Türkiye Bizim Evimiz mi? – 4: Yapmamayı Tercih Etmek

İnsan olarak bizlerin her an yeni ve özel bir şey yapmanın ve bununla başka bir alışkanlık kazanmanın yollarını aramamız, haliyle bu arzuyu içimizde doğuran iktidar yapılanmasının basit ve yok edici nesneleri haline geldiğimizin göstergesidir. Kültürel alışkanlıkların sürekliliği ve değer inşa ediciliği karşısında değişimde süreklilik yaratan eksiksiz seferberlik, bireyin tarihsel anlamda da yabancılaşmasını doğuruyor.

türkiye bizim evimiz mi

Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık romanının kahramanı Mevlüt ile Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanındaki Nuri Efendi bir yönüyle değişime karşı geleneğin temsilcileri olarak benzerler. Her iki figür de sabır ve sebat göstererek zamana karşı kararlı olmaya çalışırlar. Modern olanın verdiği hep daha ötesine dair ihtiras ve kazanma arzusu Nuri Efendi’nin tezgâhı için absürttür. Halit Ayarcı ona Nuri Efendi’yi yeniden kazandırmıştır, fakat o artık eski Nuri Efendi değildir. Çünkü Nuri Efendi’nin sabır ve sebatla işlediği saatler bir insanın kalbine dokunur gibi duygusal bir ilişki ile ayarlanmıştır. Ama Halit Ayarcı için acele etmek zamanın ruhudur. Kaybedilen koca bir ömür vardır. Nuri Efendi, Hayri İrdal’ın ifadesiyle zamanın sahibiydi. Devamlılık ve tevazu, işinin gayesi olarak tevarüs ediyordu. Ayarcı ise modern devlet kurumsallığı ile hareket ediyordu. Kaybedecek zaman ve boşa gidecek bir ekonomik kayıp kurumsallığın iflası olabilirdi. Bundadır ki enstitü kısa zamanda Avrupai bir kitap basmalıydı. 

 

Yukarıdaki ilişki biçimine benzer bir durumu Tanpınar, Abdüsselam Efendi ile Seyit Lütfullah’ın ilişkisinde işler. Abdüsselam Efendi, tevazu ve naifliği ile koca bir konakta ailesini korumaya çalışan geleneksel bir simgedir. Seyit Lütfullah ise büyü ve simya formülleri ile ihtirasla bir şeyler icat etmeye çalışan ama tüm hurafelerini modern kimyanın laboratuvarına sıkıştırmış bir adamdır. Aristidi Efendi’nin onu şarlatan olarak görmesindeki bir neden, belki de ortaya çıkan bu tutarsızlığın sonucuydu. Çünkü o modern kimyaya inanırdı. Abdüsselam Efendi ise kitaba göre henüz tam olarak neye inanacağına karar verememişti. Aslında Batı ile Doğu arasına sıkışmışlığın en belirgin simalarından biri de odur. Hayri İrdal tüm bu hikâyeyi kendi benliğinde ortaya çıkan dönüşümleri anlatmak için ifade eder. Burada biz modernleşmenin yarattığı ‘özgür birey’in henüz ortaya çıkmadığını görürüz. Birey, tüm aile ve toplum bağlarından sıyrılarak kendi dinamizmi içinde kendi kimliğini yaratan özgür kişiliği temsil eder. Oysa Hayri İrdal zaman zaman bu karakterlerin gölgesinde kalmış hatta onları yaşamıştır. 

