You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
2023 ŞUBAT SAYISI
B Ü Y Ü L Ü
G E R Ç E K L İ K
NEREDEYSE
MÜKEMMEL:
Floransa
R
A
Y
KALEMLERİMİZ;
Batuhan BEYAZİDOĞLU
(GİRİFT)
Helin ÖNDER
Çağtay YILMAZ
Utku Hasbey KURBAN
Mansur YAMAN
Umut ERDEM
Alperen BULUT
Simay GELEN
Enes AKTAN
Medya Editörlerimiz
Deniz EROL
Deniz EROĞLU
İçerik Editörlerimiz
Büşra ARSLAN
Müzeyyen Sude ERSARI
Busenaz K.
Mizenpaj
İrem KAPLAN
Tasarım
Yiğit Can DOĞAN
6
8
10
6
EZGİ
DURMUŞ İLE
KEYİFLİ BİR
SOHBET
YA DA BİZ
MASAL
OLSAK
NEREDEYSE
MÜKEMMEL
“FLORANSA”
12
14
16
18
ACIYA ESTE-
TİK KATAN
SANATÇI:
SEBASTİAO
SALGADO
GEZEGENDEKİ
KATLİAM
ZEKERİYA
SOFRASI
START-UP
20
START-UP
İÇİN GEREKEN
ÜÇ KİŞİ
22
ASTROLOJİ HAKKINDA
–
ASTROLOJİDE BÜYÜK ÜÇ
KONUM
24
PSİKOTERAPİ-
DE EMDR
TEDAVİSİ
26
28
30
32
EVRİMDE VE
FİZYOLOJİDE
MEME
BEN
DÜNYANIN
EN KÖTÜ
İNSANIYIM
DÜNYA
KUPASI
KOYU DEM
34
36
37
38
40
BÜYÜLÜ
GERÇEKLİK
AYDINLIK
MBTI’DA
DIŞADÖNÜK-
LÜLÜK
VE
İÇEDÖNÜK-
LÜLÜK
GİRİFT’TEN
ŞİİRLER
ROCK’IN
BÜYÜKELÇİSİ:
SCORPİONS
GRUBU
M e m l e k e t i m i z i , t o p l u l u ğ u m u z u g e r ç e k h e d e f e m u t l u l u ğ a e r i ş -
t i r m e k i ç i n i k i o r d u y a i h t i y a ç v a r d ı r : B i r i v a t a n ı n h a y a t ı n ı k u r t a r a n
a s k e r o r d u s u , d i ğ e r i m i l l e t i n i s t i k b a l i n i y o ğ u r a n k ü l t ü r o r d u s u . B u i k i
o r d u n u n h e r i k i s i d e k ı y m e t l i d i r , y ü c e d i r , v e r i m l i d i r , s a y g ı d e ğ e r d i r …
B u i k i o r d u n u n i k i s i d e h a y a t i d i r . Y a l n ı z s i z , k ü l t ü r o r d u s u m e n s u p l a -
r ı , s i z l e r e b a ğ l ı o l d u ğ u n u z o r d u n u n k ı y m e t v e k u t s i y e t i n i a n l a t m a k
i ç i n s i z e ş u n u s ö y l e y e y i m k i , s i z l e r ö l e n v e ö l d ü r e n b i r i n c i o r d u y a n i -
ç i n ö l d ü r ü p n i ç i n ö l d ü ğ ü n ü ö ğ r e t e n b i r o r d u n u n f e r t l e r i s i n i z .
4
Değerli Okur,
VURULDUK,ASILDIK,ÖLDÜRÜLDÜK,
EY HALKIM UNUTMA BİZİ
UĞURLAR OLSUN...
Lotus Dergisi; Türkiye’nin farklı şehirlerinden yazmaya meraklı olup sesini insanlara duyurmak
isteyen tüm lise ve üniversite öğrencileri için kurulmuş, aynı zamanda yapılan etkinliklerle
ilgili oldukları alanlarda kendilerini geliştirebilecekleri yenilikçi bir sosyal medya
platformudur.
Lotus çiçeği, kendini bulmayı, iç dünyanın her ne olursa olsun kirlerden uzak tutabilmeyi
simgeliyor. Her gencin kendinden bir parça ve kendini bulabileceği bir platform
olabilmek amacıyla ilerlerken bu anlamlar bizim için yeterliydi ancak biz ona bir anlam
daha ekledik.
Lotus çiçeğinin içerisinde parıl parıl parladığı bataklığı çevremizdeki tüm olumsuzluklar
ve renklerini kaybetmiş çırpınıp duran biz gençleri karanlığına
sürükleyen dünya
yaptık, bu dergiyi ise bir lotus çiçeği gibi o dünyanın
orta yerinde bir umut olabilsin
diye hayata geçirdik.
Umuyoruz ki Lotus Dergisi amacına en uygun şekilde
sizlere ulaşır ve her birimiz kendi umutsuzluklarımıza birer lotus
olabiliriz. 5
Bazen okuduğunuz ortam, o kitabı okurken
bulunduğunuz duygu durumu, eğer tercih ediyorsanız
dinlediğiniz şarkı/müzik kitap okuma deneyiminizi
farklı kılar. Siz bir kitabı okurken onu daha farklı bir
şekilde yaşamak ve deneyimi özelleştirmek için belirli
bir ortam, şarkı/müzik, vb. seçiyor musunuz?
Hayatı ritüel gibi yaşayan bir insanım. Sıradan
her şeyi kendimce özel bir hâle getirmek o şeyden
aldığım keyfi misliyle arttırıyor. Buna yazmak da
dahil kahve yapmak da… Müzik dinleyerek yazabilen
biri değilim maalesef. Sabah 05:00-9:00 arası
benim için en verimli saatler oluyor. Özel bir ortama
ihtiyaç duymuyorum, ses olmaması yeterli. Bir
de yazmaya başlamadan önce mutlaka meditasyon
yapıyorum.
Sizce kötü kitap diye bir şey var mıdır? Eğer varsa,
sizin için kötü ve iyi kitap nedir?
Kişisel zevke dayalı hiçbir konuda iyi ya da
kötü diyebilecek haddi bulmuyorum kendimde.
Her kitabın öğretici, zihin açıcı, edebi açıdan doyurucu
olması gerektiğini de düşünmüyorum. Bu tarz
kriterler belirlediğimizde insanların okuma şevkini
kırdığımıza inanıyorum tam tersi. İsteyen istediği
kitabı, istediği amaçla okuyabilir. Bana hizmet etmeyen
bir kitap bir başkasının ruhuna çok iyi gelebilir.
Çevrimiçi uygulamalarda, gençlerin kendi kurgularını
yazmaları ve bu uygulamaların yaygınlaşması
hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yaratıcılığa ve üretkenliğe katkı sağlayan her
şeyi destekliyorum.
Yazar olmak ne demek? Kimler yazar olabilir?
Yazar olma sürecinizden bahsedebilir misiniz?
Yazar olmak kendini var etme biçimlerinden
yalnızca biri. Hiçbir mesleğin yüceltilmesinden yana
değilim, o mesleğin nasıl icra edildiğiyle ilgileniyorum.
Her mesleği herkes yapamayacağı gibi yazarlığın
da herkesin yapabileceği bir meslek olduğunu
düşünmüyorum. İsteyen herkes yazar olabilir
diyemeyeceğim o sebeple. İsteyen herkes yazabilir
ama pek tabii. Benim öyle zorlu, dramatik bir
mücadelem olmadı. Yazmanın tutkum olduğunun
bilincindeydim ve bu tutkumu mesleğe dönüştürmek
için gereken adımları attım sadece. Şanslı olduğum
kesin ama şansın ötesinde kararlı ve tutkulu
olduğum için henüz 35 yaşında yayımcılıkla ilgili
A’dan Z’ye bu kadar çok bilgi ve deneyim sahibi
olabildim.
Sizi bir yerden diğerine sürükleyen ve zihninize
kazılı bir kitap alıntısı var mıdır? Var ise bizimle paylaşır
mısınız?
Aşk ile edebiyat arasında tercih yapmış ve kendisini
seçmişti. (Barış Bıçakçı)
Yazmak için hep ızdırap içinde mi olmak gerekir?
Izdırap yazarlığın özü müdür ve Vincent Van
Gogh’un da dediği gibi “Hüzün sonsuza dek sürecek.”
midir?
2
Hayır, sürmeyecek. En azından benim için…
Güçlü bir empati ve gözlem kabiliyetim olduğunu
düşünüyorum. Bir olayı yazmak için yaşamış olmam
gerekmiyor; şahit olduğum, duyduğum bir
olayı da içselleştirerek yazabilirim. Kendi içimde
çok mutlu olduğum gün, oturup satırlarca bir trajedi
yazabilirim. Dramdan ve acıdan beslenen yazarlardan
değilim. Gündelik hayatımda da mesleki hayatımda
da negatif hiçbir duygunun bende uzun
süre barınmasına izin vermem.
İmza günlerinde okuyucularınız ile tanıştığınızda
size yapılan geri dönüşler sonucu ilham aldığınız oldu
mu?
Her defasında oluyor. Çok şanslı ve minnettarım.
Sizce tıpkı büyüme evreleri gibi yazmanın da evreleri
var mıdır? Varsa bunlar nelerdir ve sizin en zorlandığınız
evre hangisidir?
Elbette var. Yaratım süreci de tıpkı doğum süreci
gibi aşama aşama gelişen, değişen ve gittikçe
zorluğu artan bir süreç. Ben en başından en sonuna
kadar çok zorlanıyorum. Neşe içinde, keyifle yazan
meslektaşlarım gibi olabilmeyi çok isterdim ama
yazma süreçleri beni hem fiziksel hem de zihinsel
açıdan oldukça hırpalıyor. Yazmak dışında yaptığım
her şey zaman kaybıymış gibi saçma bir ruh haline
giriyorum ve kitap çıkana kadar kitap dışında hiçbir
şeye tam anlamıyla enerjimi veremiyorum. Bebeğini
kucağına aldığında tüm o sancıları bir anda unutan
anneler gibi, ne zaman ki kitabı elime alıyorum
ancak o zaman rahatlayabiliyorum ben de.
Yayımladığınızda pek içinize sinmeyen ya da çok
sevip yayımladığınız eserleriniz var mıdır? Varsa isimlerini
bizimle paylaşmanız mümkün müdür?
Hayır, yok. Her biri başka yaştaki, başka hislerdeki
başka bir Ezgi ve hepsinden memnunum. İçime
sinmeyen hiçbir şeyi yapmış olmak için yapmam
zaten. Hele ki bu bir kitapsa…
İlk 3 kitabınız: “Ya da Biz Masal Olsak”, “Hep
Sonradan” ve “İntihar Ormanları” film gibi kitaplardı.
Siz filme uyarlanan kitaplar hakkında ne düşünüyorsunuz,
bir gün bu kitapları uyarlama ya da senaryo
yazma gibi bir planınız var mıdır?
Hem okuyup hem de filmini izlediğim çok kitap
yok açıkçası. Birinden birini tercih ediyorum.
Yorum yapabilecek kadar bilgiye sahip değilim yani.
İntihar Ormanları ile ilgili öyle bir proje var. Dilerim
yakın zamanda gerçekleşir ve kitabı mı daha
iyiydi yoksa filmi mi diye tartışırız hep birlikte.
Kurgularınız içinde gizli bir gözlemci gibisiniz. En
azından ben okuduğumda her zaman varlığınızı oralarda
bir yerlerde hissediyorum, siz yazdıklarınızda
kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz?
Her zaman oralarda bir yerdeyim. Bazen karakterin
bir mimiğinde, bazen sevdiğini söylediği bir
eşya olarak… Bir şekilde muhakkak varım.
Hayata bakış açınızdaki farkındalığı nasıl kazandınız
ya da bu farkındalığı size kazandıran biri var mı?
