10.07.2016 Views

BALII<HANE NAZlRI Ali RlZA BEY

bir-zamanlar-istanbul

bir-zamanlar-istanbul

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

.<br />

•<br />

•<br />

BALII


1001 TEMEL ESER<br />

Yaza n:<br />

Balıkhane Nizın<br />

ALİ<br />

Rı'ZA<br />

tlaveli notıarla baskıya<br />

hazırlayan :<br />

Niyazi Ahmet BANOOLU<br />

ESKİ ADETLER- EÖLENCELER- SOSYAL HAYAT­<br />

ESNAF KURULUŞLARI - BÜTÜN YÖNLERİ İLE<br />

•<br />

BIR<br />

ZAMANLAR<br />

İSTANBUL


Tenüman gazetesinde hazırlanan<br />

bu eser Kervan Kitapçılık A. Ş.<br />

ofset tesislel"inde basılmıştıi·<br />

Resimkopya : Remaveı·


1001 Temel Eser'i<br />

iftiharla sunuyoruz<br />

Tarihimize mana, milli benliğimize güç katan<br />

kütüphaneler dolusu birbiıjnden seçme eser­<br />

Iere sahip bulunuyoruz. Edebiyat, tarih, sosyoloji,<br />

felsefe, folklor gibi milli ruhu geliştiren,ona<br />

yön veren konularda "Gerçek eseder" .. elimizin<br />

altındadır. N var ki, elimizin altındaki .bu<br />

eserlerden çoğunlukla istifade edemP.yiz. Çünkü<br />

devirler değişmelere yol açmış, dil değişmiş,<br />

yazı değişmiştir.<br />

•<br />


Gözden ve gönülden uzak kalmış unutulmaya<br />

yüz tutmuş -Ama değerinden hiçbir şey<br />

kaybetmemlş, çoğunluğu daha da önem kazanmış-<br />

binlerce cilt eser, bir süre daha el atılmazsa,<br />

tarihin derinliklerinde kaybolup gideceklerdir.<br />

Çünkü onları derleyip - topadayacak ve<br />

günümüzün türkçesi ile baskıya hazırlayacak<br />

değerdeki kalemler, gün geçtikçe azalmaktadır.<br />

Bin yıllık tarihimizin içinden<br />

ve bizi biz yapan, kültürüiiiüzde<br />

süzülüp gelen<br />

"Köşetaşı"<br />

vazifesi gören bu eserleri, tozlu raflardan kurtarıp,<br />

nesillere ulaştırrnayı planladık.<br />

Sevinçle karşılayıp, ümitle alkışladığımız<br />

"1000 Temel Eser" serisi, Milli Eğitim Bakanlığınca<br />

durdurulunca, bugüne kadar yayınlanan<br />

66 esere. ·yüzlerce ek yapmayı düşündük ve<br />

"Tercüman 1001 . Temel Eser" dizisini yayınla-<br />

,<br />

maya karar verdik. " 1000 Temel Eser" serisini<br />

hazırhiyan: çok değerli bilginler heyetini, yeni<br />

üyelerle genişlettik. Ayrıca 200 ilim adamımızdan<br />

yardım vaadi aldık. Tercüman'ın yayın<br />

hayatındaki geniş imkanlarını 1001 Temel Eser<br />

için daha da güçlendirdik. Artık karşınıza gururla,<br />

cesaretle çıkmamız, eserlerimizi gözlere·<br />

ve gönüllere sergilememiz zamanı gelmiş bulunuyor.<br />

Milli değer ve manada her kitap ve her<br />

yazar bu serimizde yerini bulacak, hiç bir art<br />

düşünce ile değerli değersiz, değersiz de değerli<br />

gibi ortaya konmayacaktır. Çünkü esas gaye bin<br />

yıllık tarihimizin temelini, mayasını gözler


önüne sermek, onları layık oldukları yere oturtmak<br />

tır.<br />

Bu bakımdan 1001 Temel Eser'den maddi<br />

hiç bir kar beklemiyoruz. Karımız sadece gurur,<br />

iftihar, hizmet zevki olacaktır.<br />

KEMAL ILICAK<br />

Tercüman Gazetesi Sahibi


•<br />

ÖN SÖZ<br />

Bir nehir gibl akıp giden zaman, Insanlarm Içinde<br />

yaşadıklan madde ve mAnA alemini de delifddyor.<br />

. Dedelerlmlz ve babalanmızın ya.tayış ve duyuflan<br />

lle bizim yaşayış v duyuşlamnız arasm.dakt ölçüsüz aynlık,<br />

,çocukl ve tonınlanmız Uzertnde de söriile<br />

cektlr. Bu, bir tabtat kanunudur.<br />

Şu var kt, bir nehlr gibi akıp gld.eD. mman, biz ­<br />

sanlah ne kadar ayn bir hayata götüriir80' götüııRbı.<br />

hiçbir zaman kökünden kopmUf birer yaratık olama<br />

yız. Böyle olsaydı, milletler, tarihleri Ue )i.famazlaniJ.<br />

Annemiz, başörtüsü lle de annemlzdlr, Jnumız da mini<br />

etelf Ue kınmızdır. Maziyl<br />

gömenek, lle<br />

rfmiz de karanbp gömülür. O zaman biz, bir nehlr gibi<br />

akıp giden zaman Içinde, duygusuz bir saman çöpünden<br />

farksız robotlar haline gellrlz.<br />

Geçmişe hasret, şüphesiz boştur, o kadar Id, biz bl<br />

le gençlik hayatımızıiı özlemi Içinde, bu günlerimize<br />

dönmenin JınkAnsızlıjma Inanarak yaşamaktayız •<br />

.<br />

.<br />

. •)<br />

***<br />

Şu her zaman güzel ve şirin İstanbul'da eski nesil·<br />

lerln geçirmiş olduklan hayatı .,nmemtz lledir kt, bir<br />

ömür tüketmenin duyabllmekteylz. Biz, geçmlf:l<br />

anmaz, eserlerlmlzde yaşatmazsak, ulnıyacaiJmız akı·


8<br />

bet, bizim için de ayni olacaktır ki, lnsanollu, şu fant<br />

dünyada hoşça bir sada bırakabllecell Inancı ile tesel·<br />

li bulabilmektedir.<br />

İşte elinizdeki eser, bu tarlhi gerçete ve Insaniann<br />

his örgülerine de cevap vennektedlr.<br />

***<br />

Çalmuzm ünlü taıihçlsi, Bemard Lewis (Osmanlı<br />

Devri tarihi hakkında eşsiz eserler müelllfl), inceleme<br />

lerde bulunmak üzere memleketimize geldili geçen yıl·<br />

larda, tarllıiınh konusunda bir sohbette şöyle demişti:<br />

•Batı ülkelerinde bir lise ötrenclsi, eski metinleri okur<br />

ve anlar. Sl.ı, bir harf devrimi yaptuuz, eski metinler,<br />

kütüphanelerde kaldı. Eski metinler. zamamnda çok<br />

aldalı idi. Blnaenaleyh, Türk tarlhçUerlne çok önemli<br />

vazife düşmektedir.»<br />

Ve, Bamard Lewis, sözünü şöyle bitlrmiştl: •Tarih,<br />

bir mll1etln hafızasıdır. Tarihini bilmeyen millet, hafızasını<br />

kaybetmiş Insana. benzer.•<br />

Bu .bakımdan, bu eser, bafızamızda tarlhiınizin sosyal<br />

hayatını canlandırarak, ünlü tarihçinin işaret ettiAi<br />

· hakikati gerçekleştirmektedir.<br />

***<br />

Eser hakkmda bizim fazla birşey söylememiz, sa·<br />

dece zamanımızı alacaktır. Yalnız kısa bir açıklamayı<br />

lüzumlu görmekteyiz:<br />

Balıkhane Nazın AU Rı:ıa Bey, yaşad$ ve gördü­<br />

Iii hayatı, hakikatıere çok sadık kalarak anlattıktan<br />

başka, tarihin daha eski devirlerini de lncellyerek ken-


9<br />

dt andanna eklemlş, bu suretle de bir hizmette bulunmuştur.<br />

Biz, eski yazariann bir gelnele uyarak fazla<br />

tumturaklı ve lüzumsuz keJime şatafatma bolduldan<br />

vakaları, bu günkü dtlle a,ktannaya çalıştık ve açıklanması<br />

zarurl ünvan ve o devrln deyimlerinin karşılıpm<br />

da not halinde verdik.<br />

Eski İstanbul Hayatı'nda, dış alemin yanında, o<br />

devrln iç alemini de bulaaksınız. Bu günün şartlarına<br />

uymayan hayat tarzına d:\ldak bükmek, hatta onlan gülünç<br />

bulmak, kelimenin hakiki manası ile bizi gülünç<br />

hale getirir. Sokaklarında fener ile gıezllen, dünyamn<br />

eşsiz ve benzersiz bon mavi sularında sadece kayık.<br />

la seyahat edilen gü!llerln, bu günümüze uymayan adetlerini<br />

kabul etmeliyiz ki, devrine göre en llerl ve mesut<br />

bir hayat tarzı ldl. Biz, bu gün bunlara dudak bükersek,<br />

yarın belki de gök boşlulunda şehirler kuracak<br />

bizden sonraki İlesil de en üstün medeni alemda<br />

yaşadıAJna inanan bu günkü nesle, bizlere dudak bükınesi<br />

lAzımdır ki, yukarıda da :kaydettllfmlz gibi, daha<br />

güzele ve daha lyiye doyamıyan insanlık, ancak yaşan<br />

hayi'tm llhaını ile durmadan ilerllyebllmektedlr.<br />

Dünyanın bugün en me().eni milleti oldulunu bütün<br />

Insanlığa kabul ettlnniş bulunan Amerika Ikiyüz yıl<br />

önceki yaşayışı aynen devam ettiren canlı müzeler VÜ·<br />

cuda getirmiştir. İneklerl sağm, bizim hala kullanmakta<br />

olduğumuz süpürgelerl, aynı metodlarla hazırlıyarak,<br />

Ikiyüz yıl evvelki dekorla döşenmiş evlerini bu<br />

süpürge . lle süpüren bir topluluk bu müze-köylerde<br />

ikiyüz yıl önceki şartlar içinde yaşamaktadırlar ve bunlar<br />

bu m üzenin aylıklı memurlarıdır. Bu günkü Ame·<br />

rika'lılar, bu canlı müzelerl gezerken hayretlıerlni sak-


10<br />

hyamamak.ta, fakat dedelerlnln nasıl ,adlklııınıiU söz.<br />

leri lle görmektedirler.<br />

***<br />

Bir zamanlar İstanbul'u All Rııa Bey (Onüçüncii<br />

Asn Hlcride İstanbul Hayatı) başbp altında ı 9ZZ yıhnda<br />

Peyarn Sabah ve Alemdar Gazetelerinele eski harf·<br />

lerle yayınlamış, kitap baline getirUememlştl. Bu ya·<br />

zıların özelllğt, bütün nak.edUenlerln görgüye diayanma<br />

sı, artık tarıh olmuş baldkatlertiı bir ·objektif sadaka<br />

tl ile canlandınlımş bulUiliD8Sid.ır.<br />

<strong>Ali</strong> Rıza Beyl nlhmetle anabm.<br />

Niyazi Ahmet BANOOLU


•<br />

c<br />

•<br />

.<br />

. . ,._ .<br />

.<br />

'<br />

. .<br />

... ·- · -.._<br />

- ..<br />

•.<br />

'<br />

-- __ ...._,.<br />

. ·-<br />

Mahalle<br />

çocuklannın<br />

oyunlan.<br />

Eskiden İstanbul'da alay alay mahalle çocukları<br />

'<br />

cami avlularında, yangın yerlerinde mezarlık tarlalarında,<br />

mahalle aralannda körebe, esir almaca, topaç<br />

çevirme, pilav pişti, çıplak yavrum, kapamazsın, uzun<br />

eşek, adım atlama, uçurtma uçurtma, birdir bir, aşık<br />

atma, tahterevalli, seke seke ben geldim, saklambaç,<br />

ceviz açma, yazı mı tura mı isimleri anılan oyunları<br />

oynarlar, kış aylarında yokuşlarda kızak kayarlar, birbirlerini<br />

kar toplan ile topa tutarlar, ilkbaharda yumurta<br />

tokuştururlar, tulumba sandığı kaldırıp yangın<br />

taklidi yaparlardı. Kuş geçimi mevsiminde ökse ve ka-<br />

,


12<br />

panca denilen tuzaktarla kuş tutariardı (1). Bu oyunlardan<br />

başka tehlikeli bir oyun daha vardı ki, bir mahalle<br />

çocukları ile diğer. mahalle çocuklannın taş savaşı<br />

etmeleri idi. Bu oyun bir muharebe halini alırdı.<br />

Oyunlarda ortaya çıkan anlaşmazlıklarda uyuşmazlarsa<br />

Perşembe günü öğleden sonraya karar verirler, buna<br />

karar veren takımın İlbaşı (2) iki çocuğu hasım tarafa<br />

gönderip resmen davet ederdi.<br />

·Bunlar gözlerini taştan sakınmaz, dayaktan yılmaz,<br />

her tehlikeye meydan okur takımından oldU:kları<br />

için, her iki taraf birkaç gün önceden irili ufaklı taşları<br />

toplamaya başlarlar, bunları münasip yerlere küme<br />

küme istif ederlerdi. Kararlaştırdıklan saatte mey.<br />

dan çocuklarla dolar, iki taraf birbirlerine<br />

saldırır,<br />

yağmur gibi taş yağdırırlardı. Bu çatışma akşama kadar<br />

sürerdi. Bir taraf zaferi kazanamamışsa akşam anlaşmaya<br />

varırlar, her iki taraf birbirlerinden alıp nöbetçi<br />

dikerek sokaklarda hapsettikleri esideri geceyi<br />

evlerinde geçirmek üzere serbest bırakırlardı. Ama<br />

ikinci gün bu esirler yerlerine gelmeye mecburdutar<br />

(3)<br />

(1) Çocuklar tuttuklan kuşları kafeslere koyup cami<br />

avlulanna götürürlerdi. Birçok kimseler bunlara be·<br />

şer onar para verip kuşları azad ettirirlerdi. Çocuk·<br />

lar kuşları kafeslerden çıkarıp salıverirken «azad bozad,<br />

cennet kapısında beni gözet» derlerdi.<br />

(2) Her mahalle oyununun İlbaşı en büyüklerinden se·<br />

çilir, oyunları onlar idare ederlerdi.<br />

(3) Çocuklar Perşembe ve Cuma günlerinden gayrı gün·<br />

lerde öğle ve ikindi zamanında iki defa mektepten<br />

çıkarlardı. Perşembe günleri öğleden sonra akşama<br />

kadar serbest kalırlardı. Cuma günleri bütün tatildi.


13<br />

Ertesi gün sabahın erken saatinde savaşa tekrar<br />

başlanırdı. Medet Allah. İki tarafta kumandalar, çığ.<br />

lıklar, haykırmalar dünyayı tutar, taşlar kar tipisi halini<br />

alır, bir saldındır giderdi. Evlerde camlar kınlır,<br />

kadınlar avazlan çıktığı kadar haykırır .. Sonunda bir<br />

tarafta yenilgi baş gösterir, yenilenterin herbiri bir tarafa<br />

kaçar. Kazananlar oyunun merkezini ele geçirir·<br />

I erdi.<br />

Bu zaferin neşesi sonsuzdu. Civar mahalle çocuklarına<br />

da haber salınır, çocuklar arasmda kimlerin ne<br />

gibi yararlıklar gösterdiği anlatılırdı. Çatışmada başı<br />

yarılan, eli burkulan, yaraları kanayanlar yaralarını<br />

mendil ile bağlar, yaptıklarını ana babalarından saklıyarak<br />

sokakta düştüklerini söylerlerdi ..<br />

ÇOCUKLARlN RAMAZAN AYLARINDAKi .<br />

YARAMAZLIKLARI<br />

Çocuklar Ramazam büyük bir sabırsızlıkla beklerler.<br />

Çünkü hiç sevmedikleri okul bu ayda hafifler,<br />

her gün yarım azad olurlar, gceleri Karagöz'e giderler,<br />

her taraf kandillerle donanır, bir de gündüzleri viranelerden<br />

ve yangın yerlerinden yoğurt çanakları kırıkları,<br />

kiremit parçaları toplanır, mahalle aktanndan<br />

kestane, altı patlar fişekleri, çanak ve el mehtaplan<br />

alırlar. Kandil uçurtmalan tertip olunur. Ge"<br />

eeleri yatsı ezanından evvel oyun merkezinde toplambr,<br />

herkes kendi vazifesine baŞlar.<br />

Büyük bir dikkatle çanak terslerine zeytin yağları<br />

ve fitiller konur, kiremit parçalarına muşambalar ve<br />

mumlar dikilir yaya kaldınınlar üzerine diziİir, meh-<br />

1


..<br />

14<br />

taplar yanmaya, fişekler patlamaya başlar, artık gelip<br />

geçenlerden ya ve meyve, mum parası toplamak için<br />

eski adet üzere hak kazanılmış olur. Alay alay sokaklarda<br />

ya ve inum parası sesleri udamaya bşlar.<br />

Fenerlileri ürkütrnek ve onlara mt,ım parası verdirrneK<br />

için (bakkalda üzüm, fenerde gözüm) tekerlemelerini<br />

hızli hızlı söylerler. Böylece gelip geçenlerden ya ve<br />

mum parası alırlar. Vermeyenierin fenerlerini patlatmak,<br />

ya da kapıp kaçmak, hatta yal ve mum parası<br />

vermeyenierin evlerinin camını kırmak adet haline gelmişti.<br />

Eskiden şimdiki gibi sokak aydınlatılmadı için<br />

fenersiz gezinmek yasaktı, sokakta gezen herkes fener<br />

bulundurmaya mecburdu.<br />

Bir Ramazan gecesi Fatih Camii önünden geçerken<br />

birçok sesler duyduk. Sebebini anlamak için halkın<br />

birikmiş bulunduğu yere geldik. Meer çocukların<br />

oyununa urıyan biri fenersiz kalmış, başka fener de<br />

bulamamış, çaresiz karanlıkta yoluna devam etmek zorunda<br />

kalmış. Bu sırada zaptiyeler önüne çıkarak fenersiz<br />

sokaa çıktığı için karakota götürmek istemişler,<br />

adamcaız güç halle başına geleni anlatarak kendini<br />

kurtarmış ..<br />

MAHALLE OKULLARI<br />

.<br />

Çocukların sokak yaramazlıklarınm başlıca sebebi<br />

okullanmızın intizamsızlıı idi. Çünkü Sübyan okul-


ıs<br />

lannın çoğu vakıftı (1). İmamla beraber Kur'an-ı Kerimi<br />

ezberlemiş; Hafız olmuş olan öetmenler idare ederlerdi.<br />

Ama Hafız olamamış ölretmenler . de babalarından<br />

kendilerine . geçen tmenlili. başlarına bir . sa- .<br />

nk sarmak suretiyle yapariardı (2).<br />

Bu sübyan okullarıılın Kalfa adı verilen. iki de öğretmen<br />

yardımcısı vardı. Bu Kalfalar da geçindirimek<br />

için kayırılmış cahil kimselerdi. Bunlar, zengin çocuk-<br />

.<br />

larına yüz vermekle yüzsüz, fakir çocuklannı da hırpalayarak,<br />

.hakaretler ederek arsız ederlerdi. Kalfalar,<br />

hafta başı olan Cumartesi günleri haftalıklarını almaktan<br />

başka birşey düşünmezlerdi. Haftalıklarını getirmemiş<br />

çocuklan sıkıştınrlar, bu yüzden başlan ağnyan<br />

ana baba ne yapıp yaparak Kalfalatın haftalıklannı<br />

temin ederlerdi. Çocuklar okusa da olurdu okumasa<br />

da .. Okula gidiyordu ya bu yeterdL. Hoca ve Kal··<br />

falar çocukların derslri ile fazla da ilgilenmezlerdi..<br />

Yalnız her çocuk okula getirildiği gün ana ve babası<br />

ölretmen Hocaya: «Eti senin kemiği benim• dediği<br />

için yaramazlık yapan çocuk hemen falakaya yatınrdı. ·<br />

(1) Bu gibi Vakıf okullann çoğunda Çocuklara Kapama<br />

adiyle her yıl bayramlık elbise ve ayakkabı verilir·<br />

di. Bu Kapamalar, Ramazan'ın onbeşinden sonra<br />

Üsküdar tarafında olanlara Ayazma, İstanbul tara·<br />

tında olanlara Hamidiye İmarethanelerinde verilir·<br />

di. Halk çocuklannı kapama veren mekteplere yerleştirmeye<br />

çalışırdı. Bu usul 1861 yılına kadar $Ür·<br />

müştü.<br />

(2) 1911 tarihinde yayınlanan bir nizarnname ile bu gibi<br />

okulZara verilecek öğretmenlerin iyi ·seçilmesi ka·<br />

rarlaştı . ve int-ızama sokuldu.


16 .<br />

Falakada çocuğun ayaklarını iki kişi tutar, hoca veya<br />

kalfa kızgınlığını giderineeye kadar kızılcık değneğini<br />

yapıştırıp dururdu .. Çocuklar ağlar, feryad eder ama<br />

acıyan yok. İş bitince topallaya topallaya gider yerine<br />

otururdu. Sübyan okullannda kulağı çekmek, şamarlamak,<br />

falakaya yatırmak adet haline gelmiş olduğundan,<br />

gelişmiş çocuklar artık dayaktan yılmaz, azarlanmaktan<br />

utanmaz olurlardı. Bunların işi gücü nasıl bir<br />

yaramazlık ve arsızlık yapacaklarını düşünmekti, kendilerinden<br />

küçük olanlara da bu yolu gösterirlerdi. .<br />

Okulların çoğu bir katlı bina idi. Dört taş duvar ve<br />

toprak bir oda .. İçinde sıra sıra diziimiş rahleler Ço<br />

..<br />

cuklar bu ralıle önünde karşılıklı, evlerinden getirmiş<br />

oldukları minderler üzerine otururlardı. Öğretmenin<br />

yeri köşede idi.. Baş ucunda uzun bir sırık ile değnekleri<br />

asılı dururdu. Sırıkla oturduğu yerden çöcuklan<br />

döğebilirdi. Kalfalar da birer köşede otururlardı.<br />

O zamanlar çocukların hava almaya bahçeye çıkmaları<br />

adet olmadığından yüzlerce çocuk-sabahtan ak-.<br />

şama kadar kafese tıkılmış kuşlar gibi tıkılı kalırlar-<br />

• dı. Hep _<br />

çıkma saatini beklerlerdi. Dışarı salıverildikleri<br />

zaman da ortalığı velveleye verirlerdi.<br />

Bazı aileler çocuklarını haylazlıktan kurtarmak<br />

için beş, altı yaşında iken esnaf yanına verirlerdi. ve<br />

tabii cahil kalırlardı.<br />

Bir de babalarımız çocukların terbiyesini diz çöküp<br />

utangaç bir halde oturmalarında gördüklerinden<br />

mesela onbeş yaşına gelmiş bir çocuk, konuşmalara<br />

karışır da bir soru sorarsa: Büyüklerin sözüne karışılmaz»<br />

diye bir de azar işitirdi. Bundan dolayı da ko-


17<br />

caman birer delikanlı olan gençler iki kelimeyi bir<br />

araya getirip. koQuşamazlardı.<br />

PADİŞAH ÖNÜNDE BİR KARAGÖZ OYUNU<br />

Sübyan okullarında derslere (Elifba) ile başlanırdı.<br />

A yerine geçen Elif'in üstüne bir kısa çizgi konulduğu<br />

;zaman (E) okunur, bu çizgi alta konulduğu zaman da<br />

(İ) okunurdu. Yalnız üste konana (Üstün) alta konana<br />

da (Esre) denirdi. Mesela (Elif üstün E), (Elif esre İ)<br />

olurdu.<br />

· Sultan Mahmut zamanında meşhur Karagözcü Sait<br />

Efendi, Padişahın huzurunda Karagöz oynatırken konuya<br />

Sübyan okullannı almış. Hacivat öğretmen, Karagöz<br />

de öğrenci olmuş .. Hacivat (Bir üstün) der, Ka·<br />

ragöz de bu sözü tekrarlar. Hacivat (Bir esre) deyince<br />

Karagöz, (Üstün) ün karşı anlamı olan (Bir altın) der.<br />

Hacivat (Esre) diyeceksin deyince Karagöz: «Yanlış<br />

okutuyorsun, Üstün'den sonra altın gelir, bir Altın)<br />

diye direnir. Öğretmen Hacivat, öğrenci Karagöze bir<br />

tokat atar, (Esre) diyeceksin der, Karagöz inat eder:<br />

(Bir altın) demekte ayak dj,rer. Padisah, Karagöz'ün<br />

nüktesini anlar ve bir altın gönderir. Bu defa Hacivat:<br />

(İki üstün) der, Karagöz tekrarlar, (İki esre) deyince<br />

Karagöz, gene: (İki altın) diye tepinir. En sonunda<br />

Sultan Mahmut iki altın daha gönderir ama, Sait Efendiye<br />

de: «Halt ediyorsun» der. Sait Efendi: «Padişahım<br />

okullarımızın halini belirtiyorum» karşılığını verir.<br />

Bu oyunun tesiri olsa gerektir ki Padişah 1828 yılında<br />

İstanbul Kadılığına bir Ferman göndererek okullara<br />

önem verilmesini bildirdi. Çocukların altı yedi yaş ların-<br />

F:2


18<br />

da okula verilmeyip iş.lerde çalıştırıldığı, bu yüzden<br />

cahil kaldıkları, okuma yazma önmeyeiılerin bundan<br />

sonra işe verilmemeleri emredildi.<br />

Mahalle okullarının çda yazı dersi olmadJtından,<br />

çocuklara yazı dersleri evlerd ya da yazı .öğretmenlerinin<br />

evlerinde bir ücretle verilii"di. Üstün zekaya<br />

sahip olanlar, zamanın bilginlerinden ders alarak<br />

yetişirlerdi. Bu da çok güç ve enderdi. Eğitimin bu kısırlığı<br />

yüzündn, Pertev, Akif, Reşi, <strong>Ali</strong>, Fuat,. Ahmet<br />

Vefik, Mithat ve Ziya Paşalar, Şinasi ve Namık<br />

Kemal gibi üstün kimselerin yetişmesi kolay olmazdı.<br />

ZENGİN VE .<br />

FAKiR ÇOCUKLAR<br />

Zenginler, çoctiklannın okuması için hususi öretmenler<br />

tutarlardı. Bunlara Arapça, Farsça, yazı ve şiir<br />

öğretirlerdi. Bununla beraber, zengin çocuklan içinde<br />

böyle hususi öğretmenlerden yetiş.enler parmakla gösterilecek<br />

kadar azdı. Çünkü bu çocuklann ço zenginlikleri<br />

ile şımarmışlardı. Nasıl olsa zengindiler, babalarının<br />

itiban ile istedikleri memuriyeti de alabileceklerine<br />

inanırlar, okuma devresinde zevk ve elenceden<br />

vaz geçmezlerdi. Öğretmenleri de onlan sık.mazdı,<br />

çünkü çoc danltacak olursa kazançları ellerinden<br />

gideceği için şımank çocuklann suyuna gitmeyi uygun<br />

bulurlardı.<br />

·<br />

Mahalle çocuklannın şikayet ettiğimiz yaramazlıklan,<br />

hiç olmazsa vücut yapılanm klivvetlendiriyor,<br />

kuvvetli ve çevik oluyorlardı, zengin çocuklannda bu<br />

da yoktu, çünkü lalaların ve dadıJarın kucaklarında binbir<br />

itina ile büyütülmeleri sonucu hastalıklı olurlar,


19<br />

nezledeİı ödleri kopar, kansız, çelimsiz, cılız kalırlardı.<br />

Hatta çoğunun vücut yapıları bile bozulurdu.<br />

Zenginlerin devlet hizmetinde bulunmuş bilginler<br />

sınıfından olan çocukları ise hoppalıklarla ün yaparlardı.<br />

Çoğu tenbel, beceriksiz idiler. Çünkü ilk terbiyelerini<br />

haremde kakavan çerkez dadı ve çetrefil Arap<br />

. kadınlanndan, selamhkta uzun yıllar sofra hizmetinde<br />

saç sakal ağartmış, emektarlıklanndan dolayı konağvı<br />

kapıcılığına verilmiş, köpekleri kovalamaktan aciz<br />

adamlardan alırlardı. Çocuklar (Keloğlanın Karakoncolosu,<br />

Dev kansının Gulyabanisi) masallarını dinlerler,<br />

bunları dinliye dinliye de uroacıdan korkar kirpi gibi<br />

büzülür, yabancı insanlardan kaçar, htiysuz birer yara·<br />

tık olurlardı.<br />

Bu çocuklar nazar değer diye selamlıkta misafir·<br />

lere gösterilmez, terbiyeleri bozulmasın diye de konak<br />

halkı ile karşılaştırılmazdı. Her vakit gördüğü, bildiği<br />

dadısı ve lalası idi. Şayet konakta bir misafire ras­<br />

Iarsa utanır, sıkılır, kaçar (Yuh) diye lalasını korkutur,<br />

süpürge sopasına çuha kenarını bağlayıp üstüne<br />

at gibi biner, bahçede koşar, geçerken ayvazın ayağını<br />

çeker, yemek tablasını devirir,. daha böyle nice yaramazlıklar<br />

yapa yapa büyür, sakallanır, cinler, periler<br />

korkusundan odasında yatamazdı, çünkü çocuk kalmıştı.<br />

DEVLET MEMURLARI NİÇİN CAHİL KALlRDI?<br />

Hükumet merkezi İstanbul'da yüksek okul olarak<br />

Mühendishane (Teknik Üniversite), Harbiye ve Deniz<br />

okulları vardı. Coğrafya, Kimya, Hendese gibi dersler


20<br />

okunurdu. Devlet memurlarının tahsil görmeleri düşünülmezdi<br />

(1). Devletler arası anlaşmalarda murahhaslarımız<br />

cahil oldukları ve bu yüzden zarariara uğradığımız<br />

tarihlerde yazılıdır.<br />

Rusların Akdeniz'e donanma göndereeklerine dair<br />

Fransız'lar tarafından verilen haber üzerine Baltık Denizinden<br />

donanmanın gelebileceğine akıl erdiremiyen<br />

devlet erkanı Rus donanınası uçup mu Akdeniz'e gelecek<br />

diye inanmamışlar, Çeşme limanında Osmanlı donanmasının<br />

yakılmasından sonra akıllan başlarına gelerek<br />

hayret etmişlerdi.<br />

1826 muharebesi yenilgisinden sonra Edi.rne'ye<br />

gönderilen murahhaslanmıza Rusya murahhaslannın<br />

harita üzerinde gösterdikleri yerleri bizimkilerin tayin<br />

edernemeleri ve meselenin Bab-ı <strong>Ali</strong>ce de hal edilernemesi<br />

üzerine Fransa ile Avusturya elçilerine baş vurulmuş,<br />

bu murahhaslann tazminat konusunda ileri sürdükleri<br />

bir milyonu, bir yük (2). Yani yüzbin sanarak<br />

(1) Eskiden devlet erlainının en milhimleri Enderun·<br />

dan, daire kalemlerinden ve Vezirlerin dairelerin·<br />

den yetişirdi. Bununla beraber. hiç okuma yaz.<br />

ma bilmeyenlerden de devletin en büytlk makamıanna<br />

geçenler vardı. E nderuna Arapça ve Farsça ·<br />

öğretmenleri seçilerek tayin edilmiş olduklanndan<br />

buradan birçok şair ve edip yetişmiştir. Yalnız Coğrafya<br />

ve Matematik gibi bilgilerin okutuZması tldet<br />

olmamıştı.<br />

(2) Eskiden halk arasında ve resmi dairelerde milyon<br />

kullanılmaz (yük) ve (kese) diye hesaplanırdı. (Yük·<br />

100,000 akçe, bunun yansı Kese olarak ifade edilirdi.)


21<br />

kabul etmişler, aradaki korkunç hrkı anladıkları zaman<br />

da şaşırmışlardı.<br />

Politikamızı idare edenler, memleketimizin hudurlunu<br />

ve hatta nerelere bağlı bulunduğunu da bilmezlerdi.<br />

Cevdet Tarihinin II inci cildinin başlarında yazılı<br />

bulunan şu fıkraya dikkat edilsin:<br />

«Şu karışıklığı bak ki. Bab-ı <strong>Ali</strong> bir adamın idamı<br />

için ferman yazıyor da nerede ve hangi sancağa bağlı<br />

bulunduğunu bilmiyor. Memleketin coğrafyasını bilmeyen<br />

devlet adamları işte böyle karaltıya kubur sıkar.»<br />

1845 tarihinde Abdülmecidin Bab-ı <strong>Ali</strong>'de okı,ınan<br />

buyrultusunda «din ve dünya için» lüzumlu bilgilerin<br />

öğretilmesine işaret etmesi üzerine, Sübyan okullarının<br />

ıslahı için bir komisyon kurulmuş, komisyon program<br />

hazırlamış, birkaç yerde de Rüştiye okulu açılmıştı.<br />

Fakat 1875 yılında Reşit Paşa kabinesinin düşmesi üzerine<br />

Başkomutan tayin edilen Sait Paşa (1) okulları<br />

yeni fikirlerden ve fikirlilerden uzaklaştırmak istemiş,<br />

okullarda resim dersinin okutulmasından dolayı<br />

kendisinden öncekileri suçlamıştı. Nazır Vahbi Molla'­<br />

nın teftiş olunur korkusu ile ne kadar harita varsa<br />

toplatıp kuburlara attırdığı (Ahmet Cevdet Paşa<br />

ve Zamanı) isimli kitapta yazılmaktadır. Halkın bilgiye<br />

{1) Sait Paşa aslen Bursa'lıdır. 1882 tarihinde Enderun'a<br />

girmiş, Hazine Kahyasina imam olmuş, sonra Mabeyinct,<br />

daha sonra padişaha damat olarak birçok<br />

mülki ve askeri memuriyetEerde bulunmuştur. Azıedildikten<br />

sonra bir kenara çekilmiş ve dervişçe bir<br />

hayat sürmilştür.


22<br />

kavuşması, okumanın artması için harcanan emek,<br />

Sübyan okuHanna elifba ve ahlak broşürleri dağıtmaktan<br />

ileri gidememiştir.<br />

. .<br />

ÇOK ESKi .ZAMANLARDAKi tiSTtiNLÜÜMtiZti<br />

NİÇİN·YİTİRDİK?<br />

Vaktiyle var olmak, milletçe yükselebilmek maarif<br />

ile mümkün old\İğu hakikati kabul edilerek Fatih Camii<br />

etrafında yüksek tahsil için medrseler kurulmuştu.<br />

Sonraları Osmanlı Sultanlan tarafından cami yaptınldıkça<br />

etrafında mükemmel medreselerin kurulması<br />

adet haline gelmişti. Padişahlannın gidişine uymayı<br />

gelenek haline getiren Vezirlerin çoğu İstanbul'un türlü<br />

semtlerinde cami, medrese ve zengin kütüphaneler<br />

kurmuşlardır.<br />

Gene Osmanlı Padişahlannın bazıları Medreselerin<br />

yakınlarında ilkokullar yaptırmışlardır. O zamanki ilkokullar<br />

hakkında yeteri derecede bilgimiz yoksa da<br />

Medreselere kabul edilecek okuyucuların buralarda yetiştirildikleri<br />

muhakkaktır.<br />

Bu arada zengin devlet adamlarının da mescit ve<br />

okullar yaptırmaları adeti gelenek haline getirilmiş,<br />

memleket ·adım başında bu gibi kuruluşlarla. dolmuştu.<br />

Şunu da belirtmek icabeder ki, Medrese ve okul<br />

yapmak, dört duvar binalar yükseltmek demek değildi.<br />

Zamanın ihtiyacını ve tahsilin devamını sağlıyacak vakıflar<br />

da kuruluyor, bunları idare edecek adamlar tayin<br />

ediliyordu. Sonraları bu güzelim idare ehil olmayanlar<br />

elinde kalmış, bu suretle de iş çırından çıkmıştır.<br />

Bu hali doğuran sebeplerin başlıcası, mesela


23<br />

üçyüz yıl önce kurulan bir okul öğretmenine verilen<br />

para, zamanına göre o öğretmeni geçindirmeye kafi<br />

iken üçyüz yıl sonra o para, bir öğretmeni değil bir fakiri<br />

geçindjremeyecek kadar kıymetini kaybetmiş, bu<br />

yüzden de okullar ehil olmayan öğretmenierin elinde<br />

kalmış, onlar da çocuklan sıkıştırmak suretiyle geçimlerini<br />

sağlamaya başlamışlardır. Ne yazık ki, memleketimizin<br />

okumuş insanları geçim kaygısı ile ilkokul öğretmenliğini<br />

kabul etmemişler, bu yüzden ilkokul çağındaki<br />

çocuklar okulsuz kalmışlardır. Oskür tarafında<br />

115, Galata civarında 120 ve İstanbul'da 300 ilkokul<br />

varken, bunlann içinde ,ancak on okulda öğretmen<br />

bulunabiliyordu ki, bunun ne derece okumaya yardım<br />

edebileceği kolayca anlaşılır. Vaktiyle Medreselerimizde<br />

bunca hekim ve bilim adamı. sanatkar yetiştirilmiş<br />

olduğu halde, sonralan bu bilgiler yerine din<br />

bilgisi öğretilmeye başlanmış, ilim ve fen Avrupa'da<br />

ilerledikçe bizde unutulmuştur. Bizim tarihimizi bile<br />

Avrupa'lılar türlü iftiralılarla yazmışlardır. Halbuki biz<br />

felsefe okumak günahtır yollu muzır telkinlere kapılarak,<br />

İslamlığın üstün varlığını unutarak İslam alıkamma<br />

uymayan garip bir taasup içinde siyasi menfaatlerimizi<br />

·koruyamamış, komşularımızia münasebetlerde<br />

ticaret bakımından muhtaç olduğumuz .vabancı dil öğrenmek<br />

şöyle dursun, Avrupa1ılann bize dair kötü niyetlerle<br />

yazdıklarından bile haberimiz olmamıştır (1).<br />

(1) 1830 tarihinde Enderun ve Tıbbiye okulu öencilerinden<br />

Avrupa'ya 150 kişinin gönderilmesi Sultan<br />

Mahmut tarafından emredilmiş ise de bir takım<br />

mutaassıplar bu emri çirkin görerek tilrlil dedikodularla<br />

bu karara mani olmUJlardır.


i<br />

24<br />

Bununla beraber müneccimlerin haberlerine, geleceği<br />

keşf ettiklerine dair sözlerine önem vererek bir işe<br />

başlamak için mutlaka uğurlu gün aradık.<br />

Bir takım cahi.J vaızlar kürsülerde türlü safsatalarla<br />

birçok masumlann zihinlerini karıştırmaktan geri<br />

durmadılar. Ve mesela: «Büyük medeniyetler ve büyük<br />

eserler vücuda getirenierin dünyası ile bizim ilgimiz<br />

yoktur. Dört günlük ömür için gökyüziıne yükselen<br />

binalara ne lüzum vardır?» diyerek evlerimizin bile<br />

rahatlığına heves ettirmediler. Bir lokma ekmeğe<br />

razı ederek halkı geleceği düşünmekten men ettiler (1).<br />

Hele o tekke şeyhlerinin cahilleri (2) dervişlik, maneviyat,<br />

tasavvuf adı altında halka hep hurafeler aşılamakta,<br />

sanat ve ticaretten uzaklaştırılan zavallılar<br />

(bir hırka, bir lokma) ya kanaat ederek, tevekkülle<br />

bodrum katlarında, izbe köşelerde, mezarlık kenarlannda<br />

yarısı toprağa gömülmüş kovuklarda çürür giderlerdi.<br />

Edebiyat, yazarlık kelimeleri otuz kırk yıl içinde<br />

işitilmeye başlandı.<br />

Babalanmız, dedelerimiz kahramanlık duygularını<br />

kuvvetlendirrnek için Hamzaname, Kan Kalesi, Battal<br />

(1)<br />

(2)<br />

İsUi.m dininin fazilet dini ve medeniyettn kurucusu<br />

ol(iuı'junu bütün dünyaya yayacak bilginler yetiştirmek<br />

Uzere 1911 yılında (Medrestülvaizin) kurulmuştu.<br />

-<br />

Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri Ankara'da ömrünün<br />

sonuna kadar manevi hizmetlerde bulundJ,lğu gibi<br />

dünya işleri Ue de meşguldu. Kendisi başta olmak<br />

üzere genç müritleri zıraat, sanat ve ticaretle meş·<br />

guldUler.


25<br />

Gazi masallarını dinlemeye alıştırırlardı. Pikiderimizi<br />

aydınlatmak için okuduğumuz romanlar Aşık Kerem,<br />

Tahir ile Zühre, Köroğlu hikayeleri gibi şeylerdi.<br />

İnsaf olunsun, bir çocuk küçüklüğünden delikanlılık<br />

çağına kadar sokaklarda büyür, yazıları heceleyemeyen<br />

öğretmenlerden terbiye görürse artık ondan ne<br />

beklenir?<br />

Sonraları maarifin önemi anlaşıldı. Sultan .<br />

Harnit<br />

zamanında bir Üniversite kuruldu. Maarif İşleri Bakanlığa<br />

bağlandı, bir Meclisi Maarif. kuruldu. İlk ve<br />

ortaokullar açıldı. Maarif Meclisi azasından Mehmet<br />

Fuat ve Ahmet Cevdet efendiler (paşalar) tarafından<br />

Kavaidi Osmaniye kitabı yazılıp bastırıidı. Darüşşafaka,<br />

Sanayi Okulları açıldı. Yaşlan uygun olanlar buralara<br />

verildi. Buralarda çalışmak isterdi. Başarılı olmak<br />

isteği insanı dürttüğü için eskisi gibi sokaklardaki<br />

çocuklar alayı kalktı. Ana, babalar da okumanın faydasını<br />

anladılar. Bilgisiz, sanatsız yaşamanın kabil olmadığı<br />

anlaşıldı. 1870 yılında iyi tahsil görmüş kimselerden<br />

(Cemiyeti İlmiyei Osmaniye) kuruldu. · İlme<br />

ve fenne dair kitaplar basıldı. Yabancı qilden çeviriler<br />

yapıldı. Mektebi Saltani (Galatasaray Lisesi) (1) kuruldu,<br />

ecnebi dil öğreten okullar çoğaldı. Günlük gazeteler<br />

yayınlandı.<br />

•<br />

(1) İstanbul'da bütün dersleri Fransızca olmak üzere<br />

900 öğrenci okutan Galatasaray Lisesi kuruldu. Lüzumlu<br />

araç için 400,000 frank sarfedildt. Senelik<br />

masrafı için 500,000 frank ayrıldı.<br />


\<br />

•<br />

.<br />

• ••<br />

'<br />

<br />

• <br />

!; ! : .<br />

••<br />

'<br />

' i<br />

ı·<br />

:'<br />

·/<br />

'· '<br />

.: ';<br />

!•<br />

1<br />

,.<br />

J·<br />

• .<br />

·'<br />

.;<br />

._.;<br />

•<br />

.<br />

.. ,<br />

:<br />

•<br />

·<br />

.<br />

1 : •<br />

1<br />

•<br />

1<br />

1<br />

•<br />

ı<br />

•\<br />

•<br />

•<br />

J,. 1<br />

<br />

''1 ı<br />

11 !<br />

·:::ıl:''\<br />

'"1''<br />

• • • 1<br />

;·' ıliij\<br />

• •<br />

1 '<br />

• J 1<br />

' 1 ı<br />

ı .<br />

r<br />

' .<br />

1 l · '<br />

• 1<br />

• 1<br />

\<br />

'<br />

1 ;<br />

• ' i : i<br />

1 ıı<br />

: ·i<br />

,<br />

1<br />

4<br />

'<br />

1<br />

'<br />

'•<br />

1<br />

1<br />

•<br />

ı<br />

)<br />

. !·!P<br />

'1 • ı<br />

'<br />

.,..<br />

'\<br />

. ·: f<br />

. .<br />

'<br />

-"""'<br />

·-<br />

••<br />

Ol •<br />

1 1<br />

-<br />

,<br />

-1<br />

1<br />

' ı<br />

'ı<br />

1 • (<br />

r 1<br />

•<br />

• 1 --<br />

/' . 1 1<br />

-<br />

, ( .<br />

,.<br />

1 1<br />

J 1<br />

. ,cf<br />

-<br />

1 t ' - ı .<br />

i<br />

' 1<br />

J<br />

-<br />

$, .<br />

ı.<br />

.<br />

1<br />

,<br />

- -<br />

.. ..<br />

••<br />

•<br />

' .<br />

•. .<br />

..<br />

• ' "<br />

j<br />

1<br />

'<br />

j<br />

•<br />

,'\<br />

•<br />

1<br />

,<br />

r<br />

- -<br />

• '<br />

'<br />

r<br />

.1<br />

••<br />

•<br />

. -<br />

J i •<br />

..<br />

lz··<br />

'•<br />

'<br />

•• • <br />

·· . .<br />

,,. (ı\·'<br />

i ı''· \1 _.,<br />

, • 'J<br />

ı 1 ,.<br />

{ :\1'_/<br />

'<br />

, ıp 1<br />

\ ' .<br />

.<br />

.1 ll .. . -<br />

' i<br />

'· 1<br />

,. 1<br />

.<br />

ı<br />

1<br />

1 "<br />

(rf_<br />

..<br />

1<br />

' '"<br />

-<br />

-<br />

.:::;<br />

-<br />

ı::


•<br />

Istanbul<br />

Esnafları<br />

Kırım Muharebesinden sonra ve bu muharebenin<br />

getirdiği yenilik, Avrupa'lılada daha yakın temasımız<br />

sonucu Türk usulü yaşamış olan halkımızın yiyecek,<br />

giyeceklerinde, evlerimizin düzeninde büyük değişiklikler<br />

doğurmuştu. Zamanın padişahından, ·milletin fertlerine<br />

kadar herkes ziynete ve gösterişe düştü.<br />

Her çeşit süs eşyası dıştan oluk gibi akınaya başladı<br />

ve hele 1272 ve 1273 (1856-1857) tarihlerinde yapılan<br />

saray düğünleri için lüzumlu görülen ipekli kumaşlar<br />

ve dış ülkelerde yapılan eşyalar, doğrudan doğ-<br />


28<br />

ruya Avrupa fabriklarına ısmarlanmaya (1) başlandı.<br />

Bundan sonra da yerli kumaşlar günden güne itibardan<br />

düştü. Binlerce liralık sermayedara sahip olan<br />

memleketimiz genellikle sefalet içinde kaldı. Sanat ve<br />

ticaret hususunda İslam ahali, yüzde beşyüz zarara<br />

uğradı. Zavallı halkımız bundan sonra emile emile<br />

bir iskelet haline geldi.<br />

(Eski vakitlerde İstanbul'a gelen ecnebi gemileri<br />

Gelibolu'da yoklamaya tabi tutulur, memlekete sokulması<br />

yasak olanlara izin verilmez, gümrük vergisine<br />

tabi olanlardan da vergi aynen alınırmış.)<br />

Osmanlı ticaret gemileri yazın Karadeniz !imanlarına,<br />

kışın Suriye ve Mıır taraflarına giderlerdi. Bazıları<br />

da Akdeniz'in batı memleketlerine sefer ederlerdi.<br />

Ticaret gemileri, Hayriye Tüccarı denilen İslam·<br />

tüccarının malı idi. Bu tUccarlardan herbirinin yirmi<br />

(1) Saraya Ulzım olan eşya Tophane Müşürü Fet·<br />

hi Paşa'nın aracılığı üe Fransız tebaasından meşhur<br />

Krenpler eliyle Avrupa fabrikalarına ısmarlanırdı.<br />

Bu ısmarlanan eşya dolayısı ile de Fethi Paşaya<br />

(Bezirgan Paşa) adı verilmişti. Hatta 1858 yılında<br />

Fethi' Paşa'nın lildüğilnü duyan devrin Kaptanpaşası<br />

Mehmet Alt Paşa, (Çok şükür şu Bezirgan Paşa'dan<br />

kurtulduk) demişti. Bu tarihlerde başlıyan Avrupa<br />

eşyası hayranlığı bütün hızı ile devam etti. Sultan<br />

Hamit biltün giyim eşyasını çocuklarınınkine kadar<br />

Paris Büyük Elçisi Tahsin Paşa vasıtası ile Avrupa'dan<br />

getirtirdi. Bunun milletçe çok zararlarını çekttk.<br />

Bilyük Türk'çü Ziya Gökalp, çok sevdiği kızının<br />

bir Avrupa terliği alma istemesine karşı gelmiş,<br />

«evime Tilrk malından başka birşey giremez» demişti.<br />

(N.A.B.)


29<br />

otuzar ve belki d fazla gemileri vardı. Bu gemiler<br />

Tophane, Kasımpaşa, Galata semtlerindeki inşaat yerlerinde<br />

gemi yapıcı marangoz ustalan tarafından yapılırdı.<br />

Lazım olan kereste, çivi, zift, reçine, katran, makara<br />

gibi maddeler için de bunları yapan esnaf faydalanırlardı<br />

..<br />

Kalafatçılar, Kalafat yerinde iş görürlerdi. Yelken<br />

bezleri tamamiyle Gelibolu'daki fabrikalanmızda dokunurdu.<br />

Bu bezlerden Livama, Çenber gibi isimler<br />

verilen yelkenler yapılırdı. Tersane arkasında ve Okmeydanında<br />

bulunan Urgancılar hurma lifi ve kendirden<br />

halatlar ve türlü ipler yaparlardı.<br />

Eyüp'te, İplikhane Kışiası diye anılan Hançerli<br />

Sultan Sarayı yerinde 1868 tarihinde iplik büküp ter·<br />

sane için yelkenbezi yapan ve fazlası satılarak Vakıf<br />

hizmetlerinde kullanılmak üzere safi kan tamantiyle<br />

Evkaf Hazinesine ait olmak üzere İplikhane adiyle bir<br />

bina kurulmuştu.<br />

Bir zamanlar ipek ve iplik büken esnaf da vardı.<br />

Dikiş iğnesi bile Gelibolu'da yapılırdı. Eskiden Tahtakale'den<br />

Zeytinyağı Iskelesi'ne kadar mevcut mağazalar<br />

İslam tüccanna aitti. Galata ve İstanbul Yağkapanı,<br />

Balkapanı, Asmaaltı mağazaları hınca hınç İslam<br />

tüccarının mallan ile dolu idi.<br />

TÜTÜN TÜCCARLARI VE TÜTÜNCÜLER<br />

Kutucular, Zindankapısı, Rüstempaşa Camii etrafındaki<br />

mağazaların çoğu İslam ve Osmanlı tebaasından<br />

tütün tüccarının tütün denkleri ile dolu idi. Tütün tüccarı<br />

Osmanlı ülkesinin tütün ekilen yerlerinden kendi


30<br />

gernileri ile tütün denklerini getirir, Tütün Gürnründe<br />

cinslerine göre vergisi ödendikten sonra mağazalara<br />

doldurulurdu. Bu mağazalardan da rnühim miktar.<br />

da Avrupa'ya sat ılırdı. İstanbul ve taşrada bulunan Gedikli<br />

Tütüncü Esnafı da bu mağazalardan aldıkları<br />

yaprak iütünleri dükkanlannda çeşit yapıp kıydırır ve<br />

terazi ile açık olarak satarlardı. Herkes içeçeği tütü 1\_ ü<br />

muayene ederek alırdı. O ne nefis tütünlerdi. 1871 cıa<br />

resmi vergiden başka Duhuliye (giriş) adıyle bir okka<br />

yaprak tütün için bir rnecidiye altın vergi konrnuştu.<br />

Bir müddet sonra yalnız İstanbul içinde sarfolunacak<br />

tütünleri kıyıp kapalı olarak ahaliye satmak ve senede<br />

hazineye dörtyüz bin lira ödemek şartiyle Mösyö Zarifi<br />

ile Hristaki· Zoğrafos efendiye ihale edildi. Sonra<br />

1872 tarihinde bu Tekel emaneten idareye kaldı. Bu<br />

idare yaprak tütünleri şimdiki Reji gibi çeşit yaparak<br />

kıydınyor, devlet hesabına bandrole tabi tutarak<br />

sattınyordu. Bir müddet sonra bu idare de Iağv<br />

edilerek ülkenin her tarafında devlet vergisinden başka<br />

satış fiatına göre iç sarfiyat vergisi alınmaya başlandı.<br />

Bu vergi kapianna bandrol konulmak suretiyle alı·<br />

nırdı. Osmanlı tebaasına tanınan hak olarak tütün fabrikalan<br />

kurulmasına da izin verildi.<br />

Bu fabrikalar<br />

imal ettikleri tütünleri dükkaniarda kapalı olarak sa•<br />

tarlardı. Fabrikaların yaptıklan tüt.ünlerin nefasetinden<br />

dolayı halkımız bu ·fabrikalardan son derece memnun<br />

kalmışlardı. Birkaç· yıl bu usul devarn etti. Daha sonra<br />

şimdiki Reji kuruldu, artık İstanbul'da tütüncülük<br />

.<br />

sanatı ort.dan kayboldu. Yalnız Rejiden ondalık kar-<br />

.<br />

şılığı tütün alıp satmak bakkallara, aktarlara kaldı.


•<br />

(\<br />

. . _ .. ..<br />

.. _- ­<br />

-· ,.... ... --<br />

_,....-<br />

Yü::;yıl evvelki Kapahçarşı'da kadınların alış-verişi.


•<br />

32<br />

KAP ALIÇARŞI VE BEDESTEN ESNAF!<br />

Be destenden bir köşe., devrin en ;;engin<br />

esnafinm toplandığı yer.<br />

ranın ayrı muhafızları vardı.<br />

Büyükçarşıda<br />

Qeapalıçarşı) her<br />

gün biri Yağlıkçılarda,<br />

biri Bedestende<br />

dua e­<br />

dilir, ondan sonra<br />

işe başlanırdı.<br />

Hocaki denilen<br />

Bedestenliler<br />

vaktiyle üçer<br />

bin kese daha<br />

fazla sermayeli<br />

idi. Bedestende<br />

mühim miktarda<br />

kıymetli eşya<br />

alınıp satılırdı.<br />

Zenginlerin çoğu<br />

paralarını ve kıymetli<br />

eşyalarını<br />

Bedestende<br />

saklatırlardı. Bu-<br />

Not: 1099 (1687) tarihinde zorbaların ayaklanmasında<br />

bir Yeniçeri Bedestende Şerif Ağa isminde bir<br />

Hocaki ile kavga çıkarıp Dolap adı verilen dükkanını<br />

yağma eder. Şerif Ağa bir sınğın ucuna yeşil bir bez<br />

takarak: «İhadullah, ne duruyorsunuz!» diye ortaya


33<br />

atılarak etrafı velveleye verir. Bu sırada: «Şerif Ağa<br />

Sancağı Şerif ile çıkmış» haberi yayılır, toplanan halk<br />

ağanın etrafına toplanır ve doğru Saraya giderler. Burada<br />

devJet erkanı kararı ile hakiki Sancağı ·Şerif çıkarılır,<br />

Topçubaşı, Bostancıbaşı ve diğer tarafsız subayların<br />

bu topluluğa katılması zorbaları korkutur,<br />

birkaç ileri gelenleri idam edilerek karışıklık savuşturulur.)<br />

Bedestenliler İstanbul ve civarındaki koltukçular<br />

ve oturakçılar diye anılan esnaf ile anlaşarak terekelerden,<br />

ya da · sıkışarak eşyalarını satanlardan eşyalan<br />

müzayedelerderi çok ucuza adeta kapattreasma<br />

satın almakta, sonra Çıkışma usulü ile karı aralannda<br />

paylaşmakta, büyük menfaatler sağlamakta idiler. Bedestenlilerin<br />

bu hareketleri meydana çıkınca hepsi yakalanarak<br />

İhtisap Nezaretine getirilmişler, burada sorguya<br />

çekilmişlerdir. Bedestenliler suçlarını itiraf etmek<br />

zorunda kaldılar. Bunun üzerine bir defaya malısus<br />

olmak üzere, içlerinde bir daha<br />

.<br />

böyle hareket eden<br />

olursa haber vermeye hep birlikte söz vererek birbirlerine<br />

müteselsil kefil olduklarından 1838 yılına kadar<br />

serbest bırakılmışlar ve bu durumları İstanbul Kadılığı<br />

ile bütün mahkemeler dosyasına kaydedilmişti.<br />

Büyükçarşı'nın Gebeci ve Bodrum hanları ile Sandal<br />

Bedesteni Bizans devrinden kalmadır. Mühim bir<br />

kısmı Fatih Sultan Mehmet tarafından, Bitpazarından<br />

itibaren küçük bir kısmı Sultan Beyazıt (Fatih'in oğlu<br />

1481-1512). bir kısmını da Nuruosmaniye camiini bitiren<br />

Üçüncü Osman (Saltanatı 1754-1757) tarafından<br />

yaptırılmıştır.<br />

F:3


KAŞIKÇI ESNAFI<br />

Büyükçarşı'dan Beyazıt Meydanı'na giden ve Kaşıkçılar<br />

Kapısı denilen yerde Kaşıkçı Esnafı dükkfmlan<br />

vardı. Bunlar şimşirden alelade yemek kaşıkları, hoşaf<br />

ve tatlılar için, koka, abanoz, gergedan, manda boynuzlarından,<br />

sığır tırnağından Hindistan Cevizi kabuğundan<br />

mercan ve sedef kaplı kaşıklar da yaparlardı.<br />

Sonraları Avrupa'dan madeni kaşık ve çatallar gelmeye<br />

ve halkımızın gittikçe bu cins malları kullanmaya<br />

başlamaları, yerli mallara olan rağbeti günden güne<br />

azaltmıştı. Beyazıtda Kazancılar denilen bakırcı esnafı<br />

bir dereceye kadar eski hallerini muhafaza etmekte<br />

iseler de bir müddet sonra gelmeye başlayan Avrupa<br />

çini kaplar bu mağazaları doldurduğundan esnafın<br />

yaptığı mallar da itibardan düşmeye başlamıştır.


Binbir nnlikn eşya ile be=enmiş Kapalıçarşı 'dan bir köşe.


..<br />

•<br />

o<br />

• o<br />

o o •<br />

o<br />

.<br />

Jo<br />

1<br />

,o<br />

o<br />

• o<br />

J<br />

"<br />

o<br />

·--<br />

·. _ ...<br />

.. ...<br />

o<br />

..._<br />

- o:"><br />

-<br />

...<br />

-<br />

- -<br />

-<br />

..:..::.-. .. .. .. _<br />

... ' - -<br />

) ';-- ... ' -·'<br />

,_ · -


37<br />

MtiREKKEPÇİ, ÇUBUKÇU, TESBİHCİ BALMUMCU<br />

VE İNCi SATAN ESNAF<br />

Beyazıt'ta Mürekkepçiler Kapısı denilen yerde kırk<br />

tane gedikl Mürekkepçi dükkanı vardı. Bu esnaf siyah<br />

ve kırmızı mürekkep yapardı. Avrupa'dan her türlü<br />

boya gelmeye başladıktan sonra ve bunlar çok ucuz<br />

satıldığından, hatta resmi daireler de Avrupa boyaları<br />

kullanmaya başladıklarından yerli mürekkepler rekabet<br />

edemedi.<br />

Uzunçarşı'nm bir tarafında boydan boya Kehribarcı<br />

esnafı vardı. Süslü çubuk ve cins cins tesbihler burada<br />

yapılıp satılırdı. Zenginlik bakımından bu esnafın<br />

itibarı vardı. Misk yağcılar Kapalıçarşı'da ve Uzunçarşı'nın<br />

alt tarafındaki dükkaniarda bulunurlardı.<br />

Eskiden balmumundan ağaç taklidi yaparak bunu süslerlerdi,<br />

Nahılbent denilen bu ağaçlar düğünlerde ve<br />

hatta saray düğünlerinde damat evinden gelin evine<br />

gönderilir ve Nahıl Alayları tertip edilirdi.<br />

İstanbul'da inci ticareti eskiden beri Musevilerin<br />

elinde idi. İnci istiridyesi Basra Körfezi ve Hürmüz<br />

Adası sularından ve Hindistan taraflarından getirilirdi.<br />

Yalnız bunların avianınası güçtü, çünkü bu İstiridyelerin<br />

bulunduğu denizlerde fazlaca Köpekbalığı ve<br />

diğer canavarlar bulunduğundan kolay ve çok miktarda<br />

elde edilemezdi. İnsan vücudunu süslüyen en kıymetli<br />

ve en makbulu hiç şüphesiz inciydi. Basra Körfezi<br />

ineisi Panama gibi diğerlerine üstündür. Yalnız<br />

bunların küçük olanları kıyınetten düşer. Bu yüzden<br />

kıymetleri ölçü ile takdir edilir. İncinin her rengi olur.<br />

Kıymeti de büyüklüğü ile ölçülür. Saf ve beyaz ve pen-


38<br />

be olanı makbuldür. Siyah, yeşil, lacivert ve penbeler<br />

tartılarak fiyat bulur.<br />

DOCRAMACILIK, CİLTCİLİK VE ÇİNİCİLİK<br />

Eskiden doğrarnacılık da oldukça ileri idi. Kapı<br />

ve pencere kanatları, oda tavanları, abanoz ve gümüş<br />

kaplamalar, ralıleler yapıp üzerierini sü sleyen sanatkarlar<br />

vardı. Bu gün çoğu kaybolmuştur.<br />

Döğmecilik sanatı da ilerlemek üzere idi. Süslü<br />

parmaklıklar, oymalı yaldızlı kapı takımlan, kilit ve<br />

halkalar, döğme demir işçilikleri milli sanatlarımızdandı.<br />

CiJt ve tezhip bizde eskidir. Birçok kitap ve mushafışerifler<br />

işlcnir, renkli nakışlarla süslenirdi. Bunlar<br />

sanatça çok güzel şeylerdi.<br />

Eskiden bizde çinicilik de en üstün seviyesine ulaşmıştı.<br />

Bursa'daki Çelebi Mehmed'in cami ve türbelerindeki<br />

çiniler Deli Mehmet adında bir sanatkar tarafından<br />

yapılmıştı. Üçüncü Ahmet<br />

zamanında Tekfur<br />

sarayı civarında bir çini fabrikası kurulmuş olduğunu<br />

tarihler yazar. Yakın zamanlarda Eyüp civarındaki<br />

çömlekçi esnafından bazıları soba<br />

çinileri yapmaya<br />

başlamışlardı. Hatta bu çini sobaları yapan esnafın birkaçı<br />

Sultanahmet zamanında Yıldız'da açılan çini fabkasına<br />

alınmışlardı. Çok gelişmeye mi.isait olan bu milli<br />

sanayiimizi, yeni ihtiyaçlara göre ileri<br />

götüremedik,<br />

teşvik ve himaye edemedik, tamamiyle mahvoldu.


39<br />

. ÇATMA, KİLİM VE HALI ESNAFI<br />

İ stanbul ve Bilecik tezgahlarında yapılmakta olan<br />

çatma yastıklar da milli sanayiimizin başlıcalarından<br />

idi. Bir vakitler unututmaya yüz tunnuştu. İ stanbul<br />

Hayriye tüccarlarından Ahmet ve Emin efendiler 1862<br />

tarihinde istida ile büklımete baş vurdular, bu iç sanayiimizin<br />

eski haline getirilmesi için on yıl vergiden<br />

muaf tututmasını ve çatma dokumak için Avrupa'dan<br />

getirtilecek makine ve diğer aletlerden gümrük vergisi<br />

alınmamasını istediler, Bab-ı <strong>Ali</strong>'den bu müsaade verilmesi<br />

üzerine imalat arttı.<br />

Gene İ stanbul Hayriye tüccarlarından Uşaklı Hacı<br />

Mehmet Ağa ile Gördesli Hacı Ahmet Ağa Uşak ve<br />

Gördeste halı, kilim, seccade işliyerek ucuz fiyatla satmak<br />

üzere muafiyet istelider. 1847 tarihinde bu eşyanın<br />

gümrük vergisinden muaf tutulması kararı verildi<br />

ve ülkede bu gibi işler yapmak istiyenlere de bu karar<br />

tatbik edilerek halıcılık teşvik edildi.<br />

1851 ve 1862 tarihlerinde Londra'da açılan sergiye<br />

Anadolu, Rumeli ve İ stanbul'da çıkan ürün ve sanayi<br />

mȧddelerinden birçok çeşit gönderildi. O zaman<br />

bu<br />

gibi eşya gönderenlerden çoğu, diğer devletlerden<br />

daha çok ilgi görmüşler ve imtiyaz nişanları almışlardı.<br />

Çünkü bu sergilerde teşhir edilen eşyalarda dayanıklık<br />

ve nefaset yanında ucuz olması da göz önünde<br />

tutularak Türk eşyası bu vasıflara uygun görülerek beğenilmişti.<br />

Uşak, Kula ve Gördeslilerin yaptıklan kitimleri<br />

Avrupa'lılar taklit etmek istemişlerse de muvaffak<br />

olamadıkları için bu halı ve kilimler hala makbul<br />

tutulmaktadır.


40<br />

Avrupa'dan getirilmekte olan Merinos, Lohuraki,<br />

Şalaki isimlerindeki kumaşlar Ankara ·şah ve sof'unun<br />

taklididir. Bunlar bizim Ankara şaliarı ve Sofları gibi<br />

nefis ve dayanıklı şeyler değildir.<br />

KIZLAR ÇEYİZLERİNİ KENDİ ELLERi<br />

İLE HAZlRLARDI<br />

.<br />

Eskiden İstanbul kadınları içinde yazmacı kadınlar<br />

vardı. Başları bağlamak ve elde kullanmak üzere<br />

yazma, yemeni, yorgan yüzleri yaparlardı. Çevre, uçkur,<br />

havlubaşı gergefle nakışla işlenirdi, güzel oyalar<br />

yaparlardı. Bunlar için göz nuru dökülürdü. Gene ka-<br />

.<br />

dınlanmızın iğ ile ellerinde büktükleri ince iplik, evlerde<br />

bulundurulan tezgahlarda pamukbezi, börümcek,<br />

idare, hilali isimleri ile gömleklik, donluk bezler dokurlar,<br />

kocalarma yük olmadan ihtiyaçlarını temin<br />

ederlerdi. Hele gelinlik kızlar iç çamaşırları gibi çeyizlerini<br />

kendilerinin hazırlamaları milli bir geleneğimiz<br />

halinde idi. Bugüne de pamuk bükmek şöyle dursun,<br />

iğci esnafı bile kalmadı. Direklerarasında Hacı Kamil<br />

efendinin dükkanında Gergedan ve Kokadan yapılan<br />

kahve fincanı ve zarflar, yazı takımları kaseler büyük<br />

şöhret yapmıştı. En titiz kimseler beğenirlerdi. Bugün<br />

bu da kayboldu.<br />

Bir zamanlar çubukçu esnafı da vardı. Yasemin ve<br />

kiraz ağaçlarından yaptıkları çubuklar çok makbuldü.<br />

Sonraları sigara ağızlığı yapımı başladı. Lüleci esnafı<br />

Tophane'den Kulekapısı'na kadar sıra dükkan­<br />

Iarda iş görürlerdi . Sonralan bu lüleciler yaldızh kahve<br />

fincanları, su kupaları, yazı takımları gibi şeyler


41<br />

yapmaya başladılar. Bu toprak mamulatı üzerine vurduklan<br />

cilalar, hemen hemen çini cilası haline getirilmişti.<br />

Hele üzerindeki nakış'ar ne hoş şeylerdi. Lüle<br />

kullanmak kalktığı gibi, kahve fincanı, su kupası ve<br />

yazı takımları da himayesizlik Yüzündn söndü, gitti.<br />

Bıçakçı ve kılıççı esnafı da gözde idi. Hatta 1864<br />

tarihlerinde Ahmet Usta adında birinin yaptığı kılıçlar<br />

askerler arasında çok makbul tutulurdu. Ruhi<br />

Efendinin yaptığı kalemtraşlar, devlet dairelerinin her<br />

şubesinde rağbet görüyordu.<br />

Büyükçarşının hakkaklarından başka hakkakhk<br />

sanatının inceliğini Avrupa'da tahsil etmiş olan Benderoğlu<br />

Mığırdıç efendi isminde bir hünerli, yarım kırattan<br />

küçük bir yakutun ortasındaki sathın üçtebiri<br />

kadar yere tuğra kazarak Sergii Osmani'de teşhir etmiş,<br />

çok büyük takdir kazanmıştı.<br />

1863 OSMANLI SERGİSiNDE TEŞHiR EDİLEN EŞYA<br />

Osmanlı Sergisinde Çolha İmameci (1), Uzunçarşı<br />

esnafı, Muytaf, miskyağcı, işlemeci, zenneci, kahve<br />

cezvesi ve kahve değirmencisi, eğerci, abacı, marpuçcu<br />

ve bunlara benzer .esnaf takdir görmüşlerdi. İkinci<br />

Mahmud'un kahvecibaşısı iken sonradan Evkaf Nazırlığında<br />

çalışan Kani Beyin oğlu Rauf Beyin yaptığı<br />

(1) Çolha denilen esnaf İstanbul ahalisinin giydikleri<br />

gömlek ve don bezlerini dokurlardı. Sonradan halkı·<br />

mız Avrupa'dan gelen bezleri tercih ettiklerinden bun·<br />

ların yapımı tarihe karıştı.


•<br />

J<br />

, ' /rn f J<br />

1 ı 1 1<br />

ı<br />

1,. }<br />

1\<br />

1 . C) ı<br />

\ ,, ı. l<br />

.<br />

;,<br />

•<br />

••<br />

. fl


43<br />

ok (1), müderrislerden <strong>Ali</strong> Şevki Efendinin pirinçten<br />

yaptığı küre (dünya yuvarlağı) ve gene prinçten çekmece<br />

çok beğenilmişti. Bu sergi, 1863 tarihinde Sultanahmet<br />

meydanında şimdiki parkın yerinde yedibin<br />

zıra kare arsa üzerinde kurulmuştu. Serginin yapımı<br />

otuzbin İngiliz lirasına malolmuştu. Mısırlı Fazıl Mustafa<br />

Paşa, Fuat Paşa ve Nazım Jley, Azmi Bey sergi<br />

komiseri idiler. Sergide eşya teşhir edenlerin birincilerine<br />

Mecidi nişanı, ikincilere gümüş ve üçüncülere<br />

prinç madalya verilmişti.<br />

Burada teşhir edilen, Topkapı Hazinesinde bulunan<br />

kıymetli mücevherat ile saray eşyası arasında şunlar<br />

vardı:<br />

Dört köşe ve sabun kahbı biçiminde zümrüt, gene<br />

yuvarlak zümrüt ortası otuz kırat pırlanta ile süslü<br />

bir çift piruze, 280 tane büyük pırlanta ile süslü gerdanlık,<br />

ortası otuz kırat pırlanta ile süslenmiş bir gerdanlık,<br />

ortası 36 kırat pırlanta ve birçok büyük pırlantalada<br />

süslü gerdanlık, ortası yirmişer kıratlık iki<br />

büyük roze taşlarla donanmış bir gerdanhk, ortası yirmişer<br />

kıratlık pırlanta ve etrafı birçok taşlarla süslenmiş<br />

üç gerdanhk, kuş resminde pırlanta taşlarla<br />

süslü bir gerdanlık, büyük inci habbeli pırlanta ile süslü<br />

gerdanhk, ineili bir çift küpe, bir çift zümrüt habbeli<br />

pırlanta ile süslü gerdanhk, ortası elli kırat pır-<br />

(1) Bu Kani Bey, Sultan Mahmud'un emri ile (Telhisi<br />

Resaili Rimad) adı ile okçuluğa ait bir kitap yazmıştır.<br />

Oğlu Rauf Bey, Sonradan Okmeydanı Dergtihına<br />

şeyh olmuştur.


