13.07.2015 Views

576aaafc346f0edf896feb5caafc4c658caa0e5a

576aaafc346f0edf896feb5caafc4c658caa0e5a

576aaafc346f0edf896feb5caafc4c658caa0e5a

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

DİRENMENİN ESTETİĞİPeter Weiss 8 Kasım 1916'da sonradan Hıristiyanlığı kabul eden Macarkökenli Yahudi bir tekstil fabrikatörünün ve İsviçre kökenli bir oyuncununoğlu olarak Nowawes'de dünyaya geldi. 1935'te ailesiyle birlikte İngiltere'yeiltica etti. Burada ilk tablolarını yapmaya başladı. 1936'daPrag'a giden ve burada 1938'e kadar sanat eğitimi alan Weiss, Gartenkonzert(Bahçe Konseri) adlı tablosuyla Akademi Ödülüne layık görüldü. AilesiEkim 1938'de İsveç'e kaçmak zorunda kaldı. Weiss önce İsviçre'ye,sonra da İsveç'e gitti. Stockholm'e yerleşerek ölümüne kadar burada yaşadı.Bu dönemde hayatını desinatörlük ve resim öğretmenliği yaparakkazandı. 1946'da İsveç vatandaşlığına geçti. 1949'da Rotundan/Der Turm(Kule) adlı oyununu yazdı. 1952'de yazdığı Der Schatten des Körpers desKutschers (Arabacının Gövdesinin Gölgesi) adlı roman 1960'da yayınlandı.1952-55 yılları arasında deneysel filmler çekti. 1961'de otobiyografikromanı Abschied von den Eltern (Anne Babaya Veda) yayınlandı. 1963'teFluchtpunkt (Kaçış Noktası) adlı romanıyla İsviçre'de Charles-VeillonEdebiyat Ödülünü kazandı. 1964'te ilk kez Batı Berlin'de Schiller Tiyatrosu'ndasahnelenen Murat/Sade (Marat/Sade) adlı oyunuyla büyük bir başarıkazandı. 1967'de İngiliz yönetmen Peter Brook tarafından sinemayaaktarılan bu oyun Türkiye'de de birçok kez sahnelendi. 1972'de Ülkü Tamertarafından dilimize kazandırılan Die Ermittlung (Soruşturma) adlıbelgesel oyunu 1965'te Almanya'nın pek çok kentinde aynı anda sahnelendi.1965'te Lessing, 1966'da Heinrich Mann Ödülüne layık görüldü.1973'te Can Yücel tarafından Saloz'un Mavalı olarak Türkçeye çevrilenGesang vom Lusitanischen Popanz adlı oyunu 1967'de sahnelendi. Bu oyunları,1968'de Viet Nam Diskurs (Vietnam Tartışması), 1971'de Trotzki imExil (Troçki Sürgünde), 1971'de Hölderlin adlı oyunları izledi. Die Âsthetikdes Widerstands (Direnmenin Estetiği) yazarın son yapıtıdır. Bir üçlemeolan bu romanın birinci cildi 75'te, ikinci cildi 78'de ve üçüncü cildi 81'deyayınlandı. 10 Mayıs 1982'de altmışbeş yaşında Stockholm'de hayatagözlerini yuman Peter Weiss ölümünden sonra Georg Büchner Ödülünelayık görüldü.Çağlar Tanyeri 1960 yılında İstanbul'da doğdu. Avusturya Lisesi'ni veİstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. 1986-1999 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Hasan Ali Yücel Eğitim FakültesiAlman Dili Eğitimi Anabilim Dalında öğretim elemanı olarak görevyaptı. 2003'te "Bir Edebiyat Metni Olarak Peter Weiss'ın Direnmenin EstetiğiAdlı Romanında Anlama Ve Aktarma Süreçleri" adlı doktora çalışmasınıtamamladı. Halen aynı üniversitenin Almanca Mütercim TercümanlıkAnabilim Dalında öğretim görevlisi olarak çalışıyor ve 1986 yılından buyana çeviri çalışmalarını sürdürüyor.Turgay Kurultay 1955'te Gaziantep'te doğdu. Alman edebiyatındanChrista Wolf çevirilerinin yanısıra çevirmenliğini ve redaktörlüğünüyaptığı çeşitli yazınsal-düşünsel kitaplar var. 25 yılı aşkın süredir yazınsalve teknik alanlarda çevirmenlik yapıyor. Metis Çeviri dergisinin yayınkurulu üyeliğinde bulundu. Çeviribilim ve dilbilim alanlarında akademisyenolarak (İstanbul Üniversitesi Almanca Mütercim TercümanlıkAnabilim Dalında profesör) araştırma ve yayınları var. Çeviri Derneği'ninve Afette Rehber Çevirmenlik (ARÇ) çalışmalarının kurucu üyesi.


PETER WEISSDirenmenin EstetiğiÇEVİRENLER:ÇAĞLAR TANYERİ - TURGAY KURULTAYROMAN


Yapı Kredi Yayınları - 2268Edebiyat - 690Direnmenin Estetiği / Peter WeissÖzgün adı: Die Asthetik des WiderstandsÇevirenler: Çağlar Tanyeri - Turgay KurultayRedaksiyon: Nafer Ermiş - Fahri GüllüoğluDüzelti: Fahri GüllüoğluKapak Tasarımı: Nahide DikelBaskı: Üç-Er Ofset Yüzyıl Mah.Massit 5. Cad. No: 15 Bağcılar / İstanbulÇeviriye Temel Alınan Baskı: Die Asthetik des Widerstands, Suhrkamp Taschenbuch, 19981. Baskı: İstanbul, Kasım 2005ISBN 975-08-1021-X© Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş. 2004© Suhrkamp Verlag Frankfurt am Main 1975, 1978, 1981 Bu eserinbaskısı, Goethe-Institut Inter Nationes'in kaynaklarıyla teşvik edilmiştir.Tüm yayın hakları saklıdır.Kaynak gösterilerek tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışındayayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş.Yapı Kredi Kültür Merkeziİstiklal Caddesi No. 285 Beyoğlu 34433 İstanbulTelefon: (0 212) 252 47 00 (pbx) Faks: (0 212) 293 07 23http://www.yapikrediyayinlari.come-posta: ykkultur@ykykultur.com.trİnternet satış adresi: http://yky.estore.com.trwww. teleweb.com.tr


Çevirmenlerin ÖnsözüBazı metinler çevrilmeden önce de imleriyle bir ülkeye gelebilirler. DirenmeninEstetiği bu metinlerden olmadı. Almanya'da üç cildi 1975-1981yılları arasındaki süreçte yayınlanan ve daha başlangıçta sol entelektüel vesiyasal çevrelerin kült kitabı haline gelen bu devasa metin, tüm giriftliğineve yoğunluğuna karşın Almanya'da çoksatarlardan oldu, ayrıca işçilerarasında da coşkuyla karşılandı ve okuma grupları oluşturuldu. Eleştirmençevrelerinin, gündelik siyaset yapıyor kaygısıyla başlarda soğuk durduğu,ama zaman içerisinde kendine özgü yazınsal değeri genel kabulgörmeye başlayan bu "roman", gündelik siyasetin içinden vizyon içerenbir kültür-sanat tarihi ve bir edebiyat alanı yaratıyor. Peter Weiss'm ikinciyurdu olan İsveç'te, ayrıca başta Fransa olmak üzere daha birçok ülkedebüyük yankı bulan Direnmenin Estetiği ilginç bir biçimde Anglosaksondünyada güçlü bir ilgi görmedi. İngilizcede üzerine kitaplar olmasına karşınkitabın tamamının İngilizceye çevirisi (bazı girişimler varolsa da) hâlâyayınlanmamıştır. Metni, angaje bir yazarın bir siyasal söylemi ("söylem"kavramını, dünya algılayışının, dünya görüşünün kendini metinleştirmesianlamında kullanıyoruz) olarak okuduğu anlaşılan Anglosakson edebiyatçevrelerinin ilgisizliği belki de metnin Türkiye'ye bugüne kadar girmemesindeönemli rol oynamıştır. Metnin Türkçede nasıl karşılanacağını, ilgigörüp görmeyeceğini kestirmekte zorlansak da öneminden ve zenginleştiricietkisinden kuşkumuz yok. Çağdaş Alman yazarlardan ve önemsenenedebiyat eleştirmenlerinden Walter Jens, Peter Weiss'ın bu kitabını devlerinarenasına, kitaba ruhunu veren figür olan Herakles'in kimliğinde JamesJoyce'un Ulysses'inin karşısına çıkarır. Kitabın çevirmenleri olarak biz debu kütlesel metnin tarihsel ağırlığını sürekli hissettik. İngilizcede sadecebirinci cildi yayınlanmış olan, bazı Batı dillerinde bile çevirisi bulunmayanbugüne kadar sadece 7 dile çevrilen kitabı sekizinci dil olarak Türkçe-yeçevirmek buradaki sorumluluk duygusunu artırıyor.Direnmenin Estetiği, solun tarihsel yeriyle hesaplaşan sosyalist bir yazarıngözünden Batı'nın kültür tarihi olarak değerlendirilebilecek; temaları ve5


yapısı bakımından derinlikli ve yoğun bir belge/roman. Almanya'da politiktiyatronun bir alt başlığı olarak alınabilecek Belgesel Tiyatronun öncülerindenve teorisyenlerinden biri olan Peter Weiss'ın bu romanı, 1937-1944 arasındakiantifaşist direnişi ve bu direnişin içinde yer alan gerçek kişilerin öykülerini/yaşantılarınımerkez alarak, isimsiz bir Ben anlatıcının (sınıf bilincinesahip aydın bir işçinin) bakış açısıyla, tarihi, Antik Yunan'dan bu yanasanat ve siyaset düzlemlerinde yeniden kuran bir metin. Direniş ve sınıfsalmücadele motifi çerçevesinde solun tarihinin (yazarının sözleriyle "sosyalizmadına yapılmış hatalar"ın) ve sanatın toplumsal işlevinin sorgulanması,metinde iç içe geçen iki temel düzlem. Roman, metin kişilerinin öyküleriylesınırlı kalmayıp sanat ve siyaset tarihinin de temel sorunlarını, karakterlerinperspektifinden yansıtarak gündeme getiriyor. Bu bakımdan tarihsel/toplumsalgerçeklik, metne, karakterleri dolayımlı olarak belirleyen bulanıkbir fon gibi değil, doğrudan doğruya entelektüel bir tartışmanın konusuolarak giriyor. Böylece okur, anlatılan dönemin ürünü olan pek çok siyasive sanatsal duruşun ve bu duruşların yarattığı tartışma ortamının tanığıoluyor. Peter Weiss'm metin kişileri, iki düzlem üzerinden, yani siyaset vesanat üzerinden dünyayı ve kendilerini anlamaya çalışmaktadır. Ancak birbirindenkopmaz bir bütün olarak beliren, ama birbirlerine indirgenemedikleriiçin birbirleriyle çelişen siyaset ve sanat, sadece dünyayı anlamanınaraçları değil, aynı zamanda dönüştürmenin de araçlarıdır onlara göre. Metinkişileri bu anlama ve dönüştürme amacıyla hareket ederken kendileri deucu açık bir süreç içinde belli tarihsel duraklardan geçmektedir.Direnmenin Estetiği gerçekliğin verilerinden yararlandığı için belgeselve tarihsel, yazarının gerçek yaşamına göndermeleri olduğu için otobiyografik,metne giren parçaları kendine özgü bir biçimde yorumladığı vebirleştirdiği için kurmaca, metinde belirsiz bir imkân olarak yansıyan birkurtuluş fikri bıraktığı için ütopik, yandaşı olduğu dünya görüşü karşısındaeleştirel olduğu için yeniden kurucu, kullandığı farklı anlatım biçimleriylehem belgesel-gerçekçi hem gerçeküstücü, Batı kültürünün siyasitarihi ve sanat tarihiyle metinler üzerinden tartıştığı için metinlerarasıve kültür birikimini yeniden yorumladığı için ufuk açıcı özellikler taşıyançokkatmanlı bir derya metin.Kaynağını tarihsel gerçeklikten alan roman, gerçekliği aşan metinlerarasıya da söylemlerarası bir yapı kuruyor; gerçekliği (daha doğrusugerçekliği temsil iddiası içeren belli anlatıları), bir yandan yansıtıyor amaöte yandan onları kendine özgü bir biçimde yan yana, karşı karşıya getirmeklegerçekliği yeniden üretiyor. Böyle olunca romanın "hakikati", birhakikat vaaz etmesinde değil, söylemler ve karşı söylemlerin diyalektiğindendoğan görecelikte beliriyor. Kurulan bu yapının içinde de söylemleringeçerlilik talepleri sorunsallaştırılıyor. Romanın merkezini, gerçekliğintarihsel algılanma biçimleri, çeşitli söylemler, anlatılar ve onların arasındakikurgulanmış ilişkiler oluşturuyor.6


Direnmenin Estetiği'nin dünyası, sol söylemin içindeki söylemlerle,kurumlaşmış sol iktidarın ve yeni bir dil arayan, dolayısıyla henüz kurumlaşmamış,belirsizliklere açık sol muhalefetin diliyle örülü. Bu açıdanromanın dili, kendisini oluşturan önkoşullar ve kendisinin kurduğu olasıdünyalar, gönderme alanları ve amaçları açısından genel olarak gerçekliğikuran pratiğin bir parçası. Roman bizim okumamızda (bazı yorumlarıntersine) sol dünya görüşünün ajitasyonu olmaktan çok uzak, çok perspektifliaçık bir yapı sunuyor. Taraf olma, Peter Weiss'da ilkesel ve bilinçli birseçim olmakla birlikte, "ortodoks" bir nitelik veya son sözü söyleme kaygısıtaşımıyor; tersine, çizdiği çerçevenin içinde tartışmacı ve eleştirel birözellik kazanıyor. Çok bildik bir sözcük olan ve kitaba ismini veren "direnme"(Widerstand) bilinmezleştiriliyor, bir sorgulama konusu haline getiriliyor.Bu nedenle olsa gerek, yazar kitabın içinde "Widerstand" sözcüğünübir daha kullanmıyor. Bir dizi yakın anlamlı sözcüğü kullanırken direnmesözcüğünü kullanmaktan kaçınması, ifade ve dil arayışının bir göstergesi,insani bir olgu olarak "direnme"nin dokusunu kavrama çabası olsagerek.Çevirmenler olarak kitabın başında bu tür düşüncelere yer vermemizbelli bir okuma biçimini koşullamak amacını taşımıyor. Elbette her okumasüreci metinlerin anlamını kendine göre yeniden kurar ve her okur metnekendine özgü, bireysel alımlama biçimleriyle yaklaşacağı için metni kendiyaşam dünyasında konumlandırır. Biz çevirmenler olarak bireysel okurperspektiflerinin önünü kesmeden, metni Türkiye'nin kültür ve edebiyatbağlamı açısından yeniden düşünmeye çalıştık. Metnin kütleselliğinin getirdiğiokuma zorluğunun yanısıra Batı kültür dünyasının yoğunlaşmışbilgisi, yerel tarihsel ve mekânsal bilginin yoğunluğu, Batı (ve Alman)edebiyat geleneği içinde özel bir efekt oluşturan anlatım biçiminin/biçimlerininörtülülüğü gibi noktalar, bu metin Türkçede (ve Türkiye'de) neyönde okur beklentileriyle buluşur sorusunu ister istemez sorduruyor; vebize de sordurdu. Aslında temel soru, bu metnin Almanya'da oluşumundan25 yıl sonra Türkçeye çevrilmesinin gereğinin ve anlamının sorgulamasıdır.Kuşkusuz her metin ve onun her çevirisi, çevrildiği dilde ve çevrildiğikültürel dünyada belli karşılıklar bulacaktır; ve bunların ne olmasıgerektiğini belirlemek bir çevirmen görevi olmadığı gibi, bir metnin çevirisininokurda yarattığı etkileri izlemek isteği de boşunadır. Bununla birlikteedebi iletişimin gerçekleşmesinde çevirmen de kaçınılmaz olarak anlamkurucu aktörler arasında yer aldığı için, metindeki kapalılıklara, metninolası okunma-yorumlanma biçimlerine ilişkin verilecek çeviri kararlarıTürkçede Direnmenin Estetiği'nin şekillenmesinin bir parçasıdır.Metni Türkçeye çevirme kararı çok rahat verilmedi. Bu metni Türkçeyeneden çevirmediğimiz sorusu bir Alman akademisyen dostumuzdan,siyaset felsefecisi Prof. Dr. Wolfgang Bialas'tan geldi. Metnin gücüve Alman edebiyatı içindeki ağırlığı metni çevirmemiz için yeterli bir ge-7


ekçe değildi, tersine tam da bu ağırlık yüzünden kitabı çevirme düşüncesine,Türkçede bu metnin çevirisinin iyi bir karşılık bulup bulmayacağıve çevirinin güçlüklerinin üstesinden nasıl geleceğimiz konularına dahatemkinli yaklaştık. Romanı bir çeviri projesi olarak Yapı Kredi Yayınları'nasunmadan önce metne çevirmen gözüyle baktığımız uzun bir süreçtengeçtik. Bu nedenle temel kaygımız, yukarıda sonuçlarını özetlemeyeçalıştığımız gibi, bir metin analizi yapmaktan; Direnmenin Estetiği'ni, üretildiğiortamda konumlandırmaktan ibaret değildi doğal olarak. Çevirmenolarak asıl derdimiz çevireceğimiz metni kendi kültür ortamımızlailişkilendirmekti. Çünkü metnin burada konumlandırılması çeviri kararlarımızıister istemez etkileyecekti. Bu metnin çevirmenleri olarak bizihem Türkiye'deki alımlama koşulları, hem de genelde çevirilerden beklentiler(çeviri normları da diyebiliriz) yönlendirdi.Romanın anlam ve alımlanmasına ilişkin soruları iki düzlemde, konu-dil(romanın malzemesi) ve anlatı-dil (romanın anlatım stratejisi) düzlemindeele aldık. Konu-dile ilişkin ortaya atılan sorular, Direnmenin Estetiği'ninkonularının bizim kültür dünyamızda yer alıp almadığına, alıyorsaokur çevreleriyle ne türden bir ilişki kurabileceğine yanıt ararken, öncelikleüzerinde durduğumuz nokta anlatı-dile ilişkin sorulardı; DirenmeninEstetiği'nin konulan ele alış biçiminin Türkçe edebiyatla ilişkisini nasılanlamak gerekiyordu, başka bir deyişle bu ele alış biçimi bizim edebiyatgeleneklerimizde/alışkanlıklarımızda karşılık bulabilecek, başka metinlerleeklemlenebilecek miydi. Ama bir o kadar önemli olan soru, konudilaçısından vardı; yani metnin konu ettiği sorun alanları ve dünya gerçekliğibakımından fazlasıyla uzak bir metinle mi karşı karşıyaydık. Metninayrıntısına ve izleğine yönelik gözlemlerimizde, Türkiye'nin tarihselolarak verili kültür ve edebiyat ortamının, Direnmenin Estetiği ile okurarasında bir iletişimin kurulması için çeşitli bakımlardan elverişli olduğusonucuna vardık. Romanın, bütün karmaşıklığına karşın, ne konu-dili nede anlatı-dili açısından Türkiye'nin kültürel ortamında boşlukta sallananbir metin olmadığı düşüncesindeyiz. Metin buradaki okura da bir bakımason derece tanış sorunları ve söylem biçimleri sunarken, örneği görülmemişboyutta bir tarihsel yeniden okuma, bir hesaplaşma içermesiyle "yabancı"duruyor. "Bilineni" yeniden düşünmeye çağırıyor, büyük bir sabırlave tüm patikaları katederek; gerçek mekânların adeta gerçek zamanmekânlıbetimlenmesinden küresel bir bakışa çıkış çabası; böylesi bir hesaplaşmanınzihinsel yükünü taşımaya çağıran bir metin var karşımızda.Peter Weiss, sol idealleri terk etmemiş biri olmasına ve güçlü angajmanınakarşın yüzeysellikten alabildiğine uzak bir ressam-tiyatrocu-edebiyatçıdüşünür. Bu romanda da solu tarihsel, siyasal ve insani açılardananlamaya, anlamlandırmaya yönelik inanılmaz boyutta bir enerji sergiliyor.Direnmenin Estetiği hem sol içi gelişmeleri büyüteç altına almaya,hem de solun insanlık tarihi içindeki yerini ve insanın, tüm zamanlarda8


varolmuş olan mücadele yanını nasıl temsil ettiğini araştırmaya dönük,zihni zenginleştiren ve kültür ve sanat tarihini yeniden okuyan anıtsal biryapıt.Romanın blok anlatımı içinde karşımıza çıkan sayısız perspektifin veperspektif katmanlarının iç içe geçmesinin yarattığı giriftliğin, dahası,metnin çok geniş soluklu anlatımından dolayı çok geniş bir alana yayılanbağdaşıklık öğelerinin özgün metin okurunu zorladığını, çeviri okurunudaha da fazla zorlama potansiyeline sahip olduğunu gözden kaçırmamamızgerekiyordu. Metnin gönderme yaptığı temel sorunlar ve kavramlarda Türkiye'de çevirinin potansiyel okurunun yabancısı olmamakla birliktebu açıdan da tam bir bilgi ve düzey simetrisinden söz edilemez. Bu durumlardabir can simidi olan dipnot bizim de yararlandığımız bir araç oldu;ama dipnota olabildiğince çok bilgi ikmali yapmak amacıyla değil,metnin bütünsel okunmasına katkısı olduğu ölçüde ve özel önem atfettiğimiznoktalarda başvurduk; metnin izlenebilirliğini sağlamak için, okumayıayrıca zorlaştırabilen dipnotlara başvurmak yerine, bağlantı noktalarıolabildiğince açık bir dil kullanmaya çalıştık. Çevirmen olarak, metninkendiliğinden konuşmasını ne kadar umup ummayacağımız, nerelerdeve hangi saiklerle, metnin sesini güçlendirmemizin uygun olacağınakarar verirken de müdahaleci değil kolaylaştırıcı olmaya çalıştık. Ortayaçıkan çeviri için, yerelleştirici olmayan ama metni kendi kültürel alanımızlailişkilendirmeyi amaçlayan bir çeviri diyebiliriz. Çevirideki genelçizgimizi ifade etmek için biraz sloganlaştırarak söylersek, ne iletişimi tıkayanbir "kaynak odaklılığa", ne de metnin estetik özelliklerini indirgeyenbir "erek odaklılığa" yönelmedik. "Eksiksiz" çeviriyle "anlaşılır" çevirigenellikle karşıt etkenler gibi algılanır ve her somut çevirinin bu skalaüzerinde belli bir yerde karar kıldığı düşünülür. Bizim için önemli olanmetnin inceliklerini verirken anlaşılırlığı da gözetmekti, bunun da birdenge ve tutarlılık sorunu olduğunu düşünmekteyiz. Elinizdeki metin birçeviri ürünü olarak bu tür bir arayışı sergilemektedir.Metnin iki çevirmenli olmasının ilkesel bir nedeni yok; ama belli aralıklarlaedebiyat ve düşünce dünyasına ait kitapları çevirmemize karşınikimizin de birinci işi çeviri yapmak olmadığı için, böyle yoğun ve hacimlibir işin altına tek başımıza girme cesaretini gösteremedik. Çevirmenlikyaşamımızın kuşkusuz köşe taşı olacak bu çalışmanın altına girerken vesorunlarıyla boğuşurken açıkçası birbirimizden cesaret aldık. Elbette ikiçevirmen olarak aynı metin üzerinde çalışmamızın beraberinde getireceğibazı ek zorluklar da olacaktı. Ama çalışma sürecimiz ve işbölümümüz, buzorlukları algılanmayacak düzeye indirdi diyebiliriz.Çeviri sürecimizle ilgili önemli bir iki ayrıntıyı burada dile getirmekisteriz. Metnin çevirisinde ne bölümleri paylaşarak işbölümü yapma yolunagittik, ne de belli işleri sadece birimiz diğerlerini sadece öteki yapmışoldu. Bu işte emeğimizi esirgemediğimizi, bu sayede de yer yer birbi-9


inin içine girecek işler yapacak şekilde çalıştığımızı söyleyebiliriz. Sözgelimibelli yerlerin ilk çevirisini paylaştık, sonra karşılıklı olarak birbirimizinmetnini gözden geçirdik. Ama bir bütün olarak metnin son hali tek eldençıktı. Çalışmanın bu aşaması da bir redaksiyon çalışmasından çok(çevirmen-redaktör dengelerinin gözetildiği, çeviriye sınırlı ölçüde müdahaleyedönük tipik bir redaksiyondan çok), çevirinin bütünselliği veanlatım incelikleri açısından olgunlaşmasını amaçlayan ve her türlü düzenlemeyeyetkili bir işlem olarak gerçekleşti.Tüm bu süreçte metnin bizim açımızdan şeffaflaşmasına ve Türkiyeortamında konuşmamıza katkıda bulunan ön tartışmalarımız özellikleönemliydi. Metni sadece kendi aramızda değil, bu çeviri projesinin ortayaçıkmasında yeri olan, Türkiye'nin önde gelen çevirmenlerinden, dostumuzve hocamız Veysel Atayman'la, bu metnin Türkçede yayınlanmasınıheyecanla bekleyen arkadaşlarımızdan Attila Geridönmez'le birçok bakımdantartıştık. Türkçede içerik ve anlatım biçimi açısından metnin çeşitlizorlukları karşısında nasıl kararlar almamız gerektiğini deneme çevirileriüzerinde baştan belirlemeye çalıştık. Bu sayede de redaksiyon çalışmasıköklü değişiklikler yapmadan gelişti.Çeviriyi yayınevine teslim ettikten sonra yayına hazırlama çalışmasınıüstlenen Nafer Ermiş ve Fahri Güllüoğlu'nun metnin akıcılığına katkılarınıanmalıyız. İki çevirmen olarak yürüttüğümüz ortak ve karşılıklı denetimliçalışmaya karşın, dışardan bir gözün, çeviri metin okura sunulmadanönce metni baştan sona gözden geçirmesine, bir bakıma "pilotokuma" yapmasına ihtiyaç çok açık. Çalışmanın bu aşaması da yapıcı işbirliğiiçinde ve ürüne katkıda bulunacak biçimde gerçekleşti.İki çevirmen olarak çalışmamız bu işte bize cesaret vermekle kalmayıp,çeviriden aldığımız keyfi de artırdı, dahası çeviri kararlarımıza güvenimizinartmasını sağladı. Aynı zamanda çeviribilim alanında akademisyentarafımızın olması nedeniyle, gerek kendi çeviri deneyimlerimizi, gereksegözlemlediğimiz çeviri sorunlarını üniversitedeki birlikteliğimizdesıklıkla tartışmamıza karşın, bu çeviri işinde gösterdiğimiz çeviri tutumlarımızdakarşılıklı olarak ulaştığımız uyumun derecesi bizi de şaşırttı. Buçalışmanın bizim kendi çeviri deneyimimizde ve Türkiye'de çeviri sorunlarınabakışımız açısından yeni bir yeri olduğundan kuşkumuz yok.Çevirisi 5 yıldan fazla bir sürece yayılan bu zorlu metni Türkçede sunarkenanlamlı bir iş yaptığımız umudunu ve metnin zenginliğini geniş birçevreyle paylaşma heyecanını taşıyoruz. Kültürün ve sanatın ayrıcalıklı sınıflarınve kişilerin tekelinden kurtarılıp insanlığın ortak mirası haline getirilmesinin,özgürleşme mücadelesinin de asli unsuru olduğuna inanan PeterWeiss'ın bu ütopyasına bizim çevirimiz de kendi hayalleriyle katılıyor.Çağlar Tanyeri, Turgay Kurultay10


BİRİNCİ CİLT


IDört bir yanımız taşın içinden kabaran insan bedenleriyle çevriliydi,bazıları öbek öbek birbirlerine sarmalanmış figürler, bazıları da varlıklarınıancak kolsuz, bacaksız ve başsız bir gövdeyle, desteklenmiş bir kolla,çatlamış bir kalçayla, dökülen bir doku parçasıyla belli eden kırık kalıntılar;geriye kaykılmışlıklarıyla, kaçmakta ve saldırmakta oluşlarıyla, birbirlerinikoruyuşlarıyla, parmaklarının ucunda yükselişleri veya iki büklümduruşlarıyla savaştıkları her hallerinden belli olan gövdeler; yere serilmişölülerin bile yalın ayaklarıyla, dönük sırtlarıyla, baldır konturlarıylakatıldıkları tek, ortak bir devinim. Boz duvarın içinden fırlayan, yetkinliğive bütünlüğü ancak anılarda kalmış, taştaki biçimleri silikleşmeyeyüz tutmuş devasa boyutlarda bir boğuşma. Bir şey tutmak ister gibi pütürlüyüzeyin içinden uzanan ve ancak aradaki boş kısımdan sonra omzuylabirleşen bir el; derin çatlakları, kıvırcık sakalların çevrelediği, ağzıardına kadar açılmış, gözleri boş boş bakan kırık dökük ve derin çatlaklarınaçıldığı bir yüz, bir giysinin kat kat kıvrımları; zamanın yıkıcı etkisiyleher şey nihayetine ermek ve kaynağına dönmek üzere. İfadelerini korumayıbaşarmış olan ayrıntılar, bütünün anlaşılmasını sağlayan ve dağılmayayüz tutmuş kalıntılar, kasların ve kas liflerinin can verdiği parlakbir pürüzsüzlüğün yanı sıra ne olduğu belirsiz çıkıntılar, gerilmiş koşumlarıylaatlar, yuvarlak kalkanlar, fırlatılmaya hazır mızraklar, işlenmemişoval bir taştan başka bir şeye benzemeyen, ortadan ikiye yarılmış bir kafa,gerilmiş kanatlar, zaferle kalkan bir kol, figürlerden birisi sıçrarken ortayaçıkan ve çevresinde giysi kumaşları dalgalanan bir topuk, artık yerindeolmayan kılıcı tutan sıkılmış bir yumruk, insanların böğürlerine veenselerine dişlerini geçirmiş uzun tüyleri salkım saçak av köpekleri, sadeceucu kalmış parmağıyla üstüne atlamakta olan hayvanın gözlerini gösterirkenyere düşmekte olan bir adam, savaşçı kadınlardan birini korumakiçin saldırıya hazır pençeleriyle onun önüne atlamakta olan bir aslan,kuş pençeli eller, pörtlek alınlardan fırlayan boynuzlar, birbirlerinedolanmış, üstleri pul pul bacaklar, her yanda karınlara ve boyunlara do-13


lanmış, dillerini oynatan, keskin dişlerini göstererek çıplak göğüsleri sokanyılanlar. Bir yanda eski canlılıklarını yitirmekte olan bu insan eseriyüzler, bu parçalanmış görkemli eller, donuk kaya kütlesinin içine çekipgözlerden sakladığı bu kocaman kanatlar, bu taş bakış, çığlık atmak üzereardına kadar açılmış bu ağızlar, bu koşuşturma, bu tepinmeler ağır silahlarınbu darbeleri, zırhlı tekerleklerin bu dönüşü, saçtıkları şimşekler, buezip geçmeler, bu şahlanışlar ve yıkılışlar, pütürlü taş kütlesinden çıkıpyükselmek için harcanan bu sonsuz çaba. Öte yanda saçların zarif bukleleri,hafif giysilerin bedenleri sarışındaki incelik, kalkan kayışlarındaki vemiğfer kenarlarındaki işlemeler, acımasız bir mücadelenin, keskin kılıçlarınmahşeri içine düşmüş okşanası bedenlerin yaydığı ışığın yumuşaklığı.Birbirlerini tutan, iten, ezen, boğazlayan donuk çehreli figürler, atlarındankayıp düşerken dizginlere dolananlar; bir yanda keskin kılıçlar karşısındakikorunmasız çıplak tenler, öte yanda soylu ve tanrısal bir soğukluk,bir yanda bir deniz canavarının, bir zümrüdüankanın, bir Kentauros'unyenilmezliği, öte yanda acı ve umutsuzluktan çarpılan yüzler;mahşeri bir boğuşma hali; inceleyici gözlerle baktığımız bu kabartma frizindekibedenleri türlü şekiller alan bu figürler tanrısal bir hükmü yerinegetirir gibi çılgınca bir şiddetle birbirlerine saldırırken kıpırtısız ve umursamazdılar,duyulmayan bir böğürtüyle bağırıyorlardı, hepsi acıyla başkalaşırkenürküntü halinde ve sabırla, sürgit bir boyun eğme ve sürgit birbaşkaldırı içinde bir uyanışı bekliyor, üstlerine gelen tehlikeyi bertaraf etmekve son noktayı koymak için olağanüstü bir güç harcıyorlardı. Etraftanara sıra hafif bir tınlama ve hışırtı duyuluyor, birkaç dakika boyuncaadımların yankısı ve insan sesleri çevremizi sarıyordu, sonra yeniden buçarpışmayla baş başa kalıyorduk; bakışlarımız sandaletlerin içindekiayak parmaklarında gezindi, sonra yere düşmüş birinin parçalanmış başındanirkiltiyle uzaklaşıp can veren başka birine kaydı, ölmekte olanıntakatsiz eli, onu perçeminden yakalamış bir tanrıçanın koluna dokunuyorduhafifçe okşar gibi. Kabartma frizinin bittiği yer olan şerit halindekiçıkıntı savaşanlar için ayaklarını bastıkları zemindi, bu dar ve pürüzsüzşeritten yükselerek kendilerini bu kargaşanın içine atıyorlar, atların nallarıbu şeride vuruyor, giysilerin kenar süsleri bu zemini yalıyor, yılansı bacaklarbu şeridin üstünde kıvrılıp bükülüyordu; bu zemin yalnızca bir tekyerde kırıktı, oradan toprağın cini yukarı doğru yükseliyordu; boş gözyuvalarının altındaki parçalanmış yüzüyle, ince bir giysiye sarınmış kocamangöğüsleriyle, kopan parçaları yüzünden yumruya dönüşmüş olaneliyle bir şey ararcasma ve öteki eliyle teslim olduğunu belli edercesinetaşın kenarından yükseliyordu; birden kaba saba bir elin parmakları pervazadoğru uzandı, sanki toprak cininin bileğine ulaşmak istiyorlardı, kabartmalarınaltında el yordamıyla, taşa kazınmış harflerin silik izleriniaradı parmaklar, ardından bu parmakların sahibi Coppi, tel çerçeveli gözlüğününardındaki miyop gözleriyle, Heilmann'ın yanında getirdiği kita-14


ın yardımıyla söktüğü bu harflere yaklaştı. Yayvan ağızlı, ince dudaklı,büyük sivri burunlu Coppi daha sonra Heilmann'a dönüp pür dikkat onakulak verdi, birlikte bu kargaşanın içindeki tarafları isimleriyle belirleyipçevremizde dalgalanmakta olan gürültü eşliğinde savaşın nedenleri üzerinekonuşmaya başladık. Belirsizlikten hiç hoşlanmayan, kaynağı belirtilmemişyorumlara katlanamayan, ama edebiyatın gereği olarak algınınarada sırada bilinçli olarak serbest bırakılmasını da gerekli gören, hem bilimadamı hem kâhin olmak isteyen, kendisine Rimbaud dediğimiz onbeş yaşındaki Heilmann bize, yirmi yaşına yeni girmiş, okulu bitireli dörtyıl olmuş, hem iş hayatını hem de işsizliği tanımış olan iki dostuna, banave devlet karşıtı bildiriler dağıtmaktan bir yıl içerde yatan Coppi'ye, Zeus'unyönetimindeki tanrıların devler karşısında kazandığı zaferin ifadesiolan bu boğuşmanın anlamını açıklıyordu. Yarı bedeni topraktan fırlamışGaia'nın önünde duruyorduk, onun oğulları olan Gigantlar küstahçatanrıların kutsallığına başkaldırmışlardı, ama Pergamon topraklarındagelmiş geçmiş bütün mücadeleler, karşımızdaki bu tasvirin altında gizliydi.Attalos hanedanının kralları yontucularından, binlerce yaşamın uğrundaharcandığı geçici varlıklarının ebedi bir boyuta taşınmasını istemişve kendi yüceliklerini ve ölümsüzlüklerini anıtlaştırmalardı. Kuzeydentopraklarına sızan Galatların dize getirilmesi, soylu kavmin vahşi ve çapulcugüçler karşısında kazandığı zafer anlamına geliyordu ve taş oyucular,çelik kalemleri ve çekiçleri, tebaanın huşuyla önünde eğileceği ebedibir düzeni resmetmişti. Tarihsel olaylar mitsel bir kılıfla seriliyordu gözlerönüne, son derece somut, ürküntü ve hayranlık uyandırıcıydı, ama yinede insanoğlunun değil de insanüstü bir gücün eseri gibiydi her şey,karşısında çaresiz boyun eğilmesi gereken bu gücün bir yanında sayısızköle ve esir, öbür yanmdaysa bir hareketle yazgıları belirleyen bir azınlıkvardı. Halk, tören günlerinde bu yapıtın önünden gelip geçerken başınıkaldırıp kendi tarihinin yansımasına bakmaya cesaret edemezdi, oysa dinadamlarının yanı sıra filozoflar, şairler, oraya yolu düşen sanatçılar, tapınağıçoktandır uzman gözüyle arşınlıyorlardı ve cahiller için açıklanamazolan bu yapıt, ehiller için nesnel ölçülerle değerlendirilebilecek bir zanaattı.İşi bilenler, uzmanlar sanattan söz edip hareketin uyumunu, bedenlerindilinin iç içe geçişlerini göklere çıkarırken, eğitimden ve kültürdenuzak kalanların gözleri, ardına kadar açılmış hayvan ağızlarına takılıyor,onların pençe vuruşlarını kendi bedenlerinde hissediyordu. İmtiyazlılaryapıttan zevk alıyor, ötekilerse katı bir hiyerarşinin esiri olarak yapıtlaaralarındaki kopukluğu seziyorlardı. Yine de bazı figürler, dedi Heilmann,ayrı bir simgesel anlam taşımıyordu; yenik düşen, kendi canlarınakıyan Galatlar 1 , gerçekte yaşananların trajikliğini doğrudan gösteriyordu.Ama yenilenler, diye araya girdi Coppi, açık alanlarda değil, taht salonla-1 Savaşta yendikleri, Galatların can verişlerini tasvir eden heykeller yapan Pergamonlular o zamanakadar görülmemiş biçimde düşmanlarını anıtsallaştırmıştı. (Ç.N.)15


ındaki zafer nişanlarının arasında yerlerini almak durumundaydı, kalkanlarınve miğferlerin, kılıçların ve mızrakların sırf kimin elinden koparılıpalındığını hatırlatsınlar diye. Savaşların yegâne amacı kralların egemenliğininkanıtlanmasıydı. Devlerle, cinlerle karşı karşıya gelen tanrılargücün kimde olduğunu hatırlatmanın ve hafızada canlı tutmanın aracıydı.Egemenlerin piyonu durumundaki isimsiz askerlerin yıllarca sürensavaşlarda başka isimsiz askerlerle boğuşmasını resmeden bir yapıtınhizmetkârlara istendiği gibi davranamama, onların konumunu yüceltmetehlikesi vardı, zaferin sahibi savaşanlar değil krallardı ve yenenlertanrılarla eşdeğer tutulurken zayıflar tanrılar katında hor görülenlerdi.İmtiyazlılar tanrıların var olmadığını biliyordu, çünkü tanrı maskesitakanlar kendileriydi. Kendilerini bildikleri için de daha heybetli olmakuğruna ellerinden geleni yapıyorlardı. Sanatın işi, onların konumlarınıve yetkilerini doğaüstü güçlermiş gibi göstermekti. Yetkinliklerinden enufak bir kuşku duyulmamalıydı. Heilmann, düzgün hatlı, kalın kaşlı, genişalınlı aydınlık yüzünü toprağı simgeleyen Gaia'ya dönmüştü. O Uranos'u,yani Gök'ü, Pontos'u, yani Deniz'i ve bütün Dağ'ları yaratmıştı.Gigantları, Titanları, Kyklopları ve Erinysleri doğurmuştu. Bizim soyumuzbuydu. Onların öykülerine bakarak dünyevi olduklarında karar kıldık.Başımızı kaldırıp topraktan fırlamış olan Gaia'ya baktık tekrar. Yüzünüçevreleyen dalgalı saçları omuzlarına dökülmüştü. Omzunda birkâse dolusu nar taşıyordu. Ensesinden aşağıya yapraklar ve üzümlersarkıyordu. Yukarı dönmüş kırık dökük yüzünde merhamet dileyen ağzıbelli belirsiz seçiliyordu. Çenesinden boğazına kadar bir yara uzanıyordu.En sevdiği oğlu Alkyoneus biraz uzağında dizlerinden birinin üstüneçökmüştü. Yumrulaşmış bir taş parçası halindeki sol elini, annesinedokunmak ister gibi ona uzatmıştı. İleriye doğru uzanmış, parçacıklarhalindeki sol bacağının ucunda asılı kalan ayağıysa hafiften ona dokunuyordu.Kalçası, karın bölgesi ve göğsündeki kaslar krampla kasılmıştı.Zehirli sürüngenin kaburgasında açtığı küçük yaradan ölüm acısı fışkırıyordu.Sırtındaki ardına kadar açılmış kuş kanatları Alkyoneus'un düşüşünüyavaşlatıyordu. Onun hemen üstündeki tanınmaz hale gelmiş çehreninkonturları, boynun ve toplanıp miğferin altına sokulmuş saçlarınsert çizgileri, Athena'nın acımasızlığının ifadesiydi. Bedenindeki salınımlabirlikte beli kemerle sıkılmış bol giysisi arkaya uçuşuyordu. Gövdesinisaran kumaşın kaymasıyla sol göğsü üzerindeki pul pul zırh veMedusa'nın küçük çehresi görünüyordu. Koluna geçirdiği yuvarlak kalkanınağırlığını yeni kahramanlıklara atılmak üzere öne doğru vermişti.Kocaman kanatları, uçuşan ince etekleriyle havaya sıçramış olan Nike,Athena'nm başının üstünde, görünmeyen ama hareketinden rahatlıklatahmin edilebilen bir çelenk tutuyordu. Heilmann, yılan dolu bir kabıayaklar altına alınmış birine savurmak üzere olan gece tanrıçası Nyks'i,sırtında avcıkuşunun geniş kanatları, elinde orduları bozguna uğratan16


kalkanı Aigis'le üç düşmanını kovalayan Zeus'u ve doğmakta olan güneştanrısı Helios'un çift koşumlu arabasının önünde bulut gibi süzülenşafak tanrıçası Eos'u gösterdi. Sonra yumuşak bir sesle, işte bu korkunçkıyımdan sonra yeni bir gün doğuyor, dedi, o sırada üstü cam kaplı mekânınsessizliği, pürüzsüz zeminde yankılanan ayak sesleriyle ve tapınağınbatı yakasından sütunlu bölmeye çıkan dik basamaklardan duyulanadımlarla bozuldu. Sonra dönüp yeniden, her sahnesinde, her şeyin değişeceğibir noktanın bir adım öncesini ima eden ânı, yoğunlaşmış gücüngetireceği savuşturulamaz sonucu sezdiğimiz o ânı gösteren kabartmalarabaktık. Atılmak üzere olan mızrakları, inmek üzere olan gürzleri, sıçrayışlardanönceki yaylanmayı, darbe indirmek üzere kalkan kolları izleyenbakışlarımız bir figürden diğerine, bir durumdan ötekine sürüklendive çevremizi saran taş titreşmeye başladı. Ama Herakles'i göremiyorduk,söylenceye göre Gigantlarla savaşmak üzere tanrılarla işbirliği yapanbu yegâne ölümlüyü, Zeus'la Alkmene'nin oğlunu, sebatkâr uğraşlarıve cesaretiyle canavarları bertaraf edebilecek fani kurtarıcıyı arıyorduktaşa gömülü bedenlerin, organ kalıntılarının arasında. Onun adınısimgeleyen bir işaretten ve boynunda post olarak taşıdığı aslan pençesindenbaşka ondan hiçbir şeye rastlamadık, Hera'nın dört atlı arabasıylaZeus'un atletik bedeni arasındaki alanda onunla ilgili hiçbir şey yoktu,Coppi, bizler gibi olan Herakles'in ortalıkta görünmeyişini ve eylemitemsil eden bu figürü kafamızda yaratmak durumunda kalışımızı birişaret saydı. Salonun dar ve alçak çıkış kapısına doğru ilerlerken tapınağınçevresinde dönen ziyaretçi kalabalığının arasında kahverengi ve siyahüniformalıların gamalı haçlı kırmızı kollukları sık sık gözümüze çarpıyorduve ben beyaz yuvarlak zemin üzerindeki bu amblemi, kendi eksenindedönerek değdiği her şeyi kesip biçen şekli ne zaman görsem, aklımaonun Coppi'nin elinde nasıl zehirli bir örümceğe dönüştüğü geliyordu,kurşunkalem, mürekkep ve çini mürekkebi taramalarıyla yapılansert kıllı çirkin bir örümceğe, Scharfenberger Enstitüsü'nden tanıdığımsıra arkadaşım Coppi sigara paketlerinden çıkan küçük çıkartmalardaki,gazete keseklerindeki bu sembolü, yeni iktidarın sembolünü deformeeder, aynı şekilde üniforma yakalarından fırlayan semiz suratları siğillerle,yabandomuzunun kesici dişleriyle, kan izleriyle, kötülük ifadesiyüz kırışıklıklanyla tanınmaz hale getirirdi. Arkadaşımız Heilmann da okahverengi gömleklerden giymiş, kollarını sıvamıştı, omzundaki derikayışıyla, kısa pantolonuna taktığı bıçağıyla onlardan bir farkı yoktu,ama o bu giysiyi kendini kamufle etmek için kullanıyordu, yeni benimsediğigörüşlerden dolayı kendini, illegalitede yaşayan Coppi'yi ve İspanya'yagitmek üzere olan beni kamufle etmek için. İşte böylece, yirmiiki Eylül bindokuzyüzotuzyedide, İspanya'ya gideceğim tarihten birkaçgün önce, antik Pergamon kentinden sökülerek burada, müzede yenidenkurulan, bir zamanlar renkli yüzeyi ve işlenmiş metalleriyle Ege semala-17


ının ışığını yansıtmış olan sunak frizinin karşısındaydık. Heilmann tapınağınkum fırtınalarından, depremlerden, yağmalardan, yangınlardanzarar görmeden önceki ölçülerinden ve konumundan söz ediyordu,Smyrna'nın 2 yüz on kilometre kuzeyindeki, defalarca kurutulmuş olandar yataklı Keteios ve Selinos 3 ırmaklarının arasındaki, bugün Pergamonadıyla bilinen o günkü başkentin akropolisindeydi tapınak, yüzübatıya dönüktü, denize uzanan Kaikos Ovası'nı ve Lesbos Adası'nı görüyordu,otuz altıya otuz dört metrelikkare sayılabilecek bir kaide üstüneoturtulmuştu, iç avluya çıkan merdivenlerin genişliği yirmi metreydi,II. Eumenes tarafından Galatlara karşı yapılan savaşın kazanılmasındayardımlarını esirgemeyen tanrılara adanmak üzere İsa'dan önce yüzseksende yapımı başlayıp yirmi yıl sürmüş, İsa'dan sonra ikinci yüzyıldave henüz bin yılın taş toprak yığını altında kalmadan önce LuciusAmpelius'un kitabında dünyanın harikaları arasında gösterilmişti. Yönetselve dinsel seremoni kültüne hizmet eden, soyluların halklar karşısındakazandığı zaferi göklere çıkaran bu taş kütlesi, şimdi onu görmeyegelenlere ait bağımsız bir değer mi, diye sordu Coppi. Ari olmayan barbarlarıezip geçenler hiç kuşkusuz medeni olanlardı ve tabii ebedileştirilmekistenenler kentin aşağı sokaklarındaki değirmenciler, demirciler,esnaf değildi; pazarlarda, atölyelerde, tersanelerde çalışanlar da değildi;üç yüz metre yüksekliğindeki bir dağın tepesinde, etrafı duvarlarla çevriliambarların, kışlaların, hamamların, tiyatroların, yönetim binalarınınve yönetici klanın oturduğu sarayların bulunduğu alandaki kutsal mekânlarda halka yalnızca tören günlerinde açılıyordu; tahmin edileceğigibi, çizimleri taşların üstüne aktaranların, pergeller ve burgularla kesimnoktalarını sabitleyenlerin, saç kıvrımlarıyla ve insan bedenindekidamarlarla uğraşırken zanaat öğrenenlerin adları değil de, Menekrates,Dionysades, Orestes gibi birkaç ustanın adı kuşaktan kuşağa aktarılmıştı;mermeri kıran ve koca blokları öküzlerin çektiği arabalara sürükleyenangarya işçilerini anmaksa hiç söz konusu olamazdı; ne var ki, dedi Heilmann,bu friz yalnızca tanrılara yakın olanlara değil, gücünü henüz ortayakoymayanlara da ün sağladı, onların da bildikleri bir şey vardı,sonsuza dek köle olarak yaşamak istemiyorlardı, daha o zamanlar, yapıbitmek üzereyken Aristonikos'un önderliğinde kent egemenlerine karşıayaklandılar. Şurası açıktı ki bu yapıt var olduğu zamandan bugüne aynıçelişkiyi taşımaktaydı. Monarşik iktidarın parlaklığını yansıtmakamacına hizmet etmesi düşünülen yapıt, üslup özellikleri ve plastik etkigücü bakımından ayrıca önem taşıyordu. Pergamon, Bizans İmparatorluğu'nunyükselmesiyle birlikte yok olup gitmeden önceki parlak döneminiyaşıyordu, bilginleri, okulları, kütüphaneleriyle ünlüydü, tabaklanmış,inceltilmiş, perdahlanmış dana derisinden elde edilen parlak kâ-2 İzmir (Ç.N.)3 Kestel Suyu ve Bergama Çayı (Ç.N.)18


ğıtlarıysa 4 edebi yaratıcılıklarla bilimsel araştırmaları kalıcı kılıyordu.Kaderi ayaklar altına alınmak olanların suskunluğu ve atıllığı da her zamankigibi devam ediyordu. Onlara, yani İyon devletinin okuması yazmasıolmayan asıl taşıyıcılarına düşen, ayrıcalıklı küçük bir gruba zenginliksağlamaktan, seçkinlerin ihtiyaç duyduğu boş zamanı sağlamaktan ibaretti.Göksel dünyayı temsil edenler onlar için erişilmezdi, ama dizleri üstüneçökmüş, bu hayvansılaşmış yaratıklarda kendilerini görebiliyorlardı. Kabasabalıklarıyla, aşağılanmışlıkları ve ezilmişlikleriyle bu yaratıklar kendilerinebenziyordu. Bugünkü bakış açımızla sadece bizler değil, belki o döneminköleleri arasında da birileri, hiç dile getirmeseler de, kanatlı tanrılarıve kapıya dayanmış olan tehdit edici gücün imhasını, iyinin kötüye karşımücadelesi olarak değil de sınıf mücadelesi olarak anlamışlardı. Ama sunağınkeşfini sağlayan da yine zenginlerin girişimci ruhu olmuştu. Ön Asya'dakihâkimiyet değişimleri boyunca toprak altında gömülü kalan kalıntılargün ışığına çıktığında değerli olandan yararlanmayı bilenler yineayrıcalıklı eğitimliler olmuş, tapınak işçilerinin ardılları olan davar çobanlarınave göçebelere de Pergamon'un görkeminden sadece onun tozunuyutmak kalmıştı. Heilmann'a göre bu, yakınılacak bir durum olmadığı gibiamaçlarımıza da uygundu, çünkü Hellenistik kültürün bir başyapıtınınmodern dünyanın mozelelerinden birinde muhafaza edilmesi Mysia'nınçakıllarının altında izi belirsiz biçimde gömülü kalmasından daha iyiydi.Amacımız adaletsizliği ortadan kaldırmak, yoksulluğa son vermek olduğuiçin, ülkemiz de sonsuza dek Nazilerin elinde kalmayacağı ve bir geçişdönemi yaşadığı için gün gelip Zeus sunağını ve benzeri mekânları, buradaolduğu gibi biçimin anıtsallığını ortak mülkiyetimiz olarak düşünebilirdik,Heilmann'a göre. Loş ışıkta dönüp yaralılara ve ölülere baktık. Yerdesürünenlerden birinin omzuna yırtıcı bir köpek yapışmıştı, ağzı solukalmak ister gibi yarı açıktı. Sol eli, fırtına gibi saldırmakta olan Artemis'inderi sandalet içindeki ayağının üstüne düşmüştü mecalsiz, sağ kolu kendinisavunmak ister gibi havaya kalkıktı, oysa baldırları soğumaya yüztutmuştu, bacaklarıysa süngerimsi bir kütle halindeydi. Sopa darbelerini,boruların tiz sesini, iniltileri ve oraya buraya sıçrayan kanın sesini duyuyorduk.Geçmişe bakıyorduk, ama geleceğe bakışımızı da hiçbir özgürlükdüşüncesine izin vermeyen katliamın görüntüsü sardı bir an. Herakles yeterincesilahı ve zırhı olanlara değil, onlara, ezilenlere yardım etmeliydi.Yapıt ortaya çıkmadan önce bir kütlenin parçası oluş, taşın içinde gömülmüşlükvardı. Yontu ustaları kalenin kuzeyindeki dağ yamaçlarında mermerlerinarasında dolaşarak uzun değnekleriyle en iyi blokları gösteriyor,bir yandan da boğucu sıcakta çalışan Galatyalı tutsakları gözlemliyorlardı.Hurma dallarının gölgesinde yelpazelenerek ve göz kamaştırıcı güneşinaltında gözlerini kırpıştırarak kasların hareketlerini, terli bedenlerin eğilip4 Pergamonlular, Mısır'ın kâğıt ambargosu uygulaması üzerine kendi yöntemleriyle kâğıt eldeettiler (parşömen kelimesinin kaynağının da buradan geldiği biliniyor). (Ç.N.)19


doğrulmalarını belleklerine kaydediyordu. Halatlarla kaya duvarlarındansarkan, küskü ve kamalarla kristal parlaklığındaki mavi beyaz kalker tabakalarınavuran ve kocaman kesme taşları uzun tahtalardan yapılma kızaklarınüstünde kargacık burgacık, dönemeçli yollardan geçerek aşağı taşıyan,yenik düşmüş ve zincire vurulmuş başıbozuklar, yabanıllıkları ve ilkeltöreleriyle namlıydılar, efendiler akşamları maiyetleriyle onların yanındanürkeklik içinde geçip giderken leş gibi kokan, ucuz içkilerle kafayıbulan bu adamlar bir çukurun içinde üst üste yığılmış oluyordu. Bunakarşılık, denizden gelen hafif bir esintinin kol gezdiği kale bahçelerindebu kaba saba, saçı sakalı birbirine karışmış suratlar yontu ustalarının düşlerinegiriyor, bu düşlerde kölelerine oldukları yerde kalmaları için emirverişlerini, gözlerini açtırıp bakışlarını, dişlerini görmek için ağızlarını açtırışlarını,şakaklarındaki damarların nasıl şiştiğini, alınlarının, burunlarınınve elmacık kemiklerinin yere vuran gölgelerinden nasıl uzaklaştıklarınıanımsıyorlardı. İtme ve vurma seslerini, taşın ağırlığını yüklenen omuzlarınve sırtların tok sesini, ritmik nidaları, küfürleri, kırbaç şakırtılarını,kızakların kumda çıkardığı gıcırtıyı duymaya devam ediyor ve friz figürlerininmermer gömütlerinde uyuduklarını görüyorlardı. Sonra ağır ağırve elleriyle hissederek taşa yetkin biçimini, biçimin son aşamasını veriyorlardı.Her şeylerini ellerinden aldıkları insanlar sayesinde enerjilerini zindeve zengin kavrayışlı düşünme süreçlerine yönlendirebiliyorlar, böylecetahakküm ve aşağılamanın içinden sanat doğuyordu. Bir öğrenci grubunungürültülü girdabından itiş kakış geçerek, alacakaranlığın içinden Miletosagora kapısının yükseldiği bir sonraki odaya ilerledik. Bir kıyı kentiolan Miletos'un belediye binasından açık pazaryerine geçilen yer olan kapınınsütunları önünde Heilmann bize, sunağın bulunduğu salonda mekânsalişlevin nasıl tersyüz edildiğini fark edip etmediğimizi sordu, sadeceön bölümleri müzede yeniden yapılan tapınağın geri kalan kısımlarındakidış yüzeyleri müzenin iç duvarlarına dönüşmüştü. 5 Yüzümüzü, buradakirekonstrüksiyona, yani tapınağın batı merdivenlerine döndüğümüzdesırtımızı doğu cephesine, yani tapınağın arka yüzüne dönüyorduk,kabartmalar solumuzda kuzey şeridi boyunca devam ederken güney frizisağımızda kaldı, ağır adımlarla biz frizlerin etrafında dönmemiz gerekirkeno bizi çevreliyordu. Heilmann, bu kafa karıştırıcı mesele sonunda görecelikkuramını anlamamızı sağlayacak diye eklediği sırada birkaç yüzyıldaha geriye gitmiştik, bir zamanlar Nabukadnezar'ın Babil Kulesinde bulunankerpiç tuğla duvarların yanından geçip kendimizi birden bir açıklıktabulduk, sonbahar yaprakları, oynaşan ışık yansımaları, iki katlı açıksarı otobüsler, gıcır gıcır arabalar, akın akın ziyaretçiler ve kabaralı çizmelerinsert adımları, artık başka bir mekânda olduğumuzu, yeni bir pozisyonalmamız gerektiğini söylüyordu.5 Berlin'deki Pergamon Müzesi'nde tapınağın ön merdivenleri ve kolonad (iç avlu) kısmı yenidenyapılmıştır ve tapınağın uzantısındaki frizler, müzenin iç duvarlarında sergilenmektedir. (Ç.N.)20


Müze, Katedral ve Alman Tarihi Müzesi arasında kalan meydanı geçmiştik;Coppi çelik miğferli askerlerin kılları kıpırdamadan nöbet tuttuğusavaş anıtını kastederek, işte dedi, bugün gönüllü ya da gönülsüz yollaradüşen askerlerin, kanlarını akıtmış, üstleri başları paralanmış olarak ipekkurdeleli çelenklerin altına uzanmak için kendilerine yeterince yer bulabileceklerimekândayız. Ihlamur dallarının altına geldiğimizde duran Heilmann,kaidenin üstünde pençe ayaklı koltuklara kurulmuş, önlerindekiaçık kitaplara dalmış Humboldt kardeşlerin arasından geniş avlulu üniversiteninbulunduğu yönü gösterdi, bitirme sınavlarını bir an önce veripburada siyasal bilgiler okumak istiyordu. İngilizce ve Fransızca öğrenmişti,iyi gözle bakılmayan Rus dilinin de, arkadaşlığımızın ilk başladığıakşam lisesinde ders olarak okutulması için birtakım ilişkiler kurmayaçalışıyordu. Coppi'nin onaltı yaşında, benim de ondan bir yıl sonra karşıkıyıdaki Tegel Ormanı'na gitmek için son kez arabalı vapura binerekScharfenberger'den ayrılmamızın ardından proleterlerin ve kendi sınıflarınasadakatsiz burjuvaların buluşma yeri olan akşam okulu bizim asıleğitim ortamımız olmuştu. Burada Dostoyevski ve Turgenyev'in romanlarınınele alındığı giriş dersleri Rusya'daki devrim öncesi ortamı tartışmamızazemin hazırlarken ekonomi-politik dersleri de planlı Sovyet ekonomisinekafa yormamızı sağlıyordu. Sosyalist Doktorlar Birliği'nin vegençlik örgütüne Coppi'nin üye olduğu Komünist Parti'nin verdiği birburs o zamanlar ilerici bir yönetim anlayışına sahip kurumlardan biri olanScharfenberger'e gitmemize olanak sağlamıştı. Biz ilk kabul eden, Reinickendorftaki Sağlık İşleri Müdürlüğü'nün yöneticisi ve Cinsiyet BilimleriEnstitüsü'nün başkanı doktor Hodann olmuştu. Onunla Ernst Haeckel salonundayapılan söyleşilerde tanışmış ve bindokuzyüzotuzüç yılındaki tutuklanışınave kaçışına kadar, Wiesen Caddesi'ndeki kooperatif evinde ikihaftada bir düzenlediği psikoloji, edebiyat ve siyaset söyleşilerine katılmıştık.Nasyonal sosyalist yönetimin göreve gelmesiyle -iktidarın devralınmasıdiye tabir ediliyordu- bizler için okula devam etmek olanaksızlaşmıştı,bunun üzerine Coppi Siemens'e çırak olarak girmiş ben de babamınmontajda ustabaşı olarak çalıştığı Alfa Laval'da depo işçisi olarak çalışmayabaşlamıştım. Burada, depoları, lokomotif hangarları, manevrayapan trenleriyle Lehrt yük istasyonu ve Humboldt Limanı'nı KuzeyLimanı'na bağlayan kanaldaki mavnaların yoğun trafiği arasında kalanHeide Caddesi'ndeki alçak, yayvan, tuğla binalardan birinde, kısmenHamburg'daki Bergedorf Demir Fabrikası'ndan kısmen de Stockholm'dekimerkezden gelen parçaları teslim alıyor, bir taraftan da mandıralardakullanılmak üzere üretilen santrifüjleri paketliyordum. Bindokuzyüzotuzdörtteannem ve babam Versailles ve Trianon arasında imzalananbarış anlaşmasından sonra Çekoslovakya'ya, resmi vatandaşı olduğumuzülkeye geri dönmeye karar vermiş, bense bitirme sınavına girebilmek içinakşam kurslarına devam etmek amacıyla işimden ayrılmamıştım. Anne-21


min ve babamın gidişinden sonra Wedding'e yakın Pflug Caddesi'ndekitek odalı dairemizi bir aileye kiralamıştım, daha önce de yaptığım gibiben mutfakta yatıyordum, geceleri Stettin istasyonundan gelen metal vebuhar sesleri Moabit'teki işyerimin zangırtısının yerini alıyordu. Bu aradamontaja geçmiş, bindokuzyüzotuzyedi baharında kemer sıkma politikasıylabirlikte işten çıkarılmıştım, o zamandan beri orada burada kısasürelerle çalışmak için iş bakmıyordum, sürekli ülkeden çıkarılma ya daAlman vatandaşlığına geçirilip askerlik başvurusu yapmaya zorlanmatehlikesiyle karşı karşıyaydım, Çekoslavak Elçiliği'nden gelen bir emregöre askerlik beni bu sonbaharda tanımadığım yurdumda da bekliyordu.Ama şimdilik bütün bunlara rağmen bitirme sınavı için gerekli derslerive ekonomiyle tıp alanında yapmam gereken çalışmaları tamamlayabilmiştim,askerlik hizmetiyse ertelenmek zorundaydı, çünkü İspanya'dayapacağım işler vardı. Tıpkı Coppi ve pek çokları gibi benim için de meslekiplanlar yapmamak doğal bir gelişim süreciydi, bizim temel görevimizpolitik hareketin içinde olmaktı, girdiğim bu yol beni içinde yetiştiğimülkenin dışına sürüklüyordu. Coppi burada kalıp yolunu bulmayaçalışacaktı, tornacılık diploması olmasına rağmen aldığı hapis cezasındansonra damgalanmış, Halensee istasyonundaki Rote Mühle sinemasınınönündeki bir büfede ayakkabı bağı, gazete ve dondurmalı kâğıt helva satmıştı,illegal Komünist Parti'nin bir üyesi olan Coppi şimdi de askerliğiniyaparken Spandau'nun dışında kalan bir otoyolun yapımında çalışmakzorunda kalacaktı. Heilmann'ın eğitimi daha düzenli bir çizgi izlemişti.Daha önce Dresden'deki Teknik Yüksek Okulunda öğretim görevlisi olanbabası Berlin Yapı İşleri Müdürlüğü'nde idari bir görev üstlendikten sonraHerderschule'ye girmişti, bizim hâlâ Reichskanzler Meydanı olarakandığımız ve yeni isim tabelalarının önünden her geçtiğimizde yere tükürdüğümüzmeydanın çok yakınındaki Hölderlin Caddesi'nde ailesiylebirlikte oturuyordu. Silahlarını omuzlarına dayamış, dipçikleri açık avuçlarınınüstünde tutan mum gibi duran askerler tapınağın önünde, başkayerleri işgal için yapılan seferleri anmak için dikilmek yerine sefer emirlerininbir daha verilmemesi için nöbet tutmalıydılar, dedi Heilmann, veyalnızca tirana boyun eğmeyenler onurlandırılmalıydı. Hep birlikte yürüyerekCoppi'nin evine giderken Heilmann, arada bir Herakles'in yapmakistediklerine de değinerek yıllardır defterlerine notlar halinde döktüğügeleceği, bu kadar dayatma, aldatmaca, aşağılama ve her türden işkenceyaşandıktan sonra alışılagelmiş düzenlerin, yasaların ve tabularınortadan kalkacağı geleceğin toplumunu nasıl tasarladığını anlatıyordu.Otorite karşısında duyulan her türlü ürkeklik, her türlü boyun eğme, körükörüne işe bağlılık aşılacak, çarpıtmalara son verilecek, toplumunmutluluğu bireyin mutluluğuyla örtüşecek, dayatmanın yerini gönüllülükalarak tam bir ahenge ulaşılacak, payeler dağıtılmayacak, ardındagizli kararların alındığı kapalı kapılar olmayacak, her şey her zaman de-22


netime izin verecek biçimde kamuoyunun gözü önünde gerçekleşecekti.Her eylemin, her düzenlemenin katılımcıların kendileri tarafından belirlendiğive üretilenin üretenlere ait olduğu, herkesin ihtiyaç duyduğu biçimdekendini geliştirebileceği bu toplumun temel göstergeleri özbilinç,özgüven, onur ve hoşça vakit geçirme olacaktı. Saint Just, Babeuf ve Proudhon'undüşüncelerine dayanan böyle bir yapının, dedi Coppi, varacağıyer ancak anarşizmdir, kaostur. Senin sözünü ettiğin devlet, yani artıkegemen bir sınıfa dayanma ihtiyacı hissetmediği ve ortada baskı altındatutulması gereken kimse kalmadığı için kendini gereksiz kılarak yokeden devlet, Lenin'in sözünü ettiği şu eski paçavraların tümünü bir günüstünden atmayı başaracak kuşağı anımsatıyor, ama olabilecek en otoriterolgunun, yani devrimin gerçeklik kazandığı ve senin mitik bir karanlıktabıraktığın hazırlık dönemini gözardı edemeyiz. Yenenler yenilenlereiradelerini ancak silah zoruyla kabul ettirebileceklerinden, ancak korkusaçan silahla kendi iktidarlarını ilan edebileceklerinden, devletin sönümlenmesinigündeme getirmeden önce yeni bir ortak yaşamın kurallarınıbelirleyen yeni bir devletin kurulması gerektiğinden ve ancak ondan sonrateorinin pratik değerini kanıtlayacak çabaların başlayacağından sözediyordu Coppi. Heilmann'm yanıtının açık seçikliğini engelleyen belkide etrafımızdaki trafik yoğunluğuydu, ama sözlerinden anlaşıldığı kadarıylaCoppi'nin bir yanılsama, sınırsız bir fantezinin ürünü olarak gördüğüşey Heilmann için vazgeçilemez sağlam bir zemindi. Nitekim, talimatlarabağlı olan programatik yöntemi yeterince tanıyor, tepedekilere itaatetmenin ve güvenmenin kendi yargılarımızı zayıflattığını, karar alma becerimiziedilgenleştirdiğini, güçsüzlük ve bağımlılık doğuracağını biliyorduk.Bizim yapmamız gereken geleneksel şablonları alt etmek, dediHeilmann. Onun gürültüde yitip giden ve yabancı yüzlere çarpan sözleribu arada bu tartışma konusunu ardında bırakmış ve yeniden Herakles'inattığı adıma, Olimpos'la yaptığı anlaşmanın getireceği ayrıcalıktan vazgeçerekfanilerin yanında yer almasına dönmüştü, Herakles'in ne tür sapmalaryaptığını, hangi hatalara düştüğünü ve belki de yolculukları sırasındaedindiği bilgileri ölçüp biçebilirdik. Onun seçmiş olduğu yön aslındabaşından beri onun yazgısıydı, çünkü güçlülerin entrikalarına dahabebekken başkaldırmaya başlamıştı. Zeus'un karısı ve kız kardeşi Hera,Tanrıların babasından gebe kalan ve doğum sancıları içinde kıvrananAlkmene'ye Herakles'in doğumunu geciktirme işkencesi çektirmişti. Bunungeri dönülmez çatışmayı başlatan kopuş olduğunu, çünkü Alkmene'ninkarnında, varolana karşı başkaldırının prototipini taşıdığını ve gelenekseliayakta tutmak isteyenlerin türlü dolaplar çevirdiğini söylediHeilmann. Zeus'un tanrılara verdiği müjdeye göre, dünyanın yeni hâkimidoğacaktı o gün, umut vaat eden bir çocuk. Zeus'un bununla ne kastettiği,her zamanki gibi ölümlülerin anlayabileceği bir şey değildi, oysagöklerin kraliçesi uğursuzluğun kokusunu almıştı, çünkü kocasının çe-23


virdiği dolapları iyi biliyordu ve burada bir anlık bir zevkin, ansızın ağızdançıkan bir sözün tetiği çekip bütün bir yapıyı sarsabileceği bir şey vargibiydi. Olay yukardan alınıp fani düzleme indirilmişti. Vaat edilen çocukThebai'nin soylusu Amphitryon'a evlat olacaktı ve Perseus'un soyunusürdürecekti. Hera göklerde uçarak bir solukta, Perseus'un soyundangelen ve karısı yedi aylık hamile olan Sthenelos'un sarayına gitmiş ve yakıcıiksirler içirerek kadının erken doğum yapmasını sağlamıştı, böylecebeklenen saatte Herakles yerine Eurystheus doğmuştu. Bu hile sonucunda,Zeus'un büyük işlerin kahramanı olarak belirlediği Herakles'in doğumugecikmiş ve Hera'nın seçtiği Eurystheus'dan sonra dünyaya gelmişti.Herakles nur topu gibiydi, gözlerini hemen açıp hareket etmeye başladığındaöteki henüz olduğu yerde hareketsiz, mosmor ve kaskatı yatıyordu.Bu kıskançlığın sonuçlarını ve hilkat garibesi iktidarı ele geçirirkengüzel ve güçlü olanın eziyet çekip dünyanın yükünü sırtında taşımak zorundakaldığını göreceğiz, dedi Heilmann. Hera, çok kısa zamanda yatırıldığısepete sığmayan bu gürbüz ve sağlıklı çocuğun büyümesini izlemişve ambrosia'yla tepeden tırnağa yıkanarak, ayağında yere değmeyenaltın sandaletleri, kulağında gösterişli küpeleri ve şehvetli kollarında rakibinyaşamını söndürmek için getirdiği iki yılanla sinsice Herakles'in yanınayaklaşmıştı. Çocuk, iki yandan tutturulmuş cibinliğin arasından iyiceüzerine eğilmiş olan Hera'ya onu sevecenlikle okşayacakmış gibi elleriniuzatmış ve sonra yüzüne tükürüp engerekleri boğmuştu. Eurystheushâlâ yastıklarına gömülmüş avazı çıktığı kadar bağırıp ağlarken ve sütannelerinin kendisini emzirmesini beklerken, Herakles ne zamandır anasıylababasının topraklarında koyun sürülerini koruyordu, ülke halkı arasındakiilk ününü, kurtları açık ağızlarından tutup parçalamakla yetinmeyip,yıllardır çevrede davarı kıran yenilmez aslanı da öldürmekleedindi. Amca oğlu Eurystheus yalan yanlış çaldığı saz eşliğinde ağlamaklısesiyle şiirleri ancak heceleyerek okumaya çalışırken Herakles, tek özgürlüğünsanattaki özgürlük olduğunu anlatmaya çalışan öğretmeni Linos'unşapkasını öyle bir şiddetle gözlerinin üstüne indirmişti ki, adamınburun direği kırılmış, sonra da sanatın yaşanan ânın karmaşalarından herzaman bağımsız olduğunu iddia etmeye kalkan üstadı kafa üstü çirkefçukuruna sokarak boğmuş ve silahsız bir güzelliğin kaba şiddet karşındanasıl da dayanıksız olduğunu kanıtlamıştı. Akrabası olan ve onunla dans,müzik, şarkı ve edebiyat konularında ona gösteri yapmaya çalışan Mnemosyne'ninkızlarını da dövmüştü daha önce, Herakles sokaklarda söylenenşarkıları, hanlardan gelen tiz kaval seslerini, cırlak tulum ezgilerinive trampetlerin gürültüsünü tercih ediyordu. Musaların tiksindiği kenarmahallelerde gezip dolanarak kulübelerde ve bodrum katlarında yuvalananyoksulluğu tanıdı, yukarıdaki kalelerde et, sebze ve meyve bolluğundangeçilmezken ve şarap fıçılarıyla hazine sandıkları hiç boşalmazken,bağlanan vergilerle aç kalıp iliğine kadar sömürülenler hep uşaklar, hiz-24


metçiler, sindirilmiş ayaktakımı, gündelikçiler ve küçük esnaftı. AnayurduThebai'de esen terörün sorumlusunun, şimdiye kadar hiç kimseningörmediği Mysia prensi Erginos olduğuna inanmak istemiyordu Herakles,çünkü eğer herkesin üstünde, insanları durmadan haraca kesen zorbabir güç varsa, o zaman Kral Kreon ve saray ahalisi neden karınlarını süreklitıka basa doyuruyor, geğirip osuruyorlar, soylu kadınlar neden hergün yeni elbiselerle boy gösteriyorlardı. Yanıltıcı yönlendirmelerle, çalışancahil kitleyi bastırıp, önderleri ve koruyucularını şantaj yoluyla satınalarak halkı duyulmamış cezalarla tehdit edip eşek gibi çalışmaya zorlayanlarınsoylulardan başkası olmadığını göstermek için mermer bloklarınınbulunduğu adaya giden Herakles orada çevresine bir grup adam toplamıştı.Ciğerleri toz dolu, öksürerek çukurlarda oturan kölelere fazla biraçıklama yapmak gerekmiyordu. Sakallarındaki mermer parçacıkları,dişlerinin arasındaki çakıl taşları, ellerindeki kocaman bıçkı ve manivelalarıylaHerakles'i izlemişti adamlar, nöbetçileri alt edip ellerindeki silahlarıalmışlar ve bunu neden daha önce yapmamış olduklarına şaşmışlardı.Yanındaki adamlarla Thebai'ye dönen Herakles Erginos'u kıskıvrakyakalayıp katlettiği ve cesedini kargaların önüne attığı haberini yaymıştı.Herakles henüz kralın kalesine ayak basmadan, kentte çarçabuk yazılansözleri, uyakları ve ezgileriyle kulakta kalan, düşmanın nasıl parçalanıporganlarının dört bir yana savrulduğunu ve Thebai'nin artık sonsuza dekkurtulduğunu anlatan türküler söylenmeye başlamıştı bile. Halkın üzerindebu kadar uzun zaman egemenlik kuran canavarı ne Kreon ne deçevresindeki en yalancı düşünürler ve din adamları bile somutlaştırıpgösterebilmiş, bu yüzden onlar da Herakles'i kutlamak zorunda kalmışlardı,böylece Kreon kızı Megara'yı Herakles'le evlendirmiş, halka yiyecekiçecek dağıtmış, ülkede üç gün üç gece şölen ilan etmiş ve bazı çalışmakamplarının kapılarını açmıştı. Kral ve soylular artık Herakles'e en iyive en güçlü olanın kendisi olduğunu, zayıf ve yetersiz Eurystheus'unonun elinden almış olduğu payeyi aslında kendisinin hak ettiğini söylüyorlardı,ama öte yandan Eurystheus'u Miken Krallığı'nın tahtına oturtmuşlardı,Eurystheus ağır silahlarla donattığı askerlerini dışarılara gönderiyor,köylüleri katlediyor ve kaçmaya çalışan köleleri esir alıyordu.Herakles'in cinnet geçirdiği dönemdi bu, dedi Heilmann, o sırada haldençıkan, boş sandıklarla yüklü kamyonları gördük. Kendini Megara'nın cazibesineve cilvelerine kaptıran Herakles muhafızlarının öldürülüp çukurlaraatıldığını fark etmemişti bile, hiçbir uyarı sarayın duvarlarını aşıponun kulağına gelmiyordu, sonra bir gün yeniden ipek gömleği içinde,refah döneminin başladığını sandığı kente indiğinde etrafta dilenciler vearkasından taş atan yabani çocuklardan başka kimseyi bulamamış, yoldangeçmekte olan birkaç zanaatçıysa onun seslenişlerine kulak asmadansırtlarını dönüp gitmişlerdi. Tek bir dikkatsizlik ânı bile kazanılan her şeyikaybetmeye yetebilirdi, oysa Herakles aylarca, hatta yıllarca kılını kı-25


pırdatmadan oturmuş, düşman da bu boşluktan yararlanmıştı. Ani saldırılarıntekrarlanmaması için devlet eskisinden daha hazırlıklıydı. Sarayyazarları da bilgilerine bilgi katmış ve sokak dilini kullanarak Herakles'inyoksulları nasıl aldattığını, palavracılığını, kendini nasıl şişirdiğini anlatanalaycı şiirler yazmışlardı, buna karşılık Tanrının lütfuyla yerini haketmiş olan bilge Eurystheus şiirlerin dizelerinde halka gösterdiği babacansevgisinden dolayı övülüyordu. Bir şeye inanmaya ve onu yüceltmeye ihtiyacıolduğu söylenen halk için meydanlarda gösterişli savaş arabalarıyla,tüylü miğferlerle, sancaklarla resmi geçitler düzenleniyor, yenilenmeyiengelleyen son hainlerin de bertaraf edileceğine dair konuşmalar yapılarakumut dağıtılıyor, kral aç ve yorgun insanlara onları düşündüğünü veonlarla birlikte acı çektiğini bildiriyor ve dinleyiciler suskun bir şaşkınlıkiçinde üzerlerine çöken lanetin şanssızlık eseri ve geçici bir durum olduğunuöğreniyorlardı. Kanalın orada, yuvarlak topuzları kuş pisliğindenağarmış paslı demir parmaklıklara dayandık ve Herakles'in, kendisininbaşlattığı bir işi başkalarının devam ettireceğini nasıl olup da umabildiğini,kendi münferit eylemiyle bir devrimin gerçekleştiğine nasıl olup dainanabildiğini sorduk kendimize. Herakles yatak odasında tepiniyor veöfkeyle uluyordu, dedi Heilmann, bunun nedeni kendi başına gelenlerdençok kendinden güçsüz ve etkisiz olan sayısız insanı yarı yolda bırakmışolmaktı. Etrafını saran mızraklarla savaşarak kurtulmadan hemenönce karısını ve çocuklarını öldürmüştü Herakles, onu yukarıdakilerebağlayan her şey, bütün akrabalık bağları silinmeliydi, bundan böyle uzlaşmaolamazdı, onun çılgına dönmesine biz de hak verdiğimiz sıradakasketlerinde kurukafa amblemi olan bir bölük kara leş böceği kılıklıadam böğürerek yanımızdan geçti. Ama Herakles'in daha sonra nedenbir çuvalın içine girip kül içinde Miken'e gittiğini ve orada Eurystheus'unhizmetine girdiğini anlayamıyorduk. Kendini alçalttı, özürler diledi, dediHeilmann, bütün aşağılamalara boyun eğdi, çünkü hayatta kalması içingerekliydi bu. Kendisi için hazır bekleyen işkence zindanlarına girmekyerine krala hizmet vermiş ve taltifi hakedeceği bir dizi tehlikeli görevüstlenmişti. Herakles ihmallerini ve ülkenin değişen durumunu kavramıştı,artık uzun soluklu ince bir planla kötülüğü, iktidar hırsını, alçakçacinayetleri temsil eden ve Hera'nın yardımıyla Eurystheus tarafındanayakta tutulan bu sistemi alt etmeyi denemeliydi. Yaptığı işlerle neyiamaçladığı başlangıçta anlaşılmadı, hakkındaki söylenceler bu belirsizliğibugüne kadar korudu. Bilginler kısa açıklamalarla Herakles'in, ülkeninçevresindeki ve sonra da uzak bölgelerdeki kitlesel ayaklanmaları ve düşmanlıklarıortadan kaldırmak için sevgili Eurystheus uğruna hayatını ortayakoyduğunu söylüyorlardı. Pazaryerlerindeki çığırtkanlar yiğidinyaptığı işleri ayrıntılarla süslüyorlardı. Herakles yine kuzeydoğudaki Nemea'dabir aslanı alt etmişti, sol elinin baş ve işaret parmağını onun burundeliklerine sokarak sırtüstü yatırmış, sağ yumruğunu da ardına ka-26


dar açılmış ağzına sokarak gırtlağına bastırmıştı. Canavarın postunu omzunaasıp göğsüne düşen pençelerini birbirine bağlamış, hayvanın açıkkalan ağzını kafasına geçirmiş ve bu defa dokuz başlı Hydra'nın yaşadığıgüneydeki Lerna bataklığına gitmek üzere yola koyulmuştu. Yılanın herkesilen kafasının yerinde iki kafanın daha çıktığı bilindiği için pazaryerlerindeartık Herakles'in işinin bittiğinden söz ediliyor, her defasında biröncekinden daha büyük bir yılan sürüsüyle karşılaştıkça onun kocamansiyah orağının ne yararı olabilir ki deniyordu. Böyle bir işi başaracak birivarsa o da Herakles'tir diyenler vardı. Gerçekten de Herakles her vuruştansonra Hydra'nın kafasının koptuğu yeri kor halindeki bir ağaç gövdesindeyakarak kopan kafaların yerine yenilerinin çıkmasını engellemişti.Herakles'in işlerini dinleyenler olmaz anlamında kafa sallıyor, inanamazlıkiçinde söyleniyorlardı. Ancak Herakles Erymanthos Dağı'ndan arkaayaklarından bağladığı, ağzından köpükler saçan korkunç bir yabandomuzunuönüne katıp geldiğinde ve hayvanı saraya götürüp kralın huzurunaçıktığında, Tanrı'nın elçisi koskoca Eurystheus korkudan tir tir titreyerekbir fıçının içine atmıştı kendini, yoksulluktan canları burunlarındakiinsanlar arasında işte o zaman büyük bir kahkaha fırtınası kopmuş vekimileri Herakles'in ne yapmak istediğini anlamaya başlamıştı. O gündensonra Herakles, ondan umudunu kesmiş olanların arasında yenidenünlenmişti, Herakles'in bu defa da Stymphalos Gölü'nde afete yol açanve yuvalarını tarlalara yapan yırtıcı kuşlarla boğuştuğu duyulur duyulmazçocuklar çevik hareketlerle oklarını havaya fırlatıp sonra da gururlaavlarını göstererek onu taklit etmeye başlamışlardı. Gerçi pek çok kişi hâlâonun avladığı vahşi yaratıkların, getirdiği sürüyle hayvanın kendilerinedeğil de hep sarayın efendilerine yararı olduğu kanısındaydı, ama bazılarıHerakles'e öykünüp takım adaların ötesindeki başka yerleri keşfetmekiçin yollara düştü. Deniz yolculuklarının, sarsıcı keşiflerin başladığıdönemdi bu. Soylular Herakles'in uzak topraklardaki eylemlerini kendiçıkarları adına kullanmak için düşünürlerinden halkı bu doğrultuda etkilemeleriniistiyor, buna karşılık yoksullar onu kendilerinden sayıyor vesahipleniyorlardı. Durmadan Herakles'in işlerini izliyor ve burnundanalevler saçan boğayı dize getirdiği, insan eti yiyen atları ehlileştirdiği, üçkafalı devleri yere yıktığı ve Atlas'ın dostluğunu kazandığı için onunlagurur duydukça, Hera'nın sinsi kışkırtmalarına uyarak durmadan kahramanınbaşını belaya sokmaya ve onu tökezletmeye çalışan Eurystheus'aöfkeleri bir kat daha artıyordu. Geceleri gizli bir köşede toplanan işçilerHerakles'in, çevresindeki toprak ağaları ve askerleriyle Eurystheus'tandaha üstün olduğuna kimsenin kuşkusu kalmadığı için artık onun dönmesigerektiğini söylüyor, Amazonlarda ne yaptığını, Okeanos'un kıyısınadiktiği sütunların ne anlama geldiğini, Hesperid'lerin bahçesinde nedenbu kadar uzun süre kaldığını öğrenmeye çalışıyorlardı. Verilen yanıtlaragöre, üstün güçleri olan veya olabilecek düşmanların nerede bulun-27


duğunu saptayabilmek için bütün dünyayı arşınlamak zorundaydı Herakles.Bu arada çalışanlar onun aralarına geri döneceği gün için hazırlıkyapıyorlardı. Paralı askerlerin baskınları sırasında sükûnetlerini ve itidallerinikoruyorlardı. Zamanı geldiğinde silah ve mühimmat depolarınıkundaklamak için gizli mahzenlerde zift biriktiriyorlardı. Kraliyet kalesininçevresine yeni surlar örmeleri gerektiğinde kapılarının kolay açılır olmasınaözen gösteriyorlardı. Eurystheus'un sarayın gösterişli salonlarındavolta atarak uykusuz geceler geçirdiğini ve bütün duvarların onun kulağınaHerakles'in çok yakındaki dönüşünü fısıldadığını biliyorlardı. YukarıdakilerinHerakles'in serbest bırakılışına yanıp yakılmaları, üstlerinastlara her an tetikte olmalarını emretmeleri, valilerin kentlerde sadakadağıtmaları bir işe yaramayacaktı, bunun için çok geçti artık. Yayılan huzursuzlukçoktandır gözardı edilemeyecek bir noktadaydı, soyluların güvenliğininaltı oyulmuştu bir defa, hiçbir dua ve hiçbir seferberlik halktahürmetkârlık uyandırmayı sağlayamazdı artık. İşkenceci köleler azdıkçaazıyor, hoşnutsuzluk gösterdiğinden nedenli nedensiz kuşkulanılan herkeszindanlara atılıyordu. Ancak bir sabah gündoğumundan önce Heraklesyanında azman bir köpekle Thebai'ye girdiğinde asıl tutsakların kimlerolduğu da ortaya çıkmıştı, köpeğin ulumasıyla birlikte güvenli evlerinderahat rahat uyuyanlar yatakların altına kaçışırken kulübelerde yada sokaklarda yatanlar kulak kesilip sanki şen bir trombon ezgisi onlarıçağırıyormuş gibi sesin geldiği yöne doğru koşmaya başlamışlardı. Herakles,oldum olası kimsenin yanına bile yaklaşamayacağı söylenen cehennembekçisi korkunç köpek Kerberos'u getirmek için bir hamlede yerinyedi kat dibine inip, onu güle oynaya toprağın derinliklerinden çekipçıkarmıştı ve yüksek rütbeli askerlerin terk ettiği pazaryerinde uşaklara,hizmetçilere, gündelikçilere, zanaatçılara, akın akın gelen çiftçilere, balıkçılarave işsiz güçsüz ayaktakımma, kalabalığın gözleri önünde kuyruğunukıstırıp viyaklamaya başlayan zavallı bir çomara dönüşen Kerberos'ugösteriyordu. Ayrıca Herakles'in yanında bir kafese koyduğu kartal vardı,o da yine zorba ve baskıcı sistemin yarattığı bir söylenceden ibaretti,kartalın görevi asilere, gözüpeklere, uyanmışlara işkence etmek, karşı koyanlarınciğerini parçalamak, sonsuz bir işkence için yenilendikçe tekrarparçalamaktı, artık bütün bunlar sona ermişti, Thebai sakinleri görüyordubunu. Onlar Kerberos söylencesinin nasıl şişirildiğini, söylencenin oünlü kahramanının nasıl sıska ve uyuz bacakları üstünde ayakta durmayaçalıştığını, Prometheus'un tepesine azametle konan o kuşun tüylerininnasıl acınası, tehlikeli pırıltılar saçması gereken gözlerinin üstündeki deritabakasının nasıl fersiz olduğunu görmüşlerdi. Artık yenilik isteyenlerinyarası daha fazla deşilemezdi, Thebai'de, Miken'de adaletin önü açılmıştı.Yine de Thebai sakinlerinin, saraylarda, malikânelerde oturanların dizlerininüstünde sürünerek gelip merhamet dilediklerini anlatıp çevrelerindeinandırıcı olup olamadıklarını merak ediyorduk, yoksa ufacık bir28


kuşku ve duraksama, ihanet olmasa da alışkanlık haline gelmiş sabır, egemenlerekendilerini savunma ve onları geri püskürtme fırsatı vermeyeyetmiş miydi. Çünkü bütün bu olup bitenin ardından barış gelmediğini,seferlerin ve her zamankinden daha büyük savaşların devam ettiğini biliyorduk.Alexander meydanından gelip Rosenthal Caddesi'ne sapan tıklımtıklım dolu bir tramvayın tekerlek gıcırtısı eşliğinde, Herakles artıkher şeyi ancak kölelerin açısından düşünebilirdi, dedi Heilmann, bütünbüyülü sözlere karşı çıkılabileceğini, efsanevi canavarların alt edilebileceğiniaçıkça göstermişti o, bunu başarmış bir faniydi. Onun öğrencilik dönemibitmişti artık, bundan sonra yapacakları köklü değişimlere yol açabilirdi,artık güçlü müttefikleri vardı, gök kubbenin taşıyıcısı da onlarınarasındaydı. Beli bükük Titanların ayakta tuttuğu avlu kapısından içerigirerken, ama, dedi Heilmann kısa bir duraksamadan sonra, Herakles,korkunç acılar içinde can verdi, Nessos'un zehirli gömleğini Herakles'inderisinden ayıramadı ve acıdan deliye dönerek kendini Oite Dağı'ndayanmakta olan bir odun yığınının üstüne atmasını hiç kimse engelleyemedi.Bu arada katettiğimiz yolda, arka yollardan dolanıp mesafeyi uzatmıştık,Friedrich Caddesi'nin kalabalığını arkamızda bırakarak kubbelipasajın çatallanan yollarına dalmış, devletin başındaki şahsın zevkine uygunresimler yapan majestelerinin ressamının fırça darbelerinden çıkan,çıplak tenli göz kamaştıran genç kızların ve genç erkeklerin görüntülerineyansıyan büyük Alman hülyasının iğrenç yalancılığının sergilendiğivitrinlerin ve Panoptikum'un önünden geçmiş, sonra Georgen Caddesi'ndeviyadükler boyunca ilerleyerek banliyö trenlerinin uğultusu eşliğindeköprüyü geçerek Minbijou Sarayı'na gelmiş, kırmızı mermer kaideninüstündeki uzun saçlı Chamisso'nun önünden geçip borsayı arkamızdabıraktıktan sonra pazar yönüne saparak Rosenthal Caddesi'ne kadaryürümüş ve üçüncü katında Coppi'nin ailesinin oturduğu Linien Caddesi'ninköşesindeki ikinci bloğa gelmiştik.Avluda iç içe konmuş tahta el arabalarının yanından geçip gıcırdayanahşap basamakları arkamızda bıraktıktan sonra, üstüne siyah tenekedenyapılma eğri büğrü bir mektup kutusuyla beyaz emayeden yapılma ovalbir isim levhası tutturulmuş, süslü harflerle Der Völkische Beobachter 6Okuru yazan lekeli bir kartonun raptiyelendiği, yağlı karası yer yer dökülmüşve kazınmış, kabartma camlı kapıyı açtık ve mutfağa girdik. Penceredengiren dumanlı ışıkta ocak ve lavaboyu seçebildik, sonra da masanınbaşında tavandaki lambanın yeşil porselen şemsiyesinin altında dikarkalıklı bir iskemlede oturan Coppi'nin annesini algıladı gözlerimiz. Telefunken'dekiyarım günlük vardiyasından dönmüş, ayakkabılarını ve6 Nazilerin yayın organı (Ç.N.)29


çoraplarını çıkarıp ayaklarını buharı hâlâ tüten sıcak suyun içine sokmuştu.Formika masada onun yanına oturduğumuzda, altı eşit dikdörtgenebölünmüş pencerenin önünde az önce ancak konturlarını seçebildiğimiz,net bir biçimde algılayamadığımız gövdesinin ayrıntıları belirginleşti. Topuzyaptığı kır saçlarından fırlayan ince teller yelpaze gibi alnına dökülmüştü,kaşlarının arasındaki burun köküne kadar. Burnu kemerliydi, burundeliklerinin kanatlarından başlayan derin çizgiler ağız kenarlarınainip çenesine kadar uzanıyordu, dilinin ucuyla nemlendirdiği dudaklarıinceydi, elinin tersiyle kapalı ve soluk göz kapaklarını siliyordu. İncecikboynu düşük omuzlarının arasından yukarı doğru uzuyordu, lacivert çizgili,beyaz yakalı açık mavi bir elbise giymişti, yakasında karşı duvardakiaynanın yakaladığı pencere görüntüsünü yansıtan bir broş vardı. O sıradagözlerini açınca gözbebeklerine de vurdu pencerenin yansısı. Pencerekanatları sıkı sıkıya kapatılmış, kapı arkadan kilitlenmiş, pirinç halkalaratakılı perde çekilmişti. Sadece ayna, takvim ve yuvarlak beyaz bir guguklusaatin asılı olduğu çıplak duvarlardan mat bir yeşil akıyordu odaya.Bir kapı Coppi'nin anne ve babasının yatak odasına açılıyordu, Coppi isemutfakta, sandıkla alçak bir kitaplığın arasında kalan kanepede yatıyordu,burası aynı bizim Pflug Caddesi'ndeki dairemiz gibi döşenmişti, o zamanben henüz annem ve babamla yaşıyordum. Gölgeler içeriye ağır ağırdüşerken lambaya takılı ampulün tellerindeki ışığın güçlendiğini izliyorduk,bu mutfak masanın çevresinde oturan bizleri dışardan soyutlayarakgüçlü bir yenilme ve çöküş duygusunun içine çekmek ister gibiydi. Buhücrenin dışında, ufalanan duvarların, merdiven kirişlerinin, avlunun ardındaher yeri düşman bir güç sarmıştı, orada burada kapıları sürgülü,sayıları gittikçe azalan, varlığı gittikçe daha zor hissedilen gözden ırakbenzer küçük mekânlar bu güç karşısında dayanmaya çalışıyordu. Dörtyılı aşkın bir süredir birbirimize iyimserlik, yaşama ve dayanma gücü aşılamakiçin tutturmaya çalıştığımız o avutucu tonun her sözcüğünü yorgunluğumuzve güçsüzlüğümüzün içinden bulup çıkarmamız gerekiyordu.İster yalnız olalım, ister bizim gibilerle birlikte, yaptığımız her şey yaşadığımızfelaketin tuzağına düşmemek amacını taşıyordu. Bu sıkı durmaduygusu genellikle bilinçsizdi ve otomatikleşmişti, harekete geçmesiiçin bir anlık suskunluk yetebiliyordu. Konuşmalarımız bile ister gündelik,ister bir konu üzerine yoğunlaşmış olsun hep ölümcül bir tehlikeninyakınlığı altında eziliyordu. Son yıllarda öğrenme adına edindiğimiz herşey, bir yanda bu kaçınılmaz soyutlanma, öte yanda sınırları durmadangenişleyen karşı kamp hakkında bir an bile gevşemeden bilgi toplamaarasındaki gerilimle yürüyordu. Bazen yorgun düşüyor ve geriliyor, amabunu kaale almıyorduk, bu tür bedensel ve ruhsal yorulmaları işlevimizinbir parçası olarak açıklıyorduk. Bıçak kemiğe dayandığında bile aldırmıyor,bu duygu geçene kadar bekliyor, böyle zamanlarda hapishaneleri,dikenli tellerle çevrili işkence alanlarını, bataklıkları hiç aklımızdan çıkar-30


mıyor ve bir süre sonra görünüşteki çaresizliğe rağmen yine de belli tutamaknoktalarının ve ilkelerin var olduğu bir çerçevenin içinde buluyordukkendimizi. Ortak hareket etme olanağının kalmadığı, örgütlerimizindağıtıldığı bir ortamda, bu yeşile çalan loş odada aklımızı oynatmaktanbizi kurtaran şey, dışardan gelen talimatlarla ve haberlerle beslenen tasarılarımızındevam etmesiydi. Coppi'nin, o sırada pencerelerini karartmakağıdıyla örtmekte olduğu mutfağın boğuculuğu bir şeylerin işareti olmaklabirlikte hâlâ kaybetmediğimiz bakış açısı bizleri, dünyanın başkayerlerinde şiddetli çatışmalara ve çarpışmalara neden olan eylemlere bağlıyordu.Bize bir tutamak noktası sunan ve çalışmalarımıza devam etmemizisağlayan direktifleri ancak, peşimizi bir an bile bırakmayan gözetimdenkurtulduğumuza emin olur olmaz tartışabiliyorduk. Yasaklanmışpartilerin içeri girmekten ve katledilmekten kurtulmayı başaran yöneticikadroları ülke dışında örgütlenmişlerdi, bazen ülkeye giriyorlardı, şarkıcı,sporcu, bowlingci, bahçıvan derneklerini paravan olarak kullanarak enfazla dört kişinin toplanabildiği küçük yasadışı gruplarda daha geniş birçevrede karşı koyma adına alınan önlemleri öğrenebiliyorduk. Toplantılarınyapıldığı yerlerin adları özellikle başka adlarla anılıyordu. Bindokuzyüzotuzbeşgüzünde illegalitedeki eylemlerin yapılanması ve işçi partilerininbirleşmesi gerektiği konusunda Moskova'da yapılan görüşmelerinyeri de Brüksel olarak kodlanmıştı, yüzyılın başında Rus sosyal demokratlarınınönce Birlik Kongresi olarak adlandırdıkları, ama sonra BolşeviklerleMenşeviklerin ayrılmasına sahne olan kongrelerini gerçekleştirdiklerikentti Brüksel. Bu tarihsel çıkış noktasına yapılan göndermede diyalektikbir ironi vardı, çünkü bindokuzyüzüç Haziranından bu yana Ruspartisinin içindeki kopuşun yanı sıra Alman ve Rus sosyal demokratlarınıngörüşleri arasında da bir ayrışma yaşanıyordu, bu da sonunda Birincive İkinci Enternasyonal arasındaki bölünmeyi getirdi. Brüksel'in adınınanılması bize, bunaltıcı sıcakta pireler ve sıçanların cirit attığı yeri, kalaslarınüstüne balık istifi dizilmiş ve içlerine sızmış bir sürü casusun arasındatoplantı yapan mülteci Rus devrimcilerinin Lenin'in yönetiminde stratejilerinibelirledikleri o zahire ambarını anımsatıyordu. Böylece inatlamücadelenin, kararlılığın ve görüşlerin tavizsizce savunulmasının önemitazeleniyordu hafızalarda, ama aynı zamanda bu yer adının seçimi artıkgerilerde kalmış temel ortak çizgiyi biraz olsun yeniden yakalama isteğinide dışa vuruyordu. Geride kalan otuz yıl kısa bir zamandı, ne var kiproletaryanın iki büyük partiye bölünmesi ve ondan sonra da bu birleşememeninsonucu başka parçalanmalar gelmiş, devamlı tetikte bekleyen,saldırıya geçmek için en ufak bir zaaf belirtisinden yararlanan ve şimdiulaşmış olduğu boyutla bütün yenilenme girişimlerini boğmak isteyenfelaketin önünü açmıştı. İşçi partileri arasındaki kıyasıya mücadele, dayanışmanınbüyük zarar görmesi, fraksiyonlara bölünmenin yol açtığı sonuçlar,işte Brüksel anımsatması bütün bunlara dokunuyordu. İşe tam da31


politik çizgilerin bugüne kadar süregelen uzlaşmazlığından, görüş ayrılıklarınınkaynağından başlamak ve böylece girişilen işin zorluk derecesineişaret etmek daha da büyük bir cesaretti bize göre. Komünistlerle sosyaldemokratların eylem birliğiyle ilgili tartışmalar birkaç hafta önce Komintern'inyedinci dünya kongresinde alınmış olan, ülkelerde halk cephelerininoluşturulmasını öngören kararlarından kaynaklanıyordu. Tartışmalarınayrıntıları konusundaki bilgi noksanlığımız içinde, akıbetimizibelirleyecek değerlendirmeleri yapan kişilerin en azından bulunduklarıyeri görmek için Komünist Enternasyonal'in toplandığı binanın resimlerinebakmıştık. Kremlin'e açılan Troçki Kapısı'nın hemen yanındaki çokpencereli bina, bir akşamüstü göğüne yayılmış bir sürü küçük bulut kümelerininaltında pembe bir parıltı saçıyordu o zamanlar, zambak gibiaçılan mazgallarıyla kırmızı duvarının üstünden yükselen yarım küre altınkubbeleri de gözümüzün önüne getiriyorduk, karşı taraftaysa devasaaçık meydanın ucunda, yeryüzüne ait değilmiş duygusu veren, kübik biçimli,bulunduğu yere zor sığan siyasetin camdan kâbesi yükseliyordu.Minnacık gizli koğuşumuzu bu büyük örneğin küçük bir modeli olarakbenimsemeye ve kendi deneyimlerimizle, delegelerin dile getirdiği çeşitçeşit konuların ele alındığı, karşılaştırmaların yapıldığı, tartıldığı, revizeedildiği, sağlamlaştırıldığı ve tartışmanın akışı içinde işe yaramaz görüşve sloganların elendiği ortama eklemlenmeye çalışıyorduk. Çocukluğumuzboyunca birliği kurma çabaları sürüp gitmişti, sonra bu çabalar beşyıl boyunca, faşizm iktidara gelene kadar kilitlenmişti, şimdi de yenidenbir çözüm arayışının, yapılmış hataları aşmanın yollarını zorluyorlardı.On sekiz yaşında olan biz gençlere gelen kısıtlı haberler tek konuşma ortamımızolan yeraltında tartışılabiliyor, sınanabiliyor ve sonuçları bakımındanmercek altına alınabiliyordu ancak. Büyük ölçekte olup bitenlerindaima kavranabilirliğini ve saydamlığını koruması, bu soyutlanmışlığımızınasla teslimiyete yol açmaması gerektiği bizim temel şartımızdı.Dışarıdaki oluşumun güçlendiği ve karşı atağa hazırlandığı fikrine sıkı sıkısarılıyorduk, illegalitedeki gruplaşmalardan geriye kalanların birbirleriyleilişki kurması, yardımlaşması ve yapılan planlar konusunda birbirlerinibilgilendirmeleri zorlaştıkça sınır ötesinde yaşananlar, oradakiolayların gidişatını aydınlatabilecek her küçük ayrıntı daha çok anlamkazanıyordu. Ama gözetim altında olmamızdan dolayı daha geniş birçevrede hareket olanaklarımızın neredeyse tamamen ortadan kalkmasıbir yana, son bir yıl içinde Sovyet partisinde de, dikkatli olmamız gerektiğinigösteren ve ek sıkıntı veren, derin nedenlerini bilmediğimiz ama bizdendaha önce güvendiğimiz herkes karşısında daha dikkatli olmamızıtalep eden bazı değişiklikler olmuştu. Ben faşistlerin iktidarı ele geçirmesindensonra çalışmalara katıldığım için ailelerimizin politik eylemlerindegeçerli olan önkoşullar benim için söz konusu olmamıştı. Onların gündeminde,işyerlerinde, farklı parti aidiyetlerini ve ideolojik çatışmaları32


aşan ortak günlük çıkarları vardı. Onlarla karşılaştırıldığında değişmeyentek şey onların da bizim de kuşaklar arası çatışmayı bir önyargı olarakgörmemiz ve bu türden bir çatışmayı kabul etmeyişimizdi, yegâneayırıcı çizginin sınıf mücadelesi tarafından belirlendiği fikri eskisindendaha da güçlüydü ve o çizgi bütün yaş gruplarını kuşatıyordu. Ortayaatılan asıl soru cephenin hangi tarafında yer alındığı sorusuydu, sonralarıbunu gösteren tek şey sessiz bir onay olsa da. Kişisel gelişimimiz korkunçbir daralma içinde gerçekleşiyordu, kültürel bir hareket özgürlüğü mümkündeğildi, ne öğreniyorsak oraya buraya sessizce sızarak öğreniyordukancak. Bir yandan tek sesli geniş bir cephe kurma çabası, öte yandan kendiiçimizdeki karşılıklı güvensizlik, kendi saflarımızdaki parçalanma birparadokstu, bindokuzyüzotuzyedi yılı bu paradoksa tanıklık ederken bizde bütün kıpırdanmaları kendi ölçülerimize göre, sık sık da bir gelecekvizyonu içinde anlamlandırmak ve ideal tasavvurumuz içine yerleştirmekdurumunda kalmıştık. İspanya hakkında, Çin'deki devrimci harekethakkında, Güneydoğu Asya'daki ve Latin Amerika'daki kaynaşmalar veayaklanmalar hakkında, Fransa'da sendikaların ve işçi partilerinin işbirliğive toplu grevler hakkında duyduklarımız bize, dünyadaki gerici güçlerialt etme fikrinin ülkemizdeki dinlediğimiz tek sesli çığırtkan safsatalarınyarattığı havanın aksine hiç de o kadar uzak olmadığını düşündürüyordu.Oysa işyerlerinde ve kuruluşlarda değişik bir kıpırdanmanın, birsabotajın, bir itaatsizliğin işaretini aradığımızda, gördüğümüz genelliklekendi içine kapanmış bir uyum, sessiz bir izleyicilik oluyordu; daha Ocakbindokuzyüzotuzüçte üstü başı dökülen, soğukta titremeye aldırmadanLiebknecht binasının yolunu tutan insanlardan pek çoğunun şimdi, kırmızısındaorak çekicin yerini o köşeli kıyıcı simgenin aldığı bayraklarınaltında uygun adım yürüdüklerini görmeyecek kadar ütopyalarımıza gömülmüşdeğildik. Heilmann'ın annesi ve babası oğullarının yaptıklarındanhaberdar olmamalıydı, onların gözünde biz Heilmann'm EichkampSpor Kulübü'nden arkadaşlarıydık yalnızca, evlerine gittiğimizde yanımızdahep bir futbol topu götürüyorduk, buna karşılık Coppi'nin ailesitıpkı daha önce benim ailemin yaptığı gibi siyasi yaşamın sorgulandığıbütün tartışmalara katılıyordu. Kafamızdaki belirsizlikleri ve hatalı akılyürütmelerimizi tartışabilmemiz bizim ilerlememizde büyük rol oynamıştı,Heilmann da ailesine ait olmaktan çok buraya, Coppi'lerin mutfağınaaitti. Kuşaklar arası çatışma bize göre, çökmesi için çalışıp çabaladığımızbir toplumda nasıl ki ekonomik bağımlılığın bir göstergesiyse, sınıfsalayrıcalığın belirlediği eğitim ayrımına da şiddetle karşı çıkmış veson vermiştik. Dönemin toplumsal, politik, bilimsel ve estetik sorunlarınakarşı ilgisizlik, donuk bir eylemsizlik, zihinsel yoksullaşma ve içi boş fikirlerdar görüşlülerde ve burjuvalarda o kadar baskındı ki, kültür kurumlarındandışlanan, ağır ve tekdüze çalışma koşullarında dumura uğratılankitleler bile daha uyanık durumdaydı. Deneyimlerini karşıt güçle-33


in çatıştığı ortamlarda edinen, toplumsal süreçlerin bunalım anına tanıkolmakla kalmayıp onun içinde bizzat yer alan, hangi buluş ve keşiflerinegemenlerin hizmetinde, hangilerininse ortak yarara yönelik olduğunubilmekle kalmayıp kârın üstüne oturanların hangi maskelerle, hangiisimler altında nerede bulunduklarına ve çalışanların sırtından nasıl geçindiklerineilişkin bilgi de aktarabilen insanların, özel mülkiyet ilişkileri,ekonominin işleyişi, bilimsel araştırmanın konumu, sanatsal üretim, kendiülkemizin, başka ülkelerin ve başka coğrafyaların içinde bulunduklarıdurum hakkında öne sürdükleri berrak ve açıklayıcı konuşmalara ilkgençliğimdenbu yana tanık olmaya alışkındım. Burada temel meselelertartışılır, yerel ve merkezi yönetimlerde, uluslararası diplomaside, tekellerinve tröstlerin yüksek kalelerinde dönen dolaplar ve işlenen suçlarhakkında bilgi edinilmeye çalışılır, basındaki tartışmalar, sanat sergileri,yeni çıkan kitaplar izlenir, parti politikasının ve dünyadaki güç dengelerinindeğerlendirilmesi gündemi oluştururdu, kudurmuşluğun iktidaragelmesinden önce bizler de sendika yetkililerini, onların görüşmelerdeücret talepleri, işçinin korunması ve grev konularında savundukları görüşlerinieleştirebiliyorduk, hepimiz geri kalmış Güney Avrupa ülkelerindeki,Amerika Birleşik Devletleri'nin gettolarındaki, halkların özgürlükmücadelesine başladığı sömürgelerdeki durumları biliyorduk. Hiç kuşkusuzpek çok kişi yenilmişlik, aşağılanmışlık ve eziklik duygusuyla konuşmaktankaçınıyordu, oysa bir kez konuşmaya başladılar mı, dahil olduklarımeseleleri ne kadar iyi bildiklerini gösteriyorlardı, nereye gitsemgüncel bir sorunu anlamama yardım edecek yerinde bir yargı, yeni biratıf duyuyordum hep. Cumartesi akşamları ve pazar günleri annemin vebabamın çalışma arkadaşlarıyla, komşularla, bazen de yabancı konuklarla,Çekoslovakya'dan gelen metal işçileriyle, Strasburglu olan anneminyarım yamalak Fransızcasıyla konuşmaları izlemelerine yardım etmeyeçalıştığı İtalyan ve İspanyol yoldaşlarla oturma odası yerine geçen mutfağımızdabiraraya gelirdik. Gençliğinden beri sosyal demokrat olan, Avusturyaİmparatorluğu'nda savaş karşıtı propaganda yaptığı gerekçesiyle,Macaristan'da doğup büyüdüğü yer olan Nagy Emöke'nin tek siyasi tutuklusuunvanını kazanan babam bindokuzyüzonaltı baharında ağır yaralıolarak cepheden Almanya'ya götürülmüş, askeri hastaneden taburcuolup çürüğe çıktıktan sonra Bremen'e yerleşmişti. İşte ben de burada sekizKasım bindokuzyüzonyedide doğmuştum. Babam Weser tersanesindeiş bulmuş ve İşçi Eğitim Derneği'nde sürdürdüğü etkinlikleri aracılığıylaSpartakistler Birliği'yle yakınlığı olan Arbeiterpolitik gazetesiyle ilişkikurmuştu. Kasım bindokuzyüzonsekizde Liebknecht'in SosyalistCumhuriyet'i ilan etmesinden sonra Berlin'e gelmiş, sonra yeniden Bremen'dekidevrimci ayaklanmalara katılmış, yirmili yıllarda kendi çabasıve çalışmalarıyla mühendislik diploması almış, ancak mesleki yükselmeolanağı bulamamış, işyerinde ön ayak olduğu teknik yeniliklerden dolayı34


terfi edip Berlin'e gideceğimiz zamana kadar tersanelerde işçi olarak çalışmayadevam etmişti. Siyasi radikalleşme döneminde Bağımsız Sosyaldemokratların yanında yer aldıktan sonra Mart bindokuzyüzyirmibirde,sendikalardaki etkinlikleri için kendisine burada daha iyi koşullar sunulacağıgerekçesiyle yeniden Sosyal Demokrat Parti'ye üye olmuştu. Berlinve Bremen'deki mücadeleler sırasında partisinin yönetimi karşı güçlerinyanında olmasına ve daha sonra da parti politikalarıyla uzlaşmamasınarağmen partinin, tabandan gelen baskıyla sosyalist birlik cephesini kurmayazorlanabileceği görüşünü ısrarla sürdürmüştü. Eylem birliği içingösterdiği çabaya karşın babamın anarşist ve sendikalist bir tarafı vardı, onasıl memurlara, subaylara, bürokratlara ve müdürlere güvenmiyorsa,partililer de ondan hoşlanmıyordu. Partiyi parti yapanlar onun gözündeemekçilerdi ve onların partiye ağırlıklarını koyacakları beklentisindenvazgeçmiyordu. Komünist Parti'ye girmemişti, çünkü onların merkeziyetçilikanlayışını bir türlü benimseyemiyordu. Yönetici kadroların dayatmacıve alt kadroların itaatkâr oluşları kendi demokrasi anlayışıylabağdaşmayan bir ilkenin eseriydi. Ayrıca mutlak bir inanca bağlanma talebinide reddediyordu, çünkü ona göre böylesi bir bağlanmanın dinselkarakteri vardı ve ona bir erkin önünde eğilmeyi anımsatıyordu. Babam,ister sosyal demokrat ister komünist olsun bütün işçiler adına çalışarakve sendikada yükselmekte olan antikomünist eğilimlere karşı koyarkenSosyal Demokrat Parti'nin safında yer alıyordu, ama her defasında onlarıngeri çekilme ve uzlaşma manevralarına şiddetle muhalefet ediyor, öteyandan da devleti ortadan kaldırmak yerine onu kullanarak üretimi öncekontrol altına alıp, sonra da adım adım ele geçireceklerine güveniyordu.Reform ve devrim ikilemi durmadan tartıştığımız bir konuydu, belki debabamın savaştan sonra yaşadığı ayaklanmalar onu, toplumsal değişimincebren müdahaleler yerine işçi hareketinin zaman içinde güçlenmesi veyaygınlaşmasıyla, silahlı mücadele yerine demokratik yollarla gerçekleşebileceğineinandırmıştı. Bu konuda ona, oportünizmin, burjuvavari iktidaranlayışındaki teslimiyetçiliğin, taleplerin ertelenmesinin zaten çoktandırmücadele isteğini ve kararlılığını kırdığı söylendiğinde, buna yanıtolarak, iki büyük partinin taşıyıcı güçlerinin eskiden beri aynı yolda yürümeyehazır olduklarını, fakat yönetimlerin henüz bu birleşmenin yolunubulamadığını söylemekle yetiniyordu, faşizm tehdidinin hızla büyümesininbile Komünist Parti'yle birleşmeyi sağlayamadığı otuzlu yıllarınbaşında da hâlâ proleter aklın galip geleceğini düşünmüş ve hatta Ocakbindokuzyüzotuzüçten kısa bir süre önce, işçi sınıfının yozlaşmasını engelleyecekgüçlü karşı gösterilerin gerçekleşmesini beklemişti. Bu tür tartışmalarda,Bremen'deki arbedede yaralandıktan sonra hissizleşen ve onaher şeyden kuşku duyan adam havası veren sol omzunu yukarı kaldırırdı.Komünist Parti'nin Merkez Komite üyesi olan, komünist sloganlardasosyal demokratların sosyal faşistler olarak tanımlandığı bir dönemde35


sendika toplantılarında birlikte hareket edilmesi gerektiğinin sözcülüğünüyapan ve sosyal demokrat grupların ülkedeki illegal çalışmalarını destekleyenMerker babamın dostuydu. Merker, Dittbender, Münzenberg,Ackermann ve Wehner 7 onun, meslek kolundaki ve yabancı yoldaşlaradestek olan komünist kuruluş Rote Hilfe bünyesindeki çalışmalarda tanıştığıpek çok komünistten yalnızca birkaçıydı, babamın parti politikalarındakizıtlaşmaları aşmak için gösterdiği çabalarda bu isimler onu yüreklendirmişve desteklemişlerdi. İşçi partilerinin birbirlerine düşmesindenve büyük çoğunluğun ürkütücü bir uyum sürecine girmesinden sonra,geride, birbirimizden kopuk da olsak bir geleneği sürdürdüğümüzbirkaç isim kalmıştı, ama artık o gelenek de kırılmak üzereydi ve hiç kimsetarafından emin bir şekilde sahiplenilemiyordu. Benim annem babamve Coppi'nin annesi babası gibi insanlara eskiden çalışan kesimde rastlanabiliyordu,onların tutumları enternasyonalistti, ister sosyal demokratister komünist olsunlar parti dışındaydılar, siyaset belirleyici kararlarınıonları umursamadan alırken onlar ideolojik olarak bölücü öğeler yerinebirleştirici öğeleri arayıp kendi inançları doğrultusunda yaşamışlardı. Babampek çokları gibi bir yıl daha bekleyerek bir karşı gücün oluşmasınıummuş, beklemenin, bu kara günleri atlatmanın yıllar hatta on yıllar süreceğinionuru kırılarak gördükten sonra da iş aramak için Çekoslovakya'yagitmişti. Hayatlarındaki bu değişiklik hem anneme hem de babamazor gelmişti, babam partinin ve sendikanın yardımıyla ülkenin kuzeykenti Warnsdorf da kısa sürede bir tekstil fabrikasına yerleştirilmesinerağmen onlardan aldığım mektuplar uyum güçlüklerinden söz ediyor veorada da her geçen gün biraz daha yaygınlaşmakta olan güvensizliği imaediyordu. Annem ve babam, Çekoslovak vatandaşlığının hâlâ güvenli birkoruma sağladığı zamanda siyasi kovuşturmadan kurtulmayı başarmışlardı,ben de çalıştığımı kanıtlayabildiğim ve sürekli bir adres gösterebildiğimsürece Çek pasaportumla eğitimime devam edebilecektim. Baskıyadayanmak Coppi ailesi açısından daha da zordu, babası önce NasyonalSosyalist örgütlere girmeyi reddettiği için cilacı olarak çalıştığı silah fabrikasındanatılmış, çözüldükten sonra da daha düşük bir işte çalışmak zorundakalmıştı, Coppi'nin annesinin saat başına aldığı azıcık para ve babasınınücreti karın doyurmaya bile yetmiyordu. Çok sıkıştıkları zamanlardaonları kurtaran tek şey, Tegel Ormanı'nın kıyısındaki patates, havuçve fasulye ekili küçücük toprak parçalarıydı. Bu arada, üstümüze çökenbu belirsizlik ortamı tıpkı daha önceleri olduğu gibi kültürel arayışlarımızıpek engellemiyordu. Gerçi raflarımız edebiyat yapıtlarıyla dolup taşmıyordu,her hafta kent kütüphanesinden kitap alıyorduk, Hodann'la gö-7 Herbert Wehner (1906-1990): Alman Komünist Partisi (KPD) ve Komintern üyeliği yapmış olanWehner, (KPD) üyeliğinden ihanet suçlamasıyla çıkarılmış, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra AlmanSosyal Demokrat Partisi'ne girmiş ve partinin özellikle Doğu Bloku ülkeleriyle ilişkisindeve Batı Alman devletinin dış politikasında etkili olmuş bir politikacı. Wehner'in Doğu Almanya'yayakınlığı da kuşku uyandırmış ve kendisini "nüfuz casusluğu"yla suçlayanlar olmuştur.36


üştüğümüz sıralarda da eve onun bana seve seve ödünç verdiği yığınlakitap taşımıştım, ama bize ait olanlar özenle seçilmiş, yaşamımızın birparçası haline gelmiş, annem ve babam tarafından pek çok sıkıntıya katlanılaraksatın alınmıştı. Sık sık oradan oraya taşınırken yanımızda götürdüğümüz,kimileri Bremen'den alınmış bu kitaplar birkaç parça tabak çanak,yatak takımı ve giysilerin yanında değişmez demirbaşımızdı, çünkümobilyalar bizim için yeni bir semte taşınırken el arabasıyla ardımız sırasürüklenen, başka bir kente giderken de çabucak satılan gelişigüzel seçilmişkelepir mallardı. Mayakovski'nin şiir seçkisi, Mehring, Kautsky, Luxemburg,Zetkin, ve Lafargue'ın bazı yazıları, Gorki, Arnold Zweig, HeinrichMann, Rolland, Barbusse, Bredel ve Döblin'in romanlarıydı sahipolduğumuz kitaplar. Bir porselen vazo, bir dantel örtü yerine annem vebabam hep sayfalar dolusu bilginin, önerinin, kılavuzun basılı olduğu buküçük ebatlı kitapları satın almışlardı, kıt kanaat geçindiğimiz zamanlardabile annem ya da babamın eve elinde Toller, Tucholsky, Kisch, Ehrenburgveya Nexö'nün bir kitabıyla geldiği olur, akşamları mutfak lambasınınaltına oturup yüksek sesle sırayla kitaplardan bölümler okur ve okuduklarımızıtartışırdık. Bu kitapların önemi ve bizi hangi güçlere bağladıkları,polisin durmadan bizlerden birilerinin evlerini basıp yazar adlarınıbize karşı delil olarak kullandıkları zaman iyice anlaşıldı. Örneğin Lenin'inbir kitabının basılan evde bulunması en büyük hainlik demekti. Bunedenle muhafaza ettiğimiz kitapların sayısı giderek azalıyordu, Coppi'lerinmutfağındaki ocağın yanında duran küçük odun yığının altındakiküçük boşlukta Kapitale Giriş, Dimitrof ve Stalin'in konuşmalarının bulunduğubirkaç gazete kesiğinden, Völkische Beobachter' in içine sokulmuşRote Fahne'nin son sayıları ve Reclam yayınevinin çıkardığı Schiller'inWallenstein üçlemesinin birinci cildinin kapağı arasında saklanan, eldenele dolaşmaktan parçalanmış olan Reichstag Yangını Davası yatıyordu. İşçievlerinin eşyadan yoksunluğu ve yoksulluğu düşünsel yoksunluk olduğuanlamına gelmiyordu, bu yıllarda politik bilinç daha önceki tüm dönemlerinüstündeydi, devrimcilerin tümü tanınıyordu, daha önce hiçkimse parti aidiyetini bir sır olarak saklamamıştı, üyelerin listeleri Gestapo'nunelindeydi, bizler etrafa savrulmuş olarak kapıcıların, fabrika,apartman ve bölge yöneticilerinin, SA'ların ve SS'lerin gözetiminde yaşıyorduk,yakın dostlarımız ıslahevlerinde, çalışma kamplarında, ceza evlerindeya da sürgündeydi, geride kalanlar ise, yaşayabilmeleri için gerekliasgari şeylerle yetiniyordu. Bu koşullar içinde de her şey her zamankigibi temiz ve düzenliydi, çok sayıda insanın üst üste yaşamak zorundakaldığı odalar hiçbir zaman çözülmeye izin vermemişti, kıt kanaat yaşamak,moral bozma ve sersemleştirme bombardımanının karşısında suskunve güçlü bir başkaldırının ifadesiydi.37


Koyu yeşil muşambanın üstündeki ıslak ayak izleri, Coppi'nin annesinin,tası lavaboya boşaltmak ve ocaktaki çaydanlıktan tekrar sıcak suyladoldurmak için geçtiği yolu gösteriyordu. Şimdi bizim müzemizde duransunak, dedi, elindeki tasla geri gelirken, bir zamanlar kralların mülkiyetindeydi,vaktimiz varsa gidip onları görebiliriz, ama onların anlamınıkavramak, öncelikle de onların üzerinde hak iddia etmek istiyorsak, o zamanbize okulda öğretilmeyen her şeyi oturup yeniden öğrenmek zorundayız.Yerine oturup ayaklarını tekrar suya sokarken, değil plastik sanatlarlailgilenmek, okuma-yazmayı bile güç bela öğrendik, diye ekledi. Pekçoğumuz için bu mermer figürler dev boyutlardaki yaratıklardan başkabir şey ifade etmiyor, bunlar yerinden sökülüp alınacak olsa, o zamanlarbaşka eserlerin taşlarından yeni surlar ören işçiler kadar aldırırız ancakbuna. Bu taşları yerlerinden çıkarırken pratik bir iş yapıyordu onlar, sırtlarındakoca bloklarla vadiyi tırmanmak yerine bu iş için en yakın yerikullanabilirlerdi, ayrıca hızlı davranılmalıydı, düşman yolda, kale tehditaltındaydı. Ne zaman kapı girişlerinde sütun yerine duran atlasların arasındangeçsem kederleniyorum, istiyorum ki artık sırtlarındaki yükü atıpkurtulsunlar, kimse kapılarda eğilip bize kendi çektiklerimizi anımsatmasın.Onları sokaklarda barikat kurmak amacıyla kullansaydık, o zamanbizim için bir anlamları olurdu. Kaledeki işçiler için kesme taşlar yapımalzemesinden başka bir anlama gelmiyordu, taşların arka taraflarını dışarıyabakacak şekilde yerine yerleştiriyor ve bunu yapmadan önce de figürlerinkafalarını, kol ve bacaklarını parçalıyorlardı, çünkü her çıkıntıtaşların yerine yerleştirilmesini engelliyordu. Onlar bizdendi, yaptıklarıişin sadece eziyetten, mahrumiyetten ve onların yaptıklarını sahiplenipkendilerine pay çıkaranlara karşı duyulan bastırılmış öfkeden ibaret olduğununasıl gözardı edebiliriz, diye sordu Coppi'nin annesi. Ve günümüzeulaşan bu kalıntıların bize duyarlığımızı zenginleştiren bir şey sunduğununasıl öne sürebiliriz. Heilmann söze girerek, Hellenistik sanat yapıtları,Pergamon'a giren ve yeni saldırılara hazırlanan Müslümanlaragöre de, topraklarını savunan Bizanslılara göre de barbar kültürün ürünüydü,dedi. Arapların yapıları yerle bir etmek için hiç değilse nedenlerivardı, çünkü onlar fetih için gelmişlerdi, savaşta da yakıp yıkmak meşruydu,oysa Bizanslı kale beyleri düşmana karşı müdafaayı yapıtlardakiputperest öğelerden kurtulmak için kullandılar. Tanrıların yüzlerini yokederken toprağın oğullarını korudular. İki taraf da, Müslümanlar da Hıristiyanlarda dinlerine aykırı düşen, onlara yabancı gelen ne var ne yoksayok ettiler, bir tek yüksek bir gelişmişlik düzeyine ulaşan Pergamongeçmiş kültürlere karşı duyarlıydı. Nasıl ki meşin önlüklü atletik bedenlerebakarken onların üretildikleri zaman hakkında bir fikir edinebiliyorsakve onların durumlarına bakarak, insanları yine köleleştiren endüstrileşmeninyalancılığını görebiliyorsak, friz yontuculuğu da bizi, içinde yaşadığımızve olgunlaşıp son aşamalarına gelmiş olan bugünkü toplumun38


kökenlerini görebileceğimiz geçmiş bir döneme götürüyordu. Pergamon'unanlamını, nasıl kurulduğunu, nasıl parçalanıp yerini yeni aşamalarabıraktığını anlamaya çalışıyorduk ve bu konuşmalarımızda her cümlededüşünmeyi ve konuşmayı öğrenme, bilgi ve dilselleştirme sorunuarasındaki aşılması gereken uçurum da gündeme geliyordu. Ele geçirdiğigüçle ikinci bir Atina olmak isteyen Pergamon oranın tanrılarını da devralmıştı.Phidias'ın, altın ve fildişi Athena heykelinin taklidi olan dev tasvir,sütunlu geçitlerinde sahanlıkların arasına konmuş ahşap raflarda ikiyüz bin rulo yazının muhafaza edildiği kitaplığın iç avlusunda yükseliyordu.Burada geleneklerin önemi kavranmış, klasik yapıtların kopyalarınınve ticaret yoluyla el değiştiren ya da fetihlerde ganimet olarak elegeçen orijinallerin toplanmasıyla bir sanat koleksiyonu oluşturulmuştu.Geri dönüp öteki yüzyılların ürünlerine bakma olanağı Pergamon elitine,yeni bir çağa ait oldukları bilincini kazandırıyordu. Komşu kent Miletos'tayaşamış olan Anaksimandros'un ve Thales'in öğretileri materyalistbir yaşam anlayışının temel taşlarıydı. Pergamon düşünürlerinin bu ikibüyük öncüsü filozof olmaktan çok mimar, doğa araştırmacısı, matematikçi,astronom ve politikacıydılar. Onlar tüccar ve gemici sınıfında yeralıyor ve araştırmaları kendilerine verilen somut görevlere dayanıyordu.Onlardan köprüler, limanlar ve istihkâmlar inşa etmeleri bekleniyordu.Görevler arasında rakiplerin safdışı bırakılması, düşmanların yayılmasınınengellenmesi vardı. Karada ve denizde ticaret yolları geliştirilmeli,hammaddeler işlenecek hale getirilmeli, yeni sömürgeler kazanılmalıydı,işte bu amaçlarla onlar elementlerin özelliklerini bilmek ve dünyayı hiçbirmistik sapmaya yer bırakmayacak biçimde açıklamak zorundaydılar.O zaman tanrıların düzeni ta eskiden beri üstyapının bir parçasıydı veyönetenler tarafından sindirme aracı olarak kullanılıyordu, tıpkı eğitimlilerincahilleri uyutma aracı olarak kullandığı bugünkü din gibi, dediCoppi. Halk basit, yalın ve kolay olanla avunmalı, çektiği sıkıntıların karşılığınıalacağı bir öbür dünya umuduyla, görünmeyenin iyiliğine ve yardımınaduyduğu güvenle, aykırı her türlü düşünceyi kuşkuyla izleyip öfkelenmeve cezalandırma hakkını elinde tutanlar karşısındaki korkusuylayaşamaya devam etmeliydi. Yukarıdakilerin böyle batıl inançları yoktu,aşağıdakilerin çocuksuluğu müstehzi bir gülümsemeyle karşılanıyor,adet olduğu üzere halkın arasında dolaşıldığında ve ziyaretin gereği olarakçobanlarla, üzüm toplayıcılarıyla konuşulduğunda, okuması yazmasıolmayan bu insanların da edebi ifade yanlarının olduğu itiraf ediliyordu.Eğitilmişlere göre ölümden sonra yaşam yoktu, her şey burada, yaşarkenedinilmeliydi. Sınıflar arasındaki uçurum farklı dünyalar halindeki kavrayışlararasındaki uçurumdu. Onlar aynı dünyada yaşıyorlardı, aynımavi gökyüzünü, ağaçların aynı yeşilini, aynı akarsuları, aynı yıldızlarıgörüyorlardı, ama fark, herkese açık olmayan bilgilerden geliyordu, nesnelerideğiştirmeseler de onlara fazladan değerler yükleyip işlevler yakış-39


tiran ve ancak ayrıcalıklılara faydası olan bilgilerdi bunlar. DünyanınOkeanos'un anaforuyla çevrili yassı bir disk olduğuna, geceleri tanrılarınışığıyla aydınlandığına, Selene'nin kâh aydınlanan kâh koyulaşan ay kılığındakiaynasıyla gelecekteki felaketleri ve mutlulukları belirlediğine,Poseidon'un nefesiyle dalgaları kıyılara üflediğine ve bulutlardan gemicilereşimşekler fırlattığına inananlar yalnız başlarına uzaklara gitmeyigöze alamazlardı, onlar lidere ve silahı elinde bulunduranlara güvenmekzorundaydı. Ellerindeki araçlarla nesneleri işleyenlerin gözünde de, ortayaçıkan ürünü onların elinden alanlar gözünde de tahta, ateş, buğday,taşlar ve metaller bir ve aynı şeydi, ama gelirleri hesaplama işi ikinci grubunelindeydi, çünkü istenen ürünü veren toprağın sahibi de, ürünlerinsatışa çıkarıldığı pazarın sahibi de onlardı. Uşak bir elinde hafif yaprağı,bir elinde ağır taş parçasını tutup birindeki damarları ve diğerindeki madentaneciklerinin pırıltısını görüyordu, bu ince doku bir daldan, bu taşparçası yarılmış kayalardan koparılıp alınmıştı, onların üstünde oynaşanışığı toprak sahibi de görüyordu, ama o bundan başka maddenin bölünemezparçacıklardan, özellikleri ve türleri farklı olan nesnelere biçim verenatomlardan oluştuğunu biliyordu. Efendi de tıpkı yamakları gibi uzaktakitepelere, turna sürülerine ve pusun içinde bulanıklaşan dağ sırtlarınabakarak aynı topraklarda yürüyordu, ama onun bilincinde rençperinkindenbambaşka ölçüler vardı. O, ihtiyacı olanı anlama itkisiyle mekânındört boyutlu kavranışına doğru bir adım atmış, yeryüzü düzlemini büktüktensonra dünyanın yuvarlaklığını ve düz bir çizgiyi izlediğinde çıkışnoktasına geri dönme imkânını bulmuş, başka kürelerle birlikte güneşinçevresinde ve aynı zamanda kendi çevresinde dönmekte olan bir küredebulunduğunu keşfederek düşünme süreçlerine zaman faktörünü eklemişti.Ege Denizi'nin ve Mısır'ın berrak gecelerinde sırtüstü uzanarak,gökyüzü haritalarında yıldızların konumunu göstererek, ay ışığının azalmasınave artmasına neden olan kurallarla tanışarak, yerkürenin kendiçevresindeki, ayın yerküre çevresindeki, yerkürenin güneşin çevresindekidönüş süresini tam olarak hesaplayarak, güneşin gezegenleriyle birliktebirbirlerine akıl almaz uzaklıktaki milyonlarca yıldızın yoğunlaşıp devbir sarmal oluşturduğu ve böylece sonsuzun kendi içine kapalı bir sisteminparçası olduğunu saptayarak takvimini yapmıştı. Nasıl ki neye ihtiyacıolduğunu bilmek gibi bir meziyeti varsa, onun için en basit açıklamada hakiki olandı. Eski zamanların basit ve hakiki açıklaması, dünyayı üstündekitüm yaşamla birlikte tanrıların yaratmış olduğu fikriydi, ama birkez dağlar ve denizler aşıldıktan, bakışlar yukarı çevrilip görüş açıları genişlediktensonra tanrıların kendi haline terk ettiği yerküreyle birlikte evrendesalındığı fikrini hiçbir şey sarsamazdı artık. Nil Nehri dolaylarındakiSyene'de güneş tam tepedeyken bir kuyunun dibindeki suya yansıdığını,yere dikine saplanan sopaların gölge yapmadıklarını, buna karşılıkgünün aynı ânında kuzeydeki İskenderiye'de gölge olduğunu göz-40


lemlemişti. İki bölge arasındaki mesafe uzayıp yeryüzünün eğimi genişledikçegölge boyutları arasındaki fark da büyüyordu, demek ki iki ayrınoktada yere çekül doğultusunda dik açıyla saplanan sopalar yeryüzününmerkezine uzansa belli bir açıyla bir yerde keşişeceklerdi. Bu açı veiki nokta arasındaki mesafe sayesinde yeryüzünün çizdiği yayın derecesi,buna bağlı olarak da çevresi neredeyse tam olarak hesaplanabilirdi. Amao, nasıl ki vadi çukurluklarında zeytin dikimi söz konusu olduğunda ayve güneş tutulmasının, medcezirin, fırtınaların ve yağmurların nedenlerinikendine sakladıysa, yerküre bir ateş topu olmaktan çıkıp soğuduğundan,fokurdayan suların içinden kıtalar yükseldiğinden ve balçıklı sudainsana dek uzanan hayat başlayıp geliştiğinden ve bunlardan da önce birzamanlar ilk maddeden kütlelerin kopup boşlukta birbirlerini çektiklerinden,dünyaların bunların çarpışmalarından doğup sonra yeniden yokolduklarından da söz etmiyordu hiç. Varoluşun ereği sorgulandığında,bu dinamizmin altında zorunluluk yasasının yattığı dile geldi, ve bu yasayıbir kez idrak edenler artık özgür iradeleriyle onun üzerinde egemenlikkurabilirlerdi. Özgür irade o andan sonra zorunluluğun peşine düşmektenibaret olacaktı. Sahip olduklarını çoğaltmak güdüsüyle o, yeryüzünükuzeydeki buzullu Thule Adası'ndan Afrika'daki Ümit Burnu'na,batıdaki Herakles sütunlarından doğudaki pek çok kola ayrılan GanjNehri'ne kadar araştırırken, köylü küçücük tarlasını arşınlayarak elindengeldiğince ölçmeye çalışıyordu. Köle kadırganın dibinde durmadan kürekçekmek zorundaydı, ona forsa başının vurduğu davulun temposunauyarak hızlı hızlı bir öne bir arkaya eğilmekten başka bir şey verilmemişti,periyodik yolculuklardaki yol gösterici akıntılarıyla, musonları ve alizeleriyleaçık denizlerse takımyıldızlarına göre konumlarını belirleyengüvertedeki seyir subaylarına aitti. Özgür olmayanın tek gerçeği dolaysızilişki kurduğu alandı, bütün çabasını da bu alanla baş edebilmek için harcıyordu.Özgür olansa durmadan yeninin heyecanını yaşıyor, kıyı şeritlerinive coğrafi oluşumları çiziyor, yeni deniz yolları, hammadde kaynakları,değiş tokuş olanakları keşfediyordu. Hizmet etmeye mahkûm olan,tekdüzeliğin içinde hızla solup sararırken, inisiyatifi ve çeşitliliği elindebulunduran gençleşiyordu. O din adamlarının ayinlerinde hastalıktankorunmak ve iyileşmek için dua etmek zorunda değildi, doktorlar ona organların,nabzın, kan dolaşımının ve sinirlerin nasıl çalıştığını anlatmış,tüm ilaç çeşitlerini onun için hazırlamışlardı. Mülksüzler bolluktan birazolsun yararlanabilmek için sunaklarında hükümdarın isimlerini bile bilmediğiyer ve gök tanrılarına adak adıyorlardı. Zenginler sikkeler, bankalar,fetihler yoluyla canlarının çektiği her şeyi elde edebiliyorlardı. Almanınve vermenin, sürgit bir ayrışmanın ve kaynaşmanın tüm canlılarınözüne uygun düştüğünü söyleyenler onların düşünürleriydi, birleşme veayrılma, yoğunlaşma ve çözülme, çekme ve itme her şeyin temel ilkesiydi,hiçbir madde yoktu ki, karşıtlıklardan oluşmasın. Nasıl ki dünyayı bil-41


mek ona egemen olmak anlamına geliyordu, egemenlik de iktidar ve zorkullanma hakkıyla bağlantılıydı. Girişimciler sahip oldukları ağzına kadardolu ambarları, mallarla yüklü gemileri, sayfiye evleri, sarayları, hazinedeğerindeki sanat eserleriyle izledikleri yolun doğruluğunu kanıtlıyorlardı.Onlar ilerlemeden yanaydılar, işi dağıtıyor, ihtiyacı olanı yanındatutup işe yaramayanı atıyor, atölyeler ve fabrikalar kuruyorlardı, rakipMısır makamları papirüsün ihracatını yasakladıktan sonra teke derisindenyapılma kâğıt üretimine ağırlık verip koyun yapağını renklendirmetekniğini geliştirmişlerdi. Dokumacılar, kunduracılar, terziler ve demircileronlar için iş başındaydı, kervanlarına Çin'den aldıkları fildişi, ipek veporselenle, Hindistan'dan aldıkları baharat, esans, merhem ve incileriyüklüyorlardı. Tersaneleri için gerekli olan tomrukları dağ ormanlarındangetirtiyor, bakır, demir cevheri, altın ve gümüşü kuyulardan çıkarttırıyor,hayvan sürülerini güttürüyor, atları ehlileştirtiyor ve ülkesine KüçükAsya'nın bol verimden dolayı tahıl ambarı unvanını kazandıran buğdayıtaşıtıyorlardı. O zamanlar kazandılar, dedi Coppi, bize karşı avantajlıdurumlarını, ürettiğimiz her şeyin bizim yukarılarımızda işe yaraması vekendi ürettiğimizden bize payın yukarılardan bahşediliyor olması dayine o zamanlara dayanıyor, tıpkı iş için söylendiği gibi, işi bize veren onlaroluyor. Sanat ve edebiyatta söz sahibi olmak istiyorsak bu alanlarlaaykırı bir ilişki kurmak zorundayız, yani onlarla ilintilenmiş olan tüm ayrıcalıklarıdevreden çıkarıp kendi taleplerimizi ortaya koymalıyız. Heilmann,kendimizi bulabilmek için, dedi, yalnızca kültürü değil araştırmaalanlarını da yeniden yaratmak durumundayız. Gezegenimizin biçimi veevrendeki konumu üzerine bilinen şeylerden söz ettik, ama bu basit bilgilerdebir tuhaflık görmeliyiz. Dünyanın yuvarlak olduğunu ve kendi çevresindedöndüğünü dile getirmek zenginlerin ve yoksulların varlığınıonaylamak anlamına gelir. Fiziğin temel ilkelerinden söz ederken aynızamanda bilim kadar eski olan ve çalışanlarla çalıştıranların ayrıldığı işbölümündende söz etmiş oluruz. Antikçağ bilimcilerinin temellendirdiğidünya görüşünü bütünselliği içinde benimsemek, toplumsal ilişkilerinmevcut kurallarına bağlanmanın da bir ifadesidir daima. Dönmekte olanbir kürenin üstünde yaşadığımızı bilmekle birlikte, bu bilginin doğalmışgibi gösterilen bütün diğer türevlerini unuttuğumuzda düşünmemizi belirleyenşeyin dehşet verici boyutlarda olduğunu anlayabiliriz ancak. PergamonKrallığı'nın doruk noktasına ulaşmasının üzerinden iki bin yılgeçmişti, yine de Manifesto'dan yaklaşık bir yüzyıl sonra iktidarı durmadanellerinde tutmalarına izin verdiğimiz egemenler hâlâ keşfedilmiş herşeyi kendilerine mal ediyorlardı. Çözülme Manifesto'yla birlikte başlamıştı,ama birilerinin seçilmiş olduğu ve birilerinin de uşaklığı fikri o kadargüçlüydü ki, henüz hiçbir şey çalışanların, bir sonraki toplumsal aşamaiçin yapılan her hamlenin taşıyıcısının kendileri olduğunu anlamalarınısağlayamıyordu. Mysia'nın verimli tarlalarının, Elea'nın işlek limanı-42


nın üzerindeki dağda kalenin soyluları becerilerini kullanmaktan başkabir şey yapmıyorlardı, dünyanın işleyişine ilişkin temel sorular yanıtlanmıştı,yönetim sömürü ve kârın karşılıklı etkileşimini gözetim altında tutuyordu,ticaret uzmanların elindeydi, bölge valilerinin yönetiminde üretimidenetleyen bürokratlar ve memurlar vardı, küçük toprak sahiplerindenkira, köylerden vergi çoğunlukla garnizon birliklerinin baskısıylatoplanıyor, belediye meclisi kentlerdeki düzeni sağlıyor, dış politika senatotarafından yürütülüyor ve eskiden genç erkeklerin savunma eğitimi almalarıiçin kurulmuş olan gymnasion'ların avlularında, sütunlu geçitlerindeve spor alanlarında öğretmenler ve öğrenciler rahatsız edilmedenanlatı sanatlarıyla, resim ve heykelle, müzik, dans ve tiyatroyla, terennümve güzel yazıyla uğraşabiliyorlardı, sağlam ve katı bir örgütlenmeniniçindeki bu alanlar henüz tüketilmemişti. Sanatı aşağıya, yanı başımızaindirmek istiyorsak, göz kamaştırıcı beyaz duvarlarla çevrili, etrafı çiçektarhları ve servilerle dantel gibi örülmüş ve sanatın özerk varlığınısürdürdüğü bu doruğa yönelmek zorundaydık. Akademinin önde gelenlerikendilerine kuşkucu diyorlardı, çünkü onların görevi araştırmak, enineboyuna düşünmek ve kuşkulanmaktı, eleştirmen olarak adlandırılmaksaonlar için onurlu bir unvandı, çünkü parçalarına ayırıp çözümlemesiniyapmadıkları ve değişimin kaynağı olmayan hiçbir şeyi benimsemiyorlardı.Egemenlerin dünyasında taşıdıkları sorumluluktan dolayı elealdıkları her şeyi sorgulayabilirler, o zamana dek el atılmamış düşün vesanat alanlarına uzanabilirlerdi, çünkü üstünde hareket ettikleri zemin istikrarlıve dizgeliydi. Şahsı için özel olarak yapılmış bahçesinde, Kratesgibi kendi yetkinliğinden emin birinin yanında olup dilin özelliklerini tanımlayışınıdinleseydik, ağzından çıkan her sözü not edebilirdik, dediHeilmann, sonra da mutfak lambasının altında defterini açtı. Edebiyateleştirisinin Krates'e göre üç görevi vardı, birincisi diksiyonun, sözdiziminve tümce öğelerinin incelenmesi, ikincisi seslerin, deyimlerin, biçeminve figürlerin değerlendirilmesi, üçüncüsü fikirlerin ve imgelerin tarihselaçıdan mercek altına almmasıydı. Onun ekolünde dilsel nitelikler,karanlıkta kalan bütün noktalara akılcı bir açıklama getirildiğinde saptanabilirdiancak, bu nedenle öne sürülen her bildirim ampirik gözlemlerleve pratik deneylerle sınanıyordu. Tasarımların sınırlarının genişletilmesimantık temeli üstünde gerçekleşiyor ve meçhul olan ancak adlandırılabildiğive biçimlendirilebildiği zaman güzel olmayı hak ediyordu. Sezgininkarşısında kavramanın önceliği vardı daima, sanat bir bilimdi, tıpkı geometrive statik gibi. Böylece Pergamon sarayının bilgeleri kendilerindenönceki doğa araştırmacıları tarafından geliştirilen bakış açılarını izlemişoluyorlardı, bulguladıkları her şey kullanılabilirliğine göre değer kazanıyordu.Onlar iki bin yıl sonra hâlâ geçerliliğini koruyan kuralları koymuşlardı,kavrama gücümüz hem bu kurallar sayesinde gelişiyor hem dekavrayışımızın serpilmesine izin verenlere hizmet ediyordu. Bu zihinsel43


zenginliğin kaynağı zorbalıktı, sanatın ve felsefenin her bir sözcesinin temelindezorbalık vardı. Zihinsel üretim ne kadar yüceyse şiddetin egemenliğide o kadar kudurgandı. Pergamon Krallığı'nın yükseliş dönemiyalnızca birkaç on yıl sürmüştü, bundan önceki yüzyılsa bitmek bilmeyensavaşlarla geçmişti. Bu model bugünkü devlet oluşumlarına da tekabülediyordu hâlâ. Eski köleci toplumun yasaları hâlâ varlığını sürdürüyordu.Bütün başkaldırılara karşın halkın çoğunluğu hep elit için sefereçıkmak zorundaydı. Komutanların köylülerin silah altına alınmış oğullarını,savaş tutsaklarını Küçük Asya'nın toprakları üstünde bir oraya birburaya ite kaka sürüklemelerinin ve bir zorbanın iktidarı çökerken birbaşkasınınkinin kurulması adına muharebelerde oluk oluk kan akmasınınüstünden iki bin yılı aşkın bir zaman geçmişti. Ama babalarımız dadaha yirmi yıl önce böyle bir kitle katliamından ancak sıyrılabilmişti, yenibir başlangıca işaret eden Ekim Devrimi'nden bu yana geçen zamansa kıyımlarınuzun tarihiyle karşılaştırıldığında çok kısaydı. Yukarıdakilerdaima hakları ellerinde tutup hegemonyalarında ısrar etmişlerdi, ta kibaşka güçlüler onları yerlerinden edene kadar, bizlerse bugüne kadar hepgeri adım atmanın ve buyruklara uymanın ötesinde bir şey yapmamıştık,gelişini göremediğimiz ve yeniden dirilmekte olan zorbalık karşısında birkez daha harekete geçmeden öylece bekliyorduk. Kapısı sürgülenmişmutfağımızda İskender'in, Yunan siteleriyle, halklarıyla, kaleleriyle ardındabıraktığı topraklara baktık, efendileri için el ele verip fetihler yapanve bir dünya imparatorluğu kuran, ama sonra birbirlerine düşman kesilengeneraller buralarda artık kendi krallıklarını yönetiyor, açgözlülükle topraklarınıgenişletmeye bakıyor, Makedonya'dan, Trakya'dan, Bithynia'dan,Pontos'tan, Kapadokya'dan, Babil'den, Suriye ve Mısır'dan birbirlerininüzerine birliklerini salıyorlardı. Büyük İskender'in ölümünden sonra topraklarüzerinde hak iddia eden generallerin, yani diadokların ülkeleri mutfakmasasının parlak yüzeyinin üstündeydi, Coppi Çanakkale Boğazı'nıntam önünde geriye kaykılmış oturuyordu, bir zamanlar ordu komutanınınmuhafızı olan Lysimakhos buradan yola çıkıp Ege kıyısı boyunca güneyeilerlemiş ve Tios'lu genç bir yüzbaşı olan Philetairos'u PergamonKalesi'nin başına getirmişti. Coppi'nin annesi, Babil Kralı Seleukos'unKrallığı'nın kuzeyde sınırlarını çizen Toros Dağları'nın üzerine doğrueğildi, Heilmann'm eli Ptolemaios'un hüküm sürdüğü İskenderiye'dendenizi aşarak Attaloslarnı başkenti olacak merkeze doğru kaydı. Garnizonuyenilemek ve genişletmekle, valileri himaye etmekle görevlendirilenPhiletairos yetkilerinin eline verdiği fırsatları çok kısa sürede görmüştü,artık Lysimakhos'a hizmet etmek yerine onun tekelci konumunu sarsmakistiyordu. Kalenin kulesinde muhafaza edilen ve otuz iki milyon altınmark değerinde olan dokuz bin talentlik hazineyi koruması altına alıp ülkenindört bir yanında arkasında güçlü bir destek örgütlemek için bütünaraçları devreye soktu. Lysimakhos mahvolup onu yerine getirmesi gere-44


ken görevler konusunda uyardığında bu taleplerin ne anlama geldiğinisorabilecekti ona. Lysimakhos onun için tehlikeli değildi, ayrıca Philetairosonun güneydeki rakibi Seleukos'la ittifak halindeydi, askeri dengelerbozulmadıkça bu işbirliği karşılıklı saygı çerçevesinde devam edecekti.Bunun adı dostluk antlaşmasıydı ve pazar yönetimi terminolojisine uygunolarak İskender'in Persleri geri püskürtmesinden sonra eski özgürlükhaklarının bir bölümünü yeniden kazanan kıyı kentlerini himayesi altınaalmıştı. Büyük fetihçinin demokrasiyi yeniden kurmak istediğine vebu konuda Yunanların bütün ırklar karşısında önceliğe sahip olmaları gerektiğineilişkin sözleri şehir devletlerinin işine yarıyordu. İskender Asyaiçlerine yaptığı on yıllık seferinde İndus havzasına kadar uzanan askeriüsler ve vergi bakımından özellikle korunan Helen tüccarları için kendiadını verdiği koloniler kurmuş, bu süreçte İskender'in eski söylemi de değişmişti.Şan şöhret hırsı ve ölçüsüzlüğünün yırtıcılığıyla kurduğu dünyaimparatorluğunun birliğini sağlayabilmek için ırk ayrımcılığından vazgeçmekzorundaydı. Artık uzlaşmadan, Doğu ve Batı kaynaşmasından,tek bir cemaatten ve uyumdan söz ediliyordu, oysa bu, doymak bilmezve zaferle sonuçlanması gereken savaşma gereksiniminin, yakaladıklarındaöldürene kadar işkence ettikleri düşman hükümdarları ele geçirme isteğinin,birlikleri güçlendirmek için köle olarak kullanılan savaş tutsaklarınave subaylarla üstün hizmetleri olan askerlere sunmak için kadınlaraduyulan ihtiyacın göstergesiydi yalnızca. İskender'in erken ölümündenönce hidayete erdiği ve neredeyse bir alçakgönüllülük nöbetine tutulduğusöyleniyordu, oysa o sabrı tükenen birliklerde düzenli olarak baş gösterenayaklanmalar sırasında ileri derecede isteri nöbetleri geçiriyordu.İskender, bugün var gücüyle dünyanın efendisi mertebesine tırmanmayaçalışan o onbaşının bile başaramadığı bir tonla, umudu kırılıp yorulanları,her türlü vaatte bulunarak yeniden yanına çekiyordu. Eğer yüksek ateşbu adamı otuzunda alıp götürmeseydi, bir süre daha bu çılgınlığı sürdürür,sonra da o dev eserinin dört bir yanından ufalanan dayanıksız dokusuiçinde çöküp giderdi. İskender ardında kargaşa, yıkıntı ve düşmanlıkbırakmıştı. Ticari dalaveraları iyi bilen Philetairos başlangıçta desteğineihtiyaç duyduğu toprak sahiplerinin ve tüccarların ayrıcalıklar elde etmesinisağlamıştı, büyük toprak sahipleri arazilerini genişletebilir hale geldiler,sömürge ticareti serbest bırakıldı, yurttaşlık hakkına sahip olanlarbir süre zarara uğramadan yaşayabildiler, vergilerin ve kira faizlerinintahsil edilmesindense küçük çiftçiler, zanaatçılar ve işçiler zarar görüyordu.Kıyı kentlerinde yaşayanlar zaten daha önce İsparta ya da Atina'nınaskeri cuntaları, Lidyalı bir kral, Makedonyalı, Trakyalı ya da Rodosludonanma komutanları tarafından iliklerine kadar sömürülmüşlerdi, amaPergamon Krallığı'nın kurulması ekonomik bir canlılığın başlangıcı gibigörünüyordu, hükümdarınsa kalesinde debdebe içinde yaşamasından çıkarelde edebilirlerdi, çünkü o kendini ne kadar önemli gösterirse komşu45


krallıklardan o kadar saygı görecekti. Onun, sitenin etkisini her geçengün azalttığının henüz kimse farkında değildi. Surlarla çevrili kentlerdeeskiden olduğu gibi sınıfsal ayrım sürüp gitmekteydi, yurttaşlar, göçmenler,askerler, azledilenler, özel mülkiyete, kamuya ve krallığa ait köleler;yurttaşlar meclisin ve senatonun çıkardığı yasalara bağlı olan, görünüştebu demokratik yönetim biçiminde söz sahibiydiler, belediye meclisiüyeleri halk tarafından seçilebiliyordu. Orduya bağlılıklarını kanıtlayanyabancı paralı askerler yurttaşlık hakkı kazanıyor, subaylara kendi tasarruflarındaolan topraklar, savaşlarda kendilerini gösterip öne çıkan askerleretarlalar dağıtılıyordu, Yunan şehir devletleri toplumundan mutlakHellenistik monarşiye geçiş, zenginleşerek yaygınlaşan ve çıkarı gereğiekinini, hayvanlarını, meyve bahçelerini elinde tutmak isteyen bir katmanınortaya çıkış süreciyle birlikte gerçekleşmişti. Philetairos bu durumuulusal bir duyarlılığın geliştirilmesi için kullanmıştı, böylece devleti silahlasavunmaya hazır bir kitleyi devamlı tetikte tutabilirdi. Kral güneydeki vedoğudaki hükümdarların açgözlülüğüyle karşı karşıyaydı, ama bununyanı sıra kentlerin ve kırsalın desteğine asıl, kuraklığın ve Germenlerinyerlerinden edip sürdüğü, Tuna'yı takip edip Trakya'yı aşan ve boğazdanİyon kıyı bölgelerine geçen Keltleri püskürtmek için ihtiyacı vardı. İskender'ingenerallerinden birisi olan babasının adını vererek Attalos hanedanınıntemellerini atan Philetairos, silah altına aldığı çok sayıdaki askerinedaha iyi söz geçirebilmek için tanrıların şefaatiyle mitosta yer almak istiyordu.Tıpkı bir zamanlar İskender'in Herakles'in ardılı olduğunu önesürdüğü gibi, o da annesi Auge'yi bir deniz kazasında yitiren ve sonra daPergamon Dağı'nı yurdu olarak benimseyen Herakles'in oğlu Telephos'unsoyundan geldiğini beyan etti. Philetairos ve kardeşi Eumenes'inGalatlara karşı savaşmasını, onların ardılı olan Birinci Attalos'un ülkeyidüşmanlardan temizledikten sonra kendini kral ilan etmesini kapsayanelli yılın öyküsünü anlatmak bir karabasanın karmaşıklığını açıklığa kavuşturmayabenziyor, dedi Heilmann. Bir gün bu fantazmagoryanın motiflerinikaynağına inerek araştırmak istediğini söyleyerek sözlerine devametti, tabii çağımızın son elli yılında olup bitenler de benzer bağıntılarlaaynı kaynaktan geliyor ve iki bin yıl boyunca edindiğimiz kazanımlarıyıkmak istiyordu. Galatlar biracıydı, Helenler ise şaraba bayılıyordu,dedi Heilmann, ülke halkının gözünde topraklarına sızan bu yeni insanlarıkendilerinden ayıran tek fark önce buydu, borazanlarıyla, ailelerinindoluştuğu yük arabalarıyla oluk oluk gelen bu başıbozukların görenekleri,daha önce çalıp çırparak, yağmalayarak bölgeyi boydan boya geçenparalı askerlerinkinden daha hoyrat değildi. Bu insanlar yerleşebileceklerive şerbet otu ekebilecekleri topraklar arıyorlar ve kendileri nasıl yurtlarındanedildilerse onlar da başkalarını meskenlerinden etmeye çalışıyorlardı.Korunaklı kentlere yaklaşmıyor, yol kesip kent sakinlerinden gümrükparası almakla yetiniyorlardı, bu yaptıkları çektikleri sıkıntı açısın-46


dan meşruydu, ayrıca despotik bir çağda âdetten olmuş yöntemlere deuygundu. Galat soylarından bazıları zengin ticaret merkezlerini kuşatıyor,onlara koruma önerip bu hizmeti, el koydukları mal karşılığı ödetiyor,orada burada ambar basıyor, limanları işgal ediyor, böylece de KüçükAsya'nın kuzeybatısında yayılıyorlardı, buna karşılık başka kollar da Frigyave Kapadokya arasında onlara sığınak sağlayan yaylaya yönelmişlerdi,yaylaya çıkanların erkekleri Bithynia ve Pontos ordularına hizmet etmeyehazırdı. İşgüçlerini en iyi piyade ve süvari olarak satabiliyorlardı, bu kollarkuzeydoğudan Nikomedes ve Mithridates komutasında Pergamontopraklarına doğru ilerlerken, başka Galatlar da ülkenin kuzeyindekisoydaşlarıyla karşı karşıya gelmek üzere Attalosların ordusuna katılmışlardı.Galatların Galatlarla savaştıkları gibi, Makedonyalılar ve Trakyalılar,Persler ve Suriyeliler de birbirleriyle çatışıyorlardı, bütün birliklerdekimin için savaştığı hiç önemli olmayan Giritli, Rodoslu, Kıbrıslı paralıaskerler, kendi kabile reisleri, tanrıları ve kültleriyle dağınık göçebe gruplarve İskender Savaşlarından kalma Fıratlı Kyrtiler vardı. Bu kargaşanıniçinde günde bir drahmi alan, iaşeleri karşılanan, vergiden muaf tutulanve savaş ganimetlerine sahip olabileceklerine, ayrıca öldükten sonra damaaşlarının kesilmeyip ailelerine verileceğine dair kendilerine güvenceverilen köy gençleri de yer alıyordu. Askerler için anayurt diye bir kavramyoktu. Asker olmak zorunda kalanlar, subaylar istedikleri kadar kutsalgörev ve yükümlülüklerden söz etsinler, flamaları altında toplandıklarıefendilerinin adını bile bilmiyorlardı. Onlar krallara toprak, yeraltı zenginliği,hammadde ve en önemli üretim aracı olan köleyi getirmek içinuygun adım ilerliyorlardı. İşçiler birbirlerini boğazlayarak köleliklerinidaha da pekiştiriyorlardı, mevcut durumdan yararlanan Seleukoslularınve Ptolemaiosluların de dahil oldukları amansız ticari çekişmelerin sonucundakendilerini düşman safları içinde buluyorlardı. Pergamon'un propagandauzmanları eylemlerin asıl amacını örtmek için vahşi ve aşağı ırklara,ayıklanması gereken barbarlara yönelik feryatlarını tekrarlamaktangeri durmuyordu, İskender'den miras fikrin, halkların barış içinde birlikteyaşayabileceğine dayanan yanılsamanın son kalıntıları da, pazar meydanlarındayabancıların haydutlukları, yağmacılıkları, tecavüzcülüklerive kundakçılıkları üzerine atılan nutuklarla yok olup gitmişti. Zalim işgalciimgesiyle uyuşturulan, Pergamon'un zaferi için her şeyi feda etmezlersetoptan köleleştirilecekleri tehdidiyle ürkütülen kentliler ve toprakbeyleri ellerinde kalan son parayı, hayvanlarını ve mahsullerini veriyorlardı.Yönetimde artık çoktandır söz sahibi olanlar saray memurlarıydı,vekiller seçimle işbaşına gelmek yerine Kralın tavsiyesiyle atanıyor, angaryaişçileri efendilerinin artan vergilerden dolayı uğradıkları zararı artıkkarşılayamıyorlardı, sanatsal zenginliklerle doruğuna ulaşan yüksekkültür dönemi başladığında eski sınıfsal yapı artık iyice keskinleşerek ayrışmıştı,bir yanda ayrıcalıklılardan oluşan küçük bir zümre, öte yanday-47


sa kanı çekilmiş yurttaşları, yoksullaştırılmış tüccarları ve zanaatkarları,kökenleri farklı köleleri içinde barındıran amorf bir kitle vardı, ama kuşatıcıbir sefilleşme bu kitlenin içindeki herkesi gittikçe birbirine benzetiyordu.Pergamon monarşisi, sürekli körüklenen bir şiddetin art arda indirdiğidarbelerle uygulanabilirdi ancak, dedi kapının önünde volta atanHeilmann. Bilmem kaç yüz bin kişinin hayatını kaybettiğine tarihçilerinkaynaklarında rastlanmıyordu, yine de Kaikos zaferinden sonra kırk binGalatyalının tutsak alındığından söz ediliyordu, kılıçtan geçirilenler vedoğudaki dağlık bölgeye kaçanlar da hesaba katılırsa bu sayının katlanacağıtahmin edilebilirdi. Duvarların çevresini sarmış külçe gibi sessizliğebirkaç saniye kulak kabarttık, silah ve metal şakırtılarını, öne atılışlarınboğuk gürültüsünü, demirin etle çarpışmasını duymak üzereydik, sonramutfakta bir saniye boyunca göğüs göğüse savaşın şiddetine tanık olduk,lambanın altında miğferler ve kılıçlar parıldadı, Galatyalı savaşçılarınkatledilen kadınları ve çocukları yere yığıldı. Daha sonraki barışsa tahminedileceği gibi sözde bir barıştı, dedi Heilmann, çünkü yabancı kökenlikölelerin yığışması, halkın boyuna sömürülmesi kaçınılmaz olarak huzursuzluğubesliyordu. Artık arazileri ve ticarethaneleri işleten feodal ailelerden,bir subay kastından ve çürümüş bir yönetimden güç alan kurtarıcıAttalos'un hazırladığı reel politika, askeri rejimini sağlamlaştırıp oğluİkinci Eumenes'un Pergamon'u dünya çapında üne kavuşturmasının koşullarınıhazırlayacaktı. İki kuşak sonra soyunu sona erdirecek olan güneydekihasımlarını kendinden uzak tutacak antlaşmalar yaptı. Akdeniz'dekiegemenlikleri gittikçe güçlenen Romalılarla sonunda zararlı çıkabileceğidüşmanca ilişkiler kurmak yerine onlarla iş anlaşmaları yapıpticarethane açma yetkisi vermesinin yanı sıra kültürel alışveriş içine degirmiş, Pergamon krallığı, Makedonya fetihlerinde Roma'ya destek verirkenRoma da Pergamon'a Suriye'de Antiokhos'un, Pontos'daysa Pharnakes'indevrilmesinde yardım etmişti. Roma'yla yapılan pakt olmasaydı,şaşırtıcı bir biçimde tersyüz olmuş frizleriyle Zeus Tapınağı da olmazdı.Müzakerelerle ve hareketli bir diplomasi oyunuyla güvence altına alınankırk yıllık barış döneminin son yirmi yılı her şeyden soyutlanıp, insandüşüncesinin, var gücüyle yüzyılların içinden geçip gelen sanatın bir senteziniyapmak üzere içe kapanmaya adanmıştı. Kendine hayırsever diyen,potansiyel saldırganları sindirmek için Roma Senatosunun lütfunaihtiyacı olan, buna karşılık da Çanakkale Boğazı'ndan Toroslara kadaruzanan Krallığı'yla Romalıları saldırgan Asya hükümdarlarına karşı koruyan,küçük bir çevreye bolluk getiren, kitlelerinse bilinçlerini bulandırarakonları kulluğa ve dermansızlığa sürükleyen iktidarını sanat yapıtlarınınaurasıyla süslemek isteyen Eumenes'in emri üzerine, ona sadakatlebağlı yontucular çağın bütün verilerini aşan olağanüstü özelliklere sahipbir yapıt yaratmışlardı. Olağandışılık devletin düzenini sarsacak türdendeğildi elbette, yapıtın kimi yüceltip kimi alçalttığı yeterince açıktı, ama48


işlenmiş bu taşı düşündüğümüzde, gözümüzün önüne tanrıların yüz hatlarınındonukluğu ve soğukluğu, boyutları ve dokunulmazlıkları içindekigerçekdışılığı geliyordu, buna karşılık ezilenler bütün çirkinleştirmeçabalarının yanı sıra korkuları ve açılarıyla insaniydiler. Acaba buna bakıpustaların onlardan yana oldukları söylenebilir mi, diye sordu Coppi,kalenin aşağılarında kentlerde mayalanmakta olan karşı gücü, kırılmayı,başkaldırıyı onlar da benimsiyorlar mıydı, yoksa çevrelerini kuşatan isyanıtaşı biçimlendirecek formlar, devinimler ve kontrastlar için bir esinkaynağı olarak mı görüyorlardı. Eumenes'in bir arpçının kızı olan Efeslisevgilisinden doğma, çok genç yaşlarda halkın arasına karışıp yoksulluğuöğrenen, taht ve mirastan mahrum bırakılan oğlu Aristonikos'u tanıyorolmalıydılar, dedi Heilmann. Topraksız köylülerle, halinden hoşnutolmayan askerlerle, kölelerle birlik olup dolandırıcıların ve yağmacılarınegemenliğine karşı çıkmak ve daha adil bir devlet kurmak için Aristonikos'unyaptığı hazırlıkları biliyor olmalıydılar. Ama böyle bir başkaldırıonlar için yeni değildi, Hellen sömürgelerinde köleler ayaklanıp duruyordu,daha önce Kassandra'da da yoksullar ayaklanmış, İsparta'da Makedonyalıegemenler Agis ve Kleomenes isyanlarından kaçmak zorundakalmışlardı. Hunharlık son aşamasına geldiğinde kırılmış ve Pergamon'untüm ululuğuyla baştan beri mahkûm olduğu çöküş başlamıştı.Toplumsal kutuplaşmada zafer, sosyal ilerlemeden yana olan güçlerin değil,kendini yok etme aşamasına gelen tutuculuğun olmuştu. Romalılaruzun zamandan beri elçilerinden yürü emrini bekliyordu, ama saldırıyageçmek için uygun zamanın gelmesinden önce tahtın vârisi ve hanedanınson temsilcisi Eumenes'in oğlu Üçüncü Attalos üvey kardeşi karşısındaRomalılardan yardım istemişti, çünkü bir halk egemenliğinin altında yaşamaktansaKrallığı Roma'ya teslim etmeyi tercih ediyordu. Bu arada Romalıkomutanlar, imparatorluk kurmaktan ne anladıklarını Korinthos veKartaca'da kanıtlamışlardı, gelecekteki planları açısından da Helen uygarlığınınele geçirilmesini Asya'yla bir tutuyorlardı. Askeri kuvvetlerinPergamon'a sevkinden, valilerin ve vergi toplayıcıların ülkeye yerleştirilmesinden,doğudan ve güneyden gelen orduların ezilmesinden ve Sullatarafından bir istihkâm ağının örülmesinden sonra Antonius, Pergamonkitaplığında saklanan parşömen rulolardaki bilgiyi alıp Kleopatra için,kraliçelerin kraliçesi, İsis'i için düğün hediyesi olarak denizyoluyla İskenderiye'yegötürmüş, tanrı olarak kendisinin büstü, Traianus ve Hadrianusanıtlarıyla sütunları unutulmuş majestelerden ve idollerden geridekalan kutsal parçalara kısa sürede galebe çalmıştı. Roma ve Sezarlar kültünehizmet edecek tapmaklar Attalos saraylarının temel duvarları üstündeyükselmiş, görkemli yapılar, arenalar, kaplıcalar dağı çepeçevre sarmış,yukarıdaki Caracalla hamamlarında, tiyatro oyunlarında, müzikli vedanslı gösterilerde, sanatsal yarışmalarda ve bilginlerin meclisinde yineher zamanki gibi unvan sahipleri boy göstermeye başlamıştı, buna karşı-49


lık sokaklardaki lağım oluklarında, tersanelerde, demir atölyelerinde,fabrikalarda durup dinlenmeden çalışan, kırbaç altında perişan olanPleblerin canı çıkıyordu. Yine de Roma zorbalığı, kudurgan darbelerine,tefecilerine, örgütlenmiş militarizmine rağmen Bizans'ın sistemi yanındaçok hafif kalıyordu. Romalılar en azından reform girişimlerinde bulunmuşlardı,eğitime özen gösterip öğretmenleri, doktorları, bilim adamlarınıdesteklemişlerdi, oysa Bizans İmparatorluğu'nda ülkenin iliklerine kadaremilmesi içi boş bir şaşaayla kutlanıyor, soylulara mevkiler sunan dinive dünyevi hiyerarşiler dalkavukları ve yaltakçılarıyla birlikte ezilenlerinsırtında yükseliyordu, onların azametlerine ne dokunulabilir ne de işlediklerisuçların hesabı sorulabilirdi. Sanat yapıtlarının yaratılmasınınbedeli acılarla ödenmişti, acaba bu durum yapıtlara her zaman için geçerliolan bir iticilik kazandırmıyor mu diye sormak lazım, diyen Coppi'ninannesinin kemikli iri elleri dizlerinin üstünde, damarları şişmiş bacaklarıbitişik halde su kabının içindeydi o sırada. Kireç imalatçılarının ocaklarınıneden üst üste yığılmış eski kutsal kalıntıların yakınına kurduklarını daanlıyorum, diye sözlerine devam etti. Kabartmalardan ve heykellerdengeride kalanlar onlar için mermer parçasından başka bir şey değildi,arada bir mermer bloklara bir yüz, bir beden, bir hayvan biçiminin verildiğinigörseler de öncelikle kireci düşünmekten alamıyorlardı kendilerini.Nasıl ki duvarcılar için kesme taşlar bir yapı malzemesiydi, kireççileriçin de satabilecekleri yapı harcının elde edildiği bir hammaddeydi butaşlar. Kireç yüzyıllar boyunca mermer artıklarından elde edilmişti, amaarkeoloji eğitimi almış bir mühendisin gelişiyle bu işleme son verilmişti,tıpkı taşların kırık dökük el arabalarıyla çevre köylere taşınmasına sonverildiği gibi. Coppi'nin annesi, Humann'm Osmanlı hükümetinin verdiğigörevle Küçük Asya'nın batısındaki tren yolu yapımı sırasında rastlantısalolarak dağdaki antik kalıntıları bulmasından ve işçileri kazı yerindenuzaklaştırmasından sonra kireç imalatçılarının zarar görüp görmediklerinibilmek istiyordu. Onlar Sadrazam Fuat Paşa'nın emriyle araçgereçlerini alıp doğuya, söylendiği üzere geldikleri yer olan ve bir zamanlarKeklerin yerleştiği Galatya adını taşıyan ülkenin sınırları içindeyer alan dağlara göç etmek zorunda kaldılar, dedi Heilmann. Gigantlarabenzeyen o saçı sakalı birbirine karışmış adamlar bir kez daha yerlerindenedilip sürülüyordu. Taşın hayat bulabilmesi uğruna canlılar steplerde,çöllerde ve kayşatlarda feda ediliyordu. Servilerin ve dut ağaçlarınınüzerindeki puslu bir gecenin ardından gelen binsekizyüzyetmişbir Eylülününgüzel bir sabahında Alman mühendis Humann kurak toprağın içineyerleşmiş kalıntıyı çıkarmış ve Gaia'nın oğlunun kıvırcık saçlarında,göz çukurlarında, acıyla açılmış ağzında birikmiş kumları temizlemişti.Humann binsekizyüzyetmişsekiz Haziranında asıl işe başlamadan önceyıllarca hazırlıklarla ve küçük çaplı kazılarla uğraşmıştı. Bu proje kaçapatladı ve kim tarafından finanse edildi, diye sordu Coppi'nin annesi.50


Yirmi beş gün olarak hesaplanan birinci aşama için Humann'a çoğunluğuBulgar olan yirmi işçi verildi, dedi Heilmann. Humann bu aşama içintoplam sekiz yüz mark almıştı. Ustabaşınm aldığı para yüz marktı. Araçgereç ve teknik donanım için beş yüz mark harcanmıştı. Humann'ın ücretigiderek bin markı aşmıştı. Yol masrafları ve diğer masraflarla birliktetoplam üç bin mark harcanmıştı. Majesteleri Veliaht Prens Friedrich Wilhelm'inbu işle ilgilenmesinden sonra kraliyetin örtülü ödeneği paranınkaynağı olarak kullanılmıştı. Fransa zaferinden, Prusya Kralı'ınn imparatorluktacı giyip Alman İmparatorluğu'nun kurulmasından, sermayeyitehdit eden Komün'ün Paris'te dağıtılmasından sonra endüstriyel yayılmacılıkve kıtaların kontrol altına alınma çağı başladı, İmparatorluk başkentinin,sömürgelerin efendisi ve hükümdarın sergilenmeye değer öneminivurgulayacak hazinelere ihtiyacı vardı. Bu nedenle Pergamon Dağı'ndakikazılara, Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya arasında patlak verensavaşa rağmen devam edilmişti. Önce yapıtların üçte birinin kazı ekibineteslim edileceği, üçte ikisinin de Osmanlı Devleti'ne kalacağına dair biranlaşma yapılmıştı, ama daha sonra bağımlılık ilişkileri içinde olan İstanbulSadrazamlığı Alman İmparatorluğu'na üçte iki pay biçti, ardındankendine düşen üçte birden de vazgeçip buna karşılık hükümete yirmi binmark ödenmesini ve aynı miktardaki paranın ülkenin yoksul halkı içinhibe edilmesini talep etmişti. Dağdaki kazının sona erip kabartmalarla,sütunlarla, heykellerle dolu bini aşkın sandığın, binsekizyüzseksenaltı yılında,mimar Schinkel tarafından yapılan müzeye götürülmesinden sonraPergamon mermeri için örtülü ödenekten ve devletin kültür bütçesindenharcanan para üç yüz bin marktı, başka sanat eserleri için harcanan paraylave ele geçirilmiş değerle karşılaştırıldığında aşırı bir miktar değildibu. Ne olursa olsun gaddarlıkla yaratılan bir şeyde güzellik olamaz, dediCoppi'nin annesi. Avlunun derinliğinden yukarı yükselen bağırışlar duyduk,pencereler hızla kapatıldı, kapılar çarptı, kapıcı hava hücumlarınakarşı yapmak zorunda olduğumuz karartma tatbikatları sırasında bir ışıkgörmüştü, merdivenlerde bir patırtı oldu, olduğumuz yerde hiç ses çıkarmadanoturup ertelenmiş öfke ve korkunun, birikmiş bıkkınlığın, bastırılmışhiddetin birden nasıl açığa çıktığını, feryat figan ederek patladığınıve sonra yine hızla söndüğünü dinledik. Birisi dışarıda sessiz adımlarlamerdivenlerden iniyordu, parlaklık saçan Phoibe meşalesini geriye kaykılmışGigantların üstüne tutuyordu, yıldızların ışığı kadar parlak olankızı Asteria ise av köpeğinin yere yıktığı yılansı bacaklı düşmanı saçındanyakalamış kılıcını onun göğsünün derinliklerine saplıyordu, kolunu tutanyerdekinin eli Asteria'yı engellemiyordu. Tanrıların bütün devinimlerionların üstünlüğünün göstergesiydi, Leto alev saçan meşalesini yere yıkılmaktaolan ve ayağını tanrıçanın kalçasına bastıran Tityos'un çığlıkatan ağzına sokuyordu, o Apollon'la Artemis'in anası olma unvanını göklerdetaşımaya devam ederken, bu barbar aşağıda sonsuza dek akbabalar51


tarafından kemirilerek cezasını çekecekti. Aşk ve güzellik tanrıçası Aphrodite,işlemeli ve gösterişli sandaletiyle bir ölü yığınının üstünde sırtüstüyatan Chtonios'un gövdesine sapladığı mızrağı çekip çıkarmak için vargücüyle onun alnına basıyordu, yere yıkılmış dev kokuşup bitki örtüsünübesleyecekti, oysa köpükten doğanları daha sayısız zafer ve bitmek tükenmekbilmez bir tapınma bekliyordu, yaşamın ağlarını örmek, herkesinpayını belirlemek ve hayatın akışını elinde tutmak için seçilmiş olan mermerparçaları öfkeyle kurbanlarının tepesine iniyordu, yüzlerinin kıpırtısızparlaklığı bu savaş kasırgasının üstünde öylece asılıydı, avcılar korkusalarken arkalarında cesetler bırakarak ilerliyorlardı, altı kollu üç başlıHekate kocaman kalkanı, alevler saçan sopası, kılıcı ve kargısıyla, fırlatmaküzere yerden eline bir taş parçası almış olan, yüz hatları az sonrakiölümünün kaçınılmazlığını anlatan bir devin üstüne yürüyordu. Silahlarıelinde bulunduranların karşısında onlar kendilerini taşlarla koruyabilirlerancak, dedi Coppi'nin annesi, diz çöküp sürünürler, yarılmış kaldırımlarıniçine düşüp tazyikli suyun, gaz bombalarının, makineli tüfeklerinşiddetine maruz kalırlar. Coppi'nin annesi karanlığın işgali altındakikentimizde, zaptedilmiş ülkemizde süren mücadeleyi görenlerdendi veGaia'nın, oğlu Alkyoneus için merhamet dilemesi bir işe yaramıyordu,Athena'nın acımasızlığının karşısındaydı, yılanın Alkyoneus'u sokupgöğsüne öldürücü zehrini akıtmış olması tanrıçaya yetmiyor, kalıntısıkalmayacak şekilde onun un ufak edilmesini istiyordu. Barikatların arkasındatoplaşan silahsız kalabalıklar, dokunulmaz oldukları ve dünyanındüzenini kendilerinin yarattığı inancını her yerde yayan seçilmişler tarafındanyok edilmeye mahkûmdu. Coppi'nin annesi tası boşalttıktan sonrabacaklarındaki havluyla sandalyede öne doğru eğilerek gözlerini gölgelerinoynaştığı duvara dikti, konuştuğumuz her şeyde zayıflar yerlerdeeşelenirken zalimlerin zafer elde edişi vardı ve o bunu biliyordu. Uzunsüren bir suskunluktan sonra, Zeus Tapınağı gibi yapıtların bıkıp usanmadanyeniden yorumlanması gerektiğini söyledi Heilmann, ta ki bir dönüşümgerçekleşene, topraktan gelenler içine düştükleri karanlıktan vekölelikten kurtarılana ve gerçek görünümleriyle gözler önüne serilene kadar.Bilgiye sahip olmak birebir ekonomik ayrıcalığa sahip olmakla bağlantılıydı.Hasislik varlıklıların bir özelliğiydi ve öncelikliler elden geldiğinceyoksulların eğitimini kösteklemeye çalışıyorlardı. Egemenlerin ayrıcalıkları,bizim koşulları kavrayabilmemiz ve temel bilgileri edinmemizleortadan kaldırılabilirdi ancak. Her şeyi geriden izlemek zorundabırakılıyorduk, çünkü düşünme, ilişkilendirme ve sonuç çıkarma yeteneğimizhenüz yeterince gelişmiş değildi. Bu durum, üst sınıfların bütün52


gücünün bizim bilme tutkumuza darbe indirmek istemelerini anlamamızladeğişmeye başlamıştı. O gün bu gündür kendimizi eğitmemiz, bütünaraçları kullanarak, fırsatları kaçırmayarak ve kendimizi aşarak, heralanda bilgilenmek bizim için en önemli şey oldu. Yüksek öğrenim yapmamızbaştan beri bir karşı koymaydı. Kendimizi savunmak ve bir fethinön hazırlığını yapmak için malzeme topluyorduk. El attığımız bir konuylaenine boyuna uğraştığımız için nadiren ve rastlantılar sonucu yeni birkonuya geçebiliyor, bir yandan yorgunluğumuza ve bildik bakış açılarınateslim olmuyor, öte yandan habire önümüze konan argümanla, iş günündensonra bitkin düşüp kendimizi eğitmeye vakit ayıramayacağımız iddiasıylamücadele ediyorduk. Her ne kadar uyuşmuş düşünceler her defasındaönce bir boşluğun içinden sıyrılıp tekdüzeliğin ardından devingenliğiöğrenmek zorunda kalıyorduysa da bizim gözettiğimiz bir diğer noktaemekçiliğin değersiz ve hor görülmemesiydi. Bizim gibilerin sanatsalve bilimsel sorunsallarla hesaplaşmasının özel bir çaba gerektirdiğini önesüren görüşü reddetmemiz kendimize ait olmayan bir işte ayakta kalabilmeistencimizin bir parçasıydı. Coppi'nin babası fırçalanmaktan parlamışkoyu renkli takımı, yakasız gömleği, iyice geriye ittiği kasketi, kolununaltındaki eski püskü evrak çantasıyla mutfağa girip masanın yanına geldiğindehepimiz geçen günün nasıl tepemizde salındığını ve düş gücünü,zorlu bir zihinsel etkinliği ve yoğunlaşmayı harekete geçirebilmek içinnasıl bir uçurumu aşmak zorunda olduğumuzu hissettik. Kitap okumanın,sanat galerilerine, konser salonlarına, tiyatrolara gitmenin bizimiçin aşırı bir ter dökme ve kafa patlatma demek olacağına öfkeyle karşıçıkmıştık bir kez. Bu arada dilsizliğimizden kurtulup kendi dilimiziyaratma çabaları da varoluşumuzun işlevleri arasındaydı, burada ilkdilselleştir-melerimizi buluyorduk, bunlar suskunluğumuzu aşmak vekültürel bir alana adım atmaya cesaret etmek için temel örneklerolacaktı. Kültür anlayışımız, pek çok buluştan, parlak fikirden,zenginlikten oluştuğu söylenen o büyük birikimle pek ender olarakörtüşüyordu. Mülksüzler olarak bu kültür birikimine önce ürkek ürkekve büyük bir saygıyla yaklaştık, ta ki bütün bu ürünlerin ancak kendideğerlendirmelerimizle anlam kazandığını anlayana kadar, kültürdenancak bizim yaşam koşullarımız, düşünme süreçlerimizdekigüçlükler ve kendine özgülükler üzerine söz söylediği süreceyararlanabileceğimizi anlayana kadar. Bu konu Troçki, Lunaçarski veTretyakov tarafından ele alınmıştı, onların kitaplarını okumuştuk, yirmiliyıllarda gündeme gelen yazar işçilerin yetiştirilmesi inisiyatifinden dehaberdardık, Marx, Engels ve Lenin'in kültürel sorunlar üzerinesöylediklerini de konuyla ilgili çevrelerde tartışmıştık. Bu tartışmalarverimliydi, bizi özendiriyordu, geleceğe de göndermeler yapıyordu, amaaradığımız bütünlükten uzaktı yine de, eninde sonunda egemendünyanın ölçülerinden kopamayan bir gelenekselliğin ifadesinitaşıyordu. Ilericilerse kültür denen olgudan bizim de yararlanmamızgerektiğini53


söylüyorlardı, pek çok yapıtın büyüklüğünü ve ağırlığını biliyorduk, toplumsalkatmanların, çelişki ve çatışmaların dönemin sanat ürünlerine nasılyansıdığını anlamaya başlamıştık, ama yine de bizi içeren bir anlayışçıkmıyordu bütün bunlardan, karşılığını bizde bulmasını istediğimiz herşey ödünç alınmış bir biçim ve üslup yığışımından ibaretti. Varolan ürünlerdenhangisine bakarsak bakalım kendi dışlanmışlığımızla yüz yüze geliyorduk,zaman üstü olduğunu düşündüğümüz büyük yapıtlardaysa sınıfımızdanuzaklaşma tehlikesiyle karşılaşıyorduk. Kullandığımız yeniadlandırmalar ve çağrışımlar, entelektüel düzlemlere adım atmayı akıllarınınucundan bile geçirmeyecek kadar burjuvazinin ideolojik zorbalığıaltında ezilen insanların bize kuşkuyla bakmasına yol açıyordu. Öte yandan,farkında olmadan içlerinde taşıdıkları ifade gücünü hatırlamak içinonların sadece yüzlerine bakmak yetiyordu. Bindokuzyüzotuzüçten önceöğle tatillerinde bazen babamın çalıştığı fabrikaya gider ve orada bir eğitimderneği temsilcisinin kantinde toplanmış insanlara bir konuşma yaptığınaya da şiirler okuduğuna tanık olurdum, işte o zaman düşünsel vekültürel alanlarla ilişki kurmanın yolunun bu olmadığını anlamaya başlamıştım.İşçiler metal ve perçin çekiçlerinin keskin sesinden kulakları sağırlaşmışhalde teneke sefer taslarının, termos şişelerinin, yağlı kâğıda sarılmışsandviçlerinin önünde otururlardı, kendilerine verilen yirmi dakikaiçinde konuşmacının yüzüne bakmak yerine masanın altına sinmeleri,alelacele yemeklerini yemek zorunda oluşlarının ötesinde, kendilerine iyiniyetle sunulanın neresinden tutacaklarını bilemedikleri için duyduklarımahcubiyetten de geliyordu. Hangarlardaki işlerinin başına dönmedenönce konuşmacıyı nezaketten alkışlıyorlar, sanatçı her kimse onlardan birşey alıyor, ama onlar bomboş çıkıp gidiyorlardı. Daha o zamanlar bu durumun,tutsaklığımız devam ettiği sürece bizi dışardan ya da yukardanhiçbir şeyin etkileyemeyeceği gerçeğiyle ilgisi olduğunu anlamıştım; görüşalanımızı genişletmek için gösterilen her çaba bizim için eziyet olabilirdiancak; böyle bir armağanı, payımıza düşeni, bizim için uygun görülenyamalı bohçayı değil bütünü istiyorduk biz; bu bütün, gelenekle bizeaktarılanların toplaması olamazdı, onu kendimiz yaratmak zorundaydık.Öncelikle brifinglere, siyasi raporlara, örgüt planlarına ihtiyacımız vardı,bunları da ancak kendi saflarımızdan elde edebilirdik. Kendi aramızdabu pratik alanlar üzerine uzun uzadıya yaptığımız tartışmalar bizi enindesonunda kültür denen yapıya götürüyordu, nitelikli arayışlar da er geç,kuşaklar boyu süren deneyimlerin, kendini beğenmişliğin ve tapınmanıntuzağına düşüyor ve bu yapının tutsağı oluyordu. Kültürel ezilmişliktenkurtulmamızın yolu siyasi ezilmişlikten kurtulmaktan geçiyordu. Şiirleri,romanları, tabloları, yontuları, besteleri, filmleri ve tiyatro oyunlarını önceliklepolitik açıdan ele almalıydık. El yordamıyla ilerliyor, keşfettiklerimizinne işe yarayacağını henüz bilmiyor, ama bir üretimin anlamlı olmasıiçin bizden gelmesi gerektiğini görüyorduk. Coppi'nin babası masaya54


koyduğu çantasından katlanmış ve uçları yenmiş bir kâğıt tomarı, bir şişe,çift gözlü bir sefertası çıkarıp lavaboda temizlendi, bu arada kahve yapıldı,üstünde bir tek pantolonu kalan Coppi'nin babası boynunu ve yüzünükuruladıktan sonra, üstünde geyik başı motifleri olan yün bir kazakgiydi, sonra sözü yeniden, bir gün bizim mülkiyetimize geçecek olan şeylere,kavrayıp öğrenmeye çalıştığımız yaratılara getirdik. Akşamlan sankikollarım iki metre oluyor, dedi Coppi'nin babası, yürürken ellerim yerleriyalıyor. Sanat ve edebiyatla ilgilendiğimiz yıllar boyunca kendimize yakınhissettiğimiz her şeyi özetliyordu bu imge. Coppi'nin babası fabrikanınyükleme bölümünde sekiz saat boyunca içinde ağır top parçaları olansandıkları itiyor, çekiyor ve taşıyordu, annesiyse Telefunken'de savaşuçaklarının manevrası için gerekli olan parçaların üretiminde çalışıyordu.Sevk edilen her parçaya, her ambalaja üretimde yer alanların isimlerininyazıldığı bir denetim listesi eşlik ediyor, böylece herkes yapılan işten sorumlututuluyordu. Gevşek bir vida, çarkların içine karışmış küçücük birkum tanesi, eksik ya da yanlış bağlanmış bir tel son derece somut durumlardı,bir kitabın ya da bir tablonun değerlendirilmesinde de işte bu somutluklarölçü olmalı diye düşünüyorduk. Okuduğumuz kitaplardakitemaların bizim yaşantılarımıza yakın olup olmadığını, bizim gibileri betimleyipbetimlemediğini, tavır alıp almadıklarını ve çözüm önerileri sunupsunmadıklarını sorguluyorduk. Bizim normlarımızla doğrudan bağlantısıolmayan, ama tam da gizemli ve kapalı oldukları için ilgimizi çekenyapıtlar vardı. Bir dergide karşımıza çıkan bir metnin ya da bir müzedeizlediğimiz bir tablonun genellikle politik mücadelede işe yarayıp yaramayacağınabakıyor, eğer taraflı olduğunu açıkça belli ediyorsa onu benimsiyorduk.Ama sonra karşımıza yeniden, doğrudan politik içeriği olmayan,buna karşın yine de tedirginlik yaratan ve bize göre önemli özelliklertaşıyan yapıtlar çıkıyordu. Üstelik bu tür kitaplar ya da tablolar yeniiktidar sahipleri tarafından yoz sanat oldukları gerekçesiyle alenen birkenara atıldıkça, onları bir sabotaj eylemi, devrimci bir gösteri olarak benimsemeisteğimiz daha da güçleniyordu. Haeckel Salonu'nda yapılanbir toplantıda Hodann, nevrozların, depresyonların, obsesyonların kaynağınailişkin kendisine yöneltilen pek çok soruya karşılık verirken, toplumsalkoşullarla hastalıkları güdüleyen nedenler ve rüyaların kaynağındakiitkiler arasındaki ilintiye dikkat çekip bu durumun, bilinçdışı verilerindenetimsiz akışına kendini bırakan bir sanat anlayışına nasıl yansıdığıyolundaki açıklamasını duyduğumuzda, sürrealizmden etkilenmiştik.Davranışı harekete geçiren kaynaklara inmek için mantığın ötesine geçen,yabancı ve irkiltici olan her şeye geçerlilik kazandıran böyle bir ifade biçimikendimizi arayışımızda bizim de beklentilerimize cevap verebilirdi.Biz de belirlenmişliğe kuşkuyla bakıyor ve kurallar bütünü kisvesi altındapek çoğumuzun yok edildiği yönlendirmeleri görüyorduk. Dadaizmdede eğilimlerimizin karşılığını buluyorduk; dadaizm kibar salonlara tü-55


kurmuş, alçıdan büstleri kaidelerinden devirmiş ve küçük burjuvanınkendini yüceltmek için boynuna astığı boncukları parçalamıştı; bu bizeuygundu, onurlunun alçaltılmasına, kutsalın gülünçleştirilmesine biz dekatılıyor, ancak sanatın toptan yıkılması çağrısına karşı çıkıyorduk; busözler ancak eğitime doymuş olanların harcı olabilirdi, bizlerse kültür kurumlarınıönce salimen ele geçirip öğrenme açlığımıza hizmet edebilecekne var ne yok görmek istiyorduk. Max Ernst, Klee, Kandinsky, Schwitters,Dali ve Magritte'in tablolarında görsel önyargıların çözülüşünü, koyu biröfkeye ve çürümüşlüğe, paniğe ve dönüşüme keskin bir ışık tutulduğunugörüyorduk; tükenmiş ve batmakta olan eski düzene düpedüz saldıranlarlaonu kaale almasa da eninde sonunda pazarı onaylayanları birbirindenayırıyorduk. Ressamlar arasında Dix ve Grosz gibi çağı, bir yanıylaçokyönlülüğü içinde, parçalanmışlığı ve karmaşası içinde betimlemeyiyeğleyen, öte yandan da dağılmayı tam ve nesnel bir biçimde yansıtan,Feininger gibi mevcut gerçekliği keskin bir biçimde unsurlarına ayıran veölçüp biçen ya da Nolde, Kokoschka ve Beckmann gibi yine aynı gerçekliğien harlanmış haliyle gösteren resim anlayışlarındaki farklılık ve çelişkilerienine boyuna tartışıyorduk. Yasaklar, sanatın ne olduğunu tanımlayangenelgeler, baştakilerin resim sanatında ve edebiyatta düzeni sarsıcıbir yan gördüklerini ortaya koyan sansür önlemleri bizi iyice tahrik ediyorve şimdilerde gizlenerek çalışmalarına devam eden ya da ülkeyi terketmiş olan öncülerin tanıklığını okuyabileceğimiz kitapların ve dergilerinpeşine düşüyorduk. Örtük bir edebiyat dili, kapalı imgeler ve büyülüsemboller karanlık ve düpedüz akıldışı olayları betimlemek için elverişlimidir, yoksa bunlar zor anlaşılır oldukları için açık seçik metaforlar mıgereklidir diye kafa patlatmıştık Coppi'yle akşam okulundan dönerken;Coppi Gleisdreieck İstasyonu'nda Rimbaud'dan çevirdiği Une saisond'enfer'i 8 okuduktan sonra Heilmann da bu tartışmaya katılmıştı. İkisi dedoğru, demişti Heilmann, ayaklarımızın altındaki zemini kaybetmemizeyol açan hamlemiz de, basit olguları araştırmak için sağlam bir zemin yaratmaçabamız da. Pek çoğumuz bu soruların çok uzağında, dedi Coppi'ninbabası, daha onlar bu sorunların tartışılmasının gerekliliğini bilegöremeden sizin sözleriniz bir kulaktan girip öbür kulaktan çıkıyor. Kulaklardadağılmayan bir uğultu vardı, Coppi'nin babasının ifadesine göre,bir tiyatro sahnesinden gelen sözler veya orkestranın yaylı ve nefesliçalgılarının nağmeleri bu uğultuyu delip kulağımıza ulaşamazdı, dahasıtiyatronun açılır kapanır sandalyelerinde ağrıyan sırtlarla oturmak mümkündeğildi. Siyah bir frakın içindeki kolların devinimi, piyanonun tuşlarınavuruldukça piyanonun açık kuyruğundan boşalan melodilerin kafalaraçekiç vuruşları gibi inmesi çalışanlar için eziyetten başka bir şey olamazdı.Boyalı dudaklar anlamlı jestler eşliğinde, rengârenk parıltılar saçanyapay dekorların içinde daha şarkıya başlamadan uyuklamaya önce-8 Cehennemde Bir Mevsim.56


lik verilmeliydi. Onlar fabrikalarda, katlanılamayacak noktaya gelinceyekadar akar bandın kayışlarında asılı kalıyor ve taş zeminin sürekli hissedilensoğuk sertliği ayaklarını zonklatıyordu. Sabahın üçünden ya dadördünden beri ayakta olup da turşuya dönenler kendi ortamlarından birsüreliğine uzaklaşmak istediklerinde Rembrandt ve Rubens arasına konmuşbir koltuğun minderine gömülme şansına sahip olamıyor, dedi Coppi'ninannesi, bunun yerine yataklarına koşup çaresizce yorganlarını kafalarınaçekiyorlar. Koca koca ciltlerde yazılanları anlamaya çalışmak adınabizim gibilerin kütüphanelere gidip sipariş formu doldurarak ve orayane istediğimizi tam olarak beyan ederek ödünç kitap almak hem bize göredeğildi hem de koyu cehaletimizi itiraf etmek demekti. Kendimizi, fabrikaçıkışında, trenlerin, otobüslerin son duraklarında bizi bekleyen eskipatika yollara vuruyor, bu yolları yarı kapalı gözlerle, robot gibi sürüklemeyeçalıştığımız bacaklarımızla katediyorduk. Bizim sorunumuz sanattabir üsluptan diğerine geçişin nasıl olduğu değil, hasta geçirilen bir günügüçsüz düşülen ertesi gün izlediğinde ne olacağıydı, çünkü üçüncügün perişan durumda olunabilirdi. Hastalık, çalışmaktan canları çıkanlarıbuluyordu daha çok, onların bilgilenmeye fırsatları yoktu, bakışları parmaklarıylaizledikleri satırlarda takılıp kalıyor, dudakları beyinlerinin birsaniye sonra unuttuğu bir şeyler mırıldanıyordu. Felaket artık kirası ödenemeyenodalara sızıyor ve ev sahipleri kapıyı çalmaya gerek bile duymadaniçeri dalıyordu. Bir zamanlar hayranlıkla izlenen Antik tiyatronuno yüce eserlerinin başvurduğu katharsis araçları şimdi artık oyunun parçasıolmaktan çıkıp alçakgönüllü bir gizlilikle, gündelik yaşam pratiğininiçine acımasızca yerleşmişti. Ara verdikten sonra işe gitmek daha da zorolur, dedi Coppi'nin annesi. Her şeye rağmen bıkıp usanmadan görevimizinne olduğunu sorgulamalıyız, diye yanıtladı Coppi, kendimizdenbaşka hiç kimse içine sıkıştırıldığımız ilişkileri açıklayamaz bize. İşte biziuzak tutulmak istediğimiz meseleler hakkında konuşturan da bu gerçekti.Kurtuluşumuzun araçları ve yolları hakkında belki bir şeyler söyleyenteorileri yorumlamak için önce içinde yaşadığımız düzeni anlamak zorundaydık.Tarihin hiçbir döneminde hiç bu kadar büyük boyutlardakimlikten yoksun olmamıştık, ama şimdiye kadar hiçbir şey elde edememişolduğumuz da işte böyle bir dönemde su yüzüne çıkıyordu. Coppifabrikadaki kapalılık halinden akşam okulu derslerinin sağladığı açıklığageçişi emekçiliğin, kültür alanındaki tezahürü olarak adlandırıyordu, attığımızbu adım başarılı olmak zorundaydı, bizi engellemek isteyen tükenikliğiaşmalıydık. Bizimle birlikte derslere katılanların yarısından çoğuilk ders saatlerinin ardından devredışı kalıyor, on iki saat boyunca tekdüzegürültüden ambale olmuş ve akşam yedide kurşun gibi ağırlaşmış kafalarsıraların üstüne düşüyordu. Dersleri yürütenler dersten düşenleride bu işin parçası olarak görüyor, ayakta kalmayı başaranlar parmaklarıylagözlerini açık tutmaya çalışıyor, tahtada yazanları iyi göremiyor,57


kollarını çimdikliyor, defterlerini karalayıp duruyorlardı, son dersteysedersten düşenlerin sayısı artıyordu, ev ve iş arayanların, kaza geçirenlerinya da cesareti kırılanların bir hafta gelmemeleri kayıtlarının silinmesiiçin yeterliydi. Bizi bir lokmada yutmak isteyen ve bacaklarımızı sürüyerekteslim olmamaya çalıştığımız tükenikliği umursamaz görünüp sanatüzerine konuşmayı istemek kendine fazla güvenmek demekti. Bir tabloya,bir kitaba yaklaşmak için her bir metreyi boğuşarak katediyor, sürünerekkendimizi öne doğru sürüklemeye çalışıyorduk, göz kapaklarımızdüşüyor, bazen bu göz kırpıştırmalar nereye doğru gittiğimizi unutturacakkadar kahkahalara boğuyordu bizi. Sözgelimi bir tabloya bakarkenparlak iplikli bir doku görüyorduk, ipliklerin şekilleri kayıyor, birbirlerinekarışıyor, alacalaşıyordu, görme sinirlerinin uyarıcıları üzerimize çökenışık noktacıkları seline deşifre edilmesi gereken iletileri ekliyordu.Hep ön hazırlık aşamasında kaldığımız, bazen bir adım bile ileri gidemediğimiz,hiçbir şey önümüze hazır gelmediği, edebi ve sanatsal konularlakurduğumuz ilişki hiçbir zaman doğallaşamadığı için, bilgi edinme yolundailerlemeye çalışırken anımsama bizim için önemli bir araçtı. Şimdiyekadar bir tek toplumcu gerçekçi yapıtlarda üslup ve biçim sorunlarınıgözardı etmiştik, bu yapıtlarla kurduğumuz ilişkide, onları başka sanatsalyönelimlerden ilkece ayıran içerikle ilgileniyorduk yalnızca. Bu tür birresim sanatının, sırf yenilikçi ifade gücünden dolayı kabul görmeyi hakeden ilk örneklerini biliyorduk. Onlar ondokuzuncu yüzyılın meşakkatlikaranlığından geliyorlardı, şimdi özgürleşip taze bir güçle ve gururlaayağa kalkanların öncüleriydi onlar. Köleleri, aciz ve sefil düşürülenleri,yüzyıllarca asla yenilmez gibi görünen o üstün gücü zorlayanları görünürkılmış olması, onların büyük çabasına ve başarısına daha da açık biranlam kazandırıyordu. Rus gerçekçilerinin tablolarında aşağılanma, baskıve tutsaklıktan başka bir şey yoktu, ama onlar haksızlığa maruz kalaninsanları betimlemekle, yenilenmeyi planlayanların yanında yerlerini almışlardıister istemez. İşte Repin'in kayışlara bağlanmış mavna çekicileri,Savitski'nin demir yolu yatağına toprak taşıyan işçileri, Perov'un kar fırtınasındasu fıçılarını sürükleyen çocukları, işte Yarosyenko'nun, maşasınışişmiş damarlı ellerinde tutan, basık tavanın altında iki büklüm eğilmiş,korun şavkıyla kıpkırmızı kesilmiş ateşçisi. Yalınayak ya da parçalanmışsandaletleri ve saman çöpünden örülme çizmeleriyle paçavralar içindesahilin kumunda sürüklenen, saçı sakalı birbirine karışmış kölelerin yüzlerindeen ufak bir umut ışığı yoktu. Kızakların önündeki çocuklar tükenmişti,balmumunu andıran yüzünün hatları bitkinlikten donuklaşmıştı.Yol işçileri tozlu bir yokuşta askerlerin gözetimi altında tıka basa dolu elarabalarını iterken takvim binsekizyüzyetmişdördü gösteriyordu. Çorakhayatlarının değersizliği içinde yuvarlanıp giderken Fransa'daki devrimleri,Komün'ü hiç duymamışlardı, onlar hâlâ Ortaçağı yaşıyordu. GustaveCourbet'nin Taş Kırıcılar'ı da hiç rahatlayacak gibi görünmüyordu,58


ama yine de onların yaptığı işe damgasını vuran şey çaresizlik değildi.Yoksulluk giysilerini aşındırmıştı, ama duruşları binsekizyüzkırksekizŞubat ve Haziran ayaklanmalarının gücünü ima ediyordu, devrimcilerkanlı bir biçimde bastırılmış olsalar da, genç işçinin çevik bir hamleyle içitaş dolu sepeti yüklenmesi ve daha yaşlı olan işçinin çekicini sert bir biçimdeindirmek üzere oluşu barikat kuranların, öfkeyle karşı koyanlarınhareketlerine benziyordu. Resme bakanlar taş kırıcıların yüzünü göremiyordu,resmin kopyasında arkalarındaki zemin, siyaha çalan koyu bir griolarak görünüyordu, işçilerle resmin arka planı arasında bir köşeye fırlatılmışeski bir tencere vardı, etraftaki kazmalar hazırda tutulan silahlarıandırıyordu, geriye doğru dönseler büyük bir güçle harekete geçecek gibiydiler.Bu tür resimlerde kendi hayatımıza ilişkin pek çok şey buluyorduk,dergilerde ve kitaplarda gördüğümüz kopyalarda tamamlanmamışlıkve belirsiz bir öngörü vardı, tıpkı bizim dünyayı kavrayışımız ve eğitimimizdeolduğu gibi. Onlar hakkında söyleyebileceklerimiz bir eskizden,bir taslaktan öteye gidemiyordu. Muğlak fikirleri bilgiye dönüştürmemiziçin yıllar gerekiyordu. Genellikle bize çok uzak olan orijinalleri hiç göremedenel yordamıyla sanatsal bir gerçekliğin gölgesini keşfe çıkıyor, bunuyaparken tipik olanı, hareketleri, figürler arasındaki ilişkileri, silik birfonda ne görebiliyorsak her şeyi seçme yeteneğimizi keskinleştiriyorduk.Gustave Dore'nin Suite'inde Londra liman işçileri, tıpkı Dante'nin Cehennem'iiçin hazırladığı oymabaskı illüstrasyonların tasvir ettiği gibi biruçurum karanlığındaydılar, ama bu işçiler terk edilmişlik içinde değillerdi,tam tersine buharı ve dumanıyla, ışıklar saçan ateşi ve fokur fokurkaynayan suyuyla capcanlı olduğunu belli eden bir ortamda harıl harılçalışıyorlardı. Henüz renklerini tanımadığımız bir ressam olan Jean-FrançoiseMillet için günlük iş bitmek tükenmek bilmeyen, zorunlu bir eziyetti,onun köylüleri hep bir pusun içindeydiler, o pusun içinde bedenlerde-kiter ve batmakta olan güneş ışığı iç içe geçiyordu, araç gereçleriyle sarmaşdolaştılar, saman yığınlarına karışmışlardı, hasatla boğuşuyor, fırtınaöncesinin basıklığında tıpkı toprak yığıntıları gibi öylece duruyorlardı.Ama onlar da işledikleri toprağın sahibi değillerdi ve batmakta olan günonlara terden, bedensel yıpranmadan, ertesi gün ayakta kalabilmek içinkarın doyurmaya yarayan birkaç kuruştan başka bir şey getirmese deyaptıkları işte bütünlüklerini yitirmiyorlardı, iş onlar için önlerine zorlakonan yabancı bir şey değildi, ellerinin her bir hareketi ona katıldıklarının,yaptıkları her hamle kararlılıklarının göstergesiydi, gövdelerinde enufak bir uyuşukluğun ve halsizliğin izi yoktu. Doğanın bir parçası olaraksunuluyordu onlar, hareketlerinin kesintisizliğiyle yan yana dizilmiş üçkadın tahıl saplarını yolmak için iyice öne eğilmişti, birinci el saplarauzanmış, ikincisi onları kavramış, üçüncüsüyse toplar haldeydi, kompozisyonhepsi aynı ağırlığı ve aynı anlamı taşıyordu, eğilmiş bedenleriyleağır ağır da olsa ister istemez ilerleyecekleri belli olmakla birlikte doğa-59


nın sabit bir parçasıydılar hâlâ, belli bir üretim sürecinin parçası olarakalgılanmamışlardı. Kırksekiz ayaklanmaları çalışanların devinimlerindekendini göstermekle birlikte, onların toplumsal varoluşunu sorgulamıyorduhenüz, tırpanlarına dayanarak ayakta duran, ekili toprağı kazmalarıylaçapalayan, tohum ekerken kollarını alabildiğine açan köylüler büyüklükleriylebütün tuvali kaplasar da henüz kendilerine biçilen kaderinboyunduruğu altındaydılar. Millet de onların" arasında büyümüştü, amao bir gündelikçi değil, hali vakti yerinde bir çiftçinin oğluydu, buğdayınkokusunu solumuş, Herakles gibi koyunları gütmüş, başını kaldırıp bulutkümelerinin aldığı şekilleri izlemiş, gözlerini dikip uzun uzun yalçınkayalıklara bakarken, ciğerleri gagalanan Prometheus'u düşünmüştü, bumitolojik enginlik onun tablolarına da yansımıştı. Devrimler ilk bakıştapek başarılı olmamıştı, üstelik kazanılabilenler de burjuvazinin zoruylahemen yıkılmıştı, ama güç toplamak, hız almak ve sıçramak artık geri dönüşüolmayan ve reddedilemeyecek bir kazanımdı, Jean-Françoise Milletproletaryanın bu enerjisini kavrayıp yansıtmayı başarmıştı. Courbet gibipolitize bir sanatçı değildi Millet, toplumsal başkaldırının gereklerine deuyum sağlamadı, yaşadığını yansıttı yalnızca, bir gerçekçi olarak insandavranışındaki yeni gerçeği betimliyor, ama işçilerin ütopik iktidarını göremiyordu,yine de onları onurları adına sürdürdükleri mücadele içindegösteriyordu. Onun tablolarında bir ara durum, bir geçiş aşaması söz konusuydu,figürlerin fiziksel ifadesi devrimci deneyimlerin yansımasıydı,ama özbilinç ve sahip oldukları güç yalnızca ima ediliyordu, yine de Milletonların yaşamını Salon Sergilerine götürmekle, terli figürlerini topraksıhatları ve balçıksı ağırlıklarıyla o zamana kadar anonim olarak sürdürdüklerihayat ortamlarından alıp özenli portrelerin, Nympha'ların ve çobankızlarının arasına taşımakla devrimci taleplere uygun düşen bir işyapmıştı. Bu figürlerin burjuvaziye ait ortamlarda boy göstermesi bile işbilirlereatılan bir tokattı, zira onlara göre bu insanlar dışarıda kalmalı,pislikleriyle ait oldukları yerde oturmalıydılar. Ama onları uzakta tutmakartık olanaksızdı. Kilise çanları akşam saatini vururken dua edişlerinde,mistik duruşlarında bile korkutucu bir yan vardı, kaba saba tahta ayakkabılarıylatırpanına dayanmış, soluk almaya çalışan köylü, gökyüzününgörünmediği bir fonda, gündoğumundan önce işe başlayan, karanlık bastıranakadar da devam edecek olan ve toprak keseklerini iri adımlarla arşınlayankaranlık yüzlü tohum ekici ise açıkça tehditkârlardı. Bu etkileyicidevinimler devrime aitti, uşaklar ve hizmetçiler birden akademizminsaygın mekânlarında, burjuvazinin kendini güvence altına aldığı ortamlardaboy gösterir olmuşlardı. Leon Lhermitte'nin tablolarından birindehasat işçileri gündeliklerini alırken görünüyordu, aralarından biri hiç ezilipbüzülmeden dimdik durarak ücretini almak üzere elini öne doğruuzatmıştı, bir diğeri özenle avucundaki paraları sayıyordu, üçüncüsügövdesinin bütün ağırlığıyla oturuyordu, önünde de kocaman keskin60


orağı duruyordu. Onlar akşam olduğunda aldıkları yevmiye kadar değertaşıyorlardı, önlerinde uzanan buğday başkalarına aitti, ama onlar beş kişi,toprak sahibiyse tek kişiydi, üstünlüklerini yalnızca bu güçler dengesiyledeğil aynı zamanda gövdelerinin yaydığı etkiyle de belli ediyorlardı.Meunier'in maden ve liman işçileri tablolarda kıpırtısızlıkları ve derinciddiyetleriyle yükseliyor, güçlerini belli ediyor, ama el kaldırmıyorlardı.Resim sanatında tuvallerin baş kahramanı olarak çalışanların öne çıktığıbu yüzyılda karşı koyuş ya da hücum türünden devinimlere çok nadirenrastlanıyordu. Yine de yeni bir sınıf olarak ortaya çıkmaları, bütün gerçeklikleriyleşaşkın izleyicilerin karşısına dikilmeleri bile yeterdi bunlarınsanat olması için. Onların ardında bir devrimler ve ayaklanmalar silsilesivardı, her seferinde bastırılmış olsalar da ders çıkarabilecekleri yeni deneyimleredinmişlerdi, bir sonraki atakta belki de daha donanımlı olacaklardı.Ressamların onlara yakınlaşmaları, tablolarında işçilerin dünyasındanaldıkları motifleri kullanmaları, sanatın da eski görevlerinden kopmaktaolduğunu, sınırlarının halktan gelen ve dilselleştirilmesi gereken güçlertarafından zorlandığını gösteriyordu. Bu dilselleştirmenin öncülüğünüher zaman olduğu gibi, konuşma ve aktarma becerisine sahip olanlar üstlenebilirdiancak. Ressamlar bu mesajı anlıyordu, onu henüz içinde yaşadıklarısistemin bütününe taşımayı beceremeseler de rahatsızlıklarını belliediyor, yoksulluğu vurguluyor, kendilerini çalışanlara karşı sorumluhissedip onlar adına protesto bayrağını çekiyor, bir süreliğine onlarla özdeşleşiyor,ama sonra yeniden alışkanlıkların cazibesine kapılıp onlarıntutsağı olarak kalıyorlardı. Buradaki her zamanki çelişki, halkta varolanınkendi başına değer bulmaması, daha yüksek bir düzlemde biçime kavuşturulmasınıngerekliliği ve işi otantik bir ifadeye bırakmanın yararsızlığıydı;kaynağını halktan alan şeylerin idealize ya da dramatize edilmesigerekmiyordu, ama bunlar biçimlerin ve renklerin dünyasında, kaynağındançıkıp ayrılmış özerk bir varlık niteliği kazanıyordu. Geçen yüzyılıngerçekçi yapıtları çalışanların yanında dolayımlılıklarıyla yer alabilmiştiancak. İşçilerin yansıları sanat alanında çoktandır yaygınlık kazanmışken,tabloların esin kaynakları yine dışarıda kalıyor, ustaların kendiyaşamlarını nasıl anlattıklarını görme olanağına sahip olamıyorlardı, bunakarşılık ayrıcalıklılar bu yapıtları ele alıp onların sorunlarıyla ilgilenmeyebaşlamışlardı bile. Geçici olarak da olsa bundan başka bir yol mümküngörünmüyordu. Nasıl ki devrimlerin tabandan gelen eylemleri hepyukarıdakiler tarafından alınıp kullanıldıysa, yükselmek isteyenlerin düşüncelerive umutları da yüceltilmek üzere eğitimin havuzunda toplanıyordu.Bir merhamet duygusu eşliğinde halka hep aslında onun sahip olduğubir şey sunuluyordu. İşte biz, sürgit bir aşağılama ve cezalandırmadanibaret olan bu döngünün kırılması için çalışmalıydık. Benim ve Coppi'nin,çalışanların ilk büyük devrimini, onların zaferini, egemenliklerininkuruluşunu anlatan resimleri çekincesiz savunmamızın nedeni de61


uydu işte. Bize göre bu yapıtlar tam da olmaları gerektiği gibiydi, anlamcaapaçık, doğaya sadık, olaylara uygundular; yukardan, sanatsal etkinliğinkonumlandığı yerden değil, aksine mücadeleyi gerçekleştiren vekendilerini sanat yapıtlarında bulmak isteyen insanların saflarından geliyorlardı.Bilinen bir resim yapma tarzını izliyor, görme alışkanlıklarınındeğişmesini talep etmiyorlardı, devrimci olayların betimlenişini anlayabilmekiçin bir de fazladan yeni üslup yönelimleriyle boğuşulmamalıydı,bundan çok daha önemli ve temel şeyler vardı. Çalışanların sessizce ve içlerinekapanarak uşaklık yaptıkları zamanları geride bırakıp kendilerineait gereçlerle çalıştıkları, kendi makinelerini çalıştırdıkları güne büyük birsıçrayışla geçilmişti. Gerçekçilik anlayışı kesintisiz devam etmiş, ama halkınyaşamını anlatan eski Rus tablolarının üstünde Demokles'in kılıcı gibisallanan despotizmin gölgesi silip süpürülmüştü, figürler artık mahkûmedilmiş olarak değil, daha önce hiç kimsenin onlarda görmediği bir kıvançve gülümseme içinde tasvir ediliyordu. Ama, dedi Heilmann, devrimolgusu, onun resim sanatına nasıl yansıdığı sorusunu sormaktan alıkoymamalıbizi. Eylemler sırasında da neyin doğru neyin yanlış olduğu,bir sonraki hamleleri neyin tehlikeye sokup neyin güvence altına alabileceğive onların nasıl yaygınlaştırılabileceği hep düşünüp taşınarak hareketedilmişti. Heilmann'a göre bu güçlü eylemin özelliği soğukkanlılığıydı,bu nedenle insanların enerjisinin ve coşkunluğunun nasıl bir oluşumadönüşerek sanatsal çalışmanın önem atfedeceği hangi değeri ortaya koymuşolduğunu anlamaya çalışmalıydık. Bu ayrım yapılmadığı sürece,tasvir edilen şey, dış eylem alanına ait, onun bir yan ürünü bir nesne olarakkalmaya mahkûm olacaktı. Bu sanat biçimi, diye yanıtladı Coppi bütüneski ölçütleri kırdı. Hiçbir sapma yapmadan gerçekliğin içinden doğuyoro. Daha önceki egemenlik sisteminde belki paçavralar ve prangalardaha iyi resmedilmiş, kompozisyonlar, renk kontrastları, ışık ve gölge etkileriyetkinleştirilmişti, yoksulluğun ve sefaletin yansıtılması yeni sanatyönelişlerinin habercisiydi belki, oysa burada şimdiye kadar başarılmamışbir şey dile geliyordu, o da işin sahibi olma olgusu. Heilmann söze girerek,gerçekçiliğin bu yeni koşullarda idealizasyonlar ve kahramanlaştırmalarlasilindiğini, yüzyıl başında gerçekçilerin aşmış olduğu bir tavrageri dönüldüğünü, bu nedenle de resimlerde gerçek olguların inandırıcılıklarınıyitirdiklerini söyledi. Burada da eskinin savaş ve alegori ressamlarıiş başındaydı, tek farkları içerikte yaptıkları kaydırmaydı. Gelenekseleleştirinin ölçütleriyle yaklaşanlayız bu resimlere, dedi Coppi, onlarıngerçeği, görünür kıldıkları zaferdir. Sosyalizmin kurulmasını anlamlı bulmayanlarıngözünde bu sanat dekorasyondan öteye gitmeyebilir, buahengi içi boş bir yüceltme olarak görebilirler. Ama henüz bizim cesaretedemediğimizi yapıp özgürlüğe atılan adımı gösteren bu yüceltme gerçeklikleuygunluk içinde. Bu sanatı değerlendirirken işçi devleti karşısındaduyduğumuz saygı ve hayranlık yönlendiriyor bizi, dedi Heilmann.62


Ama sanatsal sorunlar duygusal ve ideolojik gözetmelerle ele alınamaz.Kültürümüzü temellendirecek her şey sınanmalıdır. Bu resimler bizi yüreklendiriyor,diye araya girdi Coppi'nin annesi, şu anda böyle bir desteğeihtiyacımız var, çünkü aramızda pek çok kişi kendini yenik düşmüşhissediyor. Ama Heilmann itirazında ısrarlıydı. Evet, resimler başarılarıve kazanmaları gösteriyor, dedi, ama yeniyi yaratan çelişkili süreçleri gizliyor.Taşıdıkları içerik kendi başına bir şey olarak değerlendirilemez.Tıpkı devrim düşüncesi henüz devrim değilken ve önce eylem çağrısı yaparken,resim fikri de kendini biçimde gerçekleştirmek ister. Burada biçimve içerik örtüşmüyor. Devrimciliğin resimlendirilmesine tüketilmişbir üslup karışıyor. Gelecek için hayalleri olan ressamlar, romantik bir natüralizminaraçlarına başvuruyorlar. Onların natüralizmi küçük burjuvazininbütün güzel manzaralarını yerle bir ediyor ama, dedi Coppi, tam daeski ve bildik olanla paralellik kurarak kârın ve sömürünün yarattığı sahtehuzur dünyalarını nasıl aştığını gösteriyor. Coppi'ye göre şu anki mevcutkoşullarda zaman büyük önem taşıdığı için her şey sonuna kadar tüketilemezdi,önemli olan elde edileni ayakta tutmak için gücü ve istencivurgulamaktı. Ahlaki açıdan da onaylayarak bu resimleri savunmalı, dahası,ulaşılanın büyüklüğüyle tam uyumlu bir sanat tarzı bulunana kadarburadaki yetersizlikleri ve eksiklikleri hoş görmeliydik. Bile bile bir yapaylığave yapmacıklığa boyun eğiyorsak ve önümüzde duran, çoktandıradım atmamızı bekleyen bir yol varken yerimizde sayıyorsak, o zamanbütün eğitimimiz boşa gidiyor demektir, dedi Heilmann. Bu noktada toplumanlayışımıza kültürel bir karşı-devrim sızıyor. Dar görüşlülük çevremizisarıp tasarımlarımızın altını oyuyor ve biz bunu fark etmiyoruz. Sanıyorumbunun nedeni devrimcilerin beğenilerinin intihal ve ikame arasındasıkışıp kalması. Heilmann'a göre bu anlaşılır bir şeydi, sanatsal nesnelerinvar olmadığı bir ortamda küçük burjuva, duygululuk, gösteriş vesahtelik karışımından yüksek bir şey yaratıyormuş gibi göründüğü içinkendini bu yolda eğitmek isteyen pek çok kişi en yakınındaki bu verilerebaşvurup sanat adı altındaki bu vahameti kültürün göstergeleri sanıyor.Sanatımız için mücadele ederken, dedi, aynı zamanda küçük burjuvayabağlılığın aşılması için de mücadele etmeliyiz. Altın çerçeveli koca kocatabloların boşu boşuna çırpınarak yakalamaya çalıştığı güzelliği görmekiçin Van Gogh'un elinden çıkma bir eskizin üstünkörü çizgilerine bakmamızyeter. Kendinden başka her türlü ifade biçimini bir yana iten, böylesibir iktidar ve mutlak geçerlilik talebinde bulunan bir çizgisi olmasa bu sanattakitek boyutlu iyimserliği kabul edebilirdim belki, diye devam ettisözlerine. Daha sonra başka alanlardan, özellikle de çöküşten önceki yılpolitik inançlarımızın pekişmesinde önemli izlenimler edindiğimiz filmlerdenörnekler verdi. Gorki, Ostrovski, Gladkov ve Babel'de karakterlerasla şablona dönüşmüyordu, resim ve mimarideyse Ekim Devrimi'ni izleyenyıllarda devrimin özünü yansıtan konstrüktivist çözüm olanakları63


tasarlanmıştı. Şimdiyse neden kazanılmışın gerisine düşüldü, bir zamanlardevrimci olan bir sanat neden inkâr edilip bir kenara atıldı, çevrelerindeköklü bir biçimde değişmekte olan yaşama uygun olarak kendi döneminedeneysellik rengi kazandıran sarsıcı yapıtlar, hareketin bu gözü pekve sürükleyici imgeleri neden hazır ürünlerle ikame edilmek istendi, birMayakovski, Blok, Bedniy, Yesenin, Bely, bir Maleviç, Lissitzki, Tatlin,Vachtangov, Tairov, Ayzenştayn ya da Vertov yeni bir evrensel bilinçle örtüşenbir dil bulmuşken neden algılayışın sınırları daraltıldı, diye sorduHeilmann. Ekim'den önceki yıllarda ekspresyonistlerin ve kübistlerin peşinedüşüp buldukları şeyler, dedi Coppi, yalnızca okulluların aşina olduklarıbiçimler dünyasının sınırları içindeydi. Sanatta devrim, normlarkarşısında bir başkaldırıydı. Böylece toplumdaki huzursuzluk, gizli enerji,değişim itkisi dile geliyordu, oysa bindokuzyüzonyedi Ekiminin işçilerive askerleri bu sanatsal imgelerden bir tekini bile ne görmüşler ne deduymuşlardı. Moskova'daki dadaistler ve fütüristler değişimleri, mücadeleedenlerin tanımadığı bir düzlemde sürdürüyorlardı. Sanat artık onlarınolmalıydı. Ama bu sanat anlayışının kaynağı Batı Avrupa ülkeleriydive entelijensiyanın temsilcileri de izlenimlerini yerinde edinmişlerdi,kendilerine ait olmayan bir anlayış, her zaman olduğu gibi, devrimi gerçekleştirenlerinönüne konuyordu, dışarıdan gelenler ve okuryazarlar tarafındanonlara enjekte ediliyordu. Biçimlerdeki devrimin yaşamın bütününükapsayan devrimci dönüşümle birleştirilmesi gerektiğini söylemekonlar için pek anlamlı değildi, avangard edebiyatın ve resim sanatının tasarladığışeyin Rus işçileri için anlaşılmaz olması kaçınılmazdı. Onlarınyaşadığı karanlık deliklerin duvarlarında resimler asılı değildi, olsa olsabir dergiden kesilme renkli posterler olabilirdi, tıpkı bizdeki gibi. Modernistanlayış ve soyutlamalar bir süreliğine sanatsal sorunlarla uğraşanlarınayrıcalığı olarak kalmak zorundaydı, bu sanatın temsilcileri devrimcibir halkın gerçek dilini konuştuklarını düşünseler de onun içinden proleterbir sanat doğamazdı. Bu geçiş aşamasında, yüksek derecede gelişmişanlığı besleyecek şeyin mi, yoksa daha başlangıç aşamasında bulunanlarıgeliştirecek şeyin mi daha iyi olduğu sorusu gündeme geldi. Ulusal veuluslararası ilkeler arasındaki karşıtlık ilişkisi de bu hesaplaşmanın birparçasıydı. Eğer devrim yayılabilseydi sanat da devrimci bir çeşitlilik kazanabilirdi.Devrimin geçici yalnızlığı, mücadeleyi tek başına sürdürme,ayakta kalabilme, kendini savunma ve dışardan bastıran düşman karşısındakorunma zorunluluğu sanatı da her yapıtı toplumsal silah olarakkullandığı, her söylemi savunma ve üretimdeki yararlılığına göre incelediğibir konuma sürükledi. Böylece karışıklık ve çatışma doğurabilecekher şey işe yaramaz kabul edilip bir kenara atıldı, ne Sovyetler'e ne de dışarıdakibizlere başka türlü yararlı olunabilirdi. Bizim sanatımız durmadanyeni elemanlara başvurarak resme deneyselliği, parçalanmışlığı, çözülmeyi,coşkunluğu taşıdı, ama oradaki resimlerden bu beklenemezdi,64


öznel algılayışa yer yoktu, tıpkı bir motor ya da yapı konstrüksiyonu gibihakkında söz söylenebilecek somutluklar aranıyordu. Dökümhanelerdeki,fabrikalardaki, tersanelerdeki işçiler bu resimlerde kendilerini buluyordu.Önemli olan onların içinde yaşadıkları ortamın, etkinlik biçimlerinin,araçlarının kullanımının doğru olarak yansıtılmasıydı. Toplumsal veteknik bir proje çerçevesinde resmin de işlevi vardı. Bu sanat, dedi Coppi,sanayi kombinalarının, barajların, tarım reformunun ve işçi üniversitelerininyanında yerini aldı. Okullarda ve politik örgütlerde olduğu gibi oda amaca yönelikti. Sanat pratik taleplere cevap vermek için vardı, bireyinbuluşlarıyla değil, çoğunluğun beklentileriyle ilgiliydi. Öyle de olsabu sanat çalışanlara yetmez, diye karşılık verdi Heilmann. Her ne kadarçalışanı olayların merkezine koysa da, sanat ona gerçekliğin yalnızca biryüzünü göstermeye devam ettiği sürece onu küçümser, nasıl tüketileceğineönceden karar verilen temaların kendi kararlarına bir müdahale olduğunuister istemez hissedecektir çalışanlar. Eğitim görüp okuyanlar veyazıp çizmek isteyenler sosyalist kültüre biçilen değerin yanı sıra kendikararlarını alabilecekleri yolların tıkalı olduğunu anlarlar. Durumlar fotoğrafgerçekliğine uygun bir biçimde yansıtılıyor, ama eldeki malzemeişlenmediği ve dışsallıklardan başka bir şey içermediği için yakınlığı yakalamakyerine mesafe ve yabancılığa yol açıyor. Ayrıntıya ne kadar sadıkkalınırsa kalınsın bir taklitten ve aldatmacadan öteye gidemez bu. Sanatyüzyıllar boyunca bu taklitçiliği aşmak için uğraş verdi. Empresyonistler,kübistler ve fütüristler gözün gördüğünü neden parçaladılar, elbettesomut olandan uzaklaşmak için değil, tam tersine salt duyularınötesindekini yakalamak için. Fotoğraf otantik olanı belgeleyerek tarih anlayışımızınhizmetine girdiğinden bu yana, nesnelerden yansıyan ışığınobjektiften geçip odaklanarak görüntü oluşturmasından bu yana, resimsanatı da harıl harıl çalışarak mekânın belli bir kesitini tuvale gerçekliğinyansısı olarak taşıma melekesini büyük ölçüde kaybetti. Sanat ancakrenklerine ve çizgilerine öznenin yaşamını kattığında inandırıcı olabiliyor.Eğer bir yerde sanatı yönlendirmeye kalkılmışsa, bu onun özündekibaşına buyrukluğu doğrular. Kısıtlama ne kadar ileri gitmişse, sanatınalaşağı edici gücü karşısında duyulan korku da o kadar büyük demektir.Bunu bilmekse kısa sürede, örnek olduğunu iddia eden şeylerin her zamanolgularla örtüşmediği kuşkusunu doğurur. Kuşku bir kere başlayıpherşeye hâkim olduğu zaman, düşünen insan da, sanatsal etkinliğe biçilenhareket özgürlüğünün sınırlılığını görecektir. O zaman ister istemez,hep pos bıyığı, babacanlığı ve her şeyi bilme iddiasıyla en tepede oturupherkesi güdeni kutsayan ve on binlerce örnekte onu ikonlaştıran sanatada kuşkuyla bakacaktır. Rus işçileri, dedi Coppi'nin annesi, pazar günleriakın akın artık kendilerinin olan resim sergilerine, müzelere gittiklerindepür dikkat kendi tarihlerini ve düşman saldırılarıyla, mücadelelerle geçenyıllardaki çatışmaları izliyor. Onlar için en önemli şey ayakta kalmış65


olmaları. Bir defasında Liebknecht'in evinde Kolektif üyesi Kırgız veTürkmen köylülerinin Tretyakov Galerisi'ni ziyareti üzerine bir film izlediğinive yüzlere yansıyan açıklığı, aydınlığı, sevinci ve şaşkınlığı hiçunutamadığını söyledi Coppi'nin annesi. Buna karşılık Heilmann, sanatıniçinde oluştuğu ortamın canlılığı ancak, sanatın insani deneyimleri anlattığıçeşitlilik ve çokyönlülükte kendini gösterir, diye karşılık verdi,onun ne ölçüde sınırlandırıldığı da ülkede hüküm süren dışlamaların vehoyratlıkların göstergesidir. Mayakovski'nin intiharı Sovyet'lerin üzerineçökmekte olan uğursuzluğun öngörüsüydü, diye devam etti. Sabotaj eylemleriyle,bölücülük çabalarıyla, devirme planlarıyla ve parti yöneticileriniöldürmeye yönelik suikastlarla ilgili söylentileri ve bunlarla ilgili belgelerolduğunu duymuştuk. Yirmi yıl önce Devrimi gerçekleştirip SovyetDevleti'nin temellerini atanlar şimdi haşareler, asalaklar, insanlık düzeyineyükselememiş yaratıklar ilan ediliyordu. Güya Lenin'in silah arkadaşlarıSosyalizmi ayaklar altına almak, sanayiyi yok etmek, ülkenin büyükbölümünü faşistlere satmak ve yeniden kapitalizmi canlandırmak istiyorlardı.Tabii böylece, keskin zekâsını, gelecekle ilgili öngörülerini hep örnekaldığımız Lenin de korkunç bir suçlamayla karşı karşıya bırakıldı,çünkü o şimdi maskeleri düşürülen, ama ta baştan beri kazanılanı batırmaniyetini bir şekilde ele vermiş olmaları gereken suçluları, halk düşmanlarını,uyuz köpekleri yakın çalışma arkadaşları olarak seçmişti, dediHeilmann. Lenin Bolşeviklerin hassa alayı olarak tanıdığımız ayaktakımınıneden göremedi, diye sordu Heilmann, neden geride Lenin'in halefi olmayaaday tek adam kaldı. Lenin'in son yıllarındaki durum ölümündensonra ortaya çıkan durumdan farklıydı, dedi Coppi. Onun kişiliğindengelen birleştirici güç, yakın mücadele arkadaşlarının olumlu özelliklerinigeliştirmelerine imkân tanıyordu. Onların zaaflarını da görüyor, kolaykolay boyun eğmeyen kafaların biraraya gelip tamamen yeni bir şey kurmayaçalıştıkları bir ortamda ister istemez pusuda bekleyen iktidar mücadelelerive bölünmeler karşısında onları uyarıyordu. Yıllarını Lenin'lebirlikte sürgünde geçiren, ülke dışında yönlerim çizen Enternasyonalcilerhalkın içinden gelen ve ülkede kalmış olanlarla çatışıyordu. Lenin'in de,kaba sabalığından, hoşgörü eksikliğinden dolayı eleştirdiği Genel SekreterStalin Batı'da devrimlerin gerçekleşmediği, bütün güçlerin yalnız kalanSosyalist Devleti ayakta tutmak için seferber edilmesi gerektiği kritikbir ortamda yetkileri kendinde toplayan kişi oldu ve Lenin'in ölümüylebirlikte su yüzüne çıkan rekabetlerden, husumetlerden, fraksiyonlardanuzak durdu, kimin ardıl olacağı kavgası patlak verdiğinde soğukkanlılığınıve duruma hâkimiyetini kaybetmeyen, ortalığı yatıştıran, kararlarıalan kişi oydu. Kendi çıkarları adına mı yoksa halkın iyiliği için mi böyledavrandığını tarih gösterecek, dedi Coppi, ama onun yetkilerle donatılmasınaparti karar verdi, çünkü bu ölümcül tehlike döneminde partininbirliğini güvence altına alacak ondan daha iyi bir aday yoktu. Elde edile-66


ilecek her türlü gücü İşçi Devleti'ne karşı harekete geçirmeye hazırlananfaşizmin öfkesi ve dalavereleriyle, içerdeki görüş ayrılıklarından yararlanaraksosyalist ülkedeki bireylerin ve grupların bile yönetime karşı kışkırtılmasımümkündü, bu yüzden de yönetimin emrettiği ilkeleri izlemeyenlerintoptan devredışı bırakılması meşru ve gerekliydi. Ama sadecedevlet yönetimindeki, ekonomideki, ordudaki ajanlar, suikastçılar ve vatanhainleri ayıklanmadı, dedi Heilmann, devrimci olarak tanıdığımızpek çok sanatçı da birden yoz ve hastalıklı burjuva pislikleri ilan edildi,kitaplar ayaklar altına alındı, filmler tahrip edildi, tiyatrolar kapatıldı, Babel,Mandelştam, Meyerhold gibiler tutuklandı, hatta belki asılıp tasfiyeedildi. Vahşetin kol gezdiği ortamda duyduğumuz zaman kulaklarımızıtıkadığımız bu tür mahkûm edici sözleri sırf bizim saflarımızdan geldiğiiçin sineye mi çekelim, sanatçının gerçeği arama çabasına tabularla, geçmiştenkalma, akıldışı kısıtlamalarla kayıt konmasının doğru olduğunumu kabul edelim, bu emirlerin hüküm sürdüğü ülkeye sırf yakınlık duyduğumuziçin, ayakta kalması gereken, sadece eylemlerimizle değil aynızamanda düşüncelerimizle de savunmak zorunda olduğumuz bu ülkeninvarlığı tehlikeye düşmesin diye yapılanların haklı ve anlamlı olduğunamı inanalım şimdi, dedi Heilmann. Nasıl oldu da bizim için berraklıkanlamına gelen bir şeyin içine böylesine bir çarpıtma ve horgörü karışabildi,diye sorarak sözlerine devam etti, peki acılaşan bir şeyi hâlâ temsiledecek gücü nereden bulacağız. Coppi'nin babası dar mutfakta volta atıyor,gölgesi kapının ve pencerenin bulunduğu duvarlarda bir kısalıyorbir uzuyordu, bizim düşüncelerimize hâkim olan şeyse mahkemeleri biryıldır süren davalıların eylemlerinin bütün ayrıntılarıyla kanıtlanmış olması,Feuchtwanger, Heinrich Mann, Lukacs, Rolland, Barbusse, Aragon,Brecht ve Shaw gibi yazarların da bunlara inandığı ve kanıtların onları iknaettiğiydi. Almanya ve Japonya arasında Komintern karşıtı paktın kurulduğuböylesi bir zamanda, Çin ordularının Şangay'dan çıktığı, Nankin'inbombalanıp Pekin'in tehdit edildiği, Etiyopya'nın ilhakından sonraİtalya'nın pakta katılmak üzere olduğu, Almanlar ve İtalyanların Franco'yayapılan yardımı güçlendirdikleri, Büyük Alman İmparatorluğu'ndan,sömürgelerden, doğuya yayılmaktan gittikçe daha yüksek birsesle söz edilen bir zamanda Moskova Duruşmaları'nın hakkaniyetindenen ufak bir kuşku duyulmamalıydı. Bütün bunlar karşısında susmak zorundabırakılıyoruz, dedi Heilmann, diyalektiğin bir parçası olan öğrenmeisteğimiz bile lanetlenmeye kurban edilmemiz için yeterli neden halinegeliyor. Tam da bu ülkeyi bütün dünyanın karşısına model olarak koyduğumuziçin, dedi, orada ne olup bittiğini sormak zorundayım ben, eğerdaha önce tarihsel bağıntıları anlamayı istemekten vazgeçmiş olsaydımzaten öbür tarafta kalırdım. Bu olaylar karşısında tavır alıp açıklama yapmakSovyet halkının sorunu, dedi Coppi'nin annesi. İki yüz milyon insanıyla,on beş Cumhuriyetiyle bu dev ülkenin, böyle bir kara parçasının67


yirmi yıl içinde kökten değişiverip bu kadar mahrumiyetten sonra her şeyinhemen çok iyi olmasını mı bekliyoruz. Biz ne yaptık peki, onları yalnızbıraktık, onlar işe başlayıp bize çağrıda bulunduklarında, onların söylediğiniyapmak yerine bakalım ne olacak diye beklemeyi tercih ettik.Onlara güvenelim, çünkü onlar bizden önde. Tam o anda Coppi'nin babasıiçin mutfağın darlığı dayanılmaz bir hal aldı, hava almak zorundaydı,ışığı kapadı, karanlığın içinde ayak seslerini duyduk, pencere kilitli olsacamları kırabilir, hiç pencere olmasa parmaklarını duvarlara sürte sürtetırnaklarını sökebilirdi, penceredeki kâğıt hışırdayarak yere indi, kanatlarıardına kadar açtı, içeri giren serinliği ve nemli toz kokusunu duyduk,görüş alanımıza birkaç binanın kurşuni cephesi girdi, kare pencerelerinkaranlığına bulutlar yansıyordu.Devrim Aristonikos'tan ancak iki bin yıl sonra gerçekleşmişti. Pergamonayaklanmasının lideri yeni devletinin yurttaşlarını adaletin simgesiolan güneşten esinlenerek Heliopolitler olarak adlandırmak istemişti.Ama bu hareket onlara toplu mezarlar ve zincirlerden başka bir şey getirmemişti.Aristonikos bir kadırganın dibine atılıp Roma'ya götürülmüştü.Düşünü kurduğu bağımsızlık hareketi, bir çarka bağlanmış halde ahalininmeraklı bakışlarına ve tükürüklere maruz kaldığı forumda son bulmuştu.Kendisi son nefesini verirken çevresinde onu alt edenlerin parıltılıtapınaklarının yükseldiğini görüyordu. Köleci toplumdan bu yana, antik,feodal ve burjuva dönemlerini kapsayan iki bin yıl geçmiş, köleliğin birbiçimde sürdüğü bu aşamalar tabiri caizse yerini tarihin sayfaları içindealmış, ilerlemeler kitlelerin sürekli baskısıyla kaydedilmişti, her iyileştirmenintemelinde çaresizliğin patlaması olmuştu, ama egemenlik sistemiaynı kalmış, kölelerin, uşakların, ücretlilerin tepkisi her defasında yenisilahlarla karşılaşmıştı, onların nefsi müdafaası ne kadar şiddetliyse onlarıezmek için indirilen darbeler de o kadar hacimli olmuştu. İki bin yıl boyuncahep kendinden öncekileri devirip yüksek makamlara yerleşip iktidarıele geçirmişler ve bir sonrakiler sabırsızlık ve hiddetle onları yerlerindenedene kadar egemenliklerini sürdürmüşler ve bu süreç betimlenirkenen alttakilere sıra gelmesi için koşulların henüz olgunlaşmadığı söylenmekleyetinilmişti. Toplumsal çelişkinin henüz yeteri kadar keskinleşmediği,örgütlenmenin yetersiz, halkın cahil olduğu, alt sınıfların ters yüzetme düşüncesini kavrayamayacak kadar sefaletin altında ezildiği, alaşağıetmenin başarıya ulaşamayacağı söyleniyordu. Tarihyazımı yukardangeliyor ve her isyanın boğulabileceği ikna edici bir biçimde anlatılıyordu,tabii böylece tarih boyunca olan şey, bundan yarar sağlayanların yer değiştirmesiydisadece. Her şey değişmez ilkelere göre gerçekleşiyordu,çünkü bize böyle bir dünya anlayışını aktaranlar daima kuralları belirle-68


yenlerin tarafındaydı. Muhalifler her zaman olmuştu, tarih onlara görebir vahşetler silsilesiydi, ama birbirini izleyen oligarşilerde onlara hiçbirzaman söz hakkı tanınmamış, papirüs rulolarından parıltılı radyolara kadargerçek hep demagoji tarafından boğulmuştu. Bilginler, ufku genişolanlar çalışanlara bağlanmış olsalardı eşitliğe dayanan bir yaşam vizyonununhayata geçmesi için yüzyılımıza kadar beklemek gerekmezdi.Ama düşünce dünyası, dedi Coppi, paraya bağımlıydı, bugün bile ondankopup bize katılan aydınların sayısı çok düşük. Şehrin yontu ustaları aşağıdakisokaklarda hüküm süren kaynaşmaların giderilmesi konusundaegemenlerle uzlaşmışlardı, eğer uzlaşmasalardı frize böylesi bir yücelikve tamamlanmışlık kazandırmayı beceremezlerdi. Ulaşılmak istenen ideal,dinginlik ve azametiyle yapıtın kavuşacağı tanrısal uyumdu. Saflıktanyoksunları ve günahkarları anlatan bir yapıtta toplumsal çatışma su yüzüneçıksaydı, işlerine devam edemezdi yontucular. Ama içinde somutdünyanın gözlemlenmesi ve yansıtılmasını da taşıyan böylesi bir beceri,yapıtın içine insani kıpırtıların sızmasını beraberinde getirmişti, onlar bunuamaçlamış olmasalar bile. İşverenin isteklerine boyun eğmemek gerçekgüç ilişkilerinin farkındalığıyla mümkün olabilirdi ancak. Onlarsa dışdünyadan soyutlanan ve özerkleştirilen sanatlarının içine kapanarak buadımı ertelemişlerdi. Krallara ve para babası sanat koruyucularına minnetborçlarını, gerçekliğe ilişkin ayrıntıları duyularının süzgecinden geçirdiktensonra eksik bırakmamacasma resmetmekle ödüyorlardı. Birikenparanın getirdiği rahatlık büyük işler yapabilmelerinin güvencesiydi, kıtkanaat bir ortamda sanatın varlığını sürdürmesi düşünülemezdi, zorbalıkne kadar denetimsizse tefekkür o kadar derin, çalıp çırpma ne kadarileri boyuttaysa sanatsal görsellik o kadar önemliydi. Aşağıdakilerle gücünükabul ettikleri egemenlerin arasında konumlanan sanatçılar kendilerinimalzemeyi biçimlendirme oyununa vermişlerdi. Çevrede terör yayılırken,ani ve kuralsız seferler planlı ve işlevsel savaş makineleri halinegelirken, cellat köleler işkencelerini yetkinleştirirken, zindanlar seri üretimiandırırcasına ardı ardına yeni mahkûmlarla dolarken ve köle pazarlarıözgürlük umutlarının tamamen uçup gittiği buna karşılık hakların sonunakadar gasp edildiği uçsuz bucaksız çalışma kamplarına dönüşürkensanatçıların bitmez tükenmez zindeliği ve kendilerini işe kaptırmaları,yarattıkları şeyin özerk bir değer olduğuna inanmalarıyla açıklanabilirdiancak. Fransa'daki devrimler onların kurmuş olduğu yapıyı sarsmıştı, kimileriproletarya aidiyetlerini keşfetmişti, bu anlayışa yine sokak mücadeleleriylevarılmıştı. Bilgileri eyleme dönüştürmek için neler yapılmadıki, dedi Coppi'nin annesi. Bütün ayaklanmalarda ve başkaldırılarda nedenhep başkalarının sıçrama tahtası olduğumuzu, kendi iktidarımızıkurmayı neden bir türlü başaramadığımızı bilimsel olarak açıklamak içiniki bin yıl gerekti bize. Kendi tarihimize baktığımızda hep aşağıda kaldığımızı,bize karşı kullanılan şiddetin hiç değişmediğini düşündüğümüz69


zamanlar olabiliyordu, ama Ekim Devrimi, yapılan bütün hamlelerde,ağırlığı bizi şimdiye kadar bağlayan güçleri bile aşan bir gücün biriktiğinikanıtladı. Sarmal gelişim anlayışı bizi önceki yüzyılların ezilmişleriyleyakınlaştırıyor, biz de onlar gibi umutsuzca çırpmıyorduk, ama sonra çaresizliğinyerini yeni bir yöntemin ilkeleri aldı, hâlâ esirlere ve kölelereyakın dursak da artık amaçlarımızın gerçekleşmeye başladığı bir çağıniçindeydik. Artık gruplar halinde değil, bir sınıf olarak ayaklanıyorduk,geçmişle ilgili edindiğimiz bilgiler bize eski kuşakların sıkıntılarını taşımaklakalmamış, aynı zamanda az gelişmiş ülkelerde, sömürgelerde devameden baskı konusunda da bilinçlendirmişti bizi. Boyunduruk heryerde aynı boyunduruktu, yalnızca ülkemiz değil taşıdığımız sorumlulukda ortaktı, böylece dayanışma ve enternasyonalizm bilinci doğmuştu.Milyonlarca çalışanın, kendi sınıfının gerektirdiği görevlerden koparıldığıülkemizde bunlardan söz etmek belki paradoks gibi görünebilirdi.Ama sosyalizmin başlangıcını yaşadığımız bu dönemde uzlaşmazlık, rekabet,hoşgörüsüzlük ve kibir devam ediyordu, yeniyi kurmak isteyen insanlarınkendileri de hâlâ eskinin tutsağıydılar, herkes sırtındaki mirasınyükünü taşıyordu, geleceğe ilişkin şeyler ister istemez belirsizdi ve ancakönerilerle, taslaklarla belirginleşecekti. Ülkemizdeki yeni rejim altında siyasieğitim kursları yapılamıyordu artık, gizlice elden ele dolaşan yasadışıbroşürler aracılığıyla son durum hakkında bir yargıya varmaya çalışıyorve kendi ölçülerimize göre bize doğru görünen şeylere sahip çıkıyor-duk.Kendi deneyimlerimizden edindiğimiz inançlara yaslanan politikkararlarımızın çıkış noktası nasıl ki bölük pörçük parçalar, uyuşumsuzluklar,hipotezler, toplantı kararları ve ilkelerin bir bileşimiyse sanatı da içsarsıntılarını, kırılmalarını ve karşıtlıklarını hesaba katmadan anlamamızmümkün değildi. Çelişkilerinden soyutlandığında sanattan geriye cansızbir kütle kalıyordu. Sanatın ta başından beri her zaman inişleri ve çıkışlarıolmuştu, devingen ve durağan aşamalar, verimli ve bilinçli geri dönüşlerinyanı sıra çocuksu gerilemeler, özgünlük ve taklit her çağda kendinigösteriyordu, bir üslubun diğerinden daha değersiz olduğunu söylemekpek mümkün değildi, Paleolitik Çağ'dan kalma taş yontular, kayalara kazınmışfigürler, Paskalya Adası'nın dev totemleri, Afrika ve Hint maskeleriöyle iyi bir dil kullanıyorlardı ki, çağdaş sanata bile örnek olup simgeselgüçlerinin üstünlüğünü koruyabilmişlerdi, Altamira ve Lascauxmağaralarının resimlerinde büyünün yerini ekspresyonist yapıtların dekoratiföğeleri almıştı, gevşek ve uçuşan tonlamaları, yumuşak konturlarıylaGirit frizleri empresyonistlerin doğa kavrayışını anımsatıyordu,Knossos çiçek desenlerinde Art Nouveau'yu görmek mümkündü, Mısırrölyefleri kübizmin öncüsüydü, sürrealizm Babil ve Aztek figürlerinigüncelleştiriyor, Hinduların ve Kimerlerin resimleri, Sümerlerin biçimanlayışı modernlerin sanatında yerini alıyordu. Eskiçağ, Ortaçağ gibi adlandırmalarteorisyenlerin kategorik çekmeceleri için kullandıkları ve sa-70


natta her şeyin yeni ve çağdaş olduğu gerçeğini saptıran terimlerdi. Sanatıntarihinde gerçeğe uygunluk ve soyutluk, ritüel ve fantastik öğe hepvardı. Berraklığa ve doğruluğa kimi zaman satıh ressamlığıyla, kimi zamanderinlik etkisiyle ulaşılmıştı, perspektif bir düzeltme ve ilerleme olarakdeğil anlatım aracının değişmesi olarak değerlendirilmeliydi. Sanattaaraçsallık da başına buyrukluk da, koyu bir geleneksellik de şaşırtıcı atılımlarda hep vardı. Sanatın tarihi de bir sarmala benziyor ve böylece bizikendimizden öncekilere yakınlaştırıyor, kurucu öğelerin yeni modülasyonlarınıve çeşitlemelerini görebiliyorduk, burada bizim için önemli birdeğişim varsa, o da, sanatın kaynağındaki değeri bizim yeniden keşfetmişolmamızdı, çünkü sanat düşünme var olduğundan bu yana herkesinmalıydı, itkilerimiz ve reflekslerimizle sarmaş dolaştı. Nasıl ki eğitimlileriçin özel olarak yaratılmış kapalı bir sanatı kabul etmiyorsak, çalışan sınıfiçin özel olarak biçilmiş sanatsal bir dil olması, kolay anlaşılır, sağlam vekararlı bir dil olması gerektiği fikriyle de yetinmiyorduk. Böyle bir sanatbize göre yeterince çokyönlü ve yaratıcı olamazdı. Öğrenme çabası içindekipek çok yoldaşla, karşıtlıkları görünür kılmayan resimlerin, onlarısavunma adına tüm söylenenleri dikkate alsak da, beklentilerimize yanıtvermeyeceği konusunda hemfikirdik. Sanat bizimle verimli bir diyalogmu kuruyor yoksa işimize yaramaz bir şey mi, demagogların mı hizmetindeyoksa bizi destekleyebilen bir şey mi, bütün bunları kurcalayarakkendi başımıza bulmak istiyorduk. Ressamlar, yazarlar, düşünürler kendidönemlerinin çatışmalarına, bunalımlarına, tıkanıklıklarına ve atılımlarınatanıklık ediyorlardı. Üslup geçişlerinde, devinimin, renklerin gelenektenani kopuş duraklarında toplumsal dönüşümler de okunuyordu, amayine de yansımaların çeşitliliğinde, farklı görsel anlayışlarda bir birlikvardı, her şey birbirini besliyordu, aralarında bir soru yanıt diyaloğu vardı,hiçbir şey anlaşılamayacak kadar uzakta da değildi. Sanatçıların sarayave kiliseye bağımlı oluşlarının, işverenin taleplerine cevap vermek zorundaoluşlarının, yaptıkları işe, sonraki dönemlerin özerkleşmiş ve yalnızcakendinden sorumlu sanatına kıyasla daha büyük bir güvence ve dayanıklılıkverip vermediğini düşünüyorduk. Geleneğe sıkı sıkıya bağlısistemin içinde yerini alan yapıtın ağır ve telaşsız oluşum sürecinin yeriniözgünlük isteği almıştı; yeni olmanın ölçütü artık yetkin bir el becerisi değil,dehaydı; bu kendine özgü bir tarz arayışı, kendini bireysel olana vermetutumu, beraberinde yalnızlığı, sınırları zorlamayı, kişisel sancınınbaskınlığını, birikimi ve sonunda sanatın sorgulanmasını getirmişti. Dürer'inİncil motifi Kaybolan Oğul benzetmesini konu alan oymabaskısıylaMelancolia oymabaskısını karşılaştırınca hiyerarşik sanatla kendi ayaklarıüzerinde durup kendi seçimlerini yapan sanat arasındaki ayrım açıkçagörünüyordu. Özerklik talebi olan sanata yine de ilke dikte edilmesininhaklı bir yaklaşım olup olmadığını ve bu sanatın belli bir yönde işlevselleştirilmesininonun inandırıcılığına gölge düşmeden verimli sonuçlara71


yol açıp açmayacağını tartışıyorduk. Buna karşı akla gelen gerekçe, üslubundışardan dayatılabilecek bir şey olmadığı, kendi içinde ve organikolarak gelişeceğiydi. Çeşitliliği içinde bizim ancak yeni yeni tanıyabildiğimizürünlerin, şimdiye kadar yaratılan her şeyin bir potanın içinde eriyorolması, içinde yaşadığımız çağın bir özelliğiydi, çağımızın üslubu süreklibir arayış ve reddediş üzerinde temelleniyordu. Peki sanatçılar geçmiştetiranların yönetimi altında, kalıcı olanı yaratmayı nasıl başarabildiler,diye sordu Coppi'nin annesi. Çünkü onlar baskının boyutlarını görmüyorve iktidar ilişkilerini sorgulanmıyorlardı, diye yanıtladı Coppi, onlarkendilerince doğru ve gerçek olanı anlatıyor, anlattıkları şeye inanıyorlardı.Bugünse diktatörlüğün hizmetindeki aydınlanmış sanatçınınikiyüzlülükten ve kendini kandırmaktan başka şansı yok. Faşizmin Yunanve Roma yapıtlarına öykünerek diktiği anıtlar içi boş alçıdan öteyegitmiyor. İşte bu yüzden de, dedi Heilmann, gerçeğin temsilcileri, ya sürgündelerya cezaevinde, iktidardakilere düşüncelerini açıkça söyleme cesaretinigösterenlerse bunun bedelini hayatlarıyla ödüyorlar. Yukarıdakilerdenkopmaya başladığından beri sanatçının payına düşenler hapis veişkence, çalışma yasağı, kaçma, sürgün ve ateşe atma, diyerek devam ettisözlerine. Bütün sanat, bütün edebiyat harekete geçirebileceğimiz bir tanrıçanın,Mnemosyne'nin koruması altında bizim içimizde yaşıyor. Mnemosyne'nin,sanatların anasının adı, bellek anlamına geliyor, dedi Heilmann.Bütün sanatsal ürünlerin içindeki varlığımız ve onlarda kendimizibulmamız onun koruması altında. İçimizdeki kıpırtının ne istediğini kulağımızafısıldayan da o. Bu zengin birikimi disiplin altına alıp cezalandırmacüretini gösterenler bize saldırarak bizim ayırt etme becerimizimahkûm ediyorlar demektir. Ukalaca salladıkları işaret parmaklarıylaher bir yapıtın çokanlamlılığını unutan sanat tarihçileri bana bazen çokitici geliyor, buna karşılık politik nedenlerden dolayı dayatmaya başvuranlarınsasanatın özü hakkında en ufak bir fikirleri yok. Yerlerinden indirdikleritablolar, yaktıkları kitaplar, mücadele ettikleri aykırı düşünceleronları engizisyoncu yapıyor. İdeoloji hoyratça sanata tecavüz ediyor,oysa onunla ilişki kurup ona bağlanabilir de, ama ideoloji sanattan kendinebiat etmesini istediği sürece sanat kapılarını kaçınılmaz olarak kendisinekapatır. Marx ve Engels bunun farkındaydı, Lenin de asla kendi konumundanyararlanıp sanat hakkındaki görüşlerini başkalarına dayatmayaçalışmadı. Onlar sahip oldukları güzellik anlayışı bakımından gelenekçiydiler.Sanat anlayışları kaynağını burjuva ekollerinden alıyordu. Amayine de yapıtlarda toplumsal ilerlemeyle ilişki kuran ve sanatın ortakmülkiyet haline gelmesi yönündeki değerleri görüyorlardı. Baskı mekanizmalarıdevrim yoluyla ortadan kaldırıldığında bırakın sanatın zarargörmesini, tersine sanatın içsel uyumu ve büyüklüğü ancak o zaman tambir geçerlilik kazanacaktı. Onlar Blanque, Proudhon ve Bakunin'in temsilettiği anarşist yıkıcılığa katılmıyorlardı, aşırı radikalizme ve avangard re-72


toriğe nasıl karşılarsa Hölderlin, Novalis, Kleist ve Büchner gibi klasisizminhuzursuz ruhlarını tercih ediyor, Fransız romancılarını Rimbaud, Lautreamont,Verlaine ve Baudelaire'den daha çok beğeniyor, melodik anlayışısürdüren bestecilerden hoşlanıyorlardı, atonal müzik onlar için bir işkenceolsa gerekti. Lenin resim sanatının çağdaş yapıtlarını doğaya hakaretolarak algılamış, ideallerinin devrim karmaşası içinde sorunsuzca gerçekleşmesinefırsat olmamasına öfkelenmişti, ama İşçi Devleti'nin yenidoğan sanatı için de aynı idealleri güdüyordu; anatomiyi çözen, çığlıklara,fabrika sirenlerine ve türbinlerin gürültüsüne yer veren bir sanat yerinegöze ve kulağa hitap eden armonik bir sanatsal üretim istemişti, amaonun taraf olma çağrısında, her sanatçının kendi açısından gözden geçirebileceğibir karakter vardı. Onun otorite ve taraf olma anlayışı ahlaki türdendi,ama aynı zamanda sanatın kendine özgü bir yaşamsallığı olduğunuteslim ediyordu, onun bu geniş yürekliliğine karşılık ardılları hasis vesığdı, kendiliğindenlik kalıpçılığın karşısında, özgür açılım önceden belirlenmişyöntemselliğin ve doğruluğun karşısında yenik düşmekteydi.Eğer ustalar geçmiş yüzyılların edebiyat ve sanatını öğrenmemizi öneriyorlarsa,Balzac, Stendhal ve Goethe'yi, Rembrandt, Bach ve Shakespeare'iolgunlukları, insan hakkındaki bilgileri, keskin gözlemcilikleri, dünyayabakış açıları bakımından övgüye değer buluyorlarsa, onların yapıtlarındakiRoma asillerinde, feodal beylerde, soylularda, saray kadınlarındave krallarda zaman üstü çatışmaların hümanist bir biçimde örneklendiğinigörüyorlarsa, geç dönem burjuvasının kılı kırk yaran deneycilerininde bize bir şeyler öğretmesi neden mümkün olmasın, sorusunu atıyordukortaya. Marx, Engels, Rosa Luxemburg, Lenin kültürel ifade biçimlerininher zaman dönemlerinin maddi koşullarının sonucu olmayıp,tam tersine sıklıkla onlara karşıt yönde ortaya atılabileceği, sanatçılarınironi, kurnazlık ve inatla üretim ilişkilerinin verili dünyasını kırıp yenibilgilerlerle bilinç değişimine katkıda bulunabilecekleri görüşünü desteklememişlermiydi. Demek ki sanat sınıfsal karakterinin yanı sıra yaşamımızıbelirleyen toplumsal, ekonomik ve politik süreçlere galebe çalan birözelliğe sahipti, sanat genellikle toplumsal varlığın değiştiği eşikte konumlanıyordu,ideologları çaresiz bırakan da işte sanatın bu özelliğiydi.Onlar sanatı, yenilenmek için her yerde var olan sürekli bir güç olarak etkinkılma düşüncesini izlemeyi beceremiyor, bunun yerine sanatsal araçlardanda politikacılar için gerekli olan disiplinin aynısını bekliyorlardı.Yine de onların, vesayet adına kurallar getirerek sanata müdahale etmelerinieleştirmek zordu, çünkü bu müdahale daima iyi niyetliydi. Sosyalistsanat kapitalist kültür piyasasındaki vahşetten uzak tutulup temiz kalmalıve savaşın, sadist zorbalığın, ırkçılığın yüceltilmesini dışlayacak herönlem onaylanmalıydı, tek sorun bu durumla mücadele etmekle düşünceözgürlüğü arasındaki kritik sınırın değerlendirilmesindeki zorluktu. Sanattaseçim özgürlüğü için ödenen bedelin çürüğe çıkarılmak olmasına73


karşıydık biz, kitle iletişim araçlarının çirkef çukurundan her gün insanlarınüzerine boşaltılan çöpü lanetliyorduk, ama yine de edebiyat ve plastiksanatların dayatmaya gelmeyeceğini düşünüyorduk. Böylece eğitimsürecimizde gelişen düşüncelerimizle hem sınıflı toplumun koyduğu engellere,hem de sosyalist bir kültür anlayışının geçmişin ustalarına hoyratdavranan ve yirminci yüzyılın öncülerini iletişim ağından çıkaran temelilkesine karşı çıkıyorduk. Joyce ve Kafka'nın, Schönberg ve Stravinski'nin,Klee ve Picasso'nun, bir süredir Cehennem''iyle uğraştığımız Dante'yleaynı saflarda yer aldıkları konusunda ısrarlıydık.İlahi Komedya da tıpkı bir bilmece gibi önce parça parça tanışmış olduğumuzUlysses'e benziyordu, tedirgin edici ve isyankârdı, biçimsel vetematik bakımdan bilinenden çok uzaktı o da. Geçen yaz, yerin dibindeters yüz edilmiş, daireleriyle insanı gittikçe daha derinlere çekip koca biryaşam süresini kullanmak isteyen, ama buna karşılık dibe indikçe yinedöngüsel bir çıkışla olağanüstü yükseklikleri vaat eden bu garip kubbeyeadımımızı attığımızdan bu yana, burada ne oluyor diye sorup duruyordukkendimize. Francesca da Rimini ve Paola Malatesta'dan ötesine geçememiştik,İlahi Komedya'nın Reclam Yayınları'ndan çıkan Gmelin ve CottaYayınları'ndan çıkan Borchardt çevirilerini yorumlamak, Heilmann'ın Latinceve Fransızca bilgisinin yardımıyla Latince ve İtalyancadaki üç dizelikıtalar üzerinde yaptığımız karşılaştırmalara çok zaman harcamıştık. Dışkatmanda karşılaştığımız dildeki eksiklerden, düzleştirilmiş imgelerden,ritmin ve ses akışının silikliğinden kaynaklanan engellerden geçip metninhiç sönmeyen bir kor halindeki iç ilişkilerine girdiğimizde şimdiye kadarhiç fark etmediğimiz yaşantıların içimizde nasıl uyandığını, edebiyatınonları nasıl harekete geçirdiğini fark ettik. Yine de bu okuma deneyimindemistik ve akıldışı bir yöne sapmak istemiyor, her tınlamayı inceden inceyebileşenlerine ayırmaya çalışıyorduk, İlahi Komedya'nın gezginiylebirlikte girdiğimiz orman hakkındaki konuşmalarımız bile haftalarca sürüyordu,İlahi'nin birkaç motifini ancak bilincimizle anlamış olduğumuzuneden sonra saptayabiliyorduk. Giriş kapısı ve ön avlu, hayvan sürüleriyle,topografik özellikleriyle, sızdırdığı ışığıyla tıpkı karanlık korulukkadar somut özellikleriyle betimleniyor, duyuların dünyasında karşılığıolmayan bir yere doğru el yordamıyla ilerleyiş, bu cüretkâr gezinin anlatılmasıylakoşut gidiyordu. Daha ilk satırlardan itibaren burada anlatılacakşeylerin aslında sözler ve imgelerle ifade edilemeyeceği izleniminekapılıyordu insan, ama sonra olanaksız gibi görünen şey satır satır, bölümbölüm, numaralar verilmiş simetrik bir düzende dengeli, uyumlu,başka türlü olması düşünülemeyecek bir birlik halinde yapılandığındatasarım gücünün kaotik ve mutlak bir belirsizlik karşındaki zaferi de74


açıklık kazanıyordu. Bir dönemin malzemesinin öznel bir vizyonda yoğunlaştığıCehennem'in ruh dünyasına giden yol görünür kılınmakla kalmıyor,sanatsal çalışmanın işleyişine de adım atılıyordu. Ölüm düşüncesisanata yaklaşmakla ilişkiliydi. Şiirin yazarı yaşamının ortalarındaydı,ama çalışırken kendini hem bir ölünün rehberliğine hem de ölülerle buluşmalarabırakıyordu. Yola çıktığında kendini bu ölüme yakınlık haliyleözdeşleştirmişti; hâlâ soluk alıp veriyordu, ama içi ölümle, artık hiçbir şeyiolmayanların yansımalarıyla doluydu; böylece onlardan aldıklarını,içinde yaşamaya devam eden şeyi düşündükçe, olsa olsa yalnızca kendisindengeriye kalan iskeletini bulabileceği bölgelere daldıkça kendisininde sönüp gittiğini hissediyordu. Onun yolculuğunun başlangıcını uykuylauyanıklık arasındaki durumla karşılaştırabilirdik; birden bire düşer gibiolmayı, düşlerin bastırmasını, vincin ucundaki kancanın insanın kafasınaçarpabileceğini, makinedeki transmisyon kayışının insanın kolunuçekip koparabileceğini, içinde bulunulan mekânın düşün bir parçası mıolduğu yoksa o mekânda mı düş kurulduğu gibi bir belirsizliği, hepimizinyaşamış olduğu gibi gecenin geç ya da sabahın erken saatlerindekiyarı uyanık hallerimizden biliyorduk; işte şair de böyle bir ara durumda,ağır bir yorgunluğun etkisinde, ama hâlâ görme ve işitme yetisini kaybetmemişolarak karşısında belirip sezilebilenleri elle tutulur hale getirecekdüşünceleri arayarak kâğıda harfler geçiriyordu. Bir kitabın, bir resminoluşum sürecini henüz tasarlayamıyorduk, sanatla ilişkimiz şimdiye dekizleme düzeyinin ötesine geçmemiş, Heilmann'ın birkaç şiirini saymazsakiş hayatındaki deneyimlerimiz üzerine bir şeyler karalamıştık sadece;bu da her defasında bize, olaylara hâkim bir bakış edinmenin çok güç olduğunugösteriyordu. Dante'nin kitabının bize sunduğu karmaşık bütünüzerine konuşurken de ister istemez vicdan azabı da duyuyorduk. Her nekadar kitaplar üzerinde hakkımız olduğu konusunda ısrarlıysak da, buokumalara utangaçlığımız eşlik ediyordu. Coppi'nin anne babası bile buokumaya katılmıyordu, burada hazır bulduğumuz şeylerden kendimizeait olana sıçramanın imkânsızlığı kendini gösteriyordu, bizim okuduklarımızıokuyabilecek olanların, zamanında eline kitap alıp açma olanağıbulamadıkları için nasıl dışarıda kaldıkları burada iyice keskinleşiyordu.Su götürmez bir biçimde kültürel bilincimizden söz edip bu bilincin kimigruplarda yerleştiğim, devamının da çorap söküğü gibi geleceğini biliyorolsak da, zorba iktidar aygıtının, pek çok insanın elinden, okumak içingereken inisiyatifi, boş zamanı, ön hazırlığı, merakı alıp onları atıllaştırdığınıdüşünüyorduk. Kütüphanelerin herkese açık olduğunun anımsatılmasıyetmiyordu, kuşaklar boyunca kafalara enjekte edilmiş olan, kitapsana göre bir şey değil fikrinin aşılması gerekiyordu öncelikle. Pazar günleriPflug Caddesi'nin yakınındaki Humboldt Korusu'nda kütüphanelerinherkese açık olduğunun anımsatılması yetmiyordu, kuşaklar boyuncakafalara enjekte edilmiş olan, kitap sana göre bir şey değil fikrinin aşılma-75


sı gerekiyordu öncelikle. Ya da Hedwig Cemaati'nin mezarlığında oturupİlahi Komedya'yı kendi hayatımızla ilişkilendirmeye çalışıyorduk. Başlangıçtabedenden kurtulmanın sanatsal üretimde önkoşul olduğu, sanat yapıtınıüretenin kendi dışında bir şey olmak amacıyla kendinden vazgeçtiğifikrini benimsedik. Ama bir süre sonra bunu pek de makul bulmamayabaşladık, çünkü bizim inancımıza göre sanat en büyük gerçeklik temsiliydive ancak tüm yaşam güçlerinin ortak geriliminden doğabilirdi. Dahasonra, ölüm düşüncesiyle temas etmenin, ruhunda ölümle ve ölülerle yaşamanınpekâlâ sanat yapıtına götüren güdüyü harekete geçirebileceği,buna karşılık bitmiş ürünün yaşayanlar için var olduğu, dolayısıyla yaşayanlarınkavrayış ve düşünüş kuralları doğrultusunda tamamlanmış olmasıgerektiği sonucuna vardık, kompozisyonun izini bilinçli olarakplanlanmış, ölçülüp biçilmiş biçimde izleyerek. Dante, gelip geçicilik karşısındaduyulan ürküntüyü yine bu ürküntüyle aşabileceğimizi, bu çiftkatmanlı yöntemi, kendi yaşamından sonra devam edecek işaretler bırakmaksuretiyle gösteriyordu, başlangıçta bu dönüştürme işlemi ancak Skolastiğeyabancı olmayanların anlayabileceği sembollerin ve alegorilerinardında gizleniyormuş gibi görünse de, mesellerin ince ince birbirlerineörülüşünden oluşan yapıt dolayımsız bir gözlemin ürünü olan gerçekliğindile geldiği ayrıntılarını gittikçe daha çok açıyordu okura. Söylenenlerialtı yüzyıl önce düşünüldüğü biçimiyle anlamayı bir gereklilik olarakgörmüyor, bunun yerine onu çağımıza taşımak gerektiğini, onun burada,çocuk bahçesinin yanındaki oturmakta olduğumuz bu parkta, Sankt SebastianKilisesi'nin hemen altındaki bu yeni açılmış mezarların arasındacanlanması gerektiğini düşünüyorduk, çünkü onu kalıcı kılan buydu, bizimfikir yürütmelerimiz ve yanıtlarımızla yaşıyordu o. Dört bir yanımızçürümüşlükle çevrili olduğu halde, henüz başlayan yaşamımızın vaktindenönce elimizden alınabileceğini daha önce hiç düşünmemiştik, oysaşimdi kendi ölümümüz hayatın akışından kopup odağa kaymıştı, bu biranlık bir kayma olmakla birlikte ilerde bu durumun her defasında dahabelirgin bir biçimde yeniden ortaya çıkacağını biliyorduk artık. Dante'ninyaşamı sönüp gitmişti, ama etrafı pars ve kurt kılığında ve nihayet gürleyenbir aslan sesi olarak kendini gösteren, tüylü, sıska, tıslayan, avının etrafındadört dönen ve Dante'yi dibe çekmek için fırsat kollayan sembollerleçevriliydi; tam da dayanma gücünün kırıldığı sırada dayanaklılığıberaberinde getiren kurtarıcı, yol gösterici ise bellekten başka bir şey değildi.Lombardiya bölgesinin Mantovalı şairi 9 ona yola devam etmesinisöylüyordu, böylece çözülmenin pusuda beklediği sınırda kolaylıkla yitirilebilecekdünya bir kez daha durdurulamaz gücüyle, gürül gürül akarakserpilip büyüyebilir, bu süreçte de nasıl ve neden Dante'nin yazınsalve politik etkinliğe soyunduğunu, Floransa'dan kovulup sürgüne ve yoksulluğamahkûm edildiğini, umutlarının paramparça olduğunu, aşkın ve9 Vergilius76


inancın yitirilişinden sonra geride ne kaldığını tek tek şairin önüne koyabilirdi.Cehennemin kayıkçısı Kharon'un kayığıyla Akheron Nehri'ninkarşı kıyısına geçilen ve çaresizlik içinde kıvrananlarla dolu KorkaklarAvlusu'na 10 adım atıldığında, buranın yerin dibine doğru inen mekânınöteki dünya değil de Dante'nin onüçüncü yüzyıldan ondördüncü yüzyılageçişteki dönüm noktası olarak bütün patırtısıyla, habisliğiyle, hasetiyle,hiddetiyle ve körleşmesiyle yaşadığı bu dünya olduğu anlaşılıyordu.Dante karşı karşıya kaldığı bu insan kalabalığının içindeki figürleri önceVergilius'un yardımıyla tanıdıktan sonra her biri kendi tutkularının tutsağıolan bu figürleri tek tek ele alıyordu, onlar yalnızca çıplaklıklarıyla, yaraizleriyle, çirkinlikleriyle, delilikleri içinde karakterize edilişleriyle değil,aynı zamanda belli sınıfsal çıkarların temsilcileri olarak çıkıyorlardısahneye. Daha önce boğuşup mücadele etmiş olduğu insanlara baktıkçabazen duygusal olarak sarsılsa da, kendi döneminde benzeri görülmemiş,aykırı olduğu besbelli toplumsal bir model çizmeyi başarmıştı Dante.Burada imparatorlara ve papalara kadar devrin bütün büyükleri adlarıylayer alıyor, bireysel özellikleriyle portreleri çiziliyordu; onların tutkularısonsuza dek içinde helak olacakları bir ateşe, bir yanardağ patlamasına,bir buz tutmaya dönüşmüştü. Neden oldukları felaketlerin yazıldığısayfalarda dolanırken bu felaketler bolluğunun sistematiğini fark ediyordukartık. Her cinayetin ve her işkencenin suçluya geri döndüğü, her sapkınlığınruhun kurtuluşunun kilitlenmesine dönüştüğü bu halüsinasyonlardizisi iktidara talip olmanın beraberinde getirdiği, titizlikle hazırlanmışbir sıfatlar kataloğuydu aynı zamanda. Buna karşılık, düşmanlarınıve karşıtlarını bir bir cehennem azabına mahkûm eden bu ahlakçı şairinkendisi temiz kalıyor, dedi Coppi, yaptıklarının bedelini ödeyen insanlarınıstırapları veya kendi acıları onu ağlatıp kendinden geçirebiliyor, amabir inkâr, ihmal, suskunluk, tereddüt yüzünden kendisinin de bir başkasınıngözünde suçlu duruma düşebileceği hiç aklına gelmiyor, kötüyü boydanboya katederken koruyucu meleğinin, sanatsal bilincin elini sıkı sıkıtuttuğu sürece hiçbir şeyin kendisine zarar veremeyeceğini biliyor. İştebu, diye sordu Coppi, sanatta bizim kaçınmamız gereken bir haddini bilmezlikdeğil mi aynı zamanda, Heilmann da bu soruyu, bu duyarsızlıkbelki de bizim düşlerde yaşadığımız ve bize olup biteni zarar görmedenizleme imkânını veren duyarsızlıkla aynı şey, diye yanıtladı. Canavarlaronu gerçekten yaralasalardı, çevresini saran zebanilerin ürkütücü darbelerinemaruz kalsaydı bütün bunları yazamazdı. Düşteki ve edebiyattakiazap öyle bir azaptır ki, bundan kaçmanın yolu yoktur, orada her şeyemaruz kalabilir, her şeyi adeta gerçekmiş gibi yaşarız, düşte dayanılmazbir noktaya geldiğimizde uyanırız, buna karşılık edebiyatta dayanılmazolandan onu ancak söze dönüştürerek kurtuluruz, dedi Heilmann. Onagöre uyuşma da katılmacı, tavır alan sanatın bir parçasıydı, çünkü onun10 İlahi Komedya, Üçüncü Manzume77


yardımı olmadan başkalarının çektiği ıstıraplar ne de kendi yaşadığımızbir felaketten dolayı hissettiğimiz acılar karşısında merhamet de duyamaz,suskunluğumuzu, elimizi kolumuzu bağlayan ürküntüyü yaşadığımızkâbusun nedenlerini ortadan kaldırmak için gerekli olan karşı saldırıyada dönüştüremezdik. Aynı şey ölüm kalım savaşımını saydamlaştıranbazı resimlerde de vardı. Ben montajda çalışırken bir dönemimizi Pierodella Francesca'nm düşlemleriyle yaşayarak geçirmiştik. Burada, herhangibir mekâna bağlı olmayan ve kendine özgü yanları istendiği gibibir yerlere bağlanabilecek bir kitapla karşı karşıya değildik, burada bütünüancak sezdirebilen bir dizi friz kesiti söz konusuydu; bu kesitler öylebir gerilimle doluydu ki, insan onlara ne zaman baksa della Francesca'nmArezzo frizlerinin gerçek boyutlarını görme isteği duyuyordu. Derinliğiolmayan bir mekânda bulunan figürler gölgesizdi; silahlarıyla, savaş atlarıve bayraklarıyla iç içe geçiyorlardı, ön plandakilerle en arkadaki uzakfigürlerin büyüklüğü aynıydı; ister bir zincir parçası, bir kemer tokası, birmenteşe, ister bir miğfer sorgucu, ister bir askerin ya da atın gözü olsunher ayrıntı aynı değeri taşıyor, iki boyutlu resmin yasalarından başka biryasa tanımıyordu. Kır, boz ve doru atların renklerinin katılımı, giysilerinkırmızı mor, yeşil, gri, mavi tonları, kan lekelerinin kırmızısı, kılıçların vezırhların parıltısı, süngü kılıflarının bakır süslemeleri, kuğuların yüzdüğüçarşaf gibi bir nehrin kıvrımlı akışı, kıyıdaki beyaz kumun üstüne serpiştirilmişotlar ve çalılar, bir kentin geometrik surları, garip bir pürüzsüzlükiçindeki, hiç ayak değmemiş gibi duran toprağın gökyüzüne yansıyanyeşilimtırak mavisi; bütün bunlar her türlü heyecandan kaçınan birgörme şekli sayesinde dönüşüme uğramış, biçimlerin eşit ağırlıklı oluşuylaanıtsal bir etki gücü kazanmasını sağlamıştı. Coppi bu bakışı soğukve kapalı buluyordu, anlatımdaki kesinlik ona göre kaderciydi. Bir yandayıldızlı bir kubbenin altında sancakların ve silahların koruduğu egemenler,öte yanda da sonsuza dek karşılıklı imhanın tutsağı olan savaşçılarkendi içlerinde birer birimdiler. Ne atların dörtnal halindeki bacaklarının,ne fırlatılmak üzere olan kargının, ne de havada sallanmakta olan baltanınhareketi devam edecekmiş, mevcut durum değişecekmiş gibi değildi.Dengesi bir kez kurulmuş duruşlarda ne öne ne geriye eğiliş, ne sağa nede sola dönüş mümkündü artık. Her ayrıntısı gözlemlenmiş belli bir andanibaretti her şey; duygu adına ne varsa, kılıçların, mızrakların, at başlıklarının,sancak sopalarının çizgilerinden, kalkanların, atların sağrılarının,miğferlerin yuvarlaklığından, kolların, ellerin ve yüzlerin dizilişinden,kara kaşların altındaki bakışların yönünden oluşan bu görsel ilişkilerörgüsü uğruna dışarıda bırakılmıştı. Resmin yabancılığı ve yadırgatıcılığı,figüratif tarzda olmasına karşın öykünmeciliğe teslim olmamasındangeliyordu. Kendine özgü bir ışığı vardı ve resmettiği olay aslında renklerinuyumuydu. Coppi'ye göre bu değerlendirme spekülatifti ve bizimmücadelemize bir getirişi yoktu. Ama resme getireceğimiz itirazlarımızın78


yargımızı keskinleştirmek açısından bir yararı vardı. Resmettiği gruplaşmalarınbelirlenmesinde sınıf ayrımından yola çıkan böyle bir tabloylaneden ilgilendiğimizi sorguluyorduk. Çünkü tarzında dürüstlük olan bugibi eserler hakkında bilgi sahibi olmamız gerekiyordu. Sanatın ve edebiyatınbu ayrıksı ve seçkin başarılarını, yakından tanıdığımız öteki taraftandolayı, yoksulluğu ve zarureti temsil eden ve anıtları olmayan taraftandolayı bildiklerimizi tamamlayacak şeylerdi. Bu durum düşmanlığıkışkırtabilirdi. Ama bizde her seferinde, bizi dışarıda bırakan, bize yokmuşuzgibi davranmak isteyen bu nesnelerle uğraşma hırsımız ağır basıyordu,onlar yalnızca öğrenme sürecimizin bir parçasıydılar sanki. Tıpkıkarşılıklı bir oyun içinde bedenlere canlılık veren gölgelerin kovulmuş olduğugibi, itişip kakışan bacak kalabalığına rağmen ayaklar ve nallar dazemine değiniyordu. Bedenler belli bir düzen içinde ağır zırhları ve kalkanlarıylaizdihamın ortasından yukarı doğru yükseliyordu, kimse gerçekağırlığına sahip değildi. Çarpışan silahların arasında duran savaşçılarınkocaman miğferleri altında kıpırtısız ve donuk yüzleri görünüyordu,bu çarpışmanın etki alanı dışındaydılar sanki. Belleğim bazen tablonunbir detayını iş yerinde uğraştığım santrifüjlerin kazanlarına, silindirlerineve pistonlarına taşıyordu. Orada gördüğüm yüzler genellikle duygu belirtisigöstermiyorlardı, ama yine de ifade güçleri yüksekti, ciddi ve suskun;gözümde canlandırdığım çarpışmanın içinde üç kişi yeşil beyaz zemininüstünde zırh süslemelerinin, kılıçların ve mızrakların arasına sıkışmışlardı;kır sakalının çevrelediği yüzüyle biri cepheden, ötekiyse kemerliburnu, sarkık alt dudağıyla profilden çizilmişti; üçüncüsü onların arkasındaydı,açık ağzında bembeyaz dişleri ışıldıyordu, aldığı darbeden yanağıyarılmıştı, yüzü kan revan içindeydi; birbirlerine çok yakındılar amaher biri aynı dalgın bakışlarıyla ayrı bir birimdi yine de. Yüzü bütünüylekapatan bir miğferin, borunun, topuzun ve at başının arasına sıkıştırılmışbir başkası öyle olağanüstü bir dikkatle tabloya bakanı izliyordu ki, başınagelenin farkında bile değildi, çünkü hemen arkasında bir el bir hançerinsapını kavramış onun boynunu deşiyordu. Bu hançer sahnesi aynırenk yoğunluğunu taşıyan başka bir yerde daha vardı, ama oradaki buradaolduğu gibi dar bir alanı kapsamıyordu, tam tersine sanki ders vermeamacı taşıyormuş gibi geniş bir alana yayılmıştı. Öne doğru gerilmiş mavikola ait olan el oymalı zarif mızrağı hafifçe ve gevşekçe kavrayıp onunuzun, ince, keskin ucunu düşmanın geriye doğru kanırtılmış gırtlağınınderinliklerine saplıyordu. Düşmanın profili geriye kaykılmış yukarı doğrubakıyordu, kafasında çiçek motifleriyle süslenmiş bir miğfer vardı,onun gövdesine bıçağı indirenin yüzü ise, tıpkı tablonun oluşum sürecinderessama eşlik etmiş olması gereken özenli ve nesnel bir düşünüş ifadesitaşıyordu. Ayrıcalıklılara ve seçilmişlere adanmış olan eserlerde askerlerin,uşakların yüzlerinin nasıl hak talep ettiklerini, nasıl öne çıktıklarını,efendilerinden daha inandırıcı, güçlü ve deneyimli olduklarını da görü-79


yorduk artık. Mantegna'da, Massacio'da, Grien'de, Grünewald'da, Dürer'de,Bosch'da, Brueghel'de ve Goya'da çalışanlar arka planda değildiartık. Dekoratif işlevlerine boyun eğmiş olan çobanlar ve balıkçılar Poussin'intablolarında birden safdilli hallerini ve yumuşak başlılıklarını yitiriyorve tıpkı klasik tragedyalarda betimlenmiş oldukları gibi tutkularındanşaşmıyorlardı. Çalışmakta olan bir demirci ve marangoz Georges deLa Tour'da öylesine büyük boyutlardaydı ki, işveren ve müşteri olmadanda yalnız başlarına bütün tuvali doldurabilirlerdi. Vermeer, Chardin olgunlukve güzellik hakkını yukarıdakiler için saklı tutmuyor, tam tersinebu hakkı terziye, çamaşırcıya, hizmetçiye de veriyordu. Belli bir çağın tarihselolarak belirlenmiş düzenleri, iktidar ilişkileri bir defa bütün çıplaklığıylaortaya çıktı mı, karşımızda sağlam bir gerçeklik imgesi beliriyordu,böylece sanatçının gelecekteki gelişimi ne ölçüde hazırladığını veyüzyıllardır süregelmekte olan baskının karşısında nasıl bir tutum edindiğinikeşfetme olanağını buluyorduk. Prensler, din adamları, spekülasyoncusanat koruyucuları istedikleri kadar sanat yapıtlarının kendilerineait olduğunu iddia etsinler, pek çok yapıt kendi hakikat duygusununizinden gidip önyargıları ve sınırlandırmaları aşarak ta başlangıçtan berisınıfsızlık öğesini kendi içinde taşıdığını gösteriyordu. Toplumsal yenidenyapılanma, keşiflerin ve icatların egemenlerin elinden alınması, kendimizeait bir iktidarın kurulması, bize özgü bilimsel düşünmenin temellendirilmesi;işte sanat ve edebiyatta ele alınması gereken temalar bunlardıbize göre.Yine de öğrenmiş olduğumuz sayısız ifade olanaklarına baktığımızdave kendimiz için kafamızdan geçirdiğimiz alımlama yeteneklerimizi,tepkilerimizi, hedefe gidiş çizgilerimizi etraflıca tarttığımızda,toplumcu düşünme biçimine sahip insanların arasında yeni bir sanatınserpileceği ve aynı anlayışta buluşanların kendi yollarını bulmalarının,programatik olarak dışarıdan verilen bütün talimatlardan daha güçlü birözgüven yaratacağı kanısına varıyorduk. Devrimden yana olan deneylerbaşarısız da olsa sırf bu nedenle yeterince iyi sayılabilirdi, herkes, eskidenkalma olsun olmasın mevcut imkânların içinden kendi kişisel düşüncelerineuygun düşen ifade biçimini seçmeliydi. Tamamen kendi isteğimizleyaşadığımız çağın olayları hakkında bilgilenmek için uğraşan, onlardansonuçlar çıkaran ve politik aidiyetimizi seçmiş olan bizler katıldığımız yada sempatizanı olduğumuz partiden de kültürel alanda yapmış olduğumuzseçimlere saygı duymasını talep ediyorduk. Tıpkı savaş ve yoklukyıllarında yetişmiş olan anne ve babalarımız gibi biz genç işçilerin de sanatve edebiyatla uğraşması ve ezici yaşam koşullarının karşısına kendilerineait keşiflerle çıkabilmesi gelecekteki kültürümüzün kendi içimizdençıkacağının ve bunun için de her şeyden önce kendi yeteneklerimizegüvenmemiz gerektiğinin bir göstergesiydi. Bütün bunlar bir eskizdi.Coppi'lerin mutfağında geçen bu son günde artık başlayanın, biriktirdiklerimizinanlamını görüyordum, bu nedenle karartma tatbikatından ön-80


ceki o kısa saat, kitaplarla ve yollarla, tablolarla ve iş yerleriyle, müzelerle,fikirlerle ve politik gerçeklerle dolup taşmıştı. Bu ülkede geçirmiş olduğumyıllar yoğunlaşıp elle tutulur hale gelmişti, yeni bir yaşam kesitinegeçeceğim bir dönüm noktasındaydın!. Yine de çok yakında yapacağımyolculuk hakkında konuşurken bunun doğru bir tanımlama olup olmadığınısoruyorduk kendimize, bizi bekleyen görevler her yerde aynıolduğuna ve bu görevler bizi birbirimize bağladığına göre yaşadığımızyeri değiştirmek bir anlam taşıyor muydu. Francesca öğrenme dönemimizdekiselamı tekrarlayarak, Arezzo'daki zaferden sonra, dedi Coppi vebana ajitatif sanata başladığı zamanlarda yaptığı bir resmi uzattı. DünyaSavaşındaki ordu komutanlarının ve Faşist Parti'nin önemli şahsiyetlerinigösteren bir kart destesiydi bu, Coppi onu kendi çizimleriyle tanınmazhale getirmiş, üstüne arsız sözlerle kendilerini ele veren, halkın malınımülkünü yağmalayan hırsızlar, soykırımcılar, kitle katliamcıları, evraksahtekârları olduklarını itiraf eden konuşma balonları çizmişti; niyetleriiyice ortaya çıksın diye de ellerine bıçak, balta ve tabanca tutuşturmuştu.Metronun ilan tahtalarına, otobüs tarifelerine, ilan kulelerine ve afişlereyapıştırdığı bu karikatürleri daha sonra kendi bastığı broşürlerde kullanmış,onları bir fabrika kapısında dağıtırken de tutuklanmıştı. Heilmannresmi elimden çekip aldı. Düşmanın şiddet aygıtını hâlâ küçümsüyorsunuz,dedi. Hem Coppi'nin çizimlerini hem de ocağın yanında saklananyazıları kendi evinin bodrumunda saklamak için bizi ikna etmeye çalıştıve kapıda asılı olanın yanı sıra ihtiyaten evin içine de Führer'in, her girenifarklı anlamlarda da olsa etkileyecek bir resminin asılmasını tavsiye etti.Schwartzkopf Caddesi'ndeki metro istasyonunu geçip ChausseeCaddesi üzerinden yöneldiğim ve bir taraftan uyarı sirenleri ulurken beniçatlak sesli düdüklerinin önüne katıp en yakın sığınağa sürüklemek isteyenbekçiler tarafından karşılandığım Pflug Caddesi'ne gelene dek içimdekisoru büyümüş, arabaların ve otobüslerin sıkışan trafikte ilerleyemediği,telaşlı insanların beyaz okları izleyerek sığınak girişlerinde gözdenkaybolduğu, benimse eve varmak için hızla en yakın köşeyi döndüğümsırada benden mutlaka yanıt bekler noktaya gelmişti; kitaplarla ve tablolarlailgilenmek bir kaçıştan mı ibaretti acaba, bu uğraş, önüne geçilmesiçok güç olan pratik sorunlardan uzaklaşmak anlamına mı geliyordu, tıpkışu andaki paniğim ve soluk soluğa kaçışım gibi; yağmurun kayganlaştırdığıkaldırım taşlarını çılgın gibi geçip tahta oyma desteklerin tuttuğu çiftkanatlı kapıdan içeri daldım, avluya giden yol boyunca hızla ilerledim,merdivenleri üçer üçer çıkıp kendimi soğuk ve boş daireme attım. Ve sonrayoksulluğumuzu bir kez daha iliklerimde hissetmem için, gece gündüzdemeden ambale olana kadar uğraştığımız şeylerin, bizler ilgilenelim di-81


ye var olmadıklarını kendime itiraf etmem için, tam tahta zeminin ölçülerinegöre kesilmiş olan, eskilikten çizgiler halinde yer yer yolunmuş, ocağa,lavaboya, yan odanın kapısına giden yerleri çiğnenmekten incelmişyer muşambasını görmem ve yatağın ayaklarının zeminin dört yerinde izbıraktığı odaya bir göz atmam yetti de arttı bile. Ama sonra açık pencereninönünde durup aşağıda kıvrılıp giden tren raylarına, Stettin İstasyonu'nunönünde uzanan direklere kuşbakışı baktığımda içimdeki kuşkununöteki parçası olan savunma harekete geçti ve manevra yapan trenlerinzangırtısı eşliğinde, içinde bulunduğumuz bu sefil koşullarda saçmagibi görünen düşünsel uğraşımızın hayatta kalma mücadelesine katkıdabulunduğunu, stilize indirgemeciliğiyle Giotto di Bondone'nin resmettiğiAssisi ve Padova'daki mekânlarının bizim kirli yeşil boş mekânlarımızapekâlâ uygun düştüğünü söyledim kendime. Neden, diye sordum kendikendime, bizden sadece kafa yormamızı isteyen şeyden bile uzak durmamızave ilelebet mülksüzleştiğimizin bir kez daha onaylanmasına yol açacakkuşkulara kaptırıyoruz kendimizi. Babamın, üstündeki yeşil ceketi vekalkık sol omzuyla Arena Şapeli'nde Yoahim'in hayatından sahneler anlatanfrizden fırladığını neredeyse marazi bir güdüyle gözümün önünegetirdim, annemse uzun kahverengi eteğiyle tıpkı duvarın kehanetine tanıkolan Anna gibi yere, yatak olarak kullandığım tahta kerevetin önünediz çökmüş haldeydi. Annem ve babam meskenlerinden sürülmüşlerdi,ben de buradan taşınmak üzereydim, birkaç gün önce de iki çocuklu proleterbir aile el arabasına yükledikleri eşyalarıyla sığınacak başka bir odakiralamak üzere mutfağın yanındaki odadan ayrılmıştı. Mutfakta eskipüskü bir bavuldan başka bir şey yoktu, içinde giysilerimle birkaç kitapve not defteri vardı, duvardaysa gri zemin üzerinde güçlü hareketlerlezincirlerinden kurtulan bir işçiyi gösteren, kenarları parçalanmış, solukbir afiş asılıydı. Silinip gitmeden önce o burada bir son çağrı olarak asılıkalmalıydı, geçmişteki hayatımızdan geride bir şey kalmalıydı, duvarlarzaten ufalanıp dökülmekten delik deşikti, iki küçük ekmek, yuvarlak tahtabir tabakta balık figürü bulunan ve tabağın tepesinde bıçağını sert birhareketle kaldırmış olan Aziz Francesco'yu tasvir eden kabartmaların yeraldığı formika masaysa akılda uzun süre kalmayacaktı, bu kabartmalarınaksine bizi hatırlatacak her şey toz toprak olup gidecekti. Far ışıkları dairelerçizerek dumanın içinde kırılıyor, sonra da alçak bulutlara yapışıpkalıyordu. Uçak filoları geçip gitmişti, keşif uçaklarının keskin homurtusuduyuluyordu sadece, alarmın sona erdiğini belirten uzun sinyaldensonra komşu evlerin hoparlörlerinden veya istasyondan, zar zor anlaşılanbir sesle tatbikatın başarıyla gerçekleştiğini söyleyen bir spikerin anonsuduyuldu. Garın ışıkları yıldırım hızıyla peş peşe yandı, rayların, makasların,harekete geçip istasyondan ayrılan ve tabelalarında Stralsund, Rostock,Stettin adlarının belirginleştiği trenlerin üstüne gölgeler ve uzunışık demetleri düştü. Yük vagonları düdüklerin sesini ve salınmakta olan82


mavi ışıklı fenerleri izleyerek servis yoluna giriyorlardı. Nemli nemli parlayantellerin ve vargellerin arkasında, Acker Caddesi'ndeki binaların tepesindeGeneral Elektrik'in sayaç fabrikasına ait reklam panosu yanıp sönüyor,Lazarus Hastanesini çevreleyen parkın karaltılarıyla Liesen Caddesi'ndekimezarlıkların arasından Sankt Sebastian Kilisesi'nin lokomotifbuharlarıyla sarılı gri mavi kulesi yükseliyordu. Banliyö trenleri ve otobüslerharekete geçtiler, ara sokaklarda yeniden adımlar ve sesler duyulmayabaşladı, mutfağın tavanındaki çıplak ampul yakılabilirdi artık, yereoturup pencerenin altındaki duvara sırtımı dayadım, bu gece ve yarın geceburada yatacak, üstümü gazete kâğıtlarıyla örtecektim, çünkü her şeytoplanmış, mobilyalar satılmış, kira ödenmişti, ama ancak birkaç güniçinde gidebilecektim ve ben bu ertelemenin nedenini düşünmek zorundaydım.O anda başka ne yapmam gerektiğini bilemiyordum, polis merkezindekibaşvuru formları doldurulacak, Çekoslovakya Konsolosluğu'nabir kez daha gidilecekti, bunların dışında aklıma bir şey gelmiyordu,biletim hazırdı, önümde boş bir odada boş geçecek bir zaman vardıyalnızca. Zamanı planlarken belki bir yanlışlık yapmıştım, belki de gitmedenönce bu ülkede geçirdiğim yılları yeniden gözden geçirmek içinzamana ihtiyacım olduğunu düşünmüştüm. Oysa şimdi böylesi bir kesipbiçmenin mümkün olmadığını, yolculuk tarihinin sonraki tarihlerden ayrılamayacağını,zamanın bölünemez bir süreklilik, gözlemlemenin ve düşünmeninher zaman bir bütün olduğunu açıkça görüyordum, bir devre,bizden ne kadar uzaklaşıyorsa geçmiş ve gelecekle o kadar bütünleşiyordu.Yaşadığım şu saat gelecek saatleri de içinde taşıyordu ve ben bir çarşambayarastlayan yirmi iki Eylül bindokuzyüzotuzyedi gününü, birkaçgün sonra gideceğim Warnsdorf'da, birkaç hafta sonra İspanya'da, belkiotuz kırk yıl sonra nerede olacaksam orada hatırlayabilmek için, iki mekânınkesiştiği aralıkta oturmuş, çivi deliklerini, mobilyaların yerde bıraktığıizleri keşfetmenin dışında ayırıcı kılacak başka bir şey var mı diyedüşünüyordum. Yaşanan günü tarihsel olarak bir yere koyma çabam dakaçışın bir parçasıydı, artık ait olduğum ülke olan Çekoslovakya'nın başkanıMasaryk'in Prag yakınlarındaki Lâny'de toprağa verilmesi ve Berlin'dekihava tatbikatlarıyla aynı zamanda oralarda da manevraların gerçekleşmesidışında bu günle ilgili bir şey bilmiyordum. Günlere damgasınıvuran olayları elden geldiğince yakından takip etmiştim hep, ama bundangeriye kalan, kısıtlı gazete haberleri olmuştu sadece yine. Böyle korkunçbir indirgenmişliğin içinde yaşıyorduk, öte yandan kafamız durmadanpek çok düşünceyle dolup taşıyordu ve eğer bizi kavrayamadığımızbağlantılardan koparan bir kaçış içindeysek bu kaçınılmaz bir kaçıştı, bitkindüşene kadar uğraş alanlarımıza veriyorduk kendimizi, zaten bütüngünümüzü yazılı ve görsel basının başında geçirsek de içinde bulunduğumuzdurumla ilgili bilgi edinmemiz olanaksızdı. Gerçekleri hiçbir biçimdeyansıtmayan bilgilendirmelere arkamızı dönüp saptırmalara izin83


vermeyen, araştırmalarımızı özgürce gerçekleştirebileceğimiz özel alanımızdakendimizi bulmaya çalıştığımızdaysa yine kendi seçimimiz olanyöntemsel verilere göre hareket etmek zorunluluğu çıkıyordu karşımıza.Gündelik gerçekliğin koşullarıyla başa çıkmanın tek yolu kararlarımız veadımlarımızı büyük ölçüde sınırlamaktı. Her şeyin açıklanabilir, saydamlaştırılabilirolduğunu düşünüyorduk biz, oysa bu gerçeklerle çelişiyordu.Olup biteni anlayamamak geri adım atmak demekti ve bu da dünyanınolduğu gibi kalmasına yol açıyordu. İlerlemek adına yalnızca siyahbeyaz karşıtlığına dayalı modeller üretiyor ve kararlarımızı evet veya hayır'ın,taraf veya karşı olmanın dar çerçevesi içinde alıyorduk. Seçmiş olduğumuzve adına çalıştığımız parti kendi içindeki kaydırmalara rağmensabit bir kavrama dayanıyordu. Bocalama anlarını belli bir politik duruşunmutlaklığıyla aşıyorduk. Parti yönetimi içindeki fikir ayrılıkları, ihtilaflarkulağımıza geldiğinde tabanın değişmediğini söylüyorduk kendimize.Karmaşık bir yapı karşısında ya hep ya hiç formülünü kullandığımızdanötürü pek çok şey kendisine karşılık gelen olgu tarafından henüzdenetlenemese de, aynı ölçülere ve aynı itkiye göre hareket eden bir sürüinsan olduğu için tasarılarımızın ve niyetlerimizin bir gün doğruluğununkanıtlanacağını düşünüyorduk. Ancak belli bir cepheyi seçerek faaliyetimizeanlam kazandırdığımızda illegal broşürler hazırlayabilir, talimatlarıhücreye iletebilir, polisçe aranan yoldaşların güvenliğini sağlayabilir, İspanya'yagidebilirdik. Lambanın ışığının vurduğu, tavana kadar çatlaklarladolu mutfak duvarına gözlerimi dikmiş bakarken aklıma birden,Heilmann'm duyularımızın üstünü örten ve yalnızca beynimizin işleyebileceklerinialgılamamıza izin veren filtre hakkında söyledikleri geldi.Yelpazenin yalnızca minicik bir parçasıyla yetinmek durumunda kalıyorduk,sadece ihtiyacımız kadarını anlıyor, en basit açıklamayı en doğrusukabul ediyorduk. Üstümüze boca edilen düzensiz bir yığının içinden kendideneyimlerimize uyanları seçiyoruz, demişti Heilmann. İşin burayakadarı anlaşılır ve doğaldı, ama başkaları bizim algılayabildiklerimizi dekuşkuyla karşılayıp, bu gibi şeyleri anlamanın bizlerin kavrayış sınırlarımızıaştığı tavrıyla karşımıza çıkıyorlardı. Bilgimizin genişlemesi talebimiziyöneltebildiğimiz akşam okulunda bile, işlenmekte olan konuyugerçekten kavrayıp kavramadığımız hakkında kuşkularla karşılaşıyorduk.Bizim payımıza düşen, önceden saptanmış sınırlı bir düşünsel alandı.Öğrenim gören birisi için ucuz bilgi demek olan şeyler bizler için yasakmeyveydi. Öğrenmenin itici gücü olan nefreti bir akşam Kaiser FriedrichMüzesi'nde ilk kez bu denli yoğun hissetmiştim, müze turundansonra düzenlenen bir tartışmada Coppi'nin ve benim işçi olduğumuzuöğrenince bir sanat tarihçisinin ağzı bilgilerimiz karşısında bir karış açıkkalmış ve dinleyicilerin dikkatini ha bire bizim kökenimize çekmişti. Solumdakiköşede, eskiden sedirin durduğu yerin tam üzerinde bir süre öncekitaplarımızın dizildiği ve artık yerinde olmayan raf vardı, bir zaman-84


lar mutfağın ortasında duran yuvarlak masayı, biçimleri birbirinden farklıolan iskemleleri, camlı vitrini, çamaşır dolabını gözümün önüne getirmeyeçalıştım, yan taraftan tekrar radyonun sesi geldi, cırtlak ses bu defaarada tek bir kelime kaynamayacak şekilde niyetini açık ederek, casuslukve sabotaj sayesinde kirli para kazandığından kuşkulanılan her yaratığın,cellatın baltasıyla cezalandırılmasını öngören vatan hainliği yasasındansöz ediyordu. Assisi frizlerinde iki kızıl atın çektiği ve içinde Francesco'yutaşıyan ateşten araba, dar cepheli kutu gibi bir evin damından yeşilbir göğe doğru ağıyordu, bu tabloya bakarken, resmin altlarında kemerlive kukuletalı kahverengi mantoları içinde büzülmüş uyuyan keşişlerleüstümde deri ceketimle yerde büzülmüş olarak yatan benim aramda bağlantıkurmanın zihin açıklığının mı yoksa bulanıklığının mı bir göstergesiolduğuna karar veremiyordum. Sonra yerden gelen hafif bir tıkırtı dikkatimiçekti, muşamba sanki oynar gibi olmuştu. Eskiden masanın durduğuyerde, tam lambanın gölgesinin düştüğü noktada birisi muşambayı itiyor,döşeme tahtalarından bir tanesi şilteme baskı yapıyordu, sonunda kalasyerinden oynayınca yerde bir yarık açıldı, muşamba ayaklarıma kadar hışırdayarakyırtıldı, ayağa kalkıp geri geri pencerenin olduğu duvara yaslandım,ellerim pencerenin pervazında, omuzlarımın yarısı dışarıdaydı.Gözümün önünde olup bitenler zor bir iş yapıldığını gösteriyor, ama benbu işe katkıda bulunamıyordum, çünkü ileri doğru hareket edemiyordum,kollarımı öne doğru uzatmaya çalıştığımda daha beter geriye gidiyordum.İlk çatırtıdan itibaren altta birinin olduğunu anlamıştım, kırılanuzun tahta açılmaya başladığında babamın toz toprak içindeki kalın bileklielini hemen tanıdım, kolu molozun içinden belirdi, yüzü kalaslarınarasına tıkıştırılmış kıtıkla kaplıydı hâlâ, ona yardım etmek istiyordum,ama pencereden dışarı doğru öylesine kaymıştım ki en ufak bir hareketbeni aşağı düşürebilirdi. Toprak altında geçen bu kadar uzun zamandansonra babam başka nasıl görünebilir ki, diye düşündüm, neredeyse üç yıl,çivilenmiş kalaslardan ve kalasların üstüne yapıştırılmış muşambadankurtulabilmek için kim bilir ne büyük bir çaba göstermiş olmalıydı. Onunyüzünü gözümün önüne getirmek isterken pencereden kaydığımı ve sokağınüzerinde havada asılı kaldığımı fark etmemiştim bile, ama gördüğümşey onun yüzü değildi, kaba saba burnu, içeri çökmüş göz yuvaları,ağız kenarlarındaki sert çizgileriyle bu biçimsiz boz topağın ısrarla nedenbabamın yüzüne benzemek istemediğini anlamaya çalışıyordum, oysaorada yatan babamın ta kendisiydi. Bunun bir şeyi gözünün önüne getirme,kavranabilir kılma güçlüğü olduğunu söyledim kendime. Ayaklarımlapencere kenarına abanıp kendimi ileri doğru ittiğimde ve rayların üzerindeuçmaya başladığımda, yanı başlarında yaşadığımız nesnelerdenhep ne kadar da emin olduğumuzu, görünüşleri gerçek kabul ettiğimizidüşünüyordum. Çok kısa bir süre için daha, tek bir gerçeklikte uzlaştığımızı,her şeyi adlandırmak, değerlendirmek ve bilincimize katmak için85


öylesine eşsiz ve gözü pek bir anlaşma yaptığımızı düşünerek zafer eldeetmiş duygusuna kapıldım, ama sonra bedenimi gererek sırtüstü uçarkenbunun hiç de doğru olmadığını, açık seçik ve somut olanın belirsizliklerleve tuzaklarla sarılı olduğunu gördüm, adlardan ve tanımlardan geriyeyalnızca bir dil peltekliği kalıyordu. Dilimi yitirmiş olduğum için eski kesinlemelerdenhiçbir şey kalmıyordu geriye. Aşağıdaki istasyonla ilgilibütün bilgilerin dışındaydım artık, bu yapıyı oluşturan ayrıntıları belleğegeri çağırmak olanaksızdı, bildiğim tek şey bu yapıyı çok sık görmüş olduğumdu,taksilerin ve faytonların durduğu oval meydan, bir sahanlık,büyük bir kapının ön yüzü, sarı tuğlalar, kemerlerdeki bezemeler ve güller,gişe salonu, turnikeler, peronlar vardı orada, vagonların tamponlarıbirbirine vuruyor, insanlar bavullarıyla oraya buraya koşuyordu, istasyonolması muhtemel bir yapı vardı orada, ama istasyonun nerede olduğuna,oradan nereye yolculuk yapılacağına dair hiçbir ipucu yoktu, zamanbile belirsizdi, sanki eski yüzyıllardan arada bir giysiler ve taşıtlarfırlıyor gibiydiler. Seçenekler içindeki bir varoluş ne denli basit ve inandırıcıysa,durmadan kararlar almamızı sağlayıp neden sonuç ilişkilerinikurdurabiliyorsa, beklenmedik bir durumun içine de o denli hızlı ve sorgusuzgirebiliyordu, yaptıklarımızın doğru olduğu, başka türlü olamayacağıduygusunu taşıyordum hâlâ, yön duygumu yitirmemiştim henüz,dönüp istasyonun karartılmış cam çatısını bedenimle yalayarak geçtiğimsırada sağ tarafımda geniş bir caddeyle karşılaşacağımı biliyordum, alçaktanuçuyordum, hemen altımda sık bir ağaçlık vardı, tarih öncesi kemiklerle,bitki ve sert kabuklu hayvan fosilleriyle dolu bir müzenin sütunlucephesi boyunca ilerledim, pazar günleri babamla gezdiğim salonlarınsolgun ışığına baktım, sonra tekrar mezarlıklar belirdi, yükselmek,taş anıtlara takılmamak için kollarımı iki yana germek zorundaydım, yenidensağa döndüğümde spor alanlarının üzerinde süzüldüm, engelli koşuiçin konmuş engeller, kum torbaları ve kasalar, koşu pistinde de karagömlekliler kollarını kavuşturmuş dip dibe sıraya dizilmişlerdi, sonraağır ağır ve birbirlerine kenetlenmiş durumda hareket etmeye başladılar,çayırın anız haline gelmiş kurumuş otları üstünde saat yönünde uygunadım yürüyorlardı, onların tam önlerinde hareket halinde bir öbek dahavardı, organlar, gövdeler, önlerine kattıkları tutsaklar birbirlerine dayanıyor,birbirlerini çekiyor ve sürüklüyorlardı, çünkü pek çoğu yaralı ya daölüydü, hepsi de tam bir sessizlik içindeydi, alanın sonundaki hastaneninparlak bir aydınlığa bürünmüş pencerelerinin ardında da çıt çıkmıyordu,orada yatıyordu onlar, paramparça, kan revan içinde, yan yana, üst üsteyere fırlatılmışlardı, aralarında çizmeli bir asker sert adımlarla dolaşıyor,uzun demir bir değnekle onlara vuruyordu, bir kez daha sağa dönüp iyicealçalarak dar bir yarığa sızdım, oturduğum blokların cephelerini kesenköşeye geri gelmiştim. Birkaç mahallenin çevresinde uçmuştum, bildiğimyerleri yakınımda hissediyordum, ama aşinalıklarını yitirmişlerdi küçük86


ir kaymayla, göz açıp kapayana kadar bir düzlemden ötekine geçivermiştim,iki tarafta aynı bildik şeylerin varolması, her iki düzlemin geçerliyasalarını, dayandıkları düzeni birbirinden tamamen farklı kılmayı gerektiriyordu,hâlâ her şey bizle ilgiliydi, maddiydi, burada da bir çıkış yolumuzolmadığından tek çare dünyayı kendimize yabancılaştırmaktı, bütüntaleplerimizi ve maruz olduğumuz tehlikeleri de içinde taşımaya devametse de, bu kurşuni dünyanın dışında başka bir dünya olanaksızdı,her şey tanıdık bir dünyada olup bitiyordu; evler bu denli ağır ve küt, sokaklarbu denli karanlık, üstümüzde asılı gökyüzü bu denli basık olacaktı;havada süzülürken, duvarlara, direklere, yağmur oluklarına sürünerekgeçecektim; saat gibi kurulmuş, ağır kanlı metal bacaklar bölüğünün,önüne katıp küreklercesine ittirdiği ölü yığınlarını görmemek mümkündeğildi; hastane de oradaydı işte, ama ne iniltilerden ne de sızlanmalardanuzaklaşmış olarak, tıpkı şakırtıları ve tik takları duyulmayan dışarıdakimekanizma gibi sessizliğe gömülmüştü hastane de; bütün bunlarınnerede, ne zaman, hangi şehirde, hangi sokaklarda olup bittiğini belirleyipanlatmak olanaksızdı; yine de her bir olay doğaldı, yine bu sayededönebildiğim mutfağın penceresinden içeri, yine sırtüstü şekilde önceayaklarım girdi, mutfak az önce arkamda bıraktığım mutfaktı; ampul yanıyor,yerde kırılmış kalasların arasında babam yatıyordu. Yeniden konuşmayetime kavuştum; dışarıyı kolaçan edip her şeyin eskisi gibi olupolmadığından emin olmak istedim, dedim babama, çünkü mutfakta olupbitenlere inanamıyordum, çevreye göz attığımda görmüştüm ki, sokaklar,evler, meydanlar, fabrikalar yerli yerindeydi, bu yüzden mutfakta da olağandışıbir şey olamazdı, bundan emindim artık. Bütün kuşkularım silinipgittiği için ardımda bıraktığım o şekilsiz topak da artık ona uyan yüzhatlarına kavuşabilirdi. Babam olduğu yerde doğruldu. Kısa dik saçlarıtoz toprak içindeydi, dudakları kabuk tutmuş, burun delikleri kapanmış,kirpikleri birbirine yapışmıştı, dirseklerine dayandı, gözlerinin açılmasınıve ağzının hareket etmesini bekliyordum.Pflug Caddesi'ni anımsıyor musun, diye sordum babama, caddeninbulunduğu bölgeyi anlatabilir misin bana. Babamın ilk aklına gelen yedinumaralı evimizin sokak kapısıydı. Demir çengellerle duvara tutturulmuş,camları kafesli, çift kanatlı ağır bir kapıydı bu. Bakışları kapının oymalıdış yüzeyinden uzaklaşıp caddenin karşı tarafındaki kırmızı kiremitliyapıya kaydı. Önünde birkaç basamak olan, pencere kenarları süslüilkokul binasıydı bu, galiba üç katlıydı. Yan tarafta, çalılıklarının arasındabir çiçek tarhı bulunan avlunun dar bölümünün hemen önünde, taş duvarınüstüne yapılmış demir parmaklıklar vardı. Burası, binanın arka tarafınıdolanan çakıllı büyük avluyla birleşiyordu. Kenarlarda okulu al-87


çakta bırakan, okulla yan binaların müşterek duvarları yükseliyordu. Avlununbittiği yerde atölyeler, bacaları ve isli pencereleriyle küçük fabrikalarvardı. Karşıya geçtikten sonra yüzünü yeniden bizim eve döndüğünde,evin hemen yanındaki büyük apartmanı gördü. İçerlek balkonların vedairevi alçı süslemelerin görüldüğü cephesiyle bu bina öteki apartmanbloklarından ayrılıyordu. Burada aileleriyle polisler, genellikle de ChausseeCaddesi'ndeki resmi dairelerde ve kışlalarda görev yapan orta hallimemurlar oturuyordu. Bu ev bizim oturduğumuz caddeyi Wöhler Caddesi'nebağlıyordu. Bina sakinlerinin yeşil üniformalarından esinlenerekMayıs Böceği Apartmanı adını taşıyan bu ev bizim güvenliğimizi sağlıyordu,dedi babam, çünkü böyle bir gözetimin burnunun dibinde partiliyoldaşların cirit attığı ve Nazilerin iktidara gelmesinden sonraki bir dönemdehaftalarca burada saklanabilecekleri kimsenin aklına gelmiyordu.Ailemin Warnsdorf Niedergrund Caddesi'nde kiraladığı iki odalı bodrumkatının mutfağında babam volta atıyor ve Berlin'deki dairemizianımsamaya çalışıyordu. Binanın girişindeki panoda kiracıların el yazısıylayazılmış adları vardı, sık sık eski adların üstüne yapıştırılan yeni adlar;sağda ve solda olmak üzere iki merdivenle çift kanatlı giriş kapısınaçıkılıyor, avluda biz taşındığımızda tuvaletlerin de bulunduğu tahta perdeninönünde çöp tenekeleri duruyordu, her gün inip çıktığı basamaklarınnasıl olduğunu anımsayamadı babam, buna karşılık evin arka cephesindekipencerelerden görünen manzarayı anımsıyordu, dördüncü kattanray kenarlarındaki çakıl taşları, dallı budaklı rayların ötesinde makaslar,semafor kolları, dumanlı trenler görünüyor, geceleriyse sayaç fabrikasınındamındaki A ve E ve G'nin ışığı odalarımıza sızıyordu. Bunları babamaanlattırmamın nedeni yaşanmış bir ânı mümkün olduğunca onaylatmak,fiziksel acının birkaç saniyelik bir süre için yok olup ardından ilkhareketin bedende hissedildiği ana denk gelen, her türlü özgürlüğün başlangıçânını oluşturan ve bizi güçsüzlüğümüzden silkerek uyandıran vebir kere hayatımıza girdikten sonra kaçınamayacağımız gerçekliği yenidenyakalamaya çalışmaktı. Gözlerimi adamakıllı açmalıydım, yaşanmışınsonuçlarını taşımak irade işiydi. Müzeye gitmek için Invaliden Caddesi'ndengeçmek gerekiyordu, Gnaden Kilisesi'nin yanında siyah beyazdamalı yeşil bir taksi görmüştük. Bir elin uzattığı parayı ona doğru uzananel almıştı. Borsanın gümbürdemelerinin arkasında da bu para vardı.Bir elin diğer ele bıraktığı bu parayla birlikte buğday, kömür, petrol de direksiyonunüstündeki açık avuca akmıştı. Öteki el havada bir daire çizerekpaltoların, ceketlerin, eteklerin arasında gözden kayboluvermişti. Bubir anlık görüntüye belki de, Chaussee Caddesi'nden çıkıp Jeoloji Müzesi'ninönünden geçerek Doğa Müzesi'ne gittiğimiz günlerden birinde tanıkolmuştuk, çünkü orayı öncelikle pazar günleri geziyorduk. Büyük kapınınüstündeki figürleriyle, güllerle, sütunlarla süslenmiş klasik yapınınönündeki meydanda büyük ağaçlar vardı; yolun sağında iki kayın ağacı,88


solunda bir kayın ve bir meşe, ağaçların arasına da Mezozoik Dönem'eait kumlaşmış ağaç kalıntıları konmuştu. Böylece daha içeri girip kocamandinozorların bulunduğu cam tavanlı büyük salonu görmeden önceufalanmış haliyle ama göz kamaştıran tarih öncesi zamanlarla karşılaşmışoluyorduk. Babam bu hayvanların yirmi üç metre boyundaki en büyüğünübilmiyordu. Tanzanya'nın Tendaguru tepelerinden getirilen iskelet buyıl sergilenmeye başlamıştı henüz. Hayvanın tavana değen boynu, üstündegözler, burun delikleri ve dişlerin bulunduğu kafayı taşıyan bir omurdanibaretti, beyni dev gövdenin hareketlerine hâkim olmak için pek yeterlideğildi. Brachiosaurus göl ve nehir kenarlarında yaşıyor, bir et yığınıolarak balçığın içinden miskin miskin çıkıyor, eğreltiotları ve okaliptüsünyaprak ve meyvelerini koparıyor, sonra yeniden kendini çamurlu suyuniçine atıyordu. Kertenkele, kaplumbağa ve köpek karışımı bu devasa yaratıklarıokuldaki derslerde görmüş, nasıl hırladıklarını, dişlerini nasıl gıcırdattıklarını,arka ayakları üstüne dikilip hoplayıp zıplayabilen küçük,becerikli etoburlar onları arkadan ısırdığında kuyruğun ucundan başlayanacıyı neden sonra beyinlerinde algıladıklarında boyunlarını çaresizcearkaya doğru çevirişlerini ama bedenlerine dadanmış asalaklar üzerindehiçbir korku etkisi yaratamadıklarını gözümüzde canlandırmaya çalışmıştık.Yüz milyonlarca yıl önce ıssızlıklarda, daha sonraki hiçbir canlınınerişemediği boyutlara ulaşan, bu ölçüsüz büyüme yüzünden avcıhayvanların, kurnaz, çevik ve hareketli yırtıcıların eline düşüp soyları tükenenbu barışçıl canlılarda patetik bir yan vardı. Babamın eli iskeletlerdenbirine uzanıp kubbeli ve sivri sırt çizgisini izlemiş, asılı duran omuzçevresinde dolanmış, bizim hayatımızın ön aşamalarının gerçekleştiğimanzara o anda çevremizi sarmıştı. Bu dev yaratıkları sazların, step bitkilerinin,mersin ağaçlarının, palmiyelerin arasında gözümüzün önüne getirebiliyorolsak da, belleğimizde asıl yer eden hayvan, kireç taşında fosilleşmişolan, her iki yanında birer sıra tüy bulunan uzun ve gelişmiş kuyruğuyla,bir kanada dönüşümünü henüz tamamlamamış ön ayaklarıylaancak bir el büyüklüğündeki bir arkeopteriks olmuştu. Dişlerinin göründüğüdar çeneli, kertenkelemsi kafası öne doğru uzanıyordu, uzun incekuyruğu ve ön bacaklarında kuş tüyleri vardı, evrim sürecinde, uçucu yenibir türe geçişin olası taslaklarından birisi gibiydi, pençeler kendini azönce bir daldan aşağı bırakmış gibi gergindi, gövde bir yaşama biçimindenötekine geçişi belirten uçma pozisyonundaydı, dinozorların soyundangelen bu yırtıcı kuş, biyolojik gelişim tarihinin bu İkaros'u, bizim içinçok çekiciydi. Columbus Oteli'nin karşısındaki köşede arkası sebze vemeyve haline bakan, isten kararmış sarı tuğlalarıyla Bremen İstasyonu'ndakidepolara benzeyen bir müze daha vardı. Müzeye varmak içinWeser Köprüsü'nü, Katedrali ve Belediye Binasını geçiyorduk, sol taraftafidanlığa giden bir park vardı, hendek ve değirmenden sonra HillmannOteli'nin önünden geçip araba ve tramvayların sıkışıklığını aşıp lokomo-89


tiflerin belirginleşen buharlarına yöneliyor ve önümüze bir sürü okunçıktığı büyük salona giriyorduk, yüksek cam tavanın altındaki oklar bizikıtaların derinliklerine götürüyordu. Yan yana dizilmiş kovaların içindekitropik bitkilerin arkasında tahta oyma direkler ve tapınak çatıları yükseliyordu,içeri girdiğimizde, elimden tutan babamı hemen sağ tarafa, alçakkulübelerinin önünde hiç kıpırdamadan duran pigmelerin bulunduğubölüme sürüklerdim; ayağını annesinin meşin önlüğünün kemerinedayamış olan çocuğunu sol eliyle kavrayarak kalçasında tutan, sağ eliniyseleopar dişlerinden yapılma kolyesine götürmüş olan, yarı kapalı dalgıngözlerle başını yana çevirmiş önüne bakan çıplak kadın da, bağlamaküzere samanların üstüne diziyle bastıran, ama önündeki işi unutmuşabenzeyen adam da kıllarını kıpırdatmadan öylece duruyorlardı. Adamınyanında bir maymun yatıyordu, belli ki oyun oynamak istemiş, sonra dauykusu gelmişti, adama doğru uzattığı kolu aşağı düşüvermişti. EkvatorAfrikası'nın yağmur ormanları onların yuvasıydı, avcı ve toplayıcı olarakoradan oraya sürükleniyorlardı, cangıl sabit bir yere yerleşmelerine izinvermiyordu, kulübelerinde uzun süre barınmaları olanaksızdı, araç gereçleribirkaç ok ve yaydan ibaretti ve soyları tükenmek üzereydi. Kubbebiçimli evlerini köklerin ve çalıların arasına kurmuşlardı, sarmaşıklarlaörülmüş bu yuvayı yere eğilmiş bol yapraklı ağır dallar koruyordu, birsümüklü böceğin karanlıktaki evi gibiydi burası. Çevresi uçsuz bucaksız,balta girmemiş ormanla sarılıydı, dört bir yandan gurultular, homurtular,çığlıklar geliyordu. Kulübe çoktan bitki örtüsüne karışıp gitmiş olduğuiçin, ormanın ortasındaki bu minnacık boş alanının temizlenmesini, karanlığınbastırmasından önce aceleyle inşasını, nehir kenarları ve şelalelerboyunca uzanan göçebe hayatını kapsayan ânın dondurulmasıydı burası.Boyları ancak altı yaşındaki bir çocuk kadar, yani benim kadar olan bu ormansakinleri çıtırdayan sessizliğin içinde soluklarını tutup o ânın içindedonup kalmışlardı ve parmak uçlarımın donuk parıltılı kara derilerindegezindiğini hissetmiyorlardı. Bu bölümde ayrıca çadırlarının önündemızrakları ve oklarıyla duran Avustralya yerlileri, Salomon adalarındakazıklardan yapılma bir kulübenin bedenleri dövmeli sakinleri, sanatsalbir incelikle örülmüş Samoa kulübeleri, Japon bahçeleri, Birma, Kore veTibet'in tapınaklarıyla kutsal nesneleri, Eskimoların kar kulübeleri, Hintlilerintotemleri de vardı, ama yine de belleğime öncelikle bu cüce halkıtemsil eden aile kazınmıştı. Babama Bremen'de oturduğumuz sokağı sordum,çünkü onun izlenimlerini, yaşamımın ilk yıllarından gelen ve PflugCaddesi'nin bende bıraktığı resimden daha keskin, daha berrak olan kendianılarımla karşılaştırmak istiyordum. Bunun için Weser Köprüsü'ndengeçip yeniden Neustadt bölgesinin eski semtine döndük, Martini Kilisesi'ninaşağısındaki tombazların orada Hemelingen ve Delmenhorst limanlarınaburadan da Vegesack'a giden buharlı gemiler demirlemişti,aralarında bir de yandan çarklı vardı. Eğimli demir putrellerin taşıdığı90


köprü girişlerinden geçerken sağ tarafımızda nehrin ortasındaki dilde Teerhofhangarlarının ve ambarlarının, kaleye benzeyen ve kemerleri görkemliKaiser Köprüsü'yle birleşen yapılarına kadar uzanan, yüzyıllar öncesindenkalma bölgeyi getirdik gözümüzün önüne. Nehrin dar yan kollarındanbirinde kumsala mavnalar çekilmişti. Bir geçit yarımadayla kesmetaşların sağlamlaştırdığı eğimli alanı birbirine bağlıyor, sonra da BrautCaddesi başlıyordu. Orada savaş sırasında bir atın çektiği tek hatlıtramvayın rayları vardı, dedi babam, Wester Caddesi'nin köşesinde deFriedrich Ebert'in 11 , ilk mesleği olan saraçlığı bıraktıktan sonra işletmeciliğiniyaptığı lokal vardı. Daha sonra bu birahanenin adı İlk CumhurbaşkanınınYeri oldu, dedi babam. Grünen Caddesi'ni gözümün önüne getirmeyeçalıştım. Braut Caddesi'nden yukarı doğru kıvrılmıyor muydu, diyesordum. Bizim evden aşağı Wempe Bakkaliyeye indiğimde sütunlu ilkokulunkarşısına düşmüyor muydu. Babam bunu anımsayamadı, onunaklında kalan Grünen Caddesi'nin dosdoğru devam ettiğiydi, sağda ZiehmMezbahası, Merten Süt İşletmeleri, sete doğru inen ve adı Kısa Sokakolan o dar sokak, sonra birkaç birahane, antrepo ve at ahırı, BachmannCamcılık Atölyesi, yirmi üç numaralı evimizin arkasında da arduvazve kahve fabrikasının duvarlarla çevrili avluları, Ölçü ve Ayar Dairesininbinası vardı. Grünen Caddesi'ne girmeden önce gözümün önüneWester Caddesi'nin öbür tarafındaki at yalakları, kuyunun aşınmış kenarları,uzun tulumba sapı, faytoncuların hayvanlarının dizginlerini bağladıklarıkazıklar geldi, faytoncular birahaneye girince beygirler de kafalarınıkoşumlarıyla birlikte suya sokarlardı. Benim kafamda yaşamayadevam eden kentin bu bölümü babamın düşündüğünden daha farklıydı.Oturmuş olduğumuz eve doğru ilerliyorduk. Kare şeklindeki bölgeHaschen Caddesi, Bestenbostel Makine Fabrikası ve Haake Biracılıklaçevriliydi, Kaiser Köprüsü'ne ve sonbaharda panayır yapılan alana götürenGrosse Bulvarı az ilerdeydi, caddenin en sonunda Neustadt İstasyonuvardı, babamın gözünün önüne burada bisiklete binişi geldi, Kaiser Biralarının,Haake Beck Biracılığın parmaklıkları önünden geçip tren köprüsünüaşar, yük trenlerinin yanındaki tahta köprüden sonra Weser tersanesinegiderdi. Bense en üst katında oturduğumuz evde kalırdım. Dar vedik bir merdiven sofayı yukarıdaki odaya bağlıyordu, pencereden çitlerve duvarlarla birbirlerinden ayrılan arka bahçeler, evlerin çatılarının üstündende Teerhof un çatı deliklerindeki makaralı palangalarıyla sivridamları görünüyordu. Çocukluğumdan geriye kalanlar pigmelerin payı-11 Friedrich Ebert (1871-1925): Almanya'nın ilk cumhuriyetinin (Weimar Cumhuriyeti 1918-1933) devlet başkanı; SPD (Alman Sosyal Demokrat Parti) başkanı olmadan önce işçi hareketlerineönderlik yapan ve kendisi de işçi kökenli biri. 1918 Kasımında başlayan ve R. Luxemburgve K. Liebknecht'in kaçırılarak yargısız infazla öldürülmeleri gibi olaylara da sahne olaniç savaşta (sovyet tipi bir sosyalizm için devrim girişiminde) ordu yönetimiyle işbirliği yaparakdevrimin karşısında yer aldı. F. Ebert solun önderlerinden sayıldığından o dönemde solungeçici bir uzlaşması sonucu "Halk Temsilcileri Konseyi"nin başkanlığına seçilmişti. P. Weissmetnin çeşitli yerlerinde bu ilişkilere göndermede bulunuyor. (Ç.N.)91


na düşen yerleşim alanına benziyordu. Burada yaşadığım her şey küçücükbir mekânda yoğunlaşıyordu, tıpkı bir bilmecedeki gibi ipuçlarıyla,yön ve ses izlenimleriyle dolu, ancak düşünüldüğünde canlanmaya başlayanbir mekân. Nasıl ki sık bir yaprak yığınının ötesinde çalılıklarıyla,şiddetli yağmurlarıyla, vahşi hayvanlarıyla devasa ormanların olduğusezinleniyorsa, avlular ve köprüler, hangarlar ve sundurmalar, panayırstandları ve cadde köşeleri de bir kenti ima eden tek bir dokuda birleşiyordu,bu anımsamalarda mesafe duygusu yoktu, her şey iç içe geçiyorve bakış açısındaki küçücük bir kayma zihindeki anılarda yeni resimlerinortaya çıkmasına yetiyordu. Dört bir yanımızda kahve ve malt kokusununhiç eksik olmadığını, bu kokunun caddenin öbür tarafındaki sabunfabrikasından gelen kokuyla karıştığını hatırlıyordum. Akşamları, dedibabam, sabunları kâğıtlara sarıp karton kutulara yerleştirirdik, evlerdeyapmak üzere aldığımız, cadde sakinleri arasında dağıtılan bir işti bu.Zihnimde birikmiş olan başlangıca ait malzemenin yığıştığı benim bu sınırlıve durağan dünyamın üstüne babamın yaşantıları geliyordu. Tüfeklerinve makineli tüfeklerin yaylım ateşini, havan toplarının gürültüsünüduyduğumda bir yaşlarındaydım, ama izlenimler bana sonradan anlatılanlarlabilinçli hale gelmişti ancak. Annem, kucağında da ben, dört Şubatbindokuzyüzondokuzda sabahın erken saatlerinde pencereden iç savaşınçatışmalarını izlemişti. Neustadt kışlasındaki askerlerin hâlâ bizim saflarımızdamı olduğunu yoksa habercilerden duyduğumuz gibi kentin iç kısımlarınıişgal edip Neustadt'a sızan beyaz muhafızlara mı katıldıklarınıbilmiyorduk, dedi babam. Weser Köprüsü'ndeki birliklerimiz hazırdı, bizKaiser Köprüsü üzerinden tersanedeki işçi konseyine 12 ulaşmaya çalışıyorduk,Stephani Kapısı'ndan geçişi kesmek üzere askeri bir birliğin yoldaolduğu söyleniyordu. Babamı dinlerken gözümün önüne kışla geldi,Exerzier Meydanı'nı çevreleyen kırmızı tuğlalı yapılar, parmaklıklarınönüne dizilmiş kara ağaçlar, büyük kapı, ortadaki gezi yolu, iki yanındakitramvay raylarıyla Grosse Bulvarı gözümün önündeydi, çatışanları yüreklendirmekiçin liman bölgesindeki hiç susmayan fabrika sirenleri geldikulağıma. Kentin iç kısımlarından gelen Serbest Birlikler 13 Martini Caddesiüzerinden Kaiser Köprüsü'ne ilerlemişlerdi. Sankt Pauli'nin mahallindeJohannis Caddesi'nde ateş açılmış, yan sokaklardaki ayaklanmacılar,ikmal yolları kesilmiş olan devrimciler çatıların ve bahçe duvarlarınınüstüne çıkarak geri çekilmeye başlamışlardı, resim bütün berraklığıylagözümün önündeydi artık, bir zamanlar evimizin penceresinden bakarakne olup bittiğini anlamadan kaydetmiştim o sahneyi, babam, çatılardan12 Burada 'konsey' SSCB'de temel yönetim birimi olan ve hem yasama hem de yürütme işlevlerini yerine getiren 'sovyet' anlamında kullanılmaktadır. (Ç.N)13 Serbest Birlikler (Freikorps): 1. Dünya Savaşı'nın ardından ordunun düzenli birliklerinin zayıflaması nedeniyle, devrim güçlerine karşı gönüllülerden oluşturulan ve ordu düzenine tümüyle bağlı olmayan askeri birlikler. Ordu ileri gelenlerince ve karşı-devrimci güçlerce oluşturulan bu birlikler iç savaşta belirleyici güç olmuştur. (Ç.N.)92


sürünerek tipiye dönüşen karın altında ağaçlara atlayıp aşağı inenler arasındaydı,nasıl yavaş yavaş sahildeki kayalıklardan Grosse Bulvarı'napüskürtüldüklerini, tayfaların koruma ateşi altında köprünün parmaklıklarınayaslanarak ilerleyişlerini anlatırken, ben başımın üstünde köprününaltını, görüyor, mayınların sesini duyuyordum, patlayan bir gaz borusundançıkan mavi alev çizgisi hızla ilerliyordu, Weser Köprüsü'nünöbür ucundaki işçiler bozguna uğramışlardı, dedi babam, el arabalarından,sandıklardan, kalaslar ve döşeklerden yaptıkları barikatların üstünükapkara bir duman kaplamıştı, bizler henüz Kaiser Köprüsü'nün ortasındasiper almış vaziyetteyken katedral çanları karşı devrimin zaferi içinçalmaya başlamıştı bile. O anda bir denizcinin kendini patlayan gaz borusununüstüne nasıl attığını gördüm, gövdesiyle ona abanmıştı, neden diyesordum kendime, üniforması alev almıştı bile, yanıyordu, birkaç kişionu geri çekmek için sürünerek onun yanına gitti, ama denizciyi oradankoparamıyorlardı, öyle sıkı yapışmıştı ki oraya, yapacak bir şey yoktu,babamın yüzü tiksinti ya da öfkeden değişti, bütün gün ve gece boyuncaçatışmalar devam etti, dedi. Babamın içinde bulunduğu grup karşı kıyıya,Stephani Kapısı'na ve her köşesini çok iyi bildikleri rıhtıma ulaşmayıbaşarmıştı. Tersane düşman birliklerinin eline geçmişti, ama yeni bir saldırıiçin biraraya gelinirken babamı Gröpeling'de bir hangarda kurulanseyyar ilkyardım hastanesine götürmüşlerdi, geçici sosyal demokrat yönetimin,Halk Temsilciler Konseyi'nin, asker ve işçi konseylerinin dağıtılmasısürecini tamamladığı günlerde babam da başka yaralılarla birlikteorada yatıyordu. Babamın şimdi mutfakta volta atarken elleriyle kulaklarınıkapatmasının nedeni duymak istemediği Şubat çatışmalarının gürültüsünüyeniden duyar gibi olmasıydı, ama yine de sesi sokaklara taşanhoparlörlerden gelen bangırtının önceliği vardı. Dinlemek istesek de istemesekde hepimize Berlin'deki olaylar aşama aşama aktarılıyordu. Marşlarve gürlemelerle kesintiye uğrayan bilgiler komşu pencerelerden durmaksızınüstüınüze yağıyordu. Mecklenburg'daki tatbikatı izleyip dünBerlin'e gelen Duçe denen kişi Heerstrasse İstasyonu'nda karşılanmıştı,bugün de yani yirmisekiz Eylül akşamı Maifeld yolundaydı, OlimpiyatStadyumu'nda Führer'in yanında tüm dünyaya bir konuşma yapacağısöyleniyordu. Bremen'deki Şubat günlerini düşündüğünde babamın,omuzlarında başa çıkamadığı bir yük hissettiği belli oluyordu. İşte, NeukirchNakliyat'ın ahırdan bozma hangarı, işte işçilerden yana olan tekdoktorun kurşunu çıkardığı omzundaki kanlı ve etine yapışmış bandaj.Arabasındaki çocuğuyla bir kadın, polis kordonundan geçebilmişti, annemüstümdeki battaniyenin altına birkaç havuç ve bir somun ekmekkoymuştu, her akşam babamı görmeye geliyordu, babam bir hafta sonraişçiler ve denizcilerin yeniden işgal ettiği tersaneye döndü. Kentte burjuvazigücünü yeniden sağlamlaştırmayı başarırken görev başındaki sondevrimci birliği olarak burada yaklaşık iki ay daha dayandılar. Bu eşitsiz93


mücadele bütün açmazıyla babamın içinde yaşıyor, her defasında taşımakzorunda olduğu ağır bir yük gibi karşısına çıkıyordu. Sosyal demokratFriedrich Ebertle devrimci önderlerden Karl Liebknecht'in birbirlerinekarşı ilan ettikleri iki ayrı cumhuriyetle birlikte çifte iktidar günlerininyaşandığı Kasım ve Aralık tıpkı St. Petersburg'daki günler gibiydi, oradada bir yıl önce silahlı işçiler caddelerden geçerken cafeler, sinemalar, tiyatrolartıklım tıklımdı, gördüğümüz resimlerde, yanlarında devriminadının anılmasını dahi kendilerine hakaret gören insanlar faytonlarla geziyorlardı.Oysa bizde onların ayaklarının altındaki zemini çeken şafakvakti gelmedi, dedi babam. On Ocakta Bağımsız Sosyalist Cumhuriyetilan edilen Kızıl Kentimizin yanı sıra burjuvaların, tüccarların, dünya ticaretininkenti de varlığını sürdürmeye devam ediyordu. Yetmiş beşincipiyade alayı cepheden dönüp yeni yılın ilk gününde Bremen'e girdiğinde,alay komutanı binbaşı Caspari ayaklanmanın bastırılması ve meclisinyeniden işletilmesini sağlamakla görevlendirilmiş bulunuyordu. Bayramgiysileri içindeki burjuvazinin yeni yılın gelişini kutladığı Columbus Oteli'ninpencerelerinden ve Hillmann Oteli'nin verandasından bakıldığındahavada salladıkları kılıçlarıyla subayların eşlik ettiği askerlerin, kurtarıcılarıngeldikleri görülüyordu. İstasyon meydanından başlayarak tezahüratlakarşılandılar. Nasıl ki kentin oğulları tüfeklerine takılan güllerle İmparatorlukiçin fetihe çıktılarsa, savaştan sağ dönenler de büyük burjuvaziyikorumaya razı oldukları için çiçek yağmuruna tutuluyordu. Komutakademesinin, devrimcilerin elindeki kışlaya engellenmeden girmek talebiüzerine kente giren askerleri pazaryerinde, o zamana kadar ayakta kalabilenbaşka bir güç daha karşıladı. Otel müşterileri tarafından kendilerinesunulan şampanya kadehlerini boğazlarından aşağı boşaltmalarının hemenardından karşılarında devrimci asker konseyini bulmuşlardı, belkidayanışma duygusuna kapılıp sınıf bilinci kıvılcımının çakacağı bir andakışlaya gitmeden önce silahlarını devrimci birliklere verebilmişlerdi. Asilzadelerinparklarda gezindiği, tüccarların sıcak villaların keyfini çıkardığı,buna karşılık aç insanların buz gibi işçi evlerinde donarak oturduğu,devrimi sürdürmekteki sarsılmış kararlılığın karşısına gelenekselin inatçılığınınçıkarıldığı bu kent artık bakanların ve generallerin planlarınıkurdukları masalarda saldırının hedefiydi, dedi babam. Gerekli talimatlar,saraçlık ve birahane işletmeciliği yaptığı günlerin anısına Bremen'egönlünde ayrı bir yer veren Ebert'ten çıkarak, bir zamanlar çocuk arabasıüreten bir fabrikada sepet işlerini yapan, Orman İşçileri Birliği'nden kütükticaretine terfi eden, Kiel'li denizcilerin ayaklanmasının bastırılmasındansonra Berlin'e çağırılıp Savunma Bakanlığına getirilen Noske'ye ulaşıyor,onun üzerinden dokuzuncu ve onuncu kolordu komutanı Lüttwitz'egeçiyor, oradan da yönetime sadık sivil kurumlara ve ayaklanmacılarıçembere almak için askeri harekâtı hazırlamakla yükümlü albayGerstenberg'e iletilerek bir emir zinciri işletiliyordu. Caspari sendika baş-94


kanlarının yardımıyla askerleri kendi saflarına çekmeye çalışıyordu; artıkseferberliğe gönderilmedikleri halde hâlâ sürüklenip talim yaptırılan, kışlalarındaüstlerinin emirlerine uymak zorunda olan bu askerler de mücadeleetmekte olan işçilerin belirsiz ortamına girmektense Serbest Birliklerdenbirine katılmayı tercih etmişlerdi. Hükümete sadık kalan birliklerVerden'de toplanıp yeniden savaşa gidecekmiş gibi silahlandırılmışlardı;Berlin'den gönderilen toplara, alev makinelerine, panzerlere yabancılıkçekmiyorlardı. Ocak ortalarında Sosyal Demokrat Halk Temsilciler Konseyi'ninbaşkentte devrimci güçleri dağıtıp liderlerini katlettiği, yeni yönetiminkendisini burjuva cumhuriyetinin koruyucusu olarak onaylatmakistediği ulusal meclis seçimine gidildiği sırada sovyetik 14 yönetimininhâlâ ayakta olduğu son kent olan Bremen'i de düşürme kararındaydılar.Sana bu konuda ne anlatabilirim ki, dedi babam acı içinde, olup biteniaçıklamak imkânsız, her şey o kadar çabuk olup bitti ki, her şey sonradankitaplarda yazılanlardan öyle farklıydı ki, bizimle ilgili olan her şey silinipyok edildi, gazetelerde, dergilerde, savaştaki mağlubiyetin faturasınıkendi halkı karşısında kazandığı zaferle ödeyen birlikler boy gösteriyorduyalnızca. Ve yeniden kendisini öne doğru fırlatan darbeyi hissetti babam,sanki birisi omzuna vuruyormuş gibi ve omzun çıplakmış gibi, dedi,oysa üstümde kaim bir ceket vardı. Sıkıştığımız köşede olan bitenidoğru algılayamıyor, ancak tahminlerde bulunabiliyorduk, tarihsel olaylarbizi silindir gibi ezip geçiyordu, bize karşı son derece kayıtsız bir şekilde.Babam köprünün üstünde sürüklenirken karanlık bina yığınlarınınarasından kuleleri, Katedral'in çifte kulelerini, Liebfrauen Kilisesi'nineğik kulesini, yükseklerdeki köşeli Ansgari Kulesi'nin üst üste yığılmışkubbelerini, Stephani Kulesi'nin yuvarlak tepesini ve ağaçların üzerindenticarethanelerin cumbalarını, çatılarını ve zikzaklar çizen sivri damlarınıgörüyordu. Acıyı neden sonra, ancak Gröpeling banliyösüne giderkenhissetmeye başlamıştı. Bir yoldaş Ruhr bölgesindeki madencilerin grevegittiğini, yüz bin kişinin Bremen'deki müdahalenin sona ermesini talepettiğini söylüyordu, bu sözler babamın kulağına geldiğinde zehir gibi birrüzgâr ötekini çekip almıştı bile, babam ancak ilkyardım hastanesindekendine gelebilmişti. Binanın damında tekrar kızıl bayrağın dalgalandığınıgördü, denizciler cephaneyi, silahları tersaneye taşımışlardı, mayın tarayıcılarıve el konan römorkörler doklara bağlanmıştı. Babam, işçi konseyininiki ay daha Weser tersanesinde dayanabilmiş olmasının kendinikandırmaktan başka bir şey olmadığını söylerken, bu olayı şimdiki bakışaçısıyla, faşizmin ülkeyi esir aldığı bugünün içinden değerlendiriyordu.Onlara kimsenin destek vermeyeceğini, dayanma gücünün yavaş yavaş14 Burada sovyet yönetiminden siyasi yapının "sovyet" denen konseylere dayanması anlaşılıyor.Sovyetler Birliği'nin temelinde de bilindiği gibi işçi ve asker konseylerinin etkinliği yatıyorduve ünlü "bütün iktidar Sovyetlere" sloganı "sosyalist bir demokrasi" talebinin ifadesiydi.(Ç.N)95


kırılacağını, bu sorunun fazla patırtı çıkarmadan adeta kendiliğinden çözüleceğinidaha işin başında bilen yönetime karşı boyun eğmemeyi birhayal olarak görüyordu şimdi. Ne kadar kahramanca olursa olsun bu girişimne işe yaradı, dedi babam, başkalarını harekete geçirip kendi saflarımızaçekemedik, halk mücadele için gereken enerjisini o soğuk ilkbahardayitirmişti. Kar fırtınası altında ölülerini mezarlara taşımışlardı, hâlâtek tük intikam çağrıları yükseliyordu, kederli kafiyelerin sokaklardangeçmesine izin verilebilirdi, nasıl olsa kentin efendileri kendilerindenemindiler. Ama bugün de hâlâ karşı koyanlar var, dedim. Sadece küçükgruplar, diye yanıtladı babam, yirmi yıl sonra hâlâ küçük gruplar, bizlerseo zamanlar biricik doğru için, toplumsal koşulların topyekûn değişmesiiçin bütün gücümüzle mücadele ettik, karşı saldırıya dayanma gücünübulduk, çünkü her yerde kitlelerin aynı hedefe koşacağına inanıyorduk.Onbeş Nisanda genel grev çağrısı yapıp işgalin kalkmasını, tutuklularınserbest bırakılmasını, temel ihtiyaçlar ambargosuna son verilmesini talepettiğimizde nasıl kentin silahlı güçlerle sarılı olduğunu görmedik, dedibabam. İsteklerimiz geri tepti, senato bütün dükkânları, eczaneleri, hastaneleri,otelleri kapattı. Zenginler kendileri için zamanında önlem almışlardı.Onların özel klinikleri, doktorları, hemşireleri, ebeleri vardı. Sonrasuyu da kısmen kestiler, bizim bölgemize su verilmiyordu. Yeni zenginleroturdukları yerde yayılıp keyif sürerken bizim kesimimizde kadınlar Weser'densu taşıyorlardı, mazotlu kirli su, birkaç patates, çocuklar için birbardak süt bulabilmek için kilometrelerce yürümek zorunda kalıyorduk.Babam yumruğunu havaya kaldırdığında, bir Mayıs bindokuzyüzondokuzdanbir gün önce, grevin kırıldığı gün yenik düştüğü güçsüzlük, çaresizlikyüzünden kendini lanetlemek ister gibiydi. Tek bir müstehzi ve aşağılayıcısöz Bremen proletaryasına dil uzatmak olurdu. Babamın geçirdiğideneyim buydu, yeni bir başlangıç için gördüğüm imkânları ona söylememo anda hiçbir işe yaramazdı. İstasyonun arkasındaki park ve SporKulübü, aralarında on altı yaşında çocukların da bulunduğu, kent babalarıtarafından silahlandırılmış, üniformalar ve çelik miğferlerle donatılmışşekilde müfrezelere alınan gençlerle doluydu. Onlar birkaç yıl sonra KaraOrdu'da, Kyffhauser ya da Escherich'in örgütlerinde, Genelkurmayınilişkide olduğu gizli birliklerde yerlerini aldılar. Hızlı eğitim için Neustadt'dakikışlalara yerleştirildiler. O günlerdeki komut sesleri, marşlarıngümbürtüsü bugüne sızdı. Sokak hizasındaki pencerelerden içeri düşenbuğulu ışıkta babamın son üç yılda nasıl yaşlanmış olduğunu gördüm,yüzü yorgundu, saçları ağarmıştı, Almanya'daki işçilerin kendi kararsızlıklarıyüzünden bozguna uğradıkları, kendi körlükleri yüzünden teslimoldukları fikrini bir türlü kafasından atamıyordu. Bir makineli tüfeğinkurşunlarına hedef olan, böylece ikinci dereceden bir nişan olarak demirhaç almasını sağlayan sağ bacağını sürüyerek, Kaiser Köprüsü'nde yaralandığındanbu yana devlet düşmanı olarak damgalanmasına neden olan96


hissizleşmiş sol omzunu havaya kaldırarak mutfakta dolanıp duran babam,eli havada gözleri tozlu sokakta, o zamanlar, zafer henüz mümkünkenmücadele araçlarının neden ellerinden alınmış olduğunu kendineaçıklamaya çalışıyordu. Nasıl babamın dünyası beni kuşatıyorsa, onu dabaşka bir dünya, karar verenlerin, tasfiye memurlarının dünyası kuşatıyordu.Savaş yorgunu askerler, açlığın, pahalılığın, soygunculuğun ezdiğiişçiler ayaklanmıştı, politik olarak eğitilmemişlerdi, izledikleri devrimcibir yönetim yoktu, hoşnutsuzluk, sabırsızlık halinin yarattığı bir harekether yana yayılmıştı, pek çoğu için henüz ne anlama geldiği kavranmamışolan Rus örneği bir umuttu, patlak veren grevler, kendiliğinden vehazırlıksız oluşan konseyler burada da proletaryanın egemenliğinin başladığınaişaret eder gibiydi. Bir durum analizine gerek kalmadığı düşünülüyordu,bizzat tarih onları, yani çoğunluğu, yönetimi ele geçirmeyeçağırıyordu. Halk ayaklanmasının Tanrı lütfuna dayanan monarşiyi devirmeyeyeteceği ve devletin de çaresiz bir şekilde, çalışanlar tarafındanele geçirilmeyi bekleyeceği sanılıyordu. Oysa askeri fiyaskodan sonrakendi pozisyonlarını kurtarmak için monarşiyi feshedenler başkaldıranlardeğil, tam tersine Genelkurmay, toprak sahibi asiller ve büyük sermayedarlardı.Ordunun ve diplomasinin, ağır sanayinin ve bankacılığıntemsilcileri, ayaklanan işçilerden, denizcilerden ve askerlerden daha hızlıdavranıp durumu görmüşler, en büyük işçi partisi olan sosyal demokratlarınyöneticileriyle el ele vererek sözümona bir devrimin yolunu açmışlardı.Sosyal demokratlar devrimci yönetimin makamlarına kitleleringüçlü hamlesiyle, emperyalist savaşın bir iç savaşa dönüşmesiyle, işçi veasker konseylerinin kararıyla değil, tam tersine eski düzenin mareşallerive sermaye sahipleri sayesinde yerleşmişlerdi. Ütopyalar, iyi tanımlanmamışve dağınık idealler boş yere hâlâ sosyalist bir demokrasinin oluşumunuumarken, hükümet ayaklanmayı bastırmak için egemen sınıflarınbütün kurumlarıyla anlaşmıştı bile. İşçi sınıfının kendi partisini mücadeleninaracı olarak kullanabileceği o anda, on yılı aşan bir süreden beriparti yönetiminin ön hazırlığını yapmış olduğu gibi sınıfın çıkarlarınaihaneti tamamlanmıştı. Devrime giden yolun açıldığı bir durakta hedefitoplumsal değişim olan her türlü örgütlü eylemden kaçınmakla kalınmamış,aynı zamanda reformlarla birlikte sosyalizme barışçıl yoldan geçileceğineilişkin Bernstein ve Kautsky'nin beslediği yanılsamanın bile gerisindekalarak, sosyal demokrat kitle partisinin kendisini karşı devriminmerkezi haline getirdiği de ortaya çıkmıştı. Savaşın patlak vermesi Kautskyve Hilferding'in teorilerini zaten çürütmüştü, dedi babam. Onlarınbize sermayenin büyümesinin mali gücün emperyalistleşmesine yol açacağınısöylemiş olmaları yerinde bir açıklamaydı, ama bu yayılmacılığınsavaşcıl sonuçlarını dikkate almamışlardı. Yetişme çağımızda biz nasılonların analizlerinin etkisi altında kaldıysak, onlar da para egemenliğiningeriye engellenemez canlılılığmın etkisi altındaydılar ve bizim maddi97


manevi gelişimimizin ancak tekelcilikle sıkı bir işbirliği yaparak gerçekleşeceğinidüşünüyorlardı. Babamın girdiği Bağımsız Parti'nin de radikallikkılıfı altında sol sosyal demokratları ele geçirip devrimci SpartakistlerBirliği'ni etkisiz hale getirmekten başka bir niyeti yoktu, bu partinin liderlerikabine üyeleri olarak çoktandır kitlelerin her türlü inisiyatifini kırmayahazırdılar. Sosyal demokrat liderler Ebert, Haase ve Noske ordununen üst yönetimiyle ve polisle anlaşma yaparken, Legien özel girişimcilerleuzlaşıyor, sanayi prensleriyle ve düzenle uyumlu sendika yönetimleriyle,kuşkusuz sosyalistleşme eğilimlerinden uzak durulacağı mesajıverilerek ve işçi sınıfının bilgisi dışında ittifak kuruyordu. Cumhuriyetinkuruluşunun gereği olarak uluslararası sermayeyle de yeniden ilişkiyegeçilmişti. Pazarlar uğruna yapılan emperyalist savaşta Almanyadarbe yemişti, ama artık dünya ekonomisini tehdit eden yeni tehlike karşısındaAlmanya'nın kullanılması gerekiyordu. Sosyal demokrat PhilippScheidemann, hükümetin daha dünkü düşmanlarını, temsil ettiği AlmanHükümetinin de kendileri gibi düşündüğü konusunda ikna etti, çünküsöz konusu olan Bolşevizm'le mücadele etmekti. Yaraları sarmak için çalışmak,ülkeye şırınga edilen yeni parola buydu. Proletarya devriminevurulan darbeyle birlikte ambargo kalkabilir ve Başkan Wilson'un Amerikasındangerekli ihtiyaç maddelerinin ülkeye girişi sağlanabilirdi, antidemokratikbir Almanya'nın bunu başarması mümkün olmaz, deniyordu.Yönetimdekiler, düzen ve güvenlik tedbiri olarak öne sürülen bu ilk başarıylahalkın büyük bir çoğunluğunu yanıltmışlardı. Artık durdurulmasıistenen devrim, burjuva demokratik devrimi olarak adlandırılmış, işçi sınıfınıntaşıyıcılığını yaptığı bu devrim duraksamalar ve şaşkınlıklar yüzünden,ilerici burjuvazinin yolunu açmak yerine, sömürgecilik deneyimiylenasırlaşan burjuvaziye bir basamak daha yükselme fırsatı vermişti.Pek çok kişi bu gelişmeyi anlamamıştı. Devrimin bu avukatları kendilerinehalk temsilcileri diyorlardı. Çalışanların karşısında olmak için ne nedenleriolabilirdi ki, onlar bu hareketin içinden gelenlerdi, kuşkucu sorularbu şekilde yanıtlanabiliyordu. Bankaların, bürokrasinin, mutlakiyetçidevletin restorasyonuna rağmen, Kasım geldiğinde hâlâ devrimin proletaryaaşamasına ulaşılacağı düşünülüyordu, dedi babam. İşte biz bu noktadayanlış akıl yürüttük, diye devam etti sözlerine. İdeallerimize duyduğumuzgüven içinde dokunulmaz olduğumuzu sandık. Gerçek ya daadalet olarak adlandırdığımız daha yüksek bir gücün gazabına güveniyordukadeta, onun bütün yalanları ve yanlışları silip süpüreceğini varsaydık.Papazlardan ve büyük babalarımızdan devraldığımız çocuksuinancımızı zihnimizin zorlamalarına inat savaş boyunca taşımaya devametmiştik. Ne bu tarihsel anda birlik olup ayakta kalmaya ne de liderlerimizikorumaya özen gösterdik. Rus devrimcileri kendilerini yakalatmamayıbaşarmışlar, ülke dışına çıkıp orada yıllarca hareket için hazırlanmışlar,özenle ilişkilere bakıp bunlardan sonuçlar çıkarmışlardı, onlar güç98


dengelerinin nasıl olduğunu tam olarak biliyorlardı, buna karşılık bizdeen iyiler yozlaşmış, toplanmamız ve örgütlenmemiz gereken bir anda geriadım atmışlardı, bizlerse olup biteni aymazlık içinde öylece izledik.Kari Liebknecht ve Rosa Luxemburg hapisten çıktıklarında ayaklanmabütün hızıyla devam ediyordu, Liebknecht Berlin Sarayı'nın balkonundanBağımsız Sosyalist Cumhuriyeti ilan ederken aynı anda Scheidemannparlamentoda Alman Cumhuriyeti'nin resmen kurulduğunu açıklamıştı,akın akın yollara dökülen halk kitleleri bölünmenin ortak sokakeylemleriyle aşılacağını düşünüyordu. Bir işçi iktidarı için vermekte olduğumuzmücadele sırasında, dedi babam, parti aidiyetinin bağlayıcı olduğunudüşünmüyorduk, teori ve eylem alanları bizim için sınırlı değildi,tartışmaya açıktık, ayrıntılarla bulandırılamayacak temel ilkeleri paylaştığımızkanısmdaydık. Bağımsız Parti'nin sol kanadında yer alan babam,bolşeviklerin siyasetini benimseyen ama Spartakistler'den ayrılanBremen Komünistleri gazetesinde çalışıyordu kimi zaman. Yine de babamözellikle kültür devrimi üzerine yazdığı yazılarla Luxemburg'untemsil ettiği programı destekliyordu. İdeolojik karşıtlıkları saydamlaştıranbir form, bir ifade biçimi arayışı içinde çok sesliliği benimsemiştik,dedi babam, hepimizin ortak amacı olan ve gerçekleşmesi için uğraştığımızbirliğin eninde sonunda kurulacağından emindik. Bilinçli olarak devrimcibir çizgiyi izleyenler, işçi partileri içinde azınlığı oluşturuyordu,konseylerde aktif olanlar da, çoğunluk partisi olan Sosyal Demokrat Parti'nin,sosyalist bir gelişme ancak parlamenter cumhuriyetin içten fethedilmesindengeçer teziyle yetişmişlerdi. İçlerindeki aktivistler de sosyaldemokrat eğitim kurumlarında onlara öğretilen ideallerin etkisi altındaydılar,onlar hiçbir zaman karşıt güçlerin kutuplaşması yönünde değil, sınıflararasıişbirliği yönünde, hiçbir zaman devrimci disiplin yönünde değil,verili bir işbölümü disiplini yönünde eğitilmişlerdi. Babam azınlığıtemsil eden Spartakistler Birliği'nin sergilediği Marksist muhalefetle tanıştıktansonra revizyonist çoğunluktan kopmak gerektiği fikrine varmıştı.Sosyal demokrasinin bilgi güçtür diyen tarihsel parolasına yeni bir anlamverebiliyordu artık. Devrimci bir dönüşüm olmadan onun tasarladığıgibi bir kültürel etkinlik de olamıyordu. Babamın katettiği siyasi yolun butür düşüncelere nasıl da sıkı sıkıya bağlı olduğunu anlamaya başladım,onun devrimci teoriyle yaratıcı gelişim arasındaki ilişkiye işaret ederekbenim kültürel ilgilerimin uyanmasına nasıl katkıda bulunduğu da belleğimdeuyanıyordu artık. Konular ve temalar işçilerin önüne hep ait olduklarıparti tarafından konuyordu, dedi babam, onlar hep sözüm onabilinçlerine rağmen verileni alanlardı, parti yöneticileri onların ne hissedipne düşündüğünü asla merak etmedi. Bu açıklık ve çekincesizlik, gerçekbir demokratik tavır bir tek Luxemburg'da vardı babama göre. Gelenekseleğitim araçlarına sahip olmasalar da çalışanların deneyim zenginliğinesahip olduğunu ve ortaya çıkarıldığında bu zenginliğin entelijensi-99


yanın gelişmiş ifade biçimine katkıda bulunacağını biliyordu o. Onları tanımak,onların yaşantılarını bilmek Luxemburg için her zaman önemliydi,dedi babam, çünkü yenilenme onlar tarafından gerçekleştirilecekti, sınıfegemenliğini yıkmak bir tek onların elindeydi. Bu yüzden onlarınkendilerine güveninin sağlanması, bilgilerine değer verilmesi, kendilerimifade etmelerinin yolunun açılması zorunluydu. Sosyal demokrasinin sağkanat liderlerinin nasıl bir kinizm ve vicdansızlık içinde tutuculuğun veşovenizmin avukatlığına soyunduğunu henüz göremediğimiz dönemlerde,barışın ve burjuva kesimleriyle her türlü anlaşmanın işçi sınıfı zeminiüstünde ve onun şartlarına göre kurulması gereğinden dem vuruyordukdurmadan. Yine de kendi örgütlenme biçimini iyi kavrayamamış olan birinciAlman Sovyetleri Kongresi Aralık ayında Berlin'de bütün iktidarıkendi isteğiyle Halk Temsilcileri Konseyi'ne verip silahların, bütün komisyonlarahâkim hale gelmiş subaylara teslim edilmesini kararlaştırmıştı.Sosyal devrimi gerektirecek bir durum yok artık, deniyordu, bu noktadahâlâ mücadelenin devamında ısrar edenler vatan haini konumuna düşebilirlerdi.Babam yeniden kulak kabarttı. Maifeld meydanındaki uğultuyuduyuyorduk. Büyük kitlelerin toplandığı bu devasa alana, elli yıldanberi işçilerin mücadele günü olarak kutlanan tarihi anımsatan bir advererek Maifeld demişlerdi. Orada toplanmış olan yüz binlerce insan havayakaldırdıkları elleriyle aşağılanmaya teslim oluyordu. Badem bıyıklıve yassı alnı perçemlinin töreni açan sesi çınladı dört bir yanda, her zamanboğuk ve cırtlak haykırabilen bu ses şimdi güvercin gibi gurulduyordu,deyim yerindeyse tarihsel bir karşılaşmanın törensel ânında denetimaltına alınmıştı ses, coşup kaynayan gırtlak sesleri arasından tek bircümle öne çıkıp odada asılı kaldı, kurdukları ittifakı kastederek, eksen artıktamamlanmakta, diyordu ses. Bu kentin caddelerinde ve Bohemya'nınçevre köylerinde, İmparatorluk kentleri ve köylerinin bütün caddelerinde,evlerinde, resmi dairelerinde, lokantalarında, istasyonlarında, atölyelerinde,fabrikalarında dakikalarca bir kendinden geçiş fırtınası, bir körleşmecoşkusu dalgalandı, sonra ötekisi, ayak parmaklarının üstündeyükselip kollarını kavuşturan, çenesini ve alt dudağını öne doğru uzatıpgözlerini fıldır fıldır döndüren kısa boylu olanı çıktı sahneye, iki törenbüyücüsünün çevresinde birkaç saniye boyunca nefeslerin tutulduğu hissedilebiliyordu,ve İtalyanların bu kel kafalısının, içinde pek çok kez devrimnidalarının tekrarlandığı, her yinelemede nidaların bir makineli tüfeğinyaylım ateşine dönüştüğü kesik kesik gıdaklaması girdi devreye.Maifeld'de devrimden söz ediliyordu, bir İtalyan ve bir Alman devriminden,bir de tıslama geldi kulağımıza, sanki sosyalizm kelimesinden çıkanbir tıslamaydı, şaşırmaya gerek yoktu, çünkü işçiler, askerler, denizcilerKasım onsekizde aldatılmalarına izin vermişlerdi. Taleplerinden vazgeçtiklerianlamına gelmiyordu bu, onlar bir Alman Sovyetleri iktidarınınkurulması, kapitalist girişimciliğin ve toprak mülkiyetinin devletleştiril-100


mesi, Dışişleri'nin diplomatik ilişkileri kestiği bolşevik Rusya'ya bağlanılmasıiçin mücadele etmişlerdi. Ama bu kitleler, kendilerini halk temsilcileriolarak adlandıranların, işçi sınıfının ayaklanmasıyla elde ettikleri konumudevrimci sloganlarla tehlikeye düşürmek yerine, kitle katliamını,ülkeyi kırıp geçirmeyi tercih edeceklerini düşünememişlerdi. Bu iyi niyet,Kautsky'nin ve Bernstein'ın mimarı olduğu Erfurt programında da dilegelen ve Bağımsız Sosyal Demokrat Parti'nin tüzüklerinde keskinleştirilensöz karşısındaki bu saygı, kendileri için en iyisini yapacaklarına inandıklarıönderliğe duydukları bu güven, kendi saflarındaki düşmanı görmelerineengel oldu. İşte babamın anlatmaya çalıştığı, onların, yani mücadeleedenlerin, yönetenlerin hilelerinden ne kadar uzak oldukları, kendisahalarında politik bir oyun tarafından nasıl başlarının ezilip tüketildikleri,çabalarının onları silip süpüren hareketten nasıl farklı olduğuydu.Lafı durmadan kendi gördüğü olaylarla egemenlerin niyetleri arasındakiorantısızlığa getiriyordu. Öte yandan doğru muhakeme gücünükaybetmiş olanlar o ve arkadaşlarıydı, ortalığa yayılan çarpıtmaların sorumlusuonlardı, çoğunluktu, çünkü tam da kendilerine uyar bir saflıklakuzu kuzu uzlaşmışlardı. Seçkin ordu birliklerinin, Cumhuriyetçi Askergüçlerinin ve güçlendirilmiş polisin, kendi partilerinin ve sendikalarınınliderleri tarafından işçi sınıfının bozguna uğratılması için kullanıldığınıanlamak istemiyorlardı. Onlar Ocak günlerinde, yeni düzenin kasaplığınıüstlenen adamı Noske, Berlin'de Liebknecht'i, Luxemburg'u ve yüzlerceişçiyi öldürttüğünde bile proletaryanın büyük bölümünün toplandığıpartinin hâlâ devrim için kazanılabileceği düşüncesinden vazgeçmediler.Berlinli yoldaşların yükünü hafifletmek için Bremen on Ocakta kendiSovyet Cumhuriyetini ilan etmişti. Son güne kadar, dedi babam, sosyaldemokratlarla müzakereleri sürdürdük. Onlar belediye binasının renklicamlarının ardında toplanıp görüşürken, biz borsada toplanıyorduk. ÜçŞubatta hâlâ, eski militarist anlayışın yalnızca baştan çıkardığını sandığımızbirliklerin korunması adına kitle partisiyle birleşmeye çalıştık, öylesinekördük ki, kendilerine önderimiz Bebel'in miras bıraktığı geleneklerihatırlatma çabası içinde olduğumuz yoldaşlarımız bu sayede her türlüengelden uzak bizi boğmak için harekete geçebildiler. Sözgelimi şu Waigand,sosyalist ve proleter olduğunu her fırsatta vurguluyor, ortak hareketiçin girişimlerde bulunuyor, Ebert'in Bremen'deki işçilerin iyiliği içinneler yaptığının altını çiziyor, partisinin iyi niyetini ve kendi kişisel samimiyetinigöklere çıkarıyor, o arada da Verden'deki birliklerin ne zamanharekete geçeceğini Gerstenberg ve Caspari'yle görüşmek üzere telefonakoşuyordu. Liebknecht ve Luxemburg katledildiklerinde, geleceğe ilişkintasavvurlarımız birkaç dipçik darbesiyle yerle bir edildiğinde feryat figanetmiştik. Ama yine de davamızı kaybedilmiş olarak görmüyor, dünyanınbaşka yerlerinde ve bizde, Rusya'da olduğu gibi devamının geleceğineinanıyor, mücadelemizle, Rus Devrimi'ne ihtiyacı olan desteği verdiğimi-101


zi düşünüyor, Lenin'in Ekim'in sadece bir başlangıç olduğu, bir sonrakibelirleyici adımın Almanya'da gerçekleşeceği inancını paylaşıyorduk,Rus Devrimi ve bizim devrimimiz arasındaki karşılıklı etkileşimin bilincindeydik,bizi bekleyen görevlerle öylesine meşguldük ve kendimizi öylesineyalıtmıştık ki, yanı başımızdaki cesaretsizliği ve tükenikliği algılayamıyorduk.Bizim aymazlığımız sonucunda kitle ezildi, dedi babam yenidenpencereye dönerek. Maifeld onun için, uğruna savaştığı ve pek çokarkadaşının da uğruna hayatını kaybettiği bütün değerlerin tasfiyesi anlamınageliyordu. Almanya'da zehirlenmeden inançlarına bağlı kalan azinsanın olduğunu biliyordu, kendi sendikasından büyük bir grubun, birgün içinde davullar çalıp ziller takarak Nazilerin saflarına geçiverdiklerinigörmek tüylerini diken diken ediyordu, burada Warnsdorf'da da fazlakalamayacağının farkındaydı, burada da entegrasyon ve dayatma politikasıegemendi; onlar dışarıdaki kumlu yolda parlak çizmeleriyle, bilenmişbıçaklarıyla rap rap yürüyor, fabrikadaysa yoldaşlar artık politik aidiyetlerinigöstermeye cesaret edemiyorlardı, burada da gizli gizli buluşuluyordu,çünkü bu toprakların Alman toprağı olduğu, burada yaşayaninsanların yabancıların egemenliğinden kurtarılmasının gerektiği beyanedilmişti, elliiki yaşındaki babama yine yol gözüküyordu, belki Meksika'ya,Avustralya, Kanada ya da İskandinav ülkelerine, oysa onun ne etkiliilişkileri vardı ne de kendisini güvenceye alacak parası, vasıflı bir kolişçisiydi o yalnızca, bir mühendis olmasına rağmen bilgilerini hep işçiolarak uygulamaya alışmış, onu bu yaşında kim kabul edip işe alırdı ki.Bindokuzyüzondokuz baharında, dedi omuzlarını kaldırarak ve düşüncelerinieşer gibi, devrimle geçen o kışta neler olup bittiğini kavramayabaşladık. Luxemburg'un silahlı mücadeleye itiraz ettiğini öğrendik, KasımDevrimi'nin coşkulu günlerinde bile çekincelerin bize yansıdığınıama olayların akışına kapılıp bunları görmemeyi yeğlediğimizi anladık.Spartakist liderler hapse atıldıktan sonra oldu bittiyle karşı karşıya kalmalarınarağmen olağanüstü bir çabayla geride kalan ve kurtarılabilecekdevrimci güçleri kurtarmaya çalışmışlardı. Sosyalist Cumhuriyetin ilanıson bir cesaret çağrısıydı, Ulusal Meclis'te karşı devrimin inşa edildiğiBurjuva Cumhuriyeti karşısında artık hiçbir şey yapılamayacağını biliyorduonlar. Bizim o zamanlar görmek istemediğimiz şeyin, halkın enerjisinin,iktidarını ayakta tutmak adına her türlü suçu işleyebilecek burjuvaziyesatıldığının farkındaydılar. Bir sürek avı içinde saklandıkları yerleridurmadan değiştiren Luxemburg, Liebknecht, Jogiches, Radek yenilgi kesinleştiğindepatlak verecek panikle mücadele etmeye çalışıyorlardı. Fırtınaöncesini durdurmak mümkün değildi artık, yapılabilecek tek şey devrimiiflasa sürükleyen sosyal demokratların tezgâhladığı katliamı önlemekti.Bu olanlar, Luxemburg'un tasavvur ettiği devrim değildi, çoğunluğunçoğunluk adına verdiği ve hedeflerine ulaşmak için terör estirmeyegerek duymayacağı, buna karşılık zamanı geldiği için kendiliğinden dev-102


eye girecek olan mücadele değildi. Bir sovyet iktidarının kurulması içinzamanlama yanlış olmuştu, işçi sınıfının yalnızca küçük bir bölümü Spartakistler'intaleplerini izlemiş, buna karşılık asıl kitle, üretimin yeniden işlemeyebaşlamasının kendi gelişimlerini de güvenceye alacağı vaadinintuzağına düşmüştü. Zaman, onlara ulaşıp durumu anlatamayacak kadarkısaydı. Sosyal demokratların basın organları onları propagandayla dolduruşagetiriyor, savaşanları devrim romantikleri, hükümeti devirmeyeçalışan anarşist darbeciler olarak karalıyor ve Rus devrimcilerini amatörlerdiye alaya alıyordu. O bildik eski uyarı Demokles'in kılıcı gibi sallanıyor,herkes sükûnete ve soğukkanlılığa, dirayete ve çalışmaya davet ediliyordu.Sınıf hukuku yeniden yerine yerleşip kendini hukuk devletininkoruyucusu gibi sunarak Sovyet Rusya gibi korku saçan bir toplum halinegelmemek için ikazlara başlamıştı. İşte bu noktada Luxemburg'unEkim sonrasında alman önlemlere yönelik eleştirisi şimdi kendilerine veAlman Devrimine yöneliyordu. Karşı devrim onların önüne, yoksa o çokeleştirdikleri azınlık şiddetinden mi yana oldukları ve proletaryanın üstündebir parti diktatörlüğü mü kurmak istedikleri sorusunu koyuyordu.Luxemburg tam da Alman proletaryasına önderlik edebilecek bir parti olmadığındanister istemez bir iç savaşa dönüşecek olan devrime karşı çıkmıştı.Onun karşısında olan sosyal demokrat yöneticiler de silah gücükendi ellerinde bulunduğu için kendi tasarladıkları savaşı başlatabilmekgerekçesiyle iç savaştan uzak durulması çağrısını yapıyorlardı. Bu, burjuvazininişçi sınıfına açtığı savaştı, azınlığın, aklı karıştırılmış, zayıf düşmüşçoğunluğun öncülerine açtığı bir savaştı, ve biz de, dedi babam, Luxemburg'unyapmış olduğu şeyi yaptık, aramızdaki fark onun bilinçli bizimsebilinçsiz oluşumuzdu, mevcut hareketiyle yanlış bir yola girmişama haklılığından bir şey yitirmemiş olanların safında kaldı. Babam yirmidörtAralıkta Arbeiterpolitik'in yazı işleri müdürü ve Bremen'deki radikalsolun lideri olan Knief'le gizlendiği yerde Radek'i 15 görmek ve ondandevrimci savaşın devamıyla ilgili talimatları almak için Berlin'de birarayagelmişti. Böyle kısacık bir bilginin içinde nasıl bir yaşantı, nasıl bir tarihselyoğunluk olabileceğini sordum kendime, ama yanıtını veremedim.Radek'le görüşülebiliyor muydu, diye sordum. Babam başıyla onaylamaklayetindi. Bakışları donuktu, içine dönmüştü. Radek o noktadansonraki eylemlerin Marksist kurallara ters düşeceğini, keyfi ve irrasyonelolacağını söyleyip savaşa son verilmesi yolunda uyarılarda bulunmuştu,siyasi çalışmalara geri dönülmeliydi, buna karşılık Luxemburg ölümündenkısa bir süre önce hâlâ, biriken devrimci gerilimin itici gücüyle sonbir içgüdüsel atılım görmeyi umuyordu, onu da, bizi de, başkalarını da15 Kari Radek (1885-1939): Almanya'da da devrimci faaliyetlerde bulunmuş, SPD üyeliği yapmış,1919 başında Alman Komünist Partisi'nin kuruluş çalışmalarına Sovyetler Birliği'ni temsilenkatılmış olan politikacı. Lenin'in yakın çevresinden olan Radek, Komintern YürütmeKomitesi üyeliği de yapmıştır.103


ayakta tutan bu vizyondu işte, dedi babam, birkaç hafta sonraysa onunölümünün intikamını almak için kafamızdan her şeyi atarak savaşmayadevam eder durumdaydık, devrimci eylemi boyun eğmeye yeğ tutmaktangelen bir iç huzur arayışıydı bu. Başkalarına örnek olmak tutkusuiçindeydik. Sonra bunun yanlış olduğunu görmek durumunda kaldık.Yanlışolan eylemin kendisi değil, zamanlamasıydı. Çünkü tarihselmateryalizmi ne kadar anladığımız, dedi babam, zamanlamanın doğruyapılıp yapılmamasıyla anlaşılır.Peki devrimin karşısında yerini alan ve duruşunu hiç değiştirmeyenpartiye sonra tekrar neden girdin, diye sordum. Onun açıklama arayışıiçinde olması, bu zaman diliminin babamda, bindokuzyüzondokuzunŞubat günleri bütün canlılığını korumasına rağmen bir bellek zayıflığı,kör bir nokta bıraktığının göstergesiydi benim için. Elbette daha önce dearamızda yirmili yılların başındaki parti mücadeleleri sık sık tartışma konusuolmuştu, ama ben bu arka planı ne kadar az bildiğimin bilincine yenivarıyordum, çünkü o dönemde bütün dikkatim güncel olaylara yönelmişve onların açıklığa kavuşturulması isteği her zaman daha ağır basmıştı.Şu anda da, gece bastırıp Warnsdorf un caddeleri nihayet sessizliğegömüldükten, trenler Maifeld'deki kalabalıkları oturdukları bölgelere taşıdıktan,Reinickendorf da ve Wedding'de, Friedrichshain'de ve Neukölln'deenstrümanların sesleri kesilip insanlar ilk vardiyaya kadar birkaçsaatliğine yorganlarını kafalarına çektikten sonra da babamın anlattıklarıtuhaf kaçıyordu, duraksamaları, kafasındaki düşüncelere benimyaklaşmamın ne kadar zor olduğunu hissettiğini gösteriyordu, oysa güncelolayları anlamanın yolu bu düşünce malzemesine yaklaşmaktan geçiyordu,kökler oradaydı. Babamın gözünün önüne, sosyal demokrat liderlerEbert'in, Haase ve Noske'nin, Scheidemann ve Severing'in, Legien,Landsberg ve Wissel'in Bebel geleneğindeki sosyal demokrasinin cesedinebasarak yükseldiği geliyordu. Yüz hatları, tombul yanakları, kalın enseleri,koca göbekleri silik görüntüler halinde birbirine karışıyordu. ÇevreleriKautsky ve Hilferding, Bernstein ve Wels'le sarılıydı. Aralarındamırıldanıyorlardı, babam kulak kabarttığında onların nasıl da lekelenmemişbir dünya imajı yaratmak istediklerini işitebiliyordu, birbirlerinin sözünükeserek, fısıldaşarak tartışıyor, burjuva toplumunun çöküşünü reddedipyoksullaşma teorisini inkâr ediyor, durmadan sermayenin olgunlaşmasürecinden, emperyalizmden söz ediyor, sonunda da nurani bir vezinleherkesin sermayenin gücü altında birleşmesini göklere çıkarıyorlardı.İkinci Enternasyonali mezara gönderenlerin yanıbaşında işçi hareketininiflasını bugüne taşıyan ikinci kuşak vardı, onların çevresinde de boğucuve soluk bir güruh, biçimsiz suratların, bıyıkların, çarpık ağızların104


sahipleri Groener, Hindenburg, Seeckt, Stinnes, Hugenberg, Kapp,Sklarz, Tamschik, Lüttwitz, Epp, Escherich, Erhard, Lettow Vorbeck, Hülsengibi eski düzenin simaları fark ediliyordu, bütün sahtekârlar, yargısızinfazcılar, Serbest Birliklerin, kapitalist devlet aygıtındaki savaş organlarınınliderleri de oradaydı, ardından Çelik Miğfer'in ve Genç Almanlar'insafları ilerledi, beyaz bir dairenin içindeki gamalı haçların dalgalandığıbir bayrak ve sancak ormanı onlara eşlik ediyordu ve biraraya toplananlarınhepsinin tepesinin üstünde dumanlara bürünmüş halde Thyssen veKrupp, Blessing ve Blohm, Ambros ve Flick, Hainels, Pfermenges ve Bütefisch,Schwerin Krosigk ve Messerschmitt ve babamın tek tek sıralayabildiğitüm diğer isimler dalgalanıyordu. Öteki isimleri, Parti blokundaşiddetin de yaşandığı bir parçalanmaya neden olan isimleri de düşündü.Yalnızca isimleri anımsamak bile babama ayrışmanın kesinliğini anımsatmayayetiyor olmalıydı. Bu isimler anonim mücadelenin içinde birer işaretgibi sivriliyor, ayaklananlar ancak onlarla birlikte belirginleşiyordubabamın gözünde; Frölich, Knief ve Flieg, Liebknecht, Luxemburg ve Jogiches,Levi ve Levine, Brandler, Pieck ve Zetkin, Eberlein, Enderle veRemmele, Duncker ve Thalheimer, Eisner ve Landauer; böylece demirciatölyelerindeki, torna tezgâhlarındaki, montaj hangarlarındaki iş arkadaşlarının,dava arkadaşlarının yüzleri bir bir babamın karşısında beliriyordu.Savaş sırasındaki tutukluluğundan sonra hasta ve zayıf düşenMehring Ocaktaki katliamdan hemen sonra son sosyalist parti lideri olarakölmüştü, sonra Knief, Levine, Eisner ve Landauer de ölüler kervanınakatıldılar, Komünist Parti'yi kuran Spartakistler'in pek çoğu da er ya dageç ihraç edilmişlerdi, aralarında bir tek Zetkin faşist iktidarın kurulmasındankısa bir süre önce öldü, Flieg ve Eberlein Moskova'da çalışmalarınadevam ediyorlardı, bütün bunlar babamı Warnsdorf'daki mutfağa kadartakip etmiş, kopuşlar, bölünmeler dallanıp budaklanmıştı, babam sonyıllarda, bir zamanlar öncü olup da şimdi kovuşturulanların ve lanetlenenlerinhaberlerini alıyordu. Kendisini de oraya buraya savuran bu sarsıntıyirmi yılı aşkın bir süredir devam ettiği içindir ki, babam hiçbir zamanyaşananlara mesafe alıp tepeden bakamamıştı, daha önce almış olduğukararları, kendisini nereye götüreceğini bilmeden atmış olduğuadımları ancak bugün gerekçelendirebildiğini söyledi. O zamanlar kayıtsızşartsız Rus Devrimi'nin açtığı yolu savunuyorduk diye devam ettisözlerine. Devrimden sonra yaşanan geri gidişleri, güçler dengesinde başgösteren orantısızlıkları, Alman devleti ve müttefiklerinin müdahalesi,sosyalist devleti boğma çabaları ve iç savaş gibi etkenlerin yol açtığı güçlüklerebağlamakla kalmıyor, aynı zamanda Alman işçi sınıfının başarısızlığıolarak görüyorduk. Artık hiç kimse Luxemburg'un itirazlarını paylaşamıyordu,dedi babam. Zaten kendisi de yaşıyor olsaydı eleştirilerinirevize etmek, karşı-devrimle, emperyalist kuşatmayla mücadele devametmek zorunda kaldığı sürece topluma karşı şeffaflık, toplanma ve basın105


özgürlüğü, genel ve özgür seçim sorunlarını geri plana atmak durumundakalacaktı. Ne elde edebildik ki, diye sordu babam. Günlük çalışmayısekiz saate indirmeyi bile başaramadık. Devrim girişimi bize o eski egemenlikaygıtını geri kazandırıp, o kutsal özel mülkiyet, sömürü ve karhakkını güvence altına aldı. Rusya'da henüz halk egemenliği hayata geçmediğiiçin baskı ve kaba güç kullanılmak zorunda kalmıştı, bunda bizimde payımız vardı. Devrimci kazanımları kurtarmaktı önemli olan, Rusya'yısavunmak ve korumak için elimizden geleni yapmak kendi geleceğimiziçin mücadele etmek demekti. Dünya Savaşının ve iç savaşın yolaçtığı yıkımların ve verilen kurbanların ardından bir de, Alman militaristlerve sosyal demokrat liderlere iştiyaka getiren Polonya saldırısına maruzkalan bu ülke için endişeleniyorduk. Polonya'nın Rusya'da gerçekleştirdiğiişgalle Almanya'nın içinde Kapp ve Lüttwitz'in Ebert ve Noske'yleişbirliği yaparak gerçekleştirdiği darbe aynı anda patlak verdiğinde Almanproletaryası kısa bir süre için birleşti, genel grevle birlikte faşistlerinilk iktidar denemesi engellenebildi. O günlerde hiçbir şey bizi savaş komünizminingerektirdiği katı otorite ve disiplinin dışına çıkaramazdı, dedibabam, yine de Sovyetlerde demokratik hakların sınırlanmasına karşılıkbizde zaten pamuk ipliğine bağlı olan her türlü hak çiğnenip yok edilmişti.Merkeziyetçiliği kolektifleşmenin en yüksek mercisi olarak kabulediyor, en tepeden gelen emir komuta zincirinin, hiyerarşiye dayalı itaatingerekliliğine inanıyorduk, zira hareketimizin başarısızlığa sürüklenmesininarkasındaki neden olarak hem merkezi örgütlenmeden hem deayrıntıları planlanıp yönlendirilmiş bir stratejiden yoksun oluşumuzu,hem federalist yapılanmamızı hem de her şeyin kendiliğinden gerçekleşeceğineduyduğumuz güveni görüyorduk. Bindokuzyüzyirminin sonunakadar, diye devam etti babam sözlerine, Komünist Parti'ye bağlanmayıtartıştık, bu geçişe ben de sıcak bakıyor, sosyal demokrasiye geri dönmeyidüşünemiyordum. Komünist Parti'nin büyümesi, geniş bir proletercephenin oluşturulması için uğraşıyorduk, devrimle birlikte harekete geçengüçleri birleştirmek için attığımız ilk adımdı bu. Liebknecht, Luxemburgve Jogiches'i desteklemiş olan devrimci liderler ülkenin özel koşullarıdoğrultusunda genç ve henüz yapısı açık partiyi biçimlendiriyorlardı.Rusya'dan gelen talimatlarda aracılık yapan ve yıllarca bizle birlikte çalışanRadek de kendini bize, Alman komünistlerine ait hissediyordu. Birdünya devrimi çok uzaktı artık, onun bir kerede gerçekleşecek bir eylemolmadığını, tam tersine uzun sürecek bir sınıflar arası mücadele sürecindeyenilgi ve zafer aşamalarından geçeceğini biliyorduk artık. İşçi sınıfınıbu doğrultuda hazırlamak kaçınılmazdı, onun asıl mücadelesi yeni başlıyordu.Sosyal demokrat devlet memurları, baş gösteren her huzursuzluğu,her grevi, her gösteriyi bastırıyordu. Hapishaneler işçilerle dolup taşıyordu.Ama bir yanda ulusal birlikler gelişirken öte yanda da sosyalistgüçler örgütlü birimlere dönüşüyordu, pek çok kişi artık kendi konumu-106


nu anlamaya, çıkarlarının yegâne taşıyıcısının Komünist Parti olduğunugörmeye başlamıştı. Yine de çoğunluk eski partide kaldı, buna bilgisizlikya da tembellik denemezdi pek, bu bir değişiklik için adım atmayı engelleyentükeniklikti daha çok. Yoksulluk, işsizlik, geçici işlerin peşinde koşmakbizi bazen öylesine eziyordu ki, dedi babam, her tür politik inisiyatifiyitiriyorduk. Bu arada, bir eylem birliği için çabalar arttıkça, partiler vefraksiyonlar arasındaki fikir ayrılıkları da keskinleşiyordu. Birlik cephesi,karşıtlıkları hasır altı etmek ya da aşmak niyetini taşımıyor, bunun yerinetek, gerekli, akılcı bir nokta bulup, o noktada birleşmeyi tercih ediyordu,birlikte hareket etme çağrısı sadece o nokta için geçerliydi, bunun dışındakialan her zaman olduğu gibi ideolojik tartışmalara açık olacaktı. Kitlelerde buna hazır olabilirdi, oysa parti yönetimleri arasındaki en uç fikirayrılıkları durmadan alevleniyordu, üstelik kendi aralarında da yenidenantagonizme düşerek bölünüyorlardı. Darbeden, askeri diktatörlük tehlikesinden,daha sonra da baş gösterecek faşizmden önce birlik çağrısı sırfkomünistlerden geldiği için her türlü yaklaşımı olanaksız hale getirenSosyal Demokrat Parti'nin tutumu değildi yalnızca bu, aynı zamandadevrimci saldırı taktiğine bağlı kalan ve sosyal demokrasiyle her türlü işbirliğini,oportünizmin bir ifadesi olduğu gerekçesiyle geri çeviren radikalsolun da tutumuydu. Sosyal demokratlar da kendilerince birlik içinmücadele ediyorlardı, ama onların birlikten anladığı sağa kaymaktı, sosyaldemokratlarla komünistler arasında duran bizlerse bir parçalanmasürecinin içine düştük, bu süreç bindokuzyüzyirmi Aralığında bir yarımızınKomünist Parti'ye geçmesi, öbür yarımızın da ana partide kalmasıylasona erdi. Bilinçli sosyalist proletarya artık soldaydı, dedi babam, küçükburjuvazi ve orta sınıflarsa kendi alışkanlıklarıyla sağda toplanmıştı. Ertesigünün sabahındaydık, babama bir kez daha, peki sen neden KomünistParti'ye bağlanmadın diye sordum. Babam pencerenin tam altındaayakta duruyordu, yüzünün sol yarısına düşen gri-beyaz ışık alnındakikeskin çıkıntıyı belirginleştirip kaşlarını ve fırça gibi saçlarını aydınlatıyordu.Koyu bir gölge avurtlarına ve elmacık kemikleriyle çenesi arasındakiçukura yerleşmişti, yüzünün sol tarafı karanlıktı, yanıp sönen gözübu karanlığı delip geçiyordu. Parti'ye giriş koşullarını yerine getirmeyibeceremediğim için, diyerek sorumu yanıtladı. Orada benim boyun eğmeyibeceremediğim, uğruna kendimi mutlak bir biçimde feda edemeyeceğimtemel ilkeler geçerliydi. Benim benimseyemeyeceğim Darwinci birilke öne çıkmıştı, en güçlüler kabul görüyor, aykırılar dışlanıyordu, bu dabenim görüşlerimle örtüşmüyordu. O zamanlar kuşkumu tam olarak tanımlayamıyordumdaha, dedi babam, ama yine de bitmek bilmeyen anlaşmazlıklaryüzünden yönetimin durmadan değişmesini izlemek, partininve Enternasyonalin en etkin, en sadık ve olmazsa olmaz güçlerinin, osıradaki doğru çizgiyi temsil etmedikleri gerekçesiyle içinde bulunduklarıgruplar tarafından, sosyal demokratların kullandıkları çirkin dili bile107


solda sıfır bırakan bir terminolojiyle ânında dönek ve bozguncu olarak tanımlanıpdışlanmasını görmek beni çok rahatsız ediyordu. Bunu yapanlaren solda olanlardı ve yalnızca sloganların sözcülüğünü yapıp proletaryadiktatörlüğünü hedefliyorlardı, aralarında Maslow ve Ruth Fischerde vardı. Buna karşılık çatışmalardan uzak durulmasını, toplumu bilinçlendirmeyoluyla halkın içinde bir Parti tabanı oluşturulmasını savunanlarsağcı olarak nitelendiriliyordu. Levi bu taraftaydı, parlamentoda KomünistParti'yi bir tek Levi ve Zetkin temsil etmişti. Fischer ve Maslow'unisteği doğrultusunda yeni bir devrimci adım, parlamentoda dahayeni meşruiyet kazanmış partinin karşı tarafın ezici çoğunluğu tarafındankolayca yeraltına itilmesine neden olabilirdi. Enternasyonalizm düşüncesiParti'nin sağ ve sol kanatlarını birbirine bağlıyordu, ama iki tarafınenternasyonalizmden anladıkları şeyler farklıydı. Bu çelişkili durumunarkasında, Sovyet Rusya'da da içe kapanmayla birlikte zor kararlaralınmasına yol açan sorunsal yatıyordu. Dünya işçi sınıfının dayanışmasıortak düsturdu, ama Levi bunun, o anki mevcut kırılma yüzünden ancakuzak bir hedef olduğu kanısındaydı, buna karşılık sol kanat dolayımlaragerek kalmadan onun ulaşılabilir olduğunu düşünüyordu. Sosyalizmidünyadan ayırarak tek bir ülkede kurma yoluna girmiş olan Sovyet politikasıdoğrultusunda ulusal görevleri ön plana çıkaran Parti merkezi dedurmadan sol kanadın muhalefetiyle karşılaşıyor, ama aşama aşama, kısmitaleplerle ilerleyip daha geniş halk kitlelerinin de desteğini almayı tercihederek ulusal kurtuluş mücadelesinin propagandasını yapma niyetinitaşıyordu. Parti'nin başkanı ve Luxemburg'un düşüncesinin takipçisiolan Levi bu taktiği kısmen onaylamakla birlikte ulusal sorunun baskınçıkarak ideolojik kısıtlanmaya yol açmasını, enternasyonalizmin hasır altıedilmesini istemiyordu. Solcuların devrimci iktidar çağrısını nasıl geri çeviriyorsa,ulusal bir Bolşevizm doğrultusunda hareket etmeye de aynı şekildeyanaşmıyordu. Levi'nin bindokuzyüzyirmibir Martında başkanlıktanindirilmesine kadar, dedi babam, bu amansız ağız kavgalarından dersalınacağına, iki tarafın da er geç birbirlerine anlayış göstermek zorundaolduklarına hâlâ inanıyor, tartışma çıkan noktalarda sen ben kavgasına vedogmatizme düşmeden anlaşma sağlanacağını düşünüyorduk. Oysa dahasonra bir kez daha derinleşen kopmalardan, patlak veren uzlaşmazlıklardanbaşka bir şey görmedik, tartışmaların ve güç dengelerinin arkaplanıysa bizim için yine saydam değildi. Martta Sovyet Rusya'da baş gösterenişçi muhalefetinin hemen ezilmesinden sonra Almanya'nın orta bölgelerindeaskeri yönetime karşı grevlerle başlayan çatışmalar baş gösterdi,bu çatışmalar ordu ve polis tarafından kışkırtıldı, binlerce işçi vurularaköldürüldü, yaralandı, içeri atıldı. O sıralarda dünya devrimini körükleyipSovyet Rusya'ya destek vermek için son bir umutsuz deneme dahayapıldı. Bütün oyun devrimci bir kıvılcım olasılığı üzerine oynanıyordu,Komünist Parti'nin sol kanadı, Komintern bu kıvılcımı alevlendirmeye108