Çocukluğumdan beri dingin ve empat bir yapım
var. Şu an faydasını görsem de çocukken hiç
de işime yarar özellikler değildi bunlar. Çocuk dediğin
biraz hareketli olur. Ben çocukken bile yaşlı
bir ruhtum. Bunu kazanmak için bir şey yapmadım
ama korumak için hayatıma aldığım ve kattığım her
şeyin iyi ve temiz olmasına özen gösteriyorum. Buna
yediklerim de dahil, iletişimde olmayı seçtiğim
insanlar da…
YAZAR:Müzeyyen Sude ERSARI
Ezgi Durmuş, bu isim benim birkaç yılıma eşlik eden eşsiz
kadına ait. Birkaç yıl önce, her şeye çokça anlam yüklerdim. Ezgi
Durmuş’u da tam bu dönemimde keşfettim, ona da onlarca anlam
yükledim. Lisede, üzerinde çalıştığımız bir proje için gerçekleştirdiğimiz
bir fotoğraf çekiminde elime şans eseri “İntihar Ormanları”
kitabı verilmişti. Bu, Ezgi Durmuş ile tesadüfi bir şekilde tanışmamıza
vesile olmuştu. Ezgi Durmuş’un tüm kitaplarını okuyan biriyim
fakat bu yazıda bahsetmek istediğim kitap, Ezgi Durmuş’un ilk kitabı
olan “Ya Da Biz Masal Olsak”.
Öncelikle neden bu kitabı seçtiğimden bahsedecek
olursam bunun oldukça basit bir açıklaması var: Bu kitabın bende
bir hatırası var. Elime bu kitabı her aldığımda, kalabalık şehir, bahar
havası ve yüreğimdeki tuhaf rahatlık tenimi okşar. Bu kitap, buram
buram acı ve hasret kokarken ben tam tersi şekilde bir neşe ve huzurla
başlamıştım kitaba. Ne tuhaftır, o zaman dün gibi aklımda. Kitap
hakkında hiçbir spoiler vermek istemiyorum, bu yüzden genel hikâye ve
kendi düşüncelerimden bahsedeceğim. Kitabımızda, “Nehir” adında bir ana karakter
var. Nehir oldukça kırılgan, bencil biri olmasının dışında kendi öyküsü dışındaki her
öyküyü yaşamaya razı olabilecek biri. Kitap, girişinde Nehir ve Hakan’ın tanışma hikâyesini
anlatıyor. “Hakan”, Nehirle romantik bir ilişkiye başlayan, dürüstlüğe çok önem veren bir
karakter. Bu iki kişi, naif bir şekilde ilişkilerine devam ederlerken Nehir’in geçmişine dair
sakladığı sır, yavaş yavaş ortaya çıkmaya hazırlanıyor. Nehir kendine bile itiraf edemediği,
yüreğindeki yaranın nedeni olan bu olayı günahmışçasına saklıyor ve hayatına
hâlâ bununla devam etmeye çalışıyor. Kitap geçmişteki bu olayın ortaya
çıkması, yeniden karmaşık ruh durumuna giren Nehir’in Hakanla olan ilişkisindeki
değişiklik ve tek bir vedanın ayrılmak için yeterli olmadığı hakkında. Kitapta,
Ezgi Durmuş’un ince eleyip sık dokuduğu sözler ile yüreğim erimişti.
“Derdimi anlatacak kadar susmayı öğrenmiştim ben.” cümlesi Nehir’i görünür
kılmıştı gözümde. Aslında, kitapta yer alan tüm karakterler (Nehir, Hakan,
Can, Ece ve diğer birkaç kişi) çok gerçekti, en azından ben o insanların -en
azından birinin- yağmurlu bir günde yanımdan geçip gittiklerine eminim. “Ya Da
Biz Masal Olsak”, şehir motiflerini de çok keyifli işleyen bir kitaptı. Kitap sayesinde
biraz Ankara, biraz da İstanbul’u turlamış oldum. Bu sayede kitabı okurken biraz sıcak bastı,
biraz da üşüdüm.
Bence bir yazarın şehri iyi bilip bizi cümleleriyle şehirde gezer gibi hissettirmesi
efsunlu bir durum. Onlarca cümle çizmişimdir belki kitabın içinden fakat geri dönüp baktığımda
tek bir basit cümle ve onun altına yazdığım yorum üzerine uzunca bir süre düşündüm.
“Ama ben gittim.” cümlesine karşılık “Kendinden mi, şehirden mi?”, diye sordum Nehir’e.
Ne yazık ki bir yanıt alamadım, hâlâ Nehir bu soruma ne yanıt verirdi diye düşünüyorum.
Kısaca, bu kitap benim için yaşanmamışlıkların ağırlığını temsil
ederken hiç bitmeyecek bir masal gibi hissettiriyor. Bu kitabı sevdim
çünkü bir dönem en yakınlarımdandı. “Onunla başlayan, onunla gelişen
ama asla onunla bitmeyecek olan bir hikâye…”ye beni de dahil
ettin, Ezgi Durmuş. Teşekkür ederim.
Not: Bu yazıyı okurken “Unutuldular – Pinhani” dinlemenizi tavsiye
ederim, nedeni ise kitapta saklı.
YAZAR:Helin ÖNDER
İlk olarak şehre biraz yukarıdan bakacağız.
Piazzale Michelangelo, şehrin en romantik ve en büyüleyici
duraklarından biri. Bölgeye etrafı gözlemleyecek
şekilde yürüyerek veya tur otobüsleriyle de
ulaşılabilir. Özellikle akşam saatlerinde gün batımının
ve hafif pastel renklerinin tüm zarifliğiyle izlenebileceği
mükemmel bir seyir tepesidir.
İkinci durak; şehrin tam kalbinde yer alan
‘National Museum of the Bargello’! Önceleri hapishane
olarak kullanılan saray şimdilerde Michelangelo
(Michelangelo/Brutus 1539 - 1540) ve Donatello
(Donatello/David 1408 - 1409) gibi dünyaca ünlü artistlerin
eserlerini barındırmakla kalmıyor, daha bir
sürü Rönesans artistinin de eserlerine ev sahipliği
yapıyor. Müzenin şehre kattığı mimari etki benim için
çok yüksek. Diğer yapıların yanında yükselen sıradan
bir taş yapı gibi görünse de içindeki değerli
eserler ve mimarisi sayesinde büyüleyiciliği tüm diğer
turistik mekânlar kadar iddialı.
Bu yazıya konmadığı takdirde asla tamamlanmayacak
bir blog yazısı olacağını bildiğim bir yerde sıra:
‘Cathedral of Santa Maria del Fiore’. Türkçesi ‘Floransa Katedrali’
olarak bilinen bu tarihi yapı, 1296-1436 yılları arasında
birçok mimarın elinden geçerek günümüzdeki ve tarihteki
hâlini almayı başarmış. Katedral, geç gotik özelliklerine uygun
olan tasarımı ile kendisine bakanları adeta mest ediyor.
İç mimarisinde kullanılan tavan süslemeleri (Vasari and Zuccari/Last
Judgement) katedralin içine girildiği anda sizi adeta
tarihte yolculuğa çıkarıyor. ‘Cathedral of Santa Maria del Fiore’,
şehrin en önemli turistik mekânlarında en başta yer alırken
Rönesans kentlerinin de ortak mirası olarak günümüzde
yerini korumakta.
Bir sonraki durağımızı masallardan
bir mekân olarak tasvir
edersek hiç abartmış olmayız. Ponte
Vecchio, Arno Nehri üzerinde
bulunan şehrin en meşhur köprüsüdür.
Bu köprü, savaş sırasında
yıkılan diğer bütün köprülere rağmen
ayakta kalmayı başarmış ancak
1117’de yaşanan bir doğal afet
sonucu tahrip olduğundan dolayı
taş olarak yeniden inşa edilmiştir.
Rönesans ressamı ve mimarı Giorgio
Vasari’nin Palazzo Pitti ile Palazzo
Vecchio arasındaki bağlantıyı
sağlaması için tasarladığı ‘Vasari
Koridoru’ köprünün üstünde konumlanır.
Son olarak da şehrin merkezinden
bahsedelim. ‘Piazza Della
Repubblica’, şehrin konaklama,
ulaşım ve turistik etkileşimi açısından
en önemli ve merkezi noktalarından
biridir. 15. yüzyıldan 19. yüzyıla
kadar ‘Mercato Vecchio’ yani
‘eski pazar’ olarak kullanıldıktan
sonra 19. yüzyılın sonlarında şimdiki
dörtgen biçimi hâlini alıp şehrin
etkileşimi en yüksek noktalarından
biri olmuştur. Gece gündüz vakit
fark etmeksizin etkileyici görsellere
ulaşabileceğiniz bir meydan olduğunu
orayı gördüğünüzde anlayacaksınız.
Bu yazıyı, İtalya, Floransa hakkında
bilgi sahibi olmak isteyenleriniz
için, yardımcı olabilmesi dileğiyle
siz değerli okuyucularımıza
sunuyorum. Ya gidip bu güzellikleri
canlı görürsünüz ya da hayatınız
boyunca bir gün belki diye düşünerek
bu dünyadan göçüp gidersiniz.
Seçim sizin.
ACIYA ESTETİK KATAN SANATÇI:
adam
Sebastiao Salgado Kimdir?
SEBASTİAO SALGADO
YAZAR:Deniz EROĞLU
Yaşam savaşını fotoğraflarıyla ortaya koyan
ve sorunları sadece göstermekle kalmayıp
toplumsal bilinç oluşturmaya çalışan bir
sanatçıdır. 1944 yılında Brezilya’nın Minas Gerais
köyünde doğmuş aktivist bir sosyal belgesel
fotoğrafçı ve aynı zamanda bir fotoğraf
muhabiriydi. Çiftçi bir ailenin çocuğu olarak
dünyaya geldi. Babasının eğitime verdiği
önem nedeniyle iktisat okudu. 1968’de gelecekteki
eşi olan ve fotoğrafçılığa başlamasını
sağlayan Lelia Wanick ile tanıştı.
Brezilya'da askerî diktatörlük döneminin
yaşandığı ve baskıcı rejimin gerçekleştiği 1964
Brezilya darbesinin çiftin yaşam koşullarını
olumsuz etkilemesinden dolayı eşiyle beraber
Fransa’ya göç ettiler. Fransa’da kendilerine ait
bir yaşam kurup iş hayatlarına devam ettiler.
Salgado’nun çalıştığı şirket, onu kahve alanlarını
kontrol etmesi için Afrika’ya gönderdi. Bu
deneyim kariyerinde ilerleme şansı verse de
Lelia Wanick’in aldığı fotoğraf makinesi, kariyerini
tamamen değiştirip fotoğrafçılığa başlaması
için büyük bir adım oldu. Bununla birlikte
serbest fotoğrafçılığa başladı. Bir süre belirli
ajanslarda çalıştıktan sonra eşiyle kendi ajanslarını
kurdular.
Salgado’nun diğer eserlerinden ayrı olarak çok
beğenilen üç büyük çalışması vardır: “İşçiler”,
“Göçmenler” ve “Yaratılış”.
“Workers” (İşçiler) isimli çalışması altı yıl sürdü.
Bu sürede yirmi altı ülke gezerek dünyanın en
yoksul köşelerindeki işçileri fotoğrafladı. Balıkçılar,
dokumacılar, madenciler, tarım işçileri… Salgado
adalet arayışını bu eserinde çok net bir şekilde
yansıttı. Ürkütücü koşullarda çalışan insanları fotoğrafladı.
Çalışmalarını fotoğrafladığı yerlerde
uzun yıllar yaşayıp halkla iç içe oldu. Bu sayede
etrafını uzun süreli fotoğraflayabildi ve bu fotoğrafları,
ardında yatan hikâyeleri belgeselleştirebildi.
Tıpkı bir sosyolog gibi çalıştı. Hatta bazı eleştirmenler
bu eserin Karl Marks’ın “Komünist Manifestosu”
adlı eserinden bile etkili olduğunu söylemişlerdir.
“Migrations” (Göçler) adını verdiği eseri ortaya
çıkarmak için kırk üç ülkeyi gezdi. Bu sefer kamerasını
ve anlama çabasını büyük kentlerin gecekondularında
yaşayan insanlara çevirdi. Gördüğü
trajediye kendisi bile inanamadı.
Son olarak “Genesis” (Yaradılış) eserinde
dünyanın bozulmamış yerlerini görmek, insanın
kötücülüğünü nötralize etmek ve herkesin aynı
kökten geldiğini göstermek için doğaya döndü.
Doğaya verilen zararın en kaygı verici sorun olduğunu
fark edip el değmemiş bölgelere doğru sekiz
yıl sürecek bir yolculuğa çıktı. Amazon, Endonezya,
Madagaskar, Alaska ve Şili’yi inceledi. Modern
insanın uzun ve çoğu zaman yıkıcı tarafından
koparak kara ve deniz manzaralarını, hayvanları
ve ilkel toplumları fotoğrafladı.