44<br />

lanta ve etrafı birçok pırlanta taşlarla süslü broş, yirmisekiz<br />

kırat bir çift peru ve küpe, ortası gök yakut<br />

ve etrafı birçok pırlanta ile süslü bilezik, ortası bü-<br />

-<br />

yük bir pırlanta ile süslü akarsu bilezik, ortası üçyüz<br />

kırat zümrüt ve etrafı pırlanta taşlarla süslü kemer,<br />

ortası büyük yakut ve etrafı birçok pırlantali kemer,<br />

ortası laal ve etrafı pırlanta kemer, gene mücevherat<br />

ile süslü kemer, fildişinden oymalı kemer, pırlantalı<br />

tarak, biri altın, diğeri gümüş üzerine üç pırlanta<br />

taç, laal, zümrüt ve .elmas ile süslü dokuz tane sorguç,<br />

zümrüt ve elmas ile süslü üç tane Hint hançeri, mercan<br />

ile süslü hançer, elmas, yakut ve zümrüt ile süslü<br />

bir ok ve yay kabı, elmas ile süslü iki eski kılıç,<br />

süslü dört tane kiraz çubuk, yeşim üzerine yakut ve<br />

elmas ile süslü iki ayna, biri yekpare yeşim, diğeri necefli<br />

iki topuz, padişah tahtının iki zümrüt askısı, biri<br />

altın üzerine yakut ve elmas ile, diğeri taşlı gergedan<br />

boynuzundan ve bir üçüncüşü yakut, elmas ve zümrüt<br />

ile süslü üç t::me yazı takımı, gümüş üzerine yakut ve<br />

laal ile süslü tas ve maşrapa, ortası zümrüt ve yakut<br />

ile süslü bir tane arabesk yazı takımı.•<br />

Bu eşya, ceviz ağacından dört köşeli ve yerli bir<br />

sehpa üzerine konmuş, dört köşesi camlı, içi güvez kadife<br />

kaplı bir dolap içinde bulunuyordu.<br />

DÖKKANLARINA ALAMET KOY AN ÇARŞI ESNAFI<br />

İstanbul esnafının çoğu öteden beri bir semtte<br />

toplanırlardı. Hasırcılar, kurukahveciler, kürkçüler,<br />

çadırcılar, bakırcılar, zahireciler, yağlıkçılar balmum-


-<br />

•<br />

•<br />

}<br />

- - -<br />

-- -<br />

- ·- ..<br />

-<br />

;:. <br />

-·-<br />

. -----­<br />

- .<br />

·- .._<br />

-<br />

••<br />

--<br />

-<br />

-<br />

7<br />

- -<br />

--<br />

- -·<br />

, , .. .<br />

... .<br />

. : ·- -- ..<br />

. .<br />

. . .<br />

- ·<br />

--<br />

-·<br />

. -<br />

Yü=yıl evvelki bir seyyar satıcı tipi.


46<br />

cular, örücüler, gümüş ve altın eritip satanlar, tülbentçiler,<br />

kavaflar, sahaflar gibi. .. .<br />

Mısırçarşısı esnafı vaktiyle ilaç da satarlardı. Sılılıiye<br />

Dairesi son zamanlarda ilaç satışlarını sınırladı.<br />

Bıi çarşıdaki dükkaniara ufak bir gemi modeli, bir devekuşu<br />

yumurtası, bir fener, bir püskül gibi işaretler<br />

koyarlardı. Yakın zamana kadar Büyük Çarşı esnafı,<br />

Beyazıt'taki dükkancılar da bu gibi işaretleri koyarlardı.<br />

Bunların sebebi, mesela bir adam Mısırçarşısında<br />

bir şey alır da, aldığı şey iyi çıkarsa, nereden aldın diyenlere;<br />

«Mısırçarşısında fenerli, veya yumurtalı dükkandan»<br />

diyebilmek içindi.<br />

Mısırçarşısı, Yeni Cami'in kurucusu Turhan Valide<br />

Sultan tarafından makas biçiminde Yeni Cami mimarı<br />

Kasım Ağaya yaptırılmıştır. Bu çarşı ve cami yeri<br />

Bizans zamanında Musevilerin semti idi. Museviler<br />

çarşı yaptınldıktan sonra kaldırılıp Hasköy'e götürüldüler.<br />

Rivayete göre, Valide Sultanın bu çarşıyı yaptırması<br />

cami imam, müezzin ve hademelerinin Mısırçarşısında<br />

satılan attariye eşyası ile geçindirilmeleri içindi.<br />

Dükkanlar vakıftı. Çarşıda satılan eşyanın hepsi<br />

vaktiyle Mısır'dan getirildiği için· Mısırçarşısı ismi verilmişti.<br />

***<br />

Beyazıt etrafındaki Kökçülerkapısı da vaktiyle<br />

meşhurdu. Bu Kökçüler, şimdiki eczacılann yerine geçerdi.<br />

Doktorlar ilaçlarını burada yaptırırlardı. Kökçüler<br />

kendilerine lazım olan otları .İ stanbul civarın-<br />

•<br />

n


47<br />

dan, İ zmit, Bursa ve diğer yerlerden getirtirlerdi. Yaralar<br />

ve çıbanlar için türlü ilaç bulunurdu.<br />

İ laçlan<br />

(Nüzhetülebdan fi tercümei afiyet) kitabından yaparlarmış<br />

...<br />

DİŞ ÇEKEN BERBERLERE VERiLEN<br />

iZiNNAMELER<br />

Eskiden kan almak, diş çıkarmak berber esnafı.<br />

na aitti. Bu sanatta ihtisası olanlara Saray Başhekimi<br />

izinname verirdi. Bunlardan birer örnek verelim:<br />

İzinname<br />

« İ stanbul'da Mahmutpaşa'da Sultan Odaları karşısında<br />

dükkanı olan ve diş çıkarmakta bulunan Aleksan'a<br />

bu sanatlarda mahareti olduğundan tarafımızdan<br />

izin ve ruhsat verilmiştir. Irz ve edebi ile sanatından<br />

başka işle meşgul olmazsa tarafımızdan ve başka kimse<br />

tarafından müdahale edilmeyecek.<br />

Fese alarnet takma Jzni<br />

Mahmutpaşa civarında Sultan Odalarında berber<br />

Aleksan oğlu Lutfi, kan almak ve sülük yapıştırmak ve<br />

diş çıkarmakta mahareti olduğundan fesine cerrah aleti<br />

olan (kerpeten) işareti takınasma izin<br />

verilmiştir.<br />

Gerektir, bu sanattan başka sanata girmeyerek ırz ve<br />

edebiyle olduğu halde kimse tarafından müdahale edilmeye<br />

1810.<br />

***<br />

Yukardan beri anlattığımız gibi İ stanbul'un fethinden<br />

Ondokuzuncu Yüzyıl ortalarına kadar, İ stanbul'u-


.<br />

•<br />

'V \<br />

1 1<br />

1<br />

'<br />

,.<br />

·, ı<br />

' 1<br />

. ı<br />

1<br />

1<br />

ı<br />

.<br />

• •<br />

ı<br />

ı<br />

•<br />

ı<br />

1<br />

'<br />

.!:;<br />

<br />

·<br />

-!::'<br />

. !:;<br />

..ı::


49<br />

muzun sanat ve ticareti bugüne göre çok üstündü. Bu­<br />

J1Un pek mühim kısmı sarıklı, çuha şalvarlı ağa babalarımızın<br />

elinde idi. Vezirlerin, devlet büyüklerinin,<br />

zenginlerin ve halkın bütün ihtiyaçlarını<br />

biraz kaba<br />

da olsa yerli mallarla karşılıyorlardı. Tanzimatm ilan<br />

edilmesiyle Osmanlı Hükumeti bir değişikliğe uğradı.<br />

1840 tarihinde Avrupa devletleriyle ticaret anlaşmaları<br />

yapıldı. Kırım muharebesi yüzünden temaslar çoğaldı;<br />

halkımııda Batı medeniyetine bir temayül hasıl oldu.<br />

Galata ve İ stanbul ticarethaneleri yabancılara geçti:<br />

Hayriye Tüccan adını bilen kalmadı. Rağbetsizlikten<br />

ve zamanın ihtiyacına göre uyduramadığımız sanayiimiz,<br />

inkıraza uğradı. T e zgahlar kaldırıldı. i malat yerleri<br />

kapandı. Gerçi, elli - altmış yıl önce Islahı Sanayi<br />

Komisyonu adıyle bir kurul, bazı ıslahat yaptıysa da,<br />

o da türlü sebeplerden dolayı başarılı olamadı. En sonunda,<br />

şu bildiğimiz hale geldi.<br />

İSTANBUL SOKAKLARI NASIL TEMİZLENİRDİ?<br />

Gerek dükkancılık ve gerek gezgincilik suretiyle ticaret<br />

yapan esnafın belediyeye karşı sorumlulukları ve<br />

bunlar hakkında vaktiyle Şehremini (Belediye Reisi)<br />

Hüseyin Bey tarafından verilen cezalardan bir parça<br />

bal;ı.sedeyim. Eskiden, şimdiki gibi temizlik işleri yoktu.<br />

Herkes ev, dükkan ve mağazaların önünde biriken<br />

süprüntüleri süpürüp, çöpçü denilen süprüntücülere<br />

ücret karşılığı kaldırtmak mecburiyetinde idiler. Bel'ediye<br />

kavasları, bütün gün şehri dolaşıp temizlik işlerini<br />

kontrol ederlerdi. Halbuki mahalle aralarında, çamurlu<br />

ve çapraşık sokaklarda, yarık yıkık duvarların<br />

F:4


so<br />

diplerinde yaz kış mezbelelik eksik olmazdı. Buraları<br />

}(edi, köpek, fare leşleri ile dolu idi. İşte mahalle arasındaki·<br />

sokaklar bu halde iken belediye ka vasları yalnız<br />

çarşı ve pazarlarda dolaşır, dükkfmcıları cezalandırırlardı.<br />

Bütün yiyecek maddeleri narha tabi olduğundan,<br />

narhtan fazla satanlar ceza görürlerdi. Gerek bunlar,<br />

gerek halkın gelip geçmesine engel olacak şekilde sokaklara<br />

küfe ve işporta tablalarını koyarak satıcılık<br />

yapanlar, yakalanarak belediyeye getirilir, alt katta<br />

tahta parmaklıklarla ayrılmış toprak bir odaya tıkılırlar,<br />

geceyi orada geçirirlerdi.<br />

Kavasların okuyup yazması olmadığından esnafın<br />

kabahatleri kavasların verdikleri bilgi üzerine tomruk<br />

katipleri tarafından birer kağıda yazılırdı. İkinci günü<br />

Belediye Reisi Hüseyin Bey dört çifte kayığiyle gelip<br />

köprü. başındaki iskelesine çıkardı. (Eskiden Emanet<br />

Dairesi köErÜ başında olduğu için bu yere de Eminönü<br />

denmişti) İskeleden dairenin kapısına kadar, iki sıra<br />

diziimiş kavasların arasından sağa sola selam vererek<br />

geçen Hüseyin Bey, alt katta, konulan koltuk sandalyesinde<br />

otururdu. Esnaf kalemi memurlan, kavasbaşı<br />

ve maiyeti karşısında el - pençe divan dururla.rdı. Hüseyin<br />

Beyin işareti üzerine kağıt okunınaya başlanırdı.<br />

(Köfteci Hüseyin, üzümün okkasinı narhtan beş pa­<br />

'ra fazlasından satmış) denir, Şehremini Bey (Beş gün)<br />

emrini verir, kavaslardan biri herifi tuttuğu gibi hapse<br />

atardı. Arkasından öbür kağıtlar okunur ve cezalar<br />

tayin edilirdi. Şayet ceza görenlerden biri verilen cezaya<br />

itiraz edecek olursa ceza bir misli arttırılırdı.<br />

Çünkü hükümetin emrine karşı gelmiş sayıhrdı.<br />

·


sı<br />

MERKEP YÜKÜNÜ SAHİBİNE YÜKLEYEN<br />

BELEDiYE BAŞKANI<br />

Hüseyin Bey ekseriya teftişe çıkardı. Hüseyin Bey<br />

teftişe çıkmış, Mahmutpaşa tarafından geliyormuş, sözü<br />

duyulur duyulmaz, ne kadar küfeci, işportacı gibi<br />

gezginci esnaf varsa hepsi çil yavrusu gibi dağılır bir<br />

tarafa gizleJ!irdi. Hele dükkfmcılar tirtir titrerlerdi. Hüseyin<br />

Bey bir gün gene teftişe çıkmış. Edirnekapısı civarında<br />

iki Çuval yüklü bir merkebi bir tarafa bağlı<br />

görmüş , sah_ibini sormuş. Aramışlar, herifi bir kahvede<br />

bulmuşlar. Kaldırıp huzuruna getirmişler. Sorgusunda,<br />

sur dışındaki köylerden birinden yarım saat ev<br />

vel geldiğini, kahve, çubuk içmek· ve biraz yorgunluk<br />

almak için hayvanı bağlayip kahveye girdiğini söylemiş.<br />

Hüseyin Beyin verdiği emirle hayvanın sırtından<br />

çuvallar alınır ve boynuna bir torba yem takılır. Sonra<br />

bu iki çuval, sahibinin sırtına yükletilir, oraya bağlanır.<br />

Yük bir insanın kaldıramayacağı ağırlıkta olduğu<br />

için herif yalvarmaya başlar, ağlar, sızlar, bağınr,<br />

kimse kulak asmaz, hayvan torbadaki yemi yeyip bi·<br />

tirineeye kadar çuvallar adamın sırtında bağlı kalır.<br />

Hüseyin Bey, daha bu gibi birçok cezalar verir, esnaf<br />

takımının insafsızlıklarına meydan vermez, nerede bir<br />

yolsuzluk görse önünü alır ve şehir halkı da memnun<br />

olurdu.<br />

İSTANBUL TABAK<strong>HANE</strong>LERİ<br />

Tabak esnafı, vaktiyle zenginlikçe diğer esnaftan<br />

çok üstündüler. İstanbul'da bulunan tabakhaneler


52<br />

Eyüp, Kasımpaşa, Topha11:e, Ü sküdar, Yedikule semtlerinde<br />

idi. Her semtte<br />

onbeş yirmi gedikli dükkfm<br />

vardı. Bu dükkaniarın her biri birer fabrika -halinde<br />

ikişer üçer katlı büyük binalardı. Her dükkan bir ustanın<br />

idaresinde idi. Her birinde bostan kuyusu büyüklünde<br />

kuyular; büyük kazanlar ve aletler bulunurdu.<br />

Çırak ve kalfalar onar, onbeşer işçilerle sabahın<br />

erken saatlerinde işe başlar, akşama kadar durmadan<br />

çalışırlardı. Her tabakhanenin hayvanla taşınır birer<br />

değirmenleri bulunur, burada palam


53<br />

verilmiş olan gedik imtiyazının eskisi gibi verilmesine<br />

J<br />

karar vermiş, yalnız ayrı ayrı çalışmalanna müsaade<br />

edilmeyerek, bütün esnaf birleştirilerek bir şirket kurulmuş,<br />

ikibin hisselik ve her hisse beşer tane yüzlük<br />

Osmanlı altını ile alınmak üzere onbin altın sermayeli<br />

(Şirketi Debbağiye) kurulmuştu. 30 maddelik bir nizamname<br />

ile işe başlandı. Bu kolaylık ve teşvik sonunda<br />

az zamanda iş gelişti. hatta Avrupa ayarında mal<br />

yapıldığından şirketin itibarı arttı, devrin büyük dev·<br />

let adamları bile hisse senetleri almak suretiyle teşvikte<br />

devam ettiler. Tıp öğrencilerinden birkaçı Avrupa'ya<br />

gönderilerek okutuldu, bu öğrenciler döndüklerinde<br />

o tarihlerde Beykoz'da açılan askeri tabakhanede<br />

çalıştırıldılar.<br />

Tabak esnafının böylece himaye görmesinden sonra,<br />

onların yarnakları hükmünde olan güderici, tirşeci,<br />

meşin ve köseleci esnafı da intizama bağlandı. Fakat<br />

bu esnafın yaşaması yukarıda da söylediğimiz gibi gedikler<br />

imtiyazının muhafazasına bağlı bulunduğu için,<br />

bu imtiyaza ehemmiyet verilmemesi yüzünden gene iş- ·<br />

leri bozuldu, şirket dağıldı, şirketin dağılmasından sonra<br />

tek başlarına bu sanatı yürütmek isteyenler de şehir<br />

içinde tabakhanelerin sağlığa zararlı olduğu gerekçesiyle<br />

kaldırılması üzerine, bir kısmı Yedikule dışına<br />

nakledilerek şehir içindeki atölyeler yok oldu.<br />

SARAÇLAR<br />

Saraçiarın Tabak esnafı ile bir tutulmaları dolayısı<br />

ile Tabaklar hakkında alınan tedbir sırasında Saraçlar<br />

da gözönünde tutulmuş bulunuyordu. Bu yüzden


54<br />

saraç eşyalarımız arasında Avrupa işlerine yakın el<br />

çantaları, hayvan takımları yapımında hayli ilerlemeler<br />

görülmüştü. Yukanda bahsettiğimiz Tabaklar Şirketi<br />

dağıldıktan sonra Saraçlar da sarsılmışlar, bu arada<br />

Saraçhane de yanmıştı. Şimdi $urada burada bazı saraç<br />

dükkaniarı görülmekte ve bazı eşyalr yapılmaktadır.<br />

SİMKEŞLER<br />

Dediğim tarihlerde intizama alınan esnafın biri de<br />

Simkeşhane Esnafı (1) idi. Simkeşhane Koska'da Ernetuilah<br />

Başkadın Efendi tarafından kurulmuştu. Mescidi,<br />

sebili ve çeşmesi de vardı.<br />

Emetullah Başkadın Efendi, her yıl Mevlut okunmasını<br />

da vasiyet etmiş, vakfa bağlamıştı. O gün, bü·<br />

yük avluya Otağ kurulur, Simkeşhane Emini tarafmdan<br />

davet edilen ulema, şeyhler ve esnaf öğle yemeğinden<br />

sonra Mevlutta bulunurdu. Bu törenler 1835 ydlarına<br />

kadar devam etti.<br />

Esnafın ıslahını ele alan komisyon, Simkeşlerl.e ilgisi<br />

bulunan altın vaı:akçı esnafını da Tiryaki Çarşısmdan<br />

Simkeşhaneye getirerek burada çalışmasını sağladı.<br />

Bundan soriradır lci, Hazine hesabına son derece<br />

has ve halis olmak üzere san ve beyaz tellerle sırma<br />

(1) Simkeşhane, gümüş ve sırma işleyenler ... Bu sanat,<br />

devlet emrinde idi. İlk Simkeşhane Çarşıkapı'da idi.<br />

Şimdi Koska'da onanlmakta olan Siinkeşhane 1716'<br />

da burada bulunan Darphanenin kaldırılması üzerine<br />

kurulmuştu (N.A.B.)


*SS<br />

klaptan resmi elbiseler, kordon ve püsküller, apqlet,<br />

gaytan ve bükme şeritler -yapılmaya başlandı. Bunlar<br />

büyük rağbet gördü. Altın varakçı esnafı da altın ·ve<br />

gümüş varakların yapımını son derece geliştirdiler.<br />

SOnraları türlü sebeplerle bu iki esnaf da söndü. Bunun<br />

sebebini sanatkarlar da düşünemediler, gerek hükumet<br />

gerek sanatkarlar sanatın değerini bilmediler, geliştirmeye<br />

önem vermediler. Sanatkarlar sanatları ile geçinemediklerinden<br />

çocuklarını devlet dairelerine yerleştirmeye<br />

başladılar, sanat da tamamiyle inkıraz buldu.<br />

TUZCULAR<br />

İstanbul'da bulunan gedikli esnafın önemlilerinden<br />

biri de Tuzcu Esnafı idi. Bu esnaf devlet tarafından<br />

tayin edilmiş bir Tuz Emini'nin idaresinde idi. Kırk tane<br />

gedikli dükkandan ibaretti. İstanbul'da tuz satmak<br />

hakkı bunlara verilmişti. Yelken gemileri ile İstanbul'a<br />

gelen tüccarlar · tuzları bunlardan alırlardı.<br />

1861 tarihinde Istanbul ve bütün Osmanlı ülkesinde<br />

tuz satma Tekele alındı. Bunun sebebi de İstanbul'a<br />

kaçak ve tezkeresiz ecnebi ve yerli tuzun piyasaya sevkedilerek<br />

dükkaniarda gizlice satılması idi. Fırınlarda<br />

kurotulup çekilen tuzlar kaçak tuzlardan ayırd edilemiyordu.<br />

Bunun üzerine tuzun kurutulması imtiyazı<br />

birkaç fırına verildi, bunları satmak da gedikli dükkaniara<br />

bırakıldı. Buna riayet etmeyenler için çok ağır<br />

cezalar konuldu.<br />

Bilindiği gibi memlehalar.dan İstanbul'a getirilen<br />

tuzlar iki türlü harcanırdı. Biri tabaklar, fınncılar . ,


56<br />

balık tuzlayıcılar ve ham dericiler esnafının kullandığı<br />

tuz idi ki, bunlar fırınlarda kuru'tulur, çektirildikten ·<br />

sonra satılırdı. Bir de tuz tekeli olmadan sofralarda<br />

şişeler içinde kullanılan ince Avrupa tuz vardı ki, halk<br />

buna alışmıştı. Bunların İstanbul'da yapımı tecrübe<br />

edildi ve istenen sonuç alındığından ayni tuzdan yanmşar<br />

okka, gene şişelerde satılır tuz yapıldı. Şişelere<br />

yirmi paralık bandrol pulu yapıştınlıyor, gene gedikli<br />

dükkl:mlar tarafından satılıyordu.<br />

Tuz tekele alındıktan sonra İstanbul ahalisinin<br />

muhtaç olduğu tuzun sağlanması için esnafın memlehalardan<br />

vaktiyle tuz getirmeyip halkı sıkıntıya düşürmemesi<br />

için memlehalardan devlet hesabına tuz<br />

getirilerek Kasımpaşa'daki devlet arnbarianna kondu,<br />

buradan esnafa dağıtıldı.<br />

Bu arada bandrollü şişe satışında hazineyi zarara<br />

sokacak durumlar doğduğu görüldüğünden, gedik usulü<br />

kaldırıldı, şişelerdeki bandrol mecburiyeti baki kalmak<br />

üzere tuz satma serbest bırakıldL<br />

BALlKÇlLAR<br />

Dalyan, voli, iğrip yerlerinde kayıklarla balık ve diğer<br />

deniz ürünleri aviayıp . Balıkhanede satan roadrabazların<br />

gediksizleri her yıl yüz elli kuruş tezkere harcı<br />

verdikleri halde gedikli madrabazlann verdikleri<br />

yedi buçuk kuruştu. Gedikli taze balıkçı esnafı midye,<br />

istiridye gibi deniz mahsüllerinin deniz altındaki tarialanna<br />

el koymuşlardı. Bu tarlalar Samatya'dan Rumeli<br />

Kavağı, Fenerbahçe'den Anadolu Kavaı kıyısına kadar<br />

dokuz yerdi. Bu gedikli balıkçılardan başkası ka-


uklu deniz mahsülü avlayamaz ve satamazdı. Avianan<br />

yabancı da olsa beş liradan yirmi beş liraya kadar ceza<br />

öderdi. Bunlara Gedikli Tazeci Esnafı da derlerdi.<br />

Ondahkçı adı verilen adamları vasıtası ile de aviadıkları<br />

mahsülü sattırab.iliyorlardı.<br />

İstanbul ve Galata Balık Pazarlarındaki havyarcılar<br />

her gün Balık Pazarına gelen balıklardan tuzlamaya<br />

elverişli olanları müzayededen alır, otuz bir gün<br />

sonra parasını öderlerdi. Taze balık alıp satan gedikli<br />

balıkçılar ise balıkları bir haftalığına veresiye alabiliyorlardı.<br />

Böylece sermayelerinin kat kat üstünde<br />

iş yapabiliyorlardı.<br />

57<br />

KASAPLAR<br />

Eskiden kasaparın hepsi gedikli idi. Bunlardan<br />

başkası et alıp satamazdı. Şehir içinde satılan etler<br />

narha tabi idi. Bu gedikli kasaptarın dükkaniarı içinde<br />

hususi lağım vardı. Geniş bir mezbaha, ayrı kapısı<br />

ve kuyusu olan aynca bir salhane bulunur, b uralar<br />

sık sık İstanbul Kadıliğınca ve İhtisap Nezaretince teftiş<br />

edilir, kayıtlan tutulurdu. Etin yağlı olmasına, zayıf<br />

hayvan bulundurulmamasına, ayarı bozuk terazi<br />

kullanılmamasına, etin üzerinde ciğer, bağırsak ve posteki<br />

parçaları, içyağı gibi şeyler bırakılmamasına dikkat<br />

edilir, bu yasağa uymayanlar cezalandırılırlardı.<br />

Etin daha bol ve ucuz bulunması için gedikler feshedildi<br />

ve et satmak serbest bırakıldı. Hatta, Belediye<br />

1861 tarihinde Eminönü'nde barakalar kurdurdu, semiz<br />

etin okkasını kırk para noksanına satmak üzere<br />

iki sene müddetle ihaleye çıkardı. Sonraları sur içinde


58<br />

salhane açılması yasak edildi, gerek esnaf ve gerek<br />

halk Yedikule dışında kurulan salhanelerde hayvan kesimine<br />

başladılar. Bu arada kasap dükkanı açacak<br />

olanlara Belediyece bir mahzuru olmadığı anlaşıldıktan<br />

sonra ruhsat verildi. Celeplerden mühim miktarda<br />

koyun satın alınarak etin Tekel altına alınması gibi<br />

ihtikara meydan veren durumun önüne geçilmesi düşUncesiyle<br />

de narh kaldınldı.<br />

Karaman, Osmancık, Türkman, Mıhahç taraflarından<br />

ve Rumeliden İstanbul'a gönderilen koyunlardan<br />

başka zenginler İstanbul civanndaki çiftliklerinden de<br />

şehre koyun ve keçi getirmeye başladılar. Askerlerin<br />

tayını için lüzumlu hayvanın çoğu lstranca . meralarındaki<br />

beylik mandıralardan getirilerek Yedikule Mezbahasında<br />

kesilip dağıtılınaya başlandı.<br />

.<br />

Yedikule'den Etmeydanı (Sultanahmet Meydanı) na<br />

et getiren Yeniçeri Seğirdim ustalannın beygirleri ()nünden<br />

geçen bir ihtiyar müslümanı dövmelerinden dolayı<br />

onu koruyan bir imaını ve imama yardım edenleri<br />

yakalayıp Sekbanbaşıya (1) götürmüşler ve idamlannı<br />

istemişler. Bir türlü bu isteğin önüne geçHememiş ve<br />

•<br />

zavallılan öldürmüşler. Yeniçeriterin inanışiarına göre<br />

et taşıyan beygirlerin önünden geçmek uğursuzluk<br />

sayıhyormuş.<br />

(ı)<br />

Yeniçeri Ağasından sonra gelen amir. Yeniçeri O ca·<br />

ğının 65'inci cemaat ortasını teşkil eden sekbanların<br />

kumandanı. (N.A.B.)


59<br />

MUMCULAR<br />

Eskiden saraylarda ve zengin konaklannda balmumu<br />

ve halk evlerinde yağ mumu yakıldığı için, mum<br />

döküp satan mumcu esnafı vardı. Bu esnaf, devlet tarafından<br />

tayin edilmiş Şem'ahane Emini tarafından<br />

idare edilirdi. Bu makam damgası ile damgalanmamış<br />

mum satanlar cezalandırılırdı. Sonraları saray ve konaklarda<br />

Avrupa'dan· gelen lspermeçet mumu kullanılmaya<br />

başlayınca 1863 yılında Beykoz'da bir lsper­<br />

eçet fabrikası kuruldu.<br />

KAHYALAR<br />

.<br />

Vaktiyle Enderun Ağaları (1) emektarları Zeamet<br />

(2), Tirnar (3), Mukataa (4) gibi şeylerle vazifeden ayrılan<br />

kimselerle, Teberdaran denilen Baltacılar ve bunlara<br />

benzer saray hademeleri esnaf kahyalıklarına tayin<br />

edilirlerdi. Bunlar Bahçıvanlar Kahyası, Balık avcıları<br />

Kahyası, Tülbentçiler Kahyası, Galata ve İstanbul<br />

Gümrükleri Hammalbaşılığı gibi vazifelerdi.<br />

(1) Enderun: Topkapı Sarayında<br />

Üçüncü Kapı'dan sonra gelen<br />

eğitim merkezi idi. (N.A.B.)<br />

Babüssaade denilen<br />

kısım ki, burası bir<br />

(2) Zeamet: Geliri en az yirmibin ve ençok 99,999 akçe<br />

olan toprak dirliği. Bu, büyük hizmetler karşılığı ve·<br />

rilirdi. (N.A.B.)<br />

(3) Timar: Yılda 20.000 akçeden az geliri olan toprak sa·<br />

hipleri. ( N.A.B.)<br />

(4) Mukataa: Hazineye ait bir gelirin muayyen bir be·<br />

del ile verilmesi. (N.A.B.)


60<br />

Bahçıvanlar Kahyası terağı yapılan bahçe veya bostanın<br />

devletçe alınan harçlardan başka yüzde dört harç,<br />

yüzde bir oda (1) ve yüzde bir ustalara şerhetlik ki,<br />

yüzde altı aidat alırdı. Balıkçılar, balık avlı yanlann<br />

büklımete verdikleri yedibuçuk kuruş tezkere harcı<br />

dışında ikibuçuk kuruş da Kahyaya verirlerdi. Kahyalar<br />

ayrıca Balıkhaneden beşyüz kuruş maaş alırlardı.<br />

Gümrük hamallarının da bunlara benzer kazançları<br />

vardı.<br />

ZAHİRE VE ALICILARI<br />

Üçüncü Selim zamanında İstanbul ahalisinin ekmek<br />

ihtiyacını karşılamak ve devlet dairelerinin ihtiyaçlarını<br />

sağlamak için bir Zahire Nezareti kurulmuştu.<br />

Bu Nezaretin, taşradan zamanında ucuz zahire satın<br />

alan mübayaacıları vardı. Bunlar Unkapanındaki<br />

Kapan Naibine bağlı idiler. Satın alınan zahire tüccarlar<br />

arasında bir. davaya sebebiyet verirse, Kapan<br />

Naibi davayı görürdü. Mübayaacıların getirdikleri Za­<br />

•<br />

hire Üsküdar'da Paşa Limanında, sonraları Kasımpa<br />

şa'da İskele civarında kurulan büyük ambarlarda muhafaza<br />

edilirdi ki, her zaman buralarda şehrin bir yıllık<br />

ihtiyacını karşılayacak zahire bulunurdu.<br />

Bu mübayaacıların köylüye envaı zulüm yaptığı şikayetlerden<br />

öğrenilmiş ve 1840 yılında Avrupa devletleri<br />

ile ticaret anlaşmaları yapıldığından Mübayaacılık<br />

tamamiyle kaldırıldı, herkes mahsulünün vergisini<br />

(1) Oda: Koğuş ve kışla. (N.A.B.)


61<br />

verdikten sonra serbest bırakıldı. Tekelden satın ahnmakta<br />

iken devlet senede yetmiş bin kese menfaat sağladığı<br />

halde ticareti serbest bırakmak için bu varidatı<br />

'<br />

feda etti.<br />

Ticaret işleri mahkemelerde görülmeye başladıktan<br />

sonra da Unkapanı'ndaki naiplik kaldır.ıldı. 1840<br />

yılında zahire satın alma usulü kaldırıldıktan<br />

sonra<br />


62<br />

·•4•<br />

Bakanlığı kuruldu.<br />

Ziraatimizden, ormanlarımızdan,<br />

madenlerimizden faydalanmak üzere mütehassıslar ye.<br />

tiştirilmeye geçildi.<br />

İstanbul suru içinde ve dışında, Üsküdar, Eyüp,<br />

Kasımpaşa ve Boğaziçi çevresinde ve mahalle araların·<br />

da bile bostanlar vardı. Bu bostanlarda külliyeıli sebze<br />

ve meyve yetiştirilirdi. Bu mahsul şehirlinin ihtiyacını<br />

karşıladıktan başka dışarı da gönderilirdi. Eyüp bostanlarında<br />

okka gülü yetiştirilir, gül mevsiminde Eyüp<br />

civarında Yavedut semtinde şafakla başlıyan gül pazarı<br />

kurulurdu. Mevsim müddetince pazar işlerdi. Eskiden<br />

beri İstanbul'un taze meyve pazarı vardı. Bu pazara<br />

devlet tarafından tayin edilen Pazarbaşı bakardı. İstan·<br />

bul'umuzun başlıca mey velerinden biri de üzümdü.<br />

Çamlıcalar, Bulgurlu ve Erenköy çevresindeki bağlarda<br />

nefis üzüm yetiştirilir ve bunların çoğu sofra üzümü<br />

olarak çarşı pazarda satılırdı. Hele bu bağların<br />

çavuş üzümleri nefaset itibarı ile bütün dünyada yeti·<br />

şenlerin en lezzetlisi idi. Rumeli tarafının da Yapıncak<br />

üzümü son derece nefis ve boldu. Filoksera hastalığı<br />

bağlarımızın çoğunu harap etti.<br />

Kiraz, vişne, incir, dut ağaçları bağları bezernekte<br />

idi. Bunlar da kurudu, mahvoldu, bağlar tarla halint:<br />

geldi. Yakın vakitlere kadar birçok bahçe ve ağaç meraklılarımız<br />

vardı. Evlerinin idaresine yetecek sebzeleri,<br />

aşı gülleri, nefis meyve ağaçları yedştirir ve bunları<br />

kendileri aşılarlardı. Her mevsim reçel, şurup,<br />

tatlı kaynatılırdı. Bu meraklılar da kalmadı.<br />

Eskiden Eyüp ve Bahariye bahçelerinde menekşe,<br />

Jale, sünbül ve Bahariye sırtlarında fulya yetiştirilir,


63<br />

tatlı ve şurup kaynalırmak üzere şekerci esnafı tarafından<br />

sa tın alınırdı.<br />

NARH<br />

Taze yenmek. üzere pazar yerine getirilen her türlü<br />

meyve ile sebzelere narli konur, perakendeci esnaf<br />

bu narh üzerinden karını koyup satardı. Fakat narha<br />

ne kadar dikkat edilse tesiri görülemiyor, zararın çoğu<br />

bağcı ve bahçıvanlara, bir kısmı da şehirliye oluyor,<br />

şatıçılar kar ediyorlardı. Narbın fayda vermediği anlaşılınca<br />

1864 tarihinde bütün satışlar serbest bırakıldı<br />

ve narh kaldırıldı.<br />

İstanbul'da esnafımızın sattıkları meyve ve sebzeye<br />

narh konularak kıymetinden fazlaya sattınlmaması<br />

halkımızın menfaatine düşünülmüş ve eski vakitlerde<br />

bu usule büyük önem verilmiş, narha bakmak işi İstanbul<br />

Kadılığı ve İhtisap Nezareti memurlarının birinci<br />

vazifeleri arasına alınmıştı. Sonraları hakikatın<br />

bu merkezde olmadığı anlaşılmıştır. Çünkü bir memlekette<br />

satılık eşyaya narh vermek ve tayin olunan fiyattan<br />

fazlaya satılmasıılı men etmek, o eşyayı kayd<br />

ve şart altına koymak demek ve halka faydalı olacağı<br />

düşünülmüş ve faydalı da olmuş bulunmasına rağmen,<br />

o zaman ile bu zaman arasındaki fark, imkanların genişlemesi<br />

ile meydana çıkmıştır. Eskiden, şimdiki gibi<br />

ticareti kolaylaştıracak yollar olmadığından halk elindeki<br />

malı olduğu yerde satmaya mecburdu. Nakil kolaylığı<br />

artınca ve narh, belirli bir fiyattan fazlaya sattırmayınca,<br />

mal sahibi malını dilediği yere götürüp sattabileceğinden,<br />

malın ardı kesilecektir. Bu suretle nar-


•<br />


65<br />

lun bir parça faydası olsa bile, sonralan zararlı olacağı<br />

tecrübe ile meydana çıkması üzerine zamanın icabatma<br />

uyularak narh kaldırılmıştır.<br />

Önceleri İstanbul ahalisinin ihtiyaçlarını ehven tedarik<br />

etmesi için narh ne kadar faydalı olmuşsa, sonraları<br />

narbın kaldırılması bu faydayı sağlamıştır.<br />

· Narh usulü kaldırıldıktan sonra lstanbul'umuza her<br />

taraftan eşya dökülüp gelmiş, ve ucuzluk başlamıştır.<br />

P: 5


Tiryaki Çarşısı Tiryakller Hayab<br />

Tiryaki Çarşısı çok eskidir. Bu çarşı cİ a bulunan<br />

dülekAnlar şimdiki gibi birkaç harap kahvehaneden ibaret<br />

deildi. Vaktiyle muşamba feneı:ciler, divitçiler,<br />

altın varakçı esnafı da bu Çarşıda sanatlarını icra ederlerdi.<br />

Zenci, köle ve cariyelerin satıldıkları esir pazarı<br />

da bu çarşıdaydı.<br />

MUŞAMBA FENERCİLER:<br />

Eskiden sokaklarımız şimdiki gibi havagazı. ve<br />

elektrikle aydınlatılmıyordu. Fenersiz gezmek de yasak<br />

olduğundan geceleri sokağa çıkan "'herkes fener<br />

taşımağa mecburdu. Fenerler iki türlü idi. Biri çerçeveli<br />

cam fener, diğeri de muşamba fenerlerdi. Cam<br />

fenerleri. ekseriya bahçelerde, avlularda, sokak kapılarında<br />

ve dükkaniarda münasip yerlere asmak suretiyle<br />

kullanırlar, sokaklarda dolaşırken ç_ok kişi muşamba<br />

fener kullanırdı. Bunlar da üç türlü yapılırdı. Büyükleri<br />

bazı vezirler ve ulu kişilerin geceleri bir yere gidişlerinde,<br />

bindikleri hayvanların ön iİ nde yürüyen seyisler<br />

taşırlardı. Orta boylarını, yin e' gidişlerinde konak<br />

uşakları, önlerinden yürüyerek taşırlardı. Halk tabakası<br />

ise bizzat taşıdıkları için muşamba fenerierin<br />

ufaklarını seçerlerdi, bunlar ioabında cepte de taşınırdı.


68<br />

Latife kabilinden bu muşamba fener bahsinde şunu<br />

da kaydedelim: İtibarlı dostlanından bir zatın biz.<br />

metkarlarından bir hödüğe efendisi muşamba fenerin<br />

kirini gösterir ve temizlemesini tenbih eder, o birşeyden<br />

haberi olmayan hödük de su ısıtır ve feneri suyun<br />

içine sokarak sabunla bir güzel yıkar, birde bakar ki<br />

muşamba fener bir bez yığını halinde sudan çıkar. Ertesi<br />

gün ben o zatın konağına gittiğimde kimini hiddetli<br />

kimini de güler yüzlü görünce sebebini sotup öğrendim<br />

ve ben de gülrnekten kendimi alamadım.<br />

Bir de muşamba kağıttan yapılan fenerler vardı<br />

ki, bunlar mahalle bakkallannda satılırdı. Bunları ekseriya<br />

ayak takımından geceleri sokakta gezenler ve<br />

bilhassa meyhanelerde akşamcılık edenler kullanırlar- ·<br />

dı. Mahalle çocuklarının Ramazanlarda ve mübarek gecelere<br />

fener kapmak yağınacılıklan da bu kağıt fenerlere<br />

münhasır gj.iydi. Sonraları sokaklar havagazı<br />

ile aydınlattidığından muşamba feneriere ihtiyaç kalmadı<br />

ve bunları yapıp satan esnaf da dağıldı . .<br />

DİVİDCİ ESNAFI<br />

Divitler kalem, kalemtraş, Makta (üzerinde kamış<br />

kalemlerin ucunun düzeltildiği kemik, şimşir madeni<br />

alet) gibi malzemenin saklanmasına ve mürekkep konroağa<br />

mahsustu. Bunlar bele sarılan kuşağa sokularak<br />

taşınırdı. Divitleri büyük memurların yanında çalışan<br />

kalem efendileri, katipler, tüccar ve esnaf yazıcıları<br />

kullanırlardı. Divitler gümüşten, sarı pirinç vesair ma.<br />

denlerden yapılırdı. Sonralan Divit kullanmaktan vaz<br />

geçildi ve esnafı· da battı.


ZENCİ ESİRI.ER PAZARI<br />

Eskiden Çerkez ve Gürcü köle ve cariyeler Avrat<br />

pazarında zenciler de Tiryak.i çarşısındaki esir pazarında<br />

alınıp satılırdı. Esaretin resmen lağvından sonra<br />

bu pazar yerleri de kaldırıldı .<br />

.<br />

TİRYAKİ KAHVELERİ VE TİRYAKlLER<br />

Tiryaki çarşısındaki kahvehanelere gelince; vaktiyle<br />

bu çarşıda ilim ve irfan sahibi kibar ve zarif kişiler<br />

için muntazam kahvehaneler vardı. Terbiye ve güzellikten<br />

mahrum muaşeret bilmeyen bir takım kimseler<br />

bu gibi topluluklardan zevk alamadıklan için onların<br />

kahvehaneleri de ayrı idi. Kibar kahvelerinde satranç,<br />

dama ve benzeri oyun meraklıları da blunurdu. Zamanın<br />

irfan sahibi bu gibi oyun meraklıları İstanbul'un<br />

her tarafından bilhassa bu kahvelere gelirlerdi.<br />

Tiryakilerin kahvehaneleri de ayrı idi. Btmlar boy·<br />

ları büyüklüğündeki hastonları ellerinde olarak gezen<br />

iki büklüm bir takım ihtiyarlardı. Bu adamlar hareketsizliğe<br />

mahkum ve müzmin bronşile tutulmuş olduklarından<br />

kullandıkları çubukların lülesinden bulut tabakası<br />

teşkil eder, kulakları tırmalayan nargile fokurtusu,<br />

öksiirük ve göğüs hırıtısının ardı arası kesilmezdi.<br />

Hele peyketerin önündeki öbek öbek tükrük ezintisinden<br />

tiksinip iğrenmemek kabil olmazdı. Ötedenberi<br />

peykelerin üzerine ya Mısır hasırı veyahut kar keçesi<br />

çivilenirdi. Sonralan frenk keçesi serilir oldu. Maa-ma.<br />

fih kibar kahvehanelerinde sedirli minderler, yastıklar<br />

da bulunurdu.


70<br />

Tiryaki kahvelerinde yoğurt çanağına yakın büyüklük-::e<br />

kahve fincanları ocağın etrafında dizilir çubuklaı<br />

, nargileler köşeleri doldururdu.<br />

Kahvehanelerin hepsinde (gönül ne kahve ister ne<br />

•<br />

kahvehane, gönül ahbap ister kahve bahane) veyahut<br />

(Ehli keyfin keyfini kim tazeler? taze elden taze pişmiş<br />

taze kahve tazeler.) gibi yazılı levhalar vardı. Kabadayı<br />

kahvelerine levha yerine resimler asılmıştı. Bu<br />

resimler Hazreti <strong>Ali</strong>'nin Zülfikar ile İfriti öldürüşünü,<br />

Veyselkarani Hazretlerinin Yemen illerinde deve güttüğünün<br />

ve Hacı Bektaşı Veli'nin duvarı yürüttünün,<br />

Karaca Ahmet Sultanın yılandan dizginli Aslana binerek,<br />

yılandan kamçı ile «ah! mirielaşkıo ibaresinde (H)<br />

harfi göz farz edilip bundan çıkan gözyaşlarının dere<br />

haline geldiğinin resimleri idi. Bunlar gayet kaba saba<br />

boyalarta boyanmış şeylerdi.<br />

Tiryaki meşrep kimseler kahve, tütün, tömbeki ile<br />

enfiyeyi hafif keyif. verici maddelerden sayarlardı . .<br />

Enfiye<br />

kulanmayı itiyat edinenierin ekserisi yüksek ilim<br />

adamları, şeyhler, mülkiyeliler ve muharrirlerin ileri<br />

gelenleri ve daha bu gibi ağır başlı kimselerdi. Bunlar<br />

. arasında enfiyenin cinsi ve nefaseti hakkında uzun<br />

uzun konuşmalar yapılır ve mesela Fransa'nın Rende<br />

enfiyesi ile Felemenk eniiyesinin birbirine<br />

kanştınlmasından.<br />

ve rutubetini muhafaza için Çiçek veya Deniz<br />

suyu ile terbiye edJmesinden bahsedilirdi. Enfiye<br />

tiryakileri sokaktaki karşılaşmalarında bile birbirlerine<br />

derhal enfiye malıfazalarmı takdim ederler ve buna<br />

da «kaldırım ziyafeti ıo derlerdi.<br />

Eski sadrıazam Tunuslu Hayrettİn Paşa Hind enfiyesi<br />

kullanırmış,, kendisinin saclareti zamanında bü-


71<br />

yük devlet ricalinden bazılan da bu cins enfiyeyi ter<br />

cih etmeğe başlamışlardı.<br />

Enfiye kullananlar ekseriyetle Ramazanlarda tir<br />

yaki olurlar ve nefes almada bile güçlük çekerlerdi. Ahbaplarımızdan<br />

ve eski Babı·.<strong>Ali</strong>. mensuplarından enfiye<br />

müptelası bir zat ile iftarda birlikte bulunuyorduk.<br />

Bu zat gündüzden itina ile terbiye ederek malıfazasma<br />

koyduğu taze enfiysinden iftar vakti bir tutam<br />

enfiye aldı. İftar topunu bekliyordu. Top atılma.<br />

siyle beraber burnu için hazırladığı o bir tutanı enfiyeyi<br />

acele ile ağzına atıverdi. Zavallı adam sofradan<br />

kalktı, kustu ve bir hayli sıkıntı çektiydi.<br />

Eskiden Benefşe (Menekşe), Kani Bey enfiyesi·<br />

isimleri ile yerli enfiyeler de yapılırdı. İstanbul tütün<br />

inhisan idaresinde enfiye fabrikası bile açılmıştı. Bu<br />

Kani Bey ikinci Sultan Mahmut'un Kahvecibaşısı olup<br />

sonradan evkaf nazırlığında da bulunan zattır. Bu cins<br />

enfiyeyi kendisi icad ettiği için O'nun adı verilmiştir.<br />

Enfiye tirylkileri, kokusunu bozduğu çin lavanta<br />

.<br />

gibi kokular katarak enfiyeya terbiye etmezlerdi. Hatta<br />

merhum Mümtaz efendi çiçek suyunu bile kul•<br />

lanmaz, enfiye terbiyesi için yalnız den.iz suyu tercih<br />

ederdi.<br />

.<br />

Tömbeki ııiüptelisı olan meraklılardan bazılan<br />

kahvecilerin hazırladı nargileyi hemen içivermezlerdi.<br />

KoJlannı dirsekierine kadar sıvar, nargilenin sürahisini,<br />

lülesini, marpucunu bizzat uğuşturarak temizler,<br />

sürahisine suyu kendi koyar, lüleyi kendi doldurur,<br />

kendi ateşler, hattA bazıları marpuç başlığını ağızlanna<br />

değdirmemek için bir kit parçasını zıvana gibi


72<br />

başlığın deliğine sokmuş olduğu halde içerlerdi. Kahvehanelerin<br />

çubuklarını içmek istemeyen tütün tiryakileri<br />

kendi çubuklarını beraber taşırlardı. Bu gibi meraklılar<br />

geçme çubuklar yaptırırlardı. Bu geçme çubuklar<br />

birer karış uzunluğunda üç parça çubuğun zıvanalı<br />

vidalarla birbirlerine eklenmelerinden meydana<br />

gelirdi. Lülesi imamesi beraber olarak çuhadan bir kese<br />

içinde- olduğu halde kaput, cübbe gibi elbiseterin<br />

altında kaytan ile belde asılı olarak sallanırlardı. Şairlerden<br />

meraklı bir zat zamanın cömertlerinden vaat<br />

ettiği geçme çubuğu alamayınca şu kıt'a ile tekrar istemiştir:<br />

Çöp gayriden duham içmezlz,<br />

Hasılı ol geçme'den<br />

.<br />

biz geçnıeylz,<br />

Acı tatlı her ne ise kaiUz,<br />

Yusufi badem çubuğa mailiz.<br />

Demek ki eskiden geçme çubuklar arasında Yusufi<br />

namında bir çeşidi varmış.<br />

·<br />

Eskiden tirkeş denilen orta boy, çubuklar vardı<br />

ki bu nevi çubuklan vezirler ve büyükler kayıklarda<br />

ve hususi odalarında kullanırlar ve resmi yerlerde yine<br />

uzun çubuk içerlerdi. Afyon'dan börş denilen macun<br />

kullanmaya alışanların ekserisi bu keyif verici<br />

nesnenin basura ve gölüs hastalıkianna en tesirli ilaç<br />

olduğundan bahsederlerdi.<br />

Afyon kullanmayı alışkanlık haline<br />

getirenierin<br />

çoğu gençlikleri zamanında içki düşkünü oldukları halde<br />

son zamanlannda içkiyi terk edip kendilerini avut-


73<br />

mak ve neşelerini temin etmiş olmak için afyon kullanmayı<br />

alışkanlık haline getirmişlerdir. Neşelerini tazelemek<br />

istedikleri için afyonun miktarını günden güne<br />

arttırdıklarından zavallıların tak.atleri kesilmiş, sinirleri<br />

gevşemiş, hacakları sarsak, elleri titrek olmuştur,<br />

gayet titizdirler. Mesela oda kapısı biraz sertçe<br />

kapansa kıyameti koparırlar, gürültü patırdıyı hiç sev-<br />

.<br />

mezler, daima rahat ve sükfınu arzu ederler. Bir de<br />

alıngandırlar, her sözden alınır, izzeti nefislerine dokunulmuş<br />

addedeler. Onlarca ufak bir şaka bile büyük<br />

saygısızhktır, asabi halleri daima parlamaya hazır olduğundan<br />

bazen pek ufak bir mesele için çoşup taş.<br />

tıkları olur. Yüzleri daima asık durur.<br />

TiryakHer afyonu gizli olarak kullanırlar, kullandıklarını<br />

kimseye göstermek istemezler ve kullandıktan<br />

sonra mutlaka kahve içerler. Afyona cila verdiği<br />

için tatlıyı pek severler. Hatta çoğu yanında peynir<br />

şekeri kutusu taşır. Afyon kutusu, macun kutusu, en- .<br />

fiye kutusu, tütün kutusu, tömbeki kutusu, kav çak<br />

mak kutusu tiryakiterin daima beraberlerinde bulundurmağa<br />

muhtaç oldukları avadan lıklardır.<br />

•<br />

Tiryakilerin keyifleri tazelendikçe kendilerine bir<br />

neşe gelir, yarı kapalı gözler yavaş yavaş açılmaya başlar<br />

ve bir parlaklık hasıl olur. Titrek ellerinde metanet,<br />

seslerinde kuvvet peyda olur.<br />

Neşeleri kıvama<br />

gelince tatlı dilli, gi.iler yüzlü olurlar. Musikiye aşina<br />

olanları semai gibi şeyler bile okurlar. Öyleleri vardır<br />

ki, can ve gönülden onu dinlemekten hoşlanır.<br />

Tanınmış üstadlardan Deliaizade İsmail efendi mer-<br />

.<br />

hum tiryaki ve gayet öfkeli bir zattı. Bir toplantıda


74<br />

zamanın muı;ikişinaslanndan bir fasıl takımı (nühüft)<br />

besteyi okuyorlardı. İsmail efendi kızdı, hiddet·<br />

lendi, yan yerde faslı tatil etti. Kendisi afyonu attı<br />

ve çubuğu birkaç nefes çektikten sonra besteyi tek<br />

başına okudu idi. Hazır olanlar ve bilhassa mus.ikiye<br />

\<br />

vukufu olanlar hayran oldular, hatta bir çoklan da<br />

elini öptüler. İşte afyonun neş'esi bir, birbuçuk saat<br />

kadar böyle olmakla beraber hükmü geçince yağı tÜ·<br />

kenmiş kandil gibi yavaş yavaş bu neş'e de söner,<br />

gözlerdeki panltı azalmağa, el ve . ayaklar evvelce ol·<br />

duğu gibi yine titrerneğe başlar. Uykuları gelir, başları<br />

kannlanna doğru sarkar, yan açık kalan dudaklan<br />

arasından horultular işitilir. Ağzından salyalar bol bol<br />

akar, kamburları çıkar, olduklan yerde 'çöreklenip kalırlar.<br />

rtirtiNC'Ü' D'OKKANLARI<br />

Eskiden devlet adamları, kibarlar ve asrın zarif<br />

kişileri gelip geçişi seyretmek için büyük caddelerdeki<br />

maruf tütüncü dükkaniarında İstirahat edip dinlenir·<br />

lerdi. Bilhassa Ramazanlarda tütüncü dükkaniarına<br />

rağbet birkat daha artardı. Hatta Ramazan akşamları<br />

Padişahların bile tütüncü dükkaniarına rağbet ettikleri<br />

olurdu. Şimdiki Darülfünun (Üniversite) binasının ye.<br />

rinde bulunan Necip Paşa Konağının altındaki tütün·<br />

cü dükkanında Sultan Mahmut'un ve Tophanede eski<br />

Salıpazarı caddesindeki Yani'nin dükkanında da Ab-<br />

•<br />

dülmedt'in İstirahat ettikleri def'alarca görülmüştür.<br />

Tütüncü dükkaniarının duvarlan kırmızıya boyanır<br />

ve içierini de kanepe ve sandalyelerle döşer ve süslerlerdi.


'<br />

..<br />

(<br />

...<br />

,,<br />

... .<br />

,.. , ,.,<br />

L.,/<br />

•<br />

•<br />

•<br />

,.<br />

•<br />

,<br />

•<br />

1<br />


! • •<br />

'<br />

ı .<br />

••<br />

ı<br />

ı<br />

1<br />

- .<br />

-<br />

•<br />

\<br />

\<br />

i<br />

1 b • •<br />

.'· ,! c<br />

' .<br />

1<br />

'<br />

1<br />

'•\<br />

\<br />

·,<br />

\ 1<br />

... ,.\<br />

.<br />

i<br />

, 1 j • 1<br />

'<br />


Esrarkeşler ve· Meczuplar<br />

Gerek Avrupa'da, gerekse dünyanın öteki kıtalann·<br />

daki bütün ülkelerde varlıklı, bilgili, sanat ve ticarette<br />

nam salmış kimselerle Devlet hizmetindeki memurlar<br />

sınıfı bulunduğu gibi, hiç bir işle uğraşmayarak sefaJet<br />

içinde ve başkalannın yardımlan ile geçinip giden sefihler<br />

ve düşkünler de vardır<br />

•<br />

.<br />

Tabiatıyla İstanbul'da da öylesi adamlar vardır ki,<br />

bunların arasında bilhassa (Esrarkeş) olarak tanınan<br />

kişiler, bu bahtsızlar zümresinin önde gelenlerini teşkil<br />

etmektedir. Gerçi bugün tiksinti veren bu zümreye ale·<br />

nen mensup kimse kalmamış gibidir. Ancak bunlar nasıl<br />

kimselerdi, ne yapariardı ve hayatlarını nasıl sürdürurlerdi?<br />

Bunu öğrenmek ve İstanbul'un hususi hallerine<br />

dair bilgi edinmek isteyenler için faydalı olaca.<br />

ğını düşünerek - ve bir müddet önce (Esrarkeşler)<br />

adıyla bir kitapçık ·da yayımlandığından - ben de bu<br />

mevzudaki bigilerimi aÇıklamayı uygun buldum.<br />

Esrarkeş denilen adamlar, bütün vakitlerini kendilerine<br />

mahsus kahvehanelerde geçirirlerdi. Esrar<br />

kahveleri Tahtakale, Tophane, Silivrikapı, Mevlevihanekapı<br />

yakınında ve bir de İshakpaşa'ya inen yokuşta idi.<br />

Bu yerler, bildiğimiz kahvehanelere hiç benzemezdi. İçleri<br />

gayet pis, murdar, tavanlan isle kararmış, her ta-


78<br />

rafını örümcek agları sarmış, sıvaları dökülmüş, camları<br />

asla silinmemiş, karanlık, iğrenç kokular saçan birer<br />

sefalet yuvası idiler. Içrisinde bir kaç kerevet, bir<br />

kınk su testisi, paslı bir tas bulwıur ve her birinde<br />

barınan yedişer kişisine (Kıdemli Dede) denirdi. Bu<br />

dedeler, kımıldamağa mecali kalmamış bir takım miskin<br />

.ve tiksinti veren ihtiyarlardı. Vaktiyle tenbellik<br />

veya sefahat, yahut yaradılışiarının sevkiyle bu setalet<br />

•<br />

batağına düşmüşler ve günden güne insanlıklarını kaybetmişlerdi.<br />

Halkımızdan bazılannın inancına göre bu ihtiyarlar<br />

dünya işlerinden elini eteğini çekmiş, Tanrı'dan başka<br />

her şeyle ilgisini kesmiş, Kırklar'a karışmışlardan<br />

oldukları için, kimseyle konuşmazlar; başlannda havı<br />

dökülmüş, yağı tepesine kadar çıkmış birer fes ve fesin<br />

kenarına kapkara olmuş bir sank sanlnııştır. Tırnakları<br />

hiç · kesilmemiş, yıllarca bir defa bile traş olma·<br />

mış, yüzleri ve gözleri kıllar içinde kalmıştır. Vücut­<br />

Jan su yüzü görmediğinden tenlerinde kara bir kir tabakası<br />

hasıl olmuştur. Giydikleri gömlekler kara bir<br />

muşamba haline gelmiş, sırtlanndaki lime lime abalar<br />

yağ içinde ve leş gibidir.<br />

Bunların -sağlık durumuna gelince: Omuzları çökmüş,<br />

kambuhırı çıkmış, yüzleri süzülmüş,<br />

feri sönmüş ve bulanık bir hal almıştır.<br />

gözlerini.n<br />

İşte böylesine iğrenç yerlerde yaşayan bu bahtsız<br />

insanlar, daima dirsekierini dizlerine ve ellerini de şakaklarına<br />

koyup kendi iç alemlerine dalmış bir halde<br />

bulunurlardı. Her birinin önünde tenekeden yapılmış<br />

köhne birer tükrük hokkası duran bu bedbahtlara karş:<br />

insan bir nefret hissi duymaktan kenc:Uni alamazdı.


79<br />

Herhangi bir ziyaretçi bunlarla konuşulamayacağını<br />

bilmeyip de şayet bir s8yleyecek olursa, cdalgamızı<br />

bozma» diyerek azarlanır, belki kapı dışan bile atılırdı<br />

..<br />

Bu yedişer kişlik (Kıdemli Dede) lerden başka her<br />

kahvenin birer de (Ocakçı Dede) si vardı. Bu Ocakçı<br />

Dedelerin vazifesi, daima ocak başında bulunmak ve<br />

ocağı örtüU.Ltiıtmak, nargileleri dolclurmak, bir de çay<br />

pişirip vermekten ibarettir. Nargiteler Hindistan cevizi<br />

kabuğundan yapılmıştır. Esrara (Kınna) derler. Bu kırınayı<br />

tömbeki ile karıştırıp nargilelerin Iiliesini bununla<br />

doldurulurlardı.<br />

Kıdemli Dedelerin aynca üçer kişilik aveneleri<br />

vardır; vazifeleri tahsildarlıktır, bütün gün gezer dururlar.<br />

Kıdemli Dedelerin ermiş kişiler olduğuna inanan<br />

bir takım Allahlık adamlar onlara haftalık bağlamış<br />

ve dileklerinin gerçekleşmesi uğruna adaklar adamış<br />

olduklanndan, tahsildarlar bunlan toplamakla<br />

meşgul olurlar ve ayrıca kendi tanıdıklarından da para<br />

İstemeği ihmal etmezler.<br />

Bu esrar kahvelerinin bir de gelip giden müşterileri<br />

vardır ki, bunlara (Muhip: Dost) derler: Gerek<br />

tahsildar müritlerin, gerekse muhiplerin getirdikleri<br />

paralar Ocakçı Dedeye tesli edilir.<br />

Bu kahveTere girenler, Kıdemli Dedelerin huzurun·<br />

da boyun kesrnek · (eğilip saygıyla selamlamak) mecburiyetindedirler.<br />

Bu gelen kişiye hepsi birden, asla<br />

söz söylemeksizin bir kaç dakika öylece bakarlar; bakışları<br />

gayet öfkeli ve hiddetlidir. Aralanna girenler,<br />

evvela edeplice boyun kestikten ve yalvanp yakanna<br />

ifade eden bir vaziyet aldıktan sonra doğruca Ocakçı


80<br />

Dedenin yanına gideler, elini öpüp<br />

getirdikleri pararyı<br />

teslim ederler. Dede parayı sayar, sonra «Üç baş»<br />

der. Her (Baş) bir kuruş demektir. Mesela getirilen para<br />

beş kuruş ise, üç kuruşluk üç baş nargile doldurur,<br />

kalan iki kuruşa karşılık da çay pişirip birer miktar<br />

ekmek hazırlar. Gıdaları bundan ibarettir. Nargile önce<br />

bir baş dolar, üzerini ateşler. Bir ıslık çalar. Orada<br />

bulunan yedi Dede ağır ağır başlarını kaldırırlar.<br />

Evvela Ocakçı Dede nargileyi, soluk almaksızın, gayet<br />

kuvvetli olarak içine çeker; dumanını tavana salıverir.<br />

Parayı getiren adama da bir nefes çektirir. Sonra<br />

da dedelere, «Hod nefes» diyerek her birine birer nefes<br />

çe'ktirir. Artık o zaman kahvenin içini son derece<br />

pis kokulu ve tahammül edilemez bir duman kaplar.<br />

Hazır bulunaniann hepsi şiddetli bir öksürükle sarsılır,<br />

önlerindeki tenekeye tükürürler. Nargile, birbiri<br />

ardı sıra böylece doldurulur ve çekilir. Arkasından da<br />

çay ile ekmek verilir. Nihayet yine daha önceki vaziyetlerine<br />

dönerler; yani dirsekierini dizlerine ve ellerini<br />

de şakaklarına · koyup kendi iç alemlerine dalıp<br />

giderlerdi.<br />

Esrardan hasıl olan keyfe gelince: Kendilerini es<br />

rarın keskin ve uyuşturucu tesirine kaptıran esrarkeşler,<br />

öylesine tatlı ve derin bir hülyaya dalmış oluyorlar<br />

ki, bundan duydukları zevki, keyif verici sair ·içkilerden<br />

hasıl olan zevklerin hepsine tercih ediyorlar.<br />

Hatta öyle ki, bu zevkin uğruna hayatlarını bile fedadan<br />

çekinıniyorlar. Bu garip ye esrarlı halin ne suret·<br />

le oluştuğunu yeterince bilemediğimiz için, zevk ve neşesine<br />

dair ortaya şahsi bir görüş sürebilecek durumda<br />

değiliz. ·


'Meczuplar, Sebilciler<br />

Yakın zamanlara kadar<br />

meczuplar güruhundan<br />

birçok adamlar cuma günleri ve kandil geceleri Eyüp'<br />

te toplanırlardı. · Toplantı yerleri<br />

Akgömlek Mehmet<br />

Efendi mezarı ile Beşir Ağa türbesinin yanları idi. Bunlar,<br />

dilenci kıyafetinde, perişan kimseler'di.<br />

Kimileri<br />

güpegündüz elinde koca bir fener olduğu halde dolaşır,<br />

kıi.mi de çubuk içerek gezer; bir başkası yalınayak,<br />

başı açık, durmaksızın koşardı. O bir elinde bir asa,<br />

ayanda yüks'ek nalınlar olduğu halde ağır ağır gidip<br />

gelir, bazısı hiç söz söylemez, suskundur . Bir diğeri ise<br />

bir şeyler söyler, barır durur. Öteki mütemadiyen başını<br />

sallar, dervişlik eder. Hepsinin üstleri başlan pis<br />

ve kirlidir. Şunun bunun kolundan çekerek para is-<br />

.<br />

terJer. Süslü ve kibar hanımlar böylesine kirli ellerin<br />

üstlerine sürüldüğünü istemezler, lakin vesveseye kapılmış<br />

olmaktan da çekinerek hareketlerine engel otmazlardı.<br />

Bir zararları dokunmasın diye para da verirlerdi.<br />

Bir vakitler, mübarek günlerde, tahta sedye üzerinde<br />

Eyüp Camii şadırvan avlusunda bulunmayı adei<br />

edinmiş (Eyüplü Yatalak Efendi) derler. kötürüm bir<br />

adam vardı.<br />

Tevekkül ehlinden bir kısım halk bu<br />

adamdan medet umar, sedyesi çevresinde öbek öbek<br />

P: 6


82<br />

toplanır, onunla konuşmayı bir şeref ve uğur sayarlardı.<br />

Yatalak efendi oldukça güzel söz söyler, maneviyattan<br />

bahseder; o civardaki meczuplardan hangilerinin<br />

ne gibi kerametleri olduğunu sayar döker ve ke­<br />

·r ametlerine dair fıkralar·, hikayeler anlatırdı.<br />

Yatalak Efendinin kanaatına göre bunlar zamanın<br />

uluları ve yüceleri imiş. İnsaniann dünyaya ait işlerini<br />

hep bunlar idare ederlermiş. Her şey onların elinde<br />

olduğu için dış görünüşlerine bakıp da üzülmek yersiz<br />

olurmuş. İşte bu gibi sözlere inanan o mütevekkil<br />

insanlar, daima gönül rahatlığı içinde yaşarlar ve bu<br />

meczuplann mukaddes ilhamlarından yardım görmeye<br />

çalışır, sevgilerini kazanmak için de onları besler,<br />

bağışta bulunurlardı.<br />

Yatalak Efendinin bir meziyeti de<br />

meşhurlardan<br />

Eyüp civarında kimlerin gömülü olduklannı -bütün<br />

rivayetleri ve tafsilatıyla- anlatması idi. Hatta bunlardan<br />

çoğunun mezar taşlarındaki tarih beyitleri bile<br />

ezberinde idi.<br />

Eyüp'te bir de badi -hadi yürüyüşlü (Sallabaş Emi·<br />

ne Hanım) vardı. Bu yetmişlik kadın, Eyüp dilencilerinin<br />

en hatıriısı sayılırdı.<br />

Konuşması düzgün, üstü<br />

başı da temizce olduğundan bir yolunu bularak ziyaretçi<br />

hanımların yanına sokulur, bir terbiye ve nezaket<br />

örneği kesitir, devletli hanımefendinin faziletlerini<br />

ve ziyaretindeki manevi menfaatları sayıp döktükten<br />

sonra, yakında gelin olacak yoksul bir kızcağızın<br />

nasıl yardıma muhtaç olduğunu, veyahut o günlerde<br />

yetim kalan bir yavrucağın ne derece sefalete düştü-·<br />

nü ve bunlara yardımdan hasıl olacak sevap ve el-


83<br />

de edilecek mükafatları birer birer sayar; karşılığında<br />

hiçbir şey beklemeksizin yardım toplamak zahmetine<br />

katlandığını söyler ve bu suretle bir 'hayli para<br />

kazanırdı. Tatlı sözlü ve halden anlar bir kadın olduğundan<br />

cumaları ve mübarek günlerin akşamları ziyarete,<br />

ramazanda da türbe iftarına gelen hatırlı kişileri<br />

adabına uygun, olarak selamlar, mizaçiarına .uygun<br />

sözler bulur söyler, eğlendirir ve yüksek değf;rde<br />

hediyeler alırdı.<br />

İstanbul'da birtakım da (Sebilciler) vardı. Ak takke<br />

üzerine yeşil veya beyaz sarık sarar, meşin şalvar<br />

üzerine yakasız, düğmesiz ve iliksiz, kollan bolca kısa<br />

. bir ceket giyerlerdi. Meşinden yapılma musluklu su<br />

kabını (kırbayı) omuzlarına asarlar, ellerinde de sarı<br />

pirinçten su tası bulunurdu. Kandil akşamları cami<br />

avlularında, sair günler


Dilenciler<br />

İstanbul'da dilenciliği sanat edinmiş olanlar iki<br />

türlüdür. Bunlardan birinci kısma gi.r:enler sürekli, ikinci<br />

kısımdakiler ise geçici dilencilerdir. Sürekli dilenciler<br />

yerli olup 60 yıl önce yapılan nüfus sayımında müslim<br />

ve gayrimüslim umumi miktarı (2700) kişiye ulaştığı<br />

anlaşılmıştır. Taşrab gel -geç dilenciler bu hesaba dahil<br />

değildir. Bu sebple miktarı tahmin edilemiyor.<br />

Dilencilerin dileome tarzları çeşitlidir. Bir takımı<br />

kasidecidir. Mahalle aralarında, cami avlularında dolarlar;<br />

yüksek sesle kaside ve maval okurlar. Körler,<br />

gören arkadaşlarının yedeğinde gererler.<br />

Körlerden<br />

tek başına gezenleri de vardır. Böyleleri , hiç görmedikleri<br />

halde İstanbul'un tenha ve kalabalık sokaklarını<br />

pek iyi bilirler. Gezerken de ağızları bir dakika durmaz,<br />

mütemadiyen söylerler. Bu kasi.decilerin çoğu<br />

Araptır. Arap olmayanlan da sözlerini Arap şivesine<br />

benzeten Çingenelerdir. Birtakım dilenciler de cami<br />

kapılarını, sokak başlarını, işlek caddelerin köşelerini<br />

kendilerine durak edinmişlerdir. Bunlar yaşlı, sakat,<br />

kör veya bakar kör, topal, oturup kalkmaya mecalleri<br />

olmadığından bütün gün yerlerinden ayrılmazlar.<br />

Bu gibilerin<br />

devamlı olarak durdukları yerlere<br />

kendi aralarında (Gedik) derler. Muharrem ayında so-


86<br />

kaklarda ve birbirinin yedeğinde dolaşmak hakkı bu<br />

gediklilere aittir. Bunlar evlerin önünde dururlar, birbirlerinin<br />

omuzlarına dayanıp, yaslanarak ilahi okumaya<br />

başlarlar. Okudukları ilahinin nakaratı «Gökte melek,<br />

yerde her can ağladı» beyitidir. Bu beyitin sonuna<br />

. bir de «Hoy Goy Canım» diye eklerler. Çocuklu­<br />

mdan beri işittiğim güfte hep budur,<br />

asla değişmez.<br />

İlahinin sonunda içlerinden biri yüksek sesle dua<br />

eder, ötekiler •amin» derler. Evierden kuru bakla, ·fa-<br />

•<br />

sulye, nohut, buğday, pirinç, şeker kuru üzüm gibi<br />

aşure malzemesi verirler. Aldıklan malzemeyi omuzlarında<br />

asılı olan torbalara korlar; diğer evlere geçerler.<br />

İlk on gün içinde toplıadıklan aşure harcı bir hayli<br />

miktara ulaşır Tabii. bunlan satıp bedelini aralarında<br />

paylaşırlar.<br />

.<br />

Sanatlarını gezgincilik suretiyle yapan dilencilerin<br />

çoğtı Eyüp, Edirnekapı, Karacaahmet gibi büyük mezarlıklarda<br />

bulunurlar; · çarşı - pazarlarda gezerler.<br />

Bunların çoğu sağlam olduklan halde kendilerine acındırıp<br />

merhamet çekek için körleri, topalları taklit<br />

. . ederek d,olaşan zıpır heriflerden ve bütün hayatını<br />

halka avuç açma•kla geçiren ne idüğü belirsiz ihtiyarlardan,<br />

ar damarlan çatlamış zırzop kızlardan, hayasızlıkta<br />

eli bayraklı at gibi kanlardan ve kendisini sürükleyerek<br />

dolaşan cadılardan ve bunlara mensup tahsil<br />

ve terbiyeden mahrum,<br />

üstleri başları murdar,<br />

ayakları çıplak, burunlan sümüklü, bit içinde sıska<br />

çocuklardan mürekkeptir. Bunlara dilenciliğin<br />

belli<br />

başlı usul ve kaideleri öğretilmiştir.


