İki fanatizm arasında Cumhuriyet’in ilanı ve Cumhuriyet

İki fanatizm arasında Cumhuriyet’in ilanı ve Cumhuriyet

Bu yazıyı kaleme alırken, tamamen fanatizmin esiri haline gelmemiş olan, her partinin seçmenleri arasında bulunduğuna inandığım ve sayılarının sandığım kadar az olmadığını umduğum bir okuyucu kitlesini hedefliyorum. Eleştirinin saldırı anlamına gelmediğini dikkate alan veya bu gerçeği bir kez daha hatırlayan ve karşısındakilerin fanatizmine tepki gösterirken kendi olası fanatizmiyle yüzleşmeye hazır olan okuyucuları.

Son zamanlarda bir yazıya başlama konusunda hiç bu kadar zorlanmamıştım!

Onlarca yıldır süren tarihle ilgili bir kör döğüşü ve fanatik kamplaşmanın yaşandığı bir ülkede, yüzüncü yılında cumhuriyetin ilanı konusunda bir tarihçi olarak yazılabilecek anlamlı bir şey kaldı mı, emin değilim!

Özellikle popüler mecralarda…

Yıllardır çalıştığım ve son aylarda üzerinde yoğun okumalar yaptığım bir konuda, yüzüncü yıl gibi anlamlı bir vesileyle yazacak bir şeyler bulamamak değil derdim.

Bu zorluk, bir yandan yazılacak şeyin “aşırı çok” olması, yani seçme ve sınırlama sorunuyla ilgili. Ancak buna alışığım; çünkü bu zorluk, mesleğimizin/zanaatımızın temel unsurlarından biri zaten.

Yazabilmenin önündeki asıl engel, ülkede toz duman arasında tarih alanında adeta bir savaş gibi devam eden saldırı ve savunma anlayışının hakimiyeti altında, özellikle popüler düzlemde söylenecek soğukkanlı herhangi bir sözün hala bir karşılığının olup olmadığı şüphesiyle ilgilidir.

Maalesef, “Ben sözümü söyleyeyim, fanatizm tarafından gözleri karartılmamış insanların zihnine ve yüreğine ulaşır bir şekilde” demek de anlamsızlaşıyor giderek, çünkü bu insanların yaşadıkları alan her gün biraz daha daralıyor, sayıları da her gün biraz daha azalıyor.

Düşünüyorum da… Bu ülkede ne kadar çok gazeteci, insan hakları aktivisti, bilim insanı, bugüne ve geleceğe müdahaleden umudunu keserek, sadece “tarihe kayıt düşmek” için haberlerini, raporlarını, çalışmalarını yazdıklarını ifade ediyor artık!

***

Evet, “tarihbilim” ve daha genelde tarihyazımı, aslında her zaman geçmiş kadar bugün ve yarınla da ilgili olmuştur. Üzerinden siyasetin eli eksik olmamıştır. Olumlu veya olumsuz anlamda hep ‘araçsallaştırma’ konusu olmuştur.

Aslında “normal” olan da budur.

Gayri siyasi bir tarih beklentisi, naif olduğu kadar anlamsızdır da. Tersi, imkansızı istemek olur. Hatta, istemeyerek de olsa belli bir siyasete hizmet etmek anlamına gelir çoğu zaman.

***

Bu yazıya başlamayı zorlaştıran (konjonktürel) “anormallik”, niceliksel bağlamda, siyasi araçsallaştırmanın aşırı dozuyla ilgilidir.

Burada “aşırı doz” derken, fanatizmin yol açtığı gözü-karalığın veya “seçici görme(me)nin” sonucu olarak ortaya çıkan katmerli tutarsızlık ve hatta riyakârlığı kastediyorum: İdeolojik veya başka bir fanatizm sonucu, aynı kaynaklar ve metinlerden yola çıkarak neredeyse zıt tarih anlatıları üretmenin mümkün ve oldukça yaygın olduğunu biliyoruz. Ancak, bugünlerde yaygın şekilde ikinci bir katmanda buna eşlik eden bir tutum olarak, bir vaka için uygulanan seçici algının/yargının neredeyse başka bir vaka için geçerli sayılmaması yönünde bir tavır da çıkıyor karşımıza.