KAYNAKÇ
http
http
http
http
http
Sebastiao Salgado’nun hayatını ve hissettiklerini
daha iyi anlamak için 2014 yılında
“Toprağın Tuzu” belgeseli çekilmiştir.
Salgado toplumsal sorunları anlamaya,
çözmeye ve bilinç oluşturmaya çalıştı. Hümanist
ve mücadeleci kimliğini bütün eserlerinde
gösterdi. Ona göre belgesel fotoğrafçı olmak,
bir yerde sadece güzel fotoğraflar çekmek ve
güzel şeyler yaratmak değil; bir tartışma başlatmak
ve hayatın gidişatını sorgulatmaktır. Fotoğraflarına
bakan kişide sadece merhamet duygusu
uyanırsa ona göre o eseri tamamen başarısızdır.
İnsanların o esere baktığında kurtuluşu
hissetmelerini, bir çözüme ulaşılabileceklerini
düşünmelerini ister. Fotoğraflara bakan kişinin
gerçeği görüp yaşananlardan kendisini sorumlu
tutmasına neden olur onun eserleri.
Salgado, dünyanın halini ve biçimsel kaygıları
göstermek için biçimsel kaliteye önem verir.
Fotoğrafları içerik yönünden nitelikli ve derinlikli
olduğu kadar bu yönden de son derece
kalitelidir. Işık kullanımı, ton dağılımı, çerçevede
yarattığı derinlemesine kompozisyon ve baskı
kalitesi son derece güçlüdür. Görüntü dilinin siyah
beyaz olduğuna inanır. Gölgeler yoğundur
bu nedenle kontrast yüksektir. Aydınlık ve karanlığın
etkileyici kullanımı fotoğraflara boyut
katar. Dokuları ve formları öne çıkarır. Aynı zamanda
bazı kesimler biçimsel kaliteyi eleştirir.
Fotoğraflardaki biçimsel yönün içeriği zayıflattığı,
insanın acılarını estetize ettiği ve bundan para
kazandığını iddia ederler. Buna karşılık Salgado
şunları söyler: “Bunu söyleyen aslında eserlerimden
hiçbir şey anlamamıştır. Çünkü ben
güzel fotoğraf çekmeye gitmem. Ayrıca güzel
fotoğraf nedir ki? Ben öykümün içinde yaşamak
için o insanların yanına giderim. Onlara yakın olmak,
başkalarına bir şeyler iletebilmek ve bilinç
akışı oluşturabilmek için giderim.”
A
s://
s://
s://
s://
s://
Kısacası Salgado, yaşayan bir toplum efsanesidir.
Başarılarında dolayı birçok ödül de almıştır.
Türkiye'de yaratıcı fotoğrafçılığın uluslararası
alanda ün kazanmış en önemli temsilcilerinden
olan Ara Güler, Salgado için şunu söyler:
“Görüp görülebilecek en yetenekli sanatçıların
başında gelir.”
en.wikipedia.org/wiki/Sebasti%C3%A3o_Salgado
dergipark.org.tr/tr/download/article-file/397832
www.britannica.com/biography/Sebastiao-Salgado
www.theguardian.com/artanddesign/2004/sep/11/sebastiaosalgado.photography2
www.artsy.net/artwork/sebastiao-salgado-kuwait-7
YAZAR:Çağtay YILMAZ
Sanatçılar sıkça kendi yaşantılarından, ilham aldıkları sanatçılardan ya da dünyanın
içinde bulunduğu durumdan etkilenerek eserlerini üretirler. Savaşlardan, ölümlerden, devrimlerden,
salgın hastalıklardan etkilenen sanatçılar olduğu gibi bu konularda eser üretmeyenler
de bulunabilir. İnsanlar arasındaki etkileşimin artışından etkilenen sanat dünyası farklı
akımlar doğurmaktadır. Bu akımlardan biri Banksy tarzıdır. Alışılmışın dışında hükümetlerin ve
toplumun tabularını duvarlara yansıtan Banksy, doksanlı yıllardan beri İngiltere’de duvarları
farklılaştırıyor. Bu akıma benzer eserler üreten Bambi ise “Kadın Banksy” olarak bilinse de o
bundan çok daha fazlası. Bambi, toplumdan dışlanmış kadınları, sanatçıları ya da kraliyet ailesi
üyelerini aynı duvarda buluşturabiliyor. Sanat ve sanatçı hakkında yaptığı şu yorum ise üzerinde
düşünülmeye değer: “Sanatçı olmak yaratıcı özgürlüktür. Dünyayı kurtarmak istiyorum
ve bu yüzden işimde her zaman sosyal yorumlar var. Gözleriniz kapalıyken yaşamak kolaydır
ancak bu dünya için tatmin edici veya yararlı değildir.” [1]
Gözlerini açan bir avuç insanın, unutulanları resimler aracılığıyla tarihe not düşmesi
insanlığın en büyük eylemlerindendir. Goya, Manet, Rubens, Velázquez ve Picasso’ya dek
uzanan tarihi olayların resmedilişi aslında Banksy ve Bambi’nin aktivizminin kökenini oluşturmaktadır.
Bu yazıda, saydığım büyük ressamlardan birinin, Picasso’nun, “Kore’de Katliam” adlı
eserini konuşmak istiyorum. ”Kore’de Katliam”, Francisco Goya’nın ”3 Mayıs 1808” isimli eserinden
esinlenerek yapılmıştır. Picasso,” Kore’de Katliam” eserinde direnişi kadın ve çocuklar
aracılığıyla resmetmiştir. Kadınlar onlara saldıracak olan askerlerle göz teması kurmaz. Yüzleri
ağıt yaktıkları belli olacak şekilde gökyüzüne dönüktür, yalnızca tek bir çocuk askerlere korkuyla
ve tedirginlikle bakmaktadır. Yerde her şeyden habersiz bebek dururken, genç kız donuk
bir suratla bizlere bakar. Tüm bunlar karşısında ABD askerlerini temsil eden, o döneme ait
KAYNAKÇA
https://www.theguardian.com/artanddesign/2015/oct/18/bambi-graffiti-artist-femalebanksy-street-art-feminism
https://www.pablopicasso.org/massacre-in-korea.jsp#prettyPhoto
olmayan silahlar tutan, mızraklı askerler kadınlara karşı mimiksiz şekilde silahlarını doğrultmuşlardır.
Devasa kaslı ve büyük vücutlu tasvirini daha etkili kılmak için askerler çıplak resmedilmiştir.
Eser günümüzde Fransa’da bulunan Picasso Müzesi’nde sergilenmektedir. “Kore’de Katliam” eseri
Picasso’nun eleştirmenler tarafından estetik açıdan en iyi yapıtları arasında gösterilmez fakat kulağımıza
kötü gelen soyut kavramları canlandırmadaki başarısını “Guernica” adlı eserinden sonra bu
eserinde de görebiliyoruz. “Guernica” eserinden daha az etkili kalmasında eserin rolü olduğu kadar
dünyanın içinde bulunduğu konjonktürü de hesaba katmamız gerekir. Bu bağlamda sanat eleştirmeni
Kirsten Hoving Keen, bu eserin Picasso’nun komünizm etkisinde kalarak ürettiği bir eser olduğunun
altını çizer. [2]
Sanatçı bir olayı ya da tümüyle bir düşünceyi eserine yansıtırken dönemin koşullarından
ve kendine ait düşünce dünyasından etkilenir. Picasso, “Guernica” eserinde Faşistlerin ve Nazilerin
İspanyolları öldürüşünü resmederken, “Kore’de Katliam” eserinde Anti-Komünistlerin Korelileri öldürüşünü
resmetmiştir. Picasso, zamanla kendi düşünce yapısına zıt düşen görüşleri farklı olaylarla
resmine yansıtmıştır. 1930’larda düşman Faşistler olurken, 1950’lere gelindiğinde düşman Anti-
Komünistler olmuştur. Bu tarz resimlerde objektiflik aramadığımızdan değişik bakış açıları olayları
farklı açılardan görmemize yardımcı olur. Bizlere anlatılanlardan farklı bir düşüncenin de var olmasından
haberdar olmamız bizleri o düşünceye hemen bağlamaz ancak düşünce yapımıza farklı
yorumlar eklememize yardımcı olur. Burada görüldüğü üzere sanatçılar kendi ideolojilerini eserlerine
yansıtır. Bizim düşüncemize uygunluğu sanatsal üretimin değerini belirleyemeyeceği gibi bunun
gerçekleri değiştiremeyeceğini de bilmemiz gerekir. Banksy’nin mültecilerle alakalı eserleri
mülteci krizini bitirmemiş olsa bile bir tabu olan mülteci konusunu Avrupa’da tartışmaya açması
örneği bize üretmiş olduğu eserin değerli olduğunu kanıtlar. Aynı şekilde Picasso, dünyada gücü
ve hikâyeleri kendi çıkarlarına göre yazma imkânına sahip kişilere karşı bir duruş sergilemiş, insanlığın
geride bıraktığı tüm kötülükleri “sadece resmederek” yalnızca eserlerini değerli kılmamıştır,
beraberinde kendisini kutsallaştırarak bu dünyadan göçmüştür. Son olarak kendisinin şu sözleriyle
noktalamak istiyorum: “Sanatın gerçek olmadığını hepimiz biliyoruz. Sanat, gerçeği, en azından anlamamız
için bize verilen gerçeği fark etmemizi sağlayan bir yalandır. Sanatçı, yalanlarının doğruluğuna
başkalarını nasıl ikna edeceğini bilmelidir.”
Z E K E R İ YA
S O F R A S I
YAZAR: İrem KAPLAN
Dün akşam bir dizide geçti bu cümle, Zekeriya sofrası kurulacak yarın di-ye. Daha önceden
duymuştum: Halil İbrahim Sofrası ve Çilingir Sofrası’nı ama bu kelimeyi tabiri ilk defa duymuştum.
E tabi elimizin altında telefonlar, internet olunca hemen baktım ne demekmiş diye.
Benim gibi ilk defa duyan çok-tur diye düşündüm, en azından hikâyesini bilmiyorsunuzdur
çünkü unutulma-ya yüz tutmuş bir gelenek.
Zekeriya Sofrası, Cumhuriyet sonrası Ankara’sında görülüp benimsenen, 1930-40’lı yıllarda
yaygınlaşan, Eski İstanbul ile Bursa’da da örneği görülen ve az önce de dediğim gibi günümüzde
unutulmaya yüz tutmuş bir adak adama, adağını yerine getirme, yeni dileklerde bulunmak
için yapılan bir yemekli toplantıdır. Buradaki yemek, daha çok kuruyemişler ile hazırlanmış
çerez tabakları ve yeşilliklerden meydana gelir. Çeşitli salatalar ve meyve tabakları ile
sofra süslenir. Zekeriya Sofrası’nın en önemli özelliklerinden biri de sofrada 41 çeşit yiyeceğin
bulunması zorunluluğudur. Sofra iki kişi tarafından düzenlendiğinde 41+41 =82 çeşit tabağın
olması gerekmektedir. Sofraya katılanlar bu 41 çeşit yiyecekten tadarlar. Bu yiyeceklere ateş
değmemesi gerekir. Yani pişirilme işlemi olmaz. Örnek bir listede: fındık-fıstık gibi kuruyemişler,
kuru meyveler, ay ve kabak çekirdeği, pestil ve benzeri şekerlemeler, lokum ve cezerye,
çikolata, meyve tabağı, farklı farklı salatalar, bisküvi ya da kraker, kuru pasta, börek ve-ya poğaça,
kek, sebze kızartması, yoğurt veya yoğurtlu mezeler, zeytinyağlılar örnek verilebilir. Tabii
burada 41 çeşitten fazla oldu. Ama sofraya eklenebilecek her yiyeceği yazdım.