çalışırken sağcılar uyarıları ve zorlamalarıyla onu dizginlemeye çalışıyordu.Kitlelerin eylemler sayesinde birbirine kenetleneceği, çıpası proletaryadaolan bütün örgütlerin ortak bir karşı koyuşla ileri atılacağı umudusuya düştü. Sosyal demokrasi için bu yenilgi, devrim şartları olgunlaşmadıkçaKomünist Parti'nin de varolma hakkına artık sahip olamayacağıanlamına geliyordu, müstehzi bir karalamaydı bu. Sonradan öğrendiğimizegöre Levi, halkın katılımından emin olunmadıkça partinin çatışmalaragirmemesinden yana tavır almıştı. Ama onun merkezle olan asıl sürtüşmesiSovyetlerden gelen talimatlar karşısında gösterilen bağımlı tavrıeleştirmesiydi. Mart ayı babamın yeniden Sosyal Demokrat Parti'ye katılmakararını almasında belirleyici olmuştu. Ona göre Sovyetler Birliği'ndeKızıl Ordu'nun Kronstadtlı işçiler ve denizcilere saldırısıyla birlikte devriminamaçlarından sapması tamamlanmıştı. Yine de, dedi babam, başkaldırınınMenşevikler ve Beyaz Ordu tarafından kışkırtıldığı yolundakiargümanlara hâlâ inanmak istiyordum. Devrimci güçler cephede olduklarıiçin onların yerini alan ve siyasi deneyimi olmayan ekiplerin, karşıdevrimciküçük burjuva güçler tarafından kullanıldığı söyleniyordu. Bütüniktidar Sovyetlerin olmalı, Parti'nin değil diye çağrıda bulunuyorduonlar. Bu ihanetlerin en büyüğü olmalıydı, hem de hayatta kalma mücadelesininverildiği bir anda. Sanki Parti ülkedeki Sovyetlerin en yüksekorganı değil miydi. Parti'nin de tek isteği tıpkı Kronstadtlı işçiler ve denizcilergibi barıştı, ülkenin, ekonominin, üretimin inşasıydı. Onlar kontrolünişçilerin elinde olmasını istiyorlardı. Oysa devlet gücü zaten işçi sınıfınınelindeydi. Yeni bir ekonomipolitiğe geçişte, sanayileşme hamlesindeyararlanılan enerjiler, devrimin zaferle sonuçlanmasını sağlayan enerjilerinaynısıydı. Herkesin olağanüstü çaba göstermesi gereken bir zamanda,aykırı fikirlerle planlamayı engelleyen gruplara hoşgörü gösterilemezdi.Karşı çıkışlar, kazanılmış mevzileri yıkma amacıyla pusuda bekleyenleridesteklemek anlamına gelirdi. Kronstadt'da aslında bir burjuvaegemenliği için değil de demokratik haklar için mücadele edildiğini ancakyıllar sonra düşünmeye başladık yeniden, dedi babam, bu zaten bizimçıkış noktamızdı ve aynı noktaya yıllar sonra geri döndük. Babamher tür muhalefetin öyle bir dönemde düşmanın değirmenine su taşıyacağınıgayet iyi görüyordu, ama böyle önlemler alınmış olmasını anlamasıda mümkün değildi. Kuşkuculuğu her şeye rağmen onu, Sovyet Devletinireddeden bir tutuma sürüklememişti, bunun altını bir kez daha çizdi.Örgütte Rusya'ya destek verilmesi gerektiğini savunup bütün tartışmalardaRusya'nın dayanmasının önemini vurguluyordu. Yeniden eski partiyedöndüm, dedi babam, çünkü orada eleştirel pozisyonumu koruyabilirdim,oysa Komünist Parti'de bu mümkün olmayacaktı. Ayrıca o hâlâ enbüyük partiydi ve emekçi çoğunlukla birlikte olmamızı sağlıyordu. Bubenim için teslimiyetçilik değildi, dedi babam, kendimi aldatmıyordum,parti yeterince açık bir biçimde kendini deklare etmiş, nerede durduğu-109


nu, hangi dava için mücadele ettiğini tanımlamıştı. Onların politikalarınıonaylamıyordum, ama yine de sendika üyesi olarak bilgi gerektiren durumlardaetkiliydim ve sosyalist birliğin kurulması için içerde yapabileceklerimdışarıda yapabileceklerimden daha fazlaydı. Bu konuyu öncedenRadek'le de görüşmüştüm. O da Sosyal Demokrat Parti'nin içindeolup birlik cephesi fikrini besleyecek çalışmalar yapılmasından yanaydı.Tıpkı daha sonraları Merker, Wehner ve Münzenberg gibi Radek de partimizleişbirliği öngören kadrolarla, sendikalarla ilişki içinde olmayı önemsiyordu.Ama babam anılarında on beş yıllık bir sıçrama yaptığında, partisininkomünistler cephesinden gelen yaklaşım çabalarını toptan reddedentutumunu görmez olmuştu, artık gördüğü, Komintern'in çektiği sınırve sosyal demokrasiyi toptan ve kati bir biçimde sınıf düşmanı ilan etmesiydi.Kendi ağzıyla az önce yaptığı açıklamaları, yani kendisinin de içindebulunduğu kuşağın, kurulan ilk işçi devletinin yalnız kalmasında payıolduğu ve böylece sosyalizmin tek bir ülkede yaşamaya mahkûm edildiğiyolundaki açıklamalarını unuttu. Babam Alman ayaklanmasının örgütsüzlüğünüve güçsüzlüğünü yaşayanlardandı, korunmasız kalan devrimciliderler bir avuç alçak uşak tarafından yakalanıp, yerlerde sürüklenipkatledilebilirken hareketin haysiyetsizce dağılmasını yaşamıştı o,ama artık Ekim Devrimi'nin kurduğu devlette baş gösteren sapmaları veyozlaşmaları vurguluyordu yalnızca, bu bozulma ona göre sadece SovyetlerBirliği'ni değil, aynı zamanda bütün dünyadaki işçi hareketini dedondurmuş ve uyuşturmuştu. Lenin'in istediği kolektif yönetim biçimininyıkılması ve yetkinin tek bir kişinin elinde toplanması, proletarya demokrasisinin,özgür fikir ortamının, üretimde ve toplumsal yaşamda halkındoğrudan aktif katılımının gittikçe baskı altına alındığı bir gelişmeninson noktasını gösterir, diyordu babam, kritik bir dönemde iç krizin dışarıyada yansıtılacak kadar açık bir şekilde tartışılmasının bir güçlülük belirtisiolduğunu kabul etmiyordu. Aramıza aniden bir uzaklık girdiğini farkettim, acaba uzun süre ayrı kaldıktan sonra biz, yani babam ve ben ayrıkamplara mı geçmiştik. Ve eğer bizim aramızda, birbirini her zaman anlamışiki insan arasında tartışma doğabiliyorsa, yirmi yıllık düşmanlıktansonra partiler arası işbirliği mümkün olabilir miydi. Bizim için önemliolan vicdanımızın rahat olması, dedi babam. Yalan dolanla elde edilenhiçbir şey bizim için verimli olamaz. Sapı samandan ayırmak amacıyla,siyasi çabalarımızı ateşe atan hainleri ortaya çıkarmak başka, iktidarıelinde tutanların tam bir yetkiyle kendilerinden farklı her türlü iradeyiyargılayan bir davayı sürdürmeleri başka bir şey, diye ekledi. Elinde bizdendaha fazla bilgi olan Komünist Enternasyonal buradaki kararları destekliyor,diye yanıtladım onu. Her zaman sakin ve soğukkanlı davrananbabam öfkeyle patladı. Hamama giren terler demişler, diye bağırdı, bizihaklarımızdan menetmek isteyen sınıflara karşı yürütülen devrimci mücadeleninde bedeli var, ama burada yapılan, yeni bir toplumsal düzen110


için mücadele etmiş olanları parti adına yok etmekten başka bir şey değil.Eğitimin, basının, diplomasinin bizi aldatmasına, daha yüksek parti organlarınınbize çocuk gibi davranmasına izin verdiğimiz için kabahat bizde.Şeytani politik aygıtın karşısına kendi mütevazı dünyamızla çıkmakbir yanıyla elimizde kalan yegâne becerimiz, ama öte yandan da bizimeksiğimiz. Hazır görüşleri hiç sorgulamadan benimsemekten ve başkalarınaaktarmaktan korumalıyız kendimizi. En aptalca tepkiler bile, duaokur gibi söyleneni huşu içinde tekrarlamaktan veya kabul edemeyeceğimizeylemler karşısında suskun kalmaktan daha iyidir. Zaten fikir kıtlığındanbaşka ne var ki elimizde, diye sordu babam, isterse sövülüp sayılsıncehaletimize, kafa göz yaran konuşmalarımız yalan karşısındaki isyanımızıngöstergesinden başka nedir ki. Bunun üzerine ona kendisinin,ahlak ve insancıllıktan dem vurup sosyalist ülkedeki her ilerlemeyi küçükdüşürmek için elinden geleni ardına koymayanların, sırf kendi işleritıkırında olması uğruna kimseyi düşünmeyip, rakiplerini ezip sonra datüm pişkinlikleriyle ortaya idealist bir dayanışma anlayışı çıkaranların,soygun düzenini ayakta tutmak söz konusu olduğunda kültüre ve insanlıkonuruna övgü yağdıran ama sosyalist devrimi hiçe sayanların karşısınaher zaman dikilmiş olduğunu anımsatmak istedim. Aklıma Berlin'dekikonuşmalarımız geliyordu, o sırada bütün gazeteler yine büyük bir öfkeyleSovyet devletindeki hukuksuzluktan söz ediyordu, oysa babamoradaki mahkeme usullerini kapitalist ülkelerdeki haksız uygulamalarlakarşılaştırma yoluna gitmişti. Sacco ve Vanzetti'yi asmak mı hukukun üstünlüğününbir ifadesiydi acaba, diye sormuştu o zaman, ve ben babamınAvrupa'da, Amerika'da, sömürgelerde ve yarı sömürgelerde yüz binlerceinsanın gösterilerde ve isyanlarda katledildiğinden söz edişini, Batınınzindanlarını, tutukluların yıllarca zincire vurulup geceleri boyunlarındakiprangalarla kazıklara bağlandığı uzak doğu hapishanelerini anlatışınıhâlâ hatırlıyordum. İş arkadaşlarıyla tartışırken, devletin içinde zimmetegeçirilen, el değiştiren ve rüşvet olarak dağıtılan milyarlardan söz edişide kulaklarımdaydı hâlâ. Babamın o zamanlar dikkat çekmek istediğinokta, bu çürümüşlüğün, onun varlık nedeni olan toplumla asla bağlantısınınkurulmuyor olmasıydı, skandallar sadece münferit olaylar olarakele alınıyor, sonra tekrar unutuluyordu, böylece bütün emperyalist dünyayıkuşatan büyük vurgunlar ve sahtekârlıklar o itidalli ve kendine tozkondurmayan hoşgörü içinde dokunulmazlığını koruyordu, o zamanlarbabamın dile getirdiği üzere. Oysa şimdi benim itirazlarımı duymazdangelmekteydi. Aklı Radek'i son kez görüşündeydi o sırada, onunla son kezdaha önceki seferinde olduğu gibi Berlin'de saklanırken görüşmüştü, bindokuzyüzyirmiüçEkiminde Hamburg ayaklanmasının bastırılmasındanhemen sonra. Radek babama, yumuşak konuşma tarzıyla, yayarak telaffuzettiği sözcüklerle ve Avusturya aksanıyla, beni suçlayacaklar, devrimcigücün zayıfladığı bir anda eylemlerin yönünü değiştirmeye çalıştığım111


halde beni Alman işçi sınıfının başarısızlığının günah keçisi ilan edeceklerdemişti. O sıralar partinin sol kanadı yine silahlı mücadeleden yanaydı.Buna karşılık Radek Komintern'in Yürütme Komitesi'nin kararma uygunolarak, eylemleri gösterilerle, genel bir grevle sınırlamak ve önce birlikcephesini kurmak için bir taktik geliştirmek istiyordu. Ama ayaklanmaartık durdurulamaz bir noktadaydı ve ordu tarafından bastırıldı. Radekbabama şarkı söyler gibi çıkan o sesiyle, Lenin ölüm döşeğinde, Politbürobeni sorumlu tutarsa artık ondan yardım bekleyemem, demişti. Sonrabir şey daha söylemiş ve babam bunu ancak yıllar sonra anlayabilmişti,Radek'e göre bu işlerde tutunmak isteyen yırtıcı olmalı, tuzaklar ve aldatmacalarkarşısında tetikte beklemeliydi, oysa Radek partideki ve Enternasyonal'dekiyönetici pozisyonunu yitirmiş, sürülmüş, Troçki'denkopmuş ve en sonunda da Genel Sekreter'in hizmetine girip öncedentemsil ettiği her şeyi inkâr ederek partinin ulu şahsiyeti kültünün kurulmasınakatkıda bulunmuş ve biricik sosyalist sanat biçimi olarak kahramanlığadayanan gerçekçiliğin propagandasını yapmıştı. Ama şimdi, dedibabam, dönek, teslimiyetçi, hain ve halk düşmanı olarak yargılandı,çünkü onun zekâsı yeterince uyum göstermemişti. Babama göre Radekve Pyatakov, mahkemeye verdikleri ifadelerle, kimsenin güvenip inanmadığıo ifadelerle ülkedeki sistemin nasıl bir çılgınlığa doğru gittiğinison bir kez daha göstermek istiyorladı. Babamın haklı olduğu yönler vardıelbette, olaylar çarpıtılıyor, parti yönetimine muhalif olanlar geri püskürtülürkenkurunun yanında yaş da yanıyordu, nitekim emperyalistcephede durmadan bu durumun vurgulanması hiç nedensiz değildi, amaonların amacı birkaç on yıldır sürdürülmekte olan mücadelenin altını oymak,böylece onu tahrip etmekti. İngiltere, Fransa ve Amerika için Bolşevizmhâlâ faşizimden daha büyük bir tehlikeydi. Batı devletleri ağız birliğiederek Sovyetlerin yapılanma çabalarının karşısına dikiliyorlardı, bunakarşılık daha çok Almanya'nın, İtalya'nın, Japonya'nın şantajlarına vesaldırganlıklarına izin verip İspanya Cumhuriyeti'nin, Çin Devrimi'ninyenilgisini beklerken diktatörlere yaltaklanıyorlardı. Sovyetler Birliğiayakta kalmayı bir ölüm kalım savaşı olarak görüyorsa, bunun nedenivardı, bloklaşma tamamlanmış, işçi devletinin sınırları çizilmişti, her kimki, sadece bunun sonuçları üzerinde duruyor ve en kritik noktaya gelenböyle bir savunmanın nedenlerini bıkıp usanmadan vurgulamıyorsaateşle oynuyor ve düşmanın çıkarlarına hizmet ediyor demekti. Çünküorada, öbür tarafta sermayenin egemenliği hüküm sürüyordu, orada baskıve sömürünün zorbalığı gittikçe artıyordu, orada sömürgelerin mülkiyetiniele geçirmek üzere yeni savaşlara hazırlanılıyordu. Babamla konuşurkensarf ettiğimiz her sözcük artık aramızdaki yabancılığı ve birbirimizegüvensizliğimizi derinleştiriyor ve daha önce uzlaştığımız bütünkonulara sirayet ediyordu. Babama göre, tarihsel olarak iktidarı ele geçirmesigereken, ilerici işçi sınıfı fikri de önümüzdeki yıllar açısından gücü-112


nü büyük ölçüde yitirmişti. Proletarya çalışma ve hayatta kalma mücadelesininiçinde hemen hiçbir şey öğrenmedi, dedi babam, onun durumaverdiği tepkiler hep yetersiz kaldı, kültürel gelişimi için gereksindiği bilgiyede ulaşamadı. Çalışanların bağımsız gücü toptan yok oldu, artık hiçseslerini çıkarmadan yakın gelecekte sürüklenecekleri seferlere katılacakduruma geldiler, bu seferberlik Rusya'ya karşı ilan edilecek bile olsa. Kitleler,dedi babam, faşist bombardımanın altında kölece varoluşa boyuneğdi, enternasyonalizmin fikirlerini yaşatacağına küçük burjuvanın vaatleriyleavundu. Ama benim Berlin'de yaşadıklarım onun bu görüşünüdoğrulamıyordu, orada ısrarla sürdürülen eylemleri önemsememe hakkımızolmadığını, hâlâ var olan eylemlerin genel durumun içinde yeterincedeğerlendirilemediğini söyledim, gizlilik içinde birbirine kenetlenereksürdürülen bu eylemler ne kadar az olursa olsun, yine de onları ülkeningelecekteki yenilenmesinin temeli olarak görmek zorundaydık. Babamsaillegal işlerin artık Almanya'da dikkat çekemeyeceğini ve devletin silahlanmasınınfabrikalarda, üstelik eski yoldaşların yardımıyla olağanüstübir hızla ilerlediğini söyledi. Almanya'nın artık içerden değil, sadece dışardangelecek müdahalelerden etkilenebileceğini düşünüyordu babam.Yeniden başa dönmek zorundayız, diye devam etti sözlerine, Luxemburg'unplanlarının suya düştüğü, fikirlerini hayata geçirmek isteyenlerinaforoz edildiği, özgür, bilinçli ve eylemci proletarya fikrinin solup gittiği,Parti'nin, bireylerin yargı becerisini geliştirmek yerine kiliseye dönüştüğüböyle bir ortamın bizi götüreceği yer insani Ben'in yutulduğunokta olacaktı. Ben Parti'de ne mistik bir örgütlenme ne de irademin egemenlikaltına alınmasını görüyorum, diye cevap verdim babama. Banagöre, beni Parti'ye götürecek adım ve Parti aidiyetim mutlak bir gönüllülükilkesi üzerine kurulu olabilirdi. Parti'de bir baskı düzeni görmüyordum,tam tersine bir akıl kurumuydu o. Parti'ye üye olmak benim için,her türlü akıldışı öğeden arınmış, soğukkanlı pratik bir tartmanın sonucuydu,kendi politik niyetlerimi daha büyük bir bağlama oturtmak vegüçlendirmek amacıyla yapılmış, bilgi ve farkındalıkla beslenmiş bir eylemdi.Ama babam o anda, sanki pike yaparak üstümüze gelen ses karşısında,fanfarların ve koronun sesi karşısında tekrar kulaklarını tıkamıştı.Bu korkunç ulusal marş artık bütün kıtanın üstüne çöküyor, yoluna çıkmakisteyen her şeyi silip süpürüyordu, babam debelenir gibi ayaklarınıyere vurarak Kaiser Köprüsü hakkında bir şeyler mırıldandığında anladımki, onu içinde bulunduğu çözülme ve güvensizlik konusunda uyarmakukalalıktan başka bir şey olmayacaktı, çünkü o elinden geleni yapmıştı,sonra birden babamın eski hali geldi gözümün önüne, kısa sakalı,yakaları kalkık lacivert ceketi, bisikletini iterek bahçeden caddeye çıkarışı,kaldırımda pedalları çevirerek Grosse Bulvarı'na yönelişi, köşede gözdenkaybolmadan önce son bir kez arkasına dönüp el sallayışı, çıplak setyolunu geçişi, köprüyü geçip Stephani Kapısı'na varışı, sonra vinçler, ray-113


lar, ambarlar, limanlar boyunca ilerleyip tersaneye gidişi, devasa duvarlarınve vargellerin altında, havayı yırtan perçin çekiçlerinin sesi, kaynakkıvılcımlarının harıltısı ve bıçkıların yaygarası eşliğinde işinin başına geçişi.Artık konuşmaya devam edebilirdik, biz aynı saftaydık, nasıl bizimaramızdaki yanlış anlamalar bir çözüme kavuşturulabiliyorsa, partiler deideolojik tartışmaları aşabilir ve ihtiyacımız olan birlik cephesini kurabilirler,diye düşünüyordum.Karşıtlıkları, çelişkileri ateşli bir şekilde tartışabilmemiz babamın vebenim ortak bir noktada buluşmamızı sağlamıştı. İtirazların, güçlüklerinyanı sıra hep tezlerin ve antitezlerin tartışılmasıyla ikimizin de benimseyebileceğibir noktaya ulaşma çabası vardı. Nasıl ki farklı düşüncelerden,çatışmalardan yeni fikirler doğuyorsa, her eylem de antagonizmlerin çarpışmasındandoğuyordu. Birarada yaşamayı ve karşılıklı saygıyı damümkün kılan bu sürecin farkına varılması ve dile getirilmesiydi. Oysaparti yöneticilerinin tartışmalarında henüz herhangi bir uzlaşma belirtisininizi yoktu. Sadece İspanya'da, sürekliliği belirsiz geniş tabanlı bir birleşmeoluşmuştu, Alman sosyal demokratları ve komünistlerinin oradabelli duruşlar ve amaçlar konusunda anlaşabilmek için attıkları adımlarıöğrenme çabaları şimdiye kadar sonuçsuz kalmıştı. İçinde yaşamış olduğumuzbölgenin ne kadar sınırlı olduğunu ancak şimdi algılıyordum.Orada hep bir ve aynı düşmanla karşı karşıyaydık, eylemlerimizi koşullayandüşmanla. Yeraltında belli bir çevrenin içindeydik, ve bu çevreyi çıkışnoktası alan bütün yönelişler yine bu çevrenin boyutlarına bağlıydı. Üstkadrolarla bağlantımızın kopmuş olması, partinin sadece küçücük hücrelerdeyaşamaya devam etmesi üzerinde durmamıştık fazla, arada bir bildirilerinve raporların bize de iletilebilmesi, dışarıda basılan gazetenin bizimelimize de geçmesi yetiyordu bize. Dışarıda sürdürülegelmekte olanetkinliklere ilişkin aldığımız en ufak bir haber bizi yüreklendiriyor, kendimizigüvende hissetmemizi sağlıyordu. Ama artık birdenbire yeni biralan açılmıştı önümüzde, kaçınılmaz olarak durmadan dağıtılan ve yenidendengeye ulaştırılan güç dengelerinin karmaşık görünümünü gözlerönüne seren bir alan. Hangi grupta olursak olalım bizim için önemli olan,hiç sorgulamaya gerek duymadan attığımız adımlardı ve bu adımlar bizibirbirimize bağlıyordu, oysa yönetici güçler her girişimi genel durumugözden kaçırmayacak biçimde değerlendirmek, bütün ertelemeleri, kaydırmalarıve planladıkları aşamaları bu genel durumun içinde düşünmekzorundaydı. Ama öte yandan başka bir şey daha fark etmiştim, bizimdüşmanın sahası içinde yapmaya çalıştıklarımız, daha kapsamlı sonuçlarayol açmış, başka alanlardaki dallı budaklı işlere katkısı olmuş, iş yerlerindeki,mahallelerdeki deneyimlerimiz ulaklar tarafından alternatif tak-114


tikler olarak daha üst düzeylere taşınmıştı. Bizim temel görevimiz ele geçirilmemek,yakalanmamaktı, bu çaba içinde enerjimizin büyük bir bölümütükeniyor, başarabildiklerimizse bize pek önemsiz geliyordu, amaşimdi meseleye birden dışardan bakınca, birilerinin yerlerinde kalıp ihtiyaçduyulduğunda onlardan yararlanılabilmesi bile yeterince önemli görünüyordu.Düzenin kontrolü dışında kalma hakkımız olduğu düşüncesiylesahip çıktığımız illegalite koşullarında hiç kimse kendini dışlanmışhissetmemişti, uzun süre bir başına kalmanın da unutulmuşlukla, tecritedilmişlikle hiç ilgisi yoktu. Bizim saflarımızda olan on binlerce insan hapishanelerdeve kamplardayken bunu nasıl düşünebilirdik ki zaten. Kendimizi,babamın kendisini algıladığı gibi algılamamıştık hiç, biz hep kararvericilerin çok altındaydık, etkisizdik, olaylar karşısında eylemleriyönlendirenlerden çok uzaktık. O düzlemdeki yapı da belli belirsiz bir iskelethalinde görünse de gelişmeleri takip etmeyi ve ortamı değerlendirebilmeyigerektiriyordu, ama ben henüz o noktada değildim, bildiğim sadecebirkaç esastan ibaretti, faşizm karşısında geniş tabanlı ve güçlü birmuhalefet oluşturmak, bütün ilerici güçleri bir halk cephesi için kazanmak,silah yardımı ve gönüllülerinin İspanya'ya ulaşabilmelerini sağlamak,tıpkı Hamburg'da ağır hapis cezası sırasında öldürülen Andre gibitehdit altında olan Thâlmann'm serbest bırakılması için sürdürülen kampanyayıgenişletmek için yürütülen yoğun ve yorucu çalışmaları ve KomünistParti'nin sosyal demokrat yöneticilere yaklaşmak için tekrarlanançabalarını biliyordum. Babam, parti politikalarında baş gösteren tartışmalarıanlayıp değerlendirmedeki güçlüklerin ilkesel nitelikte olduğunu düşünüyordu.Tarihsel olaylar hakkında ne zaman bir açıklama istesek, dedibabam, hep ikinci ya da üçüncü elden bilgilere mahkûm oluyorduk. İçinekarıştığımız olayların nedenlerini öğrenemiyoruz bir türlü, onları kendibildiğimiz kadarıyla değerlendirmek zorunda kalıyoruz. Yoldaşların bizeverdikleri bölük pörçük bilgiler dışında genellikle elimizde başka verilerolmuyor. Protokoller ve bildiriler yardımıyla bizim payımıza düşen, formalitedenibaret olan ve belli bir etki gücünü amaçlayan bilgilerle hiçbirzaman yetinmedik, başkalarının bizden daha çok bilgi sahibi olması gerektiğinisöyleyenlere daima karşı çıktık. Aramızda yaptığımız enine boyunatartışmalarda sık sık kendi sezgilerimiz bizi olaylara, resmi açıklamalarıokumaktan daha fazla yaklaştırıyordu, bir arkadaşımızın bize ilettikleriparti programında yazılı olanlardan daha anlamlı olabiliyordu. Pekibu nedir, doğru olan bu mu, dedi annem, annemde her zaman bize tekbir gerçek olduğunu göstermek isteyen ruhani bir tavır vardı. Şimdi bellibir eylem esasına dayanmak gerek, tıpkı önemli stratejileri gizlemek gerektiğigibi, diye cevap verdim anneme. Belki de bu işlerin içinde yeralanlar gizleyecek bir şey olmadığı halde sırf alışkanlıktan gizlermiş gibiyapıyorlardır, dedi annem, belki onlar da tıpkı bizler gibi çaresiz, bizlergibi bilgisizlerdir. Yine de kendilerini önemli göstermek istiyor olabilirler.115


Her şeyin bu kadar yoldan çıkmış ve bu denli perspektiften yoksun olması,küçük bir görevi olan herkesin bu görevi olduğundan daha önemliymişgibi gösterip böbürlenmesinden ve daha yükseklerdeki erişilmez yücesırlara nailmiş gibi davranmasından geliyor. Her yerde bu gizlilik havasınıgörüyoruz, diye devam etti annem sözlerine, bilimsel sosyalizmintemsilcileri belli çevrelerde, kliklerde, merkezlerde, fraksiyonlarda veplatformlarda toplaşıp bildiğimiz o pek eski klan oluşturma eğilimininörneklerini veriyorlar. Bu kalıbı kırmanın tek yolu, bizim olaylara kendibakış açımızla vâkıf olmamızdan, yönetsel sorunlar üzerinde söz sahibiolmaktan, doğaları gereği büyümek ve egemenlik kurmak zorunda kalacaklarıiçin bizi de içine çekip hapsetmek isteyen bu gruplaşmalara vetoplaşmalara izin vermemekten geçer. Bizim üstünü örtmeye gerek duyacağımızbir şey yok. Hep en açık halimizle çıkıyoruz ortaya. Sokaklara çıkıptaleplerimizi dile getiriyoruz. Attığımız her adım bizi yaralayabilir.Yanıltıcı manevralara, tuzaklara, dekora sadece kendi çıkarını düşünenlerinihtiyacı var, zaaflarını bu gibiler göstermezler. Ama şimdiye kadardevlet işlerinde etkili olmayı başaramadığımız için, dedi babam, kendigücümüzün yettiği kadar bilgi edinmeliyiz. Sistem bize boyun eğdirmesi,bizi bilgisizlik ve amatörlük düzeyinde tutması gerektiğini düşünüyor, vebiz bu sisteme ulaşıp karşı çıkamıyoruz henüz. Aslında bütün düşünceler,yönlendirmeler ve kararlar bizden çıkmış olmalıydı, bir yüz yıldır bununbilincindeyiz. Her yerde bizim yaptıklarımız ön planda olmalıydı.Oysa biz karar alma gücümüzün elimizden çekilip alınmasına izin verdik.Üretim süreçlerini yönlendireceğimiz yerde hâlâ ücretli köleleriz.Özgürleşme ve yenilenme vizyonları ancak bizden çıkar, ama egemenlerideolojiden ve ahlaktan yoksunluklarıyla bizden üstünler. İnsanları soyupsoğana çevirmek için felsefeye ihtiyaçları yok onların, tem tersine nekadar çiğ ne kadar ruhsuz olurlarsa, kazançları da o kadar artar. Proleterenternasyonalizm çok parlak bir fikir, ama daha güçlü olan hâlâ sermayedarınenternasyonalizmi. Her şeye rağmen annem de babam da o eski dayanıklımodele değişimlerin sızdığını biliyordu. Emperyalizm hâlâ katledebiliyor,yakıp yıkabiliyordu, ama onun zorbalığı karşısındaki başkaldırılarpek çok farklı bölgede hâlâ devam ediyordu. Bütün yeraltı kaynaklarınıve malları satışa çıkarma hakkına karşı çıkılmış, Hindiçin'de sömürgeciliğekarşı ayaklanmalar başlamış, Çin ve İspanya silahlı mücadeleyegeçmişti. Dünyanın çeşitli bölgeleri birbirleriyle dayanışma içindeydi.Baskı sisteminin işleyişini görmek konusunda dünya çapında bir uyanışyoktu henüz, eli kalem tutanların ve kanaat yayıcıların vesayet altına aldığıve şiddete maruz kalan halklar bunun ortamını nasıl bulabilirdi kizaten. Anarşist güdünün karşısına ilk kez çıkan bilimsel seçenek yeniydihenüz. Bilgilerini hayata geçirmek isteyen insanların kendileri de eskininiçinden geliyordu, onlar da eskiye ait özellikleri ve eğilimleri taşıyordu.Bizden yana olan beyinler vahşetle bitmek bilmeyen bir mücadele için-116


deydi, politik örgütlenmede güvendiğimiz kişiler de pusuda bekleyerekhayatlarını gizlilik içinde sürdürüyorlardı, bunlar düşmanla mücadeleninkaçınılmaz yöntemleriydi. Çoğu kez kendileri bile neyi nereye kadarsöyleyeceklerini bilmiyorlardı, onların durumu bizimkinden çok dahazordu, ihanet ve yalan nerede pusu kuruyor, kim kendini düşmana nereyekadar satıyor, bundan asla emin olamıyorlardı, durmadan oto sansürleyaşamak zorundaydılar, bir an dahi uyanıklığı ve kuşkuyu elden bırakmamalı,her şeyi sorgulamalı, hangi yönde olursa olsun attıkları heradımdan emin olmalıydılar. Bütün bunlar nasıl betimlenebilir acaba, diyedüşündüm, katlanma gücümü borçlu olduğum indirgemelerden sıyrılmışolarak nasıl betimlenebilir, yaşadıklarımız bizi yansıtacak biçimdenasıl anlatılabilir, diye sordum kendime, buna uygun bir biçim ancak devasaboyutlarda, baş döndürücü ve sersemleştirici olabilirdi. Her şeyi enkısa yoldan anlatmanın ne kadar yetersiz kalacağını hissettirecekti bu biçimister istemez, çünkü anlatırken sapılan her bir yön kendi çokanlamlılığınıberaberinde getiriyordu. Babamın yaşanan farklı durumlar karşısındakafa karışıklığına düşmeden yönünü nasıl çizdiği ve karmaşık politikyapının görünmeyen nedenleri konusunda nasıl bilgilendiği konuşmamamızındevamında ortaya çıkıyor, tam bir yoğunlaşma ve ortalığıcanlandırma ihtiyacıyla işçi sınıfının durumuyla nasıl ilgilendiği, düş kırıklığınauğrayıp geri adım attığı zamanlarda yeniden toparlanmak içinilişkiler kurmak, bilgi edinmek, şaşkınlığa düşmemek üzere nasıl çabaladığıbelirginleşiyordu. Şimdilerde Merkez Komite üyesi ve Politbüro adayıolan Wehner'le birkaç kez buluşmuştu babam. Otuzlu yılların başındatanışmışlar, birlikte sendikal ve propaganda amaçlı projeler yürütmüşlerdi.Babam onunla en son geçen yılın sonbaharında Paris'te buluşmuştu,ama tam bu buluşmadan söz edecekken hep başka olaylarla ilgili anılaronu konuşmanın yönünden saptırıyordu. Bindokuzyüzotuzbirde nasyonalsosyalistlerin seçim zaferinden sonra komünistler kendilerini korumakiçin Kızıl Cephe Savaşçıları Birliği'ni kurmuşlar, sosyal demokratlarda bir mücadele örgütü olan ve spor dernekleriyle sendikalardan oluşanDemir Cephe'de toplanmışlardı. İki işçi partisi birleşebilseydi daha güçlübir savunma gücüne sahip olabilirlerdi, ama sosyal demokrat liderler hiçbireylem birliğine açık değildi. Bunun yerine sendikalara bağlı derneklerindeyim yerindeyse çekiç gücünü faşistler yerine komünistlere yönelttiler.Faşistler o sıralarda sayıca üstün değildi, ortak bir programla yenilgiyeuğratılabilirlerdi. Bir birlik cephesinin kurulması için girişimler her zamankigibi yine tabandan geldi. Nasyonal sosyalist SA'lar Wedding semtinegirişi denetlemek amacıyla Schwartzkopf Caddesi'ndeki bir birahanedekarargâh kurduklarında, bölge sakinleri kendiliklerinden birarayagelip ortak haklarını savunmuşlar ve politik amaçla kullanılan bu toplantıyerinin kapanmasını talep etmişlerdi. Sayaç fabrikasındaki işi dolayısıylakomünist gruplarla ve hücrelerle yakın ilişkileri olan annem o döne-117


mi anımsamaya çalıştı. Bu önemli bir dönemdi, düşman henüz iktidaragelmemişti, onun etkisini kıracak ve inisiyatifi ele geçirerek parti yönetimlerinianlaşmaya zorlayacak bir fırsat çıkmıştı ortaya. Ama o günlerinenerjisi bir süre sonra yine tükenmiş ve yerini atıllığa, uyuşukluğa bırakmıştı.Ortak stratejiden yoksunluk, sonra da aceleci tepkiler yüzündenatılımlar boşa gidiyordu. Bindokuzyüzotuziki ilkbaharında hazırlıksız birbiçimde sağa sola saldıran protesto hareketi, bir yıl sonra işçi sınıfınınmutlak yenilgisine neden olacak çaresizliği daha o zamandan içinde taşıyordu.Sokak sakinlerinin girişimini Merker, Wehner, Peuke, Dittbendergibi birkaç komünistten başka kimse desteklememişti. Eylemin taşıyıcılarıSchwartzkopf ve Pflug Caddesi'nde toplandılar. Fabrikalardan ve atölyelerdengelen insanlardı. Yüzleri is, toz ve yağ içindeydi. Akın akın gelipNazilerin parti merkezi Kahverengi Ev'in küçük bayraklarla donatılmışpencerelerinin önünde toplandılar. Kapıda başparmaklarını kemerlerinesokmuş, şapkalarının bağcıklarını çenelerinde birleştirmiş nöbetçiler bekliyordu,hemen arkalarında ölümcül şarkılar çınlamaktaydı. Annem ogün, öğleden sonra saat beşte Acker Caddesi'ndeki binadan çıktığındaneler olup bittiğini düşündü. Mavi yeşil eğreltiotu desenli pelüş kanepeninbir köşesinde oturmuş, kolu kanepenin kenarında, eli ağırlaşmış başında,o sırada uğultunun kesildiği sokağa bakıyordu. SchwartzkopfCaddesi'nden öbür köşeyi, Sebastian Kilisesi'nin çarpık kulesinin yanındakikubbeli geniş pencereleri görüyordu, orada sekiz saat boyunca elektrikliaraç montajı yapmıştı. O da kadınlar ve erkeklerden oluşan işçi kalabalığınınarasındaydı, susuyordu, tıpkı ötekiler gibi, biz öylece, sessizbir dayanma gücüyle bekledikçe faşistler geri çekilir zannettik, dedi annem.Orada biz çoğunluktaydık, orası kentin bize ait bölümüydü. Sonratek tük tehditkâr sesler yükselmeye başladı. Sesler artıyor, kalabalık birahaneyedoğru yürüyordu. Sonra birden kırılan camların şangırtısını duyduk,pencereler taş yağmuruna tutuldu, içerde göğüs göğüse çatışma vesilah sesleri başladı. Ama kurşunlar dışardan geliyordu, polis ekipleriChaussee Caddesi'nden sızmışlar, işareti, yani camların yere inmesinibeklemişlerdi. Annem olup biteni anlatırken o zamanlar yapılmış olanheyecanlı tartışmaları anımsadım, pek çok kişinin ölümüne ve yaralanmasınaneden olan silahlı çatışmaya acaba polisin provokasyonu mu yoksaKızıl Cephe'nin sabırsızlığı mı yol açmıştı. Köpekleri ve araçlarıyla hazırbekleyen polisler caddedeki işçilerin tepesine inivermişti. Bölge sakinlerininbir hafta boyunca boşaltılması talebinde bulunduğu KahverengiEv'i korumak için oradaydı onlar. Lokalin herkese açık olduğunu, kimseninorayı işgal etme hakkının olmadığını göstermenin zamanı gelmişti artık.Ama lokale hücum etmemiş olsaydık da, dedi annem, polis yine ateşaçardı. Komünist Parti, Neumann'ın gördüğünüz yerde faşistlerin kafasınıezin sloganını onaylamıyordu. Daha sonraları proleterlerin çoğunluğu,bu çağrıya uymalıydık dedi, ama artık çok geçti. Nasyonal sosyalistler kı-118


zil yerleşim bölgelerine sızdığında komünistlerin bölgelerini korumalarıkaçınılmazdı. Kızıl Cephe'de neden müdahale etmek gerektiğini bilen cesurve güvenilir insanlar vardı. Biz ise, dedi annem, öteki taktiği, partikarşıtlıklarını aşmak için işçi dayanışması taktiğini daha uygun buluyorduk.Oysa bu olaydan hemen sonra sol partilerin koymuş olduğu birarayagelme yasağı daha da sertleşti. Her iki tarafta da yürütülen nefret propagandasıylaişçiler karşı karşıya getirildi, dedi annem, aynı koridorlarıpaylaşıyor, ama birbirimizin yanından utana sıkıla geçip gidiyorduk. Vebizim geri çekilmemizden sonra SA'lar, polisin de koruması altında heryeri toplantı mekânı haline getirdi. İşçileri temsil eden parti kendini kamufleederken böylece onların da yükselişi başladı, nasyonalizmi ve sosyalizmisözüm ona kendilerinin birleştirdiğini öne sürüp özgüvendenyoksun, hep aldatılmış, cahilce umut besleyenleri peşleri sıra sürükledifaşistler. Önce ürkek, sonra pervasızca, dedi annem, bizim bölgenin sakinleride onlara bağlanıp sıkılmış yumruklarını havaya kaldırmak yerineRoma selamı vermeye başladılar. Grünen Caddesi'ndeki evin penceresindebenimle birlikte durduğu günden sonra annemi bir daha hiç görmemişolsaydım, onu şimdi gözümün önüne nasıl getirirdim acaba, diye düşündüm.Koyu ve doygun renkler onun ayrılmaz özelliğiydi. Gözleri vesaçları koyu renkti, tıpkı sesinin ardında bıraktığı doygunluk gibi. Onu ogünden sonra bir daha hiç görmeseydim, alnının geniş, elmacık kemiklerininçıkık, kaşlarının kaim olduğunu canlandırırdım hayalimde, bunakarşılık ince dudaklarına ve alnıyla birleştiği noktada hiç girinti yapmadandümdüz inen burnuna öyle alışkındım ki, onlar için başka bir formhayal edemiyordum, bildik olan onu yeniden keşfetmem için gerekli mesafeyiengelliyordu. Eğer onu hayal etmek gerekseydi, acaba düz ve kısasaçlı olarak mı hayal ederdim, saçlarını yandan mı ayırmış olurdu. Oradaoturuyordu annem, eli çenesinde hafif öne eğilmişti, konuşurken ağzınınhareketi neredeyse seçilmiyordu. Sesinde belki de sadece bizim duyabildiğimizElsass aksanı kalmıştı, Kuzey Almancası ve Berlin ağzı onunmemleket aksanını örteli yirmi yılı geçmişti. Strasburg'da çocuk bakıcısıolarak Alman bir ailenin yanma girmiş ve savaştan kısa bir süre önce deonlarla birlikte Bremen'e gelmişti. Asıl isteği, sıra sıra ağaçların çevrelediğiKatedral Meydanı'nın yan sokaklarından birinde, fotoğrafta gördüğümbir binada tabelacılık yapan babasının yanında çalışmak olmuştu.Babası atölye ve dükkân tabelacılığının yanı sıra arma üretimi ve kapısüslemeciliği de yapıyordu. Annemin çocukluğunu geçirdiği ve benimiçini hiç görmediğim evi, mezarları Strasburg'da olan ailesi hakkında veyaBremen dışındaki Delmenhorst Rehabilitasyon Merkezi'nde hemşireolarak çalışırken babamla tanışması, küçük çiftçi ve tarla işçilerinden oluşanbabamın ailesi, onun bir demirhanedeki çıraklık dönemi, bir atölyedeçilingir ve Tuna'da sefer yapan bir buharlıda makinist olarak çalışması,boş saatlerini derslerine ayırıp Budapeşte'deki bir akşam okulunda ol-119


gunluk sınavını verip diploma alması, sonra öncü birliklere katılmasıhakkında anlatacak pek çok şeyi olurdu, gerçi evde bunlar pek konuşulmazdı,ama eğer bunlar yazılacak olsaydı, geride bırakılmış olan bu yolun,oradan oraya taşınmaların tek bir anlamı vardı, o da her bir yaşamparçasına denk gelen ayrı bir siyasi içerikti. Warnsdorf daki bu dairedebizim hayatımızla düzenin nimetlerinden yararlanan varoluş biçimi arasındakifark ısrarla kendini gösteriyordu, onlar paranın sağladığı renkliatmosferi hep el altında tutup mobilyalarla, aksesuarlarla, birbirine açılanodalarla, bahçelerle, yaşanılan yere bağlı hale gelirken, bizler çabucak vekolayca terk edip unutabileceğimiz geçici yerlerde, bekleme salonlarında,bizi hep başka bir yere götürecek olan mekânlarda yaşıyorduk. Scharfenberg'dekiokula artık gidemeyeceğimi on beş yaşımdayken öğrenip dünyadankaçma eğilimine girerek içime kapandığım dönemde, anneminevini, kapının önündeki aşınmış merdivenleriyle, bodrum katının kurşundökülmüş camlarıyla, üstünde palet ve gelişigüzel üst üste yığılmış birsürü fırça resmi olan zincire asılmış ahşap levhasıyla Strasburg'daki o ikikatlı yayvan evi görme fırsatını bulmuştum. Bu ortamın eskiliğini ve masalsılığınıbetimlemek ne annemin ne de herhangi bir vakanüvisin aklınagelmezdi, burası insana en ufak bir ait olma ve güvende olma duygusuvermiyordu, annem ve kız kardeşleri genç yaşta kendi ekmeklerini kazanmayakoyulmuşlar, yolları birbirlerinden ayrılmış, sonra da bir dahahiç biraraya gelmemişlerdi, durmadan değişen ortamlar, oradan orayagitmek, yabancı kentlerde yaşamaya başlamak anlatıya dönüşebilecek izlenimleroluşturamazdı, onların bir tek sorunu vardı, o da gittikleri yerdebir iş bulup karınlarını doyurup doyuramayacakları sorunuydu. WilhelmMeister'den Buddenbrooks'a kadar edebiyata damgasını vuran dünya, odünyanın sahibinin gözüyle görüldüğü içindir ki, yaşanan mekânlar enince ayrıntılarıyla, kişiler de bütün gelişim aşamalarıyla anlatılabilmiştir.Bir şeyin sahibi olmak o nesne karşısındaki tutumu da belirliyordu, oysabizim oturduğumuz evler asla bize ait değildi, yaşadığımız bölgelersekendi seçimimiz dışında rastlantısaldı, bizi biz yapan yoksunluk, eksiklikve mülksüzlüktü. Ama bunlardan söz etmek pek anlamlı değildi, ayrıcaşu anda, büfenin üstünde, çenesini sanki keskin bir süngü gibi ileri uzatmışbir ringa balığına benzeyen metal konserve açacağından başka, sözedecek bir eşyam yoktu benim, o da ta Bremen günlerimizden kalma bireşyaydı, o günlerde muhakkak onunla oynamışımdır, annem de onu ağzımdançekip almıştır. Ayrıca yoksunluk üzerine düşünmek için de vaktimizyoktu bizim, hayatımız, bizim aramıza aldığımız değil de bizi aralarınaalıp bir süreliğine katlanan eşyaları mülkiyetimize geçirip listesini çıkarmaktançok, önümüzdeki günleri ve haftaları nasıl atlatacağımızı, kirayınasıl ödeyeceğimizi hesaplamakla geçiyordu. Strasburg'daki evinaklıma gelmesi, kapısındaki küçük tabelayla bu evin fotoğrafına pek çokdefa bakmış olmamdı, daha sonra sanatla ilgili öğrendiğim her şeyin kö-120


kü buradaydı galiba, insan kendi ailesine ilişkin tarihi ancak bu yolla, ancakyoksulluğun ve yabancılaşmanın üstüne çıkarak kurabilirdi kafasında,bu öyle bir tarihti ki, onun kendine özgülüğü bağlanmamışlıktaydı.Böyle bir tarihin içinde beliren insanlar somuttu, özellikleri açık seçikti,onlar hakkında konuşulmuş, değerlendirmeler yapılmıştı, hiçbir şeyin sahibiolmayan bir sınıfa aitti onlar, onlara yardım etmek, onları bilgilendirmek,onlara faydalı olmak için çalışanlar engelleniyordu, bizim çevremizdecoğrafi mekânlara, kentlere bağımlı olmayan, politik saptamaları vekararlarıyla yaşayan insanlar vardı, onların içinde büyümüştük biz, birde onların ortaya attıkları düşünceleri, soruları ve yanıtları besleyen kitaplarımızvardı, onlar da tıpkı insanlar gibi köklerinin bağımlılıklarındankurtulmuş olanlardı, onların da anlattıkları her şey yapmış olduklarıseçimin sonucuydu. Bizimki öyle bir yaşamdı ki, kitaplar, insanlar ve resimlerdışında kalıcı hiçbir değer taşımıyordu. İllegal işler, sahte pasaportlar,sürgünler, yabancı ülkelere kaçışlar, oldum olası hayatımızın birparçası olan göçebeliğin son kertesiydi. Warnsdorf'da kalmakta olduğumuzve yerleşik bir yaşam sürdürenlerin apartmanının altındaki bu oda,yersiz yurtsuzlar içindi, oradan oraya taşınmaya ve iş gücünü satmayaalışık olan proleterler, çalışmaktan başka şansı olmayan, en temel ihtiyaçlarınıgidermek, kimi zaman o temel ihtiyaçları gizli buluşma noktalarınagötürebilmek için kuyruklarda beklemek zorunda olanlar içindi. Her anbasılma tehlikesiyle karşı karşıya olan ve kesintilerle gerçekleştirdiğimizo gizli buluşmalarda, kısıtlı da olsa kulağımıza gelen bilgilerin, ancak aracılarlabaşkalarının bize ulaşan algılama biçimlerinin, böylece kendimizceyapmaya çalıştığımız karşılaştırmaların, düşüncelerden bir bütün oluşturmaçabamızın yardımıyla etrafımızı saran doku hakkında biraz da olsafikir edinebiliyorduk. Babam kesik kesik konuşuyor, uygun sözcükleriarıyor, aramızdaki fikir ayrılıklarını aşmaya çalışıyordu. O sırada anlatmayaçalıştığı olay, bir Çekoslovak delegasyonunda yer alarak bindokuzyüzotuzaltıEylülünde barış hareketinin Paris'te düzenlediği bir toplantıdaWehner'le karşılaşmasıydı. Ama istediği kadar bu karşılaşmayı kendincebetimlemeye çalışıp konudan kopmamaya gayret sarf etsin laf isteristemez başka yerlere kayıyordu, bu yüzden önce, Çekoslovak Sosyal DemokratPartisi'nin yöneticilerinden birisi olan Taub ve Bodenbach'dakidağ yolu üzerinden ülkeye girip Prag'da dostlarının yanında saklananPeuke'yle yaptığı konuşmaları anlattı, sonra da sözü Kasım bindokuzyüzotuzbeşe,yani Alman sosyal demokrat ve komünist liderlerin Prag'dakiilk buluşmasına getirdi.Bir yandan babamın anlattıklarını dinliyor bir yandan da, acaba bütünbunların yazılması nasıl mümkün olabilir diye soruyordum kendime.121


İçinde yaşadığımız politik gerçekliğin bir kesitini kaleme alma şansımızolsaydı da, durmadan elimizin altından kayıp giden, ancak parça parçaulaşabildiğimiz bu verimsiz konuyu, bütünlüğü ve devamlılığı sağlayacakbir biçimde anlatma iddiamıza rağmen yazıya nasıl aktaracaktık. Sakinbir ortamda uzun uzadıya düşünme ve araştırma olanakları bizimmenzilimizin dışındaydı. Peş peşe ortaya çıkan ve bize nefes aldırmayanolaylar bizi gerçekleri görmeye zorluyor ve bu gördüklerimiz bizde şiddetlitepkilere dönüşüyordu. Onlar sayesinde eylemde bulunabiliyorduk,ama bu kadarı kafamızda toparlayıcı, bütüncül bir resim oluşturmak içinyeterli değildi. Fikirlerimiz hep yarı yolda kalıyor, ortaya çıkan yeni talepleronları silip bir kenara atıyordu. Ama her şeye rağmen, beni kendiizlediğim düşünce çizgilerinden durmadan saptırmak isteyen güçleri birgün kurnazca alt edip kendi itkilerime, buluşlarıma, enine boyuna tartmalarımınbeni götüreceği fikirlere özgürce hareket edebilecekleri biralan açmayı başaracak olsaydım, yazarın belli bir ülkeye, sınırları kesinleşmişbir çevreye, ulusal bir kültüre ait olmak zorunda olduğu ve yazılanınancak böyle inandırıcı olacağı fikri beni bağlamazdı. Dergilerin gerçekçisanat ve işçi edebiyatı çerçevesindeki öncelikli tercihleri, gündelikyaşamın yansıtılması, o yaşam içinde yer alanlara gösterilen bağlılık veonlarla gerçekleştirilen deneyim alışverişi beni ancak dar anlamda ilgilendiriyordu.Nasıl ki babamla karşılıklı konuşmakta olduğumuz bu odatamamen rastlantısalsa ve pekâlâ başka bir ülkede de şu ânı yaşayabilirsek,ben de yazma ediminde yüzümü, kökenlerinden bağımsız olarakdünyanın her tarafında kolayca bulabileceğimiz insanlara dönerdim, benimaidiyetimin temel özelliği enternasyonalizm olurdu. Çünkü taraf olmamızdışında kendimizi hiçbir yerde evimizdeymiş gibi hissedemeyeceğimiz,daha yolculuğumun başında olmama rağmen benim açımdan kesinleşmişti.Bir ülkeye, bir kente ait olmanın sağladığı avantajları görebiliyordumelbette, ama benim niyetlerim açısından böyle bir çıkış noktasısöz konusu değildi, henüz biçimlenmemiş ve bağlanmamış olandan başlamakve devletlerin, dillerin ötesindeki bağıntıları bulmak zorunda hissederdimben kendimi. Sanat ve edebiyat tartışmalarımızı politik olaraknitelendirirken belki de bunu kastediyorduk. Eğer bu alanda bir şeyleryapacaksak, bizim gibi bir yere ait olma imkânından koparılmış olanlarınçabasını yerel ayrılıkları aşmaya ve bizleri ortaklaştıracak paydaları bulmayayönlendirmesi gerekti. Bu nedenle ulusal sorun da benim gözümdeyalnızca şimdilik aciliyeti olan bir problemden başka bir şey değildi vegeçiş döneminin bir parçasıydı, amacına daha kapsamlı bir gelişmeyeaçık olursa ulaşabilirdi ancak. Almanya'da olup biteni Fransa'daki, İspanya'daki,Çin'deki olaylarla bağlantı içinde ele alıyorduk, ve benPrag'daki, Paris'teki, Berlin'deki insanları, yeri belli olmayan insanları,sorgu ve işkence altında konuşmamak için belleklerden silinmiş adreslerdekiinsanları, dar bir çevrede ülkelerinin gelecekteki günlerini planlayan122


insanları düşündükçe her defasında onların sözlerini çevreleyen geniş ağıgörüyordum, konuşulanlar derhal büyük uğultunun içindeki yerlerinialıyordu, her bir tartışma kaçınılmaz olarak Afrika'daki, Asya'daki, Amerika'dakitasarıların da bir parçasıydı. Tikelliğimiz içinde tümelin bir parçasıydık,bizim görevimiz mümkün olduğunca etrafımızda olup biteninfarkında olmaktı, ayrıca babamın söylediği gibi, bizi kendi içimizde vesayetaltında tutmak, gereksiz yere azarlamak, istemediğimiz bir yöne sürüklemek,susturmak ve sindirmek isteyenler konusunda da uyanıklığıelden bırakmamalıydık. Ama ben çevreme göz attığımda, olan biteni dahaçok göz boyamacılık ve örtbas etme olarak gören babamın tersine süreklibir gerilim hali görüyordum. Benim kendimi sınırlamam gerekmezkenpolitikanın içindekiler konulara nüfuz etmek zorundaydı, ben çeşitlilikleistediğim gibi içli dışlı yaşarken onlar bilgi toplamak, olayın içindenönemli olanı çekip almak, somut durumları belirlemek, tek tek görevlerigerektiği gibi belirlemek zorundaydı, ben kendime net bir hedef koymakzorunda değilken onlar sonuçları toplamak zorundaydılar, ayrıntılardansorumlu olanlar onlardı, çünkü her biri bulunduğu yerden olaylara müdahaleyleulaştıkları bütünlük sayesinde tarih yapıyorlardı. Bu ayrıntı çalışmasının,bu durmadan iğneyle kuyu kazmanın ve araştırmanın sonuçlarıbindokuzyüzotuzbeş Temmuzu ve Ağustosunda Komintern'nin dünyakongresinde yaptığı açıklamalarda dile gelmişti. Bir eylem birliği oluşturmakiçin atılacak bütün adımlar Halk Cephesi politikasına bağlıydı.Son yıllarda sosyal demokratların topyekûn gerici bir kitle olduğu düşüncesiyeni esaslarla birlikte revize edildi. Artık Sosyal Demokrat Parti'niniçinde sağdaki yöneticilerle emekçilerden oluşan geniş kitleyi birbirindenayırt etmenin zamanı gelmişti. Ama bu yöndeki talimatları uygulamayageçirmeye çalışmadan önce aradaki fikir ayrılıkları bertaraf edilmeliydi,Kasımda Prag'da gerçekleştirilen konuşmalardan iyi kötü birşeyler çıkarabilenler, oluşturulmaya çalışılan çerçeveye kendi katkılarınıyapmak ve kendilerine göre bir düzen kurmak durumundaydılar. Biz yeraltında,tereddütsüz tanımlanabilen, kendini açıkça belli eden bir düşmanlakarşı karşıyaydık, onun hakkında tartışmak bile gerekmiyordu,yapmamız gereken sadece mücadele etmekti. Faşizm bizim için finanskapitalin açık diktatörlüğü, gerici güçlerin silahıydı, onların Avrupa'yı birkez daha bölme çıkarına hizmet ediyordu. Ama bu formül, dedi babam,bindokuzyüzotuzda işçi sınıfının büyük bir bölümünün neden nasyonalsosyalistlere oy verdiğini ve faşizmin seçmen sayısının bindokuzyüzotuzüçteneden onyedi milyona ulaşabildiğini açıklamıyordu. Bunun sorumlususadece kriz yılları ve işçi sınıfının bölünmesi olamaz, diye devam etti,birleşmenin gerçekleşmemesinin asıl nedenlerini bulmak gerekiyor.Taktik nedenlerden dolayı oluşan rekabet buzdağının görünen kısmıydıve kararsızlığın, sonunda da felakete yol açan yanlış durum değerlendirmesinindaha derin nedenlerini gizliyordu. Komünist Parti'nin yönetici-123


leri, faşistlerin iktidarı ele geçirmesinden sonra da, asıl tehdidin sosyaldemokrasinin durmadan merkez sağla uzlaşma çabaları olduğu görüşündenvazgeçmediler. Sosyal demokratlar sosyal faşist diye nitelendirildiklerisürece ortak bir mücadele eylemine ulaşmak mümkün değildi. Martbindokuzyüzotuzüç seçiminde komünistler ve sosyal demokratlar, düşünmebiçimlerini değiştirmeyi becerebilselerdi, on iki milyonluk proletercepheyi harekete geçirme şansına hâlâ sahiptiler. Ama Komünist Partidevrim beklentisi içindeyken, sosyal demokrat yönetim de sessiz kalmave uyum politikasını tercih edip kendi görevini, hukuka uygun davranacakbir yönetim karşısında dürüst muhalefet rolünü üstlenmek olarak tanımlamıştı.Komünistler nasyonal sosyalizmin artık inişe geçtiğini, bunakarşılık sosyal demokratlar bindokuzyüzotuzüç ilkbaharında Almanya'nınanayasal meşru bir zeminde yönetildiğini düşünüyordu. Böylecekomünist örgütlerin dağıtılması ve Sosyal Demokrat Parti'yle sendikalarınçözülmesi hiçbir engele çarpmadan gerçekleştirilebildi. Faşist terörünyakalarına yapıştığı komünistler karşı güç oluşturmak için yeraltına indiklerindeSosyal Demokrat Parti'nin çekimser kalan yönetimi şokun etkilerinerağmen fikrinden caymamıştı. Komünistlerin yeni bir durum değerlendirmesiönerilerine onların verebildiği tek cevap kararsızlık ve atıllıktı.Şubat bindokuzyüzotuzdörtte Fransa'da sayıları beş milyonu bulansosyalist ve komünistler faşist darbe girişimleri karşısında greve gitmişve böylece bir halk cephesinin ilk örneğini vermişlerdi, Avusturya'da işçisınıfı yine Şubat ayında faşizme karşı dört gün süren silahlı bir mücadeleyürütmüştü, ama Alman sosyal demokratlar parmaklarını bile oynatmamışlardı.Her şeye rağmen, dedi babam, işçi sınıfının eylem gücünü elindenalan sadece parti yönetimleri arasındaki anlaşmazlık olamazdı. Sonyirmi yılda araya ne kadar yüksek duvarlar çekilmiş olursa olsun, işçi sınıfıkendi gücünü ve yeteneklerini görebilirdi, tabii bu yeteneklerin varlığındansöz edilebildiği sürece. Devrimin gündeme geldiği o kış aylarındaölümcül tehlike karşısında içgüdülerimizin sesine kulak vermemiştik,kendimizi aldatmıştık, bizi hiçbir sonuca götürmeyecek karşılıklı suçlamalarıniçinde boğulmuştuk, diye devam etti babam sözlerine, bütün budeneyimlere rağmen sonraki yıllarda da aynı hataları yapmaya devam ettik.Rusya Devrimi'ni gerçekleştirenlerin formatına sahip yönetici güçlerkritik dönemde elimine edilmişti, bugün Sovyet Devleti'nin yitirdiği kafalarlakarşılaştırıldığında bizimkiler sığ, küçük burjuva alışkanlıklarınabağlı, ileri görüşten ve yaratıcılıktan yoksundu. Herkesten önce de kendipartisinin yöneticileri bu özellikte insanlardı babama göre. Babamın yirmiyıl önce sosyal demokrasinin büyük ihmali olarak düşündüğü şey, yanisendikalar içindeki geniş çaplı eğitim çalışması olanaklarının ihmaledilmesi, daha sonraları çöküşün belirleyici nedeni olarak ortaya çıkıyordu.O zamanlar pek çok sosyal demokrat işçi bilinçlendirilmeye açıktı,ama teşvik edilip desteklenmemişlerdi. Ama öte yandan, dedi babam, ini-124


siyatiflerini kullanmadıkları için sadece partilileri suçlayamayız, çünküişçilerin de neden kendilerini eğitmek, ilerlemek için çaba göstermediklerinisorgulamak zorundayız. Ekonomik sorunlar hepimizi zorluyor ve engelliyordu,diye devam etti, ama o da tek başına bu pasifliğin, eylemegeçme beceriksizliğinin, kaderciliğin sorumlusu olamaz. Babam bu noktada,işçilerin neden, programının temel ilkelerini antikomünizm, devrimlemücadele, gerici toplumun desteklenmesi olarak belirleyen bir partidekaldığı sorusunu atmış oluyordu ortaya ister istemez. Ama sorununyanıtından kaçtığını belirttim. Faşizmin, tekelci egemenliğin saldırgan,insanlık dışı, en uç biçimi olduğu görüşünü mekanik buluyordu. Uzunzamandan beri otoritenin yol açtığı deformasyonu ve özerkliğin tahripedilmesini de hesaba katmak zorundayız, dedi. Ama bu zaten sömürüsisteminin bir parçası, diye yanıtladım. Çalışanları tebaa haline getiren,burjuva toplumunun kurumlarıydı, önlerine yem atılmasıyla istedikleriyere saldırtabilecekleri, yozlaşmış bir şürekâ yaratmaktan medet umanlarda onlardı. Faşizm bu ilişkiden doğmuş gibiydi, ama inlerinden çıkarılanlargerçekte ne olup bittiğinin farkında değildi, zayıflıklarından kurtulamamışyaratıklardı, tek yapabildikleri aslında üstlerine ait olan iktidarhırsını haykırmak ve etrafa kuvvet gösterisi yapmaktı. Bu ordunun üçtebiri, dedi babam, çalışanlardan oluştu, sadece dar görüşlüler, küçük memurlar,ne yapacağını bilemeyen ev kadınları, dar gelirliler, işsizler, sefaletçekenler katılmadı orduya, bizim arkadaşlarımız da, yoldaşlar da katıldı,onlar da içten çökmüşlerdi, kriz çıktığında boyun eğme duygularınayenik düştüler. İşçi partilerinin yöneticileri bu durumu incelemek zorundalar,dedi babam, özgür ve antiemperyalist yönelimlerin neden şovenizme,toplumsal değişim isteğinin neden mistik bir itaate dönüştüğünü,proletaryaya içinde bulunduğu durumun neden anlatılamadığını incelemekzorundalar. Böylece faşizmin o korkunç gövdesi yükseldi, ama hâlâkafa karışıklarını ortadan kaldırmak için çok şey yapılması gerekiyordu,kavram karışıklıkları, içi boş laf yığınları, özgünlük iddiasındaki beyanlarsaydamlaştırılabilir ve yeni bir yön çizerek yola devam edilebilirdi. Amaacaba yöneticiler gerçekten, kendi hatalarını gün ışığına çıkaracak bir farkmdalıkiçinde miydi, diye sordu babam, özeleştiri yapmayı, dağılmanınnedenleriyle hesaplaşmayı becerebilecek durumdalar mıydı. Bu sorunlarçözülmedikçe işçi hareketi yeniden yapılanmayı başaramaz, Halk Cephesiçağrısı boş bir yankıdan öteye gidemezdi. Bizler de burada, sürgünde içparçalanmayı önce kimin aşacağına ilişkin işaretleri izlemek durumundaydık.Eski sosyal demokrat ekolün öğreticileri Wels, Vogel, Ollenhauer,Stampfer ve Hilferding eskiden olduğu gibi ortak yolu reddetmeye devamederken, daha genç sosyal demokratlar ve dağınık grupların üyeleriKomünist Parti'yle ilişki kuruyordu. Sözgelimi eski bir örgüt olan Sosyalistİşçi Gençlik ve sosyal demokratların kurduğu Reich Bayrağı üyelerininve çeşitli öğrenci örgütlerinin biraraya gelerek kurduğu Kızıl Hücum125


Taburu partinin direktiflerine bağlı kalmayan bir hareketin öncülüğünüyapmak istiyordu. Bunun dışında Kızıl Savaşçılar, Devrimci Sosyalistler,Sosyalist Cephe, Sosyalist Enternasyonal Mücadele Birliği ve Yeni Başlangıçgibi pek çok örgüt vardı. Bu küçük grupların ideolojik hedefleri detıpkı adları gibi iddialıydı. Kendilerine özgü inançlarıyla içe kapanarakişçi sınıfını yönetebilecek bir elit oluşturmayı düşünüyorlardı. Onlarlabirleşme üzerine görüşmeler yürütmek hemen hemen imkânsızdı, ayrıcauzlaşmalara da pek açık davranmıyorlardı. Devrimci hayallerinden vazgeçmedikçekaçınılmaz olarak gittikçe köşeye sıkışacaklar ve sonunda dapolis tarafından un ufak edileceklerdi. Komünistlerin ilişki kurabildiğitek çevre Sosyalist İşçi Partisi'ydi. Babam bu partiyi özel bir dikkatle izliyordu,çünkü Bremen'den tanıdığı eski yoldaşlardan Frölich oradaydı,Frölich Komünist Parti'nin kurucularından, sonra da partiden atılanlardandı.Yaklaşma çabalarında ortaya çıkan güçlüklere dikkat çekmek içinFrölich'in adının anılması yeterdi de artardı bile. Frölich'in temsil ettiğipozisyon pek çok bakımdan, sosyal demokrasiyle işbirliği yapma çabalarını,yoldan çıkmanın ve ihanetin bir ifadesi olarak görmek isteyen sol komünistlerintutumuna denk düşüyordu. O zamana kadar sürdürülen görüş,yani faşizmin iktidarı ele geçirmesiyle proletaryanın bir yenilgi yaşamadığı,sadece geçici olarak geri çekildiği ve devrimci bir ortamın hâlâoluşabileceği görüşü revize edilmişti. Ağustos bindokuzyüzotuzdörtte,Merkez Komite antifaşist bir mücadele cephesinin kurulması için çağrıdabulunduğunda Sosyal Demokrat Parti yine de burjuvazinin asal desteğiolarak tanımlanıyordu. Bu tanımlamadan ancak bir yıl sonra Komintern'indünya kongresinde ve onu takip eden Brüksel Konferansı'nda yenideğerlendirmeler yapılmaya başladı. Artık sosyal demokrasinin sağcıyöneticileriyle partiye bağlanmış olan işçi kitlesi birbiriyle özdeş tutulmuyordu.Halk cephesiyle sosyalist birlik cephesi taktiği zaten pratiktekomünist ve sosyal demokrat kadrolar tarafından örgüt faaliyetleri sırasındauzun süre denenmiş ve uygulanmıştı. Yeraltında karşılıklı destekdoğal bir duruma dönüşmüştü. İşçilerse hâlâ bir ölçüde sendikal geleneğebağlıydılar, temelde işbirliğine hazır oluşları onların, artık şiddetle ihtiyaçduyulan cephenin, çalışan bütün kesimleri ve bunun yanı sıra ilericiburjuva çevreleri de kapsamak zorunda olduğunu anlamalarını sağlayabilirdi.Hiçbir parti veya grup tek başına faşist rejimi yıkamazdı. Bir savaştehlikesini savmanın öncelikli hedef olduğu netleşmişti. Geniş halk kesimlerindenoluşan cephenin ortak talebi buydu. Böyle bir halk cephesiproletaryanın kendi içinde kökleşen birlik cephesini dışlamayacaktı. Sınıflıtoplum hâlâ varlığını sürdürmekteydi, bir süreliğine kurulacak ittifak,sermayenin egemenliği karşısındaki mücadelenin devam etmesi gerektiğiniunutturamazdı. Sosyal demokrat yöneticiler, reddedici tutumlarını,Komünist Enternasyonal'in faşizm karşında elde edilecek bir zaferdüşüncesini bindokuzyüzotuzbeş sonbaharında da hâlâ proletarya dikta-126


törlüğü parolasıyla ilintilendirmesine bağlıyordu. Oysa komünizmin hedefiher zaman, Halk Cephesi politikası esnasında da sınıfsız toplumdu.Komünist Parti artık bu gelişmenin ille de sosyalist bir devrimle gerçekleşmesigerekmediğinin altını çiziyor, ama sosyal demokrat yöneticilergörüşme tekliflerini yine de geri çeviriyor ve güçlerin parçalanmış olarakkalmasında ısrar ediyordu. Onlar için öncelikli olan sorun, antifaşist mücadelezorunluluğundan çok geleceğin toplumuydu. Bu nedenle temelideolojik farklılıkları ortak bir çıkış noktası uğruna geri plana itmek istemiyorlardı.Birlik çabalarından vazgeçmemek sorumluluk taşıyanlarınenerjisine, sabrına, disiplinine ve kendilerini aşmalarına bağlıydı. Ayrıcakimi komünist partililer yeni ilkelere öyle hemen razı olmayacaktı. Öncetabanda oluşup sonra daha yüksek düzeyde dile gelen önermelerin sıksık kuşku ve itiraza tasladığı biliniyordu. İllegalitede kendiliğinden gerçekleşenyakınlaşmalar sistemli kılınmalı ve daha kuşatıcı bir politikanıniçinde yerini almalıydı, netleşmiş bir eylem modelinin eksikliğinin hissedildiğiortamda talimatlar da gerginliklere yol açıyordu. İşçi hareketi, deniyorduşimdilerde, yeni mücadele yöntemleri ve biçimleri, her ülkeninkoşullarına uygun yeni sıçrama basamakları bulmak durumunda. Tarihselgidişatla ilgili bir şeyler öğrenmeye çalışan bizler, Wehner, Merker, Ackermanngibi komünistlerin yanısıra Brass, Michaelis, Kleinspehn, Petrich,Brill, Künstler gibi sendikacıların da içinde bulunduğu, gizli eylemlereyönelmiş olan cephenin, bindokuzyüzotuzbeş yazında Paris'te ilkkomisyonun hazırlığını yaptığı Halk Cephesi'yle artık ilişkiye girip girmediğinibilmiyorduk. Dikkati çeken karşıtlık hâlâ, sosyalist motiflerinkoşulladığı faaliyetlerle sol burjuva liberalliğinin damgasını taşıyan siyasetbiçimi arasındaki çelişkiden kaynaklanıyordu. Bunlardan birisi arkasınatalepte bulunmayan, suskun, gizlenen adsız işçileri almışken, ötekiprojektörlerin tam altındaydı ve hareketin içinde yer alanların önemliisimleriyle yaşıyordu. Mücadele sadece gizlilikle yürütülemezdi, taleplerinyaygınlaşması için kamuoyuna ulaşmak elzemdi. Dolayısıyla da tümsorunlarına karşın bu çelişik bileşime şiddetle ihtiyaç vardı. Bir yanda yeraltındaki aktivistler, birliğin her an hayatları tehlikede olan, inançlarıylabütünden kopuk yaşayan uygulayıcıları, öte yandaysa hiçbir engelle karşılaşmadankendini ifade edebilen, ama aşağıya gönderdikleri genelgelerdesadece zorunlu olduğu kadarını söyleyip gerisini kendilerine saklayanyukarıdaki teorisyenler. Her zaman olduğu gibi asıl taşıyıcılar yine işçiler,dedi babam, onların meseleleri dile getirme konusunda pek becerikli olmadıklarısöylenir, oysa devrimci mücadeleler, grev eylemleri sırasındaen iyi, en güçlü çağrılar onlardan geldi, ama şimdi diplomasi zamanı vediplomaside geleneksel olarak onlara yer yok. Yine de sosyal demokratyöneticilerden bazılarının Komünist Parti'nin davetini kabul edip Koenenve Münzenberg'in kurdukları komiteye katılarak kendi partilerininyönetim anlayışına tavır almış olmaları anlamlıydı. Ekim bindokuzyüzo-127


tuzbeşte Dahlem, Merker, Ulbricht, Ackermann ve Wehner partinin dışilişkilerinde görev aldıklarında Paris'te Halk Cephesi oluşumunu destekleyen,ancak karar alma yetkileri olmayan taraftarlar buldular. AmaçlanPrag'da sürgünde olan sosyal demokrat yöneticilerin nasıl harekete geçeceğikonusunda sondaj yapmaktı.Taub'a göre bunaltıcı koşullar altında olmaktan dolayı aceleci davranılıyordu.Komünist yoldaşlarımız hemen sonuca varmak istiyorlar, demiştiTaub. Önce taraflar birbirini tanımalı, amaçlar ve izlenecek yollarkonusunda iletişim kurulmalıydı. Buna karşılık başkaları, neyi bekleyeceğizki, birbirimizi yeteri kadar tanımıyor muyuz, diyorlardı. Kaybedecekvakit yoktu. Wehner Prag'daki buluşmayı kastederek burada en azındaniletişimsizlik duvarının yıkıldığını söylüyordu. Yirmi üç Kasımda, komünistyetkililer Ulbricht ve Dahlem'le Sosyal Demokrat Parti yöneticileriVogel ve Stampfer arasında yapılan üç buçuk saatlik görüşmede belki deZimmerwald ve Kienthal'deki kongrelerin anımsandığı bir an gelmişti.Böyle bir anda, o zamanlar hapishaneden selamlarını göndermiş olanLiebknecht anılabilirdi, iki farklı Enternasyonal'e ait olan yoldaşların çoğuşimdi Almanya'da aynı hapishanelerde yatmaktaydılar. Ama henüz aktivistlerinparolası bir birliğin kurulmasını sağlayacak durumda değildi,daha çok geçmişin miras bıraktığı düş kırıklığı kendini hissettiriyordu.Sosyal demokratlar hâlâ komünistlerin bölücü olduğunu, harekettenkoptuğunu, komünistlerse öteki işçi partisi yöneticilerinin devrime ihanetettiğini düşünüyordu. Düşman aynı düşmandı, aradaki tek fark onundaha da güçlenmiş olmasıydı, karşısındaysa her zaman olduğu gibi parçalanmışlıkvardı, komünistler derhal harekete geçmeyi tercih ederken vebu noktayı zorlarken, sosyal demokratlar türlü bahanelere ve duraksamalaradevam ediyordu. Onlara göre bindokuzyüzonbeş ve onaltı yıllarındakibirlik fikri tükenmişti artık, emperyalizmi el ele vererek lanetlemekartık mümkün değildi. Ulbricht ve Dahlem'in önerdikleri ortak birantifaşist mücadele sosyal demokrat yönetim tarafından kabul edilmemişti.Vogel ve Stampfer'in daha sonraki açıklamaları onların korktuğunugösteriyordu, resmi bir açıklama, sempatizanların, sosyal demokratlarınkomünistlerin tarafına geçtiğini sanmalarına ve sağa kaymalarına yolaçabilirdi. Sosyal demokratlar komünistlerin kurulacak birliği, sosyal demokrasininzayıflatılması yolunda bir araç olarak kullanacaklarındankuşkulanıyor, ama bu arada kendileri de komünist işçileri kendi saflarınaçekmeye çalışıyordu. Sosyal demokratların, demokrasinin Komünist Parti'ninumurunda olmadığı, tam tersine onun asıl isteğinin bir proletaryadiktatörlüğünün koşullarını yaratmak olduğu fikrini seslendirmeleri,böyle bir birlikte komünist etkinin çok güçlü olabileceğine ilişkin korku-128


larının bir ifadesiydi. Komünistler ülkede antifaşist eylemlere hemen destekverilmesini talep ediyor, buna karşılık sosyal demokratlar işe önce birprogram çalışmasıyla başlamak istiyorlardı. Komünist Parti'nin devrimciyolu sadece bir süreliğine ertelediği görüşündeydi sosyal demokratlar.Babamın adını andığı Schubert, Schulte, Dengel, Leininger ve Maslowskigibi, sovyet örgütlenmesinin Almanya'yı yönetmesi hedefinden vazgeçmeyenve taarruz teorisinin o zamanki öteki temsilcileri gibi sosyal demokratlarayaklaşmayı uzlaşmacılık olarak tanımlayan komünistlerinuyarılması ve partiden ihraçla tehdit edilmesi, komünistler arasında budefa da, Taub ve Peuke'nin partide antidemokratik yöntemler kullandığıyolunda suçlamalar gündeme gelmişti. Parti'nin değiştirdiği pozisyonubenimsemeyen yoldaşların Parti aygıtı tarafından sıkıştırılması, sigayaçekilmesi ve engellenmesi gibi önlemlerin, partiler arasındaki kaçınılmazzıtlığın göstergesi olduğu görüşü ileri sürülüyordu. Hiç kuşkusuz sosyaldemokratlar kendi partilerinde de ihraçlar olduğunu kabul ediyorlardı,ama komünistlerin kesin ve mutlak bir biçimde kişilerin üzerine gittikleri,kendilerinin öyle davranmadıkları görüşündeydiler. Bu görüşe karşıverilen yanıtta, Sosyal Demokrat Parti'nin, zaten topyekûn toplumsal birdeğişim kaygısı taşımadığı için kesin eylemlere de yönelmediği söylenebiliyordu.Görüşmelerden edinilen yetersiz bilgiler, sosyal demokrat liderleriçin prestijin faşist yükselişle mücadele etmekten daha önemli olduğuyönündeydi. Daha önce başkalarıyla kurmuş oldukları ittifakı tehlikeyeatacak ve sözlerinden vazgeçme olarak yorumlanabilecek bir adımatmaktansa beklemeyi ve çözümsüzlükte ısrar etmeyi tercih ediyorlardı.Komünistlerin parti üstü bir pozisyon alarak gerçekleştirdikleri cepheçağrıları özel bir duruma uyum sağlama taktiği olsa da ve başarılı bir mücadeledensonra tekrar ideolojik ayrışmalar ön plana çıkacak olsa da, sosyaldemokratların kaybedecekleri tek şey bu ittifaktaki müttefikleri olacaktı.Komünistler açısından bunun da birlikte hareket etme eğilimindeetkisi olmuş, hatta bu bir boy ölçüşme meselesine dönüşmüştü. Demokratiközgürlüklerin yeniden kazanılmasından sonra kararın halka bırakılması,sovyet iktidarı mı yoksa ulusal bir meclis mi istediğinin halka sorulmasıkonusunda bize hangi güvenceleri verebilirsiniz, diye soruyordusosyal demokratlar. Bir taraftan da sermayenin, büyük burjuvazinin, ordununtemsilcileriyle ve gittikçe uç noktalara kayıp kendine de zarar verirhale gelen şiddetin kendi çıkarlarını da tehdit ettiğini düşünen kesimlerlede görüşüyorlar ve onların yardımıyla eski tarz bir cumhuriyete geridönmeyi umuyorlardı. Sosyal demokratlar bindokuzyüzonsekizde başlatmışoldukları çizgiyi izliyor, belli tereddütlerle davranıyor olsalar da,ta baştan beri bu çizginin karşısına bir alternatif çıkarmanın söz konusubile edilemeyeceğini biliyorlardı. Yapılan bütün sondajlardan sonra geriyeiki kutup kalıyordu, ya sosyalist demokrasi ya demokratik sosyalizm.Bu iki toplum biçiminden birincisinde, komünizmin ön aşaması olarak,129


özel mülkiyeti elinde bulunduran sınıfların iktidarı elimine edilecek vehalk egemenliği kurulacaktı, ötekindeyse kökten bir yıkılış söz konusudeğildi, burada partilerin özgür bir ortamda mücadele ettikleri parlamentonunkararları doğrultusunda sermayenin hegemonyası yavaş yavaş geriletilecekti.Oysa babam yirmi yıl boyunca sosyal demokrat reformculuğunneyi nereye kadar becerebildiğini görmüştü, burjuvaziden hâlâ yardımalmak geleceği yine ipotek altına almak demekti. İşçiler her ne kadartoplumsal adalete barışçıl bir yoldan ulaşmaya hazır olsalar da, üretimaraçlarının mülkiyeti onların elinde değildi. Er ya da geç reformlar geritepip kendini vuracaktı, çünkü mevcut ilişkileri koruyan ve donduran yinebu reformların kendisiydi. Gerçekleşmeyen beklentiler, oyalamalar sonucundaişçi sınıfı güçsüzleştirilip demoralize olacak ve insanlar ayrımyapma becerisini kaybedeceklerdi, böylece ilericiliğin yerini gericilik alacaktı.Oldum olası proletaryanın sabrına ve iyi niyetine seslenilmişti, amaböyle bir geri çekilmenin karşısına hep silahlı şiddet çıkmıştı. Çalışanlarkendileri için çekilen sınırın bir adım bile ötesine geçip taleplerini dile getirirkenegemenlere tabi bir tavır takınmak bir yana, tam tersine tehditkârbir tonda konuşmaya kalktıklarında, egemenlerin askeri güçleri onlarınkarşısında saflarını alıverirlerdi ve bu durumda yaylım ateşi asla esirgenmezdi.Eğer sosyal demokrat yönetim idealist inançlarından vazgeçmediyseve ideolojik olarak çözülmediyse, o zaman yeniden şu soruyu sormakgerekiyordu: bu kadar çok militanı olan bir parti, barışçıllığının kendinikandırmak olduğunu neden görmek istemiyordu. Demokratik yönetiminanlamı, dedi babam, herkesin fikrinin geçerli olmasıdır. Ordu, polis,kitle iletişim araçları ve eğitim egemen sınıfların hizmetinde oldukça, çalışanhalkın talepleri ne işe yarayacaktı ki, diye sordum. Siyasi aydınlanmave sendikal örgütlerin güçlenmesi sonucunda gün gelir, güç dengeleriüretenlerin lehine değiştirilebilir, dedi babam. Grevin ve silahsız baskıaraçlarının dili eninde sonunda silahlara olan üstünlüğünü kanıtlamakzorundaydı babama göre. Argümanlarımızı karşılıklı ortaya koyduktansonra tıkandığımız bir noktada ben, yıkıcı bir karalama ve yalan selininher türlü protestoyu, her türlü ilerici eylemi, tıpkı sosyalist düşünceyeilişkin her şeyin tutuklamalara, tasfiyeye takılacağı gibi etkisizleştireceğindeısrar ediyordum. Buna cevabı hazır olan babam, sosyal demokratlarbir halk cephesinin kurulması için çalışırken burjuva demokrasisindekigüçlere bağlanmayı tercih etmek zorundaydılar, çünkü onların gözündeKomünist Parti Sovyetler Birliği'ndeki olaylar yüzünden kredi kaybetmişti,dedi. Böyle bir tezin altında onların kendi cesaretsizliği ve eylemsizliğiyatmıyor muydu, diye sordum kendime. Yoksa sosyal demokratlarıntereddütlerinin gerekçesi, faşizmin ve komünizmin karşılıklı kan dökecekleri,sonra da Batılı güçlerin hem onları hem de sosyal demokrasiyizafere götürmek için müdahale edeceği bir savaşın, Almanya ve SovyetlerBirliği arasında bir savaşın patlak vermesi umudu muydu. Batılı de-130


ğerleri vurgulamakla, kapitalist merkezlerdeki diplomatik etkinliklerle,Sovyetler Birliği'ni durmadan afişe etmekle aslında sosyal demokratlar,Komünist Parti'yle ittifak kurmaktansa Almanya'yı yıkıcı bir savaşın kucağınaatma amaçlarını da anlatmış oluyorlardı. Babama göre böyle birdüşüncenin getireceği sonuçlar korkunç olurdu. Eğer bu doğruysa partiyerle bir olur, dedi babam. Komünistler öncelikli görevlerini savaş tehdidiylemücadele olarak tanımlıyor, ama sosyal demokrat yönetimi bununiçin kendi taraflarına çekemiyorlardı. Antifaşist gruplar silah sanayisinde,iş yaşamında, hava savunmasında, spor derneklerinde ve gençlik örgütlerindevar olmaya devam ederken sosyal demokrat yöneticiler, işçi sınıfınınmevcut diktatörlüğe karşı ayaklanmaya hazır olmadığını ve mücadeleeylemlerini güçlendirip yaygınlaştırmaya yönelik her adımın, yeni kurbanlarverme tehlikesinden dolayı sorumsuzluk olacağını söylüyorlardı.Bindokuzyüzotuzaltı ilkbaharında Fransa'daki kitlesel grevler ve çeşitlisendikaların birleşmesi Almanya'daki muhalefetin yeni bir iyimserlikdalgasına kapılmasını sağlamıştı. Dışarıda uygulanmaya karar verilen bireylem programı moral vermek açısından etkili olabilirdi. Ama sosyal demokratyönetim eski tutumundan vazgeçmiyordu, artık hiç kuşku yoktuki, onlar Almanya'daki etkinliklere son vermekle kalmıyor, aynı zamandabu etkinlikleri dışlamaya ve yok etmeye de çalışıyorlardı. Artık Peuke de,babamın söylediği gibi, yeraltı faaliyetlerine inanmıyordu. Komünist Parti'denayrıldıktan sonra Yeni Başlangıç grubuna katılmıştı. Mevcut durumdaAlmanya'da Komünist Parti'yi ayakta tutmanın yanlış olduğunudile getirdi Peuke. Ona göre, ödün vermeyen Marksistler İngiliz İşçi Partisiya da Fransız Sosyalist Partisi gibi geniş tabanlı bir kitle partisinde çalışmalarınısürdürmeliydi. Peuke bu düşüncesiyle pek çok sol sosyal demokratgibi Troçki'nin bakış açısını benimsemiş oluyordu, Troçki HalkCephesi fikrini reddediyor ve Fransa'daki taraftarlarına bütünüyle sosyalistlerekatılmalarını öneriyordu. Son kertede bütün bu manevralarınamacı, Sovyetler Birliği'nin faşizme karşı Batılı güçlerle kurmak istediğiittifakı engellemekti. Fikir tartışmasını temsil eden, böylece ideolojik pozisyonlarınnetleşmesini sağlayan bir bölünmeyle değil de, gittikçe büyüyendüşmanca bir içe kapanmışlık karşısında ne yapacağını bilemeyen birbölünmeyle güçsüzlüğün ortaya çıkması isteniyordu. Ama sonra yine, örgütlütek aygıt olarak, öteki gruplaşmaların kararsızlığı ve cesaretsizliğininkarşısına dayanıklılığıyla çıkan Komünist Parti'nin gücü kendini göstermişti.Bindokuzyüzotuzaltı yazından bu yana sosyal demokrat yöneticilergerçek anlamda bir beklemeye geçmişlerdi. Artık İspanya İç Savaşı'ndanders çıkarmanın zamanı gelmişti. Sosyal demokratlara göreFransız Halk Cephesi'nde dengenin korunmasını sağlayan şey, muhafazakârgüçleri durmadan Komünist Parti'nin baskısı karşısında kullanmayıve cumhuriyetçi İspanya savaşına her türlü müdahaleden kaçınmayıbilen Blum'un politikasıydı. Her ne kadar gönüllüler Fransa'da toplansa-131


lar da, İber Yarımadası'nın sınırını ancak gizli olarak küçük gruplar halindeya da tek tek aşabiliyorlardı. Sosyal demokratlar İspanya Cumhuriyeti'ndekigelişmeleri dikkatle izliyordu. Oradaki Komünist Parti kısa zamandaliderliği ele geçirmişti. Patetik bir biçimde halkın iktidarından sözeden ama ülkesindeki burjuva sistemini kollayan Blum gibi Alman sosyaldemokratları da Batı'nın, İspanya'nın sovyetleşmesini engelleme ve İspanyaSosyal Demokrat Parti'yi gelecekteki barışın taşıyıcısı kılma amacınıgüden bir diplomasi geliştirme çabalarına katılıyordu. Almanya'da gelecekteyeni bir gelişim düşüncesi içinde sosyal demokratlar için sosyalizmsözcüğünün artık sadece fosilleşmiş bir anlamı vardı, onlar işçi sınıfınınartık bir daha asla başka sınıfların karşısına çıkarılamayacağını, sınıfmücadelesini anımsatan her şeyden kaçınılması gerektiğini vurguluyordu.Ama işte eğer sağ sosyal demokrat yöneticiler kapitalist ekonomi çerçevesindevarolma kararını çoktan almışlarsa ve tutumlarını hep bu kararkoşulluyorsa, o zaman dönüp, birçok ülkede çalışan kitlenin neden hâlâgeleneksel reformist ideallerin, barışçıl evrim fikrinin peşinde olduğunusormak gerekiyordu. Bu açıklayabilecek tek şey, insanların güvene olantemel ihtiyacı, alışılmış olanın çökmesi karşısında duyulan korkuydu.Onlar maruz kaldıkları haksızlıkları, şiddet eylemlerini çok iyi biliyorlardı.Ama günlük yaşamın baskısı arttıkça kazanılması yıllarca sürmüş olanpek az şeye sıkı sıkı sarılma güdüsü daha güçlü bir şekilde kendini gösteriyordu.Toplum üzerindeki etkilerinin azalmasını sendikalara bağlı kalaraktelafi ediyor, minimum taleplerini savunacak bir örgüte sahip olmaklakendilerini avutuyorlardı. Sendikalar artık özerk olma mücadelesininaracı olmaktan çok, onları bağlayan, bastıran ve asal isteklerinden saptıranbir araca dönüşmüştü. Çalışanları pasifize etmek için yönetenlerinkullandığı bir silahtı artık sendikalar. Bu çerçevede karakteristik bir özellikoluşturuluyordu. Sosyal demokrat sendrom, sınıf aidiyeti duyarlılığınınaltını oyuyor, taraftarlarının ürkekliğine dayanarak onların eğitilmişçekingenliğini anayasal düzenin parçası kılıyor, onları, küçük burjuva kesimlerinedahil etmeye, ne tam proleter ne de tam orta sınıf olabilecekleribir yere itmeye çalışıyor ve ihtiyaç halinde gerici amaçlar için kullanabilecekleribir noktaya getiriyordu. Bütün bunlara rağmen babamın sosyaldemokratları tercih etmesi anlaşılmaz bir davranıştı. Belki de en iyi açıklama,onun Komünist Parti'nin oluşum sürecinde yaşamış olduğu düş kırıklığıydı.Sosyal demokrat çalışmalara uyum sağlamaktan çok uzaktı babam.Israrla, aynı işyerinde çalışanlar arasında dayanışmanın hâlâ varlığınısürdürdüğü alt düzeylerde kalmayı tercih ediyordu. Küçük bir yükselmeuğruna yöneticilerin, ustabaşıların emrine girenlerin peşinden aslagitmemişti babam. Kendi partisinin işçi sınıfının çıkarlarından nasıl kopmuşolduğunu görüyordu o. Bu kopma partililerin tipik özelliği olan, kişiselyükselme çıkarlarıyla ilgiliydi. Aşağıdaki iş yerlerindeyse yatay düşünülüyor,başkalarının çıkarları göz önünde bulunduruluyordu, ama132


yukarıdakilerden birisiyle kurulan ilk ilişkide hemen otoritenin altına girmetavırları baş gösteriyor, yukarılara doğru yükseldikçe yukarıdakileringörüşlerine ve fikirlerine de o kadar kolay uyum sağlanıyor, yukarıdakilerintakdir ve taltiflerini de kazandıktan sonra onlara ait argümanlarıaşağı taşıyabiliyor ve kolayca onların sözcüsü haline gelebiliyordu. Babamagöre sosyal demokrat düzenden vazgeçmemek, aşamaları belirlenmiştoplumsal analize karşı olmak demek olsa da, komünistlerin pozisyonlarıbindokuzyüzotuzaltı Ağustosundan sonra savunulabilir olmaktan çıkmıştı.İlk işçi devleti, uyguladığı bütün zorba önlemlerine rağmen, ikincibeş yıllık planın sonlarına doğru sanayide gösterdiği başarılar ve kolektiftoplumun inşası sonucunda pek çok kişi için örnek oluşturuyordu, dedibabam. Ama sonra davalar başladığında kuşkular da baş gösterdi. Amaartık bu konuda konuşacak bir şeyimiz kalmamıştı pek. İki tarafın da itirazedilecek itici tarafları vardı, ama bu bizi yine de hangisinin önerdiğiyolda bir ilerleme şansı olabileceği konusunda bir karara varmaktan alıkoymamalıydı.Edilgenlik, karamsarlık yönetici sosyal demokratlarındışsal özellikleriydi, gizli olansa tekellerin yönetim merkezlerinde yeredinmek için kendilerini satışa çıkarmalarıydı. Parti'nin kararsız tavrı yüzündenmüşkül durumda kalan, sıkıntı içindeki komünistler verdikleribütün kayıplara rağmen, Avrupa'yı bütünüyle faşizme teslim etmemekiçin yapmak zorunda oldukları çalışmalara devam ediyorlardı. Faşizankörleşme ve yırtıcılık tutkusu gibi mistik kavramlarla komünizmin insankültü arasında sıkışan komünistlerin sosyalist bilimselliğe güvenmektenbaşka seçenekleri kalmıyordu, çevrelerini saran bütün söylentilere rağmenpratik düşünmek, bağımsızlıklarını yitirme tehlikesi karşında o anyapılabilecek şeyleri yapmak zorundaydılar. Böyle bir baskı altında, belkiömür boyu peşlerini bırakmayacak bir tür inatçılık geliştirdikleri için suçlanamazdıonlar. Ayrıca bu inatçılık, bu bitmek tükenmek bilmeyen gayret,sosyal demokrat işçilere komünist kadrolarla ilişki kurmayı yasaklayanpartinin temsilcileriyle görüşmeleri sürdürebilmenin de ön koşuluydu.Sadece faşist taraftaki değil, aynı zamanda sosyal demokrat tarafta dakayıtsız şartsız parti çizgisini izleyen casus ve provokatörlerle karşı karşıyaolan komünist hücreler iki kat, üç kat daha fazla bir dikkatle korunmalıydı,bu önlem gerekliliğiyse Almanya'daki çalışmaların elini kolunubağlıyordu. Merkezde herkes geri planda kalmaya zorlanırken, HalkCephesi'nin oluşum çabalarının sürdüğü bir anda dışarıdaki güvensizliğinbertaraf edilmesi için de çalışılmalıydı. Belki de, diyorduk kendi kendimize,komünist yetkililerin, eski sosyal demokrat başkan Breitscheidile, Sosyal Demokrat Parti'nin Saar bölgesi eski yöneticisi Braun'la ve birzamanların Prusya İçişleri Bakanı Grzesinski'yle görüşmeleri sosyal demokratyönetimin tepesinde bir değişikliğe yol açma, parti içindeki solgüçlerin sağ kanadı bastırmasını sağlama amacını taşıyordu. Ama nasılki, Batılı güçlerin güvenini sağlamış olan ve Parti'nin dünya piyasala-133


ından sağladığı parasal desteğin devamı için varlığına ihtiyaç duyduğuelit Paris'te toplanan sosyal demokratların üstünde duruyordu, komünistpartililer de keyfi hareketler de bulunamazdı. Bir komünistin ve sosyaldemokratın resmi değeri olmayan bir görüşme yapması bile kuşkulara veuzun boylu sorgulara yol açabilirdi. Wehner de Breitscheid'la sürdürdüğükişisel ilişkisinden dolayı partiden ihraç edilme tehdidiyle karşı karşıyakalmış, Paris'te babamla buluştuğunda da başına tekrar aynı şey gelmişti.Sovyetler Birliği'nden Prag'a gelmiş olan yoldaşların bildirdiğinegöre, Wehner Moskova'daki parti yönetimine hesap vermek zorunda kalmıştı.Karşımızdaki resim alacalı da olsa, nelere maruz kalabileceğimiz,nasıl büyük bir güvensizlik içinde yaşadığımız açıktı. Bu dönemin ateşligelişmeleri, düşmanın saldırı araçlarının sürekli büyümesi kaçınılmazolarak kendi tarafımızı da etkiliyor, iç bölünmelere ve çatışmalara nedenolan bir sinir harbine yol açıyordu. Faşizmin işgal ettiği ülkeyi görevliolarak boydan boya dolaşan partililer çoğunlukla politik gelişmelerdenhaftalarca uzak kalıyor, döndüklerinde de yeni bir durumun içine düşüpyeni taktikler geliştirmek durumunda kalıyorlardı. Kısa bir haberin iletilmesiiçin dolambaçlı yollar katedilmek zorundaydı. Gizlilik içinde yürütülençalışmalar kısıtlı bilgilerin elverdiğince bütünün içinde anlam kazanırhale getirilmek durumundaydı. Belli bakış açıları edinilmeliydi, amabu noktada yer alanlar çoğunlukla tıpkı bizim gibi bilinmezliklerden,rastlantısallıklardan ve yanlış sonuçlar çıkarmaktan kurtulamıyordu.Wehner pek çok kez Prag'a gelmiş, görüşmesi gereken aracılar her defasındagelmemiş ve ona kalacağı bir yer bulunamamıştı. Bindokuzyüzotuzbeşilkbaharında bir otelde yapılan aramalar sırasında ele geçmiştiWehner. O zamanlar en iyi sahte belge düzenleyen merkezlerden birisiolan Treptower Sternwarte'nin hazırladığı belgeler yanında olduğu haldeÇekoslovakya polisi, belki de mültecilerden birinin ihbarı üzerine Wehner'inkimliğini deşifre etmişti, onu önce iki hafta boyunca bir nezarethanedetutmuşlar, sonra da beş hafta kalacağı hapishaneye sevk etmişler,burada daha önce başka komünistlere de böyle yaptıklarını söyleyerekonu Almanya'ya geri göndermekle tehdit etmişler ve sonunda, öncedenhiçbir açıklama yapmaksızın Mâhrisch Ostrau'ya götürerek Polonya polisineteslim etmişlerdi, Polonya polisi de Wehner'i kapalı bir vagonda Sovyetsınır istasyonu Negoreloje'ye götürmüştü, Komintern'in Almanya bölümüsekreterliğinden yolculuk izni çıkana kadar birkaç gün penceresiz birhangarda bekletmişlerdi. Bu tür yolculukların ve serüvenlerin adıanılmaya bile değiniyordu. Haftalarca, aylarca süren tutukluluk, kimi zamankuru bir yataktan, bir battaniyeden bile yoksun olmak, yıkanamamakgündelik yaşamın bir parçasıydı. El yordamıyla yönünü bulmak, herbir bilgiyi tırnaklarıyla sökmek zorunda kalmak normal bir durumdu. Birzamanlar vatandaşı olduğu ülkeye gelip orada yaptığı uzun tren yolculuklarındayolcu, mevcut durumun nasıl olduğunu anlayabilmek, insan-134


larda güçsüzlük ve yılgınlık mı yoksa öfke ve düşmanlık mı havası olduğunuyakalayabilmek için pür dikkat çevresindeki konuşmalara kulakkabartırdı. Aynı yolcu Hamburg liman semtlerindeki toplantılara, Ruhrbölgesindeki işçi toplantılarına katılır, kitlelerin kalabalığı arasına karışırdı,ama bazen de, bir birahanenin masasında otururken ya da bir kompartımandadışarıda akıp giden manzarayı izlerken ansızın fark edilebilir,kuşkuları üstüne çekebilirdi. Başka kılıkta görünme yeteneğinin zayıfladığıveya kod isimlerin unutulduğu bu anlar en tehlikeli anlardı. Pekçoğu anlık bir dikkatsizlik yüzünden ya da ihbar sonucu hapishaneye veişkence odalarına düşünce başkaları hemen onların boşluğunu dolduruyordu.Dağlık sınır bölgesi Erzgebirge'den her gün haberciler geçiyordu.Güvende olması gereken yoldaşlara ormanlarda ve dağ köylerinde saklanacaklarıyerler bulunuyor, oradan da Prag'a ulaştırılıyorlardı. Parti vekomiteler sosyal demokrat mültecilere Prag'da yardımcı oluyor, ihtiyaçlarınıkarşılıyor, barınacak yer sağlıyordu. Ülkede politik etkinlikte bulunmayanböyle binlerce kişi vardı ve onlara esnek davranılıyordu. Bunakarşılık yabancılar polisinin enselediği komünistlere, ne zaman Çekoslovakya'nınAlmanya'yla ilişkisinde bir düzelme olsa oturma izni verilmiyorve onlar Almanya sınırındaki görevlilere teslim ediliyordu. Her yerdegörülen bu sayısız olayın her biri izi sürülmesi gereken birer işaretti, amayine de ulaşılabilen büyük resim hem bulanıktı hem de kısa süreliydi. Bütünbu eşme ve kazma, soluğunu tutarak saatlerce yatar vaziyette bekleme,el yordamıyla ilerleme, isimsiz aracıların, şifreli adreslerin peşinedüşme, katillerle ansızın burun buruna gelme durumunu dile getirebileceksözler yoktu sanki. Tıpkı Wehner'in başına geldiği gibi örgütün birsonraki durağında bir aksama olması, herhangi bir grubun her an dağılabileceğive yeni kararlar alınması gerektiği anlamına geliyordu. Genişçaplı bir eylemin parçası olsa da herkes sonuçta yalnızdı, sadece kendinegüvenmek ve gerektiğinde başkalarının sorumluluğunu da taşıyarak busorumlulukla birlikte ölmek zorundaydı. Prag'da, Paris'te belli başlı başkayerlerde belli başlı kişiler bizim için de önem taşıyan görüşmeleri, uzlaşmaları,tartışmaları sürdürüyordu, geleceğimizi belirleyen bu insanlarkimdi, nasıl hareket ediyorlardı, akıllarından neler geçiyordu, hangi mekânlarda,hangi sokaklarda yaşıyorlardı. Ben bunları bilmek istiyordum,babamsa bir yıl önce Paris'teki sonuçsuz buluşmalar ve şimdi hiç tanımamışolduğunu düşündüğü bu kent üzerine neler söyleyebileceğini düşünüyordu.Kafamdaki Paris imgesi tanıdığım binaların fotoğraflarından, kitaplardagördüğüm çizimlerden, renkli baskılardan ve birkaç film sahnesindenoluşuyordu. Nehri, köprüleri ve sahil yollarını gözümün önüne geti-135


ebiliyordum, kentin çekiciliğine düzülen övgülerin yankısı kulağıma geliyordu.Paris, edebiyatın, resmin ve felsefenin metropolü demekti. Parissopalarla, tırpanlarla, manivelalarla dumanlar içindeki Bastille'i basanhalk kitleleri demekti, taştan tiranlık karşısında çıplak ellerin kazandığızafer demekti, görkemli taş bir yığışımın arasında kaybolan minicik insanlarınizdihamı demekti. Paris Vendome'daki Napoleon'un diktirdiğizafer sütununun yerle bir edilmesi demekti, hayatlarında hiç operaya davetedilmemiş olanların köşedeki Rue de la Paix'de akordeonları ve nefeslileriyleartık kendi vodvillerini sahnelemeleri demekti. Paris, Versailles'akaçan hükümdarların arkasından düzülen hiciv demekti. Dört ayrıorkestranın temposuna uygun hareketlerle halatlar anıtın etrafına çekilmiş,düşüş yönü daha önceden hesaplanmış, ters yöne düşmesi için aşağıkısmına derin bir çentik atılmış, dört bir yanına engelleyici barikatlar kurulmuştu.Napoleon'un anıtı Tuilerie semalarında batmakta olan güneşinışığı altında, onaltı Mayıs binsekizyüzyetmişbir günü akşamüstü saat beşbuçukta, toplardan dökülme bronz levhaların çatırtısı eşliğinde devrildi.Bir taş yığını haline gelen İmparator, giysisi ve defne çelengiyle artık birtoz bulutunun içinde yatıyordu. Devrime ihaneti cezasız kalmamıştı. Komüncülerarasında Courbet de vardı. Kasketi, gür ve siyah sakalıyla sankiyüzünü saklıyor ve her an kaçmaya, ortadan kaybolmaya hazır gibi duruyordu.Sanatsal sorunlarda tam bir yetki sahibi olan Courbet o günkügösterinin de sorumlusuydu. Halk için yararlı olan her şey korunmalı,onu aşağılayan her şey yok edilmeliydi. Gelgelelim daha sonra tıpkı geriyedönen bir film bobini gibi anıt yeniden yerine dikilmiş, sarmal halindeyükselen bronz levhalar eski formlarına kavuşmuştu, İmparator'un parçalarıbirleştirilerek sütunun tepesinde Traianus benzeri görüntüsü gerikazandırıldı. Courbet bunun bedelini beş yüz bin frankla, hapis cezasıyla,hacizle ve sürgünle ödemek zorunda kalmıştı. Paris umut dolu ama hızlasona eren, geri püskürtülen bir hamle, bir zafer sarhoşluğu demekti, Pariszenginliğin bekçilerinin tüfeklerinden çıkan ateş demekti, bankerleringırtlaklarını kesmeye, iyi yürekli ve barışsever olmalarından dolayı ellerigitmeyenlerin Fransız bankasını ele geçirmeyi başaramadan ölüme gönderilmeleridemekti. Paris kendi yaptıkları duvarların dibinde adeta biçilenişçiler ve zanaatçılar demekti, vurulan onbir kişi demekti, boyunlarındakinumara yazan kâğıt parçalarıyla kurşuna dizildikten sonra daracıkkutulara tıkılan onbirlerdi, ikisinin, bir baba ve oğulun numarası aynıydı,dört numara, kan revan içindeydiler, bazıları yarı çıplaktı bazılarıysa çuvallarıniçindeydi, bazılarının gözleri hâlâ açıktı, yetmiş iki günlük halkegemenliğinden sonra yeniden güçlenen burjuvazinin kurbanı olan yirmi-otuzbin kişilik erkek, kadın ve çocuğun içindeki on bir kişiydiler. Parisiktidarın tapınaklarının, dikili taşlarının, savunma kulelerinin arasındadolanmak demekti, bir zamanlar hassa alayının toplarının insanlarıüst üste yığdığı bembeyaz parlayan Sacre Coeur Kilisesi'nden geçmek de-136


mekti. Paris kanalizasyon sularında ıslanmış paçavralar içinde taş parmaklıklardatelef olmak demekti, Paris düş gücünün sınırsız özgürlüğüdemekti. Eylül bindokuzyüzotuzaltıda babam ve Wehner yapraklarıngölgesinde Raspail Bulvarı'nda yürürken Moskova'dan yeni dönmüşolan Erwin Piscatorla karşılaşmışlardı, Piscator'un yüzü kararmıştı, gözlerinieliyle kapatarak pek çok insan gibi aktris Neher'den de kuşkulanıldığınıanlatıyordu, bir geceyarısı Almanya'dan kaçmış olan Neher şimdiişçi devletinde kovuşturuluyordu ve sorguya alınan öteki antifaşistler gibikendisine ulaşma çabaları da sonuçsuz kalmıştı. Ağustosta Kamenev,Sinovyev ve öteki Bolşevikler hakkında açılan davalar Wehner'e göreuyarmak ve göz korkutmak için tek kerelik bir gösteriydi. Kararların adilolup olmadığından kuşkulanmak ve bunu dile getirmek Wehner'in politiktutumuyla uyuşmazdı. Ama yine de sözü Dittbender'in tutuklanmasınabağladığında etkilendiğini gizleyememişti. Wilmersdorf un eski bölgeyöneticisi, babamla birlikte çalıştıkları Rote Hilfe örgütünde üst düzeyyönetici olan Dittbender Şubat bindokuzyüzotuzüçte ilk tutuklananlardandıve Reichstag yangını davasında öteki komünistlerle birlikte serbestbırakılma sözü karşılığında Dimitrof aleyhine ifade vermek üzere hapishanedençıkarılmıştı. Ama Dittbender onu suçlamak yerine savunmuş,bunun karşılığında da korkunç işkenceler görmüştü. Aldığı ağır yaralarıatlattıktan üç yıl sonra Sovyetler Birliği'ne gitmiş, ama bu sefer de orada,serbest bırakılma karşılığında Alman Polisinin hizmetine girdiği iddiasıylasuçlanmıştı. Dimitrof un Alman işçi sınıfının en iyi isimlerinden birisiolarak tanımladığı, gençliğinden beri komünizm inancıyla yaşayan, adınıkimsenin korkaklıkla anamayacağı Dittbender şimdi, her zaman savunduğubu devlete komplo kurmuş olmakla suçlanıyordu. Gerek Parti'ningerekse Enternasyonal'in kurulmasında ve yapılanmasında katkısı olanlarınşimdi de hainlikle, düşmanla işbirliği yapmakla suçlanması sıkıntılarave vicdani çatışmalara yol açmaya başlamıştı. Bindokuzyüzotuzaltısonbaharında artık herkes gözden düşme, dışlanma, tutuklanma tehlikesiylekarşı karşıya olduğunu görüyordu, artık kimse kendi konumundanemin değildi, herkes partide varoluş mücadelesi, hayatta kalma mücadelesiveriyor, ama yine de sorumluluk alanını asla bilemiyordu. Bir yıl sonrabindokuzyüzotuzyedi Eylülünde artık herkes ne kadar uzayacağı kestirilemeyenlisteye alınmıştı, Neher ajan, casus olduğu gerekçesiyle tutuklanmış,Moskova'da doğmuş olan iki yaşındaki oğlundan koparılmıştı,Neumann, Schulte, Remmele, Kippenberger, Flieg tutuklanmış ve kayıplarakarışmışlardı. Bundan bir yıl önce Wehner de artık kendini tehlikedegörmeye başlamıştı, pek çok kişi partinin ileri gelenlerinden Münzenberg'inde sırada olduğunu söylüyordu. Wehner, Münzenberg ve Beimler'lebirlikte İspanya'da faaliyet gösteren Thâlmann Milisleri'ne katılmaküzere oluşturulan ve Beimler'in yönetiminde Huesca'da harekete geçenilk Gönüllü Birliği'ni kurmuştu. Babam Wehner'in İspanya'daki mü-137


cadele hakkında düşündüklerini anımsamaya çalışıyor, onunla yapmışolduğu konuşmaların ne kadarını anlatabileceğini, suskunluğunu nereyekadar bozabileceğini sorguluyordu. Wehner ona güvenmişti, ortamı anlayabilmekiçin malzeme edinmeye ihtiyaç duyuyorsa Wehner için de gizliliğinsınırı vardı. Konuşma yasağı delinerek söylenen her şeyin yaşamsalağırlığı vardı, düşman karşısında korunması gereken gizliliğin yanı sırabazı şeyleri ne pahasına olursa olsun bilmek zorundaydık. Babam veWehner birbirlerine yakındılar, farklı partilerin üyeleri olarak siyasi faaliyetlerdebirbirlerini gözardı etmemişlerdi. İş yerlerinde, oturulan semtlerdeve sokakta birlikte olabilmek ancak böyle mümkün olmuştu. AncakWehner şimdi Komintern'in araştırma komisyonuna hesap vermek durumundaydı.Babam onun aleyhine kullanılabilecek hiçbir şey söyleyemezdi.Babamın bana tam olarak güvenemediğini bir kez daha hissettim. Sankiburaya onun ağzından laf almak için gelip gelmediğimi düşünüyor gibigeldi bir an bana. Böyle temkinli davranmasına saygı duydum. Sonrakonuşmaya başladığında duraksayarak seçtiği birkaç sınırlı söz bendenbir şeyler gizlediğini anlamama yetti. Wehner'in neden İspanya'ya tayiniçin ısrar ettiği konusunda susuyordu babam. Gönüllü Birlikleri'nin örgütlenmesindede ortaya çıkan güçlükleri, entrikaları ve anlaşmazlıklarıçok iyi bildiği halde, Wehner yine de silahlı birliklere katılmayı partidekifikir ayrılıklarına ve kuşkulara tercih etmişti. Babama ima etttiği üzereWehner, belki oraya gitseydi de tanımlanan bir düşmanla açık ve doğrudanbir savaş içinde olmak yerine yine güvensizliğin, suçlamaların, iftiralarıniçine düşecekti. Karadeniz'deki Fransız donanmasını bir zamanlarRus devrimcilerinin tarafına geçirmiş olan ve İspanya'daki Gönüllü Birlikleri'ninyapılanmasından ve siyasi yönetiminden sorumlu olan Martyher Alman gönüllüyü sabotajcı ve Troçkist görme eğilimindeydi. İlk Almanmilis gücünün eksik teçhizatla ve lojistik destekten yoksun ateşe atılmışolmasını Marty'nin bu çekemezliğinde aramak gerekiyordu. Babamİspanya'daki savaşa katılan Enternasyonal Tugaylar"ın nasıl oluşturulduğunailişkin ilk bilgileri Wehner'den almış, ek haberlerse ona daha sonraulaşmıştı. Merkez Komite'nin emri üzerine Haziranda Schreiner tarafındangöreve çağrılan ve İspanya işçi milisi Carlos Marx'a katılan ThâlmannMilisleri eskiden altmış adamdan oluşuyordu, bunların yarısı Olimpiyatlarıprotesto etmek için Barcelona'ya gitmiş olan sosyalist sporculardı.Ağustos başında Paris'ten dönen Beimler de bir ekip daha kurmuştu.Farklı sayılardan söz edilmeye başlamıştı, buna göre milis seksenle doksanarası adamdan oluşuyordu, ancak iki ayrı Thâlmann ekibinin olup olmadığıbilinmiyordu. Ancak Ekimde yüz kırk üç üyesi olduğu söylenentek bir milisten söz edilmeye başlandı. Milis Tardienta'da harekete geçtiğindeekibin siyasi komiseri Beimler, kumandanı Geisen, komutanlarıWille ve Schindler'di. Babam için tipik olan ve onun kendince olayları dahayakından görmesini sağlayan bütün bu sayısal dökümler yine de Weh-138


ner'in bakış açısından etkilenmiş gibiydi. Wehner eylemlere yeterince hazırlanılmadığından,cephane, sıhhiye eri eksikliğinden ve ihtiyaçların yeterincekarşılanmadığından söz etmişti. Yirmi dört Ekimde, babamınWarnsdorf a dönüşünden bir ay sonra milisler falanjistlerin işgali altındakiSanta Quiteria Tepesi'ne hücum etmişlerdi. Manastırın ele geçirilmesibirliğe otuz dört ölü ve kırk bir yaralıya mal oldu, bunların aralarında kumandanGeisen de vardı, dedi babam. Ama bu rakamlar da güvenilir değildi,özetle Tardienta'da milisin yaklaşık yarısı kadar kayıp verdiği söylenmişti.Babamın sözlerinin ardında bir belirsizlik, bir huzursuzluk vardı.Acaba beni uyarmak, İspanya'ya gitmekten alıkoymak mı istiyor diyesordum kendime. Ama bütün bu hesaplarında ve incelemelerinde önceliklekendi kuşkuları ve bir aidiyet hissetmemesi belirginleşiyordu. Dahasonraları Thâlmann Taburu olarak anılan milisin reddi ya da mağduriyetiyleilgili hiçbir şey gelmemişti kulağıma, aksine Tardienta'da gösterdiğicesaret yüzünden ünlenmiş ve Katalanya yönetimi tarafından şeref sancağıylaödüllendirilmişti. Milisin verdiği kayıpları askeri eğitimin yetersizliğinde,ilk ayların doğaçlama savaş biçiminde ve merkezi bir karargâhınyokluğunda aramak gerekiyordu. Babam İspanya hakkında kaçak konuşuyor,böylece asıl sorunlara değinmemiş oluyordu. WehnerTe buluştuğundaonun parti yöneticileriyle ciddi bir çatışma içinde olduğunu hissetmiştibabam. Wehner'in sonraki suskunluğu da sorgulanmaya başladığıdöneme rastlıyordu. Ortaya atılan iddiaların kafa karıştırıcı ve moralbozucu yanı, kuşkuların hangi yönden geldiğinin bir türlü kesin olaraksaptanamamasıydı. Tahminler kendisi de sorgulanmakta olan Münzenberg'inkomisyona Wehner'in aleyhine delil sunmuş olduğu yolundaydı.Babam Parti aygıtının, Wehner'in ismini yıkmaya başlamış olmasındankorkuyordu, tıpkı Münzenberg'in haklarını yavaş yavaş ihlal ettiği, onungerçekliğini bulandırdığı gibi. Babam Paris'teyken henüz bu davadan haberdardeğildi. Almanya'da Komünist Parti'nin kurucularından, Lenin İsviçre'desürgündeyken onun yakınındaki birkaç Alman komünistten biriolan Münzenberg'in dışarda uyandırdığı izlenim propagandacı ve yayıncıolarak itibar sahibi olmasıydı, tek bilinen Münzenberg'in Ulbricht'inyönetimindeki parti ekibiyle anlaşamamasıydı, ama antifaşist mücadeleninhangi taktikle sürdürüleceği tartışmasından kimse uzak kalamıyorduzaten. Babam ancak bugün, bindokuzotuzyedinin sonbaharında Münzenbergimajının nasıl değiştiğini, imalarla onun geçmişiyle nasıl oynandığını,hizmetlerinin nasıl inkâr edildiğini görebiliyordu. Parti'nin tarihindeoynadığı önemli rol hafife alınmakla ve çarpıtılmakla kalmamış,aynı zamanda, Sovyet Rusya İçin Enternasyonal İşçi Yardımı'nın yapılanmasındanve kendi yayınevini kurmasından tutun da, Paris'te düzenlenenantifaşist yazarlar kongresine, Halk Cephesi heyetine, dünya barışhareketine kadar sayısız girişimleriyle yaptığı katkılardan artık hiç sözedilmez olmuştu. Bu tavır, onun adını silmekteki katı ve hınç dolu karar-139


lılığm ifadesiydi. Babam bindokuzyüzonbeşte Volkswille gazetesinin çalışanıolarak Macar sosyal demokrasisi sayfası için, Zimmerwald solcularıarasında yer alan Münzenberg'le ilişki kurmuştu. Bremen'de Arbeiterpolitik'inredaktörü olarak da onunla yazışmıştı, Münzenberg o zaman EnternasyonalSosyalist Gençliğin yöneticisiydi. Daha sonra Berlin'de İşçi Yardımıörgütünde yine onunla çalışmış, bir süre de Münzenberg'in çıkardığıişçi dergisine yazılar yazmıştı. Bu gazete, dedi babam, fikir oluşumumuzuciddi biçimde belirlemişti. Her hafta önemli tartışmaları buradan takipedebiliyorduk, pek çoğumuz resim sanatının, edebiyatın, bilimin sorunsallarıylabu derginin aracılığıyla tanışıyor, Münzenberg'in Almanya'yagetirdiği Ayzenştayn, Pudovkin'in, Ek'in, Vertov'un büyük filmlerininkatkısını bu dergiden öğreniyordu. Bu desteğin de artık ne kadar azaldığıkulağıma geliyor, dedi babam. Burjuva basın tekelini kırmayı ve kitle iletişimaraçlarını partinin hizmetine koşmayı başaran Münzenberg dahaönce de aşağılanarak kendisine pervasızca kızıl Hugenberg 16 adı takılabilmişti,dedi babam, şimdilerdeyse Münzenberg'in kişisel zenginlik peşindeolduğu ve Komintern'in paralarını kötüye kullandığı için Moskova'yaçağrıldığı söyleniyor. Wehner de bindokuzyüzotuzaltı Eylülündeartık Münzenberg'e sırt çevirmiş gibiydi. Söylentilere ve kendi ifadelerinebakılırsa, Wehner onu bir üçkâğıtçı olarak görüyordu, onun ilkesiz davrandığını,taktiğini çok sık değiştirdiğini düşünüyordu. Ama babam onusavunuyordu. Tutumunun sabit olmaması, dedi babam, onun sivri gazeteciliküslubunun, polemikçi yönteminin bir parçasıydı. O güncel olgularaaçıklama getirmek istiyordu, bu da ancak bakış açılarının sürekli değiştirilmesiylemümkün olabilirdi. Hep desteklemiş olduğu fotomontaj sanatıve deneysel politik filmler onun çok yönlülüğüne uygun düşüyordu.Gazetenin Prag'daki şimdiki yöneticileri, Münzenberg'in derginin düzenlenmesindeaslında hiçbir payı olmadığını, tersine Heartfield'in etkileyicimontajlarının basılmasını engellemeye çalıştığını iddia ediyorlardı. Münzenbergsadece kendi kişisel iktidarı peşinde koştu, demişti Wehner. Elbettepek çok yeni girişimin sahibi oydu, ama yine de işleri başkaları üstlenmiştihep. Oysa babam onun bu özelliğinde olumsuz bir şey görmüyordu.Merkez Komite'nin bir üyesi olarak Münzenberg'in hep bağımsızhareket eden biri görüntüsü vermiş olması onun güçlü yanıydı babamagöre. Luxemburg'un partide açık tartışma yapılması talebini yaşatan sonkişiydi o, dedi babam. Her ifadenin, her niyetin kuşku uyandırdığı bir zamandababam sıkıntıyla yargılanma sırasının Münzenberg'e geldiğini görüyorduve hiç kimse, her an kendi başına gelebilecekleri tahmin etse deyakın çevresindekilerin maruz kaldığı bu muamele karşısında kendinikoruyabilecek durumda değildi. Akıldışılık aklı gölgelemekteydi. Bilimselliğinyerini kuruntu almıştı. Babam Paris'e gittiğinde Münzenberg'i16 Alfred Hugenberg: Weimar Cumhuriyeti'nin aşırı sağcı medya patronu, Hitlerln iktidara gelmesindeönemli katkısı olmuştur. (Ç.N.)140


yeniden görmeyi ummuş, ama kongre oturumu sırasında onunla konuşmayıbaşaramamıştı. Bindokuzyüzotuzüçten bu yana onu bir daha görmemişti,ama faaliyetlerini dikkatle izlemişti. Antisovyet kışkırtmayakarşı savunma, faşizme karşı mücadele, Çin Devrimi'nin desteklenmesi,yeryüzünün mahkûmları olarak adlandırdığı, ayaklanan sömürge halklarınayardım çağrıları hep onun adıyla birlikte anılmıştı. Münzenberg, sosyalizmkonusunda kararsız kalanların, sempatizanların, hümanist burjuvaentelijensiyasının büyük bölümünün tavır almasını ve ilerici tutumlarınınpolitikleşmesini sağlamıştı. Onun çağrıları, bir dönemin edebiyatına,sanatına, tiyatrosuna, filmine çehre kazandıran herkesin desteğini almıştı,hâlâ da tıpkı o günlerdeki gibi eserleriyle birlikte onların adı anılıyordu,siyasi hareketlerin tepesindeki isimlerdi onlar, ben bu adları öncelerikendimden uzak tutmaya niyetliydim, asıl bizi ilgilendirenlerin adlarıbile anılmazken onlar da kim oluyor, diye düşünüyordum, ama onlarbir işaret, bir anıt gibi her taşın altından çıkıyordu, Brecht, Piscator, Dudow,Ihering, Jessner, Busch, Grosz, Dix, Kollwitz, Heartfield, Feuchtwanger,Döblin, Toller, Tucholsky, Ossietzky, Kisch, Becher, Seghers, Renn,Gorki, Gladkov, Ehrenburg, Dreiser, Shaw, Sinclair, Nexö, Barbusse, Rolland,Gropius, Taut, van der Rohe, Kerr, Jacobsohn, Pechstein, Muche,Hofer, Klee, Einstein, Freud. Peki ya Münzenberg'in Raspail Bulvarı'ndakiLutetia Oteli'nde Eylül bindokuzyüzotuzbeşte düzenlediği ve otoriteleridavet ettiği o muazzam toplantıya ne demeliydi, sayıları elli bir kişiykenyüz on sekize çıkmıştı, toplantının amacı Alman Halk Cephesi'ne hazırlanmakiçin otelin adıyla anılan komitenin kurulmasıydı. Yazarlar veyayıncılar arasında Heinrich Mann, Klaus Mann, Feuchtwanger, ArnoldZweig, Toller, Leonhard, Olden, Ludwig Marcuse ve Schwarzhild, sosyaldemokrasinin temsilcileri arasındaysa Weimar Cumhuriyeti'nde üst düzeygörevler üstlenmiş olan Breitscheid, Braun, Grzesinski, Kuttner,Schiff, Hertz ve Schifrin vardı. Siyasileri ve kültür adamlarını içeren böyleheterojen bir topluluktan bir halk cephesi yönetiminin çıkıp çıkamayacağıdaha o zamanlar kuşkulu olmuş olmalıydı. Ama başlangıçta sosyal demokratyöneticilerin Koenen, Münzenberg, Dahlem, Matern ve Abuschgibi komünist yetkililerle masaya oturması, en azından karşılıklı görüşmelerinmümkün hale gelmesi, eski düşmanların değişim çabaları içindeilk kez ortak bir çağrıda bulunmaları, böylece parti yönetimlerinin şimdiyekadar gerçekleştiremediği bir işi başarmaları bir kazanç olarak görülmüştü.Her ne kadar bu, faşizmin genel olarak yargılanması ve temel insanhaklarına yeniden kavuşulması çağrısıysa da, işbirliğinin gerekliliğiyeterince kendini göstermişti. Komitenin saptadığı görev ve hedeflerdensöz edilmiyordu henüz, Almanya'daki muhalefet kendisiyle nasıl bir işbirliğiyapılacağı konusunda bilgilendirilmiyordu. Münzenberg gerçekve etkili bir faaliyetten ziyade bu topluluğun yaratacağı parlak etkiyi düşündü,demişti Wehner. O bir tür zihinsel muhalefet hayali kuruyordu,141


ünlüler düşünce yazıları ve düzeyli söylevleriyle Almanya'da hayattakalma şansına erişip yeraltında yaşayan insanlara yöneleceklerdi. Amabağlayıcılığı olmayan bu amaç Lutetia topluluğu üzerinden ülkedeki burjuvamuhalefet akımlarını etkilemek isteyen Merkez Komite'nin niyetleriyleörtüşmüyordu. Komünistler, partiler üstü bir topluluğu parti yönetimininyetkili organı haline getirmeye çalıştıkları yolunda suçlandılar. OysaAlmanya'daki durumla sadece dışarıdan ilgilenen ve içeride her türlümilitanca eylemden uzak durmaya çalışan sosyal demokratın ve liberalkomite üyelerinin tersine komünistler Almanya'nın içinde hareketlenmeyaratmaya çalışıyorlardı. Az çok ilerici kişilerle gevşek de olsa bir ilişkiiçinde bulunmak komünistlere göre ileri adım atma, Sosyal DemokratParti'nin yönetimiyle uzlaşmaya varma aracından başka bir şey değildi.Eğer bu birliktelik parti politikaları düzlemine taşınabilirse ancak o zamanpratik bir değeri olabilirdi. Birlik için hazırlık çalışmaları yapan grupiçinde, gelecek için tasavvur edilen devlet biçimi üzerinde durulması fikirayrılıklarını derinleştirmeye yetmişti. Faşizmin kurbanlarına yardım çağrısı,içerdekiler için af talebi, savaş hazırlıklarının protestosu konusundauzlaşma sağlanabilirdi, ama antifaşist mücadelenin içinden nasıl bir devletdoğacak diye sorulmaktaydı. Barışın, demokrasinin, düşünce, araştırma,öğrenme ve din özgürlüğünün hayata geçmesi gerektiğini söylemekyetmiyordu. Asıl soru iktidarın kimin elinde olacağı sorusuydu, devlethangi temel üzerinde kurulacaktı. Haziran bindokuzyüzotuzaltıda komünistlerMerkez Komite'nin yaptığı ayrıntılı bir çalışmanın ardından,halkın ekonomi, politika ve kültür konularında özgürce karar verebileceği,yönetenlerin genel, eşit, gizli ve dolaysız seçim hakkıyla belirleneceğidemokratik bir cumhuriyetten söz etmeye başladılar. Bu defa da halkkavramı nasıl tanımlanacak sorusu atıldı ortaya, halk düşmanları olarakgörülenlere çekilen sınır nerede başlıyordu, ayrıca burjuvazi hangi kriterleregöre bölümlenecekti. Faşizmin karşısında yer alan herkesin aynı haklarasahip olması gerekiyordu. Haklar için mücadele eden bu cephe büyüktoprak mülkiyetinin, ağır sanayinin, bankaların devletleştirilmesinitalep edebilirdi. Demokratik bir cumhuriyet elbette sosyalist bir devlet olmayacaktı,ama faşizmin sonunu hazırlayıp özel finans sektörünün yenidenyükselişini önleyebilirdi. Buna karşılık Sosyalist İşçi Partisi'nin temsilcileribağımsız sendika gruplarıyla, sol burjuva çevreleriyle ilişki kurulmasınıbile yasaklamıştı. Seydewitz komünist çizgiyi izlerken Frölich veWolfstein kendilerini geri çektiler. Onlar sosyalist birlik cephesini HalkCephesi'ndeki yığışımdan daha çok önemsiyorlardı, onlara göre halkcephesinin amacı sınıflı toplumu ayakta tutmaktan başka bir şey değildi.Maslowski gibi onlar da bir cephenin diğerini dışlamadığını, işçi sınıfıaçısından birlik mücadelesinin, halkın mümkün olduğunca büyük bölümününilerici kesime çekilmesi çabası kadar önemli olduğunu görmekistemiyordu. Buna karşılık Hertz ve Schwarzschild toplantıları sağdan142


dağıtmaya çalışanlardı. Komünist Parti'nin belirleyici bir rol oynayacağıbir halk cephesi faşizmi zayıf düşürmez, tam tersine güçlendirir, diyorduHertz, dışarda Hilferding ve Ollenhauer'le birlikte lobi yaparak Avrupa'dakomünist partilerin tasfiye edilmesi çağrısında bulunmaya başladı,Schwarzschild onun bu çağrısına haftalık dergisi Neues Tagebuch'da destekveriyordu. İşbirliğinin taraflarından geçmişteki hataları tekrarlamamakiçin bu denli zahmet, bu denli değişim talep edilmesinin nedeni komünistlerinkarşısında üst düzey memurlar olan, bir zamanlar onlar içinvur emrini veren, olağanüstü durumdan onları sorumlu tutan ve onlarınderneklerini, örgütlerini, gazetelerini yasaklayan sosyal demokratlarınoturuyor olmasıydı. Olağanüstü bir özdenetim ve tarihsel gerekliliklerikavrayış bu koalisyon denemesinin ön koşuluydu, burada bir partininyoğunlaşmış gücü gösteriyordu kendini, bu güç tek tek bireylerin becerilerindendaha güçlüydü ve başkalarını değersizleştirip böylece kendiniyüceltmek duygusundan arınmıştı. Breitscheid, Braun, Kuttner, Grzesinskiiçin, ait oldukları parti yönetiminin karşı çıkmasına rağmen komiteninbeyanlarının altına imzalarını atmak, partilerinin kendilerine verdiği görevdoğrultusunda hareket eden komünistlerin işinden daha zordu. Amabu imzalar nereye kadar dayanabilirdi ve yeraltı hücrelerinde nasıl bir etkiyaratacaktı, diye soruyordum kendime. Yeşil duvarlı mutfakta Coppi'ninailesinin, içindeki metnin hazırlanmasına Grzesinski'nin de, Prusyaİçişleri Bakam olarak kendisine bağlı polis müdürü Zörgiebel'in yönettiğive bir Mayıs bindokuzyüzyirmidokuzda Wedding işçilerine yönelikkatliamın sorumlusu olan Grzesinski'nin katkıda bulunduğu broşürüokuyuşu geldi gözümün önüne. Bu tarih benim için de önemli bir tarihti.Bremen ayaklanmasını bilinçli olarak yaşamamıştım, ama daha sonraNettelbeck Meydanı' ndaki sokak çatışmaları benim ilk siyasi tavrımı almamayol açmıştı. O zamanlar Brunnen Caddesi'nde oturuyorduk, olaylarolup bittiği sırada her şeyi hâlâ tam olarak anlamış değildim, ancak ikiyıl sonra on üç yaşımdayken Pflug Caddesi'ndeki evimizde Neukrantz'ınkitabı Wedding Barikatları'nı okuduğumda olayların çapını anlayabildim.Eskiden başkalarının şiddetli kızgınlığını, annemin babamın bana anlattıklarınıdinlemekle yetiniyordum, ama artık ben de günler boyu sürenbir hiddet ve öfke içinde yaşamaya başlamıştım, inancımın kaynağı buöfkeydi. Okuduğum bu kitap, kısa dar bir caddede, Wiesen Caddesi'ylebirleşen ve bizim sokağa benzeyen Köslin Caddesi'nde, insan gücününmekanik zorbalık karşısında nasıl ayaklandığını ve bu gücün taş yığınlarınınarkasında silahsız olarak makineli tüfeklerin, panzerlerin, keskin nişancılarınateşine birkaç gün nasıl dayandığını anlatıyordu. Kitapta betimlenenbu vahşet soluğumu kesmişti, burjuva sınıfına hizmet edenlerin,işçi sınıfının meşru gösteri günü olan Bir Mayıs'ı yerle bir ettikleri birvahşetti bu. Köslin Caddesi'ndeki evlerin duvarlarında kabaca kapatılmayaçalışılmış kurşun izleri vardı hâlâ. Oradaki evlerin pencerelerinde143


kızıl bayraklar uçuşuyordu. Bizim sokakta da hep kararlılık ve isyan hükümsürmüştü. Hafta sonları okuldan eve geldiğimde Pflug Caddesi'ndengeçerken her defasında buranın yeni çatışmalara gebe olduğunudüşünürdüm. Önce sezgisel olarak, sonra da teorinin ışığı altında, bizigittikçe köşeye sıkıştıran, sesimizi boğmak isteyen ve bir Mayıs bindokuzyüzyirmidokuzda,ilerde daha şiddetli darbelerin ön hazırlığı olarakkurşunları üzerimize boşaltan mekanizmayı kavramaya başlamıştım.Sosyal demokrasinin sözüm ona anayasaya bağlılık ve çalışanların mevcutsistem içindeki kurtuluş umutları iddialarıyla, işçi sınıfına saldırılarınkaynağı o sağlam kalenin inşasının tamamlanması arasındaki çelişkiyigörmüştüm. Mutfakta, pencere yarıklarından istasyon isinin içeri sızdığı,yazın ister istemez pencereyi açmak zorunda kaldığımızda bir saat geçmedenbile kara bir toz tabakasının masanın üzerini ve zemini kapladığıo mutfakta hızlı hızlı volta atışımı, annemin babamın hâlâ nasıl olup dabağlı oldukları partiden, içinde bulunduğumuz durumu düzeltmesini,üretim biçimini değiştirmesini beklediğini sorgulayışımı hatırladım. İşçilerMayıs bindokuzyüzyirmidokuzda her gün kendilerini aşağılayan gazetelerinmatbaalarını basıp ortalığı neden dağıtmamışlardı, onları aşağılayansadece burjuva gazeteleri değildi, sosyal demokratların yayın organlarıda aynı şeyi yapıyor iftira üstüne iftira atıyorlardı, polisi tahrik ettiklerisöylenerek kıyımların suçlusu olarak bizzat işçiler gösteriliyordu,şimdi neden kızmaktan başka bir şey yapmıyor ve işlerine güçlerine gitmeyedevam ediyorlardı, neden boyun eğiyor ve neden el etek öpüyorlardı,babam daha önce bu sorulara verdiği yanıtı burada, Warnsdorf dabir kez daha tekrarladı, kiramızı ödeyebilmek, her gün karnımızı doyurabilmekiçin çalışmaktan başka çaremiz yoktu bizim. Sosyal demokrat Breitscheid'ınbindokuzyüzotuzaltıda komünistlerle işbirliği içinde ortak bireylem örgütleme çabası, Sovyetler'in Avrupa'nın güvenliğini sağlama yönündekipolitikasını onaylaması veya Grzesinski'nin, Kuttner'in eskidenyapmış olduklarını artık yapmak istememeleri, onların partisi her şeyerağmen, kaçınılmaz olarak işçi sınıfının çıkarlarıyla çatışan güçlerle ilişkilerisürdürmeye devam ettikçe ne işe yarardı ki. Sosyal Demokrat Parti'ninyeraltındaki Alman siyasi örgütleri arasında ortak cepheyi reddetmişolması en az yirmi yıllık bir sürecin son aşamasından başka bir şeydeğildi. Şimdilerde anlaşma konusunda ısrar eden Komünist Parti yirmiliyılların sonlarında da, o zamanlar hedefleri henüz net olmamakla, sosyaldemokrat yönetimle parti tabam arasındaki ayrımı yeterince yapamamaklabirlikte, aynı şekilde birlik çağrısında bulunmuştu. Komünist Partibindokuzyüzyirmidokuzda nasyonal sosyalistler parlamentoda henüz azsandalye sayısına sahiplerken faşizmin süratli yükselişini hesaba katamamışolsa da, proletaryanın tek bir çatı altında toplanması konusunda durmadanuyarılarda bulunmuştu, buna karşılık sosyal demokrat yöneticilersözüm ona liberallikleriyle burjuvazinin hizmetine girip orta sınıfın oyla-144


ını toplamak uğruna devrimci işçi sınıfını hedef alan her türlü zorbalıkkarşısında susmuşlardı. Parti politikasına boyun eğmemeye çalışan az sayıdakisosyal demokrat da, sonuçta ekonominin ve ordunun egemenleriyleyapılan anlaşmanın dışına çıkamıyordu, onlar bulundukları görevlergereği yaşadıkları vatan toprağının geleneklerine özel bir bağlılık göstermekzorundaydılar. Babam Wehner'e, her şeye rağmen Münzenberg'inesasen neden suçlandığını anlayamadığını söylemişti. Sosyal DemokratParti'nin ve sendikaların üst düzey yetkilileriyle dostane ilişkiler kurmayı,bir halk cephesi hareketini başlatmak için uygun şartları yaratmayı başaranda, parti politikasının ilkece olumladığı hedefe ulaşan da, bu yakınlaşmagirişimine ilginç bir görüntü kazandırarak daha geniş kesimlerindikkatini çekebilen de Münzenberg'di. Komiteye Lutetia adını vermekleona nasıl bir önem atfedilmesi gerektiğine işaret eden o değil miydi, diyesordu babam. İmalar, örtük bir alaycılık, söz oyunları Münzenberg'in çalışmabiçiminin bir parçasıydı, işte Lutetia adı da, sadece Paris'in Romaİmparatorluğu dönemindeki halini, Keltlerin Seine Nehri'ndeki Cite Adası'nakurdukları yerleşim merkezini tanımlamakla kalmıyor, aynı zamandaHeine'nin komünizm çizgisini benimsediğini gösteren Paris günlüklerininbaşlığını oluşturuyordu. Bu kitap Münzenberg'in en sevdiği kitaptı,yazarın Fransızca çeviriye yazdığı önsözde belirttiği gibi binsekizyüzkırkile kırküç arasını anlatmakla birlikte kırksekiz Şubat devriminin hazırlayıcısıolarak da görülebilirdi. Eğer otelde biraraya gelenler bu yapıtın girişiniokumuş olsalardı, dedi babam, Münzenberg'in niyetini açıkça görebilirlerdi,gerçi belki de o zaman bazıları ürküp komiteye katılmaktanvazgeçecekti. Lutetia ismi, özgür düşünceli burjuvaların komünistlere katılmasınısimgeliyordu, göklere çıkardıkları şair Heine onlara, bu ânıngerçek kahramanının kim olduğu konusunda bir ders vermekteydi, bukahraman Toplumsal Hareket'in kendisiydi. İyi niyetle biraraya geldiklerindekulaklarını iyice açmış olsalardı Heine'nin onlara söyleyeceği sözleri,özellikle de parlamentarizmin kaba nükteli sahtekâr komedyası veonun figüranları üzerine ve paranın gücünü sarsmayı başaran tek öğretiolan komünizm üzerine söylediklerini işitebilirlerdi. Babam büfenin yanmagidip üstteki camekânı açtı ve rafta muhafaza ettiği kitaplardan birisinialdı. Heine'nin toplu eserlerinin on üç, on dört ve on beş numaralı cildiydibu, Bong Yayınevi'nin çıkardığı şarap kırmızısı olan cilt. İşaretlisayfayı açıp okumaya başladı, Heine burada tıpkı Münzenberg gibi, kendinedönük bir ironiyle ürkütücü put kırıcıların, komünistlerin iktidarıele geçirip güzelliğin simgesi olan bütün mermer heykelleri parçalayacakları,bütün parlak sanat yapıtlarını yıkıp dökecekleri, şairin defneağaçlığını dümdüz edip orada patates yetiştirecekleri, içine kahve ve tütünkoymak için şiir kitaplarından külah yapacakları bir zamanı anlatıyordu.Ah, diye sesleniyordu Heine, bütün bunları şimdiden görür gibiyimve zafer kazanacak proletaryanın, bütün bir romantik dünyayla bir-145


likte sonsuza dek mezara gömülecek dizelerimi tehdit edeceği bu çöküşüdüşündüğümde dilin anlatmaya yetmediği bir keder sarıyor her yanımı.Geç dönem burjuva entelektüellerinin Lutetia Oteli'ndeki buluşmasınakendisinin atfettiği anlamı düşündükçe Münzenberg'in, nasıl kahkahalaraboğulduğunu tahmin edebiliyorum, dedi babam. Buna karşılık Münzenbergaynı yılın eylülünde, Moskova'ya gidişinden kısa bir süre önceWehner ve Dahlem'i, Komintern'e sunmak istediği bir çalışmayı onlaraokumak için çağırdığında o her zamanki neşesinin izi bile yoktu. MetniMünzenberg'le birlikte yazan ve daha önce de Abusch'la beraber ReichstagYangını Davası'nı kaleme almış olan Katz bu görüşmeye katılmamıştı.Münzenberg yoldaşların tepkilerini, değerlendirmelerini almak istiyordu,çok yakında Enternasyonal'in Yürütme Komitesi'nin karşısına çıkacakolması onu sinirli, gergin ve ürkek yapmıştı, her zaman kendine güvenenbu adam artık kendinden çok emin değildi, ikaz edilmiş olmalıydı,İspanya'da göstermesi gereken acil faaliyetleri öne sürerek Moskova'yagidişini erteleyip ertelememesi gerektiğini sorguluyordu. Kimin kimi yanıltacağı,kimin kimi kime karşı kullanacağı belli değildi. Katz belki debaşına bir şey gelmesini istemediği için Moskova'dan çıkacak sonucubeklemek üzere Münzenberg'den uzak duruyordu, Wehner ve Dahlemise soğuk ve temkinliydiler, Münzenberg'i artık düşmüş ve gereksiz birisiolarak görüyorlardı. Wehner Katz'a karşı da sempati beslemiyordu. Babamo günlere geri döndükçe, Katz'ın kendini beğenmişliğini ve boş gururununasıl eleştirmiş olduğu geldi aklına. Katz bindokuzyüzyirmiyedidenbu yana Komünist Parti üyesiydi, zaman zaman Piscator'un tiyatrosundayönetici olarak çalışmış, sonra da Sovyet film prodüksiyonundagörev almıştı, temsil ettiği çizgiye şaşmaz bağlüığıyla tanınıyordu, ayrıcaonda bir para harcama tutkusu vardı, illegalitede basit bir hayat sürdürenWehner, onun bu özelliğinden rahatsızlık duymuş olmalıydı. Baskın karakteriyledikkat çeken Katz onun gözünde tekin bir adam değildi, becerilerive yetenekleri takdire değer olmasına karşın Wehner onu işçi sınıfınınsözcülüğüne soyunmuş bir snob olarak görüyor ve kendisi de işçi kökenlibirisi olarak onun karşısında dikkatli olma gereği duyuyordu. AncakWehner, yaşama şartlarının kamufle olmayı dayattığı bir ortamda böylebir izlenimin olası haksızlığını, bunun genel güvensizlik havasından vehep tetikte bekleme zorunluluğundan kaynaklanıyor olabileceğinibelirtmeyi de unutmuyordu. Konuşmamızda babam bir kez daha Wehner'leyaptığı görüşmenin ne kadarını anlatabileceğini düşündü. Onunkulağına gelen bilgiler de kısıtlıydı. Barış Komitesi'nin oturumunda karşılaşmışlardı.Kamuoyuna yapılması gereken açıklamalar bir hafta önceBrüksel'deki büyük kongrede yapılmıştı, şimdiyse komisyon toplantılarıyapılmaktaydı. Partilerin ve sendikaların delegeleri teke tek görüşmelerebaşlamışlardı. Brüksel'de antifaşist mücadelenin, İspanya İç Savaşı'nmönemli sorunları gündeme gelmemiş, bu konulardan kaçınılmıştı. Sadece146


halkların birleşmesinin bile dünya barışının korunmasında oynayacağırolün vurgulanması gerektiği söylenmişti ve öyle de olmuştu. SovyetlerBirliği'nin Batılı ülkelerle faşizme karşı bir ittifak kurma çabaları başarısızlıklasonuçlandıktan sonra artık geriye, Cenevre'deki buluşmada Sovyetsiyaseti için destek istemek kalmıştı. Oysa Paris'te ortak çıkarların tartışılmasıyerine fraksiyonlar arasındaki keskin fikir ayrılıkları gelmiştigündeme. Komünist delegasyon Halk Cephesi politikasını değil de partipolitikasını temsil etmekle ve kongre üzerinde egemenlik kurmayı istemeklesuçlanmıştı. Babam tanınmayan Çekoslovak bir sendika temsilcisiolarak bu hararetli tartışmanın dışındaydı. Münzenberg'in sunduğu raporesnasında parti yöneticileri ve parlamenterler tarafından içeri alınmamış,daha sonra kalabalığın arasında şöyle bir gördüğü Wehner ingiliz veFransız diplomatların arasında kimsenin dikkatini çekmemişti. Peki sonraWehneı / le konuşma fırsatını ne zaman buldun, diye sordum ona. BabamParis'e gönderilmişti, bu heybetli kentin yönetim merkezindeydi,çevresi dışişleri, savunma, sanayi, çalışma, eğitim bakanlıklarıyla çevriliydi,metro onu otelinin bulunduğu de I'est durağından Invaliden Durağı'nataşıyordu, hep Concorde Meydanı'nın, Champs Elysees'nin, Tuilerien'nin,Nötre Dame'm altında kalan Louvre'u çok istediği halde bir türlügöremiyor, buna karşılık hiç çıkmadığı Eyfel Kulesi'ni her sabah ve herakşam görüyordu. Bütün bu hareketliliğin ortasında küçük bir park alanıvardı, babam onun Rousseau Meydanı olduğunu anımsadı, Jean Jacquesdeğil Samuel Rousseau, İsviçreli banker Aschberg'in yabancı konuklarınıağırladığı evinin bulunduğu Casimir Perier Caddesi'ndeki gotik taklidiSancta Clotilde Kilisesi'nin hemen önündeydi bu alan. Aschberg'in evindeyapılan bir toplantıdan çıkan babam ve Wehner Ordu Bakanlığı'nadoğru yürümüşler ve parka, fırtınanın ortasındaki bu sessizliğin tam kalbinegirmişlerdi, bir banka oturduklarını söyledi babam, en azından somutbir şeydi bu anlattığı, çalılıkları, güvercinleri, etraflarını saran yapılarıgözümün önüne getirebiliyordum, oysa aralarında geçen konuşmaylailgili fazla bir şey söylemedi yine babam. Onun Wehner'den öğrendiklerizaten süzgeçten geçmişti, bana söylenenlerse bunun cılız bir yankısıydı.Münzenberg'in, Alman faşizminin başının ezilmesinde uygulanacak stratejihakkında bir yazı yazmış olması bugün, yani bir yıl sonra büyük ölçüdedeğişen koşullarda, bir sır olmaktan çıkmıştı. Wehner'in ifadesine göreMünzenberg'in iri laflarla kendi kuramı ve yön gösterici bir model olarakortaya çıkardığı makalenin içeriğini babam da bilmiyordu, Komünist Enternasyonalve Politbüro böyle yön çizme iddiasındaki bir modele karşıçıkmış olmalıydı. Wehner Münzenberg'in Almanya'daki mevcut durumungerçek bir analizini yapmayı başaramadığını söylemekle yetinmişti,Münzenberg Wehner'e göre mevcut sorunları ve çatışmaları gözardı etmiş,nasyonal sosyalistlerin başarısını öncelikle propagandaya, ajitasyonave mitleştirmeye yormuş, insanların daha güçlü bir biçimde aydınlatıl-147


masını talep etmişti. Ona göre Parti faşist demagojinin önemini anlamakistemiyordu. Münzenberg her zamanki gibi sadece kendi çöplüğünde ötmeyeçalışıyordu, demişti Wehner. Sadece dışarıdaki işlerle yetinen MünzenbergAlman sürgünlerinin kendilerini hayranlıkla seyredebilecekleriparlak bir ayna yaratmıştı. Katz zarafeti ve atikliğiyle kendini bunun dışındatutarken Münzenberg'in de yanılmazlık iddiasına itibar etmiyordu.Parktan çıktıktan sonra Wehner gözden kaybolmadan önce babama şöylebir el sallamış, babam da o sırada Wehner'in siyasi tavrını sormuştu kendine.Onun artık Merkez Komite'nin yürüttüğü siyasetle uzlaşamayacağınıdüşünüyordu babam, eğer Wehner'in başına bir şey gelirse bununnedenini, uzlaşmak adına sosyal demokrat partililerle fazlaca içli dışlı olmasında,partiler arasındaki keskin sınırları geçersiz saymak istemesindearamak gerekirdi. Ama o zaman neden Münzenberg'e karşıydı, diye soruyordubabam, çünkü görünüşe bakılırsa Münzenberg de tıpkı onun gibiaynı hedefin peşindeydi. Münzenberg'in parti yönetiminde yükselmesineizin verilmemişti. Münzenberg Moskova'ya gider gitmez Radek'legörüşmeye çalışmış, ama onun da Piatakov, Sokolnikov ve Muralov'labirlikte tutuklandığını öğrenmişti. Yazmış olduğu yazıyı Komintern'deokumak ve açıklamak fırsatını bulmak yerine, söylenenlere bakılırsa, partiiçi bilgileri sızdırmaktan, devrimci dikkate özen göstermemekten, ideolojiksapmalardan ve muhalif çıkışlardan dolayı mahkemeye çıkmadanönce ön hazırlık yapması için Enternasyonal'in Soruşturma Komisyonunaçağrılmıştı. Babam Wehner'in nerede olduğu hakkında bilgi veren yoldaşlardan,o sırada Dimitrof u Enternasyonal'de temsil eden Togliatti'ninMünzenberg'in serbest bırakılmasında etkili olduğunu öğrenmişti. OnbeşEkimde İspanya Komünist Parti'ye silah sevkıyatının gerçekleştiği haberigeldikten sonra, Paris'te Münzenberg'in vazgeçilmezliği de onaylanmışoldu. Ancak İspanya faaliyetlerinde eskisi gibi tam yetkisi yoktu artık.Onun görevine Çekoslovak bir partili olan Smeral getirildi. Münzenberg'inihraç süreci bindokuzyüzotuzyedi Eylülünde başlamış bulunuyordu.Peki Lutetia grubu ne oldu, diye sordum babama. Ondan geriyehiçbir şey kalmadı, dedi babam. Aralık bindokuzyüzotuzaltıda bu grup,Florin, Dahlem, Merker, Ackermann, Dengel, Koenan, Ulbricht ve Pieckgibi pek çok komünist temsilcinin katılımıyla son çağrı metnini yayımladı,sonra komünistlerin keyfi tutumlarından, baskın olma heveslerindenşikâyetçi olan sosyal demokratlar peş peşe gruptan ayrılmaya başladı, busüreç Breitscheid ve Braun'un da geri çekilmesinden sonra komitenin,Mayıs bindokuzyüzotuzyedi de çözülmenin eşiğine gelmesine kadar devametti. Gerçi İspanya eylemlerinde hâlâ tek tük ortak dayanışma çağrılarıçıkarılmıştı, ama sosyal demokrat yönetim İspanya savaşı karşısındakisuskunluğuna ek olarak, giderek Alman Halk Cephesi'nin ilerdeki gelişimikonusunda da suskunlaşıyordu. Sosyal Demokrat Parti yöneticilerinintavrı en açık biçimde Wels'in açıklamalarında, faşist diktatörlüğün148


ancak ordu ve ekonomi çevreleri içindeki muhalefetle bertaraf edilebileceği,kendisinin de bir geçiş aşaması olarak muhafazakar bir ordu iktidarıistediği yolundaki itirafında dile gelmişti. Böylece sosyal demokrasininen gerici politikacılarından eski savunma bakanı Noske yeniden sesiniyükseltmeye başlamıştı. Komünizme inancını koruyan, ama partinin etkialanından kendisini çeken Münzenberg, bindokuzyüzotuzyedinin başındakurulan ve liberal sol burjuvaların toplandığı Alman Özgürlük Partisi'negirmişti. Lutetia Cephesi ideolojik tanımlardan ve parti politikasındanuzak bir şekilde burada varlığını sürdürmeli ve illegal yollardan Almanya'yataşınmalıydı. İdealist hümanist tavrıyla ve hukuk devletininyeniden inşası çabası içinde parti, ordu ve iş dünyasındaki antifaşist çevrelerleilişki kuruyordu. Münzenberg'in çalışma tarzına hiç uygun olmayansınırlı bir işleve sahip olsa da bu örgüt, deyim yerindeyse aklıselimAlmanlara gönderdiği özgürlük mektuplarıyla kavganın içindekilerin yanındayerini alıyordu ve gerek toplama kamplarında gerekse darağaçlarındakayıplar vermişti. Wehner'e gelince, babam onun şimdi maruz kaldığısoruşturmalara dayanabileceği görüşündeydi, çünkü o zaten yıllardıryeraltındaydı ve becerileri bu doğrultuda gelişmişti. Dimitrof ve Manuilskionu kayırıyordu, ayrıca Wehner'in, aylarca inatla ve aynı zamandabütünselliği gözden kaçırmadan bir fikri savunmak gibi bir özelliğivardı. Bir dava uğruna çekilen zahmetler ve verilen kurbanların babamıniçine nasıl oturduğunu, kişisel trajediler daha yüksek amaçların yanındaister istemez sönük kaldığı için bütün bu acıları biliyor olmanın onu nasılda etkilediğini ve çeyrek yüzyıllık bir siyasi yaşamdan sonra, bütün eylemlerinbelki de boşa gitmiş olduğu, her şeye baştan başlamak için artıkgücünün kalmadığı fikrinin onu nasıl ezdiğini fark ettim. Onunla birlikte,küçük bir nehir olan ve Görlitz'te Neise Nehri'yle birleşene kadar kentibaştan aşağı kateden Mandau suyunun kenarındaki, çalıştığı tekstil fabrikasıFrölich'e kadar gittim, yolda İspanya yolculuğum üzerine konuştuk,aramızdaki o eski yakınlık tekrar ortaya çıkmıştı. Slovakya'daki sorumlulukbölgem olan Trencin'de askerlik için başvuruda bulunmam yerine İspanya'yagitme kararımı o da destekliyordu. Sahil yolundaki akasyaağaçlarından babamın üzerine kızıllaşmış bir yaprak düşerken, genç olsaydımben de bir yol ayrımı için mücadele verilen cepheye koşarak giderdim,dedi.Prag'daki İspanya Komitesi'nden Hodann'ın beni Albacete'de Cuevala Potita hastanesinde beklediği haberini almadan önceki birkaç günü tıpkıBerlin'deki evimizde geçirdiğim son saatler gibi geçirdim, bu süreçgerçekten de orada başlamıştı. Bekliyordum ve bu benim için hem hareketlihem de huzursuz bir bekleyişti. Pflug Caddesi'ndeki evimizin mut-149


fağında bir tür inzivaya çekilerek yerde oturup derin düşüncelere daldıysam,bunun nedeni içimde biriktirdiklerimin büyüdükçe büyümüş olmasıve bir hesaplaşmaya, saydamlaştırılmaya gereksinim duymasıydı. Pergamonsunağını görüşümüzden bu yana konuştuğumuz her şey temel biranlayışta, bir tezde, bundan sonraki adımlarımızı belirleyecek bir yaşamatavrında yoğunlaşmıştı. İçinde bulunduğum durumda, bu müze ziyaretinintam bir hafta sonrasında, İspanya'daki görevlerim konusunda henüzhiçbir şey bilmiyordum, bildiğim tek şey Perpignan'a gitmek için illegaldenen, ama bu bizim açımızdan her zamanki gibi tam bir yasallık anlamınagelen yollardan sınırı aşmam gerektiğiydi, bu bana Figueras yolunuaçacaktı, orada örgüte ulaşacaktım ve bana yapmam gerekenler söylenecekti.Gelecek günlere dair bu bekleyiş anonim etkileşimin sağladığı birzeminin üzerindeydi. Tıpkı benim akrabalarım ve dostlarım gibi ben deuzun zamandır, içinde bulunduğumuz durumu değiştirmesini umduğumuzgizli eylemler için kendi hazırlıklarımı yapmaktaydım. Pek çok gücünrol oynadığı devasa yapıda silinip giden sınırlı etkinliklerim artık beniyeraltından çıkarıp sınıf mücadelesi aşamasına gelmiş bir halk savaşıdurağına taşıyordu. Burada, yalıtılmış Warnsdorf da düşüncelerimde silahlıçatışmanın parçası haline gelmiştim. Tasavvurumuzdaki gelişmeninhayata geçmesi önce düşmanın kesin bir yenilgiye uğratılmasını gerektiriyordu.Bizi güdüleyen ve bu hedefi belirleyen gücün kaynağı sonu gelmeyenbir nefretti, açgözlülüğe ve bencilliğe, sömürüye, aşağılamaya veişkenceye duyulan bir nefret. Başlangıçta bu nefret öznel bir biçimde dilegelmiş, kuşatıcı, belirsiz büyük bir güce, eğitimimizi, ilerlememizi engellemekisteyen bir topluma yönelmişti. Daha sonraları politik görüşleredindiğimizde nefret bir basamak daha yükselmişti, böylece bizi yerimizemıhlamak ve esir almak isteyen gücü yok etmek, ortadan kaldırmakiçin amaçlı bir mücadeleye başladık. Bizi yönlendiren öldürmeye iten soğukyüzlü bir tiksintiydi. Sanat ve edebiyatta bu duygumuza pek rastlayamıyorduk,belki Grosz ve Dix'in tablolarında buna ilişkin imalar vardı,en çok da Heartfield'in kolajlarında ifade ediliyordu, en açıkça tanımlandığıyer ise Lenin'in Nisan Tezleri'ydi. Bize göre faşizm düşmanca olan nevarsa hepsini içeriyordu. Günlük çalışmada, toplumsal hayatta, resim,edebiyat ve bilimle uğraşırken ne öğreniyorsak hepsini öncelikle bu düşmanlığıalt etme misyonumuzla ilişkilendiriyorduk. El attığımız her konu,taşıdığımız her niyet soygunculuk, korkunç bir yıkıcılık ve yaşamımızabir anlam veren değerler bütünü arasındaki şiddetli çatışmayı güncelleştiriyordu.Bazen bu yüksek yoğunluktaki nefret kendini yakmayı, yoketmeyi isteyecek kadar boğucu oluyor, sömürüyle ve katliamlarla dünyayımahva sürüklemek isteyenlerin gücü gözümüzde devleşiyordu. Zamanzaman mantığımın beni tamamen terk ettiği, sadece şakaklarımınzonkladığı, başımın kurşun gibi ağırlaştığı, bizi aptala çeviren, şaşkınlaştırangüçler karşısında sadece çılgınlığın, kör bir öfkenin harekete geçiri-150


lebileceği dönemlere giriyor, ama sonra yeniden kendime geliyor, dayanışmamızve teslim olmamamız gerektiğini düşünüyordum. Sermayeegemenliğinin yıkıldığı ve işçi sınıfının iktidara geldiği ülkeye, yeryüzündekitek işçi devletine karşı hissettiğimiz yakınlıkla, radikal bir değişim,yeni bir varoluş biçimi isteğimiz kopmaz biçimde birbirine bağlıydı. Bütünhakaretlere, kötü niyetlere, endişelere katlanmak zorunda olan işçidevleti eğer bizim için yıkılmaz bir şeyin ifadesi olmasaydı, öfkemiz vebaşkaldırımız çok umutsuz olurdu. Kendi çaresizliğimiz içinde, orada daçılgınlık anlarına kapılmanın mümkün olduğunu anlıyor, atılan sabırsızadımları destekliyorduk. Bekle gör siyasetiyle hareket edilemez, hiçbiruzlaşmaya, hiçbir ara çözüme gidilemezdi. Yanılgılardan, hatalı müdahalelerden,panikten söz edildiğinde vurulan her bir darbeye gerekçe bulmayaçalışıyorduk, bunların her biri bizim açımızdan meşruydu. Bu ülkede tıpkı bizim gibi bir yalnızlık içindeydi, ve biz bu yalnızlık içinde birbirimizebağlanmıştık. Yegâne dayanma şansımız bu bağlanmışlıkta gösteriyordukendini ve Ekim'in bizi peşinden sürükleyen eşsiz fikirlerinin yaşamasınıbu dayanma gücü sağlıyordu. Hiçbir kuşku, hiçbir sorgulamabu fikirleri bulandıramazdı. Onlar her şeyin üstündeydi ve kafamızı karıştırabilecekher şeyi silip süpürüyordu. İster duygusal ve düşsel, isterhesaplı, tasarlanmış ve kurgulanmış olsun her eylemimizin, her adımımızınçıkış noktası bu fikirlerdi. Avuçlarımızın içinden kayıp giden, açıklanamazgibi görünen her şeye akli bir belirlenmişlik, çağın şeytani baştançıkarmalarına kapılmamızı engelleyen bir özellik kazandıran bu temeldüşünce, bu yüksek ahlaki ilkeydi. Bu nedenle tetikte bekleyip bizi ele geçirmekisteyen kuşkuya, bocalamaya asla teslim olmuyorduk, kuşkulandığımıztek şey yerine yenilerini koymak adına, yapılmış eski açıklamalardı,bildiğimizi düşündüğümüz şeyler yeni açıklamalara, yeni yorumlaraihtiyaç duyabiliyor ve bu süreç böyle devam edip gidiyordu. Yaptığımızseçimde benimsediğimiz tez, bütün kapalılığına ve kesinliğine rağmenfarklı öğelerin bir bileşimiydi, iddialardan, karşı iddialardan, varsayımlardan,bulgularından ve çıkarımlardan oluşan bir sürecin sonucundaortaya çıkmıştı. Faşizmle mücadele, Sovyet Devleti'yle dayanışma, bunlardeneyimlerimizin bize gösterdiği kaçınılmazlıklardı. Coppi, Heilmannve daha pek çok kişi kendi yerinde kalırken, ben de İspanya'da banaverilecek görevleri yapmaya hazırdım, bizim için doğru, somut ve sabitolan buydu, işte bu yüzden, arada kalan zamanda içine düştüğüm,yükümlülüklerden uzak bu günler kendimi boşlukta hissetmiyordum. Bugünlerdeki duygularımla, bir bütünün parçası olduğumdan, bizi kendikurduğumuz bir şeyin dışında başka hiçbir şeyin yönetemeyeceğindenbir kez daha emin oldum. Belli bir ilgi alanına yoğunlaştığımızda bilincimizinbağlayıcı bir şeye çarpması, tam da bizim ihtiyaç duyduğumuz birşeye çarpması daha önce de sık sık başıma gelmişti. Bizi kitaplara ve tablolaragötüren, zamanı geldiğinde yapmamız gereken konuşmaları yap-151


mamızı sağlayan buydu. Ait olduğumuz bize özgü kültürel alanımızdayaşarken nasıl bir evrensellik içinde olduğumuzun göstergesiydi bu, yeterlikoşullar yaratılmamışsa hiçbir şey biçimlenemiyordu, içimizde biçimlenmekteolan şeyi fark ediyor, konuyu bütünün içinden seçip çıkarıyor,onu kafamıza yükledikten sonra işliyor ve zenginleştiriyorduk, bütünbunları yaparken onun giderek elle tutulur hale geldiğini fark etmiyordukbile çoğu zaman. Nefreti her zaman ensemizde hissediyorduk,çünkü bize özgü olan ve bizi özgür kılan açıklık yok edilmek istenen birözellikti, etrafa bakınca nicelerinin canına okunmuş olduğunu, kendilerineyapılan kötü muameleyi fark edemeyecek ölçüde tahribe uğramış olduklarınıgörüyorduk, Şato isimli romanını pazardaki kitapçıda bulduğumyazar bu durumu olağanüstü bir ayrıntı zenginliğiyle betimlemişti.Kitabı açıp şöyle bir karıştırdıktan sonra ucuz bir fiyata edinip oradan ayrılmaküzereyken kitapçının getirdiği başka bir kitaba daha göz attım,Brueghel'in tablolarının renkli röprodüksiyonlarıydı bu, küçücük bir bavullayola çıkanlar için değil de, yerleşik düzende güvenlik içinde yaşayanlariçin bir kitaptı bu. Kitapçı, Schroll Yayınları'ndan çıkmış olan enlemesineformatlı bu kitabı bir kürsünün üstüne koydu, küçük bir şehirolan ve Bohemya sonbaharını yaşayan Warnsdorf açılı duran kitapla birlikteonaltıncı yüzyılın Flaman manzaralarıyla iç içe geçmişti, tıpkı sonrakigünlerde Kafka'yı okurken onun anlattığı köy ve şatonun yine aynıçevrenin, Warnsdorf un iç karartıcı küçük burjuva ve köylü yalıtılmışlığıylaiç içe geçtiği gibi. Kafka ve Brueghel dünyadan manzaralar çizmişlerdi,hafif ve saydam ama toprak renginde ve bildiğimiz dünyayı yansıtanmanzaralar, onların çizdiği tablolar hem karanlıktı hem aydınlatıcı,yapıtın bütününden gelen etki heybetli ve ağır, ayrıntılarda apaçıktı. Onlarıngerçekçiliği hem çok bildik hem de şimdiye kadar gördüğümüz hiçbiryere benzemeyen köylerde, mekânlarda ortaya çıkıyordu, her şeygünlük hayatın sezgileri, işleri, jestleri, heyecanları ile doluydu, her şeytipikti ve önemli olana, aslolana işaret ediyordu, ama her şey tam da buyüzden o anda bir yabancılık ve tuhaflık etkisi yaratıyordu. Kitapçı dükkânınınpenceresinden manavların ve tavukçuların tezgâhlarını görebiliyor,arabaların kaldırım taşlarının üstünde dönen tekerlek seslerini duyabiliyordum,siluetlerinin keskin konturlarıyla insanlar ya tek tek ya dagruplar halinde meydanın maviye çalan gri zemini üstünde ve evlerin kiremitrengi cephelerinin önünde duruyorlardı, koyu renk giysileriyle harekethalindeydiler, kadınların üstünde çokça siyah ve toprak kahverengisivardı, erkeklerse balçık rengi derilere bürünmüştü, aralardaysa açıkrenkler dikkat çekiyordu, bir eşarbın beyazı ve yeşili, bir çocuğun elbisesindekikırmızılar ve sarılar, ve hepsinin gelip geçtikleri yollar sanki birgeçit törenine hazırlanmıştı. Bu kaynaşmayı, bu öbek öbek geçişleri zihnimekaydediyordum, oysa bu bir tiyatro oyunu değildi, gerçekliğin kendisiydi,belli başlı amaçlara, karın doyurmaya, malların sunumuna, fiyat-152


landırılmasına ve seçimine, alış verişe yönelikti, bu hareketliliğin, bu gürültülerinve insan seslerinin hiçbir özel yanı yoktu, her şey pazarın kurulduğugünlerdeki gibiydi, ama bu tangırtılı tungurtulu, bağırtılı çağırtılı,ellerin durmadan yiyeceklerin üstünde gezinip durduğu ritüelin içinden,örnek teşkil eden, ders kitaplarına geçen başka bir ayin doğmuştu,Karnavalla Büyük Perhizin Kavgası. 17 Uzaktan bölük pörçük duyulan birmarşın nağmeleri, geçip gitmekte olan sert adımlar son gürültülerdi, onlarıtakip eden ve zillerin, gaydaların, küçük flütlerin, davulların başı çektiğikafileler sessizdi artık, sadece kulakta kalan sedalardan, renk ve figürsanrılarından ibaretti. Aşağı sokaktan, kemerli ve kukuletalı kahverengigiysileriyle hantal figürler saman yığınının ve dans edenlerin yanındangeçerek bu tarafa geliyordu, kimileri de itiş kakış kilisenin yan kapısındançıkıyordu, bazıları kafalarına kilisenin üç ayaklı taburelerini geçirmişti.Tövbekarlar dua kitapları ve gül çelenkleriyle, başları önlerinde,yaprak demetleriyle kendilerini cezalandırarak sefahat yapanların yanındangeçiyordu; her grubun peşinde çocuklar vardı, anne ve babalarınınyanında bulunması gereken çocuklar, ama her defasında sırayı bozuyor,birbirleriyle itişerek, topaç çevirerek kendi aralarında ayrı bir maskaraalayı kurmak istiyor, ama büyükler tarafından uslu olmaları için çekiştiriliyorlardı;öteki çocuklar kafasına bir sepet geçirmiş, kızağının üstündedua edenlerin başını çeken, sıskalıktan kurumuş bir yaşlı kadının arkasındayarım daire yapmış, ellerindeki kaynana zırıltısını çeviriyor ya dakarnaval giysileri ve boyalı yüzleriyle, bir fıçıya binmiş olan şişko karnavalprensinin peşindeki kafileye eşlik ediyorlardı; meyhaneden fırlamışolan ayyaşlar ve sefihler, göbekli karnaval prensinin bindiği mavi sandalaakın etmekteydiler. Koltuk değneklerine dayanarak yürümeye çalışan sakatdilenciler kutlama yapanlardan bir şey koparamıyordu, tıpkı kuyununyanındaki domuz gibi onlar da yerlerde ekmek ve pasta kırıntılarıarıyordu. Paçavraya dönmüş giysileriyle, hastalıkları ve körlükleriyle, kesikayakları ve kollarıyla, sepetlerde ağlayan huzursuz bebekleriyle vetahta bir kızakta sürükledikleri ölüm döşeğindeki hastalarıyla köşedekidilenciler biraz sadaka toplamayı başarıyordu. Ama onlar da fazla bir şeybekleyemezdi, iyi giyimliler cimriydi, onlar da nefis terbiyesi sırasındasadece ince hamurlu simit, kuru pasta gibi yiyecekler veya kirli görünüşlüBayan Oruç'un rakibine doğru uzattığı küreğinin üstündeki çiroz ringabalığı yemelerine izin vardı, kocaman yuvarlak ekmekleriyse önlüklerininiçinde gizliydi, meyhanedeki kadına yeniden doldurtacakları şaraptestileriyse boşalmıştı. Düşten ibaret acınası bir tıkınma hali damgasınıvurmuştu her şeye. Pazar tezgâhlarındaki kırık yumurtalar, kemirilmişkemiklerin, fırlatıp atılmış oyun kâğıtlarının yanında duruyordu, tahta17 Pieter Brueghel'in son dönem yapıtlarından birisi; bu tablo, karnavalla oruç arasındaki çekişmeyisimgeleyen ve Prens Karnaval ile Bayan Oruç arasındaki kavga olarak sokak tiyatrosutarzında sahnelenen Ortaçağ Hıristiyan geleneğini konu alıyor. (Ç.N.)153


kaşıklar uyarı sinyali gibi ya boş tencerelerin içindeydi ya da hiç gelmeyecekolan yemek saatini beklercesine kasketlere ve kemerlere takılmıştı,kalaylı taslar sopaların ucunda döndürülüyor, bıçaklar hurda demirlerdebileniyor, karınlara ve bacak aralarına sürülerek temizleniyor, küçük ekmekleregeçiriliyordu ve karnavalcıların fıçısının ucunda, zevk düşkünlüğününiçeriğini en ince ayrıntılarına kadar gösteren tütsülenmiş bir domuzkafası bütün müstehcenliğiyle görünmekteydi. Kuyunun yanındakikadınların satışa çıkardıkları mallar pek cılızdı, bir sepet lahana, oruç tutanlariçin birkaç balık, onların yanındaki köylü kadınsa çalı çırpı yığınınınorada, artık sona ermekte olan kutlamanın bitkin düşmüş katılımcılarıiçin son bir kaygana hazırlıyordu, yine de burada yoksullara, uşaklara,hizmetçilere, sokak serserilerine, gezgin müzisyenlere bir vizyon veriliyordu.Kafilelerin çevrelediği pazaryerinin ortasında parayla satılan,müşterilerini bekleyen şeyler vardı, kimi az kimi çok değerli, ticaret, bunundışında çevresinde olup bitene kulak asmıyordu. Resmin tam ortasındaise, sanki izleyiciyi hiç önemsemiyormuş gibi onlara sırtlarını dönmüşbir burjuva çifti yollarına devam etmekteydi, adamın kafasında kocamanbir şapka, kadının sırtındaysa sallanmakta olan bir fener vardı,giysilerinin altı tıka basa dolu, erzakları tamamdı. Halk yaşamını betimleyentablolarda zevkten, toplumsal yaşama keyfinden en ufak bir iz yoktu.İşçiler, arabacılar, hamallar, çobanlar, oduncular, zanaatkarlar ve köylülerbudalalık denecek bir kuntluk içinde gösteriliyordu, ister fırtınalı bir göğünaltında çayırlardaki ağaçların dallarını keserken, ister kayanın doruğundaBabil Kulesi'nin görkemli katlarını inşa ederken, ister İsa'yıçarmıha götürürken, ister kermeslerde daire olup dans ederken gösterilsinler,hep bir değişmezliğin içinde tutsak edilmiş gibiydiler. Coşkununifadesi acınınkine karışıyordu. Hep açık, ama gülmeyen ağızlar vardı. Ortadabir ölenin olması bile sabanların işe ara vermesine sebep olmuyor,dedi kitapçı bir başka resimdeki bir ihtiyarın kafasını göstererek, ölmekteolan ihtiyar, köylünün işlediği tarlanın bir köşesindeki çalılığın altındaupuzun yere uzanmıştı, neredeyse dikkat bile çekmiyordu, koyunlarınyanında değneğine dayanmış olarak duran çobansa kafasını kaldırmış,İkaros'un kimse fark etmeden düşmeden önce süzüldüğü boş göğe bakıyordu.Kitapçının söylediği motif halinde işlenmiş deyiş dünyevi işlerinsarsılmazlığma yönelikti, ama öte yandan da işin ağırlığı ve ona duyulanisteksizliği de dile getirmekteydi. Ne yapılıyorsa boyunduruk altında yapılıyordu,hiçbir değişim söz konusu değildi, balmumu kanatları erimişolan ve tablonun bir kenarında minnacık görünen Daidalos'un oğlu denizinsularında çırpınmaktaydı, artık bir tek debelenen ayakları görünüyordu,dalgalar az sonra onların da üstünü örtecekti. Bunu saptayan göz acımasızdıve ikna edilemezdi, ressamın gözlerini, büzmüş olduğu dudaklarınıgetirdim gözümün önüne, olan biteni yaklaşık olarak değil, tam birkesinlikle yansıtıyordu, onun açısından bir rahatlama, bir çare söz konu-154


su olamazdı. Şimdi de önümde çıplak ağaçları, karlı damları, donmuşakarsuyuyla huzurlu bir köyün resmedildiği sayfa vardı. Alçak bir köprününüstünde etrafında adamlarıyla zırhlı bir şövalye geliyordu, kadınlardanbiri kapının önünde donup kalmış gibiydi, ellerini birbirine geçirmişöylece duruyordu, bebeğini almış olan bir asker hızla oradan uzaklaşmaktaydı.Bu noktadan dışa doğru bakıldığında kitle katliamı halkahalka yayılıyordu, zırhlı süvariler kaçmaya yeltenecek olanların önünükesecek biçimde bitişik düzen durmaktaydı, yanlarda piyadeler evlerehücum etmekteydi, yakalarından, kollarından sürüklenen, kılıç ve mızraklarlayaralanan ana babaların ellerinden çocuklarının çekilip alınmasıolağanüstü ürkütücü bir canlılıktaydı, akıllarını kaçırmış olanlarsa çöküpcesetlerin başına oturmuştu. Uzaktan bakıldığında, alışılageldiği üzeresakin, hareketsiz bir yer olan köy yakından bakan için akıl almaz bir çaresizliksahnesine dönüşüyordu. Aralarına kırmızı ceket ve pantolonluWallon despotların, havaya sıçramakta olan köpeklerin karıştığı figürlerinkonumlandığı koreografik düzen, yaşanan dehşeti kimseye kaçıp kurtulmaimkânı vermeyen bir eylem bütünü haline getiriyordu. Köy sakinleriyleaslında onlardan farkı olmayan, ama her zamanki gibi üstlerininemirlerini yerine getiren paralı askerlerin arasında olup bitenler dayanılırgibi değildi ve bütün bu dehşet devinimi, soğukkanlı kılıçtan geçirme eylemisanki sonsuza dek devam edecekmiş gibi görünüyordu, beyaz zeminebir ikona gibi işlenmiş olarak. Tam başımı sokacak güvenli bir yerdeyaşıyorum derken insanın neye uğradığını şaşırması, akla hayale sığmazlığınbeklenmedik baskını kadastrocunun Bay K.'nın öyküsünde de kalıcılığadönüşüyordu. Artık o noktadan sonra özgür iradenin geçerli olabileceğibir alan fikri ortadan kalkıyordu. Kadastrocunun geldiği köy hiçbirşeyi sorgulamayan insanların köyüydü. Yayvan binalarıyla, sarmaşıklarlakaplı yuvarlak kuleleriyle, çevresindeki karga sürüleriyle şato gözle görülürolmasına karşın ona yaklaşmanın hiç yolu yoktu. Asıl işkence dahabaştan bu sınırın çekilmesinde, şatonun neden girilmez bir yer olduğununhiç sorulmamasıydı. Orada, aşağıda köyde yaşayanların hepsi, köyedışardan gelmiş olan kadastrocu da kendi dünyalarıyla egemenlerin dünyasıarasındaki dayatılmış uzaklığı aşılmaz bir şey olarak kabul edip onaboyun eğiyorlardı. Yanıma aldığım bu kitabı, İspanya yolunda LüsasDağları'nın arasında ve koruganlarla kontrol altına alınmış bir geçit olanSchöber hattında okuduğumda, ben ve benim gibi olanların eskiden yüzleşmekistemediğim ya da geçiştirdiğim özellikleriyle tanıştım. Kadastrocukendisinin bir çalışan oluşundan ve bağımlılığından söz ediyordu,onun hareket noktası şatonun memurlarından birisi olmasıydı, sınıf atlayıpyükselmek gibi bir hedefi yoktu, tek isteği işini yapıp kabul görmekti.Kadastrocunun, onu uşak, iş bahşedeni de mutlak efendi kılan sistemekarşı çıkmak yerine sistem tarafından kabul edilmek istemesi, bizim gibilerinnasıl da hep kanaatkar olmak zorunda kalışını ve dahası pek çoğu-155


muzun en ufak bir talepte bulunmadan içinde bulundukları durumu, tutunabilmekadına nasıl savunduklarını hatırlatıyordu. Çatışmanın, başkaldırının,grevin onları ekmeklerinden edebileceği, fabrika sahibinin onlaraverdiği iş karşılığında şükran duymaları gerektiği çok sık duyduğumuzsözlerdi, onlar korkuyordu, asla iktidara karşı gelemeyecekleri, hepezilerek ve sindirilerek aşağıda, kalmaları gereken yerde kalacakları, tepkigöstermenin onlara hiçbir hak kazandırmayacağı gibi daha da ezilmelerineyol açacağı onların bilinç biçimiydi. Biz böylesi bir duruma katlanmayıyargılamasına yargılıyor, ama ondan kurtulmak için de pek bir şeyyapamıyorduk. Hem şatonun amirleri hem de bizim amirlerimiz işçilerinimemnun görmek istediklerini söyleyip duruyorlardı. Onlara bakılırsakimse kimseyi ezmekten yana olmadığı gibi, her yerde nedense bizim etkileyemediğimizyüce bir adalet uygulanıyordu. İktidarı elinde tutanlarınsorumluluğu çok ağırdı, köyün ekonomisini ayakta tutmak için gece gündüzkılı kırk yararak çalışıyorlardı. Ve ben geride bıraktığım yirmi yıliçinde işçilerin nasıl sefil yerlerde oturduklarını düşündüğümde, köyünsakinlerinin de gıklarını çıkarmadan yoksul barınaklarda yaşamak zorundaolduklarını görüyordum, hatta onlar kenttekilere göre daha az zarargörüyordu. Yalnız bizim zaman zaman kırmayı başardığımız bu tevekkülonlar için mutlaktı. Sefalet ve aşağılanma bizim hayatımızda köydekilerden,ricacılıktan kurtulamayan marabalardan bile daha fazla olduğuiçin, inanılmaz bir etkisi olan güçsüzleştirme taktiği bizi de ilgilendirecekti,hatta belki de köydekilerden bile güçlü şekilde. Bize dayatılan budüzende yeteneklerimizin çok altında kalan bir iş yapma zorunluluğuhem köydeki yaşama biçiminin hem de bizim deneyimlerimizin ortakgöstergesiydi. Yalnızca ben, ailem ve Coppi'nin ailesi değil, çeşitli iş yerlerindebirlikte çalıştığım herkes durmadan bu aşağılanmaya maruz kalıyordu.Üretim onların hizmetine birkaç el becerisinden başka bir şey vermediğiiçindir ki, sabahtan akşama kadar kendi özniteliklerine sırt çevirmek,gittikçe daha derin bir uyuşukluğun ve bilinçsizliğin içine düşmekzorunda kalıyorlardı. Bu atalet ve ekmek paramızın bize lütfedildiği yolundakiyaygın ve saplantı halindeki düşünce Kafka'nın kitabının çıkışnoktasıydı, sorunlarımızı bütünselliği içinde güncelleştirdiğinden okurunutedirgin ediyor, onun sınırlarını zorluyordu. Tabii siyasi anlamda aldığımızönlemlerimize atıfta bulunup kendimizi savunuyor, bizi tutsaklıktankurtaracak açılımlardan söz edebiliyorduk, ama kadastrocunun içindebulunduğu sınırlılığı biz de hissetmiyor değildik. Bu şatoda kimin yaşadığını,orada kusursuzluğunu besleyenin kim olduğunu daha belirginbir biçimde dile getirmediğini öne sürerek kitabın yazarını suçlayabilir,egemenleri mistik, neredeyse dinsel bir karanlıkta gizlediğini, şatonuniçini gözler önüne sermediğini ve onun yıkılması için hangi hazırlıklarıngerekli olduğunu göstermediğini düşünerek onu eleştirebilirdik, oysageçmişte dinlemiş olduğum ve şimdi aklıma gelen bu karşı çıkışlar an-156


lamsızdı, çünkü onun betimlediği ilke yeterince berraktı ve tam da anlatımbiçimiyle bizi daha da güçlü bir içsel katılıma davet ediyordu. Şatoköhneydi, çatlaktı, geçmişe aitti, savunmasızdı, en ufak bir etkileyiciliğiyoktu, aslında onu ele geçirmek işten bile değildi, arada bir görünen memurlarsahastalıklı, bezgin ve düşkündüler. Bizim için kapitalizmin deyapısı tam böyleydi, çöküşü yakın, aykırı ve değersiz, ama hâlâ buradaydıişte, sahtekârlıklarıyla, soysuzluklarıyla, indirdiği küçük darbelerle yolunadevam ederek, bizi hiçbir inandırıcılığı olmayan elçileriyle, gümrükçüleriyle,bekçileriyle tehdit ederek buradaydı. Sosyalist çevrelerde gerçekçiliktartışmasında dekadan kabul edilen Kafka'nın defteri dürülmüştü.Ama böyle olunca, herkes kendini onun olağanüstü duyarlılıktaki gerçeklikanlayışına da kapatmıştı, oysa düzene karşı çıkma boyutuna yervermeyen, önemsiz ayrıntılar etrafında dönüp duran, insanı dehşete düşürecekbir durum olarak kavrama ediminin esamesinin okunmadığı buKafka dünyası bizi, olumsuz koşulları bir daha geri gelmemek üzere ortadankaldırmak için neden hâlâ harekete geçmemiş olduğumuz sorusuylayüzleştiriyordu. Kafka'nm kitabında okuduklarım beni umutsuzluğa sürüklemekyerine utandırıyordu. Onun mekânlarında şatonun bir memuruylabir köylü nasıl karşılaşıyorsa ben de Alfa Laval'da bir mühendisinya da ustabaşının karşısında dikilmenin ne demek olduğunu yeterince biliyordum,böyle anlarda aramıza hep o, yapaylıkla örtbas edilmeye çalışılanuçurum girerdi. Fabrikayı teftişe gelen müfettişin o günümüze taşıdığıalışık olmadığımız o gıcır gıcır dostane tavırlar geldi aklıma, ama öteyandan beni görmediği, benim onun açısından var olmadığım çok açıktı,o dinlenmişti, karnı toktu, montaj hangarında sabah teftişini yaparken yeniduş almış olduğu belli oluyordu, dört saatten beri santrifüjleri monteeden bizlerse ter içinde ve uykusuzduk. O çevresine bakınırken, başıylabize selam verirken, ustabaşıyla ayak üstü konuşurken, tek bir işçi dahikarşı bir harekette bulunmasa da daha baştan, hissedarların bize iş bahşettiğinihissettirirdi, bizlerse hiç düşünmeden bir uzlaşım içine girmiştik,hatta belki de kendimizi övgüye değer bulup bundan şeref duyuyorduk,çünkü yanaşmaların sayesinde kendimizi fabrika yönetimine yaklaşmışkabul ediyor, kovulup yoksullar evine gitmeyeceğimizi düşünerek bir aniçin kendimizi güvende hissediyorduk. Karar verenlerin lütfuna mazharolmak hep pamuk ipliğine bağlıydı, kriz yıllarında bize bir güvence vermeksendikaların da başarabileceği bir şey değildi, yüksekteki yöneticilerinaracısı konumunda olanlar bizim hayata geçirdiğimiz reformları vehakları sempatiyle anıyorlardı, buna karşılık hoşlarına gitmeyen, onlarauymayan bir şey olduğunda bu haklarımızı bizi de yatıştıracak sözlerlebir kenara itiveriyorlardı. Kafka'nm kitabında yetkilerin bu kesinkes farklılığındansöz ediliyordu işte. İşverenleri, onların yüzlerini bir kez bilegörmeksizin hep kendimizden üstün görmüş olmak bizim sorunumuzdu,kadastrocu için şatoya girmek ne kadar imkansızsa bizim için de on-157


ları odalarında arayıp bulmak, karşılarına dikilip ne düşündüğümüzüaçık açık söylemek üzere kapılarını pervasızca açıvermek düşüncesi o kadarimkânsızdı. Efendilerin en küçük adamı bile bizden daha değerli, dahadokunulmazdı, o bile bizim karşımızda şişinebilir, her türlü küstahlığıyapabilirdi. Her şey bizdeki gidişata uyuyordu, buyurucular kendi bölgelerindegözden ırak kalıyorlar, hummalı faaliyetleri ancak bir uğultu, birşarkı, baş döndürücü bir çınlama halinde yükseliyordu, işte kadastrocununda yorgun argın, tükenmiş bir halde şatoyla bağlantı kurmak üzeretelefonun ahizesini kulağına götürdüğünde duyduğu sesler aynen bunlardı.Ve tabii işittikleri ona yukarıdakiler hakkında hiçbir bilgi vermiyordu,edinebildiği ani izlenim, ortada sonuçları bakımından ağır, önemli birşeylerin dönüyor olmasından ibaretti, mekanizmanın minicik bir çarkıolarak bizim hizmet etmek zorunda olduğumuz olağanüstü geniş çaplıbir faaliyetti bu. Ekonomik süreçler hakkında bilgi edinmekte şimdiye kadarhep zayıf kalmış birisinin kulağına emperyalizmin sesi böyle geliyordu.Ama biz de bağlantıları gördüğümüz, kapıcı, teknisyen, hamal, arabacıolarak sistemin içinde yer aldığımız halde bu vızıltıya uzaklığımızhâlâ kadastrocununkinden farklı değildi, kendi kendimizi eğiterek kadastrocununköyünde keşfedilmemiş olan bir güç edinmiştik biz, bu güçişi bırakma gücüydü. Kafka'nın bundan da söz etmiyor oluşu onu suçlamakiçin bir neden olamazdı, çünkü biz grev gibi bir silahtan bile fazlasıylaürkekçe yararlanmış, bu silahı kullanmaya karar verdiğimiz zamanlardaise, dönüp dolaşıp bizim önemsiz çevremizde ara sıra sesi kesilen,ama başka yerlerde gittikçe daha çok duyulan hep o eski şarkıyı söylemiştik.Kitabın derinine indikçe içinde yaşadığımız dünyaya daha dayaklaşıyordum. Sadece işle kurduğumuz ve anlamlandıramadığımız ilişkidendeğil, aynı zamanda her yerde faaliyet gösteren o üstün güç karşısındakitutumumuzdan da söz ediliyordu. Holdinglerin ve tekellerin niyetlerinietkilemeyi başaramıyorduk, aynı şekilde, piyasanın mübadeleişlemlerinin nasıl fütursuzlaşıp vahşileştiğini, sömürünün nasıl bir de kıyımadönüşebildiğini görememiştik, siyasi faaliyet içinde olan bizler deörgüt hücrelerimiz içine kapanmış yaşayarak toplumbilimin bize vaat ettiğibilgi yerine her geçen gün biraz daha bilgisizliğin içine gömülüyorduk,tıpkı Kafka'nın köyündeki gibi. Ailemin ve dostlarımın kendi hayatlarınıbelirleme şansı asla olmamıştı, birileri tarafından bir yerlere sürüklenmektenkurtulamamıştık hiç, üstelik başımızı sokacak bir yer bulduğumuzdabundan mutluluk duyuyorduk. Gözümün önüne annem geldi,iki büklüm kanepede oturan, fabrikanın taş zemininde yıllardır ayaktadurmaktan beli ve sırtı romatizmalı olan annem, sonra şişmiş ayaklarınıtasın içindeki suya sokan Coppi'nin annesi geldi gözümün önüne, ardındantekstil fabrikasının buharı içinde çalıştıktan sonra Warnsdorf dakimutfakta belden yukarı soyunup mor mavi, kırmızı boya lekelerini ovuşturarakellerinden çıkarmaya çalışan babam geldi, tıpkı Bremen'de ak-158


şamları katran ve metal tozu tabakasını temizlediği gibi, tanıdığım herkesköydeki insanlara benziyordu, tek bir odanın içinde üst üste, kimi battaniyesinikafasına kadar çekmiş uyuyan, kimi masada oturan, kimi çamaşırteknesinde yıkanan kadınlara, erkeklere ve çocuklara benziyordu, herşey o tek odanın içinde olup biterdi, orada konuşulur, orada eller şakaklaradayanıp bir kitabın üzerine eğilinirdi, kırkın üzerindekilerse çoktanmalul sayılırdı, ihtiyarlar işe yaramaz bir çöp yığını gibi bir köşede çömelipotururlardı. Kalabalıktan ayrılmak, bir insanla baş başa kalmak mümkündeğildi. Erkeğin bir kadınla buluşması da bir büfenin arkasında biraşişelerinden akan artıkların oluşturduğu gölcüklerin arasında, kuru yerdegerçekleşebiliyordu, eskiden şato memurlarından birinin sevgilisiolan, sonradan da kadastrocuyla arkadaşlık eden ve onun açısından özelbir öneme sahip olan Frieda bile zayıftı, hasta görünüşlüydü, cildi sarı,saçları seyrekti, bunun dışında edebiyatta, filmlerde karşımıza çıkan cinslerarası ilişkiler, yakınlaşmalar bizler için olanaksızdı. Kafka'nın yazmışolduğu roman proletaryanın romanıydı. Bu romanda aşktan söz edilmiyordu,biz de hayatımızda neyin eksik olduğunu, neyi kaçırdığımızı düşünmüyordukhiç, genç işçi kadınlar, işsiz genç kızlar tıpkı Kafka'nm köyündekikadınlar gibi tacize uğruyordu, şatonun mübaşirleri, sekreterlerionlara istediği gibi dokunabiliyor, yanlarına çağırabiliyor, kullanıp sonrada bir kenara atabiliyorlardı, kadınlar böyle insanların ellerindeydi, bunarağmen onlar bu çiğ insanlardan birinin dikkatini çekip kendilerini onaverdiklerinde değerlerinin arttığını düşünerek avunmak istiyorlardı. Ambalajcıkadınların, ayak işlerine koşturulan kızların pek çoğu bir büro memurutarafından keşfedilmeyi umuyordu, tıpkı bizim üstümüzde olan veyazıhanelerde çalışan sekreter kızların yönetim binasındaki ahmak soytarılarınetrafında pervane olması gibi. Frieda kendi sınıfından olan biriylebirlikte olmak üzere geri bir adım atmış ve bunun üzerine hemen işe yaramazlığıileri sürülerek cezalandırılmıştı, kendini kötüye kullandırmamayolunda aldığı karar onun dışlanmasına neden olmuştu. Kendini satışaçıkarma yasasının egemen olduğu bir toplumda bağımsızlığı için mücadeleeden birisi tutunamazdı. Sıradağların en yüksek doruğundan Almanya'yave sonbahar renklerinin sardığı ormanlık bölgelerin arkasındakalan köye, annemin ve babamın yaşamakta olduğu köye bakarken, Kafka'nmbetimlediği bu yıkık döküklük, bu perişan beldeler acaba bizi sonuçsuzdüşüncelere mi daldırıyor, müdahillikten uzak mı tutuyor, hepburnumuzun dibinde olan pisliği, yoksulluğu, alt tabakayı acıyla bir kezdaha anımsamak acaba görünüşteki değişmezlik karşısında başkaldırmamızısağlayacak gücü elimizden mi alıyor, diye sordum kendime. Amahemen sonra bu savunmanın yine benim kendi konumumla ilgili olduğunufark ettim, kendimi ve yakınlarımı köyün bu sakil, hasarlı, tükenmişsakinleriyle özdeşleştirmiştim, bu sakillik, bu küflenmişlik, ufuksuzluğumuzuneseri bu yüreksizlik onlarla ortak özelliğimizdi, ilerleme ya da159


idealler söz konusu olduğundaysa pek çoğumuzun çabası kadastrocununkinebenziyordu, yani günün birinde şato mercilerinin gözüne giriponlar tarafından onurlandırılmak. Hiç kuşkusuz orada, köye sınır çekenağaçların ötesinde en ufak bir zaafa ve dikkatsizliğe katlanamayan, enufak bir uyuşukluk işaretiyle bile mücadele etme gereği duyan bir gerçekliğinvarlığını sürdürdüğü öne sürülebilirdi, yine de Kafka'nm kitabıbizim toplumsal ve siyasi dünyamızı yansıtıyordu. Sadece, herkesin belliyetkilerle donatıldığı, yapması gerekenin dışında başka hiçbir şey bilmediğive hep başkalarının emirlerini yerine getirdiği hiyerarşik bir yapısıolan şatonun değil, aynı zamanda bizim yaşama düzlemimizde olup bitenlerinde gerçek yaşantıları düşsel imgelere dönüştüren bir gücü vardı.Şato romanının karşısına Wedding Barikatları'nı çıkardığımda benimiçin önemli olan o karşıtlık bir kez daha ortaya çıktı, bir yanda çokkatmanlı,sorunlu, ele avuca sığmayan bir gerçeklik, öte yandaysa somut,hantal, köşeli bir blok olan realite. Toprak rengi bir kapağı olan Kafka'nınyapıtı dallı budaklı düşünsel labirentlerle, ahlaki, etik, felsefi fikir bağıntılarıylave bunların iç içe geçişleriyle, olayların anlamının ve eylemlerinamacının sorgulanmasıyla doluydu, Klaus Neukrantz'ın Kızıl Romanlardizisinden çıkan, bir marka satılan ve mücadeleyi anlatan küçük kitabıysasoru sormakla uğraşmıyor ve yanıtı tereddütsüz veriyordu, insanlaranihilizme düşmemeleri, çekilen acı karşısında pratik savunma araçlarıkullanmaları için çağrıda bulunuyor, bizi hemen harekete geçmemiz içinuyarıyordu, bizim semtlerimizdeki herkes bu kitabı rahatlıkla anlayabilirdi.Yolu uzatmak, mesele üzerine uzun uzun düşünmek için vakit yoktuorada, yapılacak şey ortadaydı, Kafka'nın köyüne, kader öyle istediğiiçin musallat olan bela Wedding sakinleri için açık seçik sınıfsal bir baskısüreciydi ve onunla korkmadan mücadele edilmeliydi. Kitaplardan birisininkolay kolay yakalanmayan konusu okurun kafasında ancak ağırağır biçimlenebilirken, öteki hemen burun buruna gelinebilecek bir nesneydi.Onda dolambaçlı diyaloglar, ruhsal süreç analizleri, insanı yiyipbitiren suçların ve kuşkuların eşlik ettiği, öz benliği içine çekip yutan kozmolojikaraştırmalar yoktu, anlatılanlar sokakta üst üste yığılan bildiğimizsomut taşlardan, evlerin kapılarına çakılan kalaslardan, yaraların sarıldığıbez parçalarından oluşuyordu. Kafka'da şatonun özüyle ilgili sarfedilen her söz bir sorgulama aşamasında kalırken, Neukrantz'da her şeyyaşanmış gerçekti. İşçiler kadastrocunun tersine, binaya adım atmaktankorkmuyordu, onlar için bu bina Alexander Meydanı'ndaki Polis Merkeziydi,inşaat iskelelerinden lekeli pantolonları ve önlükleriyle gelen işçilerdosdoğru oraya gidiyor, başkan odalarının bulunduğu koridoru geçip şefinbekleme odasına dalıyor, sekreterlerin onları oyalamasına izin verme-160


den talepleriyle temsilcinin önüne dikiliyorlardı. Neukrantz'ın kitabındakibu küçük adam Kafka'nın kitabında olduğu gibi gözlemlenip betimlenmişti.Bedenini saran, kol işçiliğine uygun olmayan daracık giysisiyle,laf ebeliği ve şişinmesiyle şato memurlarınınkinden farksızdı, aradakifark karşısına dikilen delegasyonun ona en ufak bir saygı göstermiyor olmasıydı,işçiler onun önüne ricacı olarak değil, haklarını talep etmek üzereçıkmışlardı. Her ne kadar laf kaynatılıp sonuca varamadan dışarı çıkarılsalarda işçiler, düşmanın yüksek burçlu kalesinin tam yüreğine yürüyebileceklerinigöstermişlerdi. Bu örnek teşkil edecek bir tutumdu, mevcutkoşullarda gerçekleştirilebilecek en büyük başarıydı. Daha sonra sokaklarataşan mücadele de olağanüstü bir cesaretin kanıtıydı, çünküölüm ve imhadan kurtulmanın tek bir yolu vardı. Şato henüz ele geçirilebilirdurumda değildi, işgal edilemezdi, üstelik onurlu bir yaşam ve ayrıcalıklarınortadan kaldırılması talebi, kendilerini yetkisiz gören ve istenenşeyin ulaşılmaz olduğunu vurgulayıp duranlara çarpmakla kalıyordu.Köy sakinlerini öğüten bu donmuşluk katlanılır gibi değildi, panzerlerinöne atılmasından, mermilerin çatırtısından çok daha ürkütücüydübu, başkaldırı ve geri püskürtme istencinin hâlâ var olduğu gözler önüneserilmeliydi, işçilerin iki üç gün dayanmış olması bile zafer elde etmekdemekti. Böyle bir durumda şatonun efendileri de dışarının süt limanoluşuna güvenemeyecek, her an bu sessizliğin yırtılabileceğini düşüneceklerdi.Kafka hep konunun etrafında dönüp duruyor, bu dönüp dolaşmadansonra da hep başlangıç noktasına geri geliyor, düşünüp taşınıp yenihareket olanakları bulmaya çalışıyor, etrafa kulak kesiliyor, bütün gücünütoplamaya çalışıyor, yanılgıların, geri çevirmelerin, bir kenara fırlatıpatılmaların tuzağına düşüyor, asla sonuç elde edemiyor, ama hiçbirzaman da vazgeçmiyordu. Kafka'nın kitabı nasıl tamamlanmamış birfragmansa, ileriye dönük niyetleri de öyleydi, tek bir durumla ilgilenmektense,umarsız ama yine de eylem içeren varoluşla, kendi bütünselliğiiçinde ilgileniyordu. Onun kahramanı anonimdi ve bir şifreydi, imgelerigeliştiren, önüne konan sınırlar yüzünden ona eziyet çektiren ve çemberigenişletip bu sınırları aşmaktan başka bir şey istemeyen sadece ve sadecedüşüncelerdi. Neukrantz ise doğrudan doğruya belli bir tarihsel durumuele alıyor ve nasıl mücadele edildiğini belgelerle nesnel bir biçimdeaçıklıyordu. Kullandığı dil süslü püslü değildi, çalışırken nasıl konuşuluyorsaburada da öyle konuşuluyordu. Anlığın dünyasını, yani zihinselürünleri işin dünyasından ayırmak anlaşılır bir şeydi elbette, ama o zamanher iki kitabın amacı da tahrif edilmiş olurdu. Sanatsal, kültürelürünlere güvensizlikle yaklaşıp onları işe yaramaz bulanlar gibi, eskidenbana da kimi zaman, pratik görevlerle karşılaştırıldığında edebiyat ve sanatlauğraşmak bir sapma, bir kendini yalıtma gibi gelirdi. Oysa şimdi buiki kitabı karşılaştırdığımda açıkça görüyordum ki, farklılıklar birbirlerindenbağımsız değildi, birbirlerini tamamlıyordu, biri olmadan ötekinin161


var olması mümkün olamazdı. Kafka'nın kitabını okumak beni günlükhayatın akışından, montaj hangarlarından, paketleme odalarından, sabahındört buçuğunda ve vardiya sonrasında tıklım tıklım dolan tramvayyolculuklarından uzaklaştırmıyordu, Neukrantz'ın kitabıysa nesnel şiddetigöstermesinin arkasında fikirlerin yattığı bir değer kazanıyordu. Labirentlerledolu bir mesel bize, elimizi uzatsak anlatılanlara neredeysedokunabileceğimiz bir metin kadar yakındı. Arayış ve mücadele bir veaynı tutumun iki farklı yüzüydü. Burada, Warnsdorf'da boş boş dolaştığımgünlerde, şimdiye kadar geri çekilmenin bir işareti olarak algıladığımsanatsallık kriterleri daha büyük bir somutluk ve kendi başına birvarlık kazanmış görünüyordu benim için, okurken ya da resimleri incelerkenartık yalıtılmış, sadece sanat ehilleri için ulaşılabilir alanlara yoğunlaşmıyor,önüme çıkan her şeyin gündelik deneyimlerime her geçengün daha fazla eklemlendiğini görüyordum. Daha önce yazma eyleminibir zanaat, bir meslek olarak düşünmem Neukrantz'm belgesel romanınıokuduğum günlere denk gelmişti. Ondan önce de Cooper, Defoe, Dickens,Maryat, Melville, Swift, Poe, Conrad ve Jack London okumuştum,ama içimde bizzat bir şeyler yazma, bir şeyleri görünür kılma isteğiniuyandıran ilk yapıt Wedding Barikatlarıydı. Ben de işe konuyu saptırmadan,taraf tutarak koyulmak, anlaşılır olmak istiyordum, bunu daha önceScharfenberg'de yazdığım kompozisyonlarda denemiştim. Şato ise uzunzamandan beri birikmiş bir tedirginliğin ve bir yolun başında olmanınharekete geçirdiği bir bilme tutkusunun üstüne gelmişti. Kitap beni köşeyesıkıştırmış, zayıf taraflarımı ve kaçırdıklarımı görmeye zorlamıştı. Altıyıl önce aşılacak hiçbir şey yoktu benim için, Berlin'de BaumwerderAdası'nın karşısındaki sazlık koyda ıhlamur ağaçlarının dallarına oturuyorve mavi defterime tek bir sözcüğü bile değiştirme ihtiyacı hissetmedeniçimden geldiği gibi büyük bir süratle bir şeyler karalıyordum, sonraçalışmaya başladım, yazabilmek için bir şeyler uydurmak ne kadar kolaysa,gerçekte yaşadıklarımı yakalayıp yazıya dökmek de o kadar zahmetliydi.İfade arayışından önce bizim elimizi kolumuzu bağlayan parçalanmışlık,bölünmüşlük aşılmalıydı. Sanatta gerçek olanın ne olduğunu sorguluyorduk,bulduğumuz yanıt bunun malzeme olduğu yolundaydı,doğrudan doğruya algıladığımız, etimizde kanımızda hissettiğimiz malzeme.Ama malzemenin varoluşun bir parçası olduğunu, onun bir bağlamaoturtulması ve bizim bağımsızlığımızı harekete geçirmesi gerektiğinisöylerken her defasında bütün kütüphanelerin, müzelerin ve bilimlerinbizim makinelerimizle, aletlerimizle, kontrol saatlerimizle, içinde yaşadığımıztıka basa dolu odalarımızla bağlantısını hissediyor, müstehzi gülüşlere,alaylara maruz kalarak yürüdüğümüz yolda devamlılık sağlamakve bakış açımızın genişlemesi yerine bir işe yaramayan düşünceninufuksuzluğuna mahkûm oluyorduk. Çok eskiden, daha okul yıllarındagrevcilerin başını çektiğimi, Manifesto'yu megafondan Stettin İstasyo-162


nu'nun önündeki meydana dönerek ezbere okuduğumu ya da DresdenCaddesi'ndeki Orien Meydanı'nda bir evin damında gördüğüm atölyepencerelerinin ardında, kurtuluşun devasa alegorilerini çizdiğimi hayalederdim. Daha sonraları Pflug Caddesi'ne taşındığımızda bu vizyonlareriyip gitmişti, sosyal güvenceden yoksun, ekonomik zorluklar ve siyasişiddet içinde yaşarken insan hayal kuramıyordu, ayrıca öğrenme ve anlamaçabalarımızın yol arkadaşlarımızın suskunluğu ve bezginliğinden bağımsızdüşünülemeyeceğini, bindokuzyüzotuzyedi Eylülünde kavramayabaşladım ancak. Çünkü sanatı ve edebiyatı keşfetme yolunda harcadığımızçabaların, şimdiye kadar bu alanlardan koparılmış olduklarını sezmişolanların bu alanlarla asıl ilişkilerini güçlendirmek dışında başka hiçbiramacı, hiçbir doğrusu olamazdı. Bir sanat yapıtının özerk değerineyoğunlaşmak, bizi bir vakumun içine çekilmek tehlikesiyle karşı karşıyabırakırdı, öğrenme ve inceleme sürecimiz ancak kendi yaşama alanımızınkoşullarıyla, özellikleriyle, davranış biçimleriyle etkileşim halinde olursaverimli olabilirdi. Çoktandır anlamıştık ki, en az bir saati bir kitapla, bilimselbir problemle geçmeyen bir gün doyurucu olmuyordu. Düşünmemizeset çekmek isteyen bildik engellerle mücadelede öğrenme araçlarımızsiyaset ve sosyoloji üzerine giriş kitapları ve akşam okulunun kurslarıydı,ama bize bu yıllarda özellikle çekici gelen ve bilincimizin sınırlarınıngenişlemesine katkıda bulunan, içinde yaşadığımız çelişkiler, karşıtlıklarve ikilemlerdi, bu konuları enine boyuna tartışmaksa kendi gücümüzebağlıydı. Romanlardaki, şiirlerdeki, tablolardaki etkiyi ancak, gerçekliğinduyusal algısı söz konusu olduğu sürece kendi yaşantılarımızla,tasavvurlarımızla ilintilendirebiliyorduk, kendimizi bulmamız en çok bunoktada gerçekleşmekteydi. Düşüncelerimiz karşıtlıklar arasında gidipgelmekteydi. Bizi dışlamak isteyenlerin karşısına dayanma gücümüzle,dayatmaların karşısına düş gücümüzle çıkıyor, hareket özgürlüğümüzünsistematik olarak ihlal edilmesine kendi inisiyatifimizle yanıt veriyorduk.Güncel olaylar hakkında uygun ve nihai doğruyu temsil eden bir fikiredinme imkânsızlığını, aldığımız radikal kararlarla reddediyorduk. Zola'dan,Gorki'den Barbusse'dan ve Nexö'den sonra çağdaş işçi yazarlarınyapıtlarını da okumuştuk. Bu yapıtlarda yeni olan, arka avlularda, kiralıkkışlalarda, karanlık ve pis atölyelerde, depolarda; makinelerin, torna tezgâhlarının,yük rampalarının başında sürdürdüğümüz hayatın betimlenmesive toplantıların, grev hazırlıklarının, siyasi çatışmaların anlatılmasıydı.Klâber'in, Gotsche'nin, Hoelz'ün, Bredel'in, Marchwitza'nın, Neukrantz'ınkitaplarında karşımıza çıkan proletaryanın gerçekliğiydi, bir yandamelankolik koyu bir bezginlik, diğer yanda açıkça sürdürülen mücadelekutupları arasında, gizli deliklerde yaşamakla hapishane hücrelerinekapatılmak arasında gidip gelen bir gerçeklikti bu. Bizim için sadece buyapıtların geçerli olduğu fikrini sıkça duyuyor ve aslında biz de bu düşünceyitemsil ediyorduk, çünkü bizim pratiğimiz ve görevlerimiz bura-163


da betimleniyor, tek boyutluluğun baskısından kurtulup kendi güçlerimizigeliştirmek yolunda neler yapabileceğimize ilişkin basit ve herkesinanlayabileceği yönergeler burada kendini gösteriyordu. Bu yapıtların yalınkatlığımn,basit röportaj üslubunun, içinde yaşadığımız baskı ortamınınanlaşılması çabalarına uygun düştüğünü düşünüyorduk. Karakterlerinderinleştirilmesi, iç dünyanın ya da değişen mekânların anlatımındakullanılan sanatsal teknikler bize göre asıl konudan sapmak demekti. Kişiselolanın değil, sınıf çıkarının ifade edilmesini doğru buluyorduk. İçindeyaşadığımız bu kapalılıkta, burjuva kültürünün kurduğu kalede ardıardına yükselen kuleler gibi karşımıza dikilen, çağrışımları zengin ve biziezen bireyselleşmiş romana karşı çıkılması gerektiğini düşünüyorduk.Ama Rolland, Trakl, Heym, Hauptmann, Wedekind bu görüşümüzü dahaöncesinde sarsmıştı, kendimizi bilgisizlikten kurtardığımız ölçüde bizimyaşama alanımızın dışında kalan deneyimlerin belgeleri karşısında dadaha esnek bir tavır geliştirmiştik, gündelik hayatımızda yapıp ettiklerimizintaşıyıcısı olan dil zenginleşmişti, öyle bir nokta gelmişti ki, envanterlistelerimizle, ücret pazarlıklarımızla ve sendika toplantılarımızla görünüştehiçbir ilişkisi olmayan şiirleri anlar olmuştuk. Böylece kısa bir sürede,Jean Christophe, Van Gogh'un mektuplarını, Gauguin'in güncelerini,Gide'in Kalpazanlar'ını ya da Hamsun'un Açlık'ını öğlen aralarında,içine sardığımız mumlu kâğıtlardan çıkarıp sandıkların arasında bir köşedeokur hale gelmiştik. Nasıl ki Weinert, Becher, Renn, Plivier, Döblin,Seghers, Kisch, Weiskopf, Friedrich Wolf ve Brecht burjuva ve küçük burjuvakökenli olup düşünsel bir dönüşüm sürecinde işçi sınıfının sözcülüğünesoyundularsa, bizim de, üstelik pozisyonumuzu değiştirmemiz gerekmeden,toplumun diğer kesimlerinin sorunsallarına eğilmemiz mümkündü.Bir geçiş aşamasının çelişkilerine gömülmüş olan bizler, burjuvayazarlarının yerleşik klasik üsluptan devraldıkları keskin bir ayrıntıcılıklave büyük bir ustalıkla, yaşadıkları dönemin çatırtıları, düşüşü, iflasıhakkında dile getirdiklerini belleğimize kaydediyorduk. Gerçi onların yapıtlarıylailgilenmek bize bazen iç çelişki yaşatmıyor değildi, çünkü onlarasıcak baktığımız, onlarla uzlaştığımız, saf değiştirmeye, düşmanın tarafınageçmeye hazırlandığımız yolunda suçlamalarla karşı karşıya kalıyorduk,oysa şimdi çevreme bakmırken bu alandaki her etkinliğimizinyerinde olduğunu görüyordum. Sömürü sistemi bütün toplumsal katmanlarıkuşatıyordu, hepimiz hiyerarşinin tutsağıydık ve hepimizin busınıfsal düzenin insanları kademeleştirmesinde payı vardı. Kaynaşmalarave çürümelere, bastırmalara ve otoriter girişimlere ilişkin belgelerin çeşitliliğiylekendimizi sınırlamaksızm tanıştıkça dünya anlayışımız da ooranda yeni ve farklı renkler kazanıyor, dilin zenginliği kendini gittikçedaha fazla gösteriyordu. İşe kekeleyerek başlamış ve her okumada, heryazma denemesinde hayatımızın başladığı sıfır noktasına geri dönmüştük,karmaşık bir bağlama ilişkin edindiğimiz her bilgi, bizi ve yoldaşları-164


mızı kaçınılmaz olarak esir alan yoksullaşmayı bir kez daha idrak etmemizisağlıyordu. Kitaplar bizim için yapıtaşlarıydı, buna karşılık Canetti'ninkitap kurdu Profesör Kien edebiyatın içinde ölüp gidiyordu. Bizimelimizdeki yapıtlar sayıca kıttı, binbir zahmetle edinmiştik onları, Kienise bir kitap bolluğu içinde yaşıyordu, onun bütün bilgi hazinesi kendi elleriyletutuşturduğu ateşlerin içinde yanıp kül oluyordu, edindiği bilgilerdensonuçlar çıkarmak yerine kitaplarını marazi bir ruh haliyle yokedip dibe vuruyordu. Bir yoksulluk ve sefalet bataklığının içinden geçerekgecenin sonuna doğru gitmekte olan Celine de düzelme imkânlarınailişkin en ufak bir umut ışığı yakmıyordu, saldırıyı savuşturma çabasıyoktu, sadece kiniklik ve lanetleme vardı, oluşmakta olan politik bir zeminyerine bize sadece çaresizliğin ve umutsuzluğun karanlık dünyasınıgösteriyordu. Ama işte böyle uç noktalara vardırılan antitezler bizim kendikarşı çıkışlarımızı daha da güçlendiriyordu. Kitaplar marazilik hallerini,hastalığı belgeliyordu, bizse hastalığın sirayetinin nedenlerini ortayaçıkarmalıydık. Burjuva kökenli sanatçılar aidiyetten yoksunluklarını,bezginliklerini yapıtlarında dile getiriyorlarsa, bunun anlamı bireysel acılarıiçinde kıvranarak henüz kendi kökenlerinde takılıp kalmaları olmalıydı,yine de yazma edimiyle, onların bu sanat çabalarını gereksiz velüks bulanlara yaklaşıyorlardı. Belki sanatçılar henüz kendilerini bile anlamanoktasında değillerdi, belki bu çaresizliklerinden, güçsüzlüklerindenhiçbir zaman kurtulamayacaklar, tedirginliklerini siyasi arayışlarayönelerek hiçbir zaman gideremeyecekler, sadece genel olarak kökenleriniküçümsemekle yetinecek, ama devrimci güçlere bağlanmanın yolunubulamayacaklardı. Oysa onların içinde bulunduğu hareket, ister ağır vezahmetli adımlarla, ister büyük bir hızla büyüsün, ister hedefe yönelik vekararlı, ister kararsız olsun, ilerleme adına mücadelenin her yerde sürdürüldüğünü,ifadenin kuralları ve araçlarının bir değişim süreci içinde olduğunu,bunların bir yandan dağılıp yıkıldığını, öte yandan da yenidenkurulduğunu açık seçik anlayabileceğimiz kadar büyük bir hareketti. Ortasınıfın, küçük burjuvazinin insanları tam bir yolunu şaşırmışlık içinde,şartları değiştirme çabası gösteriyor, pek çoğu faşizmin peşine takılıyor,yarım fikirlerle gericilerin ucuz öğretilerinin tuzağına düşürülüyordu, kimileriysesermayeye bağımlılıklarını kavramaya başlamışlardı, onlar zatenmaaşlı işçiler, artı değer üreticileri, sömürülenlerdi, ister özel sektörünbürolarında, ister devlet dairelerinde, ister üniversitelerde, isterse dearaştırma kurumlarında çalışsınlar, aralarında üretim araçlarını elindebulunduran hiç kimse yoktu, kendilerini konumlandırma cesaretine sahipoldukları anda hepsi eninde sonunda sanayi, fabrika ve atölye çalışanlarıylaaynı durumda olduklarını görüyorlardı ve göreceklerdi, böyleceişçi sınıfı kavramı genişliyor, bir zamanlar burjuvaziye ait olduklarıdüşünülenler gittikçe artan bir sayıyla proletaryanın yolunu benimsiyor,hatta sıkça görüldüğü gibi teorik ve pratik katkılarıyla işçi sınıfına güç165


katıyorlardı. Bu tür düşünceler kriz dönemi kitaplarının pek azına doğrudandoğruya giriyordu, eğitimli elitin ürünü olan pek çok yapıt dışarıyakapalıydı, kesin ve kararlı adım henüz atılmamıştı, gelecek kendini şimdiliksadece sabırsızlıkta, mevcut durum karşısındaki hoşnutsuzluktagösteriyordu. Eski bağlarından kurtulmuş olan yeni ve ilerici güçler bizimdaha da bilinçlenmemizi sağlıyordu. Bize bağlanan öğrenciler veakademisyenler, ressamlar ve yazarlar nasıl kendi kökenlerini mutlaklaştırmadılarsa,bizim de belli sosyal ve ekonomik koşullar nedeniyle kendimiziproleterlikle özdeşleştirme konusundaki dar düşünceyi aşmamız gerekiyordu.Tersine, gerçekliğin keskin gözlemiyle kendi konumumuzubir kez daha belirlememiz ve tanımlamamız gerekiyordu. Eylemleriyle işçisınıfından yana tavır alan herkes oraya ait demekti, nereden geldiği,kökeni hiç önemli değildi. Bu özellikle şu günlerde çok önemliydi, çünküişçi sınıfının büyük bir bölümünün kafası karıştırılmış ve yola çıkış hedefindenuzaklaştırılmış, sonuçta geniş tabanlı proleter bir eylem birliği gerçekleşmemişti.Çalışanlar faşizm karşısında kendi sınırlarını çizmeyi becerememişlerdi.Artık savunmanın tek yolu, proletaryadan sayılmayanama bu mücadelede onunla ortak çıkarları olan örgütleri, partileri, halkkesimlerini içine alan bir halk cephesi oluşturmaktı. İşçi sınıfı henüz kendiiçinde kapalı bir bütünlük oluşturamamış olsa da, başka politik gruplarlahareket etmek uğruna bir gün üstlenmesi gereken ve Sovyet Rusya'da,İspanya'da, Çin'de zaten üstlenmiş olduğu başat rolü elden kaçırmamalıydı.Taktik nedenlerden dolayı kurulan ittifaklara rağmen sınıf çatışmalarıkaçınılmaz olarak devam edecek ve gerektiğinde keskinleşecekti.Babam toplumsal güçlerin farklı bir biçimde tabakalaşmasını tarihselbir blok olarak adlandırıyor ve bu bağlamda on yıllık tutukluluktan sonrabu yılın nisanında İtalyan faşistlerinin hapishanesinde can veren Gramsci'densöz ediyordu. Gramsci tarihsel verilere bakarak burjuva sınıfındanbağlarını koparmış entelijensiyanın çalışanlarla işbirliği yapacağı bir yolönermişti. Ancak bu, şimdiye kadar sahip oldukları ayrıcalıklarla egemenlerinhizmetinde olanların ellerindeki hazır kültür değerlerini olduğugibi alıp benimsemek olamazdı, çünkü böyle olması kültürün apolitikleşmeve sınıf mücadelesinin reddi tehlikesini de beraberinde getirirdi. Bununyerine esas olarak, hazır ifade olanaklarıyla özgün ifade arayışı arasındakikarşılıklı etkileşim harekete geçirilmeliydi. Bir yandan kültürükendi varlığımıza dahil ederken, öte yandan da kurucu öğelerinden birinikültürün oluşturduğu bütün bir mekanizma yok edilmeliydi. Bizi geliştirecekolanı kendimiz yaratmak zorundaydık. Edebiyatın, sanatın ve felsefeninürünleri, ancak proletaryanın zeminine taşınıp orada yorumlandıklarındayeni bir anlam kazanabilirlerdi. En alttakiler bakışlarını gelecektekibilimsel bir çağa çevirmişti. Biz henüz sindirme ve baskı dönemini yaşıyorduk.Babamın başının üzerinde kalan dar pencerede yine uygunadım yürüyen çizmeli ve uzun beyaz çoraplı bacaklar göründü, arkala-166


ında boynundaki ipi gerilmiş bir kurt köpeği vardı, kulağımıza düdüksesleri ve Üçüncü Reich'a, şiddetin imparatorluğuna itaat talep eden sertnidalar geldi. Akademik eğitimi olanlar bizim tamamlanmamış bilgilerimizüzerinde etkili olmaya başladıklarında, bunun yeni ayrıcalıklara yolaçmayacağından nasıl emin olabiliriz ki, diye sordum. Babamın yanıtı,hem Luxemburg'un yaratıcı etkinliğe ve özgür inisiyatife yönelik eğitimmodelini hem de Gramsci'nin mekanik ve otoriter bir öğrenme modelinekarşı çıkışını içinde barındırıyordu.Yirmili yılların başında sözü edilmeyebaşlanmış olan kültür devrimi var daha önümüzde, dedi babam. Bu yalnızcabizi değil, tarihin baskısını üstünde hisseden herkesi dönüştürecek,kendi kendinin efendisi olmaya yönelik ortak hedef ister istemez karşılıklıanlayışı da beraberinde getirecekti babama göre. Ürettiklerimizi artıkbaşkalarının ellerine teslim etmeyip onları kendimiz değerlendirdiğimizde,kim artık sadece kol emeğinden söz edilemeyeceğini, başkalarının da,tacirlerin, taşeronların da kafa emeği verdiğini söyleyebilir, dedi babam,başkalarını ezen düzen sayesinde buldukları fırsatı planlama ve yönetimbecerilerine dönüştürüp örgütleyici ve eğitici konuma gelenlere muhtaçolduğumuzu söyleyemezdi. Babamı dinlerken, zamanın onu henüz yıpratamadığını,hâlâ yeni bir başlangıca hazır olduğunu düşündüm. Berlin'dede sık sık yaptığı gibi şimdi de mutfağı atölye haline getirmiş bezbaskıları düzeltmekle uğraşıyordu. Üstünde çalıştığı masada sağlamlaştırarakbaskı tezgâhına hazır ettiği ahşap çerçevelerden birisi vardı, aynızamanda metal kalıptan boyayı akıtmakta kullanılan spatülü sağlamlaştırmayaçalışıyordu. Buraya taşınmış olmaları anneme daha da zor gelmiştir.Çalışmaya, her zaman ailenin geçimine katkıda bulunmaya alışmışolan annem şimdi işsizliğe mahkûmdu, ne bir fabrikaya ne de bir büroyagirebilmişti, her zaman ev işlerini çarçabuk bitirmeye alışkındı o,ama şimdi huzursuzluk içinde saatlerce komodini, masayı, iskemleleri,tabak çanağı temizlemekle uğraşıp duruyordu, bunları yaparken de işinedalıp çevresini unutuyordu. Bir gün hep birlikte evin bahçesindeki banktaotururken ev sahibi Bayan Golberg bizi görmüş ve oradan kalkmamızısöylemişti, birincisi, demişti ev sahibi, sadece ev kirasını veriyorsunuz,bahçe kirasını değil, ikincisi oturduğunuz bu bank Yahudiler için değil.Öfkeyle ayağa fırlayıp cevap vermeye yeltendiğimde, annem sertçe omzumdantutup beni durdurmuştu. Beni kolumdan tutup eve götürürken,koyu renk saçlarından dolayı onu birkaç kez Yahudi sandıklarını, onunda bunun üzerine bizzat kendini Yahudi olarak tanıttığını, ama bununkendisi ve babam için Warnsdorf da kalacak yeni bir yer bulmayı zorlaştırdığınısöyledi. Annem, her fırsatta kendisine burada oturabilmesininbir lütuf olduğunu ve yakında layık olduğu muameleyi göreceğini hatırlatanev sahibine şimdilik boyun eğmek zorunda olduğunu söyledi. Bumuamelenin nasıl olduğunu Warnsdorf'da geçirdiğim son birkaç güniçinde gördüm. Kasabanın kıyısındaki Sankt Georgenthal'dan gelirken167


Kilise Korusu denen yerde bulunan bir çakıllığın yakınında bir grup çocukve gencin çığlıklarını ve kahkahalarını duydum. Önce bir savaşçılıkoyunu oynadıklarını sandım, ama sonra ağır ağır yanlarından geçerkenaralarında, çakılların ortasında gırtlağından hırıltılar gelen birisinin yattığınıfark ettim, biraz daha yaklaştığımda onun, zararsız ve zekâ özürlü birgündelik işçi olan köyün delisi Eger Franz olduğunu gördüm. Yerde oradanoraya savruluyordu, yüzü gözü kan içindeydi, ağzından köpükler çıkıyordu,onu tekmeleyen, sopalarla kafasına vuran çoluk çocuğun arasındakıvranıyordu. Cellatları yararak onun yanına ulaştım ve onu ayağa kaldırıpFiala bostanlığma kadar taşıdım, orada yardıma geldiler. Sonra aldığıağır yaralar yüzünden öldüğünü duydum. İsimleri bilinen genç katilleronun ölümünden sorumlu tutulmadı, ordan oraya dolaşan yurtsuz bir Yahudininsara krizi geçirirken kafa üstü düştüğü ve öldüğü söylendi.168


IIBatmakta olan güneşin kızıldan eflatuna boyadığı kat kat bulutlarınmanzarası içinde, üstünde sıkış tepiş yolculuk ettiğimiz kamyonumuzMancha platosuna girerken, Hodann'ın sözlerini hatırladım, benim yerimişte burası, Don Quijote'nin ülkesi, diyordu, bana gönderdiği ve Prag'dakiİspanya Komitesi'nin biz Warnsdorf kasabasmdayken ilettiği mektubunda.Bir hafta geçmişti Fransa sınırını aşıp Ceret ile Junquera arasındakiçakıllı, çalılık ve zeytinlik arazilerden sürünerek geçtikten sonra Cumhuriyetçilerinilk devriyesine rastladığımızdan bu yana. Tren bizi Barcelona'nınkara ve isli istasyonuna, Gerona'dan, Calella'dan geçip getirmişti,ama bu kentte edindiğimiz ilk izlenimler arasında, bulvarın uzun koridorundançıkınca karşımızda beliren harabemsi, parçalara ayrılmış yapının,Sagrada Familia Katedrali'nin görüntüsü öne çıkıyordu hep. Rüzgârın tozabuladığı ana kapının sütunları kaplumbağaların sırtında yükseliyordu,delik delik olmuş yüksek çan kulelerini ve bize yabancı bir biçimler dünyasınaait bir katedral tasavvurunu taş kubbeler çevreliyordu. Başımızıgeriye doğru atmış önümüzde yükselen bu taş heyulasına bakıyorduk,gotikvari bir yapıydı, Mısır'dan Babilonya'dan esintiler taşıyan, yüksekkaleleri, Barok saraylarını ve Hint tapınaklarını, Art Neuveau'yu ve Kübizmiiçinde taşıyan bir gotik. Yapının yukarılarında tomurcuklanmış,kırmızı, mavi, altın sarısı renklerde konik, küresel, kübik çiçekler açan taştasvirler, sarkıtlar, daha aşağılarda sütunlar arasında, nişlerin ve üçgenpencerelerin içinde, sarmaşık dallarının çerçevelediği camsız pencerelerinetrafında yosun ve eğrelti, kozalak ve koçan, mercan ve denizyosunu desenleriiçine yerleştirilmiş insan figürleri, geçen yüzyılın tarzına uygunbu kahramanlık timsali figürler görünüyordu. Orta kapının üstünde, sarmaşıklarınkapladığı tabuletin üstünde görünen ve bu tamamlanmamıştapınağa Sagrada Familia adını veren kutsal ailenin çevresinde hindi vetavuklar, tavuskuşları ve kazlar, eşek ve öküzler toplaşmıştı. Yahudi birgöçmenin oğlu olan ve Paris üzerinden Londra'ya, oradan da buluştuğumuzyer olan Perpignan'a gelen benden dört yaş büyük Ayschmann,169


kitsch ile mimari yaratıcılığın nasıl böyle biraraya gelebildiğini sordu.Tüm sanat akımlarının tasasızca birarada kullanılması, belli bir üslubun,deyim yerindeyse oturmuş bir zevkin olmaması, tamamen kendi başınaduran böyle bir devasa biçimler kütlesinin yapılabilmesinin de önkoşuluolmalı diye düşündük. Yusuf u yandan hafifçe Meryem'in üzerine doğrueğilmiş, Meryem'i ise siperlik gibi öne çıkmış başörtüsüyle bebek İsa'yıkanatlarının altına almış gösteren tasvirde Yusuf un ellerini ibadet edercesineaçışı kaba çizgilerle acemice verilmişti, gerçekçi özellik gösteren metalborazanları öttüren meleklerse buna karşılık fazla gösterişliydi. Havariler'eve azizlere gelince, tek başına bakıldığında önemsiz bazı heykeltıraşlarınelinden çıkmış olmalılardı, ama heykeller, geometrik biçimlerdekikirli sarı blokların arasına yerleştirilişlerine, sınırsız süslemelerle oluşturduklarıkontrasta, çizgili bir yerkürenin veya çıkıntıların üzerindedenge tutturmalarına bakınca yadırgatıcı bir natüralist karakter taşıyorlardı,din büyüklerinin tevekküllü duruşları, hemen yanıbaşlarmda dikkatçeken katılaşmış çamur, kurumuş dalga köpüğüyle biraraya gelincegaripleşiyor, saçmalaşıyordu; yapının her tarafında aynı şey vardı, zırhlarabürünmüş, bir elinde kılıcı diğer elinde çekip aldığı bir çocuğu havadatutan savaşçı, savaşçılara yalvarıp yakaran kadının yambaşmda kazlarınüstünden sarkan çocuk cesedi, kulübelerinde görünen Yahudi babaları vehahamlar, hepsi okulda ezberletilecek türden bu basmakalıp örnekler,özelliği karma olmasından gelen bir bütünlük içinde yeni bir anlatım gücükazanıyordu. Birbirini çevreleyen ve saran kursların taşıdığı heykellerinçağrışımları iç içe geçiyor, üst üste biniyor, tüm girinti ve çıkıntılarınüzerinde süzülüyor ve yelpaze gibi açılmış palmiye yapraklarıyla, sipsivriuzanan üçgen biçimleriyle her noktasından bir hafiflik yayıyorlardı,ağırlık olarak aşağı çeken ne varsa, dalgaların, sarmaşıkların ve köklerinçizgilerinde dağılıp gidiyordu. Kuralsızlığın ve karmaşanın arkasındakimantık, hiperbolik ve parabolik yapı sistemiydi, bu yoğun çeşitliliğin yanıbaşındasüssüz, kaba kesimli taş bloklar yer alabiliyordu, coşkulu birgörsel ayrıntı lav ve cüruf kütlesine çatabiliyordu, kutsamak için uzanmışbir ele, tanrısal bir görev beklentisine karşılık uzun boyunlu kuşların kafaları,ileri atılmaya hazır bir enerji kendini gösterebiliyordu. Ağızları vegözleri kapalı, ama büyük kulaklarıyla etrafı dinleyen nurlu yüzler kırılanbir dalganın üzerinden yükseliyordu, çeşit çeşit yosunların içinden,deniz yıldızlarının ve mürekkep balıklarının arasından, taşa kesmiş köpüklerintopakları arasından ağırlıklarından kurtulup öteki tarafa uçabilmekiçin yukarı çıkmaya çalışan bedenler görünüyordu; ölüm ânı resmedilmiştiburada, bir durumdan diğer duruma geçiş ânı. Hıristiyanlığınkardeş sevgisine adanmış olan orta kapının her yanında yara tasvirlerivardı, kan ve irin salkımlarının üstüne aşağıya düştü düşecek gibi durankıvrımlı yılanlar yapışmıştı, çıkıntının yaptığı balkondan, inancın, umudunkapılarının üzerinden aşağıya doğru, duyargalarını öne uzatmış dev170


salyangozlar, denizkestanesi sürüleri iniyordu. Mihrabın arkasındaki yarıklardanhenüz inşa edilmemiş sahanlıkların boşluğu görünüyordu, havaakımı bina cephesinin boşluklarında dolaşıyordu, cephenin en alt girintisindefilozoflar oturmuş konuşuyorlar ve bir taş ustası keskiyle iskeleüzerinde çalışıyordu. Kapı kemerlerinin arasından içeriye, taş ustalarınıngeride bıraktığı yığın yığın granit parçalarının yattığı avluya baktık, sürüngenhayvanların kafa ve yüzlerinin yarım kalmış, kaba şekilleri farkediliyordu taşların üzerinde; bu yapıyı karşıtlıklarıyla algıladık, yoğunçeşitliliği ve çıplaklığıyla, sert biçimlerden yumuşak biçimlere, pürüzlüyüzeylerden parlak yüzeylere geçiş çabasıyla, yarım yamalak parçaları veeksiksiz ayrıntılarıyla, tarihin karanlıklarından gelen ve geleceği öngörenyanlarıyla nereye konacağı belli olmayan bir yapı olarak; sanki fosil bitkiler,tek başlarına veya grup halinde olanlar, bir mesaj getirmekteydiler,sanki mucizeleri anlatmaktaydılar, duaya durarak değil, çığlıklarla, dansla,şamatayla; eşekler, boğalar, ejderhalar gülmeleriyle katılıyorlardı bucümbüşe, bir uluma, bir kişneme dolduruyordu kulakları, çelik kılıçlarseğiriyordu, uzun borazanlardan keskin sesler çıkıyordu, yumrular, düğümlerve topaklar titremeye, akmaya başlamışlardı, taşa kazınmış harflerağız olmuştu, taş konuşuyor, haykırıyor, sıva parçaları üstümüze yağıyordu,uzaktan topların sesi geliyordu. Ön kısmın dev kütlesi kaplumbağalarınüstüne bindirilmişti, sabırlı kabuk sırtlar İncil'deki hikâyenin senaryosunutaşıyordu, yığının içinde kendilerine yer kalmamış dev birkaçsalyangoz arkalarından ittiği için görünmeyen bir hızla hareket ediyor olmalılardı.İç taraftaysa her şey güçlü bir konstrüktivizm sergiliyordu, duvarlarbazilikanın temelinden keskin köşeli merdivenleri, yarım ay şeklindekibirbiri üstüne gelen çıkmalarıyla verev kaymalar yaparak yükseliyordu.Hangi korolar çınlardı acaba, dedi Ayschmann bir toz bulutu içindekulak kabartıp gözlerini kısarken, yan taraflardaki basamaklı sıralardave yapılmamış triforyumun iki yan locayı birleştiren koridorunda dizilmişcemaat korolarındaki binlerce gırtlaktan hangi kanonlar çınlar, hangişarkılar söylenirdi. İşte burada, dedi Ayschmann, kilisenin mimarı, GranVia'nın göbeğinde şu rayların üstünde, elektrikli tramvayın altında ölümünübuldu, tekerlere dolandı, parçalandı, bindokuzyüzonaltmın Haziranında,çmgıldayan ve tangırdayan hız aracı Gaudi'nin sessiz dünyasınıaltına aldı; Paseo de Gracia'da, Casa Battlö'da, Casa Milâ'da onun dünyasınınkumluklarıyla, oyuk yamaçlarıyla, dalgalarıyla karşılaştık ve yolumuzadevam etmeden kısa bir süre önce bir kere daha aynı mağaraya, ortasındanyarılmış Sagrada Familia'ya girdik. Sanki yapıya devam edilecekmişgibi duvarlarda iskeleler, merdivenler duruyordu. Tahtadan dermeçatma kulübelerin yarıklarından alçı biçimler, büstler, birbiri üstüneatılmış gövdeler görünüyordu, demir raflardan kollar, bacaklar fırlamıştı,matematik formülleriyle dolu birtakım uçuşan kâğıt yığını içinden konstrüksiyonlarınmodelleri kendini gösteriyordu, birbirine tutuşturulmuş,171


her biri tıpkı insandaki kaburgaların, kol kemiklerinin, kalça kemiklerininyerini tutan parçalar, binanın taşıma kapasitesinin dayanaklarını gösteriyordu,yüzümüzü döndüğümüzde, dış yüzey biçimlerinin cümbüşününgerisindeki organizmayı görebildik, iskeletiyle, lenfleri ve kaslarıyla.Uzun gri önlüklü çocuklar avluda taş höyükleri arasında oyun oynuyorlardı,alçak bir binanın yanındaki saz kulübelerden fırlamışlardı, kulübeleriniçinde sınıflar vardı, mimarın arzusu böyleydi, çocukların inşa halindekiyapının içinde büyüyüp öğrenmelerini, hayal güçlerinin, oluşumhalindeki çeşitlilikle birlikte gelişmesini istemişti. Barcelona'nın sokaklarınıadımladığımız o gün her yerde katedrale ilişkin, yuvasından oynatılmışher şeyi içinde toplayarak anıtsallaştıran bu yapıya ilişkin işaretlererastladık. İnsan arada bir başını kaldırıp baktığında sonunu nasıl getireceğinibilemediği uzayıp giden bulvarların her yerinde kaideler ve sütunlarüzerinde uzaklara bakan, yeşile çalan bronzdan, mermerden heykellergörüyordu, alçı kabartmalar evlerin cephelerinde tek bir şerit halindeuzanıp gidiyordu, kapı kemerlerini omuzlamış bedenler pervazları tutuyordu,şurada burada sarayların süslemelerinin üstüne afişler, dövizlerasılmıştı. Konaklama yerimiz olan Victoria Oteli'nden çıkıp yemeklerimizinverildiği Colön Oteli'ne giderken, kurumuş çeşmelerin çevresinde mitolojikkahramanların ve taş bankların meydanı Plaza de Cataluna'yı geçtik,yemeğimizi yediğimiz otelin girişinin bir yanına bez afişler asılmıştı,afişlerde kızgın ifadeli bir Lenin gülümseyen Genel Sekreter'ine bakıyordu,Avenida Pi y Margall'dan yukarı tırmandık, uzaklarda yüksek bir kaideüzerinde çıplak bir kadın figürü duruyordu, parti binasının önündengeçerek yürümeye devam ettik, özgürlük tanrıçası üzerimizden kayıpgeçti, kâğıtlarımızın ve seyahat talimatlarının verildiği Enternasyonal Tugaylar'inbürosunun bulunduğu git git bitmeyen Ondört Nisan Bulvarı'nıkatettik, oradan tekrar birbirini kesen uzun caddeleri geçerek ana meydanadöndük, sonra telefon merkezine, Mayıs'taki çatışmalardan, duyduklarımızagöre Cumhuriyetçi hükümetin polis ve ordu birliklerince anarşisthareketin bastırıldığı çatışmalardan kalma kurşun deliklerinin göründüğübinaya, oradan da işportacı tezgâhlarının arasından geçerek genişRamblalar Bulvarı'na uzandık, beride çiçekler, çelenkler, girlandlar, ötedekafeslerin içinde muhabbetkuşları, sülünler, cam kâselerin içinde süs balıkları,beride cilalanmış toprak, hasır çekmeceler, taraklar, şallar, ötedekırmızı siyah atkılar, kırmızı siyah kasketler, mavi önlükler; gezinti yolununyan tarafından, üstlerine İber Federasyonu'nun kırmızı siyah renkleriyleçapraz şeritler çekilmiş tramvaylar geçiyordu yalpalayarak. Oradan,çevresi kükreyen aslanlarla sarılı ve ayaklarının altındaki bir yerküreninüzerinden limanın gerisindeki denizin sularına bakan, bir sütun üstüneyerleştirilmiş Colombus heykeline kadar yürüdük. Güvercin sürüleriiçinde şipşakçının çektiği fotoğrafımızın üç tekerlekli küçük kırmızı arabanınüstündeki kutudan çıkmasını bekledik, daha sonra da, yapışkan sa-172


ı kâğıdın üzerinde ebedileşmiş olarak yolumuza devam edip eski kentin,duvarlarında din şehitlerinin, akbabaların, kertenkelelerin öne fırladığıdar sokaklarına daldık, sokakların arasındaki tek çıkışı bulduktan sonrainsan sesleriyle çınlayan Plaza Real'in kalabalığına katıldık. Bir kenarınıgalerilerin oluşturduğu bir dörtgenin çevrelediği meydanda palmiyelerinaltındaki bir bankta o kadar yürüyüşün ardından bacaklarımızı uzatmış,karşımıza dikilen dallı budaklı mimariyi konuşmaya başlamıştık yeniden,şimdi, aradan üç gün geçtikten sonra, sarsılıp durduğumuz kamyonunüstünde Ayschmann, belki de yapının bitirilmemesinin dinsel amacınortadan kalkmasıyla ilgisi olabileceğini söyledi, belki boş bir fikrinçevresinde oluşturulmuştu bu ibadet mekânı ve bu yüzden böylesi bir katedralancak yarım bir yapı olarak kalabilirdi, bütününden kopmuş birparça olarak, değerini ancak total sanat yapıtı olarak gerçek üstü sürdürebilirdi.İçinde ayinler yapmak üzere başkaları yapıya devam etmek isteyecekolsa, bu ancak geri düşmek olur, dedi Ayschmann, yapı sahiciliğiniancak harabe olarak koruyabilir, ibadethane olursa yapaylaşmaktan kurtulamaz.O sırada üzerimizde dev gövdeleri andıran bulutlar sarkıyordu,kol ve bacak yığınları çıkıyordu aralardan, sıkılı korkunç yumruklar,mor-kızıl arası renge girmiş patlak yüzler, başta uzunken kısalıp gözdenkaybolan saçlar, rüzgâra kapılan kanatlar üzerimizden süzülüyorlardı.Ertesi gün tahta bir vagonda sabahtan akşama kadar süren bir yolculuklaBarcelona'dan Valencia'ya gittik. Öğlene doğru Vinaroz yakınlarında denizetekrar ulaştığımızda, bizi buraya getiren gerçek tekrar kendini gösterdi,düşman dışarda, işaret parmaklarımızın gösterdiği yerde cisimleşiyordu,Alman filosu İspanyol sahilini abluka altına almıştı, düşman bizimanadilimizde konuşuyordu, elçileri bizimle aynı okul sıralarını paylaşmıştı,evimizin yolunda karşılaştığımız kişilerdi, fabrikalarda aynı makinelerinbaşında çalışmıştık, ama tekrar karşılaştığımız şu an aramızda ortakbir şey kalmamıştı, kesin bir kopuş vardı, karşımızdaki, yok edilmesigereken boğucu soyut bir güçten başka bir şey değildi. Santander veGijön düşman eline geçmişti, yüz binlerce mülteci yollardaydı, Ebro'dafaşistlerin birlikleri ilerliyordu, sefer birliklerini takviye etmek için gemilerlegetirilen yirmi bin İtalyan şu günlerde Câdiz'e çıkarılmıştı, yaz aylarındayaşanan silahlı çatışmalardan sonra kendi güçlerimizin de tahkimigerekiyordu. Bizim Barcelona'da bulunduğumuz sırada şehirde yüzdenfazla anarşistin tutuklandığını duyduk. Cumhuriyetçi hükümetin emirlerineayak direyen anarşist sendikal hareket hakkındaki, kısaltmalı şeklisöylendiğinde bir silah patlamasını andıran Birleşik Marksist Parti hakkındakiduygularımız ikircikli, şaşkındı, Aragön'da Anarkosendikalistharekete karşı yürütülen operasyon hakkında konuşmalar duyacaktık sıksık. Brunete yakınlarındaki çarpışmaların hemen ardından Belchite bölgesindekiçarpışmalar gelmişti, Alman Condor lejyonunun bombaları Zaragoza'yadüşüyordu, General Lister Halk Ordusu'nun on birinci tü-173


meniyle, bağımsız hareketin ana karargâhını dağıtmak için Caspe'ye dayanmıştı.Anarşistlerin kurduğu Halk Komiteleri söylendiğine göre karşıkoymadan dağılmışlar, devrimci işçi askerler silahsızlandırılmışlar, bunlardanbirçoğu bilinç eğitiminden sonra düzenli orduya katılmış ve birliğezarar veren güçlerden en büyüğü zararsız hale getirilerek Halk CephesiHükümeti egemenliğini kanıtlamıştı. Antifaşist mücadeleyle eşzamanlıyaşanan iç çatışmaları anlamaktan henüz uzak ve ne pahasına olursa olsunbirliği korumak gerektiği düşüncesine sıkı sıkıya bağlılık duygularıiçinde Costa del Azahar boyunca alabildiğine uzanan portakal bahçeleriiçinden geçtik, köylerin yanından, savaştan habersiz gibi görünen kasabalardan,konuklarını bekleyen plajlar görünüp kayboluyordu, ülkeniniçlerinde yaşanan savaş belki de bu gerçekliğin sadece bir kısmıydı, bizimideallerimizin, adaletin gerçekleşeceğine inancımızın yanısıra, istifinibozmayan bir gündelik hayat içinde korkaklık ve çıkarcılık sürüp gidiyordu.Belki de tepeliklerin arkasındaki plaj sefası yakında tekrar başlayacakve bu ayların ve yılların konvoylarını ve yollara düşmüş birliklerini,didinmelerini ve fedakârlıklarını unutturacaktı. Kendi saflarımızdakihainlere karşı nefret duyuyorduk, bu da bizi birbirimize daha çok bağlıyordu,birliğimizi ve bütünlüğümüzü hiçbir şeyin bozamayacağındanemindik, ama gene de hissettiğimiz çelişkilerden dolayı uyanık duruyordukve o andan itibaren, dikkatimizi düşmanın karşımıza dikilmiş olan savaşmakinesinden ayırabilecek herkese karşı uyanıktık. Sonra Valencia'dabir akşam geçirdik, bu kent, Barok'un en üst balkonlara kadar tırmandığı,meleklerin ve tanrıların birbiri üstüne binmiş devasa binaların üzerindesüzüldüğü, parmaklıklarla çevrili balkonlarının birbirini izlediği, amagene de o daracık alanlarda seramiklere, çiçek kolyelere ve heykelciklereyer bulunabilen bir kentti. Kuzey Garı'nın yanındaki arenanın çiğnenmişsert zemininde geçirilen bir gecenin ardından daha şafak sökmeden Belediyebinasının önünde üstü açık kamyonların hareket etmek üzere bizibeklediği Plaza Castelar'daydık. Orada uzun süre bizim konvoyumuzakatılacak bir grubu bekleyecektik, bankların üzerinde, çiçek tezgâhlarınınarasına uzanmıştık, gözlerimizi kısmış tepemizdeki meleklere, kolkola girmiş, esrik azizlere bakıyorduk, sonra yine aynı manzarayla karşılaştık,şimdi uyanmış ve meydanın sağında solunda görünmeye başlamışolan ve tepegöz Kyklopların bekçiliğini yaptığı kapılardan içeri girenkent halkının bizim savaşımızla ilgisi yokmuş gibiydi, ferforjeli pencerelerinardında hangi işleri kovalıyorlardı, bu işlerin kimlere yararıoluyordu. Tül perdelerin arasından görebildikleri kadarıyla aşağıya, bizebakıyorlardı, onların binalarının dibine çökmüş maceracılar, başıbozuklardıkbiz, gidişimizle birlikte rahat bir nefes alıyorlardı. Bizler Valencia'da,Barcelona'da gezginden, turistten başka bir şey olmamıştık. Taşıniçindeki sanatsal mükemmelliği, güzelliği merakla incelemiştik, şimdi detarlaların, tepelerin, dağların arasından geçerken, yapılardaki formas-174


yonların neyi anlattığını sormaktan vazgeçmiş, kendi başlarına sahip olduklarıdeğeri merak ediyorduk. Geçtiğimiz bir yerde kırmızı topraktançamur çıkarılıp fırında tuğlaya dönüştürülüyordu, evlerin kiremitleri deaynı toprak kırmızısıydı, duvarların malzemesi beyaz kireç badananın altındanpembe pembe parıldıyordu. Yamaçlarda alçak taş duvarlarla desteklenmiştaraçalardaki bağlarda olgun üzüm salkımları sarkıyordu, aralardaysademir karışımlı toprakta yetişen sıra sıra ağaçların üstünde dolgunyeşil ve siyahi mor zeytinler; portakal bahçeleri selvi çitlerle, denizdenyukarılara esen ve Albufera sahilindeki mısır tarlalarının üzerindengeçip buralara ulaşan rüzgârlara karşı korunmuştu. Yol kenarında ağaçboyunda sazlar, toza bulanmış agavlar yetişmişti, Chiva'nm yükseklerigri bir renk almıştı, burada açılan çukurluklarda dumanların içine gömülmüşçimento fabrikaları vardı. Sıradağların üzerinde bulutlar toplanıyordu,giderek daha yükseklere doğru; üzüm bağlarının ve zeytinliklerinbolluğu bitmek bilmiyordu, ama yol yol halindeki sürülmüş tarlada pulluğunbaşındaki köylünün kısa naralarla sürdüğü eşeğin hali perişandı,elindeki değneği, sırtındaki deri torbasıyla koyunlarının arasında, kurumuşotların içinde bir gölgede silinmiş çobanın hali de öyle, yuvarlak taşlarıandıran koyunlar sanki bizimkinin dışında bir zamana aittiler. Ayschmannilkel aletleriyle çoban ve köylüyü kastederek, Sagrada Famüia'yıyapan duvarcıların soyundan onlar, dedi, onların çalışma hayatlarının basitliği,üç kuruşluk yevmiye karşılığında, heykele dönüşmüş taşları üçayaklı palanga düzeneğiyle yukarı çekerek birbiri üstüne yerleştiren işçilerinkinebenzerdi, kuşakların hiyerarşiye sabırla hizmet ettiği dönemlerdegotik katedrallerin önünde kurulu sefalet kampları da öyleydi. Öğledensonra Requena'dan Casas Ibanez'e geldiğimizde çevrenin görüntüsündebir değişme olmuştu, burada hasat işçileri upuzun sıralar halindeçalışıyorlardı, hareketlerinde ve yüzlerinde yeni bir ifade vardı, yaptıklarıişler tek tek veya küçük gruplar içinde tamamlanıp bitmiyor, birbiri içinegeçiyordu, hummalı, hırslı çalışmaları omuzlarına astıkları veya yakınlarındaellerinin uzanacağı yerde birbirine çattıkları silahlarla birlikte dahagüçlü bir anlam kazanıyordu. Gençler taburu bağ bozumunda ve zeytintoplamada yardım ediyordu, alçak ağaçların dallarına sopalarla vuruluyor,dökülenler yerden toplanıyordu veya parmakların arası açık tutularakavuçla dallardan, yaprakların arasından sıyrılarak toplanıyordu, koyuyeşil üzümler söğüt dallarından örülmüş ve sırtta taşınan sepetleredolduruluyordu, zeytinleri yüklenen sepetler geniş ağızlı, kâse biçimindeydi,geriden savrularak arabalara yerleştiriliyordu, eşeklerin çekmesinikolaylaştırmak için ayaklar yüksek tekerlerin parmaklarına yaslanıyordu.Kumlu tepelerin ardından, bağıran komutanların emirleri ve silah patlamalarıduyuluyordu, Enternasyonal Tugaylar'ın eğitim bölgesi Casas Ibanez'denbaşlayarak yarım ay şeklinde Madrigueras'ı ve Tarazona'yı daiçine alarak Villanueva de la Jara'ya kadar uzanıyordu. Burada eskiye ait,175


neredeyse Ortaçağ'dan kalma şeyler bulmak mümkündü, Mahora'da duvarlarıniçindeki yontulmamış taş parçaları çamurla sıvanmıştı, kapılarçürüyüp kararmış tahtadandı, ihtiyarlar kapı eşiğinde oturuyordu, erkeklerkalın atkılarını boyunlarına dolamış, siyah berelerini gözlerinin üstüneindirmişti, kadınları saçaklı siyah bezler örtüyordu, tavuklar kumluktazahter kümelerinin arasında gıdaklıyordu, bir yıl önce buradaki herşey dış dünyadan kopuk, kendi dünyasına gömülmüştü; değişim içeridalmasa ve buraya yerleşmese her şey aynı kalırdı. Yeni olan şey, çalışmaylasilahın, üretimle uyanıklığın birarada oluşuydu, burası Cumhuriyet'inkorunaklı iç kalesiydi, bunun üzerine birden tüm tereddütler vekuşkular kaybolmuş, bir güvence hissi gelmiş, kuzeydeki ve güneydekicephelerin dayanacağı güveni doğmuştu. Doğu sahillerindeki kentler sıcakçatışmaların dışındaydı, oralarda, taş kütlelerin içinde, Cumhuriyet'inzaferine inanmayanlar, arzu da etmeyenler yaşıyordu, oralarda dayanmagücünün altı oyuluyordu, beşinci kollar işbaşındaydı, insanlar yiyecekmaddelerinin dağıtım noktalarında kuyruklarda beklerken mallarkaraborsada piyasaya sürülüyordu. Paranın iktidarının ticari trafiğin tekrarbaşlamasını beklediği yerde, uluslararası ilişkilerin dayanışmaya değilkâr amacına hizmet ettiği, gizli gizli hazırlıklar yaparak politik hareketlerarasındaki farklılıkları uzlaşmazlığa çevirmek, kargaşa yaratmak,ikiyüzlülüğü teşvik için halk iktidarına karşı planların yürütüldüğü, çoğukişinin kendi yolunu ve kurtuluşunu aradığı bir yerde, buradakine, buplatodakine benzer, paylaşılan bir hayat filiz veremezdi. Şimdiye kadarkiher şey ülkeden ilk izlenimler, ilk sezgilerdi, birden her şey değişmiş, dilinibile bilmediğimiz ama kendi ülkemiz saydığımız bir ülkenin göbeğindebulmuştuk kendimizi şimdi, başka bir ülkemiz de kalmamıştı zaten.Yeni türden bir ordunun içindeydik, insanları baskıdan kurtarma dışındabir amacı olmayan, bir yerleri ele geçirmeye çalışmayan, kimsenin zenginliğinezenginlik katmayan, sömürünün sonunu getirmek isteyen birordunun parçasıydık. Bu orduya celp emriyle gelmemiştik, çatışmayazorlanmamıştık, herkes kendi özgür iradesiyle, gönüllü gelmişti. Heryaptığımızı, her adımımızı sınırlayan karşı gücün etki alanının dışına çıkmıştıkhayatımızda ilk defa. Karar verme hakkımızı ve bugüne kadar bizisindiren güçlere karşı şiddete başvurmanın elzem olduğunu hiçbir zamanbu kadar açık hissetmemiştik. Bu duygularla girdik inanılmaz açıklıklarsunan platolara, birbirine paralel buğday tarlaları ve üzüm bağlarıarasından geçen yola, koyu kırmızı toprak yollardan ve üstlerinde düzgünpürüzsüz gövdeleri, yuvarlak taçlarıyla tek tük fıstıkçamlarmın yükseldiğihattan, eflatun zahter şeritlerinden geçtik. Geniş çakıl yatağı içindedar bir su şeridi halinde akan Jucar üzerindeki yarı yıkılmış bir taşköprüden geçtik. Yol kavşaklarındaki devriyelerin çokluğu, karşı yöndengelen emir subaylarının arabaları, konvoy halindeki birlikler askeri birmerkezin yakınlarında olduğumuzu gösteriyordu. Hızlı çöken akşamın176


karanlığında Albacete sarı ufukta beyaz bir çizgi olarak belirdi, mavi kurşunibir renk almış bulutların altında, kentin Mağrip ismi olan El Basitikelimesinin de anlattığı gibi düzlüğün kendisi, düzlüğün kalbiydi, basıkbina dizilerinden oluşmuş düz bir desen halinde ve perdahlı ve taraklıyer katmanlarının bir parçası halinde karşımızda duruyordu. Kamyonlarkaranlığın içinde tren yollarının üzerinden takırtılarla geçiyordu, taş dokularıniçine doğru huzmeler halinde yayılan yollardan birinden geçerekyuvarlak kulelerin ve mazgalların altındaki bir kapıya, Guardia Civil garnizonununkapısına uzandık.Arap kervanlarının, halifelerin konaklama yeri olmuş, hanedanlarınve fetihçilerin birbirini izlediği, bir dönem derebey yönetimlerini görmüş,Romalılar'dan kalma bu taşra kenti, kendi yirmi bin nüfusuna dar gelirkenşimdi Enternasyonal Tugaylar'ın ordugâhı haline gelmişti. Buradakendini hercümerç, kabaran ve sönen bir dalga olarak gösteren yenilik,altüst oluş, devrimci hava, kentin her köşesine, hemen hepsi basık tavanlıbasit evlerden oluşan, sadece merkezdeki birkaç ihtişamlı binanın diğerlerininüzerinde yükseldiği kent siluetinin her noktasına sinmişti. Büyüktoprak sahipleri düşünülerek kurulmuş ve gelişen kapitalizmin yüksekkârlarının yansıması olarak bordürlerle çevrelenmiş para kurumlarının,sigortaların ve ticari firmaların binaları, komutanlığa, kurmay heyetlerineve yönetim birimlerine hizmet verirken, evler ve dükkânlar, bodrum katlarıve samanlıklar da her türlü askeri donanıma ve mal sevkıyatını yapangörevlilere yer açmıştı. Ne var ki kentin bu şekilde doldurulması, sistemlibir süreç içinde gerçekleşmemiş, bir şey bir başka şeyin yerini almışve her şey iç içe geçmişti, üst üste yığılmış kartonların ve varillerin yanıbaşındayazıcılar, bitiştirilmiş masaların üzerine eğilmiş çalışıyorlardı, birköşesinde ateşte demir dövülen bir atölye kamyon şoförlerine gecelemeyeri olmuştu, savaş alanlarını gösteren haritalar üzerinde kurmaylarınçubukları geziniyordu, hemen yanıbaşında teknisyenler makineli tüfeklerinive top kundaklarını onarıyorlardı, kum torbaları, un torbaları, fişekkartonları bir avluya taşınırken, oradaki sahra mutfağından dışarıya dabuharı tüten çorba kazanları geliyordu. Plaza Altozano'da, cephesi balkondemirleri, üçgen çatı alınlıkları ve heykelli kuleleriyle Gran Hotel'iniki katı subay daireleri olarak ayrılmıştı, bir üstü giysi ve çamaşır yığınlarınıntoplandığı bir depoydu, en üst kattaysa ağır yaralılara ayrılmış kırkyatak vardı. Meydanın çaprazındaki Banco de Espana'da gönüllü toplamabürosunun şefi Barrio oturuyordu, diğer yerlerde kartografların, dosyadolaplarının, kasaların arasında yeni gelenlere yer açılıyordu. Mermersütunlu, cilalı tırabzanlarla çevrilmiş geniş merdivenli Cafe Central iseyüksek rütbeli subaylara ayrılmıştı, buradan bombeli camdan göründü-177


ğü kadarıyla ünlü konuklardan bir esinti edinmek mümkündü, Hemingway,Ehrenburg, Louis Fischer yuvarlak bir masa etrafında oturuyorlardı,daha sonra Sovyet danışman Koltsov'un yanında Sovyet Konsolosu AntonovOvseyenko'yu fark edebildik, onyedi Kasım'da kışlık saraya hücumuyönetmiş olan Ovseyenko'ya işaret etmek istedim, ama saksı bitkilerininarasından omuzlarındaki yıldızları, kırmızı şeritleri ve armaları parlayanüniformalılar bir anda etrafını sarmıştı, dışarıya bavullar taşınıyordu,özel muhafızlar yolu kesmişti, bir araba önden gitti, Konsolos'un yolaçıkacağı çalınıyordu kulağımıza, mesajı getiren Rosenberg'le birlikteMoskova'ya geri çağrılmıştı. Ortasında bir su birikintisi ve onun etrafındatozlu palmiyelerin bulunduğu Plaza Altozano'nun sağında solundaküçük gruplar, neler olduğunu konuşmaya durmuş, hareretli hikâyeleranlatmaya başlamışlardı, o sırada Belediye'yle Banka arasındaki gazinodazeytin rengi keçeden ceketleri, geniş poturlarıyla Tugaylar'ın askerlerioturuyordu, karşı taraftaki bir zamanların Circulo Mercantil'inde başkaTugaycılar masalarda sıkışarak yerleşmişlerdi. Adliyenin ve Capitol Tiyatrosu'nunda yer aldığı bu meydanın, tüm faaliyetlerin merkezi olduğugörülüyordu, kentin tek bulvarı olan ve budanmış çınarların sıralandığıPaseo de la Republica'nın bağlandığı tren garının yanındaki eski Dominikanmanastırında ailesi ve hizmetkarlarıyla birlikte garnizonun valisiMarty oturuyordu, iktidarın, emir gücünün odağı burasıydı, adı anıldığındaefsanevi ünü karşısında duyulan derin saygı, kendini beğenmişliğinve iktidar hırsının uyandırdığı tiksinti duygularına karışıyordu; buradaMarty'den başka komutanlar da vardı, özellikle de İtalyan ve Almankomutanlar; askeri bölgede geçirdiğimiz bu ilk günde kuşkularımız yinekendini belli etmişti, Enternasyonal Tugaylar'ın organizasyon birimlerininkaçınılmaz görüş ayrılıkları, iç gerilimler ve kopukluklar kendini hissettirmiştiyeniden. Kente gelişimizle birlikte yekpare bir dünyaya girmiştik,tüm çelişkileri içinde barındıran, ama her şeyde silaha davranmaçözümünün ön planda bulunduğu bir dünyaya. Artık algıladıklarımızıtek başımıza algılamıyorduk, gördüğümüz her şey diğerlerinin bakışlarıylada tamamlanarak bütünlüğe kavuşuyordu, her adımımız organikbir bütünün parçasıydı. Albacete'de bizi yönlendirecek güç hakkındakiilk izlenimlerimizi edindik. Belirlenen yerlere, kendi birliklerimize, eğitimalanlarımıza gönderilmeden önce, bir halk ordusunun savaşı hakkındakidüşüncelerimiz sınavdan geçirildi. Çoğumuz büyük sözler bilmeyen,sadece kararlılık içinde buraya gelmiş kişiler olarak şimdi karşılaştığımızbu çok yönlü soruşturmalar kafamızdaki savaş kavramını değiştirdi,gözümüzde savaş birden kafa karıştırıcı özellikler kazandı. Birçoklarıbir an önce birliklerine gitmek için sıkıştırıyordu, kıskançlıkların ve düşmanlıklarınmayalandığı ve kardeşliğin unutulma tehlikesine girdiği polemikyuvasından bir an önce uzaklaşmak istiyorlardı. Yaşadıklarımızdanbiliyorduk ki, bize ahlaki sorumluluğumuz açısından yöneltilebilecek her178


türlü kuşkuyu defetmeliydik. Kararlılıkla vurguladığımız ve cephelerdevuruşanların da doğruladığı gibi enternasyonal dayanışma faşizme durdemek için biraraya gelmişti. Bu cevap tereddütsüz ve mutlaktı. Görevyerlerimize, ben Jucar Nehri kıyısındaki ve Posonubio'nun beş kilometrekuzeyindeki Cueva la Potita'ya, Ayschmann ise Posonubio yakınlarındakieğitim kampına gönderilmeden önce, hava akımlarının çıplak ve özelliksizsokakların köşelerinde burgaçlar yaptığı bu kentte, Barcelona'da dayaptığımız gibi, bir gün geçirmiştik. Biz kolektif bir yapının parçalarıydık,ne var ki karşılaştığımız karmaşayı ve farklı açıklamaları, kendi çabamızlabilgiler edinerek uyumlu hale getirmeye çalıştık. Bilinci örgütlemeninsürekli görevlerimizden biri olduğu belirtilmişti bize. Dünya görüşümüzdenayrılamayacak olan gönüllülüğümüz, olası terslikleri yakalamalıydı,kuşkuculuğu beslemek için değil, pusuda bekleyen bozgunculuğuboşa çıkarmak için. Yöneticiler arasındaki çatışmanın, karşıt düşüncelerinbirbiriyle kavgasını kaçınılmaz bir şey olarak görüyorduk, Avrupa bir antagonizmlerdünyasıydı ve tüm Avrupa'nın farklı görüşleri, başına buyrukenerjileri İspanya'da buluşmalarının sonucunda bir sentez aramakdurumundaydılar. Ayrılıkları birlik haline getirmek her birimizin göreviydi.Daha önce hep kendimizi gizleyerek karşı geldiğimiz düşmanlaaçık bir karşılaşma için biraraya toplanıp üzerine yürümenin nasıl olacağınıhep gözümüzün önüne getirmeye çalışmıştık. Buraya geldiğimizgünlerde yaz ayları olaylarının etkisi sürüyordu hâlâ, birçok kolu olanmuhalefetin ana bölümü devredışı bırakılıp hükümette değişikliğe gidilmişti.Bizim için belirleyici ve anlaşılır olan nokta, tüm güçlerin dikkatinişimdi ordunun güvenliğine vermesiydi, devrimci umutların ortaya çıkardığıbir savaş ancak askeri yoldan bir zaferle sonuçlanabilir, başından berisilah üstünlüğüyle karşımızda kabaran bir güç ancak savaşarak alt edilebilirdi.Otorite ve disiplinin gelmesiyle, hiyerarşinin yeniden getirilmesiyleilk heyecan bir ölçüde yitirilmişti, ama o heyecan ilk gelişigüzel haliylehızla yenilgilere yol açabilirdi, bu nedenle de herkesin, hatta anarşisthareket içindeki bazılarının bile kabul ettiği gibi, karşımızdaki profesyonelaskerlerle girişilen bir mücadelede deneyimli strateji uzmanlarına ihtiyaçvardı. Bazıları burada bir mantıksızlık görüyor, değişim mücadelesinieşitlik taleplerine ters düşen eski yapılarla yapmak zorunda kalınmasınıanlamakta güçlük çekiyordu. Ama fiziki çatışmaların üstesinden gelmenintek yolu güdümlü, kontrollü şiddetti. Fiziki donanımda geriysek,ideolojik kararlılığımızda bir an bile açık vermemek durumundaydık,toplumsal değişim isteyen irademiz büyüktü, ama bu ancak parçalanmazbir birliğe dönüşürse ayakta kalabilirdi. Görevlerimizin önümüze koyduğudüalizm karşısında birbirimizi ve kendimizi yokluyorduk, birbirimizlesürtüşmeleri gözden geçirip birlik bütünlük adına kabahati kendimizdearıyorduk. İspanya macerasına atılan herkes doğru şeyi yaptığı duygusuylagurur doluydu. Bu insanlar, kendilerine demokratik diyen, ama179


gönüllülerin yola çıkmasını engellemek için her türlü yola başvuran, oluşumhalindeki birlik cephesini yok edip İspanya'daki halk savaşını tecritetmeye çalışan ülkelerden geliyorlardı. İnandıkları için gelmişlerdi, gizlenmepolitikasını, kendi hükümetlerinin hilesini, şantajını geride bırakarakatmışlardı bu adımı. Hayatlarını ortaya koyma cesareti, eşit kabuledilme ve saygı görme talebini de beraberinde getiriyordu. Kararlılıklarısınıfsal bir tavırdan kaynaklanıyordu, aynı hareket içindeki herkesin onayınıalan, ama ardından nereye kadar paylaşıldığı sorusunun gündemegeldiği bir fikir birliğiydi bu. Burada olmak herkese aynı payeyi verdiğiiçin üstlerinden de ayrı tutulmak istemiyorlardı. Ne var ki şimdi bir düzeneboyun eğmek zorundaydılar, daha önceleri kendi ülkelerinde askerlikyaparken belki de ayak diretecekleri bir şeye maruz kalıyorlardı şimdiburada. Birçok rapordan anlaşıldığı üzere, cephelerde farklı görevlerinverilmesi doğal karşılanıyor, herkes subayların yeteneklerine güven duyarakbirbirini tamamlıyordu. Ama burada, birliklerin komuta merkezindehiyerarşik düzen, savaşın amaçlarından bariz biçimde ayrı düşen eskibir hastalığın nüksetmesine yol açmıştı. Manastırın taş salonlarında vekoridorlarında hükmünü süren en yukardaki politik şefin feodal beyleriandıran keyfi bir yönetim sergilemesi ve paranoyaklığa varacak derecedekendini önemsemesi insanlarda ister istemez şaşkınlık yaratıyordu. Proletaryaordusunda insanların susturulmasına, kavgacılığa ve hilekârlığaizin verilmesine içerleyenlerin söylendikleri çalınıyordu kulağımıza. İnsanlarlamarazi bir ilişki içinde olan Marty'nin ünü, belki de hareketin altınıoymak için özellikle besleniyor deniyordu. Biz ise, belki onun despotluğutaşıdığı sorumluluktan geliyor diye düşünüyorduk. Fotoğraflardakarşımıza çıkan pörtlek gözleriyle solgun yüzünü görmemiz yetiyordunasıl bir paniği bastırmaya çalıştığını anlamak için. Cumhuriyet en önemlisanayi bölgeleri olan Asturya, Vizcaya, Santander'i kaybetmişti. Denizablukası savaş malzemelerinin limana girmesini engelliyordu. Pirenelersınırı her an kapanabilirdi. Savaşabilecek birlikleri yeni bir hücuma hazırlamaçabası içinde olan Marty'nin yüzünde, içinde bulunduğu bu sıkıntılıdurum okunuyordu. Planlarına karşı söylenen en küçük söz öfke patlamasınayol açıyordu. Her reddedici tavırda ihanet kokusu alıyordu. Bizleronun sertliğini, Sovyet parti yönetimi tarafından atanmış biri olarakgerekli her türlü stratejik ve taktik önlemi almaktan sorumlu olmasınabağlarken, başkaları bunu onun karakterine yoruyordu, onun iktidar saplantısınakapıldığını ve kendisini göreve getiren yüksek makamın desteğiyleeleştirilmez kılındığını söylüyorlardı. Wehner'in babama daha önceParis'te ima ettiği şey de söyleniyordu, Marty'nin, Alman birliklerinin başardıklarıişler sayesinde nüfuz ve saygınlık kazanmış olan Alman önderlerleortak hareket etmek istemediği belirtiliyordu. Aralık otuzaltıdaMadrid önlerinde dava yolunda can veren Beimler'i son dönemlerindeşüpheli gibi takip ettirmiş, daha sonra da Regler, Renn, Kahle ve Zeifier180


gibi Alman şefleri veya Dahlem ve Mewis gibi parti yetkililerini rakipleriolarak görmüştü. Konuşanlardan biri Calle de la Concepciön'daki CizvitKilisesi'nin dış merdivenlerini göstererek, Marty'nin orada birkaç sözdesabotajcıyı, hapsedildikleri inzibat karakolunun taş binasından dışarı çıkarıpsonra da kurşunladığını söylüyordu. Kilisenin önünden geçerkenorta sahanlıktan içeri baktık, kırmızı çini döşeli zeminde sağlı sollu sahrayatakları dizilmişti, geride görülen, mihraptan ayırılmış kürsünün üstündeaskerler ısınmaya çalışıyordu. Bir anlık görüntüde bu askerler, kapınınönünde toplanmış, ağaç kabuğundan örme bir kılıfı ve uzun ağzı olan birşarap testisinin elden ele dolaştığı grupla aynı ihtişamı yansıttılar, şarapiçen askerlerin yüksek pencerelerden vuran ışıkla aydınlanmış yüzleri,açılmış ağızlarına huzme şeklinde dökülen şarap, turlama sırasındaki devinimleri,alevin yansımaları içindeki duruşları, boz zeminli yekpare birmekânda canlanıyor, tüm bunlar aynı anlama işaret ediyordu. Devinimlerindekikendine dönüklük de, sütunların ve duvar çıkıntılarının sert çizgileride soğuğu ve bezginliği vurguluyordu, askerlerin başlarını soktuklarımekânı hapishaneden, sorgu odalarından tek bir dar kapı ayırıyordu,manzara, pençelerini insanlara geçirmiş olan engizisyon, ezici yargı yöntemlerinianımsatıyordu. Başka yerlerde de, şehir parkındaki göletin başında,Jucar kenarındaki Los Yesares yakınlarında bir kayalıkta, Marty'ninkendi elleriyle ölüm cezalarını infaz ettiği söyleniyordu, bu tür sözler uydurulmuşolsa bunların dile gelmesi, bile Enternasyonal Ordu'nun en üstkademelerinde yetersiz kişilerin oturmasına, haksızlığa göz yumulmasınave gerçeğin araştırılmamasına duyulan öfkenin ve isyanın ifadesiydi.Bize eşlik edenlerden biri itirazını dile getirerek, sadakatimiz kendi cephemizdekiyanlışlıklara ses çıkarmamamızı getiriyorsa bunda bir yanlışlıkvar dedi. Anarşistlerin, zorlamayı ve özgür iradenin ezilmesini kabuletmedikleri için bastırıldıklarını söylüyordu. Bir diğeri, ama onlar özgürlükçülükleriylesavaşı yenilginin eşiğine getirmişlerdi, dedi. İktidar sorununuçözemedikleri için kaybettiklerini söyledi, devlet iktidarının ele geçirilmesigerekiyordu, ama onlar devlete karşıydı, bireyin eylemine fazlagüvenmişlerdi, merkezi planlamaları olmadığından topluluk olarak işlerlikkazanamamışlardı, üretim gerilemiş, ürünler tarlalarda çürümüştü.Ötekisi, onların yenilgisinin nedeninin bu olmadığını söyledi. Toprak vefabrikalar eski sahiplerine geri verilmişti. Halk Ordusu, Aragonya'ya girerkenkolektif çiftçilerin tarlalarına tümüyle zarar verilmişti. Savunmagücünü yok eden şey becerememe değil, halk hükümetinin dağıtılması,tarım işçilerinin silahsızlandırılması olmuştu. Ama konuştuğumuz kişilerinçoğu, disiplin altına girilmesini ve tek merkezden yönetilen birlik halindekibir orduya uyum sağlanmasını doğru buluyordu. Katı bir organizasyonbaskıcılık demek değildi. Düşmanın gücü bizlerin eksiksiz itaatinigerektiriyordu. Zaman zaman katı, hatta acımasız olmak gerekebilir dedi,Ayschmann, ama buna karşıt bir gücün ayakta kalması gerekir, yoksa içi-181


mize bir kinizm siner ve yeni dünyanın oluşumuna katkımız olmaz. Sadecedolaylı dile gelse de buradaki mesele, yanlış, eskimiş ve devrini tamamlamışkabul edilen otorite sisteminin, karşıt güçler arasındaki hesaplaşmadaişin kimin daha güçlü olduğuna kaldığı bir durumda hükmünühâlâ ne ölçüde sürdürebildiğiydi. Her yerde asılı olan ve bize ilkeleri hatırlatanbuyurgan dövizler alay konusu olmuştu. Sloganları, deyişleribeynimize kazımak ve basit düşüncelerin talimini yaptırmak istiyorlardı,oysa niçin burada olduğumuzu en iyi bilen bizdik. Ama yine de bu sloganlarıngeçerli bir gerçeği vardı. Evet, derinlik taşımıyorlardı, ama temelşeyleri vurguluyorlardı. Bunlar şiarlardı, eylemlerse bizden geliyordu.Avenida Pi y Margall'daki parti binasının girişinde asılı olan afişi düşündük.Siyasi komiser, diye yazıyordu, her zaman ilerdedir, öndedir, baştadır,sloganı kelimesi kelimesine hatırlayamadık; şimdi buraya, Feria'ya,birliklerin konaklaması için düzenlenmiş bir açık hava tesisine vardığımızsırada, kemerli kapının üzerinde de, bize çok tanış gelen bir vecizegördük. Savaşın sonucunu askeri tekniğe hâkimiyetin belirleyeceği gerçeğinibir kere daha hatırlatmanın ne sakıncası vardı, her hareketin basitleştirilmesive derli toplu bir biçime sokulması bir ihtiyaçtı, Fransız devrimcilerininmarşı Marseillaise'in, Enternasyonal'in metni de, sıkıntıları yaşayanlarınezbere bildiği sözler içeriyordu, ama yine de tekrar tekrar busözler duyulmak isteniyordu. Aynı şekilde Gaudi de kendisinin ve Katolikdindaşlarının hep hatırlaması için yapının duvarına, Gloria Gloria,Sanctus Sanctus sözlerini ve Hosanna in excelsis rundum sözlerini kazıtmıştı.Ama bunlar bizim üstümüzdeki bir yönetici tabakanın bizi aşağıdatuttuğunun, bizim de kendi rüştümüzü gösterme peşinde olmadığımızın,yetersizliğimizi kabul ettiğimizin ve yukarıdakileri haklı çıkardığımızın,önderlerin peşinden gitmemizi sağlayan sözlerin yanlış bir bilincin eseriolduğunun, bizim bilimsel düşünceden hâlâ çok uzak olduğumuzun veküçük burjuva idealizmine saplanıp kaldığımızın göstergesi değil miydi.Biz kendi değerlerimizi edinmeye çalışıyorduk, ama tepemizde bizim artıkilişkimizi kestiğimiz zamanlara özgü nesneler olan bayraklar, sancaklar,armalar, nişanlar taşıyorduk. Hayır, onlara ihtiyacımız vardı, onlar bize,geleceği, savaşsız bir dünyayı, kurtuluşu, barışı düşündürüyordu. Burada,kentin kıyısında, tarlaların bitiminde başlayan basit işçi konutlarınınsıralandığı yere yakın bir noktadaki, bir zamanların bayram yeri olan,hayvan pazarının kurulduğu ve sabahları mal getiren köylülerin arabalarıylaçıkageldiği, ağaç duvarları arasında uzanan bir yürüyüş parkuruylaçevrelenmiş bu yuvarlak meydan başka bir törene sahne olmuştu, meydanınbir köşesinde, savaştan önceki halk bayramlarında panayır tezgâhlarınınkurulduğu kemer altları arasında yer alan, yapma çiçeklerin verengârenk lambaların asılı olduğu orkestra locasını çepeçevre dolananyolda şimdi tüm Avrupa'nın, Kuzey ve Güney Amerika'nın insanları toplanmıştı;amblemlerini ve epigramlarını önlerinde tutuyorlardı, sanki Bir182


Mayıs yürüyüşü öncesinde hazır bekler gibi, alanda sıkış tepiş yer tutanbirliklerin isimleri mücadele tarihinin önemli kişilikleri olan Thâlmann,Andre, Beimler veya Vuillemin, Lincoln, Garibaldi, Dombrovski ya daÇapayev gibi isimlerden ya da Avusturya'nın Oniki Şubat'ı, Paris Komünügibi önemli simgelerden alınmaydı. Bir an bir bayram gününün havasınıalgıladık, bir rahatlık, bir hafifleme hissediliyordu, sanki bizleri bekleyenzorluklar aşılmış gibi, sanki zafer kazanılmış gibi, kahkahalar, tezahüratlarduyuluyordu, ağaçlıklı yolun ortasına gerilmiş tentenin altında,La Mancha şövalyesini yüksek tahta bacakların üstünde yürürken ve kılıçsallarken gördük, karnına doldurulmuş yastıklarla şişmanlaştırılmış uşağı,onun makul davranmasını sağlamaya çalışmak durumundaydı. Asilzademiz,dünyadan uzak, irrasyonel kişiliğiyle kendini gösteriyordu,Sancho Panza ise sükûneti, halk mizahını temsil ediyordu, burada da yinebir adını koyma olayı vardı, belki basitti, ama makul ve anlaşılırdı, oynananpantomim kahramanın hatasının fark edilmesi için küçük bir dışdesteğin yeteceğini gösteriyordu, o zaman kahramanımız elbette hayaldünyasından çıkıp durumu gerçekçi biçimde değerlendirebilecek ve etkilibir karşı koyma eylemine geçebilecekti. Eserin ilk halinde La Manchaşövalyesinin anlamsız işler yapmasının nedeni, kendisine oynanan oyunlar,çarpıtmalar ve eşek şakaları yüzündendi, buradaysa kendisini izleyenlerinfütursuz alaycılığına maruz kalıyordu, bir ağaç yüksekliğindedolaşırken sendeleyerek yolunu şaşırıyordu, hüzünlü ve trajik bir yanıkalmamıştı, etraftakilerin laf atmaları karşısında ne yapacağını şaşırmışgörünüyordu, gezgin şarkıcıların ve düş gezginlerinin zamanından zorlaçekilip o anki savaşın ortasına getirilmişti. Tiyatro grupları panayırlardadaha önce de sık sık deli kahramanın oyununu sergilemiş olmalıydılar,bu destan kötülüğü aşmak, adaleti gerçekleştirmek, insan onurunu yaşatmakiçin tutkuyla çabalayan, ama yanlışlar, despotluklar, hileler yüzündenhep kaybeden bir İspanya'nın eseriydi, oysa bu platformdaki oyunculargeleneğe ve klasik ihtişama saygı beslemiyorlardı, klasik eğitiminbir hayaleti olarak Don Quijote yeni sahiplerin arasına düşmüştü, onunçılgınlıklarını, gerçeği ıskalayan ideallerini hoşgörmekten uzak bu yeniinsanlar onu kendi yollarına sokmuşlar ve cırlak bir sesle ona gerçeği bulduğunusöyletiyorlardı. Nasıl ki emekçilerin çalışması, burada silah kuşanmaylabirlikte karakterini tümden değiştirmişse, kültür kavramı dayalıtılmışlıktan kurtarılmış ve gerillanın gündelik eyleminin içine oturtulmuştu.De talento Taburu'nun küçük gezgin tiyatro grupları edebiyat vesanattan kesitleri ordugâhlara, cephedeki siperlere ve köylere taşıyordu.Darmadağın edilmiş anıtsal eserlerin kırıntıları yeni kaba denemelere dönüşüyordu,bilgisizlik çölünde büyük zahmetlerle okuma öğrenilirkenharfleri heceleme çabası öne çıkıyordu. Çok eski dönemlerimizde bizimhayal ettiğimiz bir şey burada kısmen gerçek olmuştu, bu öğrenme seferberliğiburadaki kararlılığın sağladığı bir zaferdi. Marty hakkındaki dü-183


şüncemiz Feria Meydanı'nda dinlediğimiz konuşmasından sonra yön değiştirdi.Onun kişiliğini de anlamamıza yararı olan bu konuşmasını, Detoros Arenası'nda bir iskemlenin üstünde, İslami yapıların kulelerinin vekemerlerinin göbeğinde bin gönüllüye hitaben yapmıştı, konuşmasınınbıraktığı izler garnizon valisinin küçümsenecek biri olmadığını kanıtlıyordu.Dinleyenlere onun konuşmasının içeriği sorulacak olsa pek bir şeyçıkmazdı, ama bu konuşmanın kendilerini yüreklendirdiğini söyleyebilirlerdi.Bu tür bir karizma, kuşatıcı bir bakışa ulaşamamış olan bizlerinihtiyaç duyduğu simgelerdendi. Bizi eyleme iten, harekete katılımımızı,bağlanmamızı sağlayan karmakarışık etkiler, bir yığın simgelerin, kodların,işaretlerin kat kat altında kalmıştı; birlikteyken tek tek kişilerin kendilerineözgü bakışları merak edilmiyordu, hızlı anlaşmamızı sağlayacaksimgelere ihtiyacımız vardı. Bu simgelerin altında toplandığımızda birbirimizlebağımızı hissediyorduk, bireysel açıklamaların zamanı ve yeri değildi.Sabah saatlerinde, dörtgen ahşap galerilerin çevrelediği garnizonavlusundan dışarı çıkıp caddenin karşısındaki kantine girdiğimizde butürden bir simge daha görmüştük. Uzunlamasına yapısıyla bir ahırı andıranve çatı kirişlerini bir dizi direğin taşıdığı bu yapının solda kalan kısatarafında bir duvar resmi vardı. Yüksekte kalan oval pencerelerden içerisüzülen loş ışıkta, önce sadece bayrağın resmin ortalarına doğru uzanankızılı seçilebiliyordu, ancak iyice yaklaştığımızda kompozisyonun ayrıntılarınıgörebildik. Üçü de gri mavi tulumları içinde, omzunda çapraz fişekliğiylegörünen bir adam, bir kadın ve bir işçi, tamamen stilize edilmiş,taraçalar halinde yükselen bir gelecek kentine doğru bakıyorlardı,metrosunun üstündeki büyük M harfi Moskova'yı hatırlatan, sivri kulesinintepesindeki orak çekicin her şeyin yukarısında durduğu kurşuni birmetropoldü bu. Silahlı adam sağ eliyle bayrağın sopasını kavramıştı, yanlamasınaduran sol elinin yönündeki bir liman kesitindeyse geniş kemerlerintaşıdığı ve yüksek hızın silikleştirdiği bir trenin geçmekte olduğuçaprazlama çizilmiş bir köprü, daha ilerde de siluet halindeki gemi gövdelerigörünüyordu. Resmin kime ait olduğu bilinmiyordu. Ama resimdekikişilerin bir set duvarı halinde yan yana duruşları ve vücut hareketleri,yüzlerindeki bekleyiş ve dikkat ifadesi, onların baktıkları yöndekiyapı cephelerinin hizalanışı, birbiri ardında basamak basamak, düzenlibir şekilde yükselen yapılar, ressamın adeta tek renk kullanılışı, sadecebayrağın kızılının kontrast oluşturması, bu resimde özellikle güçlü bir anlatımyoğunluğunun varlığını gösteriyordu. İdareten bir barınağa dönüştürülmüşbu ahırın beyaz badanalı pürtüklü duvarına, mekânın geçiciliğiniumursamadan böyle bir resim yapılmış, soğan çorbası kokusuyla siyahtütünün dumanlarının birbirine karıştığı bu mekânın parçası olmuştu;anıtsal bir duruşu vardı, sıvada görülmeye başlayan çatlaklar karşısında,ince boya tabakasının yakında çizilecek, bozulacak, nem yüzünden veözensiz yapılmış taş duvardaki yerleşmeler yüzünden kabaracak, dökü-184


lecek olması karşısında istifini bozmayan, geçiciliğe alaycı bir meydanokuyan resim, savaş meydanındaki savaşçılar gibi yeteneklerini var gücüyleortaya koyuyordu, sanki büyük zaman boyutu için, bizim burada,İspanya'da dev enerjilerimizi birleştirerek katetmeyi düşündüğümüzkozmik zaman boyutu için yapılmıştı, resim duvarda tüm gücüyle varlığınısürdürüyordu, bizim zaferimize veya yokoluşumuza kadar belki deondan geriye sadece birtakım parçalar kalacaktı, en inatçı bölgeler de fırçanınen yoğun gezdirildiği yerler olduğu için yüz ve eller olacaktı. Akşamsaatlerinde, yola devam etmek için uğramam gereken kentin sağlıkmerkezine ulaşmadan önce gördüğümüz şey, bir İspanyol klasiğine dönüşmeyebaşlayan ikircikliği bir kere daha yaşattı bize. Yukarlarda, halinarka kısımlarında, eski Arap mahallesinin olduğu bölgedeki Plaza Major'da,geride bırakılan kadınların su kulesinin dibinde sefilliklerini, dahadoğrusu onlardan geriye kalan insan enkazlarını gördük. Dökülen duvarlarınarasında dar girintiler halindeki meyhanelerin yanında, minik kulübelerininkepenk tarzı kapılarının önünde vücudunu satan, alışverişte herşeylerini ortaya döken, kendilerini hiç esirgemeyen kadınlar duruyordu,arkalarından bir kandilin ışığında kerpiç duvarda onların aşağılanmışlığınınüzerinde asılı duran bir duvar kâğıdı parçası gözümüze yansıyordu.Sömürülenlerin kurtuluşu uğruna savaşan askerler, sanki ayaklarınınaltındaki zemin sallanacakmış gibi öne doğru eğilerek sokakların alacakaranlığındavoltalıyorlar, içeriye, onların sömürüden pay almasına, insanıninsanı insafsızca kullanmasına izin veren sistemin alanına girmedenönce etrafa kaçamak bakışlar atıyorlardı. Yeniçağ bir gelecek düşü, dediAyschmann, bizler henüz Ortaçağ'da yaşıyoruz, nefesimizi kesen, bizicoşturan saniyelik aydınlanmalar oluyor, sonra tekrar kıç üstü oturuyoruz.Bunun ille de böyle olması gerekmediği gösterilebilirdi, zira yaşananzamanın en ileri uçları olduğumuz da tartışılmaz bir gerçekti, bizden öncebirilerinin olduğunu bilmek, geri bakmadan, düşmekten korkmadanilerlemeyi, kazanılanı korumak, pekiştirmek için gevşemeden çabalamakonusunda bize sorumluluk yüklüyordu. Bu sözler söylendiği sırada pazaryerininalt tarafındaki girintili köşenin kirli fayansların ortasındaydık,garnizona dönmek üzere yüzünü öte yana çevirmeden önce kısa bir anAyschmann'm, keskin kıvrık burnu, çıkık çenesiyle profilden gördüm.Ben kentin ana alışveriş caddesi olan Cella Major'a yöneldim, dar, kaldırımsızbu caddede ortasında oluk oluşturacak şekilde hafif meyilli döşenmişdörtgen biçimli taş parkeler üzerinde yürüdüm. Tıp servisi eczaneylekumaş mağazası arasındaydı. On dört numaralı, üzerinde demirden dökmebinsekizyüzdoksanaltı tarihi yazan ağır ve kocaman tahta kapının arkasındamermer bir merdivenle bir salona çıkılıyordu, ortasında cam duvarlıkübik bir sütunun yükseldiği, dış duvarlarında diğer bölmelere açılancam kapıların bulunduğu bir koridorun çevrelediği bir mekândı burası.Tavandaki alçı kabartmalar, zemindeki mozaiklerin çiçek desenleri185


camlarda yansıyor ve kırılıyor, kutular ve şişeler, cerrah aletleri ve masalardakişırıngalar çift çift oluyor, diziler oluşturuyorlardı, hangi cam odadaneyin durduğuna karar vermek mümkün değildi, sağa sola gönderilensıhhiye erleri de çoğalarak hareket ediyorlardı, ellerinde sipariş pusulaları,paketler ve çantalarla dört yandaki odalara girip çıkıyorlardı, sonraküçük siyah çene sakalıyla, yuvarlaklıkları ve parlayan kısımlarıyla biryüzün bütün yansımaları bana doğru süzüldü, giderek tek bir yüze dönüştü,Cueva la Potita hastanesinin yönetim kademesinden beni bekleyenFeingold adındaki kişinin yüzüydü bu, ikimiz birlikte tıka basa dolubir otomobille Jucar kıyısındaki hastaneye gidecektik.Burası da bir şeylerin üst üste bindiği bir yerdi. Birtakım bulutçuklarvınlayarak, vızıldayarak meydana giriyordu, yağmur veya toz bulutu değil,minik siyah sinek bulutları. Sinek vızıltıları sayılmazsa, nehrin vadisiiçinde dip dibe kavakların yükseldiği dik yamacının yukarılarında, fıstıkçamlarının altında yer alan hastanenin çevresinde sessizlik hâkimdi. Çakıllıhendeğin üzerinde uzanan taş köprüde görünen uçaksavar dışındaaskeri bir tesisi düşündürecek bir ipucu yoktu. Binanın kulelerini örtenyüksek ağaçların altında, çimento sıvanmış çeşmenin ve havuzun çevresinedizilmiş fayans kaplı banklarda buranın hastalan, istirahate ayrılmışolan askerler oturuyorlardı. Havuzun ortasındaki kurbağa bir dinozorlarçağı hayvanını andırıyordu, bir başka havuzun içinden kutsayan bir İsafigürü yükseliyordu, üçüncü bir su birikintisi içinde bir kaidenin üzerindekollarını birbirinin omzuna atmış bir kız ve oğlan figürü önlerindeaçık duran bir kitabın üzerine eğilmişti. Biri üşenmeyip, aşağılarda bulunancinsten sarı yuvarlak taşlarla yola sınır hattı döşemişti, kıyının terasduvarlarındaki oturma yerlerinin arkalıkları ve tırabzanları da aynı bezdiricisabırla, fırınlanmış kerpiçten yapılmış, birbirine dolanmış dal biçimiverilerek yanına yöresine kaktüs ve bonzay palmiye saksıları yerleştirilmiş,sarmaşıkların ve yabangüllerinin tırmanması için kafesler ve demirçubuklar konmuş ve teller kullanılarak kubbe gibi yükselen bir kafesyapılmış, içine de baygın baygın bakan bir tavuskuşu konmuştu. Posonubiobölgesindeki askeri tatbikatın buralara uzanan makineli tüfek takırtıları,tank paletlerinin gıcırtıları tepelerin arkasında yiteli çok olmuştu. Burada,sırf zamanın geçtiği, çevreden yalıtılmış bu köşede hareket ağır birdöngüden ibaretti. Porselen tepsideki kanatlı aslanlar, evin cephesindekiLlanos Bakiresi, beyaz bebek yüzü ışıktan tacı altında parlayan Albacete'ninkoruyucu azizesi, pencere önlerindeki işlemeli parmaklıklar, girişmerdivenlerindeki Dor üslubu sütunlar, bütün bunlar, kendi cenazesinekatılmak dışında işi kalmamış bir uygarlığın tortularıydı. Büyük topraksahibi Nieto, bindokuzyüzyirmide çiftlik evini, karısına geleneksel evlilik186


hediyesi olarak vermişti, bu yapıda, yine patrona ait bir bina olan şehirdekibankanın kesme taşları, sütunları, pervazları ve pencere parmaklıklarıkullanılmıştı, aynı şekilde meşeden basamaklar, kalaslar, paneller vekapılar da bu binadan gelmeydi. Sadece av için kullanılan, çevredeki birdüzine kadar benzer mülkle birlikte bölgenin en gösterişli yapılarındanolan bu ev dışarıdan ne kadar huzur verici görünse de içerisi boğucu biryalnızlık yayıyordu, yeni kullanıcılarıyla birlikte bile atılamamıştı bu içkarartıcı hava. Holdeki dev şöminenin etrafına toplanmış askerlerin eylemsizliktenduydukları sıkıntı, ev sahibinin, Nûnez de Balboa Baronu'nunhalk düşmanı addedilerek Cumhuriyet'in hapishanesine yollanmasıylada teselli bulmuyordu. Kırsal alanlarda karşımıza çıkan yeni unsurburada, feodalitenin bu iç karartıcı dinlenme mekânına adım atmakistemiyordu. Beklentilerimin aksine bir hastane görevine verilmiştim vezihnim gidip gidip binanın ayrıntılarına takılıyordu, ama binanın özellikleride bu kapalı bölgede olan bitenlerle bağlantılıydı. Benim savaş alanım,diğer gönüllülerinki gibi değişen araziler, karış karış ilerleme sağla- .nan veya savunularak geri çekilmek durumunda kalınan toprak parçalarıdeğildi; benimki, binanın odalarından, haznelerinden, sahanlıklarındanve koridorlarından, dip dibe dikilmiş bir fıstıkçamı korusunun çevrelediğive düzenli bir sıra içinde yerleştirilmiş bu mekânlardan kaçıştı. Çöküntünün,nehir yatağının, sebze tarhlarının ve tarlaların oluşturduğu bucoğrafyanın yeknesaklığı buraya yerleşmiş olanların da hareketlerinin topografyasını,karşılıklı ilişkilerini belirliyordu. İlk vardığımızda sakin vedingin bir izlenim yaratmıştı, ama gündelik akışa girdikten kısa süre sonra,belli etmeden gelişen bunaltıcılık, kısıtlanmıştık kendini gösterdi. Hodann'ın,merdivenlerle binanın yemekhane olarak kullanılan öteki kanadıarasındaki koridorda bulunan çalışma odasında kendisiyle konuşmaküzere karşılıklı oturma fırsatı bulup ondan aydınlatıcı bazı bilgiler aldıktansonra bile hâlâ eğitim alacağım bir kampa gönderileceğim kanısındaydım;ama Hodann sözü aklındaki konuya getirerek, kendisinin hastaneyönetimi ve hastaların bakımı için bir yardımcıya ihtiyaç duyduğunusöyledi. Berlin'de birkaç yıl önce bir sıhhiye kursu görmüş olduğumdanbu iş için benim uygun olacağım kanısındaydı. O zamanlar ChausseeCaddesi'ndeki Emniyet Dairesi, mahallemizdeki gençlere bu tür bir yarıaskeri eğitime katılma çağrısı yapmıştı. Esas amaç da gençleri orduya katmaktı,tebligat işlerini polis üstlenmişti, kurslarsa Döberitz garnizonundayapılmıştı. Bu gruba ben de katıldım, öğrendiklerimi ilerde hocalarımınhilafına kullanabileceğim düşüncesindeydim. O kurslarda öğrendiğimpratik bilgileri ertesi yıl akşam okulunda tıp dersleriyle genişlettiğim içinHodann benim burada kalmamı Albacete'deki komuta merkezinden gönülrahatlığıyla isteyebilmişti. Cueva la Potita üzerimde etkisini göstermeyebaşlamış olmalıydı, zira henüz buradaki varlığımı geçici bir durumolarak görsem de içimde bir ayak direme hissetmediğime göre, hastane187


kompleksinin çemberi beni içine çekmişti. Hodann sırtı pencereye dönükoturuyordu, arkada ön avlu görünüyordu, avlunun neredeyse tamamınıbir sarnıç kaplıyordu, bu sarnıcı, kıvrılarak yükselen pompa koluyla gözeçarpan bir tulumba tamamlıyordu. Hodann'ın geniş yüzü, alnının devamıgibi görünen kelleşmiş başı, dış tarafa doğru bakan hafif şaşı gözlerimaviye çalan bir loşluğun içinde kalmıştı. Sesi nefes darlığı yüzünden kısıktı,ama doktora payesinin geri alındığını bildiren yazıyı gösterirkenkirahat haline bakınca, ufak bir soğuk algınlığından olsa gerek diye düşündüm.Alman resmi gazetesinde yayınlanan kararı, belirgin bir Berlin aksanıylakelime kelime okudu, dokuzyüzondokuz Aralığında doktorasınıyaptığı Berlin Üniversitesi'nin dokuzyüzotuzyedi yılının onbir Ekimindealdığı bir kararla doktorası iptal ediliyordu. Basın servisinin kendisine azönce getirdiği gazeteyi çantasına koydu, değerli dediği bir diğer belgenin,bindokuzyüzotuzüç yılının ondört Temmuzuna ait Alman vatandaşlığındançıkarılma belgesinin yanına. Döner koltuğuyla şimdi biraz yan tarafadöndüğü için yüzünün yarısı görünmüştü, solgun bir hali vardı, ıslaklıkbeliren alnında ter damlaları toplanmaya başladı. Çantasını kapatmıştı kiboğulma yaşamaya, bir nefes tıkanmasıyla boğuşmaya başladı. Astımı olduğunubilmiyordum, Berlin'de onu hiç hasta görmemiştim; onu tutmakiçin yerimden fırladıktan sonra yardım çağırmak için kapıya yöneldiğimdebana sert hareketlerle masanın üstünde duran siyah deri kutuyu gösterdi;kutuyu açtım ve içinden şırıngayı ve ampulü çıkardım. Karnınınüstüne iki kat eğilmiş otururken şiddetli bir öksürükle boğazından balgamçıkardı ve yakınında yerde duran bir kutuya tükürdü, aynı anda daadrenalin kapsülünün kapağını açtı, titreyen elleriyle şırıngayı doldurdu,üç parmağının arasında tutarak yukarı kaldırdı, yuvalarından fırlayangözlerle şırıngadan fışkıran ilacı ayarladı ve iğneyi askeri pantolonun kumaşınınüzerinden kalçasına sapladı. Ampulde iki miligram vardı, amadaha sonra söylediğine göre dört veya beş grama kadar çıktığı oluyormuş,karasal bölgelerden uzaklaşıp deniz kenarına gitmesinde yarar olduğunu,sahil iklimi sıkıntılarını azaltabileceğini söyledi. Branşlarındakitıkanma bir dakika daha sürdü, nefes borusundaki krampı çözmek içinacıyla karnının üstüne ve geriye doğru eğilip kalktı, ağzından tükürüklersaçıyordu ve ben şırıngayı ondan aldıktan sonra, rengi kaçmış kemikli ellerikoltuğun kolluklarına kenetlendi. Dışarda pençe ayaklı taş bir masanınçevresine toplanmış askerler belli aralıklarla oyun kâğıtlarını kaldırıpindiriyorlardı. Hodann neden sonra şiddetli bir iç çekmeyle tekrar biraznefes almaya başlayabildi ve bir süre öne doğru eğilip, zorlukla nefes alarakve uzayıp giden hırıltılarla nefes vererek öylece oturdu, daha sonramendille alnını ve yüzünü sildi, tekrar gülümsemeye başlamıştı. Bir zamanlarhükümet tabipliği ve Berlin Reinickendorf bölgesinin sağlık müdürlüğügörevlerinde bulunmuş olan, tabipler odası ve belediye halk sağlığıkomisyonu üyesi, Sosyalist Doktorlar Birliği üyesi ve bu yılın Tem-188


muzundan beri Cueva la Potita'nın, Thâlmann Taburu'na bağlı bu rehabilitasyonhastanesinin yöneticisi olan Hodann Almanya'yı otuzüç yılınınMayısında terk etmişti, tam on Mayıs'ta; Voltaire'in yakın dostu, askerlerincanına okuyan büyük kralımız flütçü Büyük Frederik'in heykeliyleBerlin'in Hedwig Kilisesi arasında kalan meydanında cadı yakma törenlerineözenen Nasyonal Sosyalistlerin aforoz ettiği yazarların kitaplarınınyakıldığı günde. Hodann tıbbi alanda Hirschfeld, Forel, Havelock Ellis,Kollontai gibi isimlerle birlikte bilimsel cinsellik reformu hareketinin kurucularındandı,yirmili yılların sonlarından veya otuzlu yılların başlarındanitibaren ün kazanmıştı, cinsellik konusunda özgür bilgilenmeyi savunduğuiçin tartışmalı ve karalanan bir isimdi; Komünist Parti'ye yakınlığıylabilinen, bir kere ziyaret ettiği Sovyetler Birliği'ni makalelerinde vekitaplarında örnek ülke olarak gösteren Hodann, Reichtstag binası yangınınınardından tutuklanmış ve Berlin'deki Moabit Hapishanesi'ne gönderilmişti.Bir ay sonra, diğer ünlü tutuklular Ossietzky ve Mühsam'ın arasındaavluda volta atarken komutanın yanına çağrılmış ve eline, kendisineiyi davranıldığını onaylaması için bir kâğıt tutuşturulmuştu. Serbestbırakılmasının ardından kaçmaya teşebbüsten kurşunlanacağından emin,kendisini çıkış kapısına götürmelerine ses çıkarmamıştı, ama hiçbir engellekarşılaşmadan kapıdan çıkıp sokağa adım atmıştı. Hodann bu türolayları aktarırken bir masalcının muzip havasına bürünüyordu. Ölümkalım meselesi olan olayları komik ayrıntılarla süslüyordu. ÇağrıldığıAlexander Meydanı'ndaki gizli polis binasında Alman kartalının açılmışdev kanatları altında, kara gözlük takmış bir SS subayının tanıdık sesiniduymuştu. Bir zamanlar işsiz gezen bu kişiye karşı açılmış bir davadaadam ıslahevine gönderilmek istenirken Hodann, bilirkişi hekim olarak,onun serbest bırakılmasını sağlamıştı, şimdi de bu iyiliğinin karşılığı olarakbir erkekler korosunun üyesi gibi gösterilerek Schaffhausen bölgesindenİsviçre sınırını geçmesi sağlanacaktı. Cenevre'de bindokuzyüzotuzaltıyakadar Milletler Cemiyeti'ne bağlı uluslararası bir sağlık işleri bürosundagörev yapmış ve burada tanıdığı İsveçli kadın gazeteci Lindbaek'lebirlikte İsveç'e taşınmıştı. Çocukluk yıllarında kendini göstermiş olan astımrahatsızlığı orada Karl Johan'ın ürperten soğuğunda nüksetmiş ve birdaha da yakasını bırakmamıştı. Önemsiz, konuşmaya değmeyecek birkonu deyip geçiştirmek istedi, ama son kriz onu perişan etmişti, benzi hâlâsoluktu, göğsü ve sırtı sırılsıklam olmuştu, rahatmış gibi davranmakiçin çaba harcadığı belliydi. Daha ilk günden bana yansıdığı üzere Cueva'dakigörevini, sıkıntılar yüzünden büyük baskı altında yürüyordu,hastabakıcı sayısının ve tıbbi malzemenin yetersizliğine, yorgunluğa vegüvenceden yoksunluğa karşın, çalışmasıyla çevresine güven vermek durumundaydı.Son zamanlarda psikolojik rahatsızlıklarla gelenlerin sayısıyaralanmalar yüzünden hastaneye yatırılanlar kadar vardı. İşe yaramazlıkve hareketsizlik yüzünden askerlerin içine düştüğü psikolojik çatışma-189


larla uğraşmak zorundaydı ve hastaların bakımı ve yönlendirilmesi dışında,hastane sakinleri arasında çevreden yalıtılmış ve bir yere sıkıştırılmışolmaktan kaynaklanan bazı küçük sürtüşmeleri yoluna koymak daonun işiydi. Hodann'ın önemsemez göründüğü bu olayların aslındaönemli olduğu söylenemese de, hastane kurallarının çiğnenmesi, malzemeleriiç etme, hırsızlık ve ihbarcılık gibi olaylar biraya geldiğinde ortamıntadını kaçırıyor, gerilim yaratıyordu; zaman zaman olaylar üst üstegeldiğinde ve bir suç derecesine yükseldiğinde Hodann'ın sağlığı bundanetkileniyordu. Nitekim bugün de, ağır hastaların rejim yemeği olarakgönderilen tavukların en etli kısımlarının ve sakatatlarının yok olduğubildirilmişti. O ana kadarki soruşturmaya göre, avluda kesilen tavuklarmutfağa getirilmiş ve orada aşçı yamakları Koelln ile Hochkeppler tarafındanparçalara ayrılmıştı. Ben kafamda hâlâ arazilerin uçsuz bucaksızlığıylave bizleri bekleyen görevlerin büyüklüğüyle uğraşırken, Hodann'labirlikte koridordan geçip mutfağa gittik, alçak binaların çevrelediği dörtgenbir iç avluda bulunan ve yandaki bir bina içinde taştan bir bölümolan mutfağın ortasında bir tezgâh, üzerinde bir davlumbaz bulunan ikiocak, bir lavabo, kâse ve tencerelerle dolu masalar vardı. Yamaklar başkabilgi vermiyorlardı, bizden tarafa gerçek anlamda dönmeden fırına ağaçdalı atmaya devam ettiler, tekrar aceleyle dışarı, ağaç dalı yüklü arabalaragidip geldiler. Orada duvarın içine doğru gömülmüş bir kapının eşiğindekara giysiler içinde birkaç ihtiyar kıpırtısız oturmuş, bir tezgâhın üstündetesteresiyle odunlara girişen bir adamı izliyorlardı. Geniş ve bombeli avlukapısı açıktı, dışarıda toprak bir zeminde koşanlar, hoplayıp zıplayanlarvardı, biri hızla aradan geçti ve futbol topunu havaya dikti. Bağrışlar, ıslıklarduyuluyordu. Ukrayna kökenli biri olan hademe Michel kurutmayaasılmış bir bez yığınının içinden çıkageldi, Hodann'm odasının karşısındakiodasından gelen Feingold da, parmakları sakalında karşıdan göründü;Koelln ve Hochkeppler ayaklarını sürüyerek peşi sıra geliyorlardı,avlu tarafındaki yatakhanelerinde kendi dolaplarını açma emrini almışlardı.Eski bey konağının hizmetçilerine ayrılmış bu bölümde daha içerigirer girmez tükürülüp atılmış kıkırdaklar ve tavuk kemikleri görülebiliyordu,yamaklar kâselerin bulunmasını engellemeye çalıştılar, ama yataklarınınaltında duran ve kaybolan tavuk parçalarıyla dolu toprak daortaya çıktı. İki yamak kabarık pantolonlarının üstünde sıkarak bağlamışoldukları önlükleriyle suçlu suçlu bir kenarda duruyordu, Feingold birspatülü dolap kapağının aralığından içeri sokarak zorladı, açılan dolaptanbir torba çekilmemiş kahve, bir karton kondanse süt ve birkaç başkakutu ve paket çıkardı. İşte savaşın arka bahçesinde suç mahalli olan birevdeki keşfe katılmıştım, cepheden uzaklaştıranların dinlenme yerinde;birinci katta, aşağıdaki karanlık holün üstüne denk gelen koridorda yanyana odalar sıralanıyordu, tedavi odaları, depolar, doktorların, hastabakıcıların,yöneticilerin kaldıkları odalar; yukardaki bu bölümleri yeni görü-190


yordum, aşağıda koridor, mutfak, parke taş döşeli avlu, ama çepeçevremekânlar gözümde bir şekil kazanmaya başlamışlardı, basık tavanlı bubölüm hizmetçi takımının ve eskiden beri Balboa Baronu'nun topraklarınıeken rençber ailenin kaldığı yerdi. Ben buraya Hochkeppler'in utançtanperişan olmuş zayıf yüzünü, Koelln'ün çaresizlik içindeki halini görmekiçin gelmemiştim; ama, dedi Hodann, bu tür soruşturmalar da büyükbir bütün olan savunmamızın bir parçası. İkisi de parti üyesi olan yamaklargörevlerinden alındılar ve cezalandırılmaları için Albacete'dekiTugay Komutanlığı'na teslim edildiler. Hodann'ın odasına döndüğümüzdeolayın tutanağa geçirilmesine ben de katıldım, zimmete geçirilen kırksekiz kutu Hollanda malı kondanse süt, orijinal paketinde yirmi bir ampulünve ele geçen kahve ve şekerin tartısı kayda geçirildi. Böylesine kılıkırk yaran kayıtların, Avrupa'yı sarsan kurtuluş savaşıyla nasıl bağdaştırılabileceğinisordum, Hodann yine gülümseyerek, bizlerin de kendimiziburada genelkurmayın bir parçası gibi görmemiz gerektiğini belirtti. Yanlıştutulan mutfak kayıtları, ilaçların ortadan kaybolması, hastaların birbiriarasındaki veya Almanca bilmeyen İspanyol Diaz'la onun yönetimindekiAlman takımları arasındaki sürtüşmelerin yoluna konması, personelinFeingold'la, otoritesini hep tehlikede gören bu yöneticiyle çatışmaları,inzibatın devreye sokulması, İspanya'ya kötü niyetlerle gelmiş olmayan,burada kendilerini unutarak veya zaaflarından dolayı yanlış yola sapankader arkadaşlarının onur kırıcı biçimde ayrılmaları, büyük tarihi bir olayınkaranlık yarıküresinde sürüp giden bir didişme, tüm bunlar bir doktorun,bir an bile yorulmaksızın her gün dayanıklılığını ve yardımseverliğini,insan tanıma becerisini ve ikna gücünü ortaya koymasını gerektiriyordu.Onu işlenen suçla dengeli olmayan sert cezalar vermeye iten tekşeyin zaman darlığı, savaşın yasaları olduğunu söyledi. O sırada yine belliki sorunları olan bir grup içeri girdi, heyecanlarını ancak kısa bir sürebastırabildikten sonra asık suratlar yerini birbirine karışan başı sonu belirsizaçıklamalara bıraktı. Diğerlerinin koluna girerek getirdiği, benzi atmış,dudağının kenarında kan izi olan er Hornung yanındakiler tarafındanöne itildi, önemli bir şeyle, belki bir cinayetle suçlanıyor olmalıydı.Ama daha sonra bir başkaldırıdan, bir isyandan dem vurulmaya başlandı,tutulup getirilen askerin, heyecan krizlerine girerek çalışma birliğinitehlikeye attığını söylediler. Hodann ne olduğunun tam olarak anlatılmasınıistediğinde, tüm bu patırtının arkasında çok sıradan bir konunun, kiremitlerleilgili bir sorunun yattığı meydana çıktı, içeriye dalışlarının abeskaçtığını sözcülerin kendileri de bir anda fark ettiler ve tutuklaşan ve öfkeleriniaçıklamaktan çok uzak kalan konuşmalarıyla olayı anlatmayabaşladılar; Feingold onları bir samanlığın inşaatını yaparken o işi bırakmalarınısöylemiş ve mutfak çatısında bir onarım işiyle görevlendirmişti,bunun üzerine daha önce de en ufak bir sorun olduğunda fevri tepki gösterenHornung, bağırarak diğerlerinin her şeyi bırakmalarını, tek bir taşı191


ile yerinden kımıldatmamalarını istemişti. Suçladıkları askeri bırakmışlardı,asker ellerini karnına bastırıyordu. Oturduğu yere çökmüş görünenve omuzları kalkık duran Hodann sakinleştirici bir sesle konuşmaya başladı,bütün bu karışıklıkları yoksunluğa bağladı. Sigara yokluğuna. Tütüngeldiğinde ortalık tekrar sakinleşecek, dedi. Ayrıca Hornung'un ülserindendolayı daha kolay etkilendiğini ekledi. Patlak veren öfkeden eserkalmamıştı. Gerektiğinde silahlarını kullanmaktan çekinmeyen bu insanlaranlayamadıkları acizlikleriyle oradan uzaklaştılar. Yalnız kaldığımızdaHodann, bu da hastalık tablosunun bir parçası, dedi. Askerler çatışmaortamından bir anda çıkıp sükûnetin içine girmişlerdi. Cephede sürekligerginlik ve tehlike altında, karşılıklı güven ihtiyacıyla birbirlerine bağlanmışlardı.Oradaki tek görevleri düşmanı geriletmekti. Şimdi birliklerindenuzakta ve kendi başlarına kalmış oldukları için bir tür şok yaşıyorlardıve bunun üstesinden gelmek durumundaydılar. Düşman karşısındatereddüt, belirsizlik yoktu. Ispanya'daki antifaşist mücadele bir işçiler veentelektüeller kuşağı için mihenk taşı olmuştu. Birliklere katılarak yerlerinitüm açıklığıyla kanıtlamışlardı. Aldıkları tavırla, atıldıkları mücadeleylekendi özel hayatlarındaki tüm eksiklikleri gözardı etmek durumundakalmışlardı. Ama işte burada, şu sınırlanmışlıkları içinde kendi ihtiyaçlarınınyeniden başgösterdiğini hissediyorlardı. Huzursuzluklarınınnedeni sadece cinsel yoksunlukları değildi, politikanın ikircikli, çelişkileriçeren yüzü de ister istemez karşılarına çıkıyor ve yöneltmeye cesaretedemedikleri sorular kafalarını kurcalıyordu. Sonuçta düşüncelere dalıyorve dünyadan kopuyorlardı. Dürüstlüklerinden en küçük kuşku duyulamayacakolan bu insanlar, korkakça, insana yakışmayan davranışlarortaya koyuyorlar, mızmızlaşıyor, kendilerini de şaşırtan tepkiler verereksık sık galeyana geliyorlardı, belki de bu çıkışlarının tek nedeni, kendilerinedur denerek, cezalandırarak aklın yoluna getirilmeleri çabasının birgöstergesiydi. Yüzden fazla hastaya karşılık bir asistan doktor ve az sayıdakieğitimli personelle Hodann'in her bir kişinin talebine, onlarla konuşarak,tek tek zaman ayırarak cevap vermesi olanaksızdı. Benim görevlerimdenbiri, hastaları aktifleştirerek ona yardımcı olmaktı, sözgelimi okumagrupları oluşturabilir veya bir haber bülteni, bir duvar gazetesi çıkartabilirdim.Hodann'ın bakışlarını üzerimde hissederken o an verilecekkararın benim için ne ifade ettiğini anladım. Benden istenen yönetim işineuygun olup olmadığımı sordum kendime, acaba cepheden geri çekilmeküzere miydim. Hodann'm gözleri neredeyse kapkaraydı, sağ gözüdaha büyüktü, kaşları yukarı kalkmıştı. Askeri birliklere katılacağımı düşünmüşolduğumu söyledim. Bu savaşta tek cephe yok diye karşılık verdi,askeri, politik, kültürel cepheler var. Bunlar bir bütün oluştursa da askericephe en elle tutulanıydı, orada atılan adımlar somut sonuçlara götürüyordu,insanın kendisini ortaya koyarak ve kendi elleriyle gerçekleştirdiğibir şeydi. Bu cephe basit ve açıktı. Kalkıp İspanya'ya gelen hemen192


herkesin kafasında taşıdığı şeylere uyuyordu. Şimdi burada, cephenin önsaflarından dönmüş olanların yaşadıklarını yansıtan yüzlerine baktığımda,cephede hayatımın son bulması ihtimalini hazırlıklarım sırasında hiçbirzaman gerçek anlamda hesaba katmamış olduğumu anladım. Gelirgelmez silahlı birliklere verilseydim bu korkusuzluk belki sürerdi. Amaburada, geride tutulmuş biri olarak, savaşa katılmanın bir cüret işi olduğunu,korkunçluğunu ve bu mücadelenin doğal sayılmayacak şeyi barındırdığınıkavradım. Eğer Hodann'ın isteğine uymaktan kaçınsaydım bununtek nedeni, korkaklıktan iz olmadığını ya da korkuların da bu savaşaatılma kararının bir parçası olduğunu göstermek olacaktı. Ön safta çatışmalarıniçinde olmak, savaşan birliklerin güvenliğini sağlamaktan ille dedaha kahramanca değil, dedi Hodann. En büyük fedakârlıklar ön saflardaolur, diye itiraz ettim, organizatör veya hastabakıcının yapacağı hiçbiriş bu hizmetin yerini tutamaz. Ama, dedi Hodann, senin yerin, sana ençok ihtiyaç duyulacağı yerdir, bunları konuşurken fıstıkçamlarının gölgelediğibahçeyi geçmiş ve karşıdaki beyaz badanalı, içindeki yirmi ranzada,işlerden elini eteğini çekmiş hastaların yattığı barakaya uzanmıştık.Yapının oluklu sacdan çatısı, ayaklar altında ezilmiş çamurlu bir toprağaçakılmış bir dizi kazığın taşıdığı kalasların üstüne oturtulmuştu,yanlardaki geniş kapıların kanatları açık duruyordu, dışarıda alçak yapılıahırlar, saman yığınları, ahırların tahta perdeleri ve yalakları görünüyordu;ahırlara yönelmiş koyunları İspanyol rençberler güdüyordu, aradabir tavuklar çıkıyordu meydana, gıdaklayarak, öteye beriye dağılmış kavrukçayırlarda eşinerek. Sadece akşamları, batan güneşin ışığı kapınınaralığından sızmaya başlayıp da kısa bir an bir iki kalasın baş kısmını aydınlattığındadikkatli birinin görebileceği ışık oyunu çıkıyordu ortaya, kızıldansarıya dönen ve incelerek fıstıkçamları boyunca toprağın buğusuiçinde dağılan bir ışık gösterisi. İçeridekilerle ilgilenmeye, harekettenuzak kalmanın acısını en çok çeken, iletişim kurabilecekleri bir dilleri olmayan,anlaşabilmenin tek yolu olarak ancak yaralarını gösterebilen,onun dışında sessizliğe gömülenlerden başlamak gerekiyordu. Birkaç Danimarkalı,İsveçli ve Yugoslav'dan oluşan bu grup, ortak etkinliklerden,gündelik spor saatlerinden, futbol, kâğıt oyunlarından, satrançtan veyaana binanın holündeki elektrikli piyanodan da uzak kalıyorlardı. Yabancılığıen çok hissedenlerle başlanmalıydı işe, ama burada herkesin derdiolan temel bir soruna, kendini ifade güçlüğüne el atılmış oluyordu. Birdava uğruna harekete geçmek gerektiğinde herkes buna hazırdı, ama birinekendi deneyimleri, kendi eğilimleri sorulduğunda uygun kelimeleraramak zorunda kalıyordu ve gençliğinden beri yakasını bırakmayan engellenmişlikleröne çıkıyordu. Her meslekten gelen bu insanlar kendi ko-193


nularında uzmandılar, ama mütevazılıkları teorik görüşler ileri sürmeleriniengelliyordu. Hodann'ın ulaşmak istediği, onların hastanede kalmayıbir zaaf, bir işe yaramazlık dönemi olarak değil, yeni bir gereklilik olarakve çatışmalara katılma doğallığı içinde yerine getirilmesi gereken bir işolarak görmeleriydi. Cephede nasıl birbirleriyle dayanışma içine girmişlerseburada da, organize edilen sohbetlerde, tartışmalarda birbirleriningüçlenmesine katkıda bulunmalıydılar. Merkezden eğitimci kadrolar, konuşmacılargönderilmesi istenmişti, ama Hodann'a göre, oturup onlarıngelmesini beklemektense kendi aralarında eğitime başlayabilirlerdi, zirabir şeyler öğrenmiş olan herkes bilgisini diğerlerine de aktarabilmeliydi,herkes potansiyel bir eğitimciydi; üstelik aktardıklarıyla kendi bilgisinisınamanın dışında dinleyenlere de güven verirdi. Ama Hodann'm önerileri,barakada olsun veya malikânenin lambri döşeli merdiven holündekibuluşmalarda olsun, tereddütler yaratıyordu. Herkes öğrenmek, kendinigeliştirmek istiyordu, ama başkalarına aktarmaya değer bir şey bilmediklerinidüşünüyorlardı. Yabancı ülkelerden gelen yoldaşlar, İngilizceye çevirileryapılarak ve Hodann'ın Norveççesinden yararlanılarak ilişkileredahil edilmeye çalışılıyordu, ama bu zahmetli yöntem Hodann'm tüm çabasınınzorlu işlere dönük olmasına da uygun düşüyordu ve tüm girişimlersuya düşme tehlikesi yaşıyordu, çünkü birçok kişi, herkesin bildiğişey olan ücretli emeği açıklamanın bir anlamı yok diyordu. Onları ilgilendirenşeyin, askeri ve politik durumdaki gelişmelerle ilgili bilgiler olduğunubelirtiyorlardı. Haftada iki kere Albacete'den bize gelen haberlerdurumu anlamamıza yetmiyordu, oradakiler anarşistlerle ve Marksistmuhalefetle girişilen çatışmaların arka planını bilmek istiyorlardı, HalkCephesi Hükümeti'nin ve Sosyalist Parti'nin niyetlerini, savaşın başlangıçdönemlerini, her biri ayrı bir özel bilgi gerektiren türlü türlü ayrıntılarımerak ediyorlardı. Buna karşılık Hodann aynı öneriye dönerek, uzmanlarburada olana kadar, herkesin Enternasyonal Tugaylar hakkındakifikrinin derinleşmesi için, herkesin İspanya'ya geliş nedenlerini anlatmasınınişe yarayacağı düşüncesini dile getirdi. Buraya gelmelerinin tek seçenekolduğu dışında kimsenin bir neden söyleyememesi belki de birgüçlülük ifadesiydi. Ama Hodann bununla yetinmek istemiyordu veonunla Diaz arasında ilk sürtüşmeler ortaya çıktığında bazıları onunamacını anlamaya başlamıştı. Marty'nin kurmay heyetinin buradaki temsilcisiolan Diaz'ın işi, doğru çizgiden herhangi bir sapma olup olmadığınıizlemekti. Kendi kendine öğrenme düşüncesiyle ilgili zemin yoklamalarıonda kuşkular uyandırıyordu. Radyo haberlerinin dinlenmesi ve işlenmesiişinin bir gruba verilmesi önerisine karşı geldi. Sen kendini, ekipleriateşleyecek, iyimserlik empoze eden konuşmalar yapmakla görevlisayıyorsun, dedi ona Hodann. Parti disiplinini sadece emir ve itaat yoluylaayakta tutabileceğini düşünüyorsun. Gönüllülerin birçoğunun alışkanlıklarındandolayı ters karşılamadıkları otoriter yapıya dayıyorsun194


sırtını, böylece de onların serbestçe görüş belirtmelerini engelliyorsun.Onlar çatışmaların içinde birbirlerinin hangi partiden olduklarını akıllarınabile getirmediler, sadece askeri yeteneklerine ve bir diğerine ne kadargüvenebileceklerine göre hareket ettiler. Halk Cephesi orada hayata geçirildi.Şimdi de burada, çatışmalar sırasındaki birlikteliğin başka bir biçimdegerçekleştirilmesi gerek. Herkesin savaş alanında taşıdığı sorumlulukburada da değişmedi, bir farkla ki, burada kayıtsız şartsız uyum vesadece kendine düşeni yapma biçiminde davranmak gerekmiyor, henüzformüle edilmemiş bir özsorumluluk gerekli. Bir siyasi komiser, statüsügereği askerleri değil insanları görmek durumunda olduğundan, seninde herkesin yaratıcılığını ve inisiyatif gücünü her yolla teşvik etmen gerekir.Siyasi sorumlunun sert karşı çıkmalarından sonra, sadece bir haberservisinin oluşturulması karara bağlanmış olsa da, şimdi iyi kötü bir hareketlilikbaşlamıştı. Benim asıl işim hastalarla ilgilenmek olduğundan veburadaki tüm hastalarla temas halinde olduğumdan sağda solda dile gelendüşüncelerden haberim oluyordu. Bazıları kendi durumları hakkındasoru sormaya hâlâ yanaşmıyordu, olanlar hakkında kafa yormak güvenduygusunu zayıflatabilirdi, böyle bir durumun içinden nasıl çıkabileceklerikonusundaysa hazır bir yol bilmiyorlardı. Başkaları, kararlı olmasalarda, İspanya'nın sadece politik ve askeri bir mesele olmadığını, insanın veyaşam koşullarının değişmesinin de amaçlar arasında olduğunu dile getiriyorlardı,böyle bir değişim de ancak her bireyin bilincinde gerçekleştiğindebaşarılı olabilirdi. Ama bu tür düşüncelerin ne kadar kırılgan, nekadar umarsız olduğu da kendini belli ediyordu, zira bizim sorunumuz,özellikle de burada, bu dünyadan kopuk yerde, sıkıntılar ve yoksunluklardı,benzersiz zorluklar, en gerekli şeylerin temin edilememesi karşısında,eksiklerin yerine idareten başka şeyleri bulma çabası içindeydik. Hastalarınsakinleştirilmesi veya acılarının dindirilmesi için gerekli ilaçlarınolmadığı, birçoklarının dizanteriye yakalandığı ve hijyen için gerekli malzemelerinolmadığı yerde bireylerle ilgilenmek, ister istemez gülünç kaçıyordu.Ama Hodann'ın vurguladığı şey de buydu, her bir kişi, diyordu,gelecek için çalışan gücün bir parçasıdır. Kimsenin, karar verenlerin gerisindekalması ve vesayet altına girmesi gerekmiyor. Cephede cesaret vedayanıklılıklarını göstermişlerse, burada da manevi dayanma gücüyleayakta kalmaları gerekiyor. Hodann'ın açıksözlülükten, sorgulama veeleştiriden yana tavrıyla Diaz'ın öngörülen çizgiye kayıtsız şartsız uyulmasıisteği arasındaki çelişki sürüp gidiyordu ve her büyük toplantıdatemkinli davranmaya ve güvensizliğe neden oluyordu. Diaz ideolojiksağlamlık şiarını dile getirirken Hodann bizim davaya bağlılığımızın,kendi tercihimiz olan politikamızı sürekli olarak gözden geçirme isteğimizdendavanın zarar görmeyeceği düşüncesini ileri sürüyordu. Birisisöz alıp bir şeyler söyleme cesaretini gösterdiğinde bir dengeyi gözetmeçabası içinde oluyordu, bir yandan bir konuya açıklık getirilmesi arzusu-195


nu ortaya koyuyor, diğer yandan resmi kararlara ters düşecek bir şey söylememeyeçalışıyordu. Hodann gönüllülere, biz sizin samimiyetinizi biliyoruz,diye sesleniyordu, bu nedenle ille de her kelimenin doğru olmasıendişesiyle konuşmayın, öğrendiklerinizi gösterme çabası içinde olmanızagerek yok, tersine, henüz belirsiz olan, kesin olmayan şeyleri konuşmaktançekinmemelisiniz. Ama komiserin bir şikâyetine maruz kalmakorkusunu, bu iç gerilimi yok etmek olanaksızdı. Gözünü dört açmak temelilkeydi. Görüşleri temel şablonla uyumlu olmayanlar kuşkuyla karşılanıyordu.Herkes, yükümlülüklerini yerine getirdiği, geçerli sloganlarauyduğunu göstermek çabasındaydı. İsterse kendi sadakatinden tümüyleemin olsun, kendisinden kuşkulanılması korkusu bazılarını yiyip bitiriyordu.Tüm bu çözümsüzlükler içinde sadece haber servisi bir süreklilikkazanmıştı. Burada düzene girmiş, elle tutulur bir iş yapılıyordu. Teknisyenlerinbir çatı antenine bağladıkları Telefunken marka bir radyo, altı kişidenoluşan, vardiyalar halinde radyoya kulak veren bir redaksiyon komitesi.Ama geceleri, haberlerden özet çıkarılması sırasında farklı görüşlerdenkaynaklanan ayrılıklar ortaya çıkıyordu. Neyi seçmeliyiz, diye soruyordukkendimize, düşmanın açıklamalarının karşısına Cumhuriyetçiler'inverdiği hangi bilgiler konmalıydı, atlanan bilgiler, muğlak açıklamalaranlaşılır gerçeklere nasıl tercüme edilebilirdi, bu curcuna içinde neönemli olabilirdi, ne işe yarar, ne yol gösterici olabilirdi. Her sabah holdekitahtaya astığımız duvar gazetemiz için norm özelliği taşıyan haberler,kısa dalga yirmi dokuzdan çektiğimiz Tugayların radyo kanalından yayınlananlardı.Burada, Madrid'de, herkesi aynı derecede ilgilendiren haberlerbize ulaşıyordu, enternasyonal yardım kampanyaları, sürdürülenbirlik çabaları, Almanya'daki durum. İspanya savaşını destekleyen isimlerçıkıyordu yine karşımıza, İspanya'da bulunan Neruda, Seghers, Saint-ExuperyRenn, Uhse, Weinert, Hemingway, Bredel, Regler, Busch, MarchWitza,Kisch, Alfred Neumann, Alberti, Ivens, Ehrenburg, Malraux, Branting, Toller,Spender, Dos Passos, Siqueiros; ya da dışardan kamuoyuna seslenenHeinrich Mann, Thomas Mann, Arnold Zweig, Feuchtwanger, Brecht,Wolf, Piscator, Rolland, Show. Yazmadığımız şey, karşımızdaki güçlerinmuazzam büyüklüğüyle karşılaştırıldığında dayanışma içindeki çevreninne kadar küçük olduğuydu, bir taraftan dünya savaşına doğru yol alanbu güçler bir taraftan da uyarılarında, aklın yoluna dönülmesi çağrısındabulunuyordu. Gözümüz çeşitli ülkelerin üzerindeydi, Fransa'da, İngilizişçi hareketinde, İskandinavya'da, Birleşik Devletlerde, Hindiçin'de, amaözellikle de Çin'de sosyalist bir gelişmenin işareti olabilecek her gösteri,her huzursuzluk, her grev bizim için bir destekti. Sonra Diaz geldi, ilk itirazettiği şey kafa karıştırdığını söylediği çok yönlü haberler oldu, dahasonra da, çoğunluğun beğendiği duvar gazetesinin yeterli bir supap olduğunuve başka tartışmalara gerek kalmadığını söyledi. Hayır, dedi Hodann,burada sadece bilgiler ortaya konuyor, gerçi bunlar fikir verici, ya-196


arlı şeyler, ama asıl olması gereken bu ilk bilgilerden sonuçlar çıkarılması,yorumlar yapılması. Ekim sonlarında holde bir toplantı düzenlendi.Kış fırtına ve yağmurlarıyla erken bastırmıştı, Albacete kentinin armasındayer tutmuş olan yarasalar körlemesine uçuşlarıyla hızla evin duvarlarınaçarpıyordu, armadan fırlayıp çıkmışçasına, banka ve büyük toprakmülkiyetinin simbiyotik varlığının ürünü olan konağın çevresinde dolananyarasaların merdivenlerin üst tarafındaki pencerelerin renkli camlarınatoslamalarını duyuyorduk, çarpmanın çıkardığı küt sesler şöminedeyanan odunların çıtırdamalarına karışıyordu. Tepedeki cam çatıdan birincikattaki galeriye kadar inen kızıl bayrak, hava akımıyla hafif hafif lambanınahşap çemberi üzerinde dalgalanan bu simge, zaptedilmiş bu yapınınözünde bir dönüşüm yaratma çabalarının bir parçasıydı, ama toplantınınbaşında piyanonun kasasından içeri verilen delikli nota kâğıtlarıylaçalman Tannhâuser'in uvertürüyle, Cavalleria Rusticana, Sibelius'unTristesse'siyle amaçlananın aksine ortalığa ağır bir hava çökmüştü. Kanatlıaslanlar burada da küçük tablaların üstünde duvarları çepeçevredolaşıyordu, çıplak göğüsleri ellerin temasından aşınmış melekler gövdelerinikapı sövelerinden öne doğru uzatıyordu. Fokurdayan damıtmaaygıtının karşısında, içinde birkaç damla içki olan bardakların etrafa dağıtılmasıylasıcak ve mutlu bir ortam havası doğdu, ama içimiz ürpererekduvar diplerindeki banklarda birbirimize sokulduk, müdüriyetintoplantı salonundan getirilmiş devasa masanın çevresini almış otururkenağızlarımızdan buhar çıkıyordu. Salondakilerin çoğu henüz susuyordu,sonra biri, bir tartışma nasıl mümkün olabilir ki, dedi, her konuşulan kaydageçirilip gerektiğinde insanın karşısına bir suç gibi çıkarılıyorsa. Hodannbunun üzerine, tüm konuşulanlardan kendisinin sorumlu olacağını,üst makamların buranın şefi olarak, bir subay olarak sadece kendisindenhesap sorabileceklerini söyledi. Bu sözlerine tepki geldi, kendi sorumluluklarınınbilincinde İspanya'daki mücadeleye katılanların böyle bir vesayetikabul etmelerinin meselenin özüyle çelişeceği söylendi. Herkes aynıbayrağın altında toplandığına göre herkes söylediğinden kendisi sorumluydu.Belki Hodann tepkiyi kışkırtmak amacıyla öyle konuşmuştu.Diaz'a dönerek, dogmatizmin gücünün karşısına bilimsel, felsefi birikimikoymak gerektiğini, özellikle de kritik bir zamanda fikirlerin açıklanmasınınvazgeçilmez olduğunu söyledi. Diaz çevirmeni aracılığıyla bu sözlerecevap olarak, bu yolla işçi sınıfının kaosu engellemek için en sağlamorganizasyona ihtiyaç duyduğu bir dönemde anarşizme davet çıkarılır,dedi. Diaz'ın ve yandaşı grubun frenlemesi bizim içinde bulunduğumuzduruma uygun düşüyordu, zira araştırma soruşturma arzusu, kayıtsızşartsız itaat ilkesinin arkasında duranların eninde sonunda tepkisini çekecekti.Sadece buradaki insanlar arasında değil, proletaryanın partisininelindeki mevziyi korumak ve ilerletmek için mücadele ettiği her yerdedurum buydu. Savaş koşullarını yaşıyorduk, bu ortamda temel çizgiden197


sapan yaklaşımlara ve kuşkulara yer yoktu, partinin yüksek organlarınınemrettiği şeyler mutlak bağlayıcıydı ve itiraz hakkı yoktu. Bu açıdan Hodann'ıngirişimi tehlikeli bir şeydi, gerçekte onun, anarşist ve burjuva liberalizmimotivasyonuyla konuşmaları yönlendirmek istediği kuşkusudoğabilirdi. Açık bir tartışmanın herhangi bir şekilde olanaklı olup olmadığısorusu, bizim en küçük hatamızın bile tetikteki düşman karşısındabüyük yıkımlara yol açabileceği gerçeğiyle ilişkilendirilebilirdi. Tekrar sözegiren kocaman yüzü bir yarayla bozulmuş ve yanağına dayadığı yumruğuylayüzü daha da kocamanlaşan birinci konuşmacı, ama böyle birşey dedi, kendi saflarımızda hainler barındırdığımız düşüncesine dayanır,ben böyle bir kabulü reddediyorum, bizim sorunumuz başka, tartışmayakatılmaktan çekinmemiz demokratik olmayan bütün bir eğitimimiziortaya koyuyor. Münzer adındaki bu konuşmacı bir mürettipti, Bremenyakınlarındaki Hemelingen kasabasındandı, Bremenli olduğunu bellieden dili bende bir yakınlık duygusu uyandırmıştı. Kendi güvenliklerini,enerjilerini ve fedakârlıklarını davanın yoluna koyan askerler, diye sürdürdükonuşmasını, sıra kendi kararlarıyla söz almaya gelince sus pusoluyorlar. Hepimiz, ben de dahil, bu uğurda bir gözümüzün çıkarılmasınarazı olduk, bir kulağımız sağır, esas önemli olan şey için, sonucu belirleyecekadımlar için kendimizi hazırladık, şimdi bu adımlar üzerine kafayormaya hakkımız ve zamanımız var. Bu yapılanlar bizi kurtuluşa götürecekeylemler, bunları başlatan da bizim sınıfımız. Kurtuluş bize dışardanverilemez, kurtuluşu bizim kendi ellerimizle kazanmamız gerekir.Kendi ellerimizle kazanmazsak bize bir yararı olmaz. Bizi baskı altındatutan sistemi ve bu sistemin eseri olan koşulları bertaraf etmezsek kurtulamayız.Peki ama biz sadece söylenene uymayı, yönetilmeyi ve emirleribeklemeyi öğrenirsek kurtuluş nasıl bizim eserimiz olabilir, eski koşullardannasıl silkinebiliriz. Lenin bile bizim ancak sendikal düşünceye ulaşabileceğimizisöylemiştir ve partinin kararlarda bize öncülük edeceğiniöngörmüştür. Belki bu o zamanın tarihsel koşullarında öyleydi. Parti,proletaryanın kendiliğinden hareketlerine politik bir yön veriyordu. İyiama, dedi Münzer, bizim işimiz hep sendikal konular mı olacak, biz en altdüzeyde belli bir hareket hakkına sahip olacağız, ama kararlar Parti'nineliti tarafından verilecek, bu hiç değişmeyecek mi. Aşağıdan yukarıyatemsilciler seçilecek, yukarıdan aşağıya emirler verilecek. Ait olduğumuziş alanı ve hücre dışında bir etkimiz yok, kontrol olanağımız yok, talimatlaragöre yapıyoruz yaptıklarımızı. Bizim çalışma hayatımız, siyasi hayatımızbu. Bize doğru yolun gösterilmesine, aşağılanmamıza rıza göstermemiziçimizde yatan bir şey. Bu özelliğimize dayanılarak bizden iş çıkartılıyor.Bizlerden çalışkan, becerikli ve itaatkâr olup bununla gururlanmamızistendi hep. Boynu büküklüğümüz disiplin idealine, parti sadakatineharç yapıldı. Ben şuna işaret etmek istiyorum, dediği sırada dinleyenlerarasında huzursuzluk belirmeye başlamıştı. Kurtuluş çabalarımı-198


zın temelinde, otoriter güçlerin egemenliğini kırma ve bizim karar vereceğimizve olacakları belirleyeceğimiz noktaya ulaşma isteği vardı. Amabu yolda çabalarken karşımıza çıkan yukarıdan birileri bizlerin kendimiziçin neyin doğru olduğunu bilmediğimizi anlattı, bu yüzden de parti önderlerikarar verecekti bizim adımıza. İşçi hareketi içinde kendi yerimidüşündüğümde görüyorum ki, önce şu üstümüze çökmüş toprak yığınınıkazıp kendimi dışarı atmam gerekiyor. Bizim organizasyonlarımız topraktabakaları gibi, üstümüzden atmadan kendimizi bulamayacağımızbir kütle. Benim söylemek istediğim bu. Eşitliğin olmadığı. İstediğimizkadar bağımsızlık için çabalayalım, hep karşımıza bize ne yapacağımızısöyleyen birilerinin çıktığı. Sürekli hizaya sokulduğumuz. Önümüze konanşeyler istediği kadar doğru olsun, bizden, benden gelmediği süreceyine de yanlıştır. Ama, dedi bir başkası, Parti biziz. Böyle söyleniyor, diyekarşılık verdi Münzer. Ama bunu söyleyenler genellikle yukardan birileri.Bunu söylerken sanki tanrısal bir gerçekten söz ediyorlar. Çıkış noktaları,kendilerinin belirleyicilik hakkı ve bizlerin kolay teslim olmamız, bulunduklarımevkileriyle bizim için ulaşılmaz konumdalar. Diaz ayağa fırladı,bir süre sadece heyecanlı seslerin kargaşası duyulabildi, ardındanHodann ayağa kalktı ve beklenmedik bir kararlılıkla sesini yükselterek,Münzer'in daha sözünü bitirmediğini söyledi. Doğan sessizlikte Münzer,geleceğin insanı hakkında çok sözler söylendiğini, ama bizlerin mutlakabugünün insanını düşünmek durumunda olduğumuzu söyledi, çünkübugünün insanı korkak ve kendine güveni kırılmışsa, eğik bükükse geleceğininsanına pek yararı olmazdı. Hodann, İspanya'da otoriter ve merkeziyetçiyaklaşımın karşısında savunulan özgürlükçü denen çizginin aslındabir burjuva devrimi sorunu olduğunu söyledi. Politik adımları yoksayan ve bağımsız üretim birlikleri kurma çabası içinde olan Anarkosendikalistlerpopülist bir çizgi izliyorlar, bireysel değerleri öne çıkararak küçükdoğal çalışma cemaatlerinin ötesine geçmek istemiyorlardı. Kitle örgütlerine,partinin bürokratik aygıtlarına, devlet mekanizmasına karşı olduklarıgibi, teknik gelişmeye, planlı ekonomiye de karşı çıkıyorlardı. Buçizgiyle işçi sınıfının mücadelesini sosyalist bir ekonomiye doğru ilerleteceklerinegeriye çevirip romantik, nostaljik bir zanaatkârlık dünyasınayöneltiyorlardı. Münzer ise bir kere daha aynı konuya dönerek, insanlarınkendilerini reddetmelerine disiplin anlayışını getiren bilinçli siyasi kısıtlamanın,komünistlerin kabuk bağlama, katılaşma tehlikesi anlamınageldiğini söyledi. Ona cevap olarak, en büyük özgürlüğün, kendini kararlılıkiçinde bulmak, herkesin yararına olan dava karşısında bir birey olarakkendini geride tutmak olduğu söylendi. Hodann atışmanın tansiyonunudüşürmek için, tartışmayı İspanya özelinde tutma konusundaki ısrarınıvurguladı, bu akşamki tartışmada Sosyalist Gençlik Birliği'nin birüyesinin hazır bulunduğunu da hatırlattı.199


Ardından Gomez ve Hodann, bizim sorup durduğumuz konulara cevapvermek üzere İspanya'daki çatışmaların arkasında yatan temel çelişkileregeçtiler. Bu ülkede, Romalılara karşı köle ayaklanmalarından başlayarak,feodal beylere karşı köylü ayaklanmaları, topraksız köylülerinmülk sahipleri oligarşisine karşı mücadeleleri, Napoleon'un işgalci ordularınave Carlistler hanedanına karşı küçük savaşlara kadar, yaşanan başkaldırmalardahalkın özelliklerine, yaşam biçimine uygun çözümleraranmıştı. Duma'nın üstün silah gücü karşısında ellerine geçen sopalar,tırpan ve yabalarla veya çakaralmaz tüfeklerle çıkan, ama her seferindeölümüne bir istekle savaşmaya azimli emekçiler kendilerini ezenlerinüzerine yürümüşlerdi, İspanyol asillerinin paralı askerleri karşısında yıkılmayangururlan ve öfkeleri onlara yetiyordu. Ayaklanma hep aşağıdangelmişti, kendiliğinden alevlenmişti, hiçbir zaman düzenli, derli toplubir hareket olmamıştı, bugünün gerillası da küçük gruplardan, çetelerden,güruhlardan oluşuyordu ve yoksullara hizmet eden partizanlarınyanısıra maceracıları ve gaspçıları da barındırıyordu. Birinci Enternasyonaliçindeki Bakunin, kendi anladığı anlamda işçi birliklerini İspanya'yada yaymak istediğinde ve binsekizyüzaltmışsekizde İtalyan temsilcisi Fanelliüzerinden kendi öğretisine uygun gizli anarşist topluluk düşüncesinetaraftar toplamaya başladığında, bu ülke ona, kuşaklar boyu süregelenbaşkaldırılarıyla elverişli bir toprak sunarken, Proudhon'un teorileri dehazır bir dayanak sunuyordu. Anarşist komünlerin kurulmasında belirleyiciyere sahip kırsal bölge halkına, yaşadığı sefalet ve okuma yazma bilmemesindendolayı ulaşılamamış olsa da, zanaatkarlar, manifaktür işçileriFanelli'ye kulak vermişlerdi. Ordunun kraliyete karşı ayaklandığı birdönemde İspanya'ya gelmiş olması, Fanelli'nin sermayeyi, kiliseyi vedevleti devirme çağrısının yankı bulmasını sağladı. İlk andan itibaren Fanelliismi bir kahramanlık simgesi oldu ve onu yüceltmeye yönelik anlatımlarilerki dönemlerde efsanevi bir insan olarak algılanmasını sağladı.Anlatımlara göre, iri cüsseli, kara sakallı, koyu gözleri çakmak gibi parlayan,heyecanla konuşmaya başladığında sesi metal gibi çınlayan biriydi.O sadece bir devrimci değil, gezgin bir hatip, insanları yeni dine çağıranbir Luther, bir sihirbazdı. İspanyolcayı iyi bilmiyordu, kelimeleri gevelediğikonuşması pek anlaşılmıyordu, ama etkileyici edasıyla altını çizdiğisözlerini, toprağın ekene ait olması gerektiği, tüm atölyelerin ve fabrikalarınorada çalışanlar tarafından ele geçirilmesi çağrılarını tercümeye vedaha açık anlatmaya gerek yoktu. Sosyalist düşünceler yandaş bulamamıştı,ama kendi ayakları üzerinde durma çağrıları yankı bulmuştu, yukardangelecek hiçbir talimata güvenilmeyecekti, yöneten tabakalara kesinliklegüven olmazdı, değişim küçük gruplardan gelmeliydi, hiçbir şeyeylemleri bir parti oluşumuna yöneltmemeliydi. Programı olanlar da,diktatörlük öngörenler de iktidara gelmemeliydi, her tür boyunduruk veotorite yok edilmeliydi, anarşizmin öngördüğü federatif yapıdaki toplu-200


luklar sadece serbest iradeyle ve eşitlik içinde ortaya çıkabilirdi. BinsekizyüzyetmişbirdeLondra'da yapılan, politik mücadeleye katılımla ilgili birtartışmada, Bakunin'le Marx ve Engels arasındaki kopuş kesinleşti, Bakuninçevresindeki bazı güçlerle birlikte yeni bir politik çizgi oluşturarak sıkıbir düzen içindeki sistemin karşısına özgürlükçü komünizmi çıkardıve ilerleyen yıllarda modelinin geçerliliğini İspanya'da ortaya koymayaçalıştı. Henüz büyük sanayinin olmadığı bu ülkede geleneksel aile işletmelerindeçalışan işçiler mülk sahipleriyle bire bir ilişkiler içindeydiler,dolayısıyla da tahakkümü açıkça yaşadıkları için bu ülkedeki herkes tepkiye,karşı harekete her an hazırdı. Bakunin de kolektivist düşünceleriyle,yeni bir ortak yaşam projesine dayanak oluşturan elit bir kesimi hedeflemişolsa bile, onda halkın içgüdüsüne ve birlikteliğine duyduğu idealistinanç baskındı ve henüz netameli de olsa bu temel gücün kaynağındanbir özgürlük dünyasının organik olarak gelişeceği umudunu taşıyordu.İki yıl sonra, sürekli bir bastırmanın, hummalı bir kurcalamanın sonucundakardeşlik organizasyonlarına giden yol açılmış gibi görünüyordu. Özgürlükçügüçlerin zorlamasıyla monarşi geri adım atmak durumundakalmıştı, kral tahttan feragat etmiş, cumhuriyet ilan edilmişti, ilk CumhurbaşkanıPi y Margall, Proudhon'u överek federalist çağın başlangıcınımüjdelemiş ve adaletsizliğin ve şiddetin maskesi görevini gören düzenilanetlemişti; ardından da merkeziyetçi yapıyı tümüyle kaldırarak ülkeyiküçük yerel yönetimlere ayırmıştı. Birçokları için bu gelişme, kısa süreönce bastırılan Paris Komünü düşünün gerçekleşmesiydi. Devrimci ulusalmuhafızların rolünü cumhuriyetçi milisler üstlenmişti, orada buradamanifaktürler ve tarım arazileri ortak mülkiyete geçirildi, belediye başkanlarınıngörevlerine son verildi, rahipler payelerinden oldular, memurlarişten atıldı, zenginlere ceza vergileri kondu, bazı asilzadeler, kraliyetailesinin bazı üyeleri sürgün edildi, din adamlarına ve asillere karşı, sermayeyeve devlet düzenine karşı yürütülen mücadele Avrupa'nın radikalgençliğinin hayranlığını kazandı, İspanya'da gerçekten bir devrim başlamıştı,o zamanlar vurgulandığı gibi, süreklilik içinde, devleti, bu kötülükilkesini, insanı ezmeye yönelik tüm kurumları kökünden ve nihai olarakyok edene ve yerine özgür kooperatifleri getirene kadar sürecekti bu mücadele.Ama bilimsel sosyalizmin önderleri, bireysel teröre, fabrikaları,sarayları ve kiliseleri yakmaya, yağmacılığa ve cinayetlere dönüşebilenbu tür eylemlere karşı çıktılar. Bomba atma yerine grevin, adam boğazlamayerine eğitim ve öğretimin, akla gelenin yapılması yerine çalışanlarıneğitimle kendi sınıfının bilincine kavuşmasının doğru olacağını söylediler.Topraksız köylülerin, yoksul işçi kesimlerinin kurtuluşu, tek tek gelişigüzelönlemlerle, köy cemaatlerinin bağımsızlık ilanlarıyla, intikam içinbiraraya gelen güruhlarla, tarikatlarla ve gizli birliklerle gerçekleşemezdi,yapılması gereken, proletaryanın çıkarlarını gözeten bir partide birarayagelinmesiydi. Ayaklanmaların başgösterdiği yerler de sınıf bilincinin he-201


nüz oluşmadığı yerlerdi, bilgisizliğin, nefret duygularının en yoğun olduğuyerler, iktidarı devirenler yoksul ve aç tarım işçileriyle zanaatkarlardı,yani taktikten, koordinasyondan yoksun güçlerdi. Anarşist anlayışa göregerçek değişime ulaşmanın tek yolu da zaten buydu, zira eğer değişimherkesin kendi iradesinden doğmamışsa ayakta kalamazdı. İnsanın bireyselkararı, içindeki bireysel gücü görmesi öncelikliydi, ancak bu durumdaemekçi kendini bağımlı biri olarak görmekten kurtulabilir ve kurtuluşunusağlayabilirdi. Marx, Lafargue'yi Madrid'e gönderdi, İspanya'nınanarşistleri Libertarioslar arasında sosyalist düşüncenin izlerinibulmayı ve anarşistler koalisyonunun Enternasyonal'den kesin kopuşunuengellemeyi umuyordu. Ne var ki bir yeraltı hareketinin karakterindebir yetkiliyi, bir yönetim kadrosunu bulamamak da vardı, böylelikleMarx'm elçisi ülkede oradan oraya savruldu durdu, neresi olduğunu bilmediğibir yerden diğerine dolaştı, birdenbire alevlenen öfkelere tanıklıketti, bulunduğu yerdeki bir sömürücünün, bir mülk sahibinin veya bir rahibinele geçirildiğini, asıldığını gördü, küçücük zaferlerle kendilerini aldatarakbüyük bir zafer kazandıklarına inandıklarını, oysa eski devletinarkasındaki güçlerin, orta tabakaların ve onların üzerindeki oligarşilerinkendi sistemlerinden pek endişeye düşmediklerini ve mülklerini elde tutmaktanvazgeçmediklerini, sadece karşı darbeyi indirmek için uygun zamanıbeklediklerini saptadı. Bireysel iradelerin ortaya çıkarmış olduğuşaşırtıcı bütünlük görüntüsü aynı hızla dağılan birliklerle çözülüp gitti,plan ve organizasyon olmadığından, bütün gücüyle ayakta duran düşmanınsaldırı için hazırlık yaptığı, yerelciliğin teşvik edilmesi yüzündeninisiyatifin generallerin eline geçtiği fark edilmemişti ve generaller kolaycaçekidüzen verdikleri birliklerle isyancı yuvalarını birbiri ardına dağıtarakülkeyi yeniden merkezileştirmiş ve monarşist burjuvazinin kalesi halinegetirmişlerdi. Tarihsel ve diyalektik materyalizmin kurucuları, işçi sınıfıiçindeki uzlaşmazlıkları akıl yoluyla gidermeyi başaramamışlarsa datarihin kendisi onların yardımına koşmuştu; ve Engels, anarşist Cumhuriyetkendisinin ve Marx'm tezleri karşısında zaafa düşüp aniden dağılıncarahat bir nefes almıştı. Ama federalist gelenek aynı güçle yaşamaya devametti. Aradan geçen yarım yüzyıllık sürede İspanya'nın sosyal durumundafazla değişiklik olmadı. İspanya'da, Asturya'daki kömür ocaklarıve Bask bölgesindeki çelik işletmeleri ve tersaneler dışında bir bütün olarakproletaryanın ortaya çıkabileceği büyük sanayi pek gelişmemişti. Hâlâyüz işyerinden doksanında beş kişiden az işçi çalışıyordu ve işyeri sahibineyakından bağlıydılar. Bu arada sendikalaşma gereğinin farkına varılmışsada tek başına eylemlere eğilim, Komünist Parti içinde bile ağırbasıyordu, nitekim Nisan otuzbirde monarşinin ve askeri diktatörlüğündevrilmesinden ve cumhuriyetin yeniden ilan edilmesinden sonra da bupartinin üye sayısı birkaç yüzü aşmıyordu. Gomez'in verdiği bir örnekte,altı komünistin buluşmasına yoldaşlardan biri her seferinde, elde yapıl-202


mış bir bombayla geliyor ve sandalyesinin altına koyuyordu. Niye bunuyanında taşıdığı sorulduğunda da, eğer aniden bomba gerekirse elinin altındabir tane bulunsun cevabını vermişti. O dönemde Parti parlamentarizmekarşıydı, burjuva kesimleriyle ittifaka giren Sosyalist Parti'yle işbirliğinede. Bizim için, dedi Gomez, Cumhuriyet sovyet tipi yönetime gidenyolda sadece bir geçiş aşaması. Merkez Komite üyeleri kiraladıklarıbirkaç faytonla Plaza Major'a, Madrid'in büyük meydanına gitmişler veonları orada bekleyen elli yoldaşlarıyla birlikte grev, silahlı mücadele,sovyet iktidarını hazırlama çağrıları yapmışlardı. Bu eylemin düşüncesizliğiortadaydı, çevresi yüksek binalarla çevrili bu meydana sadece birkaçdar sokaktan ulaşılabiliyordu, dolayısıyla bir sıkışıklık durumunda kaçışimkânı pek yoktu, nitekim öyle de oldu ve neredeyse bu Parti grubununtümü ele geçirildi. Bir yıl boyunca politikanın dışına düşen Parti ancak butür deneyimlerden sonra taktiklerini gerçeğe uyumlu hale getirmeye çalıştı.Üye sayısı yine çok düşük olsa da, sömürüyü en yoğun yaşayan limanbölgesinde, madenci kasabalarında, tarım işçileri arasında güç kazandı.Ama Endülüs ve Katalanya'daki ayaklanmaların arkasında anarşistve sendikalist birlikler vardı. Bu gruplar, reformlar gerçekleşmeyincetoprak taleplerini, büyük toprak sahiplerinin topraklarının ellerindenalınmasını destekleyip Valencia'da ve Barcelona'da genel grev başlattılar.Bilgiden yoksun bırakılmış proletarya için komünistlerle anarşistler arasındakifarkları ayırt etmek zordu. Kendi yaşam koşullarında temel iyileştirmelerbekleyenler için, bir organizasyonun gerekliliği veya bir hükümetekatılmanın doğru olup olmadığı gibi tartışmalar pek bir şey ifade etmezdi.Gomez kendisinin de, devrimci tarım işçileri bloğundan KomünistGençlik Birliği'ne nasıl geçtiğinin pek farkında olmadığını belirtti.Belirgin olan tek şey, Sosyalist Parti'yle ilişkiye karşı olunmasıydı, bu partidekarşı-devrimcilik, küçük burjuvazi, onun da arkasında feodalizm yeredinmişti. Cephenin bu tarafında ise, Asturya'da maden işçilerinin otuzdörtgüzündeki ayaklanmasına kadar, Anarkosendikalist ve komünistgüçler yer alıyordu. İşte bu noktadan sonra, farklı farklı bir sürü ideolojikçizgi arasındaki çelişkiler ortaya çıktı. O zamana kadar herkesin arzu ettiğiişçi sınıfının birliği de kurulamadı. Bakış açılarındaki, hedeflerdeki değişimler,kaymalar önem kazandı ve bunun sonucunda Komünist Parti,kendisini iki yıllık bir sürenin ardından, belli tarihi koşullarda bu cepheiçindeki hâkim güç durumuna yükseltebilecek yeni politikasını belirledi.Sendika başkanı Caballero'nun liderliğindeki bir sol sosyalist kanat,ayaklanan proleterlerden yana tavır almıştı. Birlikte yürüme çağrısına komünistlerve bölgenin sendikalistleri de uydu. Kendilerini devrimci birelit olarak gören ve İşçi Konfederasyonu'nun liderliğini kabul etmeyenİberli anarşistler bu çağrıya karşı geldiler ve parti politikasına ait iktidaroyunlarının eseri saydıkları çatışmalarda yer almadılar. Aslında gerçektende sorun iktidar sorunuydu, o günlere kadar uzanan bir antagonizmi203


içinde barındıran bir güç ve iktidar sorunu. İspanya işçi sınıfının yarısınınpasif kalmasının mimarı olan anarşistlerin tavrı Asturya'daki ayaklanmanınbastırılmasına neden oldu. Sosyalist birlik cephesi oluşturma çabaları,komünist ve anarşist ilke arasındaki karşıtlığın sonucu olarak başarısızlığauğradı. Sıkı bir parti yapısı fikri, duruma göre tepki verme özgürlüğüylebağdaşmıyordu. Otuzdört Ekiminde, Komintern'in politikasındakiyeni yönelimden bir yıl önce, İspanya'da Halk Cephesi'nin temeli atıldı.O zamanki değerlendirmeye göre, sadece bu tür bir strateji, ilerdeki sürtüşmeleriaşmayı sağlayabilirdi. Caballero, Sovyetler Birliği'ne ve KomünistEnternasyonel'e karşı hasmene bir tavır almış olsa da, Komünist Partionunla birlik içine girerek büyüyen faşizme karşı merkez güçleri yanınaçekme fikrine uygun hareket etti. Buna karşılık anarşistler, ağırlığındaha sola kayması talebini öne sürüyorlardı. Bu gelişmeler yaşanırkenotuzdört güzündeki ayaklanma sırasında, diye devam etti Gomez, KomünistParti'nin kollektivist tutumdan uzaklaştığının işaretleri henüz görünmüyordu,ayaklanan işçiler kendi askeri sovyetlerini ve devrim komitelerinikurdular ve birlik çağrıları güçlü bir sosyalist birleşmeyi amaçlıyordu,bunun da, hedeflenen daha geniş bir cephenin oluşması için gereklibir adım olduğunu düşünüyorlardı. Geniş bir birlik ihtimalindendehşete düşen ülkenin egemen tabakaları, ayaklanmış olan birbirindenkopuk durumdaki işçilerin üzerine askerlerini gönderdiler, Falanjist karşıdevrimin ön habercisi olan bir şiddet ve gaddarlıkla saldırdılar. Tankları,ağır bataryaları olan üç ordu birliği karşısında işçiler, ordan burdan toplamatüfek ve tabancalarla karşı koymaya çalıştılar, kan banyosu burada sözügerçek anlamda söylenmiş bir sözdür, her türlü gaddarlığın fütursuzcauygulandığı bir katliam yaşandı. İşkence ve adam boğazlamak üzereeğitilmiş yabancı lejyonerler ve Fas'tan getirilmiş Mağripli askerler bombardımandansağ kurtulanların işini bitirdiler. Asturya'da eziyet ve işkencedönemine geçildi. Cellatların eline geçenler, kerpetenlerin, kızgındemirlerin önüne atıldılar, elleri, cinsel organları ezildi, çekiçlerle dizleri,ayakları kırıldı, ölümü defalarca yaşamak durumunda bırakıldılar, duvarlaradizildiler, darağaçlarına götürüldüler, kendi elleriyle kazdıklarıçukurların önüne çöktürüldüler, idam için sandalyelere bağlandılar, kadınlarınve annelerinin gözleri önünde idam edildiler, asılarak, boğazlarıdemirle sıkılarak, kurşunlanarak ya da kazıklara oturtularak. Asturyahalkına, despotizmin karşısına işçi iktidarını çıkarma girişimi, üç bin ölü,yedi bin yaralı, kırk bin esirle ödetildi. Ama bu insanlık dışı muamelelerayaklanmayı boğamadı. Devrimci bir süreç başladı, işçi sınıfının politikbilinci güçlendi ve daha iki yıl geçmeden, otuzaltı Şubatında sosyalist vekomünistlerin hedeflediği Halk Cephesi Hükümeti gerçek oldu. Bu durumda,diye araya girdi Hodann, ortaya çıkana bakıp bizim de kendimizcegerçeğe en yakın tarafı seçmemiz gerekiyordu. Hangi tarafın haklı olduğununesnel olarak ortaya koymak henüz imkânsızdı, bizim yapabile-204


ceğimiz şey, kendi yeteneklerimiz ölçüsünde durumu izleyip iki çizgidenhangisinin durumun gereğini daha iyi gördüğüne, ilerlemeyi sağlayacakgüvenilir bir taktiği hangi tarafın izlediğine karar vermekti. Anarkosendikalistler'leCumhuriyetçi Cephe aynı amacı güdüyorlardı, dedi, ülkeninfaşizmden kurtarılması, ne var ki kullandıkları araçlar ve hedefe nasıl gidileceğikonusundaki anlayışları birleşemiyordu. Daha seçimler yapılmadankopuş başlamıştı. Anarkosendikalistler gelenekleri olduğu üzere seçimlerekatılmayı reddediyorlardı, partilerin ve parlamentonun karşısındabağımsızlıklarını yitirmek istemiyorlardı. Onların tarafında, kendi seslerinipolitik örgütlerin değil, sendikaların daha iyi duyuracağını düşünengeniş kitleler vardı. Gene de birçok işçi Halk Cephesi'nden yana oykullandı; bunun tek nedeni Cephe'nin, sayıları hâlâ otuz bini bulan politiktutukluların serbest bırakılmasını sağlama sözü vermesi değildi, öngörülentarım reformunun ve sanayileşmenin onların yaşam koşullarınıiyileştireceğini umdukları için de seçimlere katıldılar. Anarşistler düzenleuzlaşmacı çözümlerin olsa olsa yoksulluğun sosyalleşmesini sağlayacağını,çalışanların taleplerinin ancak zor kullanarak yapılacak bir devrimlegerçekleştirilebileceğini söylüyorlardı. Komünist Parti devrime ihanetlesuçlandı. Buna karşılık komünistler ülkedeki mevcut koşulların bir devrimeuygun olmadığını belirtiyorlardı, sabır ve itidal propagandasına eniyi kanıt olarak da seçim sonuçlarını gösterdiler, seçimlerde verilen beşmilyon oyun dört buçuk milyonu, sağ ve merkez partilere gitmişti. Bizimiçin, dedi Gomez, reel politik işler gerçek anlamda başladı. Biz en küçükpartiydik. Sosyalistlerin seksen dokuz milletvekili ve burjuva partilerininseksen dört temsilcisinin yanında Komünist Parti Cortes'te on altı sandalyeyletemsil ediliyordu şimdi, otuzüçteki tek sandalyeye kıyasla bir zaferbile sayılırdı bu. İlk anda akla gelenin dışında bir ölçüyle hareket etmekdurumundaydık, dedi. Partimiz üye sayısını otuzaltı yılında otuz bine çıkarmıştıgerçi, ama Anarkosendikalist birlikte bir milyondan fazla, sosyalistsendikalarda da bir buçuk milyon üye vardı. Bu koşullarda sosyalistve komünist gençliğin biraraya geldiği bir organizasyon oluşturabilmemizönemli bir gelişmeydi ve böylece iki yüz bin yeni taraftar kazanılmıştı.Bunların otuz beş bini savaşın ilk günlerinde silahlı mücadeleye katılmıştı.Birkaç yıl içinde gerçekleştirilen Parti'nin inşası sırasında, dedi Gomez,öncelikle teorik eksiklerimizi gidermek ve gösterişli bireysel kahramanlıklaraolan eğilimimizi aşmak durumundaydık, dolayısıyla da anarşistlerinçabuk kazandıkları başarılara aldanmayıp proleter çoğunluğungörüşüne rağmen hayalperestliğimizi bastırıp keskin devrimciliğimizinyerine sakin çalışmalarımızı koymak durumundaydık. Antifaşist savaşınbaşlarında ortalıkta dolaşan görüşe göre, iktidar sokakta hazır bekliyorduve proletaryanın partisi bu iktidarı gidip almalıydı. Ama iktidar yere düşürülmüşbir paket sigara gibi sokağın ortasında yatmıyordu, ön saflarda,savaş meydanlarındaydı, güçlerimizi perişan eden çatışmalarla ele geçi-205


ilmiş olsaydı bile diplomatik girişimlerle tahkim edilmek durumundaydı.İlk hücumda halk iktidarı iradesi tüm düşünme yeteneğini yitirdi.Ekim Devrimi'nden sonra ilk defa, Avrupa'daki tüm başarısız ayaklanmalardansonra sovyet tipi bir cumhuriyetin kurulabileceği yanılsamasıherkesi sardı, bizler bile bu kanının doğmasına katkıda bulunmuştuk. Sadecesosyalistler karşısındaki çekincelerimizi aşmamız yeterli değildi, dediGomez, ayaklanmamız sırasında hepsinin birlikte bize karşı hasımlığınıyaşadığımız ve itici bulduğumuz esnaf, küçük burjuva, orta sınıfa dayaklaşmak ve bu tabakalarla şimdi işbirliğine gitmek durumundaydık.Artık tek taraflı bir zafer öngörmeyen görüşleri anlayışla karşılıyorduk,bu sefer Cumhuriyet'in düşmanlarıyla mücadele ederken bir taraftan askerieylemleri yürütmeli bir taraftan da sosyal devrimi ileri götürmeliydik,bunun için de yeni kazandığımız disiplinle Parti'nin çizgisine uyumsağlamalıydık. Ama sadece disiplin gereği değil, kısa zamanda Parti'ninisabetli değerlendirmeler yaptığını ve savunmanın hazırlanmasında organizasyonyeteneğini görerek ikna da olduk. Kısa bir süre içinde Partitüm politik ve askeri önlemlerde yerini aldı. Ama karşımızda hâlâ büyükkitleler vardı, Komünist Parti'nin devrimi neden dizginlediğini anlamayan,liberallerle, merkez güçlerle birlikteliği reddeden, bizi aldatmacılıkla,aldatıcı manevra yapmakla ve sadece Komintern'in talimatlarına uymaklasuçlayan kitleler. Anarkosendikalistler ilk aylarda elde edilen başarılarıabarttıkları için proletarya diktatörlüğünün artık gerçek haline geldiğikanısındaydılar. Toprak ağalarının, büyük finans çevrelerinin ve kiliseniniktidarı etkisini yitirdikten ve işçi ve köylü komiteleri birçok fabrikayıve tarım arazisini ellerine geçirdikten sonra sıranın İspanya'dan başlayacakbir dünya devrimine geldiği düşünü kurmaya başladılar. Karşılarındakigüçlü orduların onların kurduğu kolektif gücü kuru yaprak gibisilip süpürebileceğini, köklü bir değişimi düşünmek için henüz çok erkenolduğunu, büyük faşist güçler İspanya'da bulunduğu ve İspanya'yı birdeneme tahtası gibi kullanmak istedikleri sürece bunun hayal olduğunugörmek istemiyorlardı. Daha önce de karakterimiz olduğu üzere, dediGomez, Don Quijote ruhuyla, aynı kör coşkunlukla her türlü önlemi vedüzeni ilkece reddederek kendilerini düşman ateşinin önüne attılar. Canındanolmayıp kaçma fırsatı bulanlar da ütopyalarını yanlarında götürdüler,halka yayılmış bir anarşist ruhun düşman güçlerini eninde sonundadize getireceği inancından şaşmadan. Biz sanayinin, bankaların, büyükarazilerin ele geçirilmesine karşı değildik, komünistler olarak böylebir şeye nasıl karşı olabilirdik, biz sadece radikalleşmeye karşıydık. Ulaştığımıznokta, sınırlı bir toprak reformunu başlatmamıza ve eğitimin temellerinioluşturmamıza olanak veren ve o haliyle kapitalist olmayan birdevlet yapısıydı, geriye kalan tüm gücün düşmana karşı savunmada seferberedilmesi, Sovyetler Birliği'ne nihai darbeyi indirmek için İspanya'dadeneyim kazanmak, dolayısıyla da Batı Avrupa'da kurduğumuz bu206


sosyalist kaleyi yıkmak isteyen düşmanla mücadelenin zaafa uğratılmamasıgerekiyordu. Savunmamızın önkoşulu halkın birliğiydi. Bu nedenleküçük toprak sahiplerine, esnafa, burjuva orta sınıfına bir güvence verilmesigerekiyordu. Parti düzen koruyuculuğu yapan muhafazakâr bir organrolünü üzerine almak durumunda kaldı. Ilımlı bir politika, parlamentarizmindevamı, hükümet sorumluluklarının yerine getirilmesi yolundauğraş verdi, böylece uzun vadede devrimci bir gelişmeyi olanaklıkılmak amacındaydı. Bu aşamada Münzer, anarşistlerin görüşünü savunarak,devrimden dönülmesiyle halk savaşının zaafa uğratıldığını, komünistlerinhedeflediği birliğin, militan işçiler kendilerini aldatılmış hissettiklerive burjuvalarla ittifaka bir türlü güven duyamadıkları için oluşamadığınıdile getirdi. Başarılı bir kurtuluş savaşı, tıpkı otuzaltı Temmuzundabaşarıldığı gibi, ancak proleterlerin gücüne dayanarak yapılabilirdi,ama olanlardan sonra işçilerin kafası karışmıştı, o kadar enerji yön değiştirdiğive iç sürtüşmelerde tüketildiği için ne uğruna mücadele edeceklerinibilemez olmuşlardı. Faşizme saldırırken hepsi canını vermeye hazırdı,bir burjuva devletinin ayakta tutulması uğruna kendilerini feda etmekistemiyorlardı. Ama, dedi Gomez, devrimin devamı çağrısında bulunmamızve mülklerin kamulaştırılmasına devam edilmesi, savaşı Cumhuriyet'inmerkezine taşırdı. Parti, Halk Cephesi'nin parçalanmasını, ortasınıfların karşı tarafın saflarına geçmesini engellemek uğruna kendi içindekayıpları göze almaya mecbur kaldı. Parti Anarkosendikalistler'in solkanadına karşı, Nin, Gorkin, Andrade gibi Birleşik Marksist İşçi Partisi'ninönderlerine karşı önce mantıklı gerekçeler ileri sürdü, bu yetmediğindede zora başvurdu, böylece adı büyük etki yaratan, ama olağanüstüaktif olsalar da topu topu üç bin kadar taraftarı bulunan bu partiye karşıönlem aldı. Bu nedenle Parti, Cumhuriyet içinde bir bölünmeyle karşıkarşıya kalmış olsa da bir yandan da söyledikleri giderek daha fazla yankıbuldu ve otuzyedi baharında üye sayısının yarım milyona yükselmesikitle tabanı kazandığını ortaya koydu. Ama, dedi Münzer, yeni katılanlarınçoğu işçi sınıfından değildi, daha çok esnaf, memur, akademisyen, subaykesimindendi, Parti üyeliği sayesinde yükselme umudu besleyen kişilerdi.Sadece Komünist Parti üyesi olanların etkili mevkilere geldiği görülüyordu.Orta sınıflardan çok kişinin bize gelmesi, diye karşılık verdiGomez, Parti politikasına uyuyordu. Bunları söylerken ayağa kalkarakdevlet yönetme sanatı hakkında ateşli bir konuşmaya başladı. Yalımlarınışığı bayrağa vuruyor, kırmızı siyah gölgelere boyadığı insanların masalarınüstündeki ellerini, yüzlerini adeta büyütüp uzatıyordu. Salonun ortadireğinin gölgesi yan tarafta oturanların üzerine kapkara bir bariyer çekmişti.Halk Cephesi'nin ayakta kalması için, dedi Gomez, soğukkanlılıkve aldatmaca gerekiyordu. Özleri bakımından gericiliğe yakın olan güçlerikazanmak gerekiyordu, düşmanın propagandasına hep açık olan, ilerlemeyiengelleyebilecek ve eski despotluk sistemini yeniden canlandır-207


madan yana tavır almak isteyen bu güçleri kendi saflarımıza çekmeliydik.Bunların ikna edilmeleri, bizde bir cazibe bulmaları gerekiyordu, aralarındabilgilerine ihtiyaç duyduğumuz birçok insan vardı. Ara tabakalarınsaflara katılması ve kendilerine değer verildiğini görmeleri sağlandığında,siyaseten kenarda kalan, ama Falanjist General'in İspanyasını anaüsleri olarak gören ve tüm çevremizi sarmış olan pusudaki Avrupa'dabulunan kuvvetli bazı sağ güçler üzerinde de etkili olunmaya başlandı.Bunların tümü arasında titiz ayrımlar yapılması gerekiyordu, temsil ettikleriçıkarlar, gidişata ve doğan olasılıklara bağlı olarak sürekli kaymagösteriyordu. Bu çalışmalar, önceleri kenarda kıyıda kalmış olan KomünistParti'nin birden öne çıkmasını sağladı. Parti'nin toplumsal istikrarınmerkezi olduğu an gelmişti. Aklıselimin sözcüsü haline geldi, kaotik ayrışmalarıengellemek için duruma el koyan bir güçtü artık. Cumhuriyet'ikorumak için savaşan milislerin kuralsız savaşı güçten düşmüş, HalkCephesi dağılma tehlikesine maruz kalmıştı. Faşizm korkusu küçük burjuvalarıda sarmıştı, zira bu sınıflar da kuşaklar boyu sürüp giden, ülkeyibağımsızlaştırma çabalarından bir şeyler edinmişlerdi. Batı güçlerininambargoları karşısında, İngiltere'nin ve Fransa'nın, Cumhuriyet'in yıkılmasınıbeklediğinin açıkça görülmesi düşmanın eline düşme korkusuylapanik havasına yol açmış olduğu sırada Komünist Parti'nin güven vericiaçıklamaları, yeni savunma olanaklarını gündeme getirmişti. Yurtseverbir karşı koyuşun olanakları tüketilmemişti, sadece askeri merkezi güçkurumuştu, bir de şaşaayla getirilmeye çalışılan sosyal değişimin temelsizolduğu ortaya çıkmıştı. Savaşan güçlerin canlılıklarını hissetmeye ihtiyaçlarıvardı, cephe gerisinde de zora dayanan müdahalelerin aşağıya çekilmesigerekliydi. Bunun için bir güç odağının oluşturulması şarttı ve buda ancak elinde silah gücü bulunanlardan sağlanabilirdi, böylece gelişmeleregöre gerekli olan şeyler devreye sokulabilirdi. Odessa'dan gemilerkuşatmayı yarmak üzere denize açıldılar ve cepheyi ayakta tutmak içinşart olan silahları Komünist Parti'ye getirmek için harekâta başladılar.Amaç Cumhuriyet'in korunmasıydı, baştan beri komünistlerin, sosyalistlerinve Anarkosendikalistler'in mücadelesini verdikleri gibi. Yardımınbelli bir partiye değil, Cumhuriyet'e yaramasıydı amaç. Yeni harekât birtür kahramanlık mahiyetindeydi, ama arzularla değil, pratik beceriyle başarılabilirdiancak. Komünizm hedefinden vazgeçilmiş değildi, Parti dışarıdanbakıldığında, devrimci değişim çabalarından tümüyle uzaklaşmışgibi görünse bile. Burjuvazinin yardımı, yoldaki engellerin kaldırılmasıamacını taşıyordu sadece, bu yolda ilerledikçe burjuvazinin gücü debir gün elinden alınacaktı. Şu koşullarda burjuvazi kendisini yok etme niyetiniaçıkça ortaya koymuş bir düşman karşısında, tüm mülklerinin kamulaştırılmasısürecini durduran Komünist Parti'yi müttefiki olarak görebilirdişimdilik. Bu düzenlemeye gitmek ve bu arada işçi kesiminin desteğinide almak Parti'nin karşı karşıya olduğu bir görevdi. Antagonist208


farkları kontrol altında tutacak yapıda bir koalisyon hükümetinin oluşturulmasıgerekiyordu. Otuzdört yılında partisinin tezlerini terk etmiş olanCaballero, partisinin savunduğu gibi tüm sosyalist güçleri, gelmekte olanburjuva devriminin hizmetine vermeye karşı çıkıp Asturya'daki ayaklanmadanberi reformizm yerine sermaye iktidarını devirmeyi savunan birkişi olarak işçi sınıfı üzerinde büyük etkiye sahipti. Merkezin ciddiye almadığıözgürlükçü bir komünizmden yana yeni tavrıyla anarşistlerin vesendikalistlerin gözünde saygın bir yeri olan Caballero, proleterlerinsempatisini kazanacak, ama liberalleri de ürkütmeyecek bir pozisyonaçekilebilirdi. Gerçi başlangıçta komünistlerin ordunun yeniden inşası talebini,karşı-devrimci bir adım olarak değerlendirmişti, ama askeri durumunkritikleşmesi ve lojistik sisteminin çözülmeye uğraması, kısa süredegerçeği görmesini ve ordu yönetiminin merkezileştirilmesiyle kalmayıpdevlet yapısının da istikrara kavuşturulması gerektiğini kabul etti. Komünistlerinyürüttüğü diplomasiyle gururu okşanan Caballero İspanya'nınLenin'i unvanıyla yükselerek başbakanlığa ve savaş bakanlığınageldi. Komünist Parti'nin hesabına göre, Caballero'nun Halk Cephesi lideriolarak taşıdığı sorumluluk onun ılımlılaşmasma, bunun sonucu olarakda burjuva tarafının ona yavaş yavaş güven duymasına yol açacaktı.Sovyetler Birliği'nden silah sevkıyatı ve enternasyonal dayanışmanıngöstergesi olan Tugaylar'ın gelmesi Caballero'nun konumunu güçlendirdi.Komünist Parti'nin planlarına bağımlı olduğundan ve Parti yönetimindekurmaylık rolüne dahil olduğundan, halkın sağ kesimleri, Caballero'nunkaderini de Halk Cephesi'ne bağlayacağına ve eskiden ileri sürdüğüişçi hükümeti talebinden vazgeçeceğine güven duymaya başladılar.Parti sosyalistlere yaklaşırken güttüğü amaçta olduğu gibi, koalisyonugenişletirken ve sağlama almaya çalışırken, konumları gereği güvensizlikve husumet içinde olabilecek güçler arasında kendine üsler edinmek istiyordu.Belki Anarkosendikalistler savaş meydanında komünistlerin cesaretlerinive strateji yeteneklerini gördükleri için ikna olabilirlerdi, ama hersubayı, her ekonomi ve yönetim uzmanını kazanmak için onların hırslarınahitap edilmesi, kafalarının bu siyasete yatması ve kendilerine sözlerverilmesi gerekiyordu. Köylüler de, alışık olmadıkları bir üretim biçiminezorlanmak yerine, arzuladıkları küçük bir toprak parçasını mülk edinebildiklerizaman, mallarını sevk etmeye daha kolay razı oluyorlardı. Buyolun izlenmesi, insanları küçümseyen bir hesaplılık içinde olmak anlamınagelmiyordu, gerçekçi düşüncenin gereğiydi. Gomez, anarşist çizgidekibirçok köylünün de kendilerine tarla verildiği zaman anarşistliklerininyerini akılcı işletmeciliğin aldığını söyledi. Kaosu ve krizi devriminakümülatörü olarak görmeye devam edenler, Parti'nin başvurduğu, özelmülkün korunması, devlet yönetiminin kollanması yolundaki önlemleri,iktidarın sahibi olmak için kullandığını düşünüyorlardı ve Parti, düşmanıngücünü dikkate alan savaş kuralları getirdiğinde, tüm hareket gücü-209


nü Sovyetler Birliği'nden aldığı suçlaması yapmışlardı. Oysa KomünistParti, Komünist Enternasyonal'in üyesiydi, gücü de buradan geliyordu.Belirleyici konumuna, şimdi burada, İspanya'da da, böylesine etkili birdünya hareketinin parçası olduğu için gelebilmişti. Silahların parasının,Ulusal Banka'nın kurtarılan altın rezervlerinden ödenmesi doğru bir işlemdi,dedi Gomez, Sovyet sanayisi, kendi savunması için yoğun bir üretimiçinde olmasına karşın bu silahların üretimi için çalışmıştı. Bizim kasalarımızdakiparalar bir işe yaramıyor ama bu şekilde, zaferin kazanılmasıve ilerde ülkenin yeniden imarı için kullanılabilecek. Ortalığı birölüm sessizliği doldurmuş gibiydi. Sadece Münzer'in değil, tüm dinleyicilerinyüzlerindeki ifade başka sözler beklendiğini gösteriyordu, yüzlerinikonuşmacıya dönmüş insanların bir gözleri ışıldarken diğer gözleri karabir çöküntü gibi görünüyordu. Belli ki kendilerini bağlı hissettikleriolaylara daha yakın düşen başka açıklamalar, başka sözler bekliyorlardı.Soru gelmediğinden, ne duymak istediklerini kestirmek de zordu, gözlerdekihareketsizliğe, suskunluğa, omuzların ve kolların duruşuna bakıncadaha başka bir şeylerin beklendiği anlaşılıyordu sadece. Bu kararlı bekleyişinarkasında, her an yok olabileceklerini bilmeleri vardı. Ama bu gerçeğinfarkında olmakta trajik bir yan yoktu, ölüm onlar için her an gelebilecekbir şey olmuştu zaten, sıradan bir şeydi bu, işin bir parçasıydı. Amaölümün nihailiğine hazır olmaları, onların sorumluluk beklentisini, neredengelirse gelsin gerçeği duyma isteğini bilemişti. Sorun konuşmacıyagüvensizlik duymak değildi, ama o ânın içinde politika onların önemlibuldukları şeylerden kopuk geliyordu. Politik çizginin geçerli kılınmasıiçin kendilerini feda etmek konusunda bir çekinceleri yoktu, bunun sözünübile etmezlerdi. Kararların yukarılardan verilmesine de bir itirazlarıyoktu. İspanya'ya savaşmaya gelmişlerdi, bir kurmay heyetin onları yönetmesigayet doğaldı. Yine de yükselen bu sessizlikte, olan biteni etkilemeolanağından tümüyle uzak olduklarının bilincine vardıkları şu an,stratejinin pürüzsüz yüzeyinin altında örtülü kalan tüm çözülmemiş şeyleronlara sıkıntı vermeye başlamıştı. İçinde bulundukları yapı, onlarınyalıtılmışlıklarını hissetmeleri için biçilmiş kaftandı. Çalışma arkadaşlarınıdüşündüler, yakınlarını, memleketlerini kuşatmış olan gericiliğin iktidarını.Tekrar cepheye, ait oldukları birliğe dönmek istiyorlardı, ne kadarküçük bir birlik içinde olurlarsa olsunlar güçlerini hep hissediyorlardıorada. Şimdi de Fransa'da, İskandinavya'da neler olduğunu bilmek, işçisınıfından haberler duymak istiyorlardı. Basit, doğrudan eylemlerdenuzaklaşıp karmaşık diplomasi içinde bulmuşlardı kendilerini. Güçleri çekilmişhissediyorlardı kendilerini. Antifaşist savaşta neden hâlâ iç çelişkilergiderilemedi, diye soruyorlardı, neden ön saflarda ateşin içinde sağlananbirlik beraberlik yukarıda da sağlanamadı. İlk hücum harekâtınınkahramanı Durruti, dizginlenemezliğin sembolü, parti çekişmelerinin dışındakalan, halk iradesinin timsali kahraman, üniversite kenti Madrid'de210


otuzaltı Kasımında toprağa düştü, birçoğuna göre tam da zamanında,yoksa o da Marksist Birlik'in diğer liderleri gibi tasfiye edilirdi, başkalarınagöre çok erken, çünkü devrim idealini, ilk zamanların coşkulu katılımınımerkezi devlet yönetimiyle, etkili bir askeri aygıtla birleştirmeyi belkiancak o başarabilirdi. Hodann, Durruti'nin, elindeki güçlerin düşmankarşısında yetersiz olduğunu bildiğini söyledi, ölümünden kısa süre önceaskeri gücün ortak bir yönetimde birleştirilmesini istemiş ve özündekianarşistliğinden bir şey yitirmemesine rağmen Sovyetlerden silah sevkıyatınıönemli bir gelişme olarak karşılamıştı. Daha sonra anarşist liderlerdenNin'in organizasyonuyla ilgili inceleme yapıldığında kafalarda bölünmelerbaşladı. Partido Obrero de Unificaciön Marxista, Troçkizmin birorganı olarak değerlendirildi, derken Hodann da duraladı, tabu halinegelmiş bu ismi anmakta zorlandı. Camlı kapıları salona doğru ardına kadaraçılmış yan bölmede ahşap duvarlara yerleştirilmiş küçük, acemiceyapılmış resimler gördüm, Don Quijote'nin yaşamından sahneler resmedilmişti.Eski şatafatlı konağın yemek salonunda tavanın siyah tahta kaplamalarınakadar yükselen şömineden yansıyan ateşin ışığında hikâyeninsahneleri beliriyordu, kahramanımızın şövalye ilan edilişi, uşağıyla yoladüşüşü, korkunç yel değirmenleriyle ve şarap fıçılarıyla kapışması ve diğermaceralar; ta ki Dulcinea'nın bile onu terk etmesinden ve kötü işaretleringörünmesinden sonra köyüne dönmesine ve çılgınlıklarının itirafınıvasiyetnamesine yazıp, ağlayıp dövünmeler arasında ruhunu teslim edenekadar. Ama bu duralamanın ardından Hodann, Nin ve Maurin'in İşçiKonfederasyonu'nun liderleri olarak önceleri Komünist Enternasyonal'ebağlanmadan yana olduklarını söyledi. Onlar da Komünist Parti'nin kurucularındandı,ama Kronstadt olaylarından sonra Sovyet çizgisinden ayrıldılar.Bu ayrılıştan sonra, bir sol komünist muhalefeti yapan Troçki'yeyanaştılar, ama sonra ondan da koptular; bu kararı, Troçki'nin, Fransa'dakitaraftarlarına da söylediği gibi, Sosyalist Parti'ye girerek burada devrimcibir platform oluşturmaları tavsiyesinde bulunması üzerine aldılar.Nin'in çevresinde devrimci tarım köylüleri bloğu üyelerinin katılımıylaoluşan gruplaşma Troçki'nin gözünde gülünç bir girişimdi. Troçki'ye göre,böyle bir birlik, okuma yazma bile bilmeyen amorf kitlelerin eylemgücü ne kadar hayranlık uyandırırsa uyandırsın, bir devrimin gerçekleşmesiiçin gerekli politik organizasyonu inşa etme başarısını gösteremezdi.İşin başını çeken güçlü işçi komiteleri olmadan proletarya diktatörlüğündensöz edilmesini ve sanki devrimin tüm aşamaları katedilmiş gibi devriminderinleştirilmesinden söz edilmesini vahim bir hata olarak görüyordu.Troçki'ye göre Marksist İşçi Partisi adındaki örgüt de, Anarkosendikalisthareket de, Sovyetlerin talimatlarıyla hareket eden KomünistParti gibi devrimin önünde engeldi. Peki ama, diye sordu Gomez, kendisininküçük hücreler halinde dünyaya yayılmış Troçkist Enternasyonal'ingetirdiği alternatif ne. O burada Sovyet Parti yönetimine açtığı sa-211


vaşla gerçekte Sovyetler Birliği'ne savaş açmış oluyor. Bizim koruyucugücümüze yönelmiş her saldırı, İspanya'da Cumhuriyet'in mücadelesineve bize yönelmiş bir saldırıdır. Ama öyle de olsa, Troçki'nin tezleriylehesaplaşmak doğrudur. Karşıtımızı alt edebilmek için onun düşüncelerini,görüş ve planlarını iyi tanımamız gerekir. O yokmuş gibi davranmanınbir yararı yok. Öğrenme isteğimizin peşinden giderken ondan da birşeyler öğrenebiliriz. Ama unutmayalım ki bu noktada bir ikilem içindeyiz,dedi Gomez. İster istemez iki ölçüyü birarada kullanmak durumundayız.Bir taraftan ince analizler istiyoruz, ama diğer taraftan zaman baskısı,ölüm kalım mücadelesi bizi basit, tek tip bakış açılarına zorluyor.Lenin'in eski çalışma arkadaşı ve Ekim Devrimi'nin planlayıcılarındanolan kişiyle tartışmak isterken, Sovyet karşıtlığının onu, başka nedenlerlede olsa faşizmin kampına ittiği gerçeğinden kaçamayız. Her düşmanınmahiyeti şu veya bu derecede farklı olabilir, ama son darbenin vurulacağıanda düşman tek vücut olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden muhalefetinsözcüsü durumundaki Nin, Gorkin, Bonet, Andrade, Gironella, Arquarve diğer bazı kişiler mecburen tutuklanmışlardır. Münzer araya girip,onların zimmete para geçirmekle, silah kaçakçılığıyla, casuslukla, sabotajlave ülkeyi Falanjistler'e teslim etme hazırlıkları yapmakla suçlandıklarınısöyledi. Onların tutumları böyle bir şeyle bağdaşmazdı. Gomez,biz gerçeği bulma, daha iyi bir gelecek yaratma mücadelesi veriyoruz,dedi. Bu yolda ilerlerken tarihsel olayları daha iyi kavramak ve proletaryahareketiyle ilgili konularda sürekli eğitilmeye muhtacız. Ama bir taraftanda dört bir yandan düşmanın entrikalarıyla karşı karşıyayız. Bizimaçıklamalarımız ve talimatlarımız, çarpıtmalarla, karşı sloganlarlabulandırılıp kafa karıştırılıyor. Neyin bizim yararımıza olduğunu, neyinzararlı olduğunu ayırt edebilmek için belli kavramlarda buluşmamız gerek.İlerde, görevlerimizi hallettiğimizde oturup her şeyi net olarak tümayrıntılarıyla değerlendirebiliriz, ama bugün bir düşmanımıza yönelentüm suçlamalar onları da aynen hedef alacaktır. Bu nedenle hükümetimizekarşı gelenler askeri mahkeme önüne çıkarılmalı ve gerekiyorsaimha edilmeli. Münzer, bu söylenen, dedi, bağımsız ve resmi sendikalardayer alanların çoğunluğunun görüşüne uymuyor, Nin ve arkadaşlarıbu çevrelerde hâlâ büyük saygıyla anılıyor ve akıbetleri hakkında duyulanendişenin yarattığı huzursuzluk yayılıyor. Bunun üzerine Hodanntekrar söze girerek, onların tek suçu, atalarının izinde bir kahramanlıkdüşkünlüğü, sınırsız özgürlük rüyası içinde, kendilerini düşüncesizceİtalyan tankların paletleri ve Alman uçaklarının bombaları altına atmalarıbile olsa, hareketimiz içinde bertaraf edilmelerini onaylamak durumundayız,dedi, ötesini göremedikleri amaçlara hayranlıklarıyla işçi sınıfınınkurtuluşunun önünde engel oluşturuyorlar çünkü. Ne var kiMünzer o görüşte değildi.212