Fanatizm, başkasının diktatörünü en ince ayrıntılarına kadar tanımlayan insanların, bu tanıma neredeyse aynen uyan kendi diktatörlerini görmemesine veya görmezden gelmesine kadar neden olabiliyor; açıkça tutarsızlık ve hatta riyakârlığa yol açabiliyor.

Yazıyı zorlaştıran (konjonktürel) anormalliğin niteliksel bağlamına gelince post-modernizmin, popüler kültür başta olmak üzere her alanda bilgiyle ilişkimize vurduğu (epistemolojik) darbeyle ilgilidir.

Daha anlaşılır olmak için sanırım örnek vakamız üzerinden anlatmam daha iyi olacak…

Bugün inşa edilmekte veya edilmiş olan “yeni müesses nizam” konusundaki tavır ve tutumu henüz yeterince açık ve net olmasa da bu yaklaşım, genelde Kemalizm’e karşı eleştirel ve mesafeli duruşuyla, günümüzde eski müesses nizamın canlandırılması çabalarına karşı yine de en tutarlı tavrı sergilemektedir.

FANATİZMLERDEN FANATİZM BEĞENMEYE ZORLANMAK: İKİ FARKLI CUMHURİYET ANLATISI

Örnek vakamız olarak “Cumhuriyet ve özellikle ilanı konusundaki algı ve tavır” ile ilgili (neredeyse diyaloğu olanaksızlaştıran) iki fanatizm arasındaki hakimiyet savaşının kaldırdığı toz duman nedeniyle Türkiye’de uzun zamandır göz gözü görmez hale gelmiştir adeta:

1. Genelde laik kesimlerin sıkıca sarıldığı, yüceltme ve mitleştirme üzerine kurulu hamasi sağ ve sol Kemalizm,

2. İki alt grubun değişik nedenlerle ve farklı şekillerde sarıldığı fanatik anti-Kemalizm.

A. Geçmişi Cumhuriyet’in başlangıcına dayanan ve değişik evrelerden geçtikten sonra yakın zamana kadar radikal bir şekilde süren İslamcı muhafazakâr anti-Kemalizm

B. Özellikle 21. yüzyılda bir kısım aydın örneğinde karşımıza çıkan, sağ ve sol liberal anti-Kemalizm

***

Bu yazıyı kaleme alırken, tamamen fanatizmin esiri haline gelmemiş olan, her partinin seçmenleri arasında bulunduğuna inandığım ve sayılarının sandığım kadar az olmadığını umduğum bir okuyucu kitlesini hedefliyorum.

Eleştirinin saldırı anlamına gelmediğini dikkate alan veya bu gerçeği bir kez daha hatırlayan ve karşısındakilerin fanatizmine tepki gösterirken kendi olası fanatizmiyle yüzleşmeye hazır olan okuyucuları.

***

İki fanatizmin Cumhuriyet ile ilgili söylemlerini tartışmaya, önce ikinci grupla, yani anti-Kemalist grupla başlayalım.

Kemalistlerle bazen Atatürkçülük yarışına giren popülist İslamcılar bağlamında bunun nedeni, iktidarın nimetlerinin cazibesi olabilir. Ancak rövanşist Kemalist dönüş korkusunun da rol oynadığı bir akıl tutulması ve bir zamanlar kökten reddedilen milliyetçi-ırkçı söylemle ittifak sonucunda yaşanan bilinç yarılması da söz konusudur.

