♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

The Poison Rose : Çemberi Kırmak

Çarşamba, Temmuz 31, 2019
1940’ların başından 1950’lerin sonuna dek hüküm süren “film noir” tüm başyapıtlarını da o yıllar içinde vermişti. Halen eskimeyen bu kara filmler, sinemanın gelişimi içinde pek uğranmayan duraklardan biri konumunda. Zaman zaman önemli isimlerin denemelerine ve çeşitli selam çakmalara rağmen yeni örnekler pek gelmiyor. Gelse bile hiç tatmin edici olmuyor. Ne de olsa döneminden güç alan bir tür söz konusu ve yaşadığımız çağda pek yeri yok. Kültürel paranoya olarak adlandırılan türün güncellenerek sürdüğünü savunanlar da yok değil. Bu düşünceye göre türün güncel iyi örneklerini doksanların ikinci yarısında izlemiştik. Bu girizgahı çekici bulanlar ve türü özleyenler için 2019 yapımı bir kara filmden bahsetmenin tam zamanı. Amerika/İtalya ortak yapımı “The Poison Rose” türün tüm gereklerini yerine getiriyor.

The Poison Rose, imdb künyesiyle jeneriğin uyumsuz olduğu filmlerden. Imdb’ye göre Francesco Cinquemani, Luca Giliberto ve Richard Salvatore üçlüsünün ortaklaşa yazdığı senaryoyu Cinquemani ve George Gallo peliküle aktarmış görünüyor. Bu kafa karışıklığı yerine biz jenerik üzerinden ilerleyerek değerlendirelim. Senaryoyu yazan isim Richard Salvatore iken yönetmen koltuğuna George Gallo oturmuş. Prodüktör olarak bildiğimiz Salvatore ilk senaryosunda. Gallo ise seksenlerin ikinci yarısından itibaren aranan senaristlerden biri. 1988 yapımı klasik “Midnight Run” ile adını duyuran Gallo, doksanların ikinci yarısına da “Bad Boys” ile damga vurmuş bir isim. Yönetmenliğe ilk adımı da çok geçmeden atmış ve 1991’de “29th Street” ile yılın en iyi filmlerinden biri çıkmış ortaya. Üç yıl sonra yazıp yönettiği “Trapped in Paradise” ile aksiyon ve komediyi harmanlayan Gallo, yedi yıl sonra setlere “Double Take” ile dönse de kimselere yaranamamış. 2006’da drama yönelerek “Local Color” ile başyapıtını üretmiş ama huylu huyundan vazgeçmez misali yeniden aksiyon/suç/komedi kırmalarına dönüş yapmış. 2008 yapımı “My Mom's New Boyfriend” ile onu hatırlayan daha çoktur muhtemelen. Bir yıl sonra “Middle Men” daha çok ses getirmiş ve beğenilmişti. Sonrasıysa kayıp yıllar ve düşüş… 2012’de çektiği “Columbus Circle” ve 2018’de çektiği “Bigger”ı hatırlayan yoktur sanırım. 1956 doğumlu Gallo, üretmeye devam ediyor ve şimdiden ajandasında üç film daha var. Filmografisine bakıldığında kara film için biçilmiş kaftan sonuç olarak. Oyuncu kadrosu da gayet ilgi çekici… John Travolta, Brendan Fraser, Famke Janssen, Morgan Freeman, Peter Stormare, Robert Patrick ve Kat Graham başı çeken oyuncularken Travolta’nın 2000 doğumlu kızı Ella Bleu Travolta da filmin ekstra bonuslarından.

“The Poison Rose”, kara filmin tüm temel özelliklerini yerine getiren filmlerden. Hatta açılış sahnesinde türün başyapıtlarından “Malta Şahin”ine selam çakıyor. 70’li yıllardayız. Anlatıcımız özel dedektif Carson Philips, birilerinden kaçıyor. Bu gece kaçışının ardından bürosuna gittiğinde bir kadından gelen iş teklifini kabul ediyor. Sigara, içki ve kumara düşkünüm diyen Carson, güzel kadınlara zaafı olduğunu belirterek soluğu doğu büyüdüğü kasabada alıyor. Galveston, Teksas’a gittiğinde bir yandan kayıp zengin kadını ararken yolu mafya babası, tuhaf bir doktor, seksi şarkıcı, eski sevgilisi ve kızıyla kesişince olaylar gelişiyor. Kendini bir anda içinde bulduğu çemberi kırmak üzere harekete geçiyor.

Şahane müziklerle süslenen The Poison Rose, ilk yarım saatte izleyicisini kendisine bağlarken attığı düğümü de sürekli canlı tutuyor. Gallo’nun başarılı yönetimiyle tempoyu hiç düşürmeden, sıkmadan, boğmadan finaline yürüyor. İyi formüle edilmiş senaryonun çok özel bir yanı olmasa da beklentileri karşılıyor. Yarattığı soru işaretlerini makul şekilde cevaplıyor. Karakterlerin de türün iyi filmlerinden mixlendiğini belirtmeli. Çok özel bir yanı yok. beklenmedik bir şey yok. Türe herhangi bir katkısı ya da yeniliği yok. Hatta yaratıcı bir yanı da yok ama yaptığı bir yanlış da yok. Bu sebeple sıkılmadan izlenen bir film zaten… Eksikleri yok değil elbette. Yetmişlerde geçtiği belirtilse de öyle bir hava yok. Hiç tarih verilmese günümüzde geçtiğini de düşünebilirdik. Aydınlık/karanlık kontrastı ve ışıklandırma konusunda daha modern tercihler söz konusu. Daha ışıl ışıl bir paleti tercih etmiş Gallo. Femme fatale barındırmaması da önemli eksiklerden.

“Film Noir” denince akla ne geliyorsa hepsini uygulayan bir film var karşımızda. 24 Mayıs’ta ülkesinde vizyona giren film üçüncü sınıf ülkeler dışında şans bulamayınca 1 Temmuz itibariyle ev sinemasına sunulmuş. Yarattığı komployu akıcı bir şekilde çözen The Poison Rose, 98 dakikalık keyifli bir eğlencelik. Kara film sevenlerin ıskalamaması gerekenlerden. İzlerken çok büyük beklentilere kapılmamaları şartıyla tabii…


A Dark Place : Masumiyetin Gezintisi

Salı, Temmuz 30, 2019
Sıradan küçük kasabalar sakin görünse de eşelendiği zaman çok sırlar barındırır. Ne kadar durgun görünse de görmezden gelinen, konuşulmayan olaylarla doludur. Her şeyin bir sınırı vardır elbette. Tüm sırların açığa çıkması için her şeyi göze alan cesur biri gerekir. Ortaya çıkanlarla baş etmenin ne kadar zor olduğu da görülecektir… 2018 yapımı İngiliz işi “A Dark Place” sırları açığa çıkaranlardan…

Ülkesinde ve festivallerde “Steel Country” adıyla boy gösteren film Amerika’da gösterim şansı bulunca “A Dark Place” adını almış. Daha çok ikinci isimle bilinmekte. Brendan Higgins’in kotardığı senaryoyu peliküle aktaran isim Simon Fellows olmuş. Higgins ilk senaryosunda, Fellows ise dört yıllık aradan sonra yeniden koltukta… 2004 yılında korku gerilim “Blessed” ile ilk uzun metrajını çeken Fellows yaptığı vasat başlangıçtan sonra aksiyona yönelmiş. Üç yıla üç aksiyon filmi sığdırmış. 2005’de Wesley Snipes’lı “7 Seconds” ve 2006’da Jean-Claude Van Damme’lı “Second in Command”ı video pazarına çeken Fellows, 2007’de yine Van Damme’lı “Until Death” ile bu kez gişeye çıkmış. İki yıl sonra ise filmografisinin zirvesini “Malice in Wonderland” ile görmüş. Sonrası sessizlik… Beş yıllık sessizliğini “God the Father” dokümanteriyle bozan Fellows’un dört yıl sonra yeniden kurguya yönelmesi de “A Dark Place” ile olmuş. “The King’s Speech”in yapımcılarından ibaresiyle dikkat çeken filmin oyuncu kadrosu da Andrew Scott’u öne çıkarıyor. “Sherlock”ta Moriarty’i canlandıran oyuncu, “Pride” ve “Fleabag” ile de dikkat çekmiş bir isim. Scott filmi sırtlarken Catherine Dyer, Denise Gough, J.D. Evermore, Bronagh Waugh ve Sandra Ellis Lafferty de ona eşlik edenlerden başı çeken isimler.