Zekeriya Peygamber Sofrası ya da Peygamber Sofrası adını alan bu geleneğin
yüzyılın başında Hicaz’dan gelen ihtiyar bir kadının eseri olduğu söylenmektedir. Zekeriya
Sofrası geleneği, büyük çoğunlukla yalnızca kadınlar arasın-da yapılır. Genç öğrenci delikanlıların
ya da ender olarak kadınlı erkekli grup-ların katıldığı sofraların da kurulduğu
görülmüştür. Sofra, dileği yerine gelmiş bir kadın tarafından düzenlenir. Genellikle Şabanı
Şerif ayı içinde yapılır. Sof-ranın kuruluş zamanı ise akşamla yatsı arasındadır. Bu sofraya
komşu ve akra-ba kadınlar çağrılır. Çağrıya mutlaka gitmek zorunluluğu yoktur. Çağrı, birkaç
gün önceden yapıldığı için dileyen o gün oruç da tutar. Sofra açılmadan önce iki
rekât namaz kılınır.
Namazdan sonra Meryem Süresi okunur. İstanbul’da ise bu süreye “Zekeriya Suresi”
de denilmektedir. 98 ayetten oluşan bu sürenin ilk 11 ayeti Zekeriya Peygamber’den söz
etmektedir. Namaz kılınıp, Kur’an okununcaya ve sofraya adak mumu dikilinceye kadar
katılanların birbirleriyle konuşmamalarıdır. Yani susmak ve konuşmamak sofranın başlıca
kurallarıdır. Bu yüzden çocuklar genellikle davete götürülmezler. Sofranın ortasında adağı
yerine gelmiş olan ve sofrayı düzenleyen kadının diktiği mum sonuna kadar yanık durur.
Bu mumun yanına, davete gelenler ve adak dileyenler de birer mum dikerler, “eğer
muradım olursa gelecek yıl Şaban ayında böyle bir sofra kurmayı adıyorum.” derler. Dilenen
niyet sayısına göre de mum dikerler. Bu mumlar sofra sahibinin diktiği mumun ateşi
ile yakarlar. Sofrayı kuranın mu-mu sonuna kadar yanmasına rağmen, o gün orada niyetlenenler
diktikleri mumu bir müddet (mumun dörtte biri yandıktan) sonra söndürerek
yanlarına alırlar ve evlerine götürürler. Bu mumu diledikleri olduğunda ve kurdukları Zekeriya
Sofrası’nda hiç sönmemek üzere dikerler.
Benim bu satırları yazarken bilgisayarı kapatıp bir dilek tutmak ve eğer benim de niyetim
gerçekleşirse tüm okurlarımızı davet edeceğim bir sofra kurmak geçti. Birkaç da
soru takıldı. Satırlarımı sonlandırırken sizlere bu soruları sorup sizi düşüncelerinizle baş
başa bırakmak istiyorum. İnsanlar neden dilek diler? Dilek dilemek bir insana hangi duyguları
hissettirir? Hedef belirlemek ve o hedef için çalışmak yerine kendi dileğimizi kimden
bekliyoruz, neden kendimiz dışında bir varlıktan bekliyoruz? Sorulara cevaplarınızı
sosyal medyada bizleri etiketleyerek paylaşabilir ya da bizlerle mesaj yoluyla iletişi-me
geçebilirsiniz. Hepinize kocaman sevgiler, iyi okumalar.
Bu kelimeyi girişimcilik ile ilgileniyorsanız duymama ihtimaliniz yok denecek
kadar az. Peki her yerde duyduğumuz bu kavram aslında ne? Çoğumuzun
aklında kısaca “Yeni bir şirket kurma.” olarak tanımlanmış olabilir. Kısmen doğru olduğunu
da söyleyebiliriz ancak detaylandırmamız gerekirse daha doğru tanımı şu
şekilde olacaktır: Bir sorunu ya da problemi çözmek amacıyla kurulan şirket. Bu sorun
herhangi bir kitlenin sorunu olabilir. Buradaki amaç dünyaya fayda sağlamak.
Ben De Yapmak İstiyorum
“En iyi start-uplar genelde bir kişinin yarasını kaşımasıyla
ortaya çıkıyor.”-Michael Arlington
Şirket Vs Start-Up
“Start-Uplar şirket değil mi?” sorusu aklınıza gelebilir.
Aslında ikisi farklı şeyler ve birbirlerinden ayrıldığı
keskin hatlar mevcut. Şirketler uzun vadede kâr amacı
güderler, planlamalarını ve yapmayı düşündükleri şeyler
uzun vadelidir. Start-Uplar ise daha kısa vadeli planlar
yaparlar. Start-Up gibi şirketler çözüm bulana kadar
yaşarlar. Buldukları çözümü ürün olarak çıkarılabilir ya
da başka bir şirkete satabilirler. Ürün çıkardıklarında ise
şirket olurlar. Diğer bir deyişle fikir yoksa start up da yok.
Peki bir start-up kurmanız için sahip olmanız gereken en önemli şeyler neler? Nereden
başlamanız gerekiyor? Öncelikle bir çözülmemiş bir sorun bulmanız lazım, yani bir fikriniz
olmalı. Bulduğumuz bu sorun üzerine bir çözüm geliştirmeniz gerekiyor. Bu çözümü şirketlere,
yatırımcılara sunarak yatırım almalısınız. Çok basit gibi gözükür değil mi? Aslında tüm bu
süreçler göründüğünden çok daha zor ve ciddi bir emek gerektiren süreçler. Başarılı olmak
için daha birçok şey yapmanız lazım.
Bolca uykusuz günler, sabahtan akşama kadar çalışma, iyi bir ekip kurmak, önünüze çıkan tonla rekabet
ve engel… Şunu bilmeniz gerekiyor ki Start-Upların çok büyük bir kısmı başarısız oluyor. Uyarmamızda
fayda var ancak bu sizi yıldırmasın iyi bir planlama ve sıkı bir çalışmayla neden başarıya
ulaşanlardan bir tanesi sizinki olmasın? Önemli olan piyasadaki binlerce açıktan birini kendi sorunlarından
yola çıkarak keşfedip en efektif biçimde kapatmaya çalışmanız.
Neden Batıyorlar?
Peki bunca start-up içerisinde başarılı gördüklerimizin sayısı başarısız olanlara oranla neden
bu denli az? CB Insights tarafından 110’dan fazla Start-Up’ın neden başarısız olduğu inceleniyor,
çıkan sonuçlar raporlanıyor. Çıkan 12 sonuçtan ilk 5’i şöyle:
1-Nakit paranın tükenmesi %38
2-Market ihtiyacı olmaması %35
3-Rekabet %20
4-Hatalı iş modeli %19
5. Düzenleyici/yasal zorluklar %18
Araştırmaya göre çoğunun batmalarında tek bir sebep yok birçok sebepten ötürü batıyorlar.
Yatırımcılardan yeterli fon toplanamaması listenin ilk sıralarında olan
nedenlerden. İkinci sırada marketin iyi araştırılmaması ve ihtiyacı karşılamaması
yer alıyor. Rekabet, hatalı iş modeli ve yasal zorunluluklar
diyerek bu liste daha uzuyor. Yani başta bahsettiğimiz
gibi gemi tek bir yerden değil birçok noktadan su
alıyor. “Why Startups Fail: Top 12 Reasons l CB Insights”
kaynağı size daha uzun bir bilgilendirme konusunda
yardımcı olacak ufak bir öneri.
“Canımı sıkan şeyler bana fikir olarak geri döner.”
-Josh James
Bir sorununuz varsa ve bunun
çözümü yoksa ona bir çözüm üretmek için
kolları sıvayın çünkü bilmelisiniz ki bu sorunu
sizinle birlikte muhtemelen birçok insan
yaşıyor. Evet birçoğu batıyor ama her girişimci
ikinci denemesinde daha başarılı oluyor.
Bu yüzden batmak sorun değil önemli
olan düştüğün yerden nasıl çıkacağın ve
her batışında kazanacağın deneyimleri nasıl
kullanacağın. Unutma, en büyük risk risk
almamaktır.
YAZAR: Büşra ARSLAN
Peki bir start-up kurulurken kimlerle yola çıkmalısınız ya da kimler sizinle yola çıkmalı
biliyor musunuz? Bir ekip oluşturmak istiyoruz ancak birbirini tamamlayan bir ekibin parçaları kimlerden
oluşmalı?
Eğer bir start-up fikriniz varsa ve bu fikri hayata geçirmek için tek başınıza eksik hissediyorsanız
öncelikle kendinizi sonrasındaysa bu yola sizinle çıkacağınız kişilerde olacak özellikleri
en iyi şekilde gözlemlemeniz ve ekibinizi her birinizin güçlü yönü birbirini tamamlayacak şekilde
oluşturmanız gerekiyor.
Bunun kulağa zor geldiğini biliyorum. Bu yüzden sizi işinizi kolaylaştıracak bir teori ve
girişiminiz için ideal bir ekibi oluşturacak üç kişilik tipiyle tanıştıracağım; Hustler, Hacker ve Hipster.
Bir start-up için gerekli olan güçlü yönleri ayrı ayrı kendilerinde bulunduran bu üç kişilikten hangisisin
ve girişimin için yanında kimler olmalı sorusunun cevabını her birini okurken düşünmeni ve
değerlendirmeni istiyoruz!
Hustler
Ekibin sosyal kelebeği ve girişkeni olarak tanımlarsak pek de yanlış olmaz sanırım.
Hustler kişilik tipindeki insanlar, ekibin içinde iletişim becerileri ve ikna kabiliyeti daha yüksek
olan kişilerdir. Takımın koordine olmasını, geleceğinin planlanmasını ve hayata geçirilmesini
aynı zamanda tüm bunlar yapılırken motivasyonun korunmasını sağlarlar. Tüm bunların yanında
girişimin kazanç elde etmesi için çalışır, ürünün gelişimini takip ederler. Organize etmek
onların işidir.
Hacker
Onlara ideal kurucu ekibimizin teknoloji devleri diyebiliriz. Elde edilmek istenen ürünün
en başından itibaren ortaya çıkması ve geliştirilip hayata geçirilmesinde önemli bir rol oynarlar.
Özellikle teknoloji merkezli girişimlerde öne çıkarlar ve işin çekirdeğini oluştururlar. Yaptıkları
çalışmalar ekibin geri kalanına zaman kazandırırken tüketicinin sorunlarına daha hızlı
cevap verebilmenizi sağlarlar. Hacker kişilik tipindekiler tam olarak problem çözme ustalarıdır
ve teknolojiyi en iyi şekilde kullanarak girişimi ileriye taşımak onların işidir.
Hipster
Girişiminizin imajı, tüketiciye sunulan son hali ve tasarımı onların elinde diyebiliriz. Sosyal
medya yönetimi, web tasarımları gibi tüketici deneyimi odaklı ilerler. Girişiminizi sunduğunuz
platformları ve kullanıcı deneyimlerini en iyi şekilde geliştirmek, en iyi görünüme sahip
hale getirebilmek takımınızdaki hipster kişiliğe ait olacaktır. Hem Hacker Hem Hustler kişilikler
ile yaptığı iş konusunda çokça etkileşime geçerek sonucu ortaya koymaya çalışırlar.
Hem teknolojiyi hem de sosyal alanları iyi bir şekilde kullanan kişiler olmaları gerekir.
İyi bir yönetici ekibin start-up’ınız için önemi göz ardı edilemez, her şeyin onlarla başlayacağını
ve onların elinde gelişeceğini bilmemiz gerekir. Ancak diyebiliriz ki bunun yanında
önem arz eden pek çok unsur olacak ve hepsi bir bütün olarak ele alınmadığında başarılı olma
olasılığınız düşecektir. Bu kişilik tiplerinin bir girişimin sürekliliğini, karlılığını, uzun ömürlülüğünü
ve büyümesini sağlayacak bir ekiple sağlıklı bir şekilde kurulması üzerine bir
teori olduğunu söyleyebiliriz. Unutmayın ki zamanla ve deneyimle kişilerin
donanımları değişeceğinden konumlar ve farklılıklar olabilir. Hatta
birden fazlasına dönüşebilir, daha farklı iş dağılımları yapabilirsiniz! Siz
yine de eksik parçalarınızı aramaktan ve bir bütün olacağınıza inandığınız
insanları bulmaktan çekinmeyin
YAZAR: Busenaz K.