İSLAMCI VE SAĞ VE SOL LİBERAL ANLATILAR

Yakın zamana kadar istikrarlı bir şekilde, ama büyük oranda “marjinal” ortamlarda ve hatta yer altında varlığını sürdüren ve Cumhuriyet’in ilanını adeta demokrasi tarihinde geri adım olarak sunan İslamcı anti-Kemalist tarihsel anlatı, bizzat dönem kaynaklarına dayanarak, (kendisini “bağnaz” olarak suçlayan) bağnaz aydınlanmacı resmi ve “sivil” Atatürkçülerin (eski müesses nizamın) baskısı altında, bence büyük oranda haklı bir sorgulama veya eleştiriler sunmaktaydı. Ancak akademiden büyük oranda dışlanan bu anlatı, popüler yazına mahkûm edilerek, daha çok magazin niteliğinde sansasyonel, yüzeysel ve sorunlu bir dil ve yöntemle üretiliyordu.

1980’lere kadar bu söylem Cumhuriyet’in ilanı ve inşası sürecindeki demokrasi eksikliğini değil, kurucu kadroların İslam ve halifelik karşıtlığını merkezine alıyordu.  Halktan kopukluk eleştirisi ise, laik(çi) politikalar nedeniyle İslam’dan ve Müslümanlardan kopukluk temeli üzerine kuruluydu.

Banal bir modernite karşıtlığı göndermesiyle, jakoben Kemalist modernleşme sürecinin mağdurları veya onların temsilcileri olarak ortaya çıkan bu anlatının üreticileri, 1980’lerden itibaren küresel düzeyde modernitenin yaşadığı kriz ve gerilemenin parçası olarak yaşanan dinci (bu coğrafya bağlamında İslamcı) yükseliş sayesinde ve 1990’ların ortasından itibaren iktidar adayı olmalarını sağlayan siyasi kazanımlar sonucunda, marjinal ve periferik alanlardan merkezi ve güçlü alanlara kayarken, ‘”yi”, modern eğitim almış münevverleriyle biraz daha derinlikli ve sofistike söylem geliştirmeyi başardılar. Radikal, “Hakimiyet Allah’ındır!’ mottosuyla “hakimiyet-i milliye”yi ve dolayısıyla halk yöntemi olarak bizzat demokrasiyi ve cumhuriyeti reddeden kolu, hep marjinal kaldı. Ancak daha geniş bir kesim, toplumdaki muhafazakâr-modern kamplaşmasının veya tansiyonunun yarattığı “kendi” (hazır ve oldukça büyük) mahallerinin ötesinde, daha geniş çevrelerde etkili olmayı başardı. Bunda en belirleyici neden, fanatizmden kurtulamasa da gerek genel teori tartışmaları ve kapsamlı literatür okumaları, gerekse zengin dönem kaynaklarının kullanımı oldu.

Bu gelişmelerin aynı zamanda siyasetteki başarı ve bunun sonucu olarak elde edilen (medyadan eğitime kadar) her alanda artan maddi olanaklarla ilgisi inkâr edilemez, ama bu olanakların “en” belirleyici unsur olduğunu iddia etmek haksızlık olur.

Günümüzde İslamcı söylem de (Atatürk kültünün toplumdaki yaygınlığına sığınmayı tercih eden popülist politikalar ve milliyetçi-ırkçı Atatürkçülerle kurduğu ittifak nedeniyle) bir dönüşüm yaşamaktadır. İslamcı iktidarın yandaş medyadaki kalem erbabı, Atatürk ve cumhuriyet karşıtlığını ve hatta bununla birlikte giderek eleştiriyi de elden bırakırken, daha entelektüel ve derinlikli bir dil ve tutumla eleştirel söylem üreten aydınların ise bugün adeta kekemelik yaşadığını görüyoruz. Kemalistlerle bazen Atatürkçülük yarışına giren popülist İslamcılar bağlamında bunun nedeni, iktidarın nimetlerinin cazibesi olabilir. Ancak rövanşist Kemalist dönüş korkusunun da rol oynadığı bir akıl tutulması ve bir zamanlar kökten reddedilen milliyetçi-ırkçı söylemle ittifak sonucunda yaşanan bilinç yarılması da söz konusudur.

