08.02.2021 Views

Travmayı Anlamak

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

TRAVMAYI<br />

ANLAMAK<br />

1. Travma Psikolojisi Kongresi<br />

Konuşmaları<br />

7 - 8 Mart 2020<br />

YAYINA HAZIRLAYANLAR<br />

Dr. Gökben HIZLI SAYAR<br />

Psk. Büşra ÖZDOĞAN


ÜSKÜDAR ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI - 29<br />

TRAVMAYI ANLAMAK<br />

1. TRAVMA PSIKOLOJISI KONGRESI KONUŞMALARI<br />

Yayına Hazırlayanlar<br />

Dr. Gökben HIZLI SAYAR<br />

Psk. Büşra ÖZDOĞAN<br />

Editör<br />

Fatma ÖZTEN<br />

Kapak ve Grafik Tasarım<br />

Bülent TELLAN<br />

ISBN<br />

‘978-605-9596-35-0<br />

Yayıncılık Sertifika No<br />

42573<br />

Matbaa Sertifika No<br />

44995<br />

Baskı Tarihi<br />

2020<br />

Baskı Sayısı<br />

1. Baskı<br />

İletişim Bilgileri<br />

www.uskudar.edu.tr – yayin@uskudar.edu.tr<br />

Tel: 0216 400 22 22 / Faks: 0216 4741256<br />

Altunizade Mah. Haluk Türksoy Sk. No: 14<br />

Pk: 34662 Üsküdar / İstanbul / Türkiye<br />

Baskı - Cilt<br />

ARMONİ NÜANS GÖRSEL SANATLAR ve İLETİŞİM HİZMETLERİ A.Ş.<br />

Tavukçuyolu Cad. Palas Sokak. No 3 Y. Dudullu<br />

Ümraniye/İstanbul<br />

Tel: 0216 540 36 11<br />

Copyright © 2020<br />

Fikir ve Sanat Eserleri Yasası gereğince bu eserin yayın hakkı anlaşmalı olarak T.C. Üsküdar<br />

Üniversitesi’ne aittir. Her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Bu kitabın hiçbir<br />

kısmı yayıncısının yazılı izni olmaksızın elektronik veya mekanik, fotokopi, kayıt ya da herhangi<br />

bir bilgi saklama, erişim sistemi de dahil olmak üzere herhangi bir şekilde çoğaltılamaz.<br />

Bu kitap 1. Travma Psikolojisi Kongresi Konuşmaları kapsamında yapılan sunumlardan<br />

derlenmiştir. İçeriklerin sorumluluğu konuşmacılara aittir.


TRAVMAYI<br />

ANLAMAK<br />

1. Travma Psikolojisi Kongresi<br />

Konuşmaları<br />

7 - 8 Mart 2020<br />

YAYINA HAZIRLAYANLAR<br />

Dr. Gökben HIZLI SAYAR<br />

Psk. Büşra ÖZDOĞAN


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

1. TRAVMA PSIKOLOJISI KONGRESI KONUŞMALARI<br />

YAYINA HAZIRLAYANLAR<br />

Dr. Gökben HIZLI SAYAR<br />

Psk. Büşra ÖZDOĞAN<br />

DÜZENLEME KURULU<br />

Kongre Onursal Başkanı<br />

Prof. Dr. Nevzat TARHAN<br />

Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü<br />

Kongre Başkanı<br />

Dr. Öğr. Üyesi Mert AKCANBAŞ<br />

Kongre Düzenleme Kurulu<br />

Doç. Dr. Gökben HIZLI SAYAR<br />

Öğr. Gör. İdil ARASAN DOĞAN<br />

Psk. Büşra ÖZDOĞAN


İÇİNDEKİLER<br />

Dr. Öğr. Üyesi Mert AKCANBAŞ - Kongre Başkanı<br />

Açılış Konuşması....................................................................................................7<br />

Prof. Dr. Nevzat TARHAN - Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü<br />

Açılış Konuşması....................................................................................................9<br />

Prof. Dr. Sinan CANAN<br />

Travmanın Nöropsikolojisi...................................................................................13<br />

Doç. Dr. Gökben HIZLI SAYAR<br />

Travma Sonrası Büyüme......................................................................................25<br />

Dr. Öğr. Üyesi Mert AKCANBAŞ<br />

Terör ve Travma: Atatürk Havalimanı Saldırısı.....................................................35<br />

Prof. Dr. Tayfun UZBAY<br />

Haksız Tutukluluk Travması ve Beyin...................................................................45<br />

Prof. Dr. Süleyman İRVAN<br />

Travmanın Medyada Temsili................................................................................57<br />

Öğr. Gör. Yasemin OZAN ŞAVKAY<br />

İkincil Yaralanmalar ve İkincil Travma..................................................................67<br />

Dr. Öğr. Üyesi Mert AKCANBAŞ<br />

Kapanış Konuşması..............................................................................................77<br />

5


Açılış Konuşması<br />

Dr. Öğr. Üyesi Mert AKCANBAŞ<br />

Kongre Başkanı<br />

Değerli Konuklarımız,<br />

“Coğrafya kaderdir” diye bir söz vardır. Bizler bu coğrafyada bin yıldır yaşıyoruz.<br />

Yaşadığımız bu süre içerisinde travmalarla yoğrulduk. Dedelerimiz,<br />

babalarımız ve bizler travmanın evlatlarıyız. Sizin çocuklarınız da travmanın<br />

çocukları olacaklardır. Konumuz travma olduğu için sizlere travma sonrası<br />

stres bozukluğu ile ilgili dünyadan bazı istatistikler vermek isterim. ABD’de<br />

yetişkinlerin %89’u yaşamında en az bir kere travmaya maruz kalırken toplam<br />

nüfusun yaşam boyu travma sonrası stres bozukluğu geliştirme oranı 6.4 ile<br />

%7 arasında bulunmaktadır. Travma sonrası stres bozukluğu Birleşik Amerika’da<br />

kaygı bozuklukları ve depresyondan sonra en fazla hastaya sahip olan<br />

ruh sağlığı bozukluğu olarak görülmektedir. Benzer şekilde baktığımızda Avrupa<br />

nüfusunun yüzde 63.6’sı yaşamında en az bir kere travma yaşamıştır. Diğer<br />

taraftan Kanada’da travma sonrası stres bozukluğu gösteren nüfus %9 iken<br />

bu oran İsveç’te %5.6, Hollanda’da ve İngiltere’de ise %7.4, %10 arasındadır.<br />

Adeta dikensiz gül bahçesi coğrafyaları bu ülkelerdeki bu oranları göz önüne<br />

alırsanız ülkemizin ne vaziyette olduğunu gayet iyi anlayabilirsiniz.<br />

Bugün ve yarın burada travmalar konusu üzerine araştırmalar yapan, sahada<br />

travma mağdurlarıyla çalışan ya da büyük afetlerde insan canı kurtarmaya<br />

kendini adamış insanları dinleyeceksiniz ve bu insanlardan istatistiki rakamlar<br />

duyacaksınız. İstatistiki bilgiler kulağa sıkıcı gelir ve sadece kıyaslama yapmaya<br />

yararlar. İstatistikler bildiğiniz gibi toplanan verilerin analizleriyle ortaya<br />

çıkarlar. Örneğin turizm kongresinde verilen istatistiki veriler doluluk oranları,<br />

7


Dr. Öğr. Üyesi Mert AKCANBAŞ<br />

AÇILIŞ KONUŞMASI<br />

yatak sayısı ve turist başına harcanan dolarlar vs. gibi eğlenceli, mutlu ve neşeli<br />

veriler üzerinden hesaplanmıştır. Ancak bugün ve yarın burada duyacağınız<br />

verileri, istatistikleri şöyle değerlendirmenizi istiyorum. Bizim istatistiklerimiz<br />

kan, gözyaşı ve karanlıkta atılan çığlıkların istatistiğidir. Eğer bunu bu<br />

şekilde değerlendirerek rakamlarımıza bakarsanız bu kongreden daha yararlı<br />

bilgiler alacağınızı düşünüyorum.<br />

Tüm bunları belirttikten sonra kongremize gösterdiğiniz ilgiden dolayı çok<br />

teşekkür ediyor ve kongremizin ilk kez oluşundan dolayı ortaya çıkabilecek<br />

eksiklikler için de peşinen sizden özür diliyorum. Tekrar hoş geldiniz.<br />

8


Açılış Konuşması<br />

Prof. Dr. Nevzat TARHAN<br />

Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü<br />

Öncelikle travma psikolojisi konusunu kongre olarak tartışma konusu haline<br />

getirdiğiniz için fikir sahiplerine teşekkür ederim. Gerçekten önemli bir<br />

konu. Konunun en iyi şekilde analiz edilmesi ve tedavisiyle ilgili yeni yöntemler<br />

geliştirilmesinin en güzel yeri kongrelerdir. Kongreler bilimin ilerlediği, düşüncenin<br />

geliştiği alanlardır. Bu kongrede bunun başlangıcı olsun. Her sene<br />

bu kongreyi yapmakta fayda var. Travmalar siyaseti etkileyecek noktada olan<br />

çok önemli bir alan.<br />

Travmalar stratejik, politik kararları bile etkiliyor. ABD’nin Irak’tan çekilmiş<br />

olmasının nedeni Amerikan askerlerinde çok fazla travma sonrası stres bozukluğuna<br />

rastlanmış olmasıdır.<br />

ABD’de emekli askerler için özel hastaneler var. Birçok asker travmaya bağlı<br />

alkol bağımlılığı geliştiriyor. Hasta travma sonrası stres bozukluğu ile baş<br />

edemiyor. Belirtileri alkolle yatıştırmaya çalışıyor. Bu da travma sonrası stres<br />

bozukluğunun devamı olarak farklı bir patolojiye dönüşüyor. Bu gibi durumlar<br />

arttığı için artık kamuoyunda bununla ilgili bir direnç, tepki var. Hatta ABD<br />

askerleri de savaşmak istemiyor. Gittiği yerde konfor olmazsa, huzursuz oluyorlar,<br />

çalışmak istemiyorlar. Bu durum ABD’nin stratejik, politik kararlarına<br />

etki ediyor. Bu nedenle travma ile ilgili çalışmalar özellikle psikiyatride önemli<br />

bir alan haline geldi.<br />

Travma alanını birçok meslektaşın yeterince önemsemediğini görüyorum.<br />

Biz artık bir hastalığı analiz ettiğimizde çocukluk çağı travmaları ölçeğini kli-<br />

9


Prof. Dr. Nevzat TARHAN<br />

AÇILIŞ KONUŞMASI<br />

nikte rutin olarak uyguluyoruz. Çünkü mesela obsesif kompülsif hastalığı veya<br />

anksiyete belirtileriyle gelen bir hastada bile cinsel istismar, fiziksel istismar,<br />

şiddet ya da duygusal ihmal gibi birçok alanda travma puanı yüksek çıkabiliyor.<br />

Bu kişilerde travma sonrası stres bozukluğu belirtileri görülebiliyor.<br />

Bir örnek vereyim. Hastam 130 kiloydu. Maddi manevi tüm imkânları vardı.<br />

Kilo vermek istiyordu ama başarılı olamıyordu. Çocukluk çağı ile ilgili analiz<br />

yaptığımızda çocukken enseste maruz kaldığını öğrendik. Bilinçdışında tekrar<br />

bunu yaşamamak için; “Ben çirkin olmalıyım, güzel olmamalıyım” düşüncesine<br />

sahipti. Bunu da davranışsal olarak aşırı yemek yiyerek bilinçsizce sağlıyordu.<br />

Bilinçli olarak zayıflamak isterken bilinçdışında zayıflamak istemiyordu.<br />

Yemek yemek onun için bir kaçınma yolu haline gelmiş, patolojik bir savunmaydı.<br />

Travmalar bu sebeple zihinsel, fiziksel hastalıkların ortaya çıkmasında<br />

çok önemli bir hastalık etkenidir.<br />

Ayrıca çocukluk çağında gizli travmalar da vardır. Çocukluk çağındaki ihmaller<br />

bu gruba girer. Mesela, duygusal ihmaller. Çocukluk çağındaki ihmal<br />

nasıl travma oluyor diyebilirsiniz. Özellikle “mesafesiz terk ediş” çok bilinmiyor.<br />

Çocukluk döneminde anne baba çok meşgul olabiliyor. Aynı evdeler ama<br />

anne kendini temizliğe, başka işlere vermiş. Baba bütün enerjisini, dikkatini<br />

işe vermiş. Böyle olunca çocuğun bütün temel ihtiyaçları karşılanmış olsa<br />

da mesafesiz olarak terk edilmiş oluyor. Böyle olduğu zaman çocuk kimsenin<br />

kendisini sevmediğini zannediyor. Aslında sorun sevilmemesi değil anne babanın<br />

zaman ayırmaması, sevgi ifadesi olmaması. Çocuk böyle durumlarda<br />

dışlanmış gibi hissediyor. Çatışmalı bir ilişki bile iletişimsizlikten daha iyidir.<br />

Bağırırsın çağırırsın ama çocuk kendisinin insan yerine konulduğunu düşünür.<br />

Diğer türlü evde sanki o hiç yok gibi “nasılsın” bile demezseniz, hiç ilgilenmezseniz<br />

çocukla, göz teması kurmazsanız çocuk duygusal ihmal yaşar. Duygusal<br />

ihmal yaşayan çocuklar da travmaya maruz kalıyor demektir. Böyle bir durumda,<br />

kimse beni sevmiyor, der. Özgüveni düşer. İnsanlardan kaçınmaya başlar<br />

ve travmatik bir sarsılma örselenme yaşar.<br />

Travmaları çözmek, tedavi etmek çok zor ve zaman alıcı bir şey ama çok<br />

etkili tedavilerde var. Mesela EMDR gibi tedaviler. Bu yöntemin faydalarını<br />

pratik uygulamamızda çok gördük. Bazı terapistler EMDR’ye karşıdır ama ben<br />

hekim olarak terapist olarak hiç öyle düşünmüyorum. Travmalarda kişi beyninde<br />

yaşayan canlı travmayı unutmuş oluyor fakat bilinçdışında sönmüş volkan<br />

gibi duruyor. Arada ortaya çıkıyor arada tekrar sönüyor ve o kişinin günlük<br />

yaşantısını olumsuz etkiliyor, stresini yükseltiyor. EMDR tekniğini uygularken<br />

kişinin unuttuğu travmalar örtülü bellekten açık belleğe geliyor ve çözümleyebiliyoruz.<br />

Yirmi sene boyunca süren bir baş ağrısı vakası görmüştüm. Ağrı kesiciler<br />

vs. fayda etmiyordu. Psikolog arkadaşlarımız o kişiye EMDR yaptığında yirmi<br />

10


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

sene süren baş ağrısı kısa sürede geçti. Yirmi sene önce travma yaşadığı ve<br />

baş ağrısını artırdığı anlaşıldı.<br />

Yine başka bir vakada karşılaşmıştım, Erzincan’da görevliydim. Dokuz yıllık<br />

evli bir erkek hasta gelmişti. Eşiyle cinsel beraberliği yoktu. Erkek cinselliği<br />

ifade edemiyor, yaşayamıyordu. O zaman EMDR yoktu. Narkohipnoz gibi bir<br />

tedavi yöntemi vardı. Damardan kişiye hipnotik ilaç veriyorduk ve kişi uyku<br />

uyanıklık arasına giriyordu. Kişiye narkohipnoz yaptık. 10 seans planlamıştık<br />

ancak aşağı yukarı 5-6 seans sonra kişi ben düzeldim dedi. Nasıl düzeldiğini<br />

sorduğumuzda evlenirken babasının hayatta olmadığını ama baba yerine koyduğu<br />

ağabeyinin olduğunu söyledi. Ağabey ilişkiyi onaylamadığı için düğününe<br />

gelmemiş. Düğününe gelmeyince hasta o derece sorumluluk hissetmiş ki<br />

travma etkisi oluşturmuş. Ağabeyimin gelmediği onaylamadığı bir şeyi ben<br />

nasıl yaptım diye eşiyle cinsel ilişki esnasında birdenbire depresif oluyor ve<br />

cinsel beraberlik yaşayamıyor. Normalde “Ne olacak!” dersiniz ama o kişi için<br />

önemli.<br />

Mesela kedisi öldüğü için travmatize olan kişiler var. Kedi onun için sevgi<br />

nesnesidir. Sevgisini yatırdığı önemli bir değerdir. Sevgisini yatırdığı bir alan<br />

olduğu için onu küçük görmemek lazım. Kaybı ile travma yaşanabilir.<br />

Travmada çok fazla yapılan hata var. Bazı insanlar sevdiği vefat ettiğinde<br />

travmayı mumyalaştırırlar. Ona karşı bir sorumluluk taşırlar. Odasını değiştirmezler,<br />

olduğu gibi yaşatırlar. Travma mumyalaşınca ikincil, üçüncül travmalar<br />

ortaya çıkabiliyor ve kişiyi işlevsiz, depresif hale getirebiliyor. <strong>Travmayı</strong><br />

yok saymak da patolojiye neden olabiliyor. Kişi bastırdığı için başka alanlarda<br />

sorunlar çıkıyor. Örneğin fizyolojik, psikolojik ve sosyal alanlarda çıkabiliyor.<br />

Travma unutulmaz ama bugüne de olduğu gibi getirilmez. On yıl önce olmuş<br />

bir travmayı bugüne aynı canlılıkla getiriyorsanız siz patolojik bir savunma geliştirmişsiniz<br />

demektir. Ufak bir hatırasını yaşatarak hem sevgi nesnesini canlı<br />

tutmak hem de suçluluğu yaşamamak da mümkün.<br />

Travmayla çalışabilmek özel çaba ve beceri istiyor. Genel psikoterapi uygulamalarında<br />

travmalar gözden kaçabiliyor. Vakalara o gözle bakabilmek çok<br />

önemli. Bu sebeple bu konuyu gündeme getirdiğiniz için kongre düzenleme<br />

ekibine teşekkür ediyorum.<br />

11


Travmanın Nöropsikolojisi<br />

Prof. Dr. Sinan CANAN<br />

Bu dünyada çok uzun bir zamandır, yaklaşık olarak 3,5 milyar yıldır canlılık<br />

diye bir şey var. Bizler de o canlılığın bugün milyarlarca sayısız badire atlattıktan<br />

sonraki son versiyonu olarak burada oturuyoruz. Her birimizin yapımında<br />

3,5 milyarlık emek, koca bir kozmik sistem, büyük bir yaratılış destanı,<br />

enteresan bir hikâye var. Böyle bakınca bir kere insan kendini iyi hissediyor.<br />

Şurada 20, 30, 50 neyse yaşımızdan öte milyarlarca yıldır şu kâinatın bizim<br />

için uğraşıyor olması bence gerçekten başlangıç olarak iyi bir fikir. Fakat biz<br />

bu koca canlılık ağacının içerisinde bizim şecerenin bugünkü hali, sonlarına<br />

doğru. Biyolojik olarak homo sapiens sapiens ismiyle adlandırılıyoruz. Homo<br />

insan, sapiens düşünen, ikinci sapiens de düşünen anlamına geliyor. İnsan için<br />

düşünen varlık demişler ama aslında düşünmesi gereken bir varlık. Çünkü çok<br />

tuhaf özellikleri var. Canlıların birçok özelliğini aynıyla paylaşmakla beraber<br />

çok zarif şeyler de yapıyoruz. Bugün yaptığımız da buna bir örnek. Mesela<br />

canlılar dünyasında toplanıp beraber travma kongresi yapan bir zürafa yok.<br />

Bunu bir tek biz yapabiliyoruz.<br />

Bütün mesele hızlıca ve kısaca insanın biyolojik âlemdeki izlediği yolla<br />

alakalı görünüyor. Çıplak, zayıf herhangi bir şeye gücü yetmeyen ve tabiatta<br />

hiçbir yerde hayatta kalmaya uygun tasarlanmış gibi gözükmeyen bir bedenle<br />

dünyaya geliyoruz. Hepimiz çok erken prematüre doğuyoruz. Eğer diğer<br />

memelilerle kıyaslarsanız en az iki sene erken doğuyoruz. Çünkü beyin çok<br />

büyük ve dik yürüyen bir canlı olarak o kadar büyük bir kafayı kadınlar açısından<br />

doğurmak mümkün değil. Bebek iki sene kadar erken doğuyor ve beyin<br />

gelişimini dışarıda devam ettiriyor. Zaten bebekken zayıflığın en dibindeyiz.<br />

Hiçbir şeye gücümüz yetmiyor ama erişkin bir insan bedeninde çıplak halini<br />

13


Prof. Dr. Sinan CANAN<br />

TRAVMANIN NÖROPSIKOLOJISI<br />

düşünecek olursanız, diğer canlılara kıyasla, tabiatla çok uyumsuz bir beden.<br />

Bir üstünlük arayışına girersek maalesef elimiz boş dönüyoruz. Sadece ve sadece<br />

acizliğimiz, zayıflığımız, kırılganlığımız var. Şeyh Galip’in de dediği gibi<br />

‘Yek katre-i hûnest, sâd hezârân endîşe.’ İnsan için “bir damla kan, bin bir<br />

endişe” diyor. Dolayısıyla bu çıplak bedeniyle bu dünyada var olmaya çalışan<br />

garip bir varlık.<br />

Peki, neden böyle acayip bir varlığız? Bunun biyolojik olarak bir açıklaması<br />

var mı, diye baktığımızda biyologlara göre eğer bedenen bu kadar çıplak olmasaydık,<br />

zihnen bu kadar gelişmiş olmak zorunda kalmayacaktık. Bu kadar<br />

gelişmiş bir zekâmız olması gerekmeyecekti. Dünyanın hiçbir yerinde hayatta<br />

kalamayacağımız için her yeri kendimize uydurabilecek bir zihinle donatılmışız.<br />

O yüzden uzay istasyonunda şu an insanlar yaşıyor. O yüzden Mars’a<br />

gitmeye kalkıyoruz. Dikkat ederseniz Mars yolculuklarına dair herhangi bir<br />

ülkede yapılan yayınlarda, konuşmalarda “Biz orada nasıl yaşayacağız ne yapacağız”<br />

diye bir konuşma yok. Sadece yolun maliyeti gibi teknik işler konuşuluyor.<br />

Bir şekilde hallederiz, modunda bir durum var. Rahmetli Mehmet Akif<br />

Ersoy’un güzel bir şiirinde insan tanımını yaparken kullandığı ifadesi tam olarak<br />

durumu açıklıyor. “Hangi müşkildir ki, himmet olsun, âsân olmasın? Hangi<br />

dehşettir ki insandan hirâsân olmasın?” yani bugünün diliyle “Hangi zor durum<br />

olsun da biz onu odaklanıp aşamayalım böyle bir zor durum yok. İkincisi<br />

de hangi dehşetli korkunç durumdur ki insanı görüp kaçmasın?” demiş yani<br />

bu zayıflığa ve garipliğe binaen çok enteresan güçlerle donatılmış bir varlığız.<br />

Öte yandan bir hayatta kalma problemiyle mücadele ediyoruz.<br />

Hayatta kalma problemini çözmek için verilmiş en kıymetli hediye adına<br />

beyin dediğiniz donanım gibi duruyor. Çünkü insanın kolunu, bacağını kesseniz,<br />

kalbini, karaciğerini nakletseniz insanın karakterinde ve hafızasında çok<br />

bir değişim görmüyorsunuz. Ama beyinde en ufak bir şey olduğunda sistem<br />

hemen arıza veriyor. Kişilik değişiyor, hafıza kayboluyor. Hatta bazen insanlar<br />

bilmediklerini iddia ettikleri dilleri falan konuşuyorlar. Enteresan vakalarla<br />

karşılaşıyoruz. Hayatta kalma donanımı bu varlığın kontrol merkezi olan beynin,<br />

esas ve birincil işlevinin bu organizmayı ne pahasına olursa olsun hayatta<br />

tutmak olduğunu hatırlayın. Psikoloji alanında master, doktora vs. yapmak,<br />

profesör olmak, nükleer fizik problemleri çözmek ya da sosyolojinin gizlerini<br />

çözmek bu organın işleri değil. Hobileri olursa yapar ama biz modern insan biraz<br />

böyle aklımızla, zekâmızla bir şeyler öğrendikçe kendimizi iyi hissediyoruz.<br />

Ancak bu organın başarısı bunlarla ilgili değil. Beyin hayatta kalmayı becerirse<br />

başarılıdır yoksa maalesef başarılı değil ve bu sistem hayatımızda unuttuğumuz<br />

bir şeye işaret ediyor.<br />

21.yy modern insanları olarak bizler hayatta kalma problemini çözmüş<br />

canlılarız. Tabiattaki tehditlerin hemen hemen hiçbirisi neredeyse yok. Aşırı<br />

bolluk içerisindeyiz. Ne yaparsanız yapın bugün açlıktan ölemezsiniz. Çok<br />

14


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

fazla seçenek var. Temel yaşamsal işlevlerimizi bir şekilde sürdürüyoruz. Beynimiz<br />

tabiattaki yokluklar döneminde hazırlanmış. Bu sistem içerisinde beynimiz<br />

biraz işsiz kalmış durumda. Bu işsizlik sonucunda boş kalan beyin farklı<br />

şeylerle uğraşmaya başlıyor; komşusuna, trafiğe bir şeylere sarmaya başlıyor.<br />

Kafasına takacak dertler buluyor. Sürekli bu dertleri zihninde rumine edip hayatı<br />

kendine zehir ediyor.<br />

Antropoloji ve biyolojinin bize sunduğu başlangıç noktalarına göre insanın<br />

300.000 yıldır burada olduğunu düşünüyoruz. 300.000 yıl uzunca bir süre. Yazılı<br />

tarih 6.000 yılda başlıyor. İlk mağara resimleri 45.000 sene geriye gidiyor.<br />

Ondan önce de 250.000 sene bu çıplak, zayıf haliyle insan buradaymış. Bu<br />

süre içerisinde ne yaptıklarını, ne ettiklerini bilemiyoruz. Elimizde çok kanıt<br />

yok ama biyolojiden çok net bildiğimiz bir şey var: Canlı bir organizmanın bedensel<br />

ve zihinsel ayarları öyle birkaç bin yüz yılda büyük bir değişim geçirmiyor.<br />

Birkaç yüz bin sene içerisinde ilk başlarda ortam gayet stabilken son iki<br />

yüz, üç yüz yılda öngörülemeyecek kadar değişen bir çevredeyiz. Buna adapte<br />

olabilmemiz mümkün değil. Çok ciddi uyum sorunları yaşıyoruz ve etraftaki<br />

şartların bu değişimi uzun sürmediği için zaten adapte olma şansımız yok.<br />

Sürekli olarak adapte olmamız gereken başka bir meydan okuma karşımıza<br />

çıkıyor. Bu sebeple bol hareket, az, çeşitli ve aralıklı yemek, olumlu/zengin<br />

sosyal ilişkiler, düşük stres, sınırları aşmak olarak sıraladığım insanın fabrika<br />

ayarları meselesine uymak işimizi epey bir kolaylaştırıyor.<br />

Beynin anatomisinde insanı farklı yapan en önemli yer beynimizin ön kısmı.<br />

Bilişsel olarak bize en yakın addedebileceğimiz insansı maymunlar dediğimiz<br />

goril şempanze gibi canlılarda beynin yaklaşık beşte biri ön beyinden<br />

oluşurken insanda %45 civarında bir kısım ön beyine ayrılmış. Ön beyin çok<br />

büyük işlevler yapıyor. Yüksek zihinsel işlevler dediğimiz şeyleri yönetiyor. Şu<br />

an bu konuşmamız, sosyal olarak anlaşabilmemiz, karmaşık sosyal kurallar altında<br />

bir şekilde iş birliği kurabilmemiz, hazzı erteleyebilmemiz, gelecekteki<br />

bir amaca kitlenip ona doğru ilerleyebilmemiz gibi bir sürü insana has fonksiyonları<br />

bu kısmın yönettiğini biliyoruz. Bunların yanında bugün bizim konumuzu<br />

ilgilendiren bir şey daha var: çok gelişmiş bir zaman algımız var. Eziyet<br />

düzeyinde bir zaman bilincimiz var. Çok geriye doğru geçmişi ve ileriye doğru<br />

geleceği kapsayabilen bir zihinden bahsediyoruz. Başka hiçbir canlı öleceğini<br />

bilmiyor. Bir tek biz biliyoruz. Öleceğimizi biliyoruz ama onu da umursamıyoruz.<br />

Yani “öleceğiz” diyebiliyoruz bir şekilde ama onu bloke eden bir sistem<br />

de var.<br />

Doktora dönemimde deneysel laboratuvarlarda birçok deney hayvanıyla<br />

çalışma fırsatım oldu. Bu süreçte çocukluk travması olan hiçbir hayvana<br />

rastlamadık. Hiçbir tavşan demedi ki “Ben küçükken şunu yaşamasaydım ben<br />

15


Prof. Dr. Sinan CANAN<br />

TRAVMANIN NÖROPSIKOLOJISI<br />

süper bir tavşan olabilirdim.” Böyle bir şey göremezsiniz çünkü hayvanların<br />

belleği bu şekilde çalışmıyor. Hayvan belleği genellikle koşullandırma bazlı<br />

çalışıyor. Tabii o kadar basit değil ama ona yakın bir sadelikte çalışır. Canı yandıysa<br />

oraya gitmez, sevdiyse oralarda çok gezer. Böyle bir sistemle canlılar<br />

yaşarlar. Çok uzun erimli geçmiş ve gelecek bellekleri yoktur. Bizim ise geçmişten<br />

getirdiğimiz dertler tasalar, gelecekle ilgili beklentiler endişeler çok ciddi<br />

anlamda bizi strese sokuyor. İnsanın en büyük stres faktörleri arasında yaşadığı<br />

travmalar vardır, bir de belirsizlik. Geleceğe dair belirsizlik olduğunda biz<br />

çıldırıyoruz. Yani önümüzde belirsiz bir durum olduğunda strese giriyoruz ve<br />

bunu ortadan kaldırmak için de plan yapıyoruz. “Tanrıyı güldürmek istiyorsan<br />

ona planlarından bahset” diye bir söz vardır. Hiçbir planın çalışmayacağını bile<br />

bile plan yapma nedenimiz aslında o öngörü vizyonunu oluşturmak. Öngörüyormuş<br />

gibi olursak rahatlıyoruz, o belirsizlik ortadan kalkıyor.<br />

Peki, sürekli strese girmemize neden olan zihin neden verilmiş olabilir?<br />

Teolojik bir perspektiften “Allah neden böyle eziyet ediyor?” diye de düşünebilirsiniz.<br />

Evrimsel perspektiften “Sistem niye böyle bir şey geliştirdi?” diye de<br />

düşünebilirsiniz. İki sorununun cevabı da aynı. Kullanım amacını bilirseniz bu<br />

zihin çok işe yarayan bir şey. Geçmişten tecrübe derleyip, geleceğe dair hayal<br />

kurup, o tecrübeleri hayale doğru işleten bir yolda kullanıldığında bu zihin çok<br />

güzel işe yarıyor. Şimdi ve şu ana odaklanmak gibi bir derdi var. Geçmişteki<br />

deneyimini gelecekteki bir hedefi için şimdiye odaklayabilen zihinler üretken,<br />

başarılı, mutlu dediğimiz insanlar oluyorlar ya da bunları yapabildikleri sıralar<br />

zihin böyle odaklama moduna geçiyor. Bir sürü deneyimimiz olabiliyor ama<br />

hayalimiz olmayabiliyor ya da bir sürü hayalimiz var ama yerimizden kalkıp bir<br />