Astroloji, gezegenlerin konumlarının ve gökyüzü olaylarının kişiliğimize,
hayatımıza ve davranışlarımıza nasıl yansıdığını inceler basitçe. Bunlar çok çeşitli
yöntemlerle yapılabilir ve bunun için farklı farklı burç haritaları kullanılır. Burç
haritası belli bir anın belli bir yerden çekilmiş gökyüzü fotoğrafı gibidir. Gezegenlerin,
asteroidlerin, yıldızların ve diğer tüm gök cisimleriyle birlikte bazı matematiksel
noktaların da ifadesi semboller ve sayılarla sağlanır. Astrologlar farklı
tiplerde burç haritalarının rehberliğini kullanarak birçok farklı konuda yorum yapabilirler.
Bu konulardan en popülerleri karakter ve aşk analizleri olsa da aslında
yelpaze çok geniştir. Bir ülkenin ya da bir markanın haritasına bakılabilir, böylece
gelecek imkanlar, çöküşler ya da önemli tarihler tahmin edilebilir. Ekonomi,
sağlık, kariyer, akademik hayat, seyahatler, aile ilişkileri, arkadaşlıklar ve daha
birçok farklı konuda öngörüler, geçmişe ışık tutan yorumlar yapılabilir astroloji
aracılığıyla. Astroloji resmi olarak bir bilim dalı olarak kabul edilmemiştir çünkü
olasılıklara dayanır. Her olasılık gerçekleşmez, birbirine bağlı yüzlerce denklemin
doğruluğunu, üstelik bu kadar farklı konuda bir sürü farklı nokta varken,
kimse kanıtlayamaz. Ancak yine de günlük yorumlar ve fal bakmak yerine gerektiği
gibi kullanıldığına astroloji gerçekten hayatımızı kolaylaştırabilecek müthiş
bir nimet, harika bir araçtır.
Güneş burcu:
Herkesin "Burcun ne?" sorusuna verdiği cevap olan Güneş burcu,
karakterimizin temellerini temsil eder. Eğer burç haritamız bir vücut
olsaydı Güneş burcu iskelet sistemimiz olurdu.
Yükselen burç:
Yükselen astrolojideki 12'li ev sistemimizin 1. evini başlatan
burçtur. Biz doğduğumuzda şafaktan hangi burç yükseliyorsa odur. Haritamızdaki
her şey yükselen burçtan geçer, haritamızın CEO'su gibidir.
Ay burcu:
Bir buçuk günde burç değiştirdiği için bazen doğum günümüz
yeterli olurken geçiş günlerinde doğanlarımız için saat olmadan kesin
belirlenemeyen Ay burcu iç dünyamızı ve duygularımızı temsil eder. Ayrıca
hayatımızdaki en önemli kadın figürü olan annemizdir.
Psikoterapide EMDR Tedavisi
YAZAR: Mansur YAMAN
1987 yılında Amerikan psikolog France Shapiro tarafından keşfedilen, Türkçeye
“Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme” olarak çevrilen EMDR tedavisi
zamanla psikoterapide yer edinebilmiştir. Genellikle travma sonrası stres bozukluğunda
hastaların başvurduğu bu yöntem, her ne kadar “göz hareketleriyle duyarsızlaştırma”
üzerine çıksa da zamanla tedavinin yöntemleri için birçok farklı yola başvurulmuştur.
EMDR tedavisine göre travmayı oluşturan anı, uygunsuz biçimde bellekte yer
edinir. Geçmişteki bu kötü anı “düğüm” olarak isimlendirilir. Anlamı ise; anı ağlarının merkezinde
bulunan, biyolojik olarak depolanmış fakat uygunsuz biçimde yer edinmiş deneyimlerdir.
Bilgi; donmuş bellek sisteminde işlenmemiş şekilde, nörobiyolojik seviyedeyse
diğer bilgilerle uyumlu, işlenmeden depolanmış olabilir. Bu işlenmeme durumu sağlıklı
değildir. Birbirleriyle ilişkili olan ve temeldeki hedef anılar (düğüm) özgün halleriyle depolanmışlardır
ve şimdiki zamanı yüksek ölçüde etkilemektedirler. Düğümler
(işlenmemiş anılar), işlendiğinde bozukluktan çıkıp işlevselliğe kavuşurlar. EMDR tedavisinin
asıl amacı da budur; bellekteki işlevsel olmayan verileri (düğümleri) donma durumundan
çıkarıp uyum sağlayıcı bir çözüme kavuşturmak. Şimdiki zamanda mevcut bozuklukların
neredeyse tamamı geçmişteki yaşanmışlıklarda saklıdır. Birçok insanın hayatı boyunca
benzer sorunları tekrar tekrar yaşamasının nedeni bellekteki işlenmemiş travmatik
anılar olabilmektedir. Tecavüz, akran zorbalığı, savaş deneyimi, yakın kayıpları gibi durumlar
bunun başlıca örnekleridir.
EMDR tedavisi pratikte nasıl uygulanır? Danışan, yaşadığı kötü deneyimden
kurtulma amacıyla terapiste gider. Öncelikle danışanın olaydan duyduğu rahatsızlık derecesi
belirlenir ve hazırlık evreleri gerçekleştirilir. Ardından anının işlenmesi başlar. Hedef
anıyı temsil eden bir resim belirlenir. Bu resmin danışana hatırlattığı algılar, bilişler ve beden
duyumları istenir. Danışanın, anıyı düşündüğünde, “şu anda” kendisiyle
ilgili nasıl bir bilişe sahip olduğunu belirlemesi istenir. Sonrasında hedef
resme baktığında “şu anda” hangi olumlu inanca sahip olmayı arzuladığı
sorulur. “Başarabilirim, sevilmeye değerim.” gibi işlevsel bir dü-
şünce belirlenir. Danışanın hedef resmi belirlemesi ve olumsuz bilişini tanımlaması,
bellek ağlarını hareketlendirir. Güçlü hisler uyandırır. Danışanın bu
duyguları fark etmesi ve tanımlaması istenir, not alınır. Ardından danışandan
hedef resme, olumsuz bilişe ve bunlarla ilişkili duygu-beden duyumlarına
odaklanması istenir. “Bırakın ne olursa olsun, sadece olmasına izin verin, aklınıza
gelen hiçbir şeyi önemsiz diye atmayın, aklınıza gelen her bilgi bir şekilde
bağlantılıdır, durmak isterseniz elinizi kaldırın.” yönergesi verilir ve iki yönlü
(bilateral) uyarıma başlanır. Duyarsızlaştırma aşaması olarak bilinen bu
aşamada, tedavi için hedeflenen anıyı danışanın sıkıntı yaşamadan anımsaması
beklenir. Danışanın bu anı hakkındaki ifadeleri teşvik edilerek içgörüsünün
sağlamlaştırılır. Bu içgörü, genellikle kendiliğinin kabulü ve yeni olumlu
kendilik algısıdır. Daha sonra beden taraması aşaması başlar. Danışandan hedef
resim ve olumlu bilişe odaklanırken bedeninde herhangi bir gerginlik
olup olmadığına dikkat etmesi istenir. UBİ modeline göre uyum bozucu şekilde
depolanmış bilgiler fizyolojik olarak yaşanırlar. Dolayısıyla başlangıçta
hedeflenen travmatik anı herhangi bir beden duyumu olmaksızın anımsanana
kadar EMDR işlemi tamamlanmış kabul edilmez. Danışan, rahatsız edici
bir beden duyumu bildiriyorsa rahatlayana kadar işlemeye devam edilir. Son
olarak terapist işlemenin yeterince gerçekleşip gerçekleşmediğine karar verir.
İşleme gerçekleşmişse seans başarıyla sonlandırılır.
Son yıllardaki çalışmalar; disosiyatif bozukluklar, konversiyon bozukluğu,
kronik ağrı, dolaşım sistemi hastalıkları gibi birçok hastalıkla travma arasındaki
bağlantılara dikkat çekmektedir. Ruh sağlığı çalışanları travmaya yönelik
girişimlerinde; ilaç tedavisi, bilişsel davranışçı yaklaşımlar ve grup uygulamalarının
yanı sıra EMDR tekniğinin de yaygın olarak kullanılması gerektiğine
inanır. Ülkemizde “TSSB (Travma Sonrası Stres Bozukluğu)” üzerine yapılan
çalışmalar travmayla ilişkili bozuklukların yaygın olabileceğini belirtmektedir.
Travma üzerine çalışmak isteyen ruh sağlığı çalışanları için EMDR, kısa sürede
sonuç alınabilme durumundan ötürü iyi bir seçenek olarak görülmektedir.
KAYNAKÇA
Kavakçı Ö, Doğan O, Kuğu N. EMDR (Göz
hareketleri ile
duyarsızlaştırma ve yeniden işleme):
Psikoterapide farklı bir
seçenek. Düşünen Adam: Psikiyatri ve
Nörolojik Bilimler Dergisi
2010; 23:195-205.
Hacıoğlu M, Aker T, Kutlar T, Yaman M.
Deprem tipi travma
sonrasında gelişen travma sonrası stres
bozukluğu belirtileri alt tipleri.
Düşünen Adam: Psikiyatri ve Nörolojik
Bilimler Dergisi: 2002;15:4-15.
Alişan Burak YAŞAR,Seda KİRAZ,Dilara
USTA,Ayşe Enise ABAMOR. Şizofreni
Olgusunda Göz Hareketleri ile Duyarsızlaştırma
ve
Yeniden İşleme (EMDR) Uygulaması ve
Kliniğe Etkileri: Olgu Sunumu. Türk
Psikiyatri Dergisi; 2007; s(280)
Aydemir Ö, Esen Danacı A, Akbay Pırıldar
Ş ve ark. (2000) Calgary Şizofrenide
Depresyon Ölçeği Türkçe Versiyonunun
Özgüllüğü ve Duyarlılığı.
Nöropsikiyatri Arşivi 37:210-213.
Ebru Sinici.(2016) Düşünen Adam.The
Journal of Psychiatry and Neurological
Sciences 2016;29:349-358.Fantom Ağrılarının
Tedavisinde EMDR Terapi
Etkinliğinin Değerlendirilmesi.
KAYNAKÇA: Evrim Ağacı-Meme Ucu Nedir
“MEME KANSERİNDE ERKEN TEŞHİS YAŞATIR”
Sevgili okuyucularımız merhaba, ben makale yazarınız İrem. Gazi Üniversitesi
biyoloji bölümü öğrencisiyim. Sizlere her sayımızda canlılar hakkında bilgiler yazacağım.
İlk yazımı “meme”li canlılar üzerine yazacağım. Öncelikle çok sık düşülen bir yanılgıya
değinmek istiyorum. “Göğüs” ve “meme” farklı terimlerdir. Eş anlamlı olarak kullanılmaları
bilimsel olarak hatalıdır. Örneğin "göğüs kanseri" diye bir kanser türü yoktur (eğer göğüsteki
deri kanseri kastedilmiyorsa). Göğüs, bilimsel adıyla "toraks" olarak bilinir. Göğüs, boyun
ile karın arasındaki bölgeye işaret eder. Türüne bağlı olarak göğüs bölgesinde, vücudun
içinde ve dışında çok sayıda yapı ve organ bulunabilir: kalp, akciğerler, göğüs kafesi,
"meme" de, Memeli Hayvanlar Sınıfı'nda bulunan bu yapılardan biridir.
Meme, özellikle Primatlar Takımı'nda göğüste bulunan, dişilerde süt bezlerini
barındıran, erkeklerde ise evrimsel süreç dolayısıyla neredeyse tamamen körelmiş bir organdır.
Bir de meme ucu var. Her bir meme ucu (papillası) silindirik olarak düzenlenmiş 15
-20 adet süt kanalının çıkışlarını içeren, küçük bir deri çıkıntısıdır. Meme ucunun etrafında,
meme ucuyla büyük oranda aynı renkte olan ama vücudun geri kalanından koyu olan
dairesel bir bölge bulunur; bu bölgeye areola adı verilir. Keseliler ve plasentalı memelilerin
vücudunda, 2 çiftten 19 çifte kadar değişebilen sayılarda, genellikle vücudun iki yanına
eşit olarak dağılmış biçimde meme ucu bulunur. Bir hayvanda meme uçlarının geliştiği
hatta "süt hattı" bir doku yolağı bulunur. Bu doku, vücudun ön (göğüs) tarafında bulunur
ve kollardan başlayıp bacaklara kadar uzanır.
İnsanlarda sadece 2 tane meme ucu olduğu için bir süt hattı olmadığını sanabilirsiniz;
fakat bu doğru değildir. Evrimsel tarihi boyunca ikiden fazla meme ucuna sahip
atalardan evrimleşmiş primatlardan gelen insanların da vücudunda uzun bir süt hattı bulunmaktadır.