 

Toplumsal Alışkanlıklar

 

Modern demokratik toplumun özgürlük teoremini oluşturan ana eksen bireyin varlığıdır. Pamuk, Mevlüt’ü tam anlamıyla bir birey olarak inşa etmez. Mevlüt önce babasının evine aittir, sonra akrabalarının sonra eşinin ve daha sonra kızlarının varlığı ile hep ayaktadır. Onlarla tam olarak uyumlu değildir ama mekânın ve bireyin hızlı değişimine karşı geleneği yeniden yaratır. Mevlüt’ün çok kazanmamasına rağmen boza satıcılığı yapması ve Nuri Efendi’nin tezgâhındaki bilinçli yavaşlığı, aslında bir alışkanlık biçimi olarak geleneğin kendini yeniden yaratma arzusunu gösterir. Toplumsal alışkanlıklar, kültürel değerlerin uzun yıllar içinde ortaya çıkardığı somut verilerdir. Değişim ve dönüşüm analizleri çoğu zaman alışkanlıklar üzerinden yapılabilir. Türkiye’de kamusal alanda görünürlük uzun yıllar erkeklerin egemenliğinde olduğundan ve çok görünenin alışkanlık biçimi ‘normal’ olanın ölçüsü kabul edildiğinden değişime dair ‘çürüme’ ve ‘yozlaşma’ eleştirileri kadınların vakit geçirme edinimleri üzerinden değerlendirildi. Bu durum, soruların ve verilen cevapların hep aynı eksen üzerinde kalması sonucunu ortaya çıkardı diyebiliriz. Öte yandan bu durumun erkeklere dair alışkanlık biçimlerinin kadınları ve çocukları tasarladığı sonucuna da bizi götürebilir. Haliyle bu alışkanlık biçimleri aynı zamanda erilliğin mutlak iktidar olarak sürekli yaratıldığı gerçeğini de önümüze getiriyor. Her ne kadar feminizmin örgütlenme olarak son yıllarda daha aktif olduğunu söylesek de kadın figürünün toplumsal alanda var olma biçiminin erkekleşme edimi ile paralel gittiğini iddia edebiliriz. Kültürel ve sosyal alışkanlıkların erkek rolüne bürünerek inşa edilmesi, eğitim alamadığı için ekonomik ve sosyal haklar bakımından mahrum kadınların daha da yok olması sonucunu ortaya çıkarıyor.

 

Toplumsal alışkanlıklar sosyoloji için birer vakadır. Becker için toplumsal vakaları anlamanın bir yolu analojidir.¹ Analoji yoluyla kurulacak akıl yürütme sadece benzeşimler değil farklılıkları da sosyolojinin öğesi kılmaya dinamik etki yapar. Bu noktada Becker, hocası Hughes’dan oldukça etkilenmiştir. Hughes soru sorma biçimi ile vakaları bir araştırma alanına çevirir. Mesela bir grubun diğerine saldırdığı, evlerini yaktığı bir toplumsal gerilim sırasında o: “Bu insanlar nasıl evlerde yaşıyorlar ki evleri başkaları tarafından kolayca yakılıyor?” sorusunu sorarak meseleye bambaşka bir ufuk katmıştır. Becker bir fenomen hakkında soru sormayla başlayan analoji yoluyla akıl yürütme eylemini olayların derinliğine inmenin bir yolu olarak ifade eder. Ona göre bir düzen içinde fark ettiğiniz bir olgu, daha iyi bildiğiniz bir düzenden başka bir şeye benziyordur. Böylece bir yönden benzeyen iki şeyin başka yönlerden de benzer olabileceği varsayılır. 

 