Kendisinin savaş meydanında bulunduğunu söyledi Münzer, onlarıncesaretlerini gözleriyle görmüştü. Onları inciten şey, ideolojik tavırlarınve parti siyasetinin sonuçlarıdır, dedi. Cephede öncelik savaşmaktı, oradadikkatimiz düşmanın hareketleri üzerinde toplanmıştı, tüm enerjimizdüşmana indirdiğimiz darbelere yoğunlaşmıştı. Ama ülkenin içlerinde,gücümüzün önemli bir bölümü, birliklerin içinde olup bitenleri izlemeyeve kontrole, onları tek tip hale getirmeye ve izlenen çizgiye çekmeye yöneliyor.Polis halk ordusu içinde bir ordu haline geldi. Gizli servis, sorgukurumları genişleyip duruyor. Gözaltı hücrelerinin, hapishanelerin, soruşturmakomisyonlarının, özel mahkemelerin sayısı günden güne artıyor.Aklımıza yatmayan, ama disiplin gereği uyduğumuz talimatlar yüzündenbilincimiz dumura uğrayacak bu gidişle, dedi. Münzer'in düşüncelerine,Kuzey Cephesi'nden dönen ve yeni bir göreve gitmeden önceAlbacete kampına uğrayan ve Cueva'da bizi ziyarete gelen Ayschmanncevap verdi. Bu uyum çabası sadece politik ve askeri merkezde değil, tektek hepimizin içinde olmalı, bu olmadan mücadelemizin yürütülmesimümkün olmaz, kimse kendi başına bir savaşı yürütemez, yönetimin temelilkelerini kabul etmek zorundayız. Ardından kendisinin şahsen, görüşayrılığında ısrar edip fraksiyon oluşturmaya çalışanların bertarafedilmesine taraftar olduğunu ekledi. Cephede ona güven veren tek şeyinarkasında ortak ve sağlam bir strateji bulunması olduğunu ve böyle birstratejinin devamlılığı uğruna gerektiğinde zor kullanılmasını yadırgamadığınıbelirtti. İspanya'ya sadece güvenilir yoldaşlar gelmediğini, maceracılar,dolandırıcılar ve casusların da geldiğini söyledi. Bu durumdaen ufak bir kuşku uyandığında, sabotajcıların hedeflerine doğru rahat rahatyol almasına fırsat vermeyip duruma el koymak gerekliydi. Burada,Avrupa kıtasının güney ucunda kendi başımızaydık ve çevremizi giderekgüçlenen gericilik kuşatıyordu; bu durumda birliklerimiz, ülke içinde birdüzensizlik olduğu duygusuna kapılırlarsa sonuçları çok vahim olurdu.Çatışmanın içinde, dedi Münzer, kendi amacımızla hükümetin amacı arasındabir fark görmeyiz. Ön saflarda erler ve subaylar birbirlerine mutlakgüvenle bağlıdırlar ve her adımlarında birbirlerine bağımlıdırlar. Verilenemirden hiçbir zaman kaçılmamıştır. Ama burada isteğimiz dışında içinedüştüğümüz hareketsizlik ortamında çelişkiler öne çıkarılıyor, besleniyor.İçimizde farklı düşünenler, yolunu şaşıranlar, ayrılmak isteyenler olup olmadığıyoklanıp araştırılıyor. Bizim bilemediğimiz sebeplerle birden bizlerdenİspanya'ya niye geldiğimize dair bilgi vermemiz isteniyor. Kuşkuculukbizim cesaretimizi kırıp onurumuzu zedeliyor. Başımızdakilere, biziböylesine hesap verme ve zavallı durumuna düşürme hakkını kim veriyor.İçine düştüğümüz bu çatışmanın insanları ikiye ayırdığını söylerken,bizi hep emir kulu durumuna mahkûm eden yaklaşıma dikkat çekmeyeçalışıyorum. Kendi başımıza düşünebilir hale geldiğimiz gündenberi bize zorla kabul ettirilmeye çalışılan her şeyi eleştirmeye, karşı dur-213


maya çaba gösterdik. Benim Marx'ı anlayışıma göre bizim çalışmayla ilişkimiziyeniden tanımlamaya çalıştı, Marx'm talebi uyum değil, bizi bağımlıkılan mekanizmaları dağıtmamızdı. Ama bizden istenen, üretimaraçlarını ele geçirmek yerine az buçuk şeylerle yetinmemiz oldu. Biz nereyeuzandıysak bizle birlikte, frenleyici olan bir başka güç de yanımız sırageldi. Rahatladığımızı sandığımız yerde gerilemeyle karşılaştık, bizimiçin önemli şeyleri dile getirdiğimizde, bunların aşıldığı söylendi bize.Münzer'in bu sözlerine karşılık veren Ayschmann, temsilci konumunagelen, yönetici olan birçok kişinin de bizim kadar bağımlı olduğunu vedoğruyu ararken aynı zorluklara maruz kaldıklarını söyledi. Onlarınelinden de geçici kararlar vermekten, geçiş aşamaları oluşturmaktan, arayol bulmaktan fazlası gelmiyordu, ama bu bile az değildi, çünkü biz ilerledikçedüşman da bizi etkisiz kılmak, hareketsiz bırakmak için daha fazlabastırıyordu. Münzer, düşmanla açık çatışma içindeyiz, dedi, içindebulunduğumuz koşulları bildiğimiz içindir ki, başımızdakilerin yetersizkalmalarını, zoraki çözümlere başvurmalarını, yanılmalarını ve başarısızlıklarınıhep sineye çekiyoruz. Ama, dedi Ayschmann, onların yerinde olsaydık,biz de daha iyisini yapamazdık. Münzer'le nehir yamacından aşağıyadoğru inişimiz sırasında bir ahır kalıntısının içinden geçerken, toplantıdakonuşulanların doğru olmadığını şimdi gördüğünü söyledi, bizler,dedi, sürekli kendimizden verirken ve işbölümü gereği yönetimi başkalarınabırakırken ilk hedefimiz olan baskı aygıtını ortadan kaldırma hedefimizdengiderek uzaklaşmışız. Ekimden bu yana iki yıl geçmiş, şu anbize sayılan gerekçelerin arttığını görüyoruz, bizler işçi iktidarına kaçadım daha kaldığını sayarken, onlar bize, neden ataerkil devletin, konuşmamızıistemeyen memurların ve yöneticilerin, subayların varlığını kabullenmemiz,kör itaatin, en tepedeki komutanın şan ve şerefinin nedendevam etmesi gerektiğini söylüyorlar. Ben İspanya'ya geldim, çünkü buülkede eski düzenin o yavaş ölümünü beklemeye mahkûm olmadığımı,tam da olması gerektiği gibi, bir bir darbelerle ortadan kaldırılacağınıumuyordum. Burada da dar bir yolun izlendiğini ve bunun dışına çıkmayakalkışan her şeyin dışarı atıldığını gördüm. Artık benim çabam kendimikorumaya yöneldi, benim kendime hedef olarak seçtiğim şeyin, yöneticilerinbana uygun gördüğünden farklı olduğunun ortaya çıkmamasınıistiyorum. Nehrin karşı yakasında bıldırcınlar kanat çırpıyordu, nehre enyakın toprak tabakası suyun etkisiyle aşınmıştı. Gövdeleri sarmaşıklarlakaplanmış kavak ağaçlarının hışırtısı duyuluyordu, rüzgâr esintisiyleyükselip alçalan, hiç bitmeyen, geceyarısmda da kule çıkışının yanındakiodamdan duyulan bu ses kulaklarımızı doldurdu, çalılıkların yanındanyürüdük, Kasımda olmamıza rağmen, kabarmış topraktan boz eflatunrenginde yosunumsu bitkiler filiz vermişti, Romero deniyordu bunlara,ağaç köklerinin arasından yabankuşkonmazı çıkmıştı, kekremsi taddaydılar,küçük sinek bulutları yükseliyor, tepemizde asılı kalıyor, sonra bir-214


den zıpkın gibi nehrin öteki yakasına, oradan tekrar bu yakanın dal budaksarmış koruluğuna geçiyorlardı. Buz gibi suyun darboğazdaki şiddetliakıntısı üzerinden taşlara basarak geçtik, aniden yükselen sarı beyazkum oluşumlarının alt kesimi boyunca yürüdük, Ayschmann, Münzer'ingeride durmakla iyi yaptığını söyledi, Caballero'nun hükümetten indirilmesinin,üstelik de tutuklanmasının ardından eleştiri davaya ihanet sayılmayabaşlanmıştı. Eski başbakanın tutuklanması haberini, radyonun daistediği gibi, onun Cumhuriyet düşmanı güçlerin safına geçtiği yorumuylaaktarmamız bekleniyordu. Salonda yaşanan tartışmada, Halk Cephesi'ninkurucularından biri olan Caballero'nun görevden ayrılışı es geçilmişti.Caballero ittifak politikasında suçlu duruma düşmüştü. Ancak birdereceye kadar biçimlendirilebilir olduğu, işbirliğine yeterince açık biriolmadığı görülmüştü, görüş ayrılıkları başladığı sırada Parti onu veonunla birlikte hükümetteki anarşist bakanları düşürecek kadar güçlüydü.Bu birliktelik ille de kamplar arası barışı gerektirmiyordu, kararsız vedengesiz düşüncelerin zapturapt altına alınıp üstün ve mantıklı hareketinegemen kılınmasıyla da sonuçlanabilirdi. Tarihsel gücün bir zaferiydi bu.Yönetime artık uygun düşmeyenlerin dışarı atılması gerekiyordu, dahaönce hangi görevleri yapmış olurlarsa olsunlar. Halk savaşı içinde tek çizgigeçerli olabilirdi, strateji sadece bir yöne doğru olabilirdi. Ahlak kavramınınpolitikada insanlararası ilişkide olduğundan başka ölçüyle değerlendirilmesigerekiyordu, burada gidilecek yolu belirleyen şey, duygulardeğil yararlılık derecesiydi. Düşmanla dost arasındaki ayrım önemliydisadece. Resmi ağızlar Caballero'nun dengesiz ve zayıf olduğunu söylüyorlardı.Askeri başarısızlıklardan sorumlu olan oydu. Mayısta Nin'in örgütününüzerine gitmeyi reddedince, davaya yeterince bağlı olmadığınıaçıkça ortaya koymuştu. Münzer, Caballero'nun bunu yapmak istemediğini,bir işçi örgütünü feshetmenin bir işçi lideri olarak kendi durumuylabağdaşmayacağını ve muhalifler arasında hâlâ yurtseverlerin bulunduğunudüşündüğünü söyledi. Ama bizim politikamıza karşı bir yol izleyerekfaşizme hizmet ettiler. Komünist Parti Halk Cephesi'ni ayakta tutmabecerisini sergilemek durumundaydı. Bu sadece İspanya için değil, faşizmekarşı İngiltere ve Fransa'yla bir savunma ittifakı sağlamak isteyenSovyet çabalarının devamı için de gerekliydi. Cumhuriyet Batı güçlerininsaygısını ve güvenini kazanmalıydı, orada devrimci bir gelişmenin kokusubile Cenevre'deki ve Batı'nın diplomatik merkezlerindeki her an suyadüşebilecek görüşmelerin sonu olabilirdi. İspanya uğruna mücadele verilirkenSovyetler Birliği'nin de kollanması gerekiyordu, Sovyetler'in tehlikeyedüşmesi bizim de yenilgiye doğru gitmemiz anlamına gelirdi. Parti'ninpolitikasını kabule yanaşmadığım düşünülmesin, dedi Münzer, beniilgilendiren daha temel bir nokta, bizim Parti içindeki varoluş biçimimizleilgili. Karşımızda, Parti'nin tüm eksiklerini ve hatalarını önemsizkılan bir düşman olduğu için bazı konuları dile getirmemek başka, ağız-215


ların mühürlenmesi başka, böyle bir şey zayıflığın göstergesidir. Kendimizikorumak adına biz oluşturduk çevremizdeki örgütlenmeyi. Bilincimizigüçlendirmesi gereken bir şey bu. İtaatkârlığımızı değil. Bu örgütyapıları birlikte yol almak, birlikte hareket etmek için bizim irademizlekuruldu. İlerleme, kurtuluş adına düşünebileceğimiz ne varsa bu dayanışmafikrinden çıkıyor. Ama eski alışkanlığımız olan zayıflıklarımızlabirlikte bu birlikteliğin içinde yer alırsak bunun değeri kalmaz, bağlarımızpasifliğimizle birleşirse, bu kolektiflik içinde, tek yaptığımız bize yardımedilmesini, yol gösterilmesini beklemek olursa gerçek bir birliktelikyaratmış olmayız. Tersine, dedi Münzer, birliktelik, herkesten sürekli kararlarakatılmasının, birlikte yönlendirmenin beklenmesini gerektirir. Çocukluktanberi bizi ele geçirmeye çalışan aldatmacalara karşı verdiğimizmücadelenin sonucudur seçtiğimiz konum, sendikalarda kutuplaşmayıengelleyen çabalara, her şeyi yüzeyselleştiren görüşler geliştirme sürecinekendimizi kaptırmadık, tek sorunun ücret çekişmeleri olduğu sendikalardakiçalışmalarla yetinmeyip hayatın sosyal, ekonomik, kültürel boyutlarınıbirarada değerlendiren bütünsel bir bakış kazanmayı kendimize görevedindik. İlkesel sorunları kavradığımız için buradayız bizler, bizi burayasürükleyen itki, şimdi de daha fazlasını bilmemizin engellenişinekarşı duruyor. Bizden beklenen itaat ancak çekincesiz dayanışma ilişkisiiçinde kabul edilebilir. Mücadelenin çetin koşullarının tam bir birlik içindehareketi gerekli kıldığını biliyorum ve doğrusu da budur, ama bizi belirsizlikler,çarpıtmalar ve mistifikasyonlar içinde tutacak bir şeylerin olabileceğisanılmasın. Kendimizi koyverirsek memleketimizde faşist demagojininyalanlarına kanmış, yanılsama içinde yaşayan milyonlara söyleyeceksözümüz kalmaz, diğerlerinden, milliyetçi, ırkçı, şoven safsatalarakapılıp kendilerini inkâr eden, önlerine konan sloganları, toprak ve kandan,sevincin vereceği güçten, kadınların anneliğinden, erkeklerin gücünden,çocukların minnettarlığından, bir yurttan bir imparatorluğa dönüşmektendem vuran Nazi sloganlarını inançla tekrar eden, çirkin bir dünyanınçekimine kapılmış, piyade kılığıyla ve tüfeğiyle, sırmalı üniformalarlave demir kakmalı çizmelerle dolaşmaktan zevk duyanlardan ne farkımızkalır bizim. Eliyle kumlu yamacı boydan boya göstererek, işçi sınıfınınçabaları da işte böyle sonlanabilir, toprak işlenmezse, kendi değerlerimiziortaya koymazsak, işçiler dantelli yastıklara, küçük süslü bahçelerive bir kafeste kanaryası olmasına özenirse, huzur ve güvenden söz edenduvar sloganlarına aldanırsa işin sonu böylesi bir körleşme, sahte huzurve refah, sahte iş güvencesi ve bu yeni düzendir. Eğer biz de kendimiziinkâr içinde olursak, belirsizlikler ve zorlamalar içinde bocalarsak, tavırlarımızınasıl temsil eder, bu yalan düzenin üzerine nasıl gideriz. Ayschmann,otoriter bir baskı gücü gereklidir, dedi, yoksa şantaj ve körleştirmelerinegemen olduğu şu dünyada kendi içinde son derece sıkı bir mutlakiyetçienerji toplamış olan düşmanla baş edemeyiz. Korku krallığıyla216


mücadelenin, diye karşılık verdi Münzer, beni bilgilenme hakkımdan, benimkullandığım araçlarla ilgili sürekli bilgilendirilmem gerektiği görüşündenuzaklaştırma düşüncesini kabul etmem. Gelecek uğruna mücadeleeden bizlerin, gelecek kuşaklardan uzak kalmasını istediğimiz bir tutumabizim girmemiz öldürücüdür. Mayakovski, dedi bağırarak, öyle bağırmıştıki sesi nehrin iki yakasında yankılandı, bizim vizyonumuzu somutbir biçime büründürdü, o sadece kitlelerin adalet duygusuna güveniyordu,onun sözlerinde kendi duygu ve düşüncelerimizi bulduk, söylediğiçoğu şey kulağa hayalci, ütopik gelse de Ekim Devrimi'nin ruhunauygundu, zira Ekim'in bir özelliği de, geleceğin belirsizliğine açık olmasıydı,yirmili yılların başlarında, kendini geliştirmeye önem veren Lenin'inizinden giden bir öğrenci olarak benim kişisel gelişimim Ekim'lebaşlar, gelişmeyi hep kendi etki alanımızla bağlantılı algıladım, atölyede,sokağımızda, ancak buralarda bulabilirdik kendimize uyanı, Mayakovskihep bize ışık olmuştur.. Mayakovski ismi, somut bir kişilik ve başkalarıiçin bir çekim merkeziydi, bize verdiği mesaj, bizim de kendimizi ifadeedebileceğimizdi, bizim de konuşma, yaratma yeteneğiyle donandığımız,pisliğin içinde günlerini geçiren bizlerin de, insanın üretebileceği her eserinonuruna layık olduğuydu. Nefret ediyorum, diye bağırdığı sırada,Los Yesares'deki su değirmeninin karşısına gelmiştik, ne kadar hâkimiyetiyüceleştiren şey varsa, mükemmellik, dokunulmazlık zırhına bürünmüşne varsa hepsinden nefret ediyorum; ve Mayakovski bizim koruyucumeleğimiz ise, onun ölümü, kendini yok edişi de bizim alaşağı olmamızdır,birden gördük ki, bize vaat edilen şeye doğru dürüst başlanmışbile değildi, birden yine çalışmanın bizi nasıl bitirdiğini, hayatta kalmakaygısının bizi içimizden kemirdiğini, kendimizi geliştirme konusundane kadar yetersiz olduğumuzu gördük. Nehir burada değirmenin savağıylaiki kola ayrılıyordu, ama değirmenin çarkı dönmüyordu, su gri yeşilbir tondaydı, göllendiği yerde hareketsizdi, sadece yan kolda, betonmolozların ve tahta basamakların parçalanmış kalaslarının arasından incecikakmaya devam ediyordu, vardığımız bina da yıkılmış, havaya uçurulmuş,terk edilmiş bir yerdi. Burası, yanındaki samanlığa ve hayat belirtisikalmamış eve bakılırsa bir ahırın harabesi olabilirdi, evin içinde biriki mobilya artığı kalmıştı, duvarları nemli ve küflüydü, Münzer'e kendihayatının yenilgisini hatırlatan bir manzaraydı, bu tek gözlü haliyle birmürettip olarak artık işe yaramazdı, öğretmenlik yapan karısı, iki çocuğabakabilmek için işini yitirmek istemediğinden ve muhtemelen baskı altındakaldığından mahkemeye boşanma dilekçesi vermişti. Bu da halk savaşınınbir parçasıydı, insanlar savaş ortamının dışında kaldıkları anda, onlarıngeride bıraktıkları, hayatı altüst olan yakınları, hemen yanıbaşlarındabeliriyorlardı. Ailelerinin akıbeti hakkında endişelere kapılıyorlardı,ama cephede gösterilen metanetin aynısı özel yaşam için de gösterilmeliydi;aslına bakılırsa İspanya'ya gelen herkesin göstermesi gereken cesa-217


et ve fedakârlığın asıl ölçüldüğü yer de bireysel sıkıntıların üstesindengelme ve kendini kontrol etme mücadelesinin yaşandığı gündelik hayattı.Kahramanlığın en büyük kısmı görünmez cinstendi, göz önünde olan tekşey birliklerin şu ya da bu cephede düşmanı geriletmesiydi. Bu hareketlerolurken insanların içinde yaşananlar haberlerde yoktu, yakın arkadaşçevresinde bile bu konuya değinildiğinde bir espriyle, bir gülümsemeyle,bir boşver hareketiyle geçiştiriliyordu. Bunun böyle olduğunu söylemeyede gerek yoktu, elbette böyle de olacaktı, burada olduğu gibi farklı insangruplarını biraraya getirmenin, buradaki insan karmaşası içinde toplumsalgüçlerin böylesine iç içe geçmesinin başka bir sonucu nasıl olabilirdi.Herkes kendini düşünebilirdi, ama o sadece bütünün bir parçası olarakgörülüyordu, biri eksildiğinde boşluğunun hemen doldurulması gerekecektirve mezarı gibi o da adsız kalacaktır. Olsa olsa küçük bir işaret konabilir,onun bir zamanlar var olduğunu gösteren, işte burası için de olduğugibi, Münzer eliyle sise gömülmüş evi gösteriyordu, burada kurşunlananTugaylar'ın İtalyan bir üyesini kastederken aynı zamanda kendisinin öleninkarısıyla ilişkisi olduğunu da hatırlayarak. Bu sözler öylesine söylenmişti,olayın ağırlığından, sıkışmışlık ve çaresizlik duygusundan o andasöz edilemezdi. Silahın patlamasını duymuş olanlar da, fantezileriyle olayısüsleyip karmaşıklaştırarak Marty'nin Los Yesares Vadisi'ndeki yargısızinfazından söz etmekle yetindiler. Bu arada patikadan yukarı tırmanmıştık,Münzer kum tepeleri boyunca yürüyerek sağlık ocağına döndü, benAyschmann'a bir süre daha eşlik ettim. Anlattığı şeye bakılırsa Ayschmannbelki de beni bir daha görmeyeceğini düşünüyordu, bana, bu savaşta gizlitutulması gereken türden bir sırrını veriyordu. Bir yüzden söz ediyordu, benim,gözleri parlayan ince esmer o yüzü hatırlayıp hatırlamadığımı sordu,su kulesinin arkasındaki yüksek sokakta bulunan ev girişlerinden birindebeliren yüzü; onun sonradan tekrar gittiğini söylediği kadını belli belirsizkarşımda gördüm. Sanki onun adına saklamamı ister gibi bir beyandabulunmak istiyordu bana. Ücret konusunu aradan çıkarmak için elindene varsa hepsini bir kerede kadına vermişti ve kadın onu hemen anlamıştı.Böylece kadın kendini satmış olmuyordu. Özgür iradeleriyle birbirlerinemuhtaç olmuşlardı. Bunu söylediğinde ortalık kararmıştı, hava pusluydu,nöbetçi koruganına çok uzak değildik, barakalar arasından, askerleri,çatışmaların sürdüğü Teruel Dağı'na doğru götüren kamyonlar geçiyordu.Başta vicdanıyla sorun yaşadığını söyledi, alçak kulübeye adımatıp arkasından kapı kapanınca, boşlukta asılı duran duvar kâğıdının altındakendine lanet yağdırıp bu ihanetinden dolayı ne kadar hastalık varsahepsine yakalanmayı dileyecekti neredeyse. Ama sonra kadının üstündekikara paçavraları çıkarıp kemikli omuzlarını ve kalçalarını çıplak bırakıncabütün bunları unutmuştu. Artık başka şeyleri görüyor, başka şeylerifark ediyordu. Selülozlu bir kumaş parçasıyla sarılmış yarayı, yağlambasının altın rengi duvar kâğıdının desenlerinde yansıyan ışığını, kâ-218


ğıdın hışırtılarını ve şakırtılarını; bir kâğıt denizi içindeydiler, elleri altıntozunun, köpüklerin, tozuyan buzların içinde gezinmişti. Neden sonrasanki bana bir rüyasını anlatıp bitirmiş gibi durdu, ardından da sırtını dönüpuzaklaştı, kendi hayatının gerçeğinden bir parçayı bana emanet etmişti.Tarihi olayı kutlamak üzere salonda toplandığımız günün tarihi benimiçin ayrı bir önem taşıyordu, yirmi yıl önce bu tarihte Lenin, peruk vegözlükle, alnına indirdiği eski bir kasket ve çenesine doladığı atkıylamaskelenmiş olarak işçi Rahya'nın eşliğinde akşamın saat sekizindeSmolni'ye doğru yola çıktığında annem de Weser kıyısındaki bir hastanededoğum sancıları çekmekteydi; ve geceyarısı, zaferin müjdecisi olan altıinçlik topların gümbürtüsü altında Lenin, asillerin kızlarının eğitim aldığıenstitünün üst katında, koridorun sonunda büyük dersliğin hemen yanındakiodada, üstlerinde yırtık pırtık asker paltolarıyla sıkış tıkış toplanmışolan Sovyet Kongresi delegelerinin önünde maskesini indirdiği dakikalarda,babam bekleme odasında sabırsızlık içinde volta atmaya devamediyordu; ikiyi on geçe, benim Albacete'deki kahvehanenin camındangördüğüm ve vaftiz babam kabul ettiğim Antonov Ovseyenko, yirmi yılönce de aynı dar omuzları, çerçevesiz gözlükleri ve kasketiyle ayağa kalkıp,Kışlık Saray'daki geçici hükümetin üyelerinin tutuklandığını ilan ettiğiesnada dünyaya gelmiştim ve tüm iktidarın Sovyetlere geçtiği veböylece gerçek bir devrimin gerçekleştiği duyurulduğu esnada ben dahayeni yıkanmış ve sarılıp sarmalanmıştım. Toplantıyı açan Hodann konuşmasındagenç Sovyet Devleti, bugünkü genç İspanya Cumhuriyeti'ndeolduğu gibi her şeyin kıt olduğunu söyledi. Yiyecek sıkıntısı, araç gereçsıkıntısı çekildiği zaman da görüş ayrılıkları artıyor, amansız çekişmelerkızışıyordu. Her devrimci harekette ve halk savaşında açlık ve mahrumiyetnasıl kaçınılmazsa, çekişmeler ve çatışmalar da kaçınılmazdır, dedi.Bu sorunlar mücadelenin bir parçasıydı, çünkü bir toplumsal dönüşümdesadece çıkarları kesin ayrı olan iki zıt sınıf karşı karşıya gelmiyordu,çatışmaların şiddeti mücadele veren kampların içine düştüğü uzlaşmazlıklardanda besleniyordu. Bir taraftan güçleri birleştirip dayanışma veortak anlayış içinde düşmana tüm şiddetimizle hücum etmek isterken buirademiz düşünce ayrılıklarının, farklı çabaların ve hedeflerin yarattığıkızışmalardan ayrı düşünülemezdi, düşman karşısında ortak ilkelerdebuluşma arzumuzla birlikte, bazılarımızın mutlak doğru saydığı ve diğerlerimizininandığı, bir kısmımızın da gerçeğinden ayrı düşen şeyi gerçekleştirmedürtüsünden de kopamazdık. Bütün bunlar ilk girişimlerdepek önemli gibi görünmeyebilirdi, bu anlarda gerçekten devrimci atılım,yeniye, yeni insana yöneliş öne çıkabilirdi, ilk anlar fikrin maddi güç ve219


zora dönüştüğü anlardı ve herkes daha önce tanımadığı bir değeri yaratanbir gücü hissederdi, ama bu durum hiçbir zaman uzun ömürlü olamazdı,hemen sağlam bir temele oturtulmaya muhtaçtı, yoksa dağılıp giderdi,bu yüzden de teorik düşünceler eylemleri kuşatır ve hareketi adımadım, önceden düşünülmemiş bir şey bırakmamak üzere yönlendirmeyeçalışırdı. Teori pratikten daha fazla dikkat çektiği için de başlangıç dönemininhemen ardından kriz baş gösterirdi, kendi doğrularına tereddütsüzinanç, kafa karışıklığıyla iç içe geçer, eylemlerin basitliği, birbirini ortadankaldırmak isteyen karşılıklı düşüncelerin karmaşıklığıyla iç içe geçerdi.Giderek ortaya öyle bir paradoks çıkardı ki aynı hedefi güdenler arasında,kendi kendilerini tüketme pahasına en keskin ayrılıklar yaşanırdı.Bu durum karşısında ancak son derece sabırlı hareket eden uyanık bir liderkadrosu, geniş tarihsel ufku sayesinde, bu bir yığın eğilim arasındageçerli bir sentez çıkarma başarısını gösterebilirdi. Nitekim geçmişte debunun örnekleri görülmedi mi, diye sordu, büyük sıkıntılardan sonra eldeedilen Brest-Litovsk barışının ardından, devrimi korumak gerektiğindeSosyal Devrimciler'in ayaklanması bastırılmak zorunda kalınmamışmıydı, iç savaş sona erip de işgalci güçler alt edildikten sonra Kronstadt'takideniz erlerinin Bolşevik hükümete karşı ayaklanmasında aynışey olmamış mıydı, ya da Sovyet Devleti'nin inşası sırasında ortaya çıkanve bugüne kadar gelen muhalif gruplar, çeşitli platformlar eninde sonundagüç kullanılmasına sebep olmamışlar mıydı. Böylesi karmaşık ve uzunvadeli süreçleri kendi minicik kişisel ölçülerimize vurmaya kalkmamalıyız,dedi, tarihin lokomotifinin yanında bizim esamemiz okunmaz, hattaisterse bu tarihi süreçleri benzersiz eylemlerle harekete geçiren biz olalım.Hodann, Sovyetler Birliği'ne yaptığı ilk ziyaretiyle ilgili bilgiler verdi, osıralar henüz iç savaşın etkilerinin sürdüğünü, insanların ekonomi ve sanayibakımından geri kalmış bu yoksul ülkede ilk beş yıllık kalkınma planınıgerçekleştirmek için çabaladıklarını söyledi. Ulaşım araçlarından,uygun gereçlerden yoksun insanlar hafriyatlarda, temel atma işlerinde,inşaat iskelelerinde işe sarılıyorlardı. Çoğu artık yeni kuşaktandı, EkimDevrimi'ni gerçekleştirenlerin kızları ve oğullarıydı; ve ister genç isteryaşlı, şimdi kendi fabrikalarını, kendi barajlarını ve teknik atölyelerinikurmak için kafa patlatarak plan çizimlerini sökmeye, ellerindeki makinelerinasıl biraraya getireceklerini anlamaya, gündelik çalışmaları içindematematiğin, statiğin, hidroliğin, elektrodinamiğin yasalarını öğrenmeyeçalışıyorlardı. Bu yılların inancı ve kararlılığı yıllar sonra bizlere de geçti;bozkırın ortasında, Urallar'ın güneydoğusunda, Magnitogorsk Dağı'nıneteklerinde at katarlarının, Amerika'da üretilmiş teçhizat parçalarını kolhozataşıdığını gördüğümüzde, bir zamanların göçerleri ve mavna çekicileriolan inşaat işçilerinin el arabalarıyla, kazmalarla ve küreklerle toprağıkazısını ve destek iskelesi kullanarak ilk yüksek fırının temelini atışlarını,iki yıl boyunca dağın eteğinde çadırlarda kaldıklarını ve yükselen çelik220


fabrikasının çevresinde yavaş yavaş bir kentin oluşmasını, taşları bir birkoyarak, günün birinde dozerler, traktörler ve türbinler inşa edecek birsanayiyi vücuda getirişlerini gördüğümüzde inanmamamız için bir nedenkalmamıştı. Aynı zamanda büyük barajların da kenti olan Magnitogorskve Dnyepropetrovsk'in adları, sinyal etkisi yapmıştı, yeniliğin simgesiolmuşlardı, belli bir hedef uğruna tüm mahrumiyetlere rağmen başarabileceğinigösteren insana ışık tutmuşlardı. Gerçi burada meydana getirilenyapılar Batı'da ne zamandır var olanlarla karşılaştırılabilirliktenuzaktı. Münzenberg işçilerinin dergisinde çıkan fotoğraflı söyleşiler karşısındayüksek sınıflar alaycı bir tavır takınmışlardı. Orada uygarlıkçılıkoynayanlar okuryazar olmayan cahillerdi, bir fabrikanın ne önemi olabilirdi,çölün ortasındaki bir enerji santrali, Avrupa'da, Kuzey Amerika'dadev alanlar boyunca yükselen bacaların karşısında neydi ki, her yerdeelektrik santralleri homurduyor, üretim bantlarından otomobil ve tarımaraçları boşalıyordu. İşçilerin yaptığına küçümseyerek bakıyorlardı, amabüyük kitle oluşları biraz huzur kaçırıcıydı, sabırla çalışan, yaratıcı kitleler.Bizim için orada vücuda gelenler, Detroit'tekilerden ya da Ruhr bölgesindekilerdençok daha değerliydi, çünkü ilk defa sermayeyi elinde bulunduranlarındeğil, üretenlerin iradeleriyle bir üretim gerçekleşiyordu.Zengin ülkeler istedikleri kadar şişinebilir, Rus işçilerinin kıt kanaat yaşamlarındandem vurabilirlerdi, biz de onların karşısına kendi coğrafyalarındakatbekat yoksulluk içinde yaşayan milyonları çıkarabiliyor vekendilerinin refahını sağlayan sömürüyü hatırlatabiliyorduk. Evet birikimlezenginlik ve tekellerine aldıkları hazineler elde etmişlerdi, SovyetDevleti'nde yoktu bunlar, böbürlendikleri şey soygun ganimetiydi ve sistemlerininüstünlük diye gösterdikleri yanlarının, yoksul halklar ve kıtalarınsırtına yüklendiğinden hiç söz etmiyorlardı. Büyük bir heyecanla izliyorduk,yolların uzanışını, demiryollarının döşenişini. Her şey henüzbaşlangıç koşullarındayken ve eksikleriyle, hatalarıyla gelişmeye çalışırkenBatı'nın alaycı tavrı yerini rahatsızlığa bırakmaya başlamıştı; Dnyeper'intürbinleri harekete geçtiğinde ve Almanya'da faşizmin gelişindenbir yıl önce Magnitogorsk'un yüksek fırınları ateşlendiğinde ve fabrikanınçevresindeki kentin nüfusu yüz bini bulduğunda, Çarkov'dan traktör,Gorki'den kamyon konvoylarına, Kusnezk Havzası'nın kömürüyle üretilenelektrik akımına yol verildiğinde Batı'nın kültürü temsil eden çevrelerindenhomurdanmalar yükselmeye başladı, böyle bir şey olmamalıydıçünkü, işçilerin onların karşısına kendi sanayi devletini çıkarıp bir de budevleti, gizlemeyi çok istedikleri saldırganlıklarına karşı koruyacak yeteneğionlara verecek biçimde silahlanmaları hazmedilecek şey değildi.Hastanenin tüm sakinleri, taşınarak getirilmiş olan ağır hastalar da dahilsalonu ve yan holü doldurmuştu, insanlar merdivenlere, kırmızı mavicamlı pencerelerin çıkıntılarına bile oturmuşlardı, yukarıdaki koridordanaşağıya tırabzan demirlerinin arasından bacaklar sarkıtılmıştı. Sessizlik221


anlarında oturduğumuz merdiven sahanlığından, uzun duvar saatinintik taklarını duyuyorduk, Feingold'un her sabah anahtarla kurduğu bukulak tırmalayıcı mekanizmadan çeyrek saatte bir gong sesi yükseliyordu,gongun salonda çınlayan yankısı o sıra sarfedilen kelimenin anlamınagüç katıyordu. Yıkıntının içinden ülkenin imarına uzanan gelişmeyi dinlerkenöncülerimizin gururundan bir parça, bizim içimizde de uyandı.Sovyet sanatındaki kahramanlık ve coşku, başarılan işin destansı niteliğineçok uygun düşüyordu. Dışarıdan bakan için duygusal, idealistçe görünebilecekolan şey, Sovyet işçileri gibi eğitimsiz olan bizlerde, yüz yıllıkbir ütopyanın gerçekleşebileceği duygusunu uyandırıyordu. Belki bir tekMünzer, ütopyanın zamanının henüz gelmediği düşüncesinde olabilirdi,ona göre işçi devletini yükseltenler, emeklerinin karşılığı olan ücreti henüzalmamışlardı, dolayısıyla da o bizim gördüğümüz şeyi sadece birumut coşkusu olarak değerlendirecekti. Ama onun yanında oturduğumiçin, onun anlatılanları nasıl dinlediğini ve teknik ayrıntıları tamamlamaküzere söz alan bir madencinin, çelik fabrikasındaki fırınlarından ve haddesilsilelerinden söz ettiği sırada, sonra kendisinin de barajda biriken suyundar borudan geçerken nasıl hız alıp spiral bir dönüşle türbinlerinçarklarını harekete geçirişini ve Sovyetlerin gücüne elektriğin gücünükattığını açıklarken onun da salondakilerin duygularını paylaştığını vehareketin temelini ve hedefini gözettiğini, kazanımlarm elde tutulmasınınonun için de ne kadar önemli olduğunu görebilmiştim. Ama onunfarklı yanı, her sorunun eksiksiz ele alınması talebinden vazgeçmemesive bu yüzden konunun her yönünü dikkate alması, özellikle de yapılanhataları, yanılgıları, yanlış yönlendirmeleri dile getirmesiydi. Hodann'ayönelttiği soruda da aynı şey vardı; neden Hodann'ın Sovyetler Birliğihakkındaki kitabında olumsuz görüşlere de yer verilmişti. Ancak eleştirelbir yaklaşımla, diye cevapladı Hodann, bir şeyin hakkını daha iyi verir,saygımızı daha iyi gösteririz, peşin ve tartışmasız bir kabulle değil. Bir şeyieksiksiz kabul etmek bir zayıflık belirtisidir, dedi. Rus işçilerinin ortayaattığı sorunları biz ele aldık ve çözümlerini gerçekleştirdik. Bu süreç, toplantınınsonunda piyanodan çınlayan nağmeler eşliğinde söylenen Aidamarşıyla yapılan kapanıştan sonra başlayıp sonraki haftalarda gündemimizeoturmuştu. Çoğumuz hayatımızda ilk defa görüyorduk fiziksel yasalarınkanıtlanma yolunu; denge sayesinde ayakta durabildiğimizi, çekül,gönye ve su terazisiyle yapılan konstrüksiyonun bu sayede ayaktakalabildiğini elbette biliyorduk, ama şimdi bize verilen bilgilerle bir kütlenindavranışını ve ayakta kalma koşullarını iç yüzüyle öğreniyorduk.Hepimiz daha önce çeşitli aletleri kullanmıştık, tornavidayla vida sıkıştırmış,kaldıraca abanmış, torna, tesviye, lehim işleri yapmış, motor monteetmiş, kömür aktarma bandını kullanmış, yol tesviyesi yapmış, Albacete'dekiduvar resminde gösterilene benzer yapıları düz bloklar halindegöğe yükseltmiştik; bütün bunları yaparken, bir mukavemetin, bir yana222


kaymanın arkasındaki kuvvetler hakkında fikrimiz yoktu, doğanın en temelyasalarından haberimiz yoktu, bir nesnenin hareketinin, büyüklüğününhep diğer nesnelerle ilişkisine bağlı olduğunun bile farkında değildik.Ekim Devrimi geçmişte kalmış bir olay değildi, yaşamımızın içindeydi,burada, dünyanın ücra bir köşesindeki bir arazi parçası olan Cueva dela tia Potita'yı da etkisi altına alıyordu, bu etkiyi görünce geçirdiğimizgünlerin sıkıntılı havası dağılıyor, tarla yolu üstündeki, ahırla samanlığınarasında kalan köy evine toplantılarımızı yapmak için girdiğimizde evineski sahibi Potita Teyze'nin ruhu da sanki bizimleydi ve eski İspanya'nınbu alçak tavanlı mağaramsı odalarında yapılan tartışmalarda yaşamındeğişimine ilişkin görüşlere kulak veriyordu. Konuşmalarımızın seyriiçinde anlaşıldı ki aramızda bir matematikçi ve bir astronom vardı, biriinşaat işçisi, diğeri de İsveçli bir tayfaydı. İkisi de bir yandan meslekleriniyaparken diğer yandan öğrenimlerini sürdürmüştü, matematikçi zamanve mekân hakkındaki kafa bulanıklığımızı dağıttı ve tüm biçim ve süreçlerinhesaplanabilirliğini ve aralarındaki bağıntıları önümüze serdi. İsveçliyoldaşımız Rogeby bize Galileo'nun dünyayı açıklama biçimini anlattı.Feingold'la paylaştığım odada geceler boyu kafamı meşgul eden,tüm nesnelerin konum ve hızlarını korumaya çalıştıkları ve ancak başkakuvvetlerin etkisiyle bu çabalarının kırıldığı, cümlesi üzerine düşündüm.Hodann'ın öksürüğü yan odadan çınlıyordu, duvarı tıklatacak olursa yanınakoşturmak üzere hazır bekliyordum, baş ve ayak taraflarında büyüktopuzları olan pirinç çubuklu yatağı gıcırdayarak ileri geri gidiyordu, buüst kat koridorunda da çıplak melekler, parlak alçı yüzeyli duvarlardan,kapı pervazlarının üstünden gövdelerini öne uzatıyorlardı. Hodann herseferinde uykusuz gözlerle iniyordu gıcırdayan merdivenlerden aşağıya,salonun yanındaki bölmedeki kâğıtları, defterleri, kitaplarıyla dolu olanmasasına gidiyordu, sırtında paltosu ve battaniyesiyle, ve siyah tahtadanyapılma ve arkalığı başının çok üstüne çıkan sandalyesine oturuyordu.Eğer bir makale yazmakla veya güncesine not düşmekle meşgul değilse,o gecelerde Hölderlin okurdu. Boğulma nöbetlerinden birinde aşağıya,onun yanına indiğimde bana okuma notlarını gösterdi; Alman ulusunuderinden etkileyen ruh, Hölderlin'in öngörüleri olmadı, dedi, Almanlaronun Hellenizm kılığına bürünmüş Fransız Devrimi taraftarlığının değil,Fichte'nin Germenleşmeyi savunan şovenist anlayışının izinden gittiler;halkçı Luther aydın ve rasyonel Hutten'i, duygu dolu idealist Goethe coşkudanuzak bilimsel Herder'i, metafizikçi Hegel insan deneyimine dayananspekülasyondan uzak Kant'ı kenara itmişti. Baskın gelen bu düşünürlerinkendilerine özgü önemli yanlarını reddetmiyordu, ama onlarhep soyluların safında yer almıştı, tüm ilericiliklerine rağmen gerçek demokratikgüçlerin alt edilmesiyle sonuçlanacak bir sistemin korunmasındanyana olmuşlardı hep. Halkın bağımsız düşünebileceğini kabul etmeyenve halka itaati tavsiye eden bu devlerle, egemenlerin destekçileriyle,223


kabul görmeyen ve dışlanan Forster, Kleist, Grabbe, Büchner, Heine gibidevrimciler arasındaki güç dengesizliği Almanya'da hümanizmin yükselmesineizin vermemişti. Faşizmin, Wagner'in nağmelerine bürünmüşve Beethoven'i kötüye kullanmış olan kitle psikozunun arkasındaki nedenlerianlamamız için önemliydi bu. Ortalıkta başka bir sürü kâğıt parçalarıvardı, kimi raporların, listelerin, hasta raporlarının arasına sıkıştırılmıştı;bir notta küçük, temiz ve akıcı yazısıyla savaş gönüllüsü yerinebarış gönüllüsü denmesinin doğru olacağı yazılıydı. Hâkimiyet duygusununyerini, kendi olma duygusu almalıydı, bu sağlıklı duygu, enternasyonalliğingereklerini yapma yeteneğini de içeriyordu; askeri kahramanlığınyerini de barış kahramanlığı ideali almalıydı. Ama, diye soruyordukırıştırılmış bir nottaki yazısıyla, bunun gerektirdiği yeni tutum ve istikrarlıbir çizgi nasıl sağlanacak. Bunlar onun içine kapandığı ve Don Quijote'ninfantastik dünyasının atmosferi içinde kendini kaptırdığı gizli düşünceleriydive bu kâğıt parçalarının üstünü hemen protokollerle örttü,gecenin bir yarısı bunları konuşmanın gereği yoktu, bunları açıp tartışacakzaman da yoktu; odamdaki sahra yatağına uzandığımda sadece kısabir süre daha düşündüm bu notları, aynı odadaki, uyurken sağa sola dönüpduran Feingold'un horlamaları arasında. O sırada, çevrede bulunandiğer binalardaki odaları, saman döşeklere uzanmış insanlarla dolu halinide gözümün önüne getirdim, insanlar uykuya geçtiğinde içlerinde resimlercanlanıyordu, bazıları rüyalarına giren ateş yağmurunun ürküntüsüylekendilerinden geçmişti. Sessizlerdi, ama dudakları kıpırdıyordu, içlerindekiçığlığı serbest bırakmak istiyorlardı, artık kendilerini güvendehissetmiyorlardı, bir yerlerde sürünmekte veya olanca hızlarıyla koşmaktaydılar,tek yapabilecekleri bağırmaktı, kurşun yağmuruna karşı bağırmak,bu çıplak şiddet karşısında bağırmaları dışında ne yapabileceklerinibilmiyorlardı, ama ağızlarından bir ses de çıkmıyordu. Bazılarıysa öyleceyatıyor ve etrafa kulak kabartıyordu, toprakta yatıyorlardı, yakından veyauzaktan bu bağırışları duyuyorlardı, bunlar bir zamanlar onları doğurmuş,beslemiş, büyütmüş olan kadını çağıran bağırışlardı, döngününsonundaki, başlangıca dönüşten önceki son bağırışlardı. Belki de Hodannbarışın askerleri derken, bu türden bir şeyleri düşünmüştü. Savaş çılgınlığını,kökten yok etme çabasını, tüm yaşam olanaklarının bu şekilde erkenkesintiye uğramasını. Ama, diye sordum kendime, karşı tarafta hep savaşınaskerleri, yakıp yıkmanın hizmetindeki askerlerin olduğunu, bu taraftaysazaten Hodann'ın sözünü ettiği askerlerin bulunduğunu söyleyemezmiyiz; buradakiler için barış uğruna kendilerini feda etmenin dışında birkahramanlık var mıydı. Hodann'm tehlikede olduğunu fark ettim. Onuniçin endişe duymaya başlamıştım, ama bunu ona söyleyemezdim. Uykuyageçmeyi beceremediğim zamanlar sabaha karşı saat üçte veya anidenuyandığımda hep savunmasız olduğumuz anları yaşıyordum, idammahkûmlarının da bu saatte idama götürülmeleri bundan değil miydi,224


Feingold iç çekti, Hodann'ın uyuşmuş soluğu alçı kabartmaların içindengeliyordu, o sırada yakalanabilen algıların çoğu, kopuk ve ilintisizdi, aklındeğil duygunun alanına aitlerdi. Bu nedenle uyanıklık anlarının kabuletmeyeceği, gündüz aptalca gelecek düşünceler akla geliyordu, sözgelimiinsanlar arasında onları ayırandan daha fazla birleştiren yanlar olduğu,kabalıktan daha fazla anlayış olduğu, ama yine de yıkıcılığın her şeyi elegeçirdiği gibi düşünceler bir an canlanıp kayboluyordu. Bu tür düşüncelerdaha sonra dile de getirilmiyordu. Bir ara Hodann bir tür sınava çekildiğinde,ondan özellikle kuşkulanıldığından değil de, öylesine bir nedenlekendisine çıkışıldığında ve kendisine açık bir soru da yöneltilmediği birtür yoklamada, bu düşünceler hiç gündeme gelmedi.Cueva'ya gelmek için katlandıkları zahmetlerin dışında bu ziyaretinadiliğine işaret eden bir şey yoktu. Hodann'in kız arkadaşı Lindbaek'insürdüğü arabanın önü sıra kar temizleme aracı yolu açıyordu. Grubuniçinden önce Lindbaek, lapa lapa yağan karın içinde sırtında haki keçedenaskeri üniforması, ayaklarında çizmesi ve başında kürk şapkasıylaiçeri girişi, diğerlerinin de onu izleyişi grubun gelişine mitolojik bir havaveriyordu. Lindbaek parmaklarıyla burnunu sıvazladı, başındaki şapkayıindirip topaklanmış siyah kıvırcık saçlarını savurdu. Onun yanında Hodannufak ve sünepe kalıyordu, o öğleden sonrasında da kendini bayağıtükenmiş hissediyordu, az önce yine bir astım nöbeti geçirmiş ve kendinebeş miligram adrenalin iğnesi yapmıştı. Birer bulut kümesi gibi omuzlardangeriye kayan paltoların içinden kollar havada döndü, gazeteci sıfatıylacephede bu sefer de son iki ayını geçirmiş olan Lindbaek Hodann'ıkendi yanına çekti, sonra, kürkten bir Sibirya paltosunu havada çevirereksandalyenin üzerine bırakan Ehrenburg eski dostunu kucaklamak içinona doğru yürüdü. Siyah saçlı, ufak tefek ama kunt yapılı Bredel, ona eliniuzattı. Coppi'nin, Heilmann'ın burada olmasını isterdim, çünkü Bredelbizim için örnek biriydi, o bize içinde bulunduğumuz duruma uygun birtavrın sergilenebileceğini, ablukanın kırılabileceğini göstermişti, aradığımızifade biçimini bulmuş ve insanlığın kültür hazinesi içine kendi kitabınısokabilmişti. Spartakistler Birliği'nin üyesi, Parti kurulduğu andanitibaren Parti üyesi olan Bredel, Weimar Cumhuriyeti'nin hapishanelerindeiki yıl yatmış, bir yıl da faşizmin toplama kampında kaldıktan sonrakurtulmuştu; otuz altı yaşındaki bu adam bizim için proleter sabrının veüstünlüğünün timsaliydi. Biraz kenarda da, politik ve askeri kurmay heyetinintemsilcileri Mewis'le Stahlmann duruyordu. Ehrenburg'un Albacetebölgesindeki askeri hastaneleri görmek amacında olduğu belirtildi,bu açıklama olaya bir ziyaret görüntüsü verdi, gelen bir komisyon değil,çevreyi dolaşan meraklı bir gruptu sanki, korlaşmış kömürle dolu pirinç225


mangalın çevresine yerleşerek oturdular. Mewis ilk sözü Hodann'ın sahilbölgesine tayinini isteyen dilekçesine getirdi ve sağlık durumu böyleykenDenia tesislerinde başhekimlik görevini üstlenmesinin ne kadar mümkünolduğunu sordu. O sıra göz göze gelen bu iki kişi arasında belli bir benzerlikvardı. Mewis öne doğru eğilmiş biçimde oturuyordu, sol gözbebeğiyeşilimsi, sağı mavimsi bir griydi. Hodann çok daha iri olan gözlerini kıstı,sağ kaşını yukarı kaldırdı. O an, gözlerinin kendine özgülükleri dışındabir benzerlikleri kalmamıştı. Bir taburenin üzerinde iki büklüm oturanHodann, dilekçesinin ayrılma veya dinlenmeye çekilme amacını taşımadığınısöyledi, gücünü daha uygun iklim şartlarında daha iyi kullanabileceğinive daha yararlı olacağını düşünmüştü. Bir sürtüşme doğacak gibigörünmüştü, ama hava hemen düzeldi, Ehrenburg Cueva Hastanesi hakkındaövücü sözler etti, seminer gruplarının verimli eğitimleri ve hastalarınfaaliyetleri hakkında çok şey duyduğunu söyledi. Ama, dedi Stahlmann,bazı işlerle ilgili kaygılar var. Yanında Hodann'm savaşta askerlerincinsellik sorunu üzerine bir makalesinin yayınlandığı La Voz de la Sanidaddergisini getirmişti. Bütün konuların ele alınması, dedi Stahlmann,İspanya'daki gibi bir iç savaşın içinde uygun değildir, küçük burjuva gibidavranmak olur, cinsel ihtiyaçların ertelenmesi gerekir; bu zamanlardabir doktor özel hayatın sorunlarıyla ilgilenmeye çalışmamalıdır. Bunlarşakayla karışık söylenmişti, geniş koca alınlı, gözleri yan bakan, elmacıkkemikleri çıkık, ağzının üst tarafında kaslı bir çıkıntısı olan kunt yapılıStahlmann'ın bile kaba bir hali yoktu. Hodann hafif bir ıslık gibi çıkan nefesiylezorlanarak açıklamalara girişti ve Stahlmann'la Mewis önemsemezbir hareket yaptıklarında da konuşmasına devam etti. Her savaş, dedi,ulusal bir halk savaşı da dahil, patolojik bir ortam oluşturur, tüm bireyselyansımalarıyla birlikte. Savaşanlar, politik bilinçleri ne kadar güçlüolursa olsun, ihtiyaçlarını gözardı ederlerse uyarılma özelliklerini yitirirler,bu da onların dayanma gücünü zayıflatırdı. Sınıf devleti, genelevleraçarak askerlerin dürtülerini tatmin yoluna gitmişti, ama bir halk ordusuiçin bu yöntem, askerlerin ruh hallerine denge getirse de kadının aşağılanmasıanlamına geldiği için kabul edilemezdi. Faşistler için fuhuşunvarlığı tasa değil, dedi, toplumun ve kilisenin dogmalarını ortadan kaldıracakolursak kadınla erkek eşittir. Bu bakımdan savaş aynı zamanda buhastalıktan kurtulma sürecini de başlatmıştı. Ama özellikle de İspanyolyoldaşlar Katolik ahlak anlayışından tam kopamadıkları için cinsler arasıfarklılık olması gerektiği düşüncesini koruyorlardı. Bir kadının evlenmedenönce temiz kalmasını öngören ahmakça doktrin hâlâ geçerliydi ve tatildesevgilisiyle sarılıp koklaşan erkekler, ardından geneleve gidip rahatlıyorlardı.Bizler fuhuş yapan kadınları eğitimden geçirip insanlığa yakışanbir iş yaşamına yöneltmek istediğimizden, erkeğin de kafasını değiştirmesigerekiyordu. Ehrenburg'un araya girip Sovyet devletinin inşasısürecinde Kollontai'nin özgür aşkı savunan görüşlerinin yayıldığına, ama226


zamanla yine kadının işini mutfak ve çocuk doğurmak olarak gören eğilimininkendini belli ettiğine dikkat çekmesinden destek alan Hodann, İspanyagibi bir ülkede cinsel yaşamla ilgili anlayışların değişmesinin nekadar zor olduğunu belirtti. Kadınla erkeğin savaşta silah arkadaşı olarakyan yana yer alması, kadının saflığı kültünden kurtulma yolundaki ilkadımdı. Kendini tatmine gelince, savaş koşullarında ve bizim fuhuşu reddetmemizdendolayı mastürbasyon, sorunu önleyici doğal bir yol olarakgörülmeliydi. Stahlmann aslan kafası başını kaldırdı, bir boşver hareketiyaptı ve epeydir yüzünde toplanan bir kahkaha koyverdi, Hodann ise kimilerininpüriten bir ahlakla kimilerinin de kararsızlık ve suçluluk duygularıylakarşıladığı bu sorunların bizim politik tavrımıza uyacak biçimdebilimsel açıklıkla ele alınması gerektiğini dile getirdi. Koltukta geriyedoğru yaslanmış ve bacaklarını öne uzatmış olan Lindbaek kolunu Hodann'ınsırtına koymuştu. Sanki Lindbaek onu kıskıvrak tutmuş, diğerleride ilk yoklamalardan sonra asıl sorguya geçmeye hazırlanıyorlardı.Ama içeriye kar tozuması halinde girişleri nasıl bir anlık bir olaydıysa görüşmedede aynı hava devam etti, yumuşak, belirsiz bir gezinme halindesürüyordu konuşmalar, bu görüşmenin Hodann'in sağlıklı cinsellik üzerinegörüşlerinden dolayı yapılıp yapılmadığı anlaşılamıyordu, bu konudanuzaklaşmaya çalışıyordu şimdi, konuda ısrar eden Hodann'di. İşçi sınıfınıninsan dürtüleri üzerinde egemen olduğu ve ideolojik disiplin sayesindeuyuma kavuştuğu görüşüne karşı çıkıyordu. Pratiğin ona gösterdiğibir gerçek, cinsel konularda proletaryada, başka toplumsal tabakalardandaha da fazla dengesizlikler, korkular, depresyonlar görüldüğüydüve bu sorunların tedavisi toplumsal bilinçlenme kadar önemliydi. Hamileliktenkorunma, çocuk aldırma veya mastürbasyon konularından sözederken, bu sorunlarla ilgilenmenin önyargılarla ve iç baskılarla uğraşmakanlamına geldiğini, burjuva ahlakının gelenekleri olarak nitelediğibu alışkanlıklarla mücadele edilmesi gerektiğini söyledi; sömürü sistemialtında cinsel sorunlardan en fazla etkilenenler de sistemden en çok zarargörenlerdi. Hodann'ın sakin ve akıllıca açıklamalarına rağmen bu düşüncelerebir karşı koyuş hâlâ kendini hissettiriyordu. Spor, askeri eğitimlergibi bedeni geliştiren şeyler askerlerin ruh dünyasını kurcalamaktan dahayararlıdır, dedi Mewis. Hodann için insan toplumsal karşılığı olan birvarlık olarak bir bütündü ve bu bütün, psikolojik gerçeklerden ayrı düşünülemezdi.Mewis'in bir eleştirisi üzerine, kendisinin, psikanalizdeki tekkişiye uygulanan tedavi yönteminin yanlısı olmadığını söyledi. Kendisiher zaman hastayla doğrudan açıkça konuşmayı veya grup içinde tedaviyitercih etmiş ve bireysel sorunlarda toplumsal bağlantıyı ortaya çıkarmayaçalışmıştı. Mewis onun konuları bireyin hukuku temelinde ele alarakmeseleyi indirgediğini söyledi. Burada da yetki sadece Parti'deydi,çünkü birey ancak politik birliktelik içinde kendini güçlü kılabilirdi.Stahlmann atağa geçerek, siz burada ne yapıyorsunuz, dedi, Cueva'da bir227


Camarilla mı yaratmaya çalışıyorsunuz, ya da anarşist sohbetler için gündavetleri mi vermeye çalışıyorsunuz; bu alaycı tutum için kendinde hakgörüyordu, çünkü onun uğraştığı sorunlar Hodann'ın psikiyatrik çalışmalarıylataban tabana zıttı. Birliğiyle düşman hattının gerisinde köprülerive cephanelikleri havaya uçurmuş, Portekiz sınırına kadar ilerleyebilmişti.Sözlerinde Diaz'ın vermiş olması gereken rapordan yansıyan birşeyler vardı. Ehrenburg buna verdiği cevapta, beklenmedik bir duyarlılıklaönce katı kuralcılığa ve ezikliğe yol açan saygıya karşı çıktı. Körü körüneitaat, dedi, astığım astık bir döneme aittir, bugün böyle bir yol izlemekçağdışılıktır. Görüşmeyi izleyen hastane sakinlerinden Rogeby elinikaldırdı. Suskun, düşünerek konuşan filozof lakaplı Rogeby ne zamansöz alsa dikkatler üzerinde toplanırdı. Jamara'da, Guadalajara'da, Brunete'demakineli tüfek eri olarak bulunmuş olan Rogeby, Prusyalılık, dedi,Alman antifaşist birlikleri içinde de, yaşamaya devam ediyor ve diğeruluslardan yoldaşların canını sıkıyor. Eğitim kamplarındaki sıkı uygulamayakarşı olduğundan değildi, onun karşı çıktığı, İspanya'daki askerlerebir yararı olmayan bir gelenekti. Ağır kayıplar vererek dönen İskandinavlarıAlman komutanlar sıraya dizip ceket düğmelerinin eksiksiz olupolmadığını kontrol etmişlerdi, çizmelerinin fırçasız olduğu uyarısına öfkelenenbirkaç kişiye de birkaç gün hapis cezası verilmişti. Mewis, askerigörevler konusunu, Birinci Dünya Savaşı'ndan ve Rusya iç savaşındandeneyimli subaylara bırakmalıyız, dedi. Her karardan önce, diye bağırdıStahlmann, bir tartışma grubu kurmaya kalkarsak bir adım ileri gidemeyiz;şunu da rahatlıkla söyleyebilirdi, kendi partizan birliğinde körü körüneitaat söz konusu bile değildi, sıkı ve doğal bir birliktelik vardı. Ayrıca,dedi Mewis, orduda her yerde karar süreçlerine katılma hakkı var vedemokratik yollardan katkı olanağı herkese açık. Sorun, dedi Ehrenburg,buna izin veriliyor olmasında, anarşistler bunu sormazlardı bile, kendiözgürlükçü komünizm anlayışlarının doğal gereği sayarlardı. Orada kimsemücadele arkadaşlarından birinin üzerinde vesayete talip olmazdı,kimse kendisi için daha yüksek ücret de getirecek daha yüksek bir mevkiyegelmek gibi bir büyüklenmeye kalkışmazdı. Şaşkınlık içinde onun neyapmak istediğini anlamaya çalışıyorduk, Durruti'yle yakın arkadaş olanEhrenburg, anarşistlerin etkisi bertaraf edildikten sonra onları tekrar korumayaalacak kadar kendine güveniyor, kendisinin dokunulmaz olduğunudüşünüyor olabilir miydi. Ama tam o anda tipik diyalektik dönüşlerindenbirini yaptı. Anarşistler devrimci ilkelerinin birçoğunda haklıydılar,dedi, izledikleri ahlaki tutum örnek nitelikteydi, hedefleri halkınbüyük çoğunluğunun umutlarıyla uyuşuyordu. Ama bu doğru, belli birortamda yanlışın yerini tutacaktı. Kendini bu uğurda feda etmek anlamlıve büyük bir hedefti, ama uzun vadede ayakta kalmaya yeterli değildi.Ahlaki açıdan doğru olan bir şey toplumsal ve siyasi ortama bağlı olarakyenilmeye mahkûmsa doğruyu temsil etmezdi, başta ideale ters gelen şey228


iyi düşünüldüğünde ve dayanakları sağlamlaştırıldığında üstün bir mahiyetkazanabilirdi. Mercimekli bir yemeğin sunulduğu öğün sırasındaBredel, genel bir hümanizme dayanan antifaşist yaklaşım ile, ayrıntılıplanlanmış olan ve parti çizgisiyle uyum içinde bir yaklaşım arasındakikarşıtlığa değindi. Thomas Mann'ı örnek verecek olursa, onun sabırsızlığını,gerek kendi militanca hareketleri, gerekse işçilerin burjuvazinin doğalgerçekmiş gibi kullandığı kavramlara karşı yürüttüğü sürekli mücadelehaklı çıkarıyordu. Mann'm liberal bir yazarken faşist diktatörlüğünkararlı bir karşıtı durumuna gelmesi hayranlık uyandıracak bir şeydi,ama onun yolu yine de rahat bir yoldu. Günlük politik sorumluluklarınınyanında bağımsız bir sanat dünyasını koruyordu. Bu yazar, bilincinde olduğugerçeklerin gereğini yerine getirecek, kendi inandıklarını gerçekleştirecekbir parti çizgisine bağlanmaya gerek duymuyordu, aynı şekildekendi yaratım özgürlüğünün yaşanan krizlerden etkilenmesine de izinvermiyordu. Oysa bugün politik yanımızı seçerken tüm benliğimizleyapmalıydık bunu. Kendisi sanatın, o gün yaşanandan ayrı özerk bir yeriolduğu, bizim yaşadığımız sürekliliğin dışındaki bir zaman boyutundayer aldığı düşüncesine katılmıyordu. Yazı yazan kişi de tıpkı savaşçı gibicephede yer alan, tıpkı eylem içindeki kişi gibi illegal girişimlerde bulunanve yaşananla kaçınılmaz biçimde doğrudan bağlantılı biriydi. Sanatı,hayatı belirleyici karşıt kararlar arasındaki dar çizgiye sıkıştıran tutummevcut normlara saplanıp kalma anlamına gelmekle kalmayıp düşmanada açık hizmettir, dedi. Ehrenburg burada yine şeytanın avukatlığı rolünüalan kişiydi. Yaratıcılığın, ancak dünyanın kargaşasından uzak kalarakmutlak sessizlik içinde ve rahatsız edilmeden mümkün olduğunusöyleyen Goethe'ye katıldığını söyleyecek değildi gerçi, ama fırtınanınmerkezinde, güncel gelişmelerin kapsadığı, ama açığa çıkaramadığı biryerde sanatsal görü, yaşananlarla ilgili bazen en başarılı bir rapordan çokdaha isabetli saptamalar yapabilirdi. Yazar tüm benliğiyle yaşamın içindeyer aldığında, olan biten karşısındaki tepkisini kendi elindeki olanaklarlaortaya koyardı ve onun bu rolü politik eylemin, politeia'nın, bireyin politikayapma hakkının en temel unsurlarındandı, toplumsallık içindeki yeride öncelikliydi. Stahlmann sandalyesini geri iterek ayağa kalktı. Biz Teruelüstüne yürüyüşe geçtik, dedi. Orada ölüm kalım savaşı başlamış durumda.Siz burada durmuş edebiyatın karakteri üzerine sohbet ediyorsunuz.Evet, dedi, Ehrenburg, bir iki gün içinde orada olacağım, Lindbaek,Bredel ve Grieg de ve yazarlık yapan daha niceleri de. Biz oradaki savaşa,yaşananları aktararak katılıyoruz. Peki niye savaşıyoruz, diye sordu. Edebiyatında bir parçası olduğu dünyayı çarpıklıklardan kurtarmak için. Busavaşta başvurulan silaha yanlış gözle bakmaktan sakınmamız gerek. Bazılarıcephede bulunmayabilir, ama onların önlerinde gördükleri, dile getirdikleri,gelecek umudu olarak yansıttıkları şeyler, eğer buradan sağ çıkarsakbizim tutamağımız ve gücümüz olacak. Tüm enerjilerini iç dünya-229


nın hizmetine sunan, heyecanlarını dizginleyip bizim için öncelik taşıyanpratik taleplere kapılmayanlardan daha cesur değiliz biz. Biz olmasak onlarçaresiz, işleri bitik. Ama biz de, diye karşılık verdi Ehrenburg, onlarolmasa bir hiçiz. Belki, diye devam etti, birkaç hafta içinde tekrar kentime,Moskova'ya dönmüş olacağım, orada kimlerin işlerinin başında olduğunu,sözün gücünü sürdürdüğünü, ayakta tuttuğunu bilmek banagüç veriyor. Kimleri kastettiğini ben de biliyordum. İsimleri anmış olmasabile kendini tehlikeye atmıştı. Babel'in, Meyerhold'un, Tayrov'un, Tretyakov'un,Mandelştam'ın, Ahmetova'nın telaffuz edilmeden anılması,onun da bu isimler gibi mahkûm edilmesine yetebilirdi. Hodann'ın buradaEhrenburg'a soru yönelterek, daha önce dönüş yolculuklarını tamamlamışolan yakm dostları Ovseyenko, Rosenberg, Koltsov'dan haber olupolmadığını sorması Ehrenburg'un sözlerinin onu da afallattığını gösteriyordu.Yeniden ayağa kalkan Ehrenburg, kim ki öne çıkmaktan çekinir, oyok olur, dedi. Cephede ön saflarda olanların da, savunma hatlarının gerisindeolanların da aynı derecede yüz yüze olduğu ölümcül bir tehlikeyeişaret etmişti bunu söylerken. Bu ziyaretin anlamı neydi acaba, diye düşündüm,Hodann'ı sınamak mıydı, onu kışkırtmak, uyarmak ya da sadeceyeni yılda Cueva'nın başına başka birisinin getirilmesine ve kendi görevyerinin değiştirilmesine hazır olmasını sağlamak mıydı. Onun Denia'yatayini konusunda görüş birliği oluşmuş gibiydi. Oradaki hastaneninişlevi buradaki gibi nekahet dönemindeki hastaları barındırmak değildi,orası bir ilk müdahale hastanesiydi ve çok sayıda yaralının sevk edildiğibir yer olmalıydı. Mewis'in imalı sözleriyle, Cueva'dan ayrılma isteği Hodann'müzerinde durduğu amaç olan, hastaların zihinsel gelişimi için çalışmayapmakla ters düşmeseydi Hodann yine de bu girişime sessiz kalırmıydı. Hayır, diye karşılık verdi Hodann, önünde sadece birkaç haftalıkbir süre de olsa, hastaların entelektüel yönden desteklenmesine çaba harcayacağını,çünkü iyileşmenin ancak bu yolla hızlandırılabileceğini söyledi.Klinik sakinlerinin büyük çoğunluğunun ya yakında birliklerine döneceğiya da başka toplanma bölgelerine sevk edileceği, kliniğe nekahetiçin yeni bir grup hasta gönderileceği açıklanınca Hodann'ın yüzüne birgölge daha düştü, buradaki çalışmalarının Albacete'deki politik yönetimingözünde kuşku nedeni olduğu anlaşılıyordu. Gerçi ziyaretçiler Cueva'yıboşaltmaktan memnuniyet duyacak olsalar bile onların Marty'yleaynı görüşte oldukları ileri sürülemezdi. Kendileri de Marty'nin despotluğundanrahatsızdılar. Bu kişiler talimat verdikleri zaman düşünerek veinsanları dikkate alarak yapıyorlardı bunu. Hodann'a hastalığının gerektirdiğirahatlatıcı bir olanak sunuluyordu. Ama bu arada Hodann ziyaretçilerburadan ayrılmadan onlara klinikteki çalışmaları göstermek istiyordu,tepedeki sorumlular, hastaların sessiz ve dünyadan kopuk bir ortamdapasifliğe ve kemikleşmeye yönelmemeleri talebinin gereğini yaptığınıdüşünen Hodann, özellikle Ehrenburg da buradaki tesisleri merak ettiği230


için bu öneriyi getirdi. Belki de havanın kötülüğü bu konuda ısrarlı olmasınınnedeniydi. Ben, tekrar paltolarına bürünüp tekrar kar fırtınasınıniçine dalan grupla birlikte gitmedim, kulenin dar merdivenlerinden tırmanıpüstü kapalı gözetleme yerine gittim. Aşağıdaki salon, sayısız kapısı,kahverengi siyah arası ahşap duvarları, tavanın aşırı yüksekliğiyle nekadar ağır ve rahatsız bir mekânsa kuleler de o kadar hafif ve sanki sadeceyüzeylerden ibaretti, bir malikâneden beklenen görüntüyü vermek içinyaratılmıştı sanki sadece. Dışarıdan bakıldığında büyük kesme taşlarlayapılmış, kemerli pencere açıklıkları bırakılmış olan kulelerin içi ışıklıkyer bırakmayan duvarlar yüzünden karanlık ve soğuktu. Rüzgârın serbestçedolaştığı tek yer, yukarıdaki galeriydi, ama burası da çepeçevredolanan dar yürüme kalasıyla insanı çeken bir yer değildi. Ama buradandört bir yanı görmek mümkündü, veda sayılabilecek bir bakışla çevreyisüzdüm, malikânenin tüm çevresi görüş alanı içindeydi, daha ötelerdeağaç gövdelerinin ve dallarının kara izleriyle çevrelenmiş beyaz boşluklarseçiliyordu. Ziyaretçiler karda çapraz bir iz bırakarak teneke çatılı barakayagirdiler, yapının mutfak kanadı yönündeydi bu baraka. Ocağın bacasındanduman çıkıyordu. Tek katlı dörtgen yapılar arasında kalan avludaher zamanki gibi testereyle odun kesiliyor, balta ağaç dallan arasınainiyordu. Barakanın sağ köşesine denk gelen ve arabaların derin izler bıraktığıyolun kenarında kalan çiftlik evi, değişik yükseklikteki çatılarıylauzanıyordu, ötesindeki sulu gübre havuzunun ve gübre yığınlarının bulunduğualan duvarlarla çevriliydi. Çukurluk alanda, özensizce çatılmışçitlerin birbirine bağladığı küçük küçük ahırlar ve samanlıklar görünüyordu.Amfiteatr düzeni içinde etrafa yerleştirilmiş heykelcikler ve banklardünyayla ilgileri kesilmiş biçimde kardan bir minderin altında kalmıştı,köprüde topun başındaki nöbetçi ileri geri gidip geliyordu. Ziyaretçilerşimdi yatakhaneye girmişlerdi; zemini sıkışmış toprak olan ve zeminineçam dalları serilmiş bu yatakhanenin uzun duvarında, kerevetin karşısınagelen yerde bayrakların arasında bir ambalaj kâğıdına çizilmiş bir yıldızharitasıyla, cephe hattını gösteren, üzerinde renkli iğneler saplı bir diğerharita vardı. Askerler, izin yapanlar, nekahet dönemindeki hastalar,yanan demir sobaya rağmen bu büyük mekân buz gibi olduğu için omuzlarındabattaniyeleriyle yataklarından aşağı indiler. Tavan kalaslarının altındakidireklerin arasında birbirlerine sokulmuş, ender görülen bu garipve saygın konukların karşısında duruyorlardı. Belki kendilerine yaşadıklarıylailgili sorular sorulabilir, belki kendilerini dinlemeye hazır insanlarbulabilirler, belki cesaret verici sözler söylenebilir diye umutlar besleyerekelleri pantolonlarının yanlarına yapışmış hazırolda duruyorlardı, belkide sobanın etrafındaki tahta banklara oturup uzun bir sohbete başlanabilirdi,insanların birbirlerine yaklaşmak için zamana ihtiyaçları vardı.Ama ziyaretçi grup arkadaki kapıdan tekrar dışarı çıktı ve karların içindenrüzgâra karşı yürüyerek, pencerelerdeki ışıktan da anlaşıldığı gibi in-231


sanların bir kurs faaliyeti için toplandığı çiftlik evine yöneldi. Daha ilerideher şey giderek yoğunlaşan bir bozluğa gömülüyordu. Karın ve donunpudraladığı kavakların üzerinden, nehir kıyısının ve yarın üzerindenötelere doğru baktığımda bizim bu topraklardan ne kadar kopuk bir yerdeyaşadığımızı, bu ülkenin insanları hakkında hâlâ ne kadar az şey bildiğimiziayrımsadım birden. İç savaşına karıştığımız bu ülkenin adı bizimiçin ne kadar da simgesel bir anlam taşıyordu, buraya sadece kendi meselelerimizi,kendi eylemlerimizi getirmiştik. Ülkeden gördüğümüz sadecebirkaç kent, birkaç ara sevkıyat noktasıydı, bir garnizonda, bir nakliyeolayında bulunmuştuk, çatışma hatlarıyla yüz yüze gelmiştik, daracık biralanda hareket ediyorduk. Burada yerine getirilmesi gereken işlerle sınırlamıştıkkendimizi, bunun ötesindeki her eksiği, uzaklara havale ederekenternasyonal görevin parçası olarak tanımlıyorduk. Bizim için en önemlişey, birbirine karışmış onca dilimizle, silahlarımız ve teçhizatımızla, buradabir dünya hareketinin var olduğu düşüncesini ayakta tutmaktı. Aidiyetimizipolitik seçimlerimizde bulmuştuk, ama eylem alanımızı, bizimiçin taktik değer taşıyan bu toprakları, İspanya'nın haritasını, parçası olduğumuzbir yaşam alanına çevirmemiş, insanlarla ilişkiyi, belli türdenkarşılaşmaları, kendimizi ifade edip bunu yaşayacağımız bir ortam yaratmamıştık.Dimdik yükselen gözetleme kulesinin korkuluğu üzerindenyarı belime kadar sarkıp aşağıya baktığımda, dar terasın üzerinde, vazolusütunlu yapay dekorun arasında taş bir masa, etrafında taş oturaklar görünüyordu.Aşağıda taş masanın orda, kafamı kaldırmış yukarlardaki kuleyedoğru, Ocak ayının ilk günlerinin açık ve berrak gökyüzüne bakarken buaşamada içine gireceğim boyutların bilincine varır gibi oldum. Yarın Hodann'labirlikte Denia'ya gitmem istenecekti, Cueva'daki zamanım dolmuştu,Münzer ve Rogeby de aralarında olmak üzere buradaki dostlarımıztayin edildikleri yere gitmek üzere yola çıkmışlardı. Hodann çevredekison turunu yakınlardaki tarlalardan kliniğe sebze, meyve ve et getirentarım işçileriyle vedalaşmak üzere attı. Burada da köylülerle yönetimarasındaki sürtüşmeleri engellemek için çabalamak zorunda kalmıştı, TarımBakanlığı'nın kararnamesi gereği ürün fazlalarını Tugaylara vermekzorunda tutulan Compesino'lar, yönetimin kontrolleri ve ziraat yöntemlerinemüdahaleleri karşısında birkaç kere greve gitme tehdidinde bulunmuşlardı.Hodann yazdığı raporunda haleflerine, halkın rızasını almakiçin sürekli çaba gösterilmesinin askeri başarı için de önemli olduğunuhissettirmeye çalıştı, eski bir Çin atasözünde de dendiği gibi asker halkıniçinde, sudaki balık gibi olmalıydı. Ziyaret ettiğimiz son köy evinde aileninon yedi yaşındaki oğlu askere gönderiliyordu, veda kutlamasına biz232


de davet edildik. Tayinini duydukları Hodann'a da saygılarını gösteriyorlardıböylece. Ev sahibinin peşi sıra yürüyüp çaprazlamasına yatırılmıştahta sopası ve zincire bağlı kovasıyla dikkatimizi çeken kuyununönünden geçerek kerpiçten kubbesi kar yığınının içinden yükselen mahzeneyöneldik. Bu yolu yürümekle törene de başlanmış bulunuyordu,tahta kapının ağır ağır açılması, yere oyulmuş derin mahzene dik ve aşınmışbasamaklardan inişimiz bu törenin parçalarıydı. Köylünün oğlununelinde tuttuğu yağ lambasının ışığında sıra sıra dizilmiş fıçılar ve ellepreslenen dörtgen cendere görünüyordu. Köylü, fıçılardan birinin tıpasınıçekti ve elyaf kaplı büyük bir sürahiyi doldurdu. Bu şarap oğlanın doğduğuyılın mahsulüydü ve o zamandan mühürlenmişti ve geleneğe görefıçı, oğlan askere gitmek üzereyken açılmalıydı. Omzunda ağır sürahiyleköylü, sertleştirilmiş kerpiçten yapılma basamaklardan yukarı çıktı, oğlankubbenin üstündeki yatay duran kapının kanadını kapattı, ve şarabıiçmek için beyaz badanalı mutfağa geri döndük. Karargâhın emrimizeverdiği otomobille Albacete'den Denia yönüne doğru yola çıktığımızda,uzun süre bekletilmiş, rengi açık sarıya çalan şarabın konyağı andıran tadınıhâlâ dilimizde ve damağımızda hissediyorduk. Köy evindeki ziyaretimizdebir yabancılık, değişiklik hissetmedim, tersine ortam bana çok tanıdıkgeldi. Masanın etrafındaki grup çocukluğumdan beri alışık olduğumyeri çok andırıyordu, biz de ocağın başında hep böyle otururduk,tahta sandalyelerin üzerinde. Köylünün, oturma odası görevi de görenmutfağında otururken bu ülkeye aitlik duygum, Cueva malikânesindegeçirdiğimiz ve sürekli bir başka sınıfın varlığını hissettiğim bütün o zamanlardakindendaha fazla güçlendi. Orada hissettiğim düşmanlık duvarlarasinmişti, her kapı açılışında, her merdiven çıkışında gıcırdıyordu.Yemek odasındaki dev masa etrafında saçlarına fiyonk takmış kızlar, kravatlı,beyaz gömlekli oğlanlar sırtlarını yüksek sandalyelerin arkalığınadeğdirmeden oturmuşlardı, şoförün bize anlattığına göre büyükbabanın,şimdi önümüz sıra akan karşıdaki Chinchilla Tepesi'ndeki kalede hapisyatan malikâne sahibinin emri böyleydi. Köylülerle geçirdiğimiz o ikindidenberi Cumhuriyet benim için sadece bir savaş alanı, ilerleyen ve gerileyenbirliklerin hareketlerinin işlendiği bir harita olmaktan çıkmış, heradımımızın kaderimizle iç içe olduğu bir toprak olmuştu. İnce kar tabakasıaltından yükselen kısa köklü bağ kütükleri kemikli eller gibi görünüyordu,savaşta toprağa düşenler orada sıralar halinde gömülmüş olmalıydı.Askeri bir nakliyeyle her karşılaştığımızda, başında nöbet tutulanher depoyu, her topu, her zırhlı aracı gördüğümüzde savaşta yenik düşmemekiçin umutlanıyorduk. Cumhuriyet'in Teruel'den Castillön'a kadarkikısmının bölünme tehlikesini önlemek için bizden beklenenleri düşünüyorduk,bizim son günlerde yaptıklarımızın, hastaneyi bitlerden vehamamböceklerinden temizlemek için böcek tozu ve sıvı sabunla yaptığımızmücadelenin ne kadar önemsiz olduğunu da. Her birimiz, dedi Ho-233


dann, buradaki varlığımızla tarihsel ölçekteki olayların ne kadar bir parçasıolsak da, hangi pozisyonda bulunursak bulunalım sabahın erkensaatinden başlayarak bütün enerjimizle bu sürece katılsak da, kişisel çalışmamızbize yararsız gibi geliyor. Sözgelimi ben, diye devam etti, yazbaşından beri yaraları ve sinir hastalıklarını tedavi ettim, uykusuzluk çekenveya özgüvenlerini yitirmiş hastaların iyileşmeleri için bir şeyler yaptım,Lizbon'da yaptığım sunuşla, mastürbasyonun binyediyüzyetmişaltıkorkunç zararını sıralayan Profesör Tissot'un görüşlerini çürüttüm, cinselliktekorkuya yol açan nedenleri ortaya koymak için çok çaba harcadım,görünürde önemsiz olan bilgisizlik ve davranış bozukluğuna karşıtedavi uyguladım, sayısız ıvır zıvır işle boğuştum, yumurta ve süt, sargımalzemesi, gazlı bez, pamuk, merhem ve sabun tedarikiyle uğraştım, perişandurumdaki bu yeri bir parça yaşanır sıcak bir yuva haline getirmeyeçalıştım, Parti komiseriyle her ayrıntının pazarlığını yaptım ve yöneticilereburadaki köylünün, domatesini nasıl yetiştireceğini ve domuzlarınınne tür bir yem karışımını tercih ettiklerini onlardan iyi bileceğini anlatmakzorunda kaldım ve bütün bunları yaparken bronşlarımla boğuştumve hokkayı balgamla doldurdum. Şimdi görevimi başkalarına devrettim,onlar da benim gibi bu zorlu, titizlik gerektiren yıpratıcı işi yapmak zorundakalacaklar; bense aynı işi başka bir yerde, ama hiç değilse daha iyiiklim koşullarında yapmak üzere şimdi yollardayım. Ama bir ilerlemegörmeliyiz, yoksa bütün şu günlük didinmemiz boşuna olur. Savaşın buradan,içinden anlatılması gerektiğini söyledim. Lindbaek, Ehrenburg,Bredel ve Grieg ve daha niceleri olayın görünen yanlarını, politik gelişmeiçin önemli değişimleri anlatıyorlar, gelecekte bugünün olaylarını değerlendirirkenönemli olacak noktaları kayda geçiyorlar. Ama, diye sordum,buradaki insanların çoğunun gösterdiği sabrı, kendi sorunlarının anılmayadeğmeyecek olduğu düşüncesiyle kendileri için bir şey beklemedensuskun kalan bu insanların varlığını kim aktaracak dünyaya. Bu tutumunaltında, dedi Hodann, belli bir sınıfsal köken yatıyor. Burjuva eğitimindengeçmiş olsaydın kendinden emin biri olurdun, karşına çıkan her şeyinseni ilgilendirdiğini, senin tavır almanı gerektirdiğini düşünürdün.Sonucu ne olursa olsun karşılaştığın her durumu kendi açından ele alırdın.Ama sen eskiden nasılsa yine öyle, kendi güçsüzlüğünü algılıyorsun,sana kimsenin kulak vermeyeceğini düşünüyorsun, senin gözlemlerininnasıl işe yarayabileceğini, nasıl dile getirilebileceğini bilemiyorsun. Bunu,dedi, özellikle genç işçilerle yaptığım görüşmelerde hep gözlemlemişimdir,kendi bildiklerini başkalarına aktarmaktan hep korkuyorlar, çünkübaşkaları onları hep hor görmüş, bilime, sanata, yöneticiliğe aday olmamışlarhiç, okullarda hep kenarda oturmuşlar, bir an önce aşağıdaki üretimçarklarının içine sokulmak üzere. Hodann'a itiraz etmek istedim, bizimne çok kazanımlar elde ettiğimizi vurgulamak istedim, ama sonundaona hak verdim, elde ettiklerimiz uğruna gerçekten de bize öğretilen pa-234


sifliği alt etmek için nasıl zorlu mücadeleler vermiştik, doğal ve rahat birgelişme sürecinden yoksunduk, hep bir karşı koyuşla, karşı hücuma geçerekmevzi kazanmış, ama kararlar dünyasına adım atamamıştık. Amayine de, dedi Hodann, çalışanların karar gücü, karar alıcılardan daha üstün.Ama bu güçlerini toplum içinde henüz kullanmadılar, ama başka birdüzlemde, ahlaki tutumlarıyla, dayanışmacı tutumlarıyla gelecekteki olasıiktidarlarının da işaretlerini veriyorlar. İspanya'ya koşup gelenler öncelikleişçiler oldu, dedi, burjuva kökenliler de buraya gelirken kendi sınıflarıylabağlarını kopardılar. Burada işçi sınıfının geleceğine işaret eden birşey daha var, dedi Hodann, oradaki kimse kendi değerini keşfetmek içinsınıfından kopmak durumunda değil, tersine, bu sınıfın içinde yatıyortüm potansiyel, oysa bizim gibi burjuva yanları olanlar, isyanı önce kendikökenlerine karşı başlatmak durumundalar. Bazı açılardan, dedi, kendisınıfını reddedenlerin gelişim süreçleri diğerlerinden, yeri gereği ilericiolan kendi sınıflarıyla barışık olarak mücadeleye katılanlardan daha zorludur.Bu yönümüzle, diye söze girdim, sınıfından uzaklaşmış burjuvakökenlilerden üstün olsak bile, onlar olaylara daha üstten bakacak görüşaçısına sahipler ve yalnızlaşmış olmalarına rağmen bu özellikleriyle bazenbirlik halindeki bizlerden daha fazlasını ortaya koyabilirler. Ama onlarınbizden birkaç bin daha fazla kelime ve kavram bilmesi bizim cesaretimizihiçbir zaman kırmadı. Edebiyat, sanat, bilim konularında söylediklerimizihep ödünç aldığımızın, ilerde içerik kazanmaya muhtaç olduğununfarkındaydık. Her şey bir hazırlıktan ibaretti. Şu anki konuşma tutukluğumuzungünün birinde yerini düzenli, tutarlı sözler bütününe bırakacağındankuşkumuz yoktu. Bugün dile getiremediğimizi, diyorduk,on, yirmi yıl sonra dile getirebileceğiz. Bu tür konuşmalarda hep uzunyaşamayı, böylece de kaçırdığımız fırsatı telafi edebilmeyi diliyorduk.Ama, dedi Hodann, şu anda saptayabileceğini ertelememelisin, eğer ortadabir geri durma varsa, ezikliğin bir sonucu bu. Ayrıca bu zamanlardabizim ömürlerimizin pek uzun olmayabileceğini de düşünmek gerek. Aklınagelenleri hemen ve doğrudan not etmezsen, sana karşı beslenen önyargılaratutunmaktan kurtulamazsın. Ortaya çıkmasını istediğimiz işçiedebiyatı başından itibaren her türlü sınırlamanın ötesine geçmeli, burjuvaedebiyatından beklediğimiz kültür düzeyine ulaşayım diye beklememeli.Bu düşüncede bir başka önyargının bulunduğu kanısını dile getirdim,bir işçinin notlarını değerlendirirken başka bir sanat yapıtının ölçütlerininaşırı beklenti olacağı düşünülüyordu. Yakın zamana kadar İspanya'ylailgili kafamda yanlış ve belirsiz resimler vardı, hafızamda Goya'nınCaprichos ve Desastres isimli tablolarından, Lorca'nın şiirlerinden,Bunuel'in sürrealist bir filminin görüntülerinden parçalar vardı. Ancakköy evini ziyaret ettiğimizden bu yana buradaki varlığımın gerçek anlamınıkavramaya başladım. Hodann'ın kahkahaları önce bana anlaşılmazgeldi. Albacete'den ayrılmamızdan önce uğradığımız, sağlık merkezinin235


yanındaki eczaneden söz etti. Mermer döşeli ön bölmede kanatları açılmışzengin süslemeli bir mihrap resminin çevrelediği bir granit tezgâhvardı, bir katafalkı, otopsi masasını andıran bu tezgâhın arkasında bekleyenasık suratlı görevli, geleni tanıyıp tanımadığına göre geri gönderiyorya da eliyle gel işareti yapıp içeriye, arka odaya alıyordu. Geceleri kepenklerkapalıyken içeri alınıp sunakta bedenin parçalara ayrılabilir, dediHodann. Kahkahadan öksürüğe tutulmuş konuşmaya çalışırken, bu arkaoda, dedi, İspanya'da bulunuşumun anlamını bulduğum yerdir, içeridekademeli olarak tavana kadar çıkan raflardaki şişelerin, kutuların ve testileringörüntüsünde ve ecza ustasının beni hayatta tutan karışımı masasınınüstünde terkip edişinin görüntüsünde yazılı benim anlamım. O sıradaaklıma eczanede algıladığım hoş, hafif bayıltıcı koku geldi, içerdekiporselen testilerin üzerindeki ustalıkla çizilmiş çiçek ve baharat resimleriniseyre dalmışken eczacının tezgâhaltı kaplarından burnuma gelen bukoku afyon ve morfin olmalıydı; Hodann, Calle Majör Caddesi on altı numaradakidükkândan adrenalin kapsüllerinden başka bu kokunun kaynağıolan paketlerden de almıştı yanına, yolumuza devam ettiğimiz veAlmansa Kalesi'ni geride bırakıp dağlık Denia'ya yaklaştığımız şu an Hodann'ınkahkahasıyla ilgili daha fazla açıklamaya gerek kalmamıştı. Hodannda bir ara sözü egzotiklik konusuna getirdi, bir ülkenin sosyal veekonomik koşulları ne kadar örtülmek istenirse o ülkenin egzotikliğindeno kadar çok söz edilirdi. Bir ülke ne kadar yabancı, ne kadar gizemli geliyorsa,bilinmeliydi ki, o ülkede yoksulluk ve sefalet o derece fazlaydı, turistikkartpostallar ne kadar parlaksa o ülkenin içi o kadar kaynıyor demekti.Tüm kıtaları dolaşmış biri olarak benim bir kentle, bir bölgeylekarşılaşmamdaki gerilimi yaratan şey maddi etkenlerin bilinmesi olmuştur,dedi. İlgimi çeken şey, geleneklerdeki, efsanelerdeki, dans ve müziklerdekifarlıklıklar değil, bana tanış olan şeylerdeki benzerlikler, aynı kökenlereişaret eden bağlantılar oldu. Anlaşılmaz olan bir şeyle karşılaşmadım,garip bir halkla veya kavimle karşılaştığını söyleyen kişi sadece kendisınırlılığını, kendi entelektüel kibirini ele verir. Bir zamanlar, işçinin vatanıolmadığı sözü böylesi bir enternasyonalist düşünceye karşılık geliyordu.Ekim onyedide Lenin Hindistan'ı, Çin'i, Latinamerika ülkelerini,hâlâ sömürge olan Afrika'yı yakından gördü, geçen yirmi yıl içinde deemperyalizmin dev boyutlara ulaşan gücü karşısında devrimin sürekliliğininkırıldığına ve sadece şurda burdaki başkaldırılardan söz edilebildiğinedikkat çekildi. Bu gelişme, dedi, kurtuluş savaşlarının kendi ülkesiylesınırlı kalması, enternasyonalizm düşüncesinin geri plana düşmesi vekaybolması tehlikesini beraberinde getiriyor, ve de devrim anlayışındabirlik olmayacağı için bizler birbirimizle kapışıyor olacağız. Sovyetler'inİspanya'ya yardımı, diye ekledi Hodann, ortak temellere yeniden kavuşmayısağlayabilecek bir girişim olarak görülebilirdi, ama bu görevin nereyekadar gerçekleştirilebileceğinden emin değildik ve belki de tüm gücü-236


nü kendi savunmasına ayırmak durumunda kalıp bu yardım son bulabilirdi.Hodann için İspanya'da bulunuşu daha önceki çalışmalarının doğrudanbir uzantısıydı. Sürgünde yaşaması onun için kökünden kopmakanlamına gelmemişti. Almanya'dan atılıp ülkesini geride bırakmıştı, amanereye savrulduğu belli olmayan bir mülteci olmak üzere değil. Cenevre'deyapacağı görevler bulmuştu, Oslo'da, Paris'te, ya da işte İspanya'da;dostlarla, yoldaşlarla karşılaşabileceği her yerde kendine düşen işlerbulurdu. Bir mülteciyle politik sürgün arasında fark var, dedi, birikendini yabancı bir ortamda boşluğa düşmüş, ülkesinin, alışık olduğuşeylerin eksikliğini hissetmenin acısını yaşar, başına geleni anlamaktanuzak veya anlamaya isteksizdir ve bir taraftan kişisel açılarıyla diğer taraftanyeni ülkeye uyum zorluklarıyla boğuşur, oysa diğeri ülkedenuzaklaştırılmasını hiçbir zaman kabullenmez, atılmasının nedenlerinihep göz önünde tutarak kendisinin günün birinde ülkesine dönmesinisağlayacak değişim için mücadele eder. Bu nedenle de bizler, işlevsizlikkarşısında sürgünde kapılabileceğimiz yorgunluk ve psikoz belirtilerinekarşı eylemsiz kalmamalı, tarihsel koşullara bağlı olarak nereye gidersekgidelim kendimizi buralarda hep aktivistler olarak görmeliyiz.Cueva la Potita ne kadar ıssız, dünyadan ne kadar kopuk ve kendiiçine kapalı bir yerdiyse Denia'daki hastane de tersine, bahçelerin ve tarlaların,çiftlik evlerinin ve zeytin bahçelerinin önünde kuzeydoğu yönündedenizin üzerinden ufka kadar, güneybatı yönündeyse ormanlık tepelereve mavimsi buğu içindeki dağlara kadar uzanan bir açıklığa bakan okadar geniş ufuklu bir yerdi. Buraya derin uçurumlardan ve çarşaklı bayırlardandeğil, iki yanında taş sütunları bulunan, kemeri kıvrak desenlerlesüslü ve malikâne sahibinin ismini taşıyan Villa Candida yazılı pastoralbir kapıdan geçerek varılıyordu. Yere yakın dallarından olgun meyvelersarkan portakal ağaçlarının arasından geçen yoldan, alçak, açık sarıbir binaya ulaşılıyordu, köşeleri ve balkonlu pencereleri çıkıntılı kırmızıtuğlalarla çerçevelenmişti. İç mekânın yapı şekli Jucar'daki binaya benziyordu,ama dörtgen salonun, tavana yakın yeşil ve beyaz örtülerin asılıolduğu yüksek pencerelerine bakınca buranın bir mezar odasını andırıryanı yoktu, her eşya, her mobilya elemanı özenle seçilmiş, bakımlıydı.Kırmızı kumtaşından yer karolarının arasına gömülmüş fayanslar, yunuslar,aslanlar, kartallar, zambaklar ve armalar usta işiydi, üst kata çıkanmerdivenlerin basamaklarına döşenmiş, kırsal yaşamdan sahneleri yansıtanseramikler de ondan geri kalmazdı. Duvar lambrilerinin üstünde asılışamdanların arasında Doğu Hint ve Çin porselen tabakları, kılıçlar, renkligravürler asılıydı, bol oymalı Rönesans sandalyeleri, kuş pençeli sandıklar,içi çinko testi dolu dolaplar, altı kirişli ağır masalar ve açılmış yan ka-237


natlar kocaman mekânı dolduruyordu, dört yanı çevreleyen galerininkorkulukları spiral biçimli sütunların üzerine oturtulmuştu, üzüm hasadıyapan hizmetçilerin, eşek katarlarının, müzik yapan çalgıcıların ve danseden köylülerin, geyiklerin ve avcıların üst tarafına çıktığımızda önümüzdegruplar halinde sıralanmış bir aile hikâyesinin resimleri belirdi,yüzyıllık bir dönemi kapsayan bu gümüş fotoğraf plakaları üzerindeki vefotoğraflardaki çerçevelenmiş görüntülerde, fırfırlı elbiseli, fraklı ve silindirşapkalı çocuklar, dantelalı şalları ve incileriyle hanımlar, göğüsleri çeşitçeşit nişanlarla dolu sakallı beyler görünüyordu. Bankacı Merle malikâneninson sahibiydi. Yatak odasının önündeki, deniz tarafına düşen terasaçıktığımızda desenli bahçe baştan sona görüş alanımızdaydı, bahçepalmiyelerle, sedirlerle, defne ağaçlarıyla, manolyalarla ve yaprakları eğreltiyiandıran jakaranda bitkileriyle doluydu. Sağda Denia Dağı yükseliyordu,tepesine de kale kondurulmuştu, koyun karşı kıyısındaki binahastaneydi, çevresindeki diğer beş bina nekahet evi olarak düzenlenmişti,alt taraftaki dik kiremit çatılı yan binadaysa mutfak, kümesler, laboratuvarve idare bölümü bulunuyordu. Ama laboratuvarda ne bir mikroskopvardı, ne de elektrikli su ısıtıcı; yönetim odalarında da daktilo yoktu.Araba ana karargâha geri döndü, ani hastalanmalar veya kazalar olduğundadoktorların ve sağlık personelinin araları kilometrelerce uzak olanbinalar arasındaki yolu yayan gitmeleri gerekiyordu. Malikânenin binalarındayatak, havlu, sabun, küvet gibi şeylerin hiçbiri yoktu, hastalar taşzemin üzerindeki döşeklerde yatıyordu. Hastane bölümünde de en basittıbbi malzemeler yoktu, koruyucu aşılar yapılamıyordu, sterilizasyonmaddeleri bulunamıyordu. Üç yüzden fazla yaralı ve hastanın bulunduğuhastanede basit bir reçete için siparişin bir günlük yoldaki Albacete'yegönderilmesi gerekiyor ve istenen malzemeyi getirecek ambulans bir haftabekleniyordu. Teruel'deki çarpışmalar sürerken odaları su ve kumla temizliyorduk,Denia'da havlu, çarşaf, kova, tencere, kâğıt bulmak için yollaradüşüyor ve iyod, lisol, kloramin, brom, aspirin ve klinik muayanealetleri için telefonlar ediyorduk. Mülkiyetin tekrar tanınmasıyla mülksahiplerinin hakları koruma altına alındığı için Villa Candida'da değişiklikyapılmaması öngürülmüştü. Sadece başhekimin konutu olarak kullanılmasınaizin vardı. Hodann bu imtiyazdan yararlanmak istemedi, bununyerine binayı merkez olarak kullanabilmek için tahsisini elde etmeyeçalıştı. Hastanenin düzenlenmesi plansız gerçekleşmişti. Birkaç doktorgelişigüzel biraraya gelmiş personelle çalışmalara başlamış, tıka basa dolanAlicante, Benidorm, Alcoy hastanelerinden gönderilen hastaları binalarayerleştirmişlerdi, yukarlardaki Oliva ve Gandia'ya kadar bir alandamüstakil villaları ve mülkleri barınaklar olarak, kısmen de hasta ve yetimçocuklar için yurt olarak kullanmışlardı. Bu geniş alana yayılmış sağlıktesisinin organizasyonu, doktorların ve sağlık personelinin çoğu Teruelcephesine çağrıldığı için yapılamamıştı. La Basque çiftliğinde bir bakıcı238


kırk sekiz çocukla tek başınaydı, İskandinav yardımıyla donanımlı bir çocukyurdu kurulmak istenen Oliva'ya kimse gönderilememişti. İlk olarakgenelin durumunu görmek, insanların kendi yardım güçlerini hareketegeçirmek, buraya sevk edilenler arasında sağlık hizmetinde yararlı olabilecekgönüllüler bulmak gerekiyordu. Büyük çoğunluğu cesaretleri kırılmışolarak kötü gidişe seyirci kalmışlar, kendi hayatlarını kurtarma dışındabir çaba göstermemişlerdi. Onları ilk harekete geçiren kişi, kendisihastalıktan bitkin düşmüş olan Hodann'dı. Niçin bugüne kadar kimse sorunlarınüstüne gitmemişti, diye sordum kendime, niçin kimse inisiyatifgösterecek gücü kendinde bulmamıştı. Sanki gerekli olanı yapmak içinHodann'ın gelmesi beklenmişti. Liderlik yapısı denen ve çoğunlukla yanlışanlaşılan, kötüye kullanılan özellik Hodann'm kişiliğinde dinginlik biçiminde,başkalarını dinleme yeteneğinde ve kendilerinin değerini onlarahissettirebilmede ortaya çıkıyordu. Önce en sıradan pratik işlerle başlandı,eldekiler belirlendi, hastane sakinleri ait oldukları gruplara göre bölündü,grup sözcüleri seçildi, ortak toplantılar düzenlendi. Cueva'da olduğugibi Hodann buranın sakinlerine de, cepheden geri kalmakla seferberliğindışında olmadıkları bilincini verdi. Başlarında yönetici olmayıncabirçoğu bir ordunun parçası olduklarını unutmuştu. Bir kere daha görüldüki, herkesin tek tek temsil ettiği enternasyonalizmin ortak dili bulunmuşdeğildi, farklı ülkelerin insanları birarada olduğunda, kolaylıklabirbirlerinden ayrı düşülebiliyordu. Herkes birey olarak içten çöktüğüiçin, gruplararası çatışmaların ve sekter tavırların nasıl aşılacağıyla kimseilgilenmiyordu. Cueva'da küçük çapta başlama eğilimi gösteren sorunlarıntümü burada son aşamasına gelmişti, pedagojik bir çalışmayla yetinilmeyipher şeye sıfırdan başlanması gerekiyordu. Birçoklarının durup dururkenşiddete başvurması, düzen ve disiplin adına ilk engellenmesi gerekenşeydi. Deniz havası Hodann'm nefes almasını kolaylaştırmıştı, birtaraftan çevresinde çiçek tarhlarına gömülmüş binalara, badem ve incirağaçlarına, derin yarıklarla ayrılmış dağların tepelerdeki yüzen görüntüsünebakarken, diğer taraftan kapılardan birini açtığında çarpılmış yüzlerlekarşılaşıyordu. Yönetim bölümündeki bir büroda yazı masasının gerisindeyüzü çiziklerle kan içinde kalmış bir kadın oturuyordu, iki adamondan uzak durmaya çalışırken biri de köşede hareketsiz bekliyordu.Gerçeğin anlaşılamadığı bu olayı aydınlatmak için rapor yazma görevibana verildi. Sağlık merkezindeki az sayıda kadından biri olan Marcauer,dünyadan kopuk yaşayan birçok erkeğin fantezisini kışkırtmıştı ve birFransız taburunun üyesi olan Decourtiaux ve Gayrot, sarhoş bir şekildebüroya gelmişler ve etrafta dolaşan aşk ilişkileri hakkındaki dedikodularayönelik kaba bir dille imalarda bulunmuşlardı. Her türlü Parti eğitiminiunutarak, aylarca çatışmaların içinde liyakatla hizmet ettikleri ve yaralananakadar bağlı bulundukları tugaylarının onurunu hiçe sayarak, kendileriyleaynı üniformayı taşıyan yoldaşları bir kadına tecavüze yelten-239


mişlerdi ve düzen bozucu bu davranış orada bulunan ve olaya sessiz kalanbirinin tamklığıyla doğrulanmıştı. Değerli zamanımızı kaybederek,durumun tuhaf kaçan havası altında hiç de keyif duymadan protokoleyazılan bu olayla geçmişti ilk gününümüz. Polis arabasının tentesi kapanırken,askerlerin alkolden dolayı kızarmış, tükürük ve tere batmış yüzlerindekiifadeleri zihinlerimize kazınmıştı. Yine de Hodann'ın tavrından,bakışından sarsılmadığı, sürekli yaşadığı astım nöbeti korkusunun gerilediğianlaşılıyordu, sıkıntısını artıran psikolojik baskı zayıflamıştı. Teruel'inCumhuriyetçi birliklerce ele geçirilmesi, Falanjist alayın yenilmesi veesir alınması iyimserlik havası yaratmıştı. Kuzeydeki cephede hâlâ buzgibi rüzgârlar eserken burada ılıman iklimin bölgesinde savaşın gidişinindeğişeceğine inanç doğmuştu, cepheden çamura batmış kamyonlarlasevk edilen yaralı ve ağır hastalar bile bu havayı etkilemiyordu. Portakalağaçları da bu zafer inancı gibi garip bir durum sergiliyordu, meyveleriüzerindeyken aynı zamanda gelecek yılın meyvelerinin çiçekleri açmıştı.Lindbaek ve Grieg Ocak ortasında Teruel'den döndüler. Lindbaek, kullandığıaraçtaki deponun içinde saklanmış olan Norveçli yazarı, karlakaplı Valverde'den yola çıkıp çatışma bölgesinin dışındaki dağlık arazidengeçirerek Teruel'deki Plaza Torrija'ya götürmüştü. Bir yıldır katıldığıThâlmann Taburu'nun hikâyesini yazmayı hedeflemişti. Kitabının önsözündeçalışmasından ve bu girişimin zorluklarından söz etmişti. Kadınlaraskeri operasyon birliklerine dahil edilmediklerinden Jamara'dan öteyegazeteci sıfatıyla gitmiş ve taburunun bütün çatışmalarında bulunmuştu.Gazeteci sıfatına rağmen üniforma ve silah taşımasına izin verilmişti.Olayları kaleme almasını ondan bizzat Albay Kahle istemişti, ama, diyorduşimdi, henüz olayların gelişiminin belirsiz olduğu bir devrenin verileriylenasıl tarih yazılabilir. Evet, olayların hangi koşullarda başladığı belliydi,çarpışmaların mekân ve zaman içindeki akışı da anlatılabilirdi, ayrıcaolayları yaşayanların tanıklıkları, kişilerin karakterlerinin anlatımımetne canlılık ve gerçeklik katabilirdi. Yine de burada bir şeyler yetersizkalıyor, gündelik gelişmelerin ötesine geçen bir perspektife varılamıyordu.Politik yazarlar olarak biz kendimizi sürekli bir ikilemin içinde buluyoruz,dedi, olayları izlerken ne ölçüde kendi araştırma merakımızın peşindengideceğiz, ne ölçüde Parti'nin ilkeleriyle bağlı vicdanımıza uyacağız.Sanatsal ilkeler, toplumun devrimci koşullarıyla kendiliğinden ve tümüylebir bütünlük içinde değildi, oysa Ekim Devrimi'nin ilk yıllarındabu ikisi denk düşüyordu. O zamanlar her sözle birlikte, bir değişime katkıdabulunulduğu güveni vardı, ister doğrudan olgular dile getirilsin, isterseedebi simgeler kullanılsın. Şiirler ve romanlar burada bireyin sesi,orada kolektif bir iradenin sesi olarak hiçbir kısıtlanma, buyruk altındaolmaksızın ilerleme fırtınasının içinde yer alıyordu. Elbette eleştiriye maruzkalıyorlardı, hatta acımasız eleştiriler gelebiliyordu, ama edebi söz,yenilik arayan ve bu yüzden deli dolu olabilen, gerektiğinde de değişen240


ir güç olarak görülüyordu. Bugünse kendimizi hep bir soru karşısındabuluyoruz, kendi gözlemlerimizi taktik talimatların çizgisine ne kadar sokacağız.Bu nedenle senin yazdıkların sana cılız geliyor. İstediğin kadarevir çevir, ne kararsızlıktan ne iç çatışmadan kurtulabileceksin. Başlangıçlarınortada olduğunu söylüyorsun, ama bu bile karanlıkta kalıyor, enazından Beimler'in gelmesinden sonraki bölümde. Kitabında Schreiner'denhiç söz etmiyorsun. Beimler hakkında öğrendiklerimizse çok kıt,onun cephede savaştığını, Cuxhaven tayfalarından olduğunu, Nazi toplamakampı Dachau'dan, idam edileceği günün akşamında kaçmayı başardığını,Moskova'da kaldığını ve otuzaltı Ağustosunun başında İspanya'yageldiğini, Aralık ayında, yakından sıkılan bir kurşunun kalbine isabetetmesiyle savaşta can verdiğini okuyoruz. Sözgelimi onun faşistlerinkampından kaçışının ayrıntılarını yazamıyorsun, ya kendin bu konudafazla bir şey bilmediğinden ya da senin bildiğini düşmanın bilmesini istemediğinden;onun ölümü üzerinde şimdi bir meçhul asker anıtı yükseliyor.Kaçışıyla ilgili olarak Lindbaek, bir nöbetçiyi boğarak öldürdüğünüve onun üniformasıyla kaçtığını söyledi. Ona madalya kazandırabilecekbir eylemdi bu. Kentin Batı Parkı'nda, yanındaki tabur siyasi komiseriSchuster'le birlikte Faslı keskin nişancılar tarafından vurulduğunda,Anarşist lider Durruti için de söylendiği gibi onun bizimkiler tarafındanvurulduğu söylentisi çıkarıldı. Bunun yabancısı değiliz. Bu tür söylentileriçıkaranlar, bugün de Teruel'in tekrar Falanjistler'in eline geçtiğini söyleyenlerleaynı kişiler. Onların amacı savaşçılarla ilgili kuşku uyandırmak,onların onurlarıyla oynamak, karışıklık yaratmak ve halk cephesini ve orduyubölmek. Alman taburlarının bilinçli olarak yok olmaya itildiğini desöylüyorlar. Gönüllüler için kurbanlık koyun diyorlar. Ben bu tür çarpıtmalarıkastetmiyorum, dedi Grieg, sormak istediğim, olanların çevresinehangi çapta bir çember çizebileceğimiz ve bu çemberin içinde kalıp mevcutduyarlılıklara ve günün sloganlarına uygun mu hareket edeceğimiz,yoksa sınırı zorlayıp daha kapsamlı, geçerliliği daha yüksek, ama aynı zamandabaş edilmesi zor ve çelişkilerle dolu bir görüş ufkuna mı açılacağımız.Bizler komünistiz ve kendi çizdiğimiz çemberin içinde kalıp susuyoruz.Suskunluğumuzla, Parti'nin verdiği talimatlara uyduğumuzu gösteriyoruz.Durruti'nin tabutunun başında saygı nöbeti tutmuş olan Rosenberg'leOvseyenko'nun çevresini sarmış olan daha derin suskunluğun nedenlerinisormuyoruz. Sayısız çatışmanın kahramanı Alman ya da AvusturyalıGeneral Kleber'den artık niye hiç söz edilmediğini, sanki böyle birihiç olmamış gibi ortadan kaybolduğunu sormuyoruz. Bu tür olaylar vetalimatlar için önemli nedenlerin olacağı kanısıyla susuyoruz, ilerde birgün Parti'nin kararlarını açıklayacağından emin olarak sussak da, yazarlarolarak, sadece günümüz için değil, gerçeğin, bugünün ölçülerinin çokötesinde bilinmek isteneceği bir geleceği de dikkate alma isteği duyduğumuzbir düşünce dünyasına dalıyoruz. Parti'nin uygun olduğunu düşün-241


düğü bir gün, bugünün karmaşası içinde nedenleri açık seçik görülemeyenkararlarının arkasındaki mantığı ve düşünceyi bizlere açıklayacağınıbiliyoruz, çünkü attığı adımları anlaşılmazhk perdesi ardına gizlemeyekalksaydı Leninist bir parti olmazdı. Bugün içinde bulunduğumuz krizaşıldığında Parti içinde şimdilerde cereyan eden ayrışmalar ve değişimlerhakkında bilgi sahibi olacağız, ama işte adalet kavramı Parti'nin temel ilkeleriarasında yer aldığından, tarafsız ve bağımsız olması gereken içimizdekitarihçi, içimizdeki diğer kişi, Parti politikasına bağlı kişinin kendinekoyduğu sınırlamalarla karşılaşınca bir çelişki yaşıyoruz. Bizler hümanistiz,ama kendimize karşı insani olmayan bir katılık güdüyoruz. Biryazar için, dedi Hodann, gerçek bölünemez. Onun için gerçek bilimselolarak belirlenebilir bir ölçüttür. Daha önemli bir strateji uğruna zamanzaman bazı düşüncelerini geriye atabilir, ama içindeki bütünsel kavrayıştanuzaklaşırsa her türlü güveni yitirir. Onun kalitesinin ölçüsü, günlükpolitikanın sınırlı çemberinin ötesine geçip bizlerin içinde varolduğudünyayı yorumlamaya çalışan çağdaşlarımızın çabalarına katılmasıdır.Gerçek, değişken bir kavram, diye karşılık verdi Lindbaek. Benim içingerçek, bizim amaçlarımıza o gün en yararlı olan şeydir. Ama huzursuzsun,dedi Grieg, çünkü sallantılı bir zeminde hareket ediyorsun. Benimböyle bir güvensizliğim yok, dedi Lindbaek. Benim gerçek olarak gördüğümşey ortak düşünceyle aynı. Bir dünya savaşı bekliyoruz, bu şartlardasöyleyeceğim sözün, stratejimizle mutlak uyum konusunda kuşku bırakmamasıgerek. Kitleler halinde ölümü gördüm. Bunu açıklamaya kalktığımdakafamı kurcalayan şeyleri dile getirmemin bir yararı yok. Cephedekiherkes aynı derecede ölüm tehlikesiyle karşı karşıya. Kendini savunmakararı ölüm ihtimalini de birlikte getiriyor. Ben Tugaylar'in öneminiabartmıyorum. Paris'teki, Prag'daki mülteciler, savaşın bizim taburlarımıztarafından kazanıldığı düşüncesine kolaylıkla kapılıyorlar. EvetThâlmann, Andre, Beimler birlikleri sürekli ateş altında, ama en çok beşbin kişilik bir gücü var. Gönüllülerin sayısı otuz bin, elli bin tahmin ediliyor,yedi yüz bin kişilik Halk Ordusu'nun küçük bir parçası. EnternasyonalTugaylar'ın sayısını büyük göstermek Falanjistlerin işine geliyor.Bunlar olmasa Cumhuriyetçi İspanya'nın çoktan çökmüş olacağını duyuruyorlar.Sovyet birliklerinin yüz binleri bulduğunu iddia ediyorlar. Yabancıgüçlerin, Cumhuriyet İspanyası'nı Bolşevizme götürmek için burayadoluştuğu izlenimi yaratmak istiyorlar. Bu açıklamalar Avrupa veAmerikan basını tarafından da alınıp Milliyetçi İspanya'nın, İtalya'nın veAlmanya'nın savunma birliğini haklı çıkarmayı amaçlayan gerekçelerlebirleştiriliyor. Bir komünistleştirme girişiminden söz etmek ne kadar yanlışsa,Enternasyonal Tugaylar'ın önemini küçük göstermek de o kadaryanlış. Onların yarısı savunmaya geldikleri topraklarda yatıyor şimdi.Onların saflarmdaki kayıplar İspanyollar tarafından kapatıldı, hatta şimdibazı birliklerde İspanyol yoldaşlar çoğunlukta. Sayı olarak önemsiz ol-242


sa da enternasyonal düzeyde savaşa katılım, dayanışma tavrı açısındansonsuz değerde. Otuz bin kişilik bir güç, Halk Cephesi'nin Paris'te yapacağıtek bir gösterinin karşısında çok küçük kalır. Ama yüz binler faşizminsaldırısını kırmak için yapılması gerekenlerin tümünü yapamadığındanbinlerin her zaman anılması gerekiyor, çünkü siyasi düşünce veinançlarının gereğini yapma iradesini gösterenler onlar; yetersiz sayılsada, Halk Ordusu'nun vurucu gücünün esasını oluşturan Sovyet silah yardımıgibi onların önemi de ortada. Ablukadan dolayı sevkıyatın güçlükleridüşünülürse her alayda bir makineli tüfeğimizin olması bir zafer sayılır,Brunete'de son model tanksavar toplar bile gelmişti. Ben yazar olarakkırk beşlik bir elbombasının şiddetli etkisini rahatlıkla aktarabilirim,bir olayı anlatabilirim, ama sıra her bir eylemin arkasındaki kişisel güçlerianlatmaya gelince zorluklar başlıyor. Sözgelimi, simge isimlerle anılanküçük bir birlikle ilgili veriler topladım. Andre idam edildi. Thalmannbütün dünyanın itirazına rağmen zindanda ve öldürülme tehdidi altında.Bu isimlerin seçimi askeri birliklerimiz için yön gösterici. Taburlara adımatmakla politik bir gruba da katılmdığı gösteriliyor. Ama tek tek savaşçılarınhikâyesini tanıma olanağım olmadan, gönüllüleri Irun, Katalanyacephelerine çeken itkileri bilmeden bunu nasıl belirginleştirebilirim. O zamanda çoğu anonim kalıyor. Sadece birkaç isim öne çıkabiliyor, savaşınçeşitli aşamalarında, cephenin ön saflarında karşılaştığım onca insanınyerini tutmak üzere. Beimler'le birlikte Thalmann Taburu'nun başka liderleride öldü, Adler, Wille, Schuster isimlerini biliyorum. Santa Quiteria'yahücum sırasında Geisen yaralandığında, takım komutanı Preus ile Centuria'nınPukallus adındaki sancaktan da toprağa düştüler, onları Danimarkalıüç kardeş olan Nielsen'ler izledi. Bana acı veren, en yüksek özellikleriİspanya için hayatlarını feda eden bütün bu insanların kim olduklarınıbilmemem. O an Lindbaek'in o kuvvetli ve geniş yüzünün donuklaşıpkarardığını fark etttim. Ona, manastır tepesinin alınması sırasındaki kayıplarısordum, bunun üzerine kafasında hesaplamaya başladı, on dokuzölü olduğunu söyledi, Gummel, Wagner, Schwindling, Hirsel, Engelmann,Pfordt, Lösch, Mayer, Baumgarten, Heras, Vigier dedikten sonraduraladı, diğerlerinin adını çıkaramıyordu, sonra elli beş yaralı olduğunusöyledi. Ben başka bir kaynaktan otuz dört ölü, kırk bir yaralı olduğunuduyduğumu söyleyince adeta yıkıldı, belki, dedi, geri çekilirken yaralılarınsadece bir kısmı kurtarılabilmiştir. Hücuma yüz kırk üç kişinin mi katıldığıkonusunda da emin değildi. Bir çatışmanın her anlatımı çürürülebilir,başka bir açıdan aktarılabilirdi. Eğer bir taburdaki insan sayısı, ölenlerinve yaralananların sayısı tam olarak belirlenemiyorsa, bırakın tek tekkişilerin karakterlerini, siluetleri bile nasıl çizilebilirdi. Grieg, bu belirsizlikiçinden belki üç Danimarkalı kardeşin öne çıkarılabileceğini söyledi,onlar bir tiyatroya yakışır tiplerdi, çelişkiler cereyanının, sürtüşen çıkarların,çarpıtmaların ve özlemin ürünü olan yansıtmaların ötesinde onların243


ireysel özellikleri örnek bir durum olarak aktarılabilirdi. Lindbaek Kopenhag'dangönderilmiş ve Danca yazılmış bir mektup çıkardı, mektupyine Thalmann Taburu'ndan, çatışmalarda vurulan Larsen adındaki biraskerin babasından geliyordu. O iyi bir evlattı, diyordu, sadece iyi şeylersöyleyebiliyorum onun hakkında ve uğruna kendini feda ettiği dava iyibir dava. Tek bir isteğim olacak, lütfen bana oğlumun yattığı yeri bildirin.Acelesi yok, sizler dünyayı barbarlıktan kurtarmak için gece gündüz çalışıyorsunuz,ama zafer kazanıldıktan sonra oğlumun mezarına gitmek veson girdiği çatışmanın yerini görmek istiyorum. Ne var ki, dedi Lindbaek,kimse Aage Larsen'in yattığı yeri bilmiyor. Teruel bölgesinde çok sayıdatoplu mezar var. Larsen'in, Kuzey Kopenhag, Mimersgrade otuz beşnumarada, birinci katta oturan işçi babası, kalkıp Teruel'e gelecektir belkibir gün. Harabe halinden yeniden ayağa kaldırılmış şehrin dağ kütleleriarasındaki manzarasını, yüksek viyadüğünü, dev arenasını, dik yamaçlarınıgörecektir, bense şimdi oğlunun birliğinin imha edilmeden önce sonolarak nerede bulunduğunu öğrenip, eğer düşmanı alt edersek, oraya birişaret koydurmaya çalışacağım, işçi Larsen geldiğinde etrafta aranırkendikkatini çekecek bir işaret. Ama Lindbaek birkaç hafta sonra sağnak yağmuraltında tekrar Teruel'e gitmek için yola çıktığında Valencia'nın kuzeyindekibağlantı yolları faşist ordunun takip birlikleri tarafından tutulmuştu.Aralıksız bombardımanın ardından bitkin düşmüş olan Cumhuriyetçiaskerler Teruel'de düşmanın çemberine girmişti, Aragön cephesindeve Ebro'da Falanjistler yeni bir saldırıya hazırlandığından destek birlikleriileri sürülemiyordu, Lindbaek ve Grieg, Denia'ya geri döndüğünde Terueldüşmek üzereydi.Bu arada Villa Candida, sağlık tesisinin ana merkezi haline gelmişti.Hodann'ın mı binaya kendi kararıyla el koyduğu yoksa sahibiyle kişiselgörüşme mi yapıldığı bilinmiyordu, bununla daha fazla da ilgilenmedik,bu gelişmenin savaş hukukunun doğal yansıması olduğu kanısındaydık.Özellikle bakımları özen isteyen hastalar terasa bakan odalara yerleştirildi,galerinin çevresindeki diğer odalar da doktorlara ve personele ayrıldı.Aşağıdaki yemek salonu ve geniş camların arkasındaki misafir salonu yönetimbölümüne hizmet veriyordu, toplantılar içinse büyük salon kullanılıyordu.Yeni düzenlemeye göre yerleşilip birbirinden çok uzak binalararasındaki bağlantı işlemeye başladığında, elimizden kaçıyor görünenzamana bakışımız da değişti. Gündelik işler yürümeye başladığında geçmiştekidurumu da görmeye başladık. Bitkinliğin ve dağılmışlığm hâkimolduğu bir durumun ortasında bulmuştuk kendimizi, insanları kazanmakgerekmişti, harekete geçirilebilen her şeyde, o anki rolümüzü görüyor,kendimizi gelişmelerin başlatıcısı olarak algılıyorduk. Yavaş yavaş244


tek tek kişiler de görünür hale gelmeye başladılar, birlikte yapılan çalışmalardageçmişin kırıntıları da kendini belli ediyordu, giderek resminbütünü ortaya çıkmaya başlamıştı. Biz gelmeden önce burada olan bitenleilgili bilgilendik, her yerde bir rastlantısallık hüküm sürüyordu, ancaksorun çıktıkça çareler aranmış, orada burada başlatılan organizasyon çabalarıfazla ilerleyememişti. Tesisin her sağlık bölümü, her bir askerikamp, her bir malzeme ofisi bu ritme uymuştu, her birim zaman zamanfelç olmuştu. Cumhuriyet'in silah fabrikaları ablukanın engellediği sevkıyatlarınboşluğunu nasıl dolduramıyor idiyse diğer tüm alanlarda da üretimyetersizdi, her an sevkıyatlar durabilir, ihtiyaç malzemeleri krizi doğabilirdi,bir yerden gelen herhangi bir olumsuz sinyal, zaten içine kapanmış,pasifleşmiş insanları doğrudan etkiliyor ve her şeyin mahvolduğuhavasını doğuruyordu. Ama teslimiyete karşı duran çabalar da her zamanolmuştu, küçük küçük sorunları çözen değeri bilinmeyen girişimleroluyordu, ama taleplerin de ardı arkası kesilmiyordu, şurada giysi vecephane sevkıyatı geliyor, orada mültecilerin karınları doyurulup barınmalarısağlanıyor, bitkin düşmüşlerin şurada sükûnet ve dinlenmeye ihtiyacıoluyor, orada taze güçleriyle yeni birlikler intikal ediyordu. Öte yandanniçin Fransa'nın, İngiltere'nin, İskandinavya'nın işçilerinin, yeterinceyardımda bulunmadığı soruluyordu, tek tek işçilerin ücretlerinden bağışolarak alınan paralar ihtiyacın yanında çok küçük kalıyordu, hani neredemücadele etmesi gerekenlerin eylemleri, nerede azametli genel grev, diyesoruluyordu, nasıl oluyor da Fransız işçi sınıfı giderek kendi gerici hükümetinindümen suyuna giriyor ve Halk Cephesi'nin dağılmasına izin veriyor.Yılın ilk günlerinin parlayıp kaybolan görüntüleri art arda gelen birsürü olaya işaret ediyordu, noelde kıyı şeridi Alman filosu tarafındanbombalanmış, aynı anda tifüse yakalanan hastalar gelmiş, hastanenin yanbinaları yıkılmış, yollar havaya uçurulmuştu; bir karantina istasyonuoluşturulmuş ve kendi başına ortalıkta dolaşan çocuklar bulaşıcı hastalıktehlikesi olan bölgeden uzak tutulmuştu. Hastalığa yakalanmış olanlara,gerekli donanımdan yoksun koşullarda, samanlıklarda bakılıyordu, ilkölümler, Ocak ayı başlarında, tesisler tekrar top ateşine tutulduğu sıralardaolmuştu, işte biz kendi küçük yalıtılmış alanlarımızdan çıkıp böylesibir korunmasızlığın, amaçsız koşuşturmanın içine düşmüştük, ilk durumdeğerlendirmesi yaparken, kriz dönemlerinde düşülen hataya düşüldüyine, düzensizliğin suçlusu arandı, başarılanlar yok sayılıp sadece işlemeyenve eksik olan şeylerden yakınıldı. Şimdi yeniden işbaşı yapıp burayıimar etmeye başlayan bu insanlar, gönüllü olarak, herhangi bir hazırlıktangeçirilmeden, daha önce de uğraşıyorlardı, onların karakterleri değişmişdeğildi, daha öncesinde olduğu gibi, ürküp kararsız da kalabiliyorlardı,işe girişip bağımsız kararlar da verebiliyorlardı. Bizim bu insanlardanfarklı olduğumuzu iddia edebilir miyiz, dedi Grieg, biz de zamanzaman eylemsizliğe düşüp, çıkış yolu bulamazken, dışımızdaki güçlerin245


yardımıyla ve bazen de kendi düşüncelerimizin gücüyle bu çıkmazlarıaşmıyor muyuz. Dört bir yanımızda yapılıp edilenlerle kıyaslandığındakâğıda döktüğümüz şu düşüncelerin ne önemi var ki. Kafamızı toplayıpbir rapor kaleme alıyoruz, hümanist sorumluluğa dikkat çekiyoruz, tanıkolduğumuz haksızlıklar, acılar karşısındaki itirazımızı, çaresizliğimizi dilegetiriyoruz, ama burada yaralılar, can çekişenler kucaklarda taşınıp yataklarayatırılıyor, yaraların tedavisi her türlü ilaçtan, malzemeden yoksun,ama fedakârlığın, ilginin yüksek dozuyla yapılıyor. Hepimiz için savaşanşu İspanyol halkını desteklemek için Avrupa'nın desteği yetersizolduğundan, vicdanımızı biraz olsun rahatlatmak, yetersizliğimizdendolayı özür dilemek için bu perişan ülkede dolaşıp duruyoruz ve gördüklerimiziraporlarımıza geçiriyoruz, oysa siper kazanlara, bir yarayısaranlara yardım için bir el atsak çok daha değerli bir iş yapmış olacağız.Grieg'in yazdıklarını tanımıyordum. Yüzüne bakıp ne tür şeyler yazmışolabileceğini çıkarmaya çalıştım. Aydınlık ve pürüzsüzdü yüzü, düz yapılıbir burnu, uyumlu bir ağzı vardı, gözleri canlı, alnı yüksek ve genişti,saçları da yandan ayrılmıştı. Ama bu sağlam, derli toplu hatların arkasında,kolay yakalanamayan başka bir ifade daha vardı, hayal kırıklığı, hattahüzün. Güçlü kuvvetli bir yapısı vardı. Üzerindeki gri uzun kazak dökümlühaliyle, bir şövalye zırhı gibi duruyordu, kuvvetli görünüşünezahmetle kazanılmış başka bir özellik katan sürekli düşünceli hali olmasa,geçmişlerden gelme bir Norveçli savaşçı olduğu düşünülebilirdi. Dinginbiri etkisi yaparken bakışları birden bir hüznün gölgesini yansıtabildiğigibi, konuşurken de gerçeğin altını çizen edasına, tereddütün ve kırılganlığınhatları karışabiliyordu. Bizler hümanistiz, diye tekrar ettiğiniduydum, ama insanlığımız baştan ayağa kirlenmiş bir insanlık. Hümanizm,barışçılık sözlerini ağızlarından eksik etmeyen niceleri, haksızlığıgayet iyi görseler de buna karşı bir şey yapmıyorlarsa egemen sınıflarınhavarileri olmaktan öteye gidemezler. Onun kendinden yakınmasını anlamıyordum.Burada olması yeterli değil mi, diye kendime sordum, cephedenaktardığı bilgilerle politik karar vericilerin aydınlatılmasına katkıdabulunarak kendi üzerine düşeni yapmış olmuyor mu. Bizim yapabileceklerimizinhep sınırı vardı, kendimizdeki ve başkalanndaki zayıflıklarıeleştiriyor, aceleci sonuçlar çıkarıyorduk, çarpıtılmış bilgilerin içindengerçeğe yaklaşmaya çalışıyorduk, özellikle Grieg gibi yazarlar, dışandanbakan birileri olarak bakışlarını, içinde bulunduğumuz karışıklıklara yönelttiğindeolaylann bağlantısına ilişkin bir şeyler yakalayabilirlerdi. Hodannsözü haberleri veriş biçimimize getirerek, içinde bulunduğumuzzorlayıcı ve hızlı davranmamızı gerektiren koşullardan dolayı binbir zahmetlebiraraya getirdiğimiz bilgileri hep aynı şablona göre işliyoruz, dedi.Teruel'in boşaltılmasından, çok kayıp verdiğimiz geri çekilmeden sorumlututulacak günah keçileri aranıyor. Önce anarşistler, Nin'in oraya burayadağılmış taraftarlan gündeme getirildi, oysa onların hareket üzerinde-246


ki etkisinin kırıldığı ilan edilmişti çok önceden. Şimdi yine sahneye çıkıyorlardı,hırçınlıklarıyla, ordu komutanlığının emirlerine uymayı reddederekşehrin düşmanın eline düşmesine sebep olmuşlardı, ardından suçlamalarSavunma Bakanı Prieto'ya yöneldi ve istifası istendi. Günlük uğraşılarzemininde halk savaşının iç çelişkilerinin yeniden canlandığınıgördük. Milliyetçilerin ordusunun, Teruel'in kuzeyinden denize inerekCumhuriyet'i ortadan bölme olasılığı güçlüyken, hükümet politikası içindekigörüş ayrılıkları kriz düzeyine yükseldi, askeri birliklerimiz Caspeçevresindeki mevzileri tutmak için ellerinden geleni yaparken partilerbirbirlerine karşı harekete geçtiler. Bir tarafta tüm güçlerin Cumhuriyet'isavunmak için harekete geçmesi gereği, diğer tarafta devlet yönetimindefraksiyon çatışmaları. Bu da başka türlü değerlendirilebilir, dedi Grieg.Askeri saflarda bir gevşemeye, güven eksilmesine izin verilmemesi gerekirken,hükümet içinde bozguncu, kendi başına hareket etme eğilimindekibirine tahammül edilemezdi. Prieto'nun, Cumhuriyetçiler'in zafer kazanacağınainancı kalmamıştı. İngiliz kabinesiyle birlikte barış görüşmelerinedönük hazırlıklar başlatmıştı. Mart başında bilgi alışverişi için Denia'yagelen Mewis, Prieto'nun görevden alınmasını gerektiren daha başkanedenler sıralamıştı. Sağdaki sosyalist kanadın üyesi olan Prieto hakkında,onun tombul biri olduğundan ve kendisine kurbağa denmesindenbaşka bilgim yoktu. Onunla Caballero arasında ve Başbakan Negrin arasındakiçekişmelerden söz edildiğim duymuştum. Daha sonra KomünistParti'nin gözüne girerek Caballero'dan daha avantajlı duruma geçtiğisöylendi. Böylesine önemsiz bilgilerin ortalıkta dolaşıyor olması akıl alırgibi değildi, her şey yetkilerin nerede toplandığına sabitlenmişti. Bizlerde konuşmalarımızda hep bu bölünmüşlüğün farkında olduğumuzuvurguluyorduk, ama bu ilgimiz, geciktirilmeden yapılması gereken işlerinbaskısı altında kaybolup gidiyordu. Şimdi de, savaştan sorumlu bakanıngörevlerinin tersine hareket ettiğini duyuyorduk, birliklerin başınıçekmesi gereken bu kişi birliklerin bir sona doğru gittiği görüşündeydi.Beceriksizliğine, kötümserliğine bir de Sosyalistlerle Komünist Parti arasındakiittifakı parçalama girişimi eklenmişti. Halk Cephesi'nin korunması,karşıtlarının dışarı atılması gerekiyordu, onlar karşı atağa geçmehazırlığında olduklarından da değil sadece, birlik çabalarının genişletilerektekrar gündeme getirilmesi de gerekiyordu. Fransa'da hükümetinsosyalist eğilimli bir yapıda yeniden oluşması gündemdeydi, Fransız sosyaldemokratların lideri Blum daha önceleri kararsızlık zaafı sergilemişve sürtüşmelerin arttığı bir dönemden geçiliyor olsa da, Fransa'da yinede bir halk cephesinin canlanması beklenebilirdi. Önümüzdeki günlerdeValencia'da Sosyal Demokratlarla Komünistler arasmda bir değerlendirmetoplantısı yapılacaktı, savaşın göbeğinde gerçekleşecek bu buluşma,Paris'te biraraya gelecek parti ileri gelenlerinin görüşmeleri açısından büyükönem taşıyordu. İspanya'daki askeri cephe, Avrupa'yı boydan boya247


kateden büyük bir politik cephenin parçasıydı. Bu cephe, işçi sınıfının ortakçıkarlarının kanıtı olmuştu. Bizim parçamızın ayakta kalması ve sağlamlaştırılması,sadece partiler arası görüşmelerde kendi siyasi konumumuzungüçlendirilmesine doğrudan katkıda bulunmakla kalmıyor, tümpartiler arası toplantılarda bıkmadan dile getirilen, faşizme karşı enternasyonalbir ittifak kurmak gerektiği yönündeki Sovyet tezine de desteksağlıyordu. Londra'da Hitler'in elçisi Ribbentrop, Halifax'la Almanya'nınAvusturya üzerindeki taleplerini görüştü. Berlin ve Viyana'yla iki başkentlibir Büyük Alman Reich'ı gündeme getirildi. Göhring Bohemya veMoravya'daki Alman nüfusun kurtarılmasını istedi. Mewis, Sosyal DemokratParti'nin yönetimi bir karar vermeye zorlandığını söyledi. SosyalDemokratların Tugaylar'ın içinde önde gelen isimleri Braun, Garbarini,Martens ve daha başkaları silahlı mücadeleye katılmaya karar vermiş durumdalardı.Ama, dedi Grieg, bu ilişkilerin gelişmesini engelleyen çeşitligüçlükler hep yaşanıyor. Batı diplomasisinin ve Sosyal Demokrat yönetiminintek amacı Avrupa'daki bir savaşı önlemek değil, aynı zamanda Komünistlerinetkisini de önlemekti. Bu kesimler, içişlerine karışmama gerekçesiylemilliyetçi bir İspanya'yı tanımaya büyük ölçüde hazırdılar.Prieto'nun savaşı bitirme entrikası boşuna değildi. Komintern'e, Sovyetdevletine karşı tavrını vurgularken Sosyal Demokratların yöneticileriyledanışıklı hareket etmiş olmalıydı. Nasıl Komünist Parti kendisine yararlıolduğu sürece onu desteklemişse, o da kendi yükselişine hizmet ettiği süreceParti'den yararlanmıştı. Teruel'in kaybından Komünistlerin yanlışhesaplarını ve entrikalarını sorumlu tutmuştu. Sosyal Demokratlar, dediGrieg, ittifakı reddederken, Prieto'nun veya Caballero'nun Komünistlertarafından kendi iktidarları yolunda taktik hesaplarla yoldaş kabul edildiğiniörnek olarak ileri sürebilirler. Şimdi de değişen bir şey yok, dedi,hep prestij ve güç kazanma çabası, parsa kapma ve hükümranlık kavgası;temel görüşlerin farklılığını da düşündüğünde, bu çekişmelerin aşılamayacağını,hatta mahvolma tehlikesi karşısında bile iki partinin anlaşabileceğindenkuşku duyduğunu söyledi. Gönüllülük zamanı geride kaldı.Ancak zorlamayla, güç kullanarak sağlanabilirdi birlik. Bunlar katı kararlar,hoşgörülü olmayı biz de çok isterdik. Bu düalizm içinde bizlerin çoğukavramı temelden değişti. Politikada, bu imkânlar sanatında duygularayer yok, imkânsızlıklar sanatında da durum aynı, duygulanımlarımızı,biçim algılarımızı, edebi kavrayışımızı bulduğumuz yerde de her şey zorunluluklaraboyun eğiyor artık. Güzel ile eylem aynı şey. Bu devasa eylemdeiç uyumumuzu buluyoruz. Biz kendimize, tepeden tırnağa silahlanıpsavaş meydanına çıkan Akhilleus'u örnek almışız. Burada edebiyatbize kendimizi aşmayı öğretiyor hep. Bundan dolayıdır ki, diye gülereksürdürdü konuşmasını, doğuştan deniz tutması olan ben denize açılıyorum,yüksekte başı dönen biriyim ama en yüksek binalara çıkıyorum,ölümden korkan biriyim, tehlikenin göbeğini arayıp buluyorum. Dah-248


lem'in görevinin sona ermesinden sonra Barcelona'da Parti Komiserliğiniyürüten Mewis'e göre pratik sorunlar karşısında ince ve soyut düşüncelerinyeri kalmamıştı. Yeşil mavi arası gözlerini Grieg'e çevirmişti. İnce dudaklarındakiifade, karşısındaki bu kişiliklere küçümsemeyle, kendi içdünyalarını eylemde yaşamak için İspanya'ya gelmiş olanlar gözüylebaktığını belli ediyordu. Bazen de sosyal demokrat kadrolarla ve Marty-'yle yaşanması beklenen sürtüşmelerin endişesiyle dudaklarını birbirinebastırıyordu. İspanya'daki Alman antifaşistlerinin tüm dikkatlerini, artıkkendi ülkelerindeki mücadeleye verme niyetlerinin karşısına dikilenMarty, kendi planlarını aksatacağı düşüncesiyle ikinci bir cephenin açılmasınıreddediyordu, Valencia'da planlanan toplantıya sıcak bakmadığınıifade etmiş ve karşı talimatlarla delegasyonların toplantıya katılımınıengellemek istemişti. Bu gelişmeler, hükümet içindeki ayrılıklar ve gerginliklerinyanısıra Tugaylar'daki farklı ulusların insanları arasındaki çelişkileride su yüzüne çıkarmıştı, bununla da kalmamış, bu durum kalıcılıkkazanırkan bir de her birlik içinde politik düşüncedeki farklılıklar öneçıkmıştı. Şu odada aynı görevin biraraya getirdiği kişiler, oturduğu sandalyeninkoçbaşlı kollarına ellerini koymuş olan Hodann, onun yanındaoturan, dalga dalga siyah saçlarıyla bir falcıya, bir kara periye benzeyenLindbaek, odayı ileri geri turlarken zemindeki armalara bakan Grieg,pencereden dışarıya bakan ve kendini almak üzere gelmesini beklediğiarabayı gözleyen Mewis, masada oturmuş ve kafasını kâğıtlarından kaldırıptutanağa geçirilecek daha başka bir şey var mı diye bakan Marcauer,bu az sayıdaki insanın bile her biri birçok noktada hiçbir zaman uzlaşamayacakayrı görüşleri temsil ediyordu, Marcauer'in bir sürü küçük beyazyarayla dolu alnını görüyordum, Lindbaek'in belirsiz çizgili geniş ağzını,Grieg'in hayali bir piyanoyu sinirli hareketlerle çalan parmaklarınıgörüyordum, dikkatlerin odağında, ustalıkla düşünülmüş biçimiyle, derikaplı bölümü taşıyan, işlemeli çapraz çatkılarıyla Hodann'm sandalyesiduruyordu, Mewis'in hücumu Grieg'e yönelik değil, tüm süre boyuncaGrieg'in sözleri üzerine düşünen ve hümanizmden ayrılmamak gerektiğini,sosyalist bir hümanizme sarılmak gerektiğini belirten Hodann'a karşıoldu. Yine bu paradoks, bu sabit fikirler, diye bağırdı Mewis, Grieg'indaha önceleri dile getirdiği açıklama biçimiyle uyum göstermek ister gibi,şu insani yüzlü sosyalizm lafı, dedi, şu özgürlükçü komünizm, sanki sosyalizmbirlikte yaşamanın en insani biçimi değilmiş, sanki komünizm çoğunluğunkurtuluşuyla eşanlamlı değilmiş gibi. Emir subayının gelmesiylebirlikte Mewis ayrıldığından cevap verecek fırsat kalmamıştı, zatenGrieg'in veya Hodann'm bir cevap vermek isteyip istemedikleri de pekbelli değildi, çünkü değinilen konunun arkasında asıl sıkıntıların kaynağıolan ve İspanya'daki tüm bulanıklıklardan daha fazla üzerimizde ağırlığınıhissetttiğimiz ve şu an dile getirilemeyen başka bir şey vardı.249


Bu dönemin her günü tarihsel addedilebilirdi, her bir gün insanlığıkarara zorlayan, ulusların, kıtaların, tüm dünyanın geleceğinin bağlı olduğuolaylarla doluydu. Ne var ki Mart ayının ikisiyle on beşi arasındayaşanan olaylarda kuvvetlerin birbirine yağdırdığı kurşunların her şeyibastırdığını hissediyorduk. Olayların katmanlarını birbirinden ayırmakmümkün olmuyordu, attığımız adımlara, yapıp ettiklerimize gücün veiktidarın toplandığı merkezlerden görüntüler karışıyordu. Kendi haberservisimiz için İngiliz, Fransız, Çekoslovak ve İskandinav kısa dalga radyoyayınlarını takip ediyorduk sürekli olarak, bunların aktardıklarını veAlmanya'nın radyo istasyonlarından yankılanan ve Grieg'in sözcükleredöktüğü zafer uğultularını dikkate aldığımızda durumu anlamıştık. Bizeyansıyan bilgiler, bağlantısız sinyaller, mors işaretleri, birbirimizin dikkatiniçektiğimiz, açıklanmaya muhtaç ipuçlarıydı. Kremlin'in hemenönünde, bir zamanlar asillerin kulüp binası olan ve şimdi sendika binasıolarak kullanılan Marx Prospekt'te tören salonunun mermer sütunlarıarasında ve gök mavisi duvarlarının önündeki platformda Buharin, ötekisanıklarla, Rykov, Krestini, Rakovski ve diğerleriyle birlikte ayağa kalkmışitiraflarda bulunuyordu, kendisinin karşı devrimin önderi olduğunu,Sovyet devleti içinde kapitalizmin restorasyonunu amaçladıklarını açıklıyordu.Grieg onu üç buçuk yıl önce aynı yerde kürsüde, birinci yazarlarbirliği kongresinde o büyük konuşmasını yaparken görüyordu, devrimcisanatın özgürlüğünü, biçimin yeniliklere koşulsuz açıklığını vurgulayansözlerinde bir berraklık, bir pırıltı vardı, bir vizyon taşıyorlardı, meditasyonyapma anlamında değil, ateşli bir atak, bir kapışma, bir püskürtmevardı, bu, şiddetli tartışmalardan doğmuş, dar görüşlülüğe ve dogmatizme,sanattan ideal kahramanlığı anlatmasını isteyenlere, her tür buyruğakarşı çıkan, bireyselliğin önünün açılmasına çağrı çıkaran bir vizyondu.Otuzdört Ağustosunun son günlerinde yeni bir kültürün temellerininatılmış olduğu, Ekim Devrimi'nden beri dile gelmeye çalışan arayışınşimdi tek tek cümlelere döküldüğü düşünülebilirdi, kürsüdeki konuşmacı,yön gösteren her sözünü sorumluluk içinde söylüyor, bu sözlerin arkasındaPolitbüro, Parti duruyordu. Grieg sevinç ifadelerine, coşkun tezahüratatanık olmuştu, toplananların birbirini kucaklaması lambaların gölgeliışığı altında binlerce resme dönüşmüştü, bir zamanlar mücevherlerive madalyalarıyla parlayan aristokrasinin danslarını yansıtan bu aynayüzeyler şimdi lanetlenmişlerden oluşan bir grup sefilin görüntüsünüyansıtıyordu. Grieg de, Buharin'in bundan bir yıl sonra tüm nüfuzunu yitirdiğinive ikinci bir yıldan sonra da hiçbir dayanağı kalmadığını biliyordu;ama geçen yıldan beri hapiste bulunan Buharin'in şimdi bu şekildesahneye çıkışına inanmak istemiyordu. Onun, diye sordu kendisine, Sinovyev'e,Kamanev'e, Pyatakov'a, Radek'e, Tuhaçevski'ye karşı yürütülendavalarda gündeme gelen ve ona karşı da yöneltilen suçlamalardankendisini aklayacağını mı ummuştum hâlâ, onun, faşizmin yarattığı ulu-250


sal paniği dağıtacağına ve sosyalist mantığı yeniden sağlayacağına mıinanmıştım. Şimdi Buharin'e, Lenin'in sağ koluna dünya kamuoyu önüneçıkıp kendisini Sovyet düşmanları bloğunun organizatörü olduğunusöyleten, ona hayatı boyunca mücadelesini verdiği her şeyi inkâr ettirenşey ne. Krestinski ufak tefek, zayıf yapılı, tel çerçeveli gözlüğü burnunayapışmış iki büklüm haliyle mahkemenin açılış gününde büyük bir hareketibaşardı, Grieg, onun bu hareketinin korkuyu dağıtabileceğini düşündü.Tutuklular arsında itirafta bulunmayı bir tek o reddetmişti, hiçbir zamansağcıların ve Troçkistlerin bloğunda yer almadığını söyledi, bunlarınvarlığından bile haberi yoktu ve kendisine atfedildiği gibi ne Almanlarıngizli servisiyle bağlantısı olmuştu ne de Japonların. Goya'ıun doğum yeriFuendetodos'a doğru ilerleyen Falanjistler'in kazandıkları zaferlerin haberlerigeldiği sıralarda savcı da, etrafında olan biteni algılamayan buinkarcının üzerine hücum ediyordu. Nasıl olur, diye bağırıyordu savcı,bunları duymadığınızı söyleyemezsiniz, bir zamanlar Sovyetlerin Berlinelçisi olan Krestinski neredeyse fısıltıyla, kendini iyi hissetmediğini söyleyerekcevap verdi. Grieg'in benzi atmıştı o çarşamba, bu olay çeşitli dillereçevrilerek dünyaya yayıldığında; birkaç kez aynı şeyi tekrar ederek,Krestinski'nin duruşmaları izleyebilmek için ilaç alışından söz etti. Krestinski'nino güne kadarki davalar dizisinin kurallarını kırmak için gösterdiğicesaret onun bütün psikolojik enerjisini yutmuş olmalı, dedi, diğerlerininkendisini izleyeceği umuduyla bu kararı almış olabilirdi. Bu imkândışı değildi, o iki Mart günü, her şey tersine dönebilirdi, dünya basınıtoplanmıştı, davacıları birkaç dakikalık bir şaşkınlık, hareketsizlik içindebırakarak ortak bir çağrıyla suçsuzluklarını ilan edebilirlerdi. Ama hiçbirşey olmadı, diğerleri kendi sonlarını göre göre tavırlarında ısrar etmiş,boyunları bükük öylece kalmışlardı, sorgu makinesi bu küçük arızanınüzerinden geçip gitmiş, bunu daha o anda önemsizleştirmişti, diğer sanıklarmahkemeyle işbirliğine devam etmiş ve Krestinski'yi açıklamasınıgeri almaya teşvik etmişlerdi. Üç Mart günü akşam oturumuna kadarGrieg umudunu yitirmemiş, Buharin'in bu sütunlu balo salonunda ayağakalkıp, bolşevik geçmişinin, tarihsel ve diyalektik materyalizmin verdiğigüçle durumu aydınlatmasını beklemişti. Ama o arada bize adeta bir esirmaddeden süzülerek gelen haberle Krestinski'nin itirafta bulunduğunuöğrendik. Haberi, ertesi gün siyah geniş çerçeve içinde duvar gazetesindeduyurmak üzere kelimesi kelimesini kâğıda geçtik. Kuzey cephesindekiyenilgi haberlerini vermedik, orada burada taktik geri çekilmeleri belirtmemizdesakınca yoktu, Fuendetodos ve Caspe, Quinto ve Montalban bizimkilerinelindeydi. Grieg Krestinski'nin ifadesini tekrar etti, salondakibüyük masanın arkasına geçti, benden başka sadece Hodann, Lindbaekve Marcauer oradaydı. İtirafta bulunan Krestinski'nin yerine koymayaçalıştı kendini. Krestinski'nin sözlerini kendi sözleri gibi söyleyerek anlamlarınayaklaşmaya çalıştı. Bu sanık sandalyesine çıkmış olmanın ver-251


diği utançla, diyordu, ayrıca sağlık durumumun kötülüğüyle daha da artanbir duyguyla gerçeği söylemekten aciz kaldım, ama şimdi mahkemedenifademi tutanağa geçirmesini rica ediyorum, bana yöneltilen en ağırsuçlamaları, güveni kötüye kullanma ve ihanet suçlarını işlediğimi tümüylekabul ediyorum. Bir süre ellerini önündeki masaya dayamış olaraksessiz kaldı, burada da, dedi Grieg, Cueva'da olduğu gibi uzun kızıl bayrağıcam çatıdan aşağıya galerinin tabanına kadar sarkıttık. Şimdi ben,komünist olduğumu ve kendi sonum gelinceye kadar komünist kalacağımıinançla söylemek istediğimde hâkimin sözlerini işitiyorum. Siz komünistdeğilsiniz, diye bağırıyor bu ses, siz sefil bir düzenbazsınız, insanlığınkokuşmuş bir artığısınız. Şimdi bu sözleri bir yıl boyunca yattığımhücrede, sorgu odalarında gece gündüz duyduğumu, aklımı kullanamayacaknoktaya geldiğimi düşünüyorum, ama bir şey hissetmiyorum, çoksoyut geliyor bu bana, biz onları yalnız bıraktık, terk edilmişlikleri içindebizim kavrayışımızdan uzağa düştüler, benden çok daha fazla komünizmenüfuz etmiş, eylemleriyle bunu kanıtlamış olan bu kişiler, kendilerinibırakıyorlarsa, kendilerinin eski hallerinin gölgesi bile olmamaya rızagösteriyorlarsa, kararlılıkta onların çok gerisinde, onlardan çok daha zayıfolan ben, inancımı, iç mantığımı yitirmeyeceğimi ve davada sürekliliğimikoruyacağımı nasıl iddia edebilirim. Marksist toplum biliminin engüçlü temsilcilerini, sosyalist düzenin en akıllı savunucularını, kendilerininbile tanıyamayacağı hale getiren nedir, dedi. Bu artık Krestinski değil.İsimsiz biri. Bunlar artık Rykov, Rakovski değiller. Oradaki kişi, faşist birdarbe hazırladığını iddia eden adam Buharin değil. Savcı Vişinski ona, sizdolaysız, çıplak faşizmin pençesine düşmüşsünüz, diyordu. Evet, bu doğru,diyordu Buharin. Buharin otuzdört Ağustosundaki konuşmasını bitirirken,dedi Grieg, cesaretimizi göstermeliyiz, seslenişiyle kastettiği, zamanınartık yeni bir hayat için olgunlaştığı, kültürel, sosyal, endüstriyelve politik hayatın bir bütün olarak kurulabileceği, edebiyatın, sanatınherkesin katılımıyla tüm üretimin içinden doğrudan yükseleceğiydi, benimonun sözlerinden anladığım şey, komünist bir varoluş bilincinin ilkdefa kendini açığa vurduğuydu. Peki sonra ne oldu, diye sordu, dikkatimiznerede su koyuverdi, o zaman hepimizin hissettiği şeyin bir kişininelinde parçalanıp dağılması nasıl gerçekleşebildi, her türlü itirazı imkânsızkılan bir konumu ele geçiren birinin marifetiyle nasıl oldu da çevresindekidevasa entelektüel enerjiler silindi gitti. Ne var ki, diyerek doğruldu,hepimiz mahkemelere bizim için henüz meçhul nedenlerle uymak ve bugünekadar güvendiğimiz o kişilerden yüz çevirmek zorunda kalıyoruz.Evet, dedi bir süre düşünceli şekilde durduktan sonra, biz onları, yargılananlarıyalnız bıraktık, ama onlardan da fazlasını, buradaki insanları da,İspanya davasını açan bütün bir halkı. Ümide kapılma eğilimimizle, ülkeninyöneticilerini böylesi bir şiddet uygulamaya iten olayların gelişini göremedik,şimdi kalkıp olanlara nasıl tepkili olabiliriz, seçeneği olmayan252


önlemlere şimdi hangi cesaretle çıkışabiliriz. Oradaki güç odağı oluşmasaydı,ülke artan baskı altında dağılıp giderdi, biz de şimdi burada olamazdık.Troçki'nin Fransa'da ve Norveç'te dolaştığı çevreleri tanıyordum,komünizmin tüm düşmanları onun yanındaydı, Batı'nın gerici basınıonun Sovyet devleti aleyhindeki makalelerine açıktı. Onun tek isteğibaşka bir sosyalist hayatmış, bunun ne yararı vardı, kendisini sürmüşolan gücü yok etmek istiyor oluşunun, proleter devletin iyiliği için uğraştığınısöylemesinin ne yararı vardı, onun arkasında onun sloganlarını dakullanan dünya çapındaki organizasyonlar sıralanmıyor muydu, hepsiSovyetler Birliği'ni yıkma derdindeki, hümanist liberallerden tutun dakâr düşkünü faşist ittifaka varıncaya kadar herkes. İşte sizler de, diye sözegirdi Marcauer, gerçek peşinde giderken böyle bir mahkemenin kararlarınıonaylayıp savunacaksınız. Karşı bir açıklamada bulunmayacağım,dedi Grieg. Sovyet devleti karşısındaki tehditler öylesine büyük ki yayınlayacağımızher sözü, savunmamıza etkisi açısından tekrar tekrar gözdengeçirmeliyiz. Hodann, olanların üstünü örtemeyiz, dedi, onun için bunlarıbugün bize gerekli olan ilkelere göre yorumlamalıyız. Huzursuzluğameydan vermemeliyiz, birliklere, endişe edilmemesi gerektiğini, her türlüdarbeci ve bozguncu hareketi izleyen güçlerin işbaşında olduğunugöstermeliyiz, Sovyetler Birliği'nin içerdeki karşıtlarıyla mücadele ederekdaha da güçleneceğine onları inandırmalıyız. İhanetin herkesin gözüönünde ortaya konması, insanlara yeni cesaret ve sabır kazandıran birarınmayı sağlamalı. Mahkeme karşısındaki kişi, kendi üstündeki örtüyüatarak, en azından ben zihnimde böyle kuruyorum, bu fedakârlıkla partisineve ülkesine, korkunç bir yoldan da olsa son bir hizmette bulunduğuinancını hissediyor olmalı. Sizler böylesi bir çarpıklığın savunucuları oluyorsunuz,sizler de erkek olarak erkekler dünyasından kopamıyorsunuzçünkü. Neden Grieg tek kişinin egemenliğini tüm sonuçlarıyla anlamakistemiyor. Bir kişinin böylesi devasa ve dokunulmaz bir gücü elinde tutamayacağınısöylüyor. Ama onun kişiliğiyle bütünleştirilen kültün yaratıcısıo değil ki, kült ona hazır geliyor. Onu kutsallaştıranlar, kurdukları sistemiayakta tutmaya çalışanlar. Sistemin yürütücüsünden başka bir şeydeğil o. Mahkeme karşısında sanık sandalyesinde boynunu bükenlerinhepsi sistemin kölesi, itaatin, saygının, disiplinin kurbanları. Onlar kendiyaptıkları yasaların elinde buluyorlar sonlarını, ama bu yasaları yazmamışolsalardı, hepsinin peşinde olduğu şeyi, emretme yetkisini de eldeedemezlerdi. Bir insanın böylesine yenik, böylesine bitmiş olması için çokyükseklerden düşmesi gerekir. Şevkle kendi otoritelerinin peşinden giderkenuçuruma yuvarlandılar. Onlar lider olmak istiyordu, şimdi rüştleri,onurları ellerinden alınanlar oldular. Ben bu durumda trajik bir şey göremiyorum,sadece boş hayal peşindeki çılgınlığı görüyorum. Sürününbaşındaki koçun, kabile reisinin, onlara öğrettiğini tekrar ederek kendiölüm hükümlerini veriyorlar, ağızlarındaki dil kendi dilleri değil. Grieg'e253


dönerek, sen büyük entelektüel enerjilerden söz ettin, dedi, ama bu enerjilerintek hedefi vardı, daha fazla güç kazanıp, güç yarışındakilerden birinintepeye çıkmasına çabaladılar, yükselme ilkesi onu, herkesin gıptaylabaktığı ve yerinde olmayı istediği mevkiye getirdi. Kendilerini gütmesineizin verdikleri kişinin tahtında onlar oturmak isterdi, onların dünyası, itaatten,kibirden ve aşağılanmadan oluşuyor. Sizin düzeniniz, diye bağırdı,o sütunlu salonda şahikasını yaşıyor. Hüküm verici koltuklarında sahipoldukları güçle nasıl da şişiniyorlar, alaşağı edilmiş karşıtları çaresizlikleriiçinde nasıl da eziliyorlar. Birbirlerini çok iyi tamamlıyorlar, bir yandaiktidarsızlar, bir yanda ibikleri kabarmış horozlar, birbirlerine bağımlılar,birbirlerine ihtiyaçları var, tıpkı patronla şamar oğlanı gibi. Grieg bu sözlerekarşı çıkarak Marcauer'in anarşistler gibi konuştuğunu söyledi, MarcauerParti'nin sıkı yapısını anlamıyordu. Mevkilere, kişiler arası entrikalıçekişmelerle değil, demokratik merkeziyetçiliğin seçim yöntemleriylegelinirdi. Mahkeme önündekilerin kolektif iradeden kaynaklanan kararlarıkabul etmesi de ancak buna dayanarak açıklanabilirdi. Sen de bunusavunuyorsun, dedi Marcauer, böylesi bir isteriye komünistlik diyebiliyorsun,bir insanı bu hale getirip kendi sonu için cellatlarına müteşekkirkılan şey, sizin icraat dünyanızın parçası olan işkenceyle sağlanır ancak.Sözü Radek'e getirdi, önce kendi postunu kurtarmak ve tekrar yükselmekiçin yalan ifadeler veren, sonra ataerkil lidere övgüler düzen, onuniçin her şeyi bilen, her şeyi gören, bilgeler bilgesi sıfatlarını sıralayan birçanak yalayıcı biri oluşundan söz etti, sonra, dedi, kendisi de süprüldü vekendi kusurlarını sırayla itiraf ederek yok oldu gitti. Burada gördüğümüzşey, yukarıdakilerden bir garnitür sadece, bunlar oyunu sonuna kadarsürdürenler; kendi kişiliklerinin aşağılanmasına izin vermeyenlerin, başlarınıdik tutabilenlerin, aşağıdakilerin, gerçek komünistlerin kafalarınabirer kurşun sıkıldı gözlerden ırak bir yerlerde, Krestinski'de son bir kıvılcımparıldadı, sonra onun da inandığı hiçbir şey kalmadı. Yargılananlarınkendilerine şantajı nasıl yaptırdığını görün artık. Gerçekten işlediklerisuçların hiçbirini itiraf etmiyorlar, çocuklarını, karılarını kurtarmakiçin. Başta bu davranış asilce geliyor, ama sistemin devamından başka yararıyok. Kendilerini karılarının koruyucusu diye sunarak bu güçsüzlüklerinekarşın içlerini rahatlatmak adına son bir hizmette bulunuyorlar,böylece karılarını da işin içine çekiyorlar. Kadınlar, onların ıslahındangeçtikleri bir esaret dünyasının tutsakları, kadınlar rehine görevi görebilirlerveya başka erkeklere verilebilirler. Burada olanlar, dedi, sizin içinayrıntılarda anlaşılmaz olsa da özüne bakıldığında değişmez biçimiyleçok tanıdık bir şey. Erkekler dünyası, diye tekrar feryat etti, burada kurtlarınıdöküyor. En uyanık olanlar, uyum sağlamayı en iyi bilenler dümeninbaşına geçiyor, bir beklentisi olmayanlar yaya kalıyor. Kadınlar buradasadece bir artık olarak görülüyor. Siz bana anarşist diyorsanız, şu kadarıylaanarşistim, cesaretin icazete ihtiyacı yoktur diyorum, ben de siz-254


ler gibi planlamanın gereğine inanıyorum, ama bunun sınıfsız, imtiyazsızyapılmasını istiyorum, ben de düşmana karşı sonuna kadar şiddet kullanılsındiyorum, ama bunun önüne bir öküzün koşulmasına gerek yok,şiddet en çok, bir kolektifleşme varsa etkili olur. Grieg masanın önündedurmuş donuk gözlerle bakıyordu, Marcauer, komünizmin kendi nesnelliğiniyakalayamadığını söyledi, sizlersiniz, dedi, onu duygusal, irrasyonelmecrada tutanlar. Bir şeyleri bilmediğiniz noktaya geldiğinizde inancasarılmak istiyorsunuz, yoksa yuvanızın yıkılacağını sanıyorsunuz. Sizde sanık sandalyesinde otursanız, yargıçlarınızı siz de hoşgörürsünüz,onları översiniz, çünkü onlar sizin idealinizle eş anlamlı. Pederşahilikleilgili tüm söylediklerinde sana katılıyorum, dedi Hodann. Sosyalizminülkesi de, erkek egemenliğinin karakteristiklerini bertaraf edemedi henüz.Erkekler kendi güçlerini gösterme yolunda kapitalist baskı sisteminigeliştirdiler. Proletarya içinde de kadının ikinci sınıftan sayılması geneltavır oldu, kadının yeri tüm sınıflar içinde aynı kaldı, hep itilip korkutulanoldu, sadece kriz dönemlerinde işçilik yaparak erkek yoldaşlarınayaklaşabildi. Büyük sıkıntı veya büyük umut anlannda, grevlerde, ayaklanmalarda,devrim anlarında kadın ve erkek işçiler arasındaki sınırlarkalkabildi, sistemin kendilerine verdiği imtiyazı, ortak düşmana karşımücadelede erkekler unutabildiler ancak, kadın bu anlarda eşit durumagelebildi, bildik güç ilişkileri kırılmış ve kadın yeni bir temelde ve varoluştaerkeğin yanıbaşında yerini almıştı. Bunlar geçici anlardı, Paris Komünü'ndeve Ekim Devrimi'nde görülmüştü, bu anlara hepimiz fabrikalardaki,sokaklardaki eylemlerde tanık olmuşuzdur. Sadece bazı bireylerbundan dersler çıkarıp hepimizin, tüm toplumsal katmanlardakilerin kapitalistuygarlıkça belirlenmiş olduğunu fark edebildi, sömürü sistemi,sömürdüğü erkeğin de kanma işlemişti ve normal zamanlara tekrar dönüldüğündeeski değer yargılarımıza karşı savaşmamız gerektiğini, yoksaçok çabuk bunların da geri döndüğünü çok azımız görebilmişti. Heryükselişten sonra baskı geri döndü. Ama burada, diye devam etti, Marcauerde bir hata yapıyor ve erkeğin konumunu doğadan geliyor sayıyor.Kapitalist erkek dünyasını belirleyen şey, herkesin herkese karşı kavgavermesi. Erkek sürüleri kendi mal varlıklarını diğerlerine karşı koruyorlar.Ama sosyalist devlet, insanlar arasındaki kabile çatışmalarına, uzlaşmazkarşıtlıklara neden olan şeyleri adım adım ortadan kaldırmaya başladı.Bu arada karşı darbeler de alındı, iş bölümü mekanizmaları yenidenkendini gösterdi, gerçek bir eşitlik henüz ortaya çıkmadı. Ama dışarıdanbakıp eksik olanlara veryansın etmek doğru değil, bizler kendi ülkemizdesosyalist bir düzenin ortaya çıkması için ne yapabildik ki, koşullarındeğişimine bizim ne kadar katkımız oldu ki. Tarihi değişimler süreci Sovyetdevletinde başladı, sosyal hayatta, eğitim ve kültür alanında, planlayanlayürüten, kadınla erkek arasında bizim ülkelerimizde hâlâ geçerliolan sınırlar değişti ve ortadan kalktı. Marcauer yaşanan süreçlerde erke-255


ğin dünyasını görüyor, bunda haklı da. Ama bu erkekler, bizi erkek cinsinintemsilcileri olarak ilgilendirmiyor, önemli olan onların arkalarındakiekonomik etkenler. Büyük çabalarla ve ince hesaplarla yürütülen duruşmalarıngeçerli kılmaya çalıştığı şey, Lenin'in yaşadığı dönemden gelenyaklaşıma ters olan bugünkü politikanın savunulmasıdır. Buharin, kendisininkapitalizmi getirmeye çalıştığı itirafında bulunduğunda, kastettiği,Taylorist yöntemlerle ekonomiyi canlandırmak amacıyla Lenin'in eliylebaşlatılan yeni ekonomi-politik planlarının devamı olan girişimlerdi,devlet kapitalizmi geçici bir zorunluluk olarak görülmüş ve köylüleri dahafazla üretime teşvik için bundan yarar sağlayacakları düşünülmüştü,bugün de İspanya'da Komünist Parti'nin teşvik ettiği eğilimlerden farklıbir şey değildi bu. Önemli olan, bir liderin çevresini saran gözle görülürkült değil, bunu hepimiz biliyoruz, önemli olan yukarıdan aşağıya uygulanandiktatörlük. Sorun bir ülkede sosyalizmin inşası. Avrupa'nın gerikalanından kopmuş, faşizmin tehdidi altındaki bir ülkede, kolektifleşmeve sanayileşme yoktan var edilmek zorunda, milyonları bulan kitlelersosyalist birikim için, kendilerine nerede gerek varsa orada hizmete sokulmakzorundalar. Ancak aşırı bir merkezileşmeyle elde edilebilecek buzoraki çözümlere birçok eski Bolşevik karşı çıktı. Bizler dinamik gelişmedöneminden on yıl sonra Lenin'in, bürokratizme, parti hiyararşisine, herşeye hükmeden devlet mekanizmasına karşı ve şeffaflık ve demokratikdenetim, işçilerin politikaya katılımı, kültür devriminin sürdürülmesiiçin son kavgasının onun mücadele arkadaşlarınca verildiğini görüyoruzşimdi. Sizler de Brecht gibisiniz, dedi Marcauer, birçokları için eleştirininvicdanı olan bu insan, hocası Tretyakov'u aşamamıştır ve süreç içindeadaletin tecelli ettiği ve devasa bir entrikanın su yüzüne çıkarılıp gereğininyapıldığı düşüncesine bağlıdır. Eğer yeni kuşakların çıkıp başlananısürdüreceği düşünülüyorsa, artık ömrünü tamamlamış ve dejenere olmuşşeyleri yolundan temizlemesi bekleniyorsa, o zaman sizin susmanızonay demektir. Eğer uygulanan terörün farkındaysanız her devrimdekigelişimin böyle olduğuna sığınıyorsunuz demektir. Sovyet devletini kuranlarınbirbiri ardına yıkımına tanık oldunuz. Onların halk mahkemesidenen, ama liderin bir aracı olan mahkeme önünde aşağılanmasına rızagösteriyorsunuzdur. Eğer hayatta olsaydı, Lenin de bu mahkemede yargılanırdı,Krupskaya da her tür hakarete maruz kalmadı mı. Marcauer'inne demek istediğini ancak daha sonra anladım. Bütün bunlar, Lenin artıkhayatta olmadığı için mümkün olabilmişti, şimdi hareketin kendi mahvınaneden olan bu gelişmeleri durdurabilecek tek insan Lenin'di, ölümündenönceki tüm yazıları, mektupları, notları bundan söz ediyordu. Amabirden aklıma beni huzursuz eden soru takıldı, kadın ve erkeklerin birliktedövüştüğü savaşın ilk aylarında Luxemburg Taburu'nda yer alan ve SierraAlcubierre'de yaralanan Marcauer'i ölüme göndermek üzere ele verebilirmiydim. Böyle bir düşünceyi kabul edemezdim. Ama insanların256


ir yoldaşlarının götürülmesine hiçbir itirazda bulunmadan seyirci kaldıklarını,bunun Parti'nin selameti için gerekli olduğunu söylediklerinikaç kez görmüştüm. Bu tartışmanın verdiği eziklik birkaç gün sürdü, Mewisgeldiğinde, Buharin yaptığı açıklamalarda sabahtan akşama büyükçelişkilere düştüğünde, Goya'nın da evinin bulunduğu Fuendetodos köyü,dağın dik yamaçlarının eteğinde yer alan herkesin ortak kullandığıbir kaynağı bulunan, duvarları kaba taştan, sokakları dar, çevresi, tek tükçayırlıkların yer aldığı kumlu bir toprağa sahip bu köy düşmanın elinegeçtiğinde ve Fransa Pirene sınırını havaya uçuracağını ilan ettiğinde aynıduyguyla boğuşuyordum. Artık mücadelem kendi hayatım için değil,diyordu Buharin, Mewis on üç Martta planlanan Valencia toplantısınınson hazırlıklarını yapmak üzere Barcelona'ya doğru yola çıkmıştı, Buharin,benim hayatım zaten yitmiş durumda, mücadelem şimdi adım için,tarihteki yerim için, derken. Mewis bende kafamı bulandıran izlenimlerbırakmıştı. Bir Hodann'ın, Grieg'in veya Münzer'in çokyönlü ve karmaşıkkarakterleriyle karşılaştırıldığında, soğuk kanlı, konunun gereği içindekalan, politik göreviyle bütünleşmiş biriydi. Sadece bir an bana birazyaklaşmıştı. Bana neden hâlâ Parti üyeliği için başvurmadığımı sordu.Cevap vermekte zorlandığımı gördüğüm zaman anladım ki sözleri hedeflive düşünerek seçilmişti. Yine kafamı, Parti'nin çıkarları arkadaşlarımdanbirinin götürülmesini gerektirse ne yapacağım sorusu meşgul etti.Parti'nin ilkelerine ve hedeflerine itiraz etmeyi aklımdan geçirmiyordum.Parti benim için mücadelemizin dolaysız bir aracıydı hep. Benim sınıfımınpartisiydi. Üyelik kaydım olmasa da kendimi Parti'nin üyesi olarakgörüyordum. Parti üyeliğinin getireceği, çoğunluk kararlarına tabi olmakbenim için gönüllülükten ve bağımsız düşünmekten vazgeçmek demekdeğildi. Ama hiçbir zaman aklın ölçüsünden uzaklaşılmamalıydı,metafizik talepler gündeme gelmemeliydi. Benim mutlak bütünleşme düşüncemeters düşen belirsizlikler doğmuştu. Ama Parti aynı zamanda diyalektiğinpartisiydi. Gününü tüketmiş, ortodoks unsurlar girmişti Parti'ye,ama aynı zamanda genç, değişim potansiyeli içeren, yönünü geleceğeçevirmiş güçler de Parti'nin içindeydi. Parti'de katılık, sertlik, disiplinde vardı, uyanıklık ve hayal gücü de. Karşıtlıklar bir sentezde buluşturulabilirdi.Mewis'in sanki öylesine yönelttiği sorunun cevabını ertelemekgerekiyordu. Olaylar, bizim durup değerlendirmeler yapmamıza fırsatvermeyecek bir hızla gelişiyordu. Daha başka gelişmeleri izlememiz gerekiyordu.Üstüne üstlük mahkemedeki şu karanlık, mantığı belli olmayansuçlamalar gelip duruyordu, darmadağın açıklamaların enkazı arasındabelki rehabilitasyona kapı aralayabilecek dürtüler arıyorduk. Tutuklularınmahkemede kullandıkları dildeki deyişlerin tuhaflığına tanık oluyorduk,bazıları pek anlaşılır olmayan, bazıları da imalar, benzetmeler içerensözlere. Buharin sözü Hegel'e getirmişti, savcı, siz bir haydutsunuz, filozofdeğil, diye bağırıyordu, bunun üzerine Buharin, tamam haydut bir fi-257


lozofum, demişti. Bu tabir ona çok uygun, dedi Hodann, yoldan sapandüşünce haydutluktur. Kendisini Aisopos gibi sunuyor, egemenlerin, bildikleriniyayarsa ölümle tehdit ettikleri Aisopos. Bir gün, dedi Hodann,eğer arşivler açılırsa ve inceleme yapabilirsek bu köle dilinin anahtarınıbuluruz. Sözleri sonraki kuşaklara yönelik onun. Parti yönetimi hakkındasert ve karalayın konuşmalar yaptığını kabul ederken dikkati kendi savunduğualternatife çekiyor. Hain olarak damgalanması, kendini hainilan etmesi bolşevikliğiyle eşanlamlı, böylece bolşevikliği Parti'nin şimdikibiçiminin karşısına yerleştiriyor. Kendi eylemlerini sürekli illegal olarakniteliyor ve bu illegalliği vurgulamasmdaki inatçı tutum, onun eylemlerininsadece bir açıdan illegal olacağı, kendisi için bunun muhalefetve legalite ifade ettiği konusunu akla getiriyor. Aynı şekilde devlet düşmanıbir bloğu hazırlama, geliştirme ve yönetme konusundaki ısrarlı vurgusu,başka bir anlayışa yönelme gereğinden kopmadığına işaret ediyor.Kendi girişimini, Vişinski'nin defalarca şiddetli karşı çıkışlarına rağmentekrar tekrar saray devrimi olarak niteledi. Bu eski çağlara ait ve sosyalistbir devletle ilgisi olamayacak bir kavram. Ama tam da bu yüzden bu benzetmeyikullanıyor. Kendisinin temsil ettiğini düşündüğü bilimselliklegeriliği kıyaslıyor böylece. Ama, diye sordum, bu türden anlam karmaşasıylaneyi amaçlıyor, yitireceği bir şey kalmamışken söylemek istediğinineden açık söylemiyor, anlattığı kıssaları sabırlarını yitirmek üzere olanlarınyorumlamasına fırsat tanıyor. Grieg, herhalde görmüş olmalı, dedi,bir mahşerin ortasında durduğunu, ona kulak veren bizim gibilerin, farklıbir anlamaya hazır olacağımızı varsaymış olmalı, bizim de ondan, ortakbir dilde, doğrudan anlaşılabilir sözler söyleyeceğini beklemediğimizidüşünmüş olmalı, yapabileceği şey, sadece bilmece ortaya atmak, çünküaksi halde susması gerekir. Sonra o on üç Mart günü bahçede yürüyüşeçıktık, sahil boyunca yukarılardaki Ebro'ya kadar her yeri kaplamış olanportakal ağaçlarının çiçeklerinin, Arapça ismiyle azaharların havayı dolduranbayıltıcı kokusunu içimize çekerek. Davadan kulağımızda çınlayansözler kadar şimdi Grieg'in Buharin'in oğlundan söz etmesi de garipti.Buharin'in oğlu Yuri büyük edebiyat kongresi olurken dünyaya gelmişti.Grieg, Buharinlerin evini ziyaretten, onun genç karısından, aralarındakiince davranışların dışa vurduğu sevecen ilişkiden söz etti, bir deoğlundan, burada kullandığı özel ifade sürekli kafamda dönüp duracaktı,oğlunu taparcasına seviyordu, dedi Grieg, bu sözcük grubunun aşinalığı,basmakalıplığı, sabitliği, o akşam üzeri bahçede dayanılmaz bir anlamkazanmıştı, cümle havada asılı kalmıştı, Grieg birden durmuş, başını iyicearkaya kaldırmış, yüzünü göğe dönmüştü, Hodann'ın yüz ifadesi gülümsemeyeyakındı. Bu koku için, insanın algı yeteneğini güçlendirir denir,tüm dışsal şeyler geri plana atılıp önemli olanlar öne çıkar. Bundandolayıdır ki, diye devam etti gülerek ve öksürerek, Ejercicios Espritualesgibi dini görevler de özellikle bu narenciye koruluğunda eda edilir, rahip-258


lerin cennet ve cehennem vaazlarına kulak verirsek, içinde bulunduğumuzEjercicios Esprituales haftası tam bir suskunluk içinde geçirilmeli.Ama bizim zihinsel meditasyonlarımıza Alman ordularının Avusturya'yagirdiği haberi karıştı, Schuschnigg hükümeti istifa etmiş, ülke Almanlar'ıneline geçmişti. Viyana'da gamalı haç bayrakları dalgalanmış ve Yahudimahallelerine saldırılarak yağmalanmıştı. Biz düşman karşısındaBelchite'yi kaybettiğimiz haberini henüz vermemiş, ama kendi başarılarımızdan,Madrid'in kuzeybatısında, Guaderrama dağlarında elde edilenbaşarılardan söz etmiştik, Vişinski'nin, sosyalizmin en üst düzeyde savunulmasıgerektiği çağrısını panoya büyük bir yazı olarak astık, bu sözlerbu durumda Buharin'in ensesine kurşun sıkılması anlamına geliyordu.Bu sözleri izleyen alkış tufanı Grieg'e bir kere daha otuzdört yılının yirmisekizAğustosundaki tezahüratı düşündürdü. O zaman, diye sordu,Buharin bireyselliğin gelişimiyle neyi kastetmişti. Bununla kastettiği, diyedevam etti, insan devrimin özünü, tüm yaşamın değişimini ancak kendikişiliğine bütünüyle sahipse dışarıda ve iç dünyasında yakalar ve gerçekleştirebilir.Lenin'in, Parti'nin sevgilisi dediği Buharin elindeki küçükmürekkep kalemiyle, savunması için notlar almakla meşguldü hâlâ, o sıradaQuinto ve Montalban kentleri düştü, İtalyanların Kara Ok Tugayları,yabancı lejyonlar, Mağripli birlikler Cumhuriyetçilerin hatlarını yardılar,dünya basını Alman bombardıman uçaklarının attığı bambalarm gümbürtüsüarasında İspanya'da iç savaşın sona yaklaşmakta olduğunu duyurdular.Buharin'in on iki Mart akşamı saat altıda söylediği son sözlerAvusturya'ya giren altmış beş bin askerin postal seslerinin arasında kayboldu.Şimdi gelişmeler dakika dakika bildiriliyordu, öğleden sonra saatdörtte Avusturya kökenli şahıs Inn Nehri'ni aşıyor ve doğduğu Braunaukentinden geçip kitlelerin kendisini beklediği Linz'in pazaryerine doğruyol alıyordu. Buharin bir saat konuşmuştu, sözlerimi bitirmeden, dedi,ülkemin, Parti'nin, tüm halkın önünde saygıyla eğiliyorum. Belediye binasınınbalkonunda Himmler denen kişi görünmüştü bile, gururluyuz,diye sesini yükseltti, Führerimizi yaratan bu toprak parçası kurtarılıp Almantoprağı olarak yeniden büyük vatanın parçası haline geldiği için. VillaCandida'nın büyük salonu tıklım tıklım doluydu, karanlık bahçeye bakanpencereler açıktı, dinleyicilerin yüzleri kayış gibiydi, ağızları bıçakaçmıyordu, gözler kısılmıştı. Onların çoğu Almanya, Avusturya, Çekoslovakyakökenliydi, diyalektleri farklı bu insanlar radyodan çıkan seslerinait olduğu dili konuşuyorlardı, politik faaliyetlerini illegal yürüttükleriyıllar vardı geride, bazıları hapis yatmıştı, birçoğu uzun zamandan berisürgündeydi ve şimdi hepsi ideolojik kavganın bu dilin ortasından çektiğiayrım çizgisini duyumsuyorlardı. Her kelimeyi anlıyorduk, ama yinede, bu sözler düşmanın ağzından döküldüğü için, sanki önce tercüme etmemizgerekiyordu, daha önceleri kendi ülkemizde yaşadığımız dönemlerdebu cümleleri duymuştuk, aynı cümleleri önce tek kişi haykırıyor,259


sonra kitle böğürerek tekrar ediyordu, spikerin sesinde heyecanın verdiğiiç çekmeyi duyduk ve çevresindeki hayran insanların yüzlerini gördük,eski çalıştığımız yerleri, kantinlerdeki, paydostan sonraki konuşmalarımızıdüşündük, bu konuşmalarda henüz önünü arkasını düşünmediğimiz,pratik gereksinimlere dayalı sözler geçiyordu, o zamanlar henüz bizleriçin ortak şeyler olan aletler, makineler, evler, sokaklar vardı, belli faaliyetlerlebirbirimize bağlıydık, ama sonra yeni düzenin sloganları bizimdil çevremize de girdi, konuşma ve anlaşma olanakları azaldı. Güvensizlikortamı oluştu, konuşmalar izlenmeye başlandı ve toplum suskunlaştı,bizi ilgilendiren konuları sadece en yakın çevremizle konuşuyorduk. Yinede dildeki bu yarılma kök salmış gibi görünmüyordu bize, çevremizigündelik sözler dolduruyordu, çocukların, komşuların konuşmalarınıduyuyorduk, dükkânlara giriyorduk, kütüphaneleri, müzeleri dolaşıyorduk,her şey hâlâ çok yakındı, dildeki çarpıtılmanın insanların içine işlemediğikanısındaydık, işçiler demagogların terminolojisinden uzak kalabilmişlerdi.Ancak şimdi, dışarıdan, şimdi bulunduğumuz yerden bakınca,çirkinliklerin bir salgın hastalık gibi insanların derinine nüfuz ettiğinigördük. İnsanların içinde düşünme ihtiyacını yok eden bir boşluk oluşmuştu,kendi durumlarını görme ve müdahale gücünden yoksun olanlarıniçindeki bu boşluk şimdi başka bir şeyle doluyor, tesellilerini oradabuluyorlardı, şimdi okunan ve söylenen her şey insanların kendilerini aldatışlarınıgözler önüne seriyordu. Pasifliğin ve felç olmuş bir düşünceninbelirlediği bir hayat tarzı, dilde kendini gösteriyor ve bu dille bizimyanımızsıra taşıdığımız dil arasında bir uçurum açılıyordu. Radyo muhabiripazaryerinde çok sayıda evin penceresinde ışık yandığından söz etti,dava dostları, Partililer oturuyordu bu evlerde, ama, dedi, karanlık birkaçpencere var hâlâ, buralarda halk düşmanları, Yahudiler oturuyordu, herkesbunların adreslerini kafasına yazmalıydı. Sonra birden bir kahkahakoptu ve aşağıda bekleyen kitleye yayıldı, işaret edilen karanlık pencerelerinbazılarında da ışık yanmıştı şimdi. Boşluk girdabından çıkıp bizeulaşan bu kahkahalar, bu cehennem kahkahaları bizim kitle gösterilerindentanıdığımız o kendini tatmin eden yaygaradan, o körleşmeden farklıydı,bu bir esriklik haliydi, başka insanların kanını ve ölümünü istedikleribir ayindi. O an faşizmin, karşımıza dikilen faşist gücün korkunç boyutlarını,dağ gibi yükselişini ve daha da yükseleceğini gördük, bu gücünkarşısında durabilmek boyutlarını şimdiden kestiremeyeceğimiz bir karşıkuvvet gerektirecekti. Bizim küçük İspanya kalemiz bir ada haline gelmişti,giderek daralan savunma hatlarında sadece kendi varlığımızı savunmaklakalmıyorduk, bunlar gelmekte olan büyük savaşın da ön çatışmalarıydı.Sekize on kala pazaryerine azgın yıkıcı gücün başındaki komutanıngelişiyle alevlenen tezahürat, onun şimdi belediye binasının balkonundagörünmesiyle yerini, kehanetin gerçekleşme ânını bekleyen kitleninbüyük sessizliğine bırakmıştı. Avusturya'nın yeni valisi Sey, Inqu-260


art, karşılama törenini Saint Germain Barış Antlaşması'nın on yediye seksensekizinci maddesinin geçersizliğinin ilanıyla birleştirdi, böylece bindokuzyüzondokuzdaimzalanan bu anlaşmayla Avusturya'nın güvencealtına alınan bağımsızlığına son verilmiş oldu, kitlenin meydanı doldurantezahüratının ardından badem bıyıklı zat tüm dünyaya seslendi, erkekedasıyla çınlayan sesi önce iyice genizden, sonra biraz boğuk çıkarkengiderek yükselerek kulak tırmalayıcı bir tonda çıkmaya başladı. Görevehazır olma ve tavrını alma, fedakârlık ve geçmişe saygı, vizyon vegeleceği inşa, görevlendirilmiş olma, yükümlü olma, inançlı olma ve kendinifeda edebilme, yaratma ve sahip çıkma, bunlar onun sentaksının sarmaladığısimge kavramlarından bazılarıydı, kitlenin en önemsiz şeyleribile kulak patlatan bir tezahüratla karşılaması, onu üstün insan katına çıkarıyordu.Ses kutusuna elini değdiren biri azgınlığın titreşimlerini hissedebilirdi,biz o an o kalabalığın içinde sessiz duran ve yumruğunu sıkanlarıdüşündük, ölümü içinde taşıyan bu krallığın içinde henüz güçsüz öyleceduranları. Henüz kendi dillerinin parçası olan sözleri sarf etmemekve kendilerini ele vermemek için ne kadar da dikkatli olmaları gerekiyordu,köşeye sıkıştırılmış, dile hayatiyet kazandıran kavramları kendilerinesaklamak zorunda kalmışlardı. Bizlerden illegal çalışma için ülkeye dönecekolanların da sürekli dikkatli olmaları, düşüncelerinin yansıması olandilin her an bir provokasyona dönüşebileceğinin bilincinde olmaları gerekirdi.Herhangi bir şekilde bir iletişimin olanağı hâlâ var mıdır, diye sordukkendimize, orada Sieg Heil diye böğürenler bir gün yine düşünmeyebaşlayabilirler miydi, kendilerine ne olduğunu bir gün görebilirler miydi.Bu gece kavramaya başlamıştık bu mücadelenin ne denli geniş bir zamanayayılabileceğini, bugüne kadar sadece silahlı mücadeleyi düşünmüştük,oysa düşünce alanında da aynı şiddette siper çatışmaları yapılmasıgerekecekti, kelimelerle, açıklamalarla şaşırtmalı yollardan düşmanınmevzileriyle sıcak temas kurmamız, askeri harekâtlardaki gibi düşmanıgeri atma planları yapmamız gerekiyordu. Politik önderliğin, Parti saflarından,sendikal organizasyonlardan geriye kalanlarla bağı koparmamaya,onlarla gizli köşelerde buluşup kendi görüşlerimizin ve kavrayışlarımızınürünü olan dili konuşmaya neden böyle önem verdiğini şimdi dahaiyi anlıyorduk. Bu dile hâkim olan birçokları yurtdışına çıkmıştı, oradakiçalışmalarında saldırganlığın paralamadığı, despotluğun çarpıtmadığı,ahlakı bozulmamış cümle dizileri üretmeye devam ettiler. Bir edebiyatgeleneğinin korunduğu bu yapıtlar dilsel kökenin ülkesinde her yerikanser gibi saran çılgınlığın dışında kalmıştı, ama, diye soruyorduk kendimize,şu anda içinde bulunduğu boşluk girdabında köprü kurup, algılamabecerileri her gün biraz daha yıkılanlara ulaşabilecek mi. Buradatüm dış etkilere rağmen aşınmayan temel değerler fikrine başvuruyorduk,şartların değişmesi durumunda bilincin koşullara boyun eğeceğim,değişimi izleyeceğini, önemli tarihsel olayların zihinsel blokları da çöze-261


cek güce sahip oluğunu ileri sürüyor, dışarda yalıtılmış bir varoluş sürdürenbizlerin eylemlerimizin tutarlılığına özen gösterdiğimiz gibi şu andaiçerde bulunan, kuşatılmış binlerin, Coppi, Heilmann gibilerinin de yenigelişmeler umudunu gizli de olsa yaşatmaya devam etmek için becerilerinidaha da geliştireceklerini, düşüncelerimize çıkış noktası yapıyorduk.Ama düşman saldırılarına daha yeni başlamıştı, Avusturya'yı almış, yenitehdit salvoları Çekoslovakya'ya, Danzig'e yönelmişti, Batı güçleriyse butiratlar karşısında uyanmıyorlardı, hatta bu tarzı anlayışla karşılıyor gibiydiler,kendi geçmişlerinden yayılma, kendine mal etme, sömürgeleştirmeisteklerinin yabancısı değillerdi, ingiliz ve Fransız diplomatlarınınkarşısında bir çılgın yoktu, düzencilikte ve şaşırtma manevralarında onlardanbile üstün olan bir rakiple karşı karşıyaydılar, ekonominin bekçileriniilgilendiren, bir eziyet ve cinayet rejimini durdurmak değil, kendikârlarını güvence altına almaktı, kendi pazarlarını ellerinde tutabilselerve Almanya'nın gasp hırsı sadece Doğu'ya, yeraltı zenginlikleri bol olanSovyet Cumhuriyetlerine yönelse her türlü tavizi vermeye hazırdılar. Bunedenle köleleştirme ve sömürü girişimleri karşısında sadece aymazlıkdeğil, entrika ve komplolar da bu güçlerin marifetleri arasındaydı. Bu durumda,birlik çağrısı yapanların sesleri duyulabilecek mi, diye kendimizesoruyorduk. Yarın Valencia görüşmelerinde bir sonuç bildirgesi yayınlansabile bu pek bir şey ifade etmezdi, üstelik Sosyal Demokrat önderler İspanyaCumhuriyeti'nin savunulmasına karşı çıkmışken ve Sovyet devletikarşısında burjuvazinin konumunu benimsemişken. Yıllardır işçi sınıfınınbütünleşmesi aleyhinde çalışmış olan sosyal demokratlar, şimdi Sovyetlerdeyaşanan krizle arasına mesafe koyanların temsil ettiği alternatifigönül rahatlığıyla benimseyebilirdi. Sovyetler Birliği'nin Askeri Yüce Divanıakşam saat dokuz buçukta karar için değerlendirme yapmak üzeregörüşmeye çekilmişti, Blum, hükümete katılımlarını İspanya'yı desteklememekararının devamı önkoşuluna bağlayan Radikal Sosyalistler 18 koalisyongörüşmelerini yürütüyordu, Blum'un desteğini almak için görüşmetalebinde bulunan Negrin ise onun cevabını bekliyordu, bu aradaAvusturya'nın fatihi, yeni eylemleri için güç toplamak üzere, bizde karanlıkduygular uyandıran ve kurt yuvası dediğimiz Linzer Hotel'deuyuyordu. Pazar sabahı Moskova saatiyle sabah dörtte, projektörlerinsert ışığıyla aydınlatılmış sanıklara film kameralarının motor sesleri arasındakararlar okundu, çabucak olup bitti, ne bir iç çekme, ne bir çığlık,bir bayılma, kararın ardından her biri iki yanında iki askerle çıkarıldılar,son olarak da Buharin soluk benzi, aklaşmış sivri sakalıyla Lenin'i andırıyordu.İdam mahkûmları şafaktan önce soğuk karanlığın içinden geçerek18 Radikal Sosyalistler: 1901 yılında kurulan bir Fransız partisi (parti republician radical et radical-sozialiste).1958'e kadar Fransa siyasetinde etkili olan Radikal Sosyalistler Fransız Devrimi'ninJakoben geleneğine dayanmış ve sınıf savaşma karşı çıkmış reformcu bir partidir.(Ç.N.)262


Lubyanka Meydanı'ndaki şaşaalı binanın pencereleri duvarla örülmüş altkatına götürüldüler. Grieg beyaz beyaz parıldıyan denize dikmişti gözünü,Braunauer unutulmaz olayın verdiği huşuyla susarak Leonding mezarlığındaanne babasının mezarı önünde duruyordu, yeni Blum hükümetiİspanya Cumhuriyeti'ne her türlü desteği reddetmişti, bizimkilerintuttuğu Caspe'nin geri hatlarında Milliyetçi Ordu'nun takip kolları ilerliyorduve Valencia'dan bir haber yoktu. Ancak günler sonra, Caspe düştüğündeve Barcelona'ya yapılan hava bombardımanında binlerce insan öldüğündeve Falanjistler Tortosa ve Vinaroz önlerine geldiğinde toplantınınsonuç bildirgesi yayınlanıp birliktelik çabalarının sürdürülmesi çağrısındabulunuldu, ayrıca öğrendiğimize göre Mewis ve Parti'nin başka yöneticikadroları Paris'e dönüp yeraltı örgütlenmesini yürütmek üzere yolaçıkma talimatı almışlardı. Biz geride kalanlar bodrum katlarında kurşunadizilenlerle daha fazla ilgilenmedik, şimdi kimse haklıyı haksızı,ölüme gidenlerin suçlu veya suçsuz oluşunu düşünmek istemiyordu,kimse yapılan yanlışları, hesap hatalarını, paranoyaları ele almak istemiyordu,dünya Avusturya'nın Almanya'ya ilhakını sessizce kabullenmişken,Sovyetler kendi savunmasına yoğunlaşacağı için silah sevkıyatınıazaltmak, burada ülkemiz parçalanmak ve yıkımlara uğramak üzereyken,ilgimiz ancak bir sonraki adıma yönelebilirdi, şu anda düşüneceğimiz tekşey, son güçlerimizi seferber edip tüm Avrupa nihai çatışmanın içine sürüklenmedenönce imkânsız bir dayanma gücüyle zaman kazanmaktı.Yaz aylarında Grieg bölgeden ayrıldı, Marcauer tutuklandı, Hodann'ınyine şiddetli nöbetleri tutmuştu, benim içimde ise, henüz adınıtam koyamadığım, ancak gelecekte uğraşabileceğim bir uğraşın temelleriyer ediyordu. İçimde uyanan bir ses, yaşadığım deneyimleri ve düşüncelerimidile dökebileceğimi düşündürüyordu. Sözler veya resimler, hangisiuygun düşerse, ifadenin aracı olacaktı. Bu niyetimin gerektirdiği adımlarışimdilik atabilecek durumda değildim, gelişmenin önü öylesine tıkalıydıki bu konuya değinmem bile kendini bilmezlik anlamına gelirdi.Sözgelimi Cenevre'deki komisyonlarda gönüllülerin İspanya'yı terk etmesiyolunda bir karar çıkarsa nereye gideceğimi bile bilmiyordum. İçimdebaşlayan süreç, sürekli biri diğerinin yerini alarak bana yaklaşan insanlarıneseriydi. Onların sesleri, yüzlerindeki ifade, bazen tek bir bakış,bir eda, küçük bir söz, acılarına katlanışları, zayıflıktan güven verici halegeçişleri, derinlerde gizli, ancak yavaş yavaş kendini gösteren, gösterdikçede birinden diğerine sirayet eden bir karakter, hepsinin kumaşı; tümbunlar mükemmelliğini kendi içinde taşıyan bir dokuya dönüşüyorduağır ağır. Bunu dile taşımak kolay görünüyordu, ben henüz boş bir kâğıttım,göstergelerin kendiliğinden birbirine eklenmesini beklemek duru-263


mundaydım, ilkgençlik yıllarımda oluşmaya başlayan bu ânın algısını yenidenduyuyordum. Karşıma çıkan bu görevi kendim için yapmayacaktım,bu benim için, başkalarının da içinde hareket halindeki bir kuvvetti veherkesi bir aydınlığa doğru itiyordu. Bu hep birlikte sahip olduğumuz birkeskin algıydı. Bizim feda edildiğimizi biliyorduk ve inanılmaz bir tekniküstünlük karşısında ayakta kalmamızı sağlayan da bunun farkında oluşumuzdu.Fransa başbakanı Blum'un çapsız hükümeti kendi içinde çöktü,Daldier Fransa'da Halk Cephesi'nin son girişimlerini de yok etmişti, İngilizdelegasyonu kendi ihanetlerini hazırlamak üzere Çekoslovakya sorununuinceliyordu, Chamberlain İtalya'yla Akdeniz'in korunmasını amaçlayanbir pakt imzaladı, tüm Avrupa arkasına da Birleşik Devletleri alarakzaferi kazanacağını bekledikleri Franco'ya yanaşarak dostluk anlaşmasıiçin avantajlı koşullar elde etmeye çalışıyordu, Sovyetlerden gelen açıklamalarda Caudillo'ya karşı barışçı mesajlar veriyordu. Her şeyi kabullenmişdurumdaydık ve tüm olanlara cevap olacak hazır gerekçelerimiz vardı,İspanya satranç tahtasında, daha yüksek çıkarlar için sürülen bir figürdü,zora girmiş olan Sovyetler Birliği'nin kendi güvenliği ve Fransa ve İngiltere'yleittifak çabalarını sürdürebilmesi için İspanya'nın harcanmasıgerekiyordu. Ehrenburg'un bir makalesinde Falanjistlerden yurtseverlerdiye söz ettiğini, Litvinov'un Milletler Cemiyeti önünde İspanya sorununuİspanyolların kendi içlerinde çözeceğini açıkladığını duyduğumuzda,bundan silahları bırakmamız talebini çıkarmıyorduk, tersine düşman güçlerininkarşısında dayanmak ve Sovyetleri zor durumda bırakmamak içinbir kat daha enerji harcamamız gerektiğini anlıyorduk. Savunma irademizne kadar güçlüyse, Batı ülkeleri üzerine yapacağımız baskı da o kadargüçlü olacaktı, basını izleyince de, bizim her türlü dayanağımızın alındığı,ülkemizin feda edilmesine karar verildiği görülebildiği için hepimiz butopraklara sıkı sıkıya yapışmıştık ve Tugayların birlikleri önlerinde fazlazaman kalmadığı bir dönemde bu ülkeye gelirken umdukları zaferi yenidenönlerinde gördüler. Ebro'daki hücumumuz başladığında, savaş tümAvrupa'yı sarana kadar düşmanı gerçekten de durdurmayı başarabileceğimizve böylece Alman ve İtalyan kuvvetlerinin çekilmesinin sağlanabileceğidüşüncesi uyandı. Kuvvetlerimiz Villalba ve Gandesa'ya kadar ilerlediktensonra hatların sağlamlaştırılabilmiş olması bizim hâlâ yedek enerjileresahip olduğumuzu göstermişti ve hâlâ son dakikada da olsa faşizmekarşı birleşik cephenin ortaya çıkacağı düşüncesine sarılmıştık. Bunun biryanılsama olduğunu düşünmek kendi ilkelerimize ihanetten farksızdı.Yaptığımız her şey ortaklıklar düşüncesine dayanıyordu, önümüzde birülkeden diğerine enternasyonalizmin yükseldiğini görüyorduk. Çevremizdekidayanışmanın geliştiğinden böyle emin olmasak güçleri yarıyakadar azalmış taburlar ve Halk Ordusu'nun İspanyol birlikleri nehri vedüşmanın mevzilerini geçemezdi. Bu hareketlerimiz düşünce ve eyleminkaçınılmaz birliğiyle, zoraki uyumuyla birlikte yürümüştü. İnsanlar ha-264


yatlarını tereddüt etmeden ortaya koyuyordu, yaralanıp cephe gerisinedüşenlerin bazıları belki uzaklardaki dayanaklarını düşünmeye başlıyorlardı,ama hemen tekrar savaş meydanındakilere bağlanıyorlardı. Biz deburada, tasfiyesi kararlaştırılmış olan bizim hastanede, bazılarının dalıpgittiklerine tanık oluyorduk, bakışları boşalıyor, yüzleri donuklaşıyordu,ama sonra birden diğerleri onları yanlarına katıp yeniden olayların içineçekiyorlardı. Herkesin Tugaylar'la katılma nedeni başka olabilirdi ya daherkesin zayıflık gösterdiği, cesaretinin kırıldığı anlar olabilir, bazıları kendileriniyollarını şaşırdıkları ya da bir kabahat işledikleri için suçlayabilir,hatta tümüyle ipin ucunu kaçırabilir, bu yüzden de bizden kopabilirlerdi,ama bütün bu insanlar burada toplanan kuvvetin bir parçasıydı. Herkesyaşadığı ortamda bir şeylere dayanamayıp kendi çevresinden kopmuştu,herkes ayrı bir nedenle belirsizlikler içine düşmüştü, ama buraya geldikleriandan itibaren de yeni bir başlangıç yapıp aynı nedenlerle yeni bir bütününparçası olmuşlardı. Daha önce farkına varmamış olsalar bile en azındanbu yaz görmüşlerdi, köklerinin birbirine ne kadar kaynadığını ve birbirlerinene kadar yakın olduklarını. Bazen birileri ani bir sarsıntı geçiripsalt kendini koruma adına gruptan kopsa, dürtülerine esir düşüp birlikteolduğu insanları aldatsa, bu yüzden kendini çekse veya gruptan ayrılmakzorunda bırakılsa bile bu durum bütünlüğün zayıf olduğu anlamına gelmiyordu,bu tür durumlar bize, insanın kendisiyle uyumlu kalmasının nekadar güç olduğunu, her birimizin sadece kendimizi kontrol etmemizinyetmediğini, herkesin de her bireye nüfuz etmesi gerektiğini gösteriyordu.Burada değişmez bir ilkeyle birbirinden sorumlu olması gereken bizim gibilersöz konusu olduktan başka, hepimiz her yönden birtakım kötü etkileremaraz kalıyorduk, yorgunluk göstermek ve psikolojik olarak yıkılmakhepimizin yaşayabileceği bir şeydi ve onların hali bize hiç de yabancıgelmiyordu. Villa Candida'da harita üzerine oklar ve kırmızı çizgiler çekerken,minik bayraklı topluiğnelerin yerlerini değiştirirken numaralı tepeler,Fayön ile Tortosa arasında kalan Ebron bölgesinin yerleşim yerlerive yollar birbiri ardına karşıma çıkıyorlardı. Bir ay sonra, Eylül başında busağlık merkezi boşaltılıp yaralıların güneye sevki tamamlanınca cepheyegitmek için Valencia'da askere alma bürosuna başvurup silahlı birliklereyazılacaktım. On beş Nisan'da Cumhuriyet Vinaroz hattında bölündüktensonra harita üzerine düşman kuvvetlerinin ilerleyişini göstermek için cetvelleçizdiğim tarama o günden bugüne belirgin ölçüde genişleyerek Castellön'ungerisine kadar gelmişti. Sagunto yönünde gelişen ve Valencia'yıtehdit eden düşman hareketleri her seferinde püskürtülmüştü, kuzeybatıcephesinde de kabaran bir yarım ay içinde başkent elde tutuluyordu. Haritayabakarken ülkemizin yaralı bereli, yüzü gözü şişmiş, perişan bedeninigörüyorduk, göğüs kısmından sargı geçirilmiş, üst tarafta kafa ve boyunbölgesinde üst üste darbelere maruz kalmıştı. Yollar sinir iplikleri gibiMurcia, Almeria, Albacete, Cuenca yönlerine dağılıyordu, hükümet mer-265


kezi Barcelona bizim için erişilmez olmuştu, ama Madrid'in nabzı hâlâatıyordu ve deniz yönündeki açıklığı hâlâ hissediyorduk. Gözüm çatışmalarınmerkezine kaydı, Denia bölgesi de suskundu, ama çekilen birlikleringerisine yapılan top atışları duyuluyordu, nehri ilk geçen birliklerLiebknecht, Thâlmann, Andre, Beimler Taburları oldu, onlarla birlikteGaribaldi, Gramsci, Lincoln, Dumbrovski, Dimitrof birlikleri de geldi, birde İspanya'nın her yerinden gelen askerlerden oluşan hücum kıtaları,oniki Şubatta ise Commune de Paris birliği. Mora de Ebro, Miravet, Benisanet,Pineli, Corbera, Fatarella, Mequinenza, Pandols Dağları, tüm bunoktalar, şeritler ve alanlar, kayan ışıkların, mermi yağmurlarının, fışkırantoprağın göbeğindeki yerlerdi, bizler de hep oralardaydık, kumluk,çakıllık, kayalık zeminde köylere, tepelere doğru sürünenlerin, hücumakalkanların arasındaydık, kum tepesinin arkasından açılan ateşle geri atılanteknelerin içindeydik, arkamızda, kıyıdan yükselen duvarlar, pencereleri,kemerleri, kuleleriyle savunma setlerini, insanı sürükleyen dizboyusuları geçtik, düşman kuzeyde hatlarımızın gerisine uzanan gedikleraçmıştı, ellerimizde, bir dubanın kalaslarının tutamaklarını, bir köprününbaşlarını sağlamlaştırırken, küreklerin sapını hissediyorduk. Burada, Denia'dayatanlar, yaralanyla, geçirdikleri sarsmtılarıyla uğraşırken bir keredaha hissettiler onları bu çatışmalarda aceleyle bulan şeyi, onların sargılarınıdeğiştiren, kesik kollarının, bacaklarının uç kısmını yıkayan bizleronların içlerinin titreyişini hissediyorduk. Bedenimiz, ülkenin bedeni,kan içinde kalmış, paralanmış tek bir acı kütlesiydi, ama her yerde yenidenbir toparlanma, yeniden bir karşı atak yaşanıyordu. Biz yukarıda, yönetimkademelerinde, delegasyonların ve kabinelerin, ekonomi merkezlerininve genelkurmayların dünyasında olan biten her şeyi anladığımızısöylüyorduk, ama gerçekte sadece böyle göstermeye çalışıyorduk, sankiher yapılanın bir anlamı varmış gibi, duyuru tahtasına tebeşirle bakanlıklardan,Milletler Cemiyeti'nin salonlarından gelen haberleri çiziktiriyor,onları siliyor, üstlerine yenilerini koyuyorduk. Tarihyazımında biz yerimizialmıyorduk, tarihi başkaları yazıyordu bizim için, yığınlar halindeolayların yaratıcısıydık, yazılacak kitaplara, kütüphanelere, arşivleremalzeme sağlıyorduk, gözlerden ırak malzemelerdi bunlar, hummalı çalışmalarlanotlar alınıyor, telgraf tıkırtıları birbirine karışıyor, muhabirlerinsesleri beynimizde uğulduyordu, ama bizim için hep başka şeylerönemliydi, anılmayan, gazetelerin manşetlerine yansıyan gelişmelerinçizdiği net tabloda görünmeyen şeyler. Bize kendini duyuran şeyler düzenligörüntü sergilemiyordu, daha doğrusu başka bir mantık içinde yürüyordu,kalın hatlı stratejilerin içinde yer bulamayan, damla damla süzülen,kurumuş, soyulmuş dudaklardan dökülen duyulması bile zor gerçeklerdi.Basın servisleri bizim için de önemli olan tüm yerleri ismiyle sıralıyordu,ateş altındaki yerleri, saldırı ve geri çekilmelere ilişkin bilgileri,ölü ve yaralı sayılarını, ordu komutanlarının isimlerini; ama yine de, ister266


asılı olsun, ister radyoda seslendirilsin bunlar bize yabancı geliyordu,öylesine söylenmiş şeylerdi, kimsenin istifini bozmasını gerektirmeyenşeyler gibi, aniden karşınıza çıkıyorlardı, kahveyle sandviç arasına girebiliyorduaçıklamalar, ya da akşam biramızı içerken uğultu içinden kulağımızaçalınıyorlardı, bu haberleri verenler, bunları toplayanlar duygularıylaolayların dışmdaydılar, etrafları ceset yığmlarıyla dolu olsa da, kendileridurumun ciddiyetinden söz etseler de. Birçoklarının artık bizi hesabakatmadığını bilmek İspanya'da hayatta kalmamızı sağlayan etkenlerarasındaydı, bizi hatırlayanlar olsa da, bizleri daha çok, bir tür ölüm oyunuoynayan gladyatörler gibi görüyorlardı, ateşin içine henüz düşmemişolan dünya, izlediği film şeritlerinden, bir toz bulutunun içinde yere düşensavaşçıları görüyordu. Ama bizim yaşamımızın dışında, barış koşullarındayaşayan, gündelik işlere gitmenin normal olduğu bir dünyanınvar olduğu düşüncesi bir an gelip geçiyordu, bizim için mesafeli durmakdiye bir şey pek kalmamıştı, dışarıda savaş meydanı denen, gözün bellibelirsiz görebildiği bir parça coğrafya bizim ortaya dökülmüş etimiz kemiğimizdi,bedenimizde hendekler açılıyor, bıçak etin derinlerine kadarsaplanıyor, kum havaya fışkırıyor, yere düşen savaşçıyla birlikte parmaklarkuma geçiyor, dişlerin arasında kumlar gıcırdıyordu. Aradaki birkaçsözle, birliklerin yer değiştirdiği öğreniliyordu, bu bizim için bir siperdenötekine sonsuz bir güzergâhtı, arada bir zeytin ağacının girintili çıkıntılıgövdesine, yamaçtaki kayalıklara karışıp gidiyorduk, çalılar ve çayırlaryüzümüzü kaplıyordu. Lindbaek, akşamları birçoklarının başında oturduklarıkrokilerin ertesi gün geçerliğinin kalmadığını söyledi, çizimlerindekikesik çizgili yerler, bölüklerin, taburların, tümenlerin dizili olduğubu mızrak uçlarının da kana boyandığını görüyorlar, küçük lekecikler halindeişaretledikleri yıkıntı kulelerine gözlerini dikiyorlar ve bunu kendihayatlarıyla bir görüyorlardı. Lindbaek'e tereddütsüz hak verdik, buradaenternasyonal birliği görmeye çok hazırdık, nitekim biz de bu birliğineseriydik, ama sonra yine kendi durumumuza döndük, bu sadece bir savaştı,bedenlerin lime lime oluşuydu, düşmandan bir saat daha kazanmakbizim zaferimizdi. Marcauer ilk uyarısını, Enternasyonal Tugaylar'ınİspanya'yı terk etmesinin bir şeyi değiştirmeyeceğini söylediğinde aldı,Tugaylarımızın son kalıntılarının burayı terk etmesi halinde Alman veİtalyan kuvvetlerinin burada kalmaya devam etmesiyle kimse ilgilenmeyecek,dedi. Sanki Ağustosu buluncaya kadar ülkemize bir şey olmayacağınıngüvencesi vardı, bunun tersine yorumlanabilecek her türlü işaretekarşı kördük, büyük kayıplarımız bile gerçeğe gözümüzü kapattığımızıbize göstermeye yetmiyordu. Zaferimizden söz ediyorduk ve bu inatçıduruş gerçekten de bir zaferdi. Evet, diyordu Marcauer, biz dünyaya büyükbir örnek veriyoruz, yapılması gereken şeyi yapıyoruz, ama bizimleilgilenen kimse yoksa bunun yararı ne, partilerin ve sendikaların bizimcenazemize gönderecekleri çelenkler, mezarımızın başında yapacakları267


konuşmalar şimdiden hazır. Bizim hâlâ geri adım atmamamız, hâlâ Villalbas'ın,Gandedas'ın yakınlarında bulunuyor oluşumuz, hâlâ Ebro Deltası'nıelimizde tutuşumuz bir zafer mi, diye soruyorduk kendimize,Ağustos sonunda Enternasyonal Tugaylar'ın, geri çekilme emri verilmedenönceki son anlarda düşmanın üstüne her zamankinden daha şiddetlibir şekilde atılması bir zafer miydi. Komuta kademesi kendi içinde kavgahalindeyken, generallerin birçoğu çatışmaya son vermek isteğindeykendayanmaya devam edip yeni darbeler almak bir zafer miydi. Burada kardeşlikduygusunun yaşadığını gördüğümüz sürece bir zaferdi. Enternasyonalizmtümüyle eriyip gitmediği sürece bir zaferdi. Sürekli birtakımisimler söyleniyordu, Kahle, Lister, Walter, Flatter, Mirales, tüm savaşanlarınhayatlarını bünyelerinde toplayan isimler, tereddüt yaşayanların,ihanetin peşinde olanların karşısında örnek oluşturan isimler. Modesto'dan,yirmi sekiz yaşındaki gençten pek sık söz ediliyordu. Ufak tefek,zayıf yapılı biriydi, ama cesareti diğerlerine de sıçramıştı, belki de gençliğinverdiği umursamazlıktan aldığı gücü dağıtıyordu herkese. Kahramancacesaret. Hodann yanlış amaçlar için kullanılan bu kelimenin niçinolumsuz şeyler çağrıştırdığı üzerinde durdu. Burada Ebro'da yaşananlarkahramanca değil mi, diye sorduk ona. Eğer kahramancaysa, dedi, sadecebizim tarafımız için mi kahramanca, diğer taraf için de geçerli değil mibu kavram, bir insanın kendi hayatını hangi amaçla ortaya koyduğu muönemliydi, düşman da kendi kahramanlarından söz etme hakkına sahipdeğil miydi. Her halükarda biz kahramanlık tabirini kullanmaktan kaçınmıştık.Kavram, doğrudan proletaryanın mücadelesini onaylayan bir anlamdakullanılsa da, yanlış, abartılı bir coşku tonu karışıyordu işin içine.Peki ama bizimkilerin eylemleri düşmanınkilerden nasıl ayrılacaktı. Kahramancadediğimiz şeylerin başında, her tür korunmuşluk ortamına yüzçevirebilme, bireysel ilerleme şansından vazgeçme, kolektif davanın gerektirdiğiilkeye göre yaşama geliyordu. Yani korku ve dehşet duysalarda kararlarından ve kendileri için geçerli fikirden dönmeyerek sevdikleribaşka her şeyi yitirmeyi göze alanlara kahraman diyorduk. Çoğunluğundaha iyi bir hayat yaşaması için kendine yarar ummadan mücadele etmektikahramanlık. Diğer tarafta olanlar da bizimle aynı tehlikelere atılıyorlardıkuşkusuz, ama onların ulaşmaya çalıştığı şey ne kendilerine biryenilik getirebilirdi, ne de yakmlarmdakilere. İnançla girmemişlerdi buyola, daha çok istekleri dışında sürüklenmişlerdi, kendi kararlarını verememeningetirdiği umursamazlığın bir devamı olarak. Savaşmalarınınnedeni sorulduğunda kendilerine ezberletilenin dışında söyleyecekleribir şey yoktu. Ama şimdi onların yaptıklarını küçümsemeli miyiz, diyesoruyorduk, onlar da aynı bedeli ödemiyorlar mı, aynı acılara katlanmıyorlarmı. Nihayet daha kahramanca değil miydi, birisinin kendi iradesidışında girdiği bir savaş; gönüllü olarak, bir sınıfın geleceğini göz önündetutanın savaşması daha kolay değil miydi. Burada verilecek tek cevap268


vardı, faşizmin yağma savaşı içinde yer alan kişi kendini anlamsızca fedaediyordu. Bizim zaferimiz, bizim zafer dediğimiz şey, kısa bir süre için deolsa, kurtuluş iradesini, adalet fikrini kanıtlayarak devasa fiziki gücüylekarşımızdaki düşmanı durdurmak, hatta paniğe sevk etmekti. Bu, dediHodann, ilericilikle gericilik arasındaki kuvvet dağılımı meselesi. Eskiyikorumak isteyen tüm güçler Milliyetçiler'in yanında, bizim elimizdeysesadece, bugünkü zayıflığımızın mükâfatını bir gün alacağımız umuduvar. Tüm sermaye aynı noktada birleşip tankların, top bataryalarının veuçak filolarının tartışılmaz gerekliliğinde karar kılmışken, Cumhuriyet'isavunanlar kendi aralarında bölünmüş durumdalar ve sempati duyanlarınharekete katılması için çok daha korkunç olaylarla sarsılmaları gerekiyor.Hodann'a göre Ebro'da yaşananlar yeni bir kültürün doğuşununsimgesiydi. Sen böyle görmek istiyorsun, dedi Marcauer. Bizim kahramanlığımızpolitika yapılan odalarda çoktandır hiçe sayılıyor. Gerçi mevzilerielimizde tutmamız bize iç rahatlığı veriyor, ama tarih için önemliolan şey, Generalissimo müttefiklere, yaklaşmakta olan savaşta hükümetinintarafsız kalacağı güvencesi verdiği için İngiltere, Fransa ve BirleşikDevletlerin onu tanımış olmasıydı. Sonra yine bizim daha önce karşı çıktığımızkonuya değindi, mücadelenin zemini yok edildiği için çöküşeninde sonunda gelecekti, devrime sırt çevrilmesi halkın güçlerini felç etmişti.Bu noktada Hodann da öfkeyle karşı çıktı. Buna şimdiden karar verilemez,dedi, böyle bir değerlendirme geleceğin araştırmalarına bırakılmalı.Marcauer'in huzursuz olduğunu görüyorduk, Lindbaek ona önümüzdekibirkaç haftada tamamlanacak olan tahliye süresince itidalli olmasınıtavsiye etti. Ama o sıkıntısını duyduğu şeyleri dışarı vurmak içinyanıp tutuşuyor, önümüzdeki yeni zorlukların baskısıyla bizim gündemimizdençıkmış olaylara atıfta bulunup duruyordu. Bu arada yine o küçükinatla silinmeyen ve yöneticilerinin askeri mahkemeye verildiği MarksistParti'nin adı geçti. Niçin, diye sordu, hükümet ve genelkurmay Cumhuriyet'inölüm kalım savaşı verdiği şu günlerde, bir etkileme güçleri dekalmamış bir avuç muhalife bu kadar dikkat harcıyor, tabii bununla, ihaneteuğramışlık tezini sürekli işleyip kendi politikasının hatalarını gözdenkaçırmayı istiyorsa o başka. Ama Marcauer özellikle de Nin'le ilgiliydi.Onun geçen yıl polis ajanlarının eliyle yok edilmesi öfke seline nedenolmak için yeterli, dedi, ama daha da affedilmez olan, böyle bir olayın kabullenilmesive hedeflerimizle fütursuzca alay edilmesi, buraya ülkeninsavunması için gelenlerin aldatılmaları. Otuzaltı Ağustosunda faşistlerinele geçirdiği her kentte yaptıkları katliamların ilki olan Badajoz'u hatırlattıkona. Binlerce insan araneya götürülüp makineli tüfeklerle taranmış vekılıçtan geçirilmişlerdi. Guernica, Bilbao, Gijön, Teruel isimleri yanında,kendi cephelerini tehlikeye attıkları için bertaraf edilmeleri gereken üçbeş kişi nedir ki, dedik. İspanya'daki savaşı, dedi, kendimiz yalan dolanlarlalekelersek, nasıl kendi tarafımızın bu savaştaki adaletinden söz ede-269


iz. Ben ne Nin'in organizasyonuna dahilim, ne de Troçkistim, gençliğimdenbu yana Komünist Parti üyesiyim. Partimin, benim de bir sorumluluksahibi olduğum tarihi nasıl biçimlendirdiğini bilmek istiyorum. NinZaragoza'ya kaçtı ve orada faşistler tarafından öldürüldü, diyerek onunsöylediklerine karşı çıktık. Bize böyle söylendiğini belirtti. Onun tutulduğuyerden kaçma imkânı kesinlikle yoktu, götürüldüğü yerden ancak birölü olarak çıkabilirdi. Onaltı Haziran otuzyedide tutuklandı, ama tutuklularlistesinde adı yoktu. Fakat İspanyol yoldaşlar onun Madrid'de Parti'yeait bir binada Sovyet gizli servisinin memurlarınca sorgulandığınıbiliyorlardı. Onun tutuklanmasına itiraz etmek için neden yok, dedik.Barcelona'da hükümete karşı ayaklanmaya o da katılmıştı. Bizim koruyucugücümüzün bu olayın aydınlatılması için devreye girmesi de anlaşılırbir şeydi. Onunla ilgilenmek İspanyolların işi olmalıydı, dedi Marcauer.Ama onun serbest bırakılmasını talep eden Caballero'nun bile onunla temasimkânı yoktu. O zamanlar kamuoyunda her fırsatta, Nin nerede,Nin'e ne yaptınız, diye soruluyordu. Parti'nin, sendikaların, kabineninüyeleri, Cumhuriyet'in temeli saydıkları hukuk devletinin devredışı bırakılmasıkarşısında hayretlerini ve tepkilerini dile getirdiler. İktidarsızlıklasuçlanan Adalet Bakanlığı'nin yapabildiği tek şey, Nin'in korunmasıamacıyla gözaltında tutulduğunu açıklamak oldu. Soruşturma komisyonuRosenberg'le Antonov Ovseyenko tarafından oluşturuldu. Keyfi uygulamanınyaratılmasında pay sahibi olan bu kişilerin kendileri de şimdiaynı çarkın kurbanı oldular. Marcauer'i susturmaya, onu kendi sözlerindenkorumaya çalıştık. Ama konuşmaya devam ediyor ve Siyasi Komiserinönünde, eğer bizim savaşımızdan söz ediyorsak, diyordu, o zaman biryandan da kendi saflarımız içinde sürdürülen ve kabullenemediğim silahlarabaşvurulan öteki savaştan da söz etmeliyiz. Nin'e işkence yapıldı.İtiraflarda bulunması isteniyordu. İfade vermeyi reddetti. Hükümet artanhuzursuzluğa cevap olarak dört Ağustosta yaptığı sert açıklamayla Nin-'in akıbetiyle ilgili araştırmaların sonuç vermediğini bildirdiğinde Nin,Madrid'in dışına, Alcala de Henares'e götürülüp Parti'ye ait bir hapishaneyekapatılmış bulunuyordu. Ben orada bulundum, dedi Marcauer. Goyaoradaki toprak yığınını ve tüfek namlularının ağzını gösteren bir tabloyapmıştı. Marcauer'in gözaltına alınma emri çıktığında, kimsenin onukollamasına imkân kalmamıştı. Onu bekleyen sorgulamaların öneminiazaltmaya çalıştık. Hodann'ın vereceği bir sağlık raporunun onu ağır cezalardankoruyabileceğine inanmak istedik. Onun takdire değer çabalarındansöz ettik, yaptığı açıklamaları aşırı yorgunluğuna vermek gerekirdi.Ama bunları söylerken aynı zamanda biliyorduk ki Hamburg kökenli,büyük bir Musevi aileden gelme bu yoldaşımızı düşünmekten kaçınacaktık.Nitekim inzibatın gelip onu götürdüğü sabah saatlerinin görüntüsüçabucak silindi zihinlerimizden, geriye sadece onun aşağıda, Villa Candida'nınbüyük salonundayken anlattığı kumluğun izleri kaldı, kenarlarda-270


ki sokak lambalarının mat bir sarıya boyadığı kumluk, iri iri açılmış gözlerinakları, dipdibe dizilmiş infaz kıtası erlerinin sırtları ve onun yan tarafında,duvarda asılı duran Bankacı Merle'ye ait, Diana Tapınağı'nın harabelerinive Hannibal'i Ebro Nehri üzerinden filleriyle geçerken gösterençerçeveli birkaç gravür.Eğer Herakles, diye yazıyordu mektubunda Heilmann, tereddütsüzve sürekli yoksulların kurtuluşunu düşünmeseydi, canavarların ve zorbalarınkarşısına dikilmeseydi ne olurdu, onun korku ve dehşetin pençesindeolduğunu söylemek zorunda kalsaydık ve onu Herakles yapan işleri,sadece kendi zayıflığını ve yalnızlığını yenmeye yarasaydı. Heilmann'ınönce Warnsdorf'a ulaşan mektubu, daha sonra Prag'ı, Paris'i veAlbacete'yi dolaştıktan sonra Denia'da bana ulaşana kadar iki ay geçmişti.Ama belki de, diye yazıyordu, Herakles'in katettiği yol ister şevk veatılganlık dolu olsun, isterse zahmet ve yoksunluklardan geçsin aynı kapıyaçıkıyordu, önemli olan varılan sonuç ve sonucun kimin işine yaradığıydı.Biz onda, hiyerarşiyi ve irrasyonelliği geride bırakan insanı bulmuştuk,o bizim gözümüzde kendi imtiyazlarına sırt çeviren, önce kendinidüşünerek eski yasaları yerle bir eden, ama sonra bu tavrını başkalarınınselameti için de gösteren biri. O bizim için bu dünyanın insanıydı, doğayaegemen olmayı amaçlayan, değişimlerin, daha iyi bir yaşamın burada,bu dünyada sağlanması gereğini ilk defa açıklıkla ortaya koyan, bizleriçin doğrudan hissetmediğimiz hiçbir şeyin yararı olmadığını vurgulayanve olaya kararlı bir şeklide el atarak sorunları hafifleten biri. Esip gürlemesiyle,sadece aslan postunun örttüğü çıplaklığı içinde şişinmesiyle, hertürlü silah donanımından uzak elindeki topuzuyla dikkatimizi çekse bile,onun kudurganlığı ve hoyrat öfkesi hep canavarlara, yok edici güçlerinkarşısında ölümlüleri korumaya yöneldiği için biz onun bu halini hayranlıklakarşılıyorduk. Zeus'un oğlu olan Herakles doğumundan itibaren kötülüklereve alçaklıklara, hilelere ve düzenbazlıklara maruz kalmış vebunlara karşı tepkisiyle, düşman taifesini yenmek için zorun elzem olduğunugöstermişti. Ama, diye yazıyordu Heilmann, ben Dodekathlos'un,bilinenleri tekrar etmek yerine Herakles'in izlerini süren başka bir çalışmasınıinceledim ve Herakles figürü benim için başka boyutlar da kazanıpbiraz da kuşkulu hale geldi. Onun kapıştığı canavarlar, kaçamadığıdüşlerden başka neydi ki. Onun karşısına çıkan ve hakkından geldiği yaratıklarbizleri ancak rüyalarımızda ziyaret ediyorlar. Bu aslanvari, kuşvari,yılanvari hayvanları tanıyorum, onlardan saklanıyorum, ne var kigecenin cangılına düştüğümde üstüme çullanıyorlar, baldırlarımı ısırıyorlar,onlarla boğuşuyorum, korkunç bir saplantı halinde devam ediyorbu, beni parçalamış olacakları bir noktada uyanabiliyorum ancak, ama ne271


ir yara ne de acı var. Bu canavarlar bizi, derinlerimizde devasa bir gücünoyununu hissettiğimiz zaman, zayıflığımızı düşünüp içimiz titrediği zamanbuluyorlar. Herakles'in de hep bu dev, ateş kusan, çokbacaklı, çokbaşlıyaratıkların hücumuna uğraması veya onları gözlerden ırak yuvalarındanbulup çıkarması, onun gündelik hayattan ziyade rüyalarda dolaştığınıgösteriyor. Gerçi burada algılanan tehdit çok bildik, alışıldık bir şey,ama bunları Herakles'in başından geçen şekliyle karşılaştırdığımızda çoğumuzunbilmediği değişik ve garip bir şeye dönüşüyor. Buradakinin,sanrılar halinde birden parlayan şeyin, küçük küçük her yerde yaşananındevasa boyutlarla yeniden karşımıza çıkması olduğu söylenebilir belki,Herakles'in yaşadıkları, insanlık için bir örnek haline gelip, bak eğer o başarıyorsabizler de kendi başımızdaki belaların üstesinden gelebiliriz tesellisiniveriyor olabilir. Ama işte öyle değil. Açlık çekenler, sefalet içinde yaşayanlarHerakles'in başardığı işleri gözlerinin önüne getirebilseler bileoradaki çarpışmalar düşünce düzleminden öteye geçemez, hatta kendisiiçin bile böyle, gözünü kendi içine çevirip seyre daldığı için o da eylemsizleşiyor.Onu böyle ünlü yapan menkıbelerindeki kutlu insan figürü bizdeadeta bir yakarma eylemine yol açıyor, bu insan bizim ve bizden öncekivakanüvislerin gözünde hızır gibi insanların yardımına yetişen bir kurtarıcı,cesur eylemlerine karşılık en büyük mutlulukla ödüllendirilen birkahraman olmuş. Ama ne türden bir mutluluk bu, diye sordum kendime.Bu mutluluğun nedeni, daha iyi bir geleceğin gelmesi ve vahşetin ve yıkımınbüyük ölçüde geride kalması mıydı. Kesinlikle hayır. Savaşlarla birlikteasıl felaketler yaşanmaya başlamış, şehirlerdeki sefalet büyümüştü.Herakles'in ölümünde de sıradanlıktan uzak, akıl almaz acılar içinde kıvranaraköldükten sonra tanrılar tarafından yine kabul görüp Olimpos'aalınması bende onunla ilgili kuşkular uyandırdı. Yüce güçler neden onusonunda kendilerinden biri olarak görmüşlerdi, Herakles'in hiçbir yaptığıonların konumunu sarsmaya yönelik değildi, hatta asıl başarısı insanüstüolana, yani tanrısal yeteneklere inancı pekiştirmekten geliyordu. Daha önceleride Herakles'in karakteri bende kuşkular uyandırıyordu, özellikleani öfkesi, istediğini o an elde edemeyince gözünün bir şey görmemesi, ortalığıkırıp geçirmesi, şarap krizleri. Ama o zamanlar bu davranışlarındabir dünya insanının tepkilerini görme eğilimindeydim, şaşkınlığı, kıskançlığı,harisliği, kendini beğenmişliği bana insani özellikler gibi görünüyordu,ama sonraları karşımızda yolunu şaşırmış iflah olmaz birinin bulunduğu,onun, elindeki tüm güçlerle kötüye karşı savaşan, ama kötülüğühiçbir zaman yok edemeyen biri olduğu düşüncesi ağır basmaya başladı.Onun arkasında bıraktığı belirsizlik sayesinde olsa gerek, bizim onunmuarızları diye gördüklerimiz onu kendilerinin kahramanı olarak gösterebilmişlerdi.Tüccarların, bankacıların, kâr peşinde, başarı peşinde koşanherkesin koruyucu velisi olmuş, sefahat düşkünleri, kafasına göre yaşayanlaronu kendilerine örnek olarak görmüşler, acı çekenler Herakles'te272


kendileri adına pek az şey bulabilmişlerdi. Üstelik sömürgeciliğin esininiveren de oydu, Yunanların ve İyonyalıların dünyanın ucuna yaptıkları denizaşırıseferler çağı onunla başladı, yabancı ülkelerin zenginliklerini anlatanöyküleri mal mülk sahiplerini ve girişimcileri, paralarını gemi inşasınayatırmaya ve uzak ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini aramayacezbetti. Heilmann mektubunda gerçeği gördüğünü, Hera'nın Herakles'eyüklediği söylenen görevlerin onun benzersiz huzursuzluğunun marifetiolduğunu görmüştü, bu görevlerle ilgili anlatılanlardan bildiklerimizinçoğu da onun çılgınlıklarına uyuyordu; ama, diyordu Heilmann, onunyaptıklarından bir kısmı bizim açımızdan işe yarar şeyler, çünkü şu andasenin içinde bulunduğun ortama tıpatıp uyan bir yaşamın temellerini gösteriyorbize. Mektubu okurken önce ben gerilere, Berlin'den ayrılmadanönceki günlerimize gitmiştim, ama daha sonra sanki Heilmann buraya,benim yanıma gelmişti. Şimdi Herakles hakkında okuduklarım, diyordu,mitolojik türden değil, gerçi destansı tarafı gene var, ama kusurluluğun,arama ve yanılmanın, boşa çıkmaların ve yeniden başlamaların belgesi,bir yanıyla edebiyatın, rüya yorumunun karakterine uygun, diğer yanıylakendini dünyada kanıtlama dürtüsünün gereği şeyler. Artık onu, bir yılönce gördüğüm gibi göremiyorum, başta bundan dolayı hayal kırıklığı yaşadım,bizim temel savunumuza göre, Herakles tanrılarla bağını koparmışbiriydi, daha sonra bizim frizlere defalarca tekrar gittim ve onun aslanpostunun pençe kısmını Zeus'la onu acılar vadisindeki esaretinden kurtaranHera'nm ileri fırlayan arabası arasında sallanırken gördüm, Herakles'inhemen altında, daha doğrusu bizim onun bulunduğunu tahmin ettiğimizboşluğun altında bizlerden biri oturuyordu, kendisine karşı gelmecesareti gösteren herkesi cezalandıran tanrılar tanrısının bir şimşeğiylegövdesi delinmiş bu ölümlünün başını elindeki topuzuyla ezmeye hazırlananda, bizim kendisinden onca şey beklediğimiz kişiydi belki. Yine deben Herakles'ten tümüyle vazgeçmiyorum, diyordu Heilmann. Egemenlerinonu tasvir ettikleri halini, demagoji araçlarına başvurup onu kendi sınıflarınıniçine çekmelerini kabullenmiyorum, ama onun köleleştirilmişlerinmuzaffer kurtarıcısı olduğunu gösteren bir şey de bulamıyorum, zamanzaman kendini fazlasıyla aşan, ama tekrar çaresizce fantezi dünyasınadüşen biri olması dışında. Onun edebiyatta ve tiyatroda çok çeşitli yorumlarakonu olan ölümünden yola çıkarak ona iyice yaklaşmaya çalıştım.Deianeira olayı nasıldı, diye sordum kendime. Herakles'in, Akheloos'unsevgilisi olan Deianeira'yı elde etmek için onunla girdiği kavgada feragative erdemi seçme gibi bir olasılığın bulunmadığı ortadaydı. Herakles'in peşindeolduğu şeyi düşününce bende yine onun lehine duygular uyandı,ondan mazbut bir tavır hiç beklememiştik, tersine ona eylem isteği verenve kılı kırk yaran düşüncelerden uzak tutan da güdüleriyle hareket etmesideğil miydi zaten. Tamam biz onun bu yönünü abartmıştık belki, hattaonu bir anti-entelektüel, her düşünsel açıklamayı elinin tersiyle savuştu-273


an biri olarak görmüştük. Bu noktada yine onun travmasına dönüyorum,kendinden güçlü varlıkların karşısına çıkıp onları hileyle alt ettiğianların rüyasına. Nehir tanrısı ve kendisi de bir boğa olan Akheloos su sığırlarınıgüdüyordu, Deianeira'nın onunla yaşamayı, ne zaman neredeolacağı bilinmeyen, sağı solu belli olmayan Herakles'le birlikteliğe tercihettiği düşüncesi benimsenebilir. Deianeira onun kendisini kaçırmasınıhiçbir zaman affetmemiş olsa gerek, bu başından mutsuz bir izdivaçtı.Herakles onu kendi başına bırakmış ve hemen tekrar yolculuklarına çıkmıştı,ama bu sefer yaptığı hataların en korkuncuna ve sonuncusuna doğruyola çıkmıştı. Hep erkekliğini kanıtlama peşindeki Herakles Omphale'nineline düşüp köle seviyesine indirilmekle kalmamış, hizmetçi bir kızgibi kadın elbiseleri içinde bir erkek bozuntusuna dönüşmüş, deriden erkekelbiseleri içindeki sahibesi tarafından aşağılanıp rezil edilmiş, onunarzularına yeterince cevap veremeyince de alaya alınmıştı. Bu rüyadanhasta, berbat, ama kadın avına çıkacak güçten de tamamen düşmemiş birhalde kurtulunca inzivaya, eşi Deianeira'ya yöneldi, ama onun tarafındanpek de iyi karşılanmadı, affedilmek bir yana Deianeira'dan gördüğüşey soğukluk, hatta karşı koyuş ve nefret oldu. Yalnız bıraktığı kadın elbettebu arada boş durmamıştı, erkekteki boğayı sevmiş olan Deianeirabu sefer Nessos'a, atlar arasında yaşayan bir Kentauros'a âşık olmuştu,Deianeira, Herakles'ten daha güçlü olan Nessos'a nehir kenarında, sankiçamaşırdaymış izlenimi uyandırmak için şarkı söyleyerek bir kere dahateslim olduğu sırada, geri dönen koca, çıplak elleriyle öldürmeye cesaretedemediği için rakibini uzaktan zehirli okla vurdu. Ama Herakles'in ölümününKentauros'un zehirli kanma batırılmış gömlekten olduğu doğrudeğildir. Birincisi onun Kentauros'un altından çekip bir kere daha kullandığıDeianeira, bir başka kadınla dönen Herakles'in aşkını, Kentauros'unkanının sihirli etkisiyle yeniden kazanmak istemiş olamaz, ikincisi de onakanlı gömlek vermemiş, sperme batmış halde Herakles'le birleşirken dahakolay bir yoldan, ona öldürücü bulaşıcı hastalıkları geçirmiştir. Nassos'ungömleğinin etine yapıştığını, bundan bir parça koparmak istediğindeetlerinin de kemiğe kadar birlikte geldiğini söylemesi Herakles'inson yalanıydı, yıllarca her türlü hayvan sürüsüyle iş tutan at-insanın, ÖnAsya'nın tüm cinsel hastalıklarını içine boşalttığı Deianeira, bunları aynenHerakles'e geçirmişti. Bunu itiraf etmek kendinden sonraki ününüdüşünen Herakles'in yapabileceği bir şey değildi. Nessos'un kanma bulanmışzehirli gömlek hikâyesinin nedeni buydu. Herakles can vermedenönce hayatının en büyük korkusu olan, daha beşikteyken yaşadığı ve hayatıboyunca öcünü almaya çalıştığı kadın korkusunu, tiksintiyi yenidenyaşadı. Ona mal edilen tenselliğe inananlar, ancak aşkın gücüyle sahip olmaisteğini birbirine karıştıranlar olabilir, onca ilişkisinde hayatında birkere bile yakınlık duyduğu biri olmamıştı, yaşadığı hep çekip almak, boyuneğdirmek, öldürmek ya da kendisinin aşağılanmasıydı. Onun bu sa-274


ğa sola saldırması, Hera'nm lanetiyle, aşağı ve ikinci sınıf ilan edilmesiylebaşlamıştı, tatmin bulduğu ilişkiler İolaos, Philoktet gibi yoldaşlarıyla yaşamışolabileceği eşcinsel ilişkilerdir, onun tüm böbürlenmelerinin altındaderin bir psikolojik çarpıklık yatıyordu. Troya'nın frengisi, Trakya'nınbelsoğukluğu, Frigya'nın iltihabı onu kıvrandırırken bile kendisini bitireninne olduğunu gizleme çabası içindeydi, tüm ozanlar da, Hesiodos'u,Sofokles'i, Ovidius'u, Seneca'sı, sırrını gizlemede ona destek oldular, gerçiDeianeira'nın, kocasını öldüren bir kadın olduğunu açıkça söylediler,ama bundan gerekli sonuçları çıkarmadılar, hatta onu, Herakles'in veyanlış kurulmuş ailenin onurunu kurtarmak için, masum, sadık eş olarakgösterip kendi üstlerine düşeni yaptılar. Ama yine de, diyordu Heilmann,Herakles hayat çemberinin tamamlandığı bu anda yeniden büyük biriolur, hatta yüceliğe erişir. Yaralarının yangısını söndürmek için kendinisuya atıp sessiz, nağmesiz batıp gitmez, tersine, güçlülerin en güçlüsüHerakles'i herkes görsün diye, en büyük acıların daha da artırılabileceğinigörsünler diye, tüm ahaliyi bağırtısıyla başına toplar, acıyla bağırırkensürünerek yukarı tırmanır ve kendini odun yığınının içine, ateşin ortasınaatar. Acının dayanılmaz noktaya çıktığı o an yüzünde vecdi bir gülümsemebelirir ve bu gülümsemeyle bedeni dağılarak ölümsüzlüğe gider. ŞimdilerdeHerakles'in yolculuklarıyla ilgileniyorum, diye yazıyor Heilmannmektubunda, özellikle de Argonautlarla doğuya yaptığı yolculuğun ardındanonu batıya sürükleyen ve keşif, enginlere açılma adına ne varsaher şeyin buluştuğu yolculuğuyla. Yollara düşen sadece o değildi, toprakazlığını, kentlerdeki nüfus fazlalığını sorun edenler, artan ticari rekabetve hammadde ihtiyacı karşısında yeni olanaklar arayanlar Adriyatik Denizi'neaçılıp kıyı şeridinden başlayarak içerilere doğru yeni pazarları elegeçirmeye çalıştılar. Eskiden beri zorluklara, sıkıntılı durumlara karşıataklığıyla tanınan Herakles'in ismi Sicilya'ya ve Güney İtalya'ya girenHelenler'in simgesi oldu, orada da kalmayıp Kyrenaika, Korsika ve Galyakıyılarına uzanan Helenler Massalia'yı -bugünkü Marsilya'yı- en önemliticaret noktası haline getirdiler. Herakles efsanesi dalga dalga yayıldı, öncePeloponnessos'ta doğdu, sonra Trakya'yı, Girit'i ve Karadeniz'i sardı,kısa sürede Balear Adaları'na ve İspanya'ya, Pireneler'i aşarak aşağılara,Gadir'e kadar indi. Bu dünyayı çevreleyen Okeanos'a çıkış kapısı, sütunlarınyükselmesine çok uygun bir yerdi, İber Yarımadası'nın güney burnuylakızgın kıtanın kuzey ucu dik kayalıklarıyla doğal kale oluşturuyordu.Atlas tek adımda yukarı çıkabiliyordu. Herakles'i geçmek isteyen bazılarıburadan dünya denizlerine açılırken o, Hesperid'lerin yanında, narenciyebahçelerinde meyvelerin altın elmalar gibi ağaçlardan sallandığıbu bölgede kalmayı tercih etti. Hesperid'lerin bahçesinde ağaç gövdelerinetehlikeli yılanlar sarılmıştı, ama açılmış hazır bekleyen ocaklardan çıkarılabilecekve savaşların gerektirdiği silahlar için paha biçilmez değerdekimetaller düşünüldüğünde, bu tehlike önemini yitiriyordu. Herakles275


yılanlar ülkesi Avya'da uzun süre kaldı. Atlas'ın onur verici teklifini, onunyerine gök kubbeyi tutmayı kabul etmedi, onun omzundaki yüküyle kendiyerinde durmasını istedi, Herakles'in başka işleri vardı, kendini sömürgeler,yerleşimler ve kentler kurmayla görevli sayıyordu. Zakyntos'u, şusıralar Valencia'yı korumak için birliklerimizin elde tuttuğu Sagunto'yuonun kurduğu söylenir, Herakles, Phokaialı denizciler buralara daha ulaşmadan,Fenikeliler'in, Guadalquivir'in denize döküldüğü yerdeki ara limanlarınageldi, Pergamon'un yükselişinden çok önce buralara gelen Phokaialıdenizciler kıyıya çıktıkları yere Hemeroskopeion adını verip dağıntepelerinde Artemis Tapınağı'nı inşa ettiler.Denia'nın şato tepesini çok önceleri de görmek istemiştik, ama yapılmasıgereken işlerden buna fırsat olmamıştı, ancak Eylül başında, sağlıkmerkezinin birçok bölümü boşaltıldıktan sonra, doktor ve personelin deayrılmasının yaklaştığı günlerde kalkıp buraya gittik. Enternasyonal Tugaylar'ındağıtılması konusunda anlaşmaya varılmasıyla bizler bu ülkedenzorla kopanlıyorduk. Güçlerin dağıtılması, sadece bir iç çekişmeyeyoğunlaşmak, savaşı bu küçük alanda yoğunlaştırmak anlamına gelmiyor,aynı zamanda bir başka soruna yol açıyor ve İspanya'da vücut bulmuşdayanışmaya karşı da bir saldırı niteliği taşıyordu. Otuzaltı güzündenbu yana otuz beş bin gönüllü cephelere ulaşmıştı. Kâğıtlarını düzenleyenLindbaek, beş bin Alman ve Avusturyalı, on bin Fransız, altı bin İngiliz,Amerikalı, Kanadalı, üç bin İtalyan, bin İskandinavyalı, bin Yugoslav,iki bin Polonyalı hesaplamıştı. Bütün bu insanların katılması, İspanya'dabir iç savaş değil, dünya çapında ideolojik bir çarpışmanın gerçekleştiğiniçoktan ortaya koymuştu. Şimdi, dedi Lindbaek, bu Halk Cephesiparçalanmak isteniyor. Yüzü tekrar mat ve kaskatı görüntüsünü aldı. Tekkişinin, suretleriyle insanların, binlerin oluşturduğu gruplar içinde kaybolmasınaneden olan bu toplu hesaplamalar korkunç bir şeydi. Gruplarınbirkaç kişi fazla veya eksik olması bir şey ifade etmiyordu. Her birikendi içinde bilinmez bir dünya olan hayatlar rakam yuvarlamaları içindekaybolabiliyordu. Bedenler rakamdan ibaret hale geliyordu, sayılarbirbirine eklenerek takımların, bölüklerin, tabur, tugay, tümen ve ordularınmevcutlarını oluşturuyorlardı. Kana bulanmış bedenlerin mahsupedildiği meblağlar. Her yeni gelen veya her kayıp, anonim bir kütle içindegözden kayboluyordu. Ama, diye sordu Lindbaek, başka türlü bir bakıştabütünü nasıl görebiliriz. Otuz beş bin gönüllüden sadece on iki bini savaşbirlikleri içinde yer alıyordu. Şimdiyse Halk Ordusu'nun içinde enternasyonalbirliklerden geriye sadece tek tük gruplar kalmıştı. Verebildikleriaskeri destek son derece sınırlıydı. Buna rağmen geriye kalanlar, geri çekilmeemrini, İspanyol silah arkadaşlarını yalnız bırakma olarak algılı-276


yorlardı. Son ana kadar Tugaylar'ın dağıtıldığını kabul etmek istememişlerdi.Geri çekilmelerini haklı gösterebilecek tek şey ancak savaşın dahageniş bir cepheye yayılması olabilirdi. Bu nedenle Çekoslovakya sınırındagerginliğin artması bir çıkış noktası olmuştu. Faşizme karşı tüm Avrupa'yıkapsayan bir savaş bize, sürekli manevradan ve taviz arayışındandaha iyi görünüyordu. Biz beş on sıhhiyeci, önümüzdeki günlerde Valencia'yadoğru yola çıkıp silahlı birliklere katılacaktık. İspanya yurdumuzolmuştu. Kendi toprağımızdan sürülmek istemiyorduk. Yurtdışına çıkarılmamızınardından yaşayacağımız şey, sürgün hayatı olacaktı. Doktorlarve geride kalmış az sayıdaki hasta, İngiliz gemileriyle Marsilya'ya götürülmeyibekliyorlardı. Hodann ve Lindbaek'in yolculuklarını oradanNorveç'e uzatma olanakları vardı, ama çoğunluğu kamplarda bir hayatbekliyordu. Az sayıdaki birkaç Belçikalı İspanya savaşına katılmalarındandolayı vatandaşlıklarından olmuşlardı, Almanlar, Avusturyalılar veÇekoslovaklar için ülkelerinin kapıları onlara kapalıydı, bir yerlere gidebilmeküzere vize için yalvar yakar olmaları gerekiyordu, bir taraftan dasürekli sınırdışı edilip düşmana teslim edilme tehlikesini yaşayarak. Birkere daha, dedi Lindbaek, sınıf savaşı geri püskürtüldü, darmadağın edilengüçlerin yeniden toparlanıp harekete geçmeleri gerekecek. Ama bizimDenia yolunda ve kaleye çıkarken geçirdiğimiz o öğleden sonra sohbetimizinkonusu geleceğin belirsizliği değildi, birkaç bin yıl önce bu kıyılardangeçip gitmiş olayları konuştuk. Mavi gri deniz, puslu ufuklarıyla sürekliönümüzde uzanıyordu, Okaliptüs, servi, badem ağaçlarından oluşankorulukların arasında portakal bahçeleri uzanıyordu, orada burada,bir dalın budanma noktasında, eflatun çiçekleri, açık eflatun renkteki körpemeyveleriyle limon sürgünleri görünüyordu. Portakal ağaçlarının aşılanıncalimon vermesinden söz ettiğimiz esnada farkında olmadan tarihiniçine daldık. Bu ağaç bir insanın ömrü kadar yaşıyordu, dolgun meyveverecek noktaya otuz kırk yılda geliyordu, her hasatta yetmiş seksenkilo meyve elde ediliyordu. Bir zeytin ağacı altı yüz yedi yüz yaşında olabiliyordu,çevremiz, kalın gövdeleri, dolaşık dallarıyla tarla boyunca sıralananbu yaşlı ağaçlarla doluydu. Hafif kıvrık, uzunlamasına yapraklarınalt yüzeyinin yeşili koyu ve dolgunken üst tarafları mat gümüşi bir renkteydi.Çok sayıda yoz cinsi bulunan zeytin ağacının bir dalını bir zamanlarbir güvercin Nuh'un gemisine taşımıştı, ve denizin öte yakasında, BatıAsya kıyılarının çok ötelerinde İsa'nın çarmıha çivilendiği tepenin çevresibu ağaçlarla çevriliydi. İklim şartlarının etkisine bağlı olarak kimi ağaçlarınyaprakları daha kısa, kimininki daha geniş, daha sert veya daha kadifemsiydi,meyveleri başlarda beyazımsı yeşilken dolgunlaşıp yağlanıncakendi adının rengini alıyordu, yuvarlak cinslerin renkleriyse kırmızı, mavitonda bir mordan koyu siyaha kadar değişiyordu. Colomb Atlantik'inötesine yolculuğa çıkarken yol kenarındaki ağaçların zeytinleri toplanmış,Avrupa'nın sömürgelerinin yükseliş ve batışı sırasındaysa dallarında277


zeytinler olgunlaşmış bulunuyordu. Arkeolog kökenli Lindbaek, kentinüzerinde yükselen dağdaki tapınağın mahiyetini ve Tanrıça Diana'yla ilgisinibilmek istiyordu. Yamaçtan yukarıya, yıkıntılara, ayaklarımızın altındaufalanan basamaklardan ve dar patikalardan geçerek çıkılıyordu,kalenin yapımında kullanılan kumtaşından fırınlanmış yapı taşları yosunlarla,incir ağaçlarının kökleriyle ve bodur fıstık çamlarıyla örtülmüştü.Villa Candida'da resmini gördüğümüz tapınak sütunlarından geriyebir şey kalmamış görünüyordu, Roma duvarlarından ve kulelerinden bozarakyapılmış bu sütunlarla ilgisi olmayan keşif ve fetih dönemindenkubbe kalıntıları ve bir kalenin tünelimsi geçitleri duruyordu. Ön avlununkorkuluklarından aşağıya baktığımızda kent ve liman ayaklarımızınaltındaydı. Solda geniş koyda kırılan dalgalar şeritler halinde kumsaladoğru yuvarlanarak yaklaşıyordu, sağda denize uzanan burunda, eteğisık ağaçlıklı, sırtı çıplak, gri katmanlar halinde Mongo Tepesi yükseliyordu.Kızıl kahve çatılı, beyaz badanalı evler kıvrılarak uzanan sokaklardabirbiri üstüne binmişti, denize açılan yerinde bir dönüş yapan dalgakıranınhavuzunda balıkçı tekneleri yatıyordu, kızıla çalan yelkenler kimi siyahbeyaz, kimi mavi boyalı teknelerin hafif kıvrımlı ve yan yatırılmışuzun seren direklerinde camadana vurulmuştu. Bu tekneler Egeli sömürgecilerinsavaş gemisi olarak inşa edip buraya balık avlama sanatını taşıdıklarıtrieres'lerinin aynısıydı hâlâ. Sekiz ay boyunca bulunduğumuz vebeynimize kazımak istediğimiz kent şimdi ışık parıltıları içinde silikleşmişti.Sessizliği sadece çınlayan bir dizi çanın sesi bozuyordu. Rıhtımdaki,iskeledeki, silo çevresindeki ve atölyelerdeki koşuşturmaları düşündük.Katırlar iki tekerli, tepeleme yüklü arabaları limana getirirdi, hamallar,sırtlarındaki telislerin, ağır sandıkların altında iki büklüm acele hareketlerlekalasların üzerinden gemilere çıkarlardı. Taş sehpaların üzerindebalıklar tuzlanır, fıçılara yerleştirilir veya kurumak üzere kendirden iplereasılırdı. Develer ahırlarda böğürür, dökümhanelerden ve demirci dükkânlarındankörüklerin ve çekiçlerin sesleri gümbürderdi. Kalay ve bakır,kervanlarla Endülüs'ten, gümüş Sierra Nevada'dan, Sierra Morene'dengelirdi, kurşun karışık cevher Almeria'dan, demir cevheri Murcia'dan,kaya tuzu Cardona'dan gelir ve burada tepeleme yığılırdı. Değerli metallerinkülçeleri, ender bulunan ağır çinko, bronz kaplamalar gibi İyonya'nınsilahını elinde bulunduranların bir şeye değiştirmeyeceği yükler,yuvarlak ve kunt yük gemilerinin ambarlarını doldururdu, terli bedenlerinüzerlerinde kamçılar şaklardı, durmak bilmeyen bir hareket, bir şeylerinçekilmesi veya itilmesi, çıplak tabanların şaplaması hâkimdi buraya,ötedeyse askerlerin kampında sürekli bir uyuklama, uzun boyunlu şaraptestilerinin lıkırtısı hâkimdi. Herakles figürü olmasaydı, böyle bir kahramanınyaratılması kaçınılmazdı, çünkü buraya her yerden akan mallarıanlatmak için efsanevi öykülere ihtiyaç vardı, bir yarı tanrının çağrısınauyup bu kıyılara çıkan tahsildarlar kendilerini önemli ve seçilmiş kişiler278


olarak görmek isteyeceklerdi. Helenler'de hep böyle mi olmuştu, tarihselolayları simgesel bir düzleme taşıyarak bunların kavranmalarını zorlaştırıp,işin esrarını bilenlerle sıradan halk arasındaki ayrımı sürekli kılmayahep özen mi göstermişlerdi. Yunan dünyası hep en yüksek kültür düzeyiolarak övülegelmiştir. Ama sağlam temeli olmasaydı, salt fikir olarak bubir şey ifade etmezdi. Yukarıda demokrasi düşüncesi, insanlar arasındabirlik ve eşitlik öğretisi ortaya çıkmıştı. Aşağıda eziyet altında çalışanlarher türlü haktan mahrum bırakılmıştı. Mülk sahibi sınıfların sütunlu yapılarıve sanat eseri heykelleri birbirine zincirlenmiş yığmlarca bedeninüstüne bindirilmişti. Küt ve çürük yığından asil unsurlar sıyrılıp çıkabilmişti.Kavimlerin başları, lafı dolandırmadan, onların ekonomik düzenininönkoşulu olan ayrımı ortaya koyuyorlardı. Rahipler ve filozoflar bunaonay veriyorlar, kitlelerin batıl korkularla hareketsiz kalmasını sağlıyorlardı,gerçeği aydınlatan bir söz söylemeye cesaret eden defediliyordu.Köle sahipleri ve köleler, ilk gruptakiler göksel güçlerle ittifak içindesoygunculuklarını edebiyatla yüceltiyor, hayvan yerine konan, canlı araçgereç olan diğerleri, dünyanın ikiye bölünmüşlüğünü, bizim hâlâ ortadankaldırmaya çabaladığımız ikiliği temsil ediyorlardı. Yunan kültürü tarifizor bir yağmaya dayanıyordu, köle ele geçirmek için sürekli savaşlar yapılıyordu,sürüklenerek, zorla toplanan insanların böylesi seçilmiş efendilerehizmet etmeleri onlar için bir lütuf oluyordu. Kibir ve vahşetin, ırkçılıkve insana reva görülen aşağılamanın içinden, en büyük kâra ulaşmakiçin kendi içinde şiddetli rekabete sahne olan, birbirlerinin acımasızrakibi halindeki kent devletlerini içine alan Helen pazar ekonomisi doğmuştu.Ön Asya'nın en çok nüfuslu kenti Milet dört limanıyla Ege'deki ticaretielinde tutuyordu, metropol yayılarak küçük kale kentlerinin karaiçleriyle bağlantısını kesmişti. Yapılan seferler köylülerin tarlalarını talanetmiş, genç erkekler ordu hizmetine girmeye zorlanmış, kıyı bölgesindekibüyük toprak sahipleri yeni üretim dalları arayışına girmişti. Hermos koyundabulunan Phokaia kenti, sıkıştığı dar alan karşısında tarımcılıktandenizciliğe geçiş yaptı, daha önceleri denize açılmaya hiç yeltenmemişolan, komşu bölgelerin hayvanlarını çalmayı ve yağmalamayı yeterli biriş alanı olarak gören girişimciler, uzak denizlerden gelen denizcilerin anlattıklarınınçekiciliğine kapılıp kendi gemilerini yaptırma ve uzak bölgelerdenburalara mal taşıma düşüncesine kapıldılar. Sıkışmışlıklarını atılganlığadönüştüren bu kavim, becerisini, daha önce Fenikeliler'in geliştirdiğitüm gemi tekniklerini hayli aşan gemiler inşa ederek gösterdi. Üç sırahalinde toplam yüzden fazla kürekli gemi yapıp davulun ritmiyle çalışanbu aygıtla yola çıktılar, güvertede, çadırların içinde tüccarlar vardı,bunlar elde edecekleri hazinelerin düşüncesiyle deniz tutmasını da yendi.Aşağıda bitmeyen bir gıcırdama ve çatırdama, yukarıda dümen başındamesafe ve derinlik ölçümleri, hesaplamalar. Kadırga, kırmızı yelkeninidolduran rüzgârla, suya çarpıp, su damlalarıyla yükselen küreklerin dö-279


nüşüyle ve önündeki uzun mahmuzuyla suları yararak ok hızında ilerledi,önüne çıkan her yabancı gemiye saldırdı. Phokaialı gemi sahipleri eldeettikleri üstünlükle kısa sürede kibir sahibi oldular, küçük alandaki iç ticaretiaşıp yeni dünyaların mallarına el atmış olmaları onların karakterlerinideğiştirdi, daha önceleri kralların tekelinde olan şeyi, en değerli şeyolan madenleri ele geçirmişlerdi, bunu elinde tutan, devlete de hâkimolurdu. Ama onların ellerindeki kaynaklar daha da tüketilmez oldukça,bunun tanrıların kendilerine bir lütfü olduğu düşüncesini daha fazla vurgularolmuşlardı. Kendileri başkasına hiçbir şeyi karşılıksız vermeyenler,tanrının kendilerini armağana boğduğunu söyleyip böbürleniyorlardı.Belki de başlangıçta onlara gerçekten cesaret vermişti gökteki güçlerinonlara yol gösterdiğini düşünmeleri, ama zenginlikler elle tutulur, ulaşılabilirhale geldikçe kendilerini yönlendiren güçler konusunda da dahagerçekçi olmuşlardı, yüce duyguları pratik zekâlarının güdümüne girmişve sonunda tanrılarının yüzlerini paralarına basarak onlarla sadece paralarındabütünleşir olmuşlardı. Bu buluşlarıyla kudretin yer değiştirmesinianlatan mükemmel bir mecaz yaratmışlardı, parayı elinde bulunduranilahi iradenin de sahibi oluyordu. Bundan böyle tanrısal lütfün dereceleride hassas bir şekilde ölçülür olmuştu, tanrı kavramı, altın, gümüş sikkeleretahvil edilebiliyor, tartılabiliyor, keselere, çuvallara, kasalara doldurulabiliyordu.Malların demonlara değil, bunları cebren, korku yayarak elegeçiren kendilerine bahşedildiği bilgisiyle ve hâlâ ruhlar ve cinler dünyasınaait olan büyünün bilgisiyle hareket ederek somut olanı açıklanamazolanla birleştirmişlerdi. Yeni doğan para ekonomisi sömürü ve baskı ilkesinigözlerden gizlediği için maddi zenginliği, kutsal güçlere inançla, görünmezcömert güçlerin varlığıyla açıklama yoluna gidilmişti. Kapitalizmindoğum yeri tapınaktı, sihirli sözler ve kurban ateşiyle kutsanmıştı.Olimposlu varlıkların en ünlü tasvirleri, bankaların kurulmasından, genişçaplı spekülasyonların başlangıcından sonra yapılmıştı, günümüzdede murakıp odalarındaki toplantılara Zeus ve Athena başkanlık ediyor.Phokaialı denizcilerin burada dağ kütlesinin korunak sağladığı burundayerleşmiş olmaları Lindbaek'e mantıklı geldi, ama çakılların arasındaönümüze çıkan aşınmış mermer sütun parçalarına bakarak değil de, dahaziyade arazi yapısından dolayı. Bir zamanlar Milet'in saraylarının bulunduğuPalatia köyünden yukarıya Pergamon'a kadar Türkiye'nin kıyı şeridinitanıyordu. Yaklaşık Denia'yla aynı enlemde bulunan Phokaia'da, bugünküFoça'da bulunmuştu, ikibinbeşyüz yıl önce tersanelerin ve ticarethanelerinçevresinde capcanlı bir hayatın döndüğü ama şimdilerde ıssızve cansız bir yer haline gelmiş bu yerin Lindbaek'in hafızasında canlanananılarıyla önümüzde uzanan manzara birbirine karışıyordu. Denia'nınHemeroskopeion'un topraklarında yükseldiğine ilişkin pek bir bulguyoktu bugüne kadar, bu yüzden de sömürgecilerin geldikleri yerin birkopyası halindeki koy ve kıyıdan yükselen dağlık araziyi bir delil olarak280


görmek istiyorduk. İber Yarımadası'nın doğu kıyısında Hemeroskopeionismini, doğan güneşin seyredildiği yer sıfatını burası kadar hak edecekbir başka yer yoktu, kıyıya çıkanlar doğal limanın önündeki yükseltidenbakışlarını denizin ötelerindeki kentlerine, doğan güneşe doğru çevirebilirdi.Kendilerini bu şekilde yeniden bulmuş olma Phokaialı beylere ilahibir hikmet gibi gelmiş olmalı, buraya türlü türlü ganimetler elde etmekiçin geldiklerinden ve yeniden doğuş, bir yükseliş önlerinde duruyor göründüğündenav ve bereket tanrıçasına bir anıt diktiler. Başlangıçta Phokaialılar,buralarda bir limanları bulunan Fenikelilerle mal değişimi yapmışolabilirlerdi, ama daha sonra mal girişini askeri güç belirlemişti, kalelerhızla inşa edilmiş ve kendileri özgürlükle ödüllendirilen bazı İyonyalıköleler, köleleştirilen İber köylülerinin başında bekçilik yapmışlardı. Birkaçon yıl içinde İspanya'daki sömürgeci güç değişmişti, silahlı Hellenkervanlarının baskısı altında Fenikeliler sömürgelerini birbiri ardına yitirmişlerve Gadir'e, çıkardıkları madenleri gemilere yükledikleri ve krallıklarınınbir zamanlar refah ve şanlarını borçlu olduğu bu kente kadarçekilmek zorunda kalmışlardı. Yeni valilere caddeleri, garnizonları, ambarları,rıhtım tesislerini bırakmakla kalmamış, özellikle de açtıkları madenocakları, yeni emperyalistlere hazır olarak kalmış ve yeniler gençliklerive becerileriyle, yeni damarlar bularak madenciliği büyük boyutlarataşımışlardı. Sanayileşme çağının ilk adımları burada atılmıştı, stratejikmalzemenin belirlenmesiyle, hammadde fiyatlarının sabitleştirilmesiyle,borsa işlemleriyle, yatırım sermayesinin getirdiği yüksek temettülerle vemadenlerin çıkarılması ve işlenmesi sırasında üretici güçlerde verilen büyükfirelerle kendini gösteriyordu. Zira yedinci, altıncı yüzyıldaki dökümhanelerive metal atölyelerini gözümüzün önüne getirirsek aradangeçen zamana göre bugünün değişimleri son derece sınırlıydı. Hâlâ Afrika'da,Latin Amerika'da işçilerin, İberlilerin gümüş ve kalay döverkenmaruz kaldığı acımasız koşulların altında ezildiği yeterince maden işletmesivardı, bizlerin çoğu için de, sekiz saatlik çalışma hakkını elde etmişolmamız ve maden galerisinde çalışırken ayaklarımızda zincirler olmaması,ayakları bağlı on dört saat çalışan kölelere kıyasla önemli bir ilerlemesayılmazdı. Ciğerlerdeki toz, ıslaklık, hava cereyanı, bedensel eziyetaynıydı, bizim tek farkımız biraz daha uzun dayanmamızdı, eskiden oralardakihayat birkaç yıl içinde tüketiliyordu. Bizlerin birkaç reformu görmüşve birkaç hakkı almış olmamızın şurada elli yılı bile yoktu ve ikibinbeşyüzyıl öncesinin çalışanlarına o kadar yakındık ki bu çaresizlik içindebiz de onlar gibi kurtarılmış bir dünya özlemini taşıyorduk. Garnizonlarıniçinde zamanla yüksek bir sınıf ortaya çıktı, bunlar köylülerin meyvesinive tahılını topluyorlardı, şarap yapıyorlar, sığır besliyorlardı, fıskiyelerçiftliklerin iç avlularına serinlik veriyor, mozaikler döşemeyi, cilalıtablolar duvarları süslüyordu, serflerin kerpiç kulübelerindeki ve madenocağı kölelerinin kamplarındaki sefalet anlatılmazdı. Finans soylularının281


aileleri, yılanların ve altın elmaların ülkesine yerleşti, Herakles'in sütunlarınınyanına yüksek kuleler halinde fenerler yapıldı, bu fenerlerde reçinelenmişodun yakılarak çok uzaklardan ticaret gemilerinin görmesi sağlanıyordu.Ticaretin efendileri mallarının Batı Asya'da pazarlanmasıylaelbette ilgileniyorlardı, ama kafalarını daha çok denizaşırı yerleşimlermeşgul ediyordu. Gerçi Phokaia küçük bir pazar alanıyken şimdi sömürgecibir güç haline gelmişti ve Milet'i, seramikleri ve haklarıyla, altın işlemelerive erguvan boyalarıyla, filozofları, ozanları ve bilimcileriyle ünlübu metropolü, metal zenginliği sayesinde geçmek üzereydi. Ama düşmansaldırıları kıtayı sürekli tehdit ediyordu, genişleyen Pers Krallığı'nın ordularıEge kıyılarını zorluyordu. İşadamları için İspanya ve Galya'dakibüyük yatırımları ve birlikleri daha güvenceli, orada kendini koruyacakpiyadeler bulmak daha kolaydı. Phokaia tarihinde ilk defa General Harpagontarafından tümüyle yağmalandı ve yakıldı, hem de merhamet veiyilik sahibi olarak anılan bir kralın, İkinci Kyros'un bir komutanı tarafından.O tarihten itibaren Phokaia'nın kaderi belirsizleşmiş, yolculuklarındankentlerine dönen kaptanlar kentlerinin yerinde durup durmayacağınıbilemez olmuşlardı, sadece Phokaia değildi sık sık harabeye dönen vegiderek azalan güçle defalarca yeniden inşa edilen, devasa bir dış kalesiolan Miletos da güçlü Pers saldırılarına boyun eğdi. Milet'in güzel binalarıve heykelleri yıkıntılar altında kaldı, ta ki Prusyalı arkeologlar gelip kazıdaonları tekrar gün ışığına çıkarıncaya kadar. Phokaia toprakta pek azsanat eseri bıraktı. Phokaia'mn sade aristokratları daha pratik anıtlar diktiler,bankalara, nakliye birliklerine ve sanayiye yaptıkları yatırımlarlaölümsüzleştirdiler kendilerini. Onlar tehlikeler karşısında gemilerinin rotasınıKorsika'nın Alalia'sına, Galya'nın Nikea'sına, Massalia'sı ve Agathe'sineçevirerek kendilerini bir sığınağa atabiliyorlardı. Buna karşılıkkentte kalan halk, Pers işgalcilere hizmet etmek ve ordularında sıraya girmekzorundaydı. Uzaklardaki cennetsi adalarda ölümsüz kahramanlarınbahtiyarlık içinde yaşadığı düşünü kuran Yunanlar bu rüyalarının dönüşümünetanık oldular. Büyük tüccarlar için bu rüya ebedi büyümenin enkarnasyonuhaline geldi, onlar yurtlarından kopmuş birileri değillerdi,yüksek kâr çabalarının karşılığını alan, kendi hırslarının itaatkâr uşaklarıydılar.Dünyevi yaşamı, vurgun düzeniyle yönetiyorlardı, Yunan cennetiElysion onların içinde sürekli büyüyen artı değer olarak yaşıyordu.Cennetin ilk halinin izleri, o zamanlar varla yok arasında yaşayan diğerleriarasında, ölüler ülkesinin gölgelerini andıranlar arasında sürdürüyorduvarlığını. Burada da mutluluğun diyarı, bu dünyada gösterilmişti,ama adalet vaadi vardı bu diyarda, adaletten her zaman mahrum kalanlarabir umut ışığı, sefaletten, kölelikten ve savaştan kurtuluş. Güçlüler,denizin içinden yükselen yeni ülkeleri fethetme savaşını, mülksüzlersebeklemeyi sürdürüyorlardı, kendilerini köleleştiren boyunduruğu kaldırıpatmalarının mümkün olduğunu, suskunluğa mahkûmiyeti kendi ses-282


leriyle yarabileceklerini bilmiyorlardı. Serfler bahar adasına yolculukdüşlerini kurup başkaldırana kadar daha çok zaman geçecekti, Phokaialılargüçlenen Kartacalılar'a yenik düşecekler, Kartacalılar Romalılar karşısındaburaları terk edecekler, Büyük İskender Persler'i yenecek ve Pergamongüçten düşmüş Phokaia'yı işgal edecek, sonra kendisi de dağılmasürecine girecekti. Bahar adası düşünü kuran mülksüzler kendilerini Heliopolitler,güneşin çocukları diye adlandırmışlar, Sicilyalı Saturninus veAristonikos'un önderliğinde ayaklanmışlar, daha sonra da Spartaküs önderliğindeRomalılar'a başkaldırmışlardı. Üzerlerinde, birleştirme takozlarınınyuvaları görünen sütun kalıntıları arasında bakışımızı kumlu sahilin,korulukların ve tarlaların ötesine çevirdik, yukarılarda Ebro'da cereyaneden boy ölçüşmeyi düşününce gözümüzün önündeki kıvrımlıyollar, tepeler ve dağ silsileleri, buradaki sessizlik, gerçekdışı geliyordu.Altımızdaki Yunan yerleşimi de çabucak kaybolmuştu, şimdi KartacalılarLimanı gözetim altında tutuyorlardı, maden cevheri çıkartıyorlar, Salinya'dadeniz tuzunu ve kaya tuzunu yıkatıyorlardı, güçlü ordular yenidenharekete geçmek için toplanıyorlardı. Güney sahilindeki yeni limandan,Kartaca'dandılar, doksan bin kişilik İberli ve Kuzey Afrikalı piyade ordusu,Balearya'dan gelen özel mancınık birlikleri, on iki bin kişilik Numidyalısüvari ve külrengi kütleler halinde filler, rengârenk sancaklar altındave muhafızların parıldayan mızraklarıyla etrafı çevrili olan Hannibal geliyorduatının üzerinde. Kartacalılarm bu seferi, Romalılar'la kendilerininnüfuz bölgeleri arasındaki Ebrus sınırını yeniden tesis etmek için kuzeyeyapılan akınların başlangıcıydı. Saguntum yakınlarında ilk çarpışma oldu.Romalı lejyonerler işgal altında tuttukları kentten atılmışlardı, amaKartacalılar Ebro sınırında durmadılar. Hannibal ikiyüzonsekiz yılınınTemmuzunda ordusuyla Ebro Nehri'ni geçti. Kardeşi Hasdrubal'ın yanınaon beş bin asker vererek İber valisi olarak orada bırakıp kendisi ordusuylayola devam etti, Katalanya'yı geçip Pireneler üzerinde Galya'ya,oradan Alpler'e yürüdü, daha nereye kadar gideceğini, ne için gittiğini bilenyoktu, bu arada Romalılar karşı atak için yeniden toparlanmışlardı,Scipio'nun komutasında Saguntum'a bir donanma gönderdiler ve Hasdrubalaldığı yenilgi üzerine kaçtı, Romalılar Kartaca'yı, Malaca'yı ve Gades'ialdılar, çok büyük miktarlarda silah ve mancınık, ayrıca altın, gümüşve tahılın yanısıra on sekiz savaş gemisi ve altmış üç yük gemisi elegeçirdiler. İspanya'ya Romalılar tarafından barış getirilmiş ve KartacaKrallığı'nın sonu gelmişti. Kölelerin ütopyalarının üzerinden kaldırılmasıgereken daha çok yük vardı, sefalet ve acının dünyasından çıkacak adımıatmaya daha çok yol vardı, Scipio Afrika kıyıları seferine hazırlanacaktı,Pergamon'da Birinci Attalos Roma'yla ittifak anlaşması imzalayacaktı,Hannibal son vefakâr askerleriyle İtalya'yı geçip atlarını ve fillerini öldürdüktensonra Kartaca donanmasının son gemileriyle ayrılacak ve Romalıbir komutana, adına Africanus adını da eklemiş olan Scipio'ya kendi283


kentinde yenilecekti. Romalılar Kartaca'yı ateşe verecekler, Hannibal Girit'ekaçacak, Bithynia kralı Prusias'a Pergamon'a karşı savaşta hizmet etmeyiteklif edecek, esir düşecek ve zehir içecek ve Romalılar bir kere dahaKartaca'ya hücum edip kenti yerle bir edeceklerdi. Hanedanlar değiştikçedaha hangi çatışmalara tanık olunacaktı. Zeytin ağaçlarının yanlara doğruaçılan, insan asmaya elverişli dallarının görüntüsü önünden geçerekVilla Candida'ya ulaştık; ayaklanmalar baş göstermiş, büyümeden bastırılmıştı.Romalılar'a karşı köylüler ayaklanmıştı, kavimler göçü sırasındaVandallar, Suebler ve Alanlar ülkeyi doldurmuştu, Batı Gotlar buradakrallıklarını kurmuşlardı, güneyden Berberi Mağripliler akın ediyordu,Arap halifeler egemenlik kurmuşlar, sonra yerlerini Kastilya'nın, Asturya'nın,Leön'un Hıristiyan krallarına bırakmışlardı, köylü nüfus haklarıiçin mücadele etmiş, zaman zaman özyönetim, bağımsızlık elde etmiştive sonra Aragon'da tekrar boyunduruk altına girmişti. Sürekli ayaklanmalar,çatışmalar, bıçak, kazma, orak ete saplanıyor, toprak kana bulanıyordu;Kastilya Cördoba'yı ele geçirmişti, Aragon da Sicilya'yi, daha sonra,Ferdinand ve Isabella büyük güç haline gelen birleşmiş İspanya Krallığıdönemini başlattılar, engizisyon, Müslümanların ve Mağripliler'in kökününkurutulması, Yahudilerin sürülmesi, Batı Hindistan'ın keşfi, İspanya'nındünya gücü olması, Habsburg hanedanı yönetimindeki İspanya,Hollanda'nın, Belçika'nın, İtalya'nın büyük kısmının İspanya'nın elinegeçmesi, İngiltere'nin yükselişinden sonra İspanya donanmasının yokedilmesi, Avrupa'da İspanya'ya tabi devletlerin elden çıkması, Katalanya'dahuzursuzluklar, Napoleon'un İspanya'ya girişi, düşman kuvvetleriningerilla güçleri tarafından yenilgiye uğratılması, Latin Amerika'dakisömürgelerin elden çıkması, engizisyonun kaldırılması; üç yüz yıldanfazla bir süre geçtikten sonra demokratik bir anayasa için ulusal halk savaşı,binsekizyüzyirmiüçte halk savaşının Fransızlar'ın silah yardımı sayesindebastırılması, otuz yıl kadar sonra İspanya işçilerinin ilk örgütü,burjuva devriminin başarısızlığı, Cumhuriyet'in ilanı, Monarşi'nin yenidentesisi. İspanya-Amerika savaşında Küba, Porto Riko, Guam, Filipinlerkaybedildi. Pasifik Okyanusu'ndaki son topraklar olan Mariana, Karolinve Marschall Adaları Alman İmparatorluğu'na satıldı. Ama yakınlardakiFas fethedilip şimdilere kadar manda yönetimi biçiminde de olsaelde tutulabildi. Bindokuzyüzonyedide genel grev, bazı yerlerde silahlıayaklanmalar. Askeri diktatörlük, ama bindokuzyüzotuzbir seçimlerindeCumhuriyetçilerin zaferi, Kral'ın tahttan indirilmesi, feodal düzendekibüyük toprakların dağıtılması, kilisenin devletten ayrılması, Katalanya'da,Bask ülkesinde özerk yönetim, gerici güçlerin yeniden yerleşmeleri,bindokuzyüzotuzdörtte proleterler cephesinin ilk ortak darbesi. Oncazahmetleri, feda olan ne canları ve emekleri ve bahçelerin üzerindeki oderin sessizliği terk edecektik yakında.284


Valencia Belediye Sarayı'nın avlusundan geçerken kurumuş çiçek yığınıiçindeki arabaların üzerinde dikilen, arkadan destekli kocaman mukavvafigürler bize tepeden bakıyorlardı, Napoleon ordularına karşı sekizyıl süren savaşların kahramanlık çağının ilk mücadele önderleri Espoz yMina ile Rahip Merino'nun figürleriydi bunlar, bu yılın on dokuz Martındakarnaval zamanı geçit arabaları caddelere çıkarılmadı, karnavalı duyurantop atışlarının, trampetlerin, davulların, düdük seslerinin, çatapatların,tulum nağmelerinin, fişek vınlamalarının ortalığı sardığı kutlamalarbu yıl yapılmadı. Dar sokakların avlu içlerinde yaratılan tüm acayipfigürler gürültüyle caddelerden akan fener alayının içinde sallana sallanageçip, Plaza Castelar'da kalabalık meydanı danslarıyla ve şarkılarıyladoldururken ateşe verilmedi, çünkü bu yıl başka bir fişek cayırtısı, başkapatlamalar ele geçirmişti geceyi. Şimdi donuk bakan iri gözleriyle ve ileriuzattıkları kılıçları ve sancaklarıyla çökmüş ve hüzünlü bir hal vardı arabalarınüzerinde, dimdik duruşlarında, görkemli ve kof, biraz da bizekarşı alaycı bir halleri var gibiydi, belki de Barok tarzı salondan, askerikomisyon tarafından geri çevrilmiş olarak dışarı çıkmış olduğumuz içinöyle geliyordu bize, artık yabancı gönüllüleri kayda almıyorlardı, eğitimiçin zaman yoktu, bir ay sonra Tugaylar ülkeyi terk edecekti. Savaşın bizimzaferimiz dışında bir son bulmasının bizim için ne kadar anlaşılmazbir şey olduğunun bir kere daha farkına vardık. Eylülün ikinci haftasınagelindiğinde, birden bize ihtiyaç kalmadığını öğrenmiş bulunuyorduk.Her türlü işlevimizi yitirmiştik, artık başka görevlere kafa yormamız isteniyordu.Parti bürosundan, akşam sevkıyatıyla Denia'ya ulaşmamız, oradanda Marsilya'ya giden gemilerden birine binmeye çalışmamız talimatıverilmişti. Çok önceleri bir kere yaptığım gibi, kamyon katarının yola çıktığıyere gitmeden önce kentte dolaşmaya çıktım. Kentte hedefsiz dolaşırken,İspanya'da örneğini çok kereler gördüğüm bir şeye rastladım yine,geçmişte kalması gereken ve sanki tarihdışı garip bir olaydı. Plaza de Virgin'ekomşu Katedral'in yan girişlerinden birinin önünde insanların yığılmışolduğunu gördüm, yaklaşıp kendime yol açtığımda kendimi perşembegünleri burada halkın önünde toplanan Su Meclisi'nin karşısındabuldum. Azailerin taş figürlerinin altında, yarım ay şeklindeki yeşil birdökme demir parmaklığın gerisinde geniş siyah gömlek yakalarıyla köylühâkimler oturuyordu. Her sandalyenin arkalığında pirinç levhalardasu beldelerinin isimleri yazıyordu, Favara, Rovella, Pautahar ve Rascania.Görüşülen konular, Albufera Gölü'nün çevresindeki pirinç tarımı yapılanovada su hendeklerinin ve kanallarının kullanımında çıkan sorunlarınnedenleriydi. Köylü hâkimler, yüzyıllar öncesinde de burada yine böyleoturmuş olmalıydılar, güneş yanığı yüzleriyle, kimi yaşlı, yüzleri kırış kırış,kimi sakallı, ama hepsi pür dikkat, bilge, deneyimli, onur sahibi, çoğuespirili, çevredekilerin gülüşleri arasında şikâyetçiye, şikâyet edilene cevaplarveren, kararlarını açıklayan kişiler. Ama üstünlükleri böylesine285


hissedilen bu insanlar, diye konuşmaya başladı yanı başımda biri, eskimülkiyet düzeni içinde kalmak zorundalar. Gerçi onlar arazideki her tarlasınırını, her evleği bildikleri için geleneğin gereği olarak muhakemeonlara bırakılmış, ama devlet, ister feodal, ister cumhuriyetçi devlet olsun,onlardan sadece mevcut düzeni sürdürmelerini istiyor. Yanımda duranAyschmann'dı. Boynunda, omzunda ve göğsünde çapraz sargılarvardı. Önemsiz, dedi, sadece köprücük kemiği kırığı, bir iki kaburga kırığı,beyin sarsıntısı, karaciğerde bir yırtılma. Patlayan bir mayın onu beşmetre havaya fırlatıp bir duvara çarpmıştı. Kolunun altında birkaç kitapve dergi vardı. Sanki keşif sonrası konuşur gibi, koltuğundakileri bulduğuyeri belirtti, Calle Castellon'da, Plaza de toros ile Kuzey Garı'nın tuğladanuzun cephesi arasında kalan bir antikacı dükkânından söz ediyordu.Beni çekiştirerek onunla gitmemi istedi, dergilerdeki resimleri göstermekistiyordu. Yürümeye başlayarak Marquez de Dos Aguas Sarayı'nınkaymaktaşından yapılma, yunusların, aslanların ve titanların süslediğikapısının önünden, sur girişinde mazgal delikleriyle çevrelenmiş kapıdanve kurumuş geniş nehrin üzerindeki Serranos Köprüsü'nden geçtik.Şimdi sadece su birikintileri halindeki Turia Nehri'nin yamaçlarında koyunsürüleri otluyordu, karşı tarafta, yüksek kıyı duvarlarının gerisindetarlalar ve portakal bahçeleri uzanıyordu. Ayschmann sargılarının içindekasılmış bir şekilde yürüyordu, uzaklardaki kentin son evlerinin gerisindeuzanan portakal ormanına gitmekti niyeti. Ağaçlar arasında bir patikadankuytu yerlere varıncaya kadar yürüdük, bir yükseltinin önündeoturduk. Ayschmann elindeki Cahiers d'Art isimli dergiyi açtı, dergideGuernica tablosunun oluşumunun çeşitli aşamalarının, ön çalışmalardanson haline kadar röprodüksiyonları vardı. Resim derginin içine katlanmışbir ek olarak konduğundan, geçen yıl yapılan dünya çapındaki Paris sergisindeİspanya Cumhuriyeti pavyonunda ilk kez sergilenen üç buçuğasekiz metre boyutlarındaki orijinalinin bir bütün olarak görülmesine izinveriyordu, dergideki resmin siyah ve gri tonları orijinalin renklerini yansıtabiliyordu.Ellerimizi ileri uzatarak tuttuğumuz resim, çevredeki portakalağaçlarının ışık seli halindeki mavi-yeşilinden apayrı görüntüsüyleönce garip bir duygu yarattı. Yepyeni, bambaşka bir şeydi bu resim. Işıkpiramitleri ve gölgeler, alan kesitleri halinde birbiri içine girmiş kollar, filboyutlarındaki bacaklar ve yüzler, sert çapraz ve düşey çizgiler, çevremizdekikıpırtısız ve derin yoğunlukla, kaba ve zorlayıcı bir çelişki sergiliyordu.Havayı aralıksız öten ağustosböceklerinin metalik sesleri doldurmuştu.Burada kentin gürültüsü duyulmuyordu. Bir süre sonra kompozisyon,merkezdeki figürler piramidiyle, yanlardan yükselen figürlerlegörüntü vermeye başlamıştı. Karşımızdaki görüntünün ne olduğunu henüzkavrayamamıştık, ama İspanya'da olan biteni görmüştük. Dövülmüşdemir gibi az sayıdaki göstergeden oluşan bir dil içeren resimde parçaparça ediliş ve yenilenme, çaresizlik ve umut vardı. Çıplak bedenler iç içe286


geçmişti, üzerlerine çullanan güçler tarafından biçimden çıkarılmışlardı.Alev dişlerinin içinden yukarıya doğru yükselen eller, upuzun bir boyun,yukarı bakan çene, dehşet içinde tersi dönmüş yüz hatları, bir silindire sıkışmışbir beden, kömürleşmiş, fırının hararetiyle dışarı fırlatılmış. Sağaltta yanlamasına uzanan öne doğru bükülmüş kadın, karanlıktan çıkıpbir ışık piramidine giriyordu, kurşun ağırlığında birer kütle halindekiayakları, bacakları onu kalan son gücüyle taşıyordu henüz, elleri sankişiddetli rüzgâra tutulmuş gibi onun iradesi dışında geriye savrulmuştu,ama dik tuttuğu başı hâlâ yıkılmadığını gösteriyordu, bakışları, kabarmışbir kolun ucundaki düğümlenmiş yumruğun mekânın içine uzattığı kandilışığına dönüktü. Soldaki kadın bir topak halindeydi, şişkin kolu aşağısarkıyordu, kolunda bir çocuk, minicik acınası ayak parmaklarıyla, açılmışpaçavralar içinde olabileceği kadar ölü yatıyordu. Ağzının içindekiyukarı bakan sipsivri diliyle bağıran bu kadının hemen üzerinde başınıyana çevirmiş olan boğa duruyordu, kadın boğanın gölgesine sığınmıştı,boğa bir kütle halindeki duruşuyla, burnundan soluyarak çevreyi kolluyordu,kuyruğunu şiddetli hareketlerle yukarıya doğru şaklatıyordu, boğanıninsan gözleri dimdik öne bakıyordu. Yerde yatan savaşçı anıtı alçıdangörünse de ürkütücü bir canlılıktaki ellerinden biri açılmış, avuç içiçizgileri görünüyordu, diğeri kırılmış kılıcın kabzasına sarılmıştı, savaşçınınüstünde yükselen ve kas yumrularından oluşmuş at, kılıç darbesininaçtığı yarık genişliğindeki yarasıyla dizleri üstüne çökmüştü, ama hâlâtepinen, kötülük saçan ağzından soluyan tehlikeli bir varlıktı. Atın savrulanyelesine doğru uzanan bulut benzeri kolun ucundaki yumru şeklindekiel, köylülerin kullandığı türden cılız bir gaz lambası tutuyordu, geçmiştenkalma bu ışık özellikle dikkat çekiciydi, dar bir aralıktan mekânınortasına geniş bir hareketle daldırılan gaz lambası, Yunan zafer tanrıçasıNike'yi andıran bir varlığın elindeydi, diğer eliniyse bir yıldız şeklindegöğsünün ortasında tutuyordu. Sonsuzluktan gelen gözalıcı yüzü akışkanbir madde halinde, bir binanın içinden, bir çatının kiremitleri altındançıkıp beyaz boyalı bir duvar parçasını geçerek ileri uzanıyordu, amabu hareketi onu yine bir iç mekâna çıkarıyordu; içinde kıyamet sahnesinincanlandığı, bir mutfak avizesinin elektrikli güneşinin aydınlattığı,onun soğuk ışığının yanında, cam fanusu içinde ilk günkü gibi yanmayadevam eden gaz lambasının yumuşak ışığının görüldüğü, boyuna uzananyoksul bir mekâna. Bunlar resmin belli belirsiz fark edilen ilk çizgileriydi,ama başka türlü de yorumlanabilirlerdi, her ayrıntı bir şiirin parçalarıgibi farklı anlamlara yorulabilirdi. Ortaya doğru eğilmiş olan kadınınedası kaderine boyun eğmiş gibi değil mi, diye kendimize sorduk, uçuşanelleri boş duruşlarında az önce bir ölüyü yere bıraktığını ifade etmiyormuydu, onun önünde uzanan kişinin doğranmış kollarının duruşu daçarmıhtan indirilmiş birini hatırlatmıyor muydu. Kılıca yapışmış eliniçinden cılız ve silik bir çiçek filizlenmişti, geri planda, sadece konturları287


görünen bir masadan bir kuş kanatlanıyordu, belki bir güvercindi, biçimibelirsizdi, büyük gagasını yukarı doğru atmıştı, savaşta toprağa düşeninel çizgileri bir desen olarak kadının ve çocuğun elinde yeniden görülüyordu,atın tabanındaki nalın ortasında da, her şey birbiriyle ilişki halindeydi,birbiriyle bağlantılıydı, bu samanlıktaki, mutfaktaki, olağanüstüolayların ele geçirdiği bu gündelik hayattaki sahnede aynı kaderi paylaşıyorlardı.Dergideki eskizlerden, çizimlerden, resmin ilk versiyonlarındanboğanın ve aceleyle ileri uzanan acil ışığın, bu kompozisyonda hâkim figürlerolduğu anlaşılıyordu, boğa giderek daha insanileştiği, at ise dahacanavarlaştığı için, boğanın İspanyol halkının sebatının simgesi olduğunudüşündük, kısık gözlü at ise sert ve düz taramalarıyla faşizmin dayattığıiğrenç savaşı simgeliyordu. Duvar resminin konusuna hazırlık oluşturanbir dizi gravürde de at tiksinti uyandıran bir ucube olarak, Generalissimo'yu,General Franco'yıı anımsatan yüz çizgileriyle çizilmişti, boğaise ondan üstün bir güç olarak; at, karakalem çizimlerde giderek dahafazla orası burası yamulup canına okunmuştu, oysa boğa muzaffer olarakayakta kalmıştı, ama dergiyi incelerken, diğer bazı eskizlerden başka biryorum da çıkarılabiliyordu. Bunlardan birinde atın yarık karnından küçükkanatlı bir at çıkıyor, aynı at daha sonra, dizginlenmiş ve sırtına eğervurulmuş boğanın üstünde edalı edalı otururken görünüyordu. Tablodaküçük at görünmüyordu, belki de güvercine dönüşmüştü, ama karnı delikatın köşeli bir şekille çizilen yarası öylesine büyük, hatta rahatsız ediciydiki, dikkat ister istemez yaranın üstünde toplanıyordu. Böyle bir yaradansonra hayvanın yerinden kalkamaması, ruhunun ondan çıkıp gitmesigerekirdi. Pegasus'un, mitolojinin kanatlı atının insanın içine işleyençizimlerini hatırlayarak kendimize, önemli olan, tam da resimde görünmeyendeğil mi, diye sorduk, özellikle eksik bırakılmış şeyin, ürkütücübir oyuk halinde resmin asıl motifine işaret etmiş olabileceğini düşündük.Diğer resimlerle birlikte düşündüğümüzde, burada insanların ve yaratıklarınkat kat yığılan acılarının resmedilmesine bir de Pegasus'un kaçışınıeklersek, bir yapıttan ajitasyon bekledikleri için Picasso'nun tablosunuiçinden çıkılmaz ve tutarsız görerek eleştirenlere hak vermek durumundaydık.İki ayrı gerçekçilik anlayışı burada birbiriyle zıt düşüyor, dediAyschmann. İnsanın, acıların sonucunda şekilden çıkmış, dağılıp gitmişhalde gösterilmesi, savaşçının her koşulda kuvvetini ve yekvücutluğunuayakta tutması gerektiğini savunan Parti'nin görüşüne ters düşüyor. Resimdeacayip çizgiler vardı, çocukça karalanmış gibiydiler, bunların proletaryanındavasını temsil etmeye uygun olmadığı belirtiliyordu. Resimdekiantagonist güçlerin, aynı zamanda sentezde buluşturulmaya çalışılmasıyüzünden başlayan şiddetli tartışma, resim üzerine düşünen kişininPicasso'nun vermek istediğini anlamasına fırsat tanımamıştı. Gerçekliğindış katmanı kaldırılmıştı. Baskı ve şiddet, sınıf bilinci ve bir davadan yanaolmak, ölüm korkusu ve kahramanca cesaret ana kaynağında, dina-288


mik işlevleriyle gösteriliyordu. Parçalananın, yeni bir bütünlükte yenidenbirleşmesiyle düşmanın karşısına aşılmaz bir savunma konuyordu. Resim,kanayan ürpertici yarasıyla, yaşanan bunca acının içinde, yaşayan nevarsa saldırı altındayken, sanatın ne işe yaradığı sorusunu sorduruyorduysada, bu onun etkisini azaltmıyordu. Picasso'nun her resmi, bir çeşitliliğinparçalarından birini oluşturuyordu, bunlar biraraya geldiğinde enküçük bir ayrıntıyı bile içeren bir bütün sergiliyorlardı. Tanrısal Musalardangeriye bir şey kalmamıştı bu azap kapısında, ressam ilk düşüncesindenuzaklaşmış, buna karşılık, olanı daha çıplak haliyle ve ona teslim olarakvermişti. Ama görünmese de Pegasus'un resmin bir parçası olduğunu,Picasso'nun bir sözü de doğruluyordu, onun çalışma biçimi, hiçbir önçalışmasının kaybolup gitmediği, boşlanmadığı, bu sözünde apaçık ortayaçıkıyordu. Bu tablonun tasarlanmasıyla ilgili olarak yaptığı bir açıklamada,tüm yaşamının, düşünce ilkelliğine ve sanatın ölümüne karşı birmücadeleden başka bir şey olmadığını belirtmişti, bu sözlerle İspanya'dagericiliğin halka ve özgürlüğe saldırısını kastediyordu. Sanattaki gerçekuğruna verdiği mücadeleyi demagojiye karşı verilen bir mücadele olarakgörüyordu, sanatsal çaba onun için sosyal ve politik gerçeklikten ayrılamazdı.İspanya'nın üstüne çullanan yıkıcı güç sadece insanları ve kentlerideğil, ifade yeteneğini de hedef alıyordu. Picasso, Franco'nun rüyası veyalanı adını verdiği bir başka resimler dizisinde, solucan gövdesini andıranve hortumu olan bir figür olarak çizilen Caudillo elindeki bir kazmaylaönce güzel sanatlar tablosuna saldırıyor ve dikenli telle çevrili paratanrısına kurban sunuyordu, daha sonra boğa onu öfkeyle boynuzlarınatakıyor ve gözyaşlarına boğulmuş insan kalabalığı, başlarını ölümle yaşamarasında gidip gelen düellonun aşamalarına çeviriyordu, geriye sadecetek bir kişi, evin yanan yıkıntısı önünde, kucağında ölü çocuğuylayere çömelmiş kadın kalıncaya kadar. Resmin ifade ettiği çok şey henüzkapalıydı, ilerde incelenmesi gerekiyordu. Bask kenti Guernica'nın bindokuzyüzotuzyediyılının yirmialtı Nisanında Alman lejyonu Condor'unuçakları tarafından bombalanması bir sinyaldi, alçak tavanlı, içinde kıpırdayacakyer kalmamış mutfak mekânı çok daha büyük yıkımların başlangıçyeri olabilirdi. Boğanın kuyruğunun gerisindeki kapı açık duruyordu,ateş rüzgârında ölüme yollananların yanındaki kapı da enginlere açılıyordu.Burada bir kehanetin bir parçası yatıyordu. Gözalıcı ışık ve tavandakiampul düğümlenmiş telleriyle her an sönebileceğinden, diğer ışık,güvenilir gaz lambası içeri uzatılmıştı, bilincin, gerçeği aramanın ışığıydıbu. Eskizlerde boğa başlangıçta her şeyi kuşatırken giderek geri çekilmişve önce yere yığılan, sonra yeniden silkinip ayağa kalkan, ama ölümcülyarasını baştan beri taşıyan at baskın hale gelmişti. Böylece savaşın gidişatınabağlı olarak İspanyol boğası geri çekilme olasılığına daha fazlayaklaşmış, mızrakla vurulan ve her yanında okların uçuştuğu at, kuduruportalığı birbirine katmıştı. Sanat yapıtlarının yorumunda benim çok289


önceleri öğrendiğim bir kural burada da doğrulanmıştı, resmin yarattığıilk izlenime dayanarak resmin öğelerini ayrıştırıp daha sonra yeniden birarayagetirerek kendimize mal edebilirdik. Bir keresinde Leger'in, ormancılardemeyip, ormanda çalışma diye adlandırdığı bir resminin incelenmesindede yaşadığım gibi, burada keskin çizgilerle ve açılarla birbirindenayrı duran parçalar inşa edici bir gözü, kombinasyon yeteneğinigerektiriyordu. Ormandaki ağacın, taşın, insan bedeninin gri ve morrenkler içinde küpler, piramitler ve silindirler şeklinde verilmesi ağaçgövdeleri ve kütükleri arasına çakılmış olmayı ifade ediyordu, ama buradagördüğümüz şey, zoraki çalışmadan, gövdelerin pistonu andıran kaslarındanibaret olmayan bir dünyaydı, daha doğrusu, burada yer düzeyinemahkûm olmuş Kykloplara, mitolojinin tepegözlerine bakarken kendidünyamız, makinelerin silindirlerinin ve kollarının kapladığı dünyamızcanlanıyordu zihnimizde. Benzer bir örnek olarak Feininger'in çizdiği evlerinkonturlarının uzantısının yarattığı perspektif bütün bir kente açılımısağlıyordu, mavi atlar kulesinin bir kuyrukluyıldız gibi göğe akan formları,geleneksel resmin araçlarıyla ulaşılamayan bir canlılık ifadesi kazandırıyordu.Kapalı bir bakış açısının ötesine geçip çokanlamlılığm olanakverdiği böylesi şaşırtıcı ifade biçimleri, bizim içinde yaşadığımız mekanizmaları,durağan bir düzenlemenin yapabileceğinden daha derinlemesinegörmemizi sağlıyordu. Bu ifade biçimlerinin tipik özelliği, hayal gücümüzüharekete geçirip, bizi ilişkiler, benzetmeler bulmaya itmesi, böylecekavrama kapasitemizi genişletmesiydi. Picasso'nun, bir kadını ölüçocuğuyla bir merdiveni tırmanırken gösteren bir tebeşir çalışması, boğanın,atın ve uzanmış kolun tuttuğu ışığın coğrafyasına işaret ediyordu,Ayschmann, Minotauromachie resmini açtığında, zihnimde, Cueva la Potita'dakiköylü evinin mutfağı ve yerin derinlerindeki kileri canlandı. Guernicatablosunun pınarı bu grafik yapıttı. Bu çizimde insan boğa, abartılıbüyüklükteki kafasıyla, yere yığılmış atı koruyucu şekilde üzerine eğilmişti,atla kaynaşmış haldeki binicisi, boğa güreşçisi bir kadın, bir toreadordu,elinde kılıcıyla ölmekteydi. Karanlık duvarın oyuğunda görünengüvercin bir ışıltı halindeydi, daha sonra büyük tabloda bu ışıltı keskin birbıçağa dönüşecekti. Duvarın önünde, elinde çiçek ve yanmakta olan birmum tutan bir çocuk görünürken arkasındaki köylü, antik yolcu Odysseussimasıyla, kilerin dar çıkışından yukarı tırmanıyordu. Bu oyma yapıttada iç ve dış birbirine geçiyordu, açık denizden ve gökten gelen Minotauros,kilerin karanlık derinliğine eğilmişti, köylü omuzunda şarap testisidik merdivenlerden yukarı çıkarken genç oğlu da ona ışık tutuyordu. Guernicayıkımının karo döşemeli bir mutfakta cereyan etmesi bana hemenanlaşılır gelmişti. Gerçeğin sosyal ve politik yönüyle sanatın özünün birbirindenayrılmayacağının farkına, ben de böyle bir mekânda varmıştım.Ama, dedi Ayschmann, kendini sürekli okumaya verebilenler karşısındasen kendini geri bıraktırılmış hissetmedin mi. Bu sözleriyle, çoktandır290


kurmuş olduğumu düşündüğüm dengeli dünyamı karıştırdı. Benim eğitimimköklü değildi, düzensiz okumalardan oluşuyordu. Üniversite eğitimiyaptım diyebileceğim bir belgem yoktu benim. Benim yerim atölyeler,depolar, fabrikalardı. Bir anlığına Ayschmann'ı bana düşman bir taraftagördüm, üniversite hayatından çok doğal biçimde yararlanabilmişti.Onun dünyasına çıkışma isteği duymuştum, ama sonra bu tepkimdenutandım, zira onun sorusunun çıkış noktası birliktelik düşüncesiydi. Bizaşağılık kompleksi yaşamadık, dedim, pratik bilgilerimizle kendimizi çoğuzaman üniversite öğrencilerinden daha üstün görüyorduk, çünkü onlarınders kitaplarındaki konular bizim öğrenmemize de açıktı, ama onlar bizimtemel eğitimimizden hiç haberdar değillerdi. Biz entelektüel kavramınıdaha geniş anlamda kullanmayı öğrenmiştik,. Bizim evde entelijansiyadansöz edildiğinde kastedilen, bağımsız düşünebilen herkesti. Ayschmann'ınyine de hakkı vardı. Aramızdaki tüm eşit ilişkilere karşın derin bir uçurumvardı. Ben kendini eğitmiş biriydim. Ekonomik bakımdan daha iyi durumdakibir aileden gelseydim, gelişimim farklı olurdu. Okuduklarını hayatınbir parçası kılabilen ailemin ortaya koyduğu çabanın değeri bu nedenle dahabüyüktü. On iki yaşıma kadar baskısını yaşadığım eğitim sistemi biziyük hayvanı olarak yetiştirmeye sabitlenmişti. Tek bir öğretmenimiz bile,her birimizde varolan yetenekleri teşvik etmek için hiçbir şey yapmadı.Proleter semtinin çocukları olarak bizler gözden çıkarılmıştık, sorgulamatutumuna işaret eden her kelime, yumruklarla ve sopalarla sindiriliyordu.Babam işten yorgun düşmüş halde eve geldiğinde elinde bir kitaplamasaya oturup benimle kitabı tartışacak gücü yine de bulurdu. Kütüphaneyegitmemi sağlayan o olmuştur. Çocuklara kapalı tutulan bölümlerdenkitapları kendisi ödünç alıp bize getirirdi. Okumak, sanat yapıtlarınınröprodüksiyonlarma bakmak varlığımızın parçasıydı. Edebiyat birgereklilikti. Bende onsuz yaşanamayacağı izlenimi oluşmuştu. Benim kitaplarailgimin ne zaman başladığını bilmiyordum. Mutfağımızda her zamanbirtakım kitaplar bulunurdu, gezi anıları, biyografiler, keşifleri anlatanve tarihi olaylar üzerine kitaplar. Bunlar kendilerini bana sayfa sayfaaçar, gece uykuya geçene kadar bana eşlik ederlerdi. Ayschmann bu gelişiminbir istisna olduğu kanısındaydı. Ama biz, edebiyatla, felsefeyle,sanatla uğraşının her yerde mümkün olduğunu düşünüyorduk. Herkesesorunlar üzerine düşünme yeteneği verilmişti. Bizlere iş günününardından entelektüel faaliyetlerin yakıştırılmamasına kızıyorduk. Bizlerişçiydik ve kendimize kültürel bir temel yaratma yolundaydık. Bununancak özel koşullarda gerçekleşebileceği yolundaki bir açıklamayıbile bize karşı bir küçümseme, bir ayrımcılık olarak görüyorduk. Diğerlerindenhiç de daha zeki, daha iyi olmayan ben ve benim gibiler okuyupöğrenebildiysek, demek ki bunu herkes başarabilirdi. Eksik olan çoğunluklamotivasyondu, bu eksiklik okulda başlıyor, işçilerde, düşünen insanınsabırsızlığını değil, küçük burjuva kanaatkârlığını teşvik eden sendi-291


kalarda da devam ediyordu. Koşullar, hepimize açık olması gereken şeyitarifsiz çabalarla ve zahmetle elde etmeye zorlamıştı bizi. Babamın kendigirişimiyle kölelikten bilim çağına geçtiğini ve bu başarısında ona güç verentek şeyin kendi hakkının bilincinde olması olduğunu söylediğimdekastettiğim şey buydu. Sanat ve edebiyatın gerçek anlamda içine girmekistediğinden, bizim ihtiyacımıza uyarlanmış olan, popülist ürünlere itirazederdi, hatta buna çoğunlukla öfkelenir ve ilkelerin, basitleştirilmiş düşüncekalıplarının bizi ileri götürmeyeceğini düşünürdü. Ayschmann, bütünbunlar böyle gerekir diye mi yapılıyordu, yoksa gerçek kanılarınızauyuyor muydu, diye sorduğunda verebildiğim tek cevap, Coppi'nin, benimve bize yakın birkaç kişinin bunu doğru yol olarak benimsediğimizşeklinde oldu. Ama bize destek de verilmişti, kısa bir süre için de olsa ilericibir okula gitme imkânını bulmuştuk, ayrıcalık denebilecek bir şeydibu. Böyle bir yardım eline muhtaç olmak doğrusu acı veriyordu. Mutfaklambasının ışığında dünya önümüzde açılıyordu, tahayyül ettiklerimizelle tutulur hale geliyordu, biz düşüncelerimizi, mitolojik görüntülerincanlandığı bir karşılaşma noktasına kadar sürdürdük. Grafik çizimdekiatı ve onun ölü veya ölü gibi baygın yatan binicisi kadını, savaşçının atıylave yere düşüp parçalanmış çamurdan savaşçıyı karşılaştırdığımızdabaşka metamorfozlar keşfettik. Toreadorla atın birbiri içinde erimesi vebirlikte yıkılmaları gibi kompozisyon denemelerindeki atla savaşçı da,başta parçalanmış tek bir bedendiler ve atın yarasından, kucağında ölüçocuğuyla kadın çıkıyordu. Dişi ve erkek unsurlar birbirlerine geçiş yapıyordu,bu bize Medusa'yı, Pegasus'un onun karnından çıkışını hatırlattı.Medusa'nın, bakışları taş eden ürkütücü yüzü, hem atın hem savaşçınınkafasında görülebiliyordu. Perseus, başını Medusa'dan öte tarafa çevirmişolarak, onu, çirkin yüzünün aynadaki görüntüsünde yakalayarak öldürmüştü.İşte bu bakışını öte tarafa çeviriş Picasso'nun özelliğiydi.Onun resminde, saldıran güç görünmüyordu, sadece saldırıya uğrayanlarkendini gösteriyordu. Çıplak ve korumasız halde, muazzam bir gücünsahibi olan görünmez düşmanın saldırısına terk edilmişlerdi. Perseus,Dante, Picasso saldırıdan zarar görmemişlerdi, aynalarına yansıyan şeyibize iletiyorlardı, Medusa'nm başını, infernonun çemberlerini, Guernica'nınhavaya uçurulmasını. Karşı durmasını bilen insan yaşadıkça hayalgücü de yaşıyordu. Ama düşman sadece maddi yıkımı amaçlamıyor, tümahlaki temelleri de yok etmek istiyordu. Saldırganların bir boşlukta kalmaması,açıkça gösterilmesi gerektiği eleştirisine biz de katılıyorduk.Ama bu düşünce, sanatın bir işlevini yerine getirmesine, önemli olaylarınanlaşılmasmdaki güçlük derecesine dikkat çekmesine itiraz anlamına gelmezdi.Tabloda yüzlerin ve bedenlerin üstüne çöken felaketin, bizim kavramaktanuzak olduğumuz boyutları vardı. Resmedileni kestirme yoldanaçıklamaya çalışan her girişim yapıtın ışığını söndürürdü. Guernica'nın veTauromachie'nin sunduğu düşünme ufku, hazır yargılardan kurtularak il-292


gilendikçe genişliyordu. Büyük kompozisyon kaba kesimli figürleriyletoplu bir bakış olanağı sunuyordu. Burada hiçbir şeyin yeri değiştirilemezdi,tüm ilişkiler iyice basitleştirilmiş haliyle veriliyordu. Ama resimkavranabilir olmaya başlayıp da olan bitenin arkasındaki güçlere işaretedince içinde bulunduğumuz durumu da bize gösterir hale geliyordu,parti bünyesinde dava için biraraya gelmemiz, bunun dışarıya karşı birlikteliğimizingüvencesi olması, ama içeride ayrılıkların, kuşkuların, çaresizliklerve korkuların yaşanması gözümüzde canlanıyordu. Koşullarıanaliz etme isteği duysak bile ulaşabildiğimiz sonuç çoğunlukla, kolaycaçürütülebilen hipotezler oluyordu. Güven duyamamamız, her şeyin kayganolduğu duygusu, geç dönem burjuva toplumuna özgü bir düşünceninürünüydü ve bizler politik alternatifi temsil etmemize karşın bu düşüncetarzı bizim içimize de işlemişti. Büyük bir enerji harcayarak İspanya'dakiinsanların mahzun ve tepkisiz halini kırmaya çalıştık. Ama sonracepheyi dağıtma kararı alındı, daha önceleri de işçi hareketinin giriştiğimücadelelerin karşı darbelerle kesintiye uğramış olduğunu bizlere hatırlatanbir gelişme oldu bu. Bir kere daha sömürücülere karşı bir mücadelebaşarısız olmuştu ve belki de sömürülenlerin bağımlılığını artırmıştı.Karşı koyusu seçenlerin sayısı hâlâ sınırlıydı ve yüz binler bu hareketi hayatlarıylaödemek zorunda kalmışlardı. Ama burada yapılan, Madridli isyancılarınbinsekizyüzsekizde, Fransız devrimcilerin binsekizyüzotuzda,Komüncülerin ve Ekim Devrimi savaşçılarının başlattığının bir devamıydı.Bütün bunlar, ihtişamlı yükseliş ve yenilgi, geri çekiliş ve yeni ataklariçin toparlanma, Guernica tablosunda yer alıyordu. Yirmi yıl kadar öncebizim ülkelerimizde emekçiler, iktidarı ellerinden kaçırmışlardı, reformistlersömürücülerin güçlenmesine hizmet etmiş, onların iktidarlarıkorkunç ve utanç verici gelişmelere yol açmıştır. Picasso'nun çizdiği yamulmuş,dağılmış bedenler ve çarpılmış yüz hatları bu dönemin tanıklarıydı.Tablo baskıcılığın geçmişteki tüm aşamalarının feryadı ve hatırlatmasıydı.Bu tablo bir başka canlandırmaya, merkezinde paralanmış verüzgârda uçuşan elbiseleriyle ve elindeki kılıcı ve meşalesiyle bir kadınınsürdüğü upuzun siyah bir atın yer aldığı, onun altında da vuruşmada canvermiş dağılmış çıplak bedenlerin yattığı bir resme çok benziyordu. Elliyıl kadar önce Zöllner Rousseau'nun yaptığı resimde savaşın boz bedenlerve toprak üzerinden vınlayarak geçişi böyle resmedilmişti, ağzı açılmışduran, sert çizgilerle çevrelenmiş iri gözleri olan kadının yüzündeGuernicalıları kaskatı yapan vahşetin aynısı okunuyordu. Picasso'nunyapıtı bizi gerilere, Mantegna'nın ve Avignonlu sanatçıların Meryem tasvirlerine,Liebanalı Beatus'un mahşerine ve Taş Devri'nin mağara resimlerinekadar götürüyordu. Dişlerini gösteren, ağlayan kadının resmedildiğiörnekte de akan gözyaşlarının izi vardı, mendilin gözlere bastırılmasıonbeşinci yüzyılın ressamlarından örnek alınmış gibi görünüyordu veGuernica'nın ön planında yerde yatan kişi, Avignon cenaze resmindeki293


sırtüstü uzatılmış ölüye benziyordu. Onbirinci yüzyıl sanatçısı Beatus'unminyatürü, Picasso'nun kullandığı kompozisyon öğelerini henüz çarpılmamışortamı içinde gösteriyordu. Ama vurulan savaşçıda, atta ve çocuklukadında soyutlamanın, stilize resmin ilk izleri görünüyordu, üzerindeColumba yazan, umudun, ışığın, barışın simgesi güvercin zeytin ağacındankalkıp mutfak köşesinin gölgesine konuyordu. Picasso'nun resmi,kökenini belli ediyordu, ama öncülerinden farklı olarak hüznünü açıkçasergiliyordu. Burada acı göz önündeydi. Resim dayanaklarını ve ön çalışmalarınıgörünür kılarak daha da önem kazanıyordu. Ayschmann'm kitaplarındave dergilerinde sanatın tarihinin insan yaşamının tarihi, farklıdönemlerde toplumsal kararlar tarihi olarak okunabildiğim gördük. Kendigelişimimizle ilişkiler kurutabiliyordu. Bizim düşüncemiz birçok bakımdanresimler ve edebiyat yapıtlarıyla belirlenmişti. Bilinç değişimlerininyaşandığı dönemler sıklıkla belli sanat temalarıyla bağlantılıydı. Şimdi,politik mücadelenin karar aşamasında olduğu şu an, Minotauromaquiaresmindeki çocuğu düşünmemiz rastlantı değildi. Çocuk, ışığını gölgeninkarşısında kararlılıkla yükseğe kaldırıyordu, resmin yaptığı, dile getirmedenibaret bir olay değildi, gerçekliğin ahtapot gibi büyüyüp saçaklanmasıkarşısında, tüm kırılganlığına karşın insana sezgi gücü kazandırıyordu.Böylesi resimler tarihin çizgilerinin yumaklandığı dönemlerde yönümüzüşaşırmamıza yol açıyordu. Başka birkaç resme daha dikkatimizi verdik.Guernica gibi, Delacroix'nm resmi Barikat'ın kompozisyonu da, özgürlüğütemsil eden kadın figürünün tepede durduğu bir piramit düzenindeyapılmıştı. Resimde hep kurşuni renkler ve soluk kahve kullanılmıştı,üç renkli bayrağın parlak kızılı bile dumanların karartısıyla soluklaşmıştı.Kaldırım taşlarının ve kalasların, ölülerin mumdan yapılmış gibiduran yere serilmiş bedenleri üzerinde halkın önderi olan kadın yükseliyordu,güçlü kuvvetli, yarı çıplak bir temizlikçi kadın; rüzgârda hafif hafifdalgalanan etekleri, elinde bayrak ve tüfek, yana çevirmiş olduğu başı,Picasso'nun tablosunda bitimsiz yüzünü uzatan Nike'yi andırıyordu.Dolgun gövdesiyle, keskin çizgilerle resmedilmiş tüfeği kavrayışıyla, irikalçalarını öteye atışıyla resimdeki kadın, fikrin maddi zora dönüştüğüaşamayı temsil ediyordu. Proletaryanın gücünün üçlü temelini oluşturanişçiler, aydınlar ve gençler burada saf tutuyorlardı. Ayschmann dikkatimizi,siyah ceketli ve şapkalı, gömlek yakasını çevreleyen geniş fularlıadama çekti. Bu, Delacroix'nm kendi portresiydi. Bu biyografik ayrıntıresme farklı bir değer yüklüyordu, çünkü günün koşullarının bastırdığıbir kararı yansıtıyordu. Özünde tutucu olan ressam, resimde kendinidevrimcilerin ön saflarında göstermişti, henüz bu rolün adamı olamamıştı,dizlerinin üstüne çökmüş halde sanki arkasını yaslayacak bir destekarar gibi hafif geriye kaykılmış, tüfeği ürkek bir şekilde elinde tutmuş,parmağı beceriksizce tetiğin üstünde gösteren bu resmin, onun yaşamkarşısındaki tüm halini yansıtıyordu. Burada resmettiği şey onun arzusu-294


nu yansıtıyordu sadece, bu yüzden de bir rüyanın garip halini taşıyordu,yüzüne bakınca, onun aslında buraya ait olmadığı belli oluyordu, şaşkınhaliyle, kesinlikle gerçekçi çizgilerle resmedilmiş bir figür olarak, yaptığışeyin pek de idrakinde görünmeyen ve zaten kısa süre sonra yön değiştirecekolan bu kişi burada, geleceği bilmişçesine, geleceğe ait biri olarakyerini alır. Diğerlerini kanatları altına almış olan kadının bir adım önünekadar geçerek en öne çıkan bir genç görünüyordu, fırtına gibi sokaklardançıkıp gelmişti, elindeki silahı hayranlıkla gezdiriyordu. Bayrağı taşıyankadın kurşun işlemez gibi görünürken ve diğerleri dikkatli gözlerleçevreyi inceleyerek beklerken, heyecana, ani gelişmelere, kahramanlığailişkin ne varsa, bu yeni yetmenin üzerinde toplanmıştı, yerde yatanlarınüzerinden atlamak için bacağını kaldırışı, aşırı büyük cephane torbasınınkalçası üzerinde hoplaması, sanki devrimin yakın olduğunu haber veriyordu.Ama aynı şeylerin içinde korkunç bir gelişme de yatıyordu, çünküburada bu gencin tümüyle korumasız kurşunların hedefinde olması, yerdekiceset yığınının bir sonraki saniye onu da kabul etmeye hazır haliaçıkça görülüyordu, ama bundan da ötesi, biz binsekizyüzotuz yılınınyirmisekiz Temmuzunu izleyen gelişmeleri biliyorduk. Özgürlük idealialtında toplanan halk daha baştan aldatılmıştı, halk ayaklanmayı kırk yılönceki araçlarla yürütmüştü, gücünü paradan alan yeni asiller şimdi dearka planda kalmışlardı, yeni monarşi atılım halindeydi. Bir dizi devrimve karşı-devrimden sonra Napoleon'un krallığı Jakoben diktatörlüğünyerini aldıktan ve krallık, imparatorluğun yıkıntıları üzerinde yeniden inşaedildikten sonra, büyük sermayenin sınırsız gücü barikatların önüneserilmişti, bundan böyle ilerki devrimci dönemlerde bu güçle mücadeleedilecekti. Tarihin böyle bir sıçrayışını, muazzamlığı ve cüretkârlığı içindegösterme peşindeki bu resimde yakalanan şey, ressamın kendisinin yeniyegeçişte bir an nefesini tutmasını içeriyordu, dünyaya romantik, alegorikgözle bakan Delacroix, üzerindeki bu ağırlıklarla ancak ara bir konumdakalmıştı. Burada ateşin içinde yitip giden, sonra yine başlarınıkaldıranlardan önce, daha önce binsekizyüzotuzda, otuzdörtte, kırksekizdeve yetmişbirde mevzilere girilmişti, Courbet'nin, Millet'in, Daumier'nin,Van Gogh'un sanat alanındaki fetihleri de geçmişin birikimi olarakduruyordu. Delacroix isyancılar arasında boy göstermek istemişti, amasonra birden korkmuştu. Burjuvaziye, resmettiği kahramanlarına olduğundandaha yakındı, şimdiden devrime sırtını çevirmeye hazırdı. Amabarikatlardaki durumu işte tam da bu kırılganlığı içinde göstermişti. Korkuve heyecanla yerini almış, kırmızı bir kuşak bağlamış, kafasındaki silindirşapkası pervasızca yana yatmış haliyle kendi sınıfını, çatışmanınortasında kendi yararını gözleyen sınıfı temsil ediyordu, Picasso'nun dayaptığı gibi resmiyle tarihi bir ânı görselleştirmişti, çelişkili umutların yaşandığıbir ânı, halk özgürlük tanrıçasının etekleri altında kanını akıtırken,onlara katılan kendisi hüzünlü ve melankolik görünüşü içinde rüya-295


dan uyanmayı bekliyordu ve bu uyanma ihanet dolu olacaktı. O gün Paris'indurumu tam buydu. Emekçiler hakları için mücadeleye girişmişlerdi,ama aralarında onları sıkıştıran, engelleyen, ellerini ve ayaklarını bağlayanbir gericilik yer alıyordu, tarihin ileri bir basamağına tırmanmaksonsuz derecede zordu, sosyalizm ancak duvarın öte tarafında, taş döşelisokakların yarılıp ayrılmasıyla doğabilecekti, ama sonraki yüzyılda tepedentırnağa silahlı burjuvazinin saldırısına uğrayacak, aşağılanacak ve tepesinebinilecekti. On iki yıl önce Gericault'nun resmi Medusa'nın Salıakademik sanat mekânlarına girmişti. Delacroix'in tablosu, kendisiniyurttaşların kralı diye adlandıran kişinin takdirini kazanmıştı, çünkü onuiktidara getiren yolun kutsallaştırılmasmı sağlamıştı bu resim, şimdi desanatçı yüksek bir maaşla onun hizmetindeydi. Buna karşılık Gericault'nunresmi, toplumun saygın kesimlerine tehlikeli bir saldırıydı. Herşeyden önce beş metreye yedi metrelik dev boyutlarıyla salondaki bütündiğer resimleri bastırma tehdidinde bulunuyordu, ama ressama para ödeyenleriçin dayanılmaz olan nokta resmin işlediği konuyla, memurlarınyolsuzluğunu, hükümetin kinizmini, bencilliğini açığa vurmasıydı. Binsekizyüzonaltıyılının iki Temmuzunda Fransız donanmasının sancak gemisiMedusa, Senegal'e doğru giderken gemi komutanının ve deniz kuvvetlerikomutanlığının ihmali yüzünden Cap Blanc yakınlarında karayaoturdu. Gemideki yaklaşık üç yüz sömürge askerinin ve göçmenin ancakyarısını alacak filika vardı. Kaptan, yüksek rütbeli subaylar ve nüfuzluyolcular zor kullanarak filikaları ele geçirdi. Geri kalan kazazedeler ellerinegeçen direk ve kalaslardan yaptıkları bir sala sıkıştılar. Filikalar salı çekecekti,ama patlayan fırtınada halatlar kurtuldu, sal sürüklendi ve salınüstündeki yüz elli insan açlık ve susuzluk çekerek birbirleriyle mücadeleetti, on iki gün sonra sadece on beşi hayattaydı. Olayın üzerinden üç yılkadar geçmiş olmasına karşın Medusa, resim ismi olarak uygun görülmemişve gemi kazası resmi olarak diğer resimlerin üst tarafına kötü ışık koşullarındaasılmıştı. Ressamın resmettiği an, uzaktan kurtarma gemisinindireğinin görüldüğü, saldakilerin çaresizlik ve isyan dolu olduğu bir andıve Bourbon devrinin iktidar sahipleri bu tabloyu haklı olarak kendi rejimlerinekarşı ayaklanma yönünde bir ilk adım olarak değerlendirmişlerdi.Kitaptaki zor seçilen röprodüksiyon, kendimizi, kötü ışıklandırmaya karşın,tablonun otantikliğini okumaya çalışanların yerine koymamızı sağladı.Salın üzerinde hayatta kalanlar, ön taraftaki ölülerden kurtulmaya çalışaraktoplu bir hareketle başlarını yükseğe kaldırıyorlar, daha fazla yükseğeçıkmak istiyorlardı, ta ki yukarı kaldırdıkları kişinin esmer sırtı açıklığaçıkana kadar; rüzgâr bu kişinin gemiye salladığı bezi yana atıyordu.Kompozisyon çift yönde diyagonal eksen ilkesine oturtulmuştu, böylecehem tuvalin geniş alanları sağlam bir yapıya kavuşturulmuş, hem de ikiperspektif arasında bir kayma sağlanmıştı. Sol alttaki grup heyecanlı, birbirininiçine geçmiş hareketleriyle, birazdan çarpacak dalganın altında296


kaybolacak minik direği hedef alarak sağ üste doğru uzanıyordu, sağ alttanyukarıya, bir ölünün aşağı sarkan koluyla başlangıç noktasını oluşturduğudiğer çizgi yükseliyor, sol üstte rüzgârın şişirdiği yelkene doğru çekiliyordu,böylece figürler kütlesinin çizdiği yön salın hareket yönünüçaprazlıyordu, bu da bir baş dönmesi duygusu yaratıyordu. Sal, uzaktakigemiye doğru değil, onun yanından geçip gidecek şekilde kayıyordu, bualgıya, salın boş olan burun tarafından gelen ve kimsenin farkına varmadığı,geri kalanları aşağı alacak kule yüksekliğindeki dev bir dalganın görüntüsününyarattığı bir başka tedirginlik ekleniyordu. Delacroix'nm figürleriyüzlerini cepheden resme bakana dönmüşlerdi, mücadeleye katılmaçağrısını zayıflatan tek şey kendisinin sergilediği biraz kararsız, birazkırılgan tavırdı. Gericault bu dolaysız ajitasyona girmemişti, kazazedelerinbüyük çoğunluğu sırtı izleyiciye dönük, kendi dünyalarmdaydı, öndeoturmakta olan figür bir ölüyü eliyle kavramış, bitkin ve üzüntülüydü,sal sanki boğulan birinin perspektifinden görünüyordu ve kurtarabilecekgemi o kadar uzaktaydı ki önce akla getirilmesi gerekiyor gibiydi. Ufuktabeliren ve son kıpırdanan ve ağır ağır artan bir kuvvete yönelen bu yardımolanağı bir yanılsama, bir sanrı olabilirdi, geleceğin içindeydi, izleyicilerinyer aldığı dünyadan çok uzaklardaydı. Tek bir felaket insanlığındurumunun simgesi olmuştu. Düzene uyum gösterenlere aşağılamaylasırtını çevirmiş olan saldaki yitik insanlar, Bastille'in yıkılışına tanık olmuşbir kuşağın savrulmuş üyeleriydi. Hepsi birbirine dayanmış, birbirinebağlıydı, onları gemide biraraya getirmiş olan tüm farklılıkları, ayrılıklarıgeride kalmıştı, hayatta kalma mücadelesi, açlık, susuzluk, açık denizdeölüm, hep unutulmuştu, her birinin küçük çabasıyla ya birlikte yokolacaklar, ya birlikte kurtulacaklardı, onlar arasında en güçlü olan, gemiyeişaret veren kazazedenin bir Afrikalı, belki de Medusa'ya köle olarakbindirilmiş biri olmasıysa tüm ezilenlerin kurtuluşu düşüncesini doğurmaktaydı.Ayschmann'm birden yüzü sarardı, öne doğru sendeledi, kitapelinden düştü. Onu çimene yatırdım. Ellerini şakaklarına bastırdı, bir anlıkbir zaafiyet, dedi, hemen geçer, ardından tekrar ayağa kalktı. Bizimhayatın şu ânında baktığımız resimler, hayatın son bulmasıyla noktalanabilecekhızlı ve sürükleyici olayları konu ediyorlardı. Bizim de yaptığımızgibi, resimlerdeki figürler ceset yığınlarının arasından yükseliyor, üzerindeyatıyor, sürünüyor, diz çöküyordu. Ayschmann, şimdi ölümü sürekliyakınında hissettiğini söyledi. Ressamlar her şeyi silip götüren bir yıkımıniçinde yaşamın henüz tutunabildiği bir ânı yakalayıp sonsuzlaştırmışlardı.Böylesi bir didinmeden geriye tanımsız bir şey, soluğun tutulduğubir ânın sessizliği kalmalıydı. Ayschmann'a, seni hastaneye götürmemiister misin, diye sordum, ama o, kitabı açmış ve Goya'nın isyancılarınkurşuna dizilmesi resmine bakmaya başlamıştı bile. Resimdeki yüzlere,nefretle birbirine bastırılmış dudaklara, iri iri açılmış gözlere bakarken,ölümü düşünürken korkmuyorum, dedi Ayschmann, şu an böylesi-297


ne içimizde hissettiğimiz şeyi geri gelmemek üzere yitirmek beni korkutmuyor,çünkü bu yaşama aitlik duygusu ancak yaşadığımız sürece olacak,ölümümüzle birlikte o da yok olacak. Demek istediğim, yaşama tutunmamız,yaşadığımızı bilmekten geliyor, yitirdiğimiz yaşamın acısınıduyamayız, çünkü o zaman biz de geçip gitmiş olacağız. Sadece hayattakilerölümden korkabilir, ama buna da gerek yok, çünkü hâlâ hayattayızdır,ölümle birlikte korku da yok olur, bu nedenle ölümden korkmak anlamsızdır.Sadece bir şeyi öğrendim, dedi, burada olduğum sürece, yaşadığımıunutmamaya dikkat etmem gerek. Binsekizyüzsekiz Mayısındaidam mahkûmlarının önünde bir anlık bir zamanları kalmıştı. Tüfeklernişan almıştı. Yandan vuran sokak lambalarının ışığında göllenmiş kanlargörünüyordu. Diz çökmüş mahkûmların önünde daha önce kurşuna dizilmişdağınık bedenler yatıyordu. Kalabalık bir mahkûm alayı tümseğegötürülüyordu. Bazıları yumruklarını sıkmış, bazıları ellerini yüzlerinekapamıştı. Ama önde dip dibe dizilmiş, namluların ağzına bakanların, işçilerin,köylülerin, bir rahibin ateş saçan gözleri meydan okuyordu. Önüaçık beyaz gömlekli biri kollarını ölümü kucaklamak için öne uzatmıştı.Kurşun yağmurunun beklendiği bu ânın gerilimi dinmek bilmediği içindayanılmazdı. Kentin öne çıkmış bir mahallesinin karanlığa gömülmüşsilueti içinden, insan kusan kent kapısından mahkûmlar getiriliyordu.Gökyüzünün kahverengi yeşile çalan karanlığı, parmakları tetiğin üzerindebükük duran muhafızların pelerinlerinin rengine karışıyordu. Şafağınalaca karanlığının bulanık görüntüsünün içine çıplak tepenin sarı ışığıbir üçgen halinde dalıyor, sarı ışıksa tüfeklerin ucundaki süngülerinçizgileriyle dilimlere kesiliyordu. Hiçbir yerden yardım ihtimali olmasave az sonra patlayacak tüfeklerin cayırtısı kesin olsa bile, isyancılar grubununzaferi yüzlerinden okunuyordu ve makine düzeni içinde sıraya dizilmiş,gelmekte olan yenilginin önünde askerlerin belleri bükülmüştü.Kendi sonumuz bizi niye korkutsun ki, dedi Ayschmann, doğumdan öncekiyokluğumuz da bizi paniğe sevk etmiyor. Kollarını açanı göstererek,bu bize göstermiyor mu, doğumla ölüm arasında her şeyin elde edilebileceğini,onun hareketi gurur ve üstünlük dolu değil mi, her şeyi bırakıp,boşuna yaşamadığının bilinciyle kendini ölüme sunmuyor mu. Hepsiningözlerinde aynı ifade var, dedi Ayschmann, hep bu bakışları gördüm, Teruelve Caspe'de, Vinaroz'da, Benicasim ve Castellön'da, havaya uçtuğumda,her şey kararmadan önce herhalde ben de böyle bakmışımdır.Madrid'in esir isyancıları, Medusa'nın kazazedeleri, Paris barikatlarındakihalk, Guernicalılar gerçekliği doğrudan yaşamışlardı, onların başınagelenler, ressamların ortaya koyduğu tanıklıkların çok uzağındaydı.Sanatçılar gerçekliğin verilerine ne kadar sadık kalsalar da gerçek yaşa-298


nanları tümüyle kuşatmaları ve yansıtmaları olanaksızdı. Başkalarınınyaşadığı acıların hissedilmesi hiçbir zaman mümkün değildi, insan ancakkendi deneyimlerini yansıtabilirdi. Ressamlar yaratıcılıklarını kullanarak,kendi hissettiklerini, konu olarak seçtikleri olayla buluşturarak bir örtüşmebuluncaya kadar çaba harcıyorlardı. Bu örtüşme, duygu yoğunluğununen üst düzeye çıktığı an mümkün oluyordu. Delacroix nasıl hep kendineuygun, duygusal çöküntülerle kesintiye uğrayan tutkularına denkdüşen konuları aramışsa, barikatlar ânını da kendi kuşkularından, bezginliğindenhareketle sergilemişti. O zamana kadar, kabına sığmayan hayalgücünü, cehennem yolculuklarına ve kıyım tasvirlerine akıtmıştı, acımasızcabastırılan Yunan özgürlük savaşının anıları onda hâlâ tazeydi,şimdi de, o Temmuz günü kendini içinde bulduğu kalabalığın, zincirlerindenboşanmasını görünür hale getirmek istemişti. Onun yaşamını ogüne kadar kısıtlamış olan idealizmin ve işe yaramazlık duygusunu daberaberinde getiren kibirin etkisi altında, yaşanan olaylar içinde, değişimizorlayan girişimin içinde kendine yer bulmaya çalışıyordu, kaypak algılayışıve aşırı beklentisi içinde halkın arzularıyla Orleanistler'in ve Bonapartistler'inçabalarını birbirine karıştırdı. O sıralar ancak sezgiyle görülebilecekolan ve bir yıl sonra Lyon'da emekçilerin sokaklara taşıdığı ilericizorun yanında onu bulmak boşuna bir beklenti olurdu. Gericault'nunvizyonu da fırtınalı, huzursuz bir yaşamın yansımasıydı, dizginlenemez,sürekli kendinden kaçan bir karaktere sahip ressam iç dünyasını önceleriordu seferlerini ve Napoleon imparatorluğunun çöküşünü, yaygın ve şiddetlikahramanlık ve ölüm sahnelerini resmederek yansıtmıştı, sonralarıda gemi azıya almış atlar yapmıştı. Bu ressamda bir züppelik, başına buyruklukvardı, ama kaçma isteğini, hayat yorgunluğunu her seferinde aşıpinsanı teslim alan bir renk seli, nefes kesen bir ritim ortaya koyabilmişti.Sömürgelerdeki ayaklanmalar, gemicilerin isyanı, yolsuzluğa batmış birdevletin yaptıkları, kendisinin toplumdışı varlığının, ruhsal bunalımlarınında hazırladığı motifleri işlemeye yöneltmişti onu. Hummalı bir şekildeher şeyi içine çekip kendi iç dünyasında fırtınaya dönüştüren, resmettiğişeyi bir tanık gözünün gördükleri haline getirmek için kendini mahvedercesineçabalayan bir ressamdı. Goya hissettiği dehşetin kendisi debilincinde bir ressam olarak resimlerindeki somutlaştırmaları gerçekdışılıkdüzeyine kadar çıkarmıştı. Napoleon'un ordularına karşı on yıl sürensavaşın bıraktığı tüm anlık izlenimler, idam sahnesinin vahşetinde dilegelmişti. Her ayrıntısı yaşanmış bir şeye denk gelen bir resim yaratmıştıve olaylar hiçbir zaman tuvale yansıdığı gibi cereyan etmemişti. Yine deressamlar, gerçek olayları sanatın katına çıkarmayı, tarihi anları anıtlaştırmayıbilmişlerdi. Tüm sıkıntılarıyla yaşanmış şeyin farkındaydılar ve resimlerde,yaşananın kristalleşmiş halini gören bizler bunu yeniden canlandırıyorduk.Olayların nereden çıktığı gösterilmiyordu yapıtlarda, bizegösterilen bir benzetme, bir temsildi, bir tefekkür ürünüydü. Geçip giden299


ir şeyler kalıcı kılınmış, kendi başına duran bir örneğe dönüşmüştü, gerçekliğeyakınlığı varsa da bunun nedeni bizim aniden bundan etkilenmemiz,içimizde bir şeylerin kıpırdanmasıydı. Başka insanların yaşadıklarınıverebilmenin imkânsızlığını en açık dile getiren sanatçı Picasso'ydu,sadece kendi algılarını, kendi öznel çağrışımlarını esas almıştı. Picasso'nunamacı, atılan bombaların, yıkılan evlerin, yaralı ve ölülerin sayılarınıaktarmak değildi, isteyen bunu gerekli yerlerden okuyup öğrenebilirdi.O, tozun dumanın dağılmasını, ağıtların ve iç çekmelerin dinmesinibekledi. Ancak ondan sonra, kendi başına kalıp tuvalin karşısına geçtiğindeGuernica'nın ne olduğunu kendine sordu, Guernica dışarıya açıkbir kent, savunmasızların kenti olarak gözünün önünde belirmeye başladığındada, resme konu olan bu kent, benzerleri yaşanabilecek böylesiuğursuz baskınlara karşı muazzam bir uyarıya dönüştü. Guernica neredebiteceği bilinmeyecek bir zincirin ilk halkasıydı. Gericault ise bir bitiş ânınıgösteriyordu. Resmini yapmadan önce kazadan kurtulanlarla görüşmüş,salın bir modelini inşa ettirmiş, hastanelere ve morglara girerek ruhhastalarının ve can çekişenlerin fizyonomisini ve ölülerin ten rengini incelemişti.Hapishanelerde giyotinle idam edilenlerin baş ve gövde çizimleriniyapmıştı, Atlantik kıyılarında dalgaların, dalga kırılmalarının resminiyapmıştı. Düşkünlerin, akıl hastalarının ve dışlanmışların yakınındabulundu ve Fransız sömürgeciliğinin başlangıç döneminde imparatorluğunkurbanlarını ve devam eden insan kıyımını tasvir edebilmek için ihtiyaçduyduğu ayrıntıları tanıdı. Sanatçının hayatında kuşkular ve yetersizliklerböylece birden üstünlüğe dönüşebilmişti. Gözden yitip giden salınkaygan tahtaları üzerinde henüz tüketilmemiş bir enerji yükselmiştibu sayede, kurşuna dizilmek üzere olan grubun davranışı da Madrid yakınlarındakibu kumluğun çok ötelerine işaret ediyordu. Belirsizlik veinanç arasındaki, zor seçilen karaltılar ve abartılı somutlaştırmalar arasındakibu ikilem sanatsal yaratı sürecinin doğal parçasıydı. Gericault, yaptığıresim, Binsekizyüzondokuz Güzü Salonu'nun skandali haline geldiğindeyirmi yedi yaşındaydı. O tarihten sonra hiçbir sergiye katılmadı.Cesareti kırılmış olarak Paris'ten Londra'ya gitti. Geriye kalan dört yıllıkömrü, anlamsız koşuşturmalarla geçti, gelişigüzel giriştiği mali spekülasyonlarınyanısıra binicilikle de ilgilenen Gericault engelli bir koşu sırasındaattan düşerek belkemiğini kırdı. Öldüğünde otuz iki yaşındaydı, ölümübinicilik tutkusundan ziyade çağının hezeyanlarının eseriydi. EpsomDerbisi resminde, aynı sıçrayışla havada uçan dört atla kendi ölüm düşünügörselleştirdi. Bu resimdeki her şey, göğün karartısı önünde tepedenaşağı doğru havayı yaran sıçrayışın sesine kulak vermeye çağırıyordu insanı.Sarayın ressamı, aynı zamanda şeref lejyonunun süvarisi Delacroix,yeni barikatlar kurulduğu zaman tablosu tepki çekip Luxemburg Müzesi'ninbodrumuna gönderildiğinde karşı çıkmadı. Ancak kırksekiz Şubatındaİkinci Cumhuriyet ilan edildiğinde Delacroix'nm taşrada gözlerden300


uzak bir yerde sakladığı tablo çıkarılıp getirildi, ama Louis Napoleon'undarbesinden sonra yeniden kilit altına kondu. Ressam bir oportünist olabilirdi,ama yaptığı resim, farklı görüşlerin çatışma noktasını oluşturan siyasibir çalışmaydı. Keskin gözlem yeteneği ve öfke de, kaypaklık ve körleşmede ressamların karakterinin parçası olabiliyordu. Yapıtlarında kendikararsızlıklarının üstüne çıkıyorlar ve güvenilmez düşünce biçimlerini altediyorlardı. Silinip gitmeden önce kendilerini de var hissediyorlardıböylece ve bu yöndeki istekleri onları çalışmaya iten ilk nedendi belki.Fanilik karşısındaki kendilerini tartmalarından küçük duraklar, gözlemnoktaları ortaya çıkıyordu, uzak diyarlarda bir Hemeroskopeion kuruluptahkim ediliyordu. Okumalarım sırasında, resimlere bakarken bazen benibir çaresizlik duygusunun, zihnimizde meşakkat ve iğrenme imgeleri yaratanrenklerin ve biçimlerin dünyası karşısında duyduğum bir güvensizliğinnasıl sardığını hatırladım. Goya'nın resminin röprodüksiyonunuönüme bir kere daha açıp ressamın alevlenen bir canlılık kattığı bu sahneninaslını, o kumun içine oyulmuş yolda idama gidenlerin gerçekte neleriyaşadığını gözümde canlandırmaya çalıştım. Önlerinde hâlâ seğiren, kanabulanmış bedenleri seyrederken herhalde öfke, gurur ve zafer düşüncelerindeneser yoktu, hissedebildikleri ancak boğuntu, üşüme ve dehşetlibir korku olabilirdi, kim o anda gelecekten dem vurabilirdi. Tüfeklerinpatlamasına kalmadan, her şey korkunç bir gerçekdışına dönüşmüş olacaktı.Benzersizliği sergileyen bu imgeler bizim ne işimize yarayacaktı,bizim çevremizdeki her şey çözümsüz, öylece duruyorsa katliamın mükemmelkompozisyonunun yapılmış olmasının bize yararı neydi. Ama oan, koyu yeşil yapraklar arasında çimenlere uzandığımızda ağustosböceklerinindinmeyen cayırtısının içinden yeniden babamın sesini duydum.Bunlar, dedim, babam için onu araştırmaya sevk edecek şeylerdi.Mesela Gericault'nun, kendi resmine gösterilen tepkiyi gördüğünde nedenmücadeleye daha doğrudan girişmediğini sorardı. Ya da Delacroixgerici olunca resmi değerini yitirir mi, derdi, sonra da kütüphaneden, ressamınhayatıyla ilgili ne bulduysa eve taşır, annem de Fransızca kitaplardanona çeviriler yapardı. Babamın çok kereler, yaşlanıp da hiçbir işyerininonu almak istemediği zamanları düşünüp, o günler gelince kendimitümüyle bu tür okumalara vereceğim, dediğini duyardım. Bunu söylerkenhenüz uzaktaki bir geleceği düşünmüş olmalıydı, bizlerin bir an kaybetmedenkolları sıvayıp onun gereksindiği şeyleri elde etmesinin koşullarınıyaratmak için çalışmaya başlamamız gerekiyordu. Babam kültürelürünlerin kendisine açık olmasını talep ettiği gibi, işyerinde onu çevreleyenşeylerin de kendisine ait olduğu konusunda ısrarcıydı. Sanat ve edebiyat,aletler ve makineler gibi üretim araçlarıydı. Onun yaşamı bu bölünmeyiaşmaya adanmış bir çabaydı. Fabrikada iş arkadaşları onunladalga geçebiliyorlar, makinelerin bakımını aşırı bir titizlikle yaparken,teknik iyileştirmelere kafa yorarken gördüklerinde, onu işgüzar ilan ede-301


iliyorlardı. Bizlerin kullanılıyor olması, derdi, işimizi zorlama ve angaryadanibaret görmemize neden olmamalı ve isteksizliğe kapılmamalıyız.Nasıl ki kitapların ve resimlerin içeriğinden yoksun kalmamız bizim felaketimizolursa, aynı şekilde fabrikadaki her malzemeyi, üretilen her parçayıbugünden kendi varlığımız olarak görmediğimizde kurur gideriz.Ona kendini aldattığı, üretilenlerin bize değil başkalarına ait olduğu söylendiğizaman, önce bir şey demeden geniş ve iri kemikli yüzünü bunusöyleyene döner, sonra derinden gelen bir ikna gücüyle konuşmaya başlayarak,çevremde gördüğüm her şey iktidarı almak için çalıştığımızı gösteriyor,derdi. Tavrını korumasının, gördüğü uzun yıllar içinde tüm yenilgilerdensonra kendisiyle ne kadar büyük bir mücadele gerektirdiğini biliyordum.Usta işçi konumunu yitirip sadece yardımcı işçi olarak işe alınmayabaşlandığında da yaptığı her işi tüm sorumluluk bilinciyle yapmaktanvazgeçmedi. Biz gönülsüz çalıştığımız ve yabancılaştığımız sürecekoşullarımızı değiştirme gücünü bulamayız, derdi. Kimsenin onu çalışmasındandolayı takdir etmemesi onu şaşırtmıyordu, birçoklarının, birücretli çalışan olarak onun, sanki kamusallaştırılmış bir işletmede çalışıyorgibi davranmasını kaçıkça bulmasını da normal karşılıyordu. Onunşiarı, Marx'm, çalışmanın insan soyunun özünü oluşturan yaratıcı ilke olduğusözüydü. Sanatın, edebiyatın sorunlarını hep çalışmanın penceresindenele alırdı. Bir gün, derdi babam, yeraltında sürgün vermiş bir sanatınvarlığını keşfedeceğiz, çalışan insanın hayatını tasvir eden bir sanatın.Ayschmann'a babamın hatırlayabildiğim sözlerini aktarıyordum. Babamımutfak masasında otururken gördüm, işçinin ilk kez ondokuzuncuyüzyılda sanatta varlığını gösterdiğini söylemişti. Daha önceleri tanınmışyapıtlarda işçiler görünmezdi, istisnai durumlarda da resmin bir süs elemanıolurlardı. Onun varlığını görmeyen yukarıdakiler, kendisinin sesgetiremediğini söyleyebiliyorlardı. Onun inisiyatifinin eseri olan devrimcideğişimler, toplumu altüst eden eylemler çabucak burjuvazinin malıhaline gelmişti. Kendi üretim aygıtına sahip olmayan halk köklü değişimleriancak büyük zorluklarla ve küçük küçük parçalar halinde görüp tanıyabilirdi.Babam, proletaryanın mücadelelerinin grafiklerde, ağaç oymalarında,tablolarda, heykellerde bulunabilecek ön habercilerini araştırmayıamaçlayan bir bilimsel çalışmanın gerektiğini söylüyordu. Bu iş de, sayısızdala ayrıldığı için ancak emeklilikteki çalışmalara bırakılabilecek konulardandı.Ama şimdiden çeşitli ipuçları bulduğunu, Sümer, Babil, Mısırfrizlerinde ve Asya tapınaklarında, kroniklerde, minyatür dizilerinde, duakitaplarında, Ortaçağ mihrap dolaplarında, toplumun taşıyıcı gücüne okadar çok işaret ediliyordu ki, ressamların ve heykeltıraşların karşı koyamadığıdevasa bir etkiden söz etmek gerekiyordu. Sanatçının gözünekendilerini nasıl sunmuşlarsa o biçimleriyle her yerde görünüyorlardı,yontulmuş taşın, oyulmuş ağacı, kalemin ve fırça darbelerinin içinden işçiler,köylüler, zanaatkarlar gün ışığına çıkmıştı. Ama onlar yine de hep302


esmin hikâyesinin geri planında kalmışlardı. Yüz hatları, özgüven ve salimakıl sahibi olduklarını gösteriyordu, kendilerinin yaptıkları aletler, işlevselolmanın getirdiği dengeyi içeriyordu, hareketlerinde rastlantısal,lüzumsuz bir şey yoktu. Onlar çalışan kesimdi, üretilen her şey onlarınellerinden çıkmıştı, bu çift süren ve balık tutan, hasat toplayan ve inşaatyapanlara bakıldığında bir gerçek açıkça görünüyordu, ufak tefek, çalışkan,dikkatli görüntüleriyle bu insanlar prenslerin ve rahiplerin, ordu komutanlarınınve derebeylerinin düzenini desteklemeyi ve kollamayı bıraksalaro an tüm bu sistem çökerdi. Yine de onlar göze görünmüyordu,araziyle kaynaşmış, kentlerin, kalelerin bir köşesinde belirsiz figürler halinegetirilmişlerdi, bir çalıdan, otlayan bir hayvandan farklı değillerdi,oysa saygıdeğer efendiler şatafatlı giysileri içinde onların çok üstündeduruyordu. Öyle ya da böyle, meslekleri görmek olanlar bu sürekli uğraşıgörmezden gelemezlerdi. Onlar da el becerilerini kullanan insanlardı,farkları imtiyazlı durumda olmalarıydı, aletlerinin, çalıştıkları malzemeninseçiminde işçilere çok da uzak değillerdi, ama büyüklerin resmini,heykelini yapma görevinin dışına çıkamıyorlardı, büyüklerin başları yapılarıtaçlandırıyordu, kolları bacakları tüm heybetleriyle yapının cephelerinisarmalıyordu, onların ayaklarının altında dar bir şeritte halkın gündelikhayatının esintisine yer kalıyordu. Babamın ilgilenmek istediği şeyve izlenimlerini sistemleştirmesini gerektiren şey, her zaman başlangıç girişimleriolarak var olmuş, emekleriyle yaşayanlarla yakın ilişki kurulmuş,kompozisyonların dengesinde bir değişim yaşanarak emekçileredikkat çekilmiş, hatta bazı durumlarda belli toplumsal ilişkiler içinde belirleyicikonumlarıyla gösterilmişlerdi. Bir uşağı, rütbesiz bir askeri, birbeyden, bir süvariden daha önemli resmetmek tanrısal düzene küfür anlamınagelirdi ve arkasında kasıtlı bir eylem, bir şebeke aranırdı. Ama buradaresmedilen, kendi haliyle görünmüyordu, sanatçının veya başka birçevreye ait birilerinin gözünden yansıyordu. Bizler kendimizi sadece vesadece işlerimizde ifade ettik, diyordu babam, sanatta bizden bir şeylerinyansıdığına çok ender tanık olduk. Biz kendi aletlerimizi kullanmayı biliyorduk,bizim sanatımız tarlaları ekmek, meyve ağaçlarını aşılamak, evleryapmaktı, bu yaptıklarımıza kuşaktan kuşağa sözlü aktarılan şarkılar,fabllar, masallar eşlik ediyordu, kendi ismimizi altına koyduğumuz bir işyapmadık bugüne kadar. Tapınaklarda ve katedrallerdeki elyazmalarındave heykellerde bizim varlığımıza işaret eden gizli sanat bizim yanımızdaydıve bizim yaptıklarımızın zamanla değer kazanmasına da katkıdabulundu, ama yine de diyoruz ki, bizim kültürümüz dediğimizde başkabir şeyden söz ediyoruz, kırda ve kentte bizi çevreleyen ne varsa hepsininbaşı bizim emekçiliğimiz. Bizim kültürümüz dediğimiz şey, taşımak,çekmek ve kaldırmak, birbirine bağlamak ve sıkılaştırmak. Birilerinikırılmış odunları istiflerken, tırpanı bilerken, ağ örerken, çatı kalaslarınıbirbirine bağlarken, makinenin pistonlarını parlatırken gördüğümde bu303


kültür canlanır gözümde. Bunu idealize etmek niyetinde değilim, diyeeklerdi, ama içinde yaşadığımız çağın bilgi ve becerilerinin tümünü biraradatutan şeyi canlandırıp açığa çıkarmanın başka yolu da yok. İlginçolan, bizlerin çalışmasının bir değer kazanması, bir terzinin, bir dantelacının,buğday biçen veya öğüten bir köylünün, bağbozumundaki bir malikânehizmetçisinin ya da bir demircinin sanatta yer bulmasıydı. Çalışma,ancak sanat yapıtında kültürel bir değer kazanıyordu, çalışmayı yapanıkendi koşullarından ayırmadan gerçekleştirilen bir ifade biçimi söz konusuydu.Babamla yaptığımız bu konuşmayı çok iyi hatırlıyordum, çünkübunları yine bir tabloyla, Menzel'in iki buçuk metre genişliğindeki tuvaleyaptığı demir döküm fabrikası resmiyle bağlantılı konuşmuştuk. Birrenkli baskı üzerinde babam bana resimle ilgili açıklamalarda bulunmuş,bu resimde, artık bilinçli bir işçi sınıfı ortaya çıkmış olduğu için sanattayeni bir gelişme olarak devletçe kabul gören, sanat içinde işçi sınıfınınkendini ifade etmesine olanak tanıyan bir yer verildiğini ve buna paralelolarak saygın konumdakilerin lütufkâr pozlarının kendiliğinden ortadankalktığını söylemişti. Daha sonra ulusal galeride orijinalini gördüğümüzbu tablo çoğunluk tarafından çalışmanın yüceltilmesi olarak görüldü. Büyüksanayinin atmosferi teknik ayrıntılara vâkıf olduğu belli olan sanatçıtarafından inandırıcı biçimde resmedilmişti. Buhar, çekiçlerin darbeleri,vinçlerin ve taşıma vagonlarının gıcırtısı, makinelerin silindirlerinin dönüşü,ateşin harareti, demirin akkoru, kasların gerilmesi, tüm bunlar resimdealgılanıyordu. Resmin merkezine doğru bir grup dökümcü, yükseğekaldırılmış arabalardan demir levhaları çekip silindirlerin altına veriyordu,sağda darbeyle eğilmiş bir sac levhanın gerilerinde boruların vezincirlerin altında yere çökmüş dinlenen birkaç adam vardı, çanağı kaşıklıyorlar,bir şişeyi ağızlarına dikiyorlardı, resmin sol köşesindeyse üst taraflarıçıplak birileri vardiyalarını bitirmiş saçlarını ve boyunlarını yıkıyorlardı.Boru ve çubuk yığınlarının arasına sıkışmış insanların aletlerinüzerine eğilişleri, her dönüşleri ve her hareketleri, bir köşeye yorgun çöküşleri,her şey bu dev fabrika mekânının bir parçasıydı, birkaç ışık huzmesişeklinde uzaktan içeri vuran gün ışığı ulaşılmaz görünüyordu. Terlivücutların makinelere karıştığı bu biteviye hareketliliğin dile getirdiği tekşey, burada amansız ve itirazsız bir şekilde çalışıldığıydı. Kaldıran ve savurandüzenli ve kontrollü hareketlerdeki güç, kerpetenleri tutma ânındakiyüksek konsantrasyon ânı, silindirden çıkan parçayı alırken manivelanınbaşındaki sakallı ustabaşının pür dikkati, paslanmış yüzeylerinzımparalanması, kısa arada her şeyi unutuş, bütün bunlar tek bir temaya,çalışma ilkesine işaret ediyordu ve bu ilkenin mahiyeti ancak dikkatligözlemle tanımlanabilirdi. Burada söz konusu olan çalışma, babamın sözettiği anlamda kendini gerçekleştirme süreci anlamına gelen çalışma değildi,burada en düşük ücretle yapılan ve işgücünü satm alana en yüksekkârı kazandıran çalışma resmediliyordu. Resimde sadece, tüm benlikle-304


iyle kendilerini işe vermiş olan işçiler göründüğünden, fabrikaya onlarınhâkim olduğu izlenimi doğuyordu. Güçleri gözle görünen ve ateşin şavkıylaheykelleşmiş işçiler mekânı dolduruyordu. İlk bakışta, demişti babam,sanat müzesinde tablonun önünde dururken, üretici güçlerin karşıkonulmaz gücünü yansıtıyorlar. Yine de yaptıkları son noktasına kadar,işbölümünün kurallarını onaylamaktan ibaret. Kendi başlarına iş görüyorgibi duruyorlar, ama varlıkları, başkalarına ait olan makine ve aletlere bağımlı.Bu başkaları ortalıkta görünmüyordu, ama çalışanlar onların araçlarıydı.Kirli paslı bir köşede bir an için hayatları kendilerine aitmiş gibiçömeldikleri yerde dinlenenler de onları geri çağıracak sinyali bekliyordu.Güçlerini ancak işin başında ortaya koyabiliyorlardı, o zaman da kollarınhareketleri tehdit edici değildi, bu güçlerini ancak üretimde kullanacaklarıgözle görünüyordu. Çalışmaya övgü, çalışanların bağımlılığınaövgüydü. Kıvılcımlar arasında akkorlaşmış demir kütlesi çevresinde toplanan,teknede yıkanan, yorgun yorgun önlerine bakarken kumanyalarınıatıştıran ve boşalan bardaklarını ürkek bakışlı bezgin kadının toplamasınıizleyen adamlar, hepsi güçten, iktidardan uzaktılar. Fabrikanın derinliğininnereye kadar uzandığını söylemek zordu, enine ve dikine demir taşıyıcılarve çubuklar dizi dizi sonsuza giden bir ızgara halindeydi. Dumanıniçinde kaybolup giden yapı, çıkış vermeyen başlı başına bir dünyaydı.Bugün fabrikalarda bir kantinimiz, duş yerimiz, giyinme odamız vardı,artık teknik aletlerle ölçümlerimizi yapabiliyorduk, ama üretim süreciMenzel'in binsekizyüzyetmişbeşte, Komün'ün bastırılmasından dört yılsonra resmettiğiyle aynıydı. İşçiler birikmiş enerjilerini raylara, top kundaklarına,top namlularına dönüşen demir bloklara akıtıyorlardı. Barışçılıklarınıpotada eritip, yine onların çıkarlarının karşısına dikilecek çokuzaklardan kopup gelen bir şiddetin karşısına çıkacak bir güce dönüştürüyorlardı.Göz kenarları kararmış olan sağ öndeki kadına bakınca, bodrumkatında bir delikte oturduğu, çocuklarının açlık çektiği anlaşılıyordu.Ressam onun zavallı halini sergilemiş, hummalı çalışmayı, işçilerinyıkandığı ve yemeklerini yedikleri insanlık dışı koşulları yansıtmıştı, yinede resim öfkeye yol açmıyordu. Daha çok bunların kaçınılmaz bir şey olduğunuhatırlatıyordu. Çalışan insan işi yapan kişiydi, görevini büyükbir güvenle yerine getiriyordu, her hareketi, her adımı ona özgüvenin büyüklüğünüveriyordu, ama dedi babam, onun üretim gücü, görünmeyenkasaları doldurmaya yarıyor sadece. Ressam işçilerin acınası sosyal koşullarınıne kadar kendi içinde hissetmiş olsa da, aletleri sıkan elleri, akkordemirin karşısında kıstıkları gözleri ve asık yüzleriyle bu adamlar, ozamanlar bir ölçüde hayata geçmiş olan toplumsal bilgilerden, ortamlardanve belgelerden çekilip alınmıştı. O yaşımda Alfa Laval firmasında getirgötür işlerinde çalıştığım için Menzel'in ustalığını hayranlıkla seyredenlereneyin gösterildiğini biliyordum, Bismarck ve I. Wilhelm dönemininAlman işçisiydi resimdeki, Komünist Manifesto'nun ulaşmadığı, ken-305


dilerine tanınan alanda sadık ve dürüst kalan işçi kuşağıydı. Parıltılar veakışkan gölgeler arasında beliren figürler, demirin uzantılarıydı. Demirdeelementer bir şeyler vardı. Akkor haliyle bir metalden daha fazla bir şeydi,sanayi çağı emperyalizminin yayılmasını simgeliyordu. İşçi kazandığıücret kadar bir değere sahipti. Malzemenin gerçeğe uygun ayrıntıları işinuzmanını memnun eden bu yapıtın ana figürü işçi değil, sermayenin birikmesinisağlamak üzere cüruf atarak silindirlerin altına giren, akkorhaldeki demir külçesiydi. Müzede tablonun iki yanında aynı ressamınbaşka iki tablosunu görmemiş olsaydım bu yorum beni o kadar da iknaetmezdi belki. Bunlardan biri Kral I. Wilhelm'i yetmiş yılının otuzbirTemmuzunda orduya yapacağı bir ziyarete giderken vedalaşması sırasındagösteriyordu. Berlin'in Unter den Linden Caddesi'nde saygıyla önedoğru eğilen veya hazırolda bekleyen, şapkalarını sallayan, tezahürat yapan,duygularına hâkim olamayıp hüngür hüngür ağlayan halk görünüyordu,lütufkâr hükümdar at arabasından el sallıyordu ve BrandenburgKapısı'ndan geçmek üzere olan arabası Sedan, Versailles yönüne, kendisininimparator olacağı ve Alman İmparatorluğu'nun kuruluşunu ilan edeceğiyere doğru harekete geçmişti. Yetmişdokuz yılına ait olan diğeri, sarayınihtişamlı salonlarında verilen balolu bir daveti gösteriyordu, altınve kristallerin ışıltısı altında, göğsü madalya dolu fraklı ve gala üniformalıbeyler ellerinde bardak ve tabaklarını tartarken görkemli tuvaletleriçindeki hanımlarla laflıyorlardı. Baş döndürücü renk cümbüşü içindekiipek ve pırlantaların ışıltısını yansıtan ve bayrakların dalgalandığı, ışıklıcaddedeki yaşa seslerinin duyulduğu mekânların arasında duman içindekidemir döküm fabrikası kendini gösteriyordu. Sol tarafında, ulusunkaderini belirleyen tarihi olay, sağ tarafında meleklerin çemberi altındakisaray çevresi. Bir tarafta savaşın hayranlıkla karşılanması, insanların dalkavukluğuve yaltakçılığı, diğer tarafta ifrata varan ihtişamın yüceltilmesi.Ortada amansız bir çalışma, sağdaki ve soldakilerin zenginliğini yaratandidinme. Yakın dönem Alman tarihi üzerine bir üçleme. Üçlününmerkezdeki resimde deri önlükleriyle, ellerindeki ağır çubuklarıyla vekerpetenleriyle görünen adamlar, işçi sınıfına karşı tezgâhlanan tüm aldatmacayıgösteriyordu. İktidar sahiplerinin kullandığı çalışan kesim,Fransa'ya karşı başlatılan seferin yükünü sırtlanmak zorunda bırakılmıştı,böylece de kendi partilerinin önderlerinin kılavuzluğunda Dünya Savaşınayol açan süreci başlatmıştı ve şimdi de fabrikalarda faşizme silahyetiştiriyordu. Demir döküm fabrikası tablosunun renkli baskısı her yereyayılmıştı, bu resim, üretimi gerçekleştirenlere bir örnek sahne, gönülleriyüceltmenin bir aracı olarak sunuluyordu. Bazı işçilerin mutfaklarındarastlayabiliyordunuz ona. Büyük ebatlarda ve çerçevelenmiş olarak sendikakutlamalarında çekiliş ödülü olarak veriliyordu, daha sonraları nasyonalsosyalist örgütlerce de dağıtıldı. Arkadaşım Coppi, Menzel'in birhapishaneye koyduğu işçileri sınıf mücadelesinden uzak tutan bu resmin306


üzerinde zaman zaman oynar, kerpetenin ucunda fraklı ve silindirli veyagöğsü madalyalı küçük adamlar debelenirdi. Resmin röprodüksiyonunuincelerken anlamlı bir ayrıntıya rastladık. Kompozisyonun perspektif yapısınınçizdiği hatta bakınca, boruların ve kirişlerin, silindir tezgâhlarınınve kerpeten tutamaklarının, arabaların üstündeki malzemelerin ve işçigruplarının hareketlerinde görülen ağırlık merkezi kaymasının uzantıları,arka planda sol tarafta bir noktada birleşiyorlardı, birleşme noktasındataşıyıcı bir kolonun tam dibinde şapkalı ve redingotlu, yüzü atölyedenöte tarafa bakan ve elleri belinde bir bey duruyordu, dumanlı ve loş ortamdangeçen bir ışık huzmesi onun üzerine düşerek rüyamsı bir etki yaratıyordu.Onun gibi boş boş duran ve halinden memnun görüntüsüyle,özel olarak aydınlatılan ve herkesten ayrılan bir başkası yoktu. Dikkatçekmeden orada duruyor, turlarken durmuş düşünüyordu, belki bu metalormanının tablomsu güzelliği üzerine, belki borsa endeksi üzerine veyailgili bakanların kendisine vereceği ödüller ve her şeyin değişmedennasıl yoluna devam edeceği üzerine. Menzel bu bulmacalı muhteşem resminepatronunu böyle yerleştirmişti. Ayschmann'a, işçi dünyasını gösterenbir başka ressam olan Koehler'in, Amerika Birleşik Devletleri'nde binsekizyüzseksenaltıdayaptığı resimde üretim ilişkilerinin nasıl verildiğinianlattım. Tablonun adı Grev'di ve Harpers Weekly dergisinin eski bir sayısındanalınma bir röprodüksiyonu bizim Bremen'deki evimizde asılıydı.Binsekizyüzdoksandokuzda büyük Paris sergisinde yer alan bu yapıttaMenzel'in yumuşak, kaynaşan renklerinden eser yoktu, görselleştirici birnesnellik taşıdığından resmetme tarzı ve kompozisyon gibi sorunlardanbağımsızdı ve dikkati sadece içeriğe çekiyordu. Solda fabrika sahibi,önünde sütunlu veranda bulunan evinin kapısından dışarı çıkmıştı. Merdiveninbaşında, süslü ferforje korkulukların gerisinde duruyordu, dikyakalı, manşetli, silindir şapkalı saygın kıyafeti içinde, ak saçlı, solgun veöfkesini zor tutan haliyle sağ elinin parmaklarını sigara tutar gibi yukarıkaldırmıştı, ama elleri boştu, bu hareketi bir şaşkınlığı, güçten yoksun birkarşı koyuşu ifade ediyordu. Önünde duranlara tepeden bakmasına veimtiyazlarını terk etmeyi aklına getirmeyen bir sınıfın kendinden eminduruşunu korumasına karşın, karşısındakilerde, onun geçiciliğini çok rahatlıklagösterebilecek bir gücün birikip büyüdüğünü görmek zor değildi.Sırtını evinin kesme taşlı duvarına vermiş, arkasında onu yarı yarıyaterk etmiş olan korku içindeki hizmetçileriyle, gruplaşmış heyecan içindekiişçilerin karşısında kararsız bir saygı beklentisi içinde dikiliyordu,tüm cesareti, işçilerin ona doğru hamle yapıp onu kaidesinden indirmelerinihayal bile etmemesinden geliyordu. Sayısız kereler, hatta çocuklukdönemlerimde bu resme bakmıştım ve anne ve babamla resim üzerinekonuşmuştum, resim her seferinde hayal gücümüzü yeni yorumlar içinharekete geçiriyordu. Evin önündeki açıklıkta toplanmış olan işçi grubu,başlayan gerginliğin her yöndeki gelişimine hazır görünüyordu. Bir yum-307


uğu sıkılı, diğer eliyle fabrikayı gösteren, puslu ufuktaki diğer fabrikalarınaksine bacası tütmeyen fabrikanın işçilerinin sözcüsü merdivenin hemenönünde patrona doğru yönelmişken farklı derecelerde tehditkâr görünendiğerleri bekleme pozisyonunda, bir yandan birbirleriyle kıyasıyatartışarak önde sürdürülen tartışmayı izliyorlardı. Bir kadın, hareketlerindensabrının taşmış olduğu belli olan ve artık ne olacaksa olsun diyen birişçiyi yatıştırmaya çalışırken, sağ önde kafasında katlanmış kâğıttan şapkaolan bir başka işçi tozlu yerden bir taş almak üzere öne eğilmişti. Kaleyiandıran, kahverengi siyah tondaki fabrikadan çıkıp gelmişlerdi, silahsızdılar,artık itilip kakılmaya yeter diyorlardı, öfke dolu bir kalabalık olaraktepeden aşağı inip merdivenlerin önüne gelmişlerdi, geç kalmış birkaçişçi, isli binadan aceleyle dışarı çıkıyordu, arabacı da karşı tarafta balçıklıtümseğin oradaki koşumları terk etmişti. Arka planda tekrarlanantaşa uzanma hareketi artık sadece şiddete yer olduğu işaretini veriyordu.Fabrika sahibi kaskatı ve tepkisiz, yalnız başına orada dikilmişti, işçilerinüstünlüğü karşısında esamesi okunmazdı. Yine de patrona yaklaşamamahali geçerliliğini koruyordu. Taş atılamayacaktı. Mevcut durum neye gebeolursa olsun, hareket gelip merdivenin başında çakılmıştı. Uzakta duranlarınhareketlerinden öfke ve kararlılık okunuyordu, tuğla evin dahayakınında hareketler yumuşuyor, tereddütlü hale geliyor, beklemeye geçiyordu,ama cesareti koruyorlardı. İşçiler, bir fiskelik canı olan patronaböyle yüksekten alma cesareti veren gücü iyi tanıyorlardı. Evin arkasındaresimde görünmeyen ağır silahlı ulusal muhafızlar duruyordu. Kaç keregözümün önüne getirmeye çalıştım, dedim Ayschmann'a, portakal bahçeleriiçinden geriye nehir kıyısına doğru yöneldiğimizde, merdivenlerinne kadar kolay adımlanıp ihtiyarın işinin bir darbeyle bitirilebileceğini,ama bu düşünce kendi içinde sorunlu, çünkü merdivene doğru bu hamleyene Amerika'da ne de bizde cesaret edilemediğini biliyorduk, merdiveneçıkmak için gereken adımlar sadece Rusya'da atılmıştı. Çalışanlarınoluşturduğu kalabalık resme hâkimdi, güçleri elle tutulacak kadar açıktı,o âna kadarki hayat katlanılmazdı ve böyle devam edemezdi, ama yinede son hamle yapılamıyordu. Resmin anlattığı olayın, tüm huzursuzluğakarşın tek bir olasılık içerdiğini daha sonraları kavradım. Açıkça işçilerinyanında yer alan ressam bir ütopyaya kapılmamıştı, onların yaşam koşullarınıbiliyordu, o da Menzel gibi hareket figürlerini incelemişti, amaPrusya sarayının ressamından farklı olarak işçileri, salt bedensel ağırlıklarıylaüretimin döngüsü içinde resmetmeye yönelmemiş, onları özbilinçleriiçinde göstermişti. Alevlenmiş bir mücadele sırasında sömürücününkarşısına dikilmişlerdi, oysa aynı figür demir döküm fabrikasında hâlâgözden uzakta düşüncelere dalabiliyordu. İşçilerin merdiven önünde duraklamalarıaklın buyruğuydu. Tekil bir hareket anlamsız olurdu ve ânındabertaraf edilirdi. Öfkeli bekleyiş, sıkılı yumruklar, giderek organizasyonadahil edilmesi gereken önlemlerin habercileriydiler. Merdivenin ba-308


şındaki kara giysili kemikli figürü her gördüğümde beni de isyan dürtüsüsarıyordu. Ama resmi inceledikten sonra ressamın itidal sahibi ve tarihselgerçeklerin farkında olduğunu anladık. Binsekizyüzaltmışsekiz yılı,Birleşik Devletler'de kitlesel grevlerin yaşandığı, sekiz saatlik çalışmaiçin gösterilerin yapıldığı ve bir Mayıs'ta Chicago'da işçilerin mitingininpolis tarafından kan dökerek bastırıldığı yıldı. Binsekizyüzellide Hamburg'dadoğan ve bindokuzyüzonyedide Minneapolis'te sefalet içindeölen Koehler'in resmi, çarpıtılmamış canlı bir tanıklığın eseri olmasını, sınıflararasındaki antagonizmden alıyordu. Sendikalar Birliği kurulmuştu,işçi önderleri yolsuzluğa bulaşmış ve düşman tarafından satın alınmışlardı,proletarya hâlâ aynı amacın, koşullarını değiştirme çabasının peşindeydi.Köprüden ağır ağır, şehrin dip dibe dizili savunma kuleleriyle girişkapısına doğru yürürken Ayschmann sözü tekrar babama getirdi. Önceleriher şey bana ne kolay gelirdi, dedi, bir kitabı elde etmede zorlanılabileceğiaklıma bile gelmezdi, duvar raflarımız kitap doluydu, uzun sıralarhalinde klasik ve modern müzik plakları dururdu, geziler yapar, sanateserlerini görmeye giderdik, şimdi elimizde bir şey kalmadı, bir zamanlarbüyük tüccar olan babam, şimdi Londra'da elinde numune bavuluylatekstil firmalarını kapı kapı dolaşıyor, geçimini zar zor kazanıyor. Ailembir pansiyon odasında kalıyor, artık ne okuyorlar, ne müzik dinliyorlar,hayatları bitmiş durumda. Onlara nasıl yardım edebilirim, dedi, eğer birgün dönersem onlara ne söyleyebilirim. Senin annenin babanın gücü neredengeliyor. Benim annem, dedim, çoğunlukla gündelik işlerin yorgunluğundanbitkin düşüyor, işe gitmek onun için çok doğal, nedeni bile sorulmayacakbir şey oldu hep, akşam eve geldiğinde bitkinlikten saatlercekıpırdamadan oturabilirdi. Babam onu canlandırmak için bir şeyler söylediğindegözlerinden yaşlar gelirdi. Annemin babamın şu an maruz kaldıklarıdağlar gibi tehditlerle nasıl baş ettiklerini ben de bilemiyorum, dedim,ülkeleri her an saldırıya uğrayabilir. Ama bu hep böyle olmuştu. Babamınsözünü ettiği şey ne olursa olsun, istediği kadar büyük olaylar üstümüzegelsin, istediği kadar bizi ezmeye, kanımızı emmeye, un ufak etmeyeçalışsın, babamın tüm çabası bu güçlere karşı koymaktı ve ulaşabileceğişeyin, sosyal ve kültürel mücadelenin gerçek boyutlarının yanındabir zerre olduğunun da gayet iyi farkındaydı. Köprünün karşısından üstlerindekitulumları yıpranmış bir grup işçi geldi. İşçilerin görüntüsü banaaniden Munch'un bir tablosunu hatırlattı. Yoldaki İşçiler adlı tabloda, arkalarındauzun gölgeleriyle, bozulmayan bir ritim içinde yürüyen işçilersabahın erken bir saatinde veya akşamüstü uzun ve çıplak caddeyi katediyorlardı.Bir yaşam yolunu anlatan bu tablo da, Koehler'in tablosununyanı sıra benim için özel bir önem taşıyordu, çünkü grubun ortalarınadenk gelen kısa sakallı, tekin olmayan gözlerle dik dik karşıya bakan, önedoğru bükülmüş adamda babamı buluyordum. Bu iki röprodüksiyonunyanı sıra, zincirlerini kıran, kurşuni görünüşlü bir işçiyi gösteren afiş309


mutfak duvarımızın tek süsüydü, resimlerden birinde grev, isyan dile geliyordu,diğerinde ise sürekli yürüyen kervan, çalışmaya yeniden başlama.Yaşlı ve genç işçiler günlük işlerine gidip geliyorlardı, sirenler onlarıçağırıyor, sonra yine serbest bırakıyordu ve onlar işyerine tüm varlıklarınıveriyorlardı. Ayschmann'a bu resimden bahsettim, çünkü benim bizzatyaşadığım her şey, sabahın erken saatinde ayaklarımı sürüyerek işe gidişim,vardiya sonunda bitkin geri dönüş, işe bağımlılık, bu bağımlılıktanve kişinin karşısına çıkan işi kabul etme mecburiyetinden nefret ve işikaybetme korkusu bu resimde vardı. Uyuşmanın, biteviye tekrarın getirdiğiyalnızlaşma vardı bu resimde, işe yaramazlık duygusu, heba edilmişenerjiler, atıl kalmış mükemmel olanaklar vardı, ama öte yandan anlamlıve güvenilir bir şeyleri arayış, suskunluğa, biteviyeliğin içinde yalnızlaşmayakarşın birlikte yol alma da vardı, iki tarafı yüksek duvarlarla kapatılmışyoldaki insan selini durdurulmaz hale getiren ve herkesin içindehâlâ mevcut olan atıl gücü hatırlatan bir resimdi. Gömleklerin kıvrılmışkollarına neredeyse değerek, kulağımıza çalınan bir iki sözü işiterek, sigaralarındumanını soluyarak bu kalabalığın içinde gidip geliyorduk, biziişe götüren, işten getiren birbirine geçmiş yolların dünyasına aittik biz.Ayrılık ânı yaklaşmıştı, savaş devam ediyordu, burada bize ihtiyaç duyulmuyorduartık, ama İspanya büyüktü, her yer İspanya'ydı, nereye gidersekgidelim İspanya'nın davası bizle birlikte gelecekti. Daha soracakçok şey vardı, ama kamyonlar konvoyu Plaza Castelar'da bizi bekliyordu,birbirimize göndereceğimiz mektuplarımızı hangi adrese yazacağımızıbilmiyorduk, ama gittiğimiz yollar aynı olduğu için, aynı güdüyle hareketettiğimiz için bağımız kalıcıydı. Ayschmann, kuvvetle el sıkışını hissetmeminhemen ardından uzaklaşıvermişti, çalıştırılan motorların gürültüsüiçinde söylediklerini zar zor duyabildim, daha sonra tekrar karşılaşmadığıAlbaceteli o kadını arayacağını söylüyordu, kamyonun kasasınabir hamleyle çıktığımda ve onu Valencia'nın dev kubbeleri ve kuleleriarasında bırakıp uzaklaştığımda son duyduğum şey gülüşüydü, aydınlıkyüzündeki gülüşünü, el sallayışını gördüm, sonra tünel gibi yollar, kıyıyolu, şehirden çıkış, ova, pirinç tarlalarında ürün toplayanlar, omuzlaraasılı tüfekler, parlayıp sönen oraklar, denizle göl arasında kalan dar şerit,tozuyan kum, kanalların üzerindeki köprüler ve kanal düzenekleri, fıstıkçamı ormanları, portakal bahçeleri, Jucar Deltası, tepeler ve dağlar silsilesive bastıran karanlık.310


İKİNCİ CİLT


IAbanozdan yapılmış sakallı cücenin sıkılı avucunda tuttuğu şamdanınkolları tam tepemdeydi. Kanepelerin, kocaman cilalı koltukların, üstüya mermer ya da işlemeli masaların yansısı parke zemine vurmuştu, Şamişi kumaşların gerildiği duvarlarda iç karartıcı tablolar asılıydı, ağır altınçerçeveler içinde deniz görüntüleri, çeşitli manzaralar arasında şömineninçıkıntısı bir sunak gibi yükseliyordu, gotik tarzda üç bölümlü pencereninaltındaki sarmal bir merdivenle yukarı kattaki galeriye çıkılıyor,Çin süslemeciliğiyle bezenmiş bir parmaklık, aşağı katın yarısı yükseğindekibu galeriyi çepeçevre dönüyordu. Uyuyanlar kanepelere serilmiş,koltuklarda büzülmüşlerdi, lime lime olmuş giysiler koltukların ve kanepelerinkolluklarına fırlatılıvermişti, çıplak bir ayak, bir örtünün altındandışarı fırlamış, gevşemiş şiş bir el, tozlu çizmelerin üstüne yığılıvermişti.Bir kez daha, hayattaki amacımızın belirleyicisi olan düalizmi bize hatırlatmaktanbaşka bir işe yaramıyormuş gibi görünen o büyük salonlardanbirinde toplaşmıştık. Ama bu kez, bir süreliğine gücü elinden alınan finansçevrelerinin mimari yapıtına el koymak ve onu kendi amaçlarımızdoğrultusunda kullanmak üzere değil, herkes kendi yoluna gitmeden öncebirkaç günlüğüne konağın sahibi tarafından ağırlanmak üzere gelmiştikburaya. Dağılan İspanya Cumhuriyeti'nden çıkarılıp akşam vakti Paris'tebiraraya geldikten sonra karargâhımızı buraya, Casimir Perier Sokağı'ndakiCercles des Nations'ın kütüphanesine, İkinci Cumhuriyet dönemindeEstourmelle Markisi için yapılan ve şimdiki sahibi İsveçli BankacıAschberg'in Alman birlik cephesinin kurulması için komitenin vedünya barış hareketinin hizmetine sunduğu bu saraya taşımıştık. Bitkinolmama rağmen uyuyamamış, raflara uzanmış ve okumak üzere kitaplardanbirisini almıştım. Solmuş sayfalardaki cümlelerden olağanüstü sakinleştiricibir etki yayılıyordu, oysa anlatılanların gelecek bir felaketi imaettiği açıktı. Kitapta gerilerde kalmış bir olayın anlatımı içimde açılmışçatlakları kapatıyordu sanki. Binsekizyüzonaltı yılının onyedi Haziranındasabah saat yedide ve güçlü bir rüzgârla birlikte, Senegal'e doğru yola313