şey yaptığımız yok. Dolayısıyla boş hayallerle yerimizde dönüyoruz. Netice itibariyle<br />

bu sistem tam kapasite kullanılmadığı takdirde başa bela bir sistem ve<br />

uyuşturmanız gerekiyor. İnsan zihninin bir özelliği var ya bir şeyle meşgul olacak<br />

ya da uyuşturulacak. Arası yok, bas bas bağırıyor. Meditasyon, mindfulness<br />

gibi uygulamalara gelen insanların birçoğu diyor ki “Beynimi susturmak<br />

istiyorum, beynim susmuyor.” Sürekli bir şeyler dönüyor içerde ama kimse tıp<br />

fakültesine gidip de “Kalbimi durdurmak istiyorum” demiyor. Milyonlarca yıllık<br />

canlılık sürecinde böyle bir sonuç ortaya çıkıyorsa bunun bir sebebi var. Bir<br />

hesaba göre günde spontan olarak 70.000 tane düşünce üreten beyin, günlük<br />

sorunları olabilecek en yaratıcı ve çeşitli yönde çözebilmeniz için çabalıyor.<br />

Devamlı olarak bunun için çabalıyor. Ancak onu nasıl kullanacağımızı bilmediğimiz<br />

zaman başa bela ciddi bir sıkıntı oluyor.<br />

Herhangi bir duyusal olay geldiğinde beynin işi buna anlam vermektir. Bu<br />

duyusal girdi bir ses duymak, koku, karın ağrısı vs. olabilir hiç fark etmez. Duyusal<br />

girdi olduğunda beynin bunu değerlendirme sistemi bildiğimiz kadarıyla,<br />

geçmişe yönelik anılara başvurma ile başlıyor. Yani bu daha önce deneyimlediğim<br />

neye benziyor. Şöyle bir aile düşünün; ailede bir yaşının altında bir<br />

bebek, 10 yaşında bir çocuk, anne ve baba var. Akşam yemek masasında otu-<br />

16


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

rurlarken baba birden masadan yükselip şöyle havaya kalkıp havada dönmeye<br />

başlasa ne olurdu diye düşünmeye başlayın. Aile üyeleri ne yapardı? Anne<br />

çığlık çığlığa kaçardı değil mi? Çünkü bu muhtemelen daha önce görmediği<br />

perili filmlere benziyor. 10 yaşındaki çocuk çok korkardı çünkü açıklanabilir<br />

bir dünyada yaşamayı öğrenmiştir. Açıklanamaz bir şeyi görünce korkar ama<br />

bebeği düşünün. Çatalı masaya vurarak “Aaa baba dönüyor, baba dönüyor”<br />

diye muhtemelen çok eğlenirdi. Çünkü konuyla ilgili öğrenilmişliği yok. Şimdi<br />

bu sistem geriye bakıp diyor ki benim bu yaşadığım şey neye benziyor.<br />

Bu konuyla ilgili en önemli biyolojik gözlem bence, şu tabiattaki bütün canlılar<br />

ürkektir. Beklentilerine aykırı ne çıksa, her canlı ürker. Gergedanın karşına<br />

aniden bir insan çıksa, gergedan cüsse olarak insandan daha büyük olsa bile<br />

korkar kaçar. Mesela birisinde köy yerinde kaçıp koşan boğaların önüne geçip<br />

elini kaldırıp ‘Hooo!’ yapıyor. Boğa geri basıp resmen toprağa saplanıyor. Küçücük<br />

insan elini kaldırdığında o beklenmedik hareket onun ürkmesine neden<br />

oluyor. Neden tabiatta bütün hayvanlar ürkek olmak zorunda? Çünkü korkan,<br />

tırsan ve kaçan hayatta kalır, genini daha fazla aktarabilir. Bizler tırsak ataların<br />

çocuklarıyız. Beynin bütün devrelerini bilgiye oturtursanız travma meselesini<br />

anlamak bence kolaylaşıyor. O an olayla ilgili geriye döndüğümüzde kötü bir<br />

anı varsa, bu kötü anı ile ilgili yapılacak eşleştirme beyin için her zaman önceliklidir.<br />

Çünkü ona göre hayatta tutmak için bir dizi tedbir alacak. Diyor ki<br />

“Daha önceden böyle bir şey olmuştu, başımız belaya girmişti, bu da aynısı.<br />

Kaç ya da savaş, bir şey yap çünkü ortada bir arıza var ve ona göre davran.”<br />

Herhangi bir şey ile ilgili kötü anısı olmayan insan da çok azdır. Bütün kötü<br />

anıların bizim üzerimizde koruyucu ve yönlendirici bir etkisi var. Bir de bunun<br />

çok ağır duygusal bir travma dediğimiz bir yara olduğunu düşünelim. O zaman<br />

her türlü davranışımızı büken bir prizma gibi davranıyor ve değerlendirmelerimizin<br />

hepsini normal değerlendirme kalıplarının dışına sürükleyen bir bozucu<br />

etken oluyor. Bununla da bitmiyor. Buna bir yanıt oluşturmamız bir cevap vermemiz<br />

gerekiyor. Beyin ön beyin kısmıyla bunu yürütüyor. Saniyeler içerisinde<br />

geleceğe yönelik yani o yapılacak hareketin sonuçlarına yönelik simülasyonlar<br />

üretiyor. Beynin uzmanlık alanı bu. İnsan beyni çok hızlı bir şekilde “Şunu yapsam<br />

ne olur, bunu yapsam ne olur” senaryolarını aynı anda değerlendirebiliyor.<br />

Bunlar arasından en uygun, hayatta kalmamıza en az zarar verecek, en<br />

bilindik, en risksiz olan davranışı seçiyor. Eğer ki anılarımızın yükü çok büyük<br />

ve buna bağlı olarak da garantili davranış simülasyon repertuarınız dar ise<br />

sürekli aynı döngüleri tekrarlayan insanlara dönebiliyorsunuz. Çoğumuzun<br />

günün %90’ını otomatik yaşadığı düşünülürse gün içerisindeki durumumuz<br />

genellikle bu. Otomatik ve düşünmeden, bir şekilde ezberlerimizde bulunan<br />

kalıplarla ve daracık bir repertuarla hayata yanıt vermeye çalışıyoruz. Sonra<br />

bir anda diyoruz ki bunlar neden benim başıma geliyor? Cevabı hep aynı<br />

döngülerin içerisinden çıkamamamız. Normalde zihin geliştirici bir faaliyetin<br />

mesela eğitimin anılarımızı silmesi, ezberlerimizi bozması, simülasyonlarımızı<br />

17


Prof. Dr. Sinan CANAN<br />

TRAVMANIN NÖROPSIKOLOJISI<br />

genişletmesi gerekir ama bugün eğitim tam tersini yapıyor. Bize bir sürü deneyim<br />

yükleyip “Onu yapma, bunu yapma, şunu yapma diyerek” bizi daraltıyor.<br />

Sosyal hayat, kurallar, gelenekler böyle. Hepsi bizi daraltmakla meşguller.<br />

Beyin eskiden yeniye doğru sıralanmış, antikten moderne doğru dizilmiş,<br />

güçlüden zayıfa doğru, üste doğru çıktığınızda daha zayıf olana rastladığınız<br />

bir hiyerarşi gösteriyor. Otomatik pilotta kararları veren dürtüsel bölgeler var.<br />

Buraların programı da milyonlarca yıl önce tamamlanmış. Aynı yazılımı bugün<br />

biz kullanmaya çalışıyoruz. Bunu nereden biliyoruz? Mesela depremde ne yapılması<br />

gerektiğini herkes biliyor değil mi? Masanın altına gir, yaşam üçgeni<br />

oluştur ama Allah korusun şimdi bir sarsıntı olsa ki ben bunu anlatırken bir<br />

gün gerçekten oldu, tam o sırada gördük bunu, insanların çoğu vahşi hayvanlar<br />

gibi ne yapacağını şaşırıyor. O an öğrendiğiniz her şeyi unutacaksınız.<br />

Mesela 8. kattan atlayan insan var. Baktığımız zaman saçma değil mi bu? Depremden<br />

kaçmak, hayatta kalmak için bir insan neden 8. kattan aşağıya atlasın?<br />

Hayatta kalma sisteminin programı yüklendiği zamanlarda 8. kat yoktu.<br />

Burası sallanınca yan tarafa geç programı vardı ama yan tarafta 8 kat fark varsa<br />

ne yapsın? Onu bilmiyor. Olayla, içerisinde bulunduğumuz yazılım arasında<br />

ciddi farklar var. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz şartlar ile yazılım arasında<br />

ciddi sorunlar yaşayabiliyoruz.<br />

Bilinçli olarak analiz edebildiğimiz aşikâr, deklaratif belleğimizin yanında<br />

daha içkin, üstü kapalı, sözel olarak ifade edemediğimiz bir bellek tipi var.<br />

Bu bellek ise çok derinde bilinçdışı ve üzerinde kontrolümüzün az olduğu bir<br />

çekirdek. Buraya çok fazla erişiminiz yok ama hayatımızın hemen hemen tamamını<br />

burası yönlendiriyor. Çünkü bizim mikro davranışlarımızdan düşünce<br />

kalıplarımıza kadar her şeyi belirliyor.<br />

Biz bir hadiseye iki fazda yanıt veriyoruz. Birine post kognitif diğerine de<br />

prekognitif deniyor. Sekizinci kattan atlatan şey prekognitif denilen “hazır yazılım”.<br />

Verilere bakmaya vaktimiz yoksa bunu kullanırız. Tabiatta aslan kükremesi<br />

duyduğunuzda “ne oluyor orada” deme şansımız yoktur. Bunu yapmak<br />

avantajlı bir şey değil. Dönüp ters tarafa kaçmak mantıklı olan şeydir. Dolayısı<br />

ile prekognitif sistem diyor ki “Bir problem var hiç düşünmeye falan gerek<br />

yok hemen kaçalım. Canımızı kurtaralım.” Ancak yukarıdaki post kognitif karar<br />

mekanizması hesap kitap yapmamızı sağlıyor. İşte bu sebeple baraj yaparken<br />

bu mekanizmayı kullanıyoruz. Prekognitif ile baraj yapamazsınız. Post kognitif<br />

olarak mühendislik çalışması yapmanız gerekiyor. Bu sistemler ikili karar<br />

sistemini karşımıza çıkarıyor. Bu ikili karar sisteminin birincisine yani eski ve<br />

hızlı olana sistem 1; yeni, yavaş ve masraflı olana sistem 2 deniyor. Sistem 2<br />

günlük hayatta hep kullandığımızı zannettiğimiz ama çok nadiren başvurduğumuz<br />

bir sistem. Bunu fark ettiğimiz anda travmayla ilişkimizin değişeceğine<br />

inanıyorum. Sistem 2’nin aslında ne kadar kırılgan ve az kullanılan bir sistem<br />

olduğunu görmemiz lazım. Çok enerji harcadığı için ancak problem olduğu<br />

18


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

zaman devreye giriyor. Problem yoksa otomatik pilot bizi dürtüsel programlarla<br />

otomatik olarak yaşatıyor. Travma dediğimiz şey de sürekli içsel bir stres<br />

üretiyor. Ortada gergin bir durum var. Sürekli olarak gergin olan bir zihinden<br />

bahsediyoruz. Stres amigdalada tespit ediliyor ve başlatılıyor. Amigdala ne olduğunu<br />

anlamlandıramıyor ama problem tespiti yapıyor. Çünkü amigdala bilinçle<br />

ilgili bir yer değil. Ön beynimiz olayı algılayıp amigdalaya “Problem var,<br />

sen harekete geçir” diyor. Bu sırada siz bir trafik kazası geçiriyor da olabilirsiniz.<br />

Gardırobun önünde o gün ne giyeceğinize karar veriyor da olabilirsiniz.<br />

Amigdalayı bu çok ilgilendirmiyor. Kritik bir toplantınız varsa ve gardırobun<br />

önünde kırmızı elbise mi yeşil elbise mi derken aslan kovalıyormuş reaksiyonu<br />

üretebilirsiniz ve panik atağa kadar giden bir süreç yaşayabilirsiniz.<br />

Amigdala hipotalamusu uyarıyor. Hipotalamus CRH diye bir hormon salgılıyor.<br />

Bu hormon da hipofiz bezinde ACTH diye bir hormon salgılatıyor. Bu<br />

da böbrek üstü bezinden kortizol gibi bir hormon salgılanmasına neden oluyor.<br />

Kortizolün uzun vadedeki etkileri ise bizim için fizyolojik olarak yıkıcı. Devamlı<br />

olarak stres üreten bir beyin devamlı olarak kanda kortizol salgılanması<br />

demek. Sürekli yüksek kortizol bugün şehir insanını öldüren tıbbi sebeplerin<br />

başında geliyor. Devamlı stres üreten bir zihnimiz olduğu için bunu yönetmek<br />

çok önemli.<br />

Bu sisteme bir travma geldiği zaman post kognitif bilişsel süreçleri kapatıyor.<br />

Beyne “Uzun uzun düşünmeye gerek yok alt beyindeki hayat kurtarıcı<br />

mekanizmaları harekete geçirmemiz yeterli” mesajını veriyor. Yukarıda da<br />

bahsettiğim gibi alt beynin yazılımı eski. Problemli günlük koşullara uyumsuz,<br />

davranışlarımızın amaca uygun yapılmasına maalesef çok hizmet edemiyor.<br />

Çünkü o bilgi orada yok. Neticede davranışlarımızda bozulmalar başlıyor.<br />

Sempatik sistem aktivasyonunda gördüğümüz her şey yaşanıyor.<br />

Savaş, kaç ve don tepkisi üç standart tepki türü. Genellikle çeşitlendirilmiş<br />

versiyonlarını, bu biraz büyük bir iddia gibi gelebilir ama adına psikopatolojiler<br />

dediğimiz bir başlık altında görüyoruz. Mesela depresyon dediğimiz şey<br />

donma etkisinin uzun zamana yayılmış hali gibi gözüküyor. Anksiyete reaksiyonları<br />

yine kaç reaksiyonun bedene değil zihne yansıyan halleri gibi duruyor.<br />

Bunlar uzun süre insanı etkilediğinde de patolojiye dönüşen bir tarafı var ve<br />

bu olduğu zaman da bildiklerimizi unutuyoruz. Travmatik insanı ya da panik<br />

atak geçiren insanı aklen ikna etmeye çalışanlar var. Bu çok beyhude bir eylem.<br />

Bunu söylemeniz o insanlarda bir anlam ifade etmiyor.<br />

Beyin görüntüleme tekniklerinin özellikle 2000’li yıllarda ortaya çıkmasıyla<br />

birlikte nörobilim bu süreci farklı bir perspektiften görmemizi sağladı gibi<br />

gözüküyor. Bir kere çocukluk çağındaki herhangi bir problem şiddet, istismar,<br />

fiziksel ya da duygusal travmalar beyin gelişimine çok ciddi sekte vuruyor.<br />

Daha sonra hayat boyu gördüğümüz bazı sıkıntıların nedenlerinden bir tanesi<br />

19


Prof. Dr. Sinan CANAN<br />

TRAVMANIN NÖROPSIKOLOJISI<br />

olabiliyor. Tek neden budur diyemeyiz. Söz konusu beyin olduğunda direkt bu<br />

olur diyemeyiz. Kuvvetli nedenlerinden biri olabiliyor ya da zeminini hazırlayabiliyor.<br />

Mesela istismara uğramış bir kişinin beynin enerji tüketimini gösteren bir<br />

fotoğraflama yöntemi olan PET görüntüsüne bakacak olursak temporal lobların<br />

uç bölgeleri içinde amigdala, hipokampus gibi bizim duygusal sistemimizi<br />

yöneten önemli kısımlarının solda çok çalışan ve sağda az çalışan bölgelerini<br />

görüyoruz. Bu bölgeler duygusal kontrol ile ilgili alanlar ve duygusal kontrolü<br />

zayıfladığı zaman eski atasal kısımlar beyin kontrolünü çok daha rahat ele<br />

geçirebiliyor. Böylece hareketlerimiz, tepkilerimiz ve duygusal reaksiyonlarımızda<br />

kontrolsüz hale gelebiliyor. Çocukluk çağı travmalarımız mesela aşırı<br />

ihmal, gözüne bakmamak, ilgilenmemek bunların hepsi fonksiyonel MR gibi<br />

yöntemlerle görebildiğimiz ön beyin ve mezolimbik yollar dediğimiz yolları<br />

kontrol eden bölgelerde zayıflıklar oluşturuyor. Bu birçok çalışma ile gösterilmiş<br />

bir şey. Travmatik deneyimlerle birlikte zor geçen yaşamlarda hipokampüsun<br />

çok ciddi biçimde küçüldüğünü biliyoruz. Bu konuyla ilgili katıldığım bir<br />

çalışmada sadece belirtileri ortadan kaldırmaya yönelik 3 aylık basit bir antidepresan<br />

tedavisi ile yıllar boyu depresyonun ve anksiyetenin oluşturduğu<br />

hipokampüs küçülmesi hemen eskiye dönebiliyordu. Yani hipokampüs tekrar<br />

büyüyebiliyor.<br />

Biz dilimizde zihin, beyin, akıl ve fikir gibi farklı kelimeler kullanıyoruz. Aslında<br />

bu bizim dünyanın genelinden kültürel olarak bu işi farklı anladığımızı<br />

ya da anlayabileceğimizi gösteriyor. Akıl kelimesi ingilizce reasoning kelimesinin<br />

karşılığı gibi düşünülse de arada etimolojik ve köken itibariyle temel bir<br />

fark var. Reason, reasoning neden sonuç zinciri. Neden sonuç şeklinde olayları<br />

bağlayıp açıklayabilen zihinsel fakülteye verilen isimdir. Arapça bir kelime<br />

olan akıl bağlamak demektir. Fakat bir yönü yok, her yönden bağlayabilirsiniz.<br />

Mesela zihnimizde yaşamışızdır. Hayatımızın bir döneminde hayata dair kafamızda<br />

bir fikir vardır. Bu şundan dolayı böyledir gibi bir sistem kurarız ve o<br />

sistem tamamsa kendimizi iyi hissederiz.<br />

Bu bir anlam fanusudur ve onu zihnimizde kurarız. Bir şekilde onun için<br />

de güzel yaşarız. Sonra bir şey öğreniriz hiçbir deneyimimiz değişmez ama<br />

sonra bağlam değişikliği olur ve bildiğimiz her şey başka bir anlam ifade etmeye<br />

başlar. En zararsız örneği mesela aşık olmaktır. Aşık olunca her şey böyle<br />

renklenir. Birileri günahsız melek falan oluverir. Mesela o bağlam değiştiğinde<br />

deneyimler de değişebiliyor.<br />

Şimdi burada travma dediğimiz şeyi yazılımsal bir hata olarak düşünebilirsiniz.<br />

Bu yazılımsal problem değerlendirmeyi bozuyor. Değerlendirme sistemini<br />

değiştirebiliyorsanız yani akıl bağlamını ve hikâyeyi dönüştürebiliyorsanız<br />

sistemi değiştirmeniz çok kolay. Hemen hemen bütün bilişsel terapiler bunu<br />

20


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

yapmaya çalışıyor. Şema terapiler, bilişsel davranışçı terapiler hepsi buradaki<br />

şemayı hikayeyi ve bütün anlamlandırma sistemini dönüştürmek ile uğraşıyor.<br />

Dönüştürebilen bir şekilde bunların etkisinden kurtuluyor. Çünkü ortada<br />

iyileştirebileceğimiz fiziksel bir yara yok. Zihinsel bir dönüşüm sağlanmalı.<br />

Üst yönetim merkezlerinin önemli bir özelliğinden bahsetmek istiyorum.<br />

Rezilyans dediğimiz bir terim var. Rezilyans terimi genellikle duygusal dayanıklılık,<br />

yılmazlık olarak açıklanıyor. Ancak ben bu terimin bu anlamları karşılayabileceğini<br />

düşünmüyorum. İstikrar kelimesinin daha çok karşılayacağını<br />

düşünüyorum. Çünkü dayanıklılık, mukavemet bunlar çok rezilyans kelimesinin<br />

tınılarını içermiyor.<br />

Dayanıklılık ya da mukavemet dediğimiz kavram daha çok bir direnç içeriyor.<br />

Rezilyans bu demek değil. Rezilyansı en iyi anlatan şey aslında musikideki<br />

ya da müzikteki karar notası dediğimiz şey. Karar notası nedir? Siz bir<br />

kürdilihicazkâr dinlerken notalar gezer gezer ama kulağınız ve gönlünüz hep<br />

bir karar notasına dönüş arar. Eğer yarım kalırsa rahatsız olursunuz. Çünkü o<br />

karar notası bütün hikâyenin müzikal cümlenin varmak istediği noktadır. O<br />

karar noktası bütün değişimlere rağmen muhafaza edilir. Aslında böyle bir şey<br />

bir karar noktası. Bizim istikrar dediğimiz şey oradan uzaklaştığımız da oraya<br />

geri dönebilme becerisidir. Hayatta iyi şeyler de olur kötü şeyler de olur. Hep<br />

ortaya çekecek bir şey lazım gibi gözüküyor. Rezilyans resmedilmiş şekli böyle.<br />

Neden böyle yapılıyor? Çünkü rezilyans pasif bir şey değil. İstikrar kendi kendine<br />

olan bir şey değil. Beyinde aktif bir süreç gerektiriyor. Çünkü kötü, moral<br />

bozucu ya da yaralayıcı bir sürü deneyim yaşıyorsunuz. O deneyimleri tırnak<br />

içerisinde normale sizin o karar halinize geri döndürebiliriz için nörolojik olarak<br />

bir şey yapmamız gerekiyor. Bu yapılması gereken şey de yine amigdala ve<br />

ön beyin ile ilgili gözüküyor.<br />

Richard Davidson uzun bir süre Budist rahipleri araştırıyor. Bu rahipler 30-<br />

40 yıl boyunca meditasyon yapmış insanlar. Bu insanların beyinlerine baktığınız<br />

zaman sol prefrontal korteksle amigdala arasındaki bağlantıların diğer<br />

insanlara göre daha kuvvetli olduğunu ve beyaz maddelerinin daha kalın olduğunu<br />

görüyoruz. Yani bu insanlar amigdala da aktivasyon artışında kuvvetli<br />

bir fren mekanizmasına sahipler. Amigdalayı yavaşlatabiliyorlar. Bu sistem bugün<br />

beyaz madde bağlantısallığı cinsinden ölçülebiliyor.<br />

Peki, beyaz bağlantısallığı yüksek olan bir insan kötü bir şey olduğunda<br />

nasıl davranır? “Bu da geçer yahu.” Her şey geçer her şey geçicidir devresini<br />

anlatan yer aslında burası. Bunu geliştirebileceğimiz her türlü pratiğin çok faydalı<br />

olacağını düşünenlerdenim.<br />

Üniversitemizin temel derslerinden biri olan Pozitif Psikoloji aslında bizim<br />

tasavvufun tekrar paketlenip de bilimsel bir formata sokulmuş hali. Orada yapılmaya<br />

çalışılan şey insanın bu anlam ve hikâyesinin, beyin bağlantısallığının,<br />

21


Prof. Dr. Sinan CANAN<br />

TRAVMANIN NÖROPSIKOLOJISI<br />

bu yönde değiştirmek için kullanılması.<br />

Beyin bölümlerinden insulanın fonksiyonları karışıktır. İçerisinde bedenin<br />

içsel bir haritasını taşıyor. Biz insula bölgemizde iç organlarımızdan ve bedenimizin<br />

farklı noktalarından gelen duyusal verileri haritalıyoruz. Bir insanın<br />

bedenini ne kadar dinleme alışkanlığı varsa beden ile ne kadar hemhal ise<br />

insulanın o kadar geliştiğini biliyoruz. Budist rahipler bol bol beden tarama<br />

meditasyonu yapıyorlar. Bu sebeple insulaları kalın. Peki, bu ne sağlıyor?<br />

Duygusal sistemimiz rasyonel değildir laflarla bize bilgi vermez. Kulağımıza<br />

bir şey fısıldamaz. Bedenimize sinyal gönderir. Mesela âşık olunca midenizde<br />

kelebekler uçar. Korkunca göğsünüzde sıkışma olur. Hayal kırıklığına uğradığınızda<br />

boğazınız tıkanır. Devamlı vücuda der ki ‘burada bir sorun var.’ Vücudu<br />

okumayı bilen birisi duygusal sistemine daha yakından dokunabilir. Dokununca<br />

da o sistemin kontrolünü daha iyi sağlayabilir. Beden farkındalığı, öz farkındalık,<br />

kendini bilmek. Kendini bilince de her şeyi çözmek meselesine doğru<br />

hızlı hızlı geçiyoruz.<br />

Bu farkındalığı da “insanın fabrika ayarları” olarak tarif ettiğim şeylere<br />

uyumlu bir hayat yaşamak lazım. Mutluluk, sağlık, iyilik hali bütüncül bir haldir.<br />

O yüzden bir şey yiyince iyi olunmaz ya da bir spor yapılınca iyi olunmaz.<br />

Sağlık bütüncül bir haldir ve sosyal ağların da çok büyük bir önemi var. Diğer<br />

insanlar bizim devrelerimizi darmadağın da edebiliyorlar çok iyi bir hale de<br />

getirebiliyorlar.<br />

Eğer önümüzde bir fırsat varsa zorluklar ve dikenler bizi ilgilendirmiyor.<br />

Diken batsa da hissetmiyoruz. Hayatta en önemli şeylerden bir tanesi amaç.<br />

Amaç insanı daha istikrarlı bir hale getiriyor. Amaçsız bir yaşam, insanı savrulan<br />

bir yaprağa dönüştürüyor. O dar simülasyon çerçevesinden çıkıp yeni kararları<br />

almayı denemek için o cesaret dediğimiz şeyi kullanmak lazım. Cesaret<br />

denen duygu bizden başka canlıda görmediğimiz bir özellik. Geniş görebilme,<br />

basiret ya da feraset dediğimiz şeyi geliştirmek için hayatımızı biraz çeşitlendirmemizin<br />

faydalı olacağına inanıyorum.<br />

Yine travma ile baş etmek için duygusal istikrar için rezilyans için en önemli<br />

şeylerden bir tanesi umuttur. Şartlar ne olursa olsun insanda umut var ise<br />

insan ilerleyebiliyor. Umut bittiğinde insan da bitiyor. Merak hayatımızda yeni<br />

kapılar açıyor.<br />

Biyolojik evrimi anlamanın çok ama çok ama çok önemli olduğuna inanıyorum.<br />

Çünkü fabrika ayarı dediğim şey o anlatıya dayanıyor. Kendine iyi<br />

bakmak derken yatmak yiyip içmek değil. Derdim ne? Arzum ne? Travmam<br />

ne? Bu konuları bir uzmana bırakmadan insanın kendisiyle ilişkisini sıkı tutması<br />

gerekiyor.<br />

22


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

Benim ekstra önerilerimden biri, şu evrenin karmaşasını anlayıp şehirde<br />

yaşadığımız, alıştığımız düzenin artık dışını fark etmemiz gerekiyor. Tabiattaki<br />

sistem böyle çalışmıyor. Oradaki sisteme göre ayarlarımız yapılmış, biz bunu<br />

unutunca da problem yaşıyoruz. En önemlisi de bizleri açlık değil, yara değil,<br />

travma değil, sadece anlamsızlık öldürür. Anlam yoksa yaşam sürdürülebilir<br />

değildir. Anlam süren, anlam arayan tek zihin insan zihnidir. Bu ihtiyacı karşılamayacak<br />

olursa dünyanın da kendisinin de başına bela bir canlı üretmek işten<br />

bile değil. Diğer psikolojik durumlardan ya da bozukluklar daha farklı olarak<br />

travmanın odağındaki mesele gerçekliktir. Travma gerçeklikle ilgilidir. Dolayısıyla<br />

yaşadığımız gerçeklikleri algılama biçimimiz travmayı çözme biçimimizi<br />

de doğrudan etkiler.<br />

SORULAR<br />

Soru 1. Travmalarda duyguların ifade edilmesi travmaları çözer mi?<br />

Prof. Dr. Nevzat Tarhan: Duygunun ifadesinin terapötik etkisi ile ilgili çalışmalarda<br />

duygu ifade etmenin travma çözücü etkisi olduğu tespit edilmiş.<br />

Ancak duyguyu regüle etmek, travmayı daha iyi tedavi ediyor. Kişi sadece<br />

duygusunu ifade ettiği zaman geçici bir rahatlama oluyor. Fakat daha sonraki<br />

tepkilerinde duyguyu dengeleyemezse daha sorunlu ikincil travmalara ortaya<br />

çıkıyor. Bu yüzden şu an daha çok emosyon regülasyon çalışmaları, duyguyu<br />

birebir yönetme çalışmaları, sadece duygu ifadesinden daha rasyonel görülür.<br />

Kişiye duygu regülasyonun öğretilmesi kişinin çevresi ile olan ilişkisini daha iyi<br />

yönetmesini sağlıyor.<br />

Emosyonel regülasyon yapınca anterior singulat korteks çalışıyor. Yüksek<br />

lisans öğrencilerimizle 2014 yılında yayınlanan bir sufi meditasyon çalışması<br />

yapmıştık. Sufi meditasyonda da, Budist meditasyonda da singulat korteks<br />

regüle oluyor ve çalışıyor. Singulat kortekse beynin vites kutusu ya da ruminasyon<br />

kutusu da deniyor. Kişi duygularını regüle edemezse sürekli tekrarlar<br />

yaşıyor. Çözümlemeden o duyguyla yüzleştirirseniz kişi suçluluk yaşayabiliyor.<br />

Sadece duyguyu ortaya çıkartır ve onunla yüzleştirirseniz bu yarayı açık bırakmak<br />

olur. Bu kişi için tehlikeli bir durum. Duyguyu açığı çıkartmak iyi niyetle<br />

yapılabilir ama sonuçları kötü olabilir. Kişi annesine, babasına ya da geçmişte<br />

problem yaşadığı her kimse ona düşman olabilir. Bana neden bunu yaptığınız<br />

diyerek kavga edebiliyor. Bunlar da yeni travmalara yol açıyor. Travma tedavisinde<br />

o geçmiş travmayı bugüne getirip çözüp tekrar eski rafına kaldırmak<br />

gerekiyor. Duygunun, bilişin ve davranışın regülasyonu yapılmalı. Bu regülasyon<br />

sürecinde de yine kişinin IQ düzeyine göre hareket ediliyor. Eğer düşük bir<br />

IQ düzeyi varsa bilişsel olarak çalışılmaz. Direkt olarak davranışla çalışılmalı.<br />

Bunlara dikkat edilmeli.<br />

23


Prof. Dr. Sinan CANAN<br />

TRAVMANIN NÖROPSIKOLOJISI<br />

Soru 2. Yeni doğan bir bebek için anne karnından ayrılmak bir travma. İlk<br />

travma da bu oluyor. Bu geçiş süreci onun daha sonraki hayatında yaşayacağı<br />

travmalara sebebi olabilir mi?<br />

Prof. Dr. Sinan Canan: Hep olana travma dememeliyiz. Yoksa duyarsızlaşırız.<br />

Kadim literatürde buna ‘kabz olmadan bast olmaz’ denir. Sıkışmazsan genişleme<br />

olmaz demek. Travmanın olumsuz tanımıyla, yaşamsal gereklilikleri<br />

ayırırsak iyi olur. Hiç travma, depresyon, anksiyete, bipolar, otizm, şizofreni<br />

olmasaydı: Düşünsek ki şehir suyuna bir ilaç katacaksınız, bunların hepsini<br />

silecek. Dönem başlarında öğrencilerime “Yapar mısınız?” diye soruyorum.<br />

Herkes “Evet yaparız” diyor ve böyle çok güzel bir dünya hayal ediyorlar ama<br />

dönemin ortasına doğru neden böyle bir şey yapamayacaklarını anlıyorlar.<br />

Bunlar insan çeşitliliği için ödememiz gereken bedeller. Herkesin ‘normal’ olduğu<br />

bir yerde insan olamazsınız. Bu çeşitlilik olmazsa yaratım olmaz, inovasyon<br />

olmaz. Yeni çözümler, yeni yollar bulunmaz. Dolayısıyla insan, soyu<br />

tükenen bir canlı olarak tarih sahnesinden hızlıca silinir.<br />

Travma, sosyal hayatı aşırı bozucu etkisi olan bir yapı. Bozucu bir etki yaptığı<br />

için psikolojide ve psikiyatride adına artık “bozukluk” diyoruz, hastalık demiyoruz.<br />