Bu meme hattı, memeleri ve süt bezlerini üretir; ancak insanlarda bu sadece
"normal" kabul edilen meme bölgesinde olmalıdır. Fakat kadınların %0.4 ila %6'sı arasında
"normal" olan iki memeye ek, aksesuar (fazlalık) memeler üretilir. Bu durumun görüldüğü
kadınların 3'te 2'si herhangi bir semptom göstermez ve sadece "kilo aldığını" düşünür.
Ancak hastaların 3'te 1'inde, özellikle de adet ve süt üretim dönemlerinde sorunlar yaşanabilir.
Birçok kişi bu ek meme uçlarının "ben" olduğunu sanar ve ömrü boyunca fark etmeden
yaşar.
Lafı uzatmadan konuya geçeyim. Her ne kadar birçok memeli türünün erkeklerinde
meme uçları bulunsa da neredeyse hiçbir türde erkekler yavrunun beslenmesine
katkı sağlamazlar. Biyolojik olarak erkek bedeninin özelleşmesini sağlayan Y kromozomunun
üzerindeki SRY isimli bir gendir. Bu gen, keseli ve plasentalı memeli hayvanların
tamamında bulunur. Bu genin ürettiği proteine Testis Belirleyici Faktör adı verilir ve bu
protein, kanguru gibi keseli memelilerde veya insan gibi plasentalı memeli hayvanlarda
testis üretimini sağlar. Testis Belirleyici Faktör ile tetiklenen testisler hem sperm üretmeye
başlar hem de salgıladıkları testosteron aracılığıyla sperm kanalının ve penisin
oluşmasını ve hatta beynin dokusunun değişmesini sağlar. Bunun sonucunda erkek beyni,
erkeklerde de bulunsa bile kadınlarda çok daha aktif olan progesterona ve östrojene,
özellikle de östradiol hormonlarına duyarsızlaşır. Bunun sebeplerinden biri, ergenlik sırasında
kadınlarda oksitosin ve prolaktin seviyeleri artarken, erkeklerde bunun
olmamasıdır; dolayısıyla erkekler, kadın meme dokusunun ergenlikte
geçirdiği değişimlerden geçmemektedir. Örneğin kadınların kanında
erkeklerinkinden %30 civarında daha fazla prolaktin bulunmaktadır;
gebelikteyse bu oran 10 kat artmaktadır. Buna bağlı olarak
ergenlikte kadınların süt bezi kanalları dallanıp budaklanırken,
erkeklerinki genellikle küçülmektedir. Ama bu meme
uçları işlevini tamamen yitirmemektedir ve uyarıldıklarında
tekrar genişleyebilmektedirler. Yapılan bir incelemeye göre
erkeklerin meme uçları kadınlarınkinden %36 civarında
daha küçüktür ve kadınlarda meme ucu alanı ve büyüklüğü
konusunda daha geniş bir çeşitlilik vardır. Dişilerde
farklılaşan süt bezlerinin genetik özellikleri nesiller içerisinde
erkek-dişi ayrımı yapılmaksızın gelecek nesillere
aktarıldı. Fakat dişilerin, özellikle memelilerde yavrularıyla
daha fazla ilgilenmesinden ötürü onlarda süt bezleri
ve meme oluşumu gerçekleşti. Erkeklerde ise ter bezlerinden
evrimleşen ve annelerinden edindikleri bu yapı
köreldi ama asla tamamen kaybolmadı. Buna rağmen
erkek sütünün yeni doğum yapmış bir kadının
ürettiği ve en hayati memeli sütü olarak görülen
kolostrum ile aynı besleyicilik aralığında olduğu
görülmüştür. Çünkü foksiyonel olarak kadının ve
erkeğin meme yapısı aynıdır.
Ben Dünyanın En Kötü İnsanıyım
YAZAR:Müzeyyen Sude ERSARI
Bir gece yarısı “Doğruluk mu, cesaret mi?” oynarken tanımadığım birinin çatısına
çıkmış o kişi değilim ya da bomboş olduğunu gördüğüm bir sinema salonuna gizlice girip
boynum eğik bir şekilde film izlemedim. Bunlar beni bir iyilik meleği yapmamakla beraber
çoktan seçmeli bir sınavda benden daha fazla matematik sorusu yapabilen bir arkadaşımı kıskanmam
da beni kötü biri yapmaz. Veya sabah erkenden odama gelip beni uyandıran kişiyi
azarlamam. Nedir ki bizi iyilik ya da kötülük kalıpları altına sokan? Bu soruya yanıt veremem
fakat deniyorum. Tıpkı “Dünyanın En Kötü İnsanı (Verdens verste menneske)” filmindeki Julie
(Renate Reinsve) gibi. Dünyanın En Kötü İnsanı, Joachim Trier’in Oslo Üçlemesinin son filmi ve
benim açımdan oldukça çarpıcı ve tutkulu bir film. Film bittiğinde salondan nasıl çıktığımı anlamamıştım
bile, aylak bir şekilde yürürken adımlarımı sayıyordum. Daracık sokakların, düşecekmişim
gibi hissettiren kaldırımlarından yürümek zor bile gelmiyordu çünkü ana karakter
bendim. Julie’nin öyküsü o sinema salonunda bitmişti fakat benimki bunalımlarım ve kafamın
içindeki kurgularla devam ediyordu. Benden bağımsız bir şekilde geçip giden zamanın içinden
ruhuma el sallar olmuştum. Fakat beni bir kenara bırakıp kısaca filmden bahsedecek
olursak, Julie kafası karışık genç bir kadın ve filmimizin ana karakteri. Film başladığında tıp
okuyan bir Julie ile karşılaşıyoruz, daha sonra psikoloji ve fotoğrafçılıkla ilgilenen bir Julie selamlıyor
bizi. Kafası karışık ve cüretkâr biri olan Julie, bir gün kendinden yaşça büyük Aksel
(Anders Danielsen Lie) adında bir çizgi roman yazarı ile tanışıyor. Daha sonrasında, Julie aralarındaki
romantik ilişki nedeniyle Aksel ile yaşamaya karar veriyor. Aksel’in istekleri ve bunun
karşısında Julie’nin kendini hiçbir kalıba sığdıramaması sonucu Julie bu ilişkiye son noktayı koyuyor.
Elbette bu ilişkinin bitme nedeni yalnızca bu durumlar olmuyor. Bir gün Julie, kendini
ait hissetmediği bir davette olduğunu fark edip rastgele bir düğüne giriyor. Burada kendi aksine
her öykünün yan karakteri olmaya razı biri olan Eivind (Herbert Nordrum) ile tanışıyor. Bu
yanlış ama Julie’ye doğru gelen hisler, Aksel ile yollarını ayırmasının en büyük bahanesi olu-
yor diyebiliriz. Her ne kadar Eivind ilişkisi olan bir adam olsa da sevgilisinden Julie için ayrılıyor.
Bunun sonucu, Julie ve Eivind beraber yaşamaya başlıyorlar. Bir gün Julie hamile olduğunu
öğreniyor ve kendini suçlayarak daha da dibe çöküyor. Bu süreçte Eivind ile ilişkilerine son
verirken Julie bu bebeği kaybediyor. Daha sonrasında Aksel’in kanser olduğunu duyan Julie
onu ziyarete gidiyor ve ben de Aksel ile ettikleri sohbeti hayranlıkla izliyorum. İşte bu zaman
aralıklarında fark ediyorum ki Julie’nin hayatının yeni evresine bir kapı aralanıyor. Fikrimce; Julie’yi
tatmin eden şey, duygulardan öte olaylardı. Bu yüzden, Julie hızlı bir şekilde karar veriyordu.
Aksel ile ayrılıp Eivind ile yaşamaya başladığında onun daima olaylar için hayatını sürdürdüğüne
emin oldum. Julie kendi yolunu bulmak isterken “Sanki kendi hayatımın yardımcı
oyuncusuyum.” cümlesiyle durmaksızın sürüklendiğini bizlere açıkça söylüyordu. Julie uzaktan
bakıldığını oldukça sorunsuz biri gibi dursa da, ailesi özellikle de babasıyla olan ilişkisi yüzünden
yara almış biriydi. Fikrimce, ailesi tarafından yara alan insanların acı katsayısı oldukça
yüksektir. Çünkü daha fazla ne olabilir ki, değil mi? Çok sevdiğim bir yakınım, “Bazen insanlar
sevdiklerini ya da birilerini yitirerek kendilerini kazanırlar. “demişti. Yaşamlarımızda kaybın keder
getireceğini ve bu kederin de bizi sersemleştireceğini düşünerek hayatımızı geçirebiliriz.
Fakat bu hikâyede Julie, bebeğinin ölümü ve Aksel’in hastalığı ile yüzleştiği an, yitirdiklerimizle
nasıl kendimizi kazanabileceğimizi gösterdi. Her şeyin sonunda Julie’nin bir fotoğrafçı olarak
hayatını sürdürdüğünü ve kendisine ait bir odasının olduğunu gördük. Başkalarının evlerine
sürüklenen bir Julie’den, kendi peşinden kendini sürükleyen bir Julie’ye uzanan bir yolculuğu
anlattı bu film. Hayatımızın onlarca dönüm noktası olacak, bazıları dışarıdan bakıldığında
o kadar da önemli durmayacak. Belki bu dönüm noktalarından birinde sevdiğimiz birinin kalbini
paramparça edeceğiz, belki kendimize hayatı zulmedeceğiz. Yaptığımız tercihler, ettiğimiz
sözler vb. birini etkilerse belki de etkilemesi gerektiği içindir. Bir noktada Julie kadar cüretkâr
olabilmeyi diliyorum. Bu yazı, varoluşsal sancılar çeken ve bu ağrıdan kurtulamayanlar için.
Ne yaparsak yapalım, kendimizi kovalayacağız. Fakat bunu yine kendimiz uğruna yapıp bencilleşeceğiz
ve dünyanın en kötü insanları olacağız (!) Kendimizi kaybetsek bile, bir gün bize
dair kırıntıları takip edip kendimize sıkıca sarılabileceğimize inanıyorum. Sevdiğim bir yazarın
dediği gibi: “Kendini bulmak için önce kaybolman gerekir.” [ Green, J. (2008) ]
Bildiğiniz üzere Aralık ayında Katar’da 2022 Dünya Kupası gerçekleşti. Tarihte ilk kez Aralık
ayında bir Dünya Kupası oynanacaktı ve bunun sebebi de kupanın Katar’da olmasıydı. Çoğu
insan bu duruma büyük tepkiler gösterse de Katar 2022 Dünya Kupası beklentinin oldukça
üstünde bir Dünya Kupası oldu diyebiliriz. Bunun bir sebebi de Aralık ayında oynandığından
çoğu futbolcunun fiziksel ve ruhsal durumlarının çok daha iyi seviyede olması denebilir. Öncelikle
grup aşamasında neler oldu bir bakalım ve önemli olayları bir hatırlayalım.
Grup aşamasına şampiyondan bahsederek başlayalım.
Arjantin bu Dünya Kupasına şampiyonluk hedefiyle gelmişti ve çok uzun bir yenilmezlik
serileri mevcuttu. Scaloni önderliğinde Copa America’yı kazanıp moral kazanan Arjantin, turnuvaya
Arabistan yenilgisiyle başladı. Bu büyük şok belki de turnuvanın kaderini değiştirmişti.
Sonraki maçta Meksika’ya karşı ecel terleri döken Messi ve arkadaşları Messi’nin şapkadan
tavşan çıkaran golüyle hayat buldu ve devamında da Polonya’yı geçti.
Bunun dışında belki de en heyecanlı grup olan E grubundan da bahsedelim. E grubu tam bir
sürprizler grubu oldu. Japonya önce Almanya’yı geriden gelip yendi, sonrakinde rehavete kapılıp
turnuvanın ilk maçında İspanya’ya karşı hezimet yaşayan Kosta Rika’ya yenilince işler iyice sarpa
sardı. Ama işlerini hiç şansa bırakmayıp İspanya’yı da yenerek gruptan 1. çıkmayı garantilediler.
Bunun dışında Almanya üst üste ikinci kez Dünya Kupasında gruptan çıkamadı.