“A Dark Place” bir yüzleşme filmi… Pennsylvania’nın batısındaki durgun bir kasabadayız. Çöpçü Donald ile tanışıyoruz. Tekerlekli sandalyeye mahkum hasta annesiyle yaşayan tüm kasabanın özürlü diye hor gördüğü bir adam. Tek gecelik bir ilişkiden olan kızından başka bir hayatı yok. Kasabada herkesin tanıdığı ama bağ kurmadığı, arkadaşsız yalnız bir adam… Kızının annesiyle çift olmak ve evlenmek hayallerini kurabilecek kadar gerçeğin uzağında bir adam. Küçük bir çocuk cesedinin bulunmasıyla dünyası değişen Donald, önce bu ölüme üzülür. “Beni her gördüğünde el sallıyordu” dediği çocuğun evinde alır soluğu. Herkes boğularak öldü derken, “ne işi vardı” orada diye soran odur. Çocuğun annesinin “gezintiye çıkmazdı” cevabını ciddiye alan da bir tek odur. Olayı çözmeyi kendine görev edinen Donald, bir dedektif gibi çalışarak araştırmaya girişir ve olaylar gelişir…

İkircikli bir konuyu işleyen “A Dark Place”, iyi açılışının ardından Donald’ı da çabucak tanıtıyor. Fellows’un kontrolü elinde tutmasıyla dakikalar ilerledikçe seyircisini diken üzerinde tutan bir filme dönüşüyor. Marcel Zyskind’in görüntü yönetmenliği ve John Hardy Music’in müzikleriyle kurulan atmosferin içine hapsolmak mümkün. Bir çocuğun ölmesi zaten üzücüyken, acaba cinayet mi sorusu daha üzücü… En yürek burkan ve karşılaşılmak istenmeyen ise cinayet olduğu ortaya çıkarsa sebebi. Zira sebebin hiç yüzleşmek istemediğimiz yere gitmesi mümkün. Görmek, duymak istemediğimiz olasılıkların üst üste gelmesiyle boğulmak mümkün. Andrew Scott’un performansı tüm bu soruları ve kuşkuyu barındırınca izlemekten başka çare yok. Fellows’un başarılı yönetmenliği sonucunda seyircisini sürekli diken üzerinde tutuyor “A Dark Place”. Bir an önce doğal yollardan ölüm cevabını bekliyor. Diğer cevapla yüzleşmek zor, yürek burkuyor… Tüm bunları da 89 dakikaya sığdırıyor.

Üç festivalde gösterim yaptıktan sonra ülkesinde ve Amerika’da gişe gören film, seyirciden olumlu not alarak akılda kalmış. Bizde gösterime girmeyen ama internet üzerinde seyirci ile buluşan iyi yazılmış, iyi yönetilmiş, iyi oynanmış bir film A Dark Place. Çağın en büyük sorunlarından birine işaret ederken saat gibi işleyen senaryosuyla akıp gidiyor. Geriye masumiyetin artık çağımızda genel geçer akçe olmadığı kalıyor. Böyle giderse çıktığı gezintiden hiç dönmeyecek…

Say Yayınları’ndan Temmuz Yenileri

Salı, Temmuz 30, 2019
Say Yayınları temmuz ayını dört kitapla karşılıyor. Oxford Üniversitesi tarih profesörü Charles Oman’ın en iyi Bizans tarihi kitaplarından biri olarak gösterilen “Bizans İmparatorluğu Tarihi” tarih dizisinin, Voltaire’in başyapıtı “Candide Yahut İyimserlik” ölümsüz eserler dizisinin, Brian Fagan’ın anatomik olarak ilk modern insanlarını, Avrupa’nın ilk sakinlerini anlattığı “Cro – Magnon” popüler bilim dizisinin ve Brian Boone imzalı “Etik 101” de herkes için 101 dizisinin yeni kitapları olarak raflarda… İlgi çekici görünen “Bizans İmparatorluğu Tarihi” ve “Cro – Magnon” öneriyor, gördüğünüz yerde kurcalayın diyoruz…


Bizans İmparatorluğu Tarihi // Charles William Chadwick Oman
Bizans’ın tarihi, Megaralı Yunanların MÖ 7. yüzyılda Bosforos, yani İstanbul Boğazı’nın güney girişinde Byzantion adını verdikleri bir kent kurmasıyla başlar. Yunan dünyasında ticari ve stratejik bir merkez haline gelen kent, Roma döneminde imparatorluğun Doğu kısmının idari merkezi olur. Daha sonra imparator Konstantin başkenti Roma’dan buraya taşır ve kente Konstantinopolis adı verilir. Batı Roma’nın yıkılışından sonra Doğu Roma İmparatorluğu’nu bir süre daha Romalı hanedanlar yönetir. MS 9. yüzyılda yönetim bir Yunan hanedana geçer. İşte tarihçiler bu noktadan itibaren Bizans İmparatorluğu’ndan söz etmeye başlarlar. Bizans, yüzyıllarca hem hırslı generallerin isyanlarıyla içeriden hem de Gotlar, Persler, Avarlar, Slavlar, Franklar ve Araplar gibi kavimlerin yoğun saldırılarıyla dışarıdan yıpratılır ve en sonunda 1453 yılında Konstantinopolis’in Türklerin eline geçmesiyle tarihten silinir. 

Oxford Üniversitesi tarih profesörü Charles Oman’ın sayısız kaynak tarayarak büyük titizlikle hazırladığı Bizans İmparatorluğu Tarihi en iyi Bizans Tarihi kitaplarından biridir. Sürükleyici bir romandan farksız. Elinizden bırakamayacaksınız.
Özgün Adı: The Byzantine Empire, Çeviren: Ekin Duru, Tarih, 280 Sayfa, 25 TL 


Candide Yahut İyimserlik // Voltaire
Yayımlandığı 1759 yılından itibaren edebiyat dünyasının en iyi hicivlerinden biri olarak gösterilen Candide Yahut İyimserlik, Voltaire’e yalnızca ün kazandırmakla kalmamış, aynı zamanda felsefeyle edebi yazının nasıl bir arada bulunabileceğinin ilk örneklerinden biri olmuştur.

Filozof Pangloss’un “Bu dünyada her şey en iyi halindedir,” düsturunun doğruluğundan emin olmak isteyen Candide’in âşık olduğu Cunégonde’u bulmak için Vestfalya’da başlayan yolculuğu Güney Amerika’da, sonra tekrar Avrupa’da devam eder ve İstanbul’da son bulur. Bu masalsı yolculuk üzerinden acımasızca romantizm, bilim, felsefe ve din eleştirileri yapan Candide, bugün hâlâ Voltaire’in başyapıtı sayılmaktadır.
Özgün Adı: Candide ou l'Optimisme, Çeviren: Gülşah Ünal, Ölümsüz Eserler, 144 Sayfa, 15 TL


Cro – Magnon // Brian Fagan
Karla kaplı bir dünyada keskin zekâları sayesinde hayatta kaldılar. Boylarından büyük hayvanları avladılar, bazen de onlara yem oldular. Meşalelerin titrek ışığı altında mağara duvarlarına bizon, geyik, mamut resimleri çizdiler. Bu resimler bugün bile hayranlık uyandırıyor. Yonttukları heykelciklere şaşkınlıkla bakıyoruz. Yaptıkları alet ve silahların arkasında yatan teknolojik akıl bizi etkiliyor. Arkeologlar onlara Cro-Magnon diyor. Onlar yaklaşık 40.000 yıl önce Avrupa’nın çeşitli yerlerinde yaşamaya başlayan, anatomik olarak ilk modern insanlar, Avrupa’nın ilk sakinleri. Yırtıcılarla, rakip bir tür olan Neandertallerle ve çok sert iklim koşullarıyla girdikleri mücadeleden galip çıktılar.

Brian Fagan bu ilk Avrupa kültürünün Afrika’dan neler getirdiğini, Avrupa’da hangi gelişmeleri kaydettiklerini ve içinde yaşadıkları Buzul Çağı ikliminin bu kültürün gelişimi üzerindeki etkilerini yalın bir dille açıklıyor.
Özgün Adı: Cro – Magnon, Çeviren: Nurdan Soysal, Popüler Bilim, 376 Sayfa, 35 TL


Etik 101 // Brian Boone
Etiğe dair kişisel ve kültürel kodlarımız sadece doğrular ve yanlışlar hakkındaki görüşlerimizi etkilemekle kalmaz, aynı zamanda kim olduğumuzu ve verdiğimiz kararları da büyük ölçüde belirler. Buna rağmen etik, çoğunlukla felsefe kitaplarında alt başlık olarak ve böylesine kapsamlı bir alanın sığdırılamayacağı kadar kısa bölümlerle ele alınır. 

Etik 101 ise bu kapsamlı alanın hakkını verircesine antic Yunan’dan modern zamanlara, hazcılıktan altruizme ve Epikuros’tan Nietzsche’ye kadar etiği tüm yönleriyle ele alıyor. İnsanlığın bütün ahlaki ilkeleri ve etik yolculuğuyla ilgili her sorunun cevabı Etik 101’de.
Özgün Adı: Ethics 101, Çeviren: Selin Aktuyun, Herkes İçin 101 Dizisi, 232 sayfa, 25 TL





Milenko Yergoviç’ten Savaşın Yarattığı Travmalara Dair Öyküler : Saraybosna Marlborosu

Salı, Temmuz 30, 2019
Saraybosna'yı ve savaşı anlatan kitaplar arasında Saraybosna Marlborosu şüphesiz ki apayrı bir yer tutuyor. Aynı zamanda şair olan Yergoviç, savaş en acı şekilde devam ederken Saraybosna'da kalmayı tercih eden Bosnalı bir Hırvat. Kentteki Boşnakların, Hırvatların ve Sırpların kaderini duygu sömürüsünden uzak fakat insani bir üslupla ele alan öyküler, savaşın yarattığı travmalar ve her şeye rağmen devam eden neşeli anlar ile okurun zihnine kazınıyor. World Literature Today (1989-2014) tarafından dünyaya ilham veren 25 kitaptan biri olarak takdir edilen bu muhteşem öykü seçkisi, ünlü Türkolog Prof. Dr. Ekrem Çauşeviç'in sunuşuyla Özge Deniz tarafından Hırvatça aslından Türkçeye çevrildi.