Birinci grubun alt-grubu olarak değerlendirebileceğimiz İslamcılara, 21. yüzyılda eklenen yeni bir alt-grup olarak, sağ veya sol liberal aydınların Kemalizm konusundaki mesafeli ve eleştirel söylemleri, zamanla İslamcılarınkine eklemlenerek yer yer liberal anti Kemalizm fanatizmi boyutuna varmıştır. Bunda her zaman mevcut olan sansasyonelizmin cazibesi kadar, dolaylı ve kısmen de olsa iktidarın sunduğu olanaklardan nasiplenme ve özellikle Avrupa Birliği üyeliği umudundan kaynaklanan demokrasi ve açılım rüzgârı da büyük rol oynamış olmalıdır. Bunlardan sonuncusunun yol açtığı, on yılların baskıcı “müesses nizamından” ve ülkenin asker-bürokrat Kemalist efendilerinden/sahiplerinden kurtulma umudu, rafine olmayan gözü kara bir karşıtlıktan başka bir şey üretememiştir. Olabildiğince naif “pazarın gücü” argümanı ve (o dönem bile artık klişeleşmiş) “serbest piyasacılık” dışında bir alternatif sunmayan bu eleştirel yaklaşım, ideolojik-entelektüel derinlikten mahrum, banal bir “demokrasisiz Cumhuriyet” eleştirisi ve Kemalizm karşıtlığıyla, sınırlı bir siyasi söylemin ötesine geçememiştir. Bariz olarak cumhuriyeti en dar anlamıyla, yani hanedansızlık veya seçilmiş başkanlık olarak kullanarak, yüceltilmiş bir “demokrasi” hayalini cumhuriyetin karşısına koyan bazı liberallerin, teorik sığlığı dert etmemesinde de bu karşıtlık veya “dava adamlığı” önemli rol oynamıştır.

Bugün daha dağınık da olsa hâlâ tutarlı bir şekilde Kemalizm eleştirisi ve karşıtlığını sürdüren bu alt-grup içinde (bazıları İslamcılarla organik bağını koparmadan da olsa) daha temkinli, mesafeli ve eleştirel bir tavırla Kemalizm ve “kadim” müesses nizam eleştirisi, eski yankısından yoksun ama oldukça güçlü bir şekilde devam etmektedir.

Bugün inşa edilmekte veya edilmiş olan “yeni müesses nizam” konusundaki tavır ve tutumu henüz yeterince açık ve net olmasa da bu yaklaşım, genelde Kemalizm’e karşı eleştirel ve mesafeli duruşuyla, günümüzde eski müesses nizamın canlandırılması çabalarına karşı yine de en tutarlı tavrı sergilemektedir. Bu bağlamda, özellikle sekülerlik ve laikleşme çerçevesinde tüm kazanımları ve olumlu yanları benimsenen Cumhuriyet’in, ilan ediliş sürecinden itibaren demokratik olmayan nitelikleri ve günümüzde sürmekte olan otoriterliğin temelindeki rolü hala dile getirilebilmektedir.

Zamanla -İslamcılar tarafından iktidarın nimetlerinden uzaklaştırıldıkları oranda- söylemleri için daha çok “defansif” sıfatı kullanabileceğimiz, günümüzde iyice muhafazakârlığa hapsolmuş hamasi sağ ve sol Kemalistler, ya da bazıları için aynı anlama gelen Atatürkçüler söz konusu olduğunda, bu cephede neredeyse yeni bir şey yoktur.

SAĞ VE SOL HAMASİ KEMALİST ANLATILAR

Birinci gruba, yani başından beri körü körüne savunu söylemine sahip olup, ancak zamanla -İslamcılar tarafından iktidarın nimetlerinden uzaklaştırıldıkları oranda- söylemleri için daha çok “defansif” sıfatı kullanabileceğimiz, günümüzde iyice muhafazakârlığa hapsolmuş hamasi sağ ve sol Kemalistler, ya da bazıları için aynı anlama gelen Atatürkçüler söz konusu olduğunda, bu cephede neredeyse yeni bir şey yoktur: Yüz yıl sonra, neredeyse 1927 yılının Nutuk anlatısını aşamayan, arada Şevket Süreyya Aydemir gibi sol versiyonlarıyla biraz da olsa rafine boyut kazanabilmiş olan,  bu temcit pilavı misali söylem, giderek rasyonal(ist) tutumdan uzaklaşarak, bizzat kendisi tarafından üretilmiş, mitleştirilmiş bir Atatürk kültünün yaygınlığına tutunarak/sığınarak varlığını sürdürmeye çalışmaktadır.