87<br />

Bu gezginci güruhu, dilenrne sanatında tecrübe ve<br />

ihtisas kazanmış takımından oldukları için, ekmeklerini<br />

taştan çıkarırlar. Sabahları zırva (1) ve çorba; perşembe<br />

günleri pilav, zerde dağıtımından faydalanmak<br />

için imarethanelerin (2) kapılarında beklerlerdi. Hayır<br />

sahipleri tarafından Eyüp'te kestirilen kurban etinden<br />

pay almak maksadıyla kurbanhane önünde bekleşirler;<br />

aldıklan kurban payını kebapçılara satarlardı. İs<br />

tanbul ve Beyoğlu lokantaları ile aşçı dükkanlan kapılanndaki<br />

yemek artıkları, ekmek kırıntıları ve kışla<br />

arkalanndaki karavana döküntüleriyle kannlarını doyururlardı.<br />

Ötekinin berikinin içip attığı sigaralan ·<br />

toplayıp bunların tütünlerinden yaptıklan sigaralan<br />

tellendirirlerdi. Mezariıkiara getirilen cenazelerin sadaka<br />

dağıtımında hazır bulunurlar; cenaze peşinden<br />

koşar, birbirleriyle dalaşıp boğuşurlardı. Cuma günleri<br />

ve kandil akşamları toplandıkları yerler cami kapıları<br />

ve şadırvan avlulandır. Kendilerine . acındıracak .<br />

surette yanıp yakmarak ve ant vererek dilenirler. Eyüp<br />

· ziyaretçilerinden biri sıadaka verecek gibi olursa, öte-<br />

{1) Zırva: Eskiden imarethanelerde (aş ocaklannda)<br />

pirinç, şeker,. incir, üzüm ve hurma ile yapılan ıd.<br />

paya benzer bir çeşit tatlı. (N.A.B.)<br />

(2) İmarethanelerde evvelce vazijelilere, medrese talebe·<br />

lerine ve yoksullara verilmek üzere pişirilen yemek·<br />

ler, sonraları artık yenemez bir hal almış ve bu da<br />

suiistimalden üeri gelmiş olduğundan, biri İstanbul'da<br />

diğeri Üsküdar'da ve sadece fakirZere mahsus olmak<br />

üzere iki imarethaneden gayrisi kaldırılmış; Tasar·<br />

ruj olunan paralar medrese talebelerine tahsis edil·<br />

miş olduğu Evkaf tarihçesinde yazılıdır.


88<br />

ki dilenciler derhal biçarenin başına üşüşerek orta·<br />

larına alırlar. Bunların elinden kurtulmak pek zordur.<br />

-<br />

Bu kısım dilenciler, «inayet ola, bozuk para yok» gibi<br />

red sözlerinden u tan ip defolmazlar. Zorlamakta ısrar<br />

ve insanı adeta iz'aç ederler.<br />

Devamlı dilencilerin bir de (kahya)ları vardır.<br />

Kahya, dilencilerin kıdemlilerinden ve iktidariılarmdan<br />

olmak üzere kendileri tarafından seçilir. Bir vakitler<br />

dilencilikte derin bilgi sahibi, cerbezeli, iri yarı<br />

bir kahya vardı. Dilencilere karşı daima sert davranır;<br />

kurban eti, cenaze sadakası dağıtımında iki defa pay<br />

almak isteyen dilencilerin hile ve desiselerine meydan<br />

vermezdi.<br />

(Yeri gelmişken bu mevzuda bir fıkra anlatalım:<br />

Eski Sadrıazamlardan Hüsrev Paşa, bir bayram günü<br />

Emirgan'daki yalısında tebrik maksadıyla gelmiş oln<br />

misafirleri ile sohbet ederken oda kapısında dilenciler<br />

kahyasının beklediğini görmesiyle derhal ayağa kalkarak<br />

herifi içeriye davet edip baş sedire çıkarır; bilhassa<br />

onun için kahve ve çubuk ısmarlar, izaz ve ikram<br />

eder. Bu hali gören ziyaretçilerio hayret ve taaccüpleiini<br />

gidermek için de «Efendim bu zat ileride hepimizin<br />

amiri olacaktır. · Bu sebeple bir ihtiyat tedbiri<br />

olmak üzere lazım gelen savgıvı şimdiden göstermekte<br />

kusur etmemektiğimiz gerekir.» dedini hikaye<br />

ederler.)<br />

Gözünü İstanbul'a dikerek gelen taşrah dilencilerin<br />

içlerinde çırılçıplak, yalınayak. başı açık gezenler<br />

Çingenelerd ir. Adalardan hirtaktm Hristiyan ka-<br />

·


89<br />

dınlan yine kendi cinslerinden olan kız .ve erkek çocukları<br />

toplayıp İstanbul'a gelirler. Bu masumları kendi<br />

menfaatledne alet edip Çok küçük yaşta olanlarını<br />

-herkes hasta zannetsin diye- çeşitli uyuşturucu<br />

ilaç ve esanslarla .sersem ve bitkin bir hale sokup sabahtan<br />

akşama kadar sokak ortalarında yatırır; daha<br />

büyüklerini de gelip geçenlerin peşleri sıra saldırtıp<br />

dilendirirlerdi.<br />

Bir takım da, mübarek Ramazan ayının sadaka<br />

bolluğundan faydalanmak üzere, İstanbul'da toplanıp<br />

biriken şahıslar vardı. Bu zümrenin çoğu taşradan<br />

yeni gelen çiçeği burnundalardan olmayıp, sair günlerde<br />

Osküdar ateş kayıklarında (1) ve mavnalarda aylakçılık<br />

(2) eden veya sokaklarda elinde kalbur, sırtında<br />

kara kıldan yapılma bir heybe olduğu halde kuru<br />

üzümle karışık leblebi satan hetiflerdi. Bunlar, Bitpazarından<br />

birkaç kuruşla şal eskisi l:lir sarık ve çarşaf<br />

bozuntusu bir cübbe edinerek dilenir gezerlerdi. Bir<br />

kısİm da taşradan gelen, doğru dürüst dili dönmediği<br />

halde düzensiz bazı kaside beyitleri ezberleyen yontulmamış<br />

dangalaklardı. Bunlar bazen kendi aralarında<br />

birleşip ve daimi dilencilerle de toplaşarak büyük bir<br />

kumpanya şeklini alır, işte o zaman İstanbul sokakları<br />

çıplak ve iğrenç, sırnaşık, . mütecaviz dilencilerden<br />

(1)<br />

(2)<br />

Ateş Kayı(lı: Eskiden yangın olduğu zaman, yangın<br />

söndürme tulumbalarını Boğaz'ın bir yakasından<br />

öteki yakasına taşımak için kulanılan dar, 1uıfif ve<br />

süratli kayıklar.<br />

Aylakçı: Belli başlı bir işi olmayıp gündelikle veya<br />

boğaz tokluğuna çalışan işçi


90<br />

geçilemez bir hale gelirdi. Bir takımı da teravih namazından<br />

sonra kalabalık kahvelere girip selam vererek<br />

ilahi okur .ve hikAyeler anlatırlardı. Bir kısmı ise camilerde<br />

nainaz kılmakta olaniann önlerine (mekAnın<br />

cennet ola) ibaresi yazılı beyit şeklinde küçük kilitlan<br />

bir baştan bırakıp ötelci baştan toplarlardı. Dier<br />

bir grup, cami avlulannda birleşip (alar Yakup ­<br />

lar, Yusufum deyu) tarzında derviş Yunus'un şu kadar<br />

yüz yıllık ilAhisini hep bir aızdan, lWn galiz seslerle<br />

okurlar, ve birçoklan da halk camiden çıkarken<br />

cami kapılannda dizilip dilenirlerdi. Akşamlan iftar<br />

maksadıyla konaklan dolaşır, pervasızca SQfralara çökerler<br />

ve sonra da (diş kirası) namıyla para isterlerdi.<br />

İstanbul dilencHerinin bu yakışıksız hareketleri<br />

sonradan hükumetçe göz önüne alınarak hususi bir<br />

(Darülaceze) . tesis edilmişti. Ama ne var ki, son zamanlarda<br />

yine türeyip ürediler.


istanbul Sefilleri, Kopuklar<br />

Işsiz güçsüz Istanbul serserilerinin diğer tabakalarını<br />

teşkil eden1er arasında eski<br />

külhanbeylerinin<br />

karşılığı olan ve sonralan (kopuk) adı verilen bir sürü<br />

aşağılık, terbiyesiz, ayak takımı kimseler türemiştir<br />

ki, }>unların yaşayışları kayda değer. (1)<br />

Kopukların çoğu 15 - 16 yaşlannda iken<br />

kendilerince<br />

nüfuzlu addolunan ve biraz yaşını almış<br />

olan<br />

azılı ve edepsizlete sığınır ve onların koltuğu altında<br />

yaşarlar. Bu gençlere, aralarında (filanın kınğı) denir,<br />

onlara bağlılıklarının derecesi sonsuzdur. Azılılar kırıklarının<br />

yetiştiricisi, terbiyecisi sıfatını takınmışlardır.<br />

Bu yaşlarda kopukluğa atılanlardan<br />

yaşayanlar enderdir.<br />

tek başına<br />

Züppe, hoppa, zırzop, zorba gibi mizaç ve terbiyece<br />

birtakım sınıfiara ayrılmış olan başarat da kopuklardan<br />

sayılabilir.<br />

Kopuklar arasında her mezhep ve milletten adam<br />

bulunur. . Çoğu adiliği, ahlaksızlığı sebebiyle mektep-<br />

(1) Öküz ve inek ahırlarının d/Jşemelerinin içinde zamanla<br />

kurıtJIUP bir tabaka teşkil eden gübreleri. ahırcı·<br />

lar demir küreklerle parça parça atarlar. Bu parça·<br />

Zara Rumeli'ler kopuk derler.


92<br />

lerden atılmış, ailesinden şunu bunu çaldığı için evden<br />

kovulmuş kimselerdir. Bazıları da kibar çocukları<br />

veya servet sahibi mirasyedilerden oldukları halde sefahat<br />

uğruna bu yola düşmüşlerdir. İçlerinde aşırı derecede<br />

zekaya ve üstün bir iş adamı olacak kadar akıl<br />

ve istidada sahip olanları da vardı.<br />

Kopukların kıyafetleri kendilerine mahsus modaya<br />

tabidir. Birinci tabakadan olanların başlarında dar<br />

Beyoğlu siyah fesi, yaz ve kış siyah ceket, siyah pantolon,<br />

siyah yelek giyerler. İpek Trablus kuşağının yeleğin<br />

kemerinden görunmesi şarttır. Yakalık ve kra·<br />

vat takmazlar. Kapamacı işi, veya aba kostüm giyrnek<br />

ve Trablus kuşağına karşılık beyaz yün kuşak sarmak<br />

daha aşağı tabakanın alametidir. Kuşaksız gezilemez.<br />

Ceketin kollarını giymeyip (kartal kanat) denilen omuza<br />

alma şekli de bunlarca kabul edilmiş sistemlerdendir.<br />

Çoğu iskarpin veya yemeniyi ökçesi basık kullanırlar.<br />

Çekme fotin kullanmak da caizdir. İçlerinde ip<br />

kuşaklı, keçe külahiılan da vardır. Bunlar kendilerine<br />

bir yürüyüş tarzı icat etmişlerdir; adımlannı açık atar,<br />

kollarını serbest sallar, kuvvetli ve azametli bir çalımla<br />

yürürler.<br />

Kopuklar mesleklerince adı ve sanı olan kişilerdir.<br />

Her birinin bir lakabı vardır: •Kavanoz Mehmet»,<br />

«Kampana Ahmet», «Seyrekbasan Osman», «İskete<br />

Hakkı», «Yumurta Hüseyin», «Çiroz İzzet», «Kırık<br />

Salih», «Palabıyık Serkis», «Dertli Şevket», «Raconcu<br />

Cafer», «Çıplak İstirati», «Pr.rmaksız Yorgi», «Kılefteci<br />

İlya», «Kabakoz Dimitri», v.s. gibi isimler... Kopukların<br />

yürüyüşleri ve hareketleri sırasında sağ omuz-


93<br />

ları s0ia nispetle daima kaikık durur, bu da ceketlerinin<br />

sol ta rafında kama, bıçak gibi şeylerin gizlenmiş<br />

olmasındandır. Kopuklarca silah taşımak mecburi gibidir.<br />

Silahları; altı patlar, bıçak, kama, kurşunlu baston,<br />

lobut, usturpa gibi şeylerdir. Kırbaç, hasır iskemlc,<br />

soba odunu, yumruk da icap ettiği zaman silah vazifesini<br />

göriir.<br />

Kopuklar birbirleri ile buluştukları zaman evvelce<br />

tanışmamış olsalar dı} derhal tanışır ve ahbap olurlar.<br />

'<br />

Zira hepsinin gençlikleri serseriyane bir muhit içinde<br />

beslendiğinden ahhlkça aynı seviyededirler. Birbirlerine<br />

saygı ve sevgi gösterirler, fakat zabıtaya daima düşmandırlar,<br />

onları hiç sevmezler. Şayet içlerinden biri<br />

zabıtaya karşı müşkül bir durumda kalırsa diğerleri<br />

onu derhal himaye ve müdafaa için ayaklanırlar.<br />

Kopukların arasında cesur ve gözüpek, hiçbir tehlikeden<br />

yılmamış ve bilakis herkesi yıldırmış, bütün<br />

umumhaneleri (genelev) kasıp kavurmuş, korku salmış<br />

kahramanların hatırı sayılır. Bu gibiler umumhanelerde<br />

dost tutmuşlar ve onlara belalı olqıuşlardır.<br />

Karılar kazanır onlar yer, bu karılar da paralı birtakım<br />

avanakları dost edinerek güzelce onları yolarlar.<br />

Bazen belahsı, karının aşıkı tavrını takınır ve rakibine<br />

karsı silah kullanır. Bu şekildeki tutkunculann tespit<br />

ettikleri evleri tamamiyle yolmadan bırakmazlar.<br />

Kopukların mutlaka bir fahişe sevmeleri, fahişeterin<br />

de onları severek hırs ve arzularına boyun eğmeleri<br />

lazımdır. Aksi takdirde, kopuklar dünyayı alt-üst<br />

etmek isterler. Meyhanelerde masasını terk edip bir<br />

başkasının yanma giden Kınk'ın gitmesinden, veya şan


94<br />

ve şöhretine nakise getirecek bir laf atmasından, veyahut<br />

aftosunun başka bir haspayı dost tutmasından<br />

dolayı kopuklar hır çıkarır ve kavga ederler, vuruşur<br />

ve bıçaklaşırlar. Bu gibi çatışma ve vuruşmalar daima<br />

vuku bulur. Kolaylıkla uzlaşamayan kopukların içlerinde<br />

öyleleri vard,ır ki, bin türlü belaya uğradıklan<br />

halde kafalarının dikliğinden dolayı uslanmaz,<br />

yola<br />

gelmezler. Düşmanıarına karşı kin ve husumetleri son<br />

bulmaz. Kaba kaba tabirlerle<br />

küfreder ve hakaret<br />

ederler. Zaman olur ki gözler'inde vahşi bir panltı ve<br />

yüzlerinde müthiş bir se}lirme hasıl olur, dişlerini gıcırdatarak<br />

hücum etmek isterler. Defalarca hapishanelere<br />

girip çıkmış olan sabıkahlar, yardakçılarının<br />

yanında seçkin bir mevki kazanmışlardır. Onlann üze-<br />

.<br />

rinde hüküin ve söz sahibi olmuşlardır, çünkü .şeytanlık<br />

ve rlubaracılık icadında maharetleri dolayısiyle onları<br />

uyarır ve fikirlerini aydınlatırtar. Tarih dersi ve·<br />

ren öğretmenler gibi geçmişlerine ait vakaları anlatırlar.<br />

Genç kafalarda bu dersler sonuna kadar yer eder<br />

ve bu yardakçılar öğretmenlerinin her keyfine ve em ..<br />

rine uymaya kendilerini mecbur sayarlar. Bu azılılar<br />

takımı yardakçılarını kendi işleri peşinde koştururlar<br />

ve köle gibi kullanırlar, icap ettikçe ortalığı alt - üst ettirirler.<br />

Kumar kahvelerinde kahvecilerin aldıkları<br />

(mano)ya hissedar olurlar.<br />

Kerhanecilerden aldıkları<br />

paraya karşılık oraları himayeleri altına almışlardır,<br />

bunların, zararlı şahısların aranmasında polise<br />

yardımları<br />

olduğu için, polis de bunların vurgunculukla-<br />

..<br />

nna goz yumar.


95<br />

İnkı!aptan önee (1908) kopuklardan bazıları saray<br />

hatiyelerinin maiyetinde bulunurdu. Bu gibiler vazifelerini<br />

yapartarken kanuna aykırı hallerde bulunsalar<br />

bile verdikleri işaret iizerine, zabıta bunları tevkif<br />

edip sorguya çekemezdi, hatta yaptıkları alemiere<br />

de göz yumarlardı. Bu kopuk takımı, meyhanecilere,<br />

kerhanecilere ve hatta meslekdaşlanna karşı da gayet<br />

azamedi bir tavır takınırlardı.<br />

Kopuklardan, güreş etmek, koç ve horoz dövüştürrnek<br />

merakında olanlar da vardır. Gönüllerini<br />

eğlendirınek<br />

için en aşağılık yerlere dalıp çıkarlar. En<br />

ziyade devam ettikleri yerler kumar kahvele, meyhaneler<br />

ve balozlar (i·çkili gemici meyhanesi) dır. İçkiye<br />

tutkuodurlar fakat nezih eğlenceyi tatsız bulurlar.<br />

Hatta ince sazı bile sevmez, oynak havalardan<br />

tezzet alırlar. Haİk kahvelerinde semai okurlar, tosun<br />

ağzı mani söylerler, balozlarda orta oyunu oynayanları<br />

çoktur. Zeybek ve çifteteili oyunlarında seyircilerin<br />

takdirini kazanırlar. Çalgıcılara bol bahşiş verirler.<br />

Tiyatrolarda perdecilik eden ve perde aralarında kabakçekirdeği,<br />

fıstık, fındık gibi şeyler satan kopuklar,<br />

mali ve bedeni bakımdan kudretsiz oıanlardır.<br />

Kopuklar nazanndıa sarhoşluk, kumarbazlık, ya·<br />

lancılık, sahtekarlık, dolandırıcılık, dalaveracılık, karmanyolacılık<br />

gibi işler mubah sayılır. Kopukların bir<br />

kısmı kendi evlerinde, hususi ikametgahlannda, bir<br />

kısmı ucuz otellerde ve birkaçı bir odada, parasız kaldıkları<br />

zamanlar da sabahçı kahvelerinde yatarlar. Sabahçı<br />

kahvelerinde hasır iskemteler üzerinde uyukla-


96<br />

yanları da çoktur. Bugün paraları yokmuş; varsın olmasın,<br />

yann gelecektir diye bir ümit içindedirler.<br />

Bu gençleri sefalet pek çabuk ihtiyarlatır. Bir erkek<br />

kırkına gelince kemale erer derler. Halbuki bunlar<br />

içkiye düşkün oldukları için, gezer ve uykusuz kalırlar;<br />

gündüz uykulan da, uyku değil, bir ızdıraptır.<br />

Açgözlü ve pisboğaz olduklarından ne bulurlarsa hemen<br />

mideye indirirler. Nefsi heveslerini gidermekte<br />

fazla ileri gider ve bir hudut tayin edemezler. Vücutlan<br />

daimi bir yorgunJuk içinde yuvarlanır. Hayatları<br />

tabii cereyanını şaşırmıştır. Hastalığa ehemmiyet vermezler,<br />

tedavi ettirmezler. Hasılı kopuklar sınıfına<br />

mensup olanlar içerisinde sıhhi vaziyetieri ve adli vesikaları<br />

temiz adam bulmak güçtür.


•<br />

\<br />

1<br />

\ \<br />

·.<br />

t \ \ ' '·( ... ( .. •<br />

' l . . ---'( ?' -'T<br />

\._ v•,...:_::<br />

·-<br />

, __.,<br />

',<br />

;· .. ..<br />

'<br />

..<br />

' \ - -<br />

... ... .... _ .<br />

,, \ . "<br />

.<br />

,<br />

-<br />

, · '\. - ' '\<br />

( ... .,:, •\ ' ' .. .. ...<br />

-: r l, '( ' '<br />

-<br />

'<br />

•<br />

·<br />

<br />

: . .<br />

... 1 ' -- ·--- .._<br />

.. ..<br />

·-....<br />

----.. '<br />

(<br />

-<br />

.. ---.<br />

-·<br />

..._<br />

--<br />

\ - . . '<br />

..<br />

. ( --<br />

, '<br />

\<br />

' -R.<br />

- -<br />

"·<br />

'<br />

'<br />

""'\ .. ' ....<br />

•<br />

•<br />

•<br />

'<br />

\<br />

\<br />

\<br />

İst anbul 'u kasıp kavuran yarıgm/arı sörıdümıek için<br />

kurulmuş Tulumbacılardarı bir grup.<br />

Tulunıbacdar, Köklüler, Küplü takımı<br />

Kopukların bir kolu da tulumbacılar sınıfıdır. Bu<br />

sınıfa heves edenlerin ekserisi İslam gençlerinden olduğu<br />

için bunların, önce çocuklukları zamanından · bahsedelim.<br />

Ana baba, çocuklarını tahsil ve terbiye için okula<br />

verirler. Çocuk bir zaman okula devam eder. Bunların<br />

arasında ele avuca sığmayan yaramazları, bir zaman<br />

gelir ki, okula gidiyorum diye evden çıkar, bir gün evvel<br />

kendilerini teşvik eden arkadaşlan ile birlikte<br />

okuldan kaçıp oyun yerlerine giderler. Köşe başların-<br />

' "<br />

F: 7


98<br />

da zar atarlar ve denize gi rmek için deniz kenarlarında<br />

ve tulumba talimi yapılan yerlerde akşamı ederler.<br />

Akşam da, okuldan geliyoruz, diye evlerine dönerler.<br />

Bu hal çocuklara o kadar tatlı gelir ki, artık alışkanlık<br />

halinde bütün günlerini bu gibi yerlerde geçirirler.<br />

Deniz kenarına gittiği günlerden birinde tulumbacı<br />

takımından bir sandalcı bunları görerek alıbab<br />

olur, sandalına alır. Çocukların bir kısm kürek çekmeye<br />

ve yelken açmaya ve bir kısmı balık tutmaya<br />

hevesli olduklarından biraz kürek çeker, yelken açar<br />

ve ol ta tedarik ederek balık tu tınakla eğlenirler. Sandalemın<br />

yardımı ile tuttuklan balıklan pişinnek isterler.<br />

Yanın gaz tenekesinin içine biraz kömür koyup<br />

ateş yakarlar ve. balıklan pişirmeye başlarlar. Sandalcı<br />

başaltından mkı şişesini çıkarır. Çocuklan da içmeleri<br />

için kışkırtır ve içirir, içlerinden bazılan evlerine<br />

geç kaldıklanndan üzülünce sandalcı hemen lakırdıya<br />

karışarak (Okula gidip de ne olacaksınız sanki,<br />

her gün hocadan azar işitip dayak yiyorsunuz. Bakın<br />

ben i'dadi (lise) ikideydim, bir dalgasına getirip mektepten<br />

tart olundum, kocakan da evden kovdu, şimdi<br />

bakın bey gibi yaşıyorum. Yangın olursa giderim. Orada<br />

kıyak dalavera döner. Bir dalga çevirdin mi, parnsı<br />

insana bir sene yetişir) diyerek ve daha buna benzer<br />

nice kandırıcı kelimeler ilave ederek çocukl'ann<br />

akıllarını çeler. Artık çocuklar iyice haylazlığa alışıp<br />

ne okula giderler, ne de evde dururlar, daima bu gibi<br />

yerlerde serseriyane dolaşmaya başlarlar. Bir arnlık<br />

sandalcı bunları tulumbacılığa teşvik eder. «Önce<br />

meyhanede biraz atanz, sonra bizim koğuşa gideriz,<br />

orada darbuka, zitli maşa ve kıyak çiftetelli oynayan-


larımız vardır, sabaha kadar vur patlasın eğleniriz»<br />

der. Çocuklar gereken çağa gelmiş ve bu gibi eğlencelere<br />

de istidatlt olduklarından kolaylıkla buna razı<br />

olur ve koğuşa gitmeye karar verirler. Sandalcı, tulumbacı<br />

reisi görür ve durumu anlatır. Akşam meyhanede<br />

biraz atıp doğruca koğuşa giderler.<br />

Koğuşun içerisinde sırasiyle yataklar diziimiş. ve<br />

reise mahsus yatağın baş ucunda bir fener ve yanında<br />

bir kamçı, iki adet baskı, kolu yarım gocuk, darbuka,<br />

zilli maşa asılmıştır. ·<br />

Çocuklar bu hali görünce hoşlarına gider. «Biz de<br />

koğuşa yazılırsak bizim de böyle yatağımız olacak» diye<br />

heveslenmeye başl'arlar.<br />

O aralık içeriye, kolunda üç sıra s.ırmah reis nişam,<br />

başında sıfır numara k.alıplı fes ve fesin kenarında<br />

ipekli bir mendil sarılı, belinde Girit kuşağı, ayağında<br />

yumurta ökçeli iskarpin, sol omuzundan asılmış<br />

bir köstek olduğu halde kendine mahsus bir çalım ile<br />

camedanın (gardropçu) kolunda reis girer ve makamına<br />

oturur. Bu sırada herkes ayağa kalkmaya mecburdur.<br />

Reisi takiben Künkçü, Borucu, Hortumcu, Fenerci<br />

gibi vazifelilerle tulumbanın diğer adamlan birer<br />

birer gelirler.<br />

Tulumbacı takımı koğuşta tamamlanınca çocuklar<br />

hepsine takdim olunurlar ve birbirleriyle konuşmaya<br />

başlarlar. Reisin emri ile (soba kurulur). Bu<br />

meclis demektir, tulumba erkanı arasmda müzakere<br />

vapılır, delikanlıların heves ve arzuları ortava çıkar ve<br />

hepsini tulumbacılığa kaydederler. Artık tulumbanın<br />

beşinci takım efradı ol muşlardır. Ayak larına birer çift<br />

99


100<br />

tulumbacı yemenisi, dizlerine beyaz dizlik, bellerine birer<br />

kuşak, sırtıanna yanın kukuletalı ceket giydirirler.<br />

Bunların bedeli tamamen koğuş sandığından<br />

ödenir.<br />

Gündüzleri tulumba tatimi ile meşgul olurlar ve artık<br />

yangına da gitmeye başladar. ·<br />

Yangın olan yerlerde mülk sahiplerinden alınan<br />

ücretler koğuş sandığına ait olmak üzere reiste kalır.<br />

Her gün için bir mecidiyyeye (20 kuruşluk gümüş para)<br />

bir kuruş faiz ödenmek şartı ile reis tarafından bu<br />

delikanhlara sermaye verilir. Bu sermaye ile malıailelerin<br />

çarşılarında mevsimine göre balık, üzüm<br />

mesire yerlerinde dondurma satarlar ve birkaçı bir<br />

araya gelerek kavun karpuz sergisi açarlar. İçlerinden<br />

biri, bir ara reisle bozuşup koğuştan kaçar. Galata ve<br />

İstanbul yangın kulelerinden birine müracaat ederek<br />

köşklü yazılır. Oranın bir çift ekmeği ve bir mecidiyye<br />

de aylığı vardır. Sırtına giydiği kırmızı ceket de kuleden<br />

verilir. Kendisine bir harbe (kısa mızrak, süngü),<br />

bir fener, bir de tokıa teslim edilir.<br />

Köşklünün vaziİfesi, yangın zuhurunda kendine verilmiş<br />

olan bölgenin hududuna kadar seğirtip yangın<br />

çıktığını konaklara ve bekçilere haber vermek, nöbetçi<br />

olduğu zamanlarda kulede dolaşarak yangmı gözetlemek<br />

ve yangın çıktığında<br />

ve<br />

kule ağasını derhal<br />

uyandırmaktır. O anda köşklü ile kule ağası arasında<br />

şöyle bir konuşma geçer: «-<br />

«- Kız<br />

Ağa bir çocuğun oldu»,<br />

mı? Oğlan mı?». Üsküdar, Galata ve Boğaziçi<br />

tarafları kız, İstanbul tarafı erkek itibar edilmiş olduğu<br />

için köşklü, ağanın bu suatine ona göre cevap verır.<br />

•<br />

Ağa hemen kalkar, dolaptan bir çanak maytabı çı-


101<br />

karıp· yakarak icacliyeye işaret verir. Orası da haberi<br />

alınca, yedi pare top atarak yangını ilan etmiş olur.<br />

Yangın söndürülünceye kadar, kulenin fenerleri asılı<br />

durur.. (Münasebetıi gelmişken şunu belirtlim k:i; İstanbul'da<br />

ve ÜSküd.ar,· Galata, Eyüp semtlerinde yangın<br />

çıktığında halkın<br />

derhal haberdar edilmesi için<br />

Harbiye Nezaretinde (şimcliki üniversite) bulunan yangın<br />

kulesine fener asılmasiyle beraber maytap yakıhp<br />

Yaniköyündeki icadiye Köşkü civarında Ken'an<br />

Tepesine işaret verilmesi için memurlar tayin olunarak<br />

5 top atılması 1840 tarihinde usul edinilmiş ve daha<br />

sonra bu, 7 topa çıkarılmıştır.) ·<br />

Köşklü yazılan delikanlı içkiye fevkalade düşkünlüğünden<br />

dolayı vazifesini hakkiyle yapmaya muktedir<br />

olamadığından kuleden tard edilir. Diğer arkadaşlarından<br />

birkaçı Unkapanıı, Tophane, Üsküdar taraflannda<br />

kira beygirleri sürücülüğüne girmiş olduklarından<br />

onların teşviki ile. bu da beygir sürücülüğüne başlar.<br />

Fakat içki belası ile bu işte de hayır etmez ve artık<br />

serseriyane dolaşır durur.<br />

K'OPL"Ü' TAKIMI<br />

Kopuklardan daha sefil bir san'at vardır ki, o da<br />

küplü takımıdır. Son<br />

dereceye varan sarhoşluğu yüzünden<br />

hiçbir işe eli varmayan ayyaş takımının, rakısı<br />

su küpünde durduğu için küplü adı verilmiş olan<br />

meyhaneye düşerler. Bu küplü · meyhanesi, Galata'nın<br />

en izbe bir yerinde olup adeta bir batakhaneyi andırır,<br />

dışardan içerisi görünmez,<br />

dükkan kapalı zannedilir.<br />

İçerde iki adet kınk iskemle ile<br />

ayakları kıvnlmış,<br />

iizeri pis, murdar bir masa vardır. Meyhanecinin yü-


102<br />

zü ııözü berbattır. Tezgah namına, sedir üzerinde birkaç<br />

şişe ile pRslı bir teneke maşraba mevcuttur. Bu<br />

maşraba elli dirhemJ.iktir. Müşteri on para verir, bu<br />

ınaşrabadaki rakıyı içer, bunun lezreti sulu gazdan az<br />

farklıdır. Buraya devam edenler, içip içip meyhanenin<br />

bir köşesine kıvrılır yatar, bunlar meyhanenin kıdemli<br />

müşterileridir. Bunlardan bazıları da küplüde<br />

içip Karaköy Hamamının külhanmda gecelerler. Bir<br />

gecelik ücret on paradır. Mamafih gök tavan altında<br />

yatıp yıldızlan sayanları da vardır.<br />

Küplüye devam edenler, gündüzleri, eski tanıdıklarından<br />

bazı kimselerin önlerine çıkıp (Mevlana bizi<br />

unutma, dem parası) gibi manasız sözlerle para isterler<br />

ve aldıkları parayı doğruca küplü meyhanesine götürürler.<br />

Bu küplü müdavimleri gece ve gündüz böyle<br />

sarhoş halde mahvolup gi derlerdi.<br />

Bu haller yakın zamana kadar devam etmekteydi,<br />

· bundan on, oniki sene evveline kadar bu hallerin<br />

cereyan ettiği işitiliyordu. Daha sonraları İstanbul<br />

gençlerinin mukaddes askerlik hizmetine alınmaları<br />

ile bu gençler için bir köşede sefalet içinde yaşamak<br />

artık tarihe karışmıştır.<br />

Not: <strong>Ali</strong> Rıza Bey'in anlattığı bu iki tip tulumbacı,<br />

şüphesiz İstanbul hayatında yaşamıştır. Yalnız, tulumbacılar<br />

içinde devrin ünlü sporcuları da yer almış,<br />

hatta Babıali Kaleminde çalışan ka tip tulumbacılar,<br />

yangın çıktığı ilan edildiği zaman, işlerini bırakıp men·<br />

sup oldukları tulumbacı koğuşuna koşarlardı. Tulumbacılık<br />

tarihi, ayrı ve uzun bir fasıldır. Burada nakledilen,<br />

·1stanbul'un başıboş serseri takımıdr. (N.A.B.)


DoğUm adetleri, lohusa eğlenceleri<br />

Eski kadınlarımızın doğum ve lobusalık zamanlarında<br />

garip ve efsanevi birtakım adetleri vardı. San'.at<br />

bakımından ebelerimiz de esef verici bir durumda idiler.<br />

Gerek bunları, gerekse lobusalık eğlencelerince<br />

. -<br />

yapılması gerekli birtakım geleneklerin hatırda kalanlarını<br />

özetleyerek, gelecek kuşaklara hikaye etmek gayesiyle<br />

aşağıya sıraladım:<br />

Ailelerce, doğumdan önce gözönüne alınan meselelerio<br />

ilki, münasip bir ebe bulmaktı. Çünkü eskiden<br />

okul görmüş, imtihan vermiş ebeler yoktu. Mevcut<br />

ebeier, ya annelerinden öğrendikleri sanatı yürüten<br />

veya geçimlerini sağlamak için bu işi öğrenmiş bulunan<br />

birtakım yaşlı kadınlardan ibaretti. O çağın zarif<br />

nüktecilerinden biri (karnı burnunda olursa gebe,<br />

burnu karnında olursa ebedir) diyerek bu husu'u 'lx·­<br />

Iirtmiştir. Bu ·yaşlı kadınlar, ebe hanımların ·;ın tb<br />

kısa bir süre bulunarak iılkel bir bilgi edinir. h nu<br />

kendilerine sermaye edinip ebelik san'atını yapmya<br />

kendilerini yetkili kabul ederlerdi.<br />

Bunların çoğunun<br />

cahillikleri yüzünden birtakım elim olaylar eksik olmazdı_<br />

Bu bakımdan, kadınlar arasında çocuk doğurmak<br />

büyük bir felaket addolunurdu. İşte bu mühim<br />

ve korkulu durum yüzünden, gerek ebe kadının ve ge-


104<br />

rekse ailesinin kalben güven ve emniyet hasıl edebilmeleri<br />

için konu - komşu -vaktiyle İslam mahallelerinde<br />

bir samirniyet vardı. Komşu, komşuya akrabası<br />

gibi bakar, onun ·ihtiyacını kendi ihtiyacı gibi görürdü-<br />

hısım akraba, aralarında haftalarca görüşme ve<br />

müzakereler yapar, uzun araştırma ve soruşturmalarla,<br />

bin müşkilatla bir ebe tedarik edilebilird.i. Ebe hanımın<br />

resmen haberdar edilmesi, kendisine hediye olarak<br />

birkaç okka şeker ve kahve gönderilmesi adetine<br />

uyularak yapılırdı. Bu suretle seçilen ebe, zaman zaman<br />

gebe kadının evine gelir ve muayenelerini yapardı.<br />

Yaklaşık olarak doğumdan bir hafta, on gün evvel<br />

çocuğun kundağını hazırlaması, ebenin ilk ·vazifelerindendi.<br />

Bir de sır saklamakta emniyet kazanıp, gizli<br />

doğuracak veyahut çocuk düşürecek kadınlara arzu<br />

ettikleri gibi bakmaya çalışan ebeler vardı. Bunların<br />

çoğu Musevi kadınian idi ve daha ziyade işlerini evlerinde<br />

yaparlardı. Çocuk düşürme mevzuunda, istanbullutann<br />

hareketleri dikkat çekici bir raddeye geldiğinden,<br />

halk .arasında cereyan eden bu çirkin halin<br />

men edilmesi için 1858 tarihinde hükiımetçe bazı tedbirler<br />

kondu. Evvela doktor ve eczacılara, bununla ilgili<br />

ilaçları vermemeleri için İstanbul Kadılığı ve dört<br />

topluluk (üslüman, Yahudi, Ermeni, Rum) Patrik ve<br />

Hahambaşıları tarafından yemin ettirildi. Ayrıca, mahallesi<br />

imam ve muhtarlarınca geçim sıkıntısında olup<br />

beş çocuktan fazla çocuğu olanlar bildirilince, bunlara<br />

yardım yapılıyordu. Çocuk düşürenler de ihbar ediliyordu.<br />

1861 tarihinde yayınlanan bir nizarnname gereğince,<br />

İslam, Hristiyan ve Musevi ebelerinin Tıbbiye


105<br />

Okulunca imtihanlan yapılarak ellerine izinnameler<br />

verildi; bunu haiz olmayanlar san'attan men edildi.<br />

Aksine hareket edenlerin isim ve şöhretleri ile adreslerinin<br />

imam ve muhtarlarca bildirilmesi emir ve ilan<br />

edildi.<br />

DoGUM ZAMANI ADETLERİ<br />

Doğum zamanı layıkı ile tayin olunamazsa da bazı<br />

belirtilerle ayın ve günün son bulduğu anlaşılır ve<br />

doğum işareti olan sancıların başlaması ile ebe hanım<br />

derhal çağırıhr. Hususi iskemiesi de birlikte getirtilir.<br />

Doğum yapacak kadının feryadını duyan ve yakıcı bir<br />

ağrı ile kıvranışını gören ev halkı arasında üzüntü gittikçe<br />

artar, kadere boyun eğilerek netice beklenir. Bu<br />

arada lobusanın etrafında biriken yaygaracı kadınların<br />

telaşı, güçlüğü arttınr. Bu ara, «çocuk ters gelmiş<br />

veya çatıda kalmış» gibi zıt ve hakikale uymayan ve<br />

heyecan verici sözler ortada dolaşır durur, helecan bir<br />

kat daha şiddetlenıneye başlar ve evde bir bunalım<br />

başlar. Bu arada, san'atında zaten nasibi olmayan ebe<br />

hanım da şaşırıp doğumun normal olmayacağını samr<br />

ve böylece birtakım hatalar ve bu yüzden de çeşitli<br />

acı vakaların meydana geldiği görülürdü. Sonraları<br />

fikir ayrılıklarını gidermek ve muhtemel bir hadiseyi<br />

önlemek için, yeni türemiş mütehassıs doktorların<br />

çağrılması ebe hanım tarafından aile reisine teklif<br />

edilmesi adet oldu. Çocuk selametle alındığı ve gebe<br />

kadın kurtulduğu anda ev halkı (bir oğlumuz veya bir<br />

kızımız oldu) diyerek sevinçlerini belirtir ve müjde-


106<br />

lerler. Kurbanlar kesilir, sadakalar verj.lir, böylece ailenin<br />

eski sevinç ve neşesi yerine gelir.<br />

Doğumdan sonra ebe hanım çocuğu yıkar, tuzlar.<br />

Tatlı dilli


107<br />

tülle sarılması lazımdır. Bu şekilde hazırlanan sürahiler<br />

akrabalara, din adamlarına ve ahbaplara gönderilerek<br />

resmer .. bildirilmiş olur. Şerheti götürene, gittiği<br />

yerden balışişler verilir.<br />

Eski kadınlarımızca dikkat ve itina edilen konulardan<br />

biri de albasmamak için lohusayı odasında<br />

yalnız bırakmamaktır .. Her ihtimale karşı oda kapısının<br />

arkasına bir süpürge koymak ihmal edilmez. O sıralarda<br />

lobusaya bir rahatsızlık gelirse «SÜt hastasıdır»<br />

diyerek ehemmiyet vermezlerdi.<br />

İkinci, üçüncü günden itibaren konu - komşu, hısım,<br />

akraba gözaydına gelirler; çocuğa altın takar veyahut<br />

kurabiye ve benzeri hediyeler getirirler. Ziretçilere<br />

önce Jmhve, daha sonra da sıcak lohusa şerbeti<br />

ikram olunur. Şerheti içenterin (Allah lobusanın<br />

sütünü gür etsin) diye dua etmesi adettir.<br />

Doğumun üçüncü günü, yıldızlar ilmindeki bilgisi<br />

aile reisince bilinen münecciminin tayin ettiği uğurlu<br />

ve mesut saatte çocuğun adı konur. Bu da belirtilen<br />

vakitten hemen evvel aile büyükleri hazır olduğu halde<br />

çocuğun babası tarafından yapılır. Baba, lobusanın<br />

yanına gelere.lc çocuğu kucağına alır, kulağına üç de.<br />

fa ezan okur ve kararlaştırılan ismi de üç defa söyler<br />

ve bu suretle çocuun adı konmuş olur.<br />

SON GON TOPLANTISI VE KINA GECESİ<br />

ADETLERİ<br />

Lobusalığın altıncı günü, son günü toplantısıdır.<br />

Evveloe hatır sormaya gelmiş olanlar, özellikle davet


108<br />

.<br />

edilirler. Bu toplantıların çoğunda bir hoca hanımına<br />

mevlid okutturulur. Akaşama kına gecesidir. Bütün<br />

davetliler beklenir, sabaha kadar çengiler oynar. Gece<br />

yarısı (Beşik Çıkma) merasimi yapılır. Beşik, ince oymalı<br />

ve san'atkarane y·apılmış ve içine ağır kumaşlar·<br />

dan sırma yorgan ve yastık konulmuştur. Beşiğin altında<br />

oyulmuş yere konulan çocuğun lazımlığının içi<br />

badem şekeri ile doldurulmuştur. (Bu şeker ebe hanıma<br />

aittir). Beşiğe, çocuğun babası ve hısım akrabası<br />

tarafından ağır kumaşlardan askılar asılır. (Bunlar da<br />

ebe hamının hakkıdır) Bu askılar arasına şaldan as-<br />

.<br />

.<br />

kılar bile asıhrdı. Çocuğun beşiği bütün teferruatı ile<br />

lobusanın annesi tarafından hediye edilir ve hazırlanır.<br />

Lobusanın kayınpederi çocuğa mücevherli (Maaşallah),<br />

kayınvalidesi (Armudiye) ve diğer aile efradı<br />

da kudretlerine göre (Mahmudiye) veya (Rab'iye) altunu<br />

takmak mecburiyetindedirler.<br />

BEŞİK ÇlKMA MERASİMİ :<br />

Ebe hanım çengilerle birlikte aşağı kata iner. Beşiği<br />

muhafaza edildiği odadan çıkarırlar, önünden ve<br />

arkasından ikişer kadın tutmuş, soygun d'enilen ve düğünlerde<br />

hizmetçilik eden Hamam ustaları beşiğin<br />

dört tarafında kırnuzı, yeşil fitilli mumlan (1) ellerine<br />

almış ve Ebe Hanım renk renk askılarla süslenmiş<br />

beşiğin önüne düşmüş olduğu halde çalgıcılar ça-<br />

'<br />

·<br />

(1)<br />

Şem'a denilen bu mumlar çeşitli resimlerden ve Na·<br />

hilct dı."nilen esnaf tarafından yapılırdı.


•<br />

109<br />

larak ve çengiler ayriayarak yavaş yavaş yukarı kata<br />

çıkarlar (1). Alay misafir hanımların önünden geçerek<br />

lahusanın odasına girer . Beşik odanın ortasına konur<br />

Ebe 'H anım baş tarafına oturarak ince sesle ninni<br />

söylerneğe başlar. Buna çalgı da kıatılır. Beşiğin etrafında<br />

dönerler. Bu esnada aile fertleri tarafından çengilerin<br />

her birine çeşitl.i kumaşlardan askılar asılır,<br />

misafirler tarafından altunlar yapıştırılır. Sıracılann<br />

defleri bahşişlerle dolar.<br />

YEMİŞ ÇlKMA MERASİMİ:<br />

Gece yemiş çıkarılması da kına gecesi adetlerindendir.<br />

Büyük madeni tepsilere yemiş ta baklan konur,<br />

tepsinin etrafı allı yeş.i.Ui mumlarla donatılır ve<br />

yemişler mevcut misafirlere yetecek ı,.-ıiktardan kat<br />

kat fazla hazırlanır.<br />

Kına gecesi yemişleri Badem, Kuru İncir, Kestane,<br />

İğde, Keçiboynuzu, Habbütle22iz (Akdeniz bölgesinde<br />

yetişen bir ağacın yağlı ve tatlı meyvesi olup<br />

dut kurusuna benzer), Hurma, Fındık, Üzüm ve benzeri<br />

kuru yemişlerden ibaret olup sonraları taze, mevsim<br />

meyvaları verilmeye başlanmıştır.<br />

(1) Beşik çıkma merasimi hakikaten görülmeye değerdi.<br />

Çünkü o zamanın kadınları bu gibi merasime büyilk<br />

ehemmiyet verirler, çengiler de san'atlarında çok ma<br />

hir oldukları için vazifelerini ustalıkla yaparlardı.<br />

(2) Bu oyun şimdiki çiftetelli veya Arap oyunlarının ben·<br />

zeridir.<br />

·


110<br />

Beşik Çıkma merasiminin bitiminde çengiler tekrar<br />

aşağı kata iner'ler. Hazır olan yemiş tepsilerini ikişer<br />

kadın taşımakta ve önde çengiler oynamakta oldukları<br />

halde yukarı kata çıkarırlar (Hanımlar darısı<br />

evinize!) sözü üzerine çalgıcıların alkışlariyle herkes<br />

yemişe saldırırdı.<br />

Bu yemiş eğlencelerinden sonra çengiler taklitli<br />

oyunlar oynarlar, sabaha kadar eğlenceler devam ederdi.<br />

Bir lohusa toplantısında çengilerden birisi lohusa<br />

olmuş, Kolbaşı da · Ebelik vazifesini yaparak pek eğlenceli<br />

bir oyun oynamışlardı.<br />

Lobusalığın yedinci günü yatak kalkar. Lobusanın<br />

karnının büyük kalmaması için Ebe Hanım tarafından<br />

bağlanır. Ebe Hanım ayrıca çocuğu yıkar, kundaklar<br />

ve sonra evine gider.<br />

KlRK HAMAMI ADETLERİ:<br />

Bir de Kırk Hamarnı adeti vardır. Kırkıncı günü<br />

lobusayı ve çocuğu Hamama götürü·tler. Hısım akraba,<br />

konu komşu .Kırk Hamamma davetlidirler. Hamamın<br />

dışansında lobusayı ve Ebe Hamının kucağındaki<br />

çocuğu çengiler ve ça}gıcılar çalıp oynayarak üç<br />

defa dolaştırırlar. Bundan sonra içeriye götürürler.<br />

Artık Hamamın dışında çengi ve çalgı akşama kadar<br />

devam eder.<br />

Lohusa ile çocuk Harnarnda iken, şayet Kırk Hamamı<br />

için başka bir lohusa getirilecek olursa kırk<br />

basmamak için, çocuğu hemen kucağa alıp yukarı kal<br />

dırmak lazımdır. Bu gibi hallerde etrafında bulunan,


111<br />

kadınlar açıkgöz olurlar. Bir mahallede kırk gün içirıde<br />

iki çocuk doğarsa bunların kırkları karışmış olduğundan<br />

herhangi bir evdeki ilk karşılaşmalarında çocukları<br />

sırt sırta getirmek gerekir, zira kırk basması<br />

büyük bir ihtimal dahilindedir.<br />

Halk takımı çocuktann bulunacağı odayı, hizmeti<br />

kolay olsun için ekser'iyıa evlerin alt katında seçerlerdi.<br />

Eski evlerin alt kat tavanları basık olduğundan,<br />

sıcak olur diyerek rutubet durumunu hiç düşünmezler,<br />

soğuktan bir derece daha korunmak için pencere<br />

k en ariarına çirişli kağıt yapıştırır, oda kapılarına pamuklu<br />

perdeler asarlar, sabah ve akşam pencereleri<br />

açıp odanın havasını değiştirme.lüzumunu düşünemezlerdi.<br />

Çocuğun geceleri huysuzluk etmeyip rahatça uyuması<br />

için (Körükçüoğlu macunu) yedirir veyahut Haşhaş<br />

şu rubu içirirler. Birkaç aylık olunca, arkasında<br />

ufak ufak kabarcıklar belirmişse derhal (Hacamatçı<br />

Kadına götürüp (Hacamat) ettirirler, pis kanı çıkarmak<br />

lüzumuna inanırlar.<br />

Çocukların beşikte iken Güneş ışığından gözleri<br />

kamaşıp sonradan şehla ve şaşı olmamaları için daima<br />

gözlerinin üstüne beyaz bir tülbent örtülür. Beşiğinde,<br />

altını kirlettiğinde kullanılmak üzere<br />

Sübek.<br />

(Çiş şişe veya borusu) bulunduğu gibi ayrıca altına<br />

pamuklular ve bezler sarılır. Uykusu esnasında ellerini<br />

kımıldatıp korkmaması için beşiğinin üzerini sarmak<br />

gereklidir. Çocuğu naar değmesinden korumak


112<br />

için Beşiğinin üstüne yedi delikli mavi boncuk, çörek<br />

otu,· bir adet sarımsak, çitlenbik dalı, Hurma çekirdeğinin<br />

oyulmasiyle vücude getirilmiş nahn şekli<br />

gibi şeyler asmak lazımdır. Çocuğu 6 aylık olana kadar<br />

kundaktan çıkarmak caiz değildir. 6 aylık olunca<br />

belinden yukarısı serbest bırakılır, buna (yarım kundak)<br />

denir. Çocuk 5 aylık olunca zaman zaman ve birer<br />

parmak miktarında pirinç unu bulamacı verilir.<br />

Halk takımı ona sütü besiemiyor diye henüz yaşına<br />

gelmemiş çocuklara, kadınların tabirince (çiğneme)<br />

verirler. Bu yemek esnasında ananın veya başka birinin<br />

ağzındaki lokmayı çiğnedikten sonra çıkarıp salyaları<br />

akarak çocuğa verilmesidir.<br />

Çocuğa meme verildiği halde almaz da devamlı<br />

olarak kıvranıp ağiarsa sancılandığına hükmedilerek<br />

karnma sedef veya bademyağı sürütüp oğuşturulur.<br />

Bir de sağ kolunu sol kolunun, sağ ayağını sol ayağının<br />

üştüne getirip çöreklerler. Bunlar da fayda vermezse<br />

yine ilk tedbir olarak kurşuncu kadın çağınlır<br />

ve kurşun döktürütür.<br />

Çocukları dık suyla yıkamak lazımken sık sık mahalle<br />

Hamamma götürür ve orada ya hamam ustaları<br />

veya kendileri kaynar sular dökerek yedi sekiz defa<br />

sabunlarlar.<br />

Bu esnada çocuğun feryadına kulak asılmaz, bu<br />

sıcak suya ve Hamamın hararetine dayanıp dayanaınıyacağı<br />

asla dikkate alınmaz. Çocuk bu yüzden hastalansa<br />

bile birşeyden korktuğunu sanıp korku damarlarını<br />

hasıcı kadına götürürler ve baba Caferde tes-


113<br />

bihten geçirirler. Yine fayda etmezse Havale illeti olduğıında<br />

şüphe kalmaz ve hemen bu hastahğın tedavisi<br />

çareleri aranır.<br />

Bir de çocukların uzun ömürlü olmaları için, ka·<br />

dmiarın tabiri ile doğumdan sonra bir Tekkeye bağlanmış<br />

ise zaman zaman o Tekkenin mukabele günlerinde<br />

çocuğu götürüp Şeyh efendiye okuturlar, içeceği<br />

suyu sürahi veya testiye koyup Şeyh efendi ile zikir<br />

edenlere ve dervişlere üfletirler. Hastalığı zamanında<br />

çamaşırlarını da götürüp aynı şekilde nefesletirler.<br />

Çocuğun bezleri yıkandıkça kirli suları delikli taşa<br />

dökmek lazımdır. Eğer şuraya buraya dökülüp perilerin<br />

üzerine sıçrarsa çocuk Havale hastalığına tutulur.<br />

Bu gibi korkulu hallere meydan vermemek için<br />

evin yaşlı kadınları gayet dikkatli davranılmasını her<br />

zaman telkin ederler.<br />

Çocukları sokakta veya bahçede gezdirmek için<br />

dangalak uşakların, kJZ veya erkek çocukların kucaklarına<br />

.verirler. Bunlar çocuğun başını omuzuna dayamak<br />

ve kolundan çekmernek gibi ihtiyatlan bilmediklerinden<br />

ve çocuğu dikkatsizlikle düşürseler de söy­<br />

Jemekten çekindiklerinden, çocuk çeşitli arızatara uğrar,<br />

hatta bu yüzden çirkin endamlı olur.<br />

Çocuklar için bir safha da memeden kesitdikleri<br />

zamandır. Ekseriya birbuçuk veya lld yaşlarında memede!l<br />

kesrnek İstanbul kadınlannca adet haline gelmişti.<br />

F: 8


114<br />

Erkek çocukları memeden daha geç keserler. Fakat<br />

çocuklar 9-10 ayhkken anneleri yeniden gebe kalırsa<br />

süt çalkadı, süt bozuldu denebilir. Bu durumda<br />

çocuk mecburen sütten kesilir.<br />

Memeden kesmede usul meme üzerine mürekkep<br />

veya başka bir boya sürmektir. Bunu gören çocuk tİksinerek<br />

memeyi almaz, fakat · huysuzlanır ve bu hali<br />

uzun günler devam eder. İnsanlarca sevdiğinden mahrum<br />

olma acılarının birincisi memeden kesilme olduğu<br />

söylenir.<br />

KURŞUN DÖKME TEDAVtst<br />

Eski kadınlarımızın inançlarına göre herhangi bir<br />

hastalığa karşı derhal kurşun döktürülürse hastalık<br />

hafifler, çünki bu inancın Fatma anamızdan kaldığını<br />

söylerler. Bir de kurşun baş, karın ve ·ayak olmak<br />

üzere üç yere döküldüğünden hangisinde kurşun fazla<br />

patlamışsa hastalığın o kısımda olduğuna kanaat<br />

getirir, ona göre çaresine başvururlardı.<br />

Kurşun dökücü, damar hasıcı ve kırhacı (karın<br />

şişmeleriqi tedavi eden) kadınlar mizaçtan anlayan ve<br />

nabza göre şerbet veren kimselerdir. Müşterilerine karşı<br />

güler yüzlü ve tatlı dillidirler, onların halleriyle<br />

hemhal olur, türlü diller dökerler.<br />

Hastalık görülen evde yapılan davet .üzerine kurşuncu<br />

kadın takımını alarak gelir. Takım bir külçe<br />

kurşun, uzunca saph bir tava, içi sırlı büyükçe bir yoğurt<br />

çanağı ile iki mavi peştemaldan ibarettir. Kurşuncu<br />

kadının gelişiyle beraber hastanın geçinnektc


115<br />

olduğu haller ev halkı tarafından kendisine bir bir an<br />

latılır. Böylece kadın' bilgi sahibi kılınır. Bundan sonra<br />

kadın mangal başına geçer ve içinde kurşun bulunan<br />

tavayı ateşe sürer; kurşunu eritir. İyi saatte olsunlar<br />

Perllerin erkeklerinden sakıharak başını örter.<br />

Hastanın odasına gider, hasta arkası üstü yatırı<br />

lır ve mavi peştemal ile örtülür. Kurşuncu kadın hastanın<br />

baş ucuna gelir, ızdırabı ne taralında olduğunu<br />

önceden öğrendiği için kurşunu o tarafa doğru yüksekten<br />

döker, o esnada şiddetiice bir ses çıkar. Kurşun<br />

parçaları sıçrayıp etrafa yayılır, bu da hastahğın<br />

şiddetine alamettir. Sonra ev halkı ile birlikte çanaktaki<br />

su içinden kurşun çıkanlıp dikkatle muayene<br />

edilir. Kurşunun arasında meydana gelen ince ince<br />

delikler «gÖz» e alamettir, nazar değmiş olduğunda<br />

şüphe kalmaz. O günlerde evlerine gelmiş .olan misa- .<br />

firler arasında çocuğa maaşallah dememiş olan filanca<br />

hanımın nazarı değdiği, müzakere sonunda meydana<br />

çıkar, kabil olup da o hanımla temas imkanı bulunursa<br />

pabucundan bir parça kesilip hasta bununla<br />

tütsülenir. Bu mümkün olamazscı. karanfil çatiatmak<br />

gerekir. Hastalık sancılı ve karın kısmında ise kurşunda<br />

bu kısımda dökülürken fazla ses çıkarmışsa çocuk<br />

dalak olmuştur, bu takdirde dalakçı kadına, eğer<br />

kurşunun tetkik-inde hayvana benzer bir şekil görülmüşse<br />

korkmuş olduğuna hükmedilip korku damarlarını<br />

basıcı kadına başvurmak lazımdır. Üçüncüsü dışarlık<br />

alameti havale hastalığıdır. Artık bu gibi hastalıklara<br />

bakan hocaya müracaat icabeder. Fakat bu<br />

müracaatler kurşuncu kadının buluş, görüş ve tavsi-


116<br />

yesine uyularak yapılır.<br />

Kurşun döküldükten sonra<br />

çanaktaki küllü su okunup üflenir, bir miktarı şifa<br />

niyetinde hastaya içirilir, geri kalanı hastanın yattığı<br />

odanın tavanının dört köşesine (kefareti budur.<br />

kefareti budur) diye elle serpilir ve bir okka ekmek<br />

doğranıp aynı çanağa konup üç defa hastanın başında<br />

çevrildikten sonra köpeklere verilir. Başka biri<br />

yetkili olmadığı için bu işlerin hepsini kurşuncu kadın<br />

yapar. Vazifesi biten kurşuncu kadına ücreti verilir.<br />

Bundan başkıa hastanın hayratı olarak bir miktar<br />

da kurşun vermek lazımdır. Hemen kurşun bulunamadığı<br />

hallerde Abdeshane kurşunlarının sökülüp<br />

verildiği de vakidir.<br />

Kurşun döktürüldüğü zaman çocuğun hastalığı<br />

köpek veya sair bir hayvandan korkmuş olmasından<br />

mevdana geldine kanaat edildiği zaman korku damarlarını<br />

hasıcı kadına müracaat edili.r. Basıcı kadın<br />

cocueu arkaüstü yatınr, çünki korku damarları kasıkl?-r<br />

arasındadır. Hoca hanım iki elivle çocuğun kasıklarına<br />

hasar ve (Bas gitsin) der yere vurur ve bu<br />

sözü üç defa tekrar ettikten sonra okur üfler. Bu sırada<br />

Hoca hanıma hastanın ağırlığının<br />

işareti sayılan<br />

esnemeler gelir, okudukça bu esnemeler yok olur<br />

ve böylece korku damarları yerine gelmiş sayılır.<br />

Çocuğun karnının şişi için de dalak kesici, kırhacı<br />

kadınlara müracaat edilir.<br />

ÇOCUK DİLİ<br />

İstanbul kadınları, çocuk ana dilini çat pat söyleyebilecek<br />

duruma gelince onlara ilk önce aşağıdaki


117<br />

sözleri öğretirler: Küçücük<br />

.. Bebek», Uyku «Ninni»,<br />

Su «Buva» Ekmek «Mama», Sokak «Att.acık», Yürü-<br />

.<br />

.<br />

rnek «Hoppacık», Kesici «Kı.h», El sürülmeyecek «Cıs»,<br />

İyi şey «Cici», Fena şey «Kaka», At «Dahdah», Akarsu<br />

«Cıp Cıp», Kedi «Pisi•, Köpek «Öşöş», Mehtap «Aydede»,<br />

Büyükanne «Haminne» v.s.<br />

Bundan sonra çocuğa kendi dili öğretilmeye başlanır.<br />

Çocuk huysuzluk ederse Uroacı'dan korkuturlar.<br />

Bir çocuk· 3 yaşına geldiğinde<br />

annesini 6 yaşında<br />

da babasını sevrneğe başlar. 10 yaşında tatil günlerini,<br />

16 yaşında iyi giyimi sever ve 20 yaşında da sevmeye<br />

başlar. 25 yaşı geçince evlenıneye teşebbüs eder<br />

40 yaşında çocuklarına karşı sevgisi artar, 60 yaşına<br />

vannca da muhabbeti kendi nefsine döner derler.<br />

AİLE KAVGALARI·<br />

Halk tabakalarında karı ve koca arasmda dirliksizlik<br />

ekseriya çocukları olduktan sonra başgösterir.<br />

Zira artık kadının hizmeti ikiye bölünmüştür. Önceleri<br />

kocasının en ince teferruatma kadar bütün hizmetlerini<br />

kusursuz olarak yapmaya çalışan kadın, ar- .<br />

tık çocuğu ile de meşgul olduğu için bunda kusur etrneğe<br />

başlar. Kendi tuvaletinde (süslenme) de ihmale<br />

düşer ve akşam kocası gelince onu pejmürde bulur.<br />

Lohusalığı müteakip emzirme safhası da kadının zayıflamasına<br />

sebep ·olduğu için yıpranma başlar ve evvelki<br />

tazelik ve körpelik kaybolur. Kocasının isteklerini<br />

hakkiyle yerine getiremez. Hele çocuğun geceleri<br />

birkaç defa uyanıp ağlaması babanın rahatını bo-<br />


118<br />

zar, uyku haliyle hemen kalkıp da meme vrrip çocuğu<br />

susturamaması aralarında kavga çıkmasına sebep<br />

olur. Eğer, evde kaynana ve görürnce de birlikte iseler<br />

aile saadetinde büsbütün derin yaralar açılır.<br />

Kaynanaların çoğu gelinlerini sevmez ve onların<br />

kusurlarından bahsederler. Bir kusurlarını bulamasa­<br />

!ar bile yaratmaya çalışırlar. Onların inançlarına göre<br />

ailenin kızları kocadan, erkeklri de karıdan yana ta­<br />

Jihsizdir.<br />

Kaynana oğlunun karıya düşemediği mukaddemesiyle<br />

söze başlar ve: «Biz de taze olduk, ondört yaşında<br />

köşeye oturdum. İlkim Memomu (Mehmet) doğurduğum<br />

zaman evimizde Arap halayık da vardı, öyle<br />

iken yavrumun bezlerini kendim yıkardım. Kaynanam<br />

öyle bir kadındı ki atiıyı attan attırır, yayayı yoldan<br />

çevirirdi. Bizim gelinin acaba öyle bir kaynana·<br />

sı olsaydi ne yapardı?, Mekanı cennet olsun kocamın<br />

içkisi de yoktu. Beş vaktine beş daha katardı. Bizim<br />

oğlanın içkiye darlanması da hep bu gelinin .yüzündendir.<br />

Yorgun argm eve geliyor, hiçbir şeyine bakılmıyor.<br />

Ayol kocanın şusuna busuna baksana diye güzellikle<br />

ne kadar söyledim. «Aman. Sen de hanım ne (nine)<br />

diye beni payiadı (Kaynana-Görümce) adı var. Artık<br />

birşeylerine karışmayım dedim ve kızımla beraber<br />

yemeğimizi ayırdık. Yine içim götiirmüyor. Sabunu<br />

leğenin içine bırakmış. Koca dilim ekmeği kedinin<br />

kapmış olduğunu gözümle gördüm ve söylendim. Kimin<br />

kulağına girecek? Ziyankar mı ziyankar. (Emzikliyim,<br />

evde birşey yok, ne yiyeceğim?) diye bana soru-


119<br />

yor. Ben de «Ziftin pekini ye» diyecek oldum, hanırnın<br />

gücüne gitmiş, ağlaması bitmedi. Şirret mi şirret.<br />

Ah! oğlana yazık oldu, kanya düşemedi. Kederinden<br />

içkiye vurdu» diyerek ve daha buna benzer bir<br />

takım saçma sapan sözler ilave ederek akşamları su<br />

dotdururken çeşme başındaki kadınlara, geceleri buluştuğu<br />

komştilara, pazar kayıklarında, hasılı şurada<br />

burada rastgele yerlerde tanıdık tanımadık herkese<br />

mütemadiyen gelininden bahseder.<br />

Geline gelince; aşağı odada ağzı<br />

ile çocuğa ninni<br />

söyleyip uyutınaya çalışır, eliyle mangal başında bezlerini<br />

yıkar, bir ayağı ile beşik sallar. Akşam yemeğini<br />

hazırlamak da geline aittir. Ne yazık ki bu vazifeyi<br />

yapabilmek için evde erzak kalmamıştır, kocasının getireceği<br />

şeyi bekler. Halbuki herif akşamcı olduğundan<br />

gece meyhane dönüşü ağız eğri, göz şaşı, yüz haşin,<br />

üstbaş çarnuriara batmış, güya evi içiıi bir okka balık<br />

almış onu da yolda gelirken köpekler kapmış ve sapı<br />

elinde kalmıştır. Ekmekçi çetelenin dolduğundan ve<br />

para verilmediğinden dolayı gündüzden ekmek bırakmamıştır.<br />

Sarhoş koca mütemadiyen bomurdahıp yavaş<br />

konuşmasını İhtar eden karısı güya büyük bir kabahat<br />

işlemiş gibi ağzına, yüzüne, dinine ve imanına<br />

küfürler savurur. Bu gürültü arasmda çocuk uyarur<br />

ve çatiareasma ağlamaya başlar. Kaynana ve görümce<br />

hanımlar güya kavgayı ve çekişmeyi teskin etmeye<br />

gelirler, halbuki geLinin aleyhine, sarhoş kocanın<br />

hiddetini bir kat daha şiddetlendirlrler. Zavallı gelin<br />

vemek yerine temiz bir dayak yer. Bu hal bir deil,<br />

beş değil bütün günler böyledir. Kadın sonunda (ni-


120<br />

kahım helcil canım azat) diye yavrusunu kucağına alıp<br />

kaçmaya mecbur olur. Hatta (bağnma taş basanm) deyip<br />

eviadını da bırakıp giden gelinler çok görülmüştür.<br />

Bundan sonra nikahın feshi (boşanma) ve nafaka<br />

davaları başlar. Biçare kadın bütün sırlarını arzuhalcilere<br />

ve mahkeme katipierine açıklamaya mecbur kalır<br />

ve mahkemelerde uğraşır dururdu.


Ramazan adetleri<br />

Devlet adamlarının, zenginlerin ve halkın yaşayışında<br />

yılda bir ay değişiklik olurdu ki, bu da Ramazan<br />

ayı idi. Halkın en çok sevdiği ve kutladığı ay, şüphesiz<br />

Ramazan ayıdır. Bütün müslümanlar hasretle Ramazanı<br />

beklerler, bu ay içinde ruhani zevkin en üstünü<br />

ile ruhlarını temizlerlerdi. Bu ayın ibadetinde daha<br />

başka duygu sarar insanı. Yemekte, içmekte, geceyi<br />

ve gündüzü geçirmekte, hatta zevk ve safada da<br />

bir başkalık vardır.<br />

MiNARELERDE KANDİL YAKILMASI·<br />

Mevlit ve Regaip gecelerinde minarelerde kandil<br />

yakılması İkinci Selim (San Selim-Saltanatı: 1566-1574)<br />

zamanında başladı. Yatsı namazından sonra vaazda<br />

Padişah da hazır bulunurmuş. (Sultan Hamit, mübarek<br />

günlerde şeyhleri nöbetle saraya davet ederek<br />

adetleri olan ayini dervişleri ile beraber sarayda da<br />

yaptırmayı adet haline getirmişti.) Berat ve Miraç<br />

Kandili de 1577 tarihinde '()çüncü Murat zamanında<br />

Kocamustafa Paşa Dergahı Şeyhi iken Hac'dan sonra<br />

Yemen'de ölen Necmeddin Hasan efendi tarafından<br />

padişah fermanı ile gelenek haline getirilmişti. Rama-


122<br />

zanın birinci gecesinden Bayram gecesine kadar minarelerin<br />

kandil ile aydınlanması 1610 yılında Birinci<br />

Ahmet (saltanatı: 1603- 1617) tarafından adet haline getirilmiştir.<br />

Ramazan geceleri mahya kurmak Süleymaniye,<br />

Sultan Ahmet, Valide Sultan ve Osküdar'da gene Valide<br />

Sultan camilerine . mahsus iken -<br />

Üçüncü Ahmet<br />

(saltanatı:<br />

1703-1730) zamanında Damat İbrahim Paşanın<br />

tenbihi ile Ayasofya, Fatih, Beyazıt, Sultan Selim,<br />

Şehzade ve Eyüp camilerinde .. de mahya kurulmuştur.<br />

Bir gece Şehzade camiinde kurulan malıyada<br />

Zulfikar resmi yapılmış, o zaman<br />

Şeyhulislam olan<br />

tarihçi Çelebizade Asım bir kıta yazmıştı.<br />

Ramazanlarda Bayram gecesine kadar kandil yakılarak<br />

Bayram gecesi kandil yakılınaması adet haline<br />

gelmişken, bütün İslam aleminde bayram geceleri<br />

şenlikler yapıldığı halde İstanbul'da minarelerin karanlık<br />

kalması, gene Damat İbrahim Paşa'nın padişaha<br />

bir ferman çıkartması ile değiştirilmiş, minaretere<br />

geceleri ateşten kaftan giydirilmiştir. Mübarek Mevlit<br />

gecelerinde de kandil yakılması bu fermandan sonra<br />

adet haline gelmiştir. Yalnız Mevlit geceleri kandil<br />

yakılınakla beraber şehirde ev ve dükkaniarın önlerine<br />

.<br />

<br />

kandil asılması ve beşer defa top atılması 1835 tarihinde<br />

·İkinci Sultan Mahmut (Saltanatı: 1808 - 1839)<br />

zamanında başlamıştır.<br />

İftar ve İmsak vakitlerinde Rumeli Hisarında kızının<br />

yaptırdığı Muvakkithane {1) önünde birer defa<br />

(1) Muvakkithane, ekseriya camilere yakın yerlerde ku·<br />

rulan doğru vakit gösteren yerlerdir.) (N.A.B.)


.<br />

-<br />

.<br />

•<br />

-<br />

--<br />

• 1<br />

l' .<br />

... . .. --<br />

··--<br />

. .. _<br />

--<br />

. .. .<br />

- .<br />

. ..;.• ·­<br />

.<br />

.-. ·-i--·.-<br />

...<br />

.. '"'- .; . .,:... . ... - -<br />

- .<br />

-...<br />

... -<br />

.,. _,. .. - .. - -- .· ...<br />

......<br />

· . · __, - -<br />

..<br />

.fhJ...<br />

-·<br />

•<br />

., ,<br />

""<br />

·- ... ·­<br />

. .<br />

•<br />

•<br />

- :,.·-ı- :<br />

4 ..<br />

- - ;' ...<br />

...<br />

• -.<br />

- ........<br />

-<br />

•<br />

.. . .. ,<br />

. .<br />

, , - ., _:-..._ - ..<br />

. ..<br />

. .<br />

Ranıa=arılarda cami önleri ayni =amanda birer sergi yeri<br />

halinde idi .. Yü=yıl önceki Yeni Cami avlusunu görüyoru=.


124<br />

top attırma Üçüncü Mustafa (saltanatı: 1757-1774) zamanında<br />

adet olmuş, sonraları Yedikulede de birer<br />

defa top atılması adet olmuş, daha sonra şehrin türlü<br />

semtlerine bu hak tanınmıştır.<br />

Resmi günlerde Sitte ricaline (1) kadar mülkiye<br />

memurları ile Kazaskerden Yeniçeri Kassamlığına (2),<br />

kadar ilmiye ricali, Topçubaşı, Arabacıbaşı, Tüfekçi-<br />

(1) Menasıb-ı Sitte-Tanzimattan önce Nişancı, Defterdar,<br />

Reisülküttap, Defteremini, Şıkk-ı sani, Şıkk·ı sa·<br />

lis defterdarları gibi yüksek makam sahibi memur·<br />

lar. (Nişanc;t-Tevkii,, tuğrai) vazifesi devlet kanun·<br />

larını iyi bilmek, yeni ve eski kanunları ve bunlarla<br />

şeri ahkô.mı telif etmek, divanda icabında bu hususta<br />

fikir beyan etmek, yabancı hükümdarZara yazıla·<br />

cak mektupların müsveddelerini hazırlamak, ahitname,<br />

berat, menşur ve fermanların baş tarafına pa·<br />

dişahın imzası demek olan tuğrayı çekmek idi. Ni·<br />

şancıların, ayrıca arazi işlerinde rolleri vardı. Arazi<br />

defterlerini kontrol ederler, defterlerde padişahın<br />

fermanı ile değişikiği yalnız Nişancılar yapabilirler·<br />

di. Bu vazife 1836 yılında lağvedilmiştir.<br />

Defterdar.Osmanlı devlet idaresinde en büyük mevki<br />

idi. Para hazinesi ile devlet arazisinin yazılı bu·<br />

lunduğu defter onda bulunur, bu (j.efter Defterdar<br />

bulunmadıkça açılamazdı. Devletin hudutları geniş·<br />

leyince, yukarıdaki notta adları geçen Şıkk·ı evvel<br />

Şıkk-ı sani adıyle ayrıca memuriyetler kuruldu.) Reisülküttap<br />

- Devlet dairelerinde bulunan · katiplerin<br />

reisi anlamına gelirdi, sonraları devletin dış işlerine<br />

de bakmaya başlamışlar, Dışişleri Bakanlığı vazifesi·<br />

ni görmüşlerdir. Defteremini - Defterhanenin en<br />

büyük amiri idi. (N.A.B.)<br />

(2) Kasarn - Miras taksimi ile meşgul olan, mirasın bö·<br />

lünmesine bakan. (N.A.B.)