"Her iyi savaş kitabı gibi, Saraybosna Marlborosu da savaş hakkında değil, hayat hakkında bir eser. Yergoviç, olağanüstü bir yeteneğe sahip. Öyle ki, kuşatma altındaki insanlar dokunaklı bir olgunlukla karşımıza çıkıyor. Ve bir şey daha: Elinizdeki bu kitap, günümüzde oldukça yaygın olan duygu sömürüsü edebiyatına ait değildir. Saraybosna Marlborosu, hayatın kıymetini bilenlerin kitabıdır." - Aleksandar Hemon

"Kuşaklar arası bir destan niteliğinde olan bu eser, tarihin sıradan insanlara nüfuz ettiği bir Balkan yolculuğunun küçük dünyasını anlatıyor." - New Yorker 

"Şairane ve dokunaklı... Bosna hakkında yazılmış birçok kitap içinde bu öykü seçkisi belki de en iyisi." - Slavenka Drakuliç

"Yergoviç, olağanüstü bir hikâye anlatıcısı." Karl-Markus Gauß, Die Zeit 

"Yergoviç'in öyküleri, söylenmemiş sözcüklerin muazzam gücünden ortaya çıkıyor." - Scotland on Sunday

"Görkemli bir yazar." - Der Spiegel

Milenko Yergoviç (d. Saraybosna, 1966) Bosnalı Hırvat yazar ve gazeteci. İlk makalesi 1983'te yayımlanan Yergoviç'in ilk şiir kitabı Varşova Rasathanesi (Opservatorija Varšava) ise 1988 yılında yayımlanmıştır. Yazarın, başta Saraybosna Marlborosu (Sarajevski Marlboro), Mama Lone ve İnşallah Madonna İnşallah olmak üzere pek çok öykü kitabı, başta Ceviz Ev (Dvori od oraha) ve Ruta Tannenbaum olmak üzere birçok romanı da bulunmaktadır. Milenko Yergoviç, çağdaş Balkan edebiyatına yaptığı katkılardan ötürü 2017 yılında Prozart Ödülünü ve 2018 yılında Almanya'da Georg Dehio Kitap Ödülü'nü (Georg Dehio-Buchpreis) kazanmıştır. Şu anda Zagreb yakınlarındaki bir kasabada yaşayan yazarın eserleri yirmiden fazla dile çevrilmiştir.

Saraybosna Marlborosu Milenko Yergoviç
Çevirmen: Özge Deniz
Kutu Yayınları, Edebiyat Dizisi, Ağustos 2019
Sayfa Sayısı: 192
Etiket Fiyatı: 25 TL

Muse : Sevgi Sadece Bir Çılgınlıktır

Pazartesi, Temmuz 29, 2019
Sevdiklerimizin kaybı bizi büyük bir kedere sürükler. Olayı unutmak, hayata devam edebilmek, huzur bulmak mümkün değildir bir süre. Dostlar, arkadaşlar yanında da olsa, çabalasa da fayda etmez. Acı geçer, her şey yoluna girer dense de bir şey değişmez. Her sabah o acıya uyanmak, her uyandığında onun olmadığını yeniden görmek acı verir. Kabullenene dek sürecek uzun bir acı sürecidir yaşanan… 2019 yapımı küçük bir İngiliz bağımsızı “Muse” işte bu sürece odaklanıyor. Söyleyecek çok sözü olmadan kendisine ortak arıyor.

Çok kişisel bir ağıt olan “Muse”un yaratıcısı Richard John Taylor. Senaryoyu yazmak ve yönetmekle kalmamış, görüntü yönetmenliğini ve editörlüğünü de üstlenmiş filmin. Bir acı kaybın ardından yaşananlara kendince ağıt yakmış. O yüzden bilinen isimlerle donatılmış bir film değil. Daha çok keşifçisini memnun edecek bir film Muse. Olabildiğince minimal bir yaklaşımı benimsemiş Taylor. Sinemaya 2011 yılında yazıp yönettiği dökümanter “I Want to Talk About It” ile adım atan Taylor, bir yıl sonra iki filmle birden çıkmış izleyicinin karşısına. Otobiyografik izler de taşıyan ilk kurgusu “Fifteen” ile iyi iş çıkarırken, suç dramı “Acceptance” ile kötü iş çıkarmış. 2013 yılında 50 dakikalık romantik filmi “The Factory” ile vasat iş çıkardıktan sonra kısa filmlere gömülmüş. Festivallerde gösterim fırsatı bulsa da çok beğenilmemiş dört kısa filmin ardından verdiği arayı 2018’de gerçek yaşam öyküsünden uyarladığı aksiyon “The Krays: Dead Man Walking” ile kapatmışsa da en kötü filmine imza atmış. Dokuz filmlik filmografisinde dişe dokunur filmi olmayan bir yönetmen Taylor. Dördüncü uzun metrajı “Muse” ile bambaşka bir sayfa açıyor bu kez. Daha kapalı, daha karanlık, daha melankolik bir film yaratmak üzere sıvamış kolları. Altı oyuncudan oluşan bir kadro kurmuş. Jeffrey Charles Richards’ın solosuna eşlik edenler Emily Price, Nicholas Ball, Kitty Lucas, Kev Orkian ve Lowri Watts-Joyce. Elbette kadroda kimseyi tanımıyoruz.

Dünyaca ünlü yazar Harry Newman ile tanışıyoruz. 22 korku gerilim kitabına imza atmış, satış rekorları kıran bir deha. Yeni kitabının hazırlıklarını yapan dehanın dünyası aldığı acı haberle başına yıkılır. Kızının ani ölüm haberiyle sarsılır. Yaşadığı şoku atlatmak için şehir dışındaki evine çekilir. Yayıncısının yeni kitap beklentisine cevap vermek zorundadır. Hem dostu hem de patronu olan yayıncısının ricası anılarını yazmasıdır. Harry’nin beklentisi ilham perisinin gelmesidir. Bahçesindeki iki yeni misafirden birinin kızına çok benzemesiyle olaylar gelişir…

Tamamen Harry’nin üzerinden ilerleyen bir film Muse. Taylor, başrol oyuncusunu seyirciyle yakınlaştırmak için yakın planlar yapıyor sürekli. Az cümle ile ilerliyor. Tamamen duyguyu resmetmek üzerine odaklanıyor. Siyah beyaz görüntülerle yaptığı stil sahibi açılışın ardından Craig Gannon imzalı şahane müziklerle görüntülere yükleniyor. Ağır çekimlerle destekli bu görsellik istediği melankolik havayı vermiş. Çok iyi renk skalası yakalanmış. Müziklerin de ona ayak uydurmasıyla izlemeye doyulmaz bir film çıkıyor ortaya… Her şey iyi giderken ilk zaaf senaryo yüzünden çıkıyor. Taylor tüm bu artılara rağmen uzun soluklu bir senaryosu olmadığını hissettiriyor. Kısa filmlik bir senaryoyu uzatmaya çalışıyor. Ortalarından itibaren tempo düşüyor ve irtifa kaybediyor film. Sadece Harry üzerinden ilerlemenin de bir süre sonra ruhu sıkmaya başlamasıyla sonunu getirmesi zor filmlerden birine dönüşüyor Muse. Sadece yüreği burkulanlara ve melankoliklere hitap ediyor. Geri kalan izleyici için sıkıcı ve karanlık bir filmden öteye geçemiyor.

Acı çeken bir babanın kızına duyduğu özleme ağıt yakan “Muse”, yürek yakan bir psikolojik gerilim. Jeffrey Charles Richards’ın performansı ve Emily Price’ın güzelliğiyle şenlenen seksen dakikalık bir senfoni. “Kederim içinde yasım yatar. Ve bu olayların dışavurumları görünmeyen kederi gölgeleyemez. Sadece işkence gören ruhun sessizliğinde büyür. Keder, insan ve yaratıcısının arasındaki bir zehirdir.” diyor ve ekliyor: “Kabul edilemeyen bir şeyi masalsı hale getirirsin, dünyanın acısından kaçabilmek için. Bir umut için… Sen kendi masalını yarattın.” Son sözü de “Sevgi sadece bir çılgınlıktır” oluyor. Kalbi siyah olanlar ıskalamasın…

Blue World Order : Her Zaman Seçme Şansı Vardır

Perşembe, Temmuz 25, 2019

İki binli yılların, yaşanan teknolojik gelişmeler ve yaygın öngörüsüzlük nedeniyle bizi sürekli kıyamet teorilerine hazırlamasından en çok etkilenen kurgu oldu. Doksanların ortalarından itibaren zayıflayan “fiction”, yeni dünya ve teorilerle bambaşka bir damar buldu kendine. Bu yepyeni damar romanlarla akmaya başlarken, teknolojik imkanların kolaylaşmasıyla sinemada da çağlar hale geldi. Bilim kurgudaki bu yükseliş seyirciden de karşılık bulunca gün geçtikçe daha çok örnekle karşılaşır olduk. Ne de olsa mevcut durumdan mantıklı bir teori üretmek mümkün. Türün örneklerle sürekli ilerlemesi ve gelişmesi sayesinde inandırıcılık da kolay… Bir de üstüne türün izleyicisinin keşfetmeye meraklı ve bağımlı bir kitle olması işi iyice cazip kılıyor. Bu sebeple ilk filmini çekmek isteyen yönetmenler için bilim kurgu tam bir fırsat. 2017 yapımı Avustralya işi “Blue World Order” bu fırsatı değerlendirmek isteyenlerden.