Becker’a göre geleneksel analiz girdileri ve çıktıları verirken sürece etki eden mekanizmanın parçaları inatla saklı kalır. Örneğin Amerika’da genç siyah erkekler bağımlılık yapan maddelerin kullanımı noktasında oldukça fazlalar. Bu veri genel bir kabul yaratır ve sosyologlar neden siyah erkeklerin uyuşturucu kullandığını anlamak ister. Ekonomik ve sosyal konular analizin merkezine oturur. Becker ise iki zıt verinin kıyası üzerinden bir iddia üretir. Genç siyah erkekler ile orta sınıfta yaşlı beyaz kadınları karşılaştırmalı çalışır. Bu kadınların menopoz döneminde yaşadıkları fiziksel ve psikolojik deneyimleri aşmak için afyon tentürü ve benzeri ilaçları öğrenip temin etmeye çalıştıklarını gözlemler. İlaçlar yasaklanmaya başladığında kullanıcılar bunları alt sınıfların yaşadığı mahallelerden temin etmeye başlıyorlardı. Bu sayede uyuşturucu maddeler başka nedenlerle alt sınıftan genç siyah erkeklerin eline geçiyordu. Böylece Becker tarihsel olayların her birinin tarihsel anlamda olumsal, zaman ve uzamda birleşen çok sayıda olay ve koşul bir araya geldiğinde ortaya çıktığını söyler. Vakaları anlamak için değişen alışkanlık biçimlerini mekândan, zamandan ve insan profilinin farklı kültürel etkilenimlerinden bağımsız analiz etmek mümkün olamaz. 

 

Becker’ın karşılaştırma ve soruları başka bir biçimde sorma zekâsı bize günlük yaşamı anlama ve yorumlama imkânı verir. Buradan hareketle sosyal, siyasal ve ekonomik süreçleri analiz ederken değişimin mutlak bir itki olarak idealize edilmesi problemini de konuşmamız gerekir. Tüketim toplumunda değişimin hızına yetişebilmek mümkün değil. Ama bizzat değişimin kendisinin bir erdem olarak pazarlanması sorunuyla da karşı karşıyayız. Değişmeyip sabit kalanın âtıl kalarak yok olacağında dair üretilen sosyal ve ekonomik kaygılar oldukça yaygın. Agamben’e göre potansiyelleri sürekli olarak aktüel hale getirmeyi tetikleyen yeni bir iktidar hali mevcut. Üstelik bu iktidar bunu baskı veya zorlama ile değil arzuyu insanın içinde aktif hale getirerek yapar. Birey hiçbir alışkanlığı kendi içinde bir kültür haline getirecek kadar içinde yaşatmaz. Sürekli olarak yeni yaratımlar ile alışkanlıklarını değiştirme ve aslında kendi biricikliğini üretme kaygısı üretilmiştir. 

 

Biricik olma arzusu, Tanrısal bir benlik ihtiyacını ortaya çıkarır. Bu biricik olma ve sürekli kendi içinde yeni aktüeller yaratma arzusu, bireyin herhangi bir meselede anlayacak kadar üzerinde durma veya kültürel alışkanlık oluşturma çabasını yok eder. Böylece toplum sürekli kendini yenilemeye odaklı, herhangi bir kültürel süreçle alışkanlık haline gelebilecek kadar süreç yaşamamış, günün sonunda heybesinde sosyal veya siyasal ufku olmayan bireyler doğurur. 

 

“Eksiksiz Seferberlik”

 