İlginç bir şekilde, açıktan (veya çoğu zaman zımni olarak) cumhuriyet kavramını/fikrini geniş anlamıyla kabul eden, yani demokrasi ile ilişkisini doğru okuyan bu çevre, Cumhuriyet’in ilanını, Türkiye demokrasi tarihinde devasa bir adım olarak sunmaktadır. Bazen bu çevreden bazılarının, o sırada daha ileri demokratik adımların atılmamasını veya “ertelenmesini” 1920’lerin küresel konjonktürü ve “yerel koşullar” ile açıklamaya, daha doğrusu demokratik yetersizliği veya eksikliği meşrulaştırmaya çalıştığını görüyoruz. Ancak bunu yaparken, “cumhurun cumhuriyete hazır olmadığı” fikrini de kabul etmiş olduklarını; dolayısıyla (cumhura rağmen olmasa bile) cumhurun haberi ve açık onayı olmadan ilan ve inşa edilmiş bir Cumhuriyet’in söz konusu olduğunu ve açıkça yüceltilerek mitleştirilen bir “reis” liderliğinde küçük bir elit grup tarafından bunun gerçekleştirildiğini zımnen itiraf etmiş oluyorlar.

Devrimci veya elitist bir retorikle sergilendiğinde, doğru ve yanlış olmasından bağımsız olarak, hiç olmazsa kendi içinde tutarlı olan bu yaklaşım, günümüzün popülist demokrasi modasına uygun olarak, Kurtuluş Savaşı’na, Mustafa Kemal’e ve Cumhuriyet’e verilmiş çok yaygın halk desteği iddiasıyla birlikte bir hakikat garibesine dönüşmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasının demokrasicilik rüzgarının ve özellikle günümüzün popülizm modasının etkisi oranında ortaya tutarlılıktan çok uzak bir bulamaç çıkmaktadır bazen.

Yüzyıllık sürecin farklı boyutlarıyla ilgili eleştirel veya olumlayıcı görüşler ve bunlarla ilgili fanatizmden uzak her türlü tartışma, bugün acilen aşılması gereken cumhuriyet ve demokrasi krizi ile popülizm tuzağı konusunda çok yardımcı olabilir.

SONUÇ NİYETİNE: FANATİZMİN ÖTESİNDE BİR CUMHURİYET ANLATISI VE TARTIŞMASI MÜMKÜN MÜ?

Kült, mit ve tabuların hakimiyeti söz konusu olduğunda her zaman karşılaşılan tepkisel bir tavır olarak entektüel sansasyon ve dikkat çekme hevesi, görece masum görülebilir ve anlaşılabilir. Ancak saldırı ve savunma şeklinde ortaya konulan tarih anlatıları bağlamında siyasi güç veya özellikle maddi çıkar için tarihin araçsallaştırılmasının, uzun vadeli olarak çok olumsuz sonuçları olup siyaseten açıkça zehirleyici bir etkiye sahip olabilmektedir.

Entelektüel-akademik tartışma ve hatta ekoller bağlamında oldukça ilginç ve değerli olabilecek tarih tartışmalarının, günlük siyasetin ve özellikle kutuplaşmanın doruğa çıktığı çağımızda yol açtığı zihniyet kamplaşması ve siyasi kutuplaşma, öncelikle toplumsal barış ve huzur için elzem olan müzakere ve diyalog önünde engel oluşturmaktadır. Ancak sorun bununla sınırlı değildir. Bu kamplaşmaya dayalı fanatizm nedeniyle tamamen aynı kaynak ve literatüre dayalı herkesin kabul ettiği olgulardan yola çıkılarak bile çok farklı ve hatta zıt anlatılar ve ideolojiler ortaya çıkabildiği gibi, bazen birisi için bariz olan demokrasi karşıtlığı diğerleri için öyle olmayabilmektedir.