125<br />

başı (1) gibi askeri makam sahipleri konakları önlerinde<br />

mehter çaldırmaları ve Ramazan geceleri sıra<br />

ile mahya kurmaları adet haline getirilmişti. 1845 inkılabından<br />

sonra bu adetlerden vazgeçildi.<br />

RAMAZAN HAZIRLIKLARI<br />

Ramazan başlamadan önce hükumet tenbilıleri<br />

ilan edilirdi. Bu ilanlarda nelerin yazıldığını belirtmek<br />

için biri Yeniçeriliğin kaldırılmasından diğeri de<br />

Tanzimatın ilanından sonra yayınlanan iki ilan örneği<br />

sunacağız.<br />

Serasker Hüsrev Paşa'nın İstanbul kadısına gönderdiği<br />

ilanda özetle şle denmekte idi:<br />

«Ramazan münasebetiyle ibadet için padişahımız<br />

inşaallah aralık aralık İstanbul camilerine gelecektir.<br />

Bu günlerde halkın her zamandan fazla saygılı olması<br />

icabeder. Esnaf ve halk, askerlere mahsus yaka ve<br />

yenleri kırmızılı ve zırhlı elbise giyip bellerine kılıç<br />

takmamalıdırlar. Herkes dükkan ve evlerinin önünü<br />

temiz tutmah, çöp ve hayvan leşleri görlilmemelidir.<br />

Konak ve evlerin kapılarına uzun yıllardanberi çamur<br />

sıçrayarak silinmediğinden ve her yıl fazlalaşan bu çamurlarla<br />

kapılar çamurdan· birer kapı haline geldiği,<br />

pen.celerin önlerinden de top top örümcekterin s3rk-<br />

( 1) Topçubaşı, top dökümhane-&inin, topçuocağının başı,<br />

Arabacıbaşı - Top arabacıları ocağının ağası, amiri,<br />

Tüfekçibaşı - Yeniçeri teşkildtında mühim yeri<br />

vardı ve miri tüfekçilere nezaret ederlerdi. (N.A.B.)


126<br />

tığı görülmüştür (1). Bu konak ve ev sahiplerinin ve<br />

hizmetçilerinin girip çıktıkları bu kapıları silip süpürmeyip<br />

böyle' acaip ve yakışıksız bırakmaları maazal.<br />

- 1<br />

lahı Taala hastalık getirebileceği gibi, kalplere de sıkıntı<br />

vereceğinden başka (Temizlik imandan gelir) s<br />

zü müslümanlığın şıarı olduğundan bu gibi ev ve konaklann<br />

ve dükkanıarın sokak yüzleri ve kapıları da<br />

örümcek ve çamurdan temizlenmelidir. Evlerin önüne<br />

süprüntü ve hayvan leşleri atılrnamalı. Padişahımız<br />

cami içinde ve yolda iken halk edeple harereket<br />

etmelidir. Padişahımız bir yerde otururken önünden<br />

geçmiyelim, yahut saparak başka yoldan gidelim<br />

gibi hareket edilmemelidir. Gerek atlı ve gerek yya<br />

herkes ırz ve edebi ile padişahın önünden gelip geçmelidir.<br />

Padişahımız camide iken veya bir yerden bir<br />

yere giderken rastayanlar gözlerini dikerek bakmamalı,<br />

ancak bulunduğu yerden biraz geri çekilerek ellerini<br />

kavuşturup, önlerine bakarak durmalı, efendi-<br />

(1) Yakın zamanlara kadar İstanbul'un evleri ahşap ve<br />

çoğu boyasız ve boyalı olanlar da büyük konaklardı,<br />

bunlar aşı boyası ile boyalı idi. Evlerin çoğu çamur<br />

kuruları ile kirlenmiştt. Evler birbirlerine bitişik, basık<br />

girintili, çıkıntılı şeylerdi. İ çlerinde tareler ve<br />

iirümcekler mekdn tutmuş gibi idi. Avlular, daima<br />

loş, ıslak solucanlı, sokaklardan çirkef sızardı. O<br />

kasvetli çarpık, çapraşık sokaklarda, yarık, yıkık duvarların<br />

dipleri yaz, kış çamur ve mezbele idi, kiipek<br />

ve fare leşleri ile dolu idi. En işlek Hocapaşa ile<br />

Bab-ı <strong>Ali</strong> caddesi olduğu halde, bu . caddeler de gayet<br />

dar olduğundan karşılıklı evlerin damlanndan kedi·<br />

ler atlar, evlerin pencere ve cumbalannda kadınların<br />

karşılıklı konuştukları duyulurdu.


127<br />

miz geçtikten sonra işlerine gitmelidirler. Padişahımız<br />

gerek camiye geldiğinde veya bir yerde dinlenirlerken<br />

öbek öbek önünde toplanmamalı veya arkasından<br />

gene öyle topluca gitmemelidirler. Saygısız hareket<br />

eden her kimi görürsem haklarında şiddetli cezalar<br />

tertip ederim. Sonra pişmanlık fayda vermez.<br />

Ramazan ayında Cuma günlerinden başka hiçbir gün<br />

kimse arzuhal (1) vermemelidir, veren olursa cezalandırılacaktır.<br />

Siz de (İstanbul Kadı sı) mahalle imamlarını,<br />

muhtarlarını, hanlarda yatıp kalkan bekar takımı<br />

için hancılar kahyasını çağınp bu tenbihlerimi<br />

bildiresin, iyice anlatmalı, kulaklarına sokmalısın<br />

(2). O mübarek ve mesut günde ben de her an padişahımız<br />

ile beraber bulunacağımdan, bu tenbihlerime<br />

aykın hareket edeni, Cuma günlerinden ma-ada arzuhal<br />

vereni, padişahımızın bol bol sadaka vermek adetleri<br />

bulunmakta, sadaka için arzuhal verilmesini hoş görmediklerinden,<br />

tama' ederek sadaka almak için arzu-<br />

(1) Padişahlara arzuhal vermek usulü Bizanslılardan<br />

kalma bir adettir. Fetfhten iJnce İstanbul İmr>f., ..,..<br />

torlan her hafta Pazar günleri atla kiliseye giderken<br />

halkın arzuhallerini alırlardı.<br />

(2) Eskiden hükumet tarafından halka tenbihat yapıl·<br />

mak icabettiği zaman mahalle imamlanna haber verilir<br />

ve akşam ezanına yakın bekçiler: «Tenbih var<br />

akşama camiye buyurun» diye sopalannı kaldınmlara<br />

vurup yüksek sesle bağırarak mahalleyi dolaşır,<br />

herkese haber verirlerdi. Akşam namazından sonra<br />

da imam efendi tenl;ıihi halka bildirirdi.


128<br />

hal verenleri (1) çağırıp bağırarak şamata ederek padişahımıza<br />

saldırıp edepsizlik ve tacizlik edenleri görürsem<br />

gerek erkek, gerek kadın olsun Huda hakkı<br />

için o edepsizliği yapanı fena tedip ederim. .<br />

1\\dişahımız arzuhal veı-ecekler için bu arzuhalleri<br />

alıp kendisine götürecek memurlar tayin etmiştir.<br />

Arzuhal vermek isteyenler, arzuhallerini ellerinde tutarak<br />

bir ·kenarda dursunlar, memurlar gelip hemen<br />

alılar. Böylece tenbih ederim. Dinlemeyenlerin vebah<br />

boyunlarına .. »<br />

TANZiMATlN iLANINDAN SONRA<br />

YAYlNLANAN İLAN<br />

«Padişahımızın camileri teşrif huyuracağı umuldu<br />

ğundan, herkesin. edep dahilinde hareket edeceğinden<br />

şüphe etmiyoruz. Herkesin intizamla camiler ve. diğer<br />

yerlerde vakit geçirmelerine diyecek yoktur. Ancak<br />

çarşı içinde, Beyazıt ve Şehzadebaşında, Doğruyol üzerindeki<br />

dükkanlarda_ halkın birikmesi yasaktır. Geceleri<br />

büyük caddelerde iskemle ile sokak ortalarıru:la,<br />

halkın gidip gelmelerine mani olacak şekilde oturmak<br />

yasaktır.<br />

(ı)<br />

Abdülazizin son yıllarına kadar Cuma günleri ve bazan<br />

diğer günlerde iş için Padişaha arzuhal veril·<br />

dikten başka, fakir takımı da sadaka için arzuhal<br />

vermeyi adet edinmişlerdi. Hatta Sultan Mecit, akşamları<br />

Tophane Kasrına geldikçe kendisine verilen<br />

arzuhaller Uzerine yaverleri vasıtası ile büyük topluluklara<br />

sadaka daDıtırdı.


129<br />

Arabalar ar a sında dolaşıp arabalı ve arabasız gelen<br />

geçen kadınlara insanlık terbiyesine aykırı har-·<br />

ket edenler olursa cezalandırılacaklardır. Arabalar da<br />

Beyazıt ve Şehzadebaşında sokak ortalarında durmayıp<br />

gezeceklerdir. Halkın ve hele kadınların elbiselerine<br />

dair evvelce ilan edilen kararlar bilindiğinden<br />

herkesin bu tenbihlere uyması ve hilafına hareket etmemeleri<br />

icabetrnektedir.<br />

Dini vazifelerini yapmak, vaazlarda bulunmak istiyen<br />

kadınlar için Sultanahmet ve Şehzadebaşı camileri<br />

ötedenberi ayrılmış olduğundan kadınlar bu camilerden<br />

başka büyük camilere gitmekten menedilmişlerdir.<br />

Namaz vaktinden başka etikekierin camiye girmeleri<br />

yasaktır. Kadınlar açık saçık kıyafetle gezmeyecek,<br />

saat onbirden sonra sokaklarda kadınlardan kirnse<br />

kalmıyacaktır. Kadınlar eşya almak için çarşı içinde,<br />

dükkan ve mağazalarda içeri girip alışveriş edemeyecekler,<br />

alacağı ne ise bunu satan dükkaniann<br />

önünde edebi ile durup istediği şeyi isteyecek, aldıktan<br />

sonra hemen evine dönecektir. Herkesin her vakit,<br />

hele Ramazan ayında camilere giderek cemaatle<br />

ibadet etmeleri tabiidir. Teravih vakti işi icabı bir yere<br />

gidip gelen haderneden başka kimseler dükkaniarda<br />

oturamazlar, ancak teravih narnazına gidebilirler_.<br />

Geceleri kimse sokaklarda fenersiz gezmeyecek,<br />

fenersiz tutulanlar cezalandırılacak1ardır. Saz ve Karagöz<br />

oyunlarına gidenler de ırz ve edepleri · ile oturacaklardır.<br />

Ne zaman olursa olsun yasak olan kumar<br />

için ev ve kahvelerde toplanıp oynayanlar, mahalle<br />

araarında halkı n huzurunu kaçıracak hallerde bulu-<br />

. . '<br />

P: 9


130<br />

nanlar cezalandırılacaklardır. Hakiki mazereti olmıyanlar<br />

oruca devam edecekler, özrü olanlar da çarşıda<br />

açıkça oruç bozama ya caklar, bu gibiler de cezalandırılacaktır.<br />

Her zaman temizlie riayet etmek; sokak ortalarına<br />

öteberi süprüntü döküp bırakmak, etrafı kokutacandan,<br />

büyük, küçük ev ve dükkan sahipleri halk·<br />

ve esnaf ev ve dükkaniarını süprüntü ve iğrenç şeylerden<br />

temizlerneye dikkat · edeceklerdir.<br />

Sokaklarda fişek atmak, mehtap yakmak, halkın<br />

h\lZurunu kaçırmak yasaktır.<br />

Bu tenbihleri memurlar sureti katiyede takip edeceklerdir.<br />

Tenbihe aykırı hareket edenler görülürse<br />

cezalandınlmalan kararlaşmıştır.•<br />

Her yıl Ramazan yaklaşırken Evkaftan camilere<br />

kandil yağları ve balmumları dağıtılırdı. Berat Kandilinin<br />

ertesi günü de Salatin camilerine mahya ipleri<br />

kurulmaya başlanırdı. Eskiden Ramamnlarda Sadnazam,<br />

Reisülküttap, Kihya ve Defterdar gibi devlet<br />

büyükleri padişah sarayına Yıllık Hümayun adiyle<br />

bobçalar sunar, tamnmış hoca efendilere ve maiyet<br />

memurlanna İftariye . adiyle saatler, · .·e nfiye kutulan<br />

gibi şeyler hediye ederlerdi.<br />

Ramazanın onbeşinci günü askerlere bakiava da­<br />

tmak adet olduan o gün Yeniçeriler, saraya giderek<br />

bakiava tepsilerini alırlar, ertesi günü tepsileri<br />

saray mutfana teslim ederlerdi.


131<br />

Ramazanın., birinci akşamı, Padişah tarafından<br />

sadnazam iftariye kahvaltısiyle yemek gönderilirdi.<br />

.<br />

.<br />

Ramazanın onbeşinden sonra, muayyen bir gece<br />

vezirler ve büyük dereceli vlet memurlannın Paşakapısı<br />

ve Bab.ı Asafi denilen .Sadrazamların resmi ma<br />

karnlarında ziyafet verilirdi. Bu ziyafet eski teşrifat<br />

icabıydı.<br />

SESLENMİYEN BiNDILER<br />

1775 yılında Şeyhülislam .<br />

tayin<br />

edildikten onyedi<br />

ay sonra aziedilen vt: Bursa'ya sürgün edilen Salih Zade<br />

Mehmet Emin Efendinin yemek meraklısı olduğu<br />

biliniyordu. Mehmet Efendi Şeyhülislaiii iken dairesinde<br />

pişirilen yemekleri İstanbul'da ün salmış bulunuyordu.<br />

Hatta Saraya sunduğu yemekler Padişah<br />

tarafından da beenilmekte idi. Mehmet Emin Efendinin<br />

zamanında Ramazan'ın onbeşinden sonra sadnazam<br />

konaında verilen ziyafete karşı kendisi de<br />

bir ziyafet vermeyi adet haline getirmiş ve bu 1834<br />

yılına kad.ar devam etmişti. Em4l Efendinin gözleri<br />

zayıf olduğundan gözlük kullanır ve bu yüzden de kendisine<br />

(Camgöz Emin Efendi) derlerdi. ·<br />

Üçüncü Mustafa (saltanıatı 1757 - 1774) Bir gün<br />

Emin Efendinin babasının · gömülü bulunduğu Topkapıda<br />

Ahmet Paşa Camii yanında bulunan konana gitmiş,<br />

konuşma sırasında Padişah:<br />

- Efendi, Aralıkta size gelmek isterim, ama konanız<br />

pek uzak yerde deyince Emin Efendi:


132<br />

- Sayenizde yakın yerlerde de bir ev· tedariki<br />

mümkündür. Fakat bu civarda gördüğünüz evlerin<br />

hiçbirinde mutfak yoktur.<br />

Padişah hayretle:<br />

- Acaip. Bu evlrde yemek pişirmezler mi?<br />

- Hepsinin sabah ve akşam yemekleri fakirhaneden<br />

gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.<br />

Sadrıazamlardan Vassaf Efendi Zade Esat Efendi<br />

ile Emin Efendi arasında bir soğukluk varmış. 1776<br />

yılı Ramazan ayında Emin Efendinin verdiği ziyafette<br />

bu Esat Efendi de bulunmuş. Mevsim kışmış, sofra·<br />

ya hindi dolması gelmiş. Emin Efendi: (Bu sene hin·<br />

di seslenemedi) diyerek lengeri kaldırtmış. Bu hareketi<br />

Esat Efendinin babası Vassaf Efendi (Hindi Molla)<br />

diye anılmakta olduğundan, Esat Efendi alınmış<br />

ve: (Onun da vakti vardır, vakti gelince sesleri çıkar)<br />

karşılığını vermiş. Esat Efendi yirmibeş gün sonra<br />

Şeyhülislamlık makamına gelerek Ermn Efendiyi<br />

Bursa'ya sürdürmek suretiyle intiamını almış, Emin<br />

Efendi 1777 de Bursa'da ölmüştür.<br />

·<br />

ŞEYHtlLİSLAM'IN KISKANÇ KARISI<br />

Üçüncü Selim, (saltanatı 1789-1807) devri Şeyhül·<br />

islamlanndan biri ziyafet için hazırlanan akşam ye·<br />

rneklerini gözden geçirmek istemiş · mutfak Harem<br />

dairesinde olduğundan . ikindi üstü hazırlığı görmek<br />

üzere mutfağa gitmiş. Sorulanna .bir cariyenin verdiği<br />

karşılık hoşuna gide.rek, yanağından okşamış ve bir·


133<br />

kaç laf söylemiş. İşleri güçleri bu gibi şeyleri takip<br />

etmek olan dedikoducular bu hali tellendirmişler, pullandırmışlar,<br />

hanımefendiye yetiştirmişler. Son derece<br />

hiddetlenen Hanımefendi kocasından intikam almakta<br />

güçlük çekmemiş, hemen mutfak dairesine inerek<br />

kocası tarafından yüzü okşanan cariyeyi yok ettik·<br />

ten sonra hazırlanmış nefis yemekleri tabakları ile<br />

beraber kınp dökmüş ve hepsini dışarı attırmış, akşama<br />

ne bir tas çorba, ne bir sahan yemek kalmış.<br />

- Böyle Şeyhülislamın haddi böyle· bildirilir diyerek<br />

odasına çekilmiş.<br />

Bu durumu gören kahya kadın dönme dolaba (1)<br />

gelerek kahya efendiyi çağırmış ve olan biteni anlatmış.<br />

Zavallı kahya sakalım eline alarak düşünmeye<br />

başlamış. O saatten sonra yeniden yiyecek terlariki<br />

imkanı olamıyacağından durumu saraya bildirmeye<br />

karar vermiş. Meşhur mabeyinci Ahmet beyin yanına<br />

giderek olan biteni anlatmış. Durum, Padişaha arzedilmiş,<br />

Padişahm emriyle saray mutfağmdan tabla<br />

tabla yemekler hazırlanarak Şeyhülislam Konağına<br />

gönderilerek, gelen misafirlere ikram edilmiş. Bir iki<br />

haderne ile konak kahyasından başka kimsenin bu durumdan<br />

haberi olmamış.<br />

· (1) Eski haremli selamlıklı evlerde. bilindiği gibi harem<br />

taratında kadınlar bulunur. buraya erkekler gire·<br />

mez, selamlık kısmında ise erkek misafirler kabul<br />

edilirdi. İki kısım arasında. bir taraftan lJbür tarafa<br />

bir $€11 vermek, ve11a haber vermek için (dönme do<br />

Zap) bulunurdu. (N.A.B.)


134<br />

DÜRRİ ZADENİN BUZDAN K.ASESİ<br />

Meşhur Dürri Zade Şeyhülislam<br />

Abdullah Molla,<br />

İkinci Mahmut zamanında zenginliği, el açıklığı ve kibarlığıyle<br />

meşhurdu. Abdullah Molla'nın bu şöhretini<br />

Padişah da duymuştu, fakat söylenenleri pek mübalağalı<br />

bulduğu için bir defa Molla'nın konağını görmek istemişti.<br />

Bir Ramazan günü Osküdar'da Yeni Camii ziyaret<br />

ederek ikindi namazını iskeledeki Mihrimalı Camünde<br />

kıldıktan sonra bu camiin denize bakan cephesi<br />

'<br />

karşısındaki Nizarniye karakolhanesine giderek oturmuş.<br />

Padişah bir tertip hazırlamış, bütün vükela ve<br />

devrin büyük devlet adamlannın da orada toplanmalanm<br />

emretmiş. Abdullah Molla Doğancılardaki kona-.<br />

ğında aziedilmiş olarak oturuyormtış. O gün Vükela ve<br />

devlet Heri gelenlerinin ı;>oğancılara doğru gelmekte olduklan<br />

ve Padişahın da maiyetiyle arkalanndan geldiği<br />

görülmüş. :Şütün bu kalabalık do!ru Dürri Zadenin<br />

·konağına girmişler. Konakta kimsenin hiçbir şeyden<br />

haberi yokmuş. Kahya telaşa düşerek doğru efendisine<br />

koşmuş ve heyecanla durumu haber vermiş. Dürri Zade:<br />

- Efendi ne telaş ediyorsun, harerne haber gönde-<br />

. rin, tablalardan bir iki tanesini dışanya versinler, benim<br />

yemeğimi de efendimize takdim .. ediniz, diyerek<br />

yerinden kalkmış ve Padişahı karşılamış. Zaten vakit<br />

gelmiş olduğundan herkes iftar sofrasına oturmuş ve<br />

umduklarından fazla nefis yemeklerle karınlarını doyurmuşlar.<br />

Sultan ·Mahmut, efendiyi karşısına alarak<br />

iftar etmiş.<br />

Padişa,h, yemekierin nefasetini takdir ettikten başka<br />

her yemek kabının çok<br />

kıymetli ve nefis şeyler


135<br />

olduğunu görmüş, yalnız pilavdan sonra gelen hoşafın<br />

bulunduğu kap billur olmakla beraber diğer kaplar·<br />

kadar nefis olmadığının sebebini efendiden sormuş.<br />

Dürri Zade:<br />

- Kulunuz hoşahn lezzetini bozmasın diye buz parçalannı.<br />

hoşahn içine attırmıyorum. Gördüğünüz gibi<br />

buzdan kase yaptınp hoşafı onun içine koyduruyoruro<br />

demiş.<br />

Padişah bunu naklederken, hoşaf kabının buz kascsi<br />

olduğunu anlamadığım da açıklıyarak,: (Pek utandım)<br />

dermiş.<br />

Yemekten sonra Padişah:<br />

- Sizin ahçı pek iyi. İsterseniz bizim ahçı ile değiştirelim<br />

diye de Dürri Zadeye iltifatta bulunmuş. Bu<br />

vakadan sonra OOni Zadenin adı anıldığı zaman Sul·<br />

tan Mahmut: (Herif kibardır) ·derm iş.<br />

·<br />

O G'ONK'O YİYECEK FİYATLARI<br />

Çarşı pazarda ve geztnti yerlerinde bulunan clük-<br />

.<br />

kan ve mağazalarda güllaç demetleri, pastırma, sucuk,<br />

zeytin, peynir ve havyar gibi çerezler daha fazla görünrneğe<br />

başlar, Galata ve İstanbul bal ve yağ kapanlarmda<br />

ve Asmaaltı mazalannda, tüccar ve esnafın çalışmalan<br />

artar. Mahalle kahvelerinde yiyecek fiyatlan<br />

ve nefaseti hakkında konuşmalar olur.<br />

1831 senesi Ramazan'ımn gelmesinden önce, İhtisap<br />

· Nazareti (o zamanki Belediye Başkanlığı) tarafından<br />

çıkarılan narbın bir suretini aşağıya alıyorum:<br />

\


136<br />

Cinsi Adıedi Ok ka kuruş Para<br />

Reçel ı 4 20<br />

Şerhetlik renkli şeker ı 5<br />

Kelle şekeri ı 5<br />

Yarına denilen toz şeker ı 4 20<br />

Yumurta 100 13<br />

Ala mermer tozu nişasta ı 4 25<br />

Orta nişasta ı 4 20<br />

Ala Şer'iye ı ı 28<br />

Zeytin ı ı 18<br />

Şümnü Peyniri 1 2 30<br />

Kaşar peyniri ı 3 16<br />

Salarnura peyniri ı 2 28<br />

Atina ve Rumeli balı ı 3<br />

Ala nohut ı 23<br />

Mercimek ı 26<br />

Ala un ı ı<br />

Orta un ı 32<br />

Arpacık soğanı ı lO<br />

Şişe momu ı 4 ıs<br />

Sade mum ı 4 5<br />

Yerli mum ı 3 38<br />

RAMAZAN HEDiYELERİ VE BÜYÜK BA(;IŞLAR<br />

Yakın zamanlara kadar vekil, vezir ve zengin semt.<br />

lerinde kendilerine yakınlığı olanlara Ramazanlarda<br />

hediyeler verilir ve din adamı olacak öğrencilere, tekketere<br />

erzak gönderilirdi. Bu münasebetle Ramazan<br />

yaklaşınca bir takım yiyecek maddelerinin tedarik ve


137<br />

daıtılması kibar konaklarının başlıca ödevlerinden biriydi.<br />

Mısırlı Fazıl Mustafa Paşa 1862 yılında Milli Eğitim<br />

Bakanlığından Maliy Bakanhına atandığından<br />

o senenin Ramazanında, Bakanlığın odacılarına yüzbin<br />

kuruş Ramazaniye dağıttırmışt.ı<br />

1863 yılı Ramazanının yaklaştığında da Hidiv İs·<br />

mail Paşa'nın gönderip dağıttırdığı para ve erzakın<br />

cins ve miktarı da aşağıda sıralanmıştır.)<br />

Daptılan yerler<br />

Şeker<br />

Pirlnç Nakit kunı!J<br />

Tekketere<br />

Medreselere<br />

Ü sküdar mahallelerine<br />

Boğaziçi semtlerinde<br />

Galata, Tophane, Fındıklı<br />

Kasımpaşa<br />

Eyüp ve Eğrikapı<br />

Silivri Kapı<br />

40 Kantar<br />

30 Kantar<br />

Yedikule<br />

Ö tede heride kalmış olduğu<br />

100 ölçek<br />

50 ölçek<br />

20 ölçek<br />

18 ölçek<br />

10 ölçek<br />

10 ölçek<br />

17 ölçek<br />

14 ölçek<br />

14 ölçek<br />

83.000<br />

43.000<br />

15.000<br />

15.000<br />

10.000<br />

10.000<br />

12.500<br />

10.000<br />

10.000<br />

haber verileniere 10 kantar 43 ölçek 42.500<br />

Toplam 80 Kantar 296 ölçek 251.000<br />

Hidiv, Yenikapı Mevlevihanesinin sema'lıane ve<br />

hücrelerinin tamiri için bin kese gönderdiği gibi, 1866<br />

tarihinde meydana gelen<br />

Hocapaşa yangnınında bir


138<br />

defada verdiği bin beşyüz kese akçeden başka, bu yangında<br />

evi bar kı yanıp büsbütün kül olmuş ve · tutulan<br />

defterine göre tutarı sekiz bin beşyü:z kişiye varan ihtiyaç<br />

sahiplerinin her kişisine altı ay kış, ayda alttnışar<br />

kuruş ile otuzar okka pirinç ve ikişer okka da sade<br />

yağ vermiş ve Sultan Abdülaz.izin hastalıktan iyileşınesi<br />

şerefine olmak üzere beşyüz bin kuruş gönderip,<br />

fakiriere dağıttınnıştı.)<br />

Ramazan '1 !lrda Şehzadelerin dairelerine ve sul tan<br />

sarayiarına ve eski padişah eşierine ve bunlann yalılarına,<br />

bir takıin halk ve bazı ilim adamları, şeyh ve<br />

dervişler iftara gidip, derecelerine göre hediyeler alırlar,<br />

rütbe ve memuriyet sahibi olanlar da zamanın bakan<br />

ve vezirlerinin konaklarına gitmeği kendilerine<br />

resmi bir ödev sayardı.<br />

Mahalli adet gereğince, iftara gidecekler, ezana beş<br />

on dakika kala geldiklerinden, halbuki, hangi akşam<br />

ne kadar misafir geleceği beÜi olmadığı için, bundan<br />

başka ayrıca ve saray konak kapılanna üçer beşer sofralık<br />

da fakir kimseler toplandığından, gerek misafirterin<br />

ağırlanması ve gerek fukaranın dayurulması<br />

için Ramazan . akşamlan her mutfakda normalinden<br />

fazla yemek bulundurmak mecburiyeti vardı. Bundan<br />

ötürü kahya efendiler, vekilharçlar ve katipleri Ramazan'ın<br />

yaklaşması ile, buna göre ihtiyaçlarını tespit<br />

ederek, kilercilere, kahvecilere, çubukçularla, aşçılara,<br />

tablakarlara, ayvazlara, yarnaklara talimat verir ve bunlar<br />

olmayan konaklara bu gibi elemanlar tedarik edilirdi.<br />

Harem dairelerine de bu nispette iftara gelenler<br />

olduğundan, onlar da ayrıca tedarikde kusur etmezlerdi.


139<br />

BESTEKAR DEDE EFENDiYE OYNANMAK<br />

iSTENEN OYUN<br />

Büyük yerlerin hepsinde teravih namazlarının,<br />

yin ve ilahiler ile kıllınması det oldudan, her daire<br />

mevcut imarnından başka, bilhassa Ramazan ayı<br />

için, Kuran-ı Kerimi güzel okuyan imamlar ve musikide<br />

ihtisası olan, güzel sesli beşer altışar da müezzin<br />

seçip ahrlardı.<br />

Teravih için her akşam konakların geniş divanhanelerine<br />

halılar ve seecadeler serilir, beşizli şamdanlar<br />

salonun münasip yerlerine yerleştirilirdi. Şehzade<br />

dairelerinde, sultan saraylarında, bazı büyük konaklarda<br />

harem ile . sellık arasını ayırmak için so falara<br />

büyük kafesler çekilir, kafesin arka tarafından da hizmetçiler<br />

için yere sırmalı seecadeler sererler. Müezzinler<br />

yatsı vakti olunca, çifte ezan okurlar. Misafirler<br />

ağır ağır kollarını sıvayarak abdest almaya başlarlar.<br />

Müezzin efendiler arka safda cemaatın toplanmasını<br />

bekleder. Saflar yavaş yavaş dolar. Ayinler ve ilahilerle<br />

namaz kılınır. Yatsı namazında belirli bir beste<br />

takip edilmez ise de, teravih namazının her dört<br />

rektı kıhndıkça müezzinler trafından ilhiler ve<br />

ayinler yüksek sesle okunur. İlk dört rekat bitince,<br />

saba veya dügh ve yahut da bestenigar ve ikinci dört<br />

rekatta hüzam, üçüncü dört rekatta ekseriya farahnak,<br />

dördüncüde mutlaka Eviç, beşineide de acem bestelerinden<br />

ilahi okumak, imarnın da mihrabda okunan<br />

ilahinin bestesine uygun olarak okumaya devam etmesi<br />

şarttı. Şeyhülislam Cemalettin Efendi Şeyhülislam<br />

bulunduğu müddetçe, fetva kapısında ve oradan ayrıl-


140<br />

dıktan sonra da yalısında bu şekildeki iftar ve teravih<br />

adetlerini devam ettirmişti. Meşhur Kırımlı Ahmet Kamil<br />

Efendiden sonra Sultan İkinci Mahmud'un imamlığına<br />

tayin olunan Alıdulkerim Efendi ile, o aralık Sultan<br />

Mahmud'un müezzin başlığında bulunan meşhur<br />

musiki üstadı Dede Efendi arasında kırgınhk varmış._<br />

Bir Ramazan günü, Abdulkerim. Efendi, Padişaha,<br />

acemlerin saltanatınız hakkındaki ihaneti herkes<br />

tarafından bilinmekte bulunduğu halde, Dede Efendi<br />

bunu düşünerek, teravih namazında acem besteden<br />

ilahi okumamak ve buna karşılık Şevkefza bestesini<br />

tercih etmek lazım gelirken, kendisinin şevkefza bestesini<br />

kullanmaya bilgisi kafi gelmemesi bu davranışına<br />

sebep olmaktadır» cevabını verince; padişah, Dede<br />

Efendinin sanatındaki iktidar: derecesini bildiği için ve<br />

ayrıca kendisi de bir musikişinas olduğu cihetle, bu hususta<br />

bir kanaati de mevcut bulunduğundan bir gece<br />

bir sınav yapılmasına karar verir. Fakat bu karar<br />

Dede Efendiye duyurulmaz.<br />

Gece, teravih namazı kılınn:ken, dördüncü dört re<br />

kattan sonra, Eviç bestesinden ilahi okunduğu sırada,<br />

karar gereğince, Sultan Mahmut tarafından gönderilen<br />

biri, müezzinlerin yanına gelerek, Dede Efendiye, acem<br />

makamını değil, Şevkefzayı kullanması fermanını tebliğ<br />

eder.<br />

O zamana kadar Şevkefza bestesinden hiç bir ilahi<br />

yapılmamış olduğundan ne yapacaklarını şaşıran<br />

müezziri efendiler, Dede Efendinin yüzüne hayretle bakarlaen,<br />

içlerinden biri Dede Efendinın işareti üzeri·<br />

ne Şevkefzadan tekbir getirm·eğe başladığı gibi, ima-


141<br />

mm da fatiha-i şerifi Şevkefza makamından okumakta<br />

olduğunu anlamışlar, Dede Efendi «hele bir namazı<br />

kılalım da, bakalım» demiş ve dört rekat teravih namazı<br />

kıhnıncaya kadar Şevkefza makamından bir ilahi<br />

bestelemiş ve selam verilir verilmez hemen ilahiye başlayıvermiş.<br />

Arkadaşlarının hemen hepsi musiki ilminde<br />

birer üstad olduklarından , Dede Efendiye kulak ve·<br />

rerek, ağız kalabalığı ile ilahiyi güzelce okuyup _bitirmişler.<br />

Padişahın da takdirlerini kazanmışlardır.<br />

·.<br />

BVYVK KONAKLARDA TERAVİH NAMAZLAlll<br />

VE BAZI ADETLER<br />

Bazı büyük konaklarda bulunan müezzin efendiler,<br />

geceleri konaklarda kalırlar. Ev sahipleri müezzin<br />

efendileri getirterek güzel fasıllar yaptırırlar. Saburdan<br />

sonra, sabah namazından evvel, imam efendi<br />

tarafından mukabele okunduğunaan, ek seri imamlar,<br />

güzel sesli olduklarından bu okurnada dinleyenleri veede<br />

getirirlerdi.<br />

Bütün konaklarda teravih namazından sonra tepsilerle<br />

şerbet dağıtılması da adetti. Ondan sonra çu·<br />

buklar tazelenir, kahveler gelir, bir yandan da teravihden<br />

sonra ziyaretçiler sökün ederdi. Konaklar geceleri<br />

dolar dolar boşalır, Şefler maiyyetterindeki memurları;<br />

kalem amirleri katipleri, tüccar ve esnaf takımı kalfa<br />

ve çırak gibi adamlarını, özellikle herkes haline göre,<br />

eşini dostunu, akrabasını, komşularını iftara davet etmeleri<br />

adet olduğundan, aşçısı erkek olanlar bir çırak,<br />

kadın aşçısı ol;mlar da ayrıca bir erkek aşçı tedarik<br />

cderlerdi.


•<br />

•<br />

'<br />

..<br />

- -<br />

"'" .,.<br />

.,.._ .<br />

. - -.,.;.<br />

. . '<br />

--<br />

1<br />

-<br />

--.-<br />

1 ll<br />

.,. ı!ı<br />

,. . . .<br />

•<br />

•<br />

•<br />

1<br />

.<br />

ı<br />

\<br />

. .<br />

. '<br />

•<br />

.<br />

\fl<br />

) .<br />

, . ,<br />

.,<br />

..<br />

ı<br />

.<br />

•<br />

1 j ı<br />

'<br />

•<br />

ı<br />

Tipik ve tal'ihz ahşap evierden biri ...


143<br />

Aşçılann ücreti ·R amazan için iki misli verilir di.<br />

En fakirin bile iftar tepsisinde çeşitli, reçeller, zeytinler,<br />

peynir, pastırma, sucuk gibi çerezler bulunur, bu<br />

sebeple şekerci dükkaniarında ufak tabaklarla reçel<br />

numuneleri, şerhetlik şekerler, şurup şişeleri, reçel kavanoz1ı<br />

vitrinlerde yer afırdı.<br />

TVTON KAHVE VE ENFİYE İSTANBUL'A<br />

NE ZAMAN GELDi?<br />

İstanbul'da tekel usulünün konulduğu 1871 tarihine<br />

kadar tütüncü dükkanlannda, tütünler terazi ile trtılıp,<br />

açık olarak satılmakta ve herkes içeceği tütünü<br />

muayene ettikten sonra saun alırdı. Bu yüzden tütüncüler<br />

gerek zengin ve kibar ve gerekse halkın Ramazanlık<br />

tütünlerini çeşit çeşit kıyıp, hazırlardı. Tütünün İs<br />

tanbul'a getirilmesi 1687 tarihinde olup, önceden ilaç<br />

için getirilmiş ve 1735 tarihine doğru kullanılması yaygınlaşmış<br />

olduğu söylenir. TiryakHer Ramazanda kendilerine<br />

mahsus tütünleri satın almakta çok titiz davranırlardı.<br />

Eskiden (Berş) adı verilen bir çeşit keyif verici<br />

macun kullanan tiryak.iler mevcut · imiş. Bu macunu<br />

icad eden meşhur tabib Yusuf Sinan Rahiki adında birisi<br />

olup, önceleri Mahmutpaşa civarında bir dükk.an<br />

açarak, yaptığı macunlan bu dükkanda satınağa başlamış.<br />

Kendisi de buna benzer keyif verici şeylerin<br />

müptelası olduğu için macununa (Rahiki) adı verilmişti.<br />

Yusuf Sinan ölüm tarihi olan 1546 yılında Beşik-<br />

.<br />

taş'da Yahya Efendi dergahı bahçesine gömüldüğü (Hadikatül<br />

Cevami) de<br />

.<br />

yazılmaktadır.


144<br />

1656 tarihinde vefat eden (Esami-i kütüp ve Fezleke-i<br />

Cihannüma) sahibi Katip Çelebi müstear ismiyle<br />

b;linen Mustafa Efendi (Mizan-ül Hak) isimli nsalesinde<br />

tütün bahsinde Dördüncü Muradın yasaklaması sebebiyle,<br />

halk tütün yapraklarını ufalıyarak, burunlarına<br />

çeker oldular piye yazdığına bakılırsa, o vakiter İstanbul'da<br />

enfiye bilinmiyor manası anlaşılmaktadır. Halbuki<br />

Üsküdarlı Hasip efendi (vefiyat-ı meşhure) sinde<br />

enfiyenin İstanbul'da 1640 tarihinde kullanılmaya bşlanıldığını<br />

yazmasına göre, Dördüncü Murat zamanında'da<br />

bir dereceye kadar enfiyenin bilindiği anlaşılır,<br />

diye Süleyman Faik Efendi Mecmuasında bir not görümüştür.<br />

Enfiyeyi evvela bir Musevi Galata'da Kurşuolu<br />

mahzen civarında bir dükkan açarak, (Burun<br />

otu) adı ile satmaya başladığı ve Bulgaristan'da da çam<br />

yaprağından bir çeşit enfiye yapılarak {Purunt) adı ile<br />

satıldığı söylenir. Gariptir ki, Araplar hala enfiyeye<br />

burun otundan türeyen (Burunot) derler .<br />

Bizde her nedense<br />

bu isim unutulup, yerine enfiye getirilmiştir.<br />

Kanuni ömürlerinin sonlarında bütün bu gibi keyif<br />

verici şeylerden kaçındıklarından, istanbul meyhanelerinin<br />

hepsini kapamış ve bu işlere bakan makamları<br />

lağvetmiştir. Bunun üzerine zamanın şairlerinden<br />

birisi :<br />

Bir sayha erlp vücud-u humann .alametl,<br />

Çökmüştü başıma cümle clhanın kasavetl,<br />

Aldım başımda yoktu mahmur ldJm kati,<br />

Bir nlda erişti, dedi gör bu muslbetl,<br />

Humlar şlkeste cam tehi, yok vücudu mey,<br />

Kıldın esir-I kahve bizi hey zemane hey!<br />

beytini söylemiş olduğu, tarihlerde kaydedilmektedir.


145<br />

Peçevi tarihinin birinci cildinin 363 üncü sayfasında,<br />

kahvenin kullanılmaya başlandığı tarihi 1554 yılında<br />

olup, o vakte kadar İstanbul'da kahve, kahvehane<br />

yokmuş. Ancak o tarihden sonra Halep'den Hakim ve<br />

Şam'dan da Şems adlarında iki kişi gelerek, Tahtaka·<br />

le'de birer dükkan açtıkları ve burada kahveeilik yaptıklan<br />

ve bundan sonra buralara yavaş yavaş keyi( ehli,<br />

katipler, şairler ve devrin ileri gelenleri toplananarak,<br />

kimi tavla, kimi Satranç oynamakta, bir kısmı<br />

da kitap ve divan okudukları bilinmektedir. Her<br />

yeni şeye itiraz etmeyi hastalık derecesinde adet edinmiş<br />

olan alimler ise, kömür derecesine varan bir maddenin<br />

kullanılması haramdır, diye fetvalar vermişler<br />

ise: de yayılmasına ve kullanılmasına mani olarnamışlar<br />

ve halk arasında sevilmesinin önüne geçememişlerdir.<br />

Kahve bundan sonra, kibar meclislerinde de<br />

fagfuri ve çini fincanlar ve gümüş kafe.sli zarflar içinde<br />

kullanılmaya başlamıştır.<br />

Bir zamanlar İran şairlerinden Hikmeti adında bir<br />

zat bu kahvelerden birine gidip otuı-muş. Kahveci de<br />

Usulen kahve pişirip getirmiş.<br />

Kahve nıy·l siyah anı içmez Hlkmeti<br />

Kahveci de hiddetlenerek o da şaire şu sözlerle<br />

karşılık vermiş.<br />

Buna ehl-1 lrfan şe tl derler, Iç anasam .......... ..<br />

dllfmln nlkbetl •.<br />

Son zamanlarda Direklerarasında meşhur Hacı Reşid'in<br />

çayhanesi il.e bez fabrikası kapı çuhadarı olduğu<br />

halde, yalnız Ramazan-ı Şe:rife mahsus olmak üzere,<br />

F: 10


146<br />

yine Direkler arasında bir dükkan kiralayan meşhur<br />

Hacı Murad'ın pişirdiği kahveler pek nefis oldu gibi,<br />

yapmacık olan mddetleri de meşhurdu.<br />

Ramazan hazıı:lıklarına<br />

katılanların başlıcalanndan<br />

bir takımı da, geceleri fazla ra!bet gören Karagöz<br />

ve Orta Oyunu, çalgı ve sonralan tiyatrocul.ardı. Gerek<br />

bunlar ve. gerek geceleri çarşı hamamlarının açılmasına<br />

bazı seneler sekizinde, bazı seneler de onunda<br />

izin verilirdi. Bazı kimseler buna bir matta veremez,<br />

eter bir mahzunı yoksa neden sekize veya on'a kadar<br />

yasaklanıyor · da, on'dan sonra izin veriliyor? diye söy- .<br />

lenirlerdi. Bu izin gecikmesini mkul bir sebebe bağlayamayanlar<br />

herhalde bunun sebebi bir görenek olsa<br />

diye düşünüp ·hüküm verirlerdi. .Nitekim sonralan Ra-<br />

. mazamn ilk akşamından itibaren bu gibi yerlere izin<br />

verilrneğe başlandı.<br />

. Bir de Ramazan geclerinde en fazla kalabalık olan<br />

yerler Aksaray, Divanyolu, Tophane, Şehzadebaşı, Direklerarası,<br />

Galata'daki Çeşme Meydanı gibi caddeler<br />

olup, bu caddelerde bulunan kahveler ve çaycı dükkan·<br />

landa ve tulumbacı kahvelerinde büyük hazırlıklar<br />

yapılır ve Ramazan geceleri dükkaniann içerisi hıncahınç<br />

dolardı. Garsonlar bellerinde peŞtimallar olduğu<br />

halde, ellerindeki maşaları şakırdatarak, dört tarafa<br />

seğirtip:<br />

- Buyurun ağalar, buyurun. Sözleriyle devamlı<br />

müşteri çanrlar ve bir taraftan da çubuk, kahve,<br />

nargile ve ateş yetiştirrneğe çalışırlardı.<br />

Bunun için kahveterin sahipleri garsonlann genç<br />

ve çevik ve bu işlerde yatkın olmasına çok dik·kt eder-


147<br />

lerdi. ,Bu gibi kahvelerin bazılarında saz şairleri, bazılarında<br />

da zurna veya klarnet, çifte nara darbuka, maşah·<br />

zil gibi çalgılar bulundurul urdu.<br />

Sonraları münasip yerlerde kıraathaneler açılarak,<br />

Ramazan geceleri zamanın en seçkin müzisyenleri ve<br />

okuyucuları, incesazlar bulundurulmaya başlandı.<br />

Ramazan'ın ilk günü bütiin devlet daireleri tatil<br />

edilir, gazeteler çıkma:idı. Ramazanlarda bütün re.smi<br />

dairelere memurlar sıra ile devam ederlerdi. Bunun<br />

için aynca bir de nöbet eelveli düzenlenerek, çalışma<br />

odalarına asılırdı. Kış Ramazanlarında günler kısa olduğu<br />

için, resmi dairelerin gece açık bulundurulduğu<br />

da bilinmektedir. Hatta 1863 yılı Ramazan'ında Bab-ı<br />

Ser Askeri ve Tophane Müşiriyet daireleri geceleri açık<br />

bulundurulup, gündüzleri kapatılmıştı.<br />

Camii şeriflerde namazdan sonra mukabele okuyan<br />

hafızlar, Ramazan'a onbeş gün kalarak mukabeleye<br />

başlarlardı. Sultan Beyazıt, Fatih, ca.mileri avlularında<br />

her Ramazan sergiler açılması adet olduğundan<br />

bu sergilerde teşhir olunacak eşyalar hazırlanırdı. Bu<br />

sergiler evkaf tarafından toptan artırmaya çıkarılır ve<br />

üzerine kalan müteahhit sergiye katılacak firmalara<br />

yerleri ayrı ayrı kiralardı. 1861 yılı Ramazan'ında Beyazıt<br />

sergisinin kira bedeli 4300 kuruşta Sahaf Kayseri'li<br />

Mehmet efendide kalmıştı.<br />

Zamanın şairleri, sadrıazam ve Şeyhülislam ve vekil<br />

ve vezirlere takdim olunmak üzere Ramazaniye Kasideler<br />

yazmakla uğraşırlardı. Şair merhum Saib'in<br />

Ramazaniye Kasiesi pek nıeşhur ve şairterin arasında<br />

da pek makbuldu. Hatta Çaytak Tevfik bey (İstan-


148<br />

bul'da Bir Sene) ismiyle yazdığı kitabında Ramazan gecelerini<br />

çok iyi tasvir etmiştir.<br />

RAMAZANIN İLK GtiN'O NASIL TESPİT EDİLİRDİ?<br />

Ramazan'ın ilk gününü tespit etme meselesi İstanbul<br />

Kadılığına ait bir ödev olduğundan (yevm i şek) (1)<br />

gecesi İstanbul Kadısı ile memurlarının Şeyhülislam<br />

Kapısında hazır bulunmaları lazım geldiğinden, o akşam<br />

için Kadı efendi dairesinde, diyanet işleri memurlarına<br />

mükemmel bir ziyafet çekmesi adet idi. Uryani<br />

Zade merhum Ahmet Esat Efendi, Şeyhülislam bu­<br />

_lunduğu zaman, İstıanl;?ul Kadısı bulunan Gelenbevi<br />

Zade Hayrullah Efendi, Ramazan'a bir kaç gün kala,<br />

bu ziyafetin tertibi hakkında o vakitler vakayı katibi<br />

bulunan Naf.iz Efendi ile konuşarak, gerek yorgancı<br />

çarşısından getirtilecek mobilya kirası, gerekse yiyecek<br />

ve sairenin tedarik ve satın alınması için yetmiş,<br />

seksen lira arasında bir paranın lazım olacağını anlaması<br />

üzerine, sırf bu yükden kurtulabilmek için, bir<br />

çare düşünerek, derhal biniş'ini giyinip Şeyhülislam'ın<br />

huzuruna çıkar. Önce sudan havadan konuştuktan sonra,<br />

bir münasebet düşürerek (Canım efendim, Hamir,<br />

Karib ile Bait arasında devran ederse, Karibe mi<br />

(1) EDer Şaban aıtının yirmidokuzuncu gününün akşamı<br />

auın görllldüDü ispat edilirse, ertesi günü ramazan<br />

tldn olunur. ispat olunmadıDı halde, Şaban otuz gün<br />

sayılarak artık ayın görlllmestne Züzum kalmadığın·<br />

dan (yevm-i Şek) Şaban auının otuzuncu günü de·<br />

mek olurdu.


149<br />

atfolunur, yoksa Baide mi?) diye bir soru sorar.<br />

Seyhülislam Efendi de sualden kasdedilen neticeyi an­<br />

Jamayarak birdenbir (Karibe atfolunur) diye cevap verince,<br />

bunu bir fırsat kabul ederek (Allah ömürler versin,<br />

öyle ise arzum yerini buldu. Ramazan yaklaştı. İki<br />

üç gece sonra ayın sabit olması için dairede kalınacağından<br />

ve şimdiye kadar İstanbul Kadılan bu kaideyi<br />

bilmeqiklerinden yemekleri evlerinden, mobilyaları da<br />

yorgancı çarşısından getirtirlermiş. Bizim ev Fatih civarında,<br />

halbuki sizin mutfağınız İstanbul Kadılığı dairesinin<br />

b.i.tiş.iğinde bulunduğundan yenmesi adet olan<br />

yemek ve sairenin efendimize ait olması lazım gelir.<br />

Bundan bana düşecek vazife sadece bu güzel yemeklerden<br />

tatmak olacakdır. Bu sebeple kahyanıza ferman<br />

buyurun tedarikini görsün) demiş ve Şeyhülislam da<br />

çaresiz razı olmakla mobilya masrafı yapmamak için<br />

de Kadılık dairsinde yapılacak merasirnin bu defalık<br />

Şeyhülislam dairesinde yapılmasını .emir buyurarak,<br />

bu ziyafete zamanın bir çok ileri gelenlerini çağırmışlardı.<br />

O akşam oğlu Halid Molla Bey ile beraber ben de<br />

orada bulundum. Doğrusu yemekler gayet nefis ve çokça<br />

olmakla beraber, çok da güzel tertiplenmişti. Herkes<br />

bol bol yedi, içti. Yemekten sonra misafirler, dairesinin<br />

büyük odasına alındılar. O vakit odanın döşemeleri<br />

henüz sandalye ve kanapelere dönmemiş ve eski<br />

şekilde köşe · sedirleri, çuha ve çatma yastıklarla<br />

döşeli idi. Renk renk kürkler içinde, yeşil ve beyaz<br />

imameli uzun kır ve beyaz sakallı yüksek mevkiler sahibi<br />

kimseler ve aralarında çenber sakallı, alaturka<br />

setreli mülkiyelilerin bu sedirler üzerinde, kimi dizi-


ıso<br />

ni dikmiş, kimi diz çökmüş, kimi de badaş kurmuş<br />

oduklan halde, vakurane oturup, uzun<br />

çubuklannın<br />

dumanlarını savururlardı. Manzara hakikaten pek hoş<br />

ve heybetli idi.<br />

İstanbul'da zahmetsizce ayı görebilmek mümkün<br />

.<br />

olan yerler Harbiye Nezareti meydanında bulunan yangın<br />

kulesi, Süleymaniye ve Fatih, Cerrahpaşa, Sultan<br />

Selim, Edirne Kapısı camilerinin minareleri olduğundan,<br />

buralara gönderilmiş olan memurlar ve bu me·<br />

murlann yaruna katılan camiierin hademeleri ile baz,<br />

dikkatli meraklılardan Ramazan ayını görenler,<br />

gelip kadılığa har verdikleri zaman, çubuklr kalkar<br />

herkes daha resmi bir vaziyet alırdı. O gece Şey-<br />

-.<br />

,hülislamın işareti üzerine odaya iki adam girdi. Bir davanın<br />

anlatılması icabettiğinden iki taraf teşkil edildi.<br />

•<br />

Biri ötekinden bir müddet evvel satmış olduğu bir .mercan<br />

tesbih bedelinden. yüz kuruş alacağı olduğunu<br />

ileri sürdü . . B.u lacağını girecek olan Ramazan ayının .<br />

. ilk gecesi almak üzere .aralarında kararlaştırdıklarını<br />

söyledi. Halbuki borcun vadesi, Ramazan'ın girmesi ile<br />

· gelmiş . olduğundan bu alacainı vermeyen borçludan<br />

davacı olduğunu ileri sürdü. Dier taraf ise borc:unu<br />

kabul ·ederek, ancak henüz ramazan girmedi için öde­<br />

. me zamanının gelmediğini iddia etti. Kadı efendi davacı<br />

dan şahit istedi. Yeni ayın hilalini görenler huzura<br />

gelip, borçlunun yüzüne karşı, bu akşam ezandan<br />

üç dakika sonra minareden ayı gördük. Bu gece Ramazanın<br />

ilkjdir. Biz şahadet ederiz dediler. Şahitlerin<br />

dinienitmesine pek ziyade dikkat edildiğinden, . hatta<br />

bir aralık yapılan teklif üzerine, o zaman Şeriye Tetkikat<br />

Meclisi Başkanlığında bulunan Halit Efendi, ayın


ısı<br />

.<br />

.<br />

görülen şek li hakkında şahitlere sorular sordu. Bundan<br />

sonra tezkiye naibi ve dier memurlar gizli ve<br />

açık oylarla şaJıitlerin şahadetlerini ve davanın sabit<br />

oluşunu iki taraf yüzüne söylediklerinden, Kadı efendi<br />

Ramazan'ın girişini kabul ederek davayı alacaklıllıln<br />

lehine karara bağladı. Muhakemenin başlamasından<br />

itibaren, son bulduğu ana kadar Fetvakapısı kapatıl- ·<br />

mış ve dışarıya hiç bir suretle bir haber ulaştıolmamasına<br />

son derece dikkat· sarfedilmişti. Ra mazan'ın girişinin<br />

kabulünü bekleyen Süleymaniye camii mahya-<br />

. cı başısı bile. kapıda alıkonularak Vakayi katibi tarafından<br />

muhakeme neticesini bildiren illmm taiızim ve<br />

defterine kaydedildikten sonra Ramazan'ın sabit olduğu<br />

ve o gece keyfiyetiİı ilan edilmesi ve ferdası günün<br />

Ramazan olacağının makamata bildirilmesi hakkında<br />

diğer bir ilam-ı şer'i tanzim ve Kadı efendi tarafından<br />

mühürlendikten sonra, kapılann açılmasına izin verildi.<br />

Mahyacı aşı tarafından da tahta kutu içinde bulunan<br />

kandil ile dairenin bnek taşından Süleymaniye<br />

•<br />

camii minarelerinde bekleyen kandilcilere işaret verildi.<br />

Birinci ilam mahkemede · saklanarak, ikinci ilam<br />

Şeyhülislama arz edilmek üzere Kadı tarafından mühürleiıerek<br />

Vakayi Katibi Efendiye teslim edildi ve<br />

Sadrıazam'a gönderildi. Vakayı katibine mahkmenin<br />

baş mübaşiri ile bir kaç çuhadar refakat etmekteydi.<br />

.<br />

.<br />

Yakın zamanlara kadar Sadnazamlar bu suretle gelen<br />

Vakayi katipierine ve beraberindekilere hediyeer<br />

ve paralar verirlerdi. Hatta Mekteb-i Nevvab Müdürlüğünde<br />

bulunan Osman Efend·i, Vakayi Katipli zamanında<br />

Merhum <strong>Ali</strong> Paşa'dan elli altın aldığını söy-<br />

. lemişti.


152<br />

Süleymaniye camii kandilcileri aldıkları işaret üze-.<br />

rine, kandilleri yakmış ve beçiler davullarını çalarak,<br />

Ramazan'ın başladığını mahalleleri halkına duyurmuş·<br />

lardı.<br />

Eskiden Dördüncü Murat zamanında Bağdat fethedildiği<br />

zaman son gülleyi atan top padişah sarayında<br />

özel bir daireye yerleştirilmiş olduğundan, daime<br />

.<br />

dolu durur ve yalnız senede bir defa Ramazan'ın ilanında<br />

atılırdı.<br />

RAMAZAN TEBRiKLERi, SEViNCi, ŞEHRİN<br />

AYDINLATILMASI<br />

Ramazan'ın ilanından dolayı bütün İslamların büyüklü<br />

küçüklü sevinç ile birbirlerini tebrik etmeleri<br />

adetti. Kahve peykelerinde çubuk ve nargilelerini içen<br />

ağır başlı, beyaz veyıa abani sarıklı, derviş kıyafetli<br />

veya fesli dindar adamlar, .yerli ve dışarılıklı satıcılar,<br />

babalarla çocuklar, fenerleri ellerinde olarak akın akın<br />

camilere koşarlar, saf saf, ha,ıin hazin Kur'an okunmasını<br />

ve müezzinlerin yüksek perdeden okudukları ezanı<br />

dinler ve namazlarını kılarak dua ederlerdi. Teravihden<br />

sonra, herkes bir birini tebrik ederdi.<br />

Minarelerde temcitler okunınaya ve (Merhaba ya<br />

Şehri Ramazan) ve (Safa Geldin ya şehr-i Ramazan)<br />

gibi cümlelerle Selatin camilerinde malıyalar kurulmaya<br />

başlardı. Mahyaların, Ramazan'ın onbeşine kadar<br />

buna benzer sözlerle, onbeşinden sonra da münasip<br />

tesimlerle süslenmesi adetti.<br />

Büyük camilerio minarelerinde kandil uçurtmaları<br />

bulunurdu. Bu uçurtmalar iplerinin bir ucu mina·


153<br />

reterin şerefelerine, diğer ucu da cami avlusunun şerefeye<br />

karşı bir yerinde yüksek bir yere bağlanır, uçrtmacı<br />

teravih'den sonra bunu uçurtmaya başlar, seyirciler<br />

cami avlusunda, birikir, uçurtmacı da o sırada<br />

kandil ipini avluya bağlı olduğu yere kadar sahverirdi.<br />

Seyirciler de kandil kutusunun bir tarafına şeker<br />

veya kurabiye gibi şeyler koyup, uçurtmacıya he-<br />

. .<br />

diye göndeirlerdi. Camilerin, hele Ayasofya camiinin<br />

kubbeye kadar olan kısmındaki kandiller ortadaki top<br />

karidillerle beraber yakılır, içlednde de mahya kuruturdu.<br />

İsta'nbul'da, Avrupa'da olduğu gibi, gece hayatı olmadağından,<br />

yatsıdan sonra herkes evinde uykuya daldığı<br />

halde, Ramazan .<br />

geceleri halk sokaklara dökülür,<br />

kahveler, dükkanlar salıura kadar açık bulunurdu.<br />

Bunların kandilleri, fanuslan,<br />

lambaları ile caddeler<br />

aydınanır, bazı kahveterin önüne resimlerle süslü ve<br />

kağıttan yapılmış fenerler konur, aileler Ramazan ge-<br />

eelerinde birbirlerine misafir giderlerdi.<br />

,<br />

Bu sebeple<br />

ıssız olan arka sokaklar bile karşılıklı evlerin kafesleri<br />

arasından sızan ışıklarta aydınlanırdı.<br />

İstanbul çocukları yazımız kısmında anlatıldığı gibi,<br />

mahalle aralarının Ramazc:yı gecelerinde aydınlattlması<br />

hususunda çocukl,arın gayretleri de inkar edilemez.<br />

Geceleri sokakların aydınlık bulunması · her husus·<br />

ta iyi olduğlndan, çarşılarda bulunan dükkaniarın önü.<br />

ne karidil asılması ve kimseyi zorlamadan, istekli olanların<br />

evlerinin kapılarına fener asmaları 1846 yılında<br />

ilan edidiği gibi, 1856 tarihinde de Dolmabahçe Gaz-


154<br />

hanesinden Beyolu caddesine havagazı boruları çekilmek<br />

suretiyle bu cadde ışıklandırılmıştı. İstanbul -<br />

Üsküdar ve Boaziçi köylerinin sulu gazla aydınlatılması<br />

için beher lamhaya yirmiki buçuk kuruş alınmak<br />

ve bu para mahalle imamları tarafından toplanmak<br />

ve Zabtiye veznesine teslim edilmek üzere 1864 yılında<br />

Mösyö Hirş adında bir ecnebiye taahhüt ettirilmişti.<br />

Ramazan geceleri caddelerin kalabalıı, sahur<br />

vaktına kadar devam eder, herkes istedi yerde gezip,<br />

istedii elenceye giderek vakit geçiiİrdi. Büyükler<br />

de Vükela konaklarına giderler ve karşılıklı birbirlerini<br />

konaklarda ziyaret ederek. vakit geÇirir-lerdi. Bu gibi<br />

toplantılarda ekseriyetle hoş sohbet misafirler de<br />

bulunur, böyle meclisierin eencelerine doyum olmazdı.<br />

Halkımızın bazılan da sabah namazlarını büyük<br />

camilerde kılınayı adet ettiklerinden, semtlerine göre,<br />

Ayasofya, Beyazıt, Süleymaniye, Fatih, Eyüp camilerine<br />

giderlerdi. Ekseri halk sabah namazından sonra<br />

yatıp uyku ile gününü geçirmek isterdi. Maa-ma-fih adet<br />

deşikliinden dolayı önceleri kimi uyumaya çalışıp<br />

da, uyuyamadıından, gözleri kızarmş ve kimisi tiryakilik<br />

titizliği ile, evde kavga çıkarmış olduğundan,<br />

hiddetle sokağa fırlarmış. tık günlerinde .herkeste bir<br />

değişiklik meydana gelir, bazıları Ramazan'ın intizamı<br />

bilimiyledir derlerdi.<br />

DAVULCULAR, HUZUR DERSLERİ<br />

Ramazan gelmesiyle davul sesleri de beraber gelirdi.<br />

Her gece sahur vaktine kadar yakın mahaJle


155<br />

bckçiler.i, davul çalarak mahallelerini dolaşır ve arada<br />

b,ir davul kesip (sahur vaktidir, saatler sekize geliyor)<br />

diye bağırıp, davul çalarlardı. Unkapanı kahvelerinde<br />

ha.inallar davul çalmaya Ramazan'ın ilk gece<br />

sinden başlar, ikinci, üçüncü geceler bekçiler ücretle<br />

•<br />

tuttukları tekerlemecileri .)' anlarına alarak mahallesinde<br />

bulunan konaklann ve evlerin kapılarında durup:<br />

Besmelyle çıi:tım yola,<br />

Sehbn verdim sata sola.<br />

Benim mürüvvetU efendim,<br />

Devletiniz daim ola.<br />

başlangıcı ile bir takım tekerlerneler söylerler, bunlarla<br />

hanımlar ve çocuklar eğenirdi. Hele:<br />

HalayıkJar, ha1ayıklar,<br />

Ocak başmda sayıklar.<br />

Davulun sesini duyunca,<br />

Plrlnçln taşın ayıklar.<br />

gibilerine çok gülerlerdi.<br />

Selçuki Sutanı Aa-addin<br />

tarafı:.Jdan hediye edilen<br />

davul Bursa'da Orhan Gazi türbesinde asılı olduğu halde,<br />

Bursa'hlarca büyük yangın denilen 1801 tarihinde<br />

meydana gelen yangında yanmış olduğu rivayet edilir.<br />

Bu olay davulun milli bir yadigar olmasından dolayı<br />

üzülmeğe değer:<br />

Ramazan gecelerinde çocukların (Helesa) tekerlemeleri<br />

de v.ardı. (Uzunçarşı çamur olmuş', baldavalar<br />

hamur olmuş, tiryakller mahmur olmuş, Helesa, He<br />

lesa •• ) güftelerini yüksek sesle avaz avaz söylerlerdi.


156<br />

Ramazan-ı $erifde padişah sarayında Huzur Dergisi<br />

adı ile bir meclis kurulmak adetti. Her meclisde<br />

ülemadan bir ve müde11rislerden yedişer, sekizer din-<br />

<br />

Ieyici bulunup, bir müderris tarafından bir kaç Ayeti<br />

Kerime okunur ve manası anlatılır bunlarla dinleyiciler<br />

arasında sualli cevaph bir münazara olurou. So<br />

nunda da bu mesele bir neticeye bağlanınca, padişah<br />

tarafından hepsine ihsanlartla bulunulurdu.<br />

Bu gibi münazaraların yapılması bir .edeb ve terbiye<br />

dahilinde olmasına çok dikkat edildiği halde, bazı<br />

hoca efendiler konu dışına çıkarak işi şahsiyete döktükleri<br />

de çok kerre görülen şeylerdendi.<br />

Bu münazaraları Sultan Üçüncü Mustafa esaslandırmış,<br />

onun zamanında bir müderris. ile beş muhatap<br />

bulunması usul kabul edilmiş idi, sonraları bu sayılar<br />

artırılmıştır.<br />

Ramazan'ın birinci günü başlar,<br />

sekizinci günü<br />

son bulurdu. Sultan Il. Hamid bu usulü eğiştirip,<br />

sekiz müderrisin her birini istediği gün toplardı.<br />

İSTANBUL SERGİSİ<br />

1862 tarihinde Sultan Ahmet meydanında, şimdiki<br />

parkın bulunduğu yerde kurulan (Osmanlı Sergisi)<br />

nin açılış töreni Ramazan'a rastladığı için, bu törenin<br />

Ramazan'ın on'una rastlayan Cuma günü yapılması kararlaştırılmış,<br />

Ayasofya camiinde tertip olunan selamlık<br />

. resminden sonra yapılmıştı. O vakit Sadrezarn Mısırlı<br />

Kamil Paşa, Dış İşleri Bakanı <strong>Ali</strong> Paşa ve Serasker<br />

de Fuat Paşa idi.


157<br />

Mısır valisi İsmail Paşa 1862 de Mısır valiliğine<br />

atandığından d


158<br />

yılı Ramazanında Bab-ı Seraskeride iftar edip, vekillerle<br />

birlikte teravih namazını Beyazıt camiinde<br />

kılmışlardı. İkinci Sultan Mahmut halkın halil)i ince·<br />

lemek ve hele Ramazan keyiflerini görüp anlamayı adet<br />

haline getirdikleri için, Ramazan günlerinde Beşiktaş<br />

Sarayından İstanbul tarafına geçer, Kapalı Çarşı'da<br />

Kalpakçılar başında bir tuhafiyeci dükkanında ve Beyazıt'da<br />

Tütüncü dükkanında oturarak, gelip geçenleri<br />

seyreder ve cami içinde dolaşarak, bazı hafız ve<br />

vaizleri dinler, bazan da kendileri katip kıyafetine gi­<br />

·rerek, meşhur müsabibi Sait Efendi ile birlikte tebdil<br />

gezerlerdi.<br />

CAMİ ÖNLERiNDEKi SERGİLERDE NELER<br />

SA TILIRDI<br />

Hidiv İsmail Paşa 1862 yılı Ramazan;ında İstanbul'da<br />

bulundu için Yeni cami, Beyazıt v.e Mirgün<br />

camilerinde Mısır' dan özel olarak getirtil en hafızln<br />

gidip dinlerdi, Fuat Paşa ilk sadrazam oldu sırada<br />

Nu:ru Osmaniye camiinde zamanın en tanınmış alimlerinden<br />

Murat Molla dergahı postuişini Reisülkurra<br />

Feyzullah Efendi ile Hafız Galip Efendiyi vaiz ve Kur'·<br />

'<br />

anı-ı Kerimi güzel okuyan iki de hafız tayin eylediklerinden,<br />

Kapıcı ricali evvela Nuruosmaniye camiine gelirler,<br />

sonra çarşı içi yolu ile Beyazıt camii şerifine<br />

teşrif ederler, bazıları da sergilerde<br />

vakit geçirerek,<br />

hoş sohbet kişilerin Ramazan hikayelerini dinler, gah<br />

sergi eşyasını gözden geçirirler, beğendiklerini iftar vakti<br />

konağa getirmesi için satıcısına tenbihde . bulunur­<br />

Jardı. Sergiciler de hem iftarda kalır, hem de getirdik-


159<br />

leri eşyabın parasını diş kirası ile birlikte fazlası ile<br />

alırlardı. Bu eşya, Hafız Osman, Rakım ve Celaleddin<br />

gibi meşhur hattatların yazıları ve nefis kitapları veya<br />

bazı antika ve eski madeni tabaklar, saksonya kaseler,<br />

çubuk takımları gibi şeylerdi. Bazi kimseleri<br />

Ramazanlarda<br />

tesbih merakı da bir hayli meşgul ederdi. Al-:<br />

tın Kamçılı Mercan, Öd Ağacı, Anber gibi tesbihler de<br />

bu .<br />

alış verişlere dabildi.<br />

Bir eski mecmuada gözüme iliştiğine göre, müşterinin<br />

ilgisini çekmek için Tesbilıçi Emir adında bir.<br />

ı.at, dükkanı önünd,e: (Tesbihim bi.rer pareye) diye bağırırmış.<br />

Ne garip bir tesadüftür ki, bu (Tesbihim birer<br />

pareye) tabiri bu zatın ölümüne tarih olmuş. Müs- ·<br />

takim Zade merhum kendi zamanından evvelki bir çok<br />

vak'a· ve olaylara tarih söylemek adetinde<br />

bulunduğundan,<br />

kendinin belki pek gençliği zamanına rastlayan<br />

bu tesbilıçi Emir'in ölümüne de şu: (Yüz çevirdi hayf<br />

tesbilıçi fenadan beka'ya 1157-1744) beytini tarih düşünnüştür.<br />

Tesbih yapan esnafın yaptıklan teshipleri dükkan­<br />

Iarında satmak adet olduğuna göre, bu tesbilıçi Emir'­<br />

in böyle özel çağırışla tesbih satması, kendisinin ya<br />

Beyazıt, yahut Fatih camilerinden birinin avlusunda<br />

her zaman rastladığımız esnafdan olduğu sanılmaktadır.<br />

Bundan anlaşılıyor ki, bu iki cami-i şerif avlula·<br />

nnda sergi açılmak adeti 1744 yılından önce başlamış<br />

oluyor.<br />

Beyoğlundan ecnebiler .eşleriyle birlikte bu sergileri<br />

gezmek için gelirler, hatta beğendikleri eşyayı da<br />

satın alırlardı. Bazı laubali kimseler de, sergilerde otu- ·


160<br />

ran mevki sahibi ve kibar tanıdıklarının yanına gelirler,<br />

onları etekliyerek, riyakar cümlelerle, çeşitli şaklabanlıklar,<br />

dalkavukluklar yaparlar, karşılarındakileri<br />

tuhaflık ve hazır cevaplılıklarla güldürerek, tesbih, çubuk,<br />

ağızlık gibi hediyeler satın aldır.ırlardı. Bu gibi<br />

adamlar sonraları tütün sergisinden tütün ve sigara<br />

l)aketleri hediyesine kadar tenezzül eder oldular.<br />

Hereke ve Feshane fabrikalarının dokuduğu kumaşları<br />

sergileyen yerlerle, Çinli tüccarların Çin'den<br />

getirdikleri çay, yemek ve sofra takımları ile, İran ve<br />

yerli dokuma halı, kilim ve seccade sergilerinde de çok<br />

güzel eserler bulunurdu.<br />

İşte camiler de hele Beyazıt ve Fatih Camiinir:ı içi<br />

ve dışı halkla hıncahı·nç dolu olduğu gibi, Sultanahmet<br />

ve Şehzade, Laleli Camileri de kadınlarla dolar ve bütün<br />

gün evvela Kapahçarşı, sonra Beyazıt Meydanı ve<br />

daha sonra Şehzadebaşı Direklerarası caddeleri kadın<br />

erkek yayalar ve arabalılardan geçilmez bir halde kalabalık<br />

olurdu. Zeynep Hanım konağından Şehzade karakoluna<br />

kadar arabalar ve yayalar durmadan piyasa<br />

ederlerdi.<br />

Ramazanda konuşulan sözlerin hemen hepsi, falan<br />

camide falan hafızın sesi çok güzel. falan yerdeki<br />

.hatibin hutbesine doyulmuyor, falan hocanın münasebetsizliği<br />

çekilmez gibi sözlerdi. Bir vakitler Beyazıt<br />

Caii şerifinde Kayserili bir vaiz türemişti. Herif gayet<br />

şaklaban olduğundan, çok kişi eğlenmek için onun<br />

vaazına koşarlardı. Vaiz sırasında (rakıya verin ağızlar,<br />

tütüne verin savrun, hocaya gelince bağırın, alın<br />

mı cenneti) diye elini rahleye vurur bağırır, herkesi


'<br />

'<br />

• ..<br />

• •<br />

'1<br />

(;. '<br />

"'..<br />

•<br />

· ... , .<br />

•<br />

•<br />

'<br />

.<br />

. ..,<br />

... ..<br />

•<br />

•<br />

• <br />

' r.<br />

l<br />

,-ll<br />

.<br />

•<br />

c<br />

i•"<br />

A'<br />

.. 1<br />

'<br />

". ··J<br />

•<br />

• '<br />

.. •<br />

.f_ '<br />

•<br />

•<br />

•<br />

•<br />

•<br />

•<br />

•"<br />

' .<br />

<<br />

, . .;,­<br />

, .<br />

••<br />

•<br />

•<br />

Batılı ressam/annfırçası ile canlandırılan bir köşe<br />

F<br />

ıı


162<br />

güldürürdü. Şeyh Şallafe denilen mukallit bir herifin<br />

de Galata'da Arap Camiinde kürsüye çıkıp (yarın ruz-i<br />

kıyamette Hallac-ı Mansur dünyayı böyle atacak) başlangıcı<br />

ile hallaç taklidi yaptığı ve karşılığında zamanın<br />

modern yaşayan kişilerinden bir hayli balışişler<br />

*<br />

aldığı meşhurdur.<br />

Fatma Sultanın ilk kocası Reşit Paşa Zade merhum<br />

<strong>Ali</strong> Galip Paşa ekseriya gelip bu Kayserili herifi dinler<br />

ve ağaları eliyle hediyeler verirdi... Bir ramazan,<br />

Paşa, elinde gördüğüm inci tesbihinin, kayınpederleri<br />

Sultan Abdülmecid hazretleri tarafından ramazan hediyesi<br />

olarak ihsan buyurolduğunu söylemişlerdi.<br />

Şehzade Camiinde başında sarık, arkasında biniş<br />

oldu halde 1863 senesi ramazan-ı şerifinde ikindiden<br />

sonra <strong>Ali</strong> Suavi Efendi vaaza çıkmıştı. O tarihte yaşı<br />

otuz kadardı. İslam hukukunu çok iyi anlatıyor diye<br />

dindaşlarımızdan birçok kişi vaazında hazır bulunuvorl=-rdı.<br />

OSMANLI SERGtst DEDİKODUSU .<br />

Her şeyin bir kusurunu bulup karşı koymayı kendisine<br />

adet edinmiş olan kişiler her devirde eksik ol­<br />

. madığı ve hele ramazanlarda dillerine bir şey dolayıp,<br />

ukalalık etmeye bayıldıkları gibi 1862 Ramazamnda en<br />

çok söz ve dedikodu ·konusu olan da Osmanlı Sergisi<br />

olmuştu. Mesela Meclis-i Vala Mazbata Odası şeflenoden<br />

Arif Beyin Peyk-i Zafer kalyonunun resmi ile<br />

yine Refik Beyin, içine bazı yapma çiçekler koyarak<br />

yaptığı sürahinin sergiye konulması hususlarına itiraz<br />

edildi. Çünkü sergi.ntn açılmasından maksat gö-


163<br />

rülmemiş şeylerin teşhiri olmayıp, asıl maksat, memleketin<br />

toprak ürünlerini ve fa·brikalann imalatını<br />

göstermek hususlanndan ibaret olduğunu söyleyerek<br />

bk hayli konuşmalar geçti. Hattil ramazan içinde Valide<br />

Sultann sergi dairesine gelip, kadınlar gününün<br />

açılış törenini yapması ve Sergi Komisyonu Reisi Mısırlı<br />

Mustafa Fazıl Paşaya ve üyelerden Fuat Paşa Zade<br />

.<br />

.<br />

Nazım ve kapı kethudası Azmi Beylere birer mücevherli<br />

enf.iye kutusu hediye etmeleri bile (ikinci açılış<br />

töreni) denilerek, alay ve itiraz konusu oldu.<br />

RAMAZAN GÜNLERİ NASIL VAKİT GEÇİRİLİRDİ?<br />

Halkımızın biribi.rine, •Nasıl vakit geçiriyorsunuz?•<br />

sorusundan da anlaşılaca gibi, ramazan günlerinde<br />

birinci derecede aranılan şey vaktini hoş geçirmek<br />

için kendine elence aramak oldudan ramazan<br />

günlerinde vakit geçirmek için belirli yerlerden biri de<br />

Kapalıçarşıdaki Sandal Bedesteni idi. Vaktiyle bedesten<br />

dolaptannın her birinde bikaç bin keselik kıymetli<br />

eşya bulunurdu. Buraya ekseriya aziedilmiş vekillerle,<br />

bazı mecl.is azaları ve kapı kethudaları gibi,<br />

ödevleııi hafif olan eski adamlar gelirler, dolap adı verilen<br />

dükkaniarda oturarak, birbirleriyle sohbet ederlerdi.<br />

Bunlar eski maden ve Saksonya tabak ve kaseleri,<br />

buhurdan, güJabdan, şamdan· gibi gümüş takımlarını<br />

ve Lahur şalları v nadide saatlan ve diter kıymetli<br />

eşya yı gözden geçirirler ve bu eşyadan · her biri<br />

hakkında birbirlerine bilgi verirlerdi. İçlerinde bu eş.<br />

yaJardan beğendiklerini alanlar da olurdu.