Son olarak grup aşaması için H grubunu konuşalım. H grubunda benim kendi turnuva favorim
Uruguay’ın trajikomik elenmesini izledik. Bu grupta Portekiz, Ronaldo önderliğinde(!) çok rahat
bir şekilde turlarken son maçlar akıl almaz derecede heyecanlıydı. Uruguay-Gana maçı bizlere
2010 Dünya Kupasını hatırlattı. Ganalı oyuncular kendileri gruptan çıkamasalar bile Uruguay’dan
2010 Dünya kupasının intikamını onları da gruptan çıkartmayarak aldılar. Güney Kore de
son maçta Portekiz karşısında tüm ruhunu ortaya koyup maçı çevirince Uruguay saf dışı kaldı.
Şimdi buradan son 16 turuna geçelim. Öncelikle Fas-İspanya eşleşmesi... Fas belki de kaleye
otobüsü çekmenin kitabını yazarak İspanya karşısında gol yemeden maçı penaltılara götürdü.
Bir Afrika takımının bu kadar düzenli bir oyun ve defans hattı kurması çok enteresan olsa da burada
Walid Regragui hocamızın katkısı büyük diyebiliriz. İspanya tarafında ise 1000’in üstünde pas
yapıp gol atamamak farklı bir istatistik oldu. Son olarak Portekiz- İsviçre eşleşmesi…
Burada Fernando Santos Avrupa şampiyonu olmuş bir hoca olmasına rağmen
hep eleştirilen taktikler ve formasyonlarla oynatan bir hoca profili çizerken
çok farklı bir şey yapıp Ronaldo’yu yedeğe çekerek
Gonçalo Ramos’u oynattı.
Şimdi de son 8’e geçelim. Burada ilk maçımız Hollanda-Arjantin maçı. Arjantin maçın çoğunda
üstün bir oyun sergileyip 2 tane de gol atınca tüm ibreler Messi ve arkadaşlarının elinde derken
son dakikalarda gelen Wout Weghorst’un iki golüyle maç uzatmalara gitti. Burada ibre Hollanda’ya
dönmüşken Van Gaal’in yaptığı yanlış tercihler sebebiyle belki de maç penaltılara gitti
ve Arjantin, Martinez’in kurtarışlarıyla turladı. Bir sonraki maçımız Hırvatistan-Brezilya eşleşmesi.
Burada ise tam bir taktik savaşı vardı diyebiliriz. Maç normal sürede 0-0 bitti ve uzatmalarda
Neymar’ın 105. Dakikadaki samba golüyle Brezilya tam turladı derken bir kontra atak sayesinde
Petkoviç’in golüyle maç penaltılara gitti ve penaltılarda Livakoviç Brezilya’ya resmen geçit vermedi
ve turnuvanın belki de en büyük şoklarından birisi gerçekleşti.
Şimdi de son 4’e geçelim, burada ilk maçımız Hırvatistan- Arjantin eşleşmesi. Bir tarafta
Messi bir tarafta Modric, iki ülke efsanesi belki de en önemli maçlarından birisine çıktılar ülkeleri
için. Maçın başında Hırvatistan üstünlüğü varken Alvarez ve Enzo Fernandez ikilisi Messi’ye biraz
ayak uydurunca fark kaçınılmaz oldu. Bir diğer maçta ise Fas tarih yazarak Fransa’nın karşısına
gelebildi. Ama Fransa bu peri masalına bir son verdi. Maçtan önce bütün defans hattını kaybeden
Fas yine de tüm ruhunu sahaya yansıttı ancak yetersiz geldi.
Ve gelelim büyük finale... Final beklentinin çok altında ve Arjantin’in oyun kontrolüyle
başladı. Arjantin çok rahat bir şekilde 2-0 ‘ı buldu. Ama turnuvada bir Arjantin klasiği olan maçın
sonunu oynayamama sorunsalı devreye girdi ve tabii ki Mbappe farkı da ortaya çıkınca maç uzatmaya
gitti. Uzatmada önce Messi’nin golüyle sevinen Arjantin’e Mbappe bu iş burada bitmedi cevabını
verdi. Belki de yıllarca unutulmayacak bir son oldu. Kolo Muani son saniyede karşı karşıya
Martinez’i geçemeyince maç penaltılara gitti. Penaltılarda Martinez’in devleşmesiyle kupa Messi’nin
ellerinde süzüldü ve bir efsane her şeyi kazanıp şanına yakışan bir son gerçekleştirdi.
KOYU DEM...
YAZAR: Simay GELEN
Akşam, Dünya’nın dönüşünün sonucu değildir benim
için. Biten şeylerin annesi ya da matem duyguların çocuğudur.
Güneş doğarken çiçeklerle açan umutlar, veda etmeden
kaybolur. Bu yüzden her zaman acı vericidir akşamlar.
Bazen bulutlar elimizden tutmaya gelir, bazen bir yıldız
kayar hayallerimizi hatırlatmak için. Ancak bu kalabalığın ardından
aynayla olan yemeğini yine akşam salonunda yersin.
Tabii bir de içine dalarsın akşamın. İşte o zaman bulursun
gece kabuğunu o dalgalarda. Kollarındaki ipler kopar, yüzündeki
boyalar akar. Boğazından geçmeyen kelimelerin aydınlıkta
nasıl döküldüğünü anlatır gece üç. Demlenmiş bir
akşamdır gece. Bekledikçe yoğunlaşıp kaybolursun karanlığında.
Anıların küçük bir özeti geçer içinden. Durduramadığım
zaman, çarşafın altından seslenen kalp atışına dönüşür.
Kullanılacak duygularını ağzını mühürleyerek korumaya
çalıştığında beliriverir masanda bir çift mürekkep. Çünkü
ışıltısından vazgeçemeyen güneş, rengini kaptırmıştır artık.
Verilecek kararlar birikir, birikir… Ama olmayacaktır hiçbiri.
Çünkü kalbin esiri akşamla, güneşin gölgesi sabahın savaşını
hiçbir zaman koyu dem kazanmamıştır. Herkes mücadele
vermez bununla. Biri dost olur akşamla, güneşin saflığından
kaçmak için. Bir diğeri düşman olur koyuyla, kendiyle tanıştığı
için. Herkesin gözleri biraz farklıdır bu saatlerde. Kimi
bir kitapta, kimi bir fotoğrafta, kimi damarına akan küçük
dalgalarda boğulur. Aynı yerlerde karşılaşırlar. Taşmaya
hazırlardır oyuklarından. Yine kızarlar geceye, her şeyi güneş
yakmamış gibi.
Sokaklardaki üç renk kalp spektrumuna girmiştir
artık. Camların ardındaki beyazlar daha seçicidir. Sabahki
küçük çığlıklar daha anlamlıdır. Çünkü boğazında düğümlenen
ipleri sabah kendi ellerinle atmışsındır zaten. Kızarsın
ıslanan yastığına. Güneşin kurutmadığı duygularını hatırlatır
sana. Aydınlıkta kaçtığın hislerin yakalamıştır seni evinde.
Bu yüzden anlamsızdır geceden korkmak.
Y A Z A R : E n e s A K T A N
Bir esere bakıldığında herkes eseri kendine göre yorumluyorsa “gerçek” durumundan
bahsedebilir miyiz? Bize gerçekliği sorgulatan ve büyüsünü de varsayımlardan alan akım,
aslında çok da eski sayılmaz. 20. yüzyılın başlarında Alman eleştirmen Franz Roh (1890-1965),
günlük ve sıradan konuları ürpertici çağrışımlarla tasvir eden sanatçıların çalışmalarını ifade
etmek için “Magischer Realismus (Büyülü Gerçeklik)” kavramını ortaya koydu. 1940-50’lere
gelindiğinde eleştirmenler ve bilim insanları, çeşitli sanat geleneklerinde artık bu ifadeyi kullanmaya
başlamışlardı.
Kübalı yazar Alejo Carpentier, “Bu Dünyanın Krallığı (El Reino de Este Mundo, 1949)”
isimli romanının ön sözünde Latin Amerika’ya özgü olduğu iddia edilen gerçekliği,
“Olağanüstü Amerika Gerçekliği (lo real maravilloso americano)” olarak tanımladı. Carpentier’a
göre tuhaflığın sıradanlık ile karşılık bulduğu, kıtaya özgü bu
gerçekliği yalnızca Latin Amerikalı yazarlar aktarabilirdi. Kübalı
yazarın bu görüşleri, büyülü gerçekliğin politik yorumlamalarında
ve Latin Amerika’ya özgü bir tarz olarak algılanmasında
etkili olmuştu. Bu akım, akla ilk olarak Güney
Amerikalı yazarlar -Gabriel Garcia Marquez gibi- ile gelse
de tüm dünyaya hızlı bir şekilde yayıldı.
Peki bir eserin “Büyülü Gerçeklik” akımının
etkisinde olduğu belirleyen unsurlar nelerdir? Mantığınızın
yetmediği, yani beynin sınırlarını zorlayan durumlar
yer alır. Tarihi bağlam ve toplumsal kaygılar eserin
temelini oluştursa da asıl dikkat çekici olan eserin üslubudur.
Gerçek dünya mekanları, bu akımı fantastik dünyadan
ayıran en etkili yöndür. Fantastik bir dünya içinde
olmayışınız, gerçeği sorgulamanıza neden olur. Gerçekçi
üslubu sayesinde anlatımın akışına kapılır ve kendinizi eserden
soyutlayamazsınız. Mitsel gelenekten yararlanarak eserin
fantastik kısmı oluşturulur. Halk hikâyeleri, destan ve yerel efsaneleri
kullanarak doğa üstü kurgulara da yer verilir.
Bir eseri belirli bir kalıba sığdırmak zordur. Büyülü gerçeklik, belirli kalıplara uyması
beklenilen bir akım değildir. Dünya edebiyatında, bu akıma örnek isimler; Italo Calvino, Neil
Gaiman, Haruki Murakami, Alice Hoffman, Abe Kobo olurken Türk edebiyatında ise; İhsan Oktay
Anar, Nazlı Eray, Latife Tekin, Orhan Pamuk, Murat Menteş, Oğuz Atay gibi isimlere rastlarız.
Fikrimce tadını alıp severseniz, bu akıma ait tüm eserleri bir çırpıda okumak isteyeceksiniz.
Yeni Başlayanlar İçin “Büyülü Gerçeklik” Romanları:
Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez
Zemberekkuşu’nun Güncesi - Haruki Murakami
Yolun Sonundaki Okyanus - Neil Gaiman
Puslu Kıtalar Atlası - İhsan Oktay Anar
Sevgili Arsız Ölüm - Latife Tekin
Kaynakça:
https://kayiprihtim.com/dosya/
buyulu-gerceklik-nedir-ozellikleri/
https://www.sanatlaart.com/buyulu
-gercekcilik-akimi-nedir-sanat-veedebiyatta-buyulu-gercekcilik/
Yeni doğan güneş,
her gün bize bir aydınlık eş
parlaklığı ufuk çizgisinden de öte
yavaşca geceye doğru gele gele
Aydınlık bir ihtiyaç
Geceleyin aydınlık bir şenlik
Aydınlığı olmayan muhtaç
sadece o zaman yatar tek gecelik
Aydınlığın değeri
geleceğimizin yeri
onun değerini anlayıp korursak
Medeniyet gider ileri
YAZAR: Umut ERDEM
MBTI ‘DA
DIŞADÖNÜKLÜLÜK VE
İÇEDÖNÜKLÜLÜK:
Y A Z A R : B u s e n a z K .
MBTI 16 kişilik tiplerinde dışadönük yani İngilizce adıyla extroverted olmak
E harfiyle temsil edilir. Biz günlük hayatta dışadönük insanları atılgan, sosyal, insanlarla
vakit geçirmeyi seven, konuşkan, çok arkadaşı olan ve sevecen kişiler olarak
görürüz. Olay kişilik tiplerine geldiğinde ise dışadönüğün anlamı enerjisini diğer insanlardan
alan kişidir. Örneğin bir dışadönük kendisiyle baş başa kalmaktan oldukça
keyif alan, çekingen bir insan olabilir ancak enerjisi bittiğinde ve arkadaşlarıyla vakit
geçirdiğinde deyim yerindeyse pili dolmuş gibi hissedecektir. Günlük hayatta bizi
yoran çok farklı şeyler olabilir. Dışadönükler bu şeylerin yarattığı stresle sosyalleşerek
başa çıkarlar. Yorucu bir günün ardından arkadaşlarıyla dışarı çıkıp gönüllerince
eğlenmek onları memnun edebilir. Yeni insanlarla da kolayca iletişim kurabilirler.