Küçük ölçekli filmin yaratıcı üçlüsü ilk sınavlarında… Ché Baker, Dallas Bland ve Sarah Mason senaryoyu birlikte kotarırken Baker ile Bland yönetmen koltuğunu paylaşmış. Mason adını ilk kez bir künyeye yazdırırken, ikili de ilk uzun metrajlarına soyunmuş kısa filmciler. Aktör ve editör olarak bilinen Bland’ı dikkatli sinefiller 2010 yapımı “Nude Study” ile tanıyabilir. Aynı yıl kısa metraj “Embers”i Leah Baulch ile birlikte yazıp yöneterek ilk denemesini yapmış. Sette yapmadık iş bırakmayan Baker ise 2004 ile 2010 arasına on kısa film sığdırmış ve “The Hobbit: An Unexpected Journey”nin setinde görev almış bir isim. “Blue World Order” tam da o yıl doğmuş. Dallas Bland, sekiz dakikalık kısa metrajında bir bio-tech virüsün dünyanın sonunu getirdiği gelecekte kızı ile yaşam mücadelesi veren baba rolünü Ché Baker’a vermiş. Uzun metrajın yolu da böylece açılmış. Konuyu seven ikili kolları sıvamış ve beş yılın sonunda ilk uzun metrajları için motor demişler. Kısa filmden evrilen film efekt ağırlıklı olunca oyuncu kadrosu da mütevazı elbette. Ülkenin tanınan oyuncularından Jake Ryan başrolü üstlenirken Jack Thompson, Stephen Hunter, Kendra Appleton, Leah Baulch ve Billy Zane ona eşlik eden isimler olmuş.

Dünya üzerinde yoksulluğun ve sefaletin hüküm sürdüğü bir zaman dilimindeyiz. Maske takarak gezinen bir adamla tanışıyoruz. Jake Slater bir yandan hayatta kalma mücadelesi verirken diğer yandan geçmişini hatırlıyor. İyi bir dövüşçü olduğunu ve hiç hesapta olmayan bebeğine baktığını öğreniyoruz. Sığındığı yere döndüğünde kızı Molly’nin hasta olduğunu görmemizle Jake’in çaresizlikle yardım almak için bir kampa gitmesiyle olaylar gelişiyor.

Blue World Order, karanlık ve umutsuz bir gelecek çizmiş. Teknolojik gelişmeler sonucunda dünya çöle dönüşmüş. Bir virüs nüfusu azaltmış ve insanlar üzerinde söz sahibi olmaya devam ediyor. Sürekli güncellenen virüs sayesinde insanların muhakeme gücü ve iradeleri yönetimin elinde… Özgür iradeden yoksun dünyada kalan tek çocuğun Molly olduğu bir dünya… Elbette virüsten etkilenmeyen baba-kızın karşısına yönetim çıkacak ve ölüm kalım mücadelesi verilecek… Konu bu şekilde anlatıldığında gayet mantıklı görünse de peliküle öyle yansımıyor. Bütçe azlığı nedeniyle hayal edilenlerin hiçbirinin yansımadığı görülüyor. Baker ile Bland bu bütçe yoksunluğundan muzdarip olmuş. Senaryoyu yazmak ile film çekmek arasındaki farkı bilmemelerinin kurbanı olmuşlar. Tamamen atmosfer odaklı bir senaryo yazmışlar ama iş kurguya gelince olmadığını fark etmemişler. Berbat efektlerle, mor ile eflatun renkli bir gökyüzünün seyirciye bir hayrı olmadığı gibi çok komik görünüyor. Birkaç cihazın mantıklı durması seyirciyi filme tutuyor ama mavi şimşeklerin havada uçuşması her şeyi zedeliyor. Hal böyle olunca geriye efektsiz kısımlar kalıyor. Onlarda da kötü performanslar, saçma mekan seçimleri ve kostümlerle nereye ait olduğu meçhul bir filme dönüşüm kaçınılmaz. Aksiyon sahnelerinde ağır çekime yaslanmak da nasıl bir özgüvenleri olduğunu sorgulatıyor. Sürekli yapılan yakın çekimlerle adeta oyuncuların ağızlarının içinde sakıza dönüşüyor seyirci. Bu sebeplerle ortasından irtifa kaybeden filmi bitirmek ancak hızlı oynatarak mümkün… Bu kadar kötü olabilir mi diyenlere saniye düşünmeden evet demek de boyun borcu.

Evet artık bilim kurgu çekmek kolay. Evet efektleri yapmak için çok pahalı cihazlara ihtiyaç yok. İşin aslı senaryoyu makul biçimde peliküle aktarmakta… Bütçe yetersizse haddini bilip uçmamakta… Baker ile Bland, kurgu öncesi çekimleri izlediklerinde filmde sıkça yineledikleri “her zaman seçme şansı vardır” mesajını anlamamalarının kurbanı olmuşlar. Tüm bunlara rağmen türün festivallerinde gösterim şansı bulan filmle bir ödül alarak desteklenmişler. Blue World Order, dağınık senaryosu, aksiyon ile dramı yarım yamalak bilim kurguya iliştirmesi, atmosferi yaratamaması nedeniyle 115 dakikalık tam bir işkence. Uzak durulması gerekenlerden…


Secret Obsession : Aşk Zaman Alır

Çarşamba, Temmuz 24, 2019
Netflix’in dizilerle hayatımıza girip ayrılmaz parçası olmasını takiben önemli yönetmenlerle anlaşarak film çektirmesi ve son olarak Oscar adaylıklarında bile söz sahibi haline gelişiyle sinema dünyası da değişmek zorunda kaldı bir bakıma. Önceleri her hayal için bütçe fırsatı olan Netflix, artık izlenecek filmler konusunda da söz sahiplerinden. Vizyon takvimine kendi aylık programını da ekleştirmeyi başarmış durumda. Hal böyle olunca her Netflix filmi yayımlanır yayımlanmaz sorgusuz sualsiz ortalama bir seyirci rakamına ulaşıyor. Temmuz ayının yeni filmlerinden biride dram/gerilim “Secret Obsession” oldu. 

18 Temmuz’da izleyiciyle buluşan film, daha fragmanıyla umutları tüketenlerden. Sürpriz adıyla da ne izleneceğini direkt olarak açık etmekte hiçbir mahsur görmemiş. Kendine bu kadar güvenen isimler ağırlıklı olarak tv’ye çalışan Kraig Wenman ve Peter Sullivan. Senaryoyu birlikte kotarmışlar ve Sullivan yönetmenliği üstlenmiş. 1999 yılından bu yana tv için çekilen aile dramalarının senaristi olarak bilinen Wenman, üç filmle beyazcamın ötesine geçmişse de vasatı aşamamış bir isim. İzle unut filmlerinden öteye geçememiş. Sullivan da aynı yolun yolcusu. Kısa filmle başlayan filmografisinde 86 senaryo, 30 yönetmenlik yer alıyor. Dört kez beyazcamın ötesini gören Sullivan, her türü denemişse de vasatın üstüne hiç çıkmamış bir isim aynı şekilde. Hallmark filmleri olarak adlandırdığımız o türün isteneni veren yönetmenlerinden biri. İkilinin Netflix’e film üretiyor olması tahmin edebileceğiniz gibi dönüm noktası yaratabilecek bir şans. Ama konuya ve kadroya bakınca böyle bir şeyi düşünmedikleri aşikar. Dizilerden aşina olduğumuz Brenda Song, Mike Vogel, Dennis Haysbert üçlüsüne Ashley Scott, Paul Sloan ve Daniel Booko eşlik ediyor. 

Klasik bir açılışla, Jennifer Williams ile tanışıyoruz. Yağmurlu bir gecede, yüzünü görmediğimiz kapişonlu birinden kaçıyor. Canını kurtarmak için yakalanmama çabasındaki kadın yola çıkmak zorunda kalınca araba çarpıyor ve hastanede alıyor soluğu. Eşi Russel’ın nefes nefese hastaneye gidip doktorla konuşmasından alıyoruz haberi. Uyanınca hiçbir şey hatırlamayabilir. Kazayı araştırmak üzere devreye giren Dedektif Frank Page ile tanışıyoruz hemen ardından. Kayıp kızının acısını yaşatan, bilinmezlikle geçen günleri aşamamış kederli bir adam. Williamsların hastaneden çıkıp evlerine yerleşmesi ve dedektifin olayı araştırmasıyla olaylar gelişiyor.

Vasat bir senaryo üzerinden akan film, tüm gücünü türün gerektirdiği müziklerden almaya çalışarak ilerliyor. Buna ilerleyiş denirse tabii… Brenda Song’un ağır kaza geçirmiş ve hafıza kaybı yaşayan Jennifer’ı canlandırmaktaki başarısızlığı yüzünden konu işlemiyor. Vogel’in de sürekli olarak psikopatı oynaması ve gözlüğüyle oynama tiki yüzünden ilk yarım saatte her şeyi çözmek mümkün. Psikopatın biri kadını kaçırmış ve kendisini kocası olarak tanıtıyor. Sevdiği kadına sahip olmak için her şeyi deneyen, sınırsız bir adam yani. Gerçeğin ne olduğunu ise dedektif sayesinde öğrenmemiz beklense de hiç acele etmemesi sayesinde sıkılmakla bunalmak arasında bırakıyor seyircisini Secret Obsession. Her şeyi çözmek için çok bekliyor. Üstelik hiçbir şüphe tohumu ekmeden yapıyor bunu. Wenman ve Sullivan aile filmleri alışkanlıklarından dolayı bir türlü dozu yükseltmemesi tüm inandırıcılığı öldürmüş. Kimse hayatı için endişe etmiyor. Kimse durumdan rahatsız gözükmüyor. Jennifer durumdan memnun… Kansız, şiddetsiz gayet stabil bir kaçırma mevcut. Gerçeği anladığında da vasat tepkiler verince seyirciye hiçbir şey geçmiyor doğal olarak. Baştan sonra berbat bir senaryo var karşımızda. Hatta finalin üzerine eklemlenen sahne ile berbata da tur attırmışlar. İşin en komik yanı da diyaloglar. Russell’ın “Aslında seni öldürecektim ama kader bana ikinci bir şans verdi. Aşk zaman alır diye düşündüm” demesi evlere şenlik, akıllara feza… 

Vasat bir televizyon filmi olmaktan öteye geçemeyen “Gizli Takıntı”, hiçbir gizliliği ve sürprizi olmadan ağır aksak ve dümdüz ilerleyerek gerilimin yanına bile yaklaşamayan 97 dakikalık bir zaman israfı. Sabaha karşı denk gelince izlerken çabucak uyku getiren filmlerden…


Kazancakis’ten Yel değirmenleri, boğa güreşleri ve yıkıntılar : İspanya, Yaşasın Ölüm

Çarşamba, Temmuz 24, 2019
İspanya, Yaşasın Ölüm, Kazancakis’in deyimiyle bir yüzü mahzun ve hayalperest Don Quijote, bir yüzü pragmatist ve şen Sancho Panza olan bu esrarengiz ülkenin özünü tüm tezatlarıyla, şiddetiyle, güzelliğiyle ve onuruyla anlatan bir yapıt.