164<br />

İşte gündüzleri cainilerin ziyareti, bedesten ve ca·<br />

mi sergilerinin gezilmesi, yaşltiann ve arbaşlılann<br />

Kalpakçılarbaşı, Beyazıt ve Şehzadebaşı gibi caddelerli<br />

gezilmesi de gençleı in elencesiydi. Akşamlan birbir<br />

lerini iftara davet ve geceleri kahvelerde topnıp soh<br />

bet etmek veya oyun oynamak da başka bir elencc<br />

teşkil ederdi.<br />

Aksaray, Şehzadebaşı, Tophane gibi caddelerde ra·<br />

. mıazan geceleri insan bir ceryana kapılır, adeta hesaplı<br />

adım atmak icab ederdi.<br />

O zamanlar caddeler daha<br />

dar ve e bürü olduğundan dolayı, omuz kakmasından,<br />

dirsek çarpmasından, ayak çiğnemesinden kurtulmak<br />

mümkün olmaz, hele dalgın bulunmaya hiç gelmezdi.<br />

Alabildine yüriiyenlerden birinin çarpmasiyle<br />

insan sendeleyip, şerbetçi tablasına çarpar,<br />

manav<br />

dükkanlannın önüne atılmış karpuz kabukianna basarak<br />

ayaı kayar, düşer, yaya kaldınmlarına çıkmak da<br />

mümkün olamaz, çünkü kahveciler, çaycılar iskemle ve<br />

sandalyelerle doldurmuş olurlardı.<br />

Büyük caddelerde ve bazı boş arsalarda, denne<br />

•<br />

çatma barakalarda Pandomima ve atcambazı tiyatrolannın<br />

orkestralan, orta oyunlarının zurna gürültüleri,<br />

hovarda kahvelerinin darbuka, çifte nara, klarnet patırtılan,<br />

çaycılann (buyurun beyim) sesleri, (haniya buz<br />

gibi limonatam) barışları, hayale, karagöze davetleri<br />

devam ederdi. Çaycı ve berber dükkanlannın önündeki<br />

sandalyalarda oturan beyler ve efendiler arasında<br />

(İskilip hamndaki incesaz hakikaten çok güzel, hele<br />

keman taksimi insanı mest ediyor... Bugünkü Ceride-i<br />

Havadis'i -Havadis Gazetesi- okudunuz mu?) sözleri


165<br />

işitilirdi. BeyoAiunda Naum'un tiyatrosundan ve muzikasından<br />

söz edilirdi.<br />

KAHVE SOHBETI.ERI NASIL OLURDU?<br />

Mahallelerıin kibardan geçinen· ihtiyar kahvelerinde<br />

biri: eKatir şeytan sebep oldu, bu gece teravih namazını<br />

kaçırdıkıt bir başkasc eSimitleri kasap dükkanında<br />

unutmuşum. Geri dönmeye .mecbur olduin. Kardeş<br />

sokaklarm kalabalıan geçilmiyor ki, iftara ye<br />

tişemedim, yolda top atıldı• bir üçüncüsü:<br />

eCenab-ı<br />

Hak taksiratımızı affetsin, dünya öyle bir detişti kb,<br />

başka biri tarafindan: eKış ramuaı mı iyidir., yaz ramazaİıı<br />

mı?• diye sorulan suale ukalidan biri: eBana<br />

kalırsa sonbahar ramazam hoştur. Havalar orta, gün<br />

ler kısa, sebze ve meyve bob cevabını verir. Öteden<br />

bir hkracı: eBektaşiye, ramazam mı seversin, bayramı<br />

mı diye sormuşlar, ra mazam cevabını vermiş. Ne için<br />

dediklerinde, yenir de, onun için cevabını vermiş• fıkrasını<br />

anlatır. Bir aralık sohbet tütünlerin fiyat ve nefaseti<br />

meselesine gelir. Geveze ihtiya birisi: eKoska'<br />

da tütüncü bir <strong>Ali</strong> Bayrakdar vardı, sat ise kulaklan<br />

çmlasın, öldüyse Mevla rahmet eylesin. Bizim Tatarağası<br />

Hüseyin Ağanm eski dostu}'du. Ramazanlık tütünlerimizi<br />

ona ısmarlardı. Bir ramazan, eğer paraya<br />

kıyabilirsen Mekkizade için hazırladıiım tütünden sana<br />

biraz vereyim, fakat bir okkası için üç kuruşunu<br />

alınm, dedi. Ben de ne olursa olsun, dedim, kağıda<br />

sardı; ne bileyim o zamanlar okkalar da mı ziyade idi,<br />

neydi? Oç<br />

aylık çocuk kadar paketi kucağıma verdi.<br />

Sana yalan, bana gerçek, kahvede çubuğu doldurdum,


166<br />

mis:· gibi kokusu etrafa yayıldı. Bütün ahbap birer nefes<br />

çektiler. Herkes (o, oo) diye şaşırdılar. Allah gani<br />

gani rahmet etsin, merhum Hacı Gamnfer Ağa: •Öyle<br />

ama bir okka tütün için de üç kuruş verilmez. Böyle<br />

şeyler zenginlere göredir. Her ne ise ramazanlarda bir<br />

defa için zarar yok» diye nasihat etmişti. Hey gidi gün-<br />

· ler hey ..» Bir başkası: •Mevlana şimdi bohça tütünlerinin<br />

alasını Ulah Boyar'ları içiyor. Tüccar denk denk<br />

tütUnlerini oraya gönderiyorlar» gibi taktakiyat yapılırdı.<br />

Bazı mahalle kahvelerinde de bu gibi konuşmalar<br />

ile boşuna vakit kaybetmemek için kitap okunurdu.<br />

Kahveci tarafından salıaflardan kira ile (Kan Kalesi),<br />

(Hamzaname), (Battal Gazi) gibi kitaplar te!iarik edilir,<br />

kahveye gelenlerin içinde okuması olan' bir müşteri<br />

okuyup, diğerleri dinlerlerdi. Kahveci, kitap okuyan<br />

müşteriden kahve parası almaz, okumayı üzerine alan<br />

müşteri de, kitabın bazı yerlerini okuyamayıp heceleye<br />

heceleye söktürebilditi kadar okurdu. İkide birde<br />

kahveci çırağı, kahvenin şurasına, burasına konulmuş<br />

olan y·ağ mumlarının fitilini, ona mahsus makas ile<br />

kesrnek için peyketeri dolaşırdı. Bazı semtlerde gençlerin<br />

kahvesi ayndır. Geceleri yüzük oyunu, tuğra oyunu<br />

gibi oyunlar oynarlar, çekişirlet; buralarda kavga<br />

gürültü eksik olmazdı.<br />

BtiYtiK KONAKlAaDA İFrAR ZİYAFETLERİ<br />

Bab-ı <strong>Ali</strong> havadisini, devlet adamlannın sırlarını,<br />

kibar dedikodularını bir an önce haber amayı kendine<br />

iş güç ed.inmiş olan birtakım eski valiler ve memurlar<br />

ikindiden sonra cami avlularında halka olarak bir-


167<br />

birlerine bilgi Sıatarlar, ve filan paşanın hala iftanna<br />

gidemedim, pek ayıp oldu. Diğeri, fakir bu akşam Şerif<br />

hazretlerinin iftanna niyet ettim. Bir başkası, fi·<br />

lan paşaya dün sergide rastladım, ramazan geleli görüşemedik<br />

buyurdular. Utancımdan yerlere girdim; gibi<br />

sözlerle övünürlerdi.<br />

Diğer taraftan paşalar, konaklarının kalabalığından<br />

söz ederek; «dün akşam bizde kırk sofra kurulmuş,<br />

artık buna dayanılmaz• diye şikayette bulunurlardı.<br />

Hatta sonraları ramazan gelmeden evvel, Proto<br />

kol Müdüriyetinden gazetelere verilen ilanda, rütbe ve<br />

memuriyet sahibi olanlar, ramazanda veldl konaklanna<br />

iftara gitmeleri bir resmi ödev sanılmakta ise de,<br />

bu ziyaretler, her.kese Zahmet ve külfet verdinden,·<br />

din öğrencileri ve derviler hariç, hiç kimsenin, davet<br />

olunroadıkça iftara gitmemeleri ve isteyenlerin birbirlerini<br />

davet edebilecekleri konusunda resmen beyanda<br />

bulunurlar, fakat bunun asla tesiri görülmezdi.<br />

O vakitler, vekil ve vezıirlerin bu gibi hallerini yakından<br />

tetkik edenler, bu paşalar, her ne kadar iftarcılann<br />

çokluğundan şikayet etmekte iseler de, aslında<br />

gelenlerin çokluğu nispetinde memnuniyederi artmaktadır.<br />

Çünkü, herbirilerinin halk tirerindeki itibarlarinın<br />

derecesi, kendilerini ziyaret edenlerin adediyle ölçüldünden,<br />

bunu itibarianna ölçü saymaktaydılar.<br />

Bu sebeple şikayetleri içten değildir.<br />

Sultan sarayiarına ve eski kadın efendilerin yalılarına<br />

iftara gidenlerin itibarlı olanlarını baş ağanın<br />

odasına, daha kijçük rütbede bulunanlan, diğer harem<br />

ağalan ve baltacılar odalanna alırlard. İftard3n


168<br />

sonra harem ağaları vasıtasiyle Sultan ve Kadın Efen·<br />

dilere saygıları ilet.ilir,<br />

karşılığında iltifatla beraber,<br />

derecelerine göre hediye veya para alırlardı. Bunu getiren<br />

harem ağası, hediye veya parayı teslim etmeden<br />

önce, öpüp başına koyduktan sonra verir. Alan da, al.<br />

dığını öpüp başına koyı;naya mecburdu.<br />

İFTAR SOFRALARININ ÖZELLİİ<br />

.<br />

Ramazan akşamları verilen iftar ziyafetlerinin, di- ·<br />

ğer zamanlarda verilen ziyafetlerden başlıca farkı, iftar<br />

kahvaltısı kısmı olup, halkımızın birbirlerini ifta·<br />

ra davetlerind.e, yemeğin cinsine ve netasetine dikkat<br />

edilmekle beraber, kalıvaltı tepsisinin en küçük teferruatına<br />

kadar. intizamına başkaca bir önem verilirdi.<br />

Reçellerin çeşidi, peynir, hayvar, zeytin, sucuk, pastırma<br />

gibi çerezler, ufak tabaklada tepsiye yerleştiri·<br />

tip sinilerin ortasına konulurdu. Mevsimin çeşitli meyveleri<br />

ve salatalar da bunlara mahsus tabaklar içinde,<br />

tepsinin etrafına, muntazam şekilde konulutdu. Zemzem<br />

fincanlan, Medine hurması, hardal tabakları kon-<br />

,<br />

mak suretiyle, iftar sofrası tamamlan,ırdı. Çekirdeğinin<br />

yemekiere düşmemesi maksadiyle, aslında sofranın süslenmesine<br />

yardım olmak için, limonlar ortasından kesilip,<br />

tüller fçinde ipek ve renkli kurdelalarla bağlanarak<br />

ufak tabaklara konulduğu da görülmüştür.<br />

İçme suları kapalı ve tabaklı Saksonya bardaklarla<br />

hizmetçilerin elinde tutulurdu.<br />

Çatal, kaşık, bıçak gibi şeylerin ramazan.da kuBa·<br />

nılması münasip görülmediğinden, kullanmayı adet etmiş<br />

olanlar da, halkın ayıplamasına hedef olmamak


169<br />

için, bunlann yerine mercan saplı, fildişi, sedef ve bağadan<br />

yapılmış yahut siyah ve beyaz cilalı tahta kaşıklar<br />

kullamrlardı. Gerek bu kaşıklar, getek has pide<br />

ve francala, çörek ve sirnitler sofranın kenarına dizilirdi.<br />

Bir de,<br />

ramazanın başlangıcından sonuna kadar,<br />

halkımızda işkembe çorbasma bir düşkünlük vardı. Ve-·<br />

li Efendi Zadenin bindi derisinden işkeınbe ·çorbası<br />

yaptırması hikayesinden de anlaşıla gib i, zengin ve<br />

fakir herkes sofrasında işkembe çorbası bulundurmak<br />

isterdi. lftara beş on dakik.a kalarak, çorba tasını alıp,<br />

işkembeci dükkfmına giderler, hatta nöbete yatarlardı.<br />

Konaklardan uşaklar, ayvazlar kapaklı çorba kiseleri.<br />

ni getirip, kazanın etrahna dizilirlerdi.<br />

Yemetin sonunda mutlaka hoşaf bulundurmak<br />

adet olup, elınastraş kaseler içinde, dökme tepsilere .<br />

konulup, kenarlarına, içieri ufak kase kadar çukur ve<br />

saplan bağa veya fildişinden yapılmış kaşıklar konul.<br />

mak suretiyle ·hazırlanırdı. Yaz mevsiminde kaselere<br />

buz da konurdu.<br />

Eskiden herkes minderlerde halka olarak oturup<br />

yemek yediklerinden, sofralar alçak iskemierler üzerine,<br />

sarı veya bakır siniler konulmak suretiyle hazırlamr<br />

ve peşkir denilen dokuma bezi, peçete yerine kul-<br />

.<br />

lamlırdı. Hatta hizmetç.ilerin ayaktan,<br />

peşkirleri herkesin<br />

dizlerine rasttatmak şartı ile atmalan birer hü-


170<br />

ner sayılırdı (1). Ezana birkaç dakika kalarak sofra<br />

başına. gitmek, iftann şartlarından idi. Misafirler sofranın<br />

etrafında otururlar, ortada çıt yok, herkes birbirine<br />

küsmüş gibi, yüzler samurtkan beklerler. Susamlı<br />

simitlerin, bademli çörekle·rin, kazan yağlılarının<br />

misk gibi kokusu ve o muntazam iftar sofrasının seyrine<br />

doyulmazdı. Bunların içinde herkesin bir imrendiği<br />

olacağından velev iki üç dakika da olsa, oruç ha'liyle<br />

sabır ve tahammül istenildiği için, sofradakilerin<br />

kimi saate bakar, kimisi gözlerini kapayıp, hayale dalardı.<br />

Top atılması ile beraber, oruçlar açılır. O mükellef<br />

sofraya bir hücumdur başlar; çorbalar, yumurtalar,<br />

etler, börekler, tatlılar, birbirini takip ederdi. Beldemiz<br />

adeti gereğince, hele ramazanlarda yemekierin<br />

çokluğu, ınİsafirlerin ağırlamasına bir çeşit ölçü kabul<br />

edildiğinden, yemekierin arkasının alınmasına kadar<br />

beklemek, tiryakile:rin hesaplarına gelmediğinden,<br />

çoğu özür dileyerek sofradan kalkardı.<br />

Vekil, vezir ve büyüklerio konaklarının bir çoğunda<br />

yemeğe ara verilmek usulü kabul edilmiş olduğundan,<br />

iftar vaktine birkaç dakika kala, hazır bulunanla-<br />

(1) Hizmetçilik mesle#ine girecek olo.nlar evvelo. çırak<br />

olarak konaklara girerler, kovuşlarda gedikli ağala·<br />

ra hizmet ederek, bu peşkir atmak ve uzun çubuk·<br />

ları doldurup, bir elinde çubuk diğer elinde parlo.·<br />

tılmış sarı tabla ile g6tilrllp ve bir dizi ilzerine çiS<br />

kilp, içecek adamın tam ağzı hizasına rastlo.mak<br />

şartiyle, çubuk ver:mek ve ortada yakılmış olan yağ<br />

ve bal mumlarının ilç beş dakikada bir ona mahsus<br />

makas ile söndilrmeden titiZlerini kesmek gibi<br />

bir takım hizmetler öğrenirlerdl.


171<br />

rın önlerine ufak tepsilerde reçel, peynir ve zeytin gibi<br />

kalıvaltı ve bir iki ufak kase de çorba konurdu. İftardan<br />

sonra nargHe, çubuk, kahve, enfiye ve afyon gibi<br />

keyif verici şeylerle, keyıifler yerine getirilirdi.<br />

Akşam<br />

namazları cemaatle kılmırdı. Mükellef giyinip kuşanmış<br />

olan iç ağaları hizmete hazır bir durumda beklerlerdi.<br />

Gerçi yemekten önce ve sonra leğen ve· ibriklerle<br />

eller yıkanmak adet ise de, yemekierin ellerle yenmesi<br />

çirkin göründüğünden, sonraları yavaş yavaş çatal,<br />

kaşık bulundurulması da yaygınlaşmıştı. Vaktiyle<br />

öd ve amber yakılarak her tarafı<br />

kokulara boğmak<br />

adetti Büyl\k dairelerde kahve, çubuk gelmesinde de<br />

bir çeŞit teşrifat vardı. Evvela ·çubuklar uzun olmak ve<br />

kıymetli kehribar ve süslü imamelerle beznmiş bulunmak,<br />

mevcut misafirlere bir anda ve . rilmek şart idi.<br />

Hatta hariciye teşrifatçısı Kamil Bey, hizmetkarların<br />

çubuk getinnesinden lci.naye: «Bu kargılı heı.iiflerden ne<br />

vakit kurtulacağız?) derd.i. Kahve takımını,,<br />

dairenin<br />

. ,,<br />

kahveci başısı getirip, odanın münasip yerinde durur,<br />

kahve ibriği soğumamak için, stil tabir olunan . gümüş<br />

zincirli ateşiikiere konulurdu. Bu stili taşıyan yamak<br />

da kahveıcİbaşının yanında bulunur. Ne kadar misafir<br />

varsa, o kadar ·da ağa, kahvecibaşının etl"afına dizilirdi.<br />

Tepsinin üzerinde bulunan sırmalı örtüyü kıdemli<br />

.<br />

iç ağası kaldırıp, kahvecibaşının omuzuna kor, sonra<br />

ağalar kafesli gümüş zarflarla fincanları alıp, ateşlik<br />

üzerinde bulunan ibrikten kahveyi koydurup,<br />

zarfın<br />

ucundan tutmak şartiyle, yine bir anda misafirlere verirlerdi.<br />

.•


172<br />

ZIYARET EDİLEN YERLER<br />

Ramazan Adetlerinden biri de, cami ve mezarları<br />

ziyaret etmekti. Bilhassa Fethiye ve Kariye, Tokludede<br />

Camileri gibi kiliseden bozma camileri ve Hazret-i Halid<br />

· ile birlikte savaşa gelen Esbab-ı Kirarn türbelerini<br />

ziyaret ve meselA Fethiye Camii, fetih sırasında kilise<br />

olarak bırakılmış binalardan olmasma ramen, 1591<br />

tarihlerinde meydana gelen bir münakaşa üzerine, nasıl<br />

olup da Uristiyaniardan alınarak, Üçüncü Murat tarafından<br />

oamie tebdil olunduiu, tarihlerde yazıldı anlatılırdı.<br />

Akşam Hz. Halit türbesinde iftar ve bazı dost<br />

evlerinde veya kebapçı dükkAnlannda veya kaymakçılarda<br />

yemek yiyip, Eyüp Camiinde teravih kılarlardı.<br />

Yenikapı Mevlevihanesi, Sünbül Efendi, Kocamustafapaşa<br />

dergAhlan gibi tanınmış tektelere iftara gi·<br />

derler ve tanınmış kimselerden ekserisi, Enderun'da<br />

bulunan Hırka-i Saadet dairesinde (1) ve Kadir geceleri<br />

de Ayasofya Camiinde iftar ederlerdi. Eski <strong>Ali</strong> Paşada<br />

bulunan Hırb-4 Şerifi ziyaret ve le namazını<br />

kılarak, itindiye Fatih'e gelmek ve ramazanın ilk cumasını<br />

Ayasofya, ikincisini Eyüp Sultan, üçüncüsünü<br />

de Fatih ve son cumasını mutlaka Süleymaniye Camilerinde<br />

kılmak halkımızın ramazana mahsus ldetlerindendi.<br />

(1) BırkiM Saadet: Peygamberimfzin BırkaBı ile da1uı<br />

bazı m1lbarek ewmıın bulundflDu daire. Oamanlı<br />

padişaJılan 'her Ramazan'ın onbepn'de b1lyilk mera<br />

ıbn ile Bırka-t Saadet Dairesini ziyaret ederlerdi.<br />

.<br />

(N.A.B.)


173<br />

Bir zamanlar devlet büyüklerinden bazıları Harbiye<br />

Nezareti meydanında yangın kulesinde (Beyazİt Kulesi)<br />

iftar etmeyi adet etmişlerdi. Bu adet bir hayli seneler<br />

sürmüş, hatta dört beş defasında ben de hazır<br />

bulunınuştuın.<br />

(<br />

-<br />

-<br />

- --.,<br />

••<br />

•<br />

..<br />

·'<br />

. --.<br />

-<br />

- c;;:J<br />

-=<br />

_::;:. .<br />

1<br />

, ---. -""-><br />

_ ... _ _·:<br />

..<br />

-. ---=-". . .<br />

-- -..<br />

-::> iZ• -<br />

Vinçlerle kaldırılacak ağırlıkta/ci yükleri rahatça<br />

taşıyabilen sırık hamalları ..<br />

ALE:tviDAR VAKASINI ATA <strong>BEY</strong><br />

NASIL ANLATIRDI?<br />

Bu saydığım iftarların başlıcalarından biri, Enderun<br />

iftarı olup, ben oraya da nice yıllar birtakım kirnselerle<br />

birlikte gitmiş olduğum cihetle, gördüğüm ve<br />


174<br />

işittiğim şeyleri yazıyorum. Ramazanın onbeşinci günü<br />

Hırka-i Şeri f ziyareti töreni dolayısıyle, emanetler<br />

açılmış olduğundan Enderun iftarına onbeşinden sonra<br />

gidilirse tamamİyle ziyaret edilmiş olacağından ilmiye<br />

ve mülkiye mensupları vekil ve. ileri gelenlerden<br />

çoğu bu zamanı. seçerlerdi. Enderun Tarihi sahibi ve<br />

Cezayir Bahrisefit eski mutasarrıfı Ahmet Ata Bey, Enderundan<br />

yetişmiş ve sarayın eski adetlerine vakıf olduğundan,<br />

her gidişimizde bizimle olurdu. Ata Bey, o<br />

tarihlerde yetmiş, ye tmişbeş yaşlarında olduğundan,<br />

gerek babası enderunlu Tayyar :efend.iden işittiği ve<br />

gerek kendisinin gördüğü saray vak'alarını, yer ve şeklini<br />

göstermek suretiyle anlatırdı. Nitekim Üçüncü Selim'i<br />

şehit ettikten sonra, Sultan Mahmud'a da suikast<br />

yapmaya giden Sultan Mustafa'lı Abdulfettah ve benzeri<br />

mel'unlara babası Tayyar Efendinin rastladığı yeri<br />

ve orada onlara nasihat etmeye kalkmışken (Bu da<br />

Sultan Selim taraftarı imiş) diye hücum etmeleri üzerine,<br />

ellerinden nasıl kurtulduğunu, Üçüncü Selim'in<br />

kanlar içinde şilte ile kuşhane kapısından arz odası<br />

önünde cesedini Alemdar Mustafa · Paşanın kucaklayışı<br />

ve Sul.tan Mahmud'un Cevri Kalfa tarafından yüklükten<br />

dama çıkarılarak kurtarıldığını, Sultan Mustafa'nın<br />

padişahhğı bırakmamak için, ısrar ettiği, annesinin<br />

Alemdan azarladığını,<br />

harem kapısını gösterip<br />

vak'alan birer ·birer izah eder ve ramazanın onbeşinde<br />

sabah namazı vakti has odahların gül suları ve süngerler<br />

ile Hırka-i Saadet salonunu nasıl sildiklerini ve<br />

Hırka-i Saadet'in yakasında bulunan düğmenin gül suyu<br />

ile ıslatılıp, hemen amberli ateş kabına gösterilerek,<br />

ne şekilde . kurutulduğunu birer birer tarif ve en-


175<br />

derun ağaları eliyle misk ve amber ve çeşitli baharattan<br />

toplanmış ve padişah macunu denilen tatlıdan kah.<br />

vecibaşı eliyle, kahveden evvel sadrazam ve şeyhülislam<br />

·ve diğer vezirlere ikram olunduğunu, anlatırdı.<br />

Alemdarın halk arasında Arslanhane denilen Arzhane<br />

meydanına geldiğinde, adet üzere tatlı ve kahve<br />

vermek için, kahvecibaşı o telaş arasında bulunamadığından<br />

ve sarayca eski adederin muhafazasına çok dikkat<br />

edildiğinden, babası Tayyar Efendinin tatlı hakkasını<br />

bulup, kahve ile birlikte bu zatlara takdim eylediği,<br />

en küçük teferruatına kadar tarif ve beyan eder<br />

ve hele emanetler ziyaretinde ve hazinenin gezilmesinde<br />

pek etraflı bilgi ve tafsilat verirdi. Söyledikçe bir<br />

taraftan da gözleri yaşanrdı. Kendisi, saray eskilerinden<br />

olduğundan, ağalardan büyük saygı görür ve birçoğu<br />

gelip elini öperlerdi. Sultanların resmi günlerde giyindikleri<br />

alay elbiselerini sandıklardan çıkanp, özel<br />

olarak yaptırılan ca·mekanlar içinde, mankentere giydirip,<br />

üzerlerine de yaftalar astırıp, teşhir ettirmesinden<br />

dolayı, Hazine Kethüdası Hasan Beyi de rahmetle<br />

ananın. (Bu Hasan Bey, Sultan Aziz'in saltanatının<br />

başlannda başmüsabiplik etmiş, sonraları vezir rütbesine<br />

kadar ulaşmış ve Bağdat, Selanik Valilikleri ile,<br />

Şiıra-yı Devlet Mülkiye Dairesi<br />

üyeliğinde bulunmuş<br />

olan Hasan Refik Paşadır) İftar vaktinin yaklaştığında<br />

Hırka-i Saadet dairesine gelinip herkes kendi aleminde<br />

içi ve vicdanı ile başbaşa . kalırdı. Ezan okunur,<br />

oruçlar zemzemle açılıp, akşam namazı kılınır; sonra<br />

Hazine Kethüdalığı dairesinde yemek yenirdi.


176<br />

ENDERUN VE <strong>BEY</strong>AZlT KULESiNDE İFrAR<br />

Dotrusu, gerek iftariyenin, gerek yemekierin lezzetini<br />

söylemedikçe geçemeyeceim. Enderun ağalannın<br />

her biri, bir çeşit tatlı kaynatmakta ve yemek pişirmede<br />

maharet sahibi idi. Hele meyvelerin mevsiminde.<br />

çeşitli sübye, reçel, murabba, şekerleme vesaire<br />

gibi şeyler kaynatmak eski adetleri icabındandı. Hatta<br />

Enderun · yuiİ'iurta:sı ve sütlü Frenk arpası aşuresi ve<br />

kayınaklı meyve tatlısı, halk arasında meşhurdur. Elhasıl<br />

salatalarına varıncaya kadar içilecek ve yiyilecek<br />

şeylerin benzerine çok az rastlanır cinsden idi.<br />

Yatsı vakti · yaklaşınca Enderun alannın en güzel<br />

seslileri gayet yüksek perdeden çifte ezan okumalanndan<br />

ve büyük bir cemaat ile, ayin ve ilahilerle Hırka-i<br />

Saadet dairesinde kılınacak teravihde o güzel sesli<br />

imam ve müezzin efendilerin okumalan insanda başka<br />

bir alem yaratırdı.<br />

Yangın kulesi iftan, ramazanın yirmisinden sonraya<br />

bırakılırdı. Sebebi de yıldızlar ve minarelerde kandillerin<br />

seyrinin, ayın karanlık oldu bir zamana rastlatılması<br />

içindi. Çünkü Adalar ve Marmara Denizi ile<br />

Osküdar ve Boiçi ve Kadıköy, Fenerbahçe, Bakırköy,<br />

Yeşilköy taraflarının grup sırasında seyri ne kadar<br />

boşa giderse, İstanbul ve Osküdar, Tophane taraflarının<br />

tepelere do ilerlemiş olan cami minarelerinin<br />

kandil ve mahyalarının, denizde vapur ve gemile·<br />

rin fenerlerinin ışığı ile, gökte yıldıziann ışıklan birbirine<br />

karışmış gibi gayet hoş bir görüntü meydana getirir.<br />


177<br />

O zamanlar, birçoklan bu kule iftarına katılmayı<br />

arzu ettiklerinden, pek çok kişilerle eğlenceli alemler<br />

yapıhrdı. Kararlaştırılan akşam için, lazım gelenlere<br />

haber verilirdi. <strong>Ali</strong> ve Fuat ve Mısırlı Kamil ve Fazıl<br />

Mustafa Paşalar gibi büyükler çağırılır ve şayet gelmezlerse,<br />

hisselerine düşen yemekleri göndermeleri<br />

bildirilirdi. Gerçi bu zatlardan hiçbiri davete gelmezler,<br />

•<br />

fakat yemekleri de gönderirlerdi.<br />

Kararlaştırılan günün akşamı, Beyazıt Camiinde<br />

toplanmış olanlar, yavaş yavaş kuleye çıkmakta ve bir<br />

taraftan da ayvazlar yemek kablarını çıkarmakta bulu·<br />

nurlardı. Oruç haliyle çıkmak gerçi zahmetlice olurdu.<br />

Fakat çıktıktan sonra da, etrafın güzelliği, çekilen zahmeti<br />

insana unuttururdu.<br />

O tarihlerde yaşı daksanı geçmiş, fakat vücudu<br />

dinç, sağlığı yerinde bir Memiş Ef. vardı. Bu zat Enderun'dan<br />

çırak olmuş ve halince hoş sohbet bir adam<br />

idi. Yıldız ilmine ve namra çok inandığından, mesela<br />

Sünbüle burcu iyi bir burçtur. Yağmur yağar, mavi<br />

gözlÜlerin daha çok nazan değer diye daima sakınırdı.<br />

Her sene kule iftarına çıkıldıkça, Memiş Efendinin<br />

de birlikte bulunmasını, herkes arzu ettiğinden, rica<br />

ve ısrar ederler, mutlaka çıkarmaya kandırırlardı. Bir<br />

sene mavi gözlü olduğu için, Memiş Efendinin hiç sevınediği<br />

Tersane Tulumbacıbaısı Kaymakam Raşit Beyi<br />

de çağırmışlar. Raşit Bey gelip de (Vay Memiş, bu<br />

sene de mi çıktın ?) emesi üzerine, zavallı adam çok<br />

telaşlanmış, (Hayır, kendim çıkmadım. Kule aları beni<br />

ekmek zembili ile yukanya çektiler) diye tevil et·<br />

meye, bir taraftan da bir şeyler okuyup üflemeye başlaması<br />

görülecek şeydi. Ve soranlara böyle söylemesi-<br />

F: 12


178<br />

ni herkese sıkı sıkı tembih etmiş ve o seneden sonra<br />

da korkusundan bir daha kule iftaı:ı davetine gelme·<br />

mişti.<br />

Yaz ramazanlarında vekil, vezir ve kibarlar, yalılarında<br />

bulunduklanndan, vezirler beşer, bala'lar dörder,<br />

ula evveli üçer, ula sanisi ve mütemayizlerin ikişer<br />

çifte kayıklara himneleri teşrifat usulünden olduğundan,<br />

velev mülkiyede de olsa, vekillik makamında<br />

bulunan vezirlerin ma.iyetlerinde. bir yaver. ve ikişer de<br />

çavuş bulunması yin teşrifat .icabından idi (vekillere<br />

ait vapurun tahsisinden önce). Akşam üzeri takım ta·<br />

kım kayıklar birbirini takip eder ve vezir kayıklarında<br />

tüfekli ve palaskalı çavuşlar kıç üstünde, yaver de paşa<br />

ile. ambarda otururdu. Kayıkta bulıman ağalardan<br />

biri efendisinin çubuğunu doldurup vermek, öteki de<br />

şemsiye tutmak ödeviyle mükeleftiler. Şemsiye<br />

renginin kırmızJdan başka olmak şarttı. Çünkü kırmızı<br />

şemsiye tutmak padişahlara mahsustu. Bir de sarayın<br />

veya vekilierden birinin yalısı önünden geçerken, şemsiyeyi<br />

kapamak saygı gere-i idi. Kayıkçıların elbisesi<br />

bürümcekten gömlek, beyaz şalvar ve beyaz çarapiardan<br />

ibaret iken, sonralan sırmalı kolsuz yeleği gömlek<br />

üzerine giydirmek de adet olmuştu.<br />

Çok defa yolda top atıldı için, ihtjyaten kayıkta<br />

•<br />

iftarlık bulundurulur ve iftardan sonra kısa çubuklar<br />

yakılır, yahya çıktıktan sonra,<br />

akşam namazı kılınarak,<br />

ondan sonra yemek yen.irdi.<br />

Ramazan gecelerinde yalı önleri ikişer üçer çifte<br />

misafir kayıklan ile dolardı ... Yaz ramazanlannda Ka­<br />

ıthane, İmrahor Köşkü, Küçüksu, Çubuklu gibi mesi-


179<br />

relerde, takım takıṃ iftıarlar edilir, rnektap gecelerinde<br />

ilahilerle. terav"ihler kıhnırdı.<br />

Abdülmecit . ve Abdülaziz devirlerinde her· sene kadir<br />

alayı Tophane'de Nusretiye<br />

.<br />

Camiinde yapıldığından<br />

saat kuiesi ve Talimhane Meydanı, karadan ve denizden<br />

padişahın geçeceği yollar kandil ve fenerlede donanıp<br />

top, fişek ve çeş.itli · maytaplarla aydınlatıhr ve<br />

bu donanınayı seyretmek için; Tophane Meydanı arabatarla<br />

dolar ve harem arabaiarı Talimhane Meydanına<br />

alınır, karşısındaki sıra dükkaniarın üzerlerindeki<br />

odalar kiralanarak baştan başa dolardı. Talimhaneye<br />

•<br />

bakan evler, misafirleri alamayacak derecelerde olurdu.<br />

Eyüp ve hele Ayasofya Camileri sabaha kadar açık bu- .<br />

lundurulup, şeyhler ve ilim adamları zikir ve tevhldle<br />

·meşgul olurlardı. O koca Ayasofya Camii hınca hınç<br />

dolmuş bulunurdu. Kıadir Gecesi, minareler baştan ba-<br />

•<br />

şa kandil ile donatılmak, o geceye mahsus saygı alametlerinden<br />

idi.<br />

.<br />

Kadir akşamları, çok kişi iftarı Ayasofya Camiinde<br />

etmeyi adet etmişlerdi. Bunlardan biri de Mısırlı<br />

Fazıl Mustafa Paşa idi. Alıhapları ile beraber camide<br />

iftar eder ve şimdiki Adiiye (933'de yandı, şimdi yerinde<br />

yeşil saha var) dairesinin üst kat odalarında yemek<br />

yenirdi.<br />

Ben de birkaç defa bulundum. Mustafa Paşa dairesinin<br />

gerek ramazanlarda, gerek diğer günlerde yemekleri,<br />

diğer vekillerin dairelerinde çıkan yemekierin<br />

hiçbirisine benzemez, çünkü, Türk aşçısı, Frenk aşçısı<br />

yemeklerinden başka, diğer deniz mahsullerinden, kilercibaşı<br />

pirtakım yemekler daha hazırlardı. Yemek-<br />

.<br />

.


180<br />

ler gayet lezzetli, kaplar büyük ve porsiyonlar çoktu.<br />

· İftarlardan başka sahur yemekleri de, konuşolmaya değer.<br />

Dana, hindi ve av etlerinden yapılmış soğuk yemekler<br />

verildiğinden, birçok kişi sahur yemeğine de<br />

giderlerdi. Mustafa Paşa dairesinde usta, kalfa ve çırak<br />

olarak kırkbeş Türk aşçısı olduğu ve o nispette alafranga<br />

ve kadın aşçılan bulunduğu ve hele Karanfil<br />

kalfanın haremde pişirdiği yemekierin lezzeti, o zamanları<br />

bilenlerin mahlmudur. Camilerde mukabele<br />

okuyan hafız efendilerin ekserisi kadir akşamlan ikindi<br />

namazından sonra haüm dualarinı indirmiş ve halkın<br />

birçoğu bayram tedarikiyle meşgul olduklarından ·<br />

gerek oamilerde, gerek sergilerde, eski kalabalık kalmaz,<br />

arefe gününe kadar, oralara bir sessizlik 'çökerdi.<br />

Hele arefe günü sergicilerin sergilerini bozmakta oldukları<br />

görüldükçe, ve ayın göründüğü gecelerde (Elveda<br />

ya şehr-i ramazan) ibareli ve köprü resimli malıyalar,<br />

herkeste bir hüzün ve elem yaratırdı. Sadakalar,<br />

fitreler verilir. (Allah nicelerine yetişrnek nasip eylesin)<br />

duaları, dudaktan duda gezerdi.<br />

Eskiden beri bizde garip adetlerden biri de, bayram<br />

tebriki meselesidir. Evet insan, hısım akrabasını,<br />

dostunu, amirlerini ziyaret etmesi lAzımdır. Fakat büyükçe<br />

zatlardan tanıdı ne kadar insan varsa, hepsinin<br />

evine gidilmesi şaşılacak şeydir. Gittikleri büyük<br />

zatlar gelenlerin çoğunu layıkı ile tanımadıklarıdan,<br />

sormaya mecbur kaldıklarını bilirim. Birtakım teşrifat<br />

arasında kof ve boş laflar ile saygılarını sunma<br />

ödevini yapıyor gibi görünüyorlardı. Bu eski adetler<br />

uJruna birçok da II16sraftan çıkarlar. Kapı kapı dolaşırlar.<br />

ctJe yaparsın, gitmesen olmaz; adet yerini bul-<br />


181<br />

sun» derler. Gittikleri yerlerde, bu kalabalıktan bez..<br />

miş olanların çoğu, bayram tatillerinde, eğer mevsim<br />

icabı konakta iseler, yahlara, yalıda iseler,- konaklara<br />

savuşurardı.<br />

O büyüklerden birtakımı da el ve etek öptürmekten<br />

hoşlandıkları için, böyle resmi günlerde evlerinde<br />

bulunmayı tercih ederlerdi. Artık odalar, salonlar dolar<br />

dolar boşalır. Sürü sürü ziyaretçilerin birtakımı<br />

evsahibinin yanına kabul edilir; diğer takım çıkar, bir<br />

kısmı da odalarda kabul edilmelerini bekleyerek, vakit<br />

geçirirler. Bu ziyaretçiler arasında, evsahibinin memur<br />

olduğu· daire ile ilgili olan halk, iş sahipleri, iç<br />

ağalarından çok saygı görürler, karşılığında da hatırı<br />

sayılır balışişler alırlardı.


•<br />

•<br />

•<br />

Istanbul<br />

Eğlenceleri<br />

-<br />

- -<br />

Geçmiş<br />

zamanlarda yaptığımız harplerin mağlı1biyetlerinden<br />

doğan üzüntüler, Kırım Muharebesinde İngiltere<br />

ve Fransa ile yaptığımız ittifak sonunda kazandığımız<br />

galibiyetle gerek halk ve gerek hükümet erkanı,<br />

huzur ve sükı1na kavuştu. Batı mimarisi örnek alınarak<br />

yalılar, köşkler, konaklar yapıldı ve bu binaların<br />

içi de, batı stiline uygun döşendi. Alafranga sofralar,<br />

sazlı sözlü pek parlak ziyafetlere heves edildi. Vak- ·<br />

tiy le yapılan helva sohbetlerine karşı (1) Galata ve<br />

(1) Helva sohbetleri Istanbul'un lqş eğlencelerinden<br />

biri idi. Bu eğlenceler, bilhassa Ihrahim Paşa devrinde<br />

en tatlı toplantılardan oluyordu. Şairin şu:<br />

Nevbaharın gerçi seyri gülşeni sahrası var<br />

Faslı sermanın vetakin sohbeti helvası var<br />

beyti, kış geceleri sohbetinin bahar eğlencelerini<br />

aralmadığını ne g üzel anlatıyor. Bu sohbetler Ihrahim<br />

Pa ; a 'nın Şehzadebaşı 'ndaki Konağında, damadı<br />

Mustafa Paşa'nın Demirkapı 'da, diğer damadı Saclaret<br />

KethüdasıMehmet Paşa'nın Cağaloğlundaki konaklarınd.a<br />

yapılırdı. Helva sohbetlerinde çok defa<br />

Padişah Uçüncü Ahmet de bulunurdu.<br />

·


184<br />

Beyoğlu'nda alafranga eğlenceler tertip edilmeye başlandı.<br />

1856 ve 1857 yıllarında Nişantaşı'nda iki defa padişah<br />

çocuklannın zifaf ve sünnet düğünleri<br />

tertip<br />

edildi ki, her ikisi (1) de son derece şatafatlı idi. Bunlan<br />

gören halk da, aynı ölçüde sefahata özendi, o kadar ki,<br />

yeniden bir Ule Devri hayatı başladı.<br />

SONNET D0t.';ONO NASIL OLMUŞTU?<br />

(Bu düA\in , istanbul'da göriilmemlş bir düA\indü.<br />

O kadar ki, yapılan masraf, devlet bütçeslnl sarsmış<br />

tı. Bu bakımdan, All Rıza Bey'in birkaç satu1a kaydet.<br />

tlği düğünü, Mustafa Ragıp Esattı'nın (Bir Devrln Tarihini<br />

Konaldardan Dlnleyellm) başbkb yazı sertsinden<br />

-Son Posta 8 Mayıs 1944 ynen nakledlyonız.)<br />

«Hünkarın .iki büyük oğlu Murad (Beşinci Sultan<br />

Murad) ve Abdülhamid (İkinci Sultan Abdülhamid)<br />

Efendiler, delikanlı yaşta ve daha evvel sünpet olduklarından<br />

bu «suru hümayun» Şehzade Mehmet Reşat<br />

(Beşinci Sultan Mehmet), Kemalettin (2) ve Süleyman<br />

(I) 1856 tarihinde yapılan düğün Şeh=ade Reşat, Burharıeddin<br />

ve Kenıaleddin Efendilerin sünnet düğünü<br />

idi. 1857 yılmda Sultan Mecidin kı:;ı Cemile Sultanın<br />

Fethi Paşa:;ade Cemal/eddin Paşa'ya, gene Abdülnıecidin<br />

diğer kı:;ı Mürıire Sultanırı Mısır Valisi İbrahim<br />

Paşa ile evlerıdirilnıeleri düğünü idi. Birinci<br />

düğün oniki giin, İkincisi onbeş giin sürmiiştü.<br />

(2) Kemaleddin Efendi, 1908 meşrutiyetinden evvel vefat<br />

etmiştir. Sadra:;am Mahmut Şevket Paşa 'nm 29 Mayıs<br />

1329 (1913) de kat/i münasebetiyle idanı edilen<br />

eski sadr/i.:;amlardan Tumıs/u Hayrettirı Paşa Zade<br />

Dam.ad Salih Paşafrıın :::;evcesi Mü rıire Sultanın babasıdır.


185<br />

(1) Efendilerin sünnet olmaları şerefine tertip edilmişti:<br />

(1274 1858).<br />

-<br />

ŞEHZADELERİN S'ÜNNET DÖGÜNO<br />

1277 Recebinde dünyaya gelen padişahın son oğlu<br />

Mehmed Vahidettin Efendi (Altıncı Mehmed) o tarihte<br />

henüz doğmamıştı.<br />

Sünrıet düğünü için münasip görülen saha, o vakitler<br />

(Sakızağacı) denilen Teşvildye Camiinin etrafındaki<br />

arazi ile Ihlamurun Nişantaşı tarafındaki sırtlannı<br />

teşkil ederek bıııgün (Topağacı) adını taşıyan düzlükten<br />

ibaretti. Sultan Mecid düğünün tam bir şaşaa<br />

içinde yapılmasını emrettiği için bu geniş sahaya -bir<br />

karış toprak kalmamak şartiyle- binlerce l:ran, İzmir<br />

- . .<br />

halısı serilmişti. Sarayda bulunan eski tarihi çadırlardan<br />

başka düğün münasebetiyle bilhassa yaptırılan gayet<br />

süslü çadırlar kurulmuştu. Çok pahalı ve kıymetli<br />

kumaşlardan yapılan ve göz alıcı bir güzellikteki yüzlerce<br />

çadırın bir araya gelmesi, renkli bir ordugah tesirini<br />

veriyordu. Düğünde geceleri yapılacak eğlenceler<br />

ve verilecek ziyafetler için rengarenk avizeler içinde onbinlerce<br />

mumun ışığı, gündüz aydınlığını verecek ka·<br />

dar kuvvetli idi. Bu münasebetle, düğünün devam ettiği<br />

müddetçe, bütün şehir de baştan başa donanmıştı.<br />

(l)<br />

.<br />

Süleyman Efendi, Geçen Umumi Harbin başkumandan<br />

vekili ve Harbiye Nazın Enver Paşa'nın refikası<br />

Naciye Sultanın babasıdır. Meşrutiyetin il4nından<br />

sonra ölmüştür.


186<br />

Çoğu payitaht halkından olmak üzere memleketin<br />

her tarafından getirtilen onbin çocuk da, şehzadelerle<br />

beraber sünnet edilmişti. Bu çocukların fakir tabakalara<br />

mensup olmalarına dikkat edilmekle beraber<br />

arada saray mensuplarının ve devlet memurlannın da<br />

çocukları vaııdı. Kurulan çadırlardan bir kısmı sünnetli<br />

çocukların yataklanna, üst tarafı da davedilerin ziyafet<br />

sofarlariyle istirahatlerine tahsis edilmişti. Çadırlann<br />

kapladığı sahanın dışında da binlerce insanın<br />

hep birden oturabiieceği uzunlukta sofralar hazırlanmıştı.<br />

Sünnet olacak şehzadelerin çadın, dn<br />

yerinin tam ortasında, padişaha, vükelA ve sefirlere<br />

mahsus çachrlann bulunduğu kısmı işgal ediyordu.<br />

Şehzadelerin elbisesi, kü11klü kişmir kumaşlardan yapılmış,<br />

başlannda hazinenin en kıymetli elmas, zümrüd,<br />

yakut ve incilerinden yapılmış sorguçlu takkeler<br />

vardı.<br />

HER S'ONNETLİ ÇOCUCA BEŞER ALTIN<br />

HEDİYE EDİLMİŞTİ<br />

Şehzadelerin. şerefine sünet edilen on bin çocuktan<br />

her biri iç çamaşınndan kundura ve elbisesine kadar<br />

baştan başa giydirilmiş, bunlara düğün hediyesi<br />

olarak Padişah tarafından beşer altın ihsan · edilmişti.<br />

Düğüne devrin bütün vükelası, vezirleri, devlet ricali,<br />

memurlar sureti mahsusada davet edilmişlerdi. Davetliler,<br />

rütbe ve memuriyet derecelerine. göre ayn ayrı<br />

günlerde düğüne iştirak etmişlerdi. Düğün sahasında<br />

müslüman kadınları bulunmadığından vükela ve ileri<br />

gelen devlet adamlannın refikaları da ayrıca Dolma-


187<br />

. .<br />

bahçe Sarayında, «Hami hümayunıt daki ziyafetlerde<br />

bulunmuşlardı. Kadın davetliler, başta olmak üzere,<br />

sünnet edilen şehzadelerin anneleri tarafından karşılanarak<br />

ikram edilmiŞlerdi.<br />

.<br />

. ;,<br />

Padişah İstanbul'daki yabancı devletlerin bütün<br />

.. elçileriyle kadınlı, erkekli bütün maiyetlerini, ecnebi<br />

devletleri tebaalarınıiı ileri gelenlerini, patıiklerle İstanbul<br />

hahıambaşısını, · ruhani reisieri ve içtimat mevkii<br />

olan gayrimüslimleri, zevceleriyle beraber, davet etmiştL<br />

Muteber davtlilerin getirdikleri çok kıymetli,<br />

yüksek fiyatlı nadide ·hediyeler şehzadelere ikram<br />

edilmiş ikinci derecedeki davetlilerin hediyeleri de<br />

dier sünnetli çocuklara datılmıştı. Bu suretle padişah<br />

tarafından ihsan edilen beşer altından başka altın<br />

murassa saat ve emsali hediyelere konan diler<br />

sünnetli çocuklar da vardL<br />

J>üiünde çocuk_hırı ve davetiileri lendirmek için<br />

mevcut bütün vasıtalardan istifade edilmişti. Sahanın<br />

ortasmda ecnebi bi! canbaz kum.panyası, İstanbul halkının<br />

o zamana kadar gönnedi marifetlerle umumi<br />

atakayı Çekiyordu. Ayrıca payıtahtın orta oyun, Karagöz<br />

ve hokkabaz heyetleri de birer birer hünerlerini<br />

gÖsteriyorlaJ1dı. Bundan başka Sultan Mecidin Dalmabahçede<br />

yaptırdı yemi tiyatro için Viyana'dan getirilen<br />

bir trup, burada temsiller vermiş, halka Avrupa<br />

tarzındaki tiyatro}ru tanıttınnıştı. eNişantaşı Suru Hü-<br />

.<br />

mayunu• on iki gün geeli · gündüzlü devam etmişti.<br />

Düiünün gayet parlak olmasına bilhassa dikkat edildinden,<br />

hiç fasıla verilmeksizin, bütün dün müddetince·<br />

yapılan şenlikler, ellenceler ve verilen ziyafetler<br />

(Binbir gece. masalları) nı andıran şaşaa ve tanta-<br />

' .


188<br />

na içinde geçmişti. Sarayın ve bükflmetin resmi davetlilerden<br />

başka hemen bütün payitaht halkı akın<br />

akın gelmiş, göz kamaştıncı eğlence ve şenliklere iştirak<br />

etmişlerdi. Bunula beraber düğüne davetsiz olarak<br />

gelenler de yemeksiz, ikramsız bırakılmamışlardı.<br />

Davetliler için kurulan sofralam saraydaki (Matbahı<br />

amire) de yapılan en nefis yemekler yetiştirildiği<br />

gibi halka verilecek yemek için de lhlamur'da<br />

matbab . çadırları kurulmuş, yüzlerce yemek kazanı<br />

kaynatılmıştı. Yemekler, tatlısiyle, böreğiyle pek çeşitli<br />

olarak hazırlanmıştı. Bütün bu yemekleri hazırlamak<br />

için bin ikiyüz aşçı ve yamağı çalaştırılmış,<br />

İstanbul'daki aşçılar yetmediği için civar vilayetlerden<br />

yemek pişirmesini bilen kimseler getirilmişti. Oniki<br />

gün içinde, yarım milyon kişiden fazla insanın yemek<br />

yediği tahmin ediliyordu.<br />

Padişahın bu görülmemiş cömert ihsanı, yalnız<br />

Nişantaşı'ndaki düğün sahasına münhasır değildi.<br />

Başta payitaht olduğu halde imparatorluğun en uzak<br />

bucağındaki askere de bu münasebetle ziyafetler verilmişti.<br />

DÜ(;ÜN MALİ ÇÖKÜNTÜLER Y APMIŞTI<br />

Maamafih bu kadar debdebeli yapılan bu düğün,<br />

devletin adeta mali yıkımına vesile olmuştu.<br />

Nitekim<br />

o tarihteki hadiseleri hikaye eden vak'anüvis Lütfi<br />

Efendi bakınız ne diyor:<br />

•Senet sabıka icJ1a .edilen Sunı bümayunlar Ue<br />

hususatı saireden dolayı teraküm eden borçlardan


189<br />

başka dairei hümayun halkının bir ınüddetenberi itl·<br />

yad etmiş olduklan lsrafat ve yolsuz mübat, tedl-<br />

.<br />

yesi müteassir birçok düyunu lntaç etmişti. Düyunu<br />

mezkiıJI merbun ve emanet olarak bir tak•m miinl·<br />

selat ire deyn senettatının çotu eicndljl tüc


190<br />

Silahtar Ağa yakınında hala temelleri bulunan saray<br />

ile çiftlik İkinci Mahmut'un kızlarından Mehmet<br />

<strong>Ali</strong> Paşa'nın eşi Adile Sultana aitti. Sultan her sene<br />

balıarı bu sarayda geçirirdi. Kağıthane yokuşunun hemen<br />

alt başında bulunan ve Atiye Sultana ait · olan<br />

•<br />

köşk ve çiftlik Sultanın ölümünden sonra Şehzade<br />

Harnit sık sık bu köşke gelir çiftlik hayatı yaşamak-<br />

,<br />

tan zevk alırdı. Tahta çıktıktan sonra . çiftlik te geçirdiği<br />

güzel günleri Şeyhülislam Esat Efendiye anlatırmış.<br />

İşte eskiden zengin ve fakir herkes kağıthane civarını<br />

çok sever gezmek ve eğlenmek için oraya giderdi.<br />

Hasköy ve Ayvansaray sahillerinden itibaren Kağıthane'ye<br />

kadar olan sahilerde yükselen saraylar,<br />

köşkler ve lale bahçeleri gözler önüne bir hayal alemi<br />

sererdi. Haliç'in o zamanki manzarası<br />

•<br />

hayal edilerek<br />

şimdiki harap durumuna bakılacak olursa üzülmernek<br />

kabil değildir.<br />

HALİÇ MESİRELERİ<br />

İstanbul halkı bilhassa İlkbaharda kır eğlencelerine<br />

p·ek ziyade düşkündü. Kıştan bıkan lstanbul'lular,<br />

İlkbaharın başladığı Nevruz (1) gününü evde ve kahvelerde<br />

geçirmeyi büyük bir kayıp sayarlar, her fırsatta<br />

kırlara ve çayırlara koşarlardı. likbahar gelince<br />

açık havalarda Eyüp'e giderlerdi. Kadınlar türbe bab-<br />

(1) Eskiden Nevruz günü (22 Mart) Yeniçeri Ağası Vü·<br />

kelaya ziyafet verirdi. Baharattan şekerli macun<br />

yapılıp yenmesi adet idi. (N.A.B.)


192<br />

çesinde, erkekler kebapçı ve kaymakçı dükkaniarında<br />

toplanır yemeklerini yedikten sonra eğlencelere başlarlardı.<br />

Gene kadınlar salıncak sallanır, birbirini gıdıklar<br />

ve kulaklanna bir şeyler söyleyerek gülrnekten<br />

katıbrlardı. Erkekler Cuma namazından sonra bostan<br />

•<br />

iskelesinde sıra kahvelerde oturup dağiann zümrüt<br />

gibi yeşilliğini, çiçekleri ve derenin güzel manzarasını<br />

seyre dalarlardı. Eyüp'ün üst tarafında, Rami çiftliği<br />

arkasındaki küçük köyde işçiler ocağı dairesi vardı.<br />

Bu bina bugün dahi mevcuttur. Vaktiyle bu işçiler saraya<br />

lazım olan koyunları odatır ve muhafaza ederlerdi.<br />

Bu ocak işçileri · kendilerine mahsus büyÜk püskültü<br />

fes giyerierdi ve kırk kişiden ibaretti. Bunlann pişirdii<br />

döner ·ve kuyu kebaplan pek meşhur ve gayet<br />

lezetli olduğu için bu yemekleri sevenler ta uzaklardan<br />

at ve arabalarta gelirlerdi. Kebaplan nefis koyun<br />

yoğurdu ile kırların ve çayırların güzel manzarasına<br />

baka baka yerlerdi.<br />

•<br />

ATLARlN ÇAYIRA ÇIKMASI ADETLERİ<br />

İlkbaharda saraya ait atların Kağıthane çayırma<br />

çıkanldığı gün Arpa Emini (1) tarafından İmrahor<br />

Köşkünde padişaha bir ziyafet verilmesi adet haline<br />

· (ı J Arpa Emini, saray ahırlanna ltızunalu ot ve arpa ile<br />

ha11tJ(Jn levazımını temin eden: Arpa Emininin mai<br />

yetinde 200 kadar arpacı bulunurdu. Sulh Z4tnanl4nnda<br />

sarayda oturur, harplerde cephede hayvanla·<br />

nn yiyeceDfni temin ederdi. (N.A.B.)


193<br />

gelmişti . Köşkün civarında tmrahor ağa (1) ve onun<br />

emrindeki vazifeliler için çadırlar kurulurdu. Bu ziyafete<br />

vezirler de davet edilirdi. Çayıra getirilen hay.<br />

vanlar misafirler tarafından seyir edilirdi. Bir de çayıı<br />

mevsiminin sonunda zamanın büyükleri ve kibarları<br />

İmrahor Ağaya misafir giderler ve orada tertip olupan<br />

ziyafetlerde köçekler oynar, geceleri meşalelerin ışığında<br />

türlü eğlenceler yapıhrdı.<br />

Padişah, saray mensubları ve devlet büyüklerinin<br />

hayvanları için Kağıthane, <strong>Ali</strong>beyköyu, Veli Efendi ve .<br />

Çırpıcı çayırları, Büyük ve Küçük Çekmece göllerinden<br />

Kestane köy sahiline kadar uzanan bölgeler · ile<br />

Boğaz içinde, Büyükdere Beykoz çayın, Sultaniye,<br />

Çubuklu, Kadıköy'de, Uzun çayır, Yoğurtçu çayırları<br />

ayrılmıştı. Ötedenberi bu çayırlardan vekillerin, vezir<br />

terin hayvanları da faydalanırdı. Çayır mevsimi gelince<br />

bu gibi kimselerin hayvanları için ayrılmış olan<br />

yerlerin hududunu gösteren mühürlü müsaade tezkereleri<br />

saraydan ilgili olanlara gönderilirdi. Çayıra çıkıhrken<br />

hayvanların alnına çiçekli · otlarla süslenmiş<br />

oymalı sorguçlar konurdu. Dairenin İmrahor Ağası ve<br />

diğer Ağalar bşta olmak. üzere her hayvanı bir kişi<br />

tutar, yürüyüş başl:ardı. Teşkil edilen alaylar yolda<br />

gayda'lar çalıp bora teperek ilerler, çayır yerine ge­<br />

Iirlerdi. Çayırda Amirler ve seyisler için çadırlar kurulur,<br />

geceleri meşaleler yakılır, 40 gün müddetle eğlenceler<br />

tertip edilirdi.<br />

(1) İmrahor, Padişah ahırının en büyük amiri .. Çayır ve<br />

korulann mesul nazın idi. (N.A.B.)<br />

F: 13


194<br />

EYÜP OYUNCAKÇlLARI<br />

Eyüp, kebap ve kaymağı gibi vaktiyle Oyuncakçıları<br />

jle de ş.öhret yapmıştı. Vapur iskelesinden Büyük<br />

Cami caddesine sapılınca türbe bahçesine kadar sıra<br />

sıra dükkanıarın hepsi oyuncakçı idi. Bu dükkaniarda<br />

satılan oyuncaklar şunlardı: Kırmızı tüylü koyun, kuzu,<br />

ağaç parçalarının i.çi oyulmak suretiyle vücude getirilmiş<br />

ve .üzerlerine al ve yeşil boyaları sürülmüş<br />

.<br />

sandallar, padişah kayıkları, boyalı aynalar, beşikler<br />

fırıldaklar, .<br />

iki üç şerefeli camisiz minareler, tahta kılıçlar,<br />

kamış tüfekler, davullar, tefler, düdüklü fın.ldaklar,<br />

çekirgeler, hacı yatmazlar, toprak testiler bardaklar<br />

gibi şeylerdi.<br />

Bu oyuncakçılar daima aynı oyuncakları yaptıklarından<br />

ve hiç bir yenilik getiremediklerinden Avrupa'dan<br />

gelen oyuncaklar yanında pek basit oldukları<br />

ve alıcı bulamadıklanndan dükkaniarını kapamak zo<br />

runda kalmışlardır.<br />

KOÇU ARABALARI<br />

Kadınların erkekler gibi hayvana binmeleri yasaklanmış<br />

olduğundan kadınlar ötedenberi arabaya binerlerdi.<br />

Harem-i · Hümayun, Vezirlerin ve Devletin ileri<br />

gelenlerinin eşleri, büyük dört tekerlekli, yüksekçe,<br />

etrafı tahtadan yapılmış ve üzeri eğri tabir olunan bir<br />

çok çenber ile çevrili pencereleri kafesli, yaysız Koçu<br />

ismi verilen araba.lara binerlerdi. Koçu'ların içi kadife<br />

ve diğer kıymetli kumaşlarla döşenirdi. Arabanın<br />

dört bir yanındaki tahtalar dıştan boyanır, oymah yal-


195<br />

dızlı çiçek resimleriyle süslenirdi. Binrnek ve inmek<br />

için küçük merdivenleri vardı. Bilahare yaylı arabalar<br />

çıktığından Koçu'lar kullanılmaz oldu. Koçu'lardan<br />

sonra imaHıtına başlanılan yaylı arabalar, Hento,<br />

Talika (katip odası) gibi çeşitli isimler almışlardır.<br />

Şekilleri muhtelifti. Kupa, Lando, isınindeki arabalar<br />

daha sonraları şöhret bulmuştur. Kadınlarımızın kö-'<br />

rüklü faytona binmeleri yakın zamanda başlamıştır.<br />

Hatta erkekler bile faytonun körüğünü aşağı indirip<br />

açıkta oturmayı hafiflik kabul ederlerdi.<br />

YtiKSEK RtiTBELİLERİN ARABALARA BİNMELERİ<br />

Eskiden İstanbul'da yüksek makamları işgal eden<br />

memurlar mutlaka ata binerierdi (1) yüksek rütbeli<br />

Devlet memurlarının ata binmelen bir kanun ve protokol'la<br />

tayin edilmişti. Devlet memurlanndan ata biiırnek<br />

hakkını kanunen haiz olmayanlar zaruret halinde<br />

bile memuriyete yaya gidip gelme mecburiyetinde<br />

imişler.. Divan-ı Hümayun kalemi amirlerinden Hakani<br />

Mehmet Bey Hilye ismindeki (2) eserini 1598 ta-<br />

(1) Sultan İbrahim, bazen Koçu'ya ve bazen de Tahtı·<br />

revana binerek şehirde gezerdi. Eski padişahların da<br />

K.oçu'ya bindikleri görülmüş ise de resmi günlerde,<br />

hele alaylarda ve selii.mlık günlerinde mutlaka hay·<br />

vana binerlerdi. Sultan Aziz'in son yıUarına kadar<br />

bayram, mevlit alaylarında devlet büyükleri, padişah<br />

ile birlikte hayvana binerek yürürlerdi.<br />

(2) Bu Hakani Mehmet Bey, Peygamberimizin Şemaili<br />

Şerifini nazım olarak kaleme almıştır. Manzumenin<br />

adı Hilye'dir. Halk ağzında -Hilye·i Hakani- denir.


196<br />

rihinde ikmal edip padişaha takdim etmiş eser çok<br />

beğeniimiş mükflfata layık görülerek ne gibi bir dileği<br />

olduğu sorulduğunda şu cevabı vermiş:_ «İhtiyanm,<br />

evim Edirnekapısı civanndadır, memuriyetime hayvanla<br />

gidip gelmeme müsaade buyrulmasını istirham<br />

ederim» demiş. Dile incelenmiş, isteğinin kanuna<br />

uygun olmadığı neticeSine vanlmış, fakat Bab-ı <strong>Ali</strong> civarında<br />

kendisine Devletçe bir ev satın alınıp armağan<br />

edilmiştir. İstanbul şehri içinde Hıristiyanlann da<br />

Müslümanlar gibi ata binmeleri yasaklanmıştı. Yalnız<br />

yabancı devletlerin sefaret ve konsolosluk memurlannın<br />

hayvana binmelerine müsaade . edilmiştir. Ahaliden<br />

ihtiyar ve hasta olan Müslümanların merkebe binmelerine<br />

müsaade olunurdu. Halil Paşa'nın Seraskerliği<br />

zamanında dişçi Mikail ismindeki Hıristiyana, ihtiyar<br />

ve alil olmasından dolayı aşağıda yazılı izin tez·<br />

keresi verilmiştir.<br />

Dişçi Mikail nam zimmi (1) alil ve ihtiyar olup<br />

yürüyemediğinden merkep suvar olmasını bilistida<br />

ruhsat verilmiş olmakla, merkum bundan böyle. reayaya<br />

(2). mahsus takım ile merkebe bindiği halde asakir-i<br />

nizarniye zabitanf ve karakol memurları tarafın- ·<br />

dan mürnanaat olunmamak ve icabı halinde ibraz kı-<br />

(1) Zimmi, Hristiyan olup Osmanlı tabiiyetini kabul eden<br />

kimse.. Bunlar dinlerinde ticaretlerinde serbest idiler,<br />

fakat vergi öderlerdi. 1855 tarihinde Islahat Fermanı<br />

ile vergi askerlik bedeline çevrilmiş, 1908 MeşrutiY,etinden<br />

sonra bu gibiler de askere alındığından<br />

bedel de kaldırılmıştır. (N.A.B.)<br />

(2) Reaya, Osmanlı tebaasından müstahsil köylü. (N.A.B.)


197<br />

lınmak için canib-i Seraskerimizden işbu tezkere merkuma<br />

ita kılındı.<br />

Mühür ve İmza<br />

KADlNLARIMIZlN ESKİ KIYAFETLERİ<br />

Vaktiyle kadınlannuz ferace ve yaşmak<br />

giyerlerdi.<br />

Elbiseleri kışın çuha yazın ipekli ince kıımaştan<br />

ve içieri de· sandal denilen bir nevi beyaz atlastan yapılırdı.<br />

Ayaklanna san sahtiyan'dan papuş giyerlerdi.<br />

(Bu papuşlar ökçesiz,: altı düz ve koncu olan ön tarafı<br />

daha uzun bir nevi mest olup Mercan teriikierine benzerdi)<br />

sonraları feraceleri, Merinos, Lahurdaki, Şalaki,<br />

Atlas ve bunlara benzer kumaşlardan yapılmaya<br />

başlandı. Papuş'lann içine işlemeli astarlar kondu.<br />

Bunları ince beyaz çoraplarla giymeye başladılar.<br />

Yaşmaklar için daha ince tülbentler kullanıldı.<br />

Hatta (Gençliğim var isterim! elbette . bir al ferace<br />

ince yaşmak eldiven) şarkısı da o zariıalar çıkmıştı.<br />

Kadınlarımız yaşmaklan, yüzü örtrnekten ziyade bir<br />

süs olarak kullanırlardı. O, ince yaşmaklan yüzlerinin<br />

güzelliğini gizlemezdi. O renk renk feraceler ne<br />

hoş görünürdü.<br />

Bir zamanlar dnlerde giyilen içi dışı . sırma işlemeli<br />

(şıp şıp) namiyle bir takım terlikler moda olmuştu.<br />

Hatta gelinler için hususi olamk yaptınlan şıp<br />

şıplann yüzlerine işlenmiş olan sırmalann arasına,<br />

baş ve gerdana konan inci, yakut, zümrüt, pırlanta gibi<br />

kıymetli mücevhetat da yerleştirilirdi.