Örneğin, Cumhuriyet fikri ve ilan sürecinin sadece Mustafa Kemal ve bir avuç elitin meselesi olması, karşıt kamplardan birinde neredeyse “insanüstü” bir lider olarak Mustafa Kemal önderliğindeki bir avuç elitin halkı/cumhuru saltanattan ve hanedanlıktan kurtarma yüceliği olarak sunulabilirken, İslamcı veya liberal diğer kampta (dönemin birçok muhalifinde olduğu gibi) elitizmin ve hatta (oligarşik bir) bir diktatörlük inşasının açık kanıtı olarak görülebiliyor.

***

Cumhuriyet ve demokrasi tartışmaları bağlamında, elbette tarihten öğrenecek çok şey var. Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanı, inşası ve gelişimi ile demokrasi tarihinden alınacak dersler kıymetlidir. Ancak bu konuda “doğru” anlatı ve algının günümüzün sorunlarını çözeceği beklentisi ve iddiası yersizdir.

Elbette ilan ve inşa sürecinden yola çıkılarak sergilenen “Cumhuriyet” yanlılığı ve karşıtlığı, bugün ve yarın için nasıl bir rejim öngördüğümüzü ve önerdiğimizi ele verir. Ancak bu örnek vakayla ilgili tavrımız sadece kaba bir karşıtlık veya yüceltme üzerine kurulu olduğu sürece, ortaya çıkan tabular ve mitler nedeniyle hem vakayı hem de bugün ve yarınla ilgili tahayyüllerimizi anlatamaz ve karşımızdakileri anlayamaz hale gelen kutuplarda buluruz kendimizi.

Yüzyıllık sürecin farklı boyutlarıyla ilgili eleştirel veya olumlayıcı görüşler ve bunlarla ilgili fanatizmden uzak her türlü tartışma, bugün acilen aşılması gereken cumhuriyet ve demokrasi krizi ile popülizm tuzağı konusunda çok yardımcı olabilir.

Türkiye örneği üzerinden ciddi ve derinlikli bir cumhuriyet ve demokrasi tartışması, (modernleşme sürecinin parçası olan) modern devlet ve bu bağlamda ulus-devlet, sosyal devlet, faşizm vs. tartışmalarıyla birlikte yapıldığında, yirminci yüzyılda çuvallayan temsili demokrasi ve elitizm ile günümüzün baş belası olan sağ ve sol popülizm sorunsalı hakkında daha yararlı sonuçlara ulaşabiliriz.

Neticede herkese soğukkanlı düşünme ve tartışma çağrısında bulunarak, okuyucularıma önerebileceğim, günümüzde sayısı iyice artan literatür okumalarına ve mümkünse dönem kaynaklarına dayanarak ilgili döneme dair “kendi” anlatımlarını geliştirmeleri olabilir.

***

Yüzüncü yılında Cumhuriyet’in ilanı ve inşa sürecine bakıldığında mesele, iyi ve kötü adamları bulmak veya demokrat rol modeller aramak olmamalıdır.

Kamplaşma nedeniyle ortaya çıkan cumhuriyet, demokrasi, millet, ümmet veya halk “kurtarıcıları” ya da “dostları” ile “düşmanları” ya da “hainler” anlatısı başından itibaren hâkim olsa da unutulmaması gerekir ki aslında 1923 yılına gelindiğinde, memlekette neredeyse tüm muhalif örgüt, grup ve görüşler teker teker tasfiye edilmiştir. Etnik homojenlikten sonra siyasi homojenlik konusunda da rejim artık doruk noktasındadır. Bu noktada siyaset arenasında söz sahibi olup geriye kalan her kişi ve grup hakimiyet-i milliye yanlısı olduğunu iddia etmektedir.

Daha demokrat ve çoğulcu niteliğe sahip Birinci Meclis’in Nisan 1923’te tasfiyesiyle yapılan seçimlerden sonra 11 Ağustos 1923’te toplanan İkinci Meclis ise Kemalistler için “dikensiz bahçe” niteliğindedir.