çıkması için emir alan filo, Yarbay von Chaumareys'in yönetiminde AixAdası'nın açıklarında demir almıştı. Bu Fransız deniz birliğinin yola çıkışındandört yüz yıl önce bir Venedikli olan Cadamosto Portekiz'den aldığıtalimatla Senegal ülkesindeki nehirde yelken açmış, Portekizliler denizaşırıticarethanelerini kurup kıyıya yerleşmiş, Hollandalılar onları yerlerindenetmiş, ama onlar da bu deltada Saint Louis kentini kuran ve kentiköle ticaretinin merkezi haline getiren Fransızlar tarafından kovulmuştu.Bundan sonra Blanc Burnu ve Gambia Nehri arasındaki yerleşim bölgelerikimi zaman Fransız kimi zaman da İngiliz egemenliği altına girmişti, ta kibölge binsekizyüzonbeş Paris Antlaşmaları sonucunda Fransızlara bırakılanakadar. Uzun süren savaşlardan, Fransızların yenilgisinden,Napoleon'un Sankt Helena'ya sürülmesinden sonra, neredeyse istediğibütün sömürgeleri elde eden Büyük Britanya sağladığı güçlü konumuyla,Onsekizinci Lui'yi başa getirmiş ve Fransa'ya sadece Afrika'nın en Batıucundaki kurak steplerle ve yarısı çöllerle kaplı kara parçasını bırakmıştı.Ümit Burnu'ndan başlayarak güneyin doğal kaynaklarını değerlendiren,Gambia'nm verimli sahiline ve Bathurst Limanı'na sahip olan İngilizlerbuna ilaveten Fransızlarla birlikte kauçuk ticareti yapma ve bunu nakliyatlimanları ve tabyalarıyla güvence altına alma hakkını kendilerine tanımışlardı.Biscaya Körfezi'ni geçmekte olan amiral gemisi Medusa'mngüvertesinde Vali ve Fransa'nın yeni hükümdarlık sömürgesini yönetecekolan öteki memurlar vardı, birkaç mühendis, kadastrocu ve göçmen,hastane için beş doktor ve iki eczacı, üç bölüğe ait subaylar ve deniz erleri,garnizona katılmak üzere her bir bölük için seksen dört adam, dört depobekçisi, altı yazıcı, iki yazıcıbaşı ve sekizi çocuk olmak üzere otuz birhizmetli. Denizcilik Bakanlığı'nın Senegal'e gönderdiği toplam insan sayısıüç yüz altmış beşti, bunlardan yaklaşık iki yüz kırkı firkateynde, gerikalanlar ise Echo adlı korvette, Loire adlı barkoda ve Argus adlı brikdeydiler,bu sayı Avrupa'nın Afrika kıtasında giderek büyüyen çıkarları düşünüldüğündeve fethedilen bölgelerin paylaşımında ortaya çıkacak olasıçatışmalar dikkate alındığında oldukça az görünüyordu. Bu girişimdekihazırlıksızlık ve gevşeklik, Fransa'nın içinde bulunduğu durumla örtüşüyordu,öyle bir Fransa ki, İngiltere bankasına ödemek zorunda olduğu savaşborçlarının yükü altında ezilmiş, bunun yanı sıra devrimci kıvılcımlarınyeniden ortaya çıkmaması için İngiltere ve müttefikleri tarafından sözümonaistikrarı yeniden sağlanmış bir Fransa. Kral yirmi yıllık bir sürgündensonra gözde adamlarını yönetici makamlara oturtmuştu, sürgündendönen soylular deneyimsizdi, yeniden söz sahibi olmak ve mal mülkedinmek için yanıp tutuşuyor, bundan başka bir şey düşünmüyorlardı.Memurlar saraya kazanç sağlama görevinden çok kişisel zenginliğin yollarınıarıyor, bir zamanlar Portekizlilerin sözünü ettiği üzere Senegal'inyukarı bölgelerindeki altın damarlarını bulmayı umuyorlardı. Aynı şekildesubaylar da ormanlık araziden elde edecekleri gelirin; fildişi, deri ve314


kürk satmanın hayalini kuruyordu, taburun askerlerine ise, Berberileredersini verecek akınların hayatlarına bir renk katmasını ummak kalıyorduancak. Bunun dışında yaşam küçük idareciliğin, kır hayatının sınırlarıiçine sıkışmış gibiydi, ne zaferlere ne de trajedilere yol açacak birşeylervardı. Ama binsekizyüzonyedi Kasımında henüz yeni yayınlanmış olanbu kitabı eline almış olan bir okur, amiral gemisi Medusa'nın geçirdiğikazanın hikâyesine dalıp gittiğinde içinde yaşadığı dönemin gelişmeleregebe olduğunu görmüştü, dar kafalılığın, kibirin ve açgözlülüğün yönlendirdiğibir imparatorluğun taşraya seferler yaparak büyüdüğünü, karsahiplerini ve onların kurbanlarını görmüştü bu okur. Karaya oturan gemininsala sığınan kazazedelerinin acıları pek çok kişi gibi onu da sarsmıştı,bindokuzyüzotuzsekizin yirmi Eylülünü yirmibirine bağlayan gecedeAlmanca çevirisinden okuduğum bu anılar, kazadan kurtulan Savignyve Correard'ın anıları, dönemin okurunun gözünde sahneler silsilesiolarak canlanmış, bir yıl süren bir tasarım döneminin ardından ortayaçıkan eskizler onun büyük ve görkemli tablosunda birleşmişti. Ressamın,öfkesini ifade etme arayışı içinde yaşadığı aşamalar kafamda belirginleşiyordu.Güzel bir havada ve hafif bir poyraz eşliğinde Finisterre Burnu'nugeçer geçmez yaşanan bir olay yolculuktaki uğursuzluğa dair bir işaretti.Amiral gemisinin kıçında yunus balıklarının sıçrayışlarını izleyenler birçığlık duymuşlardı, anlatılanlara bakılırsa bir miço güverteden düşmüş,düşerken aşağı sarkan halatlardan birine zar zor tutunup orada birkaçdakika asılı kaldıktan sonra gemi hızla ilerlediği için kısa bir sürede uzaklardayitip gitmişti. Yazarlar ta başından beri, bu seferde yer alanları sayarkenayrıntılara tam bir bağlılık kaygılarını ortaya koymuşlardı, şimdide aynı kaygıyla, kazazede miço hakkında ellerinde fazla veri olmadığındangemiden atılan kurtarma şamandırasını betimliyorlardı tüm inceliğiyle.Ucu bir halata tutturulmuş, mantar parçalarından yapılma, küçükbir flaması olan ve ortalama bir metre uzunluğundaki bu şamandıranınanlatılan ayrıntıları Gericault'nun onu çizmesine imkân vermişti. Şamandıranınve çevresindeki suyun boşluğu yakında onları yutacak olan kaybolmuşluğuima ediyordu. On gün sonra vardıkları Madeira, kitabı okuyanressamın gözünde, adeta renklendirilmiş bir gravür halinde canlanmıştı,Funchal şehri, çiçekli bahçeler, hurma, turunç ve limon ağaçlarıylasüslü ormanlar arasına serpiştirilmiş kır evleri, defnelerin ve muz ağaçlarınınçevrelediği üzüm salkımları. Ertesi sabah Selvagen Adaları'na uğramışlardı,güneş batarken de Tenerife Adası'na, adeta bir gösteri izliyorlardıve yazarlar önce Pico de Teyde Dağı'nın huşu veren görüntüsünü, adetaalevden bir taç giymiş doruğunu betimlemeyi tercih etmişler, ancak ondansonra dağın tam yüksekliği ve haritadaki konumuyla ilgili bilgilerivermişlerdi. Santa Cruz Körfezi'nden ve San Cristobal Kalesi'nden sözederken, bir avuç Fransızm burada İngiliz donanması karşısında AmiralNelson'un tek kolunu kaybettiği uzun süreli bir çarpışmanın ardından el-315


de ettiği zaferi anımsatmayı ihmal etmemişlerdi. Limana girdiğinde filodemir atmış, filikalar şarap ve meyve almak üzere kente hareket etmişti,bir de bu adadan volkanik topraktan yapılan havan biçiminde süzmekapları alacaklardı. Bu ziyarette yapılan gözlemler ressama bazı eskizleriniyapması için ilham vermişti, bu eskizlerde onun bir olayı çeşitli evrelerineayırma eğilimi dile geliyordu. Ressam nasıl ki gemi kazası tablosuüstünde çalışmak üzere araştırmalar yaparken bir cinayete kurban gidendevrimci Fualdes'in canavarca katliyle ilgilenip bir dizi kâğıda bu olayınvahşi ayrıntılarını resmettiyse, yazarların anlattıkları arasında SantaCruz'da tutkuların çığırından çıkışını gösteren olayların da izini sürmüştü.Fualdes bir geneleve girmesi için oyuna getirilmiş, masalardan birininüstüne yatırılıp boğazlanmış, kanı domuzlar tarafından yalanıp yutulmuş,cesedi nehre atılmıştı. Yarılmış cüruflu kayalarla, sedir ağaçları vekardeşkanı ağaçlarının yetiştiği cangılvari bir floranın arasındaki çukurluğakurulmuş, cayır cayır yanan göğün altındaki alçak beyaz evleriylebu kenti Fransızların geldiği duyulduktan sonra garip bir heyecan ve şehvetduygusu sarmıştı. Kadınlar kapı önlerine çıkıp sokaklarda gördükleriyabancıların yolunu kesiyor, onları davetkâr biçimde içeri çağırıyorlar vePaphos'un tanrıçasına adak adamalarını istiyorlardı. Olaya genellikle erkeklerde eşlik ediyordu, bu duruma karşı çıkma hakları yoktu erkeklerin,çünkü Kutsal Engizisyon bir zamanlar böyle olmasını istemişti, rahiplerinçoğu da adada bu geleneği sürdürme gayreti içindeydiler. Yakıcısıcak, korselerinin iplerini gevşetip önlerini açan, şeritlerle süslü bembeyazeteklerini sıyırıp geriye doğru atan, bir bacağı öne çıkarıp sivri burunlusiyah rugan ayakkabılarını gösteren kadınlar, yataklarda birbirlerinedolanmış çıplak bedenler, adanın ulaşılmazlık ima eden eski isimleriBahtiyarlık, Hesperid'lerin Bahçeleri; ama bu isimlerin ölümcül tehlikeuyarısını da içeren, gündüz ve bitmek bilmez gece arasındaki sınırı düşündürmesi,çıkıntılardaki bazalt sütunlar ve seslitaş blokları, krater dağınıneteğindeki beyaz katırtırnaklarının yaydığı güzel koku, gri, sarı vepas kırmızısı sünger taşından yapılma duvarlara yapışmış volkan taşlarınınziftli parlaklığı, tüf topakları, gökkuşağı tonlarını içinde taşıyarak kükürtrengi lav akıtan kraterlerin dumanı tüten yarıkları ve bacaları, doruktakicamsı koni, bütün bunlar Gericault'da düşlemler yaratmış, ona,olayın kahramanlarının yaşadığı ve kendisinin de bu süreçte içine düştüğüsoyutlanmışlığı hissettirmişti. Çizdiklerini yırtıp atıyordu, ama anlatılansahnenin ona acı veren huzursuzluğu ortaya çıkan resme yansıyor veonda canlanan olay ânı somut biçimlerle belgeleniyordu. Filo yenidenaçık denize çıkıp bir Temmuzda Bojodar Burnu'nu geçmiş ve sabah saatonda Yengeç Dönencesi'ne ulaşmıştı, burada gerçekleştirilen vaftiz töreniyolcuları pek mutlu etmişti, yazarların anlattıklarına bakılırsa bu geleneğinasıl amacı bu vesileyle tayfalara verilen bahşişti. İki Temmuzda donanmarotasını Barbas Burnu'ndan Saint Cyprien Körfezi'ne çevirmişti.316


Kara henüz top menzilinin yarısı kadar uzaklıktaydı kıyı, kumsallarıylabirlikte belirgin bir biçimde görülebiliyordu, sahil şeridinde denizin içindenyüksek ve sivri kayalıklar yükseliyor, dalgalar şiddetle bu kayalıklardapatlıyordu. Gemiler denizcilik bakanlığının emrettiği rota doğrultusundakayalıklar silsilesinin arasında seyrediyordu, amiral gemisininkaptanı Blanc Burnu'nu gördüğünü sanmış ve birkaç denizcinin uyarısınakulak asmamış, ama az sonra Blanc Burnu sandığı şeyin yoğun bir buluttabakası olduğu ortaya çıkmıştı. Geceleyin Echo adlı korvet pek çokkez uyarı ateşi yakmış ve kontramikana direğine bir meşale asmıştı, amasinyallere cevap vermek Medusa'nın gözcülerinin aklına bile gelmemişti.Gün ağarırken iskandil suyun devamlı alçaldığını gösteriyordu, ötekiteknelerden uzağa düşmüş olan amiral gemisi Arguin Adası'nın uzunkumsalına doğru süzülmekteydi, deniz yolculuğunda çok az deneyimiolanlar bile dalgaların sarıya boyandığını fark etmişlerdi. Rüzgârdan olabildiğinceyararlanmak ve böylelikle geri dönebilmek için büyük yelkenlereilave olarak sancak tarafındaki bütün yelkenler açılmıştı, ama gemidümen tarafından karaya oturmuştu, bir an için tekrar yüzer gibi olmuş,bir kez daha sarsıldıktan sonra da derinliği sadece beş metre altmış santimolan bir yerde çakılıp kalmıştı. Kitabın devamında anlatılan olaylarressamı günlerce meşgul etmişti. Şaşkınlık ve çaresizlik, kargaşa ve dehşetöyle canlı bir biçimde betimlenmişti ki, okur kendini kazazedelerinarasında sanıyor, çığlıkları, geminin gövdesinde patlayan dalgalarıngümbürtüsünü duyuyordu. Yelkenler indirilmiş, direk çanaklıkları yerlerindensökülmüş, yelken direkleri ve pruva direği, barut fıçıları ve ahşaparaç gereç suya atılmıştı, su varillerinin çarpması yüzünden ambarın zeminizarar görmüştü, hemen pompalama başlamıştı, ama gemiyi kurtarmakiçin artık çok geçti. Kırk dört ağır toptan kurtulunmuş olsaydı gemiönemli ölçüde hafifleyebilirdi, ama toplar, ilerde geminin enkazından çıkarılabileceğiumularak gemide tutulmuştu. Amiral gemisinde sadece altıküçük filika bulunduğu ve sayıları dört yüzü aşan yolcular ve tayfa bufilikalara sığamayacağı için alelacele bir sal yapılmıştı, Vali'nin hesaplarınagöre bu sal iki yüz kişiyi taşıyabilirdi. Hava kapanmış ve gökyüzünübulutlar kaplamış, deniz tarafından bir fırtına gelmişti, amiral gemisi fenahalde yalpalıyordu, gece vakti geminin tabanı yarılmış, dümen küreği kırılmış,zincirleriyle birlikte kıç tarafından sarkıyordu. Beş Temmuzda sabahınerken saatlerinde alabora olmak üzere olan geminin hiç vakit kaybetmedentahliyesine karar verilmişti. Askerlerin sala binmeleri emredilmişti;askerler tüfeklerini ve fişeklerini yanlarına almak istemişler, amaizin verilmemişti. Sadece kılıçlarını ve karabinalarını alabilmişlerdi, bunakarşılık subaylar tabanca ve tüfeklerinden ayrılmamışlardı. Bakır baskıçizimi kitaba eklenmiş olan ve ressamın bu çizimin bir kalıbını çıkardığısal yirmi metre uzunluğunda ve yedi metre genişliğindeydi. Çanaklık direkleriuzun kenardaydı, onların arasında pruva ve mayistra direklerinin317


seren ve babafingoları vardı, bunlar direk ve yelken ipleri tertibatına sıkıcabağlanmıştı. Sağ köşeye güvertenin kalasları çakılmış, bunlar kenarlardaniki üç metre taşan daha uzun kalaslarla beşe bölünmüştü, baş taraftakibabafingo direğine ait haç biçiminde çakılmış iki seren bir çeşit siperlikgibiydi. Çeşitli tahta parçalarından yapılmış yarımşar metrelik bir kalastopluluğu ise korkuluk olarak hizmet görüyordu, salı yaptıranlar bu kalastopluluğuna korkuluk demişlerdi ama ona güvenmiyorlardı. İlk bakıştasal iki yüz kişi taşıyacak gibi görünüyordu, ama sala daha elli kişininakın etmesiyle güverte parmaklığı suya batmaya başlamıştı bile, yiyecekfıçılarının çoğu sala atılana ve geri kalanlar da saldakilere katılma kadarherkes kalçalarına kadar suya batmıştı, balık istifi gibi yığıldıklarındankimsenin kıpırdamasına imkân yoktu. Toplam yüz kırk dokuz kişiydiler,yüz yirmi asker, yirmi dokuz tayfa ve yolcu, aralarında bir de kadınvardı. Yanlarına altı fıçı şarap ve iki fıçı içme suyu almışlardı. Buna ek olarakgemiden sala bir çuval ekmek atılmıştı, birkaç tane de yelken bezi, oysasalda yelken direği yoktu, dümen küreği de. Saldaki kazazedeler kaptanınsöz verdiği harita ve alet edevata kavuşamamışlardı. Bay Chaumareysalelacele kaptan filikasına atlamıştı, filika on iki kürekçinin yanı sırakırk iki adam almıştı. On dört kürekçinin bulunduğu büyük filikaya Valive yüksek memurlar binmişti, toplam otuz beş kişi, bunun yanı sıra dabol eşya taşıyordu. On iki kürekçinin bulunduğu üçüncü filikaya yirmisekiz subay doluşmuştu. Küreksiz büyük sandal itiş tepiş otuz kişiyle doluydu,bir otuz kişi de Senegal'de liman hizmeti için ayrılmış olan sekizkürekli kayığa binmişti, yelkenli sandalda ise on beş kişi vardı. Demek kien az otuz adam ya boğulmuştu ya da Medusa'nın güvertesinde kalmıştı.Dalgalar alabora olan amiral gemisinin küpeştesini ve direk kütükleriniyıkıp geçerken, gümbürtülü darbelerin arasında gemiden sala ve filikalarageçişi gözünde canlandırmak, ip merdivenlere, halatlara tutunarakaşağı inenlerin, denize düşenlerin yardım çığlıkları, çarpılmış ağızlar, ardınakadar açılmış gözler, ileri uzanmış, parmakları açılmış eller, salı kaygangemi duvarından uzaklaştırmak için gösterilen olağanüstü çaba, kolluktubir sandalyede oturan Vali'nin bir vinçle filikaya indiriliş ânı, tıklımtıklım dolu sal bütün heybetiyle tuvalinde belirmeden önce bütün bu izlenimlerressamın çok vaktini almıştı. Sal en küçük ve en dayanıksız sandallarabağlanmıştı, gittikçe azgınlaşan denizle boğuşmak zorunda olankürekçiler Vali'nin ve Kaptan'ın filikalarının uzaklaştığını gördüklerindeyedeklerindekini çekmeyi bırakmış ve halatları çözmüşlerdi. Diğer teknelerkıyıya yönelmiş, buna karşılık manevra kabiliyeti olmayan sal çekilensuların akıntısına kapılarak açık denize sürüklenmişti. Salda toplaşmışolanlar terk edildiklerini düşünmek istemiyorlardı henüz. Kıyı hâlâ görünüyordu,eski Portekiz kalesinin harabeleri ve Arguin Adası da; sandallarıngeri geleceğini ya da Echo'nun, Loire'ın ve Argus'un onları bulacaklarınıdüşünüyordu kazazedeler. Oysa karanlık bastırmış, ama yardıma ge-318


len olmamıştı. Yükselen suların güçlü dalgaları bizi altına aldı, bir ileri birgeri sürüklenirken, her defasında soluk almak için mücadele verirken,dalgaların saldan çekip aldığı insanların çığlıklarını duyarken, güneşinbir an önce doğması için dua ettik.Herkes uyuyordu, alışıldık gündelik işlerden kopuşumu anlatabileceğimkimse yoktu. Bir asker kaçağı gibi, bomboş Casimir Perier Sokağı'ndadikiliyordum, geri dönmek, uyuyanların arasına karışmak ve bundansonra olacakları beklemek zorunda olmak düşüncesi canımı sıkıyordu.Ama sonra o büyük salonda kapıldığım çekime bıraktım kendimi,Las Cases Sokağı'ndaki Sancta Clotilde'nin tuğla binasını geçip babamıniki yıl önce Wehner'le buluştuğu küçük parka yöneldim, parkta her zamankigibi serçeler ötüşüyor, güvercinler kuğuruyordu. Kare biçimliparktaki kestane ağaçlarının altında kilisenin orgcusu olan Cesar Franckmermer enstrümanının karşısında kollarını kavuşturmuş oturuyordu, birayağını pedala dayamış ve arka duvardan uzanan, karnının üstüne yatmış,kollarını Franck'm omuzlarına koymuş fısıldayarak ona bir şeylersöyleyen hantal meleği pür dikkat dinliyordu. Şimdi, sabahın alacakaranlığındadeniz durulmuştu, su on adamı yutmuştu, on iki adam ise tahtalarınve kalasların arasında sıkışarak can vermiş, orada öylece asılı kalmışlardı.Saint Dominique Sokağı boyunca yürüdüm, Ordu Bakanlığınıngirişindeki nöbetçiler bana baktılar, kuşku uyandırabileceğim ve tutuklanabileceğimkorkusuna kapıldım aniden, adımlarımı yavaşlattım. SolferinoSokağı'na saptığımda uzaklarda, Quai d'Orsay'daki ağaçların ötesindekitepede Sacre Coeur'u gördüm, gazete dağıtan bir oğlan bisikletiylebir kapıdan ötekine gidiyor, her defasında paketinden çıkardığı gazeteyievlere götürüyordu, gazetecinin yanından geçerken baş sayfadaki manşetilişti gözüme, Chamberlain Godesberg yolunda. De Lille Sokağı'nda birbirininaynısı yüksek apartmanlar son buluyordu, iki katlı Legion d'honneurbinası yuvarlak girişi, girişin üstündeki eğimli bayrak direğine çekilmişFransız Bayrağıyla ve çocuk meleklerle bezenmiş sarımtırak gri cephesindekikapalı panjurlarıyla buradaydı. Kıyı yönünden gelenler vardı,ya tek başlarına ya da küçük gruplar halinde, önlerine eğilmiş acele aceleyürüyorlardı, temizlikçi kadınlar olmalıydı bunlar, gecenin geç saatlerinekadar çalışılan bakanlıklarda dolu kül tablalarını ve çöp sepetlerini boşaltması,çalışma masalarının tozunu alması, yerleri silmesi gereken temizlikçiler;hükümet binalarının üstüne soluğunu tutmuş bir sessizlik,kurşun gibi bir ağırlık çökmüştü, sabah pusunda içlerinde hâlâ dinamizmtaşıdıkları belli olan bu silik insanlar bana yabancı değildi, onlar, karşımaçıkan bu ilk şehir sakinleri, metropolün içlerine doğru ilerlememi kolaylaştırıyordu,görünmeyen destekçilerin bu şehre gelişi yakında beklenen319


seslerin başlangıcı için bir itici güç olacaktı, o andan itibaren onların hızlıve yumuşak adımları, etraftaki taş yığınlarını titretecek olan gümbürtüaltında akıp gidecekti. Yabancılığa asıl Seine'in üstündeki sahil yolunavardığımda çarptım, bir baş dönmesi ve kafa bulanıklığı nöbeti içinde taşduvarı takip ederek sağa kıvrıldım. Salın zeminindeki sırıklardan birisisökülmüş, dikey olarak konmuş ve yedek çekme halatına bağlanmıştı,rüzgârda çırpınan yelken bezi parçasının sesi duyuluyordu, ayrıca salındengesizliği de hissediliyordu, fazla uzun bir tahta parçası yandan fırlamış,salı düzeltilemeyecek bir biçimde yana yatırmıştı. Tayfalara ateşli silahteslim edilmemesinin nedeni daha ikinci gün belli olmuştu. Bir şarapfıçısını parçalayan ve sonuna kadar içen mürettebat, baltalar ve bıçaklarlaüstlerine saldırmış ve subaylar direğin çevresinde yerlerini tabancalarıylakorumaya çalışmışlardı, patlak veren bu isyanın ve itiş kakışın büyük birkompozisyon doğurabileceğini görmüştü ressam. Ne var ki salı çevreleyentahta parmaklıklara tırmananların, kafa üstü suya çakılanların sayısıhâlâ çok fazlaydı ve çok fazla kargaşa vardı, bu karşılıklı boğuşmada, küçücükbir mekândaki bu iktidar mücadelesi, bu birbirine düşmüşlük henüzbir yakınlığa dönüşmemiş, ortak sıkıntı, ortak felaket henüz onlarıbirleştirmemişti. Lyon Garı'na geldiğimizde, geçen akşam satın aldığımşehir planını duvarın üst kenarına koyup açtım, bugün yapılacak çok şeyvardı; alınacak kararların, devam etmem için atılacak önemli adımlarınarifesindeydim, oysa toparlayamadığım bir çokyönlülüğün içine düşmüşbulunuyordum, bu durum şimdiye kadar geçerli olan dünya kurallarınınpeşinden gitmemi engelliyordu. Düşüncelerim birbirine karşıt itkilerinarasında öylesine sıkışıp kalmıştı ki, sağlam ve bağlayıcı bir zeminden birkez koptuktan sonra bütünsel bir bakış açısı edinme çabam öyle sonuçsuzkalmıştı ki, akli ve yararlı olanın ne olduğu sorusunu geri plana itmiş vekendimi henüz anlamları belirginleşmeyen, ama içimde ağır basan ve suyüzüne çıkmak isteyen kıpırtılara teslim etmiştim. Şu anda bildiğim tekşey içimdeki birikim silsilesiyle hesaplaşmak zorunda olduğumdu; birikenleröylesine iç içe birbirlerine örülmüşlerdi ki, en ufak bir hareket adetabir çatırtıya, bir patlamaya neden oluyordu; üstelik etrafım sadece imgeağlarıyla, olaylar yığınıyla çevrilmemişti, sanki zaman da yarılmış gibiydive ben onun katmanları arasında eşelenerek zamanı dişlerimin arasındaöğütmek zorundaydım. Ama bu baş döndürücü, bu büyülenmişdurumun içindeyken bile düzen ve ölçü isteğim devam ediyordu; birhoşnutluk duygusu içinde nehrin karşı kıyısındaki yolun arkasında Tuilerien'inheykellerle dolu bahçelerinin bulunduğunu, bu bahçeleri Louvre'unenlemesine uzayan cephesinin kestiğini saptadım. Louvre'un kapılarınıaçmasına daha çok zaman vardı, müzeler güneşin doğuşuyla birliktekapıya dayanacak hevesliler için düşünülmemişti, geç vakit zengin sofralarındayemek yedikten sonra kendilerini gecenin sükûnetine bırakanlarave ertesi günü nasıl geçireceklerine kendileri karar verebilenlere aitti320


müzeler. Ama beklemek zorunda oluşum önemli değildi, bu gün benimiçin kendime ayırdığım çalıntı bir gündü, daha şimdiden kendimi oradadolaşırken hayal ediyordum, düş gücünün, yaratıcı gücün ortaya koyduğuyapıtların sıra sıra asılı olduğu, şimdiye kadar sadece duyduğum yada flu röprodüksiyonlarını gördüğüm her şeyin orijinal renkleri ve biçimleriylemuhafaza edildiği o kocaman depoda dolaşırken hayal ediyordumkendimi. Korkmayın, diye seslenmişti biri, size yardım getirmeye gidiyorum,yakında beni yeniden göreceksiniz demiş ve vecde gelenlerin bakışlarıarasında denizin üstünde yürümeye başlamıştı. Kargaşada altmış altmışbeş adam ölmüştü, ekmek ve içme suyu tükenmiş, geride sadece birfıçı şarap kalmıştı. Kadına ne oldu acaba, diye sormuştu Gericault kendine.Gariptir ki yazarlar kadından bir daha hiç söz etmemişlerdi, oysa erkeklerinarasında tek bir kadının bulunuyor olması dikkate değer bir durumdu.Acaba kadın için kavgaya tutuşmuşlar mıydı, yoksa ölümcül tehlikeiçindeyken cinsiyet bütün önemini yitirmiş miydi. Bu soruları kendinesoran Gericault kendini onun yanında yatarken hayal etmiş ve o ânıresmetmişti, salın ön tarafındaydılar, çevreleri ceset doluydu. Kadın baygındı,ressam kollarından biriyle onu sarmıştı, öteki kolunda çıplak birçocuk vardı, oysa salda bir çocuk olduğundan hiç söz edilmiyordu. Salgittikçe ressamın kendi dünyasına dönüşüyordu. Kadının bedenine sarılmış,çocuğu bağrına basmıştı, geceyi bu pozisyonda uyuyarak geçirmişti,uyandığında kollarının boş olduğunu hissetmişti, gözlerini açabilmesi vedenizin kadını da çocuğu da götürdüğünü anlaması zaman almıştı. Saldakiinsanların sayısı azaldıkça ressam resmi bitirmek için ihtiyacı olanyoğunlaşmaya daha çok yakmlaşıyordu. Patlak veren mücadeleden sonraolabildiğince uzun süre hayatta kalma isteği tuhaf bir dönüşüme uğramıştı.Etraflarını saran cesetleri bıçaklarla parçalamalar başlamıştı. Bazılarıkopardıkları çiğ eti hemen yalayıp yutuyor, bazıları da daha lezzetliolsun diye güneşte kurutuyordu, bu yeni besini yemeyi içine sindiremeyenlerertesi gün açlığın zoruyla yemek zorunda kalıyorlardı. Patlak verenkargaşayı mutlak bir tecrit anlamına gelen zaman dilimi izlemişti.Dünya ile bütün ilişkilerin kopmuşluğu ressama kendi durumunun aynasınıtutmuştu. Bunun nasıl olabileceğini, insanın bir ölünün boynuna,kalçasına dişlerini nasıl geçireceğini hayal etmeye çalışmış, Ugolino'nun 1kendi oğullarının etine diş geçirmesini resmederken artık olayı kabullenmişti,tıpkı saldakilerin durumu kabullenip Tanrının adını anarak eti yemeyebaşlamaları gibi. Salın üstündeki çıplak, büzüşmüş figürler ateşlibir çılgınlığın deforme ettiği bir dünyanın içindeydiler, hayatta kalanlarölüleri kendi bedenlerine katarak onlarla tek beden oluyordu. Bu kalasdokusunda, bulut kümelerinden farksız olan bu sularda süründüğünü1 "Fırtına ve Coşku" (Sturm und Drang) dönemi yazarlarından Wilhelm Heinrich von Gerstenberg'in(18. yy sonu) bir oyununun kahramanı. Bir baba üç çocuğuyla birlikte hapsolduklarıkulede açlıktan ölürler. (Ç.N.)321


hayal eden Gericault bir elin yarılmış bir göğsün içine girişini, bir gün öncevedalaşmak üzere sarıldığı birisinin kalbine dokunuşunu hissetmişti.Bir hafta sonra salın üstündekilerin sayısı otuza düşmüştü. Tuzlu su yüzündenayakları ve bacakları su toplamış ve soyulmuştu, vücutları yarabere içindeydi. Tek yaptıkları feryat etmek ve inlemekti, hâlâ ayakta durabilenlerinsayısı en fazla yirmiydi. Kazazedeler gün saydıkça, saldakiinsan topluluğu eridikçe, susuzluk, içeceğin tükenmesi, insanların küçükteneke bir kapta soğuttukları idrarı, farklı tadardaki, kimi tatlımsı, kimikekremsi idrarı, yoğunluğu düşük ya da yüksek olan bu sıvıyı içmeyeyeltenmesi betimlendikçe, kalan şarabın içme süresini uzatmak amacıylakuştüyünün sapından emilmesi anlatıldıkça, ölüm her geçen dakika birazdaha yaklaştıkça, saatler saatleri kovaladıkça, ressam da zamanın sonsuzluktaakıp gittiğini algılıyordu; işte resmin yaratım sürecine bu damladamla akışlar, tik taklar ve sel gibi sular eşlik etmiş olmalıydı. Gericault oon üç günü, gecelerin o eziyetini onlarla birlikte yaşamasaydı nihai ânaulaşamaz ve geride kalanların parçalanmaz tekliğini resmedemezdi. Gerçihâlâ ayrıntıların tutsağı oluyor ve bu ayrıntılar onu tamamlanmış birdünya konseptine doğru ilerlemekten alıkoyuyordu. Sözgelimi içine tatlıbir koku çekebilmek için herkesin birbirinin elinden kapmaya çalıştığı oboş gül yağı şişeciği. Ressam küçük parfüm şişesini kafasından atamamış,bu parfüm şişesi çoktan unutulmuş yaşantıların anılarını canlandırmıştı.Birkaç haftadır artık sadece nesneleri yansıtmakla uğraşmıyor, insanınobjelere dokunduğunda oluşan duygularını ve düşlemlerini deyansıtmak istiyordu. Yerde dizlerinin üstüne çökmüştü, resim kâğıdınınüstündeydi, sürgülü kapısının ardında tamamen sırlarıyla baş başaydı,birkaç gün boyunca hiçbir şey yiyip içmemiş, tahtaların üstünde oradanoraya sürünmüştü, halüsinasyonlar eşliğinde, on yaşındayken kaybettiğiannesi görünmüştü ona, onun yakınlığına büyük bir özlem duymuş, hatlarınadokunduğunu hissetmişti, çizimlerinde Phaidra'yı resmetmiş, kendisiniise, deniz canavarının kayalıklara çarparak parçalamaya çalıştığı,sonra da atların sürükleyerek öldürdüğü Hippolytos olarak resmetmişti.Ressamın varoluşu vardı burada, onun için salın üstündeki bu sürünmeydiişte varoluş. Annesinin yerini tutan kadın için, dayısının karısı içinkendisini helak etmişti, suçluluk duygusu içinde kıvranıyordu, çünkükendisinden hamile kalan bu kadını terk etmiş, ona ihanet etmişti. Ressamhakkında öğrenebileceğim her şeyi öğrenmek istiyordum; ve bugün,içinde bulunduğum bu çekincesizlik anlarında onun yaşamının bana açılacağıbeklentisi doğmuştu. Puslu havayı güçlü ışığın zorla delip geçmesigibi giderek artan sesler de önlenemez biçimde kendilerini duyuruyorlardı,birkaç araba sahil yolunda d'Orsay Garı'na doğru ilerliyordu, arkamdasabah trenleri hareket etmeye başlamıştı. Yüzümü döndüğüm görkemliyapı nişanlı kalkanlarıyla, miğferleriyle, taçlarıyla, pencere kenarlarınadolanmış azizleri ve tanrılarıyla, çelenklerin, meyve sepetlerinin,322


çiçekler ve yemişlerle dolu bolluk saçan küfelerin içine yerleştirilmiş binasaatleriyle bir rekabete girmiş, öbür köşede yükselen, tablolarla dolu,yanları arplar ve çıpalarla kuşatılmış devasa altın harfleriyle dikkat çekensaraya üstün gelmek ister gibiydi. Metalik bir uğultu, kentten yükselenkeskin bir vızıltı kilisenin büyük kapısından çıkanların, çoğu koyu renkgiyimli insanların ayak seslerini bastırmaya başlamıştı. Endüstri çağınınşişirilmiş formlarıyla karşılaştırıldığında, Louvre'un kanatlı kapısının tepesindekinişlere işlenmiş Titanlarda ve Musalarda, meleklerde ve yarıtanrılarda en azından iffetli ve mütevazı bir hava vardı, ama feodalizminbu incelikleri de tıpkı dünyevi heykel sanatının şatafatı gibi övgüye değerdeğildi. Bu açıdan bakılırsa, üstünde yürümekte olduğum köprünün çizgilerindedaha güçlü bir yalınlık vardı. Alçak duvarları düz kesimliydi,iki parçası da aynı biçimde sivrilen orta bölüme doğru yükseliyordu, heriki yanda dört adet dökme demirden yapılma sokak lambası vardı. AmaPont Royal bile bana içsel bir uyumun varlığını hissettiremiyordu, hissettiğimdaha çok, bir ışımanın doldurduğu havanın çiğ ve hantal bir kütleyedönüşmüş olduğuydu, adım atmakta zorlanıyordum, bütün vücudumbir titremeye tutulunca sıkıca duvara tutundum. Daha birkaç gün öncesinekadar sarsılmaz bir düzene aittim ben, belli görevleri yerine getiriyordum,başkalarının eylemleriyle bir bağım vardı. Şimdi, varlığını unutmuşolduğumuz bir yaşamın sürüp gittiği bölgedeydim, unuttuğumuz tek şeybu yaşamın varlığı değildi, burada bizim hiç dikkate alınmadığımızı daunutmuştuk. Ardımızda kanlı meydanlar bırakmıştık, mücadeleler hâlâbütün hızıyla devam ediyordu, oysa şiddetli saldırılar, geri çekilmeler,yaralıların çığlıkları, ölenlerin suskunluğu, bütün bunların burada hükmüyoktu, burada her şey öylesine farklıydı ki, kendimizi bile göremiyor,ne için çaba sarf ettiğimizi artık bilmiyorduk. Fransız topraklarına adımattığımız andan itibaren safra olarak görülmüştük, dağıtılmış ordununaskerleri, kaçaklardan oluşan kitleler dikenli tellerin çevrelediği çitlerinarkasına sürülmüştü, bunların ancak çok azı geçerli bir pasaportla gözaltındankurtulmayı başarmıştı, çölden, yıkıntıların alanından çıkmak içingizli bir yoldu bu; bir karşılama, bir hoş geldin umudu, dayanışmaya ilişkinbir belirti beklentisi uçup gidivermişti, burada Halk Cephesi yoktu,bizi yalnızca jandarma karşılamıştı, yalnızca polis arşivlerinde yerimizvardı, bundan sonra her gün polis müdürlüğüne başvurmak ve varoluşumuzanlamına gelen hurda kâğıt tomarını damgalanması için uzatmakdurumunda kalmıştık. Şimdiye kadar önümdeki yolu hep görmüş, kararlarımıvermiştim, tüm o zamanlarda, yeraltının derinliklerinde, faşist kuşatmaaltındayken bile özgür kalan bir görüş açım hep olmuştu, ilk kezburada, açıklığın, ışığın başkentinde körlüğün içine itilmiştik. Paris'tekiilk akşam birdenbire birbirimize yabancı olduğumuz duygusu çökmüştüüstümüze. Birliğin çözülmesiyle birlikte aramızda oluşan doğal aidiyetde uçup gitmişti, saflarımızın parçalandığını, işe yaramaz hale getirildiği-323


mizi görmek bizi atıllaştırmıştı. Sadece hangi partiye ait olduğumuz yada girmeyi düşündüğümüz sorusuydu hâlâ bir sebatın varlığını sürdürdüğünügösteren şey. Şimdiye kadar kendimi vakfettiğim tarafta işlevlerimiyerine getirmiştim, şimdiyse kendiliğinden oluşan bu cemaatin varlığınıancak dostlar ve destekçiler arasında bulunduğum sürece sürdürebileceğinive doğal işbirliğinin yerine zorunlu bir bağın geçtiğini öğrenmekzorunda kalıyordum. İllegal, gizli örgüt üyeleri halinde çalışmanınbüyük kısıtlamaları zorunlu kıldığı bir dönemde örgütlü bir birlikteliğegirmek gerekiyordu, güvenilirlik sadece burada kanıtlanabilirdi. Ama butür bir adım partinin merkeziyetçilikten uzaklaşmasıyla zorlaşmıştı, bende hangi grup, hangi ülke için sorumlu olduğumu bilmiyordum. Şimdiartık sadece partinin yeniden inşası, güçlenmesi için çalışılmalıydı ve benyeniden gelecek talimatları yerine getirmeye hazırdım. Ama öte yandanbir şey beni sfenkslerin nöbet tuttuğu parkın kapısına, köprünün arkasındakikapıya doğru çekiyor, içimde olağanüstü bir bilgi tutkusu şahlanıyordu,taş parmaklığa dayandım, çamaşır parçalarından yapılma rengârenkflamalarıyla mavnalar altımdan geçiyordu; tam dış gerçeklikte kesinbir yönelişe ihtiyaç duyulan bir günde, tam diplomatik oyunda sahnealan baş aktörlerin belirleyici hamleleri ve darbelerinden önce kentin soluğunututtuğu bugün, yüksek kıyı kalesindeki kavaklara doğru, resimlerinbulunduğu depoya doğru gitmeyi arzuluyordum ben. Partiye kabuledilme fikri sınırsız keşifler yapma tutkusuyla birleşiyordu, kendimi şimdidenrenkli tuvallerin önünde hayal ediyor, Gericault, Delacroix, Courbet,Millet ile buluştuğumu düşlüyordum; kendimi bir yandan kapalı örgüte,uzlaşma tanımayan mücadeleye bir yandan da fantezinin mutlaközgürlüğüne adamak istiyordum. Pont Royal'i geçerken partiye gidenyolu ve yinelenemez bir olgu olan sanata giden yolu ayrılmaz bir bütünolarak tasarlıyordum; siyasi karar, düşmanla uzlaşmama, düş gücününetkinliği, bunların hepsi tek bir bütünlükte biraraya geliyordu. Sfenkslerinyanından geçip giderken son bariyeri de geçmiş oldum. Çakıllı yollarınçaprazlamasına birbirini kestiği parklara dağılmış insanlar köpeklerinitasmalarından tutmuş yürüyüş yapıyorlardı. Mısırlılar ve Asurlular,Kelt rahipleri ve Galyalılar, Romalılar ve Gotlar soylu atları üzerindekikralları onurlandırmak için buraya taşınmış, taşa oyulmuş, bronza dökülmüşlerdi,dört bir yandan muhafızlar ve hükümdarlar yükseliyordu, kılıçlarıve mızraklarıyla tehditkârdılar, ozanlar, filozoflar ve sanatçılar isekaidelerinin üstünde dönüyor, beni elden ele dolaştırıyorlardı. Bir bankaoturup arkama yaslanır yaslanmaz uzun giysileri içinde kurşuni kılıklıkadınlar hayaletler gibi karşıma dikilerek öne doğru uzattıkları elleriylebeni oradan kovaladılar. Bunun ne demeye geldiğini, kendi özünden beslenenbu kenti, onun durmadan beni etkisi altına alan gücünü sorgulayacakvaktim vardı. Hep bu kente gelmeyi istemiştim; şimdi burada olduğumanda ise, sabırsızlığımın doruğunda, en alttakilerden birisi olarak324


onun beni dize getirmesini engellemek en önemli şey haline gelmişti.Onun yapılarının ve uzayıp giden yollarının içinde kaybolup gitmemeliydim,buralarda ikamet edenlerle ve etmiş olanlarla hayat bulan bu görkemlikoleksiyonda bilincimi sağlamlaştıracak ilişkiler bulmak zorundaydım.Mimari yapılar ve büyük caddeler kenti gezen birini genişliklerininiçine çekiyordu, suyun ve bina duvarlarının kum sarısı tonlarının yansıttığıışıksa, gezenin ayaklarının yerden kesilmesi ve o dünyanın içine çekilmesiiçin kendi üstüne düşeni yerine getiriyordu. Büyük kapının ortadakikubbeli kemerinden, Austerlitz zaferinin anısına kırmızı mermerdenyapılan ve Louvre'un ön avlusunda yer alan kemerden bakınca aynı hatüzerinde bulunan, Concorde Meydanı'ndaki dikili taş ve Champs Elysees'ninsonunda Napoleon ordularının büyük anıtı görünüyordu. Kenarlarıağaç dizisinin yumuşak yeşiliyle süslenen bu perspektif insanın bakışınısonsuzluğa doğru bir uçuşa davet ediyor, savaşta elde edilen bir zaferinizinden diğerine uzanıyor, yetkin bir güce ulaşmak için sarf edilmişbütün çabayı içinde taşıyordu; bu perspektifin formatı, birliklerin muharebedüzeni almak üzere ilerlemesine, azgın halk kitlelerinin varlığınıngörülmesine hizmet eden bu format duyguları şahlandırmalı ve emperyalizmi,muhteşem oranlara dönüşen emperyalizmi güzellik olarak duyumsatmalıydı.Barikat kurulmasını zorlaştırmak ve atış alanı açmak içinkentin eski kısımlarının nasıl yerle bir edildiğini düşünürken, Paris'i kentinüst sınıflarının ipoteği altında görüyordum, bütün stratejik noktalardazenginliğin birikiminin zanaatkarların, küçük burjuvanın ve işçilerin kendiiçine kapalı bölgeleri karşısında kat kat üstünlük sağladığını görüyordum.Ama kente kişiliğini kazandıran bu motif değildi, burada olmaduygusunu, bütün bu yapıların mevcudiyetini algılama duygusunu yaratanşey olayları, dört bir yandan, aşağıdan gelen ve eninde sonunda biryol bulup ortaya çıkmış olan olayları bilmekten, kendilerine özgü bir baskıgücünün, bir iktidarın yükselmesini sağlayan ayaklanmaları, başkaldırılarıbilmekten geçiyordu. Her bina hanedanların emri üzerine uygulanmışolan baskılardan çok bu tür eylemlerin açık izini taşıyordu ve ben nezaman dar sokaklarda taşları üst üste yığıp barikat kuran isimsizlere sanatyapıtlarıyla kentin yaşamına girenleri eklesem kaynaşan, yakıcı ve soluğumukesen bir kargaşanın içine düşüyordum. Düşünmemi biçimlendirmeyekatkısı olan hemen herkes burada ikamet etmişti, benim gördüğümükendi bakışlarıyla görüp süzmüş olmaları, bu caddeden geçmiş olmalarıbir an için benden taşıyamayacağım taleplerde bulunma hakkınıverebilirdi onlara, ama sonra bu bana cesaret verdi, çünkü onların arasındanda hiçbiri hemen ilk adımları aşıp sonuca ulaşamamıştı ve tam da onlar,bana yakın olanlar arkalarında çektikleri zahmetlerin, katlandıklarımahrumiyetlerin belgelerini bırakmışlardı. Yoğun trafik seslerine, işlerinekoşuşan insan kalabalığına karışarak Vendöme Meydanı'ndan çıktım,orada İmparator sütununun aşağı çekilirken yana yatışını, düşüşünü ve325


parçalanışını gözümün önüne getirmiştim. İçinde döner merdiven bulunankalın taş kütlenin çevresini sarmal biçimde yükselen ve sancak kartallarının,göğüs zırhlarının, flamaların, hizmetkâr gruplarının tasvir edildiğibakır levhalarla bezenmiş bu anıt yıkılışından sonra geriye sarılan birfilm gibi yeniden yerine dikilmiş olsa bile, onun bir zamanlar kubbesindekiimparator figürüyle, başında defne tacı taşıyan imparator figürüylebirlikte yerle bir edilmiş olması gerçeği, soyluların biçimlendirdiği bumeydandan iyimserlikle ayrılmak için yeterli bir nedendi. Bir defasında,Berlin'deki Ulusal Galeri'nin giriş kapısı önüne geldiğimizde Galeri'nindik merdivenlerinin bizim sanatla ilişki kurmamızı zorlaştırmak istediğiduygusuna kapılmıştık, esamesi okunmayan ve değersiz insanlar olarakbasamakları tırmanmış, kapısını sadece seçilmişlere açmak isteyen akropoleçıkmıştık, Louvre'a girmek içinse sadece eşiği geçmek yetiyordu, Almanbirlikleri Çekoslovakya sınırında yerlerini alırken, Polonya ve Macaristankendi toprak taleplerini dile getirirken ve Ren kıyısındaki DreesenOteli Britanya delegasyonunu karşılamaya hazırlanırken, Louvre'un kapılarıaçıldı ve ben ziyaretçi akınıyla birlikte içeri, birinden diğerine geçilensalonlara daldım; başlarında kasketleri kadife kaplı sandalyelerdeoturan aksi ihtiyarlara eğilip sorular sordum; attığım her adımda bir benzeriolmayan şeyler görüyordum, sağımda ve solumda, her yerde; başımıçevirmem yeterliydi, çevremi izleyerek ilerlemeye devam ettim, merdivenaşağı, merdiven yukarı, ta ki sonunda sinema perdesi gibi devasa, siyahaçalan kahverengi keten bezin önüne gelene dek.Bu ilk karşılaşmada ziftle karıştırılmış, yoğun biçimde koyulaştırılmış,keskinliğini yitirmiş ve lekelenmiş renklerde, tablodan yansıyan ışığıngücünü ima eden işaretlerin izini sürüp onları hissetmeye çalıştım,ışığın bu gücü Ayschmann'la yaptığımız sohbette gündeme gelmişti. Tablonuntek renk etkisi uyandıran yüzeyinde yavaş yavaş sarımsı, mavimsive yeşilimsi renkler kendini göstermeye başladı. Ufuktaki gemiyi keşfetmektenduyduğum olağanüstü gerilim değildi baskın olan duygum, ürküntüve çaresizlik ağır basıyordu. Cebren zapt edilmiş kompozisyondaacı ve kaybolmuşluktan başka bir şey yoktu, sanki renklerin kabuk bağlamasındanve cüruflaşmasmdan sonra belgelere dayalı somut şeylerinhepsi resimden silinip gitmiş ve geride bir tek, ressamın kişisel felaketininiletisi kalmıştı. Ama tablonun sönüp gitmesi karşısında hissettiğimhayal kırıklığı, Gericault'ya duyduğum yakınlık kadar yoğun değildi,onun çabasının zamanın tahripkârlığma ve dağılmaya terk edilmiş olmasıbende merhamet uyandırıyordu. Ayrıca resmin belirsizliği beni, henüzsağlam bir vizyonu olmayan sınıflara yaklaştırıyordu, tek tük ortaya çıkanbir takım kişiler sonuç verecek hazırlıklardan söz ediyorlardı ve olan326


iten açıklığa kavuşmadıkça görünen sadece kafaların kızışması ve gerçektenkopuş, düşsellik oluyordu. Ressam uzun bir zamanını kargaşanıniçinde, sonra da ölülerin ve hayatı sönüp gidenlerin arasında geçirmişti.Aradığı çözümü, Argus göründüğünde atılan keskin çığlık ânında, yaniher şeyin ansızın değişmeye yüz tuttuğu anda görmüştü o ve çürüyüp gidecekleriniartık kabullenmeye hazır olan bedenler bir kez daha şahakalkmış ve yok edici dünyanın karşısına bir kama gibi dikilmişlerdi. Gericaulthikâyenin böyle son bulacağı düşüncesine yakındı, kazazedelerindehşetin ortasında şaka yapabildiklerini, bir anlığına içinde bulunduklarıdurumu unutup bir kahkaha fırtınası koparabildiklerini okumuştu. Eğerçift yelkenli bize gönderildiyse, demişti birisi, Tanrı ona Argus gözleribahşetsin, medet umdukları geminin adıyla ilgili bir imaydı bu. Koşullarne kadar zor olursa olsun, insan soluk alıp verdiği sürece yaşama isteğinindevam ettiğini görmüştü ressam. Gerçi sonunda Hades'in zorbalığınınetkisi altına girmiş ve bu ateşli karşı koyma hamlesinin üstüne yanıkkokan bir örtü çekilmişti, ama böylece bütün gücünü tüketmesine malolan cesareti bir kat daha artmıştı ressamın. Gericault, hâlâ ayağa kalkıpkollarını ileri uzatmayı becerebilen son kişileri resmetme cesaretini göstermişti.Ve sal köpüren mavi yeşil sularda sürüklenirken, dalgaların üstündedurmaksızın inip çıkarken, bir dalga onu yükseltip, bir sonrakininhızı ve şiddeti aşağı fırlatırken dışarıda yaşanmakta olan yirmibir Eylül 2içeri sızarak üstüme geldi. Birden resmi anlama çabam tıkandı, bu tabloressamın kişisel özüne dair çok fazla şey taşıyor, onun huzursuzluğunu,kendisini yiyip bitiren hoşnutsuzluğu yansıtıyordu; Gericault sanki dışarıda,kentte bir yerlerdeydi, sanki onu bulmalı, ona çalışmasına atfetmişolduğu anlam hakkında sorular sormalıydım, bu düşüncelerle düş gücününzenginlikleriyle dolu sarayı terk ettim. Katranlı bezdeki sahnelereyaklaşma çabam içimdeki bölünmeyi yeniden canlandırmıştı. Gericault,bu ondört Temmuzun 3 oğlu, dibe gitmenin, çözülmenin karşısına dikilebilecekgüçleri tanıyordu, devrim onun içine işlemişti, tıpkı bir yara izi gibi;toplumsal refahın egemen olduğu bir yapının kurulmasında etkili olabilmekiçin bir beceriye sahip olabilmeyi istemişti, ama sahip olduğu tekşey sanatının diliydi, bir dönemin çürüyüp gitmesini anlatmaktan çok işkencecileri,kendisinin de katlanmak zorunda kaldığı ve sinirlerini yıpratanişkencecileri göstermek için kullanmıştı bu dili. Gericault'nun zanaatınıgeliştirdiği yıllarda yeniden eski koşullara dönülmüştü, Restorasyondöneminde artık kimse Birinci Cumhuriyet dönemiyle ilgilenmiyordu.David'in resimlerinin önünden geçerken onlara şöyle bir göz atmak, devriminklasik ruhundan, idealist bir yüksek uçuştan hemen sonra İmpara-2 21 Eylül 1938: Almanya'nın yayılma politikasının ilk sonuçlarından biri gerçekleşmiş ve Çekoslovakya baskılara boyun eğerek Alman nüfusun yoğun olduğu bölgeleri (Sudetenland) Almanya'ya bırakmak zorunda kalmıştı. (Ç.N.)3 14 Temmuz 1789: Fransız Devrimi'ni ateşleyen Bastille baskını. (Ç.N.)327


torluğun büyüklük saplantısına dair işaretlerin gözlenebileceğini doğrulamayayetiyordu. Gericault'da canlı olan ne varsa yenilenmeye adanmıştı,temalarının seçiminde, resim tarzında, aşağıdan yukarıya vurduğu fırçadarbelerinde, biçimlerin işlenişinde dile geliyordu bu, oysa yaşamındaköşeye sıkıştırılmış, yalnızlığa itilmişti, toplumun azameti, boş gururuonu çöküşe sürüklemişti, sonunda sadece hapishanelerde, tımarhanelerdeve morglarda yaşadıysa bunun nedeni hayata sadece dışlanmışlarınarasında katlanabilmesiydi, onlarla arasında kan bağı vardı, hırsızın yalansızyüzüne baktıkça, delilerin sararmış solgun benizleri, yuvalarınaçökmüş gözleri üstünde çalıştıkça onlarda kendini buluyordu ve ölümüarayışı otopsi masasındaki kesilmiş organların, gövdeden ayrılmış kanlıkafaların görüntüsünde dile geliyordu. Onun iç dünyasındaki çatlak, benimkuşağımın da maruz kaldığı dağılmayı anımsatıyordu. Sanki ağzımızabir tıkaç tıkılmıştı da bu tıkaç İspanya hakkında söylemek isteğimizher sözcüğü korkunç bir inlemeye dönüştürüyordu. Orada iki yılı aşkınbir süreden beri, bize sonsuzlukmuş gibi gelen bir süreden beri savaşılıyordu,oysa burada İspanya Cumhuriyeti'nin içinde bulunduğu sıkıntıyailişkin her düşünce bir kayıtsızlık, duyarsız bir suskunluk içinde yok olupgidiyordu, düşmana yenik düşmemek için sarf edilen tarifsiz çaba yanıltıcıbir barış maskesiyle gizleniyordu. Bu barış mistik bir mutluluk halinegelmişti ve bu barışın korunması doğaüstü güçlerle donatılmış birkaç kişininelindeydi. Kentin bütün dünyayı ilgilendiren bir olay karşısında heyecaniçinde olduğu yadsınamazdı, her yerde insanlar akın akın toplanıyor,son gelen haberleri tartışıyorlardı, ama bu kadar heyecanla izlediklerişey kendi çaresizliklerinin öyküsünden başka bir şey değildi, sürükleyicibir olaylar zinciri gösterilmek istenerek saptırılan öyküleriydi bu onların.Herkes büyülenmiş gibi esrarengiz entrikalara takılıp kalıyordu, insanlaraumut aşılanıyordu, bir çözüm beklentisi içinde olduklarından Çekoslovakya'nıntehlikeye düşmesinin İspanya'yı görmezden gelmenin birsonucu olduğunu fark etmiyor, İngiltere ve Fransa'nın saygınlığına ilişkinvaazların yarattığı bulanıklık içinde, burada organize bir suç işlendiğinigörmüyorlardı. İspanya hesaptan düşülmüş, Çekoslovakya'nın maruzkaldığı tehdit bağımsız bir sorun haline getirilmişti. İspanya cehennemindehâlâ bir karar için mücadele ediliyordu, buna karşılık Batının kitleiletişim araçları halka, kahramanları diplomatlar olan sansasyonel biroyunun hamleleri ve karşı hamlelerini yansıtmakla yetiniyor, işçi sınıfınınmilitan öncülerinin etki gücünü elinden alıyor ve tanıyor, yönetenlerinarkasında duran büyük finans gücünün ise adını anmıyordu. Bir halkhareketinin hızını almış şekilde büyümesi muhafazakârların istikrar süreciadına savurdukları slogan dalgası tarafından bastırılıyor, köleleştirmekarşısındaki meşru müdafaa saptırmaların ve yalanların tecavüzüne uğruyordu.Daha çok kısa bir süre önce akıl ve bilinç, yıkıcı güçlere üstüngelecek gibiydi, şimdiyse koyu renk takım elbiseli baylar tantanalı ve ah-328


lakdışı yollarla ulusların akıbetini belirliyorlardı. Onlar Sovyetler Birliği'yleher türlü işbirliğini geri çevirmişler, onun çağrılarına ve uyarılarınakulak asmamışlar, ama koşa koşa faşist birliğin elebaşına gitmişlerdi, pazarlarınyeniden paylaşımında geri kalmamak için her fedakârlığı yapmayahazırdılar. İspanya'da ne zaman belirsizliklerle ve başarısızlıklarlakarşılaşsak, ne zaman içimize kuşku düşse veya zaaf göstermek üzere olduğumuzuhissetsek orada yapılan girişimin yolumuzu aydınlatan ışıkolduğunu hatırımıza getirmiştik, bu ışık Avrupa'nın geri kalan kısmını datutuşturmalıydı, oysa burada insanlar işporta tezgâhlarına düşmüş rezilliğintuzağına yakalanıyordu, gözleri kamaşmış bir şekilde, ihaneti ve çapulculuğubarışın korunması uğruna yapılan yüce gönüllü eylemler olarakadlandırıyorlardı. Her köşe başında alaylı bir hesapçılık kokan övgülerlekarşılaşıyorduk, aldatılmaktan duydukları öfkeyi göstermek için çalışanlarneden bayraklarıyla sokaklara dökülmedi diye soruyorduk kendimize.Belki onlar da tıpkı bizler gibi, görevlerinden kopartılan bizler gibişaşkınlık, güçsüzlük içindeydi, diyorduk kendimize, belki son yıllardaeylemlerinin nasıl sinsice altının oyulduğunu, güçsüzleştirildiğini anlamayayeni başlıyorlardı. Sürgünün kaçınılmaz rastlantısallıklarma maruzkalmış bir halde, etrafımızı saran istikrarsızlık ve telaş içinde bu ülkedençıkma planları yapıyorduk. Meksika'ya, Kuzey Amerika'ya, İskandinavülkelerine gitme olanağı olanlar siyasi yasaklara çarpıyordu, hiçbir desteğimizyoktu, insanın ne herhangi bir yerde iyice indirgenmiş taleplerle sefilbir biçimde de olsa yaşayabilmesinin garantisi vardı, ne de kendi çabasıylasahte belgeler düzenleyip yasadışı yollarla sınırları geçerek bilmediğibir ülkeye sızmasının ve orada yeraltına inmesinin garantili bir yolu.Ayaklı şamdanların, kurşun dökülmüş pencere camlarının altındaki pahalımasalarda insanlar gruplar halinde toplanmış, el kol hareketleriyletartışıyorlardı, ev sahibi insana tuhaf gelen, parlak ve halinden memnunsuratıyla onların arasında dolanıyordu, bir ara Hodann göründü, İsveçliparlamenter Branting ile konuşuyordu, Hodann'a güvenmiyorlardı artık,onun Münzenberg'in arkadaşı olduğu biliniyordu ve hiç kimse Münzenberg'inneyle suçlandığını, partiden ihraç edilip edilmediğini bilmediğihalde onunla ilgisi olan herkes önemini ve itibarını kaybediyordu. Evinyukarıdaki salonlarında, Heinrich Mann'ın başkanlığındaki komisyonbütün anlaşmazlıklara rağmen Halk Cephesi hazırlıklarını müzakere ediyordu.Yönetenler komünist inisiyatife ayak diredikleri için geri adım atmışküçük bir kesimin toplantılarında gerçeğe uygun olmayan bir şeyvardı, öte yandan bütün heyecanlarımıza, kımıldanmalarımıza gölge düşürenfelaket karşısında etkili olabilecek yegâne çaba da bu toplantılardagösteriliyordu. Merker, Dahlem, Ackermann, Abusch Komünist Parti'ninsözcüleriydi, Mewis o sırada Çekoslovakya'daydı, sosyal demokratlardanBraun, Stampfer, Breitscheid, Hilferding Paris'teydi, ama ellerindekitam yetkiyi ancak kararları erteleme misyonuna sahip çıktıkları sürece329


devam ettirebiliyorlardı. Önemli üyeleri Prag'da, Londra'da bulunan SosyalDemokrat Parti tıpkı Fransız ve İspanyol Sosyal Demokrat Partilerigibi kişiliksiz, sulandırılmış bir yapıya bürünmüştü. Sermayenin çıkarlarınabağımlılıkları ayakta kalmalarını sağlıyor ve sadece bu bağımlılıkonları görünür kılıyordu. Komünist Parti'nin sesi onlardan da az çıkıyorsabunun nedeni kaçınılmaz kamuflaj ve mücadelenin yeraltında sürdürülmesiydi,ama öte yandan o da, bütün ağırlığı ortak cephenin kurulmasıçabalarına kaydırmış olsa da içeride talihsiz bölünmeler yaşıyordu.Warnsdorf taki mutfak geldi gözümün önüne, ailemin Prag'a gitmiş olduğunuumarak orayı boşalmış olarak düşünmeye çalıştım. Münzenberg'ineski çalışma arkadaşı Katz'a Çekoslovakya konsolosluğuna gidiporduya yazılsam mı diye sormuştum, ama o beklememi söylemişti. Paris'teyaşayan Katz'ı önce, babamın Wehner'in sözlerine dayanarak banaanlatmış olduğu gibi görmüştüm, ama kısa bir süre sonra ona başka birgözle bakmaya başladım, giysilerinin zarafeti beni rahatsız etmiyordu, bugiysiler onu koruyor gibiydi. Komintern Katz'ı Paris'te görevlendirmişti,yapması gereken pek çok işin yanı sıra Paris'e gelen Enternasyonal Tugaylar'ınüyelerini himaye ediyordu. Açık sözlü ve deneyimli bir insandıKatz. Ona Parti'ye katılma niyetimden söz etmiş ve bunun yanı sıra, çözülmesigereken sorunların aciliyetini görmemin sanatsal veya bilimselçalışmalarla ilgilenme isteğimi engellemediğini söylemiştim. Gericaultonunla ortak konumuzdu. Akşam üzeri Montmartre'ın altındaki ClichyBulvarı'nı geçip dar ama yoğun bir trafiği olan Martyr Sokağı'ndan aşağıindik ve yirmi üç numaralı evin kapısına geldik. Büyük kapıdan geçtiktensonra kaldırım taşlarıyla döşenmiş bir avlu çıktı karşımıza. Bir zamanlarşık olan bu binanın duvarları grileşmişti, sıva çatlaklarla doluydu,pencereler kapılar ve eşikler bina cephesi içinde çarpık çurpuk duruyordu.Yan taraf kanatları bahçenin içine kadar uzanıyordu, bahçenin sınırlarıda birkaç büyük akasya ağacı ve akçaağaçlarla sonlanıyor, sarmaşıklarabürünmüş bir çit onu avluya bağlıyordu. Parmaklıklı bahçe kapılarınınarasında bir kuyu ve atlar için yapılmış alçak bir yalak vardı, at ahırlarıgeçen yüzyılın başlarında evin zemin katının sol yanına yerleştirilmişti.Katz iki kemerli pencereyi ve bir üst katta ortada duran kare pencereyigösterdi, Gericault orada binsekizyüzonyedi Kasımından binsekizyüzonsekizgüzüne kadar resmini tasarlamış, onun eskizlerini çizmişti, büyüktabloyu yapmak için Faubourg Roule'daki Louis le Grand Sokağı'nda biratölyeye taşınmış, resim sergilendikten sonra da iki yıl İngiltere'de yaşamışve tekrar bu bahçeli eve geri dönmüş, yirmialtı Ocak binsekizyüzyirmidörttede ata binerken geçirdiği kazalar sonucu aldığı yaralar yüzündenölmüştü. O zamanlar bu sokak kentin dış mahallerinde kalıyordu,buralarda bahçeler ve tek tük villalar vardı, bu sokak hayvan pazarı veçiftlikler boyunca uzanıyor, sonra Benedikt Manastırı'nın harabelerine,yel değirmenlerine, üzüm bağlarına ve Mont des Martyrs'deki kireçtaşı330


loklarına kadar ulaşıyordu. Kentin tepelere kadar genişlemesi birkaç onyılı bulmuştu, ama kavisli sokaklardaki evlerle dik merdivenlerin arasındakalan minnacık bahçeli evler ve tahta kulübeler yüzyılımızın yirmiliyıllarının başlarına kadar korunmuştu; çalılık yamaçlardaki, makilerdekibu üst üste yığılmış yapılar en yoksulların cumhuriyetiydi. Gericault'nunatı Blanche Meydanı'nın yakınlarında bir engelden ürkmüş ve sahibiniüstünden atmıştı. Gericault yaralanmış olmasına rağmen Champs desMars derbisine katılmış ve orada yeniden attan düşmüş, bunun üzerinedaha önce aldığı yaranın iltihabı patlamıştı. İltihap belkemiğine sıçramış,omurga kemikleri dağılmaya başlamıştı, daha yaşarken çürümeye başlamıştıGericault. Kubbeli bir tavanı olan odada perdeleri yarı yarıya çekilmişyatakta dümdüz uzanıp yatmıştı, etrafı tabloları ve çizimleriyle çevriliydi,çerçevesinden çıkarılmış Medusa'nın Salı odanın uzun duvarını kaplıyordu,yapıtı kimse satın almak istememişti, sadece bir tüccar ressamatuvali kesmesini ve parçaları birbirinden bağımsız çalışmalar olarak satmasınıönermişti. Delacroix onu yirmiüç yılının Aralığında ziyaret ettiğindeGericault'nun ağırlığı bir çocuğun kilosuna düşmüş bulunuyordu,otuz iki yaşındaki adamın yüzü bir ihtiyar gibi görünüyordu. Kendisinicezalandırmak ister gibi ölmeyi istemişti, kendini yok etme güdüsü çalışmalarıhakkında kullandığı ifadelerde de ele veriyordu kendini, bir övgüyübir deri bir kemik kalmış yüzünü kazazedelere çevirerek, pöh, minikbir süsleme işte, demişti. Ama yine de son saatlerine kadar köleliğin acıları,engizisyon kurbanlarının kurtuluşu gibi konuları ele alan büyük kompozisyonlartasarlamaktan alıkoyamamıştı kendisini, böylece ölümü hepresimler düşünerek atlatmış ve kendisini için için yiyen hastalığı karşısındaiyice kızışmış, ona meydan okumuştu. Yirmiiki Eylül perşembe günübir kez daha onun yapıtının karşısına geçip siyahi hacmi altında ezilirkentek bir bütüne dönüşmüş topluluğun mimiklerinin ve jestlerinin çevrelerinisaran karanlıktan nasıl sıyrılıp çıktıklarını fark ettim. Saldaki kazazedelerdenhiçbiri resmi izleyenlere bakmıyor olsa da, resme bakanlarınkendilerini salın burnunun dibinde hissetmeleri, bu sanıya kapılmaları istenmişti,izleyici bütün gücüyle zor bela saldan fırlayan kalaslardan birinetutunduğunu sanmalı, kendini artık kurtuluş umudu besleyemeyecekkadar bitkin hissetmeliydi. Yukarıda, salın üstünde olup bitenlerle ilgisininartık kesildiğini hissetmeliydi. Sizler, bu resmin önünde duran sizlerkaybedenlersiniz, böyle diyordu ressam, umut beslemesi gerekenlerse sizinterk ettikleriniz. Resim ilk yapıldığında soldaki ölünün kolu, salın öntarafında acılar içinde ağır ağır ölmüş olan delikanlının ayağına kadaruzanıyor olmalıydı, kolun alt kısmı ve el hâlâ seçilebiliyordu. Kaburgalarınaltından görünen beden yarılmış gibiydi, ya kalasların arasında sıkışmış,yarıkların arasında ezilmiş ya da ortadan ikiye ayrılmıştı. Önlerdeyan yana dört ceset yatıyordu, onların arkasında ötekilere bakmayan üçfigür vardı, birisi tam direğin yanındaydı, yüzünü ellerinin arasına göm-331


müştü, onu yarı yarıya doğrulmuş dört vücut izliyordu, geriye doğrudüşmekte olan bir figür onların arkasındaydı, sonra ayakta duran dört kişigörünüyordu, birbirlerine yapışmışlardı, son olarak üç kişi daha vardı,bunlardan ikisi en arkada ayakta duran iki kişiye yaslanmıştı. Hepsininteninde yeşile çalan sarı bir parıltı vardı. Arkadaşım Ayschmann'la Valencia'daresmin röprodüksiyonunu incelerken şimdi gördüğüm pek çok şeyhakkında önceden fikir edinmiştim zaten, ama resim yapmanın nasıl bireylem olduğu ancak yapıtın aslına bakıldığında anlaşılıyordu, çünküböylece görgü tanığı oluyor ve olayları kaynağında algılıyordum. Biçimlerindüzeninin belli bir basamaklandırma çerçevesinde enine boyuna nasılölçülüp biçilmiş olduğunu ve bütünlüğün nasıl kontrastlardan oluştuğunukavramaya başladım. Koyu renklerin açık renklerle yan yana gelişitam olarak hesaplanmıştı, bir profilin, bir sırtın, bir baldırın ışıklandırılmışaydınlık konturundan gölgelendirilmiş kumaşa, tahtaya ya da insanetine geçiş yapılıyordu hep, ya da bir başın, elin, kalçanın karanlık kesitiparlak bir bezin, gökyüzünün ya da suyun içinde beliriyordu. Bu örgüdekihâkimiyet ve dizginlenmişlik bir sebat duygusu yayıyordu, tablonun buözelliği, dayanıklılığın aynı zamanda sanki koyu bir kederle kuşatılmışolmasıyla daha da güçleniyordu. Kaçınılmaz sonla bağlantısı yüzündenbütün duyguların içinde sürekliliğini en fazla koruyan, en güçlü biçimdeortaya çıkan bu duygu ön plandaki büyük figürde ifadesini buluyor,sonra da bu ifadenin yansımaları bir alında, bir şakakta, geriye kaykılmışbir yüzdeki elmacık kemiğinde kendini gösteriyordu. Bu denli yoğunbir enerjiyle hayatta kalma olasılığına yönelmiş olan ifade birden değişiyordu,korku kurtuluş beklentisine damgasını vurmuştu, bir bekleyişhali ağır basıyordu, öyle bir durumun içindeydiler ki, sanki kötü bir rüyanınçektirdiği eziyet sona ermeli ve insan uyanıvermeliydi. Olacaklarıtahmin edenler resmi izleyenlere arkalarını dönmüşlerdi, seçilebilen birkaçyüzde ise içe dönmüş bakışların donukluğu vardı. Bütünüyle dışa yönelip,açık mekânı önüne almış olan tek kişi kara derili figürdü, Afrikalıfigürün, konturlar burada da titreşiyordu, omuz çizgileri, arkadan görünenyanak çizgisi, saç çizgileri bulutlara karışmak üzere gibiydi, en dışarıdakidoruk noktasında çözülme başlıyordu, topluluğun uçup gidişi, yokoluşu.Görebildiğim kadarıyla bu yumuşak geçiş, bu silinip gitme, konturlarmböylesine titreşmesi tablonun başka hiçbir yerinde yoktu, bu yokoluşbilinçli olarak resmedilmiş olmalıydı, algılanabilir olanın sınırlarınıaşmak için belli belirsiz bir işaret olarak. Bu aşkınlığın başladığı yerde somutolan da heykelimsi bir güce ulaşıyordu, zenci sömürge askeri Charleskazazedeler arasındaki en güçlü kuvvetli adamdı, ama yazılanlara göreCharles, Argus'un gelişinden sonra kurtarılarak Saint Louis'e götürülenve orada hayatını kaybedecek olan adamların arasındaydı, çavuş Lo-zackve Clairet, topçu eri Courtade, topçu başçavuşu Lavilette ve adı bilinmeyenToulonlu bir tayfayla birlikte Charles da hayatını kaybetmişti.332


Sıcak bir yaz boyunca ön çalışmalarını bitirene kadar bu insanların arasındayaşamıştı Gericault. Tuval üzerinde çalışmaya başlamadan öncepek çok kez kendini Saint Louis'de, Senegal'in ağzındaki adanın bu küçükkentinde hissetmişti, kurtarılanlar, göz yuvarları içe çökmüş, saçı sakalıbirbirine karışmış adamlar burada gemiden indirilip seyyar hastaneninbir köşesine yatırılmışlardı. Asıl başlangıç noktasının burası, yani acılarındevam ettiği kara parçası olup olmaması gerektiği sorusuna kafayormuştu ressam. Yalnızlık içinde geçen deniz yolculuğu sona ermişti, artıkbir yere bağlı yaşayanların arasındaydılar, artık devamlılık vardı. Garnizonuhâlâ ellerinde tutan İngilizler onlara hiç yardım etmemişlerdi. Enzayıf düşenler öldükten sonra, hayatta kalmayı başaran dokuz kişiyi,coğrafyacı Correard ve cerrah Savigny'i, yüzbaşı Dupont ve deniz teğmeniHeureux'yu, memur Bellay ve sancaktar Coudin'i, tayfa Coste'u, gemikılavuzu Thomas'ı ve hasta bakıcı François'yı uzun bir tutsaklık dönemibekliyordu. Gericault onların arasındaydı, pis yerlerde sürünmüş, tökezleyerekadım atmaya çalışmış, sonra da hâlâ yürümeyi becerebilen birkaçkişiyle birlikte sokaklara çıkmıştı, dilenmek için. Antlaşmaların nasıl pamukipliğine bağlı olduğu bu olayla birlikte ortaya çıkmıştı. İngiliz memurlarve subaylar bulundukları yeri terk etmek için hiçbir neden görmüyorlardı,çünkü beklenen işgal kuvvetleri, Fransızlar gelmemişti. Ancakhaftalar sonra sömürgeciler, acınacak haldeki bir sömürgeci yığını kuzeydenkaraya çıkmıştı, silahsız ve yarı çıplak. Gericault Saint Louis'dekivar oluşu hayal ederken yine büyük bir tema, bir dönemin karışıklığı temasıtasarlanmış resme damgasını vurmuştu. Birbirinin kanını akıtmayahazır, açgözlü beyaz ırk sürünerek Afrika sahillerine gelmişti, işgalcilerorada burada yuvalanmıştı, gemi kazasından sonra topluluktan arta kalanlarbitap bedenlerini kumda sürüklemiş, bulaşıcı hastalıklarını yüzyıllardırköle ticaretiyle sarsılmış siyahi kültürün içine taşımışlardı. Medusa'nınkaraya oturmasından sonra salı feda eden Vali ve Gemi Kaptanı tarafındanaldatılan askerler, tayfalar ve yolcular ıssız alanları geçip KralZaide'nin ülkesine gelmişlerdi. Kervanın kralın çadırına ulaşması hakkındaressamın öğrendikleri insana yeni ve geniş bir ufuk açıyordu. Uygunadım yürümekten mecburen vazgeçmiş olan Fransızlar Kuzey Afrikakabilelerinin konukseverliğine muhtaç olmuşlardı. Onlar Napoleon'uanımsıyordu. Gericault için de düşmüş İmparatorun uzaktaki Britanyaadasında hâlâ yaşadığı fikri bir sürprizdi. Acınası işgalciler onun adınıanarak kökenlerine parlaklık kazandırmak istiyorlardı. Aşağılayıcı bir biçimdekralın halısının önünde diz çöküp mızraklı adamların ve deve sürücülerininarasında kuma Avrupa'nın ve Kuzey Afrika'nın sınırlarını,sonra da katettikleri denizaşırı yolu çizmişlerdi. Müslüman Kral Mekke'yeyaptığı hac ziyareti sırasında ordularını gördüğü General Bonaparte'ındünyanın imparatoru Napoleon'la aynı kişi olmasını şaşkınlıkla karşılamıştı.Elba Adası'ndan yükselen ince bir çizgi Herakles'in sütunların-333


dan geçip ekvatoru aşıyor, Atlantik'in güneyinde bir noktaya kadar uzanıyordu,orada yeni düzenin lideri ulaşılmaz bir yerde, gücünü yitirmişve öfke dolu bir halde çürüyüp gidiyordu. Getirdikleri efsanevi haberlereteşekkür etmek için yabancılara ekmek ve içecek ikram edilmişti. BöyleceSaint Louis'e, dikkat çekici hiçbir özelliği olmayan bu kente ulaşmışlardı.Ada iki buçuk kilometre uzunluğunda, iki yüz metre enindeydi, yüksekliğibir metre bile değildi. Sokaklar dümdüz uzuyordu, evler birbirininaynı, bahçeler bakımsızdı, bir palmiye topluluğunun arkasında havantopları ve tersanesiyle bir kale, bir dil gibi uzanan kara parçasının akarsuylabirleştiği yerde birkaç kerpiç kulübe vardı, buraya Barbarlık Burnudeniyordu. İngilizler adaya ulaşan Fransızlara garnizondan ayrılmalarıiçin hükümetten henüz bir emir almadıklarını kibarca bildirmişlerdi. Bayde Chaumareys eğri büğrü olmuş üç köşeli şapkasını düzeltip hastanedekihastaları ve yarı açları ziyaret etmiş, onları, daha iyi bir yerde kalacakları,daha iyi bakılacakları ve daha iyi beslenecekleri konusunda temin etmişti,tabii bunlar, içinde yüz bin frank bulunan Medusa'nın kasası getirildiğindegerçekleşecekti ancak. Britanya'nın ayniyatçılarıyla gemidekimalların paylaşılması için anlaşmıştı de Chaumareys, gemiler denize açılmış,ama yağmacılar onlardan önce enkazı eşeleyip parayı almışlardı. Paranındışında da ne var ne yok, kentte satılmıştı. Bu kuş uçmaz kervangeçmez yer birkaç günlüğüne bir humma nöbetine dönüşmüştü. Un varillerikalkan tozun içinde yuvarlanmış, şarap fıçılarının tıpaları açılmış,içkiler yerlerde yatanların ardına kadar açılmış ağızlarına akmıştı. Helakolmuş, yara bere içindeki Gericault ve arkadaşları çıplak ayak bu itiş kakışıniçinde sürünüyordu, önlerine haritalar, battaniyeler ve hamaklaratılmıştı. Gemicilik araçları parçalanmış ve kadınlar bu parçaları süs olaraksaçlarına takmışlardı. Çocuklar ağırlığı altında ezildikleri bavulları vesırt çantalarını çeke çeke götürüyor, kâğıtlar ve kitaplar arasında eşeleniyorlardı.Dolap kapaklarının üstündeki süslemeler sökülüp kulübelerinkapılarına takılmıştı. Yelken bezleri, yatak çarşafları parçalanmıştı, yılangibi kıvrılan halatlar yolları kaplamıştı. Efendilerinin rolüne bürünmüştüAfrikalılar; yeleklerle, pantolonlarla, jiletlerle, kılıçlarla ve büyük gri redingotlarladonanmışlardı. Saat zincirleri, ağzı kıvrık çizmeler için birbirleriylekapışıyor, terli derilerine apoletler, nişan kurdelaları asıyorlardı.Bu yabanıl kafilenin içinde bazıları gümüş kaplama tüfeklerle havayaateş açıyor bazıları da dürbünlerle maymunların bulundukları fundalığıgözlüyordu. Tüccarlar bayrağı, o onurlu Fransız bayrağını Vali'ye vermeyeniyetli değillerdi, bez yırtılıp çok geçmeden bayrağın mavisi ve kırmızısıdans edenlerin kalçalarını süslediğinde Vali uluyarak kendini kumlaraatmıştı. Fransızlar havada uçuşan kılıçlar, kürekler, çipolar tarafındankovalanmış, sürülmüşlerdi. Sefil bir halde Dakar'a doğru ilerlemişlerdi.Sal yolculuğunda hayatta kalmayı başaranlar merhametli insanların sadakalarıylayaşamak zorunda kalmıştı, ta ki Fransa onları anımsayıp filo-334


nun gemilerinden Loire'ı gönderene dek. Kâbuslarla geçen bu dönemde,Ağustos sonunda Gericault'nun Hippolyte adını koyduğu oğlu dünyayagelmişti. Çocuğun gayri meşru kabul edilmesi, annenin köye sürülmesi,bebeğin evlatlık olarak verilmesi, ailenin skandali dış dünyadan gizlemeçabaları; bütün bunlar Gericault'nun içine kapanmasında, yaşama beceriksizliğindeetkili olmuştu. Roule'daki Beaujon Hastanesi'nin yakınındaçalışması ölüler arasındaki yaşamının da başlangıcı olmuştu, orada,morgda ölülerin derilerini etüt etmeye dalmıştı. Resim sergilenmek üzereLouvre'a getirildiğinde, Gericault derin bir sarsıntı içindeydi. Carre Salonu'nda kimse tarafından tanınmadan, şık giyimli hanımlar ve beyler arasında,saray erkanı ve bir eleştirmen sürüsünün arasında durup etrafı izlemişti,resmin tüm geleneksel değerlere çiğ ve fütursuz bir saldırı olduğuyolundaki şaşkınlık nidalarını duyduğunda, bu çıplak umutsuzluğunyol açtığı ürküntüyü gördüğünde ve tablonun renksizliğine, balçıklı karanlığınailişkin sarf edilen küçümseyici sözler kulağına çarptığında sevinmişve gurur duymuştu, tek bir noktasını bile değiştiremezdim, diyedüşünmüştü, içinde ne kadar siyah taşırsa o kadar iyi. Bu siyaha bürünmüşlük,elektrik yüklü gibi duran bu koyu gri, bu bunaltıcı kahve tonları,bu renkler Gericault'nun her soluk alışında hissettiği uğursuzluğun taşıyıcısıydı,gençlik çalışmalarında bile bu renkler ağır basıyordu, yaşamınkatlanılmazlığının kök saldığı katmanlarda oluşuyordu resim yapma itkileri.İlerde Medusa'nın da yoluna çıkacak olan tufanı daha yirmi bir yaşındaykenresmetmişti. Orada alçak bulutlardan yağmur boşanıyordu, altüst olan su yalçın kayalıklarda patlıyordu, birkaç kişi o kayalıklara tırmanmıştı,kadın devrilmekte olan saldan adama bir çocuk uzatmaya çalışıyordu,başka bir oğlan çocuk da kalasların üstünde diz çökmüştü, uzaktakibatan sandalda boğulmakta olan birinin sandala yapışmış elleri seçiliyordu,öte yanda burun deliklerinden kabarcıklar çıkararak yüzen bir atsırtında bir ölü taşıyordu. Genç ressam bu motifi Nicolas Poussin'in tablosundan,onun bir çeşitlemesini yapmak üzere almıştı. Gericault'nun öncülleride manzara ressamlığının bütün geleneklerinden vazgeçmişler,kayaları ve ağaçları iskeletimsi çıplak formlara dönüştürmüşler, suyungücünü, fırtınalı gökleri kıyametle ilişkilendirmişlerdi, yine de Poussin'intablosunda hâlâ bir doğa olayının izleri vardı. Gericault'da ise sadece birvizyon, ruhsal bir olgu vardı, onda kurtarıcı bir Nuh'un gemisi, buna karşılıkPoussin'in yapıtında suyun içinden yükselen çatıların ötesinde kurtarıcıgemi kendi halinde yüzüyordu, Gericault'da fırtına ve korku duygusunuyaratan ay ve şimşek değildi, bunlar içsel bir çalkantının öğeleriydiler.Poussin tutumlu bir biçimde grileştirdiği renklerine melodik birton katmıştı, kayığın çevresindeki insanların üstüne yumuşak denebilecekbir ışık düşmüştü, kürekteki ihtiyarın mavisi ve beyazı, yukarı tırmanmayaçalışanların solgun kırmızısı, kızıla çalan kundaktaki çocuğukayalıktaki mavi gömlekli adama uzatan kadının beyazı, sarısı ve mavisi;335


u renk dizisi aynı kırmızıları ve mavileri taşıyan giysilerde devam ediyordu,ama renkler burada daha bulanıktı, üstlerindeki bu giysilerle insanlaratın boynuna, suda sürüklenen tahta parçalarına tutunmuşlardı.Poussin'in resmindeki bütün terkedilmişliğe, belaya rağmen izleyicilerinmelankolik bir dua mırıldanmaları mümkündü, Gericault ise izleyicininvereceği desteği feda ediyor, bizi kendi düşünün, korku dolu düşününiçine çekiyordu. Poussin'nin dünyası da tuhaftı, ama yine de ondaki berraklıkaklımızı başımızdan almıyordu, Gericault ise acı dolu, tutkulu birpsişik süreci izlememizi sağlayarak bizi çarpıyordu. Beyaz at başı, bir insanportresine, bir kadına benzeyen at başı aynı yılın ürünüydü, atın titreşenburun delikleri hafif pembeydi, ince tüylü derisi yumuşacıktı, yeleninyumuşak dalgaları, alına düşen bukle şöyle bir dokunarak yapılmıştı,parlak koyu gözlerinde bir sevgilinin bakışı vardı. Ve bu yüzün ardındagecelerin derin karanlığı vardı. Gericault Montmartre'da, yaşamınınson yılında alçı atölyesinin resmini yapmıştı. Saint Ouen Ovası'nmyukarılarmdaki yıkık dökük bina dünyanın öbür ucundaydı, dağın tepesindekibacadan tüten duman bulutlarla birleşiyordu. Büyük kapınınaralığından dışarı taşan kocaman bir el arabasının içinde çuvalların arasındayatan hizmetkâr keçe abasıyla ve geniş kenarlı yumuşak şapkasıylaölüme benziyordu, arabadan çözülmüş, kimsenin ilgilenmediği atlartekerleklerin ezdiği çamurlu yolda ve havadaki fırtına sıkıntısı altındaöylece duruyorlardı. Yaşamını resim yapmakla değiştirememişti Gericault,yapıtlarına bakıldığında herhangi bir gelişme, belirleyici üslup değişiklikleride gözlenmiyordu, on yıl içinde yaptığı çalışmalara ta başındanberi hep aynı tutsaklık durumu ve yoğun bir arınma arayışı damgasınıvurmuştu. Ona göre bir çare, bir kurtuluş yoktu, içinde biriktirdiği inanılmazenerji ancak yaptığı resimlere aktığında bir süreliğine rahatlayabiliyordu,kısa yaşamında resim yapmak yoğun bir içsel baskıyla yüzyüze gelmenin aracı olmuştu, donukluğa gösterdiği bir tepki olarak delilikhayatı boyunca peşini bırakmamıştı. Sistemin baskıcılığına ve yıkıcılığınamüdahale etmek istemiş, ama onun bir kurbanı olarak kendi batışınıntanığı olmuştu. Ve hayatımda ben, sanatta kilitlenmişliği, kaybolmuşluğuaşan değerlerin nasıl yaratılabileceğini, melankolik halin aşılmasıiçin vizyonların nasıl biçimlendirilmeye çalışıldığını hiç bu kadaraçık seçik görmemiştim. Gericault hangi güçlerin onu baskı altında tuttuğunuanlamamış olabilirdi, içinde taşıdığı derin çatlak ve kırgınlık yüzündenkendini gösteren işaretlerin yorumu için gereken anahtarı reddetmişolabilirdi, ama resim diliyle başkaları için yolu açtığını bilecekkadar bilinçliydi zanaatinde. Nasıl ki Gericault Michelangelo'nun, Tintoretto'nun,Caravaggio'nun yarattıkları çizgileri devam ettirdiyse, Daumier,Courbet, Degas, kendine özgülüğüyle Van Gogh da fırça darbelerindeGericault'yu taşıyorlardı. Onun yaşamındaki esrarengiz bilmeceleriçözmek için duyduğum ilgiyi yitirdim birden. Bilmek istediğim her şe-336


yi öğrenmiştim. Gericault verdikleri ve aldıklarıyla sanatsal faaliyetin temelinioluşturan evrensel ilişkilerin içinde yerini almıştı.Oh I am tired, demişti Chamberlain yüksek sesle ve kendini DowningCaddesi'ndeki kulübün koltuklarından birisine atmıştı, fötr şapkave şemsiye yere düşmüş, kolalı yakasını açmıştı, Henderson ve Halifaxonu yüreklendirecek sözler söylemişlerdi. Bu şekilde açığa çıkan ve sadecesaniyeler süren bir sıkıntıyı polisiye romanlarda rastlandığı üzere sorumlulukisteyen büyük eylemlerin içinde bulunan figürlerin insani yanıdışa vururdu, İngiltere Başbakanı hayran kitlesine el sallamak için pencereninkenarına çağrıldığında savaş tehlikesini bertaraf etmek için nasılmücadele ettiğini ancak bu yorgunluğuyla belgelemiş oluyordu. Ve bu teşekkürve güvenden sadece İngiltere'nin ve Fransa'nın yöneticileri nasibinialmıyordu, Almanya'da da herkes bu krizden uygun bir biçimde çıkılacağındanemindi. Bu arada Almanya'nın talepleri, perşembe günü sunulanönerilerden bu yana daha da artmıştı, hava bombardıman filosuharekâta hazırdı ve ordular ileri komutunu bekliyordu. Polonya ve Macaristan'ınfeodal efendileri de taleplerini ısrarla yinelemişti, Sovyetler Birliğiise Polonya birliklerinin harekete geçmesi durumunda iki ülke arasındakisaldırmazlık paktını feshedecekleri yolunda uyarıda bulunmuştu.Çekoslovakya'nın cuma günü, ayın yirmi üçünde seferberlik ilan etmesiinsanların barışa olan inancını sarsmadı, yazdan kalan bu sıcak akşamdaClichy Bulvarı'ndaki kafelerin terasları ve barlar tıklım tıklımdı, yürüyüşparkurundaysa ağaçların hâlâ solmamış yeşil yaprak yığını altında herkes,kurbağaları canlı canlı yutan, sonra da içtiği suyla birlikte onları yüzünüburuşturarak kusan bir hokkabazı seyretmek için itişiyordu. Çaldığıtefi ve dansıyla bir kız gösteriye eşlik ediyordu, omzunda bir maymunvardı. Ağzından suyu fışkırtırken göstericinin dudakları arasında kurbağalarınkafalarının ve titrek bacaklarının peş peşe belirdiğini izlerkenKatz, burada göz yanılsaması sanatı yapıldığını, sanatçının sanki istemedenyutmuş ve mideye indirmiş gibi yaptığını, gerçekte hayvanları ağzındatuttuğunu söyledi. Katz'ın söylediklerine bakılırsa, eğer gösterici izleyicilerieğlendirmek adına inandırıcı bir oyunculukla onları tiksindirerekkurbağalardan birinin, midesinin sıcak karanlığında kalmayı tercih ettiğinisöylerse daha fazla kazanıyor, paraları toplayan çocuğa verilen bozukparaların miktarı artıyormuş. Sonra da dilinin altında sıkı sıkı tuttuğu yeşilkurbağayı çaktırmadan cam kavanoza çıkarıyormuş. Geçimini sağlamakiçin böyle bir iş yapanları Van Gogh'un anladığını söyledi Katz. Ressamkoyun kürkü paltosuyla, tavşan kürkü kasketiyle, dağınık kızıl sakalıyladik sokaklardan birinden inerken karşımıza çıktı, sabah saatlerindePigalle Meydanı'nda yaptığı, daha boyaları kurumadan kolunun altına337


alıp Cafe Tambourin'in resimden geçilmeyen duvarlarında bir yer bulupasmak için yola koyulduğu resmiyle. Bu görüntünün, içinde bir yüzünbir an belirip parladığı sonra da sönüp yok olduğu bu gölgenin peşinedüştük. Pek çok insanın ifadesine göre kentin kalbi burada, Montmartre'da,atıyordu ve insan bunu hissederdi. Sivri çatıların arasında kalanküçük değirmenin pervanelerindeki kırmızı ampulleri işte görüyorduk,çevresindeki çalgılı lokallerin camlı kapıları açık duruyordu, bu kapılardan,benek benek renklerin kalabalığından oluşan figürler girip çıkıyordu,bardaklar ve şişeler ışık demeti halindeydi, gözler ve ağızlar titrekti,birkaç saniye kendilerini gösteriyor sonra da patlayan renk dalgalarınıniçinde siliniyorlardı. Eğer burada atan bir yürek varsa, kısır döngü içindeki,can sıkıcı, yapay kurulmuş bir pazarın yüreğiydi bu, kırık parçalardanve çer çöpten ibaret biçimsiz bir yığma benziyordu bu yürek, insanlaronun en dış katmanında sürünerek ilerliyor, içeri sızıyor, orasında burasında,kulis paçavraları arasında yuvalanıyordu, alelacele süslenip püslenippiyasaya çıkıyorlardı. Van Gogh'u gözden kaybetmeyelim, dedi Katz,Clichy Bulvarı'ndaki altmış altı numaralı lokale kadar izleyelim onu, öyleyaptık ve sarının, yeşilin, mavinin, yansımaların, çinkonun, emayenin,porselenin yansımalarının içine girdik ve kalabalığa dalıp bara oturduktansonra birer kadeh şarap istedik. Van Gogh'un hayaleti uçup gitmişti,onun çağının köpüğünü ve tortusunu göremiyorduk artık, çevremizi sadecegüncellik sardı, somut olan her şey o kadar hızla gelip geçiyor ve okadar dağılmaya hazır duruyordu ki, ortamda bizim varlığımız bile sorgulanabilir,ortadan silinip unutulmaya mahkûm olabilirdik. Ama ressamsonra birden ortaya çıkıverdi, barda içmekte olan bir grup kenara çekilmişti,işte oradaydı, yuvarlak küçük bir masada oturuyordu, Japon ahşapoymalarının, parlak sarı ve turuncu çizgilerden oluşan bu natürmortlarınaltında, sessiz sedasız oturuyordu orada, öne doğru eğilmişti, dudaklarınıiyice birbirine yapıştırmıştı, pusuya yatmış gibi neredeyse kötücül birifade vardı yüzünde, resmi önündeydi, boya lekeleri içindeki parmaklarıylaonu tutmuş kendisinin ve yapıtının dikkat çekeceği, önemseneceğiânı bekliyordu. Bu arada Lautrec, Pissarro ve Gauguin lokalin sahibesiyle,tombul ve esmer bir Roman kadınla oynaşıp şakalaşıyorlardı, sonra biranda bir cereyan oldu, ressamın arkadaşı Bernard onun karnını doyurmuşve elini onun omzuna atmıştı, işte o anda resim havalanıp uçmayabaşlamıştı, bir itiş kakış patlak verdi, sağa sola uçuşan beyaz önlüğüylegarson kürklü adamın yakasına yapışıp onu şiddetle kapıya sürükledi,pelerinine gömülmüş olan ve geniş kenarlı şapkasının gölgede bıraktığıGauguin başını kaldırıp bakmadı. Dışarı koştuk, bir polis düdüğünün titreksesi geldi kulağımıza, apsentle kafayı bulmuş bir ressamın sebebiyetverdiği bir kavga yüzünden yakalanmamak, sorgulanmamak, tutuklanmamakve ülkeden atılmamalıydık. Onun aklında tek bir şey vardı, dediKatz, kendisinin ve sevgilisinin hayatını güvence altına almak, ikisinin de338


üretim araçlarına sahip olabilmesi için mücadele etmek, biraz boya, birparça tuval, birkaç fırça. Çalışma hakkının, kendi yapıtını kendi hizmetinekoşma hakkının peşinde değildi artık o, sanat işçilerinin özgür bir toplulukoluşturmasını istiyor, ürünlerini her defasında el arabasıyla eskiciyegötürmek zorunda kalmanın rezillik olduğunu düşünüyor, bu rezilliğebaşkaldırıyordu. Eğer kentin yüreği bu ise, bu yürek, üstüne boca edilmiştoz ve çöpün altında kalmış demekti, üstünde bir tepe oluşmuştu, katmankatman, yükseklerden esen bir rüzgâr oluklardan ve boşluklardangeçip çürük kokusuyla yüzümüze üfürdü. Van Gogh gelip geçmekte olanyayaların kalabalığına fırlatılmıştı, önce sersemledi, lokale geri dönmeyeniyetlendi, ama sonra kendine gelip olan biteni anımsadı ve sarhoşluktantanımadığı Corot, Monet, Seurat'nun koluna girip yalpalayarak yolunadevam etti, Blanche Meydanı'nı geçip Lepic Sokağı'ndan yukarı doğruçıktı. Bu meydan, Blanche Meydanı, gece flâneur'lerinin bu buluşma yeri,Sue'nun, Bretonne'un, Nerval'in, Hugo'nun, Balzac'ın ve Vigny'nin, Baudelaire'in,Verlaine'in ve Rimbaud'nun buralardan gelip geçişine tanıkolan bu daire, sokak aralarında işlerin ayaküstü bağlandığı ve kısa süreliberaberliklerin kurulduğu bu meydan, kireçtaşı çukurlarından gelen işçilerinyamaçtan aşağı inerken ayak izlerinin beyaza boyadığı, Blanche Sokağı'ndakitebeşir fabrikalarından çıkıp yukarı tırmanırken sürüklenenadımların beyaza boyadığı, bir atın nallarının uçarcasına boydan boyakatettiği, sarsıla sarsıla yol alan yeşil otobüslerin ardında gözden kaybolduğuBlanche Meydanı, işte bu meydan şimdi gürültülü pis bir çukurdu,kaçanı izlemek için bu çukura hiç girmeden yolumuzu değiştirdik. LepicSokağı'nın tepeye çıkmadan önce bir yay çizdiği noktada, kırk beş numaralıevin üçüncü katında erkek kardeşinin yanında oturuyordu Van Gogh.Alçak demir pervazları olan penceresinden, tahta parmaklıkların ardındaçalıların, yokuştaki kulübelerin, rüzgârın eğdiği kulübelerin arasında kalandeğirmenleri, Moulin de la Galette'yi görebiliyordu. Elli yıl sonra değirmenlerdensadece bir tanesi ayakta kalmıştı, avlusundaki kâğıt fenerlerinaltında dans edilen bir kabarenin tahtadan duvarlarının üstünde kulesüsü olarak duruyordu. Ressam eğer yukarıdaki karanlık odasında, büyükdolapla ocağın arasına çömelip oturmamışsa, du Tertre Meydanı'naçıkmış, orada kalabalığa karışıp insanlara dirsek atmış, ağaçların altındakitahta masalarda oturup kendilerince, yemek ve içki eşliğinde bu barışakşamını ve barışın sarsılmazlığı düşüncesini kutlayan ailelerin, arkadaşgruplarının, yaşlıların, gençlerin arasına karışmış, Sacre Coeur Bazilikası'nıçevreleyen binaların arasında bir yerlere girmiş olmalıydı, onun SaintPierre'den gelen iniltisini duyduğumuzu sandık. Kentin bu en eski kilisesininkapısı açıktı, dua etmekte olan birkaç kişi iskemlelerin önünde dizçökmüştü, kilisenin taşlarında bin yılı aşan bir zamanın tortusu birikmişti.Mağara manastırlarda Romalılardan saklanan din şehitlerini anmaküzere, Fransa Kralı Şişman Louis ve toprakları ona komşu olan Kraliçe ta-339


afından, çatısı saman örtülü yazlık köşkü yandaki ormanlık alanda bulunanKraliçe Adelaide tarafından yaptırılmıştı. Roma tapınağının kesmetaşlarıyla, romanistik kubbeleriyle, gotik destekleriyle, büyük devrimdeçıkan yangının izlerini hâlâ taşıyan duvarlarıyla yükseliyordu manastır,yetmişbir baharında Komün günlerinde mühimmat deposu ve hastaneolarak kullanılmıştı. Her ne kadar bir erkek keçiye binmiş domuz kafalıbir figür ve kentin kutsal koruyucusu Genevieve bu tepelikte harcanançabaları aşağılasa da, her ne kadar bu tepede anısı bulunan pek çok şeyküle ve çöp yığınına dönüşmüş olsa da Komünün savunma hattıydı burası.Bu döküntü yığınında kentin kalbinin attığı düşüncesi belki de, burasıkaçanların sığınağı, isyancıların savunma hattı olduğu için doğmuştu.Sadece Denis, Rustique ve Eleuthere gibi azizler değil, aynı zamandaMarat ve binsekizyüzotuzdördün ve kırksekizin asileri de peşlerine düşenlerdenkaçıp bu manastırın yeraltı dehlizlerinde ve derinliklerindesaklanmışlardı. Bir zamanlar burada dizilmiş olan Ulusal Muhafızlar'ıntopları karşısında bu pudra şekerinden yapılma katedral bir hiçti. Bu tepedaima bir sığınma yeri, düşmana inatla dayananların cephesi olmuştu,pitoresk görüntü daha sonraki kuşakların icadıydı, bohemler, dolandırıcılarve koketler bir süreliğine egemen olan burjuvazinin bir parçasıydılar,yoksa bu tepe, kendini sessiz işlere adayanların nabzı gizli gizli atan yurduydu.Van Gogh yok olmuştu, ama evlerde, onu geceleri sokaklarda dolanırkengörmüş olan birileri hâlâ yaşıyor olmalıydı. Etrafta bir leş ve çürümüşlükkokusu vardı ve bir anda kendimizi bir tepenin üstündeki mezarlıktabulmuştuk, burada yaşamış olanları anarken arkamıza dönüpbakmadık, onlar arkalarında işaretler bırakmışlardı, mücadelenin işaretlerini,olağanüstü bir düşünsel yoğunlaşmanın nesnelerini. Siyasi öncülerve avangard sanat bu tepede konumlanmıştı. Bizden önce iş başındaolanlarla kurduğumuz bağlantı geleceğe açılan yol demekti. Bu anlamdabizler gelenekselciyiz, dedi Katz. Eğer geçmişe saygı duymayı bilmezsekgelecekteki hiçbir şeye inanmamız mümkün olmaz. Aynı şekilde du TertreMeydanı'nda, dünyanın alt üst olmak üzere olduğu bir anda yiyip içmekteolan insanlar da hayatın devamlılığına sıkı sıkı sarılmışlardı. Generallerve dışişleri bakanları uçaklarla Londra ve Paris arasında mekik dokuyordu,evrak dosyalarında pazarlık yapmak ve işleri punduna getirmeküzere hazırlanmış belgeler vardı, devletlerin büyükleri ömrünü tüketmişişlerini yapmaya devam ediyor, küçükler ise yere sabitlenmiş daracıkmasalarda oturuyorlardı; burada toplanarak kendilerinin içlerindeyer almadığı kötü bir söylentiyi nasıl küçümsediklerini göstermiş oluyor,ölümcül bir tehdit altındayken burada toplanarak birkaç saatliğine, barışbecerisini alkışlıyorlardı. Dar bir sokaktan geçip aynı adı taşıyan meyillibir meydanla birleşen Ravignan Sokağı'na gelmiştik. Burada bir kuyununetrafına cılız ağaçlar dizilmişti, yeşile boyanmış dökme demirden yapılmakubbeleri olan kuyulardan kentte bol bol vardı, kuyunun çevresinde340


daire yaparak yanyana dizilmiş Nympha'lar başlarının üstündeki kubbeyitaşıyorlardı. Sokak lambaları meydanın köşesindeki alçak ev duvarınıaydınlatmıştı, sıvası dökülmüş olan duvar yoluk yoluktu, menteşeleri eğrildiğiiçin çarpık duran kanatlarıyla büyük kapıdan girince tahta birmerdiveni ve paslı bir yalağı geçtikten sonra tek tük çalılıkların bulunduğuavluya çıkılıyordu. Yukarı katlara çıkılan çapraz seyyar merdivenlerive kısmen kartonlarla kapatılmış kör pencereleriyle kaba bir bina GarreauSokağı'nın kenarına kadar uzanıyordu. Basamak basamak yükselen damlarda,yüksek teneke bacaların arasında tavan pencereleri vardı. Hiçbirşey bu kulübemsi evlerden, Seine Nehri'nin yüzen çamaşırhanelerindenesinlenerek Bateau Lavoir olarak adlandırılan ve kayalıklar arasında karayaoturmuş buharlı bir gemiye benzeyen bu evlerden daha gevşek, dahaköhne, daha sönük olamazdı. Burada bir defaya mahsus çok özel biryıkama yapılmıştı, cürufundan arındırdıktan sonra çatlaklarla dolu butahta kaplamaların arkasında günümüz resim sanatını ve edebiyatını yaratanyüzyıl başlarının izleri gün ışığına çıkmıştı. Bu küçük odalarda yaşamanınamacı doğa özlemi olamazdı o zamanlar, yazın fırın gibi sıcakolan bu odalar kışın buz gibi soğuk ve esintiliydi. Kültürün marjinelleribu köşeye çekiliyordu, çünkü burada oturmak ucuza mal oluyordu. Utrillo,Picasso, Gris, Braque, Herbin, Apollinaire, Laurencin, Brancusi, Severini,Modigliani, Derain, Reverdy, Salmon, Gertrude Stein ve Max Jacob buralardabaşlarını sokacak ucuz bir yer bulmuşlar ya da birleri tarafındanmisafir edilmişlerdi, Avignonlu Kadınlar 4 en yüksekteki damın çatlak tavancamından dünyanın puslu görüntüsünü izlemişti, ve onun altında,işlenmemiş tahta kazıkların destek olarak kullanıldığı bodrum katında,ressam Henri Rousseau'ya, namı diğer Gümrükçü'ye saygı için unutulmazbir kutlama yapılmıştı. Bir sandığın üstüne konmuş iskemlenin üstünde,en tepedeydi Rousseau, çevresi yapraklar ve bayrakçıklarla donatılmıştı,bir çocuk kemanı çalıyordu. Sanki du Tertre Meydanı'ndaki kutlamayakatılıyordu o da ve sanki yukarıdaki komüncüler anılıyordu veben gülen seslerin yankısı eşliğinde bu kentte yaşamış olduğumu sanıyordum.Ancak Casimir Perier Sokağı'ndaki kütüphanenin salonunaayak bastığımda kendimi tekrar kıpırdayan bir zeminde buldum. SovyetlerBirliği, Almanların saldırıya geçmesi durumunda Çekoslovakya'yakarşı sorumluluklarını yerine getireceğini açıklamıştı. Fransa'da ihtiyatlarsilah altına alınmıştı, cumartesi öğleden sonra üçte, belediye binalarınınduvarlarına emirler asılıyordu, işi gücü olan onbinlerce insan askeritrenleri beklemek için istasyonlara akın etmişti. General Gamelin'in eşlikettiği Daladier basının karşısına çıkıp durumun ciddiyetini dile getirdi.Bu kaim enseli, sığır gibi güçlü kuvvetli küçük burjuva, vatan millet nidalarıylauluyor, ablak suratını gererek kendini Fransa'nın ittifak sorumluluklarınısırtında taşıyan önemli bir adam gibi göstermeye çalışıyordu.4 Pablo Picasso'nun 1907 yılında yaptığı tablosu (Les Demoiselles d'Avignon). (Ç.N.)341


Fransa'nın Çekoslovakya'nın yanında olup olmayacağı, savaş çıkıp çıkmayacağısorusunun yaratacağı gerginliğe ihtiyacı vardı, çünkü o sıradakararı verilmiş olan bağlılık sözünden dönme adımını atacağı an geldiğinde,bu yöndeki açıklama büyük bir rahatlama olarak algılanmalıydı.Bir devlet adamına yaraşır biçimde akıllıca geri çekilme zamanı geldiğindeonun ne kadar onurlu, tarihsel bir eylemde ne kadar fedakâr davrandığıanımsanmalıydı. Bildik cepheleşme mantığına uygun olarak sanki silahınıkaldırmış, düşmana amansızca yüklenen cesur adam rolünü oynuyordu,gerçekte bir korkaklık abidesinden başka bir şey olmasa da böylehatırlanacaktı. Kurnazca oynanan bir çıkar oyunu sayesinde insanlar hızlaumuttan korkuya sonra yeniden umuda sürüklenmişlerdi, İngiltere'dede aynı şey oluyordu, çarpık çarpık sırıtan ağzının üstündeki kalın bıyığıylasıska ihtiyar, yeleğinden sarkan altın saat zinciriyle oynayarak yanındakiav köpeği suratlı lordla birlikte seferberlik hazırlıklarının haberiniveriyordu, Hyde Park'ta, Saint James Park'ta, Green Park'ta siperlerkazılmış ve sığınaklar hazırlanmıştı. Böylece yönetenler Fransa'da başgösteren huzursuzlukla birlikte sorunla baş etmek için erkek nüfusu askerlikhizmetinin büyüsüne hazırlıyordu, basın herkesi ulusal onurlarınıanımsamaya davet ediyor, böylece olası kafa karıştırıcı eylemler engellenmişoluyordu. Circles des Nations'un geniş salonlarında argümanlar uçuşuyor,İskandinav sendika temsilcileri, İspanya'ya yardım örgütününadamları, politikacılar, parti üyeleri pahalı goblenlerle donanmış salonlardatartışıyorlardı, Pieck'in Moskova'dan geldiği söyleniyordu, MerkezKomite faşizme karşı ortak mücadele çağrısında bulunmuştu, Batılı güçlerinmetafizik bir biçimde şişirilen savunma eğilimiyle isterik karalamahezeyanları aynı anda gerçekleşiyordu, Büyük Alman İmparatorluğu'nunbu karalama politikası Sudetenland'ı feda etmesi için Çekoslovakya'yıdize getirmeye odaklanmıştı. Öte yandan İngiltere ve Fransa'nın,saldırgan karşısında artık Sovyetler Birliği'yle işbirliği yapacağısöylentileri dolaşıyordu. Ayın yirmi beşinde sabah saatlerinde kaldığımızsokaktaki parka bir kez daha gidip biçilerek düzeltilmiş fundalığın arasındakibanklardan birine oturdum, Sancta Clotilde'den çan sesleri geliyordu.Aileler Pazar ayinine gidiyordu, çocuklar tertemiz ve pırıl pırılgiydirilerek Tanrı'nın devletine gidiliyordu, az sonra rahip kürsüden sisteminkorunması için dualar okuyacaktı; devrimcilerin sistemi yıkmakiçin tekrar tekrar saf tutmaları hep boşa çıkmıştı. Kent olağanüstü bir güçleyükselmekteydi karşımızda, onun içinde nasıl da cüce kalıyorduk, buradakisokaklarda barikatlar kurmuş olmak ve bu barikatların arkasındabir günlüğüne, birkaç günlüğüne dayanmak, silah ve tersane sahiplerininkarşısında dayanmak nasıl bir cüretti. Sürüden ayrılanlardan biriydimben de, tıpkı benden öncekiler gibi, ve şimdi bir köşede oturmuş güçsüzlüğümelanet ediyor, yoldaşlarıma yapılanların intikamını almayı düşünüyordum.Ama onların görmek istediği buydu, bizi böyle güçten düş-342


müş, böyle çalı ve dikenlerin arasına itilmiş görmek istiyordu onlar, kanemiciler, onların yüksek maaşlı şarlatanları milyonları sus pus olacak,spekülasyonlara ve baskılara boyun eğecek noktaya getirebilmişlerdi. Birkez daha acele adımlarla rıhtım boyunca yürüdüm ve köprüden geçtim,özlemini duyduklarımı görebilmek için bir gün daha verilmişti bana belkide. Sığınağımı ararken bir kez daha sordum kendime, bu bir kaçış mıydı,başka önemli kararların ertelenmesi miydi, geçmişimde de partiye girmedenönceki bütün duraksamalarım, kuşkucu eğilimlerimi ya da hazır venihai olana tepkimi mi gösteriyordu, bu soruların hemen ardından, başkasorumlulukları üstlenmeden önce kendimi tartmam gerektiğini düşünerektereddütlerime hak verdim. Resimler sonsuzca uzanıp gidiyordu. ErnestMeissonier'nin, sokak sakinleriyle her türlü silahın sahibi güçler arasındakikuvvet dağılımını anlatan küçük bir tablosu, Delacroix'nm barikatınüstüne çıkmış özgürlük figürünü gösteren yapıtından daha inandırıcıydı.Meissonier'nin genişliği bir karışı geçmeyen, dekoratif hiçbir malzemeninkullanılmadığı, dikkat çekici bir kompozisyon oluşturan, bir röportajkadar kuru bu tablosu ressamın Haziran kırksekizde tanık olduklarınıaktarıyordu, pencerelerini ve kapılarını barikatların kapattığı, dükkânlarıyerle bir olmuş bir sokak, fırlatılmış yığınla kaldırım taşları arasındaisyancıların kan revan içindeki cesetlerinin yattığı bir sokak. Resimbozguna uğramanın ardından gelen sessizliği yansıtıyordu. Katiller yoktuortada, bu alçakça elde edilen zafer ânında hemen oradan uzaklaşmışlardı,orada sadece zavallı yoksul kurbanları yatıyordu, parçalanmış giysileriyle,önlerde sırtüstü uzanmış kırmızı pantolonlu bir adam görünüyordu,ayakkabılarından birisi yoktu ayağında, bir başkası elini göğsündekiyaranın üstüne koymuştu, kaldırım taşlarının üstünde yüz üstüuzanmış bir delikanlı, hemen yanında kimin olduğu belli olmayan birkasket, sivri kızıl sakalı yukarı bakan bir ihtiyar, önde eğri büğrü taşlarınüstüne düşen hafif ışık, boş sokağın fonunda güçlenen bir karanlık. Yinede tapınaktan dışarı sürülürken edindiğim son izlenim bu iddiasız resimdeğildi, orayı başka bir tuvali düşünerek terk ettim, o da minyatürümsüydü,Aziz Ranier havada uçuyordu bu resimde, mahzene tıkılan yoksullarıkurtarmak için elini şöyle bir sallayarak bir delik açtığı pürüzsüzduvarın, hapishane duvarının önündeydi. Aziz havada salınmıyordu,tıpkı bir mermi gibi hızlıydı, bir bulutun içindeki bacakları görünmüyordu.Önünde yükseldiği duvar soğuk bir grilikti, tutuklulardan birkaçı deliktençıkmış düz zemine ayak basmışlardı, kimisi soldaki meydana, kimiside arka planda sağa sapan bir sokağa kaçışıyordu, üstünde kemerlebeli sıkılmış bir gömlek olan bir başkası da zindandan çıkmak üzereydi.Binanın dar tarafında birkaç basamakla çıkılan küçücük bir kapı vardı, bukapıdan duvarların kalınlığı anlaşılıyordu. Bu çıplak kübik yapı tuvalinüçte ikisini kaplıyordu, grinin üç tonu kullanılmıştı, düz ve gölgesiz zemininışıklı grisinden merdivenlerin bulunduğu cephenin boğuk grisine343


geçiliyordu. Arka planda sokağın köşesindeki binanın, yarı kaleye yarıhal'e benzeyen binanın atış mazgalları vardı, kubbe biçimindeki bir dizikapalı pencerenin altında küçük pencereleri kapatılmış satış odalarınıgölgelendiren eğik damlar görünüyordu. Yukarıda soldaki gökyüzü parçasıda, Azizin halesi de altın varaktandı. Uzaktan çıngırakların sesiniduymuştum, sesler şimdi yaklaşıyordu, çıngırak seslerine nidalar, anlaşılmayansözler ve yerleri tırmalayan ayak sesleri karıştı. Bekçiler ellerindekiçıngırakları sallayarak belirdiler, önlerinde duran ziyaretçi akınınıileri sürüyorlardı. Duraksayanlara dokunuyor, birinin omzunu sarsıyor,birinin kolunu çekiştiriyorlardı, yıllarca uyuşuk ve acı bir bekleyişyaşamış olan bu insanlar burada yetkilerinin idrakine varabilirlerdi.Önemli bir görevleri vardı şimdi, resimlerin güvenliği için Louvre'un boşaltılmasıonlardan sorulurdu. Çıngıraklar keskin bir sesle on dördüncüve onbeşinci yüzyıl İtalyan sanatının içinden geçtiler, Martini'nin, FraAngelico'nun yanından geçerken emir nidalarının öfkesi artıyor, düdüklerin,bağırmaların, el çırpmaların şiddeti artıyordu, zeytin yeşili suratıylabekçilerden birisi uyarılarıyla yanımda dikilmişti, bir diğeri Martorelli'ninyanına gelmişti, ressamın Aziz Georg üçlemesinin tam yanına;Aziz üstünde sadece deri bir önlükle patika yola diz çökmüş, elleri öndenbağlanmış, yarı açık ağzıyla ve biraz budala bir ifadeyle başını eğmişgözünü yere dikmişti, dört onurlu sakallı adam düşünceli bir ifadeiçinde düğümlü ipler ve sopalarla ona vuruyorlardı, üçlemenin sağdakive soldaki tuvallerinde onun yargı makamına yerlerde sürüklenerek getirilişive kafasının kesilişi anlatılıyordu. Memurların beni önünden iterekuzaklaştırdıkları küçük bir resim birden içimde Gericault'nun tablosundandaha fazla yer edindi, bu resim öyle dönemle pek hesaplaşmıyor,sanatsal sürecin bir parçası olan sorgulamalara ve karmaşalara yönelmiyor,her şeyi deşmeye çalışmıyordu, ama buradaydı işte, sadece kendisiiçin, binüçyüzdoksanikiyle bindörtyüzelli yılları arasında Siena'da yaşamışolan Sassetta'nın bir zamanlar imzasını atmış olduğu bir belge olarak.Resmin bana neden dokunduğunu henüz tammlayamıyordum, amabu etkinin, ifadenin yalınlığıyla, vizyonun canlılığı ve doğrudanlığıyla,somutla soyutun ilişkisiyle, renklerin ve biçimlerin berraklığı ve netliğiyleilgisi vardı. Resme arkamı dönüp, bakışlarım hâlâ, yere yatay olarakuçanların üstünde onun yanından uzaklaştım, gerginliğimi atmış vehafiflemiş olarak, daha dışarı çıkmaya fırsat kalmadan resimleri yerlerindenindirmek için merdivenler gelmişti, dışarıdaki seferberliğin, savaşbeklentisinin içine fırlatıldık. Savaşın elebaşı, Çekoslovakya devletbaşkanı Benesch'e saldırırken, ortalık her zamanki gibi hoparlörlerdengelen seslerle inledi, asın onu, asın onu sözleri yankılandı pazartesi günü.Sabrımız kalmadı artık, diye böğürüyordu o, Sudetenland artık İmparatorluğageri verilmeli, sonra bağrından kopan bir sesle, kendisininde cephede bulunduğunu, savaşın ne kadar korkunç bir şey olduğunu344


ildiğini, Alman halkını savaştan sakınmak istediğini ekledi sözlerine.Bunun ardından İngiltere Kralının sözleri geldi. Cesaretinizi kaybetmeyin,hükümetinize güvenin, Tanrı'nın yardımıyla adil ve barışçıl bir çözümbulacaktır hükümet. Büyük blöf uç noktasındaydı artık. Batılı güçlerÇekoslovakya'ya yardım etmeye hazır olduklarını açıkladılar, İngilizdonanması seferberlik ilan etti, Berlin de çarşambaya seferberlik ilanedeceğinin ilk haberlerini verdi, Londra'nın büyük girişimcileriyse bugöz boyayıcı manevraların gölgesinde Çekoslovak hisse senetlerini endüstrininkendilerine geçmesini aportta bekleyen Alman firmalara satıpkazançlarına kazanç kattılar. Çarşamba günü artık İngiltere ve Fransa'nınSovyetler Birliği'yle işbirliği yapmasından ve genel seferberlik uygulamasındansöz edilmez olmuştu, dört büyüklerin zirve yapacağı, zatıalilerinin Münih'te yirmiiki Eylül perşembe günü kendi aralarında samimibir akşam toplantısı yapacağı bildirildi ve ağırlık daha çok bu konuyakaydırıldı. Bütün bu tehditkâr bağırış çağırışlar, vatanperver nutuklararasında işler bağlanmıştı, Çekoslovakya'nın kendisinden talep edilenbölgelerden çıkmasından başka bir şansı kalmıyordu. Görünen oydu ki,iki yıldır sürdürülen bir siyaset artık meyvelerini veriyordu. İngiltere'nin,Fransa'nın ve taraf olmama kılıfı altında onları destekleyen ülkelerinSovyetler Birliği'ni yalnızlaştırma ve boğma isteği faşizm korkusundandaha ağır basıyordu. Batı Avrupa'yı yönetenler barıştan söz ederekkendilerinin temiz olduğunu göstermeye çalışırken barıştan anladıklarısosyalizmin felce uğratılmasıydı, Chamberlain ve Daladier ise uçağabinmelerinden önce barışı kurtarmak için hiçbir bedel ödemekten kaçınmadıklarınıbeyan ettiklerinde, çatışmanın Almanya'nın ve onun biricikdüşmanının birbirlerine düşmesiyle sınırlı kalacağının hesabını yapıyorlardı;bu da onlara, beklemede olanlara bir avantaj olarak, geleceğin zaferiolarak geri dönebilecekti. Sovyet Devleti tek başına Çekoslovakya'yayardım edecek durumda değildi, kendi devletini savunmak için hazırlıkyapmak zorundaydı. Bütün paktlar feshediliyordu. İngiliz ve Fransızyardakçılar borsa rayiçlerini görülmemiş ölçülerde yükseltmek üzerebaş caniyle ve onun İtalyan mesai arkadaşıyla buluştular ve geceyarısısaat yarımda, tarihin şipşak fotoğrafını çektirmek için masaya yatırılmış,renkli kalemle daire içine alınmış Çekoslovakya haritasının arkasına dizildiler,ertesi gün her gazetenin baş sayfasından kötülük akan, hasis vegerili suratlarıyla dik dik bize bakmak için. Onlar sadece Çekoslovakya'yıkenara itmekle kalmamışlar aynı zamanda bütün Avrupa'yı satışaçıkarmışlardı. Ama bu büyük bir sevinç, bir coşku yarattı, ağlayarak,ruhsuz bir sarhoşluk içinde birbirlerini kucakladı insanlar. Almanya'dakikalabalıklar Heil Chamberlain diye bağırdı, ve silindir şapkalı ihtiyarCroydon'a geldiğinde, everything is allright, dedi, Londra'ya giderkençağımız için barış vaat etti, artık Paris'te de herkes sokaklara dökülüyordu,akın akın Le Bourget Havaalanı'na, La Fayette Sokağı'na, Hauss-345


mann Bulvarı'na koştular, mucize adamı karşılamak ve ona çiçekler atmakiçin, egemen sınıfların zaferini kutlamak için. Sermaye sürekli mayalananiflasını bir kez daha saldırgan bir iktidar genişlemesine dönüştürmüştü,holdinglerin avukatları, güneş ışınları yansıdıkça göz kırpargibi parlayan siyah limuzinlerinden sokak köşelerinde polis kordonunuyarmak isteyen kandırılmışlara, çelme takılmışlara lütufla el sallıyorlardı.Bu insanların hepsi barış istiyordu, hepsi huzur içinde yaşamak istiyorduve bu barışın ne tür bir barış olduğunu sorgulamaya cesareti yoktuonların, gerçekleşmesinde kendilerinin hiçbir payı olmayan, onlaraarmağan olarak sunulan bir şeyi hayranlıkla izliyorlardı sadece. Kalabalığıesnaf, memur, küçük burjuva oluşturuyordu, dükkânlardan, bürolardan,devlet dairelerinden gelmişlerdi koşa koşa, bir kısmı da atölyelerden,birkaç amele inşaat iskelesinde durmuş bu sahneyi izliyordu, onlarsadece izleyiciydi, bunun dışında ortalıkta işçi yok gibiydi, onlar şehir dışındakifabrikalardaydı, metroyla kuzeye gittik, varoşlara, orada sıkıntılıbir suskunluk hâkimdi, rahatlamanın sarhoşluğu oraya sızmamıştı. Boğukve henüz dışa vurmayan bir öfke hissediliyordu, aynı zamanda donukluk,içe kapanma ve şaşkınlık. Buralarda oturanlar bu huzurun, ulaşmayaçalıştıkları ve kendi özlerine uygun bir huzur olmadığını biliyorlardı.Onlar bu huzurun savaşın, tam teçhizat hazırlanmak için ertelenmesiolduğunu, daha büyük bir yağma için zaman kazanıldığını biliyorlardı.Onlarsız bir savaş yapılamazdı, ama onlar üstlerindeki vahşice baskıyısilkeleyip atmaya hazır değillerdi henüz. Savaştan nefret edenler savaşiçin çalışmaya zorlanmıştı. Hayatta kalabilmek için, kendilerine sadecesakatlık ve ölümden başka bir şey getirmeyecek olan malzemeyi üretmekzorundaydılar. Güçleri birleştirmeye, ödünsüzlüğe çağrı sönüp gitmişti,zenginleşme tutkusunun leş gibi kokusu yükseliyordu artık, cellatlaraatılmış olan çiçekler toplanıp Meçhul Asker anıtına kondu, geleceğin milyonlarcakurbanını göklere çıkarmak için bir çiçek dağı oluştu. Kâr edenlerinayakta tuttuğu ve halkları aşağılayan, uşaklaştıran sistemi sonsuzadek ortadan kaldırmak, işte bizi bekleyen görev buydu, bizden bütün gücümüzükullanmamızı isteyen ve bizi bu yenilgi ve bitkinlik ânında düşmankarşısındaki biricik silahı, birlik silahını aramaya iten görev.Sonra sokakları uçuşan kırmızılar doldurdu. Kortejler halinde sıralandık.Bin kişiydik, beş bin, sekiz bin. Kentin üstüne ateş düşmemişti,ocağın yanmayı sürdürdüğü anlaşılmıştı sadece. Bu yürüyüş bir başlangıçtı.Eski manifestolardan hayatta kalanlardık bizler. Dar yollardan geçipilerliyorduk. İki yanımızda ağır silahlı bekçiler vardı. Adımlarımız iki yüzyıl önce akın akın şehirlerden geçen kortejleri anımsatıyordu. Bir zamanlarbu adımlar bir sınıfın gücünü üstünde taşıyordu, koro halindeki sesler346


öteki bütün sesleri bastırmıştı. Şimdiyse sesler zapturapt altındaki bukentte boğuk boğuk çıkıyordu, ses çıkaranlar parmakla sayılacak kadarazdı. Yan sokaklardan Croix de feu'nun 5 havayı yırtan sesleri geliyordu,polis milliyetçilerin özgürce gösteri yapmasına izin veriyordu. Sayımız azda olsa büyüyeceğimizi biliyorduk. Pek çoğumuz, uyuşmuş ve elleri kollarıbağlı içeride yatıyordu, yeniden güçlerini toplayacaklardı, pek çoğumuzda mücadelenin içindeydi, uzaklarda, Çin'de, Güneydoğu Asya'daydı,yüzlercemiz bile pes etmeyeceğimizi göstermek için yeterdi. İspanya'dangelenler safları sıklaştırmış ilerliyorlardı. Arada bir onların limelime olmuş bayraklarına destek sesleri geliyordu. İspanya atılımınıanımsadığımızda bölünmeyi, attığımız geri adımı hissettik. Kortejin herhareketinde kitlesel protestoların başlangıcını ve bitişini bütün ayrıntılarıylahatırlıyorduk, çocukluğumuzdan beri sokaktan sokağa iletilen bumiting parolalarını, birlikte yürürken ayağımızın altında hissettiğimizsağlam zemini, taleplerimizin dile geldiği o şiddetli gücü ve tabii sonundadağılmayı, herkesi dayanmaya davet eden o ayrılmayı iyi biliyorduk.İfade ve ajitasyon yasağına aldırmadan birkaç saat yürüdük. Enternasyonalizmkoruması altında, ister münferit ister topluca biz onlara, şarlatanlarve vurguncular karşısında savunma çağrısı yapanlara aittik. Çalışanlarıntaleplerinin hükümranlarca kabulünü zorlayamıyorduk henüz. Biziyice geri plana atılmıştık. Son büyük savaş sırasında bu barış düşüncesiortalıktaki düşmanlığı delip geçmişti. Babalarımız bunun için mücadeleetmişlerdi. Bu düşünce sadece bir ülkede zafer kazanmıştı. Bizim için butek ülke, düşüncenin burada da boğulamayacağınm teminatıydı. Clignancourt'dadağıldık. Panzerler bulvardaki kışlanın avlusuna dizilmişlerdi.Topların ağızları sadece bize, hep bize dönük olacaktı. Arkadaşlarımızınyüzleri grileşmiş ve yorgundu. Onlar da kentin bu kısmındaki binalarınyoksul, kirli cephelerine benzemişti. Daha az önce, yürüyüşe başladığımızdaüzerlerine bir aydınlık gelmişti. Bu kentin bir parçası da aydınlıktıve yeniden elde edilebilirdi. Küçük gruplar sokaklara dağıldığında içsıkıntısının yerini bir kendine güven almıştı. Son günlerde zihnime işleyenkent görüntüleri beni etkisine almıştı. Burada kalmak üzere bir yerbulabileceğime inanmıştım birden. Paris'i aklından çıkar, dedi Katz. Şuanda senin bulunduğun aşamada, bu kent korunaklı bir yaşama olanağıverecekmiş gibi geliyor sana, ama bu bir yanılsama. Dillere destan o ışığıylagönlümüzü okşuyor, ferahlatıcı enginliğiyle bizi çekiyor, ama bütünbunlar bizi bir kez daha dışlamak için, elimizi uzatsak dokunacağımız kadaryakın, ama yine de erişilmez bir uzaklıkta. Oysa bana bir iş teklif edilmiştiLa Breviere'de, Aschberg'in kimsesiz İspanyol çocuklar için CompiegneOrmanı'nda kurmuş olduğu yurtta. Bizim için başka yurtlar planlandı,dedi Katz Balıkçılar Sokağı'nın girişindeki yük trenleri istasyonun-5 "Croix de feu" (Ateş Haçlıları): Fransa'da muhariplerin Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurduklarıfaşist ideolojiye sahip bir siyasi hareket (Ç.N.)347


dan gelen uğultunun arasında. Bir savaş durumunda ve belki de bu çürümüşbarış ortamında bizi bu yurtlar bekliyor olacak, eğer tabii bizi Almanya'nınilgisine terk etmeyeceklerse. Peki nereye yönelmeliyim, diye sordum,Oslo'ya gitmeyi mi denemeliyim, Hodann gibi, yoksa Prag'a geri midönmeliyim. Kendisinin de ait olduğu Çekoslovakya'ya gitmenin belalıbir iş olabileceğini söyledi Katz. Ona göre Almanya Sudetenland'ı yutmaklayetinmeyecekti, en kısa zamanda Batının da izniyle bütün ülkeyikendine maledecekti. Bana her türlü hileye başvurup İsveç'e gitmemiönerdi. İsveç sendikasının aracılığıyla bir grup Çekoslovak metal işçisininİsveç'e girmesi planlanmıştı, Katz Aschberg ve Branting ile konuşup benimde bu gruba katılmam için ricada bulunmayı düşünüyordu. Ancak budavette yine işçi hareketi içindeki anlaşmazlıklar gündeme gelmişti ve davetinsosyal demokrat olanlarla sınırlanması isteniyordu, ayrıca İspanya'dabulunmuş olmam kabulümü fazladan zorlaştıracak bir faktördü.Hiçbir partiye üye olmaman senin için bir avantaj, dedi Katz. Baban sosyaldemokrat. Durumları doğrudan tehlikede olan annenin ve babanın da İsveç'egeçişi sağlanabilir. Sen parti aidiyeti olmayan bir antifaşistsin, bunundışında hayatınla ilgili bilgileri şu anda gizli tutman lazım, dedi birliktePoissoniers Sokağı'ndan aşağı inerken. Senin görevin kendini geliştirmeyedevam edebilmek ve kendine ait bir faaliyet alanı bulabilmek için sağlambir zemine ulaşmak. Casusların, sahtekârların, provokatörlerin içinde bulunduğumuzşu günlerde asıl amaçlarımızı göstermemeyi, gizlemeyi becermekzorundayız. Göze batma. Yasal yollarla İsveç'e git. Kendine bir işbul. Kurduğun ilişkilerde dikkatli ol. Ülkenin koşullarını öğren. Daha sonrakararlarını verirsin. Demiryolu boyunca ilerleyen cadde gittikçe daralıyordu,kaldırım taşlarının bittiği noktaya geldik, sol tarafta birkaç hangarve terkedilmiş atölye vardı, bir mezarlık duvarıyla birleşiyorlardı. Bu çokeski balıkçılar sokağı, nehrin kuzey dönemecinden getirdikleri avlarını pazarlarataşıyan balıkçıların bu sokağı, kenarlarında çöp yığınlarının yattığıkasisli bir patika haline gelmişti. Alçak köhne duvarların arkasında ot bürümüşmezarlıklar görünüyordu, sağdaki tahta çit boyunca yük vagonlarıağır ağır ilerliyordu. Konuşurken laf, işimizin bütününü etkileyen parti içibölünmelere gelmişti, sonra Katz'ın yıllarca yakın olduğu Münzenberg'densöz etmeye başladık. Katz önce konudan sapıp sorularıma cevapolarak, tam da büyük çatışmaların beklendiği bir ortamda bütün politikörgütlerin kendi eylem alanlarını gözden geçirdiğini ve ölçtüğünü, şu andapartilerin en önemli konusunun gelişmeyi yönlendirecek duruşlarıngüçlendirilmesi olduğunu, yeni rol dağılımıyla ve ihraçlarla birlikte mücadeleçizgisi için gerekli olan yoğunlaşmanın sağlanacağını anlattı. Otuzaltıolaylarıyla ilgili sorduğum soru üzerine biraz o zamanki görüş ayrılıklarındanve Münzenberg'den kopuşuna neden olan yanlış anlamalardan sözetti. Komintern bindokuzyüzotuzbeşte Halk Cephesi politikası gütmeyekarar verdiğinde, dedi Katz, Münzenberg hâlâ proleter birlik cephesinin348


savunucuları arasındaydı. Bu cephe sosyal demokrat yönetime karşı tabandanoluşturulmalıydı. Proleter cephe Komintern'in gözünde de geniştabanlı bir antifaşist işbirliğinin temelini oluşturuyordu. İşçi sınıfının birliğiolmaksızın öteki gruplarla ittifak kurmak mümkün değildi. Proleter birlik,cephenin gericilerin elinde bir araç olmasını engellemeliydi. Ama buarada proletaryanın öncülüğü tekrar Komünist Parti'nin öncülüğüyle özdeşhale gelebilirdi. Böylece sosyal demokrasinin komünistlerle kurduğukarşıtlık ilişkisi canlı tutuldu. Fransa'nın partileri eylem birliği içinde olduklarıiçin en başarılı partilerdi. Otuzaltı Mayısında Fransa'daki HalkCephesi'nin zaferinden sonra iki Alman partisi arasındaki çelişkilerin aşılmasıiçin gösterilen çabalar kaçınılmaz bir aciliyet kazandı. Ama Almanparti yöneticilerinin arkasında kitlesel örgütler yoktu. Aralarındaki anlaşmazlıklarişçi sınıfının taşıyıcı varılığıyla kamuoyunda tartışılamıyordu.Sürgünün gizliliği içinde olup bitiyordu her şey. Ortak cephe çabaları partipolitikasının sınırları korunarak önce yalnızca taktik olarak gerçekleşebildi.Münzenberg, dedi Katz, proleter önceliği vurgulayarak, KomünistParti'nin cepheyi yine kendi hegemonya emellerinin hizmetine koşmak istediğiniöne sürenlerin argümanını beslemiş oldu. Ayrışma yaşamış kadroları,dağılmış grupları, toplumun her kesimindeki savaş ve nasyonalsosyalizm karşıtı olduğu düşünülebilecek insanları birleştirmenin enönemli iş haline geldiği bir zamanda, gelecekteki devlet anlayışına ilişkinzıtlaşmaların ön plana çıkması her şeyi gölgeledi. İllegalitede işbirliğineilişkin sorunlarda da vardı aynı uzlaşmazlık. Gerçi Münzenberg Eylüldeyaptığı ve Almanya'nın durumunu anlatan yazılı açıklamada ülkede sürdürülenönemli mücadelelerin kendi başlarına başarı kazanmak zorundaolduğunu, ancak muhalefet felce uğratıldığı için ideolojik etkinliklerin vepropaganda faaliyetlerinin sadece yurt dışından yönlendirilebileceğinivurguladı. Merkez Komite de aynı tarihlerde yeraltı hücrelerinin yenidenyapılanması kararını aldı, ama bunun yanı sıra ilerici grupların sayısınınarttığı görüşü savunuldu. Böylece Münzenberg birden sosyal demokrattavra yakınlaşmış oldu, bu tavra göre partiler, tamamen korunma amaçlıolarak şimdilik kendilerini ülke dışındaki girişimlerle sınırlamalıydı. KomünistParti de Almanya'dan gelen haberlere ilişkin yorumlarını ve değerlendirmelerisık sık değiştiriyordu, zaman zaman bir edilgenlik ve ataletağır basıyor, sonra yeniden, otuzaltı sonbaharında olduğu gibi, halkınhuzursuzluğu hesaba katılıp bir canlanma içine giriliyordu. Yani Münzenberg'indeğişken görüşleri ilkece Merkez Komite'nin tutumuyla çatışmıyordu,tek fark Merkez Komite'nin kararlarını Komintern'le uyum içindealması, buna karşılık Münzenberg'in kendi kararlarında bağımsız davranmasıydı.Münzenberg'in bu hesapsızlığı, kesinlikle çizgi dışına çıkmamakgerekli olduğu için, partiyi tehlikeye atıyor ve ister istemez kendi başınada bela oluyordu. Katz'a bakılırsa Münzenberg'in eylemleri yurt dışındagüçlendirme önerisi Eylülde onun sosyal demokrasiye dönüşü anlamına349


gelmiyordu henüz, sosyal demokratlar ve liberallerle yakın ilişkiye ancakMoskova dönüşünde girmişti. Wehner'in o zamanlar, Breitscheid, Herz,Grzesinsky, Braun, Kuttner gibi sosyal demokrat yöneticilerle iyi bir ilişkisivardı, ancak bu, Komünist Parti'nin işbirliğine hazır gibi görünen sosyaldemokratları yönetim tabakasından kopartma niyeti doğrultusunda gerçekleşiyordu,dedi Katz. Katz'ın söylediğine göre Münzenberg de yolculuğunakadar muhalif bir sosyal demokrat grubu komünist cephe politikasınaçekmek için uğraşmıştı. Tamam ama, diye sordum, sonradan Wehnerona niye düşmanca bir tavır aldı, Komintern Wehner'den de kuşkulanmamışmıydı. Eğer Wehner, tıpkı denetim komisyonunun Münzenberg içindüşündüğü gibi sorgulandıysa, bunun nedeni olsa olsa onun sosyal demokratsaflarla fazla yakın ilişki kurmakla suçlanması olabilirdi. Tahkikatancak bu yılın Haziranında sonuçlanmış ve Wehner temize çıkmıştı. Kırkiki soruyu hem yazılı olarak yanıtlamış hem de sözlü ifade vermişti; kökeniyle,tanıdığı kişilerle, sosyal demokrat yetkililerle yapmış olduğu görüşmeler,çıktığı yolculuklar, eski politik ve sendikal faaliyetleriyle ilgili sorulardıbunlar. Bir süre sustu Katz. Bu tür konuşmalar, bilgilendirmeler buyüksek gerilim günlerinin kaçınılmaz gerçeğiydi. Bizi yakından ilgilendirdiğiiçin bu bilgileri dikkate alıyor ve bazen yakın çevremize aktarıyorduk.Parti'nin tepesindeki uyumsuzluklar önemsiz gibi görünse de, dediKatz, derin farklılıklar içeriyordu, bu farklılıklar şimdi Merkez Komite'ninve Politbüro'nun yeniden yapılanmasıyla daha da keskinleşti. Münzenberg'intersine Wehner gösteriye dönüşen açıklamaların peşinde değildi,önce karşılıklı güvenin oluşması için sabırlı olmayı ve gizliliği tercih ediyordu,Hodann'ın Ackermann ve Merker, Münzenberg ve Wehner arasındakirekabete ve onların da Ulbricht'in etrafında toplanan grupla arasındakihusumete değinen sözlerini anımsadım. Almanya'da ıslahevinde bulunanThâlmann hâlâ resmi olarak parti başkanıydı, temsilcisi Schehr öldürüldüktensonra yönetime Pieck geçmişti. Politbüro'nun genç adayıWehner hem oranın ihsanını kazanmalı, hem de Pieck'in bağımlı olduğuSovyetler Birliği Komünist Parti'ye karşı kendisini kanıtlamalıydı. Belkide şu anda sürmekte olan, Merkez Komite'nin Dahlem, Florin, Dengel,Abusch, Eisler gibi diğer üyelerinin ve Mewis, Kowalski, Knöchel gibiyönetsel görevlere aday olanların karıştığı mücadelelerin nedeni süreklibüyüyen bir korkuydu, tıpkı yoldaşları Remmele, Flieg, Neumann, Kippenberger,Eberlein gibi en yüksek sınav mercii karşısında ayakta kalamamave tasfiye edilme korkusuydu. Veya Komünist Parti'yle Sosyal DemokratParti'nin iktidar boğuşmasında bu politikayı tercih edenlerin karakterinede iktidar hırsı damgasını vurmuş olmalı, diyerek kuşkumu dilegetirdim. İktidardan değil, ama katılıktan söz edebileceğini söylediKatz, birbirlerine ve kendilerine karşı katı olduklarından söz edebileceğinisöyledi; bu katılık olmadan kimse ayakta kalamıyordu. Wehner Parti'yebağlılığını kanıtlamak durumunda kalmıştı. Münzenberg de otuzye-350


dide sadakatini ön plana çıkarmıştı. Wehner'i töhmet altında bırakan materyalinbüyük bir bölümünü Komintern'e sunan Münzenberg'di, dediKatz. Bir yandan Sovyet Partisiyle bütünleşmiş görüntüsü veriyordu,ama öte yandan yaptığı işlerle parti arasındaki çatlak büyüyordu. Kendigücüne güvenen kararlar almaya eğilimi olan Münzenberg'in hep dik kafalıolduğunu, ama artık kişiliğinin derinliklerine kök salmış görünen ruhhali olan yalnızlığa çekildiğini söyledi Katz. Parti sağlam bir yapı içindeykengörevlerini yerine getirebiliyordu Münzenberg, onun zengin yaratıcılığıbütün merciler nezdinde beğeni topluyordu. Örgüt dağılınca bizde sınırlandık, dedi Katz, onda eskiden enginlik ve geniş görüşlülük olarakdeğerlendirdiğimiz şeyler şimdi belirsizlik ve ütopya gibi gelmeyebaşladı bize. Bu konuşma boyunca partideki zıtlaşmalar hakkında bir fikiredinemedim. Parti'yi mutlak bir şey olarak değerlendirmenin, bütünçatışmaları görmezden gelmek gibi bir çözümün, benim amaçlarıma aslauymayacak bu yaklaşımın baskısını hissettim bir kez daha. Parti'yi yenideneylem gücüne kavuşturmak için yapılan onca işin tam da böyle birzamanda açık seçik hedeflere ihtiyacı vardı. Uzun zamandır kafamı kurcalayanbaşka bir probleme daha değinmek istedim ve Katz'a Münzenberg'leon yıl süren yakın ilişkisini kesmeyi nasıl becerebildiğini sordum.Yanıtı kısa oldu, partinin çıkarlarıyla bütünleşmediği sürece kişisel arkadaşlığınanlamsızlığına değindi. Ama öte yandan Münzenberg'le ilişkiiçinde olmanın henüz disipline karşı gelmek anlamına gelmediğini söyledi.Katz ve Çekoslovakya partisinin kurucusu Smeral Münzenberg'in görevleriniüstlenmişlerdi gerçi, ama Münzenberg'in henüz aforozun hışmınauğramadığı söyleniyordu. Her an beklediğimiz hızlı değişiklikleronunla ilgili hoşnutsuzluğu çok yakın bir zamanda ortadan kaldırabilirdi.Bu cadde, Ortaçağ'dan kalma bu ticaret yolu, mezarlık duvarıyla birleşipkocaman bir çöp alanında son buluyordu, tepeciklerin ve biçimsizçıkıntıların üstünde yer yer dumanlar tütüyordu. İnsanlar topraktaki çukurlarda,tahtadan, kartondan, tenekeden yapılma kulübelerde yaşıyordu,iplerde çamaşırlar asılıydı, kadınlar ellerinde kovalarla nehirden geliyordu,bir grup işçi kollarının altında termosları ve sefer taslarıyla tepelerinarasında bata çıka yürüyordu, demiryolu setindeki çakılların ve hurdademirlerin arasında çocuklar oynuyordu. Raylar ve elektrik direkleri SaintDenis'in puslu düzlüğünde gözden kayboluyordu. Katz sanki belli birnoktayı gözüne kestirmiş gibi ilerledi. Saldırmak, saldırmak, dedi Katz,Münzenberg'in parolası hep saldırmak olmuştu. Katz'a göre devamlı mücadeleiçinde olan Münzenberg'in bu tutumu güç çokluğundan değil, dahaçok zayıflıktan, korkudan kaynaklanıyordu. Babam geliyor, Münzenberg'intanıştığı ilk tehlike buydu. Babasının odası kutsaldı, çocuklar aslaonun odasına giremezdi. Bir lokal işleten ve sık sık sarhoş olan baba duvardantüfeğini kapıp bütün aileyi, bu haydut çetesini vurmakla tehditedermiş. Sizi vuracağım, bu ses gecenin geç saatlerine kadar onun peşini351


ırakmaz, babasının ani bir baskın yapacağı korkusuyla uyumaya cesaretedemezmiş. Babası onu sık sık bardakları ve şişeleri yıkaması için dükkânaçağırırmış. Münzenberg bana hakaret ve dayak eşliğinde tek bir bardağıdört beş kere yıkamak zorunda kaldığını, ama babasının yine de bardaktaküçük bir leke keşfetmekten geri kalmadığını çok anlattı, dediKatz. Git kendini as tembel herif, diye bağırarak ona bir ip fırlatırmış baba.Onu bu önceki dünyasında gözümün önüne getirebiliyorum, dediKatz. İşte elinde iple duruyor orada, Nesse kıyısındaki Friemar adlı birköyün dumanlı meyhanesinde, barın üzerinde bir gaz lambası sallanıyor,duvardaki geyik boynuzlarının iri gölgesi yere vuruyor. Masalarda karanlıkyüzlü köylüler oturuyor, bıyıkları köpük içinde. Zayıf solgun birkadın oflaya poflaya merdivenleri çıkıyor, bir kez daha arkasına dönüpoğlana bakıyor. Yukarıdaki küçük odasında yatağına uzanıyor, ölmeyeyatıyor. Sonra beş yaşındaki oğlan elinde iple merdivenleri tırmanıyor.Tavanarasında gizleniyor. Peşinden gelen yok. Bu hayatta yaşamaya değecekhiçbir şey yok, bu onun aldığı ilk ders, daha sonra bütün hayatınıbaşkalarının hayatının değer kazanmasına adayacak. Münzenberg'i anlamakiçin, dedi Katz, onun kökenindeki coğrafi karışımı anlamak lazım,Saale ve Werra Nehirleri arasındaki dağlık Harz'ı ve Thüring Ormanı'nıkapsayan memleketini, Sakallı LudWig ve Demir Ludwig, Şanlı Heinrich veSoysuz Albrecht, Özgürlükçü Friedrich ve Ciddi Friedrich, Budala Friedrichve Despot Friedrich diye anılan küçük hükümdarları çıkaran bu ücra, amaöte yandan Hölderlin'in paraya muhtaç olduğu için asillere hocalık yaptığıyer olan Waltershausen'in bulunduğu, onsekizinci yüzyılın düşünmerkezleri Weimar ve Jena'ya hiç de uzak olmayan, ondokuzuncu yüzyıldaAlman sosyal demokrasisinin gerçek simgeleri olarak Gotha ve Erfurt'unsivrildiği bu toprak parçacıklarını birlikte düşünmek lazım. Münzenbergeskiden yaptığı birkaç resimde, dedi Katz, büyüdüğü lokali çizmişti.O zamanlar daha gerçekçiydi, ama yıllar geçtikçe bu çevreyle barışmakistedi, hatta babasına belli bir bağlılık ve saygı göstermeye başladı.Münzenberg çocukken narinmiş, annesine benziyormuş. Kız kardeşlerive iki erkek kardeşi güçlü kuvvetli bir adam olan babalarına benziyorlarmış.Baba bir keresinde büyük erkek kardeşe ateş etmiş, o da penceredenkaçmış ve bir daha geri dönmemiş. O günden sonra en küçük oğlan daevden kaçma sevdasına tutulmuş. On bir yaşına geldiğinde bir sabah sırtındabir çuval dolusu ekmek parçasıyla kirişi kırmış. Niyeti Afrika'ya gidipİngilizlere karşı savaşan Hollandalı göçmen çiftçilere katılmakmış.Daha yüz kilometre uzaklaşmadan jandarmalar onu enseleyip babasınateslim etmiş. Sonra yine kötü muameleye maruz kaldığı iki yıl ani birsonla noktalanmış, çünkü bir av fişeğinden çıkan saçmalar babasının kafasınıdağıtmış. Münzenberg bunun bir intihar olabileceğini hiçbir zamankabul etmedi, dedi Katz. İhtiyarın sadece silahını temizlemek istediğini,her zamanki gibi sarhoş olduğunu söyledi hep. Çocukluk acıları352


itmişti, ama işkence devam ediyordu. Gotha'da ilk öğrencilik yılı başlamış,şimdi de babasının yerine geçen bir ustanın çırağı olmuştu. Berberlikeğitimi alıyordu Münzenberg. Kardeşlerinin görüşüne göre bu onun zayıfbünyesine uygun bir meslekti. İş günü sabahları beş buçukta başlıyor akşamlarıdokuzda bitiyor, pazar günleri ise yediden öğlen bire kadar sürüyordu.Boş gün ya da gün içinde ara yoktu. Bindokuzyüzdörtte olup bitmiştibunlar. Okuma yazma öğrenecek kadar Friemar'daki ve Eberstadt'dekiköy okullarına devam etmişti. Berlin'de yeni kurulmuş olan Çıraklar veGenç İşçiler Derneği'nden haberdar olmamıştı o zamanlar henüz, aynı şekildeEduard Bernstein'ın gençliğe kendilerine hocalık yapan ustalarınınmüdahalelerinden korunmaları için yaptığı çağrıdan da habersizdi. Toplantılarakatılma cesareti göstermesinin birkaç yıl almış olması belki de babasınınona miras bıraktığı ağır kekemelik yüzündendi. Bu suskunluğu, buiçe kapanıklığı içinde taşıyordu. Kimselerin yolunun geçmediği bir yerde,hırsızların ve uğursuzların gittiği lanetlenmiş bir meyhanede uzun sürekaldıktan sonra geldiği kentte aklı karışmıştı. Gotha'nın nüfusu o zamanlarotuz bindi ve demir döküm atölyeleriyle, makine fabrikalarıyla, buharlısüthaneleriyle, porselen üretimiyle ve şişe endüstrisiyle bir işçi kentiydi.Münzenberg Gotha Programı'nm, işitilen azarlardan ve yenen tokatlardan,köpük çalkalamaktan ve yer süpürmekten çıktığını söylerdi hep.Her cumartesi berberlik dersleri canlı modeller üzerinde uygulanıyordu.Çıraklar, yaşlılar yurdunun sakinlerini, yaklaşık yüz adamı tıraş ediyorlardı.Hayatlarında itilip kakılanlar burada birkaç saatliğine güçlü tarafoluyordu. Yaşlılar onlardan kaçıyor, yakalanıyor ve yere yatırılarak ellerindenkollarından tutuluyordu. Sakal kılları tel ucu gibi sert, bıçaklarsakördü, tıraş sırasında deri parçacıkları kopuyordu. Gotha belediyesi, ustayabu muameleyi yaptıkları her emekli için beş pfennig ödüyordu.Münzenberg'in kendi Erfurt Programı bindokuzyüzaltıda, Gera'da birayakkabı fabrikasına geldiğinde başlamıştı. On iki saatlik iş gününde,kunduracılıkta kalıp tasnifçisi olarak makinelerin ve çekiçlerin keskinsesleri arasında konuşma alıştırmaları yapıyordu, orada onu duyacakkimse yoktu, konuşmalara katılmak için hazırlık yapıyordu, hayatındabir şey olmuş, bir derneğe girmişti, Propaganda adlı bir işçi eğitim derneğine;henüz ne anlama geldiğini bilmiyordu propagandanın, sadece gençişçilerin biraraya geldiği bu dernekte hayatının değişeceğini hissetmişti.Yaklaşık yetmiş bin kişinin yaşadığı büyük kentin ne demek olduğunuöğrenmekle kalmamış, aynı zamanda kendini çalışan kitleden birisi olarakgörmeye başlamıştı, artık yalnız değildi, onlardan birisiydi, ayakkabıfabrikalarında, bira fabrikalarında, demiryolu atölyelerinde, giysi fabrikalarında,iplik eğirmede, yün boyamacılıkta, lokomotif, türbin ve tarımmakinelerinin üretiminde çalışanlardan biriydi, kısa sürede propagandasözcüğünü söylemeyi başarmış, zaman zaman konuşma zorluğu onuboğsa da, tıslar gibi sesler çıkarmasına neden olsa da siyasi aydınlanma-353


yı, toplumsal taleplerin yaygınlaşmasını yaşamıştı. Onu tanıyanlar, dediKatz, bugün bile hâlâ kekemeliğinin izlerini görebilir, öncelikle de partiotoriteleriyle kurduğu ilişkide. Saldırmak, saldırmak derken tutukluğunuaşmak istiyordu. Kısa sürede bir hatip ve ajitasyoncu olarak ün kazanmış,Özgür Gençlik'in başkanı olmuştu, tartışmaları, eylemleri, gösterileri yönetmiş,ama kendi bağımsızlığından hiç vazgeçmemişti, efendilerden veüstatlardan nefret ediyor, partideki fraksiyon kavgalarına girmiyor, onusınırlamak isteyen her şeyden kaçıyordu, yaz aylarında dağ tepe yürüyerekbindokuzyüzonda Zürih'e gelmiş ve orada hemen gençlik örgütünegirmişti. Ben, dedi Katz, Piscator'un yanında çalışırken Münzenberg'inyirmi beş yaşındayken yazdığı oyunu çalışmıştık, o bu arada SosyalistGençlik'in merkez yürütme kuruluna girmişti. Bir yandan ZimmerwaldKonferansı'nm hazırlıklarıyla uğraşıyor, yeni bir Enternasyonal için çalışıyor,bir yandan da iç hesaplaşmalarıyla, şiddetin ve küfürün eksik olmadığıbir kâbusla boğuşuyordu. Katz yolun basıla basıla düzleşmiş bir yerindedurdu, buraya birkaç çadır kurulmuştu. Burnu halkalı bir gösteri ayısıbir kazığa bağlanmıştı, etrafını bir sinek ordusu sarmıştı, çingeneler yaktıklarıateşin etrafında oturuyorlardı. Katz oyundaki rolleri oynamaya başladı,bu rollerde Münzenberg'in Lenin'in yanında çalıştığı sırada peşi sırasürüklemiş olduğu bir şey dile geliyordu. Babasının gürlemesi hâlâ kulaklarındaçınlıyordu. Seni geberteceğim aşağılık herif, diye bağırdı Katz, çingenelerindikkatle kulak kabartmasına aldırmadan. Babayı oynuyor, yumruklarınıhavada sallıyordu. Sus, seni köpek, diye haykırdı karşı gelmekisteyen oğluna, ağzını burnunu dağıtırım senin. Çingeneler yabancıyı dinlemekiçin yakına geldiler. Haydi gel, dedi anne, akşam yemeği hazır. Sizoturup kendiniz ziftlenin, diye yanıtladı baba. Ben ayaktakımını yola getireceğim.Kendinden utan, dedi alçak sesle oğul, annemi ve çocuklarınıböyle tehdit ettiğin için. Sonra baba yine sövüp saydı. Seni senin araçlarınlavurmak için yeterince güçlü ve hayvanlaşmış olsaydım keşke, dedioğul. Gırtlağına yapışırdım o zaman. Katz oğulun sinmiş duruşundan çıkıphızla babanın devasalığına büründü. Çingeneler onu şaşkınlık içindeizliyordu. Serkeş herif, diye haykırdı baba, seni öyle bir döveceğim ki, yerdebile sürünemeyeceksin. Vurma, vurma, diye yalvardı oğul. Katz oğulunkendini nasıl savunmaya çalıştığını hareketlerle gösterdi. Hayır, yapamıyorum,korkaklık senin yüzünden girdi kanıma. Bunun üzerine baba,kafanı kıracağım senin, geberteceğim seni, dedi. Katz pantomimle babanınsilaha uzandığını gösterdi. Bir silah sesi. Tanrım, diye bağırdı anne. Kafasınıntam ortasına. Münzenberg bu oyuna Ivır Zıvır adını koymuş, Piscatorona oyun üzerinde biraz daha çalışmasını söylemişti. Ama o dahafazla çalışmak istemiyordu. Oyunu canıyla kanıyla yazdığını, bunun yeterliolduğunu söylüyordu. Hemen arkasından da babasını savunmayabaşlamıştı. Babasının huzur kaçırmasına ve şerrine rağmen onunla kanbağı olduğunu söylüyordu. Yine de bu dramada onun çocukluğu ve ta-354


ifsiz sıkıntıları vardı, onun Harz ve Thüring ormanlarının arasına sıkışmışlıktankurtulup bir orman köylüsünden engin ufuklu birine dönüşmekiçin verdiği mücadele çok büyük olmalıydı. Ama Katz beni SaintOuen'in bir ucundaki bu kuş uçmaz kervan geçmez yere Münzenberg'ingençlik yapıtını uygun bir dekor içinde oynamak için getirmemişti. Şimdianlaşılıyordu ki, asıl amacı çingeneleri ziyaret etmekti. Bana beklememisöyledi. Uzun kabarık etekli genç bir kadın ona doğru gelip elini tuttuve birlikte uçuşmakta olan bir at sineği sürüsünün içinden geçip gittiler.Ailenin geri kalan üyeleri yeniden ateşin başına geçtiler. Kazığa bağlanmışayı homurdandı. Katz kadınla birlikte çadıra girip gözden kayboldu.Ya çok erken başlıyoruz, dedi Münzenberg, ya da asla başaramıyoruz.Bizim kulüpte biz çömezler tarih, politika, sanat, edebiyat öğreniyordukve bu son derece düzenli gidiyordu, birisi öndeki kürsüde oturuyor,elindeki çıngırağı sallıyor, genç işçilerden birisi kalkıp sunuş yapıyordu,sonra da talep olursa bu sunuş tartışılıyordu. O zamana kadar sadeceJules Verne, Cooper, Karl May okumuş ve iskambil oynamıştım, sonrazamanla Lasalle, Engels, Bebel, Mehring, Haeckel ve Forel ile tanıştım.Sıkı düzen, buluşmaların temel faktörlerinden birisiydi. On altı yaşındaydıkve kolalı yakalı Pazar giysilerimizi giyerdik. Terli iş gömleğini üstümüzdençıkarıp atmakla, fabrikada geçirdiğimiz günün ardından üstümüzüdeğiştirmekle daha yüksek bir düzlemdeki varoluşa hazırlanırdıkadeta. Yine de bindokuzyüzaltı yılı bir sel gibi gelmişti üstüme. Şenliklibir başlangıcın ardından iş yerindeki, sendikadaki, partideki durumumuzlailgili şiddetli hesaplaşmalar başladı. Bizden yaşlılar bizi küçümsüyor,bize ayak diriyorlardı. Toplantı odasında sadece gençliğin bilgi birikimineuygun sunuşların yapılmasına izin veriyorlardı. Partinin tepesindekifikir mücadelelerinden daha haberimiz bile yokken bir değişim sürecininiçine girmiştik. Reformizm, revizyonizm, bunlar bizim için açıkçagericilikti. Partinin bir bataklık haline gelmesine, devrimden dönülmesine,milliyetçiliğe, sermayeyle ve orduyla ittifak kuran politikalara karşıçıkıyorduk. Düzenli öğrenimimiz devam ediyordu, devrime hazır olmamızıengelleyecek bir şey değildi bu, mantığı ve hedef bilincini bir zorunlulukolarak görüyorduk, bindokuzyüzbeş olaylarından sonra Rusya'da planlandığıgibi biz de bir partinin kurulmasında kendi payımıza düşeni yapmamızıbir zorunluluk olarak görüyorduk. Kazandığımız deneyimler, bizeçektirilen eziyetler birkaç yıl içinde proleter gençlik kavramını yeni bir anlayışlageliştirmemizi sağladı. Zürih'e geldiğimde Herzen'in, Kropotkin'in,Bakunin'in etkisinin hâlâ devam ettiğini gördüm, anarşizm kuşaklararasıbir mücadelenin ilk basamağıydı, bizler de Plehanov ve Lenin'le, dolayı-355


sıyla Iskra'yla tanışmadan ve zamanla Bolşeviklere yakınlaşmadan önceDostoyevski, İbsen, Strindberg okumuştuk. Durum şuydu ki, dedi Münzenberg,görünüşte içimizde daima iki karşıt güç taşıyorduk, birisi sabırve disiplin talep ediyordu bizden, öteki radikalliğimizi ortaya dökmeyeçağırıyordu, donmuşluk karşısında birisi soğukkanlı ve plancıydı, ötekiöfkeli ve ateşli; ama sonra ortaya çıktı ki, bunlar bir madalyonun iki yüzüydü,tam olarak etkili olmak, sözümüzü geçirmek için ikisini de kullanmakzorundaydık. İbsen, Strindberg yüzünden neredeyse İşçi Birliği'nden ihraç ediliyorduk, çünkü bu tür edebiyat Birlik'in bazı yöneticilerinegöre ahlaki yozlaşmayı teşvik ediyordu. Onlara göre toplumsal gerçekçi,eleştirel romanların ve tiyatro oyunlarının okunması, Marx okumalarınabaşlamış olan bizlerin toplumsal dönüşümün bilimsel kılavuzundanyararlanmasından daha tehlikeliydi. Devrimin babasının adı partidehenüz ayıp sayılmıyordu, ama eski kafalı sosyal demokratlar burjuvazininkurumlarının, özellikle de ailenin çöküşünün betimlenmesinde kendiörgütsel aygıtlarına da dokunacak bir tehlikenin kokusunu alıyorlardı.Toplumsal yaşamın bu radikal analizi karşısında duyulan korku, enindesonunda kendini ister istemez sanat ve edebiyat karşısında düşmanlıkolarak gösteren korku, hep bilinçaltında kalan, tartışmaya açılmak istendiğindehemen bastırılan bu kıpırtı, uzlaşmaktan bir türlü vazgeçmeyen,dar kafalılığa ve dogmacılığa yol açan gerici bir küçük burjuva safrasıolarak işçi hareketinin peşini bırakmıyordu. Eski eğitim ideallerinin kırılmasıiçin verdiğimiz mücadelede, yeni bir yaşam biçimi bulma çabamızda,gelecekteki devrimin topyekûn olmasını isteyenlerle, bu anlamda rüyalardakendini gösteren itkilerden tutun da pratik eylemlere kadar devrimininsanı bir bütün olarak sarıp sarmalaması gerektiğini düşünenlerlekarşılaşıyorduk. Bindokuzyüzonikide kültürel bir başkaldırıya ait bu sinyallerialmış ve bunları hemen siyasi taarruzumuzla ilişkilendirmiştik.Kitle katliamı orjisinden kurutulabilenlerin dört yıl sonra Kabare Voltaire'debütün şiddetiyle özetlediği şeyi ilk emarelere dahil ettik. Uluslararası gazetelerve dergiler, ilanlar, manifestolar, oradan oraya seyahat eden gözlemcilersayesinde bir Cravan'ın, bir Picabia'nın, bir Duchamp'm, bir Arp'ınbuluşlarını biliyorduk, bu tür bir deneyciliğe açık oluşumuzun neredengeldiğini kimse açıklayacak durumda değildi, bu belki de her zamankigibi, duyularımızın maruz kaldığımız aşağılanmalar ve yola getirme niyetleriyüzünden keskinleşmiş olmasıyla açıklanabilirdi. Müdahalecilikten,tecavüzden, dayaktan nefret ediyorum, diye bağırdı Münzenberg,ama biz yine de sıkıntı ve yoksulluk sayesinde, otoriteden kaçmış olmamızsayesinde, yersiz yurtsuzluk ve serserilik sayesinde bilimsel düşünmeyiöğrenmiş bir kuşağız. Bunu hiçbir şekilde yüceltmek istemiyorum.Öğrendiklerimizi daha iyi bir yoldan öğrenebilir, bağlantıları daha iyibir yoldan anlayabilirdik. Ne var ki, bizim gözümüz şiddet ve terör sayesindeaçıldı. Yeniliğin kaynağı her zaman olduğu gibi Paris'ti. Bir za-356


manlar gamlı baykuş olan ve artık kurt olması gereken biz çömezler, sermayeninşimdiye kadar görülmemiş büyüklükteki bir sömürüyü ve barbarlığıbaşlattığı bir zamanda kardeşlik fikrine bağlandık, bu kentte geçmiştede en vahşi kavgaların ortasında yeşeren bir şölendi bu. Bu sözlerisöyledikten sonra durdu ve kollarını sonuna kadar açtı, Versailles'm arkasındakalan, Vanves bölgesinin başladığı Expositions Parkı'ndaydık.Gözlerinin grisi göz kamaştırıcı bir aydınlık saçıyordu. Tıknaz vücuduyla,açık alnıyla, koyu renk saçlarıyla Hodann'a benziyordu, aralarındakiakrabalık konuşma tarzında ve mimiklerde çıkıyordu daha çok ortaya.Münzenberg yeni bir dergi çıkarmaya başlamıştı yine, bu tür organlaraher zaman ihtiyaç duyuyordu, Münzenberg partiden kopartıldığında,Aschberg, solun bu mucizevi bilim ve sanat hamisi bir finansör olarakçıkmıştı karşısına, Ekimde derginin ilk sayısı çıkacaktı, Thomas, Heinrichve Klaus Mann, Arnold ve Stefan Zweig, Feuchtwanger, Kerr, Döblin, Olden,Schifrin, Roth, Schickele, Werfel, Ernst Weiss, Graf gibi isimler Münzenberg'inçalışma arkadaşlarıydı, Hodann da yazılarıyla katkıda bulunuyordu,onları Münzenberg'in evine ben götürmüştüm, Voisembert Sokağı'ylakesişen Quatre Septembre Sokağı'nda, çevredeki isten kararmışkiralık kışlaların arasında göze batan yeni bir binada oturuyordu. Münzenbergkonuşa konuşa bizi önce Renan Caddesi'ndeki bir bistroya götürdü,sonra hangarlar boyunca yürüdük, tren köprüsünün altından geçipsergi parkına geldik, her yer dar geliyordu ona, meydanlara, tarlalara,manzaralara ihtiyacı vardı etrafında, ayrıca bağcıklı çizmeleri ve golfpantolonuyla bir dağ tırmanışı için giyinmiş gibiydi. Düşünceleri hep dışdünyayla bağlantılı gibiydi, her sözcüğü, her imgeyi bir sınırsızlığın içindençekip çıkarıyor gibiydi, ama yine de en sıradan sözlerine bile güçlü içtitreşimler damgasını vuruyordu. Hodann öksürüklü bir kahkahayla lafı,partide artık Münzenberg gibi bir adama yer olamayacağına getirdi. Nedeniise senin yazman, dedi Hodann, parti için değerli olan militandır,partinin bir parçası olan üyedir, insandır. İlahi yönetime hakarettir bu.Bugünün koşullarında kalkıp düşünce özgürlüğünü nasıl savunursun,diye bağırdı. Derginin bağımsızlığını koruyacağını nasıl söyleyeceksin.Bağımsızlık, bu taraf olma yoksunluğudur, Üçüncü Enternasyonal'i, SovyetlerBirliği'ni eleştirebilmek için kaçamaktır bu. Bağımsızlık, İkinci Enternasyonalkarşısında da değeri yok bunun, tam da ya öyle ya böylenin,karşı veya yandaş olmanın geçerli olduğu bir zamanda. Bunların Münzenberg'inihracı için yeterli olup olmayacağını soruyordum kendime.Bunun açıklaması bana gücün yoğunlaşmasında, rekabette yatıyor gibigeliyordu. Değerlendirebildiğim kadarıyla gerek Münzenberg gerekseöteki parti yöneticileri aynı şeyi istiyordu. Ama biraraya gelme çağrısıonun tarafından değil, şimdi Politbüro'da oturan grup tarafından yapılmalıydı.Bu durumda Münzenberg'e, birlik düşüncesini kızıştırabileceğikendine ait bir dergi çıkarmaktan başka ne kalıyordu ki. Çıkış noktaları357


farklı da olsa bu birliğin kurulmasında etkili olmak susmaktan daha iyiydi.Öte yandan, Komünist Enternasyonal'in kuruluşuna katkıda bulunmuşolan Münzenberg için bu zorunlu bağımsızlık bir aidiyetsizlik, acıverici bir kopuş anlamına geliyor olmalıydı. Bindokuzyüzondörtte, dediMünzenberg, savaşı destekleyen sosyal demokrat tarafa tavır aldığımızdapartiden çıkarıldık, bütün gençlik dernekleri antimilitarist tutumlarındandolayı eski kafalı yönetim tarafından dağıtıldı. Rusya kaynaklı, yeraltındangelen ve politik gücü olan devrimci akımla ve Paris kaynaklı sanatsaldevrim akımıyla Zürih'de buluştuk, ama üstümüze gelen bu akımlarbizi uyuşturmak için değil, arındırmak içindi, berraklığa kavuşmamıziçindi. Ondört Eylülde ilk kez Lenin'in yanında yer aldım, dedi Münzenberg.Avusturyalılar Lenin'i Krakov'da gözaltına aldıklarında, bundanbirkaç hafta önce Radek ve Buharin İsviçre'de buluşmuşlardı. Ay sonundaTroçki Zürih'e ulaştı. Ne zaman o günleri düşünsem, dedi Münzenberg,savaş kışkırtıcılarının eline geçen o olağanüstü gücü ve Bern'dekidaha sonra da Zürih'teki bir avuç insanı, sık sık açlıkla yüz yüze gelen,durmadan para sıkıntısı çeken, kendileri kümes gibi odalarda yaşayan,ama açgözlülüğü ortadan kaldırmayı planlayan bir avuç insanı düşünsem,onların Ekim eylemleri hâlâ inanılmaz bir şey gibi gelir bana. Lenin'inbana hemen iş vermesi, dedi Münzenberg, benim için önemli birteşvikti, ama öte yandan belli bir huzursuzluk hissediyordum, kişiliği öyledominant, liderlik gücü öyle tartışılmazdı ki, içimdeki bir şey onabaşkaldırmak istiyordu. Troçki'yle aramızda hiçbir zaman tam bir bağlanmaolmadı. Biz genç sosyalistler onun savaş ve Enternasyonal üzerineyazdığı polemik yazılarının basımı ve dağıtımında çalışmış, kışın da onlarıgizlice Almanya'ya sokmuştuk. Troçki'nin olduğu yerde hep macerave anarşizm vardı, hem fanatik hem de bohemdi, ayaklanma stratejisionu ne kadar ilgilendiriyorsa, Jarry, Kandinsky, Marinetti, Picasso, Chiricohakkında tartışmak da o kadar ilgilendiriyordu. Her ne kadar Lenin veTroçki öncelikle yayınları aracılığıyla tartışsalar da birbirlerini tamamlıyorlardı.Lenin'e kendi düşüncesini söylemeye cesaret eden tek kişi Troçki'ydi.Zaten Lenin de ona bu bağımsızlığı yüzünden değer veriyordu.Aralarındaki şiddetli çatışmalar uzlaşmazlıktan değil, önü alınamayandiyalektik bir canlılıktan doğuyordu. Nasıl ki devrim ânı zıtlaşmaların,paradoksal önkoşulların sonucuysa, sanatsal gelişim de gerilimler, çatışmalar,kopuşlar olmadan düşünülemezdi. Eskiden bu konuyu fazla tartışmamıştım,dedi Münzenberg, o zamanlar sahip olduğum siyasi düşüncelerinkültürel bir devrim imgesiyle nasıl da sıkı sıkıya bağlı olduğunubelki de ancak şimdi, karaya oturduğum bir anda açık seçik görüyorum.Zimmerwald Konferansı'ndan önceki yaz, küçük bir devrimci çevreninkatıldığı gizli toplantılarda, ateşli konuşmalarda etkinliğimizin bütününedamgasını vuracak bir yöne çekildik. Eski Erfurt Partisi'nden kopan dağınıkgruplar ortak bir çizgide buluşup bindokuzyüzonbeşin beş Eylülün-358


de devrimci programlarını açıkladılar. Özgür Gençlik adlı dergimizin deadı Enternasyonal Gençlik olarak değişti, ülkelerarası ilişkiler kurulmayabaşlandı, tek düşündüğümüz şey, savaşa karşı verilen mücadeleninproleter bir dünya devrimine dönüşmesi gerektiğiydi. Zimmerwald birbaşlangıçtı, dedi, bütün yarım yamalaklığına rağmen. Lenin'in Enternasyonalinidevam ettirmek ve geliştirmek için Kienthal'daki bir sonrakitoplantıya hazırlandığımız sırada da sanatsal devrim dalgası bütüngücüyle üstümüze geldi, bizim girişimlerimizden çok daha pervasız,çok daha tavizsiz görünüyordu. Sekiz Şubat bindokuzyüzonaltıdaDada sözcüğünün Fransızca sözlükten tesadüfi bir biçimde seçilmesinetanık olan bu fırtına bize zaman zaman maddi devrimin zihinsel devrimdenayrılamayacağı inancımızı unutturdu. Spiegel Sokağı'nın sanatçılarıasıl görevlerinin, yani siyasi devrimi sanatla bütünleştirmegörevlerinin bilincinde değildi, öte yandan politikacılar da sanatın yıkıcıyeteneğine güvenmek niyetinde değildi. Kocaman davullarıyla vebağrış çağrışlarıyla ortalığı velveleye veren Huelsenbeck, Ball, Tzara,Arp ve diğerleri, sahnede serbest çağrışımla konuşan bu şairler, bütünsiyasi ve toplumsal istekleri kokuşmuş ve yozlaşmış ilan ettiler, devriminbaşarıya ulaşması için gerekli olan soğukkanlılığı, plancılığı küçümsüyor,sadece kaosun verimli olduğunu düşünüyor, ama bu aradada yıkılanın yerine mistisizmin, irrasyonalizmin geçme tehlikesini gözardıediyorlardı. Ürettiklerine anti-sanat diyorlardı. Bizimse geçmişinyapıtlarından kopmak gibi bir niyetimiz yoktu, eski yapıtlar ve yenitoplumsal koşulların doğurduğu ürünler arasında tarihsel bir devamlılıkgörüyor, geçmişten kopuşun bizi havasız bir bölgeye süreceğini düşünüyorduk.Böylece pek çok siyasi program metnine bir yandan katılırkenbir yandan da bunlara karşı bir tavır aldık, burada ortaya konanlara,metni yazanların amaçladıklarından farklı anlamlar yükledik.Bindokuzyüzonaltı baharından itibaren Spiegel Sokağı devrimin diğerkanadını da ağırlamaya başladı, çünkü artık Lenin de oraya taşınmıştı.İhtiyar, ona böyle diyorduk, çünkü henüz kırk beşinde olmasına rağmenkel kafasıyla yaşlı bir adama benziyordu, yerin altındaki gösterilerde dilegelen sanatçıların çılgınlıklarını, işe yaramaz şeylerin yüceltilmesini sertbir biçimde eleştiriyordu. Kasisli sokağın yukarısında planlar yapılıyor,aşağısmdaysa fantastik bir akıldışılık hüküm sürüyordu. Spiegel Sokağıgüçlü ve iki yönlü bir devrimin, ayık devrimin ve düş kurucu bir devriminsimgesi haline geldi. Münzenberg'e sokağın nerede olduğunu sordum.Limmat Quai'den geliyorsun, dedi, Markt Sokağı'nı geçiyorsun,Münster Sokağı'na sapıyorsun, hemen solundaki yukarı giden sokak.Önünde birkaç basamak olan soldaki ilk kapı Kabare. Akşamları oradaalçak kemerli pencerelerden duvarları zangırdatan bir gürültü patırtı gelir.Gözümün önüne Radek geliyor, dedi Münzenberg, dar sokağın duvarlarınadayanmak için kollarını nasıl yana açtığı geliyor gözümün önü-359


ne. İnişli çıkışlı kaldırım taşlarıyla döşeli dik yokuş Zürih Tepesi'ne doğruyükselir, sonra Napf Sokağı'na sapan meydana ve Lavater'in yaşamış olduğueve çıkar. Sanırım binyediyüzyetmişbeşte Lavater Goethe'yi oradaağırlamış, genç Hölderlin de yaptığı gezilerden birinde bir Fransız devrimiyandaşı olan Lavater'i henüz karşı-devrimci olmadan önce ziyaret etmiş.Büchner de bu meydanın müdavimlerindendi, o zamanlar ZürihÜniversitesi'nde anatomi dersleri veriyordu, ölümüne kadar birkaç adımilerideki evde, Spiegel Sokağı'nın köşesindeki evde oturmuştu. Hemenonun yanında, on dört numaralı evin ikinci katında, sokak burada tekraryokuş aşağı inmeye başlıyordu, Lenin ve Krupskaya ayakkabıcı Kammerer'denbir oda kiralamışlardı. Ayakkabıcının dükkânı ve atölyesi köşedekion iki numaralı evdeydi. Geçmişi anarak onun yanında sık sık kaldım,dedikten sonra Münzenberg bir inşaat iskelesinin yanında durdu, merdivenitırmanmak istedi, onu durdurdum. Evet, diye bağırdı, oda dört metreuzunluğunda, üç metre genişliğindeydi, yükseklikse iki metrenin birazüstündeydi. Duvarlarda çapraz çıtalar vardı, abanoz rengi. İki pencere,perdeler genellikle kapalı olurdu. Kapının yanında birbirine eklenmiş borularıylademir bir soba. Sobayla odanın köşesi arasına sıkışmış bir yemekmasası, bir de dar bir kanepe. Pencerenin olduğu köşede lavabo tezgâhıniyetine bir masa, üstünde de küçük bir kap. Çalışma masası olarakda aynı masa kullanılıyordu. Çıtaların üstünde bir ayna asılıydı. Ortadabütün odayı kaplayan iki kişilik bir yatak. Kabarık yastıklar, kocamançarşaflar. Birkaç iskemle, bir komodin. Başka şeye yer kalmıyordu zaten.Ancak yan yan ilerleyebiliyordu insan odanın içinde. Mutfak kullanılmıyordu.Ayda yirmi sekiz frank. Ev sahipleri dışında başkaları da oturuyorduburada. Mülteciler. Bir İtalyan, Avusturyalı birkaç oyuncu, çocuklubir Alman. Sabahları Lenin, postacı çocuk bir sürü mektup ve gazeteylemerdivenleri çıkmak zorunda kalmasın diye, aşağıda evin kapısında beklerdi.Haberleşmeleri, Kammerer'in ona verdiği karton kutuların içindemuhafaza ederdi. Kapıda Bottines adının yazılı olduğu etiketin altında sıraylaGorki, Buharin, Sinovyev, Luxemburg, Çiçerin, Şlyapnikov, Troçkiadları vardı. Evet, dedi Münzenberg, geceleri pencerelerin açıldığı saatlerdeyerin altından gelen trampet sesleri buradan duyulurdu, pencereleravluya bakıyordu. Gündüzleri hiç açılmazdı bunlar, yine de kanın ve sakatatınkekre kokusu bütün yarıklardan odaya sızardı. Aşağıda bir sosisfabrikası vardı. Lenin ara ara et çekme makinesinin gürültüsünden ve etdövme seslerinden yakınırdı. Tahta basamakları tırmanmış, korkuluğadayanmıştık, ağaçların üzerinden pavyonlara bakıyorduk. Brunnen Kulesi'ndenaşağıya, bir dizi bahçeyi çevreleyen çitlerin adını verdiği yoladoğru inen Spiegel Sokağı Münzenberg'in gözlerinin önündeydi hâlâ.Kammerer dükkânının önüne çıkar, geriye doğru eğilir, vitrindeki sıra sıraayakkabıların durumunu yoklardı. Jakobsbrunnen yönündeki on dörtnumaralı evin bodrum katındaki restoranın önüne at arabalarıyla yana-360


şan biracılar sandıkları üst üste yığarlardı, sandıkların içindeki şişeler sallanıpşakır şakır ses çıkarırlardı. Orası aydınlıktı, sokak karşı yönde biravluya uzanıyordu. On yedi ve on sekiz numaralar kasap Ruff a aitti, sarısarı hevenkler arasında kendi ürettiği sosislerin en iyi sosisler olduğunadair ibareler vardı. Lenin'in en zor yılıydı bu, dedi Münzenberg. Buradasürgünlüğünün üç yılını geride bırakmıştı, toplam on buçuk yıllık birsürgünlük. Rusya'daki olayların dışında kalmak artık katlanılır gibi değildionun için. Çalışma arkadaşları dünyanın dört bir yanına dağılmış,onlarla bağlantı kurmak zorlaşmıştı. Sağlık durumu iyi değildi. Uykusuzlukçekiyordu. Şiddetli baş ağrıları. Karaya oturduğu anların yansıdığıçökük yüzü bizi sık sık korkuturdu. Sürekli devrim ânını kaçırma, geçkalma korkusu. Stüssihof taki Kara Kartal'da yapılan toplantılarda bazenkendisine gelip canlanıyordu. Ama yine de bu canlılığı yapaydı, telaşlıydı.Sonra yine saatlerce kuluçkaya yatar gibi oturur, yerinden kımıldamazdı.İçinde inanılmaz bir enerji birikmişti. Her gün, sabah dokuzdanakşam altıya kadar kütüphanelerde vakit geçiriyordu. Yazıyor, yazıyordu.Emperyalizm kitabı, sayısız makale, broşür, propaganda metni. Onuevinde kimler ziyaret ederdi, diye sordum. Az insan, dedi Münzenberg.Krupskaya da hastaydı. Genellikle yalnız yaşıyorlardı. Bazen Sinovyevgiderdi ona, Balabanof, Radek. Ya da toplantılarda tanıştığı ve ajite etmekiçin evine davet ettiği insanlar. Evdeki konuk sayısı üçü geçerse, yatağaoturulurdu. Radek savaşın proleter bir devrime yol açacağına inanmadığınısöylediğinde ortalık ayağa kalkmıştı. Münzenberg'e Armand'la hiçkarşılaşıp karşılaşmadığını sordum. Bir kez, dedi fazla bir açıklama yapmaktankaçınarak. Bu adın anılması bir şeylere dokunuyor, fazla ileri gitmekanlamına geliyordu. Nasıl bir kadındı, diye üsteledim. Etrafında hepbir şeyler uçuşurdu, dedi. Büyük bir şapka, peçe, tüyler. Biz gençler Lenin'iyazarlarla, sanatçılarla tanıştırmak, onu yalnızlığından çekip çıkarmakistiyorduk. Ama o sanki her an elinde bir saatle oturup bekliyor, saniyelerisayıyordu. Bazen onu gözden yitirirdim, dedi Münzenberg. Takılıpkaldığı bir nokta olmuyordu. Yapacak öyle çok işimiz vardı ki. Kentteoradan oraya koşturur dururduk. Münzenberg işaret parmağını burnunabastırdı. Bu kritik aylarda olup bitenleri nasıl anlatsam ki, dedi. Devriminiki kutbu hakkında yaptığımız konuşmalar felsefeden edindiğimiz bilgileredayanıyordu. Sanatsal devrim politik devrimin başka bir cephesi olsada, toplumsal değişimler için bir girişimde bulunmuyordu, olsa da tüketilmişkonvansiyonlara başkaldırışıyla ve baskıcılıkları uzun zamandır bilinennormları yerle bir etme niyetiyle bizim devrimimizle akrabaydı. Biçimlerin,devinimlerin özgürleşmesi, dilin, görme biçimlerinin yenilenmesiuğruna verdiği mücadelede duyularımızı, değişik bir varoluş arayışımızıetkilememesi düşünülemezdi. Sanatın gerçeklik üzerinde bir etkisi,gücü yok diyordu politikacılar. Ve gerçeklikten kastettikleri sadece vesadece dış dünyanın gerçekliğiydi. Bu gerçekliğin nasıl pamuk ipliğine361


ağlı olduğunu görmüyorlardı. Bizim için önemli olaylar İsviçre'de garipbir korumacılık altında olup bitiyordu. Bern yakınlarındaki bir huzur yeriolan Zimmerwald orman gezintileri, dinlendirici bir tatil için çok uygundu.Kienthal, Blümlisalp'ın sınır köylerinden birisiydi. Nereye gideceğimiziistasyona vardığımızda öğrenmiştik. Önce Lötschberg treniyleBern'in yukarı kısımlarındaki Reichenbach'a, sonra da bir turist grubu gibiarabalarla Bâren Oteli'ne gitmiştik. Spiegel Sokağı'nda eski kuşaklardankalma evler vardı, çatıları ve kulecikleriyle pastadan yapılmış gibiydiler.Ama pencerelerin ardında patlayıcı maddeler vardı. Gerçekliği düşlerimizle,fikirlerimizle, planlarımızla işliyorduk. Onaltı Nisanının sonlarındabuluşma yerimizi sakin ve gerilimsiz çerçeveden çıkarıp dünya tarihiningöbeğinde bir mekâna aldık. Sokağın aşağı kısmındaki sanatçılarniyetlerimizi dikkate aldıklarında da, Kienthal Bildirgesi ne işe yarayabilirki, diye soruyorlardı; sosyalist fraksiyonlar arasındaki fikir ayrılıklarıdevam etmiyor muydu, Almanlar ve Rus gruplar kendi içlerinde parçalanıpbirbirlerine düşman kesilmemişler miydi, şovenistler bir kez dahaÜçüncü Enternasyonal'in kurulmasını engellemeyi başarmamışlar mıydı,proleterler hâlâ birbirleriyle siper çarpışmalarına devam etmiyorlar mıydı,anlamlı bir iş yapan tek topluluk her türlü düzene sırt çevirenler değilmiydi. Bütün mesele kuşatıcı sosyal ve sanatsal bir devrim hipotezi kurabilmekve sonra da o zamana kadar birbirinden ayrı ele alınan bu öğelerinbağlantısını kanıtlayabilmekti. Zihinsel gerçekliği yıkmayı kendinegörev edinmiş olan sanattan henüz politik bir misyon taşımasını beklememizgerekmiyordu. Sanat araçlarını en iyi işe yarayacak biçimde kullanıyordu.Aynı şekilde siyasetin de işi sanatı peşinden sürüklemek değildi.Mesele sanatı ve siyaseti kendine özgülükleriyle ve eşit ağırlıklarıyla ikigüç olarak kabul edip onları karşı karşıya getirmemekte, tam tersine onlarınkoşut kulvarlarını, eşzamanlı yaratıcılıklarını ortak bir paydada birleştirmekte,dedi Münzenberg, bugün de hâlâ yeterince kavranmamışolan yeni bir bakış açısı bu. Devrimci sanatsal ve siyasal eylemlerin ortaktarafı ikisinin de yoğun oluşuydı, bir de uluslararası amaçları. Ama birininalaycılığı ve ironisi ötekinin ciddiyetiyle ve sorumluluk bilinciyle hiçmi hiç uzlaşmaz görünüyordu. Bütün ülkelerin yurttaşları, öğrencileri, işçileri,yersiz yurtsuzları, amaçsızları birleşiniz, diye şakıyordu Dadaistler,Kienthal Bildirgesi'nin bütün ülkelerin işçi askerlerine yaptığı çağrıyı alayaalarak. Onaltı Nisanında da sanat abartılı bir jestle uzağımızdan geçipgitmiş gibi görünüyordu, dedi Münzenberg, buna karşılık bir yıl sonra işçilerkitlesel olarak Rusya'da ayaklandılar ve Lenin'in tezleri Kabare Voltairemüdavimlerinin laf galeyanını bastırdı. Henüz tanımlanması mümkünolmayan, ama sezdiğimiz, sadece ipuçlarını görebildiğimiz bir şeyinhayalini kurmuştuk biz, dedi Münzenberg. Onyedide kültür devrimikavramının temelini oluşturan düşünsel labirentleri izlemeye pek vaktimizolmadı; ilginçtir ki bu mesele daha sonra, Spiegel Sokağı'nda sahne-362


lenen isyanın sanatın politize olmaya başlaması anlamına geldiğini kabuletmek istemeyen, ama yine de devrimcinin düş kurma yeteneğine muhakkaksahip olması gerektiğini söyleyen Lenin tarafından ele alındı. Lenin'inhayatının son aylarında sık sık kullandığı bu sözcük, kültür devrimisözcüğü geri plana atılmış gibiydi, çünkü pratik günlük görevler hepdaha ağır basıyordu, ama yine de Lenin'in öncelikle, bürokratikleşen,doktrinci parti aygıtının karşısında bir karşı güç olarak yorumladığı busözcük, içeriği gereği bizdeki etkisini sürdürmeye devam etti. O zamanlarortaya çıkmış olan kulvarları artık bütünsel olarak değerlendirme zamanıgeldiği için bugün görüyorum ki, kültürel devrimle kastettiğimizşey öyle bir devrimdi ki, siyasi mücadele ancak onunla gerçeklik kazanabilirdi.Lenin çetin ve uzun bir süreçten söz etmişti, ben bile eski fikirlerimesırtımı döndüğüm yıllarda sanatı partinin hizmetine sokmaya, onunideolojik aydınlanmada etkili bir rol oynamasına çalışmıştım. Ama sanat,dedi Münzenberg, siyasi kurumların katılığını çözülmeye uğratan ve bizealgılarımızın çokyönlülüğünü anımsatan bir araç. Propaganda, dediMünzenberg gülerek, o sırada Issy ve Versailles'ın girişi arasında kalanRenan Caddesi'ndeki trafik akışını görüyorduk, meydanın çevresindekisirkülasyondan sonra trafik Victor ve Lefebvre Bulvarı'na, bitmek bilmeyenVaugirard Sokağı'na doğru akıyordu, kurşuni bir çatı denizinin ardındaMichelet Schule Parkı'nın yeşili ve Seine'e kadar uzanan manevraalanları görülüyordu, Propaganda, dedi Münzenberg, ben bu aygıtı oluşturmaklagörevlendirilmiştim, propagandanın gökten zembille inmesibekleniyordu, yoktan var edilmesi, burjuvazinin güçlü basınıyla baş edebilecekbir silah haline getirilmesi isteniyordu, yarım yüzyıldır uyutulmuş,yalanlar ve rezilliklerle kulakları doldurulmuş milyonları yazılarımızlaetkilemeli, içinde bulundukları durum hakkındaki gerçeği kitlelereyaymalıydık. O zamandan sonra, yani yirmi bir yazından itibaren, dediMünzenberg düşünceli bir ifadeyle, sanat sorunsalıyla hemen hemen hiçilgilenemedim, yayıncılıkta kültürel sorunlara el atıyordum elbette, amayine de Zürih yıllarımızın tartışma konuları anılmıyordu hiç. Resim sanatıve edebiyat siyasi propagandanın bir parçası olmalı diye düşünülüyordusadece. Çalışmaların kalitesini partiyi güçlendirmeye, Sovyet devletininyoksulluğunu unutturup hafifletme derecesine göre ölçüyorduk. Açlık felaketinin,iç savaşın etkilerinin üstesinden gelinmeliydi. Uluslararası İşçiYardımı'nın kurulmasıyla ilk resimli işçi gazetesinin çıkışı aynı zamanadenk geldi. Lenin beni çağırtmıştı. Savaş sırasında şu bizim EnternasyonalGençlik'i çıkarmamıza katkıda bulunmuştu, devrimin yalnız kaldığı andada benden uluslararası yardım eylemlerini başlatmamı istedi. Bu Kremlin'eilk gidişimdi. Münzenberg yirmibir yılının Temmuzuyla otuzsekizyılının Ekimi arasındaki uçurumun o anda farkına varmış gibi iç geçirdiğinde,ona Lenin'le buluştuğu mekânların nasıl yerler olduğunu sordum,bir olayın gerçekleştiği çevreye ait her türlü detayı bir kez daha363


gözümün önünde canlandırmak istiyor, hayali bir görüntüyü kendi başımacanlandıramadığımda, ısrarla tamamlayıcı bilgilere yöneliyordum. Lenin'indairesi bir zamanlar silah ve mühimmat deposu olan, Manege Meydanı'nave Kızıl Meydan'a çıkan duvarın hemen kuzeydoğu ucunda bulunan,oldukça içerlek pencereli, uzunlamasına binanın en üst katında, ayakseslerinin boğuk bir gök gürültüsü gibi gümbürdediği koridorun sonundaydı.Kabul odasının yanında Lenin'in kişisel kütüphanesi vardı, Münzenbergorada Nexö'nün birkaç kitabını, Heine'nin yapıtlarının İngilizceçevirilerini, Bebel'den, Mehring'den birkaç cildi, Lenau'nun şiirlerini, Hugo'nunromanlarını, Hauptmann'ın romanı Dokumacılar'ı, HeinrichMann'ın Tebaa'sım, her şeyden önce de sosyal demokrasiyle ilgili polemikyazılarını, Menşeviklerle Bolşevikler arasındaki atışmaları içeren yazılarıgördüğünü anımsıyordu. Münzenberg toplantı odasından alınıp, kavislikolluklarıyla hazeran koltukların büyük yeşil masanın etrafına dizildiğive duvarlarında eski Rusya ve Batı Avrupa haritalarının asılı olduğu BakanlarKurulu odasından geçirildikten sonra Lenin'in küçük çalışma odasınagetirilmişti. Konukların oturması için deri bir kanepe, dört tane de derikoltuk vardı, Lenin ise her zamanki gibi basit bir hazeran iskemlede oturuyordu,tam arkasında iki tane alçak ve döner kitap rafı vardı, buradabaşvuru kitapları ve aralarına bir yığın küçük not kâğıdını sokuşturduğuson okudukları duruyordu. Çalışma masasında iki telefon vardı, bir debronz heykelcik, Münzenberg pencerenin önündeki palmiyeli ahşap saksıdan,bir işçinin kırmızı zemin üzerine yaptığı Marx portresinden, beyaz çinisobadan, yan odadaki sekreterlerden ve burada da lambri duvarlaraasılmış soluk renkli haritalardan söz etti ve neden sonra heykelciğin birmaymun olduğu, bir elini çenesine koymuş, diğer elinde bir insan kafatasıtutan, derin düşüncelere dalmış bir maymun olduğu aklına geldi. Peki yakendi dairesi, diye sordum. O da aynı koridordaydı. Yatak odasında darbir pirinç yatak vardı, üstünde kabarık yastıklar, yatağın yanında bir komodin,onun üstünde ipek şemsiyeli, eğilebilen küçük bir gece lambası;Krupskaya'nın odası da aynı şekilde döşenmişti, ama fazladan mavi yeşilörtülü bir çalışma masası ve aynalı bir dolap vardı. Pencereler Troçki Kapısı'nınönündeki avluya bakıyordu. Mutfağa bir fincan çay içmek, biraz ekmekyemek için geliniyordu. Israrlı sorularım üzerine Münzenberg mutfağınayrıntılarını, üzerinde bir örtü olan masanın etrafına dizilmiş tahtasandalyeleri, demir sobayı, kömür kovasını, odun yongalarıyla ve kıymıklarladolu sepeti, lavaboyu, içinde biri diğerinin aynısı olmayan birkaç fincanın,birkaç tabağın, küçük tencerelerin, kâselerin bulunduğu vitrinli dolabı,sobanın üstünde ısıtılan ütüyü anlattı. Neden sonra anlatmaya zorlandığıher şey ona şu anda kendisi için önem taşıyan şeylerden sapma gibigelmiş olmalıydı; ama yine de anlattıklarının, bu anılarının onun içinde, yöneldiği yeni bir arayış çabasından daha canlı olduğu görülüyordu,bu yeni arayışa, çıkaracağı dergi, umutla Gelecek adını verdiği dergi hiz-364


met edecekti. Kendisinden bu kadar çok söz etmek ona acı vermiş gibiydi.Basamaklardan aşağı atladı, bizden uzaklaşmasın diye Hodann onu kolundantutarak durdurdu; hayır, diye bağırdı Münzenberg, onlara bu iyiliğiyapmayacağım, diz üstü çöküp yalvarmayacağım, itham edilen diğeryoldaşlarla benim aramdaki fark bu işte, yaptığım her şeyin altına imzamıatmaya devam ediyorum, neysem oyum ben, eleştirilmesi gereken şeyieleştirmeye cesaretim var. Çünkü iddia edildiği gibi eleştiri Sovyet devletinezarar vermez, tam tersine onu geliştirir. İlk işçi devletinin korunmasıgerektiğini bundan on beş sene önce ben yazmıştım, hâlâ da aynı şeyi yazıyorum,ve en sonunda Lenin'in ağır hastayken gelecekte ele alınması gerekenbir mesele olarak gördüğü kültür devrimiyle, demokratikleşme döneminegeçişle ilgilenme fırsatını buldum. İşte o zaman bana iftira etmeyebaşladılar, diye bağırdı, sürüngenler, oportünistler, benim eğitmiş olduğumKatz, Habsburg monarşisinde hizmet vermiş biri olan Smeral, EnternasyonalGençlik'i kurduğumuzda onların riyakârlıklarına ortak olmak istemediğimiçin beni susturmaya çalıştılar, onları rahatsız ettiğim için beniuzaklaştırmaya çalıştılar. Katz çadırdan çıktığında gözlerini el ayasına dikmişti,ellerindeki çizgilerden, çingene kadının okuduğu geleceğine bakargibiydi. Çakıllı yoldan geri dönerken uzun süre konuşmadı, sonra tutukbirkaç söz düküldü ağzından, sesi tanınmayacak kadar değişmişti. İplerdensakının, dedi, çingene ipten başka bir şey görmedi, sadece ip gördü,boynumuza geçirilen, ucunda sarktığımız ipleri.Bugün gözümüzün önünde oynanan şiddet ve suç melodramını ifadeetmek için Eugene Sue yüz yıl önce bir biçim geliştirmişti, yazarın karanlık,meçhul karakterleri ele alan, ayrıntıları frapan renkleri içinde betimleyenve olan bitene dışarıdan meraklı bir gözle bakan anlatım tarzıbugün yaşanan olaylara uygundu. Sue'nun Aschberg'in kütüphanesindebulunan romanlarını arada bir karıştırıyor, onları çelişik tepkilerle okuyordum,karanlık meyhane köşelerinin, balo salonlarının ve genelevlerin,kumarbazların ve ajanların, hırsızların ve borsa simsarlarının dünyasınıifşa eden üslubu başlangıçta itici buldum, ama sonra gördüm ki, bütünbu eksantrik, bayağı, karanlık ayrıntılar belli bir toplumsal durumu anlatmanınaracıydı. Marx ve Engels, Mysteres de Paris'nin, Fleur de Manie'nin,Juiferrant'nın yazarını tek taraflı değerlendirmiş, onun yarattığı figürlerinyanı sıra kişisel olarak da gizemciliğe, vahşete düşkün olduğunu, mucizeye,kurtuluşa ve Tanrının lütfuna inandığını öne sürmüşlerdi. Onlarıngözünde Sue yalnız bir kördü, yaşamla dolup taşan kent Sue için bir idedenöteye gitmiyor, gördüğü her şeyi kendi halüsinasyonlarına indirgiyordu.Gerçi onlar da bu vahşileşmiş uygarlığın, eşitliği ve adaleti hiçesayan devletin anlatımında eleştirel bir yaklaşım görmüyor değillerdi,365


ama yine de yazarın çılgınlık ve intikam ateşiyle dolu sahneleri insanınkendi kendini aşağılayışından aldığı zevki tatmin etmek için yazdığını,görülmemiş vahşet eylemlerinden sonra duyulan pişmanlığı ve çekilencezayı sergilemesinin de dünyayı göz kamaştıran şatafatlı bir yere dönüştürmeamacına hizmet ettiğini ısrarla söylemişlerdi. Her ne kadar Marxve Engels, ekonomik sefaleti tanıyan ve böylece Fourier ve Proudhon'unteorilerinden etkilenen Sue'nun siyasi yaklaşımlarına ve çıkarımlarınasaygı duysalar da, yazar onların gözünde kişisel yaşamında başarısızolan, ama ahlaki yozlaşmayı anlatmakla başarıya ve zenginliğe ulaşan,kafası karışık, duygusal bir küçük burjuva olmaktan ileri gidememişti.Sue'nun yapıtları kuşkuyla karşılanabilir, spekülasyonlara açık olabilirdi,ama bu yapıtları anlamanın yolu onları Sade ve Bretonne'yle ilişkilendirmektengeçiyordu, o zaman işkence ve türlü türlü baskının içinde yatanhümanist, ahlaki amaçlar kendini görünür kılıyordu, sergilenen gizemlersadece egemenlerin daleveralarının üstünü örtüyordu, kırbaçlamanın,çocuksu bir gelişmemişliğin vurgulanması bütün bir sistemi teşhir etmekiçindi. Bunun ötesinde pezevenklerin ve orospuların, hizmetkârların, kapıgörevlilerinin, yoksulları savunan avukatların fantastik bir biçimde elealınmış olması, aniden insanın karşısına, dikkat çekmeyen birtakım mekânların,örneğin bir köşede kalmış ve kimsenin önünden geçmediği kapıların,yarı karanlıkta beliren köprülerin, sütunların, kıyı duvarlarınınçıkışı veya zor anlaşılan, ele gelmeyen figürlerin anlatılışı belli bir anlayışıele veriyordu, ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısında kendini sadece bazıedebiyat yapıtlarında göstermekle kalmamış, aynı zamanda resim sanatında,öncelikle de grafik sanatında göstermeye başlamış bir anlayış; BibliothequeNationale'de tanıştığım Meryon'nun çizimlerinde de kendinigösteren bu anlayış Baudelaire'in Les Fleur du Mal'inde doruk noktasınaulaşıyordu. Gericault'yu ve yaşamları yoksulluk ve cinnet içinde heba olmuşbazı unutulmuş ressamları ve bakır oymacılarını araştırmış olmambana bu kentteki varoluş hakkında bazı şeyler öğretmişti, burada Marx veEngels'in itici bulduğu yoz, dekadan eğilimlerden ziyade gerçeğin derinleştirilmesidile geliyordu bana göre, bu derinlikte bire bir ve nesnel ayrıntılarınyanı sıra düşsel özellikler de vardı. Her şeye böylesine kişiselbakmak bu kentin bir özelliğiydi, bu bakış olmaksızın Lautreamont'un veRimbaud'nun sanatı çıkmazdı ortaya, kültürel devrimin kaynağı Münzenberg'inde söylediği gibi ister istemez Paris olacaktı, Münzenberg'intoplumsal ve siyasi olanla edebi ve görsel olanın bir bütün olduğuna dairfikirleri belli bir düşünce dünyasına gönderme yapıyordu, bu düşüncedünyasını temsil edenler asla verili örnek ve kurallarla yetinmek istemiyor,yapıları saydamlaştırıp o yapıların içinde olup bitenleri görebiliyor,gözümüzün önünden hızla geçip giden, ancak şöyle bir bakmaya fırsatbulabildiğimiz bir yüzü, bir dönemin uğursuzluğunun veya bir döneminüstüne çöken belanın aynası haline getirebiliyorlardı. Münzenberg, bizim366


açıklıktan, çekincesizlikten, yenilenme isteğinden anladığımız her şeyikuşatan sanatsal bir yaşama biçimini kastetmişti, görsel devrim onun içinzenginleşmiş, gerçekliğe daha fazla yaklaşmış kavramların oluşturulmasıiçin bir yoldu. Marx ve Engels Sue'yu itici bulup Balzac'a hayranlık duyarkenComedie Humaine'ın yazarı büyük tarihçinin fazla edebi bir değeriolmayan ahlakçı yazarlar karşısındaki alaycı tavrını benimsemişlerdi.Medusa'nın Salı'nın ön çalışmaları sırasında Gericault'nun cesetleri modelolarak kullanmasında yardımcı olan bir anatomistin oğlu olan Sue başlangıçtadonanma doktoruydu ve yaptığı uzun deniz yolculuklarındansonra yazmaya başlamıştı. Sue Balzac'ın ve toplumsal çözümlemenin ötekiiki ustasının gözünde izlenimleri duygulardan ayıramayan ve bu yüzdende aşırı yüklü yazmaktan kurtulamayan bir amatör olarak kalmıştıhep. Balzac'm Sue'yu yargılaması, Sue'nun hayatını hasta koğuşlarındageçirmek zorunda kalmasıyla ilgili değildi sadece, bu yargıda Sue'nunsolun vekilliğine soyunmasının, sosyalist bir devrimden yana olmasınında payı vardı. Soylu sınıfına yakın olan Balzac gericiydi, ama Marx ve Engelstarafından ilerici olarak değerlendirilmişti, çünkü kendisinin de aitolduğu sınıfı bütün çelişkileri ve dağılma alametleriyle betimlemeyi başarmıştı.Balzac'm bu sanatsal üstünlüğü Marx ve Engels için görmezdengelinecek bir şey değildi, onlar Sue'yu Sue yapan beceriksizlik ve ne dediğininbelli olmaması gibi özelliklere açık değillerdi. Sue'nun burjuvazininterörüne karşı tavrı en açık biçimde fahişe Marie figüründe ortaya çıkıyordu,Marie kendi yenilgisinde onurunu korumaya devam ediyor, kendinisavunuyordu, ta ki toplumun en sinsi baskı aracı olan kilise tarafındankendini inkâra ve yıkıma sürüklenene kadar. Sue roman kahramanıMarie'nin kaderini içselleştirerek araştırılması için henüz hiçbir ölçüt olmayanbölgelere girmişti, burada da Restif de la Bretonne'un izlerini takipediyordu, Bretonne bir yandan müstehcenliği ve iticiliği kullanmış,bir yandan da yeni bir materyalist dünya görüşünün temelini atmak istemişve daha onsekizinci yüzyılın ortalarında komünist öğretilerin habercisiolmuştu. Sue da tıpkı onun gibi en yoksulların yanında yer almış,egemen sınıfların kendi çıkarları uğruna kullandığı sanatı küçümsemişve şiirlerin duvarlara, köprülere kazılarak yazılması gerektiğini düşünmüş,orada burada yitip gitmeye mahkûm olanların bunları okumalarınıistemişti. Paris'te geçirdiğim zaman boyunca bir adı anmak, bir temayaşöyle bir değinmek bile insanın birden çok geniş bir bütün içinde gezinmesineneden oluyordu, böylece bütün varoluş nedenlerim ruh kazanıyordu,günün birinde hep bir ağızdan sesini yükseltecek bir fihrist vardısanki karşımda. Bu yüzden rastlantısal, kısa karşılaşmaların, ansızın başlayanve ansızın biten diyalogların hiçbir sakıncası yoktu bence. Herhangibir ifadede yarım kalan bir şey, bir sonraki buluşmada devam ediyordu.Zamanın içinde katettiğim bu yol döngüseldi, insan her adımda farkınavarmadan merkeze doğru ilerliyordu, böylece Paris'te konaklamak bir367


saison en enfer'e dönüşmüştü, Münzenberg'in bana, Rimbaud oku, ondahem şiiri çok katmanlı yapan hem de yerle bir eden her şeyi bulacaksın,demesi boşuna değildi. Bu sanat devrimci tavrıyla, en ateşli çelişkileri kışkırtmasıylatoplumsal varoluşun bir parçasıydı, demişti Münzenberg, öteyandan kendi zamanının ötesinde olduğu, geleceğin içinden tasarımlandığıizlenimini uyandırıyordu. O zaman sözgelimi Hölderlin'indekinebenzer bir bilinçle, yaşadığı zamanın çok ötesine uzanıyordu, demiştiMünzenberg, bu olgu bizi özel bir duyarlılığın içine sürüklüyor, kişiselniyetimizi keskin bir dikkatle değerlendirmemizi sağlıyor. Paris'te öğrendiğimpek çok şey esasen sezgisel bir keşifti, karşılaştığım pek-çok şeyhakkında ön bilgilerim eksikti, anlamak için gösterdiğim yorucu çaba bazenkafamı karıştırıyordu. Kısa buluşmalarla Münzenberg'in özünü yorumlamakbenim için olanaksızdı. Bana öyle geliyordu ki, önemli bir konuyayaklaşır yaklaşmaz konudan sapıyor, konuşmayı kesiyordu, partiyihasta eden parçalanmışlık ona da damgasını vurmuştu sanki, bağımsızdavrandığını, hiçbir şeyin onu için için yiyip bitiremeyeceğini vurgulamayabayılıyordu, ama partinin üstüne çöken ve onun da payı olan herşey Münzenberg'e de bulaşmış olmalıydı, bunalımları ve düğümlerionun kadar derinden yaşamış olan birinin kendi dönemindeki siyasetinsaplantılarından etkilenmemiş olması düşünülemezdi. Onun ve Katz'ınkarşıt pozisyonlardan dile getirdiklerini sessizce kabullendim, bir konudanötekine savrulurken kutuplaşmalar oluyordu, partinin sergilediğigörüntüye de damgasını vuran kutuplaşmalar; partinin sırtındaki yükühissediyorduk, bu bizim sık sık umutsuzluğa ve çaresizliğe sürüklenmemizeyol açıyordu, ama başka bir seçenek yoktu, zehir akıp gidecekti, buarada olan insanlara olacaktı, belki de en iyilere olacaktı, bu yaşananlarınkurbanlar istemesi lanet edilesi bir şeydi, uykularımızdan korkuyla sıçrıyor,tedirgin bir halde oradan oraya sürükleniyorduk, çözümün ne olduğunubilmiyorduk, ama bunun son bulması mümkün değildi, hayat devamettikçe dur durak olmayacaktı, bu kadar çaresiz olduğumuz, un ufakolmayı durduramadığımız için kendimizi lanetliyorduk, bu kadar sınırlıbilgiye sahip olduğumuz, bundan sonra ne olacağını, ne yapmak gerektiğinikendimize ve herkese açıklayamadığımız için öfkeden kafamızı duvarlaravuruyor, nasıl körleştiğimizi hissediyor, fırtınada ayağa kalkamayacakduruma geldiğimizde yerlerde debeleniyorduk, bu sürünme, hepimizbir salgına kapılmışız gibi elimizde olmadan devam edip gidiyordu,ve her şey bu kentte olup bitiyordu, insanın elini kolunu bağlayan partiiçi kavgaların, burjuvazinin entrikalarının tanığı olan, ama aynı zamandadüşmüşlerin ansızın yerinden doğrulduğu ve kanatlanladığı bu kentte.Carre de l'Odeon'daydı o, eski bölgenin yerle bir edilmesinden ve SaintGermain Bulvarı'nın askerler tarafından yarılmasından önce de l'Ecole deMedecine Sokağı'nın ve Carret Sokağı'nın kesiştiği ve de L'Ancienne ComedieSokağı'na çıkıldığı yerde. Pişmiş kestaneler bugün metro merdi-368


verilerinin başında gördüğümüz gibi o zamanlarda da el arabalarında satılıyorolmalıydı, o hoş koku da, satıcının bağırışları da değişmeden kalmıştı.Yolun kenarına çömelip oturmuş olan, sonra aniden uyarılmış gibiyerinden sıçrayan hırpaniyi Sue da görmüş olmalıydı sokaklarda dolaşırken;sonra da muhakkak uzun uzun, tıpkı kendisinden sonra Meryon'nunyaptığı gibi, köşeli bir kulesi olan eve birinci kattan yukarı doğruuzun uzun bakmış olmalıydı, Marat bu evin avlu tarafında yaşamış veorada ölmüştü. Evin çevresindeki kendine özgü kalabalık Meryon tarafındanresmedilmişti, şimdi olduğu gibi insanlar meydana koşturuyor yada çiftler ve küçük gruplar bir süre oldukları yerde duruyorlardı, duruşlarınabakılırsa bir fesatlık düşünüyor gibiydiler, muşambalı bir at arabasıcaddede belirdi, birinin elinde dizginler olan önde oturan iki kadın atlarınürkmesine hiç aldırmıyor gibiydiler, yüzleri birbirlerine dönük birkonuşmaya dalmışlardı, kalabalığın ortasında bir sepetin içinde gayet sakinoturuyorlardı sanki. Baskı ustası kule süslemesinin altındaki taşa Marat'nınve kendi adının başharflerini kazımıştı, sokak levhasının üstündetanımadığım başka bir isim vardı, Cabat; soldaki dükkânın penceresindençerezler, mezeler, baharatlar görünüyordu, yolun karşı tarafındaki fırıncınınönünde birkaç kişi sırtlarında yamru yumru büyük çuvallar taşıyorduve yukarıda bir çatı kaidesinin üstünde iki çıplak figür görünüyordu,boğuşma halindeydiler, boğuşmada biri yere yatırılmıştı, ötekisiyseöldürücü darbeyi vurmak üzereydi. Dökülmüş sıvadaki her bir yarık, herbir leke, evlerin duvarlarındaki her bir dükkân levhası tam olarak yansıtılmıştı,öte yandan tanrıçalar gökten aşağıya doğru süzülüyordu, korkunççehresi dalgalı saçlarıyla ve peçelerle çevrelenmiş bir cadı terazi kefelerindenbirine bağlanmış bir kılıçla kuleli eve doğru uçuyordu, ve güzellergüzeli bir dilber, şafak tanrıçası Aurora elinde sayfaları açık, üstündeFIAT LUX yazan bir kitap tutuyor, küçük bir koruyucu melek de kanatlarınıbırakarak yukarı doğru hamle yapıyordu. Sue binsekizyüzaltmışbirdeLouis Napoleon imparatorluğunun kuruluşundan sonra Fransa'danatılıp askeri diktatörlük ve Hindiçin'i sömürgeleştirmek üzere girişilenişgal savaşı sırasında sürgünde ölünce Meryon kendisinin de kovuşturmayauğramasından korktuğu için halkın dostu ve devrimci Marat'nınevinin çevresini deşifre edilmesi zor simgelerle bezemişti. Şifreleronun korkusunun izlerini taşıyordu, evlerin çevresinde pusunun, sinsiliğin,suikastın kokusu duyuluyordu. Şimdi bu bölgede Tıp Fakültesi binasıuzanıyordu, saat kulesinin orada, önceden sözleşilmiş bu buluşma noktasındabir adam ve bir kadın birbirlerine sarıldılar, sokak serserisi salınasalına ve şarkı söyleyerek dans ediyor, yaptığı hesaplanmış hareketlerle,dilenmesinin sonuç vermemesine aldırmadığını ima ediyordu ve onunönündeki bir grup insan yer altına inen merdivenlerin başında tam birbirlerindenayrılmak üzerelerken serseri onların arasına girip tokalaşan ellerekendi elini uzatıp onlarla tokalaştı, şövalye selamı verdi ve bu ayrılma369


itüeline katılımı kahkahalarla ödüllendirildi. Bizi etkileyen sadece kişilerinbeklenmedik yakınlığı değildi, aynı zamanda evler de canlılık kazanmıştı.Onlara bakmak bir tabloya, bir heykele bakmaya benziyordu, aradakifark evlerin daha canlı olması, daha çok bir organizmaya benzemesiydi.Yüzyıllardır onlara bakan gözler, onlara dokunan eller sayesinde evlerindışı tıpkı insan derisi gibi duyarlı bir hale gelmiş ve içleri kuşakların soluklarıyladolmuştu. İnsan eliyle yapılmış böyle bir ürünün karşısında sıksık onunla diyalog kuruyor olmamın nedeni buydu. Meryon Marat'nınoturduğu bina yıkılmadan önce, caddenin köşesinden, kenarları yüksekduvarlarla çevrili dar avluya girme ve başını kaldırıp onun yaşadığı daireninpencerelerine bakma şansına sahip olmuştu. Oysa ben Carnavalet Müzesi'ndeevin yıkım aşamasındaki halini gösteren binsekizyüzyetmişaltıtarihli fotoğraflar bulabilmiştim sadece. Fotoğrafta kenar duvarı yıkılmışdöner merdivenler, merdivenin iç tarafındaki süslü tırabzan, yukarıda birsalon, çiçek desenleriyle bezenmiş duvar kâğıtları, açık bir şömine görünüyordu,ayrıca bir eskiz bulmuştum müzede, evin yerleşim planı; Corday'inbir odayı geçip köşedeki küçük odaya varana kadar katettiği yolugösteren bir plan, Marat'nm küvetini gösteren A harfi, Marat'yı öldürenkadının durduğu noktayı gösteren B harfi; hepsi de ince ve titrek hareketlerleçizilmiş bu şekiller, eskilikten kurumuş kâğıdın üstündeki solgun biranıydı. Ve hayalimizde canlandırmaya çalıştıklarımız güncel olaylarla içiçeydi hep, geçmişin hayalleri gerçeklik tarafından sarmalanıyor, tarihselilişkiler, içinde bulunduğumuz siyasi durumun, görevlerimizin belirlediğiadımlar ve duruşlarla alımlanıyordu ancak. Hodann yirmiüç Ekimde, gidişindenbir gün önce bir çöküntü yaşamıştı. Aşırı ruhsal baskı yüzündenastımı azmış ve bir boğulma krizi geçirmişti. Yanına gittiğimde Brantingve Münzenberg onun yanındaydı, ben oraya İspanya'ya Yardım Bürosu'ndançıkıp gelmiştim, büroda İspanya'dan yeni gelen kimsesiz çocuklarınkayıtlarını yapmıştım, bu çocukları bir sonraki sevkıyatla Compiegne'ye,La Breviere Yurduna götürmem gerekiyordu; binanın yan kanadındaşimdi sağlık ekibinin kaldığı odaları koşarak geçip avluya çıktım, Romalılardankalma fıskiyeli havuzun yanından geçip ışığı duvar aynalarınaçoğalarak yansıyan şamdanların aydınlattığı toplantı salonuna çıktım, Hodanndizlerini karnına çekmiş köşedeki kanepede yatıyordu. Arkadaşlarıçevresini sarmış ona yardım etmeye çalışıyorlardı, ama krizi atlatmak üzereydi,terden sırılsıklam kesilmiş, balmumuna dönmüş yüzüyle kendi teşhisinikendisi koydu, alt lopların emfisematik değişimi sonucu bronşit şikâyetlerebağlı ekspektorasyon güçlüğü, bana balgam söktürücü bir iğneyaptırdı, önemsenecek birşey olmadığını söyledi, yerinden doğrulup yarımkalmış konuşmaya devam etti. Konu dogmacılıktı, Fransız KomünistPartisi'nin dağılma tehlikesini bertaraf etmek için keskinleştirdiği doğmacılık;Hodann'ın bazı sözleri tahminimce Münzenberg'in tavrına yaklaştığınıgösteriyordu. Hodann'a göre tam da her ülkenin kendi koşullarına370


uygun, geniş tabanlı, demokratik bir siyaset yapmanın gerekli olduğu biranda Komintern'in talimatlarına bağlı kalmanın kaçınılmaz olarak yıkıcıetkileri olacaktı, Alman komünistler de, dedi Hodann, bir halk cephesi hazırlığıyapmak üzere çalışan komisyonu sadece parti çıkarları için kullanmayabaşladılar. Beni sözlerinden çok, sözlerindeki ton tedirgin etti, Hodann'ınhatalara, yanlış kararlara tahammülü olmamasını, ideolojik birsapma olarak yorumlamayacak kadar yakından tanıyordum; ama şimdibana öyle geliyordu ki, Hodann ortaya çıkan sorunlar karşısında artık eskisigibi, parti adına çalışmaya hazır değildi. Eleştirisinde bir düş kırıklığınınve cesaret kaybının izleri vardı, rahatsız edici bir zıtlaşma hissediliyordu.Tartışma beni bir kez daha çifte sadakat çatışmasıyla karşı karşıya getirmişti,ama yine de onun bu akşamki heyecanını Norveç'e uçmadan öncekitedirginliğine verdim. Onun görüşlerine bir yorum getirmeye çalışmaktanvazgeçtim, bir defasında Albacete ve Denia arasında yaptığımızyolculukta ondan duyduğum görüşleri geldi aklıma, köklerimizden kopmayailişkin her duygu belirtisinin eylem gücümüzden bir şeyler alıp götürdüğünüsöylemişti. Ülke değiştirsek de politik tavrımızın devamlılığınıher zaman korumak zorundaydık. Birkaç gün sonra, Ortaçağ'dan kalmabir köyün ucundaki Compiegne Ormanı'nda bulunan La Breviere şatosununtavanarasındaki odasında, bir sokak lambasının çıplak dalların gölgesinitavana yansıttığı odada Hodann'm son hali tekrar gözümün önünegeldi ve bende uyanmış olan kuşku konusunda yaşadığım iç hesaplaşmabana acı verdi. Tanık olduğum bu durum karşısında suskun kalmamın nedenide yakında gidecek olmam ve uzun yıllardır Hodann'a duyduğumsempati, onun karşısında beslediğim sorumluluk duygusu olsa gerekti,ama ayrıca, söylediklerinin bana yöneldiğini düşündüğüm, korkumun vecesaretsizliğimin bilincine varmış olduğum için de susuyordum, çünküSosyal demokrat avukat ve parlamenter olan Branting benim İsveç'e gitmeişimi halletmişti. İsveç'teki İspanya komitesinin başkanı ve antifaşistHalk Cephesi'nin sözcüsü olan Branting bana, bankacı Aschberg'in demaddi destek sözüyle birlikte, yegâne ilerleme fırsatını sunmuştu, Katzsürekli olarak bu fırsatı değerlendirmem, ama bir yandan da dikkatli olmamiçin uyarmıştı beni, bu yeni durumu, buradan kopuşu yönetme göreviMewis'e verilmişti, onunla bağlantıya geçmek olasıydı. Radikal sosyaldemokratlarla gerekli bulduğum işbirliği bana göre oldum olası sosyalistbir cephenin ayakta kalabilmesinin önkoşuluydu, ama bir yandan bugerekli işbirliği, öte yandan parti politikasının talep ettiği ilişki sınırlamasıbeni bir güvensizlik duygusuna sürüklüyordu, Sovyetler Birliği'ne duyduğusempatiye rağmen Branting'in ne kadar güvenilir olduğunu bilmiyordum,Ekim Devrimi'nden bu yana Sovyet devletinin destekçisi olan,daima hümanist ve demokrat olarak tanınan Aschberg'i de, malını mülkünüve servetini düşündüğümde ürkütücü buluyordum, evet, Aschberg'inparasının bir kısmının kaçak durumundakiler için harcandığı doğruydu,371


ama geri kalan asıl büyük miktarı bankalara ve sanayiye yatırılmıştı. Gönülsüzlüğümü,taktik nedenlerle kendimi geri çekişimi gördüğüm içindirki dolambaçlara, çarpıtmalara katlanmak zorundaydım. Breviere'de, altmışodalı şatoda, Üçüncü Napoleon'un görkemli üslubuna uygun bir biçimdeinşa edilmiş, harasıyla birlikte bir zamanlar av sarayı olan, şimdiyseçocuk ağlamalarının ve arada bir atılan çığlıkların doldurduğu şatodageçirdiğim gece ateşlendim, İspanya'da hiç hasta olmamıştım, şimdi mücadeledençok uzaklarda kan beynime çıkıyor, başım uğulduyor, boğazımve ciğerlerim yanıyordu. Dalların gölgeleri yağmurun sesine uyarak biraşağı bir yukarı salınıyordu, çocuklardan birisi sanki hemen yatağımınbaşucunda sızlanıyor gibiydi, kimsesiz İspanyol çocukların, gelip geçendelegasyonlara gösterildiği bir resmi geçit meydanı, bir gösteri alanıydıbu şato, burayı yöneten kadının katı ve adaletsiz bir yönetim anlayışı vardı,bazı talimatların iyileştirilmesini önerdiğim akşam bana bir kaçak olaraksöz hakkım olmadığı söylenmişti. Yerimden sıçradım, penceredenaşağıya baktığımda tepelerden birinin üstünde bir geyik gördüm, yağmuruniçinde olduğu yerde kıpırdamadan duruyordu, tüyleri pırıl pırıldı.Hodann yirmidört Ekimde Le Bourget'den uçakla ayrılmış, alacakaranlıktaBremen ve Hamburg'u birer ışık yığını halinde gördükten sonraakşam saatlerinde Kastrup'a inmiş, ertesi sabah da Oslo'ya gitmek üzereyola çıkmıştı. Havaalanına giderken korkusunu gizlememişti, tuttuğumelinin hâlâ titrediğini hissediyordum, şimdiyse geçici de olsa güvendeydi.Circles de Nations'un yukarı kattaki salonunda yaptığımız konuşmageldi aklıma, geyik başını yukarı kaldırmış, gözlerini bana dikmişti, arkasındakiparkta yapraklar yerde uçuşuyordu. Münzenberg'in bazı ifadeleridaha önce konuşulmuş bir konuya gönderme yapıyor olmalıydı, bu ifadelerinonun partiden çıkma kararını açıklamadan önceki bir hazırlığı olduğunudüşünüyordum, Merkez Komite onu atmadan önce kendi kararıylaayrılması için. Hodann'ın yanıtı partinin bu konuda henüz bir kararalmadığını ima ediyordu, çünkü Hodann bütün sorunlu noktaların tartışılmasıve bir dengenin sağlanması gerektiği görüşünü temsil ediyorduyine. Hodann Münzenberg'e, Parti'den ayrılmanı, demişti, ne sen kaldırabilirsinne de parti kaldırabilir. Parti'nin nezdinde, diye yanıtlamıştıMünzenberg, ben çoktandır burjuvazinin safında hoş bir yaşam sürüyorum.Branting onu sakinleştirmeye çalışmıştı. Güçlerin en yüksek düzeydebiraraya toplanmasının gerektiği böyle bir zamanda kişisel çatışmalarıngeri planda kalması lazım, demişti Branting. Zangır zangır titreyerekyatağın içinde büzüldüm, ama tepemde Casimir Perier Sokağı'ndaki evinsalonunun tavan süslemelerini görüyordum, kaidelerin üstündeki oğlançocuk tasvirindeki melekler, tavan frizlerindeki sefa süren alegorik figürler;Münzenberg'in bizim karşımızda oluşturduğu tabloya, sessiz adımlarlakaim halıları arşınlarken tasarlayıp bize anlattığı o dehşet verici görüntüyesürekli birtakım yabancı ellerden çıkmış tablolar ve heykeller ka-372


ışıyordu, Münzenberg'in çizdiği resmin içinde hayatı boyunca mücadeleettiği düşman güçler vardı. Benim içeriye girişimden önce açmış olduğunudüşündüğüm bir konuyu etraflıca ele almıştı. Fransa faşizme karşıkendini savunmayacak, demişti Münzenberg, hatta büyük burjuvazi faşistlerleişbirliği yapacak, sırf çalışanlar bir kez daha cephe oluşturmayakalkışmasınlar diye. Uç veren grev hareketi, kitle eylemleri en vahşi araçlarlabastırılacak, herkesin eli kolu bağlanacak. Egemen sınıfların herkrizden sonra konumlarını sağlamlaştırmak için kullandığı bu mekanizmakâbustan da öteydi. Münzenberg'in anlatımındaki vizyonu takip etmekgüçtü, çünkü gittikçe daha fazla kekeliyordu, bütün dile getirme çabalarınıntemelinde bu kekemelik vardı. Münzenberg'in konuşmasını izlerkenarada bir onu, memleketi Thüring Ormanı'ndaki o suçlular meyhanesindehaydutların arasındaki haliyle getirmiştim gözümün önüne,tam arkasında geyik ve yaban domuzu kafaları vardı, sallanan gaz lambasınınışığı yüzünü aydınlatıyordu. Özgürleşme isteği para yığınlarınınaltında kalmış, rotatif makinelerin gümbürtüsü kaynaşmanın sesini bastırmıştı,derin yarıklardan yükselen ve bir duvar oluşturan canlı bedenler,bu duvarı yarıp geçen mermi fırtınası karşısında çok güçsüzdü, bir hiçti.Zorba egemenlerin servetleri sayesinde her yerde tetikçileri vardı, amanasıl oluyordu da, kendileri de yoksulluktan gelen bu sürüler, bu ordulargüçlülerin hizmetine girmeye hazır olabiliyorlardı, silahlarını neden onlaradeğil de kendileri gibi aşağıda olanlara doğrultuyorlardı. Öyleydi,çünkü para onların başını döndürüyordu, çünkü paranın ürettiği yalanlaronların beyinlerini yıkıyordu, Gericault kârın küçücük bir bölümü olanmaaşları onlara üstünlük duygusu veriyor, onları ateşliyor, içlerindekimaddi açgözlülüğü körüklüyordu. Vurmak üzere havaya kaldırdıkları ellerindenötesini görmeyi beceremiyor, yükseklerdeki kumanda masaları,düğmeleri, diyafram titreşimleri tarafından yönlendiriliyorlardı. Münzenberg'inhalüsinasyonları içinde en korkunç olanı mülk sahiplerinin yıkılmasımümkün olmayan egemen konumlarıydı. Bizim de peşinden koştuğumuzher şey onların tekelindeydi, bütünsel bakış, örgütlenme becerisi,etkili sonuçlar; bizim ordularımız parçalanma karşısında bir şey yapamazkenonların vurucu birlikleri her yerde etkin biçimde Gericault, bizbinbir zahmetle müttefik bulmak zorundaydık, onlarsa birikmiş rezervlerinikullanıyordu, biz broşürleri gizli basıyor, lanetlenmeyi göze alarakfabrika kapılarında dağıtıyor, dünya çapında bir dayanışmaya herkesindikkatini çekmeye çalışıyorduk, onlarsa küstahça, açıkça ve uluslararasıdüzlemde spekülasyon yapmaya devam ediyor, yeryüzünü iliğine kadarsömürüyorlardı. Münzenberg'in gözünde, İspanya'daki, Çin'deki, Hindiçin'dekimücadelenin, ve de Fransa'da çalışanların yeniden güç kazanmaumudunun hükmü yoktu, Breviere'de geçirdiğim gece sırasında neyingerçek neyin kurgu olduğunu seçemez hale gelmiştim, canlı olan her şeyekanserli bir hücre musallat olmuştu, bilinç kendini yiyip bitiriyordu, ör-373


gütlenme umutsuz bir hastalığın pençesinde kıvranıyordu, yeryüzündekibu eşelenme acılara neden olmaktan başka bir işe yaramıyordu, gardiyanlarımızı,işkencecilerimizi bizzat kendimiz seçiyorduk, çılgın eylemlereneden oluyor, çılgınlığı körüklüyorduk. Öyle değil, öyle olamaz, çünkübiz akılcıyız diye bağırdım Münzenberg'in kahkahaları karşısında, akılkazanacaktır, diyen kendi sesimi duydum, Lenin'in odasına girdin sen,dedim ona, bu düşünce beni rahatlatıyordu, onu kendi gözlerinle gördün,ama Münzenberg sadece omuz silkiyor, bunun meseleyle ne ilgisivar, diye soruyordu. Münzenberg'in anlattığı harita, Lenin'in Kremlin'dekiçalışma odasında asılı olan kahverengi sarı tonlardaki harita geldi gözümünönüne, ama onun görüntüsünü daha açık bir grilik bastırmıştı,onu başka bir mekândaki başka bir haritayla karıştırıyordum, şövalyeninarkasındaki duvarda asılı duran ve kat yerleri aşınmış eski bir diğer haritayla,çelenk tutan modelin tam yanında duran bu harita baştan aşağı siyahlarabürünmüş ressam Vermeer'in atölyesini renklendiriyordu, sıra sıraadaları ve savaş gemileriyle Kuzey Denizi kıyısı uzanıyordu haritada,üstündeki yazı açık seçik okunuyordu: De Noord See, Hodann Kuzey Denizi'ninüstünde uçmuştu, Weser Nehri'nin pırıldayarak akışını görmüştü,motorların susacağından, pervanelerin duracağından, uçağın zorunluinişe geçeceğinden, cellatların onu karşılayacağından korkmuştu. Sonrabunun kimin yolculuğu olduğundan emin olamadım, Hodann'ın mı,Münzenberg'in mi, yoksa benim yolculuğum muydu bu. MünzenbergStockholm'ü ziyaretinde bir konuşma yapmıştı, bindokuzyüzonyedi Mayısında,Enternasyonal Gençlik'in delegesi olarak. Zürih'ten Stockholm'egidişinde ve dönüş yolunda Almanya'dan geçmiş, trende tutuklanacağıkaygısını taşımıştı, Münzenberg'in bu ürpertici Germen Ülkesi tasavvuru,hem Hodann'ın savaş hazırlığı içindeki Üçüncü Reich karşısında kapıldığıpanikle, hem de büyüdüğüm ve terk ettiğim ülkenin benim kafamdakiresmiyle birleşti. İsveç taşrayı andıran başkentiyle tehlikeli dünyanınötesinde kalıyordu, Münzenberg kongre katılımcılarının istasyondabir bando tarafından karşılandığını, her birinin inişine kısa bir melodinineşlik ettiğini anımsamıştı. Stockholm bindokuzyüzonyedinin ilkbaharında,Lenin'in Nisan Tezleri'nin ortaya çıkışından hemen sonra ve Ekimdenaltı ay önce hâlâ kapitalizmin ideal yurduydu. Egemenler kendilerineöylesine güveniyorlardı ki, buraya gelenlerin, Balabanof, Lunaçarski,Çiçerin, Manuilski, Sokolnikov, Şlyapnikov'un, kim olduklarıyla ilgilenmiyorlardıbile, Lenin de bir ay önce yanında Sinovyev, Krupskaya, Armandve Radek'le Petrograd'dan geçmiş ve İsveç'e vardığında istasyondakimse onu tanımamıştı. Ama yine de, diyordu Münzenberg, akarsularınarasındaki, ormanlarla çevrili kır manzaralı bu kentte o günlerde iş bırakmalar,açlık yürüyüşleri, kitlesel gösteriler oluyordu ve yeni bir parti,Sosyal Demokrat Sol Parti yine o günlerde kurulmuştu. Sokaklara dökülenlerbir tek bu kentte, diyordu Münzenberg, atlı polis ve asker tarafın-374


dan şimşek hızıyla ablukaya alınıyor, yerlerde sürükleniyor, kan lekelerigöz açıp kapayana kadar kaldırımlardan siliniyordu, revizyonistler ise,sanki burada hiç radikaller olmamış gibi pozisyonlarını koruyorlardı, buülke bugün bile ılımlı reformların ilerleyişine, iş gücünün satıcıları ve alıcılarıarasındaki uzlaşmaya örnek gösterilebilirdi. Münzenberg'e bir şeydaha sormak istiyordum, acaba o zamanlar Bremen'den geçerken babamlakarşılaşmış mıydı; ama Hodann'm ardından şimdi Münzenberg de zorseçilen bir siluet haline gelmişti, gözümün önünde canlanan kentler de içiçe geçiyor, birbirlerine karışıyorlardı, Bremen'le, Hamburg'la, Stockholm'lene işim olduğunu sordum kendime. Bildiğim, emin olduğum tekşey bir yatakta yatıyor oluşumdu. Boylu boyunca bir yatağa uzanmıştımve bir otel odasında olduğumu biliyordum. Biçimsiz, köşeli bir çıkıntıyerden tavana kadar uzanmıştı, duvar kâğıtları yıpranmış, yeşilimsi birgriye dönmüştü, pencerelerdeki perdeler açık duruyordu, kenarlara kalınkurdelalarla tutturulmuşlardı, dışarıda boğuk, puslu bir ışık vardı ve yanımdaannem yatıyordu, yüzünü eline yaslamış bana bakıyordu. Bremen'denayrılmış olduğumuz geldi aklıma o anda, Berlin'e giderken birgünlüğüne Hamburg'da konaklamıştık, babam bir daire kiralamak içinönden gitmişti, biz de hemen arkasından limana gidecek, Elb tünelindengeçecektik, suyun derinliklerindeki, büyük gemilerin altındaki bu tünelegirmeyi çok istiyordum. Şimdi cam kubbeli hangardan geçiyorduk, dönermerdivenlerden inip dar yaya yolu boyunca ilerledik, taşıt şeridinde otomobillerinve at arabalarının takırtısı duyuluyor, atların nalları yere vuruyordu.Otel odasındayken ya da daha sonra trende tünelin bir resminiyapmıştım, kurşunkalemle yaptığım resimde merdiven basamakları, devçarklara asılmış bir asansör, asansörün içindeki arabalar, sürücüsüyle birat arabası, borunun içinde gidip gelen küçük adamlar, onların üstündebuharlı gemiler ve kuleleri, sivri çatılarıyla bir serap gibi kıyının siluetivardı. Resme dalmış, teknik bir mucizeyi çözmeye çalışıyordum, amadoğru olmayan bir şey vardı, annemin nerede kaldığını bilmiyordum, dahademin elimden tutmuştu, aşağıdaki daracık geçitte eleleydik, korkunçbir güvensizlik duygusuna kapıldım, onu nerede kaybetmiş olabilirdim,belki de sürükleyerek götürmüşlerdi annemi, bir çığlık ve inilti duymuştumsadece, insanlar koşturuyordu, keskin bir şangırtı oldu, cam kırılmasıgibi, kalabalık önünde bir kadını sürüklüyordu, boynuna bir levha asmışlardı,üstünde İbranice Yahudi yazıyordu, bu kadın belki de annemdi,kalabalığın içine daldım, ama kadın gözden kaybolmuştu, benden beklenenlergücümü aşıyordu, bir şey akıl almaz ise kavramlaşarak dile getirilmeliydi,hâlâ açıklanamaz hiçbir şey yoktur diye düşünmeye devam etmekistiyor musun, diye soruyordu Münzenberg, bütün bilmecelerin birçözümü olduğunu mu sanıyorsun, evet, diye haykırmak istedim, ama tekbir ses bile çıkaramadım ağzımdan, bu arayışın yararı yoktu, ama yine desanki önümde izler, ipuçları varmış gibi koşmaya devam ediyordum, çok375


geç kalınmış olsa da, hiçbir yararı olmasa da koşmaya devam edecektim,istasyona doğru, bir perondan ötekine geçip peşinden koştuğum treneasılıp, sonra yine aşağıya atlayacaktım, ta ki gideceğim yeri gösteren birvagon bulana dek, bir anlam, bir amaç olmalıydı, yeter ki yorulmamak,çabamdan vazgeçmemeliydim, nereye gitmem gerektiği belliydi, sadecekentin adını unutmuştum, eller gittiğim yönü gösteriyordu, lokomotifindumanları arasından bana seslenmişlerdi, ama cırtlak sesler bu seslenişleribastırıyordu, çocuk sesleri, Bask dilinde yardım isteyen sesler, dışarı çıkıpyan odaya, yatakhaneye koştum, tepeden tırnağa ıslanmış çocuklartitreyerek kollarıma atıldı.Dar köprünün üzerinde gitmekte olan tren ağır ağır istasyona girdi,sinyal düdüğünün keskin ötüşüyle kentin güney ucundaki tünelden çıkmıştıtren; ayrım yerindeki setin üstünden geçerek balıkçılar limanından,yüzer balık pazarı platformundan, kentin eski kısmındaki sivri çatılı bitişiknizam evlerin yanından, kanal boyunca, Riddar Tepesi'nin dik duvarlarıboyunca ilerlemişti, Klara Rıhtımı'nda kırmızı beyaz çizgili bariyerleraşağıya indirildi, belediye binasıyla Tegelbacken arasında bir otomobil vetramvay yığını vardı, traverten kalasları trenin tekerlekleri altında gıcırdıyor,köprünün kenarlarındaki çelik şeritler çın çın ötüyordu, rayların yanındakidar kaldırımın üstündeki yayalar tırabzanlara dayanmış, önlerindenakan vagon pencerelerine bakıyorlardı, pencerelerin ardında Berlin'den,Hamburg'dan, Paris'ten gelen yolcular vardı, sulu sepken yağıyordu,gri bir buz tabakası fiyordu kaplamıştı, buzun kırıldığı yarıklardave iskeleye yanaşmış beyaz buharlı geminin etrafında buz parçaları sürükleniyordu,su kapkaraydı, kaldırım taşları pis bir çamurla kaplanmıştı,bu yol Sessiz Mari'nin evinin bulunduğu meydana çıkıyordu. Bariyerleredayanmış iki kadın da trenin levhalarını görmüş, perondaki düdüksesini, bagaj arabalarının takırtısını, trenin uzun süren fren sesini duymuşlardı,yakında o da, kadınlardan biri olan Lotte Bischoff da buradanyola çıkacaktı, iki sivil polis memurunun eşliğinde ters yöne hareket edecekti,acaba ona eşlik eden yanındaki diğer kadın, hapishanenin rahibesibunun Bischoff için ne anlama geldiğini anlıyor muydu, zira onu bekleyenyolculuktan öyle sıradan bir şeymiş gibi bir söz etmişti ki, sanki ülkesinegeri dönmek üzere olan bir turistti Bischoff onun gözünde. Yol tekraraçıldığında, arabalar motorlarını çalıştırdığında, tramvaylar tellerde kıvılcımlarsaçarak harekete geçtiğinde kendini yan tarafa atıp kaçmalıydı,arkadaki Klara Limanı'nda pazar tezgâhlarının veya kıyıya çekilmiş sandallarınarasında gözden kaybolabilirdi belki de, ama bunu yapmayacağınıbiliyordu, gözetimcisi rahibenin kendisini gezdirmesi karşılığındaşeref sözü vermişti. Böylece, kente gelişinden kısa bir süre sonra tutuk-376


landığı için çok az görebildiği bu kenti ülkesine teslim edilmesinden öncegörme fırsatını elde etmişti. Madem ki Stockholm'e geldiniz, o zamankentin güzelliği sizden esirgenmemeli, demişti rahibe. Berg Caddesi'ndekihapishaneden çıkıp aşağı doğru yürümüşlerdi, hava bugün kötü, nemlibir soğuk var, ama olsun, demişti Bischoff, kenti yine de güzel buluyordu,bununla kastettiği o gün kendisine ödünç verilen, kullanmasına izinverilen özgürlüktü. Yollarda yürümek, vitrinlere bakmak, gelip geçen insanlaradeğmek güzeldi, ayrıca gözetimcisinin düşüncesine katılıyordu,kentin güneyindeki kayalıkların üstüne yapılmış kubbeli ve mazgallı evlerin,Ortaçağ'dan kalma kulelerin ve sarayların görüntüsü benzersizdi,üstelik gazetelerden politik durum hakkında bilgi edinebilmek ihtimalide bu güzelliklerin bir parçasıydı. Gönderilmeden önce tutukluya kentizihnine yazma armağanı sunan rahibenin dünyadan habersiz dostlukgösterisi Bischoff a önce çok dokunmuş, sonra buradaki iyilik ve canavarlıkkarışımını, o günlerde dışarıdaki sarsıntılarla hiçbir ilgileri olmadığınısöyleyenlere özgü bir yan olarak almıştı. Aslında tutuklu olarak geçirdiğiüç hafta boyunca arada bir ilgililerin, kaçak bir komünisti Almanya'danelerin beklediği konusunda hiçbir fikri olmadığını düşünmüştü. Amasonra, kendisine neredeyse yardımseverlik içinde el uzatan, öte yandanda Alman Gizli Polisi Gestapo'yla anlaşanların özündeki çelişki Bischoffun içinde boğucu bir duygu uyandırmıştı. Hapishaneye dönüleceğigüvencesini vermiş olan, öte yandan onu düşmana teslim etmeye hazırolan rahibeye verdiği sözü tutmama ve ölüm tehlikesinden kaçmak içinönüne çıkan ilk fırsatı kullanma hakkına sahipti belki de. Bischoff Aralıksonunda Stockholm'e gelmiş, hemen Mâlartorg'daki komünist dayanışmaörgütü Rote Hilfe'ye başvurmuş ve İsveçli bir yoldaşın yanına yerleştirilmişti.İsveç'e gelişi Sovyetler Birliği'nden illegal yollarla olmuştu, burayavardıktan sonra Almanya'ya geçip yeraltında çalışmaya devam etmekniyetindeydi. Siyasi kaçak olarak İsveç'te varlığının legal hale gelmesidurumunda hakkındaki bilgilerin Almanya'daki mercilere ulaşacağınıbiliyordu. Dört Ocakta illegal mücadelede deneyimsiz yoldaşlarınınbaskısı üzerine polise başvurmuştu. Beş gün sonra memurlar onu evindenalmışlardı. İki bey geldi, seninle konuşmak istiyorlar, onu saklayanyoldaşının annesinin ona doğru gelirken söylediği bu cümle şaşırtmamıştıBischoff u. Bu durumlara eskiden beri alışıktı. Sorgu polis merkezinevarır varmaz başlamıştı. Ülkeye nasıl geldiği sorulunca, Bischoff Kopenhag'danMalmö'ye giden feribota bindiğini ve oradan da İskandinavlarıngeçişini kullandığını söylemişti. Son üç yılını Sovyetler Birliği'ndegeçirdiğini ise saklamıştı. Danimarka'ya hangi güzergâhtan geçtiğisorulduğunda, sınırı Schleswig Holstein'dan geçtim, diye yanıtlamıştı.İsveç'te kurumlar hızlı ve verimli çalışıyordu. Birkaç gün sonra KomiserSöderström Bischoff un bindokuzyüzotuzdan bu yana Alman KomünistPartisi'nin Merkez Komitesi'nde stenograf olduğunu, sonra propa-377


ganda bölümünde çalıştığını, otuzüçten sonra da yeraltına geçen partininsekreterliğinde faaliyet gösterdiğini öğrenmişti. Bu bilgileri Alman polisineKomünist Gençlik Derneği'nin eski üyelerinden birisi olan Lass iletmişti.Bunun üzerine hapishanedeki sorgular Bischoff un geçmiş beş yıliçinde neler yaptığı konusunda yoğunlaşmıştı, faşizm karşıtı olarak saklandığıyolundaki bilgileri ise reddetmişti Bischoff. Almanya'daki kurumlaronun geri verilmesini talep etmişti hiç kuşkusuz, Bischoff bekleme süresinipolis merkezinin arkasındaki kaleye benzeyen, içerlek pencereleriolan, içten demir kafesli bir binada geçiriyordu, içinde açılır kapanır biryatak, deri bir kanepe, masa ve iskemle bulunan, ama yıkanma olanağısunmayan geniş ve temiz bir hücreye koymuşlardı onu. Yemekler bir restorandangeliyordu, hatta malt birası bile içebiliyordu. Bischoff kadınlarbölümündeki tek siyasi tutukluydu, banyoda ve herkesin bir araya toplandığısalonda fahişelikten, kürtajdan ya da dedikleri gibi serseriliktentutuklanmış kadınlara rastlamıştı yalnızca. Bu kadınlar ona yabancı değildi,dışarıya çok uyumlu bir görüntü veren bu topluma içerden bakmafırsatı bulduğu için halinden memnundu, İsveç'teki sosyal devlette durumlarıBerlin'dekilerin sefaletinden geri kalmayan dostların arasındaydı.Bischoff yirmi yedi yaşındaydı ve ilkgençliğinden bu yana siyasi olarakfaaldi. Bindokuzyüzonbeşte Sosyalist İşçi Gençliği'nin üyesi, sonra dakomünist olmuştu. Bir sosyal demokrat olan babası da başlangıçta Luxemburg'un,Liebknecht'in yanında yer almış, ama sonra yeniden SosyalDemokrat Parti'ye dönmüştü. Sizin şu proletarya diktatörlüğünüz yokmu, demişti bir kez babası, Bischoff da bunun üzerine, hayatta iki diktatörlükvardır, sermayenin diktatörlüğü ve proletaryanın diktatörlüğü,ben ikinciyi seçtim, diyerek yanıtlamıştı babasını. Yine de politik eğitiminibabasına borçluydu. Dört Ağustos bindokuzyüzondörtte Sosyal Demokratlarınoylarıyla Alman meclisi savaş kredilerini onayladığındaonun nasıl ağladığını ve durmadan, işçiler kendilerini koruyacaktır, dediğinianımsıyordu. Partisinin sol kanadında hep aktif olarak çalışmıştıbabası. Bischoff daha çocuk yaşta ev aramalarının, tutuklamaların ne demekolduğunu öğrenmişti, tehlikeli malzemeyle dolu evrak çantaları kolununaltında polis kordonlarını delip geçmişti. Geri dönüp hayatına baktığındabu hayatın partiye hizmet etmekle geçtiğini görüyordu. Stockholm'degeçirdiği bu gün de kesintisiz görevler zincirinin bir halkasıydı.Bischoff a göre kimse kurban değildi. İllegal işler daha önceki faaliyetlerindoğal bir sonucuydu. Yerine getirmesi gereken görevler vardı ve bunlarisimsizdi, dikkat çekmemeli, gizlilik içinde yürütülmeliydi. Yaklaşıkbeş yıldır kocasını görmemişti. Genç Halk Sahnesi'nin ve İşçi Kültürü Cemiyeti'ninbaşkanı olan kocası bindokuzyüzotuzdörtteki tutuklanmasındansonra Kassel kenti yakınlarındaki Wehlheiden'daki hapishaneye gönderilmişti.Yeniden Almanya'da görev üstlenme isteğine belki de kişiselduygularla ona yakın olma fikrinin neden olduğu düşüncesine kapılıyor-378


du. Sovyetler Birliği'nde bıraktığı kızının resmini bile taşımıyordu yanında.On dört yaşındaki kızını her şeyiyle gözünün önüne getirebiliyor vebunu büyük bir iç rahatlığıyla yapıyordu, kızının, İvanovo'nun yönettiğiçocuk yurdunda güvende olduğuna emindi. Gözetimcisi kendi korumasıaltındaki tutuklunun bu denli basit görünmesine hayret etmişti, hayalindekidevrimcilere benzemiyordu hiç. Daha hapishanedeyken tutuklunungiysilerine, vücut bakımına nasıl önem verdiğini fark etmişti, bu denli aklıbaşında davranan bir insanın komünist olabileceğini göstererek şaşırtmıştıonu Bischoff. Oysa o komünistlerin pis, sinsi, saldırgan ve ülke içintehlikeli olduklarını duymuştu. Bischoff her zaman üstünün başının derlitoplu olmasına dikkat etmişti, üç yıl önce aldığı ve sık sık kullandığı mavitakımı yepyeni görünüyordu. Bischoff bakımsızlığın kuşku uyandıracağınıbiliyordu elbette, ama mesele bundan ibaret değildi, bir komünist olarakçevresine örnek olması gerektiği kanısındaydı daha çok, temizlik debunun bir parçasıydı. Soğukkanlı ve dikkatliydi, çünkü biliyordu ki, yazgısıher an karşısına çıkan durumlara vereceği tepkiye bağlıydı. Gözlerineğitimine bir an bile ara verilmemeliydi, insan bir bakışta çevresinde olupbitenleri kavrayabilmeğiydi. Hiçbir şey nedensiz değildi ve Bischoff başınagelecek hiçbir şeyden korkmamalıydı. Şu anda kaçmaya imkân tanımayanbir durumdaydı yine. Eğer görevlendirildiğini hayal edecek olursa,şu andaki görevi gözetimcisine karşı kıyısından da olsa bir eğitim işinitamamlamaktı. Rahibeyi düş kırıklığına uğratmamalı, onun komünistlerinsahtekâr ve yalancı oldukları yolundaki inancını pekiştirmemeliydi.Venedik'i kuzeye, buralara kadar taşımak ister görünen kulesiyle belediyebinasını arkalarında bırakmış, Tegelbacken'a gelmişlerdi, Tysta Mari'ninevinin oradaki gazetecide açıkta duran gazetelere bakıyorlardı,Bischoff manşetlerde neler yazdığını bilmek istiyordu, ama rahibeninyapmaya başladığı açıklamaları sabırla dinlemeye koyuldu, Mari'nin soyadıLindstörm'dü ve geçen yüzyılın başında Jakobs Kilisesi'ne gidencaddede bir misafirhanesi vardı. Lüleli sarı saçlarıyla yumuşak, barışçılve sessiz birisiydi Mari. Sonra Bischoff gazetelerdeki Barcelona'yla ilgilihaberleri sordu, Barcelona saldırısı başlamış, Fas birlikleri varoşları elegeçirmiş, dedi rahibe. Bischoff daha fazla bilgi edinmek istiyordu, amarahibenin güvenini sarsmamak için önce kent gezintisini tamamlamalarıgerektiğini kabul etti, rahibe bir gazete satın aldı, daha sonra belki bir kafeyegidebilirler ve rahibe ona yanlarına aldıkları gazeteden bir şeylerokuyabilirdi. Bischoff rahibenin kendi durumuna anlayış göstermesinibeklemiyor, ama onu anlıyor, niyetine saygı duyuyordu, gözetimcisi içinkenti gezmek önemli ve deneyim geliştici bir olaydı, tutuklunun da buolayı katılımla yaşamasını istiyordu. Onun yanı sıra yürüyen Bischoff, gazetelerbölgesinin yollarını arşınladıkları ve gazete binalarının önündengeçtikleri sırada, kocaman pencerelerinden içeri bakıp kâğıt rulolarınınbeslediği rotatiflerin delice dönüşünü gördüğünde, bu kentin burada otu-379


an ve çalışan birisi için ne anlama geldiğini tasavvur etmeye başlamıştı.Rahibe bütün bu yapılara, bu sokaklara ve meydanlara, bütün bu levhalara,işaretlere ve anıtlara sıkı sıkıya bağlıydı, kent onun yaşamının birparçasıydı, kendine ait bir geçmişi vardı bu kentin ve her yanı kendini sunantarihle doluydu. Rahibe kendisine ait hissettiği bu kent hakkında genelbazı bilgilerden daha fazlasını aktarmayı beceremiyorsa, bunun nedenibelki de koruyuculuğunu yaptığı tutuklunun asla buraya yerleşemeyeceğinive sadece elveda demek üzere ona kenti gezdirdiğini ansızın hissetmişolmasıydı. Tedirginliğini, utanç duygusunu üstünden atmak için,her şeyin yoluna gireceğini, Alman kurumlarıyla yapılan yazışmalarıkendisinin de okuduğunu, bu yazışmalarda geri dönen kaçaklara adildavramlacağmın güvencesinin verildiğini söyledi rahibe. Bischoff olduğuyerde kalakalmıştı. Kendini ele vermemesi, kontrolünü kaybetmemesigerektiğini hissetti sadece. Gözlerini rahibeden kaçırıp bu bölgede bolcarastlanan, eşyasız, renksiz ve sevimsiz meyhanelerden birisine baktı, içeridekitahta masalarda kararmış elleriyle matbaacılar ve üstü başı dökülenbirkaç yaşlı adam oturuyordu, yüz ifadeleri öylesine boştu ki, sankiorada değillerdi de bir istasyonun bekleme salonundaydılar. Birahaneyegirmek istedi, ama gözetimcisi onun bu isteğini geri çevirdi. Brunkeberg'edoğru giderken rahibe bir muharebeden söz etti, şimdi geçtikleriyerde İsveçli köylüler ve Danimarkalı işgal güçleri arasında olmuştu bumuharebe. Evlerin altındaki toprak, iskeletlerle, miğferlerle ve silahlarladoludur, diye düşündü Bischoff. Ordu komutanın adı, Sten Sture hiçbirşey söylemedi Bischoff a. Buna karşılık damların üstünde yükselen telefonkulesi ve meydandaki sebze pazarı sayesinde kendini biraz olsun kenteyakın hissetti ve böylece gezintinin geçiciliğini ve yüzeyselliğini unuttu.Direkleri, köşelerde metal örgülü haznelere yerleştirilmiş devasa bir çelikyapı ve onun altında, upuzun tulumba kolları olan kuyunun yanı başında,çiğnene çiğnene kirlenmiş karın içinde, tezgâhlarının başında kaşkollarınasarınmış kadınlar görünüyordu, Bischoff için bir kenti karakteristikyapan bir şeyleri yansıtıyordu bu, bunu rahibeye anlatmaya çalıştı. Kabasaba botlarıyla kadınlar ayaklarını yere vuruyordu, suratları kıpkırmızıkesilmişti, solukları buharlar saçarak yükseliyordu, mallarını el terazisindebakır ağırlıklarla ölçüyor, elmaları, havuçları, patatesleri, seradan gelentaze salataları kâğıda.sarıyorlardı, ve onların yükseğinde bu metal iskelet,titreşen teller sayesinde dünyanın her tarafından insan seslerini buluşturmayıbeceren bu teknik simge, kentin simgesi yükseliyordu. Bischoffanlattıklarını, düşüncelerini rahibenin izleyip izleyemediğindenemin değildi. Yollarına devam ederken Bischoff ona bir örnek daha verdi,bu örnek onun kent yaşamındaki ilişkilerden ne anladığını gösteriyordu.Hapishane hücresinde ne kurşun kalem vardı, ne de kâğıt, siyasi tutuklulariçin geçerli olan kuralları ihlal eden bir ceza biçimiydi bu. Bir defasındainşaat işçileri tam Bischoff un penceresinin önünde binanın cephe ona-380


ımıyla uğraşmışlardı, ona birkaç kez el sallamışlar, neden içeri girdiğiniöğrenmişler ve Bischoff un ricası üzerine ona havalandırma kapağındanbirkaç kâğıtla bir marangoz kalemi uzatmışlardı. Böylece eski, ucu küt,mavi bir boya kalemim oldu, dedi Bischoff, kalemi bana vermiş olmalarıişçiler açısından son derece doğaldı, bürokratik düzenlemeler onlarınumurunda değildi, kaleme ihtiyacım vardı ve onlar da doğal bir yakınlıklaonu bana verdiler. Kar artık lapa lapa yağmaya başlamıştı, şatonuncephesi enlemesine yığılmış karanlık bir kütle gibi görünüyor, eğimli kaleburçları yukarı yükseliyordu, sağdaki meclis binası ihtişamıyla imparatorlukdönemini simgeliyordu, onun hemen arkasında devlet bankasıvardı, bu iki devasa yapı çok iç içeydi, barındırdıkları kurumlar gibi sarmaşdolaş olmuşlardı. Hükümet binası ise öne doğru darlaşan bir yapıyasahipti ve sütunlu giriş kapısı Mısır tarzındaydı, üst düzey bürokratlarınbüroları da burada, eski kentin içlerine kadar uzanan bu dar caddenin başındakibinalardaydı. Aşağıya inip dizi dizi pencerelerinde öğleden önceışık yanan binaların önünden geçerken de, kafede insanın ağzında hemendağılan tatlı hamur işini mideye indirirken de ne kadar az zamanı kaldığıdüşüncesi Bischoff'a sıkıntı verdi. Rahibe gazeteyi açmıştı. ÖncelikleKatalanya cephesinde düzenli bir geri çekilme gerçekleşmişti. Bir yandanTarragona temizlenmiş, öte yandan da Cumhuriyet Brunete'de savunmayageçmişti. İtalyan birlikleri geri çekilmişti, Cumhuriyetçiler'in başarılarısonuç vermeye başlamıştı ki, Alman takviye güçleri devreye girmişti,panzerlerle, uçaklarla. Evet, dedi rahibe, Paris'te gösteriler olmuş, Pirenesınırının açılması talep edilmiş, İspanya'ya silah gönderilmesi için çağrıdabulunulmuş. Brüksel'deki Sosyalist Enternasyonal de ambargonunkaldırılmasını istemiş. Oysa Kasımda Paris'teki son grevin dağıtılmasındansonra işçi hareketi kan kaybetmişti. Daladier hiçbir engelle karşılaşmadanabluka siyasetine sarılabilirdi. Roma'daki görüşmeleri tamamlayanve Papa'nın huzuruna çıkan Chamberlain de Daladier'i destekliyordu,üstelik Chamberlain bugün barış ödülüne aday gösterilmişti. Faşizm,Falanjistler, Vatikan, İngiliz ve Fransız finans çevreleri arasında yapılanpakt, işte barıştan anlaşılan buydu. Bischoff Barcelona hakkında daha fazlabilgi edinmek istiyordu. Rahibe yüksek sesle, yağmurda ve yoğun sisteyapılan ağır bombardımandan sonra halkın kenti savunmak için hazırlıkyaptığını okudu. Sokaklara barikatlar kurulmuştu, Cumhuriyetçi bölgenintümü kuşatma altındaydı. İsveç Alman Derneği'nin, Royal Oteli'ninkış bahçesinde düzenlediği ziyafetle ilgili ayrıntılı bir haber geldi. Bin kişiyiaşkın katılımcının arasında pek çok diplomat ve yüksek rütbeli subayda yer almıştı. Kahvelerini içip bitirmişlerdi, gezintiye devamdı. Havadauçuşan kar tanelerinin arasında dar sokak boyunca yürüdüler. Arada birdamlardan sesler duyuluyordu, bir görevli yayaları durduruyor, küreklerleaşağıya atılan kar sokak kenarındaki yığının üstüne düşüyordu. Karyığınlarının arasından geçerek limandaki rıhtıma yöneldiler, tipiye dönen381


karda limandaki büyük birkaç gemi gövdesiyle vinçler seçilebiliyordu.Bugün manzarayı göremeyiz, dedi rahibe, yine de asansöre binip yukarıçıktılar, ayrım yerindeki trafik kalabalığı aşağı inmeye başladı, çelik kuleninyatay kirişleri önlerinden akıyordu, aşağıdaki tramvaylar, arabalar,otobüsler, yüksek bir kaidenin üstünde elini öne doğru uzatmış atlı sürücübir süre daha seçilecek kadar göründükten sonra titreşerek biçimsiz gölgeleredönüştüler. Bischoff bu dar mekânda asansörü kullanan kadının hemenönünde duruyordu, kadının yüzünde derin kırışıklar vardı, kafasınayün bir atkı dolamıştı, topladığı parayı bozuk paraların kurşuni parlak birgriye boyadığı nemli parmaklarıyla kondüktör çantasına tıkıştırdı. Açıkhavada suyun ve adaların nasıl güzel göründüğünü tahmin edemezsiniz,dedi rahibe, bu arada cereyanlı geçite varmışlardı. Bischoff rahibenin bukar kıyamette betimlemeye çalıştığı manzarayı konuşmadan dinliyordu,ikisi için de ortalık göz gözü görmez hale geldikçe, körlükleri arttıkça rahibekendisine ait olan bu kenti daha da görkemli bir biçimde tutuklunungözlerinin önüne sermek istiyordu. Bischoff ona teşekkür etti, rahibeninonu değil de, onun rahibeyi teselli etmesi gereken bir durum oluşmuştusanki, evet, dedi Bischoff, her şeyi açık seçik gözümün önüne getirebiliyorum,soldaki Vâster Köprüsü'nün kıvrımlarını, sağda Hammarby'nin ormanlıdağlarını, Romalılardan kalma kalenin bulunduğu tepenin ardındakihayvanat bahçesini, Ladugârdsland'ı, Varta Gölü'nün oradaki sanayibölgelerini, Lidingö'yü. Rahibe ona kendince merhametini göstermekamacıyla akrabalarını sorduğunda dikkat kesildi Bischoff. Bu uzun ve ayrıntılıgezintinin tek amacı beni açmak, konuşturmak, sorguyu yönetenlerdengizlediklerimi anlatmak olmasın sakın, diye düşündü. Gözetimcisineöfkeden başka bir şey hissetmedi bir an. Yukarıda, bu kar kıyametin ortasındakimsecikler yoktu. Rahibeyi aşağıya itip kaçabilirdi. Kendisine tanınanbu özgürlük onun denetimi kaybetmesi, kendini ele vermesi için biryem olabilir miydi. Yoksa yine safça bir hata mı yapmıştı, tıpkı bir ay önceaklının hiç yatmadığı önerilere kulak vererek yaptığı gibi. Hâlâ öğrenemediğişeyler vardı. Tutuklanışından önce göçmenlerle bağlantı kuran yinekendisi olmamış mıydı. Onların gevezelikleri yüzünden, buna emindi, polisindikkatini çekmişti. Birkaç saatlik özgürlük uğruna tuzağa düşmüş olmasıkendi suçuydu. Üstelik bir insanın başka bir insana özgürlük vermesigülünç bir hayalden başka bir şey değildi. Özgürlük, bu ancak insanınkendisinin elde edebileceği bir şeydi. Rahibenin tam karşısında duruyordu.Aşağı yukarı aynı yaştaydılar, rahibe biraz daha uzun ve yapılıydı,kumral saçları ondülalıydı, ince hatlı oval bir yüzü, yumuşak bakışlarıvardı, zevkli giyinmişti, giysisinin terzi elinden çıktığı belliydi, görünüşebakılırsa iyi koşullarda yaşayan burjuva tabakasmdandı bu rahibe. Yinede hafif bir donukluğu vardı, bunun nedeni elini omzundaki çantasına sıkıcabastırmış olmasıydı, çantasından her an bir silah çıkaracak gibiydi.Bischoff hapishanede onunla pek çok kez karşılaşmış, ama konulan ters-382


yüz etme becerisini hiç fark etmemişti. Rahibe geceleri hücrede ışık yanmasıgerektiği ve arada bir kapıdaki kapaklı delikten içeriye bakmak zorundakaldığı için ondan özür dilemişti, yaptığı açıklamaya bakılırsa bazıtutuklular intihar girişiminde bulunuyor ve bazen de başarılı oluyorlardı.Ayrıca Bischoff a sadece dini ve milliyetçi yazılar içeren hapishane kütüphanesiyleilgili sıkıntısını da dile getirmiş, hiç değilse dil çalışmaları yapabilsindiye ona bir sözlük vermişti, çünkü tutukluların bunun dışında birşey okumalarına izin verilmiyordu, sanki bu iyiliğin yakında sınırdışınaçıkarılacak olan Bischoff a bir faydası olacaktı. Bischoff ona Almanya'daakrabalarını yeniden görmesinin mümkün olamayacağını söyledi. Bununüzerine rahibe kolunu Bischoff un beline doladı, bu hareketin anlamı açıkdeğildi, aşırı bir yakınlık gösterisi miydi yoksa tutuklunun kendini parmaklıklardanaşağıya, dibi görünmeyen uçuruma atmak istemesi tehlikesinekarşı bir önlem miydi. O tür bir kaçışın kendisi için mümkün olamayacağınısöylüyordu Bischoff içinden, ama tam da bunu düşündüğü içinbu olasılığın aklından geçmiş olabileceğini fark etti. Sonra dik bir sokaktanaşağıya inmeye başladılar, Bischoff hapishaneye dönerken yol boyuncapartinin böyle bir durumda kendisine neler önerebileceğim düşündü. Sırfsözünü tutmak adına düşmanın hizmetinde çalışan birisinden kaçmamayı,o birisi her ne kadar barışçıl özelliklere sahip olsa da, parti nasıl değerlendirirdiacaba, doğru mu yoksa yanlış mı bulurdu bunu. Ama bu kararıvermesi gereken yine kendisiydi. Soğukkanlılığın ikiyüzlülükten ayırt edilemediğibu ülkede, görmezden gelmenin örtbas etme ve gerçeği çarpıtmaçabalarmın bir parçası olduğu ve politik çizgilerin belirsizleştiği bu ülkedebir kez daha hata mı yapıyordu acaba, bunu bilmiyordu Bischoff. Hapishaneyevardıklarında kendisini hafiflemiş hissetti, koridorlarda da rahibeninyönetimine teslim olarak onun peşi sıra yürüdü, ancak hücre kapısınınsürgüsü gacırdayarak kapandıktan sonradır ki bir umarsızlığın içine düştü,niye buradaki rol paylaşımına razı olmuştu, bir taraf mücadelesindengeri adım atmayarak sonuna kadar zincire vurulmayı göze alıyor, diğer tarafise teslimiyet göstererek kendi huzurunu koruyup, halinden memnunyaşayıp gidiyordu. Uzandığı deri kanepeden rahibenin ayak seslerininuzaklaştığını duydu. Devletin güvenliğine karşı işlenen suçların soruşturulduğubölümdeki polis memurları nasıl ki itaatkâr bir biçimde ellerindekidavaları takip ediyorlarsa, aynı şekilde rahibe de toplum için tehlikeliolduğu söylenen birisini zararsız hale getirmeyi misyonu olarak görmekzorundaydı.Bütün bu uygulamalar her ne kadar kararsızlığın ve belirsizliğin eserigibi görünse de, temelinde en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş planlarve mutabakatlar vardı, anlam bulanıklığı onların bir parçasıydı gerçi,383


ama kararnameleri olabildiğince esnek tutmak ve o anki duruma uydurabilmekiçin bilinçli olarak devreye sokulan bir araçtı bu. Aygıtın dikkatlerdenuzak çalışma ilkesi uluslararası bir kuraldı, etkili sonuç almayısağlayan da buydu. Polisin topladığı ve ilettiği bilgiler sonucunda sınırlardayakalananlar operasyon öncesinde olayın bütünü hakkında bir şeysezmemeliydi, istihbarat mekanizması onların tepesine indiği anda tümgücü elinden alınmalıydı. Tutuklanan bir mültecinin avukata başvurmayolu kapalıydı, böylece mülteciler hukukun dışına itilmiş oluyor, dahadoğrusu devletlerarası düzlemde daha üst bir meşruiyetin alanında işle-,me tabi tutuluyorlardı, bu tür bir meşruiyetin yegâne ölçüsü de ulusal çıkarlarolduğu için söz konusu kişi tamamen tecrit ediliyor ve yok hükmündebir kişi oluyordu. Yabancının bu şekilde kısıtlanması gerekli biruygulamaydı, çünkü böylece, söz konusu kişinin siyasi sürgün olup olmadığı,anayasanın imkân verdiği üzere sığınma talebinde bulunup bulunamayacağıgibi bir tartışma engellenmiş oluyordu. Otuzdokuz yılınınbaşında, bundan iki yıl önce İsveç parlamentosunun kabul ettiği yabancılaryasasının siyasi sığınma kavramını tanımlamadığı, bunun yerine yabancılarıkabul etme ya da sınırdışı etme kararını ilgili kurumlara bıraktığıortaya çıkmıştı, siyaset açısından en uygun yol ülkeyi istenmeyen göçtenuzak tutmak, Almanya'dan, Avusturya'dan, şimdi de Çekoslovakya'dangelen ve sayıları gittikçe artan sürgünlere İsveç'in kendileri içinbir sığınma devleti olabileceğine ilişkin en ufak bir umut vermemekti.Hakları elinden alınanlara destek olmak isteyenler, yani Komünist Partive Rote Hilfe'nin temsilcilerinin yanında bazı sol sosyal demokratlar, özgürlüktenyana olan burjuvalar, yazarlar, yayıncılar, işte bu gruplar kendinipartilerüstü olarak gösteren ama yine de ırkın saf kalması ve bolşevikleşmeninönlenmesi doğrultusunda verilen emirlere büyük ölçüde bağımlıolan bütün bir hukuk sistemiyle boğuşmak durumundaydı. Tehlikedeolanlara ulaşmak ve durumlarının nasıl olduğunu öğrenmek özelbir cesaret, büyük bir sebat ve çok iyi ilişkiler gerektiriyordu. Tutukluların,yani yasal ya da yasadışı yollarla ülkeye girmiş olanlardan çok dahafazla kişi, vizeleri olmadığı ya da Yahudilik teşhisiyle kimliklerinin birincisayfasının sol köşesinde üç santimetre büyüklüğünde kırmızı bir Y harfiolduğu, yani bizzat İsveç kurumlarının girişimiyle uygulanmaya başlanankimlik damgasını taşıdığı için sınırdan çevriliyordu. Basın bu bitmeztükenmez akından, giriş izni uğruna yalvarıp yakarmalardan, yerleşikolanlarla gidecek yerleri olmayanların, devletin koruması altındakilerleher türlü aidiyetleri ellerinden alınmış olanların karşı karşıya gelmesindenhemen hiç söz etmiyordu. Sınırlarda her gün yaşanan bu trajedidenhiç söz edilmemesi, zamanımızı uğraştıran sorunların vatan topraklarınasızdırılmaması taktiğinin gereğiydi. İsveç'in toplumsal düzeni sakınılmışoluyordu. Sermayenin egemenliğinin hiçbir engelle karşılaşmadığı, sosyaldemokrasinin ise sadece sınıflar arasındaki dengeyi gözettiği bu ülke-384


de başkaldırı isteğinin altı çoktan oyulmuştu. Ve tabii çalışanların eylemgücünün felce uğradığı yerde doğal olarak küçük burjuvazinin etkisi artıyorve içinden siyasi katmanlar çıkarıyordu, barışın korunması adınakendilerini sorumlu gören bu katmanlar, alışılmış kanaatkârlığı ve tavırsızlığıkıracak girişimlere de açıklardı. İsveç'e hâkim bu yarı karanlık içindeşiddet uygulama eğiliminden henüz bir iz veya kanıt yoktu. Devletinkurumlarında izlenen yolların hiçbiri liberal, demokratik zihniyetin ihlalisayılamazdı. Tutuklamalar ve sevkler, kuralına uygun biçimde gerçekleştiriliyor,öteki devletlerin devlet güvenlik polisiyle kurulan ilişkilerdesuçlamaya neden olabilecek en ufak bir duruma mahal verilmiyordu, sadeceBerlin ve Viyana'yla iletişim kurulmakla kalınmıyor, aynı zamandaParis, Londra ve New York'la da kriminolojik bilgiler istişare ediliyordu.İltica sorunlarıyla başetmek üzere Haziran otuzsekizde Evian'da yapılantoplantıdan bu yana Batılı Güçler Komitesi'nin en çok önem verdiği meselekendi yaşama alanlarına yönelen göçleri olabildiğince sınırlamak yada engellemekti. Yasadışı yollardan ülkeye giren herkes zaten suç işlemişsayılıyordu, ve eğer elde edilen bilgiler de bu kişilerin komünist olduklarınıdoğruluyorsa, Avrupa'da boydan boya kurulmuş olan ortak engellemecephesi tarafından aforoz ediliyorlardı. Yasayla güçlendirilen kontrollerve sınırdan içeri sokmama hakkı sayesinde sınır memurları keyfi kararlaralmalarına imkân veren geniş yetkiyle donatılmışlardı. Bir yabancının,yasanın dile getirdiği üzere, ondan sorumlu olan ülkeye geri dönmeyeceğikuşkusunu uyandırması kabul edilmeme talimatı için yeterliydi.Geri dönüşünün beraberinde hayati bir tehlike getirdiği dikkate alınmıyordu.Memurlara görevlerini yerine getirirken, bakışlarını eğitme konusundabol bol fırsat verilmişti. Sıradaki kişiden daha belgelerini göstermesinibile istemeden, kimlerin varlıklı olduğunu, kimlerin kabul edileceğini,kimlerin gerekli izin belgesine sahip olduğunu biliyor ve onları biçarelerdenve yoksullardan, vatandaşlıktan çıkarılmış olanlardan, kaçmakzorunda bırakılmış Yahudilerden, aktif siyasilerden hemen ayırtedebiliyorlardı. Komünist bir sızma tehlikesine dair en ufak bir işaret olmadığıve ülkenin küçük partisi sıkı bir gözetim altında tutulabildiği halde,silik, neredeyse dikkat çekmeyen bir rahatlığın kamufle ettiği koruyucudüzenlemeler aslında hesabı kitabı tam olarak yapılmış ideolojik birtercihin eseriydi, bu yöneliş Alman İmparatorluğu'na gösterilen saygınınve duyulan görev sorumluluğunun ifadesiydi, ama doğrudan bir bağımlılıkilişkisiyle de ilgisi yokmuş gibi görünüyordu. Bir sığınmacının kabuledilmemesinin, bir tutukluya özellikle sert muamele edilmesinin nedeniherhangi bir komiserin kişisel işgüzarlığı mıydı, yoksa sosyal kurumların,adalet bakanlığının, dışişleri bakanlığının talimatına mı dayalıydı,bunu bilmek mümkün değildi, ayrıca her bir vakadan kimin sorumlu olduğuda bilinmiyordu. Eğer bir tutuklama ve bu tutuklamanın sonuçlarıbütünüyle karanlıkta kalmıyorsa, hep aynı kişilerden oluşan küçük bir385


çevre, resmi açıklamalara teslim olmayıp olaylara burnunu soktuğu içindi,bu çevre olayları izliyor ve kurtarma çalışmaları genellikle son âna bırakılıyordu.Daha önce pek çok kez yanıtlamış olduğu soruların tekraryöneltildiği bir sorguya daha çağrılan Bischoff un hararetli bir biçimdedevreye giren bu aksiyonlardan birisine ihtiyacı vardı, dilekçeler, gensorular,kefaletler, hükümet üyelerine edilen telefonlar sayesinde bazen başarılıolup tutukluların sınırdışı edilmesini erteliyor ve engelliyordu, bazende başarısız olup bir suskunlukla sonuçlanıyordu. Adaletten, insancıldüşünceden yana olanlarla yıkıcılığın temsilcileri arasında bir yıpratmamücadelesi şekillenmeye başlamıştı, birinci grubun imza attığı her başarıdakarşı taraf daha sert önlemlere başvuruyordu. Bazen öyle oluyordu ki,pek çok yüksek rütbeli askerden, işadamından, bilimin ve kamusal yaşamıntemsilcilerinden oluşan bu kampın üstün gelmesi kaçınılmaz bir durummuşgibi algılanıyordu. Aylar geçtikçe vahşileşmenin etki alanını nasılgenişlettiği belirginleşmeye başladı. Faşizmin adım adım yükselişiniyaşamış olan bizler başa dönerek kendimizi bir kez daha sinsice hayatımızasızan, tanımlanması zor o durumun içinde bulduk. Terminoloji değişiyor,baskı gören gruplar daha hoyrat bir bakışa maruz kalıyordu. Egemenlerartık SS'e yeni kuvvet toplamakla uğraşmak zorunda kalmıyorlardı,vahşileşmenin motoru silahlı köleleri onların ayağına getiriyorduve genellikle bu köleler daha önce yaşamlarında mahrumiyet çekmiş, aşağılanmışolanların arasından çıkıyordu. Şovenizmin ve gericiliğin etkisive gücü arttıkça bizim de, örgütlü bir karşı koyuşun izine rastlama ve biryolunu bulup tıpkı bizim gibi parçalanmış bir cephede bulunan gruplarakatılma isteğimiz o oranda artıyordu. Yapılan açıklamalara bakılırsa, buülkede olup bitenler huzurun, düzenin ve ulusal bağımsızlığın korunmasınahizmet ediyordu. Mültecilere hoşgörü gösterilmemesi diplomasiningereğiydi, Avrupa'nın merkezindeki güçlü devletin bu ülkenin tarafsızkonumuna cevaz vermesinin bedeliydi bu. Kan kokusunu alıp yabancıylave devrimciliğinden kuşkulanılan herkesle mücadele edilmesi gereğinivurgulayan bütün güçler, tarafsızlığın korunmasının en önemli görev olduğuyolundaki argümanın ardına gizleniyordu, radikal siyasetçiler debu argümanı benimsiyorlardı. On binlerce insan Fransa sınırında İspanyaCumhuriyeti'nden kaçarken, Barcelona'da ortalık idam komandolarınınyaylım ateşiyle inlerken, İsveçli girişimciler milliyetçi İspanya ile ticaretyapmak üzere nabız yokluyor, önde gelen sanayiciler Madrid'de birarayageliyor, gelecekte yapılacak iş anlaşmalarından umutlu olduklarını vurguluyorlardı.İngiliz ve Fransız fabrikatörlerin beklentisi de normalleşenekonomik ilişkilerdi. İspanya'da Başkan Azana'nın kaçışından sonra Batılıgüçler Cumhuriyetten geride kalanı savunmayı amaçlayan Negrin'i teslimolmaya zorlamak niyetindeydiler, Menorca Adası'nda ise Britanyabirlikleri Cumhuriyetin yenilgisini hızlandırmak için harekete geçmişti.Geriye dönen son İsveçli gönüllü birliği Stockholm İstasyonu'nda İspan-386


ya Komitesi'nin üyeleri tarafından karşılanmıştı. Sloganlar zayıf, söylenenşarkılar sönüktü. Hazırda bulunan polislerin izlemeye aldığı küçükgrup akşam saatlerinde garda, banliyö trenlerine koşan insan kalabalığınıniçinde yürüyerek tepesinde taştan bir yerküre olan ve su püskürtenaslan ağızlı fıskiyeli havuzun yanından geçmişti. Çökük yüzleriyle veBask bereleriyle bu adamlar fazla dikkat çekmemişti. Ve eğer çevrelerindekilerEnternasyonal Tugaylar'da savaştıklarını bilselerdi de meseleyeuzak oldukları için bunun bir önemi olmayacaktı. Oysa daha bir yıl önceİspanya'ya yardım için geniş bir halk hareketi söz konusuydu, kış başlayanakadar da hâlâ tek tük çağrılar sürmüştü, ama şimdi, Cumhuriyetindağılmasıyla birlikte müdahale isteği felce uğramış, savaşmaya devamınartık bir yararı olmadığı doğrultusundaki insanın elini kolunu bağlayangörüş egemen olmuştu. Bir hafta sonra, altı Şubatta bir başka kortej görülmüştükentin sokaklarında. Onlar kimsenin tanımadığı yürüyüşçüler değildi.Polis onları gözetimaltında tutmuyor, tam tersine sıranın en önündeyer almış onlarla birlikte yürüyordu. Kendi topluluklarının simgesi olanbeyaz kasketleri pervasızca başlarında taşıyan beş yüzün üstünde üniversiteöğrencisi, çiçeği burnunda eczacılar, diş hekimleri, doktorlar ellerindeulusal bayraklarla, afişlerle, meşalelerle müzik eşliğinde yürüyorlardı.Ostermalm Meydanı'ndan yola çıkmışlardı, Norra Bantorget'teki VictoriaSalonu'na kadar yürüyüp orada devletin düzenlediği gösteriye katılacaklardı.Yabancı doktorların, entelektüellerin göçünün ve Yahudi ithalininderhal durdurulmasını istiyorlardı. Tıpla ilgili meslekler gelecek düşünülerekİsveçli akademisyenlerin uhdesinde olmalıydı. Koro halinde, İsveçİsveçlilerindir, diye bağırıyorlardı. Yol kenarları onları izleyenlerle doluydu.Bu ülkede susmak ve yine gizli bir barınak bulmak zorundaydık. Almanya'daYahudilere saldırıldığı günde, kristal geceye denk gelen gündeParis'ten hareket etmiştik. Malmö'ye vardığımızda Yahudi olup olmadığımızı,eğer Yahudiysek ana tarafından mı yoksa baba tarafından mı olduğumuzubildirmek zorunda kalmıştık. İsveç Metal Sendikası'nın himayesialtında ülkeye sızmıştık. Çekoslovak pasaportlarımız da bizi kurtarmıyordu.Paris'te babamın adını kullanmış, Komünist Parti'yle ilişki içindeolduğumu reddetmiş, İspanya'da geçirdiğim bir yıldan söz etmemiştim.Aschberg'in, çalışmış olduğum Alfa Laval'ın Stockholm'deki yönetiminegönderdiği bonservis sayesinde burada geçici olarak kalma ve çalışmaizni verilmişti bana, Berlin'de santrifüj işinde deneyim kazanmış olmamsebebiyle santrifüj fabrikasındaki işe uygun olduğumdan söz ediliyordubu yazışmada. Düşünülebilecek yolların en sıkmtılısıydı bu, yarıyalana, ikiyüzlülüğe dayanan sefil, ama yine de benim için açık olan tekyoldu. Böyle bir yol ne bana güven duyulmasını sağlıyor, ne de güvenlikteolacağımı vaat ediyordu. Ülkede geçirdiğim üç ay boyunca fabrikanınbulunduğu caddenin dışına çıkmadım neredeyse, fabrikadaki denemesüresinde kalay kaplama atölyesinde temizlikçi ve ateşçi olarak iş veril-387


mişti bana, aynı caddede bulunan otuz yedi numaralı evde mobilyalı birdaire kiralamıştım. Kung Caddesi'ndeki demiryolu köprüsünden dümdüzilerleyerek Stadshagen'in dik yamacına kadar uzanan geniş ve rüzgârlıFleming Caddesi bana yetiyordu, orayı çoğunlukla geceleri görüyordum,çünkü vardiyam sabah dörtte başlıyor ve kantinde yemek yediktensonra eve dönerken de kış karanlığı bastırmış oluyordu. Paris'tenayrıldığımdan bu yana içimde taşıdığım sıkıntıyı aşmam yaklaşık üç aysürdü. Bunun nedeni sadece Paris'tekinin aksine burada her şeyin duyarsızve bulanık oluşu değildi, daha sınırı geçerken bende bazı izlenimleroluşmuş, sonra bu izlenimler beni etkilemeye devam etmiş ve güçlenmişlerdi.Helsingborg'a geldiğimizde binbir zorlukla Danimarka'ya gelen veİsveç feribotuna ulaşan iki Yahudi ailenin geri çevrilmesine tanık olmuştum.Rehberimizin ağzından duyduğumuz aşağılayıcı sözler, daha sonraduyacağımız ifadelerle, Yahudileri küçümseyen, Komünist Parti'yi ya daSovyetler Birliği'ni alaya alan ifadelerle bütünleşiyordu. Anlaşılan işçi hareketininiçindeki bölünme burada, Almanya ya da Fransa'da olduğundandaha derinlere kök salmıştı, Almanya'da ya da Fransa'da taktik nedenlerdendolayı çekilen bütün sınırlara rağmen birleşme eğilimleri hepkendini göstermişti. İsveç'te Sosyal Demokrat Parti'nin ve Sendikalar Birliği'ninyönetimi, işçilere ait, kendi uyanış dönemimizden tanıdığımızbütün ortak faaliyetleri elimine etmiş ya da susturmuş gibiydi. İsveç'egitmek isteyen grup oluşturulurken Komünist Parti'nin üyesi olduğu sanılanbirkaç kişi daha işin başında derhal gruptan çıkarılmış ve böyleceuzlaşmaz bir tavrın benimsendiği sergilenmişti. Sadece sosyal demokratişçilerin destekleneceğini bildiğim ve gruba alınmamı planlama merkezininbabamın çizgisi hakkında edindiği bilgilere borçlu olduğum halde,aynı sendikanın, en zor durumda olanları nasıl kaderlerine terk ettiğinigörmek beni çok sarsmıştı. Gidecekler kontenjanına alınırken, böyle tektaraflı bir dayanışmaya mecbur kalmış olmak fazlasıyla canımızı sıkmıştı,İsveç'teki ilk anlarımızda da kellemizi kurtarmak adına, siyasi tepkilerimizeihanet etmek zorunda kalmak iki kat daha can sıkıcıydı. Birinde bebek,ötekindeyse yaşlılar ve birkaç çocuk olan Bohemyalı iki aile önce bağırıpçağırmış, sonra çaresizlik içinde yalvarıp yakarmış ve en sonundadüşkırıklığı içinde suskunluğa gömülerek feribota geri götürülmeye razıolmaktan başka bir şey yapamamıştı, Almanya'da sinagogların yakıldığı,Yahudilerin işyerlerinin yerle bir edildiği, lanetli ırkın sokaklarda avlandığıbir dönemde geri gönderiliyorlardı. İlk aylarda bana acı çektiren sırtımızdataşıdığımız bu suskunluktu işte ve bu suskunluk politik sorumluluğunzorunlu bir sonucu değildi, kuşku uyandıracak en ufak bir sözünülkeden atılmaya, ânında kapı dışarı edilmeye neden olabileceğinin hesabınıyapan, pısırıklık biçimindeki korkunun sonucuydu. Geçerli bir pasaportumolmadan kâğıtlarımı alamayacağımın farkındaydım. Hiçbir siyasifaaliyetin içinde olmadığımı beyan eden belgeye imza attırılarak ve ev sa-388


hiplerinin talep ettiği gibi ilgili bir sendikaya girerek nötralize edilmiştim.Dilsel güçlüklere eklenen bu sınırlamalar fabrikadaki arkadaşlara mesafelidurmamı körükledi. Bu arada altı yüz elli işçinin yaklaşık yarısınınKomünist Parti'ye yakın olduğunu ya da parti üyesi olduğunu öğrendim,işyerlerindeki sendika seçimlerinde komünistler çoğunluğu almıştı. Gözebatmamam gerektiğini hiç aklımdan çıkarmadan yakın çevremdeki işçileritanımaya ve kime güvenebileceğimi kestirmeye çalışıyordum. Politikolayları tartışmadaki ton, özellikle de mültecilerin sorunları söz konusuolduğunda, onların tavrını ele veriyordu. Birinin sınırdışı edilmesindenveya bundan kurtulmasından söz edildiğinde, dile getirilmediği kendinibelli etmeyen mücadele bütün yapısıyla ortaya çıkıyor, ülke dışında olmaklabirlikte her an tekrar Almanya'ya teslim edilmeyi bekleyenlerin yada haklarında neye hükmedileceği belli olmadan tutuklu halde bulunanlarınlehine en ufak bir sonuç elde edilmesi içimizde yeni umutlar doğuruyordu.Fleming Caddesi benim için monotonluğun ve yaban ellerin adıolmuştu, öğleden sonraları başlayan alacakaranlıktaki, Pazar günlerinintenhalığındaki ve gece saatlerindeki Fleming Caddesi, mezarlıklarıyla,mefruşatçılarıyla, rehincileriyle ve yoksul dükkânlarıyla Fleming Caddesi,çıngırdayarak geçen, tiz çığlıklarla fren yapan mavi tramvaylarıyla FlemingCaddesi, Köprü Meydanı'na, pazaryerine, kanaldaki çıplak ağaçlarave evlerin arasından görünen, uzak tepelere bakan manzarasıyla FlemingCaddesi, işe giderken ve eve dönerken Fleming Caddesi, bahçesindekiçitin hemen önünde, ölülerin muhafaza edildiği şapelin tam yanındadoğum sancıları tutanlar için yeşil bir barakanın bulunduğu Sankt EriksHastanesi'ne bakan dördüncü kattaki dairemin penceresinden görünenFleming Caddesi, eskiliği ve griliğiyle sanayi bölgesi Fleming Caddesi.Tepesindeki yarım daire biçimindeki penceresi yelpazeye benzeyen kapıdangeçip atölyenin yönetim binasına tek bir defa girmiş ve görkemli kabulsalonundan sokağa ve gerisingeriye avlunun girişine gönderilmiştim,yılan gibi dolanan alçı süslemeleriyle tavan kubbesini taşıyan sütunlardakive duvarlardaki pırıl pırıl cilalanmış mahonu bir defa görmüş, kalemmemurlarının saygıdeğer çalışma masalarının önündeki bankolardan birindedikilip memura mektubumu uzatırken, daracık çalışma köşelerindesantrifüjlere dayanmış, ince giysilerinin altından göğüs uçları görünengenç kızlar muzaffer komutanlar edasıyla bana tepeden bakıyorlardı, birdaha da bu kuleli binayla alışverişim olmamıştı, işe yerleştirmelerden sorumluolanlar atölye mühendisleriydi, hangi işe yerleştirileceğime dilimliavizelerin altında masaların başındaki, manşetli, kolalı yakalı, siyah takımelbiseli saygın beyler değil, ana girişin arkasındaki ikinci avluda bulunanyazıhanenin mühendisi bakıyordu. Bu eski moda devasa fabrikabir Ortaçağ kalesine benziyordu. Çevredeki yapılar labirent biçiminde inşaedilmişti, bunların arasına serpiştirilmiş ve büyük kapılardan geçilerekulaşılan dar avlular da sundurmalarla ve çift kanatlı kapılarla birbirlerin-389


den ayrılıyordu. Elimde kâğıtlarımla bekçi kulübelerinin arasından geçereksürekli çatallaşan yollar boyunca yürümüştüm. Bankacının yazısı,Berlin'deki hizmet süremi gösteren belge, damgalanmış pasaportum, MetalSendikası'nın üyelik kartı, bütün bunlar bana güvende olduğumu hissettirecekdokümanlardı, ama yine de sanki işgücümü sunmuyordum da,yükleme rampasının üstündeki karanlık bir odada gördüğüm mühendistensadaka dileniyordum. Torna tezgâhlarında, montaj hangarlarında, paketlemebölümünde insanlara ihtiyaç vardı, ama benim, olsa olsa bunlarabağlı çalışacağım bir işe düşünüldüğüm söylenmişti. Mühendisin sözlerinebakılırsa, firma aslında yabancılara iş vermiyordu, bunun tek istisnasıanonim şirketin dünyadaki şubeleriyle irtibat bürolarındaki işlerdi. Benimdurumumda bir istisna yapılacaksa deneme süresine tabi tutulacağımıekledi, evraklarıma bakışında yorgun bir yardımseverlik seziliyordu.Anladığım kadarıyla ücret olabildiğince aşağıya çekiliyordu böylelikle,mühendis benim bir talepte bulunamayacağımın farkındaydı. Saatte seksenöre alacaktım. Sözleşmede belirlenmiş olan asgari ücretti bu. Vasıfsızişçi olarak değerlendirilmem ve vasıfsız işçiliğe, getir götürcülüğe yenidendönmem mantığı olan bir düzenlemeydi, bunun benzeri babamın başınada gelmişti. Mühendisin kaçamak davranması, önce işe yarayacağımıkanıtlamam gerektiğini belirtmesi ve gönülsüz onayı, tam olarak nedensorumlu olduğum konusunda beni belirsizlikte bırakan muğlak talimatları,daha önceki deneyimlerimden bildiğim bir başlangıç haliydi. Kalaykaplama atölyesinde dekovillerin itilmesi, eritme kaplarının ısıtılmasıişlerinde yamaklık yaptım, kürekle kömür atmakla, asit tanklarının doldurulmasıve boşaltılmasıyla görevlendirildim, bir İsveçlinin pek talip olmayacağıişlere sürmüşlerdi beni. İşyerinde hep yabancı gözüyle bakılmıştıbana, iş bulmada sıranın sonunda, işten çıkarılmada sıranın en başındaydım,ama burada en çok eksikliğini çektiğim şey, benim gibilerlebirlikte okuma faaliyeti yapmak, yaşanan güne bir değer katan araştırmalardabulunmaktı, içinde bulunduğumuz ortamın güvensizliğini dengeleyenşey daha önce de hep bu olmuştu, ama burada böyle bir şeyin lafınıbile edemezdik, çünkü amaçlarımızı, burada anlam verilmeyecek amaçlarımızıele verme tehlikesi vardı. Fabrika avlularında katı bir kapalılık hissediliyordu.Günüm hep yerin altında geçiyordu, hep kararmaya yüz tutmuşkiremit duvarların, sıvaları dökülmüş kirli görünümlü öncephelerinarasında, kocaman kazan dairesinin yanındaki kömür çukurunun içinde,devasa bacanın altında, üstünde taşıma vagonlarının hareket ettiği raylarınyanı başında, dolambaçlı koridorlarda ya da eritme fırınlarının, asithavuzlarının bulunduğu alçak tavanlı bölmelerde dolaşıyordum. Bizimgirip çıkabildiğimiz çalışma mekânları hep fabrikanın iç kısmında kalıyordu,pencerelerden hemen hiç ışık girmiyordu içeri. Ama sonuçta herşey olması gerektiği gibiydi. Şahmerdanların iniltisi bizim nasır tutmamıziçin buradaydı. Bu sürgit parçalanmaya dayanıklı olduğumuzu göster-390


mek zorundaydık. Kömür avlusundaki demirhane kara bir mağarayabenziyordu, içerideki vargeller, volanlar, direkler ve borular ampullerlebenek benek aydınlatılmıştı. Pus ve metal tozu yüzünden sonu görünmeyenmakine dairelerinde transmisyon kayışları vızıldıyor, torna keskisi tizçığlıklar atıyordu. Kendimizi bulabilmek için kulakları sağır eden bugümbürtünün, bizi ezip geçmek isteyen her şeyin ötesine geçmek zorundaydık.İşçi olmak, bunun anlamı her gün tarifsiz bir aşınmanın içindengeçmek ve buna rağmen günün birinde, eğer o gün gelirse, her şeyi elegeçirecek olan gücü muhafaza etmek demekti. Sabah dörtte eritme potalarınınısıtılmasından sonra kalayın erimesi üç saat sürüyordu. O sıradaüretimden çıkan santrifüjler el arabalarıyla getiriliyordu, temizlenmeküzere, içlerine klorik asit dökülmüş fıçılara yatırılıyordu. Koruyucu maskelerimizitakmaya genellikle zaman kalmıyordu. Kazık gibi sertleşmişkaputlarımızla ve kösele eldivenlerimizle güç bela hareket ederek parçalarıpeşpeşe aşağıya bırakıyorduk, çıkan buhar bütün keskinliğiyle ciğerlerimizesızıyordu. İçin için yanan ıslak parçaları vinçlerle fıçılardan çekipkalay potalarının içine salarken öksürüklere kapılıyor ve gözümüzdenyaşlar akıtıyorduk, parçalar nemli halde yerlerine ulaşıyor, tıslayarakkaynayan metalin içine batıyorlardı. Bazı günler tekdüze bir koşuşturma,hacıyatmaz gibi eğilip doğrulma, habire bir şeyler alıp verme içinde vedüşünmekten uzak geçiyordu, bu debelenmenin kesintiye uğradığı tekan, avlunun eşiğindeki kömür çukurunun üstünde, paravan olarak tenekelerinkullanıldığı helanın içinde dikilip dumanlı göğe bakarak su döktüğümüzzamandı. Öteki arkadaşlarla aramda henüz, ne yapacağımı gösterenel işaretleri ve bana gösterilenleri konuşmadan yapmam dışındabaşka bir iletişim kurulmamış olsa da, hiçbiri henüz benim geçmişimle ilgilibir şey bilmiyor gibi görünse de, kısa bir süre sonra, konuştuğumuzdillerden ve geldiğimiz kökenlerden bağımsız olarak anlaşmaya başlamıştık,bu bağın temelinde hep birlikte sürünüyor olmak, hep birlikte aynıeziyete katlanıyor olmak vardı. Babamın kurallarını anımsıyordum,işin her ayrıntısında zorunluluğun farkında olmak, hiçbir faaliyeti küçümsememekve daima konsantrasyon içinde, kendini vererek çalışmak;bu ilkeler sayesinde ben daha mülteci konumumla siyasi eylem alanınaadım atma noktasına gelemeden önce çevremle bir bütünleşme duygusu,özünü bir mimikte, bir jestte bulan bir aidiyet duygusu başladı. Evet, benimücretim, bitmiş malların kalite kontrolünde çalışan düşük ücretli kadmlarmkindenbile daha azdı, ama kıdemli işçilerin ücretleri de ancakakord çalışmayla saat başına otuz veya elli kronu zor aşıyordu ve pek çoğusaat başı ücret almak üzere ek iş yapmak, tramvay kondüktörü ya dasinemalarda kapı görevlisi olarak çalışmak zorundaydı, aralarından biride pazar günleri Skansen Parkı'nda güvenlik görevlisi olarak çalışıyordu.Yeni koşulların ortaya çıkacağı uygun zamanı beklediğim sıralarda çıktıSelin karşıma, kalay kaplama atölyesinde ustabaşı ve atölyenin muteme-391


tiydi. Şubat başlarında bir cumartesi günü iş çıkışında birlikte yürümeyiteklif ettiğinde kanaatkârlığımın nedenlerini öğrenmiş olduğunu bilmiyordumhenüz. Fabrikanın kapısında rastlantıymış gibi yanıma gelip benimleyürümeye başladı, Scheele Caddesi'nden yukarı yürümeye başladık,beni kuşkulandıracak tek bir söz etmiyordu, işle ilgili her zamankisorunları konuşmak ister gibiydi. Köşedeki belediye binasının arkasında,karın içindeki karaağaçların arasındaki binanın arkasında beyaz kabartmalarıyla,parmaklıklanyla, sütunlarıyla, legolardan yapılmış gibi duranaçık yeşil sivri damlarıyla polis merkezi görünüyordu, belediye binasınınmiğfer biçimindeki kubbesiyle görkemli, dört köşe kulesinin karşısındaysaalçak, uzunlamasına direklerle desteklenmiş bir binanın çitle çevrilmişön bahçesi vardı. Kenarlardaki dar yollar araziyi sınırlayan yüksek duvarakadar uzanıyordu, soldaki merdivenlerin dibinde ilk bakışta dikkatçekmeyen bir kafe vardı, Selin bu kafede oturmayı teklif etti ve lafın arasına,ortak bir tanıdığımızın, Rogeby'nin orada bizi beklediğini sıkıştırdı.Bir açlık yılı olan bindokuzyüzonyedide ayrılmıştı annesiyle babası.Yedi yaşındaki çocuğu Karlstad'daki hapishane atölyesinde marangozolan babası almış, öteki iki kardeş hastalıklı anneye verilmişti. Sobalı birodada yaşıyordu babası, kentin kenar mahallelerindeki ahşap evlerdenbirinde. Baba sabah yediden akşam yediye kadar çalıştığı için, oğlan ilkokuldageçirdiği saatlerin dışında kendi başınaydı. Babasının önüne koyduğubirkaç dilim kuru ekmeği kemirirdi. Yemek dolabı tam takır olurdu,dolapta sadece bir bardak şalgam suyu bulunurdu. Alırsam babam anlamazdiye düşünmüştü bir keresinde çocuk. Masayı kapağını açtığı dolabınönüne sürükleyip masanın üstüne bir iskemle koymuş, en üst rafauzanmış, sonra yeniden ortalığı toparlamıştı. Daha o akşam hırsızlığı farketmişti babası. Kırmızı renkli şalgam suyunun birkaç damlası yere damlamıştı.Babası oğlanın kafasına ve poposuna darbeler indirmişti. Oğlanınçığlıkları komşular tarafından duyulmayacak gibi değildi. O zamanlarçocukların beslenme durumunu denetlemek için evlere komisyonlar gönderiliyordu.Çocuğa vücudundaki morlukların nasıl oluştuğu sorulduğundamasadan düştüğünü söylemişti. Ama gerçek neden ortaya çıkmış,çocuk babanın elinden alınmış ve evlatlık olarak bir Protestan rahibininyanma verilmişti. Ama burada, hali vakti yerinde rahibin yanında da babasınındarbelerinden daha katı olan saldırılara maruz kalmıştı. Dayağaalışkındı, bu onun için normal bir durumdu. Rahibin verdiği cezalarla iseilk kez adaletsizliği ve şiddeti öğrendi. Oğlan bir defasında, bir çocukkavgasından sonra yerde bulduğu bir fuları alıp okul çantasına koymuştu,amacı onu ertesi gün sahibine geri vermekti. Fuları bulan din adamıoğlanın yaptığı açıklamaya inanmamıştı. Onu dizlerinin arasına alıp sı-392


kıştırmıştı. Babası alt sınıftandı, kurumlar oğlanın yardımına yetişebilirdi.Ama rahip iktidarın ta kendisiydi. Rahip oğlanın fuları çaldığını söyleyince,oğlan da onu onaylamak zorundaydı. Önce kendini savunmaya çalışmış,bir itirafa yanaşmak istememişti, ama bedenini saran yağlı bacaklaronu tiksindirmiş, bu aşağılayıcı durumdan kurtulmak için yapmadığıbir hırsızlığı itiraf etmişti. Babasından bile daha aşağıda bir konumdaydıve başkalarının lütfuyla yaşayan bir evlatlık olarak sırf varolmak suçununkefaretini ödüyordu. Yalancı ve hırsız olarak bu dindar yuvadan kovulanoğlan ıslah edilmesi için başka bir ailenin yanına verilmişti. Umutsuzbir vakaydı o. Sonra Charlottenberg'e, Sunne'ye gönderilmişti, ucuzyardıma ihtiyacı olan küçük çiftçilerin yanına. Vârmland'ın rüzgârlı vadileri,Norveç sınırındaki ormanlar gidebileceği son noktaydı, uşaklığınegemen olduğu yörelerdi ona uygun olan sadece. Gündelikçi köylülerinyanında geçirdiği yıllarda, insanın kendine ait bir yaşamı olması nasıl birşey acaba, sorusu büyümüştü giderek içinde. Karlstorp'ta içinde dörtinek, bir at, birkaç da kümes hayvanı bulunan bir çiftlikte yaşayan, yanınasığındığı son babalığı ise zona hastasıydı, ama hastaneye gitmek istemiyordu,çünkü insanı orada bıçaklayarak öldürüyorlardı, kendini sözdehekimlerin eline teslim ediyor, onların elinde şişiklerle, kabarcıklarla şekilsizleşmişbedeni pis kokular yayıyordu. Oğlan kendisine karşı hiç merhametgöstermeyen çiftçinin yasını tutmamıştı hiç, ama analığını hiçunutmamıştı, babasının başrahip olduğu bir aileden gelen ve ikinci vaftizciolan bu kadın ona arada bir de olsa sıcaklık göstermişti. Ayrıca çatıdabir sepetin içinde muhafaza ettiği kitapları okumasına da izin veriyordu.Monte Christo Kontu, Tristan ve Isolde, bunlar yabancı bir dünyanın kapılarınıaçan kitap adlarıydı, ama yine de on dört yaşında bir çocuğu işdışındaki bir alana neyin sürüklemiş olabileceğini düşündüğünde bunundüş dünyasına dalmak değil, kaba bir zorunluluk olduğunu görmüştü.Demirbaş köle olmaktan kurtulmuş, Âlv'deki salcıların yanında gündelikçiolmuştu. İşi tomrukları ölçmekti, bu işte iki genç daha çalışıyordu,birisi mezurayı gövdenin alt ucunda tutuyor, öteki üst uca kadar gidiyor,ölçüyü yüksek sesle söylüyor, yazıcı da bunu listeye geçiriyordu, ölçülenparça diğerlerine bağlanmak üzere suya yuvarlanıyordu. İş sırasındayüksek sesle söylenenler hâlâ kulağındaydı, on üç kadem, on üç kademiki, on üç kadem üç. Günde iki yirmi beş kron kazanıyordu, bu para hepaç kalmış olan birisi için fazlaydı. Enine boyuna gelişiyor, Tigerbrandmarka tütün içiyordu. Bu iş bir yaz boyunca sürmüş, sonra yeniden işaramak zorunda kalmıştı. İş bulmalıyım iş, bu cümle Demokles'in kılıcıgibi üstünde asılı duruyordu hep. Ormanda odun keserken bileğini burkmuştu,hastalık nedeniyle sigortadan, çalıştığından daha çok para almıştı.Günlük geliri üç buçuk krondu, bunun altmışını biriktirip kendine bir takımelbise ve bir çift ayakkabı almıştı, amacı ekmeğini kentte kazanmaktı.Ama orada ona iş yoktu, böylece tekrar kırsala döndü, yeniden ormana393


girmek istemiyordu. Bir yük gemisinde çalışmak üzere başvurmak içinçok gençti, ama on altı yaşmdakiierin, gemici yetiştiren eğitim gemilerinebaşvurabileceğini duymuştu, reşit olmadığı ve bu iş için babasının onayıgerektiği için onunla bir kez daha görüşmek zorunda kalmıştı. Babası belgeyiimzalamayı reddetmiş, delikanlı sahte imza atacağını söyleyerek babasınıtehdit etmiş, marangozlukta ustabaşı olan babasının, eğer oğluhapse girerse bunun utancını taşımak zorunda kalacağını söylemişti. Aslındaihtiyarla konuşmak, ona başından geçenleri anlatmak istemişti, onyıllık bir ayrılıktan sonra onun karşısına özgür ve bağımsız olarak çıkmaktıarzusu. Aile efradından hiç kimse kalmamıştı, zaten kalmış olsaydıbile çoktan yok sayılanlar listesine girebilirlerdi. Ama babasının tek bildiğibir zamanlar oynamış olduğu role devam etmek, el kol hareketleriylebağırıp çağırmaktı, ama oğlu buna izin vermemiş, belgeyi babasının önünekoyup eline bir kalem tutuşturmuştu, öfke hissetmiyordu delikanlı,daha çok merhamet duyuyordu. Hapishane marangozu sadece onu değil,öteki iki çocuğunu da kaybetmişti, ikinci bir kadın da bulamamıştı kendisine,çocuklarının annesi yıllardır bir akıl hastası olarak tecrite tabi tutulmuştu.Delikanlı dikilmiş bekliyordu, bu dar, boğucu dünyadan kurtulmaisteği öyle güçlüydü ki, babası onunla mücadele etmekten vazgeçmekzorunda kalmıştı. Delikanlı onun yanından ayrıldıktan sonra bir kez dahaarkasına dönüp ona bakamamıştı. Böylece on altı yaşındaki genç adamMarstrand'a, adı limanla aynı olan eğitim gemisine gelmişti. Üç direkligemi yazın Kattegat ve Skagerak arasında gidip geliyor, kışın top bataryasınınbakımı yapılıyordu. Delikanlı topçu tesviyeciliğini ve silah demirciliğiniöğrendikten iki buçuk yıl sonra Stockholm marinasına vardı. Onbaşılığınyanı sıra ayda on kron karşılığında dışarıdan ortaöğrenimini tamamlamayaçalışıyordu, ama on dokuz yaşında, disipline sevk edilerekkovuldu, çünkü dolabında komünist broşürler bulunmuştu. Ülkede işsizliğinarttığı, İsveç'in de ekonomik kriz yaşadığı, Sosyal Demokrat Parti'ninve burjuvazinin o zamana kadar saklamaya çalıştığı derin toplumsaluçurumun gün ışığına çıktığı bir dönemdi bu. Bindokuzyüzotuz yılıgelip çattığında nasıl olup da komünist olduğunu sorgulamasına gerekyoktu, onu partiye tek bir neden götürmüştü, bu da güçlülerle güçsüzler,egemenlerle sömürülenler arasındaki karşıtlığı hayatı boyunca yaşamışolmasıydı, adı konmamış bir güdü sonradan haksızlık karşısında bilinçlibir mücadele isteğine dönüşmüştü. Finans kapital, dünya pazarlarındadepresyon denen bir duruma neden olmuştu, bu gelişme öncelikle zatengüçsüz olanları olumsuz etkilemişti. Proletaryanın cesaretini kırmak vemoralini bozmak için bir işsiz ordusu üretilmişti. Üretimin durduğu yerlerdehaklarını anımsatarak hemen greve gitmeye cesaret edenler, derhalkarşılarına çıkarılan şiddetli önlemleri göze almak zorundaydı. İşçileringrev kırıcılarla, polisle, askerle karşı karşıya gelmesi Adalen'de doruğaçıkmıştı, göstericilerin kortejine ateş açılmasını, komünistlere yapılan394


askılar ve sendika yönetiminin iş dünyasıyla daha sıkı fıkı olması izlemişti,bunun kanıtı otuzsekizin Aralık ayında Saltsjöbaden'de sözleşmeyeatılan imzaydı. Kraliyet marinasmdan defedilen delikanlı yüzde otuz işsizliğinhüküm sürdüğü bir ülkede artık iş bulamıyordu. İspanya'da içsavaşın patlak vermesine kadar yasadışı yollarla işe alınıp eğitimli miçove makinist olarak denizlerde dolaşmış, birbirinden farkı olmayan limanlargörmüş, her defasında yeni bir şeyler öğrendiği kitaplar okumuş, kendiside öyküler, mektuplar yazmaya başlamıştı, adını bilmediği ve heryerde yaşayan insanlar için yazıyordu, yazmak da gemide kol gücüyleçalışmak kadar doğaldı, herhangi bir talebi olduğu için değil, yazmak zorundaolduğu için yazıyordu. Cueva La Potita'daki sohbetlerimizden birinde,hep bir şeyler düşünüyormuş gibi görünen bu sakin tabiatlı yol arkadaşımakuş uçmaz kervan geçmez köylerde yaşamış bir köylü çocuğununeyin denize sürüklediğini ve bir enternasyonalist olmasına neyin nedenolduğunu sorduğumda, omuz silkerek ve gülümseyerek, herhaldetarihsel materyalizmin gücü diye yanıtlayabilmişti sorumu. Uzun denizyolculuklarında biraz Almanca ve İngilizce öğrenmiş olan bu arkadaşımbana o zamanlar, Teruel yakınlarındaki katliamdan önceki sonbahardaçocukluğundan söz ederken, Ortaçağ'dan kalma bir cehennem azabınıanımsatan bir dünyayı sadece benim gözümde değil, aynı zamanda kendigözünde de canlandırmak istiyordu. O zamandan bu yana geçen yirmiyıl, demişti, benim için çok uzun olabilir, çünkü ben tepeden tırnağa değiştim,ama oradaki birçok köyde yaşam koşulları hâlâ aynı, oralarda hâlâtarihöncesinde yaşayan insanlar var, onların hayatında cehaletten vebatıl inançtan başka bir şey yok. Piper ailesinin bahçeli evinin yanındakikafede tam Rogeby'nin karşısında oturduğum için, doktora gitmeye cesaretedemeyen ve cadı gibi bir kadının hazırladığı merhemle tedavi olmayıtercih eden çiftçi ölüm döşeğindeyken arkadaşımın nasıl onun yanındabeklediğini anımsıyordum, ailesiyle oturdukları odayı canlandırdım gözümde,annesi üç çocuğuyla yataktaydı, babası ise ceketini dertop edipkafasının altına koymuş, üstünde giysileriyle yerde yatıyordu, sonralarıbabasıyla birlikte yaşadığı oda vardı bir de, sobalı, kaim bir baca duvarıolan, çalı çırpı yığılmış oda, burada da ekşi ekşi kokan giysileriyle yatıpkalkıyorlardı, babası mutfak kerevetinin üstünde, oğlan ise dışarı çekilmişkutulardan birinde, dar bir tabutun içinde. Rengi sarımsı kahverengiyedönmüş, aşınmış masayı, yerdeki kaba kalasları, dışarıdaki helali avluyu,kışın genellikle donan tulumbayı bana nasıl betimlediyse, üstüne saldıranbabalığının evini de aynı şekilde betimleyebilmişti. Rahip yüksekbir sandalyenin üstünde oturuyordu, ayaklı saatin sarkacı bir oraya birburaya gidip geliyordu, masanın üstünde el örgüsü beyaz bir örtü vardı,şişmiş tül perdelerin aralığından içeri güneş ışığı vuruyordu ve duvardaİsa küçük çocukları iyileştiriyordu. Yoksunluk ve yoksulluk yüzündenhayatı zehir olan babasına ve sefaletin paramparça ettiği annesine göster-395


diği anlayış ve duyduğu merhamet, egemenlere duyduğu öfke kadargüçlüydü.Kung Caddesi'nin yukarısında bulunan parti lokalindeki bir buluşmamızdaSelin lafı yaptığı işe getirmiş ve Paris'ten gelen Çekoslovak grubuniçinde yer alan yardımcı bir işçiden söz etmişti. Otuzsekiz sonbaharında,Bohemya ve Mâhren'in işgalinden önce bu işçinin EnternasyonalTugaylar'da yer aldığını söylemişti. Fabrika çıkışında Rogeby'nin gizlicebeni teşhis etmesini sağlamıştı Selin. Böylece Selin aramızdaki buluşmayıayarlamadan çok önce nereden geldiğimi öğrenmiş ve beni denemek, oarada başka görevler alıp almadığımı anlamak için beklemişti. Rogeby sonaylarda İspanya'da parti gazetesinin muhabirliğini yapmıştı ve hâlâ gazeteninredaksiyonunda çalışıyordu. Yine de hem Selin hem de Rogeby benimbir süreliğine partiyle ilişkiye geçmememi önerdiler. Söylediklerinebakılırsa kendimi tehlikeye atmamalı, siyasi ifadelerden kaçınmaya devametmeliydim. Şu anda önemli olan tek şey fabrikadaki işimin sürmesiydionlara göre. İleride uygun bir zamanda bana görev verilse bile, partiüyesi olmamam bir avantaj olacaktı. Kafeden ayrılmıştık, damlar ve Piperlereait yüksek duvarlı evin önündeki ağaçlar kalın bir kar tabakasıylakaplıydı, oluklardan sivri buzlar sarkıyordu. Çiğnenmekten kararmış karlarınarasında çit boyunca yürüyüp karşıya geçtik. Merdivenler yeni binalarave patlatmayla düzleştirilmiş Kung Kayalığı'ndaki inşaat iskelelerineçıkıyordu, Rogeby bu merdivenin tam dibinde kiralık bir odada oturuyordu.Mobilyalı odasının penceresinden bir zamanlar Amaranten ve Coldinuhanedanına ait olan, şimdiyse restoranı ve kalacak odalarıyla özel topluluklarahizmet veren bahçeli bir bina görünüyordu. Mum ışığıyla aydınlatılmışbir salonda şık giyimli beyler ziyafet masasının başındaydı, uşaklarellerinde tepsilerle dolaşırken konuşmalar yapılıyordu. Bu salondatoplanmış insanlar gizlenmeye gerek duymuyordu, bembeyaz parlayanfırfırlı gömlekleriyle başları dikti, bizse tıpkı suikastçılar gibi küçük burjuvazevkiyle döşenmiş bu odada saklanıyorduk. Bu akşamüstü saatlerinde,kafamızı daha Berlin'deyken, İspanya'dayken, Paris'teyken meşgul etmişolan ve Alman Partisinin çok kısa bir süre önce Bern olarak anılan uzak birköşede verdiği konferansla yeniden güncelleşen bir konu açıldı. Zimmerwald'ıanımsatan Bern bu defa Paris'in güneyinde uzak bir köşedeydi.Şimdiye kadar alışık olduğumuz gibi bu buluşmanın özetlenen birkaç sonucuylayetinmek zorundaydık. Ortaya atılan soru antifaşist bir cepheninhâlâ ne ölçüde mümkün olduğu, Almanya içindeki muhalefetin ne şekildeetkin kılınabileceği, gözetim ve ihbar sisteminin nasıl aşılabileceğiydi.Fransa'daki ve İspanya'daki Halk Cephesi'nin başarısızlığından ve Almansosyal demokrat yönetimin yıllar süren inatçılığından sonra işçi partileri-396


nin ortak eylemleri için gereken hiçbir önkoşul kalmamış gibi görünüyordu.Yine de toplantıdan çıkan sonuç parti sınırlarının ötesinde kitlelerinortak harekete hazır olduğu yolundaydı. Almanya'da savaş çılgınlığınakarşı çıkanların sayısının arttığından söz ediliyordu. Hatta halktaki hoşnutsuzluğunbir bunalıma yol açabileceği bile hesaba katılıyordu. Öte yandanbütün ilerici güçlerin birleşmesi yönünde yapılan, tekelci sermayedenkurtulmuş demokratik bir cumhuriyeti amaçlayan, sosyalizm mücadelesinedevam edilmesini vurgulayan bir çağrıyla birlikte sosyal demokrasininçekinceleri de ister istemez gündeme gelecekti. Weimar Cumhuriyeti'ningeleneklerine geri dönüş umudu, komünistlerin önerdiği gibi bir birlikpartisinin kurulmasına izin vermiyordu. Sosyal demokrat yöneticiler bubirliğin, Komünist Parti'nin hegemonyasına hizmet edeceği fikrinden vazgeçmiyorlardı.Sosyal demokrat yönetim için partinin siyasi çıkarları ortakbir cephenin geç olmadan kurulması için gösterilecek çabadan dahaönemliydi. Nasyonal Sosyalist diktatörlüğü tasviye edecek tek şeyin savaşolduğu iddiasındaydılar. Bir felaketi, Komünist Parti'yle birleşme durumundabelki de sosyal demokrasinin gözden düşme riskine tercih ediyorlardı.Sosyal demokrasinin kaderciliği karşısında ise komünistlerin yanılsamasıyer alıyordu, onlara göre Alman işçi sınıfı bu birleşmeden sonraSovyetler Birliği'nin barış isteğine güvenecekti. Paris'in taşrası Draveil'denbize ulaşan kararlardan önce hangi görüş ayrılıklarının tartışıldığınıancak tahminle çıkarmaya çalışıyorduk, ama biz bu kararları bir özlemindışavurumu olarak değil, yeraltındaki hücrelere bir çağrı, onlara cesaretverme ve partinin hâlâ eylem yeteneğini kaybetmediğini gösterme girişimiolarak değerlendirmek eğilimindeydik. Coldinu merdiveninin dibindekisığınağımızda da emperyalizm yüzünden bütün kıtaların üstüne birbela gibi çöken tehditle burun burunaydık. Her yerde bizim konuştuklarımızkonuşuluyor olmalıydı, bu konuşmalarda sınırlı güçlerimizle, ağırzaiyat vermiş gruplarımızla imha planlarına nasıl dayanabileceğimiz tartışılıyordu.Almanya'da açıkça kendini göstermiş olan sınıflararası toplumsalçelişki İsveç'de son yirmi yıldır yumuşak biçimde ve fazla da su yüzüneçıkmadan, çoğunlukla sadece refah devletinin hayata geçirilmesiylebağlantılı olarak kendini göstermişti. Daha yaşlı işçiler yüzyıl başındakibüyük grev hareketlerinden edindikleri deneyimleri hâlâ içlerinde taşısalarda, bindokuzyüzotuzda şiddete başvurulan hesaplaşmalar yaşanmışolsa da, günlük reformlar gelişmeyi hep törpülemişti. Haziran bindokuzyüzonyedigibi erken bir dönemde devrim öncesi koşullarının hâkim olmasınarağmen, o zamanlar kurulan ve sonra Komünist Parti'ye dönüşensol parti bu ülkede hiç taban bulamamıştı. Çalışanlar sendikaların bağlı olduğuve seçim hakkı mücadelesinden, günlük iş saatinin sekiz saate indirilmesimücadelesinden bu yana sosyal ve ekonomik iyileştirmeleri devreyesokan eski partiye bağlıydılar. Durmadan kırılmalarla, bölünmelerlesarsılmış olan, Komintern'e sadakatla bağımsızlık isteği arasında gidip397


gelmiş olan Komünist Parti'nin tek yapabildiği önerilerde bulunmaktı,gerçi parti dolaylı da olsa ilerici bir gelişmeye hizmet ediyor, ama halkaaçılmayı sağlayacak sürekliliği olan bir program ortaya koyamıyordu.Parti egemenlerin sömürü planlarının açık seçik ortaya çıktığı bindokuzyüzotuzsekizseçimlerinde bile oyların yüzde dördünün altında kalmıştı.Son üç yıldır pek çok işçi duydukları güvensizlikten Sovyetler Birliği'ndekiolayları sorumlu tutuyordu. Kendi ülkelerindeki durum onlarınsahte bir güvene sarılmasına yol açmıştı. İşçi devletini demokrasi eksikdiye eleştiriyor, ama inisiyatif gücünün ellerinden alındığını görmüyorlardı.Zor zamanlarda güçten düşmüş olan işçiler piyasa istikrara kavuştuktansonra sanayiciler tarafından taviz vermeye zorlanmıştı. KendileriniSosyal Demokrat Parti'nin pozisyonunu korumak, bununla birlikte deşimdiye kadar ulaşılmış hedefleri büyütmekle görevli görüyorlardı, amasendika yönetimi ve İşverenler Birliği arasında birkaç ay önce imzalanansözleşmeyle birlikte bir barış ortamı yaratılmıştı, bu sözleşmeye göre işçive işveren örgütleri eşit haklara sahiptiler, ama üretimle ilgili kararlardayine de sermaye sahiplerine sınırsız hak tanınıyordu. Ortak sorumlulukkılıfıyla ekonomik istikrara ulaşılmış ve sınıf mücadelesinin araçlarınıkullanmaktan vazgeçilmişti. Radikal ideoloji adına ne varsa hepsi küçümsenmişve apolitik bir halk eğitimi tercih edilmişti. Tığ işi bir örtüylesüslenmiş yuvarlak masada oturmuş, parşömen kaplamalı avizenin zayıfışığında, oldum olası entelektüelleri parazit bir topluluk olarak sunmaya,onları işçi sınıfından koparmaya ve orta sınıfa tabi kılmaya çalışan anlayışıtartışıyorduk. Görünüşe bakılırsa, bizim, bağımsızlığımızı öne çıkarmaniyetimizin harekete geçirdiği bu manipülasyon, yarattığı etkiyle bilimseldüşünme yolunda ilerlememizin yolunu tıkıyordu. Gençliğimizden buyana tanıdık bir durumdu bu. Öncelikle de taşrada büyümüş olanların,dedi Rogeby, okumuşları boyuna bizi azarlamak niyeti taşıyan üstün birinsan türü olarak görmekten başka çareleri yoktu. Başrahip, öğretmen,köy doktoru, belediye başkanı ve idarenin tüm öteki memurları, bizim altbasamaklarına mahkûm olduğumuz bir hiyerarşinin parçasıydı. Daracıkodalarımızda, kendi halimize terk edilmiş olarak yaşadığımız meskenlerimizdesanatın ve edebiyatın dünyasını bize tamamen yabancı ve düşmanbir dünya olarak görmekten başka çaremiz yoktu. Tek başına, anababa ve çocukların paylaşmak zorunda kaldığı tek bir odayla papazınarazisi arasındaki, bizimle mülk sahiplerinin koşulları arasındaki karşıtlıkperspektifimizin kültürel boyutunu belirlemeye yetiyordu. Bu yalıtılmışlığımızne kadar uzun sürerse, eğitimden sadece elitin yararlanabileceğiinancı da o kadar kemikleşiyordu. Sadece genç yaşta kente gidenler,kütüphanelerle tanışma fırsatını bulanlar ve önce basit yazılardan başlayıpsonra da klasik yazarların yapıtlarıyla tanışanlar, kol gücüyle yapılanişin yanı sıra ona çok da yabancı olmayan entelektüel bir işin varlığını, ikifaaliyetin iç içe geçtiğini, birbirine dayandığını ve birbirleri sayesinde yol398


aldıklarını fark ediyordu. Sadece sosyal demokrat çevrelerde değil, aynızamanda bizim partimiz içinde de entelektüalizm düşmanlığı yaygınlaştıysa,bir şeylerin sansürlenmesi ve bizim bir şeylerden mahrum bırakılmamızgerektiği içindi. Liseyi bitirip yükseköğrenim sonrası mesleğe yönelmeşansı olanların çoğunun aklının fikrinin yükselmek olduğunu, bizidikkate almadığını, bizim mağduriyetimizi asla düşünmediğini hepimizkabul ediyoruz, dedi Rogeby, ama öte yandan bizim mücadelemizin tarihindefikirleri belirleyici olan pek çok insanın da onların saflarından geldiğiniunutmamak lazım. Onların kendilerini nasıl adlandırdıklarını,kendilerini entelektüel olarak görüp görmediklerini bilmiyorum, dediRogeby. Arada bazıları işçi ailelerinden çıktı, çoğunluğuysa burjuva evlerinden.Ama önemli olan, sırtlarında taşıdıkları geçmişleriyle ne yaptıkları,koşulların köklü bir biçimde değişmesi için güçlerini ne ölçüde kullandıklarıdır.Yapıtları incelendiğinde kimin tarafında oldukları da belli oluyor.İşçi kültürünün bekçileri sık sık, entelektüellerin her şeye tepedenbaktıklarını, ukala olduklarını, bizi eğitmek ve yönetmek istediklerini,buna karşılık durumumuzu bizden başka kimsenin değiştiremeyeceğinisöylerler. Böyle bir anlayış oluşum ve olgunlaşma fikrini dışlıyor, gününbirinde bizim de yüksek öğrenimle tanışmamızı talep eden bakış açısınınönüne set çekiyor. Bu süreç yaşanmadan işçi sınıfının kendi görev bilincinevarması mümkün değil. Bu görevler toplumun sosyal ve ekonomikaçıdan değişimine katkıda bulunmaktan ibaret değil, ifade araçlarının yenidentasarımında da etkili olmalı işçi sınıfı. Hareketimizin içine gerici,kültür düşmanı bir eğilim sızdı. Kim ki okumuşluğu, sanattan anlamayıküçümsüyor, düşünmeye de karşı demektir. Komünist partililer engel yaratıyorlar,çünkü burjuva ideolojisinin devrimci ruhu parçalayacağındankorkuyorlar. Sosyal demokrat yöneticilerin yaptıklarının sonuçları dahada ağır, çünkü onlar bilinçlenmeyi teşvik edebilecekleri bir yere geldiler,arkalarında da çalışanların gücü var, ellerindeki imkânlarla onların kültürürünleriyle rahatça tanışmalarını sağlayabilirlerdi. Ama entelektüeletkinlik, ilerici eğitim, uluslararası çatışmalar karşısında gösterilen duyarlılık,gerçek kurtuluş mücadelesinde katılımcılık onların çizdiği sınırlarıaşacak diye ödleri patlıyor. Hiç kuşkusuz eğitimden yanalar, ama sadeceburjuvaziyle elele verip oluşturdukları karmanın ötesini göremeyen,sosyalist kalıntılarla kapitalist kâr amaçlarının karışımı olan bir ekonomininegemen olduğu bir devlet yapısının sınırlarına hapsolmuş bir eğitimdenyana. Sözde bir nesnellikle getirdikleri bir açıklamayla, iktidara gelmeyibaşarsalar bile, burjuvazinin hâlâ belirleyici pozisyonlara sahip olduğunu,bu yüzden de ancak yoğun bir çabayla dengeyi sağlayabildiklerinivurguluyorlar. Gizledikleri, ama pratikte her gün kanıtladıkları birşey var, o da kapitalist üretim sistemi uğruna sanayi çağı demokrasisi fikriniçoktan bir yana bırakmış oldukları. Yine de ülkenin tarafsızlığınıayakta tuttukları her gün, onlara eylemlerinin doğruluğuna işaret etme399


şansı veriyor, işçilerin de onları onaylamaktan başka çareleri kalmıyor. İşçilermahrumiyet yıllarını hâlâ çok iyi anmısıyor, bu nedenle kazanımlarıriske sokmak istemiyorlar. Her Allahm günü kovulma korkusuyla yaşamanınne demek olduğunu biliyorlar. Hayatları birkaç kuruşluk maaşıhesaplamakla geçenler için yeni bir çatışma ortamı yenilgiyle aynı anlamageliyor. Ayrıca, dedi Rogeby, ülkemizi beklenen savaştan uzak tutmakda bizim görevlerimiz arasında. Ama bunu yaparken, yaklaşan savaşınnasıl engellenebileceğini de araştırıyoruz. Oysa yönetimdeki sosyal demokratlarsavaş kışkırtıcıları karşısında etkili olmak için ellerinden geleniyapmak yerine savaşı kaçınılmaz görüyorlar. Kendi Enternasyonallerinibir savunma cephesinin oluşumu için harekete geçirmek üzere hiçbir inisiyatifkullanmıyorlar. Tıpkı ülkeden kaçan Alman dostları gibi, tıpkıFransa ve İngiltere'deki dostları gibi hiçbir şey yapmadan öylece bekliyorlar.Paris'ten gelen çağrıya yanıtlarını ise çoktan verdiler. Tavırlarınıbir gösteriyle ortaya koydular. Almanya'daki Kasım Devrimi'nin tasfiyememuru Scheidemann'ı Stockholm'e davet ettiler, diye ekledi Rogeby. YediŞubatta, yani bu akşam İşçi Cemiyeti'nin lokalinde İki Dünya SavaşıArasında başlıklı bir konuşma yapması planlandı. Görevi sosyal demokrasininmücadeleci geçmişini unutturmamak olan işçilerin, yakalanan ikiAlman komünistin, Drogemüller'in ve Bischoff un sınırdışı edilmeleriningündemde olduğu bir zamanda, Cumhuriyet Almanyası'nda karşı devrimedavetiye çıkarmış olan eski başbakan müsveddesini çağırmış olmasıaçık bir düşmanlığın habercisiydi. Ama yine de, dedi Selin, diyalog çabamızıdevam ettirmek zorundayız. Branting, Ström, Wigforss, Unden gibisosyal demokratların desteğine ihtiyacımız var. Tüm yetkililer karşımızatam bir set çekiyorlar, dedi, polis komiseri Söderström'den dışişleri bakanıSandler'e kadar. Her şeye rağmen Halk Cephesi fikri az sayıda bile olsademokrat ve hümanistler var oldukça gözden çıkarılmamalı, onların desteğinikazanmak için her seferinde yeniden çabalamak zorunda kalsakda. İçinde bulunduğumuz durum düşünülürse en uygun yol bu. Nitekimkaranlığın bastırdığı, bahçedeki ıslak ağaçların pencerelerden sızan ışığınaltında parıldadığı bu saatlerde bir kez daha ısrarla onların kurtarılmasıiçin uğraşılıyordu, belki de çok geçti, belki de tutuklular, smırdışı edilipgörevli memurlara teslim edilmiş, bir yerlerde bir trene ya da gemiye bindirilmişlerdi,ve biz gözlerimizi dikmiş dışarı bakarken ve karşıdaki balosalonunda kadehler tokuşturulmadan önce günün anlam ve önemini belirtenkonuşmalar yapılırken, bizim duyularımız bütün gücünü kullanarakuzaklardan gelen ve yardım isteyen yakarışları alıyordu sanki.Soylu Piper ailesinin bahçesi, köşkleri ve yapma sarkıtlarıyla, çiçekleriyle,limonlukları ve gizli yollarıyla ünlenmişti. Adı şimdi Scheele Cad-400


desi olan Trâdgârds Caddesi'nden gelip geçenler yüksek duvarlar yüzündeniçerideki bahçeleri ve parkları göremiyordu. Zamanında çimenlikalanlarda, fıskiyeli havuzların ve heykellerin çevresinde şölenler düzenlenmiş,müzik dışarılara yayılmış, akşamlarıysa halk donanma fişekleriniseyrederek eğlenmişti. Geçen yüzyılın başına kadar süs bahçelerinin, kırköşklerinin, av alanlarının bulunduğu bir ada, kent sakinleri için bir gezintiyeri olan Kungsholmen yavaş yavaş atölye sahiplerinin ve fabrikatörlerinmekânı haline gelmişti. Çok uzun yaşayan feodalizmin çöküşündensonra dericiler, yelken ustaları, çömlekçiler ve tuğlacılar kıyılara yerleşmişler,oturdukları küçük ahşap evlerden bazıları uzun süre, büyüyüpmekanikleşen atölyelerin, döküm evlerinin, silah demircilerinin ve birahanelerinarasında kalmıştı. Kestane koruları, yolları süsleyen ıhlamurlarkesilmişti, taş bir köprünün Tegelbacken'a çıktığı köşede, Mâlar sahilininköşesinde modern endüstrinin görkemli binaları, buhar değirmeni, ateşdeğirmeni yükseliyordu, bunun dışındaki araziye de kışlalar, askeri hastanelerkurulmuştu. Yüzyılın sonuna doğru bacaları tüten geniş yapıların,kentin bu bölümünde çalışan işçilerin oturdukları sıra sıra kiralık evlerinarasında birkaç ağaçlı tepe, bir mezarlık, çitle çevrilmiş alanlarda birazçalı çırpı kalmıştı. Soyluların arazisi bir proletarya bölgesine dönüşmüştü,mahrumiyet zamanlarında müreffeh yaşamın eski adasının adıAçlık Holmü olmuştu. Piper mülkünün tam kenarındaki birkaç Schreber 6bahçesi ve tarla uzun süre dayanmıştı, ta ki Dünya Savaşı'nın hemen öncesindekiyıllarda buraya belediye binası, tutukeviyle birlikte polis merkeziyapılana kadar, son değirmen ise yüzyılın başında büyütülerek madenayrıştırma işletmesine dönüştürülen Gundberg Metal Fabrikası'nmardındaki tepenin üstündeydi. O zamanlar Fleming Caddesi henüz asfaltlanmamıştı,enlemesine uzanan, üstü kapalı atölyelerinde işlerini yapanhalatçılara öykünerek Reparebans Caddesi adıyla anılan bu eski köyyolu kamyonların tekerlekleri, atların nalları yüzünden eğri büğrüydü,sabahın erken saatlerinde ve akşamları işçi kafileleri toza ve çamura bulanarakbu yoldan geçiyordu. Kung Köprüsü'nün yanında, caddenin başladığıyerde, tahta çitlerin arkasında bugün hâlâ kalasların yığıldığı, marangozların,yakacak odun satıcılarının ve hurda demircilerinin arabalarınınbulunduğu bir alan vardı, aşağıda Riddar fiyordunu Karlbergs Gölüve Ulvsunda Gölü'ne bağlayan kanalın balçıklı sahilinde yük takalarınıniskeleleri vardı. Bu mekânda barınan bizlerin uykuya teslim olmasındanönceki anlarda odamda pencere pervazına dayanmış dururken, bir değişiklikyaşıyor, gün boyu gömülü kalan bir şeyi yakalamaya başlıyordum,bu saatlerde düşünme becerisi diyebileceğim bir şey harekete geçiyor, duyularkıpırdanmaya başlıyor, çevrede olup bitenlerin başka koşullardafark edilemeyen ayrıntılarını yakalamayı başarıyorlardı. Fleming Caddesi6 Büyük şehir sakinlerine küçük bahçeler temin etmek için çalışmış olan Dr. Schreber'e atfen.(Ç.N.)401


oştu, arasıra bir tamvay geçiyordu sadece, kimse sokaklarda amaçsızcadolaşmıyordu, buralarda oturanlar ise erkenden dinlenmeye çekiliyordu.Sağ tarafta, bir kütle halinde seçilebilen fabrika binası pencerelerinde ışıkyanmayan bir konut bloğunun ardında kalıyordu, bu blokta birer haznehalindeki konutlar insan soluğunun ağırlaştırdığı bir havayla, sürekli içeçekilen ve dışarı verilen havayla doluydu, orada, sersemleştirici bu darlığıniçinde birbirine sokulmuş, gevşemiş, uyku sersemliği içindeki gövdeleruzanmış yatıyordu. Artık yorgunluğu üstümden attığımı, zihniminaçıldığını hissetsem de, neyin peşine düşmek istediğimi bilmiyordum henüz.Hareket özgürlüğümün sona erip dört bir yandan kuşatılmış olanbir bölgeye itilmiş olmamla ilgiliydi bu. İlişkiler ve görevlerle dolu Avrupakıtası ufukta yitip gitmiş, yeni bağlantılar için zorlu bir arayış dönemibaşlamıştı. Politik olayların ve hesaplaşmaların içinde doğrudan yer almaktankurgusallığa yol açan bir tekdüzeliğin içine düşene kadar katettiğimyol özgüven karşısında en büyük tehlikeyi oluşturan edilgenliğin kıyısınasürüklemişti beni. Geçmişte yaşanıp tüketilmiş olanlar işyeri ortamınabaskın çıkıyordu. Bazen kendimi okuma yazma bilmiyormuş gibihissediyordum, böyle anlarda her şey bana hüzün verici bir değişmezlik,sürgit bir durağanlık içindeymiş gibi geliyordu, yapılacak her hamle birkayıtsızlık tarafından kuşatılıyor, atılacak her adım temkinli bir düşünmetarafından öğütülüyordu sanki. Ama bu da öğreticiydi benim için, her nekadar beni bedensel yorgunluktan daha fazla tüketiyor olsa da. İnsanınkendini sınırlamak zorunda kaldığı böyle bir durumu unutmuştum çoktandır,babam hayatı boyunca bu duruma düşmemek için mücadele etmiş,ben de Berlin'deki arkadaş çevremde aynı şeyi yapmıştım. Rogebyve Selin'le yaptığımız sohbet beni bu sorunla bir kez daha yüz yüze getirmişti.Eskiden siyasi gerginlik, eylemlerimizin daha büyük ilişkiler içindeyer alması bizi uyuşukluktan koruyordu. Yeraltında, güçsüzlerin arasındayaşıyor olsak da işimizin bir parçası olan her şey partinin planlarıylailişki içindeydi. Ülkenin dilini anlar hale geldiğimde ve yetersiz kalsamda tartışmalara katılmaya başladığımda, pratik isteklerin siyasi sonuçlarındankopartılmasını hiç anlayamamıştım önce. Bizim fabrikadaki komünistlerde sadece işle ilgili sorunlarla uğraşıyorlardı. İdeolojik bakışaçıları tartışılmıyor, topluma radikal bir eleştiri yöneltilmiyordu. Dahasonra anladım ki, o sırada sadece ücretler, parça başı ödemeler gibi konularda,sözgelimi hijyen koşullarındaki iyileştirmeler ve benzeri konulardayapılan görüşmelerde söz geçirebiliyorlardı. Uzun vadeli bir plan doğrultusundaçalışmışlar, uzmanlık alanında etkili olmayı başarmışlardı. İşçihareketi içinde bir azınlık olan bu topluluk için, belli başlı endüstri alanlarındasendikayı güçlü bir biçimde temsil etmek taktik açıdan önemliydi.Komünist Parti'nin taleplerinin sosyal demokrasinin sol kanadınıntaktik çıkarlarına uyumlu olması sağlanmalıydı, çünkü bu talepler, kısmende olsa ancak iktidar partisi tarafından gerçekleştirilebilirdi. Günde-402


lik ayrıntılarla hesaplaşmak bana yetmediği ve uluslararası perspektifleriniçinde yer alamamak düşüncesi beni bunalttığı zamanlarda Almanya'dakiişçilerin durumunu düşünüyordum. Çoğu zaman huzur görüntüsüveren içe kapanma atmosferi, her ne kadar bu içe kapanmaya on yıllardırsüren uzlaşmacılık, devrimci geleneklerden vazgeçiş damgasınıvurmuş olsa da, belki de daha büyük bir dayanıklılığın ifadesiydi. İşçilerinyüzlerinden haklarını elde etmek için mücadele ettikleri okunuyordu,ama bu mücadeleyi dinginlik içinde sürdürmeleri arkalarında güçlü örgütlerolduğuna inanmalarından geliyordu sanki. İçinde bulundukları sınıfıngücü kendini sendikaların gücünde gösteriyordu ve kendini gönüllüolarak sınırlayan bir güçtü bu. Burada işçilerin temel tutumu olan demokratiktutum, Almanya'da tanıştığım ve işçi hareketini felakete sürüklemişolan ateşli düşünmenin tam karşıtıydı, buradaki işçiler parlamentertemsil sistemi zemininde koşulların ağır ağır çalışanların lehine döneceğineinanıyor, bir diktatörlüğün içine çekilmeye izin vermeyeceklerini düşünüyorlardı.Diyaloğu şiddetli çatışmalara yeğ tutuyorlardı. Sahip olduklarıgüçlü adalet duygusu onların komünist partililerin çabalarınasaygı göstermelerini sağlıyordu. Çalışanların bu düşünceli tutumu sosyaldemokrasiye genel anlamda hak verdikleri anlamına gelmiyordu yine de.Davranışlarındaki pek çok şey partilerinin yönetim katlarının karşısındayer aldığını gösteriyor, seksiyon yönetiminin talimatlarına karşı da gelebiliyorlardı.Aralarında büyüdüğüm işçilerden daha sabırlıydılar sadece,yine de ben bu akşam Fleming Caddesi'ne bakan pencere pervazına dayanmış,İspanya'da, ondan önce de Berlin'deki gizli hücrelerde yaşadığımmücadeleyi onların da içlerinde yaşattıklarını ve eski deneyimlerintekrar su üstüne çıkarılabileceğini düşünüyordum. Onları görünüşte indirgenmişeylem güçleriyle gözümün önüne getirdim, talepkâr değillerdi,monotonluğa uyum sağlamış gibiydiler ve anladım ki, mevcut koşullardamümkün olan sadece küçük çaplı işler, orada burada yapılacak küçücükkaydırmalardı. Ama alnım pencere camına dayalı, düşündüğümtek şey bu değildi. Geceleri de tüten bacasıyla köşedeki bu fabrika yüksekduvarlarla çevrilmiş heybetli bir yapıydı, içindeki labirentleri gözümünönüne getirebiliyordum, bu labirentler Piper'lerin arazisindeki dolambaçlıbahçelerden daha farklıydı, ağaçlı tepelerin ve çayırların bulunduğuçevrede endüstri alanlarının nasıl büyüdüğünü tasavvur edebiliyordum,halka iş vermekle patronların nasıl ün kazandığını da; kendilerini ulusalimparatorluğun kurucusu olarak görenlerin gururu yönetim binalarınınsivri çatılarına ve kulelerine yansıyordu. Yoksullar yurdu, sığınma evi,şimdi de karşıdaki hastanenin giriş binası pervazlarla ve zikzaklarla bezenmişti,saray süsler gibi davranılmıştı. Kentin büyümesi, eskinin alaşağıedilmesi, sürekli yeniden yana olma hali, artık sadece düşsel imgelerdevar olan bir dünyanın yaşamaya devam etmesi ve güncel olanın kaçınılmazegemenliği, bunların hepsi de düşünülmeye değer konulardı, ama403


şimdi bunlara başka bir şey daha ekleniyordu, kolay kolay dile getirilemeyen,sadece benim düşüncemin parçası olan bir şey. Pencerenin yanındakiyatağın kenarına iliştim, mutfakla öteki kiracıların uyuduğu odanın arasındakibu dar mekândaydım, yanımda bir masa, bir iskemle, arkamdakanal kıyısından topladığım birkaç çalı çırpının yandığı çini bir soba vardı,bunların ortasında bir şey oluşuyordu, henüz söze dökemediğim vekendime açıklamayı arzu ettiğim bir şey. Bu kıpırtaya belki de ağaçlarıngörüntüsü yol açmıştı. Çıplak dallar, dalların incecik uçları kentin kızıl ışığınıyansıtan fondaki bulutlu gökyüzünün önünde çok belirgindiler. Toprağınaltına yayılmış kökten bu garip gövdeler çıkıp yükseliyor, gövdelerde dört bir yana kollarını uzatıyordu. Yeryüzü uzayın içinde yuvarlananbir küreydi. Ben bu kürenin sadece küçük bir bölümünü görüyordum, birhastane bahçesi, bir çit, boş bir cadde. Ağaçlar büyümeye devam ediyordu.Özsu dalların damarlarından geçip yaprak nüvelerini içinde taşıyantomurcuklara dönüşüyordu. Dallar titreyip hafif rüzgârda kıpırdandılar.Bu kent bir yerleşim bölgesiydi. İstasyondan yük trenlerinin boğuk sesigeliyordu. Yarın dallar aydınlığa doğru uzanacaklardı. Birkaç hafta içindetomurcuklar patlayacaktı. Ağaçlar havayı yokluyordu, açıklıktı bu, kendidışlarındaki dünyaya açıklardı, tıpkı gölgelik yerden aniden çıkıp yükselenve damların arkasında gözden kaybolan kuş gibi. Belki de evrendedönmekte olan bu dünyada her şey dinlemekten, sezmekten ibaret, sayısızsinir teli ve duyarga sayesinde, en hassas maddeler ve akla gelecek bütünorganlar sayesinde gerçekleşen bir dinleme ve sezmedir, belki de bütünyaşam hissetmek ve sürgit kıpırtılarla körlükten kurtulup kavramayaulaşmak için vardır, diye düşündüm. Gezegenimizin duyarlılığını farketmeminnedeni avludaki ağaçların, bundan sadece yirmi yıl kadar önce buavluda, hayatın dışına atılmış ihtiyarların, çalışmaktan beli bükülmüş buinsanların, terkedilmiş bir çocuk sürüsünün arasında sendeleyerek dolaşmasınatanık olmuş ağaçların sessiz duruşundan ve morgun yanındaki basıkbarakada doğum yapan bir kadının ani çığlığından başka bir şey değildiaslında. Bu duyarlılığa ermek de bunları dile gertirebilmek anlamınagelmezdi, anlık sezişlerdi bunlar, etrafı tarayan bakışlarım beni sadece hemenunutacağım bir düşünceye sürüklemişti, ama bu düşünce rahatlatıcıydıyine de, çünkü uzun süren bir yabancılık haline son vermişti. Artıkbu yalıtılmış adanın keşmekeşinde yalnız olmadığımı, kente dalma cesaretinigösterebileceğimi görmüştüm, gece vakti içine daldığım bu koridorkendi seçtiğim bir soyutlanmışlığm son kez katedilmesiydi. Yeni bir başlangıcıniçindeydim artık. Bu üç aylık dönemi düşünmeye çalıştığımda biryankıdan, boğuk ve metalik bir vınlamadan başka bir şey algılayamadım.Gittikçe uzaklaşan bu yankı kulağımda dört merdiven aşağıya indim, enüstteki iki kattan belediye binası kulesinin savunma kalkanı görünüyordu,aşağıda duvar kenarlarında kar birikmişti, beton zeminde çöp tenekelerininve çamaşırhanenin arasında su birikintileri vardı. Fabrikanın önün-404


den geçtim. Açık renk kesme taşlarla bezenmiş köşeleriyle ve pencereoyuklarıyla, süslemeli çatılarıyla yükselen içerisi karanlık yönetim binası,fabrikanın kanala kadar uzanan kanadıyla tezat oluşturuyordu. Makinedairelerinde gece vardiyası için ışıklar yakılmıştı. Pistonların ve transmisyonkayışlarının vınıltısı meyilli yoldan duyuluyordu. Sağda çitin arkasınael arabaları ve tezgâhlar karmakarışık yığılmıştı, etrafta nemli ahşap,katranlı mukavva, küf kokusu vardı. Su daha da donmuştu, buzun içindenkazıklar yükseliyordu, yıkık dökük kayıkhaneler, ambarlar, çarpıkçurpuk iskeleler kıyı boyunca dizilmişti, taş yığınını tırmanıp hastane bahçesininaltında kalan set boyunca yürüdüm. Karşı limana direksiz bir brikbağlanmıştı, içinde ikamet edilen bir gemiydi bu, ama artık çürümüştü,bir tek kıç tarafındaki eğik flama direği deniz yolculuklarına ait anılarınıanlatmak ister gibiydi. Arkadaki garda vagonlar, düdükler ve sallanan işaretlambalarıyla manevra yapıyorlardı. Göz alabildiğine uzanan kurumuşçayırlardaki bir fundalığın içinden Sankt Eriks Köprüsü'nün dev ayaklarıyükseliyordu, yükseklerde köprünün üstünde bir otobüs vınlayarak zifirikaranlığı ve sessizliği delip geçti. Kungsholm girişindeki köprünün yanında,yalçın kayalıkların arasından yükselen kulelere benzeyen iki devasayapı uzanıyordu, tünellerden aşağıya inip Kronoberg tesislerine, delinerekkraterler açılmış yüksek duvarların uzandığı alana geldim. Bir zamanlaruzak bir köşede, Stadshagen ormanlarının başladığı yerdeki bir güherçilemadeninin yakınında yer alan eski Yahudi mezarlığı şimdi parkın bir bölümünüoluşturuyordu ve demir parmaklıklarla çevrilmişti, harap olmuşmezar taşları kaim ağaç gövdelerinin ardına gizlenmişti. Hepsi birbirininaynı olan taş cephelerdeki deliklerden birinin içinde bir lambanın ışığı görünüyordu,yükseltinin çevresindeki yılantaşlarmın içinden birbirindenayıramadığım yollar geçiyordu, bu yollar beni polis merkezinin hapishanesinegötüren caddeye kadar çıkardılar. Şubat ortalarıydı. Drögemüller'insınırdışı edilmesini engelleme çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştı. TrenleMalmö'ye götürülmüş, Kopenhag feribotundaki Danimarkalı memurlaramakbuz karşılığında teslim edilmişti. Komünist milletvekili Senander parlementoda,bu yeni icat insan nakliyesine karşı çıkmıştı. Oturum başkanınınçekicinin sesleri bu milletvekilinin, Drögemüller'i Krallık'ın kararıdoğrultusunda sınırdışı eden ve ülkeye yeniden giriş yaptığı takdirde biryıl hapis cezasına çarptırılacağını belirten belgeyi okumasını engellemişti.Drögemüller'i destekleyecek kimse bulunamamıştı. Buna karşılık Bischoffaydınlatılmış hücrelerden birinde bu gece dışarı çıkma hazırlıklarını yapıyordu.Akşam saatlerinde sorguyu yöneten memur ona serbest bırakılmasıdurumunda ne söyleyeceğini sormuştu. Bischoff önce bu soruya yanıtvermemişti, çünkü böyle apansız gelen bir haberin bir oyun olabileceğinidüşünmüştü. Ama sonra, ertesi gün hapishaneden çıkacağına ilişkin kararkendisine bir kez daha söylenmişti. Bischoff a lütufta bulunmuş olmalarıylaöteki tutukluya layık görülen yargı aynı duyarsızlığın ürünüydü,405


ölüm kalım meselesinde canının istediği kararı veren bir duyarsızlığın. Üçhafta önce rahibe ona kent gezisinde rehberlik etmişti. Aslında bu gezi,kenti bir daha asla göremeyeceğinin göstergesiydi. Ama şimdi ansızın tamtersi doğrultuda bir karar alınmıştı hakkında. Bu yöntemin keyfiliği karşısındaşükran borcu duyması mümkün değildi. Ama ötekiler sınırdışı edilirkenneden kendisine böyle bir lütufta bulunulduğunu sormadan edemiyordukendine. Memurla konuşması sırasında bu saklambaç oyunu birsüre daha devam etmişti. Artık yurtsuz bir insan olarak ne yapmayı düşündüğüsorusunu yöneltmişti memur Bischoff a. Ululuslararası hukuktayeri olan siyasi sığınma hakkı arayacağım, demişti Bischoff. Peki neden buhaktan yararlanmak istiyordu. Çalışabilmek, herhangi bir iş bulabilmekiçin. Siyasi bir iş mi olacak bu, diye sormuştu komiser. Yabancıların siyasifaaliyet gösteremeyeceklerini biliyorum, demişti Bischoff. Ülkede kalmasınaizin verildiğini belirten belgeler önündeki masadaydı. Bu belgenin yanındaAlman polisinin damgasını taşıyan bir mektup vardı. Mektup Bischoffun vatandaşlıktan çıkarıldığını bildiriyordu. Memur formları onunönüne doğru itmişti. Bischoff imzalanması gereken her şeyi imzalamıştı.İkametgâh değiştirdiğinde bunu bildireceğini onaylamıştı. Siyasi faaliyettenvazgeçtiği doğrultusunda yüksek sesle açıklama yaparken son haftalardayaşadıklarından sonra siyasi eylem gücünün daha da yükseldiğinidüşünmüştü içinden. Serbest bırakılmasında kimlerin etkili olduğunu sormamıştı.Onun konumunda böyle sorular sorulmazdı. Komiser onun hiçbirsevinç belirtisi göstermemesine şaşırdığını söylemişti. Komiserin tepkiside görünüşte tıpkı rahibeninki gibi çocuksuydu. Yüzünde kötülükteneser yoktu. Bischoff kimle karşı karşıya gelse onunla ilgili bir tür kayıtdüşmeye alıştırmıştı kendini. Gözlemlediği özellikleri kafasına kaydediyordu.Polis memurunun da kenarları hafif sarkık kalın dudaklarını, yuvarlakbesili yanaklarını, açık mavi sulu gözlerini, arkaya taranmış, şakaklarınadoğru seyrelen kumral saçlarını kaydetmişti zihnine. Düz ve nazikbir yüzdü bu, başkalarının kaygıları, acıları karşısında kendini korumayıbilen, sorumluluk gerektirmeyen anonim görevleri yerine getiren, ülkenintarafsızlığının ve masumiyetinin simgesi olabilecek bir yüz. Peki yarın çıktığındanereye gidecekti. Mâlartorg'daki Rote Hilfe'ye diye yapıştırmıştıcevabı Bischoff. Gizli şeylerin içinde tutulabileceği bir boş alan olduğunubiliyordu. İllegal çalışan, kendini devrimci faaliyetlere adamış birisi birşeyler gizliyor izlenimi yaratmamalıydı asla.Onbeş Martta çözülme başladı. Harekete geçmeyi ve planlar yapmayıtasarladığım geçen ay içinde aynı zamanda korkulu bir bekleyiş başlamıştıyeniden. Tıpkı bir yıl önce Ispanya'daki gibi yine insanın yakasınayapışan uğursuzluk, içimizde varlığından haberdar bile olmadığımız406


güçleri harekete geçiriyor ve bu güçler yıkılmanın karşısına akılcılıkla dikilmemizisağlıyordu. Soyutlanmışlığımı aşmam, birkaç yoldaşla ilişkiyegeçmiş olmam dayanma gücümü artırmıştı. Çekoslovakya'nın boyundurukaltına girmesinden hemen birkaç hafta önce, ailemin kaldığı yeri nasılaraştırabileceğimi ve onların da İsveç'e gelmesinin sağlanıp sağlanamayacağınıöğrenmek için Metal Sendikası'na başvurmuştum. Ama ne MetalSendikası ne de Stockholm'deki Mülteciler İçin Yardım Kuruluşu veÇekoslovak İrtibat Bürosu ailemi bulmayı başaramamıştı, Alman birliklerininPrag'a girişinden sonra annemle babamın Polonya sınırından geçmeyibaşarmış olmalarını dilemekten başka bir umudum kalmamıştı. Ogünlerde dostlarını korumak için çaba gösterenlerle karar yetkisini elindebulunduranlar ve durum karşısında geliştirilen tavırları geri çevirmektenbaşka bir şey düşünmeyenler arasında umarsız bir boy ölçüşme başlamıştı.Sıkıntının doruğa ulaştığı bir zamanda destek gösterme isteksizliği degiderek artmıştı. Uygulanması için pasaport dairelerine ve elçiliklere gönderilensert talimatlar başarılı olmuştu. Siyasi mülteciler suçlu ilan edildiktenve istenmeyen ırklar tasfiye edildikten sonra sınırlarda bir yığılmayaşanmasının beklenmeyeceği düşünülmüştü. Bu sadece İsveç'te değil,Avrupa'nın öteki ülkelerinde de geçerliydi. Nasıl ki Almanya'daki iktidarbundan böyle önemli sayılabilecek toprak taleplerinde bulunmayacağınıngüvencesini veriyorsa, Batı da artık kayda değer bir mülteci sorunuolmadığı haberini yayabiliyordu. Sadece sermayelerini dışarı aktarmaşansını elde etmiş olanlar, endüstri alanlarında zengin dostları, ilişkileriolanlar ya da işadamı olarak sağlam yatırımları olanlar başka ülkeler tarafındankabul edilmeyi umabilirlerdi. Sendikalar Birliği'nin şimdiye kadarsınırlı da olsa sunduğu destek hepten ortadan kalkmıştı, ama resmiaçıklamada belirtildiği gibi ekonomik olanakların eksikliğinden değil,Prag'daki parti yönetimiyle ilişkilerin kesilmesi yüzünden olmuştu bu,artık onlardan başvurular hakkında güvenilir bir bilgi almamıyordu. Belirleyicibir önemi olan hesaplaşma yaklaştıkça, komünist olduğundanşüphe edilenlere karşı geliştirilen dışlayıcı tavır da her yerde belirgin birbiçimde kendini göstermeye başladı. İngiltere'de gönülsüz yapılan görüşmelerinve Prag'daki Nansen Komitesi İnisiyatifi sonucunda, yüz binlercekaçaktan sadece birkaç yüzünün çeşitli ülkelere dağıtılmasına kararverilmişti. Batı kendi topraklarını kirletmemek için bu insanları gayet nazikbir tavırla Madagaskar'a, İngiliz Guyana'sına, Rodezya'ya ve diğerdenizaşırı bölgelere göndermeye çalışıyordu, ama geriye bir tek Meksika'dakive Dominik Cumhuriyeti'ndeki birkaç küçük koloni kalmıştı. Sığınmacılarınbüyük bir bölümü Yahudi kökenli olduğu için İsveç DışişleriBakanı Sandler onların ülkeye girişinin kamuoyunu olumsuz etkileyebileceğinisöyleyerek tansiyon düşürücü bir açıklama yaptı ve bu açıklamasıStockholm'deki Musevi cemaati nezdinde destek gördü, bu cemaat Avrupa'nındoğusunda yaşayan ve küçümsedikleri inançdaşlarıyla herhan-407


gi bir ilişkileri olsun istemiyordu. Ama halkın içinde biraz olsun adalet isteğibaş göstermişti. Henüz tanımlanmış bir tavır alış değildi bu, genel birmerhameti düşündürüyordu sadece. Sendikaların her biri kendi iş kolunda,metal işçileri, tarım işçileri, komün işçileri ve matbaacılar ayrı ayrı olmaküzere etkili bir yardım hizmeti için devreye girerken parlamentonunve iş dünyasının temsilcileri ve ulusal gruplaşmalar kendi aralarında, Yahudileşmeninberaberinde getireceği tehlikeden söz ediyorlardı. Böyleceişgal edilmiş Çekoslovakya'da hemen amaca yönelik biçimler almayabaşlayan sürek avı, izlerini özgürlükçü ve ilerici tutumuyla ünlenmişolan kuzeydeki Krallık'a kadar taşıdı. Kamuoyunda ses getirecek bir tartışmagerçekleşmiyordu. İktidarın ve baskın olan partilerin felaketi görmezdengelişleri ileri boyuttaydı. Sadece komünist basın ve birkaç liberalgazete örtbas edilen sorunu ele alıyordu, ama onların da hiçbir gücü veetkisi yoktu. Onbeş Martta Batı dünyasının toptan iflası kendini gösterdi,ama hisselerin zarar etmesiyle ilgili bir iflas değildi bu, borsalardaki faaliyet,öncelikle de metal pazarlarındaki hareket bütün canlılığıyla devamediyordu, son sahnede ahlaki değerlerin çözülmesiydi bu. Namussuzluğuörtbas etmek için çaba göstermeye bile çalışılmamıştı bu defa. Diplomasininaçıklamalarına bakılırsa sürgünlerin kaderinde destekleyici vekoruyucu bir rol oynamak panikten başka bir şeye neden olmayacaktı.Önemli olan bir şey varsa, o da kendini korumaktı. Avrupa'nın üstüneçökmüş olan dehşet çığlığı susturulmuştu. Eriyen karla, başlayan ilkbaharlabirlikte hepimiz ölümün egemenliği tarafından kuşatıldık. Batılıgüçler Çekoslovakya'nın mahvında nasıl kıllarını kıpırdatmadılarsa, bundanbirkaç gün sonra İspanya Cumhuriyeti'nin çöküşüne de aynı şekildeseyirci kaldılar. Bu iki demokrasinin yok edilmesine katkıda bulunmaklayetinmemişlerdi, bu durum bütünüyle onların eseriydi. Tarafsız iktidarlarınyardımıyla faşizmi desteklediklerini gizliyorlardı. Devlet adamlarıişgal edilen ülkelerden gelen korku ve dehşet haberleri karşısında bile herşeyin normal olduğu fikrinden vazgeçmiyorlardı. Başka ulusların meselelerinemüdahale etmek için ortada bir neden olmadığı söyleniyordu. İşkenceve eziyet raporlarına masal deniyordu. Olaylar hakkında konuşmakbize yasaktı, İsviçre'den İskandinav ülkelerine kadar, kendi görüşlerinibelirtme cesareti gösterip nefret dolu ev sahiplerinin gözüne batanyabancılar ya tutuklanıyor ya da sınırdışı ediliyordu. Fazlasıyla korunduğumuzdüşünülüyor ve bu kafamıza kakılıyordu. Siyasi ifadeler kullanmakinsanın kendi ipini çekmesi anlamına geliyordu. İçimizdeki her bireleştiri kıpırtısında şükran borcumuzu hatırlamak zorundaydık. İsveçdevletini aldığı sınırlı önlemler için suçlamaya, onun yasalarının boşluklarıbizi de yutmuş olsa bile hakkımız yoktu. Burada bulunuşumuzu hâlâgeçici bir durum olarak görmek istiyorduk. Onların dilini öğreniyor, kendimiziburadaki iş yaşamının bir unsuru haline getiriyor, ama buradayerleşebileceğimiz fikrini reddediyorduk. Her fırsatta bize istenmediği-408


mizi hatırlatan bu ülkede bir aidiyet duygusu hissetmek nasıl mümkünolabilir ki, demiştim Bischoff a. Bana şaşkın şaşkın bakıp bunun hiçbirönem taşımadığını, çünkü burada sadece başka bir yerde görevlendirilmeyibeklediğimizi söylemişti. İsveç'ten şikâyet edemeyeceğini, çünkübu ülkenin uzun zamandır bildiğimiz bir sisteme uygun davrandığını, enufak bir karşı çıkış imasının bile sistemin kendi temellerini sorgulamakanlamına geldiğini söylemişti. İsveç onun gözünde, ancak proleter enternasyonalizmekapıyı kapatarak ayakta kalabilen bir dünyanın küçük birparçasıydı. Şu sıralar sadece hücrelerimizde koruyabiliriz kendimizi, demişti,ama uzun vadede gücü eline geçirecek olanlar biziz, çünkü bizimbütün kıtalarla bağımız var, oysa Batı kendi içinde parçalanmış durumda,bu bencillik çökme korkusunun eserinden başka bir şey değil. Yeryüzünündevasa bölgeleriyle, henüz bakir bölgeleriyle karşılaştırıldığında, böbürlenipduran Avrupa nedir ki, demişti, bir gün oralarda büyük bir güçbaş gösterecek ve bu perişanlığımızı unutturacak. Ve bu ısrarlı bekleyişyüzünden her sıkıntıya düştüğümüzde Sovyet devletinin karşı karşıyaolduğu sorunları düşünmeliydik Bischoff a göre. Her şey onu yok etmeyeyönelikti. Faşizmin işgal ettiği ülkelerde insanların başına gelen korkunçşeylerin bile kendisini sarsmasına izin vermeyeceğini, henüz doruk noktasınaulaşmamış bu gelişimin içinde uzun zamandır yer aldığını söylüyorduBischoff. İsveç uzak bir köşede duruyormuş gibi görünüyor, amaaslında Batı'nın geri kalan bölümüyle bütünleşmiş halde, demişti, nasılbir ülkedeki olaylar başka ülkelerde alınan kararlara ve gerçekleşen olaylarakadar uzanıyorsa, halkların yazgısı da aynı, işkenceler ve cinayetlerevrensel bir düzenin parçası, bireyin yazgısını bunun içinden çekip çıkarmakbizim için imkânsız. Acılarını öğrendiğim herhangi bir insana merhametduyabilir miyim bilmiyorum, ortak acı öylesine kuşatıcı ki. Tüylerürpertici cinayetlere ancak bütünde müdahale edilebilir, dedi Bischoff,ancak bir bütün olarak bertaraf edilebilir. Üstelik katlanılmaz gibi görünen,ama katlanılmak zorunda olunan ortamların içinde küçük, dikkatçekmeyecek eylemler vardı Bischoff a göre, bu eylemler onurumuzu kırmakiçin elinden geleni ardına koymayan bu ülkedeki yaşamımıza bilebir anlam katıyordu. Rote Hilfe'ye yardım toplamak için elinde teneke birkutuyla inşaatlara gittiği saatleri kastediyordu. Bu yaptığı, siyasi faaliyetolarak değerlendirilip suç oluşturamazdı, zaten bu örgütü taşıyanlar işçipartilerinin kendileriydi, Bischoff ajitasyon yapıyor bile olsa, bunu dikkatçekmeden yapıyor, insanlara İspanya deneyimini, Almanya'da öldürülenlerihatırlatmakla yetiniyordu. Kısıtlı maaşlarıyla katkıda bulunan işçileronu tanıyor, ona ilkokul öğretmeni diyerek dostça takılıyorlardı, çünkükısa mola sırasında Bischoff onlara faşizmin tarihi üzerine ders veriyordu,bir casus bunu propaganda olarak değerlendiremezdi, çünkü dinleyicilerebildikleri güncel olayları aktaran, anekdotlarla süslü nesnel biranlatımdı bu. Bunun dışında saatte seksen öre karşılığında hizmetçi olarak409


çalışıyordu, hatta Dışişleri Bakanlığı'nda yerleri silmiş, üstünde önemlibelgelerin durduğu masaların tozunu almıştı, İş ve İşçi Bulma Kurumu'nunbu ihmali ortaya çıkana ve Bischoff oradan çıkarılıp evlere temizlikçiolarak gönderilene kadar sürmüştü bu. Bana bu olayı anlatırken daharahibeyi ilk gördüğünde dikkatini çeken ve maruz kaldığı bütün düşüncesizliğerağmen kendini bir tür masumiyet olarak gösteren bir şeydensöz etmişti. Bir iç çatışma yaşadığını, bir yandan karşısındakileri, aldıklarıeğitimin bir eseri olarak gördüğünü, öte yandan da onlardan güçlülerinişbirlikçileri oldukları için tiksindiğini söylemişti. Evcilleşmişlerdeve uşaklarda hep onların bastırılmış bilinçlerini ele verebilecek birtakımişaretler arıyor ve en kaba hakaretlere maruz kaldığı bu durumun nasılolup da ortaya çıktığını sorgularken yakalıyordu kendini. Avrupa'nınbaşka hangi ülkesinde, demişti Bischoff gülerek, serbest bırakılan siyasibir mülteciyi dışişleri bakanlığının odalarında temizlikçi olarak çalıştırmakmümkün olabilir ki, üstelik bu odaların arasında rafları Rusça kitaplarla,arada Lenin'in toplu yapıtlarıyla dolu olanlar da vardı, Bischoff bütünbunların onu casusluk yaparken yakalamak için kurulmuş bir oyunolduğu kanısında değildi. Bunun daha çok olumsuz düşünmeme yolundakitemel bir özellikle, dolap çevirme beceriksizliğiyle ilgili olduğunudüşünüyordu, belki de bir yerde bu ülkeyle ilgili başka bir manzara, yoldaşlarınçokyönlü yardım çabalarının tamamladığı bir ülke manzarası çıkacaktı,başlangıçta oluşan ezici manzaraya ters düşecek biçimde. Göçmenlerinürkek bakışları ve tutuk tavırlarının dikkat çektiği Riddarholm'dekiyabancılar ofisinde Bischoff la ilk kez karşılaştığımda onun birrahatlık içinde olduğunu gördüm, bütün bu kâğıtların doldurulması, belgelerindamgalanması onu hiç etkilemiyordu sanki. İsveç'in krallık dönemindenkalma büyük bir sarayın altında bulunan ve bu saraya uzun birkoridorla bağlanan, enlemesine ahşap barakaya neredeyse merak içinde,sanki eğleniyormuş gibi girmişti Bischoff. Dar ve küflü bekleme odasıyla,işlemlerimizin yapıldığı gişeleriyle, çabucak inşa edilmiş yapılara benziyordubu hangar, sınır istasyonlarından ve toplama bölgelerinden tanıdığımızbu yapılar kirlenmiş kurulama kâğıtlarından dökme sobalara kadarbütün ayrıntılarıyla yoksulluğa ve bizim yaşamımızın taşralılığınauygun düşüyordu. Narin cepheleriyle, teraslarıyla ve Gustav Vasa Kilisesi'ninçevresine dizilip adanın kenarlarını süsleyen yuvarlak kuleleriyleonaltıncı ve onyedinci yüzyıllardan kalma saygın binalar evsizler için tasarlanmışyapı üslubunu özellikle ortaya çıkarıyordu. İnsanların tahtakulübelerde üst üste yığıldığı çağdaydık, istif halindeki insanların listelerekaydedilip oraya buraya, geçici kamplara, enterne veya imha kamplarınagönderildiği çağda. Ve yukarıdaki pencereler içeri ışık girsin diyeaçılmıştı, Malar'ın sularından yansıyan ışık bir zamanlar Sparre, Bonde,Wrangel, Rosenhane, Hessenstein, Stenbock ve Oxenstierna ailelerininikamet ettiği, sanatsal inceliklerle dolu odalara düşüyordu. Eskiden bura-410


da, manastırın çevresinde sadece keçilerin otlamış olmasının bizim içinbir teselli kaynağı olabileceğini söyledi Bischoff, bunu söylerken Munkbro'dangelmekte olan ve acınası bir görüntü sergileyen insan kafilesinebakıyordu. Bischoff un yanında La Breviere'de Compiegne Ormanı'ndakio korkunç yurtta bakıcı olarak çalışan Lindner'm olduğunu fark ettim, oda benim gibi yabancı kimliği almak üzere gelmişti, artık benim de uyruğumyoktu. Bischoff bir güney taşrası olan Aspudden'deki Hâgersten Sokağı'ndaonunla birlikte oturuyordu, pek çok yabancı burada ucuza bulduklarıevlerde yaşıyordu, mutfaklı odaların aylık kirası elli altı krondu.Bir zamanlar Komünist Gençlik Derneği'nin ve Kızıl Öğrenci Birliği'ninüyesi olan, babası otuzüçte tutukluyken kayıplara karışan ve kocasıotuzsekiz Nisanında Ebro'da ölen Lindner de saat başı ücret karşılığındaevlerde temizlikçi olarak çalışıyordu. Ancak barakadan ayrıldığımızdabirbirimizle konuşmaya başlamıştık. Tanımadığımız insanlar arasındabirbirimizi gördüğümüzde kısa bir selam verip geçmek ve bir el hareketiyledışarıda birbirimizi bekleyeceğimiz konusunda işaretleşmek hepimiziçin bir kural haline gelmişti. Lindner ve Bischoff benden önce çıkmışlardı,rıhtıma çıkan yolun sonunda durduklarını görüyordum, adanınaristokrat evlerinden bozma devlet dairelerinde çalışan kâtipler banklardave su kenarındaki taş basamaklarda oturuyorlardı, öğlen güneşi ortalığıısıtıyordu, pek çoğu yanlarında getirdikleri yemeği yiyordu, liman işçileride öğle tatillerini burada, Mâlar buharlılarına aktarılmak üzere bekleyenyüklerin yanında geçiriyordu. Sanki tesadüfmüş gibi yan yana oturduğumuzyerden fiyordun karşı kıyısındaki Güney sahil yolunu görüyorduk,su seddinden Vâster Köprüsü'ne kadar uzanan uzun bir yoldubu. Kentin eski kısmındaki iç içe geçmiş sarımsı ve toprak rengi evler tepeyedoğru yükseliyordu, merdiven aralıklarına, sokaklara ve ön avlularakoyu gölgeler düşmüştü, parlayan damlardan bir baca ormanı yükseliyordu,hepsi de, saraya benzeyen yüksek kuleli bir binanın altında kalmıştı.Sağ taraftaki sarp kaya duvarlarına atölyeler, kırmızı renkli, alçakahşap evler, depolar ve sanayi tesisleri dizilmişti. Birkaç yük vagonu sahilyolunda duruyordu, küçük bir lokomotif yuvarlak buhar bulutları saçarakağır ağır geçti, vinçler kumla, çakılla ve taş levhalarla doluyor, sonrabunlar boşaltılarak üst üste yığılıyordu. Almış olduğumuz yabancı pasaportukadınların hizmetçi olarak ekmek parası kazanmalarını sağlayacak,benim de metal işçisi olarak çalışmama izin verecekti, kalış süremiz ancaküç ay sonra, hal ve gidişimiz kontrol edildikten sonra uzatılabilecekti. Çekoslovakyave İspanya düşmüştü, Almanya'nın talepleri Memelland,Danzig ve Polonya'ya yönelmişti, bizse Mart güneşinde oturuyorduk, sabahdörtte başlayan iş gününün yorgunluğu geçti geçecek gibiydi, kulaklardakitıkanıklık da yok olmaya yüz tutmuştu, suyun üstündeki açık vegeniş manzara bizi sakinleştiriyordu, yakınlarımız ya ölmüştü ya da kayıptı,ama biz bir tür korunmuşluk duygusuna kapıldık. Bu ilk buluşma-411


da Bischoff, burada bir avuç yoldaştan başka bir şey bulamadığımızı düşünüyorsakbu bizim eksikliğimiz olsa gerek, demişti, mevcut koşullardandaha fazlasını çıkarabilmeliydik ona göre. Başlangıçta o da her anlamaçekilebilecek olaylara tanık olduğunu, her şeyin kapalı kapılar ardındaolup bittiği kanısına kapıldığını söylemişti. Bir yerlere gönderilmelerdebir tuzak hazırlığı mı yapılıyordu yoksa önemsiz bir yer değiştirme migerçekleşiyordu, bunu asla anlayamıyordum, dedi Bischoff, sonra bu bulanıklığınancak bu ülkeyi, onun geleneklerini ve göreneklerini tanımamaklailgili olabileceğini düşündüm. Belki de sadece ortak mücadele içindeolduğumuz insanlara güvenebilirdik, ama limandan ve ta uzaktakiPâlsund tersanesinden gelen gürültüler, çevremizdeki barışçıl faaliyetlerherhangi birinin gözümüzün içine baka baka bize kötülük yapabileceğidüşüncesini imkânsız kılıyordu, resmi daireler, devlet ofisleri her yerdeaynıydı, onların amacı bize boyun eğdirmekti, ama bizim yakın olduğumuzgüç sonsuz bir cesameti olan çalışanlar dünyasıydı. Öte yandan buradabulunuşumuzla ilgili olan zor ve tehlikeli şeyleri aklımıza getirentam da bu barışçıllık, bize yansıyan bu dingin görüntü olmalıydı. SahtekârlıkAvrupa'nın üzerine çökmüşken nasıl olur da günler böylesine birrahatlık içinde akıp gidebilir, diye soruyorduk kendimize, bu iyimserliğidehşetin boyutlarının büyüklüğü olarak açıklayabiliyorduk ancak, dehşetinboyutları öylesine büyüktü ki, henüz kavranabilir olmaktan çok uzaktı.Zaten faşizmin de önkoşulu insanın kendi sönüşünü tasavvur edemiyoroluşuydu. Herkes kendi küçük çevresinde kendini korumayı tasarlayabiliyordu,yoğunlaşan deformasyondan rahatsızlık duysa da bunun arkasındane olduğu kavranmaktan uzaktı, günlük yaşam içindeki basitkarşı koyuş girişimleri bile yüksek surlarla karşılaşıyordu ve oradan daalçaklığın her türlüsü dal budak sararak büyüyordu. İşinin, tezgâhınınbaşındaki insanlar sıradan düzenlerin içinden çıkmış olanlar, güç sahiplerinincinayet eğilimlerini nasıl tahmin edebilirlerdi ki, kendi hayat gaileleriyleuğraşırken despotların zihinlerinden geçen çılgınlıkları nasıl anlayabilirlerdiki. Bu saflık sayesindedir ki, alçaklığın ve kâr hırsının dünyasızehrini damla damla her gruba, çıkar topluluğuna, örgüte akıtıyor, bağları,karşılıklı ilişkileri çözüyor, güven duygusunun altını oyuyordu, böylecesüreç başarılı bir biçimde işliyordu, çünkü bunun zemini on yıllardırhazırlanmıştı. Mart sonlarında güzel bir gün, açık bir hava, suyun üstündemartılar, babalarımızın savaşından, toplumu değiştirmek için verilenbaşarısız mücadeleden otuz yıl sonra biz sahil duvarında oturuyorduköylece, çevremizdeki naiflerden, aldatılmışlardan bir farkımız yoktu, tıpkıpek çok insan gibi kısıtlı imkânlarımızla durumu düzeltmeye çalışmış,tıpkı ötekiler gibi başaramamıştık. Savunmanın son taşıyıcıları, umutbağladığımız Fransız işçileri de yenilgiye uğramışlardı. Lindner Paris'tekigünlerden söz etmişti, genel grevin kırıldığı Kasım sonu ve Aralık başındakigünlerden. Gördüklerini anımsarken güçlü ışıktan korunmak için el-412


lerini gözlerine siper etmişti, yaylım ateşi altında dağılarak oradan orayakaçışan yığınlar, tıslayarak insanın üstüne inen coplar, sokağın ortasındakiölüler ve yaralılar, yakalanıp polis arabalarına tıkılanlar, parçalanmışkızıl bayraklar, gazetelerin sevinçli manşetleri. Halk cephesi fikri yoktuartık, grev hakkı yoktu, toplanma hakkı ortadan kalkmıştı, öfke şaha kalkamıyordu,geride sadece bir titreme, bitkin bir inilti kalmıştı. Bischoffkolunu Lindner'in omzuna atmıştı. Canavarlar kazanamayacak, dedi.Kesilmiş iki kafa bozarmış, kanlı, buruşuk örtünün üstündeydi. Çarşafınaltına sürülmüş yastıklar sayesinde kafalar dik durabiliyordu. İnsanonların boyunlarındaki kaba kesikleri, dışarı akmış kanı göremiyor olsaydı,onları yatakta yan yana yatmış, ölümün aniden yakaladığı bir çift sanabilirdi.Resimde siyah, beyaz ve biraz da kızıl kahve tonlar hâkimdi.Kadının yüzü adama dönüktü. Ağzı hafif açılmıştı, gölgeli kirpiklerininarasında göz akı küçük bir nokta gibi parlıyordu. Giyotinden önce kesilmişsaçların arasından fırlamış olan kulak tuhaf çıplaklığıyla göze batıyordu.Adamın aşağı sarkmış hafif sakallı yüzü hâlâ dehşet doluydu. Yuvalarınaiyice çökmüş gözleri açıktı, ağzı da aynı şekilde açık duruyordu,dudakları, dişleri ve dili hâlâ son çığlığın sesini taşıyor gibiydi. Onu giyotinesürükleyerek götürmüş olmalıydılar, kadınsa ölümü kabullenmişti.Yüzündeki sönüp gidişi huzurla bir tutmak yanılmak olurdu, çünkü sonsuzrahatlığa ulaştıktan sonra bile huzur fikri onun yaşamıyla nasıl bağdaşabilirdiki. Ama yine de yüz hatlarında, solgun bir ışığın düştüğü şakaklarında,elmacık kemiklerinde, burnunda ve çenesinde bir yumuşaklıkvardı, başı iyice olgunlaştıktan sonra düşmüş bir meyveye benziyordu.Adamın hayatı zorla elinden alınmıştı. Çene kasları, oldukça kemerliburnu, kel kafasının girintili çıkıntılı konturu hâlâ enerjinin yarattığı gerginliğitaşıyordu. Kadın bütünüyle teslim olmuş, adamsa son nefesine kadarşiddetle karşı koymuştu. Resim ulusal müzenin küçük odalarındanbirinde asılıydı. Pencereden bakıldığında insan selinin ötesindeki sarayve Obelisk'e giden geniş cadde görünüyordu. Skeppsbro'da trafik akıpduruyordu. İnsan yeniden tuvale döndüğünde oraya kazınmış acıyı dahada yoğun hissediyordu. Bir kez daha Gericault'ya geri dönmüştüm. Mayısınilk günlerinden birisi olan bu pazar gününde, Stockholm'e gelişimdenaltı ay sonra Paris ani bir atakla içimde yeniden canlanıyordu. Bir kezdaha Gericault'nun peşine düşmüş, kentin kenar mahallerinden birisiolan Roule'daki Beaujon Hastanesi'nde, Salpetriere'de, morgda onun izinisürmeye başlamıştım, ressam kaçınılmaz sonu incelemek için buralarasürüklenmişti. Ölüm karşısında duyduğu hayranlık, her şeyin sona erdiğianla yüz yüze gelmek güdüsünün etkisiydi. Faaliyet gösterebilmek içinneden bu karşı kutba özlem duyduğunu anlamaya başlıyordum. Böyle413


yapmakla hakikate duyduğu özlemi sınıyordu. Yapıtı kapanış ânına, geridönüşü olmayan âna karşı dayanıklı olmalıydı. Ölülere bakarken kendinialdatışının ve boş gururun son kalıntıları da yok olup gidiyordu. SahildeSaint Michel ve Petit köprüleri arasında kalan setin altındaki dar yol boyuncayürümüştüm. Rıhtımın üstünde dik bir merdivenin yanında yeralan ve dikdörtgen bir yapı olan morgun bulunduğu yerde, Marche NeufLimanı'nda şimdi emniyet müdürlüğünün büyük sarayı yükseliyordu.Gericault'nun yaşadığı zamanlarda Petit Köprüsü henüz yüksek istihkâmduvarlarının arasındaydı ve iri kesme taşlardan yapılma kemerlerin tuttuğuköprü büyük bir kapıyla uzun ince bir ev kalabalığına çıkıyordu, katedralbunların arasındaki en yüksek yapıydı. Charles Meryon en dikkatçekici bakır oymalarından birinde pazaryerinde bir zamanlar mezbahaolan morg binasını resmetmişti. Bu bina ona da çekici gelmişti, çünkü içerisisoğuk atmosferiyle kenti görkemli kılan uygarlığın tüyler ürperticikarşıtıydı. Ön kenarında ölüler evinin bulunduğu bölgeyi çevresindensoyutlamış ve kendi içine kapalı bir dünya olarak göstermişti. Ölüler evininiki bacasından kara dumanlar tütüyordu, sanki içeride ocaklarda paçavralar,nemli giysiler ve belki de dağılmış beden parçaları, gövdeler yakılıyordu.Tuvalin alt köşesinde Seine Nehri bir çizgi gibi görünüyordu.Uzun ve yassı çamaşır teknelerinden birisi kıyıdaki kazıklara bağlanmıştı.Kadınlar güverte parmaklığına dayanmış, bezleri duruluyor ve sıkıyorlardı.Kalaslardan yapılma eğimli damın altına kurumaları için gömleklerve yatak takımları asılmıştı. Bordadaki merdiveniyle, güvertedekihalatlarıyla mavna sahil şeridini enlemesine kaplamıştı, burada çalışılıyorve çevrede olup bitenlere aldırış edilmiyordu. Solda, geminin arkasında,rıhtım ayağının köşesinde suyun içinden merdivenler çıkmıştı, buradanitibaren devinimlerin ve jestlerin iç içe geçtiği sudan ölü çıkarmasahnesi başlıyor, yukarıya doğru hareketin devamını ima ediyordu. Kadınlarınçamaşır yıkadığı nehirden boğulmuş biri çıkartılmıştı, kendisinitaşıyan iki kişinin kollarında sırtüstü yatıyordu, uzun giysili, saçları çözülüpdağılmış, sıska bir kadın çaresizlik içinde öyle bir geriye doğrukaykılmıştı ki, sırtı neredeyse yere doksan derecelik bir açı yapıyordu, elleriyleyüzünü kapatmış, bir grup insanın önünde duruyordu, arkasındaküçük, çıplak bir ağaca benzeyen bir çocuk vardı. Kılıcı ve üç köşeli şapkasıylabir polis memuru taş setin üstünde durmuş yolu gösteriyor, bir lağımborusunun ötesindeki merdiveni, duvarın ortasındaki merdiveni işaretediyordu. Telaş içinde merdivenlerden inmekte olan birkaç kadın birbekçi tarafından durdurulmuştu. Solda, önünde ölünün ellerinin yerleriyalayarak taşındığı, aydınlatılmış duvar yüzeyi, sağda ise öne fırlamış kalınlombar deliklerinin yarı yarıya gizlediği, içerlek pencereleriyle morg.Yarıklarından çimlerin fışkırdığı bir çatı oluğu setteki kaldırım taşlarınadoğru uzanmıştı. Resmin üst kısmını kaplayan, fonda yığıntı halinde duranev kütlesinin ve boylamasına bölünmüş geniş duvar bandının altın-414


daki sol köşede gölgelerin eşiğinde hafifçe beliren küçük figürler zor seçiliyorlardı.Duvarın üstüne oturmuş ya da çömelmiş izleyiciler görünüyordu,bazıları da kenarlara yaslanmıştı, öylesine toplaşmışlardı oraya,adeta bir tiyatronun sıralarına dizilmiş gibiydiler, bazı meraklılar dauzaklardaki pencerelerin korkuluklarına yaslanmıştı. Resmin farklı katmanlarınıoluşturan su, mavna, set, duvar, evlerin cepheleri, duman bulutları,çatı katlarına yansıyan olay ilk bakışta sıradan bir kent manzarasınayedirilmiş gibi görünüyor, karmaşık dramatik yapı kendini ancak yavaşyavaş ele veriyordu. Gemi gövdesindeki uzunlamasına oyuğunönünde toplanmış olan çalışanların yüzü öne dönüktü, setin üstü bir pantomimsahnesi olmuştu. Yoldan gelip geçenler ve pazardaki tezgâhlarınınbaşından ayrılan satıcılar talihsiz bir olayın uyandırdığı merakla rıhtımduvarının oraya gelmişlerdi, ama şaşkınlık ve duygusal katılım gösterenlertek tüktü, bunların dışındakiler bu bedava ve her gün gerçekleşen sıradangösteriyi bir kayıtsızlık içinde izliyordu. Yüksek duvarın arkasındakalan pazaryeri görünmüyordu. Bacalardan birinden çıkan duman buluturüzgârın etkisiyle yana kaymış ve pazaryerinin üstüne çökmüştü, evlerinarasındaki duman, yangın dumanına benzeyen bu duman hiç eksik değildi.Sağdaki kalın bacadan çıkan duman birbirlerinin üzerine yığılmışdamlara doğru yükseliyordu, tuvalin üst kenarındaki bu damların üstündeysekargaların kanat çırptığı bir gökyüzü parçası görünüyordu. Bütünbunların arasında resmin ana motifi olan morg resmin esin kaynağı olmaktançok uzakmış gibi yapayalnızdı. Orada bir yerlerde bir depo olmalıydı,bodrum katında çıpanın etrafında kayık çubukları vardı, duvaranaylon bir ip gerilmişti, üstünde yelken bezleri asılıydı. İçerisinin nasıl göründüğünüMeryon ve Gericault biliyordu. Ölü az sonra hangardaki taşmasalardan birisine yatırılacaktı, diğer ölülerin arasına, intihar eden isimsizlerin,açlıktan ölenlerin, uyuşturucuyla zehirlenenlerin, asılanların arasına,sonra insanlar duvarın yanından ayrılacaklar, alışverişlerine devamedeceklerdi. Ağır eğik gölgeler, kare pencere boşluklarıyla bina cephelerininaydınlık yüzeyleri, dikey ve yatay çizgiler, bunların arasında minnacıkfigürler, hayatı sönüp gitmiş olan bir ölü, umutları yıkılmış bir kadın, çaresizbir çocuk; kesin sınırlar içinde bir kent manzarasıydı bu, cehennem kapısına,bilginin yolundan geçme iradesi gösterenlerin eşiğinden içeri girmesigereken cehennem kapısına bir bakıştı. Meryon'un bakır oymasıylauzunca bir süre uğraşmış, hatta, röprodüksiyonun olası bütün eksikliklererağmen, bir kopyasını yapmıştım. Bu pazar gününün ikindi saatlerindeFleming Caddesi'ndeki odamda Paris'te tamamlamış olduğum bu kopyanınüzerine eğilmiş, İlahi Komedya'da Cehennem'in ikinci ve üçüncü manzumesihakkında yapmış olduğumuz, şimdi çok gerilerde kalmış konuşmalarıanımsamaya çalışıyordum. Son ayların boşluğu yetmiyormuş gibibir de dostlarım Coppi ve Heilmann'm eksikliğini çekiyordum. Kendimegelmek için gereksindiğim zamanı şimdi de kullanabilirdim, gün bitimin-415


den sonra hep bir iki saate ihtiyacım oluyordu. Ama eskiden kendi çevremizdebirbirimizle öylesine uyum içindeydik ki, ağzımızdan çıkan her sözkarşımızdakinin katkısıyla hemen zenginleşiyor, her soru düşünmemizikeskinleştiren bir yanıt buluyor ya da yeni sorular açıyordu. Düşüncelerimleyalnız kalmak beni çoğunlukla yılgınlığa sürüklüyordu. Heilmann'ınsesini hayal etmeye çalışıyordum, terzinleri, üçlü kıtaları şairanebir söyleyişle okuyan sesini. Yüzü, dudaklarını oynatışı gözümün önünegeldi. Ama kulağım anlayamadığım seslerle doluydu, onları kendi düşüncelerimlebirleştiremiyordum. O zamanlar Hedwig Cemaati'nin mezarlığındatartışmalarımızla öngördüğümüz bir şeyi, ilk giriş cümlelerindensonra işe girişir girişmez bocalamaya ve dağılmaya başladığımız o ânı yaşıyordumşimdi. Dik bir patikayla inilen karanlık bir yamaçtaydık o sırada.Heilmann, Coppi ve ben orada oturmuştuk, Ayschmann, Gericault veMeryon'la da orada tanışmıştım. Düz yoldan saptığımızı fark ettiğimiz birdurumdu bu, aslında bizim yaptığımız hep buydu, düz yol, bu belki de bizimiçin hiç olmamıştı. Tek bildiğimiz geri dönüşün mümkün olmadığı veilerlemekten artık korkmamamız gerektiğiydi. Yeşermekte olan hastanebahçesinin üstündeki açık penceremden Heilmann'a ve Coppi'ye sesleniyordum.Serpilen çalılıkların arasında hamile bir kadın volta atıyordu. Osırada geçmekte olan bir tramvayın sürücüsü tramvayın tam önünde raylaradoğru koşturan birine çıngırak çaldı. Hangi sözler söyleniyordu, diyeçığırdım, hani anlatıcı yeraltı dünyasına, Cehennem'e açılan kente girdiğindesöylenen sözler neydi. İşte o anda kulağımdaki uğultuların içindebir şey duyar gibi oldum, bütün yitmişliği, bütün sürgünü içinde taşıyanbirkaç dizeydi bu. Daha Paris'teyken de bulmuştu bu ezgi beni, ama bununkaynağını bir türlü çıkaramamıştım, şimdiyse tomurcuklanmış ağaçlarabakarak havadaki ses titreşimlerinin ayrıntılarını seçebiliyordum. Demirtekerlerin çıngırtısının, tramvay çıngırağının silinmekte olan sesinin,araba motorlarının homurtusunun, sert adımların içinden bir inilti, pekçok benzer ses tek iç çekiş olarak yükseliyordu, tıpkı kitlesel ve bitimsizbir sürüklenişteki gibi bir kazınma ve sürtünme sesi; dudakların nasıl açıldığı,dillerin nasıl kıpırdandığı, dişlerin nasıl gıcırdadığı ve takırdadığıduyuluyordu, bütün dillerdeki sözler homurtunun içinden yükselmeyeçalışıyordu, bir düdük sesi, bir el çırpma, acılı ve öfkeli bir çığlık, kesik kesikkonuşmalarla, mırıltılar ve şarkılarla kesişiyordu. İşte bu hengâmedeilerliyordu işi bitenler, sınırdaki nehre, duyularımızı felce uğratacak kadarkorkunç görünüşlü salcının karşı tarafa geçireceği Akheron Nehri'ne. Amaaniden bastıran bir uykuya dalar gibi buna kapılmadım, aksine binanındöner merdivenlerinden hızla aşağıya indim, açık gümüş rengi duvarlardaincecik çatlaklar bir ağ oluşturmuştu, bu ağın içinde yer yer delikler vederinlemesine kazınmış şeritler vardı. Katları indikçe damların büyüdüğünüve belediye binasının kulesini gizlediğini görüyordum, FlemingCaddesi boyunca yürüdüm, bisikletçinin, vitrinleri çuvallarla dolu kö-416


mürcülerin, lekeli masalarında insanların put gibi oturduğu gri yeşil birahanenin,fabrikanın, tahta çitin önünden geçip Kung Köprüsü'nden büyükbir alana yayılmış rayları, elektrik direği ormanını gördüm. Akşamüstügüneşi tam Kung Caddesi'ne düşmüştü, arkamda yolun sonundaki karanlıkblokların arasından belediye binasının kulesi göründü yeniden,karşıdan gelen ışıkta sanki saydam bir maddeden yapılmış gibi görünüyordukule. Gelip geçenler uzun gölgeleriyle anacaddeden yan sokaklarasapıyor, birbirlerinin yanı sıra akıyor, dalgalar, girdaplar oluşturuyor, aradabir akış tıkanıyor, kendi çevresinde turluyor ve gerisingeri dönüyorlardı,ortada iki şerit halinde parıldayan arabalar süzülüyordu, onların arasındada göz kamaştıran ön panelleriyle tramvaylar ve tepelerindeki gözlerininiçinde, birinde iki diğerinde on bir rakamı. Akmakta olan, çalkalananbu pazar kalabalığının arasında, tabelaların altında yürüyerek KungCaddesi'nden aşağıya inerken yanlara doğru kaçarak yürüdüm, vitrinlerinönünde toplanmış, üstlerine ışık düşmüş bedenlerin arasından yarımdaireler çizerek geçtim. Vitrinlerdeki erkeklerin, özgüvenlerinden en ufakbir kuşkuları olmayan erkeklerin üstünde bol pantolonlar, spor ceketler,dökümlü gömlekler, renkli kravatlar, hafif ayakkabılar ve sandaletler,yağmurluklar, yazlık siperlikli kasketler ve hasır şapkalar vardı, plastiktenyapılmış kadınlar da vecd içindeki bedenlerinin kıvrımlarıyla baştançıkarıcı bir biçimde gülümsüyor, kareli döpiyeslerini ve ipek bluzlarını,açık renk iç çamaşırlarını, çiçekli mayolarını, yapraklardan ve köpüktenyapılma saç tuvaletlerini sergiliyorlardı, Svea Sokağı'nı geçip köşedekiofise geldim, Hodann Norveç'ten geldikten sonra bu binanın bodrum katınayerleştirilmişti.Zeminin üç kat altındaki, küçük ve insanı boğacak kadar sıcak birodada sarı bir kanepeye uzanmıştı Hodann, ellerini başının altına koymuştu.Evraklar ve tıbbi preparatlarla dolu kütüphane rafları tavandakiborulara kadar uzanıyordu, duvarlardan birini kafesler kaplamıştı, kafesleriniçinde tavşanlar yeri koklayarak ve eşinerek dolanıyorlardı. Lavabotezgâhında bir kadın elektrikli ısıtıcının üstündeki laboratuvar gereçleriylekahve yapıyordu. İsveç'te doktor olarak çalışma izni alamamıştı Hodann.Çalışmaya başladığından bu yana Berlin'den tanıdığı ve evinin üstkatında bir Cinsiyet Enstitüsü bulunan meslektaşı Ottesen Jensen, Hodann'ı,kendisine hastalara danışmanlık yaparak yardımcı olması için yanınaalmıştı. Praglı bir mülteci olan ve Hodann'la birlikte Oslo'dan gelenkadın, kaynar suyu filtreden geçirip kaba döktüğünde kahvenin kokusu,üzerlerinde gebelik deneylerinin ve başka araştırmaların yapıldığı tavşanlarınkeskin buhar kokusunu kısa bir süreliğine bastırdı. Bu üstündeyattığım kanepe, dedi Hodann bana elini uzatarak, bizim düğün yatağı-417


mız. Kadın başını kaldırdı, imbikten içecek doldurdu ona. Boğuk bir tıslamaylamemnuniyetini gösterdi Hodann. Benim, dedi gülümsemeyle, İsveçHekimler Odası'nın talimatını delerek, malum deneyimli sayılırım,gizlice bir istihbarat ağı kurmam planlandı. Kadın gidip yüksek metal birtabureye oturmuştu, put gibi olduğu yerde oturuyor ve pür dikkat bizleriizliyordu. Kafeslerden tavşanların hımırtıları geliyordu, pembe burunlarınıkafes tellerine bastırıyor, kulaklarını oynatıyor, ön dişlerini gösteriyor,patilerinin arasında kuru ot topaklan tutuyorlardı. Münzenberg'e gelince,dedi Hodann dirseklerinin üzerinde doğrularak, Abusch'la, Eisler'leve Dahlem'le sürekli çatışmasından dolayı partiyle ilişkisi sınıra dayanmıştı.Pieck, Dimitrof, Manuilski başlangıçta ondan yanaydılar, Moskova'daUlbricht'in grubu ise ona karşı çalışıyordu. Parti'nin yurtdışı yönetimininkıskanç ve ben haklıyım tutumu işte. Eisler Merkez Komite'ningazetesi Die Internationale''yi çıkarıyordu, Abusch Rote Fahne'nin başredaktörüydü.Yeraltı hücrelerini yönlendirmek için gizlice Almanya'ya sokuluyordubunlar. Münzenberg onlar için büyük bir rakipti. Onları, Almanişçi sınıfının gücünü abarttıkları yolunda uyarmıştı. Kitlelerin kendiliğindenfaşist diktatörlüğü devireceklerine inanmıyordu. Otuzüçün hatalıdeğerlendirmelerinden hâlâ hiçbir şey öğrenmediniz, diyebiliyorduMünzenberg onlara. O zaman Troçkist olmakla suçlandı, çünkü o zamanlartehlikenin boyutlarını fark eden tek kişi Troçki olmuştu. Münzenberg'ingeçmişini karalamaya çalıştılar. Parti'ye hiç kimsenin sağlayamadığıkadar para sağlayan Münzenberg kapitalizmin müttefiki ilan edildi.Halk cephesi taktiğinin başarısızlığını onun üzerine attılar, çünkü proleterbirlik cephesinde ısrar etmesiyle Münzenberg'in sosyal demokratlarasırt çevirdiği düşünülüyordu. Bu arada Parti'deki hiç kimse onun kadar,bir işbirliği için bütün katmanların sözcülüğünü yapmaya uygun değildi.Münzenberg Goebbels'inkiyle aşık atabilecek bir propaganda aygıtı kurmakiçin ısrar etmişti. Ama aldığı yanıt faşizmi abarttığı yolundaydı. Proletaryayainancını kaybedip küçük burjuva bir duruşu temsil ettiği düşünülüyordu.Önüne konan argümanlar çelişkili, akıldışı ve bulanıktı. Münzenbergdevamlı Almanya'daki işçilerin mücadele becerisine duyulangüven konusunda uyarılarda bulunuyordu. Çalışanların sınıf bilinciyledeğil etkin propagandanın güdümünde hareket ettiği çok açıktı ona göre.Zihin bulanıklığını ve takıntıları, insanları kışkırtan ve onları savaş yanlısıhale getirecek olan gerici zehirleme sürecini kırmaya yarayacak araçlarbulunmalıydı. Gerekli aydınlanmayı devreye sokacak güçte görüyordukendini. Liderlik talebi olmakla, kibirli olmakla suçlandı. Hodann'a göreSovyet koruması altındaki grubun ayakta kalması içindi yapılan her şey.Bu grup kendini korumak adına, kendilerininki dışında bir görüşü temsileden herkesi yok ediyordu. Sovyetler Birliği'nin korunmasında nasıl ısrarlıolduğumuzu biliyorsun, dedi Hodann, onlarsız faşizmin asla üstesindengelemeyeceğimizin farkındayız. Bugüne kadar hiç kimse Münzen-418


erg'i Sovyet düşmanı ifadeler kullanmaya zorlayamadı, yoldaşlarınınmaruz kaldığı yargılara kendisi de maruz kaldığı halde. Paris'teki en güçlümuarızı Dahlem'di. Otuzsekiz yazının sonlarına doğru Dahlem ona ültimatomçekti, Münzenberg ya özür dilemeli ya da partiden ihraç edilmeliydi.Münzenberg, Buharin'in Paris ziyaretinden sonra yaptığını yapmadı,duruma boyun eğerek denetleme komisyonunun karşısına çıkmakiçin Moskova'ya geri dönmedi. O zamandan beri de sürekli izleme altında.Mektupları okundu. Eski çalışma arkadaşları ona karşı kışkırtıldı.Wehner sakin ve temkinli bir bekleyiş içindeydi. Hırslı biriydi, otuz ikiyaşındaydı. Yükselişi ancak kendini güvence altına almakla mümkünolabilirdi. İçlerinde en suskun olan oydu. Katz da karşı tavrını sürdürüyorduhâlâ. Münzenberg'in kafasına bu fikirleri onun soktuğu yolundaetkilemeye çalıştılar Katz'ı. Katz buna inanmayacak kadar akıllıydı, Münzenberg'inyirmi yıllık başarılarını gayet iyi biliyordu. Yine de partininsistematik baskısına dayanmak için insanın gücü nereye kadar yetebilirki, dedi Hodann doğrularak, Paris'te başladığına tanık olduğum şeyinHodann'ın da iç dünyasında egemenlik kurduğunu fark ettim. Katz'ı anlıyordum,dedi, onun eninde sonunda bağlılığını beyan etmekten ya daensesine bir kurşun yemekten başka şansı yoktu. Münzenberg'in hayatıtehlikedeydi, dedi Hodann. Sadakatsizlik gösterenler yurtdışında öldürülmüşlerdi.Onun affedilebileceğini düşünmek için hiçbir neden yoktuortada. Bunun üzerine, dedi, dergisinde on Martta yayımladığı bir yazıylaParti'den ayrıldığını açıkladı. Hodann Münzenberg'in sözlerini aktarırkenonu gözümün önüne getirdim, hafifçe öne eğilmiş, sol eli masanınüstünde, sağ eli kalkık, havaya parmağıyla bir şeyler yazıyordu, bütüncüssesiyle gözümün önündeydi, konuştuğu Thüring ağzı Hodann'ın Berlinvurgusuna karışıyordu. Hodann Münzenberg'in açıklamasını benimsemişti.Son iki yılda edindiğim deneyimler, dedi, bana gösterdi ki, bugünküParti'nin içinde politik görüş ayrılıklarını saydamlaştırmak ve barındırmakmümkün değil. Benim yönetimle çatışıyor olmamın kaynağındaparti programında, propaganda yöntemlerinde, parti içi demokrasideve partinin üyeleriyle kurduğu ilişki anlayışında ortaya çıkan sorunlarvar. Başta hepimiz demokratik merkeziyetçilik, azınlık haklarının ve yapıcıeleştiri hakkının korunması, parti örgütlerinin özerkliği, seçilme hakkı,yetkililerin gerektiğinde görevden alınması ve hesap vermeleri ilkesindebirleşiyorduk. Ne zaman ki bu temel ilkelere yeniden döneriz, Partiancak tekrar o zaman üyeleriyle doğru bir ilişki kurabilir. Parti bireylerdenoluşuyor. Gelecekteki devrimci mücadele zaferle sonuçlanacaksa, bunuemir komuta zinciriyle yönetilenler değil, sadece özdisiplini olan insanlarbaşarabilir. Parti dediğin nedir ki, üyelerdir, politik fikirleri olaninsandır, serpilip gelişen, yaratıcı düşünebilen insandır parti, aygıt değil.Bu insanların çoğunluğu yönetimin uyguladığı strateji ve taktiklerin doğruluğunainanmıyorsa, o zaman disipline yönelik her çaba ucube bir ha-419


yalden öteye gitmez. Parti biziz, onu düşünerek hep yeniden kuran biz,yoksa yukarıdaki idol, bizleri belirleme hakkını talep eden öfkeli bir Tanrıdeğil. Yönetimden, parti aygıtından ayrılsam da, demişti Münzenberg,hukuka aykırı olarak, yöntemsiz ve savunma olanağından yoksun bir biçimdeanonim güçler tarafından dışlanan binlerce insandan ayrılmıyorum.Hodann öne doğru eğilip, elini yüzünde gezdirdi. Kadın oturduğuyerden fırladı, Hodann'ı tutmak için yanına dikildi ve onun daha fazlakonuşmasını engellemeye çalıştı. Münzenberg'in ne Sovyetler Birliği'ndenkopmayı ne de Parti içinde kendi fraksiyonunu kurmayı düşündüğünüsöyledi Hodann, faaliyetini tek bir grupla da sınırlamak istemiyordu,büyük ve kuşatıcı bir birlik partisi kurulmasına katkıda bulunmakiçin yola devam edecekti. Ama böyle bir sesin ne değeri olabilirdi ki, diyesoruyordum kendi kendime Hodann yeniden kanepeye uzanırken, arkasındahiçbir örgüt olmayan, partiyi yolundan döndürmeyi asla başaramayacakolan, inatla kendi inancını ifade ediyor olsa da son kertede yalnızlığındanbaşka gündeme getirecek bir şeyi olmayan Paris'teki yalnız bir sesinne değeri olabilirdi ki. Yine de ona hak veriyordum. Onu değerlendirişimonunla tanışmama benziyordu. Onun hakkında farklı anlamlara çekilebilecekşeyler duymuştum, ama yine de onun bakış açılarının, yoldaşlarınınmerkez kararlara mutlak uyum gösteren, dar düşünme biçimiyleuzlaşamayacak kadar geniş olduğunu düşünebiliyordum. Onun temsilettiği görüş güçlülerin görüşü karşısında önemsiz kalıyordu. Onların görevitehlikede olan partiyi ayakta tutmaktı. Onun suçlandığı gibi bencilve kendini beğenmiş olup olmadığını bilmiyordum, bunu değerlendirebilecekdurumda değildim, ayrıca en yakın çalışma arkadaşlarının iddiaettiği gibi onun sadece hırslarının kurbanı olup olmadığını da bilmiyordum.Bu durumun bir açıklaması olmalıydı. Ama böyle bir açıklama hiçbirzaman gelmeyecekti. Bütün bunlar benim açımdan geri adım atmakanlamına geliyordu. Henüz kendi olanaklarım hakkında söz söyleyebilecekdurumda değildim, yasadışı siyasi faaliyet becerim olup olmadığınıgöstermiş değildim, ama açık olan bir şey vardı, o da siyasi mücadeleyekatılmadığım takdirde hiçbir geleceğimin olmadığıydı. Birkaç hafta önceRogeby aracılığıyla Mewis'le buluşmuştum. Malmö'deki karargâhındanbirkaç günlüğüne Stockholm'e gelmişti Mewis. Akşamüstü saatlerindekentin yeni kurulmakta olan kısmı Gârdet'nin kıyısındaki Ladugârd'dangeçmiştik. Aslında bu buluşmadan fazla bir sonuç çıkmamıştı, yaz sonunadoğru çıkarılması düşünülen bir dergi için malzeme toplayabileceğimiima etmişti Mewis sadece. Bunun dışında konuşulan her şey, fazla düşünülmedensöylenmiş bir söz tepki çekiyordu, konuşulanlar o sırada üstümdefazla bir etki yapmamıştı, ama bu sözler ancak günler sonra etkisinigöstermeye başlamış ve bana bir kez daha yeraltında sürdürülen faaliyetlerindışarıya ne denli sıkı sıkıya kapalı olduğunu anımsatmıştı. TıpkıVilla Candida'daki buluşmada olduğu gibi üzerime dikilmiş yeşil mavi420


akışlarla birkaç soruya muhatap olmuştum, Mewis beni bir kez daha yadırgatmıştı,kişiliklerini gizlemeyen Hodann ve Münzenberg gibi insanlardançok farklıydı o. Hodann'ın yanında oturmuş gizli, illegal dünyayıdüşünüyordum, bu dünyada altı haftada bir, sahte İsveç pasaportlarıylaTrelleborg'dan Sassnitz'e yapılacak yolculuklar özenle planlanıp gerçekleştiriliyor,aracılar Berlin'deki, Hamburg'daki, Bremen'deki bağlantınoktalarını arayıp buluyor, sanayi alanlarının, kitle örgütlerinin, yerleşimbölgelerinin içindeki hücreler yenilenip geliştiriliyor, sadece Berlin'de hâlâüç bin komünist gündelik faaliyetlerini sürdürüyor, üye sayısı üçü dördügeçmeyen gruplar arasında haberleşme sağlanıyor, basılan raporlardeğiş tokuş ediliyordu. Bir aracın diyaframıyla, bir motorun menteşesiylegizlice oynayanların, trenlere, uçaklara, obüslere, toplara hatalı parçalarıyerleştirenlerin dünyasına, Coppi ve Heilmann'm da içinde yaşadığı budünyayı yakınımda hissettim. Almanya'dan dönen parti temsilcileri tekrarİsveç'teki gizli barınaklarına yerleşiyordu, kimse onların adını sormuyordu,işçilerin, denizcilerin yanında barınıyorlardı, yeraltının derinliklerindedayanışma devam ediyordu, oralardaki ilkel atölyelerde sahte kimlikleroluşturuluyor, fotoğraflar değiştiriliyor, damgalar, üzerlerinde fazlapişirilmemiş ve soyulmuş yumurta yuvarlanarak kopyalanıyordu, yeraltınınderinliklerinde düşmanın muazzam yapılarına karşı verilen bitmekbilmez mücadelede lüzumsuz sözler sarf edilmiyordu. Her ne kadar tıpkıMünzenberg gibi önemsiz bir konuma düşmüş olsa da Hodann bile başladığıişi sürdürüyordu. Faşizmin düşmanı olarak hâlâ Komünist Parti'yleaynı cephedeydi ve bütün uzlaşmazlıklara rağmen bu cepheninoluşturduğu birliğe hâlâ ihtiyaç olduğu kanısındaydı. Ocak sonundakiParis Konferansı'nda yönetimin tepesinde bulunanlar birlikten söz etmişlerdi.Bunun nedeni belki de, çatlakların organik bir bütünleşmeyi sağlayamayacakkadar derin olduğunun ve birliğin ancak yukarıdan gelecektalimatlarla oluşturulabileceğinin farkına varılmasıydı. Benimse önümdesağlam şekillenmeler yoktu, daha kendi yolumu bile çizemiyordum, buyüzden birlik çağrısı tutunabileceğim tek daldı. Hodann tıpkı Cueva laPotita'da ve Denia'daki sıhhiye bölüğünde olduğu gibi Stockholm'dekiyeraltı mezarlığında da yaşanan kaygıları ve depresyonları, faaliyet içindebulunarak aşmaya hazırdı. Hıristiyanlığın bir sonucu olarak küçümsediğimerhamet türlerinin içinde en berbat olanı kendine acımaktı ona göre.Mutsuz bir insana aynı mutsuzluğu içinde hissederek yardım edilemezdi,bu duygu daha çok insanın kendi eylem zafiyetini onaylamayayarıyordu. Duygu paylaşımı ancak doğrudan pratik bir yardıma dönüştüğündeve bu yardım her türlü duygunun önüne geçtiğinde değerli olabilirdi.Görünüşe bakılırsa Hodann'ın kendisinden beklediği güç ve dayanıklılıknormal ölçüyü aşıyordu, zira enerjisinin büyük bir kısmını hastalığıylamücadeleye harcıyordu. Hodann'm korkusu astım krizleri şeklindekendini gösteriyordu, ama dışarıya karşı sadece güven duygusu421


yansıtma sorumluluğu duyuyordu. Yaşadığı boğuntunun nedenleri hakkındakonuşmayı reddetmişti hep. Başkalarının hastalıklarının psişik arkaplanı konusunda bu denli anlayışlı olan bir insan kendi üstündekibaskıya son derece ilgisiz ve yok sayıcı davranıyordu. Oysa ne zaman birşey gizlemeye çalışsa, ne zaman bir çatışma, genellikle de siyasi bir çatışmaçözümsüz kalsa astım krizine tutuluyordu. İspanya'daki birlikteliğimizsırasında pek çok kez onun kendine bu denli hâkim olmayı bir kenarabırakıp başkalarından destek talep etmesini arzu etmiştim, ama o soğukkanlılığıhiç elden bırakmamıştı. Boğazdan hırıldamaya başlamıştı.Kadının ona uzattığı kâğıt bir külaha tükürdü. Bir anlığına yüz hatlarıkorkuyla gerildi, gözleri karardı, ama sonra hemen gülümsedi, kadınonun yüzünü ıslatıp kurularken Hodann kendisine yönelik bir ironiylebana baktı. Kadının bana yönelik kıskançlığını hissediyordum, tıpkı eskiyol arkadaşı Lindbaek gibi o da sahiplenme duygusunu dışavuruyordu,ama Lindbaek talepkâr, neredeyse zorbaydı, bu kadın ise koruyucuydu,fedakârca kendini adıyordu. Çevremi saran kafeslerdeki koklama ve çiğneme,kulaklarımda sürekli bir kımırtıya dönüştüğü sıra, her zaman evliliktekiikili ilişkiden küçümseyerek söz eden Hodann'ı bu kadının yanınaneyin sürüklemiş olabileceğini düşünüyordum. Belki de yalnızlığı odenli büyümüştü ki, bu kadının ona verdiği sıcaklığı ve güveni aramayabaşlamıştı. Kadın yakında taşınacaklarını, kentin dışında Kristineberg'deonlara küçük bir daire tahsis edildiğini, göçmenlere yardım organizasyonundamobilya bakındığını söyledi, masalardan, sandalyelerden,tabak çanaktan, perdelerden söz etti, kirayı düşünce Hodann'ınmaaşından ellerine ne kalacağını hesap etti, sürgündeki kısıtlı başlangıçkoşullarından kurtulmayı ve daha geniş mesleki olanaklar elde etmeyiuman Hodann da ilerici İsveçli doktorların kendisiyle, tanınmış bir uzmanlaçalışmaya muhakkak istekli olacaklarını söyledi, kendisini bir kezdaha ele geçirmek isteyen hastalıklı güçsüzlüğünü bastırdı, hareketegeçme isteğini göstermek üzere doğruldu, eliyle yukarıyı işaret etti, orayabaktık, neredeyse unutmak üzere olduğumuz kent tepemizden aşağıgeçiyor gibiydi, sonra birden büyük Kautsky'nin oğlu ve okuldan arkadaşıolan Kautsky'nin adını andı, Brecht'in adını andı, ikisi de bir okulyurdunda konuk olarak kent dışındaki Viggbyholm'de oturuyordu, Kautskyde doktordu ve İsveç'teki çalışma yasağından o da payını almıştı,Birleşik Devletler'e gitmek için vizesini bekliyordu, Brecht ailesiyle birlikteDanimarka'dan gelmişti, ona yakında bir ev tahsis edilecekti, Hodannonları hemen bugün ziyaret etmemizi önerdi, kadın itiraz etmeyeyeltendi, ama Hodann eşelenme ve çıtırtı seslerinin arasında onun yanındangeçip gitti, onun canlanmayı başarmasıyla birlikte odanın ilkbaştaki havası da değişiverdi, oda artık bir zindana benzemiyordu, heryerde bulunabilecek, içinde planlar yapılabilecek geçici barınaklardanbiri haline geliverdi.422