,<br />

Kadınlar<br />

Mesire<br />

•<br />

J<br />

·-.<br />

.-<br />

• •<br />

..<br />

y<br />

•<br />

e<br />

,<br />

••<br />

:ı<br />

,<br />

nasıl<br />

1<br />

.<br />

'<br />

giderlerdi<br />

•..<br />

"' ·<br />

·!··.:<br />

... ..:.<br />

t:"< ., ;<br />

Hıristiyan kadınlar sokağa çıktıklarında yaşmak<br />

yerine ince tülbentten baş örtüsü örterlerdi. Ayaklarına<br />

Ermeniler kırmızı, Rumlar siyah, Museviler mavi<br />

terlik giyerlerdi.<br />

16 ncı asırda İstanbul kadınlarının uzun ferace<br />

giyip başlarına tülbent sarıp, yüzlerine kıl peçe taktıkları<br />

ve Selamiye isminde bir entari giydikleri Ah·<br />

met Rasim Beyin Osmanlı Tarihinde yazılıdır.<br />

1144 tarihinde Birinci Sultan Mahmut zamanında<br />

kadınların pek çoğu başlarına fes veya başlık giyerler<br />

ve bunların üzerine nakışlı yazma yemeniler bağlarlardı.<br />

Yakaları atlas ve etekleri küçük Necef taşlariyle<br />

süslü yün ve çuhadan feraceler giyerlerdi. Sultan<br />

Mahmut bu kıyafetleri uygun bulmayıp yasaklamıştır.<br />

1831 tarihinde III'ncü Osman zamanında kadınların şal<br />

ve elvan ferace giymeleri emir edilmiştir. KadınlarımıZin<br />

vakit vakit kıyafet ve tuvalederiyle meşgul olmak<br />

adeti yerinde bir müdahale olmamakla beraber<br />

şeriat hükümlerinin uygulanması hükümete ait oldu-


200<br />

ğundan bu yola gidilmiştir. Ebüzziya Tevfik Bey Tasvir-i<br />

Efkar Gazetesinde şöyle yazmıştı: (Bugünkü hanımlanmızın<br />

tuvalederini Avrupa'lı kadınlannkine<br />

benzetmek, yeldimıe yerine manto giymek, saçlarını<br />

Avrupa modasına uydurmak, ufacık adımlar atmak<br />

suretiyle yürürneğe kalkışmaları hoş görünmüyor.<br />

Çünkü her milletin kadınlannın kendine mahsus bir<br />

yürüyüşü olduğu gibi, evvelce de İslam kadınlannın<br />

kendine mahsus güzel bir yürüyüşleri vardı. O ağır<br />

ağır sahna salma ne kadar hoş bir yürüyüştü) diye<br />

fikirlerini açıklamıştı.<br />

KADlNLAR MESİRE YERLERiNE NASIL<br />

GİDERLERDİ?<br />

Kadınlar kır gezintileri sırasında lüzumlu olan<br />

bir çok eşyayı beraberlerinde götürürlerdi. Bir ailenin<br />

hususi kayığı olmasa da zarif ve değerli kumaştan<br />

bir kayık takımı, al renkli ehram, gümüş ve armudi<br />

seyir aynası, gümüş su tası ve sürahisi, iki gözlü<br />

Venedik sepeti, sefer tası, sofra takımı bulunurdu.<br />

Kayık döşemeleri, üç parmak kalınlığında kenarlan<br />

çifte fitilli bir tane pamuk şilte ve yine çifte fitilli üç<br />

tane yastıktan ibaretti. Gezme yerine denizden gıdildiği<br />

zaman kayığın kıç üstüne al ehram serilir ehramın<br />

saçakları deniz sulanna temas edercesine kayığını<br />

iki tarafına salıverilirdi.<br />

HAFI'A TATİLLERİ<br />

Başlangıçta Osmanlı Devleti ve İslam ahali haftanın<br />

belirli günü tatil yapmazdı. Tatil ve dinlenme için


201<br />

böyle bir gün ayrılmamıştı. Fakat gayri Müslimlerin<br />

haftanın bir gününü dinlenme ve ibadet günü olarak<br />

seçtiklerini gören ve bunun lüzumuna inanan Müslümanlar<br />

da haftanın yalnız Perşembe gününü tatil günü<br />

olarak ilan ettiler. Bu Perşembe günü tatilleri tanzimata<br />

kadar devam etti. 1241-1822 tarihinden sonra resmi<br />

daireer ve Müslümanlar için Cuma gününün tatil<br />

günü olmasına karar verildi.<br />

Cami ve Medreselerimizde çok eskiden beri uygulanan<br />

ve haftanın Salı ve Cuma günlerinde iki defa<br />

yapılan tatillerin, hangi tarihte ve kimler tarafından<br />

.kabul edilerek yürürlüğe konduğu malum değildir.<br />

1825 tarihinden sonra Cuma tatillerinde İstanbul halkı<br />

kendilerine göre eğlenceler, ziyaretler ve toplantılar<br />

yapmaya başladı.<br />

KAGIT<strong>HANE</strong> ALEMLERİ<br />

Kağıthane deresinin içeriye doğru kısmının iki tarafındaki<br />

sahil rıhtımları Fuat Paşa Sadnazam ol-<br />

•<br />

duğu zaman yapılırdı. Paşa Kağıthanenin pek değedi<br />

ve imara layık bir yer olduğundan bahs eder, en güzel<br />

yerlerden biri de Kağıthane köprüsünün ortasından<br />

çağlayanlara doğru bakılan yerdir, derdi.<br />

İlkbaharda<br />

su ile tamamen dolan dere yatağından akan suların<br />

çağlayanlardan beyaz köpükler saçarak mermerler üzerinden<br />

akıp gidişi ve yeşil çayırlar arasında beyaz, penbe,<br />

san mor renkli çiçeklerin rüzgarla bir o yana bir<br />

bıi yana sallanması kalbiere tazelik ve ferahlık verirdi.<br />

Kağıthane'nin en hareketli, en parlak zamanı İlk-


202<br />

bahar mevsiminin Cuma günleri idi. Pazar günü gidenlerin<br />

çoğu Hıristiyandı.<br />

Kağıthane'ye karadan ve denizden gidenlerin çoğu<br />

Eyüp yolunu tercih ederlerdi. Eğlencesi de denizden<br />

gidilmesinde idi. Kağıthane sefasına meraklı olanlar<br />

gayet hafif ve narin kayıklar yaptırırlar, ikişer veya<br />

üçer çifte olan bu kayıkiann yollu ve zarif olmasına<br />

itina ederlerdi. Hususi kayığı olmayanlar birkaç<br />

gün evvelinden bazı iskelelerden Cuma günü için kayıklar<br />

kiralarlar, bilhassa gençler süslü ve narin sandallarda<br />

kürek çekmeye özenirleııdi. Gezme günleri gönüller<br />

ferah, kasavetten uzak, ııahat ve huzur içinde<br />

olurdu. -Cuma günleri herkes erkenden hazırlığını görür,<br />

karadan gidecekler araba ve hayvanlanna, denizden<br />

gidecekler de kayıkianna binerek Kağıthane'nin<br />

yolunu tutarlardı. Tabanlal1lna güvenenler yaya olarak<br />

giderler, çalgıcı, satıcı, dilenciler daha evvel davranıp<br />

muşterilerini orada beklerlerdi.<br />

Kağıthane'nin birinci köprüsünden itibaren içeriye<br />

doğru salıilin bir tarafı kadınlara, diğer tarafı erkeklere<br />

ve iç kısmındaki top ağaçların altı da arabah­<br />

Iara mahsus idi. Bu bölgelerde herkes beğendiği yere<br />

yerleşir, gezer, yürür zevkine bakardı. Artık çayırlar,<br />

bayırlar baştan başıa insanlarla dolar, derenin iki sahi<br />

li de kayıklarla kapandığından yanaşmak mümkün olmaz,<br />

kayıkları olduğu yerden kımıldatmak pek müşkül<br />

olurdu.<br />

Gezmeye gelenicnn çoğu yemeklerini bir gün evvelinden<br />

hazırlardı. Kuzu söğüşü, zeytinyağlı yaprak<br />

dolması, sütlü irriıik helvası gibi soğuk yemeklerini


203<br />

tencerelerde, sefer taslarında getirirler.di. Zengi_nlerip<br />

yemeklerini uşaklar ayrı kayıktarla taşır. Orta halli­<br />

er bindikleri kayıktann kıç altına yerleştirerek getirirlerdi.<br />

İkişer veya üçer çifte olan zengin kayıklarmda<br />

sağ ve sol itibariyle iki hanım yan yana, bir cariye<br />

de karşılarmda, kıç üstü denen küpeşteye, bir ha<br />

rem ağası veya harem kahyası, veyahut bir gidiş ağası<br />

bağdaş kurup otururdu. Anbarlarda oturmak orta<br />

halli bir ailede dahi ,kibarlığa aykın sayılırdı. Sul<br />

tan Aziz tahta ilk çıktığı senelerde her İlkbalıarı Saadabad'da<br />

geçinneyi adet haline getirmişti.<br />

Sultan Aziz Cuma günleri selamlık merasimini<br />

oradaki camide yapar,· askere kuzu yedirirdi. Bu tören<br />

pek parlak olduğundan seyirci halk erkenden camiye<br />

koşardı. Selamlık törenine katılan yüksek rütbeli<br />

Devlet memurlariyle, Müşirler ve askeri amirler<br />

Cuma günleri giyilen üniformalan, nişanlan ile padişabın<br />

önünden geçen alaylann başında giderlerdi. En<br />

önde bando-mızıka olduğU halde kıt'alar takım takım<br />

geçerken gururlanan halk hep bir ağızdan (Padişahım<br />

çok yaşa) diye bağırıp alkış' tutard ı.<br />

(Sultan Aziz'in tahta çıktığı ilk yıllarda ahalinin<br />

kendisine pek fazla sevgi ve hürmeti vardı. Padişah<br />

1862 tarihinde Mısır'ı ziyaretten döndüğünde büyük<br />

şenlikler hiçbir zaman hiç bir makamın nüfuz ve emriyle<br />

olmamıştır. Sadece halkın içten gelen arzusu ile<br />

olmuştur. O sıralarda yaşamış olanlar bu beyanıniın<br />

doğruluğunu tasdik . ederler. Bir haftadan ziyade devam<br />

eden törenierin nihayetinde, şehrin seçkin kişileri<br />

Benebi Devlet memurları ve din adamları bir he-


•<br />

•<br />

•<br />

.<br />

• .<br />

...<br />

- )<br />

- • /<br />

<br />

....<br />

"'<br />

..:.<br />

• . .<br />

'<br />

.<br />

·<br />

- -<br />

·<br />

'"'. .- -<br />

-<br />

-<br />

.., _ _ .<br />

.<br />

.<br />

... •<br />

•<br />

. . :.. ..._ . . ""' ...<br />

·-·<br />

?<br />

...<br />

.<br />

- - •<br />

. . - -- . <br />

•<br />

, _<br />

'<br />

-<br />

Süslü kayıklar, tabiatm eşsi= gü:;ellikleri ile be=erımiş<br />

Kağıthane deresinde.


205<br />

yet halinde. Kağıthane sarayına giderek padişahın resminin<br />

çıkarılmasını istirham etmişlerdi.)<br />

Seyircilerin kimisi Cuma namazını Hazreti Halit'­<br />

te kılıp biraz gezinmek ve tabiatın güzelliğini görmek<br />

için gelmiştir. Kimisi şuradan buradan ele geçirdiği<br />

araba veya hyvana binerek halka zengin gör.ünmek<br />

hevesiyle gelmiştir. Peder veya kain pederlerin nüfuzu<br />

sayesinde yüksek rütbelere çabuk erişen subaylar pek<br />

güzel atlar üzerinde ecnebi subaylar gibi caka satarlardı.<br />

Yakışıklı gençler haddinden fazla süslenir yüksek<br />

tabakaya mensup hanımiara kendilerini beğendirmek<br />

hülyasiyle konaklara ait arabalann arasında dolaşırlardı.<br />

Gezme uğruna saçtıklan altınlada bazı hafif<br />

meşrep kadınların gözlerini kamaştıran bir takım<br />

mirasyedi beyler herkesin hayranlıkla baktığı arabalara<br />

kurularak dolaşırlardı. Kimisi kendisine yüz vermeyen<br />

komşusu hanımı hafif meşrep bir halde Y.akalamak<br />

ve bu suretle münasebet temin etmek için o<br />

kadını . takip eder gizlice göz altında bulundururdu.<br />

Her rastgeldiği kadına laf atan bazı kopuklar arabaların<br />

çıkardığı toz duman içinde göz hareketleriyle<br />

kadınlara işaret verrneğe çalışırlardı. · Aybaşı kibarları,<br />

cebi delik beyler pek centilmen tavırlar takmarak<br />

kadınlara laf atarlar, bazı kadınlar hoşlarına gitmeyen<br />

bu gibi sarkıntıhklara:, şemsiyeleriyle yüzlerini<br />

kapayıp mukabele ederlerdi. Hovardahğı ile tanınmış<br />

oln erkekler açık meŞre-p genç kadınlara musallat<br />

olurlar veya dost tuttukları kadınlan bakı altın-<br />

da tutmak için haşin tavırlar,. takınır, bıyık bükerek<br />

.<br />

etrafı gözden geçirirlerdi.


206<br />

Çopur yüzlü kapısız uşaklar dal fesli ve kovalı<br />

(1) çuha şalvarlı, beyaz dizlikli, çapraz yelekli, bağn<br />

baldırı çıplak tulumbacı kabadayıları, başında salta<br />

markalı, yardan ayrıldım biçiminde ipekli mendil sarılmış,<br />

ylın ayak kaldırım hovardalan kadınlara sade<br />

söz atmakla kalmazlar elleriyle sarkıntılıkta bulunur<br />

türlü kepazelikler yaparlardı.<br />

Lacivert dizlikli baldırı yün tozluklu pos bıyık<br />

helvacılar, Anadolu dayıları, yüzünü yağlı düzgünle<br />

badana eden şıllıklara yılışır ve peşlerine düşerlerdi.<br />

Kendini uslu akıllı ve ağır başlı göstermek isteyen sakallı<br />

bazı sinsiler münasip yerlerde gizlenip saman<br />

altından su yürütürlerdi.<br />

Hanımlar dere kıyısının kadınlara mahsus olan<br />

kısmında kayığın ehramını, döşemesini derenin kenarına<br />

serip otururlardı. Gümüş s'u tasını ve sürahisini<br />

önlerine, sefer tasını Venedik sepetini yanlarına, sarı<br />

papuşlarını ehramın altına korlar yerler, içerler,<br />

ara sıra kalkıp gezerler, küçük çocuğu olanlar iki ağa·<br />

cm arasına salıncak kurup çocuklarını uyuturlardı.<br />

Şenlikleri uzaktan seyir etmeyi arzu edenler yamaç­<br />

Iara çıkarlardı. Çilekçi, portakalcı, kuzu kestaneci, helvacı,<br />

macuncu, riıuhallebici, dondurmacı leblebici, si-<br />

(1) Bu Kovalı denilen şalvar, iç donu üstüne dizlik denilen<br />

beyaz bezden şalvar giyip onun üstüne de ondan<br />

daha geniş fakat çuhadan yapılmış şalvardır ki,<br />

kuşağın hizasından itibaren boyu diz kapağına kadar<br />

gelir gayet geniş ağı iki bacak arasında salıverilir.<br />

Yürüdükçe Karaman koyununun kuyruğu gibi<br />

iki tarafa sallanır ve bu sallanması süs sayılır.


207<br />

gara kağıdı. ve kibrit satan Yahudi çocuklan yüksek<br />

sesle bağırarak halkı rahatsız ederlerdi.<br />

Ayıcı çingenenin etrafını ayıdan ürken köpekler<br />

sarar ve devamlı havlarlardı. İçkili bir halde ata binen<br />

bazı kişiler ağır giden hayvanlan mahmuzlayarak<br />

yarış etmeye çalışırlardı. Bir defasında at koştur-anlardan<br />

biri yere düşerken muhallebicinin tablfisına çarpmış<br />

muhallebiler dökülmüş, yarı çıplak hırpaniler tozlar<br />

içinde muhallt'bileri kapışmışlardı.<br />

Gösterişi seven bazı zengin şımank beyler önünü<br />

ardını görmeden tozu dumana katarak fayton sürer,<br />

bazan bir çocuğu çiğner. O, kalabalık ara,sında zabıta<br />

memurları öteye beriye koşup meseleyi örtbas ederler,<br />

ne ise ehemmiyetli bir şey yok! diyerek imtiyazlı kişileri<br />

adeta korurlardı.<br />

Derenin erkeklere mahsus olan kenannda bulunanların<br />

kimi çalgı çaldırır, kimi çingene kadını oynatır,<br />

kimi hokkabaz, kimi ayı ve maymun seyir eder.<br />

Kimisi de Bulgara gayda çaldırır bora teptirirdi. Kabak<br />

çalan Arap Mısır'a kaçtım kurtulamadım» türküsü<br />

ile tanburunu çalar oynardı.<br />

Modayı takip eden ve Avrupa'lı gibi yaşamaya ve<br />

giyinmeye özeneo bazı beyler Kağıthane'nin bu manzarasını<br />

barbarlık addederler ve ayıplarlardı. Mavi yeldirmeli,<br />

rastıkh, alınları ladin'li, parmakları kınalı<br />

Ayvansaray, Sulukule yosmaları ellerini çarpar ak ve<br />

arsız gülerek (Beyefendiler Kağıthane sefası şarkı söyleylim)<br />

deyip göbek atmaları ve bahşiş almadan gitmemeleri<br />

bu centilmenleri bir kat daha kızdırırdı.


208<br />

· KAGIT<strong>HANE</strong> DÖNÜŞÜ EGLENCELERİ<br />

Akşam güneşi batmaya başlarken emniyet görevlileri<br />

halk'a ·evlerine dönme zamann geldiğini hatırlatırlar,<br />

ihtarı dinlemiyenleri Kağıthane'yi terke icbar<br />

ederlerdi. O zamanlarda yaşayanların bildiği gibi dönüş<br />

gidiş gibi dağınık olmaz planlı ve eğlenceli olurdu.<br />

Asıl eğlenceler dönüşte yapılırdı. Ecnebiler sandallarla,<br />

Sefaret memurlan elçi kayıklariyle dönüşü<br />

seyre çıkarlardı.<br />

Boğaziçi'nin büyük kayıkları, allı yeşilli bayraklar<br />

ve renk renk kağıt fenerlerle donatılmış olduğu halde<br />

zurna havası tutturarak kayıkların kıç üstünde oynar<br />

böylece Boğaz'a doğru yol alırlardı.<br />

Mahalle tulumbacılan darbuka, maşalı zil, çığırtma'dan<br />

meydana gelen çalgı takımlariyle hovarda ağzı<br />

maniler söyleyerek geçerlerdi. Bal ve Yağ Kapanları<br />

hamallar:ı salapurya'lara dalarlar davul . ve düdükler le<br />

memleket türküleri söylerler, çalıp çağırarak giderlerdi.<br />

Bir takım beyterin teşkil ettiği musiki heyetleri,<br />

kayık ve sandallarını birbirine yaiı.aştınp fasla başlarlar,<br />

kendilerini kadın ve erkek sandallan da yakmdari<br />

takip . ederdi. Bazı sandal meraklısı pehlivan yapılı<br />

delikanlılar narin sandallarda kürek çekerek birbirleriyle<br />

yarışırlardı. Mektep çocukları da dere kenarlarındadaki<br />

sazlardan külalılar yapıp başianna geçirirler<br />

güler oynarlardı. Bazı kimseler deredeki adacıklara<br />

sandallarını yanaştınr dönüş şenliklerini buradan<br />

seyir ederlerdi. Atlılar, arabalılar yollarda gah eğlooir<br />

gah giderler bir kısmı da yol kenarındaki Silahtar<br />

Ağa meyhanelerine uğrar, kısa bir tezgah başı alemi<br />

yaparlardı.


209<br />

Bu suretle akıp giden deniz ve kara yolcularının<br />

hepsi Bahariye'de toplanırlardı. Bu kalabalık<br />

Bahariye<br />

deresinde o hale gelirdi ki, kayıktan kayığa geçilir<br />

olurdu. Her kafadan bir ses çıkar, heyheyler<br />

dünyayı tutardı. Biraz sonra oradan da hareket<br />

başlardı. Cuma'ları Bahariye'ye gelen Saray'lılar, Ba-<br />

,<br />

hariye Kasrında o zaman türemiş bulunan Ulahlılar<br />

•<br />

adı verilen orkestra takımını köşkün bahçesine alıp<br />

çaldınrlar, bu ahenk ortalığa başka bir parlaklık verirdi.<br />

Bu gün Bahariy'de mevcut harap yalılar o zaman<br />

zenginlerin marnur yalılan idi. Cuma'ları yalıların içleri<br />

ve dışları kibar, hatta Vekil ve Vezir mis-afirlerle<br />

hıncahınç .dolar, karşılarındaki adalar da türlü çiçeklerle<br />

bezenmiş olduğundan misafirterin bir takımı da<br />

bu adalara geçip neşeli sohbetler, gürültülü kahkahalarla<br />

Kağıthane dönüşünü seyrederlerdi.<br />

İşte bu hayhuylar ve neşeli eğlenceler İnkılaplardan<br />

sonra yapılan şenlikleri andınrdı. Şu<br />

kadar ki,<br />

İnkılap şenliklerinde söylenen Milli marşlar yerine o<br />

zamanlar aşıkane şarkılar duyulurdu.<br />

Kağıthane'ye gidemeyen civar ahalisinden birçok<br />

kadınlar çoluk çocuklan ile Fener ve Cibali iskelesi<br />

meydanında toplanırlardı.<br />

Buralann deniz kenarlan<br />

her zaman süprüntü yığınları ile dolu ()lduğu için köpekler<br />

burunları ile deşip koklarken birbirleri ile hırlaşırlardı.<br />

Bu iğrenç mezbeleden Kağıthane dönüşünü<br />

seyredeceğiz diye birikenler, taşlar, direkler ve toprak<br />

üstüne çömelerek bayağı satıcıların bayat yemişlerini<br />

alıp yerlerdi. Halk dilinde buralara (Bitli Kağıt<br />

hane) denilirdi.<br />

F: 14


İstanbul'un Gezme. Yerleri<br />

İstanbul'un ağırbaşlı ve servet sahibi kişileri kalabalıktan<br />

sıkıldıklarından Cuma ve Pazar günleri Kağıthaneye<br />

gitmezlerdi. Şayet o günlerde gitmek mecburiyeti<br />

olursa <strong>Ali</strong>beyköyü ve Çoban Çeşmesi semtine<br />

giderlerdi. Şimdi kodaman dediğimiz bu kişilerin redingot<br />

ceket, pantolon ve yelek giyenleri, Avrupalığı<br />

taklit ediyor diye ayıplanırlardı. Bunların meclisinde<br />

bulunan gençler iki diz üzerine oturmaya mecbur tutulur<br />

veya bağdaş kurup otururlardı. Ayaklarının· birini<br />

uzattıkları takdirde hoş görülmezler kıyametler kopartılıJTdı.<br />

O zamanın gençlerin bunların hücumuna hedef<br />

olmamak için kıyafet bakımından onlara benzemek<br />

mecburiyelinde idiler. Şimdi kodaman dediğimiz<br />

bu kabil kimselerden Mülkiye sınıfına mensup olanlar<br />

Vaka"i Hayriyeden sonra eski kıyafetlerini değiş-


212<br />

tirmişler ve kavuklarını çıkarınışlardı. Başlarına mavi<br />

ipek, püskütlü fesin içine ·beyaz takke ve sırtianna<br />

düz yakalı ve uzun etekli setre üstüne paçası bol pantolon,<br />

Hind ve Şam kumaşından veya şaldan<br />

kollu<br />

mintan giyer boyunlarına dört köşe mendil büyüklüğünde<br />

siyah · canfes veya beyaz tülbent boyunbağı bağlarlardı.<br />

Bu adamlar zamanın getirdiği her türlü ye-<br />

. nilikiere karşı olurlar, gençleri de yeniliğe uymaktan<br />

alakoymak istei'lerdi. llmiye takımı Vaka-i Hayriyeden<br />

dört yıl sonra kavuklarm1 çıkarmışlardır. Bunların<br />

kavuklan 1879 tarihinde iıname'ye çevrilmiştir. Sırtlarına<br />

mevsim küıtii üzerine bol bln1ş giyip eUft biçim<br />

çak'ır ve ayaklarına sarı mest pabuç giyerlerdi.<br />

· Esnaf takımı başla:fına Acem şah veya ebani sank<br />

sararlar, ağı bol şalvar salta, bedeni darca Mısri<br />

tabir olunan cübbe, ayaklarına burnu sivri kırmızı yemeni<br />

giyerler ve bu yemenilerden altı nalçalı olanlarına<br />

katır tabir ederlerdi. Sonraları ekserisi sarığı dal<br />

fese, yemenileri rugan iskarpine çevirdiler. Esnaf yazıcılan<br />

bel kuşaklan arasına gümüş divit takarlardı.<br />

Yukanda bahsettiğimiz kodaman . kişiler Kağıthane<br />

tarafianna gittiklıerinde oralarda gezinmeyi hafiflik<br />

sayarlardı. Bunlar ya derenin kenarlarında veya<br />

çayınn etrafındaki aPÇlann altında kaba hasırlan,<br />

seccadeleri serip otururlar, tirkeş ismi verilen kısa<br />

ve yolculukta kullanılan birbirine geçme çubuklarını<br />

tüttürürler derenin ve çayırın güzel manzarasım seyire<br />

dalar keyiflenirlerdi. Şakalar, havai konuşmalar<br />

yaparlar, tavla ve satranç gibi oyuntarla hoş vakitler<br />

geçirirlerdi . Bunların seyir yerlerinde en ziyade· önem<br />

verdikleri, yemek-içmek hususlan olurdu. Çayırda ku-


213<br />

zu çevirirler., püryan, kuyu, testi kebabları pişirtirler,<br />

ekserisi aşçılannı da beraberlerinde getirilerdi. Aşçıları<br />

olmıyanların yemek mer-aklısı arkadaşlan yemek­<br />

Ierin pişmesiyle yakından ilgilenirlerdi . Taz:! yaprak<br />

dolması, sütlü irmik helvası ve mevsim meyvalarını<br />

seyir yerine getirirlerdi. Çeşitli ve gayet bol olan yemekler<br />

bir halka teşkil edilerek yenilirdi. Kendilednden<br />

sonra hizmetçiler, arabacılar, yerlerdi. Çubuklar,<br />

nargileler· içilir, namaz vakitlednde abdest alınıp çayıra<br />

seecadeler serilir topluca namaz kılınırdı . Akşam<br />

namazından evvel evlere dönüş başlardı. Baiılan akşam<br />

yemeklerini de çayırda yiyip dönüşü mehtaph gecede<br />

yapmayı arzu ederlerdi.<br />

İstanbul'un en meşhur seyir yet'i Kağıthane'dir.<br />

Çünkü diğer mesirelere göre şehre yakındır. İstenir.;<br />

se BeyoğLu tarafından bile yaya gidilip gelinir. Burada<br />

dere, deniz, çayır, orman gibi insaniann hoşlandığı<br />

nimetierin hepsi bir aradadır. Bu sebeple tabiatı sevenlerin<br />

aradığı bir yerdir. Sahası gayet _geniştir. Hemen<br />

hemen İstanbul halkının üçte birini içine alır.<br />

O zamana gör tabii en kalabalık günlerde bile ziyaretçiLer<br />

kendilerine oturacak ve eğlenecek yer bulabilirlerdi.<br />

Aynı zamanda yiyecek içecek ile gidip gelmek<br />

isteyenler için en az masraflı yeroir. Elhasıl Kağıthane<br />

herkesin işine ve kesesine uygun ve elverişlidir.<br />

Bir zamanlar Hasköy'ün üst kısmında bulunan<br />

Aynalıkavak bahçesi de ·mesire yeri idi. En fazla Beyoğlu<br />

halkı buraya Pazar günleri giderdi. Meşhur Bestekar<br />

Latif Ağanın şu güfte ile bir şarkısı vardır. (Pek<br />

müteferrih yer değildir Ihlamur, şimdi Boğaziçine


•<br />

ı::<br />

1:3<br />

._<br />

<br />

6'<br />

..ı.:<br />

<br />

<br />

0...<br />

,...<br />

-<br />

<br />

,S<br />

-<br />

..<br />

<br />

._<br />

c<br />

;:...,<br />

"'<br />

.s<br />

..<br />

"'<br />

';;<br />

.::,<br />

..,<br />

"'<br />

-<br />

:::


215<br />

gitsek bu Pazar). Bilahare Ateş Mehmet Paşa'nın donanma<br />

komutanlığı zamanında halka kapatılan bu yer<br />

I ersaneye veril d i.<br />

Veli Efendi, Çırpıcı, Çörekçi, Bayrampaşa İstanbul'umuzun<br />

pek eski mesire yerleridir. Bizans zamanında<br />

da buraları mesire yeri idi. O zamanlar bu yerlerin<br />

çevresi ormanlar ve bahçelerle kaplı imiş. Sayfiyeye<br />

gitmeyenler ekseriya Kağıthane mevsimi geçince<br />

buralara rağbet ederlerdi.<br />

ÜSKÜDAR VE BoGAZİÇİ MESİRELERİ<br />

Eskiden mesire yerlerine gidenler her seyir yeri için<br />

öteden beri geçerli olan adetlere uymaya kendilerini<br />

mecbur görürlerdi. Mesela, Fenerbahçe'ye gidecekler<br />

evvela Merdiven Köyü'ne uğrar çayırda yemeklerini<br />

yedikten sonra Fenerbahçe'ye giderlerdi. Dönüşte Haydarpaşa<br />

çayırında dolaşıp, akşama Selimiye'deki · Duvardibi<br />

mesiresine gelirlerdi. O zamanlar Fenerbahçe'-<br />

. nin gezi günleri Pazartesi ve Perşembe idi. Burası etrafı<br />

deriii İ e çevrili sadece bir yerden karaya bağlı küçük<br />

bir yarım ada olduğu için, ziyaretçilere ferahlık<br />

veren bir mesire yeri idi. Dördüncü Murat zamanında<br />

buraya bir fener kulesi ile bir saray inşa edilmiş ve<br />

Üçüncü Ahmet zamanında bu yapılar yenileştirilmiş<br />

ve genişletilmiş ise de, bilhassa saray zamanla harap<br />

olmuş, sadece havuz yerleri ortada kalmıştır. 1834 tarihinde<br />

Boğaz'lara fenerler konmuş, bu meyanda Fenerbahçe<br />

kulesine de 25 mil uzaktan görülebilecek bir<br />

fener monte edilmiştir.


216<br />

Anadolu tren yollarının inşasından evvel Haydarpaşa<br />

çayırı geniş bir mesire yeri idi. Sultan Mecid'in<br />

.şehzadeleri Murat ve Harnit Efendilerin sünnet düğünleri<br />

1846 tadhinde bu çayırda yapılmıştır. ·<br />

Sabahları çok erkenden ava çıkan Sultan Avcı<br />

Mehmet gayet sarp tepelerde kuş ve diğer ,hayvanları<br />

avlarmış. Bir gün yolu ·üçük Çamlıca'ya düşmüş,<br />

orada içtiği su pek hoşuna gitmiş. 1653 tarihinde o<br />

suyun başında bir çeşme yaptırmış. Bu çeşme taşında<br />

Padişahın ismi yazılıd.ır. Bundan sonra 1660 tarihinde<br />

Büyük Çamlıca'da da bir çeşme yaptırmış. Hakan<br />

yaz aylarında bağlarda gezer, kirazı da çok severmiş.<br />

O vakitler Beylerbeyi ve Çengelköyü'ndeki kiraz<br />

bahçeleri pek meşhur olduğundan çocuklariyle buralarda<br />

haftalarca kalırmış.. O zamanlar Çamlıca'ların<br />

seyir günü ol.madığından, asude bir gezinti İstiyenler<br />

Küçük Çamhca'yı tercih ederlerdi.<br />

Büyük Çamlıca çok eskidenberi seyir yeri olarak<br />

kabul . edilmiştir. Ziyaret Pazar günü yapıhrdı. Seyirciler<br />

evvela Çamhca'ya giderler, bundan sonra Bağlarbaşı<br />

bölgesine arabatarla inerlerdL 1867 tarihinde Bağlarbaşı<br />

bölgesinde bir belediye bahçesi açıldı. Halk<br />

bahçede eğlenir, harem arabaları da bahç·enin etrafında<br />

dolaşırdı. Geceleri bahçenin sayısız fenerleri, fanusları<br />

etrafa ışık saçar ortalık gündüz gibi olurdu<br />

ki kalabalık tarif edilmez bir hal alırdı. Gece yarısına<br />

doğru beyaz yeldirmelere bürünmüs güzel hanımlar<br />

arabalarından inip bahçenin parmaklıkları dışında göze<br />

çarpmayan loş yerlerde süslü beylerle gezerlerdi.<br />

Burada kadınlar ve erkekLer arasında güzel giyinmemiş<br />

hiç kimse göze çarpmazdı. Mısırlı Fazıl Mustafa


217<br />

Paşa orada köşkü olduğu için bu bahçenin imar ve<br />

tanzimi ile devamlı olarak meşgul olurdu. Her hafta<br />

Cumartesi akşamları kaldığı iki gece köşkü zamanın<br />

şairleri1 alimleri ve musiki üstadları ile dolardı. Merhum<br />

şair Şinasi ömrünün son zamanlannı bu bahçenin<br />

ziyaretine tahsis etmiş gibi idi. Merhum şair Namık<br />

Kemal de buraları çok severdi.<br />

Çamlıcalar arasında olduğu için Kısıkh ismi verilen<br />

semtteki çeşmenin suyu gayet lezzetlidir. Onun<br />

yakınmda Sankaya denilen yerde III üncü Selim'in<br />

ilk imaını Derviş Efendinin bağını Hakan annesi için<br />

satın alıp bu yere yeniden bir köşk inşa ettirmiştir.<br />

Bilahare bu köşk Sultan Mahmut'un hemşiresi Esma<br />

Sultana tahsis edilmiştir. Sultan Mahmut oraya bir nişangah<br />

inşa ettirmiş, bir- zaman sonra kendisi bu köşkte<br />

vefat etmiştir. Şimdi türbesinin bulunduğu yer, vaktiyle<br />

Esma Sultan Sarayı'nın arsası olduğu rivayet<br />

edilmektedir.<br />

Kayışdağı, Alemdağı, Taşdelen şehriınİzin başlıca<br />

mesire yerleri idi. Üsküdar halkından hali vakti<br />

yerinde olanlar bu seintlere aile ve ahbaplarmı yanlarına<br />

alarak atlar ve arbalarla giderlerdi. Ekseriya hanende<br />

ve sazendeleri de beraberlerinde götürürler, geceleri<br />

oralarda, geç vakitlere kadar eğlenirlerdi. Eskiden<br />

Kayışdağmın ismi Kayışpınan imiş. Bimns zamanında<br />

dağın zirvesinde bir manastır olduğu söylenir.<br />

Bina kalıntıları bugün dahi mevcuttur.<br />

Vaktiyle Alemdağı Harem-i Hümayun'a ait bir<br />

bölge idi. Haremin idaresi görevini Dar Üs-saade Ağası<br />

yapard ı. 1834 tarihinde Kızlar Ağası ' vazifesini yapan<br />

Abdullah Ağa Alemdağında Sultan Mahmut'a bir


218<br />

ziyafet vermişti. Hakan, şehzadeleri ınabeyn kıhiplcri,<br />

Kurena beylerini de alıp gelmiş ve bir gece kalmış,<br />

ertesi günü Taşdelen suyu menbaına kadar gidilmişti.<br />

Harem-i Hümayun ise Taşdelen'e götürülmeyip iki gece<br />

Sultan Çiftliği ismindeki yerde dinlenmeleri<br />

için bıraklmıştı. Hakan büyük evliyalardan Sarı Gazi<br />

Türbesini ziyaret ve Tophane Nazırı <strong>Ali</strong> Saip Efendi'­<br />

nin o civarda bulunan çiftliğinde is tirahat etmişti.· Padişah<br />

ertesi günü çiftlikten hareketle Yakacık Köyü'­<br />

ne gitmiş, bir gece de orada kalmıştır.<br />

Bu Sarı Gazi, Sarı Kadı Fatih Sultan Mehmet Han<br />

Gazi ile beraber gelenlerden olup 1480 tarihinde vefat<br />

etmiştir. Üsküdar'da eski Valde Camiini yaptıran ve<br />

III üncü Sultan Murat'ın annesi Nur Banu Sultan<br />

bir mescit inşa ettirip bu semti ihya etmiştir. Bir müddet<br />

sonra minber·i de lll üncü Sultan Mustafa'nın ya·<br />

zı hocası Bosnevi Osman Efendi zamanında yapılmıştır.<br />

İSTANBUL'UN GEZME YERİ VE GEZME ADETLERİ<br />

Hükumet'in İstanbul seyir yerleri hakkında 1861<br />

tarihinde neşrettiffi tembihname sureti.dir:<br />

Yaz mevsimlerinde herkesin seyir yerlerine gitmesi<br />

esk-i bir adettir. Bu yerlere ırz ve edebiyle gidip<br />

gelenlere hükumetten müsaade veııileceği tabiidir. Fakat<br />

bu vesile ile edep ve nizarn dışına çıkan, yurdun<br />

•<br />

nizarniarına muhalif hareket etmek katiyen caiz olamaz.<br />

Bu gibi hallere başvuranların cezalandırılacağına<br />

dair tanzim ve ilan olunan tembihnamedir.


219<br />

İstanbul'da Veliefendi, Çırpıcı çayırları, Bayrampaşa,<br />

Üsküdar, Çamlıca, Merdiven Köyü, Haydarpaşa,<br />

-·<br />

Duvardibi, Beylerbeyi ve Havuzbaşı pıesirelerine Cu<br />

ma ve Pazar günleriyle diğer adi günlerde herkes girlebilecektir.<br />

Fakat erkek ve kadınlar için özel yerter bulunduğundan<br />

kadın ve erkek karmak!arışık oturmayacak ve<br />

oturamayacaktır. Şayet bunun aksine hareket edenler<br />

olursa Kanunun 254. maddesine göre cezalandırılacaktır.<br />

İstanbul Boğaziçi ve Ü sküdar seyir<br />

yerlerinden<br />

bazısı sırf Cuma günleri kadınlaa ve Pazar günleri<br />

erkeklere mahsus olduğu için bundan böyle İstanbul'­<br />

da Kağıthane'ye Üsküdar'da Modaburnu, Fenerbahçe'­<br />

si, Beşiktaş'ta Hacıhüseyin Bağı, Ihlamur, Küçükçiftlik;<br />

Beyoğlu'nda Taksimönü; Boğaziçi'nde Küçük ve<br />

Büyüksular, Çubuklu, Hünkar iskelesi, Arnavutköyü<br />

akıntısına Cuma vesair günlerde gidilebilir. Ancak Pazarlan<br />

İslam hatunları gidemiyecektir. Şayet gidenler<br />

olursa yukarıda adı geçen kanun gereğince cezalandırılacaktır.<br />

Üsküdar'da Bağlarbaşı civarında Maşatlık denilen<br />

yer ile Bostancıbaşı Köprüsü arasında bu kerre açılan<br />

Çiftehavuzlar, Serbostanbağı ve Sultantepesi civarında<br />

Susuzbağ ve Kuzguncuk üzerindeki Arapzade<br />

Bağı, Maslak, Şişli, Levent Çiftliği, Pangaltı Zincirlikuyu<br />

öteden beri seyir yeri olmadığından herhangi<br />

gun olursa olsun İslam kadınlarının araba ile durması<br />

ve sereserpe oturması tamamen ve kesin olarak yasaktır.


220<br />

Adı geçen yerlerde, gerek yollarda erkek ve kadın<br />

seyircilerden sefilıçe ve edep dışı hareket edenler ve<br />

gelip geçeniere laf atanlar olursa adı geçen<br />

202. maddesi uyarınca cezalandırılacaktır.<br />

kanunun<br />

Yukarıda yazılı mesirelerin hangisinde olursa olsun<br />

içki içenler ve rezalet çıkaranlar da cezalandırılacaktır.<br />

Mesirelere gelecek satıcı, çalgıcı, arahacı<br />

takımı<br />

edepli hareket etmek zorunda olduğu için şayet sözle<br />

ve hareketle rezilce hareket edecek olurlarsa bu gibiler<br />

de kanunen cezalandırılacaktır.<br />

Rütbe sahibi ve itibartı bulunanlar dahi bu yasaklara<br />

riayet etmezlerse onları rütbeleri kurtararnıyacaktır<br />

(1).<br />

Saat ı ı 'de seyir yerlerinde kadınlardan hiç kimse<br />

kalmıyacaktır. İşbu mesirelerde<br />

gezdirilen nizarniye<br />

askerleri ve zaptiye kollan ırz sahiplerinin sırf gezinti<br />

ve İstirabati için vazifelendirildiklerinden bunlara<br />

görevleri sırasında hakaret edenler oluıiSa aynı kanunun<br />

116. maddesine uyularak cezalandırılacaktır.<br />

BENTLER ALEMi , İSTANBUL SULARI<br />

Bir zamanlar İstanbul'lutarla hatırlı yabancılardan<br />

bir çoklaq Belgrat ormanlannı gezinti yeri yapmışlar<br />

(1) Vaktiyle rütbe sahibi olanları zabıta, rütbesine hürmeten<br />

kaldırmayıp başka çareZere başvururlardı.<br />

Bu da rütbe sahiplerinin halka üstün tutulmasına<br />

kabul etr.ıek demekti. Rütbe sahiperi de bu sebeple<br />

halkın üstünde sayılırlardı.


221<br />

dı. (Bu ormanlann, İstanbul sularına hakim durumda<br />

olduğu için İstanbul'lularca ayrıca önemi vardır.)<br />

Cuma, Pazar günleri Büyükdere<br />

yoluyla Sultan<br />

Mahmut ve Valide bentlerine yemekler ve ıarabalarla<br />

giderler.<br />

Bazıları da Mayıs içinde Belgrat köylerinde evler<br />

kiralayarak haftalarca otururlardı. Gerçekte babarda<br />

bentleri, ormanları seyretmek, güneşin doğuşundan ve<br />

batışından ve bu manzaraların güzelliğinden yararlanmak<br />

için oralarda birkaç gün kalmaya değer.<br />

O zamaniann din ve siyaset adamlarından kimselerle<br />

her yıl bahar mevsiminde Belgrat köyünde bir<br />

ev kiralayıp 8-10 gün kadar oturmayı adet etmiştik (1).<br />

Buralardan dönüşümüz de anlatılınaya değer. Bazı<br />

yıllar Eyüp'ten hayvaniara binerek Silahtarağa, Kağıthane,<br />

Cenderboğazı yoluyla dönerdik. Bazan da Büyükdere<br />

yoluyla arabalarta dönülürdü.<br />

Kırk yılı geçen S\1 Nezareti Başkatipliğinde hizmet<br />

etmek suretiyle Benllerin bütün özelliklerini bilen<br />

Emin Efendi ile suyolcu ustalarının ileri gelenlerinden<br />

«Taksim ustası• Tahsin Bey merhumlar her<br />

gidişimizde beraber bulunurdu. Onların bilgilerinden<br />

yararlanırdık.<br />

Kağıthane'nin rağbette olduğu .<br />

yıllarda hepimiz<br />

adeta bir .kervan halinde bir araya· getirdik. Ve; süva-<br />

(l)<br />

Selim II zamanında su kemerleri makbul bir mesire<br />

iken padişah bahar mevsimlerinde buraya sıkça<br />

gelir, şair Baki ve CeUU gibi nedimleriyle hoşça va-<br />

kit geçirirmiş<br />

·


222<br />

riocağı yoldaşlarından bir ağa çağırarak kervanımıza<br />

rehberlik et.tirirdik. Yolda gerekli gördüğümüz yerler·<br />

de yemek · yer ve dinlenirdik.<br />

yolculuk yapardık.<br />

Böylece eğlenceli bir<br />

Büyükdere yoluyla dönüldüğü yıllarda (1) çayırın<br />

sahil boyunda bulunan seddin üzerinde yemekler yer,<br />

sonra tekrar arabalara binerdik.<br />

Yolda . zümrüt gibi çimenler, sarı, mor ve pembe<br />

çiçeklerin çekiciliği, bir tarafta da göklere yükselen<br />

orman ağaçlarının taze yaprakları arasında bülbülle·<br />

ri n uzun demler çeken derin. nağmeleri hepimizi<br />

mest ve hayran ederdi.<br />

Bentlere gitmeyi alışkanlık haline getirenler hoş<br />

sohbet zatlar olduğu için o zamanlar kalbler ferah,<br />

gönüller rahat olduğu için bentlerin her birinde ormanların<br />

koyu gölgelerinde ne lezzetli alemler edilmiş,<br />

ne şen ve mutlıı günler geçirilmişti.<br />

Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.<br />

Bugün yerle bir olan o nadir kişilerin hayali hala<br />

batınindan çıkmamıştır.<br />

· Benim gibi yaşları ilerlemiş olanlar ömürlerinin<br />

gamlı geçen günlerini<br />

yaşanmamış sayarak üzülürler.<br />

Hatta o mutsuz günlerin hatırlanınası bile kendilerini<br />

üzer. Ama yine de hayatlarında geçirdikleri güzel<br />

zamanlannı hikaye etmekten de zevk alırlar. Çünkü<br />

en tatlı eğlenceler arasında geçen neş'eli zamanlarının<br />

hatıralarıdır.<br />

(1) Bu yol 1870 yılında yapılmıştır. Açılış merasimi Ma·<br />

yıs içinde bir Cuma gününe rastlaşılarak ormanda<br />

Vükelaya parlak bir ziyafet verilmişti


223<br />

Bir qe ihtiyarların UZUJl ömür hakkındaki arzularında<br />

da bir başkalık vardır. Mesela şu fani dünyadan<br />

nasibini almış ve hayatın lezzetinden zevk alacak<br />

en güzel günleri tükenmiş olduğu halde ·yine de hayata<br />

muhabbetle bağlanırlar.<br />

Böyleleri takatıeri kesilmiş olduğu için vakit olur<br />

ki, dünyadan bezmiş gibi görünürler.<br />

Fakat gerçek<br />

böyle değildir. _İhtiyarlığın bin türlü zahmetine katlanırlar<br />

da yine yaşamak isterler. Hatta, insaniann ömrünün<br />

yüzyirmi yıl olduğu hakkındaki söylentilerle<br />

teselli bulurlar.<br />

Gerçekte Cenabı Hakkın değişmeyen takdiri gereğince<br />

vücut yıpranmış olsa bile mükemmel gıda alındığı<br />

ve teneffüs ettiği hava latif olduğu takdirde muayyen<br />

ömrü bile aştığı görulüp işitilmektedir;<br />

Yaşı yüzotuz'a varan Belgrat Köylü Yenako'nun<br />

durumunu belirtmek isterim. Evkaf tarihinde de yazılı<br />

olduğu gibi Sultan Mahmut'un yaptırdığı Yeni Ben-<br />

. dili hitamında Evkaf Nazırlığında bulunan devlet ricalinden<br />

Mehmet Şevki Efendi idaresinde bir ziyafet<br />

verilmiş. Bu ziyafette Sultan Mahmut da hazır bulunmuş-,<br />

açılış töre-nini yapmıştır.<br />

Açılış töreqinden sonra diğer bentleri de seyretmiştir.<br />

Bu arada havuzculardan Yenako'ya hayvanianna<br />

rehberlik ettirmiştir. Bu sırada Yenako'nun bent-<br />

ler hakkında verdiği bilgiler padişahın pek<br />

.<br />

.<br />

hoşuna<br />

gitmiş ve herifi benllerin başhavuzcusu tayin etmiştir.<br />

İşte bu ihtiyar bizim Belgrat Köyü'ne gidişimiz<br />

tarihlerinde de hyatta idi. Ve her gidişimizde yanımıza<br />

gelir, köylüler adına «Hoş Geldiniz» derdi .


224<br />

Yenako bünyece pek zayıftı ve elinde değnek taşması<br />

belinin bükülmüş olması seksen'ine vardığını gösterirdi.<br />

«Kaçan ki Sultan Mahmut Efendimiz» diye söze<br />

başlar, sorular sorulur, tafsilat alınır, hesaplar yapıldığı<br />

zaman heritin yaşı yüzotuz'u bulurdu.<br />

Üçüncü Selim'in tahta çıkışından,<br />

Levent Çiftliğinde<br />

Nizam-ı Cedit askerinin taliminden, Kabakçı.<br />

Alemdar ve Yeniçeri vakalarından aklının erdiği ka·<br />

darını söyler ve hayatı süresince çektiği çilelerden ve<br />

ettiği zevklerden bahisler açar, artık havuzlan dolaşmaya<br />

muktedir ol·amadığmdan yakınırdı. · «Ne anam<br />

kaldı, ne babam» diye de esef ederdi. Yüz yıl önceki<br />

. .<br />

bilgi ve görgülerini sayıp dökmesine baktlırsa hafızasmın<br />

bozulmadığı anlaşılı:ııdı .<br />

.<br />

Bu adam nice yıllar bentler civarını karış karış<br />

ölçmüş, biçmiş ve oralann adeta canlı bir coğrafyası<br />

kesilmişti.<br />

Çok kereler bendere yaptığım seyahat sırasındaki<br />

müşahelerimle beraber gerek Emin Efendi, gerek Tahsin<br />

Bey gibi yetenekli kişilerden ve okuduğum kitaplardan<br />

İstanbul suları hakkında edindiğim bazı bilgileri<br />

de oralara olan sevgim dolayısiyle belirtmek arzusunda<br />

bulundum. Bu gil>i yalın bilgiler zaten değerden<br />

yoksun olduğu için okumak külfetine katlananların<br />

görecekleri noksanları ihtiyarlığıma bağışlamalarım<br />

dilerim.<br />

İstanbul'un arazisi kumlu ve kireçli olduğu için<br />

kuyulardan çıkan sular acıdır. Bizans zamanmda ahaliye<br />

lazım olan tatlı suyu şehir içinde muhtelif yerlerdeki<br />

büyük sarnıçlarda<br />

saklarlardı. . Bu sarnıçlar


225<br />

üstü açık ve etrafı duvarlı, içi çukur bir nevi havuz<br />

gibiydi. .<br />

Edirnekapı'sı civannda Çukur Bostanlar bu gibi<br />

sarmçlardandır. Benzerleri Binbirdirek gibi üstü kapalı<br />

sarnıçlardandı. Fetihten önce mevcut olan su yolları,<br />

su hazineleri fetih sırasında harap olduğu için<br />

tatlı su ihtiyacı bir kat daha önem kazanmıştır.<br />

Kanuni Süleyman lstanbul'u bu ihtiyaçtan kurtarmak<br />

için uygun yerlerde kırk adet çeşme yapılmasını<br />

emretmiştir. Bu çeşmelere getirilecek suyun nerelerden<br />

tedarik olunabileceğinin tahkik olunarak neticenin<br />

bildirilmesini ünlü mimar Sinan'a havale etmiştir.<br />

'Sinan da, Ayvaz Köyü civarında Bakraç ve Ort<br />

dereleri ve bazı menba sularını toplayıp Kurt Kemeri<br />

adiyle yaptırdığı kemer üzerinden bu sulan geçirmiştir.<br />

Ayrıca, Eyüp'te İslambey Mahallesinde Yenikubbe'ye<br />

kadar yolda rastladığı. Cebeciköy ve Balıkdere<br />

önlerinde imal ettiği filtre, yani süzgeçten geçirerek<br />

uygun yerlerde inşa ettiği kırk adet çeşme ile yüzon lüle<br />

su akıtmaya muvaffak olmuştur. Bundan dolayı da<br />

bu suya Kırkçeşme adı verilmiştir.<br />

Bu suların mecrası membalanndan Cebeci Köyüne<br />

(1) kadar tamamen Mimar Sinan tarafından inşa<br />

edilmiştir. Cebeci Köyü'nden Ayasofya'daki taksim yerine<br />

kadar fetihten önce mevcut ve marnur iken fe-<br />

(1) Bu. Cebeci Kl:)yü boşken Cebecibaşılardan biri orada<br />

bir ev yaptırdıktan sonra btr mahalle haline gelmiştir.<br />

Buraya Savaklar mahallesi de denilir.<br />

F: 15


.<br />

tih sırasında kısım kısım tahrip edilerek muattal hale<br />

gelmiş olan eski mecra dahi tadil edilerek ve genişletilerek<br />

yine Mir Sinan tarafından onanldı<br />

rivayetler arasındadır.<br />

Eyüp'te Kubbe-i Cedit ve Erikapı dışında kale<br />

duvarına bitişik Taksim hazinesi, Tezgabçılar ve A,yasofya<br />

ve Sulukule ile civanndaki Taksim hazinesi yerleri<br />

ve Yeni Sarayın (Topkapı Sarayı'mn) yüksek yerlerine<br />

mahsus Kırkçeşme suyUııun akıtıldıı kuyuların<br />

dolabı, bu dolaba balı ve su hizmetine memur<br />

bostancılara mahsus dolap binalan<br />

da<br />

tamamen<br />

Mimar Sinan tarafından yapdmıştır.<br />

(Yazar, konuyu burada noktalayarak cistitrad• (1)<br />

adı. altında Mimar Sinan'ın k.işiline sözü getiriyor.)<br />

(Mimar Sinan Edirne'deki İkinci Selim Camiini<br />

İstanbul'da Süleymaniye ve dier camilerle daha ni.ce<br />

ünlü kişilerin hayratlannı inşa ederek gelmiş geçmiş<br />

· mimarlara üstünlüü ispat etmiştir. Sultan Süleyman'dan,<br />

Hind hükümdarlarından biri mimar istedi<br />

zaman Mimar Sinan'ın çıraklanndan Musta Usta gön­<br />

'derilmiştir. Bu ustanın orada «tarz-ı rumi» üzre binalar<br />

inşa ettii Netayicülvukuat'ta yazılıdır.<br />

Mimar Sinan 81 cami, dörtyüzü<br />

geçen bina ve<br />

Çekmece Köpriisü'nü de inşa etmiştir. Öldü zaman<br />

yüz yaşını geçmişti. Süleymaniye'deki mezannın duvarlan<br />

üzerinde şahsiti yazılıdır l<br />

«Dinsizli·<br />

töhmetiyle katledilen meşhur Mimar<br />

Davut Aa, Sultanahmet Miman Mehmet Kasım, Mimar<br />

Sinan'ın yetiştirdi çıraklardandır.<br />

(1) lstfdrad: Sözün sırası gelmişken


227<br />

· Osmanlı .mimarlığını kurmakta başan gösteren ve<br />

cmucitlik» şerefini kazanan, Bursa'da Yeşil Camii<br />

şerifin yapıcısı İlyas Ebu <strong>Ali</strong> adındaki zat imiş. Ondan<br />

sonra dört, beş mimar daha gelmiş ise de bunlardan<br />

kemal derecesine ulaşan Mimar Sinan imiş. (Kendisi<br />

Kayseriye'li ve domu 1489'dur. İlk önce Ayazpaşa<br />

Camiini inşa etmiş imiş.)<br />

İstanbul'da su azlığı dolayısiyle bu şehirde oturmaya<br />

rağbet etmezlerken Kanuni'nin Kırkçeşme suyunu<br />

akıtması üzerine halk İstanbul'a akın etmeye başlamıştır.<br />

Bu yiizdec şehrin nüfusu çoğalmış, gıda vesair<br />

zaruri ihtiyaçlarının tedariki devlete bir yük olmaya<br />

başlamıştır. Bu yüzden Kanuni'nin İstanbul'a su<br />

getirdie pişman olduğu bile rivayet edilir.<br />

İstanbul nüfusunun günden güne artması üzerine<br />

yüzon lüle su dahi İstanbul'un ihtiyacına yetmeıneye<br />

başlamıştır. Bu defa da gerekli olan suyun başka<br />

taraflardan getirtUmesi çareleri aranılmıştır. ·Kı- ·<br />

şın yağan kar ve yağmur sulan kabarıp çoşarak etraf<br />

köyleri ve tarlalan harap ettiği için hem bu kar<br />

ve yağmur sularından faydalanmak, hem de tahribatın<br />

önünü almak çareleri de düşünülmüştür. Suların<br />

yayıldığı vadilerin öriüne büyük setler çekilerek sular<br />

biriktirilmiş, önüne bir de kanal açılıp buna da<br />

«bent» namı verilmiştir.<br />

Bent inş-ası çin tercih edilen vadiler, uzun ve<br />

dar olanları ve yukarı kısmında solda mecra olacak<br />

kollan bulunanlandı. Bent duvarlarının uzunluğu seksenden<br />

yüzyirmi . kademe kadar yüksekliği yirmi'den<br />

otuz kademe kadardır. Duvarların dışına· mermerler<br />

kapiatılıp kenarlanna kitabeler konulmuştur.


228<br />

.<br />

Sular fazla gelip de bentleri doldurunca fazlası<br />

bendin Üstünde açılmış olan deliklerden çıkar ve .bent<br />

suları künkler ve demir borularla akar.<br />

Her bendin aşaAısında deminten birer kapı vardır.<br />

Sular bu kapılardan kanallara takim olunur. Bu sular<br />

bir dağdan bir dağa köprü olarak inşa edilen kemerlerden<br />

geçer. Su yollarından künklerin geçtiği yerlere<br />

bahçe yapmak, ağaç dikmek ve ev inşa etmek yasaklanmıştır.<br />

Birinci Ahmet Belgrat Köyü'ndeki Büyük Bendi<br />

ve Üçüncü Mustafa da 1766 tarihinde Evhadeddin deresindeki<br />

Ayvaz Bendini; İkinci Osman Belgrat Köyü'nde<br />

·Topuz Bendini; İkinci Mahmut Belgrat Köyü'ndeki<br />

Kirazlı Bendini inşa ettirmişlerdir. İstanbul'a kadar<br />

başka başka kanal inşası külfetine lüzum kalmamak<br />

için yaptırdıklan bent sularını Kanuni'nin esas<br />

kanalına akıtmışlardır.<br />

İstanbul tarafındaki bu dört bent sularının ayrıca<br />

adı olmadığı ve Kırkçeşme sularına karışıp gittiği<br />

için hepsi Kırkçeşme suyu adı ile anılmışlardır.<br />

Beyoğlu ve Boğaziçi'nin Yeniköy'den başlayan Rumeli<br />

cilwti bentleri üç adettir. Bunun biri Birinci<br />

Mahmut tarafından Bahçe Köyü'nde inşa ettirilen<br />

Topuzlu, diğeri Üçüncü Selim'in validesi Mihrimalı<br />

Sultanın yine Bahçeköyü'nde inşa ettirdiği Valide<br />

Bendi, üçüncüsü de İkinci ahmut tarafından inşa<br />

ettinimiş olan yeni benttir.<br />

Bu üç bent inşa olunınazdan evvel Birinci Mahmud'un<br />

Validesi Saliha Sultan Büyükdere üzerinde<br />

«Kılıçpınarı» adiyle anılan yer civarında bazı memba


229<br />

lardan hasıl oi.an sulan toplayarak ve müstakil yol ya-<br />

.<br />

parak Taksim'e kadar getirmeye muvaffak olmuştur.<br />

Saliha Sultan Yeniköy'den Beyoğlu taraflarına kadar<br />

uygun yerlerde çeşmeler inşa ettirmiştir. Bu arada<br />

Galata'da Azapkapısı'ndaki büyük ve süslü çeşme<br />

ile sebili yaptırmıştır.<br />

Saliha Sultan, çeşme ve sebili yaptırdıkları sırada<br />

üzerinde bir okul inşa ettinnekle beraber ayrıca Arap<br />

Camiini de yeniden genişlettirmiştir.<br />

Kaptanıderya Cezayir'li Gazi Hasan Paşa, Kasımpaşa<br />

civan ile kışla ve hastaneye su getirtmek için<br />

Birinci Mahmut'tan müsaade istemiŞtir. Sultan Mahmut<br />

da:<br />

«Suyunu bulsun, çeşme vesaire sonra yapılsın»<br />

Diye irade ettiğinden Hasan Paşa da Topuzlu ben·<br />

dinin üzerine dört arşın daha ilave ettirmiştir. Bu suretle<br />

de yinniiki masura suyun ihsan huyurulduğu<br />

Beyoğlu Taksim'i· kitabesinde yazılıdır.<br />

İstanbul cihetinde Kırkçeşme sdyu akıttiarnıyan<br />

yüksek yerlere akıtı.lan sular Halkah suyudur. Fatih,<br />

adına yaptırdığı camide abdest alınmasını sağlamak<br />

için Edirnekapısı dışında Bayrampaşa civarında Şadırvankolu,<br />

Turunçlu memba sularını, müstakil yol<br />

yapıırarak cami şadırvanına getirtmiştir. Cami civa-<br />

. .<br />

rındaki medrese öğrencileri ile haderne ve cemaat için<br />

yaptırttığı Karaman Hamarnı da bu sudan yararlanmıştır.<br />

Yeni Saray'ın (Topkapı Sarayı) yüksek yerleri<br />

dahi Halkalı suyundan fa ydalanmıştır.<br />

Sultan Beyazıt, Kanuni, Birinci Mahmut, Birinci<br />

-<br />

Ahmet, Köprülü Mehmet Paşa, Hekimoğlu <strong>Ali</strong> Paşa,


230<br />

Koca Mustafa Paşa, Mihrimalı Sultan ve daha sair hay·<br />

rat sahibi de o civarda başka başka membalar aça·<br />

rak ve ayrı ayn kanallar yaparak ve bunları esas mecra<br />

ile birleştirerek cami ve mescitlerine su satlamışlardır.<br />

Bunlar inşa olundukları zaman umum yekfuıu<br />

ellibeş altmış lüleye vardııı halde halen otuz otuzbeş<br />

ve belki daha noksan bir dereceye düştüiii rivayet<br />

edilmektedir.<br />

Üsküdar ve Boğaziçi'nin Anadolu cihetindeki su·<br />

lar da bu gibi memba sulandır. Fakat ayrıca bentleri<br />

yoktur. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın Osküdar<br />

tarafında kırk bu kadar adet çeşme yaptırdığı, Küçük<br />

Çamhca havalisinde su yolları açtırdıp rivayet edi·<br />

lir. · Sonralan Elmah suyu,· o havali su ihtiyacını kar<br />

şılamıştır.<br />

Fatih'in hayl\ltından olan Turunçlu suyunun sur<br />

dışında ve içinde yapılan ana yollarla Belgrat Köyü<br />

civarından sur içine kadar su lağamları, bentleri, ke.<br />

merteri ve Kanlıkavak civarında Kanuninin vakfından<br />

çeşmelere ve sahilhanelere kadar su yollan ve llltmlarını<br />

Evkaf Nezareti tamir ettirmiştir.<br />

ŞEHRE VERİLEN SU MİKTARI<br />

Dışarıdan duyduğuma göre bu husustaki tamir<br />

masrafları için harcanan para, 1845 taribinde çocuk<br />

bırakmadan ölen Şeyhülislam Mekkizade Mustafa<br />

Asım Efendi'nin bıraktığı külliyeıli para, sayısız mü·<br />

.vherlerinden elde edilen servetmiş. Bu Şeyhülislam<br />

Mustafa Asım Efendi pek kibar bir zat imiş. Servet


231<br />

ve samanı da pek çokmuş. Hatta anlatıldığına göre<br />

Şeyhillislamın Konağı odunluğuna atılmış olarak bulunan<br />

yamru yu mru bir mangal, önceleri adi dökme<br />

sanılmış, sonradan şüphe üzerine muayene ettirildiği<br />

zaman saf altından yapıldığı anlaşılmış.<br />

İstanbul cihetinde bulunan bentlerin suyu o ciheti<br />

bir dereceye kadar idare etmekte ise de karşı taraftaki<br />

bentlerin sulan yetmediğinden vaktiyle .pek<br />

çok su sıkıntısı çekilirdi.<br />

(Bazı senelerde olduğu gibi 1863 tarihinde de bir<br />

süre yağmur yağmamıştı.<br />

Bundan dolayı lstanbul'a<br />

tatlı su benderinden yalnız Ki razlı ve Ayvaz Bendierinde<br />

bir miktar su kalmış ve umumi ihtiyacı karşılayamaz<br />

olmuştur. Bunun üzerine ihtiyati bir tedbir<br />

olmak üzere Kasım'a kadar idare olunmak üzere cami,<br />

çeşme vesair hayrat yerlerine ayrılmış olan 90 lüle<br />

su 70 lüleye indirilmiş; tatlı su ile çalışan hamamlardan<br />

askerler için<br />

Türbe, Balat, Byazıt ve<br />

Ayasofya hamamlanyla, idaresine yeterli kuyulan<br />

olan hamamJ.ar istisna edilmiştir.<br />

Diğer akan sulann<br />

muvakketen kesilmesi, su yolcular ve hamamcılar tarafından<br />

tembih bilatma su açıldığı takdirde kanunun<br />

254. maddesi gereğince bir adet Mecidiye altını para<br />

cezası alıoacalı hakkında<br />

keyfiyet 10 Teşrinievveı (Ekim)<br />

ilan edilmişti.)<br />

Meclisçe karar verilmekle<br />

sene 1863 tarihinde<br />

Beyoğlu tanıfına ait üç bendin suları aşağıda gösterildiği<br />

gibi dağıtılır:


232<br />

Beber Gün Lülıe<br />

4,2 Yeniköy<br />

1,2 Çiftlik ve Maslak tarafına<br />

6 Mirgün, Boyacıköy, Balta Limanı cihetine<br />

4 Arnavutköy, Kuruçeşmeye<br />

3 Ortaköy tarafına<br />

9 Çırağan Sarayına<br />

1 Ishakiye mahallesine<br />

12 Beşiktaş, Dolmabahçe, Sarayına<br />

2 Tataviaya<br />

4 Kışla ve· hastahanelere<br />

25 Beyoğlu Taksim'ine<br />

72<br />

3 Levent Çiftliği memban-idan Galatasarayına<br />

75<br />

Beyoğlu taksimine verildiği beyan olunan 25 lüle<br />

suyun Taksim'den tevzii:<br />

S<br />

Tersane ve Kasımpaşa'ya<br />

12 Kabataş ve Tophane'ye<br />

8 Beyoğlu ve Galata tarafianna<br />

25<br />

Yukarıda Beyoğlu ve Galata tarafına verildiği gösterilen<br />

8 lüle su 31 çeşmeye ve 74 eve tevzi olunmuştur.<br />

.<br />

Taksim suyundan Beyoğlu Belediye. Dairesi dahilinde<br />

bulunan yerlere dağıtımı yukanda yazılı cetvelde<br />

gösterilen 75 lüle s-udan adam başına üç okka su<br />

isabet eylediği ve adı geçen daire içinde bulunan ha-


233<br />

nelerde bile. SOO küsur adet sarnıç olup birbiri Uzerine<br />

ya yairnurdan beş parmak su buhara çevrilerek<br />

16 parmak biriktili cihetle, adı geçen dairede<br />

adam başına birbuçuk kıyye (1) su düşmektedir. Mevcut<br />

kuyulardan beş kıyye, Çainlıca Ve Karakulak gibi<br />

membalardan naklolunan tatlı sudan da yanm kıyye<br />

isabet ederek, bu hesapta beher kişiye yemek· çamaşır,<br />

içecek vesair için beş kıyye acı ve beş k:ıyye tatlı su ki,<br />

toplam olarak 10 kıyye su isabet etmektedir. · Halbuki<br />

bir adam için ortalama 15 kı.yye suya ihtiyaç bulunmaktadır.<br />

Gerçi adı geçen üç bendin sulan vaktiyle Beyolu<br />

vesaireye yeterli ise de o zamanlar buralann nüfusu<br />

çotcıldıktan sonra zamanında yairnur ysa, üç<br />

bent tamamen dolsa, yollarda bozukluk olmasa, lüzumsuz<br />

yere bir katre su sarfolunmasa bile adı geçen<br />

yerlerde yine de su sıkıntısı çekileeeli yapılan tahki-<br />

, katla anlaşılmış.<br />

(Abdülbiz bu su sıkıntısını şehzadeli zamanın·<br />

dan bildili için tahta çıktım ikinci ayında bir salı<br />

günü vapurla Büyükdere'ye, oradan da bir faytonla<br />

bendere gitmiş, tetkik etmiş, buralann haritalarının<br />

yapılmasını maiyetinde bulunan müheııdislere emretmiş<br />

ve bunların tamir ve temizlenmesinde muvaffak<br />

olmuştu.)<br />

Bir aralık Darboğaz denilen yere yeni bir bent yapılıiıası<br />

hakkında bir hayli müzakereler ve teşebbüsler<br />

de yapılmıştır. Fakat müsbet bir sonuç ·alınamamıştır.<br />

Sonralan Terkos Su Kumpanyası bu· su sıkıntısı·<br />

nı gidenniştir.<br />

(1) Kı 11e: Zamanın IJ birimi, okka (400 dfrhem)


234<br />

SARAYlARA VERILEN SU<br />

Yıldız Sarayı'na benderden su gelirdi. Fakat za.<br />

manla saray kalabalıklaştı için çok miktarda suya<br />

ihtiyaç hasıl olmuştur. Yıldız Sarayı'nın dışında birçok<br />

yerlere makineler konularak ihtiyaç giderilmiş ise<br />

de sonralan bahçeye yapılan büyük havuza, B.eyoğlu ..<br />

ve Tophane ahalisine mahsus taksim suyunun hepsi<br />

akıtılmıştır. Ahalinin susuzluktan şikayeti üzerine Kağıthane<br />

civannda mevcut membalardan su getirilerek<br />

bu yerlerde çeşmeler açılmıştır.<br />

Eskiden Su Nazırının maiyetinde cSakalar Ocağı•<br />

namiyle bir ocak vardı. Bu ocak Ayasofya Camünde Şekercikapısı<br />

tabir olunan büyük kapının .karşısında Eğri<br />

Fatibi Üçüncü Mebmeein türbesine bitişik köşedeydi.<br />

Ocak halkının vazifesi İstanbul içinde yangın çıkarsa·<br />

beygirlere yüklü kırbalariyle derhal yangın yerine<br />

yetişip tutumbalara su taşımaktı. Sakalar da bu<br />

hizmetlerine karşılık çeşmelerinden su alıp ahaliye satarlardı.<br />

Vaktiyle İstanbul sakalan iki kısma aynlmıştı.<br />

Bunlardan bir kısmı at sakalan, diğer kısmı da<br />

mahalle sakalan idi. Sonraları mahalle sakalan da<br />

yangılara gitmeye başladılar ve çeşmeler.inin su haznelerini<br />

kilitleyip ahaliye satar oldular.<br />

Ahalinin kendi ihtiyaçları için akşamları ancak<br />

iplik kadar su verirlerdi. Mahalle halkından hali vakti<br />

yerinde olanlar bahçelerinin sulanması için geceleri<br />

sulan açıp hortumtarla kendi havuzlarına sakalardan<br />

su satın almayı adet ettiler.


235<br />

Bir de Eyüp'te Gümüşsuyu Ocagı vardı. Bu ocak<br />

halkının vazifesi dahi padişaha mahsus kahvenin suyunu<br />

Gümüşsuyundan taşımaktı. Zabitleri Bostancıbaşı,<br />

amirleri de sarayın k.ahvecibaşısı idi.<br />

Bentlerin su fazlasını satın almak için dilekçe verenlere,<br />

yolun tesviyesi masrafhlrı satın alana ait olmak<br />

üzere bir masura . su için altı bin kuruş «muaccele»<br />

ve yıllık otuz kuruş «icarei müeccele» takdiriyle<br />

satın alınması ya da kiralanması ve teferruatı nizamname<br />

iktizasındandı. Sonraları bazı yerlerde bir masura<br />

suyun onbeşbin kuroşa ve daha ziyadeye alınıp satılmakta<br />

oldu haber alınmıştır. Bu yüzden hayrat<br />

sularıyle diger yerlerdeki suların tertip ve miktarının<br />

azalmasını korumak için bir düzene konulması gerekmiştir.<br />

Buna göre hamam gibi daimi su harcayan yerlere<br />

beher masurasına onbeş bin; İstanbul'daki Kırkçeşme<br />

sularına oniki bin, Halkalı sulanna onbeş bin;<br />

Bogaziçi taraflarındaki yerli sulara onar bin kuruş fiyat<br />

takdir olunmuştur.<br />

İSTANBUL'DA SARAY VE KONAKLARDA<br />

14536 HAMAM VARDI<br />

Vaktiyle yapılan umumi bir sayımda İstanbul'da<br />

sultanlar, kibarlar konaklannda 14536 adet hamam<br />

•<br />

varmış. Altmışbeşi sur haricinde ve doksan adedi de<br />

dahilinde olmak üzere, halk için de yüzellibeş adet<br />

çarşı hamarnı mevcut imiş. Onbeş bini geçen çeşme,<br />

ikiyüz sebil, yüz ayazma, altıyüz bin su kuyusu vannış.<br />

Bazı taraftan alınan bilgilere göne halen İstanbulda<br />

mevcut olan çarşı hamamlannın miktarı yüzaltmı


adede varmaktadır. Eskiden zenginlerin konaklannda<br />

birer hamam bulunmak şarttı. Çoğunda büyük sarnıçlar<br />

da vardı.<br />

Kumbaralıane kışiasma ait olmak üzere Sadabattaki<br />

Ayaza membaından kışlaya gelinceye kadarki<br />

·su yolları 1647 tarihinde Tophane Nazın Vekili<br />

Arif Bey marifetiyle inşa ettirilerek bu kışlaya su verilmiştir.<br />

İkinci Mahmut zamanı din adamlanndan kalen·<br />

der bir zatın, bir mecliste, Kanuni'nin fetihlerind ve<br />

hayradanndan babsolunurken Yeniçeri tayfasının fesat<br />

ve mel'anetlerini ima kasdiyle:<br />

«Kanuni Süleyman'ın hayn şerrine mukabil olmaz.<br />

Hatta İstanbul'a getirdiği su, icad eylediği · Yeniçeri<br />

taifesinin yestehlediği kazuratı bile temizlemez» demesinin<br />

bir hayli gülüşmelere sebep olduğunu Süleyman<br />

Faik Efendi mecmuasında görmüştüm. Bir vesile ile<br />

«Netayicülvukuat»ta da yazıldığı gibi Yeniçeri ocağı<br />

nizamlannın fesat başlangıcı, ocağın icadından 250 -<br />

300 yıl geçtikten sonra vaki olmuştur.<br />

Kitabın müellifi der ki, «Bunlann şekavetleri ve<br />

cahilce hareketleri inkar edilemzse de, bu gibi gülünç<br />

hale sokulmak istenilen adamlar başka bir milletten<br />

olmayıp bizim cedlerimizdir. Onun için bunlara o derece<br />

sataşmak reva değildir.» Müellifin bu düşüncesine<br />

tamamen iştirak ederim.<br />

.<br />

.


