İçeriğe geç

Bedenimden hep utandım. Önce kimden öğrendim mahrem yerlerimi örtmeyi; erkek çocuklar, ulu orta gösterirken çüklerini? Benim için kurallar koyarken ailem, “kızlık zarı” mesela bu derece önemliyken; nasıl öğrenecektim, bedenimi şefkatle sahiplenmeyi, sevmeyi?

Verdikleri nasihatler korkunçtu! Sevgiyle dokunmanın, aşkla okşamanın neye benzediğini bilmedikleri için, kadın bedeni, erkeğin kullanacağı bir nesneymiş gibi konuştular. Bunu hâlâ yapıyorlar!

“Aman kızım dikkatli ol! Erkekler kadınları kullanır atar!”

“Çok kısa o etek, gel de beni şey yap der gibi! Çıkar hemen!”

“Memelerin ortada görmüyor musun? İçine düşecek herifler!”

Siz hiç, bir erkeğe beyaz don giydiği için, hatta denizde o donla yüzdüğü için yaptırımlar uygulandığını gördünüz mü?

Genç kızlığım boyunca, erkeklerle konuşmam dahi yasaktı! Tatile gittiğimizde babamın koyduğu ilk kısıtlamaydı bu! Erkek arkadaş edinmeyecektik çünkü erkekler çok tehlikeliydi. Tek düşündükleri şey mahrem yerlerimi ellemekti. Şimdi düşünüyorum da, bedenimin içinde rahat olmakla ilgili bütün sorunlarım, fibromiyaljim, çektiğim korkunç kas ağrıları bana o yıllardan miras kaldı.

Bedenimin aynı zamanda bir “haz kapısı” olduğunu unutturmak için elinden geleni yapan ataerkil düzenin içinde sıkışıp kaldım. Yalnız olmadığımı biliyorum. Etrafımda onlarca kadın arkadaşım bedeninden memnun değil, zayıf ya da şişman olduğuna inanıyor, burnunu ya da bacaklarını beğenmiyor. Kapitalist sistemin bize dayatmaya çalıştığı “ince beden algısı”, bugün, zayıflama merkezlerine, ilaç firmalarına ve moda sektörüne hizmet ediyor. Yıllardır beslenme bozukluğu yaşayan biri olarak en iyi bildiğim şey, fazla kilolarımdan utanmak! Şişmanladığımda kendimi güzel hissetmem mümkün olmuyor! Oysa insan her haliyle barışık yaşamayı öğrenmeli değil mi?

Peki, içine sıkıştığımız bu sisteme teslim mi olacağız? Bakın, Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında, Clarissa P. Estes ne diyor:

“Yasaklamalarına uymak için sizden ruhunuza zarar vermenizi talep eden bir kültür, gerçekte çok hasta bir kültürdür. Bu “kültür”, kadının içinde yaşadığı kültür olabileceği gibi, bundan daha kahredici olmak üzere, kendi zihninde taşıdığı ve uyum gösterdiği bir kültür de olabilir.”

“Zihindeki kültür” ifadesi çok çarpıcı gelmişti ilk okuduğumda. O hasta kültüre uyum gösterdiğimizin farkında olmanın yolları nedir peki? Öncelikle yas tutmayı öğrenmek bence. Tutulmamış yaslarım olduğunu farkında bile değildim! Yazılarım, meğer yaslarımın ete kemiğe bürünmüş haliymiş.

Kırık bir kalple yaşadığımı bilmek, yasımı fark etmek, acımın içinden geçmek meğer çok kutsalmış. Taze duygularla yaşamanın yolu “yasa çıraklık etmekten” geçiyormuş. Kokuşmuş, küflenmiş duyguların, bedeni hasta etmesini engellemek bile yas tutma becerisiyle ilgiliymiş. Yas tutmak, aynı zamanda duygularımı bastırmamak, ortaya çıkmasına izin vermekle ilgili çünkü. “Gülmenin ve ağlamanın” aynı oranda yasaklandığı hasta bir kültürün içinde yaşıyoruz.

Çok gülersen mutlaka ağlarsın! Çok ağlarsan Allah’ın gücüne gider.

Bu saçmalıklarla büyümenin getirdiği “batıl inançlarsa” inanç sistemimizi alt üst etmeye yeterli! İnandığımız her şeyi sorgulamak en büyük sorumluluğumuz.