1920’lerin sonunda Eleftheros Logos gazetesinin dış haber muhabiri olarak gittiği İspanya’da Nikos Kazancakis yıkılmış bir imparatorluğun kalıntılarında yaşayan küçük insanları, gezgin şövalyelerin at sürdüğü günlerden beri değişmemiş uçsuz bucaksız bir taşrayı, İspanya’dan yolu geçen tüm kültürlerin bıraktığı rengârenk mirası bulmuştu. O günlerde İspanya, “karanlık ve korkunç” bir yüzyıla izini bırakacak varoluş krizinin tam ortasındaydı. İçsavaş felaketinden önce, bulutların toplanmasını olacakları bilmeden izleyen Kazancakis, savaş sırasında tekrar İspanya’ya dönmüş ve ülkeyi saran vahşete, Madrid’in düşüşüne bizzat tanıklık etmişti.

İspanya, ulusların Don Quijote’sidir. Dünyayı kurtarmaya çalışır, güvenliğe ve refaha sırtını döner, ele geçmez binlerce hayali kovalar. Bu mantık ötesi donkişotça seferlerde kendini tüketir. Şehirleri harap olur. Tarlaları çoraklaşır. Araplardan kalma kanalları tıkanır, bahçeleri kurur. Kendi efsanesini yaratır İspanya. Mutluluk ve refahı, ılımlılık ve barışı ne yapsın?

“İspanya’nın Yunan edebiyatçılar tarafından geç de olsa keşfedilmesini sağlayan kitap.”
Emmanuel Hatzantonis

#girit #osmanlı #başkaldırı #bağımsızlık #tarihiroman #rekabet #düşmanlık

İspanya, Yaşasın Ölüm’e ilgi duyanlar için ek öneriler: 
Gabriel García Márquez - Doğu Avrupa'da Yolculuk;  George Orwell - Burma Günleri;  Lawrence Durrell – Kıbrıs’ın Acı Limonları; Laurent Seksik- Stefan Zweig'in Son Günleri; Halide Edib Adıvar -Türk'ün Ateşle İmtihanı 

NİKOS KAZANCAKİS, 1883’te Girit’in Kandiye kentinde doğdu. Atina Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra hukuk doktorasını veren Kazancakis, felsefi açıdan ünlü düşünür Henri Bergson’dan etkilendi. Lenin Barış Ödülü’ne değer görüldü; 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü bir oy farkla kaybetti. Goethe ve Dante’nin yapıtlarını Yunancaya çevirdi; Homeros’un Odysseia destanına 33.333 dizelik bir devam yapıtı yazdı. Türkçeye çevrilen yapıtları arasında Kaptan Mihalis, El Greco’ya Mektuplar, Kardeş Kavgası, Günaha Son Çağrı, Yeniden Çarmıha Gerilen İsa ve Zorba sayılabilir. Kazancakis, altmışlarındayken İkinci Dünya Savaşı yıllarında kaleme aldığı Zorba romanıyla uluslararası üne kavuştu. 1957’de öldüğünde, doğduğu kent Heraklion’daki kale burçlarından birinin altına gömüldü. Mezar taşına, “Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm” sözleri yazıldı. 


İspanya, Yaşasın Ölüm / Nikos Kazancakis
Çevirmen: Ahmet Angın
Dizi: Can Modern
Tür: Anı  
Sayfa sayısı: 248
Fiyat: 26,50


Saatte 300 Km hızla akan komik, fantastik, romantik bir macera : Arızanın Merkezine Seyahat

Salı, Temmuz 23, 2019

Gizemli bir kitabın peşindeki maceraperest bir ödül avcısını ve kırgın bir kitap dedektifini Moda’nın dar sokaklarından Kamboçya ve Bali sahillerine, yağmur ormanlarından yanardağların zirvesine sürükleyen soluk soluğa bir dünya yolculuğu…

Karanlık müşteriler için çalışan ödül avcısı Hakan “Cevaplar Kitabı” kitabının peşindedir. İpuçları onu usta kitap dedektifi Leyla’ya götürür ve beklenmedik bir yangın onları bir gece içinde her şeyi geride bırakıp birlikte İstanbul’dan kaçmak zorunda bırakır. Böylece ödül avcısı ve kitap dedektifi Güney Doğu Asya ülkelerinin sıcak ve egzotik ikliminde gizli saklı sahafları gezecekleri uzun bir yolculuğa çıkarlar. Sahaf dükkânlarında zamanı durdurup yavaşlatan gizemli kitaplar, taze demlenmiş çayın kokusu, Cottingley perileri, Tesla’nın gizli yüzü ve Teosofi Derneği... 
Macera her an bir adım ötemizde olsa da kaçınılmaz değildir. Ama bilinmezliğe bir kez adım attığınızda, asla geri dönmek istemezsiniz. 
“Sona Ertekin'in kitabı Arızanın Merkezine Seyahat, bana sanki benim için yazılmış gibi geldi. Kurgusu, âhir zaman kâşifleri/arayıcıları bir yana, dili resmen bir hazine. Leyla'nın cehennemi de, benim cehennemim, evet: Buzdan bir mekân...”     Sevin Okyay
SONA ERTEKİN, 1977’de Erzincan’da doğdu. Hacettepe Üniversitesi’nde Amerikan Kültürü Edebiyatı okuduktan sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Sinema-TV alanında yüksek lisans yaptı. Cumhuriyet, Cumhuriyet Dergi ve Yeni Yüzyıl başta olmak üzere ana akım ve yeraltı yayınlarında düzensiz olarak yazılar yazdı. Reklam yazarlığı ve dergicilik deneyimlerinin ardından yedi yıl boyunca Açık Radyo’da programcı-sunucu olarak çalıştı ve Açık Kitap’ın editörlüğünü üstlendi. 2008 yılından itibaren ofis yaşamını geride bırakıp serbest çevirmen olarak Uzak Asya’nın tropik ve dağlık bölgelerini dolaştı. Aktüel dergisinde iki yıl boyunca “Sona’dan Mektup Var” adıyla seyahat yazıları yazdı. Barbarları Beklerken (Müge Gürsoy Sökmen, Başak Ertür ve Doğan Şahiner’le birlikte, 2010), Filmlerle Sosyoloji (Bülent Diken ve Carsten Bagge Laustsen, 2010), Kovboy Kızlar da Hüzünlenir (Tom Robbins, 2012) gibi kitapların çevirmenliğini yaptı. Kaya tırmanışı, ateş jonglörlüğü, dalış, Tibet masajı, yoga ve modern dansla ilgilendi. 10 yıl boyunca Sona Shine adıyla psytrance DJ’liği yaptıktan sonra rave’lerden emekli oldu. Evli ve Rüzgar adında harika bir çocuğun ikinci annesi olarak ülkenin Güney kıyılarında yaşıyor, yazıyor, fırsat buldukça dalıyor, sağlıklı lezzetler yaratmakla ilgileniyor ve pole dans eğitmenliği yapıyor.

Arızanın Merkezine Seyahat
Yazar: Sona Ertekin
Tür: Roman
Sayfa sayısı: 376
Fiyat: 38,50 TL

Pimped : Kurban ile Yancı

Pazartesi, Temmuz 22, 2019

Güzel başlayan bir gece ölümle, bu cesedin ortadan kaldırılması gerekmesi ve tüm bunlara hoşlanılmayan suç ortağı ile girişilmesi gerekmesiyle şekillenirse ne olur? Karşılıklı güvene dayanması gereken bu yok etme eylemi tüm geceyi sarınca neler çıkar ortaya? Ya içlerinden birinin zihinsel sorunları varsa? Nasıl işler planlar kusursuzca? 2018 yapımı küçük ölçekli Avustralya işi “Pimped” işte bu soruların yanıtlarını arayan bir gerilim.