Çamlıktaki okula çıkan yolun kenarında, çiftlik avlusundaki ağıllarınyanına konmuş, süt kovalarının yanyana dizilip doldurulduğu tahta masanınüstünde Kari Ossietzky'nin kızı oturuyordu. Solda, mezarların veçitin arkasında otlaklar uzanıyordu, sağda boylu boyunca yeni sürülmüştarlanın üstündeki saban izleri görünüyordu. Ossietzky'nin kızı, babasınadestek vermek üzere kurulan İsveç komitesinin girişimleriyle bindokuzyüzotuzaltıdaViggbyholm'e gelmişti, bundan önceki üç yılını, Almanya'dangelen ilk siyasi çocuk mülteci olarak Südengland'daki DartingtonHall yurdunda geçirmişti. Onun kim olduğunu öğrenmeden önce ilk dikkatimiçeken şey mutlak bir yalnızlık içinde olmasıydı. Kautsky ve ailesitarafından istasyondan alınan ve okul binasına yönelen Hodann'ın ve karısınınardısıra gitmeyip orada oyalandım. Uzun bir suskunluktan sonrabenim de öğrenci olarak okula gelip gelmediğimi sordu kız, ama sonraokul dönemini arkamda bıraktığımı tahmin etti. Burada oturduğunu,ama hafta içi kentte, Enebyberg'de bir evde yardımcı olarak çalıştığınısöyledi. Bardak kırmaktan zevk alıp almadığımı, hiç bu zevki tadıp tatmadığımısordu. Ne zaman vitrinden eline bir bardak alsa, onu yere atmaktanalıkoyamıyordu kendisini, üstelik evin, bir muhasebicinin karısıolan hanımının bardağın parasını maaşından keseceğini biliyordu. Ayrıcakadın bardağın nadir bulunan bir parça olduğunu söyleyip ortalığı velveleyeveriyordu, oysa kırdığı bardak pek de değerli takımlardan olmuyordu.Geniş ağzına, ince dudaklarına yayılan gülüş çocuksu, ama aynı zamandaisyankârdı. Siyah, uzun ve düz saçları omuzlarına dökülmüştü.Dizlerine koyduğu esmer elleri kendine özgü güçlü bir forma sahipti. Annetarafının Hintli bir prensesin ailesinden geldiği yolunda bir açıklamayaptı, baba tarafının da Metternich döneminde ülkesinin özgürlüğü içinsavaşmış Polonyalı bir şövalye ailesinden geldiğini söyledi. Bir masaldinlemeye hazırlanırmış gibi tahta masanın kenarında onun yanına iliştiğimdesesi acı ve çatlak bir tona büründü, yeşil gri gözleri bana güvensizliklebakıyordu, anlattıkları karşısında en ufak bir inanmama belirtisininonu hemen kaçıracağını hissettim. İngiltere'de önce Russell'ların evindeyaşadığını, sonra Devon'a, Russell'ların ve Huxley'lerin çocuklarının gittiğiokula, Exeter'deki deneme okuluna gönderildiğini söyledi. Rüzgârınesintisi saçlarını yüzüne düşürüyordu. Yarı İsveççe, yarı İngilizce konuşuyorduyüzüne düşen saç tellerinin arasından. Britanya İmparatorluğu'nuayakta tutma sorumluluğunu taşıyan bir elitin içinde büyümüş,kendisine özel bir eğitim biçildiği fikriyle yetişmişti. Bu arada Toller gibiayrıksı bir insan onun koruyucularından olmuş, dansa ve tiyatroya duyduğuilgiyi desteklemiş ve okulu bitirmeden önce Old Vic'deki oyuncuokulunun sınavına girmesinde ona yardımcı olmuştu, on altı yaşındaykenİsveç'e gelmeden önce bu sınavı kazanmıştı. İlk kez o anda babasınınadını andı. Babası otuzaltı Kasımında Nobel Barış Ödülü'nü aldığında vekendisi İsveç'teki önde gelen Alman tutuklulardan birisinin kızı olarak423


ülkeye kabul edilip okul müdürü Sundberg tarafından okula davet edildiğinde,babasının isteğine uyularak ödülden kazanılan paranın yüz binmarklık bir bölümünün tiyatro eğitimine verileceğinin hesabını yapabiliyorduhâlâ. Paranın Alman devlet güvenlik polisi tarafından gasp edilmesininayrıntılarından fazla söz etmek istemediğini söyledi. Ayda seksenmark babasının bakımı için harcanmıştı, babasının yaşamının son aylarındaise annesinin eline günde bir mark geçmişti, paranın geri kalanıüçkâğıtçıların cebine giriyordu. Yıllarca gördüğü işkencelerden sonra babasıağır hasta olarak uluslararası kamuoyunun baskısı üzerine Esterwegenbataklığmdaki kamptan alınıp Berlin'e götürülmüş ve orada Hitler'inMareşaliyle yakın ilişki içinde olan Dosquet adında bir doktorun yönettiğikliniğe yatırılmıştı. Ellerini masanın kenarına koyup doğruldu ve yüzünüyukarı kaldırıp, bir yıl önce otuzsekizdeki Paskalya'dan kısa bir süresonra bana gizlice iletilen bir mektupla onun nasıl öldüğünü öğrendim,dedi. Tüberkülozdan, kalp yetmezliğinden öldüğü söylenmişti.Ama akciğerlerinden hiç hasta olmamıştı, bedence güçlü bir yapısı vardı,dedi. Uygun bir bakımla kurtarılabilirdi. Ama beyaz general üniformalıdolandırıcı şişko, devletin ikinci adamı onun öldürülmesine karar vermişti.İnsan Hakları Birliği'nin Paris'ten gönderdiği altmış frankla aylıködemesi karşılanan Niederschönhausen'deki Nordend Sanatoryumu'ndakalıyordu, dedi. Bahçedeki depo gibi bir binanın küçük odalarından birisineyatırılmıştı hasta, oda, yüksekliğinin yarısı uzunluğunda tahta birperdeyle bölünmüştü. Bir bavul, birkaç karton kutu, üstünde birkaç kitabınbulunduğu bir raf, sahip oldukları bunlardan ibaretti. Akciğer hastalığıkampta geçirdiği yıllar boyunca ona küçük dozlar halinde enjekte edilmişti,dedi. Ağır ağır ilerleyen bedensel yıpranma resmi olarak korumaaltında bulunan babasını intihar etmeye sürüklemeliydi, plan buydu.Ama hâlâ teslim olmadığı ve bilindiği üzere ölü bir siyasi tutuklu uluslararasıkamuoyunu hâlâ nefes alıp vermekte olan bir tutukludan daha azharekete geçireceği için onun ortadan kaldırılması planlanmıştı. Mareşalinbir ziyaretinden hemen sonra tutuklunun durumunun nasıl gözle görülürbiçimde kötüye gittiğini haber vermişti kızına ondan haber getirenbiri, hastanın yüksek dozda tüberkül bakterisi aldığından emin olduğunusöylüyordu, bu bakteriler genel fiziksel zayıflık da varsa ölümcül olabiliyordu.Bu arada enjekte etme kelimesi sarfedilmişti. Bu cereyanlı ve nemliodada yatan babasının battaniye istediğini ama son günlerinde hastabakıcınınona battaniye de vermediğini söyledi. Babası için artık yapılacakbir şey kalmadığında ve dünya kamuoyunun protestoları hızını kaybettiğindekendisine gösterilen ilgi de azalmıştı, gerçi hâlâ okul vakfının konuğuydu,ama oyunculuğu ya da dansçılığı meslek edinmek fikrini kafasındançıkarması gerektiğini ve önce çalışmayı öğrenmek zorunda olduğunudaha sık duyar olmaya başlamıştı, özellikle de vakfın kadm başkanıKronheimer'den. Babası Nobel Ödülü'nü aldığında kendisi de ünlü bir424


kişi olarak öne çıkartılmış, fotoğrafçıların ve gazetecilerin gözbebeği olmuştu,o sıralar Stockholm'deki Hâkonssons Tiyatro Okulu'na girme iznialmak için koşulları zorlamıştı, Komite masrafları karşılayacaktı, amaToller otuzsekiz sonbaharında birkaç günlüğüne Stockholm'e gelmiş veona Dramatik Tiyatro'nun yöneticisi Brunius'u görmesini tavsiye etmişti,oysa Brunius onu kaba bir biçimde geri çevirmişti, yöneticinin ilk gerekçesibir yabancı olarak onun devlet okuluna alınamayacağı yolundaydı,ikinci gerekçesi ise bu aksanıyla sahne dilini asla öğrenemeyeceği olmuştu.Oturduğu yerden aşağıya atladı. Bir an ortadan kayboluvereceğinisandım, ama sonra benimle birlikte okul avlusuna doğru yürümeye başladı.İlkgençliğinden beri yatılı okullarda kalmanın kendisi için normalbir şey olduğunu bilmem gerektiğini söyledi, genç soylular ve militaristlerleolan mücadelesinde babası önce faşistler tarafından değil, Weimariktidarı tarafından hapse atılmıştı, böylece babası Tegel'deyken o da GriManastır'a, Breite Caddesi'ndeki Bismarck'm eski okuluna gitmiş, enyüksek düzeyde bir vatan haininin kızı olarak orada eziyet çekmiş, sonrada ulusal selamı vermeyi reddettiği için oradan atılmıştı. Son yıllardaolup biten olayların mahiyetini ancak otuzsekiz Ekiminde, on sekiz yaşımageldiğimde, dedi, Toller sayesinde öğrenebildim. Babama ıslahevlerindeve kamplarda nasıl muamele edildiğini bildiğim halde bir yıl öncesinekadar, annem aracılığıyla bana gönderdiği sevecen mektuplar, onadestek olan bütün yazılar, çağrılar ve eylemler nasıl ki içimde onun serbestkalacağı inancını beslediyse, onun ölümünden sonra da hâlâ bununbir bedeli olmalı, bir arınma olmalı diye düşünüyordum. On üç yaşımdaykenAlmanya'dan ayrılmış, oradan oraya gitsem de korunmuştum,hiç uyruğum olmamıştı, dünya vatandaşıydım, ancak şimdi, Toller banakendisine yapılanları da gösterdikten sonradır ki, bu imha hırsının menzilinikavradım. Barışçılığa inanan Toller kısmen babamın yerini tutmuştu,bu ılımlı, sıcak insana Oslo'ya gitmeden kısa bir süre önce Norveç gazetesiFritt Folk tarafından kitle katliamcısı sıfatı yakıştırıldı, gazete, onungezgin Yahudi ırkının bir üyesi olduğu imasıyla Germen kültürünün başdüşmanıolarak bir o ülkede bir bu ülkede göründüğü, komünizmin paralıaskeri olarak yağmacılık ve savaş hazırlığı yaptığı söylendi. Almancakonuşabilseydin, dedim ona, seni daha iyi anlayabilirdim. Olduğu yerdekalakaldı, dehşet içinde bana baktı, yüzü dağılacak gibi oldu. Söylesenekimsin sen, dedi, birden peltek peltek konuşmaya başlamıştı, seni İsveçlisandım. İnce, yıpranmış elbisesinin içinde karşımda dikiliyordu, bu elbiseyiona birileri vermiş olmalıydı, oysa çoktan küçülmüştü, saçları şimdihiç gücü kalmamış gibi aşağıya dökülmüştü. Bu dili konuşamıyorum artık,dedi. Annem babam işçi, dedim, Sudeten bölgesinin işgalinden sonraonların oturdukları yerden sürüldüğünü, şimdi nerede kaldıklarını bilmediğimi,santrifüj fabrikasında kalay kaplamada çalıştığımı, saat başınabir kron aldığımı, Fleming Caddesi'ndeki odamın aylık kirasının kırk425


kron olduğunu söyledim. Ona bu açıklamaları niye yaptığımı bilmiyordum,belki de mahcubiyetten. Elimi tutup beni geriye doğru çekti, tamkarşımızdaki okula ait binaların önünden uzaklaştırdı. Birlikte Hodann'agidebileceğimizi söyledi, onu bir kez ziyaret ettim, dedi, bir yol göstericio, insana yardımcı oluyor, ama ötekiler öyle değil. Karısı beni kanatlarınınaltına almak istiyor, ve de Kautsky'ler, bu görmüş geçirmiş ve kültürlüinsanlar, ve ev sahibim Sundberg, bu öylesine efendi ve paylaşımcı,dinsel hümanizm ölçülerinde alabildiğine serbest düşünceli insan, benhiçbirinin gözünün içine bakamıyorum, onların iyilikleri karşısında bütünüyleihanet duygusu içindeyim, beni evlatlıkları gibi görmelerine katlanamıyorum.Burada, okulda doğa yaşantısını öğretmeye çalışıyorlarbana, dedi, bunun benim duyumsamalarıma yumuşaklık getireceğinidüşünüyorlar, ben de gerçekten denedim, tezekli tarlaların karşısında,kazıkların arasına gerilmiş hafif elektrik yüklü tellerin, çamurlu dereninkarşısında, köylünün tarlasından ayıklayıp attığı taş yığınları karşısındabir şeyler hissetmeye çalıştım, gözümü dikip göğe, bulutlara baktım,ama tek hissettiğim buraya ait olmadığımdı. Bunları söylediğinde aklımaBrecht geldi, ama o Brecht'in de adını duymak istemiyordu, onun sadeceetkili kişilerle tanışmak peşinde olduğunu söyledi. Yeniden caddeye çıkmıştık,villaların bulunduğu tepeye doğru hızlı adımlarla yürüyordu, babamıen son yedi yıl önce gördüm, dedi, Tegel'deki cezaevine, ne yapılmadandeniyordu, o cezaevine nakledilmeden önce henüz iyi besleniyordu,paltosu, şapkası, kolalı yakası ve boyun bağı vardı, o zamandan buyana, tıpkı bir filmdeki gibi üst üste binen görüntüler görüp duruyorum,bu görüntüler zaman içinde korkunçlaştı, maskelere dönüştü, onu Sonnenburgkampındaki haliyle, tam kalbinin üstüne dikilmiş büyük yamaylagörüyordum, numarası beş yüz altmış ikiydi, sonra üstünden dökülengiysileri içinde görmeye başladım, gözleri çukura kaçmış, burnununbüyüklüğü iyice ortaya çıkmış, ağzı büzüşmüştü, yaslandığı küreklezor bela ayakta duruyordu, doğu kapısı, beşinci istasyon, sonra PapenburgEsterwegen, Ems, Hollanda sınırı yakınlarında, iki büklüm olmuşpatates doğruyordu, sonra otuzdört sonlarında bir deri bir kemik kalmışhalde bir kerevete uzanmış olarak gördüm onu, sonra iki siyah üniformalınınarasında ayakta güçlükle dururken, tebeşir gibi bembeyazdı rengi,bir gözü şişmiş, dişleri dökülmüştü, kırılmış ve iyi kaynamamış bacağınısürüklüyordu, sonra o çifte fotoğraf, onun ölü suratının karşısında Hamsun'un,tutukluyu aşağılayan, ona küfürler savuran ünlü yazarın yanaklarındankan damlayan yüzü, ödülün ona verilmemesi için aylarca sürdürülenmücadelenin başını çekenlerden birisiydi o, bir zamanlar o çoksevdiğim kitaplarına tukurdum, üzerlerine kustum, dedi, Açlık'ı, Pan'ı,Victoria'yı yırtıp parçaladım, sonra Şubat otuzsekizde bir kez daha sivilolarak giydirilmiş yaşayan cesedin Berlin'deki jürili mahkemesininönünde ortada duruşu, profilden görünüyordu, başını zar zor dik tutabi-426


liyordu, sonra o son görüntüler, deponun pis bir köşesinde, tahta perdeninarkasında nöbetçi hastabakıcının gözetiminde yatarken, açmaktaolan karadikenlerle kaplı hastane bahçesinde; dört Mayıs otuzsekizdeKatolik bir rahibe onun üzerine eğilerek dualarımızı iletti, gece vakti babamıntanımadığı bir heykeltıraş ölüm odasına gizlice girip onun alçı yüzününkalıbını yapıp yurtdışına çıkarabildi, yabancı ve soğuk bir maske,tıpkı Schüler'in ve Blake'in ölü maskı gibi. Caddede yukarı doğru yürüyorduk,ve şimdi, dedi, kimse beni ne yapacağını bilemediği için, okulumuzunYahudi amiri, Almanya'da geçirdiğim çocukluğumdan en büyüksinsilik olarak gördüğüm her şeyi yapıyor bana, otorite, zor yoluyla disiplinesokma, bu utanç verici ülkeden kaçmış birisi olarak ağzından salyalarakıtarak bana çalışmazsam yemek yiyemeyeceğimi söylüyor, ve etrafımdakiefendi insanlar da bu sözleri onaylayıp kafalarını sallıyorlar,bir hiç olan, bir dilenci olan benim aldığım sadakalardan mutlu olmamgerektiğini ima ediyorlar. Banliyö tren istasyonuna kadar gelmiştik, benimlebirlikte kente gitmek istediğini söyledi. Ona Hodann'ın bizi beklediğinianımsatınca, onu telefonla haberdar edebileceğimizi söyledi yalnızca.İlk kez birisi benimle birlikte evin kapısından giriyor ve odama giderkenbana eşlik ediyordu. Öteki kiracılar mutfakta akşam yemeği yiyorlarve gürültü patırtı yapıyorlardı, içkilerini kendi damıtma aygıtlarıylahazırlamışlardı, sarhoş şarkıları duvarı delip geçiyordu. Barınağımıkonuğun gözleriyle gördüm. Bir hücreye benziyordu. Dar karyola, masa,sandalye, komodin, çini soba. Kitap yoktu, masanın üzerinde birkaç kâğıtvardı sadece. Ona ikram edecek hiçbir şeyim yoktu, mutfağa gitmekistemiyordum. Lambayı kapatmamı söyledi. Duvarları ve tavanı sadecesoluk ilkbahar göğü ve caddeden gelen ışıklar aydınlatıyordu, gelip geçenaraba farlarının yansıları odayı boydan boya yalıyordu. Hiç değilsepark manzarası, dedi. Bu ülkede ilk kez yaptığım şeylerden birisi de İspanya'dayaşadıklarım hakkında konuşmaktı. Hava kararıyordu, ziyaretçimyatağa uzanmıştı, ben pencerenin yanında oturuyordum. Giderekmutfaktaki ve yan odadaki sesler kesildi, ertesi gün iş günüydü, erkenkalkacaktım, saniyenin onda biri kadar kısa bir süre için, sabahın dördündekartımı vardiya saatinin aralığına itip kolu indirdiğim geldi gözümünönüne. Nasıl olup da buraya uyum sağladığımı sordu. Yaklaşık üçsenedir bu ülkede olduğunu ve şimdiye kadar hayatta kalabilmek içinbüyük bir uğraş vermekten başka bir şey yaşamadığını söyledi. Tiyatrookumak için gösterdiği çabanın sona ermesinden sonra eğitime devametme umudunu kaybetmişti, bitkisel hayat yaşıyordu. Aidiyetsizlik duygusunungöç etmekten kaynaklanmadığını söyledi, sürekli ülkelere gitmiş,ülkelerden ayrılmış, oraya buraya sürüklenmişti, göçebelik ailesininkanında vardı. Babamın büyükannesi ve büyükbabası, dedi, Lehçe konuşuyorlarmış,annem Hindistan'da doğmuş, İngiltere'de büyümüş, babamınannesi ve babası Yukarı Şilezya'dan göç etmiş Hamburg'a, savaştan427


önce babam orada bir Pankhurst 7 yanlısı ve kadın hakları savunucusuolan annemle tanışmış, bindokuzyüzonüçte Essex'in bir köyünde evlenmişler,sonra tekrar Almanya'ya dönüp Hamburg'da, Berlin'de yaşamışlar,çıkardıkları dergi uğruna, savaş karşıtı hareket uğruna hayatları yollardageçti. Onların içinde yetiştikleri enternasyonalizme başkaldırı hepdarkafalı, küçük düşünen kesimlerden geldi, dedi. Berlin'de ona esmer teni,koyu renk saçları yüzünden yabancı, Yahudi diye küfür ettiklerini söyledi,Viggbyholm'deki okulda çocuklar onun arkasından Hintli, Kızılderilidiye bağırıyorlarmış. İngiltere'de bir süre bir kökene sahip olma düşlerikurmuş. Lisedeki çocukların arasında onlara sunabileceğim bir şeyim olsunistemiştim. Ve büyük büyükbabam Palmer'in mezarından çıkardım,bir kıyımın hemen ardından Hindistan'daki soylu bir aileyi korumak üzeregörevlendirildikten sonra Haydarabad'da bir Maharadşa'nın kızıyla evlenenve kraliçenin hassa generali olan Palmer'i. Onun malının mülkünün,topraklarının, kurduğu bankanın resimlerini etrafımdan eksik etmiyordum,Palmer'in arkasında Doğu Hindistan Şirketi'nin, sömürgeciliğin gücüvardı. Anneme gelince, onu Hyde Park'ta ajitasyon konuşmaları yapan,hapishanelerde açlık grevlerine katılan bir süfrajet 8 olarak görmüyordum,o benim gözümde palmiyelerin arasındaki mermer saraylarla, anıt mezarlarla,hizmetkârlarla, kölelerle, Hint fakirleriyle dolu bir geçmişin içindeyer alıyordu, bu görüntülerin içinde bana özellikle en resimsel geleni, yıllarınyıpratmasıyla dal gibi olmuş bir Hint fakirinin, sakatlanıp kol olmaktançıkmış uzvuyla bir duvara dayanmış duruşuydu. Bu efsanevi dünya,babamın soyundan gelen askerlerle, feodal beylerle ve aristokratlarla ilişkiiçindeydi, böylece kendime olan güvensizliğimi maskeleyecek bir aile hikâyesiuydurmuştum. Belki de yabancı ülkeler beni babamın hatırı içinkabul etmeselerdi daha iyi olurdu, dedi, gerçeğim olan yoksulluğumla başaçıkmaya zorlanmış olsaydım daha iyi olurdu. Ağzının nasıl hareket ettiğinigörüyor, sözlerini duyuyor, kendi dışlanmışlığım içinde ona yanıtvermeyi beceremiyordum, onun karşısında kendi yoksunluklarımı dilegetirsem söyleyeceklerimin içi boşalacak ya da ahlaki bir derse dönüşecekti.Ayrıca bugünün onun günü olduğunun, beni dinlemeye hazır olmadığının,bana anlayış gösteremeyeceğinin farkmdaydım, bana bir iş olanağıverildiği için buradaki hayatla başa çıkabildiğimi, geri kalan her şeyi ertelediğimisöyledim yalnızca. Kendine siyasi bir yol çizmiş olman seniayakta tutmuş, dedi, hiçbir gençlik grubu beni içine almadı, ben hep birtür istisna olarak kaldım, hep bir yerlere götürüldüm. Annemden bir şeyleröğrenebilirdim, dedi, ama annem yanımda değildi hiç, pazar günlerionun konuğu oluyordum, babamı ise idealize edip sonunda ondan birkahraman yarattım, konuşulacak ya da sarılmacak birisi değildi o, ona ta-7 Emmeline Pankhurst (1858-1928): Radikal İngiliz kadın hakları savunucusu, süfrajet hareketinin kurucularından. (Ç.N.)8 19. yüzyıl sonlarında başlayan ve kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkını kazandırmak için çalışan İngiliz kadın hareketine ve üyelerine verilen ad. (Ç.N.)428


pılabilirdi ancak. Bütün bunlar sonbahardan beri, Toller'in Amerika'ya gidişindenbu yana dağ gibi üstüme yıkıldı. Aslında galiba pratik bir insanımben, bir materyalistim. Kendimi bir Avrupalı, bir kozmopolitan olarakgörmek istiyordum. Ama gelişimim için koşullardan yararlanmayı bilemedim,bana sürgün rolünün dayatılmasına izin verdim, bir de bir başkarolün daha, kadın rolünün. Yerinde doğrulup dimdik oturdu. Sürgün olmakve kadın olmak, dedi, çifte bir indirgenme bu. Bir sürgün insan değil,sadece insan rolü yapan bir gölge. Kadın olmak ise talepleri olmamak demek.İkisine aynı anda katlanmak gücümün sınırlarını aştı. Bardaklarıparçaladığım zaman biliyorum ki, kendim parçalanıyorum. Viggbyholm'dekimse buna anlayış göstermiyor, içinde bulunduğum zorluklarıima etmek boş bir çabadan ibaret, konuşmaya kalksam bana önce şaşkınşaşkın sonra da kızgın kızgın bakıyorlar. Bana yardım edildiğini nasılunutabilirmişim, herkes bana babam gibi davranmış. Bu sitem haklı bir sitem,ama öte yandan bizi kaçmaya zorlayan, babamı ve daha pek çok insanıimha eden şeyden uzağız burada. İçinden çıkıp geldiğimiz şu Avrupa'nınbir kişiliği yok. Yabancı olarak kalıyorum her yerde. Biraz olsun bağımsızlığımıgöstermeye kalksam herkes bana kapılarını kapatıyor, tıpkıkorkunç ve dayanılmaz bir çatışmayla karşı karşıya gelmiş gibi davranıyor.Ev işleri yap diye tavsiyede bulunuyor bana bakanlar, stenografi öğrendiyorlar, o zaman bir büroda iş bulabilirmişim. Yeniden yatağa uzandı.Uyum sağlamaya çalıştım, dedi, insan bir yere ait olmalı diye telkin ettimkendime. Ama sonra bu İsveç üstüme yıkıldı. İsveç devasa ormanlarıyla,kırları ve gölleriyle, tepeleri ve dağlarıyla, oraya buraya serpiştirilmiş kırmızıkulübeleriyle bir ada. Avrupa çok uzak ve egzotik. Orayı hâlâ gözününönüne getirebiliyor musun, diye sordu, hayal etmek istesen bile buuzun, bitmek bilmeyen kıyı şeritleri senin çevreni de sarmıyor mu. Sustu,uykuya daldığını sandım. Sonra birden güldüğünü duydum. Biliyor musun,dedi, ben geri dönüşü olmayacak biçimde en yüksek kattan en aşağıdüşüp tiksinilen sınıftan oldum.Uykusuzdum, fıçıların, buharların arasında onun adını tekrarlıyordumkendi kendime. Aidiyetsizliğini aşmak için birkaç yıl boyunca yaşamınınasıl gizli, fantastik bir düşle süslediyse, şimdi de ailesinin ona armağanettiği bir düşü, savaş sonrasının istikrarsızlığında annesine ve babasınayasaklanmış olan her şeyi içeren bir ismi, anne ve babasının çocuklailgili sevincini, umutlarını, huzur ve barışı dile getiren, çiçeği andıranbir ismi peşisıra sürüklüyordu. Annesi ve babası kaçma ve kovalama içindegeçen militan bir yaşam sürerken onun adını Rosalinde koymuşlardı,bu isim babasının çektiği acılara ve annesinin siyasi polisin gözetimi altındaher gün katlanmak zorunda olduklarına özel bir acı daha katıyor-429


du, isteneni gerçekleştirememiş olmanın acısını, bütünüyle başarısızlığauğrayan bir atılımın acısını, bu konuda tek bir söz söylememiş olsa da hayalikurulan bir mucizeden bu acı kopuşun onu nasıl etkilediğini ve kendiniister istemez nasıl suçlu hissedebileceğini tahmin edebiliyordum,çünkü o kurtulurken, rüzgâr gibi uçup giderken annesi ve babası işkencehücrelerinde kalmışlardı. Ben de annemi babamı ardımda bırakmıştım,onlardan da hiçbir iz yoktu. Ossietzky'lerin kızı için de benim için de şuanda önemli olan tek şey ayakta kalabilmenin bir yolunu bulmak, engellenmişamaçlarımızı ve isteklerimizi görmezden gelmekti. Sınırlanmışhayatından kurtulmak onun için daha zordu. On dokuz yaşındaki bu kızbir çatışmanın içindeydi, bu çatışma onu çaresiz ve dünyaya ilgisiz birhale getirebilirdi, beni ayakta tutansa bir yıl boyunca Enternasyonal Tugaylar'dabulunmuş olmamdı, İspanya şu anda korkunç bir saldırıylakarşı karşıya olsa da Tugaylar hâlâ varlığını sürdürüyordu. Sonraki haftalardahep orada olup bitenleri, çözülmenin nedenlerini düşündüm. Siyasidağılma Rosalinde'nin varlığına yansıyor, bu dağılmanın birey üzerindekietkileri kendini onun varlığında görünür kılıyordu, yirmi üç MayıstaToller'in öldüğü haberini aldı, Toller'in ölümü basında küçük bir haberolarak çıkmış ve ben günün önemli olaylarıyla ilgilenirken bu haberi gözdenkaçırmıştım. Toller'in bir önceki gün Mayflower Oteli'ndeki odasınınyanında bulunan duş kabininde kendini bornozunun kuşağıyla nasıl astığınıruhsuz bir sesle anlattığında, önce bunu kendisinin uydurduğunusandım, ama bu sahne onun için Rogeby, Bischoff ve Lindner'le birliktebölük pörçük haberlerden çıkarmaya çalıştığımız sahneden daha gerçekti.Gazetelerin manşetleri İngiltere ve Fransa'nın Sovyetler Birliği'ndengelen ittifak önerisini kabul ettiği ve olası her saldırıda askeri yardımlaşmayahazır oldukları haberini vermişti. Polonya ve Romanya'nın da ittifakakatılacağı bekleniyordu. Ama ertesi gün bu haberleri pazarlıklar izledi,Britanya tarafından gelen küçük değişiklik önerilerinin ne anlamageldiğini soruyorduk kendimize. Otuz Mayısta artık imzalanacak anlaşmahazırdı, ama bir Haziranda Baltık Ülkeleri'ne ve Finlandiya'ya Sovyetlertarafından yeterince garanti verilmediği gerekçesiyle anlaşmayakarşı çıkıldı. Durumu büyük ve bulanık bir örüntü olarak algılıyorduk,sadece bu örüntünün orasından burasından sarkan ince iplikleri görebiliyorduk.Yedi Martta, Prag'ın işgalinden iki gün sonra Sovyet yönetimi İngiltere,Fransa, Polonya ve Romanya'yı ortak bir eylem programının sorunlarınıtartışmak üzere acil bir konferansa çağırdı. Almanya'nın Polonya'yayönelttiği toprak taleplerinin baskısı altında İngiltere ve Fransa Polonyakarşısında taşıdıkları sorumluluk nedeniyle en sonunda kaçak oynamaktanvazgeçip güvence görüşmelerine başlamaya zorlanmıştı. AlmanyaDanzig'in verilmesini ve Polonya koridoruna girmeyi talep ettiğihalde ittifaktan söz edilmiyordu henüz. Britanya'nın anlaşmayı ertelemeküzere çevirdiği entrikanın nedeni Birleşik Devletler tarafından des-430


teklenen Batılı güçlerin Almanya'yı Sovyetler Birliği karşısında tek taraflıbir savaşa sürükleme taktiğinde ısrar etmesiydi. Daha sonra öğrendiğimizegöre, Alman yönetimi Britanya'nın onayıyla Polonya'ya bedeli Sovyetler'denkarşılanmak üzere bir tazminat önermişti. Rogeby'nin odasındayaptığımız tartışmalarda diplomatik oyunvm sapmalarını ve kopuşlarıdaha sağlam bir zeminde görebilmek için, fotoğrafçı titizliğiyle çalışır gibibir harita koymuştuk önümüze. Memelland'ın yirmi üç Marttaki ilhakındanve Polonya'ya karşı yürütülen, günbegün güçlenen kışkırtmalardansonra Britanya'dan, Almanya'nın Baltıklara saldırısı durumunda yardımedilmeyeceği açıklaması geldi, ittifakı reddetmeye eşdeğer bir açıklamaydıbu. Almanya'nın ve Sovyetler Birliği'nin ortak sınırı yoktu. Bir Almansaldırısı Polonya, Litvanya ve Letonya üzerinden gerçekleştirilebilirdi ancak.Finlandiya'dan bakıldığında Leningrad bir top atımlık menzilin içindekalıyordu. Küçük Baltık devletlerinin yanı sıra Polonya ve Romanyada gerici, yarı faşist iktidarların egemenliği altındaydı, bu iktidarlar hemAlmanya karşısında ulusal bağımsızlıklarını korumaya çalışıyor hem deSovyetler Birliği'yle ittifak kurmaya gönüllü görünmüyorlardı. Bu rejimlerleişbirliği yapan Batılı güçler, Sovyetler'in Almanya'nın doğuya doğruilerlemesi durumunda Polonya ve Baltık topraklarına asker sokma talebinigeri çeviriyordu. Sovyetler Birliği'nin Polonya ve Baltıklara el atmasınıonaylayarak Sovyet devletini güçlendirmekten kaçınıyorlardı. Siyasi formülasyonlarve kıvrak hamleler doğrudan bir saldırı durumunda İngiltereve Fransa'nın askeri bir ittifaka hazır olduğunu gösteriyordu. Ama zatendoğrudan bir saldırı olmayacaktı. Dolaylı bir saldırıda ise destek verilmeyecekti.Sovyetler Birliği'nin dolaylı bir saldırıdan anladığı şey o sıradaDanzig'de olduğu gibi Alman vatandaşlarının içeri sızdırılarak alttanalta bir harekât yürütülmesiydi. Britanya'nın belirsiz tutumunun anlamıSovyetler Birliği'nin batı ve kuzeybatı sınırlarını tek başına savunmasıgerektiğinden ibaretti. İngiltere ittifak fikrini bütünüyle reddetmeden,ama aynı zamanda Alman yönetimiyle alt düzeyde görüşmeleri deihmal etmeden kendini korumaya çalışıyordu. Britanya onbeş NisandaSovyetler Birliği'ne yaptığı çağrıda tavrını açıkça ortaya koymuştu, buçağrı Sovyetler'in bir savaş durumunda komşularına güvence vermesiyolundaydı. Bu alaycı ve aşağılayıcı açıklamayla birlikte görüşmeler deson bulmuş gibiydi. Ama iki gün sonra Sovyetler Birliği İngiltere'yi birkez daha askeri bir pakt kurma yolunda uyarmıştı. İngiltere'nin yanıtındanBatılı güçlerin de küçük devletlere doğrudan bir saldırıyı SovyetlerBirliği'ne karşı sadece dolaylı bir tehdit olarak algıladıkları ve böyle birdurumda paktı harekete geçirme sorumluluğunu taşımaya niyetli olmadıklarıanlaşılıyordu. İngiltere'de manipülasyona başta ayak uydurmuşolan kamuoyunun yön değiştirmesi, sonra da Churchill'in başını çektiğibir muhalefetin oluşması Mayıs başında Britanya yönetimini etkili birDoğu Cephesi kurulması yolundaki baskıya boyun eğmeye zorladı ya da431


en azından İngiltere kendi inisiyatifiyle buna yönelmiş olduğu görüntüsünüyarattı. Sovyetler Birliği'nde de siyasi değişimler olmuştu, bu değişimlerinsonuçları ancak Haziran ayında çıktı ortaya. Pravda'nın arka sayfasındakiminnacık bir habere göre demokratik bir birlik cephesinin sözcüsüolan Litvanov iki Mayısta dışişlerinden sorumlu halk komiserliğigörevinden alınmış ve yerine Molotov geçmişti. Britanya'nın Mayıs ortasındagerçekleştirdiği manevra, görüşmelerin yeniden başlatılmasına yönelikmanevra, burjuva basını tarafından barışın korunması yolunda büyükbir adım olarak sunuldu, buna karşılık Sovyetler Birliği'nin tutumuisteksizlik olarak yorumlandı. Artık İngiltere bir ittifakın kurulması yolundagösterdiği çabalardan dolayı övülebilir, buna karşılık inatçılığı yüzündenSovyetler Birliği'nin sorumsuz davrandığı öne sürülebilirdi. Britanyayönetiminin ittifaka pek de niyetli olmadığı görüşmeleri en üst düzeydeyürütmüyor oluşundan belliydi. Sovyet tarafının istediği gibi DışişleriBakanı değil, bunun yerine daha küçük bir memur olan Strang sekizHaziranda Moskova'ya gidip burada birkaç hafta kaldı ama basınınbildirdiğine göre Molotov onunla ilgilenmedi. Bu sırada Alman birlikleriSiegfried hattında talim yapmaya devam ediyordu, gamalı haç bayraklarıylabezenmiş Danzig ise bir şölen sarhoşluğundaydı. Onsekiz Temmuzpazar günü Danzig'de Goebbels'in sesi çınladı ve Führer'in çok yakında,Üçüncü Reich'a katılan bu Alman kentini ziyaret edeceğini müjdeledi.Radyo kutusundan gelen bu tanış gürleme, Almanya'nın gözü dönmüşlerinaralarında paylaşamadıkları ülke olduğunu tüm kesinliğiyle bağırıyordu.Halifax Britanya ve Alman halklarının birbirlerine anlayış göstermesiyolundaki isteğini ifade etmiş, İngiliz ekonomi gözlemcileri sözleşmelerimzalamak üzere Almanya'ya gitmiş ve Reich iktidarını bir anlaşmayaçekmek için yem olarak sömürgeler sunulmuştu.Ve şimdi birdenSovyetlerin Almanya karşısında değişen yaklaşımı gelmişti gündeme,her zamanki gibi olayların sadece sonuç halini görebiliyorduk. Molotov'unBritanya'nın tekliflerini geri çevirmesinin hemen ardından, yirmiüç Haziranda Moskova'da Alman elçi Schulenburg'la görüşmeler başlamıştı.Bir sonuca bağlanamayan ittifak tartışmaları boyunca önce Sovyetler'inAlmanya'ya yakınlaşmasının bir araç olarak kullanıldığını, bağlayıcıbir sonuca ulaşmak için Batılı güçlere baskı yapmak amacını taşıyan biraraç olduğunu düşündük. Sonra, yaz ayları ilerledikçe ve Temmuz başındaittifaka hâlâ imza atılmamışken Avrupa garip bir sükûnete büründüğündeSovyetlerle Almanya arasında milyarlar değerinde on yıllık ticaribir anlaşma yapıldığını öğrendik. Bir anda bütün güç dengeleri değişivermişti.İngiltere ve Fransa yalnız kalmıştı. Sovyetler Birliği'yle Almanyaarasındaki gerginliğin giderildiğinden söz ediliyordu. Faşizme karşı şimdiyekadar yürütülmüş tavizsiz mücadeleyle çelişen, anlayamadığımızbu sonuç üzerine uzun süre kafa yormak zorunda kaldık. İspanya'dacumhuriyetçi tutsakların kitleler halinde katledilmesini aklımızdan çıkar-432


mıyor ve barışı korumak için daha ne kadar bedel ödeneceğini sorguluyorduk.Sovyet Devleti'yle Almanya arasındaki ticari işbirliği, demiştiRogeby, siyasi hedeflerimizi daraltacağımız anlamına gelmez. Rogeby'egöre Batı'nm düşmanca tavrı Sovyetler Birliği'ni yeni koruyucu önlemleralmaya zorlamıştı. Devasa bir manzarayla karşı karşıyaydık. Bu manzarauzaktan bir peyzaja, Patinier ya da Altdorfer'in muharebe tablolarınabenziyordu, ama yine de bu manzaranın parçaları bizim bilmediğimizşifrelerden, biçimlerden ve figürlerden oluşuyordu, onlar üzerinde durmadançalışarak, karşılaştırmalar yaparak parça parça çözmeye çalışıyorduk.Yaz ortalarının yağmurlu havalarından sonra kentin caddeleriboşalmış, insanların çoğu tatil için kırsal bölgelere gitmişti. Biz geride kalanlaruğursuz sessizliğin eşliğinde bir tür ataletin içine düşmüştük. Birkez daha kopartılmışlığımızı ve teşvik eksikliğini, günlerimizin korkunçtekdüzeliğini hissediyorduk. Belki bu tekinsiz durgunluğun arka planınailişkin açıklamalar duyarız diye pek çok kez Brecht'e gitmekten söz etmişama bu ziyareti hep ertelemiştik. Buluşma, sonunda sık sık Brecht'e konukolan Hodann sayesinde değil, bir habercinin, pek tekin olmayan serseribir tipin aracılığıyla gerçekleşti. Hodann benim de onunla birlikteBrecht'i ziyaret etme ısrarıma pek olumlu yaklaşmamış, beni yanında taşımaktankaçınmıştı, bunun nedeni belki daha önceki anlaşmamız konusundafikir değiştirmiş olmasıydı, belki de Brecht'in bu konuda kesin talimatlarınauymak durumundaydı. Hiç beklenmedik bir anda ortaya çıkanve bize Brecht'in davetini ileten gezgin elçi, ressam Tombrock'tu. Her gördüğümyerde kirli ve dağınık saçlarıyla, delici bakışlarıyla bu sıskaadamdan kaçmaya çalışmıştım, ama o beni yakalayıp esir almıştı. Kendisinidinlemek istemeyen herkesi lanetleyen bir iblis gibi Rosalinde'ye deyanaşmıştı, Lindner'le ilişki içindeydi, hep hesaplı kitaplı davranan Bischoffu bile etkisi altına almıştı. İsveç onun için yaban el değil, yavaşça avlarınayaklaştığı bir av vadisiydi. Vestfalyalı bir işçi ailesinin çocuğu olankırk beş yaşındaki bu adama sıskalığı yüzünden çocukluğundan beri çirozdenmiş, on altı yaşına geldiğinde kısa boylu, zayıf insanların çalıştırıldığıçukurlara inmişti. Yeraltında beygirlerin yanı sıra yürümüş, kömüryüklü arabaları sürmüş, tomrukları peşi sıra sürüklemiş, sonra da tayfaolarak denize açılmıştı. Bir defasında bana ve eskizleriyle suluboya resimlerinitaşımakta olan Rosalinde'ye anlattıklarına bakılırsa orada da Benninghofen'daolduğu gibi haydutların elinde kalmıştı, orada hakarete uğruyorsun,itilip kakılıyorsun, eziliyorsun, patates soymak, tabakları yıkamakve yerleri silmek zorunda kalıyorsun, demişti. Bu dünyada güzel veyüce olan ne varsa zenginlere ait, diyordu. Bunun benim için yeni bir şeyolmayışı onun canını sıkmıştı. Boğaz tokluğuna fabrikada çalışıyor olmamı,böylece sermayedarlara artı değer yaratmamı küçümsüyor, işi bırakmamı,serserilik yapmamı, dilenmemi, isteklerime uygun yaşamamı, resimyapmamı ve yazı yazmamı öneriyordu. Ancak böyle yaptığın zaman433


proleterim diyebilirsin, demişti tumturaklı bir küfür sallayarak. Söylediklerinebakılırsa, Dünya Savaşı'ndan önce Braker'in balıkçı teknesi Gut Heil'atayfa olarak yazılıp anasından emdiği süt burnundan geldikten sonra artıkkendini kandırmaktan sonsuza dek vazgeçmişti. Ruhr'daki devrime karışmış,önce hapishaneye, ıslahevine sonra da sokaklara düşmüştü. Gerçekeğitimi orada, en yoksulların arasında alıyorsun, ona buna yağ çekerek, eletek öperek girebildiğin akademilerde değil, diyordu. Kalın çizgileriyle, deformasyonlarıyla,beceriksizce yapılmış perspektifleriyle bu kendini eğitmişadamın kaba çizimleri inandırıcı bir etki yaratıyordu, ama bu çizimlerinarasında kötü işler, kitsch olanlar, çabuk satılsın diye yapılanlar da vardı.Çalıştırdığı kadınlar ürünlerinin satışını üstleniyordu. Evliydi, birkaççocuğu vardı, Râsunda yakınlarında oturuyordu, orada burada da evlerivardı. Terzi olan karısını halk evlerine, işçi kulüplerine gönderiyordu, karısıyeterince resmi elden çıkaramayınca, onun dikişlerini parçalayıp yırtıyor,gururla itiraf ettiği gibi onu bir güzel pataklıyordu. Peki Ossietzky'nin kızıneden onun kendi ismini kullanıp yarar sağlamasına izin veriyor, diye soruyordumkendime, ayrıca Bischoff un, ressamın darbelerinden kaynaklananyüzündeki, kollarındaki morluklarla hâlâ onun resimlerine koleksiyoncubulmaya çalışması daha da anlaşılmaz bir durumdu. Brecht'le kurduğudostluğu ballandıra ballandıra anlatan bu dilenci serseri Brecht'inevinde yapılacak bir toplantıya katılmamız için davette bulunmuştu. Birbirimizdenayrı olarak ve farklı zamanlarda Humlegârden'dan yola çıkan Lidingötrenine binecek, yaya ya da bisikletle Vasavâgen İstasyonu'na, oradanda Riddar Sokağı üzerinden Lövstig'deki bir numaralı eve gidecektik.Koyu kırmızıya boyanmış ahşap evin bahçesine orman tarafından ve yoldabizi görecek kimse olmadığına kanaat getirince girecektik. Ressamın talimatlarıinsana gevezelik gibi geliyordu, ama bu önlemler gerekliydi, çünkügözetim altında olan sadece Brecht değildi, illegal buluşmalar hepimiz içinyasaktı, aynı toplantıya gizlilik içinde yaşayan bazı partililerin de gelmesibekleniyordu.Kahverengi banliyö treni Hollanda tuğlasından örülme ve kulelistadyum ve serbest limanın çitlerle çevrilmiş geniş arazisi boyunca ilerliyordu.Havuzlarda Baltık Denizi'nin gemileri duruyordu, yolun öbür tarafındakömür yüklü dekovil vagonları havagazı fabrikasının çevresindekitesislere aktarılıyordu, fabrikaların bacalarından asitli yoğun bir dumançıkıyor ve adanın ormanlık kıyılarına doğru ilerliyordu, demir kemerlidar köprüden geçerek adaya yaklaşıyorduk. Vârtan'ın ötesindekiLidingö'nün kırsal bir görünümü vardı. Yamaçlarda, koruların kıyılarındavillalar görünüyordu, darboğazlardan ve tarlalardan geçip bir köy görüntüsüsergileyen durağa geldik. Riddar Sokağı'na vardığımızda hey-434


keltıraş Santesson'un Brecht'in hizmetine sunduğu evi uzaktan görebildik,kayalıkların arkasında, çamların ve birkaç kayının arasındaydı, enlemesinefazla genişlemeyen yüksekçe bir evdi, ama çalılıklar evin kaba veorantısız biçimini kısmen gizliyordu. Büyük kapının beyaz direklerindekiyasemin öbeklerinin kokusuna mürver ağaçlarının kokusu karışmıştı. Biryaprak, çimen ve güneş ışını parıldaması koridorundan geçip eve doğruyöneldim, yosunlu zeminden, yarı beline kadar gömülmüş filler gibi görünengri taş yumrular yükseliyordu. Arka tarafa inşa edilmiş atölyeningirişini ararken yapraklar yüzümü yaladı. Bir dizi meyve ağacının arkasındakiiki basamakla çalışma odasının açık kapısına çıkılıyordu. İçeri girerkenTombrock'un adımı söylediğini duydum. Beyaz kireç duvarlara veyüksek pencerelere rağmen atölye alacakaranlıktı, çünkü etraftaki ağaçlarışığı kesiyordu. Odanın büyüklüğü etrafta duran birçok masa yüzündenpek kestirilemiyordu. Salona açılan kapının yanındaki köşede tahta kazıklarınüstünde bir parmaklık vardı, buraya dar bir merdivenle çıkılıyordu,yukarıda kitap rafı da olan bir çekyat duruyordu. Odadakiler yarımay şeklinde taburelerin ve yastıkların üstüne dizilmişlerdi, galerinin altındakibir köşede sırtını pencereye vermiş dar omuzlu bir adam deri birkoltuğun içine gömülmüştü. Bischoff un yanındaki yüksek bir tabureyeiliştim. Başka birkaç konuğun daha gelmesi bekleniyordu. Gözlerim boğukışığa alıştıktan sonra atölyenin büyüklüğünün yaklaşık yediye beşmetre olduğunu düşündüm. Tahta kazıkların üstüne konmuş, çalışmamasası olarak iş gören bir kalas uzun duvarın pencerelerinin altında boyluboyunca uzanıyordu, kâğıt tomarları ve gazete kesikleriyle doluydukalas, uzun bacaklı ve büyük bir başka masa kalasa doksan derece açıyladayandırılmıştı, müsveddelerle ve kitaplarla dolu olan masada bir de şeridiparçalanmış eski moda bir daktilo vardı. Biraz ileride tasarım yapmakiçin kullanılan yatak altlığı, kürsüler ve düzenekler vardı, bunlardanbirinde küçük tahta parçalarından, kartonlardan, minik kutulardan vebez parçalarından yapılmış bir sahne tasarımı vardı. Deri koltuğun yanındakısa saçlı sarışın bir kadın çuval gibi uzun bir giysinin içinde dimdikoturmuş, aniden başlayan konuşmaları stenoyla not alıyordu, kadıngenellikle yanında oturan adamın el ya da baş işareti üzerine harekete geçiyordu.Brecht düşündüğümden daha kısa boylu ve zayıftı. Yüzü kireçgibi bembeyazdı. Üstünde yakasız, kahverengi, yumuşak deriden yapılmabir ceket vardı. Bağa gözlüğünün kalın camlan ardından görünen kızarıkve birbirinden oldukça uzak gözleri donuk bakışlıydı, her an gözlerisulanacak gibi bir izlenim yaratıyordu, bu bakışların arasına güçlü gözkırpmalar giriyordu. Ağzında emdiği ve çiğnediği purosunun külünü büyükbakır bir kabın içine silkiyordu. Buna benzer kaplar odadaki masalarınarasına da serpiştirilmişti. Konuklardan birisi Perpignan'daki kamplarındurumundan söz ediyordu. Branting'i ilk anda tanıyamamıştım. Yenidöndüğü Güney Fransa'da çocukların tahliye olanaklarını araştırmak-435


taydı. Konuşması yorgun ve tutuktu. Akıl almaz bir şeyi anlatmaya çalışırgibiydi. Dinleyenler kıllarını kıpırdatmıyordu. Sözleri her birinin kendialgı alanına sızıyordu. Pek çoğumuzun, Pireneler'in eteklerindeki çukurlukovada bulunan, güneşin ışıttığı toprak sarısı köye ait anıları vardı.Akdeniz kıyısı buraya yürüyerek yarım saat uzaklıktaydı. Bir günlük biryürüyüşle tepelerdeki ve dağlardaki geçiş bölgelerine ulaşılabiliyordu.Binlerce kişi Cumhuriyetçi Ordu'ya ulaşmak için sınır bekçilerine rağmenburalardan içeri sızmayı başarmıştı. Çeşitli açılardan kenti tabyalarıylabirlikte görebiliyorduk, bunların arasında Roma kalıntıları da vardı, vede daha sonraki yüzyıllardan kalma kaleler ve iç kaleler. Şimdi yaklaşıkyüz elli bin kişi dikenli tellerin ardına konmuştu, kimileri açıkta, kimileride alelacele inşa edilmiş barakalarda yatıp kalkıyordu. Toplanma yerlerikentten birkaç kilometre uzakta, kurumuş tarlaların kenarlarındaydı.Barcelona'ya yapılan hava saldırıları altında perişan olan insanlar ilkbaharda,soğukta, sağnakta günlerce kuzeye doğru ilerlemişlerdi. Yol kenarlarındacesetler yatıyordu, bazı kadınlar ölmüş çocuklarını yanlarında taşıyordu.Köylerde yiyecek bulmak hemen hemen imkânsızdı, ancak Figueras'ınkarargâhlarında kısıtlı yiyecek bulunabiliyordu. Sömürgelerdengelen Falanjist birliklerin sokaklarda uyguladığı kıyımı akıllarındançıkaramayan, korkudan titreyen, aç bilaç, bitkin düşmüş sürgünler dağlarıaştıktan sonra Senegalli muhafız kıtası tarafından karşılanmış, dipçikderbeleriyle sığır kamyonlarına tıkılmışlardı. Eski köle sömürgesinde yaşayan,zorla orduya alınan Afrikalılar kendilerine yapılanların aynısınıbu insanlara yapıyordu. Gümrük ödemedikleri bahanesiyle sığınmacılarınellerinde ne kaldıysa almıyordu. Saatler, ziynet eşyaları, dolmakalemler,hatta gözlükler, eşarplar, taraklar bile. Perpignan'a gelenler kadınlarve erkekler olarak ayrılıyor, çocuklar annelerinin elinden almıyordu. Gecegündüz istasyondan yükselen çığlıklar, yakarışlar, ağlamalar duyuluyordu.Tren hatlarında hâlâ Fransız yönetimi tarafından İspanya'ya sokulmayan,makineli tüfeklerle, mermilerle, uçaksavar toplarıyla dolu yük vagonlarıdiziliydi, Sovyetler'den gönderilen cephaneydi bu. İnsan kitleleriSaint Jean Katedrali'nin ve Mağrip tarzı kalenin hakimiyetindeki kenttençıkarılıp arazilere sürülmüştü. En korkunç olanı çocuk kampıydı, dediBranting, köy halkına yaptığımız çağrılar bile sıkıntıyı hafifletmedi, sayılarıkısıtlı olan yardımseverler zaafiyetin ve veremin yol açtığı ölümleri engelleyemiyordu.Birbirleriyle sarmaş dolaş olmuş çocuklar gruplar halindeyerlerde yatıyordu. Sivillerin geri çekilişinin hemen ardından CumhuriyetçiOrdu buraya geldiğinde birkaç gün süren yeni bir umut doğdu,ama sonra bu umut daha büyük bir cesaretsizliğe dönüştü. Askerler düzenlikıtalar halinde sınırı aşmışlardı, yenilgiye uğradıklarını kabul etmiyorlardı,tutumlarına hâlâ haklı mücadeleleri damgasını vuruyordu. Kadınlaroğullarını bulmak, kocalarına kavuşmak için kampın sınırlarını aşmış,dışarı koşmuşlardı. Yaylım ateşiyle yeniden kamp arazisine geri436


dönmeye mecbur kalmışlardı. Arabalarıyla Perpignan'a ulaşmayı ve otellerdeya da yakınlarının yanında kalacak yer bulmayı başarabilenler deyakalanmış, ellerinden paraları alınmış ve kampa kapatılmışlardı. Cumhuriyetçibirlikler silahlarını teslim ettikleri, kabul edilmeyi ve destekgörmeyi bekledikleri Fransız ekiplerinin hakaretine maruz kalmış, onlartarafından alaya alınmışlardı. İlk kez Brecht'in sesi duyuldu. Carrar Anaoyununu İsveç'te yeniden sahneye koyan ve Brecht'ten değişen durumauygun yeni bir prolog ve epilog yazmasını isteyen yönetmen Trepte'yedönerek keskin ve çınlayan bir sesle olay örgüsünün içinde bulunulan koşullaraartık uygun olmadığını ve yeniden yazılması gerektiğini söyledi.Bu versiyonda Carrar Ana, oğlu ve erkek kardeşiyle Fransız kampındaydı.Birkaç nöbetçi onlara vakit öldürmek için kaybedilmiş savaş hakkındasorular soruyordu, onlar da bu soruları oyundaki eylemle yanıtlamış oluyorlardı.Oyunun sonunda izleyiciler, o anki yenilgiye rağmen mücadelenindevam etmesi gerektiği konusunda ikna edilmeliydi. Brecht bu yolla,figürlerin yıkılmazlığmı anlatabileceğine inanmıştı. Fransız askerleriyleİspanyol işçilerin nöbetçiler ve tutuklular olarak birbirleriyle konuşabilecekleriizlenimi uyandırılıyordu. Sınıf temelli bu hipotezi ayakta tutmakönemliydi belki de. Eğer hâlâ bazı değişimler olacaksa bunlar bu dayanışmazemini üstünde gerçekleşecekti. Ancak Branting'in anlattıklarındansonra bu çözüm artık gerçekle örtüşmüyordu. Görünen oydu ki, ön savaşlarbir dönüm noktasından geçerek bütün kıtayı, bütün gezegeni kapsayacakbüyük bir imha savaşına doğru evriliyordu. İşe bireysel tepkilerinyerle bir edilmesiyle başlanmış ve bu zaten ardında yeterince derin izlerbırakmıştı. Daha kısa bir süre öncesine kadar tasarlanabilecek yalındramatik bir fabl yıkılıp giden bir dünyanın parçası haline gelmişti ansızın.Fransız işçiler Blum'un Halk Cephesi'ni parçalamasına ve Daladier'ninbir terör rejimi kurmasına izin vermişti. İspanya faşizminden kaçanlarıFransız faşizmi bekliyordu. Brecht'e göre bu başlangıç artık biroda tiyatrosunun mekânının bir parçası olamazdı, olsa olsa Brueghel'inresmetmiş olduğu gibi Dullen Griet'teki ya da Ölümün Zaferi'ndeki korkunçmanzaraların bir parçası olabilirdi. Brecht masalardan birinde duran,sayfaları açık büyük bir kitaba uzandı. O anda sanki Brecht'in ilgilendiğitek şey bu resimlerdi, donuk bakışlarla, ardına kadar açılmış ağzıylaresme bakarken ondan başka bir şey görmüyordu, önlüğünün üstündebir göğüs zırhı ve bir çuval ganimet taşıyan, dumanların ve ateşlerin içindekılıcını sallayarak şehvetli, ağzından salyalar akan, hortumlu, balığımsı,sürüngenimsi yaratıkların işgal ettiği bozguna uğramış kentlerden koşarakgeçmekte olan bu kemik torbası kadına, bu köylü intikam ilahesineya da zillerin, fanfarların, fıçıdan davulların gürültüsü eşliğinde, amfibilerinve diğer zırhlı taşıtların içinde hareket eden, yüksek kalkanların ardınasaklanarak dörtgen hücum kıtaları oluşturarak, koruğanlardan fırlayaraktırpanlarla, çengellerle, ateş maşalarıyla, ziftli meşalelerle, değir-437


men taşlarıyla, ağlarla insanlara saldıran, onları tepe üstü su birikintilerininiçine fırlatan, kafeslere, oyuklara tıkan ve ıssız tepelere süren, onlarıyerlerde yuvarlayan, kafalarını kesen ve yanyana dizilmiş darağaçlarınaçeken iskelet ordularının doldurduğu kızıl bir kumsala kapılmış gibiydi.Ama sonra birden İspanyol savaş bölgelerinde Halk Cephesi'nin nasılayakta kalabildiğini öğrenmek istedi. Daha sonra konuşulanlardan anlaşılıyorduki, Brecht farklı siyasi grupların fikirlerini almak istemişti, amacıbu karşıt fikirlere dayanarak Cumhuriyet'in çöküş nedenlerine ilişkinsonuçlar çıkarabilmekti. Kendisini diğerlerinden ayıran koltuğu, salondakilerkarşısında temsil ettiği sertliğe ve soğukluğuna uygun düşüyordu.Çevresinde gezdirdiği bakışları soğuktu, ama son derece dikkatliydi. Konudansapanları sabırsız bir biçimde, omuzlarını sinirli sinirli silkerek yenidenkonuya geri dönmeye davet ediyordu. Sosyalistlerden, anarşistlerden,sosyal demokratlardan ve komünistlerden oluşan bir birlikten sözedildiğinde, demek gerçekten bir uzlaşmaya vardınız, öyle mi, diye sordu.Brecht'in yoğunlaşmış dikkati bilgi veren farklı anlayışların odaknoktasını oluşturuyordu. Öğrenme isteğindeki en ufak bir gevşeme çevresindekileribirbirine düşürebilirdi. Gerilla savaşından, devrimci halk savaşındanyararlanmamış olmanın yenilgiye yol açtığı görüşünü temsiledenlerle, düşmanın maddi üstünlüğünden dolayı zafer getirmeyecek olsabile mevzi savaşını yegâne olasılık olarak savunan diğerleri arasındaanlaşmazlık baş göstermeye başlamıştı zaten. Odada bulunanların çoğu,hem sosyal demokrat yönetimin kendini geri çekmekle hem de Fransa veİngiltere'deki yönetimlerin duruma müdahale etmemek kararıyla Cumhuriyet'isabote ederek bu iflasta başrol oynadıklarını Brecht'in önündeonaylıyorlardı. Alman Komünist Partisi'nin yönetimini Warnke, Vernerve Mewis temsil ediyordu. Verner Enternasyonal Tugaylar'ın dağıtılmakararından sonra da mücadele iradesinin hiçbir şekilde kırılmadığını söylüyordu.Ona göre Şubatta bile, Casado'nun darbesinden önce 9 geleceğehâlâ öylesine bir güvenle bakılıyordu ki, Barcelona düştükten sonra, birlikleriniBarcelona'dan çıkararak önce Fransa'ya çekilen Modesto yeni birsavunma cephesi kurmak için yeniden ülkeye dönmüştü. Almanya veİtalya birliklerin geri çekilmesi anlaşmasına bağlı kalmamış olmalarınarağmen, sırf Fransa'nın silahlara geçiş izni vermemesi yüzünden genişçaplı eylemler sürdürülememişti. Sovyetler Birliği Batılı güçlerin kendisineaskeri yardım konusunda baskı yapmasına asla izin vermedi, dedi birisi.İspanya'daki dağılmanın sorumlusunun Sovyet partisi içindeki çatışmalarolduğunu öne süren bir konuşmacıyla, Sovyetler Birliği'nin politikasındabarışın korunmasının önkoşulunu gören Warnke arasında bir tartışmabaşladı. Brecht kitabı tekrar, saçları kül rengine çalan sarılıktaki kadınateslim etti, o sırada kitabın içindeki tablo yüzeylerinin kıpırtılı parıl-9 Segismundo Casado: İspanya İç Savaşı'nın komutanlarından. Daha sonra Cumhuriyetçi hükümetekarşı darbe yapmıştır. (Ç.N.)438


dayışları beni yerimden kaldırıp pencerenin kenarındaki masaya çekmişti,sayfaları açık olarak masaya konmuş kitabı kendime çevirdim ve röprodüksiyonlarabakmaya başladım. Yaklaşık iki yıl önce Warnsdorf takikitapçı dükkânında bu resimleri görmüştüm, İspanya'da geçirilen deneyimlerdensonra yeni bir etki yayıyordu şimdi onlar. Savaş izlenimlerininnasıl anlatılması gerektiğini sık sık sormuştum kendime, bu izlenimler nekadar eksiksiz betimlenirse betimlensin özünden bir şeyler yitiriyorduhep. Aktarılan yaşantılarda yadırgatıcı bir şey vardı, gerçekçi betimlemelerküçücük bir kesiti verebiliyordu ancak, karabasansı korku, paniğe sürüklenmişbir çaresizlik çözülmemiş olarak bir alt katmandaydı. Ama buradadipteki her şey Mega're figürü sayesinde su yüzüne çıkıyordu. Buradaateş tozu vardı, çatlamış toprak vardı, ağacın sıcaktan kavrulmuş dalları,yarılmış duvarlar, çatı pencerelerinin arkasında gözcülerin miğferlibaşları vardı, büyük kapıların girişinde ve yerlerdeki çukurlarda kıyım,kaya bloklarının altında sığınacak bir yerlerin arayışı vardı, her bir ayrıntıdaiyice açık seçik hale gelen gerçekliğin kendisi vardı, ve burada bunaltı,kumpas vardı, burada ihanetin, utanmazlığın, rezilliklerin fantazmagoryalarıvardı, bu karmaşada her şey aynı derecede somuttu. Çılgınlığıngulyabanileriyle sindirilen, işkence edilen insanların jestlerinin ve devinimlerininilişkilendirilmiş olması, bizlerin bazen bir anlığına hissettiğimizdoğaüstü görüye, aklını oynatma durumuna benzer bir durum yaratıyordu.Nitekim kumullara ve taş yığınlarına bakarken yarıklardan vedeliklerden yüzler beliriyordu, ağaç kökleri, kömürleşmiş kalaslar pusuyayatmış bedenlere dönüşüyordu, yol kenarındaki toza bulanmış çalılıklarsilah namlusu oluyordu; ve anlık izlenimlerle yanılsamalar arasındakibu geçişten başka görüntüler fışkırıyordu, durmadan korkuya dönüşenbir tiksintinin damgasını vurduğu görüntüler. Kendini koruma güdüsüyleöldürmek zorunda kalan bizler aklımızı korumak için mücadele etmiştik,bu tablodaki doğal olmayan şey fütursuzca üstümüze boca ediliyor,bize dokunuyor, bizi dehşete düşürüp tüylerimizi diken diken ediyor, bizekılları, hortumları, emici organları, köpek dişlerini, pençeleri gösteriyordu.Burada entrikaya, düzmece yaymaya, sahterkârlığa teslim olmuşher şey vardı, bütün küstahlığı ve keskinliğiyle, havada asılı kalmış kabarcıklarıniçinde, camdan çanların altında, içi oyuk, boş dev yumurtalarıniçinde, maymunumsu, tüylü ayak takımı oturmuş bas bas bağırıyordu,gagalarını açmışlardı, safra ve zift tükürmeye, aşağıya kurşun mermilerigöndermeye hazırdılar, damlardan birinde iki yana açılmış bacaklarıylaiğrenç bir yaratık oturuyordu, giysisi yukarı sıyrılmıştı, kıçı açıktı,öne doğru akan dışkıyı bir kaşıkla karıştırıyordu. Bu kıpır kıpır kıpırdanancerahat fıçıları, bu şapkalı ve oltalı böcekler, avı yakalamak için ipliklerinigermiş bu örümcekler, balık ve kurtçuk arası, böcek ve kemirgenarası bu yaratıklar, bize kendini göstermeyen, hep iş başında olan güruhbuydu işte, parazitler, veba taşıyıcılar bunlardı, semiz rahip bozuntuları439


olarak rahatça ortada dolaşabiliyorlardı, tuzu kuruydu onların, yayılıpyatabiliyorlardı, ama hiç zarar görmeden ortadan da yok olabiliyorlardıaynı zamanda, onları ezmeye kalkışanlar ve bunu başaranlar, onları ayaklaraltında ezdikçe nasıl çoğaldıklarını, her bir patlayışlarında içlerindenyüzlerce yeni canavarın ortaya çıktığını görüyordu. Cehennemsi egemenliğinbaş göstermesini en iyi bilenler yaralananlar, ateşler içinde kıvrananlardı,gözlerini kaybetmiş olanların, kolları bacakları kopmuş olanlarınyakarışlarını çok duymuştuk, etraflarında dolaşan bir hayvanı, sözgelimibir keçiyi ya da bir baykuşu veya solumaya çalışan bir sazan balığınıya da başka bir yaratığı yataklarından uzaklaştırmamız, at sineklerinikovmamız için yalvarırlardı. Eşik aşılıp bir kez gerçekdışı alana geçildimi, görüntüler tıpkı Brueghel'in yansıttığı gibi dolayımsız bir somutlukkazanıyordu. Büyük pullu surat biri boş, biri kapkara parlayan iki gözle,pencere kepenkleri gibi kapanmış kirpiklerle, burun deliklerinin birindençıkan kıvrım kıvrım iğrenç bir sıçan kuyruğuyla, taştan bir gözetleme kulesicesametine ulaşan bir alınla, içinden fokurdayan bir lağımın aktığı ortadanyarılmış bir gırtlakta somutlaştırılmıştı, tiran oydu işte, mücadeleninyürütüldüğü, boğulduğu, sonra yeniden canlandığı bütün ülkelerdeşaha kalkan tiran oydu, iktidar, delik deşik edilmiş duvarların içindenyükseliyordu, arazinin her tarafında çarpışmalar sürüp gidiyor, her yandanyangın alevleri yükseliyor, yakalananlar gruplar halinde yerlerde yatıyordu,uzaklarda, uçurumların ötesinde, ulaşılmaz bir yerlerde, kızıl göğünönündeki dağlarda devasa bir testi vardı, serinlik, yumuşama, iyileşmevaat eden bir testi. Bir ordu kantincisine benzeyen Dullet Griet yöreyitarıyordu, çalıntı malların bulunduğu bohça, demir mahfazalı elindeydi,savaşla besleniyordu o, savaştan kâr sağlıyordu, etek uçları bir kadın grubunusavurmaktaydı, kadınlar, ellerindeki dövenlerle ve tavalarla başlarınıgösteren piçlere vuran, onların karnını deşen, iç organlarını çekip çıkaran,kaçarken bir dükkânı yağmalayan, un çuvallarıyla, yuvarlak ekmeklerle,domuz etleriyle oradan kaçan, ama hemen bir sonraki köşedebaşka canavarların eline düşecek olan kadınlar. Bu yüzler gözümün ağ tabakasınahenüz işlemişti ki, Mewis benden cephe gerisindeki faaliyetlerianlatmamı istedi. Daha şimdiden, savaşın sona ermesinden sadece üç aysonra anılarımızdan pek çoğundan kuşku duyulur hale gelmişti, aklımızdatutmak istediklerimiz yalanlarla dolu bir tarihyazımının yoğun dokusuylakuşatılmıştı bile, olaylar mitlerin arasında yok olmak üzereydi, üstelikbu her iki taraf için de, hem bizim saflarımız hem düşman safları içinde geçerliydi. Elimizi neye atsak çarpıtılmış buluyorduk, somut olanı yenidenyakalayabilmemizi sadece yukarının belirlemiş olduğu bir gerçeğeçarpma korkusu değil, aynı zamanda kendi başarısızlığımızı unutma isteğide engelliyordu. Herkesin sonsuz sabrı, cesareti, harcadığı çaba dikkatealınınca Cumhuriyet'in parçalanması açıklanamaz hale geliyordu. Yenilgiolasılığı hiç düşünülmemişti, sadece sebat ve coşku vardı, onca kur-440


anın boşu boşuna verilmiş olması, böyle bir suçlama katlanılır gibi değildi.Ama şimdi söz konusu olan dağılmanın nedenlerini anlatmaksa, ozaman bu nedenler bizim hayal gücümüzün yetersizliğinde aranmalıydı.Bizler çevremizdeki etkili yeraltı örgüt çalışmalarına yeterince dahil olmamış,kendi sessiz köşelerimizde beklemiş, iyi niyetimizi, adalet idealimiziçıkış noktası yapmış, çevremizdeki yönlendirmeleri görmekte yetersizkalmıştık, asıl önemlisi içerdeki çekişmeler, yanlış yönlendirmeler,parti düşmanlığının patlak vermesi, propagandanın körleştirici gücü,diplomasinin ikiyüzlülüğü, kendi zayıflığımızın kanıtları ve örgütsüzleşmebizim üstümüzde baskı oluşturmuş, biz ise ayakta kalmak için ürkütücüolanı görmek istememiştik. Yanıltıcı bir emin olma hali, eylemlerimizinsarsılıp bükülmezliğine karşı geliştirdiğimiz inanç, o çok övülen, örnekgösterilen inanç, başımıza bir lanet gibi çökmüştü. Ama başka ne yapabilirdikki, diye soruyordum kendime, üstesinden gelinmesi gerekenbir gün vardı hep önümüzde, hareketin başındaki askeri ve siyasi yönetimegüvenmekten başka çaremiz yoktu, bu yönetim de tıpkı bizim gibiayakta kalma çabası içindeydi. Ve ben bütün bu düşüncelerimi dile getirmeyeçalışırken pencereden, çalılıkların arkasında zayıf, siyah saçlı, dudaklarınınarasında uzun filtreli bir sigara tutan bir kadının kalaylı bir çamaşırteknesinin içinde çamaşır yıkadığını gördüm. Yaz sıcağında sadecepembe bir jüpon giymekle yetinmişti, her bir parçayı özenle duruluyor,sıkıyor, elma ve armut ağaçlarının arasına gerilmiş naylon iplere asıyordu,ve sonra köpüren sabunlu suyun içine girip arkasına yaslandı ve oradaöylece oturdu, dizlerini karnına çekmişti, yeni yakılmış sigarasını tüttürüyor,yukarıda titreşen yapraklara bakıyordu. Daha sonra diğerleri sözaldığında ve bakışlarım bahçedeki kadından tekrar genç kız yüzlü, ürkeksekretere, ondan da üçüncü bir kadına, Brecht'in ayaklarının dibinde oturanyapılı bir kadına kaydığında bir şey yakaladığımı düşündüm, Tombrock,bu korsan, benim yakaladığım şeyi kendisinin Brecht'e bağlılığıolarak tanımlamıştı. Hatları Kolbvitz'in desenlerinden birini hatırlatansarışın sekreter sabırla Brecht'in talimatlarını bekliyordu, dışardaki düşkırıklığına uğramış kadın kendi yalnızlığı içinde oyalanıyordu, Brecht'tenözel bir talebi olduğunu belli etmek istercesine kolunu onun dizine dayamışolan öteki kadın da gösterdiği ilgiyle, gözünü ondan ayırmamasıylaonun emrine amade olmaya hazır olduğunu ima ediyordu. Ressamın kadınlarlaolan ilişkisi beceriksizce ve ilkelce çiziktirilmiş ürünleriyle uyumiçindeydi, Brecht'in ataerkil tarzı ise kendini ele vermiyor, mutlak birkendine güvenden tam olarak ayırt edilemiyordu. Kişiliğini henüz yakındantanımasam da koltuktaki oturuşundan ve soğuk, buyurgan sesindenyola çıkarak onunla ilgili bir izlenim edindim, galiba Brecht başarılarınadayanarak bir işaretiyle çağırdığı herkesin ayağına gelmesini, ona yardımetmesini ve desteklemesini, onu can kulağıyla dinlemesini ve ihtiyaçlarınısağlamasını bir hak olarak görüyordu. Onun evine girebilmiş olmanın441


yeterince bir lütuf olduğu düşüncesine karşı çıkıyor ve bize en azındanbirer bardak su ikram etmesini istiyordum. Basık ve boğucu hava yüzünden,bütün bu bilgili insanların önünde çelişkili, tehlikeli sorulara cevapvereceğim diye içine düştüğüm gerginlik yüzünden ter içinde kalmıştım.Dışarıdaki yeşil tıpkı bir kurtuluş gibi çekiciydi.Bu yeşil. Lorca'nın göklere çıkardığı bu yeşil, dedi Gallego, bakışlarınıkayıp gitmekte olan İsveç sahiline yöneltmişti. Yeşil rüzgâr, yeşil dallar.Su yüzeyinde üç direkli ticaret gemileri. Stahlmann Gallego'nun yanındaduruyordu, Le Havre'den gelen ve onları Leningrad'a götürecek olan geminingüverte korkuluğuna dayanmıştı. Düşünü kurduğumuz bu yoğun,akışkan yeşil, kayalık zeminde, Endülüs'ün kızıl kahve toz toprağında vesonra çölde, Bogari'deki göz kamaştırıcı kumlarda. Gallego, savaş sırasındabir partizan birliğini yönetmiş olan Alman yoldaşına geride kalangünlerden, haftalardan, dağılmadan bu yana akıp geçen yaklaşık beş aylıkbir zaman diliminden kesitler anlatmaya çalışıyordu. Birliğiyle birlikteyirmi dört Marta kadar kaldığı Pardo Sarayı aklına geldiği için daha dageriye, Jaen yakınındaki Siles köyünde tarla işçilerinin çocuğu olarak verimsizdağlık arazide çobanlık yaptığı çocukluğuna geri döndü ister istemez.İlk ayakkabılarımı annem beni babamın ölümünden sonra on altıyaşımdayken okuma yazma ve bir zanaat öğreneyim diye kente gönderdiğindeedinebilmiştim ancak, dedi. Önce ayakkabıları giyememişti, tabanlarıdağlarda, kuru yamaçlarda dolaşmaktan nasır tutmuştu, okulagitmenin dışında yine davar gütmekten başka bir şey yaptığı yoktu. Partininve gençlik örgütünün üyeleri olan otuz adamıyla birlikte üst kattakum torbalarının yerleştirildiği pencerelerin ardında Pardo'yu savunurkensık sık geçmişini, savaş patlak verene kadar katettiği yolu düşünmedenedememişti. Üç hafta boyunca dayanmış olmaları, olağanüstü birdurum değildi, on yedi yaşındayken Gençlik Derneği'ne girişiyle başlayanbir yolculuğun doğal sonucuydu. Meleklerle süslenmiş tavandakiavizelere, içinde bulunduğu salonun duvarlarına yaslanmış altın işlemeliiskemlelere bakarken son yıllarını birbirinden kopmaz bir bütün olarakalgılamaya başlamıştı. Sanki köyünden çıkıp dosdoğru buraya gelmişti;bu ileri noktada kenti ve ülkeyi savunmak üzere. Duvar kaplamasındaGoya'nın bir zamanlar orada duran duvar halılarının bıraktığı izler olarakgeniş karartılar görünüyordu. Yerdeki mozaiklerin çiçekli desenlerininüstü fişek kovanlarıyla kaplıydı. Uyuyanlar sırma işlemeli perdelerinaltına dizilmişlerdi, diğerleri ise atış mazgallarının başında nöbet tutuyordu.Bizim için, dedi, otuzaltı Temmuzu bütün yoksulluğun, bütün sefaletinsonuydu, artık özgürlüğümüz için savaşmaya başlamıştık. Zamansızölen çocukların, hastaların, işsizlerin ve dilencilerin arasında bü-442


yümüştüm ben. Kentte de geçim koşulları en alt sınırdaydı. Parasızdı,mesleği yoktu, ama burada ülkede devrim hazırlığı yapan genç insanlarlatanışmıştı. Akşam kurslarına, gece çalışmalarına katıldıktan, birkaç yılokula gittikten ve siyasi eğitim aldıktan sonra taşranın gençlik önderi olmuşve otuzdört Ekimindeki genel grevde ve ayaklanmalarda yer aldığıiçin on binlerce insanla birlikte hapse girmişti. Savaş başladığında yirmibir yaşındaydı, bir taburda daha kaç adamın olduğunu bile bilmeyenköylü çocuğu çoban, halk ordusunda binbaşı olmuştu. Ama savaşın adaletsizliği,yoksulluğu ortadan kaldıracağı inancı herkese önceden kestirilemeyenbir güç kazandırmıştı, dedi. Dünden bugüne yüzler değişivermişti.Yüz hatlarındaki acı ve kederin yerini neşeli bir güven ifadesi almıştı.Mucizeler yarattığımız söylenemezdi, dedi, uzun süredir hazırlığınıyaptığımız eylemleri hayata geçiriyorduk sadece. Zor zamanları geridebırakmıştık. Silaha sarılmak rahatlatmıştı bizi. Bu nedenle dağılma kimseninaklına gelmiyordu. Gerçi Pardo'da birbirimizden kopartıldığımızınfarkındaydık, ama özgürlük bekleyişimiz kesintisiz sürüyordu. Bizdenbirkaç metre uzaklıktaki çitin arkasında Falanjist nişancılar vardı. Tanklaryerlerini almıştı. Teslim olmamız için bize sesleniyor, Casado'nun birliklerininMadrid'i işgal ettiğini söylüyorlardı. Ama ben, bütün hayatımkendimden üstün güçlerle mücadele ederek geçtiğinden, dedi, Martınüçüncü haftasına girdiğimizde bile hâlâ savaşın devam edeceğine, zaferinkazanılacağına inanıyordum. Yalnız olduğumuz aklımızın ucundan geçermiydi. Böyle bir düşünce bugüne kadar öğrendiğimiz her şeyi inkâr etmekolurdu. Bizim yerleşmiş olduğumuz ve daha sonra Caudillo'nunhizmet verebilmesi için ağır topların zarar vermekten kaçındığı saraya artıkyardım gelmeyeceğini düşünmek kendimizi lanetlemek anlamına gelirdi.Makineli tüfeğin yanına çömeldiği zamanlarda Enternasyonal Tugaylar'ıngelişinden nasıl etkilenmiş olduğunu anımsamıştı. Hayatındailk kez yabancı ülkelerden gelen insanları görüyordu. Yabancılar onunlaaynı üniformayı taşıyor, onlarla birlikte kendisi de aynı orduda yer alıyordu.Birbirleriyle konuşamıyor olmaları aidiyet duygusunu daha dagüçlendirmişti. Ortak bir dile gereksinim duymayan bir dayanışmayla tanışmıştı.Ve faşistler tam önümüzde mevzi almış durumdalardı, dedi düşüncelibir ifadeyle. Erzağımız tükenmek üzereydi. Son mermimize kadardayanmaya kararlıydık. Doktorumuz herkesi yedi kez ameliyat edebileceğinegüvenmemizi istemişti. Bizimkilerden biri yakalamadan düşmanhatlarını geçip geri çekil emrinin verildiğini bize iletmeseydi El Pardo'danayrılmazdık. Madrid'in düştüğünü hâlâ kabul etmek istemiyorduk.Pek çok kent düşmüş ama savaş devam etmişti. Kuzey kaybedilmişti,ancak Modesto karşı saldırı için birlikler topluyordu. Dışardan izleyenlereçok saçma gelebilirdi bu. Ama bize göre doğrusu buydu. Ebro muharebesindede sadece birkaç saate ihtiyacımız vardı, düşman geri çekilebilirdi.Ama destek gelmemişti. Destek bu defa niye gelmesin ki, diye soru-443


yorduk kendimize. Düşman cephesi nicedir dağınıktı, moralleri bozuktu.Halkın gösterdiği olağanüstü çabalardan sonra zafer gericiliğin olmamalıydı.İçinde bulunduğumuz bina, dedi, herhangi bir saray değildi, o hepfeodalizmin ana yerleşim yerlerinden birisi olmuştu, Ortaçağ'dan bu yanakrallık sarayıydı, Üçüncü Carlos tarafından genişletilmiş, içi DördüncüCarlos tarafından Velâzques'in, Murillo'nun, Goya'nm başyapıtlarıyladoldurulmuştu. Goya'nm o tablosunu bilirsin, dedi Stahlmann'a, hani şuon dört kişilik kraliyet ailesinin bulunduğu tabloyu, hepsi de parlak giysilerinin,görkemli üniformalarının içinde ablak suratlıdır, cadıya benzer,kukla gibidir, bön ve yağ tulumudur. Sarayın bizim olması, iktidarı ellerindebulundurduğu salt parıltılı, kalıp gibi giysilerinden bile anlaşılanKretinlerin bir daha asla bu odalara geri dönemeyecek olmalarından gururduyuyorduk. Ama elimizi çabuk tutmamız yolunda uyarılmıştık.Madrid'de İngiltere ve Fransa'nın tanımayı kabul ettiği ordular zafer geçidiyapmak üzere hazırlanıyordu. Birliğimi güvenceye almak yükümlülüğüyledevrimci savaşı sürdürmek isteği arasında kalmıştım. Bu çelişkiyoldaşların hayatını kurtarma görevinin ağır basmasıyla çözüldü. Kısmibir yenilgi kabul edilmek zorundaydı. Savaşı başka bir yerde sürdürmeküzere çekilmek zorundaydık. Bunun ardından olup biten her şey sözümonarastlantısal ve doğaçlamaydı, ama bu bana bir şey öğretti, çözümsüzhiçbir durum olmadığını ve herhangi bir başarısızlık varsa, aslındavar olan bir çözümün o an için bulunamadığını. Yeşil İsveç sahili gözdenuzaklaşırken ve pruvanın kestiği dalgalar köpürüp bordaya vururkenşimşek hızıyla gelip geçen izlenimleriyle Pardo'dan geri çekilişin sözlerenasıl sığdırılabileceğini düşündü. Gün ağarmadan az önce büyük kapınınorada bir patırtı duymuşlardı, demir kanatlar açılmıştı, girişten bir ambulansgeçmişti. Casado'nun muhafız kıtalarına dahil olan anarşistlerdenolduğunu belirten bir kimlik gösteren arabanın sürücüsü sesini yükseltereknöbetçileri, Cumhuriyetçileri saraydan almak üzere emir aldığı yolundaikna etmişti. Gallego kendini, şamdanların titreştirdiği, açık şömineninüstündeki aynada kaskatı olmuş saçlarını düzeltirken görebiliyorduhâlâ. Sonra mermer merdivenlerden hızla aşağıya inmişler, arabanınkapı kanatları üstlerine kapanıvermiş, vınlayarak caddeyi katetmiş, ovayıgeçmiş, Guadarrama'nın karla kaplı mavimsi tepelerinin uzaklarındangeçerek, Falanjistlerin kışlasına varmışlardı, şoför yine bağırarak ve elindekibelgeleri sallayarak benzin istemişti, üstelik benzini, tüm yavuzluğuyla,kendini onlardan, Falanjistlerden biri gibi göstermeyi başararakalmıştı. Madrid civarındaki kontrol noktalarını da aşıp yollarına devametmişler, Cartagena yakınlarındaki Mazarrön'a kadar ülkeyi boydan boyakatetmişlerdi. Bütün bunlar, şimdi Baltık Denizi'ni geçerken, her şeyi geridebıraktığı bu yolculuğunda ancak böyle anlatılabilirdi, ama gerçekşimdi kahkahaların arasında algılandığı gibi pikaresk değildi. Bizi kuşatanduygu daha çok korku ve panikti, dedi. Ambulansın penceresinden444


delik deşik olmuş kentleri, kaçmakta olan insan yığınlarını, İtalyan tanklarını,yağma yapan faşist birlikleri görüyorlardı. Tutuklanan Cumhuriyetçiaskerlerin bulunduğu bir trenin yanından ağır ağır geçmişlerdi birara. Yanan bir köyde küçük bir çocuk habire aynı dairenin etrafında dönerekkoşuyordu. Bir ağacın dallarında asılmış insanlar. Bir tarlanın ortasındaellerinde onbeşinci yüzyıldan kalma çakaralmazlarıyla bir asker yığını.Sallanan arabada üst üste yığılmışlardı. Yolun kenarında durduk.Ambulansın kapıları ardına kadar açılmış, aşağıya atlamışlardı, şoför onlarıselamlayıp dönüş manevrası yapmış, araba bir toz bulutunun içindegözden kaybolmuştu. Görevini tamamlamıştı şoför, dedi Gallego, bundansonra yalnız devam etmek zorundaydık. Otuz adam, otuz siyasi hedefkafa kafaya verip ne yapmamız gerektiğini tartıştık. Kıyı kentleriningirişleri gözetim altındaydı. Limanlar insan kaynıyordu, herkes kendiniAfrika'ya götürebilecek yük gemilerinin, balıkçı kayıklarının peşindeydi.Açıklarda İtalyan donanması vardı. Mazarron'da bir kayık bulabilmekiçin yola düştüm, dedi. Ötekiler bir zeytinlikteki toprak siperin arkasındabekliyordu. Henüz ne olduğunu bilmediğim bir çıkış yolu ararken köyyolunun ortasında hava kuvvetlerimizden tanıdığım bir pilota rastladım.Pilot bizi yakınlardaki askeri bir havaalanına götürdü. Tabancası üzerimizedoğrultulmuş halde Casado'nun emrindeki ekiplerine bizi ülke dışınaçıkarmak görevinin verildiğini söyledi. Genel çözülmenin şaşkınlığı içindeolan pilotlar on bir uçağın, hafif bombardıman uçakları olan küçükNataşalarm motorlarını çalıştırdılar, kısa bir süre sonra kalkışa hazır halegelmiştik. Gallego sözü tekrar rastlantısal gibi görünen şeylere getirdi.Rastlantı diye bir şeyin olmadığını söyledi, ona göre imkânsız diye birşey de yoktu, çünkü onlar imkânsız gibi görünen şeylerle baş edebilmişlerdihep. Henüz belirsiz olan bir şeyin peşine düşmemiş olsaydım, dedi,pilotla da karşılaşmazdım, ve onun ortaya çıkışının kaçınılmazlığına güvenimizolmasaydı, kuvvetlerimizi kuşkularından arındıramazdık. Cahilcesareti diye bir şey de yoktu ona göre. Her şey son yıllarda tehlikeli bir işhaline gelmişti, buna alışıktık, bir durumun değiştirilme zorunluluğuvarsa orada hiç duraksamıyorduk. Daha sonra imdadımıza yetişen adamınCarrasco olduğunu, bir Cumhuriyet kahramanı olduğunu öğrendik.Bizi vurmak için peşimizden gönderilen uçakları kullananlar komünistlerdi,bize karşı göstermelik birkaç manevra yapmışlar, sonra da Afrika'yaulaşmak için yeterli yakıtları olmadığından geri dönmüşlerdi. BiziCezayir'in Oran kentine getiren pilotlar bizimle birlikte kalmaya kararverdiler. Ve sonra, oraya iner inmez halk savaşının yeni bir aşaması başladı,sürgünde silahsız mücadele. Karşımızdakiler bu defa Fransızlardı. Limankentinin kalesine hapsedilmiştik. İspanyol sığınmacıların GüneyFransa'da başlarına gelenler hakkında duyduklarımız Cezayir'de tekrarlanıyordu.Deniz engelini aşıp Oran'a varmayı başaran insanlar sömürgebirlikleri tarafından gemilerden alınıp kamplara tıkılıyordu. Bize yapılan445


muameleyi protesto ettik. Fransa ile savaşmıyorduk, bu nedenle de savaştutsakları için geçerli olan geleneklerin yerine getirilmesini talep etmekistemiyorduk. Ama zaten bize savaş tutsağı gözüyle bakılmıyordu, nerdekaldı tutsak subaylar sayılmamız. Fransız makamları Cumhuriyetçi ordununvarlığını kabul etmiyordu. Sadece faşistlerin ordusuyla diplomatikilişkiye giriyorlardı. Vardiyalar halinde durmaksızın serbest bırakılmatalebimizi dile getiriyor, bağırıyor, ıslık çalıyor, hücrelerin parmaklıklarınavuruyorduk. Gallego, Oran'ı, bu parlak beyaz kenti getirdi gözününönüne. İç kalenin çevresindeki eski İspanyol mahallesi dik sokakları vemerdivenleriyle Cebel Murcaco'ya doğru yükseliyordu. Bunun altında,körfezin batısında büyük ticaret limanı vardı, karşı tarafta yığın halindekiArap yapıları, onun ardındaki geniş caddeleriyle kentin modern Fransızbölümü bir amfiteatr gibi uzanıyordu. Bütün enerjimizi, dedi, serbest bırakılmamıziçin onları zorlamaya vermiştik. Bizi bir gözaltı kampına götürmekiçin kaleden çıkardıklarında, bunu bir zafer olarak algıladık. Yaptığımızbaskıyla bir sonuç elde etmiştik, ülkenin iç kısımlarından dahakolay kaçabileceğimize inanıyorduk. Birinci kural, verilenlerle asla yetinmemekolmalıydı. Önce Sahara'daki yüksek platonun altında kalan ve üçyüz kilometre uzaktaki Bogari garnizonuna götürüldük, gücümüzü devamettirdiğimizin bir kanıtıydı bu. Ama bir süre sonra çöldeki yaşamakatlanmanın kaledeki tutsaklıktan daha zor olduğu çıktı ortaya. Kampınüstüne güneyden toz ve kum bulutları yağıyordu. Gündüzleri sıcaklık ellidereceye kadar çıkıyordu, geceleri ise dondurucu bir soğuk oluyordu.Ama başkent Cezayir'den sadece altmış yetmiş kilometre kadar uzaktaydık,ve eğer Madrid'den kaçmayı başardıysak kışlayı çevreleyen duvarlarıda aşabilirdik. Burada bir Fransız alayı vardı ve lejyonerlerden oluşuyordu.Birliklerin büyük bir bölümü ya Bedevileri gözetim altında tutmakya da dağlarda maymun avlamak için yollardaydı. Geriye kalan askerlergünlerini aylaklıkla geçiriyor ya da birkaç hurma ağacının bulunduğuve yakındaki tütün ektikleri vahaya gidip vakit öldürüyorlardı.Kaçmak her tutsağın görevi olduğu için, dedi Gallego, durmadan kaçmaplanları yapıyorduk, her an gerçekleşebilirdi bu, ama bunu nasıl yapacağımızhenüz belli değildi. Kaçmaya karar verişimiz İspanya'dan ayrılışımızınüçüncü ayına denk gelmişti. Sabırsızlığımız yüzünden yanlış seçeneğeyönelmiştik, eğer bu seçeneği izleseydik şimdiye kadar çölde ölüpgitmiş olurduk. Bir taraftan da artık inanmadığımız diğer seçeneği düşünüyorduk,bu seçenek karşı karşıya kaldığımız hukuka aykırı muameleyidurmadan protesto ederek Fransız sömürge makamlarını bizi yeni bir yeresevk etmeleri için zorlamaktı, böylece kışlanın ucunda bulunan hamamınduvarını tırmanıp kaçma fırsatını, bu yanlış fırsatı değerlendirmedenönce, bizi çölden geçirip Cezayir kentine götüren bir kamyon kafilesi sayesindekurtulduk. Bu olay, İspanyol sığınmacıların Sovyetler Birliği'negönderilmesiyle ilgili Paris'te Mayıs ve Haziran aylarında sürdürülen gö-446


üşmelerin bir sonucuydu. Cumhuriyetçi ordunun üç yüz kişilik kontenjanıiçinde önce Marsilya'ya gönderildik. Bindirildiğimiz geminin kamaralarıdünya çapında bir kongreye giden rahiplerle dolu olduğu için bizibir yük ambarına, koyunların ve katırların arasına koydular. Pek çoğumuzuburada, geminin dibinde pis kokuların içinde deniz tuttu, gövdesininbelli bir noktasında yalpalamanın en aza indiğini duymuştuk, geceyi,bulamadığımız bu noktayı aramakla geçirdik, sonra da davarın yanınageri döndük, en azından ben küçüklüğümden bu yana davara yabancıdeğildim. Fransa'ya geldiğimizde de, üstümüze kapanan sürgülü kapılarıyladavar kamyonlarına bindirilmiştik, yolda duvardaki bir vana deliğindenbakınca, onca göklere çıkarılan ve bize onca acılar yaşatmış olanülkeyi görüyordum. Paris'te bir saat mola. Bu düşünce bir sıcaklık duygusuvermişti. İnanmaktan hiç vazgeçmediği uluslararası aidiyet duygusu,onları karşılayan, onlara yemek, şarap, sigara ikram eden Fransız metalişçilerinin sıcak karşılamasıyla doğrulanmıştı. De l'Est Garı'nın peronundabir saat, Le Havre'a devam etmeden önce girmeleri yasak olan buParis kentinde geçen bir saat. Ve sonra Pireneler'i geçtikten sonra yasadışıyollarla Paris'e gelen, orada yoldaşlar tarafından karşılanan ve aylarcagizlenen Stahlmann'la birlikte iskeleden geçip Sovyet gemisine binmeleri.Gallego ve onunla birlikte ülkeden çıkan pek çok başka İspanyol için Sovyettoprağına adım atmak eski bir düşün gerçekleşmesi demekti. Şu meltemin,yeşil rüzgârın altında her şeyi yeni baştan anlatması gerekiyormuş,az önce anlattıkları uçup gidivermiş gibi geldi ona, Pardo'daki anarşistinyüzünü, köy yolunda karşısına çıkan pilotun yüzünü, bütün dostlarınve kurtarıcıların yüzlerini ve düşmanların nefret edilen yüzlerini anlatabileceksözler arıyordu.447


IISahil şeridi gözalıcı bir boşluk olarak uzanıyordu karşısında, MâlarGölü'nün suları çarşaf gibiydi, limanların çevresine üç direkli ticaret gemileri,mavnalar ve küçük buharlılar dizilmişti. Kastellholm'dan az önceyükselen güneş belediye binasının kulesine, kubbelerine, körfezin kuzeytarafına düşen ve kara yarıklarla birbirlerinden ayrılan evlerin cephelerinevuruyordu. Demiryolu setinin arkasında kalan kentin eski kısmı puslubir gölgenin içindeydi. Bischoff erkenden yola çıkmış, tramvayla VâsterKöprüsü'ne kadar gelmiş, sonra aşağıya, Pâlsund'a inmiş, parkın içindenve tersanenin, kulübelerin ve depoların önünden geçip su savağına doğruilerlemişti. Sağda yamaca doğru Münih Biracılık'ın tuğla yapıları dizilmişti,merdiven çatıları, geniş çıkmaları, zikzaklı duvarları, fabrikanın katedrali,kazan dairesi ve devasa bacası göze çarpıyordu. Solda, beyazkum tepelerinin arasında rayların üstünde vinçler duruyordu, geniş açılmışayakları ve uzanmış boyunlarıyla. Duvar kenarındaki demir kazıklaratutturulmuş halatlar gerilmiş biçimde sıkıca gemilerin başlarına ve kıçlarınabağlanmıştı. Bischoff her perşembe sabahı olduğu gibi bugün de,yirmidört Ağustos günü de Rote Hilfe adına para toplamak üzere KungKayalığı'ndaki inşaatlara yönelmişti. Şimdi muhatap olacağı soruları nasılyanıtlayacağını henüz bilmiyordu, kendisine de bir açıklama bulmuşdeğildi, ama yine de işçilerle karşılaşmadan kaçınmak istemiyordu. Onlarınkarşısına çıkmam gereken gün asıl bugündür, diye düşündü. Sağ tarafındataban suyunun yer yer nemlendirdiği, kurşuni kaya duvarı dimdikyükseliyordu, kayanın içine doğru Meryem Ana Şapeli yapılmıştı, bu yapıda sivri kemerli pencerelerle, sütunlu kemerlerle, cumbalarla ve kuleciklerlebezenmişti. Bunun üstünde, dağın tepesindeki yeşilin içinden sarayabenzeyen ve güney yamacındaki eski bölgeyi taçlandıran bina yükseliyordu.Bischoff cephelerdeki yazıları okudu. Ortasındaki penceredenbir palanga kolunun öne fırladığı üçgen duvarın üstündeki Makine Atölyesiyazısı altta kalmış eski bir yazıdan dolayı zor okunuyordu, altındakiharf kalıntılarından burada bir zamanlar bir demir atölyesi ve araba fabri-448


kası olduğu çıkarılabiliyordu, onun altındaki daha eski gölgemsi bir yazıkatmanından da Stockholm Elektro Kazan Temizleme Şirketi yazısı kendinibelli ediyordu. Ön avlulara çıkan dar ahşap merdivenler Firma Ernströmve Ortakları, İnşaat Malzemeleri adlı şirketin binasıyla birleşiyordu,daha gerilerde, keskin gölgelerin, aydınlık duvar kenarlarının arasından,bir sekinin istinat duvarının ardında çamaşırhanenin ve hamamın müşterekduvarı görünüyordu. Bütün bu yazıların okunmasından bir mukavemetanlamı çıkıyormuş gibi geldi ona. Büyük harflerle üstüne ÇİMENTOyazılmış tahta perdenin önünde durdu bir an. Nakledilmek üzere bekleyen,güneş ışığının keskin çizgilerle kestiği tentelerin altındaki yük bloklarıkaya mezarlarını andırıyordu. Yıkılmış duvarların molozlarının oluşturduğusetler, Horns Caddesi'ne doğru yükseliyordu, caddenin çaprazyollarından limanın ilk işçileri görünmüştü. Tam o sırada bir tren keskindüdüğüyle tünelden çıktı ve tepeden inip köprünün üstünden yoluna devametti. Seddin çevresindeki dolambaçlı yollarda trafik artmıştı, MeryemAna Kilisesi'ndeki kulenin saat göstergeleri altıya yaklaşıyordu. Hiçbirşey durdurulamıyordu. Bischoff az sonra adım adım sedde yaklaşacak,balıkçıların, zerzevatçıların tezgâhlarını kurduğu pazaryerine varacak,yeni durumla ilgili bilgi almak üzere Malartorg'daki büroya girecekti.Üç saat sonra marangozların ve duvarcıların karşısındaydı. Kendisiniher zaman dostça karşılamış olan yaşlı cilacı kollarını kavuşturmuş, susuyordu.Birkaç genç işçi taşlara uzanmıştı bile. Aralarından birisi nazi komünistdiye bağırdı ona. Onlara biraz daha yaklaştı Bischoff. Rote Hilfe'ninlokalinde daha önce yapılan bir tartışma birbiriyle çatışan görüşlerlesonuçlanmıştı. Lenin'in, komünist siyasetin herkesin anlayabileceği şekildeyürütülmesi gerektiği doğrultusundaki ilkesi hatırlatılmıştı. Amaşimdiki durum öylesine karmaşık ve tehlikeliydi ki, güvence verebilmekiçin eldeki her şey kullanılmalıydı, bunlar hemen açıklanmaya uygun olmasalarda. Dün Parti gazetesi, Sovyetler Birliği'yle Almanya arasındasaldırmazlık paktının imzalanmasını Sovyet diplomasisinin bir zaferi olarakgöstermişti. Bir yılı aşkın bir süredir faşizme karşı ittifak önerileri İngiltereve Fransa tarafından geri çevriliyordu. Bunun da ötesinde Chamberlainve Daladier Almanya'yı Sovyetler Birliği'ne savaş açmaya kışkırtmataktiğini izlemişlerdi, artık kendini korumanın zamanı gelmişti.Anlaşma anti-Komintern paktın tasfiyesi anlamına geliyordu. Ama Polonya'yane olacağı hâlâ belirsizdi. Anlaşma üçüncü bir ülkeye saldırı durumundakarşılıklı olarak verilen güvencelerin düşeceği yolundaki herzamanki çekinceyi neden beraberinde getirmiyor, diye soruldu. Her nekadar pakt Batılı güçlerle ittifakı zorlayan son bir çare gibi görünüyorsada, hiçbir argüman Alman İmparatorluğu'na yapılan dostluk gösterisiniaçıklamaya yetmezdi. İnşaatta toplanmış olanlardan birisi, faşistlerle anlaştınız,diye bağırdı Bischoff a ve tam yetkili zatları Moskova'daki resmiziyarette kadehler tokuşturulmadan önce yapılan konuşmalar esnasında449


gösteren bir gazete resmine işaret etti. Posbıyık, kısa kesimli bıyık,monokl, kelebekgözlük, ağız kenarlarında donmuş gülümsemeler. Bu birsaldırmazlık paktı, dedi Bischoff, bir ittifak değil. Almanya'yı böyle biranlaşmaya zorlamak ve bunu başarmak antifaşist mücadelenin bir parçasıolabilirdi ona göre. Dünyanın kapitalizm tarafından paylaşılması fesadınabir darbe indiriyordu pakt. Gazeteyi elinde tutan işçi, bırak bu yalanları,diye bağırdı, taraflar arasında nasıl sağlam bir anlaşma yapıldığınıokudum ben burada. Paktın barışın korunmasına hizmet ettiğini söylediBischoff, bir başkası ise paktın barışa değil, Polonya'nın parçalanmasınahizmet ettiğini söyledi, aynı adam Bischoff a atmak üzere bir taş almıştıyerden. İyisi mi sen git, dedi cilacı, seni artık koruyamam. SovyetlerBirliği'nin Alman saldırısına maruz kalma tehlikesiyle savaş kışkırtıcılığıyaptığı yolunda yanlış anlaşılma olasılığı arasında bir seçim yapmak zorundakaldığını söyledi Bischoff, Sovyetler kötünün iyisini tercih etmişti,ingiltere ve Fransa'nın Alman militarizmini nasıl beslediğine, Avusturya'nın,Çekoslovakya'nın ve Memelland'ın ilhakını, İspanya Cumhuriyeti'nindağılmasını nasıl desteklediğine bir baksanıza, dedi Bischoff, kendilerinikorumak için nasıl her yolu denediklerine bir baksanıza. Taş tamkafasına isabet etti, kan alnına doğru akmaya başladı, öğleden sonraTombrock'un çağrısı üzerine Brecht'in evindeki buluşmaya geldiğindebaşındaki morarmış şişkinlikle göze batıyordu. Yine dumanaltı odadamasaların arasında oturuyorduk, ama bu defa herkesin dikkati tedirginedici gerilime yönelmişti. Paktın Fransa'daki komünistleri ve Almanya'dakimuhalefeti nasıl etkileyeceğini sorguluyordu Brecht. Mewis veWarnke de toplantıya gelmişlerdi. Fısıldayarak birbirleriyle konuşuyorlardı.Parti örgütlerimiz, dedi Warnke, anlaşmayı tehlikeye atmamak içingeri planda kalmalı. Çıkış noktamız Almanya'nın barış isteği olmalı. Gerçifaşizm ilerleyişini durduracak gibi görünmüyordu Warnke'ye göre,ama yine de Sovyetler Birliği'nin kendisini ilgilendiren bölgelere zararverilmemesi için güvenceler elde ettiği hesaba katılabilirdi. Bu defa Warnke'yekarşı çıkan Hodann, çıkar bölgelerinin paylaşılmasının SovyetlerBirliği'nin temsil ettiği enternasyonalizmle nasıl olup da uyuşabileceğinisordu. Sovyetler Birliği o an doğru gibi görünen bir adımla uzun vadedebütün ülkelerin çalışanlarını feda edip onları temel ilkelerinden ve yenieylem çizgilerinden mahrum etmiyor muydu. Mewis birden öfkelendi.Yeni eylem çizgisini paktın belirlediğini söyledi. Sovyet halkıyla Almanişçi sınıfını yakınlaştırma çabasında somutlaşıyordu bu. Bu da sosyalizmiçin büyük bir kazançtı. Diyelim ki, dedi Brecht, Almanya Polonya ve Baltıklarasaldırdı, bu Kızıl Ordu'nun mecburen bu ülkelere girmesine nedenolacaktır. Dünya proletaryasının önünde böyle bir adımın sorumluluğunasıl alınabilir, diye sordu. Eğer böyle olursa, dedi Mewis, o zamanbu haklı bir karar olur, çünkü bu karar sadece savaşı önlemek için alınacaktır.Sovyetler Birliği'nin Almanya'nın şimdiye kadarki emperyalist450


müdahalelerine neden karşı çıkmadığı soruldu. Batılı güçler onun kendisinikurban etmesini beklerken bunu nasıl yapabilirdi ki, diye bağırdı Mewis.Hayır, dedi, eğer Versailles Antlaşması'nm adaletsizliğini ortadankaldırma konusunda Almanya'yı onaylamak durumundayız. Öfke vekarşı çıkış nidaları yükseldi. Sovyetler Birliği yalnız, dedi Mewis. Karşıkarşıya kaldığı tehlikeler ortadan kalkmış değil. Güvenliğin sağlama alınmasıiçin sınırlarda kaydırmalar gerekli olabilir. Ama biz asıl düşmanı Almanya'dadeğil, İngiliz ve Fransız hükümetlerinde görüyoruz, çünkü savaşıkışkırtmak isteyenler onlar. Brecht'in bu açıklamalara kuşkuyla yaklaştığıgayet açıktı. Sosyal demokratlar artık savaşçı bir tutuma girebilirler,dedi. Komünistlerin Halk Cephesi'ni nasıl feda ettiğini görüyorsunuzdiye bağırıyorlar. Eğer sosyal demokratlar Sovyet siyasetine öfkeleniyorlarsa,bunun nedeni beklediklerinden farklı bir tutumla karşılaşmaları,dedi Warnke. Sovyetler Birliği'nin Batılı güçlerle ittifak kurmak için giriştiğiolağanüstü çaba hakkında destekleyici tek bir söz söylemediler. Bunakarşılık Britanya'nın, Moskova'nın isteklerini yerine getirmenin mümkünolmadığı yolundaki sahtekârlığını benimsediler. Ortak bir güvenlik programınıngeri çevrilmesine katkıda bulunduktan sonra, şimdi kalkmış dürüstsosyalist numarası yapıyorlar, ve özgürlükçü demokrasi maskesi altındada yanıbaşlarında burjuvazi yer alıyor. Bir kuşku, bir karşılıklı birbirinikollama atmosferi doğmuştu bu toplantıda. Atölye oradaki sinmişve suskun konuklarıyla, dağınık düzenekleriyle bir tür sorgu odasınabenziyordu. Brecht yeniden Fransız komünistlerinin ve Almanya'da yeraltındakiantifaşistlerin durumuyla ilgili bilgilere yöneldi. Fransa'ya gelince,dedi Mewis hafif azarlayıcı bir tonda. Parti'nin gerici güçlerle uzlaşmasısöz konusu değil. Saldırmazlık paktı Fransa'da ideolojik bir adımolarak değil, siyasi, askeri bir adım olarak görülücekti. Almanya'da dahiçbir komünist faşizmle uzlaşmış değildi. Yine de rejim karşısında bir tavırgeliştirmek, gerici Çan Kay Şek diktatörlüğünde Çin komünistlerinintavrına benzeyen bir tavır geliştirmek ve meşruiyetimizi yeniden elde etmekiçin çalışmaktır bizim için geçerli olan. Brecht'in yinelediği bir soruyu,tutukluların hemen serbest bırakılacağını hesaba katmak için henüzçok erken, yine de ülkede dozu gittikçe artan hoşnutsuzluk, ordudaki vekitle örgütlerindeki ahlaki çözülme bizim işimize yarayacaktır, diye yanıtladı.Ribbentrop'un Moskova'yı ziyaretinden bu yana Almanya'dakidurumun aşılmazlığı düşüncesi değişti. Warnke'nin söylediklerine bakılırsa,elde edilen bilgiler kısıtlı yiyeceğin, savaş korkusunun ayaklanmalaraneden olabileceği doğrultusundaydı. Kapının yanında oturan birgrupta heyecanlı bir tartışma başlamıştı. Pakt faşizmle birlikte Alman işçilerinin,yozlaşmasını derinleştirmekten başka bir işe yaramaz, diye bağırdıbir kadın. Sonra Lindner'in sesi geldi. Fransız Komünist Partisi'ninzayıflatılmasından, güçten düşürülmesinden söz ediyordu Lindner. AnlaşmanınAlmanya'nın barış niyeti olarak yorumlanması Fransız komü-451


nistlerini kurtarmaz pek, dedi. Faşizm karşısındaki zorlama tarafsızlık ellerindekalan son gücü de alacaktır. Onları dikkate alınır olmaktan çıkarantek şey Fransa ve İngiltere'nin dayanma gücü ve milliyetçiliği değil,Sovyetler Birliği'ne bağımlı olan partileri de yasaklanma tehdidi altında.Arkada oturan koyu renk saçlı kadın, Weigel, Sovyetlerin talimatlarıylakafası karışan işçi sınıfı silahlarını doğrultmalı, diye bağırdı. Ortalığı sakinleştirmeyeçalışan Mewis, proletaryanın ortak eylemi yakında yeniözelliklerle bir yeniden doğuş yaşayacak, dedi. Brecht'in koltuğun gölgesindekalan ince uzun yüzü maskeli bir şaşkınlık ifadesi taşıyordu. Fikirayrılıklarının ötesine geçemiyorduk. Sadece Parti'nin sözcüleri, mevcutkoşullarda hiçbir tereddüt göstermemesi gereken Sovyetler Birliği'nin kararınınyegâne doğruyu temsil ettiğini düşünüyorlardı. Her ne kadar ötekilerde bu görüşü desteklemek isteseler de, bir belirsizlik içine düşüyorlardı,bu belirsizlik bir yanda kararın gerçekten akılcı olmasını istemeleriyle,diğer yanda karşı oldukları halde disiplin gereği karara boyun eğmeeğiliminin çatışmasından doğuyordu. Etkileyemediğimiz ve bireyseldüşünceleri bastıran bir siyaset karşısındaki çaresizliğimizi hissediyorduk.Meseleyi karabasan haline getiren şey, gerçekdışı gibi görünen biryapının tek geçerli gerçeği temsil ettiği iddiasının kabulünün beklenmesiydi.Aslında bu anlar devlet işlerinin parçası olan her şeyden ne denliuzak olduğumuz gerçeğiyle bir kez daha yüzleştiriyordu bizi. Deformeolanı benimsemeye alışmıştık, bu da bizim kendi sınırlılığımızın ve düşünmegüçsüzlüğümüzün yansımasından başka bir şey değildi. Parti ilerigelenleri birbiriyle uzlaşmaz öğelerin biraraya getirilmesinde bir zorunlulukgörecek bir bakışa sahiplerdi, çarpık ve dayanıksız yapılanmaları,geçici olanaklar olarak benimsiyor ve bunu bizim kavrama kapasitemiziaşan bir alanda ayakta kalmanın aracı olarak görüyorlardı. Yıkıcı güçleröylesine güçlüydü ki, onlarla ancak gizli ve dolambaçlı yollardan, koşullarızorlayarak başedilebilirdi, dayanmak ve ayakta kalmak isteyenlerinnasırlaşmaktan başka çareleri yoktu. Yanıltıcı olduğunu düşündüğümüzbir sistem kendini normal durum olarak dayatıyordu. Kadehler tokuşturulurkenyapılan konuşmalar birbirine doğrultulmuş silahların gölgesindegerçekleşiyordu. Bilinçli davranmak hesaplı davranmaktan başka birşey değildi. Yetkiyi elinde bulunduranların yüzlerine damgasını vurmuştubu. Yüz hatları kasılmış, bakışlar güvensiz, dudaklar gergindi. Bir zamanlarövünülecek karakterler vardı, sözgelimi Bebel, Liebknecht, Luxemburg,Lenin, Troçki, Antonov Ovseyenko, Buharin, Şlyapnikov, Tretyakovgibi, ama bütün bu eşinme ve kurcalama sürecinde böyle karakterlergösterilebilir mi, diye soruyorduk kendimize. Bataklıkta sürünürkentutunacak bir dal bulmak bile bir mutluluktu bizim için. Ulaşabildiklerimizustaların niyetleriyle karşılaştırılamazdı bile. Bizler akıntıyla sahilesürüklenmiş denizanalarıydık, yabancı oluşumların içinde debelenirkenkütüklerin, kesici köşelerin arasında küçücük bir adım atabilmek bile bir452


zaferdi. Brecht koltuğuna gömülmüş oturuyordu, eli kulağının arkasında,Venedik stili kahverengi ceketinin dikine siyah kat yerleri koyu kırmızıderi koltuğun konturlarıyla karışıyordu. Gömüldüğü çukurluğun içindenyassı kasketinin altındaki yüzü soluk soluk parlıyordu. Omuzları sert birinişle aşağıya sarkmıştı. Kafasını ince boynu taşıyordu. Çalışma arkadaşıSteffin arkasına yaslanmıştı, oyunda feda edilmiş bir satranç figürü gibisalonun bir kenarında yana kaykılmış duruyordu. Konuklar yan yana taburelerde,dirseklerini dizlerine dayamış oturuyorlardı. Büyük odanınaydınlık derinliği içinde topuz saçlı bir başka grup vardı. Brecht kendi tutumunusergilemekten kaçınıyordu. Ortaya sadece sorular atmakla yetiniyordu.Onun düşüncelerinden bir şeyler yakalamaya çalışıyordum.Geçmişte Grieg'le tanıştığımda politikayla edebiyat arasındaki çatışmayailişkin bir imaya tanık olmuştum. Şimdiyse bir sarsılma içindeydim, veçatışmanın bilincine varmak isimsizliğimden kurtulma talebimi de beraberindegetiriyordu. Ama anlatıldığında başkalarının ilgisini uyandırabilecekbir şey yoktu elimde. Ardımda kâğıtlarla dolup taşan masa yüzeyleriyüzmekteydi, onların arasından sütunlar ve kaideler yükseliyordu. Bualandaki üretimin mekanizmasını tanımıyordum henüz. Brecht'in soğukluğuylaçektiği koruyucu duvarın arkasına saklanıyor olması önemli değildi,önemli olan sadece yapıtlarıydı, en küçük şiirine kadar olaylarıniçinde olduğunu belli eden ve benim de varoluşumu doğrudan doğruyailgilendiren yapıtları. İşi bilenine sormak, kulağını dışarı verip dinlemedebeklemek, hızlı bilgi toplamak, verileri kaynaştırma süreci, galiba bütünbunlar onun çalışma yönteminin bir parçasıydı. Edindiği kolektif bilgi,yazdığı her şeye genelgeçer, politik bir anlam kazandırıyordu. Ama buradapolitik olanı başka türlü anlamak gerekiyordu, politik etki insanlarınortak yaşama alanından çıkıyordu. Kibirli olduğu belli olan Brecht farklıgörüşlerin içindeki zayıflıkları yakalıyor ve sesini neredeyse duyabildiğimçekiciyle karşıtlıklardan bir çıkarım zinciri yapıyordu. Bu politik becerinasıl olur da bu ölçüde edebiyata aktarılabilir ve böylece edebiyat biraraç olarak bir yandan bütünüyle güncelliğini korurken öte yandanözerkliğinden hiç taviz vermez diye soruyordum kendime. Ulusların kaderinitayin eden politikanın, sanatsal dile ait olan her şeyi, ister istemezgeri plana attığını kabul etme eğilimindeydik. Doğrudan doğruya güncelsorunlara ilişkin ifade biçimlerinin dışında başka ifade biçimlerinin tartışılmasıbarışın korunması yolundaki olağanüstü boy ölçüşmenin önemsizleştirilmesidemek olurdu. Ama ben yine de pek çok hazırlıktan sonragörevim olarak gördüğüm şeye yöneliyordum. Profesyonel yazar olmak,bu niteleme profesyonel devrimci gibi geliyordu kulağa. Devrimin taşıyıcılığınıyapan devrimcilerin arkasında duran kitle aynı zamanda yazanlarında arkasında duruyordu, onların sadece kendileri için tasarladıklarınısınıyor, düşüncelerini yoğunlaştırmakla onların sözlerine can katıyorlardı.Her şeyi birlikte planlıyor, buluşları hepimiz birlikte yapıyorduk. Ken-453


dimize en uygun araçları bulmak düşüyordu bize sadece. Brecht'le başbaşakalma şansım olsaydı, ona şimdiye kadar gözüme eşdeğer gibi görüneniki aracın çatıştığını ve birden bunlardan birini, sanatsal olanı tercihettiğimi söylerdim. Bu tercih beni siyasi yolumdan, bir kez girmiş olduğumangajmanlardan, temel tutumumdan uzaklaştırmıyordu, bütünbunlar devam ediyordu, ama yine de kendi deneyimlerimin öğrencisi olma,onları daha fazla ihmal etmeme, bunun yerine onları olabildiğince birkesinlikle ifade etme isteğimin büyük ölçüde ağır bastığının farkına varmıştım.Ayağa kalktım, bakışlar bana döndü, ama bir şey söylemediğimiçin hemen benden ayrıldı. Bir atölyedeydim, daha doğrusu araçları vemekanizmaları tanıma gerginliği beni kendimden geçmenin eşiğine getirdiğiiçin bir işkence hücresindeydim. Brecht bu tehditkâr tezgâhların vesıraların arasında bu mekânla bütünleşmiş olarak yaşıyordu. Kurnaz birifadeyle deriden koruma çukurunun içinde kemikli ellerini kavuşturmuşoturuyordu. Bizlerin durdurmaktan âciz olduğu bir dağılmadan kendinikurtaran bir dil dokusu içinde yolunu bulmayı başarabiliyordu. Cinnetiçinde atılan çığlık, eziyetlerin karşısında söyleyebileceğim bir cümledendaha yakındı bana. Bir sonraki gelişim aşamalarına ilişkin teşhisler müsveddelerin,not kâğıtlarının, sahne tasarımlarının üstünde uğulduyordu.Mümkün olan bir ifade seslilerden ve sessizlerden oluşan bir konuşmadalgasına dönüşüyor, üzerime gelip bana çarpıyordu, oysa benim fabrikalardave atölyelerde bitmek bilmeyen günler sırasında biriktirdiğim veiçimde taşıdığım her şey birbirinin üstüne istiflenmiş, iç içe geçmişti. Vermekistediğim yanıtlar ömür boyu sürmüş bir baskıdan kurtarılmalıydı.Makineler odada uğulduyordu. Mewis, Warnke ve adlarını bilmediğimbirkaç kişi daha dağılmanın, felaketin karşısına koydukları bir yapı iskeletioluşturuyorlardı. Her defasında savunmanın yeni biçimlerini tasarlamayıbecerebiliyorlardı. Brecht de başka bir yoldan sürekliliği olanla ilgileniyordu.Gözlük camlarındaki ışık yansımaları kor halinde iki gözbebeğiyanılsaması yaratıyordu. Burnu bütün sivriliğiyle öne doğru çıkmıştı.Dudak kenarları çiğnediği purodan dolayı kahverengileşmişti. Yaklaşıksekiz yaşlarındaki bir kız, Brecht'in kızı, oturanların arasında dolaşıp onlarınayaklarına basıyordu. Brecht azarladı onu. Çocuk yerdeki her şeyedoğal olarak basılacağını söyledi Danca. Konuşmalar beklenmedik biranda gevşemişti. Son cümleler arada kaynayıp gitmişti. Ara ara bazı fısıldaşmalar,mırıldanmalar olmuştu sadece. Gölgelerin arasında yazarlığınasaletini temsil eder gibi davranan bir figür belirdi, gergin bir bedeni, aslanyelesi gibi saçları vardı, yüz hatları iriydi ama nezaketten kırılıyordu,Brecht'in üzerine eğilip işgüzar bir tavırla ona bir şeyler söyledi. Brechtbaşını çevirip sıçrayan tükürüklerden kaçtı. İsveçli yazarlar Matthis veLjungdal gibi Greid da Brecht'in asistanları ve danışmanlarından birisiydi.Mülteciler arasında Greid'a gösterişli bir konum sağlayan sadece bankacıAschberg'in kız kardeşiyle evli oluşu değildi, almış olduğu oyuncu-454


luk eğitimi de ağzından çıkan her sözün önemli ve törensel olmasını sağlıyordu.Bazı ifadelerine bakılırsa Brecht'e bir özdeyişler seçkisi yapmafikrini vermişti. Greid'ın İsveçli arkadaşları da Brecht'in yanına yaklaşmışlardı,Brecht iki büklüm olmuş yorgun bir yüzle onların edebi tasarımlarınıdinliyordu. Salon kapısının girişinde Rosalinde'nin sarımsı yüzünüfark ettim. Weigel yıkanmaktan rengi atmış mavi önlüğüyle konuklarınuzaklaşmasını sabırsızlıkla bekliyordu. Bischoff ve Lindner gitmeküzere yola koyuldular. Öteki gruplar da ağır ağır ayaklanıyor, masalarınve taburelerin arasında salınıyorlardı, bacaklar karanlık çukurların içindekalmıştı. Dışarıdaki çam gövdelerine batmakta olan güneşin yansılarıvurmuştu. Az önce beni yeni olanaklar düşünmeye neyin götürdüğünüanımsamaya çalıştım, ama bir boşlukla karşılaştım. Brecht'in yanına yaklaşmakartık pek mümkün değildi. Kimse birbirine veda etmiyordu. Konuklarbirbirlerinden uzaklaşmış halde birer birer bahçeden ayrılıyordu.Çevresindekilerle birlikte bekleyen Mewis el ederek beni yanına çağırdı.Birbirimizden ayrılmadan önce bana bir görev verdi. Kapıdan çıkarkenSteffin yanıma geldi. Elini hafifçe koluma koydu. İleriki günlerde kendisinebir öğleden sonra ziyareti yapabileceğimi söyledi.Rosalinde'yle, Brecht'in yanında geçirdiğimiz saatleri tartışırken banaverilen görevi suskunlukla çevrili bir kütle halinde içimde taşıyordum.Gizli bir örgütsel faaliyete katılmanın basit, doğal bir yanı vardı ve tehlikelideğilmiş gibi görünüyordu. Bischoff un kuralına uygun biçimde, görevitam bir güvenle yerine getiriyordum, istifini bozmadan ve akla gelebilecektereddütler karşısında tamamen meşru davrandığından emin, etraftadolaşır gibi. Yapmam gerekeni adeta gündelik hayatın içine yediriyordum.Ama belki de Rosalinde'yle konuşurken bende bir yenilik olduğuçok hafif de olsa kendini belli ediyordu, ama böyle bir seziyi destekleyeceknokta benim böyle bir durumda bir şey açık etmeyeceğimin biliniyorolmasıydı. Bu görev bende başta bir tedirginlik yarattıysa bunun nedenikendimi tekrar daha büyük ilintilerin içinde bulmamdı. Son Ağustosgünlerinin sıcağında kentte yürüyorduk. Drott Caddesi'nin aşağısmdakipolis karakolunun kayıp eşya bürosundan on krona aldığım bisikletimyanımdaydı. Rosalinde benim görüşüme, içinde yaşadığımız, belirsizliklerledolu günleri soğukkanlılıkla değerlendirmemiz, dehşeti, hatalıadımları ve şok etkileri sıradan olaylarmış gibi analiz etmemiz gerektiğiyolundaki açıklamama karşı çıktı. Bu karışık döneme uyum sağlama becerisionun için istenmeye değer bir şey değildi. Bu durumu geçerli birşeymiş gibi ele almak, vazgeçmek, düşünme becerisinin terörize edilmesikarşısında çözülmek demekti. Eğer bir savaş çıkacaksa, dedi, yalanlarınsuyuna gitmeyi yeterince başaramadığımız için değil, onları fazlasıyla455


kurcaladığımız için çıkacak. Sözü babasının sürdürmüş olduğu mücadeleyegetirdim. Onun barışçılığı, dedim, onyıllar boyunca militaristlerin veşovenistlerin üzerine gitmesi, yok etme güdüsünü aşma çabasının, o büyükçabanın bir parçasıydı. On binlerce insan onun yanında yer aldı, amayeterince güçlü değillerdi. Yanıltıcı dünya resmi, içine akıl sızdığında alaşağıedilebilirdi ancak. Hasta düzenlerle sürekli uğraşmanın bizi de isteristemez yozlaştırdığını kabul ediyordum, ama eğer bir karşı hareket gerçekleşeceksebu ödemek zorunda olduğumuz bir bedeldi. Mesele faşizmlemücadele etmekten ibaret değildi, zorbalık en açık biçimde faşizmdeifadesini bulsa da, faşizm dünya çapındaki bir yıkım planının bir parçasıydısadece. Bütün kıtalarda soygunculuk, köleleştirme, sömürü hâkimdi,ve bizi korkutan, bizi felce uğratan güçler hayalet değildi, hepsi ismiylecismiyle belliydi. Bizden yana en ufak bir teslimiyet belirtisi onların ekmeğineyağ sürer, onları beslerdi, ama bizim bilgilerimiz onların dozu sürekliartan yağmacılıklarına karşı koymaya yetmiyordu. Muhtemel bir savaşındehşet verici olmasının nedeni bu savaşın bir adalet savaşı değil, işdünyasının devleri arasında gerçekleşecek bir savaş olması, sömürenlerinyıkılması için yapılacak devrimci bir savaş değil, kapitalist pazara hammaddesağlamak için yapılacak bir savaş olmasıydı. O zaman da milyonlarcainsan cinnetin içine çekilecek, dedi Rosalinde, çünkü kendilerini ilericiolarak adlandıran politikacılar onlara içinde bulundukları durumuanlatmayı beceremediler, zira yirmi yıldır sahip olmaları gereken bilgilerdenyararlanmak yerine birbirleriyle didiştiler ve karşılıklı birbirlerini gagalamaklavakit kaybettiler. O çok sözünü ettikleri birliği aslında hiçbirzaman istemediler, onlar için önemli olan kendi konumlarını korumaktıhep. Partilerin tepesindeki tekelcilerdir onlar, tıpkı ekonominin liderlerigibi. Borsa spekülatörlerinden hiçbir farkları yok, sadece adları ideolog.Onların dünyasından yeni bir şey çıkamaz, çünkü ömrünü tamamlamışmizanlarını bırakmamak için direniyorlar, önceliklerine, ukalalıklarına,kıskançlıklarına, söz sahibi olma hırslarına sıkı sıkıya bağlılar. Söylediklerimetepki göstererek, ne biçim analizler bunlar böyle, dedi. Korumayaçalıştığım kuşkularım yükseliyordu içimde. Komünist Parti'nin savaştehlikesinden Britanyalı finans lordlarını, Fransız bankacı aileleri sorumlututması ezbere laf değil mi, diye soruyordum kendime, kendilerinehizmet etmeyen herkesi ıslahevlerine ve kamplara kapatan faşistlerin vekomünistlerin birbirinden ne farkı vardı, ağızlarından çıkan son söz heptasfiye emri olmuyor muydu, iki taraf da vesayet altında bir toplum istedikleriiçin eninde sonunda savaşta, ortak dillerinin en etkili argümanındakarar kılmıyorlar mıydı. Ama Rosalinde'ye, bizim saflarımızın hâlâ savaşakarşı olduğunu söyledim, pek çok insan durumun değişmesi içinhâlâ yeraltında mücadeleye devam ediyordu. İspanya'yı anımsattım,ama Rosalinde, geride kalan başkaldırı iradesinin başı tam da İspanya'daezildi, dedi, büyüklerin hileleri sayesinde. Perspektiflerin değişmesinin,456


yürüttüğümüz siyasetin görünüşteki sonuçsuzluğunun zorunlu olduğunuaçıklamaya çalışıyordum, ama Rosalinde retorikle ve sahte tavırlarlahiçbir yere varılamayacağı konusunda ısrarlıydı. Benim ama'larımı kabuletmiyordu. Bizi çıkmaz sokağa sürüklemiş olan bir siyasetin bize dahanereye kadar yararı olabilir ki, dedi. Ona cevap vermek istediğimde birkez daha sözümü kesti. Akla bir mucizeymiş gibi inanıyorsun, dedi, sankiakıl bir çılgınlık döneminin sonunda ansızın ortaya çıkabilecek bir şeymişgibi. Evet, dedi, görüşler konusunda eksiklerim olabilir, ama yine desenin aklın siyaseti olarak adlandırdığın şeyin yanıltıcı bir manevradanibaret olduğunu görmekten alıkoyamıyorum kendimi, bu da bizi kendimiziinkâr edeceğimiz noktaya zorluyor. Bizim için değeri olan her şeyinüstü sloganlar yığınıyla örtülü durumda. Kişisel tepkilerimizin hiçbir etkisiyok artık, dedi. Tamamlanmamış bir şeyin içinden amaçlarımıza enuygun olabilecek kırıntıları çekip çıkarmaktan başka seçeneğimiz yok.Nasıl olup da benim bu türden bir indirgemeye razı olduğumu anlamadığını,çünkü böyle bir indirgemenin ona şimdiye dek anlattığım bütün çalışmaplanlarımla çeliştiğini söyledi. Politik alandaki sınırlanmaları kabuletmemin sanatsal çalışmada yetkinlik ve tamamlanmışlık talebini dışlamadığınısöyledim. Hayatımız hakkında karar verenlerin bu türden birbağımsızlık talebini olsa olsa alaya alacaklarını söyleyerek karşılık verdibana. Söylediklerimin eksik yanlarını ben de hissediyordum, çünkü sanatve politikayla kurulan ilişkinin birbirinden koparılamayacağmı ve politikalanda süregelen belirsizliklerin sanatsal amaçlarımın belirginleşmesiniengellediğini biliyordum. Kendimi bulma çabamda her zamanki gibi geçmişimibir yük gibi taşıyordum sırtımda, dönüp dolaşıp hep bu temel belirlenmişliğe,haklarından mahrum bırakılmışlığa, söz hakkımın olmayışınaçarpıyordum. Rosalinde artık Toller'den söz etmeye başladıysa, bununnedeni ihtiyacı olan yardımı benden beklemediğini açıkça göstermekiçindi. İdeal bir figür olarak artık hayatta olmayan bu adama sıkı sıkıyabağlıydı, fantezisi onun sıcaklığıyla, iyi yürekliliğiyle, doğallıyla, yardımaihtiyacı olanlara gösterdiği anlayışla doluydu. İdeal baba kılığına bürünmüşbir sevgili gibi anlatıyordu onu bana, ama kendine yardım edemedi,dedim, siyasi bir çıkış yolu göremediği için intihar etti. Beceriksizliğimizkarşısında, olayların akıl almazlığı karşısında duyduğumuz kederyüzünden telef olmak bir yol mu, diye sordum. Onun devrim için yaşadığını,bu uğurda en güzel beş yılını hapishanede geçirdiğini, parti politikasınınsekterliğiyle mücadele ettiğini söyledi Rosalinde öfkeyle. Onun bütünişinin bireyin güçten düşürülmesine karşı gelmek olduğunu, hasta veruhsal açıdan sarsılmış haliyle güçsüzlerin sözcülüğünü yaptığını, birgün bile kendisini düşünmediğini, ara çözümlere, yarım yamalaklıklaraasla uyum sağlamaya çalışmadığını söyledi, evet, dedi, kendini paralamakzorunda kaldı, ama o, meydandaki korunmasızlığı içinde soğukkanlılığınarkasına saklananlardan daha dürüsttü. Eğer o zamanı görebilirsek457


eminim ki günün birinde o ve onun gibi olanların en geniş ufuklu insanlarolduğunu anlayacağız. Şimdi, araya tekrar bir inleme gibi çıkan 'evet'isoktu, şimdi onları kayıp kişiler olarak görüyorsunuz, çünkü kendileriniastılar zehirlediler, şakaklarına mermi boşalttılar, ama belki bir süre sonrabunu her şeyi kuşatan baskıya verilen onurlu bir yanıt olarak göreceksiniz.Onların umutsuzluğunun, onların kaçışının bize ne yararı var, dedim.Ama Rosalinde'nin yüzündeki solgunluk korkuttu beni. Kung Caddesi'ninköşesinde durduk, Sture Meydanı'nın karşısında, mavi tramvaylarçmgırdayarak önümüzden geçiyordu. Onların sayısı daha fazla olsaydı,dedi, ve sözlerine kulak verilseydi, sadece çiğnene çiğnene eskimişsözlerle ortaya atılanların değil de biraz da onların sözlerine kulak verilmişolsaydı dünya bugün başka türlü olurdu. Ama deyişimin içi boş geliyordukulağa, kendime sakladım. Birkaç saat önce yanından ayrılmış olduğumdiğerini düşündüm, Uppland Caddesi'nde bir küçük odadaki kırsaçlı, cüce ve uzun sakallı cini. Çekilmiş perdelerin ardında oturmuş, baskıörneklerini hışırdatarak kükrüyor, arada bir ayağa kalkıyor, yazdığınıokurken ince perdeden Viyana şarkıları mırıldanıyordu. Komintern'insekreterliğinde çalışıyordu, gizli yollardan İsveç'e sokulmuş, ilk sayısıEylülde çıkacak olan haftalık dergiyi hazırlamak üzere Dimitrof tarafındangörevlendirilmişti. Parti gazetesi Ny Dag'ın yayıncısı, Politbüro üyesiLager bana görevlerimin ne olduğunu anlatmıştı. İstasyondan aldığımAlmanca ve İsveççe gazetelerle Rosner'e gitmiş, zili parola şeklinde çalmış,ona İsveççe haberleri çevirmiş, eksiklerini tamamlamış, çıkarken eskigazeteleri, küçük gruplar halinde ayrılmış gazete kesiklerini yolda gördüğümçöp kutularına rastgele atmak üzere yanıma almıştım. Rosner'in cüceyebenzeyen bedeni ve kocaman kafası pencerenin önüne konmuş masanınüstündeki kâğıt tomarlarının arkasında kaybolmuştu. Yaşadığı odanınboyu en fazla üç buçuk metre, eni de iki metreydi. Mutfağın hemenyanındaydı oda, kapılar camlıydı. Ön köşede, koridora çıkan kapının yanındabeyaz bir çini soba duruyordu, yeşilimsi duvar kağıdıyla kaplanmışduvarlarda kenarları yenmiş eski Avrupa haritaları asılıydı. Gazeteler,kitaplar, yerde, sandalyelerde, koltukta üst üste yığılıydı. Rosner'esaklanması için yerlerini açan iki yoldaş gündüzleri burada olmuyordu,adam taksi şoförü, kadın hemen aşağıdaki Oden Meydanı'nda bulunanCafe Tranan'da garsondu. Perdenin aralığından arka avluya bakarken çekilmişperdelerin komşuların dikkatini çekip çekmediğini sormuştum.Olsa olsa ilk hafta dikkat çekmiş olabileceğini, sonra buna alıştıklarınısöylemişti. Daire zemin katındaydı, sol tarafta kule gibi öne uzanan merdivenboşluğu vardı, uzakta duvarların arkasında kalan yüksek cephelergörüş alanını sınırlıyordu, karşı evlerin duvarlarındaki sarmaşıklardaserçeler ötüyordu. Sağ tarafta da alet edevatın konduğu el arabalarıyla,halı dövmek için kurulmuş düzenekleriyle, bisikletler için ayrılmış yerleriyleve çamaşırhaneleriyle avlular uzanıyordu. Sivri uçlu mızraklarıyla458


dökme demir bir parmaklık yandaki tenekeci atölyesinin hırdavat deposunubir sonraki avludan ayırıyordu. Her şey boz bulanıktı, hiç bitmeyecekmişgibi sıra sıra dizilmiş pencereler, dört beş katlı binaların üst üstedizilmiş pencereleri kör gibiydiler. Ta aşağıda, burada, çiçekli perdelerinarkasında, amacı Komünist Enternasyonal'in talimatlarını yaymak olanbir dergi redaktörünün yaşadığını tahmin edemezdi kimse. Bu yayın organınınadıyla, Die Welt gibi bir adla, Uppland Caddesi'ndeki bu izbe binanınbu daracık odası kadar uyumsuz bir yer daha olamazdı. Ama Rosnerderginin adını büyük bir gururla telaffuz ediyordu. Bütün dünya dışarıdaydı,Rosner'in bu dünyayla bağlantısını yazdığı satırlar kuruyordu.Yirmi üç sayfalık dergi Parti'nin matbaasında bin adet basılacaktı. Işıltılarsaçan gözleriyle kalın camlı gözlüklerinin ardından bana bakarken, basılmışsözün gücüne duvarlar yetmez, bu gücün sızmayı becerebileceği biryarık her zaman vardır, demişti. Telefon rehberinden Yahudi isimlerinibulmamı ve bunları derginin deneme sayılarının gönderileceği listeye eklememiistemişti. Jacobsson'ların, Danielsson'ların, Rosengren'lerin kadimİsveç kökenli olduklarına inanmak istemiyordu. Bildiğimiz Jakobsohn,Danielsohn, Rosenzweig değil mi bunlar, demişti dağılmış saçlarıylabaşını sallayarak, ya da Lewin'ler, Blumenberg'ler, bu ülkenin Hırıstiyanlarımı oluyordu. Rosner daha onu ilk ziyaretimde bana güvenmişti.Malzeme getirmek ve derginin son provalarını almak üzere Parti'nin onagönderdiği kişilerin kuşku götürmez güvenilirliğini düstur edinmiştikendine. Bu birbirine muhtaçlık benim içimde de güven duygusu uyandırıyordu.İşin bana bir sınama sonucu verilişini kabullenmiştim, bu türbir sınamanın başlangıcı Coppi ve Heilmann'la kurduğum ilişkiye kadaruzanıyordu. Rosalinde'yle Humlegârden'a giderken, Dünya basınındanözetler yaptığım Kraliyet Kütüphanesi'yle okuma odasında uluslararasıyeni yayınların karıştırılabildiği Sandberg Kitabevi'nin arasında kalanstratejik köşeyi dönerken Rosner'in gülen yüzü, miyop bakışları gözümünönüne gelmiş, ayrık dişlerinin arasından düşlerindeki kenti anlatanşarkıyı mırıldandığını duyar gibi olmuştum. Rosalinde kendisini Viggbyholm'egötürecek banliyö trenine gidiyordu, orada akşamüstleri okulyurdunun çamaşırhanesinde çalışıyordu. Ona destek olamıyor, onu teselliedecek sözler bulup söyleyemiyordum. Ona Rosner'den söz edebilmeyiisterdim. Ama bu konuda konuşmam yasaktı ve bu bizi birbirimizden dahaçok uzaklaştırıyordu. Rosner kendisine takma diş yapabilecek bir dişhekimi bulmamı rica etmişti benden. Bir de radyo sağlamalıydım ona, daracıkkulübesinde müzik dinlemek istiyordu. Wolff adında bir doktordanrandevu alındı, Rosner aynı inancı paylaştığı Yahudi bir doktorun yanındakendini güvende hissedeceğini düşünüyordu. Ona barınak sağlayanyoldaş Petterson Rosner'i bir akşam muayene saatlerinin bitiminde götürüpgetirecekti. Rosner'in yanından ayrıldıktan sonra bisikletle dümdüzve uzun Uppland Caddesi'nden aşağıya kayışım geldi aklıma, kentin ku-459


zeyinde neredeyse bomboş bir caddeydi burası, Sibirya deniyordu buraya,bu caddenin birbirinden farksız eşbiçimli evlerini illegalitedekiler gizlenebilmekiçin tercih ediyordu. Karlberg Sokağı'nı hızla geçip, Tegnerlund'dakiOden Meydanı'nı, yüksekte bir yerde Strindberg'in kaslı çıplakbedeniyle ellerini arkasına kavuşturmuş bir pozisyonda oturduğu meydanıardımda bırakıp Norra Bantorg'un üstünde kalan bakır yeşili damlara vekubbelere yaklaşırken yüzümü yalayan havayı hissetmiştim. Brecht'iziyaret edecek kadar vaktim olup olmadığını hesap ediyordum. Saat dörttü.Sabah vardiyasının başlamasının üzerinden on iki saat geçmişti. Sekizsaatlik mesai, Rosner'le ve Rosalinde'yle birlikte geçirdiğim saatler, bunlarınhepsi kendi içine kapalı birimlerdi. Lidingö'ye kadar yarım saatlik biryol vardı önümde. Brecht'in atölyesinde iki üç saat. Yarım saatlik dönüşyolu. En geç saat sekizde evde olabilirdim. Mutfakta alelacele yemek. Patates,konserve et, bir bardak süt. Bir sonraki günü taşıyabilmek için en azyedi saatlik bir uykuya ihtiyacım vardı. Sağ elim bisikletin gidonunda, solelim Rosalinde'nin elindeydi. Engelbrekt Caddesi'ndeki durağa gelmiştik.Rosalinde trenin penceresinden sarkıp bitkin bir halde, yakında Toller'inizinden gitmekten başka bir çaresi kalmayacağını söylediğinde yoksunluğunuçektiğimiz her şey hissedilir olmuştu.Bugünlük, dedi Brecht madeni bir sesle tane tane konuşarak, konununerbabının açıklamalarıyla yetinelim ve savaşın çıkmayacağını düşünelim.Bu sözler oyunlarından birinin prologu izlenimini uyandırsa da ikihaftadır sürüncemede kalmış bir çalışmaya yeniden giriş konuşmasıydı.Epeyce ayrıntılı planların ortaya çıkmasını sağlayan araştırma yeni tasarladığıEngelbrekt 10 projesi üretimle sonuçlanmadıysa bunun nedeniBrecht'in Eylül ortasında Cesaret Ana üzerinde çalışmaya ve onu yazmayabaşlamasından, Ekimde de İsveç Radyosu tarafından ısmarlanan radyooyunu Lukullus'un Soruşturması'nı kaleme almak zorunda kalmasındanziyade, Engelbrekt döneminde geçen konunun henüz uygun bir oyunformu bulunamayacak kadar geniş olmasıydı. Bir oyunun tasarımı vegösterime girmesi için bu zaman hiç de kısa değildi, Cesaret bir ayda, Lukulluson dört günde çıkmıştı ortaya, sanki her şeyi kafasında bitirdiktensonra işe koyuluyor, geriye bir tek onu gün ışığına çıkarmak kalıyordu.Ama Engelbrekt'in öyküsü onun istediği fablın ortaya çıkmasına izin vermemişti,bu talebini doğrusu anlayamamıştım. Temayı kâh kafasında eviripçeviriyor, kâh ondan uzaklaşıyor, sonra çetrefil, bölük pörçük, çelişkilive çokanlamlı olaylara uygun düşebilecek dramatik bir anlatı tasarlamak10 Engelbrekt: İsveç tarihinin önemli simalarından. 15. yüzyılda önce maden işçilerinin ayaklanmasınaöncülük etmiş, sonra Alman krala karşı İsveç asilleriyle uzlaşmış, Danimarka KraliçesiMargareta'nın da desteğiyle kısa bir dönem ülkenin yöneticisi olmuştur. (Ç.N.)460


için işe koyulacak gibi oluyordu. İçeri girdiğimde duyduğum sözlerin anlamı,tehditkâr savaş tehlikesi altında, hatta savaşın patlak vermesi durumundada faaliyetin devam etmesi gerektiği yolundaydı. Yazma zanaatiher koşulda politik olaylarla eş değerdi. Otuzbir Ağustos gününün akşamüstüsaatlerinde ve bir Eylülde yapılan saat başı radyo yayınları sırasındada Brecht dünyadaki durumla ilgili yaptığı kısa ek açıklamalardansonra tartışmayı yeniden konuşmak istediği konuya getirmişti. Zorlayıcıdış güçler ağırlık kazandıkça kendi gücüyle ürettiklerine sarılmakta ısrarediyordu Brecht. Matthis ve Ljungdal'in ona sağladığı malzemeyle içlidışlı olma süreci genellikle döngüsel hareketlerle, geriye dönüşlerle, bellibir motifin yeniden alımlanması, yorumlanması ve derinleştirilmesiylesomutlaşıyordu. Brecht'in alıp geliştirmesini bildiği dış itkilere duyduğusürekli ihtiyaç bu defa kendini Matthis'in aktardığı bir olayda göstermişti.Masaların arasındaki patikaları izleyerek, sağa sola saparak küçükadımlarla odada volta atıyordu. Kent kütüphanesindeki işinden dönmüşolan ve yanında getirdiği kitaplardan alıntılar yapan Ljungdal'in sözünükesti ve Matthis'e oyunun ilhamını borçlu olduğu olayı bir kez daha anlattırdı.O kadın da kim oluyor, diye bağırdı. Kimle muhatap olduğununfarkında değil mi. Benim yapıtıma böyle muamele demek. O binayı yerlebir etmeliydik. Sahnenin sahibiymiş gibi davranmak da ne demek. Oyüksek kalesinde nasıl taht kurduğunu öğrenmek istiyordu onun. MatthisDramatik Tiyatro'nun yöneticisi Bayan Brunius'a Galilei'nin elyazmasınıiletmişti, onun cevabıysa, dini oyunlar oynamıyoruz biz, olmuştu.Matthis oyunun konusunun İncil'de anılan Galilealılar olmadığını, Rönesansdöneminde yaşayan İtalyan bir bilimadamını ele aldığını söylemişti.Bunun üzerine Brunius bunun da pek ilgi çekici olmadığını söylemiş vedosyayı yirmi yıl boyunca okunmayacak olan öteki yazıların yanına koymuştu.Bu ilk haberden sonra Brecht kin ve öfke içinde Matthis'e İsveç'teegemenler karşısında yer alan özgürlük savaşçılarının, halk liderlerininkimler olduğunu sormuştu. Engelbrekt ya da Brecht'in başlangıçta Almancaismine uygun olarak adlandırdığı Engelbrecht adının anılmasıonu ânında etkilemiş, şedidliğini, öfkesini bu figüre ekmiş, karakteriyleve onun önemiyle ilgili ayrıntıları henüz öğrenmeden onu kafasında yaratmayabaşlamıştı. Engelbrekt'i ele alarak, sürüklenmiş olduğu bu ülkenintarihi karşısında da bir tavır alabilirdi. Görünüşe bakılırsa burası yabancılara,farklı olanlara karşı acımasızlığın egemen olduğu bir yerdi.Düşünmenin indirgenmesine teslim olma eğilimi, onu Almanya'dan dakaçıran bu açık eğilim Brecht için yıkıcıydı. Ama yine de İsveç'te kalmakistiyordu. Ona burada, tıpkı Fyn Adası'ndaki Skovsbo sahilinde olduğugibi çalışabileceği bir ev tahsis edilmişti, ayrıca demokratik ve gerici güçlerarasındaki boğuşmanın ne yöne gideceğini gözlemlemek de ilgisiniçekiyordu. Yine de faaliyetini kesmeye ve başka bir yere gitmeye hazır olduğunusöylemesi, sürgün yaşamının getirdiği bir yöntemin nitelenmesi461


anlamına geliyordu. Daha önceki altı yıl içinde Danimarka'da olduğu gibiİsveç'te de Almanya'ya yakındı, fırsat doğarsa en hızlı yoldan geri dönebilmeyiistiyordu. Ama bu fırsat gittikçe uzaklaşıyordu, Brecht tedbirlidavranarak dostlarından, daha önce geri çevirdiği, sonra yeniden almakiçin başvurduğu Amerikan vizesi için uğraşmalarını istemişti. Ljungdalondördüncü yüzyıl manzarasını kuşatmak ister gibi bir hareket yaptı,ama Brecht'in aklı hâlâ Kraliyet Tiyatrosu'ndaydı, Matthis ise yeniden yerelbetimlemelere başlamak zorunda kalmıştı. Şefin odası öyle ahım şahımdeğildi, sıradan olduğu söylenebilirdi, duvarlar mat griydi, ahşapdesteklerle bölmelere ayrılmıştı. Alçak kitap rafları, Nybro Caddesi'nebakan iki pencerede yeşil peluş perdeler, köşedeki klasik çalışma masasınınkarşısında yeşil kanepe, yaklaşık iki buçuk metre uzunluğunda kızılmaundan bir toplantı masası, şarap kırmızısı kumaşla kaplanmış koltuklar.Onun kaçıncı katta olduğunu ve ona nasıl ulaşılabildiğini sorduBrecht. Büro girişinden geniş merdivenlerle ikinci kata çıkılıyordu, sonrabir döner merdiven ve bekleme odası. Görüşme talebi ve uzun bir bekleyiştensonra lambrili bir kapıdan geçiliyordu. İçeride pencereler açıktı.Birger Jarl Caddesi'nin köşesindeki Fylgia Sigorta Şirketi'nin kulesi uçuşanbayrağıyla görülebiliyordu. Beyaz zemin üstünde kırmızı harflerlefirmanın adı yazılıydı. Rüzgâr Berzelii Parkı'ndan esiyor ve beraberindeakasyaların hoş kokusunu taşıyordu. Nybro Limanı'ndaki yuvarlak meydandatrafik uğuldayarak akıyordu, İskandinav resiflerinin buharlılarındanbirisi tıslayarak kalkışını haber veriyordu. Yeşil başlıklı pirinç abajurunarkasındaydı tiyatronun patronu. Matthis ona oyunu uzatmıştı. Elyazmasınınkahverengimsi kâğıdı, büyük formatı bile yabancıydı ona ve hoşunagitmemişti. Önce elinde tartmıştı. Brecht'i Üç Kuruşluk Opera'nın yazarıolarak tanıyordu. Onu eski oyunları değiştirerek yeniden kaleme alanbir yazar olarak görüyordu öncelikle. Sjöberg'in yönettiği Gustav Vasa enüstte olmak üzere yanındaki duvarda asılı tiyatro afişleri hışırdıyordu.Nasıl bir yüzü var, diye sordu Brecht. Geniş, soğuk, dedi Matthis. Güzeldenemezdi bu yüze, çünkü bir kişiliği yoktu. Daha çok maskeyi andırıyordu.Sanki bir kraliçe rolü oynar gibiydi. Açık bir alın. Arkaya doğru taranmışdüz saçlar. Kulaklarında beyaz inciler. Boynunda beyaz inciler. Engelbrekt'ive bindokuzyüzotuzdört devrimini anlamak için, dedi Ljungdal,önce Margareta dönemini, Kalmar Birliği'ni ele almalıyız. Brecht Ljungdal'ınsözlerini duymamış gibi açık pencereleriyle şefin odasını gözününönüne getirerek, demek ki insan rüzgârın hangi yönden estiğini anlıyor,dedi. Başka herhangi bir şeyin Matthis'in dikkatini çekip çekmediğini sordu.Sol tarafta camlı bir kapı vardı, yarısı bir perdeyle örtülüydü, dediMatthis. Art Nouveau tarzında asma dallarıyla bezenmiş camların arasındanikinci kat koridorunun bir bölümü görünüyordu. Brecht'in oyununungeri çevrildiği odanın kapalılığı camlı kapı sayesinde kırılıyordu.Doğrudan izleyici salonuna, sahneye geçiş, bu tiyatroya hiç gitmemiş462


olan Brecht'in ilgisini çekmişti anlaşılan. Sjöberg'i kendimize çekmeye çalışmalıyız,dedi Matthis. Brecht hemen buna karşı olduğunu belirten birel hareketi yaptı. Tiyatronun yöneticisinin anlayışsızlığı karşısında o dabu cemaatin diğer temsilcilerini nasıl küçümsediğini gösteriyordu. Oyunancak biz yönetirsek koyulur sahneye, dedi. Buradaki yönetmenler bizimteorilerimizi tanımıyor. Biz derken ortak çalışmaya hep hazır olduğunu,çeşitli önerilere açık olduğunu kastediyordu, onun görevi ise öneriler arasındanseçim yapmak ve sonra yeniden sahneleri, çatışmaları, eylem akışlarınıtartışmaya açmaktı. Konudan sapması, onun başkalarında katlanamadığıbir ilgisizlik, bir kopuş gibi görünse de bu sapma yeniden tartışmalarınbir parçası haline geliyordu. En başından itibaren yapıtın modelikafamızda oluşmuştu. Oyun iki bölüm olacaktı, her bölüm çelişkilerledoluydu, ama birinci bölümde egemen güçler öne çıkarken ikinci bölümdebastırılan güçler öne çıkıyordu. Ticareti geliştiren ve kentler kuran erkendönem burjuvazisi, şatolarda ve kiliselerde oturan derebeyleri ve üstdüzey ruhbanlar toplumuna başkaldırıyordu. Yeni bir sınıfın yükselişiyüz yıl sürmüştü, bu sürecin açık belirtileri olmamıştı, yeni sınıf yerliaristokrasiden bağımsızdı ve yabancı girişimcilikle işbirliği içindeydi, hareketlisermaye toprak mülkiyeti karşısında avantaj sağlamıştı. İki dünyaçarpışıyordu, bunlardan birisi eski güç araçlarını kaybetmekle birliktediplomasi ve askeri üstünlük sayesinde hâlâ imtiyazlarını elinde tutabiliyordu,diğeri sömürünün feodal biçimlerini ortadan kaldırarak ilerici birgüç haline gelmişti, ama aynı zamanda ekonomik açıdan yeni bir yağmacılıkdüzeni kurmaktaydı. Onların altında ise asıl geniş taban, köylü sınıfvardı, bu kesim ilk dönemlerin serbest köylüsünün devamıydı ve ellerininaltındaki serfleri koruyabilmişlerdi. Yaygın güç işte buradaydı, köycemaatlerinde bağımsız çifçiliğin kalıntıları korunabilmişti. Tek tek topraksahipleri genç derebeyleri ve genç şövalye statüsünü elde ediyor, radikaldeğişimlerin zorlamasıyla iyi gelir getiren maden işletmeciliğineyöneliyorlardı, buna karşılık küçük çiftçiler düşüş içindeydi, her geçengün vergi yükü altında biraz daha eziliyorlardı. Hiçbir hakkı olmayanserfler aşağılanmaktan kurtulacak imkâna henüz sahip değillerdi, madenocaklarına yaptıkları mekân değişimiyle sanayileşme sürecinin ilk aşamasındagündelikçi ve maaşlı işçi olarak çalışmaya başlayarak ayaklanacakkitlelerin ilk oluşumunu da hazırlamışlardı. Kral önce kendisine baskı yapansoyluların, sonra da orta sınıfların büyümesi yüzünden despotizmindentaviz vermek zorunda kalmıştı, artık iktidarını korumak için hemsoyluların lütfuna, hem de zanaatçilerin ve esnafın yandaşlığına ihtiyacıvardı. İsveç kral soyundan İsveç'in büyük azizesi ve kâhin Birgitta'nın kızıMaereta tarafından yetiştirilen, Danimarka Kralı Atterdag'ın kızı olanve on yaşındayken Norveç Kralı Hâkon'la evlendirilen Margareta, hanedanailesinin konumunu yeniden yüceltmek ve Danimarka ile Norveç'inbirleşmesinden sonra İsveç'i de yanına çekmek, böylece üç Nordik Krallı-463


ğı Danimarka yönetiminde büyük bir güç olarak birleştirmek için seçilmişti.Birinci bölümde geleceği ima edecek biçimde çocuğun kraliçe gibigiydirilmesi sahnesi vardı. Oda hizmetçileri tarafından bedeni kremlerleovulan, saçları taranan çocuk altın pırıltıları saçan sırma işlemeli kumaştandikilmiş uzun giysisiyle, omuzlarına dökülen duvağın içinde küçücükkalan yüzüyle, değerli taşlarla süslenmiş kocaman bir broşun iki yakasınıbirleştirdiği çan biçimindeki kaftanıyla, kunt bir görüntü veren sarayerkânının karşısında oyuncak bebek gibi duruyordu. Balta taşıyan aslandesenleriyle süslenmiş, beli kemerle sıkılan dar bir etek giymiş, kemerininortasına bir hançer sıkıştırmış, eteğinin altına iki renkli pantolon çorabıve ayaklarına incilerle süslenmiş uzun burunlu ayakkabılar geçirmişolan, omuzlan kakım kürküyle beslenmiş vatkalar yüzünden daha da genişgörünen, ağır tacının altında kafasını zorlukla dik tutan, gevşek ellerinikıza doğru uzatan krala sunuluyordu bu çocuk. Burnu koruyan viziyerlisivri miğferleriyle, yüksek zincir yakalarıyla, parlak göğüs kalkanlarıyla,deriden önlükleriyle, kol ve bacak zırhlarıyla, ağır kılıçlarıyla etraftaşövalyeler dolaşıyordu. Margareta davulların, trombonların, çıngıraklarıneşlik ettiği uzun dualar ve ilahilerle Paskalya'dan sonraki Pazar günü,dokuz Nisan binüçyüzaltmışüçte başpiskopos ve piskoposlar tarafındanHâkon'la evlendiriliyordu. Aynı yılın sonbaharında Albrecht vonMecklenburg İsveç Kralı ilan edilmek üzere Stockholm'e geliyordu.Brecht Ortaçağ tiyatrosunun tarzından esinlenerek eşzamanlı bir sahnetasarlıyordu, bu sahnede Margareta'nın rakipleri tanıtılacaktı. Tarihselverilerin karşı karşıya getirilmesi ister istemez kontrast bir etki yaratacaktı.İsveç soylu aileleri arasında yıllarca süren düşmanlıklar, babayı oğula,kardeşi kardeşe düşüren taht kavgaları, kaleler ve tımar uğruna yapılansavaşlar, Kuzey'in üç krallığında durmadan sınırların değişmesi, kundaklamalarve baskınlar, eyaletlerin ve seyir yollarının elden çıkarılmasıve rehin verilmesi, verimli toprakların yakılıp yıkılması, haraçlarla halkınsoyulup soğana çevrilmesi, açlık, Folkunga hanedanının başarısız seferlerive nihayet alçakça katliamların damgasını vurduğu tarihsel bir zamandilimi, bütün bu betimlemeler ve bilgiler sayesinde Brecht, Albrecht'inortaya çıktığı tarihsel arka planı görebiliyordu. Nüfusun üçte birindenfazlasını silip süpüren ve tarımın, maden işletmeciliğinin büyük bir bölümünüfelce uğratan Büyük Salgın'm etkileri ülkenin dilini bilmeyen, bubağımsız bölgenin parasal çıkarlarını temsil eden ve lejyonerlerini Almantarikatlardan alan Mecklenburglunun ülkeye gelişinden daha önemliydi.Egemen sınıfların tahta geçirmek üzere, birbirleriyle rekabet eden ve tahtiddiası uğruna dönen entrikalar yüzünden birbirlerine düşman kesilmişklanların kavgasının dışında duran bir diktatöre ihtiyaçları vardı, diktatördenhoşnutsuzlukları terör estirerek çözmesi, ama öte yandan egemenlerinaracı olarak kalması bekleniyordu, Albrecht von Mecklenburglehine kararın beraberinde getireceği risklerin ve kazandıracaklarının he-464


sabı, güçlü kıyı kentlerinin bu hükümdarının Danimarka'dan gelebilecekatağı engelleyeceği ve iktidarlarını ayakta tutabileceği yolunda yukarıdakilerinbeslediği umut, toprak sahiplerinin, maden işletmecilerinin vetüccarların kuzey Almanya'nın Hansa Birliği'yle ilişkilerin sağlamlaştırılaraksermaye birikimi oluşturulması beklentileri, ekonomide büyümeninsağlanması, üretimin artırılabilmesi, yerlilerin çokyönlü çıkarları uğrunayabancı hükümdara gösterdikleri yaltaklanma, öte yandan küçük çifçilerinyükselen faiz ve vergiler karşısındaki korkusu, çıkmaza giren küçüktoprak sahiplerinin huzursuzluğu, işte bütün bunlar yeni kral sunulurkendile gelmeliydi. On yaşındaki kız öylece bekliyor, olacakları ima ediyordu.Buna karşılık Alman hükümdar bütün egemenlik talebiyle kasımkasım kasılabiliyor, Nowgorod'dan Brugge'e kadar uzanan ilişkileriyleövünebiliyordu, yandaşları da Stockholm'de çoktan etkili hale gelmişler,ustaca faaliyetleri, maharetleri sayesinde nakliye limanlarını, esnafı, loncalarıellerine geçirmişlerdi, limanlarda Kuzey Almanya kentleri Lübeck'den,Wismar'dan, Rostock'dan, Stralsund'dan gelen gemiler demirliydi,başkentin en itibarlı aileleri büyük ölçüde Alman kökenliydi. Kraldeğişim çağından bir esinti getiriyordu beraberinde, kendi iş alanınınaçılmasını ve kâr etmesini isteyen bu kukla temsilci, efendiler sınıfının butemsilcisi aynı zamanda Avrupa'nın toplumsal değişimlerine açıktı, Avrupa'dafeodal egemenlik köylü ayaklanmalarıyla sarsılıyor, burjuvalarkrallık saraylarına söz geçirebiliyor, İmparator ve Papa'nın otoritesi zayıflıyor,devlet yönetimi merkezileşiyor ve zanaat, meta ekonomisi, para dolaşımıgittikçe örgütlenip güçleniyordu. Savaş uzmanlarının, tüccar temsilcilerinin,bankaların ve gemi teçhizat şirkelerinin yanı sıra Dalarna'dademir işletmeciliğini teşvik etmek için çalışması gereken madencilik uzmanlarınıda kurmay danışmanları arasında görüyordu. Maden işletmelerindeve dökümhanelerde hisseleri olan Almanlar oldum olası, vergilerdenve gümrükten muaf tutulmak konusunda imtiyazlıydılar. Bakır veyüksek değerli demir üretimi artan ihracatın temelini oluşturuyordu. Avrupa'nınkilise yönetimleri tarafından sürekli talep edilen mum ve kürkdışında İsveç'in sunacağı mal yoktu pek. Albrecht'e davetiye çıkaranlarbüyük tüccarlarla işbirliği içinde olan, ileriyi gören, girişimci toprak sahipleriydi.Çöküş ve işgücü eksikliği döneminde çoğunluğa maden kuyularınasahip olma güvencesini veren onlar olmuştu, maden cevheri yataklarızengin, hatta tükenmezdi, burada ağırlığı olanlar, krallığın yöneticikonumlarına gelmekle kalmayıp uluslararası ticarete gireceklerindende emin olabilirlerdi. Çiftçilerin çiftliklerini peşpeşe ellerinden alan, Dalarna'nmçoğunu eline geçirmiş olan en güçlü toprak sahibi Jonsson Gripartık senatonun önde gelenlerinden birisiydi ve dük tarafından kabuledilmeye hazırdı. Sahnede hem kraliyet çocuğunun yaldızlarla süslenmesininhem de Mecklenburglu kralın dini törenle takdis edilmesinin asılamacı, o dönemde büyük güç olmak yolundaki birliğe simgesel bir varlık465


kazandırmaktı. Onların arkasındaki güçler aşağıdaki kesimleri peşleri sırasürükleyerek ve onlara bu süreç içinde başkaldırı zemini hazırlayarakbirbirleriyle boy ölçüşeceklerdi. Kurumlar hep aynı özelliği taşıyordu,hepsi de çatışmalarla yüklüydüler, kendi iç çelişkileri çöküşü de içinde taşıyordu.Özerk kentlerin elçisi, toplarla donatılmış Warnemünde donanmasının,ağır silahlarla teçhiz edilmiş paralı askerlerin kendisine verdiğigüçle İsveç soylularına küçümseyerek bakıyordu. Bunlar ne okuma yazmabiliyor ne de kendilerini elçinin konuştuğu dünya dilinde ifade edebiliyorlardı,ayrıca ticaretin modern kurallarıyla da başa çıkamıyorlardı.Devasa tarlalara, ormanlara, maden ocaklarına sahip oldukları haldehepsi de onun gözünde leş gibi kokan kumaşlara ve kürklere sarınmış pisçiftçilerden başka bir şey değildi, ona ifadelerini belirsizlikte bırakma fırsatınıveren bir çevirmen eşliğinde ricacı olarak onun önüne çıkıyorlardı.Teçhizatı ve savaş atıyla her yıl yapılan silah gösterisine çıkamayacak vekraliyet ordusunun hizmetine giremeyecek kadar cimri olduğu için aslaşövalye unvanı almamış olan Grip yine de yüksek bir soylu olarak, birpara soylusu olarak vekilharç unvanını taşıyordu, asalet armasında gagasındabir kan damlası olan bir akbaba vardı. Her türlü dolabı çevirmekteustalaşmış olan Grip Mecklenburgluyla başedebileceğine ve onu istediğigibi yönlendirebileceğine inanıyordu. Avcuna düşecek olan mevkilerin,çiftliklerin, kalelerin, dağ gibi tahılın, davar sürülerinin, demir külçelerininhayaliyle karşılıyordu onu. Saflar halindeki parlak metalik zırhların,kilise babalarının üstündeki tavşan kırmızısının ve morun boy gösterdiğidüğündeki katı hiyerarşinin yerini ani bir geçişle cesetlerle dolu, pislikiçindeki ve gıcırdayan el arabalarının peşpeşe geçitleri alıyordu, arkalarındaölü gömücüler, inleyen kadınlar ve papazlarla birlikte. Kirişlerdenbirinin dibinde aşağı sınıftan olanlar ve yoksullar, koltuk değnekleriyletopallayan veya yerde sürünen sakat dilenciler itişip kakışıyordu, boyunduruğavurulmuş küçük günahkârlar, aforoz edilenler oturuyordu, boyunlarınaip geçirilmiş başka tutuklular, yardakçılar tarafından tekmelerle,mızrak darbeleriyle sürükleniyordu, hokkabazların ve akrobatların etrafındaizleyici grupları toplanmıştı, geleneksel giysileri içindeki bir başkagrup, kemerlerinde bir bıçak ve baltayla müşteri bekliyordu. O zamankiStockholm'ün, bu kazıklı kentin karakterini nasıl yansıtabileceğimizitartışıyorduk. Kalın kalaslar, küçük kazıklar adacığı, Holm'ü çevreliyordu,kabaca budanmış gövdelerle birbirine bağlanmış çift sıra kazıklar dalgalardanve saldırgan denizcilerden korunmak için kent surunun karşısındasuya çakılmıştı. Eski resimlerden edinilen izlenimler biraraya getiriliyordu.Brecht dramatik olay çizgisinin tasarımından önce sahne tasarımınakarar veriyordu. Figürler ancak mekân somutlaştığında belli bir düzen,dağılım ve ilişkiler ağı içinde elle tutulur hale gelebiliyorlardı. Temelkonsept aşağıdakiler ve yukarıdakilerdi. Ama farklı alt grupları, süreklibaş gösteren çeşitli karşıtlıkları da içeriyordu. Sahnedeki ahşap platform466


aynı anda hem dalgakıran, hem geçit hem de saraydı, iç ve dışı birleştiriyordu.Brecht çoban kavalları, küçük flütler, uyduruk kemanlar eşliğindetırpanlarını sallayan, iskelet adam kostümleri içinde, en başta en yoksullarınetkilendiği uğursuzluğu anımsatan jonglörler tarafından oynanabilecekbir Ortaçağ oyunu tasarlıyordu, buna karşılık zenginler uğursuzluktankendilerini korumakla kalmayıp çevreleri korku ve perişanlıklasarılmışken yaşamdan zevk almaya da devam edebiliyorlardı. Ondördüncüyüzyılın sonundan özgürlük mücadelelerine kadar olayların şarkılarlasunulmasından söz edilince, oyunun basit, inişli çıkışlı dizelerle yazılması,en azından araya monte edilen bölümlerde bu tür dizelere yerverilmesi fikrini doğurmuştu. Doğallık açısından sokak tiyatrosundanyararlanılabilirdi. Sokak tiyatrosunun aktörleri sahneye çıkan soylular tarafındansöz sahiplerinin kim olduğunu kanıtlarcasına aşağıya doğru itilecekti.Aşağıda bir debelenme, bir itiş kakış, pisliğin içinde sürünme, yukarıdaysahiyerarşik, görkemli, basamak basamak yükselen bir geçit resmi.Dışarıdaki limanda, yüksek bordalı, yelkenli savaş gemilerinin flamalarlabezenmiş direklerinin karşısında tilki kuyruğu kürkler, tüy demetleri,şemsiyeler sallanıyordu. Aşağıda toprak bozluğu, siyah, kahverengi,yukarıda kırmızı, beyaz, gümüş ve altın rengi. Kornoların ve trampetlerintiz sesleri eşliğinde sahnenin yan taraflarından şölen giysileriyle burjuvaziçıkıyor, geniş etekli paltolarıyla, geniş kenarlı şapkalarıyla çamurumsurenkleri kısmen kapatıyorlardı. Albrecht ev sahiplerinin ortasında maiyetiyleayağa kalktığında herkes dizlerinin üstüne çöktü. Sadece köylü takımınınsözcüsü bir fıçının üstüne çıkıyor, yakarmak ister gibi başını dikleştiripelini kaldırıyordu. Ama onun üstünde yer alan zırhlı askerler hemengürültüyle mızraklarını ve arbaletlerini ayaklarıyla geriyorlardı. Köylüboyun eğip uzaklaşıyordu. Albrecht'in üstünde kolsuz, işlenmemiş yakutve zümrütlerle bezenmiş bir pelerin vardı, birkaç İsveç soylusu bu pelerineöyle hayran kalıyordu ki, bir oğlan hizmetkâr onu Albrecht'in sırtındanaldıktan sonra ona dokunup okşuyorlardı. Elinde tuttuğu ve sürdüğüparfümün şişeciği de öyle merak uyandırıyordu ki, Albrecht sonundaonu bir jestle genç soylulara bahşediyor, onlar da parfümü birbirlerinesıktıktan sonra şişeyi koklamaya doyamıyorlardı. Albrecht kalçasına kadaruzanan tavuskuşu tüyleriyle süslenmiş kısa ceketiyle ve ipek çorapkonçlarıyla tahta oturuyordu, tahtın arkasından Mecklenburg arması, altınişlemeli zeminin üstünde gümüş boynuzlarıyla siyah boğa başı görünüyordu.Küçük bir grup olan, halkın çalışmasından yarar sağlayan, çokeskilerden kalma geleneği sürdürüp çalışanlarını iliğine kadar sömürenözgür toprak beyleri, üretenlerin yaşam koşullarında bazı düzeltmeleregidildiğinde kârın yükseleceğini düşünen kentli kültürün yüksek tabakasıylayukarıda karşılaşıyordu. Yukarıda aynı düzeyde olan, sınırsız yetkilerledonatılmış, ama yine de farklı ilkelere göre davranan sınıflar yer alıyordu,pratik davranma, dünya pazarından haberdar spekülasyon da467


oradaydı, barbar ve soyguncu şövalyelik de orada, dar görüşlü tefecilikde, birikimci planlama da oradaydı, ilkel ve doğal bir ekonominin imalathaneleride, büyük çaplı dökümhaneler de oradaydı. Yukarıda olanlararasında, seyrek nüfuslu hükümranlık alanlarını krizin baskısıyla, büyüyenyabancı bir dünyaya açmak zorunda kalan dünyevi ve ruhani efendiler,ayrıca nüfusu yoğun, bakir olmayan bölgelerden gelen deneyimli gezginlervardı. Onların altında, büyümekte olan ve yakında yukarıdakipodyumda yerini alacak olan burjuvazi, loncaların temsilcileri, meclisüyeleri vardı. Bu düzlemde de hem aynı bütünün parçaları olma hem dedüşmanlık söz konusuydu. Yukarıdakilerin mutlak egemenliğine birliktekarşı çıkıyorlardı, ama zanaatkarların kendine güveniyle, maddi birikimlerisayesinde kendilerini diğerlerinden üstün gören zengin kentlilerin kibiriçatışma halindeydi. Yukarıda unvan ve mevki, toprak hakkı, tımar vearpalık, vergiden muaf tutulma ve ticaret yollarının kullanımı için 'pazarlıklardönüyordu, aşağıda ise zümreler birbirleriyle sürtüşüyor, büyük veküçük burjuvalar tarih sahnesine çıkıyor, zanaatkarlarla proletarya öncesikitleler ayrışarak derin çatışmaların zemini hazırlanıyordu. Kürsüdekitemsilciler şûrası Albrecht'in İsveç soylularının isteğine uygun bir yönetimuygulayacağına dair yemini sonucunda kral ilan edildiğini bildiriyordu.Albrecht sadece isim itibariyle en üst mevkiyi temsil edecekti, amadevlet işlerinin idaresi soyluların elinde olacaktı. Yukarıdakiler arasındabir sağırlar diyaloğudur gidiyordu, görünürde bir çatışma daha önce uzlaşılmışkonuya uzanıyordu. Aşağıda yankesicilerin elçabuklukları dahabüyük ölçekte yukarıdaki komplocular tarafından tumturaklı lafazanlıklarlauygulanıyordu. Orada geleceğin patronları, valileri, idare memurlarıve yargıçları egzersiz yaparken öte tarafın ganimeti sadece küçük bir parakesesi oluyordu. Mecklenburglu kendi dilinde bir konuşma yapıyordu.Albrecht kendisinden istenen güvenceyi veriyordu. Kendisinin ve çevresindekilerinzaten çoktandır yurdu olarak gördüğü ülkede yaşayabileceğiiçin müteşekkirdi. Aşağıya doğru bir dönüşle sözlerine devam ederek,ibadethanelerini, manastırlarını, ticarethane ve limanlarını Almanlarınkurduğu, kendisinin de çevredeki adacıkları da imar ederek genişletmekistediği bu kentte herkesin yararına çalışması için ne yapması gerektiğinibildiğini söyledi. Sözlerinin aşağıda övgüyle yukarıdaysa suskunluklakarşılanması kentle ülkenin bütünü arasındaki çelişkileri gösteriyordu.Ellerinde tuttukları ve havaya kaldırdıkları Mecklenburg amblemiyle veLübeck'in iki başlı kartalıyla, Alman kökenli, parlak renkli lonca tabelalarıylayurttaşlar ve zanaatçılar aidiyetlerini nerede gördüklerini açıklamışoluyorlardı, senatörler Hansa denen birlikte toplanmış ticaret kentlerininen itibarlı kralına itaat yemini ederek sürpriz bir tezahüratta bulunuyorlardı.Kilisenin ve şövalyelerin oluşturduğu senatoda yapılacak taç giymetörenininden önce böyle yapmaları gelenekleri kaba bir biçimde ihlal etmekti,burjuva zümrelerinin temsilcileri onlara fikirlerini sormayan mut-468


lakiyetçilerden önce konuşmak ister gibiydiler. Köylü bir kez daha fıçınınüstüne çıkmak için bu karışıklığı fırsat biliyordu, haşmetmeap, diye sesleniyorduiki yandaki uzantılarıyla kulaklarını kapatan başlığını çıkarırken,tebaanız olarak sizden ricamız şudur ki, ama daha sözünü tamamlayamadanbir asker serf tarafından aşağıya itiliveriyordu. Süregelen karşılıklıitiş kakışı somutlaştırmalıyız, dedi Brecht. Aristokratların kralı bağlama vekendi çıkarlarına tabi kılma çabaları onun ince manevralarıyla boşa çıkarılıyordu.Sözgelimi laf maden ocakları üzerindeki egemenliğin ülkeiçinde ağırlık kazanmasının gerekliliğine geldi mi, Albrecht çevirmenindenverimin yükselmesi için Almanya'nın Harz ocaklarından bir gemidolusu deneyimli madenciyi beraberinde getirdiğini anlatmasını istiyordu.Bu yabancının kendisine oyun edeceği kokusunu alan Grip onu, yanındagetirdiği Alman kökenli sancağı İsveç egemenliğini yansıtan başkabir armayla değiştirmeye zorluyordu, Albrecht ise, bana, dedi, istediğinizgibi bir üç taçlı sancak verin, önünüz sıra onu taşıyayım. Töreni belki kiliseninsesiyle bitirebiliriz, dedi Brecht, Vadaterra piskoposu tarafından,Azize Birgitta'nm Roma elçisi tarafından verilecek bir vaazla. O âna dekdünyevi güçler ön plandaydı, şimdi de yıpratılmasına karar verilmiş olanama yine de yüzyıllar boyunca galeyana getirmeye, ceza vermeye, ortalığıbulandırmaya, karışıklığa ve savaşlara sebebiyet vermeye devam edereksözünü geçirecek olan güç kendini ifade etmeliydi. Bu güç, bir taraftanservet birikimi yapılırken yoksulluğun erdeminden dem vuruyordu.İsyanları bastırarak insanları sabra davet ediyor, bu dünyada çekilen acılarınöbür dünyada ödüllendirileceğini söyleyerek onları etkisine alıyordu.Tarla ve orman, maden ocakları ve eritme fırınları, saraylar ve kaleler,vergiler ve gümrükler uğruna yapılan pazarlıklar kutsal kitabın mesajıaktarılırken yerini çarpık bir dinselliğin ve suçluluk duygusunun jestlerinebırakıyordu. Azizenin sırrına ermiş olan papaz, cübbesi ve üçgen önlüğüylekalabalığa Birgitta'nm İsa'nın ölümüyle ilgili vizyonlarını ağdalıbir dille aktarıyordu. Eğer Birgitta kendini İsa'nın nişanlısı olarak adlandırıyorsa,dedi Brecht Ljungdal'in vahiy hakkında verdiği bilgiler sırasında,o zaman azizeye daha fazla itiraz etmeli. Nasıl bir nefrettir adamayansıtılan, yapılan işkenceleri ve aşağılamayı anlatırken nasıl bir hazdıralınan. Demek ki Birgitta, eti kırbaçla kaburgalarına kadar parçalanmışsevgilisini karşısında çırılçıplak görüyordu. Brecht Birgitta'yı İsa'ya duasırasında gözünün Önüne getiriyordu. Onun taş zemine nasıl diz çöktüğünü,çarmıha gerilmiş ondan bihaber adamın soluk mavi tenine bakarkenona nasıl saygısızca dokunduğunu. İsa'nın yüzü tükürüklerden sırılsıklamdı,açık ağzının içindeki dili kan revan içindeydi, iç organlarındakibütün sıvı tükendiği için karnı omurgasına yapışmıştı, çivilenmiş elleri veayakları gerilmekten kopacak gibiydi, delikler ölüm ânında bedenin ağırlığındandolayı daha da genişlemişti, kürek kemikleri son bir seğirmeyleahşaba sertçe yüklenmişti. Almanlar Polonya'ya girip büyük bir hızla469


ilerlerken biz peygamer hakkında, insanın lime lime edilmesinden ve budurum karşısındaki duygusal katılımdan söz eden tüyler ürpertici bir nutukhakkında kafa yoruyorduk, onun ağzını kendi ellerimle kapadım, diyehaykırıyordu cin çarpmışa dönmüş kadın bize, sonra gözlerini kapadım,ama haçtan indirildiğinde kaskatı kesilmiş kollarını bükemedim, nekadar bastırırsam bastırayım dizleri de gevşemiyordu. Kentin soylularıve ileri gelenleri kendi içlerine dönmeleri ve onların yerine acı çekenİsa'yı anmaları yolunda uyarıldıktan hemen sonra ilk sahneden bağlantılıbir geçiş yaparak genç Margareta'nın dini eğitimiyle ilgili sahnenin başlayabileceğinidüşünüyordu Brecht. On altı yaşma gelmiş olan Margaretakalın bir kuşakla beli sıkılmış, uzun, çuval gibi rahibe giysisinin içinde,kafası kazınmış olarak, solgun rengi ve ince bedeniyle dadısının önündediz çökmüş dua ediyordu. Kralla birleşmek üzere onun yatağına yatırılmadanönce, gelecekteki görevlerinde hiç gevşemeden nefsine hâkim olabilmesiiçin düzenli olarak gerçekleştirilen seremonilerde ince uzun değneğinterbiyesinden nasibini alıyordu, tahta bir masanın üstüne yüzüstüyatıp mantosunu kaldırıyor, vecd içinde ellerini kavuşturup kıpırtısız yüzündekigözlerini ardına kadar açıyor ve değneğe teslim oluyordu. Cezaveren elin öpülmesi. Oda hizmetçilerinin tekrar öne çıkışı. Kenevir elyafındanyapılma çuvalın çıkarılması, peruğun takılması, yuvarlak kesimli,göğüs kısmı dar, belden aşağısı fazla kabarık, sırma işlemeli, erguvan rengizemin üzerinde nar desenli giysinin giydirilmesi. Onun büyük bir hızlarenksiz bir rahibeden gururlu bir kraliçeye dönüşmesi retinada öylegörsel bir izlenim bırakmalı ki, dedi Brecht, sonraki sahnelere adeta ışığıkalmalı, ta ki Margareta, Nordik bağımsızlığın yeniden inşası, üç krallığınbirleşmesi için Kalmar'da yeniden ortaya çıkana dek.Almanların zaferler elde ettiği, İngiltere ve Fransa'nın savaşa girdiğiyolundaki haberler arasında Margareta'nm ortaya çıkışını kapsayan zamanızihnimizde canlandırıyorduk. Albrecht iktidara gelir gelmez hazırlıklarınıgüvence altına almak üzere Jârnbâraland'daki, bu eski demir ülkesindekimaden ocaklarını genişletip yeniden yapılandırmaya başlamıştı.Maden ocakları ve demirhane sahiplerine imtiyaz mektupları dağıtılıyordu,hepsinin başını haznedar Jonsson Grip çekiyordu. Eritme tesisleriylebirlikte ellinin üstünde maden ocağı içeren işletmelerde üretimi artırmakiçin öncelikle işgücü cezbedilmeli ve onlara çıkarları konusundavaatlerde bulunulmalıydı. Böylece açlıktan sürünen, oradan oraya savrulanuşaklar ve hizmetçiler, serbest bırakılan tutuklular, maceracılar, serseriler,Kopparberg ve Norberg bölgesine akın etmeye başlamışlardı, onlaraücret olarak tahıldan, tereyağından, etten, ringa balığından, tuzdan payalacakları konusunda söz verilmekle kalınmamış, aynı zamanda her yıl470


ir defa tüccarlardan üç mark değerinde herhangi bir malı para vermedenalabilecekleri de söylenmişti. Suçlular sığınma hakkı elde ediyordu,hırsızlık ve cinayetten yargılananlar bile iş bulabiliyordu, işçi bulmaylagörevlendirilenler olayı fazla kurcalamıyorlardı, başa konan para işçi bulmakarşılığında elde ettikleri ikramiyeden daha azdı. Ama yine de tek başınabu avantajlar kısa süre sonra gönüllü işçilik için yetmemeye başlamıştı,yamakların sayıca eksik kaldığı durumlarda küçük çiftçilere işbaşıyaptırılıyordu, bir çiftliğin verimliliği hakkında idare memurları kararveriyordu, çiftlik yeterince verimli değilse memurlar erkek, kadın ve çocuklarıtopraklarından sürüyor ve onları altı aylığına ya da bir yıllığınamaden ocaklarında kalmaya zorluyorlardı. Maden ocakları kurmak veorada çalışmak Alman madencilerin faaliyet alanıydı, ocakların ölçümünde,drenajında ve havalandırılmasında, cevherin işlemeye hazırlanmasındave işlenmesinde uzmandılar, onların erzak tayını vasıfsız işçiler ve getirgötürcülerinkinin iki katıydı, üstelik ücret olarak nakit para alıyorlardı.Alman tüccarlar da ellerindeki sermayeyi teşvik için kullanıyordu,yerli girişimciler maden hisselerini gözetim altında tutuyordu, kendi başlarınamesleki bilgi edinmiş olanlar ise gruplararası sert rekabet ortamındakendi kooperatiflerinin başarısını yükseltiyordu. Bu ilk anonim şirketlerinrekabeti sonucunda holdingler oluşmaya başlamıştı, sanayicilerden,para tüccarlarından, zanaatçılardan ve henüz yeni kölelikten kurtulmuşkitlelerden oluşan yeni bir sınıfsal katman varlığını hissettiriyordu artık.Yeni kâr olanakları gözetimcilerin güçlendirilmesini gerektiriyordu, ücretliköleler paralı askerler tarafından baskı altında tutulmalı, sürekli birtehditle, korkutucu cezalarla burun buruna yaşamak zorunda kalmalıydılar.Ortaçağ'da maden ocaklarındaki ustalar ve ameleler işbirliği çerçevesindekarşılıklı olarak uzlaşıyor, faaliyetlerini birlikte sürdürüyorlardı,yeni işbölümü kökenleri büyük çiftçilik olan maden sahipleriyle talepkâraristokratlar arasında, krallığın kontrol memurlarıyla hissedarlar arasında,ustabaşlarıyla yük arabacıları arasında, hamallarla kömürcüler arasındaşiddetli karşıtlıklara yol açmıştı, ve onların altında, ocakların veeritme tesislerinin çevresindeki sefil kulübelerde üst üste yığılmış beş parasızhalkın husumeti mayalanıyordu. Silah taşıma hakkı sadece araziölçme bilgisi olan ustalarındı, bir tek müdürler zırh ve miğfer giyebiliyordu,ayaktakımından birisinin üstünde bıçak ya da hançer bulunursa kırbaçlanıyordu.Buna rağmen Dalarna'da köylü toplumundan kalma bellibazı kurallar yaşamaya devam ediyordu, cemaatlerin kendi Thing'leri 11vardı, orman mülkiyeti dokunulmazdı, toprak sahipleri saray karşısındabağımsızlıklarını muhafaza ediyorlardı. Ama öncelikler hep yüksek zümrelereait olduğundan ezilenlerin hoşnutsuzluğu giderek büyüyordu, onlarhayvan gibi sürdürdükleri eski yaşamlarından bir adım uzaklaşmış,böylece kendi kendilerinin bilincine biraz daha yaklaşmışlardı. Radyo hailEski Germenlerin halk ve adalet meclisi. (Ç.N.)471


erlerini dinlerken, Almanların ilerleyişi karşısında Sovyetler neden tavıralmıyor diye soruyorduk kendimize, ve Batılı güçler Polonya üzerindekibaskının kalkması için neden kıllarını kıpırdatmıyorlardı. Sovyetler Birliğigafil avlanmış olmalıydı, ya da Alman saldırısını destekliyordu, İngiltereve Fransa belki de sözümona yardıma hazır olma görüntüsü veriyor,ama Alman birlikleriyle Kızıl Ordu arasındaki çatışmayı bekliyordu, görünüşebakılırsa Parti de bizim gibi bilgiden yoksundu, kendi basın organındasavaşın emperyalist karakterini vurgulamaktan başka bir şey yaptığıyoktu Parti'nin, İsveç böyle bir savaşta tarafsızlığını, ulusal bağımsızlığınıkorumaktan başka bir şey düşünmüyordu. Albrecht donanmasınıharekete geçirip Danimarka kıyılarını yerle bir etmişti, Mecklenburg veİsveç birlikleri Norveç'e girmişlerdi, Hâkon bir karşı saldırı için toparlanamıyordu,Atterdag silah bırakmak zorunda kalmıştı, binüçyüzyetmişteStralsund'da barış ilan edildi, bu barış yenilmiş iki ülkeyi önemli limanlarıve kaleleri terk etmeye ve deniz yollarının Hansa kontrolüne girmesinikabul etmeye zorluyordu. Nasıl ki günümüz Almanyası kendini aşılamazbir güç olarak gösteriyorsa, yetmiş yedi kenti kapsayan Hansa Birliği de odönemde gücünün doruğundaydı. Gotland'daki Visby ve eskiden Danimarkaegemenliğinde olan Güney İsveç'in pek çok ticaret beldesi artıkBirlik'in elindeydi, Stockholm de bir Hansa kenti olmuştu. Margareta'nınrolünün önem kazanmasından önceki yılların olaylarını ele alırken Brechtbir biçim arayışına yöneldi, seçilecek biçim kafiyeli olmalı ve bir dizedendiğerine ani ve pervasız bir geçişle yeni bir olayı betimlemeliydi. Aşamalarıbirbiri ardına geçilen bir geçit töreni düşünüyordu, laternaların vegaydaların müziği eşliğinde panayır şarkıcıları, korolar, pantomimler vedanslar yer alacaktı bu törende. Tarihsel yığının içinden ayrıntılar seçiliyorve taslaklar hazırlanıyordu, Albrecht'in ve İsveç şövalyelerinin Danimarkalıkrallarla mücadeleleri, kaybedilmiş mülklerin yeniden fethi içinDanimarka'nın yaptığı hazırlıklar, İsveç soylu çevrelerinde Hansa hegemonyasınave Kral'ın büyüklenmesine karşı baş gösteren tepki, ülkeningerçekleşmeyen beklentileri, başlangıçtaki savaşın sağladığı kısa sürelimutluluğun ardından ticarette istikrar yerine artan silahlanma ve yeni seferleryüzünden süregelen huzursuzluk, sermaye yatırımının güvence altınaalınması yerine büyük tüccarları bile bağlayan vergi yükleri, yoksulluğunazalması yerine halkın yine açlıktan kırılması, tarım ekonomisininyeniden inşası yerine çapulcu sürüleri halinde dolaşan askerlerin yaptığısoygunlar ve kundaklamalar, güçlü bir ulusal birlik yerine bütün zümrelereyayılan düşmanlıkların keskinleşmesi. Polonya'da yerle bir olan şehirlerinve yakıp yıkılan alanların, tutuklanıp esir alman kitlelerin, tanınmazhaldeki cesetlerin, bitmek bilmeyen ağıtların fotoğrafları ve yanı sıraAlman birlikleri Sovyetler'in çıkar bölgelerine girerse ne olur düşüncesininyarattığı ürküntü. Bir Mecklenburg sömürgesi haline gelmiş olan İsveç'intarihi üzerine çalışıyorduk, yabancı derebeyleri ve idare memurları472


yerleşik toprak sahiplerini soyup soğana çeviriyordu, çünkü onların pekçoğu, artık iki bin çiftliğin mülkiyetini eline geçirmiş olan ve zenginliktebaşını alıp giden Grip gibi az sayıdaki ayrıcalıklılardan değillerdi. StockholmKilisesi'nin sunağının önünde bile rakipleri bıçaklayabilen ve cezalandırılmayan,tahıl ve takı ticaretinde, mum üretiminde tekel olan, darphaneyiegemenliği altına alan ve en nihayet fazlasıyla güçlenip kralın gözündendüşen, raşitik bedenli bu soyguncu vekilharç ve yüksek yargıçtanBrecht çok etkilenmişti. Savaşa sürüklediği ve kendi saldırıları için kalkanolarak kullandığı Albrecht onun kaptığı malların bir kısmını elinden almakistediği ve kendisine ağır bir şekilde borçlanan kral tarafından öldürülmekkorkusu peşini bırakmadığı için, Grip bir kez daha imparatorlukşûrasında fesatçıları toplantıya çağırıyordu, tabii bu defa amacı yabancıdankurtulmaktı. Ama Grip, Mecklenburgluya başkaldırı zamanı henüzgelmeden önce açgözlülüğü yüzünden ölecekti. Grip'in ölümünden sonraAlbrecht onun gayrimenkullerinin ve maden ocaklarının üstüne oturmuştu,bu hareketi, artık karunun kıskanılacak dönemi geçtiği için, İsveçsoylularının isyan etmesine yol açacaktı. İki yüz yıllık bir zamana yayılanve güç dengelerini saydamlaştırabilecek yoğun bir oyun biçimi gerektirenbu dönemin betimlenmesine Brecht defalarca geri döndü. Ama bu çokkatmanlılıkbir türlü basitleştirilip bir çerçeveye indirgenemiyordu, herolgu her defasında yeni nedenler doğuruyor, gelişim çizgisinde yeni damarlarçıkıyordu ortaya. Kuzey Alman yayılmacılığı, İsveç soylu sınıfınınve büyük ticaretin ayrışması, bir yanda Hansa finansıyla iç içelik, öte yandakendine ait İsveç kartelleri kurmak isteğiyle yanıp tutuşmak, soylu ailelerintaht üzerindeki tasarruf mücadeleleri, soyluların yönetimde giderekdaha etkili olmaları, kent zenginlerinin ve zanaatkarların ilerleyişi,kentsel ve kırsal bölgelerde işçilerin sabırlarının tükenmesi, bütün bunlareski devlet biçiminin altının oyulduğuna, devrimci bir hareketin baş göstereceğinedair belirtilerdi. Grip geleneksel ataerkil egemenliğin yerineparanın olağanüstü gücünün egemenliğini koymuş, kendi sınıfının ayrıcalıklarınıkorumak için bütün ekonomik şiddet araçlarını kullanmış,devleti askerileştirmiş, tahta oturttuğu ve zenginlerin koruyucu kalkanıolan kral güçlenip kendisini aşar hale geldiğinde hep karalayageldiği oligarşileribiraraya toplamış ve diktatör krala karşı bir ittifak çağrısı yapmaküzere daha kısa bir süre önce savaş açılan Danimarka'ya yönelmişti.Vurguncuların ve alçak katillerin sinsice birbirlerinin etrafında dolandıklarıbu için için yanan, karışık, henüz tamamlanmamış kesitten sonra onüç Temmuz binüçyüzseksenaltıda, Hâkon'un ölümünden sonra Danimarka'nınve Norveç'in Kraliçesi olan Margareta ile Kral Albrecht Hansagününde Lübeck'te biraraya geliyordu. Margareta beraberinde on altı yaşındakioğlu veliaht prens Olav'ı getiriyordu. Bu buluşmayı harekete geçirennedenler enine boyuna düşünülüp tartışılmalıydı. Ülkedeki muhalafetingüçten düşürdüğü Albrecht kasasını doldurmak, ordusunu, do-473


nanmasını güçlendirmek için Alman prenslere yanaşmak peşindeydi.Margareta iş ilişkileri bağlamayı, denizlerde barışın sağlanmasını, eskidenHansa'ya rehin olarak verilmiş ve geri kazanılmış mülklerin güvencealtına alınmasını düşünüyordu. İsveçlilerin yıkıcı planlarından haberdarolan Albrecht, senatörler topluluğunu yaydığı ışıkla geride bırakan kadınıkendine çekmeye çalışıyordu, ortalıkta ona talip olduğu söylentileridolanıyordu. Herhalükârda durum teatral anlatım olanakları açısındanuygundu, Albrecht'in Margareta'ya talip olması, İsveç soylulularına üstüngelme ve Margareta'yı bir Mecklenburg Danimarka birleşmesinin yararınaikna etme çabaları. Margareta'nın onu soğuk biçimde geri çevirmesi.Sadece maddi bir çekişmenin değil, aynı zamanda cinslerarası mücadeleninde dile getirildiği bir antagonizm. Shakespeare'yen anlamda birkrallık draması. Albrecht bir birleşmenin avantajlarını tutkuyla sayıp dökerken,Margareta İsveç soylularıyla yapılacak bir işbirliğinden ne eldeedeceğinin hesabını yapıyordu. Savaşın masrafı çıkarılmak zorundaydı.Ama Danimarka hâlâ nüfus ve tarım üretimi bakımından Kuzey'in enzengin ülkesiydi. Bir yıl boyunca ikiye katlanan vergiler askeri teçhizatınmasraflarını karşılayabilirdi. İsveç ajanları Margareta'ya silah yardımınakarşılık sadece taht sözü vermekle kalmamış, aynı zamanda bir sürü toprakparçası, saray ve kale sözü de vermişlerdi. Dalarna'daki maden ocaklarınıüzerine geçirmenin gizlice pazarlığını yapıyordu Margareta. İsveçligirişimciler için terazinin bir kefesinde Margareta'nın koşulları, öbür kefesindede Albrecht'in gücünü yeniden tesis etme çabaları vardı ve bunlarıiyi tartmak zorundaydılar. Her iki durumda da endüstri sermayesininaslan payı Hansa bankacılarının elinde kalacaktı. Margareta'nın egemenliğinitercih ediyorlardı, çünkü kraliçe Danimarka'yı yönettiği için onlarınçok uzağında olacak ve onlar da böylece işlerini pek göze batmadan sürdürebileceklerdi,bu durum Stockholm'de yaşayan Kral'in yönetimi altındaolmaktan daha rahattı. Margareta kuzey Almanya'nın senatörleriyleyaptığı görüşmelerde maden işletmelerinde ortaklığı da güvence altınaalmak isteğini dile getirmişti. Onların desteğini kazanırsa Batıda Burgundrekabetinin, Doğuda Polonya Litvanya Birliği'nin yükselişe geçtiği,hem Rusya'nın hem de İngiltere'nin ticari haklarını genişletmeye çalıştığıbir zamanda Danimarka'yla blok oluşturmak onların da işine gelirdi. Bunedenlerle para tüccarları Margareta'yla iyi geçiniyor, ama aynı zamandaolabildiğince uzun bir zaman Albrecht'in sırtından da geçinmek istiyorlardı.İsveç'te zaferi kimin elde edeceğine karar verilmeden önce ikisinide destekleme siyaseti güdüyorlardı. Margareta sırtını Hansa'ya dayamakgerektiğinin bilincinde tekrar Danimarka'ya dönmek üzere yola çıkıyor,Albrecht ise Brandenburg markisinin hizmetine sunduğu savaşçılarladolu bir donanmayla Stockholm'e geri dönüyor, kent fethedilemez bir kalehaline gelecek vaadinde bulunuyordu. Alacaklısı geberip gittikten vebütün borç senetlerini yırtıp atma şansına kavuştuktan sonra, beklenen474


Danimarka istilasından önce kendisine karşı içeriden gelecek planlı birsaldırının önünü kesecek bir kargaşa yaratmak maksadıyla yardakçılarınıfütursuzca ülkeyi yağmalamaları için harekete geçiriyordu. Margaretabirliklerine ileri emrini vermeden önce bir kez daha klasik bir tema olarakkraliyet iktidarına ilişkin bir vizyon gösteriyordu kendini, kendi klanınınüyelerine karşı duygudan arınmışlıkla gerekirse iktidar uğruna onlarıncesetlerini çiğneme kararlılığıydı bu. Değnekle eğitilen, nefsini köreltmekiçin kendine işkence eden, ama aynı zamanda babasına üstün gelmek vehasta kocasının ulaşamadıklarına ulaşmak hırsını taşıyan Margareta oğluna,genç veliahta o kadar sert davranmıştı ki, prens bu sertliğin altındaezilip mahvolmuştu. Olav on yedi yaşında ölüyordu. Bu tarihsel verininsunduğu konu Brecht'in bir sahne tasarlamasına zemin hazırladı, bu sahnedemutlak egemenin sapkınlığı çıkıyordu ortaya. Dünyevi ve ruhanigüçlerin iç içe geçtiği bir ilkeyi temsil eden Margareta iktidarına ya dinselbir aşk ateşi ya da ulusal amaçlılık görüntüsü veriyordu. Şimdi ortayakraliyet armaları taşıyan yas giysileri içinde çıkıyordu, yüzü tebeşir beyazınaboyanmıştı, kaşları görünmüyordu, ağzı siyah bir çizgiye dönüşmüştü.Birgitta kültüyle büyümüş birisi olarak azizeyi taklit edebilirdi,orada öylece hayalet gibi durup kollarında geriye doğru düşmüş ölüyütutuyordu, oğlunu katafalk üzerinde teşhir edilmek üzere papazlara vermemişti,komutanlarını bir el hareketiyle yanına çağırıyor, haritalarınaçılmasını istiyor, gerçekleştirilecek saldırıların yönünü tayin ediyordu.Sahne üstünde muharebe, böyle bir şey artık bağrışmalarla, kılıç darbeleriyle,yere yıkılarak ölenlerle sahneye konulamazdı. Sahne üstünde yürüyen,üstlerinde birliklerin sayılarının, türlerinin ve aidiyetlerinin yazılı olduğulevhalar biçimindeki soyutlamalar ise Haftaya Bakış filmlerininşimdilerde göstermekte olduğu savaş olayları dikkate alındığında kuşkusuzmeseleyi hafife almak olurdu. Bir kıyımın her türlü taklidi küstahlıkanlamına gelecekti, öte yandan da izleyicilerin olağanüstü bir güç gösterisininiçine çekilmesi söz konusu bile olamazdı. Ortada bir savaş varkensavaş hakkında ancak onun nedenlerini araştırarak, ortaya koyarak konuşulabilir,dedi Brecht. Savaş hep halkların tepesine inmişti. Bugün deinsanlar bir körlük içinde son âna kadar mistik bir kurtuluş umuduylayukarıdaki güçlerin kendilerini felaketin içine sürüklemelerine izin vermişlerdi.Parti bile savaştan bir önceki akşam hâlâ savaşın patlak vereceğineinanmıyordu. Sovyetler kendi basın organını açıklamalardan mahrumbıraktığı için bu basın Almanya'ya savaşın yolunu açan Batılı güçlerinsaldırganlığı ve üç Eylülde Wistula'ya giren, dokuz Eylülde Varşovaönlerine varan, onbir Eylülde San'ı geçen ve Curzon Hattı'na yaklaşanAlman ordularının barış niyeti hakkında spekülasyonlar döktürmeye devametmişti. Sonra köşe yazılarında ilk imalar belirmeye başladı, bu imalarPolonya'nın varolma hakkının kuşkulu olduğu, zaten batısını Almanİmparatorluğu'ndan ve doğusunu Rusya'dan kopardığı yolundaydı. Ül-475


kenin parçalanmasına karar verildi, buna hazırlıklı olmalıyız, dediBrecht. Yirmibeş Şubat binüçyüzseksendokuzda Vâstergötland'daki FalanOvası'nda zırhlı süvariler kare düzende birbirlerine doğru yaklaşıyorlardı,onları karın içinde bata çıka ilerleyen piyadeler izliyordu. Ama savaşçılarınçarpışması ne görülebiliyor ne de duyulabiliyordu. Ortalıktadehşet verici bir sessizlik ve pus vardı. Ön planda şövalyelerin omuzlarıüstünde arkası dönük olarak oturan Margareta. Brecht sayısız isimsiziimhanın içine atanın, her iki tarafta da tek bir kişi olduğunu göstermek istiyordu.Brecht'in amacı oyunun birinci bölümünde tarih sahnesinden silinipgidenlerle tarihe yön veren krallar arasındaki müthiş uçurumu gözlerönüne sermekti. Tarihi, hükümdarların tarihi olarak algılayan tarihimgesi izleyicinin kafasında tersyüz olmalıydı, ikinci bölüm bunu amaçlıyordu.Ama yine de bugünkü durumumuza baktığımızda bir kez dahakandırılmış, tuzağa düşürülmüş olarak içinde yaşadığımız dönemin dene kadar karanlık ve tartışmalı olacağını seziyorduk. Hâlâ bir tek kişi kaderimizitayin edebiliyordu. Brecht savaşın aşağıdakiler ve onların davranışlarıüzerindeki etkisini betimlemeye geçmeden önce onlara önderlikedip onları yönetenlerin ne türden insanlar olduklarını gösteriyordu. İkifigürün bencilliğini ve birbirlerini aşağılamalarını vurguluyordu. Arbedesahnelerini, kırmızıya dönüşen karı göstermek yerine tasarımlanmış ikiânı, boy ölçüşmenin başlangıcını ve sonunu gösteriyordu. Margareta öylecebeklerken, etrafı gözlerken ona bir yastık üstünde bir biley taşı gönderiliyordu,biley taşını alan kişinin yönetimi bırakması ve iyisi mi dikişmakaslarını dikiş iğnelerini bileylemesi dileğiyle Albrecht'in PantolonsuzKral'a gönderdiği bir armağan. Kraliçenin birliklerinin elde ettiği zaferdenve tutuklanan düşmanın yanına getirilmesinden sonra Margaretaonu on beş arşın uzunluğunda bir deli paltosu dikmeye, kafasına renklibir kuyruğu olan bir takke giymeye ve elleriyle ayakları kelepçeli olduğuhalde kendi çadırındaki döşeğe yatmaya zorluyordu. Kocalığa talip olmuşbir adamın aşağılanması düğün sevinci yaşamaktan çok daha önemliydiMargareta için. Margareta'ya gücün yeni bir simgesi, İsveç'in imparatorluksancağı veriliyordu. Albrecht için hazırlanmış olan armada mavizemin üstünde üç altın taç vardı. Birincisi yüceliği, ikincisi onuru, üçüncüsüülkenin zenginliklerini simgeleyen üç taç. Yabancı krala boyun eğdirilmesindensonra ülkelerarası alışverişler sözleşmelerle güvence altınaalınmış olarak başlıyordu. İsveç soyluları Margareta'yı kraliçeleri ilanedip ona sadakatla hizmet edecekleri sözü veriyorlardı. Batı kıyısındakibir dizi kale ve istihkâm edilmiş liman, ona sunulan Kattegat ve Öresundüzerindeki egemenlik hakkının belgesi olarak ona veriliyordu. Margareta,Jonsson Grip'in Kalmar ve Öresten'den başlayıp İsveç'in yarısını kapsayan,Falun, Kopparberg, Norberg çevresindeki maden ocaklarına veFinlandiya'nın doğusundaki Viborg'a kadar uzanan mülklerinin büyükbir bölümünü elde ediyordu. Bu arada Stockholm ona kapılarını kapatı-476


yordu, Albrecht ve oğlunun Falköping Kalesi'nin zindanına atılmasıylada savaş sona ermemiş, yaklaşık on yıl boyunca devam etmişti, ta ki başkentgarnizonu düşene ve İsveç Mecklenburglulardan arındırılana dek.Kütüphanelerden getirdiğimiz ve göz attığımız malzemenin toparlanmasındanana başlıklar halinde bilgiler çıkarılıyordu. Ruppin'deki, Stargard'daki,Schwerin'deki tutuklu soyluların kendilerine verilmesini zorlamakiçin Hansa'nın aldığı karşı önlemler. Rostock'tan seferi bir kuvvetinharekete geçmesi. Ticareti belirleyenin hâlâ Hansa olduğunu açıkçagöstermek için denizyollarının abluka altına alınması. Ülkenin soyguncuekonomi, savaş yüzünden harap olması. Mecklenburg'a ait korsan gemileriyüzünden kıyı güvenliğinin ortadan kalkması. Kraliçe'ye karşı koyanStockholm'de Albrecht yandaşı olmayan herkesin öldürülmesi ya da sürülmesi.Margareta'nm ateşkesle ve Albrecht'le oğlunun serbest bırakılmakoşullarıyla ilgili yaptığı görüşmeler. Altmış bin gümüş marklık biranlaşma yapılması. Bu miktarın yatırılmasına kadar Stockholm'ün rehineliği.Mecklenburgluların Alman Tarikatı'nın Başüstadı'nı istenen fidyeyikabule ikna etme çabalan. Stockholm'ün bu defa da Albrecht yandaşlarınınyemi haline gelmesi. Albrecht'in serbest bırakılması, Hansa Birliği'ninStockholm'ün tarafsız garantörü haline gelmesi. Lübeck, Stralsund, Greifswald,Danzig, Elbing ve Thorn'dan işgal birliklerinin yola çıkışı. Birsancak ormanı, törensel konuşmalar, yurttaşların gösterileri. Albrecht'inve Tarikat Prensi'nin intikam düşünceleri. Savaş hazırlıkları, mübadeleninyeniden başlamasını isteyen Hansa tüccarlarıyla çekişmeler. En nihayetMargareta'nm evlatlık olarak aldığı ve vârisi ilan ettiği yeğeni gençErik von Pommern'in taç giyme törenine bağlı olarak on yedi Haziran binüçyüzdoksanyedideTrinitatis şöleninde Kalmar Birliği'nin kurulması.Brecht, biley taşının Kraliçe'ye sunuluşu ve yenik kralın aşağılanması sırasındaaktörlerin duruşlarını ve devinimlerini nasıl ince eleyip sık dokuduysabu sahnenin de hareket akışını anbean büyük bir titizlikle belirliyordu.Sahne alanların davranışları ve jestleri, sahne üzerindeki dağılımları;tek başına olanlarla gruplar halinde toplanmış olanlar arasındaki ilişkileröylesine etkili olmalıydı ki, sözlere pek gerek kalmamalıydı. Repliklerinsınırlı oluşu eylemi yorumlayan ya da özetleyen epik şarkıcıya ya dakoroya verilen ağırlıkla uyum içindeydi. Margareta'nm kurtarıcı rolündene şekilde halkın karşısına çıkabileceğini tartışıyorduk. Yoksullara bağıştabulunuyordu. Son sözü söyleme hakkını hiçbir zaman elde edememişolan yoksullar birkaç kuruş, bir çuval un, bir lokma ekmeğe kavuşmalarınısağlayan hayırseveri kurtarıcı olarak görüyorlardı ister istemez. Margaretakendini bir dindar ve tövbekar olarak sunuyor, önü sıra Birgitta'nınresmini taşıtıyordu. Koro onun Vadstena'ya, Azizler manastırınayaptığı hac yolculuğundan söz ediyordu. Rahibeler ve rahipler oradaMargareta'nm kendilerinin ayaklarını öptüğünü açıklıyordu. Ruhani liderlerMargareta'nm onlara dağıttığı rüşvetleri keselerine atıyor, onun477


onuruna bir Kudas ayini yapıyorlardı. Küçük insanlar ona ülkenin koruyucuanası olarak bakıyorlardı. Nihayet bir huzur ve barış umudu. Yukarıdakilerde Margareta'nın yönetiminden barış bekliyorlardı, ve konumlarınısağlamlaştırmak için ihtiyaçları olan bir barıştı bu. Yukarıdakilerinonu yüceltmesi Margareta'nm kendisine yönelik değil, yeni bir zenginleşmeyezemin hazırlama fırsatına yönelikti. Daha aşağıdakilerin gösterdiğihürmet hiç bitmeyen bir yoksulluğun yol açtığı şükür duası gibiydi. Sadeceköylülerdi her zamanki gibi sessiz olan, tehdit oluşturma alametlerigösterseler de, dağ gibi yükselen gücün karşısında taleplerini dile getiremiyorlardı.Ruhani ve dünyevi efendiler senatosu onları yönetecek başıhep kendi çıkarları doğrultusunda seçmişti. Albrecht'te yaşadıkları gibibir kez daha kandırılmak istemiyorlardı. Artık ortak hedefleri, hâlâ ülkedebulunan, çapulculuk yapan Mecklenburglu paralı askerleri yenilgiyeuğratmak, deniz korsanlarını zararsız hale getirmek ve Hansa karşısındabağımsızlık kazanmaktı. Üç Nordik krallığın birleşmesinin çıkarları hanedanlıkçıkarları uğruna soylu aileler arasında süregiden çekişmeleri geridebırakıyordu. İskandinav Birliği kuzey Alınanlarının işgal çabalarınakarşı koyabilirdi. İttifak çerçevesinde her üç devlet de öne çıkarak iktidarolma isteğini koruyordu, İsveç aristokratlarının Danimarkalı Kraliçe'niniradesine boyun eğme nedeni onunla yaptıkları anlaşmadan çok Margareta'nmelindeki kara ve deniz kuvvetlerinin üstünlüğüydü. MargaretaBirlik'in kurucusu ve kahramanı olarak birlikten ve bütünlükten söz edebiliyordu,ama gerek kendisi gerekse kendisine yakın saray çevresi önceliğikendi ülkesine vereceğini gayet iyi biliyordu. Bu buluşmadan önceliklekatılımcılar hoşnuttu, çünkü bir kez daha kendilerini üst sınıf olarakgösterip sürekliliklerini kanıtlamış oluyorlardı. Burada sadece soylularagün doğuyordu. Burjuvazinin ilerleyişi duraklamış ve gerisingeriye kentekonomisindeki yerine gönderilmişti. Nordik bir birlik gereğinin özel birönemi vardı, çünkü Gotland bölgesi, Alman Tarikatı'nın bir ordusu tarafındanişgal edilmişti. Kırk iki savaş gemisinin Visby'de demir attığı haberitaç giyme ritüelinin hengâmesine karışıyordu. Buna karşılık KalmarSarayı'nda Upsala başpiskoposu, ayrıca on piskopos, başka yüksek rütbelidört kilise mensubu ve önde gelen ailelerin elliden fazla temsilcisi, yüzotuz üç efendi Erik tarafından şövalye ilan ediliyordu. Erik ancak Margareta'nmölümünden sonra yönetimi ele geçirebileceğini biliyordu. AyrıcaKraliçe'nin kişisel mülkiyetine geçen bütün mallar ve sanayi alanları dadokunulmazdı. Tıpkı daha önce, oğlunun hayatta olduğu zamanlardakigibi asıl taç sahibinin yerine o yönetiyordu her şeyi. Diplomatik becerisisayesinde İskandinav Birliği'nin yaratıcısı olan Margareta'ya, tahta oturtulankralın üstünde olma hakkı bahşediliyordu. Güçlü anne ve zayıfoğul arasındaki çatışmanın geliştirilmesi önerisini geri çevirdi Brecht. Derinlemesinebir trajediye saplanmaktan çekiniyordu, oyunun balad karakterinialıp götürebilirdi bu. Margareta'nm neredeyse modernizmi çağ-478


ıştıran tasavvurlarının geleneksel bencillikle nasıl çarpıtıldığını ve zaafauğratıldığını göstermek Brecht'i daha çok ilgilendiriyordu. Ljungdal'inokuduğu Kalmar'da kaleme alınmış sözleşme etkiledi onu. Margareta'nınbaşkanlığında bu metni hazırlayan insanların çoğu hâlâ Ortaçağ'a değilde, Yeniçağ'a ait olsalardı bu birlik kalıcı bir birlik olabilirdi. Eşitlik veadalet ideallerinin seslendirildiği dokuz anamaddeden oluşan belge yukarıdakilerinkarar verme gücünden yola çıkıyor ve halkın taleplerinidikkate almıyordu. Devletlerin yetki ve sorumluluklarını ileri görüşlülükiçinde ele alsa da, nüfusun büyük çoğunluğunun yazgısıyla ilgilenmiyordu.Bir bilincin nasıl geleceğe yöneldiği ama yine de toplumsal verilerinötesine geçemediği açıkça görülüyordu. Merkezileşme düşüncesi, üçkrallığın sonsuza kadar tek bir kralın yönetiminde yaşaması buyruğuyladile getiriliyordu. Barışın korunmasına ve uyumluluğa hizmet eden buyükümlülüğün yanı sıra her bir krallığın kendi içindeki bütünlüğü dekendi yasasını ve hukukunu koruma hakkıyla güvence altına alınıyordu.İttifakın askeri politikası kendini, krallıklardan herhangi birine bir dış saldırıdurumunda ötekilerin bütün gücüyle ona yardım etmek zorunda olduğunubelirleyen maddede gösteriyordu. Yine de bir krallıkta tard edileninöteki krallıklarda da tard edilmiş sayılacağını ve sözleşmeye başkaldıranlarkarşısında hepsinin ağız birliği ederek hükümdarın yanında yer almakzorunda olduğunu söyleyen cümlede kimin korunma talebinde bulunduğudile geliyordu. Krallıkların birleşmesi ve ulusal sınırların ötesinegeçen bir savunmanın güvence altına alınması tarihin haberciliğini yapanbir eylemdi. Yine de, dünya ticaretinin hızla büyümesinin devlet gücününyoğunlaşmasını gerektirdiğine ilişkin kavrayıştan da, azınlıktaki yöneticilerintaşıyıcılığını çalışan halkın yaptığı saptamasından da henüzçok uzaktı bu dönem. Margareta birlik fikrinin mimarlığını yaptıktan hemensonra pratikte bu fikri çürütmeye soyunuyordu. Üstüne atladığı makamlarıkendi ülkesinin gözdelerine teslim ediyor ve onları yönetici olaraksaraylara ve kalelere yerleştiriyordu. Hoşnutsuzluğu dizginlemekiçin görevlerin bir kısmını İsveç senatolarına bırakıyordu gerçi, ama feodalbeyler ve idare memurları vergileri kraliçe için topluyordu. Daha Kalmarmektubunun mührü kurumadan İsveç'in bir kez daha yabancı egemenliğinegireceği, ülke barışının isyanı da içinde barındırdığı kendinibelli ediyordu. Dünyevi ve ruhani aristokrasinin kutlanan birliği, dediBrecht, bütün bu parlaklıktan gözleri kamaşan ve bu izlenimle artık gündelikmeşakkatlerine dönen köylülerin bir hareketiyle sona erecekti. Bugünlerde onbeş Eylülle ilgili olarak öyle bir baskı altındaydık ki, Brecht'inoyunun konseptini geliştirmek yolundaki hatırlatmalarına pek kulak verecekdurumda değildik. Artık bütün kaygılar gerçeğe dönüşüyordu.Molotov iki hafta sürecek bir savaşın Polonya'nın kararsızlığını ve çürümüşlüğünügöstereceği yolunda açıklama, yaptı. Kızıl Ordu Beyaz Rusyave Ukrayna'nın batısındaki halkı korumak için ülkeye girme emrini al-479


mıştı. Yapılan ortak bir açıklama, dağılan Polonya'ya barış ve düzen getirmeninSovyet ve Alman kuvvetlerinin görevi olduğunu bildiriyordu.Hem Parti'nin basın organında hem de Komintern dergisinde RosnerSovyetler'in kararını barış meselesine aktif bir müdahale olduğu gerekçesiylealkışlıyor ve feodal Polonya rejiminin ezdiği köylülerle işçilerin kurtuluşundansöz ediyordu. Buna karşılık Brecht Sovyetlerle Almanlarınniyetleri arasında bir fark olmamasına hayıflanıyor, bir zamanlar Rus İmparatorluğu'naait olan toprakların işgal edilmiş olduğunu iddia edenulusçu konuşmalarda kendini ele veren bir ortaklık buluyordu. İşte yine,dedi Brecht, halk değil, iktidar karar veriyor halk adına. Faşist ordununsosyalist orduyla karşı karşıya gelmesi beklentisini yaşarken Steffin malzemenintoparlayabildiğimiz kadarını not etmekle meşguldü, bu aradaben de not defterimi, aklımda tutup akşamları tamamladığım önerilerledolduruyordum. Birinci bölümün bitiminden önceki ana tema bir yüzyılsüren savaşlardan sonra ulaşılan ateşkes dönemiydi. Margareta Stockholm'ükrallığın bir parçası haline getirmiş, denizleri korsanlardan temizlemişve Gotland'ı Alman Tarikatı'na sekiz bin Lübeck markı karşılığındasatmıştı. Tarımın ve ticaretin iyileştirilmesi, maden ocaklarında üretiminyoluna girmesi, ortak bir ordunun ve donanmanın kurulması, kraliçeningüçlenen ünü, bütün bunlar Nordik Birlik'in ülkelerine güvenlik ve yenibir yükseliş sağlıyordu. Yoksulluk henüz bertaraf edilememiş olsa da, İsveç'tegeniş kapsamlı ulusal bir gelişim baş gösteriyordu. Artık sadecebüyük toprak sahipleri ve sanayiciler kâr hesabı yapamayacaktı, tüccarlar,zanaatçılar ve sanat erbabı da yeniden sözlerini geçirme olanağına kavuşuyordu.Hem aristokratlar hem de burjuvalar Danimarkalı kraliçeninegemenliğini tanımayı öğreniyordu, Margareta üç devletli krallığın başınıçektiği sürece soylu aileler arasındaki anlaşmazlıklar geri planda kalıyordu.Yaşamının son on yılı boyunca barışa kefil oluyordu Margareta vesağladığı barış kuşkulu olsa da bu yolda edindiği ünü onun bir parçasıhaline geliyordu. Margareta'nın onu Flensburg Limanı'nda gemisinin güvertesindeyakalayan ölümü sadece kendi çıkarları için ona bağlılık gösterenyüksek sınıflar tarafından değil, hiç değilse savaştan kurtulmayı isteristemez bir rahatlama olarak algılayan halk tarafından da üzüntüylekarşılanıyordu, buna karşılık Kral Erik ve danışmanları artık onun kurmuşolduğu iktidarın katlanarak büyümesini bekliyorlardı. MargaretaNordik Devletler Birliği'nin kurulmasından sonra baş gösteren çatışmalaradiyalogla çözüm bulmaya çalışmıştı. Seferler dönemi ona, diplomasinin,en iyi şövalyelerin çoğunu kaybettiği askeri harekâtlardan daha fazlakazanç sağlayabildiğini öğretmişti. Güçlü bir orduyu taleplerinin etkiliolabilmesi için muhafaza etmişti. Onun Birlik Krallığı Avrupa'nın huzursuzluklarlaparçalanan geri kalan bölümünden ayrılıyordu. Birlik kapışmalarıPirene Yarımadası'nda gerçekleşiyordu, bir taraftan İngiltere Fransa'ylasavaşıyor, aynı zamanda halk ayaklanmalarıyla uğraşıyordu, Bo-480


hemya'da isyanlar başlamış, Lübeck'te zanaatkarlar soylulara karşı ayaklanmıştı,Margareta kendi yönetimindeki ülkelerde var olan karşıt güçlereancak ince ayarla dengelenmiş bir tehdit ve taltif politikasıyla, saldırıve geri çekilme arasında kurduğu dengeyle hâkim olabileceğini görüyordu.Ellerinden aldığı malları geri vererek aristokratları ödüllendiriyor,koparıp aldığı hazineleri geri vererek piskoposlara yağ çekiyor, gümrükkolaylıkları sağlayarak büyük tüccarları yanına çekiyor, maden ocaklarıhissedarlarına yeniden imtiyaz mektupları gönderiyor, borçlarda indirimyaparak serbest çiftçilerin minnettarlığını besliyor, işine son verilmiş küçükrütbeli askerlere küçük topraklar dağıtıyordu. Ama en alttakileriumursamıyordu, ancak son saati geldiğinde karanlık, isimsiz kitleleri hatırlayacaktı.Flensburg'a gitmesinin nedeni Schleswig'i talep eden ve kısabir süre önce Danimarka topraklarına süvari sınıfları gönderen Holsteinsoylularıyla anlaşmazlıkları halletmekti. Silahlı çatışmalara bir son vermekiçin Südjylland'ın bir bölümünden geri çekilmeye razıydı, ama müzakerelersırasında kentte salgın olan vebaya yakalanacaktı. Biz uzuncabir süreliğine çalışmamızı durdurmadan önce Brecht son sahneyi anlattı.Cuma, yirmisekiz Ekim bindörtyüzoniki. Margareta devletin yüksek bordalıyelkenli gemisinin kamarasında ateşler içindeydi. Peruksuz kel kafasıylabir kez daha mürit görünümüyle. Brecht onu bütün aksesuarlarındansoyunmuş olarak görmek istiyordu. Pahalı giysileri, mücevherleri,güç ve paye nişanları bir ayaklığın üzerine konmuş, Margareta geceliğiiçinde tere batmış, yüzündeki mavi lekelerle yatakta oturuyordu, yanındabirkaç yakını vardı. Artık çok geç olduğu için, güttüğü devlet siyasetiyleyürütmeyi başaramadığı birlik düşüyle bir kez daha yüzleşmeliydi.Güçsüzken, ölüme teslim olmuş haldeyken kaçırdıklarını fark etmeyezorlanmalıydı. Hayali vaatleriyle kendini ve tebaasını aldatışı arasındakiçelişki bütün acımasızlığıyla kendini göstermeliydi. Ardından gelen pekçok hükümdardan ilerde olmasının artık ona hiçbir yararı olamazdı, içindeyaşadığı zamanın sonucu olan eksiklikler onun mutlak egemenliğinikolaylaştırmıyordu. Göçüp giderken hâlâ ayağa fırlayıp gücünü toplamayaçalışıyor, bütün bedeni ürpererek dişleri birbirine vuruyordu. Yolculuktakendisine eşlik eden Söro ve Esrom rahipleri, Roskilde'deki MeryemAna Manastırı'nın piskoposu ve başrahibesi gül çelenklerinin üzerindemırıldanıyorlardı. Artık boyutları tanınmaz hale gelmiş bir dünyanıntasalarından kopmamak için Prusyalı danışmanı ve haznedarı Kröpeline'eemrindeki serveti kalem kalem saydırıyordu, toplam yirmialtıbinüçyüzotuz yedi Lübeck markı. Arada bir gırtlağından gelen bir hırıltının,bir boğulma duygusunun etkisi altında hesap kitap yapıyor, kiliselereve manastırlara dağıtılacak, Kudüs'e, Beytüllahim'e, Roma ve Assisi'yeyapılacak haç yolculuklarında harcanacak, mahşer gününde ruhununkurtulması için düzenlenen kilise ayinlerine gerekecek miktarları saptıyordu.Ruhbanlar onun talimatlarına kâh aminle, kâh haleluya'yla karşı-481


lık veriyorlardı. Sonra birtakım varlıklar onun tepesine iniyordu, sürünerekpencerelerden, tavanarası pencerelerinden, giriyorlar, tavan kalaslarınatutunup salınarak aşağıya süzülüyorlar, kılavuz direklerinin arkasındabeliriyorlardı, solgun, kirli bir görünümleri vardı, bazıları kanlı bandajlarısarkan sakatlardı, aralarında tarla işçileri, madenlerdeki hamallar, açlıktanölmek üzere olan çocukları kucaklarında taşıyan paçavralar içindeki kadınlar,dilenciler, deliler, zincire vurulmuş tutsaklar vardı. Hizmetçilerkraliçenin terli yüzünü kuruluyor, altın bir tükürük hokkasını hazırda tutuyorlardı.Kale ve tımar tevcih etmek istediği saray mensuplarının adınıandığında adamlar onun yatağınının çevresine üşüşüyordu. Kröpelin'edönerek, hizmetleri karşılığında artık Bohus'u ve Stockholm'ü onun yönetmesiniistediğini söylüyor, Kröpelin ise saray komutanı ilan edilme isteğinibelirtiyordu. O sırada yatak örtüsünün üstüne, tam karşısına cesetleryatırılıyor, arkadan boynuna eller dokunuyordu, hayır, diye bağırıyordu,araziler, ormanlar ve kentler orda yaşayanların olmalı. Kilise mensuplarıdaha yüksek sesle dua etmeye başlıyordu, kraliçe kendini ellerden zorbela kurtarıp, gümrük gelirleri, diye bağırıyordu, Öresund'dan, Kalmarsund'dan,Kattegat'dan gelen gümrük gelirleri Danimarka'nın olmalı,sonra eller bir daha gırtlağına sarılıyordu, kusuyordu, yanlış yaptık, diyehaykırıyordu, üstünlüğümüzde ısrar etmek yanlıştı, prenslerimizi yöneticikonumlara getirmek yanlıştı, adaleti özgür seçimle işbaşına gelecek meclislerinve yargıçların eline bırakmamak yanlıştı, köylüleri, zanaatçılarıhep duymazlıktan gelmek yanlıştı, egemenliğimizin sarsılmazlığına duyduğumuzinanç baştan sona yanlıştı. Kilise büyükleri şeytan çıkarma ayininebaşlıyor, kraliçenin üstüne haç tutuyor, kutsal su serpiyor, uzun dualarve ilahilerle onun çığlıklarını bastırmaya çalışıyorlardı. Ölüm döşeğindekikraliçenin çevresini artık bütünüyle halk sarıyordu. Bana bakın, diyebağırıyordu, ve kürsüdeki yazıcının tüy kalemi kâğıdı tırmalayarak onunhızla akıp giden sözlerini yazıya geçiyordu, ben en yoksullardan birisiyim,onların en altındakiyim, ve öyle ölüp gitmek istiyorum. Sahip olduğumher şey onlara, bütün eyaletlerimde benim yüzümden onuru kırılan,aşağılanan insanlara dağıtılsın. Evlerim başını sokacak yeri olmayanlara,giysilerim paçavralardan başka giyecek bir şeyi olmayanlara verilsin. İstiyorum,istiyorum, istedim, diye haykırıyor, sesi yüksek rütbeli ruhbanlarıntekdüze ayininin içinde çınlıyordu, yeryüzünde bir barış imparatorluğukurmak istedim, ama artık kimse dinlemiyordu onu, geride bir tek ilahilerinuğultusu kalıyordu, böylece kraliçe doğrularak ona en az yardımıdokunabilecek olana dönüyor, kendisini bağışlaması, kabul etmesi içinona yalvarıyor, sırtüstü yatağa gömülüyordu, artık çürümüş bir et yığınındanbaşka bir şey değildi.482


Sonra kargalar geldi. Geceleri başlayan donla birlikte sürüler halindeHumlegârden'da toplanıyor, çığlıklar atarak Berzelii Parkı'na uçuyor, oradakümeler halinde ağaçlara diziliyor, fırtınayla uçuşan sararmış yapraklarınarasından havalanıyor, kanat çırpan kara bulutlar misali karşı taraftakisaraya doğru akıyor, orada uzun ve tehditkâr bir sıra oluşturarak damsaçağına yerleşiyorlardı. Kuşlar her akşam günbatımından sonra acı vekeskin çığlıklar atarak bir saat boyunca yer değiştirip duruyor, fırtınadasarayın cephesinden tekrar havalanıp geceyi geçirmek üzere kestane ağaçlarınınher gün biraz daha çıplaklaşan dallarına geri dönüyorlardı. Rosalinde'yepostayla bir paket gelmiş, içinden babasının kazandığı Nobelödülü çıkmıştı, gazete kâğıdına sarılmış altın bir madalya, bunun dışındabir mektup, bir açıklama yoktu. Madalya, kenarları yenmiş kahverengizarfın üstünde, kanatlarını germiş kartal damgalarının arasında parlıyordu,odasındaki küçük masanın üstünü süslemişti ödül. Rosalinde çamaşırhaneninsıcak buharlarından tarlaya çıkıyor, önlüğü, gömleği ve tahtaayakkabıları üstünden atıyor, topraktaki soğuk evleklere yatıyordu. Şefingözüne gireceğim diye çamaşır teknelerinin ve silindirlerin başında eşekgibi çalıştıktan sonra her akşam karanlığa koşuyor ve öksürmeye, ateşlenmeyebunca zaman sonra başlamış olmasına hayret ediyordu. Tarladakendi kendine konuşuyor, gülerek güçlü yapısını babasından aldığını, tıpkıonun gibi öyle kolay kolay katledilemeyeceğini söylüyordu. Bitkinliğive çürümeyi kendi bedeninde yaşıyordu, sonunda yorgunluktan bayılacakhale geldiğinde boylu boyunca yere uzanıp dişlerini gösterecek ölçüdegülerek yukarıya bakıyor ve insanlığın eskiden beri bildiği soğuk sonsuzluğualgılamasına izin veren yıldızlı kubbeye umutla dalıp gidebiliyordu.işyerinde kan tükürerek yere yıkıldığında bölge valisi tarafından önce numarayapmakla suçlanmış, okul doktorunun çağrılıp gelmesinden sonrada Mörby Hastanesi'ne kaldırılmıştı, Ekim sonunda onu bu hastanede ziyaretettim. Onu bir ayı aşkın bir zamandır görmemiştim. Ürkütücü bir biçimdebabasına benzeyen küçülmüş, solgun yüzüne bakarken ona bütünvaktimi alan yazarlık faaliyetinden söz etmek anlamsız geldi. Aramızdabir yabancılık oluşmamıştı, rahatlıkla onun gerçeğine yakmlaşabilirdim,yüz hatlarına damgasını vuran gurur ifadesini anlıyordum, ama siyasisürgünlük içimden bir şeyler alıp götürmüştü, illegal görevimin bir parçasıolan suskunluğu bütün insani ilişkilere yaymak zorundaymışım gibihissediyordum kendimi. Uzun zamandır Hodann'la da buluşmamıştım,onun karşısında yalan söylemek zorunda kalmamak için yapıyordum bunu.Rosalinde'nin dermansız yüzüne bakarken içine girdiğim kısıtlanmayıhissediyor, ama günlerimi belirleyen yapıyı kırmanın bir yolunu göremiyordum.Uğraştığım şey bu olmadan gerçekleştirilemezdi. Rosalinde ağzınıaçmıyordu, ama gözlerinden kafasındaki soruyu okuyabiliyordum, acabagirdiğim yol beni hoşnut etmekten çok kafa karışıklığına yol açmayacakmıydı. Gerçekten öğleden sonralarının sıkı disiplin gerektiren etkinli-483


ği bazen beni de zorlamıyor değildi. Sadece Rogeby ve Bischoff la birarayageldiğimde kısa süreliğine rahatlama fırsatı buluyordum. Onlarla birlikteolduğumda soruların ertelenmesi, birbirimize kapalı duruşumuz aynı zamandauzlaşma ve anlayış anlamına geliyordu. Bu tutum, işimin sorumluluğunutek başıma taşımamın önkoşuluydu. Destek almayı aklımdan geçirmemeliydim,Parti'yle her türlü ilişkiyi inkâr etmek zorundaydım. Süreklitarafsızlık rolü oynayarak adeta var olmayan bir dünyanın hedefnoktalarını izliyordum. Santrifüj fabrikasının birimleri silahlanma sanayisinebağlandığından bu yana bir yabancı olarak işten çıkarılabileceğimihesaba katmak zorundaydım. Sermayesi seksen iki milyon kronu bulan venet kârı bu yıl sekiz milyon krona ulaşan üretimin en alt basamağında hâlâsürünüyor olabilmemi, yedeklerin askere çağrılması yüzünden ortayaçıkan işgücü eksikliğine ve belki biraz da aldığım düşük ücrete borçluydumsadece. Böylece aslında sürülmeye yargılı kişiliksiz bir yabancı olmamarağmen aşağıdaki kalay atölyesinde ucuz işgücü olarak hâlâ İsveç'inekonomik büyümesine katkıda bulunuyordum. Yine de sallantılı durumumusürgünlerin güvencesiz yaşamına yeğliyordum. Ben hamalsam onlarsafraydı. Benim bağımsızlığım hayali bir bağımsızlıksa, onlar külçeliğemahkûm edilmişlerdi. Günlerini sadece bekleyerek geçiriyorlardı, yardımparalarının, yemek kuponlarının, eski püskü giysilerin, onları başka ülkeleresokacak vizelerin dağıtılmasını bekleyerek. Vâsterlâng Caddesi'ndekigöçmenlerin uğrak yerinde oturuyor, orada parasız dağıtılan çörekleri kemiriyor,eski gazeteleri okuyor, bazen de küçük gruplar halinde bir fincankahve, bir bardak su eşliğinde birkaç saat sohbet edebildikleri Kung Caddesi'ndekiCafe Ogo'da, Sture Meydanı'ndaki mahzende, Branda Tomten'inmahzeninde oluyorlardı. Sokaklarda onları kent sakinlerinden hemenayırmak mümkündü, amaçsız bakışlarla kendilerini sürüklüyor, boşyüzlerle aniden sokak ortasında duruveriyorlardı. Brecht'in beni kabul etmesinibelki de Berlinli bir işçi çocuğu olarak bende kendi geçmişini görenSteffin'e borçluydum. Ama yine de bunun ne Brecht ne de Steffin açısındankişisel sorunlarla bir ilgisi olsa gerekti, onun atölyesine girebiliyor, birköşede oturup konuşulanları dinleyebiliyordum, ayrıca onların bana gösterdiğikayıtsızlık ürkekliğimi artırıyordu, zaten neden beni davet etmişolduklarını anlamıyordum. Onun çalışma mekânına adım atmak başlangıçtahep içimi ürpertiyordu. Brecht'in bütün hareketliliğine rağmen garipbir sıkıntı ve atalet atmosferi vardı orada. Belki de Weigel'in yansıttığı görüntüyleilgiliydi bu, mesleğinden kopartılmış olan Weigel evin yüksekduvarları arasında bir hayalet gibi dolaşıp gürültü patırtı ediyor, bezginlikve kendini sorumlu tutma ifadesinden başka bir ifadeye ihtiyacı olan yüzhatlarına atölyenin kapısında göründüğünde bazen acı bir öfke yerleşiyordu.Brecht kızgınlık içinde dönüp ona bakıyor, sonra da omuz silkiyordu.Buna karşılık çalışırken Steffin'i ucu açılmış kurşunkalemiyle kâğıda notlaralması için yanı başında istiyor, en çok da özel dostu Berlau'yu, deri484


giysileri içinde motosikletinin üstünde pedala basıp egzoz dumanı çıkartırkenseyretmekten hoşlanıyordu. Bir defasında Brecht'in ansızın bendenortaya atılan birkaç dramatik sorunla ilgili görüşümü söylememi istemesiyleve ben de artık burada bana kimsenin daha fazla katlanmak istemediğifikrine kapıldığım için bu fabla ilgi duymadığımı söyleyerek tepkimidile getirmiş olmam ve eylemi sadece içeriden, tarihsel güçlerin çatışmasındanyola çıkarak geliştirmeyi ve figürleri sıçramak bir biçimde karşıtınadönüşen durumların içine yerleştirmeyi önermemle, tam da Brecht'inbakışına uygun belli belirsiz alaya alınarak planlamanın içine çekilivermiştim.Aynı zamanda bana bir iş günü süresinde kaynak malzemesi sağlamakgörevi verilmişti, ama iş günü kavramı Brecht'in yaşamına uygunolsa da benim bunu halledebilmem için gecelerimi kullanmam gerekiyordu.Kalay eritme potalarının başında çalışırken, bisikletle giderken okuyordumokuyacaklarımı, bir bakışta bir sayfanın içinden işe yarar bircümleyi çekip çıkarmayı öğreniyordum, bulunmuş bir resmi hızla elimizdekibaşka parçalarla ilintilendirmeyi öğreniyordum, ve Brecht, elde edilenher malzemenin sonuçta kendisine sunulacağı düşüncesiyle hareketetse de, ben bu çalışmalarda keşfetmekle, ilişkilendirmekle, ayıklamaklakendimi eğitmiş oluyordum, not aldığım her şey Brecht içindi, yaratıcısızaten belli olan yapıt içindi, ama aynı zamanda, başımıza gelebilecek felaketteküçücük de olsa elimde başkalarına iletebileceğim birkaç belge bulunsundiye yapıyordum bütün bunları. Birinci bölümün taslağının yoğunbir çalışmayla ortaya çıkmasından sonra işin kesintiye uğraması olabildiğincehızlı bir biçimde taslakları ayrıntılandırma niyetimi güçlendirmiştive notlarımı düşerken sık sık karşımda bir başkasının yapıtı olduğunuunutuyordum. Bu da yine ulak olarak, aracı olarak, hizmetli olarakiçinde yaşadığım koşulların bir parçasıydı, bunun yanı sıra sık sık kendimi,hiç kimsenin önemsemediği çabalarımın yine de günün birinde, kendimeait diyebileceğim işlerin kapısını açabileceği düşüncesine de kapılmıyordeğildim. Brecht bir süreliğine benim işime son vermiş, kaçamakbir tavırla daha sonra yeniden çalışmaya dönebileceğimi ima etmişti, projeyekatkı sağlayan birisi olarak artık bana ihtiyaç yoktu, Brecht bu projedekafasına koyduğu deneysel çalışmayı bütün suratsızlığı, heyecanı,zorbalığıyla yapıp bitirmiş, yeniden başkalarıyla arasına duvar örmüş,başka konulara yönelmişti, artık ona sadece Steffin, bazen de Matthis veLjungdal yardım ediyorlardı. Onun arkadaş çevresine ait değildim ben.Hiçbir zaman onun konuğu olmamıştım, onun konukları İsveç'e giriş iznisağladıkları için kendini borçlu hissettiği sosyal demokrat parlamenterlerBranting ve Ström'dü, doktorlar Hodann ve Goldschmidt'ti, yazarlarBlomberg ve Edfelt'di, oyuncular Greid ve Wifstrand'dı, bilim adamlarıSteinitz, Scholz ve Ziedorn'du, politikacılar Enderle ve Plenikowski'ydi.Brecht'in benim bir fabrikada çalıştığımdan bile haberdar olmadığını tahminediyordum, ona bundan söz etme fırsatı geçmemişti elime hiç. Tartış-485


maya yaptığım katkıların doğal olarak ona düşündürtebileceği gibi benonun gözünde, İspanya Cumhuriyeti'nin mücadelesinde yer almış olmaktandolayı güvenilir addedilen, ama bunun dışında önemsenmeyen, entelektüelseçkinlere ait başka görevlerinin yanı sıra antifaşist bir derneğinplanlanması ve kurulması misyonunuyla ilgili toplantılara katılmayı hakedecek özellikleri olmayan genç mültecilerden birisiydim. Gerçi Brecht'inentelektüelleri küçümsemesine tanık olmuştum, onlara güven olmaz diyecekkadar ileri gidebiliyordu, ama görüşmeyi istediği insanlar öncelikle,akademik eğitim almış, siyasi açıdan etkili kişiliklerdi. Bir defasında Matthis'lekarşılaştığımda bana bu düşün cephesinin, bu Voltaire Kulübü'nündüzeninden söz etmişti biraz. İsveçli profesörlerin, yayıncıların, bilim vesanat erbabının özgürlükçü koruyucularının katılımıyla ortaya çıkan buheyet bir nasyonal sosyalizm ansiklopedisi oluşturmak, bunun yanı sıra dasürgün sorunsalını ele alıp ortaya koymak istiyordu, Brecht'in uzun yıllardanberi düşündüğü ve Münzenberg'in bir projesiyle büyük benzerliklertaşıdığından, böylece Brecht ve Münzenberg'in bu konuda fikir alışverişiiçinde oldukları varsayıldığmdan dolayı Parti yöneticilerinin güvensizliğinetoslayan bir girişimdi bu. Taşman niyetin çok uzun soluklu olması dakamuoyuna açılmayı ve organizasyonu engelleyen nedenlerden birisiydi.Matthis'in bana Cesaret Ana ve Lukullus hakkında anlattıklarından sonraBrecht'in bizimle yaptığı konuşmalardan çıkan motifleri bu oyunlarda elealıp işlediğini gördüm. Ordu bakkalını yorumlayışı Birlik kraliçesini yorumlayışınabenziyor ve bu yorumlar tuhaf bir çelişkinin izini taşıyor gibigörünüyordu. Margareta içten içe karikatürize tasarımına rağmen yüceleşebildiyse,Brecht ürkütücü bir figür olarak çizmek istediği CesaretAna'dan da sonunda etkilenmişti. Aşağıdakilerin ve acı çekenlerin kurduğuve ölmekte olan kraliçenin sanrılarında beliren dünyevi mahkeme,radyo oyununda davacıların komutanların karşısına çıkmasıyla onun dahabasit bir versiyonu olarak gösteriyordu kendini. Artık sadece Rosner'egidiyor olmam beni rahatlatmıştı. Rosalinde'yi gördükten sonra Komintern'inHieronymus'una daha cömertçe adayabilirdim kendimi artık. Bengiderken Rosalinde'nin uyuyakalmış olması bir anlığına, tamamlanmışbir veda işareti gibi geldi bana. Bekleyebilmeyi istiyordum, ama tedirginliğimbeni dışarıya sürükledi. Soğuk Ekim havasında bisikletle yolculuk,istasyon, her zamanki gibi ıssız Uppland Caddesi'nde yokuş yukarı tırmanış,Rosner'in oturduğu evin önünden geçiş, bisikleti koyduğum yerolan Vanadis Sokağı, zahmetsiz bir yürüyüş, tenekeye inen çekiç darbeleri,atölye bodrumunda kaynak cihazlarının tıslaması, yetmiş yedi numaralıevin kemerli kapısı, kapının üstünde cılız ve fakirane kabartmalar,birkaç basamak, açılır kapanır camlı bir kapı, bir sahanlık, sahanlığın dibindeorta direğin çevresinde dönen bir merdiven, sağda kapının zili, parola,içeride baston tıkırtılarının eşliğinde topallayan adımların sesi, bekleyiş,atölyenin gürültüsü, daha önceden kararlaştırıldığı gibi bir kez da-486


ha parolalı zil, gözleri parlayarak, neşeyle ıslık çalarak Rosner'in kapıyıaçışı, sol tarafta açık mutfak kapısı, karşıda tabak çanak dolabının yanındave caddeye bakan tarafta ailenin yaşadığı odaların kapalı kapıları, evsahibinin ona yemek ve bir termos kahve hazırlamış olduğu mutfağa yöneliş.Binanın merdiven tarafının bombe yapmış duvarına dayanmış masayaoturmuştu, bana yeni yaptırdığı takma dişlerini göstererek diş hekiminegötürülmek için nasıl arabanın bagajına konduğunu, hekimin gecevakti bir defada hastalıklı dişleri nasıl çektiğini ve protezi nasıl yerleştirdiğinianlattı. Bir hümanist olarak gördüğü hekimin ve inanç kardeşininondan istediği ücrete numaradan kederlenmesini ve bu kederin yerini hemenbir sırıtmanın alışını, bin beş yüz kron gibi yüksek bir miktarı KomünistEnternasyonal'in karşılamak zorunda oluşunu. Gazetelerle dolu olanmutfak masasının başında bana Polonya'nın paylaşımından sonraki durumuaçıkladı. Sığınağı bir dünya hareketinin temsilcisi olarak bu hareketindevamlılığı ve menziliyle çelişiyor gibiydi, ama yine de, dedi, yıllarınıhapishanelerde geçirmiş ve işini gizli saklı mekânlarda yürütmüş olanlariçin lavabosuyla, ocağıyla, yakacak odun kasasıyla bu mutfak, bir dolaptanpek büyük olmayan bu oda hareket özgürlüğü demektir. Ayrıca Rosner'egöre burası, tarihin diyalektiğinin kanıtıydı, tarihsel akış içinde gizlieylem, gereken yerde açık bir stratejinin gerisinde kalmaz, hatta onunötesine geçerdi. Saldırmazlık paktının Almanya'yla bir dostluk paktı olarakgenişletilmesini, bir önceki savaşın sonunda ortaya çıkan devrimciolasılıkların güncelleştirilmesi olarak anlamak gerektiğini söylüyorduRosner. Sovyet ve Alman halklarının birbirini anlaması daha sonraki ideolojikişbirliğinin zeminim oluşturacaktı. Dostluk açıklamasıyla, hiçbir ülkedeçalışan halkın savaşı istemediğinin kastedildiğini söyledi, dostluğadavet edilenler çalışanlardı. Bir kardeşliğin ortaya çıkacağı anlamına gelmiyordubu, çünkü faşizm daima savaşı içinde taşıyan bir ideolojiydi. Şuanda önemli olan tek şey, Alman işçi sınıfının yeni ilişkiyi ne ölçüde değerlendirebileceğiydi.Ayrıca uluslararası proletaryaya da Sovyet politikasınagüvenmek, anlaşmayı bir hile olarak sunan burjuva propagandasındanetkilenmemek gibi önemli görevler düşüyordu. Rosner kahveyitermostan fincanlara doldururken, Kızıl Ordu'nun ilerleyişi sayesinde,son haftalarda yapılan görüşmelere uygun olarak Sovyetler Birliği ve Almanyaarasında bir sınır oluşacağını söyledi. Batılı güçler Sovyetler'in hareketözgürlüğüne karşı tavır almıştı, çünkü Alman işgali sayesinde Polonya'nınbütününe göz dikmişlerdi. İngiltere ve Fransa tarafından geriçevrilen Sovyetler Birliği kendi toprağını korumak için gereken adımı atmış,Almanya'nın savaş niyetini bertaraf etmiş ve bir ateşkese ulaşılmasınısağlamıştı. Savaşın devamını isteyen, Alman saldırısının Sovyet devletineyöneleceği umudunu taşıyan Batı'ydı. Rosner tabak çanağı kenaraiterek, halkların birliği yolunda gerilimi ortadan kaldırmaya çalışanın,Batılı güçler tarafından yalnız bırakılan Sovyetler Birliği olduğunun açık-487


ça ortaya çıkarılması gerektiğini söyledi. Kendi çıkarlarının peşinde koşanburjuva iktidarları kışkırtıcı bir biçimde Sovyetler Birliği'ne sırt çevirmiş,onu barışı koruma ve saldırganlık politikasını sürdürmekle suçlamışlardı,ayrıca sosyal demokrat hareket de Sovyet sendikalarını uluslararasısendikalar birliğinden çıkarmakla son işbirliği fırsatını ortadan kaldırmıştı.Önemli olan, dedi Rosner haftalık değerlendirme makalesiniyazmaya başladığında, Komünist partilerin maruz kaldıkları karalamalararağmen duruşumuzu etkili kılmak. Büyük kemerli burnuyla, çakmakçakmak köstebek gözleriyle Rosner, ağzını şapırdatan ve hızlı hızlı soluyanRosner, yaban ellerde konaklayan, ama inancını hiç değiştirmeyenRosner, sokaklarda özgürce dolaşma olanağı olmayan Rosner gazete yığınlarıarasında eşeleniyor, çiziktirilmiş kâğıtları temize çekmem için banaveriyordu. Çalışırken çoğunlukla, Parti'nin tahsis ettiği radyonun boğuksesi ona eşlik ediyordu. Bir müzik hoşuna gittiğinde birden, dur, diyor,başını arkaya atıp sağa sola sallıyordu, şimdi de aynı şeyi halk şarkılarını,özellikle sevdiği Skâne'li Edvard Persson'un sesini duyduğundayaptı. Yerel ağızla sulandırılmış bu duygulu şarkı, iş kollarının başındakilertarafından, bütün sanayide yapıldığı gibi komünistlerin baskı altınaalındığı santrifüj fabrikasındaki durumu anlatan makaleme fon müziğiolmuştu. Metal işçileri Sendikası, Komünist Parti üyelerini güvenilir kişilerinyapması gereken görevlerden almayı öneriyordu. Parti'nin Kominternbağlantısı yüzünden demokrasi çerçevesi içinde daha fazla kalamayacağısöyleniyordu. Fransa'da yürürlüğe konduğu gibi bir parti yasağıgetirilmesi için çalışmalar yapılıyordu. Persson bir huzur ortamının, biryerliliğin içinde dünyadan habersiz eriyip gitme mesajını iletirken, birçokfabrikada yoldaşların artık her gün nasıl iftiralara, tecavüzlere maruz kaldıklarınıdile getirdim. Tezgâhlarına sabotajlar yapılıyor, sonra da zarardan,üretimi durdurmaktan sorumlu tutulanlar onlar oluyordu. Rosnerağlamaklı, yaygaracı melodiye eşlik ederken, burada önce zararsız öncükuvvetlerle uğraşacağımızı, yakında çok farklı boyutlarda çatışmalarlakarşılaşacağımızı beklediği yolunda yanıt verdi. Yakınımızda, Finlandiya'dabüyümekte olan tehlikelerden söz ediyordu. Sovyet Alman dostluğuüzerine ne söylersek söyleyelim, barışın aslında silahlı çatışmaların ertelenmesindenbaşka bir şey olmadığını aklımızdan çıkarmamalıyız, dedi.İsveç'te komünizme karşı kışkırtma hareketi öncelikle askeri yönetimtarafından değil, görevleri Finlandiya ve Sovyetler Birliği arasında bir savaşayol açmak olan çevreler tarafından yürütüldü. Faşizm öncesi Finlandiyahükümetine askeri yardım sözü verip sınır düzenlemelerinde hükümetinSovyet önerilerini reddetmesini desteklediler. Leningrad'ın tehlikelibir konumda olmasından dolayı kuzeydoğu Finlandiya sınırının geriyekaydırılması ve Hangö'nün kiralanması, Finlandiya körfezlerine girişkarşılığında Karelya'daki Sovyet bölgelerinin devredilmesi teklifi burjuvabasınında Sovyet saldırı planlarının bir göstergesi olarak yorumlandı.488


Faaliyete geçmek isteyen generaller Finlandiya'nın mücadelesinin aynızamanda İsveç'in meselesi olduğunu ilan ettiler. Akşam saatlerinde evdenalınıp özel önlemler eşliğinde matbaaya götürülecek olan sayfalarıdüzenliyor ve numaralandırıyorduk. Parti merkezinin binalarına çıkan,Kung Caddesi'ndeki seksen dört numaralı büyük kapı girişi polis ajanlarıtarafından gözetim altına alınmıştı. Komünist Parti tamamen meşru olduğuve parlamentoda temsil edildiği halde, ani tutuklamaların, ev aramalarının,malzemeye el koymaların olabileceği hesaba katılmalıydı. Şarkıcınınyatıştırıcı, baygın sesi, Rosner'i İskandinav haritasını masaya yaymaktanalıkoyamamıştı. Hiç Lappland'a gidip gitmediğimi sordu, sonrayamrı yumru işaret parmağını dağlardan Botniya Denizi'ne inen nehirlerdegezdirdi. Mutfak kapısının yanında duran boğumlu bastonu gösterip,bohçamızda demire kesmiş erzakla dağlık arazi üstünden İnari Denizi'neve Petsamo'ya yürümeye hazır olmalıyız, dedi. İtalya'ya kadar inmektenpek farkı olmayan bu olağanüstü uzun yol mutfak masasının başındaykenonun gözünde bir gezintiden başka bir şey değildi sanki. Ayrıca kentinkıyısındaki ilk nöbetçi nasıl olsa onu yakalayacaktı, çünkü kamburundaEnternasyonal'i taşıyan bu saçları darmadağınık yurtsuz Yahudi, buAhasverus kadar kuşku uyandıracak bir başkasını düşünemiyordum.Fabrikada geçirdiğim günler hakkında daha fazla şey bilmek istiyordu.Çalışanların mekanik düşünme biçiminden nasıl kurtarılıp yeni bir yönlendirmeyletaarruza hazır hale getirilebileceklerini sordu. İşçi sınıfınınuluslararası eylem birliği devam etmektedir, diye yazdı tashih kâğıdına.Yerel gidişatı bilmeye ihtiyacım var, dedi, fabrikada, kantinde, sendikaoturumunda neler olup bittiğini hissetmek ve koklamak istiyorum. Benimaçmış olduğum küçük bir ışık aralığını zorluyordu sanki, dumanı vegürültüsüyle bütün bir fabrikayı kendine, bu küçücük mutfağa çekmekister gibiydi. Artık genellikle yer kömürüyle ısıtıyoruz, dedim, avlularınüstüne topraksı bir buhar çöküyor. Kalay eksiği var, hammaddenin gerikazanılması, eritilmesi için tıka basa hurda demir yüklü kamyonlar homurdayarakgelip gidiyor. Kalay külçelerinin çalınma olayı yaşandı vekanaldaki hangarlardan birinde karaborsa satış yapmak üzere hazırlanmışbir depoda bulundu. Santrifüjler artık sadece mandıralar için üretiliyor,köylülerin ihtiyacı için değil. Daha büyük makine dairelerindeki tornatezgâhları mermi üretimi için yeniden düzenlendi. Parçaların sevkıyatıKuzey'deki demir işletmeleri tarafından yapılıyor, yedi kalibrelik ve onbuçuk santimlik kurşunlar üretiliyor. İleri yaştaki ihtiyatlar paketlemebölümlerini gözetim altında tutuyor. Kimse beni fark etmeden izliyor, görüyorum.Duyuyor ve susuyorum. Uzmanların toplantılarına katılıyorum.Sosyal demokrat bir gelenekten geldiğimi göstermeye çalışıyorum.Sendika görevlileri babamı ismen tanıyor. Sendika üyesi olarak ben deSosyal Demokrat Parti'ye girdim. Gerçi partiye giriş binsekizyüzdoksansekizdeörgütün kuruluş kongresinde alınan karar doğrultusunda ol-489


duğu gibi artık zorunlu değil, ama yine de partiye girmeme hakkını kullananlarkomünist olduklarını belli ediyor ya da en azından KomünistParti sempatizanı oldukları kuşkusunu uyandırıyorlar. Böylece komünistleraynı anda hem Sosyal Demokrat Parti'nin hem de kendi partilerininbir parçası haline gelebiliyor. İsveç işçi hareketinin yürüttüğü mücadelesendikal mücadele demek. Mücadele hedeflerini hayata geçirmekiçin sendikaların iktidar olan bir Sosyal Demokrat Parti'ye ihtiyacı var.Parti karşılıklı çıkarlar çerçevesinde gücünü sendikalardan alırken sendikalarda gücünü partiden alıyor. Partinin mutlak çoğunluğa ulaşması zorunlu.Sürekli dengede tutulmaya çalışılan bir güç dağılımında ağırlıkburjuva partilerinde olursa sendikal talepler yerine getirilmez. İdeolojikdüşman olarak ayıplanan küçük Komünist Parti yine de, ucu ucuna sosyalistçoğunluğu elde etmek için Sosyal Demokrat Parti'nin işine yarıyor.Çatışmalara rağmen komünistler hâlâ sendikalar içinde tutunabiliyor, işkollarına ait sendika seçimlerinde desteklenebiliyorlar. Sendika ve partiüyeliğim sayesinde oylamalara katılma hakkım var. Benim uzmanlığımmetal, bunun için ayda beş kron ödüyorum. Bunun dört kronu her yılSosyal Demokrat Parti'ye aktarılıyor. Bizim grupta iş kolu içinden geleninisiyatiflerin çoğu Selin'den ve diğer güvenilir komünistlerden geçmekleve işyerinde dayanışma ağır basmakla birlikte, Metal İşçileri Sendikası'nınyönetim kadrosu tarafından atılan iftiralar da geçerliliğini ve etkisinikoruyor. Antifaşist mücadele aynı zamanda bolşevik faşistlere karşımücadele olarak tanımlanıyordu. Sendikalar komünist basının söylemedikleriniöne çıkararak militanca kazanımlar elde ediyorlardı. Komünistleringerekçe ürettiği Alman işgalleri teşhir ediliyor. Komünist Parti'ninolan biteni örtbas etmesi yüzünden kaybettikleri, görünüşteki açıklığı,güven uyandırıcılığı sayesinde sosyal demokrasinin hanesine kazanç olarakyazılıyor. İşçilerin birliği ve bütünlüğü devamlı işbaşında olan entrikacılıkyüzünden parçalanıyor. Herkes işini kaybetmekten korktuğu içinher gün biraz daha dikkatli, biraz daha edilgen hale geliyor. İş koluna özgüsorunların ele alınmasında bile bir mahcubiyet, bir suskunluk baş gösterebiliyor.Tehditler ve baskılar, ama bunun yanı sıra siyasi talimatlarınistikrarsızlığı da pek çok insanın Komünist Parti'den ayrılmasına yol açıyor.Uzun vadede tezgâhlara, donukluğa, öğütülmeye temelden bir bağlanışgörülüyor. Her zamanki gibi, ulusal birliğin üretilmesi ve korunmasıiçin işçilerin siyaset dışına itilmesi lazım. Kısa vadeli çıkarlara dönüşdemek bu. Sorunumuz çamaşırhanelerde sabun olmaması. Sıvı sabunmiktarlarının işe yaramaması. Sorunumuz duşlardan sıcak su akmaması.Yemeklerin kötüleşmesi, laf ebeliği, kurtlanmış patates. Cebimizden verdiğimizbir buçuk kronun karşılığında kantinde daha iyi yemek çıkmasınıistememiz. Artık fabrika doktorunun bakmadığı çok sayıda iş kazası.Hemşirenin kopan bir parmaktan dolayı kararmış bir ele, yarılmış bir bacağa,transmisyon kayışlarının parçaladığı bir alına sadece bir yara bandı490


yapıştırıyor olması. Bu tür kötü koşullar tartışılıyor. Dilekçeler teknikmüdür Forssberg'e gidiyor, müdür bu sorunlarla uğraşmıyor, üretimi, sürümüayakta tutabilme sorunlarından söz ediyor, ücret artışları kurbanlargerektirir diye bağırıyor. Savaş zamanında ücretlerin artışını değil, ücretlerinaşağıya çekilmesini beklememiz gerektiği söyleniyor. İşgücünü satınalanlar ve sendika ağaları hakkında kısa süreli ortak bir değerlendirme.Sonra yine yorgunluk. Taktik nedenlerden dolayı ağzını açamıyorsun. Başarıylasınanmış eski model uygulanarak bizi nasıl karşı karşıya getirdiklerinebir baksanıza demeyi istiyorsun. Fokurdayan kalay kazanlarınınbaşında ajitasyon yapabiliyorsun sadece. Bütün bunların yanı sıra da, dedim,konusu Engelbrekt olan bir oyunun planlanmasına katkıda bulunmayaçalışıyorum, Engelbrekt onbeşinci yüzyılın otuzlu yıllarında yaşamışolan bir lider, İsveç özgürlük mücadelesinin lideri, Rosner heyecanlairkildi, işçi sınıfını harekete geçirebilecek bir konu olabilir bu, diye bağırdı,dergide bununla ilgili bir yazı yazmalıyız, henüz bunun için erken olduğunusöyledim, Brecht'in oyunu bu, malzemeyi onun için topluyorum,oyunu kışın sahnelemek istiyor, dedim ve ansızın üstümde bir güçsüzlükhissettim.Fin-Sovyet anlaşmazlığı açık savaş eylemlerine dönmeye yüz tuttuğunda,yani Kasım sonunda yeniden başlangıç yaptık. Hedefimiz her geçengün biraz daha baskı altına giriyordu, her düşünce, her sahne, hersözcük kendi varoluş hakkını zorluyor gibiydi. Yazdığımız her şey korkunçbir reddedilmeyle karşı karşıyaydı. Brecht baskıyı, sıkıntıyı çalışmakiçin bir meydan okuma olarak görse de, bu defa malzeme toplamasorunlarına bir de temanın inatçılığı ekleniyordu. Engelbrekt tarih kitaplarınagöre zamanı geldiğinde ansızın karanlığın içinden çıkagelmiş, birdöneme damgasını vurduktan sonra da ardında hiçbir iz bırakmadankaybolmuştu. Bir geçmişinin yokluğu, bindokuzyüzotuzdörtten yirmiyedi Nisan bindokuzyüzotuzaltıya kadar devam eden bir yıl on aylık kısasüreli etkisi, baltayla öldürülüp gömüldüğü yerin belirsizliği; çeşitli nedenlerdendolayı, ya onun etkisini sınırlamak, örnek teşkil etmesine engelolmak, onu öykünülecek birisi olarak değil de, başarısız birisi olarak göstermekiçin ya da etrafını saran sırrın da yardımıyla onu idealize edebilmek,bir aziz olarak gösterebilmek için hayatını karanlıkta bırakma eğilimi,işte bütün bu olumsuzluklarla başlamak durumundaydık. Böyle biradam yoktan var olmaz, diyordu Brecht. Soruların kuşattığı bu figürüniçinde belireceği tarihsel gerçekler ortaya çıkarılmalı, henüz kişiliği belirmemişbu adamı harekete geçirmiş, eyleme ve çöküşe sürüklemiş olanmekanizmalar araştırılmalıydı. Matthis ilk kez Engelbrekt hakkında bilgiverdikten ve çalışmalar sırasında Grimberg'in yapıtından bu konuda491


yüksek sesle bir şeyler okuduktan sonra Brecht'in, bu bilgiler doğrultusundahazırladığı birkaç taslak Eylüldeki buluşmalarda hatalı değerlendirmelerolarak sonradan bir kenara atılmıştı. Engelbrekt, Brecht'in o sıradadüşündüğü gibi köylü kökenli bir halk lideri olarak ele alınamazdı.Piskopos Thomas von Strângnâs'ın şiirinde then litzla man olarak betimleniyorduEngelbrekt, bu onun ufak tefek olduğunun bir göstergesi olsa gerekti,onbeşinci yüzyılın İsveçli tarihçileri Ericus Olai ve Olaus Petri tarafındanda kullanılmıştı bu veri, öte yandan bu tanımlama, nazım ŞarlkenTarihi esas alındığında da Engelbrekt hakkında bilinenlerin sınırlı olduğunungöstergesi olabilirdi. Gerçi bu yazı esasen, Engelbrekt'in rakibi vetakipçisi olan, şövalye soyu Bonde'den gelen, kendini kral olarak seçtirmedenönce unvanını Engelbrekt'le paylaşmak zorunda kalan yüce KariKnutsson hakkında bir övgü yazısı olduğu için ve Norberg bölgesindekimadenlerin sahibi olan Thomas bu konumundan dolayı Engelbrekt'in çapınıbildiği için, bu ufak tefek madenci tasavvurunu inandırıcı buluyorduk.Brecht then litzla man ifadesiyle Alman masallarındaki cüce cin, ormanhayaleti imgesini birleştiriyordu, ona Engelbrekt'in ünlü gücü vegüçlü sesiyle çelişen küçük adamcık sıfatı çekici geliyordu. Eylüldeki faaliyetimizgeniş bir doküman sağlamıştı. Geriye dönüp baktığımızda,Margareta ve onun birliği hakkında üretilen destan kolay bir üretim gibigeliyordu bize, saraylar ve krallar keskin hatlarıyla çıkmıştı karşımıza,oysa şimdi, ülkeyi yabancılara karşı isyan etmeye çağırdığı söylenen buufak tefek figürü gölgelerin, toprağın, balçığın arasından yoğurarak çekipçıkarmak hemen hemen olanaksızdı. Öte yandan aidiyetimizi, kavrayışımızıel yordamıyla hissetmek zorunda olduğumuz nokta tam da buydu.Çağın gelişmeleri bizi öylesine deforme etmiş, gücümüzü elimizden çekipalan olaylar dizisi yüzünden kendimize öylesine yabancılaşmıştık ki,en ufak bir başkaldırı işaretini kuşkularla karşılıyor, ne zaman hareketegeçecek gibi olsak kandırılmış olabileceğimizi düşünüyorduk. Demir madenlerindeartık kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar arasında huzursuzluklarbaş gösteriyor, maden işçileri, köylüler soygunculuk karşısındaayaklanıyor, bir halk ordusu harekete geçiyordu, üstelik kısa bir süre sonratüccarlar, büyük toprak sahipleri, şövalyeler, ruhbanlar da onlara katılıyordu,devrimci mücadele ulusal bir savaşa dönüşüyor ve bu ortak çabadansonra zaferden payını sadece soylu sınıfı ve burjuvazi alıyordu.Zaten başka türlü olamayacağını bilerek, bir kez daha dünya çapındakibüyük güçten tokat yemiş, onun tarafından kuşatılmış olarak geçmişin vebugünün deneyimlerinin etkileşimi çerçevesinde bugün hâlâ geçerli olanolayların köklerine inip bir şeyler yakalamak üzere bu tarihsel dönemeyöneliyorduk. Yine de parçalanan cephesiyle ihanete uğramış o zamankibirlik hareketini yaşadığımız günlerle karşılaştırmaktan ziyade, bu hareketinkendine özgülüklerini ve özel koşullarını gün ışığına çıkarmak dahaönemliydi bizim için. Sonra da başka yollarla henüz belirsizliğini ko-492


uyan, bulanık olan günümüz başarısızlıklarından ders çıkarmak zorundaydık.Bu kış olduğu gibi, bir sanatsal problemin ele alınıp işlenmesi budenli acımasız bir antagonizmin gölgesi altında gerçekleşmemişti hiç hayatımda,sanatsal eylemin asıl toplumsal güçlerin şiddetle çatıştığı noktadaortaya çıktığına bu kadar açık bir biçimde tanık olmamıştım hiç. Uzlaşmazlıklarınmerkezinde duran sanatsal eylem öğütülmek tehlikesiylekarşı karşıyaydı, buna karşılık bu eylemin itici gücü kaba güce karşı durmaktı.İşimize, hep yeni bir başlangıç için yarım bırakılan, tamamen duranakadar sık sık bölünen bir işe sıkı sıkı sarılıyorduk, çünkü her şey biziyok etmeye yönelmişti. Ani sarsıntılar, dengesizlikler Eylülde öğrenmişolduğumuz gibi, sadece dış olayların eğrilerini değil, aynı zamanda bizimleBrecht arasındaki karşıtlıkları da yansıtan bu faaliyetin özünde vardı.Aynı anda kendimi proje dışındaki başka işlere vermem benim içinimkânsızdı, Ljungdal kaynakların başına oturup Marksizmin dünya anlayışıüzerine bir kitabın hazırlığı ve tanıtımların kaleme alınması gibi aynıanda birçok konuyla uğraşabiliyordu, Matthis de makaleler yazıyor vebir film çekmeyi tasarlıyordu, ama fikir yoğunluğuyla en çok ve süreklikarşı karşıya olan kişi Brecht'ti, yine de çeşitli temaları düzenlemeyi, rayınaoturtmayı, belli bir sistematiğe göre ele almayı becerebiliyordu. Dumanıtüten fabrikasında oraya buraya koşturup bütün bölümleri denetliyor,arada bir kısa talimatlar veriyor, çeşitli ürünlerin izlediği yolu takip ediyor,sonuçları sınıyor ve daha sonraki değerlendirmeler ve ayıklamalariçin bu sonuçları hep el altında tutuyordu. Sonradan anladığım üzere Engelbrektoyununda onu en çok üslup egzersizleri, dramatik biçim araştırmalarıilgilendiriyordu, bu arada dümdüz açık sarı saçlarını hızlı hızlı okşadığıSteffin'e geceleyin dikte etmiş olduğu notlarını, gözlemlerini ya damültecilerle konuşurken yazdıklarını, edebiyatta gerçekçilik hakkındayeni başladığı bir makalenin tezlerini yüksek sesle okutuyordu, söylediğinebakılırsa dinlenmek için arada bir de Sezar hakkında bir roman üzerineçalışıyordu. Greid'ın ona taşıdığı düşünceleri, her ne kadar oyuncununarkasından onun amatörlüğüyle alenen dalga geçse de, Deyişler Kitabıolarak adlandırdığı bir kompozisyon için ayıklıyor ve kullanıyordu.Doğal olarak işini İsveç'te icra edemeyen, Karoliner Hastanesi'nde askeribir doktorun yanında röntgenlerin analizinde yardımcı olmaktan başkabir şey yapamayan Viyanalı ünlü cerrah Brecht'e işiyle ilgili anekdotlaraktarıyor, o da anlatılanları, çoğunlukla değiştirmeden Ziffel ve Kaile figürlerinindiyaloglarında kullanıyordu. Onu çeken, anlatılanların yansıttığıhavaydı. Yakınmak için Goldschmidt'in bir sürü haklı nedeni olsa daanlattıklarında mültecilerin o alışılmış uzun yakınmalarından eser yoktu.Brecht, Goldschmidt'in Birinci Dünya Savaşı'nda Rusya'daki tutukluluğusırasındaki anılarını dinlemek istiyordu öncelikle. Bunlar yarı Slav, yarıHasidi tarzında gülünç maskaralıklardı. O zamanlar ordu cerrahı olanhekimin karargâhtaki yaşamına şakacı buluşları, iyi niyetli kurnazlığı ve493


açıkgözlülüğü sayesinde renk katan, Juan adlı bir oğlandan, Romen birçingeneden söz ediliyordu. Tıpkı Şvayk gibi, dedi Brecht ve hemen yenibir oyun tasarlamaya başladı, bu tasarıda Goldschmidt de yer almalıydı.Bir takma isim aramak Brecht için ayrı bir sahneleme gibiydi. Ortaya biroyun çıkarmanın zorlukları dikkate alındığında bu isim bir Yahudi isminiçağrıştırmamalıydı. Erzhauer ismi önerildi, sonra Steinklopfer, Schmied,Maurer ve nihayet Koch. Brecht'in, atölyede üretilen her şeyden kendisininyararlanacağına dair hiçbir kuşkuya yer bırakmayan üstünlüğünüsergilediği yönetiminde, kendime karşı sorumluymuş gibi görünsem debir tür memur, aslında hayatını nasıl kazandığı kendisine hiç sorulmayanbir memur olarak kalmaya mahkûmdum ben. Bu durumun yarattığı hoşnutsuzluğu,bir yapıtın kurulmasında çalıştığım için o yapıtın bana da aitolduğu düşüncesiyle aşmaya çalışıyordum. Zaman çizelgeme tam olarakplanlayıp sıkıştırmak zorunda kaldığım çalışmaları kendim için, ilerlemekiçin, yazarlık mesleğinde pişmek için yapıyordum. Bu aradaBrecht'in, ayağına gelen konuya nasıl bir rahatlık içinde sahip çıktığınıgörmezden gelemiyordum, buna karşılık ben bütün araştırmalarımı telaşiçinde, arkamdan kovalanıyormuşum gibi yapmak zorundaydım. Dergilerdenve kitaplardan çevirdiklerimizi ona iletmek onun açısından sohbetetmekti. Deri olmayan, ama kirliliğinden dolayı deri izlenimi veren kumaşkasketini iyice alnına indirip bir dedektife yaraşır mimikleriyle raporlarıniçinden kanıtları çekip çıkarıyor ve İsveç tarihinde yer alan birvakanın aydınlanması için adım adım ilerliyordu. Elinde kalan çıkar bölgeleriniartık güvence altına almayı ve bu nedenle Finlandiya'ya saldırmayıplanladığı söylenen Sovyetler Birliği'ne karşı yürütülen basın kampanyasıonu kaygılandırmıyordu. Batılı güçlerin Finlandiya'ya yardım etmekya da İsveç'in Almanya'ya maden cevheri sevketmesinin yolunukesmek maksadıyla kuzey İskandinavya'da bir cephe kuracağına inanmıyorduBrecht. Onun korktuğu tek şey bir Sovyet-Alman askeri ittifakıydı,bu ittifakın Molotov'un iki halk arasında kan bağıyla oluşmuş dostluğuiçeren beyanında ima edildiğini düşünüyordu. Brecht Sovyetler Birliği'ninkorunması için sınır düzenlemesinden yanaydı, ama özgürleşmesigereken Finlandiya proletaryasıyla ilgili sarfedilen sözleri yargılıyordu.Ljungdal yakında, Almanya'nın teçhizat için gerek duyacağı demir cevherininönem kazanacağını, İngilizler Narvik ve Tromsö üzerinden İsveç'egirmezlerse, gerekli hammaddeleri güvence altına almak maksadıylaAlman ordularının oraya gireceğini söylüyordu. Bindörtyüzotuziki güzündeDalarna'da ilk huzursuzluklar baş gösterdiğinde de cevher ilgiodağıydı. Oyunun ikinci bölümü maden bölgelerinde başlamalıydı, çünküEngelbrekt'in ataları onüçüncü yüzyıldan beri bu topraklarda yaşıyordu.Binikiyüzdoksanaltıda Birger Jarl'ın iktidarı sırasında Alman kökenlibir yurttaşın, İngilbertus'un adı Uppsala kentinin devlet dairelerindekikayıtlara geçmişti. Binüçyüzyirmibirin belgelerinde bu defa Engilbertus494


ismi geçiyordu, armasında yarım zambak yapraklarından yapılma bir üçgenvardı. Engelbrekt'in ataları önce zanaatkar olarak faaliyet göstermiş,Vasterâs civarındaki topraklara, sonra Dalarna'ya yerleşmiş, toprak sahibiolmuş ve demir cevheri hissedarları arasına girmişlerdi. Ondördüncüyüzyılın başlarında tapu sicilinde Englika, Englike ya da Engliko isimlerigeçiyordu. Engliko'lardan birisi Norberg yakınına, en büyük demir madenininyakınına yerleşiyor, Engliko çiftliğini kuruyor, bir maden ocağısatın alıyor ve bir dökümhane kuruyordu. Binüçyüzyetmişaltı kayıtlarında,Albrecht'in vergi zorunluluğunu kaldırmasıyla birlikte Engliko'nunoğlunun, soylu statüsüne geçtiği görülüyordu. Engelbrekt Englikosson'unarmasının solunda aşağıya sarkmış bir kanat, sağ yanında ise yarımbir zambak vardı. Englikosson binüçyüzdoksandokuzda ölüyor veardında iki oğul bırakıyordu, bunlardan büyük olanı, Engelbrekt Engelbrektssontarihsel kayıtlarda ilk kez, Norberg beldesine ait bir belgede görünenyarım zambaklardan oluşan üçgen mührünü bastıktan sonra anılıyordu.Bir dağlı, bir madenci olarak anılan Engelbrekt o zamanlar kırkınıçoktan geçmiş olmalıydı. Norberg madenleri ve dökümhanelerinde hissesahibiydi ve erkek kardeşiyle birlikte dört ayrı mülkün mirasçısıydı, Englikoçiftliği ve Tjurbo, Snâfringe ve Siende'deki çiftlikler. Taşıdığı soylulukunvanı aşağı bir basamağı temsil ediyordu, belki de bir madenci olarakbir soylunun hizmetindeydi. Bu soy ağacını ortaya çıkarabilmeninbaşlıbaşma çok büyük bir iş olduğunu düşünüyordu Brecht, çünkü isimlerinsıralanması sadece İncil'in üfürükçü tonunu anımsatmakla kalmıyor,aynı zamanda oyun içinde daha önce sunulmuş birbirini izleyen tarihselgerçeklerin bağlamına da oturuyordu. Gerçi olgunlaşan Engelbrekt'inkatettiği yol ve uyanışı hakkında hiçbir şey bilmiyorduk, yine desoyu sopuyla ilgili verilerden ve tarih sahnesine adım atma tarzıyla ilgilibilgilerden yola çıkarak kişisel özellikleri ve davranış biçimleri hakkındasonuçlar çıkarabiliyorduk. Soylu statüsünün kazanılmış olduğu bilgisiEngelbrekt ailesinin refaha kavuşmuş ve etki kazanmış olmasını açıklıyordu,isimlerini Almanca okunuşa göre değil de, isveççe okunuşa göreyazmış olmaları kendilerini nereye ait hissettiklerini açıkça gösteriyordu.En önemli üretim dallarından birinde faaliyet gösteriyorlardı, dış ticaretebağımlı değillerdi, ama yine de Hansa kentlerinin büyük tüccarlarıylailişki içindeydiler ve maden şirketlerine pekâlâ ortak sermaye yatırıyorlardı.Englikosson Kral Albrecht'in ayrıcalık tanıdığı kişilerden birisi olduğuiçin Mecklenburglu'nun taraftarı olarak kabul görebiliyordu. Bağlılığınıgöstererek ya da borç vererek Kral'ın lütfunu kazanmanın bütüngereklerini yerine getirmiş olmalıydı, çünkü Johnsson Grip'in gücününDalarna'da büyüdüğü dönemde de Englikosson topraklarını, madenocaklarını ve dökümhanelerini korumayı başarmıştı. İş yapmaktaki becerisi,ne Albrecht'in sürülmesinden ne de Danimarkalı valilerin iş başınagelmesinden hiç zarar görmemiş olmasından belli oluyordu. O zamana495


kadarki ayrıcalıkları ilk kez, ölümünden kısa bir süre önce, binüçyüzdoksanaltıdaMargareta maden ocağı bölgelerinin büyük bir bölümünü kişiselolarak yönetmeye başladığında sınırlandırılıyordu. Artık Hansa'yla serbestticaret yapamıyor, kraliçenin ihracat işlerini üstlenmeleri için gönderdiğiajanların emrine girmek zorunda kalıyordu. Maden ocaklarının efendilerieğer ocakları ellerinde tutmak istiyorlarsa bundan böyle bir madenhissesi için üretim kapasitesine bağlı olarak yirmi altı gemi poundu kadardemir vermek zorundaydılar. Bindörtyüzikide Holstein'la savaş halindeolan Danimarkalı kraliçe bu yasalara hile karıştırıyor ve en verimli bazımadenlere el koyuyordu. Genç Engelbrekt hakları tehlikeye giren, ocaklarınınbir kısmını ellerinde tutabilmek için devamlı taviz vermek, rüşvetödemek zorunda kalan madenciler arasındaydı, yavaş yavaş içinde onudaha sonra isyana sürükleyecek olan bir isteksizlik birikiyordu. Ama hâlâhimaye edilen, arma sahibi bir adamdı o. Eğitim görme şansına sahip olmuştu.Aristokratlarla olan dostluğu büyük çiftliklerde eğitilmiş olabileceğiihtimalini güçlendiriyordu, Rossvik'de, şövalye Gustafsson Bât'm çiftliğindeeğitim görmüş olabilirdi, Bât'ın onunla aynı yaşta olan oğlu Pukeözgürlük mücadeleleri sırasında Engelbrekt'in en yakın yol arkadaşı olacaktı.Engelbrekt maden ocağı sahibi olarak demirin nehri aşarakVâsterâs'a, oradan da Mâlar üzerinden Stockholm'e nakliyesini denetlemektensorumluydu. Burada, eklüzün hemen arkasındaki nakliye limanlarındaHansa kentleri için hazırlanmış yükler tartılıyor ve büyük savaşgemilerine yükleniyordu. Ticari ortaklarını ziyaret etmek üzere bu gemilerleLübeck'e, Wismar'a ya da Rostock'a gitmiş olmalıydı, bu kentlerdeykenOrta Avrupa'da giderek büyüyen toplumsal mücadeleler, öncelikle deetkileri kıyı kentlerine kadar ulaşan Bohemyalı köylülerin ayaklanmalarıhakkında bilgi edinmiş olabilirdi. Serbest ticaretin korunmasına, yabancısaldırıları karşısında güvenliği sağlamaya hizmet ettiği sürece bir birliktenyanaydı Engelbrekt, ancak iktidara Erik'in gelmesiyle birlikte isyanın patlakvermesine kadar süren bir kuşku ve huzursuzluk dönemine girmiş gibigörünüyordu. Belki de başlangıçta, Margareta'nın vârisi Erik'in yönetimindeBirlik Krallığı'nda uygun bir pozisyon elde edebileceğini ummuştu.Atlı ordunun mensubu olarak, Alman Tarikatı'nın Polonya-Litvanyabirliğiyle yaptığı savaş yüzünden zayıf düştüğü bir dönemde Erik'in seferlerine,Holstein ve Hansa'ya açtığı savaşlara katıldığına ilişkin ipuçlarıvardı. Ama bu onu çelişkili bir durumun içine sürüklemiş olmalıydı, çünküDanimarka'nın deniz gücü olarak elde edeceği avantajlar onun açısındandeğerli iş bağlantılarını kaybetmek anlamına geliyordu. Daha sonrakiyaşamını adalet duygusunun belirlediği Engelbrekt Hansa'ya güveni kırıldığıiçin ahlaki bir çatışmanın içine düşmekle birlikte yine de, halk ordusununörgütlenmesi ve yönetilmesinde işine yarayacak olan askeri pratiğindenvazgeçmiyordu. Neden sonra Erik İsveç'in bağımsızlığı vaadiniyerine getirmeyince, bütün önemli görevlere kendi vasallerini yerleştirin-496


ce, valilerini, idare memurlarını ve paralı asker yığınlarını Dalarna'yagönderince, vergileri iki katma çıkarınca, demir fiyatlarını aşağıya çekince,kurduğu soygunculuk sistemiyle halka korku salmaya devam edinceEngelbrekt Danimarkalı Kral'a karşı koymaya başlamıştı. Yavaş yavaşbelli bir sınıfın belirlediği girişimci ve finansmancı tutumu değişmeyebaşlıyor, kişisel çıkarlarının zarar görmesi karşısında duyduğu öfke dahageniş kapsamlı, çıkarcı olmayan bir anlayışa dönüşüyordu. Tahmin edileceğikadarıyla herkesin desteğini almış olarak ona verilen yüksek görevlerdenve bunları üstlenir üstlenmez kendinden emin bir şekilde işlerekoyulmasından yola çıkarak zaten uzun zamandır yeteneklerini gösterdiğinive madencilerin saygısını kazandığını tahmin edebilirdik. Onun ansızınortaya çıkışının nedeni o zamana dek etkili olduğu dar çevrenin küçükbir yarıkken büyümesi ve yeni bir menzile ulaşmasıydı. Fazla önemlibirisi değilken bir anda lider figür olması Engelbrekt'in kendisiyle ilgilideğildi, buna karşılık tarih onun çoktan seçilmiş olduğu çalışma alanınıbir anda aydınlatmıştı. Attığı ilk adımların ne ölçüde, özel amaçlardançok genel çıkarlara hizmet ettiği saptanamıyor, ayrıca kendi kararıyla mıyoksa halkın baskısı yüzünden mi silahlı mücadeleye geçtiği sorusu dayanıtsız kalıyordu. Başlangıçta onu sadece kendi işini tekrar hareketlendirmek,ticareti normalleştirmek ilgilendirmiş olsa da, köylülerin ve madenişçilerinin sözcüsü olarak ün kazanıyordu, bu insanlar ülkedeki kötükoşullarla ilgili şikâyetlerini krala iletmek için onu seçmişlerdi. Seferberlikilan etmek için henüz uygun bir zaman değildi. Ama taktikçi Engelbrektdevrim öncesi bir durumun içinde bulunulduğunun farkındaydı.Kendi amaçlarını gerçekleştirmek için halka ihtiyacı vardı, öte yandanhalkın öfkesi de onu içine çekmiş olmalıydı. O zamana kadar bütün kararlardışarıya kapalı bir ritüelle Yüksek Vekiller Komitesi'nin elinden çıkıyordu,ama artık halk arasında baş gösteren açık bir güç büyümeye yüztutmuştu. Devrimci güç çalışanların değişen tutumunda, alet edevatasanki silahmış gibi sarılmalarında gösteriyordu kendini. Oyunun birincibölümünde efendilerin sahneleri ağır basıyordu. Şimdiyse hareket noktasıaşağıdakiler olacaktı. Ama sahneleri tasarlarken egemen figürler birkez daha musallat oluyordu başımıza, çünkü bütün tarih onlarla doluydu,statüleriyle aşağıda, toprak ve kayalık zeminde olup bitenleri ve nadirensözü edilmeye değer bulunan olayları gölgeliyorlardı. Savaşlar yüzündenbarışın bir kez daha sona erdiği ve İsveç'in zorluklarla ve kurbanlarvererek kazandığı her şeyi silip süpüren zorba bir rejim altına girdiğibir dönemin keskin başlangıcında güçlerin harekete geçip yer değiştirmesininnasıl dile getirilebileceğini tartışıyorduk. Olup bitenler yukarısınındikte ettiği gibi olduğu, insafsızlık ve haksızlık halkın tepesine hep yukarıdanindiği için, tarihçileri de bakışlarını yukarıya çevirmeye zorlayan,onların gözünü kamaştıran bu yüksek doruk ürkütücü bir çekim gücünesahipti. Onların belirleyiciliğinden kaçınmak mümkün değildi, tıpkı bu-497


gün, bindokuzyüzotuzdokuz Kasımında olduğu gibi o zaman da gündelikyaşamımızı onlar belirliyordu. Bugün içimizde taşıdığımız sıkıntıyı ozamanki verilerin doğurduğu hesaplaşmaya öyle bir biçimde taşımayaçalışmalıyız ki, onun içinde bizim kendi yenilgimiz, sınırlı bakış açımız,bir türlü vazgeçemediğimiz itaatimiz okunsun, dedi Brecht. Boyumuzuaşan ağır müdahaleler gerçekleşiyor dünyada, bazen kısmen uzağımızdaoluyor bunlar, ama bunların etkilerini burnumuzun dibinde hissediyoruz,bize yönelik tecavüze itiraz ediyoruz, ciddi kafa karışıklıklarına nedenolan ve bizi içinde bulunduğumuz durumu mümkün olduğunca bağımsızbir biçimde yorumlamaya zorlayan kararların içine çekiliyoruz.Kendimize yaptığımız açıklamalar doğru olmayabiliyor ve bu halleriylede Engelbrekt'in yaşadığı dönemde düşünülen, karar verilen ve inkâredilen pek çok şeye uyuyor. Önemli olan biz çalışanların, sömürülenlerinkendini gösterebilmesi, kendi zeminini oluşturabilmesi ve bu zeminde ittifakaramasıydı, buna karşılık düşmanlar önemsenmeden geri plana itilmelive sadece belli bir mesafe içinde onlarla hesaplaşılmalıydı. Belli biroturmuşluktan yola çıkıyor oluşumuz, oyunun bu bölümünün, öfkeninbir zavallılık içinde eriyip gitmesiyle sonuçlanacak bir güçsüzlükle başlamıyoroluşu anlamlıydı. Haftaya Bakış filmleri ve gazetelerimizdeki fotoğraflarünlü yöneticilerin buluşmalarının, üstünlükleri tartışılmaz, sırıtkanve kindar suratlarının karanlık görüntülerini yansıtıyordu, onlarınson derece soyut ama bizim varoluşumuza yönelik oldukları için bizidoğrudan tehdit eden demeçlerini okuyorduk, işte oyunda yer alan yücevarlıklar da tıpkı bizim edindiğimiz bu izlenimler yönünde yansıtılmalıydı.Margareta'nın, yaşamının son yıllarında kurmak için büyük çaba harcadığıBirlik'in altını oyan ve onu mahveden Erik ortaya çıkmadan öncesahnede Norberg ortamı tanıtılmalıydı. Brecht'in ayrıntıları tam olarakbilme isteği Ljungdal, Matthis ve benim için, kütüphanelerde araştırmayapmak, zor bulunur yapıtlardan alıntılar toplamak, o zamanın araç gereçlerini,konstrüksiyonlarını, mekanizmalarını çizmek anlamına geliyordu.Brecht yüksek bacaklı masanın üstünde kartondan, tahtadan, oyunhamurundan bir model üretiyordu, yazılı ve grafik olarak elde edilenlerdenizler taşıyordu bu model. Taşların önüne odunlar yığılıyor ve yakılıyor,ısınan maden yataklarına su dökülüyor ve patlatılıyor, kamalar, çekiçlerve demirlerle bloklar dağdan sökülüyor ve parçalanıyor, sonra dadoldurulan sepetler dolaplı bucurgatla yukarıya gönderiliyordu. Topraktankova kova su çekiliyor, halatlara bağlanan kazıklar aşağıya sarkıtılıpbunlardan destekler yapılıyordu, çalışmaya katılanların, kadastrocularm,kazıcıların, taşıyıcıların, karıları ve çocuklarıyla birlikte çalışan yamakların,ham parçaları eritme fırınına taşıyan arabacıların ve sürücülerin bütündevinimleri güvenli ve temkinli bir düzen içinde birbirine ekleniyor,iç içe geçiyordu. Su çarkının körükleri harekete geçirdiği, eriyen metalintemizlenip arıtılmak üzere akıtıldığı ve sonunda demirciler tarafından iş-498


lendiği koni biçimindeki, odun kömürüyle ısıtılan döküm fırınının çevresindekifaaliyetler de aynı şekilde yürüyordu. Brecht'in maden ocağı inşasınıntartışılması ve görselleştirilmesinde dilsel malzeme olarak kullanmakistediği basit dizelerin tersine evrensel bir tiyatroya yönelmek istediğibelli oluyordu. Bunu belki de ülkede kendisine küçücük bir sahne bileverilmemesine inat yapıyordu. Sorularımıza verdiği yanıtlar farklıydı. Sınırlamalarageçmeden önce karmaşık mekanizmanın bütününü tanımamızgerektiğini söylüyordu başlangıçta. Gelecekteki, yani üretim güçlerininegemen olduğu bir gelecekteki iş yaşamından benzer sahnelerin teatralanlamda gösterilmesinin mümkün olabileceğini söyledi sonra. Üretimdeyer alanların ön planda oluşları ve bedensellikleri, araç gereci kullanışlarındaki,ortak etkinliklerindeki güç ve bilinç, dünya varlığını taşıyanlarınkendileri olduklarına dair yarattıkları izlenim, bütün bunlar eylemakışında belirleyici olmalıydı. Ateşin çıtırtısı, çekiç vuruşları, çarklarıntakırtısı ve ahşap düzeneklerin gıcırtısı, tırmanma ve sürükleme, isliyüzler, paslı vidalar, kirli çizmeler, meşin önlükler; bunlar içine yabancıve tacizkâr bir varlığın sızdığı bir bütünün parçalarıydı. Daha önce, sancaklarındasiyah boğa başı olan Mecklenburglu paralı askerler köylülerintepesine inmiş, onların tahılını ve hayvanını ellerinden almıştı, şimdiysearmalarında gümüş zemin üstünde Pommer'in kırmızı anka kuşunu, bedenlerigerilmiş mavi Danimarka leoparlarını taşıyan ağır silahlı askerlerçıkıyordu sahneye. Bölge yöneticisinin tahsilata yolladığı bu askerlerinyanlarında elleri kolları bağlı birkaç kadın vardı, askerlerden birisi ölü birçocuğu bacağından tutmuş sağa sola sallıyordu, arkalarında da onları siperalmış tahsildar görünüyordu. Parlak dizaltı zırhlarını kirletmemeyeözen göstererek hareket ediyordu zırhlılar. Bir ara öne çıkıp kendini gösterenmemur da mahmuzlu ayakkabılarıyla su birikintilerine basmamayaçalışıyordu. Atları için saman istiyorlardı, bir seyis ahırlardan saman demetigetiriyordu. Maden ocağındaki faaliyet henüz sona ermemişti. Birkaçköylü çağrılıp ayaklarına getiriliyordu. Bu efendi vergileri toplamakiçin gelmişti, elçinin muhasebecisi ödemelerini yapmamış olanların adlarınıokuyordu. Köylülerden birisi yumruk yaptığı elleri belinde öne çıkıyor,bölge valisinin bir önceki vergi için on iki örelik borcuna karşılık elindenaldığı öküzünü yine bu memurdan geçerli fiyat olan dört mark karşılığındageri satın almak zorunda kaldığını, bu nedenle parası olmadığınıbildiriyor ve borcunun ertelenmesini rica ediyordu. Öküzü getir, diyordusayman. Öküz olmadan tarlamı süremem, diye yanıt veriyordu köylü,ama iki asker hemen onun kollarına yapışıp onu sürüklüyorlardı. Memuryasanın belirlediği miktarları toplamakla görevlendirildiğini ve itirazolursa hayvanları ve çiftliği rehin alma yetkisi olduğunu söylüyordu. Dahaönce tahıllarını, meyve, tavuk, kürklerini verenlerin artık bir de parayaçevirerek verecekleri bir şeyleri kalmadığı, üstelik birliklerin kalacak yerve iaşe masraflarının da köylülerin sırtında olduğu, buna ilaveten her yıl499


kale inşaatlarında çalışmak zorunda kaldıkları yanıtları veriliyordu memura.Etrafta bir sessizlik, bir kulak kabartma. Sepetler hareket etmiyor,el arabaları yere bırakılıyordu. Elçi ocağın sahibini çağırtıyordu. MemurJösse Eriksson'un demir külçelerinin teslimatını beklediği söyleniyordu.Ortalığı kaplayan sessizlik sırasında köylülerden birisi, bir yıldan bu yanahizmetlerinin karşılığı olan maaşının ödenmesini memurdan rica ettiğini,ama sırf hakkını aradığı için kürek cezasına çarptırıldığını söylemecesaretini gösteriyordu. Memurun el işareti üzerine köylü dövülüp yerdesürükleniyordu. İşçiler o sırada maden kuyularından gelmeye başlıyordu.Okçular öne sıçrayıp tatar yaylarını geriyorlardı. İşçiler ellerinde araçgereçleriyle tehditkâr birliğin karşısına dikiliyordu. Toprak setin üstünetıknaz, ufak tefek bir figür tırmanıyordu, üstünde kaim bir hırka, başındapüsküllü bir takke vardı. Ne oluyor, diye soruyordu. Maden sahibini görmekistiyorum, diyordu resmi görevli. Tam karşınızda, diye yanıt veriyorve üstündeki tozları silkeliyordu ortaya çıkan bu adam. Memur nasıldavranacağını bilemiyordu, bu adam bir maden ya da toprak sahibindenziyade gündelikçi işçiye benziyordu, ama yine de hafifçe eğilip selamvermeyi uygun görüyordu, çünkü Birlik'in kralı Pommerli Erik, VrastislavDükü'nün ve büyük Valdemar'ın kız torununun soyundan gelen, Danimarka'danüç krallığı yöneten ünlü Margareta'nın evlatlığı olan kralsöylenenlere bakılırsa Engelbrekt'i önemsiyordu, dolayısıyla Erik'in işbaşına getirdiği Danimarkalının atadığı yöneticinin tahsildarı da ona saygıgöstermek zorundaydı. Askerlere silahlarını indirmeleri için emir veriyordu.Yirmi gemi poundu miktarında dökme demir, diyordu Engelbrekt,toplamda dört yüz Livonya poundu eder, demek ki mahkemeninbelirlediği miktar gemilere yüklenmiş oluyor, bu miktar daha fazla olabilirdi,tabii eğer huzur içinde çalışıyor olabilseydik ve eziyetlerden dolayıişçilerimiz kaçıp gitmeseydi. Peki neden demir hâlâ Vâsterâs'a ulaşmadı,diye soruyordu resmi görevli. Postalar yolda, diyordu Engelbrekt, amayollar o kadar kötü durumda ki, ilerleyemiyorlar. Peki niye yaptırmıyorsunuzyolları, diye soruyordu memur. Çünkü bunun için ihtiyacımız olaninsanlar ordunun seferlerinde telef oldular, diyordu Engelbrekt. SayınEriksson belki de henüz halkın çektiği açlığın farkında değilse bile, sofrasınakonan etin yeterince tuzlu olmamasına sinirleniyor olmalıydı, amabu soruna bir çare bulunabilirdi, savaşın sonuna erip Lübeck Limanı'ndabekleyen yüklerin içeri sokulması gerekirdi. Peki köylüler ne olacak, diyebağırıyordu tahsildar, yükümlülüklerini henüz yerine getirmedi onlar.Evet, köylüler, diyordu Engelbrekt, onları ben de haydutlardan kaçıp sığındıklarıormanlardan çekip çıkarmak istiyorum, gündelikçi işçim olmadığıiçin tarlalarım zarar gördü. Efendimize bütün bunları ileteceğim vesonra buraya tekrar geleceğim, diyordu elçi.500


Rosner'in mutfak masasının başında geçirilen saatler araya sıkıştırılansaatlerdi. Başımıza musallat olan her şeyin nasıl sistematize edilebileceğive yazılabileceği hakkında kafa yoruyorduk. Bunlardan kaçmak istediğimizdekarşımıza listeler, tabelalar dikiliyor, kayıtlar ve raporlar insanıhayallerinden koparıyordu. İstediğimiz gibi ilişki kurabileceğimiz bir tarihselliğegeçiş yapmak mümkün değildi artık, haberleşmeler, telgraflarve talimatlar, gazetelerdeki küçük gri resimler kayıtsız şartsız belirlenmişolana dahil olmayı bekliyordu bizden. Norberg'in maden kuyuları bölgesibugünkü olayların olup bittiği yerlerden daha yakın hale gelmişti bizimiçin, beş yüzyıl öncesi yorumlamayı mümkün kılıyor ve içine girebildiğimizbir gerçeklik duygusu veriyordu, buna karşılık her gün, doğrudaniçinde yaşadığımız güncel olaylar hakkındaki tahminlerimizin mesnetsizkalışına ve dağılışına tanık oluyorduk. Rosner tarihsel benzetmelerinpeşinde olan biri değildi, onun açısından somut olan etrafında olupbitenlerdi, kuşatılması zor konularla ilgili şeyleri çekmecelere, kutucuklarayerleştiriyor, farklı karmaşık durumların birbiriyle ilişkisini kuruyor,mutfağın solgun ışığında bağlantıları kâğıda çiziyor ve rakamlara ve güçyoğunlaşmalarına bakarak önümüzdeki günlerde olası durum değişikliklerinihesaplıyordu. Hazırladığı sayfalar, sadece önemli kişiler arasındantek tük ismin toplumsal güçlerden yana olduğu, hisse senetlerinin, ekonomikspekülasyonların birliklerin, donanmaların, hava kuvvetlerininharekâtlarına yansıdığı, ayrıca dünyadan soyutlanmış gibi görünen birtasarımın farklı çevrelerle doğrudan ilişki içine sokulabileceği bir gerçekliğiyansıtıyordu. Onun masasına koyduğu her şey rasyoneldi, şifre dizilerideşifre edildiklerinde ortaya somut açıklamalar çıkıyordu. Daha büyükveri gruplarına geçmeden önce, karmaşanın içinde yer alan küçükbir olayı gözümüzün önüne getirdi, yukarıdan gelen emirlere bağlı olarakderlediği bir malzemeydi bu. Berg Caddesi'ndeki sorgu hapishanesindeiki hücre görünüyordu. Kerevetlerde Warnke ve Verner. İkişer polismemuru onların ellerini ve ayaklarını tutuyordu, birisi kafalarını geriyebastırırken öteki burun deliklerine soktukları cam boruların içine süt döküyordu.İki Alman komünist, Parti'nin yurtdışı yönetiminin bu iki üyesiaçlık grevine girmişti, çünkü resmi makamlar onların siyasi mülteci haklarındanyararlanma talebini geri çevirmişti. Almanya'ya demir cevherigötüren gemilere sabotaj eylemleri planlamış olmalarından kuşkulanılıyordu.Belgelerde elebaşı ve terörist olarak tanımlanıyorlardı. Sıvının yarısıdışarı akıyordu, çatlayan mukozadan akan kanla karışmıştı. Polis bürosununkontrol bölüm şefi Paulsson sert sorgularda uzmandı, AlmanGizli Polisi'yle yakın ilişki içindeydi ve bir itirafname alabilmek için onlarınüstüne gidiyordu. İsveç devlet binasında iki küçük işkence odası.Yüzlercesi arasından iki siyasi tutuklu, haftalar sürecek sonuçsuz bir sorgulamanınardından Lângmora kampına, Falun ıslahevine, Kalmar'dakihapishaneye sevkedilecek iki tutuklu. Tarafsız, demokratik bir devlet.501


Doğu'daki komşusunda savaş. Finlandiya Sovyet'lerin sınır düzenlemesineilişkin taleplerini geri çevirmişti. Almanya'yla imzalanan paktın Sovyetyönetimi için taşıdığı değer, Sovyetler'in kuzeybatısının güvence altınaalınmasına yönelik çabada gösteriyordu kendini. Fin ordusunun başında,yirmi yıl önce kendi ülkesindeki devrimcilere ve Rusya'ya karşı BeyazMuhafızlar'ın komutanlığını yapan kişi olan Mannerheim vardı. İsveç militarizminintemsilcieri o zamanlar da onun komutasında birleşmişlerdi veşimdi yine vatanseverlik duygularının arkasına gizlenerek Finlandiya'danyardımını esirgemiyordu. Onların baskısı ve beklentisi doğrultusunda,kuzeyde çıkacak bir savaşın Almanya'ya Polonya'da ilerlemesi için işaretolacağı fikri üzerine Finlandiya kendini çatışmaya hazırlamıştı. Her şeybüyük bir gücün tehditleri karşısında savunmaya geçen küçük devletin lehineydi.Hangö'nün Sovyetler Birliği'ne kiralanması, toprak değiş tokuşu;bu talepler, Finlandiya'nın pekâlâ düşman bölge ilan edilme olasılığı düşünüldüğündesınırlı kalıyordu. İsveçli generaller için Finlandiya komünisttehlikeyle mücadelede ön bölgeydi. Aralık bindokuzyüzotuzdokuzdaAlman-Sovyet anlaşmasını nasıl gördüklerini eylemleriyle değerlendirmişolanlar onlardı, bu eylemler kamuoyunun ulusal sarhoşluk tepkisindenbaşka tepkilere yol açmıştı ister istemez. Almanya'nın yükünü hafifletmeve Finlandiya'nın askeri potansiyelinin büyük bir bölümünden yararlanmahevesleri saldırmazlık paktının sürekliliğine inanmadıklarını gösteriyordu.Ama Almanya İsveçli ve Finlandiyalı generallerin niyetine düşünüldüğügibi karşılık vermedi, bu savaş Alman ordusuna, kendisi bir zarargörmeden, Kızıl Ordu'nun vurucu gücü hakkında keşif yapabileceğibir alan açtı daha çok. İlk çatışmalar kış savaşı için yeterince teçhizatı olmayanve verilecek kayıplara aldırış edilmeden savaşın içine atılan Sovyetaskerleri karşısında Finlandiyalı birliklerin üstün olduğu izlenimini uyandırıyordu.Burjuvazinin, liberalizmin ve sosyal demokrasinin basını saldırganlarınartık belli olan yenilgisinden duydukları sevinci anlata anlatabitiremiyordu. Finlandiyalı işçi sınıfını koruma amacı alaya alınıyor, Kuusinen'inMoskova'da bir Finlandiya sürgün yönetimi kurmasının Finlandiyaiçin bir iç savaşın başlaması anlamına geldiği tezi küçümseniyordu.Ny Dag'ın baş redaktörü Lager, Kuusinen'in programını yayımladığı içintutuklanmıştı. Buna karşılık Finlandiya'daki Lappo faşizmi sansüre uğramıyordu,İsveç ordusunun yöneticileri savaşa katılmanın sözcülüğünü yaparakrahatça ortalıkta dolaşıyordu. Rosner'in çıkardığı kâğıt üzerindekişemada kenarları kaim çizilmiş kareler finans kapitalin merkezleriydi.Onun altında müdahaleden yana olan bloğunun piramidi. En tepedebaşkomutan General Thörnell. Sonra sırayla Amiral Tamm, TuğgeneralRappe, başkomutanın en yakın çalışma arkadaşı General Douglas, Norrbotten'dekiikinci kolordunun komutanı General Ehrensvârd, savunmakurmayının başkanı Albay Adlercreutz, İstihbarat şefi, ve General Törngren,hepsi de eski Beyaz Muhafızlar'da yer almış Finlandiyalılar. Araya giren, bu502


yılın Nisanına ait bir haberde, Thörnell ve Tamm'ın Alman diktatörü ellincidoğum günü vesilesiyle ziyaretleri ve ona bağlılıklarını göstermek amacıylaİsveçli Rus düşmanı on ikinci Karl'ın bir heykelini armağan olaraksunmaları. Rosner'in masaya serdikleri arasında, propaganda görevi üstlenmişolan, işgal kuvvetleri için gönüllü toplayan, savaş malzemesinintoplanması ve nakliyesiyle ilgili pek çok subayın ismen ardarda sıralanışı.Aktif politika girişimlerinin arkasında para kurumlarının ve ekonominintekellerinin bulunması. Büyük bir bölümü topu topu on beş ailenin elindebulunan holdinglerin büyük bankalarla bağlantısı. İçeride en sert rekabetortamında yaşayan, serbest girişimciliğin korunması esası sayesinde ayaktatutulan bir imparatorluk. Wallenberg grubunun karışık ilişkilerine dairbilgiler. Almanya'yla iş ilişkileri komisyonunun başkanı Jacob Wallenberg,İsveç Britanya ticaret odasında Marcus Wallenberg. Bu ikisinin ülke ekonomisinindenetimini elinde tutması. Özel bankaları üzerinden büyük sanayiyeuzanan hattın içinde, LM Ericsson, Atlas Copco, Asea, Separator.Santrifüj üreten sonuncusundan benim kalay ittiğim kazan dairesine, Rosner'inkırmızı yuvarlak içine aldığı mekâna uzanan ince hat. Ve yüzlercebaşka firma. Bütün branşlardaki devasa isimlerin, demir çelikten kimyakombinalarına, kibrit fabrikalarından, nakliye ve Batı Hindistan ve DoğuAsya şirketlerine kadar bütün branşlardaki isimlerin anlık titreşmesi. Aristokratlariçin çalışan aradaki yüzbinlercesi. Generallerle doğrudan bağlantılarıolanlar. Bir yandakilerin planlar yapıp gücü ele geçirmeye çalışması,diğer yandakilerin onlara silahlı koruma sunması. Askeri güç ilişkileri meselesinde,özel olarak da Büyük Britanya'yla olan ilişkilerde kurmaylarınkomutanı Tuğgeneral Jung'un danışmanlığı. Mermi stoklarının ve madencevherlerinin gemilerle Almanya'ya gönderilmesi meselesinde Kont Douglas'danyardım alınması. Krupp'un birinci adamı, Bochum Çelik Döküm'ünhissedarı Wennergren'in Bahama Adaları'nın ötesindeki merkez ofisindenTicaret Bankası'nın denetleme kurulu başkanı Malm'a yol göstermesi. Askerlerinve sanayicilerin dalaveralarıyla Finlandiya Komitesi'nin kurulması,komünizme karşı haçlı seferleri. Sermayenin deposundan gelen anlaşılmazsesler, bu seslerin İşverenler Birliği etrafında biraz daha belirginleşmesi,Genelkurmay'da, burjuvazi partilerinin başkanlık odalarındatitreşim yapması, muhafazakâr eğitim sistemine, ulusal birliklere yayılması,ve basın organlarında tam kıvamını bulması. Kısmen yukarıdaki işverenlerebağlı olan, kısmen de kendi dokunulmazlığı için mücadele edeniktidar. Terazinin durmadan bir o yana bir bu yana salınması, bir yandaneski gelenekten gelen ve bir süreliğine ağırlık kazanan Almanya dostluğu,sonra liberal çabalarla Batı Avrupalı güçlerden yana olmanın tekrarağırlık kazanması. Yirmi beş yıldır sağ kanat sosyal demokrasinin tepesindeoturan Dışişleri Bakanı Sandler, Ticaret Bakanı Möller, SavunmaBakanı Sköld, ordu yönetiminin hedeflerini destekliyorlardı. Çiftçi Birliği'nden gelen Adalet Bakanı Westman ve Sağ Parti'nin yöneticileri Bagge503


ve Domö onlarla ittifak halindeydi. Parlamentodaki sosyal demokratlarıngrubundaki çoğunluk da Finlandiya'ya askeri yardım yapılmasından yanaydı.Rosner'in parmağı bir isimden diğerine kayıp duruyordu. ParlamenterBranting, Halk Partisi üyesi Andersson i Rasjön, sosyal demokratMaliye Bakanı Wigforss, Tarım Bakanı Bramstorp, sosyal demokrat müsteşarEriksson ve bağımsız Quensel muhalif tarafı temsil ediyorlardı. Hâkimpolitikaya karşı ve ondan yana olanlar bütün farklı siyasi formasyonlardançıkabiliyordu. Sağdan da soldan da hem müdahale talebinden hem tarafsızlığınkorunmasından yana tavır alanlar vardı. Siyasetin ataerkil şeflerininreisi Per Albin Hansson'un görevi dengeyi kurmaktı. Savaşı isteyenlerinortak noktası, ister nasyonal sosyalizme sempati duysunlar isteringiliz yanlılığının koruyucu kalkanına sığınsınlar, Sovyetler Birliği'ninparçalanması umuduydu. Bir yanda Almanya'yı bu işe memur görenler,öte yanda İngiltere'nin Kuzey İsveç üzerinden Finlandiya'ya girme talebinidesteklemek isteyenler vardı. Tek sorun hangi ittifakın gelecek açısındanen iyi manzarayı ortaya çıkaracağına karar verilmesiydi. Sonra tarafsızkalma ve Finlandiya'yı kendi koyacağı ölçülere göre destekleme eğilimininağır basması. Onüç Aralık, hükümette değişiklikler, diye yazdı Rosner.Hansson başbakan olarak kalıyordu. İsveç birliklerini Âland'a göndermekkonusunda ısrar eden Sandler'in yerine Alman kökenli, Berlinli,aynı zamanda kıvırtma diplomasisinin gereklerini iyi bilen Günther geçiyordu.Müller Sosyal İşler Bakanı, siyasi muhalefeti gözetim altında tutacakEmniyet Bakanı, Bagge Kültür Bakanı, Domö Ticaret Bakanı oluyordu,böylece ticari işlerin yönetimi uç muhafazakârların elinde kalıyordu. Anderssonİletişim Bakanlığı, Eriksson Hazine Bakanlığı görevini üstlenmiş,buna karşılık Sköld, Wigforss, Westman, Bramstorp ve Quensel yerlerindekalmıştı. Müdahil olunmayacak, ama kapsamlı bir silah yardımına gidilecekve gönüllüler toplanacaktı. Baron Mannerheim'ın savaşına katılamamışolmak yüzünden hayal kırıklığına uğrayan İsveçli generaller, Kızıl Ordukarşısında kazanılacak zafere hiç değilse maddi katkıda bulunmaküzere mühimmat depolarını boşaltıyordu. Eski generaller muharebe alanındakişisel zaferlere imza atamadıkları için kendi ülkelerinde Bolşeviknefretini kışkırtıyordu. Onların arasında en çok Kont Douglas göze batıyordu,Mareşal olan babası Dünya Savaşı'nda Almanya'nın yanında yeralmayı savunmuştu. Rosner'in yanındayken, tepemize inmek üzere tekyumruk haline gelen şiddetli güce, ama aynı zamanda dayanma gücünün,demokratik temelleri koruma çabalarının göstergelerine tanık oluyorduk.Brecht'in yanmdayken yaklaşmakta olan apokaliptik fırtınanın göstergelerinicanlandırıyorduk, Karelya'nın karında donmuş cesetlerin fotoğraflarınıngerisinde, kulübelerinin bacalarına asılan, kazıklara bağlanan, prangalaravurulup kırbaçlanan Dalarna köylülerini görüyorduk, karasabanlarınönüne bağlanmış kadınların iniltisini, bir başına kalmış çocukların ağlamasınıduyuyorduk.504


Maden ocağı sahibi, tüccar loncası mensubu Engelbrekt Engelbrektssonbölge valisi Jösse Eriksson'un huzuruna çağrılmıştı. Yüksek sandalyeninüstünde oturan, uzun ipek bir tunik giymiş olan, her tarafından zilli,çıngıraklı bantlar sarkan Danimarkalı, Engelbrektsson'un neden dahaönce gelmediğini, onu yanına çağırmak zorunda kaldığını soruyordu. Enufak bir hareketinde her tarafından ziller çıngırdıyordu. Engelbrekt de ziyaretiçin giyinip kuşanmıştı, üstünde yere kadar uzanan, geniş kollu,yanları kürkle süslenmiş bir palto, başında da geniş kenarlı bir şapka vardı.Adeta hayranlıkla aşağıya sarkan kumaş parçalarından birini tutuyorve sallıyordu. Yüzünde gülümsemeyle, son moda, diyordu. Jyllând'lı onugenizden gelen sesiyle onaylıyor, bu modanın cadı Johanna'nın yakılmasındansonra çalan kilise çanlarını hatırlattığını söylüyordu. Sonra bu kadınimajına, Lothringen'in bir köyünde yaşayan, ailesinden kaçan ve isyanınbaşını çeken bu keçi çobanı kadına sövüp sayıyordu. Ancak ata bindiğizaman boyunu bosunu gösterebilen el kadar bir hatun kişi işte, diyorduküçümseyici bakışlarını karşısındaki tıknaz, paltosuna gömülmüşfigüre yönelterek, ve ata da hep Compiegne Ormanı'nda tam yakalanmaküzereyken biniyordu, iğrenç bir yaratıktı o, haklı olarak da Rouen'da kibiriyüzünden cezalandırıldı. Ama Fransa halkı, diyordu Engelbrekt,onun kahramanca İngilizlerin karşısına dikildiğini düşünüyor. Büyücübir cadıydı o, diye yanıt veriyordu Eriksson, onu yargılayanlar bunu bilmezmiydi, mahkemesinde yüzlerce insan vardı, en önemli kilise adamları,din alimleri, felsefe doktorları, sonra şiddetli bir çıngırtı eşliğinde Engelbrekt'inuyumlu davranmamasının nedenlerini bildiğini, yabancı gümüşve altınlarını yasaya karşı gelerek Kral'dan kaçırmaya çalıştığını söylüyordu.Engelbrekt şaşırmış gibi yapıyordu. Ama benim paramı siz kendiellerinizle değersiz sikkelerinizle değiş tokuş ettiniz, diyordu, üstelikbu paradan elime bir şey kalmış olsaydı da, Hansa'ya açtığımız, yakındayirmi yılını dolduracak savaşların zaferle sonuçlanması için yetmezdi.Adam Schleswig'i gözden çıkarsaydı keşke. Adam da kim, diye soruyorduyönetici. Majesteleri, diyordu Engelbrekt. Artık ona bağlılık göstermiyormusunuz, diye soruyordu Bay Eriksson. Ona her zaman sadakatlehizmet ettim, diyordu Engelbrekt. Ama sesinde isteksiz bir ton gördüğünüsöylüyordu öteki. İsyancılara katılmaya niyeti olup olmadığı soruluyorduEngelbrekt'e. Ben Birlik'ten yanaydım, diyordu Engelbrekt, ama şimdikikoşullarda Birlik daha fazla ayakta kalmaya dayanamaz, dirlik düzenliksağlanmalı, iş ve ticaret teşvik edilmeli. Sonra saraydaki odadan yırtık pırtıkgiysileriyle köylüler ve maden işçilerinin doldurduğu Vâsterâs'a geçişyapılıyordu. Maden ocağının bucurgat çarkları sessizdi, galeriler yıkıktı,eritme fırınlarından ve demirhanelerden alevler yükselmiyordu. Paltosununaçıklığından içindeki göğüs zırhı ve kılıcı görünen Engelbrekt'in çevresisarılmıştı. Eziyetlerden yakınılmıyordu artık, sadece öfke patlıyor, Danimarka'dakiKral'a halkın sabrının taştığının iletilmesi isteniyordu. Ko-505


nuşmayı ve nasıl davranacağını bilen birisi olarak köylülerin isteği üzerineKopenhag'a gitmeye ve orada onların sorununu temsil etmeye hazırolup olmadığı soruluyordu Engelbrekt'e. Bindokuzyüzotuzikinin sonbaharı.Engelbrekt'in, demir ülkesinin liderinin hükümdarla buluşması gerçekleşiyordu.Bu sahne, dedi Brecht, çılgın hareketli kantolara benzemelibiraz, ama içine dehşet romanlarının ve boyalı sansasyon basınının öğelerisokularak karikatürize de edilmeli. Paj kesimli, beyaza çalan sarı saçlarıyla,dantelalı gömleğinin açık düğmeleriyle, bir ayağı çıplak, öteki ipekterliğinin içinde, çok yaşlı bir adam gibi görünen genç Erik, etrafta yarıçıplak fahişeler, tıkman ve höpürdeten birkaç saraylı ve bir piskopos. Kafestekipapağanların çığlıkları eşliğinde soytarı taçlar ve asalarla oyunlaryapıyor, kilise adamı ortalığı velveleye veriyordu. Şimdi ne olacak bana,diyordu kilise adamı, çünkü Piskopos Gerekesson ve Johannes Jerechinionu artık İzlanda'da da istemiyorlar ve boğmakla tehdit ediyorlardı. Kaço zaman, diye bağırıyordu Erik. Yanıt hemen geliyordu, Uppsala'dakicevher işimi elimden almalarına izin veren sensin, oysa bana yardım etmekzorundaydın, senin için neler yapmadım ki ben, savaş gemilerimizlesana getirdiğim servetler olmasaydı bir hiç olurdun sen. Skalholt'a geridön, diye haykırıyordu Erik, seni kaynar sularda haşlamalılar. Kendiniyastıkların arasına atıyor, hıçkırıyordu, kadınlar onu okşuyor ve yüzündetüy yelpazelerini gezdiriyorlardı. Benim Filippa'm, diye uluyordu, beninasıl bırakabilirsin böyle. O sırada Engelbrekt adamlarıyla görünüyordu.Üstünde seyahat giysileri, ayağında çamur içinde kalmış mahmuzlu çizmeler.Dalarna halkının elçisi olarak geldiğini söylüyor, tebaası olarakonun yüce yönetimindeki ülkede yaşanan kötü koşulların incelenmesiyleilgilenmesini rica ediyordu ondan. Acı çektiğimi görmüyor musun, diyorduKral ve bir kez daha uluyordu, Filippa sana hiç vurmuş olabilir miyimben. Canı yanıyor, diye fısıldıyordu soytarı Engelbrekt'in kulağına,çünkü karısını öldürene kadar dövmüştü, ama Kral yine, acı çekiyorum,acı çekiyorum, diye inliyordu. Benim geldiğim yerde bir sürü insan acıçekiyor, diyordu Engelbrekt. Yardıma, rahatlamaya ihtiyaçları var. Onlarınacıları benimkiyle boy ölçüşemez asla, diye karşılık veriyordu Kral,ama yine de lütufta bulunup senatoya bu sorunu araştırmaları ve çözmeleriiçin talimat vereceğim. Bir parşömene bir şeyler yazıyor, damgalıyorve Engelbrekt'e uzatıyordu, sonra elini sallayarak onu uzaklaştırıyor, yenidensızlanmaya başlayıp yumuşak bedenlerin arasına uzanıyordu. Artıkotuzdört ilkbaharını anlatmaya geçmeliyiz, dedi Brecht, çeşitli gruplarınseslendirdiği bir şarkıyla ya da diyalog parçalarıyla anlatılabilirdi belkibu dönem, böylece aşağıdakiler yukarıdaki durumların anlatımına kulakkabartacaktı. Bu arada araştırma komisyonu bölge valisi Jösse Eriksson'unyanı sıra at üstünde gelmiş, atların onları engebeli araziden en tepeyeçıkaramamalarına öfkelenmiş, aç insanların arasında burunları havadadolanmış, kulübelerden gelen leş gibi koku karşısında burunlarını506


tıkamış, başlarını bir aşağıya bir yukarıya sallayıp durmuş ve sonra geldiklerigibi gitmişlerdi. Biz nasıl sözleşmeler, anlaşmalar, ittifaklar, saldırmazlıkpaktları, sınır güvenceleri, sınır saldırıları, savunma önlemleri, savunmasavaşları çevresinde dönen satrancı izliyorsak, aynı şekilde pislikiçindeki köylüler ve maden işçileri, samanların içindeki tutuklular, ormandakiilkelleşmiş adamlar da başlarına gelebileceklere kafa yormakzorundalar ister istemez, dedi Brecht. Horsens'de barış yapıldığı söylenmiyormuydu, orası nerde ki, Jyllând'da, artık kimse askere gitmek zorundakalmayacak, oysa Danimarka ordusu yeniden Hansa'ya saldırıyordu,neden, çünkü Erik Baltık Denizi üzerindeki egemenliğinin sona ermesindenseNordland'ın çökmesini tercih ediyordu, ama sonra yine ateşkes,peki nerede, Svendborg'da, Fyn'de, orada toplanmış ve uzlaşmışlardı, nihayetbarış mı, hayır, Erik açgözlü Holstein'lıların Südjylland'ı almak istemesinekatlanamıyordu, süvarilerin yeniden yola düşüşü, yeni katliamlar,yinelenen vergi şantajı, ama artık Vordingborg'da büyük konferans,şerefli konuşmalar ve vaadler, orada kimler yoktu ki, Lübeck'den, Wismar'dan,Hamburg'dan, Lüneburg'dan, Flensburg'dan elçiler, Danimarkalıve İsveçli soylular, piskoposlar Sigge von Skara ve Thomas vonStrangnâs, peki Erik'in maiyeti neden bu kadar küçüktü, çünkü şövalyelerininbir çoğu henüz yollardaydı, saldırılar düzenleyerek kendi lehlerinedaha iyi barış koşulları çıkarabilmek için. Şarkının, kanonun temposugiderek artıyordu, Engelbrekt yine Kopenhag'a gitmişti, bitmeyen şikâyetlerinlecehenneme kadar yolun var, diye bağırmıştı Kral, bir daha gözümgörmesin seni, son bir kez daha geleceğim diye yanıt veriyordu Engelbrekt.Bu bir özgürlük mücadelesi, bir halk savaşı olduğu için yapılanher şey elle tutulur bir olay olarak gösterilmeliydi. Artık mesafeli bir yüksekliktengörünen manzaralar, ulvi ve donuk bakışlar değil, somut devinimler,zift dökülmüş kazıkların birbirine bağlanarak hücum silahı inşaedilmesi ve kalelerin önüne itilmesi serilecekti göz önüne. Köylü ve işçiordusu siper kazıklarının, baltaların, çekiçlerin, yabaların, topuzların, ganimetolarak toplanmış kılıçların ve mızrakların koruyuculuğunda düşmanınkalelerine doğru ilerliyordu. Nasıl ki daha önce sadece efendilersahne aldıysa, şimdi de sadece halk sahne alıyordu, tanrısallardan eseryoktu artık. Tarlaları aşıp gelen kalabalığı görünce tabanları yağlıyorlardı.Borganâs'e doğru ilerliyordu kalabalık. Alevler, kazmaların çatırdattığısurlar. Bindörtyüzotuzdört yaz ortası şöleniydi bu. Çanlar artık ilk halkzaferinin kazanıldığını müjdeliyordu. Köylerde müzisyenler keman çalıyor,kavallarına kendilerinden olanlar için üflüyorlardı. Yola devam ediliyordu,Vâstmanland'a, dosdoğru Köping ve Vâsterâs'a. Borganâs birhamlede almıvermişti, Köping kalesinin istihkâmı daha güçlüydü. Bunarağmen asıl adı Giovanni Franco olan ama Johan Vale olarak anılan İtalyansaray sahibi yanına hiçbir şey almaya fırsat bulamadan atına atlayıpStâkeborg'a kaçarken Köping kalesi yakılarak yerle bir edilmiş bulunu-507


yordu, bu arada Johan Vale sorguya çekilip ağzından laf alınabilir, dediBrecht. Ordu cebri yürüyüşle kıyı kenti Vasterâs'a ulaşıyordu. Büyük kapılarınönünde Engelbrekt kalabalığın içinden omuzlara yükseliyordu,böylece ufak tefek sakallı adam ellerini ağzının kenarlarında huni gibi yaparakkonuşmasını uzaklara ulaştırıyordu. Kent sakinlerine kendisini izlemeleriiçin çağrıda bulunuyor, sonra soylu sınıfın temsilcilerine ortayaçıkmalarını ve halk iktidarına boyun eğmelerini emrediyor, aksi takdirdemallarından ve canlarından olacakları yolunda onları tehdit ediyordu.Gittikçe yükselen surlar silsilesi. İçlerindeki büyük giriş kapıları tek tekve ağır ağır açılıyordu. Jösse Eriksson uzaklarda bir yerlerde bir sur deliğindensıvışırken bölge valisinin yardımcısı Melchior Görtz korku içindeyerlere kadar eğilerek ortaya çıkıyor ve Engelbrekt'e kentin anahtarınıuzatıyordu, bunun üzerine Engelbrekt önceden planlanmış olduğu üzereşövalye Gustafsson Bât'ı Vâsterâs'm efendisi ilan ediyordu. Böylece Dalarnaharekâtının üstünden daha bir hafta bile geçmemişken devrim, aristokratlarınkatılımı ve ülke halkının yanında yer almasıyla çehresini değiştirmeyebaşlıyordu. Tepeden inmeci bir tarih dersi izlenimi yaratılmamalı,dedi Brecht, biz çeşitli bağlantı noktalarını vurgulamakla yetinmeliydik,şiddetli tarihsel değişimler bu noktalardan yola çıkarak okunabilmeliydi.Bir ay içinde gerçekleşen ve Dalarna'yı, Vâstmanland'ı, Krallığınmerkezi Uppland'ı elli bin kişiye ulaşan halk ordusunun ele geçirdiğidevrime ilişkin yığınla belge vardı. Erik pek çok ayrıcalıklarını ellerindenalmış olmasına rağmen soylular Danimarka egemenliğiyle bir mücadeleyegirişmeye uzun zaman yanaşmamışlardı. Dikbaşlı bir halk hareketininişaretleri Birlik Kralı'nın zorbalıklarından daha çok rahatsız ediyordu onları.Bütün uyarılara rağmen yoksulluğun azalması için hiçbir girişimdebulunmamışlar, bunun yerine Danimarka sarayında uzlaşma yoluna giderekKalmar'da garanti edilen haklarını geri alabilmek için kapalı kapılarardında pazarlıklara girişmişlerdi. Engelbrekt'in bindörtyüzotuzüçteErik'i ikinci ziyareti de sonuçsuz kaldığı gibi kepazelikler daha da ayyukaçıktığı için Engelbrekt bu defa bir orduyla bölge valisini devirmek üzereVâstarâs'a girmişti. Burada şövalyeler ve ruhbanlar onun yolunu kesmiş,ülkedeki durumu derhal düzeltecekleri yolunda söz vermiş, bununüzerine Engelbrekt de bir dalaşı önlemek amacıyla geri çekilmişti. Yukarıdakilereitaat ettiği anlamına gelmiyordu bu, gösterdiği dikkat daha çokzaten devrimci bir planı tasarlamış olduğunun, bu planı tehlikeye atmakistemediğinin ve vurmak için uygun zamanı beklediğinin kanıtı gibiydi.Bu hareketin bir çarpışmayla, soylularla köprülerin atılmasıyla sonuçlanmasınıistemiyordu, asıl isteği onları halkın yanına çekmekti, onlarsız zaferelde edilemeyeceğini biliyordu, hareketin ta en başından sonuna kadarbir birliğin kurulması ilgilendirmişti onu, özgürlük mücadelesinin biriç savaşa dönüşmesini engellemek için her türlü uzlaşıya açıktı. Şövalyelerikurnazlıkla, ikna yoluyla kendi tarafına çekmeliydi, en ikna edici un-508


sursa artık arkasına aldığı ordunun büyüklüğüydü. Ahalinin birarayagelmesi, silahlanması, alayların oluşturulması için köyden köye parolalariletiliyordu. Halkın galeyanı durdurulacak gibi değildi. Harekât hasatbayramının başladığı güne denk getirilmişti. Köylüler, maden işçileriakın akın biraraya geldiğinde soylular da sırayla bu orduya katılmanınavantajlarını görmeye başlamışlardı. Yabancı kontların el koyduğu mallarınıve saraylarını kitlelerin koruyuculuğunda geri alma imkânı doğabilirdi.Çalışanlar hayatta kalma mücadelesi verirken onlar zenginleşmeninpeşindeydi. Birçok kuşak yabancı efendilerin saldırısını yaşamış olsa daaşağıdakilere fazla bir şey söylemiyordu bu, onlar için efendilerin Almanya da Danimarkalı olması önemli değildi, onların tek bildiği baskıcılarınvarlığıydı. Yerli krallar tarafından yönetilseler de oldum olası yurtsuzduonlar. Ulus fikri, ulusal birlik düşüncesi çok sonra yukarıdan empozeedilmişti onların kafalarına. Engelbrekt'in Alman kökenli olması ilgilendirmiyorduonları, onların gözünde bu topraklara kök salmış birisiydiEngelbrekt. Albrecht döneminde tohumları atılan Alman nefreti böyle birdurumda onun ün salmış dürüstlüğüne leke sürmez, olsa olsa onu güçlendirirdi.Engelbrekt'in halka ihtiyacı olduğu ve devrimci bir ortamı eylemeyönelttiği kadar, isyan inisiyatifi onun elinde olduğuna göre halkında bu deneyimli, görmüş geçirmiş madenciye ihtiyacı vardı. Çalışanlarınartık boyunduruktan kurtulup ayaklandıkları ve Engelbrekt'in misyonunungiderek büyüdüğü kesindi. Kendisini bir halk adamı olarak görüyorolması da mümkündü. Maden sahibi olarak kendisiyle ve maden işçileriylearasındaki sınır iç içe geçmiş gibiydi, bizzat işe katılıyor, zanaatkarlarınve demircilerin yanında yerini alıyor, bölge valilerinin karşısındaücretli adamlarını temsil ediyordu. Ama bir sonraki adımda soylular daonun maiyetine katılıyordu. Bunun çeşitli nedenleri vardı. Şövalyeler teçhizatve at sahibiydi, silah yapımında bilgiliydiler. Engelbrekt süvari sınıfınıdaha hızlı ilerleyebilmek ve düşmanın ikamet ettiği mekânları ânibaskınlarla alabilmek için kullanıyordu. Danimarka hâlâ gücünü koruyordu,ana kalelerde Stockholm önlerinde olduğu gibi ağır silahlı garnizonlarvardı. Doğal bir biçimde ayaklanan ülke halkı disiplinli bir muharebedüzenine sokulmalıydı. Böylece Engelbrekt meslekten askerleri kendiyanına çekiyordu, her ne kadar bunlar devrimin ilk aşamasını biçimlendirenlerlekarşılaştırıldığında başka zümrelerden geliyor olsalar da.Engelbrekt bütün bunların ardında tüm kesimlerin ve sınıfların birliktehareket etmesi hayalini, hukukun yeniden inşası, tüm kesimlerin temsiledildiği bir konseyin kurulması umudunu taşıyordu hep. Soyluları kendiyanına çekmeye çalışıyor, uzlaşma gerektiren böyle bir geçiş dönemindeonlara yüksek pozisyonlar vaat ediyor, onların hırsını kışkırtıyor, ayak dirediklerizaman da hareketin elde edeceği başarıların onları ister istemezbağlılığa zorlayacağını hesap ederek onları tehdit ediyordu. Öte yandanböyle yapmakla başına bela almış oluyordu. Çünkü Engelbrekt ülkeyi öz-509


gürleştirmenin unvan sahiplerinin de görevi olduğunu söylüyor, bunakarşılık onlar sırf bir halk iktidarına karşı koymanın hazırlığını yapmaküzere bağlılık gösterisinde bulunuyorlardı. Engelbrekt halkın yanındayürüyor, ama son büyük kararları halkla birlikte almıyor, soyluları kullanırkenonların etki alanlarını kısıtlamıyor, burjuvaziyi teşvik ederek onlaradaha yüksek bir konumun güvencesini veriyordu. Gerçi ülke halkınınbütün yörelerde ona katıldığı, onu savunduğu, buna karşılık soylularınonunla mücadele ettiği, onu yerinden etmek istediği konuşuluyordu,ama mücadelenin büyümesiyle birlikte halk gölgede kalıyor ve seçkinlerinbu işten kazancı arttıkça artıyordu. Engelbrekt'in geliştirdiği stratejipek çok açıdan, şiddetli ve ani saldırılarıyla, hemen geri çekilmeleriyle veyandan vurulan darbelerle bir gerilla yönetimine benziyordu, ama kazanımlarhiç de halk tarafından derinleştirilemiyordu. Engelbrekt köylerdekonsey toplantıları yapıyor olsa da gözü hep henüz düşmanın elinde bulunanbir sonraki kalede oluyordu, bu kale de düşer düşmez içine İsveçlisoylu bir yönetici oturtuluveriyordu. Halka kalsa, iktidarın sembolleriolan ve bütün ülkeyi kaplayan kaleleri yerle bir ederdi. Engelbrekt'inkendilerinden yana olan şövalyelerle mücadelenin devamı için dayanaknoktaları oluşturulacağını söylemesi yanıltıcıydı. Kalelerin, sarayların, istihkâmedilmiş çiftliklerin çalışanların mülkiyetine geçebileceğini Engelbrekt'inkendisi de düşünemiyordu henüz. Yine de aristokratlara gelecektebir kamulaştırmanın gerçekleşebileceğini söyleyecek kadar cüret göstermişti,ama onun gözünde geleceğin yetkilileri sadece arma sahibi olanlardı.Feodalizmin dokusu bilincin derinliklerine öylesine damgasını vurmuştuki, onun çöküşüyle ilgili belirtiler bile henüz sistemi bütünüyle silipatma isteğini ve iradesini uyandırmıyordu. İsyan kendini en temel biçimiylegöstermiş, önce bir kitleyi dayanılmaz bir baskıdan kurtarmayayönelmişti. Etrafı kırıp dökerek ilerlemek beraberinde bir rahatlama getiriyordu.Toprakları ya da idari işleri ele geçirmek isyancıların aklınınucundan bile geçmiyordu, küçük bir toprak parçasından, kürek cezasınınkaldırılmasından, vergilerin indirilmesinden daha fazlasını istemiyorduonlar. Engelbrekt onlara isteklerinin gerçekleşeceği vaadinde bulunduğundaonu yeni bir Aziz Erik olarak algılamışlardı, onun egemen olduğuefsanevi ve çok eski zamanlarda bir özgürlük ve kardeşlik krallığının hükümsürmüş olduğu inancı geliştirmişlerdi. Belki de Engelbrekt böyle birkral olmak istiyordu. Oysa Engelbrekt bütün komutanlık becerisine, sahipolduğu yeni bir devlet sanatına ilişkin bakış açılarına, çağdaşları tarafındanteslim edilen etkileme gücüne rağmen yukarıdakilerin komplolarıylaboy ölçüşebilecek güçte değildi, onun açıklığı hiçbir ihanetten, hiçbiralçakça katliamdan kaçınmayan fesatçılar karşısında ister istemez zayıflığadönüşecekti. Onun çok geç fark ettiği şey bugün bizim için araştırmalarımızsırasında ön plana çıkıyordu. Engelbrekt Haziranda Stockholmönlerine geldiğinde düşmanları planlarını hazırlamışlardı bile. Kur-510


yeler Vordinborg'da Hansa temsilcileriyle barış görüşmeleri yürüten krallıkdanışmanlarına isyan haberini ulaştırmış, pleblerin iktidarı ele geçirmetehlikesi yukarıdakilerin uzlaşma sürecini hızlandırmıştı, İsveçli efendileregemenlik taleplerinden vazgeçiyor, Danimarka'nın yardımına ihtiyaçduydukları için Erik'e sadakat güvencesi veriyorlardı, Erik'in İsveçüzerindeki egemenliğini sağlamlaştırabilmek için artık Hansa'yla bir ittifakyapmaya ihtiyacı vardı, Hansa ise Stockholm'un kendi bayrağı altındakalmaya devam edeceği güvencesini elde ediyordu. Engelbrekt karargâhınıNorrmalm'da, Stockholm'un önlerindeki istihkâmlı HelgeandsAdası'nda kurduğunda, İsveçli ve Danimarkalı aristokratlar Birlik belgesininilkeleri uyarınca isyancılara karşı yürütülen savaşta birbirlerini desteklemekyolunda uzlaşıyorlardı. Ortaçağ İsveçindeki köylü askerlerincesaretini, coşkusunu düşünürken İspanya yenilgisi hâlâ çok tazeydi bizimiçin. Engelbrekt'in kentin Kuzey'inde kurduğu karargâhtan ayrılıponun son saatlerine yöneldik, Hjâlmaren'deki küçük adada halk neredeydidiye sorduk kendimize. Güç gösterisinin nasıl güç kaybına dönüştüğüne,olayın nasıl çöküşle sonuçlandığına ilişkin bir araştırma yapmakla yetinipböylece dünya devrimi sürecindeki düzensizliklerin, sapmaların, kırılmalarınve sıçramaların gün ışığına çıkarılması için katkıda bulunabiliriz,dedi Brecht. Engelbrekt Heiligengeist Adası'mn kuzey kapısındaniçeri alınmıştı. Adamlarıyla manastırın ön avlusunda duruyor, belediyebaşkanıyla görüşmeyi bekliyordu. Akıntının ince kolunun ardında kaleninyüksek surları yükseliyordu. Kare şeklindeki iki savunma kulesininarasındaki köprüden kente çıkılıyordu. Her ne kadar egemenler yukarıdaoturmaktalarsa da, aşağıdakiler kalenin hemen önündeydiler ve silahlıydılar.Öbür yandan yükselen kahkahalar, alaycı nidalar. Kenti halk ordusunabırakma çağrısı pervasızca çınlıyordu. Köprü kulesinin atış mazgallarındanbirinde bir zamanlar Margareta'nın hizmetinde çalışan, şimdilerdeStockholm'un hisar beyi olan Alman asıllı Kröpelin beliriyordu. Engelbrekt'inisteğini geri çeviriyor, böylece Erik'e bağlılık yemini doğrultusundabaşkent sakinleri karşısında belediye başkanı olarak görevleriniyerine getireceğini kanıtlamış oluyordu. Bu sözler pek onurluymuş gibigörünse de aslında bütünüyle sefilceydi. Sonra Engelbrekt ve adamlarınındurumu müzareke etmeleri. Kale alınacak gibi değildi, çünkü donanmayoktu ellerinde. Kuşatma da pek anlamlı olmazdı, çünkü kentte yeterinceyiyecek stoğu vardı. Batı'da bir Danimarka istilasına yönelmek zamankaybıydı. İlerlemenin kesintiye uğramaması için hemen başka kaleleresaldırı gerekiyordu. Kış başına kadar kentin kendi haline bırakılmasıönerildi. Ülkenin kurtuluşundan sonra kent nasıl olsa düşecekti, düşmesebile kışın beklenen buzlanma onun alınmasını kolaylaştıracaktı. Ateşkeskararı. Onbir Kasıma, Aziz Martin Günü'ne kadar ateşkes, diye bağırıyorduEngelbrekt. O halde sarayda kızarmış kaz yiyelim, diyordu aşağıdakiler.Hızla alınan karar köylü ordusuyla soyluların bekçileri arasındaki511


ilişkiyi değiştiriyordu. Henüz küçük, önemsiz gibi görünenler üstünlüğüelde edecek, surların üstündeki zırhlılar da teslim olacaklardı. Kimse buişin bir başarısızlıkla sonuçlanacağını sezmiyordu, herkes yeni bir dönemegirileceğini sezinliyordu. Puke bir orduyla Norrland ve Finlandiya'yagirmiş, Botniya kıyısındaki Faxaholm yakılıp yıkılmış, Aland'daki Kastellholmsavaşmadan teslim olmuştu, Ağustos başında Puke tekrar Uppsalave Gripsholm'u almış olan Engelbrekt'le birleşmişti. İstihkâmı güçlüolan Nyköping kuşatma altına alınmıştı, yeni hedef Ringstadaholm ikenEngelbrekt Danimarka'dan gelen krallık danışmanlarının ve kilise prenslerininVadstena'da toplandıklarını öğreniyordu. Brecht, ta çalışmalarınbaşlangıcında Engelbrekt'in soyluların oturumuna katılma sahnesi üzerindeçok çalışmıştı, bu sahne şimdi bir kez daha tasarlanıyordu. Atalarınönce şişirilmiş büyüklükleri içinde kendilerini göstermelerinde sakıncayoktu, nasıl olsa aşağıdakiler çizmeleriyle hemen onların yanıbaşında belirecekti,öyle bir belireceklerdi ki, ötekilerin dili tutulacaktı. Strângnâs veSkara piskoposlarının düet yaparak, Prag'ın doğusundaki Lipau'da hakkındangelinen Hussitlerin şefi Prokopius'un temsil ettiği belanın yakındakendi ülkelerinde de ortaya çıkacağını söyleyerek lanet okumaktaydılarhâlâ, şövalyelerin korosu eşliğinde Bohemya Kralı'nın zaferini kutlamayavakit bulsalar da dövenler ve sopalarla silahlanmış köylüler onlarınetrafını saracaktı sonunda. Linköping piskoposu, bu ne cüret böyle, diyeinliyor, haç çıkarıyor, şimdiye kadar hep boyun eğmiş olanları akla geridönmeleri yolunda uyarıyordu, tam o sırada Engelbrekt onun oturduğukoltuğun yanıbaşında beliriyor, cüppesinin yakasından tutup onu yukarıkaldırıyor, halkla birleştiklerini hemen açıklamazlarsa onu ve diğerleriniköylülerin önüne atacağını söylüyordu. Cebinden bir kâğıt çıkarıyor, kralabütün görevlerinden alındığını bildiren bir yazı yazmalarını emrediyorduonlara. Sonra kilise babaları Thomas von Strâ'ngnâs'in, Sigge vonSkara'nın, Knut von Linköping'in, şövalyeler Bo Stensson'un ve Natt ochDag soyundan Bengt Stensson'un, Bât'dan Magnus Birgersson'un ve GuseNilsson'un, Hammarstad'dan Erengisle Nilsson'un ve Nils Erengislesson'un,Eka ailesinden Kari Magnusson'un ve Greger Magnusson'un,Sture hanedanından Gustaf Algotsson'un ve adları her neyse ötekilerinmasaya eğilmeleri, kalemin kâğıdı tırmalayışı, mırıldanılan yarım yamalakcümleler, cümlelerin arasına giren nidalar, Majesteleri, saygıdeğerKralımız, hayır majesteye, saygıdeğere gerek yok, toplandık, hayır baskınauğrayıp dövülüp sövüldük, Majestelerinin iyiliği için, hayır iyiliğe gerekyok, özgür irademizle, hayır silahlı ellerin zoruyla, en yüksek devletmakamlarının yöneticileri olarak, hayır Engelbrekt ve köylülerin maiyetinekatılarak, yeminimize karşı sorumluluğumuzun kalmadığını, Danimarkalınınyeminini çoktan bozduğunu bildiriririz, ama yine de biz sizekarşı herhangi bir girişimde bulunmayacağız, hayır sizi İsveç tahtındanindireceğiz, içinde çektiğimiz sıkıntılardan kurtulmak için duamızı oku-512


yor, silahlarımızı temizliyor, atlarımızı eyerliyoruz, çektiklerimizin karşılığınıistiyoruz, ülkeyi sizin ayaktakımınızdan temizleyeceğiz. Kâğıdınyapıştırılması, mühürlenmesi ve üstüne parmak basılması. Engelbrekt'inVadstena oturumundan sonraki davranışı, ancak bir ulus kurma niyetiyleaçıklanabilirdi, yaptıkları bir körleşme içinde olduğunu göstermekle birliktemutlak bir meşruiyet talebinin ifadesiydi aynı zamanda. Her ne kadarkoltuklarını kişisel zorbalıkla elde etmiş olsalar da, ruhbanlar ve şövalyeleronun gözünde hâlâ krallığın yüksek mercileriydi, herkesin lehineçalışacak bir devleti onları karşısına alarak değil, onlarla birlikte kurmakistiyordu. Onurlu Engelbrekt Vadstena'da zafer dolu jestlerle yetiniyordu.Güvenini göstermek ve ittifakı bağlayıcı kılmak için yukarıdakiefendileri ordularının en tepesine yerleştiriyordu. Gerçekten bundan sonraolup bitenler de soyluların bu ufak tefek madencinin üstünlüğüneinandıkları izlenimini uyandırıyordu ilk elde. Engelbrekt bir kolorduyuStâkeholm'a ilerlemek üzere Bo Stensson ve Erengisle Nilsson'un komutasınabırakıyordu, bir diğerini genç derebeyi Herman Berman'ın komutasındaRumlaborg, Trolleborg ve Piksborg'un alınması için Smâland'agönderiyordu. Kendisi de Nils Erengislesson'la birlikte RingstadaholmKalesi'ne geri dönüyor, burayı hızlı bir zaferle aldıktan sonra yardımcısınateslim ediyordu. Hiç vakit kaybetmeden birlikleriyle Stâkeborg'a ilerliyor,Giovanni Franco'yu bir kez de buradan atıyor ve Natt och Dag soyundangelen Piskopos Knut'u kale beyi olarak buraya oturtuyordu.Knut ayrıca Rönö'yü de ele geçiriyor ve burası bir diğer aile üyesinin,Erik Stensson'un gözetimine bırakılıyordu. Soyluların artık çok ucuza saraysahibi olabildikleri söylentisi yayıldıktan sonra, bütün kontluklarınşövalyeleri alelacele yola düşüyordu, bunların arasında Magnus Gren,güçlü vekilharç Bo Jonsson'un vârisi Bo Knutsson Grip ve yakında Engelbrekt'inen güçlü düşmanı haline gelecek olan genç Karl Knutsson Bondede vardı. Engelbrekt ülkenin en güçlü kalelerinden birisi olan Örebro Kalesi'nibin marklık fidye karşılığında alıp kardeşini oranın komutanı ilanediyordu, buna karşılık Stâkeholm önlerindeki soyluların şansı yaver gitmiyordu,birkaç saldırının ardından Kalmar'a doğru yollarına devam ediyor,ama orayı da alamıyorlardı. Berman Smâland'daki kaleleri fethediyor,Engelbrekt Puke ile birlikte Varmland ve Vâstergötland'a gitmeküzere yola düşüyor, gittiği her yerde ülke halkından yardım görüyor,Vanern, Agneholm, Edsholm, Dalaborg civarındaki kalelerde duman attırıyor,Puke'ye Axvall'i kuşatmasını söylüyor, Opensten ve Öresten'i zaptediyor,Halland'a giriyor, ticaret ayrıcalıkları vaadinde bulunarak Varberglileriyanma çekiyor, kentin kalesindeki bölge valisini yerinden etmiyor,Falkenberg'e, Halmstadt'a ilerliyor, burada ordusu Berman'ın ordusuylabirleşiyor, çökmekte olan Laholm'la barış yapıyor, Skâne'yi de krallığakatıp, son ziyaret sözünü yerine getirmek üzere Danimarka'ya geçmekistiyordu, ama Erik'in donanmasıyla Stockholm'e gitmek üzere yola513


çıktığı söylendiği ve bunun da ötesinde Aziz Martin Günü yaklaştığı için,dört ay gibi bir sürede, teslim olmayan birkaç kale hariç bütün ülkeyikurtardıktan sonra hızla başkente dönüyordu. Geldiğinde Danimarka savaşgemileri körfezi kaplamış, Belediye Başkanı Hans Kröpelin'in başkanlığındaİsveç kurulları ve kurmaylarıyla birlikte Kral toplantı yapmaküzere Kutsal Ruh Manastırı'nda biraraya gelmişti. Engelbrekt bu toplantıyaalınmıyordu, surların atış mazgallarında zırhlılar nöbet tutuyordu,köprüler yukarı çekilmiş, kapılar kazıklarla kapatılmıştı. Ordu komutanıikinci kez adalar kentinin karşısında kalıyordu öylece. Artık hiç kuşkuyoktu ki, soylular onu ve halkı kandırmıştı. Artık Engelbrekt'in duraksamasıve soylulara savaş açmaması için hiçbir neden görünmüyordu. Kuşatmayabaşlayabilir ve kışın gemiler, tabii eğer donda mahsur kalmazlarsa,körfezden ayrıldıktan sonra kente saldırı emrini verebilirdi. Ordulardanbirini güney kapısının önünde toplamış, diğerini kuzey burçlarınınönüne çekmişti, kendisi de Langholm Adası'nda konuşlanmıştı, tamVâster Köprüsü'nün bugün Mâlar üzerinde güçlü bir eğimle yükseldiğiyerde. Köylü askerlerin sayısı kaledeki birkaç bin paralı askerden çok dahafazlaydı. Engelbrekt aristokratlarla hükümdarın, bütün çekişmeleri sonaerdirmek ve bir sonraki yılın sonbaharında bir mahkeme oturumundasözleşmeyi onaylatmak yolunda uzlaştıkları haberine neden hiçbir yanıtvermedi diye soruyorduk kendimize. Yılbaşına kadar, devrimin ilk aşamasınınnasıl sonlandığının gösterilmesi gereken bu sahne üzerinde çalıştık.Bakalım kızarmış kazın sonunda neler olacak, diye bağırıyordu askerlerdenbirisi. Ve civardaki terkedilmiş çiftliklerin birinden bir kaz getiriliyordu,buralardaki kaleler kentin savunucuları tarafından yakılıp yıkılmıştı.Kaz ateşin üstüne tutulup yolunuyordu. Yemek esnasında, buharlarıntüttüğü tencerelerin arasında bizim de tahmin edebileceğimiz şeylerkonuşuluyordu. Önce öfke, ateşkesin geçersizleştiğine ilişkin bir açıklamayapılması talebi. Savaşın yükünü bizler taşıdık, şövalyeler değil. Zaferibiz kazandık, ödülümüzü isteriz. İçerideki efendilerin bizi daha fazlayönetmesine izin vermeyelim. Ulaklar anlaşmanın ayrıntılarını Helgeandsholm'ailetiyorlardı. Gelen haberlere göre Erik şimdiye kadar elindebulundurduğu bütün yetkilerden vazgeçmiş, atadığı valilerini geri çekmeyeve krallığın bütün yönetimini ülkenin soylularına bırakmaya sözvermişti. İsveç'in özerkliği onaylanmıştı. Erik, Birlik'in başı olarak sembolikanlamda tacını taşımaya devam edecek, ama pratikte hiçbir hakkıolmayacaktı. Kurullar sözleşmeyi büyük bir başarı olarak adlandırıyordu,bu arada, kendini kurban etmeye hazır bir halkla birlikte bir barış döneminibaşlattığı için lider Engelbrekt'e de şükran ve övgülerini sunmayıihmal etmiyorlardı. Bu durumda Engelbrekt madencileriyle birlikte madenkuyularına geri dönmeli, köylüleri köylerine göndermeli ve şövalyelerletüccarların elde ettiklerini onlara çok görmemeliydi. Engelbrekt'inseçimi mevcut koşullara uygundu, bunu böyle görmek durumundaydık.514


Onun döneminde ne kadar devrimci olunabilirse o kadar devrimciydi o,Engelbrekt'in, yaşadığı zamanın ilerisinde olduğu, ama sert toplumsalgelişimin onu engellediği, geri adım atmaya zorladığı anlamına geliyordubu. Margareta'nın vardığı noktanın çok daha ötesine geçmişti Engelbrekt,ama bugünkü bilgilerimize dayanarak ondan beklediğimiz ileriyeatılışın gerçekleşmesi için daha yaklaşık dört yüz yıl geçmesi gerekecekti.Eğer Engelbrekt devrimci değil de maceracı olsaydı, aristokrasiye patlayannefretin tuzağına düşer, yorgun düşmüş birlikleri kente saldırtır, ayrıcakenti de pekâlâ alabilir, bir iç savaş başlatabilir, Danimarka ordusunu,İsveç şövalyelerini, Hansa'yı ve Alman Tarikatı'nı karşısına alabilirdi.Aldatılmış olması hiçbir durumda değişmezdi. Başka türlü olması mümkündeğildi, yüksek sınıflar kaypak Birlik Kralı'nı dikbaşlı lidere tercihedeceklerdi elbette, çünkü ancak Erik'in yönetiminden çıkar sağlayabileceklerinibal gibi biliyorlardı. Ama onların arasında Engelbrekt'in ileriyeyönelik çabalarını anlamayanlar da yok değildi, sözgelimi Nils GustafssonBât ve Thomas von Strângnâs bunların arasındaydı. Puke, Berman,Bengt Gotskalksson, Gotskalk Bengtsson, Johan Karlsson Farla, ClausPlata ve diğer şövalyelerle derebeyleri onu destekliyorlardı, isyan ilericibir hareket olarak yüksek zümrelerde de kendini göstermişti, Engelbrekt'inniyeti ise bu itici gücü yenilenme için, genel gelişme için kullanabilmekolmuştu hep. Birçok mücadele arkadaşının ısrarına rağmen, nekadar zor ulaşılır olsa da ulusal birlik hedefini kısa sürecek, coşkulu birzafer uğruna riske atmaktan kaçınmıştı Engelbrekt. Onlar onun bu tutumunuzayıflık olarak, cesaret eksikliği olarak adlandırmış olabilirlerdi,ama biz onun, tarih sahnesinde göründüğü kısa süre içinde bu bölgelerdekendisinden önce hiçbir devlet adamının göstermemiş olduğu bir dirayetve kararlılık sergilemiş olduğu konusunda ısrarlıydık. Engelbrekt çekirdekbir orduyu muhafaza ediyor, geri kalan herkesi düzenli birimler halindeişlerinin başına dönmek, kendilerine başkanlık edecek kimseleriseçmek, kendi kurullarını oluşturmak, kendisiyle de sürekli bağlantı içindekalmak, yeni bir hareket gerekirse hazır olmak üzere topraklarına gönderiyordu.Ocakta, ürperten geceler bittikten sonra, Üç Aziz Kral Yortusu'ndabütün zümrelerin temsilcilerinin krallığın kaderini belirleyecekleribir toplantı düzenlemeyi düşünüyordu.Brecht Ocakta hasta düştü, ipliklenmiş bornozuyla ve boynuna sardığıyün bir atkıyla çoğu zaman kanepede yatıyordu. Yerden, pencerelerdenesiyordu, demir şöminede yanan ateşe rağmen oda soğuktu. İş durmuştu,bütün duyularımızda bir donma vardı. Yeni bir yasa çıkarılmıştı,bu yasa polise mektupları açma, telefon konuşmalarını dinleme, evleriarama, bedensel muayene yapma, keyfi bir biçimde kuşkulanılan herkesi515


tutuklama ve savunma olanağı tanımadan altmış güne kadar nezarethanedetutma yetkisi veriyordu. Arboga'daki toplantı ve Engelbrekt'in sonuylailgili malzeme toplamıştık, bu malzemenin dramatik özelliği tıpkı dışarıdakihava gibi dondurucuydu. Donukluğumuzu aşmaya ve son sahneleritasarlamak üzere harekete geçmeye çalışıyorduk, oysa Brecht oyunla ilişkisinikesmiş gibiydi. Gerçi bize hâlâ tarih kitaplarından parçalar okutuyorve çatışmalı durumların taslaklarını hazırlatıyor, ama bizi dinlemiyordu.Bir defasında Greid iki yana açtığı kolları, karla kaplanmış paltosu veyele gibi saçlarıyla yanımıza gelip, Tanrı'yla karşılaştım, diye bağırdı, ahlakive etik el kitaplarında bir karakter yakaladığını söylüyordu, Marksizmide etkileyip materyalizm içinde yozlaşmamasını sağladığını düşündüğübir karakter çizgisi. Kentin bütün atmosferi de bu oyuncunun ve amatörfilozofun görüntüsü gibi hayaleti andırıyordu. Sendika yönetimi on birekırk dört numaralı genelgeyi fabrikalara göndermişti, bu genelge komünistlerisendika temsilciliklerinden uzaklaştırma talimatını veriyordu.Bütün birimler Finlandiya'nın ulusal birliğini desteklemek zorundaydı.Çalışanların, ücretlerini Finlandiya halkının mücadelesine bağışlamak zorundaoldukları belli günler konmuştu. On Şubatta üç binin üzerinde polisKomünist Parti'nin lokallerine ve yazı işlerine yapılan bir baskında yer aldı.Kung Caddesi'nde bulunan ve el konan merkezden çuvallar ve sandıklardolusu doküman alınıp güvenlik polisinin karargâhına taşındı. Partigazetelerinin satışı ve dağıtımı, sevk pusulalarının asılması yasaklandı.Nakil yasağıyla birlikte yüz yıldan fazla bir zamandır anayasada yeri olanbasın özgürlüğü yasası çiğnenmiş oldu. Yazı yazılabiliyor, ama dağıtılamıyordu.Daha önceleri kendileri burjuvazinin önlemlerine maruz kalmışolan sosyal demokratların bu müdahalesi mutlak sansüre eşdeğerdi. Brantinggibi parlamenterler bile parlamento kararını desteklemişlerdi. Gazetelerindağıtımını kişisel olarak üstlenen İsveçli komünistler de illegal mücadeleyeadım atmış oluyordu ister istemez. El konan kayıtlarda adreslerigörünen pek çok parti üyesi devlet düşmanı olarak tutuklanmaktan vesorgulanmaktan kurtulamıyordu. Rosner'in yanlarında saklanan yoldaşlarınkapısı henüz çalmmamıştı. Ya onlardan kuşkulanılmamıştı ya da evözel bir gözetim altında tutuluyordu. Ben de artık Komintern'in temsilcisiniUppland Caddesi'nin paralelindeki Vâstmann Caddesi'nden geçerek,avluların bulunduğu yolu aşarak ve bir evin arkasından dolanarak ziyaretediyordum. Rosner başmakalelerini şimdiye kadar Franz Lang adıyla imzalamıştı.Aralıktan bu yana ise adını Hauser olarak değiştirmişti, belki deyabani çocuğu 12 düşünerek yapmıştı bunu. Onun takma adı pek çok ünlüismin arasında yer alıyordu, bunların arasında Dimitrof, Marty, Pieck, Florin,Ulbricht, Thorez, Cachin, Smeral, Andersen Nexö, Pasionaria ve Mao12 19. yüzyılda bilim dünyasını etkileyen bir olay olarak 16 yaşına kadar insanlardan uzak büyümüşve bulunduktan sonra bir kule zindanına kapatılmış olan vahşi çocuk, Kasper Hauser.(Ç.N.)516