Bozucu bir etki yaptığı için klinik olarak ilgi alanımıza giriyor. Ancak<br />

benim burada anlatmaya çalıştığım şey bizi farklı yapan, bizi biz yapan şeyler<br />

onlar. Doğum deneyimi, ilk aşık olma deneyimi, ilk başarısız olma deneyimi.<br />

Yürürken düşmezseniz yürümeyi öğrenememek gibi bir hakikat var. Düşeceksiniz<br />

ki yürümeyi öğreneceksiniz dolayısıyla bu deneme yanılma ile öğrenme<br />

ve travma konusunu iyi ayırmak lazım.<br />

24


Travma Sonrası Büyüme<br />

Doç. Dr. Gökben HIZLI SAYAR<br />

<strong>Travmayı</strong> genel olarak tanımlayacak olursak, ölüm veya ölüm tehdidinin<br />

bulunduğu, beklenmedik ve kişinin daha önceki baş etme mekanizmalarını<br />

yıkan, daha önce kullandığımız tekniklerin işe yaramadığı, bizi afallatan uyum<br />

sağlayıcı baş etme yollarımızı felç eden olaylara travma diyoruz. Yani düşe<br />

kalka yaşamda ilerlerken bazen öyle bir şeyle karşılaşıyoruz ki, bu ne yapacağımızı<br />

şaşırdığımız hatta başımıza ne geldiğini bile algılayamadığımız olaylara<br />

travma diyoruz. Bir tehdide karşı verdiğimiz duygusal bir tepki var. Dengemizi,<br />

kontrolümüzü kaybediyoruz. Geleceğe dair güven, güvenlik duygusu kaybı yaşıyoruz.<br />

Güvenlik duygusunu sadece soyut anlamda değil somut anlamda da<br />

kaybediyoruz. Depremzede bir danışanım bunu “Sürekli ayaklarımın altından<br />

yer kayıyor hissi yaşıyorum. Ben üzerinde durduğum toprağa güvenemiyorum.<br />

Geleceğe nasıl güveneyim?” diyerek ifade etmişti.<br />

Danışanlarımıza klinikte yaptırdığımız uygulamada bir nokta çizip yatay<br />

olarak ucu açık bir ok çiziyoruz. Onlardan şu an kendilerinin hayatın neresinde<br />

olduğunu düşünüyorlarsa yatay eksende işaretleyerek belirtmelerini<br />

istiyoruz. Uygulamada, travma mağduru kişilerin 20-25 gibi daha çok genç bir<br />

yaşta olmalarına rağmen kendilerini yatay çizginin sonuna doğru işaretlediğini<br />

görebiliyoruz. 80 yaşında olup kendisini daha orta kısımlarda işaretleyen,<br />

30-40 yıl daha yaşama planı olan danışanlarımız da var. Aslında bu çok sağlıklı<br />

bir şey. İncinmezliğimize dayanarak birçok yeni plan yapıyoruz. Fakat travma<br />

yaşadığımızda bu da alt üst oluyor. Sarsıcı olaylar bizde kalıcı izler bırakabiliyor.<br />

Yeterli ruhsal organizasyon ve bunun sonucunda yeni bir denge ve istikrar<br />

sağlayana kadar devam edecek olan travmatik bir süreç başlıyor. Sürecin bitmesi<br />

yeni beyni devreye sokup anlamlandırıp tekrar doğru biçimde harekete<br />

25


Doç. Dr. Gökben HIZLI SAYAR<br />

TRAVMA SONRASI BÜYÜME<br />

geçmeye başlayana kadar sürebilir.<br />

Travmaların yıkıcı yanlarının yanında bir yönü daha var. Bu yönü açıklarken<br />

Nuri Bilge Ceylan’ın bir sözünü hatırlatmak isterim. “Biri ölür üzülmezsiniz,<br />

sonra sandalyeye asılı hırkasını görürsünüz, o hırkanın duruşu kalbinize oturur.<br />

Üstünü örttüğünüz birinin cenazesine katılmadan hayatı tam anlamıyla<br />

kavrayamazsınız.” Biz incinmezlik içerisinde yaşayıp gidiyoruz. Ne zaman ki<br />

önemli bir olay yaşayıp bütün şemalarımızın yıkılmasıyla hayatın aslında bizim<br />

sandığımız gibi, gördüğümüz gibi olmadığını fark ediyoruz, her şey donuyor. O<br />

farkındalık noktasında yeni bir başlangıç oluyor. Önümüzde iki seçenek var. Ya<br />

o donmuş halde kalacağız ve sürüneceğiz, ya da yeniden kalkarak kendimizi<br />

toparlayacağız ve yeni şemalar kuracağız.<br />

Kentsel dönüşüm kamyonlarını her yerde görüyorsunuz. Onlar benim aklıma<br />

travma sonrası gelişmeyi getiriyor. Burada anlatmak istediğim şey, siz o<br />

binayı yıkmadan istediğiniz kadar onarmaya çalışın. Üzerinde yeni bir şey üretemeyeceksiniz.<br />

O bina yıkılıyor, yerine yeni bir oluşum oluyor. İyi bir şey mi<br />

oluyor kötü bir şey mi oluyor o da tartışılır ama ben iyi olanlardan bahsedeceğim.<br />

Acı çekmenin dönüştürücü gücü, yani konumuz, travma sonrası gelişme,<br />

travma sonrası büyüme, travma sonrası olgunlaşma.<br />

Travma sonrası büyüme nedir? Kişinin yaşadığı travmatik olay sonucunda<br />

yaşamının belirli alanlarında daha iyi işlevsellik gösterme halidir. Yukarıda<br />

Ceylan’ın ifadelerinden bahsetmiştim. Bir kişinin toprakla üzerini örttükten<br />

sonra daha fazla olgun, daha fazla kadir kıymet bilen, yaşamın anlamını daha<br />

fazla kavrayabilen bir noktaya ulaşmaktan bahsediyoruz. Kişinin kendi potansiyelini<br />

daha fazla ortaya çıkarmasıdır.<br />

Travma sonrası gelişme araştırmalarında genel olarak beş alan belirlenmiştir.<br />

Bunlar; yaşam doyumu anlamında kişinin önceye göre daha iyi olması,<br />

diğerleri ile ilişkileri, yaşamda yeni olasılıkları görebilmesi, kişisel gücünü fark<br />

edebilmesi ve maneviyatta değişim.<br />

En çok tartışılan konulardan biri travma sonrası büyüme ve psikolojik sağlamlık<br />

(resilience). Psikolojik sağlamlıkta kendinizi koruyorsunuz ve aynı şekilde<br />

devam edebiliyorsunuz. Ancak travma sonrası büyümede önce yıkıyorsunuz<br />

daha sonrasında olumlu bir biçimde devam edebiliyorsunuz. Genel olarak<br />

aralarındaki farkı bu.<br />

Baharda görüyorsunuz. Büyük ağaçlara yıldırım düşüyor, kesiliyorlar. Bazen<br />

budama adı altında inanılmaz travmalar yaşıyorlar. Fakat daha sonrasında<br />

o öldü dediğiniz ağaçtan yepyeni dallar, yepyeni filizler çıkabiliyor. Bu durum<br />

her zaman benim aklıma travma sonrası büyümeyi getiriyor. Prof. Dr. Nevzat<br />

Tarhan’ın çok sık kullandığı bir sözü var: “Kriz fırsattır” diyor. Her zaman aklımıza<br />

bu gelmeli. Başımıza gelen darbeler, travmalar bizi yerle bir etse de, aynı<br />

26


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

zamanda fırsat demektir. Üzerine gitmemiz olgunlaşmamız için bize bir fırsat<br />

tanıyor.<br />

Travma sonrası büyüme yaşayan kişileri anlayabilmek için onların söylemlerine<br />

bakalım. “Hayatımda neyin önemli olduğu ile ilgili önceliklerimi değiştirdim.”<br />

Bu ifadeyi söyleyen pankreas kanseri olan 50 yaşlarında bir kişiydi.<br />

Hastalık çok ilerlemişti. Kendisine iki yıl yaşama ihtimaliniz yüzde 5, beş yıl<br />

sağ kalma ihtimaliniz binde 2 gibi bir oran verilmişti. Kendisi “Keşke bu kanser<br />

tanısını daha önce otuzlu yaşlarımda alsaydım. Belki daha kısa yaşayacaktım<br />

ama sanki hayatım kanser tanısı aldıktan sonra başladı” dedi. Kanser hastalığı<br />

onun hayat telaşesi içerisinde ertelediği hayallerini gerçekleştirebilmesine,<br />

yorucu iş yükünü azaltmasına, eşiyle ve çocuklarıyla ilişkisini düzeltmesine<br />

sebep oldu. Kanser tanısı onun hayatında neyin önemli olduğunu görmesi ve<br />

önceliklerini değiştirmesi için bir fırsat oldu. 80 yaşına kadar hiçbir şeyini değiştirmeden<br />

aynı tempo içerisinde de yaşayabilirdi.<br />

Diğer ifadeler “Hayatımın değerini daha çok takdir ediyorum. Yeni ilgi<br />

alanları geliştirdim. Kendime daha çok güvenim var. Manevi konuları daha<br />

iyi anlıyorum. Zor durumda kaldığımda insanlara güvenebileceğimi daha iyi<br />

anladım.” Fakat bunun oluşabilmesi için enteresan biçimde öncelikle kişinin<br />

kendisinin tamamen yalnız olduğunu hissetmesi gerekiyor. Ağaç metaforundan<br />

yeniden örnek verecek olursak, o ağacın dallarının kırılması gerekiyor. Siz<br />

eğer travmadan sonra işlevselliğinizi koruduysanız dayanıklıysanız ya da bir<br />

travma yaşamadıysanız bu şansa kavuşamıyorsunuz. Büyümenin oluşabilmesi<br />

için yıkılma şart.<br />

Travma sonrası gelişme yaşayanlar “Hayatıma yeni bir yön verdim. Diğer<br />

insanlara daha çok yakınlık hissediyorum. Duygularımı ifade etmeye daha istekliyim.<br />

Zorluklarla başa çıkabileceğimi daha iyi anladım. Hayatımda daha iyi<br />

şeyler yapabilirim. Olayları olduğu gibi kabullenmekte daha iyiyim” diyorlar.<br />

Psikiyatrist olarak klinik pratikte birçok anksiyete bozukluğu tanılı hasta görüyoruz.<br />

Genel olarak kaygı duydukları olayları sıraladığımızda yaklaşık olarak<br />

%95’inin “Çocuğuma bir şey olur mu, sağlığımı kaybeder miyim?” gibi kontrol<br />

edemeyecekleri, edemeyeceğimiz şeyler hakkında endişelendiğini görüyoruz.<br />

Ancak bu kişilere “Böyle yapmayın” demekle de yapmamaları sağlanamaz.<br />

Söylemesi kolay uygulaması zor bir süreçtir. Holding yöneten bir danışanım<br />

vardı. Kalp krizi geçirdikten sonra kardiyologlar kendisine “Bundan sonra strese<br />

girmeyin, kalp krizi tekrar edebilir” uyarısında bulunmuşlar. O kişinin hayatındaki<br />

en büyük stres, strese girme korkusuydu. Strese girmeyin, demekle<br />

strese girmesi engellenemiyor, bazı şeyler elimizde değil. Olayları olduğu gibi<br />

kabullenmek zor. Travma sonrası büyümede bazı şeyler değişebiliyor. Kişi yeni<br />

değişimlere “Bu da geçer ya hu” farkındalığı ile bakıp bu olgunluğa erişebilirse<br />

hayatında birçok şeyi değiştirebilecek gücü oluyor.<br />

27


Doç. Dr. Gökben HIZLI SAYAR<br />

TRAVMA SONRASI BÜYÜME<br />

“Her günün değerini daha iyi anladım. Hayatta gerçekleşmesi mümkün<br />

olmayacak yeni fırsatlar karşıma çıktı. Diğer insanlara daha çok şefkatliyim.<br />

İlişkilerim için daha çok emek harcıyorum. Değişmesi gereken şeyleri değiştirmeyi<br />

denemeye daha istekliyim. Daha güçlü bir dini inancım var. Düşündüğümden<br />

daha güçlü olduğumu gördüm. İnsanların ne kadar harika olduğuyla<br />

ilgili çok şey öğrendim. Başkalarına ihtiyaç duymak artık benim için daha kabul<br />

edilebilir. Dünya ile aramdaki uyum daha anlamlı gelmeye başladı. Varoluşun<br />

bütünü ile olan bağım artık daha kuvvetli. Yaşam ve ölüm hakkındaki<br />

sorularla daha iyi yüzleşebiliyorum. Hayatın anlamı hakkında daha netim.” Bu<br />

ifadeler aynı zamanda travma yaşayan kişilerde, travma sonrası büyüme olup<br />

olmadığını, oldu ise ne kadar olduğunu saptamak için bilimsel araştırmalarda<br />

kullandığımız sorular.<br />

İlginç olarak yaşamda büyümeyi ve stresi ortaya çıkaran olaylar aynı olaylardır.<br />

Başınıza bir olay geliyor, yalnız kalıyorsunuz incinebilirliğinizi görüyorsunuz,<br />

yakınlarınızı kaybediyorsunuz. Stresi bu yaratıyor ama büyümeyi de<br />

bu yaratıyor. Onun için genel olarak kuramlarda kabul edilen şey büyümenin<br />

ortaya çıkabilmesi için yaşanan olayın yaşamla ilgili temel sayıltıları sorgulatması,<br />

hatta sıklıkla yıkması gerekiyor. En fazla travma sonrası büyüme yaşayan<br />

grup, en ağır travmaları yaşayan gruptur.<br />

1999 depreminde depresyon tablosu ile gördüğüm bir depremzede danışanım<br />

vardı. Depremde kocasını ve iki kızını kaybetmişti. Zorlu koşulların<br />

üstesinden gelebilmek için bir psikolojik bilişsel çaba göstermiyordu. Grup<br />

terapilerinde “Kimse beni anlayamaz” ifadeleri üzerine benzer durumda olan<br />

kişiler kendisine gösterildiğinde “Ama benim kızım 4 yaşındaydı” diyecek kadar<br />

acısını spesifikleştirme eğilimi vardı. Daha sonra annesi ve babasını da<br />

trafik kazasında kaybetti. Daha sonra Umreye gitti ve göstermediği psikolojik<br />

bilişsel çabayı orada gösterdi, yıkılmış olan şemalarını yeniden organize etmişti.<br />

Döndüğünde kendisine huzurlu bir hayat kurabildi.<br />

Yaşamda temel varsayımlarımız var. İlk olarak dünyanın iyiliği varsayımımız<br />

var. “Dünya iyi bir yerdir.” Eğer psikopatolojimiz yok ise genel olarak bu<br />

şekilde düşünüyoruz. İkinci olarak da dünyanın anlamlılığı varsayımı. İnsanlar<br />

hak ettiklerini yaşayacaklarına dair bir inancımız var. Hatta bazen iyi insanların<br />

başına kötü şeyler geldiğinde ya da kötü insanların başına hiçbir şey gelmediğinde<br />

şaşırıyoruz. Üçüncü olarak kendilik değeri varsayımımız var. Kendimizle<br />

ilgili genellikle olumlu bir algımız var. İşlevsel olarak bir bozukluk yoksa şemalarımız<br />

çarpık değilse kişiler genel olarak bu şekilde düşünüyorlar. Ancak<br />

bir travma yaşadığımız zaman bu varsayımlarımızın hepsi yıkılıyor. Sonrasında<br />

aynı varsayımları, eski yaşadığımız deneyimleri de içine ekleyerek biraz daha<br />

işlevsel hale getirip yeni bir sistem kurmamız gerekiyor. Yani benim iki çocuğum<br />

ölmüş olabilir ama bunlar benim başıma kötü bir insan olduğum için<br />

gelmiyor. Çocuklarım olmazsa hayatta yaşayamam diyordum ama demek ki<br />

28


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

yaşayabiliyormuşum yani bir biçimde o gücü kendimde bulabiliyormuşum. Bu<br />

yeni düşünce kalıplarıyla kişi kendini yavaş yavaş iyileştirebiliyor.<br />

Travmatik olay yaşanıyor ve varsayımlar sarsılıp yıkılıyor, kendi incinebilirliğimizi<br />

fark ediyoruz. Yıkıcı olan bu yaşantıyı üst beyinde yeniden yapılandırabilirsek,<br />

yeniden işleme sürecine geçebiliriz. Yapmadığımız zaman ruminasyon<br />

haline dönüyor. Çünkü alt beyinde eski bildiğimiz şeyler de karşılığı yok.<br />

Orada dönüp duruyor. Nasıl anlamlandırabileceğimizi de bilmiyoruz. Bilişsel<br />

süreçler kişinin dünya görüşünü yeniden inşa ediyor. Bu inşa sürecinin sonucunda<br />

da travmaya uyum sağlayabileceğimiz yeni bir yapı ortaya çıkıyor. Daha<br />

işlevsel olan bu yapının oluşumuna “travma sonrası gelişme” diyoruz.<br />

Travma sonrası gelişmeye kimler daha yatkın diye bakacak olursak cinsiyet<br />

faktöründe kadınlar erkeklere göre gelişmeye biraz daha yatkınlar. Arada az<br />

bir fark olsa da bu anlamlı bir fark. Kadınlarda travma sonrası büyüme daha<br />

fazla oluyor. Özellikle de evlat kaybı gibi ağır travmalar sonrasında. Elbette<br />

erkekler için de evlat kaybı çok travmatik bir süreç. Yaş faktörüne bakacak<br />

olursak, ergenlik süreci travma sonrası gelişme ile çok ilişkilendirilmemekle<br />

birlikte yaş ne kadar gençse travma sonrası büyüme için o kadar avantajımız<br />

var. Muhtemelen yaş daha genç olduğu için, daha önceki şemaların çok sağlam<br />

olmaması ile yıkılması ve daha işlevsel şemaların yerleşmesi daha kolay<br />

oluyor. Yaş ilerledikçe travma sonrası büyüme ihtimali düşüyor fakat çok ileri<br />

yaşlardaki kişilerde de gelişme görülebiliyor.<br />

Geçmiş travma faktörüne bakacak olursak, burada geçmiş travmanın nasıl<br />

yaşandığı önemli. Ne kadar travma yaşarsanız yaşayın şemalarınız sağlamsa,<br />

yıkılmadıysa bu sizin dayanıklılığınızı artırıp duygusal olarak daha istikrarlı<br />

olmanızı sağlar ama büyüme sağlanamaz. Büyüme olması için o şemaların<br />

yıkılmış olması gerekiyor. Bu sebeple geçmiş travmaların sayısından ziyade<br />

geçmiş travmalarınızın karşısındaki duruşunuz önemli.<br />

Genetik faktörüne baktığımızda, genetik ve travma alanına dair yeni yeni<br />

çalışılmaya başlandığını görüyoruz. Bir gen ilişkili bulunmuş, bu gen kaygı bozuklukları<br />

ile de ilişkili ve aynı zamanda kaygı bozukluklarına da yatkınlık yaratıyor.<br />

Mesela bireyin panik bozukluğu ve kaygı bozukluğu var. Bu da travma<br />

sonrası gelişme yaşamak için kişi için bir avantaj olabilir. Ancak çok fazla multigenetik<br />

faktör ile ilişkili olduğu için çalışma yapmak da o kadar kolay değil.<br />

Yaşanılan psikolojik stres ve işlev kaybı faktörü önemli çünkü ne kadar psikolojik<br />

stres ve işlev kaybı yaşanırsa büyüme ihtimali de o kadar artıyor.<br />

Travma yaşanmadan önceki kişilik özellikleri de gelişme için önemli bir<br />

faktördür. Optimistik, yeniliğe daha açık, geleceği kurgulayabilen geleceği öngörebilen<br />

bir bilişsel yapınız varsa şemalarınız yıkıldığı zaman yeniden inşa<br />

edebilmeniz daha kolay oluyor.<br />

29


Doç. Dr. Gökben HIZLI SAYAR<br />

TRAVMA SONRASI BÜYÜME<br />

Travma sonrası büyüme sürecinde neler oluyor diye baktığımızda travmayı<br />

yaşadıktan sonra savunmasızlık, kırılganlık duyguları yaşanıyor. Yaşamın biz<br />

bir şey yapsak da yapmasak da geçip gittiğini fark ediyoruz. Yaşamda belirli<br />

olayları kontrol edemeyeceğimizi anlıyoruz. Belirli olaylara verilen önem derecesi<br />

değişiyor, öncelikler değişiyor. Gündelik yaşamın parçası olan şeylerden<br />

daha fazla keyif alma, yaşanılan her gün için şükretme, minnet duyma<br />

hali görülüyor. Böyle bir süreç kişinin zihninde gerçekleşirse, en azından yaşamın<br />

daha fazla takdiri anlamında bir büyüme yaşıyor.<br />

Travma sonrası büyümede diğerleriyle daha sıcak ve yakın ilişkiler geliştiriyoruz.<br />

Stres ve kayıp yaşadıktan sonra bununla baş etmemiz gerekiyor çünkü<br />

toplum içerisinde yaşıyoruz. Başa çıkabilmek için kişi, ailesinden ve arkadaşlarından<br />

yardım ve destek arayışı içerisine girebilir. Eğer ailesinden ve arkadaşlarından<br />

destek alabiliyorsa, bu destek sırasında kendisini destek aldığı<br />

kişilere yavaş yavaş açabiliyor. Bu sayede insanlarla daha iyi bağ kurup kişilerarası<br />

ilişkilerinde yakınlık, samimiyet duygusu geliştirmeye başlıyor. İlişkiler<br />

hakkında daha esnek bir düşünme biçimi geliştiriyor. Bunun sonucunda da<br />

travma sonrası büyüme oluyor.<br />

Travma sonrası büyümede bazı ilişkileri bitirebilirken bazı ilişkiler daha<br />

anlamlı hale gelebiliyor. Bu süreçte bütün ilişkiler daha sıcak olacak diye bir<br />

şey yok ama bazı ilişkilerde kopabiliyor. Yani çok fazla değer verdiğimiz için<br />

pişman olduğumuz, hiç olmasaydı dediğimiz ilişkiler de olabiliyor. Toksik ilişki<br />

dediğimiz, kişiye zarar veren ilişkileri bitirme gücü de yine travma sonrası büyüme<br />

ile kazanılabiliyor.<br />

Maneviyatta bir gelişme yaşanabiliyor. Dini inancı olmayan bireyler için de<br />

spiritüel alanda büyüme, yeni olasılıklar bulma ve temel inançları değiştiren<br />

yeni bir yaşam felsefesi algısı gelişebiliyor.<br />

Travma yaşamış kişilere her şey aynıymış gibi gelse de bir şeyler değişiyor.<br />

Mutlaka bir değişim yaşanıyor. Bu değişim travmatik büyüme gibi olumluya<br />

evrilme şeklinde olabilirken, büyüme olmadan olumsuza gidiş de olabilir. Boyle’nin<br />

bu durumu ifade eden bir sözü var “Ağaçlar aynen daha önce olduğu<br />

gibi büyüyor görünse de, nehirler aynı yöne akıyor gibi olsa da, insanların<br />

yaşamı aynı eskisi gibi görünse de, yine de hiçbir şey aynı değildir.”<br />

Travmaları sıklıkla bir yas süreci takip eder. Yas sürecinde psikoterapi hizmeti<br />

verirken dikkat etmemiz gereken noktalarda kısaca vurgulamak istediğim<br />

yerler var. Çünkü bizler travma yaşamış, travmanın yasını yaşayan kişilerle<br />

çalışırken en yapılmaması gereken hamleleri bazen yapabiliyoruz. Mesela<br />

vefat eden yakının kıyafetlerini atmayan bir kişiye “Evi müze haline getirmişsin,<br />

giysilerini at” vs. diyebiliyoruz. Atmak istemiyorsan atmasın. Onun bağ<br />

kurma ihtiyacı var. Bu bağ ancak zaman içerisinde olabilecek bir şey çünkü<br />

başına ne geldiğini anlayıp, zihninde bunu yerleştirilmesi bir yere koyabilmesi<br />

30


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

ve bundan sonra adaptasyon stratejilerini kullanıp yola devam edebilmesi için<br />

zamana ihtiyacı var. Herkeste de bu süreç aynı hızla gerçekleşmiyor, biraz süre<br />

gerekebiliyor. Zorla kabristana götürülenler, cenaze yıkanırken zorla izlettirilenler<br />

oluyor. Çok yanlış uygulamalar yapılabiliyor. Bunun belirli bir formülü<br />

yok. Bireyin kendi hızına, travmasını ve yaşadığı şeyi anlamlandırıp travması<br />

ile ilgili yeni bir kognisyon yeni bir duygusal olgunluk geliştirmesine bağlı. Bu<br />

noktada terapistin kişiye anlamlandırma sürecinde yardımcı olması gerekiyor.<br />

Yas sürecinde psikoterapide terapistin bazı görevleri var. İlk olarak kaybın<br />

koşullarının netleştirilmesi gerekmektedir. Çünkü bireyler bununla ilgili konuşmaktan<br />

kaçınıyor ya da kişi konuşmaya istekli olsa da çevresi acısını hatırlatmayalım<br />

diye konuşmaktan kaçınıyor olabiliyor. Terapist danışanın kayıp<br />

deneyimini tarif etmesine yardımcı olmalıdır. Terapist danışana yaşadığı kaybı<br />

nasıl anlatmak istiyorsa o şekilde anlatabileceğini, duygusunu nasıl yaşamak<br />

istiyorsa yargılanmadan o şekilde yaşayabileceğini ifade etmeli ve aralarında<br />

bir bağ kurup güvenli bir ortam oluşturmalıdır.<br />

Terapist yavaş yavaş danışanın izolasyonunu azaltıp “Bana ne kadar güzel<br />

anlattınız, sizi o kadar iyi anladım ki acaba bana anlattıklarınızı dışarıdakilere<br />

de anlatabilir misiniz?” diyerek danışana hikayesini başkalarına anlatabilmesi<br />

konusunda yardımcı olmalıdır. Terapist olarak çok önemli bir görev üstleniyoruz.<br />

Danışan bazı şeyleri anlamlandırırken kendi hayatını değiştirirken sadece<br />

sükunetle yanlarında oluyoruz onları bir şey yapmak için zorlamıyoruz. Çünkü<br />

yasla çalışırken danışanı zorlamak ikincil travmalara, ikincil yaslara yol açabiliyor.<br />

Danışanın kaybını netleştirmemiz gerekiyor. Bu netleştirmenin yapılması<br />

çok önemli, çünkü kişi netleştirip anlamlandıramıyorsa travmalardan sonra<br />

tekrar tekrar aynı olayı sesi ile görüntüsüyle duygusuyla yaşıyor. Adeta beyin<br />

anlamlandırabilmek için kendi devresini hizmete sokuyor. Çözebilse netleştirebilse<br />

konu bitecek ama biz bunu çözene kadar o flashbackler rüyalar tekrar<br />

tekrar yaşanıyor.<br />

Terapide bireye sorular soruyoruz: “Bu kayıp sizin için nasıl bir şeydi? Kaybettiğiniz<br />

kişiyle aranız nasıldı? Ona dair hisleriniz nelerdi? Artık var olmamasına<br />

dair sizin için en zor şey nedir? Şu anda ne tür bir desteğe sahipsiniz? Kayıp<br />

deneyiminiz konusunda diğerleriyle ne paylaştınız? Size en çok kim destek<br />

oldu ve nasıl destek oldu? Kim daha çok destek olsa daha iyi hissedersiniz?”<br />

Bu sorularla kayıp deneyimini netleştirirken diğer yandan travma sonrası büyümenin<br />

de en önemli parçalarından biri olan diğer insanlarla ilişkisini daha<br />

iyi tutabilmesine, onlara duygusunu anlatabilmesine doğru yönlendiriyoruz.<br />

Kayıp deneyimini detaylıca netleştirirken şunu da unutmamamız gerekiyor.<br />

İnsanlar yastan vazgeçmek istemeyebiliyorlar. Buna saygı göstermemiz,<br />

anlamamız lazım. Çünkü bir kişi yasından vazgeçerse, ölmüş olduğu sevdiği<br />

31


Doç. Dr. Gökben HIZLI SAYAR<br />

TRAVMA SONRASI BÜYÜME<br />

kişiyle bağlantısını kaybedeceğinden korkuyor. Ta ki bu bağlantıyı daha uygun<br />

bir şekilde yaşayabileceğini anlayana kadar. Kurduğu bağı elinden almamamız<br />

gerekiyor ta ki daha sağlıklı bir yol bulana kadar.<br />

Kaybettiği kişiyi düşünmekten gündelik işleri devam ettirme noktasında<br />

zorluk yaşıyorsa bazı bilişsel yönlendirmeler yapabiliyoruz, onun duygusunu<br />

regüle edebilmesi için destek verebiliyoruz. Kişide bilişsel yeniden yapılandırma<br />

yaşanırken bunun kademe kademe yavaş yavaş ama daha sağlam bir<br />

şekilde kurulması gerekiyor.<br />

Danışan yas sürecini konuşurken, hayatına devam etmesi konusunda cesaretlendiriliyor.<br />

Kişiler yas sürecinde hayatta kaldıkları için suçluluk hissedebiliyorlar.<br />

Bir şehit annesi danışanım vardı. Kazara bir an aklından çıksa ve<br />

mutluluk hissetse, gülse, inanılmaz bir suçluluk hissediyordu. Oğlunun sevdiği<br />

yemekleri bir daha asla yapmadığını söylemişti. “Çünkü o yemezken ben nasıl<br />

yiyeceğim” suçluluğu hissediyordu. Bu hisse bizim de çok sahip çıkmamız<br />

gerekiyor. Anlamamız gerekiyor. Eğer anladıysak ve anlaşıldığını ona aktarabilirsek<br />

bizimle yavaş yavaş paylaşabiliyor. Paylaşabildikçe bunu değiştirme yolu<br />

açılacaktır.<br />

Psikodrama, travma sonrası bilişlerin yeniden yapılandırılmasında, Prof.<br />

Dr. Sinan Canan hocanın söylemiyle o alt beyindeki ya da eski beyindeki otomatik<br />

döngüden çıkıp biraz daha ikinci sisteme bilgileri aktarabilmemizde<br />

oldukça etkili bir terapi yöntemidir. Travmatik olayın bastırılmış yaşantısı yeniden<br />

güvenli bir ortamda, grup içerisinde veya terapist ile birlikte yeniden<br />

canlandırılır. Böylece söylenmemiş şeyler söylenebilir, yapılmamış şeyler yapılabilir,<br />

edilememiş vedalar edilebilir. Kişi başına ne geldiğini anlamlandırabilir.<br />

Son görüşmenin ayrıntısı canlandırılabilir. Mesela kişi “Anneme en ihtiyacım<br />

olduğu yaşta annem vefat etti” diyor ve içten içe “Anne beni bıraktın ve<br />

geri gelmedin” demek istiyorsa psikodramada bunu söylesin. Orada anneyi<br />

de birisi oynayabiliyor. Anne rolündeki kişi “Seni bıraktığım için çok üzgünüm<br />

ama elimde değildi, ben de seni çok özledim” gibi bir şey dediğinde kişinin<br />

beyninde bir şeyler değişebiliyor. Bu kişinin hatıraları üzerinde yeniden işleme<br />

yapılabiliyor. “Annem beni bıraktı evet ama o da istemiyordu” gibi bir yeni<br />

düşünce kalıbı eklenebiliyor. Diğer türlü kendi çarpık dünyamızda bir başımıza<br />

düşündüğümüz zaman nereye baksak yanlış görüyoruz. Biraz daha regüle<br />

edilmiş, düzenlenmiş bir biçimde üzerinden geçmek iyi olabiliyor. Psikodrama<br />

ile kaçınılan, mesafe konulan olaylar, hissedilen suçluluk hisleri yeniden somut<br />

biçimde çalışılabilme imkanı bulunuyor. Bunların gerçekçi olmadığı gösterilerek<br />

dış gerçeklikle yüzleşiliyor.<br />

Terapötik törenler, son dönem Hollywood sinemasında daha popüler hale<br />

gelen konuşma çubuğu veya bardak ritüelleri ile de kişilerin samimi bir şekilde<br />

travmatize edici olaya karşı duyduğu duyguları grup içerisinde anlatabil-<br />

32


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

mesine olanak sağlıyor. Diğer grup üyeleri grubun bir üyesi konuşurken sadece<br />

dinliyorlar ve ona onay veriyorlar. Sonra konuşma sopası diğerine geçiyor.<br />

Törenler insanların yeni şartlara adapte olmasına yardım ediyor. Duyguların<br />

paylaşımına yol açıyor ve başımıza ne geldiğini algılamamızı kolaylaştırıyor.<br />