“Pimped” bir ilk film. Hem senaristi hem de yönetmeni ilk denemesine soyunmuş. David Barker ve Lou Mentor senaryoyu birlikte kotarmış, Baker yönetmen koltuğuna ilk uzun metrajında “motor!” demek için oturmuş. Mentor’un adını ilk kez bir künyede görüyoruz ve hakkında hiçbir bilgi yok. Baker ise ısınma turlarını bir kısa metraj bir de diziyle atmış bir isim. 2009 yılında 12 dakikalık romantik komedi “Creating Fortune” ilk adımı atmış. Bir yıl sonra da yaratıcılarından biri olduğu komedi dizisi “The Future Machine”i yazıp yönetmiş. Bunca dizi popülaritesine rağmen adı sanı duyulmayan küçük bir Avustralya işi olarak kalan dizi bir zamanda yolculuk parodisi olarak sekiz bölümde son bulmuş. Cariba Heine’in iz bırakması dışında da bir yankısı olmamış. Pimped ile bambaşka bir yolu aralayan Baker, oyuncu kadrosunu da dizilerden tanıdığımız simalardan oluşturmuş. Ella Scott Lynch ve Benedict Samuel başrolleri paylaşırken onlara Robin Goldsworthy, Sean Barker, Lauren Orrell, Emma Potts ve Lewis Fitz-Gerald eşlik ediyor.

Bir parti sahnesiyle açılan “Pimped” seyircisini Lewis Blake ile tanıştırıyor. Kadınları iki cümleyle tavlayan adam bu konuda eksiği olanlara yardım eden bir yancı. Her şeyi tavına getirdikten sonra aradan çekiliyor ve kazancına bakıyor. Zengin ve içine kapanık Kenneth ile birlikte av planı yaparken ondan faydalanmanın peşinde görüyoruz. Plan belli. Gidecek bir kızı paketleyip malikaneye getirecek ve Kenneth’e sunacak. Peşinden Sarah ile tanışıyoruz. Yanında ikizi Rachel ile birlikte one night stand için bir barda alıyor soluğu. Lewis ile yakınlaşıyorlar ve soluğu malikanede alıyor. Her şey yolunda giderken başlayan sevişmenin sonu cinayete çıkıyor ve olaylar gelişiyor.

“Pimped” öyle özel ya da beklenmedik bir konu barındırmıyor. Karizmatik adamın ağına bir kadını düşürüp arkadaşına sunmasına dair basit bir konu ile temel atılıyor sadece. Bu da, Baker’ın yaratmak istediklerine hazırlanan zemin sadece. Stilize görüntülerle iyi bir atmosfer kuran yönetmen, bunu iyi müzikle de besleyince her şey akıyor. Ağırlıklı olarak karanlığı kullanan Baker, karakterlerini de bu karanlıktaki küçük noktacıklar olarak betimliyor. Tek gecede geçen film, senaryodaki oyunlarla zenginleştirilmek isteniyor. Sarah/Rachel ikizinin üzerinden yürüyen yan öykünün çok tahmin edilebilir olması haneye yazılan eksilerden. Yine de bu eksiyi Ella Scott Lynch performansıyla hissettirmemek için çabalıyor. Samuel’in de role çok yakışmasıyla, ikili arasındaki söz düellosu filmin en büyük artısı ve izleme sebebi. Tüm vasatlığına rağmen özellikle uzun yol sahnesinde zirve yapıyor “Pimped”. “Kurbanların şikayet etmeye hakkı yoktur” diyor. “Ya hak ettiğini alırsın. Ya da hayatının dersini.” Bununla da kalmıyor elbette uzun diyalog. Erkek/kadın ilişkisini de irdeliyor. Kadının vücudunun nasıl ve neden meta haline geldiğini anlatıyor Lewis. Değerlerin sıradanlığına da değiniyor. Sonrası tipik bir ceset gömdükten sonra sırları paylaşma ve diken üzerinde durma gerilimi. Beklendiği gibi çıkıyor her şey. Baker geri kalan anlarda tempoyu düşürmemeden atmosferi koruyarak finale ulaşmaya çalışıyor. Bunu da başarıyor ama içi boş anlardan ibaret bir izlencelikle baş başa bırakıyor izleyicisini.

Geçtiğimiz yıl Londra’da FrightFest’te izleyicisiyle buluşan film Monster Fest’in ardından Amerikan izleyicisiyle sınırlı salonda buluşmuş ama türün takipçilerini memnun etmeyince temmuz başında internet üzerinden herkese sunulmuş. Görüntüleri, atmosferi ve söylemi ile vasatı aşan ilk adım olarak yönetmenin sonraki işlerini merak ettiren bir film “Pimped”. Biraz sündürme ve doldurmalarla sündürülerek 90 dakikayı bulmuş vasat bir gerilim. İzlenmese de olur ama izleyeni de pişman ettirmeyenlerden.

Clickbait : Kameraya Gülümse!

Salı, Temmuz 16, 2019
Aranan her tür bilginin ulaşılabileceği, her gün yeni maddeler eklenen büyük bir ansiklopedi olarak tanımlanan ve uzakları yakın eden “internet” hayatımıza girdiği gibi kalmadı. Canlı sohbetlerle başlayan yol, facebook’un hayatımıza girişiyle her şeyi geri dönülmez olarak değiştirdi. Cep telefonlarının gelişimiyle paralel olarak bugün twitter ve instagram başta olmak üzere birçok platformda sıradan insanlar kendisine hayran buluyor. Milyonlarca tık ve izlenme alarak ünlü sıfatına erişiyor. “Stalk” diye bir kavram var artık dünyamızda. Hiçbir vasfı olmayan, beyin yerine sünger taşıyan yaşam formlarının meşhur olmalarına şahit oluyoruz. Kişiler ve isimler değişse de profil aşağı yukarı hep aynı oluyor. O meşhurluk ya da fenomenlik mertebesine erişmek için yapılanların ise sınırı yok. 2019 yapımı Amerikan bağımsızı “Clickbait” bu sınırsızlığı ele alırken farklı bir yol deneyerek benzerlerinden sıyrılıyor.

Konuyu bugüne dek yorumlayan onlarca filmden farklı olarak komedi ile korku/gerilimi harmanlayan ve her şeyi misliyle abartarak gerçeğin dışına iterek hicveden filmin yaratıcıları Sophia Cacciola ve Michael J. Epstein. Çiftin birlikte yazıp yönettikleri ilk iş değil elbette. Bizde pek bilinmedikleri tanıtmanın vaktidir diyelim. On parmağında on marifet ikili her şeyi paylaşarak üretiyor. Sette yapmadıkları görev neredeyse yok gibi. Dizi ve kısa metrajları da sayarsak Cacciola’nın 21, Epstein’in de 38 kez motor demişliği var. 2012 yapımı kısa metraj “Los Locos Manos” ile ilk adımı atan Epstein olmuş. Aynı yıl kısa metraj gerilim “Ten” ile birlikte çalışmaya başlamışlar. Kısa filmler ve korku kolektifi filmlerle üretmeye devam etmişler. Her işleri izleyiciden karşılık buluyor ve bolca ödülleri mevcut. Uzun metrajı da ihmal etmiyorlar elbette. İkilinin ilk uzun metrajı 2014 yapımı macera/gerilim/gizem kırması “Ten”, festival gediklisi olarak ödüllerin de kapısını açmış ve küçük bir çevrede adlarının duyulmasını sağlamış. Bir yıl sonra “Magnetic” ile fantastik/bilim-kurgu denemesinden altı ödülle çıkarak takip edilesi yönetmenler arasına adlarını yazdırmışlar. 2016 yılıysa kariyer zirvelerine sahne olmuş. Vampir mitine attıkları zeki bakış “Blood of the Tribades”, türe dair her festivalde ayakta alkışlanmış ve sekiz ödülle taçlanarak kısa sürede kült mertebesine yükselmiş. Bizde maalesef hiçbir filmleri bilinmiyor ve çevirileri yapılmadığı için izlemek de bulmak da pek kolay değil. Üç yıl sonra yeniden uzun metraj için yönetmen koltuğuna oturan çiftin oyuncu kadrosu da her zamanki gibi yeni yüzlerden oluşuyor. Türün yeni yıldız adayı gibi görünen sarışın Colby Stewart, iticiliğiyle akılda kalan Brandi Aguilar başroldeki ikili olurken onlara Seth Chatfield, Ryan James Hilt, Cedric Jonathan ve Jannica Olin eşlik ediyor.

İnternet fenomeni olmak için hemen hemen her şeyi yapabilecek bir üniversite öğrencisi hayranı tarafından kaçırılır onu kurtarabilecek tek kişi her şeyden habersiz ev arkadaşıdır şeklinde konusu özetlenen “Clickbait”, imdb bilgilerine ya da konusuna bakıldığında tahmin edilecek bir film değil her şeyden önce. Türü Korku/Gerilim/Komedi olarak geçiyor ve film izleme sitelerinde korku filmi olarak sunuluyorsa da özgün bir hiciv. Korku filmi bekleyenler karşılaştıkları manzara ile ilk on dakikadan sonra hızla uzaklaşacaktır. Küçük videolar ya da kendi deyimiyle flashlar çeken Bailey ile tanışıyoruz. Str33ker adlı video izleme sitesinde yüksek izlenme oranlarına kavuşmak, bolca yıldız almak, ilk sıraya tırmanmak yaşam amacı. Ev arkadaşı Emma ise ona kameraman olarak yardım eden kitap kurdu, normallik ve mantığın filmdeki tarafı. Üniversiteyi çok umursamayan Emma, sitede ilk sıraya yükselen rakibini küçümseyerek açıyor filmi. Kanser olduğunu açıklamış ve herkes izleyip üzülmüş ama Emma buna inanmıyor. Kurgudur diyor. Zirveyi yeniden ele geçirmek üzere kolları sıvıyor ve olaylar gelişiyor.