Tse Tung vardı. Linderot, Sillen, Hagberg gibi parti yöneticileri de Vastermalmparti matbaasında meşru yollardan çıkarılan dergiye yazılar yazıyorlardı.Dışarıya karşı güvenlik kusursuzdu. Dergi İsveç yayını olarakiki yıl boyunca varlığını korumuştu. Ama artık sadece Almanca olarakbasılıyordu. Derginin içeriğinden Komünist Parti sorumluydu. Bir baş redaktöradı geçmiyordu. Eskiden de malzemenin büyük bir kısmı Kominterntarafından sağlanmaktaydı. Komintern'in temsilcisinin şu andaStockholm'de bulunduğuna dair hiçbir kanıt yoktu. Polis takma isimleriortaya .çıkarabilir, yeraltında yaşayan işbirlikçilerini kovuşturabilirdi,ama uluslararası siyasi ve ekonomik sorunları ele alarak Alman göçmenleriyleilgili yayın yapan bu dergiye itiraz için neden yoktu. Ancak sevkyasağından sonra gönderilmiş pek çok sayı merkez postanenin bodrumkatında kalmıştı. Kamuoyuyla ilişkinin kilitlenmesi Parti'nin Eylüldenberi içine düştüğü yalnızlığın doğrulanması gibiydi. Parti'nin verdiği talimatlarüyelerinin bir çoğu üzerinde kafa karıştırıcı bir etki yapmış olmalıydı.Parti doğrudan bir faşizm eleştirisinden kaçınarak, bunun da ötesindeBatılı güçleri asıl düşman olarak gösterip onları savaşın devam etmesindensorumlu tutarak, daha önce kendisini bir mücadele partisi kılaninisiyatif gücünü bağlamış oluyordu. Bu aylar boyunca on dokuz binüyesinin yedi binini kaybetmişti. Öte yandan dolaylı da olsa, Kızıl Ordu'nunilerleyişini haklı çıkararak Parti, Finlandiya çatışmasının altındayatan asıl nedeni ima ediyordu. Hiçbir pakt, Sovyetler'in daha önce Polonya'yakarşı yaptığı gibi birliklerini diğer ülkenin üzerine göndermesinin,sadece ve sadece Almanya'yla olası bir çatışmayı engellemeye veyaertelemeye hizmet ettiği konusunda inandırıcı olamazdı. İngiltere veFransa ise, iki güç arasında savaşın patlak vermesi umudunu taşıyordu,Maginot Hattı'nın gerisinde Fransızlar'daki hareketsizlik bunun kanıtıydı.Ama yine de İsveç Komünist Partisi, Sovyetler Birliği'nin barışçı siyasetinivurgulayıp Komintern bağlantısı içinde tarafsızlığın korunmasınısavunduğunda ve İsveç'in Finlandiya krizine müdahaleden elde edeceğiçıkarları teşhir ettiğinde, basın bunu küçümseyerek bir kenara fırlatıp atıyordu.Faşizm karşıtlığı yapmak artık sadece sosyal demokrasinin, ilericiburjuvazinin, hatta liberal aristokrasinin hakkıydı. Prensler, kontlar, bankayöneticileri, profesörler, avukatlar, yayıncılar Yahudi olan ve komünistolmayan mültecilere şefkat ve yardımseverlik gösteriyordu, buna karşılıkKomünist Parti'ye olağanüstü bir durumu başına bir bela olarak almaktanbaşka bir şey kalmıyordu. Komiteler, platformlar ve organizasyonlarişgüzarlıklarıyla, kültürel cemaat vurgularıyla, akşam toplantıları ve kurduklarıpazarlarla, eğitim kurslarıyla, iş bulma ve barınak sağlama çabalarıylaörnek bir hümanizm sergiliyorlardı. Bindokuzyüzotuzdokuz Eylülünekadar tek tük durumlarda Rote Hilfe'yle işbirliği yapmak mümkünolmuştu. Ama artık bu kurumun faaliyeti büyük ölçüde sınırlanmıştı,yaptığı yardımlar sadece yeraltında gerçekleşebiliyordu. Hodann öz-517


gürlük ve hukuk kavramının komünizmin yargılanması anlamına gelentarafa bağlanmış gibi görünüyordu. Hodann'a Brecht'in kız arkadaşı Berlau'ylabirlikte gittim, Berlau Hodann'ın birinci evliliğinden olma kızıSonja'yı Danimarka'da uzun süre yanında barındırmıştı. Sokaklardakikar yığınları yüzünden bisiklete binmek mümkün olmadığı için Berlaubeni, daha önce de pek çok kez Lidingö'ye götürdüğü gibi, motosikletiylealmıştı. Hodann karısıyla ve yaklaşık bir ay önce doğan oğluyla birlikteKristineberg'deki Lindner Meydanı'nda, Traneberg Köprüsü'nün üstlerindekalan yeni binalardan birinde oturuyordu. Zayıflamış ve süzülmüştü,yorgun görünüyordu, çocuk bezlerinin kokusu o çok iyi tanıdığımbalgam kokusuyla karışmıştı. Tramvay yolculuğu, uzayıp giden DrottningholmSokağı, Hantverkar Caddesi, Tegelbacken'da araç değiştirmek,sonra Vasa Caddesi, işyerinin bulunduğu Kung Caddesi ve tekrar dönüşyolu, onun enerjisini çekip alıyordu. Bu küçük dairenin kirası yüz on beşkrondu, danışman olarak aldığı maaşın yaklaşık yarısı. Onu İspanyaCumhuriyetçi Ordusu'nun üniforması içinde gözümün önüne getirmeyeçalıştım, eski konuşmalarımızı anımsamaya çalıştım, ama Cueva la Potita'dave Denia'daki yaşadıklarlarımızı canlandıramıyordum. Geçen yılona bir şey olmuştu, onu sarsan bir şey, ama yine de hâlâ dostane davranmakiçin mücadele ediyordu kendisiyle. Hodann dağılmanın eşiğindeydi,ama hâlâ, gelişimim için bana nasıl yardımcı olunabileceğini düşünüyordu.Mülteciler Komitesinin başkanı Profesör Tegen'le, Halk YüksekOkulu Birkagârden'in yöneticisi Gillis Hammar'la konuşmak istiyor, VanadisSokağı'ndaki Yardım Bürosu'ndan Bayan Hellner'e beni tavsiye etmekistiyordu, eğer mevcut yükümlülüklerimden dolayı fazla yüküm olmasaydıve Hodann da, kendisi dağılmanın eşiğindeyken bu tür girişimlerinyararsızlığını sergilemiyor olsaydı, bütün bunları kabul edebilirdim.Berlau ve Hodann'ın Praglı karısı çok fazla mobilyayla doldurulmuşoturma odasında otururken biz banyoda oturuyorduk, Hodann klozetinüstünde, ben de bir taburede, belki artık birbirimizle konuşabiliriz diyedüşünüyordum. Siyasi ve siyasi olmayan mülteciler arasındaki ayrımdan,Rote Hilfe'nin devredışı bırakılmasından söz ettim. Ekonomik olarakgüçsüz sol kuruluşlara karşılık burjuvazinin ve sosyal demokrasinininisiyatifleri sürgünlere yegâne güvenlik olanağını sağlıyor, dedi Hodann.Ona göre, faşist saldırganlığı resmi olarak destekleyen KomünistParti'ye artık güvenilemezdi. Ayrıca Alman işçilerinin gelecekte sosyalizmmücadelesini sürdüreceklerini söyleyenler değerlendirme becerilerinitümden kaybetmişler demekti. Sovyetler Birliği'nin Alman iktidarıkarşısında diplomatik bir zafer kazandığı açıklaması kabul edilemezdi.Sovyetler Birliği'nin öncü kuşağı tümden silip atmasının ardından şimdide komünist dünya hareketini feda etmesinde en ufak bir güçlülük işaretigörmüyordu Hodann. Daha önce olduğu gibi bugün de asıl düşman, halkınbüyük bir kısmının Özdeşleştiği faşist Almanya'ydı. Sovyetler Birliği,518


sadece Batılı güçleri karşısına almaktaki ısrarıyla ve Finlandiya'ya yönelttiğisaldırıyla, Almanya'yla kol kola girerek Avrupa'nın bölüşülmesineodaklandığı görüntüsünü veriyordu. Eğer İngiltere Finlandiya'nın yükünühafifletmek üzere İskandinavya'nın kuzeyinde harekete geçerse bununyıkıcı sonuçları olabilirdi. Komünist Parti'nin yaptığı gibi, Finlandiyaişçi sınıfıyla Kızıl Ordu arasında bir kardeşliğin oluşacağını ve Finlandiya'dadevrimci bir yönetimin işbaşına geleceğini hesaba katmanın bir yanılsamaolduğunu söylüyordu Hodann. Kritik bir durumda nasıl davranacağımızsorusu bir kez daha önem kazanıyordu, Parti'nin talimatlarınaayak direyen herkese sırtımızı mı dönecektik, yoksa bu boy ölçüşmeninkarmaşıklığını etki altında kalmadan kafamızda düzenlemek ve bağımsızbir resim oluşturabilmek için başka bakış açılarını da dikkate mi alacaktık.Ben kendi adıma karşıt bir pozisyonu temsil eden, ama eleştiri talebive özgür fikir alışverişi açısından aynı eğilimleri paylaştığım bir dostlailişkimi kesemeyeceğimi biliyordum. Hareket noktam her zaman, tarafolmanın dogmaya dönüşmemesi, öz sınamadan vazgeçilmemesi, hiçbirşeyi hazır ve nihai olarak benimsememek olmuştu. Eğer burjuvazi ilericiliğiöne sürüp bir yandan da kendi sınıf hukukunu uyguluyorsa, o zamanbiz de bütün gücümüzle insan hakları kavramının yeniden üretilmesi içinçalışmalıydık. Parti mevcut biçimiyle var olmaya devam ettikçe bu hedefeulaşmanın imkânsız olduğunu düşünüyordu Hodann. Sonra Berlau'ylabirlikte tekerlerin altında buz parçacıklarını sıçrata sıçrata kentiniçinden geçerek geri döndük, dönüş yolunda kollarımı onun hışırdayanderi ceketine doladım. Motosikleti dik yamaç boyunca çamların arasındakikırmızı ahşap eve doğru ittik. Onüç Ocak, bindörtyüzotuzbeşin Arbogası.Pencereleri ve kemerli yuvarlak kapısıyla kiremit bir cephe, önündearaç gereçleriyle, el arabalarıyla köylüler, bazıları zırh ve kılıç kuşanmış,şişkin ceketleriyle mumyalanmış gibi, kürklü kasketleriyle kulaklarınıörtmüş, kollarını kavuşturmuş, kaim kar tabakasının içinde bata çıka voltaatıyorlardı. Halkın dışarıda tutulduğu oturumun sahnesi bu, demiştiBrecht, bu yüzden sağda solda burunlarını çekerek dolanıyorlardı, bu durumdaoturumu dışarıya taşımalı, içerideki konuşmacıları değil, dışarıdakiyorumlayanları göstermeliydik. Bu sahnede önce büyük değişikliklereişaret edilmeliydi. Dinleyin, toplantıda sadece papazlar ve şövalyeleryok, başkaları da var. Kim var, diye soruluyordu. Haberleri kapı nöbetçisiiletiyordu, o da yukarıda olup bitenleri merdiven boşluğunda nöbet tutangörevliden öğreniyordu, görevliye de bu bilgileri içerideki hademe sızdırıyordu.Evet, orada her zaman olduğu gibi aristokrasinin kurulları yoktusadece, aynı zamanda daha aşağıdaki eşrafın, ticaretin, serbest çiftçiliğintemsilcileri de vardı. Meclis daha önceki oturumlarındaki gibi on iki kişidendeğil, tam otuz iki kişiden oluşuyordu. Bir yönetim ve onun da başınabirisi seçilecekti, Stockholm'deki soyluları hedef alan bir hareketti bu.İçeride olup bitenler artık Stockholm'deki efendilerle uzlaşarak gerçek-519


leşmiyor, tam tersine onları hedef alıyordu. Krala bağlı seçkinlerdevredışı bırakılmışlardı, çoğunluk kendi kararlarını verecekti şimdi. Pekiyaptı mı bunu gerçekten, diye soruyorduk kendimize. Dışarıdakiler debunların ne menem kararlar olduğunu sorguluyordu doğal olarak. Tabiibizim bugün yaptığımız gibi değil, içinde yaşadıkları döneme uygun olarakyapıyorlardı bunu. İçerideki salonda neden bir tek işçinin, bir tek ücretlikölenin yer almadığını sorgulamayı becerebilmiş olsalardı, devrimikendiliğinden bir kez daha başlatmış olurlardı. Ama halkın içindeki çoğunluğuoluştursalar da, o güne kadar yönetimi aşağıdan ele geçiremedikleriiçin, aksine nadiren kendi sınıflarından çıkan ve kendilerine neyapmaları gerektiğini söyleyen temsilcilere güvendikleri için bu defa dabeklemekten başka bir şey yapamıyorlardı. Gerçi sorularıyla talepkârdılar,hangi noktada olduklarını bilmek istiyorlardı, ama yine de Engelbrekt'iniçeride silah arkadaşları Puke, Berman, Gotskalksson, Bengtsson,Farla ve Plata'yla birlikte olduğu haberi ağızdan ağıza yayıldığında kendilerinigüvende hissetmişlerdi. Piskoposlar Thomas, Sigge ve Knut'un,şövalyeler Magnus Birgersson ve Nils Gustafsson Bât'ın, Nils ErengislessonHammarstad, Gustaf Algotsson Sture, Gereger Magnusson Eka, BoKnutsson Grip, Knut Karlsson Örnfot, Bo Stensson ve Nils Stensson Nattoch Dag'ın, onların yanı sıra da büyük toprak sahiplerinin, maden işletmecilerininiçeride oldukları söylendiğinde, bunu kendi çıkarları adınaiyi bir durum olarak yorumladılar, eğer bu kişiler açıkça Engelbrekt'i tanırlarsa,diye düşünüyorlardı, o zaman toprakları paylaşmaya, vergileriindirmeye, idare memurlarının dayattıkları önlemleri kaldırmaya da hazırlardırdemekti. Ama buna rağmen onların küçük sorunlarından sözedildiği haberi gelmiyordu, yukarıda daha önemli görüşmeler yürütülüyordu.Ayrıca şu da bir gerçekti ki, içeride alınan kararlar yeterince dikkatleizlenmiyordu, çünkü ortalık Engelbrekt'in İmparatorluk Başefendisiunvanını aldığı haberiyle çalkalanıyordu. Bu yeni bir unvandı. Kral olmakanlamına mı geliyor bu, diye soruluyordu. Kral değil, ama mareşal.Ülkedeki koşulların şimdi nasıl değişeceği yorumlarının arasına büyükkapıdan dışarıya, eyaletlerin kimin yönetiminde olacağını sızdıran seslergeliyordu. Engelbrekt Uppland'ı alıyordu, Nils Erengislesson Ostergötland'ı,Piskopos Sigge Vastergötland'ı, Nils Stensson Smâland'ı, Bo KnutsonTjust'u, Knut Karlsson Södermanland'ı. Birileri toprakların başına getirilmekzorundaydı eninde sonunda. Ve başa getirilenler artık Erik'le işlerininbittiğini kanıtlayanlardı. Ama anlaşılmayan bir nokta vardı ki, oda aşağıdakilerin silahlarını teslim etmek zorunda olmalarıydı. Emir nöbetçidengelmişti. Yükselen sesler, silahları vermeyin, babalarımız bu emreuydu, babalarımızın babaları da uydu, uymamalıydılar. Ama emirböyle, çünkü artık barış zamanı, deniyordu. Henüz barış yapılmadı, diyorlardı.Engelbrekt'in kendi ağzından duymak istiyoruz bunu. Engelbrektpencerede görünüyordu. Yükselen sesler, silahlarımızı vermek iste-520


miyoruz. Silahların teslim edilmesi ve mühimmat depolarında muhafazaedilmesi yolunda karar aldık, diyordu Engelbrekt. Silahlan vermeyiz, diyegeliyordu yanıt. Krallık silahları koruma altına alacak, diyordu Engelbrekt.O zaman gözetimi biz yaparız, oluyordu yanıt. Nöbetçiler seçimleiş başına gelecek, diyordu Engelbrekt, silahlara ulaşabilir durumda olacaksınız.Şimdi önemli olan tek şey, bizi hâlâ tanımak istemeyen şövalyeleride yanımıza çekip onlara barışçıl amaçlar güttüğümüzü göstermek,diyordu Engelbrekt. Brecht, Engelbrekt'in bindörtyüzotuzbeş yılı boyuncasoylularla bir birlik kurma çabalarına itibar etmiyordu. Sigtuna, Vadstena,Halmstad'da yapılan oturumlara aşağı zümrelerin temsilcileri alınmıyordu,yönetim işleriyle ilgili her şey yine yukarıdakilerin elinde toplanmışgibiydi. Engelbrekt ne zaman bir başarıya imza atmak istese, bununbedeli, Erik'e yetkilerini geri vermek için bin türlü dalavera çevirmeyedevam eden soylu gruplara taviz vermek oluyordu hep. Arada bir, ülkeninEngelbrekt'in ve adamlarının elinde olduğu izlenimi uyansa da,büyümekte olan bir uğursuzluk havası kendini açıkça belli ediyordu. HâlâDanimarka'nın elinde bulunan Kalmar, Nyköping, Stâkeholm ve Axvallkaleleri krallığın içinde birer tehdit unsuruydu, Stockholm de hâlâBirlik Kralı'na bağlıydı ve Engelbrekt'in halkına kapılarını açmıyordu. Nezaman ki nazım tarih kitabında Engelbrekt'in kanal inşasına değinen birkaçsatırdan söz ettik, o zaman kulak kesildi Brecht. İmparatorluk Başefendisi,aklı fikri kendisini ortadan kaldırmak olan bir düşmanıyla sertdiplomatik görüşmeler yaptığı bir sırada niyetini ortaya atıyordu, bu niyetgeleceğe yönelik bir barış siyasetinde Engelbrekt'in ne kadar becerikliolduğunun kanıtıydı. Stockholm'deki şövalyelerin ve büyük burjuvalarındüşmanca yaklaşımı yüzünden Mâlar Gölü'nden açık denize çıkış yolukesikti. Cevher ticareti durmuştu, ayrıca ülkeye mal ithali de engelleniyordu.Savaşla geçen bir önceki yılın ardından kıtlık baş göstermişti, Birlik'inaristokratlar klanı, bir kez daha sefalete itilen halkı çiğneyip ezmeyihedefliyordu. Engelbrekt soylu sınıfıyla çatışmaktan kaçınarak bir kuşatmasavaşına, uzun sürecek toplumsal bir boy ölçüşmeye hazırlanıyordu,bu hazırlığın çıkış noktası yiyecek ihtiyacını karşılama ve demir satışıylasermaye edinme zorunluluğuydu, böylece savaşın yol açtığı sıkıntılardanekonomik yapılanmaya geçişin bir göstergesi olan projeyi başlatıyordu.Engelbrekt'in hâlâ bağlantı içinde olduğu ve ticari ilişkilerin yeniden başlamasınıbir misyon olarak algılayan bazı Hansa kentleri onun bu girişiminidesteklemiş olabilirdi. Arboga oturumunun üstünden daha iki aygeçmemişti ki, Engelbrekt Tâlje'ye bir ordu gönderdi, silahları bu defa çapalarve kürekler olan bir ordu. Vâsterâs'dan gelen şilepler el arabalarıyla,kovalarla, sepetlerle, siper kazıklarıyla doluydu. Gemi yolu buraya kazılacaktı,eskiden bir nehir kolunun denize aktığı ve o sıralarda suya açılanakadar boydan boya bataklık alanlarla kaplanmış Stockholm'un GüneyBatı ucuna. Gri taş evlerin Sankta Ragnhild Kilisesi'nin etrafında sıra521


sıra dizildiği kentin önündeki boğazda, Natt och Dag soyundan gelen vekarşı tarafın liderlerinden Bengt Stensson'a ait olan ve setlerin çevrelediğikale vardı. Puke bir birlikle müstahkem adayı gözetim altında tutarken,işçiler, daha sonra Mâlar'in ilkbaharda yükselen sularından yararlanarakakıntıyı kuzey yönünden kanala yönlendirebilmek için güney vadisindekikumu ve çamuru temizlemeye koyuluyorlardı. Bu kanal inşasının başlıbaşına ayrı bir oyun yazmaya değer olduğunu düşünüyordu Brecht. Ortakçalışma ilkesi burada açıkça bireyciliği ve kâr etme hırsının gücünüalt ediyordu. Özgürlük savaşı halkta kendine ait bir güç bilinci uyandırmışgibi görünüyorsa da, kısa bir süre sonra baskıcı şiddetin sürekliliğibir kez daha kendini gösteriyordu. Doğaya egemen olma mücadelesi kitlelerinolağanüstü çabasıyla kazanılabilirdi. Maden kuyusu kazmakta deneyimliişçiler, binlerce köylü gevşek zemini kazıyor, taş taşıyor, kazıklarıyan yana diziyor, onları ağaç dallarıyla birbirine bağlıyor, sürekli su çıkanzemini gece gündüz demeden kürekliyor, suyun yukarı ucuna bir set kurmaküzere duvar örüyor, sular yükseldiğinde gırtlaklarına kadar battıklarısuların içinde çalışıyorlardı, yolun ne bahara ne de yaza yetişmesimümkün değildi, ama bir sonraki yıl tamamlanabilirdi yol, Lübeck'dengelen ve Hansa'ya ait birkaç gemi dış limanda konuşlanmıştı bile, yassıkayıklara yükleme yapılıyor, bunlar tomrukların üzerinde karadan MâlarNehri'ne yuvarlanıyor, ters yönde de ham cevherle dolu fıçılar ticaret gemilerinegönderiliyordu. Bir çekme ve sürükleme, kölece bir çalışma, amagönüllü olarak yapılan bir iş, tıpkı zafere ulaşan devrimden sonraki gibianlamlı bir iş. Ama her yerde mantar gibi biten, oturduğu yere yayılan,yapılanları yıkmak için fırsat kollayan düşmanı kovmayı başarmak teknikbeceriyle zorlukların üstesinden gelmeye benzemiyordu. Temmuz sonundaaniden, Birlik Kralı'nın Stockholm'deki soyluların daveti üzerinebaşkente gelmek üzere yola çıkma hazırlığı yaptığı söylentisi yayılıyordu,bu yolculuğun amacı Temsilciler Meclisi'nin Kral'a Mayıs ayında Halmstad'dayapılan görüşmeler sonucunda söz vermiş oldukları gibi, Kral'ıntaht üzerindeki hakkının ve elinden alman kalelerin, sarayların, kentlerinve eyaletlerin geri verilmesinin onaylanmasıydı. Devrimin geçersiz olduğuaçıklanacaktı. Bu durumda Engelbrekt kendi kurduğu yönetime karşıtavır almak ve bir karar vermek zorundaydı, halk arkasındaydı ve yenibir seferberliğe hazırdı. Böylece başlatılan büyük girişim duracak ve işçiordusu yine asker ordusu haline gelecekti ister istemez. Puke kanalı korumaküzere Tâhe'de kalıyordu, kısa bir süre sonra da Bengt Stensson'la çekişmeyebaşlıyordu burada. Bengt Stensson Lübeck gemilerinden birisiniyağmalamış, Puke de bunun üzerine birliklerini kaleye salmış ve şövalyeyioradan atmıştı. Ağustos başında Engelbrekt üçüncü kez Stockholm önlerindekonuşlanıyordu, karargâhını yine Langholm Adası'na kurmuştu,buna karşılık şövalyeler ve kilise babaları Kutsal Ruh Manastırı'nda toplanmıştı.Kent Kral'ı karşılamak üzere hazırlık yapıyordu. Aristokratlar522


Stockholm'de, ülkedeki saraylarında oturup hukuka uygun olarak krallığınbaşına seçilmiş olan Başefendi'ye boyun eğer gibi görünüp öte yandanda ona bu barış toplantısının amacının aslında Erik'i devirmek olduğunusöyleyerek onu aldatmaya çalışıyor, böylece ikili oynamaya devamediyorlardı. Söylediklerine bakılırsa, Kral eski mülklerinden bazılarınıgeri alacak, ama İsveç'in yönetimine karışamayacaktı, Birlik de Nordikülkelerin dokunulmazlığını güvence altına alıyordu. Ayrıca Bengt Stensson'unda maiyetiyle gelip Knutsson Bonde, Krister Nilsson Vasa ve buarada temsilciler meclisine seçilen Magnus Gren'e katılması DanimarkalıKral'in karşısında hangi çıkarların temsil edileceğini açıkça gösteriyordu,buna karşılık Engelbrekt'in güvendiği adamlar, toplantıya katılacak olanPiskopos Thomas ve Nils Gustafsson Bât'ti. Engelbrekt onlara halk adınabir mektup veriyordu. Mektupta Erik'in ülkede düzen ve adaleti sağlamaktakibeceriksizliği, onu devirmek için halkın tek yumruk halindeayaklandığı, zorba Kral karşısında zafer elde edildiği halde krallığın henüzhuzura kavuşamadığı, eski koşullara dönmek için bazı çabaların sarfedildiği,halkın buna katlanamayacağı, bölge valilerinin terör estirmesinebir daha asla izin verilmeyeceği, vergilerle halkın bir daha asla küstahçasoyulmayacağı, köylülere işkence edilmesine ve onların zincire vurulmasınabir daha asla izin verilmeyeceği, onursuz bir ittifaka derhal sonverilmesi ve sahtekâr Kral bozuntusundan kurtulunması gerektiği dilegetiriliyordu. Fos Kral Erik gecikmeli olarak Eylül başında bütün çalımıylaStockholm'e geliyordu. Kale surlarının ardında, önce Kröpelin'in başkanlığındapazarlıklar başlıyordu. Ama belediye başkanının İsveç tarafınafazlasıyla yaklaştığı ortaya çıktığı için görevinden alınıyor ve yerineKral'ın gözdelerinden birisi oturtuluyordu. Yine sadece kendi çıkarlarınınpeşinde olan egemenler ve yine dışarıda bekleşen halk. İçeride, kimseninne olup bittiğini göremeyeceği bir biçimde anlaşmalar yapılıyordu,bu anlaşmalar eninde sonunda içeridekilerin çıkarları içindi. Bu şantaj vehile ustaları, birbirlerini de yolup birbirlerinden para sızdıran bu hükümranlar,kıyıcı rejimlerinin elverdiği sonuç ne olursa olsun her seferindebunu zafere dönüştürebiliyorlardı. Halland, Stockholm, Kalmar, Nyköpingyine Erik'in hizmetine sunuluyordu. Buna karşılık geri kalan eyaletlerve saraylar İsveçli efendiler tarafından yönetilecekti. Onlar da Kral'abağlılık yemini ediyor, Kral ise onlara, Hansa zindanlarında hâlâ tutuklubulunan İsveçli savaşçıların serbest kalacaklarına dair söz veriyordu.Bundan böyle mahkemeler ülkenin yasalarına göre karar verecekti. Bunakarşılık halkın ödeyeceği vergilere Erik karar verecek ve vergilerdenErik'in sarayı yararlanacaktı. Kraliyet mevkilerini işgal etmeye hakkı olanruhani ve dünyevi soylu sınıfı ise vergilerden muaf tutulacaktı. AyrıcaKral'ın vekilharçları ve mareşalleri seçme hakkı saklı kalacaktı. Senatoonaylarsa Kral'ın yaptığı atama yürürlüğe girecekti. Erik'in adamı KristerNilsson Vasa'nın vekilharç olması ve onun karşısında soylu tarafın sözcü-523


sü Karl Knutsson Bonde'nin mareşal olarak yer almasıyla uzlaşma sağlanmışoluyordu. İkisi de Engelbrekt'in yeminli düşmanları olarak egemenlerinişine geliyordu, öte yandan rakip olarak birbirleriyle savaşacaklarıda kesindi. Böylece Erik'in taviz vererek tacını satın aldığı, aristokratlarında eski ayrıcalıklarına kavuştukları uzlaşma şöleni aynı zamandabir çatışmayı gösteriyordu. Manastır ve kiliselerdeki çanların eşliğindeKral Krister Nilsson'a gümüş bir asa ve Karl Knutsson'a bir kılıç veriyordu.Bir tek Nils Gustafsson Bât sözleşmeye mührünü basmamıştı. Engelbrekt'inadı anılmamıştı. Atmış gemiden oluşan Danimarka donanmasınıngidişinden sonra Engelbrekt ordusunu topluyor, Kasımda da ikincidevrim çağrısı yapıyordu.İki cepheli bir savaşın içindeydik, kar fırtınasının içinde Engelbrekt'itakip ediyor, kuşatılmış kentimizde kendimizi koruyorduk. Her sabahfabrikaya gittiğimde, bugün kovulabilirim, diye düşünüyordum. Herakşamüstü Rosner'in oturduğu eve girerken polis memurları tarafındanyolumun kesilebileceğini düşünüyordum. Her akşam uyumadan önce,yaşamımı değişterecek bir şeylerin olması gerektiği düşüncesinin üstünügüçsüzlük ve çaresizlik örtüyordu. Sendika yöneticileri komünistler üzerindeterör estirmeye devam ediyor, genelge üstüne genelge yayınlayarakonların yolunu kesmeye çalışıyorlardı. Yine de tek tek iş kolu sendikalarıtalimatlara karşı çıkıyordu. Gerici güçler üstünlük elde ediyor gibi görünüyorkendemokratik geleneklerin temsilcileri savunma amacıyla birarayageliyordu. Engelbrekt Dalarna'dan, Hâlsingland'dan, Ângermanland'dantopladığı bir köylü ordusuyla dördüncü kez Stockholm'e gitmişti,güneydoğudan gelirken Erik'in denizcilerinin yağmaladığı kafilelerde ona katılıyordu. Kentin güney kapısının yukarılarmdaki tepelerdemevzileniyorlardı. Halkın gücü kendini bir kez daha gösterdiği, öfkelibaşkaldırı ülkenin her yerini sardığı içindir ki, soylular da İmparatorlukBaşefendisi'ne destek vermek üzere dört bir yandan geliyorlardı. Parşömeneattıkları hiçbir imzanın değeri yoktu onlar için, o an işlerine öylegeliyorsa göz açıp kapayana kadar başkasına söz verebilir, başkasıyla ittifakagirebilirlerdi. Stockholm karlı tepelerde mevzilenmiş olan on binlerinkarşısında dayanamazdı. Onları surların arkasında karşılamaktansakente onlarla birlikte girmek daha iyiydi. Ve eğer onların daha sonrakiilerleyişine katılırlarsa sorumluluğu halkın üstüne atarak Birlik Kralı'ylaköprüleri atmaya gerek kalmadan geride kalan kale kentlerine de sahipolabilirlerdi. Nasıl olup da Engelbrekt'in bir kez daha onları kabul ettiğinisorguluyorduk, Nils kardeşlere, Natt och Dag'dan Bengt ve Bo Stensson'a,Bo Knutsson Grip'e, Magnus Gren'e, dahası Kral'ın Mareşali KarlKnutsson'a bir kez daha kapılarını açıyordu Engelbrekt, bunu ancak En-524


gelbrekt'in eninde sonunda egemen sınıfların adamı olarak kalmasıyla,onların çıkarları için savaşmasıyla ve halkı yarı yolda bırakmasıyla açıklayabilirdikbir tek. Bir yorum yapabilmek için onun sonunun nasıl olduğunayönelmiş olsak da, işlerine yaradığı sürece aristokratların onu kullandığı,görevini tamamladıktan sonra da onu yok etmeyi planladığı düşüncesipeşimizi bırakmıyordu. Bu yerinde bir düşünceydi, ama yine deortaya atılan sorunu çözmeye yetmiyordu henüz. İsyanla birlikte hareketegeçen şey tek bir noktadan yorumlanamayacak kadar çok katmanlı veçelişkilerle doluydu. Tarihçiler Engelbrekt'i soylu sınıfın, burjuvazinin,Hansa'nın, ülke halkının temsilcisi, bir aziz, bir ulus kurucusu olarak görmüşlerdi.Bizim hareket noktamız onun elde ettiği somut kazanımlar olabilirdiancak. Engelbrekt talancı bir şövalyelik döneminin çocuğuydu.Hansa kentleriyle yapılan ticarete bağımlıydı. İsveçli ve Danimarkalıefendilerin çevirdikleri işler onun üretim alanını zarara sokuyordu. Barışıekonomik nedenlerden dolayı istiyordu Engelbrekt. Yüksek soylu sınıfıkendi içinde parçalanmıştı, iktidar pozisyonlarını sağlamlaştırmak içinaşağı sınıfların desteğine ihtiyacı vardı, bir yabancı Kral'dan, bir Engelbrekt'denyana oluyordu, çünkü onunla olan bağlantısını kendi ülkesindekirakiplerine karşı kullanabiliyordu böylece. Albrecht'in iktidarındanbu yana işler böyle yürümüştü. Hiç bitmeyen bir kavga insanların başınabela olmuş, işlerini elinden almış, hayatlarını zehir etmişti. Madenci Engelbrektmaden ocaklarını dağılmanın karşısında korumak istiyordu. GirişimciEngelbrekt Hansa'yla kesilmiş iş ilişkilerini yeniden kurmak istiyordu.Soylu Engelbrekt yağmacılık seferlerine karşı koymak için etkiligrupları yanına çekmek üzere soylu çevrelerle anlaşma arayışı içindeydi.Burjuva Engelbrekt parazit bir soylu sınıfın karşısında büyük tüccarlarıgüçlendirmek istiyordu. Köylü Engelbrekt halkın yanında olmak istiyordu,çünkü bir devrimin ancak onların gücüyle gerçekleşebileceğinin farkındaydı.Büyük köylü ordularının taşıdığını devrimin başlaması küçükhesapların yapıldığı, soyguncu niyetlerin hayata geçirildiği bir döneminkapandığını gösteriyordu, seferbelik ilan edenler haraca kesen adamlarıylasoylular değil, sefaletten bunalmış halk kitleleriydi. Engelbrekt baştahangi hedeflerin peşine düşmüş olursa olsun, ortaya çıkardığı ve sonrada yönetmeyi çok iyi becerdiği güç baskıdan kurtulmayı, hakça bir düzeninkurulmasını hedefliyordu. Kurmak istediği birlik ulusal ve belki dedemokratik türden bir birlik değildi, ama pratik nitelikteydi. Yoksulluğunortadan kalkması için olabildiğince çok insan biraraya gelmeliydi,çoğunluğun iradesi ne kadar güçlü olursa gerici güçler sözünü o kadar azgeçirebilirdi. Şövalyeleri kabul etmesinin nedeni iyi niyet ya da anlayışdeğildi, ordusunun üstünlüğüne onların mecburen saygı göstermek zorundakalacaklarını bekliyordu Engelbrekt. Çıkardığı sonuçların yanlışlığı,katledilirken kendini gösteriyor, acımasızlık fırsatını, devrimci şiddetfırsatını kaçırmış olduğu ölüm ânında kendini belli ediyordu. Kendisini525


hep sırtından vurmuş olanları gerçekte ait oldukları uçuruma itmemişti,çünkü kendisinin yanında Erik Nilsson Puke, Herman Berman, GotskalkBengtsson Ulv, Nils Jönsson Oxenstierna, Johan Karlsson Farla ve ClausPlata gibi kendisini bütün darbelerden koruyacaklarına inandığı, çok güvendiğimücadeleciler vardı hep. Böylece köprüye çıkan yola gitmek üzereöncü bölüğüyle birlikte dağın kenarına doğru yola düşüyordu. Norrbotten'daKont Archibald Douglas ve generalleri Nordqvist, Högberg veNygren taşradaki komünist kaleleri yıkmak üzere hazırlık yapıyorlardı.Tuğgeneral ilk toplama kamplarını Morjârv'in doğusundaki Storsien'de,kutup enlemi yakınlarına kurdurmuştu. Parti lokaline ve Norrskensflammangazetesinin basıldığı matbaaya yönelik temizlik harekâtı kontunemir subayı Yüzbaşı Svanbom tarafından planlanmıştı. Eyaletin bölge valisiDanielsson'la, Luleâ'daki Devlet Güvenlik Polisi Hallberg'le ve BelediyeBaşkanı Meyerhöffer'le müzakereler yürütülüyordu. Yahudilere karşıharekât, sağcı gazete Norbottens Kuriren'in gazetecileri Hedenström,Lindberg ve Moberg, ayrıca sosyal demokrat gazete Norrlandskan'ın gazetecileriHolmberg ve Ericsson tarafından tahrik ve teşvik ediliyordu. Suikastıngerçekleştirilmesi ikinci kolordunun öncü birliklerinde yer alandört ordu mensubuna, subay namzetleri Borgström, Norström ve Krendel'eve er Palmqvist'e bırakılmıştı. Cinayet planının işlemesini sağlayandevasa aygıt içinde, asker ve polisin yanı sıra Finlandiya Komitesi'ninbaşkanı Profesör Lindholm, Nordik Müze ve Ulusal Park Skansen'in müdürü,Stockholm'deki Halk Partisi'nin yöneticisi mühendis Wretlind veAlmanya dostu olan, bindokuzyüzondörtte ultra gerici iktidarda yer alanve şimdi de ülkede komünizmle mücadeleden sorumlu olan Adalet BakanıWestman arasında doğrudan bağlantılar vardı. Yine isimler, ölümcülbir soğuklukla peşpeşe sıralanan isimler, yoğun ilişkiler ağının içinde belirenisimler. Suçun izleri güçlü ittifaklar tarafından, yukarıdan başlayarak,daima yukarıdan başlatılan girişimle aşağıya doğru kademe kademesilinip yok ediliyordu. Yukarıda Kral oluyordu, Genelkurmay oluyordu,yukarıda devlet memurları, partililer, parlamenterler, sanayiciler oluyordu,yukarıda büyük kültür kurumları oluyordu, aşağılardan da parlakyüzlü, idealist, vatansever bazı genç adamlar seçiliyordu. Onbeş Ocakbindörtyüzotuzaltı. Kent tepedeki armalılardan gizleniyordu, tipide karyığınları savruluyordu, kazıkların ardındaki buzlarda bir tek iki köprükulesinin, birkaç surun silüeti görünüyordu arada bir. Ama Brecht ısrarla,bizim tasarımında takıldığımız sahne üzerinde çalışıyordu, güneşin yansılarınınyarattığı astronomik oluşumlarıyla Ortaçağ kentinin görüntüsüüzerinde. Uzun masanın üzerindeki sahne tasarımında Stockholm birmücevher gibi duruyordu, parlak ve olağanüstü belirginliği içinde zarafetleköpüren dalgalar, çevreyi saran yemyeşil adalar, açık gökyüzündegüneş halkaları ve yansımaların yarattığı yalancı güneşler, yörüngelerinçizdiği çemberler, kuyruklu yıldızların arkalarında bıraktığı izler ve ku-526


zey ışımalarına benzeyen göksel kuşaklar. Brecht kozmik fenomenlerdenvazgeçmek istemiyordu, bunlar büyük ölçekli uzay zamanları göstermekve böylece devrimci anla karşıtlık oluşturmak, ama bu ânı aynı zamandabir sürekliliğin içine yerleştirmek açısından önemliydi. Belki kentin yıldızlıbir manzarasını, pusun üstündeki kuzey ışığını gösterebiliriz, diyordu.İsyancıların ön kalelerle, setlerle, köprülerle ve surlarla mücadele etmedeniçerideki güzel yapıları ele geçirmeleri mümkün olmamıştı hiçbirzaman. Geniş ilintilere yakın plan bakmanın yolunu arıyordu Brecht, bununiçin sahne perspektifi de bir dürbünden bakar gibi öyle bir yakınlaştırılmalıydıki, kentin surları ve onun ardında ateş böceği gibi yanıp sönenev cepheleri bir düzlemin üstündeymiş gibi görünmeliydi, onlarınönündeki kocaman kule satıh resmi gibi görünmeli, bu kule de aralarındabir mesafe yokmuş gibi öndeki istihkâm kulesine yapışık gösterilmeli, bukulenin hemen önünde Engelbrekt'in ve maiyetinin indiği kubbemsi kayalıkyükselmeliydi. Kemerli kapıya ilerleyen birlik önce aşağıdaki derinliklerdegözden kayboluyor, sonra yeniden kalın kalasların önünde beliriyordu.Bunu zırhlı, gri yelekli, deri miğferli, dağınık duran silahlı askerleringörüntüsü izliyordu. Yukarıdaki atış mazgallarında da okçular ve kaleninkomutanı Danimarkalı Erik Nilsson. Kapıların açılması talebininancak Kral'ın talimatıyla karşılanabileceği söyleniyordu. Kent teslim olsundiye bağırıyordu İmparatorluk Konseyi Üyesi Karl Knutsson. Mareşal'insesini tanımışlardı. Stockholm'un Erik'in elinde kalmasına siz kendinizizin verdiniz, deniyordu. Bu kararın artık geçersiz olduğu yanıtı veriliyordu.Komutan Nilsson bu konuyu o sırada kentte bulunan Bay Kröpelin'lekonuşmak zorunda olduğunu söylüyordu. Ama baltalar büyükkapıya inmeye başlıyordu bu arada. Erik Niisson kalede beş bin silahlıadamın bulunduğu yolunda uyarıyordu onları, beş yüz kişi bile değiller,diye sesleniliyordu gerideki kuleden, ayrıca dışarı çıkmaya cesaretleriyok. O sırada arka tarafta kalan kentin kapısı açılmaya başlıyordu, açılansürgülerin, indirilen kalasların gacırtıları, köprüden gelen ayak sesleri,kentin çalışanları köylü askerleri selamlayarak karşılıyordu. Luleâ'dakiParti binasında patlama olmuştu. Beş kişi hayatını kaybetmişti, bölge valisiHellberg ve karısı, Gençlik Birliği'nin veznedarı Granberg ve iki çocuğu.Polis kordonu altında kenar sokaklardan taşınarak götürülmüşlerdigömülmeye. Gazetelerde ölüm ilanları çıkmamış, yaslılara hiçbir toplantıyeri tahsis edilmemişti. Aynı anda insan kalabalıkları Finlandiya'da şehitdüşmüş milliyetçi gönüllülerin tabutlarıyla Stockholm'un ana caddelerindeyürüyüş yapıyordu. Suikastla ilgili elimize geçirebildiğimiz her belgeyiyüksek sesle okutuyordu Brecht. Mahkemeler Nisan sonunda yapılacaktı.Düşmanı sadece uyarmak, korkutmak istediklerini, bir cephe gazetesiçıkarmak için matbaayı ele geçirmek isteyen Tuğgeneral için çalıştıklarınısöyleyen katiller yumuşak cezalar alacağa benziyordu. Brecht'induymak istedikleri, ordu birlikleri içindeki organize faaliyet, tetikçilerin527


seçimi, patlayıcı maddelerin depolardan nasıl sağlandığı, tutuklananların,kendilerinin verilen emirleri yerine getirdikleri yolundaki itirafları,perde arkasındakilerin ve taşeronların kaçamak ifadeleri, hepsinin konuyucinayetten saptırıp komünistlerin illegal faaliyetlerine çekmesi ve BaşpiskoposHultgren, Piskopos Cullberg ve diğer kilise babalarının, eskisosyalistler Ström, Höglund, Kilbom, Nerman, Lindhagen'in, işçi sınıfıkökenli yazarlar Vilhelm Moberg, Eyvind Jonsson ve Harry Martinson'unoyları sayesinde etkili bir destek bulan temizlik harekâtıydı. Engelbrekt'egeri dönmeye çalışıyorduk, ama Brecht mahkeme duruşmaları formundayeni bir belgesel oyunun hazırlığına soyunmuştu, Perde Arkasındakiler.Olmayacak bir oyundu bu, sahnelenmesi durumunda devletin savunmarefleksiyle harekete geçeceği bir oyun. Oyunun yeni adı Brecht'in SınırdışıEdilmesi olabilirdi. Yukarıdaki karanlıkta ülkeyi tehlikeli unsurlardantemizleyeceğine söz vermiş olan kahraman Douglas beliriyordu. Uzunvatansever bir nutuk çekiyordu. Çevresi kızıl bayraklarla çevrili sendikaşefi Lindberg onu destekliyordu. Engelbrekt'in onlar için kurtardığıStockholm'de şövalyeler ve yüksek rütbeli ruhbanlar hiç vakit kaybetmedengizli toplantılar yapmak üzere biraraya geliyordu. Kröpelin ve büyüktüccarlarla anlaşarak Danimarka'dan, bağımsız bir yönetim için görevdağılımı yapıyorlardı. Engelbrekt limanları ve ambarları ilkbahar ticaretiiçin doldurup nakliye yollarının genişletilmesi emrini veriyor, sonra daordularıyla Nyköping'e gitmek üzere yola çıkıyordu. Henüz kaleleri kuşatmayabile fırsat bulamadan senatonun başkentte toplandığı haberinialıyordu. Engelbrekt tarafından Stockholm'u yönetmekle ve kaleyi almaklagörevlendirilen Karl Knutsson Bonde'nin İmparatorluğun Başefendisiunvanını alacağı söyleniyordu. Engelbrekt Nyköping kuşatmasınıPuke, Berman, Farla ve Plata'ya bırakarak alelacele geri dönüyor vekomplocuları Kara Kardeşlik Manastırı'nda toplantı halinde buluyordu.Uppsala Başpiskoposu Olof, piskoposlar Knut von Linköping ve Siggevon Skara ve toplantının diğer katılımcıları, yani toplam otuz kişi Engelbrekt'inunvanını elinden almış ve şövalye Bonde'ye vermişlerdi. Sadeceüç oy Engelbrekt'ten yana kullanılmıştı. Kent isyan halindeydi, işçiler, zanaatkarlar,köylüler Jârntorg üstlerindeki dik sokakta bulunan binayı çevirmiş,Başefendilik payesini ancak Engelbrekt taşıyabilir, diye bağırıyorlardı.Yine de aristokratlar durumu doğru değerlendirmişlerdi, halk onlarasaldırmaya hazır olduğu halde Engelbrekt'in yürüttüğü seferin tam dason aşamasında onlarla açık bir düşmanlığa girmeyeceğini ve böylece biriç savaşa izin vermeyeceğini biliyorlardı. Ayrıca Engelbrekt'in unvanlaraaldırış etmediğinin de farkındaydılar, Başefendilik payesinin Engelbrektile Karl Knutsson arasında paylaşılma olasılığını da hesaba katmışlardıönceden. Onun askeri becerilerini övgüyle karşılıyor, devlet işlerinin dışındada onun başka onur unvanlarına sahip olabileceğini göstererek durumuona yutturmaya çalışıyorlardı. Ordunun başının onun yeri olduğu-528


nu, şövalyelere düşen şeyin zafer yürüyüşünde onu izlemek olduğunusöylüyorlardı. Ve böylece her şey bekledikleri gibi oluyordu, Engelbrektmücadele sona erene kadar en yüksek iktidar pozisyonunu Karl KnutssonBonde'yle paylaşmaya hazır olduğunu açıklıyordu. Soylular onun bu unvanıbir daha asla sadece kendisi için talep etmeyeceği düşüncesinden hareketediyordu, çünkü görevini tamamladığında yaşamının da sonuna gelmişolacak, halk da ülkenin kurtuluş mücadelesinde yorgun düşmüş olacaktı.Böylece Engelbrekt kent çalışanlarını yatıştırdıktan sonra yineNyköping'e gitmek üzere yola düşüyor, orada kalenin kuşatılmasını Farlave Plata'ya bırakıp diğer silah arkadaşlarıyla birlikte Östergötland'a yöneliyor,Erengisle Nilsson'u Stâkeborg'u kuşatmakla ve Tjust'da bulunan BoKnutsson Grip'i Stakeholm'a saldırmakla görevlendiriyor, Natt ochDag'dan Nils Stensson'un almış olması gereken Kalmar'a ilerliyor, oradanBlekinge'ye geçiyor, Claus Lange'yi kale beyi olarak oturttuğu Ronneby'ialıyor, Batı kıyısına ulaşıp düşmüş Laholm'u öncü Arvid Svans'a teslimediyor, Halmstad'ı Bo Stensson'un, Varberg'i de Herman Berman'ın gözetiminebırakıyor, Âlvsborg'la bir barış anlaşması yapıyor ve sonunda Puke'ylebirlikte ağır teçhizatla donatılmış Axvall'e varıyordu. Engelbrekt'inkatettiği yol, Doğu kıyılarından aşağıya inerek, Skane'den Batı'ya saparak,Danimarka topraklarında kalan Halland'dan yukarı çıkarak katettiği yol,gittiği her köyde meşalelerle, davetlerle karşılandığı bu yol, ülkenin vehalk egemenliğinin çevresini saran her bir çemberi yardığını gösteren buyol aynı zamanda tükenişin, çöküşün yoluydu. Engelbrekt'in sağlığı kışınve soğuk ilkbaharda durmadan at sürmek, dışarıda gecelemek yüzündeniyice bozulmuştu, kas ağrıları yüzünden kıvrandığı, ateşler içinde yandığı,doğru düzgün ayakta bile duramadığı bir zamanda, Stockholm'e gitmedenönce Örebro'daki kalesinde kısa bir süre dinlenmek üzere Puke'ningözetimindeki Axvall'den ayrılıyordu. Şubat sonunda, hasta ve yaşlanmışEngelbrekt'in son saatlerini izlemeye yoğunlaştığımız bir sırada çalışmayaara vermek zorunda kaldık, çünkü Brecht'in tam olarak iyileşmeyen gribinüksetmişti. Tâlje'den atıldıktan sonra Örebro'nun komşusu olan veHjâlmar'ın Güney kıyısında bulunan Göksholm sarayına yerleşen Nattoch Dag'lı Bengt Stensson bir anlaşma yapmak üzere Engelbrekt'i kalesindeziyaret etmişti. Yanında oğlu Mâns Bengtsson da vardı, seferlerinde Engelbrekt'ingüvenini kazanacak ve onun yamaklığını yapacaktı. Gut hastalığıyüzünden vücudunun biçimi bozulan, koltuk değneklerine tutunaraktopallayan Başefendi barış yapmak üzere şövalyeyle anlaştıktan sonra onlarıkalesinde ağırlıyordu. Genç Mâns'm varlığı Engelbrekt'in kuşkuculuğunualıp götürmüştü. Oysa efendilerin aklında fikrinde bir tek, halk liderininne durumda olduğunu görmek vardı. Kendini savunmak için kılıcınıbile kaldıramayacak durumda olduğunu, Stockholm'deki senatonun kararverdiği üzere onu uygun bir fırsatta öldürmenin kolay olacağını gördüler.Bu fırsatın çıkması uzun sürmeyecekti. Engelbrekt Stensson'lara er-529


tesi gün fazla güç harcamamak için bir kayıkla Stockholm'e gideceğinisöylüyordu. Ayrıca en uygun yol hakkında onların fikrini alıyor, onlar daEngelbrekt'e Hem Fiyordu'nu ve Âss Boğazı'ın geçip sonra da Mellan Fiyordu'ndanBjörk Boğazı'na ve bir süre dinlenebileceği Suıidholm'e yönelmesiniöneriyorlardı. Ama geceleri hâlâ soğuk oluyor, diyordu BengtStensson ve adalar Göksholm yakınlarında olduğu için onu kalesinde konaklamaküzere davet ediyordu. Engelbrekt teşekkür edip vakit kaybetmekistemediğini, ertesi akşam Hjâlmar'ın doğu ucundaki Rossvik'e ulaşabilmekiçin erkenden yola çıkmak zorunda olduğunu, orada Nils GustafssonBât'ın kendisini beklediğini söylüyordu. O zaman kamp yeri olarakdaha büyük bir yer seçebileceğini, çünkü orada ateş yakmak için bolbol odun olacağını söylüyordu Mâns. Daha sonra anlattıklarımıza Brechtitiraz edip durmaya başladı. Onu tabir yerindeyse bir mumya gibi donduransadece hastalığı değil, aynı zamanda Engelbrekt'in katlanılmaz sonununkaranlıkta kalmasıydı, bu da çalışmaya devam etmeyi olanaksızlaştırıyordu.Brecht bir yandan havlar gibi öksürürken, bir yandan da paradoksgibi görünen tarihsel bir koşulun üzerinde duruyordu, Engelbrekthalkla birlikte zafere doğru yürüdüğü halde yönetici pozisyonları aslahalka bırakmamış ve halk da başı çektiği halde sanki kendi karar almayeteneklerine güvenmiyormuş gibi yönetimi başkalarının eline teslim etmişti.Brecht'in projeyle ilgili son düşüncesini defterime not ettim, Brecht,Natt och Dag'ın bizim metnimizde Nacht und Tag 13 olarak geçmesini istiyordu,on iki Marttan, Sovyetler Birliği'yle Finlandiya arasındaki kış savaşınınsona ermesinden kısa bir süre sonra düşmüştüm bu notu.Brecht'in yanında entelektüel bir özgürlük edinmiştik, bu özgürlüksayesinde güncel baskıyı aşabiliyor ve tarihsel bakış açılarına açılabiliyorduk.Fabrikadan çıkıp Rogeby ile buluştuğumda güncelin egemenliği altındaoluyordum, daha geniş yorumların ve kombinasyonların dünyasınaaçılım yapabilecek yollar kapalı oluyordu, bizi baskı altında tutan veyakınımızda olan şey açıklanmayı ve temellendirilmeyi talep ediyordu.Engelbrekt oyunuyla uğraşırken içimde bu ülkeye aidiyet gibi bir şeylerhissetmiştim, İsveç'e yerleşebileceğimi hayal ediyordum, Almanya'nınartık benim kökenimle hiçbir ilgisi kalmamıştı, yeraltında birkaç dost vardısadece orada, vatandaşı olduğum Çekoslovakya bana yabancı, Parisuzak, İspanya yıkıktı. Annemin ve babamın nerede olduklarını bilmiyordum.Etrafımı kuşatan siyasi gerçeklik, hayatımı uyumlamaya çalıştığımkoşullar hakkında bir fikir oluşturmak istediğimde iki kutup arasında kalıyorgibiydim, iki bakış açısı arasında sürekli gidip geldiğimi hissediyordum,Brecht'in bölgesi aydınlıktı, orada sınırsız bir düş gücü egemendi,13 Almancada gece ve gündüz. (Ç.N.)530


Rogeby'nin bana aktardıkları günlük koşuşturmanın ağırlığının, sisininaltında kalıyordu. Karşıtlıklar üst üste biniyor, iç içe geçiyordu, mevcutvaroluşuma bir arka plan oluşturabilecek bir doku meydana geliyordu.Doğum tarihimle örtüşen bir andan itibaren ülkenin geçmişini öğrenmeisteği doğdu içimde. Ortaçağ'a ya da daha önceleri Antik Çağ'a bakarkenevrensel ilintilerle ilgili bir fikir oluşmuştu kafamda, yıkama kazanlarınınve eritme fırınlarının başında, cereyanlı bodrumlarda ve koridorlarda, koltertibatları, boruları ve kayışlarıyla sarmaşık ormanları gibi uzanan makinedairelerinde geçirdiğim saatlerden sonra artık sadece gözlemci olarakkalmamak, son yüzyılların deneyimleriyle dolu olan bir şimdiye adım atmakarzusu yeşeriyordu içimde. Ulusal bir aidiyet arayışı içinde değildim,bir yurt edinmek kavramı geçerli değildi benim için, beni ilgilendirendaha çok, bir bütünden beslenen ilişkiler sayesinde kendi işlevlerimisağlamlaştırmaktı. Bir yıldan uzun bir süredir ücrete bağımlı birisi olarakbelli bir işyerinde bulunuyor, onlarla iş kolunun pratik sorunlarını paylaşıyordum,ama fabrikadaki gündelik işten sonra içinde yer aldığım faaliyetlerbeni yoldaşlardan ayırıyordu. Kolektif yolda ister istemez sosyaldemokrasinin bir üyesi haline getirilmiş, bizzat iktidar partisi tarafındankoruma altına alınmıştım, bir yabancı olarak Komünist Parti'ye girmemyasaktı. Alman komünistlerle illegal buluşmalarımın ortaya çıkma tehlikesifikirdaşlarım karşısında bile devamlı uyanık olmamı ve geride durmamıgerektiriyordu. Komintern'in hizmetindeki bir ulak olmama rağmenhiçbir örgüte bağlı değildim. Antifaşist mücadelede kullanılan malzemeyisağlamaya katkıda bulunduğum, Parti'nin Almanya'daki illegaldayanak noktalarını genişletme çabalarını bildiğim halde Almanya'yadönmeyi düşünmüyordum. Böylesi bir varoluş, kısmen havasız bir mekânda,kısmen de çokyönlü, somut güncelliklerin arasında geçen bu varoluşbütünlenmeliydi. Uyruksuzdum, ancak üç ay için geçerli olan biryabancı pasaportum vardı sadece ve bir buçuk yıl öncesine kadar aklımınucundan geçmeyen yabancı bir ülkede geleceğe içsel bir hazırlık yapıyordum.Yeni çevreye uyumumu bir tek, sürgüne beraberimde taşıdığım dil,yazarken ve okurken, Brecht'le, Hodann'la Bischoff la birlikteyken biçimlenenbu dil engelliyordu, günün birinde kendimi bir İsveçli gibi ifade etmeyibecersem de bu ayırıcı unsur var olmaya devam edecekti belki de.İçimde başka bir dilin varlığını kabul etmek zorundaydım. İçimde yerleşikolan bu dil sahip olduğum tek şeydi, onu ayakta tutmak benim varlığımısürdürebilmemin bir parçasıydı, bu önkoşul Brecht'in sergilediğidoğallıktan, bu tamamlanmış ve kendi içinde kendini var edebilen insanınyaban ellerde çevreyle ilişkisini kendi bireysel diliyle kurmasındançok farklıydı. Devlet sınırlarının geçersiz kaldığı ve sadece insanları birleştirenbir ortaklaşalığın devinimlerinin geçerli olduğu bölgelerden geçerkenedindiğim kavrayışlarından yararlanarak dilimi iş yapmanın birgereci olarak kullanmaya başlamıştım. Bugüne tarihsel bir taşıma gücü531


kazandırmaya çalışmayı ilk kez Brecht'in yanında öğreniyordum. Belediyemeclisinin başkanı, bir zamanlar Sol Parti'nin, Komünist Parti'nin kurucusuolan, ama sonra sosyal demokrasiye geri dönen Ström'ü Brecht'eyaptığı bir ziyaret sırasında görmüştüm. Milletvekilinin bir sözü üzerinelaf Brecht'in Sezar hakkındaki kitabına gelmişti. Bindokuzyüzonaltı sonbaharındaMeclisin Birinci Kamarası üyeliğine seçildiğinde sağ basınınkendisini Catilina'ya benzettiğini söylemişti Ström. Fesatçı özel bir törenlesenatoya teşrif etti, deniyordu. Faşist dönemin ortaya çıkışından öncekizamanı benzetiyle anlatmak için Brecht'in malzeme olarak kullandığı Catilinausulü fesatçılık Ström tarafından bir önceki savaş dönemine taşınmıştıböylece, bunun üzerine Brecht aniden, eylemleriyle bugünün çatışmalarınaışık tutabilecek Engelbrekt'in ve Sezar'ın birer figür olarak kullanılıpkullanılamayacağından kuşkulanmıştı. Maruz kaldığımız felakete biraçıklama getirmekte zorluk çekerken bilgi edinebileceğimiz modelleriiçinde barındırır gibi görünen olayların peşine düşmüştü Brecht. Mart ortalarındahem Sezarla ilgili romanını hem de Engelbrekt oyununu bir kenarabırakmasının nedeni, söz konusu modellerin sadece içinde doğduklarıtarihsel zorunlulukları açıklama gücüne sahip olmalarının ve onlarınbizim yaşamakta olduğumuz krizli duruma bir faydası olmayacağının farkınavarmasıyla ilgiliydi belki de. Ström gençliğinde Brecht'in de bildiğibir kitabı, Danimarkalı bir tarihçi olan Bang'ın kitabını okumuştu, bu kitapCatilina'yı burjuva tarihyazımının onu bir zorba ve demagog olarakgöstermesinin aksine sosyal bir reformcu olarak çiziyordu. Romalı sermayedarlarlayoksul halk arasındaki çatışma bu yapıtın ana motifiydi.Brecht'in de romanında olduğu gibi, ağır borçları olan hırslı Sezar'ınbaşkaldıran güçlere eklemlenme çabası vurgulanıyordu, Sezar'ın asıl amacıonların ezilmesinden sonra tek başına iktidara gelmekti. Kendisinin Catilinaolarak adlandırılmasının yerinde olduğunu, çünkü Sosyal DemokratParti'nin sekreteri ve Sosyal Demokrat Sol Birlik'in yöneticisi olarak kendisininde tıpkı köle birliklerinin başı ve sokak kulüplerinin fikir babasıolan kişi gibi varlıklı bir aileden geldiğini söylüyordu Ström, ayrıca bütünsiyasi entrikaların ötesinde eninde sonunda onun ekonomik koşulları yerinegetiriyor olması, otuz beş yaşını da doldurmasıyla Meclis'in BirinciKamarası üyeliğine adaylık hakkını almasını sağlamıştı. Elli bin kronunüstünde değeri olan arazilere sahip olması ve yıllık en az üç bin kronlukgelirinin vergilendirilmesi demekti bu, o zamanki parasal değerler bakımındanbu miktar sadece küçük bir azınlığın eline geçiyordu. Ström genelseçimler sayesinde değil, belediye meclisi üyelerinin arasındaki gizli anlaşmalarsonucunda seçkinlerin forumuna adım atmıştı. Yüksek meclisinseçicileri daha önce yerel yönetimlerde rol alan kişiler oluyordu, bu mevkileregelmeleri de, mülk sahibi sınıfların belirlediği, zira ancak en az dörtyüz elli kron geliri olanlar, maddi olarak kimse tarafından desteklenmeyen,borcu olmayan ve sabit bir adresi olanlar arasından yirmi sekiz yaşını532


doldurmuş olanların katılma hakkı olduğu bir seçimle gerçekleşiyordu.Dahası yerel seçimler kırk baremli bir seçmen skalasına göre belirleniyordu,bu sistemde varlıklıların oyları, birinci basamağa daha yeni ulaşmayıbaşaranların oylarına göre kırk kat daha değerliydi. Bindokuzyüzdokuzdaortaya atılan ve sermayenin, gayrimenkul mülkiyetinin, sahip olunanüretim tesislerinin sayısı ve hacminin yanı sıra, davar mevcudunun ve çalıştırılanişgücünün çokluğunun da gözetildiği bu kırk kat yapılanmasıdaha önceki beşbin derecelik, bazı yönetenlere hakları elinden alınmışhalk üzerinde egemenlik kurma güvencesini veren skalaya göre bir ilerlemeydiyine de. İkinci Kamara seçiminde bir adam bir oy ilkesi geçerliydi,ama sadece yılda sekiz yüz kronluk vergilendirilmiş geliri olanlar, topraklarınınve evlerinin değeri altı bin kronun altında olmayanlar seçilmeyehak kazanabiliyordu. Böylece burada da sabit bir işi olmayan, sık sık ikametgâhdeğiştiren çalışanlar, bunların arasında da özellikle genç olanlardışlanmış oluyordu. Kitle eylemlerinin, bindokuzyüziki ve bindokuzyüzdokuzbüyük grevlerinin baskısı, Demokrat Parti'nin büyüyen etkisi sayesinde,servete göre değerlendirme ölçüsü kaldırılmış, yaş sınırı aşağıya çekilmişve sadece son üç yılda vergilerin ödenmiş olması koşulu aranmayabaşlamıştı. Bindokuzyüzonbirde yeni kararnameler çıkarılmıştı. Kadınlarınoy hakkı kazanmasına daha on yıl vardı. Çalışanlar partilerini İkinciKamara'da Sağ Birlik'in sandalyesi kadar bir büyüklüğe ulaştırmayı başarmışolsalar da, buradaki büyük parlamenter grubunu oluşturan LiberalParti de ait olduğu burjuvalar cephesinde sayılınca karşılarında onların üçkatı bir güç oluyor, egemen oldukları Lordlar Kamarası'nda aşağıdan gelenbütün talepleri reddedebiliyorlardı. Brecht seçme ve seçilme hakkınıntarihinde sınıf mücadelesinin en sert biçimini görüyordu, burada yasalolarak temellendirilmiş kale burçları da, parlamentonun toplanma dönemlerindekigericilik de aşikârdı, radikal fikirleri ima eden her şeye karşıburada durmadan stratejiler geliştirilebiliyordu. Brecht Ström'ün bize İsveçparlamentarizmi hakkında daha fazla şey anlatmasını istiyordu, öncedemokrasinin çöküşü olarak adlandırılan bindokuzyüzonbire kadar parlamentarizminkatettiği yolu, sonra bindokuzyüzyirmide sosyal demokratlarınilk kez iktidara gelişini, ve daha sonra da otuzlu yıllara kadar yaşanan,burjuvazinin konumunu ve işçi hareketinin özünü belirleyen süreci.İsveç toplumunda sosyal demokrasinin etkisini anlamak için, onu burjuvazininliberalleşmesiyle ilişkilendirmek zorundaydık. İlk sosyalist hücrelerdenbaşlayıp sendikaların ve partinin oluşumuna kadar geçen süreçteliberalizmin gelişimi de gerçekleşmişti, liberalizm yenilenme baskıları karşısındauyum gösterme yeteneğine sahipti, olacakları önceden izliyor, henüzbillurlaşmamış oluşumları yakalıyor, onlardan kendi çıkarımlarını yapıyorve kendi ilgileriyle bağlantılandırıyordu. Burjuvazinin ilerici kanadıyönetici sosyal demokrat gruplarla işbirliği yapıyor, sağ kanadı üretimaraçlarının mülkiyetini polis ve asker sayesinde güvence altına alıyor,533


öylece burjuvazi egemenliğini ayakta tutuyordu. Değişimlerin barışçılve parlamenter yoldan hayata geçirilmesi ilkesinin yönlendirdiği sosyaldemokrasi yaptığı her hamlede ideolojik düşmanıyla kurduğu bağımlılıkilişkisini hiç koparmıyordu, böyle yapmakla kazandıklarının bedelini eskihedeflerinden uzaklaşarak ödüyordu. Seçmen çoğunluğunun taşıyıcılığınıyaptığı sosyalizm, kapitalizmin içine ağır ağır sızmıyordu, tam tersinekapitalizm sosyal hareketi kendine entegre ediyordu. Devrimci düşünmirası neredeyse hiç hissedilmeksizin pragmatik reformist biçimini alıyordu.İleriye atılan, devrime yönelik gücünü gösteren halkın mücadeleörgütleri revizyonizmin araçları haline geliyordu. Bir huzursuzluk odağıbaş gösterdiğinde hemen harekete geçen burjuvazinin koruma birliklerideğildi sadece, proleter talepleri geri çeviren, aynı şeyi akılcı bir sabrıngerekliliğini öne sürerek kendi partilerinin yöneticileri de yapıyordu.Ström, içinde bulunduğumuz ayın birkaç öğleden sonrasını alan konuşmalarda,bu denge sürecinin, adil, özgürlükçü ve demokratik bir düzenkurmakta tek yol olduğunu savunmuştu, Ström'e göre onun görüşlerinidoğrulayan dönemler tam da bu sapma yılları, daha hızlı elde edilebilecekbir alternatifin arandığı yıllar olmuştu. Kendi partisinin politikasındasosyalist ideallerin inkârını değil, daha çok tarihsel verilerin izlenmesinigörüyordu. Bireyin yaşamının değerinden yola çıkarak oy vermekle güvencealtına alınan değişim vizyonunda ısrar ediyordu, her ne kadar burjuvazininzorbalığı yüzünden sözü edilen şu komünal toplumun, özgürdayanışma devletinin hayata geçemiyor oluşu her defasında kanıtlanıyorolsa da. Binsekizyüzkırkbeşte Paris'ten gelen ve orada Cabet'nin, Proudhon'unve Blanc'ın öğretilerini öğrenmiş olan zanaatkarlar tarafından ilkokuma çevreleri kurulduğunda, burjuva çevrelerinin kurduğu reformdostları toplulukları da kendini göstermeye başlıyordu. Birisi bir halkparlamentosu, genel seçme ve seçilme hakkı, on altı saate kadar çıkabilengünlük mesainin kısaltılması mücadelesinde inisiyatifi ele alırken, ötekisiloncaların kapatılmasından sonra ustaların eğitiminden mahrum kalançırak ve kalfaları eğitim derneklerinde yeniden himaye altına almak üzereyanına çekmek istiyordu. Fransa'dan yayılan rüzgârlar Stockholm'e debir Adiller Derneği taşımıştı, ama Cabet'nin romanı İkarya'yı, matbaacıGötrek'in savunuculuğunu yaptığı her şeyin herkese ait olduğu, tam bireşitliğin hüküm sürdüğü, bizzat halkın toplumun asilleri olduğu, herkesinher pozisyona seçilebileceği, gerçek Hıristiyanlıkta vaz'edilen kardeşliğinhayata geçtiği barışcıl bir komünizm ülkesi fazlasıyla ütopikti ve liberallerinönerdikleri temellere karşı tehlike oluşturmaktan uzaktı. Götrek,hâlâ yarı feodal olan bir tarım ülkesinde ne kadar yapabilirse, binsekizyüzkırksekizdeAvrupa'yı sarsan devrimlere yakınlaşmaya çalışıyordu,o yıl Komünist Manifesto'yu çeviren ve yayımlayan Götrek olmuştu, tipograflarınilk iş kolu toplantılarını yapma fikri ondan çıkmıştı, işçi sınıfınınhakları için mücadele vermesi yüzünden polisin darbelerine ve hapis534


cezasına maruz kalan ilk kişi yine Götrek olmuştu. Eski kastlar meclisindeniki kamaralı Temsilciler Meclisi'ne geçişin hazırlıkları burjuvaların etkisiylegerçekleşmişti, çalışanların henüz kuşatıcı örgütleri yoktu ve buyüzden de inisiyatif sahibi değildiler. Ülke ekonomisini yönlendiren, endüstriyelgelişimi başlatan, içten içe kaynaşan toplumsal çatışmaları görmezdengelip anayasa reformunu hızla gerçekleştiren burjuvazi bunlarıyaparak kendini ilerici bir güç olarak gösterebiliyordu. Burjuva devrimininson aşaması gecikmeli olarak ondokuzuncu yüzyılın ortalarında gerçekleşmişti.Feodal egemenlik sisteminden kapitalist egemenlik sisteminegeçişe yüksek sınıfların kendi aralarındaki uzlaşmalar ve baskıcı anlaşmalareşlik etmişti. Ekonomik devrimin ardından, gücün soylu sınıfınhakkı olmaktan çıkıp finans ekonomisinde toplanmasının ardından, çalışanlarıntaleplerinin itici gücüyle bilinç de devrimci bir değişimden geçiyordu,burjuvazi en yukarıdaki kesim olarak parayı silah olarak kullanıpdaha fazla kâr etmeye yönelerek daha güçlü sömürü olanaklarına yelkenaçıyor, onun altında yeni çağı içinde barındıran güçlerin hareketi yer alıyordu.Sermayedarlar üretim biçiminde devrim yaparak, servetin etkilikullanımına yönelerek çalışan kitlelere, onların gücünden korktukları içinonların sorunlarına ilgi göstermek ve hayırperver olmak zorunda kalmışlardı,ama bu çabaları aldatıcıydı ve tepkilerin şiddete dönüşmesini tekrartekrar önlüyordu. Özgürlükçülük oyununun ikiyüzlülüğü Kral'a, ataerkilOscar'a kadar uzanıyordu, Kral, Fransa ve Almanya'da başgösterenhuzursuzluklar yüzünden İşçi Eğitim Dernekleri'nin geliştirilmesi içinher yıl beş yüz Taler fon ayırıyordu, öte yandan soylulara ve nüfuzlu burjuvalarabu derneklerde siyasi ve toplumsal sorunların tartışılmamasını,sadece etik ve ahlaki içerikli konuşmalar yapılmasını sağlamaları yolundatalimat veriyordu. Almqvist'den Blanche'e ve elli yıl sonra Strindberg'ekadar en iyi kafalar demokratik hareketin solunda yer almışlardı,işçilerin partisi de sosyalist liberal bir kaynaşmanın eşliğinde ta başındanberi eleştirel sol kanada sahip olmuştu. Sağın isyancılara karşı daha sonrakimücadelesi, bu mücadelenin Sosyal Demokrat Parti'nin muhafazakârlıkkarşısında zafer elde etmesiyle sonuçlanması, sınıfları uzlaştırmaeğilimlerinin eskiden beri ağır bastığını yansıtıyordu. Burjuvaların binsekizyüzatmışaltıdaparlamentoda reform yapmaları, o zamana kadar geçerliliğinikoruyan kayırıcılıkla karşılaştırıldığında demokrasi yolundaatılan önemli bir adım izlenimi uyandırıyordu. Merkezi bir yönetimdenyoksun olan, Birinci Enternasyonal'in kuruluşundan sonra güçlenen gözetimyüzünden siyasi toplantılarını paravan dernekler altında yapmakzorunda kalan çalışanlar, burjuvazinin iradesine boyun eğmek zorundaydı,bu itaatin başka bir nedeni de burjuvazinin onlara halk temsilcilerindenoluşacak bir İkinci Kamara vaadinde bulunmuş olmasıydı. Daha öncedört kastm temsilcileri ayrı ayrı toplanıyordu. On bin kişiyi kapsayanbirinci sınıf, şövalyeler sarayında toplanıyordu. İkinci sınıfta, yani ruhban535


sınıfında on dört bin kişi vardı, altmış altı bin kişiyle burjuva sınıfı üçüncüsınıf, iki milyon kişiyle çifçiler dördüncü sınıftı. Beşinci sınıf olan proletersınıf hiçbir yerde temsil edilmiyordu. Ancak dört yönetici sınıfın karargücü büyüklükleriyle orantılı değildi, toplamın dörtte biri kadardı herbirinde. Her bir çevrede ele alınan sorunlar daha sonra, şövalyelerin veruhbanların çıkarlarını destekleyecek biçimde ortak toplantılara taşınıyorve siyasi kombinasyonlara ve ittifaklara gidilmek yoluyla karara bağlanıyordu.Sınıfsal egemenliğin boyunduruğundaki oyların orantısız dağılımınınortadan kaldırılması ve liberal, reform heveslisi örgütlerin hızlıyükselişi yukarıdaki kesimlerin hegemonyasının kırıldığı izleniminiuyandırıyordu, ama aslında büyük çiftçilerle işbirliği yapan ve aristokratlarlauzlaşan burjuvalar, proleter bir sınıfsal formasyonun ortaya çıkmasıyönündeki ilk atılımı bastırmayı ve yukarıdan yaptıkları devrimle köydenkente, zanaatten fabrikaya akan ve henüz heterojen olan işçi kitlelerininitici gücünü bastırmayı başarmıştı. Burjuvazi oy hakkını yasal zemindemülkiyet ilişkilerine bağlayarak, sosyalizm belasının yaklaştığını hissedenve ayakta kalabilmek için burjuvaziyle ittifak yapması gerektiğinifark eden soylu sınıfın ayrıcalıklarını da koruyordu. Bugüne kadar sosyaldemokrat siyasetin temelini oluşturmuş olan toplumsal yenilikler, bankacı,sanayici, toprak sahibi olarak yüksek aristokrasiden gelen ve böyleceegemen sınıfların ittifakını kendi kimliğinde simgeleştiren Devlet BakanıDe Geer'in yönetimi altında gerçekleşiyordu. Kısmen demokratik yaklaşımlarıolan, kısmen de kendi seçilmişliğini açık bir biçimde sergileyenbir kültür eliti işçilerin eğitim derneklerinde ve bu derneklerde yapılantoplantılarda bir sızma harekâtı gerçekleştirmiş, Sosyal Demokrat Parti'denyaklaşık yirmi yıl önce, binsekizyüzyüzaltmışsekizde kurulmuşolan Liberal Parti idealist havadaki temalarıyla pek çok işçi klübüne kendikarakterini enjekte etmişti. Tasarruf sandığı faaliyetleri ve sigortacılık,tüketim birlikleri, istikrar ve ahlak sorunları diğer talepleri, genel ve eşitseçme ve seçilme hakkı, çalışma süresinin kısaltılması taleplerini unutturmalıydı,Paris Komünü'nün yenilgisinden sonra en zengin burjuvalarkonsorsiyumu çalışanlara derneklerinin teşvik edilmesi için bir birlik armağanediyordu. Sözümona bir hamilik üstlenerek burada, genellikle desağcı işçi liderleriyle ele ele vererek devrimci eğilimlere yönelik bir istihbaratıhedefleyen bir aygıt kurulabildi. Binsekizyüzseksenlerde İsveç'inBebel'i Üstat Palm ilk sosyalist toplantıları örgütlediğinde önde gelen işçiörgütlerinin üzerinde Liberal Parti'nin egemenliği hüküm sürüyordu, LiberalParti Enternasyonal'e bağlı olan Sosyalist Klüp'ün karşısına yöneticilerisosyalizmle mücadele eden Genel İşçi Birliği'ni çıkarıyordu. Seçimlerekatılamayan işçiler ifade özgürlüğüne, grev eylemlerine, kitlesel gösterilereyöneliyordu; böylece de içinden daha sonra Sosyal Demokrat Parti'nindoğacağı hareket bölünüyordu, bir taraf tek kamaralı parlamentonunkurulmasını, ordunun lağvedilmesini, halkın silahlanmasını, sosya-536


üst topluma devrimci geçişi talep ediyor, öbür taraf devletin parlamenteryollardan ele geçirilmesini savunuyordu. Reformizm ve devrim birbiriyleçatışıyor, Parti içindeki kamplaşmalar burjuva bloğunun ekmeğine yağsürüyordu. Branting liberal kamptandı. Kısa sürede bir manevraylaPalm'ı bertaraf eden, liberallerle sıkı fıkı bağlantıları canlı tutan Brantingradikal parolalarla proletaryayı da yanına çekmeyi biliyordu, enternasyonalizminkızıl bayrağı altında, ezilenlerin ve sömürülenlerin kurtuluşundan,Parti'nin devrimciliğinden söz ediyordu. Ayrıca ona devrimci de denebilirdi,çünkü hakaret içerdiği iddia edilen bir makalesinden dolayıhapis cezasına çarptırılmıştı, ama ilerici burjuvalar yine de onun yönetimineizin veriyor, hesaplarında onun da yeri oduğunu biliyorlardı, çünküBranting, sol liderler Palm, Wermelin, Danielsson'un devredışı bırakılaraksürgüne gönderilmesiyle bizzat ilgilenmişti. Ström bize, kendi geçmişindekikomünist ara döneminden henüz söz etmemişken, Branting'inseçtiği yolun doğru olduğunu düşünüyordu, reel politikacı Branting burjuvadevletinin yadsınmasından yana değildi, tam tersine yegâne iktidararacı olabilecek devletten yanaydı, anarşinin ve halkın çoğunluğunundesteğini kazanamayan eylemlerin yol açtığı infilak manzaralarını eleştiriyor,en acil görevlere, oy hakkının, sekiz saatlik iş günü hakkının kazanılmasınayöneliyor, henüz krizlerle sarsılmamış, sağlıklı kapitalist sisteminçerçevesi içinde elde edilebilir olan şeylerin mücadelesini veriyor veböylece çoğunluğu yanına çekebilmek adına, halkın haklarının genişletilmesininsavunuculuğunu yapmak isteyen işçi sınıfının dışında kalangruplarla ittifaklara giriyordu. Kitle partisinin ortaya çıkmasıyla, oluşanbu araç sayesinde taleplerin giderek kendini daha güçlü bir sesle ortayakoymasıyla, burjuvazinin parlamento reformundan yana olan grubu dadaha olgunlaşmıştı, Sosyal Demokrat İşçi Partisi'yle rekabet eden GenelOy Hakkı Derneği'nde de parlamentoda iyileştirmelerin gerçekleştirilmesiyönünde çalışmalar yapılıyordu. Sayısal üstünlüğün Liberal Parti'de vesağ gruplarda olduğu Birinci Kamara'yı arkasına alan burjuva iktidarıtoplumu tehlikeye atacak değişikliklerin gerçekleşmeyeceğinden eminolabilirdi. Sosyal demokrasi, İkinci Kamara'daki sandalye sayısını artırabilmekiçin kendi içindeki temel ayrışmayı saklamak, birlik ve bütünlükgörüntüsü sergilemek zorundaydı, revizyonist umutlarla devrimci yanılsamalararasında gidip gelen işçi sınıfı seçimlerde kendi partisinin hizmetindeydi,ama ara dönemlerde parlamento dışı eylemlere gittikçe dahafazla yöneliyordu. Burjuvalar nasıl ki İş Kolları Komitesi'nin karşısına, işbularak, bireysel ücret anlaşmalarına giderek hemen bir işçi birliği çıkardılarsa,sendika örgütlerinin Parti'ye bağlanmalarına yanıt olarak da kendiişçi derneklerini kurmuşlardı ve tırmanma eğilimi gösteren sorunlaryaşandığında buralardan, özel çalışma haklarıyla donanmış grev kırıcılarıgönderiyorlardı. Burjuvalar çalışanların önüne koymak istedikleri şeyihâlâ halk parlamentosu olarak adlandırmak istiyordu, buna karşılık işçi-537


ler, egemenler devletinin genel grevle felç edilmesi çağrısında bulunuyordu.Bindokuzyüziki Nisanında gerçekleştirilen bu ilk büyük eylem aynızamanda proleter dayanışmanın ve Parti'nin sağ kanadından kopuşunhabercisiydi, artık anlayışlar arasındaki çelişkiler açıkça kendini gösteriyordu,polis birliklerini grevcilerin üstüne salan burjuvaziyle işbirliğinireddedenlerle, düşmanla işbirliği yapmaya hâlâ hazır olan Branting taraftarlarıarasındaki husumet artık uzlaşmanın imkânsızlaştığı bir noktayageliyordu. O günlerde halk Parti üzerinde bir egemenlik kurmuştu, kentinsokaklarında ve meydanlarında sosyal demokrat gücü hayata geçiriyorve böylece parlamentodaki oy hakkı müzakerelerinin önem kazanmasınısağlıyordu. Geçici ve eksik bir seçim reformunun anayasaya girmesidaha yedi yıl alacaktı, ama buna karşılık Parti, sol ideologlar, radikalgençlik dernekleri ve sabrı tükenmiş işçi sınıfı tarafından gittikçe dahadevrimci bir çizgiye sürüklenirken sermayedarlar da kendi örgütlerinigüçlendiriyorlardı. Grevden hemen sonra sermaye sahipleri İşverenlerBirliği'yle birleşip çalışanların onlara şimdiye kadar yönelttikleri eylemlerdendaha sert ve kararlı önlemler almaya başlamışlardı. Grev liderleriişten atılıyor, isimleri kara listeye alınıyordu, greve katılan işçilerin çoğufabrika barakalarındaki ikametgâhlarından oluyor ve böylece evsiz barksızkalarak serserilikten dolayı hukuki kovuşturmaya maruz kalıyor veikametgâh gösteremedikleri için tüm seçme haklarını yitiriyorlardı, bundanböyle grev kırıcıların kıtaları coplarla ve tabancalarla donatılacaktı. İşadamları ekonomiyi düzenleme çerçevesinde kendi statülerini belirleyenyirmi üçüncü paragrafla kendilerine işgücünün yönetimi ve dağıtımı konusundasınırsız haklar tanıyarak işçilerin keyiflerince işe alınması ve iştençıkarılması olanağına kavuşuyorlar ve bundan otuzbeş yıl sonra sosyaldemokratların iktidarı sırasında sendikalarla imzalanan SaltsjöbadenAntlaşması'nda sendika sözcülerinin hâlâ aşamadıkları bu düzenlemelerotuz ikinci paragrafta yerini alıyordu. Buna karşılık, Aralık bindokuzyüzotuzsekizdeolduğu gibi, çalışanların mesleki örgütlerini rahatça yapılandırmalarınave genişletmelerine izin veriyorlardı, ama şimdiki seçimlergösteriyordu ki, burjuvazi ekonomik dayatmalarıyla işçi sınıfını hançerlemeyive yüzyıl başında varlıklı bir kesimle ücretli köle yığınları arasındaortaya çıkan karşıtlığı derinleştirmeyi başarmıştı. Servet baremininaltında kalıp şiddet yöntemlerine yönelebileceklerin karşısına reformistyolu savunan elitler çıkarılabiliyordu. Böylece işçi aristokrasisi denenkesim, kazanımları muhafaza etmek ve kapitalizmin izin verdiği iyileştirmeleridaha da genişletmek eğilimiyle sol mecraya karşı en güçlü bekçilerhaline geliyordu. Branting Bernstein'in, kapitalist devletin hızlı sanayileşmeve üretimi artırma olanaklarıyla demokrasinin oluşmasında gerekliolan maddi güvenceyi yarattığı doğrultusundaki tezini izleyerek kafasındabir seçim ittifakıyla Liberal Parti'yle ilişkilerini güçlendiriyor ve itidal,barışçıllık, kanaatkârlık çağrısıyla, yeni bir genel grev için bir kez daha538


toplanmaya niyetlenen dalgayı savuşturmaya çalışıyordu. Branting'in odönemde en çok, parlamentoda sosyal demokrasinin sandalye sayısınıartırmayı önemsemesinin anlaşılır bir şey olduğunu söylüyordu Ström,Alt Meclis'te partisinin hizmetinde henüz sadece kırk üç vekil vardı, bunakarşılık burada Liberal Parti'nin yüz temsilcisi ve altmış sağcı burjuvavardı, halkın çoğunluğunun oyunu kullanamadığını söylemenin bir yararıyoktu, adalet yasalara uygun bir biçimde gerçekleşmek zorundaydı veböyle bir umut da yok değildi, tabii herkes çalışkanlık, yerleşiklik, sabitiş, vergilerin zamanında ödenmesi gibi seçilme koşullarını yerine getirdiğisürece. Sokak eylemleri Parti'nin itibarını zedelemekten başka bir işeyaramazdı. Ama yine de, Branting burjuvazinin taleplerine teslim olduktanve İkinci Kamara'nın seçimlerine katılma hakkı için önerilen yirmi üçyaş sınırı yerine doldurulmak kaydıyla yirmi dört yaş sınırını, ayrıca eskidende olduğu gibi kadınların seçimlerde devredışı bırakılmasını kabulettikten sonra bindokuzyüzdokuz yılının Ağustosunda ikinci büyük grevgerçekleşmişti. Disiplinli ve sebatlı kitleler yine yalnız bırakılmıştı. Partive sendika yönetimi grevle ilgileri olmadığını açıklayınca işçi hareketinigenel küçümsemenin, gösterileri kaale almayan korkunç tavrın kurbanıyapmışlardı. Kral, Sârö'ye tenis oynamaya, sağcı lider Başbakan LindmanHâlsingland'daki yazlık evine, Liberal Parti'nin Başkam Staaff Furusundkaplıcalarına, Branting ise tatil yapmak için Almanya'ya gidiyordu. Hepside polis birliklerinin ve İşverenler Birliği Başkam Sydovv'un örgütlediğikorumaların yüzbinlere hâkim olabileceklerine güveniyordu. Sadece birtek kişi, liberal bir milletvekili acıma ve korkuyla karışık bir duygu içinde,olağanüstü bir dikkatle olayları izliyordu. Yoksulluk ve açlığın işçi sınıfınınruhunu hasta ettiğine bütün kalbiyle inanıyordu, ama iyi bir beslenmeyle,düzenli ve yerleşik bir barınmayla, stabil bir eğitimle vatanseverbir çizgiye getirilebilirlerdi. Soylu ve sofu bir ailenin mensubu olan,subayların, saraylıların ve diplomatların arasında büyüyen, katı bir disiplinleyetiştirilen, kendisi istemediği halde on iki yaşındayken denizcilikokuluna gönderilen, daha sonra denizcilik yüksek okuluna geçen, sanatameraklı olan, ahlak terbiyesinden geçirilmiş bir İncil okuru ve skolastikçiolan Palmstierna rüştünü ispat edip ikinci kaptan olarak denizcilik okulundanayrıldıktan ve kendini hayır işlerine verdikten sonra ailesinin itirazlarınarağmen Sosyal İşler Derneği'nin sekreterliğini, Yoksullara YardımKongresi'nin başkanlığını ve liberallerin belediye meclisi üyeliğiniüstlenmişti. Yaz mevsiminin bu son aylarından birinde halkın güçsüzlüğünüve mağduriyetini izliyordu. İş adamları tam zamanında bankalarınuzun vadeli krediler vermesini sağlamıştı, çalışanlar maaşlarını kaybettiktendört hafta sonra perişan duruma düşüyorlardı. Palmstierna işçi ailelerininküçük ve yoksul odalarını tanıyordu, oralara sık sık girip göz atmış,pis kokular midesini bulandırmış, gençlik yıllarında uğradığı deniztutmasını aşamadığı gibi bu mide bulantısını da asla aşamamıştı, ama yi-539


ne de Sosyal Yardım'm karavana arabasına eşlik ederek, bir süre sonrakendini dışarı atmak zorunda kalsa da, bu yabancı insanların yanma gitmektenvazgeçmiyordu, garip bir biçimde bu insanların kendisini çektiğinihissediyor, onların kurtarıcısı olacağını, onları din düşmanlığı tehlikesinden,vahşi devrimci düşünce tehlikesinden koruyacağını biliyordu, işteartık bu büyük fırsat ayağına gelmişti, grevciler cezalandırılmıştı, sendikaliderleri onlardan habersiz işverenlerle müzakerelere başlamıştı, yenidenişe başlamaktan, fabrikalara dönmekten başka şansları yoktu,Palmstierna onların kendilerini nasıl aşağılanmış hissetiklerini anlayabiliyordu,firkateynde o da eziyet görmüştü, eğer sahtekârlıktan, fanatizmdenarınmayı başarabilirse geleceği olan Parti'sinde artık onlar için birşeyler yapmak istiyordu Palmstierna, uzun zamandan beri Branting'inyalnızlığının farkındaydı, ona, bu büyük öncüye destek vermek istiyordu,şöyle diyecekti ona, siz ve ben akraba dehalarız, ikimiz de acıya, sefaleteson vermek istiyoruz, karşılıklı bir güven ortamı yaratıp insan onurunuyeniden inşa etmek istiyoruz, ama çevreniz eğitimsizlikle, vasatlıklakuşatılmış, bu yüzden acı çekiyorsunuz, Parti'nin zihinsel düzeyini yükseltmekte,Parti'yi gerçek bir demokratik parti haline getirmekte size yardımetmek istiyorum. Ve böylece Branting onu yanına alıyordu, Palmstierna'nınParti'ye girmesiyle birlikte sosyal demokrasiyle liberalizm arasındakiittifak tescillenmiş oluyordu. Artık sosyal demokratların bakanlıkgörevlerine gelecekleri liberal bir iktidar olasıydı. Bakanlık sosyalizmidüşüncesinin belirlediği bu koalisyonun iki yıl sonra, koltuğu bırakmakzorunda kalan Lindman'ın yerine Staaff geçtiğinde hâlâ gerçekleşmemesininnedeni, oyunbozan solcuların liberal burjuvaziyle her türlü uzlaşmayıgeri çevirmeleriydi. Sosyal demokrasinin İkinci Kamara'da sandalyesayısını ikiye katladığı, korumacı ve serbest ticaretten yana gruplarınbirarada olduğu, Tarım Partisi'nin ve Ulusal İlerleme Partisi'nin oluşturduklarısağ blokla eşit ağırlığa ulaştığı bir zamanda parti içi muhalefetinParti'den atılması için önlemler almak gerekiyordu. Bu görevi üstlenmeyeuygun kişi Palmstierna'ydı. Kısa süre içinde Parti yönetimine, parlamentogrubuna giren Palmstierna hizmetlerini ortaya koyabilirdi. Çalışanlarıntaleplerini bundan sonra kötü ekonomik koşullarda ortaya atıpParti'nin başarısını ister istemez engellemek yerine, ekonominin yükselişdönemlerinde ortaya koymaları yolunda, onların yaşam mücadelesinikolaylaştırmak, masraflarını azaltmak, ücretlerini yükseltmek adına elindengelen her şeyi yapıyordu Palmstierna, onları yüzleri solmuş, belleribükülmüş bir halde fabrikalardan çıkarken görünce kendini çok kötü hissediyor,kendi idealizmini onlara aşılamak istiyor, onları kaba ve ilkel birprotestoya sürüklemek isteyen kışkırtıcılardan nefret ediyor, onlardankendini aşma ve itidal bekliyordu, o arada başına gelen bir olayı, gecevakti bir direğin tepesinde asılı kalışının, sonra da aşağıya uçuşunun kötüanısını unutmaya çalışarak. Kendini yeterince güçlü göstermek, kendi540


sınıfının mirasını güncel politikalara taşımak için sürekli baskı altındaolan Palmstierna katılığını sadece halkın büyük hareketini temizlemekte,bu hareketi yola getirmekte ve evcilleştirmekte kullanıyordu. Kentin sokaklarındakive meydanlarındaki kitlelerin görüntüleri peşini bırakmıyordu,üstündeki gerginliği atmak için arada bir Dalarna'daki çiftliğinegidiyor, ormanların ve Siljan Gölü'nün güzelliğinin tadını çıkarıyor, budinlendirici gezilerden sonra Parti içinde ayrı bir birlik kurmuş olan solcukanada karşı yürüttüğü mücadeleyi yeniden başlatıyordu. Antimilitaristlereyönelik saldırıyı artık dışardan değil, daha büyük bir etki vaat ettiğiiçin İşçi Partisi'nin içinden yürütüyor, savunma bütçesinin büyütülmesininsözcülüğünü yapıyor, Bolşevizmin kökünden kazınmasının en temelmesele olduğunu beyan ediyor ve böylece güç siyasetine adım atmanınnelere bağlı olduğunu sergiliyordu. Fedakârlık onun yaradılışında vardı,sırtını döndüğü soylu sınıfın hakaretine katlanmak, sağ basının adını karalamasına,büyük burjuvazinin ailesini tehdit etmesine dayanmak zorundakalmıştı, ama kendini adadığı davanın haklılığından kuşkusu yoktu,çalışan kitleler ona kulak asmasalar da, o yine de onların iyiliği içinelinden geleni yapıyordu, önünde onu bekleyen bir misyon vardı, pos bıyıklıBranting'in yanında yer alarak koyu renk gözleriyle Avrupa'ya baktığındaçağının büyük misyonunu, iş ve sermaye arasındaki dayanışmanıntoplumsal temel haline getirilmesi misyonunu görüyordu.Sendika yönetiminin grevi kaldırmasından sonra işçilerin kendi örgütlerinekarşı ilk güven bunalımı baş göstermişti. Üç yıl içinde sendikaüyelerinin sayısı yüz seksen altı binden seksen bine düşmüştü. Parti'ninmücadele eylemlerini yargılaması, işverenlerin ezici önlemleri ülkede çalışmaolanakları kalmayan aktivistlerin çoğunu siyasi göçe zorluyordu.Geçen yüzyılın sonuna doğru öncelikle yoksullaşmış proletarya İsveç'iterk etmişti, şimdi de devrimci bir gelişimin geleceğe taşınmasında yararlanılabilecekolan en vasıflı sanayi işçileri ülke dışına çıkıyordu. Bu kayıpve yaygınlaşan bir cesaretsizlik savaşın patlak vermesine kadar geçen yıllaradamgasını vuruyordu. Sosyal demokrasinin bindokuzyüzondörtAğustosunda Kralcı Hammarskjöld'ün yeni iktidara gelmiş sağ rejimiylegirdiği kutsal ittifak İsveç için de İkinci Enternasyonal'in dağılması demekti,bu iktidarda Bankacı Wallenberg Dışişleri Bakanı, gemi işletme şirketlerisahibi Broström Denizcilik Bakanı, sanayi aristokratı VennerstenMaliye Bakanı, büyük toprak sahibi Beck Friis Tarım Bakanı, İşverenlerBirliği Başkam Sydow İçişleri Bakanı ve Almanya'nın müttefiki olarak savaşagirme propagandası yapan Westman Kültür Bakanı oluyordu. Yinede sol kanat kopuş yolunu tercih etmiyor, Parti içinde sosyalist ilkeleri etkilikılma haklarında ısrar ediyordu, onlar Parti'yi burjuvaziye karşı ge-541


nel bir saldırı için güçlendirmek isterken, sağ sosyal demokratlar Partiüzerinden ülkeyi huzursuzluk ve ekonomik bir kriz karşısında korumayıamaçlıyordu. Parti büyüyebilirdi, çünkü işçi hareketi içindeki bütün gruplarınçıkarlarını temsil ediyordu, o zamanlar sol kanadın yöneticileri Parti'yehenüz söz geçirebiliyordu, bindokuzyüzonikide sol ittifakın kuruluşundayer almış olan Ström parti sekreterliği görevine getiriliyordu, ayrıcayönetimde Palmstierna, Per Albin Hansson gibi sağ sosyal demokratlarınyanında Wigforss, Möller, Schlyter, Unden gibi yeni güçler yer alıyordu,bu isimler Branting'i destekleseler de yine ilerici görüşleri temsil ediyorlardı.Sahip oldukları fikir zenginlikleriyle, bir zamanlar Sandler'in deiçinde bulunduğu solcuların sözcüleri Branting'in çevresindeki ekibe göredaha üstündü, ama onlar hâlâ eylem biçimleri arayışını sürdürürken, sağcılarkitleleri kendi yanlarına çektikleri bir taktik geliştiriyordu. Branting,ulusu birarada tutarak, tarafsızlığı güvence altına alarak, aynı zamandatoplumsal reform mücadelesi vererek bindokuzyüzonyedi sonbaharındaişçi partisini parlamentonun en büyük partisi haline getirmeyi başarıyordu.Bir bölünmeyi başlatmak için Parti içi sol muhaliflere yönelik ataklarbir sonraki yıl, sol gruptan bir delegasyon İsviçre'deki uluslararası Zimmerwaldtoplantısına katıldıktan sonra artırılıyordu. Çalışanların çoğunluğunun,tüm tahminlere göre Parti liderini desteklediklerini söylüyorduStröm. Sol kanadın gericilerin safına geçmekle suçladığı Parti lideri, Partiiçinde keskinleşen antimilitarizme uyarak savaşı artık kapitalist güçlerinkendi aralarındaki bir çatışma olarak karakterize ediyor ve silahlanma yarışınılanetliyordu. Kendisini eleştirenlerin çağrılarına, kendini bağlamayanama yine de radikal bir izlenim uyandıran yanıtlar veriyordu. ÜçüncüEnternasyonal çağrısını işçi sınıfına ihanet olarak adlandırıyor ve bu aradada Parti'nin çatlaması durumunda suçu Bolşeviklerin baştan çıkardığı solcularınüstüne atma hazırlığı yapıyordu. Genç Sosyalistler ve Sol İttifakhâlâ meşruiyetini ayakta tutmaya çalışıyordu, ama emperyalist savaşın aslındaezilenlerle ezenler arasındaki bir savaş olduğu sloganına sarıldıklarındasağ kanat onları halkın önünde şiddete de başvurarak hedef göstermeyoluna gittiler. Otoriter sosyal demokrat Hansson gençliğin düşünmebiçiminde yaygınlaşan inanılmaz bir sığlıktan söz ediyor, Branting iseZimmerwald çizgisini köklerinden kopmuş mültecilerin devrim romantikliğiolarak adlandırıyordu. Küçük burjuvazinin tutumuna uygun düşenani öfke patlamaları işçileri tedirgin etmiyordu, devrimci broşürlerden çokBranting'in tehditkâr karışıklığın karşısına kararlılık ve akılla çıkma yolundakiçabasına inanıyordu onlar. Solcuların bir kez daha başkaldırmadanönce sağlıklı parti yaşamına geri dönmeye ve bağlılıklarını kanıtlamayaniyetleri yoksa, o zaman kızağa çekilmeyi de göze almalılar, deniyordu.Ström'ün Birinci Kamara'da görevlendirilmesi bu döneme denk geliyordu.Branting liberallerle anlaşarak onu öne itmişti, Ström'ü pasifize etmeyive yol arkadaşlarına yabancılaştırmayı amaçlıyordu, işlerine yarayacağı542


için meclisteki sosyal demokrat muhalefetin parçalanmasını isteyen SağParti çevreleri onların işini kolaylaştırma yoluna gidiyordu. Zimmerwaldgrubunun sözcüsü Ström Üst Kamara'da, sol ittifakın bir başka üyesi olan,Palmstierna gibi Liberal Parti'den gelen, aşırı bireyci, erkekler ve kadınlariçin seçme ve seçilme hakkı mücadelesi sırasında Stockholm Belediye Başkanıolan Lindhagen'la yan yana geliyordu böylece. Bu pozisyonlara RadikalSosyalistler'in getirilmesi, Parti'nin artık devlet yönetimini parlamenteryoldan üstlendiğini gösteriyordu Ström'e göre. Ayrıca Parti'ninsolcuları da toplumsal değişimlerin zeminini parlamentarizmde görüyordu.Gerçi hareket noktası burjuvalarla uzlaşmak olan ve Branting'in çevresindeyer alan grubun aksine onlar burjuvazinin kendini savunacağını hesabakatıyor, ama yine de böyle bir durum için hiçbir strateji geliştirmiyor,tam tersine kaderci bir yaklaşımla demokratik yollardan sosyalizme geçişinancından vazgeçmiyorlardı. Ayrıca sosyalist bir düzene ilişkin tasarımlarıda belirsiz ve çeşitliydi. Marksist bir eğitimden geçmiş olan, modernistşair Nerman'la birlikte Zimmerwald'de Lenin'in Enternasyonal'ine biateden Höglund bile kendi özgürlük kavramıyla yarı anarşist eğilimleri birleştiriyor,yeni bir partinin en ateşli sözcüsü olan Ström ise daha o zamanlardabile maddi güçlerden çok zihinsel güçlerin önemini öne çıkarıyordu.Yayıncılar Vennerström ve Carleson genel hümanist düşün mirasına sahipçıkıyorlardı, buna karşılık Fabian Mânsson doğallık ve kendiliğindenliksergileyen, bürokrasi karşıtı, popülist bir çizgi izliyordu. Mânsson gibi sevilenajitasyoncu Kollontay'ın ve Balabanof un arkadaşı Kata Dalström deHırıstiyanlık'ın kaynaklarına gönderme yapan kutsal öğretisini vaz'ediyor,kendini açıkça komünist olarak adlandırıyordu, ama bu arada birkaçyıl içinde mistitizme varacak teosofist bir düşünsel eşelenmenin tuzağınadüşüyordu. Bu solcu kişiliklerin amaçları ister idealist, ütopik, felsefi, isteredebi imgesel türden olsun, Branting onların bastığı zemini çekip almaamacında olsa gerekti, çünkü onlar, pratik ve mesleki çalışma biçimini yakındantanıyan Kilbom ve Linderot'un da liderleri arasında bulunduğudevrimci Gençlik Birliği tarafından kitle partisini her geçen gün biraz dahaçatışmacı siyasetin bir aracı kılmaya doğru itiliyorlardı. Liberallerle birlikteiktidara gelmek isteyen Branting artık solcuların bütün inisiyatifleriniparti bütünlüğünü korumak adına geri çeviriyordu. Eleştirel platformuayakta tutmak üzere reformizmin açılımlar yapması artık daha fazlamümkün değildi. Spartakistler'm ilk mektuplarının yayımlandığı Almanya'dakigelişmeler karşısında uyarılarda bulunan Branting Parti içi muhaliflerekarşı bir basın kampanyası başlatıyordu. Onlara ültimatom çekmedenönce işçi sınıfına verdiği sözleri daha güçlü bir biçimde vurguluyordu,amacı, İşçi Birliği ve Sol İttifak'ın eşit seçme ve seçilme hakkı, sekiz saatlikiş günü, toplumsal refah mücadelesini engelledikleri konusunda kitleleriikna edip kendisine verecekleri destekten emin olmaktı. Brantingpolisi, Genç Sosyalistler'in silahsızlanma ve dünya barışı için düzenledik-543


leri kongreyi dağıtmak üzere çağırdıktan ve vatan haini ve halk düşmanıolduğu gerekçesiyle kongre başkanı Höglund'un tutuklanmasını sağladıktansonra Şubat bindokuzyüzonyedide kopuş için gereken kışkırtmayıyapmış oluyordu. Bütün gücümüzle Parti içinde iyi niyetli bir ayrışmanınmücadelesini vermiştik, dedi Ström, ama sağ kanadın çizgisine uyulmasıtalebini içeren Yönetim Kurulu bildirgesi bizim ihraç edilmemize yol açacaktıister istemez. Branting'in uluslararası konjonktürün keskinleştiği birzamanda, partisini yok edebilecek bir riske atıldığını söylüyordu. GençlikBirliği'nin bütününü, radikal kadroları, en ünlü teorisyenleri kaybediyordu,yine de Ström onun böyle yapmaktan başka bir seçeneği olmadığı kanısındaydı,çünkü aksi takdirde Parti'nin sola sürüklenmesi riskini gözealmak zorundaydı. Ström'ün söylediğine bakılırsa sol kanattakiler RusŞubat Devrimi'nden aldıkları esinle sosyalist bir halk partisinin kurulmasıçağrısında bulunmuşlardı. Ström sözü isimlere getirip, bugün hâlâ Parti'yiyöneten ve hükümetteki idari pozisyonları ellerinde tutan sağ sosyaldemokratların ve birkaç istisna hariç yeniden sosyal demokrasiye bağlanansolcuların isimlerini anmıştı, bu bilgi benim gözümde siyasi devamlılığa,aynı zamanda Ekim Devrimi'nin altı ay öncesinde kurulan ve dahasonra komünist partiye dönüşen enternasyonalci bir partiyi var eden iradeyle,aynı partinin kurucularının birbiri ardına kendi yapıtlarından kopuşuarasındaki çelişkiye ışık tutmuştu. Yine de onların davranış biçimiçok katmanlı bir malzemeyi kavrayarak ortaya çıkarılmalıydı. Onlardakisapmanın nedenlerini ele verir gibi görünen belirtileri ve eğilimleri izlediğimizde,bizim amaçlarımıza kuşkuyla bakılması anlamına gelen çelişkilereulaşıyorduk. Ayrıca Ström ve Brecht'in sohbeti de bir kez daha yazmanınmekanizmalarıyla ilgili yeni perspektifler açıyordu. Çelişik konularınele alınmasında, perspektiflerin hızla yer değiştirmesinde, karşıt itkilerinpeşine düşülmesinde Brecht'in çalışma tekniğini ele veren bir şeylervardı. Brecht romanının altyapısını kurmakta kullandığı bir yığın yazarismi sayıyordu. Alıntıların hazırlanmasından sonra yazmanın kendiliğindengeleceğini, bunun bir tür montaj olduğunu söylüyordu. Kendimetni karşısında da takındığı aynı horgörüyle Engelbrekt oyunu içinGrimberg, Schück, Lönnroth, Kumlien, Carlsson ya da Nyström gibi tarihçilerinaktardıklarını geliştirmekten ve sahne diline dönüştürmektenbaşka bir şey yapmadığını belirtiyordu. Hep kendinden öncekilerin çalışmalarınaihtiyaç duyan, laboratuvarmda elementlerden kimyasal bileşiklerkurarak yeni ürünler elde eden bir bilimadamına benzetiyordu kendini.Yeni ürünün kullanılan malzemeden temelde nasıl ayrıldığı konusundabir şey söylemiyordu. Her bir müsvedde kâğıdına gösterdiği özenle,pek çok kez düzeltilmiş, silinmiş, açık seçik hale gelene kadar düzenlenmişolanı bir kerelik, özgür bir sonuç olarak gördüğünü vurguluyordu sadece.Bunun dışında onu büyüleyen, bitmiş bir yapıtla uğraşmaktan ziyadedeneyselcilikti. Başarısızlık onun defterinde yazmıyor gibiydi. Her bir544


parçanın, her bir kısmi sonucun kendine ait bir değeri vardı. Ström'e söylediklerinebakılırsa, Sezar'ın Roma'sını, borsa spekülasyonlarıyla, ahlakenyozlaşmış senatosuyla, tarafların çekişmeleriyle, seçim sahtekârlıklarıyla,terör estiren aristokrat sınıfıyla ve fetihlere katılmaları için kolaycabaştan çıkarılan plebleriyle betimlerken bugünü geçmişte fazlasıyla arıyor,fazlasıyla tarihselciliğe teslim oluyor, bu yüzden de asıl tarihsel olandanbir şeyler yitip gidiyordu, oysa tarihsel olan daha öğretici olabilirdibelki de. Sanki tarih tekerrürden ibaretmiş gibi Sezar'ın dönemini faşistleşmişburjuva toplumuyla karşılaştırdığını söylüyordu Brecht. İsyan bastırılmış,Catilina sürülmüş ve bir muharebede öldürülmüştü, despotunuşakları onun yandaşlarını yakalamış ve Milattan önce altmışüçte altı Kasımıyedisine bağlayan gece zindanlarda boğmuşlardı. Sezar sermayedarlarınteşvikiyle diktatör olmuştu ve devletin içindeki bütün çelişkileri birhamlede çözeceği düşünülen savaşı kışkırtıyordu. Galya ve Britanya'nında boyunduruk altına gireceğinin habercisi olan İspanya seferi bugünkümodele hâlâ uyuyordu. Ama sonra analojiler yok oluyordu. Bugünkü savaşbir önceki emperyalist savaşın başlattığı şeyi sürdüyordu, ama o zamanlarinanılmaz boyutlardaki imhanın içinden devrim doğarken şimdikiçatışmaların ardında ta baştan beri karşı-devrim vardı, savaşın içine itileninsan kitleleri öylesine körleştirilmişti ki, isyan inisiyatifi olanaksızhale getirilmişti. Ström sözü tekrar kendisinin oynadığı Catilina rolünegetirdi. Ona göre Romalı iş adamları ve askerler, rüşvetçi memurlar vedemagoglar, köle birlikleri ve cenaze masraflarını karşılayan kurumlarbindokuzyüzonyedinin sefalete sürüklenmiş Stockholm'üne taşınabilirdirahatlıkla. Senatoda Cicero'yu temsil eden Branting Catilina'yı temsileden Ström'e karşı büyük bir mücadele yürütüyordu. Konsül sadece hakaretlerleyetinmiyor, aynı zamanda isyancıyı hayatına kastetmekle desuçluyordu gizliden gizliye. Lindhagen ılımlılığı ve vicdanıyla, felsefieğilimleri ve cumhuriyetçi samimiyetiyle Cato'ya benzetilebilirdi, bunakarşılık Cinna'yı temsil edebilecek Nerman Catullus'un çevresindeki Neoteros'lardan14 sayılabilirdi. Kilbom da Sulla'ya benziyordu, böylece dörtkomplocu onüç Nisan bindokuzyüzonyedi sabahı Zürih'den gelen Lenin'ikarşılamak üzere Stockholm İstasyonu'na gidiyordu. Onu ve arkadaşlarınıVasa Caddesi üzerinden Drottning Caddesi'ne götürüyorlardı,Ström Regina Oteli'nde konuklar için oda tutmuştu. Yirmi kişinin içindesadece Krupskaya'yı, İnessa'yı, Armand'ı, Sinovyev'i, Sokolnikov'u veRadek'i tanımıştı milletvekili. Lenin'in çok kısa boylu oluşu şaşırtmıştıonu, üstünde eski püskü, etek uçları neredeyse yerleri yalayan bir palto,başında yıpranmış bir fötr şapka, elinde bir şemsiye ve ayağında kababotlar vardı. Lenin acele ediyor, akşam da yola devam etmek istiyordu,grup dikkat çekmiyordu, ekmek verilen, çocuklar için süt dağıtılan bir14 İskenderiyeli Yunan şairleri örnek alarak didaktik yurtsever Latin şiir geleneğinden kopmayıamaçlayan şairlere verilen ad. (Ç.N.)545


yerlere giden, açlık yürüyüşüne çıkmış insan sürülerini sokaklarda görmeyealışıktı herkes, bir tek otelin kapıcısı kuşkuyla süzmüştü onları,bohçalarına, eski moda bavullarına şöyle bir bakıp parayı önceden istemişti,Lenin'in üstünde para yoktu, parayı Ström ödemiş, Parti'yi alarmageçirip Finlandiya sınırına gitmek için gereken biletleri satın almak üzerebirkaç yüz kron toplamış, konukları kahvaltıya davet etmiş, sonra da Bolşeviklerinlideriyle küçük odada başbaşa konuşmuştu. Ström önce nelerkonuşulduğunu anımsamaya yanaşmadı, konuyu değiştirip Bergströmmağazasına gittiklerinden bitpazarından giysi aldıklarında söz etti, Lenin'inparlamış pantolonunu, bağcıklı delik çizmelerini anlattı, Brecht işinpeşini bırakmıyor, Lenin'le aralarında geçen sohbeti anlatmaya zorluyordu.Lenin'in kendi partisini kurmak üzere olan İsveç solunu o sırada nasıldeğerlendirdiğini bilmek istiyordu Brecht. Birkaç gün önce Gotha'da Almanya'nınBağımsız Sosyal Demokrat Partisi kurulmuştu, Spartakistlerde ona bağlanmıştı. Herhalde Lenin'i Sol Parti'nin içindeki bileşim ilgilendiriyordu,dedi Brecht. Lenin'in Rusya'daki olayların Batı Avrupa ülkelerindekidevrimlerin öncüsü olacağı doğrultusundaki teorisi doğrulanmışabenziyordu, ama Lenin yine de burada karşı devrimin ayaklanmalaraRusya'da olduğundan daha güçlü tepkiler göstereceğinin farkındaydı.Almanya'daki Bağımsız Parti çelişkiyi daha şimdiden içinde taşıyordu.Onun görevi Sosyal Demokrat Parti'den kopmaktan ziyade solgüçleri nötralize etmek ve onların Bolşevizme kaymasını engellemekti.Gelişmeyi devrimci yöne çekmeye çalışan Spartakistler Birliği er ya dageç devredışı bırakılmaya mahkûmdu. Eğer Lenin artık yeni partinin yöneticilerindenbirisiyle tartışıyorsa, onun Almanya'da baş gösteren tehlikelerinİsveç'te nasıl önlenebileceği sorununa da el attığını gösterdiğinisöyledi Brecht. Lenin bizi burjuvaların işçi eylemlerini kendilerine maledebilecekleri konusunda uyarıyordu, dedi Ström. Rusya'da işçi hareketiiçindeki sağcı güçlerin, milliyetçilerin, askeriye öğrencilerinin proleter birdevrimi engellemek için toprak sahiplerinin ve burjuvazinin yanında yeraldığını söylemişti Lenin ona. İçinde işçilerin, askerlerin ve köylülerin yeraldığı bir konsey oluşturulmalıydı ona göre. Toplumun kamplara bölünmesidevrimci bir duruma yol açmaz mı, sorusunu sormuştu Ström Lenin'e.Eyleme geçmezsek ve yönetimi ele geçirmezsek parçalanan devrimolur, diye yanıtlamıştı Lenin. Küçük burjuva devrimleri kapitalizmin,emperyalizmin aracı haline gelir. Sosyal demokrasinin sağındaki partilidostlarımız bunu anlamak istemiyor, kendi çağlarına ve tarihe karşı körler.Parti'nin karakteri hakkında tartışırken anlayışlarımızdaki karşıtlıklarda gün ışığına çıkıyordu, dedi Ström. Lenin sıkı bir biçimde disiplineedilmiş bir seçkinler partisi istiyordu, buna karşılık bizim için partinin,çalışan halkın bütün katmanlarıyla sıkı bir bağlantı içinde olduğu süreceişlevsel bir yararlılığı olabilirdi. Lenin de partinin kitlelerin bir aracı olduğundan,sınıf bilincine sahip proletaryanın iktidara gelmesinden söz edi-546


yordu, ama ben yine de, dedi Ström, demokratik merkeziyetçilik lafı edildiğindebunun, boyunduruk altına alma talebini, işçi sınıfının devrimcibilince ancak bir yönetimin liderliğinde sahip olabileceği düşüncesini beraberindegetireceğini görmezden gelemiyordum. İsveç solcularının tıpkıSpartakistler gibi Bolşeviklerle aynı çatışmaya düşeceğini anlamış olmalıydıLenin, dedi Brecht, bunun üzerine Ström demokrasi kavramının tartışılmasındaLuxemburg ve Lenin arasındaki kavganın alevlenip yenidencanlandığını doğruladı. Ström Lenin'e partiyi parti yapanın devrimin öncüleriolduğu fikrinden uzaklaştığını söylemiş, bütün liderler karşısındakigüvensizliğini dile getirmişti. Belki de, dedi Ström, barış dostları, bireyselhareket özgürlüğü dostları olduğumuz iddiasındaydım, çünkü Lenin'inbana verdiği karşılık hâlâ kulaklarımda çınlıyor, sizler barışperestsiniz,en solda olanlarınız bile küçük burjuva barışçısı, demişti Lenin, barışıseviyorsunuz, ama barış için mücadele etmeye hazır değilsiniz. Çarlığınegemen olduğu bir Rusya İskandinav halkları için de bir tehlike oluşturuyor.Çarın ordusunu temennilerle yenemezsiniz. Rus devrimi silahlıolacak. Ancak silahlanma sürekli canlı kalan savaş tehdidini yok edebilirve Finlandiya'ya da yeniden bağımsızlığını kazandırır. Devrim beraberindeaskeri bir diktatörlüğü getirmeyecek miydi peki. Evet, diye yanıtlamıştıLenin Ström'ün bu sorusunu, askerler ve işçiler orduya el koyuponun işlevini üstlenmezlerse, ordu generallerin ve tröst yöneticilerininegemenliğinde kalırsa, o zaman zaferi kazanan burjuva askeri diktatörlüğüolur ve bu durum sırayla bütün ülkelere yayılır. Lenin'in parti programıhakkındaki sorusunu Ström henüz bir programa sahip olmadıklarını,programın ülkedeki koşullar doğrultusunda bizzat halk tarafından hazırlanmasıgerektiğini söyleyerek yanıtlamıştı. Lenin bizim kararsızlığımızave anlayış kıtlığımıza kızıyordu, dedi Ström. Lenin'e göre bizim görevimizöngörmek, Rus Devrimi'nin birinci aşamasındaki deneyimlerden yararlanmak,kitleleri aydınlatmak ve onlara yol göstermekti. Kendilerininhâlâ çok azınlıkta oldukları yolunda yanıtlamıştı bunu Ström. O zamanneyin partiyi azınlıkta tuttuğunun tanımlanması ve çalışanları çekmekgerektiğini söylemişti Lenin, bu da kötü koşulları inandırıcı bir biçimdesergilemekle ve onların düşünsel düzeyini yükseltecek önerilerle gerçekleşebilirdiancak. Bizler demokratik bir düşünme geleneği içinde yetiştik,demişti Ström ona. Partinin demokratik tabanı deyince onun anladığı şey,partinin tabandan yönetilmesi, yani partiyi üyelerin yönetmesiydi, kararlaronlara tepeden inme dayatılamazdı. Bütün Avrupa ülkeleri içinde demokrasininen çok İsveç'te ilerleme kaydettiği konusunda onunla mutabıktıLenin. Ama hemen bunun ardından Höglund'un durumunu gündemegetirmişti, hapiste değil miydi Höglund, tıpkı Almanya'da Liebknecht'in,İngiltere'de MacDonald'm hapiste oldukları gibi. O zaman demokrasi,söz hakkı, kişisel güvenlik nerede kalıyordu. İsveç'te bütün işçilerinoy hakkı var mı, diye soruyordu. Yok. Branting'le köprüleri attınız,547


ama hâlâ anlamadığınız bir şey var, o da gerçek demokrasiye ve özgürlüğeancak devrimci bir yoldan ulaşılabileceği. Ström, bunun garantisi varmı ki, diye sormuş, Lenin, bunun garantisi üretim araçlarının işçi sınıfınıneline geçmesidir, diye yanıtlamıştı. Proletarya diktatörlüğü ilkesi bizimiçin geçerli olamazdı, dedi Ström, devrimci misyonu sadece proletaryayaatfetmek için bir nedenimiz yoktu, ta başından beri demokratik hareket,farklı kökenden insanlar tarafından destekleniyordu. Proletarya diktatörlüğünün,üretici sınıfın kısa sürecek bir geçiş döneminde devrimi korumakiçin tam yetkiyle donatılması demek olduğunu söylemişti Lenin.Proletarya diktatörlüğü güçlerin merkezde toplanmasını sağlayacaktı. BizimBranting'den uzaklaşma nedenimiz tam da bu, yani onun merkeziyetçiliğive antidemokratik önlemleri, demişti Ström. Branting sizlerdendaha akıllı, diye yanıtlamıştı Lenin. Ama politikanın yanlış tarafında. Obir menşevik, sırtını işçi sınıfına dayayacağına itilaf devletlerine dayıyor.Devrimci ruha sahip olduğunuzdan dem vuruyorsunuz. Ne ruhuymuş.Sizin ihtiyacınız olan şey yöntem. Belki tarih size doğru yöntemi öğretir.Daha o zamanlar Lenin'in devrimci hedeflerinden ne kadar uzak olduğumuzu,Bolşeviklerin fikirlerinin parti için geliştirdiğimiz ilkelerle nasıluzlaşmaz olduğunu görüyordum, dedi Ström. Demokratik kurumlarıntemelinin atılmış olduğu ve yüz yıllık bir barış geleneğine sahip olan ülkemizde,feodalizme ve mutlakiyetçiliğe karşı burjuva devriminin dahayeni gerçekleştiği, geri kalmış, tecrit edilmiş Rusya'dakinden farklı adımlaratılmalıydı. Bizim ülkemizde demokratik ve sendikal eğitimden geçmişbir sanayi proletaryası, daha az politize ama büyük bir kesim olanköylüler, geniş tabanlı, kısmen ilerici bir orta sınıf ve radikal olsalar dahümanist bir ruha sahip birçok aydın varken, profesyonel ve gizlilik içindeçalışan bir öncü devrimci birlikle taarruza geçemeyeceğimizi biliyorduk,bunun yerine baskının her türlüsüyle mücadele etmek konusundahemfikir olan çok sayıda grubu biraraya getirebilecek bir kitle partisineihtiyacımız vardı bizim. Eğer tarihten bir şey öğrendiysek, bu, bağımsızlığımızdan,bizim verili sınıfsal özelliklerimizden asla uzaklaşmamamızgerekliliğiydi, dedi Ström. Lenin'le başbaşa yaptığımız konuşmada vebunu takiben daha büyük bir çevrede gerçekleştirilip belgelenen tartışmadaLenin'in o zamanlar ciddiye almadığı, daha sonra da SovyetlerinPartisi'yle Komintern'i anlaşmazlığa sürükleyecek sorunlara değinildi,dedi Ström. Biz ülkemiz çalışanlarının sorunlarını ele almaya uygun birparti tasarlıyorduk, kendimizi henüz bağlamak istemiyorduk, halka yaklaşmaktakendimize özgü bir tarzımız vardı, sayıları az olmayan YararcıAkım yanlılarının ve Good Templar müritlerinin eğilimlerini kolayca benimsiyorduk,İsa'nın Dağ Meseli'ni Komünist Manifesto'yla birleştiren FabianMansson'un ve Dalström'ün etkisini yadsımıyorduk, halkın otoritertalepler karşısındaki tepkisinin farkındaydık, kendimiz de partinin katıbir disiplinle boy göstermesi yerine romantik kardeşlik gösterilerini ter-548


cih ediyorduk, kendi yolumuzu kendimiz bulabilirdik, yeni bir parti ihtiyacıgeniş bir talebe denk düşüyordu, bir grev hareketi gelecek gibiydi,eşit oy hakkının, sekiz saatlik iş gününün yanı sıra işçiler için tayın miktarınınartırılması, ekmek ve süt fiyatlarının düşürülmesi, yasal düzenlemelerlekira vurgunculuğunun kökünün kazınması, siyasi tutuklular için aftalep ediliyordu, bu noktada partimiz öncülük yapabilir ve seçmenlereacil sorunların ele alınmasının artık sadece sağ sosyal demokrat propagandacılarıntekelinde olmadığını gösterebilirdi. Bindokuzyüzonyedi Nisanında,dedi Ström, umut doluyduk, sonra, belki de Lenin'in kişiliğindenyayılan gücün bir sonucu olarak, genç Sovyet Devleti'ne duyduğumuzhayranlığa kapılıp kendi kaderimizi belirleme hakkından vazgeçtik,bu da Parti'yi başarısızlıktan başarısızlığa sürüklemeye başladı. SosyalDemokrat Sol Parti'nin oniki Mayıstaki kuruluş kongresi için Münzenberg'lebirlikte Stockholm'de kalan Radek on yıl sonra, Lenin'in onurunayapılmış olan ve kendisinin de katıldığı bu toplantının bir karikatürünüyapıyordu, bu karikatür Bolşeviklerin Ström'e ve onun arkadaşlarına pekfazla güvenmediklerini vurguluyordu. Tutumlardaki bütün yansımaları,kuşkunun, duraksamanın bütün belirtilerini gören ve kendisi de şimditıpkı Sinovyev ve Sokolnikov'un başına geldiği gibi bizzat kendi kliği tarafındantasfiye edilen hicivci Radek, Lenin'e ev sahipliği yapanların nereyedoğru sürükleneceğini betimliyordu. Yemeklerle donatılmış ziyafetmasasında ne Lenin ne de onun yanındaki Ruslar olmadığı gibi, Lenin'inyakınındaki kadın kişiliklerden Ines Armand da yoktu, hakkında neredeysehiçbir şey bilinmeyen Armand hakkında acaba kim bir gün bir kitapyazacak, dedi Brecht. Sol radikal aydınlar onlarla bir ittifak arayışıiçinde değillerdi, çevrelerinde başka katılımcıların olmasına bakıyorlardı,demek istiyordu Radek. Kadehlerini devrime değil, bir burjuva partisiolan Sağ Parti'nin liderlerine, Lindman'a, Trygger'e ve Hederstierna'yakaldırıyorlardı. Radek'in bu çizimi, diyerek sayfayı bize gösteren Ström,Bolşeviklerin Batı Avrupa'daki politik durumu anlamaya yanaşmadığınıdile getiriyor. İsveç'teki parti kurucularının asla komünist olamayacaklarınıgöstermek istemişti Radek. Bizim Parti'den ayrılışımızın nedeni, dediStröm, Radek'e göre oldum olası var olan bir gericilikti. Böylece bize layıkgörülen önlemler haklı çıkıyordu. Geri adım atan bizler değildik aslında,Komintern'in desteklediği klikler sürekli çevirdikleri dalaverelerlebizi Parti'den atmıştı. Suçlu duruma düşürüldük, çünkü biz imkânlarımızıgöz önünde bulundurarak kendimize uygun bir parti kurmak istiyor,İşçi Devleti'nin kahramanlık dönemine tutunarak onların talebi doğrultusundakayıtsız şartsız ve akıldışı bir biçimde Sovyet talimatlarına boyuneğmek istemiyorduk. Bir fanatizm ve totalitarizm düşmanı olduğunusöyledi Ström ağarmış bıyıklarıyla oynayarak. Düş kırıklığı yaratan, yanılsamalarıyıkan, acı veren, yaralar açan bu mücadelede, yeni bir partikurma mücadelesinde geçerliliği olan yegâne şey hümanist değerlerdi549


ona göre. Brecht alaycı bakışlarla dinliyordu Ström'ü. Milletvekilinin ilkfırsatta makalelerinde ve konuşmalarında Sovyetler Birliği'ne saldıracağınıbiliyordu Brecht. Ström siyasi mültecileri desteklemeye hazırdı hiçkuşkusuz, Höglund ve Branting'le birlikte sığınma hakkının kısıtlanmasınakarşı çıkmıştı, ama yine de illegal işler yapan antifaşistlerin koruyucusudurumuna düşüp kuşkuları üstüne çekmekten sakınıyordu. Brecht'inkomünizm anlayışını görmezden geliyordu, Brecht onun gözünde partilerüstü birisiydi. Brecht de onun bu inancına ses çıkarmıyordu, çünküona ihtiyacı vardı. Ström, Höglund, Branting ona vizesinin uzatılmasındave eğer gerekirse ülkeden çıkış belgelerinin sağlanmasında yardımcı olabilirlerdi.Ström biletleri Lenin'e uzatıyordu. Onu Haparanda'da Finlandiyalıyoldaşlar karşılayacak ve Petersburg'a götüreceklerdi. Ama Leninve yanındakiler kuzeye doğru yola çıktıklarında Sosyal Demokrat Parti'ninkurmayları hummalı bir faaliyet içindeydiler. Branting on dört NisandaPetrograd'dan geri dönmüş, orada Kerenski'den Lenin'in yola çıktığıhaberini almıştı. Rusya'da kimse dış dünyadan haberdar değildi veherkes Almanya'da da bir burjuva devriminin gerçekleşeceğini sanıyordu.Branting henüz barışa gidilemeyeceğini söylemiş ve Kerenski'ye, itilafdevletlerinin yükünü hafifletmek maksadıyla Rusya'yı savaş durumundatutması için baskı yapmıştı. Ayrıca bu amaçla işçi konseyleriylegeçici hükümet arasında aracılık yapmayı başardığını da söylüyordu. Pekiasıl hedefimiz gerçekleşebilecek mi, diye sormuştu Palmstierna Branting'e,Palmstierna Lenin'in Rusya'nın başkentine giderken öldürülmefırsatını Kerenski'nn aklına sokma görevini Branting'e havale etmişti.Ama Kerenski devrim liderinin gelişini pek önemsemiyor gibiydi. Rusya'dademokrasinin varlığını göstermek istiyordu Kerenski daha çok,Branting ise bu konuda destekliyordu onu. Lenin'in gelişinden korkacakbirileri varsa o da, özgürlüğüne yeni kavuşmuş halkın kendisiydi. Halkınçok küçük bir kısmını temsil eden işçi konseylerini ilgilendiren tek şey örgütlerininayakta kalmasıydı, iktidarı ele geçirmekle ilgilenmiyordu onlar,devirmek işlevini üstlenmiş olan ama yeni bir şey kurmayı beceremeyenlerzaten iktidarı hiç itirazsız burjuvaziye bırakmışlardı. İzleyiciler tarafındanalkışlandığı ve kendisinin de başarılı devrim için onları kutladığıopera binasının imparatorluk locasında geçirdiği akşamın coşkusunuhâlâ üstünden atmamış olan Branting Rus örneğini izlemeyi ve solcularıneylemlerinin karşısına demokratikleşme silahıyla çıkmayı öneriyordu.Nasıl ki Rusya'daki Yurtsuzlar Hareketi hiçbir şey elde edemediyse İsveçisyancılarının partisi de güçsüz kalmaya mahkûmdu ona göre. Palmstiernaiki gün daha Kerenski'ye yıldırım telgrafları çekmeye devam etmişti.Kerenski size yaklaşmakta olanı iyi düşününüz. Kerenski tehlikeyi küçümsemeyiniz.Kerenski bizim ısrarlı talebimizi iyi düşününüz. Palmstiernayıllar sonra bile, Londra elçisiyken, hâlâ kaçırılmış fırsattan söz ediyordu.O zamanlar ortaya attığı öneriye kulak verilseydi her şeyin başka550


türlü olabileceğini söylüyordu. Ne var ki Lenin onyedi Nisan sabahı TauriSarayı'nda on tezini okuyordu.Aslında Palmstierna düş kırıklığı ve nedamet içinde ana partinin kucağınadönen isyancılardan daha açık yürekliydi, dedi Rogeby, nitekimbaş gösteren devrimci huzursuzlukları boğma amacından asla dönmedi,partiyi hep Bolşevizme karşı bir kale olarak gördü. Savaş sırasında okulkitaplarında okutulan bir ders ünitesinin fikir babası Palmstierna'ydı, buünitede seçim reformundan sonra büyük halk kitlesinin bu yeni haktankendiliğinden yararlanmadığını, ancak özenli bir eğitimden sonra yurttaşlıkhaklarına sahip çıkabildiklerini öğretiyordu. Yoksul bir çocuklukgeçiren, salcıların loncalarında yardımcı işçi olarak çalışan Rogeby kendigüçsüzlüğü içinde boğulan öfkeye tanık olmuştu, aynı öfkeyi Parti'dekidönüşüm sürecine tanıklık etmiş olan daha yaşlılar iyi biliyorlardı. Yaşlılarınpek çoğu yüzyıl başında örgütlerin sağlam bir zemin kazanmasınınsonucunda kendini gösteren beklentilerden söz ediyordu. Yenilgiden ençok pay alanlar Palm'ı, Danielsson'u, Wermelin'i tanımış olanlardı. Terziliköğrenmek için Almanya'ya giden, ama terziliğin yanı sıra sosyalist ajitasyonuda öğrenen ve bunun üzerine oradan kovulan August Palm partidekiçekişmenin kurbanı olmuştu. Bütün proleterlerin tanıdığı bu topalterzi daha sonraları Almancayı, Dancayı ve İsveççeyi katıştırdığı karmadiliyle Eski Ahit havasında ahlaki çöküşe, alkolizme şiddetle karşı çıkmaktanbaşka bir şey yapmamıştı. Buna karşılık Branting'in devredışı bıraktığıDanielsson ve Wermelin devrimci inançlarından vazgeçmemişlerdi.Konuşmaları sırasında Ström'ün çok fazla söz etmediği Wermelin veDanielsson, Rogeby'nin gözünde işçi hareketinin öncüleriydi. İhtiraslılararasında varlık gösteremeyecek kadar dobra ve dürüsttü onlar. Parti'ninideolojik ilkelerini belirleyen kişi Danielsson'du, Branting liberallerleyaptığı işbirliği çerçevesinde diplomatik dengeler için gereken şeyleri ondanalmıştı. Branting kendini korumayı biliyordu, buna karşılık Danielssonsaldırılara açıktı, korunmayı önemsemiyordu. Emekçiler, kapitalistmerkezileşmenin özünü ondan öğrenmişti, Branting onu Parti gazetesininyönetiminden attıktan sonra Arbetet adlı kendi gazetesinde Marat imzasıylasosyalist hedefleri okurlara iletmekle kalmamış, aynı zamanda İsveçişçi edebiyatının ürünlerini kullanarak halkın içinde yaşadığı koşullarıda anlatmıştı Danielsson. Binsekizyüzseksensekizde yirmi beş yaşındaykenhükümeti tahkirden yaklaşık bir buçuk yıllık bir hapis cezasınaçarptırılmış, bu da Parti'yi kurmak üzere olan Branting'in işine yaramıştı,orada bu güçlü ve boylu boslu adamın sağlığı bozulmuştu, hapisten çıktıktansonra önünde on yılı kalmıştı, hastanelerde yatmanın, gazetesineyöneltilen sürekli saldırıların, parti liderlerinin hakaretlerinin yıprattığı551


Danielsson yeni yüzyılın başlamasından iki gün önce hayata veda etmişti.Onun bir egemenlik aygıtı olarak gördüğü devleti reddetmesi, Branting'indevletin parlamenter yoldan ele geçirilmesi, bir devlet sosyalizminin yerleştirilmesiçabasıyla çelişiyordu ister istemez. Onun iddiası, devletinmevcut kurumlarının işçi sınıfının eline geçemeyeceği yolundaydı, tüketilmişolanın yeniyi ezmemesi için bu kurumlar sosyalist bir toplumun inşasındanönce yıkılmalıydı. Öte yandan bir devrimin, ancak halkın çoğunluğutarafından taşındığı ve uluslararası düzeyde gerçekleştiği sürece başarılıolabileceğini söylüyordu. Paris Komünü'nü inceledikten sonra proleterşiddet sorununun, burjuvazinin işçilere karşı kullandığı şiddetininbir parçası olduğu sonucuna varmıştı. Gençliğinde onu Marksist yazılarlatanıştıran en yakın mücadele arkadaşı Wermelin ülkeden çıkarılmıştı,Amerika'dan gelen yuvarlak, solgun yüzlü şair, Danielsson'u bir kez sürüldüğüyer olan Malmö'de ziyaret etme fırsatını bulmuştu, ah o Malmö,dar görüşlü küçük burjuvaların insanın aklını felce uğrattığı o kent, kayıtsızlarınve atalet içindekilerin arasında insanın batıp gittiği o kent, Rogebyonları gözünün önüne getirdi, bu iki sürgünü, birisi kapı gibi, öteki ufacıktefecik, puslu, kösele gibi bir ortamın bu iki özgün düşünürü, aynı ortamdönemin başka sanatçılarını da, Fröding'i, Josephson'u, Hill'i, Strindberg'idelirtmekten geri kalmamıştı, Öresund'dan esen nemli rüzgârın eşliğindelimanda yürüyüş yaparken neler konuştular acaba, diye sordu Rogeby,hastalıktan, aşağılanmaktan, sürülmekten söz etmemişlerdir herhalde,barbarlaşmaya karşı aklın mücadelesi olarak adlandırdıkları şeyden sözetmişlerdir, düş gücünün sterilliğe karşı yürüttüğü mücadeleden, dedi Rogeby,belki de şimdi yeniden güncelleşen bir konuyu ortaya atmışlardır ogün, sınıf kavramının, zihinsel ve bedensel çalışma arasındaki sınırlarınortadan kaldırılması anlamında yeniden tanımlanması, geçmişte yatankültürel değerleri yaratanların, ama yarattıklarının bilincinde olmayanlarınyarattıkları kültürel değerleri yeniden keşfetmesi, yine tarihte kaynağınıbulan ittifaklara sahip çıkılması tezini, Götrek'in, Cabet'nin ortaya attığıbiçimiyle tartışmışlardır, Cabet'nin adının geçmesi bana birden Meryon'nuntablosunu, Marat'nın evini resmettiği tabloyu, o tablodaki binaköşesi üzerinde yazılı Cabat ismini hatırlattı, Marat ve Cabet isimlerininbağlantısını ancak şimdi kurabildiğimi düşündüm. Rogeby'nin sözünü ettiğipek çok şey tıpkı o eski oyma baskı gibi şifreliydi. Eski şehirde Jârntorg'unyanından geçerken birşeyler mırıldanarak bir zamanlar İkaryacılar'ınkullandığını söylediği birkaç alçak pencereye işaret eden RogebyNehre vardığımızda bu kez eliyle yarım daire çizerek karşıdaki adayı, sarayınönündeki köprünün altında kalan lokantayı, Kraliyet Bahçesi içindekiAlice'i gösterdi, bindokuzyüzonyedi Haziranında kitlesel gösteriler sırasındasubaylar mangalarını orada toplamışlar, ama askerler işçilere ateşaçmak istememişti. Rogeby'nin anlattıklarından elde ettiğim ipuçları sayesindesiyasi gelişimin bütünü ağır ağır kafamda şekilleniyordu, onun an-552


lattıkları bazen Ström'ün anlattıklarını tamamlıyor bazen de onlarla birbirinitutmuyordu. Alçaklık ve eziyet karşısında şikâyet edilse de, bu baskıyadaha fazla katlanılamayacağı dile getirilse de, sonra yeniden duyarsızlıkve tükenmişlik baş gösterse de işçilerin hiçbir zaman içgüdülerini kaybetmediğinisöylüyordu Rogeby, gerçi hep aldatılmalarına izin verdiklerisöyleniyordu, ama onlar ellerinden geleni yapmışlardı, ihtiyaçları için engeltanımamaları gerektiğini söylemek kolaydı, ama stratejik bir yere konuşlandırılmışbir makineli tüfek karşısında ne yapabilirlerdi ki, diye soruyorduRogeby. Parayı, askeri gücü ellerinde bulunduranlar için her şeymümkündü, devasa yapı varlıklılara açıktı, daha ilk adımlarda kimin aşağıdakalması, kimin yukarıya ulaşması gerektiğine karar verilmişti, okullardaki,kışlalardaki ayrım çoktan gerçekleşmişti, şu kişiler güvenli görevlere,bu kişiler tezgâh başına, mülksüzlerin ulaşmak istedikleri şey bütünüylebambaşkaydı, alışılmış olan her şeyin, bütün yaşama biçimlerininsilinip süpürülmesiydi, verdikleri kurbanların ve çektikleri sıkıntıların herdefasında karşı tarafın ayakta kalmak için kullandığı enerjileri kat kat aştığıbir durumda onların vazgeçtiklerini, boyun eğdiklerini söylemek ucuzbir saptamaydı. Ström hesap kitap yaparak, uzun vadeli düşünerek eldeedilebilir olan şeylere yönelen ve böylece reel politikanın avukatlığını yapanlardansöz etmişti, evet onların bazı kazanımlara imza attığı yadsınamazdı,bu da yüksek hedeflerin peşine düştükten sonra yenilgiyi sineyeçekmekten daha iyiydi, Rogeby ise aşağılanmışlığın, susturulmuşluğun,biriktirilmiş huzursuz bir zihinsel eşelenmenin içinden gelen seslerden,insanların nasıl uyuşturulduklarmı tanıyan marjinallerden söz ediyordu,Ström yönetsel pozisyonları ele geçiren, burjuvaziyle sürekli bir çekişmeiçinde bu pozisyonları kaybeden, sonra yeniden elde eden, onları bir süreelde tuttuktan sonra bir kere daha vermek zorunda kalanların yolundangidiyordu, Rogeby ise anonimliğin aşıldığı noktaları, bireysellik çabalarını,zar zor edinilen bir yazma becerisi sayesinde ortaya çıkmış olan ürünleriizliyordu. Medyum misali etraflarında biriken güçleri kavrayan ve dilegetiren şairlerin ve hatiplerin arasında artık proleter kökenli konuşmacılarda vardı, mürettip Menander, gündelikçi işçi Gabrielsson, sayfa kalıpçısıHellborg, terzi Maria Sandel, bıçkıcı Östman, salcı ve demiryolu işçisiHedenvind Eriksson, teknisyen Larsson, kadın tarla işçisi Mao Martinsson.Eğitim kavramı değişmeye başlamıştı, gerçekliğin okulu her yerdeydive her yerde vizyonlar oluşuyordu, bütün deneyimler ortak bir seste buluşmayabaşlamıştı, zenginleştirici bireysel deneyimlerle kolektif bilgi, ülkenindiliyle dünya dili iç içe geçiyor, ağır ağır sınıfsız bir toplum tasavvurununzemini hazırlanıyordu. Otuzlu yılların başındaki grev hareketinekadar çalışanların arasından dahi konuşmacılar çıkmaya devam etti, dediRogeby, ayrıca bugün de, mevcut baskının altında bile her fabrikada durumubütün ayrıntılarıyla bilen bir sürü insan vardı, peki finans egemenliğininkınlamaması kimin suçu o zaman, diye soruyorduk kendimize,553


emekçiler devrimi gerçekleştirmeyi neden becerememişlerdi. Branting'inilk iktidara gelişinden bu yana ücretli işçilerin durumunda ve sınıflar arasıilişkilerde önemli değişiklikler olmamasını sadece sosyal demokrasininuzlaşmacılığına bağlamak doğru değildi Rogeby'e göre, bunda KomünistParti'nin inandırıcı siyasi bir alternatif yaratma yetersizliği de rol oynuyordu.Bindokuzyüzonyedi Haziranında devrimci bir ortamın oluşmasıiçin gereken nesnel koşulların mevcut olduğunu söyledi Rogeby. Sol sosyalistlergenel grev çağrısında bulunmuş, çalışanlar taşradan kalkıp parlamentobinasına gelmiş, işçiler ve ordunun tabanını oluşturan askerler birbirlerineyaklaşmışlardı, sosyal demokrat siyasetin iktidardan indirilmesifırsatı doğmuştu, ama yeni parti daha ilk güç denemesinde başarısızlığauğruyordu. Kitleler eyleme hazırdı, eksik olan tek şey itkileri koordine etmeyi,grevci işçilerle birliklerinden ayrılan genç askerlerin arasında kendiliğindenortaya çıkan ittifakı sağlamlaştırmayı bilen ve isyan için kaçınılmazolan silahların halkın eline geçmesini sağlayabilecek bir yönetimdi.Helgeandsholm'de ve onun çevresindeki caddelerde ve meydanlarda korohalinde Birinci Kamara'mn ve monarşinin ortadan kaldırılmasını ve işçikonseylerinin kurulmasını talep eden onbinlerce insan toplanmıştı. AmaBranting Sol Parti'nin kuruluşundan sonra, ne kadar azimli olduğunu göstermekiçin hiç vakit kaybetmeden bir işçi komitesi kurmuştu, adı İşçi Komitesiolan bu oluşumun görevi grev eğilimlerini yolundan saptırıp faaliyetleriseçim hazırlıklarına yönlendirmekti, harbiyeli birlikler süngülerinitakıp kitleyi bölmüş, Gustav Adolf Meydanı'ndaki köprüyü kapatmışlardı,yukarıda, sarayın avlusunda bindokuzyüzdokuzda bölük komutanıolarak yedekleri hazırda tutmuş olan Kont Douglas savaşa gider gibi teçhizedilmiş birliklerle bekliyordu, buna ek olarak atlı polis devreye girmişve kalabalığı yarıp içine dalmıştı. Beş Haziran gününün o anları, aşağıyadoğru inerken sesleri sönüp giden o kılıç şakırtıları, bir an bile yerindedurmayan kısa kuyruklu o atlar, sağa sola kaçışan o yığınlar, dışişleri bakanlığınınizleyicilerle dolan ön pencereleri, jandarmanın boşaltıp temizlediğikaldırımda yere düşüp bacaklarını karnına çekmiş, hâlâ korunmak istercesinebaşını ellerinin arasına almış, artık kimsenin ilgilenmediği oadam, köprü parmaklıklarındaki o itiş kakış, sokak lambalarından birinindireğine tırmanmış, az sonra kamçı darbelerine maruz kalacak bir delikanlıve iki üniformalının arasında yürüyen, tutuklanarak elleri arkadanbağlanmış bir işçi, sağında ve solunda uzun paltolar, parlak düğmeler, uçlarıpüsküllü pırıl pırıl kılıçlar, sivri tepeli miğferlerin altında öfkeden kararmışyüzler, çenelerde miğferlerin deri kayışları, ve onların ortasında başınıeğmeyen aydınlık yüz, yakası açık gömlekten uzanmış boyun, hatlardasoluk kesen baskını alt eden bir gurur ifadesi. Herkesin gözünde halkınçıkarlarının koruyucusu rolüne, parlamentonun balkonundan kitleye seslenipsokağı parlamento ilan eden Höglund değil, dışarı koşup kalabalığıkendi arkasına takan ve onları Barnhus Caddesi'ndeki halkevine gitmeleri554


için yönlendiren Branting soyunmasını bildi. Daha önce solcuların yaptığıbirlik çağrısını artık Branting'in partisi üstleniyor, sendika yöneticileri yetkisiztarafın yol açtığı grevin sona ermesi için uyarılarda bulunuyor, sonbahardayapılacak seçim sosyal demokratların başarısını vaat ediyor, sadecevekillerin sayısının çoğalması değil, aynı zamanda bakanlık görevlerininüstlenilebileceği olasılığı vurgulanıyordu, bir sonraki adım şiddetkullanmadan iktidara gelmek olacaktı. İsveç işçi sınıfı iktidarın ancak sermayeninyıkılmasıyla ele geçirilebileceği yolundaki karşı sloganıyla birkaçgün boyunca Batı Avrupa'daki gelişmenin çok önüne geçmişti. Burjuvaziilk kez özgüvenin sarsılmasının ne demek olduğunu öğreniyordu. Sonraduraksama, şaşkınlık baş göstermişti. Sendikalardan çıkarılma tehdidi, çalışanları,sol fraksiyonun çağrısıyla başlayan greve son vermeye zorluyordu.İşçiler beş Haziranda her ne kadar tek yumruk haline geldilerse de, örgütlerindenayrılmayı istemiyorlardı. Sendikal üyelikten yoksun kalırlarsayalnız kalan tövbekarlar olurlardı. Muhafazakâr parti yönetimiyle sendikayönetimi arasındaki yakınlaşmanın bir kez daha, kitlelerin devrime yönelenve yoğunlaşan iradesinden daha güçlü olduğu görünüyordu. DeneyimsizSol Parti yerleşik sosyal demokrasi karşısında tutunamıyordu. İşçisınıfının düş kırıklığı birkaç hafta daha devam ediyor, ama kısa bir süresonra Branting'in tavsiye ettiği geri çekilme ve temkinli davranma isyancıhareketin itkisi karşısında ağır basıyordu. Sendika yöneticileri tıpkı bindokuzyüzdokuzdakibüyük grevden sonra olduğu gibi bindokuzyüzonyediHaziranında da kendi ellerine aldıkları işçi sınıfının eylemlerini belirlemehakkını pekiştiriyorlardı. Haddi bildirilenler, genel grevin merkezi inisiyatifve yönetime ihtiyaç duyduğu gerçeğine boyun eğmek zorunda kalıyorlardı.Ayrıca çalışma huzuru da yeniden kurulmalıydı, huzur ortamı olmadansözleşmelerde belirtilen İşverenler Birliği'yle yürütülecek müzakerelergerçekleşemezdi. İşçilerin fabrikalara dönmesinden sonra Branting'inişçi komitesi dağılıyordu. Artık ona ihtiyaç yoktu. Almanya'nınSosyal Demokrat Partisi İsveç'teki olayları endişe ve heyecanla izlemişti,bir yıl sonra da bu olaylardan çıkardığı derslerden yararlanmıştı. Görülenoydu ki, halk şiddeti, güçlü bir parti ve ileri görüşlü yönetim kadroları olmadanbir işe yaramıyordu, bu nedenle Alman devriminin önde gelen figürlerininöldürülmesinin, sosyal demokrat burjuva ittifakının önceliklimeselesi haline gelmesi bundandı. İsveç'te devrimci ortamın oluşmadığınısöyleyen Ström doğru bir sonuca varmakla birlikte sol sosyalistlerin, böylebir ortamın doğmasını desteklemek konusundaki kararsızlığını da doğrulamışoluyordu. Birleşmiş olsaydık da, Branting gibi birinin, Alman sosyaldemokratlarının kült haline getirdiği bu kişiliğin yanında başarılı olamazdık,dedi Ström. Ekim bindokuzyüzonyedide liberal Eden'in başkanlığındakiyeni karma hükümette dört sosyal demokrat yer alıyordu, Maliyebakanı olarak Branting, Deniz Bakanı olarak Palmstierna, Kültür Bakanıolarak Ryden ve portföysüz bakan olarak Unden. Bir sonraki hükümetin555


aşına Branting geçecekti, bu durumu hem işçiler hem de Sosyal DemokratParti'yle seçim ittifakı yapan Sol Parti'nin mensupları tercih etmiş olmalıydı.Örgütsel zayıflığına rağmen solcuların partisinde yirmi bin üyevardı, İkinci Kamara'da on bir sandalye kazanmışlardı. Sokak mücadelesineuygun olmayan lider grubu mücadeleyi daha fazla başarı vaat edenparlamentoya taşıyordu. Emekçilerin radikalleşmesi durdurulacak gibideğildi. Artık sadece genel seçim hakkıyla, sekiz saatlik iş günüyle yerinilmiyor,sosyalist bir cumhuriyetin kurulması, işçi sınıfının ülkenin üretimaraçlarına ve özel mülkiyete el koyması isteniyordu. Yine de solun yükselişideğil, sağ sosyal demokrasinin ölçülülüğü bir güçlülük belirtisi sayılmayabaşlıyordu. İçindeki muhalefetten kurtulan Sosyal Demokrat Partiçalışanlara öncelikli hedeflere yönelen bir program sunma şansına sahipoluyordu, buna karşılık Sol Parti'nin içindeki duruş çeşitliliği, mevcut durumunkarmaşıklığına uygun olmakla birlikte teorik mahiyeti yüzündenkitleleri kendine çekmeyi beceremiyordu. Seçmenler için iki partinin ortakanlayışa sahip olmaları, sol sosyalistlerin programında yer alan, iktidarfelsefesinin, otorite inancının, Sosyal Demokrat Parti içindeki bürokratikleşmetehlikesinin tartışılmasından daha önemliydi ve bu noktada onlarseksenin üstünde vekiliyle İkinci Kamara'da en büyük fraksiyonu oluşturanve onların çıkarlarını gözetmeye en uygun parti olarak gördükleri SosyalDemokrat Parti'yi tercih ediyorlardı. O zamanki egemen inanca göre,gerçek oy hakkı nihayet kazanılabilse, toplumsal adalet de hayata geçebilecekti.Kendi içlerinde vekillerin rekabetine rağmen, iki işçi partisi seçimkoalisyonu sayesinde karşılıklı bağımlılığı ve serbestiyi öngören bloğukurmuşlardı, bu blok olmadan bugüne kadar burjuva hegemonyasınınkarşısında tutunamamışlardı. Çeşitli gruplardan oluşan Sağ Parti'yle, LiberalParti'yle, yeni kurulan Çiftçiler Birliği'yle mücadele eden sosyalistlerinpartisi ve daha sonraki Komünist Parti etkili olmaya başlıyordu, böylecekurucularının kaçınmak istemesine rağmen kendilerini avangard birkonumda buluyorlardı, bu konum içinde iç anlaşmazlıkları yüzünden işçisınıfında devrimci bir bilincin oluşmasını sağlamaktan ziyade reformizminitici gücü haline geliyorlardı. Yayvan yüzlü, yassı burunlu Rogeby elleriniçenesin altına dayayıp gözlerini karanlığa dikti, bu karanlıkta çocukluğuve siyasi dönüm noktası vardı. Gençliğinde ailesinin boğucu mutfağındakihali geldi gözünün önüne, başarısızlığa uğrayan isyanın tortularıyüzünden zorluklarla yürüyen hareket yıllarını anımsadı. Lenin altı Kasımıyedisine bağlayan gece, devrimi başlatmanın zamanlamaya bağlı olduğunukanıtlamıştı, İsveç tarihsel ânı kaçırmıştı artık. Güç karşısındaki kararlılıksadece Rusya'da gösterdi kendini, dedi Rogeby. Alman devrimininyenilgisi, Avrupa proletaryasının başarısızlığı, sermayenin kudurgan işgali,dayanma gücü göstermiş olmanın ne büyük bir başarı olduğunu gösteriyordu.Bizde Sosyal Demokrat parti burjuvazi ve orduyla uzlaşarak Finlandiyamüdahalesinin sözcülüğünü yaptı, dedi Rogeby, ulusal bağımsız-556


lık deklarasyonundan sonra Finlandiya'da Mannerheim'ın Beyaz Muhafızlarıve Almanya'daki militarizm halk iktidarını ilan eden işçilerin karşısınadikildi. Palmstierna özgürlüğü, burjuva egemenliğinin özgürlüğünükorumak adına Mannerheim'a silah sağladı, Palmstierna'nın Finlandiyahalkı karşısında dile getirmeyi ihmal etmediği merhamet ve şefkat duygusutarafsızlık kurallarını ihlal etmesini affettiriyordu, Douglas ise AlmanDışişleri Bakanı Kühlmann'la yaptığı gizli görüşmelerden sonra bir işgalordusu kuruyordu. İsveç Genelkurmayı'nın bir kuşak subayı Finlandiyalısosyalistleri boğazlamakla deneyim kazanıyor ve bugün de bu deneyimleriaynı sahneye taşıyıp kullanabiliyordu. İsveç'in Finlandiya müdahalesiniyargılayan, Rus ve Finlandiyalı devrimcilerle dayanışma içinde olduğunuaçıklayan, derhal ateşkes çağrısında bulunan Sol Parti enternasyonalist tutumunusergilemiş oluyordu. Finlandiya'da karşı devrimin zaferi birçokişçiyi sindirmeyi başarmış, işçiler Sosyal Demokrat Parti'nin, Bolşevikdevriminin bölücü olduğu, felakete yol açtığı yolundaki kışkırtıcılığına vekarşı-devrim kışkırtmasına kapılmışlardı, ama yine de başka ülkelerde,Almanya'da yaşanan Kasım günleri sayesinde solun sloganlarına karşıduyarlılık oluşmuştu. Burjuvazi bir kez daha, emekçi kitlelerin, konseylerinkurulması, Kral'ın devrilmesi, ordunun lağvedilmesi, üretim kontrolününele alınması talepleriyle buluşacağından korkuyordu, evler barikatlarlakorunuyor, paralar yurtdışına aktarılıyor, bavullar hazırlanıyordu.Sosyal Demokrasi bindokuzyüzondört Ağustosunda olduğu gibi savaş sonaermek üzereyken de mevcut toplumun ayakta kalması için çalışıyordu.Palmstierna'nm tankları harekete geçmişti, mermiler işçilere yönelecekti.Bir kez daha sarsıntı, bir kez daha sineye çekme. Almanya'da bir devriminbaşlayıp başlamayacağı belli değildi, proletarya orada da gerici güçlereteslim olmuş gibiydi, Almanya'da güçlü bir işçi sınıfının başaramadığınıİsveç hiç başaramazdı. Almanya'daki kanlı Ocaktan sonra kent sakinlerikepenklerini yeniden açabilmişlerdi. Finans oligarşisi geçirdiği korkudansonra hızla toparlanıyordu, uzun süredir dünya ekonomisinde yerini alanfinans oligarşisinin ardında itilaf devletleri vardı, itilaf devletleri atlatmışolduğu tehlikelerin bir de İsveç'e girmesine izin vermeyecekti. BindokuzyüzondokuzMartında Komünist Enternasyonal kurulduğunda, sermayedarlarla,generallerle yaptığı anlaşmalar sayesinde güçlenen İkinci Enternasyonalde yeni döneme adım atmaya hazırdı. Çalışanların ortak bir cephekuracağını son ana kadar umut etmiş olanlar kendilerini aldatılmış hissediyorlardıister istemez, bundan sonraki yirmi yıl içinde birlik düşüncesinebağlanmak adına gösterilen her çaba bu aldatılmışlığa çarpıp parçalanacaktı.Monarşinin ve Birinci Kamara'nın ayakta kalması için güvenceveren Sosyal Demokrat Parti iktidara geliyordu, buna karşılık Sol PartiHaziranda Üçüncü Enternasyonal'e girdikten sonra bir kadro partisinedönüşüyor ve bir daha hiçbir zaman ilk yıllarındaki üye sayısına ulaşamıyordu.Bindokuzyüzyirmide, dedi Rogeby, sınırlamalarla da olsa genel ve557


eşit seçme ve seçilme hakkının, sekiz saatlik iş gününün kazanılmasıyla,demokrasinin biçimsel olarak yerleştirilmesiyle birlikte gerçek bir halk iktidarınagiden yol kapanmıştı. Emekçiler kitle partilerini iktidara taşıdıktansonra hiçbir şeyi sınıf mücadelesiyle elde etmemişlerdi, artık onlaraher şey yukarıdan, partiden, devletten veriliyor, yenilgiler artık dayanışmacıbüyük eylemlere yol açmıyor, bunun yerine yukarıdaki başarısız müzakerelere,parlamentoya ya da sendika yönetimiyle işverenler Birliği arasındakigörüşme platformlarına taşınıyordu. Pek çoğumuz, dedi Rogeby,sömürünün oy pusulasıyla kaldırılmasının amaçlandığı yirmili yılları kayıpyıllar olarak görüyoruz.Ama sosyal demokrasi azınlık olarak iktidardaydı, dedi Ström. İkinciKamara'da seksen altı sosyal demokrat ve on bir sol sosyalist karşısındaburjuva partilerinin yüz otuz üç temsilcisi vardı, Birinci Kamara'da burjuvalariki kat daha üstündü. Sosyal Demokrat Parti yüz yıllık bir baskıdansonra elde edilen başarıyı elle tutulur hale getirmek yerine patronların iflasasürüklediği bir devleti yönetmek zorunda kalmıştı. Ne yapıp edip buişin altından kalkın, deniyordu yönetenlere, oysa kısa bir süre sonra pesetmek zorunda kalacakları aşikârdı. Savaştan sonraki yüksek konjonktürsanayicilere yüksek kâr getirmişti. Çalışanlar iliklerine kadar sömürülmüştü,bir süreliğine kendi başlarının çaresine bakmak üzere yedekte tutulabilirlerdi,böylece o dönemde işverene mali külfetleri olmazdı, işçilerkoşullara razı olmak durumundaydılar. Ardından kurların düşmesiyle vefabrikaların üretimi durdurmasıyla birlikte ücretler, pek çok yerde yüzdeelli oranında düşmüştü. Talepkâr sendika birimleri lokavtla yüz yüze geliyordu.Grevlerle krizin aşılamayacağı söyleniyordu. Kısa bir süre içindeişsizlerin sayısı yüz bine çıkmıştı. Sadece metal endüstrisinde on binin üstündeişçi işten çıkarılmıştı. Sosyal reformları düşünecek zaman değildi,bütün başvurular geri çevriliyordu, artık önemli olan tek şey yoksullaşanailelere parasal destek sağlayabilmekti. Daha sonra Sosyal Demokrat Parti'nin,dedi Ström, baskılara maruz kalmasına rağmen demokratik ilkelerdeısrar ederek gelişim sürecini ileri doğru taşıdığını kabul etmek zorundakaldık. Biz de Sosyal Demokrat Parti gibi, programımıza almış olduğumuzproletarya diktatörlüğünden ziyade şiddetin reddine, devletin güçkullanarak ele geçirilmesinin eleştirilmesine daha yakındık. Sovyet Devleti'ylekurduğumuz ilişki daha çok ahlaki türdendi, bir inanç öğretisi şeklindekibir sosyalizmin karşısına sosyalist evrim fikrini koyan Branting'eitirazlar getirirken aslında kendi kendimizle mücadele ediyorduk, onun,Luxemburg yandaşları olan bizlere, Luxemburg'un yegâne korkusunu,proletarya diktatörlüğünün proletaryanın üstünde egemenlik kuran birparti diktatörlüğüne dönüşebileceğini hatırlatan Branting'e karşı gene de558


Sovyetleri savunuyorduk. Bütün güçleri, dedi Ström, Sovyet Rusya'nınsavunulması için harekete geçirmek görevimizdi, ama öte yandan partimizineylem ilkelerini ulusal bir zemin üzerinde kurmak zorunda olduğumuzunda farkındaydık, içimizde yaşadığımız bu çatışma bizi bir eylemsizlikdurumuna sürüklüyordu. Sovyet partisinin bize ilettiği devrimcisloganlar ülkedeki güç ilişkileriyle şimdiye kadar hiç bu kadar uyumsuzhale gelmemişti, ama yine de onlardan vazgeçemezdik, çünkü bunu yaparsakKomintern'den çıkarılırdık. Ancak Sovyet partisi tarafından yönetilenbir dünya örgütünün parçası olarak kaldığımız sürece varlığımızısürdürebileceğimize ilişkin bakış açısı, ancak özerkliğimizi ortaya koyabilirsekyaşayabileceğimize dair görüşle çatışıyordu, ama bunların ikisi dedoğruydu, Sovyet düzeninin imhası bizim de imhamız demekti, öte yandangüncel sorunlara pratik çözüm önerileri getirememek, mitlerin değil,ekmek ve işin peşinde koşan halkın nezdinde inandırıcılığımızı yıpratıyordu.Bu iki uç zorunluluğu birleştirmeye çalışıyorduk. Lindhagen, Höglund,Kilbom ve bankacı Aschberg Sovyet Rusya'yla diplomatik ilişkilerinikesen hükümete karşı çıkarak yardımcı eylemleri yönetmek ve eylemyollarını açmak için defalarca Moskova'ya gidip geldiler, aynı zamandabir sosyalist parti tasavvurumuzu bir kez daha belirginleştirmek için çalışmayakoyulmuştuk, hümanist bir zemin üzerinde, bütün demokratik haklarıgöz önünde bulundurarak yapmak istiyorduk bunu, bizim aramızdaegemen olan amaçları gerçekleştirebilmiş olsaydık, dedi Ström, geleceğiolan bir parti çıkabilirdi ortaya, ama bindokuzyüzyirmide Komintern'in,İkinci Enternasyonal'den farkını vurgulamak için yayınladığı tezlerde bizlersekter, oportünist, küçük burjuva unsurları olarak damgalanmış, KomünistEnternasyonal'in seksiyonlarından birinin Merkez Komite'sindeyer alabilecek vasıftan uzak olarak nitelenmiş durumdaydık. Tıpkı bir zamanlarerken dönem sosyalistlerinin öğretilerine yapıldığı gibi, bizim deisteklerimiz ve niyetlerimiz çarpıtılıp aşağılanıyordu. Katı bir disipline sahip,hiyerarşik yapılı bir partinin yükselişinden sonra Babeuf, Buonarotti,Owen, Blanc, Cabet gibi düşünürlerin bilimsel olmadıkları iddiası atılmıştıortaya, onlar olsa olsa birer esin kaynağıydı, ama bunun dışında onlarınütopyacı, hayalci oldukları ilan edildi. Bizler hâlâ onların ütopyalarını peşindekoşmaya değer buluyorduk, ekonomik bilgilerle tamamlandıklarındabizim görüşlerimize ve ülkedeki geleneklere, boyun eğmemiz gerekenotoriter bir modelden daha çok uyan toplumsal bir tasavvurun potasındaeritilmeye uygundu onlar. Ama Sovyet partisi, dedi Rogeby, iç savaşın olduğubir zamanda, itilaf devletlerinin abluka önlemleri aldığı ve saldırıplanlan yaptığı bir dönemde dış ülkelerdeki partilere güvenmek zorundaydı,tutunabileceği dallara ihtiyacı vardı, bunların sosyal demokrat çıkarlarkarşısında ezilmeyeceğinden emin olmak zorundaydı. Rusya'dasağlanan ve dışarıdan zorlamalara maruz kalan başarılı sonuç, Batı ülkelerindede alınmalı ve hayata geçirilmeliydi, ama işte proletarya, militarist559


ve ekonomik kurumların karşısında, onların yanı sıra, işçi hareketinin sadecekendisine tabi olmasını doğal hak sayan sosyal demokrasi karşısındayetersiz kalıyordu sürekli. Biçimsel bir radikallik gösterisi yapan SosyalDemokrat Parti yönetimi ise, yeni programında iş ve sermaye arasındakiantagonist çatışmanın tanımına geri dönüyor, denge ve uzlaşmadan değil,sömürü sistemini ortadan kaldıracak yegâne araç olan sınıf mücadelesindensöz ediyordu. Ama aynı zamanda kapitalizmin büyüyen üretim güçlerindenbir noktadan sonra yararlanamaz hale geleceği iddiasıyla bu militantutum geri alınıyordu. Sermaye birikimi doruk noktasına ulaştığındakapitalizm kendi üretici gücünü artık daha fazla taşıyamayacak ve yerinisanayi demokrasisine bırakmak zorunda kalacaktı. Böylece Sosyal DemokratParti kendi çöküşü sırasında, sermayedarların yol açtığı krizin birtoplumun demokratik ve sosyal olgunlaşmasında ön aşama olduğu izlenimiuyandırıyordu. Sosyal Demokrasi, tıpkı daha sonraki yıllarda olduğugibi, sol tarafın ortaya attığı fikirleri kendine mal ediyordu. Sosyal demokratfinans uzmanı Wigforss, üretim üzerinde etkili olmanın ve işi satınalanların baskıcı önlemleri karşısında yürütülen ekonomik mücadeleninSol Parti tarafından ortaya atılan sorunlarını, bu analizle birlikte talep edilenişçi konseyleri türünden bir yapıyı devredışı bırakarak reformist çizgiyleuyumlamayı iyi biliyordu. Komünist hareketin aktivistleri Kilbom veLinderot, sendikalarda faaliyet gösteriyor ve onları aşağıdan harekete geçirmeyeçalışıyorlardı, buna karşılık sosyal demokratlar, gerçekte iş yerindekiolayların kontrolüne hizmet eden bir araç olan, ama işçilerin kararlarakatılmasına olanak veren bir platformmuş gibi gösterilen fabrika konseylerininkurulması için propaganda yapıyorlardı. Sol Parti burjuvazininrestorasyon çalışmalarına karşı ve işçi sınıfının silahlanması için parlamentodışı eylemler yapma çağrısında bulunduğunda, Sosyal DemokratParti sessiz sessiz yürüttüğü deneysel girişimlerinin hatırlanmasını istemişti.Taarruzcu çizgiye en çok karşı çıkanlar da Sol Parti'nin içinde liberalve barışçı tutumu temsil edenlerdi. Lindhagen'ın çevresindeki grup KomünistManifesto'nun alternatifi olan Hümanist Manifesto'yu hazırlamıştı,Budizmi benimsemiş olan Kata Dalström din özgürlüğü için propagandayapıyor, parti başkanı Höglund ve parti sekreteri Ström ise proletaryanınsilahlanmasından değil, sadece burjuvazinin silahsızlanmasından söz etmeyitercih ediyorlardı. Zamana ihtiyacımız vardı, dedi Ström. Ama zamanyoktu, dedi Rogeby. Lenin'in yazıları bizde henüz yayınlanmamıştıbile, dedi Ström, politik bir strateji, bir devlet teorisi tasarımlıyor, SosyalDemokrat Parti'yle ittifak kurmanın bir yolunu arıyor, ama Rus savaş komünizmineuyumlanmış yönergelerden başka bir şey çıkaramıyorduk,Radek ve Sinovyev ise revizyonist olarak gördükleri bizlerle Komintern'etabi olmaya karar vermiş olanlar arasındaki bölünmeyi kışkırtıyorlardı.Görüş ayrılıklarını sentezleyebilir ve gelişimi birleşmiş bir partiyle ülkemizdekiözgül koşullara uygun bir biçimde sola çevirebilirdik, ama küstah560


tavırlara karşı sonunda parçalanmaya giden yolu seçmek zorunda kaldık.Sosyal Demokrat Parti ülkedeki yoksullaşmayı ortadan kaldırmaktaki yetersizliğinigösterdikten sonra, çalışma koşullarını düzenlemek için burjuvalarıntekrar bakanlıklara geçmesi gerektiği talebi yaygınlaşma fırsatınıbulabilmişti, böylece hemen Ekimde, sosyal demokratların on bir vekilkaybettiği İkinci Kamara seçimlerinin ardından on beş sandalye daha kazananSağ Parti, hükümeti kurmak üzere Kral tarafından görevlendiriliyordu.Rogeby gençlik yıllarını düşündüğünde işçi sınıfının payına düşençaresizliği ve eli kolu bağlanmışlığı hissediyordu. Ülkede gericilik diz boyuydu,sekiz saatlik iş günü geçersizdi, insanlar on iki saatten on dört saatekadar, hatta bazen daha uzun bir süre boğaz tokluğuna çalıştırılıyordu.Seçme ve seçilme hakkına gelince, dedi Rogeby, İkinci Kamara seçimlerindeerkekler ancak yirmi dört yaşından sonra sandık başına gidebiliyor, kadınlarhiç gidemiyordu, yerel seçimlerde ise yaş sınırı yirmi yediydi, bu daiki seçim arasında geçen zamanda yaş açısından büyük ölçüde gecikme vepek çok genç ve aktif işçinin devredışı bırakılması demekti. BindokuzyüzyirmibirMartında, dedi Ström, Komintern'e üye olabilmek için şart koşulanyirmi bir tezin benimsenmesi tartışmasında partimizi parçalayaraksosyalist bloğun daha da zayıflamasına katkıda bulunduk. Ansızın temizlikeylemleri diye adlandırılan şeyin içinde buluverdik kendimizi, dedi,aynı durum Alman partisinde de başlamıştı. Özgür bir parti isteyen Lindhagen'ı,Vennerström'ü ve Fabian Mânsson'u, Komintern'e bağlanmanınnereye varabileceğini daha fark edemeden bizler ihraç ettik. Bu arada üyesayısı on altı bine düşmüş olan Parti altı bin kayıp daha verdi. Parti milletvekillerininyaklaşık yarısını kaybetti. Lindhagen'm başkanlığında eskipartinin adı altında iki yıl daha sürdürülen ve sonra Sosyal Demokrat Parti'niniçinde eriyip giden fraksiyonunun beş vekili vardı, buna karşılık artıkKomünist Parti olarak anılan partinin İkinci Kamara'da sadece iki sözcüsübulunuyordu. Bindokuzyüzyirmibir sonbaharında, kadınlar da seçmeve seçilme hakkını kazandıktan sonra sosyal demokrasi sandalye sayısınıyetmiş beşten doksan üçe çıkarmayı başarabiliyor ve sayıların salınımınındile geldiği bu baladda, yönetsel pozisyonları, yetmiş iki vekildenonunu kaybeden Sağ Parti'den bir kez daha devralıyordu. İş adamları hiçvakit kaybetmeden taarruza geçiyordu. Bindokuzyüzyirmiikinin Ocağındagençler de içinde olmak üzere işsiz sayısı iki yüz bin olarak saptanıyordu,bu çalışabilecek durumda olanların yaklaşık yüzde yirmisiydi. SosyalDemokrat Parti şimdi radikal bir muhalefet partisi olarak çıkıyordu ortaya.Palmstierna'nın Londra'ya elçi olarak gönderilmesiyle ve ekonomi-politikçiWigforss'un öne çıkarılmasıyla birlikte eski, ataerkil liberal tutumunyerini modern, akılcı bir üretim biçimine uygun düşen bir çizgi almış gibiydi.Sovyetler'de Kronstadt isyanının çıktığı, Almanya'daki ayaklanmalarınbaşarısızlığa uğradığı, dünya devriminden vazgeçildiği, sosyalizmininşası için Yeni Ekonomi Politiğin tek bir ülkede uygulanmaya başladığı,561


Lenin'in hastalığıyla birlikte ardıllık mücadelelerinin başladığı ve parçalanmışlığımızıniçinde yeni bir parçalanışın baş gösterdiği bir zamanda,dedi Ström, Sosyal Demokrat Parti, hiç yolundan şaşmayan parlamenterfaaliyetiyle, yıllardır aynı olan ve daha sonraki yıllarda da aynı kalacakolan yönetimiyle ne denli dayanıklı olduğu izlenimini uyandırmıştı isteristemez. Sovyet partisi şimdi kapitalist çalışma koşullarının gerisinde kalmamayaçalışıyor, endüstri ve tarıma imtiyaz ve kâr teşvikleri sağlıyor,böylece devlet kapitalizminden devlet sosyalizmine geçmek için sosyaldemokrasinin de izlediği yöntemlere yaklaşıyordu, dedi Ström. Sosyal demokratideologların işine gelen bu durum seçim propagandalarında kullanılabilir,diktatörlüğün şiddetinin karşısına barışçıl alternatif çıkarılabilirdi.Bir Mayısta, on binlerce sosyal demokrat işçi, dedi Rogeby, Ladugârdsfeld'detoplanmak üzere kızıl bayrakların altında yüksek burjuvazininsemtlerinden geçerek Karla Sokağı boyunca yürürken, pencerelerdengelen yuhalamalar eşliğinde hep bir ağızdan Enternasyonal'i söylerkensanki işçi partilerinin hedefleri arasındaki farklar ortadan kalkıyor,ama tekrar işe koyulunduğunda karşıtlıklar öne çıkıyordu. Her ne kadarmücadele marşları ortak da olsa, komünistler gösterdikleri çabanın başkaülkelerdeki olaylarla birlikte ele alınması gerektiğini düşünüyor ve kapitalizminkarşısında yer alan cephenin güçlendirilmesine çalışıyorlardı, bunakarşılık taviz verme politikasının, uzlaşmaların etkisi altında olan, sık sıkgüçten düşen, ama sonra yeniden toparlanan, bindokuzyüzyirmiüç Nisanındahezimete uğrayan, ama yirmi dört sonbaharında partilerini yenideniktidara taşıyan ve büyük çoğunluğu oluşturan diğerleri herkes için refahvaat eden güncel reformların yolundan sapmıyordu, bu yolda önemli olantek şey partiyi yeterince güçlü kılmaktı. Ama işçi hareketinin zemini sendikalardı,partiler orada çalışanları yönlendirebilmek için birbirleriyle mücadeleediyordu. Sanki hep, onların sendikal düşünme biçiminin ötesinekendiliğinden geçemeyecekleri tezi kanıtlanmak isteniyordu. Sosyal Demokratyöneticiler kendi revizyonist çizgileri için bir zemin olarak kullanmayıamaçladıkları sendikaları kitle partisi olarak kendilerine zorunlu biraidiyet bağı içinde tutmaya çalışıyordu, komünist kadroların amacı ise onlarıdevrimci eylemlere hazırlamaktı. Partiler arasındaki düşmanlığın keskinleşmesineve Komünist Parti içindeki ikinci kırılmaya yol açan çelişkileriki partinin sanayi işçileriyle köylü proletaryası arasında bir ittifak kurmaçabasında da gösteriyordu kendini. Höglund ve Ström ortak bir cepheninkurulması için sosyal demokrat yönetimle birlikte çalışmak istiyorlardı,ama Komintern'in talimatı parti politikaları arasındaki kopuş yönündeydi.Tekelci kapitalizmin karşısında etkili bir cephe oluşturabilmek içinbirlik cephesi Komünist Parti'nin yönetiminde olmalıydı. Emekçiler bucepheye çekilmeliydi. Partinin yüksek kurullarında yine ilkesel sorunlartartışılıyor, kılı kırk yaran sorular atılıyordu ortaya, acaba kapitalizm çöküşdönemine girmiş ve böylece proleter devriminin zamanı gelmiş miy-562


di, yoksa geri çekilme taktiğine ihtiyaç duyulan bir istikrar dönemi miydibu. Partinin alt kademeleri için tartışmanın nedenleri anlaşılır değildi, sosyaldemokrat işçilerle işbirliği yapmayı bekleyen, sayıları şimdi dokuz bindört yüze gerilemiş olan üyeler, kendi içlerindeki bölünmenin şaşkınlığıiçindeydi. Lenin'in ölümünden sonra, dedi Ström, Komünist Enternasyonal'inYürütme Komitesi sadece sorgulamaları yürüten, ceza veren, insanlardanyalvarmalarını, itiraf etmelerini, günah çıkarmalarını bekleyen birmerci haline geldi. Troçki'den yana tavır alan Höglund Moskova'daSinovyev'in ve Buharin'in hışmına uğradı, ben de, dedi Ström, Marksistve devrimci bir tutum sergilememekle suçlandım, çünkü bir kitapta Sovyetpartisinden daha yeni atılan Balabanof tan söz etmiştim, böylece sosyaldemokrasinin halkı arkasında topladığı seçimlerden kısa bir süre öncekendimizi tek doğru inanç kavgasının içinde bulduk. Parti içindeki gruplardanbirisi Enternasyonal'den kopmayı, eylem özgürlüğünün yenideninşasını talep ediyor, öteki ise yalnızlığa itilmiş Sovyetler Birliği'ni korumayıasal görevi olarak kabul ediyordu, iki grup da seçimler bitene kadarParti'yi ayakta tutmaya özen gösterdi. Bir önceki yıl kazanmış olduklarıyedi vekilin ikisini kaybettiler, dağılmış Sol Parti'nin güçlendirdiği sosyaldemokrasi İkinci Kamara'da on bir yeni sandalye kazandı. Kasımdakikongrede iki ayrı komünist partinin kurulmasına yol açan bölünme gerçekleşti.Merkez Komite'nin ve üyelerin çoğunluğu şimdiye kadar başkanolan Höglund'u ve Parti sekreteri Ström'ü destekliyordu. Partinin meşruyönetimine sahip olmayı isteyen Höglund ve Ström, Parti gazetesinin yayınkurulunda çoğunluğu elinde tutan Kilbom, Linderot, Sillen ve Nerman'ıdevredışı bırakıyorlardı. Onlar da Höglund'un grubunu dışlıyordu,Komintern'in talimatı doğrultusunda Parti'ye sahip çıkma hakkını kendilerindegörenlerdi onlar. Folkets Dagblad gazetesi uğruna yapılan mücadeleyiazınlık kazanıyordu, bağımsızlar rakip bir gazete, Nya Folkets Dagblad'ıçıkarmak için işe koyuluyordu. İki grup da gerçek Komünist Parti'yikendilerinin temsil ettiği iddiasıyla bir yıl boyunca çalışanların kafasınıkarıştırıyordu, ama sonra Höglund ve Ström'ü izleyenlerin çoğu Komintern'inpartisine geri dönüyordu Rogeby'nin söylediğine göre. BağımsızParti'nin içindeki reformist eğilimler giderek daha ağır basmıştı, bir proletaryapartisinin gerekliliği kendini kabul ettiriyordu, Komintern'in sosyaldemokrasiye yönelttiği saldırılar da inandırıcı olmaya başlamıştı. Lenin'insöylediği gibi bir geçiş dönemi için proletarya diktatörlüğü ilkesini benimsemiştikönce, dedi Ström, kararlarımızı da aşağıdan yukarıya gerçekleştiğisürece demokratik merkeziyetçilik doğrultusunda almaya hazırdık,ama sonra Sovyet merkeziyetçiliği bizim kararlarımızı belirlemeye başladığındakavramlarımızın kaynağına geri dönmek zorunda hissettik kendimizi.Komintern'le yakın ilişkilerde kalınmasını teklif ettik, dedi Ström.Onların doktrini buna izin vermiyordu. Hainler olarak lanetlendik, amabizim ülkemize özgü bir parti kurma isteğimizi güçlendirmekten başka563


ir işe yaramadı bu. Ancak neden sonra bindokuzyüzyirmialtıda, Branting'inölümünün ve Sandler'in kısa bir süreliğine yönetimi devralmasınınardından, küçük partiyle hiçbir yere varamayacağımızın, geri çevrilen yada sosyal demokrasinin eninde sonunda kendine mal ettiği önerilerin ötesineasla geçemeyeceğimizin, kitle partisine ihtiyacımız olduğunun farkınavardık, çünkü çalışanların bütününe ulaşmamız ancak bu şekildemümkün olabilirdi. Başlangıçta geri döndüğümüz için aşağılanmış hissettikkendimizi, ama o yıl Sosyal Demokrat Parti de bir yenilgi yaşamış veiktidarı yeniden burjuvalara devretmek zorunda kalmıştı, gerici bir dalganınyeniden yükselişe geçtiği bir dönemde her türlü destek önemliydi onlariçin. Rogeby'e göre Ström hiç vakit kaybetmeden eski yoldaşlarına sokulmayave yazılarında babaların babası Branting'i yüceltmeye başlamıştı.Reformistlerin ayıklanması Komünist Parti için bir kazançtı ona göre. Bindokuzyüzyirmisekizdeüye sayısı dört binden on sekiz bine fırlamıştı. Aynıyıl yapılan seçimlerde Komünist Parti oyların yüzde altı buçuğunu alaraken yüksek başarısını elde etmiş, vekillerinin sayısını sekize çıkarmıştı.O zamanlar komünizmi benimsemiş olan bizler için, dedi Rogeby, Parti'nin,Batılı güçlerin tehdit ettiği sosyalist devletle uyumlu hareket etmeyeözen göstermesi gayet doğaldı. Sovyetler Birliği'ndeki insanlık dışı düzenlemelerdençok sanayileşme ve kolektifleşmede elde edilen başarılarıgörüyorduk. Burjuva hükümeti yine, sağın lideri Lindmann'ın başbakanlığında,dış politikada Batılı güçlerin Sovyet inşasını yıkma niyetini destekliyordu.İçeride iş kolları sendikalarıyla mücadele ediyor, grev kırıcı komandolarıngücünü pekiştiriyor ve komünist kışkırtıcılara hapis cezası Verilmesinisağlıyordu. Wigforss'un parti programına koyduğu sanayi demokrasisigittikçe, işçilerle işverenlerin anlaşmasının aracı haline gelmişti.Tam da ilerici olarak tanımlandığı için Wigforss çalışanları kandırmayı eniyi başaranlardan birisiydi. Toplumu devrimci yoldan değiştirme gücününonlarda bulunmadığını, ayrıca sanayide ve devlette yüksek pozisyonlaragelmekte onların yetersizliklerini vurguluyordu. Yine de sosyalizasyonplanlarına tamamen sırtını dönmemiş olmak için okulları ve başkakurumları sendikanın yönetimine bırakıyordu, işçiler orada geleceğin yöneticileriolarak eğitilmeliydi onun gelecek tasavvuruna göre. Sanayi demokrasisidenen şey bir tek girişimcilerin işine yarıyordu, çünkü kararlarakatılma hakkı vermeksizin bir tek söz hakkı vererek işçilerin teknik deneyimlerive görüşleri üretimde başarının yükseltilmesi için kullanılabilirdi.Maden bölgelerinde altı ay boyunca süren grev, Komintern'in analizinegöre İsveç'te artık emperyalist aşamaya ulaşmış olan finans kapital karşısındabüyük ve ortak mücadele eylemleriyle değil, işçi örgütlerinin güçsüzlüğünübir kez daha vurgulayan bir uzlaşmayla sonuçlanıyordu. Sendikabürokratları ve İşverenler Birliği, aralarında anlaşarak bindokuzyüzikidekigenel grevin ardından gelen kapitülasyondan beri geçerli olan sözleşmeleriyasal yoldan sağlama bağlıyor ve on yıl sonra Saltsjöbaden'da564


onaylanacak ek tasarılar hazırlıyorlardı. İşverenlerin şartlarına uygun ücretsözleşmeleri iş kollarına dayatılıyordu. Bu sözleşme dönemindeki grevyasağıyla birlikte de iş huzuru sağlanmış oluyordu. Girişimcilere kendi ölçüleridoğrultusunda işçi alma ve çıkarma, işletmeleri birleştirme ya dakapatma ayrıcalığı tanınıyordu. Grev kırıcılar çatışma ortamlarında işleriniyapma serbestisine sahiptiler. Sadece iş kolları değil, bireysel olarak işçilerde artık yönetmeliklere uymak zorundaydı. Kuralların çiğnenmesi biriş mahkemesi tarafından cezalandırılıyordu. Üretim araçlarını elinde bulunduranlarınişine yarayacak her şey doğru, çalışanların kendi çabalarıylayaptıkları her şey yanlıştı, dedi Rogeby. Ström bu dönemden söz ederkensanki sosyal demokrasinin argümanlarını temsil ediyormuş gibi bir izlenimuyandırıyordu. Sosyal Demokrat Parti'nin dokusu öylesine dayanıklıydıki, bütün sapmalar sanki kazara olmuş gibi onun içinde eriyip gidiyordu.Sendika yönetiminin işbirlikçi politikasını bir hainlik olarak görmüyorduStröm. Koşullar ne gerektiriyorsa ona göre davranılıyordu sadece.Üretim araçları kapitalistlerin elindeydi, ekonomi yükselme dönemindeydi,mevcut topluma yöneltilecek saldırılar kendi kazanç olanaklarınasaldırmak anlamına gelecekti. İkinci Kamara'da doksan sosyal demokratve sekiz komünistin karşısında sağın yetmiş üç temsilcisi yer alıyordu,Çiftçiler Birliği'nin yirmi yedi üyesi ve yirmi üç liberal, Birinci Kamara'daise elli iki sosyal demokrat ve bir komünistin karşısında doksan yedi burjuvavardı. Gerçekleştirilmiş toplumsal reformları yıkmak istemiyorsak,dedi Ström, ekonomik sorunlarda taviz vermek zorundaydık. Komintern'inhem sermayedarları hem de sosyal demokrasiyi karşısına alan, SınıfaKarşı Sınıf sloganının haklı olduğunu söyledi Rogeby. Eğer emperyalizmesavaş ilan edilecekse, kendini emperyalizmin yardımcı gücü halinegetiren sosyal demokrasiyle de mücadele edilmeliydi. Ama sosyal demokratlarınsosyal faşistler olarak adlandırılması sendikalardaki atmosferi zehirliyordu.İş kollarına ait örgütlerdeki çalışmanın nasıl yürütüleceğinedair görüş ayrılıkları beliriyordu yine Parti içinde. Komintern'in değerlendirmesinegöre kapitalizm, üretim fazlasının, denetimsiz spekülasyonlarınbir sonucu olarak dünya çapında bir krize doğru gidiyordu. Devrimci fırsatlarıkullanmanın zamanı gelmişti. İşçi sınıfının kuracağı bir birlik cephesi,zayıf düşmüş emperyalizmi yıkabilirdi. Yine de sosyal demokrasiyeyöneltilen saldırılarda işçi sınıfıyla yönetim arasında keskin bir ayrım yapmakgerekiyordu. Linderot ve Sillen sendika üyelerini harekete geçirmesiamaçlanan bir birlik komitesi kurmuşlardı. Flyg ve Kilbom'un çevresindekigrup da konjonktürün bu şekilde devam edeceğini bekliyordu. Onlarda sosyal demokrat muhalefetin Partilerinden gelecek karşı önlemlerinegöğüs gerecek güçte olmadığı kanısmdaydılar. Komitede yönetici konumdakikomünistler derhal işten çıkarılmışlardı, komiteye girmek isteyen yada sempati duyan herkes sendikalardan çıkarılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı.Kilbom'un ve onunla birlikte olan iş kolu temsilcilerinin çoğunlu-565


ğunun beklentisi, birlik cephesinin ancak Sosyal Demokrat Parti'yle bir işbirliğiiçinde kurulabileceği yolundaydı. Sendikalar faaliyetlerine devametmek zorundaydı. Komünist kadrolar kendilerini öteki işçi partisinin üyelerindenyalıtmamalıydı. Açmazları çözülecek gibi değildi. Sosyal demokratyönetim hiçbir ittifaka hazır değildi, ayrıca Komintern de bir birlik cephesininyukarıdan, Sosyal Demokrat Parti yönetimiyle ittifaka gidilerekkurulması önerisini barışçılık ve oportünistlik olduğu gerekçesiyle geri çevirmişti.Birlik Komitesi'nin niyeti, dedi Ström, birlik kurmak değil, ülkeörgütlenmesini parçalamaktı. Komintern'e bağlı grup, çalışanların tabandanoluşturulacak bir cepheye katılacakları beklentisi içindeydi. Oysa muhalefetegeçerek dışlanmayı ve iş kolu sendikasından çıkarılmayı göze alacakkişilerin sayısı çok azdı. Komintern ayrımlaşmaların ve hesaplaşmalarınkeskinleşmesinde ısrar ediyor, Kilbom'un grubu ise sendikal düzeninkorunmasını talep ediyordu. Yine hiç kimse, dedi Rogeby, Parti'nin çatışmalarlaparçalanacağını aklına getirmiyordu. Merkez Komite'nin güçlenmişpartiyi bir inatlaşma uğruna riske atma sorumluluğunu almayacağınıdüşünüyordu üyeler. Ama iş kollarına ait örgütleri güçlendirmek yerine,dedi Ström, Parti kendi tabanını parçaladı. BindokuzyüzyirmidokuzunEkim günlerinde olup bitenlerin Marksist bilimsellikle, disiplinle, proletersorumlulukla uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktu ona göre. Parti başkanıFlyg ve Parti gazetesinin baş sorumlusu Kilbom Merkez Komite'nin, milletvekillerinin,sendikacıların çoğunluğunun desteğini alarak Sillen'i, Linderot'uve onların yandaşlarını üyelikten çıkardılar. Bu arada onlar da çoğunluğuoluşturan grubu parti üyeliğinden atıyordu, Komintern'in Manuilskive Ulbricht başkanlığındaki bir komisyonu Parti'yi yönetme hakkınıazınlık gruba tanımıştı. Beş yıl önce Komintern'in talimatıyla gerçekleşenşey tekrarlandı, dedi Ström, ama bu defa ortalığı saran çılgınlığın içindeSovyet partisindeki siyasi yozlaşmalar da kendini belli etmeye, farklı düşünenlerinkovuşturulması metafizik boyutlara ulaşmaya başlamıştı. DokuzEkimde, dedi Ström, komünistler sopalarla tabancalarla, parti lokalleri,gazeteleri, arşivleri, kasaları, sicil defterleri uğruna birbirleriyle çatışırkenbu ülkedeki işçilerin neden Sosyal Demokrat Parti'ye bağlı olduklarınıanladım. Ama bu uzlaşmazlığın bir nedeni vardı, dedi Rogeby. Sosyal demokratlarve onlarla birlikte sosyal demokrat ideolojiye eğilimi olan komünistlerkapitalist ekonominin istikrarlı olduğu inancından sonuna kadarvazgeçmemişlerdi. Böylece kaçınılmaz felaketle sonuçlanacak gelişmeninyolunu açmışlardı. Proleter cephenin oluşturulması engellenmişti. Birilerisüratle, şiddet kullanarak inisiyatifi ele geçirmek istedikleri için, dediStröm. Ötekiler hâlâ burjuvaziyle müzakerelerin yürütülebileceğine inandığıiçin, dedi Rogeby. Sosyal demokratlar kendilerini, Per Albin Hansson'unçözülmemiş bütün sorunları örtbas etmek maksadıyla çıkardığı kararnameyeverirken ve komünistler kendi partilerini parçalamakla uğraşırken,bunun sonucunda da Kilbom'un grubu Luntmakar Caddesi'ndeki566


Folkets Dagblad'ın matbaasını, Sillen'in bölüğü de Tor Caddesi'ndeki partimerkezini ele geçirirmişti, yedi bin üye Bağımsız Parti'de toplanırken sadecedört bin üye de Komintern yanlısı partide kalmış ve geriye kalan yedibin kişi de birkaç yıl için parti yaşamlarına veda etmişti, sermayenin büyümesiKomintern'in öngörüsüne göre doruk noktasına ulaşmış ve bir kezdaha yeniden dağılım savaşına doğru adım atmıştı. Bir kez daha işçi sınıfınızayıf düşürmenin, taleplerde bulunma olanağını onun elinden almanınzamanı gelmişti. Madem Sovyetler Birliği'ni imha etmek başarılamamıştı,o zaman hiç değilse yoksulluk ve sefalete yol açarak çalışanlara ve onlarınörgütlerine zarar verilebilirdi. Bunu yaparken anarşist para egemenliğikendi saflarını da ateşin içine atabiliyordu. Sistemini ayakta tutmak uğrunaçok büyük zararları göze alıyordu. Üç Ekimde Wall Street'te, borsanınolağanüstü düşüşüyle güçsüzleri mahvedecek ve devlerin nihai zaferiylesonuçlanacak manevralar yapıldı. Bu durum öncelikle mülksüzleri etkiliyordu.İşsizlik onları hızla ezecek ve boyun eğmek zorunda bırakacaktı.Küçük ve orta boy tüccarlarla tasarruf sahipleri perişan oluyor, firmalar firmalarla,tekeller tekellerle, holdingler holdinglerle, tröstler tröstlerle mücadeleediyordu, ta ki geride sadece, iflas eden firmaları satın alarak ayaktakalmayı başaran en güçlüler kalana dek.İkinci bir komünist partinin kurulmuş olmasından dolayı kaygılanmadığınısöyledi Rogeby. Kendisinin bindokuzyüzotuz Ağustosunda girdiğiLinderot ve Sillen'in partisinin küçük olması önemli değildi, önemliolan partinin dünya çapında bir hareketin parçası olmasıydı. Rogeby'e göre,yoksulla zengin arasındaki çatışma uluslararası düzlemde gerçekleşiyordu.Nitekim, Alman partisi paramparça olduğunda, Sovyet partisi debölünmelere teslim olduğunda, Çin'de, Hindiçin'de, İspanya'da neler olduğunugörmüş, proleter dayanışmanın devamlılığı konusunda çok şeyöğrenmişti, şimdi de sosyal demokratların burjuvalarla iktidar olduğu birzamanda İsveç'te sessiz, gizli ve geleceğe yönelik yeraltı faaliyetleri olduğunudüşünüyordu. Bindokuzyüzotuzda Parti baştan aşağı yemlendi, dediRogeby. Hâlâ pek çok kişi Flyg ve Kilbom'un önerisi yönünde ulusalkomünizm gibi bir orta yoldan vazgeçmemekle birlikte, pek çok kişi detekrar Komintern'in partisine katılıyordu. Bunlar sonbahar seçimlerindeoyların sadece yüzde birini aldılar, buna karşılık Kilbom'un partisi yüzdeüçe ulaştı, ama yine de Alman faşizminin yükselişi, İsveç'te Ulusal Tugaylar'ınkurulması, ekonomik krizin baş gösteren etkileri, radikal işçilerinkovuşturulmasında devlet polisinin özel birimleri, grevcilere yönelen askerieylemler, büyüyen işsiz sayısı, ücret düşüşleri ve işten çıkarmalarkarşısında mücadeleye örgütleyecek bir partiye ihtiyaç vardı. Bütün komünistpartililerin Kilbom'u desteklediği sendikalarda da yeniden işe ko-567


yulmalıydı. Farklı iş kollarında ortaya çıkan muhalefetle hem reformistyönetim, hem de sendikaya bağlı komünist partiler mücadele ediyordu.Buna rağmen, dedi Rogeby, kendimizi sık sık ortak eylemlerin içinde buluyorduk.Âdalen'deki kıyımı düşündü. Bu görüntü, Madrid devrimcilerininvuruluşunun kıyısında, Guernica'nın kıyısında bir parlıyor bir sönüyordu.Vahşet kendini Goya'nın ve Picasso'nun olayla bütünleşen tüylerürpertici kasvetli fonunda değil, İsveç'in açık yeşil ilkbaharıyla kontrastiçinde gösteriyordu. Ortada bir savaş kudurganlığı yoktu, ülkeyi yabancıordular işgal etmemişti, olan sadece, Ângerman Nehri'nin ağzındaki Marma,Graninge, Utansjö, ve Sandviken kereste ve kâğıt fabrikalarında iş bırakılmasıydı,ve holding müdürü Versteegh grev kırıcıları iş başına çağırmıştı.Ondört Mayıs bindokuzyüzotuzbir perşembe günü sekiz bin grevciişçi, sosyal demokratlar ve komünistler, bütün sendika üyeleri öğlen saaton ikide bir protesto yürüyüşü yapmak üzere Frânö'deki halkevininönünde toplanıyordu. Kafile parlak güneşin altında Lunde'ye doğru, grevkırıcıların gemilerinin beklediği limana doğru hareket ediyordu. Kortejdeyer alan pek çok orta yaşlı kişi yirmi otuz yıl öncesinin büyük gösterilerindede yer almıştı. Üstlerinde pazar giysileri, ellerinde farklı iş kollarına aitsendikaların bayrakları ve armalarıyla işçiler bir üflemeliler orkestrasınınardında, güneşin altında yanıp sönen nehrin ve köylerin kırmızı ahşap evlitepelerinin, tomurcuklanmış elma ağaçlarının arasında kalan yol boyuncailerliyorlardı. Ulaşmaları gereken hedeften biraz önce, süvariler ve fabrikayönetiminin girişimiyle alelacele toplanan ihtiyat birlikleri yolda onlarıbekliyordu. Kol kola girmiş sanayiciler ve ordu, emekçilerin birleşikgücünün karşısına çıkıyordu, emekçiler her zamanki gibi silahsızdı, sayıüstünlüklerine güveniyorlardı sadece, oysa birkaç düzine silah onların gücünükat be kat aşıyordu. Göstericilerin kafilesi yaklaşık iki saat sonraYüzbaşı Mesterton'un görüş alanına giriyordu, insanlar sakin bir biçimdeilerliyordu, istedikleri devrim değil, iş ve geçimini sağlama hakkıydı, kendilerinedoğrultulmuş olan namluları görmüyorlardı. Orkestranın enstrümanlarıkarşıdan gelen dur komutunu bastırıyor, bunun üzerine Yüzbaşıvur emrini veriyordu. Vurulanlar yolun tozuna kapaklanıyor, oluk olukkan akıyordu, saliseler sonra duyulabiliyordu barışçıl bahar gününü yırtançatırtılar. Beş işçi öldürülmüştü. Meşruiyetin saflarında düzenin ayaktakalmasını sağlamak zorunda olan Yüzbaşı vardı. Meşruiyetin saflarındaemirlere uymak zorunda olan askerler vardı. Meşruiyetin saflarında işleriniserbestçe icra etme hakkına sahip olan grev kırıcılar vardı. Meşruiyetinsaflarında misyonu çoğunluğun iyiliği için ekonomik aksaklıkları engellemekzorunda olan fabrika sahipleri vardı. Eira Söderberg'in, Erik Bergström'ün,Viktor Eriksson'un, Evert Nygren'in ve Sture Larsson'un hayatlarınıellerinden alan kapitalist üretim koşulları meşruiyet demekti. Komünistajitasyoncular Nordstrom, Sjödin, Forssman ve protesto yürüyüşünüdüzenlediği için Komünist Parti'nin başkanı Linderot uzun süreli ha-568


pis cezalarına çarptırılıyordu. Sendika yönetimi sınıf hukukunun bir parçasıoluyor ve işçilerin keyfi eylemlerini suça dönüştürüyordu. Ama işyerlerindeki öfkeli başkaldırı boğulamıyor, sendika hareketi içinde ikincibüyük güven krizi baş gösteriyordu. Âdalen'de genel grev ilan edilmiş,Stockholm'de yüz elli bin işçi, öldürülen arkadaşlarının cenaze törenindegösteri yapmıştı. Tek tek iş kolları ülkenin dört bir yanında, sendika merkezininisteği ve iradesine rağmen greve gidiyordu. Ama öte yandan, dediRogeby, çalışanlar Sosyal Demokrat Parti'yi yeniden iktidara getirmek zorundaolduklarını görüyorlardı. Bindokuzyüzotuzikideki sosyal demokratseçim mücadelesini yozlaşmanın büyük gedikler açtığı burjuvazi cephesinetaarruz değil, sadece birbirleriyle mücadele eden iki komünist partininkarşılıklı hakaretleri belirliyordu. Kilbom sosyal demokrasiyle ittifak kurmaçabalarını sürdürüyor, buna karşılık Linderot'un partisi hâlâ asıl düşmanolarak gördüğü sosyal demokrasiye saldırmaya devam ediyor veböylece boş yere enerji sarf ediliyordu, çünkü Hansson'un partisi hem karşıtarafa parsa vermeye asla yanaşmıyor hem de karşı tarafa daha güçlüdarbeler indirebilmek için kendisi bütün araçları kullanıyordu. İki komünistgrupta da sekter çatışmaların ağır basması, fabrikalarda hâlâ birlikoluşturabilen işçilerin tavır almasını zorlaştırıyordu, elbette bu birlik sınıfındoğal birliğinden başka bir şey değildi ama parti yönetimlerinin katıtutuculuğu yüzünden etkili hale getirilemiyordu. Böyle bir ortamda burjuvalarterör estirerek dört dönem iktidarda kalmayı başarmış, ama bindokuzyüzotuzikiEylülünde Kreuger hanedanının yıkılışından sonra ellerindetuttukları erki yeni ticari bağlantılarla pekiştirmeyi başaramayınca geriadım atmak zorunda kalmış ve kabineyi kurma işini seçmenlerin güçlüdesteğiyle vekillerinin sayısını yeniden yüz dörde çıkaran sosyal demokrasiyedevretmişlerdi. Oyların yüzde üçünü elde eden Komintern partisininiki sandalyesi ve oyların yüzde beşini alan Kilbom'un partisinin altısandalyesiyle birlikte bile Sosyal Demokrat Parti İkinci Kamara'daki burjuvafraksiyonlarından hâlâ üç vekil gerideydi. O yıl yüz altmış bin kişi işsizdi,Almanya'da faşizmin hüküm sürmeye başladığı yıl ise bu sayı yüzseksen altı bine çıkıyordu, yakınlarıyla birlikte bir milyon kişilik bir mağdurlarordusu ortaya çıkmıştı. Çalışanların iş güvencesi talebiyle işverenlerindaha yüksek kâr marjı isteği arasında manevra yapmak ve onlarıdengelemekten başka şansımız yoktu, dedi Ström. Uluslararası finans baskısıylakarşı karşıyaydık, Alman faşizminin ve kendi ülkemizdeki şovenisteğilimlerin tehdidi altındaydık, işsizlik oranının düşmesi için endüstrialanlarını sübvanse etmek ve pazarın istikrara kavuşması için sendikalarlaişverenler arasında yürütülen müzakereleri bir sonuca ulaştırmak zorundaydık.Bu koşullar altında ancak temkinli reformlar mümkündü. Yine desosyal demokrat iktidar, işçilerin taleplerini dikkate almayı zorunlu görenbir bütünlük sağlıyordu kendi içinde, dedi Ström, Başbakan Hansson ise,Branting'in sözleriyle anlatmak gerekirse ülkenin egemen figürü, kralı ha-569


line gelmişti bile. Dışişleri Bakanı Sandler İşçi Eğitim Derneği'nin kurucusuolarak tanınıyordu. Savunma Bakanı Vennerström, Sosyal İşler BakanıMöller ve Adalet Bakam Schlyter ilerici hümanistler olarak saygı görüyorlardı.Sköld Tarım Bakanı olarak tarım işçilerinin yaşam koşullarının düzelmesiiçin uğraşıyor, Maliye Bakanı Wigforss ise sosyalist bilimselliğitemsil ediyordu. Sandler bütün iş kollarına, dedi Rogeby, sendikaları komünistlerdentemizleme uyarısında bulunan bir genelge gönderdi, geleceğinfabrika yöneticilerim eğiten okulların ve Wigforss'un vaat ettiği sosyalizasyonadımlarının yerini devlet gücünün yayılması alıyordu. Sanayidekararlara katılma hakkından söz edebilmek için, dedi Ström, sendikal vedevlet fonları biçimindeki ekonomik altyapıyı kurmak zorundaydık önce.Sosyal demokratlar uzlaşmaya sürekli açık oluşları yüzünden, dedi Rogeby,burjuvaları güçlendirerek otuzaltı Haziranında bir kez daha iktidarıele geçirmelerini sağladılar. Ama sadece Eylüle kadar sürdü bu, diye karşılıkverdi Ström, Eylülde iktidarı ilk kez parlamenter çoğunlukla ele geçirdikve şimdiye kadar da sürdürdük. Komintern'in partisinin yeni yükselişiniönemsemiyordu Ström, on sekiz bin üye Sosyal Demokrat Parti'ninsahip olduğu yüz binler karşısında eriyip gidiyordu. Burjuva partilerinebeş sandalye üstünlük sağlayan sosyal demokratların yüz on iki vekilinyanında, dedi Ström, kendilerinin beş sandalyesinin ve Kilbom'un altısandalyesinin ne değeri vardı ki. İşçi partilerinin kendi içinde düşmankesilmiş bloğu on altı sandalyesiyle mecliste burjuva partilerinin önündeydi,ne var ki bu güç ekonomik ilişkileri değiştirmekten uzaktı. Üretimaraçları sermayedarların elindeydi ve Birinci Kamara'daki vekil sayısıdengelense bile yine onların elinde kalacaktı. Yine de, dedi Ström, işsizliksigortası, emeklilik yasası, tarım işçilerinin çalışma saatlerinin düzenlenmesi,annelik yardımı, çok çocuklu aileler için kira yardımı, yaşlılar yurdu,çalışanlara iki hafta izin verme mecburiyeti gibi mücadeleler gerektirmişreformlarla sosyal devlet olma yolunda ilerliyorduk. Hansson'un otuzluyılların başındaki kriz dönemi programı, dedi Rogeby, işçi sınıfının SosyalDemokrat Parti'ye daha da sıkı bağlanmasını sağlamıştı. Sosyal demokratdevlet aygıtının tekelci sermayeyle iç içe geçmesi otuzsekiz Aralığında,Saltsjöbaden'da ücretli işçilerle işverenler arasındaki işbirliğinin tesciliyleaçıkça kendini gösteriyordu. Temel sorunlarda yasaların devreye girmesindenkaçınılması bu işbirliğiyle çelişmiyordu, aksine buradaki yaklaşımişverenler ile işçiler arasında bundan böyle geçerli olması istenen uyumluilişkiyi öne çıkarıyordu, artık iki taraf, baş gösteren çelişkili durumları elealmak için, görünüşte gönüllü olarak ve eşit pozisyonda aynı masaya oturacaktı.Sosyal demokratlarla burjuvaların oluşturduğu karma ekonomi işbarışının güvencesiydi. Emeği satın alanlar artık daha önce yaptıkları gibiişçileri istedikleri zaman kapının önüne koymuyor, işçi çıkarma durumundaonlara süre tanıma lütfunda bulunuyor, artık grev kırıcıları kullanmıyor,bunun dışında her zamanki gibi iş yönetimi ve dağıtımı, üretim yerle-570


inin açılması ve kapatılması konularında tek başına karar veriyorlardı.Bir ücret sözleşmesi dönemi boyunca geçerli olan ve üçüncü kişilerin, tüketicilerintaleplerini güvence altına alma adına getirilen grev yasağı işvereninişine geliyordu, böylece işverenler işletmeleri yeniden yapılandırmakve verimli hale getirmek istediklerinde kalıcı bir iş gücünü sağlamaalmış oluyorlardı. Refah yolu açılmaktaydı, işveren işçiye iş veriyor, bunakarşılık işçi kuruş kuruş artıyor, ama yine de akord çalışmada üretim hızınınartışının gerisinde kalıyordu, Sosyal Demokrat Parti artık maksimumoy oranına ulaşmıştı, İkinci Kamara'da yüz otuz dört, Birinci Kamara'dayetmiş dört sandalyesi vardı, Birinci Kamara'da da bir komünist vekilindesteğiyle burjuva fraksiyonları kadar güçlenmişti, otuz dörtten bu yanaadı Sosyalist Parti olan Kilbom'un partisi, otuzyedi ilkbaharında yaşananiç çekişmeden, sosyal demokrasiye geri dönmeyi aklına koymuş olan Kilbom'laFlyg'ın köprüleri atmasından sonra on beş bin üyesinin on bininikaybetmişti, Flyg'ın temsil ettiği ulusal komünizm Almanya'nın finanseettiği bir nasyonal sosyalizme dönüşmüştü. Komintern'e bağlı komünistlerhâlâ oyların yüzde üçünü ellerinde tutuyordu. Ström bu küçücük oranımdüşünerek kendi kararını hoşnutlukla anabiliyordu. Yüzünde bir sevecenlikve iyilik düşüncesi okunuyordu. Kendi zengin ülkesinin sınırlarınınötesine bakmasının nedeni sosyalist vizyonun izlerini aramak değil,Fransız-İngiliz bloğunun yaşama gücü konusunda umut verici işaretleraramaktı. Bu iki ülkeyle, günün birinde sömürgeci baskıdan kurtulacak vedünya pazarındaki mallardan payını talep edecek ülkeler arasında bir çatışmayıdüşünmüyordu. Bir zamanlar devrimci fikirlere yönelmiş olanStröm, bindokuzyüzonbeşlerin burjuvazisinin doğru değerlendirdiği gibi,toplumu ayakta tutan güçlere geri dönmek üzere ünlü İsveç refah devletineçıkan kapıda eski muhafız kıtasıyla birlikte yerini yüksünmeden alıyordu.Rogeby'nin, Coldinu Merdiveni'nin köşesindeki odasında onunla çıplakPiper'lerin arazilerine bakarken sosyal demokrat sendromu gördüm,her ne pahasına olursa olsun sebatkârlığın ruhu vardı orada, radikal birdeğişim olasılığı karşısında dehşete düşmenin ruhu. Ström olsa, pek çoksosyal adaletsizliğin üstesinden gelen şeyin bu sabır olduğunu söylerdi.Sovyet düzeninin karşısına kendi ülkesindeki demokratik özgürlükleri çıkarırdı.Faşizmin insanların düşünme biçimine daha büyük boyutlardasızmasını partisindeki hümanist geleneklerin engellediğini iddia eder vepek çok sınavdan geçmiş olan barışçı tutumu tarafsızlığın korunmasınınteminatı olarak görürdü. Rogeby bunlara yanıt olarak, hiçbir reformuneğitimde ve iş kolu sendikası seçiminde fırsat eşitliğini getirmediğini söyleyecekolsa Ström Parti'nin, burjuvazinin üniversitelerdeki mevcut üstünlüğünüdengelemeye çalıştığını söylerdi. Halk yüksek okullarındansöz ederdi, sanki bunlar geçiş sürecine uyumlanmış ve sınıflı toplumunayakta kalmasını sağlayan kurumlar değilmiş gibi, proleter kökenli pekçok yazar ve sanatçı sayesinde kültürel değerlerin zaten çoktan herkesin571


malı haline getirildiğini söylerdi. Çalışanların özel hedeflerine ulaşıp ulaşamadıklarısorusuna Ström'ün yanıtı, partinin sınıf kavramının sınırlarınıgenişletmeye katkıda bulunduğu yolunda olurdu. Ström'e göre partininbaşarısı entelektüellerin, akademisyenlerin, memurların geniş bir kesiminiyanına çekebilmek ve daha önce burjuvaziye bağımlı bu kesimlere yeni birtoplumsal aidiyet kazandırmak olurdu. Rogeby'de belli bir anlamda katılırdıbuna, çünkü devrimci değişiklikler bugün artık sadece devrimci rolüylebelirlenmiş işçi sınıfı sayesinde değil, halkın bütün ilerici güçlerininişbirliği sayesinde hayata geçirilebilirdi. Ama sosyal demokrasinin, üretiminbütün dallarında çalışanların yönetime katılma hakkı konusunda ısrarlıolmayı ihmal ettiğini söylüyordu Rogeby. Sosyal demokrasi radikalliğikaldırıp bir yana attığı ve mülkiyet ilişkilerine dokunmadığı için muhafazakârbir güce dönüşmüştü. Parti tabanında öyle işçiler vardı ki, dediRogeby, sosyal demokrat örgütler onların özellikleri sayesinde biçimlenmişti.Ama küçük hırsların kovalayıcısı küçük burjuvazi tepeden inmecibir tavırla durmadan açılımlara müdahalede bulunuyor ve aktifleşerekduruma el koymak, kendi araştırmalarını ve bilgilerini genişletmek isteyenlerieziyordu. Bu insanlar, artık işverenlerin çıkarlarını korumaktanbaşka bir işlevi olmayan sosyal demokrat çerçevenin içinde söz geçiremedikleriiçin Komünist Parti'de yer alıyorlardı Rogeby'e göre. Ama buradada kendi gelişimleriyle çelişen sınırlar çıkıyordu onların karşısına. Sosyaldemokrasi üyelerinin apolitikleşmesini teşvik ederken, Komünist Partikural haline gelmiş eski ilkeleriyle inanç talep ederek kendi mensuplarınınolası atılımlarını engelliyordu. Biz proletarya diktatörlüğünün yerine birittifak politikası koymuştuk. Hem Almanya'da hem de İspanya'da yeraltındayürütülen faaliyet, mücadele cephesinin karakterinin belli bir sınıfaidiyetine göre değil, ortaya konan tavır alışa göre ölçülebileceğini göstermiştibize. Sınıf bilincinden söz ederken, en çok ezilenlere bağlılığımızı,sömürü mekanizmalarına karşı ortak başkaldırı içinde oluşumuzu kastediyorduk.Bütün yetersizliklere, teorik kavgalara, Alman faşizminin yanlışdeğerlendirilmesinin ardından gelen özeleştiri yoksunluğuna, Komintern'indoktrinlerine bağlanılmasma rağmen Rogeby'e göre iki parti arasındaönemli fark vardı, komünistler tarihsel bilinci uyanık tutarken sosyaldemokratlar çalışanları, onları sınıf mücadelesinden kopartmak yoluylatarihsizleştiriyordu. Rogeby'e ve yalnızlıklarına rağmen diğer komünistlerecanlılık veren şey içlerinde taşıdıkları etkili geleneklerdi. Burjuvauygarlığının atık ürünleriyle beslenenlerin tersine görevlerine sıkı sıkıyabağlıydı onlar. Kendilerini yaptıkları işe yabancılaşmaktan koruyorlardı,itaatkâr yardakçılara sahip olabilmek için kapitalizmin istediği tam da buyabancılaşmaydı. Çalışanların aidiyetsizliği, bir zamanlar sahip çıktıklarıamaçların felce uğraması her fabrikada hissediliyordu. Makinelerin başındakiyüzlere bir donukluk ve boşluk ifadesi damgasını vurmuştu.Brecht'in yanında yapılan konuşmaların hareket noktası özgürleşmesini572


gerçekleştirmiş bir kültürdü, oysa benle Rogeby'nin bulunduğumuz yerdenbakıldığında, kültür deyince anladığımız şeye ulaşabilmek için önümüzdedaha katetmemiz gereken uzun bir yol vardı, kendilerini parlak vesorumluluk sahibi planlamacılar, koruyucular ve velinimetler, tuzu kurulafazanlar ve halk dostları olarak görenler için, çevremizi sarmış bu kesimiçin, başkalarının bacaklarını yorduğu, kemiklerini sızlattığı, nefes nefesekaldığı bölgelerden geçen bir yoldu bu. Belli bir yol almıştık, denetlemecilereçağrıda bulunuyorduk, çok sayıda güçsüzün ve az sayıda güçlününvarlığını gerektiren maksimum kâr ilkesinin yuvalandığı en üst basamaklarise silik bir siluet olarak kalıyordu bizim için.Bu konuşmalarla ilgili notların düzenlenmesi sanki bir koro tarafındandikte ediliyordu. Sadece Rogeby'nin, Ström'ün seslerini duymuyor,aynı zamanda adı anılan, bu süreç içinde beliren ve somut bir varlık kazananherkesin sesini duyuyordum. Ortak düşünceyi kaleme alıp anlatan birvakanüvis olarak yeni bir faaliyete başlamıştım. Kütüphaneden topladığımkitaplar masamın üstünde yığılmış halde duruyordu, elde ettiğimipuçlarını tamamlıyordum. Başlangıçta cangılın içinden yükselen, neredeysegörünmez yol işaretlerinden başka bir şey bulamamıştım, ama yinede onların izinden giderek ölçümler yapılabiliyor, bağlantılar kurulabiliyordu,bunlar da bana alabildiğine geniş, şimdiye kadar tanımadığımalanlarla ilgili belli bir fikir kazandırıyordu. Artık bilincim yazma süreciyledopdoluydu, itkisel düşüncelerin, ifadelerin, anılardaki görüntülerin,eylem uğraklarının kaydedilmesi bunun bir parçasıydı, şimdiye kadaryaptığım her şey bir ön alıştırma olmuştu, yalpalayan, parçalanıp dağılan,çok anlamlı olan her şey, fokur fokur kaynayan monologlar, benim kendidüşüncelerimin ve refleksiyonlarımın üzerinde yükseldiği titreşen bir zemindi.Süzen, damıtan, görünüşteki bağlantısızlıkları yapılandıran, başkalarındandinlenmiş ve edinilmiş şeyleri önermeler ve tümceler şeklindedüzenleyen, devamlı dilselleştirilmeye ihtiyaç duyan, saydamlaştırılmayıbekleyen bir mekanizmanın içine bakıyor, somutlaşmanın yeni katmanlarınadoğru ilerliyordum. Sabahın erken saatlerinde uyanır uyanmaz vesonra fabrikada geçirdiğim saatler boyunca da sözcüklerin kombinasyonlarıyladoluydu kafam hep, odama döndükten sonra, karın eridiği günlerdeonları kaleme alıyordum. Kontrol saatine bağımlı olan bizlerle bağımsızlıklarıiçinde edebiyata, sanata yönelebilenlerin arasındaki aşılmaz uçurumartık acı vermiyordu, dile getirmek istediklerime gerçek koşullarınbaskısı sayesinde yaklaşmışım gibi geliyordu bana daha çok. Bu ülkenindiline kök salmış malzemeyi kendi dilime çevirmekle genel geçer olanıyakalıyordum, diller arasındaki uçurum yok olup gidiyordu, kullandığımdil dünyada kendini kanıtlamış bir bilim dili olarak sadece bir araçtı573


enim için. Bir yandan kalay külçelerini taşıyor, fırınları ısıtıyor, santrifüjleriasit banyosuna yatırıyor, bir yandan da İsveç'in yakın tarihine ait parçalarıbirleştiriyor, Engelbrekt'in hissettiklerini hissetmeye çalışıyor ve herne kadar Brecht'i artık ilgilendirmese de destanın son sahnelerini tasarlıyordum.Engelbrekt yolculuğuna çıkmak zorundaydı. Geniş bir akarsuyunortasında bulunan, dört yuvarlak kuleli saraydan terasa ve iskelemerdivenlerine taşınmış ve orada bağlı duran katranlı, uzun ince küreklikayığa yerleştirilmiş olmalıydı. Kayık Örebro'da kalamazdı, taştan kuvvetalarak açığa irilmeli, köprünün altından geçirilerek ve Svartâ boyunca ilerleyerekHjâlmar Gölü'ne çıkmalıydı. Yirmiyedi Nisan bindörtyüzotuzaltınınsabah saatleriydi. Tarihçilerin anlattıklarına göre, Engelbrekt'in yanındabirkaç sadık adamının dışında adı bilinmeyen ve başka herhangi birolayda da hiç geçmeyen karısı vardı. Kayık yük gemilerinin demirlediğikıyıların önünden küreklerin tempolu vuruşlarıyla kayıp geçiyordu. Engelbrektkalesinde kalacak kadar hasta düşmemişti, ama yine de yolculuğununamacını, Stockholm'de temsilciler meclisiyle buluşacağını düşündüğündebir tedirginlik, bir ürperti hissetmeyecek kadar güçlü de değildi.Kayık geri dönemezdi, açıklara doğru yol almalıydı. İlkbahar başlangıcıydı,ağaçların iskeletleri sarı yeşil bir ışıkla çevrelenmişti. Kayık akşam saatlerindeSund'daki adalardan birine yanaşıyordu, Vâstra Sundholm, Valenya da öteki küçük tümseklerden birisi olabilirdi burası. Dimdik bir kayalıkyükseliyordu burada, arkada Engelbrekt'i bir sedyede taşıyan kürekçilerbeliriyordu. Çam dallarından bir kamp yeri hazırlanıyor, Engelbrekt burayayerleştiriliyor, ateş yakılıyordu. Adamlardan birisi arka tarafta kalankaranlığı gösteriyor, orada, güney kıyısında, Gece ve Gündüz'e 15 ait Göksholmsarayının bulunduğu, yerde ışıklar gördüğünü söylüyordu. Az sonra,yemeklerini yerlerken nöbetçi seslenerek kara tarafından bir kayığınyaklaştığını bildiriyordu. Benim konukseverliğime karşılık vermek için,diyordu Engelbrekt, bizi davet etmek isteyecekler, onları buraya getirin.Demir atan kayığın çıkardığı sesler, küreklerin gürültüsü, sonra uğursuztıkırtılarıyla ayak sesleri. Mâns Bengtsson görünüyordu, zırhlıydı, elindebir balta, arkasında korumaları vardı. Engelbrekt zorlukla doğrulup ayağakalkıyor, koltuk değneklerine tutunup hafifçe öne eğiliyordu, yetiştirmesinidostça selamlamaya hazırdı. Bengtsson hiçbir şey söylemediği için Engelbrektbu ziyareti için ona teşekkür ediyor, ertesi sabah vaktinde yolakoyulacağı için onun ve babasının yanında konaklayamayacağını bir kezdaha söylüyordu. Ben senin yolculuğuna son vermek için geldim, diyorduBengtsson ve gözlerini dikmiş ona bakan Engelbrekt'in karısı dehşet içindeelini ağzına götürüyordu. Aksi takdirde seninle asla barış olmayacak,diye bağırıyordu Bengtsson ve baltayı kaldırıyordu. Barış, demeye fırsatbulabiliyordu Engelbrekt hiç bitmeyecekmiş gibi uzun süren o son saniyede,barış yaptık zaten biz, tam o sırada zaman balta darbesiyle yarılıyordu.15 Gece ve Gündüz (Natt och Dag) soyu.574


Engelbrekt kendini korumak için koltuk değneğini kaldırıyor, bileylenmişdemir eline isabet ediyor, üç parmağını koparıyordu. Engelbrekt çığlıklaratan karısına dönüp bakıyordu, Mâns Bengtsson yeni bir vuruşa hazırlanıyordu,silah vınlayarak Engelbrekt'in boynuna iniyordu. Yere kapaklanırkenüçüncü darbe açık olan başına isabet ediyordu. Bengtsson'un adamlarıküçük grubu ok yağmuruna tutuyordu, oklar Engelbrekt'in bedenini dedelip geçmişti. Ölenler ve aralarında Engelbrekt'in karısı da bulunmaküzere henüz yaşayanlar sürüklenerek yukarıya, bir eli koltuk değneğininsapma yapışmış, kanlar içindeki Engelbrekt'in ayaklarının dibine taşınıyor,oradan da aşağıya götürülüyorlardı. Ve bu ağır düşüşün ardındanhalkın hiç görünmediği, sadece yukarıdakilerin bütün güçleriyle belirdiğison sahnenin yükselişi çıkıyordu ön plana. Geniş podyumun tam ortasındaüç piskopos, ışıldayan cüppeleri ve salman buhur kâselerinden tütendumanın içinde Thomas von Strangnâs, Sigge von Skara ve Knut Bosson,Gece ve Gündüz'den von Linköping, parşömene yazılmış ve onlarla dünyeviefendilerin paylarına düşen ayrıcalıklar listesini içeren mektubu havayakaldırıyorlardı. Mektupta mührün kaim ipi sallanıyordu. Piskoposlarınsağında Krallık Mareşali Karl Knutsson Bonde, Gece ve Gündüz'denNils, Bo ve Bengt Stensson kardeşler, Gece ve Gündüz'den Mâns Bengtsson,Nils Erengislesson ve Eringisle Nilsson Hammarstad, Bo KnutssonGrip ve Magnus Gren, solunda ise Krister Nilsson Vasa, Knut KarlssonÖrnfot, Gustaf Algotsson Sture, Knut Jonsson Tre Rosor, Karl Magnussonve Greger Magnusson Eka, Magnus Birgersson ve Guse Nilsson Bât veNils Jönsson Oxenstierna yer alıyordu. Onların arasında Engelbrekt'in silaharkadaşları Herman Berman, Gotskalk Bengtsson ve Bengt GotskalksonUlv, Johan Karlsson Farla, Claus Lange ve Arvid Svan da vardı. Bir tekPlata ve Puke yoktu. Demir ve gümüşün, erguvan rengi kaftanların içindekendilerini en yüksek birlik olarak gösterenler kendi içlerinde kıskançlıkla,açgözlülükle, katletme hazzıyla sarsılıyor, en büyük araziler, en güçlükaleler, en önemli payeler uğruna, taht uğruna ruhlarında en yakıcı düşmanlıklarıtaşıyorlardı, onların arkasında ise, sivri çatılı evlerin pencerelerindeipek ve kürklere bürünmüş büyük burjuvalar ganimetten kendilerinedüşecek payı bekliyordu. O sırada bir tutuklu sürüklenerek onlarınayaklarının dibine getiriliyordu, elleri ve kolları halatlarla bağlanmış birköylüydü bu, onu bir başkası takip ediyordu. İşte bunlar, geride kalanlar,diye bağırıyordu Gece ve Gündüz'den Bengt Stensson, biz şövalye NilsErengislesson'u ziyaret ettiğimiz sırada onlar Göksholm'u ateşe verip Engelbrektdenen birinin intikamını almak istediler. Engelbrekt de kimmiş,diye bağırıyordu Karl Knutsson kaba kahkahalar eşliğinde. Engelbrektadını hiç duymadım. Tutukluları gösterip, bunları ne kadar tanımıyorsamonu da o kadar tanımıyorum, diyordu Karl Knutsson. Tutuklulardan birisidoğruluyordu. Benim adım Hans Mârtensson. Aşağıdaki askerlerden birisimızrağıyla vuruyordu ona. Sen isimsizsin, diye bağırıyordu Kari Knuts-575


son. Benim adım, diyordu köylü bir kez daha ve maruz kaldığı yeni birdarbeyle yeniden yere yapışıyordu. Benim adım, diyordu öteki tutukluda, senin adın yok, diye bağırıyordu Karl Knutsson ve mızraklar üst üsteköylünün üstüne iniyordu. Hepsinin de bir eli ve bir ayağı kesilsin, diyeemrediyordu Mareşal. Hans Mârtensson doğruluyordu. Şövalye Erengislesson'asığınarak, Engelbrekt'in katilleri, diye bağırıyordu. İki ayağı ve ikieli, diye emrediyordu Karl Knutsson. Halk nerede, diye bağırıyordu KristerNilsson Vasa, kendinden çok söz ettiren halk nerede. Halk biziz, diyorduMârtensson ağzından ve burnundan kanlar akarken. Kükreyen kahkahalar.Götürün onları, diye bağırıyordu piskoposlar Sigge, Knut ve Thomas.Köylüler sürüklenerek götürülüyor, Engelbrekt'in karısı öne doğruitiliyordu, elleri arkadan bağlıydı. Bu Engelbrekt'in karısı, diye bağırıyorduFarla. Kadın ona tükürüyordu. Paralı askerlerden birisi ona bir tokatindiriyordu. Onu kuleye götürün, diye bağırıyordu Farla. Hayır, bırakıngitsin, diye bağırıyordu Bengt Stensson, ülkede oradan oraya savrulsun,huzur bulamadan ve aforoz olsun, sığınacak hiçbir yer bulamaz nasıl olsa,ben Engliko Çiftliği'ne el koydum. Ben de Tjurbo'yu aldım, diye bağırıyorduKnutsson Grip. O zaman bana da, diyordu Karlsson Örnfot, Snâfringeve Siende kalıyor. Hayır, diye bağırıyordu Grip, onlar da benim. Hayır, benim,diye bağırıyordu Örnfot. Karl Knutsson kadının götürülmesi için sabırsızbir el hareketi yapıyordu. Onu önce askerlerin kışlasına götürün, diyebağırıyordu Berman. Çirkin kahkahalar. O sırada Claus Plata ve ErikPuke öne doğru itiliyordu, zincire vurulmuşlardı. Sessizlik. Demek bizekarşı örgütlenmek istiyordunuz, diyordu Karl Knutsson. Kastellholm veTâlje, Rekarne'deki Rasbo Hundare ve Rossvik sana yetmedi mi Puke, dahane istiyordun. Beni duyuyor musun Puke. Puke'nin başı öne eğikti. Askerlerdenbirisi vurarak onun çenesini yukarıya kaldırıyordu. Bizi safdışıbırakmak istiyordunuz, diye bağırıyordu Karl Knutsson. Sen ve baban,adı her neyse şu sakatı karşılayıp ağırlamaya ve onunla Stockholm'e gitmeyehazırdınız. Rekarne'deki köylülere mücadele çağrısında bulunmuştunuz.Ama o gelmedi, diye bağırıyordu. Rossvik benim, diye bağırıyorduGuse Nilsson Bât. Tâlje'yi de ben geri alıyorum, diye bağırıyordu Gece veGündüz'den Bengt Stensson. Ben de Kastellholm'u alıyorum, diye bağırıyorduKarl Knutsson Bonde. Güç sizin elinizden alınacak, diyordu ClausPlata. Cırtlak kahkahalar. Onu çarka bağlayın, bağırsaklarını çıkarın, dörtparçaya ayırın, diye bağırıyorlardı Svan, Berman ve Farla hep bir ağızdan.Öyle olacak, diyordu Kari Knutsson. Bu da, diyordu Puke'yi göstererek,ayrıcalıklarına uygun muamele görecek. Doğuştan gelen ayrıcalıklarımdanferagat ediyorum, diye bağırıyordu Puke. Adı Bonde olan, köylü olansen, diyordu Puke, ve en büyük köylü kasabı olan sen, bırak da bir köylügibi öleyim, ya çarkta, ya yakılarak. İdam sehpası, diyordu Knutsson. Buadamın gösterisi için herkes şölen gününe davetli, gerektiği gibi düşünmemekteısrar eden bir kafanın kılıç darbesiyle nasıl düşürüldüğünü gös-576


terecek size o. Sonra bir el hareketi yapıyor, bunun üzerine Plata ve Pukeitilip kakılarak uzaklaştırılıyorlardı. Halk tarafından zafere taşınan aristokratlargeriniyor, arkalarında yerlerini almış olan para babalarıyla, herzaman nasıl kasım kasım kasılırlarsa onlar da öyle kasılıyor, dişlerini sıkıppis pis gülümsüyorlardı. Hepsinin bacakları iki yana açılmıştı, bastıklarıyer sağlamdı, uzun süre de gevşeyeceğe benzemiyordu. Toprağın, onunüstüne dikilenlerin ve göğün sahipleri göz kamaştırıcı bir biçimde doğruluyorlardı,çevrelerini bir vınlama ve değnek vuruşları sarıyordu, bir deinlemeler ve yakarmalar, Karl Knutsson Bonde yeniden sesini yükseltiyordu,yaşasın adalet, ülke isyancılardan temizlenmeli. Bunlardan yana olanlargörüldükleri yerde köpek gibi öldürülsün. Barış bizimle olsun. Soylularınve burjuvaların zafer korosu, özgürlük ve barış ve değneklerin arayagiren vuruşları, acı çığlıkları, barış, darbeler ve çığlıklar, ve barış, özgürlükve barış.İsveç köylüleri bundan böyle özgürleşiyordu. Yenilgiye uğramış olsalarda, feodalizm son şiddetini onlar üzerine uygulayamıyordu. Engelbrekt'inbüyük seferinden önce geçerli olan aşağılanmanın içine bir dahaasla geri gönderilemiyorlardı. Unutulan, üstü örtülen, yeni mücadelelerlegeride kalan şey zaman zaman bir güvence, bilincin güçlendirilmesi olarakyeniden canlanıyordu, ta ki işçi hareketinin temeli oluşana kadar.Brecht beni dinlemiyordu. Masaların arasında volta atıp duruyordu. Steffinmüsveddeleri, günceleri, not defterlerini, gazete kupürlerini, yığınlarcaküçük kâğıdı düzenliyordu. Weigel, arkadaşı Lazar, Santesson ve çocuklarevin içinde mobilyalarla oynayarak gürültü ediyorlardı, çekmeceler açılıyor,tıklım tıklım dolu sırt çantaları, bavullar merdivenden aşağıya taşınıyordu.Brecht bütün soğukkanlılığını kaybetmişti. Hızlı kopuşların gerekliliğiniher zaman kabul edebilme becerisine sahip olan, kırk iki yaşındakiBrecht'in düştüğü dehşet Hodann, Goldschmidt, Ljungdal, Matthis veBranting'i çaresiz bırakmıştı. Bu felaket sanki bir tek onun başına geliyor,takip edilmenin ağırlığını sanki bir tek o taşıyordu. Yine de meselenin yapıtlarıylailgili olması önemli bir noktaydı. Yedi yıllık sürgünde yazmış olduğuher şey buradaydı, bunların çoğu yayınlanmamıştı. Edebiyattaki varoluşunudoğrulamaya yarayacak değer buradaydı. Tanınmayan birisiydineredeyse, önemsenmeyen birisi, koruduğu partide bile, onu anlayanlarınsayısı azdı, Sovyetler'deki sözcüleri olan Tretyakov ve Koltsov'un tasfiyesindensonra ilk işçi devleti ona güvenmemiş, onu yadsımıştı. Düşüncelerininedebi zanaatın gelişimi için önemli olduğunu kanıtlamak zorundaydıhâlâ. Bu devasa malzeme kurtarılmalıydı. Dokuz Nisan Salı. Sabah saatyedide haberleri dinlemiştik. Alman Birlikleri Kopenhag'a girmiş, kentteslim olmuştu. Norveç kıyısında savaş vardı. Bombardıman uçakları Oslo577


üzerinde uçuyordu. İsveç'e bir Alman saldırısı bekleniyordu. Alman kruvazörlerikara sularının sınırında hazır bekliyordu. Nehrin limanlarındaiçine giriş izni olmayan Alman yük gemileri vardı, belki de gemilerde egemenlikhakkı kapsamında aranması mümkün olmayan savaş malzemesivardı. İsveç henüz harekete geçmiyordu, sadece alarmdaydı, Ama Brantingparlamentonun ve hükümetin diğer üyeleri gibi her an yola çıkmayahazırdı, tehlikede olanlar için bir uçağın hazırda bekletildiği söyleniyordu.Brecht haftalar önce, kendisi ve ailesi için Amerikan vizesi henüz hazır değilken,Finlandiya'da yaşayan yazar Woulijoki'den bir davet almıştı, Brantingve Ström gerekli belgeler için ona yardım etmişlerdi, ama Helsingfors'agitmek üzere bir geminin yola çıkıp çıkamayacağı belli değildi.Brecht İsveç'ten ayrılma kararını Mart ayında almıştı, ev sahibesi ona devletgüvenlik memurlarının geldiğini soluk soluğa haber verdiğinde. MemurlarBrecht'in yanında Rosenbaum adlı bir komünisti saklayıp saklamadığınıöğrenmek istemişlerdi. Ancak bu kişinin, daha önce evlilik soyadıRosenbaum'u taşıyan Steffin olduğu ortaya çıktıktan ve hem İsveçlidostların ona kefil olmasından, hem de geçirdiği akciğer hastalığının tıbbiolarak belgelenmesinden sonra tutuklama emri geri alınmıştı. Polis memurlarıBrecht'in yabancılara yasak olan bir faaliyette bulunup Steffin'inkirasını ödeyip ödemediğini, böylece Steffin'in de suçlu duruma düşüpdüşmediğini soruşturduktan, onun aile üyelerinden birisi olduğunu, geliriolmadığını, evin mobilyalı bir odasında oturduğunu ve kira sorumluluğunuBrecht'in üstlendiğini öğrendikten, böylece Steffin'in Brecht'in evindene aradığı sorusu açıklığa kavuştuktan sonra, kütüphanelerdeki kitaplarla,etrafa yayılmış gazeteler ve yazılarla ilgilenmişlerdi, bu açıdan da birdaha gelecekleri beklenebilirdi. Brecht bu nedenle politik edebiyatın birkısmını kutulara kaldırtmış ve Lövstig'in karşı tarafında oturan, tehlikelimalzemeyi bodrum katında muhafaza etmeye hazır olan tenekeci Andersson'undükkânına taşıtmıştı. Geri kalan kitapların ne olacağı da tartışılmıştı.Ljungdal Kraliyet Kütüphanesi'ne telefon etmiş ve Brecht'in koleksiyonunuonlara vermeyi teklif etmiş, ama bu teklif geri çevrilmişti. Benkitaplardan yapılan bir seçmeyi paketleme ve Brecht eğer Finlandiya'yagidebilirse, onları daha sonra oraya gönderme görevini üstlenmiştim, geriyekalanlarla Santesson ve yakında oturan genç doktor Ek ilgilenecekti.Gece vakti Brecht'in telefonla çağırdığı, çözülmüş bir halde saçını başınıyolan ve bu arada istemeden Brecht'in bir karikatürü haline gelen Greidartık her şeyin bittiğini söyleyerek sızlanıyordu. Bu arada Ljungdal'le birlikteBrecht'e yolculuğunda eşlik etmek istiyordu. Kısa bir süre önce bir tiyatroişi için Danimarka'ya gitmiş olan Berlau, oradan İsveç'e kaçmayı başarabilirseFinlandiya'da onlarla buluşacaktı. Planlanan yolculuk, Brecht'iafakanların basmasına neden olan bir güzergâhtan, Sovyetler Birliği üzerindenBirleşik Devletler" e geçiyordu, eğer bu mümkün olmazsa ikinci seçenekMeksika'ya, Haiti'ye gitmekti. Bizlere, başka gözaltmdakilere, ille-578


gal bir yaşam sürenlere ne olacağının önemi yoktu. O anda sadece,Brecht'in yola çıkarken yanına ne alabileceği düşünülüyordu. Siyah birdenizci sandığının içine en önemli elyazmaları, not kâğıtları, dergiler veiyi bir ayıklamadan geçirilerek sayıları iyice indirgenen kitaplar kondu.Voss'un Publius Vergilius Maro'dan çevirdiği Tarım Şarkıları, Knebel'in TitusLucretius Carus'dan alıp yeniden yazdığı binsekizyüzyirmibir tarihlidestan Doğa Üstüne, Ovidius ve Catullus'un okullar için hazırlanmış, binsekizyüzseksenikideLeipzig'de Teubner'den çıkmış birer şiir seçkisi, PubliusOvidius Naso'nun Mylius tarafından Berlin'de binyediyüzdoksanbirdebasılan Metamorfozlar' ı, Langen Müller Yayınevi'nin deri bir cilt olarakbindokuzyüzonüçte çıkardığı Plutarkhos'un Yaşam Betimlemeleri, Juvenalis'inLangenscheidt'dan çıkan hicivleri, Pindaros'un Diederichs'den bindokuzyüzonikideyayınlanan Zafer Şarkıları, Plinius Secundus'un binyediyüzdoksanaltıdaLeipzig'de çıkan Traianus'a Övgü Nutku, Plinius'un binsekizyüzyirmidokuztarihli Mektuplar'ı, Langen Müller'in bindokuzyüzonikideçıkardığı Cicero'nun Mektuplar'ı, Langenscheidt'dan çıkan birer ciltAisopos, Hesiodos ve Quintus, Quintus Horatius Flaccus'dan iki cilt hicivve kasideler, Tacitus'dan vakayinameler, Cotta Yayınevi'nin çıkardığı Homeros'tanciltsiz, okunmaktan parçalanmış iki defter, Waley'in İngilizceyeçevirdiği bir Konfüçyus seçkisi, yine Waley'in aktardığı Li Po şiirleri ve birÇin şiiri antolojisi, Cotta'dan çıkan bir Hölderlin, Shelley'in şiirleri, Sterne'denTristram Shandy, Joyce'tan, Paris bindokuzyüzotuzdokuz tarihliOdyssey Press'ten iki ciltlik Ulysses, Haşek'ten üç ciltlik Birinci Dünya Savaşı'ndaAslan Asker Şvayk'ın Maceraları, Grieg'in Paris Komünü üzerineyazdığı Nederlaget oyununa ait, kapağında oyun adının altının çizildiği veyanına bir ünlem işaretinin konduğu kitap, Margueritte'nin Komün'ü, Jellinek'inParis Komün'ü, Lissagary'nin L'Histoire de la Commune'ü, Berlin'debindokuzyüzotuzbirde yayınlanan ve çağdaşların gözlemleriyle topladıklarıbelgeleri içeren Paris Komün'ü listede işaretlediğim kitaplardı.Brecht'in vazgeçemeyeceğini düşündüğü birkaç kitap başka bavullara konacaktı,fazla ağır olmasın diye denizci sandığında sadece küçük radyoya,üç parlak Japon maskesine, fotoğraf makinesine, gümüş bir mataraya, birbıçak koleksiyonuna ve iki tarafından bambularla tutturulmuş bir Çinparşömenine yer kalmıştı. Parşömenin üstündeki kabarık sakallı, oturduğuyerde paltosu kıvrım kıvrım sıyrılmış, kötü ama canlı bakışları olankuşkucu rulo haline getirildi. Aziz Augustinus'un deri ciltli İtiraflar'ını, deCoster'in Borngra'ber Yayınevi'nden çıkan Ulenspiegel'i, Rousseau'nunReclam'dan çıkan Toplum Sözleşmesi'ni, Descartes, Kant ve Taine'nin birkaçucuz kitabını, Herodotos'un Ullstein'dan çıkan Orient'ten Kral Öyküleri'ni,Bong Yaymevi'nden çıkan Kleist yapıtlarını, Poe'nun öykülerini, Kipling'inAsker Türküleri'ni, Fischer'den bindokuzyüzyirmisekizde çıkan Maurois'inDisraeli'sini, Emil Ludwig'in Querido Yaymevi'nden bindokuzyüzotuzbeşteçıkan Hindenburg hakkındaki Alman Cumhuriyeti Efsanesi adlı579


kitabını, Dufresne'nin Satranç Öğrenme Kitabı'nı, Cudell'in Neuerburg Yayınevi'ndenbindokuzyüzyirmiyedide çıkan, pahalı olan, "Tütünün Avrupa'yaGirişi" ve "Tütün Zevki Kültürü" bölümlerinden oluşan Tütün'ünKitabı'nı Weigel'in ve çocukların yarısını giysilerle doldurduklarıbavullardan birine koydu Brecht. Sigara tüttürmenin gerekliliğini hatırlatankitabın üstüne de Batavia marka iki puro paketi yerleştirdi, her bir paketyirmi beşerlikti ve fiyatı yedi buçuk krondu, benim günlük ücretimedenk geliyordu bu. Helsingfors'a götürülmek üzere ayrılmış olan ve Weigel'inbakır kâselerle, çay fincanlarıyla, tencerelerle ve tavalarla doldurduğubavulların ve karton kutuların içinde boş bulduğu yerlere hâlâ, çevremizisaran yığının içinden ayırıp çektiği kitapları tıkıyordu Brecht. Kütüphaneyiboşaltırken kitapların ne alfabetik ne de konuya göre düzenlenmemişolması dikkatimi çekmişti, ama bütünüyle de kuralsız yerleştirilmemişlerdi,akrabalık ilişkilerine, tartışmalardaki karşılıklı bir sempatiya da aidiyetlik sistemine göre dizilmişlerdi, güçlü bir karşıtlık oluşturanlaryan yanaydı, ama bu daha sonra gizli uzlaşmalara da yol açabiliyordu.Brecht Kafka'ya önem veriyordu, çünkü Kafka bir kitabın bitip bitmemesiyleilgilenmemiş, ardında bıraktıklarını genellikle tamamlamamış,ama aslında fragmana tamamlanmışlık kazandırmıştı. Elindeki Dava'yıve Amerika'yı kendi yüzünün alçı ve demirden yapılma maskelerinin arasınasokuştururken, aslında hakikiliğin tamamlanmamış olanda kendinigösterdiğini söyledi, çünkü üretmenin en içsel işlevine en yakın olan durumdubu, soluk alıp vermeye, hayatın kendisine en uygun, gelip geçicibir bilinç dönemine ifade kazandırabilen bir üretim biçimiydi. Kafka'nmbir yanında Goldsmith'in bindokuzyüzotuzdokuzda Erfurt'ta yayınlananWakefield Vaizi, Thackeray'nin Reclam'dan çıkan Snobun Kitabı'nı, Baudelaire'inKötülük Çiçekleri''ni, Verlaine'nin Benim Hapishanelerim ve BenimHastanelerim'i, Wilde'ın Schölermann çevirisi Reading Zindanı Baladı,Byron'm Seubert çevirisi dramatik şiiri Manfred'i, Rilke'nin Malte LauridsBrigge'si ve Saatler Kitabı, Kraus'un Fackel Yayınevi'nden çıkan İnsanlığınSon Günleri, Mühsam'ın Yanan Toprak adlı şiir kitabı, Bezruc'un KurtWolff Yayınevi'nden çıkan Çek Bir Madencinin Türküleri, öbür yanındaysaLocke'un iki ciltlik İnsan Aklı Üzerine Deneme'si, Francis Bacon'un YeniOrganon'u, Spinoza'nın aklın düzeltilmesi hakkında yazdığı bir makalesi,Herder'in hümanizmin teşvik edilmesi için yazdığı mektupları, Mendelssohn'unPhaidon ya da Ruhun Ölümsüzlüğü Üzerine'si, Darwin'in binsekizyüzyetmişyedideStuttgart'ta yayınlanan İnsanlarda ve Hayvanlarda Heyecanİfadesi ve Freud'un Psikanaliz Tekniği yer alıyordu. Bütün bu yapıtlaraslında not kitaplarıydı, altları çizilmiş, içlerine notlar düşülmüştü,Brecht bir süreliğine paniğini unutup okumaya başladı, bize Goncourt'unGavarni hakkında yazdığı kitabı, Brueghel resimlerinin bulunduğu ikibüyük cildi, Viyanalı oyuncu Alexander Girardi'nin yaşamöyküsünü gösterdi.Taşra sahnelerinden gelen ve oralarda operetlerde ve farslarda oy-580


nayan bu komedyenden ayrılamıyordu. Dava'daki ressam Titorelli karakteriiçin Kafka onun Sanatçı Kanı müzikalinde oynadığı Torelli'yi örnek almışolmalı, dedi. Bindokuzyüzbeşte çıkan ince kitap denizci sandığınıniçinde yerini almalıydı, tıpkı Eliasberg'in bindokuzyüzondokuz tarihliYahudi Tiyatrosu'nun, Schwab'm Klasik Antikçağın Efsaneleri'nin ve Reclam'dançıkan Goethe'den önce Halk Şiiri'nin sandıkta yerlerini aldığı gibi.Sezar romanına ait notlar ve roman için kullanılan kaynaklar ayrı birkutuya konuyordu. Bunların içinde Mommsen'in iki ciltlik ve binsekizyüzelliyeditarihli Roma Tarihi, Brecht'in bindokuzyüzondokuzda içinekendi adını yazdığı Meyer'in Sezar Monarşisi ve Pompei İlkesi, Ferrero'nunbindokuzyirmibir tarihli üç ciltlik Roma'nın Büyüklüğü ve Çöküşü, Brande'ninDanca yazılmış, Svendborg kent kütüphanesinin damgasını taşıyanGaius Iulius Caesar'ı, Bang'ın Ström'ün de adını anmış olduğu yapıtıCatilina, en portraetskitse paa kulturhistorisk baggrund, Weinstock'un Sallust'dançevirdiği bindokuzyüzotuzdokuz tarihli Devrim Yüzyılı, Sueton'unStahr çevirisi On İki Sezar'ı, Appianus'un bindokuzyüzonbirdeLangen Müler Yayınevi'nden çıkan Roma Tarihi, Weber'in Roma Tarım Tarihi,Bardt tarafından yayına hazırlanan ve bindokuzyüzotuzda Leipzig'deyayınlanan Cicero Döneminin Mektupları, Zielinski'nin binsekizyüzdoksanyeditarihli Yüzyılların Dönüşümünde Cicero'su ve İbsen'in KopenhagKütüphanesi'nden alınmış Catilina adlı oyunu vardı. Elimizde politikacıların,generallerin, sanayicilerin listeleri vardı, bütün bu listeler bizedüşünmemizi tehdit eden şiddetle ilgili bir şeyler öğretmişti, buna karşılıkkitaplar, her bir kitap farklı yönlere giden bir yol açıyordu, kitaplardüşman güçlerle olan mücadelemizde bizim müttefiklerimizdi. Öte yandanonları gömmenin zamanı gelmişti. Sandıklara girmeliydi onlar. Bukitapların bir çoğu Brecht'e gençliğinden beri eşlik etmişti. Brecht her seferindeduraksıyor, Grosz'un bir yapıtını, Egemen Sınıfın Çehresi'ni, Mirabaud'nunDoğanın Sistemi'ni, Hegel ciltlerini, Leibniz'i, Lichtenberg'i, elinealıp bakıyor, onu bu kitaplara neyin bağladığını açıklamak istiyor, içlerindenalıntılar okumaya niyetleniyor, ama etrafındaki herkes onu uyarıpacele etmesini söylüyordu. Zehirli dolabın yapıtları tenekecinin dükkânındaydı,Troçki'den Rusya'nın Gerçek Durumu, Rus Devriminin Tarihi, Yaşamöyküm,Edebiyat ve Devrim, Faşizm Gerçekten Zafere Ulaşacak mı, DördüncüEnternasyonal ve Sovyetler Birliği, Stalinizm ve Bolşevizm, Sinovyev'denSovyetler Birliği Komünist Partisi'nin Tarihi, Buharin'den Emperyalizm veSermaye Birikimi, Komünizmin ABC'si, Rosa Luxemburg'un yazıları, Thalheimer'danSpinoza ve Diyalektik Materyalizm, Korsch'un bütün çalışmaları,Moskova duruşmalarının raporları, bunların yanı sıra Marx, Engels,Lassalle ve Bebel, Lenin'den Seçme Yapıtlar ve Stalin'den birkaç cilt.Brecht elinde Grimm'in kalın Almanca Sözlüğü'yle geldi, bunu muhakkakyanına alması gerekiyordu, bir de sırf iki sandık gereken Encyclopedia Britanicca'yı,en azından kabı kırmızı ve siyah olan Almanca-İngilizce ve İn-581


gilizce-Almanca sözlüğü sonradan göndermeye söz vermek zorundaydım.O sırada, bu karışıklığın ortasında kapıda o iki gizli polis belirdi, ellerindearama emri vardı. Bizim meşruiyetimizi sorgularken, İsveç ordusununsağcıları darbeyi nihayet yaptı mı diye alaycı bir ifadeyle soranBranting'le karşılaşmaları onları afallatmıştı Benimle ilgili kişisel bilgileri,adresimi, iş yerimi not ettiler, yakında sorgulanabileceğime dair bir imaydıbu. Tehlikeyle doğrudan doğruya burun buruna geldiğim anlarda bütünkorkularımdan kurtuluyordum, bu da böyle anlardan birisiydi, Rosner'lekonuştuğumuz gibi Lappland'a gittiğimi hayal ettim, orada ormanişçisi olarak çalışabilirdim, orada sınırlı düzeyde İsveççe konuşacağımiçin kimse benim yabancı olabileceğimi tahmin etmezdi, orada yanıma almakistediklerim topu topu bir bohçaya ya da ceketimin ceplerine sığardınasıl olsa. Memurlar siyasi yayınlarla ilgili soru soruyordu. Brecht heyecanlasesini yükselterek onlara burada sadece sanatsal çalışmalarının bulunduğunusöyledi. Vücudunu kalkan olarak kullanmak ister gibi kitapyığınının önüne geçti, tiksintiyle çarpılan yüzünün beyazı yeşile çalıyordu.Kitapları karıştıran ellerin her bir hareketini izliyordu, ne hakla onlaradokunuyorsunuz, diye bağırdı Danca ve İsveççeden oluşan karma diliyle,yalamayın parmaklarınızı, Matthis onu sakinleştirmeye çalışıyordu,Matthis'i itti, bu ülkede artık sıranın edebiyat barbarlığına da geldiğinisöyledi Almanca olarak. Hodann ve Goldschmidt köşedeki nişin altınaçekilmişlerdi, Goldschmidt Brecht'e değil de, Steffin'e ait olan deri koltuğuniçine gömülmüştü, yorgundu, bu koltuk ve Danimarka'dan gelensandalyeler, masalar ve tabureler Santesson'la Hodann arasında paylaşılacaktı.Lazar ve Weigel birbirlerine sarılmış ayakta dikiliyorlardı, yanlarındaçocuklar duruyordu. Lazar memurların onun yazar olarak kullandığıismi, Esther Grenen'i tanımamış olmasına öfkeliydi hâlâ, Strindberg'inve Frieda Uhl'un oğullarından birisiyle evliydim ben, diye bağırmışama polislerden birisi umursamaz bir el hareketi yapmakla yetinmişti.Bir tek Steffin sükûnetle işini yapmaya devam ediyor, öbekler halindebağlanmış kâğıtları numaralandırılmış gri dosyalara yerleştiriyordu. Polislerkuşkulanabilecekleri bir şey bulamıyordu. Sandström'ün yedidenyetmişe herkese yazılmış, kuzeyin ilk büyük imparatorluk dönemine aitkitabının sayfalarını da karıştırdıktan sonra nihayet durdular, biz o sıradaGrimmelshausen ve Cervantes'in, Petronius'un, Benedetto Croce'nin veMachiavelli'nin ortak mezarına eğilmiştik, çukurda Boccaccio, Savanarolave Erasmus'la dipdibelerdi. Karanlıkta kımıldanıp kikirdeyen bir kalabalık,onlara Marlowe, Ben Jonson ve Shakespeare de katılıyordu, beşlivezinleri peş peşe nasıl da yuvarlanıyor, yarattıkları figürler nasıl da şahakalkıyordu, çevreleri nasıl bir güçle ve cehennem uçurumlarıyla sarılıydı,onların üstündeyse Villon ve Rabelais ve Swift oluyordu, tüyler ürpertiricihayalet kahkahalarının, darağacı gürültülerinin, yabanıl düşlerin sonugelmiyordu, ve Goethe küstah Schiller'in yanında alıyordu yerini, sonra582


Schiller'in üstüne Novalis, Grabbe, Lenz ve Büchner kapaklanıyor, Goethegözden kayboluyordu, Blake bir kez daha yukarı çıkarılıyordu, hiçbirmezara layık görülemezdi o, ama Yeats, Burns ve Quincey onu teselli ediyordu,sonra sırayla Diderot, Voltaire ve Stendahl geliyor, melankolik serüvenlerinianımsayarak Hoffmann, Kierkegaard ve Heine'nin yanına gerinerekuzanıyorlardı, Hugo, Balzac ve Zola güçlü bir gürültüyle aşağıya,onların yanına iniyordu, Sue'nun da onlara eşlik etmesine katlanmak zorundakalıyorlardı, ve Lesage ve ahlaki çöküş içindeki Bretonne ve kendinibir sokak lambasına asan zavallı yoksul Nerval, ayrıca çölün tozu içindekiRimbaud'nun da parlaklıkta onları aştığını kabul etmek zorundaydılar.Stevenson ve Melville'le birlikte bir dönem akıp geçiyor, bu döneminsoluğu bizim çağımıza sızıyordu, bu dönem Defoe, Maryat ve Conrad'ıda içinde taşıyan bir deryaydı. Gogol, Gonçarov, Puşkin, Tolstoy ve Gorkivardı sırada, onların yanına Yesenin, Blok ve Mandelştam düşüyordu, vegürleyen, kendini paramparça eden Mayakovski, şimdi Ehrenburg indiriliyorduaşağıya, yanındaki hemen herkesin düştüğünü gören, ama kendisihayatta kalmayı bilen ikiyüzlü Ehrenburg övgüye layıktı, ama bir ölüolarak değersizdi, yaşarken tanıklıklarını kâğıda dökebilirdi bir kereliğine.Artık hepsi birden dört bir yandan geliyordu, koro yöneticileri Hauptmann,Nexö, Rolland ve Wedekind, tromboncular Heym, Trakl ve Loerke,fifreciler ve trompetçiler Dehmel, Mombert ve Werfel, Kantrowicz, Kaiser,Pinthus ve Sternheim, eski bir çağın ölümünü ve yeni bir çağm doğumunuhaber veriyorlardı, ve Brecht de onların arasındaydı, hayatta kalmayı başarmıştı,çok yakınındaki Toller'in, Ossietzky'nin, Tucholsky'nin ve boğdukları,Oranienburg'ta tuvalete astıkları Mühsam'm çevresini saran sessizliktüyler ürperticiydi. Ve işte Lorca geliyordu, kan revan içinde, Granada'dakiViznar köyünün kıyısındaki bir kum çukurunun içinden çıkageliyordu,otellerde bütün merdivenleri tırmanmaya razı olacak kadar asansördenkorkan ve Champ Elysse'de güpegündüz hafif bir rüzgârda ağaçlardanbirinden düşen bir dal yüzünden kafası kopan Horvath geliyordu,ve işte umutsuzluk ve içki yüzünden Paris'in bir köşesinde ölen Roth,Döblin, Feuchtwanger ve Arnold Zweig, Heinrich Mann ve Benjamin, Polgar,Neumann ve Frank ve bütün diğer yersiz yurtsuzlar ve savrulanlar,sürülenler ve suçlananlar da Paris'in bir köşesinde herhangi bir yere gidebilmekiçin vize bekliyorlardı, New York'ta yoksulluk ödeneğiyle hayatınısürdürmeye çalışan Broch, Kudüs'teki ağlama duvarında dans eden tuhafLaske Schüler, Ingolstadt'da saklanan Fleisser, Almanların Danimarkalıbir köylü olarak gördükleri, Bornholm'de org çalan Jahnn, ve Zürih'de açlıkçeken yapayalnız Musil, ve Haiti'ye, Meksika'ya gitmek üzere yola çıkanlar,Kisch, Olden ve Graf, Bredel ve Renn, Regler, Klaus Mann, Seghersve Uhse. Arada bir karşımıza aykırılar da çıkıyordu, hiçbir kategoriye koyulamayanlar,Cabet'nin komünist ütopya ülkesi İkarya hakkındaki DreilanderYayınevi'nin bastığı kitabı, Zürih'de bindokuzyüzyirmide Rasc-583


herin yayınladığı Ütopya'sıyla Thomas More, Tower'da yatmış, kafası oradakesilmiş olan kafir More, komünizmin ilk Alman teorisyenlerindenolan, Aforoz Edilenler Birliği'nin sonra da Adiller Birliği'nin üyesi, İşçilerinCumhuriyeti adlı derginin kurucusu, eskimiş birkaç defterin, zindan şiirlerininve İnsanlık'in yazarı, insanlığın nasıl olduğunu ve nasıl olması gerektiğinianlatan Weitling, bindokuzyüzyirmisekiz tarihli küçük bir kitaplatemsil edilen Gregor Gog'un Otoyol Felsefesi İçin Ön Oyun'u. Yeniçağ, binsekizyüzseksenüçtenbindokuzyüzonyediye kadar, Mahşer Günü, Meşale,Dünya Sahnesi, Sol Dönemeç, Koleksiyon, Gelecek, Söz, son elli yılın bu yazıtlarıylanereye böyle, bu basılmış yazılarla, geleceğin habercisi bu uyarıcılarlanereye, artık yeni bir yüzyıl başlıyordu, köklerden mutlak bir kopuşyüzyılı, Deinon başlıyor, Brecht'in korkudan dişleri takırdıyordu. Az önceİlahi Komedya'nın ince, yeşil deri cildini açmıştım, Cotta'dan çıkan bu baskı,Heilmann ve Coppi'yle Berlin'de okuduğumuz baskıyla aynıydı, artıkdizelerden yükselen gürültüden, iniltiden, yakarıştan ve havada yankılananulumadan emindim, farklı diller, korkunç bir dil sürçmesi, acı ve öfkenidaları, çığlıklar, çatırtılar ve el şakırtıları, sonra Brecht'in keskin bir kahkahaattığını duydum, memurları müsveddelerinin bulunduğu dosyalarayaklaştırmamıştı, Steffin kapaklardan birkaçını açmış, Branting bu kâğıtlarıngüzel edebiyatla dolu olduğuna dair memurlara garanti vermişti, evet,diye, bağırıyordu Brecht, neredeyse hıçkırıklara boğulacaktı, güzel şiirler,şarkılar, törpülenmiş düz yazılar. Polisler ayrılmadan önce bir süre dahakararsız bir biçimde masaların arasında tavuskuşu gibi kabara kabara dolandılar.Polisiye romanlar, diye bağırdı Brecht, polisiye romanları unuttunuz,merdivenleri koşarak çıkıp yatağına gitti, sonra bir koşu elinde geceleriokuduğu ucuz ve ciltsiz birkaç kitapla geri geldi, pencereyi ardına kadaraçıp onları polislerin arkasından fırlattı, Wallace, Doyle, Christie,Chandler, Carr, Carter, Quentin, Sayers ve adları her neyse diğerleri bahçeninsağına soluna yayıldılar, su birikintilerinin içine, çürümüş yapraklarınüstüne düştüler. Atölyede Brecht ve bu durumdan komünist siyasetisorumlu tutan sosyal demokrat Maria Lazar arasında bir kavga kopmuştu.Sizin parti gazeteniz, diye bağırdı Lazar, İngiliz mayın hattını bir meydanokuma diye niteledi ve daha baştan Alman saldırısını savunmuş oldu.Almanya, Danimarka ve Norveç'i korumak için gelmek zorunda, diyorsunuz,neden bu kadar ürkek olduğunuzu anlamıyorum, Sovyetler Birliği'nindostları ve müttefikleri geliyorlar ya. Brecht sanki ona vurmak istergibi üstüne yürüdü, Lazar'a ikiz kardeşi gibi benzeyen Weigel onu korumayaçalıştı, Brecht'i tersledi, ama mesele zaten başkaydı, Weigel Berlau'nunonlarla birlikte gelmesini istemedi, bu Danimarkalı kadına dahafazla katlanmak istemiyordu, o sırada Branting telefonun başından gelditelaşla, Dışişleri Bakanlığından bir sonraki gemide yer olduğu haberini almıştı,ne zaman peki, onyedi Nisan, daha bir hafta var o zamana, kimbilirbir haftada neler olup biter. Brecht'in yanındaki faaliyetim nasıl bağlayıcı584


olmadan başladıysa, o bir hafta da öyle geçip gitti, bir tek Steffin sarıldı bana,Brecht aceleyle elini uzattı, basil paranoyasına kapılmış olan Greidbenden elini geri çekti, Weigel bana, içi ev eşyalarıyla dolu sandıkları vebavulları olabildiğince çabuk Helsingfors'a göndermemi hatırlattı, işte adres,Havsgatan yedi A on bir, Hodann'a son bir el sallayış, açık pencereninkenarında duran, yumuşak ve artık ilkbahar kokusu taşıyan havayı derinderin içine çeken Hodann, karanlık ve kimsenin bozmayı başaramadığıgülümseyişiyle bana döndü, sonra dışarı çıktık. Artık akşamüstleri makinelitüfekleriyle askerlerin nöbet tuttukları köprüde yine kimliğimi göstermekzorundaydım. Adayı ziyaret nedenim. Bir arkadaşa veda için, tam arkadaşımdeğil de, öğretmenim olan birisi.Aralarında büyüdüğüm insanlar yanı başımızdaydı, orada doğmuştum,aynı sokaklardan geçmiştik, aynı kentleri ve dönemleri tanıyor, aynıdili konuşuyor ve düşlüyorduk. Hepimiz kuzeye davetsiz gelmiştik, görünmemeyeçalışarak, kimileri saklanacak bir yer bulmak için, kimileriilkgençliğimizden beri tanıdığımız çizme gıcırtılarıyla, ama iki taraf dayanılgılar içinde. İyileşme umudu olmayan bir ülke bizleri dışarı kusmuştu,bir tarafı gizli işlerin getirdiği bir suskunluğun içine, bir tarafı dayağmacılığın ve cinayetin içine. Ardımızda aynı tehditler, emirler ve cezalar,aynı alçı ve bronz figürler, ardımızda pantolonlarımızı parlattığımızaynı sıralar, ardımızda yüzlerimize ve devinimlerimize damgasını vurmuşbir tarih. Kimse beni onlardan ayırt edemezdi, Bremen'den, Berlin'dengelenlerin arasında onlar beni kendilerinden sanabilir, aramızdakorkunç tanışıklıklar çıkabilirdi. Buraya nakliye gemilerini getirmişlerdi,çoğu batmış, hava bombardımanına, torpidolara yakalanmıştı, bir zamanlarsolukları benim soluklarıma karışmış olanlardan birçoğu karayavuruyordu, çuval gibi sürükleniyor, sırılsıklam, kumlarda, çakılların üstünde,hissetmedikleri istiridyelerin arasında yatıyorlardı öylece, geri kalanlarınhepsi uygun adım yürümeye devam ediyordu, Oslo'da Karl Johanboyunca, Kopenhag'da Belediye Meydanı'nda uygun adım yürüyor,görev alıyor, işgal ediyor, sahip oluyor, ölülerine serenat yapmak için üflemelilerorkestrasının arkasına sıra sıra diziliyorlardı, çocuklar onlaraşaşkın şaşkın bakıyordu, başkalarıysa bakışlarını çeviriyordu onlardan,sözlere sığmayacak kadar donuk, kurşuni maskelerden başka bir şey değildiartık onlar. Geçtikleri yerlerde onların kol hareketlerini hissediyor,kahkahalarını, ıslıklarını, aralarında gidip gelen sözlerin vızıltısını duyuyordum,yanı başımızdaydılar, kalabilirdim, Almanya'yı terk eden, onlardanuzaklaşan bendim, beni onlar sürmemişlerdi, ama artık onların arasındakalınamazdı, gereken dersi almıştım, seni silmek istiyorlar, silmeişinden ne anladıklarını İspanya'da öğrenmiştim, onlar da doğuştan böy-585


le değildi, bu zanaatın içine her geçen gün biraz daha, her geçen gün dahaacımasız bir biçimde itilmişlerdi, muhtemelen aralarında dizlerininbağı çözülenler, yüreği ağzına gelenler vardı, aralarında Heilmann veCoppi gibi olanlar da vardı muhtemelen. Ve burada, bizim saflarımızdabirisi vardı, adı Rosner'di, onlardan kaçan ufak tefek bir Yahudi, yakalasalaronu hemen vururlar, pencereden aşağı atarlardı, ve işte bu adam akşamları,dokuz Nisanda radyodan gelen Mahler bestesi Toprağın Şarkısıeşliğinde, gariplik eseri sergileyerek onları öven bir şeyler karalıyordukâğıda, başını sallıyor, fısıldıyor, gürlüyordu, İsveç tehlikede değildi artık,İskandinav ülkelerini korumak için gelmişti onlar, ve bugünkü koşullardaDanimarka'nın ve Norveç'in işgali Sovyetler Birliği için güvenlikbölgesi oluşması anlamına da geliyordu. Komintern'in gizli elçisi Rosnergazetelerin arkasında, geceliğinin içinde topallayarak mevcut durumunnasıl görülmesi gerektiğini açıklıyordu bana. Takma dişlerinin arasındanpeltek peltek Almanya İngilizlerin ve Fransızların kuzeyde bir cephe açmaplanından önce davrandı, dediğini duyuyordum. Finlandiya'ya yardımetme amacını güttükleri kıştan bu yana müttefiklerin politikası boşbir umut, bir fırsat kaçırma politikası olmuştu Rosner'e göre. Savaşın kurallarınagöre davranmıştı Almanya. Olup bitenlerden Batılı güçler sorumluydu.Norveç kıyısındaki mayın hattı Almanya'nın işgal hazırlıklarınayönelmiyor mu, diye soruyordum, ayrıca akşamüstü baskısı yapanve savaşın emperyalist bir savaş olduğu ifadesini kullanan Parti gazetesinedikkat çektim. Emperyalist güçlerdi karşı karşıya gelenler. Böylecemüttefiklerin Almanya'yı Sovyetler Birliği'ne karşı savaşa sürükledikleritezinden vazgeçilmiş oluyordu. Almanya'nın eylemlerini Sovyetlerinonaylaması kaçınılmaz bir önkoşuldu. Sovyetler Birliği paktı yapmaklasavaşın önünü almaya çalıştı, diye mırıldandığını duydum Rosner'in. Savaşınboyutları İngiltere ve Fransa'nın provokasyonu yüzünden büyümüştü.Pakt geçerliği olduğu sürece Sovyetler Birliği savaşa son vermeçabasına devam edecekti Rosner'e göre. Rosner soluk almakta zorlanıyordu,iskemleden kalktığında ufak tefekliği daha çok çıktı ortaya, gazete yığınlarınınarasından bir şişe çekip çıkardı, iki bardağa şarap doldurdu.Savaşın bu aşamasında meselenin demir cevheri olduğunu söyledi tekraryerine otururken, İngilizler Almanya'ya Narvik'ten cevher girişini kesmekistiyorlardı, Almanlar da İsveç cevherinin İngiltere'ye girmesini istemiyorlardı,İsveç'in artık Almanya'ya öncelik tanımaktan başka şansıyoktu. Bardağını gürültüyle kaldırdı Rosner, kadeh tokuşturduk. Kirli sakalıylakaplı yüzü tam karşımdaydı, saçları karmakarışıktı, merceklerinardındaki gözleri neredeyse kördü. Mahler de onun gibi Viyana'ya aitti,bestecinin duyguları ve düşünceleri orada biçimlenmişti, ordan orayasavrulmanın, yerinde duramamanın ve de düşmanlarının darmadağın içdünyalarının kendisine yön verdiği, düşmanlarının birçoğunun sınırınöte yakasında ona kulak kabarttığı, belki de göz yaşlarını tutamadıkları,586


eğer hâlâ yaşıyorsa, yerdeki parke taşlarına ağzını ezene kadar taşlarasürtmek istedikleri besteci. Eğer hayat sadece bir düşse, sözlerini mırıldanarakşarkıya katıldı Rosner, ardında bir yaygara kopuyordu, o zaman buzahmet ve eziyet niye. Odasında kendine bir dünya kurmuştu Rosner,her şeyin dağılmaya yüz tuttuğu böyle bir dönemde insanın tutunabileceğibir sistem kurması kaçınılmazdı. İsveç'in neden zarar görmeyeceğinibana hemen açıklamak istediğini söyledi. Sovyetler Birliği'nin taktiği sayesindegerçekleşiyordu bu. Bu taktik gücünü kanıtlamıştı Rosner'e göre.Benimle aynı sınıfsal kökenden gelenleri getirdim gözümün önüne, parmaklarısilahlarının horozundaydı, İskandinav topraklarında konuşlanmışlardı,nereye çağrılırlarsa oraya gitmeye hazırdılar, doğuda ise birkörlük içinde kendi ülkelerinin askeri önderlerinin büyük bir kısmını öldürmüşolan Ekim Devrimi'nin patronları, taş kesmiş dört köşe figürlerhalinde Lenin mozelesinin üstünde yükseliyorlardı, Tuna monarşisindeemzirilmiş ve pışpışlanmış cüce onların sözcüsüydü. Finlandiya çatışmasısona ermişti. Batı Karelya'nın Sovyetler'e geçmesiyle birlikte Leningrad'ınsavunulması için ihtiyaç duyulan koşullar kazanılmıştı. Başka talepleregerek yoktu. Kaybedenler İsveç'teki savaş kışkırtıcıları olmuştu.Rosner listeleri eşeleyerek Finlandiya'ya giden askeri teçhizatı sayıp döküyordu.Seksen dört bin tüfek, dört yüz elli makineli tüfek, bin iki yüzon altı tabanca, seksen beş toplu tank, yüz on iki ağır top, kırk beş milyonmermi, on yedi bin beş yüz obüs, elli telsiz istasyonu, yedi topçu tümenineait kamyon ve diğer teçhizat. Hava sınıfının yüzde yirmi üçü, hava savunmasınınyüzde yetmiş ikisi ve İsveç'te monte edilmiş yüzlerce Amerikanuçağı Finlandiya'ya ulaşmıştı. Buna ilaveten dört yüz milyon krongelmişti. Kadehimi yeniden doldurup bir dikişte içtim. İsveç'teki mühimmatınzayıf düşmesi Almanya'da memnuniyetle izlendi, Rosner'in çıtırtılı,tozlu, boğuk müziğin fon olduğu kekelemesinin içinden bu sözleriduydum. Ülke herhangi bir saldırıya dayanacak durumda değildi. Amatam da bu olgu saldırıyı gereksiz hale getirmişti. Artık tehdit ortadankalkmıştı, Almanya İsveç'ten istediğini alabilirdi. Askeri bir müdahale olsaydımaden ocakları havaya uçurulabilirdi. Ama Almanya'yı çatışmasızbir cevher sevkıyatı ilgilendiriyordu. Cevher üretimi Almanya'nın savunmasanayisinde işe yarayacaktı. Demir, yüksek değerli çelik, rulman. Büyükpartonlardan bir kısmı Batılı güçlerle flört etse de, Kral ve ordu yönetimide Almanya'nın yanına geçerdi. Bu anlaşma, Almanya ve SovyetlerBirliği'nin İsveç'in tarafsızlığını korumasından elde edeceği çıkarın yanısıra doğrudan bir işgali de önlemişti. Artık günlerdir şantajlara maruz kalanhükümet kolaylık göstereceğine dair kanıtlar sunmak zorundaydı.Tümgeneral Douglas Norbotten'daki maden bölgelerinde, olası bir İngilizmüdahalesi durumunda yüz bin kişilik bir orduyu hazır tutuyordu,kabine sözcüsü Boheman İsveç'in pozisyonunu açıklığa kavuşturmakiçin İngiltere'ye gitmişti, bir seferberlik hali söz konusu değildi, bütün587


unlar, dedi Rosner, mevcut durumun devam edeceğini, İsveç'in dışarıyakarşı tarafsızlığını koruyacağını, ama öte yandan manda altındaki birdevlet olarak yükümlülüklerini de yerine getirmek durumunda olunduğunuifadeye yönelikti. Savaşın korkulduğu gibi İsveç'e sıçramayacağıkonusunda rahatlayan hükümetin ve Berlin'e elçi olarak gönderilecekBüyük Alman İmparatorluğu dostu olan Amiral Tamm'ın sertleşebilecektaleplere itiraz etmesine gerek kalmamıştı artık. Bu nedenle, dedi Rosner,biz de işimize devam edebileceğiz, ayrıca Brecht'in de cevher sayesindeİsveç'te kalabileceğini söyledi Rosner. Kâğıtların arasında debeleniyordu,ilkbahar kimin umurunda, diye şakıdı şarkı sözlerini tekrarlayarak, sarhoşkalayım bırakın da. Yeni bir gün geliyordu. Kalay fokurduyordu. Yapılanresmi açıklamalardan leş kokusu yükseliyordu. Gücü elinde bulunduranların,fedakârlık yapılmalı, kemerler daha çok sıkılmalı diye bağırıpçağırmalarının anlamı işçiler için ücretlerin durdurulması, eşek gibi dahaçok çalışmak, mülklüler içinse daha fazla kârdı. Bütün güçler kavganıniçindeydi. Parti basını Almanya'nın peşinen emperyalist bir güç olaraktanımlanmasını yumuşatmak için İngiltere ve Fransa'nın saldırganlığınıvurgularken, Komünist İşçi Komünü komşu İskandinav ülkelerine yapılanAlman saldırısını eleştiriyordu, bu koşullarda bir yandan burjuvaziçevreleri Almanya'ya bağlanmayı pekiştirme ve Finlandiya'nın intikamıiçin ortak sefer yapılmasını, bir diğer grup ise Sovyetler Birliği'nin korunmasıadına İngiltere'yle ittifak yapılmasını önermekteyken, KomünistParti bizi, emperyalist savaşın içinden, Sovyetler Birliği'nin etkisi sayesindesosyalizmin zaferiyle sonuçlanacak antikapitalist bir savaş doğabileceğikonusunda ikna etmeye çalışıyor, onun karşısında ise kapitalizmlemücadelenin faşizm karşıtlığının ayrılmaz bir parçası olduğunu ileri sürendüşünce biçimi yer alıyordu, sonra yine Norveç savunmasının ilk belirtilerikendini gösterdiğinde, Komintern paktın tarafları arasında bir ayrışmaolduğu izlenimini yaratmamak için Falkenhorst'un Alman birliklerininNorveç Krallığı'nın varlığına saygı göstereceği ve Norveç halkınınözgürlüğüne zarar vermeyeceği yolundaki mesajına güvenilmesi yolundaemir veriyordu. Ama Kral ve hükümet kaçma hazırlığı içindeydi, Quisling'eise sadece tiksintiyle bakılıyordu. Peki komünistler ve sosyalistlerişgal altındaki ülkelerde neleri göze almak durumundaydılar. Pakt çerçevesindeonlara dokunulmazlık garantisi verildiğine inanmamız olanaksızdı.Thâlmann ve on binlerce insan Almanya'da hâlâ zindanlardaydı.Lindner Danimarka'da da tutuklamaların başladığına dair haberler vermişti.Paktın ayakta kalması için muhalifler kurban ediliyor, diyorduLindner. Böylece Kızıl Ordu'ya girmek isteyen Polonya komünistleri degeri çevrilmiş ve tıpkı Sovyetler Birliği'ne kaçan antifaşistler gibi Almanya'yateslim edilmişlerdi. Bu durumu Rosner, Polonya partisinin Komintern'inçizgisini izlemediği ve varoluş mücadelesi veren Sovyetler Birliği'nin,sadakatinden kuşkulandığı herkesi ülkeden sürmek zorunda ol-588


duğu şeklinde açıklayabiliyordu ancak. Fransa'da da hükümetin, savaşkisvesi altında siyasi muhaliflerini hallettiğini söylüyordu Lindner. Daladieryasaklanmış Komünist Parti'nin liderlerine, eski parlamento mensuplarınauzun hapis cezaları verilmesini sağlamış, mültecilerin neredeysetamamını toplama kamplarına kapattırmış, cumhuriyetçi İspanyollarıCaudillo'nun İspanya'sına teslim etmekle tehdit etmişti. Daha büyük kayıplarıönlemek için insan hayatlarını saymanın bir matematik problemindenibaret olduğunu söyledi Rosner gazete yığınlarının arkasındankafasını göstererek. Norveç Komünist Partisi Sovyetlerin talimatları doğrultusundatarafsız olduğunu ve işgal gücüyle işbirliği yapmaya hazır olduğunuaçıklamıştı. Parti, karşı durmaması için halka çağrıda bulunuyordu.Nygaardsvold'un kaçan hükümeti meşru değildi artık. Gerçi Quislinghükümetinin istifası isteniyordu, ama bunun nedeni Sovyet Almanpaktının ulusal düzleme taşınması gibiydi daha çok, Komünist Parti'yleAlman işgalcileri arasında bir ittifak olasılığından söz ediliyordu. Komünistlerinmecbur bırakıldığı edilgenlik yüzünden varılan bu hatalı çıkarımİsveç Komünist Partisi'ne yöneltilen daha güçlü saldırılara yol açıyordu.Bir kez daha yasaklanmaları isteniyordu. Norveç'in önde gelensosyal demokratları, ülkelerinin özgürlük mücadelesinin hazırlıklarınıyapmak üzere İngiltere'ye yollanırken, Komünist Parti Norveç'i savaşasürükleyebilecek her şeyden kaçınılması gerektiği yolunda uyarıda bulunuyordu.Ama resmi olarak açıklanan geride durma tavrı yazar ve komünistGrieg'in girişimini engellemiyordu, Hodann'dan öğrendiğime göreGrieg Norveç Kraliyet Bankası'nın altınlarını bir araştırma grubunun kamuflajıaltında deniz yoluyla İngiltere'ye geçiriyordu. Norveç alayınınhareketini gizleyen Britanya birlikleri Narvik'de savaşıyorlardı. İsveç'eulaşan mülteciler göz altına alınıyor, komünist olduğundan kuşkulanılanlarLângmora ve Smedsbo kamplarında çok sıkı gözetim altında tutuluyor,Alman firariler divanı harp kararıyla kurşuna dizilmeleri için sınırınöbür tarafına gönderiliyordu.Yine de ayın on birinde harekât emri verilmesive ertesi gün Per Albin Hansson'un Almanya'nın İsveç topraklarınıkullanarak hareket etme taleplerinin geri çevrileceğine ilişkin bir konuşmayapması, Berlin'de görüşmeleri yürüten İsveçli gözlemcinin pozisyonunungüçlendirilmesini amaçlıyordu belki de, ama Almanya'nınnezdinde bunun bir hükmü yoktu, çünkü Güney İsveç'te General Peyron'unyanında sadece bir süvari tugayı vardı, Amiral Tamm'ın ise Şansölye'yeduyduğu derin saygı yüzünden dili tutulmuştu, Tamm Almanordusunun vurucu gücü karşısında duyduğu hayranlığı dile getiriyor vekendini Karinhall'de Waidmann'm kollarına atıyordu. Dışişleri BakanıGünther bakım ve sıhhiye malzemelerinin transit geçişi için güvence vermişti,hasta bakıcıların ve izinlilerin geçiş sorununda sadece nicelik, bunlarınhaftalık mı yoksa günlük mü olduğu önemliydi, çok yakında akaryakıt,savaş teçhizatı ve destek birliklerin geçişleri de sorgulanmayacaktı.589


Sonuçta harekât esas olarak halka yöneliyordu, amaç onları durumunciddiyetine, yani yaşam standartlarının düşürülmesi gerektiğine, tasarrufa,üretimin artırılmasına ikna etmekti. Rosner İsveç hükümetinin politikasınıakılcı, pratik buluyordu, intihara kalkışan bir kahramanlık gösterisinitercih etmiyordu hükümet. Selin de onunla aynı fikirdeydi. İşçi Birliği'ninbaskısı altında olmasına rağmen, bana fabrikanın kalay bodrumundaKomünist Parti'nin anlayışını açıklıyordu. Böyle bir dönemde barışınkorunması çabası özgürlüklerin daralmış olmasından daha önemliydi Selin'ebakılırsa. Norveç'te ve Danimarka'da başlayan mücadeleyi desteklemekzorunda değil miyiz sorusunu, ordu halkın kontrolünde olmadıkçane savunmanın, ne silahlanmanın, ne de savaşa girmenin bir yararı olmayacağıyolunda yanıtlıyordu. Savaşa yönelik çatışmaların bizim lehimizeolmayacağını söylüyordu, böylece Norveç Komünist Partisi'nin emperyalistçıkarlar uğruna kan dökülmemesi gerektiği yolundaki önerisi deanlaşılır bir durumdu. Eğer bugün bir barış politikasını imkânsızı gerçekleştirmesanatı olarak görürsek, diyordu Selin, o zaman Sovyetler Birliği'nintutumunu pek çok kişinin gözünde kuşkulu kılan çıkış ve çözümarayışlarını da anlayabiliriz. Bir dünya savaşını engellemek isteyen bütünaraçlar mubahtı. Peki sınırın öte yanında bulunan, gazete sayfalarındakigri fotoğraflardan bize dik dik bakanlar için ne yapılabilirdi, onlara neolacaktı, kendiliklerinden nasıl değişebilirlerdi ki, aldıkları ilk işaretlekarşılarındakini ezip geçmeye hazırdılar, içlerinde taşıdıkları bu ezip geçmegüdüsüne karşı durabilecek kişiler değillerdi, onların eylemlerine nihaivermenin tek yolu onların içlerindeki güdüyle birlikte alaşağı edilmesiydi.Çoktan kopmuştuk onlardan, artık deneyimlerimiz aynı değildi,ben de tıpkı Heilmann ve Coppi gibi kendini yıkmaya karşı koyanlarıniçindeydim, aramızdaki ortak noktalar artık sadece biçimseldi, nasıl olupda boyun eğmemiş olmanın başarıldığını ben de bilmiyordum artık, onlaryanı başımızdaydı, ben de onlardan birisi olabilirdim, ama farklı yargılardanve kararlardan dolayı onlardan değildim. Onlarla barışın mümkünolamayacağını biliyordum, onlarla nihai boy ölçüşme yakında başlayacaktı,siyah üniformalıların da aralarında olduğu grup sanki her şeyiele geçirmiş de, iş birkaç küçük çarpışmaya kalmış gibi bir sükûnet kaplamıştıortalığı, bu süt liman durum olağanüstü bir patlamanın habercisiydi.Onyedi Nisanda Stockholm'den Helsingfors'a yola çıkan geminin hareketetmesine izin veren yine bu sessiz bekleyişti. Santesson, Lazar veGoldschmidt'le birlikte Brecht'e ve yanındakilere limana kadar eşlik edenMatthis bana gemiye biniş anlarını anlatmıştı. Sol tarafta, Blasieholm'dakiAlman Elçiliği'nde, sağ tarafta, Stadsgârd Limanı'ndaki Alman yük gemilerindegamalı haçlı bayraklar uçuşuyordu, Brecht iskelede çözülmüştü,onu kollarından tutmak ve gemiye taşımak zorunda kalmışlardı.590


ÜÇÜNCÜ CİLT


IKara diz çökmüştü, ama üşümüyordu. Belki de beyaz, yumuşak kumdubu. Elleri gittikçe daha derine gömülüyordu, gökyüzü örtülmüş olduğuhalde ışık göz kamaştırıcıydı. Dirseklere kadar gömülmüş kollar yukarıkalktı, avuçlardan tanecikler uçuştu. Kollar düzenli bir devinim içindedurmadan kalkıp iniyordu. Önünde başka diz çökenler de vardı, onlarıngri paçavralara sarınmış sırtlarını görüyordu, çıplak ayaklar görüyordu,yarı yarıya kar beyazına gömülmüş tabanları ve ayak parmaklarını görüyordu,ve eller gittikçe daha derine gömülüyordu. Diz çöktükleri yer sahilolmalıydı, sırtları denize dönük, hemen arkalarında denizin köpüğü, amadalga şapırtısı duyulmuyordu. Ortalıkta çıt çıkmıyordu. Kumda çukur kazançocuklar gibiydiler, onun önünde diz çökmüş kadınların arasında çocuklarda vardı. Sıcağın altında bazıları giysilerinin bir kısmını çıkarıp atmıştı,gövdeleri eğilip doğruldukça omuz ve kalça derileri parlıyordu, budevinimler sürüp gidiyordu, durup dinlenme yoktu. Annemin ifadesi boşve donuktu, ağzı yarı açıktı, boş gözlerle bakıyor, beni tanımıyordu. Babamkonuşmadan onun yanında oturuyordu, annemin eli onun avucundaydı.Dışarıda, pencerenin ardında, okulun avlusundaki budanmış ağaçlarçiçek açıyordu. Annem bu eşelenmenin sonsuza kadar devam edemeyeceğinibiliyordu, ama yine de olacakları düşünmek istemiyordu, figürlerinbuğulu görüntülerinin nedeni yaz gününün sıcaklığı, gövdelerin ısınmışlığıydı,kış olması imkânsızdı. Yine de arkasında deriden bir şeyin, metalikbir şeyin varlığını hissediyordu, pusuya yatmış bekleyen bir şey, anneminonu hissedişi güçlendikçe, arkasına dönüp bakması da o derece imkânsızlaşıyordu.Yine de o şeyin kafaları ve pençeleri olduğunu ve onlarıyok etmek için onlara dokunmasına bile gerek olmadığını biliyordu. Küçücükbir hareket, bir nefes hepsinin birden doğrulmasına yetmişti, anneminde adeta teselli bulduğu çukur kazmayı bırakmıştı ister istemez. Vesonra dizlerinin üstüne çöktüler, sırtların nasıl gerildiğini, çocuklarınayaklarının, ayak parmaklarının kumu nasıl deldiğini görüyordu annem,ve kimse etrafına bakınmıyordu. Babam ayağa kalkıp pencerenin yanına593


gitti. Eliyle beni yanma çağırdı ve yolun karşısında bulunan, okulun çaprazındauzanan fabrikanın yeni boyanmış açık gri cephesini gösterdi. Evinodasından iş bulduğu fabrikaya uzanan bu hat onun hayatında bir dayanaktı,sanki hiç öyle anne ve babamın Warnsdor1f'dan ayrılışıyla batı İsveç'inküçük sanayi kentine gelişi arasında oradan oraya savrulduklarıkapkaranlık bir yıl geçmemişti. İstasyondan gelirken bana, Bohemya'nınişgalinden hemen sonra Warnsdorf'daki atölye sahiplerinin kendisine, İsveç'tekurulacak olan tekstil basmahanesinde iş güvencesi sağlandığınıanlatmıştı. Issız peron boyunca, mavi gri alçak bulutların altında yürümüştük,güneş ışınları bütün keskinliğiyle bulutların arasındaki yarıklardansızıyor ve bulutlar sadece batıda böyle bir renk alıyordu. Babamın benialmaya tek başına gelmiş olması, göz kamaştıran akşamüstü ışığında,yüzündeki sarsılma belirtilerini okumuş olsam da beni henüz çok tedirginetmemişti. Ondan haber alır almaz hafta sonunu onlarla birlikte geçirmekistemiştim. İstasyon şefi, kırmızı sinyal levhasıyla bir kuleciğin taçlandırdığıistasyon binasındaki odasına geri dönmüştü, rampanın kenarlarındakiyük vagonlarından ağır ağır ve uykulu gözlerle sandıklar indiriliyordu,tren yanımızdan geçip gitmiş, dümdüz hat üzerinde gittikçe küçülmüş veuzakta titreşen ormanlarla çarşaf gibi bir gölün arasında gözden kaybolmuştu.İstasyonun önünde gruplar halinde bisikletlerinde bekleyen gençlerduruyordu, gidonlardan birindeki zil çıngırdayıp duruyordu. KentOteli'nin verandasındaki açık pencerelerden müzik sesi geliyordu, ve güneşyol kenarındaki kestane ağaçlarına düşüp onları yol yol aydınlatıyor,hâlâ sarımsı olan, kozasından yeni çıkmış böceklerin kıvrımlı, yapışkankanatlarına benzeyen yaprak tomurcuklarının çeşitliliğini ortaya çıkarıyorve kara gölgeleri, ışık noktalarının sızdığı yerlerde gittikçe azalan dallarınderinliklerine itiyordu. Caddenin arka tarafında, pazaryerinin tam ortasındademirden dökülmüş bir figür yükseliyordu, sağ tarafta ise bir dizisundurma temsilciler meclisinin toplandığı ahşap bir yapıyla birleşiyordu,yapının cumbalı üst katı beyaz sütunlar üstünde duruyordu. Demiryolununalt kısmındaki birahaneden çıkan ve içinde garip bir yapay görüntüyesahip kuğuların köpük topakları arasında yüzdüğü küçük bir göl halinegelen derenin çevresindeki parka doğru inerken babam, Warnsdorf dakimakinelerin ve baskı tesislerinin sökülmesinden ve ambalajlanmasından,boyahanenin ve apre atölyesinin yeniden kurulması için çizimlerin hazırlanmasındansöz etmişti. Yağlı yağlı parlayan akarsuyun üstündeki bombelitaş köprülerden birindeydik, o zamanlar, diyordu babam, Çekoslovakdevletinin bir kısmı hâlâ mevcuttu, oranın yurttaşı olarak işin durdurulduğufabrikada kalmasına, Alman istihbarat servisi memurlarının gözetimindeolmak kaydıyla izin verilmişti. Onun çalıştığı, ilkbaharda taşanMandau'nun nehir yatağının kenarlarındaki yüksek setlerin orada bulunankadife basmahanesine yabancı sermaye yatırım yapmıştı, döviz işgalgücünün işine geldiği için İngiltere'ye göç eden mülk sahipleri el konan594


envanteri geri satın alabilmişler ve ihracat izni elde edebilmişlerdi. BabamŞubat otuzdokuzda ihracata başlamıştı, mühendislerin ve yöneticilerin deyurtdışına çıkışları ayarlanmıştı, işletmenin yeniden açılmasında meslekibilgisine ihtiyaç duyulan babamsa on beş Martta annemle birlikte sendikabürosundan ve İsveç Konsolosluğu'ndan belgeleri almak için Prag'a gittiğindeAlman işgaline yakalanmıştı. Uzun bir cadde olan Plan Caddesi'negelmiştik, babamın eliyle gösterdiği fabrika bu caddenin sonundaydı, bufabrikayı da tıpkı Warnsdorf'da olduğu gibi kendisine aitmiş gibi görüyordu,sanatsal incelikteki süslemelerle bezenmiş bir evin, annemle babamıngeldikleri ilk günlerde bir odasını kiraladıkları yer olan Beth'in Pansiyonu'nunönünden geçmiştik, ama sonra annemin hastalığı yüzünden buradabarmdırılmamışlardı, nihayet şu sıralar oturdukları uzunlamasına ahşapeve ulaşmıştık. Babam bana işimle ilgili sorular sormuş, basmahanedekendisinin üstlendiği görevleri anlatmış, İsveç'teki ücretlerden ve sendikalarınkonumundan söz etmiş, bunları yapmakla da, annemin rahatsızlığınıdile getirmeden ve bana onun hâlâ yaşananların etkisi altında olduğunuaçıklamadan önce pratikteki ortak noktalarımızdan emin olmak istemişti.Büyük avlu kapısından geçip eve doğru ilerlerken geniş solgun yüzündegözyaşlarının izini görmüştüm. Pencerede ikimiz yan yana dururken,huzur ve güven uzun sürebilse, dedi, o zaman bu kapanıklığı aşabilir,gözlerini açıp bizi yeniden görebilir ve yeniden bizimle konuşabilirdi. Songörüşmemizden bu yana iki buçuk yılı aşkın bir zaman geçmişti. Masanınbaşına, annemin yanına oturduk, sallanan koltuktaki annem hiç kıpırdamadanöylece oturuyordu. Stockholm'den söz ettim, İspanya'dan, Paris'ten,ve bir sürü olayla ilgili anlattıklarım çok kısıtlı da olsa, anneminsuskunluğu karşısında sesim düğümlense de, babam devam etmemi ricaetti, sözlerimi tıpkı babamın yaptığı gibi, sanki o da neler söylediğimizianlıyormuşçasına anneme de yöneltmeyi öğreniyordum. Sol eli kırılmışgibi, avucu dışarıya bakan bir biçimde kucağına düşmüştü, destekli sağkolunun ucunda uzanan eli sanki kendisine yaklaşan bir şeyi durdurmakister gibi havaya kalkmıştı. Odadaki yeşil duvar kâğıdının, Wedding'de,Pflug Caddesi'nde bulunan evimizin mutfağındaki duvar kağıdıyla aynırenk olduğu dikkatimi çekti. Berlin'deki mutfaktan, Bremen'de GrünenCaddesi'ndeki çatı katından, Warnsdorf daki bodrum katından söz edildikçe,henüz konuşulmayanların ağırlığını hafifleten bir yakınlık duygusudoğuyordu. Uzun süre birbirimizden haber alamamış ve hâlâ hayatta olduğumuzubile birbirimize bildirememiş oluşumuz bir sürü başka insanlapaylaştığımız koşullardı. Peronda babamla kucaklaşırken onun sıkıntılıolduğunu fark etmiştim, ama şimdi hastanın yanında kendini kontrol ediyorve ona güven duygusu veriyordu. Annemi ve babamı bindokuzyüzkırkMayısındaki bu cumartesi akşamından önce hiç bu denli birbirlerinebağlı görmemiştim, o gün Almanya'nın Belçika, Hollanda ve Fransa'ya taarruzageçtiğini öğrenmiştik. Babam, her bir sözcüğü annemin kafasına595


kazımak istercesine yavaş konuşuyordu. Düşünceli ve sevecen konuşmabiçimi olayları sıradan bir şeymiş gibi yansıtıyordu. Annemin ve babamınyola düşüşü büyük göçün bir parçasıydı, bakışlar denizaşırı bölgelere yönelmişti,başka kıtalara, Marsilya, Cenova, Rotterdam, Lizbon, Odessa, İstanbullimanları kehanetin, büyülü bir umudun bölgeleriydi, konsolosluklarve elçilikler sığınacak tapmaklar haline gelmişlerdi, kapı eşikleri öpücüklerinve gözyaşlarının nemiyle dolmuştu. İzin belgeleri, pasaport vizeleri,listelerde bir yer uğruna yalvarıp yakarmalar doğal ve normal şeylerdi,bir vize günah çıkarma anlamına geliyordu, ve vizeler sadece inayet satınalabilecek paraya sahip olanlara kısmet oluyordu. Çaresizliklerindenbaşka sunacak hiçbir şeyi olmayan kitleler gittikçe büyüyordu, ve çaresizlik,lazım gelmeyenler arasında en değersiz olanıydı, ve daha dün refahiçinde yaşayanlar da, haklarına el konanların arasına katılmaya başlamıştı,ve artık tepetaklak belirsizliğin içine düşmekten ibaretti her şey, ne bir çıkışyolu ne de başını sokacak bir yer. Cumhuriyetin parçalanmasındansonra babam, sendika bürosunun toparlanma telaşı içinde benim İsveç'teolduğumu önemsiz bir haber olarak öğrenmiş ve Prag'daki son saatlerinanlatımı bu haberi ânında silivermişti. Babamın eline İsveç örgütüne tavsiyeedildiğini bildiren bir kâğıt tutuşturulurken, Stockholm'den Prag'agönderdiğim ve evrakların arasında kalmış mektuplarımdan birisi cereyandauçuşmuştu. Parti lokalinde babamın hâlâ Taub'la, Alman sosyal demokratlarınınÇekoslovakya'daki yöneticisiyle ilişkisi vardı. Yönetimdekidiğer üyelerle birlikte mühürlü bir vagonla Varşova'ya gitmek üzere olanve oradan da İsveç'e uçacak olan Taub İsveç'e gider gitmez babamın veannemin yolculuk işlemleriyle ilgileneceğine dair söz vermişti. Biz de buarada Varşova'ya ulaşmaya çalışacak, orada İsveç elçiliğinin yolunu tutacaktık,dedi babam, Taub oraya bizim için bazı talimatlar bırakacaktı. Babam,ama nüfuzdan yoksunlar ordusunun neferleri olarak Polonya'dannasıl geçeceğimizi ve sorunumuzu İsveç elçisinin önüne nasıl koyacağımızıbilmiyorduk, derken kahve fincanını annemin ağzına doğru uzattı. Annemsırtlar görüyordu, çıplak ya da paçavralara sarınmış sırtlar, geniş yuvarlakya da küçük narin, görünmez gücün sarstığı ve ileri doğru fırlattığısırtlar, sırtlar sarsılıp fırlatıldıkça etin içinden karaltılı bir ışık çıkıyordu, veonların çukurun içinde nasıl gözden kaybolduklarını görüyordu annem,eller derin derin çukurlar kazıyordu. Babam annemi başının arkasındantutup ağzına özenle bir lokma ekmek verdi ve ağzının kenarlarını sildi.Annem ve babam otuzdokuz Martında, Şilezya, Çek bölgesi ve Polonya'nınkesiştiği, üçgene ulaşmayı başarmışlardı. Yükleri yoktu, yanlarınaaldıkları tek şey babamın ceketinin kenarına dikilmiş olan, Polonya parasıolarak yanma aldığı ve masraflar için gereken paraydı. İçine itildikleri kuralsızhareketin karşısında sinirleri yıpratan, onları önüne katan, peşi sırasürükleyen, ince hesaplarla, plan dahilinde hareket eden başka ezici birgüç yer alıyordu, kaçanlar hâlâ sınırları aşabileceklerini, ülkeleri geçebile-596


ceklerini, hedeflere ulaşabileceklerini düşünüyor, buna karşılık bütün yollar,onları bölen, birbirlerinden ayıran, sayıya vuran, bir hamlede veya yavaşyavaş hayatın dışına iten bildik bir aygıtın çarklarına çıkıyordu. Kendilerineve geçtikleri bölgeleri hâlâ adlarıyla anadursunlar kendileri numaralaradönüşmüş bulunuyorlardı, ülkedeki bölgelerin adları değişmişti,Çekoslovakya'nın parçalanmış kadavrasından Bohemya ve Moravyaprotektorası ve özerk bir Slovak devleti doğmuş, Sudetenland bölgesiÜçüncü Reich'ın parçası olmuş, Polonya ve Macaristan artakalan kırıntılarınpeşine düşmüştü. Sınır istasyonlarının yerleri değişmişti, bastıklarıtoprağın kime ait olduğu belirsizdi, eskiden kendilerini bir ırka değil debir ulusa ait hissetmiş, baskı ve zulmün ilk belirtileri görülmeye başladığındakendilerine zarar gelmeyeceğini düşünmüş olanlar da artık kendilerini,yurtlarından kovulmuşlar ve yurtsuzlar arasında görmek durumundaydılar.Kendilerine ait olan bir yaşamın anılarını hâlâ peşleri sıra sürükleyenbu insanlar, körler gibi tökezlemeye başlamışlardı, onlar gizli gözlemcileringözünde en ucuz yoldan bertaraf edilmeleri gereken bir sürüdenbaşka bir şey değildi artık. Dilleri dışarıda sürünerek, tomurcuklananyeşilliklerin arasından geçip bozarmış ayakkabılarının kaldırdığı toz dumanıgeride bırakarak doğuya ilerleyen bu insanların akını, doğudan geleninsan seliyle, yapraklarla bayraklarla bezenmiş kamyon sürüleriylekarşılaşıyordu, bir yanda Reich'm topraklarına yönelmiş olanların Heilçığlıkları, zafer sarhoşluğu, diğer yanda önüne geleni altına alan bu selinönünden çekilen, ayak sürüyerek ilerleyen, dağılmaya yüz tutan, gruplarışekilden çıkmış, bitap düşmüş yayaların akını, sonra bir kere daha yenidencan havliyle ileri atılış, zamanı geldiğinde avcıların eline düşmeleriniya da kendiliklerinden tuzağa düşmelerini kolaylaştırsa da durup dinlenmedendevam etme çabası. Ama annem ve babam daha sınırı bile aşamadanYahudi tüccarlar ve zanaatçılarla birlikte tutuklanmış ve Mâhrisch Ostrauhapishanesine gönderilmişlerdi. Alman halkına mensup oluşları onlarıkurtarabilirdi, ama annem sürgünlerin yanında kalmak istemişti. Odanınköşelerine vuran alacakaranlıkta annemin dudaklarının kıpırdandığınıgördüm, birkaç saniye boyunca gözleri sanki bir şey arar gibi bize takıldı.Babamın konuşması, eskiden mutfak masasının başında geçirdiğimizakşam saatlerini hatırlattı bana, bir kez daha, Stettin İstasyonu'nun raylarınayüksekten baktığımız Pflug Caddesi'nde ya da Warnsdorf'da NiedergrunderCaddesi'ndeki villanın bodrum katında hissettiğim o tanıdıkduygu belirdi. Babam daracık bir hücreden söz ediyordu. Annemin parmaklarıbir şey yoklar gibi hareket etti. Taş bir duvarın pütürlerine, yarıklarınadokunuyorlardı. Talaşla kaplı çamurlu zeminden bir çürük kokusuyükseliyordu. Hücrede yüzden fazla insan balık istifi gibi dizilmişti. Oturmakiçin birkaç kereveti saat başı değişerek paylaşıyorlardı. Aralarında çocuklar,bebekli kadınlar, hastalar vardı. İhtiyaç için kullanılan kova taşmıştı.Yaşlılardan bazıları ölmüş, ayakta dikilenlerin bacakları arasından aka-597


ak kapının eşiğine kadar uzanmıştı. Uyanık ve uyuyan bedenler birbirlerineyaslanmışlardı. Annem bu yoğun sıcaklığı hissediyordu, terleyen bugövdelere aitti o, sıcak ellerden birini tutmuş, onun parmaklarını kavramıştı,nasıl ki eller birbirine kenetliyse, yüzü de nemli bir yanağa değiyordu.Kollar, göğüsler, kalçalar, kirli sakallardan, organlar, atan kalpler, ötensoluklardan oluşan bir kalabalık; onların arasında olmak anneme güç veriyordu.Bedenlerden yükselen kötü koku onun için çiçeğin açması gibiydi,bu kokuyu derin derin içine çekiyordu, annem bu organizmanın içindeyaşıyor, bu yekvücutluktan hiçbir zaman çıkmak istemiyordu, onlardankopmak annemin sonu, çöküşü demekti. Bu zindanda bir hafta geçirdik,dediğini duydum babamın. Alman kökenli olduklarını belgeleyebilen birsürüye katılmak üzere bir kampa gönderilmek için itilip kakılarak avluyaçıkarılıp sıraya sokulduklarında, babam onu peşinden sürüklemeseydi annemorada kalırdı. Babam vurgular yaparak konuşuyor, düşmanın sözlüğündekikelimelerin üstüne özenle basıyordu. Birkaç çocuğun futbol oynadığıokul avlusuna bakan yeşil odada babam elini cebine soktu, sonraçıkarıp avcunu açtı. Elinde bindokuzyüzonaltıda Galiçya'da ona verdikleriikinci sınıf demir haç vardı. Bu haçı ve savaşta yaralandığını kanıtlayanbelgeyi sahip olduğu tek şey olarak yanına almıştı. Böylece birden gençnöbetçilerle yakınlaşma fırsatı geçmişti eline. Neden bunu daha önce söylemediğinisormuşlardı ona. Annem babam levazım dairesine götürülmüşlerdi,onlara bir seyahat belgesi hazırlanmış ve Slovakya'da onlardansorumlu olan bölge Trencin'e gitmeleri için bilet verilmişti, ayrıca yanlarınaiaşe de verilmişti. Böylece Varşova'ya gitmek yerine güneye doğru yolaçıkmışlar, yazı orada tarla işçiliği yaparak geçirmişlerdi. Yeniden Varşova'yagitmeyi denemek için bir miktar para biriktirmek zorundaydılar.Okulun avlusundan boğuk top sesleri gelirken, Ağustos ortasında sınırıbilen birisi gece vakti bizi dağların arasından Polonya'ya geçirdi, dedi babam.Dikkatli bir şekilde sürünerek ilerlemişler, yamaçtaki küçük taşlarıyerinden oynatmamaya özen göstermişlerdi, çakılların arasında pek çokkez kaydıkları olmuştu, sonra bir taş çığı gürültüyle vadiye düşmüş, ortalıkyeniden sessizliğe bürünene kadar soluklarını tutup beklemişlerdi. Birkaçhafta boyunca Çek ve Slovak Yahudi gruplarıyla birlikte Oswiecim yönünde,demiryollarının birleştiği noktaya doğru durmadan yürümüşlerdi,orada Varşova'ya giden bir trene binmekti niyetleri. Nihayet Bielsko Biala'yayaklaşmışlardı, Avusturya Macaristan ordusundayken babam burayıBielitz olarak biliyordu. Sabahın erken bir saatinde tarlaların arasındakiyolda ilerlerken bir uçak sesi duymuşlardı. Uçaktan koyu bir karaltı düşmüştü.Birisi atladı, demişti annem. Sivri bir kütleydi bu, düştüğü toprağıdağıtmıştı. Kendilerini söğüt ağaçlarının altındaki kurumuş hendekleriniçine atmışlar ve orada uzun süre kalmışlardı, vızıltı duyuluyordu, sessanki daha büyük ve daha uzaktaki bombardıman uçaklarının motorlarındangeliyordu, garip bir biçimde ağır ağır yaklaşan ve gittikçe uğultuya598


dönüşen bir sesten ibaretti bu. Buğday tarlaları sabah güneşinin altındaparlıyordu, gökyüzünde tek bir bulut yoktu, başaklar tamamen kıpırtısızdı,ama aşağılarda, başak saplarının, haşhaş çiçeklerinin arasında bir hışırtıve hızlı bir hareket vardı, küçük hayvanlar geçip duruyordu, kertenkeleler,fareler, tavşanlar, ayrıca da yılanlar. Sesler giderek bir çıngırtıya veuğultuya dönüşmeye yüz tutmuştu, sanki bir fırtına ve dolu sağanağı geliyordu,ama gökyüzü hâlâ açık ve boştu. Kulaklarını elleriyle kapatmışlardıkorkudan, kaynağı hâlâ belli olmayan bu gümbürtü kulak zarlarını patlatabilirdi,ve artık titremeye başlayan yerin, altlarında yarılacağını sanmışlardı.Sanki bir orak darbesi yemiş gibi tahıllar yere inmişti, ve kurşunibirtakım yaratıklar dönen paletlerinin üzerinde kubbeli zırhlı sırtlarıylayuvarlana yuvarlana yaklaşıyordu, yoğun bir sürü halindeydiler, annemkendini ufalanan toprağa atmıştı, otların arasından ileri uzatılmış demirboruların onun üzerindeki tahılı yarışını, çelik gövdelerin tahılı biçişini veuzaklaşmasını görmüştü. Dişlerin arasında kumlar gıcırdıyordu, hemenönündeki toprak parçası evlekler ve yarıklarla doluydu, ölü bir karıncayıtaşıyan başka bir karınca çukurlardan birinin üstünde duyargalarıyla kürekçekiyordu, sonra da ön ayaklarını iyice gererek oturmuştu, kara bir böcekbir saman sapına tırmanıyor, sapı ağırlığıyla eğiyor ve sonra tekraraşağıya doğru sürünüyordu. Ama babam ilk savaş sabahından sonraki ikiayı anlatmaya geçti birden. Küçük kent Alingsâs'da çalışma dünyasına yenidenadım atarak yaşamını teknik ve ekonomik açıdan nasıl güvence altınaalmaya çalıştıysa, kendisinin ve annemin içine sürüklendiği olayları damatematiksel bir hesaplamayla anlamaya çalışıyordu. Olağan yaşamlarındankoparılan insanların sayısının bir gün tam olarak ortaya çıkacağı düşüncesindenhareketle farklı kafilelere sayısal değerler biçiyordu. Başlangıçtaon binleri, yüz binleri somutlaştırmaya kalkışmıştı, onlar belli kentlerdengeliyordu, her biri ardında belli adresler bırakıyordu, her yerde hâlâonların yaptıkları işlerin izi vardı, ama sonra kitlelerin içinde özellikleriniyitiriyorlardı. Hâlâ bir yerlerde kendilerini koruyabileceklerine ilişkinbelirsiz bir umutla, imha edileceklerini bilmeden, insanüstü bir güç tarafındansürüklenerek, ülkelerini terk etmelerine yol açacak doğal afetler,açlık veya kıtlık yüzünden değil, işleyecekleri yeni topraklar aramak içindeğil, hiçbir aklın kabul edemeyeceği bir şiddet yüzünden bir zamanlaryaşamlarını oluşturan her şeyden vazgeçerek, hicret ettikleri ya da öncülükyaptıkları için değil, bir gecede aşağının en aşağısına itildikleri, bütüntaleplerinden mahrum bırakıldıkları ve bütün onurlarından edildikleri,sevkıyat meydanlarından, aktarma hatlarından, nakliye limanlarından,toplama kamplarından ibaret bir dünyanın içine sıkıştıkları için doğuyadoğru akıyor, Almanya'nın bindokuzyüzonsekizde Polonya'ya bırakmakzorunda kaldığı, ama şimdi yeniden ele geçirdiği bölgelerden geçiyorlardı.Ve yerlerinden edilen Polonya Yahudileriyle birleşip sayıları milyonlaraulaştıkça daha da anonimleşiyorlar, yolları Almanya'ya gönderilen iş-599


gücüyle, Yahudilerden temizlenmiş bölgelere yerleşecek olan, Baltıklar'danve Beyaz Rusya'dan toplanan Alman kökenli kafilelerle kesişiyordu.Ancak Ekim ayında kaçanların durumu biraz olsun belli olmaya başlargibi olmuştu, Weichsel Nehri ve Bug arasındaki alanın, belli bir halkgrubu olarak onlara tahsis edileceği söyleniyordu. Annem, babamın anlattıklarındanhiçbir şey anlamıyor gibiydi, oysa üstüne basa basa konuşuyordubabam. Yıpranmış yeşil kadife bir kumaşla kaplı sallanan koltuktaoturuyordu öylece, ona ulaşmak imkânsız gibiydi. Tam karşısında,puslu uzaklıklara kadar bir kayın ağacı korusunun dimdik beyaz gövdeleriuzanıyordu, gövdelerin arasında yürüyordu, bazen düz bir yol izleyerek,bazen zikzaklar çizerek, dokunup okşadığı ağaç kabuğu ipek gibidümdüzdü, ve yerleri çiğneyen adımlar, soluklar ve takırtılar yaklaşıyordu,yine bir sürü insanın arasındaydı, yosunların ve çatırdayan dallarınüstünde yürüyordu, ve sağında solunda yürüyen başka insanlar vardı,yatak takımları, sepetler, alet edevat, tencereler taşınıyordu, tıkırtılar vetıslamalar, uçuşan etekler, aralarında çocuklar, at üstünde birkaç kişi, terliatlar, miğfersiz ve silahsız askerler, inekler, kuzular, kümes hayvanları,ortalığı bir böğürme, meleme, gaklama kaplamıştı, ve yine aynı şey oluyordu,arkalarında bir şey vardı, çok güçlü bir şey gittikçe yaklaşıyordu,onların üstüne çullandı çullanacaktı, ama bir türlü de bitmiyordu bu kovalamaca,kuma dizüstü çökmek gibiydi, zindandaki kalabalık gibi, hendekteyatmak gibi, her şey aynı anda olup bitiyordu, annem olup bitenleriniçindeydi, ve oradan çıkış yoktu. Yol boyunca, dedi babam, bir el arabasınıpeşimiz sıra çektik, içinde çocuklar, yaşlılar ve hastalar vardı. Tepelerdenve dağlardan geçiliyordu, eski Avusturya Şilezya taşrasındaydılar,karma bir halkın yaşadığı taşrada, burada Lehçe, Rusça, Almanca, Ukraynacabirarada konuşuluyordu, bir de Yidiş, köylerdeki zanaatkarların,küçük tüccarların, otelcilerin hepsi Yahudiydi, çiftçiler ve köylüler ise Polonyalıydı,sığınacak bir yer arayanların üstüne köpeklerini salıyordu Polonyalılar.Babam yaşanan yadırgatıcı olayların içinde eriyip gitmek üzereolan şeyleri tekrar tanınabilir şeylerle ilişkilendirmeye çalıştıktan sonrasoluklanmak için ara verdi konuşmasına. Bindokuzyüzotuzdokuz sonbaharındakendisinin ve annemin başına çöken felaketi, tam olarak belirlenebilirgüçlerin yaydığı etkinin bir sonucu olarak görüyordu. Polonyalıbüyük toprak sahipleri kendi cemaatlerinde bir yıl önce demir cevheribölgesiyle Bohemya Ormanı arasında kalan sanayi bölgesinde yapılandüzenlemeleri sürdürmekten başka bir şey yapmıyorlardı, barışçıl taşrayaşamı birdenbire her türlü güce sahip olan birilerinin başkalarına öfkekusabildiği bir alan haline gelmişti. Babamın Warnsdorf'da gördükleri, işçilerinYahudi fabrikatörleri at arabalarının atlarına bağlayıp yuhalamalareşliğinde sokaklarda sürüklemeleri ya da tüccarların dükkânlarından yakapaça çıkarılıp boyunlarına asılan levhalarla pazaryerinde teşhir edilmelerio aşamada öyle bir boyut kazanmıştı ki, ardından dünya ölçeğinde600


ir yıkım hareketinin geleceği belliydi. Babam tek başına, kendisini vekendisi gibi olanları oldum olası yıldırmak ve felce uğratmak isteyen sistemeisyan ediyordu. Onu pisliğin içine itmelerine izin vermemişti. Voltaatıyordu, yüzü kararmıştı. Bir sınıf adına başka sınıfları hizmetine koşanşiddet ne zaman karşısına dikilse yerinde durup oturamazdı, ne Wedding'de,ne de Warnsdorf da Niedergrunder Caddesi'nde. Şimdi sözünüettiği şiddet salgın bir hastalık halindeydi, ve babam bu salgının adınıanarak annemin maruz kaldığı hastalığı teşhis etmiş oluyordu. Bununotuz kırk yılda bir sarsıntılara yol açmak üzere hiçliğin, açıklanamaz olanıniçinden çıkıp geldiği iddia edilmişti hep, ama nasıl oluyorsa bütünayrıntılarıyla planlanmış oluyordu. Hastalığın ateşi zirvede olmadığı zamanlardada hiç düşmüyor, kendini pek belli etmese de bir şekilde dehşetive ölüm korkusunu beraberinde getiriyordu. Kaynağı tüyler ürpertici,doymak bilmez bir iktidar olan salgın sayısız biçimlere bürünüyor, sahtekârbir öpücükten ölümcül bir tecavüze kadar uzanıyordu, ve daha şimdidenher türlü vebanın başarabileceğinden daha fazla yaşamı silip süpürmeyibaşarmıştı. Bu durdurulmadığı sürece annemin iyileşme umududa olamazdı. Annemin içinde uyanacak bir çığlığa hiçbir canlı dayanamazdı.Oysa bu çığlık, tıpkı onunla birlikte yürüyen herkesin çığlığı gibiçoktan boğulmuştu. Zehir yayıcılar onlara önce susmayı öğretmişti, dehşetindışa vurması zaptedilemez olduğunda da tek bir darbeyle susturuluvermişti.Şimdi yine, ömür boyu beni lime lime edenler adına çalışıyorum,dedi babam, ve üstelik, birbirlerini yiyen bu güçlere, varlıklarınısürdürmeleri yolunda küçük bir katkıda bulunma şansına eriştiğim içinteşekkür borçluyum, çünkü bu benim kıt kanaat geçinmemi sağlıyor. Babamın,mantığa vurulabilir, sayılara dökülebilir, düzene sokulabilir gerçekliktenvazgeçmemesi karşısında, annem de bizi kuşatan her şeydenolabildiğince uzaklaşmıştı. Yoksa o bizim bildiğimizden, aklı başındaolanlardan daha fazlasını mı biliyordu, yoksa düşünmenin yıkıma doğrugitmesi yüzünden bizim normlarımıza göre açıklanabilir olan her şeyasılsız hale mi geliyordu, bizi tedirgin ediyordu bu soru. Ayakta olduğuyerde duran babam yeniden Polonya'da geçirdikleri sonbahar sonunuanlatmaya koyuldu, annemse görüntülerin arasında geziniyor, ama bugörüntüler karşısında, ani bir çarpılmaya işaret olabilecek en ufak bir sesçıkmıyordu, bildik yaşamının anılarından öylesine uzaktı. Bir defasında,dedi babam, bir Katolik Kilisesi'ne geldik, geceyi orada geçirmeyi düşünüyorduk,öfkeden kendinden geçmiş haldeki papaz bize engel çıkardı,çocuklar yalvararak kendilerini onun kollarına attılar, onlara elindeki haçıdokundurdu. Sadece hâlâ Krakov civarında oturan Yahudiler sahip olduklarıpek az şeyi başkalarıyla paylaşabiliyordu, onlar da doğuya, KızılOrdu'nun geldiği yöne doğru yola çıkmak istiyorlardı. Alman birliklerionların bulunduğu yerlerden gelip geçiyor, ayakta kalmış olan kulübelerive ahırları ateşe veriyor, tahıl çuvallarını, hindileri, domuz yavrularını601


alıp götürüyorlardı, sonra Karpatlar'ın eteklerindeki Gorlice yakınlarınavarmışlardı, babam bindokuzyüzonbeş Mayısında burada yapılan muharebelerdeyer almıştı, Alman birlikleri Çar'ın ordusunu burada geri püskürtmüştü,daha sonra onun alayı buradan Przemsyl ve Lemberg'e ilerlemişti,şimdi askerler biraraya toplanan Yahudileri bir Şabat gününde itipkakıyordu, haham duanın başından kalkmak istememişti, askerler Tevrat'ıçekip almışlardı elinden, hahamsa ilahisini söylemeye devam etmişti,erkeklerin başından geniş kenarlı siyah şapkaları çekilip alınmış, saçlarındansürüklenen adamlar yerlere fırlatılmıştı, ve söyledikleri şarkınınsonu gelmiyordu, sonra bir kamyonun içine itilmişlerdi, erkekler ve kadınlar,yaşlılar ve çocuklar, babam yine annemi yanına çekmiş, kâğıtlarınıgöstermişti, bir Slovaktı o, eski bir Macar, demir haçla ödüllendirilen birsavaş gazisi, yara almıştı, işte kurşunun içinde saplı kaldığı dizindeki yaraizi, ve dostça onun sırtını sıvazlamışlar, yanlış yerde olduğunu, evinedönmesi gerektiğini söyleyip ona bir yolculuk belgesi, erzak vermişler vebaşvuracağı makamlara gerekli talimatları göndermişlerdi. Ama annembabam geri dönmemişti, Galiçya'ya doğru yollarına devam etmişler, babamınbindokuzyüzonaltıda sahra hastanesinde yattığı Przemsyl'e varmışlardı.Kentin çevresinden dolaşmışlardı, babam tepelerle çevrili, balçıklıbölgede bulunan eski muharebe alanlarını ve cephe gerisinin yük vagonlarıistasyonunu, sarı tuğlalardan yapılma lokomotif hangarlarını tanımıştı,oradan samanlarla dolu bir davar vagonuyla Bremen'e hareketetmişti. Annem ve babam bir avuç Çek Yahudisiyle doğuya doğru ilerledikçekamyonların ve tankların gürültüsü yoğunlaşıyordu, gözlerininönünde köyler vuruluyor, yakılıp yıkılıyordu, birlikler, gerekmediği haldeolabildiğince fazla yol almak istiyorlardı, yakında doğudan yaklaşanorduyla karşı karşıya gelip çarpışacaklardı. Kafile pus ve dumanın içindeilerliyordu, bir çiftliğin yıkıntılarına ulaşmışlar, ahırın kömürleşmiş pencerepervazından içeriye bakınca, ayaklarını bir kalasa, sırtını yıkıntılara'dayamış, bacaklarını iki yana açmış, ellerini karnına bastıran bir kadınınoturduğunu görmüşlerdi, karnındaki çocuğu dışarı doğru itiyordu, etrafındasiyah is tanecikleri uçuşuyordu. Ekim sonunda Dnyester Nehri'ninkollarından birinin kıyısında bulunan bir köyde kafalarını sokacak bir yerbulmuşlardı, Yahudi bir fırıncı onları yanma almayı kabul etmiş, buradakalabilirsiniz, yakında Ruslar gelip bizi korur, demişti. Bizi nasıl koruyacaklarki, diye sormuştu annem Rus askerlerinin gelişinden sonra, onlarınmotorize öncüleri yoktu, yayaydılar, üniformaları yamalıydı, silahları eskiydi,ellerindeki her yanı dökülen birkaç kamyoneti atlar çekiyordu,bunlar Almanları nasıl durduracaklar ki, diye sormuştu annem. Ruslar siperkazıp çukurlara giriyorlardı, hani aylardır sözü edilen şu Alman-Sovyetpaktı vardı, Pakt artık geçersiz miydi yoksa, hayır geçerliydi, peki ozaman niye mevzileniyorlardı, çünkü Pakt eninde sonunda bitecekti,çünkü Almanlar Ukrayna'yı istiyordu, ve Beyaz Rusya'yı ve Kafkasları,602


çünkü bu böyle sürüp gidecekti. Yüz binlerce insan Lwow'a akın etmekteydi,annem babam Kasımda onlarla birlikte bir zamanların zengin venezih kentine gelmişti. Babam tekstil alanında, Lemberg'de varlığını bildiğiçok sayıdaki örme, baskı, boya atölyelerinden birinde bir iş bulmayıummuştu, ama işletmeler kapanmıştı, hâlâ çalışan yerler ise fazlasıyla insandoluydu. Mülteciler sokaklarda yatıp kalkıyor, Sovyet ordusu onlarıniaşesini karşılayamıyordu. Bizi tedirgin eden başka bir şey daha vardı,dedi babam, sürgünlerin arasında pek çok Polonyalı ve Çek komünistvardı, ellerinde parti kitapçıkları hemen askere yazılmak için başvuruyorlardı.Bunlar toplanıyordu, ne var ki askere alınmak üzere değil, Almanhükümetine teslim edilmek üzere. Yıllar önce Almanya'dan SovyetlerBirliği'ne kaçmış olan komünistlerin bunu sineye çekmekten başka çareleriyoktu. Alman imparatorluğuna geri gönderilecek birkaçıyla karşılaştık,dedi babam. İçinde bulundukları kafileden kaçmışlardı, bu arada pekçoğu Almanların eline düşmüştü. Büyüyen korku sadece yaklaşmaktaolan kış karşısında duyulan korku değildi, herkes başka nereye gidebileceği,geçimini nasıl sağlayabileceği sorunuyla boğuşuyordu bir taraftanda. Kuzeye doğru yola çıktıklarında Alman işgal bölgesine girmişlerdi. Ozaman Yahudiler için kurulmuş olan sığınaklardan söz edildiğini duymuşlarve nihayet bir yurt bulmanın rehaveti içinde gözü bağlanan veLublin'e doğru ilerleyen pek çok insan görmüşlerdi. Bir defasında annemingünlerce ortadan kaybolduğunu söyledi babam, onu karların içinde,yakınlarını kaybeden Yahudilerin arasında bulmuştu. O zamandan beridalgınlığının arttığını söyledi, ama babam onun suskunluğunu, yaklaşıkdört ay süren Beyaz Rusya yürüyüşünün yol açtığı bitkinliğe vermişti.Martta Letonya'a gelmişler ve Riga'daki İsveç Konsolosluğu'ndan onlarıİsveç'e götürecek vizeyi ve uçak biletlerini almışlardı. Babam pek çokzorlukların beraberinde yaşanmış olması gereken bu olaydan bir kez dahaöylesine söz etti, annemin dikkatini çekmeyi amaçlıyor, ona acı çektirenher şeyin geçmişte kaldığını, artık güvende olduklarını anlatmak istiyorolsa gerekti. Akşam saatlerinde annemi yatırdıktan sonra, daha uzuncabir süre lambanın altındaki masada oturduk ve babam sendikanın annemiçin bir dinlenme yurdunda yer ayarladığından söz etti, ama anneminorada kalmasının bir işe yarayacağına inanmıyordu, bakımı ne kadariyi yapılırsa yapılsın, tanımadığı insanların arasında yalnız bırakılırsazihninin, bir daha geri dönüşü olmayacak biçimde iyice bulanacağını düşünüyordu.Babama göre annemin iyileşmesinin yegâne yolu durumundeğiştiğinin bilincine varmasından ve bastırıp söyleyemediklerinin dışındakendini başka bir şeye vermesinden geçiyordu. Fabrikada geçirmekzorunda olduğu saatlerin dışında babam her an onun yanındaydı, sürekliona bir güven duygusu aşılamaya çalışıyordu. Sanki tedirgin olmak içinartık en ufak bir neden kalmamış gibi, yumuşak bir dille onu ikna etmeyeçalışıyordu. Annemin kendi tarzıyla ona karşılık verdiğini ve uyuşukluk-603


tan uyanıklığa geçişin ağır ağır gerçekleşeceğini söylüyordu. Anneminonu beklemek için pencere kenarında durup sokağa bakması bile bir iyileşmeumudunun göstergesiydi babama göre, ayrıca Hodann'ın dostuolan ve onları birkaç kez ziyaret eden ve daha sonra da ziyaret edeceğinisöylemiş olan bir psikiyatr da babamla aynı fikirdeydi. Annemi hayattatutan aralarındaki anlaşma, babamın onun bu uzak hallerini, diplerde dolaşmasınıkalenderlikle kabul edişiydi. Gece, mutfağın yanındaki küçükodada yatarken annemin ağladığını duydum, sesi sanki başka birisininsesiydi. Ama ertesi gün, onu ilk gördüğüm andan daha farklı görmeyebaşladım, çünkü başlangıçta onu bütünüyle sönüp gitmiş gibi görmüştüm,ona her zaman olduğu ve bundan sonra da olacağı gibi anne diye hitapettim. Öğleden sonra, babam Beth'in pansiyonundan yemek getiripanneme yemek sırasında yardım ederken, babamın Riga kentinin adınıanısından bu yana kafamı meşgul eden bir şeyi anlattım ona. Riga adı birşeyleri harekete geçirmişti, tıpkı babamın oradan ayrılışlarından öylesinesöz edişi gibi belirsiz bir etkiydi bu önce, ama artık anneme yönelip, düşünceleriminne anlama geldiğini tam bilemeden onunla konuşuyordum,böylece annemin belki de ilişki kurabileceği katmanlara dokunuyormuşumgibi geliyordu bana. Hareket noktam, adı anıldığında aklıma İsveçlibir yazar ve bilim adamı olan Hjârne'yi getiren ama gerçekte tanımadığımbu kentti, Hjârne onyedinci yüzyılın ortalarında Livland'lı İsveç valisininözel doktoru olarak bu kentte yaşamıştı. Hjârne Brecht'in üzerindeçalışmak istediği tiyatro oyunlarından biri olan Rosimunda'yı yazmıştı, kitabıNisanda sandıklardan birinin içine, diğer kitapların yanına koymuştum.O sıralarda, iktidardan başı dönmüş, erotizm tutkunu Lombardiyakraliçesinin öyküsünü anlatan, dini halk şarkılarıyla süslenmiş, koroların,entrikaların ve soytarıların yer aldığı bu kafiyeli dramanın yanı sıra,Hjârne'nin binaltıyüzaltmışyedide Ulspegel'in mezarına yer verdiğiMölln üzerinden Riga'ya, oradan Bremen'e yaptığı yolculuğu anlatangüncesini nasıl okuduğumuzu anımsadım. Birden bunu neden anlattığımıanladım, aramızda oluşan ve yıllardır birbirimizi anlayabilmemizisağlayan gizli bağların bir parçasıydı bu. Hjârne Delmenhorst'da, Bremenyakınlarındaki bir köyde mola vermişti, ve bu köy bizim için özel bir anlamtaşıdığından o sıralarda aldığım notlar beni öylesine ilgilendirmiştiki, onları sözcüğü sözcüğüne alıntılayabilirdim. Yazar, benim çocuklukgünlerinden tanıdığım bu manzaraya bakınca, kendi deyişiyle içinde biruyanış hissetmişti, içimde bir titreme, vecdi bir kıpırtı, güçlü bir sevinç,bir yazarlık sevinci uyandı, diye yazıyordu. Bu satırları okurken kavakağaçlarıyla, ağaçların ardındaki otlaklarıyla ve değirmenleriyle Delmenhorst'unköy yolu gelmişti gözümün önüne, annem babamla buradakidinlenme yurdunda tanışmıştı, beni Şubat bindokuzyüzonaltıda buradadünyaya getirmişti. Etrafımızı saran anı dokusu birkaç saniyeliğine hissedilirolmuştu, ama sonra hemen kayboldu, annemin yüzünde söyledikle-604


imin bir kelimesini bile anladığına dair en ufak bir belirti yoktu. TrendeStockholm'e geri dönerken bu yüz vardı gözümün önünde, röprodüksiyonlarınamansızca kullanıp eskittiği, büyük, karanlık yüz, gözleri taşınkırığına denk gelen kör bir maske. Gaia'nın, toprak tanrıçasının yüzüydübu, sol eli çatlamış parmaklarıyla havaya kalkmıştı, yanımdan akşammanzaraları akıp geçiyordu, yılanın göğsünden soktuğu Alkyoneus onunuzağında boylu boyunca yere uzanmıştı.Okulun avlusunda yemyeşiliyle, sararıp yaprak dökeni, karla kaplananıve yeniden tomurcuklananıyla ağaçlara bakmak, annemin bedenindeküçücük bir hareketin, bir sinir titreşiminin ve biraz olsun gevşeyenbir cildin, annemin yüz hatlarını zaman nehrinin dışında tutmaya çalışankasların ve kirişlerin rahatlamasının bekleyişi içinde olmak, açık, kurumuşdudakların belli belirsiz kıpırtısını, onu gezdirmek için kaldırdığımızdakendini tekrar salışını, kollarından tutup yönlendirdiğimizdeayaklarını sürüyerek bize uyuşunu izlemek, bütün bunlar, ayda bir kerehafta sonları yaptığım ziyaretlerde geçirdiğim saatler esnasında canlıolan her şeyin tüm kıpırtılarına karşı duyarlılığımı güçlendiriyordu, ve ilgimdış görünüşlerden ziyade içerde olan bitenlere yönelikti. Dünyadankopmuşluğun maskesi altında annemin ruhunda bir şeyler olup bittiğiseziliyordu, olup bitenleri kavramak bizim açımızdan bir bilinç değişikliğigerektiriyordu, aramızdaki anlaşmayı yeni bir algı becerisi düzenliyordu.Sözcüklerin ulaşmayı başaramadığı şey bir kulak kabartmada ve dokunuştabelki de körlerin bildiği ilişki biçimlerine dönüşüyordu. Uzunlamasınaahşap evin avlusunu geçip büyük giriş kapısından caddeye çıktığımızdabazen annem olduğu yerde kalıyor ve sanki karşısına korkunçbir şey çıkmış gibi çakılıp kalıyordu. O zaman, içinde yeniden bir hareketitkisi uyanana ve bir ayağını ötekinin önüne itene kadar bekliyorduk. Bazengeniş pencerelerinin ardında, kurumaları için baskı masalarının üstüneasılmış renkli kumaşların göründüğü fabrika boyunca, hat bekçisininoturduğu evle, tek tük birkaç villanın ve bahçenin, tarlaların ve korularınsınırına dayandığı demiryolu geçişine kadar yürüyor, bazen de tam aksiyöne, hendeğe gidiyor, ağaçların altındaki küçük gölün kenarında birbankta oturup dinleniyorduk. Ekşi bir kokunun yükseldiği kararmış suyunkarşısında oturmuş, arada bir istasyondan gelen tren sesine kulak verirken,konuşmadan oturan annemin üzerinden birbirimize seslenerekbabamla sohbet ediyor ve annemi de sohbetimize dahil etmiş oluyorduk.Kuğular ağır hareketlerle köpüklerin ve yağ birikintilerinin arasında süzülüyordu.Dönüş yolunda, hamamın ve eski yoksullar yurdunun önündengeçip, kaba kesme taşların üzerinde duran köprünün, az ilerdekiBeth'in pansiyonunun ve en ucunda annemin babamın oturduğu, basa-605


mak basamak alçalan blokların oralara vardığımızda, ayak sesleri, aradabir kulağımıza çarpan sözcükler ve nidalar ya da gelip geçenlerin kahkahalarınıduyuyor, annemin olduğu yerde çakıldığı anlarda da ilerlemesiiçin onu ortamıza almaya çalışıyorduk. Babam ve ben anneme karşı davranışbiçimimizin yerinde olduğu konusunda bizi ikna eden yabancınınziyaretinden daha önce anneme karşı bu davranışı alışkanlık haline getirmiştik.Bu kadın ilk karşılaşmamızda doktorla birlikte gelmişti, onun sıksık annemi gören Doktor Bratt'ın asistanı olduğunu düşünmüştüm. İlericiçevrelerde öncü olarak kabul edilen, ama geleneksel psikolojinin temsilcilerinceşarlatan ilan edilen Bratt'a göre, uyguladığı tedavinin anlamıhastaya biraz olsun kendi neşemizi bulaştırmaktı. Psikanalizci ve köydoktoru Bratt, Hjârne'nin güncesinde anlattığı o naif yazar sevincini içindetaşıyor ve hastaya yanında getirdiği gitarıyla kendi bestelerini çalıpsöylemeyi ihmal etmiyordu, yeni bıyık bırakan doktorun şarkıları iyimserdi,olayları, Belçika'ya, Hollanda'ya ve Fransa'ya yönelen taarruzları,Britanya birliklerinin denize dökülüşlerini, İngiltere'ye yönelen hava saldırılarınıgereğince yansıtmasalar da, babamın düşüncesine bakılırsa annemisakinleştiriyorlardı. Açık alınlı, yuvarlak, aydınlık yüzünü şarkısöylerken geriye atan doktorun bestelediği eserler kederin üstünden kayıpgidiyordu, ve eğer acıyı derinleştirmiyorlarsa bunun nedeni, anneminyanıbaşında duran kadının yaydığı garip ışığın bu acıyı durdurucu bir etkiyapmasıydı. Bu narin, ufak tefek, genç kadın erkek çocuğuna benzeyendar çehresiyle sessizce annemin yanında oturup onu gözlüyor ve aradabir onun ellerini okşuyordu. Onun, Bratt'in konukevinde kalan yazar Boyeolduğunu öğrendim. Çekingenliği yüzünden uzunca bir süre aramızdahiçbir konuşma olmamıştı, ama kendini anneme neredeyse fedakârcaadıyordu, bir defasında sonbaharda bize yalnız geldiğinde ve dönerkencaddeye kadar ona eşlik ettiğimde biraz konuşmuştuk, sonra da onunlabaşta biraz tutuk giden, ama zamanla ayrıntılara inen, bindokuzyüzkırkbirMartına kadar süren, arada da bir ay kesintiye uğrayan bir diyaloguniçine girmiştik. Konuşmalarımızın dönüp dolaşıp geldiği konu ölüm olmasınarağmen, ortaya çıkarılması gereken bir güçten söz edişini anlayamıyordum,bu nedenle de zihinsel arayışına taktığı öteki adlandırmaya,hakikat arayışı dediği şeye dikkatimi vermeyi tercih ediyordum. Bütünçabaların çözülmekte oluşu düşüncesini imgesel anlamda kullanıyor gibiydi,çünkü kısa bir süre önce büyük bir çalışmasını tamamlamıştı. Sözünüettiği içsel boşluğu, içine düştüğü dağılmayı ölüm isteğinin göstergesiolarak değil, zihinsel gerginliğin bir sonucu olarak anlıyordum. Dayanıklılığınyokoluşundan o sıralar çok söz ediliyordu, ama yine de, artık sıksık buluştuğum Hodann ne zaman bunun nedenini, siyasi yenilgiye, birleşmeçabasının başarısızlığına bağlasa, Boye kişisel yaşam cesaretinin yitirilmesinden,artık daha fazla dayanmanın mümkün olmayışından sözediyordu. Koşullar karşısında boyun eğmeye zorlanma tehlikesi benim606


uhumda savunma tepkisine yol açıyordu, buna karşılık Boye kendini birvazgeçişe teslim ediyor ve bu vazgeçiş onun edebi becerisini inkâr ediyordu.Boye bir zamanlar devrimci gelişmelerden etkilenmiş, yirmili yıllarınsonunda Sovyetler Birliği'ne yaptığı bir gezi onun radikal devrimumudunu düş kırıklığına uğratmış ve bindokuzyüzotuzikide Almanya'dayaşadıkları daha iyi bir ortak yaşamla ilgili beklentilerini bütünüylesilmişti. Sonra bu sıkıntısı yaklaşık on yıl boyunca devam etmiş, yaptığıher işin ardından kendi yetersizliğinden başka bir şey hissetmemişti,Münzenberg'in ölüm haberinden kısa bir süre sonra yayınlanan Kallocainadlı romanında, yaşadıklarını anlatmak üzere bir kez daha toparlananakadar sürmüştü bu durum. Ekim sonunda, gazetelerde başında kanlı birbandajla, burun deliğindeki kanülle, şişmiş ve morarmış gözleriyleTroçki'nin yüzünü gördükten iki ay sonra Münzenberg de Güney Fransa'da,Saint Marcellin yakınlarındaki Caugnet Ormanı'nda öldürülmüştü.Dağda dolaşan iki avcı yaprakların arasında, bir meşeden kopmuş birdalın altında yarı yarıya çürümüş gövdeyi bulmuştu, boynunda tel birhalat vardı. Önce onun intihar ettiği söylendi, sonra Fransız KomünistPartisi, onun bir casus olarak yoldaşlara ihanet etmenin bedelini ödediğisöylentisini yaydı. Bir süre sonra baş gösteren ve onu faşistlerin öldürdüğünüiddia eden teoriyi Hodann reddediyordu. Onun Fransız ya da Almanajanı olduğu suçlaması gibi, Almanlar tarafından idam edildiği iddiasıda inandırıcı değildi, çünkü Almanlar onu yakaladıktan sonra ya birkampa götürürlerdi ya da Sovyetler Birliği'ne teslim ederlerdi. Hodannadli tıptan bilgi aldığını söylemişti, bu bilgiler onun intihar etmediğini,ölüm nedenin maruz kaldığı şiddet olduğunu doğrular nitelikteydi,omuriliğinin durumu birisinin onun bacaklarına asılmış ve onu aşağıyaçekmiş olabileceğini gösteriyordu. Hodann'a Münzenberg'in çocuklukgünlerinden söz edip, babasının emri üzerine kendini asmak için elindeiple çatı katına çıkışını anlattığımda da intihar olasılığına karşı çıktı, amao sırada yaşanan bu travma, bütün ucubeliğiyle harici bir şiddet olarakyeniden karşısına çıkana kadar yıllarca onun peşini bırakmamış olabileceğinikabul etti. Münzenberg'in ölümü hakkında konuşurken lafı anneminhastalığına, dolayısıyla da ruhsal olayların beden üzerindeki etkisinegetirmiştik, Lenin'in Zürih'te ortaya çıkan hastalığı hakkında Münzenberg'inanlattıklarını hatırlatmıştı bana bu. Kasımda yaptığımız bir yürüyüşsırasında Boye'ye söz etmiştim bundan. Hodann'in da söylediği gibiMünzenberg'in doğa güzelliği anlayışına böylesine uygun düşecek biryer olan ve onda ancak ve ancak özgürlük duygusu ve gezinti keyfi uyandırmışolması gereken, Rhöne Nehri'yle Isere Nehri arasında uzanan tepelereyayılmış olan bu ormanda onun kendini asması düşüncesi aklımatakıldıkça, o ânı tasavvur etmeye çalışıyordum, Münzenberg'in boynundakiipin sıkıldığı ânı, asıldığı ağaçta, beynindeki bellek keseciklerininpatladığı ve gri maddenin içindeki kendisine ait biricik yoğun dünyanın607


havaya uçtuğu ânı; o anda Spiegel Sokağı'na ait anı parçaları da uçuşmuşolmalıydı kafasında, beklentilerle dolu genç devrimciye kucak açmış olanLenin onunla birlikte bir kez daha ölmüş, acıdan kaskatı kesilmiş olmalıydı,çünkü o sıralar Lenin'in gövdesini kalın bir şerit halinde kırmızı biregzama, bir kemer gibi, yakıcı bir gül tarhı gibi sarmıştı. Bana morfin bulun,diye yalvarmıştı Lenin ona, artık dayanamıyorum, ne oturabiliyorumne de kalkabiliyorum, bir haftadır uyku girmedi gözüme, ve Münzenberganarşist işçi doktoru Brupbacher'in yardımıyla ona uyuşturucubulmuştu. Göğüs kemiğinden, sol kaburganın altından omurgaya kadaruzanıyordu iltihaplanmış sinirlerin yol açtığı bu yangı, Nessos'un zehirivücudunu kapladığında Herakles de böyle hissetmiş olmalı, demişti Lenin,göğüs kafesinin sağındaki küçük bir alanın üstüne yatabiliyordu ancak,bu pozisyona da yarım saatten fazla dayanamıyordu, ayrıca sağ kalçasıda romatizmalıydı. Morfinin etkisiyle, büyük yastıkları sırtına destekyaparak, avludaki sarmaşıklardan gelen tatlı kokuyu içine çekerek bir süreliğinesakinleşip dinlenebiliyordu, ve bu onun bilgi evrenine nakşolmuşküçücük bir nokta, ardında hiçbir iz bırakmayacak bir hücre çekirdeğiydisadece, kocaman tek bir yanık kabarcığı, diyordu Lenin, Münzenberg'inanlattıklarına göre, dört hafta boyunca bu kabarcığı her yere yanında taşımış,o halde kendini kütüphaneye sürüklemiş, sokaklarda yürümüş, öğleyemeğine tam vaktinde yetişmek için dik merdiveni tırmanmıştı, geceleriacıdan kükrediğini söylüyordu Krupskaya, çünkü aklını bulandırdığı içinkısa bir süre sonra morfini bırakmıştı, inliyor ve bağırıyor, ama yine detitreyerek yazdığı tümceleri toparlayabilmek için mücadele ediyordu,üşüme ve yanma krizleri içinde yazılmış bu tümcelerden çığır açıcı birbelge doğmuştu, ve nasıl ki Münzenberg'in beyninde her şey bir andakan kırmızısına bulanıp, karanlığa gömüldüyse, Lenin'in beyninin çalışanson kısmı da belgenin bitmesine doğru karanlığa gömülmüştü. Belkide Münzenberg'i ölüme götüren yaşama sevinciydi, demişti Boye, belkide ormanda dolaşırken yüksek sesle şarkı söylüyordu ve bu yüzden onutakip ettiklerini duymadı, böylece varlığıyla bütünleşip ormanı arşınlarkendüşmanlar ona arkadan saldırdılar. Boye bunun nasıl bir şey olduğunutasavvur edebiliyordu, çünkü o da böyle bir duygu taşıyordu, bir şeyeulaştığını sandığı anlarda hep bir şeyler yitirmiş gibi gelmişti ona, istekleriniyerine getirme arayışında karşısına hep yoksunluklar çıkmıştı. Budurum kitabının aldığı övgüyle çelişmiyordu, yapılan taltifi yalanlarlabeslenen bir çarkın sonucu olarak görmüş olmalıydı, çünkü totaliter birdünyadaki barbarlığın, hunharlığın varlığı göz kamaştırıcı bu ünü boşaçıkaracaktı. Dediğine göre, görür görmez annemi kendisine yakın hissetmişti,çünkü annem de bütün yanlış anlamalara ve kaypaklıklara, bütünuzlaşmalara ve sınırlamalara sırtını dönmüştü. Annemin şu an yaptığıkendi düşünme biçiminin bir parçasıydı, annem hasta değildi, tersine ilkellerintanımladıkları anlamda aydınlanmıştı. Bratt ona annemden söz608


ettiğinde hemen etkilenmişti, annemin yaşadığını o da, kendisini cinnetesürükleyebilecek bir dehşet fırtınası olarak yaşamıştı. Boye'ye göre annembelli bir noktada bizim tasarım gücümüzün sınırlarının ötesine geçmişti.Babamın sayıları sayesinde kendinden zar zor uzak tutabildiği şey,annemin iliklerine kadar işleyip can kazanmıştı. Böyle bir bilgiyle, bilinenher şeyin dışındaki bir şeyin hükmü altındayken bizim aramızda yaşayamazdıartık o. Annem dışarıdaydı, ama akıl hastası değildi Boye'ye göre,çünkü içinde taşıdığı şey bir hakikatti, dehşet verici, bizim henüz anlayamayacağımızbir hakikat, ve bu noktada da bir kâhindi o, ama merhametdağıtmak anlamında bir kâhin değil, korkunç bir belanın kâhiniydi. Boyeayrıca son haftalarda kendisinin de, alışılmış her şeyin çözüldüğü, bütünyolların yitip gittiği, yön duygusunu dışlayan bir duruma sürüklendiğini,ama umarsızlık dünyasını gören anneme karşılık kendisinin, kişiselbir güçsüzlüğün içine gömüldüğünü söylüyordu. Dilimizin ötesindekibir şeyi nasıl dillendirebiliriz ki, diye soruyordu Boye, annem gözlerininönünde kötürümleşen bir gerçeklikle nasıl yeniden bağdaşabilirdi ki, onuşimdi içinde yaşadığı dünyadan çekip çıkarmaya yönelen her çaba, düşlerindebirlikte yaşadığı insanlara ihanet edip yalanı kabullenmesine çağrıolmayacak mıydı. Onun arada bir eskiden de gerçeği tüm çıplaklığıylagörüşünden ve söyledikleri karşısındaki çaresizliğimizden söz ettiğimde,Boye konuyu Bratt'la konuştuğunu söylemişti, Bratt babamın annemi götürdüğüklinikte onunla ilgilendiği saatlerin dışında annemin gündelikyaşamında kendini ifade isteği yönünde belirtiler gösterip göstermediğinimerak ediyordu. Ayrıca Boye'nin dediğine göre, Bratt'ın, daha aylarcasürebilecek bakıma devam etmeyi babamdan beklemenin doğru olup olmayacağıkonusunda kuşkuları vardı, çünkü annem acısıyla edilgenliğiniçine gömülmüşken babam fabrikadaki ağır işin yanı sıra bir de pratik görevleriyerine getirmesi gereken ve sonu gelmeyen bir endişeyle karşıkarşıyaydı. Boye'nin söylediğine göre, Bratt babamın sadece bu sorumluluğutaşıyıp taşıyamayacağını değil, aynı zamanda katlandığı zahmetibelli edip etmeyeceğini de sorguluyordu, evet bir de bazı durumlardapsişik kilitlenmeyi açabilecek bir elektroterapi seçeneği de vardı, Bratt buiki durumu tartıyordu. Ama babam bu tür bir tedaviyi tartışmak bile istememişti,onun ve onun gibi dışarda kalanlar için bu tedavinin bir rahatlamayanılsamasından başka bir şey olmadığını söylüyordu, annem için deböyle bir müdahale bir vahşet eyleminden başka bir şey olamazdı babamagöre, onu bu duruma sürükleyen zaten tam da bu vahşetti, elektroşokonu daha da ulaşılmaz kılmaktan başka bir işe yaramazdı. Boye annemiMayıs ayında gördüğümden bu yana onda bazı değişiklikler gözlemleyipgözlemlemediğimi sormuştu, bu soru üzerine annemin durumuna alışmamınbeni dikkatsizleştirdiğini fark ettim, ve annemin yanma dönüponun yüz hatlarını daha eski izlenimsel anılarımla karşılaştırmaya çalıştığımdabu süreç içinde ne olup bittiğini görebildim. Bizim yüzümüze bak-609


masa da, bizimle konuşmasa da tek başına ayağa kalkıyor, giyinebiliyor,yıkanabiliyor, mekanik hareketlerle de olsa yemeğini koyabiliyordu, vebazen ne yapmak istediğini unutuyor, o zaman babam onu yönlendiriyordu,ama dışardan bakıldığında günlük akışın içindeydi ve yapmasıgerekenleri yapabiliyordu. Annem eski evin oturma odasındaki pencereyeyaslanıp okulun avlusuna bakıyor, orada bir çocuk görüyordu, çocukne konuşabiliyor, ne de bağırabiliyordu, üstünde ona dişlerini geçirmişiki sıçan vardı. Babam mutfakta akşam yemeklerini hazırlıyor, cumartesive pazar günleri ev işleriyle ilgileniyordu, hafta içi ise evi toplamak ve yemekhazırlamak için bir yardımcı geliyordu. Acaba çürümüş ahşap kokanbu karanlık ve alçak mekânlar annemi teselli edebiliyor muydu, acababurası onun içine düştüğü halüsinasyonların dokunulmazlığı için gerekenbir çerçeve miydi, yoksa onlar bu kapalılık içinde annemi daha mıçok korkutuyordu, bu sorulara verecek cevabım yoktu. Onunla birliktemasaya oturduğumuzda, bazen uzakta bir şeyler konuşuluyormuş gibikulak kesiliyordu. Dehşet duygusunu uyandıran bizim dünyamızda varolan şeyler değildi, babam sanki düşüncelerimi okumuş gibi Bratt'ın kliniğindeyapılan muayeneler sonucunda beyinde bir hasar bulunmadığınısöylemişti. Doktor konuşma yetisi ve eylem inisiyatifi kaybının psikiyatridetipik bir durum olduğunu, hastanın günün birinde kendiliğinden konuşmayabaşlayacağını söylemişti. Bunları söyledikten sonra babam yineona dönmüş, yüksek sesle gazeteden haberleri okuyup onları yorumlamıştı.Berlin yağmurlu, demiş ve anneme ayna gibi parlayan asfaltı gözününönüne getirip getiremediğini, Sovyet Elçiliği'nin önünden geçen arabaları,Molotov'un Berlin'e geldiğinde Şehitler Anıtı'nın önündeki nöbetçilerinona selam duruşunu gözünde canlandırıp canlandıramadığını sormuştu.Leipzig Caddesi'ni, Wilhelm Caddesi'ni gözünün önüne getirebiliyormusun, demişti, Reich Başbakanlık Binasında ayrıntılı müzakereleryapılmıştı, Romanya'nın Almanya'ya bağlanması tartışmaları, Ribbentrop'unRomanya ve Bulgaristan'ın işgal edilmesi hedefine ilişkin yaptığıaçıklamalar Molotov'un güçlü itirazlarıyla karşılaşmış olmalıydı, çünkübu ülkelere yöneltilecek taarruzlar Sovyetler Birliği'nin çıkar bölgesinezarar verirdi. Rus siyasetçinin olumsuz tavrı karşısında Alman Ordusu'nunda başı olan zatın koca salonda yankılanan boğuk sesiyle, İngiltere'ninyenilgisi kesin, ada krallığının işgalinden önce geriye bir tek, güneydoğudayapılacak harekâtlar kalıyor, derken gösterdiği öfke patlamasınıtasavvur edebildiğini söylüyordu babam. Sovyetler Birliği Almanya'yıAvrupa'nın efendisi olarak kabul edemezdi, babam bu toplantıyıanlaşmanın tarafları arasındaki açık bir ön savaş olarak görüyordu ve budurum ister istemez askeri bir çarpışmaya yol açacaktı. Boye'yle sürdürdüğümüz,ama giderek azalan, yine de haftalarca görüşmediğimiz haldekaldığı yerden devam eden, hiç değişmeyen bir ortamda sürdürüldüğüiçin daha da önem kazanan diyaloglar esnasında kış aylarında ve ilkba-610


harda Macaristan, Yugoslavya, Arnavutluk, Bulgaristan ve Yunanistanolayları gerçekleşti. Ama Boye'yle birlikte annemin babamın evinden çıktığımızdaya da onu Bratt'm muayenehanesinin bulunduğu, pazaryerineçıkan bulvardaki binanın yanındaki konukevinden almaya gittiğimde,patates ithal eden, tütün ve keten yetiştirmenin öncülüğünü yapan vekentin ilk imalathanelerini kurmuş olan Alström'ün önünden geçtiğimizde,sarayın bahçesine ya da batıdaki tepeli ve ormanlı araziye yönelip deyolda düşüncelerimizi paylaşırken savaş bölgeleri önemini yitiriyordu.Boye annemin hayatıyla ilgili daha fazla şey bilmek istiyordu, ona oturduğumuzevi, Berlin'deki mahallenin yollarını anlatıyordum bunun üzerine,Boye de orada bir yıl yaşamış, Mommsen Caddesi'nde bir oda kiralamıştı,haftada üç saat psikanaliz, önce Schindler'le, sonra Lampl'la, ardındanda doktorların ücretini ödeyebilmek için zor bir iş olan Etzel Andergastçevirisi gelmişti, depresyonlar, bohem çevrelerde takılma. Anlattığıbindokuzyüzotuziki yılının Berlin'iyle, eğitim yıllarımın geçtiği kentarasında ortak bir şey bulamamıştım. Boye'nin psikanalizcinin koltuğundaduyduğu korkularıyla, tutsağı olduğu ama hemen açık etmemeye çalıştığıtutkularıyla, Romanistik Cafe'deki fısıldaşmalarla, bir taraftan ayakişlerinde çalışırken bir taraftan da akşam okuluna da devam eden oğlanınzaten benden kaçmaya çalışan hayatı arasında bağlantı kurmak pekmümkün değildi. Darbeler, asfalttaki kan lekeleri, titrek sesli düdüklerincırlak çınlayışı, peşlerinde polislerle sokaklarda koşan yaralılar, Liebknecht'inevinin önündeki mitingler, Sovyet filmlerinin afişleri, ajitasyonkonuşmaları, daracık lokallerdeki buluşmalar, Hodann'ın Reinickendorfdaki konferansları, geceleri mutfakta kitapların okunması, dünyadevrimi umutları, SA'ların gürültülü yürüyüşleri, Boye mitik bir felaketinyaklaşmakta olduğundan söz ederken, bütün bunlar şimşek gibi gözümünönünden geçiyordu. Nasyonal sosyalist bir kitle gösterisinin yapıldığıspor sarayının önünde komünist broşürler dağıtmış, hızla işimizi yapıpsonra saldırıya uğramamak için hemen dağılmıştık, Boye ise içeridekikalabalıkta en hunhar barbarlık kehanetini karanlık, egzotik bir ritüel olarakyaşamıştı. O sırada Yahudilerin uğradığı zulmün nerelere uzanabileceğinitam olarak anlayamadığını söylemişti. Schindler Yahudi kökenli,kadın doktor Lampl bir Yahudiyle evli olduğu ve sevgilisi Margot'nunannesi Yahudi olduğu halde bir ırkın böylesine bir sürek avına maruz kalmasıonun için anlaşılır bir şey değildi, asla dinler arasında bir fark gözetmemiş,hangi halk olursa olsun inancın kendisinde şiirsel bir güç görmüştü.Çoğunluğu azınlığın üstüne körlemesine salan ırkçı fikrin insanlarındüşünme biçimi üzerinde egemenlik kurabileceğine itiraz ettiğini,iktidarın darbeyle ele geçirilmesinden bir akşam önce hâlâ ülke çapındabir ayaklanmanın gerçekleşeceğine inandığını söyledi, ama olayların gözkamaştırıcı seyri onun da gözünü kamaştırmıştı. Yine de onun kitabınıokurken, kendisinin sözünü ettiği körleşmeye rağmen dünyanın ikiye bö-611


lünmüşlüğünü anlatmasıyla o zamanki döneme kesinlikle isabetli baktığıkanısını edinmiştim, ama Boye, romanın esin kaynağının Berlin'de yaşadıklarıolduğundan kuşkuluydu, ona göre asıl kaynak daha eskiden berivar olan bir güçsüzlük duygusuydu. Berlin'de kalmış olmasının, tıpkıpsikanaliz gibi kendisine bir yararı olmadığını söylüyordu, bir başarısızlıkduygusu içinde geri dönmüştü. Onunla çalışma koşullarımızı karşılaştırıyorduk,onun için yazmak, öncelikle de şiir yazmak oldum olası onuaşağıya çekmeye çalışan güçleri aşma çabasıydı, hastalıklı bir durumunberaberinde getirdiği hayallerle boğuşmak zorunda kalmıştı hep. Bir yapıtıtamamlamayı başarmak onun gözünde şiirin bir gücü olduğunu kanıtlamaktı,bu güç kısa bir süreliğine olsa da, dış dünyanın bağlayıcı, boğucu,öldürücü düzenleri karşısındaki üstünlüğünü gösteriyordu. Bensedaha başlangıç aşamasında olduğum halde kişinin kendini ifadesi sorunuylailgilenmiyordum, benim için önemli olan malzeme toplamaktı,böylece günün birinde yaşamımda bir tavır geliştirebileceğimi düşünüyordum.Benim çalışmalarım hiçbir zaman destek görmemiş, hep engelleraşmak zorunda kalmıştı, buna karşılık Boye, Viggbyholm Okulu'ndaöğretmen olarak çalıştığı otuzaltı ve otuzsekiz yılları arasında da yazarlığınıgeliştirme fırsatı bulmuştu, huzursuzluğun ve korkuların ifadesindenbaşka bir şey olmayan edebiyata tutulduğunu söylüyordu. Rosalinde'yiziyarete gittiğimde onu Viggbyholm'de bir defa gördüğüm gelmiştiaklıma, galiba onu hastanede Rosalinde'nin yatağının başında da görmüştüm,yarı karanlıkta kazağının üstüne taktığı sarı kravat parlıyordu.Rosalinde Ossietzky'yle arkadaşlığını doğrulamıştı, Boye Rosalinde'ninköy okulundaki öğretmenlerden birisiyle yaptığı evlilik sayesinde artıkköksüzlüğünü, aidiyetsizliğini aştığını düşünüyordu. İntihar etmeye çalışmışolan bir hastanın başucunda ona rastlamış olmam da garip bir durumdu.Boye, aslında karakteri gereği neşeli bir insan olduğunu, kendisiniyaşama bağlı hissettiğini, varoluşu değerli bulma becerisine sahip olduğunusöylüyordu. Okuldaki ders saatleri, şiirlerini genç dinleyicilereokumak, edebiyat ve sanat sorunlarını tartışmak onun kendini güvendehissetmesini sağlamıştı hep, çevresinin gittikçe karanlığa gömülmesiniher geçen gün biraz daha zor taşır hale geliyordu. Sokaklarda yürürkenve gelip geçenler fısıldayarak iki yabancıya dönüp bakarken, yaptığım işçerçevesinde şiirsel tasavvurun benim için belirsizlikler taşıdığını söylemiştim,yazmayı olağanüstü geniş sınırları olan, baştan biçimlenmemişbir şey olarak düşünebiliyordum ancak, bildiğim tek şey sonu gelmeyenbir sürece adım attığımdı, henüz çözemediğim zorluklar içindeydim,çünkü yazmak için günün ancak birkaç saati kalıyordu bana. Bir defa başlanmışbir işin her defasında kesintiye uğraması bir tür tecavüze uğramaktı,ücretli iş saatini kısaltmanın bir yolunu bulmak zorundaydım, bununnasıl olduğunu, maddi kilitlenmişlik içindeki hayatı ancak yazaraktam olarak kavrayabilirdim. Ürettiğim şeylerin hiçbirisine sahip olma-612


mıştım şimdiye kadar, böyle birisi olarak yazmak eyleminde kendime aitbir değerin ortaya çıktığını görüyordum, ama aynı zamanda kendimdenemin değildim, Boye bu duygumu yaratıcı çalışmanın temel özelliklerindenbirisi olarak görüyordu, buna karşılık ben bu duyguyu sürekli çekilenekonomik sıkıntının eseri olarak düşünüyordum. Hiçbir şeyin sontahlilde dondurulamayacağından söz ediyordu, akıp giden şeylerin içindenancak kalıcılığı olmayan şeyleri seçerek, temel özelliği kırılganlıkolan yapılar kurabildiğinden söz edip duruyordu. Tek tek hayallerin ancaküslup araçlarıyla zaptedilebileceğini söylüyordu, içinde devamlı kayıpgittiği üslup ona, bir şey bulmuş ve ardında bir şey bırakmış yanılsamasınıyaşatabiliyordu. Bense üslup hakkında, farklı motiflere göre değişimolmasından başka bir şey bilmiyordum, kuru olabilen, bazen nesnel,sonra hareketli, bütünüyle şaşırtıcı olabilen birşey, entelektüel uğraşın,örste demir işlemenin ürünü bir şey, sanırım bunu Brecht'e yaptığım ilkziyaretlerden birisinde duymuştum. Yazdıklarımın serbest bir buluş seliolması yerine bir makale gibi olmasını istiyordum, Boye bunu da kabuletmiyordu, çünkü anlamlı bir izlenim aktarmak istiyorsak ancak bütünüylebağımsız bir dünya yaratmak gerektiğini söylüyordu, oysa görünürolanın sağlam bir yeri vardı ve onu taklit etmek için gösterilen her çabaister istemez sanata aykırıydı. Ama zaten ben de, kendini bana doğrudanaçan dünya hakkında değil, benim çevremde ifade edilebildiği kadarıylabilinçlilikle ve kültürel varlıklarla dolu olacak bir durumu yaratmamücadelesini yazmayı düşünüyordum. Şimdi Boye'yle konuşurken, aşağılanmışlığımıziçinde kendimize mal etmiş olduğumuz ve adeta kendimizehedef yaptığımız bu kavramlar bana sloganlaşmış gibi geliyordu.Bütün hayatı eğitimin içinde geçmiş olan Boye burada mücadelelerle nekastettiğimi anlayamıyordu. Onun için yazmak, bir teselli arayışı olmasınınyanı sıra, hep doğal bir şey olmuştu. İlkgençliğinden bu yana şairlerle,müzisyenlerle, düşünürlerle yakın ilişkisi olmuştu, düşüncelerini notetmiş, şiirler yazmıştı, Kallocain romanı dilin içinde katettiği uzun bir yolunson noktasıydı. Bu tamamlanmışlığın bedeli bir yetersizliğin içine düşüşolsa da, görevi olarak gördüğü şeyden asla sapmadığını söyleyebiliyordu.Karşımızda sanat olarak adlandırdığımız bir olay vardı, onu tanımlamakzor olduğu gibi eskimiş tanımlara da gelmiyordu, çok eski zamanlardanberi özel bir ifade biçimiydi sanat ve onun ışığı acı dolu yaşamımızınher yerine sızmıştı. Boye hafif İsveç aksanıyla konuştuğu harikaAlmancasıyla, bazen kendini vahiy aracının hizmetindeki bir rahibe gibigördüğünü söylüyor ve vermek zorunda olduğu sınavları, yazmaya dinibir görev gibi yaklaşmasıyla ilişkilendiriyordu. Sanat onun için ilahi birşeydi, bense sanatı kuru bir biçimde yararlanılabilecek bir zanaat olarakgörüyordum. Onun melankolisinin kaynağı iç çelişkileriydi, bense işgücümüucuz fiyata endüstriye satmak zorunda olduğum için baskı altındaydım.Edebiyatın özerkliğinin temeli olan bağımsızlığa nasıl ulaşabili-613


iz ki diye soruyor ve ona kendi çıkış noktamı anlatmaya çalışıyordum.Babamla ortak noktamız bir fabrikaya zincirlenmiş olmamızdı. Bu mekanizmanınbir parçasıydık, ondan nefret ediyorduk ve ona bağımlıydık, obizi kayıtsızlıkla ezip geçerken biz ona sıkı sıkıya sarılıyorduk. Nasıl kiben sürekli olarak, santrifüj fabrikasının bağırsaklarında debeleniyorsamve her an bir çöp gibi kenara atılma korkusuyla yaşıyorsam, babam datekstil basmahanesinde çalışıp çabalıyor, kıvamlı boyayı spatülle şablonunüzerine döküyor, metal örgülü geçirgen yerlere boyayı yayıyor, ağrıyansırtıyla çerçeveyi kaldırıp sıkıştırma deliklerini merdanenin üzerinebastırıyor, kırk metre uzunluğundaki masanın üzerinde duran kumaş sayısıztonlamaları yiyene ve desen çıkana kadar presleme yapıyor, sonraaynı şeyi tekrar ediyordu. Bu ileri ve geri, bu aşağı ve yukarı, masa boyuncasoldan sağa bu ritmik adımlar ve bunların tekrarı onun günününbütün içeriğini oluşturuyordu, bir tek paydoslarda alçak, yeşilimsi, boğucuodada annemin ne yaptığına bakmak için dışarı çıkıp eve koşuyordu.Anneme gelince, bitmek bilmeyen sıkıntı ve yoksulluğun onun donukluğunudaha da artırdığını söylüyordum Boye'ye. Annem bir ömür boyu,gündelik tersliklere aldırmadan bir tür saflığı, saydam, samimi bir eylembiçimini korumaya çalışmış, ama sonra maruz kaldığı aşağılanmalar katlanılırolmaktan çıkmıştı. Devam etmenin kendisi için imkânsız olduğunugörmüş olmalıydı, şimdi onun başına gelen şeyin tohumları elli yıl önceatılmıştı, çünkü zaten deforme bir dünyanın içine doğmuştu o. Diliniyitirmeden önce çözülmemek için büyük bir çaba harcamıştı, çocukluğumdabana kendime inanmayı öğretmiş ve yoksunluklarla mücadeleedebilmek için düş gücünün yolunu açmıştı. Boye'yle yaptığımız turlardanbirinde Dalberg Caddesi'ne gitmiştik, yüksekte, kentin kuzey sınırındabir caddeydi bu, caddenin ardında ormanlık ve kayalık bir tepe vardı,Boye'nin yüzü ansızın şaşkın bir ifadeye bürünmüştü, yukarıdan kente,göllere ve tepelere bakarak, algı kapasitesinin bir sınırı olduğunu ve busınıra dayanınca insanın vazgeçmek, bütün umudu bir kenara bırakmakzorunda olduğunu söylemişti, çünkü insan bu noktada hâlâ umut besliyorsayitip giderdi. Daha sonraki haftalarda sık sık onun sözlerini düşünmüştüm,onu Mart sonunda yeniden gördüğümde heyecanlı bir hareketlilikiçindeydi, annemin dizi dibinde durmadan onun kulağına bir şeylerfısıldamış, bu arada da hastayı bir çocuğunkine benzeyen küçük eliyleokşamıştı, sonra da sazlarla kaplı Mjörn Körfezi'ne yaptığımız yürüyüşsırasında, oradan da tren hattı boyunca Vâstra Bodarne'ye giderken o zamanakadar bana açmadığı şeylerden söz etmişti, Berlin'deki genç kızlayaşadıkları aşk ilişkisinden, Margot'yu Stockholm'e yanına aldırdıktansonra ona nasıl yük olduğundan, Bratt'ın kliniğinde psikolog olarak çalışmışolan ve o sırada ölümcül bir hastalıkla boğuşan kadın şair Nathorst'adüşkünlüğünden. Margot yaşça kendisinden büyük kız arkadaşının yanınasığındıktan sonra daha da kötüye gitmişti ve onu güçsüz hale getiren614


Boye'nin ona karşı hissettiği suçluluk duygusuydu. Gerçi Boye Margot'yuyıllar önce kurtarmıştı, ama bunu kendi yararını düşünürken farkındaolmadan yapmıştı, o zamanlar Yahudi kızın karşı karşıya olduğuyok edilme tehlikesinden haberdar değildi. Kıza duyduğu arzu bir süresonra azalmıştı, Margot bağımlı olduğu için ona yük olmaya, onu rahatsızetmeye başlamıştı, çalışmak için yalnızlığa, kendi deyimiyle ölümünverdiği huzura benzeyen bir yalnızlığa ihtiyacı vardı Boye'nin. Margot'yuFransa'ya göndermiş, ama Margot birkaç hafta sonra korkudangeri dönmüş, bunun üzerine Boye ona bir ev tutup döşemiş, yükseköğreniminigörmesi için yardımcı olmuş, korkunç bir çocukluk geçirmiş olanve sonunda kendisinin bir kopyası haline gelen Margot'yu kendindenuzaklaştırmak, ondan kaçmak zorunda kalmış, dünyadan uzak Alingsâs'agitmişti. Orada geçen yılın yazında aralıksız bir çalışmayla, yoğun bir kendiniveriş içinde kitabını yazmıştı. Bir kez daha yüzüne yerleşen şaşkın birifadeyle, belki de yaşamın son uğrağı hakkındaki bu kitap Margot'yu katledişiminsavunusundan başka bir şey değil, demişti. Ayrıca, diye eklemişti,hepimizi saran soğuğu inandırıcı bir biçimde betimlemeyi başarıpbaşaramadığımı bile bilmiyorum. Annemin söylenecek şeyleri bildiğini,ama bunları anlatmaya uygun bir dilimiz olmadığını söylüyordu. Boyeannemin iç dünyasına girmeye çalışmıştı, her şey orada açıklıkla görünüyordu,ama annem gördüklerini bir türlü avcunun içine alamadığı içindavranışı delilik olarak dışavuruyordu. Anneme iyi bakmak zorunda olduğumu,onun gerçeğin tanığı olduğunu, hakiki çöküşün ne olduğunuanladığı için belki de hiçbir zaman bizim yaşadığımız varoluşa dönemeyeceğini,çünkü bunu yaparsa sırrına erdiği şeye sırt çevirmek, onu inkâretmek durumunda kalacağını söylüyordu. Annem kendi bilgileriyle bizimdünyamızda tutunamayacağı için kendi dalgınlığı içinde yaşamayamecburdu. Onu kendi dünyasında rahat bırakmamız gerektiğini, çünküonu uyandırırsak onun ruhuna acı çektireceğimizi, o zaman deliliği felaketolarak yaşayacağını söylüyordu. Boye'nin kendi sonuna doğru ilerlediğininhâlâ farkında değildim, daha çok onun yeni durumun yarattığıbir sarsıntı içinde olduğunu sanıyordum, sanki benimle değil de, kendikendine konuşuyordu, bana açılmasına imkân veren şey ona yakın olmayışımve benim hemen ortadan kaybolabileceğimi bilmesiydi. Kendisinesadece kendisinin yardım edebileceğini bildiğini, dışardan gelecek herhangibir destekten artık medet ummadığını, şimdiye kadarki eylemlerindehep sanki kendini inkâra mecburmuş gibi davrandığını söylüyordu.Berlin'e gitmeden önce, istekleri karşısında duyduğu utançtan kurtulmasıgerektiğinin farkına varmıştı, ama oraya gittiğinde kendine çektirdiğiacı daha da derinleşmişti. Yirmisekiz ve yirmidokuz yıllarındaBüyülü Dağ'ı çevirmişti, onu önce bu kitaptaki düşündürücü aşk hikâyesietkilemiş, ama sonra tümcelerin son kertede içerdiklerini inceledikçe içibulanmıştı. Aşkın işlevleri bir kez daha erkek bakış açısından anlatılı-615


yor, ayrıca da sevecenliğin ve hayranlığın ansızın tersine dönmesiyle kadınaşağılanıyor, önemsizleştiriliyordu. Romanın sonuna doğru eski veyeni sevgili biraraya gelerek aşklarının objesini yargılıyor, başarısız olduklarıhalde erkeksi üstünlüklerini ayakta tutarak aslında birlikte yediklerihaltın suçunu kadının üstüne atıyor, kadının kendisini inisiyatif kullanamayan,edilgen bir yaratık olarak hissettiğini, kadınsı bir rüşvetçilikleerkeğin seçim hakkına teslim olduğunu iddia ediyorlardı. Boye anidenerkekle birlikte yaşamanın beraberinde getirdiği bütün kepazeliği, kadınimgesini, birçok kadının da benimsemeye hazır olduğu imgeyi yaratanhorlayıcı akıl almaz düşünceyi açıkça görmüştü. İsteksizlik içinde kitabınçevirisini tamamlamış, sonra da erkek baskısından kurtulmak için çabalamış,böylece evliliğinde de kırılmalar yaşamıştı. Berlin'deki analiz bütünyetersizliğine rağmen, onun uzun süredir var olan, ama devamlı olarakbastırdığı eğilimlerini, bir kadınla teslimiyeti paylaşmaya hazır olduğunuortaya çıkarmayı başarmıştı, bu teslimiyet yaşantısı erkeklerle birlikteliğindekaçırmış olduğu bir şeydi. Ama sonra yine iç çelişkiler onun elinikolunu bağlamış, Margot'yla, dayakla yetiştirilmiş ve boyun eğmek üzereeğitilmiş bu hasta kızla önyargıların ötesinde bir ilişki kurmayı başaramamıştı,ikisi de çifte bir çaresizliğin ve kırılganlığın pençesine düşmüşinsanlardı. Azgın erkek dünyasıyla, onların silah şakırtılarıyla, komutsesleriyle kuşatılmıştık, demişti. Ve her ne kadar kaynağını bu dünyadabulan ruhsal tahribatları romanında anlatmış olsa da, bu dünya onun dagözünü kamaştırmıştı, çürümüşlüğün hipnozuna teslim olduğu ânı, sporsalonundaki kalabalığın içinde, yukarı uzatılmış kol ormanına kendisininde kolunu uzatarak katıldığı ânı unutamıyordu, alnına düşen perçemi hafifbir el hareketiyle geriye atan kürsüdeki adamın yüzüne tutuluşunu,hayranlık sarhoşluğunu her düşünüşünde utancından ölesi geliyordu.Küçük köy Vâstra Boderne'nin alt tarafında kalan gölün kıyısındaydık,kar henüz erimemişti, yol kenarlarında buz topakları birikmişti, Berlinburnumuzun dibindeydi, büyük dönüşümden önceki Berlin, her köşedebir tıslama ve inilti, metalik şakırtılar, yumuşak bir şeye indirilen darbeler,yaklaşan ve uzaklaşan hızlı soluklar, gölge gibi hızla gelip geçmeler,ve sonra çığlık, seslerin birbirine karışması, kükreme, önce kesik kesik,sonra bir ulumaya, uğultulu bir fırtınaya dönüşen bir kükreme. İkimiz dekendimizi bunun içinden çekip çıkarmıştık, ve çevremizdeki mutlak sessizliktekulaklarımızda kanın dolaşmasını dinliyorduk. Boye aşkın sonucundadeğil de, arzunun tatmininden sonra ortaya çıkan yavan duygununesiri olduğunu söylemiş, yüzü tiksintiyle çarpılmıştı. Beden zihinselgüçle yaratılan hiçbir şeye aldırmıyor, alaycılığıyla şiirsel keşifleri paçavrayaçeviriyordu. Kitabıyla bu uçurumu aşmaya çalışmış, çabası başarısızlıklasonuçlanmış ve bu kitap yazarlık yaşamına son noktayı koymuştu.Belki de ona en zor gelen şeyin Anita Nathorst'u terk etmek olacağınısöylemişti, ama yakında bunu da yapması gerekecekti, ben onun sözleri-616


nin nerelere uzandığını anlamıyordum. Elinden uçup giden mükemmelbir kadın portresi çiziyordu, ama aynı zamanda sesinde intikamcı bir tonvardı. Erkek iktidarını kırmayı başaramadığı için Nathorst'u da yüceltiperkeksi bir otorite haline getirdiğini söylüyordu. Nathorst'un güzelliğiyleilgili söylediği şeyler benim edindiğim izlenimlere ters düşüyordu. Nathorst'ubirkaç kere görmüştüm, uzun boylu, iriyarıydı, suratını da Boye'ninsöylediği gibi narin ve anlamlı değil, ifadesiz ve düz bulmuştum.Üstünde uzun bir ceket, bol paçalı bir pantolon ve kaba çizmeler vardı,Bratt'ın karşısında el pençe duran herhangi bir hizmetçiye ya da uşağabenziyordu. Kemikli hafif kambur vücudu, Boye'nin zarif lüleler olaraktanımladığı seyrek saçları, Bratt'm hastanesini yoksullar eviyle birleştirenavluda dikkatimi çekmişti, burası daha sonra bir su tesisatı atölyesi olmuştu,caddeye çıkan yüksek tahta çitteki giriş kapısı, eğik çatılı garajınyuvarlak kapısıyla yan yanaydı, doktor uzaktaki hastalara garajda duranarabayla gidiyordu, her tarafı dökülen üstü açık bir arabaydı bu, binmedenönce ön tarafa geçip motorunun elle çalıştırılması gerekiyordu, garajdabir de köy yollarında gidip gelmekten tekerlekleri kabuk kabuk döküleneski bir payton vardı. Ahırda at yoktu artık, ama yemliğin çevresindehâlâ gübre duruyordu, duvarda da tozlu bir koşum takımı asılıydı. Buradanbir merdivenle Bratt'ın psikanaliz seanslarını yaptığı odaya çıkılıyordu,aşağıdaki bir tahta bölmede tavuklar gıdaklıyordu, ortalık etrafa yayılmışaraç gereçlerle doluydu, bir kütüğün üstünde yakacak odun kesiliyordutestereyle, yeniden kente dönüp çamurlu avluya girdiğimizde gördüğümüz,birbirlerinin yanından hayalet gibi geçen, bir saatlerini ruhdoktorunun odasında geçiren, sonra umutsuzca oradan çıkıp amaçsızcazaman öldüren sürgünlerin bekleştiği binanın önüne geldiğimizde Boyekederlenmişti. Bu avluda dikilirken Boye'ye bakmıştım, hırkasının içindeufak tefek, incecik görünüyordu, testerenin sürtünüşlerinin, ağaç kütüğüneinen balta darbelerinin, kesime giden tavukların bağırtılarının ortasındaöylece dikilmiş duruyordu, yüzleri kapalı garip figürlerin arasındaydı,bir pilici ellerinin arasına almıştı, iriyarı bir delikanlı üzerinde kemersizpis bir yağmurluk ve kolunun altında bir baltayla ona doğru yaklaşıyordu.Yirmialtı Nisan cumartesi günü annemi ziyaret ettiğimde, onu şiddetlibir hezeyan içinde buldum. Babam, Boye'nin üç gün önce onlara kısabir ziyarette bulunduğunu, annemle efsunlarcasına konuştuğunu, onunlaöpüşüp vedalaştığını, o günden sonra da hiç görünmediğini söyledi. Polisve gönüllüler kentin çevresindeki ormanları tarıyor, kaybolan Boye'yiarıyorlardı. Annem olduğu yerde dimdik oturuyordu, dudakları kıpırdıyordu,arada bir ağzından bir fısıltı, bir inilti çıkıyordu. Pazar günü, Boye'yledolaştığımız bütün yollardan bir kez daha geçip onun sapabileceğipatikalara girip çıktım. Bir defasında da Dalberg Caddesi'ne, dimdikyükselen arazinin kenarında oturduğumuz yere gittim, ve Boye aynı günöğleden sonra kent sınırındaki bu caddenin yakınında, dağın tepesinde617


ir köylü tarafından bulundu. Meşelerin altındaki yosunlu taşların arasınaçömelmişti, üstünde gri yün elbisesi, başında el örgüsü gri yün şapkasıvardı, çalılıkların çıplak dalları arasından aşağıdaki kente bakmış, onukızıl akşam ışığında, sonra mor pusun içinde, nihayet karanlık bastırıncada ışıkların parlaklığında izlemişti, ve lambalar teker teker sönmeye başladığındahapları almış, şişedeki suyun yardımıyla midesine indirmişti,bir iki haptan fazlasını yutamamış, boğulacak gibi olmuştu, gittikçe üzerinedaha fazla bir yorgunluk çökerken şişeyi bitirmişti, kar kalıntılarınıniçindeki ayakları üşümeye başlamıştı, yirmiüç Nisanı yirmidördüne bağlayangece, Yunan birliklerinin Selanik'te bozguna uğradıkları gece havadon yapmıştı, kollarını göğsünün üstünde çaprazlamasına birleştirirkenşişenin içinde buz kristallerinin nasıl oluştuğunu izlemeye fırsat bulabilmişti.Son günlerdeki dondan sonra ilkbahar ansızın gelmişti, odamızınpenceresi açık duruyordu. Stockholm'e akşam treniyle geri dönecek ve istasyondandosdoğru ilk vardiyaya gidecektim. Boye'nin ölüm haberinialdıktan sonra babam ve ben ağlamaya başlayan annemin iki yanmaoturduk, oysa ağlaması için bir neden yoktu, çünkü Karin Boye'nin hâlâyaşadığını görüyordu annem, kaya parçalarının arasındaki toprak kabarıpyarılmış, kırmızı yaban mersinlerinin nemli sapları arasında Boye'ninbaşı belirmişti, saçlarında yapraklar vardı, kapalı gözleriyle, titreşen kirpikleriyleyüzü yukarı doğru dönmüştü, giderek ince beyaz boynu,omuzları, köprücük kemikleri de görünmeye başlamıştı, köklerle örülmüştopraktan hızla yükseliyordu şimdi, elleri eğreltiotlarına, çalılıklarındamlayan dallarına uzanıp çukurun kenarına dayandı, kendini kayarakyukarı çekti, bedeni gerilmişti, annem onun dişlerinin takırdadığını, bütüngövdesinin titrediğini görüyordu, ama yüzü huzurluydu, annem dinleningri ceketiyle, gri eteğiyle bir an yanından geçip gittiğini gördü, etrafınabakındığmda her tarafta aynı şeyin olduğunu görüyordu annem, hertarafta yarılan ve içinden kafalar çıkan küçük tepecikler vardı, ve omuzlar,ve kollarını ileri doğru uzatan, kalçaları ve bacakları peşleri sıra sürükleyengövdeler, bütün bunlar için ağlıyordu annem, gözün gördüğüsınıra kadar toprağın içinden, tomurcuklanan, çiçek açan dalların arasındanyükselen sayısız insan için ağlıyordu, yüzler solgun, tenler yara bereiçindeydi, çıplak mıydılar yoksa üstlerinde bir bez parçası mı vardı, pekanlaşılmıyordu, ve onların hepsi yaşıyordu, hepsinin dişleri takırdıyordu,ızgara yaparken çıkan cızırtıya benziyordu, bitmek bilmeyen tiz bir ses,bir de soluk hırıltıları vardı, annemin gözyaşlarıyla ıslanmış yüzünü serinletiyordubu ses, arkadaşı onun başının üzerinde uçmuştu, aşağıyadoğru sarkan çıplak ayak parmaklarını görmüştü onun, ama artık uzaklaşmıştıve şimdi o da diğerlerine karışmıştı, toprağın içinden başlarınıkaldıranların hepsi nasıl yaşamaya devam ediyorsa o da yaşamaya devamediyordu, giysilerini üstünden atmış ya da örtünmüş bütün bu kadınlar,bu kaburgaları görünen, sıska bacaklı çıplak çocuklar, üstlerinde618


uçuşan paçavralarla yara bere içindeki bu erkekler, yüz hatları seçilmeyen,gözleri kapalı, sakallı ya da sakalsız bütün bu yüzler, hepsi de canlıydı,hepsi de soluk alıp veriyordu, yola koyulma vaktim geldiğinde annemhâlâ ağlıyordu.Boye'yi ancak ölümünden sonra, kitaplarını incelerken ve Hodann'laonun hakkında konuşurken tanımaya başladım, altı ayı aşkın bir süre boyuncayakınında bulunduğum, ama canlılardan her geçen gün biraz dahauzaklaştığı kuşkusuna hiç kapılmadığım Boye'nin kişiliğini yeniden kurguluyordum.Onun pek çok kez intihar girişiminde bulunduğunu söylediHodann, aslında uzun bir süreden beri dostlarıyla bu tür bir ilişki biçimigeliştirmiş ve bunu sürdürmüştü, arkadaşlarını, onu tutmazlarsa gideceğitehdidiyle kendisine çekiyordu, Hodann bunu şantaj olarak adlandırmakistemiyordu, aşırı uçlarda dolaşan bir yaşama tutumuydu bu, bu yaşamatutumu içinde yakınlarından veremeyecekleri bir şey istiyordu. Hodann'ınonu her akşam aldığı uyku haplarından uzaklaştırma çabaları başarısızolmuştu, eskiden okuldayken de bir arkadaşı, Boye uyuyana kadaryatağının başında beklemek zorunda kalmıştı, Nathorst ve Bratt dasürekli onun aldığı ilaçları takip etmişlerdi, yine de başlangıçta imdat çığlığıolan şey onu her defasında nihai sona biraz daha itmişti. Ölümün kışkırtıcılığınınbir alışkanlık, bir bağımlılık haline gelebileceğini söylediHodann, Boye kendini günün birinde, onca kez yaklaştığı ölümün kollarınaatacaktı. Son noktayı koyma özlemi kurtuluş umudundan daha baskınçıkmıştı. Sohbetlerimiz sırasında onun dile getirdiği şeyleri biraz olsunyorumlamayı başaramamış olduğum düşüncesi aklımdan çıkmıyordu.Birlikteliğimiz sırasında görünenlerle yetinmiştim sadece, beden diliyle,yüz ifadesiyle, bana yönelme tarzıyla, onda bıraktığım izlenimin banayansıyışıyla ve iletişim aracı olarak dilin bilgi, ses tonu, aralardaki duraklargibi somut verileriyle. Bütün bunlar benim arkadaşlarımla kurduğumilişkide belirleyiciydi, onlarla paylaştığım şey belli bir dış dünyanıniçinde oluşumuzdu, bu dünyayı aydınlatmanın yollarını ve araçlarınıbulmaya çalışmıştık birlikte. Annemin varoluşunu da hep kendi yaşamçevremizden saymıştım, her ne kadar onun içinde olup bitenlere ulaşmakmümkün değildiyse de, onun nereden geldiğini biliyordum, o hâlâ benimhayatımın bir parçasıydı, onun bize yakın olması gerektiğinden başka birşey düşünemiyordum. Ama Boye'yle konuşmalarımda gittikçe daha fazlauzaklara çekilen birisini buluyordum karşımda. Benim hiç elden bırakmadığımve yaşamamın parçası olarak görmeyi bir görev haline getirdiğimaklı, Boye daraltıcı ve yıkıcı olduğu gerekçesiyle reddettiğini defalarcagöstermişti, ama onun akıldan anladığı politikacıların bize akıl olaraksunduğu sahte akıldı, gerçekte bu tür bir akıl politikacıların hizmetinde619


oyun eğmeyi kabul ettirmekten başka bir şeye hizmet etmiyordu. İnsanınkendine özgü içsel kıpırtılarını boğan, dış bir egemenlik yapısınıayakta tutan bu tür bir akıl, elbette edebiyatın da kaynağındaki her şeyekarşı pozisyon alacaktı. Boye bir zamanlar Clarte öğrenci hareketine katılmış,toplumsal mücadelelerin içindekilerin arasında yer almış, çağrılaradestek vermişti, ama sonra parti erkinin sonuçlarıyla yüzleştiğinde içdünyasının hâlâ bozulmamış bölgelerine geri dönüp içine kapanmış, bunoktadan sonra da geride kalan enerjisiyle en kişisel düşüncelerini veduygularını yok etmek isteyen müdahalelere başkaldırmıştı. Boye'nin kitabındagerçekliğin ayrıntılarıyla dolu bir malzeme gördüğüm için isteristemez onun bir labirentte kaybolacağını, zamanın, onun bu malzemekarmaşası içinden çıkış yolunu görmesine engel olacağını düşünmüştüm,oysa Boye kitabı Kallocain'de, zaten derinden deforme olmuş bir realiteninnerelere kadar yayılabileceğini düşünüp sınırları zorlamış ve bizim,kendimizi koruma güdüsüyle bakmaya cesaret edemediğimiz bir sonrakiaşamayı algılayabilmişti. Boye, belirsiz yaşı ve görünüşüyle bu narin varlık,gecelerin bu Ben'i, iki karşı güce bölünmüş acımasız bir dünyayı anlatmakla,yazar olmak isteyen genç işçinin teori üzerine kurulmuş varoluşunuezip geçmişti. Onun ifadelerinde bazen ruhsal, aşırı bir biçimdeduygu yüklü bulduğum şeyler benim rasyonel sistemimi sarsıyordu, yazmaküzerine konuşurken birbirimizi anlamamış, birbirimize teğet geçmiştik,İsveç'te kendisinin de içinde yer aldığı kuşağın edebiyat yapıtlarınıonun sayesinde okumuş, bu yapıtlarda Boye'ye yakın pek çok şey bulmuştum,ama yine de onun söylemek istediklerini ancak onun son kitabınıbirkaç kez okuyunca anlamaya başlamıştım. Anlattıkları benim sandığımgibi ütopya değildi, Boye şimdiyi inceliyor, görünüşte bizi içinde yaşadığımızgerçeklikten uzaklaştıran zaman kaydırmaları gerçekte şu anyaşadıklarımıza işaret ediyordu. İçinde taşıdığı suçluluk duygusununkaynağı cinsel çatışmalardan çok, onun başkalarıyla ortak yanı olan birbeceriksizliğiydi, devleti cinayet aracına dönüştüren gelişimin durdurulamamasınasebep gördüğü beceriksizlik. Kitabında iki büyük güç olanDünya Devleti'nde ve Evrensel Devlet'te 1 artık ideolojiler konu edilmiyordu.Gerçi uzun savaşlardan sonra bu iki krallık sözümona farklılıklarıylayan yana yaşıyordu, ama fark sadece askeri güç avantajının birindendiğerine geçip durmasındadır, bu gösterişli rekabet, sürekli güç artırımınahizmet etmekten başka bir şey yapmıyordu. İki yönetim merkezi de,düşman dediği bir diğerini ezip geçeceği ânı kollamaktan başka bir şeydüşünmüyordu. Teyakkuz halinde karşılıklı birbirini kollamanın yol açtığıbu gerilimli durum, içinde bulunduğumuz duruma çok iyi uyuyordu,1 Karin Boye'nin kitabı dünyada birbirine düşman iki hâkim devletin bulunduğu fantastik birkurguya yer veriyor. Bu iki devlet de totaliterdir ve düşmanlıklarına rağmen birbirine alternatifdeğildir. Romanın kahramanı Kail Dünya Devleti'nin hizmetinde bir kimyacıdır ve gerçeğisöyleten Kallocain ilacını bularak devletine hizmet etmek isteyecek, ama insanların devletekarşı komplo içinde olmadığı, inançsız bir şekilde itaat ettiklerim görecektir. (Ç.N.)620


ama öyküde, bizim tercih ettiğimiz bir tarafın kazanma umudunu beslemeşansı ortadan kaldırılmıştı. Kendine bir bakış açısı seçme şansının,hatta ayırt etmenin taşıdığı anlamın bütünüyle yitirileceği bir geleceği anlatıyordukitap, karşılıklı korkunç bir terör her türlü düşünce kıpırtısınıkaranlığa götürüyordu. Ve kendi çaresizliği içinde yaşayan vakanüvis,özgürlüğe ilişkin anılardan geriye kalanların asla söndürülemeyeceğineinanmış olsa da, komşu devletin bir yıldırım savaşıyla iki imparatorluğutek bir güçte birleştirmesinden sonra vahşetin ikiye katlanmasıyla bu düşkıvılcımının da sönüp gittiğini görecekti. Hodann yazarın, en dehşet vericikorkularımızı ifade etme yeteneğini inkâr etmeye yanaşmamakla birlikte,acı verici hakikat arayışının vardığı bu sonun bizim hedeflerimizleçeliştiğini düşünüyordu. Pratiğe uygun eylemlerde bulunmayı öğrenmişolan bizler, dedi Hodann, insanlarla ilişkimizi etkileme, değiştirme şansımızolan siyasi bir çerçevede düşünmeye alışık olduğumuzu, ama bizetümüyle yabancı, hiçbir kural tanımayan ortamlarda karşılaşmaların dagerçek olduğunu söyledi. Bu dipsiz boşluklarla ilgili bir şey bilmek istemiyoruz,çünkü orada güçlerimiz tükenecektir, bilgisine ulaşabileceğimizşeylere sarılıyoruz, acelemiz var, güncel sorunlarla ilgili kararlarımızı hızlagörüşüp bir sonuca varmak zorundayız, burnumuzun dibindeki tehlikelerekarşı koyabilmek için yüzeysel sloganlarla yetinmek durumundakalıyoruz, bu arada ortaya çıkabilecek yanlış anlamaları da göze alıyoruz.Becerimiz güncel sorunlarla ilgili tavrımızı düzenlemeye yetiyor sadece,duygusal dünyamızda ise yalnız kalıyoruz. Etiği dışsal ilişkiler düzlemineyerleştiriyor ve böylece yapıp ettiklerimize sorumluluk görüntüsü kazandırıyoruz,işler altüst olduğunda da suçu birbirimizin üstüne atıyoruz,çaresizler, cahiller, azap çekenler ve deforme edilmişler olarak bizehareket alanı kalmıyor. Boye, dedi Hodann, haklıydı. Her şeyi umarsızbir akla bağlayan bu sahtekâr hayatı sürdürmek istemiyordu o, çaresizlikiçinde dağılmak da bunun için ödediği bedeldi. Bu etiğin gereğini yapıyoruzbiz, dedi Hodann öksürüğe karışan bir kahkahayla, çünkü kendimizegüvensizliğimiz ve kuşkularımız içinde kıvranırken elimizdeki enyüce şey bu. Hareket ettiğimiz yüzey incecik de olsa, oradaki paylaşımıgüdülerin ve özlemlerin karanlık derinliklerine tercih ediyoruz. Yapabildiğimiztek şey, İspanya'ya gitmek, illegaliteye geçmek, yeraltında yaşamak,böylece başkalarına yardım edeceğimizi düşünüyoruz, ve sözcüklere,uzlaşmalara tutunmanın yitip gittiği yerde hesaba katılmamış olanlar,vardığımız hatalı sonuçlar, keder ve acı çıkıyor karşımıza. Hedeflerimizigerçekleştirmek için aslında bizim hizmetimizde olması gereken örgütleregüvenmeyen Boye'yi anladığını söyledi Hodann, o da artık bir ortakzemin çabalarının boşa kürek çekmek olduğunu düşünüyordu. Boye'ninbana anlattıklarını, onun tıklım tıklım spor salonunda, isterik birinin kireçsisuratına sahip zatı dinleyişini, konuşmalarındaki hamaseti zamanındagöremediğini söylediğini düşünüyordu. Pek çoğumuzun hâlâ,621