Psikodramada bunun gibi teknikler kullanıyor.<br />

Terapide danışanda ruminatif iç diyaloğu sona erdirmek ve dengeli bir bakış<br />

açısı kazandırmak için cümlede boşlukları doldurma tekniği kullanılabilir.<br />

“Ne zaman …………….. olsa / yaşasam,<br />

seninle ilgili …………….. aklıma gelir ve bu da bana ……………..’yı hatırlatır.”<br />

Bu cümle kalıbını danışanlarla çalışmak ya da kendi içimizde çalışmak ve<br />

bunu bir yere bağlamaya çalışmak travma sonrası büyümeyi kolaylaştırabilir.<br />

Ensest yaşamış çocuklarla yapılan psikodramada üç küçük domuzcuk hikayesi<br />

kullanılabilir. Ensest yaşamış çocuklarda anneye karşı yoğun öfkeleri<br />

ve hayal kırıklıkları oluyor. “Annem bunu biliyordu ama annem beni korumadı<br />

ve buna izin verdi” şeklinde düşünce kalıpları mevcut. Üç küçük domuzcuk<br />

masalını yeniden canlandırıyorlar. Ancak masalın orijinalinden farklı olarak bu<br />

defa kurt bu defa evin içinde. Anne ortada yok, tacizci yani kurt evin içerisinden<br />

domuzcuklar dışarı çıkamasınlar diye uğraşsa da domuzcuklar bir oluyorlar<br />

ve kurtu evden dışarı atıyorlar. Sonrasında kendilerine taştan sağlam bir<br />

ev yapıyorlar ki kurt yeniden eve giremesin. Bu çalışma kilden ev maketleri<br />

yapılarak bitiriliyor. Öğrenilmiş çaresizliği sonlandırmak için önemli bir çalışma.<br />

“İnsanlar kötü değil. Annem de kötü değil bizi koruyamamış olabilir ama<br />

biz de artık kendimizi koruyabiliriz. Biz birbirimize yardım edebiliriz. Bizim de<br />

yapabileceğimiz şeyler var o kadar pasif halde değiliz” düşünce yapısını zihinlerine<br />

sokmak için küçük yaş grubu ile yapılan bir çalışma olabilir.<br />

Sonuç olarak ne yapıp edip o ağaç gövdesi kesildikten sonra yeni filizlere<br />

bir çıkış yolu açmak için çabalayalım. En azından çıkış yolunu tıkayan şeyleri<br />

temizleyebiliyorsak temizleyelim. Kişilerin tekrar bir hayata başlayabilmesi<br />

için gerekli desteği verelim. Terapide onu destekleyici davranmıyorsak, en<br />

azından ona zarar verecek biçimde davranmayalım.<br />

SORULAR<br />

Soru 1. Öncelikle bu faydalı sunum için size teşekkür ederim. Uzakdoğu ülkesinde<br />

bir anne ölmüş çocuğu ile sanal gerçeklik ortamında yeniden karşılaştırılıyor.<br />

Anne orada ölmüş çocuğu ile konuşuyor. Teknolojik imkanlarla<br />

bu tarz buluşmaların tasarlanması kişilerin yas sürecini nasıl etkiler?<br />

33


Doç. Dr. Gökben HIZLI SAYAR<br />

TRAVMA SONRASI BÜYÜME<br />

Doç. Dr. Gökben Hızlı Sayar: Aslında niyet iyi. Kişinin ölen kızı ile bağının<br />

bir şekilde devam etmesi sağlanmaya çalışılmış ancak kullanılan teknik bence<br />

son derece yanlış çünkü o sırada duygusal bir destek verilmiyor ve kişi yeniden<br />

yapılandırma sağlayamıyor. Üstelik kadının kızının ölümü ile ilgili yeniden<br />

bir yapılandırması varsa da, ölen kızının üç boyutlu sanal gerçekliği ile bir hayli<br />

bozuluyor. Kızı var mı yok mu? Gerçek mi değil mi? Bu ikilemler var olan şemayı<br />

da zaten bozuyor Onun için ben bunu çok doğru bulmadım. Ama tabii ki<br />

süreci bilmiyoruz. Belki uzun bir terapi süreci var ve yavaş yavaş bu noktaya<br />

gelindi. Öncesinde ve sonrasında neler yapıldığını bilmiyoruz ama en azından<br />

bizim izlediğimiz kadarıyla son derece travmatize edici ve kadının kognisyonunu<br />

ve duygu regülasyonunu bozacak bir uygulama. Onun için çok doğru<br />

bulmuyorum ama fikir olarak kızıyla yani kaybettiği yakınıyla bağını sürdürebilecek<br />

sanal bir şey oluşturulmuş. Kişi isterse bu bağı bir eşya ile evindeki bir<br />

fotoğraf ile ya da sadece anıları ile de kurabilir.<br />

Soru 2. Beş sene önce genç bir sporcu maç esnasında bir sakatlanma geçiriyor<br />

ve belden aşağısı tutmuyor. Bu sporcuda kaza sonrasında çevresine<br />

olumsuz davranışlar ve hakaretler görülüyor. Kaza sonrası böyle bir değişim<br />

geçirmesini de travma sonrası büyüme olarak değerlendirebilir miyiz?<br />

Doç. Dr. Gökben Hızlı Sayar: Travma sonrasında kişi farklı bir kişilik gösteriyorsa<br />

ve kafa travması falan almadıysa bilişleri, varsayımları, kognisyonları<br />

yıkılmış diyebiliriz. Yani inşaat alanı hazır ama üzerine konulan bina için bir<br />

yardıma ihtiyacı var çünkü çok çarpık bir yapı inşa ediyor şu anda. Aslında belirli<br />

bir noktaya gelmiş ama öbür tarafa giderse daha kötü olacak çünkü o artık<br />

büyüme değil de aksine daha kötü bir hale gitmek oluyor. Bu sebeple böyle<br />

bir durumla karşılaştığımızda yavaş yavaş terapi desteği vererek onu tekrar<br />

olması gereken raya doğru çekmeye çalışıyoruz.<br />

34


Terör ve Travma:<br />

Atatürk Havalimanı Saldırısı<br />

Dr. Öğr. Üyesi Mert AKCANBAŞ<br />

İnsan kaynaklı travmaların en korkunçlarından biri terördür. Terör saldırılarının<br />

en büyük hedefi toplumsal travma oluşturmaktır. Havacılık terörü ise<br />

diğer terör faaliyetlerinden farklı, özel bir yere sahiptir.<br />

Sivil havacılığın ortaya çıkışı 1930’lar olarak gözükmektedir. Havacılık terörü<br />

dediğimiz şey gayri resmi unsurların, yani teröristlerin, sivil hedefleri hedef<br />

alan ve şiddet kullanmak suretiyle toplumsal travma yaratmayı amaçladıkları<br />

faaliyetlerdir. Burada teröristlerin amacı bazen devlet otoritesini sarsmak,<br />

bazen de devletlere isteklerini kabul ettirmektir. Bu noktada havacılık terörü<br />

neden önemli ya da amaçları nedir diye bakmamız gerekiyor.<br />

Havacılık teröründe lokal bir saldırı ile küresel etki oluşturmak mümkündür.<br />

Örneğin Atatürk Havalimanı gibi bir yerde gerçekleştirilen saldırı uluslararası<br />

haberlere yansımak suretiyle hızla tüm dünyanın ajandasında yerini<br />

almaktadır. Böylece teröristler mesajlarını aynı anda tüm dünyaya vermiş oluyorlar.<br />

Bu amaç dışında havalimanları ya da havaalanları devletleri sembolize<br />

ettiklerinden oraya yapılan saldırılar aslında devletlerin kendilerine yapılan<br />

saldırılar olarak görülmektedirler. Güvenlik açısından bakıldığında bir ülkede<br />

en sıkı korunan sivil bölgelerin başında havalimanları gelmektedir. Dolayısı ile<br />

bu noktalara gerçekleştirilen saldırılar devletlerin ne kadar zayıf ve güçsüz olduklarını<br />

dünyaya göstermektedir. Tüm bu amaçların ötesinde havacılık terörünün<br />

ekonomik zarar amacı da bulunmaktadır. Yapılan saldırı ile bir ülkenin<br />

tehlikeli bir yer olduğu algısı ortaya yaratılarak turizm, hava trafiği ve kargo<br />

faaliyetlerine ciddi zararlar verilmektedir.<br />

35


Dr. Öğr. Üyesi Mert AKCANBAŞ<br />

TERÖR VE TRAVMA: ATATÜRK HAVALIMANI SALDIRISI<br />

Havacılık terör geçmişine baktığımızda, yani 1931-2016 dönemini incelediğimizde,<br />

uçak kaçırmaların sayısı 1308, ölen sayısı ise 814’tür. Aynı rakamlar<br />

sabotajlar için 174 ve 1829. İntihar eylemleri için ise 53 ve 4000’dir. Bu süreçte<br />

havaalanlarına yapılan yasa dışı girişimlerin sayısı 2071 iken ve ölen sayısı<br />

9508’dir. Bu rakamlardan terörle alakalı olmayan saldırıları çıkardığımızda,<br />

yani sadece terör saldırılarına baktığımızda, yer saldırıları 338 taneyken ölü<br />

sayısı 1650’dır. Aynı rakamlar uçak kaçırma olaylarında 221 ve 279, sabotajlarda<br />

56 ve 1726 ve intihar eylemlerinde 20 ve 2159’dır. Yani ilgili dönemde<br />

gerçekleşen 635 terör eyleminde 6814 kişi ölmüştür.<br />

Burada gördüğünüz gibi enteresan olan durum daha az sayıda yapılan eylemlerdeki<br />

ölü sayısının daha sık karşılaşılan eylemlerdeki ölü sayısından fazla<br />

olmasıdır. Yani sabotaj ve intihar eylemlerindeki ölü sayıları daha sık yapılan<br />

yer saldırıları ve uçak kaçırmalardan daha fazladır. Bu rakamları daha da arındırıp<br />

baktığımızda 1931 ile 2016 arası sadece havalimanı saldırılarından bahsedersek<br />

ve yerden uçaklara yapılan müdahaleleri çıkarırsak dünyada toplam<br />

232 eylem gerçekleşmiş ve 468 kişi ölmüştür. Bu da ilgili süreçte tüm terör<br />

saldırılarının %37’sinin havalimanlarına yapılmış olan saldırılar olduğu ve tüm<br />

ölümlerin %7’sinin havalimanlarına yapılan saldırılardan ortaya çıktığını göstermektedir.<br />

İlk havalimanı saldırısı 1970 yılında Münih Havalimanı’nda gerçekleştirilmiştir.<br />

Bu terör saldırısını kendilerini Filistin Halk Cephesi olarak adlandıran<br />

Marksist Leninist örgüt üstlenmiştir. Havalimanı saldırıları 1983- 1992 yılları<br />

harici 0 ila 10 arasında bir frekansa sahiptir. 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere<br />

yapılan saldırılar sonrası uçakların güvenliğini artırmak için daha sıkı protokoller<br />

devreye sokulduğundan uçak kaçırmalar, sabotajlar ve intihar eylemleri<br />

minimum hale gelmiştir. Sabotajlar ve intihar eylemlerinin minimum hale<br />

gelmesine sebep olan önlemlere bakacak olursak, uçağa biniş öncesi yolcu ve<br />

bagajlarının sıkı kontrolünün sağlanması, uçağa alınacak maddelerin belirlenmesi,<br />

uçağa yüklenecek bagajların kontrollerinin arttırılması, mürettebat ve<br />

havalimanı çalışanlarının daha sıkı kontrol altına alınmaları gibi uygulamaların<br />

olduğu görülmektedir<br />

Çalışan ve mürettebatın kontrolünün arttırılması çok önemlidir çünkü havaalanları<br />

tek başına bir şehir gibidirler. Örneğin Atatürk Havalimanı’nda zamanında<br />

30.000 kişi çalışmaktadır. Yani uçak mürettebatı harici yüzlerce kişi<br />

apron dediğimiz yere girmektedir. Nitekim 2016 yılının 8 Şubat’ında Somali<br />

Mogadişu Havalimanı’nda bir temizlik görevlisi vasıtasıyla uçağa patlayıcı taşıyan<br />

bir dizüstü bilgisayar yerleştirilmiştir ve bunu alan yolcu ise uçak havalandıktan<br />

belirli bir süre sonra intihar eylemine girişerek 156 kişinin ölümüne<br />

neden olmuştur. İşte bu nedenlerden dolayı mürettebat ve havalimanı<br />

çalışanları üzerindeki denetim arttırılmış bulunmaktadır. Yani kontrollü giriş<br />

yapılan yerlerde kontrol artırılmış, kargo ve postaların denetlenmesi sıkılaştırılmıştır.<br />

36


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

Tüm bu yeni kararların ve değişikliklerin nedeni havada olabilecek terörü<br />

yerdeyken durdurmaktır. Yani yerdeyken alacağınız önlemler ile teröristlerin<br />

uçak kaçırmalarına, sabotaja veya intihar eylemlerine girişmelerine mani olmaktır.<br />

Bu önlemlerle başarılı olundu ancak önlemler beraberinde yeni bir<br />

problem ortaya çıkarttı. Uçağa binmeden önce yolcuların daha fazla aramadan<br />

ve birçok kontrolden geçirilmeleri, havalimanlarında kalabalığı arttırmaktadır.<br />

Dolayısı ile teröristlerin havalimanı saldırılarında daha fazla insan<br />

öldürebilme kapasiteleri artmıştır. Nitekim istatistiklere bakıldığında havaalanlarına<br />

yapılan saldırılarda ölen sayısının arttığı görülmektedir.<br />

Havalimanı saldırısı nasıl yapılıyor, diye baktığımızda en basit havaalanı<br />

saldırısı bilet bankoları önünde birikmiş olan kişilere müdahale ile yapılmaktadır.<br />

Hava yolları bürolarını bombalamak veya daha basiti havalimanın otoparkında<br />

araçlara zarar vermek suretiyle yapılan saldırılar da bulunmaktadır.<br />

Teröristlerin literatüründe havaalanı saldırıları “fukara saldırısı” olarak geçmektedir.<br />

Türkiye’ye baktığımızda sivil havacılık tarihinde 16 tane uçak kaçırma eylemi<br />

ve 3 tane yer saldırısı bulunmaktadır. Uçak kaçırmalar Türkiye’de de dünyada<br />

olduğu gibi 1970’li yıllarda başlamıştır.<br />

3 Mayıs 1972’de Ankara-İstanbul seferini yapan THY’nin DC-9 ‘Boğaziçi’<br />

adlı uçağının dört Türk korsan tarafından Sofya’ya kaçırılması ilk olaydır. Korsanlar,<br />

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının serbest bırakılmasını istemekteydiler.<br />

Havalimanı saldırıları ise ASALA tarafından 7 Ağustos 1982 tarihinde Ankara<br />

Esenboğa Havalimanında yapılan bombalı saldırı ile başlamış ve daha sonraki<br />

iki saldırı ise 2016 yılında gerçekleşmiştir. Bunlardan birisi Sabiha Gökçen<br />

Havalimanı’na yakın mahalden yapılan roketli saldırı şeklinde olurken ikincisi<br />

İŞİD militanlarının Atatürk Havalimanı’na yaptıkları saldırıdır.<br />

2016 yılı havalimanlarına yapılan saldırı açısından enteresan bir yıldır. İlk<br />

olarak Şubat ayında Somali’de intihar eylemi gerçekleştirilmiştir. Daha sonra<br />

22 Mart’ta Brüksel’de bir saldırı meydana gelmiştir. Saat 19.48’de patlayıcıları<br />

valizlerin içerisine koymuş olan üç intihar saldırganı Brüksel Havalimanı’na<br />

giden yolcular bölümüne gitmiş ve 19.58 de yani 10 dakika sonra on birinci<br />

yolcu kabul hattında birinci terörist kendini havaya uçurmuştur. İkinci patlama<br />

da 9 saniye sonra hemen ikinci yolcu hattında meydana gelmiş ve üçüncü<br />

bombacı ise ikinci bombacının patlattığı bombanın etkisiyle ölmüştür. Öldüğü<br />

için bombasını patlatamamış ve o bomba daha sonra bulunmuştur. Havalimanı<br />

saldırısı olduktan bir saat sonra da yani 21.17 civarında da havalimanından<br />

10 km uzaklıktaki metro istasyonunda yine bir intihar bombacısı tarafından<br />

bir eylem gerçekleştirilmiştir. Brüksel saldırılarında üç saldırgan dahil toplam<br />

35 kişi ölmüş, 300 kişi yaralanmış ve olay sonrası Brüksel havalimanı 16 gün<br />

hava trafiğine kapatılmıştır.<br />

37


Dr. Öğr. Üyesi Mert AKCANBAŞ<br />

TERÖR VE TRAVMA: ATATÜRK HAVALIMANI SALDIRISI<br />

2016 yılı Türkiye için terör açısından kötü bir yıl olup bu yılda birçok patlama<br />

gerçekleşmiştir. 28 Haziran saat 22.00’de dış hatlar terminaline iki kişi<br />

uzun namlulu silahlarla girerek önce güvenlik güçlerine ateş açmış, teröristlerden<br />

bir tanesi içeri girdikten sonra 24-25 metre ilerleyerek kendini patlatmıştır.<br />

İşin ilginç tarafı saat 22.00 limanda vardiyaların değiştiği saat olup o<br />

anda dış terminalin kapısında vardiyası bitmiş olan personel evlerine gitmek<br />

için beklerken, vardiya için yeni gelenler de servisten inerek içeri girmeye çalışmaktadırlar.<br />

Saldırı başladığında birçok TGS çalışanı şehit düşmüştür. İkinci<br />

kişi elinde makineli tüfekle hareket ederek önüne gelen herkese ateş açmış<br />

ancak sonra polisler tarafından vurulmuştur. Yerde yatarken polis saldırganı<br />

teslim alacağı sırada saldırgan polisin geldiğini görünce üstündeki bombayı<br />

patlatmıştır. Polis kayıtlarına göre bir de üçüncü terörist vardır ve bu terörist<br />

havalimanın otoparkında bir bomba patlatmıştır. O gece olaya şahit olanlarla<br />

konuşulduğunda aslında teröristlerin üçten fazla olduğu söylense de polis kayıtlarına<br />

saldırgan sayısı üç olarak girmiştir. Bu olayda saldırganlar dahil 48 kişi<br />

ölmüş ve 230’dan fazla kişi de yaralanmıştır.<br />

Bunun örgütsel psikoloji ile ilgisi şudur; Türk Hava Meydanları İdaresi olay<br />

sonrası havalimanını kapatmama kararı alarak tüm personele “aynı vardiyalar<br />

devam edecek” şeklinde kısa mesaj atmıştır. Bu durumda havaalanını kapatmamanın<br />

iki etkisi görülmüştür. Bunlardan birincisi personelin mesajı yanlış<br />

anlayarak mesaiye zorla çağrıldıklarını düşünmesi ve kurumun kendilerini de<br />

tehlikeye attığı fikrinin ortaya çıkmış olmasıdır. İkincisi ise sabaha kadar temizlik<br />

yapılmasına rağmen personel sabah geldiğinde de hala temizlenemeyen<br />

kan lekeleri ve ceset parçalarının personelce görülmüş olmasıdır.<br />

Araştırmamızda olaydan en fazla etkilenen grup olan TGS çalışanları hedef<br />

kitle olarak alınmıştır. Elektronik ortamda yapılan araştırmada gizlilik esas olduğu<br />

için isim ve soy isim bilgisi alınmamıştır. 1000 çalışana Travmatik Olaylar<br />

Ölçeği (TEC-5) ve demografik bilgi formu gönderilmiş ve 347 çalışan bu formları<br />

doldurmuştur. Katılımcılara olay yerine ne zaman geldikleri, yaşları, eğitim<br />

durumları, medeni durumları, cinsiyetleri, daha önce travmatik deneyim<br />

yaşayıp yaşamadıkları, saldırıda yaralanıp yaralanmadıkları, psikolojik destek<br />

alıp almadıkları ve saldırı sonrası psikolojik destek isteyip istemedikleri sorulmuştur.<br />

Yaş açısından bakıldığında katılanların %95’i 18- 39 yaş grubundadır.<br />

Bunların %55’i erkek, %45’i kadın iken %57’si evlidir. Bu kişilerin %71’i 8 yıl<br />

ve üzeri eğitimli iken %4’ü 28 Haziran’daki olayda yaralanmış, %29’u ise daha<br />

önce de travmatik deneyimler yaşamıştır. %8’i saldırı sonrası psikolojik destek<br />

almış, %71’i psikolojik destek almayı reddetmiştir.<br />

Araştırmada ilk 24 saat içinde, yani saldırı olduğunda orada olanlar ve hemen<br />

ertesi gün mesaisine başlayanların %26’sında travma sonrası stres bozukluğu<br />

tespit edilmiştir. Bu çok ciddi bir orandır. Dünyada travmatik olaylara<br />

maruz kalanlar arasında ortalama %7-8 yaşam boyu travma sonrası stres bozukluğu<br />

geliştirme oranı olarak gözükse de travmaların türüne göre o oranlar<br />

38


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

değişmektedir. Örneğin gazilerde, tecavüz kurbanlarında ve işkence görenlerde<br />

%7’lik TSSB görülme oranı %49’a çıkmaktadır. Diğer grup ise 24 saat sonra<br />

olay yerine gelenlerdir ve bu kişilerde görülen travma sonrası stres bozukluğu<br />

oranı ise %3’tür. İlk gruba göre bu oran oldukça düşüktür.<br />

Kadın çalışanlarda görülen travma sonrası stres bozukluğu oranı erkek çalışanların<br />

iki katıdır.<br />

8 yıl ve üstü eğitim düzeyi olan çalışanların travma sonrası stres bozukluğu<br />

gösterme oranları, 8 yıl ve altı eğitim almış kişilerden çok daha düşük bulunmuştur.<br />

Yani eğitim artıkça travma sonrası stres bozukluğu yaşama oranı<br />

düşmüştür.<br />

Saldırı sonrası psikolojik destek alanlar travma sonrası stres bozukluğunu<br />

atlatmışlar, psikolojik destek almayanlarda ise travma sonrası stres bozukluğu<br />

daha yüksek oranda tespit edilmiştir. Medeni durum, daha önce yaşadıkları<br />

travmalar, yaşları, terör saldırında yaralanıp yaralanmadıkları bizim yaptığımız<br />

araştırmada travma sonrası stres bozukluğu ile anlamlı bir ilişki gösterilmiştir.<br />

Araştırma sonucu itibari ile ne yapmamız gerektiğine baktık. Bunu rapor<br />

olarak da sunduk. Öncelikle havalimanlarındaki teröre açık nüfusu bir şekilde<br />

düşürmemiz gerekmektedir. Şu anki durumda kurbanları adeta teröristlere<br />

hazır vaziyette bekletmekteyiz. Yani şu anki durumda limana giren terörist<br />

yüzlerce hatta binlerce kişiyi saldırmak üzere hazır halde bulmaktadır. Bunun<br />

için giriş çıkışlarda büyük kalabalıklara neden olan kontrol tedbirleri herkese<br />

eşit şekilde uygulanmamalıdır. Herkese eşit şekilde aynı muameleyi yaptığınız<br />

zaman süre uzamakta ve insanlar sırada uzun süre geçirmekte, dolayısı ile<br />

teröristlerin adam öldürme şansı artmaktadır. Hâlbuki bunun yerine yalnızca<br />

şüpheli şahısların üzerine gidilmelidir. Prototip terörist yüz hatları bilindiği<br />

gibi teröristlerin genellikle hangi ülkelerden çıktığını da bildiğimizden bu ayrımı<br />

yapmak çok zor değildir. Ölü sayısını azaltmak için güvenliksiz olan bekleme<br />

salonu, bilet kontrolü alanlarından insanların bir an önce kurşun geçirmez<br />

salona alınmaları gerekmektedir.<br />

İkinci olarak havalimanına giriş yani dış kapıdan itibaren güvenlik görevlilerinin<br />

görünürlüğünün arttırılması gerekmektedir. Ne kadar çok güvenlik<br />

görevlisi varsa terör oranı o kadar düşmektedir.<br />

Üçüncü olarak, saldırı sonrası hasar tespiti ve kanıt toplanması sürecinde<br />

havalimanın kapatılması gerekmektedir. Benzer çalışmalar Brüksel saldırısı<br />

sonrası yapılmış olup travma sonrası stres bozukluğu gösterme oranları bizim<br />

araştırmamızda bulduğumuzdan çok daha düşüktür. Bizim araştırmamızda ilk<br />

grupta travma sonrası stres bozukluğu oranlarının çok yüksek olma nedeni,<br />

mesaiye başladıklarında hala içerde barut kokusu, yanmış et kokusu ve kan<br />

kokusunun olmasıdır.<br />

39


Dr. Öğr. Üyesi Mert AKCANBAŞ<br />

TERÖR VE TRAVMA: ATATÜRK HAVALIMANI SALDIRISI<br />

Dördüncü olarak da saldırı sonrası havaalanını kapatıp temizlik ve hasar<br />

onarım çalışmalarını yaptıktan sonra mesaiye hangi kadro ile başlayacağınızdır.<br />

Böyle durumlarda yeni kadro getirmeniz gerekiyor. Yeni kadroyu da getirdiğiniz<br />

zaman mümkünse bu kadrolar şehir dışından olmalı çünkü bu birimde<br />

çalışan insanlar dört vardiya şeklinde çalıştıklarından aralarında iş arkadaşlığın<br />

ötesinde kardeşlik bağı gibi bir şey oluşmuştur. Eğer havayolu açıldığında<br />

aynı kadroları alırsanız, vefat eden kişilerin fotoğraflarını gördüğünde ister istemez<br />

kişide yine kötü duygulara çağrışım yapıyor. Bu nedenle geçici süre de<br />

olsa geçici kadro getirilmesi bu kişilerin akut stres dönemini geçirdikten sonra<br />

iş başı yapmaları çok önemlidir.<br />

Ayrıca yaptığımız araştırmanın sonucuna göre psikolojik ilk yardım alanlarda<br />

travma sonrası stres bozukluğu gösterme oranları minimum düzeyde<br />

kalmıştır. Kurumun bu hizmeti zorunlu tutması gerekmektedir. Bizim çalışmamızda<br />

da zorunlu değildi. Yani destek almak isteyenlerle yaptık ve destek<br />

alanlarda sonuç aldık ama katılmayanlara müdahale edemedik. Bu bozukluğu<br />

tetikleyen bir olayın daha durumda etkisi oldukça fazladır. 15 Temmuz darbe<br />

girişiminin yaşandığı gün havaalanında maalesef bir önceki saldırıda olay<br />

yerinde olan ekip yine oradaydı. Kimlik tespiti için maalesef yaralıların, ölülerin,<br />

resimleri yine bu kişilere gösterildi. İşte onarılmaz yara dediğimiz şey<br />

budur. Bir önceki oturumda Prof. Dr. Sinan Canan Hocamızın da ifade ettiği<br />

gibi travma yara demektir. Travma kavramı dilimize tıptan geçmiştir. Tıp dilinde<br />

travmaya “yaralanma” deniyor. Burada da onarılmaz ruhsal yaralanmalara<br />

travma diyoruz. Aniden ortaya çıkarak insanları derinden yaralayan ve dışardan<br />

destek alınmaksızın kendi kendine geçmeyen olaya travma diyoruz. Derin<br />

bir yara ve kapanması zor. Yine diğer oturumda Doç. Dr. Gökben Hızlı Sayar<br />

Hocamızın dediği gibi evet travma sonrası stres bozukluğunda tedaviler var<br />

ve etkili de oluyor. Mağdurun yeniden yaşama başlamasında, yaşamda yeni<br />

bir beyaz sayfa açmasında, ileriye yeniden bakmasında bir miktar yardımcı<br />

oluyor ama hiçbir zaman travmatik olayın bir dakika öncesine kişileri götüremiyoruz.<br />

Kayıplar olduğu gibi kalıcıdır. Hiçbir zaman o kayıplar geçmeyecek,<br />

sadece kişiye o kayıplarla yaşamayı öğretiyoruz.<br />

SORULAR<br />

Soru 1. Benim kardeşim de TGS çalışanı. Havaalanında büyük bir olay yaşanıyor<br />

ve ertesi gün mesaiye devam edeceksiniz diye mesaj atılıyor. Bu kişiye<br />

değersizlik hissi yaşatıyor. Burada uzmanlardan hiç destek alınmamış mı<br />

bunu merak ediyorum.<br />

Dr. Öğr. Üyesi Mert Akcanbaş: Hayır, uzmanlardan destek alınmamış.<br />

Yapılanın yanlış olduğu belirtildiği anda da keşke sorsaydık gibi bir şey çıktı.<br />

Aslında orada havaalanının kapatılmamış olması dünyaya bir mesajdır. Terör<br />

saldırısı bizi alanı kapattıracak kadar etkilemedi mesajının verilmesi önemli<br />

40


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

bir şeydir. Yalnız çalışanlara mesajı atarken ifadelerin daha doğru seçilmesi<br />

gerekirdi diye düşünüyorum. İletişimde söylenenden çok, söyleyiş tarzı da<br />

önemlidir. Terör saldırıları her zaman olmuyor ama kurumun krize müdahale<br />

planının olması gerekirdi. Bu süreçlerin önceden düşünülmüş olması gerekirdi.<br />

Daha önce yaşanmamış olması kurumun sorumluluğunu hafifletmez.<br />

Bu mesaj çalışanlara kendilerini kötü hissettirdi, hatta bazı kişiler istifa ettiler.<br />

Soru 2. Olay gerçekleştikten sonra ara verilmesi bir müddet işe devam edilmemesi<br />

sağlıklı olabilir ancak bunun tam tersinin yapılması ve kişilerin<br />

herhangi bir problem yokmuş gibi işlerine devam etmeleri de iyi sonuçlar<br />

doğurabilir mi?<br />

Dr. Öğr. Üyesi Mert Akcanbaş: Sadece havaalanı saldırılarında değil, 11<br />

Eylül saldırıları vs. gibi terör olaylarında kişileri olay yerine ne kadar hızlı sokarsanız<br />

psikolojik hasar o kadar fazla oluyor. Kişilerin olay yerinden ve olay<br />

kalıntılarından uzak olmaları gerekiyor. Bu kriz yönetiminde insan faktörünün<br />