Kragöz < Hayal Oyunu ><br />

Evvelce ·İstanbul ahalisinin başlıca eğlenceleri hayal,<br />

ortaoyunu, meddah, canbaz, hokkabaz, köçek, incesaz<br />

takımları idi. Bunların pazar yerleri İstanbul'da<br />

Kadıköyü'nde olduğundan ihtiyacı olanlar oraya müracaat<br />

ederlerdi. 1861 tarihinde adı geçen han yandığı<br />

için Baltacı Ham bunlar için pazar yeri yapıldı.<br />

Kadınlar cemiyetinde çengiler icrayı sanat ederlerdi.<br />

Zevk erbabının bir de meyhane alemleri vardı.<br />

Sonralan garp medeniyetine uyulmak istenildiği için<br />

alafranga eğlencelere heves olunmaya başladı . . Galata<br />

ve Beyoğlu alemler.ine rağbet çoğaldı.<br />

Bu saydığım eğlenceterin geçmişi İ li mahiyetlerini, .<br />

ahlak bakımından iyi ve kötü taraflarını, Galata<br />

ve<br />

Beyoğlu eğlencelerini ve bunlara halkımızın düşkünlüklerini<br />

kısım kısım arz ve beyan etmek istedim.<br />

Zaman geçtikçe asıl maksadından çıkmış olduğu<br />

için bugün o şaşaah tiyatrolam düşkün olanların nefretle<br />

reddetmekte oldukları hayal oyunu vaktiyle gerçek<br />

bir temsil gibi ulvi ·bir maksada<br />

dayanarak icat<br />

olunmuştur.<br />

Şamdanizade Tarihi'nin birinci cildinin 261. sayfasmda<br />

şunlar yazılıdır:<br />

«283 sene, Şeyh Ayni Abdullah Küşteri Hazretleri<br />

irşat edeceği zevata gece perde kurup arkasma mum


238<br />

yakıp bay-i huy ettirdikten sonra mumu söndürdükte<br />

karanlıkta bu suretler kaybolacak, bu dünyada her ne<br />

kadar rahat, alış · veriş, harp, kıtal, zevk-u safa, elem<br />

ve gam ve ibadet ve can çekişme zubur ettikte • bu gibi<br />

zıll-ü hayale benzer deyu temsil etmişti. Sonra zıll-ü<br />

hayal oyununu bulup dütün ve helva geceleri vakit<br />

geçirmek için ve s ile yaptılar. Ukin hasiret eb li yine<br />

basiret"göziyle nazar kıldıkta şeybin kerametiyle irşad<br />

olur.•<br />

Bursa Mebusu Tahir Beyefendi tarafından yazılan<br />

bir makale ile Maarif Meclisi eski azasından<br />

Ziya<br />

Beyefendinin bana gönderdi cevabi yazısı bu hayal<br />

oyunu hakkında etraflı bilgileri taşımaktadır. Bunun<br />

sUretini ve hayal oyunculannın<br />

meşhurlanndan tahkik<br />

edebildikJrimin isimleriyle sanatlarını ve maharet<br />

derecelerini aşaAtya yazdım:<br />

TAHİR <strong>BEY</strong>İN YAZDIKIARI<br />

Yüksek tabaka arasında «Hayal•, halk ve çocuklar<br />

arasında «Karagöz• denilir, terbiye ve edep dahilinde<br />

oynatılır. Hele oyuncu olan kimse nüktedan bu·<br />

lunursa çoğu zaman ibret alıcı ve uyancı olur. Hatta<br />

ibr.et göziyle bakılırsa hayatin oynatılınasına cevaz bulunduğu<br />

hakkında din adamlarının fetvası bile vardır.<br />

Kibarlar arasındaki şöhreti dolayısıyle bu oyun<br />

«vahdeh nokta-i nazanndan icat edilmiştir. İcat eden<br />

de Bursa'da Hükumet Caddesinde medfun Şeyh Kuşteri<br />

namında bilgin bir zat imiş. Rivayete göre Yıldırım<br />

Bayezit devrinde •Hacı İvazıo, «Hacı Evhah, halk dilinde<br />

«Hacivat ve Karagözıo namlarında iki nüktecinin


şakaları Şeyh Kuşteri tarafından hayalde gösterilem<br />

meydana gelmiştir.<br />

Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nin<br />

birinci cildinin<br />

654. sayfasından itibaren Karagöz oyununa dair<br />

bir nevi hurafeyi andınr nakillere göre Hacivat'ıri Alaeddini<br />

Selçuki zamarnnda Mekke ile Bursa arasında<br />

gidip gelen Bursalı biri oldulu, Arap eşkıyası tarafındf:Ul<br />

katlolundulu, Bedrihanin'de gömüldüjü ve Karagöz'ün<br />

de Kırkkiliseli (Kırklareli) olup lmparator Kostanlin'in<br />

postacısı old$ ve bunlann konuşmalan ha<br />

yal perdesinde gösterilerek Bayezid'in huzurunda ic·<br />

rayı sanat eyledikleri anlatılır. Fakat İmam Şu'rani,<br />

Şeyh Ekber'in cFütuhat-ı Mekke•sinin 317. bölümünden<br />

naklen halkın hicabı arkasında olarak Cenab-ı Hakkın<br />

hakikaten fail-i muhtar oldutınu bilmek isteyen hayal-i<br />

settare ile suretlerine nazar etsin diyerek başladıklan<br />

bapta hayal oyununa düşkünlükleri ve vukuf<br />

ebiinin bu oyundan ince manalar çıkarttıklarını mufassal<br />

olarak beyan eyledikleline ve şeybin vefatı ise<br />

herhalde Şeyh Kuşteri'den evvel, yani 638 (1240) tarihi<br />

olduğuna nazaran bu oyunun Muhiddin-i Arabinin<br />

vatanı olan Endülüs kıtasındaki Araplar arasında dahi<br />

«Settare• adiyle meşhur olduğu anlaşılır.<br />

Bir nüshası Ragıp Paşa Kütüphanesinde mevcut<br />

olan Arapça cTayf-ül Hayala adındaki eser de bu hususta<br />

yararlıdır.<br />

Her ne hal ise bu oyun hakkında birçok manzume<br />

yazılmıştır. Karagözün mezan Mevlid yazan meş-.<br />

hur Süleyman Dede merhumun yakınında ve Çekirge'­<br />

ye giden yolun sağ cihetinde görülmektedir. Mezar taşının<br />

üze rinde şu manzume vardır:


240<br />

Nakş-ı sun'un remzeder hüsnünde rüyet perdesi<br />

H!ce-i bükm-i ezeldendir hakikat perdesi<br />

Sireti surette mümkündür temaşa eylemek<br />

Hail olmaz ehl-i irfana hasiret perdesi<br />

Her neye im'an ile baksan olur iş aşiklr<br />

Kılmış istila cihanı hab-ı gaflet perdesi<br />

Bu hayal alemi gözden geçirmektir hüner<br />

Nioe kara gözleri mahvetti suret perdesi<br />

Şeın'i aşkla yandınp tasvir-i oisminden. geçen<br />

Ademi amed-i şadetmekte azimet perdesi<br />

Haıigi zılle iltica etsen fena bulmaz acep<br />

Oynatan üstadı gör kurmuş muhabbet perdesi<br />

Dergehi <strong>Ali</strong> Abada müstakim ol Kemteri<br />

Gösterir vahdet eyleyen kelktıkta kesret perdesi<br />

Şeyh Küşteri'nin ününe cGülşen•. adındaki eseri<br />

de delildir. O eserden (aşadaki beyt) nakledilmiştir:<br />

Ademsin ol adeın(ıe sende sakin<br />

Bulunmaz vacibe malflm ve mümkün<br />

Aşadaki manzume de hayal oyunu hakkında söylenmiş<br />

ibretli bir eserdir:<br />

Bu perde çeşm-i ehl-i zahire bir nakş-ı surettir<br />

Rümuz erbabına amma ki temsil-i hakikattir<br />

Cihana benzetip Şeyh Küşteri bu perdeyi kurmuş<br />

Müşabih eylemiş ecnasa tasviri ne dikkattir<br />

Hevadar safaya neşve babşeyler bunun seyri<br />

.<br />

.<br />

Hakikat-bin olan erbab-ı tab'a ayn-ı ibrettir .<br />

Ne var bilmez veray-i perdede kimsedir tahkik<br />

Lisan-ı hal ile hal-i cihanı bir bitAyettir


241<br />

· Eğer dikkat olursa Karagöz'le Hacı İvaz'ın<br />

Malik-i fehıneden ebl-i kemale başka balettir<br />

Nice mana olur melhuz tahtında seyret<br />

Nitatın anlasun ehli deyu arz-ı nezakettir<br />

Sönünce şem' eşhas. sureta nabut olur birden<br />

Cihanın bi beka olduğuna işte işarettir<br />

Diğeri:<br />

Şern'ai şari yanınca cilvezardır perdemiz<br />

Pertev-i feyz-i safalar ruşenadır perdemiz<br />

Her dakika calib-i hayret rnena7Jr arzeder<br />

Bir temaşahane-i ibretnürnadır perdemiz<br />

Dier.<br />

Şem'amızda pertev-i feyz-i hakikat aşikar<br />

Hayre-saz dide-i ehl-i dehadır perdemiz<br />

Dideler ruşen gönüller ievkyab olsun bu şeb<br />

İnşirah ey-i bezme aşinadır perdemiz<br />

Gelse ol çeşm-i siyahım handeler peyda olur<br />

Cilvegah-ı şahid-i zevk-u safadır perdemiz<br />

*<br />

Bu bahis hakkında Mülga Meclis-i Kebir-i Maarif<br />

hasından muallim Ziya Beyefendinin Jana cevaben<br />

gönderdiği tezkerenin suretini aşağıya derceyledim:<br />

«Meşhur Karagöz oyununun icadı Bursa'da Belediye<br />

Bahçesi karşısında gömülü olan Şeyh Küşteri'ye<br />

isnat edildi ve muharrirlerimizden,<br />

müelliflerimizden<br />

Qirço!c ünlü zatın da, buna inandıklan beyan-ı alisiyle<br />

bu hususta başkaca bilgi ve mütalaam varsa bildi-<br />

P:16


242<br />

rilınesi cemelpiray-i tizim olan tezkere-i devletlerindeıt<br />

emir buyunılmuştur.<br />

Bendeniz yiiksek emirlerine uymayı bir şeref te<br />

likki eyleditim için cevabamı takdime cesaret ettim:<br />

Sultan-ül Evliya. ınürebbiyüJArifin. fahrülınuhakkıldn<br />

batm-l veliyet-i Muhammediye muhiyyül milleti<br />

veddin Ebu Abdullah Muhammet bin <strong>Ali</strong> ibnilarabi-et.<br />

TaHil-Hatemi el-Endülüsi Radıyallahü-anhu ve arda<br />

Htlerinin cFütııhat-1 Mekkiye• ismindeki yüksek<br />

eserlerini dikkatle mütalAa etmiştim, Bu kitap bakaik-ı<br />

nisabm üçyüzonyedinci babı ki onyedinci fıkrasının<br />

soıulannıza tam cevap teşkil edc:o:tini hatırladılundan<br />

o fı.krayı aynene teroeme ederek aşaya alıyor<br />

ve ten:emenin sonunda da babsimize ait bir iki<br />

düşünce arzediyorum. Bu suretle hakibtm meydana<br />

çıbnasma hizmet etmipem kendimi bahtiyar. addeder<br />

ve her halde cbet.ay-i mubasin-i enzar-ı devletlerine<br />

arz-ı iftikar• eylerim.<br />

Hazret-i Şeyh buyuruyorlar ki:<br />

(Bizim bu meselede ima ettiliıniz şeyin bakikatini<br />

bilınek murad eden. ba,.ı penlesiDe. oradaki suret­<br />

Iere ve o suretlerden söyleyene batsm ki küçük çocuklar<br />

bu, perelenin mahiyetinden ve onun arkasında<br />

durup eşbası oynatan ve şahısiann dilinden söyleyen<br />

zatten habersizdir, onu görmezler.<br />

Dünyada da hakikat, bunun aynıdır, insanların çoiu.<br />

farzettinıiz küçük çocuklar gibidir. Bunun sebebi<br />

açıktır.<br />

Görülür ki, küçiik çocukhr hayal meclisinde sevinirler,<br />

sevinçlerinden güler, oynarlar. Gaflet erbabı ise<br />

. .


243<br />

hayal meclisini sırf vakit geçirecek adi bir eğlence sayarlar.<br />

<strong>Ali</strong>mler ise bundan ibret alırlar; onlar bilirler ki,<br />

•<br />

hayal perdesi ancak bir misaldir.<br />

Bunun için önce hayal perdesinde Vassaf denilen<br />

zat gözükür, söz söylemeye başlar, ilahi azameti dile<br />

getirir. Kendisinden sonra hayal perdesine birbiri ardınca<br />

her sınıftan gelen suretler ile mükaleme ve muhavere<br />

eyler. Seyredenler bildirir ki: «Hak Taala bu perdeyi<br />

kullarına bundan ibret alsınlar diye nasip eylemişlerdir.<br />

Bununla beraber hayal perdesinde gizli hakikatleri<br />

gaflet erbabı gülünç bir eğlence sayar.<br />

İşte bundan sonra Vassaf<br />

perdeden kaybolur.<br />

Vassaf dediğimiz zat, bizce Adem aleyhisselamdır. cFütuhat-ı<br />

Mekkiye•nin terceme eylediğimiz<br />

şu bahsini<br />

okuyan· Orhan Gazi zamanı ricalinden olan Şeyh Küş.<br />

teri'nin Karagöz oyununun mucidi olamayacağını tes­<br />

Urnde teredqüt etmezler. Zira Şeyh-ül Ekber efendimiz<br />

Kitab-ı Fütuhat'ı 599 (1202) taribinde Mekke-i Mükerreme'de<br />

bulundukları sırada telif buyurmuşlardır;<br />

sabittir. Tabiatiyle bahsettikleri hayatin de ondan evvel<br />

mevdut olması zaruridir.<br />

Müellifin Şam'da oturduklan sırada, yani<br />

bu<br />

600<br />

(1203) tarihlerinden sonra bir kere daha Fütuhat nüshasını<br />

yazmış bulunmalannın esas meseleye hiçbir tesiri<br />

olamaz.<br />

Şeyh Küşteri ise 761 yılında vefat etmiş olan Orhan<br />

Gazi asnnda yaşamış bir zattır. Kendisinin o tarihten<br />

birbuçuk asır evvel mevcudiyeti bilinen bir oyu-


244<br />

.<br />

nun icat hakkına sahip olmasına nasıl ihtimal verile·<br />

bilir? Kaldı ki Fütuhat'ın satırlarında bimz dikkat edilirse<br />

bu oyunun Fütuhat'ın telif tatibinden de çok zamaiı<br />

evvel Arap diyannda mevcut ve meşhur oldu<br />

anlaşılır.<br />

Buna binaen denilebilir ki, Osmanlı medeniyetinin<br />

zuhur ve intişan üzerine Bursa'ya gelmiş olan Şeyh<br />

Küşteri, evvelce Arap diyannda görüp belledi oyunu<br />

-Osmanlı medeniyetini teşkil eden heyetin kabiliyetini<br />

görerek- o sırada Arapçadan Türkçeye nakil ve<br />

terceme· etmiştir.<br />

İşte Şeyh Küşteri olsa olsa Osmanlılık dünyasında<br />

bunun ilk önce nakli ve neşri hak ve şerefini muhafaza<br />

edebilir. Esasında icadına sahip olamaz. Bu<br />

Acizleri Arap medeniyetine ait tafsilltı maalesef görüp<br />

mütalAa etmeye muvaffak olamadım. Ümit ederim ki<br />

göremedimiz eserlerde bu oyunu icat edene ve icat<br />

tarihine ait tafsillt da vardır.<br />

lAkin şurası gayrikabil-i jnklrdır ki, Osmanlı müelliflerinden,<br />

Şeyh KUşteri'nin mucitliine inananlar<br />

kütüphanelerimizde ve memleketimizde nüshası pek<br />

çok olan Fütühat'ı da okumaya muvaffak olamamışlardır.•<br />

Yukandaki tafsillttan anlaşıldına göre hayal<br />

oyunu çok zaman evvelmevcut olup fakat Orhan Gazi<br />

asn ricalinden Şeyh Küşteıi, Osmanlılann kabiliyetlerine<br />

göre deştirmiş, düzenlemiş, Yıldınm Bayezit za-<br />

. manında da bitişara başlamıştır •<br />

.<br />

Tarihler, Bayezit'in birçok nedimleri oldunu yazarlar.<br />

Bunlardan Kör Hasan adında bir zat, bu sanatı<br />

çok iyi . biliriniş ve . padişahin huzurunda oynatırmış.


245<br />

Kör Hasan'ın torunlarından Mehmet Çelebi de hayal<br />

oynatmakta pek ünlü imiş. Haftada birkaç gece<br />

Dördüncü Murad'ın huzurunda Karagöz oynatırmış.<br />

Yedi yaşında tahta çıkan Avcı Mehmet hayal oyununu<br />

sevdilinden Bekçi Mehmet adında bir hayal<br />

oyuncusu, padişahın mizacına göre bazı değişiklikler<br />

·<br />

yaparak onu eitlendirinniş. Bu bekçi Mehmet 1659 tarihinde<br />

vefat etmiştir. Sonralan Şerbetçi Emin adında<br />

biri şöhret yapmış.<br />

Üçüncü Selim ıamanında yetişen Kasımpaşalı Hafız<br />

Bey ve İkinci Mahmudun nedimlerinden Sait Efendi<br />

benzeri az bulunur hayl oyunculan imiş.<br />

Bu hafız Beyi, Beylerbeyi yalılanndan birinde yapılacak<br />

sünnet düllinüne peylemişler. o cemiyette bir .<br />

unutkaniıiın hatasını hemen düzeltip maharetini yine<br />

ispat etmiş. Böyle olduitu halde Üçüncü Selim huzurunda<br />

Karagöz oynatırken yaptıAı bir gaf yüzünden<br />

oyunu hemen tatil etmiş ve sanatı da bırakmıştır.<br />

·Hayalcilik, çok uyanık bulunmayı gerektiren ince<br />

bir sanattır. Buna ait iki biklyeyi yazmayı uygun gördüm:<br />

IlAFIZ <strong>BEY</strong>İN CEMIYETrEIC.t<br />

BAŞARISININ<br />

HtKAYESt<br />

Hafız'ın semti ·Kasımpaşa olduitu için eskiden beri<br />

usul oldulu üzere yardakçı1an, takımJan alıp cemiyete<br />

giderler. Kendisi de d$Jca levazımı hazır bulurmuş.<br />

O gün için adamianna tembih etmek hatırın-


24e<br />

dan çıkmış. Kendisi cuma akşamı yalnız otarak Beylerbeyi'ne<br />

gitmiş. Yardaçılarını orada göremeyince<br />

aklı başından gitmiş. Ne çare ki, o tarihte şirket vapurlan<br />

da yok. İskele kayığı ile Kasımpaşa'ya kadar<br />

gidip dönünceye kadar sabah olacak. Bir çare düşünmüş.<br />

Cemiyetin daire müdürünü bulup işi gizlice an-<br />

.<br />

.<br />

tatmış. Kendisine yalnız perde kurmak için bir yatak<br />

çarşafı ve aktarlarda satılan Karagözle Hacivat istemiş.<br />

Istekleri yerine getirilmiş.<br />

Vakta ki, oyun başlamış, Hacivatla Karagöz mey·<br />

dana gelmişler, muhavereye tutuşmuşlar. Gülmeler de<br />

yükselmiş. Muhavere kızıştıkça da kahkahalar ayyuka<br />

çıkmış. Hazır bulunanlar gülrnekten çatlamak derecesine<br />

gelmiş. Hiç kimse vaktin nasıl geçtiıinin farkına<br />

varamamı ş.<br />

Neticede bir münasebetine getirip Hacıvat'ın K.aragöz'e<br />

hitaben:<br />

«Artık .Karagöz senin ettin kusurlar için lazım<br />

gelen cezayı inşallah diğer bir cemiyette tertip ede.<br />

rim. Bu akşam bu kadarla iktifa edelim• demesi üzerine,<br />

evsahibi derhal Hafız'a hücum ile:<br />

cNe demek efendim, seninle sabaha kadar üç oyun<br />

üzerine pazarlık etmiştik. Daha henüz birine bile başlamaksızın<br />

oyuna son vermek istiyorsun. Mukaveleınizi<br />

tamamen yerine getirmeye me.cbursun• diye vaki<br />

olan ısrarına karşı Hafız:<br />

«Evet efendim, mukavelemiz öyleydi. I:akat hayal,<br />

geceye mahsus bir eğlencedir. Gündüz kabil ise mukaveleyi<br />

icraya hazırım» diyerek pencerenin perdesi·<br />

ni kaldırınca, herkes sabah olduğunu görmüş. İşte, yalnız<br />

muhavere ile sabaha kadar vakit geçirtmeye ko-


247<br />

Jayca muvaffak olunamayacaAı düşünülürse Hayali Hafız'ın<br />

sanatınaki kudreti anlaşılır.<br />

DİL TAKILMASI FlKRASI<br />

Hafız Bey bir gece Üçüncü Selim'in huzurunda hayal<br />

oynatır. Oyun. Karagöz'ün ağalıAıdır. Rethudası<br />

Hacivat, birtakım köleler ve earlyeler satmalarak Karagöz<br />

ağanın konağına getirir. Ağa. Selim adındaki kö<br />

le lerden birine yüksek sesle seslenir:<br />

Jip:<br />

c Selim!•<br />

Üçüncü Selim Jatife olsun ·diye hemen cevap verir:<br />

«Buyurun! •<br />

Bunun üzerine Hacivat. Karagöz'ün karşısına ge­<br />

•Eeeey Karagöz. huzur-i şabanede bir sürç-i Jisan<br />

ettin ki, hiçbir zaman affı kabil değildir. Şevketmeap<br />

efendimiz sana hacca ruhsat buyurdular. Artık tövbe-.<br />

kar olup Hacca gideceksin.•<br />

Der ve derhal perdenin arkasındaki mumu püf diye<br />

söndürür. Üçüncü Selim telaş edip:<br />

cHafız, valiahi gücenmedim. Muradım bir latife<br />

idi. Kesme, oyuna devam eyle• derse de Hafız:<br />

cCenabı Hak, ömri şevketinizi artırsın. Efendimiz<br />

kusuromu af buyurduntiz: I ak in sanat itibariyle bu hata<br />

benden çıkmamalı idi. Madem ki çıktı. artık benim<br />

asla meziyetim kalmadı• cevabını verir ve tövbe edip<br />

Hacca gider.


HAYALl SAİT EFENDI<br />

Hayali Sait Efendiye gelince: Bu zat pek deerli<br />

bir hayali imiş. Önceleri Üçüncü Selim fasıl takımında<br />

neyzen ve giriftzen:0 aynı zamanda da zarif ve n ük teda<br />

nmış. Bu ytızden meşhur Veliefendizade Emin, devlet<br />

müşaviri Halet Efendi, Hoca Numan, Hatif, Yenikapı<br />

Mevlevi Şeyhi Abdilibaki efendiler ve Keçecizade<br />

İzzet Molla Efendi gibi nice zarif zatın meclislerinde<br />

bulunmuş ve sohbetlerinden yararlanarak İkinci Mahmud'a<br />

musahip olmuştur.<br />

Bazı olaylardan dolayı padişahın gazabına . uyan<br />

birçok adamın kurtarılması,nda tesir-i oldunu rivayet<br />

ederler. Yine. musahiplerden Abdi Bey merhumla<br />

padişahın huzurunda geçen konuşmaları ve birçok<br />

menkıbeleri halkın dilinde hala dolaşır.<br />

Sait Efendi, Serasker Müsteşarı esbak Ahmet Bey<br />

merhumun pederleridir. Sultan Mahmud'un ölümünden<br />

sonra emekliye ayrılmış, Bahariye'deki sahilhanesinde<br />

olurmuş ve 1855 yılında vefat etmiştir. Bahariye<br />

Caddesinde İplikhane Kışiası büyük kapısının karşısında<br />

gömülüdiir. Abdi Bey merhum da, Üçüncü Selim<br />

fasıl takımı çavuşlarından olup cKüpeli Çavuş• laka·<br />

bını taşırmış. Bu zat, 1835 tarihinde Ramazanın birinci<br />

günü vefat etmiş, Hazret-i Halid türbesinin Şahsultan<br />

İmareti karşısındaki kabrine gömülmüştür.


Orta Oyunlan<br />

Orta oyunları, hayal oyununun daha genişi ve bilhassa<br />

tabiilik halinde olarak 1591 tarihlerinden sonra<br />

tertip edildi. Dördüncü Murad .v e Deli İbrahim devirlerinde<br />

de umumi rağbet kazandı. Ve ikişeryüz kişilik<br />

oniki kol ortaoyunculan yetiştirildiği rivayet edilmektedir.<br />

Yakın zamanlara kadar ortaoyuncuları «Zuhuri<br />

Kolu», «Han Kolu», «Kirli Kol», «Yoran Kolu» adlariyle<br />

birçok koliara ayrılmıştı. Bunlar yaz mevsiminde<br />

Modaburnu, Yoğurtçuçayırı, Göksu, Çubuklu ve daha<br />

bu gibi seyir yerlerinde; kış mvsiminde de İskilip Hanı,<br />

Kadripaşa Ham gibi üstü örtülü yerlerde, resmi ziyafetlerde,<br />

kibarlann cemiyetlerinde oynarlardı.<br />

Ortaoyunlarının muzikası eski usftl üzere zurna,<br />

çiftenara, davutdan mürekkeptir. Fakat her . şahıs ne<br />

taklidine çıkarsa, o taklide mahsus parçayı çalmak ve<br />

oyunun saza ait kısmını idare etmek zurnacıya ait olduğu<br />

için, her zurna çalan ortaoyunlarında icray-ı sanat<br />

edemez. Çünkü evvelce meşk etmek şarttır. Ortaoyunlannda<br />

eski usul gereğince önce saz köçek havaları<br />

çalmaya başlar. Tam takım olmak üzere 12 kişiden<br />

ibaret köçekler raksa çıkarlar. Sivri külahlı bir<br />

güldürücü de elinde şakşak olduğu halde oyunculan


25(t<br />

takip eder. Buna «pusatçı• denir. Vazifesi raks sırasında<br />

tuhaflık etmektir.<br />

Sonra kol takımının hepsi curcunaya çıkarlar. Cur·<br />

cumacilann başlannda uzun ve kısa sivri külalllar ve<br />

sırtlannda acayip elbiseler bulunur. «Çıngıraklı Kukla•,<br />

cBurunsuz Beşe•, «Kambur Cüce•, cToparlak KöaiJı.dan:<br />

se• gibi garip garip isimlerle çanlırlar. Hepsi bir<br />

•Dalda bir keçi, sivridir kıçı, kahpenin piçi, bun-<br />

. da bir iş var• tekerlemesini sazla beraber söyleyerek<br />

cala ala hey-den ibaret nakarat esnasında maskara şe­<br />

Idiler alırlar ve tabiatın ne kadar biçimsiz mahlitku<br />

varsa, onu taklit ederlerdi.<br />

Bunlardan sonra başında dilimli bir kavuk ve sırtmda<br />

tenarianna kürk çevrilmiş bir cübbe,<br />

,<br />

· altında<br />

çakşır, ayakJannda san mest papuç olduğu ve elinde<br />

cpastab tabir olunıan cşakşak» olduğu halde vakannı<br />

muhafaza eden bir adam tavriyle ar ar pişekar<br />

meydana gelir; yerle beraber temenna edip:<br />

eFilan oyunun taklidini aldım, usul ve ahenk ile<br />

efendilerime temaşa ettireyim.•<br />

Der ve elindeki şakşak ile zurnacıya «çal• işareti<br />

ni verir ve artık oyuna başlanmış sayılır.<br />

Oyunun başından nihayetine kadar<br />

oyuna çıkan<br />

muhtelif şahısların hepsi önce pişekar'a müracaat ederler.<br />

Bunlann her birine başka başka meram anlatmak<br />

.ve aralanndaki macerayı idare etmek ve bahis konusu<br />

olan meseleyi hal ve fasleylemek pişekar'a ait bulundulundan,<br />

ortaoyunculan arasında peşikarlık mühim<br />

bir vazife sayılır.


251<br />

Sonraları curcunaya çıkmak adeti oyundan çıkarıldı.<br />

Köçekler de, resmen kaldırıldı. Zenneler raksederek<br />

çıkarlardı. Sonraları bu raks usulü de terkedildi.<br />

Vaktiyle, ortaoyunculan içinde mükemmel mukal­<br />

Iitler vardı. Arap, Uz, Rum, Ermeni, Arnavut, Yahudi<br />

taklitlerini, Türk kolunun envaını, Çıtaklan, Boşnakları<br />

güzel taklit ederlerdi.<br />

Sultan Aziz, tahta çıktıı sıralarda ortaoyuncularımn<br />

ünlülerini Müzika-i Hümayuna aldı. O vakit bunları<br />

milletin ahlakına hizmet edecek yolda tanzim ve<br />

ıslah etmek arzusunda olduğtı rivayet olunmuştu. Hal·<br />

buki sonradan Mabeyn katiplerinden Ziya Bey (Paşa)<br />

ve Bahriye miralaylarından (albaylarından) Mabeyn-i<br />

Hümayuna memur DUaver Paşazade Muhtar Bey gibi<br />

nedimlerin teşvikiyle bunları <strong>Ali</strong>, Fuat ve Mısırlı Kamil<br />

Paşalar vesair vükelanın şekline sokup bunların<br />

taklidini yaptırıp elendiği rivayet olunur. Devlet<br />

adamları, hükümdarlarını taklit eyledikleri için bu gibi<br />

elencelerin do olmadıı söylenirdi.<br />

VEHBİ MOLLA HİKAYESİ<br />

Bu Vehbi Molla, Ebulenf denmekle meşhurdu. Zira<br />

burnu o kadar büyüktü ki, benzeri pek azdı. Kendisi<br />

ilimden anlamaz, ilim adamları yanına giyimine dikkat<br />

etmez kıyafette getirdi, hemen parlamaya hazır, sinirli<br />

bir adamdır. Dahil olduğu mecliste mutlaka bir<br />

münakaşa vesilesi bulur, hiddet bulıranları arasında<br />

şuna buna atar, tutardı.


252<br />

.Şahsına mahss bu hiddeti tuhaf ve eenceli ol·<br />

dulu için devrinin vükela ve kibarlannca makbul bir<br />

nedim sayılırdı.<br />

Mizah gazetelerimizden Çaylak Gazetesi başyazan<br />

Tevfik Bey memurnun pederi, Gümrük tahsildarlından<br />

emekli Mustafa Efendi nüktedan bir zattı. Bir ak·<br />

şam, merhum Şevket Paşanın konaiında Vehbi Mollaya<br />

yaptı muzipli ifade etmişti. Bu Şevket Paşa, Jlte·<br />

şit Paşa yetiştinnelerinden olup vaktiyle Babı<strong>Ali</strong>'de<br />

beylikçilik, müsteşarlık gi·bi önemli memuriyetlerde ve<br />

bazı valiliklerde bulunmuştur. Konağı, Mahmutpaşa<br />

hamarnı yanındaydı. Bu konak, sokak kapısından geride<br />

ve bahçe duvan içinde olduiundan, önce bahçeye,<br />

sonra da kon.aia girilirdi. Bir akşam Mustafa Efendi<br />

konata 8idip Paşa ile otururlarken, çubukçusu, çantacısı<br />

ve seyisi yanında oldulu ve mükemmel bir hayvana<br />

bindili halde Vehbi Mollanın bahçe kapısından<br />

içeri girdilini görürler.<br />

Paşa, Mustafa Efendiye:<br />

eBu akşam Mollaya bir muziplik yapabilir misin ?•<br />

der. Mustafa Efendi de:<br />

•Hay hay, yalnız benim kim olduiumu sual edince,<br />

musiki ustalanndan olduiumu ve sarayda bulunduiumu<br />

söyleyiniz. Başka bir şey katınayınızıt diye ce<br />

vap verir. Molla Efendi de, oda kapısından içeri girer;<br />

derhal ayata kalkarlar.<br />

Teşrifat gereiince, sırtındaki binişi aldınrlar. Çubuklar,<br />

kahveler ısmarlanır, sohbete başlanılır.<br />

O tarihlerde, bu Mustafa Efendi, kır sakallı, altmış,<br />

altmışbeş yaşlannda bir adam oldulu halde kendisini<br />

daha yaşlı ve ağırbaşlı bir tarzda gösterir.


253<br />

Molla Efendi bunu ilk defa görünce cam sıkılır.<br />

Bir aralık Mustafa Efendinin dışarıya çıkmasını fırsat<br />

bilip:<br />

cBana her zaman sıkça sıkça gelmezsin<br />

Geldilimde d birtakım mendebur<br />

dersin.<br />

herifleri karşuna<br />

dizersin. Böyle herifler yanmda rakı içmek şöyle dursun,<br />

lAubali sohbet bile meslelime aykırıdır. Bu herif<br />

de kim?• diye sual eder. Paşa, Mustafa Efendinin öğrettili<br />

gibi söyler ve:<br />

Mustafa Efendi odaya girince de:<br />

cZatıMinizi şimdiye kadar tanımak şerefine<br />

cSıkılmaya yer yoktur• diye cevap verir ve Mustafa<br />

Efendinin istediği gibi tanıtır. Molla Efendi de rahatlar.<br />

maztıar<br />

olamadığıma müteessifim. Bu akşam birlikte bulunduğumuzdan<br />

dolayı kendimi bahtiyar addeylerim•<br />

gibi başlangıçlardan sonra, musiki bilgisinden faydalanmak<br />

ümidinde bulundunu anlatır.<br />

Mustafa Efendi, takındığı eski devir .adamı tavnnı<br />

muhafaza ederek söze başlar:<br />

•Efendim, 75 yaşındayım. Üçüncü Selim devri mu-<br />

' .<br />

9i.i muallimlerinin çoğuna yetiştim. Bir hayli şeyler<br />

geçtim. Ferahnak makamının mucidi, büyük pederim<br />

Şakir Ağadır. Fakir ol vakitler 20 -25 yaşlannda idim.<br />

Yalnız merhumdan geçtiğim nakış, beste, seın.ai otuz<br />

kadar parçayı geçer. Ferahfeza takımını bestelediğim<br />

zaman merhumun takdirini kazanmıştım.<br />

HAla sahafları ve kütüphaneleri dolaşır, musikiye<br />

dair elime nadir bir eser geçerse istifade etmeye çalışınm.<br />

EUi yıldır heveskarane musiki talimi ile<br />

·<br />

meş-


254<br />

gulüm. Halen muzika-i Hümayunun fasıl takımianna<br />

muallimlik ediyorum. Şimdiki musiki muallimlerinin<br />

çoğu eski eserler şöyle dursun, yenilerini bile doru dürüst<br />

talim edemiyorlar.<br />

İçlerinde öyleleri var ki, güfteleri bile doru te­<br />

Jaffuz edemiyorlar. Ço cahil ve hodbin. Talebeleriyle<br />

uraşmak tarafına yanaşmıyorlar.<br />

Ah efendim ah! İnsan, sanatının işıkı olmalı. Sazlarda,<br />

bestelerde sühuletten ziyade sanat aranmalıdır.<br />

Bendenizin musikiyi öÇenmek ve öÇetmek sevdasın<br />

dan başka bir emelim yoktur. Ne çare ki, işret gibi<br />

bir bela ile deingiizar oldundan, şu son zamanlarda<br />

sesimin eski halaveti kalmadı• diye verdi izahatı,<br />

Molla Efendi dinleyince:<br />

cAmanın ben bu akşam bir musiki hazinesine malik<br />

olmuşwn da haberim yok» diyerek, daha nice İstirhamlar<br />

ederek lutnu sabırsızlıkla bekledii söyler .<br />

. «Öyleyse, efendim müsaade buyurun da, bir kadeh<br />

rakı içeyim• der. Kalkar, tepsinin başında kadehler<br />

tokuşturulur, çubuklar tazelenir . . Molla, luttunu<br />

bekledini tekrar eder·. Mustafa Efendi:<br />

. «Başıla beraber, fakat korkanın ki, bu akşam<br />

efendimizi yorgunlm dolayısiyle gere kadar hoşnut<br />

edemeyece. Zira dün akşam Ihlamur Kasr-ı Hümayununda<br />

Şevketmeap efendimiz, küme faslı ferman<br />

buyurmuşlardı. Bendeniz de, vazife gere beraber bulundum.<br />

Fasıl, bahçede oldu. Yan geceye kadar devam<br />

etti. Bizler, padişahın iznini beklerken, kurenadan<br />

bir bey geldi:<br />

•Musfa, sine kemanı ile, bir saba 'taksim etsin•<br />

iradesini tebli etli. Bu da bendenizi gerei gibi yordu.


255<br />

Bilhassa gecenin rutubeti ve ihtiyar lık ... Bu bakımdan<br />

söyleyeceğim bestenin perdesi biraz pesten olacaktır.<br />

Artık kusura bakılmamasmı rica ederim• demesi Uze<br />

rine, Molla'da istek, bir kat daha artar. O nispette de<br />

ricalar ve istirhamda bulunur, başlayacak zanniyle · de<br />

dinleyenlere mahsus bir tavırla gözlerini yumup aşıkane<br />

alılar çekmeye başlar.<br />

Halbuki Mustafa Efendi, yine rakıya kalkar. Biraz<br />

zaman daha geçer. Bu defa söz, geçmişteki musiki<br />

ustalannın hangisinin hangisine üstün olduğu konusuna<br />

gelir. Ve konu, sazlardan hangisinin daha makbul<br />

ve müessir olduğuna adar.<br />

Bu bahis de bir hayli devam eder. Mustafa Efendi<br />

başlayacakmış gibi, hangi makamın arzu huyurulduğunu<br />

sual eder.<br />

Bu kere de, musikide hangi saatte hangi makamın<br />

okunmasının uygun olacağı bahsi sürüp gider.<br />

Mustafa Efendi, ltri merhumunun bu mesele hakkındaki<br />

düşüncelerini uzun boylu hikaye ettikten sonra<br />

kendi düşüncelerini de aynı uzunlukta anlatır.<br />

Mustafa Efendinin musiki bilgisi hakkında Molla<br />

Efendiye kanaat gelir. Fakat sabn da o kerte tüken- .<br />

meye başlar . .<br />

Mustafa Efendi, tekrar rakıya kalkar, çubuklar tazelenir.<br />

Beriden Molla da hamurdanarak patlamaya<br />

hazır bir bomba haline gelir. Bu hali farkeden Mustafa<br />

Efendi, hanendelere mahsus bir vaziyet alır: Ses kazımak<br />

için birkaç defa öksürür. Elini çenesine koyar,<br />

çirkin sesiyle avazı çıktığı kadar danalar gibi bağırmaya<br />

ve:


256<br />

Adalarda kalan yavrum<br />

türkiisünü çağırmaya başlayınca Molla neye uğradığını<br />

bilmeyerek yerinden fırlar:<br />

«Anladım kerata, kes ... Akşamdan beri yemediğin<br />

bok kalmadı. Sonunda yapacağın bu muydu?ıo deyince,<br />

Mustafa Efendi:<br />

«Vay, beğenmediniz mi?ıo der.<br />

«Kim beenir ki, ben beğeneceğim?ıo demesine<br />

karşı:<br />

«Öyleyse beğendirinceye kadar söyleyeceğim» deyip<br />

devam eder.<br />

«Aman sus, beğendimıo dediğinde de:<br />

«Madem ki, beğendiniz söyleyecem» der, durmadan<br />

bağırır. Molla'da buna tahammül kabil mi? Gözler<br />

ateş kesilir, çehre mosmor ... Küfür tufanını ağız<br />

dolusu savurur. Beriki yine ara vermez, bağınr.<br />

cHerif sus, kan beynime çıktı, çildıracağımıo demesi<br />

de kar etmez. Hiddetinden kavuğu, cübbeyi atar,<br />

çubuğu çeker, Mustafa Efendiye hücum eder. Çubuk<br />

parçalanır, imamesi kınlır.<br />

Molla zıp zıp sıçrar, ter - ter tepinir. O telaş arasında<br />

işret masası alt - üst olur, devrilir. Tabaklar, srahiler<br />

kadehler şaıkır şakır kınlır, ortaıya yayılır.<br />

Molla bir aralık evsahibine de hücuin eder.<br />

sahibi harerne kaçar.<br />

Ev<br />

«İbadullah, şu herif bu gece ölümüme sebep olacak.<br />

Can kurtaran yok mu?-. diye avaz avaz bağırır. Bu<br />

haykırdıkça, heriki daha ziyade bağınr. Harem, selamlık,<br />

konak halkı:


257<br />

cNe oluyor?» diye birbirine karışır. Uşaklar odaya<br />

koşar, güç bel! Mustafa'yı sustururlar. Bir yandan da<br />

ibrik getirip Molla Efendinin yüzünü gözünü yıkarlar.<br />

Ve bin müşkül!tla hiddetini dindirmeye muvaffak<br />

olurlar.<br />

.<br />

. Mustafa Efendi, bu fıkrayı naklettii zaman:<br />

cMolla Efendi, o tarihten sonra bana nerede rastlasa,<br />

başın.ı sallayarak:<br />

cYezid, imansız herif; beni deli edecektin» diye<br />

hiddetlenirdi demişti. Molla Efendiyi en ziyade kızdıranlardan<br />

biri de, Bebekli Saip Bey merhumdu. HattA<br />

bir sünnet dününde Vehbi Molla, beline kuşandılı<br />

yarım top şah göstererek, güya bşkalannıı:ı haset<br />

damarlarını kabartmak istediği sırada Saip Bey yük·<br />

sek sesle:<br />

cHey Yarabbi, hey Ulu Rabbim!» diye baırınca,<br />

herkes susar ve bütün gözler onun .üzerine çevrilir ve<br />

beklerneye başlarlar. Saip Bey de, ellerini kaldırıp:<br />

«İlAhi Rabbim, Bedesten kapılannda şu herifi,<br />

elinde şal olarak «Aman beylerim efendilerim,. üç gündür<br />

açım. Elimde şu şaldan başka bir şeyim kalmadı.<br />

Bugün on paraya sahip deilim. Allah için olsun bu şala<br />

ne verirseniz sadaka yerine geçecektir• dediğini bana<br />

· göster• deyince:<br />

«Vay kerata ... » deyip, çubuğu çekerek, Saip Beyin<br />

üzerine yürümüştü.<br />

. Bu Vehbi Molla Efendi, 1877 yılında vefat eyledi.<br />

Çamlıca'da Bektaşi tekkesinde gömülüdür.<br />

O devrin kibar meclis ve manfillerinde daha birçok<br />

zarif nedimler vardı.<br />

P:17


258<br />

Bu zatların tatlı latifeleri,- nükteli sözleri, o mec.<br />

lislere neşe katardı. Hafız Ömer Faiz Efendi, Şair Kanhealı<br />

Nihat Bey, Şeyh Cemal Efendi, Billurl Mehmet<br />

Efendi bu kişilerin başında sayıhrdı.<br />

Bilhassa Hafız Ömer Efendinin fıkraları meşhurdur.<br />

Fuat Paşa merhum, Abdülaziz'in maiyetind,e 1862<br />

tarihinde Mısır'a giderken Hafız Ömer Efendiyi de padişaha<br />

tanıtmak istemiş.<br />

Kendisinden izin aldıktan<br />

sonra Mısır yolculuğuna onun da katılmasını sağlamış.<br />

Vapuı'da Hafız Ömer Efendiye bir iki fıkra aniattırarak<br />

padişahın memnunluğunu kazanmış. Naklettiği fıkra·<br />

tardan birisi «Çala Mehterbaşı» fıkrasıdır. Bu fıkradan<br />

hasıl olan neş-enin derecesi hakkında bir fikir verebilmek<br />

için bulasasını aşağıya kaydediyorum:<br />

'<br />

ÇALA MEHTERBAŞI FlKRASI<br />

Vaktiyle valinin biri, yani Kaba Hakkı Paşa, memuriyet<br />

yerine vardiğı zaman, . iskeleye çıkar. İstikbal<br />

için eyalet memurlan ve ahali iskele meydanında hazır<br />

bulunurlar. Mehterhane (1) de şöyle bir tarafta yer<br />

alır.<br />

İskele meydanmda binek taşı olmadığı için, bu taşın<br />

hizmetini görmek üzere, büyük bir üzüm küfesini<br />

ters olarak uygun bir yere koyarlar. Üstüne de çuha<br />

örterler.<br />

(1) Mehterhane denilen bu resmf mıızika tabl, davul,<br />

m1lteaddit zurna, nekkare, çiften.:ra, kiJsden m1lrek·<br />

kepttr.


259<br />

Vali Paşa, beygirine binrnek için küfenin üzerine<br />

çkmasiyle beraber «çala mehterbaşı»<br />

kumandası da<br />

verilir. Mehterhane de, çalmaya başlar. Halbuki paşa,<br />

küfenin üstünden hayvanın üzengisine ayağını atacaı<br />

sırada, küfe çürük olduu için dibi çöker, Vali Paşa,<br />

•<br />

boazına kadar küfenin içine gömülür.<br />

Zavallı adam Qirdenb-ire neye<br />

uradıını bilmez.<br />

Avazı çıktığı kadar bağırmaya başlar. Fakat mehterha.<br />

nenin güriiltüsünden sesini kimseye duyuramaz. Çabalar,<br />

'çırpınır, küfe altüst olur ve devrilir. İçinde paşa<br />

olduğu halde yuvarlanmaya, hayvan da, küfeden ürküp<br />

kişnemeye ve etrafa çifte atmaya başları. Yakınında<br />

olanlar da telaşa düşer, şaşınr.<br />

«Bre tutun, vurun» kumandalan verilir. Mehterhane<br />

gürültüsünden halk ne olduğunu anlayamaz. Birbirine<br />

karışır. Mahallin . sekbanları, hayvanın yularını<br />

yakalar. Birtakımı da küfeye hücum ederler. Kimi paşanın<br />

sakalından yakalayıp kafasını dışanya çekmeye<br />

uğraşır. Bin müşkülatla paşayı kurtarmaya muvaffak<br />

olurlar.<br />

Biçare adamın sakalının yarısı kopmuş, yüzü gözü<br />

bereler, kanlar içinde kalmış: bağırmaktan boazı<br />

tıkanmış, kallavisi, erkan kürkü lime lime olmuş olduğu<br />

halde, güç bela hayvana bindirilip konaa getirilir.<br />

Fıkra bundan ibarettir. Fakat Hafız Ömer Efendi<br />

öyle güzel nakleder ve olayın kahramanlarını gözönünde<br />

öylesine canfandınr ki, gülmernek kabil olmazdı.<br />

Abdülaziz Mısır'a. giderken İzmir' e uraması ve<br />

cuma selamlık resminin orada yapılması kararlaştırı-


260<br />

tır. Padişahı görmek üzere İzmir ve cıvarından binlerce<br />

ahali İzmir rıhtımında toplanır .<br />

. Padişah, iskeleye çıkıp üzeri al çuha ile kaplı binek<br />

taşından hayv


261<br />

Diye itizar ettiği zaman padişah:<br />

« İnşaallah bu makamda saç . sakal ağartırsınız•<br />

Buyurmuştur. Henüz bir ay olmaksızın bir Cuma<br />

günü Boğaziçi'nde Boyacıköyü'nde o zaman oturduğu<br />

yalının arka· tarafındaki köşkte bazı ahbaplariyle bulunurken<br />

Başınabeynci Neşet Bey gelip s8:daret mührünü<br />

elinden alır.<br />

•<br />

•<br />

<strong>Ali</strong> Paşa bundan tabii müteessir olur. Meclisin neşesi<br />

bozulur. · Hazır bulunaniann bu üzüntüsü bir süre<br />

devam eder. O aralık Hafız Efendi söze başlar:<br />

«Bizim saraylı, yani karısı, her ne zaman kederli<br />

fena bir haber versem «of aman öldüm öldüm» der<br />

de ölmezdi. Müsaade huyurulursa gideyim de · haber<br />

vereyim. Belki bu defa salıiden ölür, ben de kurtu-<br />

· lurum».<br />

Der ve paşa da kahkahaları sahverir, meclisin eski<br />

neşesi de yerine gelir.<br />

Hafız Ömer Efendi çağdaşların<br />

nüktedanlarına<br />

daha üstün görünürdü. Hele bir· takım hikayeleri vardı<br />

ki, her biri roman yazariarına bile sermaye teşkil<br />

ederdi. (1)<br />

(1) Ha/ız ömer Efendinin eşi eski saraylılardandı. Yaşı<br />

da efendiden birkaç yaş fazla oldu(Ju siiylenirdi. Ken<br />

disi gayet şen ve sohbeti hoş bir kadındı. Sık sık sa·<br />

raya aldınlırdı. Hele tkinci Mahmud'un kızı Adile<br />

Sultanın pek sevgilisiydi. Ço(Ju kez onun sarayı'nda<br />

bulunurdu. Efendi ile hanım saraylarda, konaklarda<br />

bulunduklan için çoğu uzun zaman birbirlerini oiir·<br />

medikleri olurdu.


' .<br />

,,<br />

'<br />

1<br />

1<br />

• •<br />

\<br />

1<br />

\"<br />

1 '<br />

1<br />

•<br />

1<br />

f..<br />

\<br />

' 1 1<br />

'<br />

1<br />

1<br />

. · .<br />

. . . ..<br />

• •<br />

·,<br />

' ' ••<br />

..<br />

•<br />

'<br />

•<br />

1<br />

1<br />

' lı<br />

1<br />

•<br />

1


263<br />

Merhumun nice yıllar meclislerinde bulunmuş ve<br />

hikayelerinin bir çoğunu dinlemiştim. Mesela «Seraserci<br />

Arif Ağa», «Kazaz Artin», «İş Eri Ahmet Ağa•,<br />

«Habip Odabaşııo, «Kaptan Paşa Çıplağııo, «Abdullah<br />

Çavuş» gibi geçmişlerimizin hayat tarzını dile getiren<br />

milli hikayeJet geçmişin meçhulleri arasında kaybolup<br />

gidiyor. Buna ise gönlüm razı olmuyor. Fakat<br />

lezzetleri bozulmasın diye bunlan yazmaya kendimde<br />

kudret göremiyorum.<br />

Bununla beraber şu beceriksizliğimle beraber<br />

merhumun doğrulua inandığı «Çifte yeniçeriağasııo<br />

hikayesini geçende karalamıştım. Fakat masal gibi<br />

oldu; lezzeti bozuldu. Gençlerimizden bir himmet ehli<br />

tiyatro şekline sokarsa hoş olur sanırım.<br />

ŞAİR NiHAT <strong>BEY</strong><br />

Şair Nihat Bey gençliğinden beri güzel şiirler söyler,<br />

fakat mahareti daha çok hiciv konusundaydı. Sö<br />

zünü asla saklamaz, kimseden korkmazdı. Allah bilir<br />

ya biraz da hak hukuk tanımaz oldu için büyükler<br />

dilinden korkardı.<br />

.<br />

Reşit Paşa merhum Nihat Beye çok yüz verirdi.<br />

<strong>Ali</strong> Paşa ona iltifat ederdi. Fakat Fuat Paşa, babası<br />

İzzet Molla ile olan dostluğuna rağmen Nihat Beyi pek<br />

o kadar iplemezdi. Nihat Bey genç bir şairken lzzet<br />

Molla ile iyi görüşürlermiş.<br />

Mısır Valisinin daveti üzerine bir süre Mısır'da<br />

oturmuştu. Kendisinin birçok menkıbeleri halk dilinde<br />

dolaşır.


264<br />

İlk defa «Evkaf-ı Hamidiye mütevelli kaymakamı<br />

olan mirahui şehriyari» Mustafa Ağa ki «Ağa babası»<br />

demekle ·meşhur olan ve rnüteaddit valilikler·<br />

de buluiıan Mustafa Paşadır). Bu Nihat Bey'in büyük<br />

pederi olduğu Evkaf tarihinde yazılıdır.<br />

Reşit Paşa kendisine o kadar yüz verdiği ve her<br />

türlü nimete boğduğu halde Paşa'nın vefatından sonra<br />

mezar taşının somakiden mi, yoksa mermerden mi<br />

yaptınlması söyleşildiği, konuşulduğu sırada hazır bulunan<br />

Nihat Bey:<br />

«Bana kalırsa biraz pahahca olur ama cehennem<br />

taşından yaptırmalı.»<br />

Deyip hazırlarının gülüşmesini, bazılarının da sinirlenmesini<br />

mucip olmuş.<br />

Fakat her halde «Geldi kafiye, gitti safiye» fehvasınca<br />

şairlik edeyim derken nimete karşı gelmiştir.<br />

Bir Ramazan günü akşamüstü Beyazıt sergisinde<br />

birçok kibarlar hazır olduğu halde orada bulunan ve<br />

daha o vakit başı sanklı Reşit Paşa kitapÇısı olan Cevdet<br />

Efendi (Paşa) söylediği hikayeyi biraz uzatmış, paşaların<br />

yanında oturımakta olan Nihat Bey:<br />

«Baksn a hocai .Ramazan günü saat onbirden sonra<br />

bu kadar uzun hikaye dinlenmez. Fıkranın gülüne-<br />

ek yeri neresi ise söyle de bitir.»<br />

Diye Cevdet Efendiyi bozmuş. Bundan sonra Cevdet<br />

Efendi ergiden çıkarken:<br />

. .<br />

«Suhtayi tersledim, dersini verdim.»<br />

Dedikten sonrtl orada hazır bulunan Hafız Ömer<br />

Efe-ndiye dönüp:<br />

·


265<br />

«Su paşaları görüyor musun, işte bunların hepsi<br />

benden korkarlar. Ama benim topum mu var: tüfeğim<br />

mi var? Hayır dilimden korkarlar.»<br />

Dediğini Hafız Efendi söylerdi..<br />

MUSAHİPLER, NEDİMLER, MEDDARLAR<br />

Hulefay-i Abbasiye vesair İslam mülükleri ·hizmetlerinde<br />

«musahip» ünvaniyle nedimler kullanılmış<br />

olduğti rivayet olunur. Osmanlılığın ilk kuruluşundan<br />

Yıdınm Heyazıt devrine kadar nedim kullanan olup<br />

olmadığı meçhuldür. Fakat Beyazıt'ın birçok nedimleri<br />

vardı. Hatta bunlardan birinin, seksen kadının ateşe<br />

atılıp cezalandınlması hakkındaki iradeyi geri aldırmaya<br />

muvaffak olduğu tarihlerde yazılıdır. Yıldırım'ın<br />

devrinde yetişen nedimlerden Alımedi adındaki<br />

şair ki;<br />

Gün yüzü takvimine ey dil nazat' kıl elPlma<br />

Ey başmda fttneler vardır hazer kıl dainaa<br />

matlah gazelin sahibidir. Alımedi'nin bir aralık<br />

Timurlenk'e de nediı:nlik ettiğini tarihler yazmaktadır:<br />

Sicilliosmani, nedimterin en alasır.ın İncili Çavuş<br />

olduğunu kaydeder. Kendisi Divan-ı Hümayun emektarlarındandır.<br />

Adı Mehmet veya Mustafa'dır. Gayet<br />

nedim bir adam olduğundan Dördüncü Murad'a musahip<br />

olmuş ve bir aralık sefaretle<br />

İran'a da gidip<br />

gelmiş olduğunu ve mezannın Sultanahmet civarında<br />

Firuzağa Camii yakınında bulunduğunu yine Sicilliosmani<br />

yazmıştır. Halbuki Edirnekapısı haricinde şair<br />

Haki Efendinin mezarı karşısındaki makberde bulu-


266<br />

nan bir mezar taşı kitabesinde merhum İncili Çavuş<br />

ruhu için fatiha ibatesi ve 1631 tarihi yazılı olup «Hülasa-tül-Eser»<br />

nam kitapta da hal tercemesi yazılıdır.<br />

İncili Çavuş'un Diyarıbekir'e iki saat mesafede Ineili<br />

Köyünden olduğunu Bursa eski mebusu Tahir Bey,<br />

<strong>Ali</strong> Emiri Efendiden·. rivayeten beyan eylemişti.<br />

Meddalıların meşhurlanndan bir de Tıflı Efendidir.<br />

Kendisi Bayramiye tarikatındandır. Çağının en ünlü<br />

şairlerindendi. Tezkire-i Salim'de eserleri yazılıdır.<br />

Tıflı Efendi'den sonra yine şairlerden «Medhi»<br />

takma adını kullanan Bursa'lı Nuhzade Mustafa Çelebi<br />

vardır. Kadı iken inesleği terkedip meddalı ol <br />

muştur. Vefatı 1680 tarihindedir.<br />

İBRAHiM PAŞA'NIN EN MEŞHUR MEDDAHI<br />

1747 tarihlerinde Dilencioğlu ve Şekerci Salih,<br />

1863 tarihinden sonra da Kör Osman, Aşık Hasan, Piç<br />

Emin, Nazif Tesbihçioğlu, musahip Nuri ve Kız Ahmet<br />

birbirini takiben varlıklannı göstermişlerdir. Fakat<br />

Piç Emin'le Kız Ahmet, adı geçenlerin hepsinden<br />

üstünmüş. O kadar ki bu ikisine «Nadire-i dehr», yani<br />

dünyanın yetiştirdiği nadir kişilerden · denilirmiş.<br />

Şu mısra onlar için söylenmiştir:<br />

Dor Piç Emln'i Kız Ahmet<br />

Piç Emin'in· vefatı 1837 tarihindedir. Kız Ahmet'in<br />

bir aralık padişaha da nedimlik yaptığı rivayet edilmektedir.<br />

Nedim durumundaki meddahiann meşhurlarından<br />

1810-1811 tarihlerinde hayatta olan kör hafızlardır. Bunların<br />

biri hakkında Sururi Hezeliyatı'nda:


267<br />

«Bnun iki gözü kör bir gözü kör şeytanın<br />

Yani şeytandan eşed dense seza kör Hafız<br />

Kıtası münderiçtir. Daha sonraları Laleli Müezzin-'<br />

başısı Hacı Müezzin ve Mustafa Reis ve İvazoğlu ki,<br />

bunların her biri bir türlü hüner sahibi idiler.<br />

Kör .hafızlardan biri güzel macera nakleder, Arapça,<br />

Farsça, Türkçe dillerinde konuya uygun beyitler<br />

okur, aynı zamanda her konuda fikir yürütebilirdi.<br />

Ayrıca, hiçbir manası olmıyan vezinli ve kafiyeli şiirler<br />

okur, yani uydururdu. Okuduğu beyitlerin belienroesi<br />

ve yazılması da mümkün olamazdı. Okumaya<br />

başladığı zaman asla duraksamaz ve düşünmez, hepsini<br />

kendisi uydururdu.<br />

Hacı Müezzin iyi bir taklitçiydi. Mustafa Reis,<br />

İvazoğlu ise değirmen çevirmekle ustaydılar. Bu değirmen<br />

çevirme taklidi, bir kase içinde üç cevizi tahta<br />

kaşıkla çevirdikçe hasıl olan sesi değirmen sesine<br />

benzetrnek tir.<br />

Abdülaziz devri.nde Saraya alınan Kurban Oseb'in<br />

karnından konuşması da meşhurdur.


ü<br />

r1<br />

Üçüncü Ahmet asnnda İstanbul halkı zevk, sefa<br />

ve refah içinde ömür sürmüşlerdir. O zamanın büyükleri,<br />

zenginleri, sefirleri ve zevkisetim sahibi olan<br />

ahatisi musikiye karşı hevesli idiler. Yegane hüner musiki<br />

idi. O asnn ilim adamlarından olup sonradan da<br />

Şeyhülislam olan İshak Efendi ve onun küçük biraderi<br />

sonralan Şeyhülislamlık payesine yükselen muşikiye<br />

olan derin vukuf ve malumatiyle şöhrete eren<br />

meşhur şaire Fitnat hamının babası Esat Mehmet<br />

Efendi «


270<br />

.<br />

yük topluluk ile EYYÜBÜL'ENSARi türbei şerifesinde<br />

okuttururmuş. Böyle bir mübarek manzumenin<br />

besteli olacağı ve bestesinin de kendisi tarafından bağlanmış<br />

bulunacağı tabiidir. Bu miraciye (REİSÜLKÜT­<br />

TAP ARIF EFENDl D lV ANI) . namiyle neşredilrÖ.iştir.<br />

Seyyid Vehbi'den (Gidip Arif Efendi, ismi kaldı<br />

.<br />

Dehre baki) mısraından da hesap edilerek anlaşıldığı<br />

.<br />

gibi 1718 tarihinde vefat etmiştir. Rahmetullahü aleyh.<br />

Şöhretli musiki üstadı ltri Mustafa Efendi vefat<br />

edeli henüz pek az zaman geçmiş olduğundan bizzat<br />

ondan ve hatta Hafız Yusuf'tan meşk etmiş musiki<br />

üstadları o zamanlar pek çoktu. Recep Çelebi, Çengi<br />

Recep, La'li Çelebi, Kara tsrnail Ağa, Tosunzade, Nane<br />

Çelebi, Seyyid Nuh gibi zevatın eserlerinden olan<br />

karlar, nakışlar, besteler, semailer ve şarkılardan bazıları<br />

hala kulaklarımıza şevk vermektedir. Şimdi tasavvuru<br />

bile bizi neş'eye boğan Saadabad zevkleri,<br />

Boğaziçi mehtap alemleri, kış gecelerinin helva soh·<br />

·b etleri eğlencelerinde · musiki erbabına meyil gösterirler,<br />

hüner ve marifetlerine göre bol bol atifette bulunmakta<br />

cömertler birbirleriyle yarış ederlerdi. O zamanlar<br />

İstanbul ahalisinin her sınıf halkı arasında yegane<br />

zevk, musiki idi. Sarayıhümayun meşkhanesinin en mü-<br />

. terakki zamanı da Üçüncü SELİM devridir derler. Sul-<br />

·<br />

tan Üçüncü SELİM Suzidilara makamının mucididir.<br />

Bu makamda bestelediği Ayinişerif nefis eserlerden biridir.<br />

Bu suzidilara makamında iki beste, iki semai, rastı<br />

cedid'te, pesendide'de, mahurda, arazbar'da, şehnazda,


271<br />

muhayyer sünbülede, tahir'de, tahirbuselik'te, bUzzam<br />

ve şevk-ü tarab, şevk-efza fasınannda b.esieledikleri<br />

şarkılarının pek üstadane olduğu musiki er-babınca<br />

malfımdur.<br />

Üçüncü Selim, musiki seslerini şehzadeliği zamanında<br />

Birinci Harnit'in Baş Müezzini Hafız Ahmet Kamil<br />

Efendi'den ve bilahare Sadullah Ağadan, Tanburu<br />

da Ortaköylü İshak'dan meşkeylemişti. Yukanda adı<br />

geçen Ahmet Kamil Efendi Üçüncü Selim'in cülusun<br />

da İkinci İmamlığa tayin olunmuş ve İkinci Mahmut<br />

asrında da Birinci İmam olmuştur.<br />

«Osmanlı Müellifleri» adlı kitapta yazıldığına göre<br />

Üçüncü Selim'in bestelediği (Suzidilara) ayinişerifi<br />

ile yine bu makamda olan peşrevlerini Yenikapı<br />

Mevlevhanesi şeyhi iken 1811 tarihinde vefat eden Abdülbaki<br />

Dede Efendi notaya alarak padişaha sunmuştu.<br />

Bu AbdülbClki Efendi, musiki fenninde çok geniş<br />

bilgi sahibi olup notanın usul ve kaidelerinden bahseden<br />

bir risale telif etmiş, isfahan, acembuselik makamlannda<br />

iki ayin ve bir hayli semaHer bestelemiŞtir.<br />

Şark musikisinin nazariyatma hakkiyle vakıf olanlardan<br />

bir de Galata Mevlevihanesi Şeyhi merhum<br />

Ataullah Efendi idi.<br />

Enderunuhümayun hadernesinden olup Üçüncü<br />

Selim meşkhanesinde tahsil edenlerden biri de «Cen-<br />

. net Filizi» denilen Kerim Efendidir. Kerim Efendi, sesi<br />

gibi lehçesi de güzel olduğundan halk arasında ııCen.<br />

net Filizi» lakabiyle anılırmış. Musiki'deki ihtisası dolayısıyle<br />

müezzinbaşı olmuş ve İkinci Mahmut'un cülusunda<br />

İkinci İmam, sonra da Birinci İmamlığa terfi<br />

ettirilmiştir.<br />

.<br />

.


272<br />

Üçüncü Selim'in musiki muallimerinden Sadullah<br />

Ağanın musiki bilgisiyle beraber sert ve namuslu bir<br />

zt olması hasebiyle hakkındaki itimada binaen Haremi<br />

Hümayun'da bulunan cariyelere musiki talimine<br />

memur olrriuş ve bu sıralarda cariyelerden biriyle sevişmiştir.<br />

Hadise padişahın kulağına gitmiş, gazaba<br />

gelerek idamını ferman buyurmuş ise de üstad'ın Padişah<br />

Hazretlerinin fevkalade sevgisini kazanmış olmasından<br />

ve günün birinde affa uğrayacağı \!mit edildi­<br />

.<br />

ğinden idam hükmünün infazında acele edilmesi sonradan<br />

pişmanlığı mucib olabileceği düşünülerek hapiste<br />

gizlenmesi münasip görülmüştür. Nitekim, Sadullah<br />

Ağa birkaç gün devam e-den hapis müddetinde musiki<br />

fennince kıymeti pek yüksek olan «<strong>BEY</strong>ATİ ARA­<br />

BAN » faslım yazarak talebelerine talim etmiş ve bir<br />

akşam padişahın huzurundcı. icra edilen şenlikte bu<br />

fasıl da okunmuştur. Bu renkli makam faslın nağmeler<br />

ve bestesindeki ince üslup padişah'ın nazan dikkatini<br />

celb ederek «bu eserin bestekan kimdir?• diye<br />

sordukları zaman, kendi ustaJan Sadullah Ağa cevabı<br />

verilince birden eski gazabı geçmiş, böyle kamil bir ·<br />

üstadın idamı hakkındaki fermanından dolayı esef ve<br />

pişmanlıklarını belirtmişti. Bunu fırsat bilerek idam<br />

fermanının henüz icra edilemediği v Sadullah Ağa'­<br />

nın hayatta ve hapiste bulunduğu bildirilmiş. Bunun<br />

üzerine Üçüncü Selim memnun olarak derhal tahliyesi<br />

ile beraber· sevgilisi olan . cariye ile de evlenınesini<br />

ferman ve ayni zamanda üstadın hayatını kuJ1aranları<br />

da mükafatlandırmıştır. Bestenin güftesi şudur:


273<br />

·Pac:l1falum, lütfedip mesnını fAdeyle beni,<br />

Naümldlm, bir nazar kıl bennurAdeyle beni,<br />

Hatırınıdan bir nefes gitmez, duayı Devletin,<br />

Sen ele ey kimkerem lütfunla şideyle beni.<br />

Ortaköy'lü İshak, Tahir Ağa ve Keçi Arif Ağa için<br />

tanburilerin en iyileri olduklarında bütün sazendelermüttefiktirler.<br />

Zeki Mehmet Ağa İkinci Mahmut fasıl takımının<br />

en güzidelerindendi. Zeki Mehmet Ağa Zade Osman<br />

Bey de Abdülmecit ve Abdülaziz fasıl takımlarındandır.<br />

Osman Bey'in SABA PEŞREVİ meşhurdur. Defteri<br />

Hakani Muhasebeciliğinde iken vefat eden Kamil<br />

Efendi tanınmış tanburilerdendi: Ekseriya Sadrazamlardan<br />

Şirvanizade Rüştü Paşa ve Şeyhülislam Sahip<br />

İsmail Molla'nın sahilhanelerinde bulunurdu.<br />

Yenikapı M ev levihanesi Şeyhi Celal Efendi, meşhur<br />

<strong>Ali</strong> Efendi ve son zamanlarda şöhret sahibi olan<br />

Cemil Bey mükemmel birer tanburi idiler. (Cemil Bey'­<br />

in üstadane bilgisi Tanbur ve Kemençe'de tecelli etmişti.<br />

Viyolonselle yaptı taksim dinleyenleri hayran<br />

ederdi.)<br />

Ney, Keman, Kemençe ve Tanbur meşki biraz zor<br />

olmakla beraber Osmanlı musikisinde kalplerimize<br />

tesir eden sazlardandır. Eski devlet ricalinden Süleyman<br />

Efendi yazdı mecmua'sında 1824 tarihlerinde<br />

Kütahya'lı Hüseyin Ağa isminde bir santuriden bahseder.<br />

Bu Süleyman Efendi, Saray fasıl takımına da<br />

alınmıştı. Süleyman Efendi «Bu adam gayet kaba bir<br />

Türk ve lisanı da galiz olup bu halleri musiki ile asla<br />

münasebettar değil iken Santur'u gayet güzel çalardı»<br />

P: 18


274<br />

der. Süphan Allah! ne garip halimiz var. Türk ırkına<br />

mensup Anadolu halkını zeka ve irfandan<br />

mahrum<br />

addettiğimiz ve bu gibi şeyleri Türklere layık görmediğimiz<br />

için buna bile şaşıyoruz. Bunun doğru bir tarafı<br />

mevcut farzolunca bile münasip bir lisanla yazılabilirdi.<br />

Üçüncü Selim asrından beri gelip geçen muiki<br />

muallimlerinin maruf olanlarından isimlerini tahkik<br />

edebildiklerimi aşağıya dere ettim. Bu zatlan, musikiye<br />

intisaplan dolayısiyle memleketimize 'hizmet<br />

edenlerden addeder ve kendilerini rahmetle yad eylerim.<br />

Eyüp'lü Hafız Ahmet Efendi, Müezzin Hüsnü Ağa,<br />

Çilingiroğlu Ahmet Ağa, Muhittin Ağa, Suyolcuzade Salih<br />

Efendi. (Bu zatlar musikide asnn nadir yetiştirdiği<br />

kimselerdenmişler).<br />

Sait Ağa, Tulum Abdi, Şişman Hoca Mehmet Efendi,<br />

Kitapçı Hafız, Şehlevendim, Haf.ız Abdullah Ağa,<br />

Kömürcüzade Hafız Efendi, Hamamcızade Derviş lsmail<br />

(bunlar da asırlannın şöhretlilerinden olup bunlardan<br />

Hafız ile Şehlevendim'in<br />

sesleri de yüksek, diğerlerinin ise bilgileri<br />

bilgileriyle birlikte<br />

seslerine<br />

galip imiş). Şakir Ağa (ferahnak makamının yaratıcısı<br />

olup :ilmi ve arnelisinde mahir, keman ve tan·<br />

bur gibi sazlarda çok geniş bilgiye sahip olup kendisi<br />

Müezzinbaşı olduğu cihetle lmaını Sultani olamadığından<br />

mesleğini terk eyleyip vergi tarhı işlerine intisap<br />

etmiştir.)<br />

Varda Kosta Ahmet Ağa, Mehmet Arif Ağa, Abdülhalim<br />

Ağa (bu zevat da maruf bestedlermiş).