Her şeyi abartarak hicveden bir tavra sahip Clickbait. Normal olan hiçbir şeye yer vermiyor. İki ana karakterinin tamamen geri zekalı ve mantık yoksunu olması üzerine kuruyor her şeyi. Diyaloglar anlamsız. Hareketler, jestler, mimikler abartılı. Konuşmalar da bağır/çağır ve itici. Filmi sevmeniz ya da içine girmeniz için hiçbir malzeme vermiyor. Her şeyin gerçekliğin ve mantığın dışında olması bir diğer yönü… Cacciola ve Epstein filmi tamamen gerçek üstü müsamere tavrıyla işliyor. Her yan öyküyle bu mantık bağını daha da koparıyor. İzleyicinin sinir krizi geçireceği ölçüde bir kopukluk mevcut… Sitenin sponsoru olarak reklam filmleriyle araya giren hamur işinin tamamen radyo aktif olması ve herkesin tüketiyor oluşu gibi uçukluklarla destekleniyor. Sponsorun reklamları da filmin kurgusunun parçası olarak sık sık karşımıza çıkıyor. Gerilim ve korku adına tek bir an yer almadığı gibi, türün tüm klişelerinden olabildiğince uzakta duruyor ikili. Her şey tamamen hiciv ve gerçeklik üzerine kurulu… Bu gerçeklikte de ana unsur işin tamamen ciddiyetten uzaklaşması aslında. Bu tür izlenme sitelerinde ve sanal alemde her şey o kadar sınırsız ve saçma ki “Clickbait” tüm mantıksızlığına rağmen gerçekçi duruyor. Gerçekten olabilecekmiş gibi duruyor. Cacciola ve Epstein’in filmle vermek istedikleri mesaj da tam olarak bu. Kameraya bir gülümsediği zaman gelen beğeni yağmuru ile gerçeklikten kopup başka bir evrende buluyor insan kendini. O evrende bulutların üzerinde her şeye yer var ve yapılabileceklerin sınırı yok. Mantık ile bağ koptuğunda da hayal gücü bile kısır kalabiliyor. İnsanın gösterme merakı ve marazi meraklar birleştiğinde ortaya koca bir saçmalıklar seremonisi çıkıyor. Yakın gelecekte Bailey gibi insanlar görmeyeceğimizi kim iddia edebilir.

80 dakikalık süresiyle tüm mesajını veren, yer yer güldüren Clickbait, yılın çizgi dışı filmlerinden biri olarak festival gediklisi olarak taçlanmış durumda. Ödül hanesine 16 adaylık ve 6 ödül yer alıyor. Oyunculara, müziğe ve yönetmenlerine gitmiş ödüllerle başarısını perçinlemiş. Haziran’ın ikinci yarısında internet izleyicisine sunulan film, dilinden anlayanları mutlu eden bir hiciv... Farklı bir şeyler izlemek isteyenler için önemli bir keşif. Iskalanmamasında fayda var. En azından yakın zamanda daha ötesini görmeyeceğimiz aşikâr…

Cold Blood : Tereddüde Yer Yok

Pazartesi, Temmuz 15, 2019
“Leon” olarak zihnimize kazınan, çok sevdiğimiz tetikçi Jean Reno eline yeniden silah alırsa izlemeye koşacağımız, heyecanlanacağımız aşikâr. Benzer rollerle görmeye alıştığımız Fransız aktörün son yıllarda yaşadığı düşüşü de biliyoruz. Vasat filmlerle o sevdiğimiz oyuncudan sıradan görünmelere dönüşen kariyerinde afişlerde ön planda olmaktan bile uzakta duruyor epeydir. O yüzden 2019 yapımı bir filmin afişinde hem de elinde silahla görünce heyecanlanıyor insan. Nisan ayının ortalarında görücüye çıkan posterin ardından 15 Mayıs’ta gösterime gireceğinin açıklanması ile radarımıza girmişti “Cold Blood”. Bizde de gösterime girip girmeyeceği belli değildi ama olsundu, beklerdik. Peş peşe gelen haberlere filmin beğenilmediğini öğrenince işin artık internete kaldığını anladık. Temmuz başında Jean Reno sevenlerle buluştu “Cold Blood”.

2019 yapımı Fransa/Ukrayna ortaklığı filmin adı ilk önce “Cold Blood Legacy” olarak açıklanmışken neden sonra afişlerde “Cold Blood” olarak geçiyor. Fransa’da gösterime girerken “Cold Blood Legacy: La mémoire du sang” adını alan filmin uluslararası piyasada da “The Last Step” adını almasıyla yaşanan bir karmaşa mevcut. Bu karmaşanın ardında bir ilk yatıyor. Filmin yaratıcısı Frédéric Petitjean ilk uzun metraj sınavında. Senarist olarak tanınan Petitjean, orijinal fikirleriyle biliniyor daha çok. 2006 yılında peliküle dönüşen “Madame Irma”nın hem fikri hem de senaryosu ile adını ilk kez künyeye yazdıran, altı yıl sonra “Nos plus belles vacances”in senaryosu ile aile komedisi üreten Petitjean, 2013 yılında spor macerası “En solitaire” ile kariyer zirvesini görmüştü. Yeterince piştiğini düşünmüş olsa gerek ilk adımı kısa metrajla atmış. 2015 yılında yazıp yönettiği kısa metraj “Trois fois rien” sonrası ilk uzun metrajına hazır hale gelmiş ve kolları sıvamış. Daha önce yazdığı senaryolara benzemeyen “Cold Blood” ile aksiyon/macera sularına girişmiş ve ağırlıklı atmosfer isteyen bir film hayal etmiş. Jean Reno’nun başrolü üstlenmesiyle çekeceği ilgiyi Sarah Lind, Joe Anderson, David Gyasi, Ihor Ciszkewycz, François Guétary ve Samantha Bond’un başını çektiği kadro ile tamamlamış. 

Filmin konusunu bültenden aktarayım. Henry adında efsanevi bir tetikçi mesleğinden emekli olmuş ve Kuzey Amerika’nın el değmemiş çorak topraklarında, göl kıyısındaki bir evde tek başına yaşamaya başlamıştır. Bir gün evinin yakınlarında bir kadın kar arabası kazası yaşar ve onun hayatını kurtarmak Henry’ye düşer. İnsanları öldürmeye alışık olan emekli tetikçi, zor durumdaki kadını kurtarmaya çalışırken kendi hayatını da riske eder. Kadının sakladığı sır ise işleri daha da karmaşık bir hale getirecek ve Henry’yi eski günlerine geri dönmeye zorlayacaktır.

Jean Reno ilgisiyle uyanan merakın büsbütün yerle yeksan olduğu konudan tek çıkarabilecek olumlu nokta efsanevi tetikçi Henry olarak izleyecek olmamız. Lakin onu da pek tanıyamıyoruz. Henry’nin kim olduğunu, öyküsünü hiç irdelemiyor, öyle bir uğraşı da yok. Frédéric Petitjean’in kafasında nasıl bir film olduğunu bilmiyoruz tabi ama senaryosu ile katkı verdiği filmlerden dolayı işi bildiği gerçeğinden şüphe etmiyoruz. Öte yandan görünen köy ise kılavuz istemiyor. “Cold Blood” tam bir ham fikir, yamalı bir bohça. Petitjean, kafasında güzel fotoğraflar üretmiş, iyi görüntüler kurmuş, yakaladığı resimlerle seyircisini mest etmeyi planlamış. Bunu da başarmış ama bu görüntülerin haz vermesi için ortada bir dramaturji olması gerektiğini bilmiyormuş gibi her şeyi boş vermiş. Daha yarım saat dolmadan her şeyin nasıl gelişeceği anlaşılan basit bir senaryo ile seyirciye hiçbir şey bırakmamış. Üstelik daha da fenası geri dönüşlerle bariz belli olanı gizleyip, şaşırtmayı deneyerek seyircinin zekasıyla dalga geçiyor. Karlarla kaplı manzaraların, şahane göl evinin ortasında bir cinayetin intikamının peşine düşüyor. Bu sırada olası Stockholm sendromuna berbat bir şekilde göz kırpıyor ama o kadar dağılıyor ki, sonuca gitmekten fersah fersah uzaklaşıyor. Reno’nun alıştığımız tetikçiyi aynı düzlükte oynamasına diğer oyuncuların da eşlik etmesiyle ortaya saçma sapan bir film çıkıyor. Aslında filmin söylemek istedikleri var. Yer yer eleştiriler getiriyor. Netflix’e, kültüre, polisliğe, yalnızlığa ama üzerine düşünülmesini geçtim ciddiye alınmaktan uzak yapaylıkla eriyen cümleler bunlar. İki polis karakterinin filmde ne işi olduğunu anlayan beri gelsin zaten… Frédéric Petitjean, altı üstü tereddüde yer olmadığını, soğukkanlı olmak gerektiğini anlatmanın derdinde işte.

“Cold Blood”, 91 dakikalık süresiyle seyircisinin sabrını zorlayan berbat bir film sonuç olarak. Bir senaristin yönetmenliğe adım atacağında ders çıkarabileceği bir olmamışlık. İlişmeyin…


A-X-L : Gazlayalım hadi!