öne çıkartılmasıdır. Kriz yöneticisi insanı ön plana çıkarmak zorundadır. Havalimanını<br />

hızlı açmak siyasi bir karardır. Havalimanını hızlı açmak terörden etkilenmediğimizi<br />

göstermek için iyi bir siyasi stratejidir. “Terör saldırıları ile bizi<br />

yıpratmak istediniz ancak hiçbir etki oluşturamadınız, biz her zaman nasılsak<br />

şimdi de öyle devam ediyoruz” demektir. Brüksel Havalimanı 16 gün kapalı<br />

kalırken bizde hiçbir şey yok mesajı dünyaya verilen kuvvetli bir siyasi mesajdır.<br />

Ancak bu mesaj personel için iyi bir mesaj değildir. Personel için yıkıcı bir<br />

mesajdır. Açıkçası personel burada düşünülmemiştir.<br />

Soru 3. Yas süreci sadece ölümlerden sonra mı olur yoksa travma sonrası<br />

stres bozukluğuna giren ihmaller, istismarlar da yine yas sürecinin oluşmasına<br />

neden olur mu?<br />

Dr. Öğr. Üyesi Mert Akcanbaş: Yas süreci kavram olarak sevilen bir şeyin<br />

kaybı sonrasındaki süreçtir. Travma sonrası stres bozukluğu belirtileri içinde<br />

de olayı sürekli yaşama durumu, yas sürecine benzer bir evredir, ama buna<br />

yas diyemeyiz. Travma sonrası stres bozukluğunun üç fazı vardır. Yeniden<br />

yaşama belirtileri, kaçınma ve aşırı uyarım dediğimiz üç fazda travma tekrar<br />

eder. Eğer danışanın öyküsü iyi alınmadıysa hangi fazda olduğuna bağlı olarak<br />

psikoloğun yanlış tanı koyma riski yüksektir. Mesela yeniden yaşama belirtileri<br />

olan bir şahıs travma geçmişi olduğunu anlatmadığında psikolog orada yas<br />

süreci olduğunu sanabilir.<br />

Soru 4. Genellikle yakınını kaybeden kişilere üzülmesin diye, yaşı küçük<br />

diye, onun psikolojik sağlamlığı düşük diyerek söylenmiyor. Hep gizleme<br />

davranışı içerisinde olunuyor. Sizce kayıp direkt olarak kişiye, saklanmadan<br />

söylenmeli midir?<br />

Dr. Öğr. Üyesi Mert Akcanbaş: Kayıp haberi verirken iki önemli faktör var-<br />

41


Dr. Öğr. Üyesi Mert AKCANBAŞ<br />

TERÖR VE TRAVMA: ATATÜRK HAVALIMANI SALDIRISI<br />

dır. Birincisi kişinin yaşı çok önemlidir. 7 yaşın altındaki bir çocuk ölümü idrak<br />

edemez, zaten zihninde ölüm kavramı da yoktur. Ölümü anlatmak ya da cenaze<br />

yıkamasına sokmak çok yanlıştır ve kişide çok hasar bırakır. 52 yaşındaki bir<br />

danışanımla çalışırken yaklaşık olarak 40- 45 sene önce trafik kazası geçirmiş<br />

ailesinin cenazelerinin kendisi çocukken veda etmesi için zorla göstermesinin<br />

danışanımda 45 senedir uyku problemi yaşattığını gördüm. Çocukların bu tarz<br />

şeylere zorlanmamaları gerekiyor. O yaştaki çocukların kurban kesilirken bile<br />

görmeleri uygun değildir. İkinci olarak vefat haberini vereceğiniz kişinin ruhsal<br />

durumu çok önemlidir. Burada amaç vefat haberi vermekten veya gerçekleri<br />

kişiye söylemekten ziyade yaşayan kişinin sağlığını korumak olmalıdır. Vefat<br />

haberi verirken de birincisi vefat haberi ayakta verilmez muhakkak oturtacaksınız<br />

ve mümkünse yanınızda müdahale yapabilecek ekip olacak. Bir kişiye<br />

“Oğlun trafik kazasında öldü” dediğinizde düşüp kafasını çarpmayacağının<br />

garantisini veremezsiniz ya da o an kontrolsüz davranıp camdan atlamayacağının<br />

da garantisini veremezsiniz. Bu nedenle ölüm haberi vermek profesyonellerin<br />

yapması gereken bir iştir. Askeriye bu işi iyi hallediyor.<br />

Soru 5. 1000 kişilik bir çalışma yapmışsınız 347’si geri dönüş yapmışlar. Geri<br />

dönüş yapanların da büyük bir kısmı olaydan sonra psikolojik yardım kabul<br />

etmemiş. Bununla ilgili bir çalışmanız oldu mu? Kişiler neden psikolojik yardım<br />

istemediler?<br />

Dr. Öğr. Üyesi Mert Akcanbaş: Yardım istememelerinin nedeni genellikle<br />

resmi görevi olan herkes için geçerlidir. Polislerde, itfaiyecilerde vs. de bu durum<br />

geçerlidir. Örneğin ben AFAD’da da çalıştım. Bir afet grubuna test yapacaktık.100<br />

tane arama kurtarma ekibi de vardı, “Önce size yapalım isterseniz”<br />

dediğimizde hiçbiri test yapılmasını kabul etmedi. Onları en çok korkutan şey<br />

siciline işlenmesi ve bunun sonucunda da işlerinden olma korkusu. Bazı şeyleri<br />

resmi kurumlar da duymak istemiyor. Bizim araştırmalarımızın temel amacı<br />

problemi tespit etmek ve ona göre çözüm üretebilmektir. Bir problem varsa,<br />

diyelim ki itfaiye teşkilatında bir problem yaşandı, bu problemi durdurmak<br />

için ne tür önlemler alınması gerektiğini belirleriz.<br />

Soru 6. Sicile işlenme korkuları olmasa psikolojik destek alırlar mıydı?<br />

Dr. Öğr. Üyesi Mert Akcanbaş: Sicil problemi olmasa onlar da istiyor. İstediğiniz<br />

kadar kişisel bilgilerinizi kullanmayacağız deyin. “Hocam nerede yapacaksınız<br />

terapiyi? Burada mı yapacaksınız?” diyor. “Burada terapi yapacaksınız<br />

kamera var. İsmimi almıyorsunuz kameralar görüyorlar” şeklinde tepkiler<br />

gösteriyorlar.<br />

Soru 7. Psikolojik destek sürecinde dikkat edilmesi en önemli noktalar nelerdir?<br />

42<br />

Dr. Öğr. Üyesi Mert Akcanbaş: Öncelikle durumu iyi anlamadan müdahil


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

olmayacaksınız çünkü psikolojik olarak yaralanmış insanlardan bahsediyoruz.<br />

Söylenmeyecek lafların söylenmemesi çok önemlidir. Hatta bazen konuşmamak,<br />

yapılması gereken şeydir. Çünkü konuşmamanız gereken bir şeyi söylediğinizde<br />

karşı tarafta hayal kırıklığı oluşturabiliyorsuz. İçgüdüsel olarak bize<br />

kötü zamanlarda bir şey söylememiz gerekiyormuş gibi geliyor ama gerek<br />

yok. Onların kötü oldukları zamanlarda yanlarında olmak bile yeterli. Evladını<br />

kaybetmiş, depremde kocasını kaybetmiş kişiye ben sizi anlıyorum derseniz, o<br />

‘Hayır sen beni anlayamazsın çünkü sen kaybetmedin’ diyecektir. Onlar o kadar<br />

hassaslaşabiliyorlar ki başın sağ olsun lafı bile kişide ters etki yapabilir. Dolayısıyla<br />

konuşma tarzını çok iyi ayarlamak gerekiyor. Gerekirse de konuşmamak,<br />

sadece yanında olmak daha iyi olur. İlla bir şey söylenmesi gerekmiyor.<br />

Zaten bir felaket olmuş. Mühim olan onları yalnız bırakmadığınızı göstermek<br />

ve ihtiyaçlarını karşılamak ama bu dediğim gibi psikolojik ilk yardım ifadesinin<br />

içerisine giriyor. Bunun da belli safhaları var, kişi şuurunu kaybetmiş olabiliyor,<br />

oryantasyonunu kaybetmiş olabiliyor. Alınması gerekli olan güvenlik önlemleri<br />

var. Psikolojik ilk yardım olayın içeriğine göre değişir. Afette ise başka türlü<br />

davranıyorsunuz, terörde daha farklı psikolojik ilk yardım yapıyoruz. Öncelikle<br />

fiziksel bütünlüğün korunması, yani yaralının hastaneye götürülmesi bir an<br />

önce yaralının can korkusunun ortadan kaldırılması gerekiyor. İkinci olarak da<br />

ihtiyaçları karşılanmış olmalı. Üçüncü olarak da ailesi ile irtibatının sağlanmış<br />

olması gerekiyor. Bunlar kriz anında önemli hususlar. Ancak içlerindeki en<br />

önemli unsur uygun konuşma.<br />

Soru 8. Havaalanında ya da başka bir yerde olay yaşandığında kendisini<br />

bırakıp başkalarına müdahale etmekten kendini koruyamayan insanlar var.<br />

Ben de bu insanlardan biriyim. Bu problemimi nasıl çözebilirim?<br />

Dr. Öğr. Üyesi Mert Akcanbaş: Bazı kişiler ilk önceliği çevresine veriyor<br />

ve kendi problemlerini erteliyor. Bir örnek vermek istiyorum. Havaalanında<br />

aslen Türk olup Hollanda’da uzun yıllar yaşamış ve orada askeriye hemşiresi<br />

olan bir güvenlik görevlisi vardı. Olay günü yaralılara turnike yapmış. Birçok<br />

kişiye ilk yardım müdahalesi yapmış. Daha sonra eve gittiğinde bacağında<br />

bir sıcaklık hissediyor ve vurulduğunu anlıyor. Ancak “Acil servise daha fazla<br />

ihtiyacı olan insanlar götürüldü, orayı meşgul etmeyeyim” diyerek gitmiyor.<br />

Askeriyede öğrendiği gibi bıçağı ocakta ısıtarak kurşunu çıkartıyor ve yarayı<br />

dikiyor. Ancak geceyi korkusuzca geçirip kendi yarasını bile kendi kapatan kadın<br />

bir buçuk ay sonra yıkılmış haldeydi. Karanlıktan korkan, evine giremez bir<br />

haldeydi. Neden böyle oldu bilmiyoruz. Bazen fedakarlık iyidir ama öncelikle<br />

kendi sağlığınızı koruyacaksınız ki başkalarına yardımcı olabilesiniz. Siz kendinizi<br />

korumazsanız, özellikle psikolog olarak, başkalarına yardım etme kapasitenizi<br />

düşürmüş olursunuz. En azından bunu fark etmiş olmanız sizi davranış<br />

değişikliğine götürür. Yaşama da böyle bakmak gerekir. Önce kendiniz daha<br />

sonra başkaları.<br />

43


Haksız Tutukluluk Travması<br />

ve Beyin<br />

Prof. Dr. Tayfun UZBAY<br />

Travmanın birçok türü vardır. En çok da çocukluk travmaları konuşulur.<br />

Freud’dan bu yana yaşadığımız travmaların hayatımızı nasıl şekillendirdiği<br />

üzerinde çokça duruldu. “Haksız tutukluluk travması” anahtar kelime olmak<br />

üzere literatürü taradığımda çok fazla detaylı bir şey bulamadım. Mahkumlar<br />

üzerinde bazı araştırmalar vardı. Ancak özellikle nedeni belli olmayan haksız<br />

tutukluluğun, tutuklu olan kişilerde nasıl etki oluşturduğu ya da bunun beyinle<br />

nasıl etkileşimde bulunabileceğine dair hiçbir şey yoktu. Benim, haksız<br />

tutukluluk travması üzerine kafa yormaya başlamam, haksız bir biçimde 9 ay<br />

cezaevinde tutulmam sırasında açık görüşte psikiyatrist bir arkadaşımın tavsiyesi<br />

ile başladı. Bu konuyla ilgili gözlem ve yorumlarımı kitap haline de getirdim<br />

ancak henüz yayınlamadım.<br />

Tutukluk dediğiniz şey haklı ya da haksız olabiliyor. Neden tutuklandığınızı<br />

biliyorsanız çok defa bu travmanın konusu değildir. Cezaevi ortamı çok travmatize<br />

edici bir ortam. Kişi haklı tutuklulukta da travmalar yaşayabilir ama<br />

özellikle vurgulamak istediğim şey orada bir travma olsa dahi kişi işlediği suçu<br />

biliyor. Bunun karşılığında bir ceza alacağını ve tutuklanacağını da biliyor. Burada<br />

ele alacağım tutukluluk biçimi, çok sıra dışı bir şekilde haksız bir şekilde<br />

gerçekleşen tutukluluktur.<br />

Haksız tutukluluk travmasına Alfred Dreyfus davasını anlatarak başlamak<br />

istiyorum. Dreyfus davası hakkında yurt dışında yazılmış birçok kitap var. Emile<br />

Zola’nın da konuyla ilgili kitabı var. Türkiye’de de Sami Selçuk’un ‘Dreyfus<br />

Davası’ isimli bir kitabı mevcut. Dreyfus davası Batı’da hukukun adaleti nasıl<br />

sağlaması gerektiği konusunda, tarafsız hukuk konusunda ve hukuk hataları<br />

45


Prof. Dr. Tayfun UZBAY<br />

HAKSIZ TUTUKLULUK TRAVMASI VE BEYIN<br />

olabileceği konusunda ders olarak okutuluyor.<br />

Alfred Dreyfus yüzbaşı rütbesinde, son derece başarılı Yahudi bir subaydır.<br />

Yahudilik etiketi yüzünden kıskanılıyor ve bir istihbarat görevlisi tarafından<br />

askeri sırları başka bir ülkeye sattığı iddiasıyla hakkında uydurma belgeler<br />

düzenlenerek kendisine haksız bir suçlamada bulunuluyor. Olay mahkemeye<br />

intikal ettiği zaman Dreyfus kendini savunmaya çalışsa da mahkeme makul<br />

yeterli bir şüphe olduğu yönünde görüş bildirip önce tutukluyor, daha sonra<br />

25-30 yıl civarında bir hapis cezası alıyor ve bunun 12 yılını yatıyor. İktidar<br />

değiştiğinde ailesinin ısrarları, Emile Zola gibi yazarların ve bilim insanlarının<br />

desteğiyle dava yeniden mahkemeye taşınıyor. Bu sefer mahkemede beraat<br />

ediyor. Nişanları kendisine geri veriliyor ama hayatından 12 yıl gitmiş oluyor.<br />

Dreyfus davası haksız tutukluk travmasını ve onun kişilerin hayatlarında nelere<br />

sebep olabileceğini görmemiz için önemli bir olaydır.<br />

Deneysel psikoloji alanında travma modelleri vardır. Deney hayvanlarında<br />

psikososyal stres modelleri oluştururuz. Bu modelleri kurgularken deney hayvanlarına<br />

çeşitli kısıtlılıklar yaşatırız. Deney hayvanını alışık olduğu koloni yaşantısından<br />

alır tek başına bir kafeste izole ederiz. Yaşamaya alıştığı ortamdaki<br />

zengin sosyal objelerden ve iletişimden yoksun bırakırız. Yeme ve içmesini<br />

kısıtlarız, istediği zaman istediği şekilde yiyip içemez. Ortamın ışık döngüsü<br />

alıştığı sistemin dışındadır. Yani sabit bir döngüden ziyade gündüzü gece, geceyi<br />

de gündüz yapabiliriz. Dominant ve agresif bir başka hayvanın tehdidine<br />

boyun eğmek ve bu baskı altında yaşamak zorunda bırakırız. Yaşam alanını<br />

her türlü konforsuzlaştırırız ve deney hayvanlarının cinsel yaşamını kısıtlarız.<br />

Böylece deney hayvanlarında bir stres modeli oluşturmaya çalışırız. Oluşan<br />

travma beynin hangi bölgesine nasıl bir etki yaptı, diye bakmaya çalışırız. İnsanı<br />

anlayabilmek, travmayı anlayabilmek için deneysel modeller hala var ve<br />

kullanılmaya devam ediliyor. Aslında bakıldığında bu deney hayvanlarının hiçbiri<br />

suç işlememiştir ve bizim tarafımızdan haksız bir biçimde cezalandırılır.<br />

Baktığımızda tıpkı cezaevindeki şartlar gibi kurallara tabi oluyorlar. Ancak insanı<br />

anlamak için, travmaları anlamak için deneysel travma modelleri önemli<br />

yer tutuyor.<br />

Örneğin, sıçana üç hafta sürekli stres uygulandıktan sonra elektron mikroskobu<br />

ile hipokampal nöronları incelendiğinde, strese maruz kalmayan hayvanlara<br />

göre nöronların sinaps yapma ihtimalinin azaldığını açıkça görüyoruz.<br />

Yine bir diğer çalışmada 3-6 hafta arasında kronik strese tabi tutulan sıçanlarda<br />

beynin nöronal yapısında bozulmalar olduğunu, dentritik uzantıların sayısında,<br />

dentritlerin uzunluğunda, karmaşıklığında ve nörojenezisde azalma<br />

olduğunu görüyoruz.<br />

Travmalara “ruhsal travma” deniyor ama sadece ruhsal olarak bir acı çekme<br />

hali yok. Travmanın biyolojik zeminde, fiziksel olarak da beyinde bir karşı-<br />

46


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

lığı var. İnsanlarla yapılmış bir çalışma yok ama hayvanlarda yapılan çalışmalar<br />

insanlara yansıtmak amacıyla yapıldığına göre insanlarda da böyle şeyler<br />

olabileceğini düşünüyoruz. Dreyfus’un da beyin görüntülemesi yapılabilseydi<br />

bir kesit alınıp bakılabilseydi, belki orada da buna benzer şeyler görülebilirdi<br />

diye düşünüyorum.<br />

Stefanski’nin 2011’de laboratuar sıçanlarında sosyal stres; davranış, bağışıklık<br />

fonksiyonu ve tümör metastazı üzerine yaptığı çalışmada sosyal baskı<br />

altında üç haftalık bir kısıtlılıkta laboratuvar sıçanlarında immun sistemin baskılandığı<br />

ve bunun sonucunda da hastalanmanın kolaylaştığı bulunmuş.<br />

Rocher ve arkadaşlarının 2004’te yaptıkları bir çalışmada laboratuvar sıçanının<br />

yerden 1 metre yukarıda 30 dakika boyunca tutulmasıyla sıçanda kortizol<br />

seviyesinin oldukça yükseldiği tespit ediliyor. Daha sonra strese maruz<br />

bırakılan sıçanlarla, strese maruz bırakılmayan sıçanların beynine elektriksel<br />

uyarı veriliyor. Bunun sonucunda stres olmayan hayvanlarda postsinaptik potansiyellerde<br />

hep artış olduğu, aksiyon potansiyeli oluşturabildikleri ve beyinlerinde<br />

elektriksel aktivite meydana gelirken, stres altındaki hayvanlarda<br />

aksiyon potansiyeli oluşmasının zorlaştığı yani dışarıdan gelen uyarılara cevap<br />

vermelerinde zorluk ortaya çıktığı gözleniyor. Bunun kortizol salınması ile de<br />

yakından ilişkisi var. Bunu biraz daha ilerletirseniz bu cevap verememezlik birçok<br />

başka soruna neden olabilir. En basitinden depresyona bir eğilim ortaya<br />

çıktığını gösteriyor.<br />

Travma modeli oluşturabilmek için deney hayvanlarına uyguladığımız kısıtlamaların<br />

tutukluluk sürecinde nasıl işlediğini bizzat kendi yaşadığım haksız<br />

tutukluluk örneğimle anlatacağım. Laboratuvarımda şizofreni alanında<br />

birtakım çalışmalar yaparken ve bir yandan da annemin kanser hastası olmasının<br />

travmasıyla mücadele ederken birdenbire dekanlığa çok acil koduyla<br />

çağrıldım. Dekanlıkta beni bekleyen sivil polislerin beni gözaltına almasıyla<br />

beklenmedik bir anda belirsiz bir suçlama ile sürecim başladı. Polislerin nezaretinde<br />

önce laboratuvarım arandı ve mühürlendi daha sonra evim sabaha<br />

kadar arandı. Sabaha karşı nezarete getirildim. Geçen saatlere rağmen neyle<br />

suçlandığım söylenmedi. Sadece “suçu İzmir’de işlemişsiniz” dediler. Hala işlediğim<br />

iddia edilen suçun içeriğine dair bilgilendirme yapılmamıştı. Öğle saatlerinde<br />

havaalanına götürüldük. Havaalanında askeri bir uçağa bindirildik.<br />

Çoğul kullanıyorum çünkü önce nezarette üç kişi olduk daha sonra havaalanına<br />

gidince 20 kişi olduk. Uçağa binince 25 kişi olduk daha sonra İzmir’e inince<br />

başkaları da geldi ve 60 kişi kadar olduk. Otobüslere konulduk ve savcılık sorgusuna<br />

gittik. Ben savcılık sorgusunda, yani savcının karşısına çıktığımda 50.<br />

saatteydim ve hiç uyumamıştım. İlk dekanlığın odasında gözaltına alınmam<br />

ile savcılık sorgusu arasında 50 saat geçmişti. Saat 18:00 civarında yani 54.<br />

saatte mahkemeye sevk edildim. Mahkeme gece 21.00’da başladı ve sabah<br />

8.30’a kadar sürdü. Ben de savunmamı yaptım. Savunma sırasında 57. ve 68.<br />

47


Prof. Dr. Tayfun UZBAY<br />

HAKSIZ TUTUKLULUK TRAVMASI VE BEYIN<br />

saatler arasındaydık. Karar okunurken 70. saatti ve ben hala hiç uyumamıştım.<br />

Suçlamaları mahkemede öğrendim. Suçlamalara göre insan ticareti yaptığım<br />

ve zorla fuhuşa teşvik ettiğim iddia ediliyordu. Biri, travesti üçü genç kız<br />

dört kişiyi fuhuş yolu ile casusluk amaçlı kullanmakla suçlanıyordum ve çok<br />

şaşırmıştım. Bu kişileri hiç tanımıyordum. Sürekli kendi kendime düşünerek<br />

“Acaba biriyle bir yerde karşılaşmış olabilir miyim? Bu kişiler benim öğrencim<br />

olmuş olabilir mi?” gibi sorulara yanıt arayama çalıştım. Sorulara cevap bulamadığınız<br />

zaman aklınıza rüyada olduğunuzu düşünmekten başka bir şey<br />

gelmiyor. “Sanırım rüyadayım ben” diyorsunuz.<br />

Tüm bunlar yaşanmadan önce aslında o sırada tüm medya benden bahsediyordu.<br />

Şizofreninin şifresi agmatindi. Şizofrenide dopamin hipotezine itiraz<br />

etmiştim. Şizofrenide monoamin olan dopamin yerine ben yeni bir poliamin<br />

üzerinde durmuştum. Laboratuvarda agmatinin deney hayvanlarında şizofreniyi<br />

modellediğini fark etmemle geriye dönük literatürleri taramıştım. Aslında<br />

agmatinin metabolitlerinin de şizofreni hastalarında yüksek bulunduğunu görünce<br />

buradan yola çıkıp agmatini ketleyebilecek üç tane molekül buldum. Bu<br />

moleküllerin de ilaç olarak geliştirilebileceğine dair incelemeli patent almış<br />

durumdaydım. Bu incelemeli patentimden dolayı birincilik ödülüm vardı. Bu<br />

incelemeli patentten dolayı Türk Silahlı Kuvvetleri’nde sağlık bilimleri alanında<br />

ilk defa tek bir kişiye verilen yeni buluşlar şerit rozet beratım ve takdirnamem<br />

vardı. Karargah üstün hizmet ödülü almıştım. Amerika Birleşik Devletleri ile<br />

bir anlaşma yapmıştım. Kaliforniya’da araştırma üniversitesi olan San Diego<br />

Üniversitesi ile ortak bir çalışma yapacaktık. Ortak bir protokol oluşturmuştuk<br />

ve ben ilacın patentini devretmeyi reddetmiştim. Milli bir ilaç olmasını<br />

ve ilacın GATA’daki kendi laboratuvarlarımızda, Türkiye’de yapılmasını istiyordum.<br />

Dubai’ye ve San Diego’ya davet edilmiştim, sunumlar yapmıştım. Bilim<br />

insanı olarak devrim niteliğinde çalışmalar yaparken, birçok ödül almışken bir<br />

anda suçlamalara maruz kalmam bende çok büyük bir şaşkınlık oluşturmuştu.<br />

Tutuklandıktan dört beş gün sonra da Finlandiya’da şizofreni kongresinde<br />

davetli konuşmacıydım. Mahkemeye davet yazısını sunup tutuklayacaklarsa<br />

da kongrede konuşmamı yaptıktan sonra tutuklamalarını talep ettiğimde<br />

mahkeme bu ifademi kuvvetli kaçma şüphesi olarak değerlendirip iddianame<br />

yazılıncaya kadar yani 9 ay boyunca tutukluluğuma karar verdi.<br />

Tutuklulukta savunma sürecinde önemli faktörlerden biri uykudur. Uykusuz<br />

bırakılanlar kendilerini sadece iyi savunamamakla kalmaz, beyinde akut<br />

bir hasar da yaşarlar. Bunu deney hayvanları üzerinde uyku deprivasyonu<br />

oluşturarak görebiliyoruz. Uyku deprivasyonu sırasında ortaya çıkan travmayı,<br />

stresi de ölçüyoruz. Bu şekilde uykusuzluğun etkilerini görebiliyoruz.<br />

Uykusuzluk zihin, bilinç ve sağlıklı düşünme üzerine olumsuz etkilere sahip.<br />

Zihinsel çeviklik ve hafıza için yeterli ve kaliteli bir uyku gerekiyor. Ardışık olarak<br />

uyku sürecinin ertelenmesi zamanla beynin uykuya odaklanmasına ve<br />

uyumak için gereken her şeyi yapmasına neden oluyor. Uyuyamama biyolojik<br />

48


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

saati ve sirkadiyen ritmi bozar ve zaman ve mekan algısı karışmaya başlar. Bu<br />

süreçte salgılanan kortizol güçlü bir gerginliğe ve beyinde akut hücre ölümlerine<br />

neden olmaktadır.<br />

Savunma sırasında uykusuzluk çok olumsuz iki etkiye sahip. Birincisi, uykusuzken<br />

mahkemede saçmalayabiliyorsunuz. İkincisi, kendinizi yeterince<br />

savunamıyorsunuz. Sürekli stres altındasınız ve bir anda her şeyi söylemeye<br />

çalışırken de hep bir şeyleri atladığınızı düşünüyorsunuz. Zihniniz sürekli uyumaya<br />

odaklanıyor. Zaten tutuklandıktan sonra da 48 saate kadar uyumuştum.<br />

Uyku kalitesinin düşmesi savunmanın adaleti bakımında oldukça kötü bir şey.<br />

Robert Winston’ın bir ifadesi var: “Uykusuz bırakılmış ve sürekli uyanık kalmaya<br />

zorlanmış birisinin bir köşeye kıvrılıp uyuyabilmek için yapmayacağı veya<br />

söylemeyeceği bir şey yoktur.” Bunu yaşamayan kişiler için söz anlamsız gelebilir.<br />

Ben nasıl olsa suçsuz olduğumu biliyorum her koşulda mutlaka direnirim<br />

diyorsunuz ama uyku deprivasyonuna girerseniz uykunun gerçek önemini ancak<br />

o zaman anlayabilirsiniz.<br />

Tutukluluk sürecini en güzel anlatan kitaplardan bir tanesi Prof. Dr. Viktor<br />

Emil Frankl’ın yazdığı İnsanın Anlam Arayışı kitabıdır. Hatta bence başucu kitabıdır.<br />

Bu kitap cezaevinde benim hayatımı kurtardı diyebilirim. Muhakkak<br />

okumanızı tavsiye ederim. Frankl’ın bu kitabı yazmasındaki tetikleyici neden<br />

II. Dünya Savaşı’nda Yahudi olması sebebiyle Hitler’in zulmüne uğraması ve<br />

Aushwitz kampına gitmesi. Süreçte hem karısını hem çocuğunu kaybediyor.<br />

Bilim insanı olarak ve kendi iradesini kullanarak açlık, bedensel işkence ve<br />

tüm onur kırıcı davranışlara rağmen akıl ve beden sağlığını korumayı başarmış.<br />

Hatta o kadar korumuş ki Hitler devrilip Aushwitz kampında roller değiştiğinde<br />

yani gardiyanlar içeri girip masumlar dışarı çıktığında oradakiler bir<br />

süre kalıp gardiyanlara eziyet etmeye başlıyor. Frankl “Eziyet etmeyin, onlarla<br />

aynı seviyeye düşmemeliyiz” diyor. Zihnine o kadar hâkim bir durumda.<br />

Frankl, Logoterapi tekniğini de ortaya koymuştur. Evet, biz bir Aushwitz kampında<br />

değildik ama kamp hayatına benzer bir süreç ya da o tutuklamalara<br />

benzer bir tutuklama süreci geçirdik.<br />

Frankl’a göre tutukluluk süreci üç evreye ayrılıyor. Birincisi, kapatıldıktan<br />

hemen sonra gerçekleşen şok dönemi, ne olduğunu anlamaya çalıştığımız süreç.<br />

İkincisi, uyum sağlama dönemi, adaptasyon geliştirdiğimiz dönem. Tabii<br />

bu adaptasyon çok değişik şekilde ortaya çıkabiliyor. Stokholm Sendromu gibi<br />

uç örnekler de olabiliyor. Üçüncü evre ise serbest bırakılışı izleyen dönem.<br />

Kendi sürecimde Frankl’ın geliştirdiği evreleri ben biraz daha alt gruplara<br />

ayırdım. Birinci evre kapatıldıktan hemen sonra gelen şaşkınlık ve rüya dönemi:<br />

Bu evrede sürekli bir uyku-uyanıklık hali var. Uyandığınızda “Burada<br />

olmamam gerekiyor, rüyadayım herhalde” diyorsunuz sonra bakıyorsunuz<br />

ordasınız tekrar uyuyorsunuz.<br />

49


Prof. Dr. Tayfun UZBAY<br />

HAKSIZ TUTUKLULUK TRAVMASI VE BEYIN<br />

İkinci evre şok dönemi, 1-3 gün içerisinde başlıyor. Maalesef şok dönemini<br />

de içeride yaşadım. Her ne kadar kişiler eğitimli olsa da belirsizlik ve haksız<br />

suçlamanın getirmiş olduğu öfke ve tepki, bazı öfke nöbetleri ortaya çıkarabiliyor<br />

ve bunu kontrol etmek oldukça güç.<br />

Sonra uyum sağlama dönemi geliyor ve bu ilginç bir şekilde 3. günden itibaren<br />

başlıyor. Artık durumu kabulleniyorsunuz. Durumu kabullenmediğiniz<br />

zaman durum çok vahim. Kabullenmek durumundasınız eğer kabullenmezseniz<br />

zaten kurallarla zorla kabullenmenizi sağlıyorlar. Adaptasyonlar zor ve geçişli<br />

olabiliyor. Mesela benim kaldığım Şirinyer’de koğuş sistemi vardı ve her<br />

bir koğuşta en az 20 kişi kalıyorduk. 20 kişiyle aynı yerde uzun bir süre kapalı<br />

kalmak kolay bir şey değil. Bir tek tuvalet ve bir tek duş var ve duşun belirli<br />

saatleri var. Her yer beton. Açıkçası ben kafamı dinleyebileceğim, kitap okuyabileceğim<br />

ve tek başıma kalabileceğim bir alan istemedim değil. Uyum sağlama<br />

süreci olumlu veya olumsuz olabilir. Üretken olabilirsiniz veya isyankâr<br />

da olabilirsiniz. Böyle bir sürecin bile kişiyi üretken yapabileceğini Frankl’dan<br />