275<br />

Kırımi Halil Efendi (Kur'anı Kerim'i kendine has<br />

bir tarzda okurmuş.)<br />

Üçüncü Selim küme faslım ekseriya Topkapı Sarayında<br />

(serdap)'da (1) icra ettirirmiş. Bir akşam mutad<br />

olduğu gibi fasıl icrası ferman huyurulmuş ise de<br />

fasıl takımının mühim bir uzvu olan tanburi İshak buldurulamamış<br />

ve çaresiz kalınarak fasıla başlanmış.<br />

Sonradan İshak gelmiş ise de Kızlar Ağası hiddet göstererek<br />

artık fasla başlandığını söyleyerek serdaha<br />

girmesine müsaade etmemiş, İshak Efendi ısrar etmiş<br />

ve ikisi arasında zuhur eden tartışma kavgaya dönmüş<br />

bu da padişahın kulağına gitmiş. Bunun üzerine<br />

derhal İshak Efendi çağınlarak fasla iştirak ettirilmiş<br />

ve bununla beraber hiçbir meziyeti olmadığı halde<br />

İshak gibi kemal erbabı bir san'atkara gösterdiği muameleden<br />

dolayı Kızlar Ağası azarlanmıs.<br />

Ben fakir bu Serdabı bir defa ziyaret etmiştim.<br />

Ferahlık veren, üç taraflı bir daire idi. Dört kö-.<br />

şe bir sofa ve yanlarda birer oda olup her<br />

odada eski usul birer sedir ve çatma yastıklar,<br />

kanepe, sandalyeler, yerlerde Mısir hasın döşeli<br />

idi. Sofada bulunan aynanıri önüne konmuş saatin üzerinde<br />

süslü elbiseler giydirilmiş erkek ve kadın kuk·<br />

laları bulunuyordu, bunlar hakkında malumat edinmek<br />

istedim, çalgısını kurdular, kuklalar da, çift çift raksa<br />

başladılar. Çalgı değiştikçe kuklannın dansları da<br />

deşiyordu. Bu marifetli saatin büyük Napolyon ta-<br />

(1) Üçiincil Selimin annest lçin yaptırdı kiişk. Tren<br />

yolunun geçtiD-i yerde idi. (N.A.B.)


276<br />

rafından Sultana hediye edilmiş oldunu hikaye ettiler.<br />

Rumeli tren yolunun Sirkeci'ye uzatılınası Sultan<br />

Aziz tarafından istenmişti. Yol üzerindeki Serdap da<br />

oradan kaldırılacaktı. O vakitler buna eskilerden birçok<br />

zevat itiraz etmişlerdi. Birinci Harnit asrında saray<br />

hademeleri arasında çıraklık yapmış ve ikinci<br />

Mahmut'un berberbaşısı iken tekaüt edilmiş yaşlılardan<br />

bir Muhsin efendi vardı. Serctabın oradan kaldırıldığı<br />

tarihte hayatta idi. Üçüncü Selim ve İkinci<br />

Mahmut'un serdap dahilindeki musiki alemlerini hikaye<br />

eder ve Serdabın kaldırılmasından esef duyardı.<br />

Fakat bu teessüfü daha ziyade Serdabın yakınındaki<br />

şimşirliğin kaldırılmasındandı. Çünkü kendisinin rivayetine<br />

göre Peri .Padişahlan seher vakitleri şimşirliğe<br />

gelir, divan kurar, maiyyeti efradına emirler<br />

verirmiş. Şimdi Serdapla beraber şişmirlik de kaldınlınca<br />

Peri Padişahının da divan yeri kaldınlmış olacağından<br />

bundan sonra nerede divan kuracağını düşüntir<br />

ve maazallah bunun akıbetinin pek tehlikeli olacağını<br />

yanıp yakılarak söyler dururdu.<br />

Eskiler arasında adı geçen <strong>Ali</strong> Hoca ve Gaiata<br />

Mevlevihanesi Neyzenbaşısı Yusuf Dede eski üstadlardan<br />

olup; Dördüncü Murat Yusuf Dede'nin Ney'ini<br />

fevkaJacte akdir ettiğinden onu Enderunuhümayun'a<br />

almış ve padişahın .ölümünden sonra da Yusuf Dede<br />

Beşiktaş Mevlevihanesi'ne şeyh olmuştur.<br />

Maruf neyzenlerden biri de (Ak Molla) Ömer Efendi<br />

imiş. Bu zat benzeri olmayan bir hattat olmakla be·<br />

raber musiki fenninde zamanının imaını addolunur-


277<br />

muş. Semti, Boğaziçi'nde İncir Köyü olup her sabah<br />

seher vakti kalkar yanın saat kadar dem üfler tam<br />

demini doldurduktan sonra evic makamında (ESSA·<br />

l.AT) verirmiş. Kendisi Eyüp civarında Şeyh Murat<br />

Dergahı Şeyhi <strong>Ali</strong> Sım Efendi'nin halifesi olduğu için<br />

1777 tarihinde vefat edince mezkur Dergahın kapısı<br />

karşısında bulunan kabristana, defnedilmiştir.<br />

Vezirlerden Selim Paşa'nın Kandilli'li imam diye<br />

maruf imaını (Ak Molla), Ömer Efendi'nin talebesi ve<br />

mükemmel neyzenlerden Qiri imiş. Bir akşam<br />

asrın<br />

zarif kişilerinden ve musiki erbabından mürekkep bir<br />

sohbet ve yarenlik toplantısında musiki üstadlarınçl3:n<br />

Mevlevi meşhur ama Şeyda Hafız da bulunmuş, hazır<br />

bulunanlardan biri Şeyda Hafız'a hitaben (içimizde sizin<br />

tekkeler üstadından meşk etmemiş ve şimdiye kadar<br />

Ney'ini sizlerden kimseye işittirmemiş bir adam<br />

vardır, isterseniz size Ney üflesin) demiş. Seyda Hafız<br />

da bunu memnuniyetle karşılayınca Kandilli'li<br />

İmam Ney'i alıp üstadı (AK MOLLA) tarzında dem<br />

üflemeye başlayınca Şeyda can ve gönülden dinleyerek<br />

taksim ve peşreve geçişinde göz yaşlannı zapt edemiyerek<br />

(sen bunu kimden öğrendin, üstadın kimdir?)<br />

demiş. İmam da, o tarihlerde (AK MOLLA) vefat edeli<br />

otuz seneyi geçmiş olması münasebeti ile, üstadını<br />

gizleyerek (ben Ney meşk_ deli kırk ene oldu) cevabını<br />

verince Şeyda (şüphem yoktur ki sen AK MOL­<br />

LA'nın talebesinin) demiş ve onun usulünde Ney ile<br />

Essalat üflemesini rica etmiş,<br />

İmam da muvafakat


278<br />

ederek üfleyince Şeyda yine bir hayli ağlayıp AK MO!..<br />

LA'nın vasıflanna dair bir hayli tafsilat vermiş olduğu<br />

Sleyman Faik Bey mecmuasında yazılıdır.<br />

Eğrikapı haricinde Savaklar Dergahı Şeyhi Seyyid<br />

Mehmet Efendi'nin oğullarından Mehmet Nuri<br />

Efendi Mevlevi tarikatından olup gayet güzel güfteci<br />

ve usulcü bir zatmış. Kendisi erbabızevkten olup daima<br />

bu dergahta kalır ve çok kimselecin sevgisini eelbettiğinden<br />

her mecliste bulunurmuş, sonralan meşhur<br />

Halet Efendi'den de pek çok ikram ve itibar görmüş<br />

ve bu münasebetle Halet Efendi bu Dergahı yeııileştirmiştir.<br />

Mehmet Nuri Efendi meraklı bir zat olduğundan<br />

berbere tıraş olmaz, kendi kendine ve makasla<br />

traş olur ve böylece kah sakallı gezer kah da tıraş<br />

olmuş görünürmüş.<br />

Halet Efendi'nin katlinden kırk gün geçince Mehmet<br />

Nuri Efendi'nin de ölmüş olduğu Hadika'da yazılıdır.<br />

Galata, Beşiktaş, Kasımpaşa Mevlevihaneleri neyzenbaşısı<br />

ve Enderunuhümayunda<br />

ney muallimi Çaltı<br />

Derviş Mehmet Efendi benzeri az bulunur neyzenlerdendi.<br />

1798 tarihinde vefat etmiştir. O tarihlerde<br />

Derviş Emin ve Derviş Sait de Ney'de Çallı'dan aşağı<br />

değillermiş. ı 824 tarihlerinden sonra maharet ve melekeleri<br />

meydana çıkmış bulunan Beşiktaş neyzenbaşısı<br />

Şeyh Mehmet Efendizade ile Mecnun Derviş ts<br />

mail için gerek Dem'leri ve gerekse okuyuş ve ahenkleri<br />

itibarı ile evvelkilere üstün diyenler bulunurmuş.<br />

Reisül ulema merhum Mustafa İzzet Efendi'nin musiki<br />

fennindeki ihtisası meşhurdur. Bu zat güzel sese ma-


279<br />

lik olmakla bernber ney üfl.emekte de e.msali nadirdir.<br />

Kendisi Eyüp Camiişerifi hatibi iken Abdülmecit<br />

Han'ın cülusunda bir Cuma selamlığı bu cami'de icra<br />

edileceğinden dolayı hutbenin okunınası da kendisine<br />

ferman huyurulmuş ve padişahın takdirlerine mazhar<br />

olarak İkinci İ mam nasbolunmuş ve sonra da Birinci<br />

İmamlığa terfi ettirilmiştir. Mustafa lzzet Efendi mU:.<br />

siki dersini evvela padişahın musahibi ve nefis musiki<br />

eserlerinden sayılan (aldım hayali perçemin ey malı<br />

dideme) hüzzam murabbaının bestekarı Kömürcüzade<br />

Hafız Efendi'den meşk eylemiş ve ilk defa meşk ettiği<br />

bir kıt'a na'tı şerifi bahçe kapısında bulunan Hidayet<br />

Caıniişerifindeki selamlık resminde<br />

mahfele çı<br />

kıp yüksek sesle okuduğundan Sultan Mahmut fevka:<br />

Iade haz duyarak Enderunhümayuna<br />

çırak olmasını<br />

irade buyurmuş ve çok zaman orada neyzenlik ve hanendelikde<br />

bulunmuş. Hattat Vasıf Efendi'den sülüs<br />

ve nesih, Yesaıizade lzzet Efendi'den de taliki hatlanm<br />

meşk edip icazet alarak emsaline tefevvuk etmiştir.<br />

Ney'ini Hakan fevkalade takdir ettiği için her fasılda<br />

bulunurmuş. İkinci Mahmut asrı sonuna kadar fasıl<br />

takımı padişahın huzurunda yapılır ve bazen hariçte<br />

bulunan hanende ve sazendelerden maruf olanları da<br />

eelbedHip fasılda bulundurulurlarmış.<br />

Abdülmecit Han devrinde<br />

Muzika fasıl takımında<br />

bulunup Abdülaziz'in tahta geçişinden e·vvel icra olunan<br />

tensikatta tekaüt edilen Kolağası Salih Efendi mükemmel<br />

neyzen olduğundan Beşiktaş Mevlevihanesi neyzenbaşısı<br />

olmuş idi.<br />

•<br />

Üsküdar'lı Salim Bey ve Bahariye Mevlevihanesi<br />

postnişini Hüseyin Efendi merhumlar da sonradan ye-


280<br />

tişen neyzenlerdendi. Hüseyin Efendi'nin üstadı, Sultan<br />

Abdülmecit yakınlanndan olup bilahare Abdülaziz'in<br />

«Muzikaihümayun» a aldığı merhum Yusuf Paşa'dır.<br />

KemanHerden Mustafa Ağa ile Hızır Ağazade Sait<br />

Bey ve Miron, Kör Corci ve Todoraki birbirini takiben<br />

şöhret yapmışlar. <strong>Ali</strong> Ağa ile Miron'un daha çok<br />

tercih edildiğini söylerler. Meşhur Tahir Suselik peşrevinin<br />

bestecisi Kemani Rıza Efendi musikideki ihtisası<br />

dolayısiyle nam vermiş olduğundan Haremihümayun<br />

fasıl takımında keman muallimi olmuştur.<br />

Meşhur bestekar merhum Hacı Arif Bey Keman! Kör<br />

Sübuh'u takdir ederdi. Saray Muzikasında Kemani Rafet<br />

Ağa'nın musiki bilgisi malıdut olmakla beraber keman<br />

çalmakta emsali nadirdi.<br />

İsmail Dede Efendi Mevlevi irfan sahiplerinden<br />

olup Üçüncü Selim ve İkinci Mahmut zamanlannda<br />

Saray'da fasıl takımında ve müezzinbaşılıkta bulunmuş,<br />

Abdülmecit Han'ın cülusundan evvel vefat etmiştir.<br />

Beste, semai ve şarkıları pek çok ve pek makbuldür.<br />

Padişah'ın baş müezzini Miralay Rafet Bey<br />

merhumun büyük babalarıdır. Otuz-kırk kadar senıai<br />

ve yirmibeşi mütecaviz bestesi Haşimbey Mecmuasında<br />

yazılırdı. Gelip geçmiş meşhur bestekarlann<br />

hepsinden çok eseri· vardır. 1845 tarihinde vefat etmiştir.<br />

ITRİ'den · sonra DEDE EFENDİ kadar musiki-<br />

,<br />

de kemal mertebesine kimse varamamıştır, diyorlar.<br />

Kasidecizade İmaınıevvel Nuri Efendi, Basmacızade<br />

Abdi Efendi, Dellalzade, Müezzinbaşı İsmail Efendi,<br />

mecmua sahibi Haşim Bey, Hacı Arif Bey, Yağlık-


281<br />

cızade Hacı Ahmet Efendi: (bu zatların musiki bilgileri<br />

ve hüsnü tabiatları meşhur olup bestelerlikleri şarkılar<br />

herkesin takdirine mazhar ..:iurdu.)<br />

Zekai Dede Efendi, Behlül Efendi, Kadıköylü <strong>Ali</strong><br />

Bey, Yeniköylü Hasan Efendi, Medeni Aziz Efendi,<br />

Bolahenk Nuri Bey; · (bunlar mahir üstadlardan olup<br />

yakın zamana kadar hayatta idiler, yerlerini boş bıraktılar.)<br />

Tanzimatı Hayriye'den yani yenileşme devrimizden<br />

sonra zenginlerimiz Batı medeniyetine temayülleriyle<br />

beraber Osmanlı Musikisine rağbet ve bu musiki erbabına<br />

hürmet hususunda muhafazakar idiler. Donanma<br />

şenliklerinde ve resmi ziyaretlerde alafranga muzikalar<br />

kabul ediidiyse de hususi eğlencelerde yine Osmanlı<br />

·musikisini tercih ederlerdi. İstanbul'da konakl;ır,<br />

Boğaziçi'nde yalılar ve köşkler daimi birer şenlik<br />

yeri idi. Asrın en seçkin hanende ve sazendeleri hafta<br />

geçmez çağırılır ve hle mehtab gecelerinde kayıklar<br />

ve sandallarla sabahlara kadar gezip dolaşılarak heyheylerio<br />

akisleri semaya yükselirdi. Saz olduğu haber<br />

alınan yahlann önlerinde kadın ve erkek kayık ve sandallan<br />

toplanırlar, fasıl aralarında mukallitler . taklitler<br />

yaparlar, zevk ve cümbüş ve kahkahalı gülüşler<br />

dünya'yı tutardı. (0 ne neşe veren nümayişlerdi)<br />

Büyük ilim adamlarından ve musiki üstadlanndan<br />

meşhur· Yağlıkcızade Hacı Ahmet Efendi, <strong>Ali</strong> Paşa'nın<br />

kitapçısı, tanınmış muallimlerden Behlül Efendi de<br />

müezzinbaşısı idiler. KUR'ANI KERlM'i gayet hazin<br />

ve tatlı okuyan asnn en güzide musikişinaslarından<br />

Aşki Efendi Mısırlı Kamil Paşa'nın imaını idi. Meşhur<br />

bestekar Enderuni Kadıköylü <strong>Ali</strong> Bey sarayda hizme-


282<br />

tini terk ile Kamil Paşa dairesine intisap etmişti. Mısırlı<br />

Halim Paşa'nın yalısı musiki erbabının ziyaretgahı<br />

idi. Halim Paşa, Deliaizade İsmail, mecmua sahibi<br />

Haşim Bey, Yağlıketzade Ahmet Efendi, Tanburi Os<br />

man Bey; Zekai Dede Efendi gibi musiki erbabını yalısına<br />

davet edip nice geçmiş eserleri ihtiva eden NO<br />

TA MECMUASI için çalışmalar yapardı. Bu husustaki<br />

fedakarlığı ile mJ,lSiki!J1ize büyük hizmetleri do<br />

kunmuştur. BüyÜli.: damadı <strong>Ali</strong> Rıfat Bey de, asrımızm<br />

vücudiyle iftihar ettiği ve mümtaz musik.işinaslardandır.<br />

Zekai Dede Efendi ve maruf musikişinaslardan<br />

Muytabzade Ahmet Efendi daima Mısırlı Fazıl Mustafa<br />

Paşa'nın dairesinde kalır ve yaşarlardı.<br />

Bu saydığım zatlar musiki fenninin en seçkin simaları<br />

idiler. O zamanlar şehrimizin gayrimüslim<br />

ıenginlerinden bazıları da Osmanlı musikisine meyilli<br />

ve meraklı idiler. Köçeoğu Agop Efendi ve ·meşhur<br />

Tülbentçi Andrias Efendi ve oğlu bu cümledendir.<br />

Bunlar Beyoğlu konaklannda, Boğaziçi yalılarında,<br />

Çamhca köşklerinde toplanır musiki ziyafetleri verirlerdi.<br />

Musevilerin musikiye karşı<br />

gibidir: Kadınlan bile besteler,<br />

hayranlıklan umumi<br />

semailer okurlardı.<br />

Burada Kıpti takımını da belirtıneden geçmek insafsızlık<br />

olur zannındayım. Bunların eğlenceye meyil<br />

ve düşkünlükleri ve bulundukları meclisin keyifleome<br />

ve neş'elerunesine hizmetleri inkar edilemez. Hamza'.<br />

nın Lavtası, Abdülaziz Han devrinde<br />

saraya alınan


283<br />

Emin Ağa'nın Kemanı, oğlu Ahmet Bey'in-İsmet ve<br />

Mustafa Ağalann sesleri ve Memduh ve İhsan ve Bül·<br />

bül Salih Efendilerin Keman'daki maharetleri herke·<br />

sin takdirini ka.-sanmıştı. Elhasıl o zamanlar Istanbul'­<br />

un en hücra semtlerinde bulunan evlerde bile oynak<br />

şarkılar, Kanun, Ud ve Santur sesleri işitilirdi.<br />

.<br />

Cevdet Tarihinin onbirinci cildi ekinde meşhur Halet<br />

Efendi ile Berberbaşı <strong>Ali</strong> Ağa arasında cereyan eden<br />

gizli muhabere tezkerlerinin suretleri dere edilmiştir.<br />

Bu tezkerelerden, Halet Efendi'nin yazdığı bir yazıda<br />

sarayın önünden padişah'ın kulağına sesler gelmiş ve<br />

bunun Gülhanhane hadernesinden Hüseyin olduğu haber<br />

verilmiş olması üzerine bu adam derhal çağınlarak<br />

birkaç beste ve şarkı söylettirHip Enderunhümayun<br />

Seferli Koğuşuna alınmış. Halbuki buraya soydan<br />

zadegandan olaniann çırak olmalan Sultan Süleyman'ın<br />

koyduğu kanunda açıklandığının sarih bulunduğu<br />

beyan edilerek bu yolda bir fesat tohumu hissedildiğinden<br />

bu adamın def edilmesi<br />

bildirilmiş ve<br />

cevaben gelen tezkereden padişahın baş bademesi<br />

Ömer Ağa, padişahı ikna ederek bu adamın yüz kuruş<br />

maaşla saraydan ihraç edilmesi temin edilmiştir.<br />

Tophane'de Kadiri dergahı şeyhi Şerafettin Efendi<br />

Abdülaziz Han'a ikinci Imam olmadan önce,<br />

bir<br />

mukabele günü bu dergaha gitmiştim. Şeyh Efendi'nin<br />

odasındaki mevcut zevat arasında ihtiyar ve üstü başı<br />

eskice derviş kıyafetli biri vardı. Mukabele'ye girildiğinde<br />

bu adam doğruca zikredenlerin yanma gitti ve


284<br />

oturdu. Zikircilerin. başı kendisine bir durak verdi,<br />

ihtiyar başını daima salladığından kolunu, yere başını<br />

da omuzuna dayayarak okumaya başladı. Boğuk sadasiyle<br />

ağlar gibi söyleyişi ve müteakiben Resullullah'ın<br />

güzelliğine taallük eden kasideleri okuyuşu sırasında<br />

şahsına mahsus ruh okşayan nağmelerinin tesiri zikredenleri<br />

ALLAH ALLAH diye çoşturup haykırtıyor ve istisnasız<br />

herkes kendini başka bir alemde buluyordu.<br />

Mukabeleden sonra merhum Şeyh Efendi'den soruşturctum<br />

ve meşhur Külhanbeyi Derviş Hüseyin olduğunu<br />

öğrendim. Bir de şarkı okumasını bütün hazır<br />

bulunanlar, rica ettik. (Hüsnünde var iken ol afitabın)<br />

şarkısını okudu ve ayrıca kendi seçtiği (Madraya vardın<br />

mı) şarkısını da ilave etti. İcra ettiği inletici ve<br />

ince nağmelerin taklidi kabil olamaz. Hasılı bu ihtiyarın<br />

musiki üslubu ve söyleyiş tarzı kadar hazin ve<br />

rikkatli bir tarzda okuyana hala tesadÜf edemedim.<br />

Kendisi söyledi; Ayasofya Kürsü Şeyhi merhum Ömer<br />

Efendi (bu adamı pamuklara sanp öyle muhafaza etmeli)<br />

demiş. Saray'a dahil oluşunu da kendisi şöyle<br />

nakl ve hikaye etti: Bir kış akşamı idi, Gedikpaşa<br />

Hamarnı külhamndan arkadaşlarla Balıkpazan'na inip<br />

bir sandal çaldık ve uskumru avına çıktık. Sarayın<br />

önünde balık avlarken dalgınlıkla kuzu'yu okumuştum.<br />

Saraydan üç çifte bir kayık indi. Yukarı aşağı gidip<br />

kimseyi bulamayınca yanımıza geldi, muzip bir arkadaşım<br />

suallerine cevaben benim okuduğumu söyledi.<br />

İnkara mecalim yoktu, yalvardım yakardım olmadı.<br />

Beni kayığa aldılar, üstüm başım ıslak ve yırtık pır­<br />

.tık elbiselerimle saraya götürdüler. Büyük bir sofada<br />

bana yine. kuzu'yu okuttular, ondan sonra Endenm'a


285<br />

çırak oldum. Meşkhanede meşk ettirdiler. Bir .aralık<br />

çıkmıştım yine aldılar, dedi. Maamafih o seksenlik ihtiyann<br />

şivesi ve ifade tarzı vaktiyle bir külhanbeyi olduğunu<br />

belli ediyordu.<br />

HOKKABAZLAR<br />

Hicri 1000 (1591) tarihlerinde Hakkabaz mevcut-.<br />

muş. Hatta Samurleaş namiyle anılan bir musevinin<br />

idaresi altında ikiyüz mosevi'den mürekkep bir hokkabaz<br />

hey'eti tarafından çeşitli hünerler gösterilirmiş.<br />

Asnmızdaki Hakkabaz takımı sünnet düğünlerine<br />

mahsus olup yakın zamanlara kadar bazı mesirlocde<br />

san'atlannı icra ederlerdi. Bunlann hokkabazlıkta gösterdikleri<br />

hünerler basit şeyler olup buna rağmen<br />

(amman benim Pehlivanım-buyur ustacığım) mukaddemesiyle<br />

başlayan konuşmaları ve konuşma sırasındaki<br />

telaş ve yaygaralan boşa gider gülünür.<br />

***<br />

Elli sene evvel lstanbul'a Herman isimli bir Alman<br />

hokkabaz. gelmişti. Hünerlerini Beyoğlu'ndaki<br />

Naum Tiyatrosunda gösteriyordu. Bir akşam ben de<br />

gidip seyretmiştim. Bunun aletsiz olarak ortaya çıkıp<br />

gösterdiği hokkabazhğı herkesin hayretini mucip oldu<br />

ve (cehalet zamanında vuku bulsa kerametine verenler<br />

bulunurdu) diyenler olmuştu. Oyun kağıtlannı<br />

ve sair eşyayı uçurmak, seyircilerden alınan mendil ve<br />

saatleri parça parça edip yaktıktan sonra yine eski<br />

hallerine çevirip iade etmek ve kağıt ile kahve , süt


286<br />

imal etmek, içi boş şapkadan çeşitli eşyalar çıkarıp<br />

uçurarak sahiplerine iade etmek ve seyircilerin başlanndan<br />

yüzlük altınlar toplamak gibi envai türlü hünerler<br />

göster.mişti. Hele Japonya'nın Kelebek oyununu<br />

göstereceği söylendiği mman kağıttan yapılma on-.<br />

iki tane Kelebeği eline alıp yelpaze ile uçurmağa başlardı.<br />

Bunlar adeta canlı Kelebekler gibi uçarak hiç<br />

yere düşmemişler ve alçaldıklarında Hakkabaz yelpare<br />

ile bunları havalandırmış ve Kelebekler de böylece<br />

çırpma çırpma mütemadyen uçtukları için bu hal<br />

seyircilerin fevkalade hoşlar-ına gitmişti.<br />

***<br />

TAVŞAN oGLANLARI<br />

Raks bizde pek eskidir. Köçekler ve Tavşan Oğlanlar<br />

tabir edilen rakkasların köçek raksları eskiden<br />

serbest olduğundan ve şimdiki gibi İstanbul'da balolar,<br />

tiyatrolar ve suvareler gibi eğlenceler olmadığından<br />

bütün yaz Silahtarağa ve Karaağaç mesirelerinde<br />

her gece sabahlara kadar köçek oynatma eğlenceleri<br />

olur ve resmi ziyafetlerde, bayramlarda Hünkar ve<br />

Sultan Saraylarında, padişahların ziyafet ve düğünlerinde,<br />

sair cemiyetlerde ve kış gecelerinde, helva sohbetleri<br />

ziyafetlerinde Köçekler raksederler.di. Raks esnasında<br />

kadife üstüne sırma işlemeti mintan ve sırma<br />

saçaklı canfes eteklik giyerler, bellerine sırma kemer<br />

takarlar, başları açık ve saçlar.ı uzundur. Parmaklarında<br />

perçemden yapılmış zil bulunur. Tavşan<br />

oğlanları da siyah çuhadan topuklarına kadar uzun ·


287<br />

şalvar ve sırtıarına yine çuhadan dar camedan giyer,<br />

bellerine şal sarar ve başlarına da ufak fesler giyerlerdi.<br />

Rask ederken sazın usulüne uyarak zil wrmak<br />

ve ayak atmak şart olduğundan rakkaslar uzun müddet<br />

meşkhanelerde ders görürlerdi.<br />

Eskiden İslam, isevi ve musevi, kıpti gibi muhtelif<br />

millet ve mezhepten rakkaslar bulunurdu. Sonraları<br />

yalnız Rumiara inhisar etti. 1856 tarihinde meşhur<br />

İstefanaki Bey'in vaki ihtan üzerine Reşit Paşa tarafından<br />

resmen kaldırıldı. Bu köçekler kış mevsimlerinde<br />

Tavşan kıyafeti ile ekseriya meyhanelerde bulunup<br />

zevk ve sefahat erbabının sakilik hizmetini görürler<br />

ve istekli olanların karşısında da bu kıyafetleriyle<br />

raks ederlerdi.<br />

MEY<strong>HANE</strong> ALEMLERİ<br />

Eskiden meyhanelere Şerbethane tabir edilirdi.<br />

Bunların en rağbette ve tutunmuş olanlarında da ayni<br />

isim kullanılırdı. Şerbethaneler ekseriya daimi olup<br />

muvakkaten açılmalarına da sonraları izin verilmeye<br />

başlandı. Bu ş.erbeth.aneler Bahkpazarı'nda, Zindankapısı'nda,<br />

Asmaaltında, Ketencilerde Mahmutpaşa'da,<br />

Tavukçularda, İskender Boğazında, Gedikpaşa, Kumkapı'da,<br />

Yenikapı'da, Langa'da, Samatya'da, Yedikule'de,<br />

Karagümrük'te Topkapıda, Tefki.ır Sarayı'nda,<br />

Balat dışı ve dahilinde Fener'de, Cibali'de, Unkapanı'nda,<br />

Keresteciler'de, Galata'da, Beyoğlu'nda, Hasköy'de,<br />

Kadıköy'de bulunup herbiri bir ustanın idaresi<br />

altında idi ki bunlara Meyhaneci Ustası denilir.<br />

Bunların başlıcalan Gümüş Halkalı, Kılıçlı, Asmah


288<br />

gibi isimlerle yad edil1rdi. İstanbul'da halkımızın içkiye<br />

düşkünlüğü en ziyade Üçüncü Selim asnndadır.<br />

Başta padişah olduğu halde devrin en meşhur adamları<br />

bile işret müptelası idiler. Meyhaneler birer zarif<br />

insanlar meclisi addolunurdu. Fakat buralarda<br />

türlü türlü uygunsuzluklar da olurdu. Henüz genç denilecek<br />

yaşta bulunan, meybane müdavimlerinin ç<br />

ğu yakalarını ölümün pençesine terk ederlerdi. Kanuni<br />

Sultan Süleyman zamanında işretin men'i iradesi<br />

çıktığı vakit zarif şairlerden biri: «Humlar şikeste<br />

cam tehi yok vücudu mey,<br />

Ettin esiri kahve bizi hey zemane hey.» Meşhur<br />

beytini söylediği gibi o zaman hayatta bulunan meşhur<br />

Hayali de:<br />

eŞiındi mezmull!.u cihan oldu ise bide yine,<br />

Vakt ola rehne kona lurka ve seccade yine.» Beytini<br />

söylemişti.<br />

Çaylak Gazetesi muharrirliğini yaptığından dolayı<br />

(Çaylak Tevfik) diye şöhret bulan ve hakikaten tatlı<br />

dilli ve emsali bulunmaz bir insan olan merhumun<br />

(İstanbul'da bir sene) isimli kitabında da yazdığı veçhile<br />

Şerbethanelerin Meyhane olduklarına alrunet olatak<br />

sokak kapısının üst duvarına bir levha asılırmış.<br />

Kapıdan içeri girildiğinde önce tezgah<br />

göze çarpar.<br />

Te.zgahın üzerinde Rakı ve Şarap kadehleri, su kupaları,<br />

ufak tabaklar içinde Fasulya ve Lahana haşlamaları,<br />

Leblebi, Kabak Çekirdeği gibi mezeler bulunur,<br />

bu mezeler dünya gamını başından atmak ve biraz<br />

kendini avutmak hülyası ile ayakta birkaç kadeh<br />

atıp gidenler içindir. Bu hale erbabı, tezgah başı alemi<br />

tabir ederler. Bu alemle iktifa edenler uzun uza-


289<br />

dıya meyhane'de oturmaya halleri ve vakitleri müsait<br />

olmayanlardır. Hatta bu takımdan bazıları ağızlarımn<br />

kokusunu belli etmemek için çiğ nohut ve kuru<br />

kahve, günlük, kakule, karanfil gibi şeyler yemeye bile<br />

kendilerini mecbur tutarlardı.<br />

·<br />

Meyhanelerin içinde riıkılar ve şaraplar, büyük<br />

küplerde muhafaza edilir, fıçılardan<br />

kovalara aktarmak<br />

için meyhane miçolan denilen hizmetçiler fıçının<br />

ağzına merdivenle çıkarlardı. Meyhanelerin raflarında<br />

birçok şarap ve rakı şişeleri diziimiş ve duvarlara<br />

birtakım kabadayı resimleri asılmıştır.<br />

Akşamcılar<br />

için meyhanenin münasip yerlerine tahta sofralar<br />

konulmuş ve etrafiarına dört ayaklı hasır iskemieler<br />

dizilmiştir. Yukarı katlarında şirvanlar ve birer<br />

ikişer döşeli odalar bulunur, böyle yerler zengin ve sefahat<br />

düşkünü kimselerin<br />

eğlencelerine mahsustur.<br />

Meyhanelerde aşçı ve mezeci tezgahlan da vardır, bunlar<br />

kekikli külbastı, sarma, midye-ciğer tavaları, balık<br />

•<br />

ızgarası ve sair deniz mahsülleri salatası gibi mezeleri<br />

o kadar lezzetli yapariardı ki, yemekle doyulmazdı.<br />

.<br />

Meyhanelerin müteaddit hizmetçileri olduğu gibi çubuklara<br />

ateş koymak için de ayrıca ikişer çocuk bulunur,<br />

kerahat vaktinden evvel hizmetçiler sofraları siler<br />

ve süprürürler. Toprak şamdanlara mumları dikip,<br />

sofraların ortasına kor, kökden içieri oyulmuş tuz kutulannı,<br />

meyhaneci tarafından parasız olarak hazırlanan<br />

meze tabaklarını rakı şişe ve kadeh1.erini sofraya<br />

dizer. Meyhane ustası da hususi mevkiinde oturup<br />

.<br />

müşterilerin gelmelerini bekler.<br />

Sofraların mumlarını<br />

yakmak ve müşterilere hoş geldinde bulunmak bu<br />

ustaya aittir. Akşamcılardan bazıları şeleri, kadehle-<br />

F: 19


290<br />

ri, bardakları, tabakları filan<br />

tekrar kendi elleriyle<br />

yıkayıp kendi temiz mendilleriyle kurularları<br />

Hatta<br />

Damacana'dan şişelere rakı koymak hizmetini de kendileri<br />

ifa ve_ kullanacakları -huniyi yıkamak itiyadında<br />

olanlan vardır.<br />

Meyhane müşterilerinden bazıları Nargile müptelası<br />

olduAtı cihetle meyhanecinin hazırladJğı Nargileyi<br />

hemen içivermez. Kollarını dirsekierine kadar sıvayıp<br />

Nargile'nin sürahisini, seri'ni, lülesini ve marpucunu<br />

bizzat uğraşarak temizler. Sürahisine suyu kendi kor.<br />

Lüleyi kendi doldurur, kendi ateşler. Hatta bazıları<br />

' marpuç başlarını ağızlarına temas ettirmek istemediğinden<br />

bir kağıt parçasını zıvana gibi başlığın deli···<br />

ğine sokmuş olduAtı halde içer. Keyif malzemesinin<br />

temini nipeten daha kolay olan tütün liryakilerinden<br />

bazıları meyhane ve kahvehane gibi umuma mahsus<br />

yerlerin çubuklarını kullanmak istemediklerinden<br />

kendi çubukl


'<br />

J .;<br />

ı .·;<br />

,.<br />

i<br />

,., lı<br />

.'<br />

.... 1 1 \<br />

,,...<br />

. (<br />

1<br />

. .<br />

..<br />

•\<br />

•<br />

'<br />

'<br />

\<br />

.. .<br />

'<br />

'"<br />

• 1<br />

f :) '<br />

.<br />

•.' <br />

'f ,., <br />

'<br />

!'. • \<br />

' ! \<br />

'1<br />

•<br />

.<br />

.<br />

'<br />

'<br />

., '<br />

•<br />

•<br />

1<br />

\<br />

_.<br />

.<br />

i<br />

'<br />

'<br />

1<br />

t<br />

' '<br />

i<br />

1<br />

•J<br />

r


292<br />

getirir. Bazıları meyhanede pişirtmek üzere Lüfer, Kılıç,<br />

Barbunya gibi mevsim balıkları da alıp gelirler.<br />

Keyif ehli birer ikişer kapıdan içeri girdikçe hizmetçilerden<br />

piri derhal (buyrun efendim buyrun) diyerek<br />

karşılar, elinde böyle bir mezelik göı;düğü gibi hemen<br />

koşup elinden alır soyar, temizler veya ayıklar, pişirilecek<br />

olanları ise pişirtir, tabaklara koyar. Meyhane<br />

hizmetkarlarının sür'at ve maharet ve bilhassa müŞterilerin<br />

hoşnudiyetlerini celp için mizaca göre hareket<br />

etmeleri lazımdır. Binaenaleyh meyhanelerde hizmet<br />

etmek her hizmetkarın harcı değildir .<br />

•<br />

Kayseri'nin kuşgönü tabir edilen meşhur akik gibi<br />

pastırması ve ala ince doğranmış sucuklan, temizlenip<br />

ayıklanmış olan Sardalya ve Likornoz gibi tuzlu<br />

balıklar, siyah ve beyaz · havyarlar ve dumanı tüterek<br />

getirilen sıcak ızgara balıkları, envai türlü meyvelerle<br />

süslenmiş sofraların etrafında herkes' kendi eşi dos- ·<br />

-<br />

tu ve ahbabı ile yerini alır ve artık kendi arzu ve gönül<br />

isteğine göre hazırlanan Nargileleri fokudatmaya ve<br />

çubukları tellendirmeye ve kadehleri doldurup boşaltmaya<br />

bu suretle emeklerinin mükafatını görmeye başlarlar.<br />

Herşeyi hoş gören meslekleri icabı herkes, birbirine<br />

mezelerinden ikram etmek teamülüne riayet<br />

ederler. Hatta diğer sofralarda bulunan göz aşinalanna<br />

rakı ile meze ısmarlayarak samirniyet ve muhabbetlerini<br />

ibraz edenleri de olur.<br />

Akşmcılar arasında nükteci, fıkracı ve şair kişiler<br />

bulunduğu gibi güzel sesli musikişinaslar, keman çalanlar,<br />

neyzenler, güfteciler ve taklit yapan tuhaf kimseler<br />

de bulunurdu. Bu gibi insaniann arasında muh-<br />

o


...<br />

. .<br />

•<br />


294<br />

taç kişiler·· de bulunduğundan böylelerinin<br />

meyhane<br />

masrafları kudreti müsait bazı akşamcılar tarafından<br />

ödenirdi. Bu suretle hem kendileri elenir hem de on·<br />

ıann · keyif_lerini yerine getirirlerdi. İçki aleminin ga·<br />

rip hallerinden biri de ayık iken hasis olan bir adamın<br />

içki ırasında cömert olmasıdır •<br />

.<br />

Eyüp'ün kebab ve kaymağı gibi Yedikule'nin de<br />

«BAŞ• ı maruftu. Bu suretle Samatya meyhneleri ak.<br />

şamları ve tatil günleri pek eğlenceli olurdu. Uzak<br />

yakın demeyip İstanbul'un her tarafından gelirlerdi.<br />

Meyhane müdavimlerinin sarhoşlukları kötü olanlar·<br />

dan meclisi allak bullak edenler de olur, _,böylelerini<br />

kapı dışarı ederlerdi. Vak'ayı Hayriyye denilen Yeni·<br />

çeri ocağının lağvedilmesi hadisesinden evvel meyhane'lerin<br />

münasip bir yerine büyük bir çıngırak asılır<br />

ve meyhane kapısına da akşamları nöbetçi bir hiz·<br />

metkar konulurniuş. Bunun sebebi de, meyhane ka·<br />

ptsının önünden bir mbit geçecek olursa, hizmetkarın<br />

çıngırağı çekip derhal meyhane kapısının kapatılması<br />

imiş. Zabit geçtikten sonr:> kapı yine açılımuş.<br />

Eskiden müskiratın men'i hakkında pek sıkı ka·<br />

yıtlarda bulunurlarmış. Memleketin asayişine memur<br />

olan Yeniçeri Ağası sokak ve pazarları dolaşırken, şe.<br />

hirde ve şehirin etrafında sarhoşlan arar ve tuttuğu<br />

sarhoşun _itibarı yoksa ona meşru hakkı olan sopayı<br />

vurur, dirlik sahibi kişi ise zabitine gönderip şer'i<br />

haddin vurolmasını oiıa havale edermiş. İşte bu çıngırağın<br />

bir hizmeti de, keyf ehli muhabbete koyulduklanndan<br />

dağılma vakti geldiğinip farkında olamadık-<br />

. larından paydos zamanının geldiğini bunlara aber<br />

vermek için çıngırak çahnırmış.


295<br />

Akşamcıların bir de sabahçıları vardır ki, mahmurluk<br />

bozmak denird-t Akşamdan içkiyi ve mezeleri<br />

fazla kaçıranlar sabahlan mide bozukluğu, vücut<br />

kınklığı ve baş ağrılan ile yataktan kalktıktanndan<br />

renkleri soluk, gözleri bulanık olur.<br />

·<br />

Bu fenalığı gidermek için tekrar rakı içerler, · fakat<br />

bu sabah rakı'sının ilk kadehine biraz limon sıkarlar,<br />

akıllannca sağlıklannı korumaya riayet etmiş<br />

olurlardı.<br />

Meyhanelerden kalkıp evlerine gelmek için herkes<br />

semtlisi ile birleşir, sohbet edf,rek gelirler. Maamafih<br />

gece vati sokaklarda yağmur ve çamurlu havalarda<br />

evlerine varana kadar yollarda çekilen zorluk-<br />

•<br />

lar tahammülün üstündedir. Aşamcılann bu dönüş-<br />

. lerine dair pek çok hikayeler anlatırlar.<br />

Akşamcılar Ramazan-ı Şerif'e hürmeten içkiyi muvakkaten<br />

terk ederler. Eskiden bu muvakkat terk şekli<br />

üç kısma · ayrılmıtı, hatta birbirlerine bu hususta<br />

(ipci n1isin, kandilci misin, topcu musun?) diye sorarlardı.<br />

Çünkü ipci takımı Ramazan-ı Şerif'e onbeş<br />

gün kala Slatin camilerinde mahya iplerinin kurulduğunu<br />

gördüklerinde, kandilci kısmı bütün Ramazan'da<br />

minare'lerin kandilerini gördüklerinde, topcu<br />

takımı da imsak topunu işittiklerinde içki içmeyi terk<br />

ederlerdi.<br />

Bayram gelince evvela topçulaı · Bayram Namazını<br />

kılıp çoluk çocuğu ile bayramlaştıktan sonra doğruca,<br />

müşterisi bulunduğu meyhaneye gider. B\t birinci kısmı<br />

teşkil eden müşterilere meyhaneciler, horozlardan<br />

mürekkep mükemmel bir sofra hazırlarlardı. Kandil-


296<br />

.<br />

ci kısmına mensup olanlar Bayram'ın birinci günü<br />

akşamı içkiye başlarlar. İpci takım.ı da Bayram'a hürmeten<br />

üç . gün içki içmeyip dördüncü günü akşamı<br />

meyhane'lere devama başlarlar. Akşamcılar içinde saçı<br />

sakalı ağarı,nış beli bükülmüş olanlar bulunduğu<br />

gibi Vak'ayı Hayriyyeden sonralan genç yaşlarda olanlar<br />

bile görülmeğe başlamıştı<br />

Bu akşamcılar içinde sarhoşluğu<br />

kötü olaniann<br />

halleri de teessüfe şayandır. Mesela bütün Ramazan<br />

evinin yiyeceğini, çoluk çocuğunun bayramlıklannı<br />

gücü nispetinde tedarik ederek onları hşnut etmeğe<br />

çalıştığı halde, Bayı'B.m günüden itibarert ağız eğri, göz<br />

eğri, göz şaşı evine gelip zavallılara kan kusturan baba,<br />

ayık zamanında bir öf bile demediği halde sarhoş<br />

haliyte anasıriı, kardşledni dövenler çok görülmüştür.<br />

. .<br />

Meyhanelerde bir sofraya oturarak etraftakiİere<br />

göz gezdirirler. Kendilerinden ziyade onlarla meşgul<br />

olurlar. Mesela karşılıklı iki sofrada oturanlar arasında<br />

(sen bana baktın, benimle eğlendin) gibi sebeplerle<br />

habbeyi kubbe yapıp bir çok kavgalar çıkar ki bu da<br />

sarhoşluk icaplarıdır. Beraber bulunduğu sofrayı herhangi<br />

bir husustan dolayı terk edip diğer birinin sofrasına<br />

giden arkadaşının bu hareketine kendince bir<br />

takım manalar vermesinden dolayı bir takıin kavgalar<br />

cıkar.<br />

<br />

Servetini dalkavuklariyle m ey hanelerde . yo k eden<br />

mirasyedi düşkünleri de çok görülmüştür. Eskiden<br />

umumi olarak meyhan.elerin kapatıldığı ve içkinin<br />

men'edildiği olmuş, fakat bütün bu kayıtlara raen<br />

içkiye müptela olanlar yine bu iptiladan vaz geçme·


297<br />

mişler, herhalde içmenin bir kolayını Daıhıp keyifleririni<br />

çatmışlardır.<br />

Revaç bade'ye fartı yasağdır bais,<br />

Haris olur kişi men' olunduğu fiile.<br />

Yeni nesiimizin eksensinde içki ye karşı bir nefret<br />

hissolunuyor ve içkisiz eğlencelerde daha ziyade incelik<br />

ve zarafet görülüyor. Bu hal doğrusu teşekküre şavandır.<br />

'<br />

CANBAZLAR<br />

Şurada burada san'atını icra eden Canbaz'lardan<br />

başka olarak, eskiden Kocamustapaşa semtinde Canbaziye<br />

denilen yerde Eşref Ağa'nın ve onun ölümünden<br />

sonra da oğlu Mehmet <strong>Ali</strong> ustanın idaresinde bir<br />

canbaz kumpanyası vardı, husus i günü . de Pazar günleri<br />

idi. İstanbul'un her tarafından dalgalar halinde<br />

gelen halk bunları seyrederlerdi. Bu kumpanya bir nevi<br />

ocak olduğundan saray eğlencelerinde ve sair şenlik<br />

günlerinde bir dağdan bir dağ'a veya bir dağ'dan<br />

bir ova'ya, menzU ipi denilen minare yüksekliğinde ip<br />

kurup üstünde çeşitli hünerler icra ederlerdi. Merhum<br />

Yusuf İzzettin Efendinin 1870 tarihinde Dotmabahçe'de<br />

icra edilen sünnet · düğününde Saray Muzıkası<br />

Kışiası'nın bulunduğu dağdan Dolmabahçe Sarayı'nın<br />

önünde bulunan saat kulesi meydanına kadar<br />

menzil ipi kurup hünerlerini göstermişlerdi. Hatta bir<br />

gün iki elinde iki kılıç olduğu halde ipin üzerine çıkan<br />

canbaz ortasına geldiğinde, o vakitler ecel beşi­<br />

i namı verilen ve uçları menzil ipine bağlı bulunan


298<br />

salıncak uzerinde envai türlü hünerler gösterdikten<br />

sonra ayaklarını salıncak ipin iliştirip başaşağı ken·<br />

disini koyuverdiğini gören halk, düştü zanniyle büyük<br />

helecana kapılmıştı. Hele kadın seyircilerin fe.ryadı<br />

ayyuka çıkmıştı. Bu kumpanya saray düğününün sonuna<br />

kadar hergün başka başka hünerler göstermişti.<br />

Bir de Gedikpaşa'da hususi bir Tiyatro inşa edilmiş<br />

olup burada meşhur Sülya'nın at canbazı kumpanyası<br />

hünerlerini icra etmiştir.<br />

KADlN ÇENGİLERİ<br />

Kadınlar cemiyetinde saİı'atını ıç- ;. <br />

eden çengiler<br />

de orta oyuncularında olduğu gibi bir çok kollara<br />

ayrılmıştır. Kolbaşı ve muavini ile beraber bir kol<br />

oniki kadından ibaret olup refaketlerinde ikisi daire,<br />

birisi keman ve biri de çiftenara (Nekkare) çalmak<br />

üzere dört de sıracı dedikleri çalgıcıları ve birkaç da<br />

yardakÇiları bulunur. Bunlar tam kol olarak oyuna<br />

gittikleri zaman orta oyunlannda kullanılan menteşeli<br />

tahta edevat ve ona göre elbiseler de birlikte götürülür.<br />

Kolbaşı hamının evinde hususi bir de meşkhane<br />

olduğundan Çengiliğe heves edenler bu meşkhanede<br />

talim ederek otuz, otuzbeş yaşianna kadar san'•<br />

atiarını icra ederler. İçlerinde kırkını aşan yosmaları<br />

da bulunur. Kolbaşı ve muavirıi hanımların yaşları<br />

altınışı bulmuşsa Ağır Ezgi denilen ilk raksa çık-<br />

.<br />

.<br />

maları usulleri icabındandır. Bunların bulundukları .<br />

başlıca yer Tahtakale Kadınlar Hamarnı olup derme<br />

çatmalan Ayvansaray'da Kıpti mahallesindedir.<br />

Bir<br />

çengi kolu tutmak isteyen eğlenti sahibesi hangi kolu


299<br />

isterse bir kadını yollar bu kadın kolbaşı hanımı bulur,<br />

pazarlığa girişir. Pazarlık iki şarttan biri seçilmek<br />

esası üzerinden yapılır, o da fasıllar sona erdikçe<br />

def tutup para toplamak veya toplamamak şekilleri<br />

olup, · kibarcası misafirleri iz'ac etmemek için para<br />

toplattırmamaktır. Raks esnasında hoşuna gidip<br />

bahşiş vermek veya altın yapıştırmak isteyen misafirler<br />

arzularında serbest bırakılır. Hangi şart intihap<br />

edilmiş olursa olsun oyun esnasında icab ettikçe<br />

düğün sahibesi hanımlar tarafından mutad olduğu<br />

üzere basma veya .sair kumaşlardan askı asılmak ve<br />

bahşiş verilmek mecburi idi.<br />

. Eğlenti günü belirli vaidtte en önde, yelpazeli, yaşınaklı<br />

ve san çizmeli kolbaşı hanım ve muavini ve onları<br />

takiben ince yaşmaklı, renk renk feraceli çeng.iler<br />

ve arkada kılıfları içinde sazlan ellerinde olduğu<br />

halde sıracılar ve hizmetçiler ve yardakçılar, daha<br />

arkada oyun edevatı ve elbise bobçaları taşıyan hamallar<br />

olduğu halde yola düzülürler. Küçük çerkez<br />

cariye de kolbaşı hamının yakı takımı sarılı (1), bobca<br />

koluğunda, siyah çuhadan yapılmış, kenarları<br />

zımbalı uzun çubuk kesesi elinde olarak kolbaşı hanımın<br />

peşinde gider. Çengilerin eski hallerini bilenler<br />

bu edalı yasmaların nasıl açık saçık tazeler olduklarını<br />

ve sokaklar vaziyet ve tavırlarının ve yürüyüşlerinin<br />

ne derece serbest bulunduğunu hatırlar. Sokakta<br />

giderlerken havai erkeklerden sarkıntılığa cür'et<br />

(1) Eskiden kadın ve erkek başlannın ekserisi yerli ya·<br />

kı açarak daima işlettrlerdi.


300<br />

edenlere müstahak oldukları cevapları yetiştirmede<br />

güçlük çekmezler. Hele sıracılar bu gibi cevaplarda<br />

asla ihmal ve müsamahada bulunmazlardı. Düğün<br />

evine geldiklerinde, alt katta çengilere ayrı bir<br />

oda gösterilmesi şarttır. Çengiler odalarına girdikten,<br />

yaşınaklarını ve feracelerini çıkardıktan sonra odanın<br />

kapısı çevrilir. Artık bu odaya, soyunmuş olanlardan<br />

başkasının girmesi memnudur ve caiz değildir. Soygun<br />

· namı verilen Jsadınlar orta yaşlı, üstleri başları<br />

düzgünce etekleri belinde, lisanları yerinde serbest<br />

kadınlar olduklarından misafir hanımların i'zaz ve ikramı<br />

ve her birerlerinin kendilerince bilinen teşrifat<br />

usulüne göre yedifilmeleri hususlarında ınaharet göstererek<br />

ev salıibesinin vereceği ücretten başka misatilerden<br />

de dolgunca «Soygun bahşişleri» hak etmeğe<br />

çalışırlar. Bazı hoppa mizaçlı tazeler kapının anahtar<br />

deliğinden çengileri gözetlernek isterler. Bunu soygunlardan<br />

biri görürse ayıplar v tekdir ederek men'eder.<br />

Düğün evinde iki hanım arasında, «oda kapısının kapalı<br />

tutulmasının sebebi olarak içerde çengiler içki<br />

içerler ve oyuna öyle çıkarlarmış derler, günahları üstlerinde<br />

kalsın, neme lazım ben görmedim, gördüm<br />

dersem iki elim yanıma gelecek» diye bir söz geçtiğini<br />

çocukluğumda işitmiştim.<br />

Misafirlerden sonra çengilere de yemek verilir.<br />

Bundan sonra oyuna çıkma hazırlıkları başlar. Birçok<br />

düzgün ve rastık kutuları, pomat, lavanta şişeleri,<br />

sürme kalemleri, taraklar, ufak süngerler, saç maşaları<br />

meydana çıkar. El aynaları ellerinde aynaların<br />

karşısına geçerler.<br />

Beyazlıklar, allıklar içirile


301<br />

içirile sürülür. Kaşlara rastıklar, gözlere sürmeler çekilir.<br />

Rastıktan püskünne benler yapılır.<br />

Çehrenin sun'i güzelikleri tamamlandıktan sonra<br />

oyun esvaplarını, hazırlayan kadının yardımı ile en ince<br />

içiikiere varıncaya kadar herşey başka başka değiştirilir.<br />

Saçlar taramp kurdelelerle ayrılarak gelişigüzel<br />

·<br />

salıverilir. Göğsü yanın yarım açık olmak üzere tül<br />

gömlek ve üstüne pullu kadifeden camadanlı yelek<br />

ve tennure biçiminde sırma saçaklı canfes eteklik giyip<br />

bellerine sırma kemer. takarlar, ayaklarına «Filer»<br />

denilen oyun terliği giyerler ve bu terlikler ipek kurdelelerle<br />

beyaz çoraplar üzerine bağlamr.<br />

Kolbaşı hamının tuvaleti yaşı ile mütenasip ve<br />

babayanidir. Vakıa oyun . esvabı giyerse de raksa kakül<br />

üstüne hotozla çıkar. Bu ho toz tepesi oymalı, püskül,<br />

kağıtlı ma:vi ipek püskül etrafına yaylı fes ve fes'­<br />

in kenarına oyalı yazma yemeniden bir çatkı çevrilmiş<br />

ve bu · çatkının münasip yerlerine (pat iğne yıldız,<br />

yarım ay, divanhane çivisi) denilen elmaslar, parmaklara<br />

gül yüzükler takılmıştır. Dut veya zümrüt küpeleri<br />

kulağa takmazlar, toplu iğne ile hotozun bir tarafına<br />

şöyle bir iliştirirler. Bu da incelik alametidir.<br />

(Eski kadınlarımız çengilere, hamam ustalanna ve<br />

bunlarla sıkıfıkı canciğer olan bazı mirasyedi hammlara<br />

ince takım (Zürafa) derlerdi. Bu ince takım kadınlar<br />

arasında (zürafalığa) alarnet olmak üzere kenarları<br />

(ciğer deldi), köşeleri (ah ah) işlemeli mendil bağlarlardı.<br />

Bu kısım kadınlar cemiyet hayatınıa muhalif<br />

bir haat geçirirler, erkeklerden zevk almazlar.<br />

Bunların birbirleriyle sohbetlerinde dahi bir başkalık


302<br />

vardır. Ne tatlı diller dökerler, ne kadar herkesin mizacını<br />

okşayacak şekilde laflan vardır. Gene kendilerine<br />

mahsus edatariyle imalı, nükteli şakalar, yabancıların<br />

yanında rumuzlarla merarolarım ifade edişleri,<br />

kuşdili (1) ile konuşmalar birbirini kovalar . . Fakat bu<br />

suretle aralarında cereyan eden haller o kadar gizli o<br />

derece nükteli şeylerdir ki, her göz görmeye, her kulak<br />

işitmey muktedir olamaz, meğer ki yine<br />

kendi<br />

cinslerinden olmalıdır. Bunlar kendi kendilerine kaldıkça<br />

aşıkane beyitler, kıt'alar okuyarak iç yüzlerini<br />

meydana kor ve gizli sırlannı açığa vunırlardı.<br />

manzumeler (Karanfilsin<br />

Bu<br />

karann yok, gonca gülsün<br />

tımarın yok. Ben seni çoktan severim, senin benden<br />

haberin yok). gibi şeylerdir.<br />

Kolbaşı ve muavini ve çengilerin<br />

hepsi hazırlandıktan<br />

sonra sıracılar yukan .kata çıkıp kendileri için<br />

aynlan ve tahsis olunan mahalle otururlar. Davetlile-<br />

•<br />

rin kimi sediriere yastanır, kimisi · sandalye ve kanepelere<br />

kurulup güler yüzle oyunun başlamasını beklerler.<br />

Müteakiben verilen işaret üzerine raksın baş.<br />

langıcında okunınası mutad şarkıyı okurlardı. Önce<br />

kolbaşı hanım iki eliyle temenna ve maiyeti de ona<br />

uyarak avuçları içine tuttuklan çarparalan birbirine ·<br />

çarparak ve. çıkan ses ile şarkının usulünde tempo tutarak<br />

başta kolbaşı hanım oldu halde birbirlerini<br />

takip ederek ortada devir yaparlar. Bu devre (r ezgi)<br />

denilir. Yalnız kollar yukan kalkmış ve beden<br />

(1) Elli altmış yıl öncesine kadar bazı kadınlar (Kuş·<br />

dtli) de


303<br />

tabii vaziyetinde olduğu halde gayet ağır ve temkinli<br />

icra olunur. Bu dört devir (zevkimiz dört üstüne) dar­<br />

'bı meselinden kinayedir, bu da bir fasıl kabul edilir.<br />

İkinci fasla parmaklara zil takmak suretiyle çıkarlar.<br />

Bu fasıldan itibaren kolbaşı hanım ve muavini<br />

oyuna çıkmazlar, raksı oyuncubaşı idare eder. Göbek<br />

atmalar, topuktan çatmalar, hoplamalar, kendini atmalar,<br />

omuzdan titremeler hep bu ikinci fasıldan itibaren<br />

i cra edilir. Sıracılann (bir hocalım var ya kime)<br />

allı pulluya ya hey (1) diyerek yaptıkları pohpohlar<br />

neş'elere bir kata daha güzellik verir.<br />

Üçüncü fasıl Tavşan raksıdır. Bu raks'da kadifeden<br />

yapılmış erkek biçimi Kovalı şalvar ve o renkte<br />

dar camedan ve başianna dal fes giyip bellerine şal<br />

kuşanırlar. Fesin altından saçlar gelişi güzel salıverilmiştir.<br />

Parmaklarında yine zil bulunur.<br />

Bazı zengin ve mirasyedi hanımların çengilerden<br />

gönüllüsü vardır. Hafif meşrep güzel kadınlara zengin<br />

erkek aşıkJ;ır lazım olduğu gibi zürftfalık aleminde<br />

de çengilere ·zengin hanımlardan sevdalılar lazımdır.<br />

Oyun arasında çengiler bu gibi hanımiara tebessümler<br />

ve elleriyle, gözleriyle gizli şeyler söyler ve sırlar<br />

ifşa ederler. Raks esnasında altın yapıştınlırken<br />

fıskoslar bile olur. Fakat bunlar misafirler arasındaki<br />

-- ---<br />

(1) Ayvansaray yakınmda bir Hoca <strong>Ali</strong> Mescidi vardır.<br />

Bu mescidirı nıerdiverıi bitişiğirıde kendisi gömülüdür.<br />

İkinci Selim minherini tamir ettirmiştir. Kemarıı<br />

Menıduh tarafından tamir ettiri/diğini duymuştum.


304<br />

mütecẹssis hanımlar tarafından gizlice ve inceden inceye<br />

seyredildiklerinin farkında olmazlar, bu hanımlar<br />

da ayni fasileden ince hanımlardır. Oyunda cömertlik<br />

arttıkça ince hanımlar arasında rekabet hissi de<br />

çoğalır ve çengilere altın yapıştırmalar, sıracılara sık_.<br />

ca balışişler birbirini takip eder. Kıskançlık galeyanı<br />

ile kapiarına sığmayacak hale gelirler. Ruhlarından.<br />

fışkıran alı'lar ve hey hey naralan devam eder. Maniler<br />

.ı smarlanıp niyetler tutulur, çengilerle sıracılar kar<br />

şılıklı divanlar, koşmalar söylerler, ara nağmelerinde<br />

ayaklar adeta uçar gibi döner, sanki görünmez olur.<br />

Sıracılar (amman aş:ığıdan) diyerek ve (yallah yallah<br />

yallah) nakaratiyle sürekli alkışlarla raksı bir kat da- ·<br />

ha kızıştırırlar. Belden aşmış aşırma saçlar hopladıkça<br />

havalanır, ikişer ikişer bora tepilerek bu fasla da<br />

nihayet verilir.<br />

Dördüncü fasılda raks yoktur. Çengilerin güzel<br />

seslileri sıracılann yanında oturup hanendelik ederler.<br />

Mükemmel bir küme faslı olur. O tiz perdede yakıcı<br />

ve tahr.ik<br />

.<br />

edici, te'sirli seslerle okunan şarkılada .<br />

.<br />

oynak divanlar insanı mest ederdi. Dördüncü fasılda<br />

kalyoncu veya hamam oyunu gibi taklitli oyunlar çıkarırlardı.<br />

Kalvoncu oyunnda meydana getirilen tekerlekli<br />

gemiyi çekerken (heyamola, yisa yisa, eyyam<br />

ola yel esa) tekerlemesinin biri tek olarak, nakaratını<br />

ise hepsi bir ağızdan çalgının da iştirakiyle söyleyerek<br />

gemiyi yürütmeleri çok eğlenceli olurdu. Bir de bu<br />

oyunun kahramanı olan kalyoncu rolü çengiler arasında<br />

mühim bir vazife sayılırdı. Çünkü levend endam·<br />

lı ve gösterişli bir babayiğitin bütün vaziyet ve tavır­<br />

Jarını canlandırmak her kadının karı değildir.


305<br />

· .<br />

· dişleme,<br />

Başındak: kalyoncu kalpağı aşının üstüne yıkılmış,<br />

sırmalı şalvar üstüne beline sardığı şalın müı:ıasip<br />

yerlerine yatağan bıÇağı, piştov, kama ve emsali<br />

silahlar· sokulmuş, sırma cepken, kartal kan . at omuza<br />

atılmış olduğu ve bir· elinde rak ı şişesi diğer elinde<br />

bıçağının kabzası bulunduğu halde yıkıla yıkıla kal- ·<br />

yoncu ortaya çıkar. Saz da (bir gemim var salıverdim<br />

engine) şarkısım çalıp söylemeye ba·şlar. Kalyoncu rakibini<br />

yumruklamak, · ezmek, çiğnemek, öldürmek ister<br />

ve (bıçağım · hakkı için) diyerek attığı naralar ortalığı<br />

velveleye verirdi.<br />

Hamam oyununda ise Kilcinin Merkeb'i yulann-<br />

•<br />

dan çekerek hamam'ın ·önünden geçerken sevgilisi hamam'da<br />

olduğu için meşhur kuzu'yu yamk yanık<br />

okuyarak (kilci geldi kil alın, kil) diyerek kil satması<br />

hoşa giderdi. Tiz perdeden oynak sesle · sabaha karşı<br />

okunan yakıcı nağmelerde başka bir tesir vardır .<br />

.<br />

Bir zamanlar kolbaşı olan kadınların en meşhuru<br />

Yıldız Kamer'di. Kendisi zurna da çalardı. Çengilerin<br />

şöhretlileri cıcŞaheste, Tosun Paşa kızı Hayriye, . Kü­<br />

. çükpazarh Nail e, Hancı Kızı Zehra1 Paşa dairesine<br />

• • •<br />

intisab etmişlerden Fa tma, Aksaray'lı Mahbub idiler. ·<br />

Naile için şu güfte ile yapılmış bir şarkı da vardır:<br />

(Sarı papuç işleme, etrafı gümüşleme, gerdanıni<br />

Nailem, Nailem, · Küçükpazar'lı Nailem.) Bu<br />

şarkı Haşim Bey Mcmuasında kayıihdır.<br />

GALATA ve <strong>BEY</strong>oGLU ALEMLERİ : ·<br />

Galata Sarayı karşısında bulunan Hıristaki Çarşısının<br />

bulunduğu mahal vaktiyle Naum'un Tiyatrosu'-<br />

F: 20


306<br />

nun olduğu yerdi. Tiyatronun cephesi caddeye ·nazır<br />

olup altmışdört tarihlerinde (1847) inşa olunmuştu.<br />

Bur çarşı yeri tamamiyle Tiyatro binaları olup bü·<br />

yüklük ve inşa tarzlarındaki güzellik itibariyle mü·<br />

kemmel bir OPERA binası idi. 1856 tarihinde Dolma·<br />

bahçe Gazhanesi Hazinesi'nden verilmek. üzere Beyoğlu<br />

sokaklannın her tarafı aydıntatıldığı sırada bu Ti·<br />

yatro'nun içi de havagaı ile aydınlatılmıştı. Sahibin·<br />

den her sene iki bin lira kadar bir kira bedeli karşılığında<br />

kiraya verilir ve hatta perde aralannda kah·<br />

ve sigara ve sair meşrubatın içildiği salonu kiralayan·<br />

dan da ayrıca beş bin kuruş ahnırdı. Dört kişilik bir<br />

loca için giriş bedeli ayrı olmak üzere vasati olarak<br />

ikiyüzelli kuruş civarında bir ücret alınırdı. Her sene<br />

kiracısı taııafında Avrupa'dan Opera Kumpanyalan<br />

getirtilir ve Teşrinievvel (Ekim) başlarında faaliyete<br />

başlayarak bütün kış oyunlarına devam ederler ve bü·<br />

tün sefirler, Beyoğlu'nun itibarh kimseleri, vekiller,<br />

devlet ricali ve kibarlar vesair halk gelip seyredelerdi.<br />

Senede bir kaç defa Sultan Abdülmecit ve cülusu<br />

sıralarında Abdülaziz defalarca gelmişlerdi. 1870 tari·<br />

hinde vukubulan büyük Beyoğlu yangın"ında bu Ti·<br />

yatro da yandığı için yerine şimdiki çarşı inşa edildi.<br />

.<br />

Bu tiyatroda Fransızca ve İtalyan'ca opera, dram<br />

ve komedi gibi oyunlar icra olunurdu. Bu oyunlara<br />

rağbet edenlerden ecnebi lisanlarına aşina olmayanlar,<br />

oyunların garp fıkralarından<br />

istifade edip hisse<br />

sahibi olmadıklarından kumpanya bu hususu dikkate<br />

alarak (Riyakar) ve (Müseyyip) isimli hikayeleri İtal-


307<br />

yan'cadan 'fürkçe'ye tercüme ve tab ettirmişti. 1857 tarihinde<br />

bu tercümeler tiyatroya gelenlere bir bedel<br />

mukabilinde dağıt.dırdı. Opera kumpanyası artistierinden<br />

onyedi'si seçkin baş okuyucu, yirmisi usul tutan<br />

okuyucu, yirmiyedisi kadınh erkekli rakkaslar,<br />

otuzbeşi de saz takımı idi.<br />

Bugün kullanılan nota'nın işaretlerini altıyüz se·<br />

ne evvel Boris namında bir rahip ioe;ad. etmiş. Maamafih<br />

meşhur hekim İbn.i Sina'nın (Şifa) adlı kitabının<br />

Riyaziyat kısmının musiki bahsinde tabii seslerin derece<br />

ve basamakları hakkında mühim bilgiler vardır<br />

ki, bunlar nota'nın esası demektir.<br />

Sonraları Naum Tiyatrosundan başka Beyoğlu'nda<br />

Şark Tiyatrosu namiyle Karabet Papazyan Efendi tarafından<br />

açılmış olan tiyatro'da komedi ve pandamima<br />

kumpanyalan san'atlannı icra edcrlerdi. İstanbul<br />

tarafında Gedikpaşa Tiyatrosu da sonralan sirk halinden<br />

tiyatro şekline çevrilerek Papazyan ve Fasulyaciyan<br />

Efendilerin ve daha sonraları Güllü Agop<br />

Efendi'nin kumpanyalan tarafından san'atlarının icrası<br />

için kullanılmaya ve bazı ediplerimizin eserleri<br />

de bu tiyatro'da oynan.mağa başlanmıştı. Ne çare ki<br />

sonraları merhum Namtk Kemal Bey'in «VATAN YA­<br />

HUT SİLİSTRE» si Gedikpaşa Tiyatrosunda oynandığı<br />

gece ,gençlerin ve bilhassa mekteplilerin galeyanı<br />

ve « Y AŞA KEMAL» se da ları n azarı dikkati çektiğinden<br />

ertesi günü Kemal Bey ile arkadaşları sürgün edildilerdi.<br />

Hele Sultanharnit · devrinde buna benzer milli<br />

tiyatro eseri yazmak ve oynatmak adeta yasaktı. Güllü<br />

Agop Efendi saraya alındı, kumpanyası da dağıtıl-


308<br />

dı ve sonra da tiyatro yıktınldı. İşte o zamanlar orta<br />

oyunlannı tiyatro şekHne çevirmeye başladılar, lakin<br />

bunları milletin ahlakına hizmet edecek yolda tanzim<br />

\·e islah .<br />

etmediler. Bir tarafta, Galata ve Beyoğlu taraflarında<br />

kumarhaneler ve şehveti gıcıklayıcı resimlerle<br />

süslenmiş gazinolar, balozlar, kafeşantanlar yavaş<br />

yavaş açılmakta ve bunlar sabahlara kadar açık bulundunılmakta<br />

idi.<br />

Gençlerimizin alafrangalığa rağbetleri gittikçe arttı,<br />

Şampanya, Kon yak, Apsent, V iski ve muhtelif . meyve<br />

ve çiçek kokularını havi şişeleri, yaldızlı etiketlerle<br />

tezyin edilmiş Likörleri bol bol kullanmağa başla-<br />

.. ' ·-<br />

dılar. Yerli ve ecnebi kantarla (,lolu seneller günde<br />

. n güne çoğaldı. Hele Kamaval zamanlan Galata ve<br />

Beyoğlu tarafianna akan bir avareler seli hasıl oldu.<br />

Konak ve kira arabalan etrafa zifoslar saçarak son<br />

hızla gençleri o tarafiara taşırlardı.<br />

Balolar gazinalar atız ağıza dolu olup buralarda<br />

sabahlamak da adet oldu. Umumhanelerdeki cicili bicili<br />

kızların sürünmüş oldukları lavanta kokuları gençleri<br />

mest ve şakraklıklan da gönüllerini cezb ederek<br />

aşk ve alaka saikası ve kıskançlık parlayışı ile her şe<br />

yi yapmağa hazır bir hale gelirler. Bu yüzden nice<br />

feci vak'alar birbirini takip ederdi. Hele İstanbul'un<br />

her tarafına dal hudalt saran kuar belasına da hal<br />

kımızın büyük bir kısmı kapıldı. Zengin gençler servetlerini,<br />

aylıkçı takımı maaşlaqnı, esnaf ve işçi gü:.<br />

ruhu kazançlannı hep Galata ve Beyoğlu alemlerine<br />

sarfettiler.<br />

İstanbul'umuzun bir çok yeı ll ve dışarlıklı gençleri<br />

şehvet duygularına mağlup olarak hep bu mihver


309<br />

etrafında dolaşır ve envai türlü rezaleti irtikap ederlerdi.<br />

Kargir mağazalar, çiftlikler, hanlar, hamamlar, yalılar,<br />

konaklar ellerinden çıktı, çoğu sarraftara bankertere<br />

intikal etti. O eski «Hayriye Tüccan» .namı<br />

ortadan kalktı, belki bilenler bile kalmadı. «Kapan Tüccarı»<br />

denilen un, yağ ve bal kapanları tüccarı abani<br />

Sarıktı Hacı Hafız Hacı Salih Efendiferin, Hacı Veli,<br />

Hacı Yusuf Ağa'ların dolap ticaretleri evlatlarının ve<br />

torunlarının sefil emelleri yüzünden yabancılara kaptı- .<br />

rı ldı.<br />

<<br />

•<br />

Çift ve çubuk sahibi ·çok zengin ağaların öldükten<br />

sonra kalan mirasları yadellere geçti. Bir zaman- .<br />

, lar frenkler arasında darbımesel olan o eski Türk kuvveti<br />

de kalmadı. Yanağından kan damlayan dağ gibi<br />

babayiğitlerimizi belsoğukluğu, firengi hastalıkları<br />

kemirip bitirdi. Memleketimiz hastalıklı bir nesle<br />

mesken oldu. .<br />

Bugün millet fertlerinin bir kısmı hastanelerde, bir<br />

kısmı hapishanelerde, bir kısmı da sefaletin pençesi altında<br />

inliyor. İşte garp medeniyetini taklit etmek suretiyle<br />

iktibas etmekliğimizin neticesi buralara vardı.<br />

Vakıa sonraları aklımız başımıza gelmeye ve iktisat<br />

usullerinin kıymeti takdir olunmaya başlandı. Lakin<br />

ba'delharab el Basra (Basra harap olduktan sonra.)


kapak düzeni; NECATi ONAT<br />

FiYATI: 10 TL. j

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!