Ancak herkes aynı olamaz, o yüzden elbette birbirinden çok farklı görünen iki
insanın dışadönük olduğunu öğrenmek sizi şaşırtabilir. Burada dikkat edilmesi gereken
nokta şudur ki kişilerin yaşam tarzı ne olursa olsun dışadönük biri enerjisini dışarıdan
alır.
İçedönük kişilere geldiğimizde ise olay bambaşka bir boyuta atlar. İngilizcesi
introverted olan içedönüklük I harfiyle temsil edilir. Bu insanları günlük hayatta
sosyal ortamlardan kaçınıp insan içine çıkmadan yaşayan, kendi kendine bir şeyler
yapan ve çok sessiz kişiler olarak tanımlarız. Ama tıpkı dışadönüklükte olduğu gibi
içedönüklükte de kişilik tipleri söz konusu olduğunda farklılıklar görürüz. Örneğin
bir içedönük belki de konserlere gitmeyi, partilemeyi, sosyal ortamlarda bulunmayı
çok seviyor olabilir, iletişim kurmakta zorlanmıyor hatta yeni yeni insanlar tanımaktan
zevk alıyor olabilir. Yine birbirinden çok farklı yaşam tarzlarına sahip içedönük
insanlar olabilir. Temel noktayı kaçırmazsak olay aslında enerjilerini kendilerinden
almalarıdır. Yani gününü gün edip eğlenen bir içedönük enerjisi bitmiş gibi hissettiğinde
kendiyle baş başa kalmak isteyecektir. Kendisini tekrar şarj etmek ve enerjisini
toparlamak için biraz yalnız zamana ihtiyaç duyacaktır.
Yani hem dışadönük hem de içedönük insanlar için kişilik tiplerinin ilk harf
temsili olan E ya da I sadece enerjilerini nereden aldıklarını ifade eder, nereye yönlendirdiklerini
değil.
Birden atacak adımların
Ben arkanda olmayacağım
Şarap,
En sevdiği renkti adamın.
Kadının adını her söylediğinde, unuttuğu gece
kalbindeki yanılsama,
-Bunlar benim aynalarım değil mi ?-
duvarlarımda işittiğim her çığlık,
Beni batıya sürgün etti
Söylemeden kaçtığım her gerçek çıkmazımızda
ve,
annemin gelinliği çok perişan artık !
kalanları elli sekiz kiloya sığdırabilirim
-belki-
Arabaya binmesem de olur
-artık-
Peki sen
Sen ne için ayrıldın batı’dan ?
bu sessizlik çok acıtır seni
-ve beni-
Kuzeyin en dar çapındayım
-şimdi-
Unuttuğum 20.38 sevgileri çantada
cebinden de bir çakmak çıkarmış.
Canını yaktığı her sokakta
İzmaritini yoluma atmış
RAY
raylarda geçirdiğim
son günlük bir yılda
silinmeyecek bi' silgi bıraktın
aklımda
çoğunu da kullanmıştın yanımda
kalanı,
hâlâ yara izi odamda
bu sabah yine kalktım erkenden
geceden kalma
eskitilen sözlerle
eskittiğim raylar da içinde,
artık daha hızlı geliyor yollar
daha çekilmez
iniyorum
sessizlik doğuyor yanımda
ben de kendime anlatıyorum yolları
kapattığın bir kapıyı açıyorum
ve alsancak rüzgarları üstüme
sen yoksun arkasında
Yine sen yoksun
birkaç kıta okuyorum
esintinin gittiği yere;
*boyunu aşar zamanlar
boyumu aşar
dikenleri batar
yakar
dik mi senden kalan tüm yokuşlar,
perişan hanedanlar
perişan*
dalgalar da gülüyor halimize artık
ıslatmıyor ki oturayım bi başıma
uslanmıyorum da zaten
dirilemiyorum
buzdolabını açık mı unuttuk o gün
bu soğukluk ne !
dönerken baktım yine oturduğumuz
yere
üst katta
sol köşede
karnın doymuş
gidiyorsun
bense,
tabağında bıraktığın son lokma oldum
hâlâ
arkandan
ağlıyorum
YAZAR: Girift
ROCK’IN BÜYÜKELÇİSİ: SCORPIONS GRUBU
Dergimizin ilk müzik yazısına yıllardır sıkı bir
hayranı olduğum ve müzik zevkimin şekillenmesinde en
büyük payı olan, müzik tarihinin eşsiz efsanesi Scorpions
grubuyla başlayacak olmak beni oldukça heyecanlandırıyor.
İşte, onca karşılaştıkları aksilik ve sorunlara rağmen
hayallerinden asla taviz vermemeleri sayesinde sayısız
başarıya imza atmayı başaran, müzik tarihine adını adeta
altın harflerle kazımış rock grubu Scorpions’un hikayesi:
Özellikle 60 ve 70’li yıllara baktığımızda sanatçıların
çoğunlukla barış, kardeşlik, aşk üzerinde durduklarını
ve bu kavramları olabildiğince benimsediklerini görüyoruz.
Bunu tetikleyen en önemli olayın da henüz 1. Dünya
Savaşı’nın vahim etkilerini tamamıyla atlatamamış insanoğlunun
hemen ardından ikinci bir dünya savaşına sürüklenip
tekrardan büyük acılar çekmesi üzerine barışın
ne kadar kıymetli bir kavram olduğu bilincine varmasıdır
hiç şüphesiz. Özellikle 2. Dünya Savaşı’nın yaşanması dünyanın
Almanlara karşı negatif önyargılarının oluşmasını
sağlamıştı.
‘ ’Almanların tanklarıyla gelen savaş yanlısı insanlar
olarak değil, gitarlarıyla gelip başından sonuna kadar
benimsediğimiz barış ve aşk için müzik üretebilen insanlar
olabildiğini dünyaya göstereceğiz.'' fikriyle yola çıkan
genç ve iddialı gitarist Rudolph Schenker, 1965 yılında
Almanya’nın Hannover şehrinde üç arkadaşıyla bir araya
gelerek adı dünyada kısa sürede büyük yankı getirecek
olan Scorpions grubunu kurdu. Grup kurulduğu gibi kendisini
çoktan büyük bir engelin içinde buluvermişti bile.
Tarzları olan heavy metal ve hard rock, kesinlikle çıkış
yaptıkları 70’ler dönemine tutunabilecek tarzlar değildi,
hele hele Almanya ve şehirleri Hannover bu tarzlara o kadar
uzaktı ki Scorpions, kurulduğunda Almanya’da bu
tarzda müzik üreten tek gruptu. Grup bu yüzden uzun bir
süre kelimenin tam anlamıyla bocalayıp durdu, hedeflerini
gerçekleştiremeyip istenilen yere bir türlü gelemedi. Aynı
zamanda kısa bir süre içinde grup üyelerinin birbirleriyle
olan anlaşmazlıkları ve sıkıntıları da birçok kez üyelerde
değişikliğe gidilmesine sebep olmuştur ki takdiriniz, bu da
onları sürekli başladıkları yere tekrar tekrar götürmekten
başka hiçbir işe yaramıyordu.
1970’te grupta, grubun adeta kaderini değiştirecek en önemli gelişmesi gerçekleşti:
70’lerden günümüze grubun efsanevi solisti Klaus Meine’ın gruba katılması. Klaus’un katılımının
ardından gitarist Matthias Jabs’ın da gruba dahil olmasıyla grubun kemik üçlüsü oluşmuş
oldu (Schenker, Meine ve Jabs) ve grubu kalite açısından kesinlikle bir üst seviyeye taşıyıp yavaş
yavaş hedeflerine ulaşmasını sağladılar. Son gelişmelerden cesaret bulup tekrar canlanan
grup; Hannover’a, diğer tüm Almanya’ya hatta tüm dünyaya ‘rock n roll’ u tanıtıp sevdirmeyi
ve yeni biçimler kazandırmayı kafaya koymuştu, ki öyle de yaptılar.
70’lerden 80’lere geçtiğimizde şans Scorpions’a güldü; dünya tam anlamıyla grubun
tarzı olan heavy metal ve hard rock dönemine geçti ve bu tarzlar oldukça popüler oldu,
dolayısıyla grup şahlanma dönemine girmişti. Tam her şey yolunda giderken karşılarına tekrardan
büyük bir engel çıktı, grubun solisti Klaus Meine, ses tellerinden bir rahatsızlık geçirip
ses problemi dolayısıyla gruptan ayrılmak istediğini söyledi. Schenker olumsuzluklardan bir
efsanenin nasıl doğduğunu şöyle anlatıyor:
‘ ’Klaus kesinlikle müziği bırakmamalıydı, onu elinden gelen her şeyi yapıp gruptan
ayrılmaması için olabildiğince cesaretlendirdik. O da öyle yaptı, ses tellerinden ameliyat oldu
ve 1982 yılında Blackout albümümüzü çıkardık. Özellikle albümdeki şarkımız ‘’No One Like
You’’ ile akıl almaz genişlikte kitlelere ulaşıp Top Ten Listesi’nde yerimizi almıştık’’
Scorpions zaman geçtikçe başarısına başarı katmaya devam etti ve daha da fazla
kitleler tarafından tanınmayı başardı. Özellikle 1984 yılında çıkardıkları bir başka başarılı albümleri
olan ‘’Love At First Sting’’ in piyasaya sürülmesiyle Amerika’da önemli bir yer edindiler
ve albümleri milyonlarca satmaya başladı.
BİR DEĞİŞİM RÜZGARI OLUŞTURMAK: WIND OF CHANGE’İN HİKAYESİ
Grup, böyle büyük bir başarı elde edince kapsamlı bir müzik turuna çıkmaya karar
verdi ve ilk durakları Sovyet Rusya oldu. Ülkenin o dönemler içinde bulunduğu kasvetli ortam
grubun üyeleri üzerinde oldukça derin ve kalıcı bir etki bırakacak fakat en büyük uluslararası
hit şarkıları olan ‘’Wind of Change’’ i çıkarmalarına neden olacaktı.
‘ ’Sovyet Rusya'daki durumun ne olduğunu çok iyi gördük, tam anlamıyla kasvet; her
yer gri, insanlar neşesini kaybetmiş... Turun ertesi yılı Moskova'daki Müzik Barış Festivali'ne
davet edildik. "Still Loving You" şarkımızı çalmaya başladığımızda bütün Rusların enerjiyle eşlik
ettiğini gördük. Bir değişiklik fark ettik, şehir bir önceki yıla göre farklı bir ruh halindeydi. İşte
bu olaydan sonra Klaus, bu konuda 'Wind Of Change' (Değişim Rüzgarı) adlı bir şarkı çıkartma
fikrini ortaya attı.”
Wind of Change, aynı zamanda Berlin Duvarı'nın yıkılmasından
üç ay önce çıkmış ve Doğu Bloku'nun zulmünden mustarip
olan herkes için adeta bir marş halini almıştır. Bu sayede Wind of
Change’in içinde yer aldığı 1990 çıkışlı ‘’Crazy World’’ albümü, grubun
en çok satan albümleri oldu.
Kurulduğu dönemden günümüze 58 yıllık kariyerleri boyunca
başarılar üzerine başarılar elde edip efsaneleşen, şarkılarını
birer hit yapmayı başarmış grubun çoğu şarkısı günümüzde hala
dünyanın her yerinden çoğu insan tarafından ezbere bilinmekte ve
dinlenmektedir. Grup kendisini öylesine müziğe adamış ki hala aktifliğini
sürdürmekte, en son 2022’de 11 şarkılık albümleri ‘’Rock Believer’’
ile tekrardan kendilerine hayran bıraktılar.
SCORPIONS’TAN KESİNLİKLE DİNLEMENİZ GEREKEN
PARÇALAR:
*Big City Nights
*We’ll Burn The Sky
*Maybe I Maybe You
*Lorelie
*Wind of Change
*No One Like You
*When You Came Into My Life
*Rock You Like A Hurricane
*Believe In Love
*Send Me An Angel
*Always Somewhere
*Still Loving You
*You&I
*Humanity
YAZAR: Deniz EROL