öğrendim. Hatta içeride kitap bile yazdım. Serbest bırakılışı izleyen dördüncü<br />

evrede şaşkınlık ve adaptasyon süreci tekrar başlıyor.<br />

Serbest bırakıldıktan sonraki süreçte büyük ihtimalle travma sonrası stres<br />

bozukluğu yaşayacaksınız. Bu süreci herkes farklı yaşıyor. Ben dışarıdan bakıldığında<br />

hiç yaşamadım gibi gözüküyor ama aslında ben de yaşıyorum. Hala<br />

her sabah bir anda kapımın çalınabileceği endişesini her zaman yaşıyorum.<br />

Bu süreçlerde beyinde neler olup bittiğini bilmiyoruz ama psikolojimizde ve<br />

davranışınızda neyin değiştiği çok açık bir şekilde görülebiliyor.<br />

Tutukluluk alıştığınız bir yaşam biçiminin bir anda elinizden kayıp gittiği<br />

yeni bir yaşam biçimidir. Zaman, mekân algınız ve biyolojik ritminiz değişir. Dışarıda<br />

sınırsız bir mekân ve yapacaklarınız bakımından sınırlı bir zamana sahip<br />

yaşarken içeride mekân sınırlıdır ve yapılacaklar bakımından sınırsız bir zamana<br />

sahip olursunuz. Şu an dilerseniz istediğiniz herhangi bir ülkeye gidebilirsiniz.<br />

İstediğiniz anda her şeyi yapabilirsiniz. Ancak zamanınız sınırlıdır. Yapacaklarınızı<br />

bir sıraya koymanız gerekir. Şimdi siz içeri girdiğiniz zaman mekân<br />

sınırlı ama yapacaklarınız bakımından zaman sınırsız. İçerde yapabilecekleriniz<br />

belli ve onun için sınırsız bir zamana sahipsiniz. Yapabilecekleriniz hep<br />

aynı şeyler. Günün belirli bir saatinde bir saat havalandırmaya çıkmak, yemek<br />

saati geldiğinde gidip yemeğinizi yemek sonra ya ranzanızda yatacaksınız, ya<br />

koğuşta volta atacaksınız ya da kitap okuyacaksınız. Yapabileceğiniz çok fazla<br />

bir şey yok. Bu da dışarıdakinin aksine içeride günlerin yavaş geçmesine, aylar<br />

ve haftaların daha çabuk geçmesine sebep oluyor. Mesela içerideyken ayda<br />

bir açık görüş var. O bir ay hemen geçiyor ama gün geçmiyor. O gün sabahtan<br />

akşama bir türlü kavuşmak bilmiyor. Bunu anlatmak zor, yaşamak lazım. Geceler<br />

çok çabuk geçerken gündüzler çok zor geçiyor. Biyolojik ritminiz tam bir<br />

savaşa giriyor çünkü eskisi kadar gün ışığı almıyorsunuz. Melatonin dengeniz<br />

50


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

bozuluyor. Kronobiyolojiniz bozuluyor. İçeride sizin için başka bir kronobiyoloji<br />

oluşuyor. Bozulan biyolojik ritim aslında DNA onarımının biyolojik ritminin<br />

de bozulmasına neden oluyor. Cezaevine giren kişilerde kanser ve benzeri<br />

hastalıkların tam da o süreçte çıkması tesadüf değil. Adaptasyonun gecikmesi<br />

depresyona yatkınlığı 3-4 misli artırır. İntiharların ve hezeyanların çoğu bu ilk<br />

döneme rastlar.<br />

Tutukluluğun ilk döneminde stres çok yüksektir, sürekli bir endişe hali vardır.<br />

GABA ve adenozin salıverilmesi yetersizdir. GABA ve adenozinin tersine<br />

glutamat salınmak için kendisine oldukça geniş bir alan buluyor. Noradrenalin<br />

önce fazla sonra eksik salıveriliyor. Serotonin salıverilmesi yavaşlıyor. İlk önce<br />

artmış anksiyete ortaya çıkıyor. Herkeste anksiyete yaşanıyor. Huzursuzluk,<br />

uyku bozuklukları, korku, endişede artış bazılarında panik atağa ve zemini<br />

olanlarda psikotik atağa sebep oluyor. Uzun vadede ise isteksizlik, değersizlik<br />

duygusu, yeme bozukluğu, öz güvenin kaybolması, hayattan zevk almama<br />

ve hatta intihara kadar gidebilen bir süreç yaşanıyor. Benim Şirinyer’de<br />

bulunduğum 9 ay içerisinde 2 tane intihar vakası gerçekleşti. Gardiyanlarla<br />

konuştuğumuzda cezaevinde bundan önce de birçok intihar vakası olduğunu<br />

öğrenmiştik. Bunlar onlar için oldukça doğaldı.<br />

Zorlayıcı dış uyaran ve stres sonucunda bir yol ayrımına geliyorsunuz. Yol<br />

ayrımı sizin yapacağınız yoruma bağlı. Ya olumlu bir yorumda bulunup uyum<br />

sağlayıp burada sağlığı koruyacaksınız. Ya da olumsuz bir yorumda bulunup<br />

oradaki yönetimle vs. çatışma yaşayacaksınız ve sonucunda sağlığınız bozulacak.<br />

Benim şöyle bir mottom vardı: “Burada sağlıklı geçireceğimiz her gün<br />

özgürlüğe doğru atılmış bir adımdır.” Eğer sağlığımızı kaybedersek dışarı çıksak<br />

da güzel şeylerin olması mümkün değil. Burada beden ve ruh sağlığımızı<br />

korumamız lazım.<br />

İçerideki önemli sorunlardan bir tanesi af yanılsaması. Af yanılsaması psikiyatride<br />

de tanımlanmış bir durumdur. İdama mahkûm edilen bir insanda<br />

dahi infazdan hemen önce son dakikada af edileceği duygusu vardır. İnfaz gerçekleşene<br />

kadar bu duygu sürer. Tutuklu her itiraz döneminde, her mahkeme<br />

döneminde vs. af beklentisi içindedir. Tutukluda, her an bir şeyler olabileceği<br />

ve serbest bırakılacağı umudu vardır. O nedenle otorite ile iyi geçinme, gerekirse<br />

işlememiş olsa bile suçu kabullenme eğilimindedir. Hatta o dönemde<br />

bazı arkadaşlar “itirafçı olalım” dediler. Neyi itiraf edeceksiniz? Bir şey yaptınız<br />

mı ki? Yaptıysanız itiraf edin ama ben bir şey yapmadım, niye itirafçı olayım.<br />

İtirafçı olanlara biraz daha kolaylık, ceza indirimi sağlıyorlar. Kişilerde bunlar<br />

nasıl olsa bize ceza verecekler, bari az alalım düşüncesi oluşuyor. Bu düşünce<br />

de büyük hatalardan bir tanesi. Süreçte doğru yerde durmayı becermek gerekiyor.<br />

Medyada çıkan basit, hatta konu ile alakasız bir ifade tahliye beklentisini<br />

artırır. Örneğin, haberlerde yargıyla ilgili bir haber çıktığında içeride bir anda<br />

büyük bir moral takviyesi yaşanıyor. Herkes “Herhalde haklılığımız anlaşıldı,<br />

51


Prof. Dr. Tayfun UZBAY<br />

HAKSIZ TUTUKLULUK TRAVMASI VE BEYIN<br />

yakında iddianamemiz hazırlanacak ve bizi bırakacaklar” diye ümitleniyor.<br />

Aslında çok da fazla bir şey olmuyor. Bunlar küçük haberler, bazısı da şişirme<br />

haberler ama içeride bunların değeri çok büyük. Rüyalar, falcıların yorumları<br />

vb. şiddetli bir tahliye beklentisi yaratır. Beklentiler gerçekleşmeyince birkaç<br />

gün süren depresyon ve üzüntü süreci gelir. Hastalıklar ve sorunlar bu dönemde<br />

artar. Bu durum ancak bir ziyaret, umut verici yeni bir haber veya yorumla<br />

aşılabilir. Af yanılsaması, adaptasyon sürecini olumsuz etkileyen en tehlikeli<br />

sıkıntıdır. Af yanılsaması adaptasyonu sık sık bozar ve yeniden uyum sağlamak<br />

için efor sarf etmenize neden olur. Bu durumu en iyi cezaevinde birlikte<br />

kaldığımız bir arkadaşım “Uyum sağlıyorum. Vitesi 5’e takıp giderken birden<br />

2. vitese düşüyor ve yavaşlıyorum. Gaza basıyorum ama motor ses yapıyor.<br />

Sonra yeniden 3. vitese geçiyorum ama bu zaman alıyor ve çok yoruluyorum”<br />

ifadesiyle anlatmıştı.<br />

Tutuklulukta belirsizlik önemli bir faktör ve hükümlülük ile tutukluluk arasında<br />

da kesinlikle bir fark var. Hükümlü ne suç işlediğini biliyor ve hatta bazıları<br />

içerde işlediği suçun bedelini ödediği için rahat bile edebiliyor. Tutukluluk<br />

ise ucu açık ve belirsiz bir süreçtir. Süresi sadece belirsiz değil aynı zamanda<br />

sınırsızdır. Ne zaman biteceğini kestirmek olanaksızdır. Mesela esrardan yakalansanız<br />

veya birini dövüp içeri girseniz ne kadar tutuklu kalacağınız belirlidir.<br />

Avukatınız da bunu size söylüyor. Ancak ortada işlenmiş bir suç yoksa ve siz<br />

tutuklanmışsanız ortada büyük bir belirsizlik oluşuyor. Avukatlar hep iddianameyi<br />

görmeden bir şey söyleyemem diyorlar. Savcının iddianameyi yazma<br />

süresi uzuyor. Mesela bizim iddianameyi 9 ayda yazdı. Belirsizliğin getirdiği<br />

ciddi bir stres var. Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği kitabında bu durumu “Gemiciler<br />

için sis karanlıktan daha korkutucudur” ifadesiyle çok güzel bir biçimde<br />

anlatıyor.<br />

Nobel ödüllü yazar Thomas Mann, Büyülü Dağ kitabında tüberküloz hastalarının<br />

çaresizliğini anlatıyor. Kitapta sanatoryumda taburcu olacakları zamanı<br />

bilmeden geleceksiz ve hedefsiz bir şekilde kalmak zorunda olan veremli hastaları<br />

anlatır. Burada hastaların keskin biçimde hissettiği şey, aynı cezaevinde<br />

hissedilen kalış süresinin sınırsızlığı ile kalış mekânının sınırlılığıdır. Bu hastalar<br />

sınırlı mekânın içinde ne kadar kalacaklarını bilmiyorlar, bazı ölen hastaları<br />

da görüyorlar ve sonlarının da büyük bir ölçüde ölüm olacağını da biliyorlar.<br />

Yazar “Bu hastalara dışarıdaki yaşam, başka bir dünyadan buraya bakan ölü<br />

bir insana göründüğü gibi görünür” diyor. <strong>Travmayı</strong> anlamak istiyorsanız edebiyatı<br />

da takip etmelisiniz. Bu kitapta travmaya dair çok güzel betimlemeler<br />

yapılmış. Bu sizin de travmayı anlayabilmenizi kolaylaştırır.<br />

Tahliye sonrasında özgürlük kavramı zedelenmiştir. Uzun tutukluluk sonrası<br />

özgürlük, artık sizin için sanal bir kavram haline geliyor. Kişi kendini bazen<br />

cezaevinden daha kötü hisseder. Çünkü özgür kaldıktan sonra da her an<br />

kapınızın yeniden çalınabileceğini ve tekrar geri alınabileceğiniz düşüncesine<br />

52


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

sahipsiniz ki ben bu düşünceye hala sahibim. İçeriye uyum sağlamış bireyin<br />

bu sefer dışarıya adapte olması gerekmektedir. Ben de cezaevine artık iyice<br />

adapte olmuştum. Hatta tahliye olacağımı müjdelediklerinde bir süre böyle<br />

boş gözlerle bakmışım. Kişiler için yeni bir adaptasyon süreci yaşanacak. Yani<br />

sınırlı mekân-sınırsız zaman meselesi bu sefer tersine dönecek. Bu adaptasyon<br />

sürecinde de kimse psikolojik danışmanlık hizmeti vermiyor. Mutlaka verilmeli.<br />

İçeriye ne kadar adapte olunmuş olursa olsun travmatik bir süreçtir<br />

ve tahliyede travma sonrası stres bozukluğu oluşacaktır. Bu ciddi bir sorundur<br />

ve içeride geçirilen süre ile orantılı olarak şiddeti ve çıkma olasılığı güçlenir.<br />

Polis, savcı, hâkim gibi devleti temsil eden otoriteye öfkeli ve güvensiz ve korkulu<br />

bakabiliyorsunuz. Ve kendinizi cezaevinde gördüğünüz rüyalar maalesef<br />

devam ediyor.<br />

Tahliye sonrası ilk günde şaşkınlık yaşanıyor. İkinci ve üçüncü günlerde öforik<br />

ve manik çıkışlarınız olabiliyor. Üçüncü ve dördüncü günlerde her an tekrar<br />

geri dönüş veya başka bir komplo paranoyası yaşanmaya başlanıyor. Bu paranoya<br />

ve korkudan sonra kendilerini unutturmak için çok iyi cerrah olan bir<br />

hekim arkadaşım, hekimliği bırakıp İzmir’de küçük bir yerde çiftçilik yapmaya<br />

başladı. Bunun gibi birçok örnek gördüm. Bu kişilerin çoğunda travma sonrası<br />

stres bozukluğu ve depresyon vardı.<br />

Tutukluluğun oluşturduğu hasar sadece tutuklu kişi ile sınırlı değil. Tutukluluk<br />

sadece tutukluyu değil, aile ve sosyal çevresini de derinden etkileyen<br />

bir olgudur. Tutuklular için söylediğimiz her türlü zarar ve hasar birinci derecede<br />

yakınları için de geçerlidir. Bazen yakınlarındaki hasar, tutukludakinden<br />

çok daha derin ve vahimdir. Babam memlekette küçük bir esnaf ve o dönem<br />

hakkımda çıkan haberler nedeniyle insan içine çıkamadığını biliyorum. Oğlum<br />

da yaşananlardan ötürü bir dönem okulunu dondurmak zorunda kaldı ve bir<br />

dönem geç mezun olmak zorunda kaldı.<br />

Bu davalar sonrasında birçok boşanma olayı da yaşanmıştır. Benim şahsi<br />

tespitlerime göre boşanma oranı %50’ye yakın ama casuslukta %60’ı bulabiliyor.<br />

Casuslukta %60’ı bulmasının nedeni kadınların kafasına bir kere kuşku<br />

giriyor. Çünkü pazarlama işleri, kadın vs. durumları var. O güven duygusu bir<br />

kere incindikten sonra maalesef hâkim sizi beraat ettirse bile boşanmalar gerçekleşebiliyor.<br />

Adaletin gerçekleşebilmesi için en önemli faktörün vicdan olduğu söylenir.<br />

Vicdan olmadan adalet sağlanamaz. Vicdan ön yargılardan arınmış olmalıdır.<br />

Aksi durumda hukuksuzluğun dayanağı olur. Vicdan ikiye ayrılır: sosyal ve<br />

çekirdek vicdan. Çekirdek vicdan genetik, dürtüsel ve doğuştan gelir. Sosyal<br />

vicdan gelenekler, din, dil, eğitim ve otorite bileşenleri üzerine şekillenir. Tüm<br />

memelilerde hatta deney hayvanlarında bile çekirdek vicdan vardır.<br />

Church ve arkadaşlarının yaptıkları çalışmada, farelere her yiyecek veya<br />

53


Prof. Dr. Tayfun UZBAY<br />

HAKSIZ TUTUKLULUK TRAVMASI VE BEYIN<br />

su verildiğinde yan kafeste yer alan türdeşlerine elektrik şoku verilerek acı<br />

çektirilmesi durumunda yiyecek almayı reddettikleri gösterilmiştir. Bartal ve<br />

arkadaşlarının yaptıkları çalışmada ise sıçanların şeffaf bir kutu içinde tutulan<br />

başka bir sıçanla karşılaştığında ilk tepkisinin onu kutudan çıkarmaya çalışmak<br />

olduğu bulunmuştur. Tomasello ve arkadaşlarının yaptıkları bir diğer çalışmada<br />

henüz 18 aylık bebeklerin bile başka bir insan zor durumda kaldığında<br />

bunu anladıklarını ve yardım etme eğiliminde olduklarını göstermiştir.<br />

Deney hayvanlarında bile bu vicdan varken makul şüphe var diye emin<br />

olmadan hâkimlerin yıllarca ceza vermesi size, hâkimlerde hiç mi vicdanı yok,<br />

diye düşündürebilir. Hâkimlerin vicdanı sosyal vicdandır. Kişinin suçluluğundan<br />

tam olarak emin olmadığınız ama ceza verdiğiniz zaman kullandığınız vicdan,<br />

sosyal vicdandır. Sosyal vicdan kılıf arar. Hiroşima’ya bomba atan pilota<br />

“Hiroşima’ya bomba attın, binlerce insan öldü ve hala sakat doğan çocuklar<br />

var. Sen nasıl uyuyorsun?” diye sorduklarında pilot “Ben bir askerim ve emirleri<br />

uyguladım, ben ne yapabilirdim ki?” yanıtını vermiş. Aynı şekilde Hitler’in<br />

subayları mahkemelerde yargılanırken “Biz, bize verilen emirleri yerine getirdik.<br />

Bizleri bu şekilde yargılayamazsınız” yanıtını veriyorlar. Otorite devreye<br />

girdiğinde sosyal vicdan mazeretini üretir ve çekirdek vicdan devre dışı kalır.<br />

Ayna nöronlar empati yapmamızı sağlar. Sürekli sosyal vicdanı ön plana<br />

çıkaranlarda ayna nöronlarının yeterince çalışıp çalışmadığını hep düşünmüşümdür.<br />

Empati yapamıyorlar mı? Bu belki başka bir araştırma konusu olabilir.<br />

Milgram deneyinde ve Zimbardo’nun Stanford Hapishane Deneyi’nde de<br />

açık açık görüyoruz ki insanlar çekirdek vicdandan ziyade sosyal vicdana daha<br />

yatkın. Maalesef insanlar sürü psikolojisine çok yatkın. Toplumun da biraz duyarlılık<br />

göstermesi gerekiyor. Cesur bir şekilde sorgulama yapması gerekiyor.<br />

Etik, genel bir kavram olarak, her tür insan ilişkisinin, toplumsal yaşamın<br />

ve etkileşmenin ahlaki kurallarını içerir. Ahlak kuralları, gelenek ve görenekler<br />

toplumdan topluma değişebilirken etik ve bilim evrenseldir. Etik temellere<br />

dayanmayan bir süreç hukuk kurallarına şeklen tam olarak uysa bile elde<br />

edilen sonuç geçersiz olacaktır. Etik kurallara uymayan hukuki uygulamalar<br />

toplum/insanlık vicdanında kabul görmez. Çekirdek vicdan dediğimiz şeyi<br />

toplumda sağlayacak olan şey etiktir. Etik; hukukun, adaletin ve vicdanın bir<br />

kesişim noktasıdır. Etik davranılırsa, hukuk adaleti temin edebilir. Etik davranılırsa,<br />

medya gerçek haberi verebilir. Etik davranılırsa, bilim gerçek araştırma<br />

sonuçlarına ulaşabilir ve size gerçek ilacı sunabilir.<br />

Çağdaş ve sağlıklı bir toplumda demokrasiyle yaşamayı herkes ister. Ancak<br />

demokratik bir toplumda yaşayabilmeniz için bilim toplumu olmanız lazım.<br />

Biliminizin gerçek bilgi üretmesi lazım. Hukuk devleti olmanız lazım. Hukukunuzun<br />

da adaleti sağlayabilmesi için etik zeminde bunları çalışıyor olması lazım.<br />

Dünya Adalet Projesi’nin (The World Justice Project) 2014 Küresel Huku-<br />

54


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

kun Üstünlüğü Endeksi genel sıralamasında 99 ülke içinde 59. sırada yer alan<br />

Türkiye, Temel Haklar kategorisinde 78., Açık Devlet sıralarında 69., Düzen<br />

ve Güvenlik’te 67., Düzenleyici Uygulama sıralamasında 38’inci, Yolsuzluğun<br />

Yokluğu sıralamasında 35’inci ve Sivil Adalet sisteminde 47’nci sırada yer aldı.<br />

Kötü adalet sistemi ülkenin gelişmesine de engel oluyor. ABD bilim insanına<br />

ve yaratıcı düşünceye karşı komployu ülkenin geleceğine yapılmış bir suikast<br />

sayıp anayasal suç olarak cezalandırırken ve bilim insanını korurken, Türkiye<br />

bizzat siyasi davalar üzerinden kendi bacağına kurşun sıkıyor. Bu durum<br />

Türkiye’nin bilim, sanat ve insan haklarında ileri bir ülke olmasını engelliyor.<br />

Kaybeden her zaman Türkiye ve ülke halkıdır.<br />

Hukuk ve adalet aynı şey değildir. Hukuk, adaletin gerçekleşebilmesi için<br />

sadece bir araçtır. Hukuk kuralları her zaman adil olmadığı gibi uygulayanların<br />

bu kuralları uygulama biçimi de adil olmayabilir. Adil olmayan bir hukuk sistemi<br />

veya uygulaması varsa hukuk devleti yoktur.<br />

Beraat ettiğim zaman medyaya verdiğim ilk demeçte “Bizi içeri atan güç<br />

çok tehlikeli ve devlet bunun farkında değil” demiştim. Bir güç bir insanı bu<br />

kadar süre içeride tutabiliyorsa, bu güce çok dikkatle eğilmek lazım darbe bile<br />

yapabilirler, demiştim ve darbeye kalkıştılar. 15 Temmuz olaylarını hepimiz<br />

yaşadık. Ben hedef göstermeye, etiketlemeye karşıyım. Yalnızca hukukun tam<br />

işlemesini istiyorum. Bazı arkadaşlarımız çıktıktan sonra hedef gösterdiler.<br />

Başkalarını suçladılar ama ben yapmadım. Çünkü elimde yeterince delilim<br />

yoktu. Financial Times’ta haberim yapıldı ve orada bu işin cadı avına dönmemesi<br />

gerektiğini, özellikle darbe sonrasında hukuk adaletinin çok dikkatli<br />

bir şekilde temin edilmesi gerektiğini vurguladım. Çünkü suçluların yanına<br />

suçsuzları da karıştırdığınız zaman, o suçlular suçsuzların sırtına basarak, suçsuzların<br />

mazlumluğundan faydalanarak, kendilerini mağdur ilan edebiliyorlar.<br />

Bu yüzden hukukun burada adaleti tam olarak temin etmesi lazım. Kimseyi<br />

kayırmadan net biçimde işlemesi gerekir.<br />

Tutukluluk beyinde geçici veya kalıcı hasar oluşturan fiziki bir işkencedir.<br />

Evet, belki fiilen işkence görmedim ama travmatize oluyoruz. Bir yerde 12<br />

Eylül travma mağdurları var, bir yerde 28 Şubat. Yavaş yavaş toplum travmatik<br />

bir toplum haline geliyor. Yargılama sürecinde beyine ne olduğu, fiziki işkence<br />

kadar ve hatta ondan daha önemlidir. fMRI veya MR gibi tekniklerle<br />

tutukluluk sürecinde beyine ne olduğu bilimsel olarak da kanıtlanabilir. Ancak<br />

mahkûmlar üzerinde deney yapmak yasak. Bu sebeple yeterli çalışma yoktur.<br />

Ancak neler olduğunu anlamak adına yapılmalıdır.<br />

Tutukluluk süreci kadar sonrasında da insanların profesyonel yardıma ihtiyacı<br />

vardır ve ülkemizde bu tür araştırmalar pek yapılmamakta, yapılsa bile<br />

dikkate alınmamaktadır. Kumpas mahkemelerinde insanlık suçu işlenmiştir.<br />

Bu mahkemelerdeki yargılamayı yapanlar, mesela benim savcım Yunanistan’a<br />

55


Prof. Dr. Tayfun UZBAY<br />

HAKSIZ TUTUKLULUK TRAVMASI VE BEYIN<br />

kaçarken yakalandı, şu anda yargılanıyor. Hâkim de önce tutuklandı daha sonra<br />

serbest bırakıldı ama o da görevi kötüye kullanmaktan yargılanıyor.<br />

Cemaatçi yapılanmalar ve biat kültürü çekirdek vicdanı olmayan bireyler<br />

yaratır. Cemaatçi denildiğinde herkes dini cemaatleri anlıyor. Ancak ben her<br />

türlü cemaat yapılanmasından bahsediyorum. Sadece cemaat de olması gerekmez,<br />

sorgulanmayan en baştaki ne derse koşulsuz ona itaat edilen her yapılanma<br />

buna sebep olur.<br />

Nietzsche “Beni yıkamayan her şey beni güçlendirir” diyor. Ben bu ifadeyi<br />

“Beyni yıkamayan her şey beyni güçlendirir” olarak kullanmayı tercih ediyorum.<br />

Her türlü travma altında beyninizi korumaya çalışın. Viktor E. Frankl diyor<br />

ki “İki anlamda uyanık olalım: Auschwitz’den bu yana insanın insana neler<br />

yapabileceğini biliyoruz. Hiroşima’dan bu yana da neyin tehlikede olduğunu<br />

biliyoruz.” Bu iki sözle bitiriyorum.<br />

SORULAR<br />

Soru 1. Öncelikle paylaştıklarınız için teşekkür ederim. Dışarı çıktıktan sonra<br />

adaptasyon sürecinde adalet duygusuna olan kırgınlığınız, hatta insanlara<br />

kırgınlığınız muhakkak olmuştur Bunu nasıl aştınız?<br />

Prof. Dr. Tayfun Uzbay: İnsanlara bir kırgınlığım yok, insanları anlayabiliyorum.<br />

Çünkü bugün ben de bazı şeylere istemeden duyarsız kalabiliyorum.<br />

Sosyal medyada bir şeyi paylaşırken “Acaba yanlış anlaşılır mı, acaba başıma<br />

bir şey gelir mi?” diye üç kere düşünebiliyorum. İnsanlar kendi dertlerinde<br />

oluyorlar. Kurumsal duyarlılık olabilmesi için daha mantıklı bir şekilde harekete<br />

geçmek lazım. Aşıp aşmadığımı bilmiyorum ama buraya kadar gelebildiğime<br />

ve hastanede falan yatmadığıma göre iyi durumdayım diyebilirim. Ders<br />

anlatabiliyorum, deney yapabiliyorum, yayın yapabiliyorum. Mesela deprem<br />

travması yaşayan insanlar küçük bir şeyde başları dönse hemen deprem oluyor<br />

diye korkuyorlar ya sanırım bu kalıcı bir şey. Bende de her an geri içeri<br />

girme korkusu sanırım kalacak. Her an başıma bir şey gelebilir diye tetikte<br />

olacağım.<br />

Soru 2. Bu yaşadıklarınızdan sonra hayvanların denek olarak kullanılmasına<br />

bakış açınız nedir?<br />

Prof. Dr. Tayfun Uzbay: Yapay zekâdan umutluyum. Yapay zekâyı destekliyorum.<br />

Güzel bilgisayar yazılımları, programları ile deney hayvanlarında yapacağımız<br />

işleri bilgisayar ortamında simüle ederek yapabiliriz. İlaç geliştirebiliriz.<br />

Ama şu anda hiçbir asistanımın deney hayvanlarıyla yaptığı çalışmasını da<br />

kesmiyorum. Devam etmek zorundalar.<br />

56


Travmanın<br />

Medyada Temsili<br />

Prof. Dr. Süleyman İRVAN<br />

Travma sözcüğü Prof. Dr. Sinan Canan’ın da sunumunda ifade ettiği gibi Latince’de<br />

“yara” olarak geçiyor, yaranın karşılığı olarak kullanılıyor. Ben açıkçası<br />

travmanın Türkçe bir karşılığını bulamadım. <strong>Travmayı</strong> arama motorunda aratıp<br />

ne tür görseller olduğuna baktığımda genellikle beyin ile ilgili görseller çıktı.<br />

Belki de Türkçede travma daha çok beyin sarsıntısı anlamında kullanılıyor.<br />

Türk Dil Kurumu sözlüğünde de travmanın iki temel anlamı verilmiş. Birincisi;<br />

sarsıntı, ruh biliminde, psikolojide kullanılan. İkincisi de tıpta kullanılan<br />

bir doku veya organın yapısını, biçimini bozan ve dıştan mekanik bir tepki sonucu<br />

oluşan yerel yara, örselenme olarak almış. Doç. Dr. Gökben Hızlı Sayar<br />

Hoca da dünkü konuşmasında travmaya dair bir tanım vermişti. Ölüm veya<br />

ölüm tehdidi söz konusu olduğu, bireyin fiziksel veya yaşamsal bütünlüğüne<br />

yönelik bir tehdidin ortaya çıkması gibi beklenmedik, kişinin uyum sağlayıcı<br />

baş etme yollarını felç eden olaylar diye tanımlamıştı. Bu daha kapsamlı bir<br />

tanım ve travmanın neleri içerebileceği konusunda bir tahminde bulunmamıza<br />

yardımcı oluyor.<br />

Travmanın aslında taciz, tecavüz, savaş gibi bir yığın boyutu var. Prof. Dr.<br />

Nevzat Tarhan da yıllar önce yazdığı bir yazıda, “Kişinin psikolojik bütünlüğünü<br />

tehdit altına alan ve psikolojik dengesini bozan her şey travmadır” diyerek<br />

travmayı tanımlamıştı. “Sosyal olaylar da doğal afetler gibi toplu travma yapabilir”<br />

diye de eklemişti.<br />

Travma nedir sorusuna psikoloji eğitimi gören arkadaşlar daha kolay cevap<br />

verebilirler ama iletişim eğitimi görenler o kadar kolay cevap veremeyecekler-<br />

57


Prof. Dr. Süleyman İRVAN<br />

TRAVMANIN MEDYADA TEMSİLİ<br />

dir. Çünkü muhtemelen psikolojide travma daha ayrıntılı bir şekilde işleniyor,<br />

ancak iletişim öğrencilerinin müfredatlarında travmaya dair bir ders yok.<br />

İletişim Fakültesi 2. sınıf öğrencilerime derste birer kağıt dağıttım ve dedim<br />

ki, “Kağıdın ortasına travma yazın ve travma süreci ile ilişkili olabilecek<br />

on kavramı da etrafına yazın.” En fazla kullanılan sözcükler şiddet, psikoloji,<br />

kaza, korku, yalnızlık, taciz ve aile oldu. Ailenin çok fazla kullanılması bana<br />

ilginç geldi. Galiba travmayı daha çok çocukluk travması ile ilişkilendiriyoruz.<br />

Travma denildiğinde aslında bir sürü şey toplumda travmaymış gibi algılanabiliyor.<br />

Toplumların herhangi bir kavramı kabullenişleri, kullanışları konusunda<br />

nasıl hareket ettikleri ve hayatlarına yeni giren olguları, kavramları<br />

nasıl anlamlandırdıklarına ilişkin Fransız sosyal psikolog Serge Moscovici bir<br />

araştırma yapıyor ve kuram geliştiriyor. Bu kurama da Sosyal Temsiller Kuramı<br />

adı veriliyor. Moscovici, psikanalizin nasıl benimsendiği üzerine çalışmalar<br />

yapıyor ve psikanalizin Hristiyan inancında olan günah çıkarma ritüeline çok<br />

benzediğini, o nedenle kolaylıkla somutlaştırılıp yaygınlaştığını söylüyor. Şimdi<br />

benzer biçimde Türkiye’de de psikanaliz üzerine bir çalışma yapılmış. Üstelik<br />