özellikle de önemli meselelerde çocuk gibi olduğumuzu söyledi Hodann,bizi umutlarımız yönetiyordu ve bu umutların kaynağında ana kucağıylailgili anılarımız, çoktan yitirilmiş bir uyum vardı. Boye de hepimiz gibiiçindeki anayı ve babayı aramış, onların yokluğunu gittikçe daha fazlahissetmiş ve yerlerini başkalarıyla doldurmuş olmalıydı. Bir başına kalmışpek çok kişiye o sıralar bir vahiy gibi görünen şeyin etkisi altına girmiştio da, ve bu durumu büyük bir vaadin yanıltıcı olduğunu fark ettiktensonra yaşamıştı. Benim iddiam şudur ki, dedi Hodann, bizim kuşağıfaşizmin tahribatlarından çok, Sovyetler Birliği'nin pençesine düştüğü felaketçökertti, çünkü işçi devletine bütün çocuksu inancımızla sıkı sıkı sarıldık,buna karşılık Almanya'da gelmekte olanın ne olduğunu başındanberi biliyorduk. Bu güç karşısında hazırlık yapabilir, kendimizi ondan koruyabilirdik,ayrıca onun bizi kaçmaya sürükleyeceği de açıktı, ama Almanya'ylaçatışmanın gittikçe kaçınılmaz bir hal aldığı bir zamanda SovyetlerBirliği'nin yanında yer aldık ve almaya da devam edeceğiz. BoyeSovyetler Birliği'yle ilgili idealist beklentilerinde düş kırıklığına uğradıktansonra denetim aygıtının kuşatıcı baskısından kurtulmuş ve hiç düşünmedenkendini yeni cemaatin hayaletinin kollarına atıvermişti. Bunakarşı duramamış, taşkınlığa katılmak zorunda kalmış, kitleyle bütünleşmekistemişti, ve onu bu duruma yaşama isteği değil, ölümde yok olmakisteği sürüklemişti. Çünkü kitlenin içinde yok olmak ölümde yok olmakgibi bir şeydi, insanlar ölümde buluşuyor, bütün çağların içinden gelensayısız insan ölümde biraraya geliyor, insan yaşamının sınırsızlığı ancakölümde kavranabiliyordu. Ve ben artık annemin Boye için taşımış olduğuanlamı keşfediyordum, annem ona bir sınırsızlık ve zamandışılık duygusunutattırmıştı, bu zamandışılığm içinde yaşamış ve yaşayacak olan herşey mevcuttu, onda hayata veda etme dürtüsünü uyandıran da buydu işte.Yapacak başka bir şeyi kalmamıştı. Boye bütün çözüm olanaklarınıaraştırmıştı. Bu durumda insanlara yaklaşımı doğallığını yitiriyor, her birinicanlı hayvan olarak teşrih masasına yatırmaya dönüşüyordu, insanaeğilmek, ilgi duymak imkânsızdı artık, çünkü kimseye güvenilemiyordu,en yakınındaki bile hain olabilirdi, kim olursa olsun herkesin yanında tetikteolmak, en ufak bir düşünce kırıntısını bile ele vermemek gerekiyordu.Boye'nin duvara çarparcasma farkına vardığı devlet, herkesin elindenson sırları da almayı başaran doğruyu söyletme serumu Kallocain'i eldeetmesiyle, insanların içlerinde kalan son sırlar da ortaya çıkarılacaktı. Serumuninsanlara uygulanması için gerekli yasal düzenlemeler sağlanmıştı,ürkütücü nokta kitaptaki Ben anlatıcının, aslında Boye'nin bu yeşil yeşilparlayan çözümü bulan kişi olmasıydı. Boye, gerçeği öğrenme merakındanvazgeçemediği için, tek tip düşünmeye karşı durduğu ve iç dünyasındaeski dilin izlerini yaşattığı için kendini ölüme mahkûm etmişti.Çünkü devletin tek erk haline geldiği ve mutlak bir uyum talep ettiği birdünyada artık özgün bilgilere yelken açmak isteyen itkilerin var olması622


yasaktı, başka yaşama biçimlerini anımsamak bile insanın yargılanmasıylasonuçlanıyordu. Sahtekârlık ve yalanın en yüksek hakikat haline geldiğibir ortamda tek hakiki eylem intihar olabilirdi ancak. Bulunup yakalanmaktehlikesiyle sürekli karşı karşıya olan bir avuç insan devletin egemenliğindenkaçma suçunu işlemeye ve büyük savaşlar çağından sonramahvolmuş bir kültürü anmak için ıssız yerlerde yaşamaya karar vermişlerdi.Boye, sanatsal ifade arayışıyla aynı anlama gelen hakikat arayışını,iç dünyasında bir bölünmeye uğradıktan sonra son bir yıl içinde acabanasıl yaşamak zorunda kalmıştı, diye soruyordum kendime. Kendisinekarşı duyduğu korkuyu acımasız bir dış dünyanın eline terk etmişti. İçindekihakikat dayanılmaz hale gelmiş, inkâr edilen bir hakikate dönüşmüştü.Dört Numaralı Kimya Kentindeki Gönüllü Fedakârlık Hizmetlerihakkında bilgi aktarırken kendisi sistemin gazabına uğramıştı. Gerçeğiöğrenme mücadelesi içinde intihar etme kararına gittikçe daha çok yaklaşıyordu.Bütün bir gece kendini, birlikte olduğu bir dünya devleti askerininyanında yatarken bulmuştu, serum sayesinde gerçeği ondan zorla öğrenmekdüşüncesiyle doluydu, böylece kendini gerçeğin ellerine bırakacaktı.Görünmezliği maske haline gelmişti. Onun dünyasında farklı birbakışın, herkesinkinden daha değişik bir yüz ifadesinin dikkat çekeceğinibiliyordu, en ufak bir huzursuzluk belirtisi bile onun tutuklanmasına yolaçabilecek kadar tehlikeliydi. Bu çocuksu kadın öyle bir noktaya gelmiştiki, edebiyatın iç dili artık dışsal yaşam biçimleriyle bütünleşemiyor, sanattamutlak özgürlük talebi, varoluşu dikte eden bir tamamlanmamışlıkhaline çarparak dağılıp gidiyordu ister istemez. İnsanın yetkinleşmesininaracı olarak düşünülen parti, ideolojik ve politik bir örgüt olarak devletinkendisi haline gelmiş, bir değişmezlik, kesinlik, donmuşluk idealine, birilkeye dönüşmüştü, bu ilke sanatsal ilkenin tam karşıtıydı ve yerleşik halegeldikçe ister istemez daha ölümcül oluyor, her şeyi yok ediyor, iç dünyadaedebiyatı yaratmak isteyen her şeyi talan ediyordu. Daha önce, birdaha hiç uyanmayacak ölçüde ilaç almamıştı, artık kimsenin kendisinibulamayacağından emindi, ve bu defasında uykuya bir hazla dalmıştı,içinde uyanan bu son eylem isteğiyle burada, buzul çağı taşlarının arasındarahatsız edilmeden sönebilirdi şimdi. İnsan davranışıyla ilgili anlayışımızıderinleştirmek için belki hâlâ, onun seçimiyle ilgili ipuçları verebilecekbazı karakter özelliklerini ortaya çıkarabiliriz, dedi Hodann. Boye içingüdüsel olan bağımlılık demekti. Erkeksilikle kadmsılığın sınırları onuniç dünyasında belirsizleşmişti, Anita ise annelik tarafını temsil ediyor,ama öte yandan da ondan kaçarak, onu reddederek, ona sertlik göstererekerkeksi bir figür haline gelebiliyordu. Anita bir yönüyle de, kendisiniterk etmiş olan karısını yeniden kazanmaya çalışan Bratt'a talip olan veBoye'nin kıskançlıkla gözetlediği sevgiliydi, Anita ve doktor arasındakiaşk ilişkisinin arkasında Boye'nin kurgusu yatıyordu. Öte yandan Boye'yeYahudi genç kız Margot umarsızca bağımlıydı. Boye'nin arkaik mo-623


dele uygun olarak içinde hareket ettiği bir daireydi bu. Cinsel yaşamı bozulmuştu,bir kadın olarak, dişi bir organizma olarak artık yoktu. Aklınınortaya koyduğu çözümler dönüp dolaşıp duygularının karşısına engelolarak dikiliyordu, kendini tanımlamayı başaramıyordu. Berlin'deki analiz,fazlasıyla şiddetli bazı güçleri harekete geçirdikten sonra günahkârlığınınbilincinde olan Boye bir daha asla eski dengesine kavuşamamıştı.Olmak istediği ve aslında olduğu kişi olmak ona nasip olmasın diye kendisinelanet okumuştu, dedi Hodann. Kendini bütünüyle özlemlerine teslimedeceği yerde normalliğin delilik olarak gördüğü şeyin içinde dağılıpyok oldu. Ve geride bir tek artık ona yardım edilemeyeceği görüşü kalmıştı,Nathorst bütün soğukkanlılığıyla herkesin kendi yaşamı hakkındakarar verme hakkına sahip olduğunu söylemiş, köy doktoru neşeyle vebudalaca ıslığını çalmıştı. Birden Boye'yi konukevinde bulamadığımgünlerden birinde onunla nasıl karşılaştığımı anımsadım. Bir cumartesiakşamı Plan Caddesi'ne çıkan yan sokaklardan birinde bulunan dans lokalininavlusunda dikilmiş duruyordu, toprak zeminine çakıl dökülmüşbir avluydu bu, insanlar içeriye girmek için merdivenlerde itişip kakışıyordu,Boye uzakta bir kenarda duruyordu, yüzünde o her zamanki kaybolmuşlukifadesi vardı, çok dalgındı, beni fark etmemişti, etseydi de tanımazdızaten, ona laf atmamış, ona görünmemiş, avlu kapısında duruponu izlemiştim, uzunca bir süre öylece dikilmişti orada. Bütün bunlarınasıl yazabilirim, dedim Hodann'a, Hodann güldü yine, çalışmak için seninsadece bir kurşunkaleme ve bir parça kâğıda ihtiyacın var, diye yanıtladıbeni, benimse kapsamlı, tıbbi, klinik bir aygıta ihtiyacım var, üsteliksenin mesleki eylemini engelleyecek kimse yok karşında, buna karşılıkdevlet bana çalışma izni vermiyor. Hodann'nm, Lindner Meydanı'ndakiyeni binalardan birinde bulunan dairesinde, ayaklarının dibinde gözlerininsiyahı tıpkı babasına benzeyen bir yaşındaki oğluyla karşımdaki oturuşbiçimi, bana onun Cueva la Potita hastanesinde ve Villa Candida'dayaralı ya da bitkin bir askerin başucundaki halini anımsattı, orada onlaragösterdiği özen ve dikkat hem merhametten uzak hem de sakinleştiriciydi.Hodann belirsizlikleri, ortaya attığı bir fikirle ya da bir soruyla yerliyerine oturturdu hep, onun ortaya koyduğu ilintiler insana bir üst bakışimkânının ipuçlarını veriyordu. Dağılan insanları yeniden yüreklendirmeyi,onların kendilerini kaybetmesini önlemeyi, korkuları ve çelişkileriyüzünden savrulanları sakinleştirmeyi her zaman çok iyi becermişti.Cephedeki en iyi öncü kuvvetlerin soğukkanlılık ve inançla başardıklarınıHodann cephe gerisinde insani zaaflar ve kuşkular hakkındaki bilgisiylebaşarmıştı. Otuzsekiz yazında başına gelenlere tanık olduğumuzMarcauer'den söz etti, o sıralar kendisinin de ipinin çekilmesine ramakkalmıştı, Paris'te Münzenberg'in ipini çeken ve içlerinden en az birininşimdi Stockholm'de kaçak yaşadığı yoldaşların marifetiyle. Yerde oturançocuk doğruldu, dengesini kaybedip düşecek gibi olduğunda annesi tut-624


tu onu, anlaşılmayan sözcükler döküldü ağzından, annesinin ve babasınınkatkısıyla kendi dünyasını geliştirecek, keşiflerle dolduracaktı. Çocuğukucağına alıp uzaklaşan kadının arkasından sevecenlikle baktı Hodann,o anda bana öylesine uzaktı ki, sanki ona bakmamam gerekiyormuşgibi geldi, başımı çevirdiğim sırada, kadının çıkmasıyla birlikte Hodann'ınetrafını çeviren oda kalmıştı geriye, Oslo'nun Pile Sokağı'nda bulunanmobilyalı bir odaydı bu, duvarlar bol çiçekli duvar kâğıdının dallarıve yapraklarıyla kaplıydı, perdenin aralığından sabah güneşi bir şerithalinde içeriye düşmüştü, kadının ruhundan bir parça sanki hâlâ odadaydı,dağılan toplulukların ardından, iki yıl önce Şubatta bir kez dahaevlenmek istemişti Hodann, bundan kısa bir süre önce tanışmış olduğukarısı Stockholm'e gitmek üzere istasyon yolundaydı, Hodann onun peşindengitmek istemiş, ama kentin uyanmakta olan sesleri yükselirken vecangıla benzeyen odanın içinde yalnız başınayken geceleyin unutmuş olduğuhastalığının bir kez daha üstüne çullandığını hissetmişti, neredeyseboğulmak üzereydi, iğnesinin bulunduğu masaya zor bela ulaşabilmiş,iğneyi bacağına saplamıştı, ve ben üçüncü katın penceresinden genç kayınlarlaçınarların rüzgârda sallandığı meydana, ardında görkemli ayaklarıylaTraneberg Köprüsü'nün yükseldiği dik yokuşlu caddeye, yeniapartman bloklarının taçlandırdığı Drottingholm yolunun öte yanındakiçayırlara ve ağaçlıklara, Stora Essingen'den Mâlar ağzının güney kıyılarındapusun içinde gözden kaybolan sanayi bölgelerine kadar uzanan veparıldayan titremelerle akıp giden akarsulara bakıyordum. Hodann'ın,yeniden işe yarar politik fikirler edinmemiz yıllar sürdü, dediğini duydum.İspanya'da geleceğe duyduğumuz güvenin doruk noktasına ulaşmıştık,buradaysa benzersiz bir coşkunun ardından bizi birarada tutanyapıda ağır ağır ilerleyen bir ufalanma başlamıştı. Dağılmasına engel olamadığımızCumhuriyet'te geçirdiğimiz son bir yıl içinde Halk Cephesi'ninolanaksızlığını açıkça görmüştüm, tek seste buluşmak demek olanbu cephe belki gelmekte gecikmişti, belki zamanı henüz gelmemişti, çünküonun taşıyıcılığını yapacak insanlar eski parti düşüncesinden kopmamışlardı.Onların katılığının nedeni başlangıçta sandığım gibi savaşın acı :masızlığı değil, bencillik, kibir ve intikam tutkusuydu. Bizim dağılmamızaneden olan buydu, yoksa askeri üstünlüğe sahip olmamamız değildi.Güç kaybımızın nedeni artık birbirimize güvenemiyor oluşumuzdu. Kaçışımızdansonra Paris'te yine birlikte hareket etmeninin gerekliliğindensöz edilmişti, ama bunun nedeni, açık bir parti politikası talep edenlerintutuklanışını, sürüklenişini görmemizi engellemekti. Durumu bu şekildegördüğünü söyledi Hodann, ve ben yeniden onun yüzüne bakma cesaretinigösterdim. Almanya'yla yapılan bütün anlaşmalardan sonra, İsveç'infaşist bir Avrupa'nın parçası olma tehlikesi büyüdüğünden bu yana geridebir tek İngiltere'ye gitme umudunun kaldığını söylüyordu Hodann.Zaten bir ay önce vatandaşlık hakkı elde etmek için Londra'daki Norveç625


Sürgün İdaresine bir dilekçe göndermişti. Uzun bir süredir Norveç İşçiPartisi'yle yakın ilişki içinde olduğunu, resmi makamların kendisine süreklimanevi eziyet ettiği, Hekimler Odasının kendisini aşağıladığı, yeteneklerinerağmen Ottosen Jensen'in bürosunda ismini bile kullanamadanancak danışmanlık yapabildiği bir yer olan İsveç'te yerleşemeyeceğinisöylüyordu. Bütün bunlara rağmen kırkbir Nisanının sonlarında dengelibir ruh hali içinde görünüyordu, bunun nedeni belki de İngiltere'den gelmesiniumduğu olumlu yanıt ya da yeni doğan çocuğun beraberinde getirdiğisevinçti. Ama İspanya'da da hep böyle görünmeyi başarmış, sonrada ortadan kaybolup odasında geçirdiği boğulma krizleriyle baş başa kalmıştı.İşim hakkında şimdi daha fazla bilgi edinmek istiyordu. Sabahlarıişbaşı yaptığım fabrika dönüşünden sonra içim boşalmış olarak yazmaküzere nasıl masanın başına geçtiğimden ve bir önceki günün uçup gitmeküzere olan tümcelerini toparlamaya çalıştığımdan söz ettiğimde, konuyudışarıdan gelebilecek bütün saldırılar karşısında koruyan sağlam bir düzleminsanatsal faaliyet için olmazsa olmaz olduğunu söyledi, hayatlarısürekli sıkıntı ve sefalet içinde geçenlerin yarattıklarını başka türlü nasılaçıklayabilirdik ki. Genellikle bize sanat yapmanın, edebiyat yapmanınolanaksızlığı olarak görünen şey aslında çalışmanın önkoşuluydu, yaşamıolanaklı hale getiren de çalışmaydı. Bunu ben de hissetmiş olmalıydım,çünkü haftalarca hiçbir şey üretememek, yazdıklarımı durmadanyırtıp atmak, baştan başlamak asla cesaretimi kırmıyordu, henüz fazla egzersizyapmış sayılmazdım, Hodann'ın sözünü ettiği basamağa henüzulaşmamıştım, atık ve çamur akıntısının içinde malzeme aramak zorundaydımhâlâ. Belki de, dedi Hodann, henüz yazmakta yeterince cesur değilsin,böyle yaparak iş arkadaşlarını inciteceğini sanıyorsun. Haklıydı,yanımda taşıdığım not defterimi fabrikada gizli gizli alıyordum elime,mola sırasında, beş dakikamızı aldığı için rampanın arkasındaki binanınen üst katındaki kantine gitmekten vazgeçip de, termos şişelerimizle, sefertaslarımızla bir taraftan yakıcı asit kokusunu duyarken yıkama kazanınınkenarına iliştiğimizde, defterime kısa notlar düşmek kendini beğenmişlikya da sevimsiz bir şey gibi geliyordu bana. Öte yandan oldum olasıbedensel faaliyetle entelektüel faaliyet arasında bir uçurum oluşmamasıiçin çabalamış, atölyelerde ve montaj hangarlarında olup bitenleri bilinçlibir biçimde algılamak konusunda ısrarcı olmuştum. Sindirildiğimiz,susturulduğumuz içindir ki, işçi sınıfı kökenli yazarların kitaplarındancesaret alarak, diğerlerinin yanı sıra işyerimizi de, elde bir not defterininolmasının doğal olduğu bir eğitim kurumu olarak kabul etmek istemiştim.Ama yine de böyle bir deftere ne yazdığımın sorulacağı düşüncesibeni ürkütüyordu, araştırmak, kendini geliştirmek isteyen birisi suçlamalaramaruz kalacakmış, kendini bir şey sandığı kanısı uyandıracakmış gibigeliyordu bana, üstelik bu soruyu bir ustabaşının, bir mühendisin yöneltmesikurallara aykırı davranmaktan dolayı kovulmak ya da sanayi626


casusluğundan dolayı tutuklanmak anlamına gelebilirdi. Ama kendimegüvenerek not almaktan çekinmemin nedeni öncelikle alışkanlıkta, birdefa sağlanmış bir uyumda ısrardı, bu noktada her zamanki kendiliğindendevinimlerimiz, gündelik halimiz olan birbirine kendini bırakmadavranışımız güvende olma duygusu uyandırıyordu, ve biz bu duyguyuriske atmak istemiyorduk. Bu tuhaf atalet, sendika toplantılarında gündemegelen, kalay eritme işlemindeki işyeri güvenliği ya da saat ücretleri gibisorunlarda yaşanan tartışmaların şiddetiyle çelişiyor ve bu ataletin yenildiğitek durum, sadece futbol oluyor, işte ancak o zaman uyuşukluğakarşı bütün başkaldırı, başka bir yaşamsallık tutkuyla bu çeviklik sanatındakendini bulabiliyor, bütün bağımsızlık ve keşif talebi, izin verilenbu kısa özgürlük ânında şaha kalkıyor, ondan da geriye karşı konulmazbir uyku isteğinden başka bir şey kalmıyordu. Ama yine de küreklerle,kerpetenlerle ve el arabalarıyla gerçekleştirilen bedensel devinimlerinarasına gizlenmiş öyle çok öykü vardı ki, pistonların, kayışların, çarkların,kaldıraçların, çubukların, boruların, lombarların ve dar geçitlerin arasındakitekdüze hareketlerde öyle çok öykü birikmişti ki. Bütün bunlaryazacaklarımın konusu haline gelebilirdi, ama bizlere aşılanan cesaretsizlikuzun zaman önce, bunların söz edilmeye değer olmadığını öğretmiştibize, aslında herkes onlardaki değiştirici gücü fark edebilirdi, bu derinkatmanları eşelemek için yeterli zamanı hiç bulamıyorduk, acelecilik benimaçımdan da, yine benim hissettiğim çekingenlik ve panik yüzündenalaycı ya da umursamaz bir tavırla karşılanmaya yol açabiliyordu. Onlarınüstüne gitmekten ya da casus sanılmaktan korktuğum için kendimisorular karşısında koruyordum, oysa tıkanmış bakış açısını açmak içingerekliydi bu sorular, işyerindeki bu varoluş biçiminden başka bir şeyyoktu elimizde, Rogeby'le, Selin'le sadece, yeni koşullar altında siyasigüçlerini tekrar kazanabilecek kuşakların deneyimleri hakkında konuşuyorduk.Böylece bir şey hazırlıyor, bir şey deniyor ya da deneniyordum,bu iş içinse ne bir model ne de bir kullanım kılavuzu vardı. Hodann'a göreiçimizde yeni bir insan tipi doğuyordu, onu kabul etmek zorundaydım,kaçışından önce Berlin'de bize sözünü ettiği şey değil miydi bu. Odamobilyalarla tıklım tıklım doluydu, ama her şey tertemiz ve pırıl pırıldı,masaların üstü örtülerle, kanepeler yastıklarla, komodinler vazolarla,biblolarla, çerçevelenmiş fotoğraflarla, duvarlar resimlerle doluydu, Hodannbunların arasından doğrulup çıtırdayan hasır koltuktan kalktı, paltosunusırtına alıp kasketini taktı, evin arkasındaki dağın yamacında biryürüyüş yapmak üzere benimle Linders Meydanı'na geldi. Rüzgârda uçuşanleylak fidanlıklarının arasındaki patikadan yukarı doğru çıkarken yineBoye'den söz ettik, ama inşaat alanlarının hemen yanında spor meydanınınve otobüs hangarlarının bulunduğu, batı kıyısına Ulvsunda Gölü'nünköpüklü dalgalarının vurduğu vadiyi şiddetli rüzgâr yüzünden izlemektenvazgeçmek ve üst üste yığılmış kübik evlerin arkasına sığınmak627


zorunda kaldık. Aralarına yer yer kuleler serpiştirilmiş dört katlı beyaz evlerboyunca yürürken bir kez daha Boye'nin yapıp ettiklerinden, gerçekliğinbetimlenmesinde işe yarayabilecek belli sonuçlar çıkarmaya çalışıyorduk.Görünen oydu ki, birileri için sanat ve siyasi yaşam arasında aşılmazbir uçurum söz konusuyken, birileri içinse sanat siyasetin ayrılmaz birparçasıydı. Belki de bunlar bir ve aynı olgunun farklı yorumlarıydı, ve başarısızlığın,dış koşulların sanata uyguladığı baskıdan değil, sanatı, yanibağımsız düşünme biçimini sarsılmaz gibi görünen gerçeklik üzerinde etkilikılmak beceriksizliğinden kaynaklandığını düşünenler batmamak içincan simidine sarılmaktan başka bir şey yapmıyorlardı, buna karşılık Boyeolabildiğince derinlere dalmaktan kendini alıkoyamamıştı. Hakikat arayışınasıl bir arayıştı acaba, diye sordu Hodann, çelişkinin sürekli provokasyonuylasentezi gözden kaçırıp, içinde dağıldığı trajik bir paradoksun girdabınadüşmemiş miydi. Hodann bir öksürük kriziyle sarsılarak kapılardanbirinin altına kaçtı, mendiline tükürüp ciğerinden gelen hırıltılarla Boye'ninkaderini annemin kaderiyle birleştirerek, korkunçluk, dehşete kapılmışyüzlere yansıyan bir şey değil, dedi, korku dolu yüzler, akla hayalesığmaz hunharlıkları da yansıtacak kadar çok çeşitli biçimleriyle birbiri ardınadizilebilirdi, asıl korkunçluk, varlığı sürekli ve değişmez biçimdekarşımızda duran şeyde, bütün sükûnetiyle duran devasa ve yanına yaklaşılmazdüzendeydi, tüm doğallığıyla yerinde duran, her şeyi belirleyenve gerektiğinde de çok dolambaçlı yollardan boğan ve yok eden şeydi.Hodann merdivenlerin duvarına dayanarak tekrar etti, korkunç olan, çabasarf ettiğimizde gördüğümüz hunharlık değil, banal, yekvücut değişmezliğifark etmekteki yeteneksizliğimiz. Çünkü dedi, çocukların rüzgâra karşıpedal çevirdikleri yeni açılmış caddeye bakarak, kafamızı böylesine karıştıransayılar, sayıları bitmek tükenmek bilmez yığınlar, yeryüzünündört bir yanında kendi ölümlerine doğru yol alan insanlar öteden beridünyanın düzeni olmamış mı, çok uzun bir zamandan beri genetik biralışkanlık kazandığımız için bu kitlelerin yaşadıkları karşısında duyduğumuzanlayamama değil de kayıtsızlık değil mi. İnsanlığın tarihi katletmenintarihi değil miydi, on binlerce, milyonlarca insan güçlülerin güçsüzleridüzenli aralıklarla kurşuna dizdiği, yok ettiği bu ezme süreci içinde oldumolası yüzbinler, milyonlar köleleştirilip asılıp kesilmemiş miydi,Asur, Mısır, Helen, Maya uygarlıkları en yüksek iktidar hakkını, en kutsalliderlik taleplerini kullanarak, en çok da Tanrıların onuruna hep aynı şeyitekrarlamamış mıydı, dönemlerin hümanist, demokratik dünya görüşlerideğersiz ve yetersiz olmakla yargılanmamış mıydı, Hıristiyanların peşinedüşen Romalılar, Babillileri yok eden Persler, Pers ülkesine saldıran Araplar,Hinduları yenilgiye uğratan Müslümanlar, Mağriplilerin ve Müslümanlarınkökünü kazıyan İspanyollar, engizisyon mahkemeleri, sömürgeciliğinhalkları kurban eden ve olağanüstü boyutlara varan yağmacılık seferlerihep adaletten söz edip bir ırkın ya da dinin, varlığına son verilmeyi628


hak eden bir diğeri karşısındaki üstünlüğünü sureti haktan görmemişlermiydi, katiller korku, pişmanlık duymadan, güçsüzlerin elemleri ve acılarıkarşısında en ufak bir duyarlılık göstermeden davranmamışlar mıydı herzaman, onlar hep sezarların, kralların ve prenslerin, korsanların, yenimezheplerin ve parti yöneticilerimize kadar uzanan paranoyak maceracılarınemrettiklerini seve seve uygulamamışlar mıydı, on binlerce, milyonlarcainsanı, onlardan nefret ettikleri için değil öyle olmak zorunda olduğuiçin, yok etmek üzere her yerde ve her zaman hazır ve nazır olmamışlarmıydı. Sıradan, gündelik düzenin bir parçası olan savaşlar ve başarılı yada başarısız devrimlerden sonraki tasfiyeler bir yana bırakıldığında, bu kibirkabarması hayatımızın bir parçası değil miydi, şimdi de Ortaçağ'danbu yana inançsızlar ve günah keçileri olarak görülen Yahudilerin tasfiyeedilmesi gerektiği bizi hayrete düşürebilir miydi. İlerleme anlamında birgelişmeden söz edilemezdi Hodann'a göre, teknik kazanım ise sözü edilmeyedeğmeyecek kadar önemsizdi, yol yordam değişiyordu sadece, suçlularaslanların önüne atılmak, yangın meşalesi haline getirilmek, göğüsleriyarılmak ve hâlâ atmakta olan kalpleri çıkarılmak, kazığa geçirilmek,çarka bağlanıp parçalarına ayrılmak, saman yığınlarının üstünde yakılmakyerine enselerine bıçak iniyor ya da makineli tüfeklerle öldürülüyorlardı,şimdi her şey daha hızlı olup bitiyordu, ama eninde sonunda sonuçaynıydı, belirlenen sayıların işi bitirilene kadar bir hafta ya da bir gün, birkaçyıl ya da bir ay geçmesi önemli değildi. Hodann ters yöne dönmemizgerektiğini ima eden bir el hareketi yaparken, toprağm böylesine kana bulanmasınınanlamı, egemenlerin maiyetlerini, birlikte işledikleri suç sayesindekendilerine daha da sıkı bağlamaları, dedi. Ve beton yığınları arasındayolumuzu bulup tekrar Hodann'ın evinin önündeki kare meydana çıkıpevin kapısına vardığımızda, bir otokratın marifetiyle gerçekleştirileninsan kıyımlarının gölgesinde yaşadık son yıllarda, dedi, kayınların yansıdığıcamlı kapının arkasında gözden kaybolmadan önce ekledi, şimdi dekendinden önce yapılan her şeyi geride bırakmaya namzet olan bir ötekinincinayetlerinin keferesini ödüyoruz.Her şeye rağmen asıl önemli olan, düşman güçlerin iş başında olması,insanları yığınlar halinde katletmesi değil, bazılarının yapılanlara karşıgelmiş olmalarıydı, bu noktada düşünmeye değer olan da onların sesleriniduyuramıyor olmaları, etkisiz olmaları değil, onların var olmaları, baskıve zulme karşı gelmiş, tuzağa düşmemiş olmaları, birbirleriyle iletişimkurabiliyor ve ortak planlar yapmak üzere birbirlerine gizli yollardanulaşabiliyor olmalarıydı. Asıl önemli olan o anda yüzlerce insanın bir çukuradüşüyor olması değildi, onlar zaten o anda yararsızlaşmış oluyorlardı,bir avuç insanın elinde bir örgütün ve yaygınlaştırılabilecekleri küçük629


hücrelerin varlığı her şeyi gölgede bırakıyordu. Önemli olan, sürgit birçatlama ve dağılma değil, bu uğultunun, çığlıkların ve gırtlaktan kopupgelen böğürtülerin ortasında gösterilen olağanüstü dayanma çabasıydı.Her defasında moloz yığınlarının kenarlara itelenmesi, minnacık hareketalanlarının yaratılması gerekiyordu, ve bu girişim çığlar düştüğünde, yersarsıldığında asla anlamsız bir girişim olarak görülmemeliydi, aksi takdirdeimha güçleri içimize sızar, bize diz çöktürürdü. İnsanın kendine, ortamınhiçbir zaman bu denli uygun olmadığını, büyük kayıplar da versedüşmanı eninde sonunda alt edeceğini telkin etmesi bir zorunluluktu. Nevar ki pek çok şey her şeyin başı olması gereken akılla çelişiyordu. Kaldığıyerde Svensson adıyla bilinen ve gerçek adı sadece yeraltındaki en yakınyoldaşları tarafından bilinen biriydi o, ve kente taşındığından bu yana,yapılmış hatalarla yüz yüze gelmek ve hesaplaşmak durumunda kalmıştı.Ama herkesin gücü yettiğince bir şeyler yaptığını da teslim etmekgerekiyordu. İster istemez eksiklikler ve yetersizlikler olacaktı, çünkü zaaflarıylave yetersizlikleriyle de olsa, düşmanı devirmek için başkaldıranlardışarda gizlenenlerle ülkede koşullara dayanan bir avuç insandı veonlar her hareketlerinde birbirlerine muhtaçtılar. Ama" içinde bulunduklarıçember daraldıkça birarada idare edebilmek de o denli zorlaşıyordu.Svensson masasında, önündeki kâğıtları okuması için pek de işe yaramayanloş bir ışığın altında oturmuş, son karşılaşmadan beri içinde taşıdığıöfkeyi bastırmaya çalışıyordu. Damağında, şakaklarında o boğucu, ağırhis vardı, bir konuşma sonuçsuz kaldığında bu hissi algılıyordu hep, başıkurşun gibi ağırdı, yan odada da çocuk bağırıyor, sesler alabildiğine birbirinekarışıyordu, oda kapısını kapatamıyor olmak onu öfkeli yapıyordu,etrafına kendisi bir sis perdesi çekmek zorundaydı, içi oyuk tahta parçasınınağız kısmını emiyor, acı bir tat bırakan ve onu öksürten dumanıüflüyor, etrafı yoğun bir dumanla kaplanana kadar kendinden geçercesinepüfürdetiyordu. Betimleyici ve açıklayıcı sözleri bulup çıkarmaktazorlanıyor, fikirler beyninin deposundan, harfler solgun parmaklarındatuttuğu kalemin ucundan kaçıp gidiyordu, kaslı kolunun ve elinin ani veseri hareketlerinin nasıl da çengel, zikzak gibi çeşitli işaretlere dönüşençizgiler ürettiğini görüyordu, yazdıklarını kibirli ve abartılı bulmuyordu,oysa bu soyutlanmışlığı içinde, lambanın şapkasından düşen boğuk ışıkkonisi eşliğinde yazdıkları koca bir halka yönelikti, üstelik de bu halkındiktatörlüğü yıkıp barış uğruna mücadele verebilecek güçte olduğu umudunayaslanıyordu. Kafasından eline, elinden de kalemi sayesinde kâğıdadökülen sözler ona önce ne kadar yadırgatıcı gelse de, onları duygusal birkatılımla okuyor, hatta piposunu sıkan dişlerinin arasından çıkan ıslıksıbir sesle bu sözleri neredeyse huşu içinde tekrarlıyordu. Sarımsı kâğıdınüstünde bir çağrıya dönüşenler öğrenilmiş düşüncelerin izini taşıyordu.Yıllardır partinin dilini kullanmış, sloganları ve alınan kararları formüleetmiş, Merkez Komite'nin toplantılarından çıkan talimatlara kendine öz-630


gü düşüncelerini yontarak uyum göstermiş, içerde kullanılacaklarla kamuoyunasunulacaklar arasındaki ayrımı gözetmişti. Ama şimdi, doğrudanbir kontrolün kalktığı şu anda, talimatlara harfiyen uymayı emredensorumluluk duygusunun, insanı kişisel düşüncelerinden vazgeçmeye yöneltip,nasıl da huzursuz edici, hilekârlığa varan bir aldanışa dönüştüğünühissediyordu. En vahşi şiddete maruz kalan ve yaklaşık on yıldır eğitimden,siyasetten uzaklaştırılıp sindirilen bir halkın şiddete karşı koyabileceğidüşüncesini savunabilmek için önce bu halkın düşünme becerisindebir değişimin varlığının ve bu değişimin uzun ve zorlu bir aydınlanmasürecinden geçmeksizin mümkün olduğunun ipuçlarını göstermekgerekiyordu. Taktik nedenlerden dolayı söylenmeyen şey, yani partininAlmanya-Sovyetler paktına, bu dostluk anlaşmasına rağmen faşizmlemücadeleden asla vazgeçmediği, belki de yakında açıkça söylenecekti,ama bunun da inandırıcı dayanakları gösterilmeliydi, çünkü ne otuz üçtenönce ne de sürgün yıllarında parti bu mücadeleyi başarıyla sürdürememiş,bunun yerine kaçırdığı fırsatlarla kendi yenilgisine zemin hazırlamıştı.Parti bu durumda halkın arkasında bir güç olduğunu nasıl iddiaedebilirdi ki, illegalitede sürdürdüğü varlığına rağmen yardıma muhtaçolan asıl kendisiydi. Önce yeni bir partinin zeminini hazırlamak, geçmiştekiyanılgılardan arınmak, ulaşılmış ve ulaşılabilir olanın sınanabilirliğidışında kalan her şeyden vazgeçmek gerekmiyor muydu. Svensson Dimitrofu, savaşın doğuya doğru yayılacağına ilişkin belirtilerin yoğunlaştığıbir zamanda, böyle bir yapılanmanın acilen gerekli olduğu konusundaikna etmişti. Ancak Sovyet Parti yönetimi bir Alman saldırısını hesabakatmamakta hâlâ ısrar ediyor ve mevcut ilişkileri zedeleyebilecek herşeyden kaçınıyordu. Ülkede eylem gücünü elinde bulunduranların sayıcaçok az olduğu düşüncesini temel alan ve bu nedenle terörün alt edilmesiiçin tek yolun askeri yol olduğu kanısındaki Svensson Sovyetler Birliği'ninbelirleyici çarpışma için henüz hazır olmadığını, aradaki açık farkıkapatarak kendini yeterince silahlanmış görmesi gerektiğini de kabul ediyordu;bu düşünceleriyle kendini, otuzlu yılların sonunda başlayan ve ozamandan beri keskinleşen o bildik çekişmenin içinde bulmuştu, bu kavganınvardığı nokta, kişilerin kendi vicdanını susturması, herkesin birbirinigözetim altında tutması ve sadece en tepedekilerin görüşüne kulakverilmesiydi. Dışarıdan gelen havayla hemen dağılıveren duman bulutununiçinde Svensson, Komintern'in odalarındaki tartışmaları, dışarıdapencerelerin ardındaki Kremlin'in taçı andıran mazgal şekillerini, kırmızıduvarlarını, ve orada aldığı ve buraya gelir gelmez anlaşmazlıklara yolaçan görevini düşündü. Alman ulusal sorununda sorumluluk almak vebunu Parti çıkarlarına uygun düşecek bir biçime sokmaya girişmek, tıpkıöteki Parti yetkilileri gibi uzaklaşmış olduğu, herkesin ortak bir paydadanuzak, farklı bir biçimde gördüğü bir ulus hakkında fikir beyan etmekne büyük bir cüretti. Ülkeye hata yapmayacak haberciler göndermek ge-631


ekiyordu, güvenilir durum raporlarına, belirsizlik içinde yaşayan gruplarlailgili bilgilere ihtiyaç vardı. Güneydeki ülke masif bir kütle halindeydi,hâlâ aktif olan kadroların kaybolduğu bu ülkede, gece gündüz silahyapımcıları, yalan değirmenleri gürültüyle çalışıyordu, orada devasaboyutlarda, ezip geçen, öğüten, dehşet salan bir mekanizma iş başındaydı.Svensson'un oraya gitmesi henüz yasaktı. Onun Paris'te işe yarayacağıgerekçesiyle İspanya'ya gitmesi nasıl istenmediyse, şimdi de bulunduğuyerden, içerde mevcut dayanak noktalarına hâkim konumda kalmakve doğuya yönelecek bir saldırı durumunda bu bağlantıları güvence altınaalmak üzere dışarıda kalma emrini almıştı. Avurt ve şakaklarındakibaskı artıyordu. Emrindeki yardımcıları geldi gözünün önüne. Ne türdenbağlantıların kurulacağını değerlendirirken bile bu aşamada her bir sözcüktartarak söylenmek zorundaydı. Örgütlenme biçiminde bir yenilikdüşündüğünü ima ederse, bu güvensizlik uyandırabilir ve kendini hementeşhir edebilirdi. Muhalif gruplarla ittifaka girmek ayrı bir şey, işçipartilerinin ortak cephesini amaçlamak, dahası işçi hareketini bir birlikpartisine dönüştürecek biçimde aynı potanın içinde eritmek ayrı bir şeydi.Partinin artık, yaşadığı parçalanma döneminden ders almak zorundaolduğu, emperyalizme ancak bir birlik partisiyle hücum edilebileceği veböyle bir partinin kurulamaması durumunda sermayenin bir kez daha busavaştan üstünlük sağlayarak çıkacağı saptamasını güvendiği kişilerlesohbetinde bile dile getiremiyordu, Komintern iki partinin birbirindennet sınırlarla ayrılması konusunda çok ısrarlıydı, nitekim yeniden yakınilişkiler kurmak üzere kullanılacak her inisiyatif bir ihanet olarak yorumlanıyordu.Bütün emekçilerin çıkarları doğrultusunda böyle bir partininkurulması Svensson'un önemsediği ülkenin bağımsızlığıyla aynı anlamageliyordu. Boğulur gibi oluyor, içini bir uyuşma duygusu sarıyordu. DüşünceleriSvensson'un görüşlerine benzeyen pek çok kişi tasfiye edilmişti.Parti artık tepedekilerin dışarıdaki temsilcisinden başka bir şey olamaz,onlarsız varlığını sürdüremez, bütün enerjisini onların güçlenmesineyöneltmezse asla ayakları yere basamazdı. Svensson'un kalemindenevrak dili, Parti sorumlusu dili dökülüyordu. Dimitrof onu, İsveç bölgeyöneticisini eleştirirken samimiyet sergilememesi yolunda uyarmıştı. Bunedenle Svensson onu sadece kod adı Arndt'la andı. Merkez Komite'dekimuarızına aceleciliğinin neden olduğu başarısızlıkla sonuçlanan girişimlerindensorumlu tutulmakla kalmıyor, ondan aynı zamanda Kominterndergisi için kaleme almış olduğu makalelerindeki ulusalcı havanın açıklamasınıyapması da bekleniyordu. Derginin yayın sorumlusu Rosner'in bumakalelerin yetersizliğini fark etmesi beklenirdi. Ama Rosner yeterincedikkatli olmamakla suçlanamazdı. Bir buçuk yıldır gizlilik içinde Enternasyonalinyegâne etkili yayın organını çıkarabilmek bile yeterince büyükbir işti. Bu münzevinin yaşadığı, kitaplarla ve gazetelerle dolu daracıkodaya yaptığı ziyaretler Svensson'da bir yakınlık ve güven duygusu632


uyandırmıştı. Arndt'ın Alman birliklerinin Berlin Brandenburg Kapısı'ndan geçişini betimleyişinin altında, batıdaki zaferin ardından Prusyacılıktaraftarı haline geldiği okunuyordu. Her ne kadar emperyalist savaşaverip veriştiriyor olsa da, askeri düzen karşısında, kıtaların hiç şaşmayan,güçlü uygun adım yürüyüşü karşısında duyduğu hayranlığı gizleyemiyordu.Tıpkı olayın canlı bir tanığı gibi askerlerin öfkeli, karanlıkyüzlerini betimlemiş, sonra da savaşın devamı durumunda onlar için bıçağınkemiğe dayanacağından ve yabancı köle işçilerle aralarındaki kardeşliktensöz etmişti. Oysa üniforma içindeki işçilerden hiçbir şey beklenemezdi,onlar tıpkı bindokuzyüzondört, onsekiz, otuzdokuzda olduğugibi emirlere uyuyor, tüfekleri onları yönetenlere doğrultmak yerine eniyi olasılıkla bir kenara atıyorlardı. Svensson bildiri için düşünülmüşmetnin ilk satırlarının altını çizdi. O da hayale, Parti'nin temel tezlerindesürekli kendini gösteren bir akıldışılığa kapılmıştı, belki tam da bu yüzdenbu denli sert bir biçimde birbirlerine girmişlerdi, belki de stratejininbütün araçlarını tartma, onlardan yararlanacak biçimde araştırma yapma,mevcut duruma uygun olmayanlardan vazgeçme, o anda yararlanılabilirolanı seçme becerisi ikisinde de eksikti. Ellerini alnına ve şakaklarına bastırıpmakam rekabetiyle geçen bunca yıldan, ayakta kalma güdüsü uğrunayapılan bunca kavgadan sonra kopan ilişkilerin yeniden kurulmasınaçalışıyordu. Ve işte Arndt, iyice geriye kaykılmış duruyordu, böyle tambir kalas gibi upuzun nasıl durabiliyordu, sonra tekrar hızla öne doğrugeliyor, yeşile çalan mavi gözleriyle ona bakıyordu, kimse ona karşı, kendisözleriyle dediği gibi, hariçten gazel okuyamazdı, kimse Almanya'dakidurumu ondan iyi bilmiyordu. Birisi bahaneleriyle ve saldırılarıyla onunkarşısına dikilirken, kendine Stahlmann adını takmış olan diğerinin İspanya'dakisavaştan bu yana partizanların bu liderine yafta olmuş kahramanlığıgözler önüne serecek deliller bulması engellenmeliydi. Pervasızcesaret denemelerini itici buluyor, özellikle de bu tavır parti kasasınınidaresini, yeraltında yaşayanların sorumluluğunu üstlenmiş birisi tarafındansergilendiğinde bundan hiç hoşlanmıyordu, ama yinde de, cephedebütün birlikleri birarada tutmayı başarmış olan, ama yazı yazmayakalktığında iki kelimeyi biraraya getiremeyen, tek bir mantıklı cümle kuramayanbu kumandanı diğerine, Politbüro'da lağvedilene kadar bir koltukuğruna kendisiyle rekabet etmiş olan şimdiye kadarki örgütçüye tercihediyordu yine de. Rosner'in odasında, çiçekli perdelerin arkasındakipencerelerin yarı açık durduğu ve avluyu çevreleyen sarmaşıklardaki serçelerinötüşlerinin duyulduğu bu odada gerginlikten uzak bir konuşmagerçekleşmişti, Svensson'un işini zorlaştıran çatışmalardan hemen hiç sözedilmemiş, ama Moskova'da birlikte geçirilen dönem hakkında açıkçakonuşulmuştu. Birbirinin ağzından laf almak için değil, ezici sorunlarınvarlığını karşılıklı doğrulamak için yavaş yavaş yakınlaşmak ilişki biçimininbir parçasıydı, ve Rosner çok ince imalardan oluşan bir dile hâkim633


olmaya yetecek kadar Komintern'de bulunmuştu, işin içinde olanlar budil sayesinde farklı görüşleri yüzünden suçlamalara maruz kalmıyorlardı.Odalarda içi daralan, casusların kendilerini daha kolay belli ettikleridış mekânlarda buluşmayı tercih eden Stahlmann'la genellikle dışarıdabuluşuyordu Svensson, Stahlmann birlikte bir şeyler yapacaklarını düşündüğüiçin buluşma noktalarına neşeyle gelip onu kent merkezine, vitrinlerinişaşkınlıkla izlediği moda dükkânlarının karşısına sürüklüyor,Hamn Caddesi'ndeki büyük alışveriş merkezinde dolaşmaktan kendinialamıyor ve Svensson onun, işadamlarının ve siyasetçilerin girip çıktığırestorana davetini geri çevirdiğinde düş kırıklığına uğruyordu. Eline bolbol yemek karnesi geçtiği için ziyaret etme şansına sahip olduğu bu lokalleronun gözünde vahşi ve heyecanlarla dolu kentin bir parçasıydı, kocamankafası, aslan yelesine benzeyen hafif kırlaşmış koyu renk saçları, genişve güçlü omuzlarıyla buraların en kalabalık olduğu saatlerde dolaşırkendikkat çekmeyeceğinden de emindi, Moskova'dan gelen bir yolcuboş parkların birinde daha fazla göze batardı. Cüretkâr karakterli, partiyikurtarmak için son nefesine kadar mücadele etmeye hazır biri olanSvensson Berlin'de yeni bir parti merkezi kurmak için uygun kişi olup olmadığınıyine de soruyordu kendisine, bu iş için kendini geri planda tutan,fazla görünmeyen bir stratejist daha uygun olmaz mıydı, ancak kendisigibi birisinin böyle bir misyonu üstlenebileceğini içinden onaylayıpbaşını salladı. Oysa kendisine Parti temsilcisi olarak bölge yönetiminingözetimi görevi verilmişti. Dimitrof ve Pieck'in desteğiyle Arndt'm işinibozmuştu, Merkez Komite'de hâlâ müttefikleri bulunan Arnt bazı dikkatsizlikleryapmış olabileceğini kabul ederek, hemen ardından Parti bölgetemsilcisinin planlarındaki hataları aramaya koyuluyordu. Kenardaki kâğıtyığınlarının arasından, varlığı tahmin edilen parti hücrelerine ilişkinbilgilerin bulunduğu sayfaları çekip çıkardı, onları daire biçiminde düşenışığın altına tuttu ve şifreli isimleri veri alarak gelecekteki eylemlerin altyapısıiçin bir taslak oluşturmaya başladı. Büyük kâğıdın tepesine kendiikinci takma adı olan Funk'u yazdı ve çevresine cetvelle bir kutu çizdi.Kutudan aşağıya doğru oklar çekti. Bir yıldır yapılan çalışmaları sıraylayazıp hepsini çerçeve içine aldı. Kâğıda Ernst olarak yazdığı Emmerlichve Walter kod adlı Hallmeyer bindokuzyüzkırk Martında Kopenhag'agelmişlerdi. İşgal yüzünden yollarına devam edememişlerdi. Bu dörtgenlerdende oklar çıkıyordu. Hallmeyer Haziranda Danimarka bandıralı birbalıkçı teknesiyle gizlice Kiel'e götürülmüştü. Hallmeyer Berlin'de, birparti merkezi kurmakla görevlendirilen ve bindokuzyüzotuzdokuz Aralığındatutuklanan Gall'in yerine geçmişti. Gall'in yuvarlak, geniş alınlıyüzü geldi gözünün önüne, onunla Almanya'da yaptığı illegal yolculuğusırasında, Paris'te, Prag'da sık sık karşılaşmıştı. Tornacı Gall'in yanı sıra,yine bir metal işçisi olan ve yıllarca hapishanede gördüğü işkenceye rağmenhayatta kalan Nelte de parti yönetiminde yer almıştı. O da Gall'le634


irlikte tutuklanmıştı. Nelte'nin saçsız geniş alnının altında çukura düşmüşgözlerinde beliren bakışlar geldi gözünün önüne. İkisinin adının bulunduğukutucuk bir okla daha büyük bir kutucuğa bağlanıyordu, orayaonların yazgılarını kaydedecekti. Boru döşeyicisi Hallmeyer, karışık saçlar,kepçe kulaklar, yakalanma tarihi yirmi dört Ağustos bindokuzyüzkırk,onun adından çıkan bir ok Plötzensee hapishanesini gösteren başkabir bölgeye yöneliyordu. Emmerlich Temmuzda Friesland sınırını geçipFlensburg'a, oradan da Berlin'e gelmişti, orada Steffelbauer, Gloger veGrünberg'in bulunduğu bir grupla çalışmıştı. Kâtip Steffelbauer'i Berlin'dentanıyordu. Orta yaşlı, ağırbaşlı, küçük bıyıklı, kelebek gözlüklübu adam Wedding okullarında ve Oberschöneweide'de öğretmenlik yapmıştı,düzenli koşullarda yaşayan bu memurun evi yıllarca Parti temsilcilerininve gözlemcilerinin sığmağı olmuştu. Harry kod adlı Schmeer deEmmerlich'le aynı anda İsveç yük gemisi NestorTa Göteborg'dan Bremen'egetirilmişti gizlice, nerede kaldığına dair hiçbir bilgi edinilememişti.Merkez Komite üyesi Weber kod adlı Wiatrek bindokuzyüzkırk ilkbaharındanbu yana Kopenhag'da gizleniyor ve ülke dışına çıkmayı bekliyordu.Arndt'ın ona, parti çizgisinden saptığı suçlamasıyla gösterdiğitepki onun Pakt'tan hoşlanmadığına işaret ediyordu. Üst sıradaki bir sonraki,kod adı Jakob olan Welter Nisan bindokuzyüzkırkta yola çıkacaktı.Ama İsveç Polisi onu yakalamış ve Lângmora kampına kapatmıştı.Svensson Saar bölgesindeki seçim mücadelelerinden beri tanıdığı Welter'inkurtarılmasını planlıyordu. Welter'in yüzü, yontulmuş gibi duransert yüz hatları geldi gözünün önüne. Sabrı ve cesaretiyle göreve uygunolabilirdi. Ancak onun deşifre olması durumunda Almanya'da kalan ailesininbaşına kötü şeyler gelebilirdi. Svensson onun annesine, babasına,kardeşlerine, karısına ve küçük oğluna ne kadar bağlı olduğunu biliyordu.Sırada Sven kod adlı Henke vardı, Ağustos başında İsveçli denizciWahlström'ün yönetimindeki Fredman adlı yük gemisiyle Lübeck'e götürülmüştü.Yaklaşık bir ay Berlin'de kalmıştı. Berlin'i göstermek üzere büyükbir dikdörtgen çizdi. Dikdörtgenin içi yavaş yavaş caddelerin telaşıyladoluyordu, binalar, meydanlar, istasyonlar, akarsular belirmeye başladı.Resimler baskaınlaşmadan önce Svensson gerginlik içinde hafiftentitreyerek bazı mutlak gerekli şifreler yazdı. Eylülde İsveç'e geridönmeyi başaran Henke ona hâlâ aktif olan kadrolar hakkında bilgivermişti. Kâtiple aynı yaşlarda olan teknisyen Uhrig, onun dostçatutumunu, açıklığını anımsadı Svensson, Uhrig bindokuzyüzotuzaltıyazında Luckau hapishaneden çıktıktan sonra hücreleri örgütlemeyebaşlamıştı. Makine teknisyeni Saefkow Fuhlsbüttel ve Dachau toplamakamplarında geçirdiği beş yıldan sonra Haziran otuzdokuzda onakatılmıştı. AEG türbin fabrikasında, kablo fabrikası Oberspree'de,Osram'da, Bamag'da ve Brandenburg Motorlu Taşıt Fabrikasındaonların yakın çalışma arkadaşlarının, kadın ve erkek işçilerin yanı sıraMett, Plön, Rietze, Siedentopf, Schmirgal ve635


Tygör ve ayrıca sosyal demokrat sendikacılar da vardı. Bunlardan biriolan Tomschick adı oklarla yönetici sosyal demokratlara bağlanıyordu.Onlar için eylem birliğini gösteren işareti koydu. Dört yılını Wolfenbüttelhapishanesinde ve Esterwegen ve Sachsenhausen toplama kamplarındageçirmiş olan eski parlamenter Leber, zamanında Kapp hükümet darbesininkarşısına dikilmiş ve iki buçuk yıl Esterwegen'de kalmış olan antimilitaristHaubach, bir zamanlar Hessen'de içişleri bakanlığı yapmış olan vebir yılını Rockenburg hapishanesinde ve Börgermoor ve Lichtenbergkamplarında geçirmiş olan Leuschner, Jena'daki halk eğitim merkezininyöneticisi olarak tanıdığı ve şimdi Berlin'deki devlet müzelerinde çalışanReichwein, Maaş ve Mierendorff gibi diğer isimler. Öğretmen ve gazeteciolan, Rote Fahne dergisine yazılar yazan Sieg'le de Berlin'de karşılaşmıştıSvensson, Sieg şimdi bir yeraltı gazetesi çıkarma hazırlığı içindeydi,Svensson ona malzeme göndermek istiyordu, ayrıca gazetenin adını daSvensson koymuştu, İç Cephe. Kentte hepsi legalitede bir yaşam sürüyordu.Devlet tiyatrosunun eski yönetmenlerinden Kuckhoff, daha bindokuzyüzonsekizdepartiye giren, yirmili yılların sonunda ihraç edilen, sonrayeniden parti için çalışmaya başlayan, dokuz ay kaldığı Sonnenburgkampında ciğerleri hastalanan Küchenmeister, Svensson'un planlı Sovyetekonomisi hakkında tartışmalar yaptığı ekonomist Harnack, Harnack'ınİngiliz edebiyatbilimci olan ve Svensson'la Goethe'nin şiirlerini tartışankarısı, ağır koşulları olan hapishanelerde ve kamplarda geçirdiği beş yılınardından ciddi olarak hastalanmış olan dil araştırmacısı Guddorf da onlardanbiriydi, Guddorf un ağın merkezindeki kişiyle yakın ilişkisi vardı,Svensson bu kişiyi sadece bir yıldızla gösterdi, bu yıldızdan çıkan oklarbakanlıklarla, komutanlarla, diplomatlarla, yüksek rütbeli subaylarla birleşiyordu.Henke'nin raporuna göre ilişkiler parti sınırlarının dışına taşıyordu,ortak bir cephenin belirtileri vardı, bu cesaret verici bir haber olmuştu,ama birlik fikrinin hangi boyutlarda benimsendiği belli değildi.Svensson'un çektiği bu çizgiler ve attığı düğümler kentin için için kaynayanorganizmasıyla karşılaştırıldığında cılız kalıyor ve fazla bir şey söylemiyordu,bu insanlar hakkındaki tasavvurları şematikti ama ne çıkacaksabu insanlardan çıkacaktı sonuçta, onlar hakkında iki satırdan fazla söyleyebileceğibir şey yoktu, yine de sınırlı satırların ve bağlantıların araşmayüzler sızıyordu. Hatları açık seçik ortaya çıkmasa da hayatta kalmayıbaşaran en iyi kadrolardı onlar. Henke'nin izlenimleri Arndt'ın varsayımıylaçelişiyordu, bu varsayım halkın bir savaş yorgunluğu içinde olduğuyolundaydı. Acaba Svensson yakın gelecekte içeride bir devrim olacağıumuduyla mı onlara yolculuk yapabilecekleri, ama güvenliği sınanmamışyollar öneriyor ve Henke'ye kesinlikle düşmanın kontrolünde olanadresler tavsiye ediyordu. Ama güvenilir sığınakların olmadığı, kendisinegelen haberlerin kuşkulu olduğu, habercilerin ve yardımcıların davranışlarınınhesaplanamadığı bir ortamda bütün ayrıntıları önceden nasıl636


görebilirdi ki. Düşüncelerinde bir kez daha Arndt'la tartışmaya girişti.Arndt onu, Henke'ye Scholz'u ziyaret etme görevi verdiği için suçluyordu,Scholz tutuklandıktan sonra düşmanın safına geçmiş olabilirdi. Henke'ninkız arkadaşıyla buluşmasına neden izin vermişti, kız izleniyor olabilirdi.Ama sonra Henke'yle Vanadis Parkı'nda yaptığı konuşmayı anımsadı,uzun zamandır kendisine yakın olan Henke'nin yaşadıklarını sükûnetleanlatmasından etkilenmişti, bu anımsama yeni sorular açıyordu,ama öyle her şey hesaba kitaba gelebilir miydi, önlemler o anda önlemebaşvuran kişinin sezgisiyle ve psikolojisiyle sınırlı değil miydi zaten.Henke'nin bindokuzyüzkırkın yaz sonunda gittiği Berlin giriyordu araya,onlar yan yana yürürken, Berlin'in görüntüsü içinde gözünün önündenkarla örtülmüş yollar, içini göstermeyen cam duvarlarıyla kaya sırtındabir buz kütlesi gibi duran büyük havuz geçiyordu. Kentle ilgili izlenimleriniaktaran bu becerikli, sağlam yapılı, bakımlı anlatıcının bir yükgemisinin makine dairesinde yolculuklar yapmış olabileceğini düşünemiyorduinsan, kızaklı çocuklar dinleyiciye Moskova'yı anımsatıyordu, oysaMoskova çok çok uzaklardaydı ve bu düşünce bir tokat gibi inmişti,Svensson Stockholm'deydi, parkın aşağı kısmındaki geniş cadde bir göleçıkıyordu, çıplak ağaçların ardındaki tepenin üstünde dört kuleli bir yapıvardı, Henke'nin bahsettiği sular idaresi. Kendisine kalacak bir yer tahsisedilmeden önce ilk birkaç gün Friedrich Caddesi istasyonunun yakınlarındakiAlbrecht Caddesi'nde bulunan Hıristiyan Konukevinde kalmıştı,yemekleri demiryolu köprüsünün altındaki Aschinger'de yiyordu, otomattansosis ve patates salatası alıyor, yuvarlak masada işçilerle, memurlarla,üniformalılarla dirsek dirseğe yiyordu yemeğini, kendisini ele geçirmekisteyenlerin arasına sızıyordu fark ettirmeden. Her an kaçmayahazırken gösterilen bu sükûnet, yadırganıp kendini ele verme korkusuyanı başındaki arkadaşına da bulaşıyor, onun düşman bölgesinde gerçekleştirdiğiyolculuk yaşantılarına karışıyordu, Henke yanlardan kendisinelaf atıldığında yorgunluk, dalgınlık numarası yapıyordu, gece vardiyası,diyordu, hardallı sosisten aceleci ısırıklar alıp son bir yudum daha biraalıyor, sonra oradan ayrılıyordu, haydi hoşçakalın, iki katlı otobüsler gürültüylegelip geçiyordu, sonra hızla duruma alışıyordu, hatta bazen bualışma çok hızlı gerçekleşiyordu, insan kendinden emin olmaya başlıyordu,kendini çabucak dilin içinde buluyordu, ne de olsa buralı sayılırdı,buranın yerel ağzı kendi diliydi, sonra birden sesi sanki başkasına aitmişgibi ürküyordu. Bu bölünme tehlikeliydi, etrafı kollamayı bir an bile eldenbırakmamalı, görevde olduğunu bir an bile unutmamalıydı, karıniçindeki çocuklar gibi ilerlemeli, sonra her an süratli dönüşlere kendinihazırlayarak bir hamleyle yokuş aşağı kayabilmeliydi. Rummelsburg'daküçük bahçeli bir arazide Scholz'la buluşmuş, ona Schmeer ve Hallmeyer'isormuştu. Schmeer gözlendiğini fark ettikten sonra kent dışında kalmayabaşlamıştı, ama ona Hallmeyer ve Emmerlich'le bağlantı kurabilece-637


ği bir adres verilmişti. Tutukluluğu sırasında ağır işkence gören Scholz'unmuhbir olduğunu öğrendikten sonra hemen yer değiştirmişti. Günlercekız arkadaşını izlemiş, sonunda onunla işyerinin yakınlarında, MohrenCaddesi'nin köşesindeki Charlotten Caddesi'nde buluşmuştu, hayal kırıklığı,dehşet, hemen kaçmalıydı, kız arkadaşı sorguya alınmıştı, onaSchmeer'in resmi gösterilmiş, bu adamı tanıyıp tanımadığı sorulmuş, eskinişanlısından söz edilmişti, belki de burada olduğunu biliyorlardı. Kız arkadaşınıbir kez daha görme isteğine kapılmış, birbirine benzeyen katedrallerinönünden geçmiş, kızı bir kez daha uzaktan görmüştü, mavi şapkasınınaltındaki yüzü balmumu bir maske gibiydi, sonra trenle Britz'e,Malchin Caddesi'ne gitmişti, bir oğlan çocuğuyla Schmeer'i tanıyan birisininevine mektup yollamış, ama bu kişinin orada oturmadığı ortaya çıkmıştı,metal işçisi Nelte'yi de aramıştı, Nelte de bindokuzyüzotuzüçtehapse atılanların, öldüresiye dövülen ve daha sonra serbest bırakılanlarınarasındaydı, onun oturduğu caddeye gitmişti, burayı biliyordu, evin kapısınıtanımıştı, merdivenleri çıkmış, isminin hâlâ kapıda yazılı olduğunugörmüş, kapıyı çalmıştı, kapı açılmış, kadın ardına kadar açtığı ağzınıeliyle kapatmış, hemen gitmesi gerektiğini, Nelte'nin Aralıktan beri yinehapishanede olduğunu söylemişti, sonra bir kere daha Rummelsburg'agitmiş, Scholz huzursuzlanıp hemen uzaklaşması gerektiği konusundaonu uyarmış, Schmeer'in yakalandığını söylemişti. Bütün bunlar körü körünebir koşuşturma gibi görünüyorsa da, belli koşullara göre düzenlenmişbir bilgi edinme biçimiydi, demişti Henke. Partinin sürekli kayganbir zeminde hareket eden yapısını, Berlin'in semtleri Moabit, Neukölln,Charlottenburg, Lichtenberg, Prenzlauer Berg'de bulunan hücreler arasındakibağlantıları görebilmiş, Jacob ve Bastlein'ı bulabileceği Hamburgbağlantısına yönelmiş, ayrıca Stahlmann'ın bulunduğu adreslerden eminolmak için Königsberg'de bulunmuş, orada bir üniversite öğrencisininbelgeleriyle daha önceden kararlaştırıldığı üzere İsveçli aracıyla buluşmakiçin Lübeck'e gitmişti, ona Stockholm'deki bölge yönetimine iletmesiiçin geçici bir rapor vermesi gerekiyordu, yeniden Berlin'e döndüğündeartık daha fazla başkentte kalamayacağını, artık kimsenin onu yanındabarındırmaya cesaret edemeyeceğini, herkesin kaçmak üzere hazırlıkyapıp kendisine bir sığınak aradığını anlamıştı, Hallmeyer ortadan kaybolmuştu,Emmerlich'in tavsiyesine uyarak Lübeck'e geri dönmüş, oradagünlerce dolanıp durmuş, İsveçli denizcilerin barakasında kahve içmiş,geceleri inşaatlarda, harabelerde yatıp kalkmış, Wahlström'le yük limanındakigemide buluşmak üzere Memel üzerinden dolaşarak gelecekolan Fredman'm gelişini beklemişti. Asıl adını neredeyse unutmuş olanSvensson, Stockholm Limanı'na varışından kısa bir süre sonra Şubat sonundakendisine verilen, kapısı kapanmayan odasındaki masadan kalkıp,çocuk mızırdanmaları arasında mutfaktan, koridordan sesleri gelenkavgaya sıkıntıyla kulak kabarttı, kulağına gelenler hastalık ve yoksul-638


lukla ilgili sızlanmalardan başka bir şey değildi. Yabancıya yardımseverlikgösteren ev sahipleri kendi hayatlarını doğru düzgün idame ettiremiyorlardıartık. Bulaşıkçılık yaparak ailenin geçimini sağlayan kadınla Almanhapishanelerindeki dört yıllık tutukluluktan sonra serbest bırakılan,ana yurdu İsveç'te adı komüniste çıkan adam birbirleriyle kavga etmiyorlardı,sadece çaresizlik ve umutsuzluk içindeydiler, Svensson parmaklarınıdaha büyük bir güçle şakaklarına bastırdı, dumanın içinden adamınsırtını görebiliyordu şimdi, çavun darbelerinin açtığı derin yara izleri vardısırtında. Daha ilk konuşmalarında Svensson'a her şeyi anlatmış, açıkyüreklilikledavranmıştı, otuzlu yaşlarının ortalarındaydı, ama sarkık yanaklarıyla,çukur gözleriyle, seyrek saçlarıyla çok daha yaşlı gösteriyordu.Acı çeken bu adamın anlattıklarını dinlemek Svensson'a işkence gibigelmişti, adamın Almanya'da başlayan ağır ağır öldürülme süreci İsveç'tede devam etmişti, Svensson ezilen ve kötüye kullanılan çok insangörmüştü, bu yüzden bu çökmüş gövdedeki işkence izleri onu sarsacakbir şey olamazdı. Moskova'da her gün yakın arkadaşlarının götürülüşünetanık olmuş ve onların nasıl doğru yola getirildiğine ya da hain ilanedildiğine ilişkin raporlar karşısında susmak zorunda kalmış olan Svenssoniçin Mineur'un anlattıkları bir mahkeme sürecinden çok hayatın kendisineuygun sayısız sefil olaylardan birisiydi sadece. Herhangi birininherhangi bir çıkarı uğruna tesadüfen oradan geçmekte olan bu denizcideliğe tıkılıvermişti, piyango bu yabancıya vurmuştu, birkaç saniye önceolsa aynı şey başka birisinin başına da gelebilirdi rahatlıkla, Mineur kendini,kayıtsızlık içinde işleyen o bildik prosedürlerden birinin içinde bulmuş,düzene uygun davranmak üzere eğitim almış İsveç Konsolosu vedenizcilerin papazı olayla ilgilenmemişti bile. Bir kez küçük bir polis memurununyoluna çıkmıştı ya, artık şüpheli bir kişiydi, bir kez hücreyeatılmıştı ya, artık davalıydı, ya yasak broşür dağıtmıştır ya da siyasi propagandave casusluk yapmıştır, komünistler için savunma hakkı kalmamıştı,masum olduğunu kanıtlamak için gösterilecek her çaba kendini dahabeter ele vermek anlamına geliyordu. Ayrıca hiçbir formaliteye uyulmadanişten kovulmuş olması, uzun süre işsiz dolaşmış olması, sonra dabir gemide boş bir yer olduğu söylentisinin peşine takılıp kendini tayfaolarak yazdırmış olması da onun bir serseri ve bir kızıl olduğunu gösteriyordu,evet o doğru adamdı, onu yakalayan polis memurunu uyaracak,ona dur bakalım dedirtecek bir şey vardı herhalde bakışlarında, uygunadam oydu, hapse girmekten kurtulamazdı, kederli yüzünden açıkçaokunuyordu bu, yargılanması bir kez hâkim önüne çıkarılmasına bakardı.Onu sorgulayanlar kanıt aramıyor, karnını tekmeleyenler, kurşun uçlukırbaçları onun sırtına indirenler ondan itiraf beklemiyorlardı, bu izbeliklerdeolanlar can sıkıntısındandı, bu yapılanlar sırasında ölüp gitse kimseondan haber alamayacaktı. Eğer birkaç işçi kendilerinden birinin, bu canınaokunmuş, yerlerde süründürülen birinin Almanya'daki Fuhlsbüttel639


kampında olduğunu öğrenmiş olmasaydı, kimse onun başına gelenlerinkendilerinin de başına gelebileceğini biliyor olmayacaktı ve eğer onlarbir komite kurarak gürültü patırtı çıkarmamış ve bu durumu bir meselehaline getirmemiş olsalardı ve onların sayesinde bu durum birkaç gazetedegündeme gelmemiş olsaydı, Berlin'deki şu Richert denen İsveç elçisi,bu arada tutuklunun sevk edildiği ve Bremen'de bulunan Kammerberghapishanesine gitmek zahmetinden kurtulmuş olacaktı. Ve tabii oldumolası beyler uşaklarına nasıl davrandılarsa, elçisi de hücrede yereuzanmış insan yığınına öyle hitap etmiş, tutuklunun ayağa kalkabileceğini,artık serbest olduğunu, evine dönebileceğini söylemişti, iyi yolculuklarvesaire, ve ağzındaki bütün dişleri sökülmüş olan, ölümün kıyısınagelmiş olan adam sallanarak ayağa kalkmış, içeri atıldığı hızla dışarısepetlenmiş, bir trene yerleştirilip İsveç'e yollanmıştı. Bir tazminat sözkonusu değildi elbette, itibarını geri vermek ne kelime, ona lütufta bulunulmuştu,serbest bırakılmış bir suçluydu o, onun gibi birisinin bir taleptebulunma hakkı olamazdı, kendi köşesinde susup oturmak zorundaydı,arkadaşları onun dönüşünü kutladıktan sonra kurumlar devreye girmişve onun hayatını mahvetmeye devam etmişlerdi, işlemler bu defakamçı ve hücre hapsi yöntemiyle değil, rahat koşullarda, bürokratik yoldanyürütülüyordu, işsizlik parası, sağlık ve gıda yardımı kesilmiş, denizişletmecilerinin kara listesine alınmış, polis gözetiminde tutulmuş,altı ay önceki vergi borçlarını ödemesi istenmişti, bütün bunlar onu birkez daha, birkaç işçinin çabasıyla kurtulduğu bataklığın içine sürüklemekiçindi. Açık kapının eşiğinde yan yana dururlarken dinleyicinin aklıMineur'un anlattıklarını dinlemekten çok Lux Otel'de Flieg, Remmele,Eberlein'le geçirdiği saatlerdeydi, Svensson pek çok kez çalışma masasınagitmek üzere hamle yapmış, ama Mineur anlatmaya devam etmiş,Svensson da onun anlattıkları karşısında isteksizce ona ilgi gösteriyor gibiyapmıştı, bu sahte ilginin nedeni anlatanın hatırına değil, Halk Yurdudenen İsveç hakkında bilgi almak içindi. Alman hapishanesinden çıkanMineur yıpranmış sinirleriyle, bu kurum olmadan hiçbir işyerinin kapısındanbile geçemezdi, onun ait olduğu, ama savaşın patlak vermesindensonra aşağılanan ve etkisiz hale gelen kendi partisinin milletvekilleri deona ihtiyacı olan yardımı yapamıyordu. Almanya'dan dönüşünde Mineur'egösterilen kısa süreli ilgi çoktan sönüp gitmişti, artık gazeteler onunlailgilenmiyordu, ilk savaş kışında köprülerin altındaki yakacak odun yığınlarınınarasında gecelemek zorunda kalmış, sonra günün birinde parti lokalindeonu yanına alan bir kadın yoldaşla tanışmıştı. Aynı katmanlardangelenlerin aralarındaki kendiliğinden anlaşmayı doğrulayan örneklerdenbirisiydi bu da, ama burada bir başkasının içine düştüğü sefalete gösterilenanlayış da vardı. Onun yanında en azından dinlenebildiğini söylemiştiMineur. Politbüro üyesi Remmele kampta aklını kaybetmişti, işçi konseylerininkurulmasından bu yana parti üyesi olan birisinin zihin ağlarını640


öyle darmadağın etmişlerdi. Merkez Komite'nin örgütlenme sekreteriFlieg de yine böyle çözülmüştü, Rose Luxemburg'un arkadaşı, Komintern'indaha ilk kongresinde yer almış olan Eberlein da aynı şekilde safdışıbırakılmıştı. Sabahın erken saatlerinde ağır hastanın odasından çıkarılıpsürüklenerek insanı ezip geçen sorgulara götürülüşünü anımsadı.Aralarında Neumann, Schulte, Schubert ve Münzenberg'in bulunduğueski tüfekler karşısında içini bir korku sarmıştı. Partinin birlik bütünlüğüsaplantısıyla onları sapkınlar, sekterler, oportünistler olarak damgalamışve onların tasfiye sürecine katkıda bulunmuştu. Hiç fark etmeden ne biçimbir sistemin içine sürüklenmiş olduğunu düşünüyor ve ReichstagYangını davasında bütün işkencelere dayanmış olan Dittbender'i de, sonukurşuna dizilmek olan bir suçla ithama, casusluk, ihanet, döneklikle suçlamayahâlâ hakkı olup olmadığını sorguluyordu. Eğer kalsaydı onun dabaşına aynı şey gelecekti, bundan emindi, çünkü yeterince düşmanı vardı,onlar da tıpkı kendisi gibi parti doğrusundan başka bir şey görmek istemiyorlardı,o nasıl başkalarına kariyerist diye saldırdıysa, ötekilerin dekendisini suçlamak için bir sürü neden bulacaklarını, bedelini ancakölümle ödeyebileceği suçlar yükleyeceklerini düşünüyordu. Hiçbir şeyinaslında böyle olmasını istememiş olduğunu kendisine söylemesinin artıkbir faydası yoktu, onun istediği sadece, parti için ölümcül bir tehlikeninsöz konusu olduğu bir zamanda uzağı göremeyenleri, itaatsizlik gösterenlerisorumluluğa davet etmek, onlara özeleştiri için çağrıda bulunmakolmuştu, ama onların aleyhindeki en küçük ifadenin nasıl sonuç vereceğinibiliyordu. Kendisi ve arkadaşları bilinçlendirme eğitiminin sonucundayıkılmışlardı, Mineur de bir eğitimden geçmişti, ama çok farklı türdenbir eğitimdi bu, Mineur isveç'e döndükten sonra Söder İstasyonu'nunyukarısındaki Fatburs Caddesi'nde bulunan eski fabrikada bir kaynakçılıkkursuna gitmiş ve sonunda Jungfru Caddesi'ndeki otomobil parçalarıüreten bir atölyede iş bulmuştu. Svensson adıyla ülkeye yeni gelmiş olanAlman Komünist Partisi görevlisi ise ona cesaret verici birkaç söz söylemiştisadece. Onun terk ettiği dünyada, zulme uğrayanlar yakınlarındankopartılıyor ve bilinmeyen yerlerde imha ediliyorlardı, buna karşılık Mineur'unyaşamında hâlâ sabit adresler, bir barınak, bir eş, bir çocuk vardı,gerçi Mineur şimdilerde, Mayıs ayında yine işsiz kalmıştı ve Norrland'daodun kesmesi için aldığı davete uymadığı için işsizlik yardımı almaya bilegidemiyordu. Öfkeyle Svensson'a ağır iş yapamayacağını belgeleyendoktor raporunu göstermişti. Duman içinde yüzen masasının başındayandaki seslerden kopmuş olmak birdenbire ona garip bir rahatlamaduygusu verdi. Üç ay önce bu ülkeye geldiği âna geri gitti. Serbest limanagirmişlerdi, Tallinn'den gelen geminin gümrük kontrolünden sonra gizlendiğiyerden çıkmış, Sovyet Ticaret Delegasyonunun temsilcileri tarafındankarşılanmış ve gemide kalan memurlardan birisinin paltosunu giyipkendisini bekleyen arabaya götürülmüştü. Kar fırtınasında spor alan-641


larının ve stadyumun oradan geçerek kısa bir süre sonra Vallhalla Sokağı'nagelmişlerdi, onları bulvarın ortasındaki tramvay durağında Södermanbekliyordu, Söderman Gustav kod adıyla İsveç partisinin yabancıyoldaşlardan sorumlu görevlisiydi. Kentte katettikleri yolu tam olarakyeniden gözünde canlandırmak bu akşam saatlerinde Svensson içinönemliydi, bir bellek egzersizi yapar gibi Dört Numaraya binişini gözününönüne getirdi, bunu yaparken birbirleriyle tek kelime konuşmamışlarve Dört Numara onları Oden Caddesi'nin kurşuni koridorundan geçirerekyüksek Sankt Erik Köprüsü ve Friedhem Meydanı üzerindenVasterbro'ya getirmişti. Birbirleriyle konuşmaya neden sonra, ancak LillaEssingen'in karşısındaki Marieberg'in tepeciklerle dolu arazisinde bataçıka yürürlerken başlamışlardı. Sivri çatılı bir evi çevreleyen karın içinden,pastoral bir karşılama yapmak üzere hazırlanmış gibi görünen, amahâlâ kış uykusunda olan kilden yapılma cüceler ve orman hayvanlarıyükseliyordu. Sanki kentin ortasında kırsal bir bölgeye girmiş gibiydiler,rüzgâr eski garnizon binasının çevresinde kar tabyaları oluşturmuştu,kargalar kara ağaçlardan havalanıp uçuyorlardı, çok aşağılarda, çatlayanbuzun kabuk bağlamış oluklar oluşturduğu fiyordun kıyısında kayıkhanelerve küçük tersaneler vardı, uzun boylu, kızıl saçlı Söderman, kocamaniki yay çizen Vâster Köprüsü'nü, Högalid Kilisesi'nin kulelerini,kentin kuzey ve güney bölümlerinde yer alan ve eski kente çıkan kıyı yollarını,Lângholmen'deki hapishanenin değişik yönlere doğru açılan binalarınıve Essinge Adaları'nı göstermek için kayalık tepelerden birindedurmuştu. O zamanlar ilk kez bir kurtulmuşluk duygusu kaplamıştı içini,ve yol arkadaşı ona yeni semtindeki bağlantı noktalarıyla ilgili bilgiverdiği sırada, onu bekleyen zorlu görevlere rağmen, korkunç bir tehlikeyiatlatmış olma duygusu uçup gitmemişti. Varmış oldukları dar köprününhemen üst kısmında bulunan, beyaz pencere süslemeleriyle, bahçesindekisütunlu eğlence köşküyle açık sarı, ahşap, teraslı villaya bakarkenuzun zamandır unutmuş olduğu bir huzur duymuştu, şimdiyse dönüpdolaşıp bu kentte kalmaya başladığı günleri neden özlediğini biliyorduartık, baskısını duyduğu sorular yüzünden duyuyordu bu özlemi, acabaonun için bir geri dönüş söz konusu olabilecek miydi, yoksa burada yenibir hayata mı başlıyordu, parti aidiyetinden hiç kuşku duymaksızın bupartinin değişiminde etkili olabilecek miydi. Elleriyle masaya dayanıpayağa kalktı. Sürekli suçlamalarla, sınamalarla ve savunmalarla geçenyıllar bir kez daha canlanıyordu, masaya dayadığı elleriyle sanki mahkemedeparmaklıklara dayanmış gibiydi, yüzü Manuilski, Dimitrof, Ulbricht'edönüktü. Piposu sönmüştü, onu yeniden doldurmak istedi, amamarkası Riksblandning olan kahverengi tütün paketi boştu, içindeki kırıntılarıaldı, onları piponun içindeki yarı kömürleşmiş artığa ekleyipyaktı, Friedhem Meydanı'ndan ya da oradaki büfe kapalıysa istasyonunoradan tütün almak için dışarı çıkması gerektiğini düşündü. Kâğıtları yır-642


tıp çöp sepetinin içine atmak, okunmuş gazeteleri toparlayıp evrak çantasınıniçine tıkmak, uzun süre oturduktan sonra bacaklarını hareket ettirmek,adım adım pencereye yaklaşıp onu açmak olağanüstü mutluluk vericiydi.Dumanın içinde girdaplar oluşuyordu. Lambayı söndürüp el yordamıylakapıyı buldu, ona yatacak yer sunabilmek için ev sahiplerininkoyduğu yatağın yanından geçip koridorda kimseye görünmeden çıkmakistiyordu. Ama adam ona, bir sürü çocuk bezinin asılı olduğu mutfaktanel salladı, bluzunun düğmesini kapatmakta olan karısı sanki beşiğindeyatan karnı tok çocukla birlikte ona da meme vermiş gibi ağzını sildi.Adam tarafından esir alınmak istemediği için yatağın üstünden atlayıpportmantoda asılı paltoların ve giysilerin arasından sürünerek geçti,kapının tokmağına atılıp kapıyı açtı ve hızla merdivenlerden aşağıya indi.Partinin ödediği az miktarda bir kira karşılığında kendisine bu odayıveren insanlara müteşekkir kalmak istemiyor, onların yapışkan acısındankaçıyordu, tek istediği ona söz verdikleri öteki odaya taşınabilmekti. Öyleumuyordu ki, orada rahatsız edilmeden kalabilir, kapısını kapatabilir, birtelefonu olabilirdi. Öte yandan bu bina güvenli bir yerdi, Mineur ailesinindışında burada Dahlgren adında bir ustabaşı, Henriksson adında bir kadınkuaför, Larsson adında bir posta memuru, Lindberg adında bir radyomontajcısı, Palm adında bir formen, Östlund adında bir elektrikçi ve Edlundadında aşağıdaki süt dükkânının sahibi oturuyordu. Değişen kiracılar,bir barınak arayan akrabalar ve dostlar eksik olmuyordu buradan,Svensson önünden geçerken giriş kapısının arkasındaki tabelada yazılıolan adları hep bir hoşnutluk duygusuyla okuyordu. Sokağa, yaz öncesiakşamının aldatıcı aydınlığına çıktı. Yukarıdaki odasında, kapalı pencerelerve perdeler yüzünden, Beyaz Gecelerin fazla uzaklarda olmadığınıunutmuştu, yukarıya, kuzeyin geceyarısı güneşini görmeye gitmeyi isterdi,gizlenmekten, asıl adını inkâr etmekten bıkıp usanmıştı, ama gelecekhaftalar yine bir elçiyi gemiyle Almanya'ya gönderme hazırlıklarıyla geçecektive Arndt pusuya yatmış, onu en ufak bir hatasında tuzağa düşürmeyeçalışıyordu. Evin giriş kapısının önünde yüzüne çarpan ılık havada,bağlantı yollarının kapalı olduğunu bahane ederek araştırmaların sonuçlarınışifrelenmiş mikrofilmler halinde hâlâ Moskova'ya göndermemişolan Stahlmann'a duyduğu öfkeyi de anımsadı, karşıt bir rapor hazırlamaktaolan bölge yöneticisinden daha hızlı hareket etmek zorunda olduğununfarkındaydı Svensson. Arndt, Henke'nin edinmiş olduğu bilgilerikendi çıkarı için kullanırsa, Komintern'de yapılacak durum değerlendirmesindekendi haklılığını nasıl kanıtlayabilirdi ki. Hareket halinde olanındeğil de, olduğu yerde duranın dikkat çektiği ve bu nedenle pek doğru birhareket olmadığı halde kapının eşiğinde dikildi öylece, belki de bu, artıkhiçbir şeye dikkat etmemeyi, sıradan ve yerleşik bir kişi gibi yaşamayı istemegüdüsünün bir dışavurumuydu. Arndt'ı suçlayacak ne vardı ki şimdi,diye geçirdi içinden, kendisi sırf tütün bağımlılığı yüzünden, polisin643


gözetim altında tuttuğu istasyona gitmeye kalkışmamış mıydı sanki, birkaçblok ötedeki Disponent Caddesi'nde, geçerli bir Fransız pasaportuylamültecilere yabancı dil dersi veren ve burada karısıyla, Dahlem'in kızıolan karısıyla yaşayan Arndt'tan, ya da şimdi içinden asıl adını andığı Mewis'tendaha büyük bir riske girmiyor muydu kendisi. Saat dokuz olmaküzereydi, Bro Caddesi'nin karşı çaprazındaki eve kapısı kapanmadan önceyetişmek istiyorsa harekete geçmek zorundaydı. En azından bu kısa yolukatetmesi gerekiyordu, onun yirmi iki numaralı evi caddenin en uçundaydı,cadde burada yokuş yukarı viraj yapıyor, sonra da yokuş aşağı, demirkazıkların taşıdığı ve küçük Essinge Adası'nı daha büyük EssingeAdası'yla birleştiren, dik bir yamacın, çalılıkların ve nehir kolunun üstündebulunan köprüye çıkıyordu. Kubbenin alt kısmında, depoları ve limantesisleriyle Primus fabrikasının ve Lux atölyelerinin gece vardiyasında aydınlatılmışblokları uzanıyordu, kalelere benzeyen bu yapılar köprününbaş kısmına kadar, şimdi Svensson'un yürümekte olduğu ortadaki yolunetrafındaki halka biçimli sokakları çevreliyordu. On dokuz numaralı kapıBro Caddesi'nin köşelerinden birindeydi, burada geldiği ilk günlerde yanındakaldığı Frithiof oturuyordu. Yine başa dönmüştü. Marieberg kıyısınınbir köşesinde bahçenin yoğun yeşili arasında açık sarı villa ışıldıyordu,Gustav'la birlikte sivri çatılı eski evin önünden geçmişler, Gustav bazılarıhâlâ inşaat halinde olan yeni binaları göstermişti, ve şimdi evin kapısınıaçıp merdivenleri çıkıp zili çaldığında burada Sven olarak tanıtıldığındangünlerden bu yana hiçbir şey değişmemiş gibi geldi ona. Kararsızlık içindeydi,ama Frithiof un kapıda görünmesiyle birlikte istekli bir tavra büründüve taleplerinin aciliyetini dile getirdi. Buradaki ilişki biçiminin birparçasıydı bu, oysa aktaracağı mesele ayaküstü halledilecek bir şey değildi,mutfağın yanındaki yemek masasına davet ettiler onu, Frithiof un karısıkahve ve yiyecek bir şeyler getirdi, az önce eşikte beklerken hissettiğisoğukkanlılığa ihtiyacı vardı. Bu şekilde de içinde bulunduğu döngüdençıkamıyorsa, bunun nedeni yine son zamanlarda kendisinin de beklemediğisıklıkta etkisine kapıldığı huzur ve rahatlama ihtiyacıydı, Frithiof unverdiği tütünle yeniden piposunu tüttürmeye başladığında birden bir çelişkininiçinde buldu kendisini, bu çelişki stoacı düşünme eğilimiyle kendinisınırlamadan davranma isteği arasındaki çelişkiydi. Öte yandan buiki yön onun çalışma sürecinde birbirini tamamlayan parçalardı. Bir dilkarışımını kafasını gözünü yara yara konuşmak sorunları açıklamakta,özellikle de vurgulamakta bir zorluk gibi görünüyordu önceleri. Amadevletin siyasi baskıları ve Parti yasağının baskısı yüzünden zaten hayatlarınıneredeyse tamamen yeraltında sürdüren İsveçli yoldaşlar için anahtarsözcükler yeterliydi. Alman ve İsveç partileri Komintern'in bölümleriolarak birbirlerine bağlıydı. Alman birliklerinin transit geçiş bölgesi halinegelmiş olan İsveç'i nasıl ki düşmanın etkisinden uzaklaştırmak Almangöçmenlerin duyduğu bir gerekliliktiyse, Almanya'daki savunma alanla-644


mın geliştirilmesi de İsveçli antifaşistlerin misyonuydu. İşçilerin ve denizcilerinkatkısı olmaksızın İsveç'te eylemlere gitmek olanaksızdı. Burada,Parti bölge yönetimi içinde planlananlar ortak çıkarlara yönelikti. Bunarağmen gizli faaliyet, kimseye görevinin parçası olmayan konulardabilgi verilmemesini gerektiriyordu. Herkes kendisine verilen görevi uyguluyorduve herkesin bilmesi gerekenden fazlasını bilmemesi önemliydi.Üstü kapalı anlaşma ilişkisinin dar sınırları içinde sarf edilen her sözcüğünardında, çözülmeyi sağlayacak bütün araçları elinde bulunduran olasıbir sorgu pusuya yatmış bekliyordu. Sadece kısmi iki sorundan başkabir şeyden söz edilmemesine rağmen, mutfaktaki masanın başında, inşaatmalzemeleriyle dolu toprak avluya bakan bu küçük dairede Svensson'unplanlamalarının bütün boyutları bu konuşmaya yansımış bulunuyordu.İlk sorun, faaliyetinde başarılı olabilmesinin önkoşulu olarak uzun zamandanberi sözü edilen taşınma meselesiydi, Svensson'un taşınacağı yerFrithiof un kız kardeşinin dairesiydi. Svensson işinin, rahatsız edilmedençalışabileceği daha büyük bir mekân gerektirdiğini yineledi, ayrıca bir işçisemti olan Söder'deki Gotland Caddesi gerçekleştireceği buluşmalar içinLilla Essingen'den daha uygundu, orada Svensson'u tanımaları ihtimaliolan çok sayıda Alman mülteci yaşıyordu. Parti yöneticilerinden birisiolan Matern, Norveç'ten kaçtıktan sonra Gustav'ın aracılığıyla GotlandCaddesi'ndeki odayı kiralamış ve Komintern'in talimatı üzerine SovyetlerBirliği'ne gitmek için Mart ayında oradan ayrılmıştı, ama bu oda ailevi nedenlerdendolayı artık kullanılamıyordu. Frithiof taşınma işi için Svensson'unHaziran ortasına kadar beklemesi gerektiğini söyleyince içinde yinebir sabırsızlık dalgası yükseldi. Mineur ve ailesinin oturma odalarınıvermiş olmaları Svensson için son derece doğal bir durumdu, bu nedenleFrithiof un kız kardeşinin de bir hizmette bulunmak adına evini açmasındaısrar ediyordu, bunun üzerine Frithiof un karısı eltisiyle bir kez dahakonuşacağını söyledi. Böylece daha kapsamlı bir iş olan ve kısa zamandaçözülmesi gereken ikinci soruna geçti Svensson, Frithiof ona Alman yoldaşlabir buluşma ayarlandığını bildirdi, Svesson Bischoff u adıyla anmamıştı,oysa Frithiof un karısının arada bir onunla buluştuğunu biliyordu.Ayrıca Söderman'ı da sadece Gustav adıyla anıyordu. Kod adlarını kullanmakinsanın kendi kod adına alışmasında yararlı oluyor, görevlerin zortaşınır ağırlığını biraz olsun temsili figürlere aktarıyor, ölümcül tehlikeânında insanın kendine karşı belli bir mesafe kazanmasını sağlıyordu sanki.Bu arada önemsizmiş gibi sunulan bir şey daha öğrendi, sekiz Haziranpazar günü sabah saat dokuzda Drottingholm'un dışında, Lövo'daki kilisedeonu bekleyeceklerdi, böylece kendi etrafına çizdiği dar çemberin sınırlarıbüyük ölçüde genişliyordu.645


Kapı sürgülenmişti. Ayak sesleri uzaklaşıyordu. Kamarada yalnız başınaydı.Lomboz çapraz şekilde içeriye doğru açıktı. Limanın bir kısmıcama yansımıştı. Kayıkçı, gizlenmesi gerektiğinde ona dolaba girmesiiçin bir işaret verecekti. Sırtını iyice duvara dayamıştı. Bakışlarını camdanayırmıyordu. Saat sabahın beşiydi. Denizci giysisinin altında iki kat giysive iki kat iç çamaşırı vardı. Başındaki kasket kısa saçlarını örtüyordu.Boynuna yün bir atkı dolamıştı. Giysilerin etek kısımlarına şifreli raporlar,broşür metinlerini içeren mikrofilmler, yedi yüz mark ve Alman ekmekkarneleri dikilmişti. En geç dört hafta içinde Berlin'de olacaktı. Bugün,yirmidokuz Haziran bindokuzyüzkırkbir pazar günü Broström DenizcilikŞirketi'ne ait, bin iki yüz elli tonluk bir yük gemisi olan Ferm GöteborgLimanı'ndan ayrılıp Bremen'e gidecekti. Svârd pencerenin camındangörülebileceği bir yere geçti. Hafifçe elini kaldırdı. Bir düdük sesi duyuldu.Kadın dolaba girdi, kapıyı kapatıp, yağmurluğun arkasına saklandı.Sesler yaklaşıyordu. Anahtarın kilide girmesi ikinci bir uyarı oldu. Kapıaçıldı. Svârd ve Starkenberg kamaraya girdiler. Tekrar kapıya gidipgümrük memurlarıyla konuştular. Bir süre daha kapıda durdular. Sonrayukarıya çıktılar. Kapı açık kalmıştı. Kadın kulağını dolabın kapısına dayadı.Dört bir yandan ayak sesleri geliyordu. Sesler güvertede yankılanıpdemir merdivenleri inmeye başladılar. İskele çekildi. Yukarıda makinedairesi komut kolu çekildi. Zil işaretiyle birlikte makineler çalışmaya başladı.On yedi mürettebatlı bu küçük gemi titreyip sallandı. Daha önce palamarpostaları tarafından çekilmiş olan halatlar gemi duvarına çarptı.Ağır seyir işareti verildi. Pervanenin dönmesiyle metal uğuldadı. Son halatda çözüldü. Yolculuk başlamıştı. Kayıkçı dolabı açıp elini Bischoff auzattı. Bischoff gözleri kamaşarak dışarı çıktı. Kamarada yeniden yalnızkalmıştı. Kapı dışarıdan kilitlenmişti. Limanlardaki vinçler ve ambarlargözlerinin önünden kayarak geçiyordu. Tepede görünen Masthuggs Kilisesiağır ağır dönüyordu. Boş mavi bir tramvay Andree Caddesi boyuncaJârntorget yönüne doğru ilerliyordu. Birkaç büyük denizaşırı buharlı geminindemirlemiş olduğu Stigberg Limanı sessizdi. Ama balıkçı limanlarındahareket vardı. Pencereden çekilip yüksek tabureye oturdu Bischoff.Zaman üç biçimde hesaplanabilirdi. Dünyanın doğuşuyla batışı arasındakisüre. Kendisinin doğumuyla ölümü arasındaki süre. Üstlendiği görevinbaşlangıcıyla bitişi arasındaki süre. Şimdi geçerli olan sonuncusuyduve küçük bölümlere ayrılmıştı. Her bir bölümün bütün ayrıntılarıyla düzenlenmesigerekliydi. Dikkatini hep bir sonraki adıma yöneltmek zorundaydı.Her ne kadar ön hazırlıklar tam olarak yapılmış olsa da, öncedenkestirilemeyenler daima daha önemli ve belirleyiciydi. Tetikte olma zorunluluğutedirginliğe izin vermiyordu. Ferm'in güvertesindeki iki aşamayıgeride bırakmıştı. Gece birde Svârd'le birlikte Skeppsbro Limanı'nagitmişlerdi. Gemiye girmek için en uygun saat buydu. Beyazlığın ağırbastığı alacakaranlıkta bütün biçimler belirsiz bir nitelik kazanıyordu.646


Svârd ona, sekiz direkli geminin kabinindeki lombozu göstermişti. Limanzemininin birkaç metre üstünde, ambar pencerelerinin seviyesindeydi.Onun üstünde kenar ve güverte pencereleriyle kaptan köşkü vardı. Onunhemen ardında da üstünde beyaz bir B olan baca. Ön güverte gemi uzunluğununüçte ikisinden fazlaydı. Burası henüz boştu, ilk olarak Uddevella'daodun yüklenecekti gemiye, bunlar Hollanda'da Deljzejl'e götürülecekti.Ambar Bremen'e götürülecek rulman sandıklarıyla doluydu. Deliktensarkan çıpanın altında kömür kasası vardı. Oraya üst güverte lombarındandar bir merdivenle iniliyordu. Bischoff Alman karasularından geçerkenburada saklanacaktı. Svârd'in İspanya'da savaştığını ve pek çokkez Almanya'ya malzeme ve ajan götürdüğünü biliyordu. Svârd'in gemidekibağlantı kişisi olan makinist Starkenberg borda iskelesinden onlaraişaret verecekti. Mürettebat, kaptanın yanı sıra, üç dümenci, bir kayıkçı,üç makinist, altı tayfa, bir aşçı ve iki hostesten oluşuyordu. Geminin yanındangeçip ağır ağır geri dönmüşlerdi. Starkenberg iskelede belirmiş veonlara el sallamıştı. Puslu ışığın altında iskeleden geçmişler, yeni açılmışkamaraya girmişlerdi. Starkenberg yan taraftaki kamaradaydı. Öbür yandaysatuvalet vardı. Bischoff dışarı çıkmak istediğinde Svârd ve Starkenbergkoridoru gözleyeceklerdi. Ona yemek ve temizlenmek için su getireceklerdi.Gece nöbetlerini almış olan Starkenberg gözden kaybolmuştu.Svârd kapıyı sürgülemişti. Ona lombozun nasıl çalıştığını gösterip pencereyilimanın cama yansıyabileceği bir açıya getirdi. Bischoff Almanya'daüretilmiş temizlik malzemelerinin bulunduğu bohçayı dolaba koymuştu.Svârd ona battaniyeli üst ranzayı verdikten sonra aşağıdaki kereveteuzanmıştı. Bischoff yolculuk boyunca giysilerini çıkarmayacaktı. Kamaradageçirdiği ilk birkaç saat boyunca uyumadı. Uykusuzluğa uzun süredayanabiliyordu. Sadece uzanıp dinlenmek yetiyordu ona. Saat üçte ortalıkgündüz gibi aydınlanmıştı. Bulutlar güneş ışınlarını kırıyordu, pencereninpirinç kenarları ışıldıyordu. Masaya sabitlenmiş pirinç lamba ve tabureyledolabın pirinç aksamı da parlıyordu. Mobilyalar kırmızı maundu.Duvarlar ve demir taşıyıcıların üstündeki tavan beyaza boyanmıştı.Bu oda sağlam bir yerdi. Üç haftayı aşkın bir süre için Bischoff a tahsisedilmiş bir oturma odasıydı. Gemi Göta Âlv'i yarıyor, büyük tersanelerinönünden geçiyordu. Hava yeniden bulutlanmış, bulutlar batıda yoğunlaşarakkararmıştı. Bischoff kıyıdan uzaklaştıkları için pencerenin yanınagitti, serin rüzgâr yüzüne çarptı. Dışarıdaki anahtar kilidin içinde döndü.Bischoff bir sıçrayışta dolabın içine girdi. Ama Starkenberg onu hemendolaptan çıkardı, yanında kahvaltı ve bir kova su getirmişti. Masada boynundakiatkıyı gevşetip kasketini çıkardı, ellerini nemli saçlarının arasındadolaştırdı. Makasın kafasında şakırdayışını, kahkahaları duydu birden,o an hafiflediğini hissetti. Stahlmann'm yüzü tam karşısındaydı,gözlerini kısmıştı. Göz kenarları yelpaze gibi kırış kırıştı. Bischoff un alnındakikesilmiş saçlarını üfleyerek uzaklaştırmaya çalışıyordu. Wahls-647


tröm ensesindeki kılları temizlemekle meşguldü. Svârd elinde tarak vefırçayla saç kesimini gözden geçiriyordu. Şuradaki fazlalığı alalım, Stahlmannşurada burada kalan fazlalıkları kesiverdi. Bischoff un yanında kaldığıaşçı Josefsson ocağın başında veda yemeğini hazırlıyordu. Omuzlarındakihavluyu aldılar. Beyaz havlu dalgalandı. Onun çevresini sarıp görünümünü,saçlarının nasıl durduğunu değerlendirmişlerdi. Stahlmannkısaltılmış saçları bir kez daha karıştırıp fazlalıkları aldı. Bir tutam saçımuska gibi saklayacaktı Stahlmann. Bischoff un üstündeki dar takım onugüçlü kuvvetli gösteriyordu. Uzun boylu değildi, ama ellerini cebine sokuncaen azından arkadan, kaba botlarıyla, kasketiyle genç bir tayfa gibigörünüyordu. Wahlström onun pantolon kemerini biraz daha sıkmıştı.Kollarını hareket ettirdi, gerindi, öne eğildi, olduğu yerde döndü ve yürümeyebaşladı Bischoff. Kaba saba ceketin içinde boynunun fazla incekaldığını söyledi Svârd. Kendi atkısını onun boynuna doladı. Şöyle birbakıldığında bu giysinin onu yeterince kamufle ettiği konusunda hemfikirdiler.Aniden karşına birisi çıkarsa arkanı dön, bir şeyle uğraşıyormuşgibi yap, dedi Wahlstörm. Ne kadar olduysa o kadar, diye yanıtladı Bischoff.Karşılarına çıkabilecek bütün rastlantısal olasılıkları düşünüp tartışmışlardı.Farklı durumlarda nasıl davranacağı konusunda fikir yürüttüler.Ama kendini sınavdaymış gibi hissedince hata yaptığını söyledi Bischoff.Kendisinin bir sınav insanı olmadığını söyledi, ötekiler de bunuonayladı. Yemek hazırdı, masa donatılmıştı, geceyarısına kadar yenip içildi,ama Bischoff kadehindeki içkiyi bitirmedi. Dışarı çıktıklarında Stahlmann,onlara Skeppsbro Limanı'na kadar eşlik etmekten alıkonabilecekgibi değildi. Kanaldaki rıhtımda dikilip durdu, gülümseyen geniş yüzügözyaşlarıyla ıslanmış gibi görünüyordu uzaktan. Liman tesisleri sisiniçine gömülmüştü. Alvsborg fiyorduna yaklaşıyorlardı. Dalgalar güçlübir biçimde gemiye vuruyordu. Geminin sallantısı Bischoff a dokunmuyordu.Vücudu, nefes alışı düzenli iniş çıkışlara uyum sağlamıştı. Sankibir beşiğin içinde hedefine doğru gidiyordu. Kahverengi yelkenli balıkçısandalları yağmurlu rüzgârda salınarak geçiyordu. Bir hafta süren yakıcısıcaklardan sonra, daha iki gün önce yağmur başlamış, hava serinlemişti.Tam o günlerde Stockholm'den Bischoff un yolculuk izni çıkmıştı. Josefsson'unmutfağında oturup Svârd'in getirmiş olduğu geminin krokisinibir kez daha gözden geçirmişlerdi. Bischoff karanlıkta bütün koridorları,basamakları, lombarları, mahzenleri bulabileceğini düşünüyordu. Dahagemiyi görmeden avcunun içi gibi öğrenmişti. Bischoff u bir tek hemenaçık denize çıkmayıp Uddevalla'daki yükü almak için Rivo fiyordundankuzeye dönmek zorunda olmaları rahatsız ediyordu. Kıyıya yakın giderekçıplak, gri ve kayalık adaların arasından geçip akşam saatlerinde vardıklarıküçük limana doğru yol alıyorlardı. Göteborg'dan ayrıldıktansonra bir kez daha iki buçuk yılını geçirmiş olduğu bu karadaydı. Kendisiiçin hiç de kolay olmayan ayrılıkları bir kez daha acıyla hatırlamak zo-648


undaydı. Gemi göbek bağıyla birleşmiş gibi limana halat attığında özgürlükve aidiyetin olmadığı bir dünyanın içine düşmüş gibi hissetti kendini.Düşmanın elinden kurtulmuş biri olarak ve kendi kararıyla yenidendüşmanın karşısına çıkmak üzere yola koyulmuşken öncekiler yetmiyormuşgibi bir kere daha veda etme cezasına çarptırılmıştı sanki. Daha öncede gemiyle Leningrad Limanı'ndan ayrılmak, kızını Sovyetler Birliği'ndebırakmak zorunda kalmıştı, üstüne üstlük şimdi bir de, onların yük limanındahareketsiz beklediği günlerde bir tutuklunun kendisini gözetim altındatutanlardan nasıl kurtulduğunu kanıtlamak zorundaydı sanki.Dostlarının jestleri, yüreklendirici sözleri bile onu sakinleştirmeye yetmiyordu,ama fedakârca onunla ilgilenenlerin duydukları güven gelip geçiciolmayacağına inandığı tek şeydi. Heyecanla lombozun camından dışarıbakıyor, birbirlerine bağlanmış uzun kalasların vinçten nasıl indirildiklerinigörüyor, komut seslerini, tahtanın güverteye hafifçe çarpışını, yükepayanda olarak kullanılan kazıkları çakma seslerini, gerilen halatların gıcırtısınıduyuyordu. Güneş bulutların arasında göründüğünde sıcak yakıcıoluyor, giysileri bedenine yapışıyor, alnı ve yüzü ter içinde kalıyordu,pencereye daha fazla yaklaşmaya cesaret edemiyordu yine de, kasketinive atkısını da çıkarmamıştı, nemli ve boğucu havada boğulacak gibi oluyordu.Korkuları yarı uyur yarı uyanıkken uyanıyordu asıl, ama bu korkularo kadar uzaklardan kopup geliyorlardı ki bunlara dikkatini vermemeliydi,çünkü onu şimdiye kadarki yaptıklarından saptırabilirdi. Geçmişedönmek istediğinde bunu yarı uyuşukken değil, kendi özgür kararıylayapmak istiyordu. Yoksa onların arasında yolunu yitirebilir, bulunduğuâna yoğunlaşamaz, zar zor atlattığı pek çok şey açılan yarıktan dışarıfırlayabilirdi. Kendisini bir nefer olarak niteliyor, kendine dikkat telkinediyor, irkilerek kendine geliyor, kendi adını söylediği düşüncesinekapılıyordu. Duvara asılı aynaya dönüp gözünü küçük, yabancı, donukyüze dikti, dikkat, diye fısıldadı, uzun süren hareketsizlik tehlikelidir, insanınzaman duygusu kayboluverin Bu tür atıllığın sona ermesinden,uyarıcı kapı vuruşlarının, saklanmak için dolabın içine girişlerin başlamasındanbu yana üç gün üç gece geçmişti. Halatlar atılıyor, bununla birlikteörgüler de çözülüyordu. İki Temmuz akşamı sağanak yağmur altındaMarstrand'a demir attılar, öteki gemileri bekleyecekler ve onlarla birliktekonvoy halinde Kattegat'ı ve Kiel Körfezi'ne giden Büyük Belt Boğazı'nıgeçeceklerdi. Bu bekleyiş sırasında tekrar kendisiyle barışık olduğuduygusunu hissetmişti Bischoff. Bütün gemiyi algılıyor, adımların hangiyönden geldiğini, kapıların nerede açılıp kapandığını, nerelerin fırçalanaraksilindiğini, nerede eşyaların çekildiğini ayırt edebiliyor, makine kollarınınhareketini hissedebiliyor, hangi manevranın yapılacağını öncedenkestirebiliyordu. Bu gemiyle bütünleşmiş, geminin ta kendisi olmuştu,onun nabzı, titreşimleri kulaklarında, parmakuçlarmda atıyordu, derisititreşen levhaların bir parçası haline gelmişti. Düşünceleriyle koridorlar-649


dan geçip tanımadığı nesnelere dokunduğunda bunların ne olduğunuher defasında Svârd'a soruyor, böylece her bir bölgeyle, boruyla, merdivenletanışmış oluyordu. Gemilerin gelişinden önceki günlerin tekdüzeliğiiç sıkıcı değildi artık. Bischoff kovanın içinde yıkanıyor, masanın başındayemeklerini yiyor, tuvalete gitmek için arada bir kamaradan çıkıyor veartık uykusunda inleyeceğinden ve bağıracağından korkmuyordu. İnsanınbütün enerjisini tüketen ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelen gerginlik anlarıda oluyordu. Böyle anlar bir saat, bir gün sürebiliyordu, ama yine denasıl sonuçlanacağı belli olan günler çarçabuk geçiveriyordu. OndokuzHaziranda Göteborg'a gelmiş, yirmiiki Haziran pazar günü her şeyin paramparçaolduğunu düşünmüştü. Radyo sabahın erken saatlerinde Almanya'nınSovyetler Birliği'ne saldırdığı haberini vermişti. Radyoyu açmışve donakalmıştı. Bir süre sonra ağzının hâlâ açık olduğunu fark etmişti.Alman radyosundan fanfarların yankısı geliyordu. Haberi duymasıylaJosefsson'un mutfağmdaki banktan fırlayıp kalkmıştı. Penceredengiren sıcak yüzüne vuruyordu. Aşçıyı uyandırmak için yan odaya koşmuştu.Dışarıda, Masthuggs Kilisesi'nin altında kalan caddelerde huzurlubir sessizlik vardı. Josefsson yataktan süzülerek kalkmıştı. Slovakya,Macaristan, Romanya Almanların yanındaydı. Tanklar ülkenin iç kısımlarınakadar ilerlemişti. Finlandiya'nın savaşa gireceği beklentisi vardı. KızılOrdu'nun böyle bir sürprize hazır olmadığı söyleniyordu. Hepimiz gibi.Yine uzun süreden beri bunu hesaba katıyorlardı. Şimdi de bu olay onlarıyataktan fırlatıyordu. Stahlmann ve Wahlström de onlara katılmış, azsonra da Svârd gelmişti. Parlak güneşin altındaki sokaklar boştu. Yaz ortasıbayramından önceki pazar. Bizimkilerdi tankların paletleri altındaezilenler. Burada insanlar henüz uyuyordu veya orman içindeki kulübelerindeya da kaplıcalardaydılar. Çanlar çalıyordu. Ama uyarı için değil,duaya davet için. Titreşen havanın içinde tepedeki kuleden gelen ses dalgaları.Bütün gün boyunca Stockholm'le bağlantı kurulamamıştı. Çayırlarapagan gelenekten kalma, ucunda çelenklerin asılı olduğu direkler dikilmişti.Yarın akşam dans edilip, şarkılar söylenecekti. Orada burada birilerişaşkın şaşkın gazeteye bakıyor, ama bağırmıyorlardı. Müzikler çalınacaktı,enstrümanlar şimdiden akort ediliyordu. Herkes samanlıklardave köprülerde tepinecekti. Çocuklar çimenlerin üzerinde halka olacaktı.Başkentte, sarayda, parlamentoda telaşlı toplantılar. Ama bu büyük kenttede pek çok kişi kırlara gitmişti sürüler halinde. Herkes yazı, hasatı, aydınlığıkutlayacaktı. Uzun kışlar arasında kısa süren bir ışıklı günler dönemi.Ama ne günler. Yıllardır yaz bu kadar sıcak olmamıştı. İnsanlarınboğucu bürolarından, dükkânlarından, atölyelerinden, fabrikalarındankaçmasını kim engelleyebilirdi ki. Yeşil çimenlere uzanmalarını. Suya girmelerini.Parlaklığa doğru kürek çekmelerini, yelken açmalarını. Acıyla,nefretle haykırmamalarmı. Stahlmann yumruklarını sıkmıştı. Artık sadeceİsveç üzerinden Norveç ve Almanya arasında mekik dokumakla kal-650


mayacaklar, İsveç trenleri onları Finlandiya'ya da taşıyacak. Kral böyle istiyor,hükümet de ona boyun eğecek. Nihayet söyleyebileceğiz artık. Faşizmbizim en büyük düşmanımız. Yavaş konuş, demişti Wahlström, biziduyabilirler. Dört bir yan denizdi. Gemiler demir atmışlardı. Balıklar zincirlerioynatıyordu. Denizyıldızları, denizanaları, yosunlar kumun derinliklerinebatmış demirin çevresinde salınıyordu. Akşama doğru da hükümetinresmi açıklaması geldi. Almanya ve Finlandiya'nın talebi doğrultusunda,bir İsveç tümeninin Norveç'ten Finlandiya'ya kaydırılması onaylanmıştı.İsveç'in zarar görmemesi için ödenen bir bedel olarak. Peki amaBatılı güçler nasıl davranacaktı bu durumda. Sovyetler Birliği'nin tepkisine olacaktı. Gelişmeler birbirini izliyordu. Dışişleri Bakanı'nın Sovyet elçisiKollontay'ı ziyareti. Dışişleri Bakanı'nin Almanya elçisini ziyareti. İngiltereve Fransa elçilerinin Dışişleri Bakanı'nı ziyareti. Ve Stahlmann'm oçıkık alınlı yüzünün ekşimesi. Ağzını çevreleyen derin hatlar, üst dudağınıkaldırmasıyla dişlerinin ortaya çıkışı. Kelimeleri yaydığı, Königsbergşivesine çalan konuşmasıyla bir tümenin ne olduğunu açıklıyordu. Üç piyadealayı, iki topçu alayı, iki zırhlı alay, bir çok zırhlı birlik, keşif birlikleri,öncü birlikler, istihbarat birlikleri, ulaştırma birliği, kurmay subaylarve cephane. Bunun küçük bir ordu olduğunu, yirmi binden fazla adamdanoluştuğunu söylüyordu Stahlmann. Ayrıca tümenin adını da öğrenmişti.Tümenin adı Engelbrecht'ti. Üstelik sadece başlangıçtı bu. Devamıda gelecekti. İsveç'in başka şansı yoktu. Herhangi bir itiraz ülkenin işgaliylesonuçlanabilirdi. Sovyetler Birliği'nin ve Batılı güçlerin onay vereceğide düşünülmüştü. Pazartesi günü Parti gazetesi sosyalizmin faşizmlesavaşını ilan etti. Ama bu söz dışında ideolojik mantığı çağrıştıracak birvurgu gelmedi. Vatanperver bir savaştan söz ediliyordu. İngiltere veFransa'yla ittifaktan söz ediliyordu. İsveç'in tarafsızlığı korunmak zorundaydı.Ülke Almanya'nın düşmanlarına planlamaları görüşecekleri, müzakereleriyapacakları yer olarak hizmet edebilirdi. İsveç savaşa girmedikçeburadaki eylemlerimizi sürdürebilirdik. Salı günü Stockholm'dekiyönetimden hâlâ bir karar çıkmamıştı. Herkesin eli kolu bağlanmış gibiydi.Sovyetlerden talimat gelmiyordu. Stahlmann hazırlıklarımızı sürdürmekararını almıştı. Bir eskiciden denizci giysisi satın alınmıştı. En küçükbeden olmasına rağmen Bischoff onun içinde kaybolmuştu. Aynı zamandaterzi olan Josefsson pantolonu ve ceketi küçültmekle uğraşmıştı. Sonrabütün giysiler giyilerek prova yapılmıştı. Göğüslerinin küçük olmasıiyiydi. Bischoff elbisesinin üstüne giymiş olduğu gemici kostümünü yerleştirmeyeçalıştı. Kabarmış yastık gibi olmuş, kan ter içinde kalmıştı.Kimse gülmemişti. Boğucu sıcaktan bunalmış halde çarşamba günü oturmuşharitaya bakıyorlardı. Askeri birlikler hızla Vitebsk'e, Smolensk'e,Minsk'e, Kiev'e, Brjansk'a ilerliyorlardı. Leningrad Estonya ve Finlandiyatopraklarından kıskaca alınmıştı. Ferm'in demir alması bir hafta ertelenmişti.Svârd en geç cuma günü ortalığı kolaçan etmeliydi. Bekleyiş çare-651


sizlik ve umutsuzluğa dönüşüyordu. Geçen her an sorulara gebeydi. Eylemlerrafa kaldırılmış, düşünceler hareketsizliğin içine itilmişti. Sessizlikhâkimdi sadece, anbean hâkimiyetini sürdüren bir sessizlik. Gemininkrokisinden telefona çevrilen bakışlar. Ahizeyi kaldıran Wahlstörm.Stahlmann'ın cevap isteyen sesi. Nihayet kod isimleriyle bağlantı kurulacakkişilerin bildirilmesi. Diğerlerine aktarma. Gelen bilgiyi yine de kuşkuylakarşılamışlardı. Değişen durum yüzünden yolculuk daha da tehlikeliolmayacak mıydı. Yirmialtı Haziran perşembe. Gölgede otuz iki derece.Bischoff Stahlmann'ın bağırdığını duyuyordu, ülkeyi boydan boyakatediyordu sesi, yolculuk için en uygun zaman olduğunu, yeni bir seferberliğeyoğunlaşıldığı için limanlardaki gözetimin zayıflayabileceğinisöylüyordu. Ayrıca Ferm'den daha iyi bir gemi bulunamazdı. Gürültüler,çıpa zincirinin şakırdayışı, piston kollarının titreyişi. Pervanelerin uğultusuyeniden başlamıştı. On beş gemiden oluşan konvoy nal biçiminde dizilmişti,Jylland kıyısının doğusunda yarım yol ilerliyordu, hava açmayabaşlamıştı, Ferm altı Temmuz akşamı Lâse'da bir kez daha demir attı, geceleyinyolculuğa ara verilmek zorunda kalınmıştı, gövdelerinde büyükharflerle ülke adlarının yazılı olduğu, bayraklarla donanmış gemiler alacakaranlığınyaydığı ışığa batmışlardı, deniz çarşaf gibiydi, deniz, sesleriuzaklardan taşıyıp getiriyordu, uzaklardan bir öksürük ya da gülme sesisanki bir kamaradan geliyormuş gibi duyuldu, batan güneş, o tuhaf, gökkuşağımsıalacakaranlık bastırmadan önce alçak bulutların üstünde paskızılı, morumsu bir huzme bırakıyordu, birkaç saat sonra da tanyeri tekrarpembemsi renklerle aydınlandı. Bischoff tabureye tünemiş, kendinimanzaraya kaptırmıştı. Güzellik izlenimini uyandıran şey nedir, diye sordukendine. Bu izlenimin kaynağı, direklerinin tepelerine kadar flamalarladonanmış uzun karaltılar halindeki gemi gövdelerinin uyum içinde dizilmişolması mıydı yoksa gemilerin suyla gökyüzü arasındaki konumlarındankaynaklanan görünüşteki hafiflikleri miydi. Gökyüzünün açık yeşilideniz tarafından emiliyor, ikisinin tonları birbirine karışıyor, birlikteufuk çizgisini eritiyorlardı, ama bu bir sanat yapıtı, insanın tasarladığıimgesel bir yoğunluk değildi yine de, pratik ve teknik bir düzenlemeydibu, savaşın ortasındaki yük gemileriydi onlar, mayın ve her an hava saldırısıtehdidiyle karşı karşıyaydılar, buna rağmen salman biçimlerle arkaplandaki saydam yüzeyler arasındaki ilişki onları hallerinden hoşnut gibigösteriyordu. Bischoff yolculuğun her durağında, Grenâ'da, Kalundborg'ta,Svendborg'da ve nihayet Schleswig'de, güneye indikçe artan akşamkaranlığında bu etkileyici, her an biraz daha gizemli hale gelen manzarayıgözlerinin önüne seren gece saatlerinin gelmesini beklemişti.Svârd onaltı Haziranda Göteborg'a gelene kadar Ferm'le pek çok yolculukyapmış, Göteborg'a vardığında hemen Wahlström'le bağlantıya geçmişve ona gemiye bir yolcu alınabileceğini haber vermişti. O sırada birhafta sonra geminin tekrar demir alacağı düşünülüyordu, gemiye yeni-652


den yazılmadan önce makine dairesinde bazı onarımlar yapmakla ve sandıklarınyüklenmesini gözetim altında tutmakla yükümlüydü. Gemideyardıma hazır bir yoldaş olduğu ve mürettebattaki öteki kişilerin de güvenilirolduğu öğrenilince, İsveç limanlarındaki işleyişi çok iyi bilenWahlström görevlendirilenlerin hemen yola çıkması işaretini vermişti.Bischoff Almanya'ya doğru yola çıktıklarından bu yana denizcilerin arasındabir dayanışma tavrının olduğunu öğrenmişti. Aralarından bazılarıSvârd'in, kabininde bir yolcu sakladığını biliyordu, hiç soru sormadanona kendi tayınlarının bir kısmını veriyorlardı. Svârd ve Starkenberg kaptanınbir şey bilmediğine emindiler. Bischoff un varlığından haberdarolan mürettebatın konuşmayacağı kesindi. Ayrıca kaptanın mürettabatkabinlerine adımını atmayacağı biliniyordu. Kaptanın yaklaşımı ne olursaolsun, ona güvenilemezdi, yukarıdakilerin dünyasına aitti o. Kiel Körfezi'neyaklaştıklarında yaz mevsimi doruk noktasına ulaşmış, sıcaklıklarotuz beş dereceye kadar çıkmıştı. Lombozdan en ufak bir esinti girmiyordu.Bischoff boylu boyunca kerevete uzanmıştı. Boncuk boncuk ter damlalarıgözlerine akıyordu. Işık huzmeleri arasından tavana bakıyordu. Suyunyansısı hiç durmadan göz kırpıp duruyordu. Tam üstünde suyun serabıkaynaşıyordu. Artık ayağa kalkacak halde değildi. Hararetten erimişgibiydi. Elini bile oynatamıyor, kafasını çeviremiyordu. Alabildiğine heryer çöldü. Dünya çöldü. İçindeki her şey kaynama halindeydi. Yakındakuruyacaktı. Bütün insanlar ve hayvanlar, bütün bitkiler ve şehirler kuruyacaktı.Beyaz kum bütün kemikleri, ağaç köklerini ve taşları örtecekti.Artık gözlerini açamıyordu. Güneş yapışmış gözkapaklarmdan içeriye sızıyordu.Kalbinin temposuna göre ortalık bir aydınlanıyor bir kararıyordu.Kalbi şimdilik atıyordu. Yakında duracaktı. Kalp atışları almış başınıgidiyordu. Giysileri üstünden attı, suya atladı, yanan kumlara uzandı.Dalgalar sıfırlanmıştı. Deniz kurumuştu. Gözlerine kan hücum etti. Yakındakaranlık hücum edecekti. Karşısında beliren Stahlmann elini kaldırdı.Sükûnet, sükûnet, diyordu. Derin derin ve düzenli nefes al. Yapamıyorum,dediğini duyuyordu Bischoff. Dayan biraz, dışarısı senin içindenhâlâ daha serin, diyordu Stahlmann. Bırak makine sesi uykunu getirsin.Bu metalik uğultu, bu dönme, bu metal darbeleri. Stahlmann'ın camayapışmış yüzü. Bischoff ve Wahlström'le birlikte Göteborg'a kadar gitmekteısrar etmişti Stahlmann. Funk ve Arndt onun gitmesini tavsiye etmiyorlardı,ama Stahlmann trenin kalkışından kısa bir süre sonra kompartımanınkapısında belirivermişti, gülüyordu, tren tam eski kentin karşısındaydıve verilen işaret üzerine tünele doğru harekete geçmişti. Etraftekrar aydınlandığında Stahlmann gözden kaybolmuştu. Huddingi, Tullinge,Tumba banliyöleri bir bir akıp geçiyor, tekerlekler rayların üzerindetrampet çalıyordu. Stahlmann koridora çıkmıştı tekrar, bedeni sağa solasallanıyordu, pencerenin önünde duruyordu uçuşan saçlarıyla, kondüktörgeldiğinde Bischoff un yüreği kalktı, Stahlmann sahte bir gülümse-653


meyle ona biletini uzattı, sonra delgeçin çıtırtısı, kondüktör diğerlerinegeçti, ona belgelerini gösterdiler ve ardından birlikte dışarıya, koridoraçıktılar, aralarında en fazla tehlikeyle karşı karşıya olan kişi polisin bir yılıaşkın bir zamandan beri aradığı Stahlmann olsa da, Bischoff kendinionun yanında güvende hissediyordu hep. Belki Bischoff için de aramaemri çıkarılmıştı. Serbest bırakıldığından bu yana, bir buçuk yıl önce kendisinitutuklayan Komiser Fahlander tarafından izlendiğini biliyorduBischoff. Fahlander, Lundqvist ve Lönn, bu üç uzman Sosyal HizmetlerBakanı Möller tarafından siyasi mültecilerin takibini yönetmek üzere görevlendirilmişlerdi,duruma göre anlamlı bir biçimde susan ya da yağcıedalarla onlara yaklaşan bu üç zevzek aynı zamanda Alman hiyerarşisininde hizmetindeydi, onlara bilgi veriyor, Berlin'de resmi makamları ziyarettenpek hoşlanıyorlardı, bu ezacı tipler ve üstün insanlar Bischoffhakkındaki gıyabi tutuklama kararını en yeni fotoğrafıyla birlikte Almanya'yailetmişlerdi. Bischoff Stockholm'den ayrıldıktan bir ay sonra, onunartık Hâgersten Sokağı'ndaki odada kalmadığını kesin olarak öğrenmişolmalılardı, onlarla Aspudden'deki evi paylaşan Lindner muhakkak sorguyaçekilmişti, Fahlander Bischoff u Almanya'daki yetkili makamlarakayıp olarak bildirmiş olmalıydı. Onbir Temmuz akşamı, Lotsen'in kayığıKiel Körfezi'nde onlara yaklaşırken Svârd Bischoff u alıp sandıkların üstüste yığılmış olduğu ambardan geçirip ön güverteye götürmüş, Bischoffdar lombardan süzülüp merdivenden aşağıya inmiş, safra tankına tırmanmış,Svârd de lombarın kapağını yeniden yerine vidalamıştı. Kiel Kanalı'nıgeçerlerken zemini suyla dolu olan burundaki bu haznede gecelemek,belki ertesi günün bir kısmını da burada geçirmek zorundaydı Bischoff.Yanında yiyecek ve bir termos kahve, bir el feneri ve uyuyakalır yada bayılırsa aşağıya düşmemek için kendini merdivene bağlayacağı birkayış vardı. Eğer tank suyla dolarsa lombarın kapağına tırmanmak zorundakalacaktı. Bu mekânı modelinden ve çizimlerinden bütün ayrıntılarıylatanıdığı halde, tepeye doğru sivrilen bu küçücük yerde kapalı kalmak,yağlı deniz suyunun kekre kokusu, pervanenin dönerken çıkardığıgürültü yine de önceden tasavvur edilebilecek bir şey değildi. Yolculuktankısa bir süre önce Wahlström ve Henke'yle birlikte Stockholm DenizMüzesi'ne gitmişti Bischoff. Çocukların oynadığı taraça gibi yükselen çayırlığın,hayvanat bahçesi içinde kalan ve kanolarla, yelkenlilerle dolu suyunyanında yükselen bu nezih yapının, iki yana doğru uzanan kanatlarınınortasında yuvarlak beyaz salonu, açık yeşil bakır damıyla görünüşü,onların bu yapının içinde, kalyonların burnunda ileri bakan atılgan figürlerin,bir zamaların kaptanları ve amirallerinin, gemilerin üstünde yükselendevlet ricalinin hizmetindeki özel kamaraların, dört direklilerin mürettebatranzalarının, briklerin ve firkateynlerin görkemli modelleri arasındagezinişleri, sonra da ticaret gemilerinin enine kesitlerinin bulunduğubodrum katını görmeleri. Henke Bischoff a yanına balmumu kulak tı-654


kacı almasını tavsiye etmiş, ama o bunu unutmuştu. Ufacık demir merdivenleriyle,pervanenin yanındaki bir delikten çıkıp tankın üst kısmındahalka haline getirilmiş zarif zinciriyle, toplu iğne başı büyüklüğündeki cıvatalarlabirbirine eklenmiş pürüzsüz ve parlak duvar panelleriyle bumodelin, o harika oyuncağın inceliği ona fırtınalarda ve yakıcı güneşte limandanlimana sürüklenen her yanı darbe almış, çizik çizik olmuş eskiyük taşıyıcısını unutturmuştu. Şimdi onun iç kısımlarında oturmuş, sıkışmışlıkla,uğultular ve çatırtılarla, pis kokuyla, nemli ve insanı yutacak gibiolan havayla başa çıkmak zorundaydı, aynı deneyimi geçirmiş olanHenke buranın dar ve gürültülü olduğundan başka bir şey söylememiştiona. Zifiri bir karanlık, feneri yakmaya cesaret edememişti, çünkü ışığınsızabileceği bir yarık olup olmadığını bilmiyordu, Bischoff yine zamanduygusunu yitiriyordu. Demir attıklarından bu yana saatler geçmiş gibiydi,ama kol saatinin fosforlu göstergelerine baktığında aradan ancakyarım saat geçtiğini gördü. Birden Almanca konuşan sesler duyulmayabaşladı. Demir duvarlardan geçen keskin seslerdi bunlar. Seslerin yandakiambardan mı yoksa güverteden mi geldiğini kestiremedi. Sinirlerininen ince noktalarına kadar işliyordu bunlar. Ama yine de korkmadığınıanladı. Tutuklanma tehlikesini düşündüğü İsveç limanlarındaki gibi tedirgindeğildi artık. Burada düşmanın ülkesindeydi, savaştaydı. Onu yakalarlarsabir asker olarak ölecekti. Yapılması gerekeni yapmıştı. Kemerintokasını çözüp merdivenden aşağıya indi, bileklerine kadar suya girdi,tam geminin burnunun olduğu taraftaydı, birisi lombardan aşağıya ışıktutacak olursa buradan görülmezdi herhalde. Daha az yer kaplamak içinellerini başının üstüne koydu. Yukarıdakiler bu sefil geminin kalyonlaraözgü nasıl bir burun figürü taşımakta olduğunu bilselerdi. Naiadeslerin,Sirenlerin, Niobe'nin ve Nike'nin tahtaya oyulmuş kız kardeşinin gemininburnundan çıkabileceğini bilselerdi. Nasıl bir rüzgâr gelinini ellerindenkaçırdıklarını bilselerdi, sesler uzaklaşıyordu artık. Sonra zincir uğultuylaüstüne indi, sanki gemi parçalanıyordu, çıpa deliğe öyle bir çarptıki, demirin titreşimi Bischoff u merdivene doğru fırlattı. Orada çömelmişdurumda kaldı Bischoff, hiçbir şey duyamıyordu, kulak zarının patladığınısandı. Sonra metalin titreşimiyle birlikte pervanenin yeniden döndüğünüduydu. Sadece birkaç gemi giriyordu körfeze, rotaları Holtenau'ydu,konvoyun öteki gemileri doğuya yönelmişlerdi, Lübeck, Stralsundve Danzig'e. Wahlström ona, giriş ve çıkıştaki çift seddi, onların üstündekisabit balon silsilesini, nehir yatağının kesme taşlarıyla kanalı tarif etmişti.Schleswig-Holstein düzlüğünü geçeceklerdi, yollarının üstünde Sehestedt,Rendsburg, Breiholz, Schafstedt, Hochdonn vardı, Elbe ağzındakiBrunsbüttel'e doğru yol alacaklardı. Otlakları, sulak arazileri ve yosunları,çiftlikleri ve köyleri görmüş, gemilerin ay ışığında çayırların arasındannasıl kayıp geçtiklerini hayal etmişti, sonra yeniden sesler çınlamaya,çizmeler iskele kalaslarına vurmaya başladı. Bu sesleri nasıl da hemen655


tekrar tanıyabilmişti, bu komut seslerini, bu telaşlı tıpırtıları. Ne mutlusağır olmamıştı. Düşmanın seslerini duyuyordu, ama bu kendi diliydi aynızamanda. Ülke elinden alınmış, dili alınmamıştı. Dili elindeydi hâlâ,ülke de geri kazanılacaktı. Şimdi Kuzey Almanya lehçesi geliyordu kulağına.İşçiler seddin kapısını açıyordu. Belki de onların arasında Bischoffun düşmanı olmayan birileri vardı. Sesler önce güven uyandırıyor,ama bunun ardından gelen keskin düdük sesleri ve emir nidaları yenidenyabancılık duygusu yaratmakta gecikmiyordu. Bu ülkeye gizlice sızacak,ülkenin dilini konuşacak, dışarıdan geldiğini inkâr edecekti, kendisiyleülke arasına tam yedi yıl girecekti, ama belki de onun gibi olan birilerinibulacaktı orada. Tepeden tırnağa değişmiş olan bir şeye alışmayı öğrenmekzorundaydı. Adımlarında duraksamamalıydı. Eskiden kentlerin sokaklarındanasıl dolaşabileceğini hayal edebiliyordu. Henke ona Berlin'ianlatmıştı, Bischoff da kendisine bildirilen hedefleri bulabileceğine inanıyordu.Ama çok yakın gibi olan karaya varış şimdi ulaşılmaz bir uzaklıktaydı.Ve uzun süre önce terk etmiş olduğu kent ona yaklaşmaktaydı.Stockholm'deydi. Küçük bir yoldaşlar grubunun içinde, son gün, bulmasıgereken adresler geçiyordu aklından. Onu bekleyen şey somutlaşmıştı.Düşüncesinde banliyö treninin istasyonlarına adım atıyor, metronunmerdivenlerinden iniyordu. Artık kulağına tek tük çarpan, tıpkı bir denizgibi ayrıksı duran sözler, düşüncelerinde bu sözlerin ait olduğu dil kuşatıyorduçevresini. Denizde de Berlin'in kendine özgü binaları sık sık somutlaşmıştıkafasında, ama şimdi ülkeye girerken bunların hepsi kaybolupgitmişti, çevresinde yabancılıktan başka bir şey yoktu, paslı metalmuhafazasının içinde, motorların vızıltısı ve suyun şapırtısı kulaklarında,yabancılığın içine doğru ilerliyordu. Stockholm, bu kent şimdiye kadarhiç bu denli havadar, bu denli ışıltılı olmamıştı, oysa Bischoff un duyularışimdi karanlığa gömülmüştü. Nasıl ki düşte, gecenin derinliklerinde gözalıcırenkler oluşabiliyor ve bilinçsizlik esnasında düşünceler dolaşmayaçıkıyorlarsa Bischoff da şimdi ada şehrin içinde dolaşıyordu, güney kıyısındakulenin yanındaki Denizciler Evi'ni, Skeppsbro'da gümrük binalarınınkarşısındaki tayfa bürosunu görüyor, suyun ilerilerine bakıyor, küçükbeyaz feribotun martı sürüsünün arasından geçip hayvanat bahçesineilerleyişini izliyordu, Wahlström haber vermeden yanına gelene kadarneyi beklediğini unutuyordu hep. Wahlström her gün gemilerin geliş gidişleriyleilgili sorular sormuş, Göteborg Limanı'ndaki yük gemileri hakkındabilgiler edinmişti, ama ya gemilerin gidecekleri yer ya da mürettebatuygun olmuyordu bir türlü, ayrıca Ferm'in ait olduğu şirketin bulunduğuKristinehamn'dan gelen ilk haberden sonra, Svârd'den de hiçbirbaşka haber gelmemişti. Bischoff'un yola çıkmasına karar verilmişti,uzun zamandır bunu bekliyordu, ama Henke ona neden bu yolculuğuüstlenmek istediğini sorduğunda ona bir cevap verememişti. Aralarındakibu konuşma Svâ Sokağı'nda, Henke'nin bölgesinde geçmişti, Vanadis656


Parkı'ndaki yüzme havuzunun yanından geçiyorlardı o sırada, vücutlarınsuya çarptıklarında çıkardıkları sesi, ani ve tiz kahkahaları duyuyorlardı,buradan aşağıya bakınca Henke'nin oturduğu Döbeln Caddesi'ninköşesi görünüyordu, Henke sorduğu sorunun hemen ardından, benimkide ne soru ama, demişti, insan gidiyor işte, çünkü birisi gitmek zorunda.Henke'nin karakteri Bischoff a benziyordu, Henke şansına güvenmiş, herşeyin yolunda gideceğini telkin etmişti kendisine. Basitçe mesele şöyleydi,tarlada yaralı bir arkadaş yatmaktadır ve oradan getirilmelidir. Herşey bundan ibaretti. Birisi bunu yapmak zorundaydı. Yaz ortasından birhafta önce olmuştu bu konuşma, Bischoff gününü de tam olarak hatırlıyordu,onaltı Haziran, çünkü akşam saatlerinde her şeyin kesinleştiğisöylenmişti, üç gün içinde harekete geçilecekti, ve bu güzel kokulu açıkyeşil ortamda Henke ona Berlin'i anlatmıştı, şu cam duvarların ardındakiyüzücülerden birisi gibi olmak zorundasın, ortama sızıp hiç zorlanmadan,antrenmanlıymış gibi kayarcasına hareket etmeli, şimşek gibi dönüşlerehazırlıklı olmalısın, tıpkı bir fok balığı gibi, yaptığı bu karşılaştırmayauzun uzun gülmeden edememiş, kahkahaları boş mekânda yankılanmıştı.Henke de Lübeck önlerinde bir İngiliz hava saldırısı sırasında çıpazinciri haznesinin tam altında saklanmak zorunda kalmıştı. Bu durum yinelenebilirdi,limanlar ve geçiş yolları artık neredeyse her gece bombalanıyordu.Uçak motorlarının boğuk uğultusu duyuluyor mu diye kulakkesildi Bischoff. Ama ortalık sessizdi. Bir tek set havuzunun duvarındakiusturmaçaların sürtünüşü, kapılardaki menteşelerin tıkırtısı, motorlarınboğuk sesi duyuluyordu. Acaba Holtenau seddinden ayrılıp kanala yenimi giriyorlardı, yoksa çoktan ülkeye girip tren köprülerinden birisinevarmışlar mıydı, bundan emin değildi, belki de güneydeki bataklık bölgelerdenbirindeydiler, saate son baktığından bu yana saatler geçmişti.Neden yolculuğa çıkmak istediği sorusu yine de uyarıcı bir soruydu, çünküneden başkaları gitmiyordu, ülke koşullarını uzun zamandır yakındantanıyanlar, eskiden orada gizli misyonlar üstlenmiş olanlar, askeri mücadeledeyer alanlar neden gitmiyordu. Stahlmann muharebelerde yer almıştı,öteki ikisi, Arndt ve Funk daha çok kurmay sınıfındandı, planlamanıniçinde bulunmuş, Parti'yi yönetmişlerdi. Stahlmann Bischoff a onunarkasından geleceğini söylemişti. Parti Stahlmann'a henüz çıkış izni vermiyordu,Stockholm'de ona ihtiyaç vardı. Arndt ve Funk da Bischoff danhaber alır almaz onun arkasından Berlin'e gitme niyetlerinden söz etmişlerdi.Onun görevi parti ileri gelenlerinin yolunu açmak, ülkede faaliyetgöstermenin onlar için mümkün olup olmadığını araştırmaktı. Onurlu birgörevdi bu. Parti liderleri korunmalıydı. Gıyabi tutuklama kararı siyasipolisin elinde olsa da, başına yüksek bedel biçilenlere kıyasla onun yeraltındaçalışması çok daha kolaydı. Yakalanırsa da Bischoff un kaybı partiaçısından kabul edilebilir bir kayıptı. Aşağıdakilerin sayısı çok, yukarıdakilerinazdı, sayıları ne kadar azsa yerleri de o kadar zor dolduruluyordu.657


Bütün düzlemlerde yapılanlar birbirini tamamlayarak partinin bütünlüğünüoluşturuyorlardı. Ve Bischoff hiçbir zaman işi bir erkeğin mi yoksakadının mı yönettiği ayrımını yapmayı istememişti. Parti'ye girdiğindenberi, yapılmak zorunda olanı hiç yüksünmeden yapan bir sürü kadın görmüştüher yerde. Ama Parti, Rosa'ya rağmen, Zetkin'e rağmen erkekler tarafındanyönetiliyordu. Merkez Komite'de tek bir kadın yoktu. Bischoffbunun böyle olmak zorunda olduğunu öğrenmişti. Oldum olası organizasyonuyapanlar erkekti. Yükselmek istemiyordu Bischoff. Bu tehlikeliyolculuğa gönderilmiş olması yeterince kabul gördüğünü gösteriyordu.Eğer içindeki sıkıntıdan kurtulamıyorsa bunun nedeni geminin bu bölmesindekapalı kalmış olmasıydı. Talimatların yukarıdan gelmesine hiçbir itirazıyoktu. En zengin tecrübeye sahip olanlar yukarıdakilerdi. Erkekler deemirleri yukarıdan alıyordu. Herkesin üstünde daha yüksek merciler vardı.Parti'ye girme karan kendisine aitti, ama onun hakkında karar verenlerParti'nin erkekleriydi. Erkekler Parti'yi kendi eserleri olarak görüyordu.Parti erkekler için bir büyüme zeminiydi. Bischoff ise kendi gibi olan isimsizlerdenbirisiydi. Görünmeyenlerdendi o. Erkekler atılım yapmak, gelişmekistiyordu. Erkekler de Parti için ellerinden geleni yapmak istiyorduelbette. Ama bunu yaparken ayrıcalıklar için birbirleriyle boğuşuyorlardı.Bischoff erkekleri sahip oldukları ünle değerlendirmek eğilimindeydi,ama Arndt'ın Funk'a yönelmiş öfkesini duydu. Karanlığa hapsedilmiş birçocuk gibi şarkı söylemek istedi, alnını yumrukladı, ama kafasının içindekisesler devam ediyordu, Bischoff Arndt'm bağırışını duyuyordu, onuazarlamış olan Funk'un bir korkak olduğunu, Almanya'ya gitmekten kaçtığınıhaykırıyordu. Funk Bischoff a bu konuda bir şey söylememişti, amaonun bu suskunluğu kendini beğenmişlik olarak görünmüştü Bischoff a.Peki alışverişlerde ona eşlik etmesini istemesinin ona verdiği görevle ne ilgisivardı. Funk Sture Meydanı'nda kravat seçerken Bischoff un onun yanındaolmasını istemişti. Belki de onun güvenini kazanmak istiyordu.Yoksa Funk, Bischoff u bekleyen şeylere artık maruz kalmayacak kadar sivilhayatıyla mı bütünleşmişti. Tezgâhtar kızın yardımıyla takıp aynadabaktığı bir sürü kravata ne için ihtiyacı vardı ki. Niye ille de en iyi ayakkabılarıgiymenin peşindeydi, kendi sözleriyle tabanları güzelce yuvarlanmışo Macar ayakkabılarını. Ayakkabıdan iyi anlıyordu, kendisi de bir zamanlarayakkabıcılık yapmış ya da bir ayakkabı fabrikasında çalışmıştı.Funk Bischoff un yaptığı işi bütünü ilgilendiren bir mesele değilmiş gibikarşılamış ve kişiselleştirmişti. Onu bir kadın olarak erkeğin yardımcısıkonumuna indirgemişti. Bischoff onu anlamakta zorlanıyordu. İçinde bulunduklarıhayatın banalleşmesinin de bir zararı yoktu aslında, kahramandeğillerdi onlar, kahraman olmak da istemiyorlardı zaten, hayat devamediyordu, Funk giysilerine niçin özen göstermesindi ki, Henke de yanındaoturduğu kadın yoldaşla operaya gitmiş, Güllü Şövalye'yi, Sihirli Flüt'üdinlemişti. Arndt yeniden konuşmaya başladı, Bischoff onun sesindeki öğ-658


etmen tonunu duyuyordu. Bu ses tonu onun Almanya'daki durumu çokiyi bildiğinin göstergesiydi, yıllardır ülkenin her tarafından gelen raporlarıtopluyordu. Peki ama niye Bischoff un yanında bilgileriyle şişinmedenyapamıyordu. Casusluk için meydana çıkacak olan Bischoff tu. Arndt isekalıyordu. Erkekler kendilerini daha güçlü, daha dayanıklı görüyorlardı.İyi ama, güçlerini, ifade becerilerini ne için kullanıyorlar, diye soruyordukendine Bischoff. Çelişkiyi görüyordu, bir yanda en ilerici güçleri yanınaçekmesi gereken Parti'ye hizmet etmekte erkeklerin iradesi, öbür yandakariyer ihtiyacı, söz geçirme hırsı. Adaletsizlikle ve sömürüyle mücadeleninarkasında erkeklerin birbirleriyle mücadelesi vardı ve bu mücadele dedış düşmana karşı yürütülen mücadele kadar şiddetliydi. Ama onlar klikoluşumunu, içerdeki baskıları ve tasfiyeciliği asla kendi çıkarlarının bir sonucuolarak kabul etmezlerdi. Onlara göre bütün yaptıkları Parti'nin talepleriniizlemekti. Gerçi Henke gibiler de vardı. Wahlström ve Svârd gibiler.Onların yüzlerindeki dinginliği hemen görmüştü Bischoff, bu dinginliğesadece açgözlülüğün ve kıskançlığın olmadığı yerde rastlanıyordu. Onlarınbakışlarında kuşkuculuk yoktu. Çene kasları gerilmiyordu. Dişleriniöfkeyle sıkmıyorlardı. Onlar için erkeğin ve kadının yaptığı iş arasında birfark yoktu. Stahlmann'a döndü. Eğer buradan dışarı bir çıkabilirse düşünceleriniyine kendine saklayacaktı, ama şimdi, mezar gibi bir yerde bulunduğubir anda kendine göre de olsa, yoldaşça da olsa onu sevdiğini itirafetmekten alıkoyamamıştı kendini. Stahlmann korkusuzdu. Eğer kendisiyleövünüyorsa, dikkatleri üstüne çekiyorsa bunun nedeni, rakipleriyle boyölçüşmek değil, fazla cesur olmasıydı. Koltuk peşinde değildi o, Stahlmannyolculuk sırasında Bischoff un yanında olmak isterdi hiç kuşkusuz,Parti adına büyük bir iş yapmış olmak için değil, sırf onu korumak için.Arndt'la birlikte yaşayan Louise'in durumu da dokunmuştu Stahlmann'a.Louise gençti daha, yirmi yaşlarında ya vardı ya yoktu. Lilla Essingen'dekiDisponent Caddesi'nde dört numaralı evde Louise'in dört aylık kızı yemekköşesindeki küçük yatakta yatıyordu, Stahlmann küçücük eli onunbüyük, biçimli, neredeyse zarif denebilecek parmaklarına uzanan çocuğuseviyordu. Bischoff Stahlmann'in başının üstünden baktığında cumbalıpencereden Mâler Nehri'ni görüyordu. Beyaz yelkenlilerle mavi su, nehirkenarının yeşili, parlak gökyüzüne bakınca bir an ayrılık acısını hissettikarın boşluğunda. Bir gezgindi Bischoff. Yeri yurdu olanların arasında biryabancıydı. Louise'in geçim kaygıları vardı, artık çok fazla dil dersi veremiyordu,Arndt Parti'den ayda yüz seksen kron alıyordu, kira ve giyimiçin yetiyordu bu ancak, ama Stahlmann yine de aç kalmayacaklarını söylemişti.Gelirken yanında yine yiyecek ve şarap getirmişti. Arndt'ın ve hayatarkadaşının yanında plandan söz etmemişlerdi. Burada güven ve sıcaklıkesastı, bu duygunun onların günlerini dolduran şeyle bir ilgisi yoktu.Sokak köşelerindeki, parklardaki, kaf elerdeki, istasyon salonlarındakio buluşmalar, mektupların ve dosyaların o hızlı değiş tokuşu, süratle alı-659


nan o randevular, bir sözü, bir hareketi sabitleştiren o görüntü parçacıkları,taşıt trafiğinin, gelip geçenlerin, bağırıp çağıranların arasında, sıra sırayapıların, göllerin ve ağaçların arasında olup bitenlerle. Bischoff lombarkapağının vidalarından gelen bir ses duyup saate baktığında sabahın dördümü yoksa akşamüstü dört mü olduğunu anlayamadı, yeniden burundakioyuğa yerleşti, ta ki Svârd'in sesini duyana kadar. Lotte, diye seslendiSvârd. Ön adını duymak garipti. Sanki kendi adını unutmuş da Svard onaadını geri vermiş gibi geldi ona. İsim beklenmedik, büyük bir sıcaklık gibikucakladı onu. Merdiveni tırmanmak istediğinde dizleri ona ihanet etti.Svârd Bischoff a elini uzattı. Bischoff onun ellerini tutup kendini yukarıyaçekti. Ve sonra alacakaranlıkta kerevetinin üstünde yatarken adının sesi,içinde hâlâ etkisini sürdürüyordu. Ye Lotte, hiçbir şey yiyip içmedin. Elbe'yedoğru gidiyoruz. Sonra fener kulesinin oradan geçeceğiz, Borkum'akadar adaları geçeceğiz, sonra Ems'e girip Delfzejl'e gideceğiz. O zamantekrar tanka girmek zorundasın Lotte, kalas yüklemesi yapılacak. SonraWeseı / e devam edeceğiz, Bremen'e. Artık uyuyabilirsin Lotte.Uzun, dümdüz bulvar, yanlarda gümüş yeşili tarlalar, tarlakuşları çığlıklaratarak göğe yükselip ardından yeniden pike yapıyorlardı, gagalarıaçıktı, uzaklarda ormanlı tepeler, dinç ve zinde adımlarla oraya doğru yürüyorduadam. Kadını daha uzaktan görmüştü, kuyunun başındaydı,beklediğinden daha kısa boylu, daha inceydi. Kadın pompanın sapına dayanmışona bakıyordu, yürürken omuzlarını ve kalçalarını sallıyorduadam hafifçe, ayakkabılarının topukları küçük toz bulutları kaldırıyordu.Kadının arkasındaki akdikenlerin arasından kilise yükseliyor, altın horozparlıyordu. Kayınlarla çevrili beyaz beyaz parlayan meydanı geçerken elinikaldırmıştı adam, kadına yönelip onunla el sıkıştı, kadının eli demirituttuğu için soğuktu. Adamın enine uzanan kırışıklarla dolu alnı geniş, çenesive ağzı heybetli, dudakları inceydi, ağzının sol kenarı hafifçe yukarıkıvrılmıştı. Şık ve zarif görünüyordu ilk bakışta, ama ağzının kenarındakikıvrım acı ya da küçümseyici bir gülümsemeyi düşündürüyordu. Göz veağız arasındaki mesafe sol tarafta sağ taraftakinden daha az olduğu içinyüzü eşit olmayan iki parçaya ayrılmıştı. İki ayrı yüzü var, diye düşünmüştükadın, birisi açık, öteki kapalı. Kadının yüzüyle ilgili kesin bir şeysöylenemezdi, hatlarını ele geçiremediği için bu yüz adamı yadırgatmıştı.Adam herhangi bir işaret elde edebilmek için birkaç kez onu süzmüştü,ama bu yüzde gördüğü tek özellik kadının bakışlarını ondan kaçırmaması,ağzının hiçbir tedirginlik belirtisi göstermemesiydi. Dikili taşın yanındangeçip kilise avlusunun açık kapısına yöneldikleri sırada bu yüzün mahiyetinisoruyordu adam kendine. Ayaklarının altındaki çakıllar gıcırdıyordu.Akçaağaçlar çitin iç kenarlarını ve mezarları kesen anayolları süs-660


lüyordu. Fritz Bischoff la, kocanla tanışmıştım, demişti Funk. Yüzündeherhangi bir kıpırtı olup olmadığını görmek için ona dönmüştü, ama Bischoffsadece kafasını kaldırıp kilisenin çam tahtalarla örtülü damına bakmaklayetinmişti. Mâler Vadisi'nin en eski kiliselerindendi bu, kaba, kızılgranit bloklardan yapılmıştı, derin mazgallarda hâlâ birkaç pencere vardı.Yılan gibi kıvrılan çiviyazısıyla, taşa oyulmuş kayık, hayvan ve avcı resimleriyleeski Germen taşları çok eski zamanların tanıklığını yapıyordu. Amaonların hemen yanında Karin Fock gömülüydü, hâlâ hayatta olan öfkelibir Germen'in karısı yatıyordu burada, Funk çimenlikteki levhaya doğrueğilmişti. Karin Fock yatıyordu burada, on yıl önce ölmüştü, ve mezarınkenarında taze çiçek demetleri vardı. Adamın, bu ızbandutun, bu ülkeyeöfkesini karısının anısına saygıdan dizginlediği belirtiliyordu, saçmalıkbu, diye bağırmıştı Funk, sert, büyük adımlarla kollarını sallayarak kiliseninyanından dolanmıştı. Kilise kapısı siyah, yamru yumru olmuş, eşitparçalardan oluşmayan demir kütlelerinden çatılmış, küt çivi başları dışarıfırlamıştı. Kocaman kapı kolunu tutup kapıyı açtılar, açık gri kubbeli kiliseniniçine adım attılar, içerisi serin kilisenin sağ ve sol tarafında gri beyazkarışımı mermer izlenimi veren boyalı iskemleler vardı. Ortadaki yolyine ölülerin üstünden geçiyordu, tabut levhalarının üstünde yürüyorlardı,kapaklı dua bankının çıkıntısının başladığı yerdeki yazılar aşınmış, silinmişti,başka bir bölümde ise, batı-doğu yönünde tabutlarına yatırılmışölülerin adları okunuyordu. Bischoff Funk'un ardısıra, dokuz Nisan binaltryüzellidörttenberi Maria Samuelsdotter'in ve yanında yatan kızı MariaPedersdotter'in adının üstüne basıp yürümüştü. Funk sıralardan birineoturup kürsünün üstünde ellerini kavuşturmuş, Bischoff da onun yanmageçmişti, bana niye böyle merakla bakıyor ki, diye sormuştu içinden. Pencerekenarlarındaki frizler Johan Sylvius tarafından yapılmıştı, mimberPrecht'in eseri, demişti Funk. Onikinci yüzyıldan bu yana kilisede hizmetvermiş olan bütün ruhbanların adı yazılıydı yapının içinde. Funk burayagelmeden önce dersini çalışmıştı. Bu onun özelliğiydi. Kocası Fritz de biryere gideceği zaman hep görülmesi gereken yerlerin nereler olduğunu bilmekve onlarla ilgili tarihsel bilgi edinmek isterdi. Kocasının yüzü gelmiştigözünün önüne bütün ayrıntılarıyla. Onun da yumuşak, koyu renk saçlarınınçevrelediği alnı yüksek ve geniş, ağız hatları ve bakışları keskindi,acaba yüz hatları hâlâ eskisi kadar düzgün kalmış olabilir mi, diye sormuştukendine Bischoff, hapishanede geçirdiği yedi yıldan sonra bozulmuş,yıpranmış mıydı acaba. Proleter Kültür Birliği'nin Başkanı, demiştiFunk, kendimi kültür konusuna, Politbüro'nun bana verdiği teknik örgütlenmegörevinden daha yakın hissettim hep. Bindokuzyüzotuzda gördükki, siyaset ve kültür hep koşut gidiyordu, Parti'nin kurulduğu günden berigelişmeye açık olan şey ancak şimdi biçimleniyordu. Bazı siyasi niyetlerkimse fark etmeden birer kültürel aksiyon haline gelmişti zaten o zamanlar.Aydınlanma ve eğitimle gelişmeleri etkileme olanağı daha geniş bir661


çerçeve kazanmıştı, Parti son on yılın bilgilerini derinleştirmeye, onlarıdünya görüşlerinin devrimci değişiminden söz eden fikirlerle tamamlamayaçalışıyordu. Edebiyatımız, sanatımız ve müziğimiz, tiyatromuz,tartışmalarımız doruk noktasına ulaşmıştı, yüzyılın başında başlamışolan her şey benzersiz bir açılım gösteriyordu. O zamanlar edindiğimizaraştırma sonuçlarını, sanatsal gösterileri bugün, ifade gücüne sahip olanne varsa paramparça edildiği için tasavvur bile edemiyoruz. Söz konusuolan sadece bir Piscator'un, Brecht'in, Weill ve Eisler'in, bir Grosz'un,Dix'in, Schlemmer'in, Nolde'nin, Beckmann'm ve Klee'nin, bir Döblin'in,Musil'in, Broch'un, Jahnn'ın ya da Benjamin'in ortaya koydukları yapıtlardeğildi, canlılığın, sınırsız düş gücünün, deneyselcilik heyecanının yarattığıbir atmosferin içindeydik, kültürel yaşamın kurucusu bu atmosferdi,her gün yeni keşifler yapılıyordu, insanın bütünlüğünü kavrayan birdevrimin başlayacağından emindik, bu ülkenin tarihinde ilk kez uluskimliğini kazandığı bir dönemde böyle bir devrim çok daha anlam kazanıyordu.Nasıl oldu da, diye sormuştu Funk, bu kültürel yükselişin yanısıra insanın özünde var olan alçaklık, birkaç yılda bütün açık görüşleribulandırarak bu kadar güçlenip yaygınlaşabildi. Nasıl oldu da daha iyive adil bir yaşam için güzergâhımızdaki kilometre taşları budalalık tarafındanböyle hemen yıkılabildi, nasıl oldu da bu eleştirel ve edebi ruh çapulculartarafından defedildi. Fritz Bischoff la birlikte, demişti Funk, dahaŞubat otuzüçte komünist ve sosyal demokrat işçilerin bu yozlaşmayadur diyeceklerini düşündüğümüzü anımsıyorum. Yeni bir birlik cephesikurmaya çalışıyorduk, ama başta birlikte olduğumuz pek çok kişi kopmuştubizden, o denli yaratıcı olan, pek çok çözüm önerileri geliştirebilenbizler sürünüyor, baskın kültürün dayattığı şiddetten kaçıyorduk. Bütünbir yüzyıla damgasını vurmuş entelektüel gücün aniden sönüşünü, kitaplardan,dergilerden, resimlerden, konuşmalardan ve tartışmalardan tanıdığımızbir yapının bir anda çözülüşünü ve geriye panikten başka bir şeyinkalmayışını nasıl açıklayabiliyorsun, diye sormuştu Funk. Siyasettebaşarısız olduğumuz için belki kültür de avcumuzun içinden kayıp gitti,demişti Bischoff. Bizim elimizin altındakiler vizyonlar ve ütopyalardı. Ozamanlar deneyimlerden oluşan altyapının güçlü, bilincin olgun ve açıkolduğu doğru. Düşünülenler hayata geçirilebilirdi, ama pek çok şey anıtsalbir mimarinin taslağı gibiydi sadece, yapının kendisi ortada yoktu henüz.Yönümüzü görüyorduk, ama pek çok insan öyle bir yoksulluğun,öyle bir sefaletin içinde yaşıyordu ki, önlerine konan ucuz vaatlerle yetinmektenbaşka bir şey yapacak enerjiye sahip değildiler. Dönüm noktasındanönceki Berlin'de, kültür taşıyıcılarının biraraya geldiği, oyunlarınısahnelediği, konserlerini verdiği, sergilerini açtığı Berlin'de kendimizihiçbir zaman evimizde hissetmemiştik, ayrıcalıklar bize yabancıydı, bizlereğitim akşamları için hücrelerde, kısa bir politik oyunun provalarında,Ekim kutlamalarında, Bir Mayısta, seçimlerde biraraya geliyorduk hep.662


Ama senin ne demek istediğini anlıyorum, demişti Bischoff, Fritz de böyleydi,bunu onun ağzından da o kadar sık duyuyordum ki, düşünmektensevinç duymak diye bir şey vardı, bir şeyler düşünüp keşfettiğimizde neşediye bir şey vardı. Hep proleter kültürden söz ediyorduk, ama şimdibu kavramdan ne anladığımızı sorguladığımda ona en yakın olanlar bizlermişizgibi geliyor bana, bisikletle Spandau'ya, Tegel Gölü'ne giderken,kayıkla gezerken, spor derneğinde çalışırken çok yakındık ona hep, nasılsöylesem ki, bir sanat yapıtında bir çözüm bulduğumuzda kanatlanıpuçuyor, adeta rahatlıyorduk. Yani sanat öyle bir şey ki, soluk alıp vermeyebenziyor. Ve bunun için, demişti Funk, onlar Fritz'i sekiz yıl boyuncahücrede tuttular. Kassel Wehlheiden, demişti Bischoff. Bir süre konuşmadanoturmuşlardı. Düşünsel değerlerin yıpranması, diye düşünüyorduFunk, toplumdaki antagonizmin bir sonucu. Güçler her zaman kendi karşıtlarıylaçatışarak geliştikleri için, anlamlı olan şey eskiyle çatışarak doğuyordu,eski olan ne kadar şiddetle geri püskürtülürse yenilenmeninişaretleri de o kadar belirginleşiyordu. Değişim geçirmek isteyen şeyinsürekli güvence altına alınmaya gereksinimi vardı. Evet, kazanımlarımızınbizi yanıltmasına izin vermiş, bizi yok etmek isteyen başka bir sürüşeyin varlığını unutmuştuk. Bizim ülkemiz çok özel bir hastalığa yakalanmıştı.Cumhuriyet'e, Weimar Cumhuriyeti'ne, kuruluşunda hiç kimsenindüşünmemiş olduğu bir anlam yüklenmişti. Onun içinde, savaşçı,duyguları şahlandıran geleneklerle çatışan hümanist bilimsel bir hareketçıkmıştı ortaya, dünya mutluluğuna yönelinmemişti, psikolojinin, fizyolojininve sosyolojinin desteğiyle her şey analiz masasına yatırılıyordu.Ama ilericiliğin kendini gösterdiği her yerde onu tuzağa düşürmek içinkaranlık güçler biraraya geliyordu. Ve kazanılan başarılar ne kadar parlaksaonların imhası da o kadar görkemli oldu, bir defa özgürleşmiş olanher şey boğulup gitti. Funk, önemsemediği Troçki'nin o zamanlar tehlikeninboyutlarını fark eden tek kişi olduğunu itiraf etmek zorundaydı. Bischoffona gözucuyla bakmıştı, Funk sanki içten sarsılıyor, bedenini saranbir ateşle mücadele ediyordu, alnında ter damlaları birikmişti. İyi misinsen, diye sormuştu ona. Ama Funk ağzını büzüp susmuştu sadece. Kazanılanlarınimhası sadece Almanya'da, faşist diktatörlüğün eseri olmadı,diye düşünüyordu. Eşzamanlı olarak, tamamen eşzamanlı olarak ötekiülkede de olmuştu bu, varlığını sürdürebilsin diye uğruna mücadele ettikleri,devrimci düşüncenin yüksek mevziler elde ettiği ve şimdiye kadarkendilerinin ortaya koyabildiklerinin hâlâ çok üstünde olan bu devrimcigücün ülkesinde de dehşet verici bir çöküş süreci başlamıştı. Birden yukarıdakikulede çanlar çalmaya başlamıştı. Saat on olmuştu. Bir saat içindeayin başlayacaktı. Gitmek istiyor musun, diye sormuştu Funk. Bischoffevet anlamında başını sallamıştı. Yeniden tabutların üstünde yürümeyebaşlamışlardı ağır ağır. Mezarlığa çıkıp uzak bir köşedeki bir bankaoturmuşlardı, tahta bir çit mezarlığı yoldan ayırıyordu. Funk Bischoff un663


Berlin'de kimleri tanıdığını öğrenmek istiyordu. Bischoff ona kız kardeşinineskiden Karlhorst'da oturduğunu, ama yeni adresini bilmediğini vebulması gerektiğini söylemişti. Charlotte Eisenblâtter'i tanıyıp tanımadığınısormuştu ona Funk. Bischoff ondan söz edildiğini duymuştu. Onunlabağlantı kurmaya çalış, Plenzdorf da, Ückermund Caddesi'nde oturuyor,demişti Funk. Ceketinin cebinden bir şehir planı çıkarıp açmıştı. Gesundbrunnenİstasyonu'ndan Bornholm Caddesi'ne gideceksin, sonrakiNorveç Caddesi'nde iki blok ilerle. Bak gördün mü, yine İskandinavya'dakalmış oluyorsun. Funk onun şaşkın ifadeli yüzüne bakmıştı. Ama şimdiyüz hatlarından bir şey çıkarabilmek daha da zordu. Cildindeki çizgileri,kıpırtıları keşfedebilmek için yanıma bir büyüteç almalıymışım, diye düşünmüştü.Bir yüzün büstleşmiş hali bu, ebediyete kalan sureti. Doğrudansen niye gitmiyorsun, diye sorma isteği duyuyordu Bischoff. Benikendine siper mi yapmak istiyorsun. Burada, karartı halinde kuş kümelerininıslık çalarak uçuştuğu engin tarlaların ucunda oturup sanki az ötedeymişgibi Berlin'den söz etmek, nasıl bir kendini bilmezlikti. Bu şekildeçalışamayacağını söylemişti Bischoff. Ona adresler verilmesi gerekiyordutabii ki, ama gideceği yolları kendisi seçebilirdi. Kenti bu plana göre gözününönüne getirmesi olanaksızdı. Eisenblâtter'i tanıyordu, ElisabethSchumacher'i de tanıyor, onun nerede oturduğunu biliyordu, ona bu bilgiyiHenke vermişti, ama Bischoff Funk'a söylememişti bunu. BirdenFunk'u pek tekin bulmamaya başlamıştı, Funk'un ona sadece yolculukemrini vermesi gerekiyordu, o kadar, daha sonra kendi Berlin'ini bulabilirdi,ve tabii daha önce yaşamış olduğu sokakları ve bu eski haritada olmayanyerleri de. Ama Bischoff henüz Funk gelmeden onu bu konudauyaran Arndt'a da inanmıyordu. Bischoff sabırsızlanmaya başlamıştı,ama bunu belli etmemişti, arkasına yaslanıp gökyüzünde kabına sığamayantarlakuşlarma bakmıştı. Funk Bischoff un bu görevi yerine getirip getiremeyeceğinisoruyordu içinden. Yetersiz eğitilen pek çok kişi dışarı çıkmış,hemen tuzağa düşmüştü. Bischoff un burada nerede kaldığını, nasılgeçindiğini sormuştu Funk. Bischoff ona kırk Nisanından bu yana, bir yıldırSovyet elçiliğindeki ticaret ataşesinin, Davidov'un ev işlerini organizeettiğini söylemişti, Davidov'un evi Gârdet'de Smedsback Caddesi'ndeydi.Bir ay önce işten çıkarılmıştı. Bischoff un şimdi nasıl geçindiğini polisinaraştırıp araştırmadığını sormuştu Funk. Bu bir sorguydu. Evet,Lundqvist'e havale edilmiş, ona yeni bir iş bulmak istediğini söylemişti.Funk Bischoff tan polis memurunun dış görünüşünü tarif etmesini istemişti.Tilkiye benziyor, demişti Bischoff. Gözleri birbirine çok yakın. ŞefiHeydrich'e benziyor, demişti Funk ve yeniden şehir planını göstermişti.İşte Moritz Caddesi üç numara, Kreuzberg'de Prinzen Caddesi'nin hemenköşesinde, karımın annesi ve babası oturuyor orada. Bu adres gözetleniyordur,demişti içinden Bischoff, bu caddeye adım atmamaya kararlıydı.Beni ateşe atmak istiyor, diye düşünmüştü; Arndt haklı, Berlin'de iş664


yapmanın mümkün olmadığını kanıtlamak istiyor o. Mezarların arasındakiyollarda insanlar görünmeye başlamıştı, hızlı adımlarla kilise girişinedoğru yürüyorlardı, girişteki org bir gemi motoru gibi gürlüyordu.Funk haritayı katlamıştı, ayağa kalkıp çitin kapısını açmışlar ve tarlalarayönelmişlerdi. Funk piposunu yakmış, Bischoff tahtanın onun dişlerininarasında nasıl gıcırdadığını duymuştu. Funk dumanı derin derin içineçekmişti. Ve sonra, uzun bir yol katedip ağaçların arasından, tepelerden,adayı çevreleyen çiftliklerin yanından geçerek gölün yanındaki salkımsöğütlerinarasında Nympha'ların zarafetle boy gösterdikleri saray bahçesinegelene kadar Funk Bischoff a, eline ulaşan bilgilerden hesaplayabildiğikadarıyla parti ağının Berlin'deki bağlantı noktalarını açıklamıştı, Bischoffaranıp bulunması gereken, ellerine yazı ulaştırılacak ve mevcut durumhakkında bilgi alacağı kişilerin isimlerini aklında tutacaktı, sonra daBischoff bir yargıya vardığında Nazilerin gazetesi Völkische Beobachter'debir ilan verecekti. Eğer Bischoff Funk'un gelmesini de uygun buluyorsailan şöyle çıkacaktı, Çok Çocuklu Aileye Acil Yardımcı Aranıyor, eğeruyarıda bulunmak istiyorsa da ilan şöyle olacaktı, Bekâr Erkek Ev İşleriİçin Yardımcı Arıyor. Bischoff kendini tutamayıp gülmüştü, neden güldüğünübilmiyordu, ama metinler öyle komikti ki, tankın kapağı açıldığındahâlâ gülmeye devam ediyordu. İşin sırrına ermiş hissediyordu kendini,bilinci açık biçimde yeni bölgesine gidecekti, göze batmadan hangikültürün, hangi sanatın hizmetinde olacağının bilincindeydi, yeri geldiğindeher şeyi unutması, hiçbir işkencenin ondan gerçeği öğrenmesineimkân vermeyecek kadar derinden unutması gerekecekti. Tarlakuşlarınıngölgelerinin düştüğü merdiveni neşeyle tırmandı. Svârd onu kamarayagötürdü. Gecenin geç saatleriydi, yirmibeş Temmuz cuma. Gemi Gröpelingyakınlarındaki tersane bölgesinin havuzlarından birine demir atmıştı,çünkü hava saldırılarından dolayı limana girilemiyordu. İskele verilmiş,kılavuz kaptan gemiden ayrılmıştı. Gemideki son aşama. Veda saati.Yaklaşık bir aydır bu kamaradaydı. Bu küçük odayı bir kez daha içine çekiyordu.Yerdeki kalasların her bir kertiğinin, duvarlardaki her bir çivinin,pirinç aksamdaki her bir vidanın varlığından emin olmak istedi. Kurduğubağ Svârd ve Starkenberg'le sınırlı değildi, mürettebatın yüzlerinibile görmediği diğer üyeleriyle de yakınlık kurduğunu biliyor, pek çokkişinin onu düşündüğünü, onun cesaretine güvendiklerini hissediyordu.Dolaptan bohçasını alırken yüzünü, buraya saklandığı süre içinde kokusunuiçselleştirdiği sarı yağmurluğa gömdü. Sonraki günler için kullanacağıAlman parasını, ekmek karnelerini hazır etmişti. Svard ona, yük istasyonununparmaklığından ve bahçelerden geçerek Gröpeling askeri yolunanasıl çıkacağını tarif etti. Bischoff saat altıdan sonra, kaptan yemekiçin sofraya oturduğunda, Starkenberg ve kara izni alan birkaç tayfaylabirlikte limana inecekti. Starkenberg ona bir yağlı ekmek paketi uzattı,ama Bischoff daha paketi çantasına koymaya fırsat bulamadan aceleyle665


yaklaşan ayak sesleri duydular, kapı açıldı, bir tayfa belirdi, polis diye fısıldadıonlara, Almanca sesler gelmeye başlamıştı bile, gömme dolabasaklanmak için vakit yoktu, Svârd dışarı çıktı, Starkenberg kapının eşiğindekaldı, Bischoff ise lombozun yanında bir şeylerle uğraşıyormuş gibiyapmaya başladı, Almanların bakışlarını sırtında hissediyor, olabildiğincegüçlü ve erkeksi görünmeye çalışıyordu, bu arada Svârd ve Starkenbergmemurları konuşarak oyalıyor, Bremen'de boş zamanlarını en iyinasıl geçirebileceklerini soruyorlardı, böylece grup onlarla arkadaşça şakalaşarakuzaklaştı. Bir süre sonra Svârd geri geldi, Bischoff bu yüzü aslaunutmayacaktı, Svârd avurtlarını şişirmiş, dudaklarını öne doğru uzatmış,derin bir solukla içine çektiği havayı dışarı veriyordu. Şimdi hiç vakitgeçirmeden yan merdivene ulaşmak gerekiyordu. Svârd ona denizcibelgesini verip Bischoff u kucakladı, ve Starkenberg onu dışarıya götürürkenonlara başka denizciler de katıldı, ellerini kaldırıp Bischoff u selamladılar,omzunu sıvazlayıp ona şans dilediler. Starkenberg ve kendisineeşlik eden öteki iki kişiyle birlikte köprüden geçerken arkasına dönüpbakmasa da bakışların onu izlediğini seziyordu. Alman toprağına adımattığı andan itibaren görevini icra etme aşaması başlamıştı, bundan öncekiher şey sadece bir başlangıç kısmıydı, limanın sonundaki nöbetçiyedoğru attığı adımlar artık asıl yolun bir parçasıydı, bu yolda karşısına anitehlikeler, engeller, uçurumlar çıkacaktı, ama o anda Bischoff açık bir biçimdegördü ki, bu yolda aynı zamanda hep varlığını hissettiren daracıkbir patika da vardı ve Bischoff bu patikada tereddütsüz ilerleyerek durumuidare edebilecekti. Puslu akşam ışığında askerlere doğru ilerleyip onlaradenizci belgelerini uzattılar ve Starkenberg tramvay istasyonu hakkındasorduğu sorularla nöbetçinin dikkatini dağıttı. Dolu tüfeğini omzunaasmış olan asker belgelere şöyle bir göz atmakla yetindi, Almanya'yayük götüren İsveç denizcilerine dostça davranılıyordu. Asker onların arkasındanseslenip dikkatli olmalarını ve sirenler çaldığında sığınaklaragirmelerini söyledi. Nöbetçinin gösterdiği yöne doğru gidip ambarlarınve ardiyelerin önünden geçtiler ve patikanın kenarında boş bir depo gördüklerindetayfalardan ayrılıp kalastan duvarların bir köşesine gizlendiler.Bischoff hem üstünü başını hem de dertop edip bohçanın içine soktuğugiysiyi düzeltti. Yağlı ekmekleri yanına almayı unuttuğunu ilk o sıradafark etti. Yolculuk sırasında Svârd'in bir kez daha kesip düzelttiği saçlarınınkısalığı belki artık göze batacaktı, ama kasketini çıkarıp bunun yerinebaşına yanında getirdiği küçük, mavi, çan biçimindeki şapkasını giydiğindeve kaba botlarını daha hafif ayakkabılarla değiştirdiğinde Starkenbergonu karşısında şimdi bir kadın olarak görme şaşkınlığını kafasınısallayarak belli etti. Bischoff tan belgeleri ve bir yerlere gömmek istediğigiysileri aldı. Aceleyle el sıkıştılar, Bischoff yalnız başına yola devam ettive arkasına dönüp bakmadı. Ama daha henüz yola koyulmuştu ki, tersanelerden,fabrikalardan ve uzaktaki kentten gelen bir uluma başladı, mo-666


lozların üstünden geçip kentin kıyısına, bahçeler tarafına doğru koştu,ama sağdan soldan başkaları da koşarak geliyor, işçiler, tayfalar, birkaçkadın ve çocuk sokaktaki sığınağı gösteriyorlardı, çaresiz çığlıkların, gökyüzününgümbürtüsünün, uçaksavarların takırtısı altında Bischoff u dasürükleyip beton kapının arkasına çektiler. Nemli ve soğuk bodrumdaönce bir karışıklık oldu, bedenler birbirine çarptı, sonra gözler asetilenlambanın zayıf ışığına alıştı. Hava hücumlarına karşı pasif korunma görevlisionlara oturmaları için banklarda ve kerevetlerde yer gösterdi, işteartık buradaydı Bischoff, ülkeye gelir gelmez yurttaşlarıyla balık istifi gibiyan yana dizilmişlerdi. Yarı karanlık atmosfer, sığınma ve dışarıya kulakkabartma ihtiyacı bu ani birlikteliğin dehşetini azaltmıştı biraz. Bischoffdüşmanlarıyla birlikte aynı çatının altında bulunmanın yadırgatıcılığınauyum sağlamaya çalışıyordu. Etraftaki ağır soluklar, bir fısıltıyla bilebozulmayan suskunluk, insanda kenara itilmişlik izlenimi uyandırıyor,ama bu izlenim hemen yaşama isteğinin getirdiği zoraki ortaklığa dönüşüyordu.Sığınaklarda yaşamaya alışmış insanlar artık tanıdık yüzlere bakıyor,birbirlerine el sallayıp sesleniyorlardı, bazıları birbirine sokulmuştu,üniformalarından denizaltı tayfası oldukları belli olan birkaç denizciona gülümsedi. Gözlerini kapatıp uyuyormuş gibi yaptı Bischoff, ama denizcilerhemen onun yanına ilişip nereden geldiğini sordular, aralarındanbirisi ona ufaklık diyordu. Daha önce tankta hissettiği neşeye geri dönmeyeçalıştı. Hamburg'dan, dedi Bischoff, sesine bir tutam Hamburg şivesikatmayı bile başarmıştı, çünkü kocasıyla birlikte orada birkaç yıl yaşamıştı.Ben de Hamburgluyum, dedi tayfa. Peki nerede oturuyordu.Lange Reihe'de, diye yanıtladı hemen, şimdi gülüyordu, Hamburg ağzıylakonuşmak, orada bulunan belli bölgelerden söz etmek bu saklambaçoyununun bir parçasıydı. Ama görevlinin kuşku dolu bakışları ona dikkatliolmasını hatırlatıyordu. Tayfanın eli Bischoff un saçlarında gezindi,saçların kısa, niye bu kadar kısa ki, diye sordu. Sporcuyum, dedi Bischoff,koşarken kısa saç gerekiyor. Bir konuşmanın içine çekilmemesi gerekiyordu.Ama tayfa yeni bir soruya geçmişti bile. Çantasında yiyecek bir şeylervar mıydı. Ekmek karneleri varken nasıl olabilir ki, dedi. Neyse, dedi tayfa,zaten belli bir kiloyu korumamız gerek. Biliyorum, dedi Bischoff, denizaltılardaöyle olmak zorunda. Çok fazla konuşmuştu. Artık susmalıydı.Ama tayfa onu bırakmıyordu. Nereye gidiyorsun, diye sordu. Böyle boşboş çene çalarken tuzak sorulara maruz kalabilirdi. Yeniden gözlerini kapadıBischoff. Yorgunum. Görevli ona kerevete uzanabileceğini söyledi,tehlikenin geçtiğini belirten sirenler çalana kadar saatler geçeceği kesindi,dün bütün geceyi sığınakta geçirmişlerdi. Bischoff kadınların ve çocuklarınyanına uzanıp bohçasını başının altına yerleştirdi. Kalın duvarlardansaldırı dalgalarının boğuk sesi geliyordu. Artık gündelik hayatın içindeydiBischoff, dışarıdaki uğultu aslında onu mutlu etmeliydi, çünkü düşmanimparatorluğun yıkıcı saldırılara maruz kaldığının kanıtıydı bu, bu-667


ada gördüğü güç değil, çaresizlikti, bir de bir zamanlar kendisini yakınhissettiği insanları görüyordu, onlara bu fırtınada kendilerini nasıl hissettiklerinisormak, tepelerine çöken şeye bizzat kendilerinin yol açtıklarınısonunda görüp görmediklerini öğrenmek istiyordu. Ama böyle bir yakınlaşma,koruyucu bir kamuflaj içinde de olsa onu ele verebilirdi, belli birmesafeyi korumak zorundaydı, bu daracık mekânda aslında doğal olanıyapmamalı, insanlara daha fazla yaklaşmaya çalışmamalıydı. Belki detayfa iyi niyetliydi, herhalde bu zayıf ışıkta onu olduğundan daha gençsanmıştı. Yirmili yaşlarının başında olmalıydı tayfa. Burada kurulan askerkonseylerinin üstünden yirmi yıl bile geçmemişti daha. O zamanlarBischoff on yedisine yeni girmiş, üç yıl boyunca Sosyalist İşçi Gençliği'ninüyesi olmuştu. Çevresinde denizciler, işçi kadınlar ve erkekler vardışimdi. Ama onlar devrim uğruna mücadele etmiyorlardı. Yanına bir bıçakalmalıydı. Eğer onların saldırısına uğrayacak olursa bıçağı ilk kişininsırtına saplayabilir, kendini kapının yanına atıp dışarı sürünerek çıkabilirdi.Ama yarı kapalı gözlerinin arasından herkesin nasıl oraya burayatünemiş olduğunu görüyordu, bazıları uyuyakalmıştı. Kendini fark ettirmedenbu boğucu ve hissizleşmiş bedenlerle, çalışmanın izlerini taşıyankülçe gibi omuzlarla ve kollarla dip dibe olmak tuhaftı. Funk, Arndt buradanasıl tutunabilirler ki, diye sordu içinden. Bu çevrede kuşku uyandırırlardı.Onların yüzlerinde bu iç içeliğe uymayan deneyimlerin izlerivardı. Kendisi şimdi çocuğunu bağrına basan kadının yanında sıcaklıkduygusunu daha fazla tutamaz olmuştu. Kadının gözleri korkuyla fal taşıgibi açılmıştı. Bischoff çocuğu okşama cesaretini gösterdi. Bugün erkengeldiler, dedi kadın, kente daha önce ulaşacağımı umuyordum, buradakibahçemden patates almıştım, ama burası daha iyi nasıl olsa, bizim oradasokağın yarısı yok oldu. Peki Bischoff un ne işi vardı dışarıda. Gemiye binenbir arkadaşını geçirdiğini söyledi. Daha fazla bir şey söylemesine gerekyoktu, gemi isimlerinin, yer isimlerinin anılmaması gerektiğini biliyordu.Bari çabuk bitse, diye fısıldadı kadın. Bischoff evet anlamında başınısalladı. Ve artık görüyordu ki, kesin verilere sahip olmasa da kişilerinne türden insanlar olduklarını hissetmek, onları ses tonlarından tanımakmümkündü, insani yakınlığa ilişkin bir dokunuş, bir işaret gibi bir şeydibu. Bu insanlar, diye düşündü, belki yarı gönüllü akıntıya kapılarak vebirbirlerini etkileyerek bir kereliğine bir yüksek uçuşun içine çekildileraslında kendilerine hiç de uygun olmamasına rağmen, ancak şimdi yenilgininbaş göstermesiyle birlikte yeniden birbirlerini bulacaklardı. Uykuyadalmış olmalıydı, çünkü birden çevresine bakındığında nerede olduğunukestiremedi. Hâlâ geminin burnundaki haznede olduğunu sandı. Ama nemotor ne de su sesi duyuluyordu. Neden sırtüstü yatmakta olduğunu vediğerlerinin nasıl onun üstüne doğru kaymış olduklarını anlayamadı. Çanağıniçinde küçük bir lamba yanıyordu. Belki de batmışlardı, denizinderinliklerindeydiler. Ama su sızıntısı da görünmüyordu. Buranın öteki668


tutsakları da susuyordu. Soluk alıp veriyorlardı. Yerde yatmakta olan birihoyratça yana döndü. Nişlerden birinin karanlığında birisi belirdi. Büyükyuvarlak bir miğfer vardı başında. Yerdeki insanların arasında ağır ağırsert adımlarla dolanmaya başladı. Öne doğru eğilip kulağını duvara dayadı.Elleriyle yeri yoklayıp bir kol buldu ve kaldırdı. Bir bölme açıldı. Birduman ve toz dalgası sızdı içeriye. Sonra yeniden kalın kapağı kapattı hemen.Yere çömelmiş olanlardan bazıları doğrulup ayağa kalktı. Bischofftayfaları tekrar tanıdı. Nöbetçi yakında sirenlerin çalacağını, tehlikeningeçtiğini söylüyordu. Gün doğmadan önce uçaklar geri dönecekti. Yanındakikadın yattığı yerden doğruldu. Ötekiler de kerevetlerin üzerindedoğrulmaya başladılar. Görevli yanında bir kovayla geldi. Kepçeyi suyadaldırıp sırayla herkese içirmeye başladı. Kalayın üstünde bir sürü dudakizi vardı. İnsanlar kımıldanıyor, giysilerine çekidüzen veriyorlardı. Birkaçkişi volta atmaya başladı. Uzun uzun öten sirenlerin sesi önce uzaktanduyuldu, sonra iyice yaklaştı. Açık kapıdaki duman kızıl bir ışığa bulanmıştı.Önce tayfalar çıktı dışarı. Onların arkasındaki pusta yangın ışığınındüşürdüğü uzun gölgeler asılıydı. Gölgeler uzayıp kısalıyor, gözden kayboluyor,sonra yeniden ortaya çıkıyordu, kapının aydınlanmakta olançerçevesinde gövdelerin kara siluetleri. Eller sallanıyor, bağrış çağrışlarduyuluyordu, yol açıktı artık. Bischoff gürültü patırtının içinde ötekilerlebirlikte ufukta yükselen güneşin kızılına doğru yöneldi. Yukarıdaki şosedeGörepeling'den ilk tramvayın beş buçukta geleceği çalındı kulağına.Çocuklu kadın yanında yürüyordu, işçiler de yanında yürüyorlardı, tayfalarlimana yönelip uzaklaşmışlardı. Bahçeler bögesininin üstüne yanıkkokan, pis bir hava çökmüştü, yerden yukarı bir duman yükseliyordu,gümbürtü kesilmişti. Caddeye ulaşmışlardı. Bischoff istasyondaki erkeklikadınlı grubun içinde duruyordu. Yaz sabahı fokurdayan, kara mantarlarlakuşatılmıştı. Kimse konuşmuyordu. Pusun içinde sallana sallana gelenaçık sarı tramvay göründü. Tramvaya binip oturduğunda dizleri çözüldü.Yan sokaklardan geçerken güneş ışınları fırsat bulduklarında pencerelerdeniçeri dalıyor, sonra evlerin cepheleri tarafından engelleniyorlardı.Tramvay giderek yavaşlıyordu, kıtalar yıkıntıları temizliyordu,Bischoff cam kırıklarının gıcırtısını duyuyordu, orada burada yanmış evler,damlarda is taneleri uçuşuyordu, tramvay kararmış karın arasındakayıp gidiyor, duruyor, sonra tekrar hareket ediyordu, yanan odun parçalarıaşağıya düşüyor, insanlar gruplar halinde duruyorlardı. Yıkıntılarınönünde haykıranları, yan yana dizilmiş cesetleri gördü, una bulanmış gibiydiölüler, başkaları da bir şeyin peşine düşmüş gibi eşelenerek, yoklayaraktaşların arasında sürünüyor, arada bir üstlerine güneş geliyordu,sonra Walle'de açık alanlar başladı, sağda bir mezarlık, solda otlaklar,uzakta yük trenleri, buharı tüten lokomotifler, ve Bremen'in dış bölgelerineyaklaşıyorlardı. Gözler dumandan dolayı yaşlıydı, her yerde ağlıyorduinsanlar, sokaklarda hıçkırıklar asılıydı havada, ama Bischoff istasyon669


meydanına yaklaşırlarken içine çöreklenen zayıflık duygusunu atmıştıüstünden, yabancı bir ülkedeydi, ama yine de çok derinden tanıdığı birülkede, çevresi tarifsiz bir acıyla kuşatılmıştı ve hem acımasız bir düşmanlıkhem merhamet duyuyordu, ve de nefret, daha çocukken kararvermiş olduğu bir şeyi yapması icap ettiği için gelmişti buraya. O zamanlaronu okulda, kısa koluyla kılıcının sapını tutan, ince bıyıklı Alman İmparatoru'nunresmiyle ödüllendirmek istediklerinde kabul etmemişti bunu,teşekkür ederim, bizim evimizde Bebel ve Liebknecht'in resimleri banayeter. Ayrıca kocası Fritz'e yakın olmak için gelmişti buraya. Tren Berlin'esaat altıda hareket ediyordu.Geri dönüş olamazdı asla. Bir defa girilen yolda yürümeye devamedilmeliydi. Onun için geçerli olan yegâne emir belki de buydu. Ve o buyolu bir talimat olduğu için değil, yaşamındaki itici güç olduğu için izliyordu.Yanlış yapmış, yanılmış olduğu fikri onun için geçerli değildi, bireylemi düzeltmek, yeniden başlamak için durmaya yeltenmemişti asla,tek bir eylemin içinde var ediyordu kendini o. Onunla buluştuğumdasanki bir uçuş halindeydi, onu bir daha gözden kaybetmek istemiyordum,koşuşturma halinde ardına takılmak zorunda kalmıştım, ağır hareketettiği zamanlarda da etrafı bir fırtınayla çevrilmiş gibiydi hep, attığıher adımda sıçrayacak, güçlü omuzlarını ileri uzatacak, saçları alevler saçacakgibiydi. Buluşma noktasına şimşek gibi tam zamanında gelmişti,bense bir koşucu gibi start almaya hazır bekliyordum. Lângholm Caddesi'ndekiilkokulun önündeki meydanda, alçak duvara yaslanmış onubekliyordum, Slip Caddesi'ndeki dik merdiveni ikişer ikişer tırmandıktansonra ortadaki yapının kemerli girişinden, Verkstad Caddesi'nden gelecekti.Merdivenin iki yanında, yüksek yeni binaların arasındaki boşluklardaçalılıklar ve fidanlar vardı, aşağıda, Bergsunds sahilinin arkasındaLiljeholm Körfezi'nin limanları ve fabrikaları görünüyordu. Slip Caddesi'yleVerkstad Caddesi'nin kesiştiği köşede bulunan odasından, birincikattaki odasından dişlerini gıcırdatarak ve burnundan soluyarak söz etmişti.Caddelerin zanaatla ilgili olan adlarını beğeniyor, ama kaldığı yerdennefret ediyordu, bir hücreydi orası, karşıdaki evlerin cephelerinde dizidizi pencereler vardı, perdeleri her zaman açık duruyordu, geceleri karanlıktaoturduğunda bu açık perdeler onu, hiç durmadan tekrarlanan biraile yaşamının aydınlık kesitlerini izlemeye zorluyordu. Odada ihtiyaçduymadığı her şeyi kaldırmıştı ortalıktan, renkli halıları, dağları ve kırmızıçiftlik evleriyle manzara resimlerini, yabanhorozu ve geyik avını resmedenucuz goblenleri, sehpaları ve ayaklı lambaları, tahta ve porselenne kadar biblo varsa hepsini kaldırmıştı, yatağın, masanın ve iskemleninçevresindeki duvarlar çıplaktı. Kışın bile açık tuttuğu penceresini boğucu670


yaz gecelerinde kapatması mümkün değildi. Arasına kahkahalar, kötüşarkılar, çığlıklar karışan konuşmalara, oturma odalarından gelen radyoseslerine ve müziğe, on buçuğa doğru ortalık sessizleşene kadar katlanmakzorundaydı, o saatte akşam haberleri bitmiş oluyor ve insanlar ağırsoluklarla horlayarak yataklarında yatıyor, sabah da işe gitmek için erkendenkalkıyorlardı. Stahlmann yeşilliğin içinde görünüp ufak tefek olmasınarağmen sanki alnını kemerin üst kısmına çarpacakmış gibi hafifçeöne eğildiğinde, ben de dönüp ona doğru yürümeye başladım, bir hamledeyanına ulaştım, caddeden Vâsterbro'ya doğru yokuş aşağıya inmeyebaşladık. Önümüzde uzun bir yol vardı, Kungsholm üzerinden Sibiriensemtine, Uppland Caddesi yetmiş yedi numaraya gidecektik, ve ben buyürüyüş sırasında karşımıza her tarafta, sanki üstlerine projektör tutulmuşgibi beklenmedik görüntülerin çıkacağını biliyordum. İnsanın adımlarınahavadar bir serbestlik veren, adalara yayılmış altın sarısı Stockholmkentinin zengin manzarasını ve ufukların ötesini görme olanağı verenbu köprü Stahlmann için de hep çekici olmuştu. Batmakta olan güneşinışınları yıldız biçimindeki hapishanenin merkez binasının pencerelerindeniçeriye düşüyor, kat kat büyümüş gölgeler parmaklıkların ardındaoynaşıyordu, sanki orası zincire vurulmuş devlerin yeriydi, Kentaur'lar,aslan insanlar, güneş Essinge Adaları'nın üstünde mor bulut şeritlerininiçine daldığı için sönmekte olan gözalıcı ışığın içinde kollarını ve pençeleriniyukarıya kaldırmışlardı. Pencerelerin ardındaki kocaman başlar büzüşüyor,karanlık boş bir mekânda yitip gidiyorlardı. Ama biz tepeye çıkıyorduk,tramvaylar yuvarlak tepeden inip çıngırdayarak yanımızdangelip geçiyordu, korulukların içindeki Mariaberg tam karşımızdaydı.Köprünün tam ortasındaki kocaman yaya bakmak Stahlmann'ın sesinideğiştirmişti, partiye övgüler düzen bir şiir okuyordu Stahlmann, onu birzamanlar uçuşa geçiren gücü kastediyordu bununla. Benim partiye girişiminneden sessiz sedasız olup bittiğini sordu, bu bir şölen vesilesi değilmiydi, neden bu haberi benden değil de başkalarından duymak durumundakalmıştı. Ve sanki bir atkıyı, bir aslan kürkünü omzuna atıyorcasınabir hareket yaparak, aşağıya sarkan gözleriyle, çıkık elmacık kemikleriylekavruk yüzünü bana çevirerek, aldığım kararın benzersiz, törene layıkbir eylem olduğunu bir kez daha tekrarladı ve mazeretlerime kırıştırdığıalnıyla izin vermedi. Parti belgesinin benim açımdan, zaten uzun zamanönce gerçekleşmiş bir bağlanmayı onaylamaktan ibaret olduğunu,hiçbir devletin yurttaşı olmayan bir kişi olarak İsveç partisinde var olanüyeliğimi saklı tutmuş olmamı, kendime ve en yakın arkadaşlarıma hayatımdahiçbir değişiklik olmamış gibi davranmamı anlamak istemiyordu.Stahlmann için bir yoldaşın yanında yürümek güvendiği herhangi birisininyanında yürüyor olmaktan çok farklıydı, kendi hayatını ötekine siperyapmak anlamına gelen bir ittifak, kopmaz bir bağdı bu. Onun bu anlayışınakatılmakla birlikte ben Parti'yi geliştirilmeye muhtaç bir taslak671


olarak görüyordum, bu açıdan onunla karşıt düşünceleri temsil ediyorduk,Stahlmann için Parti tamamlanmış, yetkin bir yapıydı. Ben Parti'yetemel bir tutumu, pek çok kişinin izlediği belli bir yolun geçerliliğini vurgulamakiçin girmeye karar vermiştim. Böyle bir zamanda dışarıya kapanmanınhaklı bir davranış olduğunu, ama benim bu kadar önemli biradımı neden yeterince önemsemediğimi ve bir yan unsur olarak gördüğümüanlayamadığını söyledi Stahlmann. Fabrikadaki işimden çıkarıldıktansonra partiye girişimin onaylandığını söyledim, çünkü siyasi etkinliğiminortaya çıkması tehlikesi azalmıştı böylece. İşten atılmamın nedeniyaptığım işin değerlendirilmesinde ortaya çıkan tuhaf bir ayrım olmuştu.Konuşmadan işimi kol gücüyle yaptığım sürece benden kuşkulanmamışlardı,ama sendika gazeteleri ve bir edebiyat dergisi için yazmaya,yani deneyimlerimi söze dökmeye başladığım günden itibaren gittikçeyoğunlaşan bir gözetim altında tutulmaya başlamış, santrifüj atölyelerindekiçalışma koşulları hakkında yazdığım bir makaleden sonra da fabrikanınmühendisi beni çağırmış, ardından da işten atılmıştım. Böyleceyazılı sözün gücü de kısa sürede üstünlüğünü kanıtlamıştı. Sabırlı ücretliköle kimsenin dikkatini çekmeden yaşayıp gidiyordu, ama her ne kadarzanaat becerileri üretimin işine yarasa da ve orada işçi eksikliği çekilse deköle sesini yükseltir yükseltmez kapı dışarı edilmişti. Üç yıl sonra kendimibünyeye yabancı bir unsur olarak ele vermiş ve proletaryanın sürgünkoşullarında zor bela karnını doyuran entelektüel kesimine geçmiştim.Artık siyasi faaliyetimde daha özgür olsam da, bu yeni mesleki faaliyettedevlet kurumlarının iyice artan güvensizliğini üstüme çekmiştim, kenttenatılmamak ya da gözaltına alınmamak için olağanüstü bir dikkat sarfetmek zorundaydım. Sabit bir geliri olmayan yabancılar her ne kadar yaşamlarınıyazar ya da sanatçı olarak sürdürebiliyorlarsa da, genellikleasosyaller olarak başkentte yerleşme hakkından mahrum ediliyor ve kürekmahkûmları gibi kuzeydeki ormanlara gönderiliyorlardı. İllegalitedekiStahlmann böyle bir güvensizlik karşısında rahatlıkla gülüp geçebilirdi,gemileriyle nehrin, Riddarholm'deki yuvarlak kulelerin, sarayın görkemleyükseldiği eski kentin, demiryolu köprülerinin, hayvanat bahçesininardındaki tepelerin sunduğu görüntüler, bir yabancı pasaportuna veoturma iznine sahip biri olarak benim için var olduğu kadar onun için devardı. Kungsholm'e giden ve Râlambshov'un çayırlarının üstünde yükselengeniş ve yüksekteki caddeyi, kentte gizlenerek yaşayan Stahlmannda, bu semtteki kapılardan birinde adı yazılı olan benim gibi zihnine kazıyabiliyordu.Burada yaşama iznimiz olması veya olmaması sözü edilmeyedeğer bir konu değildi, bir kararı, bir talimatı izliyorduk biz sadece,Stahlmann için Kasım bindokuzyüzonsekizden bu yana geçerliydi bu.Onu gözetleyenlerin onun gözünde, soldaki yamaçta bahçe yapımı firmasınınarazisini sakallı aptal yüzleriyle, kırmızı kukuletalarıyla süsleyen vegeyiklerin, küçük tavşanların arasında yer alan alçıdan cücelerden daha672


fazla bir önemi yoktu. Küçümseyerek göstermişti bu adamları Königsberg'inköyünde bulundukları zamanlarda, kendisi kulenin çatısına yapışmış,aşağıda kilisenin önündeki meydanda küçücük görünen, oradanoraya koşturan adamlara bakarken. Bakır levhaları siper yaparak onlara,karşı-devrimcilere ateş etmişti. Polisin cüce cinleri ona ne yapabilirlerdiki, izini sürenleri her zaman atlatmış, bir sıçrayışta bir kapıdan, bir penceredensıvışmış, yan sokakları ve damları kullanarak kaçmayı becermişti.Aşağıdaki parkta çimenlerin üstünde kol kola girmiş çiftler oturuyordu,çocuklar top peşinde koşuyor, sporcular çember olmuş hoplayıp zıplıyorlardıve Friedhelm Meydanı'nm çevresinde trafik akıyordu. Sankt ErikCaddesi'nde üst üste yığılmış yapılar, iş gününün sonunda bürolardan vedükkânlardan çıkan insan kalabalığı Stahlmann'm iç dünyasında taşıdığıdestanda yerlerini alıyordu. Yayaların ve taşıtların yokuş aşağı aktığıuzun Fleming Caddesi'ne, bitiminde santrifüj fabrikasının bacasının yükseldiğibenim caddeme baktı ve yine bir şey anımsadı. Alman partisinindağılmasından hemen sonra yola koyulmuştu, Kızıl Ordu'nun mücadelelerialevlendirdiği yere gidiyordu, Çin devrimcileri onu askeri danışmanolarak bekliyorlardı. Ama bu defa kahramanlık eylemlerinden söz etmekyerine, Singapur'dan Kanton'a giden lüks Fransız buharlısındaki yolculuktansöz ediyordu daha çok. Birinci sınıfta yolculuk edenlerin nasıldavranması gerektiği konusunda eğitilmişti. Akşamları smokin giyiyordu.Smokin dar geliyordu üstüne. Ceketin sırtı sökülmüştü bu yüzden.Biraz yelken ipliği bulup söküğü dikmişti. Beyefendiler barın taburelerindeoturuyorlardı. Smokinli tek kişi kendisiydi. Viski ısmarlamıştı. Sağındasolunda oturanlar gözlerini dikmiş ona bakıyorlardı. Sonra bir bir oradankalkmışlar, smokinlerini giyip geri gelmişlerdi. Orkestra dans müziğiçalmaya başlamıştı. Bir hanımı dansa kaldırmıştı. Kadın ona havanın sıcakolduğunu söylemişti. Ben de terliyorum şapşal gibi, diye yanıtlamıştıkadını. Ceketini çıkarmıştı. Öteki erkekler de onu izlemişti. Yüzmeye gitmeliymişiz,dedi Sankt Erik Köprüsü'nde Spor Sarayı'na doğru ilerlerken.Suya girme isteği onun zihninde Güney Çin Denizi'nin yanıp sönenimgesini canlandırmış, bir şeyler yapma isteğiyle içinde yer aldığı UzunYürüyüşü anımsatmıştı ona, kendini havuza atmak, sonra da restorandabenim Parti'ye girişimin şerefine bir şişe şnapsı devirmek istiyordu. Amaben bunun mümkün olmadığını biliyordum, çünkü belli bir saatte bir buluşmamızvardı. Yüksek köprüyü, kanalı, demiryolu hattını geçerken tekrarbir şeyler anlatmaya başlamıştı, kalabalıkta tempomuz yavaşlamış,Stahlmann'm sesi de alçalmıştı, çevredeki gürültünün içinden ağustosböceklerinincırlak sesleriyle eşlik ettiği bir manzara yükseliyordu. Bunaltıcıve nemli sıcakta üstü açık otomobilin içinde davet sahibi sömürge memurununyanında dimdik oturuyordu. Phnom Penh'i, Mekong'u arkalarındabırakmışlar, Tonle Sap Gölü'ne doğru ilerliyorlardı, uzaklarda mavi sıradağlar.Cangıldaki tapınak kentini anlatmak istediğini söyledi bana, ama673


önce nasıl olup da oraya gidebildiğini açıklamak istiyordu. Gemide yolculuğunduraklarından birisi olan Kamboçya'nın Fransız idarecilerinden birisiylekonuşmuştu. Alman yolcunun yüz hatları bir arkeolog olan sömürgememurunun dikkatini çekmiş ve bunun nedenini açıklamadan onuKamboçya'da kaldıkları süre içinde konuk edebileceğini ve ona ülkenin içkısımlarını gezdirebileceğini söylemişti. Gece dolunayın çıkmasının da gezintiiçin çok iyi olacağını söylemişti. Sabah erkenden yola koyulmuşlardı.Tarlaların üstünde güneş yakıcılaşmıştı. Araba engebeli, tozlu yolda durduğundakaynayan hava yüzlerine çarpmıştı. Yol boyunca da havanın harııslak yüzlerini yalamıştı. Ayaktayken gökyüzünün sırtına bindiğini hissediyordu.Bir köyde mola vermişler, pirinç çiftçileriyle birlikte kazıklarüstündeki kulübenin ön bölümünde yemek yemişlerdi, gölge daha serindeğildi, ama yine de insanların hareketlerindeki yumuşaklık, yemeklerinbüyük yeşil yapraklar üstünde sunulması, kulübenin altındaki su mandalarınıngeviş getirmesini, tavukların ve domuz yavrularının keyifli seslerinidinledikleri o ânın verdiği huzur soluk alıp vermeyi biraz daha kolaylaştırıyordu.Ama Stahlmann dişleri kararmış insanların yüzlerindeki yumuşaklığındaha çok itaatkârlık anlamına geldiğini fark etmişti yavaş yavaş,ve çığlıklar sükûneti yırttığında daha az önce masumiyet belirtisi gibigörünen her şey yırtıcı bir şiddete boyanmıştı. Kısa aralarla tekrarlananbir çığlıktı bu, saklayan bir darbe sesinin arkasından geliyordu her defasında,yerlerinden kalkıp koştuklarında köy meydanında kenevir bir şiltedeyüzüstü yatan bir suçlu görmüşlerdi, adamı kollarından ve bacaklarındankıskıvrak yakalamışlardı. Onun arkasındaki masada işlemeli, nakışlısüsler içinde yerli bir yargıç, başında yuvarlak, süslü bir takke ve mantardanmiğferiyle bir sömürge subayı vardı. Yanları yırtmaçlı uzun bir etekgiymiş ve bir türban takmış olan infazcı, bir kamışla çıplak kanlı sırta vuruyordu.Ve az önceki huzur ortamının unsurları bu olayın çevresine toplanıyordu,çocuklar sahneyi izliyor, bir horoz hemen onların yanında kumueşeliyor, bir köpek yerleri koklayarak yaklaşıyordu, rehber yolcuyuyemden kulübeye götürmüştü, burada onlara şimdi hırıltıya dönüşen acıferyatların eşliğinde tatlı şarap ikram etmişlerdi. Akşamüstü saatlerindeilk tapınak harabesine varmışlardı, dar, kurumuş bir nehir yatağındaki tapınağınyarısı çalılıkların içindeydi, taşköprünün parmaklığında idol kalıntılarıgörünüyordu. Henüz Angkor Wat'ın uzağındaydılar, bir düzlükteilerliyorlardı, düzlüğün çatlak toprağında arada bir ortaya çıkan yıkık birduvar kilometrelerce uzunluktaki, dümdüz uzanan kanalların varlığınaişaret ediyordu. Bir zamanlar burada boylu boyunca pirinç tarlalarını sulamışlardı.Sonra korulardan önceki alanlarda sinek sürüleri suyun haberciliğiniyapmıştı, su buralarda bataklık kalıntısı çanaklarda toplanmıştı,gittikçe sıklaşan ormanda sarmaşıklarla kaplı ağaç gövdelerinin ardındauzunlamasına bir havuzda ışıltılar göz kırpıyordu. Kıyının set duvarlarınaçizilmiş masal hayvanları onlara bakmaktaydı, kabartma başlarıyla yarı674


yılanlar, yarı aslanlar. Bir misafirhaneye geldiklerinde arabadan inmişlerdi.Bir nöbetçi ve sömürge ordusunun birkaç askeri daha burada kalıyordu,akşam yemeği hazırlanıp yataklar ve sivrisinek cibinlikleri kurulurken,onlar da alacakaranlığı gece karanlığına dönüştüren yüksek ağaçlarınarasında, Khmer İmparatorluğu'nun başkentine, ancak geçen yüzyılın sonundaormanın içinde yeniden keşfedilen bu kente doğru yola koyulmuşlardı.Açıktaki kalın kök çıkıntılarının kapladığı yollardan, kıkırdak halinegelmiş dalların arasından yer yer rölyeflerle ve figürlerle bezenmiş merdivenlerin,kale burçlarının ve sütunlu kapıların göründüğü daha aydınlıkbölgelerden ve sadece ağaç köklerinin kalmış olduğu orman içi açıklıklardangeçerek başı ve sonu yarı karanlıkta seçilemeyen derin, dikdörtgen birset halinde uzanan bir kazı yerine varmışlardı. Köşeden köşeye çekilmişdüzgün yükseltileriyle, arka taraftaki duvarlarıyla taş döşeli yol, uzun zamanönce yıkılmış, ama kalıntılarıyla bu suskun ormanlık alanları hâlâkendi büyüsü altında tutan bir egemenlik aygıtının ürkütücü simetrisikendini göstermişti bile. Arkeolog, Stahlmann'ın şafakla birlikte buralarlailgili, artık yaşamayan kentin, bütünselliğini yitirmiş olsa da geriye kalanparçalarıyla kendini ele veren yapısıyla ilgili bir izlenim edinebileceğinisöylemişti. Ama sabahı beklemeden, ay ışığında onu heykellerin yanınagötürmek istiyordu, Stahlmann'm yüzü ona bu heykelleri anımsatmıştı.Stahlmann dünyadaki ikametgâhlarını ve anıt mezarlarını buraya kurmuşolan tanrı krallarla kendisi arasındaki ortaklığın ne olduğunu öğrenmekistemiş, ama davet sahibi ona bu sorunun yanıtını daha geç saatlerde ayınvereceğini söylemişti. Kalacakları yere geri dönüp şoför ve nöbetçi ekipleyemek yemişlerdi, yemeklerin çeşitliliği cangıl kentinin labirentimsi zenginliğineuygun gibi görünüyordu, ay arkeoloğun uygun bulduğu bir konumaulaştığında bir kez daha yola çıkıp ormandaki patikayı katetmişlerve bir kanalın boş yatağını ikiye bölen eskiden kalma geniş, altta kalan kısmıduvarla örülmüş düz bir set yoluna gelmişlerdi. Kenarlara açılan merdivenlerleaşağıya iniliyordu, burası teknelerin yanaşmasına imkân vermişolmalıydı, uzaklarda büyük yapraklı bitkiler bürümüştü her yanı. Yolkenarına gerçek büyüklükte, eş biçimli figürler dizilmişti, üst üste konmuşkaya bloklarından yontulmuşlardı, yuvarlak taburelerde oturuyorlardı,kolları bedenleriyle iç içe geçmişti, kafalarında koni biçimli takkelervardı, başları yana eğikti, yüzlerini karşıdan gelenleri karşılarcasına öneuzatmışlardı. Dört bir yan bu yüzlerle doluydu, sayıları yüz kadar vardı,ifadeleri birbirlerine çok benziyordu, ay ışığında daha da belirginleşenkaşların altında gözbebeği olmayan badem gibi gözler, yayvan burunlarıngölgelendirdiği melankolik ve kederli ağızlar. Ölümün büyük kapısınailerlemek üzere bu ciddi suratlı bekçilerin dizildiği yoldan geçmek bile,insanın bu geceyi hayatındaki diğer gecelerden ayırması için yeterliydi.Sonra incir ağaçlarının çevrelediği ana girişteki yapıya gelmişlerdi, Jajavarman'ınkentine adım attıklarında, yapının alınlığında yer alan, yuka-675


ı doğru sivrilen halkaların taçlandırdığı dev başlar karşıya ve yanlara bakıyordu,aynı zamanda Bayon Tapınağı'na da dönüktüler. Filizlenmiş bitkikökleri, devasa ağaçların yüklü dalları ve aşağıya sarkan sarmaşıklarset yolundan beri devam eden yolun dümdüz görüntüsünü örtmüyordu.Bir aydınlık, yürümekte olanları kendine çekiyordu, en sonunda kendileriniay ışığının yıkadığı, üst üste konmuş parçalarıyla yavaş yavaş tek biryontuya dönüşen dağ kütlesinin önünde bulmuşlardı. Yapı sayısız kayalığıniçinden piramit biçiminde yükseliyordu. İster istemez durup onuönce bir bütün olarak izlemişler ve teraslara yığılmış taşlardan fırlayankocaman, binbir çehrenin etkisine bırakmışlardı kendilerini. Her bir kemerledaralan ana kule yuvarlak biçimiyle, çiçek biçimindeki tepesiylegörünüşteki karışıklığın gittikçe bir sisteme işaret ettiği, kare biçimindekiduvarların çevrelediği köşeli katmanların arasında yer alıyordu, bu kareduvarları da sivri kuleleri ve orta kapılarıyla bir ara duvar ve nihayet büyük,pürüzsüz dış duvar çevreliyordu, bu dış duvarın birkaç basamaklayükseltilmiş galerisinde yıkıntıların arasında tek tük sütunlar ayaktaydıhâlâ. Giriş boyunca taşa oyulmuş, birçok figürle bezenmiş bir friz dikkatçekiyordu, ama krallık kentindeki yaşamla ilgili önce çok da fazla bir şeysöylemiyordu bu friz. Rehber tapınağa yabancıdan önce girmiş, hep dikaçıyla kollara ayrılan sütunlar dizisinin, tanrı figürlerinin oturduğu avlularınve süslemelerle bezenmiş şaşaalı geçitlerin arasından geçip dik merdivenleritırmanmış, parmaklıklardan birine gelmişti, buradan kutsal yüzütaşıyan üst üste yığılmış kubbeler görünüyordu. Çehre köprü yolundakiyüzlere benziyordu, kesme taşlara oyulmuştu, taşların ek yerleri yüzünhatlarını birbirinden ayırıyor, ama bütünlüğünü bozmuyordu, buçehre, taştan hapsinin içinden, yeryüzü yaşamından tanrıların katınayükselmiş olmanın bahtiyarlığını hissettiren bir ifadeyle gülümsüyordu.Dört bir yanda ortaya çıkan yüzler, bütün yönlere dikilmiş boş gözleriyleziyaretçilerin iki katı büyüklüğündeydi. Yüzler yeryüzüne egemendi, zamanınolmadığı bir yerden geliyor, gelip geçiciliği aşıyorlardı, beyaz ayışığı kıvrık dudak çizgilerini, başlıkların çiçeklerden ve yapraklardan oluşanbordürlerini, küpeleri, boyun çevresindeki pürüzsüz kayganlığı belirginleştirmişti.Alınlar, burun kanatları, yanaklar ve çeneler gölgeleriniçinde parlıyordu, ve başlıklarda görülen işlemeler nasıl ki kulenin tepesindekihalkalara dönüşebiliyorsa, onların altında bulunan kapı sütunlarındakive genişleyen duvar çıkıntılarındaki süsleme kalıntıları da onlarıngiysilerinde anıtsal bir görkemi ima ediyordu. Davet sahibinin iddiaettiği gibi acaba gerçekten de görünüşüm bu haşmetmeaplara benziyormu, diye sormuştu Stahlmann içinden, sonra da ağzını büzerek gülmüştü.Tam da böyle güldüğü zaman onlara benzediğini söylemişti ev sahibi.Ancak gecenin geç saatlerinde, yatağa girip sivrisinekleri çadırdaki boğucusıcağa tercih ettiği için ince cibinliği açtığında Fransız'ın sözleri üzerinedüşünmeye başlamıştı, tapınak dağından indikten sonra uzun süre dış676


surun çevresinde yürüdüklerini söylemişti Fransız, bu frizde eski kent sakinleriningündelik hayatın kesitleri içinde gerçeğe yakın jestleri ve devinimleriresmedilmişti. Onlara yukarıdan bakan başlar ne kadar karşı konulmazbir gücün, hiç itirazsız hizmet edilmesi gereken bir gücün simgesiidilerse, frizdeki figürler de o kadar gerçek yaşamın anlarına aittiler. Ayışığı altında, resimlerin yüzeyselliği ortadan kalkıyor, bir arka plan derinliğioluşuyordu, bu arka plan sokakların, pazaryerlerinin ve tapınağınönündeki geniş alanların kalabalığıyla, gürültüsüyle dolu gibiydi. Bir koyunve keçi sürüsü, sütunların arasında oturmuş, kendini tefekküre veduaya vermiş papazların arasından geçiyor, böylece kırsal yaşam ve zihinselinziva bütünleşiyordu, meditasyona dalmış olanların yanında birçoban grubu görünüyordu, kiminin kolunda bir keçi yavrusu, kimininağzında bambu bir kaval vardı, kimi de vurmalı bir çalgı çalıyordu, avcılarfilleri ve gergedanları ormandan çıkarıyor, balıkçılar ağ atıyor, su kaplumbağasıve istiridye çıkarmak için dalıyorlardı, hasat ambara alınmış,harman dövülüyordu, kadınlar sırtlarında bambu değneklerle çuvallarve sepetler taşıyordu, bir yanda tezgâhlar vardı, bir kız çocuğu tezgâhlardanmeyve aşırıyordu, başka bir tarafta metres görünümlü bir kadın birel aynasında süslenip püsleniyordu, bir yanda dansçılar çalışıyordu, başkabir yanda çamaşırcılar iş başındaydı, bir yanda çömlekçiler, fırıncılar,terziler ve demirciler çalışıyordu, başka bir yanda bir arzuhalci, bir meddahgörünüyordu, horoz dövüşleri yapılıyor ve hokkabazlar sahneye çıkıyordu,yere uzanmış birisi ayaklarının üzerinde bir halka çeviriyor, birakrobat çocuklara oyunlar yapıyor, pantomimciler davul ve lir eşliğindebir oyun sergiliyorlardı. Tek tek sahneleri birbirinden ayıran dikey ve yataypaneller bile egemenliği ve katı bir düzeni anlatmaya yetiyordu, veinsan birkaç adım geri gidip frize baktığında halkın yer aldığı mekânla,kayalıklarda tahtlarına kurulmuş ve ahşap kentin üstünde büyümüş buvahşi ormanın yukarısında kalan efendilerin mekânı arasındaki dengesizliğiaçıkça görebiliyordu. En dış galerinin ayağındaki küçücük bir yer,tapmağı inşa edenlere ayrılmıştı, gün ışığında duvardaki bu minnacıkalan neredeyse gözden kayboluyor, ay onları sadece birkaç saatliğine izleyiciyegösteriyordu, buna karşılık insan hangi noktada olursa olsun başınıkaldırdığında tek olanın, seçilmiş olanın binbir çehresini her zaman görüyordu.Ana kanallar ve kaleler bölgesinde ve kazıklardan yapılma yapılarınyan yana dizilmiş olduğu sokaklar ve su olukları boyunca ilerleyenAngkor Thom kenti miadını doldurmuştu, oranın sakinleri arasındaelleri yumuşak ve tecrübeli olanların delikli kum taşına kaydettiği vakalarındışında geride bir şey kalmamıştı. Ve gece gezginleri insanların barışiçindeki eylemlerini inceledikten sonra, resmedilmiş bu kent yaşamınıboyutları itibarıyla kat kat aşan bir tasvirin yanına gitmişlerdi, burada askerlervardı, garnizonda şakayla karışık birbirleriyle boğuşan, halatlaratırmanarak beden eğitimi yapan askerler, sonra krallık muhafızları ve677


muharebe kargaşası, karada ve denizde. Burada sağdan sola okunduğunda,komşu imparatorluk Champa'nın saldırgan ordularına karşı yürütülensavaş üç aşamada gerçekleşiyordu, taramalarla yapılan mızraklar vekılıçlar, kürekler ve mahmuzlar, sürekli bir ileri ve geri, uçuşan flandralarve bol yapraklı dallar resmedilmişti. Güçlüler hanedanlığın gurur kaynağıolarak saygınlıklarını muhafaza edip, idol rolünde anıtta yerlerini alırken,onlar için savaşanlar sadece kitle olarak vardılar, tek tip duruşlarıyla,sert adımlarla ilerliyorlardı, kalkanları ve miğferleriyle karşı karşıya geleniki tarafın üst üste yığılmış profilleriydi onlar. Yukarıdakilerin görevlendirdiğive birbirlerinin üstüne saldıran makinelerdi, köleleri topun ağzınasüren savaşlar krallık yönetiminin bir parçasıydı, Khmerler Chamlarlabirlikte Annamitlere karşı seferber edilmiş, sonra Khmerler Champalarıegemenlikleri altına almış ve şimdi de binyüzyetmişyedide Chamlarintikam için ülkeye girmiş, gemileriyle Mekong'u geçip Tonle Sap'açıkmışlar, zırhlı birlikleriyle Angkor'a ilerliyorlardı. Orduların başını çekensavaş filleri aynı eyerlerle ve okçularla teçhiz edilmişti, göğüs göğüsesavaşanlar iki yana açılmış bacaklarıyla birbirlerine benziyordu, iki taraftada kendini koruyanlar, isabet alanlar ve yıkılanlar aynı duruş içindeydiler,aradaki tek fark Khmerlerin sancaklarının tavuskuşu tüyüyle süslenmişolması ve göğüslerine çaprazlama kemer asmaları, buna karşılıkChamların deri önlüklerinin üzerine bir mintan giymiş olmaları ve miğferlerindebir manolya olmasıydı, ayrıca sancakları püsküllerle süslenmişti.Yine de insan onlara yaklaştığında savaşçıların yüzlerinin bireyselhatlara sahip olduğunu görüyordu, kiminin burnu küçüktü, kiminin büyük,kiminin ağzı yayvandı, kiminin dar, kiminin elmacık kemikleri belirgindi,kiminin daha az belirgin, sanki yontucular binlerce kişiden oluşankitlenin her bir bireyini kendine özgü özellikleriyle göstermeye özen göstermiş,buna karşılık kralları kişiselliklerinden soyutlayarak resmetmişler,adeta onları ruhaniler olarak lanetlemişlerdi. Öbür dünya için eğitilmişyarı tanrılar daha hayattayken ölü gibi gülümsüyorlardı kayalık kulelerinintepesinden, ama onların tebaası gerçekten yaşamış, her birininbireysel bir hayatı olmuş, ölümü hep birlikte kucaklamış, hepsi aynı adımıatıp dizlerini yukarıya kırmış, ayaklarını ileriye uzatmışlardı. Kutsanmışdespotlar baştan beri ölümü aşmış, yumruklarının arasında tuttuklarıkılıç saplarıyla, mızraklarıyla sayısız insan ateşli bedenleri içinde ölümleyüz yüze gelmişti, örgülü saçlarıyla başlarını eğmiş kürekçiler de onlarınyürek atışlarıyla birlikte ölümün temposunu tutturmuştu. Buradakisanat anlayışı akarsuyun kesitini göstermeyi tercih ediyordu, balıklarınve timsahların gemi gövdelerinin çevresinde gezindiği yerde küçük biryüzücü grubu çok canlı bir görüntü sergiliyordu, bu grup dümeni, küreklerikırmak için kıç tarafından düşman gemisinin altına dalmıştı. Nasılolup da kendi yüzünün arkeoloğa piramit dağdaki gülümseyen yüzlerianımsatmış olabileceğini geçirmişti aklından geceleyin Stahlmann, şilte-678


sinde çıplak olarak yatıyor, etrafında sinekler vızıldıyordu, hep yığınlarıniçinde kendini gösteren askerlere daha yakın hissetmiyor muydu kendisini,yoksa iki tarafa birden mi aitti, yukarıdakilere ve aşağıdakilere, bir kezdaha ölüm kapısından geçip Bayon'un kehanetine ayak uydurmak isterdi,ama çok yorgundu, ayağa kalkıp pencereye gidecek hali bile yoktu.Karanlığa bakmış, içini bir ürperti sarmıştı, belki de ölümlülerin arasınainmiş olan tanrısal birisiydi kendisi, farkına bile varamadan Vasa Parkı'ndangeçip Oden Meydanı'na geldiğimizde, o gece ölümden korkmayacakkadar delirdiğini söyledi, bu duyguyu gün ağarmadan önce, gezirehberi ona doğmakta olan güneşin eşliğinde ana taponak Angkor Wat'ıgöstermek için kendisini almadan önce hissetmişti. Aslında başka bir şeygörmek istemiyordum artık, demişti, yeni izlenimlerin kendisine fazla geleceğinidüşünüyordu, yarı baygın bir durumda rehberin onu arabayagötürmesine izin vermiş, uyuşmuş bir biçimde arkasına yaslanmıştı, böyleceset yolunun kapısına gelmişlerdi, yol kat kat teraslar biçimindeydi veyapı kocaman bir çukurluğun içinde uzanıyordu. Stahlmann önce pusuniçinde sadece yüksek duvarlarla çevrili yolun dümdüz uzandığını görmüştü,yolun ardında sütunlardan oluşan geniş bir cephe ve yine basamakbasamak yükselerek piramit bir biçim sergileyen kuleler vardı, sonraortadaki kulenin ardında güneşin kızıl yuvarlağı belirdiğinde ve ağustosböceklericırlamaya başladığında uyanmıştı Stahlmann. Güneş kule başlıklarınınfiligran halkalarını titreştirip bulanıklaştırdığmda orta kapınınönündeki yüksek ve çapraz yola doğru ilerleme halindelerdi. Yedi başlıyılanların ve ön ayaklarını kaldırıp doğrulmuş aslanların koruması altındakisağlı sollu merdivenler aşağıya, yer yer çimlerle ve çalılıklarla kaplıdüz alana iniyordu, uzaklarda, alçak bir sette daha küçük ön tapınaklarve havuzlar görünüyordu, bütün düzlük kare şeklindeydi ve surlarlaçevrilmişti. Kırık taşlarla kaplı toprak ağaçların büyümesini engellemişti,burası geçmişte bir tören meydanıydı, ama aynı zamanda yağmur mevsimindesuyun geniş kanaldan akarak oluşturduğu saray içi bir göletti, kralıve saray erkânını taşıyan kayıklar tapmak basamaklarına kadar yanaşabiliyorolmalıydı. Olağanüstü büyüklükteki ve galerili ön cephe üç bölümlügirişten kuzey ve güney köşelerindeki kulelere kadar uzanıyordu.Doğu tarafında ortada yer alan ve tepesi manzara perspektifinin başlangıcınıoluşturan yapıya adım attıklarında onları koyu bir gölge karşılamıştı,bu noktadan bakıldığında, gittikçe yükselen çatı köşelerinin, arakubbelerin ve merdivenli büyük kapıların ötesinde ana kulenin en yükseknoktasına uzanan bir perspektif sağlanıyordu, duvarın üstündeki rölyefinayrıntıları karanlık gölgelikte seçilemiyordu, birbirlerini hançerleyen,kovalayan, ısıran karmakarışık bir gövde silsilesiydi bu. Sağa sapıpsütunlar boyunca ilerlemişlerdi, sütunların arkasında açık meydanın gözalıcıaydınlığı vardı, yaklaşık yüz metre sonra köşedeki açıklığa varmışlardı,burası dik açıyla arkadan aydınlanan güney geçidini kesiyordu. Bu-679


adaki iki yüz metre uzunluğunda ortadan bölünmüş duvarda da hafifkabartmalı bir rölyef vardı, büyük, koyu taş levhalardan oluşuyordu rölyef,taşların birleştiği yerler öyle bir perdahlanmıştı ki zar zor belli oluyordu,bazı yerlerde renkli renkli parlayan görüntüler bütünün içindeöne çıkıyordu. Gecenin ışığında, bu kabaca yontulmuş, ama gerçek hayatayakın, hayatları tehlikede olan insanlara bakmışlardı, imparatorluğunson döneminde, onüçüncü yüzyılın başlarında yaşamıştı bu insanlar, odönemde çöküş kendini göstermeye başlamış, zanaatçılar çekiçlerini veçelik kalemlerini bir yana bırakıp pek çok işi tamamlamadan bırakmışlar,halkın gücü seferlerde ve inşaatlarda tüketilmişti. Şimdi gün ışığındakrallığın yüz yıl önceki klasik dönem yapıtlarıyla karşı karşıyaydılar. Bayonne kadar dizginsiz ve baroksa, Angkor Wat o kadar hiyerarşik bir törensellikiçinde yükseliyordu. Duvar resminin birinci bölümünde muhafızlar,Suryavarman ve Jayavarman hanedanlıkları altında her zaman nasılseferber olacaklarsa böyle bir seferberlik hali içindeydiler, buradakiduruşları bir mağlubiyet belirtisi göstermiyordu henüz, görkemli fetihçiedasıyla ilerliyorlardı, yüzleri maske gibiydi, başlarına örtüler sarınmışlardıve saçları örgülüydü, kancalı ve uçlarına doğru süslemelerle kalınlaşanmızrakları ustaca ellerinde tutuyorlardı, desenli eteklerindeki ve önlüklerindekiher bir kırışıklık ince ince işlenmişti, savaşçıların ve atlarınbacakları boyunca uzanan paralel çizgiler hem çeşitliliği hem de hareketlerdekikaydırmaları yansıtıyordu, başlarının üstünde dalgalı kenarlarıolan, çiçeğe benzer uzun saplı şemsiyeler vardı, çevreleri yapraklarla sarılıydı,fil gövdelerinin ve fil dişlerinin, atların kuyruklarının ve sırtlarının,kalkanların ve miğferlerin yuvarlaklığı, ağaçların yuvarlak çizgileriyle içiçe geçiyordu, böylece halka desenleriyle, yer yer bitki renkleriyle bezenmişduvarın düz hattı üzerinde uygun adım yürüyorlardı, kızıl, mavimsive altın rengi tonlar figürlere metalik bir parlaklık veriyordu, onlar ilerleyenöncülerdi, Siyamlı itaatkâr piyadeler, Khmerlerin tersine onlar sadeceürkütücü, hayvansı bir tuhaflık içinde değildiler, sadece barbar süslerleve kaba silahlarla donatılmamışlardı, aynı zamanda dişlerini gösteren aygırlarınarasında vahşilik ve korkunçluklarını da dışavuruyorlardı. Buduvar izleyeni, saray sahiplerinin üstünlüğüne ve yenilmezliğine inandırmakiçin hazırlanmıştı, ama dünyevi zaferi ortadaki galerinin sonundanitibaren tanrıların mahkemesi izliyordu, mahkeme ölüleri iki damaraayırmıştı, yukarıda telaşlı adımlarla ve yanlarındaki sandıklarla cennetegidiyorlardı, aşağıda ise cehenneme sürülenler vardı. Ve cennete uzananyol bir kenara bırakıldıktan sonra şimdi, uzun çıplak Uppland Caddesi'nidolduran cehennemlik figürler belirmişti, Alman Komünist Partisi'ninüyesi olan bu çılgın ama yine de disiplinden ayrılmayan İspanya savaşçısıve Parti muhasebecisinin düşüncelerine kazınmış figürler, ve siyahkuşlar cellatların boyunlarına ya da ayaklarına ip geçirdiği bedenleri çıplaklanetlilerin tepesine iniyordu, tek bir dehşet çığlığıyla, anlamsız yaka-680


ışlarla bazıları kendilerini yere atıyor, sürükleniyor, hırpalanıyor ya dapanterlerin saldırısına uğruyorlardı. Ellerinden bağlanmış olarak ya dakafa üstü dalların üstünde asılı kalmışlardı, saçları sakalları birbirine karışmıştı,çığlıklarla cehennemin dibindeki işkencenin haberciliğini yapanşeytanlar dışarı çıkardıkları dilleriyle uçuşuyordu çevrelerinde. Oradaebedi kömür ateşi yanıyordu. Bu yakıcı dumandan asla kurtulamayacaklardı.Büyük yuvarlak gözleriyle, boyalı korkunç ağızlarıyla hayaletlerhiç durmadan ateş saçan kılıç darbelerini indireceklerdi. Stahlmann alnınısilerek, bedenlerden organların koparılıp uçurulduğunu, tekrar oluştuğunu,tekrar uçurulduğunu, aynı yakıcı acıyı sürekli yaşadıklarını söylüyordu.Kılıçların vınlaması ve alevlerin hışırtısı altında yetmiş yedi numaralıbinanın önünden geçtik, bodrum katındaki dairenin kemerli pencerepervazında küçük pembe renkli, selülitten flamingo duruyordu, ziyaretiçin bir engel olmadığının belirtisiydi bu, ama Stahlmann beni VanadisSokağı yönüne çekmişti, Rosner'e gitmeden önce bana orta kuledekison resmi anlatmak istiyordu, içeriye doğru daralan avluları geçtiğimizidüşün önce, dedi, karşımıza hep çaprazlamasına bir galeri ve dahayüksekteki sütunlar dizisine uzanan basamaklar çıkıyordu, bu dörtgengeçitler silsilesi yerini kare alanlara bırakıyor, sonra da ana kuleye çıkılıyordu.Yapının mimarisi, kazık üzerine kurulmuş yapılardan oluşuyordu,tahta oyma ustaları taşı işlemişlerdi, galeri sütunları tornalanmış, sıkaralıklarla yuvalar açılmış gibiydi, gül şeklindeki süslemelerle bezenmiştaşıyıcı duvarların arasında bir kalınlaşıp bir incelerek yükseliyordu bunlar,onların yanında aynı genişlikte ve biçimde olmak üzere parlak birkontrast yaratan ışık çubukları vardı, ve nasıl ki dalgalı siyah gölgeler beyazgüneş şeritleriyle yer değiştirerek koridorlardaki zeminin kesme taşlarınıaçığa çıkarıyorlarsa, kesit resimleri de duvarların ağırlığını alıyordu.Sondan bir önceki terastan yükselen köşe kuleleri gerideki iki kuleylebirlikte ortadaki daha büyük kuleye doğru eğilmiş izlenimi uyandırıyor,bu da bütünde bir piramit formu ortaya çıkarıyordu. Bu piramit algısı tasarlanmışbir şeydi. Bir yerden sonra saydam bir örtü gibi duruyordu vehayali çizgisi dört bir yandan yükselen kulelerin tepelerini yalayıp geçiyorgibiydi. Yapı kütleselliğin asılmasıyla hareketlilik kazanıyordu. Boşbıkakılmış mekânlar yapılı yerlerle aynı anlamı taşıyordu. Dört tane üçgennasıl birbiriyle birleşiyorsa, ana kulenin çıkıntılarından da görünmezçizgiler çıkıyor, izleyici gözleri kamaşıp gözlerini kıstığında bu çizgilergüneş ışınlarıyla birleşiyor, böylece kızıl ve gümüşi renklerle parlayan,yarı maddi yarı kütlesiz yapı hacim kazanıyordu. Gittikçe genişleyendört çatının kapattığı orta kule girişine gelmeden önce basamakları gittikçedikleşen, neredeyse doksan derecelik bir merdivenden yukarıya tırmanılıyordu,daha sonra yol, oyukların ve galerilerin arasından, her adımdainsanın karşısına çıkan, sürekli değişen devinimleriyle insanı olduğu yerdedurmaya davet eden tanrı ve tanrıçaların yanından en tepedeki halka-681


nın sahanlığına çıkıyordu, burada karşılarına çıkan ve daha önce aşağıdakigalerilerin girişinde rastladıkları düzlük bu defa ters yönde, ön pavyonlarındamını, avlu havuzunun üstündeki yolu ve kanalı geçerek devamediyor ve beyaz bir çizgi haline gelerek, ağaçları yok olmuş ormanlık sahanınve ufukta buharlaşan ovanın derinlikleri boyunca ilerliyordu. Yapılarovaya göre düzenlenmişti. Krallar önce tebaayı çalıştırarak toprağın verimliliğindenyararlanmış, onların Doğu İmparatorluğu Funan'ın su tekniğikültürüyle eğitilmiş mühendisleri, bir işçi ve köle ordusunu deniz yüzeyineyakın toprağa kanallar açmak, maden damarları açmak ve onları daryollarla birbirlerine bağlamak, eklüzler, havuzlar, su yolları yapmak, ormanlarıkesmek, yağmur zamanı yükselen suyu çarklarla, borularla dağıtmak,pirinç ekmek ve toplamak için kullanmışlardı, ve yüzyıllar süren servetbirikiminden sonra başarıları yüceltmek ve tanrılara şükranlarını sunmakisteği doğmuştu. Geniş yeşil alanın içinden düşsel yaratılar yükseliyor,bunlar pratik faaliyetlerin bolluğundan ayrılıyor ve manevi bir dünyanınyüceltilmesine dönüşüyordu. İnsanlar ekip biçtiklerinden kendileride bir pay alıyordu, ama dinsel ritüelden sonra şimdi ortaya koymak zorundaoldukları şey sadece egemenlerin kendilerini yüceltmelerine yarıyordu,artık yiyecek üretmekten ziyade krallığın iktidarını anıtsallaştırmakiçin vinçlerle, arabalarla ve boyunduruk altında, birbirlerini dik açıylakesen yönlerde koşturup duruyor, toprak altından kum taşı çıkarıyor,kırıyor, kesiyor, perdahlıyor, yüklüyor, kanayan elleriyle taş taş üstüne koyupegemene ve etrafındaki ruhbanlara, oturacakları saraylar inşa ediyorlardı.İkinci Jayavarman dokuzuncu yüzyılda inşaya başlamış, Suryavarmanhanedanının ilk kralı bin yılında Angkor Tapınağı'nın temelini attırmış,beş yüz yıl sonra başka hanedanların iktidara gelişi ve düşüşündensonra, İkinci Suryavarman'ın iktidarı sırasında Angkor Wat kenti yükselmeyebaşlamıştı, bu yapı gökbilginlerinin hesabıyla dünyanın merkezindeyer alan beş doruklu kutsal dağ Meru'yu örnek alıyordu. Kanallarıyla,bulvarlarıyla, kare biçimindeki park alanlarıyla, bahçeleriyle, göletleriyle,su yollarıyla, idari binalarıyla, ambarlarıyla, mühimmat depolarıyla, pazaryerleriyleve geçit meydanlarıyla bir milyonluk bir kent kurulmuştu,hiçbir cadde yoktu ki, kuzeye ve güneye, doğuya ve batıya gitmesin, hiçbircephe, hiçbir rölyef, hiçbir heykel grubu yoktu ki, ideal örneğe uygunolmasın. Gündelik yaşam yukarıdakilerin istediği gibi katı bir düzen içinde,tamamlanmış bir kompozisyon olarak sürüyordu, tesadüfi hiçbir şey,diyagonal tek bir biçim yoktu burada, burada yaşayan herkesin özüne değiştirilemezbir hayatın kesinliği sızmıştı, kimse burada isyan duygusuüretemezdi, burada ortaya çıkan şey ilk totaliter kentti, herkesin bir kastınrejimine ilk mutlak boyun eğişiydi, bu kast kendini tanrısal olarak adlandıracakkadar kendine güveniyordu. Kentin sakinleri zapt edilmişkenkrallar da kendilerini metafizik bir dünyaya adamıştı. Yapı ustaları bin yılboyunca Vishnu'dan, Schiva'dan, Buddha'dan öğrendikleri meditatif be-682


cerileriyle ortaya sadece kendileri için ve işin erbabı için var olan bir sanatkoymuşlardı. Bu sanat kendi üreticisini aşağılıyordu, çünkü onları kendineyaklaştırmıyordu, ama bununla kalmıyor aynı zamanda işvereni deaşıyordu, kendilerini kutsal olarak tanımlayan krallar eninde sonundaölümlü varlıklardı, onlar gelip geçecek ama bu sanat var olmaya devamedecekti. Onun duyulara seslenişi acımasızdı. Yüceliği angarya işçilerininödediği bedeldi. Başka köleci imparatorluklarda olduğu gibi yine buradada insanın özünde yatan bir güç kullanılmıştı, bütün inceliklerin en üstünlerininkaynağını nereden aldığı sorulmamıştı. Sanat ne tür acılara yol açtığınısorgulamıyordu. Ayrıca ustalar ve deneyimli zanaatçılar da bu sanatınsürmesine katkıda bulunmuşlardı. Onlar bir ilkeyi izlemişlerdi, biçimbu ilke uyarınca onların ellerinde tamamlanmıştı. Tekliği içinde bu yapıthalkın korkusu ve derin saygısından doğmuş ve ortaya çıkan şey halk açısındandaha derin bir aşağılanmanın ve ezilmenin anıtı haline gelmişti. Busanat, işçilerin gücünü tükettiği gibi, kralları da mahvetmiş, onların servetleriniemmişti, çünkü yapıtların ortaya çıkmaları ölümüne bir çalışmaylayüz yıl sürüyordu, ve onlarla birlikte mahvolan isimsizler onun çöküşündenkısa bir süre önce son tapınağın kenarına kendilerinden bir şeylerkazımış, yaptıklarını kendileri için geri almaya çalışmışlardı, ve sonra,imparatorluğun dağılmasından, kentin yerle bir olmasından sonra uzunsüre şiddet kullanılarak engellenmeye çalışılan vahşi orman, yapının hertarafını sarmaya başlamış, onu kökleriyle, yapraklarıyla yutmuş, kısa birsüre içinde tiran ruhunun anıtlarını yabanıl doğaya dönüştürmüştü, bundanancak beş yüz yıl sonra yeni kâşifler bu anıtları vahşi doğanın içindenyeniden kurtarıp almıştı, böylece anıtlar yalnızlıkları, yadırgatıcılıkları vedünya dışılıklarıyla yeniden gün ışığına çıkarak, ülkenin yoksulluğu veköleleşmesi süredururken birkaç yüzyıl ya da bin yıl daha varlıklarını sürdüreceklerdi.Bayon, kuzey tarafındaki devasa ağaçların tepeleri arasındantaş yüzleriyle yükseliyordu, ağustosböceklerinin uğultusu bu ölüpgitmiş, geniş, titreşen düzlüklerin, ve yokuş aşağıya inmekte olduğumuzUppland Caddesi'nin üzerine düşüyordu.Stahlmann'ın gezilerle, keşiflerle, karşılaşmalarla ilgili zihnindeki görüntüleriFunk'un onun hakkında sahip olduğu imaja ters düşüyordu,Funk onun, yaşanmışı somutlaştıracak biçimde betimlemeler yapamayacağınıdüşünüyor, özenli fikirler konusunda ona güvenmiyordu. Rosnerise onun konudan sapan konuşmalarına hiç anlayış göstermek niyetindedeğildi, onun yanında sınırları belli görev çerçevesinin dışında kalan şeylerkonuşulamazdı, ama konu müzik olunca popüler şarkılardan senfonilerekadar ne olursa her tür tasarımı kapsayan geniş bir yelpazeye açıktı,karşısına hangi şarkı motifi çıkarsa çıksın, ıslık çalarak, mırıldanarak, ba-683


şını sallayarak eşlik ediyordu, acaba sesler çıkarmak onun soluk almasınımı kolaylaştırıyor, diye soruyordum kendime, acaba onun açısından düşüncelerinoluşmasını sağlayan bir sinir titreşimi anlamına mı geliyordubu. Funk birkaç kez hoparlörün sesini kısmış, Rosner ise tekrar açmıştı,bu hareketi farkında olmadan, tıpkı makasla gazete sayfalarını keser, makaleleregöz atar, gereksiz kâğıtları üst üste yığar gibi otomatik bir biçimdeyapıyordu sanki, iç içe geçen eylemler dizisinin bir parçasıydı bu da,küçücük odanın içinde sürekli bir hareket ve gürültü vardı, okuduklarımızve konuştuklarımız Funk'un belirlediği konuların çevresinde dönüyorduhep. Hissedilir hale gelen tedirginliğin nedeni sadece odanın darlığı,odanın içindeki kişilerin devamlı çarpışması değil, aynı zamanda içindebulunulan durumun yarattığı tehlikeydi, dördümüzün birden, üsteliközel bir gizliliği temsil eden bir sığmakta toplanmış olması hiçbir kuralasığmıyordu, ama Rosner'in varlığına ihtiyacımız vardı, gittikçe kendidünyasına kapanan ve bacakları görevini yerine getirmeyen Rosner'in isedışarı çıkıp başka bir yere gitmesi son derece zordu. Masanın başındaoturan Rosner iskemlesinin üstüne birkaç telefon rehberi koyarak onuyükseltmişti, ben yatakta Funk'un yanında oturuyordum, dirsekleriylemasanın bir ucunu kaplamış olan Stahlmann Rosner'in tam karşısındaydı,dizleri bizim dizlerimize değiyordu, etrafta bir yığın kitap ve dergivardı, duvarlar haritalarla ve iğnelerle tutturulmuş bir sürü küçük kâğıtlakaplıydı. İki yeni kurye Almanya'ya gönderildiği, üçüncüsü ise yola çıkmahazırlıkları yaptığı sırada Bischof'un verdiği ilan Völkische Beobachter'deçıkmıştı, Bekâr Erkek Ev İşleri İçin Yardımcı Arıyor. Rosner başparmağıylaişaretparmağı arasında tuttuğu bu küçük metni iyice aşağıyaçektiği lambanın yeşil ışığına doğru uzattı, başlar aşağıya doğru eğildi, sıcaksoluklar birbirine karışıyordu, siyah çerçeve içine alınmış ve başkakimsenin gönderilmemesini ima eden uyarı buradaydı işte, ama Welterve Wagner denizi arkalarında bırakmışlardı bile. İsveçli dostların yardımıylagözaltında bulunan Welter ve Sager geceleyin Lângmora kampındankaçırılmış, nöbetçiler kolayca atlatılmış, yol kenarındaki dikenli tellerrahatlıkla geçilmişti, avlunun dışında onları bir araba bekliyordu. Bağlantıkişisi Wahlström, Welter'in Rotterdam'a varışını haber vermişti, daha öncede bu yolculuğu bir kez yapmış olan Wagner ise Lübeck'e gitmişti, yükgemisi Fredman deneyimli mürettebatıyla Sager'i Hamburg'a götürmekiçin Gâvle'de hazır bekliyordu, orada Wagner'le buluşması ayarlanmıştı.Funk Bischoff un mesajına rağmen Sager'i de göndermeye kararvermişti. Hollanda'da bağlantıların kurulmasından sonra Welter, Wagner veSager'le buluşacak, sonra da Berlin'e geçecekti, buna karşılık Wagner veSager kararlaştırılan bir tarihte Lübeck'te olacaklar ve denizciler tarafındanİsveç'e geri getirileceklerdi. Bischoff'un gönderdiği sinyale rağmenSager yola çıkmak durumundaydı, Stockholm'den iki saat uzaklıktakiGâvle'de ona ulaşılabilirdi, ama kararlaştırılan tarihte onu Ham-684


urg'da bekledikleri ve Sager Funk'un yolculuk hazırlıklarını yapmaklagörevlendirildiği için plana uyulmak zorunda kalınmıştı. Funk VölkischeBeobachter'den kesilen ve kendisinin hazırladığı satırların bulunduğu küçükparçayı bir kenara koyup gemi hareket saatlerinin ve buluşma tarihlerininyer aldığı kâğıdı açtı önüne. Pencere kapalı, perdeler çekiliydi. Havaboğucuydu. Mutfaktan ev sahiplerinin sesleri geliyor, gölgeleri kapınıncamlarına gerilmiş olan ince örtülerin üstüne düşüyordu. Funk'unyola çıkmak istemesi ve böylece Bischoff un ilettiği bilgileri görmezdengelmesi ya da onları bir abartı olarak ilan etmesi önündeki kâğıtta yeralan verilere bir kez daha bir keyfilik kazandırıyordu. Funk'un yolculuğu,tıpkı Arndt'ın ve Stahlmann'ın yolculukları gibi daha önce pek çokkez tartışılmış ve ertelenmişti, bu girişimler kimi zaman güvenli bulunmuş,kimi zaman da kuşkuyla karşılanmıştı, ama bu yolculukların gerçekleştirilmesikaçınılmazdı. Funk tütün içme isteğini piponun ağzım ısıraraktatmin ediyordu, durmadan elini, üstünde güneşe doğru çıplak yürümekteolan bir çocuk resminin bulunduğu kibrit kutusuna atıyor, RosnerFunk'un elini tutarak ona engel oluyor, bunun üzerine Funk radyoyukapatıyor, ama radyo sonra tekrar açılıyordu. Üç buçuk metre uzunluğunda,iki metre genişliğindeki ve bir maden kuyusu yüksekliğinde olanve lambanın yeşilimsi ışığında gittikçe kararan bu oda, bu mezar, Parti'ninyeraltındaki merkezi, bizler için birkaç saatliğine geçici bir sığınaktı,bir süre sonra dağılacak ve kendi mezarlarımıza geri dönecektik. Veher yerde durum aynıydı, ya tek başımızaydık ya da iki kişi; üç kişi olmakbile çoktu. Oysa şimdi burada, Parti bölge yönetiminin denetimiylegörevlendirilmiş olan Merkez Komite temsilcisi, Komintern'in sesi olanyılların yayıncısı, Parti'nin muhasebecisi, aynı zamanda da milis komutanıburadaydı işte, ve böyle bir grup işgal altındaki ülkenin hücrelerine iletilmesigereken talimatların özel bir ağırlık kazanması için yeterli oluyordu.Belirsiz bekleyiş en çok Stahlmann'a acı veriyordu, bir birliğe katılmaksızınyapılacak eylemleri tasavvur bile edemiyor, Funk, Rosner,Arndt ve ötekilerin kaleme aldığı broşürleri, aydınlatıcı yazıları, siyasiprogramları iletmekle yetinmek istemiyor, olaylara yerinde müdahale etmekistiyordu. Bana bir defasında Gallego'nun öyküsünden, onun bu öyküyünasıl anlattığından söz etmişti, Enternasyonal Tugaylar'ın dağılmasındansonra Leningrad'a giden Sovyet gemisinin güvertesinde konuşmuştuonunla. Stahlmann bu serüveni anlatırken kendinden de pek çokşey katmış, İspanyol'un artık ülkesine geri dönme isteğinden, onun kendiülkesinde bir köşede saklanmayı yaban ellerde sözümona faaliyetler yüzündenyargılanmaya tercih ettiğinden hiç söz etmemişti. Funk Stahlmann'ınbu sabırsızlığını şiddetle azarlıyordu. Ülkeye geri dönmek konusundatıpkı Stahlmann ve Arndt gibi aynı ikilemin kendi davranışını dabelirlemesine rağmen, artık koşulların uygun olduğu konusunda ısrarediyordu Funk. Durum değerlendirmesi için düşman gücün kapsamıyla685


karşı güçler arasındakinin bir karşılaştırılması yapılıyordu. Karşı güçlerkısıtlı da olsa, işçi partilerinin imhasından, sonu gelmeyen tutuklamalardan,işkencelerden ve cinayetlerden sonra olağanüstü bir önem kazanmışlardı,çünkü hâlâ haberler ulaştırılabiliyor, tehlikede olanlar saklanacakyer bulabiliyor, duvarlara sloganlar yazılabiliyor, sabotaj eylemleriyapılabiliyor ve hücreler birarada tutulabiliyordu. Böyle bir zamandavazgeçmek şimdiye kadar gösterilmiş olan bütün çabaların yok edilmesianlamına gelirdi. Asıl mücadele muharebe alanlarında, doğuda gerçekleşiyordu,ilk püskürtmelerden, büyük kayıplardan sonra orada güçlenmeyebaşlayan şey, saldırganın genişlemekte olan cepheleri karşısında askeribir güç olarak etkinleşebilir, saldırganı durdurup, moralini bozabilirdi.Düşmanın hızının kesildiği ölçüde, hâlâ kendini yenilmez sanan ülkeiçinde de sürekli bir fısıldaşma ve aleyhte atıp tutma, hafiften sarsma vealttan alta oyma hissedilir hale gelecekti, yeraltında saklananların ve sayılarıhesaplanamayanlarm, ama görünüşe bakılırsa her yerde yandaş bulabilenlerindayanıklılığı bile düşmanın askeri umutlarının önünde bir engeldi.Ortaya çıkan ilk yenilgiler Alman halkının kendine olan güveninisarsacaktır, diyordu Funk. Bunun sonucu olarak Funk şimdiye kadar gösterdiğiçekimserliği bir yana bırakmaya ve ülkeye gitme, bekleyenlere ezaveren sessizliği bozma fikrini benimsemeye hazırdı. Ve Funk nesnel tartışmayıbir kenara bıraktığı andan itibaren, o eski kuşkular ve tehditkârimalar bir kez daha, sakin bir seyir göstermekte olan konuşmanın gündeminegiriverdi. Funk'un Bischoff un kararı sonucunda kapıldığı öfkeArndt'a yöneliyordu, Arndt daha önce Wagner'i Britanya Büyükelçiliği'yleilişkiler kurmakla suçlamıştı. Ben Wagner'e kefilim, diye bağırdıFunk, Rosner ise ona sesini alçaltmasını söyledi dişlerinin arasından birtıslamayla, Funk Arndt'a dönüp, eğer Wagner'in bir Britanya ajanı olduğukonusunda ısrarlıysan, o zaman ben bunu, belli bir grubun gözündeHalk Cephesi çizgisini uzun süre savunmuş olan bir yoldaşa atılan bir iftiraolarak görürüm, diyerek devam etti sözlerine. Tam da dar bir partipolitikasının ötesinde bütün çevrelerdeki muhaliflerle bir ittifaka gidilmesigereken bir zamanda Wagner gibi yoldaşlardan yararlanılmalıydı.Rosner Funk'un sözlerini büyük bir şaşkınlıkla karşıladı ve bu şaşkınlığıParti yetkilisinin Stahlmann'a yönelik sözleri karşısında daha da arttı,Funk Stahlmann'ı, diplomatik Sovyet aygıtının karşısına yetkisi dışındaçıkmaması için uyarıyordu, Stahlmann eylemlerini para transferleriyle sınırlandırmakzorundaydı ve hiç kimseye hiçbir şekilde Parti içi faaliyetlerdensöz etmemesi gerekiyordu. Stahlmann aracılığıyla Sovyet elçiliktemsilcilerinin kendisini ziyaret etmesini ve kendisine Almanya'daki yönetimleilgili talimatlar vermelerini istemiyordu Funk. Kibrit yandı, pipotütmeye başladı. Rosner lambayı söndürüp perdeyi kenara çekti ve pencereyiaçtı. Topraktan ve nemli yapraklardan yükselen ılık buğu içeri aktı.Evlerin cephelerindeki sarmaşıkların arasından yemek yenmekte olan686


mutfakların aydınlık pencereleri ve gölgemsi figürlerin aşağıya indiği veyukarıya çıktığı merdiven sahanlıkları görünüyordu. Komşular da mutfakmasasının başına geçmişlerdi, bizden ayrıydılar, ama yine de bizi koruyorlardı.Seslerimizi yükseltmekle ya da aniden suskunluğa gömülmekleher ne kadar varlığımızı belli ediyorsak da, bizler yokmuşuz gibidavranmak yardımcılık yapanların görevleri arasındaydı, onlara seslendiğimizdehemen yanı başımızda bitiveriyorlardı, ve hiç kuşkusuz enufak bir tehlikede bizi uyarmaya hazırdılar, o zaman Rosner sırta alınarakpencereden çıkılacak, avludaki binadan, kapılardan ve koridorlardan geçilipev sahibinin arabasının hazır beklediği Vâstmanna Caddesi'ne çıkılacaktı.Ne zaman sussak bir kulak kesilme oluyordu, bu kulak kesilmehep vardı aslında, kaçmaya her an hazır olmanın belirtisiydi bu. Bizimhayatımız buydu, keskinleşmiş duyularla bu kulak kesilme, her an yerindenfırlamaya hazır bu bekleme, çünkü silahtan yana, kapalılıktan yanatüm eksiğimizi, hareketlilikle, son derece hızla kaçıp yeni sığınaklara kendimiziatmayla telafi etmek zorundaydık. Ve gerginlik az önce heyecanlıtartışmalara yol açtıysa da, suskunluk beraberinde, bütün fikir ayrılıklarınıunutturan ve sadece aramızdaki müşterekliği geçerli hale getiren birdayanışmayı getirmişti. Elimi attığım her şeyi engelleri aşma çabası olarakgörüyordum, bütün bağlantılar bu çabanın içinde yer alıyordu, ötedenberi böyleydi bu, ve bu noktada siyasi ve sanatsal eylemler arasındahiçbir çelişki çıkmıyordu ortaya, her ifade aracı anlama, yargıya varma,değiştirme imkânı sağlıyordu, Bischoff un yolculuğu, Hodann'ın hastalığıylamücadelesi, Rosner'in sabrı, babamın iş onurunu ayakta tutma çabaları,Stahlmann'ın arayışlarımda beni güçlendirmek için gösterdiği vericilik,düşlerini benimle paylaşması, bir bağlantı ağının planını çıkarabilmekiçin Funk'un, Arndt'ın gece gündüz çalışması ve öbür tarafta, ülkede,bizim deyimimizle mağaralarda tasarlanan her şey, bütün bunlar eylemimizinbiçiminin değil de, amacının sorgulandığı ve pek çok kişinindayanıklılık göstererek elinden geleni yaptığı, bu çabanın bir değer olarakortaya çıktığı bir cemaatin parçasıydı. Belki de böylece küçük gruplarımızla,Münzenberg'in kültür devrimi olarak tasavvur ettiği şeyin zemininihazırlıyorduk. Yandaki mutfakta yaşayan ve iki yıldan beri KomünistEnternasyonal'in temsilcisini gizlice yanlarında barındıran taksi şoförüve amatör boksör Algot Pettersson'la Tranan Birahanesi'nde garsonlukyapan karısı, Gâvle Limanı'nda Sager'in Fredman'la yola çıkmasını sağlayandenizciler Wahlström, Larsson ve Ponthan ve bu ülkenin pek çok işçisigösterdikleri sebatla ağır ilerleyen bir devrime katkıda bulunuyorlardı.Funk piposunu vurarak boşalttı, Rosner pencereyi kapatıp perdeleri çektive lambayı yaktı, tartışma devam edebilirdi artık. Parti'nin bundan böylebağımsız bir gelişme göstermek zorunda kalacağını söyledi Funk, bu SovyetlerBirliği'ne sırt çevirmek değil, yeni duruma uyum sağlamak demekti.Saldırmazlık Paktı'yla birlikte Komintern pratikte ortadan kaldırılmış-687


ti. En önemli görevi olan faşizmle mücadelesi, dışarıya karşı elinden alınan,üstelik mücadelenin en gerekli olduğu zamanda böyle bir durumuniçine düşen Parti, yalnızlığıyla yüzleşmek zorundaydı. Funk'a göre, PartiNorveç'te ve Fransa'da kendini eylemlerden soyutlamış, böylece hazırlanmasıyıllar alan siyasi temellerinden yoksun bırakılmıştı. SaldırmazlıkPaktı'na rağmen illegal mücadelenin en ağır yükünü taşımaya devam etmemizin,proletaryanın enternasyonalizm ilkesini canlı tuttuğunu, amaörgüte yeniden yapılanmak için gerekli rezervleri sağlamadığını söylüyorduFunk. Bizim açımızdan ne kadar yıkıcı etkileri olduğunu bilerek,Sovyetler Birliği'ne bir ateşkes dönemi daha sağlama talebini onaylamıştık.Şimdi, bir kez daha asıl düşmandan açıkça söz edebildiğimiz bir zamandakomünist partilerin rolüyle ilgili yeni bir değerlendirme yapmalıydıkFunk'a göre. Artık uzun zamandır dünya devriminden söz etmeyenKomintern bugün yurtseverliğe dayanan bir savaşın, silahlı halk savaşının,yurtsever güçlerin eylem birliğinin yanında yer alıyordu, ve partigeniş tabanlı bir birleşme çağrısı doğrultusunda, artık emperyalist vesavaş kışkırtıcısı olarak değil, demokratik olarak tanımlanan burjuvadevletlerinde sağlam bir yer edinmek zorundaydı. Karşılıklı bir anlaşmave uzlaşma olmaksızın Parti daha fazla varlığını sürdüremezdi ve bununönkoşulu da savaş başladığından bu yana ona duyulan güvensizliğin ortadankalkmasıydı, burjuvazinin içinde yer alan ilerici güçler dahil bütünilerici güçlerle kurulacak bir ittifakı ciddiye aldığını göstermek zorundaydıParti. Komünist Parti ortaya koyduğu çalışmayla Sovyetler Birliği'ninyükünü hafifletiyordu, ama bu çalışmanın amacı, bağlantı kişilerinin çabalarınabakılırsa, Sovyet talimatlarını yerine getirmek değil, kendi ülkesindeözgürlüğe ulaşmaktı. Dimitrof un, Manuilski'nin, Togliatti'nin açıklamalarınagöre partilerin geleceğini, kendi ülkelerinde özel sınıfsal koşullarave ittifak olanaklarına göre siyaset yapmak olarak anlamak gerekiyordu.Bunun tekrar bir dünya hareketine dönüşüp dönüşmeyeceğinizaman gösterecekti, ama biz şimdi, partiler arasındaki temasın olanaksızhale gelmese de zorlaştığını düşünmek durumundaydık. Bunun yanı sırabir yanda ülkeyle ilgili tasavvurlarımız, öte yanda da elimize geçen herrapor sonucunda ortaya çıkan ve her defasında ülkeye gidip kendi gözlerimizleçok anlamlı, karmaşık durumu görmek zorunda olduğumuz fikriniuyandıran sorular vardı. Kısa bir süre önce elime geçen ve şimdi aktardığımbir tanık raporunu okurken ben de kafamda oluşturduğum Berlin'ikentin şimdi içinde bulunduğu durumla karşılaştırma isteği duymuştum,içlerinde bir düş olarak yaşattıkları şeyin gerçekliğini bilmek isteyen Bischoffu, Henke'yi, Funk'u anlıyordum, uzun süre önce yitirilmiş bir şeyleyeniden ilişki kurma dürtüsünü anlıyordum. Funk'a göre malzeme gönderme,yeraltındaki çalışmalarla ilgili haber alma görevi ön planda olmuştu.Bir zamanlar yakın olup, sonra birbirlerinden ayrılmış olan insanlarınarasındaki düşünsel ilişkilerin devamlılığına ilişkin deneyimler nes-688


nel gözlemler uğruna inkâr edilmek zorunda kalmıştı. Buna rağmen bilincimizioluşturan sokaklarda, binaların arasında hareket edebiliyor olmakfikri bile son derece güçlüydü. Ama benim isveçli mühendisNyman'm kimliğini almama ilişkin plan geri çevrilmişti, Nyman kuryeolarak faaliyette bulunabilmem için bana bütün belgelerini vermeye hazırdı.Tasarladığım gibi dostlarım Heilmann ve Coppi'yle buluşmam gerçekleşemeyecekti.Nyman'la birlikte annemi ve babamı ziyaret ettiğimAlingsâs'da tekstil fabrikasında buluşmuştum, buranın laboratuvar şefinitanıyordu Nyman. Kimya Fabrikası Grünau'da çalışıyordu ve birkaç haftalığınaizinliydi, benden sadece birkaç yaş büyüktü, aynı boydaydık vebirbirimize benziyorduk, Almanya'ya geri dönüş izni ve geçerli çalışmaizni olan pasaportunu bana vermişti Nyman, bir tek pasaporttaki fotoğrafıdeğiştirmek gerekiyordu. Belgeyi elinde tutan Stahlmann verileri kontroledip belgeye yeni bir fotoğraf konmasının zor olmadığını söyledi.Ben de kişisel bilgilerin yanı sıra, herhangi bir sorgulama durumunda sorularıcevaplayabilmek için beyazlatma yöntemleri, suni yün ve ipeğe uygulananişlemlerle ilgili temel bilgileri öğrenmiştim. Nyman'm belgeleri,eğitim kitapları ve diğer teknik evrakı elimdeydi. Pasaportları tahrifeden, mikro fotoğraf ve gizli yazı uzmanı olan, kimyasal süreçleri iyi bilenStahlmann Nyman'm notlarına şöyle bir bakıp beni birden kolumdanyakalamış ve sabunun bileşimini sormuştu. Yüksek yağ asitlerinin alkalituzlarından yapılır, diye yanıt vermiştim ona. Yüksek yağ asitlerinin adlarınısöylememi istemişti. Palmitin asit, stearin asit. Sabun nasıl elde ediliyordu.Sözgelimi sodyum hidroksit bazlı bir yağ asidinin nötralizasyonuyoluyla. Endikatörlerin neler olduğunu biliyor muydum peki. Turnusolkâğıdı, fenolftalein, metil violet. Rosner'in boğulur gibi attığı kahkaha,Funk'un taşlaşmış yüzü tüyler ürpertici hayaletlerin vardıkları bir yargıanlamına geliyordu ve Stahlmann tuzak sorularıyla amaçlarımın aşırılığınıgöstermek istemişti. Ama yine de, Nyman'm annemin babamın evindeanlattıklarını Parti yetkililerine aktarmayı isterken, gerçekleşmenin eşiğinekadar gelmiş olan Berlin'e gitme fikri aklımdan çıkmıyordu. Nyman'labuluştuğumuzda garip bir içsel yakınlık oluşmuştu aramızda. Ekim bindokuzyüzkırktanbu yana Almanya'da çalışan Nyman, bir tekstil teknisyeniolarak sürdürdüğü gündelik yaşamdan gittikçe uzaklaşıp yazmanınağır basmaya başladığı bir bölgeye girmişti. Norrköping'de Nyborg YünFabrikası'nda, sonra Magdeburg'da kimya tekeli IG Farben'in İsveç şubesinebağlı yıkama fabrikasında ayrıştırma uzmanı olarak çalışmış, sonolarak da Grünau fabrikalarında görev yapmıştı, katettiği bu yolda birgünce tutmuş ve örme kumaşları yıkama deneylerinin, sabun türü yağlarlave endikatörlerle yapılan deneylerin kendisine artık yetmediğinigörmüş ve sıradışı meseleleri çözme alışkanlığı içinde onun yerine Almanya'yagitmem fikrine kendini hemen hazırlamıştı. Orada kalacağımsüre içinde Friedenau'da Kaiser Bulvarı on beş numaradaki evini bana689


tahsis etmeye hazır olduğunu da söylemişti. Üç hafta sonra bir telgraflaacil aile meselelerinden dolayı İsveç'e geri çağrılacaktım. Bu planın mantıklıolduğunu düşünüyordum, ülkeye gitmek isteyen başkaları da kendiplanlarının mantıklı olduğunu düşünüyordu, yaptığım hazırlıklar, Henke,Bischoff, Wagner, Welter, Sager ve diğerleri için yapılan hazırlıklardan dahagüvenli gibi geliyordu bana, ama sonra parti hücresinde dile getirilennedenlerden dolayı olmasa da, başka nedenlerden dolayı en derin gizliliğiniçinde bana yer olmadığını kabul etmek zorunda kalmıştım. Plan Caddesi'ndekievimizde Nyman'ın anlattıklarını ve sağlık durumu bir süredirdüzelmiş olan annemin de anlar gibi göründüğü şeyleri sınamak ve değerlendirmekdurumunda kalmıştık. Ben konuşurken dinleyicilerin notalmasını, mutfağın gittikçe sessizliğe bürünüp ev sahiplerinin yatmayagitmesini izlerken, evimizdeki sohbet sırasında annemin yüz ifadesininnasıl değiştiğinin ve onu ilk ziyaretimde gördüğüm gibi tekrar ürkütücübir biçimde donuklaştığının giderek daha çok bilincine varıyordum. Anneminilgisinin tam olarak ne zaman dehşete dönüştüğünü söylemekmümkün değildi. Nyman önce ülkeyi genel olarak anlatmakla başlamıştıkonuşmasına, ülke ticaretin, ekonominin merkezi olan Berlin'den yönetilerekyeniden düzenlenmekte olan Avrupa'yı soyup soğana çevirmek, doğudanköle getirmek, İsveç ve İspanya'nın cevherinden yararlanmak,Norveç'i tek bir balıkçı limanı haline getirmek, Hollanda'yı sebze bahçesi,Belçika'yı kömür deposu, Ukrayna ve Beyaz Rusya'yı tahıl ambarı olarakkullanmak istiyordu, ve bütün bunlar anıtsal mimariyi, gösterişli bulvarları,tören meydanlarını düşününce sürpriz değil, siyasi beyanlardan zatenbildiğimiz şeylerin her geçen gün hayata geçirilmesiydi. Ama sonra,güneydoğudaki işyeri konusundan uzaklaşıp yavaş yavaş insanlardan sözetmeye başlamıştı Nyman, sokaklardaki, evlerdeki insanlardan, biz de onlarlailgili şeyler duymak istiyorduk. Albümin elyaflarıyla, nebati pamuklarıyla,apre ve emprenye kimyasallarıyla şimdi o uzaktaki laboratuvar birtür camdan kutuydu, Sommer adında teknik bir şef ve Leussen adında birbaşkimyager vardı, Nyman'm düşünceleri damıtma aygıtlarıyla potalarınarasındaki bu gölgemsi figürlerden uzaklaştıkça, Glienicke ve Johannisthal'den,Königsheide'den, sanayi bölgelerinin bulunduğu sıradağlardanve Neukölln'ün kiralık evlerinden geçen ve kentin iç kısımlarındaki yoğunluğaulaşan takırtılı tren hattı belirginleşiyordu, bu yerleri bir AlfredDöblin, bir Walther Ruttmann bile sadece şöyle bir anlatmışlardı. İnsanıkendine çeken bu kaleydoskop bir kez daha karmaşanın, is ve tozun, yağve ter kokusunun içine dalmak demekti, Heilmann ve Coppi'yle yaşamışolduğum dünyaydı bu. Sokaklardan ve mahallelerdeki avlulardan geçerkeninsan bu dünyanın hiçbir zaman bütününü değil, sadece küçük kesitlerinigörebiliyordu. Nasıl ki bu dünyaya bakış biçimi gözlemcinin bakışaçısına göre değişebiliyorsa ve bu bakış açıları görülmeyenlerin içindedurmadan yitip gidiyorsa, Nyman'in görüp bildikleri de ister istemez te-690


sadüfi olarak kalmak zorundaydı. Nyman, Grünau'daki çalışma arkadaşlarındansöz ederken onların rejim ve savaş karşıtı olduklarını, tarafsızlığınıkorumayı bilen İsveç'ten övgüyle söz ettiklerini anlatmış, ama İsveçliolduğu bilindiğinde çoğunun ona söylediklerinin, bir yabancıya söylenenşeyler olarak bağlayıcı kabul edilemeyeceğini de itiraf etmişti, bunun dışındakidurumlarda edindiği izlenim farklıydı ve itaatsizlikle uyum arasındakikarşıtlığı daha da tekinsiz hale getiriyordu. Nyman'a göre bu savaşıonlar yaratmıştı, sadece içine çekiliyor olmaları söz konusu değildi,savaş denen şey onların yaptığı ve düşündüğü her şeyi kuşatıyordu, savaştanönce olup biten her şeyi desteklemişti onlar, bu ister istemez onlarınsavaşıydı ve onlar bu savaşın bir parçasıydılar, eğer öyle olmasaydı savaşınberaberinde düşmanlarına getirdiği şeyler karşısında bu denli duyarsızlaşmazlardı,bu onlarm savaşı, onların istediği bir savaş olduğu içindirki, duyarsızlaşmaya razı olmuşlardı, her şeyin kendilerinden kaynaklandığını,kendileri tarafından harekete geçirildiğini hiç düşünmüyorlardı,sadece kendilerini görüyorlardı, taşıdıkları sorumluluğun ve suç ortaklıklarınınfarkında değillerdi. Nyman'ı en çok şaşkınlığa uğratan şey, candanve ekabir davranmaları, kendilerinin yol açtığı felaketi onlara hatırlatabilecekher şeyi boşa çıkarma becerileriydi. Bir zamanlar olduğu şey olmaktançoktan uzaklaşmış, kendisi olmaktan çıkıp kendini cinnete kaptırmış,üstelik bundan yüksünmeyen insanlar ancak bu şekilde davranabilirdi.Bu insanlardan değişmeleri beklenemezdi, onlar sıradan, çalışan, savaşyorgunu, utanca batmış insanlar değildi, Nyman halk olarak bu durumdaolanlardan hesap sorulamayacağını, çünkü hiçbir şeyin farkında olmadıklarınısöylemişti. Örgütlü bir muhalefete de tanık olmamıştı Nyman, sadecearanan birkaç kişinin Wilmersdorf'daki Viktoria Kilisesi'ne sığındığını,bu kilisenin papazı Forell'in gerektiğinde kendisine yardımcı olacağını biliyordu.Adresi belliydi, Kaiser Bulvarı'nın hemen arkasında, Berlin Caddesi'ninköşesindeki Landhaus Caddesi. Bütün siyasi bağlantıların dışındaolmasına, ayrıca da bir yabancı olmasına rağmen, orada ne olup bittiğini,sokaktakilerin görmezden geldiği, her yerde ve sürekli olarak gün ışığınıparçalayan panik anlarını görmüştü. Almanya'nın yerlisi insanlar, içlerindençıkan kurbanlara, ellerindeki acınası bohçalarıyla itilip kakılarakkamyonlara sürüklenen kederli kurbanlara, bitkin yaşlılara, kirece dönmüşkadın yüzlerine, artık ağlamaya cesaret edemeyen çocuklara kayıtsızcasırtlarını dönmüşlerdi ve Nyman'a göre bu kayıtsızlık algısızlık hali değil,sadece genel bir uzlaşımn göstergesiydi. En açıkça görünen şeyin suçlularla,işledikleri suçlar arasındaki ayrılık olduğunu söylemişti Nyman,göğsünün üstündeki işaretle, uyurgezer gibi önüne bakarak yaya kaldırımınaçıkmadan, kenarda yürüyen toplumdışı kalmış birisini gördüğündeyer yarılsın istemişti Nyman, ama kaldırımlarda, yollarda istenen olmuş,kendilerine halel gelmesine izin vermeyenler arasındaki dayanışma sağlanmıştıartık, yolunu şaşırıp buralarda görünen birisi onları hiç ilgilen-691


dirmeyen, hemen gözden kaybolacak bir gölgeydi sadece. Onların hâlâinanılmaz buldukları ve aşağılandıklarını hissettirip öfkelenmelerine yolaçan tek şey ötekiydi, geceleri yükseklerden, yaşadıkları dünyaya baskınyapıp binalarını harabeye, ortalığı yangın yerine çeviren, aralarındaki pekçok kişiyi yere seren öteki, çünkü o övünç kaynağı yaratıların kalleşçe saldırıyauğraması caiz değildi. Nyman bir zamanlar E.T.A Hoffmann'ındemlendiği, daha sonra da Strindberg ve Stanislaw Przybyszewski'ninuğrak yeri zum Schwarzen Ferkel meyhanesini anmış, ben de bu sohbetsırasında sadece bu iki yazarın vakasından söz edip, dünyanın tepsi gibidüz olduğunu kanıtlamak için bu iki yazarın yağmurda ıslanmış asfaltta,at arabalarının arasında kafa kafaya verip yere uzanışlarını, polis tarafındantutuklanışlarını konuşmakla yetineceğimizi sanmıştım, ama NymanKempinski Restoran'da karşılaştığı von Seydlitz adındaki bir konttan bahsetmeyebaşladığında konuşmamızın başka bir yöne gittiğini ben de anlamıştım.Belki de anlattıklarını inandırıcı kılan şey, sözü edilen kişinin garip,hayaletimsi görünüşüydü, durum öylesine normaldışıydı ki, onu ancakkendisi de tekin olmayan birisi anlayabilirdi. Kontun kendisi de, baykuşgibi yüzü, diken diken saçlarıyla hayali bir şeydi sanki, Nyman duyduklarınıgerçek kabul ediyordu, çünkü günümüzde hakikatin, inanılmazınsınırları içinde yer aldığını öğrenmişti. Hoparlörlerden Ragnarök'ün 2trombonlarının grotesk ve melodramatik sesi yayılmaya başlamıştı, kıyametgüçleri Kırım'a, Çarkov'a, Kursk'a, Moskova'ya ilerliyordu, Nymangarsona yemek siparişini veriyordu, dimdik arkasına yaslanmış, bacaklarınıöne doğru uzatmıştı, garson kolunun altında peçetesiyle bekliyordu,yanmdaki masada oturan adam da omuzlarını kaldırmış, gözleriyle onunbakışlarını izleyerek duvardaki iki afişe dikkatini vermişti, afişlerden birindebir Churchill tasviri arkasını dönmüş, iyice önüne eğilmişti, başı bacaklarınınarasından görünüyordu ve pantolon dikişi patlamıştı, afişin altyazısışöyleydi, Patlıyor, hemen onun yanında Roosevelt yer alıyordu, gorilsuretinde, Beyaz Sarayın Delisi ibaresiyle dişlerini göstererek gülüyordu,eğer komşusu onu etkili bir jestle susması için uyarmış olmasaydı keskinbir kahkaha atmaya hazırdı. Nyman yemeğini seçtikten sonra yanındakiadam, Başkomutan Sibirya'ya gitmek istiyor, diye fısıldamış ve onukendi masasına davet etmişti. Kont doğrudan lafa girip köklerini kurutmaktansöz etmeye başladığında aralarındaki sohbet daha yeni başlamıştı.Nyman onun Sovyet ordularının imhasından bahsetmediğini hemen anlamıştı,onlar asla imha edilemezdi, olsa olsa kendi ülkelerinde çetin cevizeçarpacaklar ve saldırganı ağır ağır geri püskürtüp ait olduğu deliğine göndereceklerdi,hayır, bir ırkın, Yahudi ırkının imhasından söz ediyordu, buiş zaten uzun zamandır yürürlükteydi, ama usulünce gerçekleştiriliyorduher şey, şimdi ise, onlarla, yüzlerle insanın toplu olarak maruz kaldığı örgütsüzkıyım devri kapanmış, kıyım sistematikleştirilmişti, artık böcekler2 Nordik mitolojide dünyanın sonu demektir. (Ç.N)692


gibi kökleri kazınabilirdi, böcek ilacının işe yarayacağı akıl edilmişti çünkü,bu kırıntılı madde serpildiğinde ölümcül bir gaz çıkarıyordu, ölümcülbir zehirdi bu. Uzun zamandır denemedeydi bu madde, imha edileceklergiysileri çıkarıldıktan sonra mühürlenmiş vagonlara konuyordu, bitlerindenarındırılacakları söyleniyordu onlara, demişti adam, arındırılıyorlarda, ama daha bitler ölmeden çıkardıkları hırıltılarla kendileri üst üste yığılıyor.Adam Nyman'a biraz daha sokulmuş, izleme deliğinden gördüklerinianlatırken yüzü çarpılmıştı. İnsanlar içeride balık istifi gibi ayakta dikiliyordu,çalışacak durumda olmayan, yaşlı erkekler, kadınlar ve çocuklar.Yüzleri yukarıda açılan küçük bir pencereye dönük. Yukarıya dönmüş yanyana solgun yüzler. Gözleri korku içinde, fal taşı gibi açık. Çocuklar anneleriylesarmaş dolaş. Hemen hemen herkes birbirine sarılmış durumda.Konserve kutusu üstlerine boşaltılıyor. Gri bir toz bulutu. Öksürmeye başlıyor,can havliyle ellerini boğazlarına götürüp soluk almaya çalışıyor, birbirlerininüstüne çıkıp yukarıya tırmanmak için debeleniyor, duvarları tırmıklıyorlar,bedenlerin oluşturduğu sarmaş dolaş bir yığın, maviye çalanbedenlerin seğirmeleri, kusanlar, altını pisletenler, ve en fazla beş dakikasürüyor bu, on beş dakika daha bekleniyor, sonra havalandırma, yılanlargibi öyle dolaşık bir hale geliyorlar ki, ancak uzun çubuklarla birbirlerindenayrılabiliyorlar. Adam iniltileri ve hırıltıları taklit ederken Nyman,kendilerine bakan var mı diye tedirginlikle çevresine göz atmıştı. Toz şimdilerdedaha da hızlı etki ediyor, demişti adam. Almanya'nın HaşeratlaMücadele Şirketinde yüksek tempoyla çalışıldı. Tam kapasiteyle üretimyapıldı. Bu madde etkili ve ucuz. Kilosu beş mark. Bin kişi için dört kilokullanılıyor. Tutarı yirmi mark. Bir defada iki bin kişinin halledilebildiğihangarlar inşa ediliyor. Yeraltı hangarları. Dışarıda numaralı banklar var,giysilerin ve ayakkabıların bırakılması için. Cesetlerin yakıldığı fırınlaraçıkan asansörler. Gelecek ilkbahar başlayacaktı işlem, kendi yaptığı teftişgezilerinde beton odaları, ısıtma odalarını, kocaman barakaları görüpolaydan emin olmuş, tesislerin kapasite hesaplamalarında yer almış, buradanuzaklarda, Ana Karargâh'ta Büyük Mastürbatörü, bu ırkın yok edilmesiiçin ağzı köpükler içinde bağırırken duymuştu. Nyman'ın her sözcüğüaklında tutması, duyduklarını ülkesinde yayması, onu dinlemek istemeselerde vazgeçmemesi, bu tür masallardan dolayı onu alaya alsalar dagücü yettiğince haykırması gerektiğini, burada kentin içinde görülenlerindoğuda olup biteceklerle karşılaştırılamayacak kadar dehşet verici olduğunu,bütün bunların masal olmadığını, gerçek olduğunu, kurallarını öğrenmekzorunda olduğumuz bir gerçeklik olduğunu söylüyordu. Ocakayında bütün hazırlıklar tamamlanmış olacaktı. Teknik organizasyonun,görevi yaklaşık on milyon insanın yakalanması ve onların muhasabe kayıtlarınınele geçirilmesi olan bürokrasinin yanısıra ekonomi siyasetinedönük hedefler de söz konusuydu. Krupp, IG Farben ve sanayi sektörünündiğer birçok kuruluşu kampların yanısıra bu iş için fabrikalar bile693


kurmuştu, hâlâ çalışabilecek gücü olan tutsaklar burada sonuna kadarkullanılacaktı. Bu insanların saçlarına ve dolgu dişlerine kadar her şeylerininellerinden alınıp son parçasına kadar kullanılması, onları ekonomik,ulusal bir planlamanın parçası haline getiriyordu, bu planlama ulusunyabancı türlerden arındırılma görevini büyük kâr elde edecek yatırımlarlabirleştiriyordu. Nyman kendini susturmak için ağzını eliyle kapatmış,kafasını öne eğip gözleriyle çevreyi süzmüştü, annemin yanında böyleşeyleri nasıl konuşabildik, diye düşündüm ve ertesi gün ilk trenle anneminbabamın yanına gitmeye karar verdim. Masanın etrafındaki yüzlerdekuşku, Nymann'dan aktardıklarımın yol açtığı bir güvensizlik okunuyordu.Onlar ne İsveçli mühendisi ne de ünlü ve soylu bir aileden gelen rejimkarşıtını güvenilir buluyordu, generalin akrabasının öne sürdüğü bu türiddialar, önce olaylara vâkıf bir merci tarafından onaylanmalıydı, ancakParti henüz bu boyutlardaki katliamlarla ilgili bir bilgi vermemişti.Nyman hakkında anlattıklarımdan sonra, bir hayalcinin fantezilerini dinlediklerinidüşünüyordu onlar. Oysa Nyman görgü tanığının böylesineaçık konuşmasına neden olan şeyin sarhoşluk olmadığını söylemişti, buadam Nyman'ı, taşıdığı yükü hafifletebilmek için içini dökebileceği birisiolarak görmüş olmalıydı, ben de mühendisin içtenliğinden emin olduğumiçin Seydlitz'in neden ona günah çıkarma cüretini gösterebildiğinianlıyordum, yönümüzü belirleyecek dışarıdan veri gelmediği bu ortamdariskleri göze alarak içgüdülerimize güvenmek zorundaydık, çünkübazen bu türden bir güven isabetli olabilirdi. Başka ipuçlarının olmadığıyerde insan, deneyimlerine dayanarak başka bir insanın yüz hatlarını, bakışındakiifadesini, jestlerini okuma imkânına sahipti, bu yoldan edinilenbir izlenim tavsiyelere güvenerek edinilen izlenimden daha az güvenilirdeğildi çoğu zaman. Bu görüşmede, rastlantının ve ayırt etme becerisininetkileşimi benzersiz bir gözlem olanağı sağlamıştı. Doğudaki sevkıyathatları ve aktarma noktaları hakkında da anlatacaklarım vardı, kamplarınsayısından ve adlarından söz etmek istiyordum, ama çevremdekilerin ilgisininazaldığını fark ettim, her şey birdenbire elle tutulur olmaktan daçıkmıştı zaten, dinleyiciler kendilerine dönme ihtiyacı içindeydi sanki.Anlattıklarımı araştıracaklarını, işgal altındaki ülkelerde Yahudilerin kaderiyleilgili bilgi edineceklerini söylediler, sadece Nyman'm anlattıklarınıesas almak düşünülemezdi. Onların görüşüne göre politik duruşu bilinmeyenve parti üyesi olmayan bir İsveçlinin işin içine katılması çalışmalarınbütününe büyük zarar verebilirdi. Onun belgelerini kullanmakbenim araştırılmama yol açabilirdi, ayrıca onun Berlin'deki evine yerleşmeyibaşarabilsem bile, bina sorumlusu hemen kuşkulanacak, ben deGrünau'daki fabrika yönetimiyle yüzleşmek zorunda kalacaktım. Birkuryenin üstlenmek zorunda olduğu faaliyetlerin gizlilik altında, bilinenbütün bağlantıların dışında yürütülmesi gerektiği kesin bir emirdi, bir İsveçlininkimliğiyle kadroların tanımadığı biri olarak bana yeraltının kapı-694


ları açılmazdı. Legal yollardan, dediler, hiçbir yere varılamaz, ülkeye ancakuzun yıllarını illegal bir gizlilik içinde geçirmiş deneyimli kişiler girebilir.Uzun zamandır bilinen katliamların yaygınlaşacağını kabul etselerde, Kont'un bir yabancıya anlattıklarını ancak bir delinin sözleri olarakalgılıyor, bu nedenle de bu bilgileri ciddiye almıyorlardı. Belki de artıkyorulduklarından gündelik alana daha yakın bir alana atladılar, gününhareketliliği bittikten sonra, geceyarısmdan sonra bu tuhaf, bir kenardakalmış, yersiz yurtsuz, kimseye aidiyet sunmayan, sadece fikirlere hizmeteden bir hayatla ilgili düşünceler gündeme gelmeye başlamıştı, nitekimartık Funk'un kapatmaya yeltenmediği radyodan gelen bir aryaya kulakkabartan Rosner Viyana'dan söz etmeye başlamıştı, az önce dinlediklerihasta bir beynin ürettikleri yeni izlenimlerle örtülmüş, büyük şamdanlarınışığında arabaların yaklaştığı, sütunlu geniş opera girişinin, ağızlarıhalkalı aslan başlarının, şaha kalkmış beyaz atların üstündeki demirdenprenslerin görüntüsü öne çıkmaya başlamıştı, Rosner de bir tiyatroda yerinialmış gibi, sallanan koltuğunda arkasına yaslanmış, ellerini karışıksaçlarının arasına sokmuş, başını sağa sola sallıyordu, Funk ise uzun zamandırgül yetiştirmek istediğinden söz ediyor ve renklerin çeşitliliğini,bu soylu bitkinin ne çok türü olduğunu, savaştan sonra kendisinin de birgün bir bahçesi olabileceğini anlatıyordu, Stahlmann'a gelince o da yenidenpembe renkli figürün büyüsüne kapılmış olarak Angkor'a dönmüş,ana tapınak yolundan söz ediyordu, yarı karanlıkta parmaklar işlenmişkesme taşların üstünde dolaşmış, sonsuz figür çeşitlemelerine, biçimleredokunmuştu, nihayet güneş ışığının vurduğu bir figür çıkmıştı karşılarına,o anda soluğunun kesildiğini söyledi Stahlmann, en güzel figürlerdenbirinin, gülümseyen pembe ağzıyla, inanılmaz derecede pürüzsüz, kavislialnıyla, kemerli olmasına rağmen benzersiz bir inceliğe sahip burnuyladans eden tanrıça Devata'nın yüzünün tam karşısındaydı, Stahlmannonun yumuşacık bir hareketle kaldırmış olduğu elini tutmuş, saç örgülerininyıldız biçiminde çevrelediği bu çehrenin karşısında uzunca bir sürekalmış ve aslına bakılırsa onun etkisinden asla kurtulamamıştı. Ertesigün sabah karanlığında istasyona giderken bu üç yoldaşın ikinci yaşamlarınıda kafamda taşıyordum, Komintern'in sarsılmaz temsilcisi şarkı sanatınabiat etmiş, Parti'nin öfkeli organizatörü kendini güzel kokan çiçeklerinbakımına adamış ve Parti'nin neferi taştan bir dansçıya büyük biraşkla bağlanmıştı.Yolculuğu imkânsız hale getirecek nedenlerden birisi de annemdenayrılmanın kederi olacaktı. Onu düşünmek beni kör edecekti. Son bir haftaiçinde annem yemek yemeyi reddettikten sonra öyle güçsüz hale gelmiştiki, hayattan ayrılmak için nefesini biraz tutması yeterdi, insan onun695


aşka bir boyuta geçtiğinin farkına bile varmazdı. Bir tek ardına kadar açtığıgözlerinin birden nasıl söndüğüne tanık olunabilirdi. Yeni yıla kadarbabamın yanında kalmıştım, ama birbirimizi teselli edemiyorduk. Sankiben annemi, babam da karısını yitirmekle bize şimdiye kadar yaşama veçalışma gücü veren her şeyi yitirmiştik. Annemin sırtlandığı yük, bizimona yardım gücümüzü çok aşıyordu. Onun umutsuzluğunu biraz olsunazaltmak için ona anlayış gösterme, onu ikna etme çabalarımız yetersizkalmıştı. Geçen yıl onun iyileşme yolunda ilerlediğini sanmıştık, amasonra ona olanlar hastalığın nüksetmesi bile sayılmazdı, çoktandır geridönülmez hale gelmiş bir durumun yeniden öne çıkmasıydı sadece. Annemdilini yitirmediğini, sadece bizim anlayamayacağımız başka bir ifadebiçiminin arkasına çekildiğini kanıtlamak istercesine zaman zamanbabamla konuşmuştu, bunu yapmaktaki amacı babamın dünyasını dagöz önünde bulundurarak kendisinin içinde yaşadığı sınırları onun gözündebelirgin kılmaktı. Ama yine de annemin ölümünün ardından, tıpkıBoye'nin ölümünün ardından olduğu gibi bir sarsıntı yaşamıştık, bu sarsıntıiçinde, onun yardım çağrılarını duymazdan gelip onu yarı yolda bıraktığımızduygusuna kapıldık. Bu tökezlemeden ancak onun bize söylemişolduklarını unutmayı başarırsak kurtulacağız gibi geliyordu bize. Babamınbana iletmiş olduğu ve onları ziyaret ettiğim zamanlarda benimdoğrudan algılamış olduğum anneme ait yaşantılar hâlâ içimdeydi, amaçözülmeye başlıyorlardı. Bu yaşantılar bizim gerçekliğimizin bir parçasıolmasına rağmen her defasında bir sınıra çarpıyorlardı, bu sınırın ötesinegeçilebilse bile varılacak nokta çaresizlikten başka bir şey değildi. Böylecebu durumla yaşamaya devam etmek sürekli bir hileye dönüşüyordu isteristemez, annemin yasını tutuyor, eksikliğini çektiğim şeyin anısıyla yaşıyordum,ama ondan geriye kalan ve yaşamaya devam eden şeyin içine sızamıyordumyine de. Nyman'ın restoranda yaptığı konuşma da unutulupgitmişti, gazeteler yeni bir şey bildirmiyor, hükümetler susuyordu,Parti'den de herhangi bir onay gelmemişti, yeniden Berlin'e dönenNyman'dan ise yeni haberler geleceği yoktu. Annemi içine çeken şiddetiOcak ayı başında konuşup danışmak amacıyla izini sürdüğüm Hodannbiliyordu bir tek. Ayrıca Hodann hayatın devam etmek zorunda olduğuönermesinin boşluğunun da farkındaydı, hayat aklın sınırlarını aşan birfelakete dönüşmüşken hayatın devam etmesinin ne anlamı olabilirdi ki.Annem Alingsâs mezarlığında gömülüydü, mezarlığın kuzey ucunda,çiftlikleri ve tarlaları sınırlayan Nyebro Caddesi'ne çıkan çitin orada, aramızdanilk ayrılan olarak orada yatıyordu, İsveç toprağında, Strassburg'danBremen'e gitmiş, orada babamla tanışıp beni dünyaya getirmiş,babamla ve benimle Berlin'e yerleşmiş, sonra bir dönem Warnsdorf dayaşamış, Polonya'nın birçok yerinde yaşayarak bu ükeyi boydan boya katetmiş,yolu sonunda isveç'e kadar uzanmış, ve burada hayat yolculuğununsonuna gelmişti. Ardında hiçbir mal mülk bırakmamıştı, artık baba-696


mın tek başına oturduğu odadaki koltuk bile ona ait değildi. Üzerine lastiklegerilmiş tezgâhın başında elindeki baskı aletiyle tezgâhın bir ucundandiğerine giderken kıvamlı boyayı kepçeyle tel ağın arasından akıtmaklameşgul olan, işini yaparken de arada bir geniş pencereden okulunavlusunun çaprazında bulunan yıkık dökük ahşap eve, kendisini beklemekiçin dışarı çıkan olacakmış gibi bakıp duran babam da çalıştığı bufabrikadaki hiçbir şeyin sahibi değildi, o da annem gibi mülksüzdü. AnnemBoye'yi buz tutmuş orman zemininden ayağa kalkıp oradan uzaklaştığınıgördükten sonra, babama zihnindeki görüntüleri anlatmıştı, amaBrest'in güneyinde, Sobibor'daki karlı havada başına gelenleri babamaanlatması için uzun bir süre geçmesi gerekmişti, başkalarıyla birlikte çukuruniçine düşmüş, onların arasında yatmış, çevresinde gövdelerin sıcaklığını,seğiren kolları ve bacakları hissetmişti, kar hırıltıların ve hışırtılarınüstüne yumuşak yumuşak düşüyordu, sonra ortalık sessizliğe gömülmüştü,akmakta olan kumların arasından sürünerek dışarı çıkmış, birkar denizinin içinde bata çıka ilerlemişti, ama onu böylesine ele geçirenşey bu değildi, onu geri dönüşü olmayan bir yola sürükleyen şeyden ancakölmeye yattığında söz etmişti babama. Uppland Caddesi'nde geçirdiğimgeceden sonra ailemin yanına gittiğimde annemin kararını fark etmemiştim.Annem eskiden beri alışık olduğum ve içimi ürkek bir sevinçledolduran sakin hareketlerle yemeği hazırlarken babam da lafı yineNyman'ın sözünü ettiği olayların ardındaki güçlere getirmişti. Nyman'mve babamın anlattıkları biçimsel olarak farklıydı, ama ikisi de mantığımızakapalıydı. Babamın o akşamüstü söyledikleri mühendisin anlattıklarındandaha da akıl almazdı. Hayatımızın içinde yer alan şeylerden sözetmişti babam, onun anlattıklarıyla bizim aramızda bir kırılma söz konusudeğildi. Nyman'ın söylemiş oldukları, bana bir kez daha avcumuniçinden kayıp gidiyormuş gibi geliyorsa, bunun nedeni sözü edilen acılarıntaşıyamayacağımız kadar büyük olmasıydı. Ama bu acıların var olduğunuve her an kendilerini gösterebileceğini biliyordum. Buna karşılıkbabamın anlattıkları, her şeyin ötesindeydi. Burada sözü edilen şey yabancıbir dünyadandı. Bunu Hodann'a anlatmak istediğimde fark etmiştim.Babam konuşurken onun sözlerinin bizi kuşatan şeyle ne kadar uzlaşmazolduğunu hissetmiştim öncelikle. Üç ay sonra, Hodann'la aynıkonuya girdiğimde, babamın konuşurken ne denli zorlanmış olması gerektiğinianlamıştım, babamın o zorlanma hali, söylenenlerin içeriğininbıraktığı rahatsız edici, mantıksızlık izlenimini bastırıyordu, Onun sözleriöncelikle annemin karakterinin duruluğuyla çelişiyor ve bindokuzyüzkırkMayısında yeniden biraraya geldiğimizde başlamış olan bir kopuşaişaret ediyordu. O zamanlar ima etmiş olduğu bir şeyi bütün sistemiyleyerli yerine oturtmak için yeniden ele almıştı. Ağır ağır batmakta olan oküçük odayı realitenin en yüksek güçle kendini gösterdiği düzeye çıkarmakistiyormuş gibi gelmişti bana. Açıklık ve çürütülemezlik peşindeki697


tavrıyla annemin yaşadıklarını daha büyük bir karanlığın içine itiyordubabam. Bizden hep gizlenmek istese de hayatımızı belirleyen şiddetemeydan okuyor, ona sesleniyordu. Bu annemin anlayamadığımız iç dünyasınıntam karşıtıydı ve bütünüyle akılcıydı. Bu devasa metalik sisteminkarşısında organik madde pütür pütür oluyor, kolayca eziliyor, kabarcıklarhalinde uçup gidiyordu. Adlarını andığı kişiler, onlardan çok öncebaşlamış ve onlardan sonra da devam edecek bir sistemin sadece temsilcileriolsalar da, çatırdayan tahtaların üstünde volta atan babam için doğrudanonlara hitap etmenin zamanı gelmişti artık. Babamın isimleri saymasıalışık olduğumuz her şeyden bir kopuş gibiydi önce. Bu isimleri biliyorolmamız ve onların varoluşumuzla iç içeliği onların adını koymayıdaha doğal hale getirmiyordu. Belki de bir üslup ilkesi kendini dayatıyorduister istemez. İsimlerle bağlantısı olan şeyi nasıl aktarmam gerektiğinibilmiyordum. Ancak daha sonra, Ocakta bu acı hesaplaşmanın gerekliliğinihissetmiştim, ve kuru bir sonradan anlatımla koskocaman bir modelarasındaki bozuk, orantısız ilişkiye rağmen babamın çaresiz, ama aynı zamandabilinçli saldırısına katılıyordum. Bir insanın ölümüyle birlikte gelenen derin yakınlık ânının tam da babamın arzu ettiği hesaplaşmaya uygunolduğunu söylüyordum kendime. O sıralarda annemin ölümününzaten başlamış olduğu fikrini kabul etmemiştim. Buna karşılık artık hiçumut olmadığını gören babam son bir başkaldırıyla isimleri haykırmıştı.Annem mutfağın köşesindeki raflardan tabakları alıp onları pencereninyanındaki masaya getirirken, babam kendisini için için yiyip bitiren isimlerisayıyordu, isimler çığırtkan ve sahtekâr geliyordu kulağa, tam da kulağagelmeleri gerektiği gibi. Çocukken onlardan söz edildiğini duymuştum,babamın mücadelesi sırasında silahlanmayı kışkırtan sanayinin yönetimkurullarındaydı onlar. Onların kafaları çiçekler ve hevenklerle çevrelenmişolarak altın paralara basılmış gibi geliyordu gözümün önüne.Ellerinde tuttukları imparatorluk hakkında henüz bir şey öğrenmeden önce,onların soylu ve savaşçı yüz hatlarını, girişlerini flamalar ve armalarınsüslediği özenli fabrikalarını, saraylarını tanımıştım. Ne savaşta ne de zorzamanlarda bir zarar görmüşlerdi, isyanların bastırılmasından sonra tekrartam kapasiteyle üretime devam edebilmişler, paralarıyla devlet aygıtınasızabilmişler, müttefiklerini milletvekili, bakan yapıp öne sürebilmişlerya da bizzat kendileri kabinede görev almışlardı. Krupp, Thyssen, Kirdof,Stinnes, Vögler, Mannesmann antibolşevik birliği kurmuş, Nasyonal SosyalistParti'yi finanse etmiş, aralarından bazıları da parti üyesi olmuştu.İsimler mutfağın köşesinden gelen yumuşak tabak çanak sesinin üstüneyükseliyordu. Daha basit yaşamak ve tasarruf yapmak, demişti babam,bindokuzyüzondörtte olduğu gibi yirmili yılların ortasında da bu çağrıyapılmıştı bize, çağrıyı yapan dünyanın en büyük tröstü IG Farben'ın başındakiisim Duisberg'di, bunu duyduğumuzda savaşın geleceğini anlamıştık.Annem masaya çatal bıçak getiriyordu. Babam isimleri saymaya698


devam etmişti. Haniel, Wolff, Borsig, Klöckner, Hoesch, Bosch, Blohm, Siemens,gücü elinde bulunduranların sadece bir kısmının adını andığınısöylüyordu babam. Sermayenin bindokuzyüzotuzlardaki mücadeleleriniarkalarında bırakmışlar ve uğradıkları zararı kısa süre içinde telafi etmişlerdi.O sıralar onların zenginlikleri benim gözümde de idil formatını yitirmiştiartık, zarif tuğla bacalar ve minyatür cepheler görmüyordum artık,bunun yerine karşımda isten kararmış kaleler, mermer ve çelikten yıkılmazyapılar vardı. Annem kaşıkları, bıçakları ve çatalları özenle tabaklarınyanına koyuyordu, düşüncelere dalmış gibi bir süre masanın başında durmuştuöylece. Eskisi gibi kilolu değildi artık, zayıf, sararmış solmuş bedenipencereye yansıyordu. Dışarıda Schedin'in Pansiyonu'nun ardında batmaktaolan güneşin kırmızısı şeritler halinde okulun avlusuna düşmüştü.Otuzüçte, demişti babam, şimdiye kadarki en büyük işi tezgâhladılar. Sivrimiğferli, kalkık bıyıklı yaşlı mareşale yanaşıp ondan en büyük partininliderine hükümeti kurma görevini vermesini istediler. Aceleleri vardı. Sosyaldemokratlar ve komünistler birleşebilirdi ve bu durum engellenmeliydi.Sivrilmekte olan, kendi varlığından heyecanlanan düz suratlı adamıküçümsüyorlardı gerçi, ama bu adam onların planlarını gerçekleştirebilmesiiçin halkı itaatkâr hale getirmeye gayet uygundu. Burnunun altındakibadem bıyık onun devlet adamı kimliğini tehlikeye soksa da, bu kusuronun vahşi çığlığının kazandırdığı saygıyla dengeleniyordu. Burjuvazi veorta sınıflar ulusal amaçlar için her zaman hazırdaydı, yükselmeyi umanküçük burjuvazi ise vurucu güruhu oluşturacaktı, hayal kırıklığına uğramış,aç proletarya ise iş bulduğu sürece sanayinin büyümesi için eşek gibiçalıştırılacaktı. Bu oyuna katılmak istemeyenler kısa bir süre sonra örgütsüz,partisiz, arkadaşsız kalıp nasyonal ve sosyalist ve işçi partisi olan tekpartiye katılmak zorunda kalacaklardı. Büyük gösterilere katılmak için yoladüşen kitleler göz önünde olacak, ama bundan kâr elde edenler ortalıktagörünmeyeceklerdi. Onlar sessiz sedasız soygun planları yaparken ve buplanlarını halk demagogunun fetih hırsıyla birleştirirken kentlerde şovenizminkoroları yankılanacaktı. Annem ağır adımlarla mutfak tezgâhınagidip tenceredeki yemeği karıştırmış ve tahtanın üstünde sebzeleri doğramıştı.Sekiz yıl geriye gitmişti annem, İspanya'daki iç savaş öncesine. MuhafazakârBaşbakan Gil Robles'le yürütülen görüşmelerde kuzey bölgelerdekimaden kuyuları ve çelik işletmeleri için imtiyaz güvencesi verilmişti,faşizm İspanya'ya taşındıktan ve silahlarıyla, gönderilmiş birlikleriyle zaferelde ettikten sonra Krupp ve Thyssen Leska ve Ollarean'daki kömürocaklarına, San Sebastian ve Bilbao'daki silah fabrikalarına girebilmiş,Wolff ise Jean'daki, Linares ve Vilches'deki ocakların gümüş ve kurşununualmış, IG Farben Huelva, Wolfram ve Antimon da Galiçya bakırına elkoymuştu. Krupp, Thyssen, Kirdorf, Vögler, Flick ve Wolff Avusturya'daAlpine Montan Sanayii'ni, Berndorf Metal'i, Plansee ve Titanit'i aralarındapaylaşmışlardı zaten, Kassel'deki Henschel Floridsdorf Lokomotif Fabri-699


kalarına, Stinnes Avusturya'da akaryakıt üretimine el koymuş, DresdnerBank Hirtenberg Cephane Fabrikası'nın yönetimini almış, Deutsche Bankda bir Avusturya bankası olan Wiener Bankverein'ı bünyesine katmıştı.Annem ocakla masa arasında mekik dokuyor ve babam konuştukça buodadaki her şey daha zavallı görünüyordu, savaştan önceki son aşamadanda söz etmek istediğini söylemişti babam. İkisi de, Alman ekonomisiningeneraller kurulunun üyeleri ve onlar tarafından kurulan yüksek heyetBismarck'm tezini izliyordu, Bohemya'nın efendisi olan, Avrupa'nın daefendisi olur diyen tezi. Birileri soyluluklarına halel getirmeyen bir sessizlikiçinde işlerine bakıyor, ötekisiyse haykırıyor ve piyadelerini Çekoslovakya'yagönderiyordu. Askerlerin bu işten elde edebilecekleri hiçbir şeyyoktu, kazançlı çıkanlar ise hemen kendini belli ediyordu. Ausig'dekikimya ve metalürji işletmeleri IG Farben'a teslim olmuş, Krupp ve FlickBrüx'ün kömürünü almış, Mannesmann Kornotau'daki Witkowitz işletmelerineve silindir fabrikalarına, Dresdner Bank ve Deutsche Bank bankalarael koymuştu, Çekoslovakya'nın geri kalanı da düşer düşmez, BohemyaMakine Fabrikaları, Prag'daki uçak fabrikası, Brünner Silah Fabrikaları,Pilsen'deki Skoda İşletmeleri imparatorluğun tröstlerine katılmıştı.Biz onları taşımasaydık nasıl bu kadar güçlü hale gelebilirlerdi ki, diyesormuştu babam. Onlar su üstünde yüzüyordu, bizler ise nehirdik. BirinciSavaşı tepemize indirmişlerdi, bizler de bir kez daha kendimizi onların piyonlarıkılmış, kendi sınıfımız karşılıklı birbirinin kanlarını akıtsın diyeonlara silah yapmıştık. Bu isimleri anıyorsam, demişti babam volta atarak,her ne kadar zaruret içinde davranmış olsak da, bizim de en az onlar kadar,tarihi biçimlendirmiş ve onun yasalarını yaratmış olan kendi sistemlerindenbaşka bir şey tanımayanlar kadar suçlu olduğumuzu söylemek istediğimiçindir, bizim suçumuz onları durdurmayı becerememiş olmamızdır.Bireyler olarak önemimiz yok bizim, kendimizi ancak işçi hareketiiçinde var ediyorduk, ve bu hareket kendi iç çatışmalarıyla dağıldığındabizim de güçsüzlüğümüz ortaya çıktı, doymak bilmeyenlerin elleriniyalayan bizler mezbahalık olduk, bu durumdan kaçamayanlar mezbahalıkolarak yolun sonuna gelmek zorunda kaldı ister istemez. Bu denli silik,bu denli önemsiz olduğumuz için, bir zamanlar gururlandığımız şeylerlebir devlet kuramadığımız için önce bizlerden değil onlardan, adıolanlardan, bu nedenle de daha kolay söz edilebilir olanlardan söz ettim.Korkaklık ve zayıflık yüzünden önce onların adını andım, demişti babam,çünkü sayıları bizden daha az olduğu için öne çıkabildi onlar, bizlerseonlardan çok daha fazla olduğumuz için korkaklığımız ve zayıflığımızdaha da büyük. Bize diş geçirilemez. Halkları oluşturan bizleriz. Bununlaoyaladık kendimizi uzun zaman. Körlüğümüz içinde bizi kırıp geçirmelerineizin verdik, insan toplamda bunu fark etmiyor, kayıplar sadeceiçeride, yoksul, adı sanı bilinmeyen ailelerin içinde hissedilip asla sorgulanmayanbir sefaletle birleşiyor. Doğuya doğru bakan bu oda hep za-700


manında kararıyordu, gri mavi bir alacakaranlık sarmıştı ortalığı, mutfaktakilamba çoktandır yanıyor, dışarıda ağaçların dalları kırmızı damarlargibi parlıyordu, karanlık aniden bastırmış, annem bizi yemeğe çağırdığındabeline kadar gölgenin içinde kalmıştı, bize gösterdiği son dostlukgösterisi gibiydi bu. Bizimle birlikte masaya oturmuş, ama bir şey yememişti.O sıradaki tedirginliğimi kendime itiraf etmemiştim, ancak dahasonra Ocakta Hodann'la birlikteyken, sonraki iki ayın tecrübeleriyle annemino akşam ne kadar bitkin ve yalnız olması gerektiğini fark etmiştim.O akşamdan sonra tek kelime etmemiş, yemek yememiş, Bratt onu kliniğinegötürmek ve serumla beslemek zorunda kalmıştı. Babam telefonedip beni çağırdığında annem klinikten yeni dönmüştü eve. Bratt onubirkaç hafta boyunca serumla beslemeye çalışmış, ama sonra bunu anlamsızbulmaya başlamıştı, çünkü hastada istek olmadığını düşünüyordu.Ölüm süreci başlamıştı ve tıpkı Boye'nin, ondan kısa bir süre sonra daAnita Nathorst'un ölümünde ve Margot'nun intiharında olduğu gibi suyla,şekerle ve tuzlarla durdurulamazdı. Karın zamanından erken yağdığısıralarda annemin yatağının kenarına oturduğumuzda, ölürken annemintek başına ölmediğini, onunla beraber bir insan denizinin de öldüğü izleniminekapılıyorduk, ve ölümün hidrasına, kesilen dehşet verici başın yerineyenisi çıkan canavara karşı, mücadele cesaretini göstermek için birHerakles gerekiyordu, ve annem o sırada kıpırtısız yatıyordı, acı çektiğinigösteren bir şey yoktu. Söylemeye gücü olduğu şeyi söylemişti, daha BeyazRusya'dayken tüm bu göç yollarına düşmüşlerin varacağı hedefi biliyordu,sonu gelmez bir kış mevsimi boyunca yollarda olduğunu hissediyordu,ve belki şimdi de, bu Kasımda da kış aynı kıştı, Ocak ayında Hodann'ınpenceresinin önünde yağdığı gibi iri kar taneleri yoğun bir şekildeyağıyor, okul bahçesini, fabrikayı örtüyordu. Bu kışın içinden konuşmuştuannem, ve babam sözleri anlamak için kulağını onun ağzına iyiceyaklaştırmak zorunda kalmıştı. Söyledikleriyle babama mavi kapılı evihatırlatmıştı, babam üçüncü kez subaylara demir nişanını gösterip kendisinisavaş gazisi olarak tanıtması üzerine barınmak için götürüldüklerievdi bu. Gece saatlerinde, babam uykudayken, annem seyyar yataktauyanıktı, şöminede odun kırıkları yanıyordu, seslerin homurtusu duyuluyordu,subaylar masada oturmuş bir şişeyi deviriyorlardı, ve bu homurtuiçinden olacaklara ilişkin, ama somut veri içermeyen kelimeleri seçebilmişti,kısa süre önce Nymann'ın evlerinde doğruladığı şeyi duymuştu,o bir tanıktı, oysa sadece içinde vınıltıların ve patırtıların yansıdığısesler duymuştu, onların parmaklarıyla bir bir nasıl saydıklarını, gidereksaymanın hızlandığını, elleriyle nasıl boşver hareketi yaptıklarını görmüştü,bütün gece boyunca, ne zaman o masadan tarafa baksa bu hareketlerigörüyor, mırıltılar ve kahkahalar duyuyordu, bir de o kadın vardıaralarında, bir kadın görmüştü, kadının kucağında bir çocuk vardı, ve kadınınyanıbaşında bir adam vardı, ve üç asker gelmişti, kadının elinden701


çocuğu çekip almışlar ve gözleri önünde darbelerle öldürmüşlerdi, veadam askerlerin üstüne atlamıştı, ve askerler adamı ayaklarının altına almışlarve kadının üstüne çullanıp kocasının gözleri önünde ölünceye kadareziyet etmişlerdi, ve sonra adamı bir yerlerde kurşuna dizmek içingötürmüşlerdi. Ama babam bunları annemin anlattığından emin olamıyordu,bunlar annemin anlattıkları mıydı yoksa kendi düşünceleri miydiartık ayırt edemiyordu. Babam ona bu olayı neden şimdi anlattığını sormuştu,ama annem suskunluğa gömülmüştü artık. Babam bunları anlatırkençok zorlanmıştı, ama ben de aynı şeyleri Hodann'a aktarmak istediğimdedaha da fazla zorlanmıştım. Annem çarşafın altında bir deri birkemik yatarken günbegün kuruyor, ama yine de ona her dokunduğumuzdabizi sarsacak bir güç yayıyordu. Son zamanlarda kafasında görüntüleroluştuğunu söylemişti babam, ama bu görüntülerin kendi kurgusumu yoksa annemden yansıyan görüntüler mi olduğunu bilmiyordu. Kendiniannemle dans ederken görüyor, bu görüntü durmadan tekrarlanıyordu,bir sofadaydılar, müzik duyulmuyordu, ama onlar ağır adımlarlaoldukları yerde dönüyorlardı, babam kolunu onun beline sarmış, annemelini babamın omzuna koymuştu, bacaklarını tuhaf bir biçimde kaldırıpduruyorlardı, sonra ayakları sessiz bir biçimde tekrar yere iniyordu, bugörüntüleri yaşadığı sırada anneme bakarken sanki gülümsüyormuş gibigeliyordu babama. Solgun derisinin altındaki kemikler belirginleştiği haldeannemin yüzü gençleşmiş gibi geliyordu bize, uzayan ve yastığın üstüneyayılan koyu renk saçlarında hiç kır yoktu. Başucunda nöbetleşebekliyorduk, babam çalışmaya devam etmek zorundaydı, benimse artıksabit bir işim yoktu, siyasi faaliyet açısından da izinde gibiydim, böyleceyazmakla nereye varılabileceği konusunda düşünecek boş zamanım oluyordu.Şimdiye kadar hayatla sanat arasında bir çelişki çıkmamıştı ortaya,tersine gerçeklik sanatta en yüksek ifadesini buluyordu. Ama şimdiannemin hayatı benden uzaklaştıkça sanat da uzaklaşıyordu benden. Annemdenayrılmam kaçınılmaz hale geldikçe sanatsal araçlar da daha kuşkuluve yabancı gelmeye başlamıştı bana. En yakınım olan anneme yaklaşamadıktansonra sanatta yakınlığı ve kesinliği nasıl yakalayabilirdim ki.Sanatın mantığından, zihinsel hâkimiyetinden bir şey kalmamıştı geriye,sanatın oluşmasının temeli olan bedensel kıpırtılar vardı olsa olsa. Yinede ne zaman annemle baş başayken ölümün kaçınılmazlığını görmezdengelmeye ve onun yarı açık kurumuş dudaklarının arasından kabul etmeyipgeri çıkardığı ılık sütü damlatmaya çalışsam, olup bitenleri aktarabilecekher türlü form yetersiz geliyordu bana. Babam, annemin ayakta olduğuson akşam, bu yozlaşmada bizim de payımız olduğunu itiraf etmektenkendini alamadığı için kendini suçluyordu. Annemin üstüne eğilerek,başımıza gelenlerden senin de sorumlu olduğunu kastettiğimi zannetmişolamazsın, ne olur uyan, diye bağırmış, ama sonra onun yüzününsoğumuşluğuna bakmaktan başka bir şey gelmemişti elinden. O zaman-702


dan beri onunla yaşamaya devam ediyorduk, biz bilincimizde meydanagelen değişimin henüz kavramlara dökülmediği bir gerçekliği algılarkenkar da pencere camlarını kaplamaya başlamıştı. Bütün Kasım akşamları,çıplak tabanların şapırtısının duyulduğu, tırnakların duvarları tırmaladığı,çatı deliklerindeki pencerelerin kapandığı, soğuk bir rüzgârın estiğitek bir akşama dönüşmüştü. Bir defasında babam kendini kaybedip patlamıştı,belki de annemin içinde bir şoka yol açmak istemişti, ona bağırmışve onu sarsmış, ama bunu yapması aramızdaki korkunç uçurumudaha da belirginleştirmekten başka bir işe yaramamıştı, ve sonunda bizebakan ama görmeyen annemin önünde hıçkırarak diz çökmüştü babam,yeniden onun yatış pozisyonunu düzeltmiş, saçlarını okşayıp onu öpmüştük.Kar yeşil odanın içindeki ışığı donuklaştırıyordu, Hodann'ınpenceresinin önündeki kar ise her şeyi yumuşatıp sessizleştiriyor, her şeyi,annemin katettiği o asılı duran belirlenemezliğin içine sürüklüyordu.Belki de anneme en yakın olan insan Boye idi, demiştim Hodann'a, Boyebir defasında insanın bütün umutlarını yitirdiği noktada gerçeğe yaklaşabileceğinisöylemişti, çünkü insan bu hayata umutlarıyla daha fazla katlanabilecekdurumda değildi. Ne annemin ne de Boye'nin hayata gerçeklikkazandırabilecek bir uzlaşmayı başarabildiklerini söylemişti Hodann.Öte yandan Hodann'a göre babamın koyduğu teşhis sadece daha büyükbağlamlar için doğruydu, bu teşhis ruhun sınırlarının ötesine geçemiyordu.Başımıza gelen her şeyle, en korkunç şeylerle bile bir uzlaşım yaratmayaçalışıyoruz, demişti Hodann, bunun bedeli mahvolmak olsa bileyapıyoruz bunu, yoksa ne yapacağımızı bilemezdik, ama mahvolurkenbile bilincimiz açık olmalıydı. Hodann bir noktadan sonra kendi kendinekonuşuyor gibiydi ve hiçbir şeye sırtımızı dönmemek, hiçbir şeyi inkâretmemek isteğiyle annemin hayatıyla bütünüyle özdeşleşmek yeteneksizliğimizarasında bir çelişki oluştuğunun farkında olduğunu söylüyordu.Bütün olayların sonuçlarını görebilmek özel ve az bulunur bir yapılanmagerektiriyordu, buna sahip olan insanlar korkunç bir tehlikenin içindeydi,çünkü bu insanlar bizden daha geniş ve derin bir bakışa sahip olduktansonra bir noktadan itibaren bizim dünyamızda yaşamayı beceremiyorlardı.Bu insanların iki seçeneği vardı sadece, gittikçe içe kapalı bir özellikkazanan, yalnızlaşmanın başka insanlarla birlikteliğin anlamını yavaş yavaşsildiği halüsinasyonlara geri dönmek ya da sanata yönelmek. Ama buikinci yol ancak insan dış dünyaya yönelmeye hazırsa açıktı. Eğer bu yitirilmişsesanatın alanlarına girmek de imkânsızlaşıyordu. İyileşme vaateden dışa açılan ile içe kapananın arasındaki sınır sanatta her zamanmevcuttu ve kendini melankolik eğilimlerde gösteriyordu. Bir sanat yapıtındabizi etkileyen, kavrayan şey dışa açılanın kurtuluşundan ziyade adlandırılamazolanın sınırları içinde dolaşmasıydı. Böylece annem, tıpkıDürer'in resmettiği gibi, yasladığı başıyla, önüne bakıp başka dünyalaradalmış ve yanına yaklaşılmaz bir biçimde terazinin, kum saatinin, çanın,703


anlaşılmaz rakamlarla dolu levhanın altında kalmakta ısrar etmişti, sonraHodann bu resim hakkında Berlin'de ya da İspanya Denia'da konuşupkonuşmadığımızı, fondaki parlak yıldızı, körfezin üstündeki o görkemligökkuşağını hatırlayıp hatırlamadığımı sormuştu bana. Sonra raftan birkitap almış, sayfalarını çevirip bakır oymabaskının 3 bulunduğu sayfayıaçmıştı. Kim bilir bu hareketi kaç kez yapmış, kitaplara yönelmiş, bizeaktarılmış olanlarla arayışımızı doğrulamaya çalışmıştık. Resimdekikadın figürünün dizinin üstünde kalın, bir kayışla bağlanmış bir kitapvardı, kadının gözleri ardına kadar açılmıştı, bol kıvrımlı uzungiysisinden bir anahtar tomarı sarkıyordu, ve bir de yıpranmış bir parakesesi, elleri güçlü ve büyüktü, öylece oturduğu halde hareketsiz ve cansızolduğuna dair hiçbir işaret yoktu onda, sanki çalışırken işe ara vermiştive yapacaklarını düşünüyor gibiydi. Henüz tamamlanmamış biryapının kenarında duruyordu, görünüşe bakılırsa bu yapı onun tarafındanya da onun yardımıyla inşa ediliyordu, elindeki pergel bir çizimleuğraştığını ima ediyordu, ayaklarının dibinde marangoz aletleri, bir testere,ve bir cetvel, rende, kerpeten ve çekiç ve birkaç büyük çivi vardı.Araç gereçler onun çok yakınında olduğuna, bir kısmı da etek uçlarınınaltında kaldığına göre bunları kendisi kullanmış ve oraya daha yeni koymuşolmalıydı. Çokkenarlı kesilmiş bir kaya bloğu, bir küre ve bir değirmentaşı öteki nesnelerin arasında yabancılaştırıcı bir biçimde göze çarpıyordu.Çokgenin perdahlanmış üst yüzeyine ve ağır küreye ışığın yansımasıdüşmüştü, epeyce kullanıldığı belli olan yıpranmış köşeleriyledeğirmen taşı kulenin duvarına yaslanmıştı. Arkadaki duvarda bir simyacıpotasının altında kömür ateşi yanıyordu, kürenin arkasında ise pirinçaksamı parlayan bir gaz lambası görünüyordu. Kule çanının altındakilevhanın üstünde bulunan rakamlar ve işaretler bir kriptogramı, Jüpitergezegeninin astronomik özelliğini de içeren tılsımlı bir kareyi gösteriyordu.Kadının yukarı çıkmak için kullandığı belli olan işçiliği kababir merdiven yaslanmış olan kule kısmıyla görünen yapının bütün somutluğunarağmen burası bir yuvadan çok bir meditasyon ortamıydı,her şey bütün somutluğu ve sağlamlığıyla gösterilmiş olsa da, bildikdünyanın içine başka bir gerçekliğin sızdığı bir an resmedilmişti. Geometriknesneler bütün katılıklarıyla belli gündelik amaçlara hizmet edengereçlerin yanıbaşında dikilip onlara baskı yapıyor, değirmen taşı akıpgitmiş zamanı ima ediyordu, terazinin kefeleri boştu ve salınmıyordu,kulenin duvarına asılı küçük çanın ipi kıpırtısızdı, gemiler körfezde birdaha hiç hareket etmeyecekmiş gibi duruyorlardı, uzak kentte en ufakbir kıpırtı yoktu, ama yine de zaman akıyordu, çünkü kulenin köşesindekikum saatinin içindeki kum ince oluktan geçerek yarı dolu üst bölümdenalt bölüme doğru akıyordu, sanki resmin dışına taşan zilin ipiher an çekilmeye hazırdı. Ağır taş formlara gökyüzündeki ışık kuşağının3 Albrecht Dürer'in Melancolia adlı oymabaskısı konu ediliyor (Ç.N.)704


enkleri ve Satürn olduğu düşünülebilecek bir yıldızın göz kırpışları yanıtveriyordu, geceleri insanı melankoliye sürükleyen yıldızdı bu, levhadakiişaret onun karşıt güç oluşuna dikkat çekiyordu. Bu resimde yüzeylerve yuvarlaklıklar vardı, bu resimde dört element, ateş, hava, su vetoprak vardı, ve onların içindeki hayat üç aşamaya bölünmüştü. Tamamlanmışhkaşaması sağda açık çatı katının basamaklarından birine oturmuşolan masif kadın figürüyle ima ediliyordu, değirmen taşına oturmuş,taş kalemleri ve yazı tahtasını elinde tutan küçük çocuk bilincin ilkaşamalarmdaydı, bitli kafasıyla büzülmüş uyumakta olan sıska tazı isebir doğa yaratığıydı. Hayvanın içindeki yaşam huzuru yansıtıyordu, çocukise oluşumu başlatacak enerjileri biriktiriyordu içinde, küçük ve dahaşimdiden güçlü yüzü düşünceli bir biçimde yana eğilmiş, elleri yazıgereçlerini kararlı bir biçimde kavramıştı, kadının, tamamlanmış olanınsırtından ise koruyucu melek kanatları, dehanın kanatlan yükseliyordu,gelişimini tamamlamış bu kanatlar çocukta henüz körpe kuş tüyleri halindeydi.Kadın duyu ötesi bir varlık gibi görünse de, insani hayatı içinde,araç gereçleriyle, anahtarlarıyla, para kesesiyle bu dünyanın hizmetindeydihâlâ, giysisi çalışma yaşamı içinde yıpranmıştı, gölgeli yüzü sırtınıdünyaya dönmemişti, tam tersine hayat tecrübesiyle doluydu, ve doğa,uçma yeteneğinden ziyade bir rahatlama vaat ediyordu, bu vaat kadınınşifalı bitki ortancadan yapılma bir tacı açık ve gür saçlarına takmışolmasıyla görünürleşiyordu. Araştırmaya, inşa etmeye ve hakikat hakkındakison bilgileri edinmeye yarayan nesnelerin çevrelediği kadın çocuksuvaroluş düzleminden çıkagelmişti, bizim düşüncemiz için kavranamazgörünen şeyler onun iç dünyasında tamamlanıyordu, gökkuşağınınaltındaki kuyruklu yarasa ise pençelerinin arasında bir yazıtın parçasınıtutuyordu, yaşananı tekrar düşünmenin kopmaz bir parçası olanmelankoliye ruhun ülkesinde Baş Köşeyi veriyordu bu yazıt parçası. Sanatın,bütün felsefelerin ve ideolojilerin bittiği yerde devreye girdiğinisöylemişti Hodann, sanatın kaynağı zihindeydi ve bütün canlıların içindevar olan gizemli bir güçtü, bu güç canlı varlığı yönlendirmek ve zarargördüğünde kendini yeniden üretmek için vardı, algılanan her şeyin beyindekigörsel ve işitsel merkezlerde, mekân ve zaman algılarını yönlendirenmerkezlerde muhafaza edilmesini ve sinir sisteminin uyarımlarıylaonlara ulaşmamızı sağlayan bellek işlevlerinin bir parçasıydı sanat,ama teşrih masasına yatırmakla anılardan oluşan bu düşünme yeteneğininizlerini keşfedemezdik. Tanrıça Mnemosyne'nin koruması altındakibellek bizi sanatsal eylemlere sürüklüyordu, ve içimizde ne kadar çokdünya görünüşleri biriktirirsek onlardan o kadar zengin kombinasyonlaroluşturabilirdik, tam da bu çeşitliliğin içinde görebilirdik kültürümüzüngeldiği noktayı.705


Sanatın insanilikle aynı anlama geldiğini söylemişti Hodann, çünküinsan hayata katılmadığı, kendisinden vazgeçmemek için sürekli mücadeleetmediği, durumu hep yeni bir bakış açısıyla aydınlatma baskısınıyaşamadığı sürece sanatın kapsayıcı geniş etkisini anlayamazdı. Sanatınyanıtları her zaman müthiş olmuştu, çünkü bir tek sanatın yanıtları çağıntezlerini çürütmeye cesaret edebiliyordu, onlar örtük de olsa kendi zamanlarınıaşmış ve yanılsamaların karşısına hakikati çıkarmışlardı. Amasiyaset, hakikat ve insanilik sözcüklerini, tıpkı ahlak ve etik kavramlarıgibi kötüye kullanmış, kuşku duyulur hale getirmişti. Sanattan söz ederkende genellikle özel bir durumdan söz etmiyor, sanatı zanaat olarakgörmek istiyor, bunun bahşedilen bir şey olmadığını, çalışıp çabalayaraköğrenilmesi gerektiğini düşünüyorduk. Tek kerelik olan bir şeyden edindiğimizizlenimlerden hareketle sanatın arka planı hakkında kafa yormamızınnedeni, sanatsal dilin ne şekilde iletişim kurduğunu ve hangi etkilerinürünü olduğunu saptama isteğiydi. Annemin geçtiği yolu görememişoluşumuzu belirleyen şey olayın metafizikliği, mistikliği değildi, açıkseçik görünenin ötesini dile getirecek araçlarımız yoktu henüz, çaresizliğimizgeçici bir çaresizlikti, bütün gelişimimiz sezgilerden, el yordamıylaaraştırmaları sürdürerek sonunda somut yargılar çıkabileceğini göstermişti.Herhangi bir şey düşsel bir tohum olarak var olmaya başladığı andanitibaren gerçekliğimizin sınırları içine girmiş oluyordu. Hodann'msözleriyle aktarmak gerekirse, sanat siyasetin sağlayamadıklarını gerçekleştirerekbir denge yaratmak zorundaydı. Sanat siyasetle birlikte aynımekânı paylaşıyordu, ama siyaset son on yılda bizim isteklerimize karşılıkverecek şeylerden öylesine uzaklaşmıştı ki, onun yönelimlerini gerçeğiıskalama ve saplantı olarak algılamaktan başka çaremiz kalmamıştı. Hodann'agöre gün gelecek, annemin başına gelenler anlatılabilecekti, herşeyin gelmekte olduğunu görmüştü o, buna karşılık biz sadece onun suskunluğunatanıklık etmiştik, kitleler katillere tezahürat yaparken, kadınlaruluyarak kucaklarmdaki çocukları kutsamaları için onlara doğru uzatırken,bizi neyin beklediğini biliyor olmalıydı annem. Güçlerimiz küçümsenmişti,ama biz bu küçümsenmeyle İspanya'ya gitmiş, siyasetinhizmetine girmiş ve katliamın ilk perdesine tanık olmuştuk, şimdi de acınasıbir korkaklık içinde hayatta kalmaya çalışıyorduk. Devrimin ülkeside bundan bir süre önce onurunu yitirmişti, ama şimdi olağanüstü birmücadelenin içindeydi, belki bu mücadeleyle birlikte yüceliğini yenidenkazanabilir ve bizim de fikrimizi değiştirebilirdi, ama bunun bedeli milyonlarcaölü olacaktı. Aşılması gereken bir çelişkinin içindeydik Hodann'agöre, hayatımızı yeniden anlamlı kılacak şeye ulaşabilmek içinölümün ve yozlaşmanın içinden geçmek ve yalanla çılgınlığın ortasındagücümüzü harekete geçirmek zorundaydık. Üstümüze gelen şeyin ancakyeni bir dille ifade edilebileceğini düşünmüştüm ben. Ama Hodann'mbuna yanıtı, hedeflerimiz için asla herkesin bildiğinden başka bir dilin706


var olamayacağı yolundaydı, anlatılacak olanın anlaşılır olması için tamda tüketilmiş eski sözlerle anlatılması gerekiyordu. Benim için yeni olantek şey kendi dilimde kaleme aldıklarımı sendika gazetelerine, önceliklede metal iş kolunun gazetesine vermek için artık sözlük yardımıyla ülkenindiline çeviriyor olmamdı. Ama Almanya'da ve İspanya'da yaşadıklarımıanlatırken siyasi aidiyetimi ima edebilecek her şeyden kaçınıyordum.Söylemek istediklerimden ne denli uzakta olduğumu değirmen taşınınüstünde oturmuş bir şeyler çiziktiren çocuğa bakarken anlamıştımbütün açık seçikliğiyle. Ben de yazmayı kara tahtada öğrenmiştim. FlemingCaddesi'ne bakan masamda hecelerken burnuma Bremen'de BrautCaddesi'ndeki ilkokulun sınıfından yayılan süngerle silinmiş tebeşirin ıslakkokusu gelmiş, limandan gelen ve düşüncelerimizin sık sık içinde yitipgittiği gemi düdüklerinin boğuk sesini duymuştum. Kış boyuncaiçimde bir öfke şahlanmış, ama sonra her defasında belirsizliğin içindensıyrılıp yasalarını izlemeyi öğrenmiş olduğumuz gerçekliği yapılandırmayayönelmiştim. Kürsüdeki değnek darbelerine korku dolu soluklarlabakan Berthold Merz'in sıra arkadaşım olduğu günler dün gibiydi, GrünenCaddesi'ndeki komşumuz olan kömürcünün oğluydu Merz, yinekarların arasında yürüyordum, bu defa Stockholm sokaklarında, Funk'ailetilmesi gereken müsveddelerle Rosner'in barınağından çıkan ya da başkalarınınverdiği belgeleri Rosner'e ileten bir ulak, bir taşıyıcıydım. Malzemeniniletilmesi belli bir düzen içinde gerçekleşiyordu, kimse birdenfazla adres bilmiyordu, bağlantı kişisi geciktiğinde onunla buluşacak olankişi onu beklemiyor, oradan ayrılıp beş dakika sonra yeniden aynı noktayageliyor, beklenen kişi hâlâ yoksa buluşma noktaları değiştiriliyordu.Sokakları arşınlarken, gazete bayilerinin önünden geçerken gördüğümilanlarda muharebe alanlarının isimleri öylece çakılıp kalmıştı, siyasetinmecrası olan olağanüstü bir şişinmenin varlığını hissediyordum. Hodannburada olsaydı, şimdi Volchov ve Kalinin cephelerinin de üstünü kaplayankar yağışı altında bu sokaklarda yürürken de aynı şeyi söylerdi, dengeyisağlayan aklın avuçlarımızın içinden kayıp gittiğini, arayışlarımızınancak el bombalarıyla, alev makineleriyle, tanklarla ve bombalarla gerçekleşebileceğini,sonuna kadar gitmekten, birbirinden tümüyle kopmuşantagonist güçlerin son çatışmasını kabullenmekten başka çaremiz olmadığınıdüşünüyordu. Şimdi en vahşi, en haince araçları kullanan bir şiddetlezorladığımız şeyi, eğer bilim çağının insanları olabilseydik karşılıklıanlayışla çözebilir, sonsuz bir rahatlamaya kavuşturabilirdik. Çevremizisaran ve ancak kar fırtınasının burgaçlarıyla biraz dağılan gaflet perdesibizim başarısızlığımızın, elimizden geleni yaptığımız yanılsaması içindehepimizin ortak olduğu bir yalanın sonucuydu. Uzun ve geniş bir caddeolan Horn Caddesi üstünde Ring Sokağı'nın köşesine doğru ilerliyordum,her an birinin beni omzumdan tutacağı beklentisi içindeydim. Sagerve Wagner Ekimde, Fredman'la geri döndükten sonra Södertâlje Li-707


manı'nda tutuklandıklarından beri kendimizi gözetleniyormuş, takip ediliyormuşgibi hissediyorduk ister istemez. Tutuklananların üstüne isimleribir mühür gibi yapışmış olan cinayet masası memurları Paulsson, Söderström,Lundqvist ve Lönn onları Alman devlet güvenlik polisine teslim etmekniyetindeydi. Her şeyin mubah olduğu bir zamanda onlar da Sager'ibir kez ellerinden kaçırmış olmanın intikamını almak istiyorlardı, kendilerineonun tutuklanması istemini iletmiş olan müttefiklerine işi havale etmekondan kurtulmanın en kolay yoluydu. Onlar sadık bekçiler gibi davranıyor,üstlerinden, Sosyal İşler Bakanı Möller'den, onun sekreteri Erlander'denövgü aldıkça kuyruk sallıyorlardı, bu ikisi sosyal demokrattı ve ellerindeseksen kişiden oluşan bir liste vardı, kuşkululuk derecelerine göresıralanmış bu seksen kişinin gözetlenmesi, izlenmesi ve yakalanması isteniyordu.Bunlardan ikisini enselemişlerdi, onları çok isteyecekleri haldekendi elleriyle işkenceden geçirmek yerine onları, Alman ajanı olduklarıve yurt dışı edilmeleri gerektiği bahanesiyle işkencenin içine göndermişlerdi.Berlin'deki dostlarının, üçüncü şahıs Welter'in kaldığı yer hakkındabunları sorguda konuşturacakları beklentisi içinde memnuniyetle fesatimparatorluğuna gidiyorlardı, bu imparatorluk onların gözünde çalışkanyurttaşlar ve aile babası olarak yaşayabilecekleri bir yerdi. Buranın kuralı,parlamentonun kararı doğrultusunda haşarenin örgütlenmesini, yazılardağıtmasını men etmekti. Ama öte yandan sendikalarda, Branting ve Wigforss'unçevresinde ve birkaç liberal gazetede ortaya çıkan muhalefet güçleniyordu,bu muhalefet adalette ısrar ediyordu ve bu arada Sager veWagner'in durumunda olduğu gibi aşırı saldırılar karşısında kendini savunmayıbaşarmıştı. Demokrasinin son kalıntıları bu ülkede, Alman haçlılarısayesinde Bolşevizmin parçalanmasını uman polis devletiyle çatışmahalindeydi. Onların zafer elde edeceğine dair hiçbir kuşku duyulmuyorduhenüz, oysa Leningrad ve Moskova önlerinde, Kursk'a, Charkov'a, Kırım'ayapılan taarruzların önü kesilmişti. Haberler Sovyet ilerleyişinden,Almanların geri püskürtülmesinden söz ediyordu. Kızıl Ordu birlikleridonmuş Ladoga Gölü üzerinden, İsveç'in transit geçişini sağladığı Almanbirliklerinin yanında çarpışan Finlandiya'ya girmişti. Bindokuzyüzotuzdokuzsonbaharında Sovyetlerin yapmış olduğu tahminler gerçekleşmişve kuzeybatı sınırını güvenceye alma eylemleri haklı çıkmıştı, ama artıkyeni değerlendirmeler yapılmıyordu. Biz de artık politikayı her şeyi olduğundanbaşka bir şeye dönüştüren bir araç olarak görüyorduk. Savaşınbaşlangıcından bu yana olayların yıkılmaz bir mantığı varmış gibi görünüyordu,Funk da emperyalizmin o sıradaki entrikaları karşısında SaldırmazlıkPaktı'nın gerekliliğini bir kez daha vurgulamıştı. Bu arada Pakt'ınişçi hareketi, uluslararası dayanışmanın ve militan hedeflerin sona ermesiüzerindeki etkilerinden söz edilmiyordu. Faşizmle mücadele reddedilmiş,düşmana utanç verici ödünler verilmiş, böylece çalışanlar yanlış yola çekilmişti,ama durum değiştiğinde onların aniden uyanışı tekrar yüceltil-708


meye başlamıştı. Tam da bu noktada, karşıt ideolojideki bütün sistemlerinarasındaki uzlaşma kararının ardında geçmiş yılların yanılgıları beliriyordu,sadece tarihin üstümüze yıkıldığı ana bakmak yeterli değildi, önce güvenligibi görünen, ama sonra dağılan ve savaşa yol açan bütün aşamalarıiyi gözlemlemek gerekiyordu. Pek çok insan eli kolu bağlı duruyordu, durumyüzyıl başında ülkedeki bölünmüşlük gibiydi, bir kısım silahları, sanayisektörünü, bankaları elinde tutarken, ötekiler barikatlar kuruyordu.Ama şimdi, sınıf mücadelesinden yıllar sonra cesaret ve kararlılık adına nevarsa açıkça gösterilmemeliydi. Proletarya özgürlük hareketini başlattığınoktaya geri gitmemiş, tam tersine bütün yenilgilerini geride bırakan birdöneme geçiş yapmıştı, daha önce Rusya'ya destek olamayan proletaryaşimdi de devrimin çağrısını duymuyordu. Rosner'e göre bu sağırlık, bukararsızlık tarihsel sürecin bir parçasıydı, tarih dümdüz ilerlemiyordu, busürecin içinde duraksamalar, sapmalar vardı, açıklığa kavuşturulmamışhatalar yanlış kararların tekrarına neden olmaz mı diye sorduğumda Rosnerya başını sallayarak itiraz ediyor, doğru sayılan şeyin ve ondan vazgeçişingüç ilişkilerinin iniş çıkışına bağlı olduğunu, hiçbir şeyin öngörülemeyeceğini,her şeyin o anki verilerle uyum içinde olması gerektiğini söylüyorduya da sorularımı cevapsız bırakıp masanın üstünde bir bardak suyuniçinde duran takma dişlerinin sırıtışına dişsiz ağzıyla sırıtarak karşılıkveriyordu. Dişsiz, boş ağzı yüzündeki kırışıklıkları, olukları, kertikleri, çıkıntılarıbelirginleştiriyor, yüz hatları onun bu barınağın duvarları arasında,dergisinin başına dik harflerle yazdığı gibi, dünyayı çoktandır kendisineait kıldığını ele veriyordu, iç kıtalarıyla ve denizleriyle bu kurgusaldünya yaşatıyordu Rosner'i. Halkları kendi iradeleri altına alan bir Caudillo'nun,bir Duçe'nin, bir Führer'in tahkim ettiği yüksek kaleleri görüyorduRosner, buna karşılık çarın eski sarayı Rosner için adaletin merkeziydi.Kardeşler, diyordu Kremlin'den gelen ses, ölüm sessizliğinin ardındanTemmuz başında baskına uğrayan ülkenin sakinlerine seslenirken. Buradyo yayınını dinleyen ve ağlayarak Kızıl Meydan'ı dolduran insanlardansöz eden Stahlmann'ın da gözleri dolmuştu. Düşman hatları yararkenve başkent geri çekilirken genizden gelen bu sakin ve huzurlu ses cesaretve güven yaymıştı insanlara. Ve Kasımda, Almanlar kentin kapılarına dayandığındabu ses bir kez daha duyulmuştu, Lenin'in yattığı mermer bloğunüstünden geliyordu ses, bu defa meydanda kar fırtınasının altında genişbir kıskaç harekâtıyla düşmanı geri püskürten birlikler vardı. Maddisavaşa büyük duygular egemendi, son yılların hunharlıkları kimsenin aklınagelmiyordu artık, insanlar çok eskiden kalma bir aşkın, gerilerde kalmışbir gücün etkisi altına girmişlerdi, ve kendini ülkenin babası olarak tanımlayanadam kiliselerin de yeniden kapılarını inananlara açmalarına,vatan toprağının savunulması için bütün güçlerin biraraya gelmesine izinvermişti, nasıl ki Kasım onyedide 4 Rusya'da yepyeni bir şey doğduysa ül-4 Rus takvimine göre Ekim Devrimi.709


ke yeniden bütün mağdurların örnek aldığı bir ülke haline gelecekti.Stahlmann, nasıl eskiden dünya devrimi uğruna savaşılmışsa bugün deRusya'da boyunduruk altına alınmış olan ülkelerin çalışanları için savaşıldığındanen ufak bir kuşku duymuyordu. Asıl adı Arthur iller olan buKöngisbergli takma adını belirlerken pos bıyıklı Gürcü'yü örnek almıştı.Kızıl Ordu'nun bir üyesi olarak Büyük Vatanperver Savaş'ta sergilenenkahramanlıklardan kendine de bir pay çıkarabilirdi. Kominternin gazetelerinedamgasını vuran coşku, muharebelerin boyutlarıyla uyuşmalıydı,ama yazarların kendilerini yüceltmelerine hizmet eden zayıf bir yansıydıbu sadece. Yazma görevi olmayan Stahlmann'ın ulusal marşlara ihtiyacıyoktu, her zaman en zorlu görevleri yerine getirme onurunu kanıtlayacağınızaten biliyordu o. Yazarların yazılarıyla oluşturdukları ve kendi ilkeleriniyücelttikleri dile dönüşen şey, Stahlmann için sosyalizmin yurdunagösterilen doğal ve olmazsa olmaz bir bağlılık haliydi. Onun kaçırılan fırsatlar,yapılan hatalar, geçmişin tahrif edilmesi gibi meselelere girmesinegerek yoktu, Rus devriminde ve Çin devriminin başlangıç aşamalarındahazır bulunmuştu o. Enternasyonal Tugaylar'a ilk katılanlardan birisiydi,ayrıca Almanya'da bir ayaklanma çıksa koşa koşa oraya da giderdi. Despotlarıtarafından imha etmek ve fethetmek üzere eğitilmiş olanlar, üstüninsanın timsali ve dünya egemenliğinin patronu olmaya soyunanlaruzaklarda kara saplanıp kalmışlardı. Takma adı Arndt olan Mewis, ülkedehuzursuzluk işaretleri olduğuna inanıyordu, savaşın ilk aylarındakikorkunç tehditten sonra Sovyetler Birliği'nde baş gösteren yükselişi kendibölgesine taşıyarak bu defa büyük örneği izleyecek ve ulusal mücadelemisyonu çerçevesinde sermayenin egemenliğini yıkacak olan Alman işçisınıfının yeniden doğuş hesaplarını yapıyordu Mewis. Sadece Sovyet korumasıaltında huzur ve barışa kavuşulabilirdi, emperyalist güçlerin şartlarınauyarak başarılamazdı bu. Bu nedenle ülkede Parti'yi güçlendirecekve onun propagandasının etkili olmasını sağlayacak her şey devreye sokulmalıydı,böylece Parti uygun anda yönetimi ele geçirebilirdi. Bunakarşılık Funk hiçbir yerde başkaldırma alameti görmüyordu, AmerikaBirleşik Devletleri olayların içine çekildikten, Japon taarruzundan sonrabütün dünyayı etkisi altına almış olan bir savaş sarhoşluğu söz konusuydudaha çok. Stockholm'de alçakgönüllülükle kendisini Svensson olaraktanıtan ve geçen yılın yaz aylarından bu yana da Friedemann takma adıylaher hafta Rosner'in dergisine baş makale yazan, arada bir Wegner kodadını da alan, belli ortamlarda ise asıl adı Wehner'i taşıyan Merkez Komitetemsilcisi, Mewis'in ulusal görevlere vurgu yapan beyanlarda bulunmasınıengellemişti, Mewis'in temsil ettiği biçimiyle geleceğin Almanya'sındaulusallığa yer yoktu. Ulusal gelenekleri anımsatacak her şeydenkaçınılmalıydı. Arndt adı dergide görünmez olmuştu, ama Mewis, dış ülkelerdekiişçi hareketini yazmak için Loiret, Swalms, Schneider ya daSchulze adıyla hâlâ yayın kurulundaydı. Funk Haziran ortasında taşındı-710


ğı, Söder bölgesindeki tenha, renksiz bir caddede bulunan yeni odasındaartık rahatsız edilmeden bir yığın not üzerinde çalışıyordu, yeniden enternasyonalizmeyol açacak bir gelişimle ilgili düşünceleri içeriyordu bunotlar. Kâğıda geçirilenler öteki makalelerden ayırt edilemiyordu çoğunlukla,sadece Komintern grubunun içindeki çelişkileri ve karşıtlıkları tanıyanbirisi, Sovyetlerin mücadelesini öven ve Alman militarizminin yenilgiyeuğrayacağı kehanetinde bulunan yazıların arasındaki fikir ayrılıklarınıgörebilirdi. Şifreli isimlerde bile yazanın özellikleri kendini ele veriyordu.Friedemann, barışın adamı olarak Stahlmann'dan 5 ayrılıyordu.Mewis kendini Arndt'a, Almanya'nın büyüklüğü ve birliğini terennümeden, askeri ve vatansever şarkıların ozanına yakın hissetmişti. Rosnerbir kulede insanlardan uzak büyümüş çocuğun, Hauser'in anısına göndermeyapıyordu. Bir diğeri, Seydewitz adıyla kamplar arasında sözünüsöylemekten kaçınmayan bir gücü dile getirmek istiyordu belki de. SadeceHenke ekonomik analizlerini yazarken hiçbir imaya baş vurmamış, erkeksikibirden de vazgeçmeyi göze alarak Erna Schmitz adını almıştı. Doğudabir dönüm noktasının baş gösterdiği ve sürgündeki partinin yerinisağlamlaştırmaya başladığı bir zamanda Funk, hırsına sarılarak sadecekendi konumunu muhafaza etmekle kalmayıp aynı zamanda yönetiminen üst kademelerine daha da yakın olmak, kendisine yönelik kuşkularkarşısında ayakta kalabilmek için yazdığı her sözcüğü tartmak zorundaydı.İşçi partilerinin içine düştüğü felaketin nedenini sadece faşist şiddetebağlıyor, Avrupa'nın işgal altındaki ülkelerinde dağıtılan örgütleri sayıpdöküyor, enternasyonal dayanışmanın sonunun geldiğine, yukarıda talimatlarınyerini özgür kararların, demokratik denetim ilkesinin almasınıngerekliliğine işaret ediyordu. İşçi sınıfını, kendisi gibi sakatlanmış, herhangibir ülkede kendine uygun biçimde yaşamayı beceremeyen, pasifdavranışın ve suskunluğun yanı sıra yeni düzeni daha da ileriye götürmeçabaları yüzünden de çökmeye mahkûm bir gövde gibi görüyor ve acababu bakış, kendini yok etmeyle ilgili ifadelere başvurmaksızın yine de kendipartimin bir eleştirisi olarak anlaşılamaz mı diye sorguluyordu. İşlerioluruna bırakmayı ve daha iyi zamanları beklemeyi önerdiği için sosyaldemokrasinin sorumsuzluk sergilediğini ifade ederek dünyanın yenidenbiçimlenmesinde kendi Enternasyonal'ine yönlendirici bir rol biçiyordu.Bunu yaparken vicdanı rahattı, çünkü İsveç Komünist Partisi'ni sosyaldemokrat işçi sınıfıyla tabandan bir birlik cephesi kurmak için ikna etmeyeçalışmıştı, daha önce de pek çok kez sosyal demokrat yönetim tarafındankomünist parçalama taktiği olduğu gerekçesiyle geri çevrilen bir girişimdibu. İşçilerin anayurttaki çıkarlarını öne çıkarmaktan vazgeçmeyenve güçlü bir biçimde desteklenen Arndt'ın saldırısına uğrayan Funk,halkların birlik cephesine yönelik yeni talimatların yorumlarını yapmayagirişmişti. Sovyet inisiyatif sahiplerine dayanarak, onların yurtseverliğini5 Almancada, Friede huzur ve barış; Stahl, çelik anlamına gelir. (Ç.N)711


vurgulayarak, böylece Arndt'ın elinden karşı argümanları alarak bütünuluslara büyük toprak egemenliğiyle ve özgürlük uğruna mücadele etmeleriiçin çağrıda bulunmak amacıyla Vatan Uğruna Savaşı daha büyükbağlamlara taşıyordu. Cümlelerin başka yerlere çekilemeyeceğine iknaolana kadar evirip çeviriyordu onları. Sovyetler Birliği'ndeki insanlarıngözüpekliğinin yarattığı etkiye işaret ediyor ve öteki ülkelerde de mücadeleyegirişme görevinden söz ediyordu. Hiyerarşinin tepesinin zorladığısahte bir birliğe, vasalların birliğine karşı çıkıyor, çalışanların köleliklerinisona erdirme ve ülkelerini özgürleştirme mücadelesi sayesinde yakın gelecektekurulacak olan uluslar ötesi bir birlik olasılığından söz ediyordu.Duman altı odasının kapalı perdelerinin ardında bu denli tüketilmiş fikirleridile getirirken düşünce yöntemindeki olmayacak çelişkilerden sıkıntıduyuyordu. Sadece Sovyet partisine öteki partiler üzerinde hükmetmehakkını tanıdığı izlenimine kapılıyordu. Sonra, Oslo'daki işçilerin greveylemleri, kitlesel tutuklamaların, mahkemelerden çıkan ağır mahkûmiyetkararlarının, idamların gündemde olduğu Norveç'teki olağanüstüdurumun örtbas edilmesi, Belçika'daki kömür madenlerinde sürdürülengrev, Yugoslavya ve Yunanistan'da partizanların eylemleri hakkında haberyaparken Almanya'nın başkaldırı eylemlerinden yoksun olması içinibunaltıyordu. İşçiler faşizmin yükselişine izin vermelerinin bir uzantısıolarak, şimdi de kendi güçlerine de güvenmiyorlardı. İşçiler arasındanbinlercesi, en iyileri imha edilmişti, yüz binler ise kıllarını kıpırdatmayacesaret edemiyordu, ama milyonlarca insanın sessiz kalması dehşet vericiydi.Kuryesi eliyle dağıtmak istediği çağrı metnini önüne çekti. Sadeceişçi sınıfına değil, burjuvaziye de yöneliyor, rejim karşısında ittifak kurmaları,ulusun kurtuluşu için ortak bir cephede buluşmaları için ülkenindemokratik güçlerine çağrıda bulunuyordu. Hâlâ birlik siyasetine inanabiliyorolsaydı, bu sözlerin törenselliği dayanak kazanmış olacaktı. Amaonun açısından bu sözlerin içi boşalmıştı, çünkü her zaman olduğu gibikomünist ve sosyal demokrat yönetimlerde hegemonya sorununun ağırbastığını ve örgütlerin eskiden kalma ve yeniden canlanan zıtlaşmalarıylabencil olmayan bir yapılanmayı engelleyeceklerini biliyordu. Ayrıca Parti'ninyeraltı kadroları da iyice budanmıştı. Önüne ağın çizimini gösterenkâğıdı yaydı. Zindanı gösteren kutunun içine Gali, Nelte ve Hallmeyer'inaltına Steffelbauer, Emmerlich, Gloger ve Grünberg isimlerini yazdı.Kırkbir Mayısında tutuklanmış olanlardı. Bu kutu bir okla, ölüm anlamınagelen başka bir kutucuğa bağlanıyordu. Gali ve Nelte yirmiüç Ocakkırkbirde yargılanmış ve yirmibeş Temmuzda asılmışlardı. Danimarkapolisi yirmidokuz Mayısta Wiatrek'i Kopenhag'da yakalamıştı. MerkezKomite onu, Arndt ve Drogemüller'm verileri doğrultusunda Danimarka'dayeraltında yaşayan başka bir yoldaş için gözden çıkarmıştı. Aynı şekildeParti yönetimi tarafından ihraç edilen Schmeer'm akıbeti hakkındada bir şey bilinmiyordu. Parti'nin yönergecisi Kowalke kırkbir yazında712


Hollanda'dan Berlin'e Uhrig'in yanına gelmişti. Onlar tıpkı, Mett, Weiterve Tomschick, Sieg, Küchenmeister, Harnack ve Guddorf, sosyal demokratlarLeber, Reichwein, Haubach, Leuschner ve Maass gibi işlerine devamediyorlardı. Komünist ve sosyal demokrat hücrelerin ortak yönetimlerininbağlı olduğu Saefkow ve Jacob da görünüşe bakılırsa serbesttiler.Weiter ve Bischoff'tan hiç haber gelmemesi Funk'u tedirgin ediyordu.Onlar Funk'un kişisel himayesi altındaydılar. Onların kaybı sırtında birkambur oluştururdu. Tutukluları hücrelerinde gözünün önüne getirdi.Bakışları kare biçimindeki hapishane binasından avludaki darağacınakaydı. Giyotinin bıçağı yakında yine inecekti. Korkusuyla mücadele ederekbroşüre bir şeyler yazmaya devam etti. Parti'deki duruşunu kaybetmemeçabası içinde, daha yüksek amaçlara hizmet ediyormuş gibi görünen,ama birkaç kez dile getirildiklerinde koflukları belli olan ifadelereyöneliyordu. O da söylemek istediklerinin çoğunu yukarıdakilerin etkilemesineuyum sağlamış bir dille yazmıştı. Görüşlerini paylaşanların, onunsatır aralarını okuyacaklarını umarak teselli buluyordu. Çatışmaların ağınadüşmüş olan, başkalarının ağzıyla konuşan, ama aynı zamanda kendibağımsızlığı için mücadele eden, yılları illegal faaliyetlerle geçmiş olandeneyimli Funk en küçük grupların gerçekleştirdikleri etkinliklerin değerinigörüyordu hâlâ. Kendisi de durum değerlendirmeleriyle bunların bazılarınınkuşatmaya rağmen ayakta kaldıklarını kanıtlıyordu. Doğudakisavaşın ilk aylarında, öldürülen Parti ve ordu yöneticilerinin kaybıylabirlikte Sovyet cephelerinde baş gösteren tutukluktan dolayı dehşete kapılmıştı.Ardından yenilgi tehlikesi, cesaret ve kitlelerin fedakârlıklarıgündeme gelmişti. Dışarıda, karın içinde debelenenlerin kararlılığı ve birliği,önderler katında da var olsaydı neler olmazdı. Özgür ulusların kendileriüzerindeki tasarruf hakkı ve birliğinden söz ediyor, ama yakın çevresindekiparçalanmalar ve bölünmeler yüzünden ter döküyordu. Değişimekatkıda bulunmak istiyordu, öte yandan her cümlesi bağlılığının birkanıtı olmak zorundaydı. Bir zamanlar sosyal demokrat milletvekili olan,bindokuzyüzotuzbirde partiden ihraç edilen, Prag'dan Norveç'e kaçan,oradan da İsveç'e gelen ve Branting tarafından Lângmora'dan kurtarılanSeydewitz'in Arndt'm taraftarı olmuştu. Bir halk cephesinin oluşturulmasıçabalarından bu yana bağlanmıştı ona, aralarında bir düşmanlık yoktu,savaş karşıtı mücadelede çalışanların hangi araçlarla etki altına alınabileceğihakkında onunla hâlâ tartışabiliyordu, ama o Sovyet haber ajansınınmuhabiri olarak Moskova'yla sürekli ilişki içinde olduğundan Arndt'ınbaskısıyla ona zarar verebilecek potansiyel bir bilgi kaynağıydı aynı zamanda.Öylesine kuşkucu olmuştu ki, güven verici bir ses tonu onu başkaniyetler konusunda kuşkulandırıyordu, birbirlerine düşmedilerse bununnedeni dergiye yaptıkları iş yüzünden birbirlerine razı olmaları, birbirlerinikollamalarıydı. Friedemann'ın kapsamlı, ilkesel açıklamaları, tarihselmakaleleri ve Schönerer imzasıyla çıkan savaş operasyonlarının haftalık713


dökümü için ihtiyaç duyduğu malzemeyi topluyorlardı gece gündüz.Glückauf u SeydeWitz'den de daha uzun bir zamandır tanıyordu. Glückaufla Alman parlamentosunda komünistlerin meclis grup başkanıykenBerlin'de birlikte bulunmuştu, Funk'un Parti'de yükseldiği zamanlarda,birlik cephesi mücadeleleri sırasında Saar bölgesi oylamalarında yakınlaşmışlardı,Funk Alman gönüllülerini İspanya'ya gönderme organizasyonundabaşkanlığı üstlenen Glückauf la Enternasyonal Tugaylar'ın dağılmasındansonra Paris'te bir kez daha biraraya gelmişti, dost olabilecekkişilerlerdi, ikisi de işçi hareketini parçalayan hatalardan kurtulmanın zamanıgeldiği kanısındaydı, ne var ki herkes kendi hayatından endişe ettiğiiçin konuşulmayan bir sürü şey aralarına bir duvar gibi girmişti. Bu nedenleFunk onun hakkında da fazla bir şey bilmiyordu, Glückauf sol sosyaldemokratların koruması altında Stockholm'de legal olarak gazetecilikyapmayı başarmıştı, aynı zamanda Lindström takma adıyla Komintern'ingazetesine yazılar yazıyordu, kimden yanaydı, Funk'a lütufta bulunanPieck, Dimitrof ve Ercoli'den yana mıydı, yoksa ona güvenmeyipdüşüşünü bekleyenlerden yana mı. Pek çok Parti oturumundan, yer aldığımeclis grup oturumlarından yola çıkarak ikinci gruptan yana olanlarıancak tahmin edebilirdi, bu toplantılarda tıpkı kendisi gibi eski dünyanınani son buluşundan sonra hapse atılmaktan ve katledilmekten kurtulmuşolanlarla birlikte olmuştu. Onlarla karşılaşmış, onları Lux Oteli'nin koridorlarındaya da Komintern binasının odalarında görmüştü, bazıları dauzaklardaydı, Moskova'daki tasfiyede durumu tehlikeye giren Koenen,Pieck'in müdahalesiyle serbest kalmıştı, şimdi Londra'daydı, Merker iseMeksika'daydı, Ackermann'la birlikte bir defasında Merker'i Troçkist eğilimdeolmakla suçlamışlardı. Oysa Funk'un Merker'e, Politbüro'nun enönemli kişisine tavır almasının nedeni daha çok sendikalist görüşlerin vedönen dolapların bir sonucuydu, Abusch da Meksika'daydı, araları iyideğildi, ama ta Meksika'dan kendisine zarar vermesi imkânsızdı, Dahlemise Fransa'daki gözaltından sonra bir Alman toplama kampına götürülmüştü.Funk'u artık sadece Merkez Komite'de, parti yönetiminde görüşleriönemsenenler bağlamak zorundaydı, ama yine de karşısına çıkanherkesi görevde olup olmadığı, hangi grubun içinde yer aldığı, tutuklamalistesinde bulunup bulunmadığı konusunda değerlendirmek zorundaydı.Parti içinde sürdürdüğü, yazgısının karşısına çıkardığı bu yüksekmercili ve düşmanın tam karşısındaki cephe hattındaki hayatı sürekli,onurun ayaklar altına alınması, işkence görme ve bir köpek gibi öldürülmeolasılığıyla iç içeydi, ama Funk'un ve yirmi yıldır yanlarında yer aldığıbaşkalarının böyle bir hayattan başka bir seçenekleri yoktu, çünkü buhayat onun devrimci düşüncelerine uyan hedeflerin gerçekleşeceğini vaatediyordu. Asıl sorunu ve belayı Parti oluşumunda görenleri desteklememiştihiç, üstün bir güce sahip düşmanla mücadelede biçim arayışlarıvarken bu katı örgütlenme biçimleri ve korkunç çatışmalar da kaçınıl-714


mazdı. Ama sürgünden bu yana kendini ayakta tutma çabası insanın canınatak ettiren bir durumdu, artık en iyi öneriler bile para etmiyor, gayretve kendini adamayla etki elde edilemiyordu, herkesin kanına sahtekârlık,ihanet, hile girmişti ve kimse bunun farkına varmamıştı, kendisininde bilinçli bir biçimde bu özelliklere hizmet ettiğini düşündükçe tüyleridiken diken oluyordu. Funk dürüstlüğüyle tanınmıştı, Dimitrof unsaygısını da bu dürüstlüğü sayesinde kazanmıştı, oysa şimdi Münzenberg'ituzağa düşüren telleri çekmiş, Ulbricht'i açıkça eleştirmemiş, Ulbricht'inkoruması altına girdiğinde Ackermann'ı desteklemişti, halbukiAckermann'ın Komintern'de kendini sevdirmek için gösterdiği gayretkeşliğiçok itici buluyordu, Dimitrof ve Manuilski'nin de onu itici bulmalarınısevinçle karşılamıştı. Malenkov'a gelince, Kremlin'in en diptekiodalarına girebilen tek kişiydi o, Alman Merkez Komitesi'nin ilişkilerihakkında rapor yazıyordu, eleştirdiğim insanlar onu inkâr edecek olsalarondan yana olur muyum acaba diye sorguluyordu Funk kendini. O zamanUlbricht, Ackermann, Florin, Matern dikiliyordu karşısına, kellelerikoltuklarının altında değildi, karşısında gerinip ona sırıtıyorlardı. Aynıtehdit altında yaşayanların arasında olduğu gibi yoldaşça bir sırıtma mıydıbu acaba, yoksa onun sadakatsizliğini bildiklerini gösteren alaycı birgülümseme miydi. Oysa sadakatsiz değildi o. Dışarıdaki hiç kimsenin çalışmadığıkadar Parti'nin güçlenmesi için çalışıyordu Funk. Ama bu güçlenmeonun açısından aynı zamanda Parti'nin yenilenmesi anlamına geliyordu.Bu türden bir hunharlığın bir daha asla baş gösteremeyeceği birortama girmeliydi Parti. Denkel Funk'a yanaşmış, ama Funk onu kendindenuzaklaştırmıştı. Komintern'in yürütme komitesinde Parti'nin temsilciliğiniyapan Denkel ulusalcıydı, rahatlıkla bir Alman ruhundan söz edebiliyordu.Bu noktada Ulbricht'le anlaşamıyorlardı, ama Ulbricht yine deFunk'u bölge yöneticisinin ulusalcı açıklamalarını araştırması için İsveç'egöndermişti. Bu arada, Ulbricht'in Pieck'le aralarındaki gerginlikten sonrakendi grubunu güçlendirmek için Mewis'i yeniden yanma çekip çekmediğibelirsizdi. Glückauf ve SeydeWitz'in saydam olmayan tutumlarıbunun bir işareti olabilirdi. Funk kendilerinden istendiği takdirde herkesinkendi karşısında yer alacağını düşünüyordu artık. Birinci evliliğindenolma iki oğlu Moskova'da tutuklanan Seydewitz Parti'ye sadakatini kanıtlamakzorundaydı. Matern'le ilgili hiçbir haber alamamıştı, onun eskidenkaldığı odada yaşıyordu şimdi Funk. Matern'in gizli yolculuğundanönce ona verdiği raporun Moskova'da nasıl değerlendirildiğini bilmiyordu.Ayrıca Matern'in görüşleri de her zaman tartışmaya açıktı. Stahlmann'ahaber vermeden ona bir rapor vermiş olması kendisinin ve Matern'inaleyhinde kullanılabilirdi. Ama Stahlmann Funk'tan şikâyetçi olmuşolsaydı faaliyetine çoktan son vermiş olurlardı. Stockholm'deki Sovyetler"in diplomatik aygıtından geri dön talimatı almadıkça Pieck'in hâlâonu desteklediğini düşünebilirdi Funk. Ama sadece Pieck'e güvenemez-715


di, Pieck onun Berlin'e gitmesine karşı çıkmıştı, çünkü belki de onun Berlin'dekendi parti merkezini kuracağından korkuyordu. Ayrıca Funk'aboyun eğdirmekte en güçlü araç olarak karısı kullanılabilirdi. Lotte'yi neredeyserehin olarak Moskova'da bırakmak zorunda kalmıştı. Ondan ayrıkalmak, geri dönmeyi kabul etmezse onun başına geleceklerden kaygılanmak,kendisi hâlâ çalışmaya devam edebilse de katlanılmaz hale gelmişbir durumun içinde en ağır yüktü. Ama Parti'den ihraç edilmesi düşünülemezdi,yine de bu olasılığı hiç aklından çıkarmamalıydı. Parti'dekalmak eylemlerini yeraltında gerçekleştiren Funk için hayatta kalmanınön koşuluydu. Yanında sadece Rosner, Stahlmann, Mewis ve Henke vardı.Seydewitz, tıpkı Glückauf gibi serbestçe dolaşabiliyor, karısıyla ve ikiküçük çocuğuyla birlikte oturuyordu, elinde çalışma izni ve yabancı pasaportuvardı. Dışarıdan bakıldığında Glückauf ve Seydewitz dallanıpbudaklanmış iltica olgusunun içinde görünüyor, siyasi olmayan pek çokinsanın, sosyal demokratların ve Komünist Parti'nin üyeleri arasında yeralıyor, siyasi faaliyette bulunma yasağını ihlal ederek kendilerini tehlikeyeatıyorlardı, yine de herhangi bir engelle karşılaşmadan Alman ve İsveçlidostlarla ilişki kurabiliyor, bilgi edinebiliyor, kütüphanelere, bilimselkurumlara girip çıkabiliyor ve etkinlikleri izleyebiliyorlardı. Funk'unbütünüyle kendi dünyasına çekilmiş olması kişiliğinin indirgenmesi sonucunayol açıyordu, bazen kısa süren kış aydınlığı perdelerin arasındansızar gibi olduğunda gece ve gündüz duygusunu yitiriyor, bir hücrede olduğunudüşünüyordu. Tecridin bir tutukluyu nerelere sürükleyebileceğinive sorguların baskısına dayanabilmek için bilincin ancak devamlı biregzersizle nasıl uyanık tutulabileceğini şimdi anlıyordu. Herkesi davalarsırasında gerçek olmayan itiraflara neyin sürüklediğini sorgulamasınagerek yoktu artık. Bunun nedeni kapatılmışlık ve her türlü düşünce alışverişininkesilmiş olmasıydı. Bu noktada hiçbir şey sınanamaz, dışarıdanhiç kimse kuşkularını onların üstünde ölçemezdi. İnsan zindanda anlaşılmazbir şeyi kabul etmeye hazır oluyordu, böyle bir durumda kavranamazolan birden kavranabilir hale geliyordu, sonra çılgın varsayımlarınıhaklı olduğu yolunda destekleyen birisi çıktığında büyük bir hafiflemehissediyor olmalıydı insan. Eğer adaleti benim gözümde tartışılmaz olanbir devlet benden şikâyetçi olursa, diyordu Funk kendine, buna karşı çıkamam,çünkü eğer bunu yaparsam benim için şimdiye kadar en yücehakikat olan her şeyi silmiş olurum. Devleti haklı çıkararak kendimi haklıçıkarmış oluyorum. Eğer inkâr edecek olursam ayaklarımın altındakizemini yok etmiş olurum. Eğer sonunda itirafta bulunursam bunun nedeniyalnızca bu aşılması güç kapalılıktan çıkabilmek ve uğruna yaşamış olduğumşeyle yeniden bütünleşebilmek olur, diye düşünüyordu. Ayağafırlayıp yüksek sesle kendi kendine konuştu. Eğer Parti beni atarsa o zamanParti'ye yapmış olduğu hataları söylemekte duraksamam. Kapıyakoşup kulağını ahşaba dayadı. Frithiof'un kız kardeşi Elvira Gustafs-716


son'un evinde sessizlik hâkimdi. Yalnız yaşayan kadın gündüzleri Kornhamnstorg'dakibir birahanede kasiyer olarak çalışıyordu, iki oğlu da fırıncıRolf ve itfaiyeci Lars akşamları dönüyorlardı eve. Yola çıkma emrialsam da buna uymam, diye düşünüyordu Funk. Yerine geçip kâğıtlarınarasına gömüldü ve yazmaya devam etti. Funk'un gönüllü tutsaklığıylalegal sürgünlük arasında Warnke ve Verner yer alıyordu, onlara şimdi deWagner ve Sager eklenmişti, gerçek bir hapishanenin sürgülü demir kapılarınınarkasındaydılar, siyasi düzlemin aşağıdaki ve yukarıdaki katmanlarındankopartılmışlardı. Mewis hayat arkadaşıyla birlikte oturuyor,penceredeki tül perdelerin arkasında durup kadının kızını pusetiyle gezmeyegötürüşünü izliyordu, Disponent Caddesi'nden aşağıya doğru iniyorlardı,Lux Fabrikası'nın yanındaki parka gideceklerdi. Hanna Gustavsson'unyanında oturan Henke dikkatle Döbeln Caddesi'ndeki altmışnumaralı evin kapısından çıkıp çıplak dallara konmuş kuşlara ekmek kırıntısıvermek için Vanadis Tepesi'ne yöneliyordu. Stahlmann ise hep yollardaydı,bütün saklananları tanıyan tek kişi oydu, Arndt'a, Rosner'e yada Funk'a gidiyor, gittiği yerde her gün saat tam yarımda İsveç haberlerini,saat birde Alman haberlerini ve saat ikide kısa dalgadan çıkan Sovyethaberlerini dinliyordu. Kendisi masayı donatırken yoldaşların ulusal meseleyüzünden niye birbirlerine girdiklerini anlamıyordu. Müsveddeleribir kenara iterken tek bir ulusal mücadeleden, Sovyetler Birliği'ndeki özgürlükmücadelesinden söz edilebileceğini, çocuklardan yaşlılara kadarbir tek oradaki halkların ayaklandığını, yirmi beş yıl önce bir tek oradaherkesin ortak bir eylem içinde kenetlendiğini, bir tek orada insanlarınkendilerini feda etmekten çekinmediklerini, bir tek orada kimsenin acılardan,sıkıntılardan korkup kaçmadığını, her yerde, öteki Avrupa ülkelerindesadece yenilmek istemeyen bir azınlığın Sovyet halk savaşını yıkmakistediğini, ancak saldırganlar ortadan kaldırıldığı takdirde uluslarınkurulabileceğini söylüyordu. Beni arayanlar Horn Caddesi'nde, Ring Sokağı'runköşesinde bulabilirlerdi. Evrak çantasında taşıdığını belgeleribekleyen birileri oluyordu hep. Bir yerlerdeki sığınağında çiziktirerek, tasarlayarak,yırtıp atarak bekleyen birisi vardı sürekli, bizler de yolları katediyor,satın alınmış gazetelerin ve kitapların dağıtımıyla, yorumlarıniletilmesiyle, müsveddeleri Parti'nin Kung Caddesi'ndeki matbaasına götürmekleuğraşıyor, çevremize bakmmıyor, hiç istifimizi bozmadan gözetimaltındaki kentin sokaklarını arşınlıyor, vitrinlerin önünde durup paltomuzdakikarları silkiyor, elinde dosya, çanta, bohça taşıyan başkalarınınarasına karışıp tramvay duraklarında dikiliyorduk. Sendika binasındadil alıştırmaları yapmış olduğum Norra Bantorget'de geçirdiğim günlerdeyazmayı çok büyük eksiklerimin olduğu bir zanaat olarak görüyordumhenüz, Weser'deki yan yana evlerin arasındaki küçük bahçelerdenbirinin koruluğunda Berthold Merz'le birlikte taş kalemi oynatmak içinyaptığım ilk denemelerde de çok endişeli ve telaşlıydım, ama artık ara-717


dan çok zaman geçmişti, yirmi yıl sonra artık nasıl öğrendiğimi bile unuttuğumbir beceriyle yazabiliyor ve okuyabiliyordum. Bu süreç içinde dilkatmanları arasında ayrım yapmayı da öğrenmek durumunda kalmıştım.Sözgelimi siyasetin kullandığı, bir zamanlar insani fedakârlık olan her şeyitüketen ve umut dağıtan bir sözcükler dünyası vardı, sözgelimi haberlerinborsa haberleri gibi, çabaların çıkan rakam grupları halinde sunulduğu,yaşayanların karşısına ölülerin, işgalcilerin karşısına kendini savunanların,saldırganların karşısına kaçanların konulduğu, kentlerin, dağlarınve denizlerin adları hızla akıp geçerken çığlıkların, inlemelerin, kanayanbedenlerin eriyip yok olduğu bir dil vardı, bir tarafta sahtekârlıklarınarasında yolunu şaşırmış ve bunları kendi parçaları haline getirmiş olanlarınkahredici bir dili vardı, diğer tarafta benim sessizlik içinde üzerindeçalıştığım dil vardı, sözcüklerini bulup çıkarması en zor dil. Annemin dilegetirmeye çalıştıkları ve somuta yaklaştıkça incelen ve çaresizleşen, dokunurdokunmaz unutulmaya yüz tutan şeyler bu dilin bir parçasıydı. Veannemin fısıltılarında bizi büyüleyen her şey özünü yitirmiş gibi görünüyordu,ben onun yaşadıklarını anımsamak istediğimde, annemin hayatınısöndüren korkunç devi gözümde canlandıramıyordum şimdi, sayısız insanınbaşına gelen olayların zayıf bir yansısı görünüyordu sadece, ve anneminson sözlerinden geriye, sanki sadece bir açılış yapmışcasına kederlibirkaç çizgiden ve gölgeden başka bir şey kalmamıştı, bizim katkılarımızaihtiyaç duyan bir modeldi belki de bu, böylece daha büyük olanı,bütünün başlangıcını kavrayabilirdik. Ama asıl sorun buydu zaten, nasılbütünü kavrayamıyorsak burada da kavranamaz bir şeyle karşı karşıyaydık,bütünü kavramak görevimizdi, ama içinde bulunduğumuz durumlabaşa çıkabilmek, yolumuzu bulabilmek için onu bölgelere indirgemek, sınırlandırmakzorunda kalıyorduk. Kaynaktan, köklerden gelen bir dil dahavardı bu arada, düşlerin diliydi bu. Bu dil sözlere dayalı değildi pek,çoğunlukla imajlardan oluşuyordu, daha henüz konuşmayı bile öğrenmediğimizbir zamanın içinden geliyordu onun sesleri. Bu dilin içindekipek çok şeyi sezgiler ve duygular belirliyordu, ama bunların kesinliği olmadığıiçin bu dilin içinde şaşkınlık, dehşet, sevinç ve gözyaşı dalgalanmalarıiç içe geçiyor, meydana getirilen ve yeniden eriyip gidiveren biçimlendirmelerasla birbirlerine benzemiyor, sadece gizli benzerlikler taşıyorlardı,bu benzerlikler insanı heyecanlandırıyor ve sürekli karşılaştırmalaryapmaya sürüklüyordu. Beynimin, bahçelerdeki sarmaşıkların herbir otunu, her bir yaprağını algılıyor olması özel bir anlam taşımıyor, varlığıalgılamanın yoğunluğu, imajın ışık saçan gücünde dile geliyordu, tıpkıduvarların, cılız armut ağacının, çamaşırların asıldığı direğin zihnimenakşolması gibi, Horn Caddesi'ndeki her şey de olağanüstü açık seçikti,taşıtlar ve gelip geçenler soğuk havanın içine keskiyle oyulmuştu sanki.Haga Parkı'ndan gelen Üç Numara çıngırdayarak Högalid Kilisesi yönündeyanımdan geçti, karşıdan da On Numara geliyordu karların ara-718


sından kayarak, eklüzü geçip, Skeppsbro, Kungstrâd Parkı, Humle Parkı,stadyum boyunca ilerleyip Ropsten yönüne devam edecek, Lidingö Köprüsü'ndengeçecekti, insanların buzlanmış camlara hohlayarak açtıklarıdeliklerin ardında yüzleri parlıyordu. Saat üçe beş vardı. Saat tam üçtebuluşma noktasında olacaktım, o zamana kadarki dakikalar giderek kısalancadde kesitiyle, evlerin cepheleriyle, beşinci katlara kadar çıkan penceredizileriyle doluyordu. Bir mensucat dükkânı Lido Sineması'yla bitişikti,sinema girişinin üzerinde bir gölgelik ve duvarda Charles Boye'ylePaulette Goddard'ın bana gülümsedikleri camekânlar vardı. Onun yanındakikemerli vitrinler boştu, arka taraftaki lokallerde tadilat vardı, kuaförEva ve manav Lundström doksan altı numaradaydı, ara kata kadar yükselenduvar ayaklarıyla çevrilmişlerdi. Karşıda yetmiş beş numarada birdemir eşya dükkânı vardı, hemen onun yanında da elektronik firmasıSvea, firmanın satış reyonları bütün bodrum katını kaplıyordu. Duvarlarburada büyük taş bloklarıyla yapılmıştı, üst katların pencereleri pervazlıydı,çatı köşelerinde süslemeli bir çıkıntıyla desteklenmişti. Bölgenin geçenyüzyılın ortalarından kalma son alçak binası daha zengin süslemelerle,pencerelerin üzerindeki zambak biçimli demir aksamla bezenmişti,burada bir eczane vardı, adını da aldığı kunduz kemerli kapının altındaydı.Ring Sokağı'yla Horn Caddesi'nin kesiştiği noktadaki yüz iki numaralıev de geçmişte kalmış bir yapı anlayışının cumbaları ve payandalarıylabezenmişti, manifaturacı Ivar Johnsson'un vitrininde iplikler, dikiş gereçleri,çoraplar ve iç çamaşırlar yan yana dizilmişti. Evlerin cephelerinin yolunsonundaki inşaat iskelesine kadar uzandığı noktada beklerken Hansson'u,Parti'nin genç görevlisini bana doğru gelirken gördüm. Yakınımızdakimsecikler yoktu. Kar yağışı azalmış, batmakta olan güneşin kızıl ışığıgörünür hale gelmişti. Vitrindeki peçetelere bakarken pencerenin kenarınayasladığım dosyayı sol elimle tutuyordum, Hansson sağ eliyle dosyayadavrandı, birkaç saniye yanımda durup elindeki dosyayla HornCaddesi'nde yoluna devam etti. Dosyada Funk'un, bu defa Wegner adıylaRosa Luxemburg'un ölüm günü anısına kaleme aldığı ve son düzeltmeleriçin kendisine gönderilecek olan bir makalenin notları vardı. Bu dayine kendi içinde çok tartışmalı, cesaretle, korkaklıkla, zorlama bir tarihanlayışı ve kaçınılmaz tahriflerle dolu bir çalışmaydı, devrimci Luxemburg'unadını anımsatmak bir cüret olabilirdi, Funk onun ödünsüz duruşununhakkını verebilirdi, ama Luxemburg, hayattayken ateşli bir biçimdeeleştirdiklerinin hizmetine girmiş oluyor, böylece adına leke sürülüyordu.Ama belki de onun adından söz etmek bile yeterliydi, Luxemburg'unadı hayatta kalmayı başaran öteki arkadaşlarıyla birlikte yıllarönce Parti'den silinmişti, onun hakkında kısa da olsa bir şeyler yazmak,bindokuzyüzonsekiz Aralığında Parti'nin kuruluşu sırasında onun yanındaolanları ima etmek anlamına geliyordu, adına leke sürülenleri, ihraçedilen ve öldürülen Spartakistleri, bir Brandler'i, bir Thalheimer'ı,719


Knief i, Flieg'i, Eberlein'ı, Remmele'yi veya Frölich'i, bu çevreden sadecebir tek kişi kalmıştı geriye, o da Pieck'di, bu küçük yazıyı yazmaya daFunk'u eski muhafızlardan geriye kalan tek kişi olarak ve Parti başkanı sıfatıylaPieck teşvik etmiş olmalıydı. Gençlik Derneği'nin başkanı SolveigHansson altın kaplama kunduzun boy gösterdiği binanın ardında gözdenkaybolduğunda, ben de paltom için birkaç düğme almak üzere manifaturacıyagirdim. İplik seçmekte olan kadınların arasında bekledim. Hansson'undosyada taşıdığı makalede Funk'un dile getiremedikleri RosaLuxemburg adının anılmasıyla belirginleşiyordu, karısı, kızı ve oğluylabirlikte vurulmak üzere götürülen Remmele, ağır hasta Eberlein'ın darağacıodasına sürüklenişi, Münzenberg'in uyarılarına rağmen bindokuzyüzotuzyedideMoskova'ya giden Flieg'in sonu, yirmili yılların sonundaParti'den ihraç edilenlerin ortadan kaybolması, aralarından sadece Thalheimer'mHavana'ya, Frölich'in de Londra'ya kaçmayı başarması. Luxemburg'unbütün arkadaşlarının sürülmesi sadece gözü dönmüş siyasi güçmücadelelerini, gaddarca bir saygısızlığı anımsatmakla kalmıyor, aynızamanda aklın içine düştüğü dehşet verici çılgınlığı da anımsatıyordu.Çünkü tuzağa düşmeyecek uyanıklıkta olanlar rejimin elinden kurtulmayıbaşarmış, ama Parti diktatörlüğünün ilk kurbanları olmuş, mücadeleninen iyi isimleriydi. Korkunç olan, kültürün özgürleşmesi misyonunutaşıyan Parti'nin yaratıcı düşünürlerini yok etmesi ve şablonların geçerlikılınmasını sağlamasıydı. Luxemburg'un çevresinde toplanmış olanlarinsanın iyi yeteneklerini geliştirecek olan bir devrimin sözcüleriydi,faşizmin sanatın ve edebiyatın incelmiş başarılarının tepesine çökmesi gibi,komünizmin merkezi de entelektüellerin imhasını tertiplemişti. Tretyakovbarbarlığın çiğneyip geçtiği pek çok insandan sadece bir tanesiydi,ve Luxemburg'un çizgisini izleyenlerin etkili olmasına izin verilmiş olsaydı,Funk'un eli kolu bağlı anlattıkları da başka türlü olurdu. Luxemburg'unadını dergisine koymakta Enternasyonal'in ne çıkarı var, diye soruyordumkendime. Merkez Komite tarafından Luxemburg'un yapıtlarınıyayınlamakla görevlendirilen Frölich bindokuzyüzyirmisekizde sağsapma gerekçesiyle Parti'den atıldığından bu yana, ne Luxemburg'danne de yaptığı işlerden söz edilmişti, bu arada Frölich arşivler kendisinekapatılmasına rağmen onun hakkındaki ilk biyografiyi yazmış, savaş patlakvermeden kısa bir süre önce Fransa'da sürgündeyken yapıtı tamamlamışve geçen yıl İngiltere'de yayınlamıştı. Funk'un yapmak istediği İsveç'tekiokurların dikkatini de bu günlerde Sandberg Kitabevi'nin vitrinindeduran Frölich'in yapıtına çekmekti, Funk belki de kendi anlatımını,kitabın kapağındaki karanlık, keskin yüz hatlarıyla, miğfere benzeyen topuzuylaLuxemburg'u Parti'yi yeniden hayata döndürmek üzere geri kazanmamızgerektiğini söylemek için yeterli buluyordu. Ama Merkez Komite'nin,Almanya'daki devrimci gelenekleri hatırlatmanın zamanı geldiğinidüşünüyor olması daha muhtemeldi, işçi askerler kuşağından kalan720


azılarının hâlâ tanıdığı Luxemburg bu amaca hizmet edebilirdi. Satıcı kızınsesiyle yerimden sıçradım. Tezgâha yaslanıp düğmeleri karıştırmayabaşladım. Paltomdaki eksik düğmelerle tekrar sokağa çıktım, birisi banadoğru geliyordu, gözleri bana yöneldiği anda yüzü yamru yumru olupkanlı bir kiste dönüştü.Kızıl karın içinde ilerliyordu, tramvayın ahşap bankından tepede inşaathalindeki hastanenin dev bloklarını görüyordu, inşaatın pencereoyuklarında keskin ışıklar, vinçlerin ve iskelelerin arasında projektörlervardı. Hareket için kolu çeken sürücüye doğru el sallayarak koşmuş, şoförde otomatik kapıyı açıp onu bindirmişti. Dört Numara sallanarak betonduvarlar boyunca ilerliyordu, Skanstull'daki mağaza da çatlak kayalarınve yeni köprünün kazıklarının üzerinde yükseliyordu. HammarbyLimanı'nın üzerindeki park durağında ışıklar seyrelmiş, evler kararmıştı,ve aydınlık vagonun terk edilmesinden sonra, Gotland Caddesi'ne çıkanSödermanna Caddesi'ndeki yürüyüş sırasında alacakaranlığın boyadığıgökyüzü artık ışıktan kamaşmayan gözlere açık seçik kendini gösteriyor,kiralık evlerin içinde karaltılar seçiliyordu. Gotland Caddesi'nin son mahallesindesadece küçük dükkânlar aydınlıktı, kunduracı Brostedt ayakkabılarıntabanlarına çekiciyle vuruyor, çamaşırcı Anna Eriksson çamaşırlarıçitiliyor, Olsson'un kır saçları ekmeklerin, şişelerin, ve konserve kutularınınarasından görünüyor, tütüncü Helander sigara paketlerini düzenliyor,yetmiş altı numara A Blok'un girişinin hemen yanındaki berber AtlasWulf pencerede durmuş müşteri bekliyordu. Kadın, berberin bakışlarıona takıldığında Katarina Ban Caddesi'ne doğru bir iki adım ilerledi, caddeninçıplak ağaçlarının ardında tenha, çiğnenmiş karın yüzeyinden yerdenbitercesine ilkokul yükseliyor ve eski ahşap evleriyle daha uzaktakiBeyaz Dağ zar zor seçiliyordu. Kadm arkasına dönüp baktı, cepheye iyiceyaklaşarak giriş kapısına geri döndü ve hızla içeriye girdi, merdivenleriçıkıp Gustavsson isminin yazılı olduğu kapıyı daha önce kararlaştırıldığıgibi üç kez çaldı. Koridorun sağ tarafında avlunun üstünde halı dövmekiçin bir balkon vardı, avlunun etrafı yangın duvarlarıyla ve isli atölyelerleçevriliydi. Kapı açıldı, aydınlatılmamış dehlizde Svensson adıyla anılankişi belirdi, bir el işaretiyle kadını cadde tarafına bakan odaya çağırdı,odanın ortasında, tavan lambasının ipek şemsiyesinin tam altında büyük,yuvarlak, kâğıtlarla kaplı bir masa vardı. Ona geldiğinde Svensson'unkadınla hiç konuşmaması onu şaşırtmıyordu, karşısında Alman partisininyöneticilerinden birisi olduğunu biliyordu kadın, ona soracak bir şeyiyoktu, sadece yanında getirdiklerini ona vermesi ve onun iletmek istediklerinide ondan alması gerekiyordu. Eliyle iskemlelerden birisini gösterdiSvensson, kadın oturup Svensson'un dosyadan çıkardığı kâğıtları gözden721


geçirmesini bekledi. Eğer Svensson onu bir konuşmanın içine çekseydibunu rahatsız edici bulacağını biliyordu, hiçbir şey bilmek istemiyordu,sadece bir emir eriydi o, onu bu sığınağa getiren adımları inkâr ederdi.Yazı yazanın üstündeki püsküllü avize kahverengiydi, odadaki her şeygibi. Her şey yanmış, kömürleşmiş gibiydi. Bir şeye benzemeyen bir kanepe,duvara yaslanmış birkaç dolap. Perdeleri çekilmiş pencereleri aşacaken ufak bir ses gelmiyordu sokaktan. Burada kişisel şeylere yer yoktu,yine de kadın, dosyayı geri verirken Svensson'un ellerinin nasıl titrediğinigördüğünde ona kişisel bir söz söylememek için zor tutmuştu kendini,tedirginlik içinde adamın hasta görünümlü solgun yüzüne baktı, amaSvensson yeniden masaya döndüğünde kadın selam vermek için ya dahoşçakal anlamında elini şöyle bir kaldırmakla yetinip dosyayla odadançıktı, alacakaranlıkta merdivenleri inip dışarı çıktı, sonra bir kez dahaberber dükkânın önünden geçmemek için sağa döndü, bindokuzyüzkırkikiOcağının kenti bizim için savaştaki bir kentti, kabuklaşmış karlarınarasındaki gazete bayilerinde isimleri sürekli değişen kentler bu kente sızıyordu,sıradan günlerin her biri bizim için nabızların yükseldiği, soluklarınsıklaştığı bir savaş günü, karda bir düşüş, yumuşak bir sönüş günüydü.Kimsenin katettiği yolun hedefinden korkmaya ihtiyaç duymadığıbu kentte oradan oraya sürükleniyorduk, bu topraklarda savunulmayan,suç işliyormuş gibi sırtımızda taşıdığımız bir meseleye hizmet ederkenher an kaçaklığa hazırdık. Ve bu kentte yabancı olsak da, gizli birlikteliğimizlekurulmasma katkıda bulunduğumuz çok uzaklardaki bir şeyeait olsak da, sokaklarda savaş alanlarını açık seçik görüyor, duvarlara dokunuyor,onların kayganlıklarını ya da pütürlerini zihnimize kazıyor, büyükkapılardaki isim levhaları içimizde tutuşuyor, kapı tokmaklarını bütünsertliğiyle elimizde hissediyorduk, bizden başka hiç kimse pencerelerebizim baktığımız gibi bakmıyordu. Evlerin numaraları ve adları, sokaklevhaları, saat göstergeleri hayatımızı kaplamıştı, bir işaretten diğerinehareket edip duruyorduk, bir buluşmayı kaçırmak, bir adresi unutmak yada keyfi davranmak hayatımızı yıkmak demekti, bu bekleme ve hesaplama,bu sayma, saate yönelen bakışlar, yakınımızdaki insanların davranışlarınıalgılamak için dört yanı kolaçan eden gözler, dosyaların iletilmesiiçin kısa bir süreliğine yan yana gelişler, bir sokak boyunca yapılan yürüyüşler,evlere girişler, kapı önlerinden ayrılmalar, başkalarının kayıtsızkaldığı, onlar için çok sıkıcı olabilecek bütün bu şeyler bize olağanüstübir gerginlik ve heyecan yaşatıyordu. Tam da bunun için, hiç kimseylebunları konuşamadığım için bakışların bir kapı numarasından ötekinekayması, yolumuza çıkanlarla çarpışmak öylesine güçlü bir duyguyla yaşanıyorduki, düşünceler sürekli bir sarsıntının içine düşüyordu. Birsandalyede kıpırdamadan oturulan anlar o sırada içinde bulunulan daireninplanını zihne kazımakla geçmişti, masada yazı yazmakta olan kişininkaldığı yerin yanındaki odada, mutfaktaki bankı yatak haline getirmiş722


olan ev sahibinin oğulları kalıyordu, onlar gelmeden önce terk etmeliydiburayı, oda, mutfak kapısı açık duruyordu, avluya bakan pencerenin ardındakikaranlık artacak ve erken bastıran, mor mavi bir geceye dönüşecekti.Spor giyimli, kısa sarı saçlarına bir kasket takmış olan SolveigHansson'la sık sık karşılaşmıştım ben, o da Fleming Caddesi'nin yukarıtarafında, caddenin Stadshagen yamacıyla kesiştiği yerde oturuyordu.Avluyu, komşu evlerin çıkışlarını kullanarak bodrum katındaki otuz dokuznumaralı odasından kolayca Friedhem ya da Arbetar Caddesi'ne kaçabilirdi,ve baskı örneklerini matbaaya vermek için Kung Caddesi'ndekiParti binasının kapısından içeriye adım atmak hep bir tuzağa yaklaşmakgibiydi, şimdiye kadar yakalanmamış oluşunun bir tür hayatın cilvesi olduğunudüşündü bir kez daha. Steffelbauer'in, Emmerlich'in, Gloger'inve Grüneberg'in on Ocakta ölüme mahkûm edildiğini öğrendikten sonra,İsveç polisinin Alman'yaki yeraltı hareketiyle bağlantı yerlerimizi ortayaçıkarabilmek için daha sıkı bir çaba harcadığını da biliyorduk. Stahlmannbile kendini fazla ortaya atmıyordu artık, Hansson ise Funk'u ziyaret etmeizni olan tek kişiydi, Tıpkı Rosner'i bir tek benim ziyaret edebilmemgibi. Rosner'e giderken Nortull Caddesi'ni kullanıyordum. Rasathane tepesindeDrottning Caddesi'yle birleşen ve böylece kentin iç kısımlarındaboydan boya bir damar gibi uzanan bu uzun caddenin insanı içine çeken,kendine özgü bir derinliği vardı. Strindberg'in gençlik yıllarını burada,tepedeki çiftliklerde geçirdiği zamanlarda Oden Meydanı'nın öbür tarafındabahçeler ve otlaklar uzanıyordu, sonra gümrük binalarının yanınayol boyunca tuğla binalar yapılmıştı, bunlar Strindberg'in de gezintilerisırasında gördüğü binalardı hâlâ. Meydanın ortasındaki gazete bayisindenher gün cephelerdeki durum değişikliklerini bildiren gazeteleri satınaldım. Almanlar Ukrayna'da Şukov'un ordularından kaçıyordu, Kırım'dageri çekilmişlerdi, Brjansk'da sokak çarpışmaları devam ediyordu,Taganrok temizlenmişti, bunlar olup biterken ben, Strindberg'in ailesininoturduğu evin yerine inşa edilmiş olan Hamburg Biracılık'in önünden geçerkenkemerli yüksek pencerelerin ardında bakır fıçıların parladığını görüyordum,Hongkong Japonların elindeydi, Singapur alevler içindeydi,Japonlar Tayland'ı almıştı, Japon donanması Filipinler'e yaklaşıyordu,bunlar olup biterken ben Nortull Hastanesi'nin, sanki kapıları hiç açılmayanve bütün ziyaretçileri geri çeviren, içinde terk edilmişlerin, ölümübekleyenlerin yattığı bu karanlık binanın ve sokağın öbür yanındaki kapısındabinsekizyüzyetmişdokuz tarihi yazan, mızrak biçimli bir çitleçevrilmiş olan dullar evinin önünden geçiyordum. Alman birliklerinin kışsavaşı için yeterince teçhizatları yoktu, Batı'da olduğu gibi hızla zafer eldeedeceklerini düşünmüşlerdi, kadınlar eldiven, bileklik ve çorap örüyorlardı,Timoşenko Donets Havzası'nda taarruza geçmişti, Üçüncü Reich 'tageniş çaplı bir seferberlik başlatılmıştı, Amerika hummalı bir faaliyetiçinde hazırlık yapıyordu, ve ben Matteus İlkokulu'nun cephesindeki723


yazıyı okuyordum, yazı okul için değil, hayat için çalışmamız, vatanımızısevmemiz ve onun onuru söz konusu olduğunda ölmemiz gerektiğinisöylüyordu, Dnyepropetrovsk'taki mücadeleler bana Cueva la Potita'dabir Kasım akşamı yaptığımız bir sohbeti anımsattı, sohbetin konusu barajınyapımı ve bundan duyulan gururdu. Finlandiya'da iki taraf da ağırkayıplar vermişti, karın içinden cesetlerin donmuş kolları ve bacaklarıyükseliyordu, Alman sevkıyat trenleri İsveç'in içinden geçmeye devamediyordu, benim tam karşımda ise sivri damları bacalarla taçlanmış, sarırenkli ikiz gümrük binaları vardı, Nortull Caddesi'nin sonuna gelmiştim,buradan demiryolu köprüsünün altından Haga'ya giden yola çıkılıyordu,Strindberg'in de yolunun sonuydu burası. Otuzbir Ocakta, her cumartesigünü yaptığım gibi Nortull Meydanı'na doğru yola koyulmuştum, oradaöğleden sonra saat beşte Stahlmann'la buluşacak ve ondan Rosner'e götüreceğimmalzemeyi alacaktım. Üç numaralı tramvay durağmdaydım, arkamdaStrindberg'in henüz yazmaya başlamadığı zamanlarda ıhlamurağaçlarının kapladığı derbent, önümde uzaklarda Haga Parkı ve Strindberg'inyattığı mezarlık vardı, birden hayatın akışı, geçmişten geleceğegeçiş duygusu sardı içimi, burası, kentin sınırı benim için de yazarın yolayrımına geldiği duraklardan birisini oluşturuyordu, başkomutan vekilibeni gümrük binalarından birinin içindeki küçük kafeye çektiğinde dehâlâ bu düşünce vardı aklımda. Yapmak istediklerimiz gerekliydi, buradabir kuşku, bir soru işareti yoktu, yine de sohbetimizde başka bir şey seziliyordu,sona erdirilmesi gereken bir dünya. Bir önceki akşam Berlin'dekiSpor Sarayı'ndan Avrupa'ya yayılan nutuktan cümleler alıntılıyorduStahlmann dalga geçerek, saldırı pozisyonundan savunma pozisyonunageçmeyi gerektiren şey Ruslar değil, kış koşullarıymış, kaybedilenler ilkbahargeldiğinde yeniden geri almacakmış. Üstünde küçük abajurların veçiçekli vazoların bulunduğu tahta masalarla donatılmış bu küçük mekândakahve fincanının üstüne eğilerek güldü Stahlmann, sonra yeniden ciddileşerekRosner için hazırladığı paketi bana verdi. Bir dahaki sefere, hattaiki hafta sonraki buluşmaya da gelmezse kaygılanmamamı, eğer başkabir talimat almazsam sözleşildiği gibi yine buraya gelmemi söyledi. Kısabir süre önce Drottning Caddesi'ndeki havuzun kabininde giysilerininarandığından kuşkulanıyordu, ayrıca yüzerken başına tuhaf bir şey gelmişti,içini çekti ve kısık gözlerle bana baktı. Buharin'in suyun içinden çıkankafasıyla karşılaşmıştı, Buharin bir defasında onu Stockholm'de ziyaretettiğinde, bindokuzyüzonaltı Nisanında tutuklanmış ve üstünden sulardamlayarak götürülmüştü. Ona en zor gelen şey ise yüzmekten vazgeçmekti,havuzun bahçesinde yürümek, fıskiyeli havuzuyla, heykelleriyle,fayans süslemeleriyle kentin içindeki bu vahada bulunmak çok hoşunagidiyordu. Birbirimizden ayrıldık, onu geniş kesimli paltosununiçinde yapılı omuzlarıyla, başı açık, elleri cebinde Haga'ya yönelene kadarizledim. Hagalund'a doğru yürüyordu, o sıralar Rosstigen'de yedi724


numarada İsveçli bir kadın yoldaşın yanında yaşıyordu Stahlmann. Buradaeski moda mobilyalarla döşenmiş, camlı bir verandası ve küçük birbahçesi olan keresteden yapılma işçi evlerinden birinde, Maja Holm'ünyanında sığınacak bir yer bulmuştu Stahlmann, kaldığı yeri kimse bilmiyordu.Katetmesi için onu bekliyordu geniş cadde, soldaki tepede kızılçamların arasından Karolin Hastanesi'nin yeni binaları yükseliyordu, sağtarafa, bir sirk Brunsvik Gölü'nün kenarına çadır kurmuştu, kazıklarabağlanmış bir devenin yan gözle izlediği göstericiler renkli arabanınönünde tabakları havaya atıp tutuyorlardı, bir palyaço ellerini ateşin üstündegezdiriyordu, Kraliyet Parkı'nın karşısındaki mezarlıkta karın içindenmezar taşları yükseliyordu, saksağanlar ağaçların iskeletlerinde kanatçırpıyordu, patikalardan birinde siyah giyimli insanlar belirmişti,Stahlmann artık izlenemeyecek kadar gözden kaybolmuştu, artık arabalarona yaklaşamazdı, dümdüz caddelerin bulunmadığı noktalarda, darsokaklarda, merdivenli yollarda, çitlerin, hendeklerin, işçilerin boş zamanlardatahta oymacılığı yaptıkları, bahçelerinde elma ağaçlarının bakımıylauğraştıkları, çiçek tarhları kazdıkları evlerin arasında gözden kaybolacak,eğri büğrü küçük sığınağına girip gece boyunca sıcak şömineninbaşında Maja'nın ona kütüphaneden getirdiği Candide'i okuyacak ya daBalzac veya Zola'dan bir şeyler karıştıracaktı. Burada da duvarlarda kayınağaçlı ve kuğulu resimler vardı, bir defasında Maja'ya bu resim müsveddelerinikaldırmazsa başka bir yere taşınacağını söylemiş, ama Majaonun söylediğini yapmaya yeltendiğinde sözünü geri almış, eğer çok istiyorsabeyaz ağaç kabuklarının ve kuş tüylerinin yerinde kalabileceğinisöylemişti. Kel kafalı, pipo içen yaşlı pos bıyıklının resmi de daha iyi sayılmazdı.Hayatını artık Hensel'in bu kurabiye evinde geçirmek zorundakalmasının, gözlerden uzak yaşamaya karar vermenin bedeli olduğunudüşünüyordu. Ve kendini birden Ebro'da bir dağ yamacında gördü, tabancayıbir Tugay subayının ensesine dayamış ve tetiği çekmişti, adamyere yığılmıştı, onu tek başına ölüme mahkûm etmişti, düşman karşısındaduyulan korkaklık yüzünden. Korkaklık. Sinirleri ona ihanet etmiş,uluyarak ağlamıştı, eve gitmek istiyordu. Hagalund'e giden sokağa saparken,ileri, diye şarkı söylüyordu, ileri, Enternasyonal Tugaylar uygunadım yürüyerek, bayraklar yukarı, diye şarkı söylüyordu, dayanışmanınbayrağı yukarı. Uppland Caddesi'ndeki pencerede selülitten flamingonunduruyor oluşu, demek ki Rosner'in hâlâ odasında oluşu, sanki daireninboşaltılmış olacağını bekliyormuşum gibi beni epey şaşırttı. OndanFunk'un son makalesini, Kızıl Ordu'nun onuruna yazdığı makaleyi aldım.Dillere destan olan Ordu Lenin ve şimdiki Ulu İnsan tarafından kurulmuştu.Onun asıl kurucuları hakkında tek bir söz geçmiyordu yazıda.Bu yazıyı hemen matbaaya verebilmesi için Hansson'a iletmek durumundaydım.Sovyet ülkesinin sadece köyleri ve kentleri yıkılmakla kalmamış,aynı zamanda tarihi de yerle bir edilmişti, yine de yaşlı münzevinin yüz725


ifadesinde benim itirazlarımı anlamayacağını, onun artık sadece hayaletlerinarasında bir mücadele yürüttüğünü, günün birinde hesap vermekzorunda olacağımız şeyden bihaber olduğunu gördüm. TahriflerinFunk'u da gerçeklikle ilişkisini yitireceği ölçüde duyarsızlaştırıp duyarsızlaştırmadığınısorguladım, yoksa Friedemann adı başkalarının buluşumuydu. Stahlmann söylenen yalanları ve tasfiyeyi hareketin kendini korumasıiçin mubah sayarken, Hodann Batı cephesinin hizmetine girmeklebütün saptırmalardan kendini kurtardığını düşünüyordu. Kulenin en tepesindeborusunu çalan meleğin bulunduğu, kırmızı kum taşından yapılmaAnglikan Kilisesi'nin önünden geçip hayvanat bahçesinin bitişiğindekiBritanya elçiliğine doğru ilerliyordu. Sokaklarda insanlar olduğu için,önce göle iniyor, yolda, buzun üstünde, sazların arasında paytak paytakilerleyen ördeklerin karşısında duruyor, kıyının öbür ucundaki Skansenhayvanat bahçesinden gelen kurt ulumalarını dinliyor, sonra arkasını dönüpbeyaz villaya doğru yürümeye başlıyordu, soğuktan titreyerek veöksürerek kapının ziline basıyor ve kapı kendisine açılıyordu. Yanında taşıdığıdosya Almanya'daki durumla ilgili yorumlarıyla doluydu, önceküçük notlar halindeydi bu görüşler, gelecekteki eylem biçimiyle ilgiliönerilerden, entelektüel duruma ilişkin değerlendirmelerden oluşuyordu,entelektüel durumdan söz etmek fazlaydı, düşünsel ortam mı demeliydi,ama düşünsel de fazlaydı, beklenene uyma hali denmeliydi, belkigençliğe ulaşılabilir olma, kitlelerin milliyetçi tutumu, Alman halkını disiplinesokan, aynı zamanda apolitikleştiren milliyetçi örgütsellik, telkinlehareket edenler Führer'in yanılabileceğini düşünmemekte, tarihsel ilintilerdenuzaklık, ama bu kesimin yine de eğitilebilir olması, buna karşılıkhalkın geri kalanının insanlık dışı eylemlerin karşısında edilgen hale gelmişve duyarsızlaşmış olması, gözlerinin önlerinde olup biteni inkâr ediş,inanmaktan başka çarelerinin olmayışı, körlüğün nedeni olarak suçlulukduygusunu bastırma ihtiyacı, hunharlığı aşacak ve barışa götürecek herşeyden kaçınma, aksi takdirde o eski özgürlük anlayışı, sorumsuzca konuşmaözgürlüğünün gündeme gelecek olması, gerçeğin bilgisini engelleyenher şeye darbe indirilmesi gerekliliği, bu anlamda kentlerin tahripedilmesinin savunulabilir olup olmadığı, yok olma tehlikesinin daha güçlübir savunmaya, daha derin bir körleşmeye yol açıp açmayacağı sorusu,total bir ahlak çöküntüsünün yeni bir ahlakın yerleşmesine bir zeminoluşturup oluşturamayacağı sorusu, bu sorulara hep aynı yanıt, şiddetinkarşısına ancak bombalarla çıkılabileceği, savaşın nedenlerinin ancak birçöküş durumunda anlaşılabilir olması. Bunun karşısında, materyalizmintartışmalı olduğu, Marksist gelecek inancının artık daha fazla varlığınısürdüremeyeceği, geriye sadece nihilizmin ve umutsuzluğun kaldığı veinsanların, başlarına gelecekleri beklerken ertesi güne sağ çıkmaktan başkabir şey istemedikleri. Onun düşünce biçimine göre Almanya dünya tarihininyetmiş yıl gerisindeydi. Komün ardında hiçbir etki bırakmamıştı.726