Pazar, Temmuz 14, 2019
Teknolojinin hızla ilerlemesi ve hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelmesi beyazperdede yeni öykülerle işlenmeye devam ediyor. Robot ile insan ayrımının yanı sıra kıyamet hallerinde de devreye girişleriyle bambaşka bir kapıyı açıyor. Gençlik filmleri de bundan nasibini almış durumda. Uzaydan gelenlerle iletişime girenler onlar, transformerslarla bağ kuranlar da onlar. Genellikle aykırı ya da dışlanmış sessiz ama zeki çocuklar bunlar. Bu formüle bir öykü kurulduğunda ortaya bilim kurgu kırması macera dram çıkıyor ortaya. 2018 yapımı “A-X-L” da böyle bir film. Kökleri kısa filme dayanan bir uzun metraj. Kısadan uzayan bir film…

Oliver Daly, 2015 yılında aklındaki fikri gerçekleştirmek üzere hamlesini yapmış ve “Miles” adını verdiği kısa filmini izleyiciye sunmuş. Motor yarışçısı bir genç ile savaş için üretilmiş öldürme makinası bir robot köpek arasındaki bağı anlatmış. Kısa filmden ziyade bir ön gösterim, yapabileceklerinin göstergesi bu esasen. Filme inanan seyirciden maddi ve manevi destek istemiş. Bulduğu destek sonrasında da uzun metraja dönüştürmüş. Robot köpeğin yaratımının kısa filmde görüldüğü üzere başarılı olması, görsel olarak tatmin edici görüntülerle işlenmesi sayesinde açılmış yolu. Miles ile AXL’ın birlikte tepelerden uçması hayli etkili bir fotoğraf. Zaten kısa filmin posteri de tam olarak o sahne. Senaryonun da sahibi olan Daly, oyuncu kadrosunu da değiştirerek girişmiş uzun metraja. “Colony” dizisiyle dikkat çeken Alex Neustaedter motorcu gencimizi canlandırırken, Amerika’da markalaşmış şarkıcı Becky G, Alex MacNicoll, Dominic Rains, Thomas Jane ve Lou Taylor Pucci ona eşlik eden isimlerin başını çekenler.

“Tüm hayvanlar arasında en sadık olan köpeklerdir. Bu yüzden köpekler tarih boyunca savaş alanlarında kullanıldılar. Son 10 yıldır ordumuz robot köpek asker üretmeye çalıştı. Ama bu teknoloji her defasında başarısızlıkla sonuçlandı. Bugünse, başarılı drone projeleriyle güveninizi kazanmış bir şirket olan CRAINE Sistemleri size geleceğin savaş köpeklerini sunuyor: A-X-L. Saldırı, keşif ve lojistik.” İbaresiyle açılıyor film. Kahramanını çok göstermeden sadece hissettirerek yaptığı bu girişin ardından diğer kahramanına odaklanıyor. Miles ile tanışıyoruz. Zincirinin kopmasıyla kaybettiği yarışın ardından rakibinden istese de alamadığı zinciri Sara veriyor. Onun sınırlı imkanlarının aksine kasabanın zengini şımarık motorcu Sam’in parti teklifine evet demesi de her şeyi fitilini ateşler. Sam’in attığı kazık sonrası bırakıldığı ıssız alanda robotik köpek A.X.L. ile karşılaşır. Yaralanmış köpeği önce onarır sonra da bağ kurar. Tam bir ölüm makinesi olsa da sıradan bir köpeğin ruhuna sahip AXL’ın peşinde ordu da vardır. Miles ve Sara onu korumak üzere el ele verir…

Başarılı kısa filmini aldığı destekle uzun metraja dönüştüren Oliver Daly, bu sevinçle senaryonun içini doldurmayı unutmuş. AXL, karakterlerinin detaylı düşünülmeden yaratıldığı bir film olarak kalıyor. Sam’in saf kötü olması, köpeğin yaratıcılarının anlaşılmazlığı, ordunun ne amaçla devreye girdiği bir çok soru mevcut. Anlaşılmaz sahneler ve anlar da barındırıyor film. Ordunun büyük yatırımla yarattığı bir robotun basit bir ergen tarafından yakılması pek mantıklı değil örneğin. Onca para harcayıp savaşta kullanacağınız robot bu kadar kolay yanar mı? Mermi işlemiyor ama ateşle yok edilebiliyor… Miles için itiraz edemesek bile Sara’nın da karikatür gibi kalması bir diğer sorun. Kısa filmde anlattığı uzatırken üzerine herhangi bir ekleme yapamayan Daly, çok kısır kalmış. Filme ne bir ritm kazandırabilmiş ne de bir tempo. İkilimizin bağ kurmasından sonra başlaması gereken macera izleyiciyi heyecanlandırmaktan yoksun. Sürekli bir tutukluk hakim.

Kısa filmle attığı temeli sündüre sündüre uzatan, içini dolduramayan Daly’nin bilim kurgu kırması macerası A.X.L. bildik olaylarla ilerleyen bir macera. Afili görselleri ve posterine aldanıp gelen izleyicinin sabrını 98 dakikalık süresiyle sınıyor. Belli ki A.X.L.’ın tek diyaloğu “Gazlayalım Hadi!” Miles’a değil Oliver Daly’e söylenmeliymiş.


Triple Threat : Kartel Kıskacı

Pazartesi, Temmuz 01, 2019
Bir aksiyon filmi çekecekseniz kalıplar bellidir. Hele de bu film üçüncü dünya ülkelerinden birinde geçecekse bölgedeki güç sahipleri üzerinden kurulan hikaye en basit haliyle işletilir. Birileri kaçacak birileri de kovalayacaktır işte. Detayları da pek önemli değildir. Bazen masum biri kendini bir anda her şeyin içinde bulur, bazen bir turist bir girdabın içine girer ama sıklıkla beklenmedik biri önemli güçleri alt eder. Bir kahraman çıkacak ve kartelleri çökertecektir. Böylece denge sağlanacaktır. Doksanlı yılların aksiyon filmleri bu kalıp üzerinden ilerlemişti sıklıkta. Artık doyduğumuzu düşünsek de yapımcılar öyle düşünmüyor olsa gerek kadrosuyla dikkat çeken 2019 yapımı “Triple Threat” bit pazarına nur yağdıran konusuyla izleyici arıyor.

Tayland, Çin ve Amerikan ortaklığı yapımın hedefi direk olarak bölgedeki sinema salonları ve ev sineması… 10 milyon dolar bütçeli filmin senaryosunu Paul Staheli, Fangjin Song ve Joey O'Bryan kotarırken Jesse V. Johnson da yönetmen koltuğunda. Senarist üçlüden Staheli’yi 2015 yapımı “Pressure” ile hatırlamak mümkün. Geçtiğimiz yıl da “7 Guardians of the Tomb”un künyesine yazdırmıştı adını. Song’u pek tanımasak da üçlünün en tecrübelisi O’Bryan’ı 2014 yapımı “Rupan sansei” ve Ryûhei Kitamura’nın filmleriyle biliyoruz. Dublörlükten yönetmenliğe geçiş yapan Johnson ise türün yükselişteki yönetmenlerinden. Bu yıla iki film birden sığdırmış ve şu sıralarda da iki filmin post-prodüksüyonuyla meşgul. Filmin ilgi görmesinin sebebi olan oyuncu kadrosunun başınıysa “Ong-Bak” serisiyle ünlenen Tony Jaa çekiyor. Tiger Hu Chen, Iko Uwais, Scott Adkins, Celina Jade, Michael Jai White, Michael Bisping, JeeJa Yanin ve Dominiquie Vandenberg de ona eşlik eden isimler.

Maha Jaya bölgesindeyiz… Çinli bir milyonerin kızı Xian ile tanışıyoruz. Bölgeyi suçtan arındırıp, halkın güven içinde yaşaması, eğitim başta olmak üzere tüm haklara sahip olarak topluma faydalı hale gelmesini amaçladığını açıklar. Elbette karşısında karteli bulur. Bölge halkını sömüren kartel, paralı askerleriyle operasyon hazırlığı yapar ve başına ödül koyar. Devreye giren paralı askerler önce tutulduğu kamptan Collins’i kaçırır ve işe koyulur. Kamp baskınında eşini kaybeden Jaka ile askerlere rehberlik eden Long Fei ve Payu da intikam almak üzere denkleme katılınca kartel ve Xian arasınaki kovalamaca başlar…

Oldukça basit ve klişe senaryosuyla adeta beni anlamaya çalışma, izle gitsin diyen filmin tüm meselesi izleyicisine bu kovalamacayı doyasıya yaşatmak. Bunu yaparken Payu’nun sık taraf değiştirmesinin yarattığı bilinmezliği kullanmak istese de o da klişe. Türe dair tüm klişeler birer sıralanıyor. Meydanda kovalamaca, halka açık yerlerde silahlı çatışma, pazar yerinde koşu ve karakol baskını… Hiçbirinde özel bir an bulunmuyor. Her aksiyon yıldızının kendi şovunu yapmasına olanak sağlayan araları doldurmak için üretilmiş alelade bir konu nihayetinde. Evet dövüşler epey seri ve iyi koreografiyle estetik ama daha önce görmediğimiz şeyler değil. Yıl olmuş 2019 halen slow-motion tekmeler görüyoruz örneğin…

19 Mart’ta sınırlı sayıda salonda gişe gördükten sonra Almanya’da Obscura Film Festivalinde izleyici karşısına çıkan film olumlu tepki alamayınca Endonezya, Portekiz, Çin, Kuveyt ve Lübnan’da gösterime girebilmiş yalnızca. 14 Mayıs itibariyle de ev sinemasında izleyiciye sunulmuş. Oldschool dövüş filmlerini özleyenler dışında kimselere hitap etmeyen, türe ilgi duyanları tatmin etmekten uzak bir film “Triple Threat”. Daha yarısına gelmeden seyircisini sıkmaya başlayarak kaybeden bir 96 dakika sunuyor… Yaklaşmasanız daha iyi…


 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template