çalışmayı Üsküdar Üniversitesinden Dr. Öğretim Üyesi Meltem Narter yapmış,<br />

ama o çalışmada böyle bir vurgu yok. Çünkü İslam inancında psikanaliz<br />

bu tür bir günah çıkarmaya karşılık gelmiyor. O yüzden kanaatimce psikanaliz<br />

o kadar kolay benimsenmiş bir pratik değil.<br />

Medya ve travma ilişkisini inceleyecek olursak, iki önemli konu karşımıza<br />

çıkıyor. Bunlardan ilki, travmatik olayları haber yapan medya mensuplarının,<br />

gazetecilerin yaşayabilecekleri travmalar. Bu tür travmalara literatürde “ikincil<br />

travma” deniyor veya “vekaleten travma” deniyor. Fakat aynı zamanda<br />

gazeteciler travmayı doğrudan da yaşayabiliyor. Özellikle savaş gibi durumlarda<br />

savaş muhabirliği yapan kişiler, savaş bölgelerinde kaldıklarında oradaki<br />

halkla aynı travmatik olaylara maruz kalıyorlar. Uzun bir süre çatışma bölgelerinde<br />

habercilik yapan gazeteciler kesinlikle bu travmatik süreci yaşıyorlar. Çatışmaların<br />

ortasında kalabiliyorlar, yaralanabiliyorlar veya öldürülebiliyorlar.<br />

Aslında savaşlar gibi aşırı örneklerin yanında normal zamanda da polis-adliye<br />

muhabirleri bunları çok yaşıyor. Çünkü polis-adliye muhabirleri neredeyse bir<br />

cinayet vakasından diğer cinayet vakasına koşup duruyorlar.<br />

Bu süreçteki en büyük eksikliklerden bir tanesi, medya mensuplarının,<br />

muhabirlerin hiçbir biçimde travma tedavisi almıyor oluşu. Bu tür haberleri<br />

yapan gazetecilerin mutlaka travma tedavisi görmeleri gerekiyor. Bu konuda<br />

meslektaşım Doç. Dr. Gül Esra Atalay 3 yıl önce “Şiddeti haber yapmak: Gazeteciler<br />

ve Travma” başlıklı bir çalışma yapmıştı. Çalışmada “özellikle şiddet<br />

içerikli olayları haberleştiren gazeteciler işlerinden dolayı ruhsal bozukluk yaşama<br />

riskiyle karşı karşıyadır” deniyor. Atalay makalesinin son iki paragrafında<br />

da şu ifadeler yer vermiş:<br />

58


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

“Türkiye gibi travmatik olayların sürekli olarak tekrarlandığı bir ülkede<br />

gazetecileri koruyacak, bilgilendirecek ve destekleyecek kuruluş ve programların<br />

oluşturulması ve bu kuruluşlar yoluyla medya çalışanlarının ve<br />

işverenlerin bilinçlendirilmesi, sorunun çözümünde büyük bir adım olabilir.<br />

Ayrıca gazetecilik eğitiminde de gazetecilik öğrencilerine, profesyonel yaşamlarında<br />

karşılarına çıkacak olan şiddet, felaket, tehlike içeren olaylarla<br />

nasıl baş edeceklerine dair bilgilerin aktarıldığı dersler de yer alabilir.<br />

İyi gazetecilik, ancak sağlıklı gazeteciler tarafından yapılabilir. Dünyada<br />

olan bitenleri haberleştiren, bu yolla da hayatı algılayışımızı etkileyen gazetecilerin<br />

travmatik olaylara ve ruhsal bozukluk risklerine karşı eğitimli<br />

ve bilgilendirilmiş olmaları, meslekleri dolayısıyla yaşayabilecekleri bu tip<br />

sorunları çözmede kurumsal bazda destekleniyor olmaları, hem gazetecilerin<br />

ruhsal sağlıklarına hem de halkın haber alma hakkının korunmasına<br />

hizmet etmesi beklenebilir.”<br />

Gerçekten ülke olarak çok fazla travmatik olay yaşadık ve maalesef hâlâ da<br />

yaşamaya devam ediyoruz. Gazetecileri bu travmalardan koruyacak, bilgilendirecek<br />

ve desteleyecek kuruluş ve programların oluşturulması ve bu kuruluşlar<br />

yoluyla medya çalışanlarının ve işverenlerinin bilinçlendirilmesi, sorunun<br />

çözümünde büyük bir adım olabilir. Tabii burada bir merkez işaret ediliyor.<br />

Bunun yanında gazetecilik eğitimine, gazetecilik öğrencilerinin profesyonel<br />

yaşamlarında karşılarına çıkacak şiddet, felaket, tehlike içeren olaylarla nasıl<br />

baş edeceklerine dair bilgilerin yer aldığı dersler de eklenebilir. Aslında bunlar<br />

psikologların ve iletişimcilerin bir araya gelerek yapabilecekleri şeyler. Bir<br />

araya gelerek travmatik olaylarda gazetecilerin kendilerini nasıl korumaları ve<br />

haber yaptıkları travma mağduru kişilere nasıl yaklaşmaları gerektiği konusunda<br />

ilkeler, yöntemler geliştirmeliyiz.<br />

Ülkece yaşadığımız çok fazla travmatik olay var. Örneğin 17 Ağustos 1999<br />

Gölcük depremi. Depremde 18.373 kişi hayatını kaybetmiş, 48.901 kişi yaralanmış<br />

ve 5.840 kişi de kaybolmuş. O depremde az ya da çok hepimiz travma<br />

yaşadık, ben ikincil travma yaşayanlardanım. Hepimiz için çok büyük bir travmatik<br />

olaydı ve büyük yıkımlar söz konusuydu. Aslında deprem gibi olayların<br />

haberleştirilmesi de travmayı arttırıcı etkiye sahip. Çok büyük bir olay olduğu<br />

için o dönem medya, depremi hep manşetten aktarıyordu. Meselâ Hürriyet<br />

gazetesi ‘Katiller’ demiş. Star gazetesi ‘Acımız büyük, Alev Alev’ diye manşet<br />

atmış. Sonra yine aynı yıl 13 Kasım 1999 Düzce depremi oldu, 710 yurttaş<br />

öldü. Yine medyada geniş yer aldı. 2000’li yıllara geldiğimizde çok fazla terör<br />

olayı yaşadık. 20 Eylül 2011’de Ankara Kumrular saldırısı meydana geldi. Manşetlerden<br />

ceset fotoğraflarına ve büyük puntolarla yazılmış haber başlıklarına<br />

yer verildi. 2013 yılında Reyhanlı saldırısı oldu. Reyhanlı saldırısında 52 kişi<br />

ölmüştü. Reyhanlı saldırısı da büyük bir terör saldırısıydı. 2015 yılının Haziran<br />

ayından itibaren ülkede artan bir ivmeyle terör saldırıları gerçekleşti. Diyarbakır<br />

mitinginde bir saldırı gerçekleşti, bomba patlatıldı. Burada 5 kişi öldü ve<br />

59


Prof. Dr. Süleyman İRVAN<br />

TRAVMANIN MEDYADA TEMSİLİ<br />

400’den fazla kişi de yaralandı. 20 Temmuz Suruç saldırısında da 34 kişi öldü,<br />

100’den fazla kişi yaralandı, bir bahçede yaşanmıştı patlama. Tabii ki medya<br />

bunları yine manşetten, büyük puntolarla verdi. 10 Ekim 2015 Ankara Gar<br />

saldırısında 107 yurttaş öldü ve 500’den fazla kişi yaralandı. Hürriyet haberi<br />

‘Kalbimize bomba’, Habertürk gazetesi ‘Alçaklar’ manşetiyle verirken Star ise<br />

‘En kanlı terör saldırısı: Ankara’ olarak haberi vermiş. 17 Şubat 2016’da Ankara’da<br />

Genelkurmay kavşağında yapılan terör saldırısında 29 kişi öldü ve 61 kişi<br />

yaralandı. 13 Mart 2016’da Ankara Kızılay saldırısında 29 kişi öldü ve 61 kişi<br />

yaralandı. 19 Mart 2016’da İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde saldırı gerçekleşti,<br />

7 si ağır, 39 kişi yaralandı. 28 Haziran 2016’da İstanbul Atatürk Havalimanı<br />

saldırısı oldu. Burada 8 kişi öldü ve 39 kişi yaralandı. 15 Temmuz 2016’da<br />

ülke çapında karışıklıklara yol açan darbe girişiminde 238 kişinin şehit olduğu,<br />

2100 kişinin de yaralandığı açıklandı. Darbe girişimi son dönemin en kanlı<br />

olaylarının başında geliyor. Bu tabii ki terör saldırılarının en travmatik olanlarından<br />

birisi ve bunun travması hâlâ devam ediyor. 10 Aralık 2016’da İstanbul<br />

Beşiktaş saldırısı var. Burada da 44 kişi öldü ve 166 kişi yaralandı. Medya bu<br />

olaya da geniş yer verdi. Son olarak da 1 Ocak 2017’de İstanbul Reina saldırısı<br />

yaşandı. Yılbaşı gecesi gerçekleşen terör saldırısında gece kulübünde 39 kişi<br />

öldü ve 70 kişi yaralandı.<br />

Bu terör saldırılarını böyle peş peşe koyunca aslında ne kadar çok travma<br />

yaşadığımızı da görüyoruz. Son on yılda çok ciddi bir travmatik süreçten geçmişiz.<br />

2015-2016 yılları terör olaylarının çok arttığı iki yıldı. O yıllarda insanlar<br />

sokağa çıkmaktan korkar olmuştu ve terör saldırısı olabilir korkusuyla toplu<br />

yerlerde bulunmamaya çalışıyordu. Ben buna “toplumsal travma” diyorum.<br />

Herkesin yaşadığı bir travmaydı.<br />

Terör olaylarının veriliş biçimi önemlidir. Haberlerin veriliş biçimi travmayı<br />

arttırıcı etki yapabilir mi, bunu tartışmak gerekir. Medya, terör olaylarını genellikle<br />

manşetten veriyor ve genelde büyüterek veriyor. Haberin bu şekilde<br />

verilmesi toplumda travmatik bir etki oluşturuyor mu, konusunda açıkçası bir<br />

araştırma yok.<br />

Terörizm uzmanları, terörist eylemlerin amaçlarından bir tanesinin toplumda<br />

korku ve panik yaratmak olduğunu söylüyorlar. Bu amaçlarını da ses<br />

getirecek eylemler yaparak gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Eylemlerin kendisi<br />

de önemli, ama eylemin haber yapılma biçimi de terör örgütleri için önemli,<br />

çünkü amaçları arasında büyük haber olacak eylemler gerçekleştirmek de var.<br />

Böylece kendilerinin tanıtımını yapabiliyorlar. Sadece tanıtımını değil, aynı<br />

zamanda örgütleri için eleman teminini de bu şekilde sağlıyorlar. Özellikle<br />

IŞİD terör örgütü sempatizanlarını bu yolla sağlıyor. Yani medyadaki haberler<br />

aslında örgütün sempatizan kazanmasına yardımcı oluyor. Dolayısıyla haber<br />

ne kadar büyük olursa terör örgütünün amaçlarına o kadar çok hizmet etmiş<br />

oluyor.<br />

60


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

Medya elbette terör örgütünün amacına hizmet etmek istemez. Hiçbir<br />

medya kuruluşu, hiçbir gazeteci yaptığı haberin terör örgütünün amacına hizmet<br />

edeceğini düşünmez. Ama bu, yapılan büyük haberin doğal sonucudur.<br />

Medya olayı büyük verdiği zaman ve toplumda korku ve panik havasını yayacak<br />

şekilde verdiği zaman zaten doğal olarak terör örgütünün amacına hizmet<br />

etmiş oluyor. Bu sebeple, terörizm konusunda çalışan uzmanlar, iletişim bilimciler<br />

haberlerin dikkatli verilmesi gerektiğini söylüyor.<br />

Terör haberlerinin verilmesi hususunda Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin<br />

hazırladığı bir bildirge var, Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi.<br />

Çok önemli bir bildirge. Bu bildirgede, “Gazeteci kamuoyunu doğru bilgilendirme<br />

hakkı ile terör propagandası arasındaki farkı gözetir” deniyor. Bu madde,<br />

gazeteciye haber yaparken toplumu bilgilendirme hakkını tabii ki gerçekleştirmesini,<br />

ama bunu yaparken de terör örgütünün amacına hizmet edecek<br />

şekilde yapmaması gerektiğini vurguluyor. Asıl amaç toplumu bilgilendirmek<br />

olmalı. Diğer bir madde, “Terör saldırılarında yaşamlarını yitirenlerin isimleri,<br />

aileleri öğrenmeden önce yayımlanmaz” şeklinde. Bu maddenin yazılmasının<br />

arka planında mutlaka bir psikolojik neden olmalı. Çünkü aile olayı medyadan<br />

öğrendiğinde daha büyük bir travma yaşayacaktır. Örneğin şehit olmuş<br />

bir askerin ailesine askeri birimler tarafından gidilip ailesine evlatlarının şehit<br />

olduğu bilgisi veriliyor. Eğer aile evlatlarının şehit olduğunu televizyondan öğrenirse<br />

ya da gazeteden, internetten okursa yaşayacağı travma daha büyük<br />

olacaktır. Bu yüzden deniliyor ki, bu isimleri aileleri öğrenmeden açıklamayın.<br />

Diğer bir madde, “ölümlere ilişkin haberlerde sansasyonel ve acıları artırıcı<br />

üslup kullanılamaz. İnsanlarda travma yaratacak kan ve şiddet içeren fotoğraflara<br />

yer vermez, saldırının sonuçlarını korku ve yılgınlık yaratacak biçimde<br />

büyütmez.” Bakınız bu ilkede travma kelimesi geçiyor. Çünkü saldırı ne kadar<br />

büyük verilirse toplumda o kadar büyük travmaya yol açabilir deniliyor.<br />

Kadın cinayetlerinin haberleştirilmesi konusu da var. Kadın cinayetlerini<br />

ülkenin kanayan yarası olarak adlandırıyorum. Maalesef Türkiye’de kadın cinayetleri<br />

alınan tedbirlere ve bir yığın yasal düzenlemeye rağmen azalmak<br />

bilmiyor, hatta her yıl artıyor. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun<br />

verilerine göre 2015’te 303, 2019’da 474 yani neredeyse bir buçuk katından<br />

daha fazla artmış kadın cinayetleri. Burada üzerinde durmamız gereken konu,<br />

medyanın kadın cinayetlerini nasıl haber yaptığı. Medya çoğu cinayette kadın<br />

cinayetine meşruluk kazandıracak şekilde gerekçeler sunarak haber yapıyor.<br />

Burada çok ciddi problemler var. Meselâ bir haberde “Poliste sorgulanan şüpheli<br />

suçunu itiraf ederken, annesini evde bir adamla oturduğunu gördükten<br />

sonra aralarında çıkan tartışma sonucu öldürdüğünü söyledi” denilmiş. Haber<br />

failin ağzından bir gerekçe sunularak yapılmış. Diğer haberlerden bazı örnek<br />

cümleler verecek olursam;<br />

61


Prof. Dr. Süleyman İRVAN<br />

TRAVMANIN MEDYADA TEMSİLİ<br />

62<br />

• “Hakkında uzaklaştırma kararı aldıran eşini çocuklarının gözü önünde<br />

öldürdü. ‘Namus için pişman mı olunur’ dedi.”<br />

• “Çifte silahla ev basıp 4 akrabasını öldürdü. Teslim olan Murat cinayetleri<br />

namus meselesi yüzünden işlediğini söyledi.” Burada da yine faile<br />

‘namus’ kavramı üzerinden bir meşruluk kazandırma söz konusu.<br />

• “Barışma teklifini reddeden eski sevgilisini tabanca ile öldüren Durmuş<br />

T. tutuklandı. T. ifadesinde ‘Onu çok sevdiğimi, barışmak istediğimi söyledim,<br />

reddedince korkutmak için tabancayla yere ateş açtım. Ona nasıl<br />

isabet etti bilmiyorum’ dedi.”<br />

• “5 yıldır aşkına karşılık vermediğini öne sürdüğü 43 yaşındaki akrabasını<br />

anne ve babasının mezarı başında dua ederken av tüfeği ile öldürdü.”<br />

Yapılan haberlerde genellikle fail konumundaki erkeğe haklılık kazandırılıyor,<br />

bu durum da öldürülen kadının yakınlarında travmaya yol açıyor.<br />

Terör olaylarının nasıl haberleştirilmesi gerektiğiyle ilgili gerçekten iyi yazılmış<br />

ilkeler var, ama kadın cinayetleri konusunda yok. Hâlbuki kadın cinayetleri<br />

de Türkiye’de çok can yakan sorunların başında geliyor. Bu konuda da<br />

ilkeler geliştirilmeli. Bu konuda benim geliştirdiğim ve derslerimde aktardığım<br />

bazı ilkeler var.<br />

Birincisi, haberlerde cinayeti haklılaştırıcı bir dil kullanılmamalı. Haberlerde<br />

cinayetin nedeni olarak kadının iffetsizliğini, eşini aldatmasını, ailesinin izni<br />

olmadan evlenmesini, kocasını veya sevgilisini terk etmesini, boşanmak veya<br />

ayrılmak istemesini, barışma isteğini reddetmesini failin ağzından aktararak<br />

vermek şiddete meşruluk kazandırıyor.<br />

İkincisi, cinayeti betimlememek ve görüntüsünü vermemek gerekiyor. Bu<br />

konudaki en uç örnek, 2011 yılında işlenen bir cinayetin fotoğrafının Habertürk<br />

gazetesinde sürmanşetten yayımlanması olarak gösterilebilir.<br />

Üçüncüsü, faili görünmez kılmamak gerekir. Kadın cinayetlerinde medya<br />

genellikle erkek faili görünmez kılıyor. Adeta erkeğe koruma zırhı sağlıyor. Elbette<br />

zanlı konumundaki kişilerin masumiyet karinesine uygun biçimde haberleştirilmeleri<br />

lazım. Ancak yargılama aşamasında sanık gizlenmemeli.<br />

Dördüncü olarak, doğru terminolojiyi kullanmak gerekiyor. Kadın cinayetini<br />

“kadın cinayeti” olarak adlandırmak gerekiyor. Aşk cinayeti ve benzeri ifadeler<br />

kullanılmamalı.<br />

Bu kongrede iki gündür fiziksel ve psikolojik şiddetin travmaya yol açtığı<br />

defalarca söylendi. Travmaya yol açan sadece şiddet olayının kendisi değil,


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

o konuda yapılan haberler de travmaya yol açıyor. Bu konuda eski bir öğrencimin<br />

yaşadığı olayı örnek vermek istiyorum: Bir öğrencim bir alışveriş merkezinin<br />

önünde eski erkek arkadaşının fiziksel şiddetine maruz kalmıştı. Yerel<br />

medya da olayı haberleştirmişti. Öğrencim o dönem psikolojik olarak çok<br />

kötü bir durumdaydı. Hem gördüğü şiddet hem de yapılan haberlerde isminin,<br />

soy isminin ve fotoğrafının açıkça verilmesi nedeniyle sokağa bile çıkmak<br />

istemiyordu ve derslere gelemiyordu. İnternete giremediğini, her girdiğinde<br />

kendisiyle ilgili haber gördüğünü ve sürekli ağladığını ifade etmişti. O dönem<br />

haberleri düzelttirmek için epey mücadele etmiştim, ancak haberler birçok<br />

sitede çıkmıştı, hatta yakın zamanda baktığımda hâlâ bir sitede haberin durduğunu<br />

gördüm. 2013 yılında olan bir olaydı ama haber duruyordu. Bu şekilde<br />

mağduru deşifre eden haberler gerçekten şiddete maruz kalan kişilerde<br />

travmaya yol açıyor.<br />

Şiddete ilişkin haberlerin nasıl yapılması gerektiği konusunda TGC Hak ve<br />

Sorumluluk Bildirgesi’nde belirlenmiş bazı ilkeler var:<br />

“Haberde kadına yönelik şiddeti meşrulaştıracak ve özendirecek gerekçeler<br />

üretilmemeli, şiddetin detayları aktarılmamalı, kadınların uğradığı taciz,<br />

tecavüze ilişkin haberlerde kadının kimliği korunmalı, fotoğraflarına ve<br />

görsel unsurlara yer verilmemelidir.”<br />

Hem şiddete maruz kalan kadınların gelecekteki yaşamlarına sağlıklı biçimde<br />

devam edebilmelerinin sağlanması hem de toplum nazarında suçluymuş<br />

gibi damgalanmalarının önlenmesi için bu tür vakalarda kadınların kimliğinin<br />

korunması gerekiyor. Toplumda tecavüze uğrayan kadın hakkında “Ne<br />

yapmış da bunu yaşamış” diye değerlendirmeler söz konusu olabiliyor. Dolayısıyla<br />

mutlaka mağdurların kimliği gizlenmeli. Aslında ilkeler gayet açık ama<br />

problem uygulamada ortaya çıkıyor. Bu konuda gazetecilerin sık sık reyting<br />

kaygısıyla, tık kaygısıyla haber yaparken bu ilkeleri çiğnediklerini görüyoruz.<br />

Çocuklar için yapılan haberlerde de yasal sorumluluklar var. Örneğin Basın<br />

Yasası’nda “On sekiz yaşından küçük olan suç faili veya mağdurlarının, kimliklerini<br />

açıklayacak ya da tanınmalarına yol açacak şekilde yayın” yapmanın<br />

cezalandırılacağı ifade edilmiştir. Yasal olarak suç ama aynı zamanda etik ilkelerde<br />

de özellikle belirtilmiş. TGC etik ilkesinde, “Suça itilmiş çocuklarla ilgili<br />

suçlarda ve cinsel saldırılarda 18 yaşından küçük olan suç faili ya da mağdurların<br />

kimliklerini açıklayacak ya da tanınmalarına yol açacak şekilde yayın<br />

yapılmamalı, fotoğraf, görüntü ve çizim kullanılmamalıdır” deniliyor.<br />

Aslında burada engellenmeye çalışılan şey bu çocukların yaşayabileceği<br />

travmalar. İlkeler, haberlerin neden olabileceği travmayı azaltmaya ve çocukların<br />

sağlıklı biçimde yaşamlarını sürdürebilmelerini sağlamaya yönelik. Aynı<br />

zamanda çocuklarla yapılacak röportajlarda da mutlaka ailelerinin izninin olması<br />

gerektiği belirtiliyor.<br />

63


Prof. Dr. Süleyman İRVAN<br />

TRAVMANIN MEDYADA TEMSİLİ<br />

Sıkça kullanılan “mağdur” kelimesine de dikkat çekmek istiyorum. Bu kavram<br />

aslında kişiyi güçsüzleştiren bir kavram. Yani hiçbir şey yapmadı, yapamadı<br />

gibi bir anlam çıkıyor. Onun yerine “kurtulan” kavramının daha uygun olduğunu<br />

düşünüyorum. Kişiye aktiflik de veriyor ve çaba gösterdiğini vurguluyor.<br />

Başka bir çalışmada “hayatta kalan” kelimesi önerilmiş, belki hayatta kalan<br />

kavramı da olabilir ama ölümcül durumlar için geçerli olabilir. Bu sebeple ben<br />

kurtulan kavramını kullanmayı tercih ediyorum.<br />

Amerika’da bir üniversitede Gazetecilik ve Travma Merkezi var. 1991 yılında<br />

Colombia Üniversitesi bünyesinde “Dart Center for Journalism and Trauma”<br />

adıyla kuruluyor. Türkiye’de böyle bir merkez yok. Bence Türkiye’de de<br />

böyle bir merkez olmalı. Üsküdar Üniversitesi de böyle merkez için uygun<br />

altyapıya sahip. ABD’deki Gazetecilik ve Travma Merkezi’nin temel amaçları<br />

şunlar: Travmatik olayların etik ilkelere uygun biçimde haberleştirilmelerini<br />

teşvik etmek, gazetecilerin kurtulan kişilerle doğru iletişim kurmalarına yardımcı<br />

olmak ve travmatik olaylara ilişkin haberlerin hem kurtulan hem yakınları<br />

hem gazeteciler hem de toplum üzerinde etkileri olduğu konusunda<br />

medya kuruluşlarını bilinçlendirmek. Böyle bir merkez Türkiye’de de işlevsel<br />

olabilir. Psikoloji ile gazeteciliği de böylelikle bir araya getirmiş oluruz.<br />

SORULAR<br />

Soru 1. Elazığ depreminde çadırlara giderek mağdurlarla röportaj yapan bir<br />

gazeteci sürekli “Nasılsınız, memnun musunuz?” sorusunu tekrar ederek,<br />

rahatsınız değil mi, vurgusu yaptı ve zaten mağdur olan kişileri incitti. Bu<br />

konu hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Bir de şehit haberleri verilirken acılı<br />

ailenin videolarına çokça yer veriliyor. Bunlar bizi üzüyor, bu görüntülerin<br />

verilmesi doğru mu?<br />

Prof. Dr. Süleyman İrvan: O gazeteciyi tanıyorum, iyi bir gazeteci olduğunu<br />

da biliyorum. Ne kadar iyi olursa olsun bir gazetecinin nasıl haber yapması gerektiğini<br />

bilemediği durumlar olabiliyor. Travma uzmanlık alanı olmadığı için<br />

travmatik olayda nasıl röportaj yapması gerektiğini bilememiş olabilir. Aslında<br />

alandaki çoğu gazeteci travmatik olaylarda ne yapması gerektiği konusunda<br />

hiçbir fikre sahip değil. Orada gazeteciden haber yapması isteniyor ama gazeteci<br />

orada kendisini nelerin beklediğini, şartları bilmeden gidiyor. Bence ne<br />

sorayım, diye düşündü ve onlara, iyi niyetle “iyi misiniz, rahat mısınız?” diye<br />

sormak istedi, ama bunu tekrarlayınca olay probleme dönüştü. Haberi izleyen<br />

bizler de burada, sanki gazeteci başka bir şey yapmaya çalışıyor gibi, alt<br />

metinde bir ima var gibi algıladık, ama gazetecinin o soruları sorarken öyle bir<br />

amacı olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Bilinçsiz biçimde olaya yaklaşması<br />

ve deneyimsizlik diye değerlendiriyorum. Aslında deneyimli bir gazeteci, ama<br />

travma konusunda deneyimsiz, travma bilgisi yok, travma eğitimi almamış.<br />

64


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

Aslında yapılması gereken, deprem, terör olayları, şiddet ve şehit haberleri<br />

gibi olaylarda haberin nasıl verilmesi konusunda muhabirlerin eğitilmesi.<br />

Bunu sadece iletişim fakültelerinde bizler yapamayabiliriz ama meslek içi eğitimlerle<br />

de bu bilgiler verilebilir. Psikologlarla iletişimciler bir araya gelerek<br />

bu eğitimleri organize edebilirler. Şehit haberlerinde de aynı şey söz konusu.<br />

Şehit haberleri nasıl verilmeli, aile ile nasıl konuşulmalı, aileye nasıl yaklaşılmalı,<br />

travma sürecindeki aile medyada gösterilmeli mi gösterilmemeli mi?<br />

Burada yasakçı bir yaklaşım yerine aslında eğitici olmak gerekir. <strong>Travmayı</strong><br />

arttırmayacak şekilde nasıl haber yapılabileceği konusunda da psikologlarla<br />

gazetecilik eğitimcilerinin bir araya gelerek ortak noktalarda buluşup nasıl bir<br />

yol izlenmesi gerektiği konusunda rehber ilkeler geliştirmesi lazım. Ne yapılması<br />

gerektiği yönünde gazeteciler gerçekten çok bilgisiz ve deneyimsiz, onları<br />

da kolayca suçlamamak lazım. Onlar da işlerini iyi yapmaya çalışıyorlar.<br />

Zaten muhabir “Yanlış anlaşıldım” diye özür de diledi. Dilenen özür de kabul<br />

edilmelidir.<br />

Soru 2. Medya kurumlarında gazetecilere psikolojik destek sağlanıyor mu?<br />

Prof. Dr. Süleyman İrvan: Benim bildiğim kadarıyla sağlanmıyor. Travma<br />

desteği alan gazeteci, kendiliğinden bir psikologla görüşüyorsa görüşüyordur.<br />

Ancak medya kuruluşlarının hiçbirinde görevli bir psikoloğun olduğunu zannetmiyorum.<br />

Ayrıca cinayet, şiddet ve terör gibi olaylarda haber yapan muhabirlerin<br />

psikolojik destek aldığını da düşünmüyorum. Türkiye’de medya alanında çok<br />

ihmal edilmiş konulardan birisi de bu diye düşünüyorum.<br />

65


İkincil Yaralanmalar<br />

ve İkincil Travma<br />

Öğr. Gör. Yasemin OZAN ŞAVKAY<br />

İkincil yaralanmalar, travma mağduru bireylerin sosyal çevreleri, medya<br />

vb. tarafından yeniden travmatize edilmeleri ve travma sonrasında yaşadıkları<br />

stres bozukluğu belirtilerine benzer belirtileri de yeniden yaşamaya başlamaları<br />

anlamına geliyor. Travma mağduru bireyler çevrelerindeki kişilerin söz,<br />

tutum ve davranışlar ile yeniden travmatize olup ikincil yaralanma yaşayabiliyorlar.<br />

Çevrelerindeki kişiler travma mağduruna bunu bilinçli yapabilecekleri<br />

gibi çoğu zamanda bilinçsiz bir şekilde ve aslında koruma amacıyla ya da kişiye<br />

destek olmak amacıyla da yapabiliyorlar.<br />

Travma ile çalışan terapistler olarak, danışanlarımızın bizim tarafımızdan<br />

da ya da sosyal çevresi tarafından ikincil yaralanma ve tekrar tekrar travma<br />

semptomları yaşayıp yaşamadığını nasıl anlayacağımız ve bu kişilerin genel<br />

terapötik müdahalelerinde neler yapacağımız ile ilgili bilgi vermek istiyorum.<br />

Bunları tespit etmek için bazı teknikler var. Özellikle travma ile çalışacak olan<br />

psikolog arkadaşlar bu teknikler üzerinde dururlarsa en azından ikincil yaralanmanın<br />

getirdiği acıyı ve hasarı biraz olsun bireyin üzerinden atmasını ve<br />

iyileşmesini sağlayabiliriz.<br />

İkincil yaralamalar birçok şekilde yapılabilir. Bunlardan ilki inkâr. Travma<br />

mağduru bireylerin yaşadıkları zorlayıcı durumları inkâr edebiliyoruz. Terapist<br />

olarak bazen bizler de terapötik süreçte bunu yapabiliyoruz. “Yani o kadar<br />

da kötü değil senin durumun, kimler neler yaşıyor, Aman sen ne yaşamışsın<br />

ki? Bak diğeri neler yaşadı. Onun yaşadığı seninkinden çok daha acı, senin<br />

bununla baş etmeyi çoktan öğrenmiş olman gerekirdi” gibi söylemler bireyde<br />

ikincil yaralanmaya sebep olabiliyor.<br />

67


Öğr. Gör. Yasemin OZAN ŞAVKAY<br />

İKINCIL YARALANMALAR VE İKINCIL TRAVMA<br />

İkinci etken suçlama. “Eğer tek başına karanlıkta dışarı çıkmasaydın bunlar<br />

başına gelmeyecekti. Bu kadar içmeseydin aslında böyle bir saldırıya maruz<br />

kalmayacaktın” gibi ifadeler suçlama yoluyla ikincil yaralanmalara sebep<br />

olabiliyor. Genelde suçlama yoluyla ikincil yaralamayı ebeveynlerde görüyorum.<br />

Ebeveynlere neden böyle yaptıklarını sorduğumda “Öğrensin ki bir daha<br />

yapmasın” diyorlar. Hâlbuki öğrensin de bir daha yapmasın, ifadesi bireylerde<br />

travmadan daha fazla hasar verici etkilere neden olabiliyor. Birçok travma<br />

mağduru ikincil yaralanmanın, kendisine yaşadığı travmadan daha fazla zarar<br />

verdiğini ifade ediyor. Hatta çok defa travma iyileşse de ikincil yaralanmalar<br />

etkisini uzun süre devam ettirebiliyor.<br />

Üçüncü olarak özellikle cinsel istismarda ve cinsel saldırıda ikincil yaralanmaları<br />

sıkça görüyoruz. Kişi üç şekilde ikincil yaralanma ile karşılaşabiliyor.<br />

Çevre bazen bu üç çeşidin ikisini veya hepsini travmatize olmuş kişiye karşı<br />

kullanabiliyor. Bunlardan ilki cinsel istismara ya da saldırıya uğramış birey<br />

hedef seçildiği için suçlanıyor. “Eğer böyle giyinmeseydin, böyle söylemeseydin,<br />

oraya gitmeseydin hedef sen olmayacaktın” gibi ifadelerle suçlamak ya<br />

da utandırmak. İkincil olarak kişiyi istismar ya da saldırı sürecinde yapmış ya<br />

da yapmamış olduğu davranışlardan dolayı suçlama ya da utandırma yoluyla<br />

yapılan ikincil travmalar. “Fırsatın olduğunda neden bağırmadın neden sesini<br />

çıkarmadın, sen de tepki gösterseydin kaçabilirdin” gibi ifadelerle suçlamak ya<br />

da utandırmak. Üçüncüsü ise saldırı sonrasında istismara uğrayan ya da saldırıya<br />

uğrayan bireyin verdiği ya da vermemiş olduğu tepkilerle ilgili suçlamak<br />

ya da utandırmak. Örneğin tecavüze uğramış bir kişiye “Tecavüze uğradın,<br />

nasıl hemen polise gitmezsin? Nasıl hemen yakınlarından biriyle paylaşmazsın?”<br />

gibi yaptığı ya da yapmamış olduğu davranışlarla ilgili suçlamak ya da<br />

utandırmak.<br />

Toplumda cinsel istismar ya da cinsel saldırılara karşı bazı mitler var. Bu<br />

mitler sosyal çevreyi, toplumu oldukça derinden etkiliyor. Toplumumuz, cinsel<br />

istismara uğramış, saldırıya uğramış travmatize bireyleri suçlayabiliyor. Bu<br />

yapılanlar uzun vadede kişilerin psikolojilerini ve hem sosyal hem de iş hayatlarını<br />

uzun süreli etkileyerek içselleştirilmiş bir utanç geliştirmelerine neden<br />

oluyor. İçselleştirilmiş utanç bireyin yaşamsal sürecin derinden etkileyen durumlardan<br />

biridir.<br />

Dördüncü olarak medya da bireylerde ikincil yaralanmalara neden olabiliyor.<br />

Yapılan haberlerde travmatize edilmiş bireye karşı saldırganın tarafı<br />

tutularak ya da herhangi bir gerekçe gösterilerek yazılan bir haber var ise bu<br />

kişide ikincil yaralanmaya sebep oluyor ve kişi travma belirtilerini yeniden<br />

göstermeye başlıyor.<br />

İkincil yaralanmalara klinik müdahale yaparken bireyin ne yaşadığını tespit<br />

etmek ve ona göstermek önemlidir. Bireyi ikincil yaralanmalar hakkında bilgilendirmek<br />

de önemlidir.<br />

68


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

İkincil yaralanmalar büyük bir yaşamsal travma ya da hayatınızı belirgin düzeyde<br />

etkileyen bir olay olduktan sonra o olay çevreden ya da medyadan alınan<br />

bir tepki olarak görüyor. Hâlbuki böyle değil, çok küçük yaşamsal zorlamalar<br />

sonrasında bile çevreden alınan geri bildirim bireyde bambaşka bir içsel utanca,<br />

benlik değerinde düşmeye, özgüven eksikliğine neden olabiliyor.<br />

Çok basit bir örnek verecek olursam çocuk yolda koşuyor annesi ona “koşma”<br />

diyor. Çocuk koşarken ayağı takılıyor ve düşüyor. Düştüğünde etrafındaki<br />

insanlara rezil olduğunu düşünerek utanıyor. Bunun utanmasının üzerine<br />

annesi de arkadan bağırıp “Ne sakarsın, sana koşma demedim mi!” derse<br />

bireyin almış olduğu bu geri bildirim kişide bambaşka bir ikincil yaralanma<br />

oluşturabilir.<br />

Terapist olarak kişinin yaşadığı travmayı anladıktan sonra bireyin yaşadığı<br />

ikincil bir yaralanma var mı, diye bakmamız gerekiyor. Bununla ilgili bir klinik<br />

deneyimimden örnek vereceğim. 40’lı yaşlarda bir danışan bana gece yemeleri<br />

ve aşırı kilo alımı gibi yeme bozukluğuna ilişkin sorunlarla geldi. Fakat<br />

sonra terapide baktığımızda danışanımın çocukluk döneminde kendi öz abisi<br />

tarafından uzun süreli taciz durumunun olduğu ve hala bunun kendi hayatını<br />

önemli düzeyde etkilediğini gördük. Uzun süredir evli olan danışanım bu<br />

durumu eşiyle paylaşmak istedi. Böylece eşiyle cinsel hayatında yaşadığı bazı<br />

problemlerin de çözebileceğini düşünüyordu. Bir sonraki seansa geldiğinde<br />

danışanım bu travmayı çözümlüyor olmasına rağmen aldığı darbe çok daha<br />

büyüktü. Eşinin tepkisi şöyle olmuştu: “Şimdi ben sana ne söyleyeyim? Eğer<br />

bunu kabul edersem ve böyle bir şey yaşadığını düşünürsem o zaman gidip<br />

kardeşini öldürmem lazım. Ben bunu yapamam. O yüzden ben bu durumu<br />

yok sayacağım ve olmamış gibi davranacağım” diyerek üzerinde bir daha<br />

hiç konuşulmamasını sağlamıştı. Danışanım için yıllar sonra bu konuyu eşiyle<br />

paylaşmak aslında çok zor olmasına rağmen almış olduğu bu tepki bu kadın<br />

üzerinde çok ciddi bir hasara yol açtı. Bu nedenle travmanın yanı sıra çevreden<br />

alınan tepkilerin bireyler üzerindeki etkisini değerlendirmemiz de oldukça<br />

önemlidir.<br />

Kişiye ikincil yaralamanın hangi türünün yapıldığının tespit edilmesi de oldukça<br />

önemlidir. Çünkü bunun tespiti yapıldıktan sonra ikinci aşama kişiye<br />

duygusal ve zihinsel düzeyde bu durumdan uzaklaşabilmesini öğretmektir.<br />

Duygusal düzeyde kaçmayı öğretmek derken, bireyin kendisini utandıran suçlayan,<br />

aşağılayan ya da olayı küçümseyen kişilerden fiziksel olarak kaçması<br />

mümkün değildir. Fiziksel olarak kaçamaz ama duygusal olarak bunun ne olduğunu<br />

anladığında kendini koruyabilir. “Oraya gitmeseydi başına bunlar gelmeyecekti,<br />

sözünün benimle bir ilgisi yok” diyebilecek konuma gelebilmelidir.<br />

Böyle söylemesi onun korkusundan, belki de olayı önemsememesinden, belki<br />

de kaçınma ihtiyacından kaynaklanıyor. Benimle ilgisi yok diyebilmelidir. Bunu<br />

anlamış olması, ne zaman böyle bir suçlama gelse kendisini duygusal olarak<br />

69


Öğr. Gör. Yasemin OZAN ŞAVKAY<br />

İKINCIL YARALANMALAR VE İKINCIL TRAVMA<br />

uzaklaştırmayı öğrenmesi önemlidir. Kişinin diğerlerinin sözlerinin, tutumlarının<br />

ya da davranışlarının travma kadar önemli bir saldırı olduğunu ve bilinçli<br />

ya da bilinçsiz bir şekilde kendisine yönelik verilen bir zarar olduğunu zihinsel<br />

düzeyde fark etmesini sağlamalıyız. Bu farkındalık arttığında kişi bu ikincil<br />

yaralanmaların verdiği uzun süreli hasarla daha iyi baş etmeye başlayacaktır.<br />

Yani öncelikli olarak bireye farkındalık kazandırmayı amaçlarız. Psikoeğitim ile<br />

bu sağlanabilir.<br />

Çalışmalar bireylerin travmadan evvelki yaşadıkları duygusal hassasiyetle,<br />

travma sonrası yaşadığı duygusal hassasiyetin aynı olmadığını gösteriyor.<br />

Travmatize olmuş bireyle olmamış birey benzer bir duygusal saldırıyla karşılaştıklarında<br />

vermiş oldukları tepkiler birbirlerinden çok farklıdır. Geçmişte<br />

travma yaşamış bireyler daha hassastırlar. Bu sebeple bireylere yaşadıkları<br />

olaydan sonra duygusal olarak çevreden gelen tepkilere algılarının daha açık<br />

olduğu daha hassas olduklarını ve hem ruhlarında hem bedenlerinde bu acıyı<br />

daha fazla hissettiklerini farkına vardırmamız gerekir. Yani burada da ikincil<br />

olarak yeniden bir psikoeğitim vermemizde fayda var.<br />

“Şeytana isim vermek” adında bir teknik, travma sonrası stres bozukluğunda<br />

da kullanılır. Burada kişinin ne yaşadığını, somutlaştırıyoruz. Yaşadığının<br />

ne olduğunu adlandırmasını sağlıyoruz. Birey, ne yaşadığını bunun neyle ilgisi<br />

olduğunu ne kadar somut biçimde bilirse o kadar bununla baş etmesi o kadar<br />

kolaylaşıyor. Somutlaştırma sonrasında kişi travma sonrası stres bozukluğu<br />

semptomlarından olan flashbackler deneyimlediğinde ya da aynı durumu bedensel<br />

olarak yeniden yaşadığını hissettiğinde hemen bunun farkına varır ve<br />

“Hayır ben şu anda güvendeyim, bu travma sonrası stres bozukluğunun belirtisi,<br />

şu anda bir tehlike yok ve birazdan geçecek” diyebilir ve bunu adlandırır.<br />

Somutlaştırma öncelikle bireyin yaşadığı ikincil yaralanmanın ne olduğunu<br />

anlaması ile başlar. Bunlardan ilki inkâr. Kişi kendisine inanılmadığında ve bunun<br />

farkına vardığında “Bu kişi benim yaşadığım durumu inkâr ediyor” diyecek.<br />

O zaman inkâr ismini takacak. Çevrenin yaptığı inkâra örnek verecek olursak:<br />

“Böyle bir şeyin olması mümkün değil. Senin abin sana tacizde bulunmaz,<br />

sen yanlış anlamışsındır. Baban asla böyle bir şey yapmaz. Sen bunu hayal<br />

ediyorsun. Yok böyle bir şey, var olan duruma aşırı tepki veriyorsun. Hâlbuki<br />

adamın hiç kötü bir niyeti yoktu. Bunu sen uyduruyorsun. Ben bunu olmamış<br />

kabul edeceğim yoksa olaylar başka yerlere gidecek.”<br />

Çevresi kaçınıyor, görmezden geliyor ise o zaman “Bu tepkinin benimle bir<br />

ilgisi yok” diyecek ve bu davranışa söylenen ifadeye “kaçınma” adını verecek.<br />

Çevresi küçümsemede bulunabilir. Bununla ilgili literatürde bir örnek var.<br />

ABD’de Sandra Kasırgası sonrasında bir piyanist hastaneye kaldırılıyor. Hastanede<br />

doğal afet sonrasında parmaklarını kaybettiğini öğreniyor. Sonra kadın<br />

ağlamaya başlıyor, hemşire yanına yaklaşıyor ve diyor ki “Şımarıklık yapıyor-<br />

70


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

sun, bak birinci yataktakine, iki kolunu birden kaybetti, bak ikinci yataktakine<br />

iki bacağını da kaybetti. Ağlayarak şu anda çok şımarıklık yapıyorsun. Senin<br />

şu an da sevinmen ve şükretmen gerekiyor.” Yani hemşire piyanistin yaşadığı<br />

travmayı, kaybı küçümsüyor. Küçümseme ifadelerine örnek olarak “Olanlara<br />

çok fazla anlam yüklüyorsun. Sen bunu şu ana kadar çoktan aşmalıydın. Neden<br />

artık bu olanları geride bırakmıyorsun? Üzerinden ne kadar uzun zaman<br />

geçti, hayatının sonuna kadar mağdur olarak mı yaşayacaksın?” söylemlerini<br />

örnek verebiliriz. Diğer etiket “hedef olarak görüldüğü için suçlanma”: “Neden<br />

bu çocuk ile o parka gittin. Bu olacakları önceden tahmin etmen gerekirdi.<br />

Onu yönlendiremedin mi? Bu kadar sarhoş oluncaya kadar içmemeliydin yine<br />

mi taciz edildin.” Umarım hiçbiriniz yaşamamışsınızdır ama kendi hayatımıza<br />

baktığımızda, çevremizden bizim iyiliğimiz için, korumak için, ders almamız<br />

için söylenen çok fazla benzer söz var. Yaşanılan taciz ya da saldırı sürecindeki<br />

tutumundan dolayı suçlanma olabilir: “Neden kaçmadın? Şansın olduğunda<br />

neden bağırmadın? Neden olay olur olmaz birisinden yardım istemedin? Bu<br />

bir cinsel taciz, neden hemen polise şikâyet etmedin?” ifadeleri buna örnek<br />

olarak verilebilir.<br />

Diğer çeşit ikincil yaralanma kişiyi damgalamadır. Damgalama farklı çeşitlerde<br />

olabilir. Bunlardan birine örnek olarak “Artık senin böyle bir olaydan<br />

sonra psikolojin düzelmez. O yüzden sen sağlıklı karar veremezsin. Sen tek<br />

başına karar verme bundan sonra. Taciz olayı yaşadın senin ruhsal durumun<br />

da iyi değil zaten. Sürekli ilgi çekmeye çalışıyorsun. Senin derdin ilgi çekmek.<br />

Senin derdin benim kendimi suçlu hissetmem” gibi ifadeler örnek olarak verilebilir.<br />

Diğer bir ikincil yaralanma çeşidi ise gizliliği koruyamama. Genelde çevredeki<br />

bireylerin merakı bireyi zedeler. Çünkü yaşanılan travmatik olayla ilgili<br />

bireyden çok detaylı bilgi isterler. Gizliliği koruyamama mağdurun onayı olmadan<br />

olayla ilgili bilgileri başkalarıyla paylaşma, anlatmadır. Onu yanında konuyu<br />

açma, yeniden yaşatma ve yeniden anlatma hali de ikincil yaralanmaların<br />

önemli nedenlerindendir.<br />

Bizim karşımızda travmadan sonra en önemli çıkan sorunlardan biri de<br />

aynı travma benzeri semptomları yaşamalarına sebep olan ikincil yaralanmalar.<br />

İkincil yaralanmalar sonucu gelişen içsel utanç, bireyde uzun süreli hasara<br />

neden olan ve hem sosyal hem psikolojik hem iş yaşamlarını etkileyen bir<br />

durumdur. Özellikle cinsel saldırıya uğramış kişilerde kendi var oluşlarının bütünlüğüne,<br />

ruhsal ve bedensel bütünlüğüne gelen bu saldırının, çevreden gelen<br />

mitlerle beraber suçlama, utandırma, aşağılama, küçümseme gibi davranışlarla<br />

uzun süreli hasara ve acıya neden olan içsel utanç yaşadıkları biliniyor.<br />

İkincil travmalar ise travmatize olan bireyle ilgili değildir. Travmatize olan<br />

bireyle yoğun şekilde çalışan ya da travma mağdurlarıyla bir arada olan ya da<br />

71


Öğr. Gör. Yasemin OZAN ŞAVKAY<br />

İKINCIL YARALANMALAR VE İKINCIL TRAVMA<br />

yakınları tarafından travmatize olmuş kişilere şahit olanların yaşadıkları çok<br />

önemli bir rahatsızlıktır. İkincil travma özellikle travma mağdurlarıyla çalışan<br />

meslek gruplarında sıklıkla görülen ve kişinin kendisinde çaresizlik, tükenmişlik,<br />

yetersizlik, korku, bilişsel şemalarında ya da inançlarında değişmeye<br />

neden olan önemli bir durumdur. Baktığımızda savaş bunalımı, çatışma stresi,<br />

savaş nevrozu, tükenmişlik, merhamet yorgunluğu, üstlenilmiş travma ve<br />

ikincil travma stresi olabilir. Bizim en sık karşılaştığımız tükenmişlik, üstlenilmiş<br />

travma ve ikincil travma stresidir. Merhamet yorgunluğu ise aslında hem<br />

tükenmişlik sendromu hem de üstlenilmiş travmanın birlikte görülme hali<br />

olarak tanımlanabilir.<br />

İkincil travmada kimler risk altında diye baktığımızda özellikle doktorlar,<br />

ruh sağlığı uzmanları, sosyal hizmet uzmanları, acil servis ve kurtarma görevlileri,<br />

itfaiyeciler, polisler, avukatlar ve hâkimleri sayabiliriz.<br />

İkincil travmalarda, travma stresindeki belirtilerle çok benzer olduğu için<br />

travmayı tanımlamak istiyorum. Kişide var olan stresin, kişideki var olan stres<br />

durumunun uzamasıyla birlikte kişideki fizyolojik ve psikolojik değişimlere neden<br />

olması. DSM 5’e göre travma, bireyin yaşamsal tehlike, yaralanma, cinsel<br />

saldırı gibi olaylara fiilen maruz kalması ya da bunların kıyısından dönmesi,<br />

bu tür olaylara tanıklık etmesi veya bir yakının başına böyle bir şey gelmesi<br />

olarak kabul edilir.<br />

Travma yaşayan bireylerde ne gibi fizyolojik ruhsal davranışsal reaksiyonlar<br />

ortaya çıkıyor diye bakacak olursak, kişi aşırı korku yaşayabilir. Çaresizlik<br />

ya da dehşet tepkileri gösterebilir. Sıkıntı veren anıları tekrar tekrar anımsayabilir<br />

ya da rüyasında görebilir. Sanki yeniden oluyormuş gibi canlandırabilir.<br />

Olayın bir yönünü çağrıştıran durumlarla karşılaştığında yoğun psikolojik sıkıntılar<br />

duyabilir ya da fizyolojik tepki gösterebilir. Duygu, düşünce ve davranışlarında<br />

değişmeler olabilir. Bireye bu anıları hatırlatan yerlerden kaçınma<br />

davranışları ortaya çıkabilir. Aynı zamanda duygulanımda kısıtlılık ve bir geleceğin<br />

kalmadığı duygusu görülebilir. Bilişsel şemalarda ve inançlarda değişim<br />

olabilir. Umutsuzluk, ümitsizlik, öfke patlamaları, huzursuzluk, hissizlik, var<br />

olan olaylara karşı his kaybı meydana gelebilir.<br />

Stres bizim yaşamsal sürecimizde karşılaştığımız zorlanmalar, bizi tehdit<br />

eden ya da üzen durumlara karşı vücudumuzun, bedenimizin vermiş olduğu<br />

fiziksel ve duygusal doğal tepkilerdir. Aslında stres tepkisi bedeni korumak<br />

içindir. Öncelikle birey bir stresle karşılaştığında alarm dönemi yaşar, fizyolojik<br />

belirtiler verir. Kaç ya da savaş dönemi sonrasında stres devam ettikçe direnme<br />

dönemi başlar. Enerji artışı ve uyum sağlama başlar. Fakat stresin sürekliliği<br />

arttığında bu sefer kişi tükenme sürecine girer. Artık kaynakları tükenmiştir.<br />

İlk başta alarm döneminde, kaç ya da savaş dediğimiz dönemde, bedenimizde<br />

kan dolaşımımız hızlanır, nabız atışımız artar. Doğal olarak solunum sayımız<br />

72


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

artar. Depolanmış yağ ve şeker kana karışır, sindirim yavaşlar, mide asidi artar.<br />

Aynı zamanda göz bebeklerinde büyüme meydana gelir. Kan akımı beyine ve<br />

kaslara yönlenir, düşünce ve hafıza keskinleşir.<br />

İkincil travmanın içinde geçen en sık karşılaştığımız durumlardan biri tükenmişlik<br />

sendromudur. Tükenmişlik sendromuna baktığımızda özellikle<br />

duygusal yükü ağır olan iş taleplerine uzun süre maruz kalmanın getirdiği,<br />

bireydeki fizyolojik ve duygusal tepkilerdir. Bu herhangi bir meslek alanında<br />

olabilir. Sadece travma mağdurlarıyla çalışan bireylerde karşılaştığımız bir sorun<br />

değildir. Ancak elbette travma mağdurlarıyla çalışan bireyler tükenmişlikle<br />

çok daha sık karşılaşırlar. Buradaki ikincil travma stresinden en önemli farkı,<br />

gittikçe artan bir süreç olmasıdır. Birikerek ortaya çıkar. İlk başlarda hiçbir şey<br />

yokken süreç içerisinde kişinin dayanma süreci, olaylardan aldığı geri bildirim,<br />

kendi performansındaki artışın olmayışı ya da olaylar karşısında engellenmiş<br />

ya da çaresiz kalması bireyde zaman içerisinde tükenmişlik belirtilerini ortaya<br />

çıkartabilir.<br />

Özellikle çok daha fazla pozitif sonuç almak için yüksek beklenti sahibi olan<br />

bireylerde, bu belirtilerin çok daha fazla yoğun yaşandığı bilinir. Duygusal tükenmişlikte<br />

artışla birlikte kişi gerek sosyal çevresinde, ailesinde ya da iş hayatında<br />

artık gerektiği kadar duygusal tepki verememeye başlar. Aynı zamanda<br />

olaylara karşı daha olumsuz ve daha şüpheli tutumlar sergilemeye başlar ve<br />

hizmet verdiği kişilere karşı duyarsızlaşma baş gösterir. Artık onların yaşadıkları<br />

sorunlara empati kuramamaya, hissetmemeye başlar ve kendi başarısını<br />

sürekli olarak değerlendirir hale gelir. Başarısını pozitif değil negatif alanda<br />

değerlendirip kendi başarısında bir düşüş hissine kapılır.<br />

Tükenmişlik çeşitli sağlık sorunlarına neden olur. Kaygı, depresyon, benlik<br />

saygısında düşüş gibi zihinsel işlev kayıplarına neden olur. Yorgunluk, uykusuzluk,<br />

alkol ve ilaç kullanımına neden olabilir. Aile ilişkilerinde sorun, iş<br />

doyumunda azalmaya neden olabilir. Verilen hizmet kalitesinde düşüş, işten<br />

ayrılma ya da iş yerindeki bireylerle sorun yaşama hali görülebilir.<br />

Sadece travma mağdurlarıyla çalışan meslek gruplarında değil birçok farklı<br />

alanda da tükenmişliği görebiliyoruz. Örneğin, Alzheimer hastalarına bakım<br />

veren kişilerde sıklıkla tükenmişlik görebiliyoruz. Engelli çocuk annelerinde,<br />

epileptik nöbet geçiren çocuk annelerinde, dikkat eksikliği ve hiperaktivite<br />

bozukluğu olan çocukların annelerinde sıklıkla tükenmişlik belirtileri görüyoruz.<br />

Tükenmişliğe benzer olan ama önemli farklılıkları da bulunan bir ikincil<br />

travma durumu “üstlenilmiş travmadır” Üstlenilmiş travmanın ikincil travma<br />

stresinden ya da tükenmişlikten en önemli farkı, kişinin sadece bilişsel şemalarında<br />

ve inançlarında bir değişime neden olmasıdır. Bu da tükenmişlik gibi<br />

birikerek ve artarak devam eder. Zaman içerisinde sıkıntı hissi ortaya çıkar.<br />

73


Öğr. Gör. Yasemin OZAN ŞAVKAY<br />

İKINCIL YARALANMALAR VE İKINCIL TRAVMA<br />

Araştırmalarda üstlenilmiş travmanın sadece travma mağdurlarıyla çalışan<br />

terapistlerde değil, itfaiyeciler, polis, avukatlar, sosyal hizmet uzmanları<br />

ve gazeteciler gibi birebir travma mağdurlarıyla yakından ilişkili olan birçok<br />

çalışanda görülebildiği bulunmuştur.<br />

İkincil travmatik stresin tükenmişlikten ve üstlenilmiş travmadan farkı,<br />

ikincil travmatik stresi yaşayan kişilerin travma sonrası stres bozukluğunda<br />

yaşanan bütün belirtileri neredeyse yaşamaya başlamaları ve birikerek ortaya<br />

çıkmamasıdır. Kişinin travma mağduruyla bir kere karşılaşmış olması ikincil<br />

travma stresi yaşaması için yeterli olabilir. İkincil travmatik stres sadece travma<br />

mağdurlarıyla çalışan bireylerde ortaya çıkabilir. Travma sonrası stres bozukluğu<br />

belirtilerinde ne görüyorsak aynı belirtileri biz ikincil travma stresinde<br />

de görürüz.<br />

Çözümlenmemiş travma öyküsü olan, geçmişte psikolojik sorun öyküsü<br />

olan ve özellikle çocukla çalışanlar terapistler risk altındadırlar. Yeterli travma<br />

deneyime sahip olmayan, empati kapasitesinden ziyade danışana yoğun<br />

özdeşim ve sempati kuran, uzun saatler travma mağdurlarıyla çalışan, profesyonel<br />

olarak daha izole çalışan, gerçekçi olmayan örgütsel beklentilere sahip<br />

olan ve kontrol algısı yüksek olan mağdurlarla çalışan terapistlerde sıklıkla görülür.<br />

Duygusal belirtileri arasında bunalma hissi, çaresizlik hissi, engellenmişlik<br />

hissi, hayal kırıklığı, küskünlük, depresif, hissizlik, umutsuzluk duyguları,<br />

duyguları tolere edememe ya da aşırı coşkulu yaşama hali sayılabilir. Kognitif<br />

belirtilerine baktığımızda aynı üstlenilmiş travmadaki gibi olaylara ve hayata<br />

kuşkulu bakış açısı, anlam kaybı, dünya görüşü ile negatif bakış açısı, mutlu<br />

olmak ya da hayatta kalmak ile ilgili her şeyi sorgulama hali, konsantrasyon<br />

güçlüğü, güvensizlik hissi, rahatsız edici imajlar, görüntüler görülür. Davranışsal<br />

olarak belirtilere baktığımızda intihar düşüncesi, iştahta azalma ya da<br />

aşırı yeme hali, çok az uyuma ya da çok fazla uyuma, rahatlamak için alkol,<br />

sigara ya da madde kullanımı görülebilir. Fiziksel belirtilerin arasında tükenmişlik<br />

hali, tetikte olma hali, aşırı yorgunluk, kilo kaybı ya da fazla kilo alışı da<br />

görülebilir.<br />

İkincil travma stresi yaşayan terapistler kendilerini “Danışanlara daha çabuk<br />

öfkeleniyorum, umutsuzluk, depresyon ve iş içerisinde bunalma hissi geliyor,<br />

bunlar da iş performansımı düşürüyor” şeklinde ifade ederler. Doktorlar<br />

önemli bazı noktaları gözden kaçırabildiklerini, avukatlar yasaya karşı bazen<br />

öfkeli tepkiler verebildiklerini ve bazı müvekkilleriyle kendilerini özdeşleştirdiklerini<br />

ifade ederler.<br />

Yoğun stres içeren alanlardan biri olan travma ile çalışanlar için iyi bir haber<br />

de var. Aslında derinden ödüllendirici, manevi olarak da besleyici bir iş<br />

yapıyoruz. Sadece ve sadece şefkatli bir dinleyici olmak hayatta kalanlar için<br />

de bir armağan aynı zamanda. Acı verici materyallerle mücadele etmek, em-<br />

74


TRAVMAYI ANLAMAK<br />

pati becerimizi insanca hayatta olduğumuzu gösterir. Dünyanın aslında böyle<br />

insanlara ihtiyacı var. Acıya merhametli bir tanık olmak, hem mağdura hem<br />

de topluma yardım eder. İki tarafı da iyileştiren adaleti ileri götürür.<br />

SORULAR<br />

Soru 1. Bazen kendi kafamızda kurduğumuz şeylere inanıyoruz ve bunun<br />

sonucunda bir şeyler yapıyoruz. Bu sürekli tekrar ediyor. Bundan nasıl kurtulabiliriz?<br />

Öğr. Gör. Yasemin Ozan Şavkay: Aslında travma için değil yaşamımızın her<br />

alanında belki de yapmamız gereken en önemli şey gerçeklikle yüzleşmek.<br />

Daha sonra bu gerçekliği kabul etmek. Gerçekliği kabul edebilmek içinde tabii<br />

biraz somutlaştırmamız gerekir. Çünkü bazen de zihinsel olarak fantezilerin<br />

içerisinde yaşarız. Travma sonrasında da olabilir. İstediğimiz bambaşka hedeflere<br />

ulaşmak için de olabilir. Bu fanteziler gerçekle ne kadar örtüşüyor, ne<br />

kadarı gerçekleştirebileceğimiz fanteziler? Bunların üzerinde durup eğer somutlaştırabiliyorsak,<br />

zihinsel olarak öncelikle bunu yapabiliyorsak süreç daha<br />

kolay anlaşılacaktır.<br />

75


Kapanış Konuşması<br />

Dr. Öğr. Üyesi Mert AKCANBAŞ<br />

Değerli Katılımcılarımız,<br />

Literatürde travmalar her ne kadar insan kaynaklı ve doğa kaynaklı olarak<br />

ikiye ayrılsalar da benim şahsi fikrim doğal kaynaklı travmanın olmadığı yönündedir.<br />

Tüm travmaların kaynağında insan vardır. Doğal afetlerde de insan<br />

aç gözlülüğü ve ihmalkârlığı rol oynar. Dünyanın çeşitli bölgelerinde travma<br />

alanında çalıştığım sürece, insanların insanlara yaşattıkları bu acıları anlamakta<br />

güçlük çekmiş, insanın kendi soydaşına bu cefayı reva görmesini aklım<br />

almamıştır. Zaman zaman insanların insanlara yaptıklarını gördükten sonra<br />

cehennemin gerçek dünya olduğunu düşünmüşümdür.<br />

Sevgili katılımcılarımız iki gündür size bu cehennemi anlattık. Bu cehennemin<br />

biyokimyasını Prof. Dr. Sinan Canan ve medyanın travmalardaki etkisini<br />

Prof. Dr. Süleyman İrvan anlattı. Cehennemden kurtulan Prof. Dr. Tayfun<br />

Uzbay’ı dinlediniz. Cehennemin ikincil etkileri Öğr. Gör. Yasemin Ozan’dan,<br />

cehennem sonrası kişisel gelişimi Doç. Dr. Gökben Hızlı Sayar Hocamızdan<br />

dinlediniz.<br />

Ümit ediyorum ki bu kongreyi en az hatayla bitirmişizdir. Eksiklikler için<br />

başta da özür dilemiştim ancak şimdi tekrar özür diliyorum. En azından bu<br />

kongrenin hepimizde travma konusunda farkındalık oluşturduğuna inanıyorum.<br />

Hepinize de iyi günler diliyorum.<br />

77

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!