Rokoko egemenleri hâlâ hâkimiyetlerini sürdürüyordu. Çocukların içindeuyanan her tür haylazlık geri püskürtülüp bastırılıyordu. Siegfried gibi,Horst Wessel 6 gibi genç idoller vardı önlerinde. Devlet biçimi olarak ilkelemperyalizm. Boyun eğme hiç olmamış gibi. Yedi Yıl Savaşları efsanesi.Bindokuzyüzonsekizin arkadan hançerlenme efsanesi. 7 Bindokuzyüzotuzüçişçi hareketi felaketiyle birlikte Komünist Parti'nin yenilmediğiyanılsamasının yaygınlaşması. Getirilen eleştiriler karşısında sürekli birtepkisellik, bir saldırganlık. Benzer örnekle özdeşleşme, kendini ötekindebulmak yoluyla kendini sevme. Führer kültünün açıklanamaz oluşu, ziraFührer karakterinin kitleye uzaklığı ve dayatılmışlığı. Hodann İngiliz basınataşesi Tennant'la açıkça konuşabiliyor, İspanya'da geçirdiği günlerisaklamak, sosyalist duruşunu inkâr etmek zorunda kalmıyordu, yine desiyasi cephenin nasıl olması gerektiğine ilişkin görüşlerinden söz etmiyordu,bunun nedeni bir komünist partili olarak görülebileceği korkusudeğildi, asıl neden kendi içinde kuşku taşıyor olmasıydı, çünkü elde edilecekbir zaferin kırılan, yaralanan onuru iyileştirebileceğine dair kuşkularıvardı. Onlar müttefikler olarak ortak bir düşmanın karşısına dikiliyorgibi görünüyorlarsa da, ideolojik sorunlar önemini yitirmiş gibi görünüyorsada, Hodann Labour Partisi'ne yakın olan ve halk ittifakındaki faaliyetlerindentanıdığı Tennant'la birlikteliğinin ardında başka çıkarlar olduğununfarkındaydı, bu çıkarlar yüzünden tartıştıkları her şey yanıltıcıhale gelebilirdi, çünkü Hodann'ı içine almayan, onu sadece danışmanolarak kullanmakla yetinen büyük güç, Almanya'daki insanların değişimiyleilgilenen bir kurum değildi, onların asıl ilgilendikleri İspanya'da dagörülmüş olduğu gibi savaş düzleminde de devam eden büyük ticari girişimleriydi.Tennant elçi Mallet'ye Hodann'ın casusluk yapmak için iknaedilemeyeceğini, ama onun zengin deneyimlerinden ve savaş tutsaklarınıntedavisinde, ilerici mültecilerin çabalarını anlamakta onun psikolojikbilgilerinden yararlanılabileceğini söylemişti. Tennant'in misyonu da Hodann'ınkigibi bütün Alman halkının cezalandırılmasını engellemek olsada, Tennant aynı zamanda kaynağını Başbakan'da bulan planları da hesabınatemel almak zorundaydı, bir önceki Dünya Savaşı'ndan bu yanaBaşbakan'ın asıl düşman olarak görmeye devam ettiği Bolşevizmin üzerineyeniden salmak için Alman ordularını mağlup etme isteği hiç sarsılmamıştı.Bu koşullarda yaptığı işin nedenini ortaya koymak için, aydadört yüz ya da beş yüz kronluk bir kazançtan başka elinde ne kaldığınısorguluyordu Hodann, bu gelir onun karısı ve çocuğuyla sürdürdüğü hayatıkolaylaştırıyordu, ama öte yandan onun kendini İngilizlere sattığısöylenecekti. Geçen yılın sonbaharından bu yana Stora Essingen, StenhâllSokağı dokuz numarada, hemen köprünün üstünde oturuyordu, oradan6 Horst Wessel (1907-1930): Nazi örgütü SA üyesi. 1927'de bestelediği bir marş, öldürülmesinden sonra Nazilerin resmi marşı haline gelmiştir. (Ç.N.)7 Yedi yıl savaşları efsanesi; arkadan hançerlenme efsanesi: Hitler Almanyası'nm manevi güç aldığı tarihsel ve siyasi değerlendirmelere gönderme yapılıyor. (Ç.N.)727


diplomatlar bölgesine gitmek kolay değildi, önce elli altı numaralı otobüsleFriedhem Meydanı'na gitmek zorundaydı, oradan iki numaralıtramvaya biniyor, bu tramvay onu yarım saati aşan bir yolculuktan sonrahayvanat bahçesi köprüsüne getiriyordu, orada inip on dakika kadar dayürüyordu. Bazen öyle bitkin düşüyordu ki, bekleme odasında dinlenmekve kendine bir iğne yapmak zorunda kalıyor ve ancak ondan sonraTennant'la konuşabilecek hale geliyordu. Onu bazen evde ziyaret ediyordum,insanın zor zamanlarda en iyi yeteneklerini geliştirdiğine hep inanmışolan Hodann düşünmenin deformasyonundan gittikçe daha çok sözetmeye başlamıştı, bu deformasyon on yıllık bir propaganda salgınındansonra beyinlerin başka türlü eğitilmesini imkânsız kılıyordu. İşçilerin önceliklekarınlarını doyurmak istediğini, ülkelerinin ne hale geleceğini düşünmediklerini,hiçbir aile babasının diktatörlükle mücadele etmeyeceğini,karılarının da kocalarını bu işlere bulaşmaması için etkileyeceklerinisöylüyordu. Ama bunları ona söyleten yorgunluğu ve güçsüzlüğüydü,asla başkalarının karşısında böyle sözler sarf etmezdi. Ama arada bir de oeski güvenine ve gayretine dönüyor, bana hedeflerinden söz ediyor, Almanmülteci hareketi için bir kültür merkezi kurmak istediğini, bu merkezinpartiler üstü olması gerektiğini, savaşın daha fazla devam edemeyeceğini,birlik çerçevesinde yeni yapılanma için hepimize ihtiyaç duyulacağınısöylüyordu. Sürgünün öğrettiklerinden sonra aradaki çatışmalarsona erdirilip uzlaşma sağlanamazsa, zafer elde eden güçler ülkedeki insanlarüzerinde egemenliklerini artıracaklar, boy atmakta olan bir düşüncedönüşümünü boğacaklar, nihayet insanların yeteneklerini geliştirecekleriyerde onları itaatkâr araçlar haline getireceklerdi Hodann'a göre.Yüzyıllar içinde kültürel olarak başarılanların anlamı savaşlara dayanantarihyazımının karşısına çıkarılamazsa, bu halk hem Batı tarafından hemde Doğu tarafından yutulacaktı, oysa bir anda fetihçiye dönüşebilen kurtarıcılarınaralarında kaçınılmaz çatışması sırasında parçalanmaktan vebir oradaki güçlünün, bir buradaki güçlünün yamağı olarak karşılıklırestleşmekten başka yapacak bir şey kalmazdı geriye. Eğer aramızda uzlaşmasağlanamazsa, on yıl önce bıraktığımız yerden başlama hakkını talepetmezsek oyun dışı kalacaktık, askeri güç etkili olmamızı engellemekiçin her şeyi yapacaktı, ne var ki Hodann siyasi olarak aktif olanların büyüksorumlulukların farkında olduğuna dair bir işaret göremiyordu. Eğerhastalığı başına dert olmasaydı, yeni yerleştiği geniş dairesinde, düşünceleridaha açık, daha hedefe yönelik ortaya çıkacak gibiydi, en iyi saatlerindepencereden fabrikaların arasındaki Lilla Essingen'in tepesindekiköprünün çizdiği demir yayın ötesine yönelen bakışı bir umut dünyasınıkuşatır gibiydi. Ülke dışında geçirdiğimiz yıllar sayesinde bir zamanlarait olduğumuz uygarlık ortamını değerlendirme fırsatı bulduğumuzu,farkına vardığımız şeylerin geride kalanları yadırgatabileceğim, bazı şeylerianlamanın onlar için zor olabileceğini söylüyordu, başka yaşam böl-728


geleriyle yakın ilişkiye girmiş olan bizler psikotik tabloyu aşabilecek durumdaydık,aynı tablo, bir Fichte'nin Germen şovenizminden bu yana,kendini seçilmiş ve diğerlerinden üstün sanan halkın niyetlerine damgasınıvurmuştu, saldırgan savaşların çılgınlığını ortadan kaldırma kaygısınısadece bizler taşıyorduk, binsekizyüzaltmışdörtten bu yana bu ülkedeyaşanan felaketin sonuçlarını görebilmiş olanlar taşıyordu. Bu arada Hodannbir realist olarak umutlarını parçalarına ayrıştırıyor, sonra da eksikparçaları saptamasıyla bu umutları yeniden kuşkulu bir hipoteze dönüşüyordu.Bense Parti ileri gelenlerinin cenahını bildiğim için, sarf edilenbütün çabalardan sonra uzlaşma, birleşme düşüncesi bana da gittikçe dahaimkânsız görünmeye başlamıştı. Arada bir buluştuğum Mewis beniHodann konusunda uyarmış, Şubat başında da artık Funk için ulaklıkyapmamamı tavsiye etmişti. Ben gerçekte kime çalışıyorum, diye sorguluyordumkendimi. İsveç partisinin üyesi olarak, ama bir iznim olmadankatıldığım bölge hücresi toplantılarında, yapacaklarımı Stahlmann veRosner'den, Södermann'dan, Lager veya Rogeby'den öğreniyordum, Partibasınının talep ettiği eylem birliğinin gündelik bir pratiğe dönüşmemesiisteniyordu, sosyal demokratlarla ilişki kurmak yönetici kadroların tekelindeydi,ve orada da söz konusu olan öncelikle karşılıklı red çabalarıydı,nitekim sürekli birinin ötekinin yönetiminin altını oymak istediği vurgulanıyordu.Yönlendirmelerin ötesine geçip kendi vicdanımı dinliyorsambunun nedeni içimdeki inanç kalıntısıydı, ortak noktalara olaninançtı bu ve en azından bir avuç insan için hâlâ geçerliydi, çizgiyi aşmatehlikesini göze almak zorundaydım. Mewis Wagner'i nasıl İngiliz casusuolmakla, onu koruduğu için de Funk'u hain olmakla suçladıysa bendende şüphelenebilirdi, çünkü onlardan ayrılan düşüncelerim kulağına gitmişolabilirdi. Parti'nin bizim açımızdan ne olması gerektiğine dair düşüncelerimibir tek Rogeby'le paylaşabiliyordum, onunla aramızda çekincesizbir güven oluşmuştu, Hodann'ın karşısında bile Parti'ye aidiyetimve buna bağlı faaliyetlerim konusunda susuyordum. Belirsizlikte çalışmayadevam etmek, bizi yöneten örgütlenme tarzı ve bunun nasıl gelişeceğisadece yapmamız gerekeni yapmayı daha da acil hale getiriyordu,daha yüksekte alınan kararlardan kopuk olduğumuz için bu bizi bazençaresizliğe sürüklüyor, öte yandan sadece önümüze konan ve mecburiolanı yapıyor olmak işimizi kolaylaştırıyordu. Funk gibi yukarıda bulunanbirisi iktidar yetkisinden uzak düşme halinde panikleyici bir kafa karışıklığınıniçine sürüklenebiliyordu. Nitekim Funk onyedi Şubat salı günüakşam saatlerinde odasında volta atıyordu, sonunda yalnızlığa dahafazla katlanamamış ve kendini sokağa atmıştı. Katarina Ban Caddesi'ninyokuşunu çıkmış, biçimsiz karanlık bir yığın gibi görünen ilkokulunönünden geçmiş, kasketli ve dar ceketli çocukların alçak ahşap evlerinarasında kızak kaydıkları, uzun etekli kadınların kuyulardaki buzları kırıppompanın altında duran kovaları doldurdukları ve at arabacılarının729


ahırların önünde atların kızak takımlarını çıkardıkları Nytorg boyuncailerlemişti. Karlı rüzgârın esintisi yüzüne vuruyordu, şapkasını takmayı,paltosunu giymeyi unutmuştu, ama geri dönmek istemiyordu. FolkungaCaddesi'nin köşesinde iş çıkışı trafiğine karışmıştı, her yönden gelerek buralardayürüyordu onlar, sokaklar boyunca ilerliyor, kalabalıklar halindeduraklarda toplanıyor, her akşamki gibi akın akın atölyelerden ve bürolardangeliyorlardı, ertesi sabah erkenden yine yollara düşeceklerdi, uçuşan,vitrinlerin ışığında parlayan kar tanelerinin arasında insanlar el kol hareketleriyleçabalayarak kendilerine yol açıyordu. Şimdi herkesin kendi solukbulutunu beraberinde taşıdığı kalabalığın ortasındayken ezici tedirginlikduygusu yok olmuştu, karın içinde ilerleyen, ötekilerin, toplaşan yığınlarınarasında Funk da günün ağırlığını üstünden atmıştı, ve onlarınhepsi nasıl ki içinde bir kadının, bir erkeğin, bir çocuğun onları beklediğiküçücük bir odayı beraberlerinde küçük bir ışık olarak içlerinde taşıyorlarsa,Funk da kentin öbür ucundaki bir evde bulunan bu odayı getiriyordugözünün önüne. Dokuz Numara sarsılarak geldiğinde bacak kalabalığıarasında o da tramvayın basamağına adım atmış, Katarina yolu boyuncabir köşeye sıkışıp oturmuş, merkezdeki trafik akışını, gittikçe tenhalaşankuzey mahallelerini geride bırakıp son durak Karlberg'e kadar gelmişti.Burada Norra İstasyon Caddesi yük trenlerinin bulunduğu alanın karşısındakiyüksek cepheleriyle kentin sınırını çiziyordu. Solda, aşağıda, dikkaya duvarıyla kanal arasında ana istasyona ve ülkenin kuzeyine çıkanraylar vardı, uzaklarda Karlberg Parkı'nda çatlamış buzlarıyla UlvsundaGölü uzanıyordu. Eğimli köprülerden gelen vagonlar yük istasyonundamanevra yapıyor, lokomotifler buhar saçıyor, sinyal ışıkları bir sağa bir solasalınıyor, el arabalarının demir tekerlekleri yükleme noktalarında yuvarlanarakilerliyordu, hareket ona iyi gelmiş, adımlarını hızlandırmıştı,karşısındaki düz sokakta yüz on beş numaralı binayı gördü, az sonra dördüncükatın penceresinden aşağıda tahta çitlerin arkasındaki depolara veyük hangarlarına, yan yana dizilmiş kamyonlara, titreşen uzun gölgeleriyleçalışanlara bakabilecekti. Wagner'in karısı Frieda evde olsaydı bari, kullanılmaktanyıpranmış basamakları ikişer ikişer çıkıp kapıyı çalmış ve içerialınmıştı. Ama ertesi sabah saat on kırk beşte kapı tuhaf bir biçimde çalmıştı,Funk bu çalışı, kapıya sert bir biçimde vurmanın ne anlama geldiğinibiliyordu. Sürünerek yatağın altına girmeden önce buzun üzerinde güneşinaydınlattığı gökyüzünü görmüş ve sonra gözlerinde hâlâ göz kamaştırıcıışığın izini taşırken politikacı olarak katettiği yolun en derin çukurunagömülmüştü. Yatağın altındaki dar alanda Frieda'nın kapıdaki ziyaretçilerlekonuştuğunu, erkek seslerinin yaklaştığını duyuyordu, dayanmakboşunaydı, bütün ağız dalaşları, tartışmalar boşunaydı, Parti'nin yenilenmesiiçin yapılan bütün planlar başarısız olmuştu, Parti'deki yeriniyitirmişti, geride yakıcı bir duygu kalmıştı sadece, bir önceki akşam kendisinesormuştu bunu, sonuç böyle olmak zorunda değil miydi, tuzağa enin-730


de sonunda düşmeyecek miydi. Maden bölgesinin yamacında, kaymlı tepelerinarasındaki o köyün, Schneeber köyü mü yoksa Lössnitz köyü müolduğundan emin değildi, evet Lössnitz'di, çünkü Aue'den geçip gelmişlerdioraya, Zwickauer çukurunun üstündeki köprüden geçmişlerdi, aşağıdasuyun içinden taşlar yukarı doğru yükseliyordu, kıyılarda çakıllar,güneyde Bohemya sınırı, yükselen dağlar, altı yaşındaydı, bindokuzyüzonbiryılıydı, sırt çantasıyla sokak boyunca ilerleyip okula gidiyordu,ayağında siyah bağcıklı botları, babası yapmıştı onları, yürürken yerdekitozları kaldırır, önüne çıkan taşlara vurur, okulun merdivenlerinde ayakkabılarınınderisini parlayana kadar mendiliyle temizler, ötekiler okulaçıplak ayak ya da tahta ayakkabılarla gelirken o, kunduracının oğlu olarakçizmelerini göstermeye bayılırdı. Babasının ayakkabı tabanlarını kontroleden, dikişleri okşayan, örsün üzerinde küçük çekici kaldıran elleri geldigözünün önüne, bir yaşam boyu, ne zaman Gotland Caddesi'ndeki komşusuUsta Brostedt'in dükkânının önünden geçse durmadan edemezdi,onun özenli devinimlerine, iğneleri tutan dudaklarına bakardı, şimdi ayağındaayakkabıları yoktu Funk'un, yatağın altında iyice büzüştüğü içinayak parmakları uyuşmuştu. Münzenberg'le birlikte ayakkabıların yumuşaklığından,yuvarlaklığından söz ederlerdi, ikisi de bu zanaatı öğrenmişti,Paris'teki gezintileri sırasında ayakkabıcı dükkânlarına daha sık bakmışolsalardı aralarındaki anlaşmazlıklardan kaçınabilirlerdi. İşçi gençliğiniçinde örgütlenmeye başladığında Funk da Münzenberg gibi on yedi yaşındaydı,birkaç yıl sonra ilk kez, Parlamento Başkanı'na, Weimar Anayasası'nakarşı yazdığı makale yüzünden tutuklanmıştı, derginin adı DevrimciEylem'di. Ama Münzenberg ondan on beş yaş büyüktü, uzun zamandırRote Hilfe'yi yönetiyordu, Funk ise Dresden'deki bölge grubunagirmişti, Münzenberg her zaman onun önünde olmuştu, propagandadansorumlu yöneticilik yapmış, İspanya'ya yardımı organize etmişti, MerkezKomite'nin tercihlerindeki değişimlere bağlı olarak bazen onun yolunu tıkamışbazen onun hamiliğini üstlenmişti, nasıl da birbirlerinin sırtını sıvazlamışlarve birbirlerine iftiralar atmışlardı, ta ki Münzenberg MontagneOrmanı'nda çürümüş yaprakların arasında uzanmış yatana ve Funk dabir tutuklunun karısının yatağının altındaki tozları yutana kadar. Ama polismemurları Akarberg ve Hultsten'in yüzlerini yatağın kenarında eğilmişkendisine bakar gördüğünde ve dirseklerinin üzerinde doğrulduğundayeni bir hayata hazırdı artık, kanıtlanamayan her şeyi inkâr edecek, gerçekadını ve adresini sürdürebildiği kadar gizli tutacak, odasındaki malzemeyeel konulduğundan emin olana kadar bilgi vermeyecekti, ve iyi kesimlitabanlarıyla Macar ayakkabılarını giyip, kollarından kıskıvrak tutulup, dışarıdabekleyen arabaya götürülmesiyle birlikte ardında bıraktığı uçurumkapanıvermişti, yeniden ayağa kalkacak, onurunu kurtaracak, bir lider, birkarar verici olacaktı, yıllarca tutuklu kalsa da hiç kimse onu yolundan çeviremezdi,kendini savunacak, meşruiyetini ortaya koyacak, Parti'deki ye-731


ini yeniden kazanacaktı. Ama ötekiler, tutuklandığını öğrenen Mewis,Stahlmann, Seydewitz, Glückauf raporlarını göndermişlerdi, siyasi bir tutuklununkarısının evinin gözetlendiğini bilmesi gereken Funk Almanya'daharekete geçmemek uğruna korkaklığı yüzünden yakalanmıştı.Funk sürgünlüğü içinde kendini hâlâ gençliğinden beri faaliyet gösterdiğiParti'nin üyesi olarak görse de Parti'nin gözünde bir posaydı artık o. Ayrıcasulh mahkemesinin kapalı kapılarının ardında aşağılanıp suçlu ilanedildi. Komünizmle mücadeleden sorumlu Bakan Möller tarafından görevlendirilenve soruşturmayı yöneten kişiler, onun kim olduğunu ve siyasigeçmişini ayrıntılarıyla öğrendikten sonra onun Sovyetler Birliği için çalışanbir casus olduğu iddiasına tutunmak istediler. Funk'un faaliyetininülkesinin faşist diktatörlükten kurtarılmasına yönelik olduğu savunması,Almanya'daki kurumlarla birlikte hareket eden ve onlara bilgi ileten KomiserSöderström, Lönn ve Lundqvist'in ve Savcı Rhyninger'in gözündedavalıyı suçlamak için bir fırsattı. Ağzından çıkan her sözü onun aleyhindekullanan, ilk günden itibaren peşin kararlarla hareket eden, onu süreklidüşmana teslim etmekle tehdit eden bu adamların karşısında Funk gelecektensöz ederek çöküşün tarihini ve illegalitede işçi hareketinin nefsimüdafaasını anlatmaktan, Almanya'daki yeraltı hareketiyle bağlantılarındeğerini açıklamaktan vazgeçmedi, bu ülkeye nasıl geldiği hakkında hiçbirşey söylemedi, sadece odasındaki malzemeye el konduğundan eminolduktan sonra adresini ve tehlikede olan başkalarını korumak için aracının,Solveig Hansson'un adını verdi. Hansson'u feda etmekle ve önünekonan fotoğraftaki kadının polisin de Almanya'ya gittiğini bildiği CharlotteBischoff olduğunu itiraf etmekle yetinmesi, kendini gururla Parti'nin enyüksek komitesinde yer alan birisi olarak kabul eden Funk'u hain pozisyonunadüşmekten kurtarmıyordu. Susmayı bilen birisi olarak neden fazladaniki kelime söylemeden duramadığının yanıtını Funk kendi kendinevermek zorundaydı, polisler yirmi iki Mart günü onu yirmi geçe evine girdiklerindeHansson pencereden kaçmayı başaramamıştı, Svensson'un bavullarınıonun odasından alan, ama bavulları yanında saklayan Frithiof datutuklanmıştı, aynı şekilde Elvira Gustafsson, işçi Mineur ve kod adı Gustavolan İsveç partisinin görevlisi Söderman polis tarafından ele geçirilmişlerdi.Mahkeme duruşmaları yaz boyunca sürdü, ama biz çalışmayadevam ediyorduk. Rosner, Friedemann'ın son makalesini, yine onun imzasınıtaşıyan birkaç yeni yazıyı, iz takibini önlemek için dergiye koymuştu,kendi adını ise Steinbichl olarak değiştirmişti, yakalanana kadar Seydewitz,Mewis ve Henke eski kod adlarını kullanmaya devam etmişlerdi,Rosner onların isimlerini sonradan da kullanmaya devam etti; bu isimlerinarasına bir Huber'i bir Vorlâder'i de eklemişti, amacı Komintern'in dergisinintutuklamalardan zarar görmediği izlenimini uyandırmaktı. Durdurak bilmeksizin üslup ve konu değişiklikleri yaparak hayali ekibiyle çalışmayadevam ediyordu Rosner. Bense aynı ağızdan çıkan ama farklı kişi-732


ler arasında geçen diyaloglar curcunası içinde bana dikte edilenleri yazmak,taslakları hazırlanmış makaleleri ve raporları kaleme almak, Kraft,Schönerer ya da Rosa Winzer imzalı baskı örneklerini, onları matbaaya verecekolan bağlantı kişilerine iletmek için didiniyordum, bu aşırı etkinlikbazen içimi saran korkudan uzaklaştırıyordu beni. Ama Stahlmann bana,münzevinin esrik dayanıklılığından daha fazlasını, çılgınca bir güveni aşılıyordu,oysa Stahlmann Ağustos ortasındaki o üç gün içinde yakalanandiğerlerinin akıbetine uğrama tehlikesi atlatmıştı, hayatta son kalana özgübir güven olmalıydı bu ve düşmanda, savunmanın hâlâ devam ettiği izleniminiuyandırma amacını taşıyor olmalıydı. Sabahın erken saatlerindeyorgunluktan bitap düşmüş halde, gene de gözüme uyku girmedenodamda yatarken, Stahlmann'm kurtulmuş olması beni soğukkanlılığımıkaybetmekten kurtarıyordu. Sorgularda sık sık adı Kaile olarak geçen veWehner'in bu kişi hakkında başka bir şey bilmiyormuş gibi yaptığı gizliorganizatörün, perde arkasındaki bu adamın peşindeydi onlar aslında,Stahlmann o sırada, on dokuz Ağustos salı günü SeydeWitz'le birlikte bitpazarındaydı, ileri uzattığı koluyla Bergstörm Mağazası'nı gösteriyordu,Lenin bindokuzyüzonyedi Nisanında Petrograd'a gitmeden önce buradanayakkabı ve takım elbise almıştı. Önce onu yakalamalıydılar, ama önceSeydewitz'in üstüne atıldıkları için Stahlmann meyve ve çiçek tezgâhlarınınarasından koşarak kaçmayı başarmış ve birkaç adım sonra renk titreşimlerive güneşin yansısı içinde meyve ve sebzeleri yoklayan, keskin düdüksesleri duyulduğunda şaşkın şaşkın çevresine bakman sıradan birmüşteri olup çıkıvermiş, sonra kolunun altında bir kese kâğıdı elmayladar sokaklardan aşağıya inip Vasa Caddesi'nin köşesine çıkmış, oradan birotobüse atlayıp Kung Caddesi'ni geçerken pazaryerini bir kez daha gözetlemefırsatını elde etmişti. Polis arabaları yol kenarında duruyordu, Seydewitzgötürülmüştü, polisler hâlâ çevreye bakıyor, renkli güneşliklerinve çadırların altındaki satıcıları sorguya çekiyorlardı, küçük gruplar halindetoplanmış el kol hareketleri yapıyor, sağı solu işaret ediyorlardı, sonrakonser binası Stahlmann'm görüşünü engellemişti, otobüs anacaddeye çıkanyüksek taşköprülerin altından geçerek Sture Meydanı'na ilerliyordu.Evlerin sapasağlam ve dimdik ayakta durduğu, açık renk giysili insanlarınkaldırımları doldurduğu bu sıcak kentte yapacak fazla bir şeyi kalmamıştıStahlmann'm, yeterince parası vardı, artık endişe duyacağı kimse dekalmamıştı çevresinde, Türk hamamına gitmesinin de yakalananlara birzararı olamazdı. Kimse onun bu pahalı, seçkin hamamlardan birinde olacağını,kolalı önlüklü bir kadının onu mermer taşın üstünde sabunlayacağını,ovalayacağını ve ona masaj yapacağını tahmin edemezdi. Dehşetinbu yakınlarda hüküm sürdüğü yerleri iyi bilen Stahlmann, her türlü ölümkorkusundan uzakta çıplak gövdesini ellerin sıkı ovalamalarına teslimederek kendini seslerin yankılandığı, buharlı, beyaz bezlerin uçuştuğu saatlerebıraktı.733


IISöyle Herakles, dedi Heilmann, senin desteğin olmadan biz nasıl varlıkgöstereceğiz. Coppi, o kuvvetiyle şişinip durmadı mı, diye sordu, gücünüboşa harcamadı mı. O benim gözümde, dedi Heilmann, bizim erişemediğimizher şeyi gerçekleştirmiş biri, onun büyüklüğü nefretinde vehışmındaydı, önüne çıkan hiçbir düşmana aman vermemeyi ilke edinmişti,sahtekârlıklara, riyakârlıklara hayır diyordu, onun sarsılmaz azmi, insanlarınortak yaşamına zarar veren her şeyin yok edilmesinin bir görevoluşuna işarettir, acımaya yer olmamalıydı, biz ne de çok tereddütleredüştük, yalpaladık, çok daha önce kendimize gelmeliydik. Bağırmak, kükremekistedim, ama yanımdakileri korkutabilirim kaygısıyla sessiz kaldım,öyle bir eylemi, kurtuluşu sağlamaktan nasıl uzak durmuştuk. Amaİspanya'da bu adım atılmıştı, dedi Coppi, üç yıl boyunca. Bizim coğrafyamızdakison proleter mücadele, Çin'de de ilk başkaldıranlar liman işçileri,Kuliler olmuştu, ardından Hindiçin'in köylüleri Fransızlara karşı, Japonlarakarşı ayaklandı, ya Rusya'dakilerin güveneceği kim var kendilerindenbaşka, tanrılar frizinden inen timsal bizim içimizde, bizim kutupyıldızınaihtiyacımız yok, bizi sadece küçültmek isteyen mitlere ihtiyacımız yok, bizkendimize yeteriz. Buna itiraz eden Heilmann, bizi ifade eden bir imge olmadanyaşayamayız, dedi, bu imge ister tarihten bugünlere taşınmış olsun,isterse de onu bugünün ihtiyacı için kendi ellerimizle oluşturmuş olalım.Herakles bir tanrıyla bir ölümlünün oğlu, hem dünyaya aitliği hemzaman dişiliği içinde barındırıyordu, o önce insandı, sonra kahraman,sonra da tanrı oldu, bu gelişmenin, bizim de kendi varoluşumuz içindetüm evreleri birer birer geçmemizden, kendi sınırlılığımıza karşı süreklimücadele etmemizden başka bir anlamı var mıydı, sürekli Herakles'i karşısındagörüyordu, dünyanın en ucunda, o Hesperid'lerin kaldığı, tasavvurgücünün erişemediği ama yine de daha ötesine uzanmak istediği yerde.Sonunda kazandığı ölümsüzlük onun yıkıcı güçlere karşı giriştiği eylemlerinunutulmazlığmı gösteriyordu. Trajik bir kahraman, diye gülerekkarşılık verdi Coppi, eliyle de bir boş ver işareti yaptı, kendi içinde huzu-734


u bulamamış biri, bilinebilir olanla yetinmeyen, kavranamaz olana ulaşmakisteyen. Çevremizi saran şu ölüm dansının etkisiyle yine girişecekbir tartışma buldun, dedi Heilmann, ve onların bakışları, dışarıda gümbürtülerkoparken, kilise kulesinin iç duvarlarına dizilmiş soluk figürlerinüzerinde gezindi, her birinin bitişiğinde yerlere kadar dökülen kumaşlarasarınmış bir iskelet adam, yavaş adımlarla ağır bir dönüş hareketiyapar haldeydiler. Üstünde sütunların yükseldiği kaba tuğlalı zeminbombardımanın etkisiyle sarsılıyordu, mekânı onlarla paylaşan diğerleriduvarın sağladığı sipere iyice sokulmuşlardı. Kafasını öncelikle meşguleden şeyden söz ederek konuşmasına devam etti Heilmann, Herakles sadececanavarlarla çarpışıp onları gözlerimizin önünde yere sermiyordu,O Musaların da müttefikiydi aynı zamanda. Hem engelleri aşma hem dekendi özüne yönelmedeki bu eşzamanlılık, sanata götüren yolun karakteristiközelliğiydi Heilmann'a göre, ve Coppi onun sözünün arasına girmekistediğinde, Ananka, diye sesini yükseltti, boyunduruğu, sırtımızabindirilmiş kaderi kaldırıp atmak istedi o, diye devam etti, önceden belirlenmişhiçbir şeye izin vermemek istiyordu, işte bu nedenle, dilin anlatımgücünde en ileri noktaya gelenler, Hölderlin, Rimbaud, ona en çok yaklaşanlarlaaynı kişilerdi. Bu söylediğin, dedi Coppi, ancak sanatın eseri olabilecekbir gerçeklik çarpıtmasıdır, zira Herakles bir tüccar, bir denizciydi,dolayısıyla da bir soyguncu ve sömürgeci, ama, daha da yükseklereçıkmak istemesinden dolayı, ele geçirdiği hayvan sürülerini ve hazinelerimanevi zenginlikler örtüsü altında yüceltmiştir o başka, maddi şeyleri enyüksek kültür kazanımları olarak sunan bu sihirli dönüştürüm süreklibaşvurulan bir yoldu Coppi'ye göre. Böyle olsa bile, dedi Heilmann, benonu kendimizden uzaklaştırmam, bizler de bugünkü bilgilerimize birçokyanılgıdan geçip ulaşmadık mı, o, yanlış adımları, ütopyaları ve yenilgileri,evet böbürlenmeleri ve körlükleriyle de bize daha da yakınlaşıyor sadece.Ve gözünü, şeytanın flütü eşliğinde halka halinde dansı başlatanpapadan ayırıp, cüppesi sıva üstünde dağılıp mor parçacıklara dönüşmüşolan kardinale çevirdi, oradan da yanı başlarında duran kadına,Bischoff a döndü, bizim sanatımızdan neyin anlaşılması gerektiğini Bischoffda dile getirmişti. Kiliseye isabet eden gümbürtülü patlama üzerinebaşlarını içeri çektiler, sanki kendi kabuklarına girmek istiyorlardı, ve buhalleriyle, onbeşinci yüzyıl sonunda veba salgınının çekip aldıklarınınanısına duvara resmedilmiş figürlere benziyorlardı. Heilmann, bizim yaşamımızıbitmiş tamamlanmış şeylerden çok oluşum halindeki şeyler belirliyor,dedi, ve bu noktada, şehirde onları bulması için Bischoff u gönderenlearalarında bir bağ vardı. Herakles hakkındaki konuşmada düşündümde, dedi Bischoff, o ancak sürgünde, yurdundan uzaklarda varolabilecekbiri, sürekli oradan oraya dolaşan, bu nedenle de yerinde yurdundakalan biri olarak pek tasavvur edilemeyecek biri, bu keşif arzusu ve fetihdüşkünlüğü ve bu sinsi bekleyiş, bu öfke ve onun arkasında yatan durul-735


ma ve eziyete son verme isteği, bunları yurdundan uzağa düşmüşlerdegörüyoruz, ve onlar hep dönmenin sözünü etseler de ve bu maceradayolları Lidya Kraliçesi Omphale gibilerle kesişse de artık yurtlarına geridönebilecekleri umudunda değillerdir, belki de, dedi Heilmann'a dönerek,onun harcanan çabayı ve gidilen yolu hedefe varmaktan daha yüksektutmasının nedeni tam da buydu, ve bu yüzden sürgündeki Herakles,bağlantılarından koparılmış ve belli bir biçim kazanmamış şeylerle yaşamakdurumunda olanlara, ancak gelecekteki kuşakların içini doldurabileceğişeyi hazırlamayı başarabilecek olanlara herkesten daha yakındır. Heilmann'ınonbaşı üniforması içinde ne kadar da genç göründüğünü düşündü,ve bir güven çemberi oluşturuyordu, o yanlarındayken onlardan kuşkulanmayıkim akıl edebilirdi ki. Ama yakasının dışarıdaki kısmında görünençift şerit onların çevresindeki ölümcül bir tehlikenin işaretiydi aynızamanda. Başkomutanlığın şifre çözme departmanında görev yapan Heilmann'danCoppi'ye haberler uçuyor, o da parmağı kısa dalga cihazındabunları gerekli yerlere iletiyordu. Bombardıman uçakları gökyüzünde göründüğündekilisenin kubbesi altına sığınmışlardı, başka kent sakinleriylebirlikte, ama bir hasımlık ürküntüsüyle onlardan uzak duruyorlardı,bombalan atanlar ise müttefikleriydi, Doğu cephesinin gerisinde onlardangelecek sinyalleri bekleyen taraftı. İsveç gizli polisinin geçtiği ve Heilmann'ıngece saatlerinde çözdüğü mesajdaki, Stokholm Grubu'nun çökertildiğibilgisini Coppi yayına, Bischoff yeraltındaki hücrelere, Heilmannise Havacılık Bakanlığı'ndaki daireye bağlı merkezin şefine iletecekti, sirenlerinuğultusu görevin yerine getirilmesini geciktirmişti. Heilmann çoğunluklayaptığı gibi, korkuyu defetmek için zaman algısını genişletecekbir konuyu aramış ve Herakles'i zikretmişti. Kule duvarlarına dizilmişolan ince bir deri örtünün altındaki iskelet adamlar, başrahibi ve yardımcısını,imparator ve imparatoriçeyi, kont, şövalye ve toprak ağasını, tüccarı,köylüyü, kambiyocuyu ve meczubu ellerinden tutmuşlardı, cam imbiğiyukarı doğru kaldırmış içine bakan, onu yakalamış illete karşı faydaedecek bir ot bilmeyen doktor da kemik flütün ezgisiyle bu halaya katılıyordubir taraftan. Meryemana Kilisesi'nin kapısı darbeyle açıldı ve içeriyedelik delik olmuş bir melek kafası yuvarlandı, gelip durduğu tuğla zeminde,çevresi parçacıklarla dolu hâlâ sallanıp tıngırdıyordu. Dışarıdakiher şey alev ışığına boğulmuştu. Korunmaya çalışan diğerleri kiliseninnefine doğru içeriye çekilirken Heilmann ve Coppi kalabalığın içindenöne hamle yaparak girişin eşiğine doğru ilerledi, kilisenin karşı çaprazındakatedralin bakır levhalı kubbesini yaran alevler yukarı yükseliyordu,sağ tarafta Alexander Meydanı Tren İstasyonu'nun cam çatısı devasabir şangırdamayla kırıldı, saray bahçesinin gerisindeki Pergamon Müzesi'ninde bulunduğu yarımadanın kara binalarının üstüne dumançökmüştü, Heilmann, bodrumda korunaklı yerdeler Zeus ve Athena,dedi, koşumlarıyla Helios, Ge ve Alkyoneus, Herakles'in omzundaki736


pençeli aslan postu. Girişine kum torbalarının dizildiği Pergamon Müzesi'ninönünde birbirlerini bulalı bir yıl kadar olmuştu, Heilmann anne babasınınHölderlin Caddesi'ndeki evinde, otuzyedi yılının yirmiiki EylülündeBerlin'den ayrılan arkadaşıyla birlikte bulunduğu noktaya gitmesibilgisini almış ve orada Bischoff da çıkagelmişti. Uçak motorlarının homurtusuuzaklaşmıştı, yüzlerini taşın soğukluğuna dayadılar, bir hararetdalgası yanlarından geçip ıhlamur ağaçlarını tutuşturdu, yangın genişbulvar boyunca büyük bir hızla ilerledi, ağaçlar irkildiler, bu yılın yirmidokuzAğustosunda birkaç saniye içinde caddeye aniden güz gelmişti,dallar ateş kızılı yapraklarını döktüler, gövdeler sanki kökleriyle beraberşu nefret topraktan kurtulup çıkmak ister gibi dönüp büküldüler. Yananağaçlar Heilmann'ı, caddenin iki yanındaki sarayların yıkılan duvarlarındanve sütunlarından daha fazla etkilemişti, kendini dışarı atmak istedi,Coppi onu tuttu, sabırlı olmasını söyledi, ama ağaçlar orada yardım çağrısıyaparken ve esaretten kurtulup göğe yükselmek isterken nasıl sabırlıolabilirdi. İtfaiye arabaları siren çalarak çıkageldi, hortumlardan su dalgalarıfışkırdı, burada korunmaya değer neler vardı, savaşların anıldığışehitler anıtı, tarihsel silahlar müzesi, ordu komutanlarının heykelleri,imparatorun ve kralların sarayı, zafer geçitlerinin meydanı, ve onun bürosundatelgraf aletleri durmaksızın fıkırdıyorlardı, birden emin oldu,kendi grubunun kullandığı kod çözülmek üzereydi, kendisi odayı terk ettiğindepeşinden koşturan büro elemanı Traxl'ın ona söylemek istediğişey bu olmalıydı, onun yüzündeki kızgınlığın parıltısını fark etmiş, amaacelesinden dolayı ona kulak vermemişti. Ben şimdi fırlıyorum, dedi,ama Coppi onu bırakmadı, Bischoff un kalmalısın diye fısıldadığını duydu,izimizi bulmak üzereler, diye cevap verdi Heilmann, Coppi, başını sağasola salladı, bu hareketi tuhaf göründü, sanki yeri koklama hareketiyapıyordu, ardından hava basıncının fırlattığı Bischoff u açılmış kollarıylaüzerlerinde buldular. Geçen yılın yirmialtı Haziranında bir cumartesigünü Bremen'den Berlin'e gelmek için yola çıktığından beri sanki birömür geçmişti, şehrin üstündeki ağır duman hâlâ duruyordu, tren yoluseti isabet almıştı, tren istihkâmcı gruplarının yanından ağır ağır geçerekilerlemiş ve halk parkının, Lehe ve Horn'un tarla ve koruluklarının çevresindegeniş bir yay çizmişti, sonra Oberneuland'a gelmişti, ufka kadarhayvan sürüleri, keresteden köylü evleri, ve daha Rotenburg'a gelmeden,tıka basa dolu kompartımanda bohçalar açılmış, termoslardan kahvelertaslara doldurulmuştu, tatil havası hâkimdi, yolculuk boyunca bir tıkınmahali, ve kimse ona bir şey ikram etmemişti. Cuma günü güvertedenayrılmış, perşembeden beri bir şey yememişti, nasıl oluyor, diye sordukendine, onu dıştan biri olarak mı görmüşlerdi acaba, yoksa sadece kendiiçlerine dönükler ve tatilleriyle mi meşgullerdi ve bir köşeye çekilmişuyukluyor görünen kendisiyle hiç alakaları yok muydu. Kendini birdenbu gövde ve kol kalabalığının içinde bulmuştu, yıldırım hızıyla yüzlere737


akınmış ve eskiden alışık olduğu bir şeyleri bulmaya çalışmıştı. Bu yüzlerde,bir önceki gece üstlerinden geçen fırtınanın izi okunmuyordu, evetonların bir özelliğiydi bu, kendileri için tehlike arz eden şeylerin geçipgitmesini beklemek, en ufak bir tutuklaşma veya silikleşmeden bile eseryoktu, ama belki de çoktan kendilerini ifade özelliklerini yitirmişler, tektip şiddetin altında duyarsızlaşmalardı. Aslında onlara acıma duymalıydı,ama bindokuzyüzonsekizdeki ayaklanmaları, baskıyı ve katliamları,kendi yaşamlarıyla ilgisiz şeyler gibi umursamadan izleyenler onlar değilmiydi, Serbest Birlikler'i, Yurttaş Tugayları'nı ve polis birliklerini kendigüvenlikleri için gerekli görmemişler miydi, askeri güçler barış anlaşmalarınıihlal ederek silahsızlanmış ordudan çıkardığı gizli Reichswehr yineeskisi gibi trampetler ve zillerle yürüyüşe geçtiğinde el sallayarak caddekenarında durmamışlar mıydı, bu ülkeyi birarada tutanlardı onlar, küçükinsanlar, sıradan yurttaşlar. Peki ama burjuvaziyle proletarya arasındakibu muğlak kütle neyi temsil ediyordu, hep güçlünün yanında yer alan,zayıfa ihanete ve zayıfları tepelemeye her zaman hazır bu kesim kimdi,ama, diye soruyordu kendine, sınıflar arasında en zayıfı da bunlar değilmi, ve bu zayıflıklarından dolayı böylesine hararetle birlikteliği koruyanve bu nedenle ülkenin yüz akı gibi görünenler bunlar değil miydi. Onlarınarasında büyümüş olan Bischoff, küçük burjuvalara yanaşıp, çıkarlarınınburjuvaziden daha çok proletaryayla uyuştuğuna, onların da, bu memurların,esnafın ve tüccarların, bu beyaz yakalıların ve maaşlıların daücretli işçiler gibi sömürüldüğüne onları iknaya ne çok girişmişti, amaher girişiminde kaba bir redle karşılaşmıştı. Rayların üzerinde yol alan,Aşağı Saksonya düzlüklerini, Havelland'ı geçip yoluna devam eden trendeçekingen davranarak arada bir uyuklayıp ter içinde uyanarak bu süreklişapırtıları ve hüpletmeleri çekmek zorunda kalmıştı, ve aradaki keyifligülmeler ve mırıltılara rağmen onun arkasında kendisine düşmanolan her şey vardı, sarsılmaz bir düzen olarak karşısına dikilen şey, Bischoffun katlanmak zorunda kaldığı ve her şeyi yok edecek kadar ileri gidendüzen. Berlin'e vardığında akrabalarını ziyaret etmek için Lehrt İstasyonu'ndanhemen tramvaya binerek Neukölln'e gitmişti. Evde kimseyoktu, karşı dairedeki komşunun kapısının zilini çalmış, orada da kapıyıaçan olmamıştı, ama merdiven başında bir emaye kova vardı, içi su doluydu,yangın söndürme için konmuş olmalıydı, yetecek gibi değildi,ama gene de burada yıkanabilirdi. Burası en üst kattı. Birisi gelecek olursatahta merdivenlerin gıcırtısından duyardı, elbisesini, ikinci bluzunu,çifte iç çamaşırını çıkarmıştı, yüzüne, boynuna çarpan su onu ferahlatmıştı,yiyecekten daha fazla suyu aramıştı, nihayet rahat bir nefes alabilirdi,daha serbest hareket edebilirdi. Başının üstünde bir açıklık vardı,pencere demir bir raya sabitlenmişti, dışarıyı görmek için uzanmış, paslıdemirin kenarına tutunmuş, dışarıya, sıcak havanın buğusu üstünde görünençatıların ötelerine bakmıştı, Magdelena Kilisesi'nin sivri kulesi, Bo-738


hemya Kilisesi'nin soğan biçimli kubbelerinden uzaklardaki Hasenheideçayırlığına ve batıda binalar yığınının ortasında açılmış bir boşluk halindekihavaalanı, güneye doğru Teltow Kanalı tarafındaki koruluklar vebahçe dizileri, ve manzaraya çepeçevre göz gezdirdiğinde yurduna geldiğinihissetmişti, burada, kendi, şehrindeydi artık, üstündeki tüm sıkıntı,tüm yabancılık duygusu silinmişti, ve aşağıda caddede, kendi bildiğiyüzlerin arasında bulmuştu kendini, buradaki yüzler sığ ve silik değildi,iyi tanıdığı, derin ifadelerin işlediği yüzlerdi bunlar. Kız kardeşine gitmekistiyordu, ama şimdi nerede oturduğunu bilmiyordu, o bölgede olacağınıtahmin ediyordu, çünkü çocukluklarından beri buralarda yaşamışlardı,bir birahanede bir bardak malt bira içerken adres rehberini istemişti,Scherl Yayınları'nın çıkardığı kalın açık sarı kitapta kız kardeşinin adınıaradı, ama bulamadı, annesinin adını buldu, kız kardeşinin evlenmiş olduğunuhatırladı, kocası çimento fabrikasında işçiydi, kazancıydı, hayırateşçiydi, adamın soyadını hatırladı, rehberde buldu, buradan sadece birkaçblok ilerde, Hermann Caddesi'ndeydi, ama Hermann Caddesi uzundu,tozlu ve ateş gibiydi, ayakkabısının topukları sıcaktan yumuşamış asfaltagömülüyordu, çantası giysi parçalarıyla tıka basa doluydu, bu kuşkuuyandırabilirdi, ama kimse dönüp ona bakmıyordu, burada insanlarınelinde çokça çanta, çokça bohça vardı, çoğunlukla kadınlar görünüyorduetrafta, çocukların ve gençlerin yapacak başka işleri vardı tabii, cumartesiöğleden sonra da, pazar günü de, buradan götürülmüşlerdi, önceleri oradabowling salonunda olurlardı, ya da spor alanına gidiyor olurlardı, kadınlarkapı önlerinde yan yana duruyorlardı, birkaç dükkânda asılı gamalıhaç bayrakları eğreti duruyordu, duvarlardaki perişan sıva burayıdaha iyi anlatıyordu, birkaç çocuk kaykaylarıyla parke yolda kayıyorlardı,başka birkaçı kapı eşiklerinde mırıldanarak oynuyorlardı, şurada buradabiri pencere pervazına, bir yastığa dayanmıştı, her şey her zamankigibi sakin ve huzurlu görünüyordu, sadece birkaç genç oğlan kahverengiüniformaları, kemerleri, kemer tokaları ve kamalarıyla bu atıl, sıradan cumartesidenayrılıyorlardı, üniformalaşma onların işçi çocuğu görüntüsünüalıp götürmüştü, küçük burjuvanın kahramanlık kültüne kapılmışlardı,bunlar artık genç proleterler değillerdi, şimdiden küçük tanrılar halinegelmişlerdi. Başka bir sessiz, ama meşakkatli mücadelenin izleri duvarlardakendini gösteriyordu, bodrumların ferforjeli pencerelerinin üst tarafında,is lekelerinin ve yağmur oluklarının arasında, beyaz boyayla üstükabaca örtülmüş harfler, kelimeler seçiliyordu, bazen bunlar öne çıkıyorlar,bir yerde barış, bir yerde karşı, bazen bir K, bir P, bir D okunabiliyordu,beyaz çizgiler bodrum katlarda da devam ediyordu, bükülmüş bir okişareti hava saldırılarından korunma deliklerine işaret ediyordu, işte kızkardeşinin oturduğu bina karşısındaydı bir kere daha merdivenlerdenyukarı çıkış, bir kere daha yıpranmış kapı kolları, perişan haldeki paspaslar,dökülen isim levhaları, zili çalınca kız kardeşi ağır ağır açmıştı kapıyı,739


kapı koluna yapışıp kalmıştı, karanlık koridorda hareketsiz duruyordu.Bir süre sonra, sen, demişti. Hiç şaşırmadın mı, diye sormuştu Bischoff.Son zamanlarda sürekli seni rüyamda gördüm, diye cevap vermişti kardeşi.Bu Inge Teyze, demişti arkasında bir oğlan belirdiğinde, oğluydu buçocuk, kaçıştan önce, yedi yıldan fazla bir süre önce doğmuştu. İlk aşamadakiyardım isteğinin hemen ardından bakışlardaki korku perdesikendini göstermişti, komşunun kapısı açılmıştı bile, biri orada meraklıbakışlarla duruyordu, sonra eniştesi de gelmişti, eniştesi bina sorumlusuydu,komşu kadın, çamaşırhaneye inmek istediğini söylemişti, ne zamançamaşırhaneye inmesi gerekse içeri giremiyordu, cumartesileri böyleolabilir, ayrıca okul tatilindeyiz dedi enişte, gelenin kim olduğunu hemenanlamıştı adam, çamaşırhanenin kapısını açmak için komşu kadınla avluyainmişti, Bischoff un kız kardeşi, buradan hemen gitmelisin, demişti,bir kere buraya gelip ondan haberi olup olmadığını sormuşlardı, sadeceonun İsveç'te olduğunu biliyorum demişti, hayır, demişti diğerleri, İsveç'tenayrıldı. Sonra korkuyu yenme aşaması geldi, ona yiyecek veripdinlenmesini sağlamışlar, Splittermarkt'ta oturan yoldaşların yanına göndermişlerdi,ona belki kalacak yeri onlar ayarlayabilirdi, ayrıca ertesi günkız kardeşiyle buluşmak için bir buluşma noktası belirlendi, ama artıktekrar ortalıkta görünmemesi gerektiği söylendi. Kız kardeşi, eniştesi dahasonraları sürekli yardımda bulundular, onun için Nazi gazetesi VölkischeBeobachter'de ilan verdiler, ama bu ilan incelenmek üzere uzun sürebekletildi, gelen cevaplar da incelemeye alındı, kız kardeşi ona defalarcakuryelik yaptı, onun yaptıkları özel bir önemdeydi, çünkü illegaliteyle ilgilibir şeye bulaşmama adına yaşanan hengamenin dışına çıkma söz konusuyduher seferinde, kız kardeşini anlıyordu, ve bütün ötekileri, onlaryüzlerceydi, binlerceydi, sorulara maruz kalmamaları gereken kişilerdi,ve maruz kaldıkları bu sıkışmışlığı kırma cesaretini göstermek cesaretinesahiplerdi, içleri korku doluydu, kendilerini tehlikeye atıyorlardı, çünküsinmişliğe, ürkekliğe tahammülleri yoktu, bir bağlantılar ağma dahil olmuşlardı,bir not pusulasının yerine ulaştırılmasından, aranan birini gizlemeyekadar işler üstleniyorlardı. Bischoff şimdi aylardır WusterhauserCaddesi'nde, Köpernicker Caddesi'yle Michael Kirch Caddesi arasındakalan bu küçük köşemsi caddede bir ailenin yanında oturuyordu, şimdiadı Irmgard Maria Schâfer'di, elinde tanıtıcı kartı vardı, Hollanda'dangönderilen Parti görevlisi Knöchel'in hazırladığı, onun fotoğrafının veparmak izinin bulunduğu sahte bir kart. Kış aylarında Splittermarkt'tahaftada iki kez temizliğe gittiği evde bulunduğu sırada bir ev aramasındakimliği büyüteçle kontrol edilmişti. Nerede çalıştığını sormuştu polis memuru,Mercedes Benz'te, Marienfelde'de diye cevap vermişti, bir pazargünüydü, fabrikaya gidip sorulamazdı, biz tekrar geleceğiz demişti memurlar,o günden sonra artık orada görünmemişti Bischoff, oysa parayaihtiyacı vardı, oradan aldığı ve yattığı odanın kirasına karşılık Karnickel740


ailesinin verdiği ete de, bu aile insanları bodrum katında barındırıyordu,kocanın tutuklanıp tutuklanmadığını bilmiyordu Bischoff, kadını titremesisürerken görmüştü, neden böyle titrediğini sormuştu, adamın cevabı,kadının ağır hasta olduğu şeklindeydi. Ama Wusterhauser Caddesi'ndede uzun süre kalamayacağını biliyordu, çok fazla kiracı vardı, gelengiden çok oluyordu, Reinhard adında bir ressam vardı, Bischoff a fabrikadane yaptığını sormuştu, şarjör torbası diye cevap vermişti, neredeyapıyordu bunu, bunlar neye benziyordu, buna cevap veremem demişti,bu savaş sırrıydı, blok yöneticisi de arada bir yukarı çıkıyordu, arkadaşınızneden hep böyle suskun, diye ev sahibine soru yöneltebiliyordu, yada provokatif bir şekilde, acaba burada da İngiliz radyosu çeker mi diyebiliyordu.Tüm kent geçit vermez bir çalılık gibiydi, ama burada nasılilerleyebileceğini kendine sormuyordu artık. Çalılığa rağmen, bariyerlere,tuzak çukurlarına rağmen hep başı dik yürüyordu, ve aralarında olduğudiğerleri de böyle yapıyordu. Sadece annesi için endişe ediyordu, kızkardeşi onun burada olduğunu annesine söylemeden edememişti, annesionu görmek istemişti, birkaç kez onunla buluşmuştu, Tiergarten semtindehayvanat bahçesinde, son görüştüklerinde bir bankta annesi ona sarılmıştı,annesini itmek zorunda kalmıştı, ağlaşan kadınlar çevredekilerindikkatini çekmişti, ele geçmesi durumunda annesinin dayanma gücügösteremeyeceğini, işkencede her şeyi itiraf edeceğini, onun İsveç'te olduğukonusunda ısrar edemeyeceğini biliyordu. Kontrolü kaybedip topluluğuniçinde yüksek sesle ortaya çıkanlar rastlanmadık bir şey değildi,daha geçenlerde sinemada propaganda haberleri gösterimi sırasında birkadın ayağa fırlamış ve oğlunu savaşta kaybettiğini bağırmıştı, karamboliçinde kadını alıp götürmüşlerdi, bir asker onu bırakmalarını istemişti.Kent fosfor fırtınalarının, taş yağmurlarının yaşanmaz bir çöle çevirdiğiyer olsa da, burada aynı zamanda, onları güçlü kılan düzenli organizasyonlarıda vardı, Knöchel onu Merkez Komite temsilcisi Kowalke'ye götürmüştü,oradan da Uhrig Grubu'na ulaşmıştı. Lovö'deyken, yani diğeryaşamda, kilise önünde Funk'la yaptığı görüşmeyi hatırlıyordu, o sıradabir şeyden çok emin hissediyordu kendini, eğer Berlin'e bir gelecek olursaher şeyin yerini bulacağını düşünüyordu, ve kısa zamanda kendinigöstermişti, varmak istediği yerdeydi şimdi, tıpkı Stockholm'de olduğugibi günlük yaşamın kalın örtüsü, yanıltıcı sükûnet ortamı altında diğeroluşum, inatçı, bir yumak halindeki mücadele yaşıyordu, ve burada gizlilikiçinde yaşayanlar birbirlerini tanıyorlardı, başkalarının algılayamayacaklarıküçük bir işaret yetiyordu, ve garip olan nokta, burada, savaşıniçindeki bu dev kentte, düşmanla yüz yüze yaşarken, bu birbirini karşılıklıtanımanın zorlaşmış olmamasıydı, tersine duyular daha da keskinleştiğiiçin kolaylaşmış olmasıydı. Ona Elisabeth SchumacherTe buluşmaizni verilmeden önce onun annesiyle Bleibtreu Caddesi'ndeki bir kafede,koltuklarla tefriş edilmiş bu küçük loş mekânda bir buluşma ayarlanmış-741


ti, ordu üniforması içindeki bir adam birkaç kez onun yanından gelip geçmiş,onu bakışlarıyla süzmüştü. Konuşmanın seyri sırasında kadın onaPaul Braun'u tanıyıp tanımadığını sormuştu, evet, demişti, Rote Fahne gazetesininyurtdışı bölümüne bakan kişi bu isimle anılıyordu. Bu karşılaşmadansonra Bischoff a Gsellius Kitabevi'ne gitmesi notu ulaştı, MohrenCaddesi'ndeki kitapçıda bilimsel yayınlar bölümünde bir coğrafya kitabınısoracaktı, kitapların sayfalarını karıştırmaya koyulmuş, ama hiçbir şeyolmamıştı, ama aradan birkaç gün geçtikten sonra Elisabeth'e gitmek içinbir davet almıştı, ve Elisabeth ona, kitapçıda çalışan Braun'un onu tanıdığınısöylemişti, daha sonra onun gerçek adını da öğrendi, Guddorf, o sıradaBischoff, Schumacher'in de referansıyla o kafede Stockholm'den getirdiğiyayınları teslim edebildi. Karşılıklı katı gözetleme yapıldığının ve talepedilmeden herhangi bir girişimde bulunulmasının yasak olduğununfarkında olmak, onları yeraltında birbirlerine bağlayan güveni güçlendiriyordu,hiçbir yabancı, buraya ait olmayan hiç kimse bu ilişkiye sızamazdı.Ve kendi içinde sağlam bu duruş onda, değiştirme yeteneği ve gücünün,ülkeyi yeniden inşa etmenin, bu az sayıda görünen insanlardan kaynaklanacağıduygusunu veriyordu, bu insanlar eylemleriyle çok kişiye ulaşıyorlarve en azından onlara, kendini savunmanın gerekliliği düşüncesini iletiyorlardı.Bir keresinde Sieg'e gitmişti, Bischoff aslında bunun bir hata olduğudüşüncesindeydi, birbirlerini sık sık evlerde görmelerinin dikkatsizlikolduğu kanısındaydı, ama oradakiler Bischoff u dinlemedi ve gecelerboyu birlikte oturdular. Guddorf, Harnack'lar, Schumacher'ler, Kuckhoff'lar,Heilmann, Coppi, sanki kendi kentlerinde aralıksız geçirdikleriyaşam onları afsunlamıştı, sanki kendi başına kalma buyruğu sadece yıllarınısürgünde geçirenler için geçerliydi, özellikle de Sieg'ten, illegal gazetelerinbasımını yürüten kişiden en yüksek derecede dikkat bekliyordu,ama herhalde Sieg üstündeki demiryolcu üniformasının onu kamufle ettiğineinanıyordu, Sieg Stettin İstasyonu'nda çalışıyordu. Bugüne kadar tersgiden bir şey olmamıştı, ne el baskısı yayınların gizlenmesinde, ne ilk yazılarınyerine iletilmesinde, ne de gazetelerin, bildirilerin, afişlerin, pullarınhazırlanması sırasında, Britz'te, Treptow Kanalı'nın kıyısında, InnereFront, Friedenskampfer gibi gazetelerin basıldığı bahçe içinde bir kulübevardı, el baskı makinesinin kolunu çevirirken bu hareketi kol kaslarındahissediyordu, gazeteler silah fabrikalarında dağıtılıyordu, Avrupa'nın bütündillerinde yayınlanıyordu, esir olarak getirilmiş işçilere sesleniyorlardı,bu işçilerden bazıları da çeviride onlara yardım ediyordu, burada,Britz'te daha sonra telsiz yayını da devreye girdi, Coppi orada temel bilgilerialdı, Rudow ve Oranienburg'ta da Sieg'in gerektiğinde yer değiştirmesinisağlayan çeşitli bahçe arazileri vardı, Bischoff sürekli kentte oradanoraya yanında Harnack'ın, Schumacher'in, Kuckhoff un basılacak yazılarıylamekik dokuyordu, Sieg'le, Knochel, Kowalke'yle, İsveç'ten yeni gelmişolan Welter'le, ayrıca onun doğrudan temasta olduğu Eisenblatter ve742


Stobe'yle, hepsinin buluşma yerinin bulunduğu Neukölln kesiminde buluşuyor,bilgi servisinin çalışması olarak hücre üyeleri için öngörülen metinlerikaleme alıyor, geceleri de pullama yapanlara, sessizce sokaklardasüzülenlere, duvarlara ve çitlere yazı yazanlara karışıyordu. Bu tür eylemlerin,düşman propagandasının büyük dalgası karşısında önemsiz kaldığıfikrine hiç kapılmamıştı, tersine duvarlara yazdıkları barış, özgürlük veilerlemeyi temsil eden harflerin kulak ardı edilmesinin imkânsız bir önemkazandığını düşünüyordu, ve dün Niederschöneweide yük istasyonundapolis tarafından yakalanmış olsaydı ona fark etmezdi. Eisenblatter, Tomschick,Uhrig ve Mettin Şubatta yakalanmış, erkekler Brandenburg Hapisanesi'nde,kadın ise Ravensbrück'te işkenceden geçirilmiş, Emmerlich'in,Gloger'in, Grünberg ve Steffelbauer'in idam edilmiş olması onun cesaretinikırmamış, tersine çabalarını, bildirileri, bu her yana savrulmuş yayını,söyleyecek sözü olan, yön verme hakkı olan tek yayın türünü dağıtma çabalarınadaha da güç vermişti. Bischoff iki genç adamda çekingenliğin izinigörmüş, sanki onları koruyabilirmiş gibi kollarıyla onları sarmıştı. Buiki adam ondan çok daha gençti, kendisi daha önceki savaşta safını seçmişbiriydi. Korkmamalısınız, demişti onlara, bir kere bir dava için kararınızıverdiyseniz, her zaman için bunda kararlı olmaya hazır olmalısınız. Heilmannve Coppi yakınlardaki zaman ayarlı bombanın patlamasının yankısındaBischoff un sözlerini duyamadılar, uyuşmuş halde yerde kadının bedenininaltında kaldıklarını hissediyorlardı. Çok da güzel bir yaz günüydüo gün, sanki kent dışındaki bu yerde, vericinin sinyalleri arasındaağustosböceklerinin ötüştüğü, kuşların cıvıldadığı Karlshorst'ta tatildelerdi,doğu cephesindeki saldırıyla ilgili birliklerin büyüklükleri, toplanmaalanları ve sevkıyatları, silahların miktarı ve cinsleri, uçak tipleri, savunmamerkezleri ve kurmay karargâhları hakkındaki sayılar dizisini verdiklerindeve müttefiklerin çağrısını kulaklıkta duyduklarında telsiz tespit cihazınahenüz yakalanmamışlardı, sonra birliklerin Ukrayna üzerindenVolga'ya, Kırım ve Kafkaslar'a ilerleyişi, Sivastopol'daki ilk çarpışmalar,Sovyet güçlerinin Çarkov'daki karşı saldırısı sırasında etraflarındaki çemberiyice daralmıştı, tekrar kente, kaldıkları yeri sürekli değiştirdikleridünyaya dönmeliydiler. Karısı Hilde'nin anne babasının yanında, Borgiswalde'dekibahçe evinde kalmış olması Coppi'yi çok rahatlaşmıştı, bahçeninyeşillerinin ortasında otururken görüyordu onu, saçları düz şekildegeriye taranmıştı, elleri hamile karnının üstünde, çocuğun doğmasına dahaüç ay vardı, ama Coppi'yi yakalasalar bile Hilde'yi bu haliyle bulamazlardı,ama bulacak olurlarsa, onu karşısına getirirler, şiş ve kana bulanmışyüzüyle ondan istedikleri ifadeyi almaya çalışırlardı, karısının karnına bıçağıdayayarak, Coppi yerinden fırladı, o da şimdi gitmek istiyordu buradan,ama o an nereye gitmek istediğini bilmiyordu, en iyi cihazın bulunduğuHarnack veya Kuckhoff a mı, Brockdorff veya Schottmüller mi, sonzamanlarda cihazlar çok arıza vermişti, kesintiler olmuştu, kendisi de743


dikkatsizlikler etmişti, vericiyi düz akım yerine alternatif akım kaynağınabağlayınca yakmıştı, kendi frekansını açtığında ona telsiz arama arabasıyaklaşana kadar birkaç dakika kalıyordu sadece, her yer onun için tuzaktı,ve maiyeti tarafından en iyi deşifre uzmanlarından biri olarak bilinenHeilmann Matthaikirch Meydanı'ndaki bürosunda, Coppi tarafındanaceleyle gönderilen sayı kombinasyonunu dinleyip çözmeye çalışıyor gibigörünüyordu, bu casus yayınlar doğudaki sonuçlardan görüldüğüüzere orduların her hareketim düşmana bildirerek tüm sürpriz manevralarıengellemişti, bu casuslar, askerin ilerlemesini engellemeye, geçen kışyaşanan yenilgilerin intikamını almaya yemin etmiş başkomutanın sözünüboşa çıkarmaya çalışan bu vatan hainleri, tüm yönetim kurumlarındabulunuyor olmalıydı. Ve dışarıya fırlamadan önce vedalaşmak için el eletutuşanlar yaptıklarını hiçbir zaman casusluk olarak görmemişti, savaşmeydanının ortasında dinleme devriyesiydi onlar, korkunç bir sorumlulukyüklüydü omuzlarında, ülkelerinin esaretinin daha ne kadar süreceğionların geçeceği mesajlara bağlıydı, yayınların kaynağı olan ve aceleyledeğiştirilen noktalar, bir orkestradaki aletlerin önceden belirlenmiş pozisyonlarınabire bir uyuyordu, Rote Kapelle adıyla anılacak bu organizasyonasonuna kadar bağlanmışlardı, savaşın dönüm noktası artık gelmişgörünüyordu, Kafkasların yüksek bölgelerine girmelerine izin verilerekBakü'nün petrol bölgelerine kadar ilerleyen, Volga boylarında, Stalingradönlerinde toplanan sayıları üç yüz bini bulan saldırganlar kanatlardan sıkıştırılmış,ikmal yolları kesilmişti, ve bir diğer yoldaşının elinin kuvvetinielinde hissedenler daha fazla ayakta kalamayacak olsalar bile, güz fırtınalarında,kar altında düşmanın çöküşüne katkıda bulunduklarını rahatlıklasöyleyebilirlerdi.Alarm henüz susmamıştı, trenler ve otobüsler sefer yapmıyordu, birkarmaşanın içinde yürüyorlardı, itfaiye arabalarının, tahliye görevlilerininarasından, Heilmann Belediye Binası yönüne, Bischoff Kloster Caddesi'ndenaşağıya, Coppi yanan ıhlamur ağaçlarına doğru, kaidelerinin üstünde,koltuklarında iki büklüm oturuyordu Humboldt kardeşler, biri yerküreye yaslanmış olarak, diğeri kucağında açılmış kitabıyla, ve donuk bakışlarlaçevrelerindeki yıkımı izliyorlardı, tepelerinde, Üniversite'nin pervazlarındaalev yalımlarının arasında parlak miğferleri ve baltalarıyla birileriyukarılara tırmanıyordu, su ışınları yukarılara yöneliyordu, gökyüzündeışık oyunları dolaşıyordu. Üç beden bir bir adımlar atarak ilerliyordu,körük gibi inip çıkan göğüs kafesleriyle, gümbürdeyen kalp atışlarıyla,yanık kokusunun karıştığı hava açık ağızlarından içeri doluyor, ciğerdedolaştıktan sonra ıslıksı bir sesle dışarı çıkıyordu, beyinler, gelecektüm sıçrama ve düşmeleri hesap ederek bir sonraki hareketlerin hazırlığı-744


nı yapıyordu, Heilmann'ın tabanları Schloss Meydanı'nın parke taşlarıüzerinde düzenli olarak inip çıkıyordu, Neptün Çeşmesi'nin orada birigölge gibi aceleyle yanından geçti, Coppi'nin kolları bir lokomotifin pistonlarıgibi ileri geri hareket ediyordu, Bischoff sessiz adımlarla JannowitzKöprüsü'ne doğru uçuyordu, çoraplarının üstünde yürüyordu,ayakkabılarını nerede kaybettiğini bilmiyordu. Heilmann Fransız Caddesi'ndeniki katedral yönüne, Gendarmenmarkt meydanındaki bu simetrikyapıya doğru döndü, Tiergarten semtine gitmek isteyen Coppi'nin bedeniönde giden uzun kara bir ulak gibi, yanmakta olan bulvardan uzaklaşıpıssız Dorotheen Caddesi'ni dolanarak yoluna devam etti, çatısı eskiyangından kömürleşmiş eski parlamento binası Reichstag'ın kara kütlesininönünden hızla geçti, ardından Prusya geleneğinin yarı tanrılarının kaideleriüzerinde onu karşıladığı uzun Siegesallee Bulvarı'na girdi. LeipzigerCaddesi'nin tüneli Heilmann'ı içine aldı, Coppi'nin soluğu adeta rüzgâryapıyordu, bir devdi o, tarih öncesi bir canavar, çalılıkları yararakgeçti, toprak yığınları ve otların üzerinden hızla yola devam etti, ince çelikçerçeveli gözlüklerinin arkasındaki gözlerini kısmıştı, yüzü, bu kurukafaBischoff un ağtabakasından hâlâ silinmemişti. Brücken Caddesi'niarkada bırakarak Köpernicker Caddesi'ne varmıştı, o arada iki yüzün kilisekapısından kendisinden ayrılışı bir türlü gözünün önünden gitmemişti,askeri şapkası altındaki çocuksu yüz, yanaklardaki derin çökükleriylekemikli yüz, keskin çizgili ağız, dalgalanan saçlar, şimdi duman bulutlarınındoldurduğu Wusterhause Caddesi'ne ulaşmıştı, ama orada polisarabası gördü, ve o an kasları onu güney yönünde, Neukölln kesimindekiNeander Caddesi'ne, doğumundan beri ait olduğu yere attı. PotsdamMeydanı'nın zeminine vuran adımları yavaşlayan Heilmann yıldızbiçimiyle açılan caddelerin gerisinde dumanlı havanın içinden MatthâusKilisesi'ni gördü, Coppi korkunç bir tükenmişlik duygusu içinde böğründebir sancıyla iki büklüm Lützow İskelesi'nin korkuluklarına dayandı.Otuz yıl önce öldürülen Rosa'nın cesedi hâlâ Landwehr Kanalı'nda yüzüyordu.Tam o sırada arkadan yanına yaklaştılar, biri sağında biri solundadurdu, iki sivil polis kimliğini görmek istedi. Siemens'te tesviyeci. Budoğruydu. Kontrol edilebilirdi. Burada, alarmlar çalarken ne işi vardı. Sabahvardiyasına gitmesi gerekiyordu. Sabah vardiyası mı, pazar günümü, diye sordular. Bugünlerde yüksek tempoyla çalışıyoruz, dedi. Öyleyseönünde daha uzun bir yol vardı. Hayvanat Bahçesi İstasyonu'na gitmekistediğini, orada trenler tekrar sefere başlayana kadar beklemek istediğinisöyledi. Bu uzun zaman alabilir, dediler, ve kâğıtlarını ona geri verdiler.Güleryüzlü davranışları onu şaşırtmıştı. Bilseydiniz karşınızda kimolduğunu. İçinde öyle bir zayıflık vardı ki, tutuklanmayı isteyecek durumdaydı.Bu dur duraksız hayatın devam etmesindense son bulmasınıtercih ederdi. Ama polisler uzaklaşmışlardı bile, hatta ona el salladılar.Ayaklarını sürüyerek Herkül Köprüsü'nden geçti. Orada Stymphalos ba-745


taklığının içinde Hydra köprü ayağından yukarı çekiyordu kendini, kartalınkanatları göğü yalıyordu. Tauentzien Caddesi bile ona sonsuzuzunlukta geliyordu, önünde daha Nürnberger Caddesi, Spichern Caddesive de tüm Wilmersdorf ilçesini boydan boya kateden Kaiser Bulvarıuzanıyordu, bu caddenin ulaştığı Friedenau'da, Brockdorff ta bulunanverici cihazı vardı. Bischoff'un Oranien Meydanı'ndan Kottbus Kapısı'nakadar fazla yolu yoktu, ve Heilmann üniformasının tozunu silkeleyerekmerdivenlerden bürosuna çıktı. İçeri girdiğinde yardımcısı Traxlüzeri işaretlerle dolu bir kâğıdı önüne uzattı, kâğıdı görür görmez şifreninbulunduğunu hemen anladı. Sirenlerin uzun ötüşü sırasında BischoffKottbus Kapısı'na varmıştı. Buradan metroyla Leine Caddesi'ne gidebilir,Hermann Caddesi'nden aşağıya kadar olan yarı yolu katedebilirdi.Peron girişinde buraya sığınmış ve yeni bir saldırının korkusuylageceyi burada, küf kokulu alt geçitte geçirmek isteyen bir kalabalık arasındakaldı, loş ışıkta paltolarının ve örtülerinin altında birbirlerine sokulmuşve yere uzanmış halleriyle sessiz ve ürkek bir mağaraya sığınmışboz bir sürüye benziyorlardı. Heilmann kâğıda göz attığında, kâğıttakimesajın, müttefiklerin epey önce, on Ekim kırkbirde, korkunç birdüşüncesizlikle Brüksel'deki irtibat noktasına gönderdikleri telsiz mesajıolduğunu hemen anladı. Bir ay önce Brüksel'deki merkezin lağvedilmesindensonra bürodaki şefi Vauck'u sayı kombinasyonları üzerindekafa yorarken görüyordu, bu sayılardan kendi grubundaki önderlerinadresleri çıkacaktı. Dokümanları ortadan kaybetme olanağı yoktu. Harnackartık Fredericia Caddesi'nde değil, Tiergarten semtinde, WoyrschCaddesi'nde oturuyordu, Kuckhoff ise Kaiser Bulvarı'ndan Friedenau'dakiWilhelmshöher Caddesi'ne taşınmıştı, sadece Schulze Boysen AltenburgerBulvarı'nda kalmayı tercih etmişti, dairesi belirtildiği gibiüçüncü katta değil beşinci katta olduğu için ve üçüncü katta ordu istihbaratındanbir subay oturduğu için onların peşindekiler yanlış bir izeyönelmişlerdi. Ama metnin çözülmesi işinin onların tutuklanmasını sadecebirkaç saat geciktireceğini biliyorlardı, ve Heilmann'm yardımcısıkırmızı kırmızı parlayan yüzüyle karşısına çıkıp Choro, Wolf ve Bauerkod adlarını taşıyanların gerçek isimlerini kâğıttan okuduğunda birkaçgünden beri beslediği kuşkusunun, onları dar bir çemberde tuttuklarınındoğrulandığını, ve sadece en uygun ânın, bir seferde mümkün olduğuncaçok grup üyesinin zararsız hale getirileceği ânın beklendiğini anladı.Tabii bunlar yoldaşları derhal yerlerini terk etmeleri için uyarma isteğiuyandıran sinyallerdi, ama daha saniye geçmeden zihninde düşünce oluşanbağlantılar onda sadece sakin tepki vermesini sağladı. Önce sessizce,inanmaz görünerek, en küçük bir titreme hali yaşamadan kâğıdı okumakdurumundaydı, bakışlar ona çevriliydi, ya da belki sadece kendisi böylesanıyordu, belki de onun gruba dahil olduğu henüz bilinmiyordu, bu biryanıltma olmalı, baksanıza buradakiler yüksek mevkili memurlar, dedi,746


saygın kişiler, bunun üzerine önde gelen üç kişinin arka planını önüneserdiler, artık söylenenleri dinlemiyordu, sadece kendine bir tek şeyi soruyordu,acaba kendisi de, haftalar boyu mor ötesi ışık altındaki bir hücredekaldıktan sonra çelik sopa inmeye başlayınca her şeyden kopar mıydı.Harnack'ı beş yıldan beri tanıyordu, o zamanlar Coppi'yle ve şimdi İsveç'teyaşayan diğer bir arkadaşıyla birlikte okumalar yapıyorlardı, Harnack'ınekonomi-politik derslerine girdiğinde yaşı henüz on beşti, on yedisindeUluslararası İlişkiler Fakültesine girdi, Haushofer'in derslerini,mistik ulusal jeopolitik konuları kamuflaj olarak kullandı, Haushofer onuen iyi öğrencisi olarak görüyordu, ama onun gerçek hocası şimdi ekonomibakanlığında danışmanlık yapan Harnack'tı. Sömürücülerin bunaltıcıbir üstünlüğü ele geçirdiği sınıf savaşını yollarda Coppi'yle birlikte öğrenmişti,sermaye egemenliğinin açık faşist şiddete dönüşmesini sağlayanmekanizmaları ise ona Harnack açıklamıştı. Proletarya son yirmi yıldarazı olduğu yoksunluklarla, yaşadığı aşağılanmalarla öyle bir uyuşuklukiçine girmişti ki gücünün elinden alınmış olduğunu ve bunun sonucuolan esaretini göremeyecek durumdaydı. Konuları Coppi'den öğrenirkenher şey kolaydı, çizgisi belliydi, Coppi daha okuldayken, Scharfenbergyatılı okulunda, parti üyesiydi, gençlik birliğinin Tegel'deki grubununbaşındaydı, okul yatakhanesinin kümesinde kendine bir bodrum odasıdüzenlemişti, burada Marksizmin babalarının resimleri altında arkadaşlarınaMayakovski'den ve Wedekind'den şiirler okuyor, onlara devleti vedevrimi ve en yüksek aşama olarak emperyalizmi anlatıyordu, öğretmenlerdenbiri kuşkuyla içeri bakacak olursa da duvardaki gür sakallının dedesiolduğunu söylüyordu, pazarları annesinin dondurma kulübesindeduruyordu, tesviyeci eğitimi aldı, sonra bindokuzyüzotuziki yılında Weimarcılararasında komünistlikten dolayı okuldan atıldı, ve sonraki yıllardailk hapse girenler arasındaydı. Bildiri dağıtmaktan on iki yıl. Dışarı çıkarçıkmaz da illegal çalışmalara tekrar dönüyordu. Bir işçi çocuğu olanCoppi yaptığından hiç kuşku duymamıştı, ama onun için idealizmdengerçekliğe uzun bir yol katetmek gerekmişti, romantizm ve asalet duygusu,filizlenmekte olan materyalist dünya görüşünün içine hep sızma eğilimigösterdi. Yetiştiği burjuva eviyle, sözde varolan huzur ve mutlulukla,siyasi mücadelenin amansızlığı arasındaki çelişkiyi yaşıyordu, onun başkaldırısıönce her türlü haksızlığa ve baskıya karşı bir başkaldırıştı, olayondan ne kadar uzaksa duygusal katılımı da o kadar güçlü oluyordu,uğursuzluğun en yakında ve en büyük olduğu durumlarla ilgili mücadelevermesi ancak zamanla oldu, Harnack, Kuckhoff, Guddorf, Schumacher,Schulze Boysen ile yaptığı ve bazen birisiyle bazen ötekisiyle gece yarılarınakadar süren konuşmaları sırasında bir şeyi fark etmişti, her bir insanıniçindeki karşıtlıklar onun yöneldiği eyleminde itici gücünü oluşturuyordu,hiçbirinin yolu, Coppi gibi daha çocukluktan çizilmiş değildi,onlar kendi kökenleriyle yaşadıkları çelişkinin etkisiyle keskin dönüş ge-747


ektiren kararlarını vermişlerdi. Onların hümanist, barışsever veya sanatsalarka planları onları burjuva liberalizminin iflası karşısında özellikleduyarlı tepki vermeye yöneltmiş ve liberalizmin kamuflajı altında ortayaçıkan rezilliğe karşı başkaldırının zorunluluğuna inandırmıştı. Belki başlardaduyduğu hayranlık ve saygıyla onlara yaklaşmak istemişti, ama kısasürede, işin ayrıntılarının, kararlı ve titiz çalışmalarla yapılan planların,atılan küçük küçük adımların önemini fark etmişti, aralarına katıldığıinsanların tarihsel güçlerin hizmetinde olduğunu, onun gereğini yapmayahazır olduklarını gördüğünde kendisi için de artık geri dönüş yoktu,hepsi neyin hizmetinde olduklarını biliyorlardı, bu da onları neredeysetümüyle anonim yapıyordu. Birden teoriden pratiğin içine girmişlerdi,sayılarının böyle az oluşu onu hiç şaşırtmamıştı, zaten fazla da olamazlardı,çoğunun zayıflığı onlara bu yeri açmıştı, körleşme kurbanı olanlarkitle oluşturmasaydı vahşet de varolamazdı ve ona karşı koyanların çoğunluğununkökünü kurutma gücünü bulamazdı, ve onların varlığı bile,tümüyle yok edilemeyecek bir yaşam gücünün varlığını göstermeye yeterdi,ve o kadar az da değillerdi aslında, savaşın başlarında üç yüz binkişi kamplarda ve zindanlardaydı, kendi kurtuluşları için ve terbiyecilerinemirlerini yerine getiren milyonların kurtuluşu için iş başındaydılar.Harnack, yaptıklarının tarihin bir ilkesine uymak olduğu açıklamasınıgetirmişti, Schulze Boysen'a göreyse sadece kişisel karar vardı, hırslı kişiliğionu bu işe sürüklemişti, ikisi de düşmanın komuta merkezlerinde çalışıyordu,onların kendilerini kontrol gücü, sunuş yetenekleri öylesinemükemmeldi ki, çabalarını genişlettikçe mevkileri de yükselebilmişti, birihükümet başdanışmanı, diğeri üsteğmendi. Harnack hep geri duran, bekleyenve inceleyen bir kişiliğe sahipken Schulze Boysen hemen yargıyavarabilen, her türlü zorluğu bertaraf eden, tüm belirtilen bunun tersineolsa da halkın başkaldırısına inanmaktan hiç vazgeçmeyen biriydi. Birsporcu, bir pilot olan ve saman sarısı saçları, gök mavisi gözleri ve uzunsivri yüzüyle yüceltilen Kuzeyli ırka örnek gösterilebilecek Heilmann iseGermen Reich'ının devrilmesi için en büyük hırsla uğraşan kişiydi, firkateynkaptanının oğlu, Amiral Tirpitz'in yeğeni olarak subay kastının vesömürgecilik geleneğinin vârisi ve Genç Almanlar örgütünün maneviyatıylayetişmiş olan Heilmann önünde sosyalist bir Alman devletinin geleceğinigörüyordu. Yirmi yaşlarına kadar, hukuk ve iktisat öğrenimi gördüğüsıralarda avrupacı fikirlerin etkisindeyken artan şovenist vahşetkarşısında enternasyonalizme yönelmişti. Siyasi bakışını büyük bir hızladeğiştirdikten sonra önünde yeni, devrimci bir dünya açılmıştı, yeni biryayın dünyası ve yeni insan ilişkileri, ve çok geçmeden bir foruma ihtiyaçduymuş, bindokuzyüzotuzikide Der Gegner adıyla bir dergi çıkarmayabaşlamış, bu dergide, işçi partilerinin kabullenmek istemedikleri büyüyenfaşist iktidar tehlikesine karşı birlik çağrısı yapmıştı, zamanın yetersizolacağını biliyordu, o sadece bir başlangıç yapabilirdi, bir grup topla-748


malı, her şeyin bittiğinin düşünüldüğü zaman geldiğinde bu grup karşıkoyuşu sürdürmeliydi, ve faşizmin zaferinin ardından on binlerin içindeo da tutuklanmıştı. Kamptaki deneyimler, ağır işkenceler, en yakın arkadaşlarınınkatledilmesi, başkaldırı için ihtiyaç duyulan nefreti kazandırmıştı,ama onun tutumunu bilimsel görüşlerin belirlediğini hiçbir zamangözardı etmedi. Etkili kişilerin ona referans olmasıyla serbest kalmasındanitibaren, aynı kökenden geldiği çevrelerin amaçladıklarını onlarınaleyhine çevirerek, ülkesi adına işlenen insanlık suçlarının önünü almakuğruna, genelkurmaya, hükümete kadar ulaşmasını sağlayan ilişkilerinikullanmıştı, pilotluk eğitimi almış ve hırslı subaylara önem verir görünenmareşalin yardımıyla Havacılık Bakanlığı'na atanmıştı, burada savaştaordunun donanımını gösteren dokümanlara ulaşma olanağı vardı. Asılhücumun Sovyetler Birliği'ne yöneleceği bilgisiyle hareket ederek edindiğibilgileri gerekli yerlere iletmiş, Sovyet-Alman Paktı sırasında bile saldırılarındoğuya yönelerek devam edeceği kanısından uzaklaşmamış vesaldırı hazırlıklarının altını oymak için elinden gelen her şeyi yapmıştı,bu dönemde komünistlerin geri çekilerek sessiz kalmaları gerektiği teziniçürütmüştü. Sovyetler Birliği'yle dayanışmayı sürdürmüştü, çünkü kendiülkesinde bir değişimin ortaya çıkması için bu ilk işçi devletinin hayattakalmasını önkoşul olarak görüyordu. Komünist Patrisi'ne üye değildi,önderlik yapanların arasında sadece Guddorf Parti üyesiydi. Bağımsızlıklarıylatüm ilerici güçlerle birleşebilecekleri mesajını vermek istiyor gibiydiler.Birçok tartışmada gelecekteki devlet biçimi ele alınmıştı. Hâlâbir ayaklanma olacağına, bunu da Almanya'da zorla çalıştırılan milyonlarcayabancı işçinin götüreceğine inanan Schulze Boysen bir Sovyet Almanyası'ndan,bir komiteler cumhuriyetinden söz ediyordu. Ötekiler birsosyalist demokrasiden söz ediyorlardı. Ama halkın katılımına dair birişaret olmadan buna ulaşılabileceğini düşünen yoktu. Onlar bir öncükuvvetti. Ama bir partinin öncülüğü değildi onlarınki. Bu biçimde ortayaçıksalardı güvensizlik uyandırırlardı. Partiler, özellikle de yeraltında mücadeleiçinde ayakta kalmış partiler ilerde hegemonya hakkı görebilirlerdikendilerinde. Ama zaten onların amacı Komünist Parti'yi ayakta tutmak,böylece zamanı geldiğinde devleti kurmak üzere hazır olmasınısağlamak değildi. Onların hedefleri daha genişti. Bir birlik hareketi amaçlıyorlardı.Stockholm'den onlara ulaşan Funk'un yazıları, sürgündekiParti içinde de, tüm muhalif güçleri biraya toplayacak bir cephe partisineulaşma çabalarının olduğunu göstermişti onlara. Başlangıç olarak onlarınyurtsever bir ahlakın temsilcileri olmaları yeterliydi. Bu tutum enternasyonalizmidışlamıyordu. Onlar devrimciydi, ama toplumsal koşullaruzun süreli, sabırlı hazırlıklar gerektiriyordu. Organizasyonu genişletmedenönce, mücadelenin kendi ülkelerinin emperyalist yönetimini zayıflatmayayönelik olması gerekiyordu. Onun gücüne zarar verilebileceğinigöstermeyi başarmaları karışıklıkların doğmasını sağlayabilirdi. Ama bir749


irlik partisi, gücü tümüyle elinden alınmış halkın tüm katmanlarını kazanacakbir program henüz uzak görünüyordu. Konuşmalar sürekli bir bütünleşmeningerekliliği etrafında dönüyordu. Bunu başaramazlarsa tümçalışmaları boşa gidecekti. Batılı müttefik güçlerin Sovyetlerin yıkılmasınıumdukları konusunda kuşkuları yoktu, Almanya'nın doğudaki ordularınayeterli hareket alanı bırakarak Sovyetler Birliği'nin işgal edilmesini,bekliyorlardı, sıra kendi zaferleri için harekete geçmeye geldiğinde dekendi isteklerini Almanya'ya dayatma amacı güdüyorlardı. Eğer birleşikgüçler olmazsa ülke egemenliğini savunamazlardı. Bu düşünce ve planlarHeilmann'a pek çok kez dayanaksız görünmüştü, ama onlar da kendi yalıtılmışlıklarmamahkûmdular, sadece onlar, bu az sayıdaki insan, günügeldiğinde büyük aciliyet kazanacak görevlerle uğraşabilirlerdi, ama eğerbir Alman sosyalizmi Batılı güçlerin engeliyle karşılaşırsa ve sadece SovyetlerBirliği'nin koruması altında bunun mümkün olması durumunda neyapacakları sorusuna bir cevapları yoktu. Uçuşan düşünceler arasında gözününönüne tüm çabaların inanılmaz çeşitliliği, önderlerin, çok farklıyönlerden güdülenen farklı amaçlar yığınını birbiriyle bağdaştırmak, kimseninhaksız avantaj elde etmesine meydan vermemek ve yeni bir anlayışıbu kitleye taşıyacak simgeler bulmak için ortaya koymak zorunda olduklarıdayanma gücü geliyordu. Ama ortaya konan sebat tüm belirsizlikleriaştı, bu çaba ödünsüz dürüstlüğün açık bir yansımasıydı, yalıtılmışlıklarındandolayı haklı çıkabilecek olan suçlama, onların gerçekçi olmayan,yanılsamalı beklentiler içine girebilecekleri iddiası doğrulanmadı, olan biteniiçerden izleme şansı elde ederek, o an dışarıya yansıtılan tüm başarıiddiaları ve büyüklenmelere rağmen orduların yıpranacağım, geri çekilmeyeve yenilgiye uğramalarının kaçınılmazlığını görüyorlardı, yeter kisabretsinler ve hücreleri güçlü tutsunlardı, ve Heilmann'ın gözünün önünebir adada yaşadıkları görüntüsü geldiğinde, bakışlarını tüm caddelerdeve işletmelerde varolanlara bakması, onların güttükleri çabaların uyumluve büyük bir çerçeve içinde etkili olacak bir şey olarak görmesine yetiyordu.Onu hüzünlendiren tek şey tüm bu darbe yemiş ve kötürümleşmiş kitleydi,onların yapıp ettikleri ancak halk hareketlenirse gerçeğin kendisiolabilirdi, ve birden Pergamon frizinin önünde yaptıkları bir konuşmayıhatırladı, değişimlerin onların, yerin, tozun ve çakılın içinden çıkıp gelenlerinomzunda yükselmesi gerektiğini konuşmuşlardı, ve onlar kazanılanıtekrar ellerinden bıraktıklarında her şey yine çökecekti. O zamanlar kendilerinifatih olarak görmüşlerdi, kültür varlıklarını kendilerine mal ettiklerini,bu kadar bilgiyle ve entelektüel kazanımla, insan yaratımlarıyla alayedenlerin boyunduruğu altına sokulamayacaklarına inanmışlardı, ne varki bu güçler onları yine alt etmişti, onlar tarafından derdest edilip balçığıniçine atılmayı engelleyememişlerdi. Heilmann Traxl'ın, Vaux'un gözlerininiçine baktı, yaklaşan avın şehvetiyle parıldıyorlardı, ama onun midesinialt üst eden bir samimiyet de okunuyordu aynı gözlerde, onun boğazı-750


na sarılmamış olmaları, onu hâlâ kendi kana susamış dünyalarının parçasıgördüklerinin işareti gibi görünüyordu, ona biraz daha zaman kalmıştı,oradan uzaklaşıp Schulze Boysen'e telefon etmek için uygun ânı beklemesigerekti sadece. Aklıselimlik, bilgi ve amaçlı davranış onun duygularınınesiri olmayıp katillerin arasına katılmasını, kendini onlardan biri olarakgöstermesini ve onlarla şakalar yapmasını sağlıyordu. Grubun yok olmaylakarşı karşıya kaldığı o anda, özellikle bütünün bilgisine sahip olanlarınolabildiğince uzun süre korunması gerekiyordu. Geniş bir korumanın sağlanamayacağı,Parti yönetiminin ve müttefiklerin çok uzaklarda olduğuve kendilerini koruma mücadelesi içinde bunaldıkları gerçeği, kurtuluşânı gelene kadar daha birçoklarının bu yolda hayatlarını vereceklerini gösteriyordu,ve Heilmann dışarı çıktı, bir telefon kulübesine gitti, ne SchulzeBoysen, ne karısı Libertas evdeydi, telefona çıkan kıza gelirlerse acilenkendisini aramaları notuyla birlikte gizli dairenin telefon numarasını verdi,bu numaranın verilmesi bile onun başına malolabilirdi, Harnack veKuckhoff u da aradı, yine telefona çıkan olmadı, ve şimdi tekrar kemik iskeletlerintaşıdığı deri çuvalların arasındaydı, mırıldanma, tıkırtılar içindekihardal sarısı odasında.Gelin, size yardım edeyim, dedi Bischoff kadına, ve kendini taşımaktanbaşka sarıp sarmalanmış çocuğuyla ilerlemekte zorlanan kadındançocuğunu aldı. Kalabalığı yararak Leine Caddesi'ndeki metro istasyonuson durağından yukarı çıkıp Aziz Thomas Mezarlığı'nın duvarı boyuncayürüyerek Jonas Caddesi'ne yöneldiler, sadece adımların hışırtısı duyuluyordu,insanlar tozdan bozlaşmışlardı, kimse konuşacak durumda değildi,sığınakta yaşadıkları korku yerini dönüşte onları bekliyor olabilecektehlikenin korkusuna bırakmıştı. Kucağında çocukla kendini daha güvendehissediyordu, Altenbraker Caddesi'nde oturan işçi kadının evineJonas Caddesi üzerinden ulaşabildiler, Bischoff birisini arıyormuş gibi yaparakSieg'in oturduğu işçi bloklarının ana kapısından avluya girdi. Arkaavlunun bina cephesinde garip bir sessizlik vardı, kimse ne giriyor ne deçıkıyordu, sanki tüm kapılar ve merdivenler kapatılıp mühürlenmişti, çocukuyanmış ve hafiften mızırdanmaya başlamıştı, ve Bischoff gözlendikleriduygusu içinde hızla kadına döndü, yorgun şekilde duvara yaslanmışolan kadını ardı sıra sürükledi, geri dönüp bakmaya cesaret edemedi,bodrum katlarından çıkıp gelmiş olanlar arasında merdivenleri çıkmasıiçin yanındaki kadına destek olduğu ve daha sonra Neukölln merkez istasyonunayaklaştıkları sırada tehlikede oldukları duygusundan hâlâkurtulamamıştı, ve Saale Caddesi'nde otuz altı numarayı önce pas geçti,ileri geri giderek tehlike olmadığına emin olduktan sonra kapıya yönelmeyidüşünüyordu. Ama yine yürümeye devam etmek zorunda kaldı,751


çünkü bu caddenin memuru, yaşlı polis onun önüne çıktı ve onu tanımadığınısöyleyip kim olduğunu sordu. Bischoff o an gülmeyi becerebildi,çocuklar büyüyor işte, dedi, kendisi onu iyi hatırlıyordu, ama herhaldeonu bu semtte görmeyeli bir on yıl olmuştu, yaşlı polis başıyla onayladı,Bischoff un ensesine bir hayalet binmişti, sanki burada güvendiği yuvasındaymışrolüne girdi, polis onun parçalanmış çoraplarının içindekiayaklarını gösterdi ve başıyla tekrar bir onaylama hareketi yaptı, evet, şuyaşananlar bir bitseydi. Ön uyarıların ona yetmiş olması gerekirdi, amabunların işe yaramadığı, insanın kafasına koyduğu şeyi yapmaktan kendinialıkoyamayacağı anlar vardı, isterse tehlikenin içine düşsündü, veBischoff bir iki yan caddeyi dolanarak yeniden Ilse'nin oturduğu eve yöneldi.Kahveyi hazırlamış olan Erika Brockdorff Coppi'yi mutfağa çekti,genelde sükûnet ve metanet yansıtan yüzü gergin bir maskeye dönüşmüştü,geniş alnı, yuvarlak çenesi sanki taştandı. Artık buradan mesajgönderemeyeceklerini söyledi, yayın tespit arabası çok yakınlardaydı,Hössler devriyenin çağrı işaretini kulaklıktan duymuştu. Sovyetler Birliği'ndengelen, paraşütle atlayan ve bir haftadan beri Brockdorf'ta kalacakyeri olan İspanya mücahidi yan odadan çıkıp geldi. Cihazı buradan götürmelilerdi,kendisi Kuckhoff a gidip ona tehlikeyi bildirmeliydi. AmaCoppi sadece derin soluklar alıyordu, alnını ter basmıştı, dinlenmesi gerektiğinisöyleyip yatak odasına gitti ve kendini yatağın üstüne attı. Yanında,küçük parmaklıklı yatakta çocuk uyuyordu. Şimdi dinlenemezsin,dedi Erika ona, uzattığı kahveyi bir çekişte içti, devam etmelisin, şimdibiz, alarm sonrası kalabalıktan yararlanarak bavulu evden çıkarmaya çalışacağız.Hössler kulaklığı bir kenara bırakmıştı, yatağın kenarında yarıçömelmiş oturuyordu, elinde tabanca etrafa kulak kabarttı, sonra da aletedevatı toparladı. Erika Coppi'nin omuzlarını yukarı çekti. İmkânsız, dediCoppi. Yapmalısın, dedi Erika ve bu arada çocuğu kucakladı ve bir örtüyesardı. Vauck'un şifreyi çözmek için haftalarca uğraşarak ulaştığıisimler arasında Ilse Stöbe de vardı, dilini şaplattı, Heilmann onun şampanyayışimdiden patlatmak istediğini düşündü, ama Dışişleri Bakanlığı'ndakibu kadın casusun, şu ünlü Alta'nın dışında başka daha kimleriyakalayacağını görmek için beklemek üzere şu an kendine hâkim olamayacakolsaydı, harika bir matematikçi ve hırslı bir devlet memuru olarakkarşı istihbarat örgütünün başında olmazdı, şimdi hepsi avucunun içindeydi,sadece Heilmann'dan, aynı odada birlikte çalıştığı kişiden habersizgörünüyordu. Heilmann'ın bakışı duvardaki takvime yöneldi, elektriklisaat geceyarısmı gösteriyordu, mekanik bir hareketle kolunu kaldırdı,yirmi dokuz yazılı sayfayı yırttı, otuz sayısı karartısıyla ortaya çıktı,takvimin çevresi gezi amacıyla iliştirilmiş kartpostallarla doluydu, tatilcilerdensevgilerle, parıltılı renkler içinde Eyfel Kulesi, Hracin, Colosseum,Sevilla'da bir sarayın fligran resmi, ah, Kremlin henüz asılı değildi, NevskiProspekt Bulvarı da eksikti, yirmi dokuzu otuz Ağustosa bağlayan ge-752


ce, Kuckhoff un kırk beşinci yaş gününün Friedenau'daki evinde kutlanacağınıhatırladı, ama Heilmann bir kez daha telefonu açmaya fırsat bulamadanVauck onu, Rusça telgrafları çevirmek üzere yanma çağırdı. Coppihepsini toplanmış buldu, Adam ve Greta Kuckhoff u, Guddorf u, Harnack'ları,Schumacherleri, heykeltıraş ve dansçı Oda Schottmüller'i ve deanlaşılmaz bir nedenle onların aralarına katılan ve asık suratla sessizcedurup söylenen her sözü hep bir sınavdan geçirir gibi dinleyen yaşlı AnnaKrauss'u. Yaşlı kadının geçen savaşta kocasını yitirdikten sonra DoğuPrusya'da bir çiftlikten Berlin'e geldiği söyleniyordu, Neubabelsberg'teoturuyor ve terzilik yapıyordu, onun kartlarla fal baktığı da söyleniyordu.Kapıdan göründüğünde kadının gözalıcı bakışları ona yönelmişti, diğerleridehşet içinde ona bakarken bir tek o tanımıştı onu, çünkü kepçekulaklarıyla, karman çorman saçlarıyla ve çökmüş siyah göz çukurlarıylabir ucubeye benziyordu. Sohbet durmuştu, Kuckhoff ona doğru adımatana kadar bir süre geçti, onu bir koltuğa oturttu, kendini koltuğa bıraktı.Vericinin artık burada olmadığını, Alexander Meydanı'nda Graudenz'inyanında olduğunu söyledi Kuckhoff. Coppi doğrudan nedenGraudenz'e gidip oradan acil mesajı göndermediğini sordu kendine, amayerinden kıpırdayamıyordu. Uğursuzluğun buraya da ulaştığını anlamakiçin Anna Krauss'un yüzüne bakması yetti, ama süregiden konuşmaonun dalmasına neden oldu. Acı bedenini oymaya devam ettiği için onubu sızıntının ve pıtırdamanın içinden çekip çıkarmak isteyen bir itki deorda duruyordu, ama bitkinliği daha güçlüydü, Kaiser Bulvarı'ndan aşağıWilhelmshofer Caddesi'ne doğru uzun yürüyüşü sırasında üstüne çökmüşolan bu bitkinliğe son bir çabayla karşı koymuştu. Brockdorff tanKuckhoff a sadece birkaç adım vardı, hemen yandaki binada oturuyordu,Hössler orada hâlâ yatağın üzerine çökmüş, küçük, ağır bavulu kapatıyordu,bavulun içindeki basit, marifetli mekanizmanın her düğmesi, herşalteri gözünün önündeydi, akkor lambalarıyla, frekans ayar sürgüsüyle,hafif tuşuyla, anten ve topraklama yuvalarıyla, kuarz osilatörüyle, oktanlıtüpleriyle her şeyi tek tek görüyordu, o an frekansı ayarladığını sandı,ama tekrar tüm gücü boşaldı, Kuckhoff un sesini duydu, hayır, ekspresyonizmdenyana olmamıştı hiç, onun gözünde sanat gerçekliğin ortasındaduran bir şeydi, sanatın krallığı ruh değil, bilginin aydınlığıydı, sanatıngörevi, bilimler tarafından ancak parça parça ortaya konabilen yaşamdünyasını sanatsal biçimlendirmeyle görünür kılmaktı. Bir itirazlar karmaşası,ardından yeniden Kuckhoff'un sesini ayırt etti. Hassas görülüpsikolog bilimci değil sanatçıdır, tabii herhangi bir sanatçı değil, deneyimlerinidış dünyayla ilişki içine sokabilen bir sanatçı. Akla yakın geliyordubu söylenen, gene de yarı uykusu içinde, tüm söylediğinin yanlışolduğuna dair içinde uyanan bir tahmin onu rahatsız ediyordu. Genişomuzlu gövdesiyle öne doğru eğilmiş, geniş yüzlü ve çok büyük koyugözleri olan Kuckhoff falcı kadına doğru dönük haliyle sanki bir büyü-753


nün esiriydi. Ama kabul etmek gerekir ki, dedi, sanatla siyaset arasındakiçelişkiyi aşamadık, ve Mayakovski'nin, şarkılarımızın boğazını sıkmamızgerekmez mi, sorusunun sıkıntısını yaşıyoruz. Elisabeth ve Kurt Schumacher'inarasında oturan ve ikisinin de ellerinden tutmuş olan OdaSchottmüller, çatallanan tiz sesiyle bağırarak konuştu, o böyle bir kuşkuyuanlamıyordu, onun gözünde siyasal eylem sanatsal görüyle ayrılmazbir bütündü, ve eğer düşüncenin tahribatına karşı entelektüel zihnin mücadelesionları birleştirmeseydi burada olmazlardı. Oda'nın ince boynuağır mücevherlerin sardığı elbisesinin içinden uzanıyordu, alnı kaşlarınınince çizgileri ile ortadan ayrılmış kızıl saçlarının arasından parlıyordu,Kuckhoff başıyla ileri geri hareketler yaparak düşünüyordu, o bir eylemadamı değildi, eylemi iradeyle değil gözleriyle, görme yeteneğiyle yaşıyordu,onun sırtında onu frenleyen kökeni vardı, ona bir tutukluk, derinbir yetersizlik duygusu aşılıyordu. Harnack'm karısı Mildred, bunu senmi söylüyorsun, dedi belli belirsiz İngilizce aksanıyla, işçilere ve entelektüellereRusya'ya karşı savaşmamaları için çağrı metnini yazan sen. Bizimburjuva sınıfından geliyor oluşumuzdan biz sorumlu değiliz, dediHarnack, önemli olan, onun değerlerini sürdürüyor muyuz, yoksa durağanlıkdemek olan bu değerlerden kendimizi kurtarmış mıyız. Bizim sahipolduğumuz çok şey oradan geliyor. Benim babam bir düşünce adamıydı,burjuva düşünürü, ama yukarıdakilere boyun eğen türden değil.Onun bana kazandırdığı kültür burjuvaya özgü bir kültürdü, sonra bunuişçi sınıfının kültürüyle birleştirme konusu bana kalmış bir şeydi. Henüzailemin yanındayken hukuk konusuna yöneldim, burjuva bir baba burjuvabir anne ve bir edebiyat, müzik ortamı içinde. Benim iktisat öğreniminebaşlamam artık ailemden gelen bir karar değildi, bu benim yaşadığımdönemin getirdiği bir şeydi. Hümanist kökleri ilkgençlik yıllarımda, burjuvageleneğinde yatan araştırmalarım beni Marksizmle buluşturdu. Bunuinkâr etmek kendimi inkâr etmek olur. Senin baban fabrikatördü, dediKuckhoff. Büyük sanayicilerden değil, tekelci sermayenin isteklerine uyabilenbiri değildi, sen ailenin tek çocuğuydun, kollanan korunan biriydin,şiirler, oyunlar yazıyordun, çok erken yaşta yüksek öğrenime başladın,tıp, hukuk, iktisat, filoloji ve çoğu durumda bir sonuç olarak felsefe, amabu da sana yetmedi. Ve devamında gelenler, dedi Kuckhoff, İtalya, BirinciDünya Savaşı öncesinin Roma'sı, Büyük Deneyim, sanat, tiyatro, ama işeyaramadı, kendimi seçkinlerin bu ürünleriyle ortaya koymayı bir haddinibilmezlik olarak algıladım hep. Başka ne yapabilirdin, dedi Harnack,Guddorf ise, bu bilgiler olmadan ne olurdum ben dedi. Kuckhoff, çelikboru iskeletli sandalyesinde oturmakta olan omuzları çökük, yorgun yüzlüGuddorf a dönerek konuştu. İçimizde siyasi çalışmaya ilk katılan vebunun bedelini en çok ödeyen sen oldun. Nereden geriyordun, eski değerlerebağlı burjuvaziden, baban profesör ve Katolikti, senin rahip olmanıistiyordu, evden ayrıldığında yirmi yaşında ya vardın ya yoktun, o dö-754


nemde Parti'ye girmeni kökeninden kopma olarak mı gördün bilmiyorum,ama deneyimlerden bilgiye ulaşma konusundaki başarın yetiştiğinortamın düşünce zenginliğinden geliyordu, Belçika'nın tarih dolu şehriGent'teki yaşamından. Senin kitapları, sanat eserlerini, müziği aramangerekmiyordu, kısa, dolaysız bir yol seni edebiyatbilime, tüm Avrupa dillerine,hatta onların ağızlarına ve eski biçimlerine, ayrıca İbraniceye,Arapçaya, Farsçaya, Çinceye götürebildi. Bunların birçoğunu hapishanedeöğrendiğini söyledi Guddorf. Eğer seni o beş yıl boyunca ayakta tutan,bu zihinsel uğraşlar değildiyse neydi, orada Doğu dillerine çalışmanın,beynin körelmesini önlemekten başka bir anlamı var mıydı. Bizden kimse,diye mırıldandı Coppi, hiç ayrım yapıp kim burjuvaziden kim işçi sınıfındangeliyor diye baktı mı, biz ihtiyacımız olan şeyi aldık, inandığımızdeğerler için biraraya geldik, sizlerin tek farkı bir halk cephesinin kurulmasıiçin çok uygun olmanızdır, çünkü burjuva çevrelerinin argümanlarınıbizden daha iyi tanırsınız. Bu odada, sanat ve bilim konusunda yetişmişkişilerin sayısı fabrikalarda, atölyelerde yetişmişlerden daha fazla.İyi ki sizler de, heykeltıraşlar, yazarlar, filologlar, felsefeciler de bu hareketiniçinde. Sizlerde ifade ve toparlama yeteneği var. Sizleri hep aramızdagörmek istedik. Arkadaşınız Hodann bizlerin eğitimi için neler yapmadı.Anna Kraus onunla ilgili her şeyi biliyor ve onaylıyor bakışlarıyla,değişik bir edayla ona gülümsedi, o sırada da başıyla titrek hareketleryaptı, bu gece aynı hareketleri bir yerde bir kere daha görmüştü, Kuckhofftekrar konuşmaya başladığında yaşlı kadın ak saçların örttüğü, sarsakbaşıyla bu hareketleri sürdürerek ona döndü. Bu ülkede seçkinlerkendi mutsuzluklarını yaratmışlardı, çünkü sürekli kendilerini her şeyinmerkezine koymuşlar, yerlerinin doldurulamayacağına inanmışlardı. Almanya'danbaşka nerede gençler üstatların çevresini böylesine sarmıştı,Almanya'dan başka nerede tanrısal el tarafından seçilmişler kavramlarınıkılı kırk yarayacağız diye yozlaştırarak sadece hayal kırıklığı yaratmıştı.Kendilerine değer vermeyen, sadece ağır işlerin dünyasına ait olanlarlakurulan bağ ender durumlarda görünüyordu, tinsel güç diye yüceltilenşey sadece az sayıda insana nasip olmuştu ve sefaletin yok edilmesinekatkısı yoktu. En iyiler çevresine ait olanların peşinde olduğu tek şey birbirlerinekarşı tek haklı kişi olma çabası değil miydi, oradakilerin her biriülkenin yükselmesi yerine kendilerinin öne çıkmasıyla ilgili değiller miydi.Ortaklık arayışının eksikliği bu ülkede büyük, sürükleyici ve kalıcı birhalk hareketinin olmamasının da nedeniydi, çoğu durumda yanlış bir liderliklekendine zarar veren bir vatanseverliğin ortaya çıkmış olması, bunakarşılık ilericilik yönünde atılan adımların hep tıkanıp kalması da aynınedendendi, ve sonunda da geriye sadece böyle tek tük kişiler kalmıştı.Ama yine de, diye yükseltti sesini, aynı yolda fedakârlığa hazır kişilerbunlar, yaşamlarını tehlikeye atıyorlar, başka bir ülkede benzeri bulunmayanuğursuz bir düşmanın karşısında onları neyin beklediğini biliyor-755


lar. Nasıl korkunç bir ülke bu, böylesine acımasız çarpışmaları kaçınılmazkılan, ya teslimiyet ya yok olmayı dayatmasıyla erkini artık sadece sıradaninsanlara geçiren ve yarattığı yeni yeni sarsıntılarla onları kaldırıp birkenara fırlatan bir ülke. Aşağıda kendi ellerinden geleni yapanların adıhiçbir zaman anılmayacak, onların başına da, onların yön verdiklerininbaşına gelenler gelecek, işkence odalarına düşecekler, satır enselerine inecek,onlar mezarlarında yatarken demokrasi, bağımsızlık, insanların boyunduruktan,baskıdan kurtarılması, sözün özgürleşmesi tartışmaları aynendevam edecek. Konuşmalar zar zor anlaşılır olmaya başlamıştı, Coppiarada dalıp gidiyordu, Kuckhoff bir kitaptan söz ediyordu, bu romana,diyordu, bir Alman eseri olan bu romana tüm yaşam deneyimimi geçirmekistedim, dört yüz sayfalık kitapta tek hakikat Uşak Barnabas'ın ağzındançıkar, ah, der Barnabas, şu büyük sözler, onları bulanlar hainlikleriniörtmek isteyen hainlerden başkası değil. Onlardan hangisinin ayaktakalacağını sordu Stöbe. Pencereyi açabilmek için lambayı söndürmüşlerdi,avlunun hemen gerisinde banliyö treninin viyadüğü görünüyordu,tuğladan örme yüksek duvarda depoların kemerli giriş kapıları vardı,arada karartı halindeki bir banliyö treninin takırtısı duyuluyordu, bunaltıcıbir hava vardı, tek tük projektörler hâlâ bulutlu göğü tarıyordu. Bischoffun gözünün önünde, puslu yansımanın içinden Ilse'nin çıkık yanakları,keskin burnu, kuvvetli çenesiyle yüzü duruyordu hâlâ, saçları darmadağınalnına dökülmüştü. Guddorf sağlam duracaktır dedi ilse Stöbe,hapishanede ve kampta onun ağzından bilgi alamamışlardı, Harnack'larda konuşmazdı, Mildred kocası Arvid'ten daha da güçlüydü. Kuckhoffve Schumacher'den emin değilim dedi, onların tutarlı bir gelişimle değilyaşanan felaketin sonucu olarak bize katıldığını biliyoruz, bayan Kuckhoffve bayan Schumacher de kocalarından daha iyi görüyorlardı gerekeni,Parti'ye yaklaşmalarını sağlayanlar onlar olmuştu. Biz gücümüzünyettiği ölçüde Parti uğruna çalışıyoruz, dedi Stöbe, onların seçimleri banagöre bizim için geçerli kararlarla bağdaşır görünmüyor, onların sanatı bizimyükümlülüklerimizin karşısında yer alıyor, bu sanat kendi başına birhayat sürüyor, kişinin kendini yok sayması gerektiği an geldiğinde baskıyakarşı koyuyor, onlar illegalitedeki yaşamı istedikleri kadar benimsesinler,bir anda yön değiştirip sanatın onlardan beklediği tutuma girebilirler.Bischoff, mesleki konumun kişinin yer altındaki yaşama dayanmakiçin ne kadar sağlam duracağını belirlediğini düşünmediğini söyledi. Vebu noktada ayrıma gitmek istemek, ortak amaçların ve ortak sorumluluğungereklerine uymuyordu. Stöbe, bunu sanatçıların kendilerini amaçiçin ortaya koyma iradesinden kuşku duyduğu anlamında söylemediğiniaçıkladı, hatta onlar, fedakârlıkta, davaya sadakatte başkalarından dahafazlasını yapıyorlardı, ama onlarla birlikteyken kendisinde oluşan farklıizlenimden kurtulamadığını, sanatçıların ortaya koydukları tüm amaçları,istenen yöne çevrilebilecek ve her an bir kenara bırakılabilecek birer756


öneri şeklinde sunduklarını söyledi, oysa Parti'nin belirlediği amaçlardatam tersi geçerliydi. Bu nedenle de onlar kendi eylem biçimlerinde yalnızlığamahkûmdular ve bu yalnızlık içinde belki de eylemin bütününüalgılamaktan uzak düşüyorlardı. Onlar bize göre daha büyük tehlikedeler,dedi, bu yüzden de kendi ikirciklerini tereddüde yer olmayan durumlarıniçine de taşıyabileceklerinden bizim için daha tehlikeli olabilirler.Ama kendi sözlerinin geçerliliğini tekrar sorgulamak istiyordu, sanatı rejimtarafından epeydir yoz sanat sınıfına sokulan ve çalışma yasağı getirilenSchumacher yurtdışına çıkmayı hiç düşünmemiş, ülkede kalmıştı,Kuckhopff da gevşek davranıp rejim için tiyatro oyunları veya film senaryolarıyazmayı hiç düşünmemişti, sanatçıların işi başkalarınınkine göredaha zordu, çünkü onların mesleği yaşamlarından ayrı düşünülemezdive tüm tehlikeli durumların içine meslekleriyle birlikte sürükleniyorlardı.Ve benim katılımım onlardan daha eski de değildir, dedi, en çok on yıl, buda nedir ki. Bischoff'un dizine elini koyarak samimi tonda konuşmayadevam etti. Sen benden çok daha önce başladın, ben de zaten senden onyaş daha küçüğüm, sen nereye ait olduğunu benden çok daha önce biliyordun.Yaşın burada önemi yok, dedi Bischoff, Coppi senden de genç,Heilmann'ın yaşı ise daha on dokuz, benim yakınımdakilerin çoğu yaklaşıkbenim yaşımdalar, kırk yaşlarındalar, Eisenblâtter, Tomschick, Sieg,Kowalke, Grabowski, Husemann, ama bunun nedeni bizlerin yaklaşıkyirmi yıl önce biraraya gelmemizdir, ayrıca bir de yaşlı Hübner var, oğlu,kızı, damadı, torunları, üç kuşağın hepsi aramızda. Ve çoğu işçi, işçi ailelerindengelme, ezayı, adilikleri bizzat tenlerinde yaşayarak kendilerinisavunmayı öğrendiler. Mücadele onlar için fedakârlık demek değil, onlaryapılması gerekeni yapıyorlar, kaybedecek çok şeyi olanlardan olmak istemezdim.Bu işçi ailelerinden, dedi Bischoff, hep bütün bir hücre çıkıyor,ve bütün bir mezarlığı dolduruyorlar. Eisenblâtter'ler on kardeştiler,Charlotte on dördünde hizmetçi olmuştu, kendini gençlik örgütündebulduğunda on beşindeydi, proletarya gençlerden ne büyük orduya sahipti,o zamanlar ne kadar sık saflarımız vardı, şimdiyse ne kadar azız.Tomschick'le, dedi, spor klubünde karşılaşmıştık, sosyal demokrattı,ama hep bizim birlik cephemizde yer aldı. Ve Eisenblâtter'le Tomschick,dedi Stöbe, ikisi de konuşmadı, işkenceci uşaklar onların ağzından hâlâbilgi alabileceklerini umdukları için hâlâ hayattalar. Çevremizde bir şeyleroluyor, dedi Bischoff, hemen bu gece biraz geri çekileceğim, beni Grabowski'ninRudow'daki bahçe kulübesinde bulabilirsin, sen de işlere birsüre ara ver, kendini, güvenceye al, başka yere taşın, senin durumundaNeukölln'de oturmak şüphe uyandırıcı. Hayır, dedi Stöbe gülerek, o burayaaitti, bu evlere, bu is ve tozun havasına, bu seslere, bu insanlara ihtiyacıvardı, buraya döndüğünde, gündüz görev yerindeki korkunç gerilimiüstünden atıyordu, o Harnack'lar gibi, Harro ve Libertas'ın kaldığı gibibir yerde kalamazdı. Bir süre sessiz oturdular. Avlu tarafında uzanan757


ina cepheleri terliyordu, sert yüzeyli taşın arkasında bir fısıltı ve iç çekişvardı, tren setinin ayaklarından aşağı su şertileri iniyordu, ve birden ilse'ninyüzü iğrentiyle ekşidi, bazen, dedi, bizim dayanıklılığımızın sınırınadayandığımızı düşünüyorum, cesaretimizi yitirdiğimizden değil, oynadığımızikili oyunda kendimize yabancılaştığımız için, bunca yılın ardından,kendimize, özgürlüğün krallığı bir gün gelecek dememiz yetmezoluyor, süregiden geçicilik bizi yaşlı ve titrek yapıyor, ben kendimi şimdisık sık kendimi gözlerken yakalıyorum, kendimi yabancılaşmış, dışarıdanbiri olarak görüyorum, ben dikkatsiz değilim, bu yaptıklarımı niyeyaptığımı biliyorum, Scheliha bana şifrelemesi için Harnack'a iletilmeküzere haberleri getirdiğinde, kendime soruyorum, daha ne kadar süre, veLibertas'la Propaganda Bakanlığı'nda Kültür Filmleri Merkezi'nde karşılaştığımdave onun çınlayan kahkahasını duyduğumda, onun da lime limeolduğunu seziyorum, hatta nişan şeritleriyle subayların arasında dolaşıpduran Harro'nun cesareti de dışarıya karşı bir gösteri. Bir tatil yapmalısın,dedi Bischoff. Ben çoğu kez kendimden iğreniyorum, protokolkoltuklarında, galalarda imtiyazlıların sırasında oturmamdan, seyahat izniminolması, İsviçre'ye gidebilecek olmam sinirlerimi mahvediyor. BischoffIlse'nin neyi kastettiğini biliyordu, o hep kendi halinde görünen, aklıselimbiriydi, zarif olabiliyordu, ama mesafeli bir tavırla, eğer çevresinekarşı dikkatli biri olmasaydı yirmi yaşında Berliner Tageblatt gazetesindeTheodor Wolff'un sekreterliğine yükselemezdi, kendini kontrol etmeyibeceremeseydi beş yıldan beri başardığı gibi, gizli pazarlıkların, eksenkuvvetleri arasındaki ittifakın, geçen Haziranda Sovyetler Birliği'ne saldırıtarihinin bilgisini iletemezdi. Biliyorsun, dedi Stöbe, Harnack veGuddorf son zamanlarda Schulze Boysen'la, çok fazla devrimden söz ettiğiiçin ters düştüler, bu çanak yalayıcılar arasında devrim nasıl olacaktı,bu ülkenin önce tamamen ezilmesi gerekiyordu, ancak zor yoluyla yenibir şey öğretilebilirdi bunlara, önce yaşamlarını değiştirmeye zorlanmalarıgerekiyordu, ve bizim kadrolarımız Kızıl Ordu olmadan hiçbir şey yapamazdıburada. Ben hâlâ Schumacher'i ve Kuckhoff u düşünüyorum,dedi Bischoff, onların yazdıkları her türlü değerin üstünde. Entelektüellerçevresi açısından, dedi Stöbe, onlar müttefik çekmeye yarayabilir, ama bizepek bir şey veremezler, zaten onlardaki bu gaip gücün varlığı neredengeliyor, şimdi söyleyecek sözlerinin kalmamış olması onların gaipten haberverme eğilimlerinin göstergesi değil mi. Bischoff ona katılamadı. Bizlerdenkimse ortalıkta kalmadığı zaman onların nasıl davranacağı sorusunukendimize sorsak bile, dedi, onların bizim yanımızda yerlerini aldıklarınıunutamayız. Öyle mi yaptılar, diye sordu Stöbe, onlar bizim gibifaşizme karşı savaşıyor, ama bizim istediğimiz gibi bir toplumu içlerinesindirebilecekler mi, bütün halk cephelerinin kaderi böyle olmadı mı,eninde sonunda bizler ayrıcalıklarını bırakmak istemeyenlerin karşısındayine kendi başımıza kalmadık mı. Bir yerden başlamamız gerek, dedi758


Bischoff, çelişkilerin aşılabileceğini kabul ederek hareket etmeliyiz, Harnack,Guddorf ve daha birçok düşünür bunun için uğraşıyor, ve birçokburjuva kökenli de bazen kendileri bilincinde olmasalar da bunu yapıyor,bugüne kadar kendilerine uzak tehlikelere atıldıklarında büyük bir adımatmış oluyorlar, nihayetinde her şey bir dengede buluşur. İşkencede çözülenlerindurumu bizden iyi olmayacak, sıkı duranlar da bunu ortak davayaborçludurlar, bazıları inançlarını yitirebiliyor, ve ne için öldüğünübilmeden ölmek korkunç bir durum. Başkaları için ölüm, belki bizim çevremizdeböylesine sıklaştığı için artık korkulacak bir şey değil. Ve matbaacıGrasse'yi düşündü, buraya çok yakındaki Emser Sokağı'ndaki küçükatölyesinde pazartesi sabah erken Brandenburg Motor Fabrikaları'nda,Knorr Frenleri'nde, Hasse ve Wrede'de ve AEG TransformatörFabrikası'nda dağıtılmak üzere bildirileri basmakla meşgul olsa gerekti,belki Sieg onun yanında duruyor ve boyası kurumamış kâğıtları okuyordu,bir Alman teknisyenin oğlu olan Sieg Detroit de doğmuştu, yirmi yaşındaykenFord ve Packard fabrikalarında bant başında çalışmıştı, akşamüniversitesinde eğitim bilimleri okumuştu, Bischoff bindokuzyüzyirmisekizdeBerlin'de, Parti'nin yayın organı Rote Fahne gazetesinde onunlailk kez karşılaşmıştı, ah Siegfried Nebel, bu sensin, Bischoff bu isim altındayazılmış değerlendirmeleri uzunca bir süre okumuştu, yazar üretimkazanlarının başında neler yaşandığını, orada insanların nasıl ayakta kaldığınıiyi biliyordu, elleri geniş pantolonun ceplerinde yürürdü, bugünde demiryolcu üniforması içinde yine öyle minnetsiz ve rahat adımlarlayürüyordu, ve hareket görevlisi olarak cephane taşıyan ve birlik sevkeden trenleri tıkalı hatlara veriyordu. Schulze'yi düşündü Bischoff, onunailesinde de on erkek ve kız kardeş vardı, Pommern bölgesinden geliyordu,İmparatorluk Bahriyesi'nde telsizciydi, esmer, iriyarı olan Schulzetayfa komitesinden doğrudan yeni kurulan Parti'ye katıldı, daha sonraSovyetler Birliği'nde tekrar bir telsiz okulunda bulundu, Coppi'yi o eğitmişti,ikinci cihazı kendisi kullanıyor, teknik zorluklar çıktığında ona yardımediyordu, Reich Posta Hizmetleri'nde şofördü, basılmış bildirilerialıp dağıtım noktalarına iletiyordu. Ve Kowalke, Bischoff la işçi tiyatrosundaberaber olmuşlardı, metinlerin yazılmasına katkıda bulunmuş,marangoz olarak sahnelerin yapımında çalışmıştı, Bischoff tan kısa süresonra Hollanda'dan Berlin'e gelmişti, Merkez Komite'nin talimatıyla Bremen'e,Danzig'e, Leipzig'e, Ruhr Bölgesi'ne sık sık yolculuklar yapıyordu,o ağ örücülerinden biriydi, Parti'nin ağı, Husemann'la birlikte SchulzeBoysen çevresindeki grupla bağlantıları kurmuştu, yaptığı her şeyingerisinde Parti vardı. Gençlik Birliği'nin başkanı olan Husemann da o zamanyine Bischoff la ve Fritz'le birlikte, ajitasyon ve propaganda bölümündebulunmuştu, otuzüçte yeraltına inmişti, üç yıl sonra yakalanmışBuchenwald toplama kampına götürülmüştü, otuzsekiz sonunda serbestbırakılır bırakılmaz illegal çalışmaya dönmüştü. Sakin ruhlu biriydi, çev-759


esindeki her şeye bir sükûnet aşılardı, bunu sağlayan şey sesi, dokunaklıkahverengi gözleriydi, toplama kampında bile bir barış çemberi kurmasını,daha doğrusu balçığın içinden bunu yaratmasını bilmişti, kitaplığı yönetmesineizin verilmişti, böylece mahkûmlar arasında ilişkiler kurulmasınısağlayabiliyordu, onun serbest bırakılmasından sonra kitaplık işi sonbulmuştu. Sonra Hössler, İspanya'da Beimler Bölüğü'nde çarpışmış olanbiriydi, yaralanmasından sonra Paris üzerinden Moskova'ya gitmiş, Almanhatlarının gerisine havadan inerek geri dönmüştü. Bu açık, ışıklıyüz. Ve Hübner'lerin yüzleri, yaşlı kalıp ustasının görüntüsü gözününönündeydi, beyaz sivri sakalı, fırça gibi ak saçları, Bebel ve Liebknecht'itanımıştı, onsekizin Aralığının son günlerinde oğulları Max ve Artur'la,kızı Frieda'yla, damadı Wesolek'le Parti'ye katılmıştı, şimdi Max ve Frieda'nınişlettiği fotoğrafçı dükkânının arka odasında oturuyorlar olsa gerekti,belki Knochel de oradaydı, kimlik kartları, besin karneleri ürettiklerilaboratuvardaydı, Bischoff un da oraya bir uğrayıp kart edinmesi gerekiyordu,Hössler Brockdorff onu yanına almadan önce burası ilk kaldığıyer olmuştu. Ne güzel yüzler. Ilse'nin elini tuttu, bu çıplak loş odada böylekarşılıklı oturdular, istasyondan bir lokomotifin kenetlenme sesleri geldi,demir tekerlekler traverslere giderek daha hızla vurmaya başladı,trende karartılmış camların arkasında şu saatte pek çok insan sabah vardiyasınagitmekteydi, ve Bischoff, Fritz benim ülkede olduğumu bildirenmesajımı aldı, dedi, bu yedi yıl hapisten sonra ona yeni bir güç verecektir,ve Ilse, arkadaşı Herrnstadt'ı beklediğini söyledi, paraşütle inmişti, SovyetlerBirliği'nden geliyordu, ve iki kadın ayağa kalktı, birbirlerini kucakladılar,yakalanmayasm, dedi Bischoff uzaklaşırken. Ve Hössler fotoğrafçıdükkânının arkasındaki küçük odaya girdi, yetmiş dokuz yaşındaki Hübnerduvarın dibinde yüksek bir taburenin üzerinde ağır elleriyle kalıbınkulplarını kavramış bir pozisyonda burun üstündeki monoklü ile dimdikoturuyordu, masada, yeşil porselen avizenin altında Knöchel ve Woselekpasaport yapımıyla meşguldüler, dudak kenarlarında gülmeye hazır birgülümsemeyle kısaca Hössler'e doğru döndüler, Max misafirin bavulunualdı, nereye yerleştirileceğiyle ilgili onunla bir görüşme yaptı, Frida karanlıkodadan kafasını uzattı, oğulları Johannes ve Walter ön bölmede vebina koridorunda nöbet tutuyorlardı, Hössler alnındaki teri sildi, kısasaçlarını parmaklarıyla sıvazladı, yaşlı döküm işçisi elini bir kutuya attı,birkaç bira şişesini masaya koydu, sonra oturduğu yerde hareketsiz kaldı,masadakiler gözlerini ayırmadan işlerine devam ettiler, ve Max Hössler'iuzanması için dar kerevete doğru çekti. Ve Hössler'e metroya kadar eşlikeden ve çocuğunu taşıyan Erika Brockdorff beş yaşındaki kızıyla birlikteyatağa uzandı, sıkıca sarıldığı çocuk huzur içinde soluk alıyordu, Brockdorffise uyuyamadı, küçüğe bir şey olmasındı, ve soluk hışırtılarına dalıpgitti. Bir anda Anna Kraus'ın yüzüne karartı iner gibi oldu, Coppi yarıuykusunun içinden gördü bunu, ve Kuckhof un efsanevi mizah figürü760


Ulenspegel'den söz ettiğini duydu, Ulenspegel'in şimdi nereden çıktığınaşaşırmıştı, eğer, demişti Kuckhoff, başka bir hayat seçme şansım olsaydıUlenspegel'inki olurdu bu, bir keresinde Ulenspegel'in ölüm yeri olarakbilinen Mölln'e gitmişti, onun mezarını aramak için, ama bulamamıştı,ama bu şaklabanlık ustasının bu dünyada yaşamış olduğunu düşünüyordu,ancak gerçekten yaşamış birisi böylesi izler bırakabilirdi. Olay şu, dediKuckhoff, bu taşralıda Doktor Faust'un bilgisi kadar bilgi vardı, ama oFaust'tan farklı olarak fikirleri için kendini çıkış noktası yapmadı, varolandünyada gezginlik yaptı, acılarla, sefaletle ve özgürlük mücadeleleriyleiçice oldu, o, yaşamın tüm aşamalarında bir kaçınılmazlık görüyordu, vebunları gözardı etmek olanaksız olduğundan en iyisi onları nükteyle karşılamaktı,her şey ölümün girdabına doğru gidiyordu, ve bu nihaisonu da kendi tarzında değişikliğe uğratmak istediği için bir hile çevirip,insanların neşe içinde ölmelerini sağlamak üzere ölümün yamağı oldu.O an Anna Kraus yerinden fırladı, bu hareketi sinyalden önce gelmişolmalıydı, Harnack telefon zili çınlarken yumruklarıyla koltuğun kollarınabastırıyordu, Oda Schotmüller, Kurt ve Elisabeth Schumacher'e sarıldı,Guddorf başını iyice omuzları içine çekti, ve Hössler son bir an odayı algıladı,iki adamın çalıştığı ışık altındaki orta masayı, Knöchel'in gözüneyerleştirdiği büyüteci, ihtiyarın karaltının içinde parıldayan ak saçlarını,gözlük camlarının ışıltısını, Johannes'in kapı sövesine dayanışını da görmüşve bu dikkatli, genç yüze bakmıştı, Johannes de, günü gelip bu ânıanlatabilsem, diye düşündü, bunu başarabilirsem burada ortaya koyduğumuzşey anlaşılır olurdu. Ama şimdi olacak başka bir şey kalmamıştı,ne bir düşünce, ne bir iş, ne de yaşam, her şey erkenden, anlamsız bir kesintiyeuğrayacaktı, ve geride bir tek korkunun çağrısı kalmıştı, haydikalkın, çıkın buradan, gidin, gidin hemen.Heilmann'dan adsız dosta. Çevremizi saran yumağın içinden, bizimyazgımızın anlaşılmasını sağlayabilecek birkaç ipucu çekip almaya çalışıyorum.Olayların içyüzünü gördüğüm kanısındaydım, ama şimdi her şeyinböylesine iç içe geçtiği bir anda aradan sadece tek tek zayıf bağlantılarseçebiliyorum. Sen şu anda olduğun yerden daha geniş bakış açısıyla, veeğer benim satırlarım bir gün sana ulaşırsa belki üst bağlantılara yorumgetirebilirsin. Coppi, şu anda tutulduğumuz kalede, biz kendi yaşam frizimizde,birlikte Herakles'in peşine düşmeden önceki dönemde bir keredaha bulunduğu için, buranın daha az yabancısı. Birbirimizi görmüyoruz,avluda voltalar da kaldırıldı, birbirimizi bundan sonra bir kere daha,geçeceğimiz o koridora adım attığımızda göreceğiz. Dışarıda ÜçüncüBlok'un avlusunda, tuğladan alçak bina, ön tarafta kemerli dört pencere,hepsi gibi parmaklıklı, gidilecek yerin sağı ve solundaki bölmelere açılan761


iki giriş kapısı var. Otuz Ağustos günü sabaha karşıydı, bindokuzyüzkırkikiyılı, yılı da yazıyorum, çünkü yazdıklarım sana ulaşacak olsa bile ozamana kadar uzun zaman geçebilir, ve yılları birbirinden ayırmak kolayolmayabilir. Pazar günüydü, sıcak, aydınlık bir gün, her şey tatildeki gibikoşuşturmadan uzaktı. Reich Caddesi'nden aşağı yürümüştüm, SteubenMeydanı'nda ortadaki ikili ağaç sırasını hatırlarsın, Neu Westend metroistasyonunu, sağlı sollu bulvarları, çınarları, dişbudakları, karaağaçları,akasyaları, sarı beyaz tondaki yeni binaların arasında uzanan koridorları,koku saçan yeşilin derinliğini. Altenburger Bulvarı'nın köşesini az geçinceSachsenplatz meyhanesinin oraya gelirsin, biz bu noktadan, ölümünekadar burada oturmuş olan Ringelnatz'ı anmadan hiç geçmezdik, Coppionu, büyük kemerli burnu, çıkık çenesiyle ağaç oyma bir figürü andıranve mırıldanarak yürürken yalpalayan bu ufak tefek kabaretisti tanıma fırsatıbulmuştu. O yaşadığı sıralarda şehirde yaşıyor olsaydım, onun şiirlerinion yaşındayken sevmeye başlamış olsam da karşısına çıkıp onunlakonuşmaya cesaret edemezdim herhalde. O da geçmişin harika galerisindenbir figürdü. Şimdi bizim için her şey geçmiş. Bir gece daha sadece.Devam edelim. Altenburger Bulvarı numara on dokuz. Yüksek bloklarınyükselişine tanık olmuştuk, Spandauer Şosesi'ne bakan kompleks buradayükselmişti, Spree Nehri'nin kum tepelerinden gelen kumu yığıyorlardı,nehirden kumu çekerken kazılar taban suyuna kadar inmişti, bodrumkatlarını kazıklarla desteklemişlerdi, biz uzun gezintilerimiz sırasında,Ruhwald koruluğuna, buradaki golf sahalarına, Fürstenbrunn, Siemensstadttaraflarına uzandığımız zamanlar buradan geçerdik. Merdivenlerdenbeş kat yukarı en üst kata çıktım. Pencereden ileri bakınca buradanSpandau semti göründü, Libertas kapıyı açınca. Kapıda duran siluet çatıpenceresinin aydınlık ışığı içinde neredeyse beyazın içinde kaybolmuştu.Kapıyı bana hemen açmış ve kapıda beklemekteydi. Yüzünü sana henüztasvir edemiyorum. Şimdi bana birkaç adım uzakta, erişilmez yerde. Birtek onun bağırdığını duydum, diğerlerinden ses çıkmıyor. Onun dışındauğursuz bir sessizlik var. Akşama doğru kapıların gıcırtısı, demir koridorlardaayak sesleri vardı. Bir sonraki ses bir dahaki sefere kapı açıldığında.Sonra içeri, ışığa boğulmuş odaya girdim. Soluk soluğaydım, HölderlinCaddesi'nden geliyordum, hâlâ orada, ailemin yanında oturuyordum,birarada olduğumuz dönemden sonra da odamda hiçbir şey değişmedi.Sadece kitaplar artmıştı, özellikle de uzmanlık kitapları, ekonomi,tarih, siyaset, annemin olan bitenden haberi yoktu. Ama babam, senin hatırındadır,bir keresinde aramızda kavga ettiğimizde sana karşı, Coppi'yekarşı kuşku duymaya başlamıştı, sizinle dolaşmamı yasaklamak istedi.Peki ben kimi örnek gösterdim. Rimbaud'yu. Nedenini şimdi bilmiyorum.Liebertas ışığın içine doğru geriledi. Üzerinde giymeyi sevdiği ouzun, ince, boynunu, omuzlarını, göğsünü epeyce açık bırakan gömlekbenzeri elbise vardı. Ben onu hiç öpmedim. Ahlakçılığımızdan ödün ver-762


memiştik. Bizler yaşamın hazlarından, insanın duyusal özgürlüğündençok söz etmiş, devrim için yaşayan, bedeni ve ruhuyla kendini devrimeadayan insanın da duyu algılarını hiç bir şeye kapatmaması gerektiğineinanmıştık, ve algılarımızla ne kadar heyecan duysak da bu garip arılığındışına hiç çıkmıyorduk. Hölderlin'e, Rimbaud'ya rağmen benim içkıpırtılarım sınırlarını aşmaktan uzak kaldı. Belki de ben bir çocuk olarakkaldım. Tabii ki arzu duydum. Ama benim eksik, anlık ihtiyaçtankaynaklanan bir şeye kapılmamı engelleyen daha büyük bir gereklilikvardı. Bundan beş yıl önce, şehirde dolaşmaya başladığımız dönemlerdediğer gençlerden farklı hale gelmiştik, Linien Caddesi'nde üçüncü veyadördüncü binanın arka avlusunda samanlıkların bulunduğu, hâlâ gazlambalarının kullanıldığı, suyun tulumbadan çekildiği yerde sözgelimikendi odası olmadığı için kız arkadaşıyla samanların üzerinde vakit geçirengenç bir işçi gibi gizlice keçi ahırına girmiyorduk. Bir keresinde benieleştirdiğiniz gibi iffetten veya dindarlıktan gelen bir şey değildi bu,içimdeki güçlü diğer istekten, adaletin toplumsal temelleri için çalışmaisteğinden gelen bir şeydi sadece. Başka türlü nasıl söyleyebileceğimibilmiyorum. Şimdi bu düzenin neye benzediği konusunda fikrim deyok, belki de ben Fournier, Louis Blanc, Blanqui gibilerin arasında biryerdeydim, çalışmam ne kadar uzak, olabildiğince uzak bir geleceğe dönükolsa da ânın içinde yer alıyordum. Uğrunda mücadele verdiğim veşimdi beni yere sermiş olan ülkem hakkındaki düşünceler konusunda dapek bir şey söyleyemiyorum. Bu ülkenin halkı da çoktandır yok zaten,yeniden yaratılması gerek. Daha doğrusu bu ülkeyi içinde yaşatanlarınpek azı hayatta kalacak, çoğu yok olup gidecek. Ve ülkeyi uzun zamandırdışarıda olan sizler içinizde yaşatıyorsunuz, gurbette ona bir şeylervermeye devam ediyorsunuz ve belki günün birinde onu geri getireceksiniz.Şimdi işleri bitirilecek bizlerden çoğu yol gösterici düşünceler bırakmıyorarkasında. Bizim ele geçirmek istediğimiz şeyin kanıtı hiçbirzaman olmayacak. Sadece sıradan sözler söyleyebiliyoruz bu konuda.Aramızda bilimciler, sanatçılar vardı. Onların düşünme yetenekleri dedünyayı hedeflediğimiz yaşama ikna etmeye yetmedi. Bir heykeltıraşımızvardı, yapıtları sınırlıydı, bir yazarımız vardı, onun şiirleri ve romanlarıedebiyat tarihine mal olmayacak. Yine de onlar, zarar görmeyenve sizlerin dünyasını zenginleştiren yapıtlarıyla anılacak olanlardan dahaisteksiz çalışmıyorlardı. Bununla söylemek istediğim, onların ortayakoyduklarının bilinen ölçütlerle değerlendirilemeyeceği, bunun için onlarınyaşamının ağırlığını gösterebilecek yeni bir terazinin bulunması gerektiği.Birkaç ay öncesinde üzülüyor, yeni doğacak şeyi bilemeyecek olmamahayıflanıyordum, ama şimdi bana, hayatımda doğru bulmadığımhiçbir şeyi yapmamış olduğumu bilmek yetiyor, o doğru şu an tekrar bulanıklaşsada. Hemen ona koştum, o son pazar günü gün ağarırken. Yüzü,sana yüzünü tasvir etmeye çalışacağım. Geniş, düzgündü, ağzı ge-763


nişti, dolgundu, gözleri parıltılıydı, aynı zamanda tetikte bekler bir ifadesivardı, saçları yanlara dökülüyordu, alnında perçemi vardı. Bir şeysöylemiyor bu tasvir. Bizim önem verdiğimiz şey hakkında böyle az şeysöyleyebildiğimiz saptaması şaşkınlık yaratabilir, ama onun içimizde olduğuve varoluşumuza ağırlık kazandıran, kendimizi yeniden tanımamızısağlayan bir şey olduğu algısı buna karşı geliyor. Ve benim için yirmiyılı bile bulmayan bir zamanın ardından her şey çok yakında son bulacaksa,bizim olmamızla ilgili başka bir zaman kavramına başvurmakgerekir, daha önceyi ve daha sonrayı kapsayan ve bizim yaşamımızınonun büyük akışı içinde minicik bir aralığı kapladığı bir zaman. Libertas'ınyüzü pencere önünde donuk bir siluetti. Çatı saçağında sinyallerimiziuzaklara göndermemizi ve müttefiklerin çağrılarını yakınlaştırmayısağlayan anten görülüyordu. Ürkütücü tehdit bizi birleştirmek istiyordu,işte karşımda bu göz alan ters ışığın içinde duruyordu. Ama mutlakşeye ulaşılacak olsa her şey tekrar ne kadar bayağılaşırdı, utanma duygusununasıl bir kenara bırakabilirdim, hayatın bu ânında taşımaya devametmem gereken utanma duygusunu. Beni tensel varoluşa bağlamayaçalışan şeye razı olsaydım ne olurdu. Konu her zamanki gibi sorumluluksorunuydu, en küçük yanlış adımımızda üstlenmemiz gerekensuçtu, Libertas'ın kocası Harro o gece tutuklanmıştı, onu uyarmak içintelefon ederek onu ve kendimi ele veren ben olmuştum, ve ben ona vekendime karşı bir kez daha hata yapardım, eğer o an içimdeki sıradanbir ölümlü olma isteği baskın gelseydi. Elle tutulur olan ne varsa hepsivarlıksızlaşmıştı, mevcut tek şey kendimizi aşmayı başarmamıza bağlıolan görünmez gerçekti. Benden on yaş büyük olan Libertas benden çokdaha genç görünüyordu, o çocuk olandı, ben son noktayı görüyordum, onelerin gelmekte olduğunu anlamaktan çok uzaktı. Hâlâ devam etmeninbir yolu olacağına inanıyordu. Beni donduran bir şey yaptı. Hâlâ kendisinebir zarar gelmeyeceği inancı içinde bavulunu hazırladı. Bizim sonumuzkapıdayken çoraplarını, çamaşırlarını, mücevherlerini, makyaj malzemelerinibavula yerleştirdi, telefon görüşmeleri yaptı, Kontes von Langensteinadında birine, Baden'de yaşayan bu akrabasına ziyaretine geleceğinibildirdi, Libertas da yüksek asil sınıftandı, Oranienburg'taki LiebenbergSarayı aileye aitti, babası Eulenburg Prensi İngiltere'deydi, Douglashanedanına gelin giden kız kardeşi Ottora İsveç'te yaşıyordu, Libertasoradan yardım umuyordu, ordu komutanı Kont Archibad AlmanReich'ının ileri gelenleriyle dosttu, ilişkilerini kullanmayı iyi bilirdi, veben bizimkileri aleyhte kullanılabilecek dokümanları ve verici gereçleriniyok etmek için, kendileri için, yakınları için gizlenecek yer arama çabasıiçinde koşturur halde görürken Libertas bana ailelerinin geçmişinianlatıyordu, Brandenburg ormanlarında İsveç ve Alman feodal beylerininav partilerini, sekizinci yüzyılda korsan şövalyelerin yatağı olan, Douglashanedanına ait Langenberg Şatosu'nu. Herakles, sana sesleniyo-764


um. Yanakların ne kadar soğuk, dedi bana yüzüme dokunurken. Amabeni anlamalısın, bundan söz etmemin tek nedeni, onun katetmek zorundakaldığı yolu, sadece birkaç ay içinde tüm bir yaşamın eksiğini kapatışınıve bunu olgunluk noktasına getirişini bilmemdir. Yanlış. Ama buböyle kalmalı burada. Değişiklik için yerim yok. Taşın içinden bağırışını,bana seslenişini duyduğum Libertas uzunca süre bu işten kurtulacağıinancıyla yaşadı, son özgür saati, Anhalt İstasyonu'nda bavuluyla trenebindiği an, onun için devam etmek üzere geçici olarak ertelenen bir yolculuğunbaşlangıcı olarak kaldı. Kız kardeşi İsveç'ten gelmişti, annesi veİsveç elçisi hükümet nezdinde girişimde bulunmuştu, onun nikâh şahidiolan mareşal onu yalnız bırakmazdı, tüm diplomasi çarkı onun için çalışıyordu,Aralık ortasındaki mahkeme kararı bile bir yerde işin döneceğikonusunda onun umudunu yok etmedi, bazen kahkahaları duyuluyordu,dış taraftaki nezarethanenin koridorlarından. Bu koridorlar, kendimizdengeçmiş şekilde gardiyanların kollarına yığıldığımız zamanlar bizimde kulağımıza kadar gelen fısıltı curcunası, bu duvarlar, bir ses tonundan,adımların ritminden çıkan, kelime haline pek gelmeyen mesajlarbu duvarları delerek geliyordu, tetikteki duyularımızla bunları anlıyorduk.Her birimizin içine düştüğü uçurumla ilgili söylenebilecek çokşey var, tadına baktığımız taş hakkında da, düşüncelerimizin yoğunluğuylabazen hamur gibi pütürlü hale gelen, parmağımızı soksak içine girecekgibi duran taş, ama ellerimiz sonra sertliği hissediyor, ardından şuduygu kargaşası. Genelde son aylar benim için atıl beyin fonksiyonlarınıneğitimi biçiminde geçtiyse de bunun ayırt edici tarafı, fikrimin netleşmesi,yaşadığım aydınlanma geldiği gibi aniden kayboldu. Bu düşüncealıştırmalarını nasıl yaptığımızı hatırlıyor musun hâlâ, çoğunlukla birrüyadan yola çıkardık, o zamana kadar bilinenleri geride bırakan vizyonlaraulaşırdık. Söylenmesi gereken diğer konuya dönmeden önce, bizeait olan bu kırılgan ama aynı zamanda çok şey ifade eden araç üzerindekısaca durmak istiyorum. Bunun hakkında ne çok şey yazıldı, ama sadecebu vizyonların içinden gelerek yazılanlar kalıcı oluyor, örneğinHölderlin'in, Rimbaud'nun yazdıkları. Rüyadaki görme hakkında konuştuk.Zifiri karanlıkta renklerin tüm canlılığıyla içimizde uyanmasınasıl oluyor diye soruyorduk kendimize. Bunlar ışık hakkındaki bilgilerimizineseriydi. Bilgi görür. Işık uyarıları orda değildir, onları hatırlarız.Rüyada her ayrıntıyı tüm keskinliğiyle yansıtan bu ilk resimlerin olduğusonucuna vardık. Daha sonra bu resimlerin üzerine, farklı deneyim gruplarınaait olan, sezgisel bir düzen içindeki ve sonsuz bir çeşitlilikteki yansımalargeliyor, daha doğrusu bunlar yüzüyor, çeşitli duygusal merkezlerinçevresinde geziniyor, spermler gibi yumurta hücresine doğru akıyorlar,sürekli yeni döllenmeler yaratıyorlar, her duygu hücresi döllenmeyeaçık görünüyor, sürekli değişen etkilerle yeni yeni görüntüler üretiyor,hiçbir şey aynı biçimde bir tekrar olmuyor, akışkanlığın sonucu olarak765


olamaz da, ama yine de hep aynı aileden, etkinin kararlılığına, ısrarcılığınabağlı olarak ilk örnekle aynı yöreden görüntüler, sonra şimşek gibi bununüzerine binen ne varsa temizleniyor. Ama rüyada, kendimize yakınhissettiğimiz bir şeyi, bu bir insan olabilir, bir yer olabilir, görme arzusuhissedilebilir haldeyse o zaman bize oraya giden yol da kapanıyor, böylebir arzu ancak yarı uykuda gelebilir, çünkü biz ancak uyanmaya doğrutekrar etmek, gözden geçirmek istiyoruz, rüyada hiçbir şey tekrar görülmez,ancak tekrar belirsizlik hali üstün gelirse beklenti duygusu da ortadankalkabilir, çünkü bu beklenti uyuyanın özlemlerinin uzandığı şeyinyakınına düşen kombinasyonları, durumları biçimlendirir. Ben yarı uykularımda,uzun periyotlar sırasında fırtınalı, elektrik yüklü bir alacakaranlığadönüşen ve uyanıklıktan artakalan bir tarafın sürekli ani bir uyanmabeklediği gecelerimde tekrar Libertas'ın karşısına çıkma isteği besledim,o her şeyden vazgeçişin yaşandığı sabah olduğu gibi, hedeflediğimhiçbir şeyin sağlam duramadığını kabul etmek için, ters yönden de olsabenim de kendimi aldattığımı, yıkımın her tarafı sardığı yerde tek sağaltıcışeyin kendini birbirine adama olduğuna inanarak kendimi aldattığımı.Az önce sözünü ettiğim mutlakla esrikliğe varan bir yükselmeyi kastettim,yani yaşamın yinelenmezliğini, başka bir yaşamın karşısına çıkarıldığındaiyice keskinleşen bir kereliğini görmeyi kastettim. Bana hayalperestdediğinizde siz haklıydınız, nitekim o otuz Ağustos pazar sabahı, bunuşimdi görüyorum, içimde azizce bir şey vardı, kendimi Harro için, Libertasiçin, tüm diğerleri için kurban etmek istemiştim, davranışımda tümönceki kararlarımın doğal sonucunu görüyordum, adım adım oluşturduğumçizgiden sapmak istemiyordum, her seferinde benim için irademinkanıtı olan tüm o eylemlerimden sonra en küçük bir şeyden bile vazgeçilmesiniistemiyordum. Zindanın tabanında benim pislik olarak gördüğümşeyler vardı sadece. O çocuksu kadını, kirletilmiş, pisliğe bulanmış haliylegörüyordum, ve benim sevgim onun mahvıyla can bulan bir sevgiydi.Ben onu içimde böyle, sefaleti ve yenilgisi içinde tasavvur ederek rüyakatmanlarına yaklaşmıştım, ama onun görüntüsü canlanmak istemiyordu.Sürekli başka görüntüler, karikatürsü figürler beliriyordu, rüyada nasılbir çaba, nasıl bir emek israfı sergiliyoruz, dev kentleri ve kırsal alanlarıyeniden üretiyoruz, bazen büyüsel bir güzellik içeren, bazen arkaikdehşet içeren, evet, dışkı ve salgıların dünyası, kötü kokulu asitler, kan,sinir seğirmeleri, içim bunlarla dolu orada öyle yatıyordum, ama soluyanağzından çıkan havayı yüzüme üfüren yüzü tanımadım. Peki neden böylebir evren doğmuştu, neden çiçekler açıyordu bu evrende, neden kendibüyüsüne kapılıyordu, hangi amaca hizmet için, ve tüm bunlar bir andatekrar silinmek üzere, ama, sormaya devam et, yazarken de böyle değilmidir, elinden çıkardıkların seni bir girdabın içine çekmiyor mu, amaçolarak ileri sürdüğün açıklık getirmekten ziyade bu girdabın içinde kaybolmuyormusun. Böyle soruları daha önce de sormamış mıydık. Yara-766


tımda hiçbir zaman amaç aranmayacağı, her şeyin kendi mecrasında aktığıve bir hedefe yönelmesi gerekmediği cevabını vermemiş miydik. Belkide rüyalarımızdaki çoğu süreç, bu doğum öncesi devinimler gerçekten deanne rahmine geri dönme güdüsünden kaynaklanıyordur, embriyo olarakiçine girmeye hazırlandığımız gerçekliği düşünme yeteneğimiz yoktu,ve bu gerçekliği içinden yaşadığımız zaman da ölümü kendi gerçekliğimizdışında düşünme yeteneğimiz yok, o yüzden de ölümle yüz yüzegeldiğimizde ana rahmindeki canlı varlıktan farkımız kalmıyor, bir şeybilmiyorduk ve yine bir şey bilmiyor olacağız. Benzetmenin mantığı bu.Ana rahmindeki uykunun özlemini duyuyorsak ölümün de özlemini duyuyoruzdur,çünkü doğumdan önce biz, ölümü de içinde barındıran dolaşımsisteminin parçasıyız. Sonra dışarı çıktığımızda önceyi ve sonrayıdüşünmekte âciz kalıyoruz, sadece burada olduğumuzu biliyoruz, ve bazılarımızınacısını çıkarırcasına burayı yaşamak istemesi şaşırtıcı değildir.Ben her zaman, bizden önce yaşamış ve yapıp ettikleriyle var olmuşlarlailişkiyi önemsedim, ve sanıyorum bu noktada seninle aynı fikirde olduk.Geçmiştekilere açık olmakla bizden sonra gelecek olanlara da saygımızıgöstermiş oluyoruz. Bu gecenin sona doğru ilerlediğini gördüğüm şu an,rüya ve ölüm üzerine yazarken kendi ölümümü unuttuğumu fark ediyorum,ama şimdi bu duygu geri geldi, midemde hissettiğim bir çekilmehalinde. Belki biri sana benim nasıl öldüğümü, bizlerin nasıl öldüğünüayrıntılarıyla anlatacaktır. Şimdi kapının açılacağı, bizim ayağımızda takunyalar,üstümüzde beyaz önlüklerle dışarı çıkarılıp idam yerine götürüleceğimizânı bekleme duygusu ağır basıyor. İnsan, yaşadığı yerleri birkez daha gözünün önüne getirmek istiyor, orada yaşanan farklı şeyleribir kez daha görmek istiyor, ama şu anda olan şey rüyanın mekanizmasınaters, sadece rüyada mümkündür içimizde sakladığımız şeyin ayrıntılarınıgörmemiz, bilinç ise sadece hipotez mantığıyla değerlendirir, rüyaylarüyayı hatırlamaya çalışma eylemi birbirinden tamamen farklı ikiayrı yöntemle çalışır, rüyada sizin etki edemeyeceğiniz, içinizde yatan şeykarşınızdadır, uyanıkken ise rüyadaki her şeyi başka şekle sokacak varsayımlarvardır sadece. Libertas'ın yüzü, özellikle de bir ay önce, onun bizeihanet ettiği, şu dünyanın sefil özgürlüğüne yeniden kavuşma umudu taşıdığıiçin kendini düşmana sattığı haberini duyduğumuzda kaç kere gözümünönüne gelir gibi oldu, onu düşündüğümde kustum, ama rüyamdabana gerçekten geldi, tertemizdi, bana masumiyetiyle gülümsedi, vesonra onu suçlamaktan vazgeçtim, sanıyorum tüm diğerleri de, onuniçinde yaşamın gücü olduğunu anladık, büyümenin gücü içinde olduğusürece bir çimen sapı da taştaki küçücük bir çatlağı yol bulup uç vermiyormuydu, onu engellemek isteyen her şeyi delip geçmiyor muydu. İhanetbenim için rezilliklerin en kötüsüydü ve amaçlarımıza ulaşma yolundagüvenilirlik en ödünsüz önkoşuldu, ama Libertas'ı tüm etik görevlerdenkurtardım, nasılsa aramızda bu göreve uyan yeterince insan vardı, ve767


ifadesinde ne söylemiş olursa olsun bizim ölümümüzün sebebi olamazdı,ayrıca da, ve en korkuncu buydu, onun ihaneti kendisini de ölümdenkurtarmamıştı. Şu akşama kadar onun kurtulmasını diledim, evet biliyorum,bu istekle, bizim derinden bağlı olduğumuz, titizlikle kurduğumuzplanlan etkisizleştiriyorum, adaletin krallığını etkisizleştiriyorum, hâlâbunun mücadelesini veren milyonlara karşı görevimi, tek bir sefil yaşamuğruna savsaklıyorum. Bir keresinde rüyalarla ilgili konuşuyorduk, Hedwigköy mezarlığındaydı, rüyada yaşadıklarımızın bize dayanılmaz gelmemesinisağlayan şey bir anestezi içinde olmamızdır demiştik. Bedenselliğintüm derinliğine rağmen bedensel acı duymuyoruz, tüm ezalar rüyadadır,ama bunlara şaşıracak kadar bile tepki göstermeyiz. Senin oturduğundar kısa sokaktan geliyorduk. Arkamızda Stettin İstasyonu'ndakitrenlerinin hareketlerini duyuyorduk, biz sadece büyük zorluklara doğruadım attığımız durumlarda çevremizi iyi tanımaya dikkat ediyorduk,çevremizdeki binaları saçaklarıyla, tarihleriyle algılıyorduk, yolları katedişimizinverdiği gerçeklik duygusu, ya şimdi, bunların gerçekliği kalmadı,sadece düşüncelerimize dayanak oluşturuyorlar. Tanımsız şeyi elle tutulurkılmaya çabaladık. Rüyamda düşünmeyi öğrenen bir bedendim.Kelimelere henüz dönüşmemiş o hırıltı, o algılayış, bizim burada epeydirtek dil olarak duyduğumuz gürültüye benziyor. Burada rüyanın dili içinde,ruhun dili içinde yaşadığımızı söylemek yanlış olmaz, ve bu dil birahlak, bir sorumluluk içermediği için, içimizdeki en zayıf, en çocuksuolana tekrar yakmlaşabiliyorum. Lime lime edilmiş teni görüyoruz vetepkisizce kabul ediyoruz, ama bir alına yansıyan yumuşak bir ışık, birküçük hareketteki zarafet bizi gözyaşları içinde hayata döndürüyor. Libertasonu Baden'deki bir kaleye götürecek uçan bir trenden düşmüştü,şimdi taş zeminin üstünde bir kenara büzülmüştü, ona da son bir mektupyazması için gerekli şeyler verilmişti, ve böylece bizler arkamızda bıraktığımızhaberle birbirimizle bütünleşmiştik, çevrelediği her şeyi, mümininruhu, bedenin kafesi gibi, terk ediyordu. Ama yaşam, nasıl bir hücreyeatılmış olursa olsun, bir rüya değil. Ben inançlı biri değilim, ben bu dünyadayaşıyorum. Bizlerin, hepimizin yaptığı gibi ben de, bizi tımar etmekisteyenlerin elinden kaçıp kendi kabuğumun en kuytularına çekildim.Sanrım içinde bulvarları koyu yeşillikler içinde görüyorum, oysa güz vekış mevsimi bu yeşilliğe çoktan son vermiş olmalı. Belki dallar ve beşincikatta bizim dışarıya baktığımız pencerenin üstündeki çatı karla örtülüdür.Ve önümüzdeki zaman aralığı hızla kısalıyorsa, bu yüzden bizimkavrama yeteneğimizde son saniyeye kadar bir şey eksilecek değil, belkide tersine daha da güçlenecek, kimseye bir yararı olmadığı şu anda bizidaha da keskin görüşlü yapacak. Ve rüya sırasında nasıl o muazzam örgüortaya çıkıyorsa, uyanıklık durumunda da maddi dünyanın reflekslerisayısız kaynaktan gelerek o âna ait tek bir bütünde kaynaşıyor. Büyüklükaçısından rüyanın yeri, bu resim karşısında tek insanın insanlığın bütünü768


karşısındaki yeri gibidir ve düşüncelerimizin kökeninin harekete geçirdiğisüreçlerin kendimizi ne kadar yakalayıp kavrayabilmemizi sağladığısorusu bizim için bir bilinmez olarak kalmaya devam edecek. Gecedegördüğümüz tümüyle bizim malımız olmayı sürdürdüğünde, başkalarınınkurmaya çalıştıkları yapı bizden uzağa düşüyor, ama yine de yapıpedilenlerin sonuçları da herkes için hissedilir düzeyde kalıyor. Ama işteher birimize ayrı ayrı. Her bir kişi sadece herkesi ilgilendiren şeyi alıyor,kendi içinde işliyor ve vardığı sonuçlarla birlikte tekrar diğerlerine aktarıyor.Bir sorunun cevabına uzanmak için buna kafa yoruyorum. Nedenrüyada bizim tanığı olduğumuz acıları içimizde hissetmeyiz. Temelde rüyadave uyanıkken aynı şeylerle karşılaşma yaşarız, beyinden büyük olmayanrüya dünyası dışarıda çevremizi saran şeyleri yeniden karşımızaçıkarır, bizim dahil olduğumuz her şeyi boyutlarıyla algılamamızı sağlar,ama dışarıdayken başvurduğumuz eleme, ayırma, parçalama, geri atmayeteneklerimiz işe karışırken, rüyada görünür bir amaç taşımaksızın tümboyutlar üzerimize çullanır ve sadece içimizdeki yaşamı besler. Rüya görengözlerimizin önünde cereyan eden acılar karşısında duygusuz kaldığımızda,bizim uyanıklıktaki varoluşumuzu belirleyen ahlaki özelliklerdenuzağızdır. Uykuda bizi etkileyen tek şey kaçma isteği, bu içgüdüselkorku halidir, biz dışarıda yüz yüze kaldığımız tehlikelerden kaçınabilmekiçin sürekli derinliklerimizi arar, sürekli daha aşağılara inmeye çalışırız,bizim peşimizdekiler sürekli ensemizdedir, her an bir yerden çıkıvereceklerinihissederiz, hep yetersiz kalan koruyucu örtülerin ardındanbaşlarını gösterirler, ve her şey tek parça garip bir gazaptır, çünkü biz oradatek hedefizdir, çünkü en temel anlamda biz saldırılar karşısında korunmasızızdır.Dışına çıkıp uyandığımızda o an kendimize yabancılaşırız,ve bizler yaşamın içinde olduğumuz için her şeyi saran acıyı duyarız,ve o durumda da insan kardeşimizin bedensel acısını hissetmeyiz, amaher şeyi saran acının bilinci bizi merhamet duymaya, yardım isteğinesevk eder, ve bunun faydası olmayacaksa ve kendimize en yakın insangözümüzün önünde paralanıyorsa, çaresizlik duygusu o kadar büyükolabilir ki kendi yaşamımıza son vermek isteyebiliriz, çünkü ancak güçsüzvarlığımızın nihai sonu bize huzuru yeniden bahşeder. Öyleyse rüyadasorumluluk duyan, yaşananı içinde hisseden benliğimizden çıkarız,ama uyanma halimizde de en derinlerimizdeki gerçeğimizden uzak düşeriz.Eğer insan yeterince uzun süre kendi başına kalırsa, içinde büyüyendil, başkasıyla anlaşma amacından uzaklaşır, ve benliğimin dışındaolana ve bir daha görmeyeceğim şeye yöneldiğim için başımın döndüğünühissediyorum. Böyle dış gerçekliğe doğru uzanmak rüyanın giriştiğiaraştırmalara benziyor, çünkü iki durumda da bir dünyadan bambaşkabir dünyaya doğru bakılıyor, içimde bir fanfar, dipsiz bir hercümerç var,dışarıda, tel örgülerin ötesinde bir başka fantazmagorya yaşanıyor, seninde birbirinin önünü kesen akıntılar arasında kendi yolundan gittiğin bir769


aşka hayal, kentleri, ülkeleri, kıtaları tanıyorum görünce, daha doğrusutanımıyorum, sadece tasavvur ediyorum, ve dünyanın yansımalarını yenidengörmemizi sağlayan hatırlama yeteneğimiz, ve başkalarının açıklamalarınıhatırlama yeteneğimiz, dünya gerçekliğinin sunduğu boyutlarıbende de bir ölçüde var ediyor. Çevremi saran duvarların ötesine geçmek,ve benim sözlerimin başkalarında bıraktığı yankıyı, benim varlığımdanparçaların devamını sağlayan ve her an yemden uyandırılabilecek izidüşünebilmem çok zor olduğu için baş dönmesi içindeyim. Artık rüyayayer yok, çünkü bir daha uyumayacağım. Sadece dışarıdaki çabalarımızınacizliğinden söz etmek istiyorum elimden geldiğince. İşte biz böyleyiz,haftalar boyunca benden uzaklaştırılmış olan Libertas'ın tekrar yakınımdaolduğunu bilmek, ikimizin birkaç adımı birlikte atacağını bilmek, kahredicibir durumda olsak bile bende inanılmaz mutluluk yaratıyor. İçimizdekien zayıfımız olduğu için eylemlerimizin içinde yatan ve varlığakesin bir tartışılmazlık kazandıran ikirciklik en güçlü biçimde onda kendinigösterdi. Onun yaşam tarzındaki her şey, bizim çabalarımıza tersti,anlamını hiç kavrayamadığı şeyleri saflıkla yerine getiriyordu, tazeliğininheyecanıyla içine daldığı şey onun çürüyüp dağılmasına yol açacaktı, veonun dava için kendini feda etmesi onun durumunu düşününce daha daderin bir anlam kazanıyordu, çünkü son âna kadar inandığı gibi yaptığındakötü bir şey yoktu, en amansız düşman bile onun herkesin iyiliğini istemektenbaşka bir düşüncesi olmadığını görürdü. Bu noktada Harro daona benziyordu, onun gözünde de hedef o kadar ulviydi ki sıradan birolayın başlarına gelmesi düşünülemezdi, ve kendini biraz dünyaüstü birvarlık görmeden, ya da en azından yüce bir gücün korumasında olduğuinancı olmadan böyle bir mücadeleye nasıl kendini verebilirdi ki. O da birkere başlamış olduğu şeyin ardı sıra gelen yeni adımların içine çekilmişti,ta ki kişisel nedenler adına bir şey kalmayana ve onun için geriye sadecekarşı durulmaz gerekler kalana dek. Ve başka birçokları için de aynı süreçişledi. Biz hâlâ hayattayken bir fikir tartışması içine düşmüştük, kendikuşkularımızı çıkardık karşımıza, ve herkesin elinden gelen tüm çabayıharcadığını görmemize rağmen bir süreliğine uyumsuzluklara meydanverdik, ve bunlar geçtiğinde de aramızda sadece bağlılık kalmıştı. Aynışey uzaklarda didinen Parti çalışanları için de geçerli olmalıydı, onlar daçizgiye sadakatlerinde bizden daha öteye gidememişti, onlar da bizim gibitamamlanmış, örnek olacak bir şeye ulaşamamışlardı, onlar da uzlaşmazkarşıtlıkların yaylım ateşinde yollarını şaşırıyorlar. Ama bizim kendimizizorladığımız disiplin yekpare bir bütün ve onun sayesinde gerçeklikrüyayı altına aldı. Ve bizim tasavvurlarımızın birçoğuna en yakın düşenkişi Libertas'tı belki de, çünkü gelecekteki devlet biçimi hakkındakikonuşmalarımızda bize sürekli Rosa Luxemburg'un yazılarından parçalarokurdu, hep bir şeyi ilk defa keşfeden birinin sevinciyle, ve belki debiz onu özel kişi olarak, başka düşüncedeki kişinin özgürlüğü yoksa öz-770


gürlük yoktur düşüncesinde biri olarak görmeliydik. Bizim şu halimize,biz ilk partideki, on bir kişinin haline, gerçekliğin hücresindeki hapisliğimizebaktığımda, içine tıkıldığımız izolasyon kayboluyor. Dış dünyayabir haber iletmemize izin verilmeden ölmüş olsaydık bile kendimizi unutulmayamahkûm görmezdik. Zincirlere vurulmuş, zırhlı araçlara bindirilmişolarak kentin gürültüsü içinden geçişimiz birkaç saat önceydi,farklı yaşlarda, Alman tarihinin farklı kesitlerinden sekiz adamdık, üç kadınayrı araçla naklediliyordu, dar sıralarda karşılıklı oturuyorduk, tüfeklerüzerimize doğrultulmuştu, ağızdan çıkacak her söz dipçiklenecekti,yine de, bakışlarımıza nasıl da bir uyumun dili yayılmıştı. Arkadaşımız,karısının duvarların arasında dünyaya getirdiği çocuğunu görme şansınakavuşmuştu, ve şu sıralarda çoğu arkadaşımız kendileri için artık yaşlarıilerlemeyecek çocuklarına, bizim yazgımızı ileri taşıyacak olan sevgililerineyazıyor olmalılardı, ve bize mektup yazma fırsatı verilmesi, burada bizimdurumumuzda insanlıktan geriye kalan bir şey olduğu izlenimi yaratmakararının bir parçasıydı. Ben de anne babama yazdım, ama vedamektubu bu yazdığım. Işık soluk, kurşunkalem kör. Her şeyi farklı yazmakisterdim. Ama zaman çok kısa. Ve kâğıdın sonuna geldim.Ama bütün gün beklemek zorunda kalmıştı. Sabah saat beşte rahipyanına gelmiş ve mektubu teslim almıştı. Heilmann'm ailesini tanıyanPoelchau, o Prinz Albrecht Caddesi'ndeki hapishanedeyken ziyaretinegelmiş, Libertas'ın, Arvid ve Mildred Harnack'ın, Schumacher ve Kuckhoffun yanında defalarca bulunmuştu. Libertas öyle istediği için onunlabirlikte dua etmiş, diğerlerine, onların istekleri doğrultusunda kitaptankendisi okumuştu. O sıralar Libertas gülebiliyordu henüz, gizli polisinana karargâhındaki hücresinde, bu binanın bir zamanlar babasının müdürüolduğu Sanat Okulu binası olmasını komik buluyordu. Sürekli kendisininne kadar aşağılara düştüğünden söz ediyordu, gençlik yıllarında,henüz resim sınıfı öğrencisiyken ailesinin evinde, merdivenleri bir aşağıbir yukarı koşturuşundan, gerisinde Prenslik parkından artakalan parçalarıgörebildiği arka avluya bakan büyük pencerelerin önünden geçişindensöz ediyordu, aynı parka Fontane, roman kahramanı Effi Briest'e sonevinin ıssızlığı içinden baktırmıştı. Hapishane rahibi, mahkûmlara idamdanönce küçük bazı kolaylıklar sağlama olanağını kullanmıştı. Parmakmengenesi ve baldır kıskacı işkencesinin yaralarını taşıyan Harnack busayede Platon'un Sokrates'in Savunması metnini ve Faust'un öndeyişinidinleme fırsatı bulmuştu, daha bu sabah rahip, bağlandığı için şişmiş ellerinikaldıran Harnack'ı teselli için ona Mildred'in idamdan kurtulacağınısöylemişti, oysa savaş mahkemesi başkanı Roeder'in, yaşlanmış çocukyüzlü biri olan bu acımasız hâkimin ağır koşullarda hapis kararını ölüm771


kararına çevirmek üzere olduğunu biliyordu, aylardır süren hapishanehayatıyla zayıf düşmüş olan kadının dolgun sarı saçlarının ağardığını vegarip bir duyarsızlaşma içinde ve içe kapanarak kendini sona hazırladığınıda. Rahip, en yüce hedeflerden alaşağı edilerek en alçaltıcı aşağılamayamaruz bırakılmak istenen bu insanların, hücreden hücreye giderek aralarındacanlılık işaretlerini ileten haberci haline gelmiş, her birini kendi çukuruiçinde bulmuştu, Kuckhoff başında bir torba, ayaklarından asılıydı,Coppi, derisi morarmış ve patlamış çıplak bir durumda ve onu kendinegetirmek için üzerine boşaltılan su birikintisinin içindeydi, ve Heilmanniskelete dönmüş bedeni içinde, ama işkencede konuşmamanın zaferiylebaşını dik tutuyordu. Din adamının mesleğini yapmak için öğrendiklerininyerini çoktan başka gerçekler almıştı. Mahkûmların siyasal düşüncelerinipaylaşmasa da, onlar için gerçek anlamına gelen ve hiç vazgeçmedikleriarayışlarından etkilenmişti, Heilmann'ın son bir isteğini yerine getirebileceği,kendi yaşamını tehlikeye atmasına rağmen hiçbir biçimde aklınagelmezdi. İşkenceden geçmiş bu kişilerin arasında bir süre geçirdiktensonra, inandığı Tanrı'ya hizmet insanlık onuruna hizmete dönüşmüştü.Kendisinin de mahkûmu olduğu bu dünya dışkı, idrar ve buharı tütenkan gölü içinde yüzdüğü için eylemlerine kararlılıkla sarıldı, bir şekildeyine günahların keferesiydi bu yaptığı. Sıkı yazıyla dolu kâğıtları cüppe-.sinin altına gizlemiş, diğerlerini, Alman usulü düzen mantığının ölümânına kadar uzanan gereklerine uymak için izin verilen son bir selam içerenmektupları deste halinde görevliye vermişti, bu mektuplar da, gardiyanlarınve hâkimlerin garibine gidecek bir kararlılıkla baş eğmeyen tutumatanıktı. Yirmiiki Aralık günü o öğleden önce bürosunda çarmıhtakiİsa suretinin altında oturmuş, dışarıda kar tanecikleri düşerken kurşunihavaya bakıyordu, bu akşam rahip olarak yanlarında bulunacağı diğerlerininde metin bir şekilde idam sehpasına doğru ilerlemeleri için dua ediyordu.Onlar on bir hücrede beklemedeydiler, altı hücrede daha bekleyenlervardı, önce oraya gidecek olan bu grubun dualarıyla Rahip Buchholzilgileniyordu. Bu öğleden sonra ve akşam saatlerinde gerçekleşecekolan on yedi idam, zaman sıkışıklığını ve koşuşturmayı da beraberindegetirmişti. Önceleri genellikle giyotin kullanılıyordu, bugün de ilk altı kişigiyotinle idam edilecekti, kadınlar da aynı şekilde, ama onun grubundakierkekler asılacaktı. Emirname dün en büyük savaş lordundan gelmişti.Sekiz adam kendileri için, aşağılayıcı yöntem olan asılarak idam kararıverildiğini henüz bilmiyorlardı. Gece idam salonunun yan duvarlarınakasap çengelleri asılı kaim demir kornişleri takılmıştı. Duvarlarınsıvanmasını, salonu ikiye bölen perdenin arkasında kirişlerin bulunduğuyere ek bir perdenin asılmasını izledi. İdamları izlemekle ve ölüm raporunuhazırlamakla görevli savcı onunla birlikte idam sırasını gözden geçirdi,infaz hâkimi de gerekli görev talimatlarını almıştı. Poelchau birçok kararıninfazında hazır bulunmuştu, idamlar çoğunlukla şafak vakti veya772


gece saatlerinde pek fark edilmeden olup bitmişti, ama bu sefer ÜçüncüBlok'un tamamında boğuk bir gerginlik hissediliyordu. Sadece zeminkatta, kimsenin kendini asmaya kalkmaması için radyatörlerin çıkarıldığı,içinde sadece bir kova ve havalandırma deliğinden gece ve gündüzışık veren zayıf bir lamba bulunan bu çıplak, penceresiz ölüm hücrelerindedeğil, üç kat yukarıdaki koridorlarda da huzursuzluk baş göstermişti.Kapılar darbelerle inliyor ve kimsenin aşağı düşmemesi için koridor boşluğunagerilmiş telden ağın arkasında sağa sola koşturan gardiyanlar görülüyordu.Poelchau birkaç kez idare binasından çıkıp hazırlıklar hakkındabilgi almak için tuğla kulübelerin yanından geçerek haç biçimindekiüç numaralı binaya gitti. Mahkûmlara son yemekleri verildi. Sıcak yemekartık sunulmuyordu. Sadece sosisle bir parça ekmek, bir fincan kahve vebir sigara dağıtılmıştı. Mektupların yazılması için yaptıkları gibi yemekiçin de kelepçeler çıkarıldı. Onlar yemeklerini yerken gardiyanlar kapıdabekledi. Hücrelerin önünden geçerken, hareketsiz tepsilerinin başındaoturanlara telkinlerde bulundu. Öncesinde güçlenmek gerektiğini ne çoksöylemişti. Sadece biri, Dış İşleri'nde çalışan ve onun yıllarca sekreter Stöbeile birlikte düşmana en önemli haberleri ileteceğine kimsenin ihtimalvermediği aristokrat Scheliha tepsiyi ona fırlattı. Metal tepsi çok yakınındangeçip duvarda patladı, Onun hakkından gelmek isteyen gardiyanlarıengelledi. Öğleden sonra saat üçte ilk altı adam sıra halinde hücrelerindenalınarak dışarıya, avluya götürüldü. Şimdi yaşlı hapishane hademesion yıldan fazla süredir yürüttüğü işinin gereğini yapmak için hücreleregirdi. Sepetinde bir makasla bir ip yumağı vardı. Gardiyan mahkûmuntekrar önde birleştirilmiş ellerindeki demir halkaları çözdükten ve onunceketini düzelttikten sonra yaşlı hademe arada bir diliyle dudaklarını yalayarakçok dikkatli bir edayla boşalmış gibi iki yana sarkmış elleri arkadaniple bağladı, kadınların saçlarını, boyunları yakasız önlükten rahatçıkabilsin diye iyice kısa kesti. Başka ne yapabileceği sorusu bile gelmedirahibin aklına, bu rahat, aldırışsız, ama aynı zamanda memnuniyet içindeyapılan işlemlere uyacak bir telkin sözü olamazdı, ve garip olan, kendihallerine terkedilmiş bu kadınlar ve erkekler ihtiyarın çalışmasına sabırlaboyun eğiyorlardı. Poelchau her biriyle birkaç dakika konuşma fırsatınıkullanmadan önce infaz hâkimi hücrelere girdi. Üzerinde rengi belirsizbelden kesik kaim bir hırka vardı, yürüyüşünde törensel bir hava seziliyordu.Az önce altı insanın başını aldığını gösterir bir emare okunmuyordu.Hannover kökenli, Berlin Moabit'te Wald Caddesi'nda oturan Röttgerişinden, rahibin göreviyle aynı düzeyde bir misyon gibi söz etmeye özengösteriyordu. Kurbanlarının karşısında durduğunda sanki üzerine bir incelikgeliyor, pembe ve pürüzsüz tıraşlı yüzü hamiyetle ışıldıyordu. Karşısındakilerinyanağını okşama hareketi yaptı ve parmakuçlarıyla çenesiniaşağı çekerek daha sonra çekip çıkaracağı dişlerin altın kaplama olupolmadığını kontrol etti. Saptadıklarını listesine kaydetti ve sempatiyle gü-773


lümseyerek, az sonra görüşmek üzere selamlaşarak ayrıldı. Yukarıdakicam çatıdan düşen ışık azaldı ve az sonra çıplak ampulün keskin ışığınınardında tamamen kayboldu. Ilse Stöbe ve Elisabeth Schumacher rahiphücrelerine girdiğinde sırtlarını çevirdiler, ona söyleyecekleri bir şey yoktuartık, ama Libertas onun ayaklarına kapandı, dolgun saçları gittiktensonra başı küçücük kalmıştı, gözyaşlarına boğuldu, elleri arkadan bağlanmışinsanı kollarından tutup kaldırmak ona dualar okumak rahibeonur lekeleyici geldi, ben nasıl bir Hıristiyanım ki, diye bağırmak istedi,sizleri kendi sefaletinize terk ediyorum, gardiyanı etkisiz hale getirmiyorum,mücadele ederek sizin yanınızda ölüme gitmiyorum, ama sadecekutsama sözleri döküldü ağzından, dualarını mırıldanarak geri geri dışarıçıktı. Sonra Harnack'ın bir ricasını yerine getirebildi, ona Orpheus'ungeçmişten gelen sözlerini okudu. Onunkinden farklı bir dünya görüşüolan bu düşünür, dizeler okunurken gözlerini kapadı, yüzü gerginliktenkurtulmuştu, rahip metni okurken dudaklarından ona giderek daha dayabancı gelen kelimeler dökülüyordu, kelimeler ondan uzaklaştı uzaklaştıve sonunda sadece boş seslere dönüştü, rahip tekrar bu rezilliğe, bu dilinen temiz özünü gerektiren metnin en kirli sesler tarafından ortalığadökülmesine isyan etmek istedi, ama okumasını bitirdiğinde Harnackona müteşekkir, sevecen gözlerle baktı, ve rahip utanç içinde ondan uzaklaştı.Artık acele etmek gerekiyordu, doğu kanadının kapısından nöbetçimangası uygun adım hareketleriyle girdi, rahibin daha diğerlerini ziyaretetmesi gerekiyordu, Schumacher'e söyleyecek bir şey bulamadı, ama heykeltıraşkendini Riemenschneider, Veit Stoss ve Jorg Ratgeb gibi, sanatlarıylahalk savaşının içine çekilmiş olan simaların yanında gördüğünüsöyleyerek kendi kendini teselli etmesini bildi. Heilmann'a, mektubununkendinde, emin ellerde olduğunu ve mektubun bir gün muhatabına ulaşacağınıbir kere daha söyledi, sonra dışarı çıktığında Schumacher'in hücresindenseslendiğini duydu, karısının adını çağırıyordu, yan hücredende karısı onun adını çağırarak cevap verdi, askerler dirsek aralığıyla hizayagelirken rahip olduğu yerde durarak onların birbirlerine seslenişlerindetüm yaşamlarının yankısını duydu, duvarın yarı yarıya boğduğu bukarşılıklı şakıma, bu ikili şarkı kilisenin duasının tüm şarkılarını dilsiz bırakırdı.Ziyaret ettiği diğerleri ona sırtlarını döndüler, sadece Coppi, sankicesarete çağırması gereken oymuş gibi, her şeyin iyi olacağını söyledi,ve o an zaman tamamdı, kapının sürgüleri kapatıldı, astsubay askerlerinönüne geldi, onlara alçak sesle emrini verdi, ve manga tüfeklerin şakırtısıylayürüyüşe geçti, kadınların hücrelerine giden kapıların önünde yerlerinialdılar, gardiyanlar üç kapıyı açtı, her bir kadını ayrı ayrı omuzlarındantutarak dışarı çıkardılar, kadınlar önlerinde ve arkalarında güvenliğialan çelik miğferli askerlerin arasında ve yanlarında Poelchau ve hapishanegörevlisi Schwarz'la birlikte, şimdi sessizleşmiş olarak ve çuvalıandıran kolsuz, geniş kesimli önlükler içinde koridoru ve doğu kapısını774


geçtiler, ve daha az önce uzun koridordan kadınlar yürürken ayaklarındakibol takunyaların takırtıları duyulurken şimdi, avluda karşıdaki alçakbinaya doğru atılan ve karda kara bir yol oluşturan birkaç adım süresinceyayılan hışırtıların arasından sadece sürtünme sesi duyuluyordu.Havada hâlâ kar serpintisi vardı. Alacakaranlıkta, Plötzensee Hapishanesi'ninblokları üzerinde yükselen nöbetçi kulesi ve solda tepesine dikenliteller çekilmiş ve dışarıyı, arkasında uzanan parsellenmiş bahçeleri,Spandau Kanalı'nı ve korulukları görmeyi engelleyen yüksek duvar seçilebiliyordu.Rahip ön odanın beton zemininde elinde İncil'le kadınlarınkarşısında duruyordu. Avluya açılan sürgülü kapı kapandı. Kemerli pencereleriçerden demir parmaklıkla kapatılmıştı. Çatının altında kirişleruzanıyordu. Yanlardaki kapıların aralığından kuvvetli ışık sızıyordu.Gardiyanlar kadınları kollarından tuttular. Askerler tüfekleri indirmiş hazıroldabekliyordu. Yan kapı açıldı. Savcının yardımcısı göründü.Schwarz listesine göre kadınların isimlerini okudu. Müşahit okunan isimlerikendi kâğıdmdakilerle karşılaştırdı. Önce Libertas içeri çağrıldı.Schwarz onu, arkadan bağlı ellerinden içeriye, göz kamaştıran ışığa doğruittirdi. Poelchau onları izledi. Kapı arkalarından kapandı. Odanın ortasındaduvardan duvara siyah perde asılıydı. Sağda, siyah örtülü küçükmasada savcı oturuyordu. Onun arkasında köşede infaz hâkimi, elindeperdenin ipi duruyordu. Perdenin eteğinin altındaki zemin ıslaktı. Arkasındakibölme altı idamdan sonra temizlenmiş olsa da boğucu, tatlımsıbir koku hissediliyordu. Müşahit savcının yanına gelmişti, Poelchau veSchwarz kadını ortalarına almışlardı. Savcı kararı okudu. Üzerinde siyahcüppe ve siyah görev başlığı vardı. Rahip duasına toplayabildiği tümduygusunu katmaya çalışıyordu. Ama Libertas bağırmaya başlamıştı, bırakınbeni, bırakın yaşayayım, diye bağırdı, şimdi birden her şey çok hızlanmıştı,rahip duasıyla yetişmekte zorlanıyordu, infaz hâkimi çabuk birhareketle perdenin ipini çekerek ortadaki perdeyi sonuna kadar açtı, ikitaraflı perde gıcırdayarak yanlara açıldı, bol gömlekli, poturlu pantolonlarıçizmenin konçlarına sokuşturulmuş üç yamak geriden bir anda fırladılar,kadının üstüne atıldılar, bacaklarıyla tepinen Libertas'ı dik duranve baş tarafında oyuntu bulunan tezgâhın üstüne bastırdılar, menteşelerinüzerindeki tahtayı aşağı indirdiler, boyunduruğun askıdaki üst tarafıkayarak indi, ve hemen ardından kılıfından boşalan çapraz ağızlı dev bıçakıslık çalarak aşağı indi ve başı bedenden ayırdı, kana bulanan kafa sepetiniçine düştü. Boyundan hâlâ atımlar halinde kan fışkırıyordu, beyazönlüğü kana bulanmış bir adam belirdi ve saati söyledi, savcı idam edileninadının yanına listede bir çentik attıktan sonra saati ölüm raporuna geçirdi.İnfaz hâkimi siyah perdeyi tekrar kapatıp yamaklar hâlâ seğiren bedenialçak ahşap sandıklardan birinin içine attıktan ve kafayı lavabodayıkayıp ölünün bacakları arasına koyduktan sonra ikinci mahkûm içeriçağrıldı. Gelen ilse Stöbe'ydi, ve Poelchau ona dualarıyla yaklaşmak iste-775


diğinde keskin bir sesle, dua istemiyorum artık, diye bağırdı. Başı dik duruyordu,yüzü ince ve köşeliydi, ağzı mühürlenmişti, perdenin gıcırtıylaaçılışı sırasında karşı koymadı, ve birkaç saniye sonra demir bıçak bileylenmişağzıyla Ilse'nin boyunduruğun içindeki boynunu kesip derindekiahşap yuvaya indi. Elisabeth rahibin konuşmasına ses çıkarmadı, sankigörevini yapan rahibi rahatsız etmek istemeyen bir iyi niyet içindeydi. Oda kıpırtısız durdu, sadece burun kanatları inip kalkıyordu, kesimlik hayvanlarında korkusuna neden olan havadaki kan kokusuyla huzursuzlandığıiçin. Poelchau akışın düzenliliğiyle şimdiden uyuşmuştu, açılan bezinkorkunç gıcırtısını öne yatırılan tezgâhın gürültüsü, kapanan boyunduruğunsesi, giyotin bıçağının tok çarpışı, kenarından kan damlayan demirintekrar yukarı çekilirken sarsıntısı izliyordu. Dışarıda tüm insanlarınsoluk alışlarından, konuşmaları ve ayak seslerinden, şehrin tüm otomobillerindenve makinelerinden yükselen uğultu onu sersemletti. Avludanölüm evine olan yolu geçmesinin üzerinden sadece yarım saat geçmişti,şimdi erkekleri almak için Üç Numaralı Bina'ya tekrar giriyordu.Askerler de geri gelmişti ve koridorda düzen aldılar. Hapishane görevlisimahkûmları hücrelerinden çıkarttırdı. Schvvarz rahibin çaresizliğini gördü.Onun bir şey söylemesi için bekledi. Şimdi hücre kapılarında duranadamlara bakıyordu. Yüzlerini tanımak pek mümkün değildi, çünkü şimdimavimsi gece lambaları yanıyordu, bedenlerin çıplak üst kısmı bir mürekkepgölüne batmıştı. Birkaçının pantolonları aşağılara düşmüştü, diğerlerininpantolonları bellerinden sıktırılmıştı. Birinin kaburgaları görünüyordu,bir diğerinin göğsü kıllarla kaplıydı. Meme uçları bir hizadaydı,sadece birininki bir baş kadar daha yukardaydı, Coppi'ydi bunun adı.Onların Schwarz için hâlâ birer adı vardı. Gerçi tanınmış diyebileceğiisimler değildi, sadece dün ona kâğıtta iletilen isimlerdi. Rahip bir şeysöylemediği için Schwarz numara sırasına göre isimleri okumaya başladı.Her isimden sonra ismi çağrılan Burada diye cevap verecekti. Her şey düzenligitti. Günün birinde yaptıklarından dolayı hesap vermek zorundakalırsa, isimlerini çağırarak bir kere daha onların yaşamlarını teyit ettiğinisöyleyebilirdi. Onları ölüme mahkûm eden kendisi değildi. Tersine ohenüz hayattalarken bu ölüm mahkûmlarıyla ilgilenmişti. Onlara iaşelerinigetirmişti. Onlara son yemeklerini vermişti. Kovalarını boşaltmıştı.Belki de aynı gece, kirlenmiş pantolonları yıkayacaktı daha. Ve rapora imzasınıkoyduğunda sadece onların ölümlerini teyit ediyordu, ölümlerindesuçu yoktu. Kendisinin mahkûmlara son anlarına kadar şu suskun rahiptendaha yakın olduğunu ileri sürebilirdi. Rahipten hâlâ bir şey gelmeyinceaslında kendine cesaret vermek için kararlı bir sesle, haydi, çıkın, emriniverdi, ve takunyalar taşta takırdamaya başladı, ve yukarıda tüm hücrekapıları yumruk darbeleriyle yıkılmaya başladı, tekdüze karmakarışık biruğultu halinde, içlerinde grubun lideri olan, iki isimli mahkûm bu uğultununiçine doğru seslendi, biz yaşadığımız gibi ölüyoruz. Yedi buçukta776


idam yerinin antresindeydiler. Bu sefer daha zahmetli olacaktı. Asma dahafazla zaman gerektiriyordu. Her birinin ipten indirilebilmesi için yirmidakika asılı kalması gerekiyordu. Yamaklar da deneyimsizdi. Ve belki asılarakidam kararı ilan edildiğinde huzursuzluk baş gösterebilirdi. AmaRöttger takviye edilmişti. Yardımcı infaz hâkimi Roselieb de gelmişti. Vedelikanlılar barış zamanında kasap çıraklığı yapmışlardı ve benzer bir işealışkındılar. İpe asma kısmını rahat halledebilirlerdi. Müşahit kapıya doğrugitti ve açtı. Sadece eliyle getirin işareti yaptı, ve askerler mahkûmlarıdipçiklerle içeri sürdüler. Hepsi dipdibe siyah perdenin önünde durdular.Mahkûmlar sıra haline getirildi. Schwarz yeniden onların önünde durduğunda,kuvvetli ışık altında bedenlerinin üst kısmındaki her kırışıklığı,her çiziği, yüzlerdeki her morarmış şişliği, ve sıyrıkları, derin yuvarlakyanık izlerini, kabuk bağlamış veya irin tutmuş yaraları tek tek gördü.İsim okuma prosedürü bir kez daha uygulandı. Heilmann, Horst, diyeseslendi Schwarz, ve mahkûm, Burada, diye net bir sesle karşılık verdi.Bu bir deri bir kemik kalmış, diye düşündü, boynunun kırılması için onaözellikle asılmaları gerekecekti. Coppi, Hans, ilk kez onun ismi dikkatiniçekti. Mahkûmun derin karartılı çukurun içindeki gözleri miyopluğun etkisiylekısılmıştı, gözlüğünü çoktan almışlardı ondan, karısının BarnimCaddesi'ndeki hapishanede olduğu söyleniyordu, Kasımda bir çocuk doğurmuştu,o da buraya gelmeden önce birkaç ay çocuğu emzirmesineizin verilmişti. Schulze, Kurt, mesleği şoförlük, postanede çalışıyor, yıpranmışlığınarağmen yüzünde hâlâ gücü okunan bu işçi ne suç işlemişolabilirdi. Graudenz, Johannes, gözaltı derileri ve avurtlarının derisi torbalanmıştı,Schwarz onun boynunda atardamarın gölgesinin zıplamalarınıgördü, Harnack, Arvid, aydınlık yüzlü bu mahkûm kendi kendine birşeyler mırıldanıyordu, Scheliha, Rudolf, ama bu mahkûm, Burada, cevabınıvermedi, onun yerine sıradan kendini attı, kapıya yöneldi, askerlerderhal üzerine çöktüler, onu geriye sürüklediler, biri karnına bir darbe indirdi,iki büklüm oldu. Savcı, o da burada, diyerek listesine bir çengel dahaattı. Onun için mahkûmlar artık ölüydü. Schwarz için de onların işibitmişti. Onlarla artık işi kalmamıştı. Aklından çıkarmaya başlamıştı bile.Bir nedenle Hans Coppi ismi aklına takılmıştı. Perdenin altından birkaçkırmızı su sızıntısı göründü. Öte tarafta odayı suyla yıkamışlar, giyotinisilmişlerdi, kana bulanmış çıplak kadın bedenlerinin ve gözleri yuvalarındanfırlamış, yarı açık ağız kenarlarından kan sızan kafaların bulunduğusandıklar yan odaya alınmıştı, ve korniş üzerinde hareket eden çengellerhazırlanmıştı. Roselieb öğleden sonra ona işlem akışını açıklamıştı.Perde bu kez ortada sadece biraz aralanacaktı. Her mahkûm ayrı ayrı arkayaalınacaktı. Asmaya soldan başlayacaklardı ve kornişe bağlı perdeyiparça parça kapatacaklardı, böylece mahkûmlar kendilerinden önce asılanlarıgörmeyecekti. Yamaklar, infaz hâkiminin kasap çengellerine geçireceğidüğümlerle ilgili şakalaşmışlardı. İdam başına otuz mark alıyorlar-777


di. İnfaz hâkiminin ücreti seksen marka kadar çıkıyordu. Röttger önceleribaltayla baş kesme yoluyla yapılan idamlarda üç yüz mark almıştı. Konforiçinde yaşıyordu. Gönüllü yaptığı bu görevin yanısıra büyük bir denakliye şirketi vardı. Schwarz ise tanık olarak bulunduğu bu idamlardaon mark ek ücret alıyordu. Ama iş arkadaşlarına karşı olumsuz tavır takınmakistemiyordu. Sonuçta bu para, ve bugün gelmesi beklenen özelgıda istihkakı, tam zamanında elinde oluyordu, çünkü yarın Noel tatilineçıkmayı planlamıştı. Şimdiden kendini Noel akşamı Weissensee'de LanghansCaddesi yüz kırk üç numarada ailesiyle birlikte görüyordu. Langhans,yani Uzun Hans Caddesi. Bu onun kafasına takıldı. Uzun olanHans. Langhans Caddesi'nden her geçtiğinde aklına Uzun Hans takılacaktı.Başını kaldırıp Hans Coppi'nin yüzüne baktı. Perdenin açılmasınıbeklemenin nasıl bir şey olduğunu tasavvur etmeye çalıştı. Devam, diyeseslendi savcı. Bir sonraki ismi okurken şaşaladı. Grubun lideri, Burada,diye seslendikten sonra, Schulze Boysen, Harro, diye tekrar etti savcı.Schumacher, Kurt, listedeki son isimdi. Schwarz isimlerin yaş sırasına göredizildiği düşüncesine kapıldı. Kadınlarda en genç olanın sırası en öncegelmişti. Heilmann ve Coppi de en gençleriydi. Heilmann reşit bile değildi.Ama doğum tarihlerini okurken Schulze'nin en yaşlıları olduğunugördü, binsekizyüzdoksandörtte doğmuştu, ilk savaşa da katılmıştı, vezor isimli olan dokuzyüzdokuzda doğmuştu, Harnack ise dokuzyüzbirde,onların farklarına dikkat etmek kimsenin ilgisini çekmemişti, hepsiaynı kuşaktan sayılmıştı, ve birbirlerine de çok benziyorlardı, hepsi tükenmişsuratlardı, yaşamla işlerini bitirmiş insanların yüzleri, öyle bir andayaşlarının elli veya kırk olması önemli değildi, onların birbirine benzemesinisağlayan şey şu garip gurur, yaptığından eminlikti. Savcı kararıokudu, asılarak idamı ilan ettiğinde Schulze Boysen, sesini yükselterek,idamın giyotinle infaz edileceğini söyledi, ama Röttger bulunduğu köşedenperdeyi ortadan ayırmıştı bile, müşahit Heilmann'm yanına gitti, onuaralıktan içeri aldı, üç yamak ıslak zeminde kayarak onun yanına geldilerve onu aldılar. Rahip onları izledi, onun ardından perde kapandı. Poelchauyamakların mahkûmu korniş üzerinde kayabilen birinci büyük çengelinaltına götürüşlerini ve öne doğru çevirişlerini izledi. Arkasında,odanın genişliği boyunca uzanan, yukardaki demirli pencere açıklıklarınadoğru yükselen üç basamağın bittiği yerde bir tabure vardı, infaz hâkimibu tabureye çıktı. Röttger'in üstündekilerin çoğu alınmıştı. Giyotin bıçağınıninmesi için sadece düğmeye basması yeterli olduğu gibi, buradada yamaklar mahkûmun son işlem için hazırlıklarını yapıyorlardı. Roseliebipin halkasını boynuna geçirdi, ip Heilmann'm burnuna ve dudaklarınatakıldı. Yamaklar ipi aşağı doğru çekip boyna yerleştirdiler. Poelchauyüksek sesle dua ediyordu. Yamaklar hafif bedeni yukarı kaldırırkenRöttger ellerini onun üzerine doğru uzattı. Roselieb ipin ucundaki düğümüona uzattı, Röttger düğümü çengele geçirdi. Yamaklar bedeni boşluğa778


ıraktılar. Sağa sola savrulan bacaklara asıldılar. Omurilikten gelen çatırdamaduyuldu. Asılanın yüzü morardı. Gözbebekleri dışarı fırladı. Birkaçsaniye boyunca dili, iyice açık ağzın içinde şiddetli şekilde sağa sola döndü.Poelchau hâlâ dua ediyordu. Seğirmeler asılanın tüm bedenini ve bacaklarınısarsıyordu. Kirli önlüğü içinde doktor steteskopu göğsüne dayadı.Doktor, onu tekrar dinlemek için kapatılmış kısa perdeyi birkaç kezyana çekti. Poelchau dışarı çıkarken örtünün arkasındaki beden hâlâ kıpırdıyordu.Sonra doktorun işareti üzerine Coppi perdenin aralığındaniçeri alındı. Ona eşlik eden Poelchau'ya Hilde'ye selam iletmesini söyledi.Ve olanlar daha şimdiden alışılmış bir şeydi. Doktor Coppi'nin ölüm saatiniyirmiyi yirmi bir geçe olarak bildirdi. Schwarz'a Coppi'nin perdeninarkasında kaybolmasıyla ölüm ânı arasındaki süre sonsuz gibi geldi. Rahip'ingötürüldüğü sıra Harnack'a garip bir ifadeyle seslendiğini duydu,güneş eskisi gibi ses veriyor, türünden bir şey, ve Scheliha bağırıp sağasola tekme savurdu, çevresini sarmış bir grup asker sağa sola yalpalıyordu,ve düğümü bir türlü atamayan iki infaz hâkimi küfrediyordu, bir patırtıve kalabalık ayak sesleri duyuldu, ve sonunda doktor tekrar öne çıkarakölümün gerçekleştiğini bildirdi, saati dokuzdu. Siz bu dünyadakimahkeme değilsiniz, diye bağırdı Schulze Boysen ip onu boğmadan önce,ve Schumacher yamakların önünden darağacma yürüdü, en uzun o beklemişti,iş artık olup bitmeliydi. Ön perde ve arkasındaki ikinci perde açıldığındayoğun bir koku sardı etrafı. Hepsi orada, kornişin altında asılıydı,boynu çarpılıp uzamış, kafası kenara düşmüş bedenler, tanınmaz olmuşlardı,Schwarz onların isimlerini sadece diziliş sıralarından söyleyebilirdi,ama bunlar da bir boşlukta kaybolup gittiler kısa sürede. Sonuncusu,Schumacher, hâlâ hafifçe yukarı aşağı sallanıyordu, ve bacaklarındabir titreme vardı, ve artık kokuya dayanmak mümkün olmadığındanSchwarz ölüm raporunu onayladıktan sonra, damlalar süzülen pantolonlarıbedenlerden sıyırıp aldı, bir el arabasına koydu ve karşıdaki çamaşırhaneyegötürdü.Artık fazla uzun süremezdi. Müttefik birlikler, Paris'i ele geçirmişti,Kızıl Ordu Romanya ve Bulgaristan'a kadar ilerlemişti, doğuda her yerdeAlman birlikleri kaçmaktaydı, Berlin dumanlar içinde bir harabeydi. Buradakentin dışında, Buch'da yaz sonu huzuru hüküm sürüyordu. Bischoffiki yıldır Panke kenarındaki bahçe kolonilerinde kalıyordu, tahta çitinarkasında Malchow ve Hohenschonhausen'a kadar uzanan dev tarlalaruzanıyordu, dümdüz kanalların, çukurların ve yolların uzayıp gittiğidüzlük arazi sıcak günlerde buğu altında kalıyordu, evlerini kaybeden ailelerburadaki bahçelerde, bahçe kulübelerinde sıkış tepiş yaşıyorlardı,birçoğu sabahın erken saatlerinde trenle, caddeleri sürekli bir çalışmayla779


yanıp yıkılan cephe molozlarından temizlenen kente gidiyor, hâlâ molozuniçinde devam eden işlerine başlıyorlardı, ve akşamları, bombalar inmeyebaşlamadan bahçelerine geri dönüyorlardı. Ve hiçbir yıkım, işgüzar,karanlık yüzlü arayıcıları işlerini sürdürmekten alıkoyamıyordu, hiçbiryenilgi ve ricat onları, izini buldukları son kişileri de ölümüne işkencedengeçirmekten alıkoyamıyordu. Bu iki yıllık süre tekdüze geçmişti, geriyedönüp baktığında, ait olduğu grubun imhasıyla sonuçlanan bir önceki yılagöre daha kısa geliyordu ona. Geride bir tek kendisinin kalması onu şaşırtmıyordu,bu sonucun, onun görünmezliğinden kaynaklandığını biliyordu,ve bundan sonra da görünmez olmayı becerebilirdi. Temmuza kadaro da kentte çalışmıştı, hafta içinde birkaç kez evlere temizliğe gitmişti,kentin tepesine ne kadar ne yağdırılırsa yağdırılsın, molozların arasındahâlâ temizlik gerektiren evler, en azından odalar vardı, tüm duvarlarisabet almış değildi, ve bodrumlardan ve sığınaklardan çıkıp gelenler çoğunluklabir iki blok ötede ikamet edilebilecek bir ev, bazen bütün birsemt bulabiliyorlardı, ve dış semtlerdeki bazı villalara bir şey olmamıştı,özellikle buraların temizlik işini yapmıştı, bir zamanlar Stockholm'de olduğugibi. O bir temizlikçi kadındı, önlüğü, başörtüsü, el bezleri ve sepetindekifırçalarıyla, ve Haziran sonunda bulunduğu yere artık geri dönemezdi,nedeni, şimdi de oraya gökten ateş yağacağından korkması değildi,en yakın çevresine tehlikenin yaklaşmış olmasıydı. Şimdi burada, kentinuzağında komşu kadınlara yemek ve çocuk bakımı işlerinde yardımediyordu. Irmgard Schâfer olarak biliniyordu, ve şimdiye kadar onun ismindenkuşku duymak kimsenin aklına gelmemişti. Onun da parçası olduğudevasa uğraşı ve zahmeti düşündüğünde bunun arkasında, hiçbirhalkası zayıf olmayan bir zincirin varlığını görüyordu. Zincir hiçbir halkasındankırılmamıştı, çekiç darbeleri almıştı, binlercesinin öldürülmesindensonra düşman zincirin imha edildiğini açıklamıştı, ama zincirinkenetlenmiş gücü varlığını sürdürdü. Birkaç gün önce, kırkdört yılınınonsekiz Eylülünde Saefkow, Jacob ve Bâstlein'in öldürülmesiyle herhaldetüm önder güçler bu yolda hayatlarını vermiş oldu, ama organizasyonhâlâ varlığını sürdürüyordu. Mücadeleyi sürdürenlerin yardımlaşmasıolmasaydı son iki yılı yıkılmadan geçirmek mümkün olmazdı. Bischoff,hareketin ulağı, bildirilerin baskıcısı ve dağıtımcısı kadın, en yakınındakiyol arkadaşları çekilip alınırken işine hiç ara vermemişti. Bu çalışmanınsürdürülmesi, zincire gücünü eksilmeden veren şeydi. Ilse'yle vedalaştığıgecenin sabahında tanımadığı bir adam Rudow'daki bahçe evinin kapısınıçalmıştı ve adam yoluna devam etmeden önce ona yeni bir kalacak yeradresi vermişti. Alıştığı bağlantı noktalarından hiçbirinin kalmadığı ogüz döneminde Bischoff hemen başka hücrelerin içine alınmıştı, güz vekış aylarında karşı savunma yeniden büyümeye başladı, ve baharda, Stalingrad'dayenilginin kabul edilmesiyle, Rostov ve Charkov'un boşaltılmasıylaberaber zaferin kazanılacağına olan güven kaybolduktan sonra780


milyonlarca köle işçi arasında huzursuzluklar baş gösterdi, çoğu silah veteçhizat fabrikasında üçlü gruplar oluşturulmuştu, bunlar fabrika işçilerinesiyasi bakımdan aydınlatma amacıyla yaklaşıyorlar ve çoğu sabotajeylemini düzenliyorlardı. Birbirinden ayrılmış küçük gruplara bölünmeyoluna gidilmesi sayesinde organizasyon kırkiki Eylülünde Saefkow tarafındanhemen üstlenilebilmişti, Uhrig'in çevresindeki grup devredışıkalınca Saefkow hemen devreye girmiş ve Hamburg'dan kaçmış olan Jacobve Bâstlein de Ekim başında ona katılmıştı. Daha sonra, yaz başlarınakadar eylem birliği bunlar tarafından hazırlanmıştı, ve bu gruplar da imhaedilene kadar, bir on yıllık planlamanın en tutarlı ve en ilerici hedefiolan ortak cephe için temeller atılmıştı. Düşmanın hâlâ onun köklerinitehdit eden şeyi imha etmeye yetecek güçte olmasını çabaların karşısındabir sorun olarak görmemişti. Bertaraf edilenlerin yerine başkaları geçiyordu.Ve yüksek sorumluluklar üstlenenlerle, aşağıda kendilerine verilen işleriyapanlar arasında bir ayrım yapmaktan yana değildi. Zincir içindehepsinin değeri aynıydı. Ve ölenlerin kaybı aynı derecede zordu. Yeni birgruba dahil olmak ona hiç zor gelmemişti. Birlikte taşıdıkları sorumluluktek parçaydı. Bischoff mesajları kuzey semtlerinin temas noktalarına iletiyordu,Oranienburg'daki Heinkel Fabrikası'ndaki, Wittenau Makine Fabrikası'ındakive Siemensstadt'taki bağlantılarına ilettiği çağrı metinleriniel baskı makinesiyle basıyordu, ve bindokuzyüzkırküçte, onun raporlarınıStockholm'e götüren İsveçli bir aracıyla bağlantıya geçmişti. Ama belkide, diye düşündü o yaz sonu akşamında kulübenin önündeki bankta otururken,bu hareketlilikle, belki iki yıl önce Eylülde beni alt edecek acıdankaçmak istemişimdir. Bu kötürüm edici acıyı sürekli ertelemişti, kendine,yapılan hiçbir şeyin boşuna olmadığını, kendisinin de her an ölmeye hazırolduğunu söylüyordu, ve o an tekrar aynı duygunun esiri oldu, ölülerlebu yol kesitini birlikte yürüyen ve ölülerin yüzlerini, seslerini kayıttasaklayan hayattaki birkaç kişiden biri oydu. Ilse'yi terk ettiği geceden buyana çevresindeki ölüler yığını sürekli büyümüştü. Çalışmasındaki istikrar,sebat konusunda kendine güven veriyordu, ama şimdi, birkaç saniyeiçin acıya, eserlerinin sonucunu göremeyenlerin acısına açtı kendini. Mücadeleiçinde hayatını kaybedenlerin anısının ne kadar hızla unutulduğunubiliyordu. Önceki savaş sonrasının devrimcilerine de böyle olmuştu,ve şimdi ölümleriyle sessizliğe geçenlere de bu savaşın sonunda aynı şeyolabilirdi. Varlığının devamını gelmekte olan barışa bağlayan düşman,onlarla ilgili geleceğe kalabilecek her şeyi azaltmak, çarpıtmak, alaya almak,büyük güçlerin güreşinde önemsiz ilan etmek için uğraşıyordu. Bunedenle yol arkadaşlarının varoluşu ve ölümleriyle ilgili bildiği her şeyiküçük bir deftere yazıyor, defteri de her seferinde böğürtlen çalılarının altınagömüyordu. Aldığı notlar, onların ortaya koyduklarını yansıtmaktançok uzak olsa da onların ölümsüzlüğünü bir parçasıyla güvenceye alıyordu.Belki ilerde bunları tamamlardı, çünkü taşa kazınmış ve altın yaldızla781


yazılmış tüm isimleri taşıyan bir mezar taşı yeterli değildi. Mezar taşınınüstünde ne yazması gerektiği hakkında fikri bile yoktu. Almanya için öldüler.Bu söz meçhul asker anıtı üzerinde de olabilirdi. Daha iyi bir dünyaiçin öldüler. Ama coşku onlara göre bir şey değildi. Olması gerekeniçin öldüler. Rusya'da da milyonlar olması gereken şey için ölmüştü. Buradakiaz sayıda insan onun tanıdıklarıydı. Onları düşündüğünde düşünceleritüm diğerlerini de kapsıyordu. Ama her biri bir yaşam kitabınıhak edenler için ne kadar neyi dile getirebilirdi. Nereden gelmişlerdi, öldüklerindeoldukları kişiye nasıl dönüşmüşlerdi. On, yirmi yıl önce de biraradaolduğu kişileri sadece ortak çalışmayla tanıyordu, onların kişiselyaşamlarının, yakınlarıyla ilişkilerinin, okul ve üniversite çağındaki gelişimlerininyer aldığı arka plan hakkında pek az bilgi çıkmıştı karşısına,her şey büyük tek bir bütünlüğün içine, toplumsal gerçeklik bağlamınayerleştirilmiş ve bu bağlam içinde birbirleriyle karşılaşmışlar, bunun içindekararlarını alıp eylemlerde bulunmuşlardı. Öykülemeyi zorlaştıran birşey de, birbirlerine yakınlıklarının, dostluklarının, hatta birbirlerine gösterdikleriinceliklerin bu karşılıklı birbirine ihtiyaçtan geliyor oluşuydu,kendilerini gizlemek zorunda kalmadıkları dönemlerde de her şey Parti'yehizmet içinde düşünülüyordu, herkes gerekeni yapmaya her an hazırdı,ve eğer bir şey araştırılmışsa bu belli bir çerçevede yapılmış oluyorve bu da büyük topluluğa mal oluyordu. Normalde dostların birbirine sırverirken duyduğu samimiyet ve güvenin yerini daha geniş anlamda birgüven almıştı, ve bu birçokları tarafından bir eksiklik olarak, bireyselliğinkötürümleşmesi olarak algılandı, ama bu tür bir güven, her bireyin sebatınısağlayan özellikler geliştirmesinin arkasındaki güçtü. Herkes kendineözgü tarafları koruyabildi, ama ancak ortak paydaları içinde kendilerinigerçekleştirdiler. Schumacher, Kuckhoff, Schottmüller ya da Libertas'ı insanınsanatla mükemmelleşmesinden söz ederlerken duymuştu, ve yaşadıklarıiç çelişkileri onlarda kişilik krizine de neden olmuştu, ama sonundaonlar da ortak planın içinde kendi yerlerini almışlardı. O nasıl birinidiğerinin üstüne hiç çıkarmamış, herkesi birbirinin özelliğine göre hareketetme, birbirini kollama ve bilgisini herkes için kullanma yeteneğiyledeğerlendirmişse, sanatı ve bilimi devrim dünyasının sadece oluşturucuparçaları olarak görmüştü. Genç Heilmann'ı düşündü, gündüzleri Siemens'tetesviyecilik yapan, geceleri de bir telsiz vericisinden diğerinekoşturan Coppi'yi düşündü, konuşmalarını hatırlamaya çalıştı, ve aklına,çok uzak meselelere uzanan konuşmalarının ardından dikkatlerinin hepbir sonraki göreve yönelmesi gelince gülmesini tutamadı, fantezi galerisine,Heilmann'm bir keresinde dediği gibi tinsel yaratıların havuzuna girmedenönce çözüm bekleyen bu işlerin yapılması gerekiyordu. Ilse Stöbegörüş belirtmeye çok istekli değildi, sözün ustalarına pek önem vermiyordu,çevresinde düşmanın tarafını seçen çok fazla yazar, gazeteci, sinemacıve tiyatrocu olduğunu, daha da sefilcesi, zayıflıktan veya düşünce782


yoksunluğundan karşı tarafa geçtiğini görüyordu, Bischoff onu, ülkeyiterk eden birçoğunun ortaya koyduğu kültürün değerine inandıramamıştı.Onun kaba, biraz alaycı kahkahasını, bu kültür simalarının en büyükhizmetlerinin kaçmış olmaları olduğunu söyleyişini duydu. Son gece duvarlardakive bildirilerdeki sloganlar üzerine konuşmuştu, her an yakalanmatehlikesinin yaşandığı bir ortamda edebiyatın yerini tutuyordu busloganlar. En hızlı yoldan iletişimi gerektiren şu zamanda, uzun uzun düşünmeyegerek kalmayacak, hemen kavranabilecek sözlere ihtiyaç vardı.Daha sonra Bischoff, bazılarının ölüm ânında Goethe'nin dizelerini dinlemekistediklerini duymuştu, kendisi, ben bir komünist olarak ölüyorum,diye bağırmayı yeğlerdi. Ama aslında böyle bir anda susmayı daha dayeğleyeceğini düşünüyordu. Onlardan çok sonra da varolacak bir edebiyat,bir şiir vardı ve duvardaki slogan yazılı pul kısa zamanda kazınacaktı,ama o yine de, kendileri için, bu kayıp kuşak için, Goethe'nin Faust'uylaJohn Sieg'in küçük bavulunun altındaki kesiğe yerleştirdiği şablon arasındabir fark yoktu. Bischoff bu bavulu bir cadde köşesinde, bir tramvaydurağında yere bırakıp az sonra oradan uzaklaştığında yerde kalan KendiniziSavunun baskısını çok sık bir yerlerde bırakmıştı. Çabucak silinenve bir başka yerdeki taşların üstünde tekrar ortaya çıkan küçük bir söz.Bir keresinde, Sieg'in ölüm haberini aldığında, bu bavulla bütün gece sokaklardakoşturmuştu. Yollara Kendinizi Savunun baskısını bırakmıştı,şablonu sürekli mürekkepliyordu, baskıyı şehre yaymıştı, çevresine bakmaçabası da göstermiyordu pek, sanki kendisini de yakalamalarını arzuediyordu. Bu bavul Sieg'ten geriye kalan tek şeydi. Onu uzun süre işletti,şimdi Harry'nin yanında saklıydı, ve Harry isminin arkasında, Bischoffun uzun süredir tanıdığı terzi Goltz saklanıyordu, dokuzyüzotuzüçünhemen ardından yaklaşık altı yıl Luckau Hapishanesi'nde yatmış veserbest bırakıldıktan sonra Parti yönetiminin kuryeliğini üstlenmiştiGoltz. Bavulu arada bir eline alıp caddeleri damgalamaya başladığındaneşeleniyordu. Bir insanın mirasının ona neye mal olduğunu sormak gerekirdihep. Otomobil işçisi, paketleyici, şoför, raportör, akşam okulu eğitmeni,sendikacı, parti yöneticisi sıfatlarını taşıyan ve düşmanın sürekli altınıoymayı iş edinmiş olan Sieg, artık yaşamının ona, işkencede yeni eziyetindışında bir şey getirmeyeceğini gördüğünde bu yaşama son vermişti.Kendini, polis müdürlüğündeki hücresinde, kırkiki yılının onbeş Ekimindeasmıştı. Matbaacı Grasse de onunla aynı kararlılığı göstermişti. Bisikletinüstündeki Grasse, bir pazar günü Pichselwerder'de başında kasketi,pantolonunda kıskaçlar, aşağı doğru bükük gidonun üzerine katlanmışhalde Havel Nehri kıyısında Gatow Barajı boyunca, uçarcasına pedalbasan Grasse, orada çadır kurmuşlardı, Kowalke ve Husemann da beraberlerindeydi,ve de Goltz, sonra kayıktaydılar, küreklerin düzenli şıpırtısı,kalkan küreğin ucundan akan sular, Grasse şiirlerden parçalar okumuştu,evet, o da şiir okumayı severdi, Ilse'ye bunu da söylemek istemiş-783


ti, o ışıltılı pazar günü bu adamın dudaklarının kıpırdayışını görmüştü,bir yerlerde onun elinden çıkma şarkı ve ajitasyon metni taslakları olacaktı,gitar çalıp şarkı söyleyen bu geniş alınlı adam, Sieg'in ölümündendokuz gün sonra, Alexander Meydanı'nda bulunan soruşturma hapishanesindesorguya götürüldüğü sırada beşinci kattan kendini atmıştı, giyotininaltına girmektense kendini parçalamayı tercih etmişti. Husemann dasorgu sırasında açık pencereden kendini atmaya çalışmıştı, bir memuru dakendisiyle birlikte götürmek istemişti, ama durdurulmuştu, ve kırküç Mayısındakiidamına kadar altı ay daha işkence gördü. Onu idam sehpasınasürüklerlerken kolları ve bacakları kırıklar içindeydi. Diğerlerinin akıbetiyleilgili ancak kış aylarında duyumlar almıştı, önceleri, Gali'in, Nelte'ninidamları sırasında, kentteki ilan sütunlarında beyaz çerçeveli açıkkırmızı pusulalarda ölüm tarihi duyurulurdu, şimdi ise tüm haberlere kısıtlamagetirilmişti. Sadece Hössler'in akıbetini öğrenmişti. Sieg'in ölümündenbirkaç gün sonra, onu ellerinden kaçırmalarının intikamını almakiçin Hössler'i hapishane bodrumunda döverek öldürmüşlerdi. Otuziki yılyaşamıştı, anne babası Saksonya'da tekstil işçisiydi, ilkgençlik yıllarındaaile bütçesine katkı için çalışması gerekmişti, bir çiftçinin yanına uşak verilmişti,sonra orman işçiliği ve bahçıvan yamaklığı yapmıştı, bindokuzyüzyirmisekizdenberi de Parti'deydi, otuzüçte kısa bir hapislikten sonraÇekoslovakya'ya kaçmış, illegal yoldan tekrar ülkeye dönmüştü, otuzbeşteMoskova'ya delege olarak gönderildi, ve otuzyedi Martında İspanya'yagitti, Guadalajara'da yaralanmasından sonra Özgür Radyo için çalıştı, İspanya'dave Paris'te, iyileşmesi otuzdokuzu buldu, Sovyetler Birliği'nde,sonra Çelyabinsk Traktör Fabrikası'na girdi. Partideki ismi Oskar'dı. Oskar,Beimler Bölüğü'nde takım komutanı. Oskar, kırkiki Ağustosunda paraşütleAlman hatlarının gerisine indi. Oskar, iki ay sonra, ağzında tıkaç,derinlerdeki bir bodrumda öldürüldü. Bischoff geçmişe dönüp Hössler'i,Grasse'yi, Sieg ve Husemann'ı düşündüğünde onlardan geriye ne kaldığınıarıyordu. Vericide Hössler'i görüyordu, paraşütle beraberinde getirmiş,önce Schumacher'e sonra Hübner'lere taşımıştı, birkaç hafta boyunca,Brockdoff un, Schottmüller'in yanında Coppi'yle birlikte kullanmıştı, parmaksürekli fıkırdayan mors tuşu üstünde, şimdi Coppi'nin iş arkadaşıWeisensteiner saklıyordu vericiyi, Siemens'te kaynakçı olan Weisensteinergeç olmadan Eylül başında cihazı Hübner'lerin dükkândan alabilmişti.Yıpranmış, çizik çizik bir bavuldu, John Sieg'in bavulundan büyük değildi,ve tıpkı Grasse'nin atölyesindeki küçük siyah el baskı makinesi gibi gözebatmıyordu. Bischoff Grasse'nin baskı levhasının kulplarından aşağıbastırışını görüyordu, Sieg'in, yakasındaki kanatlı tekeri, bir taraftan ıslıkçalarken o paralanmış bavulunu ileri geri sallayışını görüyordu, bu görünmezeşyalar onların eserleriydi. Onun yanı sıra yürümüş bu insanlar, nekadar alçakgönüllü insanlardı, ölümsüzlük talebinde bulunmamışlardı,eylemleri kendi yaşamlarına içerik kazandırmıştı. Çabuk, acele etmeli, on-784


ların unutulmasını engelleyecek bir şeyler söylenmeli. Bischoff onların çalışmalarınınve mücadelelerinin menzilini biliyordu, ama bununla ilgilinot defterine yazacak bir şey bulamadı. Onların ölümleri hakkında da birbilgi veremiyordu. Başkalarına kapalı olup bitmişti her şey, Sieg onunlaaynı hücrede yalnızdı, tanıklık yapılan tek şey Grasse'nin sokağın taşlarınaçakılmasıydı, ve uşaklar Hössler'in etini parçalarken kimse yoktu yanında.Acaba Sieg ve Grasse, diye kendine soruyordu, bir sonraki eziyetekazanamayacaklarını ve acımasız işkencenin onları konuşturacağını mıhissetmişlerdi, başkasını ele vermemek için mi kendilerini öldürmüşlerdi,ve belki Hössler de güruhu üstüne atılmaları için kışkırtmıştı, böylecekimseye ihanet etmeden kör saldırının içinde yok olup gidebilirdi. Eylülünilk haftalarındaki belirsizlik kötürümleştirici hale gelmişti. Köşesinesinmişti, iz sürücülerin grubun çapından henüz haberdar olmadıklarınıbiliyordu. Emin oldukları kişileri hemen tutuklamadılar. Beş gün daha, üçEylüle kadar Libertas'ın serbest kalmasına izin verdiler. Libertas'a kocasınıngörev gezisinde olduğunu söylemişlerdi. Harnack'lar Kurische Nehrung'agitmişlerdi, bir balıkçı köyünde bulunuyorlardı. Kuckhoff Prag'dakalıyordu. Heilmann Hölderlin Caddesi'ndeki odasındaydı, onu beş Eylüldeyakaladılar. Arvid ve Mildred Harnack o arada götürülmüştü, illegalitedebarınma koşullarına alışık olmayan Kuckhoff on ikisinde kolaylıklatutuklandı, Berlin'de kalmış olan Greta da aynı şekilde. Ama grubun bütünliderlerini ele geçirene kadar Libertas onlara çok sayıda ipucu sağlamıştı.Bischoff ayrıntılarla ilgili ancak bahar aylarında ve sonraki yaz aylarınınbaşlarında İsveçli bağlantısı üzerinden bilgi alabilmişti, öğrendikleridüşman karşısında birlik içinde hareket edildiği imajını önce zedeler gibioldu. Ama zaman geçtikçe bu yaşananlar için açıklama getirecek gücü bulmuştukendinde. Ama şimdi, bu yaz akşamı bahçe çitinin kenarındaki tahtabankta oturup gözünü ufka kadar puslu görünen tarlalara çevirmişkensarsıntıların gecikmiş etkisini hissetti, diğerlerinin de bu duygulara kapılmışolması gerektiğini düşündü. En azından Hans ve Hilde Coppi, OdaSchottmüller ve Erika Brockdorff'un yakalanmalarına Libertas'ın işkenceyebile gerek kalmadan yaptığı itiraflar yol açmıştı, ve Kuckhoff'un verdiğiifadeler Sieg'in tutuklanmasını sağlamıştı, ve Schumacher önüne fotoğraflarkonduğu sırada düşüncesizlikle Hössler'i ele vermişti, tıpkı SchulzeBoysen'in ifadeleriyle Anna Kraus'u ele vermekle suçlanması gibi. Kuckhoffve Schumacher'in daha sonra itiraflarını geri almaları ve konuşmamışolan tüm diğerleri gibi mahkeme önünde eylemlerine sahip çıkmaları birişe yaramamıştı. Ölümün ortaklık oluşturup oluşturmayacağı sorusu hâlâcevapsız duruyordu, yoksa çok sayıda kişinin birlikte ölümü, acımasızlığınkatlanması olarak her bir kişiyi daha büyük bir yalnızlığa mı itiyordu.Erika'nın hâkimin yüzüne karşı alaycılıkla güldüğü ve celladın giyotiniönünde, yakında kendisinden sabun yapılmasının ona vız geldiğini bağırdığısöyleniyordu, ve Husemann'ın babasına yazdığı mektup da duyuldu,785


ölümü son bir sınav olarak ortaya koyan bir mektup. Nefret yüklü gururu,kahramanca idealizmi yansıtan bu tür tanıklıkların yanı sıra sessiz bir duruştansöz eden başka anlatımlar da vardı. Mahkeme duruşmalarının ilkgünlerinde bazı gerçekler ortaya çıkmaya başlamıştı, en yakın arkadaşlarınıbir medyumdan başka bir şey olmadığına, siyasi bilinçten yoksun olduğunainandıran Anna Kraus'un, grubun ana bilgi kaynağı olduğu anlaşılmıştı.Kendisini falcı olarak tanıtıp yüksek mevkideki birçok kişiyi kazanarakonlardan bilgi sızdırmıştı. Hâkimlerin karşısında sakin bir duruşlakendisinin yirmi yıldan beri Parti üyesi olduğunu açıklamıştı. Dahabaşta efsaneleşmeye yüz tutan bu tür haberler bir gerçeğin ne kadar değişebilir,kanıtlanmaktan ne kadar uzak olabileceğini gösteriyordu, tümüikinci el haberlerdi bunların, tanıklar ölmüştü. Kırkiki Kasımı ve Aralığında,Bischoff kimlerin idam edildiğini henüz bilmezken, hepsinin yekvücut olduklarına ve tek yürek hareket ettiklerine inandıkları, böyle birkuruntunun esiri oldukları düşüncesine kapılıyordu zaman zaman. Butür tahayyüller tüm devrimci hareketlerin arkasında yatmaktaydı, bireyselölümü küçümsemeden, çok insanın ölümü de içeren bir yola birliktegirdiğine inanmadan bir devrimci hareket oluşamazdı. Ve belki de, diyedüşünmüştü bu bahar ve bu yaz, başarısızlığın nedeni o kadar az olmaları,halkın onlara katılmamasıydı, ama aynı nedenle, onların kalkıştığı işino ölçüde cüret gerektirdiği, onların tereddütleriyle ve duralamalarıylabirlikte hiçbir şey yapmayanlardan daha güçlü oldukları da söylenmeliydi.Bischoff nihayet otuz Ağustosta Ilse'nin karşısında oturduğu geceyi, ogece söylediği sözü hatırladı, düşmanın elindeyken gösterilen bu zayıflığıda anlamak gerekir demişti, bakılması gereken tek şey mücadeleye katılmışolmaktı, onları yakalayan ölüm bu teslimiyeti affettirirdi. Bischoffkendisinin de parçası olduğu o zincirin zayıf halkası olmadığına inanmışsa,bunun nedeni, herkesin elinden geleni, en güçlü tarafını verdiğineolan güveniydi, ve birinin elinden diğerinden daha az veya daha çok gelmesi,birinin diğerinden daha az veya daha çok bilgili olması buradaönemli değildi. Bir kere güçlerini birleştirmişlerse toplam güç hepsine yayılıyordu.Ama, diye kendine soruyordu, ihanete düşenler, güçlü duranlarınyanı başında var olmaya devam edebilir miydi, ve orada bankta karanlıkçökerken ve birçokları geceyi geçirmek için yeraltı sığınaklarınainerken bu sorusuna başını sallayarak onayladığı karşılığını verdi. O yaztartışmalarında bir birliğin nasıl oluşturulabileceği konusunu çeşitli yönleriyletartışmışlardı tekrar tekrar, birliğe kim alınmalıydı, kim reddedilmeliydi,ve bütün bu tartışmalarda bulunan tek cevap, düşmana karşıkoyma kararını gösterebilmiş herkesin üye olarak görülmesi gerektiği olmuştu.İster komünist, ister sosyal demokrat, ister partisiz, ister işçi veyaentelektüel, ister orta sınıftan, isterse de burjuva sınıfından olsun, bir ulusuntemelini oluşturabilecek tüm bu güçler aynı cephede buluşmalıydı.Ya kendisi, düşman elinde kor halindeki demirle, tahta kazıklarla, tırnak-786


larını çekmek için üzerine doğru geleceği anda kendisinin sağlam duracağınıiddia edebilir miydi, zindandakilerin gerçekte nasıl davrandığı, netür suçlamalara kurban edildikleri hakkında nasıl görüş bildirebilirdi, onlarınbu son zorlanmayı, bu ekstrem durumu atlatabilmelerinde ne türözelliklerinin işe yaradığını nasıl bilebilirdi. Kırkiki Ekiminin başlarınakadar Guddorf ile Saefkow'un grubu arasında hâlâ bağlantılar vardı. Bindokuzyüzonsekizdevrimci ayaklanmada askerler komitesi üyeliği yapmış,dokuzyüzyirmiden beri Parti üyesi, sonra Weimar Cumhuriyeti'ndemilletvekili olmuş elli yaşındaki Bâstlein liderler grubuna özel bir ağırlıkkazandırıyordu. Bu Ekim günlerinde tekrar, işçi sınıfının bir öncüsü, devrimcibir partinin gerekliliğinden söz edilmekteydi, eskiden yapılan hatalarındeğerlendirilmesinde de üyelikte katı kontrolün ihmal edilmesi,başka gruplarla işbirliğinin disiplini tehlikeye soktuğu dile getiriliyordu,ve partiler arasındaki ortaklık yerine karşıtlıkların, profesyonel devrimciliktaleplerinin dile getirilmesini, suçun diğer partilere, özellikle de burjuvaçevrelerinden gelen aktivistlere yüklenişini dinlediğinde Bischoff geçmişeait bir aşamanın yeniden hortlatıldığı duygusuna kapılıyordu. Amahepsi de yirmili yıllarda deneyim kazanmış olan Guddorf, Saefkow, Jacobve Bâstlein'la birlikte mücadele yeraltı koşullarına uygun ve yeni bir önderlikkazanmış görünüyordu. Ama tarih on Ekimi ancak bulmuştu ki Jacobve Bâstlein'la buluşmaya giden Guddorf yolda tutuklandı, on yedisindede Bâstlein. Bischoff o gün Hübner'in fotoğrafçı dükkânındaydı,Knöchel'den gıda karnesi ve tramvaya binme hakkı veren kimlik almakiçin uğramıştı ki Johannes Wesolek polisin Bâstlein'ı tutukladığı haberinigetirdi. Bundan bir gün sonra fotoğrafçı dükkânına baskın yapılmıştı, sadeceKnöchel kurtulabilmişti ve o günden beri kayıplardaydı. Oysa o günekadar bu küçük laboratuvar ne kadar sakin, huzurlu bir ortam görüntüsünesahipti, masada yeşil lambanın altındaki çalışma titizlikle yapılıyordu,ihtiyar sandalyesinde oturuyordu, oğulları Johannes ve Walter nöbetçilikyapıyordu, ve Hössler Erika Buckdorff'un ve çocuklarını aramakyerine orada kalmaya devam etseydi tutuklanmasını birkaç hafta dahaertelemiş olurdu. Ondan sonra ertesi yılın Ağustosuna kadar nelerin geliştiğiniparça parça biraraya getirmeye çalışmıştı, başta çok sınırlı verilerelde edebilmişti, onun kendine yirmiiki Aralıkta, o salı günü orada katledilenlerinonuruna kendisinin ne yaptığını sormasına neden olan küçükayrıntılar. Ama sıradanlıklar dışında, bu hâlâ hayatta olma hali dışındabir şey bulamamıştı, bir tramvay yolculuğu, bir pullama çalışması, hattasadece şu gizli barınağında saklanma. Libertas'a karşı da ne kadar yetersizkalmıştı. Tarafsız ülke Isveç'ten gelen Lundgren, Libertas'ın çaresizlikortamında bedensel ve ruhsal iflasından henüz habersizken onun tavrınısert biçimde eleştirmişti, asiller çevresinin onu hapisten kurtarma çabalarınıdiğer mahkûmlara karşı bir hakaret olarak görmüştü. İsveç ordusununbaşı olan Kont Douglas Alman Mareşalini arayarak Alman Orduları787


Başkomutanı nezdinde Libertas için girişimde bulunmasını rica etmişti,ama en azgın intikam hırsıyla dolu hâkim Roeder'i mahkemenin başınaatayan, bir taraftan da görüşmelerin seyriyle ilgili bilgilendirilen malumzat, İsveç'teki yöneticilere karşı dostça duygularını da düşününce içindekiöldürme hırsını nasıl dizginlemiş olmalıydı. Yargılananların yok edilmesinisağlayacak bir dava süreci götürmek zorundaydı, ama İsveç elçisinive Libertas'm yakınlarını, onun yakında, en geç Noel'e kadar serbestkalacağı yolunda aldatmıştı, bu yüzden de Libertas'ın annesi Moabit Hapishanesi'ndekikızı için idamdan bir gün sonra küçük bir Noel ağacı iletmişti,Lundgren'e göre bu da insanı ölüme kadar takip eden ayrıcalıklarabir örnekti, ama Bischoff'la konuşması sırasında o da Libertas'm bütünbunlarla ilgisi olmadığını kabul etmişti. Onun kendini, yaptığı eylemleriylealdatılmış hissedip hissetmediği, veya kaçınılmaz şey karşısındakendisiyle barışıp barışmadığı bilinmese de, sonuçta sadece onun diğerleriylebirlikte attığı nihai adımın önemi vardı. Celladına yalvardığı söylentisidoğru olsa da önemsizdi, çünkü affa uğramamıştı, ve boyun oyuntusuolan tezgâhın üstünde yatarken, onaltı Şubat salı günü ülkesi için,rahibi şaşırtan açıklamasıyla çok sevdiğim dediği ülkesi için başını verenMildred Harnack'tan bir farkı yoktu, Buch'da elma ağaçlarının çiçek açtığıonüç Mayıs perşembe günü Guddorf, Brockdorff, Husemann, Küchenmeisterve Rittmeister idam sehpasına çıktılar. Kendini yetiştirerek yazarolan metal işçisi Küchenmeister'i de tanımıştı, Schumacher'lerin çevresindendi,Bischoff onun Müntzer ve Savonarola üzerine yazılarını okumuştu,bedensel güçle entelektüel çaba arasında bağlantıyı vasiyet eden çoksayıdaki insandan biriydi o da. Doktor ve psikiyatr olan Rittmeister deölümüyle çoktandır sınıfsız bir blok oluştuğunu ve bunun artık kırılamayacağınıkanıtlamıştı. Beş Ağustos perşembe günü Kuckhoff, Hilde Coppi,Anna Krauss, Oda Schottmüller, Emil Hübner ile Stanislaus ve FridaWesolek Plötzensee'deki ölüm evine götürülmüşlerdi. Max Hübner ileoğulları Johannes ve Walter hâlâ hapishanedeydiler. Hilde'nin geride bıraktığıçocuk dokuz aylıktı ve babasının ismi olan Hans'ı taşıyordu. Hilde,sekiz Aralık bindokuzyüzkırkiki sabahı Coppi'yi son defa görmüştü.Bir örtüye sarılmış bebeğiyle Barnim Caddesi'ndeki kadınlar hapishanesininçıplak ziyaretçi odasına girmişti. Coppi masanın gerisinde duruyordu,elleri bağlı ve iki yanında gardiyanlarıyla. Birbirlerine baktılar, Coppigözlerini kıstı, Hilde onun daha yakınına götürülmesi ricasında bulundu,Coppi gözünde gözlüğü olmadığı için çocuğunu görmüyordu. Bir süregeniş masanın iki kenarında sessizce bakıştılar. Hilde örtüyü kaldırdı veona çocuğu gösterdi, çocuk ağlamaya başlamıştı. Neredeyse iki metre boyundaolan Coppi uzun bir hareketle çocuğun üzerine doğru eğildi. Çocuğugördüğünde sallanmaya başladı, gardiyanlar onu sert bir hareketlegeri çektiler. Kuckhoff'un oğlu Ule beş yaşındaydı, Erika Brockdorff'unkızı altı yaşındaydı. Küchenmeister geride genç bir oğlan bıraktı, Stanis-788


laus ve Frida Wesolek bir oğlan ve bir kız çocuğu bıraktılar. Bischoff'unMoskova'da kalan kızı yakında yetişkin olacaktı. Kızından ayrıldığındaonu bir gün tekrar görme umudu hâlâ vardı. Diğerleri çocuklarından ebediyenayrılmışlardı. Bu çocuklarından ayrılma acısı göğü yırtınıştı. O akşamiçin teselli yoktu. Ve bu ayrılık karşısında bir kusur, bir suç kalamazdıgeriye. Sadece acı kalıyordu. Birçoklarının uğradığı akıbet, o korkunçkesiliş de Rahip Poelchau'nun tanık olduğu şeyi başkalarına aktarmasınınbir nedeniydi. Sosyal demokrat dostu, Devlet Müzelerinde pedagoglukyapan Reichwein'e anlatmıştı yaşadıklarını, Bischoff da o bahar yanınagelip giden Reichwein'dan öğrenmişti olanları. Son iki yıllık zamanaralığının bulanıklığını ve kısalığını fark etti yeniden. Yol arkadaşlarınınson saatlerini hep tekrar tekrar düşünmeye çalıştığında, rahibin sözleriona onay olarak görünmüştü, ve sanki kendisi de onların yanındaydı.Ölüm onun içinde öylesine yer etmişti, hem o Berlin'e geldikten sonra dadeğil, daha önceleri, daha Stockholm'de o garip beklemedeyken. Ve küçükyük gemisiyle yolculuğu sırasında, her bir ölüm, onun ölme duygusunakatılıyordu, ondan koparılan her bir kişiyi içinde taşımaya devamediyordu, ve ölümlerle yüklü haliyle kendi ölümünü de, birlikte bir ölümgibi düşünüyordu, hele şimdi Saefkow ve Jacob ve Bâstlein da öldüktensonra, ve Reichwein ve başka sosyal demokrat fikirdaşlar zindanlardaölümlerini beklerken, kendini öte dünyanın ön mekânında, bir zamanlaronunla yürümüş tüm bu canlarla ikili sohbetler içinde algılıyordu, hemde dışarıda, sessizce sararan yaprakların, geniş sulak tarlaların, birazdanuçak filolarının sesleriyle gürüldeyecek yıldızlı gökyüzünün bulunduğuyerde. Kızının hâlâ yaşıyor olması, Fritz'in şimdi Sachsenhausen kampındahâlâ yaşıyor olması, Bischoff, Oranienburg'ta işi olduğu çoğu zamanbir durak daha ötede inerek yumak tel örgülerin arkasındaki barakalarabakıyordu, hâlâ çok sayıda genç yoldaşın yaşıyor olması, onun, ölü sayılacakBischoff'un zamanında, ölülerin zamanında başlayan şeyi devamettirecek yeni bir kuşağın büyüyor olması, bu ona soluk aldığı bilincinikazandırıyordu, Eylül havasını derin derin içine çekti, havayla birlikte,güney tarafından gelen bir gürüldemeyi ve ardından gelen siren seslerinide. Banktan kalkmadı, defterine daha başka neler yazması gerektiğini düşündü.Ocakta Welter, sonsuz ormanlarıyla, kırmızı ahşap evleri, göllerive adaları ve hapishaneleriyle İsveç'i tanıma fırsatı bulan bu yol arkadaşıiz sürücülerin eline düşmüştü. Bischoff onu İsveç'ten sonra tekrar görememişti,çünkü Saarland bölgesinde bulunuyordu, o yılın ondokuz NisanındaStuttgart Hapishanesi'nde onun güzel başını kopardılar, ve kırküç ŞubatındaKowalke'yi yakaladılar, ve Brandenburg'da, altı Mart kırkdörtteonu öldürmeden önce bir yıl boyunca işkence ettiler. Sekiz Eylül kırküçteHallmeyer Plötzensee'de başını giyotine verdi, ve gençlik arkadaşı Tomschickbir ay önce onyedi Ağustosta Brandenburg'da intihar etti, ve onlarıyirmibir Ağustosta Mett ve Uhrig izledi. Sanki tek bir günün ölümleriydi789


unlar, Ilse'nin elini tutalı şurada ne kadar olmuştu, Heilmann'la, Coppi'yleel sıkışalı ne kadar olmuştu, Libertas ateş dolu gözlerle bakalı ne kadarolmuştu, Hilde bebeğini göğsünden uzaklaştıralı ne kadar olmuştu,hepsi şimdi serilmiş yatıyordu. Çok kişiye ölüme giderken eşlik eden rahip,mahkûmların beş Ağustosta ölüme gidiş sıralarını Tevrat'ın sıralamasıgibi algılamıştı. Sıcak, aydınlık bir akşamdı. Önce dört kadın dışarı çıkmıştı.Yüzlerini birkaç saniyeliğine göğün saydam yeşiline doğru kaldıranbu kadınlar birbirlerinden ne kadar farklıydılar, ama yine de yazgılarıylane kadar bağlanmışlardı. Çıplak ayaklı Oda Schottmüller önde gidiyordu,ince boynunu öne uzatmıştı, sanki solgun teni umutlu titreme halindeydi,geriden bağlı ellerine rağmen salınarak ve rahat edayla yürüyordu, sankiağırlıksızdı, ayak parmakları iri siyah kumu yalıyordu, sabanın peşi sırakabaran toprak gibiydi kum, bir karatavuk öttü, Oda'nın arkasından HildeCoppi geldi, yüzünde donmuş bir gülüş vardı, dişleri parlıyordu, önlüğünkesimi içinde leğen kemiklerinin sert hareketleri öne çıkıyordu, vegözyaşları yanaklardan süzüldüğünde, bunlar ellerinden çocukları almantüm annelerin gözyaşlarıydı, onu izleyen Frida Wesolek ağır bedenliydi,takunyalarının tabanları yerden toz kaldırıyordu, köşeli burnu çökmüşyüz hatlarının içinden sert biçimde çıkıyordu, büyük elleri belinde, bükülmüşhaldeydi, Anna Kraus balçık rengindeydi, onun yıpranmış, derin çizgiliyüzünün karartısını sadece çelik mavisi bakışları deliyordu, ve kadınlarınardından Kuckhoff yürüyordu, seyrek saçının altında geniş alnı yayılıyordu,ve iri koyu gözleri yüze hâkimdi, burnu sadece eğri bir çizgi halindeydi,düşük pantolonun içindeki kunt bedenini lekeler ve çizgiler kaplamıştı,sanki derisi lime lime dökülüyordu, ama bir peygamber duruşuylayürüyordu, Stanislaus Wesolek çökük şakaklarıyla, köşeli elmacık kemiği vekaburgaları, kasların düğüm düğüm lifleri, kollardaki kalın damarlarıylayakalanmış, derisi yüzülmüş, kuvveti alınmış bir mitoloji devinebenziyordu, ve en son seksen yaşındaki Emil Hübner, döküm işçisi, ayaklanmalarlave savaşlarla geçen bir ömür, çalışanların mücadelesiyle özdeşbir hayat, biraz kütük gibi yürüyordu, zorlandığını hissettirmeme çabasındaydı,bedeninin çıplak üst tarafını dik tutuyordu, kısa sert saçları parlıyordu,kısa kesilmiş beyaz sakalı çıkık çenesinin üstündeydi. Ne kadar kısaydıaldıkları yol, ama nasıl bir yürüyüş grubuydular, kanlarının birbirinekarışacağı yere, kaba taşla örülü binaya doğru yol alıyorlardı. Ülke eniyi evlatlarının ölümüyle başını yitirmişti ve katiller kadavraları değerlendirmeküzere silip temizlemekle meşguldüler. Kendilerine zarar verebilecekson kişilerden de kurtulmuşlardı, muhalif subaylardan, sosyal demokratyurtseverlerden, ve kentin üzerindeki gök yırtılarak dağılırken, rengikızıla dönerken, Bischoff yaşanan bu devrenin yumaklanmış iplerini, geriyekalan tek tanık olarak birbirinden ayırmaya çalışıyordu. İplerin ucuStockholm'deki zamanda başlıyordu. Kırküç yazında İsveç'teki grubundurumu üzerine yazdıkları raporda, ilk adımları atılmaya başlayan güç790


irliğine işaret edenler, öteden beri Wehner'le arkadaş olan Jacob ile İsveçelçiliğinde şoförlük yapan Lundgren olmuştu. Bischoff un Goltz üzerindenLundgren'le bağlantısını Jacob kurmuştu, Temmuzda ilk kez onunlabuluşmuştu, lağım sularının aktığı arazinin kuzeydoğusundaki SamithGölü'nde. Son aylarda olup bitenler açısından bakıldığında Lundgren'denaldığı bilgiler uzak, küçük, önemsiz gelmişti ona. Duydukları, Wehner'inyarım yıllık bir tutukluluktan sonra bir yıl ağır koşullarda hapis cezasına,yardımcısı Hansson'un dokuz ay hapis cezasına, diğer tutuklular Seydewitz,Henke ve Mewis'in daha kısa hapis cezalarına çarptırıldığıydı. Henke'ninadı geçince kulak kabarttı, ama ardından Stahlmann'ın adı gelmeyincebir soru da sormadı. Die Welt dergisi Komintern'in Mayısta lağvedilmesinedek yayınlanmıştı ve ardından onun yerine, Moskova'daki ÖzgürAlmanya Komitesi'nin savunduğu birlik hareketinin yayın organı olarakPolitische Information dergisi çıkarılmaya başlanmıştı. Bu dergide, kimlikleriortaya çıkarılmamış olan Steinitz ve Glückauf ile, tutuklanma olayındansonra isimleri açıkça verilen Seydewitz, Mewis ve Henke, Verner ve Warnkeyazıyorlardı, sonbaharda göçmen kampından salınan Wagner ve Sagerde dergi yazarlarına katıldı, ama Falun'da bir yıllık hapis cezasından sonraSmedsbo Kampı'na götürülen Wagner'i, Alman birlik hareketinin bukararlı savunucu ve öncüsünü İsveç makamları ve eski yoldaşları siyasiçalışmadan kopardılar. Başlarda bu konu üzerinde pek durulmamıştı,çünkü Wehner'in Stockholm'deki gizli yargılama sırasında yardımcısıHansson'u, Bischoff u ve bir de Stahlmann'ı ele verdiği söyleniyordu.Ama sonra Jacob bu kuşkuların üzerine gitmişti, elçilik talimatıyla İsveç'egelen Lundgren üzerinden ona yeni bilgiler gelmişti, bunun üzerine Wehner'inkimseyi ele vermemiş, sadece zaten bilinenleri söylemiş, açık etmeklesuçlandığı ifadelerle diğer arkadaşlarını korumak istemiş olabileceğidüşüncesine vardı. Ama Mewis'in güçlendirdiği suçlamalar onun üzerineyapışık kaldı, ta ki tutukluların avukatı Branting'den gelen bilgilerle, Mewis'inverdiği ifadede Stahlmann hakkında, onun arka planı ve hedeflerihakkında Wehner'den daha geniş açıklamalar yaptığı, ayrıca Alman gizlipolisiyle bağlantı içinde olan sorgu şefine Almanya'da Saar bölgesinde bulunanWelter'le ilgili işe yarar bilgiler verdiği ortaya çıkana kadar. Ama ardındanStockholm'de en çok aranan iki illegal, ne Parti'nin kasası ne deKomintern gazetesinin yayın yönetmeni yakalandığı için konu suskunluğagömüldü, bunun bedeli de belki gerçeği ortaya çıkaracak itirafların alınamamasıolmuştu. Güz ve kış aylarına girerken aciliyeti olan başka işlergündemde olduğu için İsveç'teki olaylar çabucak unutuldu, ama bu olaylardada aynı şey görülmüştü, eylemlerin arkasındaki güdüyü pek ortayaçıkarmayan, kanıtların çok kısıtlı olduğu ve çoğu durumda duyulan sempatiyeve antipatiye göre çarpıtıldığı ve herkesin her an sorumluluk ehliyetindenuzak ilan edilebileceği ve hakkında suçlama bulunan kişininkendisinin de savunmasında bir süre sonra ne dediğini ve ne kastettiğini791


ilmez hale geldiği bir ara durum yaşanmıştı. Buharin'in oğluna taparcasınasevgisi, Kuckhoff un çocuğunun büyüdüğünü görme lütfunun kendisindenesirgendiği düşüncesine saplanmış olması, Libertas'ın yaşamınmutluluğunu elden kaçırmama paniğine kapılmış olması örnekleri gibiMewis de, ailesine dönme isteği içinde birdenbire sıradan, insanların yakınlığınıarayan bir vatandaş havasına girerek karşı tarafın muhbirine kaygılarınıbir bir anlatmıştı. Bir keresinde Jacob ona, Mewis'in Wehner'i, eylembirliğinde sosyal demokratlara fazla güç tanımaya çalışan bir dönekolarak gördüğünü ve bu yüzden de ne pahasına olursa olsun devredışı bırakılmasıgerektiğini düşündüğünü söylemişti. Parti üstün konumu eldeetme hedefinden sapmamalıydı, yoksa bir önceki savaştan sonra olanlarolur, güçler, sermayenin sosyal demokratlar tarafından desteklenen yenibir iktidarına doğru kayabilirdi. Jacob ve Saefkow, Lundgren üzerindenşimdi Merkez Komite'nin temsilcisi olarak İsveç'teki Parti seksiyonunuyöneten Mewis'den çalışmalarıyla ilgili talimatlar almışlardı, onlardan,kırküçün bir Kasımındaki resmi güç birliği çağrısından sonra sosyal demokratlarınetkili isimleriyle bağlantıları güçlendirmeleri isteniyordu.Berlin'deki grup için bu karar, alt düzeylerde öteden beri var olan çizgininonaylanmasıydı, bu çizgi Reichwein, Haubach, Leuschner, Maass ve Lebergibi yeraltında mücadele eden sosyal demokratlarla yeniden kurulan ilişkilerlebahar aylarından beri sürdürülmüş ve neden sonra taktik hesaplarlabenimsenmişti. Bischoff o yılın Haziranına kadar Reichwein'a, arada bir deLeuschner'e temizliğe gitmiş, moloz temizlemiş, cam kırıklarını çöpegötürmüş, bahçede devrilen ağaçlardan şöminede yakmak üzere odunkesmiş, bir odadan diğerine taşınma işini halletmiş, yiyecek alışverişi yapmış,yemek pişirmişti, ayak işleriyle ilgilenen biriydi o, her zamanki gibi,getir götürcü, temizlikçi kadın, olayların kıyısında durmuştu hep, oysamerkezde bulunduğunu da aynı rahatlıkla iddia edebilirdi. O buna rızagöstermişti, çocukluğundan beri, genç kızlığında da, başka bir isteği olmamıştıonun, Bischoff adı anılmışsa kastedilen Fritz olmuştu hep, KültürBirlikleri'nin eski yöneticisi olan kocası, Lotte her yerde hep hazır bulunmuştu,diğerleri eylemleri planlıyor, iş organizasyonunu yapıyorlardı. Bütünkış boyunca Thâlmann'ı 8 Bautzen Kale Hapishanesinden kaçırmaplanları yapılmıştı, İsveç kurye postasını kullanabilen Lundgren Jacob'aParti yönetiminin talimatlarını iletmişti. O sıra Hollanda elçilik binasıolan, şimdi konsolosluk ve ticari temsilcilik olarak kullanılan binanın bodrumundagizlenen Jacob Dresdner Parti merkezinin hazırladığı hapishaneçizimlerini inceliyordu. İnsanın ağzından ne kolay çıkıyor, diye düşündü.Ama aynı kolaylıkla, doğallıkla bütün bunlar konuşulmuştu. İlerde birgün öğretmen olmak istiyordu Bischoff, savaştan hemen sonra eğitim ala-8 Ernst Thâlmann: Alman Komünist Partisi lideri (1925'ten sonra) ve Hitler dönemi öncesindeCumhurbaşkanlığı'na aday oldu ve meclis üyeliği yaptı. 1933'te tutuklandı, 1944'te toplamakampında öldürüldü. (Ç.N.)792


caktı, o dönemin nasıl olduğunu öğrencilerine anlatmak istiyordu. Öğrencilermermerden büyük anıt levhasının önünde duracaklardı, ve öğretmenolarak kendisi, bu yaldızlı isimlerin arkasında nelerin gizli olduğu konusundabir şeyleri anlaşılır kılmaya çalışacaktı. Belki uzun alfabetik listedeisimleri önce araması gerekecekti. İsimleri heceleyerek sırayı izlediğindeöğrencileri duydukları isimleri tekrar hemen unutmamasını umut ediyordu.Her birinin görüntüsü, yüzü, eylemleri öyle elle tutulur hale gelmeliydiki öğrenciler isimleri akıllarında tutabilmeliydiler. İyi de onlara Lundgren'ingörüntüsünü nasıl tasvir edebilirdi. Söyleyebileceği sadece onunuzun boylu açık tenli ve sarışın olduğuydu. Öğrencileri kendisine, onu yeraltındakigruba neyin getirdiğini soracak olsalar vereceği tek cevap, bununbir kitap olduğuydu, Neukrantz'ın Wedding Barikatları kitabı, bu kitabıgençliğinde okumuştu, ve o kadar etkilenmişti ki Berlin'deki işçilere katılmakistemişti. Bu nedenle İsveç elçiliğinde şoförlük işine başvurmuştu.Öğrencileri ona, bir kitabın bir insanı gerçekten eyleme götürüp götüremeyeceğinisorduklarında, o zaman, bir insanın içindeki eylem dürtüsünüharekete geçirmeyi başaran tüm o kitapları sayardı. Kuşkusuz kitaplarhakkında uzun uzun konuşurlardı, ve belki içlerinden biri, bu konudakendisinin edindiği bir deneyimden söz ederdi. Bu bile çok şey kazanılmasıdemekti. Lundgren kırküç baharında Berlin'e geldiğinde ilk iş olarakKoslin Caddesi'ne nasıl gideceğini öğrenmişti. Hangi numaraya girmekistediğini sormuşlardı kendisine. Sadece caddeyi görmek istediğini söylemişti.Ve sonra yirmidokuz Mayısında barikatların durduğu caddeyi gördü.Şimdi İsveç'te bulunan, Almanya'ya burada tutuklanacağı için dönemeyenbu Lundgren Dresden ve Berlin arasında ve İsveç elçiliğiyle Tiergartensemtindeki Hollanda temsilciliği arasında resmi araçla, yanındakigizli belgelerle gidip gelmişti. Bautzen'de de bulunmuştu. Hapishane olarakkullanılan kalenin önünden geçerken giriş kapılarının terini, duvarlarınyüksekliğini aklına yazmıştı. Durdurulacak olsaydı, yolu şaşırdığınısöyleyecekti. Ama diplomatik dokunulmazlığı yoktu, sadece şoför kimliğinigösterebilirdi. İlerde savaştan sonra öğrenciler, o zaman bunun nasılbir cüret gerektirdiğini nasıl kavrayacaklardı. Olaylar bir macera gibi aktarılmayauygun değildi, öğrencilerin ilgisi heyecan yaratarak çekilmeli, bilgilendiricitasvirlerle katılımları sağlanmalıydı. Ve ardından Bâstlein'ınyaşadığı olayı, kırkdört yılının otuz Ocağında Plötzensee bölgesine yapılanbir hava saldırısından sonra hapishaneden kaçma fırsatı bulmasını anlattığında,belki öğrencilerde bir kompozisyon yazma isteği uyandırarak,elleri bağlı, mahkûm kıyafeti içinde bina yıkıntıları arasında ve güvenlibölge çemberinden geçerek kentin içinde kaçmanın ve orada hâlâ durupdurmadıklarını bilmediği gizlenme yerlerini aramanın nasıl mümkün olabileceğinidüşünmelerini isteyebilirdi. Şubatta, artık Reichwein ve Leber'inde destekleriyle planlar olgunlaşmış ve ikinci aşamada da Breitscheid'ınBuchenwald'dan kaçırılmasını kapsayan eylemin zamanı Nisan ola-793


ak belirlenmişti. Halk cephesi yanlısı sosyal demokrat milletvekili Breitscheidsavaş başladığında Fransa'da göçmen kampında tutuluyordu veFransa işgal edildiğinde Arles'ten alınıp Alman kampına atılmıştı. Öğrencilerinekırkdört baharında ne tür koşullar içinde olunduğunu anlatabilmeliydi.Bâstlein'ın lider kadroya tekrar katılması, Berlin'de ve ülkeningeri kalanında illegal hücrelerin çoğalması, sadece başkentte sayılarınınyetmiş ikiyi bulması ve ittifak halinde kırk grubun varlığı, altmıştan fazlayerde üslenilmesi, Odessa olayı, Kızıl Ordu'nun ilerleyerek Ukrayna'yıgeçmesi, Özgür Almanya Radyosu'nun giderek yaklaşan yayınları, İsveç'tekiseksiyon yönetimiyle düzenli temaslar, yeni baskı makinelerindedaha fazla sayıda bildiri ve gazete basma ve böylece, halkın daha geniş kesimlerineulaşma olanağı, tüm bunlar yakında bir cephe oluşacağı düşüncesineyol açmıştı. Nisan başında Saefkow birkaç gün Dresden'de kalarakplanın son ayrıntılarını, hapishane içinde destekçileri bulunan eylem timiylegörüştü. Tam avludaki volta saatinde Thâlmann dışarı çıkarılacakve silahlı adamlarla arabada bekleyen Lundgren tarafından oradan uzaklaştırılacaktı.Hapishanenin aniden güçlendirilen koruma önlemleri,Thâlmann'ın kızının on altı Nisanda tutuklanması, ondan kısa süre sonrakarısının tutuklanması kurtarma girişimini engelledi, Mayıs ve Haziranda,Kırım'ın boşaltılmasından ve müttefik kuvvetlerin batıdaki ilerleyişininbaşlamasından sonra iki partinin yöneticileri arasındaki buluşmalartüm eylemlerde önplana geçti ve bu gelişmeler Mayısta Bâstlein'm yenidentutuklanmasıyla gölgelendi. Onu Brandenburg Hapishanesi'ne götürdüler,Plötzensee'deki gibi işkence görene destek olacak ve ölümü hakkındabilgi aktaracak kimsenin olmadığı bu zindanda cellatlar ölüm kararınıokuma zahmetinde bile bulunmayıp sadece duvarda asılı elle karalanmışhâkim kararını göstererek tanınmaz hale gelmiş mahkûmu giyotinin altınaatıyorlardı. Bischoff tekrar kendi sınır noktasına dayanmıştı. Haziranne cepheye ne de ayaklanmaya yol açmıştı. Jacob ve Saefkow'a verilen talimatta,Reichwein, Leuschner, Haubach, Maass ve Leberle ülkenin yenideninşasına dönük orta bir program taslağı hazırlamaları için tanınan süredört Temmuzda dolmuştu. Yirmiiki Hazirandaki son buluşmada Bischoffda hazır bulunmuştu, görüşme odasında değil, mutfakta, o arada Reichwein'ınevinde sanat eserleriyle dolu odayı toplamıştı ve görüşmelereara verildiği sıralarda eylem birliğinin manifestosundan, bunun dört TemmuzdaLeber'in evinde yapılacak bir sonraki toplantıda yazılmasındansöz edildiğini duymuştu. Ama Leber'e giderken yolda polis ekipleri tarafındançevrildiler. Jacob ve Saefkow Brandenburg'a, Reichwein, Maass veLeber de Plötzensee'ye götürüldüler. Stauffenberg'le birlikte cepheyi askeriçevrelere doğru da genişletmeyi planlamış olan Haubach ve Leuschner deyirmi Temmuzdaki Hitler'e suikast girişiminden sonra diğer asi subaylarlabirlikte oraya götürüldüler. Bischoff yine tutuklanmadan kurtulantek kişi olmuştu, ve kendisi gibi önemsiz biri, plancılardan ve organizatör-794


lerden daha uzun yaşayacağı için utanç duyuyordu. Çevresini gölgelersardı. Onların ortasına oturacaktı, ve onun için yapacak bir şey kalmamışolacaktı. Çevresinde toplanmış gölgeler böyle susup kalırken o sesini yükseltecekgücü nasıl bulurdu. Onların ölümlerini hâlâ hayattalarken görmüştü.Ölüm onların yüz hatlarına işlemişti, yaz mevsiminde, yakında gelecekolan barıştan ve iki işçi partisinin birleşmesi umudundan söz ederlerken.Saefkow rejimin yıkılmasından sonra alınacak acil önlemleri onadaktiloda dikte ettirirken kafasını kaldırdığında ağzındaki çürük dişlerinde,yorgunluktan kızarmış gözlerinde Saefkow'un ölümünü görmüştü.Reichwein, kafası yana eğik, parmak uçlarını ahşap Afrika heykelinin üstündegezdirirken Reichwein'ın ölümünü görmüştü. Leber, bir yılını karanlıktaolmak üzere kampta geçirdiği dört yıldan fazla sürenin yansıdığıkeçeleşmiş yüzünü pencerenin arkasından ona çevirdiğinde Leber'in ölümünügörmüştü. Jacob parmaklarıyla yumuşak saçlarını sıvazladığı veStockholm'e göndereceği rapora eklemesi gereken bir şey var mı diye düşündüğüsırada Jacob'un ölümünü görmüştü. Bahçedeki bu akşam, kentinkül yığınına dönüşmesi sürerken içinde sadece daralma vardı. Zinciringücünün dayanmayı sürdürmeye yeteceğinden ilk defa kuşku duyuyordu.Hızla çözülen düşmana hâlâ destek veren bu iflah olmaz yığınları içindekendininkiler o kadar azdı ki. Bir keresinde, bu az sayıdakilerin, çok sayıdasayılması gerektiğine inanmıştı, ama sürekli daha azalarak sonundayüz kişiyi bulmaz olmuşlardı. Bu ülke, kendisine yeni bir kişilik kazandıracaklarınneredeyse tamamı elinden alındıktan sonra nereye gidecekti.Yirmidokuz Eylülde Leuschner ölümle buluştu, ardında, üzerindeBirliği Gerçekleştirin, yazan bir not bıraktı.Yirmi Ekimde Reichwein veMaaş, beş Ocakta Leber idam sehpasına çıktı, ve yirmi beşinde, EsterwegenToplama Kampı'nda yıllardan beri verem hastası olan Haubach sedyeüzerinde giyotine taşındı. Hepsi birlik uğruna mücadele vermiş insanlardı,o dönemde en azından Stockholm'de birlik adına bir şey kalmamıştı.Birliğe ihtiyacı sağlayan terör olmuştu, ama terörden uzak kalınmışsa birlikadına verilen mücadele safları dağıtıyordu. Yeraltında birbirlerine dayanmışlardı,ama açık ortamda birbirlerini yanıltıp gizliden gizliye çalışılmıştı.Sanki anlayış ve birlik olması için karşılarında dolaysız tehdit olmalıydı,ve tehlikenin azaldığı dönemlerde olumsuzluklar ve ayrışmalar olmakzorundaydı. Düşman tarafından kuşatıldıkları son anlarda bile, eğitimve kültürel gelişme için yeni bir başlangıcın nasıl yapılabileceğini tartışmışlardı.Sanki çalışmalarını çok rahat ortamda yapıyor gibi bütün kültürsorununa el atmışlardı. O zamanlar, olayların tam ortasında yer aldığımızsırada, her şeyin antagonizmlerle dolu olduğunu görüyorduk sadece,bütünü görebilmekten uzaktık. Kendi tarihimizle ilgili bir bakış edinebil-795


mek için kısıtlı dayanak noktalarını birbirine bağlamak üzere, derin çukurlarınüzerinden geçerek çizgiler çekmek durumunda kalmıştık. Amaaynı zamanda, yaşadığımız günleri bir gelişme süreci bilinci içinde kavrıyorduk,ayağımızın altında sağlam zemin olduğunu düşünüyorduk, vebize her olayı, çeşitli yönleriyle açıklamak isteyen her sese kulak kabartıyorduk.Bu yılın güz ve kış aylarında korkutucu bir çelişkiye düşmüştük,bir tarafta tüm umut ve beklentilerin yakında gerçekleşeceği düşüncesi,diğer tarafta, savaşın sona ermesiyle birlikte yeni bir uzlaşmaz kavganınbaşlayacağı düşüncesi arasında gidip geliyorduk. Huzursuzluk yaratantek şey, kırkdört Ocağında kurulan Kültür Birliği içindeki ayrılıklar değildi,ülkede kalarak hayatlarını verenlerle dışarıda olup yönetimi devralacaklarıgünü bekleyenler arasındaki uzaklık da tartışmalara neden oluyordu,ayrıca benim, Hodann'a anlayış gösteren biri olarak Parti üyeliğiminne kadar uygun olacağı da konuşuluyordu. Hodann Birlik'in kurucularındandıve Ekimdeki istifasına kadar başkanlık yapmış, ve açılış törenindetüzük ilkelerine ilişkin açıklamalar yapmıştı. Almanya'da karşı eylemleriçindeki hücrelerin güçlendiği ve ortak eylemlerin gündeme geldiği dönemde,Almanya dışındaki faşizm karşıtı güçlerin de, hangi siyasi görüştenolursa olsun biraraya gelmesi istenmişti. Parti sınırlarının ötesine geçenkültür bunun için uygun bir araç olarak görünmüştü. Herkesin dahilolabileceği bir kültürün varlığı tartışmalıyken, Alman kültürü gibi bir kavramdansöz etmek bile, bu kültür adına girişilen fetih seferlerini, yağmacılığı,köleleştirmeleri ve insan yok etmeleri düşününce bir cüret sayılmalıydı.Dünyaya kendini gösterecek ahlaki bir güç Almanya'dan çıkmamıştı,bu nedenle de uğursuzluktan bütün bir halk çoktandır sorumlu tutulmaktaydı.Kültür Birliği kurulması yönündeki çabalar duyulduğunda İsveç tarafındanda, bunun merhamet uyandırmaya dönük bir girişimden ibaretolduğu açıklamaları gelmişti. Silip süpürücü güç karşısında az sayıdakiinsanın başkaldırışından kimsenin haberi olmamıştı, kendilerine kuryelerüzerinden haber ulaşan yönetici kadrolar biliyordu sadece orada neler yapıldığınıve ne pahasına yapıldığını. Ve ülkede kültür kavramını canlandırmagücüne sahip insanların hâlâ var olduğunu kanıtlamak gerekmiş olsabile onların isimlerinin ve eylemlerinin gizli tutulması gerekmişti. Veburada, ülkelerinin dışında durup ülkelerinin hümanist geleneğinin bozulmadığınatümüyle inanan bu insanların ne hükmü olabilirdi, kendileriülkeleri tarafından dışlanmış, on yıldan beri sürgünde yaşayan bu kişiler,ulusal değerlerinin devamlılığını yine ulusal tahribata karşı savunabilmekiçin gerçekleri ne kadar görüyor olabilirlerdi. Hodann'a göre bu kültür başındanberi, kendi içinde acımasız bir kavgaya tutuşmuş bir bütünün dışsalgörüntüsüydü sadece. Bu Almanya, dahası tüm Avrupa, felaketten öncede, bir çürümüşlüğün, korkaklığın ve ihanetin yansımasından başka birşey değildi, ve sadece o yapıdan kopmuş birtakım yalnız kişiler, bu bataklığıniçinde kendilerine yol bulamayanlar artık var olmayan bir imgenin796


peşinden gitmeye devam ediyordu. Hodann, yaklaşım geliştirme çalışmalarınakatılırken, bu Birlik'in, içsel sürekliliği yansıtma konusundaki amacınıancak geçici bir zaman aralığında gerçekleştirebileceğini ve kısa süresonra, bugün için geçerli tek amaç olan siyasete yarar düşüncesine tabi halegeleceğini baştan biliyordu. Bazıları kültürün özerk bir değeri olduğunainanmak istese de, kültür sadece taktik bir basamak olarak, eylemler alanınageçiş için kısa sürede terk edilmesi gereken bir alan olarak düşünülüyordu.Hodann'm kendisi de, kültürü, nüfuz ve hegemonya elde etme mücadelesiiçinde meşru bir araç olarak görecek kadar reel politik bakışa sahipti,ve kendi demokratik devletlerini kurmaya can atan mücadele arkadaşlarını,inanılırlıklarını güçlendirmek için kültürel değerlere atıfta bulunuyorlardiye suçlamaktan uzaktı. Oysa ülkede kültür namına neyin mevcutolduğunu bilecek olanlar artık kendilerine soru sorulamayacak olanlardı,ve diğerleri, dışarıdakiler, sürekli kendini yenileyen, geleceğe işareteden bir kültürün varlığını düşündürecek pek az şey ortaya koymuşlardı.Hodann için kültür, edebiyat, resim, müzik ve felsefenin çok ötesine uzananbir şeydi ve bu alandaki evrensel nitelikte büyük yapıtların da varlığınarağmen, bunlar onun çağının asıl deneyimlerini ifade etmekten uzak kalıyordu.Antik veya Tevrat'taki hikâyeler kisvesi altında benzeti yoluna giden,bu anlamda düşünce oyunları dünyasına kaçan meditatif nitelikte yapıtlaraz değildi, ama sanki sanatçılar, düşünürler içine düşülen durumlarınmuhasebesini yapmaktan kaçınıyordu, veya çekingenlik ve kafa karışıklığıonları, mektupların, günlüklerin çok daha fazla yakaladığı gününolaylarını işlemekten alıkoyuyordu. Ama bunlar da, dışlanmışlıkla hesaplaşmayayarar sağlamıyordu, müzik ve resim kendi form sorunlarıyla uğraşıyordu,felsefe ise, doğrudan yaşanan sıkıntıların dışındaki sorularla uğraşıyordu.Bu durumda Hodann'm sözünü edebileceği, ve yine sürgündeolmakla ilgili olan tek bir eksiklik vardı, buna göre, bugün bizim söyleyebileceğimizkültürün, erişilmesi zor, kenarda kalmış ve suskunluğa gömülmüştaraflarda yaşandığıydı. Kültür taşıyıcısı gibi bir role itirazı vardı,onun gözünde ahlak, ahlaki değerlerin temsil edileceği tek yer, en büyükaşağılanmayı yaşayanların dünyasıydı. Tehlikeden uzak bölgelerde üretilenlerinçoğu onun için, yitirilenin eksikliğini kapatmaya dönük şeyler, eskikültürün artıklarıydı. Bunlar bırakın yeni bir başlangıç yapmayı karı kışıatlatmaya bile yetmezdi. Dışarıda küçük dağınık gruplar vardı, içerde isesaklanacak yer arayanlar, ve içerdekilerin sesini kimse duymazken dışarıdakilerarasındaki en iyilerin çoğu sefalet ve yoksulluk içinde silinip gidiyordu.Güç kayıplarını ve vazgeçişleri, yanılgıları ve yenilgileri hesaba katmadan,ülkede kültürün ezilmesiyle ve artakalanların yeraltına itilmesiylesonuçlanan karar yanlışlarını dikkate almadan bir Alman kültüründensöz etmek yalan olurdu, ve bu noktada, ülke dışına çıkarken bozulmamışbir kültürü de yanlarında götürdüklerine, ve tekrar döndüklerinde, ülkedezemin kazandıklarında aynı kültürün yeniden filizleneceğine ina-797


nanlarla ters düşülmeye başlanmıştı. Hodann kendi çizgilerinde ısrareden, kendi düşüncelerine göre bir ülke kurma beklentisi içindekilerekarşı çıkıyordu, çünkü bunlar kafalarının dikine giden yapıda olmalıydılar,yakında kendi iradelerini dayatacak olan büyük güçlere karşı varlıkgöstermekten uzak bir ödünsüzlük içindeydiler. Hâlâ sempatiyle, amaaynı zamanda her zamanki alaycılığıyla, kültürel değerlerin kadife örtüsüaltında söylemişti bunu, böyle yapmasının nedeni de, gelecekte Almandevlet yapısının neye benzeyeceği konusunda baş gösteren ayrılığı kamuoyundangizlemekti. Bindokuzyüzkırkdördün bir Kasımında ÖzgürAlman Radyosu, Alman göçmenlerin İsveç'te toplanması çağrısında bulunmuştu.Çağrıyı imzalayanların isimleri Politische Informationen gazetesininbaşsayfasında yer almıştı, İsveç sürgününde yeraltında yaşayan veşimdi legal çalışmaya geri dönmüş olanların hepsine ilk defa aynı yerdeyer verilmişti, Wehner dışında. Moskova'dan Erich Weinert, Princeton'danThomas Mann, Doğu'yu ve Batı'yı birleştiren bir hareketle, buçağrıyı geniş bir ulusal cephe için çıkış noktası almışlardı. Ama Özgür AlmanKültür Birliği kurulduğunda Tahran Konferansı'nda Almanya'nınkaderi belirlenmiş bulunuyordu. Birlik'in içindeki önde gelen siyasetçiler,bazılarının kırkbeş baharına kadar içerde gerçekleşmesini beklemeye devamettiği halk ayaklanması olsaydı, Nazi rejimiyle onların yerine sonçatışmaya tutuşan bu dış güçleri önemsemeyip kendi planlarının gerçekleşmesinibile onlara bağımlı düşünmeyeceklerdi. Geçen on yıl boyuncagüç birliği girişimlerinde öne çıkan güç hep Komünist Parti iken aynıParti şimdi, savaşın sonuna yaklaşılırken, ülkedeki dönüşümü sağlamakiçin ortak bir cephenin yaratılmasında ısrar ediyordu. Son yıllardaki tümçalışmalar, parti ağını genişletme, müttefikler kazanma çabaları, hep buani gelişmeye, faşizmin içerden yıkılması olayına endekslenmişti. Sadecebunun gerçekleşmesi halinde egemen bir devlet ortaya çıkabilirdi. Ve budevlet Komünist Partisi için, dokuzyüzotuzbeşte Brüksel Konferansı'ndaçizilen çerçeveye göre Demokratik Cumhuriyet'ti. Almanya'daki kadrolarlabağlantılar sürerken, tüm yönlendirmelerin, sloganların ve programlarınhedefi, askeri yenilgiden önce halkın diktatörlüğe karşı ayaklanmasıylabağımsızlık talebini güvence altına almaktı. Hodann Ulusal Komite'ninetkisine inanan komünistlerle aynı fikirde değildi. Bilinç eğitimindengeçirilen Alman savaş esirlerinin ifadelerine pek önem vermiyordu.Alman ordusunun esir generalleri Seydlitz ve Paulus'un, ÖzgürlükRadyosu'nda konuşan bu askerlerin saf değiştirdikleri yönündeki açıklamaları,onların içsel bir değişim geçirdiklerine kolayca inanmayı gerektirmiyordu,Hodann bu açıklamalarda daha çok, zaferden emin insanlarınyenilgi karşısında uğradıkları şoku görüyordu. Tarihsel gerçekleri göreceknoktaya gelmek için uzun süreçler gerekiyordu. Ayrıca halkın içindeaçığa çıkmamış bir enerjinin varlığına da inanmıyordu, ama üst yönetiminperişanlığıyla, ülkedeki moral çöküntüsünün ve bozgun havasının798


yol açacağı dolaylı bir ayak diremeciliğin, pasif bir değişimin olabileceğinidüşünüyordu, ama bu da topyekûn bir çözülme ortamının gerektireceğiinisiyatifi kazandırmazdı. Ama öte yandan sağ sosyal demokratlarınLondra'da bulunan yöneticilerinin bekle gör politikasını da onaylamadığındanve her şeyin Batı güçlerinin gelecekteki düzenlemelerine bağlanmasınakarşı çıktığından cephenin oluşumundan yana tavır aldı, bu cephenintekrar dağılacağını ve sahip çıkılan kültürün uzlaşmaz parçalaraayrılacağını bilmesi onu bu karardan alıkoymadı. Cephe ve ortak kültür,onun gözünde bir kenara atılacak yaklaşımlar değildi, bu yönde en küçükbir şans olduğu sürece ve ülke içindeki güçler buna olumlu karşılıkvereceği umulduğu sürece geçerli hipotezlerdi. Yine de aklından çıkaramadığıbir düşünce vardı, klasik Alman kültürüne sahip çıkmak isteyenlerde çöle dönmüş ülkeye döndüklerinde kültürsüzlüğün parçası halinegelecekti, çünkü ülkenin inşası için ihtiyaç duydukları her şeyi molozlarıniçinden bulup çıkarmaları gerekecekti. Ülkede olup bitenlerle ilgilihüküm süren suskunluğun nedeni büyük ölçüde, konunun içinde olanlarınbile, düşmanın kalesinin içinde inatla ayakta kalanlar hakkında yeterlibilgi sahibi olmamasından geliyordu. Wehner, Mewis ve Warnke, Hen-ke,Seydewitz ve Glückauf bile, tek tek grupların oluşumu, devredışı kalmasıve yeni birleşmeler hakkında, kendilerine iletilen sınırlı ve kuvvetdağılımını görmeyi sağlamaktan uzak raporların ötesinde bilgi verecekdurumda değillerdi. Muhalefetin boyutları, planların gidişatı, parti hücrelerininsayısı, toplanma noktalarının değiştirilmesi hakkında sadecemuğlak bilgiler vardı, sürekliliği olan sağlam bağlantılar beklenemezdiartık, ve bahar ayları, Tahran'da kararlaştırılan Batılı güçlerin Almanya'yıişgali gerçekleşmeden geçip giderken, ülkedeki savaşçılar için, onlarınisimlerini mermer plakalara kazımak ve çelenklerle anmaktan başka yapacakbir şey kalmadığından herkes emin olmaya başlamıştı. SovyetlerBirliği'ndeki insan kayıpları ve Polonya'daki kamplarda kitlesel katliamlarhakkında bilgilendirilmiş olan Parti yöneticileri için Almanya'da yeraltındaverilen kurbanlar büyük ölüşün parçasıydı, onlar, bu komiserler,yani Parti'nin mühendisleri, dikkatlerini, canlarını verenlere değil, yerinegetirilmesi gereken önlerindeki görevlerine yöneltmişlerdi. Yirmi yıldanberi komünistleri ve sosyal demokratları iyi tanıyan, onların gecikmişolarak oluşturmaya başladığı eylem birliğinin fazla uzun ömürlü olacağınıda bilen Hodann, güz başında, olayların gidişatı konusunda başka birgörüşe varmıştı, umulan şey, aşağıdan bir inşanın başlaması umudu birkez daha ve daha ağır bir yenilgiye uğramıştı, gelmekte olan, şimdi dışarıdanve yukarıdan buyurulacaktı, ve mücadele yolunda kendilerini fedaedenlerin unutulmaya mahkûm olmaması için ne yapılabileceğine kafayormaya başlamıştı. Onun kastettiği kültürde, sanatsal ve bilimsel işler,maddi işlerle eş düzeydeydi, Birlik'in açış konuşmasında, dağıtılan bildirilerden,sabotaj eylemlerinden, gizli buluşmalardan, düşmanın elindey-799


ken gösterilen cesaretten, yapılan yeni yeni planlardan, hapishaneden kaçırmagirişimlerinden söz ederek bir ülkenin dibe vurduğu zamanda bilebu meşru savunmada, bu birliktelikte, bu dayanma gücünde kültürünyaşamaya devam ettiğini vurgulamak istemişti, ama bir ulusu şekillendirmekisteyen diğerleri, daha kalıcı noktalara vurgu yapılmasını istemişlerdi,onurunu yeniden kazanacak bir Almanya için, dumura uğratılmışAlman tininin yeniden canlandırılması gerekiyordu. Nasıl ki Moskova veLondra'daki kültür birlikleri, Herder ve Lessing, Goethe ve Kleist, Bach,Haydn ve Schubert, Eichendorff ve Mörike erdemli bir ülke vizyonununkefili olarak görülüyorsa, Stockholm'deki dünyadan yalıtılmış Almanlarda kendi yazar ve düşünürlerini referans gösteriyorlardı, ve biz bu yaklaşımlara,işgal güçlerinin yönetiminde bölünme tehlikesi yaklaşan bir Almanya'nınkendi kaderini belirleme hakkının baş mesele olduğu bir dönemdesessiz kalmak zorundaydık. Kurulan Birlik'in ilkelerinden biriolarak sözün serbestliğine diğer özgürlükler arasında özel bir ağırlık verildi,bizleri birarada tutan şey buydu ve kısa zamanda üye sayısı beş yüzübulacak olan Birlik'e ağırlık kazandırıyordu. Kırkdört Ocağında, partisizlerinve liberallerin, sosyal demokrat ve komünistlerin, aralarındakitüm görüş ayrılıklarına rağmen antifaşist bir cephe olarak birleşmelerihâlâ mümkün görünüyordu. Belki de yanılgı Hodann'ın, tüm kesimlerinsoruları ve çatışmalarıyla içerden ilgilenip tüm niyetlere insani bir içerikkazandırmasıyla ilgiliydi, çünkü, başkanlık görevini bıraktıktan iki aysonra Birlik'ten de ayrılması, kişisel olarak sivrilme niyetinin anonim güçsiyaseti karşısında pes ettiği şeklinde yorumlanmış olabilirdi. Bugüne kadarsosyal demokratların gelecekle ilgili belirsiz düşünceleri karşısındakomünistler önerileriyle üstünlüklerini göstermişlerdi, ve bunu yaparkenkendi partilerinin hâkim pozisyonunu talep etmemeleri bunu daha dagüçlendirmişti. Mücadelede önder rol üstlendikleri ve savaşın asıl yükünütaşıyan Kızıl Ordu arkalarında olduğu için bir özgüvenle davranabiliyorlardı,ve orada sol sosyal demokratlar mülkiyetin kamulaştırılmasındanve orduyla işbirliğinden uzak durulması gerektiğinden söz etmeyebaşladığı halde, koşullar elvermediği için sosyalizm propagandasındanuzak duranlar da komünistler olmuştu. Ulusal Komite'nin çalışmaları,askerlerin temsiliyle tüm katmanların yer aldığı bir kurucu meclis işlevindeysehalkla da gerekli alışveriş içine girilmeliydi, amaç, deniyordu, olabildiğincegeniş bir çevreye ulaşmaktır, bu nedenle de şimdilik siyasi birprogramın belirlenmemesi gerekir. Faşizmin yenilmesi dışındaki tüm çabalarreddedilmeliydi, ta ki ortaya çıkan bir kurtuluş hareketi ulusal çıkarlarasüreç içinde sosyal bir anlam kazandırana kadar. Birçok sosyaldemokratta hâlâ kuşkular devam etse de, komünistlerin yaklaşımlarındankuşku duymak için neden yoktu, gerçi herkes diğerine göre yerinibulurdu, ama cephe kurma çalışmalarına katılan herkesin eşit hakkı olacaktı,cepheden herkes sorumlu olacaktı, ve korkunç yıkımdan sonra ken-800


dimizi içinde bulacağımız ortam o zamanlar bir güç birliğini ve eski sınıftemelli düşüncenin sonunu vaat eder görünüyordu. Ulusal Komite esirdüşen İsveç'e kaçan askerlere dönük çalışmalar için bir üs konumu kazanmıştı,işte tam bu hedef, aslında uyumun kanıtı olarak işlemesi gerekirken,ayrışmaya neden oldu. Diktatörlük altında büyümüş, eğitilmişkuşakların demokratik bir Alman devletinin yurttaşlarına dönüşmeleriyleilgili Alman askerlerin eğitimiyle uğraşırken Kültür Birliği de İskandinavülkelerini işgal etmiş Alman birliklerinden baştaki ortak kaygı, farkınavanlmaksızm kendiliğinden başka yöne kaymış ve bir gün hükümetgörevlerini ellerine alacak olanlar ve bu yüzden çok daha büyük çaplıeğitim görevine kendilerini hazırlamak isteyenler arasında kitleyi kendineferi yapma çekişmesine dönüştü. Partilerin dışında duran, Almanya'yadönmeyi düşünmeyen ve Alman göçmenlerin ve İsveçli entelektüellerinsaygısını kazanmış olan Hodann, Birlik'i amaçlanan tarafsızlığı içindetemsil etmeye uygun nitelikteydi. Almanya'yla ilgili konularda İngiliz Elçiliği'ndedanışmanlık görevinde çalışması onun karşısına bir sorun olarakçıkarılmamıştı, nitekim komünistler de Moskova'daki Ulusal Komite'ylebağlantılarından dolayı suçlanmıyorlardı, ortak düşmana karşı Doğuve Batı birlik içindeydi. Hodann yirmisekiz Ocakta, birlik henüz bozulmamışken,davetlilerin karşısında yaptığı konuşmada, Almanya'nınonursuzlaştırıldığı onca yılın ardından geri kazanılması gerektiğini söylediğikültürün önemini vurguladı. Kendisinin, Almanya kaynaklı şiddetekarşı bir ömür boyu duran, önce imparatorun ve generallerin hükümdarlığıaltında kendini gösteren, sonra Weimar Cumhuriyeti döneminde finanssermayesi tarafından, son olarak da barbarlık rejimi tarafından sürdürülenbu şiddetle mücadele etmiş biri olarak, Alman kültürünün yenidencanlandırılması çabalarından söz etme hakkını kendisinde gördüğünübelirtti. Omuzları yukarı kalkık, solgun yüzü ve alnında görünen teriylekürsüde konuşmasını yaparken önce Almanya'yla başladı, Almanya'yı,yüz yıl gibi bir sürede beş kez dünyanın üstüne çöken, her seferindekuşatılmış olduğu, yaşam alanının tehdide maruz olduğu efsanesinianlatan, düşmanın entrikalarını öne süren, anlaşmaları ihlal eden, suçubaşkalarının üstüne yıkan ve kendini seçilmiş ve yenilmez olarak sunan,ve bu yüzden bir daha başka halkların karşısında büyüklenecek gücü bulamamasıiçin ağır bir darbe yemesi gereken bir ülke olarak sergiledi. Vevicdan rahatlığıyla buna eklemek istediği şey, bu ülkenin gene de ayaktakalması, kendini mahvedecek noktaya getirilmemesi gerektiğiydi, çünküuygarlık çemberinde bu ülkeye yeniden ihtiyaç olacaktı. Bu ülkede birkültürün nasıl var olabildiğini sordu ve barbarlığa karşı koyan insanlarıhatırlattı. Kültür bir karşı koyuştur, bir başkaldırıdır, dedi. Başkaldırınıngücü baskının şiddetiyle ölçülmeliydi. Karşı koyuş iradesi mevcut olduğusürece kültür de mevcuttu. Suskunlukta, uyumda kültür silinirdi, geriyesadece törensellikler, ritüeller kalırdı. Devasa güç karşısında başkal-801


dırı tavrından vazgeçmeyenlerin sayısı yüzleri geçmese de bu cesaretkültürün varlığını kanıtlamaya yeterdi. Ve şimdi Doğu'daki kamplardagirişilen imha hareketi düşünüldüğünde bu duruşun değerinin ne kadaryüksek olduğu daha iyi anlaşılıyordu. Bize ulaşan sayılar yetersiz, dedi.Her yeni haberde on iki bin oluyor, on altı bin, kırk bin oluyor. Hükümetlerimizsusarken orada duman olup havaya karışanlar Yahudiler. Ortalıkkarıştı. Bağrışlar duyuluyordu, bu olamaz, bu doğru değil. Bizim kültürümüzböyle bir topraktan çıkıp gelişecek, dedi Hodann. Böyle bir canavarlığınnasıl ortaya çıkabileceğine açıklama getirmeye çalışarak Almanhalkının askeri idealini neden olarak belirttiğinde ön sıralarda oturanParti yöneticilerinin tepkisini çekti, kendileri hiyerarşi içinde yetişmiş,otoriteler karşısında saygının, görevleri harfiyen yerine getirme iradesininve askeri disiplinin iliklerine işlediği bu çevreye göre tam da Hodann'ineleştirdiği özelliklerin, halkı yönlendirecek yeni simgelerin oluşmasıiçin gerekli olduğu kanısındaydılar. Hodann konuşmasına devamederek, Almanların kendi hatalarını kabul etmeyip yine başkalarını suçlayacağıbeklentisi karşısında özellikle göçmen Almanların önemine dikkatçekerek, onca yıl ülke dışında çok çeşitli ülkelerin karakterleri hakkındabilgi edinmiş oldukları için onlara yeni bir zihniyetin doğmasında görevdüşeceğini vurguladı. Bu söylenen çoğunun düşüncesine ters değildi,ama Almanya'nın yeni bir Avrupa birlikteliği içinde entegrasyonundansöz ettiğinde, homurdanmalar ve tıslamalar başladı, ve nasıl bir Avrupa,nasıl bir birliktelik düşünülüyor, diye sorular ortaya atıldı, ve bazı yumruklarparmak kemiklerinin beyazı ortaya çıkacak kadar sıkıldı. Ancakbundan bir yıl sonra, Jalta Konferansı'nda sadece Almanya'nın bölgelereayrılması değil, aynı zamanda kıtayı boydan boya katedecek sınıra da kararverildiğinde o gün neden bir uyuşma olmadığı, güvensizliğin öne çıktığıanlaşılıyordu. Komünist siyasetçiler, Batı güçlerinin Almanya'nın sosyalizmedönüşümüne seyirci kalmayacaklarını, ve onların hedeflediğisosyalist cumhuriyetin ancak Sovyetler Birliği'nin himayesinde gerçekleşebileceğinibiliyorlardı. Churchill, Bolşevizmle mücadeleden vazgeçmeyeceğinigizlemiyordu, Vogel ve Ollenhauer'in çevresindeki sosyal demokratlarda onun yolundan gideceklerini gösterdiler. Demek ki kaçınılmazolarak sürtüşmeler olacaktı. Kırkdört Ocağında, Sovyet orduları Almanya'nınüstüne silindir gibi gelirken ve Batı güçleri onun bu harekâttakan kaybedeceğini umarken Komünist Parti ulusal cephedeki yerini sağlamlaştırmakiçin çabalarını artırmış bulunuyordu. Komünistler, sağ sosyaldemokratları antifaşist güçleri aldatmakla suçlarken karşı taraf da onlarınUlusal Komite'yle tek amaçlarının komünizmi Almanya'ya taşımakolduğu ve Halk Cephesi'ni kendi güçlerine tabi kılmak istedikleri kuşkusunubesliyorlardı. Bütün bunlar kırkdört Ocağında henüz pek dile gelmiyordu,sadece siyasi çalışmanın içinde yer alanların sezdiği bir şeydi.Hodann, Alman toprağında tohum olarak ekilen demokrasiyi geliştirme802


hedefini savunuyordu, ama o aynı zamanda görmesini bilen, insanın zayıfyanlarını ve sapmalarını tanıyan biriydi, ve bu, onun konuşurken birdentutulmasına neden oldu. Bir boğulma krizinin geldiği korkusuyla şırınganınbulunduğu kutuyu hemen açtım, ama onu bir anlığına susturanşey, farklı ideolojilerin güdülediği, biri doğudan biri batıdan ilerleyen ikiordunun Almanya'da karşı karşıya geldiği düşüncesiydi. Kültür Birliği'ninkurulmasının arkasında yatan çözüm düşüncesi, akıl, Hodann'ıniçinde tuhaf bir biçimde geri çekilmişti, ve sözlerini içi boş kelimeler olarakhissetmesinin tek nedeni, birbirine düşman iki sistemin birbirlerininkarşısına dikilmesiyle birlikte, halklara ne istediği sorulmadan tek hedefingörülmemiş büyüklükte güçleri toplamak haline geldiğini görmesideğildi, aynı zamanda burada, atalardan bu yana sürdürüldüğü gibi erkeklertarafından düşünülmüş ve erkekler tarafından son felakete sürüklenenekadar inatla sürdürülmüş düzenin bir özelliği olarak karşı konulmazbir enerjinin toplandığının da farkında olmasıydı. Hiçbir beyin gücü,bir değişimi getiremezdi. Bugüne kadarki hiçbir toplum formasyonu, erkekumarsızlığını kırmayı ve yerine toplumun selametini isteyen bir duyguyukoyamamıştı, aynı kuşağın yaşadığı iki evrensel yıkım savaşı bileerkeklerin azgınlıklarını söndürememişti. Evet kadınlar da bu düşüncesizliğiniçine sürüklenmişler, onlara dayatılan geri düşünceye sarılmışlar,tiranların esin perileri, kahraman anneleri olarak bu budalalaşmada yerlerinialmışlardı, kadınlar ve erkekler maruz kaldıkları acının yükünü, sorumluluğunubirlikte taşımak durumundaydılar, ama erkekler elebaşıydıburada kadınlar ezilmişlikleriyle onların peşinden gitmişti. Ve erkeklerinhâkimiyet alanlarından oluşan, en vahşi saldırıların, katliamların gerçekleştiğibu dünyada, sanatsal düşüncelerin varlığını bilmek de teselli olmuyordu.Serbestlik alanının sürekli giderek daraldığı bu yerde ulaşılabilecekher şey güçsüzlükle damgalı olabilirdi. Hodann'ın neredeyse fısıltıhalinde, mütevazı bir tonda konuyu başka yere çekerek, Alman göçmenlerinİsveç kültür çevreleriyle deneyim alışverişine girmek arzusununyaklaşmakta olan işlere yeni bir açıdan bakış sağlayabileceğinden söz etmesi,karşısında açılan bağdaşmazlıkları düşününce onda bir baş dönmesineneden oldu, ama her nefesinde hastalığıyla mücadele içinde edindiğibir sıkı duruşla, elleri kürsünün kenarlarına dayalı, bir kere daha kendinigöstererek her tür çaresizlik düşüncesini küçültecek bir kararlılıkla hümanistrealizmini vurguladı. Hemen önünde güçlü komünist kanat oturuyordu.Üyeleri ülkenin tüm bölgelerinden kalkıp gelmişlerdi. Onlarınsosyal demokratlar gibi henüz başkentte ikametine izin verilmemesi onlarınmevcudiyetine özel bir önem kazandırıyordu. Artık kendilerini gizlemelerinegerek olmasa da, illegalitede geçirdikleri yılların verdiği dikbaşlılıkonların duruşlarına damgasını vuruyordu. Wehner aralarında değildi,Wehner'in yakın adamı Wagner ve başka birkaçı daha yoktu. Bumanzara, onların gruplarını, Parti çizgisinden sapanlardan arındırdığını803


gösteriyordu. Bu doğruydu, çünkü tüm birlik çabaları aynı zamanda biriktidar mücadelesiydi. Pek az kimse Wehner'in dışlandığını biliyordu,hatta belki kendisi bile, şimdi Smedsbo Göçmen Kampı'nda bahçıvan olarakgül tarhlarının bakımını yapan Wehner bile haberdar değildi. Me--wis'in onun dışarıda kalmasını açıklaması gerekmiyordu, çünkü bu konudanİsveç makamları sorumluydu. Parti içindeki rakibinden kurtulmuştuve artık Parti'nin buradaki seksiyonunu Moskova'nın talimatlarıdoğrultusunda istediği gibi yönlendirebilirdi. Bunun böyle olması gerekiyordu.Bir cephenin ayakta kalması, en güvenilirlerin ve en sıkıların önsafta durmasına bağlıydı. Sürgünde ve Almanya'nın içinde böyle olmuştu,Alman işgalindeki ülkelerde böyle olmuştu. Mevzilerini korumak durumundaydılar,savaş sona erdiğinde örgütlerinin hareket kabiliyetine sahipolması gerekiyordu. Yeraltında mücadeleyle kazandıklarını ellerindenkaçırma hakları yoktu. Komünist Enternasyonal geçen yıl, tek tek ülkelerdekipartilere özgürlük alanı tanımak ve onların karar gücünü artırmakamacıyla tasfiye edilmişti. Ama enternasyonalizm varolmaya devamedecekti. Zor sınavlardan geçilmişti. Benimsenen taktik onların uzun süredışarıya karşı sessiz kalmalarını gerektirmişti. Ama hedeflerinden hiçvazgeçmemişlerdi. Şimdi görevleri gerici çabaların üste çıkmamasını sağlamaktı.Burada dışarıda sosyal demokratlar sayıca onlardan üstündüyselerde onlar birlik sergileyebilen taraftı. Kararlılık, beraberlik onlarınyüzlerine yazılmıştı. Hodann bunu tektipleşme olarak algıladı. Birlikiçinde olmak onlara tartışmalarda avantaj sağlıyordu, o zaman aynı görüşdefalarca vurgulanabiliyordu, buna karşılık sosyal demokratların görüşleribirçok yöne ayrılıyordu. Komünistlerde birlik beraberlik hâkimkensosyal demokratlardan muğlak, akışkan bir manzara yansıyordu. Amanormalde netlik yanlısı olan Hodann, ucu açık argümantasyonu, bu sürekligidiş gelişi hazır yargıya tercih etmeye başlamıştı. Komünistlerin depozisyonlarını uzun tartışmalar ve arayışlardan sonra edindiklerini, varılannoktayı ancak sonra hep birlikte savunduklarını biliyordu, ama şimdi,sosyal demokratların yaptığı gibi, geniş yelpazeli analizin daha güvenilirbir yanı olduğunu seziyordu. Komünistlerin cephesinde, bir şeyekuşkuyla yaklaşmak saldırı gibi algılandığı ve çizgidışı düşünceler,çoğunlukla duruşmayı andırır bir tartışmaya yol açtığı için onlardanuzaklaşmıştı. Sosyal demokratlar, gruplarının farklı yaklaşımları içerdiğinigizleme tavrı içinde değillerdi. Hatta tek tek kişilerin bile tam ne düşündüğüher zaman belli olmuyordu. Tarnow, Stechert, Heinig, Blachsteinsendika hareketinden geliyorlardı, önceleri radikal kanattaydılar, amaşimdi kısmen Londra'daki tutucu kanadın arkasındaydılar, komünizmkarşıtlığında onlarla birlikteydiler, ama antifaşist tutumlarıyla onlardanayrılıyorlardı, gerçi komünistlerin gözünde bağlayıcılıktan uzak bir tutumdubu. Onlara göre bu kesim, önceki savaştan sonra halkın tarafındasaf tutan, ama bunu onların haklarını savunmak için değil, daha sonra804


halkı sanayinin ve sermayenin eline terk etmek için yapan sosyal demokratlarabenziyordu. Sosyal demokratların bazıları faşizme karşı bir birlikcephesine izin vermek istemiyordu, eski sendikacı Krebs ve Mugrauer gibibazıları ise Komünist Parti'yle birlikte çalışmayı istiyordu. İki tarafınçabası da çalışanlara yönelikti, sosyal demokrat kesim, var olandanmümkün olduğunca yararlanıp Alman İşçi Cephesi'ni yeniden inşanın vesendikal hareketin temeli yapmak amacındaydı, komünist kesim ise, faşizmindoğmasına yol açan ne varsa, ortadan kaldırmak ve yeni toplumsalörgütlenmeyi kurmak amacındaydı. Sosyal demokrat yayıncılar arasındaen tanınmışları Tarnow ve Stechert'ti. Aslında bütün sosyal demokratgrup entelektüel bir merkez halindeydi. Yayınlanan kitap, gazete vedergilerde kamuoyuna sunulan makalelerin miktarı bile komünistlerinteori ve kılavuz adına ortaya koyduklarını kenarda bırakıyordu. AralarındaStrzelewicz, Friedlânder, Rück, Fricke, Koetting, Enderle, Szendegibi yazarlar vardı, aralarında Willy Brandt ve Fritz Bauer vardı, ve edebiyattarihçisi Brendensohn gibi bağımsızlar, Wiener Neue Freie Presse gazetesinineski yayıncısı Benedikt, sosyal demokrasiye yakın duran KâteHamburger ve Max Tau vardı. Szende, Strzelewicz, Rück, Enderle KomünistParti üyesiydiler. Enderle bindokuzyüzyirmisekizde Parti'den atılmıştı,Strzelewicz Çekoslovakya'da Halk Sosyalistleri'nin tarafına geçmişti,Blachstein ve Brandt Sosyalist Parti'den geliyorlardı, Blachstein,Devrimci Sosyalist Gençlik hareketi üyesi olduğu sırada İspanya'da anarşistlider Nin ve çevresine karşı girişilen hareket sırasında komünistlercetutuklanmış ve İspanya İç Savaşı sona ermeden önce Komünist Parti'ninhapishanesinden kaçarak Fransa'ya gelmişti. Onların hepsi siyasi kavgalarınve karışıklıkların biçimlendirdiği insanlardı, otuzlu yılların son dönemindeedindikleri deneyimlerin ardından Sovyetler Birliği'yle ilgili bakışlarınıdeğiştirmişlerdi, bazıları, savaşın yayılmasından sonra tekrar anlaşmazemini aramaya başlamıştı, ama bütün bu bir yerlere savrulmuşsosyalistler, reformistler, Marksistler için Sosyal Demokrat Parti çokyönlüçalışmalarının ortak zemini haline gelmişti. Sosyal demokrat basın onlaraaçıktı, oysa komünist yazarlar sadece Politische Informationen gazetesine,Ulusal Komite'nin yayın organına mahkûmdular. Strzelewicz, elleri minicik,karga gibi sesli ve kafadan ibaret bu diyalektik düşünür sosyal demokratyayıncılar arasında en çok hareket getireniydi, ama Hodann, sarsıcı,grotesk ifade biçimlerini iyi kullanan, komünistlerin hiç cesaret edemediğigibi kapıp koyverebilen Friedlander'e de önem veriyordu. Ötekitarafta ise Glückauf ve Seydewitz gibi bağımsız yazarlar bile talimatlaraharfiyen uyuyorlardı, sadece doğrudan Parti'ye katkısı olan şeylerin propagandasıyapılıyordu, ağır, kuru ciddiyetin hâkimiyeti vardı. Doğrusuişçi partilerinden birinde sadece entelektüel enerji toplanmış olması, yanisosyal demokratlar grubunun neredeyse sadece okumuşlardan oluşmasıgaripti. Belki de bu grup kendiliğinden bir kültür birliği oluşturabilirdi,805


ama o zaman yetersizlikleri açığa çıkardı. Salondakiler üzerinde bir gözgezdirilse yoksunluk içindeki küçük burjuvalardan pek ayrılamasalar daburjuva kökenlilerin ağırlığı gözden kaçmazdı. Sanatçılar, düşünürlerarasında proleter boyut, yıllardan beri işçi lokallerinde, atölyelerde, fabrikalardakültür çalışması yürütenlerle sınırlı kalmıştı, ve bu yolla onlarınresimleri ve müzik eserleri, edebiyatları ve bilimleri, eğitimleri içinde elealınmayan yeni malzemeler kazandırmıştı. Onlardan henüz tüm cesaretiniyitirmemiş olan bazıları silik, bulanık bir umut içinde Kültür Birliği'ninonlara sağlayacağı platform sayesinde, edinmiş oldukları kendine özgüdeneyim ve bilgilerini kullanarak mesleklerini icra edebileceklerini düşünüyorlardı.Ama hepsi için geçerli bir sorun vardı, kendilerinin nasıl birgelişim geçirdiği, neyi ortaya koyabildikleriyle ilgili düşünemiyorlar, varolmamücadelesi veriyorlardı, her ne kadar bazıları resimlerini arada birsergileme şansı bulmuşlar, veya defalarca geri çevrildikten sonra bir dergidemakale yaymlatabilmişlerse de, onların suskunlukla karşılanmasıöyle büyüktü ki onlar unutulmuşlar arasına katılmışlardı, ve sadece buyüzden bu soğuk cuma akşamında, yaşadıklarını birbirlerine kanıtlamaküzere Jarla Meydanı'nındaki Bürger Okulu'nda toplanmışlardı. Önceleriarada bir birbirleriyle karşılaşıyorlardı, örneğin destek ödeneklerini almayagittiklerinde, Riddarholm'daki baraka önünde sırada beklerken,yabancılar oturumunu uzatırken veya Sture Meydanı çevresindeki, KungCaddesi'ndeki kafelerde. Şimdi ilk defa hepsi biraraya toplanmıştı, amabir cemaate dönüşeceğe benzemiyorlardı, çünkü sürgün insanları birbirineyaklaştırmıyor, herkesi kendi yalnızlığı içinde köksüzleştiriyordu. Bazılarındakitükenme, bir cemaate uyum gösteremeyecekleri noktaya gelmişti.Birçoğu kentte oturuyordu, ama bir kere sürgüne düştükten sonra,sürgünlükten bir daha kurtulamıyorlardı, bir yurtlarının olmayışını kabullenmişlerdi,erişebildikleri dışsal olanak, başlarının üstünde bir çatıasgari düzeyde bir çözümdü, ve burada kalacaklarını biliyorlardı. Arkalarındabıraktıkları, ilelebet yitip gitmişti. Hodann'ın ardından ThomasMann üzerine konuşacak olan Brendsohn İsveç'te bir profesörlük bulamamıştı,günlerini arşiv memuru olarak geçiriyordu, fizikçi Lise Meitnerde, herhangi bir yerdeki bir laboratuvarda alt bir pozisyonda çalışıyordu.Dışarı kaçmış Alman doktorlardan sadece Citron, Danzig kontenjanındanbiri olarak muayenehane açma izni alabilmişti, o da sadece göçmenlerebakma koşuluyla. Lindner ev ziyaretleriyle doktorluk yapıyordu, tıbbikapasitesini dökülen bir çantanın içinde taşıyor, her an, yoksul bir hastanınyardımına koşmak üzere tetikte bekliyordu. Müzik alanında İsveçmutlak egemenlik hakkını kullanıyordu, besteciler Glaser ve Holewa, piyanistlerStempel Englânder, Fischer, Klinger, şan sanatçıları Spilga, Stahl,Ribbing konser salonu bulamıyordu, müzikolog Emsheimer'in yapacakbir işi yoktu, ve en kötü durumda olanlar oyuncular ve yönetmenlerdi,Arpe, Winner, Trepte ve Greid bir kenarda oturuyorlardı ve konuşmalar806


ittiğinde sahne almak için bekliyorlardı. İşte Helbig örneği önümüzdeydi,geçek savaşta enkaz altında kalmasının bir sonucu ağzının kenarı seğirenşu heykeltıraş, işte Tombrock, dağıtmış, kendi kendine mırıldanan biri,ve Rubinstein, Alman hapishanesinden kaçıp Sovyetler'e giden, Rigaüzerinden İsveç'e gelen ressam, ve işte Rosalinda, buğday tenli yüzü garipbiçimde salınan ve yüzen kalabalığın içinden bir görünüp bir yok oluyordu.Ljungdal ve Matthis, Tegen, Hammar ve toplantıyı açan GunnarMyrdal gibi birkaç İsveçlinin de aramızda bulunması kültür yaşamıylaköprü olduğu umudu yaratıyordu, oysa bu kişiler, sürülmüşlerin arasına,onları düşünen birilerinin olduğunu göstermek amacıyla katılmışlardı sadece,ve ardından onların ulaşılmaz olacağı dünyalarına çekilip gözdenkaybolacaklardı. Hodann, bu karaya vurmuşların, karşısında çömelmişoturanların hepsine aynı ilgiyle sesleniyormuş gibi görünse de asıl ilgisiasker kaçaklarına, kamplarından tatil izni alan ve Warnke grubuna dahiledilen bu gençlereydi. Daha önce kaldıkları yerlerde onları ziyaretleri sırasındagördüğü bu biçimlenebilir, hırslı yüzlere bakıyordu. Ordudan firarkararlan yeni yaşam anlayışına doğru atılmış bir ilk adımdı, ama, diyesoruyordu kendine, diktatörlüğün mengenesinden kurtulup yeni siyasietkiler altına giren bu gençlerin ayakları nasıl yere basacak. Gençlerleçalışmaya alışkın bir psikolog olan Hodann'a bazıları güven duymuştu,onlarla, gelecekteki yaşamlarına ilişkin sorunları, kendi vicdanlarıyla hesaplaşmalarısorununu görüşmüştü, ama öncelikle siyasi kararlarını deşmekistemiyordu, firar etmenin verdiği, zaman zaman bilinçaltında depreşensuçluluk duygusundan kurtulmalarını, yeni bir ahlak için temeli temizlemelerini,özgür seçimin değerini kavramalarını istiyordu, ama Partiyöneticileri için onları pratik amaçlar için kazanmak daha önemli olacaktı.İlkgençliklerinden beri başka ulusları anlama çabasından koparılmışolan ve eski ideallerinin parçalanmasıyla oluşan bir boşluğun içindeki buinsanların, yeniden ait olabilecekleri bir birliğin içine sokulmaları, genişçaplı organizasyon birimleri içinde eğitilmeleri gerektiğini düşünüyorlardı,yurtseverlikleri, fedakârlıkları hâlâ ayaktaydı ve işlevsizlik onları pasifleştirmedenonlardan yararlanılması gerekirdi. Hodann, tekrar yenideninsan kitlelerinin böyle birden ortaya çıkmış olmasından etkilenmişti,eski bağlarından kendilerini kurtaran insanlardı bunlar. Dokuzyüzonsekizdede aynı şey olmuştu, ve yirmili yıllarda, sonra dokuzyüzotuzaltıdaİspanya çağrıda bulunduğunda gönüllü olarak çıkagelmişlerdi, ne biruyarıya, ne emirlere gerek olmuştu, ama o zamanlar toplumsal değişimiçin mücadeleye hazırdılar, ama şimdi bir kafa karışıklığı içindeydiler, buşaşkınlık içinde de, faşist öğretilerin içlerini boşalttığı bu insanlar, komünistorganizasyonların onlarda şu an görmek istediği öncülüğü üstlenecekdurumda değillerdi. Ama Hodann kırkdört baharında, kendi evinde,Stora Essinger sırtlarında Stenhall Sokağı'ndaki müstakil evinde yapılangörüşmelerde, toplanma noktalarından terhis edilen asker kaçaklarını ka-807


zanma konusunda çıkan tartışmaya pek değinmedi. Ancak yaz aylarında,Batı Avrupa'nın işgal altına alınmasının ardından tartışmalar şiddetlendi,ve ordular Almanya'ya yaklaştıkça şiddetin dozu da arttı. Komünistlerde toplanma noktalarını Stockholm'e taşıma hakkı elde ettiler. Oradakonferanslar yapıldı, eski askerlerle düzenli toplantılar yürütüldü. Komiteler,dernekler kuruldu, eğitici kurslar düzenlendi, haftalık gazeteler çıkarıldı,ve kısa sürede aktivistlerin, devrimci hareketin halk iktidarıylasonuçlanmasını hedefleyen çekirdek grubun çevresinde bir destekçi grupoluştu. Kültür Birliği'nin ilk toplantısı kamuoyunun dikkatini çekmeden,en fazla basında bir iki alaycı değinmeyle geçip giderken, Birlik'in içindeneler olup bittiği de pek az kişiye malumdu. Birçokları daha sonra o akşamıdüşündüklerinde akıllarında bir tek kapanış bölümü, tiyatrocularınsahnelediği oyun kalmıştı. Ama oyuncuların o küçücük sahnede, piyanonunkenarında kalan dar alanda, merdiven ve kaidelerle karanlık sularıylagölün üst tarafındaki Rütli Çayırlığı'nı, çevresindeki buzullu yükseksarp kayalıkları nasıl yansıttıklarını anlatabilecek durumda değillerdi. 9Bunu sağlayan teknik olanaklardan ziyade yoksunluğun getirdiği hayalgücü olmalıydı, bu sayede seyirciler, Alpler'in parçası Gotthard Dağıeteklerinde, çift haleli ay ışığının altında, halk devletinin kurulmasınımüjdeleyen özgürlük yeminini etkilenerek izlemişlerdi. Oyunculardandalgalı saçlı Greid, Stauffacher rolünde büyüyordu, Trepte cüssesiyle sahneyidoldurarak Melchthal'ı oynuyordu, ve Winner'in canlandırdığı rahipseyircileri duygulandırmayı bilmişti. Silahlılar yükseklerden aşağı indiğinde,diplerden çıkıp geldiğinde, herkes birbirine, bu Schiller oyunu mudiye sormuştu, çünkü oyunun orijinalini sadece birkaç kişi hatırlıyordu,sanki oyun onlar için, burada kanunsuz dedikleri bir biçimde, ama zamanıngereğini yaparak toplananlar için yazılmıştı, sıkıntılı ülkeden, güçsüzlüğüngözyaşlarından söz eden her dize, onlara, iğfal edilmiş ülkenindostlarına sesleniyordu, ve oyunu izleyenler, Rösselmann'ın yeni birliğinkuruluş yeminine ait sözlerini ve Stauffacher'in uyarıcı sözlerini kendileriylebirlikte dışarıya, karın ıslattığı sokaklara taşıdılar. Yaza kadar ortakcephe inancı sürdü, ama sonra cephe tartışması ayrılık nedeni haline geldi,bir taraf bunu küçümseyici bir tavır alıyordu, diğer taraf ise cepheyiMarksist devlet kavramlarıyla ilintilendiriyordu. Almanya üzerindeki askeribaskının artmasıyla, Batı güçlerinin savaşın bitmesiyle birlikte, sağ sosyaldemokratların da desteğini alarak, komünizme karşı mücadeleyi sürdürmeaşamasına geçecekleri belirginleşmeye başlamıştı. İttifak savaşın sonunakadar sürecekti sadece. Komünist siyasetçiler, yeraltındaki güçlerinyok edilmesiyle ve en büyük burjuva muhalefetinin çelişkileri tırmandırmasıylasürgünde ortak bir cephe ve buna bağlı olarak tek bir Alman dev-9 F. Schiller'in bir İsviçre efsanesi olan Guillaume Tell'i konu alan oyununa (Wilhelm Tell) göndermeyapılıyor. Schiller'in özgürlük temasını işleyen oyununda isviçre'nin kanton sistemihalkların kendi kendini yönetmesinin örneği olarak alınır. Oyunda G. Teli eylem adamı olarak,Stauffacher ise düşünce adamı olarak kendini gösterir. (Ç.N.)808


leti çabalarında yalnız kaldılar. Onlarla birlikte çalışmak isteyen sosyal demokratlarınsayısı giderek düşünce cephe, komünistlerin elinden çıkma birbiçime dönüşmeye başlamıştı. Eğer şimdi bir devrimci antifaşist cephedensöz ediliyorsa bu arzu edilen şey olduğundan değil, emperyalizmle sosyalistgüçler arasındaki genişleyen sınıf mücadelesinin getirdiği bir sonuçtu.Komünistler bu mücadelede kendi yerlerini sağlama almak durumundaydılar.Birlikteliğe hazır herkesi kazanma zorunluluğu ideolojinin KültürBirliği'nin çalışmalarına da sıçramasını meşrulaştırıyordu. Kültür Birliği'ninpartilerüstü olması talebi, mümkün olduğunca çok kişinin ortak kültürükoruma görevinde biraraya getirilmesi çabasıyla çelişmiyordu, bunakarşılık Birlik'in siyasallaşmasından korkanların tavrı, tekyönlü bir siyasete,gerici bir siyasete hizmet ediyor ve Birlik'in temellerini yıkacak bir yönegidiyordu. Hodann, bağımsız kalma fikriyle kendini birden dışlanmış bulduve yoldan çıkmış biri, hatta bir hain damgasını yemekten kurtulamadı.Güz aylarında onu evraklarla yığılı büyük masasında çalışırken gördüğümzamanlar, İspanya'da Jucar'daki çiftlik evinde, Cueva la Potita'daki halini,onu çevreleyen duvar frizlerindeki Don Quijote öyküsünün sahneleri arasında,personelle hastalar arasındaki sürtüşmelerin raporlarını kaleme alışınıve çözümler arayışını hatırlıyordum, ve o dönemde Hodann'ın ayrışaniki ayrı tavrın işaretleri olarak gördüğü şey şimdi tam anlamıyla varlık bulmuştu.Onun için toplumsal düşünce bireysel sorumluluktan ayrılamaz birşey olduğu için ortaya konan bir tavır da ancak bireysel yargıya dayanıyorsabir değer taşıyordu. Özellikle de bu ülkenin, milyonları ölüme sürükleyenAlmanya'nın şimdi, kuşku duymaktan çekinmeyenlere, babaların, otoriterseslerin buyruklarına daha fazla boyun eğmeyeceklere ihtiyacı vardı.O, ulusal bir cephe için mücadele verenlerin yanında yer alamazdı, evetulusalcılıktan, özellikle de kendi şovenizminin kurbanı olmuş bu ülkeninulusalcılığından tiksiniyordu, ama aynı olumsuzluğu, Sovyet Partisi'ndekideformasyonla birlikte gelen karanlık olayları hatırladığı zaman da duyuyordu.Halk savaşının kahramanlık yönü insanın aşağılandığı gelişmeleriunutturmamıştı ona, partilerinin dogmalarını yeni kuşaklara aktarmak isteyenleregüven duyamıyordu, kurtuluştan sonra artık mutlakçılık olmamalıydı,gelmesi gereken tek şey, bir kendini sorgulama dönemiydi. Amazaman daralıyordu. Komünistleri sebatkâr bir çalışmayla bu askerler arasındaen küçük gruplara kadar inerek onlarla tartışmak, ülkede mekik dokuyarakonların bulunduğu yerlerde, tarlalarda, barakalarda temaslar kurmak,hâlâ kararsızlık içindeki tek tek kişilere mektuplar yazmak, onlara faşizmeyol açan nedenleri açıklamak görevleri bekliyordu, bu gençleri rahatbırakmak mümkün değildi, ordudan kaçmanın ardından şimdi karşı savunmayageçmelerini sağlamak gerekiyordu, özellikle de onların, komşuülkelere saldırıların içinde yer almış bu askerlerin, yukarıyla uyuşmadığınıgöstermesi, rejime karşı mücadelenin tabanını özellikle onların oluşturmasıgerekiyordu. Ve eğer böyle bir şey kendini gösterirse o zaman halk da etki-809


lenir, kendi askerlerinin işçilere, kardeşlerine çağrısı geç olmadan kendi elleriyleülkeyi temelinden değiştirme şansını yaratabilirdi. Sayıları iki elinparmaklarını geçmeyecek kadar azalmış olan Partili önderlerin çabalarınınarkasında, tarihin akışını bir yenilenmeye olanak verecek yöne kaydırmairadesi yatıyordu, büyük güçlerin, yeraltında ortaya konan fedakârlığı hiçesayan aldırmazlık içindeki güçlerin karşısına dikilme iradesiydi bu. Sayılarıyüz iki yüz kadar olan ulaşabildikleri kaçak askerlere, onlardan ne beklendiğinianlatmak için yorulmadan uğraşıyorlardı, darbe yemiş bu insanlarıiçlerinde yatan gücün varlığına ikna etmek, her birinde, her şeyin kendisine,tam da ona bağlı olduğu bilincini uyandırmak gerekiyordu. Hodannise sözlerin, ne yapılması gerektiği, onların neyi yanlış yaptığı açıklamalarınıngenç insanların kafasına çakıldığını görüyordu sadece, tıpkı başkacepheden de olsa bir zamanlar yine yapıldığı gibi. O zaman yapılan yanlıştı,şimdi doğrusunu görüyorlardı, ama kendileri bunu nasıl ayırt edebilecekti.Yine de Hodann'ı Kültür Birliği'nden ayrılmaya iten şey Warnke'ninhâlâ tereddüt içinde olan bazılarına ya bir tarafı ya diğer tarafı seçmeleri ültimatomuolmamıştı, asıl neden Wehner'in atılmasıydı. Ağustosta nihayetkamptan serbest bırakılan ve sanayi kenti Borâs'ta bir tekstil fabrikasında işbulan Wehner'in birlik hareketine katılımına izin verilmemesi, Hodann'a,Komünist Parti'nin cephe içinde önplanda olmak istediğinin ve kendi ilkelerindeısrar edeceğinin göstergesiydi. Wehner'in sosyal demokratları vekomünistleri birleştirmek isterken, sosyal demokratları avantajlı konumagetirerek komünistlerin egemenliğine zarar verebileceği düşünülüyordu.Warnke'nin bazı asker kaçaklarına yazdığı mektup da aslında Hodann'ınbir açıklamasının, Almanya'nın demokratikleşmesinde Batı güçlerinin desteğiningerekli olduğu düşüncesinin sonucu olmuştu. Güz sonlarında müttefiklerinortak hedefinin ne olduğu belirsiz hale geldiği için, Hodann'ın,İngiliz ve Amerikan güçlerine uygun bir çözüm yönündeki fikri, faşizmdenarındırılacak ve sosyalizmin inşasına olanak tanıyacak bir devlet isteyenleringözünde onu, faşist geçmişi örtbas edecek ve mülkiyet ilişkilerine dokunmayacakbir Almanya'nın savunucusu kılmıştı.Asker kaçakları görüş ayrılıklarının nedenini kavrayamıyordu, Hodann'ınve Warnke'nin argümanları arasında gidip geliyorlardı, ve sonundaBirlik'in bölünmesiyle bir şaşkınlığın içine düştüler, sadece geçmiştenkopmanın değil, gelecekle ilgili perspektifsizliğin de boşluğunuyaşıyorlardı. Sonra bazıları, Hodann'ın demokratik ve hümanist ilkelerindedayanak bulacağını umdu, bazıları ise kendilerini işçi hareketiningeçmişiyle, sendika ve enternasyonalizm meseleleriyle tanıştıran Warnke'ninetrafında toplandı, ama çoğu, bir bütünlüğün sağlanamamasındanhayal kırıklığına uğramış olarak siyasetin stratejilerinden ürktü. Psikolo-810


ğun görüşleriyle Parti yetkilisinin görüşleri bağdaştırılabilirdi, zira hareketindevamını sağlayabilmek için hem ahlaki hem pratik kılavuzlara ihtiyaçvardı. Ne var ki kırkbeş baharında, Almanya'yı işgal eden savaş galiplerininAlmanya'yı işgal bölgelerine ayırma girişimi kendini gösterdiğinde,geriye artık sadece, zamanında gereken yerde hazır olmak için yürütülenbir yarış kalmıştı. Burjuva basını, savaşan Batı'yı ateşliyor, gelecektekigelişme açısından belirleyici olacak üstünlüğünü övüyordu, veKızıl Ordu'nun ilerleyişini neredeyse tamamen unutulmaya mahkûm etmişti.Sosyal demokratlar arasında, birleşik bir sosyalist parti düşüncesineen uzun süre bağlı kalan Willy Brandt olmuştu. O, kendi partisi içindevar olan eğilime ve Almanya'da ağır sanayinin ve para kurumlarının iktidarınırestore etmeye niyetli müttefik kuvvetlere karşı uyarıda bulunantek kişiydi. Ama Sovyet, İngiliz ve Amerikan birliklerinin Alman topraklarınadoğru hareket halinde olduğu bir dönemde bir birlik hâlâ nasıl oluşabilir,diye soruyorduk kendimize. Brandt'ın tasavvur ettiği biçimiylegeniş, demokratik bir birlik içinde komünistler azınlıkta kalacaktı. Oysakomünistlerin görüşüne göre, bir birlik partisi, illegal mücadelenin öncüsünüçıkarmış olan kendi hareketlerinin önderliğinde olmalıydı. Bu anlayışlarınıülkenin batısında hiçbir zaman diğer taraflara kabul ettiremezlerdi.Brandt, sosyalizmi silmek ve komünistlerle ayrılığı keskinleştirmekisteyen partisinin yönetim düzeyinde hiçbir şey elde edemeyecekti. Komünistlerbindokuzyüzonsekizin hatasını tekrar etmek istemiyorlardı,kendi kontrollerindeki işgal bölgesinde zaman kaybetmeden güçlerinipekiştireceklerdi. Sosyal Demokrat Parti, ilk savaşın ardından da yaptığıgibi, burjuva toplumu içinde bir oluşuma giderdi. Komünistler, yirmi beşyıllık bir siyasi çözülmeden sonra, sosyalizmin kurulması yönünde birliğizorlayacaklardı. Sürgündekilerin ortak kültür tasavvurları da sonuç vermemiş,ama Kültür Birliği'nin çalışmaları siyasi açıdan yararlı olmuştu.Bir kere daha görüldüğü üzere, sürgün, nereye ait olduklarını bilmeyenlerigüçsüzleştirmişti sadece, aidiyetlerini hiç unutmayanlar için sürgün,sonrasında yeni başlangıcın geleceği geçici bir ara durum demekti. Birlikbu durumdakiler için sebatlarının anlamlı olduğunu doğrulamıştı. Şimdi,ülkelerinden sürülmüşler olarak ülkelerinin kültürüne güven duyduklarınıvurgulayabilirlerdi, onlar bu kültürün geleneklerini kendilerine aitolacak bir toplum düzenine entegre etme hakkına sahiplerdi, oysa izledikleriyolun dışına düşmüş olanlara ait bir kültür yoktu artık. Bu gelişmenindışında kalacak olanlar için, sürgünün sona ermesiyle bununölümcül sonuçlan görülmeye başlamıştı, hayatta kalmış olmalarının anlamınıonaylayacak şeyi sadece çok azı bulabilecekti. Parti çalışanları için,yıllarca ülkelerinin dışında kafa yordukları her şeyin gerçekleşeceğininişaretleri görünüyordu, beklenen çarpışmalar da, korkunç türden olsalarbile, onların eğitilerek hazırlandıkları sürecin bir parçasıydı. Almanya'dadevrimci bir dönüşüm olabileceği umudu için kimseyi kazanamıyorlardı,811


ama kültürün yeniden canlandırılması gereğine duydukları inanç, partilerüstügörmeye devam ettikleri Birlik'e son bir hareketlilik getirmişti.Başkanlığın değişmesiyle burjuva kesimlerinin giderek daha fazla terk ettiğiBirlik esas yapısını kaybetti ama aynı zamanda en verimli döneminiyaşadı. Kendine özgü bir Alman kültürüne hiçbir zaman olumlu bakmamışbiri olarak bana, gelmekte olan devrimci, evrensel bir kültür, çekiciliğiylegündelik akışın iç karartıcılığına dayanma gücü veriyordu. Sendikagazetelerinde yayınlanan makalelerimin ve ender olarak bir edebiyat dergisindeçıkan şu veya bu yazımın geliriyle kıt kanaat geçinirken, dille ilgilideneyimlerimi geliştirmemi sağlayacak zemini genişletebiliyor veönümde, ortak bir yaşamın kapılarını açabilecek her çeşit çabanın; edebive toplumsal, görsel ve siyasal çabaların geliştiğini görüyordum. Barışgününe kısa bir süre kaldığı dönemde hepimizi bir coşku sarmıştı, hazırlanmışbavullarının yanında oturan siyasi kadrolar da, dünyanın çektiğiacıların doğurduğu bilincin bir uzlaşmaya götüreceği düşüncesine kapılmışlardı.Ama işte savaştan yara almamış Amerika Avrupa'nın üzerineçöküp, İngiltere ve Fransa'nın emperyal mirasını devralma hesapları yapıyordu,ceset kokusunun içine küstah ve taze güç olarak adım atacak vebizim ulaşmaya çalıştığımız her şeyi elinin tersiyle itecekti. Belki de beklentilerimizibu kadar yüksek tutmamızın nedeni, son haftaları başka türlügeçirmeye dayanamayacak olmamızdı. Aralarında Henke'nin ve Hodann'ında olduğu sadece birkaç kişi, gerçeğin hepimizin bildiği karşıtyönlerini dile getirdi, ülkede, dokuzyüzonsekizdeki enerjiden geriye birşey kalmadığını, yenilen ülkede her şeyin galip güçlerin eline kaldığını,kadavra sadakatiyle kıpırtısız duran bu halkın efendileri can çekişirkenbile onlardan desteğini çekmeyeceğini, sonra da daha güçlüler geldiğinde,hiçbir şey olmamış gibi onlara el sallayıp hizmetlerini sunacağını dilegetirdiler. İliklerine kadar çürümüş bu ülkeyi düşündüğünde Hodanntiksinti duyuyordu. Buna karşılık Henke bir dönüşümün maddi koşullarınınoluştuğunu düşünüyordu. Hodann için Almanya, Stanley ve Livingstone'untanımladığı Afrika'dan da kara bir diyardı, ekonomist olanHenke için eski ağaçların kesilip yenilerinin dikileceği bir araziydi. Hodannbize İspanya'da heyecanla tanıttığı Birinci Beş Yıllık Plan'ın coşkusundançok uzaklaşmıştı, ve bu plan şimdi Avrupa'nın göbeğinde, amabaşka bir çerçevede uygulanabilirdi, Hodann bir dönüm noktasının yaklaştığıfikrini bezgin bir alayla karşıladı. Nasıl ki ruh sağlığı yerinde olmayanbiri bugünden yarına iyileşme yoluna girmezse, diyordu, hastabir ülke de bunu yapamaz. Önce geçmişteki her şeyin sorgulanması gerekirdi,ona cevap olarak, bizim dikkatimizi geçmişe değil geleceğe verdiğimizsöylendi, örnek davranışlarla insanları yeni zihniyet yolunda eğitecektik,yeni kuşakları yanımıza çekecektik, eski ve kullanılmış şeylerinyeri moloz yığınıydı. Ancak bir sorgulamadan sonra, diye devam etti Hodann,demokratik özgürlükler filizlenebilir, ama, diye karşılık verildi, bu812


özgürlüklerin değeri ne olabilir ki, piyasaların, zenginleşmenin özgürlüğükarşısında bunların esamesi okunmaz. Sosyalist bir düzen yaratmakiçin, diyordu Hodann, sizler, içinde bulunduğunuz izolasyonun sonucundaşiddete başvurmak durumunda kalacaksınız, buna karşılık komünistler,bu şiddetin adalete hizmet edeceğini, oysa karşı tarafın şiddetinin,insanları sınıflara hapsettiği, çalışanları horladığı, ülkeleri ve kıtaları tekellerinhâkimiyetine soktuğu ve sürekli daha büyük bir silah gücüne dönüştüğüiçin yıkıcı olduğunu söylüyorlardı. Liberaller ve hümanistler ise,Sovyetler Birliği'nin çalışanlara bundan böyle örnek olamayacağını söylüyorlardı,bu kesimler, kendilerine hangi sistemin daha çok yarar getireceğiniçabucak ayırt edeceklerdi, ücret, yiyecek, boş zaman, tüketim mallarıtalep edeceklerdi, ideolojinin kendilerine empoze edilmesine izin vermeyeceklerdi.Onlar, diyordu komünistler, işyerleriyle ilgili kararları kendilerivermek isteyeceklerdir, üretimi kendi ellerine alacak, bir daha başkalarıiçin çalışmayacaklardır, karşı taraf bunlara cevap olarak, çalışanlarınsosyalizmde yoksunluk çekeceğini, kendilerine yardım gelmeyeceğini,Sovyetler Birliği'nin kendi yıkımlarını giderebilmek için yıllara ihtiyacıolduğunu söylüyordu, oysa Batı'da para akışı olacaktı, orada mal ticareti,kentlerin imarı yoluna girecekti, orada kişisel girişim sınırsızca gelişmeolanağı bulacaktı. Bu tartışma, bizim bir saptamamızla son buldu,kendi varlığımızla elde edeceklerimiz, bize dışardan hediye edileceklerdendaha kalıcı olacaktı. Tüm bunlara rağmen, ben o sıralar, yani barıştanönce, suçun hangi tarafta olduğu soruma cevap vermek durumunda olsaydım,iki tarafın da ellerinde olanı ve kendi gerçek anlayışlarının gerektirdiğiniyaptıklarını söylerdim. Çok sonraları günün birinde, bütün bunlarıniçinde neyin kalıcı olduğunu, neyin bir tutku halinde, ama aynı zamandakuşkular içinde yerine getirildiğini inceleyecektim. Ve bu geriyedönük bakışta, bizim daha sekiz Mayıs 10 tezahüratlarında çatlak bir sesduymuş olduğumuz bu rahatlama vaveylasını aslında yenilgiden duyulandehşetin çığlığı olarak algıladığımız ve başarısız olmuş tüm çabalarınortasında durduğumuzu hissettiğimiz saptamasını yapacaktım, ve ben, ozamanlar, sürekli karar verilmesini isteyen katı seslere daha o zaman hakverdiğimizi görecektim, ve uzak gelecekte de bu sesler haklı çıkacaktı,çünkü karşıtlarının söylediği gibi, bu bir körleşme veya dar görüşlülükdeğildi, tersine onları çağrılarında ısrara yönelten şey görüş açıklığıydı.Tüm uyarıları bile geride bırakan, kısa süre sonra uyarıları ve bizi hiçe sayacakolan şiddetten dolayı kaybedecek zaman yoktu. O anda hangi tarafaait olduğunu bilmeyenler arada ezilip gideceklerdi, nedeni onların gözüpekliğideğildi, tersine kararsızlık içinde gayet güzel yaşayıp gidilebilirdi,ama kararsız kalanlar aşağılığın bir unsuru haline, akıntıya sürüklenerekyeni yıkıcılığın işbirlikçisi haline geliyorlardı. Deneyimlerimi yorumlamakiçin ihtiyaç duyduğum uzak mesafeden bakacağım gün geldi-10 2. Dünya Savaşı'nın bittiği gün. (Ç.N.)813


ğinde o dönemin sonunda yaşanan sarsıntıyı hissetmiş olacaktım. Zamankavramı üzerine konuşmak bizim önceleri de uğraştığımız bir şeydi, amaaradan o kadar süre geçtiğinde bu sürekli akan değişimi o zaman ne derinliktehissedecektim, kötülüklere gebe bu savaş sonunu nasıl hissetmişolacaktım. Sürgünün tasvirini yapmak için uzun yıllar harcadığım çabalardanbaşımı kaldırdığımda onu izleyen tüm yanlışları ve savrulmalarıgörmüş biri olarak yine kendimi bitkin hissedecektim, hepimizin yollarınınayrıldığı zaman bir kere hissettiğim yorgunluğu yeniden yaşayacaktım.Sürekli yeniden yaşadığım an karşıma geçmişin kaçınılmazlıklarınıçıkaracak, aynı soruyla kafamı meşgul edecekti, içinde yaşanan şeyler neölçüde zihinde yeniden yaşanabilir diye, daha sonraki bilgilerin damgasınıvurduğu geriye bakış, asıl durumlara ne ölçüde uygun düşer diye soracaktımkendime. Vardığım düşüncelerin derhal tükendiğini, gelmekteolan kötü yazgı tarafından gölgelendiğini düşünecektim, ve kırkbeş Mayısındahenüz sahip olduğumuz açık görüşlülüğün yerini dar görüşlülükve zihin kapalılığı alacaktı. O uzun bekleyişimin nedeni, gelecekte gelişeceknet kavrayışlardan yararlanarak geçmişi aydınlatmak olacaktı kuşkusuz,ama belki de geçmiş zamanki Ben'i anlamak o kadar da önemli olmayacaktı,geçmişi hatırlayan kişiye daha yakın olmak önem kazanacaktı,çünkü kendimizi sürekli yeniden tasarlamak, gözden kaybetmek, yenibir biçimde bulmak zamanın özüdür, incelememizde tüm ayrıntılarınhakkını vermek durumunda olduğumuz bir süreçtir bu, ve yazmak, benimbu görevi yerine getirmek için başvuracağım, ve beni uygulayıcılardanayıracak eylem olacaktı. Günlerimiz, on yıllar sonra da olacağı gibi,eylem ve akıl yürütme kutupları arasında akıp geçiyordu, ve sona ermeküzere olan bir uğraşta dış etkenlerin öne çıkması, ama amaçlanan girişiminde bir yere bağlanmamış görünmesi gibi, kırkbeş Mayısı da bizde öylesineçokyönlü etkiler bırakmıştı. Sürgün sona ermişti, ve şimdi sanki birdayanağımız vardı, ama kendimize bir zemin aradığımızda da sanki ayağımızboşluğa gidiyordu. Umutlarımıza sahip çıkmak istiyorduk, çünküonlarsız yola devam edemezdik, ve ben ileriki zamanlarda geçmişe dönüpbakarken geçmiş dönemde tekrar tekrar umutlarımıza sarıldığımızı,umudun başarısızlıklardan her seferinde daha güçlü çıktığını, yaşamagücünün doğrudan kendisi olan umuda bağımlılığımızı, ve bu umutlarımızı,tüm işaretler tersini gösterse de hiçbir zaman çılgınlık olarak nitelendirmediğimizigörecektim. Bazen sanki siyaset bizim düşüncemizi,kendimizi ifade gücümüzü tüketiyor, sanki siyasetle uğraşmak istiyorsakonun oyunlarına teslim olmamız gerekiyor gibi görünüyordu bize. Askerkaçakları bildirgelerini yazarken sözcükleri tıkanıp kalıyordu, ben de metalsendikasının gazetesinde bana ayrılmış köşeyi ağza sakız olmuş sözlerledoldururken aynı şeyi yaşıyordum. Biz bir kere bir hesaplaşmadayerimizi aldığımız için ve varlığımızın devamı ona bağlılık olduğu için,kendimize ait gördüğümüz, ama aslında başkalarına ait olan açıklamaları814


tatsız tuzsuz çiğniyorduk. Serbest akıl yürüterek görüşlerimize vardığımızıdüşünsek bile karşımıza bitmiş hazır formülasyonlar halinde ilkeler,kılavuz sözler çıkıyordu derhal. Hodann, benim için neyin değer taşıdığınıanlamam için, tüm bu siyasi mantık karmaşasını bir kenara bırakmamısöylemişti, eski askerlere de kendilerini dinlemelerini, bundan sonra çokkullanılacak bir ifadeyle, kendilerini gerçekleştirmelerini öğütlüyordu.Ama bizler siyasi düşüncelerin karmaşası içinde labirente düşsek bile, dışarıdabirbiriyle çarpışan güçlerden uzaklaştığımız zaman daha büyükbir karmaşanın içine düşecektik, gideceğimiz yolu bulmalı, çalışmamıziçin bir zemin edinmeliydik. Siyasetin çemberinden geçmeliydik, huzursuzedici, üslubu bulandırıcı bu alandan kaçış yoktu, tıpkı sessiz sessizişini yaparken babama sert darbelerini indirmiş olan büyük sanayinindünyasından kaçış olmadığı gibi. Ben, kendi kuşağımdaki, önce faşizmineline düşmüş, gecikmiş olarak uyanmış olan diğerlerine göre değişim döneminedaha hazırlıklıydım. Benim için her şey yerli yerinde görünüyordu,proleter kökenim, siyasi düşüncelerim ve eylemlerim beni devrimcipartiye yöneltmişti. Ama sanki ancak şimdi, Parti üyesi olduğum noktadayönelmek istediğim hedefi belirlemiş gibiydim. Kurtuluşu arayanlarınseçtiği bu yönün altyapısı çoktandır vardı. Hedefimize, kurtuluş hareketlerininhedefine nasıl varacağımızı ise henüz bilmiyorduk. Sosyalist birbirliğin oluşmaması bizde güvensizlik yaratmıştı. Önümüzde köklü değişimler,yepyeni organizasyon biçimleri görmekteydik. Setin yıkılıp ortalığıselin bastığı Mayısta benim ne kadar ütopik düşündüğümü, siyasi hayalcilikiçinde olduğumu gördüm. Oysa siyaseti bilenler, kendilerini kontroletmesini bilerek, disiplin içinde davranarak, ulaşılabilir olanla, mümkünolanla ilgileniyorlardı. Dönüşü bekledikleri her bir gün onlara sonsuzlukgibi geliyordu. Bir kere daha illegal hareket etmek zorunda bırakıldılar,şimdi Batılı güçlerin antifaşistlere kapattığı ülkelerine girmekiçin dolambaçlı ve gizli yollar aradılar. Kendini hissettiren yeni savaş başlamıştı.Kapitalizm ve sosyalizm birbirlerinin karşısına dikildiğinde kahkahaların,barış şarkılarının sesi henüz kulaklarda çınlıyordu. Bunu izleyengelişmeler, geçmişe dönük bakışta sıkıştırılmış olacaktı, bizim yanılsamalarlave endişelerle dolu parçalanmış günlerimizden geriye sadecehavasızlıktan boğulma, güçsüzlük duygusu kalacaktı. Her şey başka biraçıdan görülecekti. Şu gün bizim çalışmamızın gereği olarak ortaya çıkanbirlik, karşılıklı birbirini anlama, ortak çaba, sonradan bakıldığında birdentersine dönüşerek hareketin yola devamı için önkoşul olarak görünecekti.Cephenin dağılmasından sonra, Almanya'nın ve Avrupa'nın bölünmesiyle,uzun mücadelenin umutla beklediği bir şeylerin gerçekleşmeolanağına ilk defa kavuşulacaktı. Ama, birini yükselten diğerini aşağı itenbölünme onyıllar boyunca yaşamımızı karartacak uğursuzluğun da başlangıcıolacaktı. Gelişme aşağıdan, sınanmış insanların iradelerinden gelerekdeğil, yukarıdan, galip güçlerin merkezlerince belirlenecekti. Siyasi815


geriliğin, derin karanlığın hüküm sürdüğü, toplumda bu yönde bir niyetinolmadığı yerde sosyalizmin kuruluşunu, komünist partilerin belli birgücünün bulunduğu ve halkın antifaşist güçlerin yanında yer aldığı ülkelerdeise toprağın, kâr hırsı güdenlere ve spekülatörlere hazır hale getirilişiniizleyecektik. Nefret ettiğimiz Doğu ve Batı gibi ayırıcı kavramlar bizedayatılacak, biz de bunlara göre kendimizi ayarlamayı, bunlarla yaşamayıöğrenecektik. Seçtiğimiz tarafın yanında her zamankinden daha fazlayer almak durumunda kalacaktık, ve bu bölünmüş dünyanın baskısı altında,inançlarımızın bozulmamasını sağlamak her zamankinden zor gelecekti.Yeni dönemin başlamasıyla bizim ahlaki değerlendirme ve tutumlarımız,çevremizdeki dünyayı belirleyecek olan kusursuz iktidarın sıkıştırmalarıkarşısında tek tek bireyler olarak sürekli sınavlardan geçecektik.Çoktan aştığımızı sandığımız şey bir kere daha bizi dehşete düşürerekkarşımıza çıkacaktı, bizlerin birçoğunu dalgası altına alan kişiliksizlik,tekrar üstünlük kazanarak karşımıza dikilecek ve artık siyasal düşüncelerimizebağlanamayacak bir şehitlik kültünü bizde canlandıracaktı. Amayıkıcılık, Amerika'nın demokratik görüntü altında kendini kabul ettirdiğiyerde güç topluyordu. O sıralar, henüz ileri hareketin dalgasıyla, bazı faşistönderler mahkeme karşısına çıkarılmıştı, barışın onların cezalandırılmasınıgerektirdiği görüntüsü yaratılıyordu. Sanık sandalyesinde sararmışbenizleriyle göründüler. Fonksiyonlarından arınmış halleriyle faraşasüpürülmüş solucanlar gibiydiler. Onlardan onu on beşi asılınca cinayetlericezalandırılmış olmadı. Yapılan vahşet karanlıkta kalmıştı. Havanınpusu, tozu dumanı ve vurdumduymazlık, faşizmin arkasında neyi bıraktığınısormaktan uzak tutuyordu. Batı'daki demokratlar böyle bir sorunungündeme gelmesine bile meydan vermek istememişlerdi. Faşistlereılımlı davranıldı. Müttefik olarak işe yarayacaklardı. Onlar, şimdi Batı'nıngüttüğü hedefin aynısını gütmüştü. Birlikte komünizme karşı mücadeleedeceklerdi şimdi. Arka bahçe, faşizme karşı savaşanlardan temizlenmişti.Yeni efendilerin yolundaki taşlan temizleyenler alay konusu edilmiş,başları koparılmıştı. Batı'nın işçi askerleri henüz Sovyet askerlerinin üzerinegönderilmeyecekti, çünkü onlar da kendileri gibi Avrupa'nın kurtuluşunusağlayan savaşta yerlerini almışlardı. Şimdilik yeni çekilen sınırda,gelecek emri bekleyeceklerdi, ilk ağızda dev patlama yeterliydi. Buarada sarı tenlilerden yüz binlercesinin bir saniye içinde yok olmalarıönemli değildi, savaşı zaten kaybetmiş bulunanların tepesine inen bu felaketledoğudaki kan kaybetmiş deve, eğer aklına boyunu aşıp kendisinetanınan nüfuz bölgeleriyle yetinmeme fikri gelecek olursa neyle karşıkarşıya olduğu bildirilmek istenmişti. Bu yeni ilk patlamayla AmerikaBirleşik Devletleri dünya krallığını kurmuş oldu. Sosyalizm, sermayeninaskeri üstünlüğünün gerisinde kalmamak için sonsuz sıkıntılara katlanacak,çok güç yitirecekti. Uzun süren acıları aşabilmek için barış ortamınaihtiyacı olmasına rağmen çabalarını, aynı akıl almaz patlamaları yaratma-816


ya yöneltmekten kurtulamayacaktı. Paranın egemenliği karşısında emeğingücünün kısırlığı görülecekti. Batı'nın satılmış basını Doğu'daki yoksulluğuplan ekonomisine bağlayacaktı. Paranın ülkeleri hızla büyürkensosyalizm yoksul kalacaktı. Yapay üretim fazlası, spekülatif hareketlilikideolojik çabaların küçümsenmesini getirecekti. Piyasaların sınırsız olanaklarısiyasal inadı insanlıkdışı görmeye yol açacaktı. Bir ajanlar ordusu,her sosyalist gelişmenin altını oyacaktı. Hiçbir yerde sosyalizmin başarılıgörünmesi istenmeyecekti. Sosyalizmin kendini koruyucu önlemine, perdeadı takılacak, arkasında bir rezilliğin yaşandığı ima edilecekti. Ve kısasürede sermaye çevreleri Avrupa'nın bölünmesi sırasında Sovyetler Birliği'nefazla alan terk edilmiş olmasından pişmanlık duyacaktı. Neden, diyesoracaklardı kendilerine, neden savaşın hemen ardından komünizmekarşı sefere girişilmedi. Belki o sırada, daha yeni bitmiş boğazlaşmanınardından yeni bir savaşa güçleri olmadığını düşünmüşlerdi, belki halklarınisteksizliğinden çekinmişlerdi. Başka kıtalara yağma ve çürüme revagörülürken Avrupa'yı demokrasiyle onurlandırma tercihini yaparak herkesiyanlarına çekmeyi, onları gönüllü olarak nihai zafere doğru önlerinekatmayı amaçlamışlardı. İşte biz, başta kararsız, ama giderek daha çok acıverici bu çekişmeyi, korkunç güç kayıplarının, kan gölünün yaşanmasındansonra geriye kalmış son kuvveti de heba eden bu boğuşmayı görecektik,oysa toprak dökülen kanları henüz emmemiş olacaktı ve yangınınkülleriyle örtülü olduğu için de hiçbir zaman ememeyecekti. Göreceklerimiz,çelik fabrikalarının yeniden işleyişi, makinelerin, türbinlerin ve üretimbantlarının çalışmaya başlaması olacaktı, maden ocaklarının nakilbantlarının çarklarını duyacaktık, bir zamanlar o bantlarda çalışanlarınsanayinin, bankaların denetim kurulu üyeliklerine gelişini görecektik, temizyelekleriyle ve ince tavırlarla gülümseyeceklerdi, ve onların aleyhindebir şey söylemeye cesaret edenler düzenin güçlerince susturulacaktı.Görülebilecek tek şey, sorumluluk sahibi bir seçkinler grubunun birlikteçektirdikleri güler yüzlü aile fotoğrafı olacaktı. Kırkbeş Mayısıyla son bulandönemle ilgili bir şeyler anlatmaya çalışacağım zaman her seferindesonrasında yaşananlar aklıma üşüşecekti. Ölümle dolu deneyimlerin üstü,çok zaman geçmeden tekrar işkence, kundaklama ve cinayetlerin yoğunlaştığıbir gelecek zamanın parlak renkleriyle örtülecekti. Sanki geçmiştekiumutlar hep niyetlerin sonradan ortadan kalkmasıyla yerle biredilmek zorundaymış gibi görünecekti gözüme. Ama olayların istediğimizgibi gelişmemesi umudun kendisini değiştirmeyecekti. Umutlar varolmaya devam edecekti. Ütopyanın vazgeçilmezliği görülecekti. Dahasonra da umutlar sayısız kez yeniden canlanacak, üstün düşman tarafındanboğulacak ve tekrar yeniden uyandırılacaktı. Ve umutlar, bizim zamanımızdakindençok daha geniş bir alana, bütün kıtalara yayılacaktı.İçimizde uyanan çelişki, karşı koyma güdüsü çökmeyecekti. Geçmiş nasıldeğiştirilemez ise umutlar da değiştirilemez kalacaktı, ve bir zamanlar,817


izler henüz gençken böylesi umutları beslemiş olanların onurları, bizonları anıp hatıralarını canlandırdıkça yaşatılacaktı. Aslında onlar sesvermemişlerdi, eylemlerini suskunluk içinde yürütmüşlerdi, sadece bazenuykuda çığlık atıp, henüz tam uyanmadan elleriyle hemen ağızlarınıkapatmışlardı, onlar, içinde yaşadığımız o zamanki gerçekliği, ve aynı zamandayazmaya başlayacağım gelecekteki günü değiştirip şekillendirenbu insanlar, kendi isimlerinin bile sahibi olmamışlardı. Şifrelerle, kod adlarıylakendilerini gizlemişlerdi. Onların arasında yaşadığım şeyleri anlatmakistediğimde bu alacakaranlığı koruyacaktım. Onları yazarak tanırhale gelmeye çalışacaktım. Ama tekinsiz bir yanları kalacaktı, beni mahkûmedebileceklerini bildiğim için bazılarından duyduğum korkuyu üzerimdenhiç atamayacaktım. Yazdığımla onları konuşturmayı isteyecektim.Bana söylemedikleri şeyleri yazacaktım. Onlara hiç sormamış olduğumşeyleri soracaktım. Ben onlara, gizli kalmış bu kişilere isimlerini tekrarverecektim. Daha sonraki öğrendiklerimle, onların sonraki eylemlerihakkında edineceğim bilgiyle onlara yaklaşmaya çalışacaktım, ve sonuçlarımdayanılacak olursam, bu onların yanıltıcılığı da içeren mahiyetleriyleilgili olacaktı. Onların fısıltı, mırıltı halindeki monologlarını, kâbuslarınıtahmin edecektim, belki onlar benim yazdıklarımda kendilerini tanıyamayacaklardı,ama ben kendimi, onların silik yüzlerindeki küçük birişaretten onların yaşam çizgilerini okumaya can atmış olan bir zamanlarınben'ini görebilecektim bu yazdıklarımda. İsterse onlar, karşıma tekrarçıktıklarında eskisinden, dehşetin içinde birlikte aynı kaderi paylaştığımızzamandakinden daha yabancı gelsinlerdi bana, ve onlar açıkça konuşmaşansını bulsalardı bile, benim onların sessizliğinden çıkardığımdanfazlasını söyleyemezlerdi. Ama birçoğu ulaşılamaz durumdaydı.Kendimiz de inanamadan felaketten sağ salim çıkıp Mayıs kırkbeşte yaşamımızınyeni bir dilimine başladığımızda onların çoğu ölmüştü. Onlarıandığımda hüzne kapılacaktım. Beni gece gündüz izleyeceklerdi, ve buyeni ve yine vahşet içeren saldırıların hüküm sürmeye başladığı dünyadaher adımımda onların cesaretlerini, dayanma güçlerini nereden aldıklarınısoracaktım kendime, ve tek açıklama olarak aklıma, hâlâ bütün zindanlardahükmünü süren şu kıpırtılı, kayış gibi sert, cüretkâr umut gelecekti.Kendine Stahlmann diyen iller veda ânında gerinerek gülümseyecekti.Hagalund'da, Maja Holm adındaki kadın işçinin yanında saklanarakyakalanmaktan kurtulmuştu. Mücadele arkadaşlarıyla birlikte ülkesinedönmeden önce, benimle bir kez daha görüşme ayarlayacaktı, birliktekenti dolaşacak, kent merkezindeki havuzun mavi sularına kendimizi bırakacak,Continental Oteli'nde kahvaltı edip garsonlara yüklü bahşişlerverecektik, ve benim onda en son göreceğim şey Asyalıyı andıran gözlerinibildik biçimde kırpıştırması olacaktı. Ondan birkaç ay önce Rosner, Komintern'inbu keşişi İsveç'i terk etmişti. Uppland Caddesi'nde, amatörboksörün ve garson kadının mutfağında Rosner'in ayrılışını kutlamıştık,818


masanın etrafında dipdibe oturuyorduk, Stahlmann, Solveig Hansson,Henke, Lager, Söderman aramızdaydı, ve bu kutlama sadece yeraltınınbu en sebatkâr, en üstün karakteri için yapılmıyordu, aynı zamanda illegalitedeçevrilen numaraların başarısı kutlanıyordu. Pettersson taksisininbagajında Rosner'in üstünü bir şeylerle örttüğümde ve bizler onu serbestlimandan alıp Leningrad'a götürecek gemide yaslanması için bastonunuaradan uzattığımızda gözyaşları yanaklarından aşağı aktı. Hodann'ın sonuyıkım olacaktı. Cephenin bölünmesi sırasında iki kamp arasında kalmış,hâlâ fazlasıyla sosyalist ve geçmişindeki Bolşevikliğini ardından sürükleyen,askerler komitesi üyesi, İspanya savaşçısı, daha sonra sosyaldemokratlardan gelen katılma çağrısına uyamayacak, ama Sovyetler'ineski idealleri çarpıtmasından da büyük hayal kırıklığına uğramış, boyutlarınıkimseye göstermemeye çalıştığı hastalıktan çok perişan düşmüş buadam için yeni bir başlangıç olanaksız görünüyor olacaktı. İsveç makamlarınındoktorluğunu çoktan öldürdüğü, yoksunluk içinde yaşayan Hodannailesini geçindirmek için ticari temsilcilik görevini yürüterek, en çokbirkaç yıl daha dayanabilecekti, oradan oraya sürükleyip durduğu numuneçantasının ağırlığı altında tıkanıp tekrar ayağa kalkacaktı, ta ki dokuzyüzkırkaltıAralığında boğulma nöbeti geldiğinde şırıngayı bir kezdaha doldurup ama sonra tekrar kutusuna koyacağı, iki büklüm olup önedoğru düşeceği ve bir ter gölünün içinde ölü bulunacağı noktaya kadar.Daha uzun bir süre Bischoff la buluşmayı bekleyecektim ve onu dinlerkenonu bir azize gibi görmekten kendimi alıkoyamayacaktım, çünkükimse geride bıraktığı yürüyüşünü onun kadar alçakgönüllülük içindeanlatamazdı. Savaşın sona ermesinden birkaç gün önce kocası Fritz'i de,Neuengamme'den tahliye edilen başka mahkûmların arasında LübeckKörfezi'nde İngiliz uçakları tarafından batırılan gemide kaybeden bu kadınyeni inşa edilmiş, gürültülü caddelerde dikkat çekmeden yürüyen,uzun yıllar kaybettiği onca insanın acısını içinde taşımaya mahkûm birgezgin olacaktı. Ve Heilmann ve Coppi'den haber aldığımda elim kâğıdınüzerinde pelteleşecekti. Oradan kalkıp frizlerin, toprağın oğullarının vekızlarının onların mücadeleyle elde ettiklerini her seferinde ellerinden almakisteyen güçlere karşı ayaklandığı Pergamon frizlerinin önüne gidecektim,Coppi'nin anne babasını ve benim anne babamı tozun toprağıniçinde görecektim, fabrikalardan, tersanelerden ve maden ocaklarındandüdük sesleri ve uğultular gelecek, haznelerin çelik kapıları çarpacaktı,hapishane kapıları gümbürtüyle kapanacak, onların çevresini demir ökçeliçizmelerin şakırtıları saracak, makineli tüfeklerin takırtısı yükselecekti,taşlar havada uçuşacaktı, havaya ateş ve kan püskürecekti, sakallı yüzler,muşmula yüzler, alınlarında küçük lambalar olan kara yüzler, parlayandişler, elyaf örgüsü miğferlerin altındaki solgun yüzler, hâlâ çocuksu gençyüzler hücuma kalkacak ve buharm içinde tekrar kaybolacaktı, ve uzunkavgalardan körleşmiş, yukarıya doğru hamle yapanlar da birbirle-819


inin üstüne çökecekler, birbirlerini boğup tepeleyeceklerdi, silahlarınısürükleyen yukarıdakilerin de birbirlerini ezip parçaladığı gibi, ve HeilmannRimbaud'dan dize okumuş olacaktı, ve Coppi manifestoyu zikretmişolacaktı, ve hercümercin içinde bir boşluk belirecekti, aslan pençesiolacaktı orada, herkesin elinin yeteceği yerde, ve onlar aşağıda birbirlerinibırakmadığı sürece, aslan pençesini görmeyeceklerdi, ve o boşluğudoldurmak üzere bildik biri çıkagelmeyecekti, onlar kendileri o tek hamleyi,üzerlerindeki, onları ezen korkunç baskıyı kaldırıp atacak o hareketiçin kollarını hız alarak savuracaklardı.820


Y A P I K R E D İ Y A Y I N L A R I / E D E B İ Y A TSait Faik AbasıyanıkÖmer Asım AksoySemaverTürkçe Bir HayatSarnıçHulki AktunçŞahmerdanBir Çağ YangınıLüzumsuz AdamSon İki EylülBirtakım İnsanlarErotologya? - Bir Türk Erotologya'sınaKayıp AranıyorGiriş İçin DenemelerHavada BulutToplu Öyküler IHavuz BaşıToplu Öyküler IIKumpanyaSabahattin AliMahalle KahvesiDeğirmenSon KuşlaraSırça KöşkAlemdağ'da Var Bir YılanYeni DünyaKarganı BağışlaKağnı, Ses, Esirler (Oyun)Mahkeme KapısıKürk Mantolu MadonnaHikayecinin Kaderiiçimizdeki ŞeytanPeter AckroydMarkopaşa Yazıları ve ÖtekilerChattertonKuyucaklı Yusufİngiliz MüziğiÇakıcı'nın ilk KurşunuDoktor Dee'nin EviBütün RomanlarıGilbert AdairMahkemelerde (haz. Nüket Esen - Nezihe Seyhan)Kapalı KitapÇetin AltanKulenin AnahtarıŞeytanın Gör DediğiYazarın ÖlümüKalem Bahçelerinden Yedi HayatAdonisKadın, Işık ve AteşArap PoetikasıKavak Yelleri ve KasırgalarAdalet AğaoğluŞavkar AltınelYazsonuKvangvamun KavşağıÖlmeye YatmakMetin AltıokBir Düğün GecesiŞiirin ilk AtlasıHayırSelçuk AltunGeçerken"Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir"Toplu Oyunlar I, II, III"Bir Sen Yakınsın Uzakta Kalınca"KarşılaşmalarNurullah AtaçBaşka KarşılaşmalarGünlerin Getirdiği - Sözden Söze"Fikrimin ince Gülü"Karalama Defteri - ArarkenÜç Beş KişiDiyelim - Söz ArasındaRuh ÜşümesiOkuruma Mektuplar - ProsperoGece HayatımGünce (2 cilt)Samet AğaoğluSöyleşilerBütün ÖyküleriDergilerdeSergun AğarYusuf AtılganAşkın iade-i itibarıAylak AdamGülten AkınAnayurt OteliToplu OyunlarCanistanSabahattin Kudret AksalBütün ÖyküleriÖykülerEce AyhanOyunlarMorötesi RequiemDenemeler, KonuşmalarBaşıbozuk GüncelerY A P I K R E D İ Y A Y I N L A R I / E D E B İ Y A T


Y A P I K R E D İ Y A Y I N L A R I / E D E B İ Y A TAynalı DenemelerDipyazılarSivil Denemeler KaraHay Hak! SöyleşilerBir Şiirin Bakır ÇağıHoşça Kal - Ece Ayhan'dan ilhan Berk'e MektuplarIngeborg BachmannOtuz Yaş - Bütün ÖykülerMalina SemihBalcıoğluÖnce Çizdim, Sonra YazdımJames BaldwinBir Başka Ülke TunaBaltacıoğluYeni Adam GünleriSavaş içinde BarışSelçuk BaranGüz GelmedenRoland Barthess/zEnis BaturE/Babil YazılarıBu Kalem MelunBu Kalem BukalemunAciz Çağ - FaltaşlarıSmokinli BerduşKum Saatından HarflerBaşka YollarÜmit BayazoğluSefirden Sefile, 37 PortreTaner BaybarsUzak Ülke: Bir Kıbrıs ÇocukluğuVüs'at 0. BenerDost - YaşamasızBay Muannit Sahtegi'nin NotlarıSiyah - BeyazMızıkalı Yürüyüş-Kara TrenBuzul Çağının VirüsüIhlamur Ağacı-ipin UcuKapanManzumelerYiğit BenerEksik TaşlarKırılma NoktasıWalter BenjaminTek YönBin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin'de Çocuklukİlhan BerkEl Yazılarına Vuruyor GüneşUzun Bir AdamKanatlı AtLogosPoetikaŞifalı Otlar KitabıNiyazi BerkesAsya MektuplarıThomas BernhardOdun KesmekBitik AdamEski UstalarSes TaklitçisiYok Etme - Parçalanma LouisDe BernieresYüzbaşı Corelli'nin MandoliniYahya Kemal BeyatlıEğil Dağlar-istiklâl Harbi YazılarıAziz istanbulYves BonnefoyOlasılık Dışındaki AydınBoysanYüzler ve Yürekleristanbul'un Kuytu KöşeleriNereye Gitti istanbul?Louis BregerFreud -Görüntünün Ortasındaki Karanlık CihatBurakCardonlarYakutilerZenci Kalınız!Sevim BurakFord Mach IYanık SaraylarSahibinin SesiMichel ButorMichel Butor Üstüne DoğaçlamalarDereceler A.S.ByattfÇeşm-i Bülbülün içindeki Cin Halûk CansınUnutmaya KıyamadıklarımJulio Baquero CruzMezbahanın MimarisiItalo CalvinoGörünmez KentlerPalomarMarcovaldo ya da Kentte MevsimlerParis'te Münzevi - Özyaşamöyküsel NotlarY A P I K R E D İ Y A Y I N L A R I / E D E B İ Y A T


Y A P I K R E D İ Y A Y I N L A R I / E D E B İ Y A TAnton ÇehovYeni Bulunmuş HikâyelerEvliya ÇelebiGünümüz Türkçesiyle Evliya ÇelebiSeyahatnamesi: istanbul (2 cilt) Asaf HaletÇelebiBütün YazılarıAyşegül ÇelikKorku ve ArkadaşıBurçak ÇerezcioğluMavi Saçlı KızOsamu DazaiBatan GüneşMor Bir Serserinin Gezi Notlan GillesDeleuze - Felix GuattariKafka - Minör Bir Edebiyat için RosiePinhas-DelpuechBizans SüitiOsman DenizParola Harbiyeli AldanmazOğuz DemiralpOkuma DefteriKutup NoktasıKör OkurMehmet M. DoğanŞiir ve EleştiriTekrarın TekrarıŞiir, BugünAlçak Uçuş AhmetMuhip DıranasYazılar Sezer Duru - OrhanDuru (haz.)O Pera'daki Hayalet İlhanDuruselKarakalem RequiemFerit EdgüDoğu ÖyküleriSeyir SözcükleriKimseAvÇığlıkTüm Ders NotlarıEylülün Gölgesinde Bir Yazdıişte Deniz, Mariailk Öyküler Kaçkınlar/Bozgun / DevamŞimdi Saat KaçPaul EluardGala'ya MektuplarAzad Ziya ErenSakızköy GünceleriTuncer ErdemHayalifenerEbubekir EroğluModern Türk Şiirinin DoğasıWilliam FaulknerAbşalom, Abşalom!Kurtar Halkımı MusaKöySes ve ÖfkeMax FrischStillerBeşir FuadŞiir ve HakikatFüruzanBerlin'in Nar ÇiçeğiGül MevsimidirParasız YatılıBalkan YolcusuGecenin Öteki YüzüKırkyedi'lilerBenim SinemalarımKuşatmaRedife'ye GüzellemeYeni KonuklarEv SahipleriSevda Dolu Bir YazToplu Öyküler AdeleGerasTroya'da AşkSeyit Göktepeİlkyazların AnısıylaAkşit GöktürkÇeviri: Dillerin DiliAdaOkuma UğraşıSözün Ötesi AlainRobbe-GrilletSilgiler EserGürsonEdebiyattan YanaAhmet HâşimFrankfurt SeyahatnamesiBize Göre ve Bir Seyahatin NotlarıHermann HesseNarziss ve GoldmundBoncuk OyunuBozkırkurduY A P I K R E D İ Y A Y I N L A R I / E D E B İ Y A T


Y A P I K R E D İ Y A Y I N L A R I / E D E B İ Y A TGertrudRosshaldeKnulpKlingsor'un Son YazıDoğan HızlanSaklı SuGüncelin ÇağrısıMavi BereliŞiir ÇilingiriDüzyazı AyracıYalnızlık KahvesiEdebiyat Dönencesi SâdıkHidâyetAylak KöpekDiri GömülenVejetaryenliğin YararlarıHacı AgaÜç Damla KanKör BaykuşAlacakaranlıkHidâyetname AbdülhakŞinasi HisarÇamlıca'daki EniştemizFahim Bey ve Bizistanbul ve Pierre LotiAli Nizamî BeyinAlafrangalığı ve ŞeyhliğiKurt HofmannThomas Bernhard'la Konuşmalar ParkHonanShakespeare: Bir Yaşam EminNedret İşli (haz.)Şevket Rado'ya Mektuplar MeldâKaptanaBen Bir Bizans Bahçesinde BüyüdümSeyfi KarabaşDede Korkut'ta RenklerGüneş Karabudaindim Zaman BahçesineZaman Bahçesinden PortrelerZoraki Randevular Parkı ŞadanKaradenizÖlümsüz Adagio'larFındıkfaresiyie Bilgisayar Faresi AnnaKavanBuz HamdiKoçMelekler Erkek OlurÇiçeklerin TanrısıUğur KökdenGeçmişe Açılan PencereDüşlerin GünbatımıUzun Gecenin Tutsakları - Barış DerneğiCezaevi Günlüğü (1982)Kuğular, Kanallar, Salkımsöğütlerİstanbul/Zamana Açılan Kapı JuliaKristevaBizans'ta Cinayet OnatKutlarİshak ClaudeLanzmannShoah D.H.LawrenceLady Chatterley'in SevgilisiJean LeprouxRenee Vivien'den Kerime'ye MektuplarNorman LockGöçmenler - Joseph Cornell'in OperalarıAmin MaaloufÖlümcül KimliklerSemerkantAfrikalı LeoTanios KayasıYüzüncü AdDoğunun LimanlarıUzaktan AşkIşık BahçeleriYolların BaşlangıcıBeatrice'ten Sonra Birinci YüzyılJamal MahjoubRaşid'in DürbünüCinlerle YolculukNasuh MahrukiBir Hayalin Peşinde - Yedi ZirvelerBir Dağcının GüncesiEverest'te ilk TürkAsya Yolları, Himalayalar ve Ötesi GiorgioManganelliDüzyazının ince SesiAlberto ManguelOkumanın TarihiPalmiyelerin Altında StevensonNezihe MeriçKorsan ÇıkmazıYandırmaToplu Öyküler 1Toplu Öyküler 2AlacacerenY A P I K R E D İ Y A Y I N L A R I / E D E B İ Y A T


Y A P I K R E D İ Y A Y I N L A R I / E D E B İ Y A TToplu OyunlarOyunlar-5Cavlanın içinde SessizceKadınların isyanıGustav MeyrinkYalancı TanıkGolemKör Padişahİlhan MimarogiuHer Şeye RağmenNew York Kapı Dışı SanatıKaren MulhallenYazılar-149. Paralelin Ötesinde - Sanat, Edebiyat, Kültür, DilKanadalı Yazarlardan Öyküler Yazılar - 2Robert Musil (1924-1934)Yaşarken Açılan MirasYazılar-3Mustafa Sait Bey (1935)Avrupa Seyahatnamesi (1898) Yazılar - 4Rauf Mutluay (1936)Sebiller Su VermiyorYazılar-5BendeYaşayanlar (1937-1962)Fethi Naci Yazılar - 6Türk Romanında Ölçüt SorunuKonuşmalarEleştiri Günlüğü-I (1980-1986)Gücünü Yitiren Edebiyat Romanlar -1Eleştiri Günlüğü-ll (1986-1990)Kan KonuşmazRoman ve Yaşam-Eleştiri Günlüğü-lll (1991-1992) Romanlar-2"Dünya Bir Gölgeliktir"Yeşil ElmalarReşat Nuri'nin RomancılığıYaşamak HakkıSait Faik'in HikâyeciliğiRomanlar-3Yaşar Kemal'in RomancılığıYaşamak Güzel Şey Be KardeşimNâzım HikmetOyunlar-1Masallar, Hikâyeler-1Ocak BaşındaHikâyelerKafatası Masallar, Hikâyeler - 2Bir Ölü EviÇeviri HikâyelerUnutulan AdamMasallar, Hikâyeler-3Bu Bir RüyadırOrman Cücelerinin SergüzeştiOyunlar-2Sevdalı BulutYolcuSevda MasallarıFerhad ile ŞirinÖbür MasallarSabahatBehçet NecatigilEnayiErtuğrul FaciasıOyunlar - 3Bütün Radyo Oyunları' insanlık Ölmedi Ya Serin MaviAllah Rahatlık Versin Düzyazılar 1 - 2Evler YıkılıncaMektuplarYusuf ile Menofis . Avni Okarivan ivanoviç Var mıydı Yok muydu?Türkiye'de TayyarecilikOyunlar - 4Ahmet OktayistasyonGece DefteriinekAnlatıların AynasıDemokles'in KılıcıHaluk Oral - M. Şeref ÖzsoyTartüf-59Erol Güney'in Ke(n)disiY A P I K R E D İ Y A Y I N L A R I / E D E B İ Y A T


Y A P I K R E D İ Y A Y I N L A R I / E D E B İ Y A TCanip OrhunCranwell Hatıraları - Bir Havacı Teğmenin AnılarıEmin ÖzdemirDilin Öte YakasıTezer ÖzlüEski Bahçe Eski SevgiYaşamın Ucuna YolculukÇocukluğun Soğuk GeceleriKalanlarZaman Dışı YaşamMahir ÖztaşRuh ikizini ArarSoğumaKorku OyunuAy Gözetleme KomitesiBir Arzuyu BeslemekOrhan Pamukistanbul-Hatıralar ve ŞehirGeorges PerecYaşam Kullanma KılavuzuDoğdum -Robert PingetFantoine ile Agapa ArasındaSorgulamaMösyö SongeLiberaJan PotockiHafız'ın YolculuğuMarcel ProustÇiçek Açmış Genç Kızların GölgesindeGuermantes TarafıMahpusSodom ve GomorraSvrann'ların TarafıAlbertine KayıpYakalanan Zaman ŞevketRadoSözün Gelişi Alainûuella - Viİle"gerPierre Loti: Gezegen SeyyahıOliver SacksKarısını Şapka Sanan AdamSesleri GörmekRenkkörleri AdasıUyanışlarTungsten Dayı - Kimyasal Bir Çocukluğun AnılarıJ.D. SalingerFranny ve ZooeyÇavdar Tarlasında ÇocuklarDokuz ÖyküYükseltin Tavan Kirişini Ustalar... AyşeSarısaymÇok Şey Yarım HâlâBruno SchulzTarçın Dükkânları IsaacBashevis SingerToplu ÖykülerMeşuga PhilippeSollersStüdyoSabit Tutku MineSöğütAdalet Cimcoz - Bir Yaşamöyküsü DenemesiBeş Sevim ApartmanıKırmızı ZamanCemal SüreyaŞapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine YazılarGünler"Güvercin Curnatası" Konuşmalar,Soruşturma YanıtlarıOnüç Günün Mektupları99 Yüz FerhanŞensoyFerhAntolojiLevent ŞentürkYerdeğiştirmeler Seçkisi ViktorŞklovskiHayvanat Bahçesi ÜlküTamerYaşamak HatırlamaktırAlleben ÖyküleriSaffet TanmanBatnas Tepeleri'nde ZamanTuran TanyerTaş Mektep ElçinTapanBen Mutlu Bir Down AnnesiyimDevam Eden Hikâyemiz LatifeTekinSevgili Arsız ÖlümUnutma BahçesiSemih TezcanDede Korkut Oğuznameleri Üzerine Notlar AslıTohumcuAbis Meral AtaçTolluoğluBabam Nurullah AtaçKüçük Hanım Meral ikaY A P I K R E D İ Y A Y I N L A R I / E D E B İ Y A T


Y A P I K R E D İ Y A Y I N L A R I / E D E B İ Y A TMahmud Nedim bin TosunAşçıbaşı VedatNedim TörYıllar Böyle Geçti AhmetNedim Servet TörNevhîz'in GünlüğüBedir han ToprakFanfa ibn Tufeyl - IbnSinaHay Bin YakzanBedrettin TuncelSeçme YazılarAyfer TunçAziz Bey HadisesiTaş-Kâğıt-MakasGüven TuranYazıyla YaşamakDüş GünlerÜçlüSüregelenHesabali TuranBir Eğitimcinin ÖyküsüSerdar TurgutŞahsi Bir New York BiyografisiOrçun TürkayPeri MasallarıCahit UçukBir imparatorluk Çökerken... AnılarErkekler Dünyasında Bir Kadın Yazar -Silsilename IYıllar Sadece Sayı-Silsilenamen Faruk UlayBeldeler KitabıTuhaf insanlar Zamanı KemalUluerBaşucumda Hayat - Mutlu Bir Ölümün GüncesiMîna UrganVirginia WoolfD.H. LawrenceBir Dinozorun AnılarıBir Dinozorun Gezileriingiliz Edebiyatı TarihiTomris Uyaripek ve BakırGüzel Yazı DefteriGündökümü I - Bir Uyumsuzun NotlarıGündökümü il - Bir Uyumsuzun NotlanÖdeşmeler ve Şahmeran HikâyesiY A P I K R E D İ Y A YYürekteki BukağıDizboyu PapatyalarGecegezen KızlarYaz Düşleri Düş KışlarıOtuzların KadınıSekizinci GünahArtun UnsalBenim LokantalarımKâmil ile Meryem'e DairFikret ÜrgüpDosdoğru Günlük OrhanVeliŞairin işi - Yazılar, Öyküler, Konuşmalar PeterWeissDirenmenin Estetiği BernWitteWalter Benjamin HüseyinCahit YalçınTanıdıklarımMurat YalçınAşkımumyaHafif Metro Günleriima KılavuzuSadık YalsızuçanlarSırlı TuğlalarHiç DoğanYarıcıGece Kelebekleri - Küçük Küçük HikâyelerYaşar KemalFırat Suyu Kan Akıyor Baksana - Bir Ada Hikayesi 1Karıncanın Su içtiği - Bir Ada Hikayesi 2Tanyeri Horozlan - Bir Ada Hikayesi 3ince Memed 1ince Memed 2ince Memed 3ince Memed 4Ortadirek - Dağın Öte Yüzü 1Yer Demir Gök Bakır - Dağın Öte Yüzü 2Ölmez Otu -Dağın Öte Yüzü 3Demirciler Çarşısı Cinayeti - Akçasazın Ağalan 1Yusufçuk Yusuf - Akçasazın Ağaları 2Yağmurcuk Kuşu - Kimsecik 1Kale Kapısı - Kimsecik 2Kanın Sesi - Kimsecik 3TenekeBinboğalar EfsanesiAğrıdağı EfsanesiHüyükteki Nar AğacıYılanı ÖldürselerI N L A R I / E D E B İ Y A T


Y A P I K R E D İ Y A Y I N L A R I / E D E B İ Y A TDeniz KüstüAl Gözüm Seyreyle SalihKuşlar da GittiFiller SultanıSarı SıcakÜç Anadolu EfsanesiÇakırcalı EfeNuhun Gemisi - Bu Diyar Baştanbaşa 1Yanan Ormanlarda Elli Gün - Bu Diyar Baştanbaşa 2Peri Bacaları - Bu Diyar Baştanbaşa 3Bir Bulut Kaynıyor - Bu Diyar Baştanbaşa 4Allanın AskerleriBaldaki TuzAğacın ÇürüğüUstadır ArıZulmün ArtsınAğıtlarGökyüzü Mavi Kaldı (S. Eyuboğlu ile)Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor-Alain Bosguet ile GörüşmelerAyışığı Kuyumcuları / Albert Vidalie -Çevirenler: Thilda Kemal - Yaşar Kemal MehmetYaşınKozmopoetika - Yazılar, Söyleşiler,Değiniler (1978-2001)Stefanos YerasimosSultan Sofraları-15. ve 16. YüzyıldaOsmanlı Saray Mutfağı ŞiirErkök YılmazAbdullah'ın AblasıEnayi Bir AşkHop Eden Şeyİbrahim YıldırımBıçkın ve Orta Halli - Cinayet, Ülke, CinnetKuşevi'nin EfendisiYaralı KalmakÇetin YiğenoğluHaydar'ı Öldürmek ÖzenYulaTanrı Kimseyi DuymuyorJartiyer Kırbaç ve Baby-DoH'ün ÖtesindekiierArızalı KalplerTahsin YücelAlıntılarİnsanlık Güldürüsünde Yüzler ve BildirilerSalaklık Üstüne DenemeYüz ve SözBinbir Gece Masalları (8 cilt)Y A P I K R E D İ Y A Y I N L A R I / E D E B İ Y A T

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!