Bireydeki bu değişimde süreklilik arzusu, mekânları ve kurumları da benzer süreçlere sürüklüyor. Sadece kendine özgü sunum yapmak isteyen restoranlar, daha ilginç malzemelerle müşterilerini tutmaya çalışan kafeler, inşaat firmaları vs. şehirlerin kendi kültürel dokularından koparak katı ve yok edici bir dönüşüme girmesi, kültürel mekânların da kısa sürede hem anlam hem de yapı değişimine uğramasına neden oluyor. Gorz’un bize aktardığı ‘eksiksiz seferberlik’ tanımlaması, insanların tüm potansiyellerini aktüel hale getirme çabasını anlatıyor.² Bu aynı zamanda yeni ve biricik olmanın fetişist bir arzu olarak yaratımını da çağrıştırmalı. İnsan olarak bizlerin her an yeni ve özel bir şey yapmanın ve bununla başka bir alışkanlık kazanmanın yollarını aramamız, haliyle bu arzuyu içimizde doğuran iktidar yapılanmasının basit ve yok edici nesneleri haline geldiğimizin göstergesidir. Kültürel alışkanlıkların sürekliliği ve değer inşa ediciliği karşısında değişimde süreklilik yaratan eksiksiz seferberlik, bireyin tarihsel anlamda da yabancılaşmasını doğuruyor. Kendi değer algoritmasının dışında kalan birey için artık değer üreten bir toplumsal hafızanın alanı mümkün görünmemekte. Haliyle bu akışkanlığın kalıcı kültürel öğeler yaratabilmesi veya tarihsel bir özne olarak toplumsal hafızayı dinamik hale getirmesi mümkün olmuyor. Diğer taraftan bireyin sürekli kendini alışkanlık yaratma sürecinin öznesi haline getirmesi, aynı zamanda bir tüketim nesnesi olarak varlığını pazarlaması zorunluluğunu da ortaya çıkarıyor. Sosyal medya araçları ile sürekli kendini pazarlamaya tabi tutması, bedenin ve ruhun nesneleşmesiyle hem iradenin özne olma yetisini kaybettiriyor hem de tüm kültürel bağlar koparak birey sonsuz yalnızlaşma evrenine hapsediliyor. 

 

“Daha İyiye” İmkân Tanımak

 

Sürekli değişmeye ve benliğinde yeni özellikler keşfetme arzusuna karşın boza satıcısı Mevlüt ve Nuri Efendi, Kâtip Bartleby’nin “yapmamayı tercih etme”sinin birer örneğidir.³ “Yapmamayı tercih etmek”, Agamben’in bahsettiği yeni iktidar alanlarına karşı kültürel bir direnme alanıdır. Öznelerin tüm potansiyellerini edimselleştirerek “mükemmel” bir varlığa dönüşmelerinin bir sonucu, kaçınılmaz olarak tüm yetenek ve edimleriyle popüler kültür tarafından belirlenen standardize olmuş bireyler üretmektir. Dolayısıyla sanat vb. yaratıcı faaliyetler böyle bir dünyada kendine alan bulamaz. Öznenin potansiyellerini edimselleştirmeye koşullanması, daha iyisini yapma olanağını da ortadan kaldıracağından bir nevi kendine ihanet olacak ve mümkün olabilecek daha iyi ortaya çıkmayacaktır. Bartleby’nin yapmamayı tercih etmesi, mevcut bütün potansiyellerin hızla aktüel hale getirilerek kapanmamasını, tersine bir açıklık bırakılarak daha iyinin gerçekleşmesi imkânını sağladığı için potansiyelin çetin deneyimini olanaklı hale getirir. Bu deneyim yapamamayla sonuçlanabileceği gibi çok daha iyisini yapmayla da sonuçlanabilir. Dolayısıyla kişi kendi hayatının tekilliğini koruduğu bir zemindedir hâlâ. Oysa Agamben’in ifade ettiği gibi kişinin kendi güçsüzlüğünden koparılıp bütün yetilerini gerçekleştirmek zorunda olduğu zemin, iktidarın en sinsi ve yoksullaştırıcı olanıdır. İktidarın hegemonyayı terk etmesiyle özgürlük ortamı oluşmamış, tersine bir şekilde rıza dahilinde gönüllü kölelik yeniden üretilmiştir. Bu bağlamda Kâtip Bartleby “yapmamayı tercih ederek” otantik varoluşun imkânlarını soruşturmaktadır.

 

__

¹Becker S. H. (2017). Peki ya Mozart Peki ya Cinayet, Vakalar Üzerine Akıl Yürütmek. Çev. Özlem A. Türker & Ebru Arıcan. Heretik Yayıncılık.

²Gorz, A. (2011). Maddesiz; Bilgi, Değer ve Sermaye. Çev. Işık Ergüden. Metis Yayınları.

³Melville, H. (2010). Kâtip Bartleby. Çev. Kaya Genç. Helikopter Yayınevi.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.