Bu dönemde Meclis’teki tartışmalar, daha çok Türkiye’de millet/halk hakimiyetinin aracı ve yönteminin ne olacağı ile ilgilidir. Her ne kadar hala hilafet üzerinden Osmanlı hanedanlığı taraftarlığı bazen dolaysız olarak veya kimi zaman zımnen karşımıza çıkabilse de 1 Kasım 1922 tarihinde (aynı zamanda halife olan padişahı korumayı kuruluş amaçlarından biri olarak kabul eden) Meclis tarafından saltanatın kaldırılmış olması nedeniyle, hanedanlık rejimi artık ortadan kalkmıştır. Bu bağlamda, ne zaman cumhuriyet gündeme gelse o dönemin aktörleri için önemli bir tartışma konusu, cumhurun veya halkın (elbette ancak temsilcileri/vekilleri aracılığıyla) karar süreçlerine katılımı bağlamında cumhuriyet rejimi ile mevcut ‘meclis hükümeti rejimi’ arasındaki fark olacaktır.

Diğer bir temel tartışma konusu ise Ankara’da ve genelde Türkiye’de artık alternatifsiz lider olarak otoritesini kabul ettirmiş olan Mustafa Kemal ile ilgili olarak 1922 yılı baharından itibaren Meclis’te dile getirilmeye başlanan kişisel diktatörlük plan ve niyetidir. Reis-i Cumhur konumunun kendisine vereceği (hükümeti belirleme başta olmak üzere) farklı alanlardaki güç sayesinde hakimiyet-i milliye yerine hakimiyet-i şahsi inşa edeceği korkusu Birinci Meclis’teki muhaliflerin ve özellikle İstanbul’daki gazeteler üzerinden yürüyen muhalefetin asıl dayanak noktasıdır.

1923 Ekim ayına gelindiğinde büyük oranda farklı düşünceleri ve muhalifleri dışlamış olan bir iktidar bloğu içindeki rekabetin, sözde cumhuriyet yanlılığı ve karşıtlığı üzerinden o günden bugüne siyasi gruplaşmaların temelini oluşturması, ancak siyaset alanının ne kadar dar olduğunu gösterir.

İki fanatizm aşılabilirse, mesela asıl bunu hakkıyla tartışmak mümkün olabilir.

***

Serde tarihçilik olduğu için, tarihbilimin babası sayılan ondokuzuncu yüzyılda yaşamış Alman meslektaşımız Leopold von Ranke’den (1795-1886) ilhamla “aslında ne oldu” konusunda kelam etmem bekleniyorsa, elbette öncelikle okuyucuyu ‘gerçek hikâye’ beklentisine girmemesi konusunda uyaramam gerekiyor.

Mete Tunçay hocamızın kırk yıldan fazla zaman önce yayınladığı Tek Parti Yönetimi (Yurt Yayınları, Ankara, 1981) kitabından bugüne, genelde fanatizmden uzak tarihyazımı ve özellikle Cumhuriyet’in kuruluş ve kurumlaşma sürecine eleştirel bakış konusunda önemli bir birikim oluştu.

Bu noktada, bu topraklarda demokrasi fikrinin serencamı ve nihayetinde cumhuriyetin ilanı gibi konularda fanatizmden uzak yeni arayış ve anlayışlar için eleştirel okumalar her taraf için zaruridir.

Neticede herkese soğukkanlı düşünme ve tartışma çağrısında bulunarak, okuyucularıma önerebileceğim, günümüzde sayısı iyice artan literatür okumalarına ve mümkünse dönem kaynaklarına dayanarak ilgili döneme dair “kendi” anlatımlarını geliştirmeleri olabilir.

 

Bülent Bilmez, Prof. Dr., İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi


Sitemizin açılışında ilk dosya konusunu “100. Yılında Cumhuriyet” olarak belirledik.
Bu yazı 100. Yılında Cumhuriyet Dosyası‘nda yayımlanmıştır.
Dosyanın diğer yazıları için buraya tıklayınız.

Bülent Bilmez

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir