22.03.2018 Views

Tam ilmihal Seadet-i Ebediyye - Huseyin Hilmi Isik - M. Siddik Gumus

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Hakîkat Kitâbevi Yay›n›<br />

TAM ‹LM‹HÂL<br />

SE’ÂDET-‹ EBED‹YYE<br />

YÜZOTUZUNCU BASKI<br />

Hâz›rlayan<br />

HÜSEYN HİLMİ IŞIK<br />

“Rahmetullahi aleyh”<br />

[1911-2001 Eyyûb-İstanbul]<br />

Hakîkat Kitâbevi<br />

Darüşşefeka Cad. No: 53 P.K.: 35 34083<br />

Fâtih-İSTANBUL<br />

Tel: 0212 523 45 56-532 58 43 Fax: 0212 523 36 93<br />

http://www.hakikatkitabevi.com.tr<br />

e-mail: bilgi@hakikatkitabevi.com.tr<br />

AĞUSTOS-2014


Derin âlim, fazîletli merhûm seyyid Ahmed Mekkî efendi hazretlerinin, (Se'âdet-i<br />

<strong>Ebediyye</strong>) kitâb›n›n beflinci bask›s› bafl›na yazd›¤› arabî takrîz tercemesi.<br />

Bismillâhirrahmânirrahîm ve bihi sikatî<br />

Beyândan bilmediklerimizle bizleri ni’metlendiren Allahü teâlâya hamd olsun!<br />

Do¤ru söyleyenlerin en iyisi ve kendilerine Fasl-› hitâb ve hikmet verilenlerin en<br />

üstünü olan sâhibimiz ve efendimiz Muhammed aleyhisselâma ve Onun temiz Âline<br />

ve insanlar aras›ndan Onun için seçilmifl olan Eshâb›na, salât ve selâm olsun!<br />

Asr›m›z›n fâd›llar›ndan, zemân›m›z›n bir dânesinin yazm›fl oldu¤u (Se’âdet-i<br />

<strong>Ebediyye</strong>) kitâb›na göz gezdirdim. Bu kitâbda, kelâm, f›kh ve tesavvuf bilgilerini<br />

buldum. Bunlar›n hepsinin, bilgilerini nübüvvet kayna¤›ndan alm›fl olanlar›n<br />

kitâblar›ndan toplanm›fl oldu¤unu gördüm. Bu kitâbda, Ehl-i sünnet velcemâ’at<br />

i’tikâd›na uygun olm›yan hiçbir bilgi, hiçbir söz yokdur. Allahü teâlâ, Ehl-i sünnet<br />

âlimlerinin çal›flmalar›na ve bu kitâb›n yazar›n›n çal›flmas›na iyi karfl›l›klar ihsân<br />

buyursun! Âmîn.<br />

Ey Temiz gençler! Dînî ve millî bilgilerinizi, bu latîf, benzeri bulunm›yan, belki<br />

de, ileride bir benzeri yaz›lam›yacak olan, bu kitâbdan al›n›z!<br />

Yâ Rabbî! Bu k›ymetli kitâb›n yazar› olan Lofcal› merhûm Muhammed Sa’îd bin<br />

‹brâhîm efendinin o¤lu Hüseyn <strong>Hilmi</strong> Ifl›k› mes’ûd ve mubârek et, yümünlü eyle!<br />

Âmîn. Allah›m! Onun anas›ndan, babas›ndan ve kerîm olan merhûm hocalar›ndan<br />

râz› ol! Peygamberlerin en üstünü hurmetine “sallallahü aleyhi ve sellem” bu<br />

düây› kabûl buyur! Âmîn.<br />

Cum'a<br />

7 Temmuz 1967 29 Rebî’ul-evvel 1387<br />

Kullar›n en afla¤›s›, islâm âlimlerinin hizmetcisi,<br />

‹stanbulda Kad›köy müftîsi,<br />

Arvâsî zâde<br />

Esseyyid Ahmed Mekkî Üç›fl›k<br />

Baskı: İhlâs Gazetecilik A.Ş.<br />

Merkez Mah. 29 Ekim Cad. İhlâs Plaza No: 11 A/41<br />

34197 Yenibosna-İSTANBUL Tel: 0.212.454 30 00<br />

– 2 –


TAM İLMİHÂL<br />

SE’ÂDET-İ EBEDİYYE<br />

ÖNSÖZÜ<br />

İşte budur, miftâh-ı genc-i kadîm;<br />

Bismillâhirrahmânirrahîm.<br />

(Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong>) kitâbını yazmağa E’ûzü ve Besmele okuyarak başlıyorum.<br />

E’ûzü okumak, (E’ûzü billâhi mineşşeytânirracîm) demekdir. Besmele okumak,<br />

(Bismillâhirrahmânirrahîm) demekdir. Abdüllah ibni Abbâs diyor ki, Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Kur’ân-ı kerîme saygı göstermek,<br />

E’ûzü okuyarak başlamakla olur ve Kur’ân-ı kerîmin anahtarı, Besmeledir). Bunun<br />

için, bu kitâba bu ikisini okuyarak başlanmasını, okuyucularımdan istirhâm ederim.<br />

Böylece kitâbı, bu iki zînet ile süslemiş ve bu iki hazînede, dostlar için toplanmış<br />

olan fâidelere kavuşmuş olursunuz! Allahü teâlâya yaklaşmak isteyenler, E’ûzüye<br />

yapışmakda, Ondan korkanlar da, E’ûzüye sarılmakdadır. Günâhı çok olanlar<br />

E’ûzüye sığınmışdır. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin doksanyedinci âyetinde meâlen,<br />

Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem” (Kur’ân-ı kerîm okuyacağın zemân<br />

E’ûzü... söyle) buyurmuşdur. Bu emr, (Allahın rahmetinden uzak olan ve gazabına<br />

uğrayarak dünyâda ve âhıretde helâk olan şeytândan, Allahü teâlâya sığınırım,<br />

korunurum, yardım beklerim. Ona haykırır, feryâd ederim de!) demekdir.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Hoca çocuğa, Besmele<br />

okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun ve anasının ve babasının ve hocasının<br />

Cehenneme girmemesi için sened yazdırır). Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü<br />

anh” diyor ki, (Cehennemde azâb yapan ondokuz melekden kurtulmak istiyen,<br />

Besmele okusun! Besmele, ondokuz harfdir). Levh-i mahfûzda, ilk yazılan,<br />

Besmeledir. Âdeme “aleyhisselâm” ilk gelen, Besmeledir. Mü’minler, Besmele yardımı<br />

ile, Sırâtdan geçer. Cennet da’vetiyyesinin imzâsı Besmeledir.<br />

Besmelenin ma’nâsı: (Her var olana, onu yaratmakla iyilik etmiş ve varlıkda durdurmakla,<br />

yok olmakdan korumakla iyilik etmiş olan Allahü teâlânın yardımı ile,<br />

bu kitâbı yazabiliyorum. Ârifler, Onu ilah olarak tanıdı. Âlemler, Onun merhameti<br />

ile rızk buldu. Günâh işliyenler, Onun rahmeti ile Cehennemden kurtuldu)<br />

demekdir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîme bu üç ismi ile başladı. Çünki, insanın üç<br />

hâli vardır. Dünyâ, kabr ve âhıret hâlleri. İnsan, Allahü teâlâya ibâdet ederse, dünyâda<br />

işlerini kolaylaşdırır. Kabrde ona acır, âhıretde günâhlarını afv eder.<br />

Elhamdülillah! Herhangi bir kimse, herhangi bir zemânda, herhangi bir yerde, herhangi<br />

bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamd ederse, bu<br />

hamd ve senâların, medhlerin hepsi, Allahü teâlânın hakkıdır. Hamd, bütün ni’metleri<br />

Allahü teâlânın yaratdığına ve gönderdiğine inanmak ve söylemek demekdir.<br />

– 3 –


Şükr, bütün ni’metleri islâmiyyete uygun olarak kullanmak demekdir. Ni’met, fâideli<br />

şey demekdir. Ni’metler, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılıdır. Ehl-i<br />

sünnet âlimleri, meşhûr olan dört mezhebin âlimleridir. Herşeyi yaratan, terbiye<br />

eden, yetişdiren, her iyiliği yapdıran, gönderen hep Odur. Kuvvet ve kudret sâhibi<br />

yalnız Odur. O hâtırlatmazsa, kimse, iyilik ve kötülük yapmağı irâde, arzû edemez.<br />

Kulun irâdesinden sonra, O da istemedikce, kuvvet ve fırsat vermedikce, hiçbir kimse,<br />

hiçbir kimseye, zerre kadar, iyilik ve kötülük yapamaz. Kulun istediği herşeyi,<br />

O da irâde ederse, dilerse yaratır. Yalnız Onun dilediği olur. İyilik ve kötülük yapmağı,<br />

çeşidli sebeblerle hâtırlatmakdadır. Merhamet etdiği kulları kötülük yapmak<br />

irâde edince, O irâde etmez ve yaratmaz. İyilik yapmak irâde etdikleri zemân,<br />

O da irâde eder ve yaratır. Böyle kullardan hep iyilik meydâna gelir. Gazab etdiği<br />

düşmanlarının kötü irâdelerinin yaratılmasını, O da irâde eder ve yaratır. Bu kötü<br />

kullar, iyilik yapmak irâde etmedikleri için, bunlardan hep fenâlık hâsıl olur. Demek<br />

oluyor ki, insanlar, bir âlet, bir vâsıtadır. Kâtibin elindeki kalem gibidir. Şu kadar<br />

var ki, kendilerine ihsân edilmiş olan (İrâde-i cüz’iyye)lerini kullanarak, iyilik yaratılmasını<br />

istiyen, sevâb, kötülük yaratılmasını istiyen, günâh kazanır. Allahü teâlâ,<br />

insanların istekli işlerini onların irâdeleri ile yaratmasını ezelde dilemişdir. İşlerin<br />

insan irâdesi ile yaratılması, ezeldeki ilâhî irâde ile yaratılması demekdir.<br />

Bütün düâlar, iyilikler, Onun Peygamberi ve en sevdiği kulu, insanların her bakımdan<br />

en güzeli, en üstünü olan Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

ve Ehl-i beytine ve Eshâbına “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve bunları<br />

sevenlere ve izlerinde gidenlere olsun!<br />

İlk tahsîlimi, baba yerim olan İstanbulda, Eyyûb sultânda, Reşâdiyye nümûne<br />

mektebinde yapdım. Evimden ve ilk mektebden din terbiyesi, din bilgisi aldım. Halıcıoğlu<br />

Askerî lisesi Orta ve Lise kısmında okurken, mekteblerden Kur’ân-ı kerîm<br />

ve din dersleri kaldırıldı. Allahü teâlânın, sevgili Peygamberimizin ve islâm âlimlerinin<br />

ismleri söylenmez oldu. Hiçbir hocamız din bilgisi vermiyordu. Onları yüksek,<br />

olgun tanıyor, çok saygılı olmak istiyordum. Fekat, mukaddesâtıma saldıranları<br />

görünce, hayâl kırıklığına uğradım. Îmân ile küfr arasında bocaladım. Küçük<br />

aklımla düşünerek, müslimânlık olarak öğrendiğim bütün bilgilerimi inceliyordum.<br />

Hepsinin fâideli, iyi, kıymetli olduğunu görüyor, bunları fedâ edemiyordum.<br />

Altı sene, bu iki te’sîr altında sarsıldım. Birkaç sene önce, berâber oruc tutduğumuz,<br />

nemâz kıldığımız arkadaşlarım, öğretmenlerin ve gazetelerin iftirâlarına aldanarak,<br />

ibâdetden vazgeçdiler. Yalnız kalmak, beni dahâ da üzdü. Acabâ haksızmıyım,<br />

yanlış yoldamıyım diyordum. (m. 1929) senesinde, lise son sınıfda, onsekiz<br />

yaşında idim. Kadr gecesi, mektebde yatmışdık. Uyuyamadım. Şaşkın olarak, yatağımdan<br />

fırladım. Düşüncelerimde, îmânda yalnız kalmışdım. Sıkılıyordum, bunalıyordum.<br />

Bağçeye çıkdım. Gökyüzü yıldızlarla dolu idi. Eyyûb sultânın, ya’nî Hâlid<br />

bin Zeydin türbesine karşı, Halîcin ışıklı dalgaları, sanki bana, üzülme, sen haklısın<br />

diyorlardı. Hıçkırarak ağladım. (Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Seni ve Peygamberlerini<br />

seviyorum. İslâm bilgilerini öğrenmek istiyorum. Beni, din düşmanlarına<br />

aldanmakdan koru!) diye yalvardım. Allahü teâlâ, bu ma’sûm ve hâlis düâmı kabûl<br />

buyurdu. Kerâmetler, hârikalar hazînesi, ilm deryâsı Abdülhakîm efendi, önce<br />

rü’yâda, sonra câmi’de karşıma çıkdı. Beni, cezb etdi. Eczâcı mektebinde talebe<br />

iken, Bâyezîd câmi’i şerîfinde va’zlarına, sonra evine gitdim. Bana acıdı. Sarf,<br />

nahv, mantık, fıkh öğretdi. Çok kitâb okutdu. Fransızca Maten gazetesine de abone<br />

etdirdi. Arabî ve fârisî öğretdi. (Emâlî kasîdesi)ni, (Hâlid-i Bağdâdî dîvânı)nın<br />

bir kısmını ezberletdi. Sohbetleri o kadar tatlı, o kadar fâideli idi ki, çok def’a, sabâhdan<br />

gece yarısına kadar yanından ayrılmazdım. Şimdi, o sohbetleri hâtırladığım<br />

ânlar, hayâtımın en zevkli dakîkaları olmakdadır. (m. 1936)ya kadar askerî tıbbiyye<br />

mektebinde müzâkereci iken, hem kimyâ yüksek mühendisliğine devâm etdim,<br />

hem de o islâm âliminin va’zlarından, sohbetinden ilm ve zevk topladım.<br />

Kalbimdeki küfr pislikleri temizlendi. İslâmiyyetin dünyâ ve âhıret se’âdeti için, biricik<br />

kaynak olduğunu anladım. Önceleri, büyük sandığım kimseleri, islâm âlimle-<br />

– 4 –


inin büyüklükleri yanında, çocuk gibi gördüm. Onların ilm diye söyledikleri ba’zı<br />

şeylerin, ilmden, fenden çok uzak, alçakça düzülmüş plânlar, iftirâlar olduğunu anladım.<br />

(m. 1936) dan sonra, Ankarada, Mamak kimyâhânesinde vazîfeli iken, almanca<br />

öğrenmemi ve İmâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” (Mektûbât)ını devâmlı<br />

okumamı söyledi. Her fırsatda İstanbula gelip, ma’rifetler deryâsından inci, mercân<br />

topladım. O ilm güneşinin üfûlünden sonra, mahdûm-i mükerremi, Üsküdar,<br />

sonra Kadıköyü müftîsi, fazîletli seyyid Ahmed Mekkî efendinin halka-i tedrîsine<br />

kabûl buyuruldum. Büyük bir şefkat ve mehâret ile, (fıkh), (tefsîr), (hadîs), ma’kûl<br />

ve menkûl, üsûl ve fürû’ ilmlerini ta’lîm buyurup beni, 27 Ramezân-ı mubârek 1373<br />

[m. 1953] pazar günü icâzet-i mutlaka ile, tedrîse me’zûn eyledi.<br />

(m. 1947) den sonra, öğretmenlik hayâtımda, engin denizden bir damla gibi olan<br />

bilgilerimi, gençlerin temiz rûhlarına, onların gonca gibi açılmakda olan körpe dimâglarına<br />

akıtmak için çırpındım. İçimde yanan îmân ışığından, onların saf kalblerine<br />

birer kıvılcım salmak istedim. Elhamdülillah! Rabbim kolaylık gösterdi. Senelerce<br />

uğraşarak hâzırladığım ve fâideli ve nefîs kokulu çiçeklerden toplanarak<br />

doldurulan tatlı ve şifâlı bal gibi, birkaç sahîfeye yerleşdirdiğim (Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong>)<br />

kitâbı birinci kısmının basılması (m. 1956) senesinde nasîb oldu.<br />

Hanefî mezhebine göre hâzırlanmış olan bu küçük kitâbın, gazete ve mecmû’alarda<br />

reklâmı yapılmamış, dıvârlara i’lânları asılmamış, köşedeki bir dükkânın<br />

raflarına emânet edilivermişdi. Müslimân ecdâdının nûrlu ve uğurlu yolundan<br />

ayrılmayan, mukaddes dînini öğrenmek aşkı ile dâimâ kalbi yanan, asîl ve îmânlı<br />

gençler, bu küçük kitâbı aradı, buldu. Az zemânda kapışdı.<br />

Vatanına saldıran düşmana karşı, kükremiş arslanlar gibi döğüşerek, istiklâl savaşını<br />

kazanan şehîdlerin ve gâzîlerin temiz çocukları, bugün de, aynı aşk ve îmânla, babalarının<br />

yolunda yürüyerek, istiklâlleri gibi, îmânlarını da, her çeşid tecâvüzden korumağa<br />

çalışıyor. Hakka, hakîkate, doğruya koşuyor. Kur’ân-ı kerîme sarılıyor.<br />

Târîh gösteriyor ki, yalnız kendi râhatlarını, keyflerini düşünen krallar, diktatörler,<br />

islâm dîninin, kendi zulmlerini, kötülüklerini meydâna çıkardığını görerek,<br />

cinâyetlerini, hıyânetlerini gizliyebilmek ve yalanlarına herkesi inandırabilmek için,<br />

islâmiyyete saldırmışlardır. Zâlim düşman kumandanları, müte’assıb haçlı orduları,<br />

her zemân, karşılarında müslimân türk kahramanlarını bulmuşlar, ecdâdımızın<br />

îmân dolu göğüslerini aşamamış, silâhlarını, ölülerini bırakarak hep kaçmışlardır.<br />

Târîh yine gösteriyor ki, islâmiyyet, her zemân dahâ üstün, dahâ yeni ve dahâ<br />

fennî harb vâsıtalarının ve medenî cihâzların yapılmasına ve dahâ akllı, dahâ<br />

kahraman milletlerin yetişmesine sebeb olmuş; dinsizler, ilmde, fende, silâhda ve<br />

şecâ’atde dâimâ geri kalmışlardır. Hattâ, bir islâm ordusu, her cihetden adâlete bağlılığı<br />

nisbetinde gâlib geldiği hâlde, aynı orduda adâletden uzaklaşıldıkca, başarının<br />

azaldığı görülmüşdür. İslâm devletlerinin, kurulması, yükselmesi, durması ve<br />

çökmeleri de hep, adâlete bağlılıkları nisbetinde olmuşdur.<br />

Dinsiz diktatörler, ellerini kana boyayıp, memleketlere hâkim olmuş, zulm, fesâd<br />

ile insanları inleterek ve hayvan gibi çalışdırarak, ağır harb sanâyı’i, büyük fabrikalar,<br />

üstün silâhlar yapmış, dünyâyı korkutmuş iseler de, çabuk yıkılmışlar ve târîh<br />

boyunca, la’netle anılmışlardır. Örümcek yuvası gibi çabuk kurulan tuzakları,<br />

sabâh rüzgârı gibi ferâhlatıcı, hafîf bir kuvvetle uçmuş, insanlığa yarar birşey bırakmamışlardır.<br />

Şimdi de, dinsiz bir temele dayanan devletler, ne kadar büyük ve kuvvetli<br />

görünseler de, elbette yıkılacak, zulm pâyidâr olamayacakdır. Böyle kâfirler,<br />

bir ânda parlıyan kibrite benzer ki, etrâfındaki saman, talaş gibi hafîf şeyleri tutuşdurur,<br />

eli yakar, evleri harâb edebilir. Kendi ise, hemen söner, biter. Adâlete dayanan<br />

milletler ise, kaloriferlerin radyatörü gibidir. Radyatör, birşeyi yakmaz,<br />

odaları ısıtarak, insanlara râhatlık verir. Sıcaklığı aşırı, zararlı değildir. Fekat harâret,<br />

enerji kaynağına mâlikdir. İslâmiyyet de, böyle fâideli bir enerji kaynağı olup,<br />

kendisine bağlanan ferdleri, âileleri ve cem’iyyetleri besler, kuvvetlendirir.<br />

Allahü teâlânın merhameti, ihsânı, ni’metleri, o kadar çokdur ki, sonsuzdur.<br />

– 5 –


Kullarına çok acıdığı için, onların dünyâda râhat, huzûr içinde, kardeşce yaşamaları,<br />

âhıretde de, sonsuz se’âdete, bitmez, tükenmez ni’metlere kavuşmaları için, yapılması<br />

lâzım olan iyilikleri ve sakınılması lâzım olan kötülükleri, Peygamberlerine,<br />

melek vâsıtası ile bildirmiş, bunları bildiren bir çok kitâb da göndermişdir. Bu kitâblardan,<br />

yalnız Kur’ân-ı kerîm bozulmamış, diğerlerinin hepsi, kötü kimseler tarafından<br />

değişdirilmişdir. Dinli olsun, dinsiz olsun, inansın inanmasın, herhangi bir kimse,<br />

bilerek veyâ bilmeyerek, Kur’ân-ı kerîmdeki ahkâma, ya’nî emr ve yasaklara uyduğu<br />

kadar, dünyâda râhat ve huzûr içinde yaşar. Bu, fâideli bir ilâcı kullanan herkesin,<br />

derdden, sıkıntıdan kurtulması gibidir. Şimdi, dinsiz, îmânsız çok kimsenin ve<br />

müslimân olmıyan, hattâ islâm düşmanı olan ba’zı milletlerin birçok işlerinde, muvaffak<br />

olmaları, râhat, huzûr içinde yaşamaları, inanmadıkları, bilmedikleri hâlde,<br />

Kur’ân-ı kerîmin ahkâmına uygun olarak çalışdıkları içindir. Müslimân olduklarını<br />

söyliyen, âdet olarak ibâdetleri yapan, çok kimselerin ise, sefâlet, sıkıntılar içinde yaşamalarının<br />

sebebi de, Kur’ân-ı kerîmin gösterdiği ahkâma ve güzel ahlâka uymadıkları<br />

içindir. Kur’ân-ı kerîme uyarak âhıretde sonsuz se’âdete kavuşabilmek için<br />

ise, önce buna îmân etmek, inanmak ve bilerek, niyyet ederek uymak lâzımdır.<br />

İslâm dînini bilmedikleri için, ona karşı olanlar, asrlar boyunca yapdıkları kanlı<br />

ve acı tecribelerle anladılar ki, îmânını yıkmadıkça, müslimân milleti yıkmağa,<br />

imkân yokdur. Hakîkatde her ilerlemenin ve yükselmenin hâmîsi ve teşvîkcisi olan<br />

islâmiyyeti, ilmin, fennin ve yeğitliğin düşmanı gibi göstermeğe yeltendiler. Genç<br />

nesllerin, bilgisiz, dinsiz kalmasını, onları ma’nevî cebheden vurmağı hedef edindiler.<br />

Bu yolda milyonlar dökdüler. İlm ve îmân silâhları çürümüş, hırs ve şehvetlerine<br />

kapılmış olan ba’zı câhiller, kâfirlerin bu hücûmları ile hemen bozuldu. Bunlardan<br />

bir kısmı, ismlerini siper edinip, müslimân görünerek, fen adamı, kalem sâhibi<br />

ve din âlimi, hattâ müslimânların hâmîsi şekline girip, temiz gençlerin îmânlarını<br />

çalmağa koyuldular. Kötülükleri hüner şeklinde, îmânsızlığı moda şeklinde<br />

gösterdiler. Dîni, îmânı olanlara softa, gerici denildi. Din bilgilerine, islâmın kıymetli<br />

kitâblarına, irticâ’, gericilik ve te’assub diyenler oldu. Kendilerinde bulunan<br />

ahlâksızlık ve şerefsizlikleri, müslimânlara, islâm büyüklerine atf ve isnâd ederek,<br />

o temiz insanları kötülemeğe, evlâdları babalarından soğutmağa uğraşdılar. Târîhimize<br />

de dil uzatıp, parlak ve şerefli sahîfelerini karartmağa, temiz yazılarını lekelemeğe,<br />

vak’a ve vesîkaları değişdirmeğe kalkışdılar. Böylece, gençleri dinden,<br />

îmândan ayırmağa, islâmiyyeti ve müslimânları yok etmeğe çalışdılar. İlmi,<br />

fenni, güzel ahlâkı, fazîleti ve yeğitliği ile dünyâya şân ve şeref saçan, ecdâdımızın<br />

sevgisini genç kalblere yerleşdiren mukaddes bağları çözmek, gençliği dedelerinin<br />

kemâlâtından, ululuğundan mahrûm ve habersiz bırakmak için, kalblere,<br />

rûhlara ve vicdânlara hücûm etdiler. Hâlbuki, anlıyamıyorlardı ki, islâmiyyetden<br />

uzaklaşdıkca, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yolundan ayrıldıkca,<br />

ahlâk bozulduğu gibi, her vâsıtayı yapmakda ve her asrın îcâb etdirdiği yeni bilgilerde,<br />

üstünlüğü gayb ediyor, ecdâdımızın askerlikdeki, fen ve san’atdaki başarılarını<br />

gösteremiyor, hattâ geri kalmağa başlıyorduk. Bu maskeli dinsizler, böylece,<br />

bir tarafdan ilmde, fende geri kalmamıza çalışıyor, diğer tarafdan da, islâmiyyet<br />

geriliğe sebeb oluyor. Garb sanâyı’ine yetişebilmemiz için, bu kara perdeyi kaldırmamız,<br />

şark dîninden, çöl kanûnlarından kurtulmamız lâzımdır, diyorlardı.<br />

Bu sûretle maddî ve ma’nevî kıymetlerimizi yıkarak, vatanımıza, milletimize, dışardaki<br />

düşmanların, asrlarca yapmak istedikleri, fekat yapamadıkları kötülüğü yapdılar.<br />

Müslimân ismini taşıyan islâm düşmanlarına (Zındık) denir. Zındıkların islâmiyyete<br />

zararları, kâfirlerin, misyonerlerin zararlarından dahâ çok oldu.<br />

Cenâb-ı Hak, bütün insanlara, sayılamıyacak kadar çok ni’met, iyilik vermişdir.<br />

Bunların en büyüğü ve en kıymetlisi olarak da, Resûller ve Nebîler “aleyhimüssalevâtü<br />

vetteslîmât” göndererek, islâmiyyeti, se’âdet-i ebediyye yolunu göstermişdir<br />

ve İbrâhîm sûresinin yedinci âyetinde meâlen, (Ni’metlerimin kıymetini bilir,<br />

şükr ederseniz, ya’nî emr etdiğim gibi kullanırsanız, onları artdırırım. Kıymetlerini<br />

bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim) buyurmuş-<br />

– 6 –


dur. Bir asrdan beri islâmiyyetin garîb olması ve son zemânlarda büsbütün uzaklaşarak,<br />

dünyânın küfr ve irtidâd karanlığı ile kaplanması, hep islâm ni’metlerinin<br />

kıymetlerini bilmeyip, onlara şükr etmemenin, arka çevirmenin netîcesidir.<br />

Allahü teâlâ, sevdiklerini hayrlı işlere vâsıta kıldığı gibi, kendisine inanmıyanları,<br />

düşmanlık edenleri de, fenâ yerlerde çalışdırmakdadır.<br />

İslâm ni’metlerinin elden çıkmasına sebeb olanlar iki kısmdır:<br />

Birincileri, küfrlerini, düşmanlıklarını açıklayan kâfirler olup, bunlar bütün silâhlı<br />

kuvvetleri ile, bütün propaganda vâsıtaları ve siyâsî oyunları ile, islâmiyyeti yıkmağa<br />

uğraşıyorlar. Müslimânlar, bunları biliyor ve onlardan üstün olmağa çalışıyor.<br />

İkinci kısm kâfirler, kendilerine müslimân ismini ve süsünü verip, din adamı tanıtdırıp,<br />

müslimânlığı, kendi aklları ile, keyflerine ve şehvetlerine uygun bir şekle<br />

çevirmeğe uğraşıyor, müslimânlık ismi altında, yeni, uydurma bir din kurmak istiyorlar.<br />

Hîle ve yalanları ile, sözlerini isbât etmeğe, yaldızlı, yaltakcı yazılar ile, müslimânları<br />

aldatmağa çalışıyorlar. Müslimânların çoğu bu düşmanları, ba’zı sözlerinden<br />

ve islâmiyyeti yıkıcı davranışlarından seziyor ise de, çok kurnaz idâre edildikleri<br />

için, birçok sözleri revâc bulup, müslimânlar arasında yerleşiyor. Müslimânlık<br />

dîni, yavaş yavaş bozularak, bu zındıkların istedikleri, plânladıkları şekle dönüyor.<br />

Ba’zıları da: (Bu asrda yaşıyabilmemiz için, milletce, topluca garblılaşmalıyız)<br />

diyor. Bu sözün iki ma’nâsı vardır: Birincisi, garblıların fende, tecribede, san’atda,<br />

i’mâr ve terfîh vâsıtalarında bulduklarını öğrenmek, yapmak, bunlardan istifâdeye<br />

çalışmakdır ki, bunu islâmiyyet de, zâten emr etmekdedir. Fen bilgilerini<br />

öğrenmenin farz-ı kifâye olduğu, kitâbımın çeşidli yerlerinde, vesîkaları ile bildirilmişdir.<br />

Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir hadîs-i şerîfde, (Hikmet<br />

[ya’nî fen ve san’at], mü’minin gayb etdiği malıdır. Nerede bulursa alsın!) buyurdu.<br />

Fekat bu, garba uymak değil, ilmi, fenni onlarda bile arayıp almak ve onların<br />

üstünde olmağa çalışmakdır. İkinci ma’nâda garblılaşmak ise, ecdâdımızın doğru<br />

ve mukaddes yolunu bırakıp, garbın bütün an’anesini, âdetlerini, ahlâksızlıklarını,<br />

pisliklerini ve hepsinden dahâ acı, dahâ şaşkın olarak, dinsizliklerini ve putlarını<br />

alıp, câmi’leri kilise ve eski san’at eseri şekline sokmak, müslimânlığa şark dîni,<br />

gerilik dîni, Kur’ân-ı kerîme çöl kanûnu, puta tapmağa, ibâdete müzik karışdırmağa<br />

garb dîni, modern ve medenî din demek ve islâmiyyeti bırakıp, hıristiyanlığa,<br />

mûsikî âletleri ile ibâdete dönmeğe, (Dinde reform) ismini vermekdir.<br />

Herkes şunu iyi bilsin ki, bu milletin damarlarında dolaşan asîl kan, ne bugün,<br />

ne de, onların ümmîd ile bekledikleri günlerde, bu ma’nâda aslâ garblılaşmayacak<br />

ve dinsiz olmayacak, zındıkların yalanlarına aldanmıyacakdır. Ecdâdının mukaddesâtını<br />

ayaklar altında çiğnetmiyecekdir!<br />

İslâmiyyeti yıkmağa çalışan diğer bir kuvvet de, din bilgisi vermek için, din düşmanlarını<br />

(gûyâ) susdurmak için yazılan mecmû’alar ve kitâblardır. Îmândan ve<br />

islâmdan haberi olmıyan, tesavvufun hakîkatine, rûhuna, inceliklerine ermemiş olan<br />

zındıklar, dünyâ işlerinde söz sâhibi olunca, kendilerini din âlimi görüyor, bozuk<br />

düşüncelerini yaymak için veyâ yalnız para kazanmak için, din kitâbları yazıyorlar.<br />

Bu kitâblarında, din büyüklerinin sözlerini anlamadıkları, birçok bilgileri<br />

yanlış ve ters yazdıkları, acı acı görülüyor. Zındıkları islâm âlimi olarak tanıtıyorlar.<br />

Bunların câhil kafaları ile, sapık düşünceleri ile yazdıkları yıkıcı ve bölücü kitâblarını<br />

terceme ederek, din bilgisi diye gençliğin önüne sürüyorlar. Bunların zararlarını,<br />

bozuk olduklarını ortaya koyan, yüzkaralarını meydâna çıkaran, böylece<br />

kazançlarına, milleti sömürmelerine mâni’ olan kitâblarımın basılmasına, yayılmasına<br />

mâni’ olmak için bu fakîre câhilce, ahmakca iftirâ ediyorlar. Dünyâ çıkarları<br />

için dinlerini satan münâfıklardan bir kısmının, dahâ da aşırı giderek, tarîkatçılık<br />

yapıyor gibi yalanları yaydıklarını, böylece beni kanûna karşı suçlu duruma<br />

düşürerek, kitâblarımın yasaklatılmasına uğraşdıklarını işitdim. Hâlbuki, hiçbir<br />

kitâbımda böyle birşey yazılı değildir. Kitâbımda tarîkatler üzerinde bilgiler varsa<br />

da, bunlar, eski asrlarda yaşamış olan, tesavvuf âlimlerinin yazmış oldukları ki-<br />

– 7 –


tâblardan terceme edilmişdir. Ben de, bunları okuyup anlamağa çalışmakdayım.<br />

Bir tarîkat ile ve bir şeyh ile hiçbir ilgim olmamışdır ve yokdur.<br />

Evet, islâm âlimi gördüm. Müslimânlığın ne olduğunu ve islâmiyyetin yüksek<br />

bilgilerini ondan öğrenmekle şereflendim. Onun islâm ilmlerinde ve fen ve târîh<br />

bilgilerinde engin bir denize benzediğini ve islâm dîninden kaynaklanan güzel ahlâkını<br />

görerek hayrân oldum. Bu büyük zâtdan, şeyhlikle, mürîdlikle ilgisi olduğunu<br />

gösteren bir söz işitmedim. Tekkelerin kapatılmasından önce ve sonra ismleri<br />

duyulan ba’zı tarîkatcıların, islâmiyyete ve tesavvuf bilgilerine uymadıklarını,<br />

zararlı olduklarını söylerdi. Dünyânın her yerinde, her dilde tesavvuf kitâbları<br />

yazılmakdadır. Kanûnlar, tesavvuf kitâbı yazmağı ve tesavvuf ilmini övmeği değil,<br />

tesavvuf perdesi altında, şahsî menfe’at sağlamağı ve tesavvufda bulunmıyan<br />

kötülükleri yapmağı suç saymakdadır. Tesavvuf âlimleri de, böyle tarîkatcıları red<br />

etmişler, bunların din hırsızları olduklarını, islâmiyyeti içerden yıkdıklarını bildirmişlerdir.<br />

Kitâblarımda ve konuşmalarımda hep, (Müslimânın kanûnlara uyması<br />

lâzımdır. Fitne çıkarmak harâmdır) diyorum. Böyle söyliyen kimse, kanûna uymıyan<br />

iş yapar mı? Hasedcilerimin, beni kendileri gibi münâfık zan etdikleri anlaşılıyor.<br />

Çok yanılıyorlar! Münâfık kelimesini, burada kâfir ma’nâsına kullanmıyorum.<br />

Dışı içine uymıyan, iki yüzlü demek istiyorum. Söz ile olan bu nifâkın küfr<br />

olmadığı, harâm olduğu, (Hadîka)da, dil âfetlerinde yazılıdır. Bu zevallılar, bilerek<br />

veyâ bilmiyerek, islâm düşmanlarının ekmeklerine yağ sürüyor ve islâmiyyete,<br />

onlardan dahâ çok zararlı oluyorlar. Çünki, bunların kitâblarını ve dergilerini<br />

okuyan sâf müslimânlar ve hele asîl ve kahramân ecdâdının mukaddes dînini öğrenmeğe<br />

susamış olan temiz gençler, bunların yaldızlı kelimelerle övdükleri zındıkları,<br />

din âlimi sanıp, bozuk ve yanlış yazılarına din ve îmân diye sarılıyor. Böyle,<br />

para kazanmak, mevkı’, etiket ele geçirmek için, kısacası dünyâlığa kavuşmak<br />

için, mukaddes dînimizi âlet eden câhillere (Ulemâ-i sû’), ya’nî (Zındık) denir. Bu<br />

din yobazları ve fen adamı olarak ortaya çıkıp, fen bilgilerini değişdirerek ve<br />

kendi hâin düşüncelerini fen bilgisi imiş gibi söyliyerek, islâmiyyeti yıkmağa çalışan<br />

(Fen yobazları) ya’nî (Zındık)lar, bu millete çok zarar verdiler. Kardeşi<br />

kardeşe düşman yapdılar. İç harblere sebeb oldular. Hâlbuki, islâm dîni, birleşmeği,<br />

sevişmeği, yardımlaşmağı, hükûmete, kanûnlara karşı gelmemeği, fitne, ya’nî<br />

anarşi çıkarmamağı, kâfirlerin haklarını da gözetmeği, kimseyi incitmemeği emr<br />

etmekdedir. İslâm âlimleri, bütün istirâhatlerini, menfe’atlerini fedâ ederek, dînimizin<br />

bu güzel emrlerini bildirmek ve torunlarının dinlerini, îmânlarını korumak<br />

için, çok sayıda ve çok kıymetli kitâb yazmış ve bizlere yâdigâr bırakmışdır. Sonra<br />

gelen âlimler, bu kitâblara açıklamalar yapmış, bunlara (hocamızın tarîkati) denilerek<br />

çeşidli tarîkatlar meydâna gelmişdir. Ehl-i sünnet düşmanları, bid’at sâhiblerinin<br />

kitâblarına da bu mubârek ismleri koymuşlardır. Bid’at sâhibleri, Kur’ândan<br />

ve hadîs-i şerîflerden yanlış ma’nâ çıkarıyorlar. Zındıklar, kendi anladıklarına,<br />

düşüncelerine âyet ve hadîs diyor. Güzel ahlâkı, adâleti, çalışkanlığı, fende,<br />

san’atda birinciliği ve yeğitliği dünyâ târîhlerinde, parlak kelimelerle yazılı olan,<br />

şanlı ve şerefli ecdâdımızın, düşman elinin dokunmaması için, mubârek kanını dökdüğü<br />

ve bütün temizliği, doğruluğu ile bizlere mîrâs bırakdığı mukaddes dînimizi,<br />

yine onların mubârek elleri ile yazdıkları, hâlis ve afîf kitâblarından okuyup öğrenmeliyiz.<br />

İngiliz câsûslarının tuzaklarına düşmüş olan, satılmış zındıkların kalemlerinden<br />

çıkan, süslü kelimelerle örtülmüş, aynı ismi taşıyan kitâbları okuyarak,<br />

azîz ve sevgili îmânımızı kapdırmamağa, aldanmamağa çok dikkat etmeliyiz!<br />

Şunu da bildireyim ki, hadîs-i şerîfler ve islâm âlimlerinin açıklamaları, din adamlarının<br />

siyâsete karışmalarını şiddetle men’ etmekdedir. Ehl-i sünnet âlimleri<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, bu yasağa titizlikle uymuşlardır. Müslimânlar,<br />

dîni siyâsete âlet etmez. Bunun için ben, hiçbir zemân siyâsete karışmadım.<br />

Hiçbir yazımda, şu veyâ bu devlet şeklinin savunuculuğunu yapmadım. Ba’zı<br />

kimselerin, böyle davranışımı beğenmediklerini, bu yüzden de kitâblarıma bozukdur<br />

diyerek, vatandaşların okuyup öğrenmelerine mâni’ olduklarını, (neresi bo-<br />

– 8 –


zukdur?) diyenlere karşı, bir cevâb veremiyerek, şaşırıp kaldıklarını işitiyorum. Hased<br />

edenler, satılmış olanlar, her zemân Ehl-i sünnet kitâblarına saldırdı. Sonunda<br />

rezîl oldular. Bana iftirâ edenlerin gafletden uyanmaları, hidâyete kavuşmaları<br />

için (Yüz karası) kitâbını hâzırladım. m. 1970 de basıldı.<br />

Otuz madde ve altmış sahîfe olan (Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong>) kitâbımı okuyanların teşvîki<br />

ile, ikinci kısmını da, üç yüz sahîfe olarak hâzırladım. Bu da, (m. 1957) de basdırıldı.<br />

Bu iki kitâb, temiz gençlikde, islâmiyyete karşı, öyle bir alâka ve câzibe uyandırdı<br />

ki, süâl yağmuru altında kaldım. Bu çeşidli soruları cevâblandırmak için,<br />

mu’teber kitâblardan terceme ederek yapdığım açıklamalar ve ilâvelerle, birinci<br />

kısmın otuz maddesine yetmiş madde dahâ ekliyerek ikinci baskısı meydâna geldi<br />

ve dörtyüz sahîfe oldu. Nihâyet Allahü teâlâ, ihsân ederek, yıpratıcı çalışmakla,<br />

üçüncü kısmın hâzırlanması da müyesser oldu ve 1379 [m. 1960] da basıldı.<br />

Salâhiyyetim olmadığını bildiğim hâlde, yalnız İslâm âlimlerinin, aklları durduran<br />

üstünlüklerine hayrânlığımın ve onlara karşı taşıdığım sevgi ve saygının mükâfâtı<br />

olarak ve bu temiz milletin, asîl gençlerin, din simsarlarının tuzaklarından<br />

kurtulmaları, dünyâ ve âhıret se’âdetine kavuşmaları için, kalbim sızlayarak etdiğim<br />

düâların karşılığı olarak, Allahü teâlânın tevfîkı ile meydâna gelen bu üç<br />

kitâbı, (m. 1963) de bir araya getirip, (<strong>Tam</strong> İlmihâl) adını verdim. Devâmlı süâller<br />

sebebi ile, kitâbımın her baskısına yeni ilâveler yapıldı. Hepsi ingilizceye de<br />

terceme edilerek (Endless Bliss) ismi verildi ve Hakîkat Kitâbevi tarafından altı<br />

cild olarak basdırılmışdır. Bu kitâbda, bu fakîre âid hiçbir bilgi ve fikr yokdur.<br />

Terceme ve toplamakdan başka nasîbim olmamışdır. Büyük, mubârek zâtların yazıları<br />

olduğu için, okuyanların fâidelendiklerini, zevk aldıklarını ve bölücülere,<br />

kitâblarıma saldıran, iftirâ eden zındıklara aldanmadıklarını görmekle, cenâb-ı<br />

Hakka şükr ediyorum. Böylece, temiz rûhlu, sâf kanlı, mubârek gençlerin, müstecâb<br />

düâlarına kavuşacağımı düşünerek seviniyor, bu kitâbı ve düâları kıyâmet<br />

günü için, biricik sermâyem biliyorum.<br />

(Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong>) ya’nî (<strong>Tam</strong> İlmihâl) kitâbımdaki fıkh bilgileri, hanefî mezhebine<br />

göre yazılmışdır. Bu bilgilerin çoğu, Muhammed Emîn ibni Âbidînin (Reddül-muhtâr)<br />

kitâbının 1272 [m. 1856] senesinde Mısrda Bulak matba’asında beş cild<br />

olarak yapılan baskısından terceme edilmiş, sahîfe numaraları bu baskıya göre<br />

bildirilmişdir. Hanefî mezhebindeki fıkh kitâblarının en kıymetlisi olan (Redd-ülmuhtâr)ın<br />

çoğunu muhterem Ahmed Davudoğlu türkçeye terceme etmiş, Şâmil kitâbevi<br />

tarafından [m. 1982-1986] arasında onyedi cild olarak basdırılmışdır. Kitâblarımızda<br />

âyet-i kerîmelerin tercemeleri değil, tefsîrleri ve meâlleri yazılmışdır.<br />

Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği ma’nâlara (Tefsîr) denir.<br />

Bir kelimenin, Allahü teâlâ ve Resûlullah tarafından, açık bildirilmemiş ma’nâlarından,<br />

ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olanı seçmeğe (Te’vîl) ve bu ma’nâya meâl<br />

denir. Âyet-i kerîmeyi başka lisâna nakl edince, tercemesi denir. Âyet-i kerîmeler<br />

kısa ve tam terceme edilemez. İslâm âlimleri, âyet-i kerîmelerin tercemelerini değil,<br />

uzun tefsîr ve te’vîllerini bildirmişlerdir. Kitâbıma, en çok (Tefsîr-i Mazherî )<br />

ve (Tefsîr-i Hüseynî)deki açıklamalardan aldım. Âyet-i kerîmelerin sıra numaralarını<br />

hâfız Osmânın “rahmetullahi aleyh” yazdığı Kur’ân-ı kerîme göre koydum.<br />

Bu (<strong>Tam</strong> İlmihâl)i okuyanlar, dedelerinin dînini şu’ûrlu olarak öğrenip, bölücülerin<br />

iftirâlarına aldanmıyacak, câhillerin, münâfıkların ve tarîkatcı ismi altında<br />

gençliği zehrliyen zındıkların, maddî ve ma’nevî soygunculuğundan kurtulacaklardır.<br />

Hak yolda birleşecekler, sevgili kardeşler olacaklardır.<br />

Müslimân, iyi insan, aklı başında kimse demekdir. Hakîkî müslimân, Allahü teâlânın<br />

emrlerine itâat eder. Allahü teâlânın emrlerine uymamak günâh olur. Kul<br />

haklarını, devlete olan borçlarını öder. Devletin kanûnlarına karşı gelmez. Kanûna<br />

karşı gelmek suç olur. Müslimân günâh yapmaz ve suç işlemez. Vatanını, milletini<br />

ve bayrağını sever. Herkese iyilik eder. Kötülük yapanlara nasîhat verir. Böyle<br />

olan müslimânı Allah da sever, kullar da sever. Râhat ve huzûr içinde yaşar.<br />

– 9–


(Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong>) kitâbının her üç kısmının şimdi yüzotuzuncu baskısı yapıldı.<br />

Birinci kısmda doksansekiz madde, ikinci kısmda yetmişüç madde, üçüncü kısmda<br />

yetmiş madde vardır. Bu ikiyüzkırkbir [241] maddeden yüzsekiz [108] maddesi,<br />

büyük islâm âlimi, tesavvuf bilgilerinin, zevklerinin kaynağı, Muhammed aleyhisselâmın<br />

hakîkî vârisi, imâm-ı Rabbânî, müceddid-i elf-i sânî, Ahmed-i Fârûkînin<br />

(Mektûbât) kitâbının ikinci ve üçüncü cildlerinden, yüzotuzüç [133] maddesi de, salâhiyyetli<br />

islâm âlimlerinin kitâblarından toplanmışdır. Mektûbâtın birinci cildinin<br />

hepsini türkçeye terceme ederek, (Mektûbât Tercemesi) ismi ile basdırdım. İslâm<br />

bilgilerinin deryâsı ve tesavvuf ma’rifetlerinin mütehassısı seyyid Abdülhakîm<br />

efendi, (Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs kitâblarından sonra, islâm kitâblarının en üstünü<br />

imâm-ı Rabbânînin Mektûbâtıdır) ve (İslâm âleminde, imâm-ı Rabbânînin Mektûbâtı<br />

kadar kıymetli bir kitâb dahâ yazılmamışdır) buyururdu. Bir mektûbunda diyor<br />

ki, (<strong>Hilmi</strong>! Mektûbunuza müteşekkir oldum. Sıhhatinize şükr etdim. Din ve dünyânıza<br />

en ziyâde yarayan ve dîn-i islâmda misli te’lîf olmıyan (Mektûbât) kitâbını<br />

okuyup, ba’zısını anlamak, pek ziyâde bir fadl ve ihsân-ı ilâhîdir. <strong>Hilmi</strong>nin bu ihsâna<br />

kavuşduğunu öğrenince, Rabbime çok şükr eyledim.) Kitâbımda yazılı ismlerden<br />

binyirmi [1020] adedinin hâl tercemeleri de sonuna eklenmişdir.<br />

Bu kitâb bir ilm kitâbıdır. Her ilmde olduğu gibi, din bilgisinin de kendine mahsûs<br />

kelimeleri vardır. Bu kelimelerin ma’nâları, sırası geldikçe bildirildi. Bunlar,<br />

kitâbı temâmen okuyunca, öğrenilir. Bunları öğrenmiyen, kafasını yormıyan bir<br />

câhil, kitâbdaki ilmleri anlıyamaz. (Bu kitâb anlaşılmıyor) diyerek, kendi kusûrunu<br />

kitâba yükler. (Câhil kimse, anlıyamadığı şeyi beğenmez) sözü meşhûrdur. Gülün<br />

kıymetini bülbül bilir. Altının hâlisini sarrâf seçer. Bir kayada ne cevher bulunduğunu<br />

kimyâger anlar. Bunun için, bu kitâbı, gazete okur gibi, bir göz gezdirip<br />

elinden bırakmamalı. Her kelimesini iyi düşünmelidir. Her cümlesinin ma’nâsını<br />

iyi anlamağa çalışmalı, her maddeyi bitirince tekrârlamalı, bir hülâsa hâlinde<br />

hâfızaya yerleşdirmelidir. Evlâda, ahbâba da öğretmelidir. Çalışmalı, bu yolda ilerlemelidir.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (İki gün aynı hâlde bulunan,<br />

[ya’nî hergün ilerlemiyen, yeni bir şey öğrenmiyen], aldandı, ziyân etdi) buyurdu.<br />

Görülüyor ki, islâm dîni, gerilemeği değil, duraklamağı bile red ediyor. Dâimâ<br />

ilerlemeği ve yükselmeği emr ediyor. Bu kitâbı hâzırlamakdan ve neşr etmekden<br />

hâsıl olan sevâbları ve okuyup istifâde eden müslimânların düâlarının hepsini,<br />

kitâbdaki ilmlerin kaynağı olan seyyid Abdülhakîm Arvâsînin mubârek rûhuna<br />

hediyye ediyorum. Allahü teâlâ vâsıl eylesin. Âmîn! Bu kitâbda yazarın boş kafasından<br />

çıkan hiçbir yazı yokdur. Seyyid Abdülhakîm efendinin sohbetlerinden<br />

hâsıl olan bilgilerdir. Kıyâmet günü, Onun kölesi olarak yanında bulunmağı, kendime<br />

se’âdet biliyorum. Hakîkat Kitâbevinin neşr etdiği kitâblar, (İnternet) ve bilgisayar<br />

vâsıtası ile her memlekete gönderilmekdedir. (Kıymetsiz Yazılar) kitâbımızın<br />

sonuna bakınız!<br />

TENBÎH: Bugün müslimân ismi altında üç büyük islâm fırkası vardır. Şî’îliği yehûdîler<br />

kurdu. Vehhâbîliği ingilizler kurdu. İslâmiyyeti türkler korudu. Misyonerler,<br />

hıristiyanlığı yaymağa, yehûdîler, Talmûtu yaymağa, İstanbuldaki Hakîkat Kitâbevi,<br />

islâmiyyeti yaymağa, masonlar ise, dinleri yok etmeğe çalışıyorlar. Aklı, ilmi<br />

ve insâfı olan, bunlardan doğrusunu iz’ân, idrâk eder, anlar. Bunun yayılmasına<br />

yardım ederek, bütün insanların dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşmalarına<br />

sebeb olur. İnsanlara bundan dahâ kıymetli ve dahâ fâideli bir hizmet olamaz.<br />

Bugün hıristiyanların ve yehûdîlerin ellerindeki Tevrât ve İncîl denilen din kitâblarının,<br />

insanlar tarafından yazılmış olduklarını kendi adamları da söyliyor.<br />

Kur’ân-ı kerîm ise, Allahü teâlâ tarafından gönderildiği gibi tertemizdir. Bütün papasların<br />

ve hahamların, Hakîkat Kitâbevinin neşr etdiği kitâbları dikkat ile ve insâf<br />

ile okuyup anlamağa çalışmaları lâzımdır.<br />

– 10 –


SE’ÂDET-İ EBEDİYYE<br />

KİTÂBINDA BULUNAN BİLGİLER<br />

(Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong>) kitâbında ikiyüzkırkbir [241] madde vardır. Kitâb üç kısma<br />

ayrılmışdır. Birinci kısmda bulunan doksansekiz maddenin kırkbir adedi, ikinci kısmdaki<br />

yetmişüç maddeden otuzdört adedi ve üçüncü kısmda bulunan yetmiş maddeden<br />

otuzüç adedi, imâm-ı Rabbânînin ve birkaçı da, Muhammed Ma’sûm-i Serhendînin<br />

“rahmetullahi aleyh” fârisî olan (Mektûbât) kitâblarından terceme edilmişdir.<br />

Diğer maddeler, başka kıymetli kitâblardan alınmışdır. İmâm-ı Rabbânînin “rahmetullahi<br />

aleyh” (Mektûbât) kitâbı üç cilddir. Birinci cildi, (1025) senesinde,<br />

ikinci cildi, (1028) de, üçüncü cildi ise, (1040) senesinde toplanmışdır. Hepsi beşyüzotuzaltı<br />

[536] mektûbdan meydâna gelmişdir. Son olarak, 1392 [m. 1972] senesinde<br />

Pâkistânda, hepsi iki cild hâlinde basdırılmış ve 1397 [m. 1977] de, İstanbulda<br />

ofset baskısı yapılmışdır. Muhammed Ma’sûm-i Serhendî “rahmetullahi aleyh”<br />

(Mektûbât)ı da üç cilddir. Hepsi 652 mektûbdur. Son olarak, 1396 [m. 1976] senesinde<br />

Pâkistânda basdırılmışdır. Terceme edilen mektûbların, bu altı cildden hangisinde<br />

bulundukları ve mektûb numaraları, aşağıdadır. Mütercim tarafından ilâve<br />

edilen bilgiler, bir köşeli mu’teriza [ ] içine yazılmışdır.<br />

BİRİNCİ KISM İÇİNDEKİLER<br />

Madde Mektûb<br />

Sahîfe<br />

No. No. M a d d e n i n Ö z ü No:<br />

1 1—114 Muhammed aleyhisselâma uymak, se’âdete kavuşdurur...................17<br />

2 1—152 Allahü teâlâya itâ’at için, Resûlüne itâ’at lâzımdır.............................21<br />

3 Müslimân olmak için, ne yapmalı? Kelime-i şehâdet .........................21<br />

4 1—193 Ehl-i sünnet âlimleri ..................................................................................22<br />

5 2—55 Ehl-i sünnetin reîsi, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir...............................22<br />

6 İmâm-ı a’zamın büyüklüğü. (Dürr-ül-muhtâr)ın önsözünden<br />

ve (Hayrât-ül-hisân)dan alınmışdır ........................................................22<br />

7 İslâm âlimlerinin kitâbları ........................................................................22<br />

8 1—234 Uydurma tefsîr yazan kâfir olur..............................................................23<br />

9 1—193 Kur’ân tercemelerinden hangisine güvenileceği .................................23<br />

10 1—213 Din hırsızları ................................................................................................23<br />

11 1—163 Îmânın gitmesine sebeb olan şeyler........................................................23<br />

12 1—191 Kalbde îmân bulunmasına alâmet, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakdır....30<br />

13 1—164 Allahü teâlânın ni’metleri, dünyâda herkesedir..................................30<br />

14 Âhıretde kâfire merhamet yokdur..........................................................32<br />

15 1—165 Muhabbetin alâmetleri..............................................................................32<br />

16 1—41 Muhammed “aleyhisselâm”, Allahü teâlânın sevgilisidir..................33<br />

17 Peygamberimizin mu’cizeleri. Kur’ân-ı kerîmin üstünlüğü ..............33<br />

18 1—165 Resûle tâbi’ olmak nasıl olur? Evlâd terbiyesi.....................................34<br />

19 Hubb-i fillah, buğd-i fillah. Kazâya rızâ nasıl olur? ............................38<br />

20 Kâfirler iki kısmdır.....................................................................................39<br />

21 1—184 Cennete girmek için Muhammed aleyhisselâma uymak lâzımdır....40<br />

22 Kâfirlerin iyiliği dünyâda kalır ................................................................40<br />

23 1—214 Dünyâ, âhıretin tarlasıdır .........................................................................40<br />

24 Âhıret bilgileri, aklın dışındadır. Bunlara akl ermez..........................41<br />

25 Kur’ân-ı kerîm nedir? Kur’ân tercemeleri............................................43<br />

26 2—55 İctihâd hatâları. İmâm-ı a’zamın büyüklüğü ........................................48<br />

27 İctihâd ne demekdir? Müctehid kime denir? .......................................50<br />

28 1—231 Sünnet-i müekkede, sünnet-i zevâid ......................................................51<br />

29 Kâfirlerin kullandığı şeyler iki dürlüdür ...............................................52<br />

30 2—54 Resûlullaha uymak yedi derecedir .........................................................53<br />

– 11 –


31 2—67 Ehl-i sünnet i’tikâdı, harâmlar. Tevbe. Mehdî “aleyhirrahme”<br />

Fükahâ-i seb’a .............................................................................................54<br />

32 3—38 Bu ümmet yetmişüç fırkaya ayrılacakdır...............................................68<br />

33 3—101 Kur’ân-ı kerîmi felsefecilere göre tefsîr câiz değildir.........................68<br />

34 2—19 Sünnete yapışmak, bid’atlerden sakınmak lâzımdır ...........................69<br />

35 3—22 Müşriklerin bedenleri pis değildir. İ’tikâdları pisdir ..........................70<br />

36 Bir üniversiteliye cevâb. Fen bilgileri, bir yaratıcının var<br />

olduğunu bildirmekdedir ..........................................................................73<br />

37 2—31 Dünyâya, burada kalacak kadar, âhırete de orada kalacak<br />

kadar çalışmalıdır .......................................................................................77<br />

38 2—89 Dünyâda âhırete yarar iş görmek lâzımdır ...........................................79<br />

39 2—58 Tenâsuh ve iki rûhluluk yokdur. Âlem-i misâl, Fen<br />

adamlarının sözleri.....................................................................................79<br />

40 3—31 Âlem-i ervâh ve âlem-i misâl ve âlem-i ecsâd. Kabr azâbı ................87<br />

41 4—29 Emr-i bil-ma’rûf, nehy-i anil-münker ve cihâd sevâbı çokdur..........89<br />

42 2—81 Vera’ ve takvâ. Hâlis ibâdetin alâmeti nedir?......................................96<br />

43 2—66 Tevbe, vera’ ve takvâ .................................................................................98<br />

44 2—82 Farz, sünnet ve nâfilelerin ehemmiyyetleri ve farkları ....................100<br />

45 3—1 Allahü teâlânın yakın olması ne demekdir?.......................................101<br />

46 3—17 Îmân, ibâdetler ve lüzûmlu nasîhatler .................................................102<br />

47 3—34 Îmân, ibâdetler, harâmlar.......................................................................115<br />

48 3—35 Gençlikde yapılan ibâdetlerin kıymeti ................................................116<br />

49 3—57 Âlemler, herşey yokdan var edildi. Yunan felesofları .....................116<br />

50 4—14 Tesavvuf yolunda çalışmak istiyenin yapması lâzım olan şeyler....118<br />

51 Beş vakt nemâz, otuzüç farz...................................................................121<br />

52 Abdest almak. Abdesti bozan şeyler....................................................122<br />

53 Mest üzerine mesh, özr sâhibi olmak ...................................................128<br />

54 Gusl abdesti nasıl alınır? Ne zemân alınır? ........................................132<br />

55 Teyemmüm. Su bulamamak nasıl olur? ..............................................149<br />

56 Necâsetden tahâret. İstincâ. İstibrâ......................................................153<br />

57 Sular, temiz su, pis su, artıklar...............................................................160<br />

58 Setr-i avret. Kadınların örtünmesi........................................................163<br />

59 İstikbâl-i kıble. Kıble ta’yîni ..................................................................170<br />

60 Nemâz vaktleri. Takvîmler. Ezân .........................................................175<br />

61 Ezân ve ikâmet. Hoparlörle nemâz ......................................................204<br />

62 1—303 Ezân kelimelerinin ma’nâları.................................................................209<br />

63 Nemâzın ehemmiyyeti. Nemâz kılmıyanlar........................................210<br />

64 Nemâz nasıl kılınır? Nemâzın beş rüknü, niyyet ...............................214<br />

65 Yolculukda, otobüsde, gemide, tayyârede nemâz.............................221<br />

66 Nemâzın vâcibleri, secde-i sehv, secde-i tilâvet ve vitr nemâzı ......227<br />

67 Nemâzı bozan şeyler. Kâfirlere teşebbüh ...........................................231<br />

68 Nemâzın mekrûhları, nemâzı bozmak için özr...................................236<br />

69 Câmi’de yapılması câiz olmıyan şeyler. Terâvih nemâzı .................243<br />

70 Cemâ’at ile nemâz kılmak. Hoparlörle, radyo ile nemâz ................248<br />

71 Cum’a nemâzı. İbâdet ne demekdir? ...................................................257<br />

72 Bayram nemâzı. Kurban bayramı tekbîrleri.......................................266<br />

73 1—312 Nemâzda otururken parmak kaldırmak ..............................................267<br />

74 Kazâ nemâzları. Nemâz kılmıyanın cezâsı ..........................................272<br />

75 2—20 Nemâz ibâdetlerin en üstünüdür...........................................................287<br />

76 2—87 Nemâzın ta’dîl-i erkânı. Kul hakkı .......................................................288<br />

77 2—69 Nemâzı doğru kılmalı. Halâl lokma. Şehîd kime denir? ..................289<br />

78 Zekât vermek. Para, mal, hayvan ve toprak mahsûllerinin zekâtı 292<br />

79 Ramezân-ı şerîfin kıymeti. Oruc nasıl tutulur? .................................313<br />

80 Sadaka-i fıtrı kimler verir? Kimlere vermelidir?...............................322<br />

81 Kurban kesmek lâzımdır. Kimler keser? Nasıl kesilir?....................324<br />

82 Adak ne demekdir? Günâh olan adaklar............................................330<br />

– 12 –


83 Yemîn nasıl edilir? Yemînin çeşidleri. Yemîn keffâreti ..................334<br />

84 Hacca gitmek. Hac nasıl yapılır?...........................................................339<br />

85 Mübârek geceler. Kandiller. Peygamberimizin mi’râcı nasıl oldu?.352<br />

86 Şemsî seneleri kamerî seneye çevirmek ..............................................358<br />

87 Kamerî seneyi mîlâdî seneye çevirmek................................................358<br />

88 Hicrî sene başının, hangi gün olduğunu bulmak................................359<br />

89 Arabî ayların birinci gününü bulmak...................................................359<br />

90 Selâmlaşmak nasıl olur? Müsâfeha nasıl yapılır?..............................363<br />

91 Kur’ân-ı kerîm, Allah kelâmıdır ...........................................................367<br />

92 Îsâ “aleyhisselâm” insan idi, Ona tapılmaz.........................................369<br />

93 Îsâ “aleyhisselâm” Peygamber idi, Ona tapılmaz..............................370<br />

94 2—9 Allahü teâlâ akl ile, hayâl ile anlaşılamaz. Gayba îmân etmek<br />

lâzımdır .......................................................................................................372<br />

95 Hilye-i se’âdet. Siyer kitâbları. Resûlullahın zevceleri ....................374<br />

96 Muhammed aleyhisselâmın güzel ahlâkı.............................................383<br />

97 Resûlullahın ana, baba ve bütün dedeleri hep mü’min, sâlih idi ...386<br />

98 Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesi nasıl okunur? ................................392<br />

İKİNCİ KISM İÇİNDEKİLER<br />

Madde Mektûb<br />

Sahîfe<br />

No. No. M a d d e n i n Ö z ü No:<br />

1 3—105 Unutulmuş sünnetleri meydâna çıkarmağı ve bid’atden sakınmağı<br />

teşvîk etmekdedir...........................................................................397<br />

2 3—47 Düâ etmekdeki gizli bilgileri açıklamakdadır....................................400<br />

3 3—13 Resûlullaha uymağa ve dînini öğrendiği kimseyi sevmeğe<br />

teşvik etmekdedir.....................................................................................401<br />

4 Îmân, akl, zekâ, halâl, harâm, adâlet, zulm, kazâ, kader .................402<br />

5 Tefsîr, hadîs ne demekdir? Din âlimi kime denir?............................413<br />

6 Hadîs-i şerîflerin çeşidleri ve hadîs âlimleri .......................................422<br />

7 3—54 Dünyâ işlerini yaparken islâmiyyete dikkat etmelidir .....................425<br />

8 3—59 Derd ve belânın Allahü teâlâdan geldiğini düşünmelidir................425<br />

9 3—7 İnsanlardan gelen sıkıntılara sabretmek lâzımdır .............................426<br />

10 2—29 Üzüntü ve sıkıntıları ni’met bilmelidir ................................................426<br />

11 2—32 Zâhir işlerin bozuk olması, kalbin dağılmasına yol açar..................427<br />

12 2—75 Derd ve belâlar, günâhlara keffâretdir ................................................427<br />

13 3—27 Kendi dileklerimizi bırakıp sâhibimizin arzûsuna uymalıyız..........428<br />

14 2—53 Kibr ve ucb, kalbin tehlükeli hastalığıdır ............................................429<br />

15 Allahü teâlânın ismleri. Yaratmak ne demekdir?.............................431<br />

16 Fıkh ilmi. Mezheb nedir? İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe .......................437<br />

17 Vehhâbîler ve çeşidleri. Kıymetli din kitâblarını okumalı. Bozuk<br />

kitâblara aldanmamalı.............................................................................447<br />

18 Kabr ziyâreti lâzımdır. Olgun rûhlardan istifâde edilir....................475<br />

19 2—60 Lüzûmsuz, fâidesiz işlerden vazgeçmelidir.........................................480<br />

20 3—36 Kabr azâbına inanmıyanlara cevâb vermekdedir..............................481<br />

21 Şâmânîler, Behâîler, Ahmediyye, Dürzîler, Yezîdîler, Selefîler....483<br />

22 Hurûfîlik.....................................................................................................499<br />

23 2—96 Resûlullahın vefât ederken kâğıd istemesi, Eshâb-ı kirâmın<br />

üstünlüğü....................................................................................................505<br />

24 5—36 Eshâb-ı kirâm birbirini çok severdi. Şî’îlerin iftirâları.....................512<br />

25 2—99 Eshâb-ı kirâmın büyüklüğü. Dostlara çok derd gelmesi..................515<br />

26 Sosyal adâlet. Sosyalizm. Kapitalizm. Komünizm ............................523<br />

27 İslâmiyyet, din ve dünyâ se’âdetlerinin kaynağıdır...........................528<br />

28 Nefs ve akl..................................................................................................529<br />

29 Müslimânlar niçin geri kaldılar? ...........................................................532<br />

30 İslâmiyyet fenni emr etmekdedir. Fen yobazları...............................537<br />

31 Madde, atom üzerinde yeni bilgiler. Radyo-aktivite. Radar ..........546<br />

– 13 –


32 Atom kuvveti ve sulh zemânında kullanılması ..................................554<br />

33 Atom bombası yapılması, te’sîri, korunma çâreleri..........................560<br />

34 İslâmiyyetde nikâh. Evlenmesi câiz olmıyan kadınlar .....................564<br />

35 Kâfirlerin evlenmesi. Çocuğa îmânı, islâmı öğretmelidir ................577<br />

36 İslâmiyyetdeki talâk. Hul’. Zihâr. Li’ân. İddet. Hıdâne ..................580<br />

37 Süt kardeşlik. Süt ile akrabâ olanlar ....................................................586<br />

38 Nafaka nedir? Kimler verir? Kimlere verilir? Lakît, Komşu hakkı.588<br />

39 İslâmiyyetde kadının kıymeti ve hakları çok büyükdür...................598<br />

40 Halâl, harâm ve şübheli şeyler. Vera’ ve takvâ..................................607<br />

41 Yimesi ve kullanması harâm olan şeyler .............................................618<br />

42 İçmesi harâm olan içkiler........................................................................624<br />

43 Tütün, sigara içmek günâh mıdır? ........................................................629<br />

44 İsrâf nedir? Tütün isrâf mıdır? Fâiz harâmdır ...................................640<br />

45 Yimek, içmek âdâbı .................................................................................648<br />

46 Hasta yemekleri. Ba’zı hastalıkların tedâvîsi.....................................652<br />

47 Tevekkül. Evlilerin tevekkülü. Bekârların tevekkülü......................677<br />

48 Levh-il-mahfûz ve Ümm-ül-kitâb. İnsan ömrünün değişmesi........698<br />

49 İrâde-i cüz’iyye. Bir ihtiyâr müslimânın kızına nasîhatı ve<br />

münâcâtı. ....................................................................................................701<br />

50 Ebüssü’ûd efendinin (Kazâ-kader) risâlesi.........................................714<br />

51 2—33 Sevgilinin her işi sevilir. Hamd, şükrden üstündür ...........................716<br />

52 Tegannî, müzik. Radyoda, teybde Kur’ân-ı kerîm okumak ve<br />

dinlemek. Hoparlörle nemâz kılmak....................................................718<br />

53 Cin hakkında geniş bilgi. Evliyânın rûhları ........................................735<br />

54 Rûhların hâzır olması. Allahü teâlânın sıfatları ................................743<br />

55 2—38 Allah adamlarının gönlünde zerre kadar dünyâ düşüncesi yokdur .745<br />

56 2—28 Rûhlar insan şeklinde görünür. Tenâsüh yokdur ..............................745<br />

57 2—62 İnsan medenî olmak için yaratılmışdır. Medenî olmak için ve yaşamak<br />

için, başka insanlara muhtâcdır. İnsanın üstünlüğü bu<br />

ihtiyâcındandır ..........................................................................................746<br />

58 2—25 Resûlullaha uygun her iş zikrdir ...........................................................747<br />

59 Mu’cize. Kerâmet. Firâset. İstidrâc. Sihr ............................................747<br />

60 3—86 Hârikaların, kerâmetlerin çok veyâ az olmasının sebebi.................748<br />

61 2—92 Velî olmak için hârikalar ve kerâmetler lâzım değildir ...................749<br />

62 2—8 Seçilmişlerin ve câhillerin ve bu ikisi arasında olan tesavvufcuların<br />

gaybdan îmânları ........................................................................753<br />

63 2—13 Zâhir âlimlerinin ve tesavvufcuların ve râsih ilmli seçilmişlerin<br />

hâlleri ..........................................................................................................754<br />

64 3—62 İnsanın aslı ademdir. Ademde hiç iyilik yokdur................................754<br />

65 3—98 Güzel sûretlerin tatlı olmalarının sebebi nedir?................................755<br />

66 2—34 Allahü teâlâ hiçbirşeye benzemez ve akl ile anlaşılamaz ................755<br />

67 3—44 Cennetde Allahü teâlânın görüleceğine inanmıyanlara cevâbdır..756<br />

68 3—39 Tesavvufcuların ve felsefecilerin (İlm-ül yakîn) bilgileri ................763<br />

69 3—50 Ulemâ-i râsihîn ve diğer din âlimlerinin istidlâlleri..........................763<br />

70 2—59 Akla, hayâle gelen ve keşf ile, şühûd ile anlaşılan herşey mahlûkdur..........................................................................................................764<br />

71 Abdüllah-ı Dehlevî hazretlerinin (Mekâtib-i şerîfe) kitâbından<br />

61. ci mektûbun tercemesidir.................................................................765<br />

72 Abdüllah-i Dehlevî hazretlerinin (Mekâtib-i şerîfe) kitâbından<br />

85. ci mektûbun tercemesidir ................................................................766<br />

73 Abdüllah-i Dehlevî hazretlerinin (Mekâtib-i şerîfe) kitâbından<br />

88. ci mektubun son kısmının tercemesidir.........................................771<br />

– 14 –


ÜÇÜNCÜ KISM İÇİNDEKİLER<br />

Madde Mektûb<br />

Sahîfe<br />

No. No. M a d d e n i n Ö z ü No:<br />

1 2—23 İşin başı, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atden sakınmakdır.775<br />

2 3—41 Resûlullahın kadınlarla yapdığı sözleşme: Şirk, insan için hayvan<br />

kesmek, hırsızlık, zinâ, çocuk öldürmek, iftirâ, mıska kullanmak.778<br />

3 İslâmiyyetde kesb ve ticâret. Halâl kazanmak...................................786<br />

4 Bey’ ve şirâ. Halâl ve harâm satışları ...................................................792<br />

5 Alış-verişde muhayyerlik........................................................................806<br />

6 Bâtıl, fâsid, mekrûh satışlar. Sarraflık .................................................808<br />

7 Ölüm hastasının satış ve hediyye yapması ..........................................816<br />

8 Komşu, şüf’a ve diğer haklar üzerinde çeşidli bilgiler......................817<br />

9 Şart ile söylenen şeyler............................................................................819<br />

10 Selem ile satış ............................................................................................821<br />

11 İstisnâ’, ısmarlama yapdırmak...............................................................822<br />

12 Karz-ı hasen, ödünç vermek. Kim ödünç isteyebilir?.......................824<br />

13 Kefâlet, havâle, bono, sened kırdırmak. Poliçe .................................830<br />

14 Vekâlet. Alış-verişde, zekât vermekde vekîl tutmak .......................834<br />

15 Ticâretde adâlet. İhtikâr nedir? ............................................................840<br />

16 Ticâretde ihsân etmek. Borc ödemek. Din kitâbları ........................845<br />

17 Ticâretde dînini kayırmak. Harâmdan sakınmak..............................847<br />

18 3—116 Allahü teâlânın kullarına hizmet etmemiz lâzımdır .........................850<br />

19 İslâmiyyetde fâiz, bankalar, bono kırdırmak ve vakf .......................851<br />

20 İslâmiyyetde şirket kurmak. Şirketler .................................................865<br />

21 Kirâ, ücret, işçilik. Sigortacılık. Emânetciye verilen para ...............869<br />

22 Ukûbât: Zinâ, içki, kazf, sirkat ve yol kesmek cezâları....................879<br />

23 Ta’zîr cezâları, tefsîr kitâblarını değil, fıkh kitâblarını okumak<br />

lâzımdır.......................................................................................................884<br />

24 Cinâyetler, katlin çeşidleri ve cezâları. Kısâs.....................................892<br />

25 Diyet cezâları. Katl keffâreti .................................................................896<br />

26 İkrâh, zorla yapdırmak. Hicr, birşeyi yasaklamak ............................897<br />

27 2—46 Ahkâm-ı islâmiyyesiz evliyâlık olmaz. Kelime-i tevhîd ...................902<br />

28 3—3 Kelime-i tevhîdin ma’nâsını bildirmekdedir ......................................906<br />

29 2—37 Kelime-i tevhîdin üstünlüklerini bildirmekdedir ..............................910<br />

30 2—94 Fenâ ve bekâyı bildirmekdedir. Mahlûkların aslı, hakîkatleri .......911<br />

31 2—39 Eshâb-ı yemîn, eshâb-ı şimâl ve sâbikûn.............................................913<br />

32 3—45 Mü’minin kalbi kıymetlidir. Hiç kimsenin kalbini kırmamalıdır...914<br />

33 2—76 Arş ve Kürsî. Kalbin üstünlükleri .........................................................915<br />

34 3—11 Âlem-i emrdeki beş cevheri açıklamakdadır......................................917<br />

35 Fenâ-fillâh..................................................................................................918<br />

36 3—123 Allahü teâlâya kavuşduran tesavvuf yolu ikidir ................................919<br />

37 Bir tesavvuf mütehassısının mektûbu ..................................................921<br />

38 3—52 Tesavvuf yolu. Sülûk dereceleri. Fenâ, bekâ......................................924<br />

39 3—63 Allahü teâlânın ihâta, kurb ve ma’iyyet sıfatları ...............................925<br />

40 3—68 Âlem vehm mertebesinde yaratılmışdır ..............................................926<br />

41 3—90 Âlimlerin kalbleri ile Allahü teâlâyı görmesi. Âlem-i misâl...........927<br />

42 3—92 Büyüklerin Allahü teâlâ ile konuşmaları ............................................929<br />

43 2—98 Allahü teâlânın mahlûklara yakın olması. Adem. İblîs ...................930<br />

44 2—42 Nihâyet, âfâk ve enfüsün dışındadır. Evliyâ kimlere denir?...........933<br />

45 2—35 Fenâ fillâh, vasl-ı uryânî. Ayn-ül-yakîn ...............................................940<br />

46 3—77 Kâ’be-i mu’azzamanın ve nemâzın kemâlâtı......................................941<br />

47 2—44 Vahdet-i vücûd bilgisi. Vücûd-i vehmî ................................................943<br />

48 2—24 Madde, Allahü teâlâya ayna olamaz ....................................................947<br />

49 3—67 Dünyâ görünüşdür. Âhıret, dünyânın aslıdır .....................................947<br />

– 15 –


50 2—50 Tesavvuf yolunun başında da, sonunda da islâmiyyete<br />

uymak lâzımdır.............................................................................................948<br />

51 3—121 Üçüncü cildin seksenyedinci mektûbundaki bilgileri açıklamakdadır<br />

............................................................................................................953<br />

52 4—230 Zât-ı ilâhînin bu âlem ile ilişiği yokdur. Nemâzda olanın, Allahü<br />

teâlâya yakınlığı. Nemâzın hakîkati .....................................................959<br />

53 2—45 Âlemin, maddenin, zât-i ilâhîden nasîbi yokdur ...............................966<br />

54 Madde üzerinde yeni bilgiler. Hüceyre, hayât, mikrop, zehr .........971<br />

55 Ölüm, ölüme hâzırlanmak. Şifâ âyetleri..............................................988<br />

56 Meyyite yapılacak dînî vazîfe, kefen ....................................................994<br />

57 Cenâze nemâzı. Nemâzlarını kılmak câiz olmıyanlar.......................999<br />

58 Cenâze taşımak ve defn ........................................................................1003<br />

59 Kabr ziyâreti, ibâdet sevâbı hediyye edilir .......................................1008<br />

60 Kabr ziyâretinin fâideleri .....................................................................1013<br />

61 Resûlullahın yazdığı baş sağlığı mektûbu .........................................1017<br />

62 1—104 Baş sağlığı mektûbu. Meyyite yapılacak hediyyeler.......................1018<br />

63 Meyyit için iskat ve devr yapmak. Defn izni nasıl alınır?..............1019<br />

64 Ferâiz bilgisi. Mîrâs alacak kimlerdir? Vasî ta’yîni ........................1025<br />

65 Ferâiz hesâbları. Mîrâsı bölmek..........................................................1030<br />

66 2—16 Kabr hayâtı ve tâ’ûndan ölmenin kıymeti.........................................1034<br />

67 2—17 Dünyâ sıkıntılarının fâidesi. Tâ’ûnun sevâbı....................................1035<br />

68 2—88 Kazâya râzı olmalıdır, hattâ lezzet duymalıdır ................................1035<br />

69 3—15 Sevgiliden gelen sıkıntılar, iyiliklerinden dahâ tatlıdır..................1036<br />

70 (Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong>)nin son sözü .......................................................1040<br />

(Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong>)de adı geçenlerin hâl tercemeleri..................1059<br />

(Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong>) içindeki kitâblar...............................................1208<br />

(Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong>)nin umûmî fihristi.............................................1221<br />

TENBÎH:<br />

Önsözde bildirildiği gibi, bu kitâbda yalnız, ibâdetlerin sahîh olmaları için lâzım olan<br />

ve günlük işlerin doğru olarak yapılmasını sağlıyan bilgiler kısaca yazılıdır. Bu kadar bilginin<br />

her ihtiyâca cevâb vermesi imkânsızdır. Fazla bilgi edinmek için, bu kitâbda tavsiye<br />

edilen, mu’teber kitâblara mürâce’at ediniz!<br />

Herkese üç şey çok lâzımdır önce,<br />

biri, îmân edinmekdir iyice,<br />

Biri, islâma uymakdır her yerde,<br />

fıkhı iyi öğrenmeli elbette.<br />

Bir de ihlâsdır, her işde dâimâ,<br />

şöyle ki, hiç olmıya ucb-ü riyâ.<br />

Bu üçü birden tehakkuk etmeli,<br />

böyledir, islâmiyyetin temeli.<br />

Hem bu ihlâs olmasa, makbûl değil,<br />

tesavvufdur ihlâsın kaynağı bil!<br />

Yukarıdaki şi’r, imâm-ı Rabbânînin (Mektûbât Tercemesi) kitâbının birinci cild, otuzaltıncı,<br />

kırkıncı, ellidokuzuncu ve yüzyetmişyedinci mektûblarından ve (Hadîka-tün-nediyye)<br />

cild 1. sahîfe 366 dan özetlenmişdir.<br />

İslâmiyyetin temeli üçdür: İlm, amel ve ihlâs. 1– İlm, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından<br />

öğrenilir. 2– İlme uygun olan ameldir. 3– İlmde ve amelde ihlâs sâhibi olmakdır.<br />

İhlâs, ilmin ve amelin Allah rızâsı, Allah sevgisi ile olmasıdır. Mal, mevkı’ ve şöhret<br />

için olmamasıdır. Bu üçüne sâhib olan müslimâna (Hakîkî müslimân) ve (İslâm âlimi)<br />

denir. Bunların yükseklerine (Müctehid) denir. Biri noksan olup da, kendini din adamı<br />

tanıtana (Kötü din adamı), (Bid’at sâhibi) veyâ (Zındık) denir. Kur’ândan ve hadîsden<br />

yanlış ma’nâ çıkarana (Bid’at sâhibi) denir. Kendi düşüncelerine Kur’ân, hadîs diyene<br />

(Zındık) denir.<br />

– 16 –


TAM İLMİHÂL<br />

SE’ÂDET-İ EBEDİYYE<br />

Besmeleyle başlıyalım kitâba!<br />

Allah adı, en iyi bir sığnakdır.<br />

Ni’metleri sığmaz ölçü hisâba<br />

Çok acıyan, afvı seven bir Rabdır!<br />

(Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong>) kitâbını yazmağa, Besmele ile başlıyorum. Dünyâda bütün<br />

insanlara acıyarak, fâideli şeyleri yaratıp göndermekdedir. Âhıretde, Cehenneme<br />

gitmesi gereken mü’minlerden dilediklerini, ihsân ederek, afv edecek, Cennete<br />

kavuşduracakdır. Her canlıyı yaratan, her vârı, her ân varlıkda durduran, hepsini<br />

korku ve dehşetden koruyan yalnız Odur. Böyle bir Allahın şerefli ismine sığınarak,<br />

bu kitâbı yazmağa başlıyorum.<br />

BİRİNCİ KISM<br />

1 — Cenâb-ı Hak, hepimizi dünyâ ve âhıretin efendisi ve bütün insanların her<br />

bakımdan en yükseği ve en iyisi olan, Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” tâbi’ olmak se’âdetiyle şereflendirsin. Çünki cenâb-ı Hak, Ona tâbi’ olmağı,<br />

Ona uymağı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünyâ lezzetlerinden<br />

ve bütün âhıret ni’metlerinden dahâ üstündür. Hakîkî üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine<br />

tâbi’ olmakdır ve insanlık şerefi ve meziyyeti, Onun dînine uymakdır. [Sünnet<br />

kelimesi, üç ayrı ma’nâya gelir. Burada, (Ahkâm-ı islâmiyye) demekdir.]<br />

[Ona tâbi’ olmak, ya’nî Ona uymak, Onun gitdiği yolda yürümekdir. Onun<br />

yolu, Kur’ân-ı kerîmin gösterdiği yoldur. Bu yola (Dîn-i islâm) denir. Ona uymak<br />

için, önce îmân etmek, sonra müslimânlığı iyice öğrenmek, sonra farzları edâ<br />

edip harâmlardan kaçınmak, dahâ sonra, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmak<br />

lâzımdır. Bunlardan sonra, mubâhlarda da Ona uymağa çalışmalıdır.<br />

Îmân etmek, bütün insanlara lâzımdır. Herkes için îmân zarûrîdir. Îmân edenlerin,<br />

farzları yapıp harâmlardan kaçınması lâzımdır. Her mü’min, farzları yapmağa<br />

ve harâmlardan kaçınmağa, ya’nî müslimân olmağa me’mûrdur. Her mü’min,<br />

Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve sellem”, malından ve cânından dahâ çok sever.<br />

Bu sevgisinin bir alâmeti, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmakdır. Bir<br />

mü’min, bütün bunlara tâbi’ oldukdan sonra, mubâhlarda da, ne kadar Ona uyarsa,<br />

o derece kâmil ve olgun bir müslimân olur. Allahü teâlâya, o derece yakın, ya’nî<br />

sevgili olur.<br />

Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” söylediklerinin hepsini beğenip kalbin<br />

kabûl etmesine, ya’nî inanmasına (Îmân) denir. Böylece inanan insanlara,<br />

(Mü’min) denir. Onun sözlerinden birine bile inanmamağa veyâ iyi ve doğru olduğunda<br />

şübhe etmeğe (Küfr) denir. Böyle inanmıyan kimselere (Kâfir) [Allah düşmanı]<br />

denir. Allahü teâlânın, Kur’ân-ı kerîmde, yapılmasını açıkca emr etdiği<br />

şeylere, ya’nî bu emrlere (Farz) denir. Yapmayınız diye açıkça men’ ve yasak et-<br />

– 17 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:2


diği şeylere (Harâm) denir. Allahü teâlânın, açıkca bildirmeyip, yalnız Peygamberimizin<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” yapılmasını övdüğü, yâhud devâm üzere yapdığı,<br />

yâhud yapılırken görüp de mâni’ olmadığı şeylere (Sünnet) denir. Sünneti beğenmemek<br />

küfrdür. Beğenip de yapmamak suç değildir. Onun beğenmediği şeylere<br />

ve ibâdetin sevâbını gideren şeylere (Mekrûh) denir. Yapılması emr olunmayan<br />

ve yasak da edilmeyen şeylere (Mubâh) denir. Bu emr ve yasakların hepsine<br />

(Ahkâm-ı ilâhiyye) veyâ (Ef’âl-i mükellefîn) ve (Ahkâm-ı islâmiyye) denir.<br />

(Ef’âl-i mükellefîn) sekizdir. Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubâh, harâm,<br />

mekrûh, müfsid. Yasak edilmiş olmıyan, yâhud yasak edilmiş ise de, islâmiyyetin<br />

özr, mâni’ ve mecbûriyyet tanıdığı sebeblerden birisi ile yasaklığı kaldırılmış olan<br />

şeylere (Halâl) denir. Bütün mubâhlar halâldir. Meselâ, iki müslimânı barışdırmak<br />

için yalan söylemek halâl olur. Her halâl mubâh olmıyabilir. Meselâ ezân okunurken,<br />

alış veriş, mubâh değil, mekrûhdur. Hâlbuki halâldir.<br />

Îmânı ve farzları ve harâmları öğrenmek, bilmek de farzdır. Otuzüç farz meşhûrdur.<br />

Bunlardan dördü esâs olup, nemâz kılmak, oruc tutmak, zekât vermek ve<br />

hac etmekdir. Îmân ile berâber bu dört farz, islâmın şartıdır. Îmân edip de ibâdet<br />

edene, ya’nî bu dört farzı yapana (Müslim) veyâ (Müslimân) denir. Dördünü birden<br />

yapıp da, harâmlardan kaçınan, tam müslimândır. Bunlardan biri bozuk olur<br />

veyâ hiç olmazsa, müslimânlık bozuk olur. Dördünü de yapmıyan, mü’min olsa da<br />

müslimânlığı tam değildir. Böyle îmân, insanı yalnız dünyâda korursa da, âhırete<br />

îmânla gitmek güç olur. Îmân, muma benzer, (Ahkâm-ı islâmiyye) mum etrâfındaki<br />

fener gibidir. Mum ile birlikde fener de, (İslâmiyyet)dir ve (Dîn-i islâm)dır.<br />

Fenersiz mum çabuk söner. Îmânsız, islâm olamaz. İslâm olmayınca,<br />

îmân da yokdur.<br />

(Din), insanları se’âdet-i ebediyyeye götürmek için Allahü teâlâ tarafından<br />

gösterilen yol demekdir. Din ismi altında insanların uydurduğu iğri yollara din denmez,<br />

dinsizlik ve kâfirlik denir. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin<br />

senede, bir Peygamber vâsıtası ile, insanlara bir din göndermişdir. Bu Peygamberlere<br />

“salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” (Resûl) denir. Her asrda, en temiz bir<br />

insanı Peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmişdir. Resûllere tâbi’<br />

olan bu Peygamberlere de, (Nebî) denir. Bütün Peygamberler, hep aynı îmânı söylemiş,<br />

hepsi ümmetlerinden aynı şeylere îmân etmeği istemişlerdir. Fekat, dinleri,<br />

ya’nî kalb ile, beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka<br />

olduğundan, islâmlıkları, müslimânlıkları da ayrıdır.<br />

Îmân edip de kendini ahkâm-ı islâmiyyeye uyduran müslimândır. Ahkâm-ı islâmiyyeyi<br />

kendi arzûlarına, keyflerine uydurmak istiyen kâfirdir. Bunlar bilmezler<br />

ki, Allahü teâlâ, dinleri, nefsin arzûlarını, keyflerini kırmak ve taşkınlıklarını<br />

önlemek için göndermişdir.<br />

Her din, kendisinden önce gelen dîni nesh etmiş, değişdirmişdir. En son gelen<br />

ve her dîni değişdirmiş, dahâ doğrusu dinlerin hepsini kendinde toplamış olup, kıyâmete<br />

kadar hiç değişmiyecek olan din, Muhammed aleyhisselâmın dînidir. Bugün,<br />

Allahü teâlânın sevdiği, beğendiği din de, bu ahkâm ile kurulmuş olan İslâm<br />

dînidir. Bu dînin bildirdiği farzları yapanlara ve harâmlardan kaçınanlara Allahü<br />

teâlâ, âhıretde ni’metler, iyilikler verecekdir. Ya’nî bunlar, sevâb kazanır. Farzları<br />

yapmıyanlara ve harâmlardan kaçınmıyanlara, âhıretde cezâlar, acılar vardır.<br />

Ya’nî böyle kimseler, günâha girer. Îmânı olmıyanların farzları kabûl olmaz. Ya’nî<br />

bunlara sevâb verilmez. Farzları yapmıyan mü’minlerin, sünnetleri kabûl olmaz.<br />

Ya’nî bunlara sevâb verilmez. Bunlar Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

tâbi’ olmuş olmaz. Bir kimse, bütün farzları yapıp da, bir farzı özrsüz terk ederse,<br />

bu borcunu ödemedikçe, bu cinsden olan hiç bir nâfile ibâdetine ve sünnetine sevâb<br />

verilmez. (Miftâh-un-necât)daki (Yâ Alî, insanlar fedâil ile meşgûl oldukları<br />

zemân, sen farzları temâmlamağa çalış!) ve imâm-ı Gazâlînin (Dürret-ül fâhı-<br />

– 18 –


e) kitâbının üçüncü faslı sonundaki (Allahü teâlâ, kazâya kalmış nemâz borcu bulunan<br />

ve harâm elbise giyen kimsenin [Nâfile] nemâzını kabûl etmez) hadîs-i şerîfleri,<br />

bunu açık olarak bildirmekdedir. (Miftâh-un-necât), Hakîkat kitâbevi tarafından<br />

basdırılmışdır. Mubâhlar iyi niyyet ile güzel düşünceler ile yapılınca,<br />

insan sevâb kazanır. Kötü niyyetlerle yapılırsa veyâ bunları yapmak, bir farzı<br />

vaktinde edâ etmeğe mâni’ olursa, günâh olurlar. Farzlar yapılırken, kötü niyyetler<br />

karışırsa, borc ödenmiş, cezâdan kurtulmuş olunur ise de, sevâb kazanılmaz.<br />

Belki günâh da olur. Harâm işliyenlerin farzları ve sünnetleri sahîh olur. Ya’nî borclarını<br />

ödemiş olurlar ise de, sevâb kazanmazlar. (Hadîka)da, (Bid’at sâhiblerinin<br />

ibâdetleri kabûl olmaz) hadîs-i şerîfini anlatırken buyuruyor ki, (Günâhlardan sakınmayan<br />

müslimânların ibâdetleri sahîh olsa da kabûl olmaz). Harâmlar iyi niyyet<br />

ile yapılsa da, mubâh olamaz. Ya’nî harâmlara hiçbir zemân sevâb verilemiyeceği<br />

gibi, özrsüz harâm işleyen herhâlde günâha girer. Harâmdan iyi niyyet ile, ya’nî<br />

Allahü teâlâdan korkarak sakınan, vazgeçen sevâb kazanır. Başka bir sebeb ile harâm<br />

işlemezse, sevâb kazanmaz. Yalnız, günâhından kurtulur. Harâm işleyenlerin,<br />

(Sen kalbime bak, kalbim temizdir. Allahü teâlâ kalbe bakar) demeleri boşdur. Fâidesizdir.<br />

Müslimânları aldatmakdır. Kalbin doğru ve temiz olmasına alâmet, ahkâm-ı<br />

islâmiyyeye yapışmak, ya’nî emrlere ve yasaklara uymak olduğu (Mektûbât)ın<br />

birinci cildinin otuzdokuzuncu mektûbunda uzun yazılıdır. (Şir’at-ül-islâm)ın<br />

246. cı sahîfesinde ve (Hadîka)da, takvâyı anlatırken diyor ki, (Harâmların iyi niyyet<br />

ile yapılması, bunları harâmlıkdan çıkarmaz. İyi niyyet, harâmlara ve mekrûhlara<br />

te’sîr etmez. Bunları tâ’at hâline çevirmez).<br />

(Mir’ât-ül-mekâsıd) kitâbı, yetmişüçüncü sahîfede ve İbni Âbidîn “rahmetullahi<br />

aleyh” abdestin niyyetinde ve (Milel-Nihal) tercemesi, ellidördüncü sahîfesinde<br />

diyor ki, amel, ya’nî iş üçe ayrılır: (Ma’sıyyet) ya’nî günâh olan işler. Bunlar, Allahü<br />

teâlânın beğenmediği şeylerdir. Allahü teâlânın emr etdiği şeyi yapmamak veyâ<br />

yasak etdiğini yapmak ma’sıyyetdir. (Tâ’at) ya’nî Allahü teâlânın beğendiği<br />

şeylerdir. Bunlara (Hasene) de denir. Tâ’at yapan müslimâna (Ecr) ya’nî (Sevâb),<br />

ni’met, iyilik vereceğini va’d buyurdu. Üçüncüsü (Mubâh) ya’nî günâh veyâ tâ’at olduğu<br />

bildirilmemiş olan işlerdir. Yapanın niyyetine göre, tâ’at veyâ günâh olurlar.<br />

Günâhlar, niyyetsiz veyâ iyi niyyet ederek işlenirse, günâh olmakdan çıkmaz.<br />

(Ameller, niyyete göre iyi veyâ kötü olur) hadîs-i şerîfi, tâ’atlara ve mubâhlara niyyete<br />

göre sevâb verileceğini bildirmekdedir. Bir kimse, birinin gönlünü almak için<br />

başkasını incitse veyâ başkasının malı ile sadaka verse, yâhud harâm para ile<br />

mekteb, câmi’ yapdırsa, bunlara sevâb verilmez. Bunlara sevâb beklemek, câhillik<br />

olur. Zulm, günâh, iyi niyyet ile işlenirse, yine günâh olur. Böyle işleri yapmamak<br />

sevâbdır. Bilerek yaparsa, büyük günâh olur. Günâh olduğunu bilmiyerek yaparsa,<br />

müslimânların çoğunun bildiği şeyleri onun bilmemesi, öğrenmemesi de günâh<br />

olur. Dâr-ül-harbde dahî olsa, islâm bilgilerinin şâyı’, ya’nî yaygın olduğu yerde,<br />

cehl özr olmaz, günâh olur.<br />

Tâ’atlar, niyyetsiz veyâ Allah için niyyet ederek yapılınca, sevâb hâsıl olur.<br />

Tâ’at yaparken, Allahü teâlâ için yapdığını bilse de, bilmese de kabûl olur. Ya’nî<br />

sevâb hâsıl olur. Bir kimse Allahü teâlâ için yapdığını bilerek tâ’at yaparsa, buna<br />

(Kurbet) denir. Kurbet olan işi de yaparken sevâb hâsıl olması için niyyet etmek<br />

şart değildir. Sevâb hâsıl olması için, Allah rızâsı için niyyet etmek lâzım olan tâ’ate<br />

(İbâdet etmek) denir. Niyyetsiz alınan abdest ibâdet olmaz, kurbet olur. Bununla,<br />

hadesden tahâret hâsıl olup nemâz kılınır. Görülüyor ki, her ibâdet kurbetdir<br />

ve tâ’atdır. Kur’ân-ı kerîm okumak, vakf, köle âzâd etmek ve sadaka ve hanefî mezhebinde<br />

abdest almak ve benzerleri yapılırken sevâb hâsıl olmak için, niyyet lâzım<br />

olmadığından, kurbetdirler ve tâ’atdırlar. Fekat, ibâdet değildirler. Tâ’at veyâ<br />

kurbet olan bir iş yapılırken, Allah için niyyet edilirse, ibâdet yapılmış olur. Fekat<br />

bunlar, ibâdet olarak emr olunmadı. Allahü teâlâyı tanımağa yarayan fizik, kim-<br />

– 19 –


yâ, bioloji, astronomi gibi bilgileri öğrenmek tâ’atdır, kurbet değildir. Çünki kâfir,<br />

Allahü teâlânın varlığını, bunları öğrenirken değil, öğrendikden sonra anlar.<br />

Tâ’at, kötü niyyet ile yapılırsa, günâh olur. Güzel niyyetlerle tâ’atın sevâbı artdırılır.<br />

Meselâ, câmi’de oturmak, tâ’atdır. Mescidin, Allahü teâlânın evi olduğunu<br />

düşünerek, Allahü teâlânın evini ziyâreti de niyyet ederse, sevâbı dahâ çok olur.<br />

Nemâz kılmağı beklemek için de niyyet ederse ve dışarda gözü, kulağı günâh işlemesin<br />

diye de ve mescidde i’tikâf ederek âhıreti düşünmeği de, mescidde, Allahü<br />

teâlânın adını zikr etmeği de, orada emr-i ma’rûf ve nehy-i münker etmeği, ya’nî<br />

va’z etmeği de, va’z dinlemeği de, yâhud Allahü teâlâdan hayâ ederek edebli olmağı<br />

da niyyet ederse, her niyyeti için ayrı sevâblara kavuşur. Her tâ’atda böyle<br />

çeşidli niyyetler ve sevâblar da vardır. İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh”, hacca vekîl<br />

göndermeği anlatırken de, bunları ta’rîf etmekdedir.<br />

Her mubâh, iyi niyyet ile yapılınca tâ’at olur. Kötü niyyet ile yapılınca, günâh<br />

olur. Koku sürünen, iyi giyinen kimse, dünyâ lezzeti için veyâ gösteriş yapmak,<br />

öğünmek için veyâ kendini kıymetlendirmek için, yâhud yabancı kadınları, kızları<br />

avlamak için şık giyinirse, günâh işlemiş olur. Dünyâ lezzetini tatmak için olan<br />

niyyetine azâb verilmez ise de, âhıret ni’metlerinin azalmasına sebeb olur. Başka<br />

niyyetleri için azâb görür. Bu kimse, sünnet olduğu için koku sürünür, şık giyinirse,<br />

câmi’e saygı için, câmi’de yanına oturan müslimânları incitmemek için, temiz<br />

olmak için, sıhhatli olmak için, islâmın vakârını, şerefini korumak için niyyet<br />

edince, her niyyeti için ayrı sevâblar kazanır. Ba’zı âlimler buyuruyor ki, her mubâh<br />

işde, hattâ yimede, içmede, uyumada ve halâya girmekde bile iyi niyyet etmeği<br />

unutmamalıdır. İnsan, mubâh bir işe başlarken, niyyetine dikkat etmelidir.<br />

Niyyeti iyi ise, o işi yapmalıdır. Niyyeti, yalnız Allahü teâlâ için olmazsa, yapmamalıdır.<br />

Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, sizin sûretlerinize, mallarınıza, bakmaz. Kalblerinize<br />

ve amellerinize bakar) buyuruldu. Ya’nî, Allahü teâlâ, insanın yeni, temiz<br />

elbisesine, hayrât ve hasenâtına, malına, rütbesine bakarak sevâb ve ikrâm vermez.<br />

Bunları ne düşünce ile, ne niyyet ile yapdığına bakarak, sevâb veyâ azâb verir.<br />

O hâlde, her mü’mine önce lâzım, birinci farz olan şey, îmânı, farzları, harâmları<br />

öğrenmekdir. Bunlar öğrenilmedikce, müslimânlık olamaz. Îmân elde tutulamaz.<br />

Hak borcları ve kul borcları ödenilemez. Niyyet, ahlâk düzeltilemez ve temizlenemez.<br />

Düzgün niyyet edinilmedikce, hiçbir farz kabûl olmaz. (Dürr-ül-muhtâr)daki<br />

hadîs-i şerîfde, (Bir sâat ilm öğrenmek veyâ öğretmek, sabâha kadar ibâdet etmekden<br />

dahâ sevâbdır) buyuruldu. (Hadarât-ül-kuds) müellifi, doksandokuzuncu sahîfede<br />

diyor ki, (İmâm-ı Rabbânîden (Buhârî), (Mişkât), (Hidâye), (Şerh-i Mevâkıf)<br />

kitâblarını okudum. Gençleri ilm öğrenmeğe teşvîk ederdi. Önce ilm, sonra tarîkat<br />

buyururdu. Benim, ilmden kaçındığımı, tarîkatden zevk aldığımı görünce, hâlime merhamet<br />

ederek, kitâb oku! İlm öğren! Câhil sofu, şeytânın maskarası olur, [Rütbetülilmi<br />

a’ler rüteb] ya’nî, rütbelerin en üstünü, ilm rütbesidir buyurdu).<br />

İhlâs ile, ya’nî Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak ve sevâb kazanmak<br />

niyyeti ile, farzları, sünnetleri yapmağa ve harâmlardan ve mekrûhlardan kaçınmağa,<br />

ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeyi yerine getirmeğe (İbâdet etmek) denir. Niyyetsiz,<br />

ibâdet olamaz. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmak için,<br />

önce îmân etmek, sonra ahkâm-ı islâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır.<br />

Îmân etmek, Ona tâbi’ olmağa başlamak ve se’âdet kapısından içeri girmek demekdir.<br />

Allahü teâlâ Onu, dünyâdaki bütün insanları se’âdete da’vet için gönderdi<br />

ve Sebe’ sûresi, yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”! Seni, dünyâdaki bütün insanlara ebedî se’âdeti müjdelemek<br />

ve bu se’âdet yolunu göstermek için, beşeriyyete gönderiyorum) buyurdu.]<br />

Meselâ, Ona uyan bir kimsenin, gün ortasında bir parça uyuması, Ona uymaksızın,<br />

birçok geceleri ibâdetle geçirmekden, katkat dahâ kıymetlidir. Çünki, (Kaylûle)<br />

etmek, ya’nî öğleden önce biraz yatmak âdet-i şerîfesi idi. Meselâ, Onun dî-<br />

– 20 –


ni emr etdiği için, bayram günü oruc tutmamak ve yiyip içmek, Onun dîninde bulunmayıp<br />

senelerce tutulan oruclardan dahâ kıymetlidir. Onun dîninin emri ile fakîre<br />

verilen az bir şey ki, buna zekât denir, kendi arzûsu ile, dağ kadar altın sadaka vermekden<br />

dahâ efdaldir. Emîr-ül-mü’minîn Ömer “radıyallahü anh”, bir sabâh nemâzını<br />

cemâ’at ile kıldıkdan sonra, cemâ’ate bakıp, bir kimseyi göremeyince sordu: Eshâbı<br />

dediler ki, geceleri sabâha kadar ibâdet ediyor. Belki şimdi uyku basdırmışdır.<br />

Emîr-ül-mü’minîn buyurdu ki, (Keşki bütün gece uyuyup da, sabâh nemâzını cemâ’at<br />

ile kılsaydı, dahâ iyi olurdu). İslâmiyyetden sapıtmış olanlar, sıkıntı çekip ve mücâhede<br />

edip, nefslerini körletiyor ise de, bu dîne uygun yapmadıklarından kıymetsizdir<br />

ve hakîrdir. Eğer bu çalışmalarına ücret hâsıl olursa, dünyâda birkaç menfe’atden<br />

ibâret kalır. Hâlbuki, dünyânın hepsinin kıymeti ve ehemmiyyeti nedir ki, bunun<br />

bir kaçının i’tibârı olsun. Bunlar, meselâ çöpçüye benzer ki, çöpçüler herkesden<br />

dahâ çok çalışır ve yorulur. Ücretleri de herkesden aşağıdır. Ahkâm-ı islâmiyyeye<br />

tâbi’ olanlar ise, latîf cevâhir ve kıymetli elmaslar ile meşgûl olan mücevherciler gibidir.<br />

Bunların işi az, kazancları pek çokdur. Ba’zan bir sâatlik çalışmaları, yüzbinlerce<br />

senenin kazancını hâsıl eder. Bunun sebebi şudur ki, ahkâm-ı islâmiyyeye<br />

uygun olan amel, Hak teâlânın makbûlüdür, mardîsidir, çok beğenir.<br />

[Böyle olduğunu kitâbının çok yerinde bildirmişdir. Âl-i İmrân sûresi, otuzbirinci<br />

âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Onlara<br />

de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini<br />

istiyorsanız, bana tâbi’ olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi’ olanları sever) buyuruldu.]<br />

İslâmiyyete uymıyan şeylerin hiç birisini Hak teâlâ sevmez, beğenmez. Sevilmeyen,<br />

beğenilmeyen şeye sevâb verilir mi? Belki cezâya sebeb olur.<br />

2 — Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde, Nisâ sûresi, sekseninci âyetinde, Muhammed<br />

aleyhisselâma itâ’at etmenin, kendisine itâ’at etmek olduğunu bildiriyor. O<br />

hâlde, Onun Resûlüne “sallallahü aleyhi ve sellem” itâ’at edilmedikce, Ona itâ’at<br />

edilmiş olmaz. Bunun pek kat’î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerîmede<br />

(Elbette muhakkak böyledir) buyurdu ve ba’zı doğru düşünmiyenlerin, bu<br />

iki itâ’ati birbirinden ayrı görmelerine meydân bırakmadı. Allahü teâlâ, yine Nisâ<br />

sûresinin yüzellinci ve yüzellibirinci âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Kâfirler, Allahü<br />

teâlânın emrleri ile Peygamberlerinin emrlerini birbirinden ayırmak istiyorlar.<br />

Yehûdîler diyor ki, biz Mûsâ aleyhisselâma inanırız. Îsâ ile Muhammed aleyhimesselâma<br />

inanmayız. Hıristiyanlar ise, yalnız Îsâ aleyhisselâma inanıp, Ona, hâşâ,<br />

Allahü teâlânın oğlu diyor. Bu inanışları ve dinleri kıymetsizdir. Onların hepsi<br />

kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâbları hâzırladık) buyurarak,<br />

bunlardan şikâyet etmekdedir.<br />

3 — Se’âdet-i ebediyyeye kavuşmak için, müslimân olmak lâzımdır. Müslimân<br />

olmak için, hiçbir formaliteye, müftîye, imâma gitmeğe lüzûm yokdur. (Makâmât-i<br />

mazheriyye) onikinci faslında diyor ki, (Allahü teâlâya ve Resûlüne ve Onun<br />

Allahü teâlâdan getirdiklerinin hepsine inandım. Allahü teâlânın ve Resûlünün<br />

dostlarını severim ve düşmanlarını sevmem demek kâfîdir. Her bilgiyi delîl ile isbât<br />

etmek, ya’nî Kur’ân-ı kerîmdeki veyâ hadîs-i şerîflerdeki yerlerini göstermek, âlimlerin<br />

vazîfesidir. Her müslimâna lâzım değildir). İbni Âbidîn de, (Kâfirin nikâhı) bahsi<br />

sonunda, böyle buyurmakdadır. [Îmâna gelen yaşlı adamın sünnet olması şart değildir.<br />

Hiç olmasa da olur denildi. Çünki sünnet, avret yerinin görünmesi için özr olmaz<br />

diyenler de vardır. (Hadîka)da ve (Berîka)da diyor ki, (Müslimân olan yaşlı adam<br />

ve hastalar, sünnetin acısına dayanamazlarsa, sünnet edilmezler.) Doktor Necmüddîn<br />

Ârif beğ, 1343 [m. 1925] de İstanbulda basılan (Amelî Cerrâhî) kitâbında diyor<br />

ki, (Yehûdîler çocuk yedi günlük iken, müslimânlar, herhangi bir zemânda sünnet<br />

yapar. Sıhhî fâidesinden dolayı Avrupa ve Amerikada birçok hıristiyanlar da, kendilerini<br />

ve çocuklarını sünnet etdirmekdedir.) Sünnetin nasıl yapılacağı, bu kitâbda<br />

ve Sinop meb’ûsu doktor Rızâ Nûr beğin (Fenn-i hitân) kitâbında uzun yazılıdır.]<br />

– 21 –


4 — Bütün insanlara önce lâzım olan şey, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin kitâblarında<br />

bildirdikleri gibi, bir îmân ve i’tikâd edinmekdir. Peygamberimiz Muhammed<br />

aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur’ân-ı kerîmden murâd-ı ilâhîyi anlayan,<br />

hadîs-i şerîflerden murâd-ı peygamberîyi çıkaran bu büyük âlimlerdir. Kıyâmetde<br />

kurtuluş yolu, bunların gösterdiği yoldur. Allahü teâlânın Peygamberinin ve<br />

Onun Eshâbının “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” yolunu kitâblara geçiren,<br />

değişdirilmekden ve bozulmakdan koruyan, (Ehl-i sünnet) âlimleridir.<br />

5 — Dört mezhebde ictihâd derecesine yükselmiş olan müctehidlere ve bunların<br />

yetişdirmiş oldukları büyük âlimlere (Ehl-i sünnet) âlimleri denir. Ehl-i<br />

sünnetin reîsi ve kurucusu, (İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit) ve iki<br />

imâm, Ebû Mensûr Mâ-türîdî ve Ebül-Hasen-i Eş’arîdir.<br />

6 — Hakîkate varmış Evliyânın büyüklerinden olan Sehl bin Abdüllah Tüsterî<br />

“rahmetullahi aleyh” diyor ki, (Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın ümmetlerinde,<br />

imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh” gibi bir zât bulunsaydı,<br />

bunlar yehûdîliğe ve hıristiyanlığa dönmezdi).<br />

7 — Bu büyük imâmın ve yüzlerce talebesinin ve bunların da yetişdirdiği binlerce<br />

büyük insanın yazdığı milyonlarca kitâb, Peygamberimizin yolunu, bütün dünyâya<br />

doğru olarak yaymış, tanıtdırmışdır. Şimdi, internet vâsıtası ile, dünyânın her<br />

yerinde islâmiyyet çok kolay öğrenilmekdedir. Bugün islâm dînini, duyamıyacak,<br />

hür dünyâda bir şehr, bir köy ve bir kimse kalmamışdır. İslâmiyyeti işitince, doğru<br />

olarak öğrenmek istiyene, Allahü teâlâ, bunu nasîb edeceğini va’d buyurmuşdur.<br />

Bugün, dünyâ kütübhânelerini doldurmuş olan bu kitâbların ismlerini bildiren<br />

fihristler mevcûddur. Meselâ, Kâtib Çelebînin (Keşf-üz-zunûn) kitâbında, onbeşbine<br />

yakın kitâb ve onbin kadar müellif ismi vardır. Bu kitâb, iki cild olup, arabîdir.<br />

Bağdâdlı İsmâ’îl pâşa, bu kitâba, iki cild zeyl, ya’nî ilâve yazmışdır. Bu zeyllerde,<br />

onbine yakın kitâb ve müellif ismi vardır. Keşf-üz-zunûn, 1250 [m. 1835] de,<br />

üstde arabî, altda latince tercemesi olarak, Leipzigde basılmışdır. Dahâ önce 1112<br />

[m. 1700] de fransızcaya terceme edilmişdi. Hemen yine o târîhde Mısrda da basılmışdı.<br />

Son olarak, iki zeyli ile berâber 1360-1366 [m. 1941-1947] arasında İstanbulda<br />

arabî basılmışdır. Kitâblar, elifbâ sırası iledir. Dördü de me’ârif kütübhânelerinde<br />

satılmakda idi. İsmâ’îl pâşanın (Esmâ’-ül-müellifîn) ismindeki arabî, iki cild<br />

kitâbı, 1370 ve 1374 [m. 1951 ve 1955] de İstanbulda basılmışdır. Bu iki kitâbda, Keşfüz-zunûn<br />

ve zeyllerindeki kitâbların müellifleri, elifbâ sırası ile yazılmış ve her ismin<br />

yanında, yazdığı eserleri bildirilmişdir. Bugün, bütün dünyâda mevcûd, yalnız<br />

arabî islâm kitâblarını ve yazarlarını ve her memleketde hangi kütübhânelerde ve<br />

numarasını gösteren, çok istifâdeli ve kıymetli bir kitâb da, 1362 [m. 1943] de Leiden<br />

şehrinde basılmış olan, Carl Brockelmannın (Geschichte der Arabischen<br />

Litteratur) ismindeki almanca kitâbıdır. Osmânlı devletinde yetişmiş âlimlerin<br />

hâl tercemesini bildiren (Şakâ’ik-ı Nu’mâniyye) kitâbının sâhibi, Taşköprü zâde Ahmed<br />

efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Miftâh-us-se’âde) kitâbı, beşyüze yakın<br />

çeşidli ilmi ta’rîf ve îzâh edip, her ilmde yazılmış kitâb ve bunları yazanlar hakkında<br />

bilgi vermekdedir. İslâm âlimlerini ve eserlerini tanıtan bu kıymetli kitâbı,<br />

oğlu, Kemâleddîn Muhammed, arabcadan türkçeye çevirmiş ve (Mevdû’ât-ülulûm)<br />

ismini vermişdir. (Mevdû’ât-ül-ulûm), [1313] senesinde, İkdâm gazetesi<br />

matba’asında basılmışdır. Piyasada mevcûddur. Bu kitâbı okuyan, anlayışlı ve insâflı<br />

bir kimse, islâmiyyetin yirmi ana ilmini ve bunların kolları olan, seksen ilmi<br />

ve bu ilmlerin âlimlerini ve herbirinin yazdığı kitâbları görerek, durmadan, yılmadan<br />

yazan, islâm âlimlerinin çokluğu ve herbirinin, ilm deryâsına dalmakdaki mehâretleri<br />

karşısında, hayrân kalmakdan kendini men’ edemez.<br />

[Bu kitâblarında tabî’iyyecilerin ve maddîcilerin sözlerini ve müslimân olmıyanların<br />

islâmiyyete sokmak istedikleri uydurmaları delîller ve tartışmalar ile red<br />

ederek hepsini susdurmuşlar, din düşmanı olan zındıkların hâzırladıkları fitne ve<br />

– 22 –


fesâd ateşlerini söndürmüşlerdir. Ayrıca, kötü maksadlarla Kur’ân-ı kerîme yanlış<br />

ma’nâlar vermeğe, bozuk tercemeler yapmağa kalkışanların yüz karalarını<br />

meydâna çıkarıp, bir tarafdan îmân edilmesi lâzım gelen şeyleri birer birer ve açıkça<br />

yazmışlar, bir tarafdan da, bütün dünyâda olmuş ve kıyâmete kadar olacak her<br />

vak’a ve hareketin ahkâm-ı islâmiyyesini, pek doğru olarak, insanlığın önüne<br />

koymuşlardır.<br />

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin “rahmetullahi teâlâ aleyh” dersinde hâzır bulunan<br />

talebesinden sekizyüzden fazlasının ismleri ve hâl tercemeleri kitâblarda yazılıdır.<br />

Bunlardan beşyüzaltmışı fıkh ilminde derin âlim olarak şöhret bulmuş, içlerinden<br />

otuzaltısı ictihâd makâmına yükselmişdir.]<br />

8 — Her bid’at sâhibi, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde ma’nâları açık olmayan<br />

i’tikâd bilgilerinde, yanlış te’vîl yaparak, yanlış ma’nâ çıkardığı için, hak yoldan<br />

ayrılmışdır. Hâlbuki, Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki, (Kur’ân-ı kerîmden<br />

kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile ma’nâ çıkaran kâfirdir). (Berîka)<br />

ve (Hadîka)da, dil âfetlerinin ellincisini okuyunuz! Nemâzdan, îmândan<br />

haberi olmıyanların, para kazanmak için, piyasaya sürdükleri, uydurma tefsîrlerinin,<br />

yaldızlı reklâmlarına aldanmamalı, bunları almamalı, okumamalıdır.<br />

9 — Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarılan ilmler içinde, kıymetli<br />

ve doğru olan, yalnız (Ehl-i sünnet) âlimlerinin anladıkları ve bildirdikleridir.<br />

Ehl-i sünnet âlimleri, bu ilmleri, Eshâb-ı kirâmdan öğrendi. Bunlar da,<br />

Resûlullahdan öğrendiler. Her mülhid, her bid’at sâhibi ve her câhil, tutduğu yolun,<br />

Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olduğunu sanır ve iddi’â eder. Bu<br />

hâlde, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarılan her ma’nâ, makbûl ve<br />

mu’teber değildir.<br />

10 — Ehl-i sünnet âlimlerinin, o büyük ve dindâr insanların bildirdikleri i’tikâddan,<br />

îmândan kıl kadar ayrılanların, kıyâmetde azâbdan kurtulmaları imkânsızdır.<br />

Böyle olduğu akl ile, Kur’ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile ve din büyüklerinin<br />

(Basîretleri) ile ya’nî kalb gözleri ile görmeleri ile anlaşılmakdadır. Yanlışlık ihtimâli<br />

yokdur. Bu büyüklerin kitâblarında bildirdikleri doğru yoldan kıl kadar ayrılanların<br />

sözleri ve kitâbları, zehrdir. Hele dünyâlık toplamak için, dîni âlet<br />

edenlerin ve kendilerine din adamı ismini verip, her akllarına geleni yazan zındıkların<br />

hepsi, din hırsızıdır. Bu kitâbları ve mecmû’aları okuyanların îmânlarını çalarlar.<br />

Bunlara aldananlar, kendilerini müslimân sanıp nemâz kılar. Hâlbuki,<br />

îmânları çalınmış, gitmiş olduğundan nemâzları ve hiçbir ibâdetleri ve iyilikleri kabûl<br />

olmaz ve âhıretde işe yaramaz.<br />

Dinlerini dünyâya satanlar hakkında, Bekara sûresinde meâli, (Câhiller, ahmaklar,<br />

dünyâdaki zevk ve lezzetlere kavuşmak için, dinlerini, îmânlarını verdi. Âhıretlerini<br />

satıp, dünyâyı, şehvetlerinin istediklerini aldılar. Kurtuluş yolunu bırakıp,<br />

helâke koşdular. Bu alış verişlerinde birşey kazanmadılar. Bunlar, ticâret ve<br />

kazanç yolunu bilmedi. Çok ziyân etdi) olan onaltıncı âyet-i kerîmesi gönderildi.<br />

11 — İki cihân se’âdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin efendisi<br />

olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmağa bağlıdır. Ona tâbi’ olmak için,<br />

îmân etmek ve ahkâm-ı islâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Kalbde doğru<br />

îmânın bulunmasına alâmet, kâfirleri düşman bilip, onlara mahsûs olan ve kâfirlik<br />

alâmeti olan şeyleri yapmamakdır. Çünki islâm ile küfr, birbirinin aksidir, zıddıdır.<br />

Birinin bulunduğu yerde, diğeri bulunamaz, gider. Bu iki zıd şey, bir arada bulunamaz.<br />

Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerini hakâret ve kötülemek olur. Allahü<br />

teâlâ, sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâma, huluk-ı azîm sâhibi olan, çok merhametli<br />

olan Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem”, islâm düşmanları ile cihâd<br />

ve muhârebe etmeği ve onlara sertlik göstermeği emr ediyor. Demek ki, islâm<br />

düşmanlarına sert davranmak huluk-ı azîmdendir. İslâmiyyetin izzeti ve şerefi,<br />

küfrün ve kâfirlerin hakîr ve zelîl olmasındadır. Kâfirlere izzet veren, hurmet eden,<br />

– 23 –


müslimânları tahkîr etmiş, alçaltmış olur. [Hak teâlâ, Âl-i İmrân sûresinde kâfirlere<br />

kıymet verenlerin ve küfre tâbi’ olanların aldandıklarını ve pişmân olacaklarını beyân<br />

buyurarak meâli, (Ey benim sevgili Peygamberime “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

inananlar! Eğer, kâfirlerin sözlerine aldanıp da, Resûlümün “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

yolundan ayrılırsanız, kendilerine müslimân süsü veren din düşmanlarının,<br />

ya’ni zındıkların uydurma ve yaldızlı sözlerine kapılarak, îmânınızı çaldırırsanız, dünyâda<br />

ve âhıretde ziyân edersiniz) olan yüzkırkdokuzuncu âyet-i kerîmeyi gönderdi.]<br />

Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla<br />

kaynaşmak, insanı Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” düşman olmağa sürükler. Bir kimse, kendini müslimân zan eder. Kelime-i<br />

tevhîdi söyleyip, inanıyorum der. Nemâz kılar ve her ibâdeti yapar. Hâlbuki,<br />

bilmez ki, böyle çirkin hareketleri, onun îmânını ve islâmını temelinden götürür.<br />

[Kâfirler, ya’nî Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği islâm dînini<br />

beğenmiyenler, zemâna, asra ve fenne uymuyor diyenler ve mürtedler, müslimânlarla<br />

ve müslimânlıkla, açıkça ve alçakça alay ediyor, müslimânları aşağı görüyorlar.<br />

Müslimânlığın dışında kalmak, keyflerine, şehvetlerine ve içlerindeki kötü<br />

isteklerine uygun geldiğinden, müslimânlığa gericilik, îmânsızlığa, dinsizliğe asrîlik,<br />

münevverlik ve ışıklı yol diyorlar. (Mürted) demek, müslimân evlâdı oldukları<br />

hâlde, müslimânlıkdan haberleri olmadığından ve hiç bir din âliminin kitâbını<br />

okumadıklarından ve anlamadıklarından, yalnız bir lutfe, bir teveccühe ve<br />

dünyâlığa kavuşmak için ve akıntıya kapılmış olmak için, müslimânlığı beğenmiyenler,<br />

terakkîye mâni’dir diyenlerdir.<br />

Bunlardan ba’zısı, temiz yavruları aldatmak için (İslâmiyyetde herşey “miş” ile<br />

bitiyor. Şöyle imiş, böyle imiş diye, hep mışa dayanıyor. Bir sened ve vesîkaya dayanmıyor.<br />

Diğer ilmler ise, isbât edilip, bir vesîkaya dayanmakdadır) diyorlar. Bu<br />

sözleri ile, ne kadar câhil olduklarını gösteriyorlar. Hiç de, bir islâm kitâbı okumamışlar.<br />

İslâmiyyet ismi altında, hayâllerinde, birşeyler tasarlayıp, din bu düşüncelerden<br />

ibâretdir sanıyorlar. Bilmiyorlar ki, hayâllere tapınan, hıristiyanlardır. Birkaç<br />

yehûdînin ortaya çıkardığı, heykellere, taşlara tapınıyorlar. Hâlbuki müslimânlar,<br />

peygamberlerin en üstünü Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmakda, haber verdiği,<br />

mi’râc gecesinde görüp konuşduğu ve hergün Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile<br />

haberleşdiği bir Allaha ibâdet etmekdedir. Bunların, islâmiyyetden ayrı ve uzak gördükleri<br />

ilmler, fenler, vesîkalar, senedler, hep islâm dîninin birer şu’besi, dallarıdır.<br />

Meselâ liselerde okunan bütün fen bilgileri, kimyâ, bioloji kitâbları, ilk sahîfelerinde,<br />

(Dersimizin esâsı, müşâhede [gözetleme], tedkîk [inceleme] ve tecribedir) diyor.<br />

Ya’nî fen derslerinin esâsı, bu üç şeydir. Hâlbuki, bu üçü de, islâmiyyetin emr<br />

etdiği şeylerdir. Ya’nî, dînimiz, fen bilgilerini emr etmekdedir. Kur’ân-ı kerîmin çok<br />

yerinde, tabî’atı, ya’nî mahlûkâtı, canlı ve cansız varlıkları görmek, incelemek<br />

emr edilmekdedir. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, birgün Peygamberimize<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” sordu ve: (Yemene gidenlerimiz, orada hurma ağaçlarını,<br />

başka dürlü aşıladıklarını ve dahâ iyi hurma aldıklarını gördük. Biz Medînedeki<br />

ağaçlarımızı babalarımızdan gördüğümüz gibi mi aşılayalım, yoksa, Yemende<br />

gördüğümüz gibi aşılayıp da, dahâ iyi ve dahâ bol mu elde edelim?) dediler. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, bunlara şöyle diyebilirdi: Biraz bekleyin! Cebrâîl<br />

“aleyhisselâm” gelince, ona sorar, anlar, size bildiririm. Veyâ, biraz düşüneyim.<br />

Allahü teâlâ, kalbime doğrusunu bildirir. Ben de, size söylerim, demedi ve (Tecribe<br />

edin! Bir kısm ağaçları, babalarınızın üsûlü ile, başka ağaçları da, Yemende öğrendiğiniz<br />

üsûl ile aşılayın! Hangisi dahâ iyi hurma verirse, her zemân o üsûl ile yapın!)<br />

buyurdu. Ya’nî tecribeyi, fennin esâsı olan tecribeye güvenmeği emr buyurdu.<br />

Kendisi melekden anlar veyâ mubârek kalbine elbette doğar idi. Fekat, dünyânın her<br />

tarafında, kıyâmete kadar gelecek müslimânların, tecribeye, fenne güvenmelerini<br />

işâret buyurdu. Hurma ağaçlarını aşılama kıssası (Kimyâ-i se’âdet)de ve (Ma’rifet-<br />

– 24 –


nâme)nin yüzonsekizinci sahîfesinde yazılıdır. İslâmiyyet, bütün fen kollarında,<br />

ilm ve ahlâk üzerinde, her çeşid çalışmağı ehemmiyyetle emr etmekdedir. Bunlara<br />

çalışmak, farz-ı kifâye olduğu, kitâblarda yazılıdır. Hattâ, bir islâm şehrinde, fennin<br />

yeni bulduğu bir âlet, bir vâsıta yapılmayıp, bu yüzden bir müslimân zarar görürse,<br />

o şehrin idârecilerini, âmirlerini, islâmiyyet mes’ûl tutmakdadır. Hadîs-i şerîfde,<br />

(Oğullarınıza yüzmek ve ok atmak öğretiniz! Kadınların, evinde iplik iğirmesi ne güzel<br />

eğlencedir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, harb için lâzım olan her çeşid bilgi ve âleti<br />

edinmeği, hiç boş durmamağı ve fâideli eğlenceleri emr etmekdedir. Bunun içindir<br />

ki, bugün, bir islâm milletinin, atom bombası, sun’î peyk yaparak müslimânlığı<br />

dünyâya tanıtması farzdır. Yapmağa çalışılmazsa, büyük günâh olur.<br />

Müslimânların bilmesi, öğrenmesi lâzım olan bilgilere (Ulûm-i islâmiyye) müslimânlık<br />

bilgileri denir. Bu bilgilerin kimisini öğrenmek farzdır. Kimisini öğrenmek<br />

sünnet, bir kısmını öğrenmek de mubâhdır. İslâm bilgileri, başlıca iki büyük kısma<br />

ayrılır: Birincisi (Ulûm-i nakliyye)dir. Bunlara (Din bilgileri) de denir. Ehl-i sünnet<br />

âlimleri, bu bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan, Onlar da Resûlullahdan öğrendiler. Din bilgileri<br />

de ikiye ayrılır: Zâhirî ilmler ve bâtınî ilmler. Birincilere, (Îmân bilgileri) ve<br />

(Fıkh bilgileri) veyâ (Ahkâm-ı islâmiyye), ikincilere (Tesavvuf bilgileri) veyâ (Ma’rifet)<br />

denir. Îmân bilgileri ve ahkâm-ı islâmiyye bilgileri, mürşidlerden, akâid ve fıkh<br />

kitâblarından öğrenilir. Ma’rifet, kalblere, mürşidlerin kalblerinden akar, gelir.<br />

İslâm bilgilerinin ikinci kısmı (Ulûm-i akliyye)dir. Canlıları öğretene (Ulûm-i<br />

tıbbiyye), cansızları öğretene (Ulûm-i hikemiyye) denir. Semâları, yıldızları öğretene<br />

(Ulûm-i felekiyye), Erd bilgilerine (Ulûm-i tabî’ıyye) demişlerdir. Ulûm-i akliyye,<br />

matematik, mantık ve tecribî bilgilerdir. Bunlar, his organları ile duyularak,<br />

akl ile incelenerek, tecribe ve hesâb edilerek elde edilir. Bu bilgiler, din bilgilerinin<br />

anlaşılmasına ve onların tatbîk edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar.<br />

Bunlar, zemânla artar, değişir, ilerler. Bunun içindir ki, (Tekmîl-i sınâ’ât,<br />

telâhuk-ı efkâr iledir) buyurulmuşdur. Bunun ma’nâsı (San’atın, fennin, tekniğin<br />

ilerlemesi, fikrlerin, deneylerin birbirlerine eklenmesi ile olur) demekdir.<br />

Nakl yolu ile edinilen bilgiler, ya’nî din bilgileri çok yüksekdir. Aklın, insan dimâgı<br />

gücünün dışında ve üstündedir. Bunlar, hiçbir zemânda, kimse tarafından değişdirilemez.<br />

Dinde reform olmaz sözünün ma’nâsı da budur. Akl ile elde edilen<br />

bilgileri, islâmiyyet yasaklamamış, sınırlamamış, ancak, bunların nakl bilgileri<br />

ile birlikde öğrenilmesini ve sonuçlarının ahkâm-ı islâmiyyeye uygun, insanlara fâideli<br />

olarak kullanılmasını, zulm, işkence, felâket vâsıtası yapılmamasını emr etmişdir.<br />

Müslimânlar, birçok fen vâsıtası yapmışlar ve kullanmışlardır. Pusula 687<br />

[m. 1288] de keşf edildi. İğneli tüfek 1282 [m. 1866] da ve top 762 [m. 1361] de keşf<br />

edildi ve Fâtih tarafından kullanıldı. İslâmiyyet, islâma karşı olanların, islâm ahlâkını<br />

bilmiyenlerin, ilm şekline sokdukları, ders, vazîfe adını verdikleri ahlâksızlıkların,<br />

uydurma târîhlerin, islâmiyyete yapılan iftirâların okutulmasını, öğrenilmesini<br />

yasaklamakda, zararlı, kötü propagandalardan kaçınılmasını, fâideli, iyi bilgilerin<br />

öğrenilmesini istemekdedir.<br />

İslâmiyyet, fâideli olan her ilmi, her fenni ve her tecribeyi emr eden bir dindir.<br />

Müslimânlar, fenni sever, fen adamının tecribelerine inanır. Fekat, fen adamıyım<br />

diyen fen taklîdcilerinin iftirâlarına, yalanlarına aldanmaz.]<br />

Kâfirler ellerinden gelirse, müslimânları ezer, imhâ eder. Veyâhud, müslimânları,<br />

kendi uydurdukları yola sokarlar.<br />

[Nitekim masonların [m. 1900] senesi ictimâ’ına âid zabtların yüzikinci sahîfesinde,<br />

(Dindârlara ve ma’bedlere galebe çalmak kâfî değildir. Asl maksadımız, dinleri<br />

yok etmekdir) yazılıdır.<br />

Bunlar, kitâblarında ve konuşmalarında, din düşmanlıklarını açıkca ve hayâsızca<br />

bildiriyorlar. İlmden, fenden haberleri olmadığı için, çocukca şeyler söylüyorlar.<br />

Meselâ, eski insanlar câhil imiş, tabî’at kuvvetleri karşısında âciz, zevallı kalarak,<br />

hayâlî şeylere inanmışlar. Uydurdukları şeylere tapınarak, yalvararak, kü-<br />

– 25 –


çüklüklerini göstermişler. Hâlbuki, bugün atom asrındayız. Tabî’ate hâkim olup<br />

istediğimizi yapıyoruz. Tabî’at kuvvetleri hâricinde birşey yokdur. Cennet, Cehennem,<br />

cin, melek, eski insanların uydurduğu şeylerdir. Gidip gören var mı? Görülmiyen,<br />

tecribe edilmiyen şeylere inanılır mı, diyorlar. Dinsizlerin bu sözleri, târîhden<br />

de haberleri olmadığını gösteriyor. Târîh boyunca, her asrda gelen câhiller, kendilerini<br />

akllı, bilgili, eski insanları câhil sanmış. Âdem aleyhisselâmdan beri, her<br />

asrda gönderilen dinleri, eski câhillerin sözleri diyerek bozmuşlar, inkâr etmişlerdir.<br />

Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, kâfirlerin böyle sözleri bildirilmekde ve cevâb<br />

verilmekdedir. Meselâ Mü’minûn sûresinin otuzuncu âyet-i kerîmesinden<br />

sonra, (Nûh aleyhisselâma inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra yaratdığımız<br />

insanlara, içlerinden Peygamber gönderdik ve Allahü teâlâya ibâdet ediniz.<br />

İbâdet edilecek, Ondan başkası yokdur. Onun azâbından korkunuz! dedik. Dinlemiyenlerden,<br />

öldükden sonra tekrâr dirilmeğe inanmıyanlardan, dünyâ ni’metlerini<br />

bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, bu Peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz<br />

gibi bir çok şeye muhtâc olan birine inanırsanız, aldanmış, ziyân etmiş olursunuz.<br />

Peygamber, size ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak oldukdan sonra, tekrâr<br />

dirilerek kabrden kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak<br />

bu dünyâdadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünyâ böyle gelmiş böyle<br />

gider. Öldükden sonra, bir dahâ dirilmek yokdur, dediler) meâlindeki âyet-i kerîmeleri<br />

gönderdi. Komünist memleketlerde, milletin dînini, ahlâkını yıkmak<br />

için, mekteblerde öğretmenler ve askerlikde de subaylar, çocuklara, kızlara, askerlere,<br />

Allah var olsaydı görürdük. İstediğimizi işitir, verirdi. Benden şeker isteyiniz,<br />

hemen işitir, veririm. Ondan isteyin, bakın vermiyor. O hâlde yokdur. Ananız,<br />

babanız câhildir. Eski, örümcek kafalıdır. Onlar gericidir. Siz ise, aydın kafalı,<br />

ilerici gençlersiniz. Sakın öyle hurâfelere inanmayın! Cennet, Cehennem, melek,<br />

cin uydurma şeylerdir diyorlar. Böyle yalanlarla, gençlerin dînini, îmânını, baba<br />

ocağından almış oldukları edeb ve hayâlarını yok etmeğe çalışıyorlar. Zevallı<br />

yavruları aldatıp, kendi alçak istekleri, zevkleri, kötü kazancları uğruna, gençleri<br />

fedâ ediyorlar. Cenneti, Cehennemi kim görmüş, görülmiyen şeye inanılmaz, diyerek<br />

his uzvlarına tâbi’ olduklarını bildiriyorlar. Hâlbuki, hayvanlar, his uzvlarına<br />

tâbi’ olur. İmâm-ı Gazâlî buyuruyor ki, (İnsanlar, akla tâbi’ olur. İnsanların<br />

his uzvları, hayvanlardan geridedir. İnsan, kedi, köpek kadar koku alamaz. Karanlıkda,<br />

onların gördüğü gibi göremez. Sonra, herşeyde, göze nasıl inanılır ki, çok yerde<br />

akl, gözün yanlışını çıkarmakdadır. Meselâ göz, güneşi pencere içinden görüp,<br />

pencereden küçük sanıyor. Akl ise, dünyâdan da büyük olduğunu söylüyor). Bu<br />

kâfirler acabâ, biz gördüğümüze inanırız, güneş dünyâdan dahâ büyük olur mu diyerek,<br />

akla inanmıyorlar mı? Hayır, burada onlar da, müslimânlar gibi akla inanıyor.<br />

Görülüyor ki, insanlar, dünyâ işlerinde, hislerine değil, akllarına uyarak, hayvanlardan<br />

ayrılmakdadır. Bunlar, âhıretdeki şeylere inanmayız diyerek, his organlarına<br />

bağlı kalıyorlar da, niçin akla uymuyor, burada da, insanlık derecesine<br />

yükselmek istemiyorlar? İslâmiyyet, insanların tekrâr yaratılıp, sonsuz yaşıyacaklarını,<br />

hayvanların ise, kıyâmetde hesâblaşdıkdan sonra, yok olacaklarını bildiriyor.<br />

İnsanlara ebedî hayât va’d ederek, hayvanlardan ayırıyor. Bu kâfirler<br />

ise, hayvanlar gibi, ebedî hayâtdan mahrûm kalmağı beğeniyorlar. Bugün, fabrikalarda<br />

binlerce ilâc, ev eşyâsı, sanâyı’ ve ticâret maddeleri, elektronik âletler, harb<br />

vâsıtaları yapılıyor. Bunların çoğu, ince hesâblardan, yüzlerce tecribeden sonra elde<br />

ediliyor. Bunlardan birine dahî, kendi kendine var oldu diyorlar mı? Bunların<br />

bilerek ve istiyerek yapıldıklarını söylüyorlar ve hepsinin bir yapıcısının bulunması<br />

lâzımdır diyorlar da, canlılarda, cansızlarda görülen ve her asrda, dahâ yenileri,<br />

dahâ inceleri keşf edilen ve çoğunun yapısı henüz anlaşılamayan milyonlarca<br />

maddenin ve hâdisenin kendi kendilerine tesâdüfen var olduklarını söylüyorlar.<br />

Bu iki yüzlülük, koyu bir inâddan veyâ açık bir ahmaklıkdan başka ne olabilir?<br />

Rusyada bir komünist mu’allim, ders arasında, (Ben sizi görüyorum. Siz de be-<br />

– 26 –


ni görüyorsunuz. O hâlde, biz varız. Karşıdaki dağlar da var. Çünki, bu dağları da<br />

görüyoruz. Yok olan şey görünmez. Görülmiyen şeye var denilmez. Bu sözüm, bir<br />

fen bilgisidir. İlerici, aydın olan kimse, fen bilgisine inanır. Gericiler, bu varlıkların<br />

bir yaratıcısı olduğunu söylüyorlar. Bu yaratıcının var olduğuna inanmak yanlışdır.<br />

Fenne uygun değildir. Görülmiyen şeye var demek, gericilikdir) der. Bir türkmen<br />

çocuğu söz istiyerek: (Bunları akl ile mi söylüyorsun? Sende akl olduğuna inanmak,<br />

bunları akl ile söylediğini kabûl etmek fenne uygun değildir. Çünki, aklın olsaydı,<br />

görürdük) der. Mu’allim, bu haklı söze cevâb veremeyip, mağlûbiyyetinden<br />

hâsıl olan öfke ile, çocukcağızı, tekme tokat dershâneden dışarı atar. Çocuk bir dahâ<br />

hiçbir yerde görülememişdir.<br />

Bugün, dünyâdaki kâfirler, iki dürlüdür: Birincisi (Kitâblı kâfirler), ya’nî yehûdîler<br />

ve hıristiyânların az bir kısmı olup, bir peygambere ve bunun Allahü teâlâdan<br />

getirdiği kitâba ve öldükden sonra dirilmeğe, âhıretdeki sonsuz hayâta inanıyorlar.<br />

Ellerindeki bozuk kitâba Allah kelâmı diyorlar.<br />

İkincisi, (Kitâbsız kâfirler) ya’nî (Müşrik)ler olup, herşeyi yapan bir Allah bulunduğuna<br />

inanmıyorlar. Taş, ağaç, güneş, yıldız ve insan, inek gibi ba’zı mahlûklarda (ülûhiyyet<br />

sıfatı) bulunduğuna inanıyorlar. Bu inkârcılardan bir kısmı, kanûn ile, devlet<br />

baskısı ile, zulm, işkence ederek, ibâdet etmeği, dîni öğretmeği yasak ediyor. Bir kısmı<br />

da, insanlık, iyilik duygularını okşayıcı sözlerle, herkesi, zevk, safâya daldırıyor.<br />

Ma’neviyyâtdan, din bilgilerinden mahrûm bırakıyorlar. Düzme hikâyeler, yalan<br />

örnekler göstererek, milyonlarca insanı aldatıyor, din câhili yetişdiriyorlar. Bir tarafdan,<br />

medeniyyetden, fenden, insan haklarından bahs edip, bir tarafdan da, insanları<br />

hayvanlaşdırıyorlar. İngiliz câsûsları, böyle yapıyor. (İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları)<br />

kitâbını ve (Fâideli Bilgiler) kitâbının 27.ci sahîfesini ve devâmını okuyunuz!<br />

Avrupa ve Amerika milletlerinin çoğu hıristiyandır. Yehûdîlerin ve hıristiyanların<br />

bir kısmı, kitâblıdır. Yeni astronominin kurucusu Kopernik, Fraynburg şehrinde<br />

papas idi. İngilterenin büyük fizik adamı Bacon, Fransisken tarîkatinde, papas<br />

idi. Meşhûr Fransız fizikçisi Paskal, papas olup, fizik ve geometri kanûnları keşf<br />

ederken, din kitâbları yazmışdı. Fransanın en büyük başvekîli olup, memleketine<br />

Avrupa birinciliğini kazandıran, meşhûr Rişliyö, papas olup, ruhbân sınıfında<br />

ileri derece sâhibi idi. Meşhûr Alman doktor ve şâ’iri Şiller de, papas idi. Bugün,<br />

bütün dünyâca büyük felesof tanınan, Fransız fikr adamı Bergson, kitâblarında,<br />

maddîcilerin hücûmlarına karşı, rûhânîleri müdâfe’a etmişdir. (Madde ve hâfıza)<br />

ve (Din ve ahlâkın iki kaynağı) ve (Şu’ûrun vergileri) kitâblarını okuyanlar dîne,<br />

kıyâmete seve seve inanır.<br />

Amerikanın büyük felesofu William Ceyms, Pragmatisme mezhebini kurmuş, (Dînî<br />

tecribeler) ve diğer kitâblarında, îmânlı olmağı övmüşdür. Bulaşıcı hastalıklar,<br />

mikroblar ve aşılar üzerinde buluşları olan, Fransız doktoru Pasteur, cenâzesinin<br />

dînî merâsim ile kaldırılmasını vasıyyet etmişdi. Nihâyet, ikinci cihân harbinde dünyâyı<br />

idâre eden, Amerika Cumhûrreîsi F.D.Ruzvilt ile İngiliz başvekîli Çörçil,<br />

dindâr idi. İsmini hâtırlayamadığımız dahâ nice fen ve siyâset adamları hep, yaratana,<br />

kıyâmete, meleklere inanan kimselerdi. İnanmıyanların, bütün bunlardan dahâ<br />

akllı olduğunu kim iddi’â edebilir? Bunlar, islâm kitâblarını görüp okumuş olsalardı,<br />

iyi müslimân olurlardı. Fekat papaslar islâm kitâblarını okumağı, hattâ el<br />

sürmeği yasak etmişler, büyük suç saymışlardı. İnsanların dünyâ ve âhıret se’âdetine<br />

kavuşmalarına mâni’ olmuşlardı. İkinci kısmda yirmialtıncı maddeye bakınız!<br />

İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Müslimânlar, âhırete inanıyor. Kitâbsız<br />

kâfirler, inkâr ediyor. Tekrâr dirilmek olmasaydı, inanmıyanlar birşey kazanmaz,<br />

müslimânlar da, zarar etmezdi. Fekat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz<br />

azâb çekeceklerdir). İslâm âlimleri, sözlerini isbât etmekde, inanmıyanların hücûmlarına<br />

akl, ilm ve fen ile cevâb vermekdedir. Müslimânlar, sözlerini isbât etmeseydi<br />

dahî, kıyâmet inkâr olunabilir mi idi? Sonsuz azâbda kalmak, bir ihtimâl<br />

bile olsa, bunu hangi akl kabûl eder? Hâlbuki, âhıret azâbları, bir ihtimâl değil, mey-<br />

– 27 –


dânda olan hakîkatdir. O hâlde, inanmamak, aklsızlık oluyor.<br />

İslâm dînini bilmiyenlerin ba’zısı ise, milletin sağlam îmânını, ilme ve akla dayanarak<br />

bozamıyacaklarını, islâma hücûm etdikçe, kendi yüz karalarının meydâna<br />

çıkdığını görerek, hîle, yalan yoluna sapıyor. Müslimân görünüp ve müslimânlığı<br />

beğenici ve medh edici yaldızlı yazılar yazıp, fekat, bu yazıları ve sözleri arasında<br />

müslimânlığın esâs ve temel mes’elelerini, sanki müslimânlık değilmiş gibi<br />

ele alıp kötülüyorlar. Okuyucuları ve dinleyicileri bunlardan soğutmağa ve ayırmağa<br />

çalışıyorlar. Allahü teâlânın emr etdiği ibâdetlerin vaktlerini, mikdârlarını<br />

ve şekllerini uygunsuz görerek, böyle olacağına, şöyle olsaydı, dahâ iyi olurdu diyorlar.<br />

İbâdetlerin rûhlarından, içlerinde saklı bulunan inceliklerden, fâidelerden<br />

ve kıymetlerden haberleri olmadığı için, bunları basît ve ibtidâî fâidelere âlet sanarak,<br />

sanki düzeltmeğe yelteniyorlar. Birşeyi bilmemek, insanlar için kusûr ise<br />

de, anlamadığına karışmak, ayrıca pek gülünç ve acınacak bir hâl oluyor. Böyle câhilleri,<br />

akllı sanarak, sözlerini dinleyen ve inanan müslimânlar ise, bunlardan dahâ<br />

zevallı ve dahâ ahmakdır. Müslimân ismini taşıyan böyle sinsi kâfirlere (Yobaz)<br />

denir. Zemânımızdaki yobazlardan bir kısmı da, (Evet, islâmiyyet iyi ahlâkı emr etmekde,<br />

insanları olgunlaşdırmakdadır. Fekat, islâmiyyetde sosyal hükmler, âile ve<br />

cem’ıyyet hakları da vardır. Bunlar ise, o zemânın şartlarına göre konmuşdur. Bugün<br />

milletler büyümüş, şartlar değişmiş, ihtiyâclar artmışdır. Bugünkü, teknik<br />

ve sosyal ilerlemeleri karşılayabilecek yeni hükmler, kanûnlar lâzımdır. Kur’ânın<br />

hükmleri bu ihtiyâcları karşılayamaz) diyorlar. Böyle sözler, islâm hukûkunu bilmiyen,<br />

islâm bilgilerinden haberi olmayan câhillerin boş ve yersiz düşünüşleridir.<br />

İslâmiyyet, adâleti, zulmü, insanların birbirlerine karşı, âile ve komşuların birbirlerine,<br />

milletin hükûmete ve birbirlerine karşı haklarını, vazîfelerini, suçları açıkca<br />

bildirmiş, bu değişmez kavramlar üzerinde, temel hükmler kurmuşdur. Bu değişmez<br />

hükmlerin, hâdiselere, vak’alara tatbîkını sınırlamamış, örf ve âdetlere göre<br />

kullanılmasını emr etmişdir. (Mecelle)nin 36. cı ve sonraki maddelerinin (Dürer-ül-hükkâm)<br />

şerhinde diyor ki, (Zemânın değişmesi ile, örf ve âdete dayanan<br />

ahkâm değişebilir. Nassa, delîle dayanan ahkâm, zemânla değişmez. Hükm-i küllî<br />

değişmeyip, bu hükmün hâdiselere tatbîkı, zemânla değişebilir. İbâdetlerde, Nass<br />

ile bildirilmiş olmıyan bir hükmü anlamak ve bildirmek için, umûmî âdetler delîl<br />

olur. Âdetin umûmî olması için Eshâb-ı kirâm zemânından kalma ve müctehidlerin<br />

kullanmış olmaları ve devâmlı olmaları lâzımdır. Mu’âmelâtdaki hükmler için,<br />

bir beldenin, Nassa muhâlif olmıyan âdetleri de delîl olur. Bunları, fıkh âlimleri anlıyabilir).<br />

Allahü teâlâ islâm dînini, her memleketde, her yeniliği ve buluşu karşılayacak<br />

şeklde kurmuşdur. İslâm dîni, yalnız sosyal hayâtda değil, ibâdetlerde bile<br />

tolerans, müsâmaha göstermiş, insanlara serbestlik vermiş, başka şartlar ve<br />

zarûretler karşısında, ictihâd hakkı tanımışdır. Hazret-i Ömer ve Emevîler zemânında<br />

ve koca Osmânlı imperatorluğunda, kıt’alara yayılan çeşidli milletler toplulukları,<br />

bu ilâhî hükmlerle idâre edilerek, başarıları, şânları, târîhlere ün salmışdır.<br />

Gelecek zemânlarda, büyük, küçük her millet de, islâmiyyetin bildirdiği, değişmez<br />

olan güzel ahlâka sarılacağı, bunları uygulayacağı kadar, râhata, huzûra,<br />

se’âdete kavuşacakdır. İslâmiyyetin bildirdiği sosyal ve ekonomik ahlâkdan, ahkâmdan<br />

ayrılan insanlar, milletler, sıkıntıdan, ızdırâbdan, felâketden kurtulamamışlardır.<br />

Geçmiş milletlerde böyle olduğunu târîhler yazmakdadır. Gelecekde de,<br />

elbette böyle olacakdır. Târîh, tekerrürden ibâretdir. Müslimânlar, millî birlik ve<br />

berâberliğe çok ehemmiyyet vermeli, memleketlerinin kalkınması için maddî,<br />

mânevî çalışmalı, din bilgilerini iyi öğrenmeli, harâmlardan sakınmalı, Allaha ve<br />

devlete ve kullara karşı olan vazîfelerini, borçlarını yerine getirmelidir. İslâmın güzel<br />

ahlâkı ile bezenmeli, kimseye zarar vermemelidir. Fitne, ya’nî anarşi çıkarmamalı,<br />

vergilerini ödemelidir. Dînimiz, böyle olmamızı emr ediyor. Müslimânın<br />

birinci vazîfesi, nefsine, şeytâna uymayıp ve kötü arkadaşlara, azgın, âsî kimselere,<br />

anarşistlere aldanmayıp, kanûna karşı suçlu olmakdan, Allahü teâlâya karşı da<br />

– 28 –


günâh işlemekden sakınmakdır. Allahü teâlâ kullarına üç vazîfe verdi: Birincisi,<br />

şahsî vazîfesidir. Her müslimân, kendini iyi yetişdirecek, sıhhatli, edebli, iyi huylu<br />

olacak, ibâdetlerini yapacak, ilm ve güzel ahlâk öğrenecek, halâl lokma kazanmak<br />

için çalışacakdır. İkinci vazîfesi, âile içindeki vazîfesidir. Zevcesine, ana-babasına,<br />

çocuklarına, kardeşlerine olan haklarını yapacakdır. Üçüncü vazîfesi,<br />

cem’ıyyet içindeki vazîfeleridir. Komşularına, hocalarına, talebesine, âilesine,<br />

emrinde olanlara, hükûmete ve devlete, bütün vatandaşlara, dîni ve milleti başka<br />

olanlara karşı vazîfeleridir. Herkese iyilik etmesi, eli ile, dili ile kimseyi incitmemesi,<br />

kimseye zarar vermemesi, hiyânet etmemesi, herkese fâideli olması, devlete,<br />

hükûmete, kanûnlara karşı, hiç ısyân etmemesi, herkesin hakkını, vergilerini<br />

hemen ödemesi lâzımdır. Allahü teâlâ, hükûmet, devlet işlerine karışmayı emr etmedi.<br />

Hükûmete yardım etmeği, fitne çıkarmamağı emr etdi.]<br />

O hâlde müslimânların Allahü teâlâdan hayâ etmeleri, sıkılmaları lâzımdır. Hayâ<br />

îmândandır. Müslimânlık hayâsı zarûrî lâzımdır. Kâfirleri ve kâfirliği ve islâmiyyete<br />

uymıyan hangi inanış, hangi nazariyye, hangi teori olursa olsun, hepsini yanlış<br />

bilmek ve zararlı olduğuna inanmak lâzımdır. Cenâb-ı Hak, kâfirlerden cizye<br />

almağı, ya’nî vergi vermelerini emr buyurmuşdur. Bundan maksad, onları tahkîrdir.<br />

Bu hakâret, o derece te’sîrlidir ki, cizye vermek korkusundan, kıymetli elbise<br />

giyemezler, süslenemezler. Hakîr ve sefîl yaşarlar. Cizyenin gâyesi, kâfirlerin<br />

hakâret ve rüsvâlığıdır. Müslimânlığın izzet ve şerefini göstermekdir. Zimmî,<br />

müslimân olursa, cizye vermesi sâkıt olur. Bir kalbde îmân bulunduğuna alâmet,<br />

kâfirleri sevmemekdir. [Sevmemek kalble olur. Onlarla ve herkesle iyi geçinmeli,<br />

kimseyi incitmemelidir.<br />

Ancak, zarûret ve ihtiyâc îcâbı, geçici işbirlikleri yapılabilir ise de, bu, kalb ile<br />

sevişmek olmamalı ve zarûret bitince, sona ermelidir.<br />

Süâl: Kimseye sû’i zan etmemeli, kötü gözle bakmamalı, kâfir olduğunu gösteren<br />

işine, sözüne değil, îmânı olduğunu gösteren işine ve sözüne bakmalıdır. Îmân<br />

kalbde bulunur. Kalbde îmân olduğunu Allah bilir. Başka kimse bilemez. Kalbinde<br />

îmân bulunan kimseye kâfir diyenin kendisi kâfir olur. Müslimânlığı açıkca kötülemiyen<br />

herkese müslimân gözü ile bakmak, onu sevmek lâzımdır, deniliyor. Bu<br />

söz doğru mudur?<br />

Cevâb: Kimseye sû’i zan etmemeli sözü yanlışdır. Bunun doğrusu (Müslimâna sû’i<br />

zan etmemeli)dir. Ya’nî, müslimân olduğunu söyliyen ve küfre sebeb olan bir sözde<br />

ve işde bulunmıyan kimsenin bir sözünden veyâ işinden hem îmânı olduğu, hem<br />

de îmânsız olduğu anlaşılırsa, îmânı olduğunu anlamalı, dinden çıkdı dememelidir.<br />

Fekat bir kimse, dîni yıkmağa, gençleri kâfir yapmağa uğraşır veyâ harâmlardan birinin<br />

iyi olduğunu söyleyerek bunun yayılması, herkesin yapması için uğraşırsa, yâhud<br />

Allahü teâlânın emrlerinden birinin gericilik, zararlı olduğunu söylerse, buna<br />

kâfir denir. Müslimân olduğunu söyler, nemâz kılar, hacca giderse, (Zındık) denir.<br />

Müslimânları aldatan böyle iki yüzlüleri müslimân sanmak, ahmaklık olur.]<br />

Hak teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Tevbe sûresinin yirmisekizinci âyetinde kâfirlere<br />

Neces ve doksanbeşinci âyetinde Rics ya’nî pis buyurdu. O hâlde, müslimânların<br />

yanında, kâfirlik pis ve aşağı olmalıdır. Ra’d sûresinin ondördüncü ve Mü’min sûresinin<br />

ellinci âyetlerinde meâlen, (Bu düşmanların düâları netîcesizdir. Kabûl olmak<br />

ihtimâli yokdur) buyuruldu. Müslimânlardan, Allahü teâlâ râzıdır ve Peygamberi<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” râzıdır. Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmakdan<br />

dahâ büyük ni’met olmaz.<br />

Îmân ile küfr birbirlerine zıd olduğu gibi, âhıret de, dünyânın zıddıdır. Dünyâ ve<br />

âhıret bir araya getirilemez. Âhıreti kazanmak için, dünyâyı [ya’nî harâmları] terk<br />

etmek lâzımdır. Dünyâyı terk etmek, iki dürlüdür: Birisi, bütün harâm olan şeyler<br />

ile berâber, mubâhları da, ya’nî günâh olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak<br />

için zarûrî olan mikdârını kullanmakdır. [Ya’nî tenbel ve işsiz olarak oturup<br />

– 29 –


da, dünyânın zevk, keyf ve eğlencelerine dalmak yolunu bırakarak, her dürlü zevk<br />

ve lezzetinden vazgeçip, bütün zemânını, ibâdet ile ve müslimânların râhatları ve<br />

islâm dînini bilmiyenlerin, doğru yola kavuşmaları için lâzım olan ilmî ve teknik üsûlleri<br />

ve vâsıtaları, en ileri ve en üstün şeklde yapmak ve kullanmakla geçirmek ve<br />

durmadan çalışmakdır ve dünyâ zevkını böyle çalışmakda aramak ve bulmakdır. Eshâb-ı<br />

kirâmın hepsi ve büyüklerimizin çoğu, böyle idi. Dünyâyı, bu söylediğimiz şeklde<br />

terk etmek, pekâlâ ve pek fâidelidir. Tekrâr edelim ki, bundan maksad, islâmiyyetin<br />

emr etdiği şeyleri yapmak için, bütün râhatı ve zevkleri fedâ etmekdir.]<br />

İkincisi, dünyâda harâm ve şübheli şeylerden kaçıp mubâhları kullanmakdır. Bu<br />

kısm da, hele bu zemânda, çok kıymetlidir.<br />

O hâlde, islâmiyyetin harâm etdiği şeylerden kaçınmak, her müslimân için lâzımdır.<br />

Yediyüzseksendokuzuncu [789] sahîfeye bakınız!<br />

[Bunların harâm olmasına ehemmiyyet vermiyen ve kaçınmağa lüzûm görmeyen,<br />

ya’nî Allahü teâlânın yasak etmesine aldırış etmeyen veyâ bunları beğenen,<br />

ne güzel diyen (Kâfir) [Allaha düşman] olur. Bunlar Cehennemde, sonsuz kalacakdır.<br />

Allahü teâlânın harâm etmesine ehemmiyyet verip, kabûl edip de, nefsine<br />

mağlûb olarak, aldanarak, bunları yapan ve sonra akllarını toparlayıp pişmân<br />

olanlar kâfir olmaz ve îmânlarını gayb etmezler. Böyle kimselere (Âsî) ve (Fâsık)<br />

[kötü kimse] denir ve (Günâhkâr) denir. Bunlar, günâhları sebebiyle, belki Cehenneme<br />

girip cezâlarını çekerse de, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklar, çıkıp Cennete<br />

kavuşacaklardır.]<br />

Allahü teâlânın mubâh etdiği, ya’nî müsâ’ade etdiği şeyler pek çokdur. Bunlarda<br />

bulunan lezzet, harâmda bulunanlardan, fazladır. Mubâh kullananları Allahü<br />

teâlâ sever. Harâm kullananları sevmez. Aklı olan, doğru düşünebilen bir kimse,<br />

geçici bir zevk için, sâhibinin, yaratanının sevgisini teper mi? Zâten, harâm olan<br />

şeylerin sayısı pek azdır. Bunlarda bulunan lezzet, mubâhlarda da vardır.<br />

[Dünyâ, ednâ kelimesinin müennesidir. Ya’nî, ism-i tafdîldir. Masdarı, dünüv veyâ<br />

denâetdir. Birinci masdardan gelince, çok yakın demekdir. (Biz en yakın olan gökü,<br />

çırağlarla süsledik) âyet-i kerîmesindeki dünyâ kelimesi böyledir. Ba’zı yerde<br />

de, ikinci ma’nâ ile kullanılmışdır. Meselâ (Denî, alçak şeyler mel’ûndur) hadîs-i<br />

şerîfinde böyledir. Ya’nî (Dünyâ mel’ûndur) demekdir. Alçak şeyler, cenâb-ı Hakkın<br />

nehy-i iktizâî ve nehy-i gayr-i iktizâîsidir. Ya’nî, harâm ile mekrûhlardır. Şu hâlde,<br />

Kur’ân-ı kerîmde, zem edilen, kötü denilen dünyâ, harâmlar ve mekrûhlardır. Mal<br />

kötülenmemişdir. Çünki, cenâb-ı Hak mala hayr adını vermekdedir. Bu sözümüzü<br />

isbât eden vesîka, bütün mahlûkların ve insanlığın üstünlükde ikincisi olan İbrâhîm<br />

halîl-ür-rahmânın malıdır. Yalnız yarım milyonu sığır olmak üzere, davarları, ova ve<br />

vâdîleri dolduruyordu. Görülüyor ki, islâmiyyet dünyâ malını kötülememekdedir. İbrâhîm<br />

peygamberin bu kadar zengin olması, sözümüzü isbât etmekdedir.]<br />

12 — Harâm işlememek ve bütün ahkâm-ı islâmiyyeyi yerine getirmek, çok kolaydır.<br />

Kalbi bozuk olana güç gelir. Evet, birçok işler vardır ki, sağlam insanlara<br />

kolaydır. Hastalara ise güçdür. Kalbin bozuk olması, islâmiyyete temâm inanmaması<br />

demekdir. Bu gibi insanlar, inandım dese de, hakîkî tasdîk değildir. Lâf ile<br />

tasdîkdir. Kalbde hakîkî tasdîkın, doğru îmânın bulunmasına bir alâmet, dîn-i islâm<br />

yolunda yürümekde kolaylık duymakdır.<br />

13 — Allahü teâlânın feyzleri, ni’metleri, ihsânları, ya’nî iyilikleri, her ân, insanların<br />

iyisine, kötüsüne, herkese gelmekdedir. Herkese mal, evlâd, rızk, hidâyet,<br />

irşâd ve selâmet ve dahâ her iyiliği fark gözetmeksizin göndermekdedir.<br />

Fark, bunları kabûlde, alabilmekde ve ba’zılarını da almamak sûretiyle, insanlardadır.<br />

Nahl sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, kullarına<br />

zulm etmez, haksızlık etmez. Onlar, kendilerini azâba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri,<br />

çirkin işleri ile kendilerine zulm ve işkence ediyorlar) buyurulmuşdur.<br />

– 30 –


Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama, hem de çamaşırlara, aynı şeklde,<br />

parlamakda iken, adamın yüzünü yakıp karartır, çamaşırlarını ise beyâzlatır.<br />

[Bunun gibi, elmaya ve bibere aynı şeklde parladığı hâlde, elmayı kızartınca tatlılaşdırır.<br />

Biberi kızartınca acılaşdırır. Tatlılık ve acılık hep güneşin ışıkları ile ise<br />

de, aralarındaki fark, güneşden değil, kendilerindendir. Allahü teâlâ, bütün insanlara<br />

çok acıdığı için ve bir ananın yavrusuna olan merhametinden dahâ çok acıdığı<br />

için, dünyânın her tarafındaki, her insanın, her âilenin, her cem’ıyyetin ve milletin<br />

her zemânda ve her işlerinde nasıl hareket etmeleri lâzım geleceğini, dünyâda<br />

ve âhıretde râhat etmeleri ve se’âdet-i ebediyyeye kavuşmaları için, işlerini ne<br />

yolda yürütmeleri ve nelerden kaçınmaları lâzım geldiğini, Kur’ân-ı kerîmde bildirdi.<br />

Ehl-i sünnet âlimleri, bunların hepsini, keskin görüşleri ile bulup, milyonlarca<br />

kitâb yazarak, bütün dünyâya bildirdi. Demek ki, Allahü teâlâ, insanları işlerinde<br />

başı boş bırakmamış, islâmiyyetin girmediği bir yer kalmamışdır. Demek<br />

ki, islâmiyyeti dünyâ işlerinden ayırmak mümkin değildir. İslâmiyyeti dünyâ işlerinden<br />

ayırmağa kalkışmak, islâmiyyeti ve müslimânları yeryüzünden kaldırmağa<br />

çalışmak demek olmaz mı?]<br />

İnsanların, âhıretdeki ni’metlere nâil olmamaları, Ondan yüzçevirdikleri içindir.<br />

Yüzçeviren, elbette birşey alamaz. Ağzı kapalı bir kap, Nisan yağmuruna elbette<br />

kavuşamaz. Evet, yüzçeviren birçok kimsenin, dünyâ ni’metleri içinde<br />

yaşadığı görülüp, mahrûm kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlara dünyâ için<br />

çalışmalarının karşılığını vermekdedir. Yalnız dünyâ için çalışanlara verdiği<br />

dünyâlıklar hakîkatde azâb ve felâket tohumlarıdır. Mekr-i ilâhî ile, istidrâc<br />

olarak, ya’nî Allahü teâlânın aldatarak, ni’met şeklinde gösterdiği musîbetlerdir.<br />

Nitekim, Mü’minûn sûresi, ellialtıncı âyetinde meâlen, (Kâfirler, mal ve<br />

çok evlâd gibi dünyâlıkları verdiğimiz için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım<br />

mı ediyoruz sanıyor. Peygamberime “sallallahü aleyhi ve sellem” inanmadıkları<br />

ve dîn-i islâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfât mı ediyoruz, diyorlar?<br />

Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların ni’met olmayıp, musîbet olduğunu<br />

anlamıyorlar) buyurdu. Kalbleri [gönülleri] Hak teâlâdan yüzçevirenlere<br />

verilen dünyâlıklar, hep harâblıkdır, felâketdir. Şeker hastasına verilen tatlılar,<br />

helvalar gibidir.<br />

[Kalb, yürek denilen et parçasında bulunan bir kuvvetdir. Elektriğin aküde, pilde<br />

bulunması gibidir. Rûh [can] ise, bedenin her yerinde bulunur. Kalb, nefse uyup,<br />

küfr veyâ günâh yapmak isteyince, Allahü teâlâ, bu kula acırsa, küfr ve günâh işlemesini<br />

istemez. O da, yapamaz. Acımazsa, işlemesini ister ve yaratır. Karşılığını<br />

da verir. O hâlde insanın azâblara, felâketlere sürüklenmesine sebeb, kendisidir.<br />

Kalbinin islâmiyyete uymayıp, nefsine uymasıdır.<br />

Süâl: Allahü teâlâ, nefsi yaratmasaydı, insanlar onun aldatmasından kurtulurdu.<br />

Kimse kötülük yapmaz, herkes Cennete giderdi. İyi olmaz mı idi?<br />

Cevâb: Bu dünyâda, her mahlûkda, herşeyde, Allahü teâlânın hem rahmet sıfatı,<br />

hem de kahr, gadab sıfatı tecellî, zuhûr etmekdedir. Su, insanların, hayvanların<br />

ve nebâtâtın yaşamaları için, temizlik için, yemek, ilâc yapmak için lâzım olduğu<br />

gibi, denizde binlerce insan boğulmakda, sel suları evleri yıkmakdadır. Soğuk<br />

su içen, hasta olmakdadır. Ateş, ekmek, yemek pişirmek için, kışın ısınmak için<br />

lâzım olduğu gibi, içine düşeni yakmakdadır. Elektrik, çok yerde işimize yaradığı<br />

hâlde, yangına sebeb olmakda, insana çarpınca, hemen öldürmekdedir. Her ilâc,<br />

bir derde devâ olduğu hâlde, fazlası zararlı olmakdadır. Herşey de böyledir. Nefs<br />

de bunlar gibidir. Hem fâideli, hem zararlı tarafları vardır. Nefsin yaratılması, insanların<br />

yaşaması, üremesi ve dünyâ için çalışmaları ve âhıret için cihâd sevâbı kazanmaları<br />

içindir. Allahü teâlâ, nefsi böyle nice fâideler için yaratdı. Fekat, nefs,<br />

tegaddî ve tenâsül lezzetlerine doymaz. Allahü teâlâ bütün insanlara merhamet ederek,<br />

acıyarak, nefse hâkim olup, zararlı arzûlarını önlemeleri için, akl da yaratdı.<br />

– 31 –


Akl, insan dimâgı vâsıtası ile, his uzvlarından, şeytândan ve nefsden kalbe gelen<br />

arzûları inceliyerek, iyilerini kötülerinden ayıran bir kuvvetdir. Ayırırken yanılmazsa<br />

(Akl-ı selîm) denir. Allahü teâlâ, ayrıca Peygamberler göndererek, hangi<br />

şeylerin fâideli, iyi ve hangi şeylerin zararlı, fenâ olduklarını ve nefsin bütün arzûlarının<br />

kötü olduğunu bildirdi. Akl, nefsin isteklerini, Peygamberlerin iyi dedikleri<br />

şeylerden ayırıp, kalbe bildirir, kalb de, aklın bildirdiğini ihtiyâr ederse, ya’nî<br />

tercîh ederse, nefsin arzûlarını yapmağı irâde etmez. Ya’nî dimâg [beyin] vâsıtası<br />

ile, hareket uzvlarına bunu yapdırmaz. Kalb, islâmiyyetin iyi dediklerini, ihtiyâr<br />

ve irâde eder ve yapdırırsa, insan se’âdete kavuşur. Kalbin, iyiden, kötüden birini<br />

ihtiyâr ve irâde etmesine (Kesb) denir. İnsanın hareket organları, dimâgına,<br />

dimâg da kalbine tâbi’dir. Kalbin emrine uygun hareket ederler. Kalb, dimâg vâsıtası<br />

ile his organlarından ve rûh vâsıtası ile taraf-ı ilâhîden ve akldan, melekden,<br />

hâfızadan, nefsden ve şeytândan gelen te’sîrlerin toplandığı bir merkezdir. Kalb,<br />

akla uyunca, nefsin yaratılmış olması, insanların sonsuz ni’metlere kavuşmalarına<br />

mâni’ olmaz. (Herkese Lâzım Olan Îmân) 64.cü sahîfeye bakınız! Kalbin nefse<br />

aldanmaması, ona uymaması, nefs ile (Cihâd-ı ekber) olur. Allahü teâlâ, cihâd<br />

edenlere, Cennetde yüksek dereceler vereceğini bildiriyor. Nefs, insanların cihâd<br />

sevâbına kavuşmalarına, meleklerden üstün olmalarına sebeb olmakdadır.]<br />

14 — Allahü teâlânın rahmeti, şefkati dünyâda mü’minlere ve kâfirlere, herkese<br />

birlikde yetişdiği ve herkesin çalışmasına ve iyiliklerine dünyâda karşılığını verdiği<br />

hâlde, âhıretde kâfirlere merhametin zerresi bile yokdur. Nitekim Hûd sûresi,<br />

onbeşinci âyetinde meâlen, (Görüşleri kısa, aklları eksik olanlar, âhıreti düşünmeyip<br />

her iyiliği, şöhret, mevkı’ ve hurmet gibi dünyâ râhatlıklarını ve lezzetlerini<br />

kazanmak için yapıyor. Bu yapdıklarının karşılıklarını dünyâda kendilerine temâmen<br />

verir, umduklarından birini esirgemeyiz. Bunların âhıretdeki kazançları,<br />

yalnız Cehennem ateşidir. Çünki, iyiliklerinin karşılıklarını almışlardır. Alacakları<br />

yalnız, bozuk niyyetlerinin karşılığı olan, Cehennem ateşi kalmışdır. Hırs ve<br />

şehvetleri için, gösteriş için yapdıkları iyilikleri âhıretde kendilerine yaramıyacak,<br />

bunları Cehennemden kurtaramıyacakdır) buyuruldu.<br />

İsrâ sûresinde, onsekizinci âyetinde meâlen, (Görüşleri ve aklları, bu dünyâ çerçevesine<br />

sıkışmış olanlar, âhıreti bırakarak dünyânın çabuk geçici zevklerinin arkasında<br />

koşuyor. Gece gündüz düşündükleri ve sıkıntılara katlanarak özledikleri<br />

bu ni’metlerden, dilediğimizi, istediklerimize kolaylıkla ve bol bol veririz. Fekat,<br />

bunlara böylece iyilik etmiyoruz. Cehennem azâbını hâzırlıyoruz. Bunlar<br />

âhıretde rahmetden uzaklaşdırılıp, kötü bir hâlde, Cehenneme sürükleneceklerdir.<br />

Herbiri çabuk biten ve arkasından sıkıntılar ve felâketler bırakan bu dünyâ lezzetlerine<br />

bağlanmayıp da, va’d etdiğim sonsuz ve hakîkî ve hiç değişmeyen âhıret<br />

ni’metlerini istiyerek, gösterdiğim ve beğendiğim iyilikleri yapanlara gelince,<br />

bunlar, Kur’ân-ı kerîmde bildirdiğim yolda yürüdükleri için, bütün iyiliklerini<br />

beğeniriz. Dünyâda, hem dünyânın âşıklarına, hem de sözlerime inanıp emrlerimi<br />

yapanlara istediklerini veririz. Kimseyi umduğundan mahrûm bırakmayız.<br />

Ni’metlerimizi hepsine serperiz. Senin Rabbinin ni’metlerinin yetişmediği kimse<br />

yokdur) buyuruldu.<br />

15 — Muhammed aleyhissalâtü vesselâma tâm ve kusûrsuz tâbi’ olabilmek<br />

için, Onu tâm ve kusûrsuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, Onun düşmanlarını<br />

düşman bilmek, Onu beğenmeyenleri sevmemekdir. Muhabbete müdâhene,<br />

ya’nî gevşeklik sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı birşey<br />

yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. İki zıd şeyin muhabbeti bir kalbde, bir<br />

arada yerleşemez. İki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı îcâb eder.<br />

Bu dünyâ ni’metleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır.<br />

Âhıretde ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyâda iken kazanılır. Bu birkaç günlük<br />

hayât, eğer dünyâ ve âhıretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisse-<br />

– 32 –


lâma tâbi’ olarak geçirilirse, se’âdet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. Yoksa<br />

Ona tâbi’ olmadıkça, herşey, hiçdir. Ona uymadıkça, her yapılan hayr, iyilik, burada<br />

kalır, âhıretde ele birşey geçmez.<br />

16 — Muhammed Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, mahbûb-i Rabbil’âlemîndir.<br />

Ya’nî Allahü teâlânın sevgilisidir. Her şeyin en iyisi, sevgiliye verilir.<br />

[Seyyid Abdülhakîm efendi buyurdu ki: (Her Peygamber, kendi zemânında, kendi<br />

mekânında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed<br />

“aleyhisselâm” ise, her zemânda, her memleketde, ya’nî dünyâ yaratıldığı günden,<br />

kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en<br />

üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu güç birşey değildir.<br />

Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmışdır. Hiçbir insanın<br />

Onu medh edecek gücü yokdur. Hiçbir insanın, Onu tenkîd edecek iktidârı yokdur).<br />

Allahü teâlânın, (Sen olmasaydın, gökleri yaratmazdım!) buyurduğu, (Ma’rifetnâme)<br />

önsözünde ve (Mevâhib-i ledünniyye)nin 6. cı ve 13. cü ve (Envâr-ı Muhammediyye)nin<br />

13. cü ve 15. ci sahîfelerinde yazılıdır. İmâm-ı Rabbânînin (Mektûbât)ının<br />

üçüncü cildindeki, 122. ci ve 124. cü mektûblarında da yazılıdır.]<br />

17 — Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür görünmez bütün iyilikleri,<br />

bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, sevgilisinde toplamışdır. Meselâ, insanların<br />

en güzel yüzlüsü ve gâyet nûrânî benizlisi idi. Mubârek yüzü, kırmızı ile karışık<br />

beyâz olup, ay gibi nûrlanırdı. Sözleri gâyet tatlı olup, gönülleri alır, rûhları<br />

cezb ederdi. Aklı o kadar çokdu ki, Arabistân yarım adasında, sert, inâdcı insanlar<br />

arasında gelip, çok güzel idâre ederek ve cefâlarına sabr ederek, onları yumuşaklığa<br />

ve itâ’ate getirdi. Çoğu dinlerini bırakıp müslimân oldu ve dîn-i islâm yolunda<br />

babalarına ve oğullarına karşı harb etdi. Onun uğrunda mallarını, yurtlarını<br />

fedâ edip, kanlarını akıtdı. Hâlbuki, böyle şeylere alışık değildiler. Güzel huyu,<br />

yumuşaklığı, afvı, sabrı, ihsânı, ikrâmı, o kadar çokdu ki, herkesi hayrân bırakırdı.<br />

Görenler ve işitenler seve seve müslimân olurdu. Hiçbir hareketinde, hiçbir işinde,<br />

hiçbir sözünde, hiçbir zemân, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusûr görülmemişdir.<br />

Kendisi için kimseye gücenmediği hâlde, din düşmanlarına, dîne dil ve el uzatanlara<br />

karşı sert ve şiddetli idi. Herkese karşı yumuşak olmasaydı, Peygamberlik heybetinden,<br />

büyüklük hâllerinden, kimse yanında oturmağa ve sözünü dinlemeğe tâkat<br />

getiremezdi.<br />

Kimseden birşey okumamış, öğrenmemiş, hiç yazı yazmamış iken ve seyâhat etmeyen<br />

ve geçmişlerden ve etrafdakilerden haberi olmayan insanlar arasında hâsıl<br />

olmuş iken, Tevrâtda ve İncîlde ve bütün başka kitâblarda yazılı şeyleri bildirdi.<br />

Geçmişlerin hâllerinden haber verdi. Her dinden, her meslekden ileri gelenlerin<br />

hepsini huccet ve burhânlar söyliyerek susdurdu. En büyük mu’cize olarak<br />

Kur’ân-ı kerîmi ortaya koydu ki, altıbinikiyüzotuzaltı âyetinden biri gibi söyliyemezsiniz<br />

diye meydân okuduğu hâlde, kimse, bindörtyüz bu kadar seneden beri,<br />

dünyânın her tarafında bütün islâm düşmanları elele vererek, mallar, servetler dökerek<br />

uğraşdıkları hâlde, söyliyemedi. Şimdi de, milyonlar dökerek ve yehûdî, papas,<br />

mason güçlerini kullanarak, çalışdıkları hâlde söyliyemiyorlar. Hele o zemân,<br />

arablarda, şi’r, edebiyyât, fesâhat ve belâgat, herşeyden ileri gidip en güvendikleri<br />

başarıları olduğu hâlde, Kur’ân-ı kerîm karşısında, birşey söyliyemediler.<br />

Kur’ân-ı kerîme böyle galebe çalamayınca, çokları insâfa gelip müslimân oldu. Îmân<br />

etmeyenleri de, islâmiyyetin yayılmasını önlemek için, döğüşmeğe mecbûr oldu.<br />

Kur’ân-ı kerîmde kimsenin yapamıyacağı, söyliyemiyeceği şeyler sayılamıyacak<br />

kadar çokdur. Burada altısını bildirelim:<br />

Birincisi: Îcâz ve belâgatdır. Ya’nî az söz ile ve pürüzsüz ve kusûrsuz olarak, çok<br />

şey anlatmakdır.<br />

İkincisi: Harfleri ve kelimeleri, arab harflerine ve kelimelerine benzediği hâl-<br />

– 33 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:3


de, âyetler, ya’nî sözler ve cümleler, onların sözlerine ve şi’rlerine ve hutbelerine<br />

hiç benzemiyor. Kur’ân-ı kerîm, insan sözü değildir. Allah kelâmıdır. Kur’ân-ı kerîmin<br />

yanında onların sözleri, cam parçalarının elmasa benzemesi gibidir. Dil<br />

mütehassısları bunu pek iyi görüyor ve teslîm ediyor.<br />

Üçüncüsü: Bir insan, Kur’ân-ı kerîmi ne kadar çok okursa okusun bıkmıyor,<br />

usanmıyor. Arzûsu, hevesi, sevgisi ve zevkı artıyor. Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîmin tercemelerinin<br />

ve başka şekllerde yazmalarının ve diğer bütün kitâbların okunmasında,<br />

böyle arzû ve lezzet artması olmuyor. Usanç hâsıl oluyor. Yorulmak başkadır,<br />

usanmak başkadır.<br />

Dördüncüsü: Geçmiş insanların hâllerinden bilinen ve bilinmeyen birçok şey<br />

Kur’ân-ı kerîmde bildirilmekdedir.<br />

Beşincisi: İlerde olacak şeyleri bildirmekdedir ki, bunlardan çoğu zemânla<br />

meydâna çıkmış ve çıkmakdadır.<br />

Altıncısı: Kimsenin hiçbir zemânda, hiçbir sûretle bilemiyeceği ilmlerdir ki, Allahü<br />

teâlâ, ulûm-i evvelîni ve âhırîni Kur’ân-ı kerîmde bildirmişdir.<br />

Kur’ân-ı kerîmin mu’cize olduğu (Hakîkat Kitâbevi)nin türkçe ve ingilizce<br />

neşr etdiği (Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbında çok güzel îzâh edilmekdedir.<br />

Demek oluyor ki, büyük bir şehrde, herkesin arasında doğup, yetişmiş, kırk sene<br />

birlikde yaşayıp, bir kitâb okumamış, seyâhat etmemiş, şi’r söylememiş ve<br />

nutk vermemiş iken, birdenbire, kimsenin söyliyemiyeceği ve altısını bildirdiğimiz<br />

incelikleri ile, her sözün ve her kitâbın üstünde bir kitâb getiren ve güzel huyları<br />

ve üstün hâlleri ile, bütün insanların ve Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim<br />

ecma’în”, her bakımdan en iyisi olan bir kimsenin, Allahü teâlânın sevgili Peygamberi<br />

olduğu, akl ve vicdân sâhibleri için, pek açık bir hakîkatdir.<br />

18 — Ona tâbi’ olmak (Ahkâm-ı islâmiyye)yi beğenip, seve seve yapmak ve<br />

Onun emrlerini ve islâmiyyetin kıymet verdiği, üstün tutduğu şeyleri ve âlimlerini,<br />

sâlihlerini büyük bilip, hurmet etmekdir ve Onun dînini yaymağa uğraşmak demekdir<br />

ve Allahü teâlânın emrlerine uymak istemeyenleri sevmemekdir.<br />

[Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Hepiniz bir sürünün<br />

çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emrleriniz<br />

altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara müslimânlığı öğretmelisiniz!<br />

Öğretmez iseniz mes’ûl olacaksınız). Bir kerre de buyurdu ki, (Çok müslimân<br />

evlâdı, babaları yüzünden Veyl ismindeki Cehenneme gideceklerdir. Çünki,<br />

bunların babaları, yalnız para kazanmak ve keyf sürmek hırsına düşüp ve yalnız<br />

dünyâ işleri arkasında koşup, evlâdlarına müslimânlığı ve Kur’ân-ı kerîmi<br />

öğretmediler. Ben böyle babalardan uzağım. Onlar da, benden uzakdır. Çocuklarına<br />

dinlerini öğretmiyenler, Cehenneme gideceklerdir). Yine buyurdu ki, (Çocuklarına<br />

Kur’ân-ı kerîm öğretenlere veyâ Kur’ân-ı kerîm hocasına gönderenlere, öğretilen<br />

Kur’ânın her harfi için, on kerre Kâ’be-i mu’azzama ziyâreti sevâbı verilir<br />

ve kıyâmet günü, başına devlet tâcı konur. Bütün insanlar görüp imrenir). Yine<br />

buyurdu ki, (Çocuklarınıza nemâz kılmasını öğretiniz. Yedi yaşına gelince, nemâzı<br />

emr ediniz. On yaşına gelince kılmazlar ise, döverek kıldırınız). Yine buyurdu<br />

ki, (Bir müslimânın evlâdı ibâdet edince, kazandığı sevâb kadar, babasına da<br />

verilir. Bir kimse, çocuğuna fısk, günâh öğretirse, bu çocuk ne kadar günâh işlerse,<br />

babasına da o kadar günâh yazılır). İbni Âbidîn nemâzın mekrûhları sonunda<br />

buyuruyor ki, (Kendinin yapması harâm olan şeyi çocuğa yapdıran kimse, harâm<br />

işlemiş olur. Oğluna ipek elbise giydiren, altın takan ve içki içiren, kıbleye karşı<br />

abdest bozduran, kıbleye ayak uzatmasına sebeb olan kimse, günâh işlemiş olur).<br />

(Mürşid-ün-nisâ)daki hadîs-i şerîfde, (Zevcesinin ve çocuklarının haklarını îfâ etmiyenin<br />

nemâzları, orucları kabûl olmaz) buyuruldu.<br />

İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh”, (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında buyuruyor ki,<br />

– 34 –


(Meselâ kızların, kadınların açık gezmeleri harâmdır. İnce, dar, süslü, renkli şeylerle<br />

örtünerek gezmeleri de harâmdır. Böyle gezenler, Allahü teâlâya âsî oldukları,<br />

günâha girdikleri gibi, bunların başında bulunan, baba, zevc, birâder ve amcadan<br />

hangisi, böyle gezmeğe rızâ verir ise, bu da, ısyân ve günâhda ortak olur).<br />

Dîn-i islâmın temeli, îmânı, farzları ve harâmları öğrenmek ve öğretmekdir. Allahü<br />

teâlâ, Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bunun için göndermişdir.<br />

Gençlere bunlar öğretilmediği zemân, islâmiyyet yıkılır, yok olur. Allahü teâlâ,<br />

müslimânlara (Emr-i ma’rûf) yapmağı emr ediyor. Ya’nî, benim emrlerimi, bildiriniz,<br />

öğretiniz diyor ve (Nehy-i anilmünker) emr ediyor. Ya’nî, yasak etdiğim<br />

harâmları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız, diyor.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Birbirinize müslimânlığı<br />

öğretiniz. Emr-i ma’rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza<br />

musallat eder ve düâlarınızı kabûl etmez). Ve buyurdu ki, (Bütün ibâdetlere verilen<br />

sevâb, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su<br />

gibidir. Gazânın sevâbı da, emr-i ma’rûf ve nehy-i anilmünker sevâbı yanında, denize<br />

nazaran bir damla su gibidir). İbni Âbidîn, beşinci cild sonunda (Fıkh âliminin<br />

müslimânlara sağladığı fâidenin sevâbı, cihâd sevâbından çokdur) diyor.<br />

Hülâsa evlâd, ana baba elinde bir emânetdir. Çocukların temiz kalbleri kıymetli<br />

bir cevher gibidir. Mum gibi, her şekli alabilir. Küçük iken, hiçbir şekle girmemişdir.<br />

Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun meyvesi<br />

hâsıl olur. Çocuklara îmân, Kur’ân ve Allahü teâlânın emrleri öğretilir ve yapmağa<br />

alışdırılırsa, din ve dünyâ se’âdetine ererler. Bu se’âdetde anaları, babaları<br />

ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alışdırılmaz ise, bedbaht olurlar.<br />

Yapacakları her fenâlığın günâhı, ana, baba ve hocalarına da verilir. Tahrîm<br />

sûresinde altıncı âyet-i kerîmenin meâl-i şerîfi, (Kendinizi ve evlerinizde ve emrlerinizde<br />

olanları ateşden koruyunuz!)dur. Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden<br />

koruması, dünyâ ateşinden korumasından dahâ mühimdir. Cehennem ateşinden<br />

korumak da, îmânı ve farzları ve harâmları öğretmekle ve ibâdete alışdırmakla<br />

ve dinsiz, ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün fenâlıkların başı,<br />

fenâ arkadaşdır.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Bütün çocuklar müslimânlığa uygun<br />

ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları hıristiyan, yehûdî<br />

ve dinsiz yapar) sözü ile müslimânlığın yerleşdirilmesinde ve yok edilmesinde<br />

en mühim işin, gençlikde olduğunu bildiriyor. O hâlde, her müslimânın birinci<br />

vazîfesi, evlâdına islâmiyyeti ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmekdir. Evlâd, büyük<br />

ni’metdir. Ni’metin kıymeti bilinmezse, elden gider. Bunun için (Pedagogie),<br />

ya’nî çocuk terbiyesi, islâm dîninde çok kıymetli bir ilmdir.<br />

İslâm dînine karşı olanlar da, bu mühim noktayı anladıkları içindir ki, asrımızın<br />

en tehlükeli dinsizlik ocağı olan mason ve komünistler, (Gençliğin ele alınması<br />

birinci hedefimizdir. Çocukları dinsiz olarak yetişdirmeliyiz) diyorlar. Masonlar,<br />

İslâmiyyeti yok etmek ve Allahü teâlânın emrlerinin öğretilmesini ve yapdırılmasını<br />

engellemek için (Gençlerin kafalarını yormamalıdır. Din bilgilerini büyüyünce<br />

kendileri öğrenirler) ve (Hepimiz bütün kudretimiz ile, îmân hürriyyeti<br />

fikrini dünyâya yaymağa sarılmalıyız ve localarımızda verdiğimiz kararları her memlekete<br />

yerleşdirmeliyiz. Din kardeşliğini yok edip, bunun yerine mason kardeşliği<br />

getirmeliyiz. Dinleri yok etmekden ibâret olan mukaddes gâyemize, bu sûretle<br />

kavuşacağız) diyorlar.<br />

O hâlde, müslimânlar din câhillerinin hîlelerine, yalanlarına aldanmamalı, onların<br />

okşayıcı, aldatıcı, yardımsever sözlerine inanmamalıdır. Müslimânlar, birbirlerine<br />

(Emr-i ma’rûf) eder ve (Nehy-i münker) eder.<br />

Bugün, her memleketde gençlere, kemiklerinin, adalelerinin, ellerinin, ayaklarının,<br />

hâsılı her uzvunun kuvvetlenmesi, güzelleşmesi ve âhenkli olması için, be-<br />

– 35 –


den hareketleri, kültür-fizik öğretiliyor ve yapdırılıyor. Beyin çalışmalarının ve rûhî<br />

fe’âliyyetlerinin inkişâf etmesi ve tâzelenmesi için hesâb, hendese, psikoloji kâideleri<br />

ve tatbîkâtı ve kanlarını harekete getirerek hücrelerini temizletecek ekzersiz<br />

fizikler ezberletiliyor ve yapdırılıyor. Bütün bunlar ve dünyâ işlerinde lâzım olacak<br />

bilgiler, bir ders ve vazîfe hâline konup çalışdırılırken, dünyâ ve âhıretin hakîkî<br />

se’âdetini ve insanların râhat, huzûr ve her dürlü inkişâf ve terakkîlerini ve Allahü<br />

teâlânın rızâsını ve sevgisini kazandıracak olan îmânın, islâmın, farzların, vâciblerin<br />

ve sünnetlerin ve halâlin öğretilmesi ve yapdırılması ve harâmların ve kâfirliğe<br />

sebeb olan şeylerin öğretilip, bunlardan sakınılması bir kabâhat ve vicdânlara<br />

tecâvüz şeklinde gösterilir ise, doğru mu olur? Bugün, bütün hıristiyan memleketlerinde,<br />

bir çocuk dünyâya gelir gelmez, buna kendi dinlerinin îcâblarını<br />

yapıyorlar. Her yaşdaki insanlara, yehûdîliği ve hıristiyanlığı titizlikle aşılıyorlar.<br />

Müslimânların îmânlarını, dinlerini çalmak ve yok etmek ve onları da, hıristiyan<br />

yapmak için, sandık doluları kitâb, broşür ve sinema filmlerini islâm memleketlerine<br />

gönderiyorlar. Meselâ, hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmı, Allahü teâlânın [hâşâ]<br />

oğlu sanıyor ve Allahü teâlâya (Baba), (Allah baba) diyorlar. Yazdıkları romanlarda<br />

ve filmlerde, (Allah baba bizi kurtarır) gibi şeyler söylüyorlar. Hâlbuki,<br />

Allahü teâlâya (Baba), (Allah baba) diyen kimsenin îmânı gider, kâfir olur. Müslimânlar,<br />

böyle hîleli filmlere gitmemeli, romanları okumamalıdır. İşte bunun gibi,<br />

dahâ nice yollarla, gençliğin îmânını, sinsice çalıyorlar. Bu uğraşmalarına, insanlığa<br />

hizmet, demokrasi rejiminin bahş etdiği bir hak ve hürriyyet diyorlar da,<br />

bir müslimânın, bir din kardeşine, Allahü teâlânın emrlerini hâtırlatmasına, din propagandası,<br />

gericilik ve vicdân hürriyyetine tecâvüz denirse, haksızlık olmaz mı?<br />

Müslimân olmıyanların, müslimânlığa karşı nazariyyeler, fikrler yürütmesi,<br />

gâyet tabî’î karşılanıp da, müslimânların, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin bildirdikleri<br />

hakîkî, doğru müslimânlıkdan bahs etmesine ve Muhammed aleyhisselâmın ışıklı<br />

yolunu göstermesine irticâ’, te’assub, gericilik ve yobazlık gibi ismler takarak,<br />

cürm, bölücülük şeklini vermeğe, bu ma’sûmları, lekelemeğe kalkışmak, bir gericilik,<br />

bir yobazlık, bir te’assub değil midir? Bu temiz rûhlu, ileriyi görüşlü, ilme,<br />

ahlâka, fenne, fazîlete koşan fâideli insanlara ibtidâî, gayr-ı tabî’î adam demek ve<br />

müslimânlığı beğenmiyenlere asrî, aydın ve uyanık insan demek, bir kin ve bozgunculuk<br />

olmaz mı? Bir tarafdan, din serbestdir, Allah ile kul arasına girilmez, herkes<br />

vicdânının ilhâmına göre Allahını tanır ve tapar sözünü ileri sürerek, Emr-i<br />

ma’rûfu ve Nehy-i münkeri durdurup, ecdâdımızdan mîrâs kalan îmânımızı söndürmeğe<br />

çalışıp, diğer tarafdan, müslimânlığı bozmak, yok etmek için, (Yahova<br />

şâhidleri) denilen misyonerlerin, hîleler ve plânlar ile hâzırladıkları zehrli kitâb ve<br />

mecmû’alar, yaldızlı i’lânlarla, reklâmlarla gençliğin önüne sürülürse, müslimânlar<br />

incinmez mi?<br />

Kâfirler, müslimânlığı dünyâdan kaldırmağa uğraşıyor, bu çalışmalarında öncülüğü<br />

ingilizler yapıyor. Bütün gayretlerine rağmen, gençlerin, müslimânlığı<br />

merâk edip araşdırmağa başlamasına bile, tehammül edemiyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sözleri kulaklarına gelince, tepeden<br />

tırnağa kadar gayz, kin ve intikâm ateşi ile kızıyorlar. Mecmû’alarında, gazetelerinde,<br />

televizyonlarında sarık, tesbîh, sakal resmleri yaparak, hortlatılan kara<br />

kuvvet: İrticâ’, diyorlar. Îmânsızlıklarının cezâsı olarak, vücûdları ve rûhları, Cehennem<br />

ateşinde, sonsuz yanacağı gibi, habîs rûhları, dünyâda da, böyle kızıp yanmakdadır.<br />

Böyle gazete ve televizyon çok zararlıdır.<br />

Müslimânlar, birbirine hurmet eder, yardıma koşar. Din yolunda ve dünyâ işlerinde<br />

sıkıntıda görünce kurtarırlar. Ramezân-ı şerîfe, oruc tutanlara, câmi’lere, ezâna,<br />

nemâz kılanlara, Allah yolunda yürüyenlere sevgi ve saygı gösterir. Kur’ân-ı kerîm<br />

okunurken, sessizce ve saygı ile dinlerler. Kur’ân-ı kerîmi her kitâbın üstünde<br />

bulundurup, üstüne birşey koymazlar. Çalgı ve içki âlemlerinde, oyun arasın-<br />

– 36 –


da, eğlence yerlerinde okumazlar. Uygunsuz okunurken, susduramazlar ise, dinlemeyip<br />

uzaklaşırlar. Kur’ân-ı kerîmi veyâ yapraklarını veyâ satırlarını veyâ kelimelerini<br />

ve bütün muhterem ve mubârek ismleri ve yazıları, hakîr ve aşağı yerlerde<br />

görünce, kalbleri sızlayıp hemen kaldırırlar. Kul ve hayvan haklarını gözetirler.<br />

Kâfirlerin, turistlerin de mallarına, canlarına ve ırzlarına saldırmazlar. Vergilerini<br />

zemânında öderler. Kanûnlara karşı gelmezler. İslâmın güzel ahlâkı ile yaşıyarak<br />

herkesin sevgi ve saygısını toplarlar. Kâfirler ise, Kur’ân-ı kerîmi ve mevlidi<br />

ve bütün mubârek ismleri ve yazıları, hurmetden, kıymetden düşürmeğe çalışır.<br />

Bunları, Allahü teâlânın yasak etdiği yerlerde ve şekllerde okurlar ve okuturlar.<br />

Müslimânlığın aşağı gördüğü, pis dediği şeyler arasına yazarlar. Paketlerde,<br />

eğlence masalarında, örtü olarak kullanılmaları ve horlanılmaları ve yerlerde<br />

sürüklenmeleri için, mecmû’alara, kâğıd parçalarına ve gazetelere basarlar. Temsillerde,<br />

mizâhlarda, komedilerde, karikatürlerde, filmlerde, plâklarda, televizyonlarda<br />

ve radyolarda, müslimânlarla ve din büyükleri ile ve Allahü teâlânın emrleri<br />

ile alay ederler. Bütün buralarda müslimân olarak pis, gülünç bir serseriyi gösterirler.<br />

Ya’nî, müslimânları ve müslimânlığı tahkîr ederek, onu sevimsiz ve nefrete<br />

şâyân olarak tanıtırlar. Müslimân büyüklerine ve müslimânlığın büyük tanıdığı<br />

şeylere çirkin ismler takarlar. Müslimânlar, bu gibi gösterileri ve sözleri ve yazıları<br />

ve gazeteleri görmeğe, dinlemeğe gitmemeli ve almamalı ve okumamalıdır.<br />

Îmânlarını çaldırmamak için, çok uyanık olmalıdır. Bir din âlimini beğenmiyen veyâ<br />

bir din kitâbını kusûrlu, hatâlı bulan bir kimse, eğer nemâz kılıyor, oruc tutuyor,<br />

harâmlardan sakınıyor ise, bu kimsenin sözü veyâ yazısı incelenmeğe, o âlim<br />

veyâ kitâb üzerinde durulmağa değer. Din kitâbına, din adamına, dil uzatan kimse,<br />

ibâdet yapmıyor ve harâmdan sakınmıyor ise, onun sözünün bir iftirâ, bir din<br />

düşmanlığı olduğunu anlamalı ve inanmamalıdır. Din adamlarını “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyhim ecma’în”, din kitâblarını lekelemek, bugün din düşmanlarının âdeti ve<br />

silâhı olmuşdur. Âlimin kıymetini ancak âlim anlar. Gülün kıymetini bülbül, altının<br />

ayârını kuyumcu, incinin hâlisini de ancak kimyâger anlar.<br />

Müslimânlar, Allahü teâlânın yasak etdiği, zararlı şeyleri almaz, kullanmaz, dinlemez,<br />

okumaz ve bakmaz. Kimseye kötülük yapmaz. Kendine zarar verene karşılık<br />

yapmaz. Sabr eder. Ona tatlı dil ile, güler yüz ile nasîhat verir. Müslimânlar,<br />

Allahü teâlânın emr etdiği iyi şeyleri öğrenmek, öğretmek ve yapmak için uğraşır.<br />

Fen bilgilerini kâfirlerde de araşdırır. Târîh boyunca, insanlığın üstün bir varlık<br />

olduğunu düşünemiyenler, islâm dînine düşmanlık etmiş, gençleri aldatmağa<br />

uğraşmış ve hiç ummadıkları bir zemânda yıkılıp, o, sımsıkı sarıldıkları dünyâ zevklerini<br />

bırakmış, Cehenneme gitmişlerdir. Çoğunun ismi unutulmuş, nâm ve nişanları<br />

kalmamış, fekat islâm güneşi nûrunu dünyâya yaymağa devâm etmişdir.<br />

Kâfirler, dünyânın dışı tatlı, içi acı olan ve dışı yaldızlı, içi zehrli olan ve başlangıcı<br />

hoş, sonu boş olan râhatlığına ve güzelliğine sarılıyor. Müslimânlar, Kur’ân-ı<br />

kerîmin emrlerine, ya’nî Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yoluna sarılmalı<br />

ve bu ışıklı yolda ilerlemeğe durmadan çalışmalıdır. Dinde sonradan meydâna<br />

çıkan, din düşmanları, (Dinde reformcular) tarafından ve câhil, ahmak kimseler<br />

tarafından uydurulan, bid’atlerden sakınmalıdır.]<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Bid’at sâhibi olanlara, [ya’nî<br />

Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında ve onun dört halîfesi zemânlarında<br />

bulunmayıp da, dinde sonradan meydâna çıkarılan, uydurulan sözleri,<br />

yazıları, usûlleri ve işleri, ibâdet olarak, inananlara, yapanlara ve yapdıranlara]<br />

hurmet eden, dirilerini ve ölülerini medh eden, bunları büyük bilen, dîn-i islâmı<br />

yıkmağa, dünyâdan kaldırmağa yardım etmiş olur) buyuruyor.<br />

Her müslimân, hem îmânını korumağa, kapdırmamağa çalışmalı, hem de, Allahü<br />

teâlâya ve Onun Peygamberine inanmıyan kâfirleri sevmemelidir. [Fekat, sevmediklerine<br />

de, kötülük, zulm yapmamalı, kâfirlere ve bid’at sâhiblerine tatlı dil<br />

– 37 –


ve güler yüz ile nasîhat etmelidir. Onların felâketden kurtulmalarına, se’âdete kavuşmalarına<br />

çalışmalıdır.] Mazher-i Cân-ı Cânân buyuruyor ki, (Kâfirleri ve bid’at<br />

sâhiblerini ve açıkca günâh işlemeğe devâm eden fâsıkları sevmememiz emr olundu.<br />

Bunlarla konuşmamalı, evlerine, toplantılarına gitmemeli, selâm vermemeli,<br />

arkadaşlık yapmamalıdır. Zarûret ve ihtiyâc olduğu zemân, zarûret mikdârı kadar,<br />

bu yasaklara izn verilmişdir. Bu zemân, onlarla ihtilât câiz olur ise de, kalbin yine<br />

onları sevmemesi lâzımdır).<br />

Cihâd, câhil ana, babaların ve dünyâ çıkarları için uğraşan papasların ve keyfleri,<br />

zevkleri için zulm, işkence yapan şeflerin aldatdığı, inletdiği insanları küfrden,<br />

felâket yolundan kurtarmak, onları güç kullanarak, islâm ile şereflendirmekdir. Cihâd,<br />

küfr, işkence ve kötülük içinde yetişdirilmiş, karanlığa atılmış zevallıları, islâm<br />

ışığı ile aydınlanmalarına mâni’ olan diktatörlerin, sömürücülerin zararlarını<br />

yok etmek için, cânını, malını fedâ etmekdir. İnsanları, sonsuz Cehennem azâbından<br />

kurtarmak, sonsuz Cennet ni’metlerine kavuşdurmak için, zor kullanmakdır.<br />

Cihâdı ferdler değil, devlet yapar. Ferdlerin başkalarına saldırmalarına cihâd<br />

değil, çapulculuk, barbarlık denir. Cihâda katılamıyanın, mücâhidlere düâ etmesi<br />

farzdır. Kâfirler, cihâd sâyesinde zâlimlerin işkencelerinden kurtularak îmân<br />

ile şereflenir. İslâmiyyeti duyup, anladıkdan sonra, îmân etmiyenlerden, islâm devletinin<br />

adâleti altında yaşamağı kabûl edenlerin dînine, cânına, mâlına dokunulmaz.<br />

Bunlar, islâmın adâleti, şefkati altında hür ve râhat yaşar. Cihâd sâyesinde,<br />

hiçbir kâfir, işitmedim, bilseydim inanırdım diyemiyecekdir. Müslimânların cihâd<br />

etmek için çalışması, kuvvetlenmesi farzdır. Çalışmaz, cihâd etmezse, bütün insanlığa<br />

büyük kötülük etmiş olur.<br />

19 — (Kimyâ-i se’âdet) kitâbı, beşinci aslında diyor ki: Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Îmânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, müslimânları<br />

sevmek ve müslimânlara düşmanlık edenleri sevmemekdir). Cenâb-ı Hakkın Îsâ<br />

aleyhisselâma emr-i ilâhîsinin meâl-i şerîfi, (Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün<br />

mahlûkların ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikce ve düşmanlarıma<br />

düşmanlık etmedikce, hiç fâidesi olmaz)dır. Her mü’min, Allahü teâlâya düşman<br />

olanları sevmemeli, islâmiyyete yapışanları sevmelidir. Bunu sözlerinde ve mümkin<br />

ise, hareketlerinde belli etmelidir. Âsî ve fâsıklarla arkadaşlık etmemeli, fıskı<br />

çok olanlardan, çok kaçınmalıdır. Zâlimlerden, müslimânlara eziyyet edenlerden<br />

dahâ ziyâde kaçınmalıdır. Fekat, yalnız kendisine zulm edenleri afv ve zulmlerine<br />

sabr etmek lâzımdır ve çok iyidir. Büyüklerimizden ba’zıları, fâsıklara ve zâlimlere<br />

çok sert davranırdı. Ba’zıları da, hepsine şefkat ve merhamet gösterip, nasîhat<br />

ederdi. Ya’nî her şeyin kazâ ve kader ile olduğunu düşünerek, fâsıklara ve<br />

zâlimlere acırlardı. Bu hâl, büyük ve kıymetli ise de, câhiller, ahmaklar, burada aldanır.<br />

Îmânları za’îf ve islâmiyyete uymakda gevşek olanlar, kendilerini Allahü teâlânın<br />

kazâ ve kaderine râzı sanır. Hâlbuki, bu rızâ ve bağlılığın alâmeti vardır: Bir<br />

kimseyi döverler, malını alırlar, hakâret ederler de, hiç kızmaz, bunları afv eder,<br />

acırsa, kazâya rızâsı olduğu anlaşılır. Fekat, kendine yapılanlara kızıp da, Allahü<br />

teâlâya karşı gelenlere acıyarak, kaderleri böyle imiş derse, dinde gevşeklik, münâfıklık<br />

ve ahmaklık etmiş olur. İşte, kazâ ve kaderi bilmiyenlerin, fâsıklara ve kâfirlere<br />

acımaları ve bunlara muhabbet etmeleri, îmânlarının sağlam olmadığına alâmetdir.<br />

İslâmiyyete karşı duranları ve müslimânlara düşman olanları sevmemek,<br />

bunları düşman bilmek farzdır. Cizye vermeği kabûl edenleri de, sevmemek farzdır.<br />

Mücâdele sûresinin son âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe<br />

îmân edenler, Allahü teâlânın ve resûlünün düşmanlarını sevmezler. O kâfirler ve<br />

münâfıklar, mü’minlerin anaları, babaları, oğulları, kardeşleri ve başka yakınları<br />

olsa da, bunları sevmezler. Böyle olan mü’minleri Cennete koyacağım) buyuruldu.<br />

Kâfirlere i’timâd ederek, bunları müslimânların başına ta’yîn etmek, müslimân-<br />

– 38 –


lığı aşağılamak olup büyük günâhdır. Bid’at sâhiblerini, ya’nî müslimân görünüp,<br />

müslimânların îmânlarını bozmak istiyenleri sevmemek, selâmlarını bile almamak,<br />

bunların zararlarını müslimânlara duyurmak lâzımdır. Îmânı olup ve<br />

ibâdet edip ve günâhlardan kaçıp da, yalancı şâhidlik, haksız hâkimlik, yalan,<br />

dedikodu, iftirâ, alay gibi hareket ve söz ve yazıları ile müslimânları incitenlerle<br />

konuşmamak, sevişmemek lâzımdır. Îmânı olup da ibâdet etmiyenlere, fâiz almak<br />

ve vermek, alkollü içkileri içmek, kumar oynamak gibi harâm işliyen, fekat müslimânları<br />

incitmiyen fâsıklara karşı yumuşak davranıp, nasîhat etmeli, yola gelmezlerse,<br />

selâm vermemeli, görüşmemeli, fekat hasta olunca ziyâret etmeli ve selâmına<br />

cevâb vermelidir. [Söz ile, yazı ile ve kaba kuvvet ile müslimânlara saldırmayan<br />

kâfirlere tatlı söz, güler yüz göstermeli, kimseye kötülük yapmamalıdır.]<br />

20 — İslâmiyyet karşısında, kâfirler dürlü yollar tutmuş, kollara ayrılmış ise de,<br />

iki kısmda toplanırlar: Birinci kısmdakiler, dünyâ işlerini ve ibâdetlerini yapıp müslimânlara<br />

saldırmaz. Bunlar, islâmın kuvveti ve büyüklüğü karşısında, küçüklüklerini<br />

anlamış, cizye vermeği kabûl ederek islâmın hâkimiyyetine ve adâletine sığınmışdır.<br />

Bu kâfirlere (Ehl-i zimmet) veyâ (Zimmî) denir. Böyle kâfirleri sevmemek,<br />

düşman bilmek lâzım ise de, bunlara eziyyet etmek, kalblerini incitmek harâmdır.<br />

(Fetâvâ-i Hayriyye)de, (Siyer) kısmında diyor ki, (Müslimânın yapması yasak<br />

olan şeyi, zimmînin de yapması yasakdır. Zinâ, açıkda oruc yimek, oyun, çalgı,<br />

fâiz, açık gezmek onlara da yasakdır. Yalnız içki ve domuz onlara yasak değildir.<br />

Hastalarına, ziyâfetlerine gitmek, onlarla yolculuk etmek câizdir). (Mültekâ)<br />

ve (Dürr-ül-muhtâr)da ve diğer fıkh kitâblarında, ta’zîr bahsinde diyor ki, (Kâfirlere,<br />

sen zinâ yapıcısın veyâ bu ma’nâda fenâ söyliyen, onları da gîbet eden, bunlara<br />

kâfir diyerek inciten müslimân ta’zîr olunur. Ya’nî sopa ile döğülür. Çünki, bunları<br />

incitmek de günâhdır. Bunların malına dokunmak da günâhdır). (Dürr-ül-muhtâr),<br />

beşinci cildde diyor ki, (Zimmîye, ya’nî gayr-i müslim vatandaşa zulm etmek,<br />

müslimâna zulm etmekden dahâ fenâdır. Hayvana zulm, işkence etmek, zimmîye<br />

etmekden dahâ fenâdır. Zimmîyi eziyyetlendirmemek için selâm vermek ve müsâfeha<br />

etmek câiz olur. Açıkça günâh işliyen fâsıka selâm vermek de böyledir).<br />

(Berîka) kitâbı, el âfetlerini anlatırken diyor ki, (İnsana ve yemeklere zarar veren<br />

karıncaları, eziyyet etmeden ve suya atmadan öldürmek câizdir. İçinde karınca<br />

bulunan odunu, yere vurup silkeledikden sonra yakmak câizdir. Fâre, bit, pire,<br />

akreb ve çekirgeyi her zemân öldürmek câizdir. Biti diri olarak yere atmak ve<br />

her canlıyı yakmak mekrûhdur. Zarar veren kediyi, kuduz köpeği ve yırtıcı hayvanları<br />

keskin bıçakla kesmek ve vurmak, zehrlemek câizdir. Döğmek câiz değildir.<br />

Döğmek, terbiye için olur. Hayvanın aklı olmadığı için terbiye edilmez. Öldürülmesi<br />

vâcib olanı, başka çâre bulunmadığı zemân yakarak öldürmek câiz olur).<br />

Gangren gibi hastalığı tedâvî için insanın bu uzvunu kesmek câiz olur. Taş almak<br />

için mesâneyi [böbreği, safra kesesini] yarmak câizdir. Hiçbir sebeble, hiçbir<br />

canlının yüzüne vurmak câiz değildir.<br />

İkinci kısm kâfirlere gelince, bunlar, islâm güneşinin parlamasına dayanamaz.<br />

Bütün devlet kuvvetleri ile, propaganda vâsıtaları ile, yalan ve çirkin iftirâlar yaparak,<br />

islâm dînini yıkmağa çalışırlar. Bu zevallılar, anlıyamıyor ki, islâmiyyeti dünyâdan<br />

kaldırmak, insanları se’âdetden, râhatlıkdan ve kurtuluşdan mahrûm bırakmak<br />

demekdir ve kendilerini ve bütün beşeriyyeti, felâketlere, sıkıntılara sürüklemek,<br />

kısaca bindiği dalı kesmek demekdir. Enfâl sûresi, altmışıncı âyetinde<br />

meâlen, (Kâfirlerin hücûm ve işkencelerine uğramamak, onları da, se’âdet-i ebediyyeye<br />

kavuşdurmak için, insan gücünün yetdiği kadar durmadan çalışınız. En mükemmel<br />

harb vâsıtalarını yapınız!) buyurulmuşdur. Burada kâfirleri müslimân<br />

olmakla şereflendirmeği veyâ cizye kabûl ederek islâmiyyetin himâyesi altına girenlerin<br />

çalışmalarına, ibâdetlerine karışmayıp, canlarını, mallarını, nâmûslarını<br />

korumağı emr ediyor. Bu sûretle, bütün dünyânın islâm bayrağı altında birleşme-<br />

– 39 –


sini, îmân etmesini, sevişmesini istiyor. İslâmiyyeti anladığı hâlde inâd edip, inanmıyanları<br />

da içine alan, umûmî bir adâlet ve se’âdet kurmağı, bütün insanlara, hayvanlara,<br />

dirilere, ölülere, ya’nî herşeye, bir râhatlık kazandırmağı emr ediyor.<br />

21 — Âhıretde Cehennemden kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselâma<br />

tâbi’ olanlara mahsûsdur. Dünyâda yapılan hayrât ve hasenât, ya’nî bütün iyilikler,<br />

bütün keşfler, bütün hâller ve bütün ilmler Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” yolunda bulunmak şartı ile, âhıretde işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın Peygamberine<br />

tâbi’ olmıyanların yapdığı her iyilik, dünyâda kalır ve âhıretin harâb olmasına<br />

sebeb olur. Ya’nî, iyilik şeklinde görünen, birer istidrâcdan başka birşey<br />

olamaz.<br />

22 — Nitekim, dünyâdaki fâideli ve hayrlı işlerden cenâb-ı Hakkın, en çok beğendiği,<br />

câmi’ yapmakdır. Câmi’ yapmanın, çok sevâb olduğunu bildiren hadîs-i<br />

şerîfler vardır. Böyle olmakla beraber, Tevbe sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen,<br />

(Kâfirlerin câmi’ yapmaları câiz değildir. Yerinde ve yarar bir iş değildir. Onların<br />

câmi’ yapmaları ve diğer bütün beğendikleri işleri, kıyâmetde kendilerine yaramıyacak<br />

ve Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmadıkları için, Cehenneme girip, çok<br />

acı azâblarda sonsuz olarak cezâlandırılacaklardır) buyuruldu.<br />

Âl-i İmrân sûresi, seksenbeşinci âyetinde meâlen, (Muhammed aleyhisselâmın<br />

getirdiği İslâm dîninden başka din istiyenlerin, dinlerini Allahü teâlâ sevmez ve kabûl<br />

etmez. Dîn-i islâma arka çeviren, âhıretde ziyân edecek, Cehenneme girecekdir)<br />

buyuruldu.<br />

Bir kimse, binlerce sene ibâdet etse ve ömrünü, nefsini temizlemekle geçirse ve<br />

güzel huyları ile yanındakilere ve keşf etdiği âletler ile, bütün insanlara fâideli olsa,<br />

Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmadıkça ebedî se’âdete kavuşamaz.<br />

Nisâ sûresi, onüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahü teâlânın ve Peygamberi<br />

Muhammed aleyhisselâmın emrlerine aldırış etmiyenler, beğenmiyenler,<br />

asra, fenne uygun değildir, modern ihtiyâclara kâfi değildir diyenler, kıyâmetde<br />

Cehennem ateşinden kurtulamıyacaklardır. Bunlara, Cehennemde, çok acı azâb<br />

vardır) buyuruldu.<br />

23 — Bu dünyâ, âhıretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, böylece<br />

bir tohumdan katkat meyve kazanmakdan mahrûm kalanlar, ne kadar tâli’siz<br />

ve ahmakdır. Kardeşin kardeşden kaçacağı, ananın evlâdını tanımıyacağı o gün için,<br />

hâzırlanmıyorlar. Böyle kimseler, dünyâda da, âhıretde de zarardadırlar ve sonunda<br />

pişmân olacaklardır. Aklı başında olan, bu dünyâyı fırsat bilir. Bu kısa zemânda,<br />

yalnız dünyâ lezzetleri ile zevklenmek için değil, belki bu fırsatda, tohum ekmek<br />

ve bir hayrlı iş, ya’nî Allahü teâlânın beğendiği işi yaparak, âyet-i kerîmede<br />

bildirilen katkat fazla meyveleri toplamak istemelidir. Cenâb-ı Hak, bu kısa zemânda<br />

yapılacak, hayrlı işlere ve ibâdetlere sonsuz ni’metler ihsân edecekdir. Peygamberine<br />

tâbi’ olmıyan, islâmiyyeti beğenmiyenlere de, sonsuz azâb yapacakdır.<br />

[Nitekim, Nisâ sûresi yüzyetmişikinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Muhammed<br />

aleyhisselâma inanıp, âhırete yarayan işleri yapanlara [ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeye<br />

uyanlara], Allahü teâlâ, va’d etdiklerini verecek ve ayrıca çok ihsân yapacakdır.<br />

Allahü teâlâya ibâdet etmeği, ya’nî Muhammed aleyhisselâma itâ’at etmeği,<br />

aşağılık, gericilik sanıp, kendilerine asrî ve münevver diyerek, büyüklük taslıyanlara,<br />

çok azâb edecekdir. Kendilerini herkesin üstünde sanan bu kâfirleri, Cehennemden<br />

kurtaracak bir yardımcı, Allahü teâlâdan başka bir kuvvet sâhibi bulunmıyacakdır)<br />

buyuruldu.]<br />

Niçin böyle sonsuz azâb yapacağını kendisi bilir. İnsanların kısa aklları, bunun<br />

sebebini kavrıyamaz. Meselâ, dünyâda yapılan cinâyetlere de, çeşidli cezâlar emr<br />

etmişdir. Bunların sebebini ve hikmetini hiçbir insan anlıyamaz. İşte, böyle geçici<br />

kısa bir zemândaki küfre, sonsuz azâb edecekdir.<br />

– 40 –


Kur’ân-ı kerîmdeki emrlerini ve islâmiyyetin hükmlerinin hepsini akla uydurmağa,<br />

akla beğendirmeğe kalkışan, Peygamberlik makâmının derecesini anlamamış<br />

ve inanmamış olur. Böyle, islâmiyyeti akl ile, felsefe ile îzâha ve inandırmağa<br />

çalışan kitâbları okumamalıdır.<br />

24 — (Elmünkızü-aniddalâl) kitâbında diyor ki: Akl ile anlaşılan şeyler, his uzvları<br />

ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, ya’nî his<br />

uzvlarımız, akl ile anlaşılan şeyleri anlıyamıyacağı gibi, akl da, Peygamberlik makâmında<br />

anlaşılan şeyleri kavramakdan âcizdir. İnanmakdan başka çâresi yokdur.<br />

Akl, anlıyamadığı şeyleri nasıl ölçebilir. Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl<br />

karâr verebilir? (Gadâ-ül-mülâhazât) kitâbında akla uygun bir yazı bulunmadığı<br />

(Cevâb Veremedi) kitâbımızda uzun yazılıdır.<br />

Nakl yolu ile anlaşılan, ya’nî Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” söyledikleri şeyleri,<br />

akl ile araşdırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa<br />

çıkarmak için zorlamağa benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya,<br />

yâ yıkılıp canı çıkar. Yâhud, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa,<br />

sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyâlar harâb olur. Akl da, yürüyemediği,<br />

anlıyamadığı âhıret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, yâ yıkılıp, insan aklını kaçırır<br />

veyâ bunları alışmış olduğu, dünyâ işlerine benzetmeğe kalkışarak, yanılır, aldanır<br />

ve herkesi aldatır. Akl, his kuvveti ile anlaşılabilen veyâ hissedilenlere benzeyen<br />

ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden<br />

ayırmağa yarayan, bir mi’yârdır, bir âletdir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan<br />

varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp kalır. O hâlde, Peygamberlerin bildirdikleri<br />

şeylere, akla danışmaksızın inanmakdan başka çâre yokdur. Görülüyor<br />

ki, Peygamberlere “aleyhimüssalâtü vesselâm” tâbi’ olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur<br />

ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve<br />

üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin<br />

koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde,<br />

acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler.<br />

Nitekim, felsefeciler ve tecribeleri hayâlleri ile îzâha kalkışan maddeciler,<br />

aklları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri<br />

meydâna çıkarırken, bir tarafdan da, insanların se’âdet-i ebediyyeye<br />

kavuşmalarına mâni’ olmuşlardır. Tecribelerin dışına taşmıyan akl sâhibleri, bu<br />

acıklı hâli, her zemân görmüş ve bildirmişdir. Misâlleri çokdur. Felsefecilerin üstâdlarından<br />

olan Aristo için meşhûr Alman kimyâgeri profesör (F.Arnd)ın da, İstanbulda<br />

çıkan, türkçe (Tecribî kimyâ) kitâbındaki (Fen ve ilm terakkîsinin, hemen<br />

hemen binbeşyüz sene içinde durmuş olması, kısmen Aristo felsefesinin kabâhatidir)<br />

yazısı, bu doğru sözlerden biridir.<br />

Dîn-i islâmda aklın ermediği şeyler çokdur. Fekat, akla uymayan birşey yokdur.<br />

Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şeklleri,<br />

eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akl ile doğru olarak, bilinebilselerdi,<br />

binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünyâ ve âhıret<br />

se’âdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş<br />

yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akl, âhıret bilgilerini bulamıyacağı, çözemiyeceği<br />

içindir ki, Allahü teâlâ, her asrda, dünyânın her tarafına, Peygamber<br />

göndermiş ve en son ve kıyâmete kadar değişdirmemek üzere ve bütün dünyâya,<br />

Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermişdir. Bütün Peygamberler,<br />

akl ile bulunacak dünyâ işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araşdırmak, bulup<br />

fâidelenmek için çalışmağı emr ve teşvîk buyurmuş, kendileri dünyâ işlerinden<br />

her birinin, insanları ebedî se’âdete ve felâkete nasıl sürükliyebileceklerini anlatmış<br />

ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir.<br />

O hâlde, insâf etmeli ki, Allahü teâlânın sonsuz kudretinin inceliklerini meydâna<br />

çıkaran, bugünkü teknik bilgilerden ve tecribelerden haberi olmayan ve is-<br />

– 41 –


lâm büyüklerinin kitâblarını okuyup anlamak şöyle dursun, bunların ismlerini bile<br />

işitmemiş olduğu, sözlerinden anlaşılan, bir câhilin, felesof maskesi, profesör etiketi,<br />

gazete yazarı perdesi altında çalışan bir kâfirin, tâm olmayan aklı ile, ortaya<br />

atdığı bir düşünce, nasıl olur da, Allahın Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

sözlerinden üstün tutulur? Peygamberimizin kitâblarımızda yazılı ilm, sıhhat,<br />

fen, ahlâk, hak, adâlet ve bütün se’âdet kollarını kavrayan ve bindörtyüz seneden<br />

beri dünyânın her tarafında gelmiş, ilm, tecribe ve akl sâhiblerini hurmet<br />

ve hayrânlıkda bırakan ve hiç birisinde kimse tarafından bir kusûr ve hatâ bulunmamış<br />

olan, emrleri ve sözleri, bir câhil sözü ile nasıl lekelenebilir? Bundan dahâ<br />

büyük bedbahtlık ve zevallılık olabilir mi? Tâm akl, şaşmıyan, yanılmayan<br />

akldır. Etrâfa düşünceler savuran bu câhil, değil aklın erişemiyeceği şeylerde,<br />

belki kendi günlük işlerinde, hiç yanılmadığını iddi’â edebilir mi? Böyle bir iddi’âya,<br />

kimse inanır mı? Değil bir insan, bugün en akllı tanınan hıristiyanların, kendi aralarında,<br />

en akllıları olarak, seçdikleri meb’ûsları, bütün aklları ile, bütün ilmleri<br />

ile, başbaşa vererek, yapdıkları kanûnları, az zemân sonra, yine kendileri beğenmeyip<br />

değişdiriyor. Yeryüzünde hiç bozulmıyan ve değişdirilemiyecek birşey vardır<br />

ki, o da Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmi ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” hadîs-i şerîfleri, ya’nî mubârek sözleridir.<br />

Ahkâm-ı islâmiyyeyi iyice kavramış ve bugünkü medeniyyetin temelini teşkîl<br />

eden, fen kollarının târîhçesini incelemiş bir fen adamı, pek açık olarak görür ki,<br />

târîh boyunca hiçbir zemânda, hiçbir teknik başarı, hiçbir fennî hakîkat, islâmiyyete<br />

karşı durmamış, dâimâ ona uygun bulunmuşdur. Nasıl uygun olmasın ki, tabî’ati<br />

incelemek ve madde ile kuvvet üzerinde çalışmak ve fen bilgilerinde akla güvenmek,<br />

islâmiyyetin emr etdiği şeydir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok<br />

yerlerinde, (Sizden evvel gelip geçenlerin hayâtlarını, gitdikleri yolları ve başlarına<br />

gelenleri, gözden geçirip, onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri, canlıları,<br />

cansızları ve kendinizi inceleyiniz! Gördüklerinizin içini, özünü araşdırınız. Bütün<br />

bunlarda yerleşdirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hâkimiyyetimi<br />

bulunuz, görünüz, anlayınız!) meâlinde emrler buyurmakdadır.<br />

Îmânın altı şartından birincisi, Allahü teâlânın var olduğuna inanmakdır. Fen<br />

bilgisi olan akllı bir kimse, bunu düşünerek kolayca anlayabilir. Îmânın diğer<br />

şartları ve bütün ibâdetler, bundan sonra öğrenilir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin<br />

birçok yerinde, kâfirleri, neden akllarını kullanmadıkları için ve neden yerleri, gökleri<br />

ve kendilerini inceliyerek düşünmedikleri ve böylece îmâna kavuşmadıkları<br />

için, azarlamakda ve aşağılamakdadır. (Ma’rifetnâme)de diyor ki, (Büyük islâm<br />

âlimi Seyyid Şerîf Cürcânî, aklı olan, iyi düşünen bir kimse için, astronomi ilmi, Allahü<br />

teâlânın varlığını anlamağa, çok yardım eder diyor. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” buyuruyor ki, astronomi ve anatomi bilmiyen, Allahü teâlânın<br />

varlığını ve kudretini anlıyamaz).<br />

Evet, Îsâ aleyhisselâmın hak olan dîni, az zemân sonra düşmanları tarafından<br />

sinsice değişdirilmişdi. Bolüs adındaki bir yehûdî, Îsâya inandığını söyliyerek ve<br />

Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek, gökden inen İncîli yok etdi. Dört kişi ortaya<br />

çıkıp, oniki Havârîden işitdiklerini yazarak, İncîl adında dört kitâb meydâna geldi<br />

ise de, Bolüsün yalanları, bunlara da karışdı. Barnabas [Barnabée] adındaki bir<br />

Havârî, Îsâ aleyhisselâmdan işitdiklerini ve gördüklerini doğru olarak yazdı ise de,<br />

bu Barnabas İncîli de yok edildi. Uydurma İncîller zemânla çoğalarak, her yerde<br />

başka bir İncîl okunur oldu. [Kitâbın sonundaki ism cedvelinde (Barnabas) ismine<br />

bakınız!] Büyük Kostantin putperest iken, nasrâniyyeti kabûl etmiş ve İstanbul<br />

şehrini büyültüp i’mâr etmiş ve Kostantiniyye ismini vermişdi. Bütün İncîllerin<br />

birleşdirilmesini emr etmiş, mîlâdın 325. ci senesinde, İznikde 318 papası toplayıp,<br />

yazdırdığı yeni İncîle eski dîni olan putperestlikden de birçok şey sokdurmuşdu.<br />

Noel gecesinin yılbaşı olmasını da kabûl etmiş, yeni bir hıristiyanlık dîni<br />

– 42 –


kurulmuşdu. Îsâ aleyhisselâmın İncîlinde ve Barnabasın yazdığı İncîlde Allahın bir<br />

olduğu bildirilmişdi. Eflâtunun ortaya atdığı teslîs [Trinite] fikri, ilk yazılan dört<br />

bozuk İncîlde yer almışdı. Kostantin, bu teslîs fikrini de yeni İncîle koydurdu. Aryüs<br />

ismindeki bir papas, bu yeni İncîlin yanlış olduğunu, Allahın bir olup, Îsâ aleyhisselâmın,<br />

Onun oğlu değil, kulu olduğunu söyledi ise de, bunu dinlemediler, hattâ<br />

aforoz etdiler. Aryüs Mısra kaçdı ve orada tevhîdi neşr etdi ise de, öldürüldü.<br />

Kostantinden sonra gelen krallar, Aryüsün mezhebi ile, yeni hıristiyanlık arasında<br />

şaşkın oldu. İstanbulda ikinci ve sonra üçüncü, dahâ sonra, İzmir ile Aydın<br />

arasında bulunan Efes [Ephesus]de dördüncü ve Kadıköyde beşinci ve İstanbulda<br />

altıncı meclisler kurulup, yeni yeni İncîller meydâna çıkdı. Nihâyet, Alman papası,<br />

Luther Martin ve Calvin [Kalven] 931 [m. 1524] senesinde son değişiklikleri<br />

yapdı. Bu yeni İncîle inanan hıristiyanlara (Protestan) denildi. Böylece, hıristiyanlık<br />

dîni, akl ve hakîkat dışında, acâib bir şekl aldı. Avrupada hıristiyanlığa karşı,<br />

yerinde olarak yapılmış olan hücûmlar, İslâmiyyete karşı nasıl tevcîh olunabilir?<br />

Âhıretde azâblardan kurtulmak, ancak Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmağa<br />

bağlıdır. Onun gösterdiği yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Ona<br />

tâbi’ olan, Allahü teâlâya sâdık kul olmak se’âdetine erer. Dünyâya gelmiş olan<br />

yüzyirmidörtbinden ziyâde Peygamberin en büyükleri, Ona tâbi’ olmağı istemişdir.<br />

Mûsâ “aleyhisselâm” Onun zemânında bulunsaydı, O büyüklüğü ile berâber,<br />

Ona tâbi’ olmağı severdi. Îsâ aleyhisselâmın gökden inip, Onun dîni yolunda yürüyeceğini<br />

herkes bilir. Onun ümmeti olan müslimânlar, Ona tâbi’ oldukları için,<br />

bütün insanların hayrlısı ve en iyileri oldu. Cennete gireceklerin çoğu bunlar oldu<br />

ve Cennete herkesden önce gireceklerdir.<br />

25 — Kur’ân-ı kerîm, nazm-ı ilâhîdir. Nazm, lügatda, incileri ipliğe dizmeğe denir.<br />

Kelimeleri de, inci gibi, yanyana dizmeğe nazm denilmişdir. Şi’rler birer<br />

nazmdır. Kur’ân-ı kerîmin kelimeleri arabîdir. Fekat, bu kelimeleri yanyana dizen,<br />

Allahü teâlâdır. Bu kelimeler, insan dizisi değildir. Muhammed “aleyhisselâm”,<br />

Allahü teâlâ tarafından, mubârek kalbine bildirilen şeyleri, arabca olarak anlatırsa,<br />

Kur’ân-ı kerîm olmaz. Bunlara (Hadîs-i kudsî) denir. Kur’ân-ı kerîmdeki arabî<br />

kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak âyetler hâlinde gelmişdir. Cebrâîl<br />

ismindeki bir melek, bu âyetleri, bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed<br />

“aleyhisselâm” da, mubârek kulakları ile işiterek, ezberlemiş ve hemen<br />

Eshâbına okumuşdur. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi Kureyş kabîlesinin lügatı<br />

ile, dili ile gönderdi. (Redd-ül-muhtâr) kitâbı, üçüncü cild, yemîn bahsinde buyuruyor<br />

ki, ((Feth-ul-kadîr) kitâbında da denildiği gibi, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi,<br />

harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûkdur. Bu harf ve kelimelerin<br />

ma’nâsı, kelâm-ı ilâhîyi taşımakdadır. Bu harflere, kelimelere Kur’ân denir. Kelâm-ı<br />

ilâhîyi gösteren ma’nâlar da Kur’ândır. Bu kelâm-ı ilâhî olan Kur’ân mahlûk<br />

değildir. Allahü teâlânın, başka sıfatları gibi, ezelî ve ebedîdir). Kur’ân-ı kerîm,<br />

Kadr gecesinde inmeğe başlamış ve hepsinin inmesi yirmiüç sene sürmüşdür.<br />

Tevrât, İncîl ve bütün kitâblar ve sahîfeler ise, hepsi birden, bir def’ada inmişdi.<br />

Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafzları mu’cize değildiler. Onun için çabuk bozuldu,<br />

değişdirildiler. Kur’ân-ı kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinin<br />

en büyüğüdür ve insan sözüne benzememekdedir. Bunlar, imâm-ı Rabbânî<br />

(Mektûbât)ının, üçüncü cildi, yüzüncü mektûbunda ve (Huccet-ullahi alel’âlemîn)de<br />

ve Zerkânînin (Mevâhib) şerhı, beşinci cildinde uzun yazılıdır.<br />

Cebrâîl “aleyhisselâm” her sene bir kerre gelip, o âna kadar inmiş olan Kur’ân-ı<br />

kerîmi, Levh-il-mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamber “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” efendimiz dinler ve tekrâr ederdi. Âhırete teşrîf edeceği sene, iki kerre gelip,<br />

temâmını okudular. Muhammed “aleyhisselâm” ve Eshâb-ı kirâmdan çoğu,<br />

Kur’ân-ı kerîmi temâmen ezberlemişdi. Ba’zıları da, ba’zı kısmları ezberlemiş, bir-<br />

– 43 –


çok kısmlarını yazmışlardı. Muhammed “aleyhisselâm”, âhırete teşrîf etdiği sene,<br />

halîfe Ebû Bekr “radıyallahü anh”, ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip<br />

bir hey’ete, bütün Kur’ân-ı kerîmi, kâğıd üzerine yazdırdı. Böylece, (Mushaf)<br />

veyâ (Mıshaf) denilen bir kitâb meydâna geldi. Otuzüçbin Sahâbî “radıyallahü<br />

teâlâ anhüm ecma’în” bu Mushafın her harfinin, tâm yerinde olduğuna söz<br />

birliği ile karâr verdi. Sûreler belli değildi. Üçüncü halîfe Osmân “radıyallahü anh”,<br />

hicretin yirmibeşinci [25] senesinde, sûreleri birbirinden ayırdı. Yerlerini sıraladı.<br />

Altı dâne dahâ Mushaf yazdırıp, Bahreyn, Şâm, Mısr, Kûfe, Yemen, Mekke ve<br />

Medîneye verdi. Bugün, bütün dünyâda bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp,<br />

çoğalmışdır. Aralarında bir nokta farkı bile yokdur.<br />

Kur’ân-ı kerîmde yüzondört sûre ve altıbinikiyüzotuzaltı âyet vardır. Âyetlerin<br />

sayısının 6236 dan az veyâ dahâ çok olduğu da bildirildi ise de, bu ayrılıklar,<br />

büyük bir âyetin, birkaç küçük âyet sayılmasından veyâ birkaç kısa âyetin, bir büyük<br />

âyet, yâhud sûrelerin evvelindeki Besmelelerin bir veyâ ayrı ayrı âyet sayılmasından<br />

ileri gelmişdir. Bu husûsda (Bostân-ül-ârifîn)de geniş bilgi vardır.<br />

Her şâ’irin, nazm yapmak kâbiliyyeti başkadır. Meselâ, Mehmed Âkifin ve Nâbînin<br />

şi’rlerini iyi bilen usta bir edebiyyâtçıya, Mehmed Âkifin, son yazdığı bir<br />

şi’rini götürüp, bu, Nâbînin şi’ridir desek, bu şi’ri, hiç işitmemiş olduğu hâlde,<br />

okuyunca: (Yanılıyorsunuz! Ben Nâbî efendinin ve Mehmed Âkifin, tabî’at-ı<br />

şi’riyyelerini iyi bilirim. Bu şi’r Nâbînin değil, Mehmed Âkifindir) demez mi? Elbette<br />

der. İki Türk şâ’irinin türkçe kelimeleri nazm etmesi, dizmesi çok farklı olduğu<br />

gibi, Kur’ân-ı kerîm hiçbir insan sözüne benzemiyor. Kur’ân-ı kerîmin insan<br />

sözü olmadığı tecribe ile de isbât edilmişdir ve her zemân edilebilir. Şöyle<br />

ki, bir arab şâ’iri, bir sahîfede, edebî san’at inceliklerini göstererek, birşey yazmış,<br />

bunun arasına birkaç satır hadîs-i şerîf ve başka yerinde de, aynı şeyi anlatan<br />

bir âyet-i kerîme koyup, hepsi bir arada, islâmdan ve Kur’ândan haberi olmıyan,<br />

arabîsi kuvvetli birisine, bir adamın yazısı diye okutdurulmuşdur. Okurken,<br />

hadîs-i şerîfe gelince, durmuş ve (Burası, yukarısına benzemiyor. Buradaki<br />

san’at dahâ yüksek) demişdir. Sıra, âyet-i kerîmeye gelince, şaşkın bir hâlde<br />

(Burası hiçbir söze benzemiyor. Ma’nâ içinde, ma’nâ çıkıyor. Hepsini anlamağa<br />

imkân yok) demişdir.<br />

Kur’ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ arabcaya da terceme edilemez. Herhangi bir<br />

şi’rin, kendi diline bile, tâm tercemesine imkân yokdur. Ancak meâli ve îzâhı<br />

olur. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlamak için tercemesini okumamalıdır. Bir<br />

âyetin ma’nâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyetde, ne demek istediğini<br />

anlamak demekdir. Bu âyetin herhangi bir tercemesini okuyan kimse, murâd-ı<br />

ilâhîyi öğrenemez. Terceme edenin, bilgi derecesine göre yapdığı meâlini öğrenir.<br />

Bir câhilin, bir dinsizin yapdığı tercemeyi okuyan da, Allahü teâlânın dediğini değil,<br />

terceme edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir.<br />

Köylüye âid bir kanûnu, hükûmet, doğruca köylüye göndermez. Çünki, köylü<br />

okuyabilse bile, anlıyamaz. Bu kanûn önce, vâlîlere gönderilir. Vâlîler, iyi anlayıp,<br />

îzâhını ekliyerek, kaymakamlara, bunlar da dahâ açıklayarak, muhtârlara<br />

anlatır. Muhtâr, yalnız okumakla anlıyamaz. Muhtâr da, ancak, köylü dili ile,<br />

köylüye söyler. İşte, Kur’ân-ı kerîm de, ahkâm-ı ilâhiyyedir. Kanûn-ı rabbânîdir.<br />

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde kullarına se’âdet yolunu göstermiş ve kendi kelâmını<br />

insanların en yükseğine göndermişdir. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, yalnız<br />

Muhammed “aleyhisselâm” anlar. Başka kimse, tâm anlıyamaz. Eshâb-ı kirâm<br />

“aleyhimürrıdvân”, ana dili olarak arabî bildikleri, edîb ve belîğ oldukları hâlde,<br />

ba’zı âyetleri anlıyamaz, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” sorarlardı.<br />

Meselâ Ömer “radıyallahü anh”, bir yerden geçerken, Resûlullahın “sallallahü<br />

– 44 –


aleyhi ve sellem”, Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü anh” birşey anlatdığını gördü.<br />

Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler.<br />

Ertesi gün, Ömeri “radıyallahü anh” görünce, (Yâ Ömer, Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim)<br />

dediler. Çünki, dâimâ, (Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize<br />

duyurunuz!) buyururdu. Ömer “radıyallahü anh”, (Dün Ebû Bekr “radıyallahü<br />

anh”, Kur’ân-ı kerîmden anlıyamadığı bir âyetin ma’nâsını sormuş, Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, ona anlatıyordu. Bir sâat dinledim, birşey anlıyamadım)<br />

dedi. Çünki, Ebû Bekrin yüksek derecesine göre anlatıyordu. Ömer<br />

“radıyallahü anhümâ”, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,<br />

(Ben, Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir.<br />

Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu) buyurdu.<br />

Böyle yüksek olduğu hâlde ve arabîyi çok iyi bildiği hâlde, Kur’ân-ı kerîmin<br />

tefsîrini bile anlıyamadı. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, herkese,<br />

derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekrin derecesi, ondan çok dahâ yüksekdi.<br />

Fekat, bu da, hattâ Cebrâîl “aleyhisselâm” dahî, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, esrârını,<br />

Resûlullaha sorardı. [(Hadîka)da, dil âfetlerini anlatırken buyuruyor ki, (...<br />

Resûlullahın, Kur’ân-ı kerîmin hepsinin tefsîrini Eshâbına bildirdiğini imâm-ı<br />

Süyûtî haber vermekdedir).]<br />

Hülâsa, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlamış<br />

ve hadîs-i şerîfleri ile bildirmişdir. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Doğru tefsîr<br />

kitâbı da, Onun hadîs-i şerîfleridir. Din âlimlerimiz, uyumıyarak, dinlenmiyerek,<br />

istirâhatlarını fedâ ederek, bu hadîs-i şerîfleri toplayıp, tefsîr kitâblarını yazmışlardır.<br />

(Beydâvî) tefsîri bunların en kıymetlilerindendir. Bu tefsîr kitâblarını da anlıyabilmek<br />

için, otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır.<br />

Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilmdir. Ana ilmlerden biri, (Tefsîr) ilmidir. Bu<br />

ilmlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitâbları vardır. Bugün kullanılan ba’zı arabî kelimeler,<br />

fıkh ilminde başka ma’nâya, tefsîr ilminde ise dahâ başka ma’nâya gelmekdedir.<br />

Hattâ aynı bir kelime, Kur’ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka<br />

ma’nâlar bildirmekdedir. Bu geniş ilmleri bilmiyenlerin, bugünkü arabcaya göre,<br />

yapdıkları Kur’ân tercemeleri, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsından bambaşka birşey<br />

oluyor. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsından, mezâyâsından, rumûzundan, işâretlerinden,<br />

herkes îmânının kuvveti kadar, birşey anlıyabilir. Tefsîr, anlatmakla, yazmakla olmaz.<br />

Tefsîr, din büyüklerinin kalblerine doğan bir nûrdur. Tefsîr kitâbları, bu nûrun<br />

anahtarıdır. Çekmeceyi anahtarla açınca, mücevherler meydâna çıkdığı gibi,<br />

o tefsîrleri okumakla, kalbe bu nûr doğar. Seksen ilmi iyi bilenler, tefsîrleri anlayıp,<br />

bizim gibi din câhillerine bildirmek için, çeşidli derecedeki insanlara göre, binlerle<br />

kitâb yazmışlardır. (Mevâkib), (Tibyân) ve (Ebülleys) gibi, türkçe kıymetli<br />

tefsîrler, bu kitâblardandır. (Tibyân tefsîri), hicretin [1110] senesinde yapılmış bir<br />

tercemedir. Konyalı Vehbî efendinin tefsîri, bir va’z kitâbıdır. Yeni yazılan türkçe<br />

tefsîrlerin ve ilmihâllerin, en kıymetlisi sanılanlarında bile, şahsî düşünceler bulunmakda,<br />

okuyanlara zararı, fâidesinden çok olmakdadır. Hele islâm düşmanlarının,<br />

bid’at sâhiblerinin, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını bozmak için yapdıkları tefsîr<br />

ve terceme kitâbları, birer zehrdir. Bunları okuyan genç zihnlerde, bir takım şübheler,<br />

i’tirâzlar hâsıl oluyor. Zâten, bizim gibi, din bilgisi az olanların, islâmiyyeti<br />

öğrenmek için, tefsîr ve hadîs-i şerîf okuması uygun değildir. Çünki, Kur’ân-ı kerîmi<br />

ve hadîs-i şerîfi yanlış anlamak veyâ şübhe etmek insanın îmânını giderir. Yalnız<br />

arabca bilmekle, tefsîr ve hadîs anlaşılmaz. Arabca bilenleri, din âlimi sanan,<br />

aldanır. Beyrut ve başka yerlerde ana dili arabca olan, arab edebiyyâtını iyi bilen,<br />

çok papas var. Fekat, hiçbirinin islâmiyyetden haberi yok. Çıkardıkları, m. 1956<br />

baskılı (El-müncid) ismindeki lügat kitâbında, islâm ismlerini, hattâ Medînenin Bakî’<br />

mezârlığının ismini ve hattâ, Resûlullah efendimizin vefât târîhini bile yanlış<br />

yazmışlardır.<br />

– 45 –


Kur’ân-ı kerîmin hakîkî ma’nâsını anlamak, öğrenmek istiyen bir kimse, din<br />

âlimlerinin kelâm ve fıkh ve ahlâk kitâblarını okumalıdır. Bu kitâbların hepsi,<br />

Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınmış ve yazılmışdır. Kur’ân tercemesi<br />

diye yazılan kitâblar, doğru ma’nâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikrlerine,<br />

düşüncelerine ve maksadlarına esîr eder ve dinden ayrılmalarına sebeb olur.<br />

Kur’ân-ı kerîmin, latin harfleri ile yazılmasına da imkân olmuyor. Çünki bu harflerde,<br />

Kur’ân-ı kerîm harflerinin hepsinin karşılığı yokdur. Bunun için, ma’nâ bozuluyor.<br />

Okunan, Kur’ân olmayıp, ma’nâsız bir ses yığını olacağı m. 1986 baskılı<br />

(El-muallim) mecmû’asında da uzun yazılıdır. Meselâ, ehad yerine ehat derse, nemâz<br />

fâsid oluyor.<br />

Bugün, çok kimsenin, böyle bozuk tercemeleri ve latin harfi ile yazılmış, ne olduğu<br />

belirsiz kitâbları (türkçe Kur’ân) diye gençliğin önüne sürdükleri, köylere dağıtdıkları<br />

görülüyor. (Arabca Kur’ân, yabancı dildir. Onu okumayın! Öz dilimizle<br />

bunu okuyun) diyorlar. Böyle söyliyenlere dikkat edilirse, çoğunun nemâz kılmadığı,<br />

oruc tutmadığı, harâmlara, hattâ dinsizliğe dalmış bulunduğu, müslimânlığa,<br />

yalnız lâf ile bağlı olduğu anlaşılıyor. Bu kimseler, radyoda, barlarda Beethovenin<br />

9 senphonisini, Mozartın Figarosunu ve Molyerin şi’rlerini niçin almanca, italyanca,<br />

fransızca söylüyorlar ve dinliyorlar? Bunlar yabancı dildir. Öztürkçe söylemek<br />

lâzımdır demiyorlar? Bu senfonileri, komedileri türkçeye terceme etmiyorlar.<br />

Çünki, türkçeye tâm çevrilemiyeceğini biliyorlar. Türkçesinden, nefsleri zevk<br />

alamıyor. Türkçelerine Beethovenin, Şopenin eseri denilemiyor. İşte müslimânlar<br />

da, bu tercemelerden Kur’ân-ı kerîmin zevkıni alamaz, rûhlarını besliyemez.<br />

Diyânet İşleri Başkanlığı tarafından hâzırlanıp 1381 [m. 1961] de neşr edilen,<br />

(Kur’ân-ı kerîmin türkçe meâli) adındaki tercemenin önsözünde de, yukarıda<br />

bildirdiklerimiz çok güzel dile getirilmişdir. Diyânet işleri reîsi muhterem H.Hüsnü<br />

Erdem imzâsını taşıyan bu önsözde diyor ki, (Kur’ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat<br />

ve îcâzı hâiz bir kitâb, yalnız türkçeye değil, hiçbir dile hakkıyle çevrilemez. Eski<br />

tefsîrlerin ışığı altında verilen ma’nâlara da terceme değil, meâl demek uygundur.<br />

Kur’ânın yalnız ma’nâsını ifâde eden sözleri, Kur’ân hükmünde tutmak, nemâzda<br />

okumak ve aslına hakkıyle vâkıf olunmadan ahkâm çıkarmak câiz olmaz.<br />

Hiçbir terceme, aslının yerini tutamaz. Kur’ân-ı kerîmde, muhtelif ma’nâlara gelen<br />

lafzlar vardır. Böyle bir lafzı terceme etmek, çeşidli ma’nâlarını bire indirmek<br />

olur ki, verilen tek ma’nânın, murâd-ı ilâhî olduğu bilinemez. Bunun için, Kur’ân<br />

tercemesi demeğe cesâret edilemez. Kur’ân-ı kerîmi terceme etmek başka, tercemeyi<br />

Kur’ân yerine koymağa kalkışmak başkadır). Önsözden sonra yapılan açıklamalarda<br />

diyor ki, (Bu ilâhî, beşer üstü ve mûciz kitâbın tam hakkını vererek aynen<br />

türkçeye çevrilmesi mümkin değildir. Bu i’tibârla, en isâbetli yol, âyetleri kelime<br />

kelime aynen terceme etmek yerine, arabca aslından anlaşılan ma’nâ ve meâli<br />

türkçe ile ifâde yolu olsa gerekdir. Kur’ân-ı kerîmin nazm-ı celîlini, aslındaki<br />

îcâz ve belâgatini muhâfaza ederek terceme etmek mümkin değildir. Fekat, meâl<br />

olarak tercemesi mümkindir. Bir dilden başka bir dile yapılan tercemelerde, her<br />

iki dilin husûsiyyetlerini hakkıyle belirtmeğe imkân yokdur. Avrupada ilk Kur’ân<br />

tercemesi 537 [m. 1141] de lâtinceye yapılmışdır. 919 [m. 1513] da italyancaya, 1025<br />

[m. 1616] de almancaya, 1056 [m. 1647] da fransızcaya ve 1057 [m. 1648] de ingilizceye<br />

terceme edilmişdir. Bugün, bu dillerin herbirinde otuz kadar tercemeleri<br />

vardır. Ancak çeşidli eğilimli kimselerin yapdıkları tercemelerde, pek yanlış, hattâ<br />

garazkârâne olanlar vardır. Kur’ân-ı kerîmi başka dillere terceme etmek câizdir.<br />

Fekat, tercemeden islâm dîninin ahkâmının hepsi öğrenilemez. Hadîs-i şerîflerle,<br />

icmâ’ ve kıyâs yolu ile sâbit olan hükmler de vardır. Bunlar, tafsîlâtı ile, fıkh<br />

kitâblarından öğrenilir).<br />

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, İstanbulda, Bâyezîd<br />

umûmî kütübhânesi, şeyhul-islâm Veliyyüddîn efendi kısmında, binyedi-<br />

– 46 –


yüzaltı numaralı kitâbın 224.cü sahîfesinde diyor ki, (Kur’ân tercemesi, Kur’ân<br />

değildir. Çünki Kur’ân, ma’lûm mûciz olan nazmdır. Terceme edilince, îcâzı<br />

zâil olmakdadır. Bir şi’r terceme edilince, şi’r olmakdan çıkar). Kitâb, imâm-ı Nevevînin<br />

(Ezkâr) kitâbının şerhidir. Müellifi, Ebû Abdüllah Muhammed Şemsüddîn<br />

Ukaylî Behnesî şâfi’î nakşî 1001 [m. 1592] de vefât etmişdir. Behnes, Mısr-ı<br />

vüstâda bir kasabadır.<br />

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, (Benim kitâbım arabîdir) diyor. (Muhammed<br />

aleyhisselâma, bu Kur’ânı arabî dil ile indirdim) buyuruyor. O hâlde, Allahü teâlânın<br />

melek ile indirdiği kelimelerin, harflerin ve ma’nâların toplamı Kur’ândır.<br />

Böyle olmıyan kitâblara, Kur’ân-ı kerîm denemez. Bu kitâblara Kur’ân diyen<br />

müslimânlıkdan çıkar. Kâfir olur. Başka dile, hattâ arabîye çevrilirse, Kur’ân<br />

açıklaması denir. Ma’nâsı bozulmadan da, bir harfi bile değişince, Kur’ân olmaz.<br />

Hattâ hiçbir harfi değişmeden, okunmasında ufak değişiklik yapılırsa, Kur’ân<br />

denmez.<br />

(Rıyâd-ün-nâsıhîn)de diyor ki: Arabî gramer şartlarına uyan ve ma’nâyı değişdirmiyen,<br />

fekat ba’zı kelimeleri Osmân radıyallahü anhın topladığına benzemiyen<br />

Kur’ân-ı kerîme (Kırâet-i şâzze) denir. Bunu nemâzda da, başka yerde de okumak<br />

câiz değildir, günâhdır. Kırâet-i şâzzeyi, Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm<br />

ecma’în” birkaçı okumuş, fekat sözbirliği olmamışdır. Eshâb-ı kirâmdan birinin<br />

okuduğu bildirilmiyen bir okumağa (Kırâet-i şâzze) denmez. Böyle okuyanı<br />

habs etmek, döğmek lâzımdır. Din âlimlerinden hiçbirinin okumadığı şeklde okumak,<br />

ma’nâyı ve kelimeleri bozmasa bile, küfrdür.<br />

Kur’ân-ı kerîmin başka dillere yapılan çevirmelerine Kur’ân denmez. Bunlara,<br />

Kur’ân-ı kerîmin meâli, ya’nî açıklaması denir. Bunlar, mütehassıs olan ve iyi<br />

niyyetli, hâlis müslimânlar tarafından hâzırlanmış ise, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını<br />

anlamak için okunabilir. Buna birşey denmez. Bunlar, Kur’ân diye okunamaz.<br />

Bunları, Kur’ân diye okumak, sevâb olmaz. Günâh olur. Müslimânlar, Kur’ân-ı kerîmi,<br />

Allahü teâlânın indirdiği gibi okumalıdır. Ma’nâsını bilmeden okumak da sevâbdır.<br />

Ma’nâsını anlıyarak okumak, elbette dahâ çok sevâb ve dahâ iyidir.<br />

Mısr, Irâk, Hicâz, Fas arabcaları birbirine benzemiyor. Kur’ân-ı kerîm, bunlardan<br />

hangisinin dili ile açıklanacak? Kur’ân-ı kerîmi anlamak için, şimdiki arabcayı<br />

değil, Kureyş dilini bilmek lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmi anlamak için, yıllarca dirsek<br />

çürütmek, çalışmak lâzımdır. Biz, böyle çalışıp anlıyan, islâm âlimlerinin yazmış<br />

oldukları tefsîrlerden, açıklamalardan okuyup anlamalıyız. Derme çatma tercemeleri<br />

okuyan gençler, Kur’ân-ı kerîmi, mitolojik hikâyeler, lüzûmsuz, fâidesiz<br />

düşünceler, bayağı sözler sanır. Kur’ândan, islâmdan soğuyup, kâfir olur. Demek<br />

ki, gençlerin önüne Kur’ân tercemelerini sürerek, öztürkçe Kur’ân okuyunuz,<br />

yabancı dil olan arabca Kur’ânı okumayınız demek, müslimân yavrularının, şehîd<br />

evlâdlarının dinsiz yetişmesini istiyen islâm düşmanlarının, zındıkların yeni bir taktiği,<br />

hîlesi olsa gerekdir.<br />

İbni Hacer-i Mekkî hazretleri, (Fetâvâ-i fıkhiyye) kitâbının otuzyedinci sahîfesinde<br />

buyuruyor ki, (Kur’ân-ı kerîmi arabîden başka harf ile yazmak ve başka dile<br />

terceme edip, Kur’ân-ı kerîm yerine bunu okumak, sözbirliği ile harâmdır.<br />

Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” Fâtihayı Îrânlılara fârisî harflerle yazmadı.<br />

Tercemesini de yazmadı. Fâtiha sûresinin fârisî tefsîrini yazdı. Arabîden başka harf<br />

ile yazmak ve böyle yazılmış Kur’ânı okumak harâmdır. Kur’ân-ı kerîmi arabî harflerle,<br />

okunduğu gibi yazmak sûreti ile değişdirmek bile, sözbirliği ile harâmdır. Böyle<br />

yapmak (Selef-i sâlihîn)in, ya’nî ilk yıllardaki müslimânların yapdıklarını beğenmemek,<br />

onları câhil bilmek olur. Meselâ, Kur’ân-ı kerîmde, (Ribû) yazılı ise de,<br />

(Ribâ) okunur. Bunu, okunduğu gibi (Ribâ) yazmak câiz değildir. Kur’ân-ı kerîmi<br />

böyle yazarken ve başka dile terceme ederken, Allah kelâmının îcâzı bozulmakda,<br />

nazm-ı ilâhî değişmekdedir. Herhangi bir sûrede bulunan âyetlerin yerlerini de-<br />

– 47 –


ğişdirmek harâmdır. Çünki, âyetlerin sırası kat’î olarak doğrudur. Sûrelerin sıralarının<br />

doğruluğu ise zannîdir. Bunun için, sûrelerin yerini değişdirerek okumak,<br />

yazmak mekrûh olmuşdur. Kur’ân-ı kerîmi başka harflerle veyâ tercemesini yazmak,<br />

okumak, öğrenmesini kolaylaşdırır demek doğru değildir. Kolay olsa bile, câiz<br />

olmasına sebeb olamaz).<br />

(Mevdû’ât-ül-ulûm)da diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmdeki bilgiler üç kısmdır: Birincisini<br />

hiçbir kuluna bildirmemişdir. Kendisini, ismlerini ve sıfatlarını kendinden<br />

başka kimse bilemez. İkinci kısm bilgileri, yalnız Muhammed aleyhisselâma bildirmişdir.<br />

Bu yüce Peygamberden ve Onun vârisi olan râsih âlimlerden başka kimse<br />

bunları anlıyamaz. Müteşâbih âyetler böyledir. Üçüncü kısm bilgileri, Peygamberine<br />

bildirmiş ve ümmetine öğretmesini emr buyurmuşdur. Bu ilmler de ikiye<br />

ayrılır: Birinciler, geçmiş insanların hâllerini bildiren (Kısas) ve dünyâda, âhıretde<br />

yaratmış olduğu ve yaratacağı şeyleri bildiren haberler (Ahbâr)dır. Bunlar,<br />

ancak Resûlullahın bildirmesi ile anlaşılır. Akl ile, tecribe ile anlaşılamaz. Üçüncü<br />

kısm bilgilerin ikincileri, akl, tecribe ve arabî ilmler ile anlaşılabilir. Kur’ân-ı<br />

kerîmden ahkâm çıkarmak ve fen bilgilerini anlamak böyledir. İmâm-ı Nesefî “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” (Akâid)de buyuruyor ki, arabî ilmlere göre ma’nâ verilir.<br />

İsmâilî sapıkları gibi, başka ma’nâlar vermek, ilhâd ve küfr olur.<br />

Kendi aklı ve görüşleri ile bozuk tefsîrler yapanlar beş dürlüdür:<br />

1 — Tefsîr için lâzım olan bilgileri bilmiyen câhillerdir.<br />

2 — Müteşâbih âyetleri tefsîr edenlerdir.<br />

3 — Sapık fırkalardakilerin, zındıkların ve dinde reformcuların, bozuk düşünce<br />

ve isteklerine uygun tefsîr yapanlardır.<br />

4 — Delîl ve sened ile iyi anlamadan tefsîr yapanlardır.<br />

5 — Nefse ve şeytâna uyarak yanlış tefsîr yapanlardır).<br />

26 — Ahkâm-ı islâmiyyenin hepsi Kur’ân-ı kerîmden çıkmakdadır. Kur’ân-ı kerîm,<br />

bütün Peygamberlere “salevâtullahi aleyhim” gönderilmiş olan, bütün kitâblardaki<br />

ahkâmı ve dahâ fazlasını kendisinde toplamakdadır. Gözleri kör, ilmleri<br />

az, aklları kısa olanlar, bunu göremez. Kur’ân-ı kerîmdeki bu ahkâm üç kısmdır:<br />

Birinci kısm ahkâmı, ilm ve akl sâhibi, (İbâret-i nass) ile ve (İşâret-i nass) ile ve<br />

(Delâlet-i nass) ile ve (Mazmûn-i nass) ile ve (İltizâm-i nass) ile ve (İktizâ-i nass)<br />

ile kolayca anlıyabilir. Ya’nî, her âyet-i kerîmede, ibâret, delâlet, işâret, iltizâm,<br />

iktizâ ve tazammün bakımından çeşidli ma’nâlar ve hükmler vardır. (Nass), ma’nâları<br />

açık ve meydânda olan âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere denir.<br />

Kur’ân-ı kerîmdeki ahkâmdan ikinci kısmı açıkca anlaşılmaz. İctihâd ve istinbât<br />

yolu ile meydâna çıkarılabilir.<br />

Ahkâm-ı ictihâdiyyede, Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamberimize “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” uymayabilirdi. Fekat bu ahkâm, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” zemânında hatâlı ve şübheli olamazdı. Çünki, Cebrâîl “aleyhisselâm” gelerek,<br />

yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden<br />

hemen ayrılırdı. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” âhırete teşrîfinden<br />

sonra meydâna çıkarılan ahkâm ise, böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar<br />

karışık kaldı. Bundan dolayıdır ki, vahy zemânında ictihâd olunan ahkâmı, hem<br />

yapmak, hem de inanmak lâzımdır. Peygamberimizden sonra ictihâd olunan ahkâmı<br />

da yapmak lâzım ise de, icmâ’ hâsıl olmıyan ictihâdlarda şübhe etmek, îmânı gidermez.<br />

[Bu husûs (Mektûbât)ın ikinci cild, 36. cı mektûb sonunda da yazılıdır.]<br />

Kur’ân-ı kerîmde bulunan ahkâmdan üçüncü kısmı, o kadar derin ve gizlidir ki,<br />

bunları anlayıp çıkarmağa insan gücü yetişemiyor. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından<br />

bildirilmedikçe, anlaşılamaz. Bu da ancak Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” gösterilmiş, bildirilmişdir. Başkasına bildirilmez. Bu ahkâm da, Kur’ân-ı<br />

kerîmden çıkarılıyor ise de, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” tarafından<br />

– 48 –


açıklanmış olduklarından, bunlara (Sünnet) denir. Birinci ve üçüncü kısm ahkâmda<br />

kimse, Peygamberden “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrılamaz. Bütün müslimânların,<br />

bunlara inanması ve tâbi’ olması lâzımdır. Ahkâm-ı ictihâdiyyede ise,<br />

her müctehidin kendi çıkardığı hükme tâbi’ olması lâzımdır. Başka müctehidlerin<br />

ahkâmına tâbi’ olamaz. Bir müctehid, başka müctehide, ictihâdından dolayı yanıldı,<br />

doğru yoldan ayrıldı diyemez. Zîrâ, her müctehide, kendi ictihâdı hakdır ve doğrudur.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” uzak memleketlere gönderdiği<br />

Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları mes’elelerde, Kur’ân-ı kerîmin hükmü ile hareket<br />

etmelerini, Kur’ân-ı kerîmde bulamazlar ise, hadîs-i şerîflerde aramalarını,<br />

burada da bulamazlar ise, kendi re’y ve ictihâdları ile amel etmelerini emr buyururdu.<br />

Kendilerinden dahâ âlim, dahâ yüksek olsalar bile, başkalarının fikr ve ictihâdlarına<br />

tâbi’ olmakdan men’ ederdi. Hiçbir müctehid ve Eshâb-ı kirâmdan hiçbirisi<br />

“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” başkalarının ictihâdlarına bozuk demedi.<br />

Kendilerine uymıyanlara, fâsık ve sapık gibi kötü şeyler söylemedi.<br />

Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” sonra gelen müctehidlerin<br />

en büyüğü, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “radıyallahü anh”. Bu büyük imâm,<br />

her hareketinde, vera’ ve takvâ üzere idi. Her işinde Peygamberimize “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” tâm ma’nâsı ile tâbi’ idi. İctihâd ve istinbâtda, öyle yüksek bir dereceye<br />

ulaşmışdı ki, buraya kimse varamadı.<br />

[Kendisinden dahâ önceleri, dahâ âlim ve dahâ yüksek kimseler geldi ise de, onların<br />

zemânında sapıtmalar yayılmamış olduğundan, doğruyu ayıracak mi’yârlar<br />

hâzırlamamışlar, diğer dahâ kıymetli işlerle uğraşmışlardır.]<br />

İmâm-ı Şâfi’î hazretleri, İmâm-ı a’zamın ictihâdının inceliğinden, az birşey anlıyabildiği<br />

içindir ki, (Bütün müctehidler, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin çocuklarıdır)<br />

demişdir. Îsâ “aleyhisselâm”, kıyâmete yakın bir zemânda, gökden inerek,<br />

Muhammed aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek ve Kur’ân-ı kerîmden<br />

ahkâm çıkaracakdır. İslâm büyüklerinden imâm-ı Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor<br />

ki, (Îsâ “aleyhisselâm” gibi büyük bir Peygamberin, ictihâd ile çıkaracağı<br />

bütün ahkâm, Hanefî mezhebindeki ahkâma benziyecek, ya’nî, İmâm-ı a’zamın<br />

ictihâdına uygun olacakdır). Bu da, İmâm-ı a’zamın “radıyallahü anh” ictihâdının,<br />

ne kadar çok isâbetli ve doğru olduğunu bildiriyor. Evliyâ, kalb gözleriyle, Hanefî<br />

mezhebini, büyük deniz gibi, diğer mezhebleri, ufak dereler, ırmaklar gibi görmüş<br />

olduklarını söylemişlerdir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri, ictihâdında<br />

da sünnete tâbi’ olmakda, herkesden ileri gitmiş, Mürsel hadîsleri bile, Müsned hadîsler<br />

gibi, sened olarak almışdır ve Eshâb-ı kirâmın sözlerini, kendi görüşlerinin,<br />

buluşlarının üstünde tutmuşdur. Onların, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” yanında, sohbetinde bulunmak şerefi ile kazandıkları derecelerin büyüklüğünü,<br />

herkesden dahâ iyi anlamışdır. Diğer hiç bir müctehid böyle yapamamışdır.<br />

İmâm-ı a’zam için, kendi görüşü ile ahkâm çıkarıp, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i<br />

şerîflere bağlı kalmamışdır diyenler, yeryüzünde asrlardan beri ibâdet etmekde<br />

olan milyonlarca müslimânı, yanlış ve uydurma yolda bulundurmakla ve hattâ müslimânlıkdan<br />

ayrı kalmakla lekelemiş oluyor. Bunu ise, yâ kendi cehllerini de bilmeyen<br />

kara kafalı câhiller, yâhud dîn-i islâmı yıkmak, bozguna uğratmak isteyen islâm<br />

düşmanları, zındıklar söyler. Birkaç câhil, birkaç zındık, birkaç hadîs ezberleyip, ahkâm-ı<br />

islâmiyyeyi bu kadarcık sanarak, işitmedikleri ve bilmedikleri hükmleri inkâr<br />

ediyor. Evet, bir kaya kovuğunda ilişmiş kalmış bir böcek, yerleri ve gökleri, bu delikden<br />

ibâret sanır.<br />

Ehl-i sünnetin reîsi, fıkhın kurucusu, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”. Bütün dünyâda tatbîk olunan ahkâm-ı islâmiyyenin dörtde üçü,<br />

onundur. Kalan dörtde birinde de, ortakdır. İslâmiyyetde ev sâhibi, âile reîsi<br />

odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır.<br />

[Bir müctehidin çıkardığı ahkâmın hepsine (Mezheb) denir. Ehl-i sünnetin<br />

– 49 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:4


yüzlerce mezhebinden, bugün dört imâmın mezhebi kitâblara geçmiş olup, diğerleri<br />

kısmen unutulmuşdur. Bu dört imâmın ismleri ve vefât târîhleri: Ebû Hanîfe<br />

150, Mâlik bin Enes Esbahî 179, Muhammed Şâfi’î 204 ve Ahmed bin Hanbel 241<br />

dir. Müctehid olmıyanların bütün hareketlerinde ve ibâdetlerinde, bu dört mezhebden<br />

birinde bulunması lâzımdır. Demek ki, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” yolu, Kur’ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile, ya’nî sünnet ile ve müctehidlerin<br />

ictihâdları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesîkadan başka, bir de, (İcmâ’-ı<br />

ümmet) vardır ki, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin sözbirliği olduğu, İbni Âbidînde<br />

(Habs) bahsinde yazılıdır. Ya’nî gördükleri ve işitdikleri zemân, hiçbirisinin red<br />

ve inkâr etmediği şeylerdir. Şî’îlerin (Minhâc-üs-sâlihîn) kitâbında, ölmüş olana<br />

tâbi’ olmak câiz değildir demeleri doğru değildir.]<br />

Dîn-i islâm, bu dört vesîka ile bizlere gelmişdir. Bu dört vesîkaya (Edille-i<br />

şer’ıyye) denir. Bunların dışında kalan herşey bid’atdir, zındıklıkdır ve dinsizlikdir.<br />

Tesavvuf büyüklerinin kalblerine gelen ilhâmlar, keşfler, ahkâm-ı islâmiyye<br />

için sened ve vesîka olamaz. Keşflerin, ilhâmların doğru olup olmadığı, islâmiyyete<br />

uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tesavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında<br />

bulunan Evliyâ da, ilmi olmıyan, aşağı derecelerdeki müslimânlar gibi, bir<br />

müctehide tâbi’ olmak mecbûriyyetindedir. Bistâmî, Cüneyd, Celâleddîn-i Rûmî<br />

ve Muhyiddîn-i Arabî gibi Evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi’ olarak yükselmişlerdir.<br />

Ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan<br />

ilmler, ma’rifetler, keşfler, tecellîler, aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu ağacın<br />

meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekden maksad, meyve elde etmekdir. Fekat, meyve<br />

kazanmak için, ağaç dikmek şartdır. Ya’nî, îmân olmazsa ve ahkâm-ı islâmiyye<br />

yapılmazsa, tesavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Böyle iddi’âda bulunanlar, zındıkdır,<br />

dinsizdir. Böyle kimselerden, arslandan kaçmakdan dahâ çok kaçmalıdır.<br />

Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dînini ve îmânını alır. [(Merec-ül-bahreyn)de,<br />

Ahmed Zerrûkdan alarak diyor ki, imâm-ı Mâlik “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”, (Fıkh öğrenmeyip, tesavvuf ile uğraşan, dinden çıkar. (Zındık) olur. Fıkh<br />

öğrenip tesavvufdan haberi olmıyan [(Bid’at sâhibi), ya’nî] sapık olur. Her ikisini<br />

edinen, hakîkate varır) buyurdu. Fıkhı doğru öğrenen ve tesavvufun zevkıni alan,<br />

kâmil insan olur. Tesavvuf büyüklerinin hepsi kemâle gelmeden önce bir fıkh âliminin<br />

mezhebinde idi. Tesavvufcunun mezhebi yokdur demek, mezheblerin hepsini<br />

bilir, hepsini gözetir, evlâ olanı, ihtiyâtlı olanı yapar demekdir. Cüneyd-i<br />

Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrînin mezhebinde idi. Abdülkâdir-i Geylânî, hanbelî idi. Ebû<br />

Bekr-i Şiblî, mâlikî idi. İmâm-ı Rabbânî ve Cerîrî, hanefî idi. Hâris-i Muhâsibî, şâfi’î<br />

idi “Kaddesallahü teâlâ esrârehüm”.]<br />

27 — Seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahi aleyh” (Eshâb-ı Kirâm) kitâbında<br />

buyuruyor ki, (İctihâd, insan gücünün yetdiği kadar, ya’nî cehd ile zahmet çekerek<br />

çalışmak demekdir. Ya’nî, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde sarîh ve açık<br />

bildirilmemiş bulunan ahkâmı ve mes’eleleri, açık ve geniş anlatılmış mes’elelere benzeterek,<br />

meydâna çıkarmağa uğraşmakdır. Bunu ancak Peygamberimiz “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” ve Onun Eshâbının hepsi ve diğer müslimânlardan ictihâd makâmına<br />

yükselenler yapabilir ki, bu çok yüksek insanlara, (Müctehid) denir. Cenâb-ı<br />

Hak, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, ictihâd etmeği emr ediyor. O hâlde, ma’nâları<br />

açıkça anlaşılmayan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin derinliklerinde bulunan<br />

ahkâm-ı islâmiyyeyi ve mesâil-i dîniyyeyi, mefhûm ile ve delâlet ile anlıyabilen büyüklere,<br />

ya’nî mutlak müctehidlere, ictihâd etmek farzdır. Müctehid olmak için, arabî<br />

yüksek ilmleri temâmen bilip, Kur’ân-ı kerîmi ezber bilmek, her âyet-i kerîmenin<br />

ma’nây-ı murâdîsini, ma’nây-ı işârîsini ve ma’nây-ı zımnî ve iltizâmîsini bilmek ve<br />

âyet-i kerîmelerin geldikleri zemânları ve gelme sebeblerini ve ne hakkında geldiklerini,<br />

küllî ve cüz’î olduklarını, nâsih veyâ mensûh olduklarını, mukayyed veyâ mutlak<br />

olduklarını ve kırâet-i seb’a ve aşereden ve kırâet-i şâzzeden nasıl çıkarıldıkla-<br />

– 50 –


ını bilmek, Kütüb-i sittedeki ve diğer hadîs kitâblarındaki, yüzbinlerce hadîsi ezberden<br />

bilmek ve her hadîsin ne zemân ve ne için îrâd buyurulduğunu ve ma’nâsının<br />

ne kadar genişlediğini ve hangi hadîsin diğerinden önce veyâ sonra olduğunu ve<br />

bağlı bulunduğu hâdiseleri ve hangi vak’a ve hâdiseler üzerine buyurulduğunu ve<br />

kimler tarafından nakl ve rivâyet olunduğunu ve nakleden kimselerin ne hâlde ve<br />

ne ahlâkda olduklarını bilmek, fıkh ilminin üsûl ve kâ’idelerini tanımak, oniki ilmi<br />

ve Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin işâretlerini, rumûzlarını ve açık ve kapalı<br />

ma’nâlarını kavramak ve bu ma’nâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmân sâhibi<br />

olmak ve itmînân ile dolu, nûrlu ve sâf bir kalbe ve vicdâna mâlik olmak lâzımdır.<br />

İctihâd ve tefsîr hakkında, fârisî (Redd-i Vehhâbî) kitâbında uzun bilgi vardır.<br />

(Redd-i Vehhâbî) kitâbı, 1264 h. de Delhîde ve 1415 de İstanbulda tab’ edilmişdir.<br />

Bütün bu üstünlükler, ancak Eshâb-ı kirâmda ve sonra, ikiyüz sene içinde yetişen,<br />

ba’zı büyüklerde bulunabildi. Dahâ sonraları, fikrler, re’yler dağılıp, bid’atler<br />

çıkıp yayıldı. Böyle üstün kimseler azala azala, dörtyüz sene sonra, bu şartları<br />

hâiz kimse, ya’nî mutlak müctehid olarak meşhûr olan görülmedi). Hicretden<br />

dörtyüz sene sonra, müctehide ihtiyâc da kalmadı. Çünki, Allahü teâlâ ve Onun<br />

Resûlü Muhammed aleyhisselâm, kıyâmete kadar hayât şekllerinde ve fen vâsıtalarında<br />

yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şâmil olan ahkâmın hepsini<br />

bildirdiler. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar. Sonra gelen<br />

âlimler, bu ahkâmın, yeni hâdiselere nasıl tatbîk edileceklerini, tefsîr ve fıkh kitâblarında<br />

bildirirler. (Müceddid) denen bu âlimler kıyâmete kadar mevcûddur.<br />

(Fen vâsıtaları değişdi. Yeni hâdiselerle karşılaşıyoruz. Din adamları toplanarak<br />

yeni tefsîrler yazılmalı, yeni ictihâdlar yapılmalıdır) diyerek, nasslara ilâveler,<br />

değişiklikler yapmak lâzım olduğunu savunanların (Zındık) ve islâm düşmanı oldukları<br />

anlaşılır. İslâm düşmanlarının en zararlısı ingilizlerdir.<br />

İslâm düşmanlığı, zulm, istibdât, hîle ve hıyânet üzerine kurulmuş olan İngiliz<br />

İmperatorluğu, Kanada ve Avustralya ile Asyada ve Afrikada kırk memleketi kültür<br />

emperyalizmi ve kuvvet yolu ile işgâl ederek, ingiliz sömürgesi yapdı. İğrenç<br />

ingiliz politikası gereği olarak önce bu ülkelerin dilleri, dinleri, örf ve âdetleri tahrib<br />

edildi. Sonra da yeraltı ve yerüstü zenginlikleri sömürüldü. Her dürlü direnme<br />

kanlı bir şeklde basdırıldı. İslâm dînini öğreten bütün medrese ve mektebleri de<br />

kapatdılar. Halka doğru yolu gösterebilecek bütün âlimleri ve din adamlarını, hattâ<br />

talebeleri bile öldürdüler. Yalnız Çanakkale harbinde ingilizlerin 274 bin müslimânı<br />

şehîd etdiği, 18.3.2000 târîhli Türkiye gazetesinde yazılıdır. Yeni nesillerin<br />

dinsiz yetişmesi için de İslâm dînini öğreten kitâbları imhâ etdiler.<br />

1877 de Osmânlı-Rus harbi esnâsında, İngiltere, Hindistânın ilhâkını îlân ederken,<br />

Midhat Pâşanın desteğini dahâ önceden garantilemişdi. Çünki, Midhat Pâşa,<br />

meşhûr İskoç locasına kayıdlı olması sebebi ile ingiliz hükûmeti tarafından ingiliz<br />

ajanı gibi kullanılarak, Osmânlı Devletini harbe sokmuş ve Sultân Abdül’azîz<br />

Hânı da şehîd etdirmişdi.<br />

Batıya şartlandırılan devlet adamları ile Batılı uzman olarak görevlendirilen ajanların<br />

işbirliği sâyesinde; “Fen bilgisi din adamına lâzım olmaz!” iftirâsında bulunarak,<br />

medreselerden fen dersleri kaldırıldı. Ondan sonra da, fen bilgilerinden mahrûm<br />

edilen din adamlarını, “Fen bilgilerinden anlamadıkları” gerekçesi ile, câhillik<br />

ile suçlayıp, horlamak sûretiyle gençleri dinden soğutdular.<br />

28 — Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yapdığı ve kaçındığı şeyler iki<br />

kısmdır:<br />

Birisi, ibâdet olarak yapdığı ve kaçındığı şeylerdir. Her müslimânın bunlara tâbi’<br />

olması lâzımdır. Bunlara uymayan şeyler bid’atdir. İkincisi, âdet olarak ya’nî,<br />

bulundukları şehrin ve o memleketlerdeki insanların yapmakda oldukları şeylerdir.<br />

Bunları da beğenmiyen, çirkin diyen, kâfir olur. Fekat, bunları yapmak, mecbûrî<br />

değildir. Bunlara uymayan şey, bid’at değildir. Bunları yapıp yapmamak,<br />

memleketlerin ve insanların âdetlerine bağlıdır. Mubâh kısmındandırlar. Din ile<br />

– 51 –


ağlılıkları yokdur. Her memleketin âdeti, başka başkadır. Hattâ, bir memleketin<br />

âdeti, zemânla değişir.<br />

[İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” abdestin sünnetlerini anlatırken, buyuruyor<br />

ki, (Meşrû’ât, ya’nî ibâdetler, ya’nî müslimânlara yapılması emr olunan şeyler, dört<br />

kısmdır: Farz, vâcib, sünnet, nâfile. Allahü teâlânın açık olarak bildirdiği emrlerine<br />

(Farz) denir. Açık olmayıp, zan ederek anlaşılan emrlerine (Vâcib) denir. Farz<br />

veyâ vâcib olmayıp, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kendiliğinden<br />

emr etdiği veyâ yapdığı ibâdetlere (Sünnet) denir. Bunları devâmlı yaparak, nâdiren<br />

terk etmiş ve terk edenlere birşey dememiş ise, (Sünnet-i hüdâ) veyâ (Müekked<br />

sünnet) denir. Bunlar, islâm dîninin şi’ârıdır. [Ya’nî, bu dîne mahsûsdurlar.<br />

Başka dinlerde yokdurlar.] Vâcibleri terk edeni görünce, terk etmesine mâni’<br />

olurdu. Kendisi ara sıra terk etmiş ise, (Sünnet-i gayr-ı müekkede) denir. Müekked<br />

sünneti, özrsüz olarak devâmlı terk etmek mekrûh olur. Küçük günâh olur. Allahü<br />

teâlâ, bütün ibâdetlere sevâb vereceğini va’d etdi. Söz verdi. Fekat, ibâdete<br />

sevâb verilmesi için, niyyet etmek lâzımdır. Niyyet, emre itâat ve Allahü teâlânın<br />

rızâsına kavuşmak için yapdığını kalbinden geçirmek demekdir. [Bu üç kısm ibâdeti<br />

belli zemânlarda yapmağa (Edâ etmek) denir. Zemânında yapmayıp, zemân<br />

geçdikden sonra yapmağa (Kazâ etmek) denir. Edâ veyâ kazâ etdikden sonra, kendiliğinden<br />

tekrâr yapmağa (Nâfile ibâdet) denir.] Farzları ve vâcibleri nâfile olarak<br />

yapmak, müekked sünnetleri yapmakdan dahâ çok sevâb olur. Resûlullahın<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” ibâdet olarak değil de, âdet olarak, devâmlı yapdığı<br />

şeylere (Sünnet-i zevâid) denir. Elbiseleri, oturması, kalkması, iyi şeyleri yapmağa<br />

sağdan başlaması böyledir. Bunları yapanlara da sevâb verilir. Bunlara sevâb<br />

verilmesi için, niyyet etmek lâzım değildir. Niyyet edilirse, sevâbları çoğalır. Zevâid<br />

sünnetleri ve nâfile ibâdetleri terk etmek mekrûh olmaz.)]<br />

Bunlarla berâber, âdete bağlı şeylerde de Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” tâbi’ olmak, dünyâda ve âhıretde, insana çok şey kazandırır ve çeşidli<br />

se’âdetlere yol açar.<br />

29 — İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, nemâzın mekrûhlarını anlatırken<br />

buyuruyor ki; (Kâfirlerin yapdıkları ve kullandıkları şeyler de iki kısmdır:<br />

Birisi, âdet olarak, ya’nî her kavmin, her memleketin âdeti olarak yapdıkları şeylerdir.<br />

Bunlardan, harâm olmayıp, insanlara fâideli olanları yapmak ve kâfirlere<br />

benzemeği düşünmiyerek kullanmak hiç günâh değildir. [Pantalon, fes ve çeşidli<br />

ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yimek ve herkesin önüne tabaklar<br />

içinde koymak ve ekmeği bıçak ile dilimlere ayırmak ve çeşidli eşyâ ve âletleri<br />

kullanmak, hep âdete bağlı şeyler olup mubâhdırlar. Bunları kullanmak, bid’at<br />

olmaz, günâh olmaz.] Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” papasların kullandığı<br />

ayakkabıyı kullanmışdır). Bunlardan, fâideli olmıyanları ve çirkin ve mezmûm<br />

olanları kullanmak ve yapmak harâm olur. Fekat, iki müslimân bunları kullanınca<br />

(Âdet-i islâm) olur ve üçüncü kullanan müslimâna harâm olmaz. Birinci ve ikinci<br />

müslimân günâhkâr olursa da, başkaları olmaz. (Kâmûs-ül-a’lâm)da, Timürtaş<br />

pâşada diyor ki, (Osmânlı sancağının rengini ve [bugünkü ay-yıldızlı Türk bayrağının]<br />

şeklini ta’yîn eden ve o zemâna kadar beyâz olan fesi kırmızıya boyayan, Timürtaş<br />

pâşadır). Abbâsî devletinin bayrağı siyâh idi. Halîfe Memûn zemânında yeşile<br />

çevrildi. Görülüyor ki, fes macarlardan alınmamışdır. Türk yapısıdır.<br />

(Birgivî vasıyyetnâmesi)nde diyor ki, (Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı,<br />

ibâdet olarak yapdıkları ve kâfirlik alâmeti olan ve islâmiyyeti inkâr etmek ve<br />

inanmamak alâmeti olan ve tahkîr etmemiz vâcib olan şeylerdir ki, bunları yapan<br />

ve kullanan kâfir olur. Bunlar, ölümle veyâ bir uzvun kesilmesi ile veyâ bunlara sebeb<br />

olan, şiddetli dayak, habs, bütün malını almak ile tehdîd edilmedikce kullanılamaz.<br />

Bunlardan meşhûr olanlarını bilmiyerek veyâ şaka olarak veyâ herkesi güldürmek<br />

için yapan da, kâfir olur. Meselâ, papasların ibâdetlerine mahsûs şeyi kul-<br />

– 52 –


lanmak küfr olur. Buna (Küfr-i hükmî) denir.) Onlara mahsûs olan şeyleri kullanmanın<br />

küfr olduğu, islâm âlimlerinin temel kitâblarında yazılıdır. (İbni Âbidîn) “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” beşinci cild, dörtyüzseksenbirinci sahîfeyi okuyunuz! Din düşmanları,<br />

müslimânları aldatmak için, kâfirlerin âdetlerini, bayramlarını, müslimân<br />

âdeti, müslimânların mubârek günü diyerek, bunların gâvurluk ve kâfirlik olduğunu<br />

örtmeğe uğraşıyorlar. Büyük Kostantinin hıristiyanlık dînine karışdırdığı Noel<br />

gecesini ve Cemşîdin ortaya çıkardığı Nevruz günü mecûsî bayramını, millî bayram<br />

olarak tanıtıyorlar. Müslimânların bu günlerde bayram yapmalarını istiyorlar.<br />

Genç ve sâf müslimânlar bunlara aldanmamalıdır. Güvendikleri hâlis müslimânlara,<br />

nemâz kılan akrabâlarına, dînini bilen baba dostlarına sorup öğrenmelidir. Bugün<br />

bütün dünyâda, gerek îmânı ve küfrü tanımakda, gerekse ibâdetleri doğru<br />

yapmakda, câhillik özr değildir. Meşhûr olan din bilgilerini bilmediği için aldanan,<br />

Cehennemden kurtulamıyacakdır. Allahü teâlâ, bugün, dînini dünyânın her tarafına<br />

duyurmuş, îmânı, halâli, harâmı, farzları, güzel ahlâkı öğrenmek pek kolaylaşmışdır.<br />

Bunları, lüzûmu kadar öğrenmek farzdır. Öğrenmeyip câhil kalan farzı<br />

terk etmiş olur. Öğrenmeğe lüzûm görmiyen, ehemmiyyet vermiyen kâfir olur.<br />

30 — Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmak yedi derecedir: Birincisi,<br />

ahkâm-ı islâmiyyeye inanarak, bunları öğrenmek ve yapmakdır. Bütün müslimânların<br />

ve âlimlerin ve zâhidlerin ve âbidlerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”<br />

tâbi’ olması, bu derecededir. Bunların nefsleri îmân etmemişdir. Allahü teâlâ,<br />

merhamet ederek, yalnız kalbin îmânını kabûl etmekdedir.<br />

İkincisi, emrleri yapmakla berâber, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

bütün sözlerini ve âdetlerini yapmak ve kalbi kötü huylardan temizlemekdir. Tesavvuf<br />

yolunda yürüyenler bu derecededir.<br />

Üçüncüsü, Resûlullahda “sallallahü aleyhi ve sellem” bulunan hâllere, zevklere<br />

ve kalbe doğan şeylere de tâbi’ olmakdır. Bu derece, tesavvufun (Vilâyet-i hâssa)<br />

dediği makâmda ele geçer. Burada, nefs de îmân ve itâ’at eder ve bütün ibâdetler,<br />

hakîkî ve kusûrsuz olur.<br />

Dördüncüsü, ibâdetler gibi bütün hayrlı işler hakîkî ve kusûrsuz olmakdır. Bu<br />

derece, (Ulemâ-i râsihîn) denilen büyüklere mahsûsdur. Bu râsih ilmli âlimler,<br />

Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ma’nâlarını ve işâretlerini anlar. Bütün<br />

Peygamberlerin Eshâbı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, böyle idi. Hepsinin<br />

nefsleri îmân etmiş, mutmainne olmuşdur. Böyle tâbi’ olmak, yâ tesavvuf ve<br />

vilâyet yolundan ilerleyenlere veyâ bütün sünnetlere yapışarak bütün bid’atlerden<br />

kaçanlara nasîb olur. Bugün, dünyâyı bid’at kaplamış, sünnetler gayb olmuşdur.<br />

Bugün, sünnetleri bulup yapışmak ve bid’at deryâsından kurtulmak, imkân hâricinde<br />

kalmışdır. Bid’atler, âdet hâlini almışdır. Hâlbuki, âdetler ne kadar yerleşmiş<br />

ve yayılmış olsalar ve ne kadar güzel görünseler de, din ve ahkâm-ı islâmiyye<br />

olamaz. Küfre sebeb olan ve harâm olan şeyler, âdet hâlini alsalar, halâl ve câiz<br />

olmazlar. [Demek ki, bu dereceye kavuşmak için, tesavvuf yolundan ilerlenir.<br />

Bu yola, tarîkat denir. İlk asrlarda, sünnetlerin hepsine uymak kolay idi. Tesavvufa<br />

lüzûm yokdu.]<br />

Beşincisi, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” mahsûs kemâlâta, yüksekliklere<br />

tâbi’ olmakdır. Bu kemâlât, ilm ve ibâdet ile ele geçemez. Ancak, Allahü<br />

teâlâdan, lutf ve ihsân ile gelir. Bu derecede olanlar, büyük Peygamberler “salevâtullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma’în” ve bu ümmetin pek az büyükleridir.<br />

Altıncısı, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mahbûbiyyet ve ma’şûkıyyet<br />

kemâlâtına tâbi’ olmakdır ki, Allahü teâlânın çok sevdiklerine mahsûsdur ve<br />

lutf ile ele geçmez, muhabbet lâzımdır.<br />

Yedinci derece, insan vücûdünün her zerresinin tâbi’ olmasıdır. Tâbi’ metbû’a<br />

o kadar benzer ki, tâbi’ olmaklık aradan kalkar. Bunlar da, sanki Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” gibi, aynı kaynakdan, herşeyi alır.<br />

– 53 –


31 — İKİNCİ CİLD, 67. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Hân-ı Hânân-ı cihâna yazılmış olup, Ehl-i sünnet i’tikâdını ve islâmın<br />

beş şartını ve günâhlardan tevbe etmeği bildirmekdedir:<br />

Mektûbuma Besmele ile başlıyorum. [Ya’nî, dünyâda, bütün insanlara fâideli<br />

şeyleri yaratıp göndermekle merhamet eden ve âhıretde, Cehennemi hak etmiş olan<br />

mü’minleri, afv ve inâyet buyuran, mahlûkâtı yaratan ve her ân varlıkda durduran<br />

ve korku ve dehşetden muhâfaza buyuran Allahü teâlânın ism-i şerîfi ile, bu mektûbu<br />

yazmağa başlıyorum.] Onun seçdiği, beğendiği iyi insanlara selâmetler olsun!<br />

[İbni Âbidîn, birinci cild, altıncı sahîfede buyuruyor ki, (Hayvan keserken, av<br />

hayvanına ok atarken, ava ta’lîm edilmiş köpeği gönderirken, (Bismillâh) veyâ (Allahü<br />

ekber) demek vâcibdir. Besmeleyi temâm söylemek de olur. Her rek’atde, Fâtihadan<br />

önce, Besmele çekmek vâcib diyenler vardır. Fekat, sünnet olduğu dahâ<br />

doğrudur. Abdest almağa, yimeğe, içmeğe ve her fâideli işe başlarken, Besmele çekmek<br />

sünnetdir. Fâtiha ile sûre arasında Besmele çekmek, câiz veyâ müstehabdır.<br />

Yürümeğe, oturmağa, kalkmağa başlarken okumak mubâhdır. (Bismillâhillezî<br />

lâ-yedurru ma’ asmihî şey’ün fil-erdı velâ fissemâi ve hüves-semî’ul’alîm), ya’nî besmele<br />

okuyarak başlanan her şey, zarar vermez.<br />

Avret yerini açarken, necâset bulunan yere girerken ve Berâe sûresini, evvelki<br />

sûreye bitişik okurken ve sigara içmeğe ve bunun gibi, fenâ kokulu şeyleri, meselâ<br />

soğan, sarmısak gibi şeyleri yimeğe [ve sakal traşı olmağa başlarken], Besmele<br />

çekmek mekrûhdur. [Sigaranın, soğan ve sarmısak gibi fenâ kokulu şeylere benzetilmesi,<br />

tütünün, bu şeyler gibi, tab’an mekrûh olduğunu, şer’an mekrûh olmadığını<br />

göstermekdedir.] Harâm işlemeğe başlarken besmele çekmek, harâmdır. Hattâ,<br />

kat’î harâm olan şeye, bile bile, Besmele çeken kâfir olur dediler. Kur’ân-ı kerîm<br />

niyyeti ile, cünübün Kur’ân-ı kerîm okuması harâmdır.<br />

Hamd etmek, nemâzda vâcib, hutbede ve her düâdan önce ve yimekden, içmekden<br />

sonra sünnetdir. Her hâtırladıkca söylemek mubâhdır. Pis yerlerde söylemek<br />

mekrûh, harâm yidikden, içdikden sonra söylemek, harâmdır ve belki, küfre sebeb<br />

olur.)].<br />

Lutf ederek göndermiş olduğunuz kıymetli mektûbunuz geldi. Allahü teâlâya<br />

hamd ve şükrler olsun ki, şübhelerin artdığı şu zemânda, hiçbirşeye ihtiyâcı olmıyan<br />

sizin gibi bahtiyârlar, temiz mayalarının îcâbı olarak, hiçbir münâsebet olmadığı<br />

hâlde, bir köşede kalmış, unutulmuş olan bu fakîrleri düşünmekle, iltifât buyuruyor<br />

ve bu tâifeye îmân ediyorsunuz. Ne büyük ni’metdir ki, çeşidli meşgûliyyet<br />

ve bağlılıklarınız, sizleri bu devletden alıkoymamış ve dağınık işleriniz, onlara<br />

muhabbetinize mâni’ olmamış. Bu büyük ni’metin şükrünü yerine getirmelisiniz<br />

ve (El mer’ü me’a men ehabbe), ya’nî, (Herkes, âhıretde, dünyâda iken sevmiş<br />

olduğu kimselerle berâber bulunacakdır) hadîs-i şerîfinden ümmîdli olmalısınız!<br />

Ey kıymetli ve bahtiyâr insan! Yetmişüç fırka içinde, Cehennemden kurtulan,<br />

yalnız (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) fırkasıdır. Her müslimân, Ehl-i sünnet i’tikâdını<br />

öğrenmeli, îmânını buna göre düzeltmelidir. Asrlardan beri dünyâya yayılmış<br />

olan müslimânların çoğu, Ehl-i sünnet idi. [Gelmiş olan yüzbinlerle Ehl-i sünnet<br />

âlimlerinin, milyonları aşan kitâbları, dünyânın her tarafına, islâmiyyeti yaymış,<br />

tanıtdırmışdır. Cehennemden kurtulmak istiyen, bu doğru kitâbları bulup, okuyup<br />

i’tikâdını düzeltmelidir.] Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan i’tikâda<br />

uymıyan fenâ, bozuk i’tikâdlar, îmânlar, ya’nî bunlara gönül bağlamak, gönlü öldüren<br />

bir zehrdir. İnsanı sonsuz ölüme, ebedî azâba götürür. Amelde, ibâdetlerde<br />

tenbellik, gevşeklik olursa, afv olunabilir. Ammâ, i’tikâdda gevşek davranmak<br />

afv olunmaz. (Şirki, ya’nî küfrü, aslâ afv etmiyeceğim. Diğer bütün günâhları, istediğim<br />

kimselerden afv ederim!) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur.<br />

– 54 –


Ehl-i sünnet i’tikâdını kısa ve öz olarak bildiriyorum. Buna göre i’tikâdı düzeltmelidir.<br />

Hak teâlâdan, yalvararak, bu i’tikâd üzere dâim olmayı istemelidir.<br />

[Herşeyin yokdan var olduğunu, bütün varlıkların yok olduğunu görüyoruz. Bu<br />

hâl sonsuzdan böyle gelmiş olamaz. Herşeyi yokdan var eden ve hiç yok olmıyan<br />

bir yaratıcı yaratmışdır. Bu yaratıcı, varlığını bildirmek için, Peygamberler ve kitâblar<br />

göndermişdir. Peygamberler ve kitâblar, meşhûrdur. İsmleri, dünyânın<br />

her yerindeki kütübhânelerde yazılıdır. Meydânda olan şey, inkâr olunamaz. Allahü<br />

teâlânın, varlığına inanmamak, meydânda olan şeyi inkâr etmek olur. Allahü<br />

teâlânın varlığına ve birliğine inanmamak, günlük hâdiseleri, kitâbda okuyup,<br />

inanmamak gibidir. Bu da, akllı bir kimsenin yapacağı birşey değildir.] Biliniz<br />

ki, Allahü teâlâ, kadîm olan Zâtı ile vardır. Ondan başka herşey, Onun var etmesi<br />

ile var olmuşdur. Onun yaratması ile yoklukdan varlığa gelmişdir. O, sonsuz<br />

olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Ya’nî hep var idi. Varlığından evvel yokluk olamaz.<br />

Ondan başka herşey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yaratdı. Kadîm<br />

ve ezelî olan, bâkî ve ebedî olur. Hâdis ve mahlûk olan, fânî ve muvakkat olur, ya’nî<br />

yok olur. Allahü teâlâ birdir. Ya’nî, varlığı lâzım olan, yalnız Odur. İbâdete hakkı<br />

olan da, yalnız Odur. Ondan başka herşeyin var olmasına lüzûm yokdur. Olsalar<br />

da olur, olmasalar da. Ondan başka hiçbirşey, ibâdet olunmağa lâyık değildir.<br />

Allahü teâlânın kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları: Hayât, İlm, Sem’, Basar, Kudret,<br />

İrâde, Kelâm ve Tekvîndir. Bu sıfatları da, kadîmdir, ezelîdir. Varlıkları<br />

Zât-i ilâhî iledir. Mahlûkların sonradan yaratılması ve onlarda her ân meydâna gelen<br />

değişiklikler, bu sıfatların kadîm olmasını bozmaz. Sıfatların bağlandığı şeylerin<br />

sonradan var olması, sıfatların ezelî olmasına mâni’ olmaz. Felsefeciler, yalnız<br />

akla güvendiklerinden, aklları da noksân olduğundan, müslimânlardan mu’tezile<br />

fırkası da, iyi göremediğinden, eşyâ hâdis olduğu için, bunları var eden ve idâre<br />

eden sıfatlar da hâdisdir deyip geçdiler. Bu sûretle kadîm olan (Sıfât-ı kâmile)yi,<br />

inkâr etdiler. İlm sıfatı, zerrelere kadar işlemez. Ya’nî, Allahü teâlâ, ufak tefek şeyleri<br />

bilmez. Çünki, eşyâdaki değişiklikler, ilm sıfatında değişiklik yapar. Kadîm olanda<br />

ise, değişiklik olamaz, dediler. Hâlbuki bilmediler ki, sıfatlar ezelîdir. Bunların<br />

eşyâya te’allukları, bağlantıları hâdisdir.<br />

Noksân sıfatlar, Onda yokdur. Allahü teâlâ, maddelerin, cismlerin, arazların,<br />

ya’nî hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehdir, uzakdır.<br />

Allahü teâlâ, zemânlı değildir, mekânlı değildir, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafda<br />

değildir. Zemânları, yerleri, cihetleri O yaratmışdır. Birşey bilmiyen bir<br />

kimse, Onu, Arşın üstünde sanır, yukarıda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da,<br />

Onun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmışdır. Sonradan yaratılan birşey,<br />

kadîm olana, her zemân var olana, yer olabilir mi? Yalnız şu kadar var ki, Arş,<br />

mahlûkların en şereflisidir. Herşeyden dahâ sâf ve dahâ nûrludur. Bunun için, ayna<br />

gibidir. Allahü teâlânın büyüklüğü orada görünür. Bunun içindir ki, ona (Arşullah)<br />

denir. Yoksa, Allahü teâlâya göre, Arş da, diğer eşyâ gibidir. Hepsi, Onun<br />

mahlûkudur. Yalnız Arş, ayna gibidir. Diğer eşyâda bu kâbiliyyet yokdur. Aynada<br />

görünen bir insana, aynanın içindedir denilir mi? O insanın aynaya olan nisbeti,<br />

karşısında bulunan diğer eşyâya olan nisbeti gibidir. İnsanın, hepsine olan münâsebeti<br />

aynıdır. Yalnız, ayna ile diğer eşyâ arasında fark vardır. Ayna, insanın sûretini<br />

gösterebiliyor, diğer eşyâ ise, göstermiyor.<br />

Allahü teâlâ, madde değildir, cism değildir, araz, hâl değildir. Hudûdlu, boyutlu<br />

değildir. Uzun, kısa, geniş, dar değildir. Ona, (Vâsi’) ya’nî geniş deriz. Fekat; bu<br />

genişlik, bizim bildiğimiz, anladığımız gibi değildir. O, (Muhît)dir. Ya’nî herşeyi<br />

çevirmişdir. Fekat, bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir. O, (Karîb)dir.<br />

Yakındır ve bizimledir. Fekat, bizim anladığımız gibi değil! Onun vâsi’, muhît, karîb<br />

ve bizim ile berâber olduğuna inanırız. Fekat, bu sıfatların ne demek olduğunu<br />

bilemeyiz. Akla gelen herşey yanlışdır, deriz. Allahü teâlâ, hiçbirşeyle ittihâd<br />

– 55 –


etmez, birleşmez. Hiçbirşey de Onunla birleşmez. Ona hiçbirşey hulûl etmez. O<br />

da, birşeye hulûl etmez. Allahü teâlâ, ayrılmaz, parçalanmaz, tahlîl [analiz], terkîb<br />

[sentez] edilmez. Onun benzeri, eşi yokdur. Kadını, çocukları yokdur. O, bildiğimiz,<br />

düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez.<br />

Benzeri, nümûnesi, olamaz. Şu kadar biliriz ki, Allahü teâlâ vardır. Bildirdiği<br />

sıfatları da vardır. Fekat kendisinde, varlığında ve sıfatlarında akla gelen, hayâlimize<br />

gelen herşeyden münezzehdir, uzakdır. İnsanlar Onu anlıyamaz. Fârisî<br />

beyt tercemesi:<br />

Rabbiniz değil miyim? Sorulduğunda, Onu<br />

anlıyanlar, O vardır diyip kesdiler sözü.<br />

[İmâm-ı Rabbânî 266.cı mektûbda diyor ki, (Allahü teâlâ vardır, birdir. Hayydır,<br />

diridir. Her şeyi görür. Hareketleri, düşünceleri, dünyâ ve âhıretdeki şeyleri,<br />

ezelde, bir anda bilir. O ve sıfatları ve işleri, akl ile anlaşılamaz ve anlatılamaz.<br />

İnsan birşey yapmak irâde edince, O da isterse, hemen yaratır. İnsanın istemesine<br />

(Kesb) denir. Onun istemesine (Halk) denir. Onun söylemesi de, hep bir kelimedir.)]<br />

İslâm âlimlerinin, (Allahü teâlânın gönderdiği ni’metleri düşününüz. Allahü<br />

teâlânın nasıl olduğunu düşünmeyiniz), sözleri meşhûrdur. Allahü teâlânın<br />

ismleri, (Tevkîfî)dir. Ya’nî dînin sâhibinin bildirmesine mevkûfdur, bağlıdır. İslâmiyyetin<br />

söylediği ismi söylemelidir. İslâmiyyetin bildirmediği ism söylenemez.<br />

Ne kadar kâmil, güzel ism olsa da, söylenmemelidir. Cevâd denir. Çünki<br />

islâmiyyet, Cevâd demekdedir. Fekat, yine cömerd ma’nâsında olan (Sahî) ismi<br />

söylenemez. Çünki islâmiyyet, Ona sahî dememişdir. [Şu hâlde, tanrı da denemez.<br />

Hele ibâdet ederken, ezân okurken, Allah ismi yerine, tanrı demek, çok<br />

günâh olur.]<br />

Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır. Onun sözüdür. Sözünü, islâm harflerinin ve seslerinin<br />

içine sokarak, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma göndermişdir. Bununla<br />

kullarına emrlerini, nehy [ya’nî yasak]lerini bildirmişdir.<br />

Biz mahlûklar, [buğazımızdaki ses iplikcikleri], dil ve damağımız ile konuşuyor,<br />

arzûlarımızı harf ve ses şeklinde meydâna çıkarıyoruz. Allahü teâlâ da ses zarları,<br />

ağız dil olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti ile, harf ve ses içinde kullarına<br />

göndermişdir. Emrlerini, nehylerini harf ve ses içinde meydâna çıkarmışdır.<br />

Her iki kelâm da Onundur. Ya’nî harf ve ses içine sokulmadan evvelki (Kelâm-ı<br />

nefsî)si ve harf ve ses içinde bulunan (Kelâm-ı lafzî)si hep Onun kelâmıdır.<br />

Her ikisine de kelâm demek doğrudur. Nitekim bizim de, nefsî ve lafzî kelâmımızın<br />

ikisi de, sözümüzdür. Nefsîye hakîkî deyip, lafzîye mecâz demek, ya’nî kelâm<br />

gibi demek, yanlışdır. Çünki, mecâz olan şeyler red edilebilir. Allahü teâlânın kelâm-ı<br />

lafzîsini red edip, buna, Allah kelâmı değildir demek, küfrdür. Evvelce gelen<br />

Peygamberlere “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilen<br />

kitâblar ve sahîfeler de, hep Allah kelâmıdır. O kitâblarda ve sahîfelerde ve<br />

Kur’ân-ı kerîmde bulunanların hepsi, (Ahkâm-ı ilâhî)dir. Her vakte uygun olan<br />

hükmleri, o zemânın insanlarına göndermiş ve onları bunlardan mes’ûl tutmuşdur.<br />

Allahü teâlâyı mü’minler Cennetde, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmıyarak<br />

ve nasıl olduğu anlaşılmıyarak ve ihâtasız, ya’nî bir şeklde olmıyarak görecekdir.<br />

Allahü teâlâyı âhıretde görmeğe inanırız. Nasıl görüleceğini düşünmeyiz. Çünki,<br />

Onu görmeği akl anlıyamaz. İnanmakdan başka çâre yokdur. Felsefecilere ve<br />

mu’tezile ismindeki müslimânlara ve Ehl-i sünnetden başka bütün fırkalara yazıklar<br />

olsun ki, kör olduklarından, buna inanmakdan mahrûm kaldılar. Görmedikleri,<br />

bilmedikleri şeyi gördükleri şeylere benzetmeğe kalkarak îmân şerefine kavuşamadılar.<br />

– 56 –


Allahü teâlâ, insanları yaratdığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor. İyi ve<br />

fenâ şeylerin hepsi Onun takdîri, dilemesi iledir. Fekat, iyi işlerden râzıdır, beğenir.<br />

Fenâlardan râzı değildir, beğenmez. İyi ve kötü her iş, Onun istemesi ve yaratması<br />

ile ise de, Onu yalnız, bir kötü şeyin yaratıcısı olarak adlandırmak edebsizlik<br />

olur. Kötülüklerin yaratıcısı dememelidir. İyi ve kötünün yaratıcısıdır demelidir.<br />

Meselâ, herşeyin hâlıkıdır demeli. Fekat, pisliklerin veyâ domuzların<br />

hâlıkı dememelidir. Ona karşı edeb, böyle olur. Mu’tezile fırkası [ve ba’zı sapık<br />

kimseler] ne kadar bayağı düşünüyor! İyi, kötü her işini, insan, kendi yaratır diyor.<br />

Akl da, din de bunun yanlış olduğunu gösteriyor. Doğru söyliyen âlimler, ya’nî<br />

Ehl-i sünnetin büyükleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” insanın, yapdığı işde,<br />

kendi kuvveti de te’sîr ediyor dedi ve bu te’sîre (Kesb) ismini verdiler. Çünki,<br />

elin titremesi ile, istekle kaldırılması arasında elbette fark vardır. Titremelere<br />

insan kudreti ve kesbi karışmıyor. İhtiyârî hareketlere ise karışıyor. İşte, bu kadar<br />

karışmaları, süâle ve cezâya sebeb olmakda, insan, sevâb veyâ günâh kazanmakdadır.<br />

İnsanların kudret ve ihtiyârına inanmıyan, insanları âciz ve mecbûr zan<br />

eden kimse, din âlimlerinin sözlerini anlamamışdır. Bu büyüklerin insanda kudret<br />

ve irâde var demeleri, insan her istediğini yapar ve istemediklerini yapmaz demek<br />

değildir. Böyle olmak kullukdan uzakdır. Büyüklerin sözü, insanlar, emr olunan<br />

şeyleri yapabilir demekdir. Meselâ, beş vakt nemâz kılabilir. Malın kırkda birini<br />

zekât verebilir. Oniki ayda, bir ay oruc tutabilir. Yol ve yiyecek parası olan,<br />

ömründe bir kerre hac yapabilir. Bunlar gibi, ahkâm-ı islâmiyyenin hepsini yapabilir.<br />

Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, insanların za’îfliğine ve kuvvetlerinin<br />

azlığına göre, bütün ibâdetlerde en hafîf, en kolay olanları emr etmişdir. (Allahü<br />

teâlâ, sizlere kolaylık istiyor, güçlük istemiyor) ve (Allahü teâlâ sizlere hafîf,<br />

kolay emr etmek istiyor. İnsanlar, za’îf, kuvveti az yaratılmışdır) meâlindeki<br />

âyet-i kerîmeler meşhûrdur.<br />

[Dinde harac, zorluk yokdur, demenin ma’nâsı da budur. Ya’nî, Allahü teâlâ kolaylık<br />

emr etmişdir, demekdir. Yoksa, herkes, hoşuna giden şeyleri yapsın, nefsine<br />

zor gelen şeyleri yapmasın, ibâdetleri râhat ve kolay ve keyfine göre değişdirsin<br />

demek değildir. Dinde ufak bir değişiklik yapmak, küfrdür, dinsizlikdir.]<br />

Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Allahü teâlâ tarafından kullarına<br />

gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan,<br />

doğru, se’âdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Da’vetlerini kabûl edenlere,<br />

Cenneti müjdelemişler, inanmıyanları ve inanıp da yapmıyanları Cehennem<br />

azâbı ile korkutmuşlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur,<br />

yanlışlık yokdur. Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed aleyhisselâmdır “sallallahü<br />

aleyhi ve selleme aleyhi ve aleyhim ecma’în”. Onun dîni bütün dinleri nesh etmiş,<br />

yürürlükden kaldırmışdır. Onun kitâbı, geçmiş kitâbların en iyisidir. Onun dîni<br />

kıyâmete kadar bâkîdir. Kimse tarafından değişdirilmiyecekdir. Îsâ “aleyhisselâm”<br />

gökden inecek, Onun dîni ile amel edecek, ya’nî Onun ümmeti olacakdır.<br />

[Ba’zı kimseler, din, zemâna göre değişir, islâm ahkâmı tefessüh etmiş, eskimişdir.<br />

Asrımızın îcâblarını karşılayacak bir din lâzımdır diyor. Evet, din, zemânla değişir.<br />

Fekat bunu, sâhibi, ya’nî Allahü teâlâ değişdirir. Nitekim Âdem aleyhisselâmdan<br />

beri, çok kerre değişdirmiş ve en son olarak ve kıyâmete kadar bütün îcâbları,<br />

ihtiyâcları karşılayacak, en mükemmel, en üstün bir din olarak, Muhammed aleyhisselâmın<br />

dînini göndermişdir. Zevallı insanlar, Allahü teâlânın mükemmel dediği dinden<br />

dahâ iyisini mi yapabilecek? Evet milletlerin kanûnları da, zemânla değişir. Fekat,<br />

bunu ancak millet meclisleri değişdirebilir. Her bekçi ve çoban değil! (Mecelle)nin<br />

otuzdokuzuncu maddesinde ve şerhinde diyor ki, (Ahkâm zemânla değişir. Örf<br />

ve âdete tâbi’ olan ahkâm değişir. Nass ile anlaşılan ahkâm zemânla değişmez.)]<br />

Muhammed aleyhisselâmın kıyâmetden haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur.<br />

Kabr azâbı, kabrin ölüyü sıkması, kabrde Münker ve Nekîr denilen iki meleğin sü-<br />

– 57 –


âl sorması, kıyâmetde herşeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından<br />

çıkıp dağılacakları, küre-i Erdın, dağların parçalanması ve herkesin mezârdan<br />

çıkması, mahşer yerine toplanması, ya’nî rûhların cesedlere gelmesi, kıyâmet gününün<br />

zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmetde süâl ve hesâb ve dünyâda<br />

yapılmış olan şeylere orada, ellerin, ayakların ve her a’zânın şehâdet etmesi ve iyilik<br />

ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veyâ sol tarafdan verilmesi ve iyiliklerin ve<br />

günâhların, oraya mahsûs bir terâzîde dartılması hakdır, doğrudur. Orada sevâbı<br />

ağır gelen, Cehennemden kurtulacak, az gelen, ziyân edecekdir. Oradaki terâzî, bilinmiyen<br />

bir terâzî olup, ağır ve hafîf gelmesi dünyâ terâzîsinin aksinedir. Yukarı<br />

çıkan kefe ağırdır, aşağı inen hafîfdir. [Orada yer çekimi kuvveti yokdur.]<br />

Orada önce Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, sonra sâlih kullar<br />

ya’nî Evliyâ-i kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, Allahü teâlânın izni<br />

ile, günâhı çok olan mü’minlere şefâ’at edecekdir. Peygamberimiz “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetimden büyük günâhları olanlara şefâ’at edeceğim).<br />

Cehennemin üzerinde sırât köprüsü vardır. Mü’minler, bu köprüden geçip,<br />

Cennete gidecekdir. Kâfirlerin ayakları kayarak, Cehenneme düşeceklerdir.<br />

[Sırât köprüsü deyince, bildiğimiz köprüler gibi sanmamalıdır. Nitekim, sınıf geçmek<br />

için, imtihân köprüsünden geçilir diyoruz. Her talebe imtihân köprüsünden<br />

geçer. Hepsi buradan geçdiği için köprü diyoruz. Hâlbuki, imtihânın, köprüye benziyen<br />

hiçbir tarafı yokdur. İmtihân köprüsünden geçenler olduğu gibi, geçemeyip,<br />

yuvarlananlar da olur. Fekat bu, köprüden denize yuvarlanmağa benzemez. İmtihân<br />

köprüsünün nasıl olduğunu, buradan geçenler bilir. Sırât köprüsünden de herkes<br />

geçecek, ba’zıları da geçemeyip Cehenneme yuvarlanacakdır. Fekat, bu köprü<br />

ve buradan geçmek ve Cehenneme düşmek, dünyâ köprüleri gibi ve imtihân köprüsü<br />

gibi değildir. Bunlara hiç benzemez.]<br />

Mü’minlere mükâfât ve ni’met için hâzırlanmış olan Cennet ve kâfirlere azâb<br />

için hâzırlanmış olan Cehennem [şimdi] vardır. Her ikisini de, Allahü teâlâ, yokdan<br />

var etmişdir. [Kıyâmetde herşey yok edilip, tekrâr yaratıldıkdan sonra] ebedî<br />

olarak varlıkda kalacaklar, hiç yok olmıyacaklardır. Süâl ve hesâbdan sonra,<br />

mü’minler Cennete girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennetden hiç çıkmıyacaklardır.<br />

Bunun gibi, kâfirler de, Cehenneme girince, Cehennemde sonsuz kalacaklar,<br />

ebedî olarak azâb çekeceklerdir. Bunların azâblarının azaltılması câiz değildir.<br />

[İbni Teymiyye, kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarını inkâr etmekdedir.]<br />

(Onların azâbları hafîfletilmiyecek, onlara hiç yardım olunmıyacakdır) meâlindeki<br />

âyet-i kerîme meşhûrdur. Kalbinde zerre kadar îmânı bulunanı, günâhlarının<br />

çokluğu sebebi ile Cehenneme soksalar da, günâhları kadar azâb edip, sonunda,<br />

Cehennemden çıkarılır ve onun yüzünü siyâh yapmazlar. Kâfirlerin yüzleri<br />

ise, siyâh yapılır. Mü’minleri Cehennemde zincirlere bağlamazlar. Boyunlarına<br />

tasma takmazlar. Böylece kalblerindeki zerre îmânın hurmeti, kıymeti belli<br />

olur. Kâfirleri ise, kelepçe ve zincirlere bağlarlar.<br />

Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emrlerine ısyân<br />

etmeleri câiz değildir. Emr olunduklarını yaparlar. Evlenmeleri yokdur. Doğurmazlar,<br />

çoğalmazlar. Allahü teâlâ, bunlardan ba’zılarını peygamber olarak seçmişdir.<br />

[Diğer meleklere] Vahy [haber] götürmek vazîfesi ile şereflendirmişdir. Peygamberlerin<br />

“aleyhimüssalevâtü vetteslîmat” kitâblarını ve sahîfelerini getiren bunlardır.<br />

[Meselâ En’âm sûresini Cebrâîl “aleyhisselâm” ile birlikde yetmişbin melek<br />

getirmişdir.] Bunlar hatâ etmez, unutmaz. Hîle yapmaz, aldatmazlar. Bunların<br />

Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur. Şübheli, ihtimâlli değildir. Melekler,<br />

Allahü teâlânın azameti, celâli, büyüklüğünden korkudadır. Kendilerine verilen<br />

emrleri yapmakdan başka işleri yokdur.<br />

ÎMÂN: Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan, Peygamberimizden “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek demek-<br />

– 58 –


dir. [Her lisan ile söylemenin câiz olduğu, (Dürr-i yektâ)da yazılıdır.] İbâdetler,<br />

îmândan değildir. Fekat, îmânın kemâlini artdırır ve güzelleşdirirler. İmâm-ı<br />

a’zam Ebû Hanîfe “aleyhirrahme”, îmân artmaz ve azalmaz, buyuruyor. Çünki<br />

îmân, kalbin tasdîk etmesi, kabûl etmesi, inanması demekdir. İnanmanın azı, çoğu<br />

olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak değil, zan ve vehm denir. Îmânın<br />

kâmil veyâ noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demekdir. İbâdet çok<br />

olunca, îmânın kemâli çok denir. O hâlde, mü’minlerin îmânları, Peygamberlerin<br />

“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” îmânları gibi olmaz. Çünki, bunların îmânları ibâdetler<br />

sebebi ile kemâlin tepesine varmışdır. Diğer mü’minlerin îmânları oraya yaklaşamaz.<br />

Her ne kadar, her iki îmân, îmân olmakda ortak iseler de, birincisi, ibâdetler<br />

vâsıtası ile, başka dürlü olmuşdur. Sanki aralarında benzerlik yokdur.<br />

Mü’minlerin hepsi, insan olmakda, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”<br />

ile ortakdır. Fekat, başka kıymetler, üstünlükler bunları yüksek derecelere<br />

çıkarmışdır. İnsanlıkları, sanki başka dürlü olmuşdur. Sanki, müşterek olan insanlıkdan<br />

dahâ yüksek insandırlar. Belki, insan bunlardır. Başkaları sanki insan değildir.<br />

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “aleyhirrahme” (Ben elbette mü’minim) demelidir,<br />

diyor. İmâm-ı Şâfi’î “aleyhirrahme” ise (Ben inşâallah mü’minim) demelidir, buyuruyor.<br />

Bunun ikisi de doğrudur. İnsan şimdiki îmânını söylerken (Ben elbette<br />

mü’minim) demelidir. Son nefesdeki îmânını söylerken (Ben inşâallah mü’minim)<br />

der. Fekat, burada da, şübheli söylemekdense, elbette demek dahâ iyidir.<br />

Mü’minin, büyük dahî olsa, günâh işlemekle îmânı gitmez. Kâfir olmaz. İşitdiğime<br />

göre, İmâm-ı a’zam, Bağdâdın büyük âlimleri ile, bir yerde oturmuşlardı. Biri<br />

gelip dedi ki: (Bir mü’min, babasını haksız olarak öldürse, (ve sonra şerâb içerek)<br />

serhoş olsa ve zinâ etse, îmânı gider mi?). İşiten âlimlerin hepsi, o mü’mine<br />

kızdı. Bunu sormağa lüzûm yok! Îmânı elbet gider. Kâfir olur dediler. İmâm-ı a’zam<br />

“aleyhirrahme” buyurdu ki, (O kimse yine mü’mindir. Günâh işlemekle, îmânı gitmez).<br />

Âlimler, bu cevâbı beğenmeyip, İmâm-ı a’zama dil uzatdılar. Sonra, İmâm<br />

sözünü isbât edince, hepsi kabûl etdi. Günâhı çok olan bir mü’min, son nefesi buğazına<br />

gelmeden evvel, tevbe ederse, kurtulması çok umulur. Çünki, Allahü teâlâ,<br />

tevbeyi kabûl edeceğini va’d buyurmuşdur. Eğer tevbe etmek şerefine kavuşamadı<br />

ise, onun işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmışdır. İsterse günâhlarının hepsini<br />

afv ederek Cennete sokar. İsterse Cehennem ateşi ile veyâ sıkıntılar ile günâhları<br />

kadar, azâb yapar. Fekat sonunda kurtularak, yine Cennete girer. Çünki, âhıretde<br />

merhamete kavuşamıyan, yalnız kâfirlerdir. Zerre kadar îmânı olan, rahmete<br />

kavuşacakdır. Eğer günâhlarından dolayı önceleri rahmete kavuşamazsa, sonunda<br />

Allahü teâlânın lutfü, inâyeti ile kavuşacakdır. [Onbirinci maddeye bakınız!]<br />

Yâ Rabbî! Sen bizlere hidâyet verdikden sonra, doğru yolu gösterdikden sonra,<br />

kalbimizin, mürtedler tarafına kaymasından, bizleri koru! Bizlere merhamet et!<br />

Şu hâlimize acı! Bizleri bu küfr ve irtidât karanlığından ancak sen koruyabilirsin!<br />

Ehl-i sünnet âlimlerine “Allahü teâlâ onların çalışmasına bol bol mükâfât versin!”<br />

göre halîfelikden konuşmak, dînin esâs bilgilerinden değildir. Ya’nî îmâna bağlı birşey<br />

değildir. Fekat, ba’zıları bunda taşkınlık yapdığından, [hoca şekline giren, çenesi<br />

kuvvetli birkaç zındık, kendilerine âlim deyip, sözleri ile, kitâb ve mecmû’aları ile,<br />

iftirâ ederek, müslimânları zehrlediklerinden], doğru müslimânların âlimleri, halîfeliğe<br />

âid bilgileri, kelâm ilmine, ya’nî îmân bilgisine sokmuş, işin doğrusunu bildirmişlerdir.<br />

Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâdan sonra “aleyhi<br />

ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” müslimânların halîfesi, ya’nî Peygamber efendimizin<br />

“aleyhisselâm” vekîli ve müslimânların reîsi, Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü<br />

anh”. Ondan sonra, halîfe Ömer-ül-Fârûkdur “radıyallahü anh”. Ondan sonra,<br />

Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü anh”, ondan sonra, Alî ibni Ebî Tâlibdir “radıyallahü<br />

anh”. Bu dördünün üstünlük sıraları, halîfelikleri sırası gibidir. Bunlardan<br />

– 59 –


Şeyhaynın [ya’nî ilk ikisinin], diğer ikisinden dahâ üstün olduğunu, Eshâb-ı kirâmın<br />

ve Tâbi’în-i ızâmın hepsi söylemişdir. Bu sözbirliğini, din imâmlarımız bildirmekdedir.<br />

Meselâ imâm-ı Şâfi’înin “aleyhirrahme” sözü meşhûrdur. Ehl-i sünnetin reîslerinden<br />

olan Ebül-Hasen-i Eş’arî buyuruyor ki, (Şeyhaynın, diğer bütün ümmetden<br />

üstün olduğu muhakkakdır. Buna inanmıyan, yâ câhildir veyâ zındıkdır).<br />

İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Beni, Ebû Bekr ile Ömerden “radıyallahü<br />

anhümâ” üstün tutan, iftirâ etmiş olur. İftirâ edenleri dövdükleri gibi, onu döverim).<br />

Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, (Gunye-tüt-tâlibîn) kitâbında buyuruyor<br />

ki: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Allahü teâlâdan istedim<br />

ki, benden sonra Alî “radıyallahü anh” halîfe olsun. Melekler dedi ki: Yâ Muhammed<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”! Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra<br />

halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîkdır.) Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” yine buyurdu<br />

ki, Alî “radıyallahü anh” dedi ki, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” bana buyurdu<br />

ki: (Benden sonra halîfe Ebû Bekr olacakdır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra<br />

Osmân, ondan sonra da sen “radıyallahü anhüm” olacaksın!).<br />

İmâm-ı Hasen, İmâm-ı Hüseynden dahâ üstündür “radıyallahü anhümâ”. Ehl-i sünnet<br />

âlimleri “rahmetullahi aleyhim ecma’în” buyurdu ki: İlmde ve ictihâdda Âişe “radıyallahü<br />

anhâ”, Fâtımadan “radıyallahü anhâ” üstündür. Abdülkâdir-i Geylânî<br />

“radıyallahü anh”, (Gunye) kitâbında diyor ki, (Âişe “radıyallahü anhâ” dahâ üstündür).<br />

Bu fakîre göre ise, ilmde ve ictihâdda Âişe, zühd ve dünyâdan kesilmekde ise,<br />

Fâtıma dahâ ileridir. Bunun içindir ki, hazret-i Fâtımaya (Betûl) [ya’nî çok temiz] demişlerdir<br />

“radıyallahü anhümâ”. Âişe “radıyallahü anhâ” ise, Eshâb-ı kirâma islâmiyyeti<br />

öğretirdi. Eshâb-ı kirâm, bütün müşkillerini, ondan sorup öğrenirdi.<br />

Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasındaki muhârebeler, meselâ Deve vak’ası<br />

ve Sıffîn vak’ası, iyi niyyetlerle, güzel sebeblerle yapılmış olup, nefsin arzûları ile,<br />

inâd ve düşmanlık ile değildi. Çünki, onların hepsi büyük idi. Kalbleri Peygamber<br />

efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde ve mubârek nazarları karşısında<br />

temizlenmiş, hırs, kin ve düşmanlık gibi şeyler kalmamışdı. Bunların sulhları<br />

da, ayrılık ve muhârebeleri de, Hak için idi. Herbiri, kendi ictihâdına göre hareket<br />

etmişdir. İctihâdlarına uymıyanlara inâd ve düşmanlık etmiyerek, onlardan<br />

ayrılmışdır. İctihâdı doğru olanlara iki veyâ on sevâb, isâbet etmiyenlere de, bir sevâb<br />

vardır. O hâlde, doğruyu bulmağa çalışıp da bulamayıp yanılanlarına da,<br />

doğru olanlar gibi, dil uzatmamak lâzımdır. Çünki, bunlar da, sevâb kazanmışdır.<br />

Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, bu muhârebelerde Emîr [ya’nî Alî] “radıyallahü<br />

anh” haklı idi. Ona uymıyan ictihâdlar doğru değildi. Fekat, hiçbirine dil uzatılamaz.<br />

Nerde kaldı ki, kâfir ve fâsık denilebilsin! Bu muhârebelerde Alî “radıyallahü<br />

anh” buyurdu ki, (Kardeşlerimiz bizden ayrıldı. Onlar kâfir, fâsık değildir.<br />

Çünki, ictihâdlarına göre hareket ediyorlar). Peygamberimiz “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” buyurdu ki, (Eshâbıma dil uzatmakdan sakınınız!). Görülüyor ki, Peygamberimizin<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmının hepsini büyük bilmemiz<br />

ve hepsini hurmetle, iyilikle söylememiz lâzımdır. Bu büyüklerden hiçbirini<br />

fenâ bilmemeli, kötü sanmamalıyız! Onların birbirleri ile olan muhârebelerini,<br />

başkalarının sulhlarından dahâ iyi bilmelidir. Kurtuluş yolu budur. Çünki, Eshâb-ı<br />

kirâmı sevmek, Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” sevmekden<br />

ileri gelir. Onlara düşmanlık, Ona düşmanlık olur. [Büyük âlim, Ebû Bekr-i<br />

Şiblî “kuddise sirruh” buyurdu ki: (Eshâb-ı kirâma hurmet etmiyen bir kimse, Muhammed<br />

aleyhisselâma îmân etmiş olmaz “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.)].<br />

[Âlûsî, (Gâliyye) kitâbında diyor ki, (Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Eshâb-ı kirâmı<br />

övmekdedir. İlk hicret edenlerden ve Ensârdan ve iyilikde bunların izinde olanlardan<br />

râzı olduğunu bildirmekdedir. Allahü teâlâ, ancak mü’min olarak öleceğini<br />

bildiği kulundan râzı olur. Kâfir olarak öleceğini bildiği kulundan râzı olduğunu bildirmesine<br />

imkân yokdur. Bunun için, Eshâb-ı kirâmı öven âyet-i kerîmeler, onların<br />

– 60 –


âdil olmadıklarını ve Resûlullahın vefâtından sonra mürted olduklarını söyliyenleri<br />

red etmekde, böyle söyliyenlerin kötü niyyetli, zındık olduklarını bildirmekdedir.<br />

Eshâb-ı kirâmın hepsini öven hadîs-i şerîfler pek çokdur. Bunların meşhûrlarından<br />

biri, Dârimînin ve İbni Adînin bildirdikleri, (Eshâbım yıldızlar gibidir. Hangisine<br />

uyarsanız hidâyete kavuşursunuz!) hadîs-i şerîfidir). Ahmed Nâmıkî Câmînin “rahmetullahi<br />

aleyh” (Üns-üt-tâibîn) kitâbı fârisîdir. Rızâ şâh zemânında Tahranda<br />

basılmış olanın kırkdördüncü sahîfesinde, dört halîfe ismleri ile yazılarak herbiri ve<br />

Eshâb-ı kirâmın hepsi çok övülmekde ve hepsini sevmemiz lâzımdır demekdedir. Eshâb-ı<br />

kirâmın “aleyhimürrıdvân” kıymetini, büyüklüğünü bilemiyen, bu büyükleri<br />

kendileri gibi sanıp, kötüleyen sapıklara çok şaşılır. Cehenneme gidecekleri bildirilen,<br />

yetmişiki bid’at fırkasının en kötüsü bunlardır. Bunlar, hazret-i Alînin “radıyallahü<br />

anh” izinde gidiyoruz diyerek, müslimânların çok sevdiği, mubârek (Alevî)<br />

ismini kendilerine takıyorlar. İslâm düşmanlığını bu mubârek ismin maskesi altında<br />

yapıyorlar. Şunu iyi bilmelidir ki, (Alevî) ismini taşıyan kimseler iki kısmdır.<br />

Biri, müslimân ismini taşıyan sinsi islâm düşmanları, ya’nî zındıklardır. Bunların ismine<br />

aldanmamalıdır. İkinci kısm (Alevîler), hazret-i Alîyi seven hakîkî müslimânlardır.<br />

Yalancı alevîler, temiz gençleri aldatıyorlar. [m. 1958] de, İstanbulda türkçe<br />

basdırdıkları (Hüsniyye) ismli bir kitâbdaki, uydurma hikâyeleri, câhiller ve en<br />

çok köylü kadınlar arasına yayarak, islâm büyüklerini kötüliyorlar. Bu kitâbın,<br />

Mürtezâ adındaki bir yehûdî tarafından arabî olarak yazıldığı, (Tuhfe) kitâbında bildirilmekdedir.<br />

Sonra, İbrâhîm Esterâbâdî isminde bir hurûfînin fârisîye terceme etdiği<br />

ve 958 [m. 1551] de öldüğü (Esmâ-ül müellifîn)de yazılıdır. (Eshâb-ı Kirâm)da<br />

ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbındaki (Tezkiye-i Ehl-i beyt) risâlesinde o bozuk yazılar,<br />

çirkin iftirâlar, vesîkalarla çürütülmüş, Mürtedâ, 436 [m. 1044] de, kardeşi Radî<br />

bin Tâhir de, [406] da Bağdâdda ölmüşdür. Türkçe (Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn)<br />

kitâbında, Eshâb-ı kirâmın üstünlükleri uzun yazılıdır. Bu kitâb, m. 1998 de İstanbulda<br />

(Hakîkat Kitâbevi) tarafından basdırılmışdır.<br />

Hurûfî denilen zındıkların i’tikâdda ve amelde birçok noktaları, Ehl-i sünnetden<br />

ayrılıyor ise de, bunların taşkınlık yapanları, kâfir olmakdadır. Bunlar, yok olmak<br />

üzere iken, içlerinden, şâh İsmâ’îlin devlet kurması ile, çoğaldılar. Memleketimize<br />

de sokularak, hemen hemen bütün tekkelere bulaşmış ve birçok ma’sûmlar<br />

bu sârî hastalığa yakalanarak, ebedî ölüme sürüklenmişdir. Cenâb-ı Hak, bizleri,<br />

Ehl-i sünnetin doğru, temiz i’tikâdından ayırmasın. Müslimânlar arasında bölücülük<br />

yapan vehhâbîlik ve kızılbaşlık tehlükesinden muhâfaza buyursun! Âmîn.<br />

(Tuhfe-i isnâ aşeriyye) başında diyor ki: Bu sapık inanışı kuran, Abdüllah bin Sebe’<br />

adında Yemenli bir yehûdîdir. Sen tanrısın dediği için hazret-i Alî bunu Medâyine<br />

sürdü. [Bunun yehûdî olduğu, 34 [m. 654] senesinde Mısrdan Medîneye gelip,<br />

müslimân olduğunu söylediği, (Müncid)de yazılıdır.] Bu dalâlet fırkası, her asrda<br />

başka bir hâl almış, şâh İsmâ’îl zemânında, belli bir şekle sokularak, kitâblar<br />

yazılmışdır. Şî’îlik, hazret-i Alî zemânında kuruldu. İnsanlar arasında yayılması dahâ<br />

sonra başladı. Hicretin altmış senesinde (Kîsâniyye), altmışaltı senesinde<br />

(Muhtâriyye) ve yüzdokuz senesinde (Hişâmiyye) fırkaları ortaya çıkdı ise de, tutunamadılar,<br />

yok oldular. Asrlar boyunca müslimânları doğru yoldan ayıran (Zeydiyye)<br />

fırkası, yüzoniki senesinde ve öteki fırkaların hepsi dahâ sonra meydâna çıkdı.<br />

Müslimânlar arasında bölücülük yapan bid’at fırkalarının birkaçı Eshâb-ı kirâm<br />

zemânında ortaya çıkmış, diğerlerinin ortaya çıkması ve hepsinin kuvvetlenerek<br />

müslimânlar arasına yayılması, Eshâb-ı kirâmın hepsinin ölümünden sonra<br />

olmuşdur. Eshâb-ı kirâma iftirâ edenler, üç grubda toplanmakdadır:<br />

1) (Tafdîliyye), hazret-i Alî, Eshâbın en üstünüdür, diyorlar.<br />

2) (Sebbiyye), Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası, zâlim, kâfir oldular, diyorlar.<br />

Bunları sebb ediyorlar. Ya’nî kötülüyorlar.<br />

3) (Gulât), hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” tanrıdır diyorlar. (Sebeiy-<br />

– 61 –


ye) ve (Nusayriyye) fırkaları böyledir. İbâdet etmezler. Bu fırkayı, Abdüllah bin<br />

Sebe’ ismindeki bir yehûdî kurmuşdur.<br />

Bunlar, her zemân, hazret-i Alînin ve hazret-i Abbâsın “radıyallahü anhümâ”<br />

torunlarından birinin etrâfına toplanıp çeşidli fırkalara ayrıldılar. İmâm-ı Zeynel’âbidîn<br />

vefât edince, çoğu bunun oğlu Zeydin yanında toplandı. Emevî hükümdârı<br />

Hişâm bin Abdülmelik tarafından Irâk vâlîsi olan Yûsüf-i Sekafî ile harb etmeğe<br />

giderlerken, bir kısmı Zeydden ayrıldı. Zeyd bunlara (Râfizî) dedi. Kendileri<br />

ise (İmâmiyye) adını aldılar. Zeydin yanında kalanlara (Zeydî) denildi. Her<br />

ikisi de, (Resûlullahdan sonra hilâfet oniki imâmdadır) dediler.<br />

(Oniki imâm): Alî bin Ebî Tâlib, Hasen, Hüseyn, Zeynel’âbidîn, Muhammed Bâkır,<br />

Ca’fer-i Sâdık, Mûsâ Kâzım, Alî Rızâ, Muhammed Cevâd Takıy, Alî Nakıy,<br />

Hasen Askerî Zekiy ve Muhammed Mehdîdir. Bu oniki imâmın çeşidli oğullarına<br />

bağlanarak başka başka fırka oldular. Bugün, çoğu imâmiyye olup üç ana<br />

inançdan birincisinde iseler de, inançlarında, zemânla çeşidli değişiklikler olmuşdur.<br />

Bunlar, şimdi kendilerine (Ca’ferî) diyorlar. Ca’ferîler hakkında, kitâbın sonundaki<br />

ism cedvelinde, (Ca’fer-i Sâdık) kelimesinde uzun bilgi vardır].<br />

Muhbir-i sâdık [ya’nî hep doğru haber verici] “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”<br />

kıyâmet alâmetlerinden her ne haber verdi ise, hepsi doğrudur. Yanlışlık olamaz.<br />

O zemân güneş, âdet dışı olarak garbdan doğacakdır. Hazret-i Mehdî “aleyhirrıdvân”<br />

çıkacak, Îsâ “aleyhisselâm” gökden inecek, Deccâl çıkacak, (Ye’cûc ve<br />

Me’cûc) denilen insanlar yeryüzüne yayılacakdır.<br />

[(Huccet-ullahi alel’âlemîn)de diyor ki, (Ye’cûc ve Me’cûc denilen kimseler, Nûh<br />

aleyhisselâmın oğlu Yâfesin soyundandırlar. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları<br />

çok büyük, boyları kısadır. Herbirinin bin çocuğu olur. Cin ve insanların<br />

adedlerinin onda dokuzu Ye’cûc ve Me’cûcdur. Arkasında kaldıkları seddi hergün<br />

oyarlar. Gece eskisi gibi olur. Kâfirdirler. Sed arkasından çıkınca insanlara saldırırlar.<br />

İnsanlar şehrlere, binâlara saklanırlar. Hayvanları bitirirler. Nehrleri içip kuruturlar.<br />

Îsâ aleyhisselâm ve Eshâbı bunlara karşı düâ ederler. Boyunlarında yara<br />

hâsıl olup, bir gecede hepsi ölür. Hayvanlar bunları yiyerek çoğalırlar. Pis kokularından<br />

yer yüzü yaşanamıyacak bir hâl alır). (Ye’cûc) ve (Me’cûc) çok eski zemânda,<br />

bir dıvâr arkasına bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak, iki kötü<br />

millet olduğu, Kur’ân-ı kerîmde haber verilmişdir. Arkeolojik araşdırmalar, yer<br />

altında kalmış şehrleri, dağ tepelerindeki deniz fosillerini bulduğuna göre, o dıvârın<br />

bugün meydânda bulunması ve bu insanların çok sayıda olmaları lâzım gelmez.<br />

Nitekim, bugünkü milyarlarca insan nasıl iki kişiden meydâna geldi ise, o iki milletin<br />

de, bugün nerde oldukları bilinemiyen birkaç kişiden üreyerek yeryüzünü kaplıyacakları<br />

düşünülebilir].<br />

(Dabbetülerd) denilen hayvân çıkacak, gökleri bir duman kaplayıp, bütün insanlara<br />

gelip, cânlarını yakacak, herkes bunun acısından düâ edip, (Yâ Rabbî! Bu<br />

azâbı üzerimizden kaldır. Sana îmân ediyoruz!) diyecekdir. Alâmetlerin sonuncusu,<br />

bir ateşdir ki, Adenden çıkacakdır. [Aden, Yemendedir.] Hindistânda birisi,<br />

Mehdî olduğunu iddi’â etmişdi. Mezârı da Fere şehrinde imiş. Meşhûr, hattâ<br />

ma’nâsı tevâtür derecesine varmış birçok hadîs-i şerîfler böylelerinin bu i’tikâd ve<br />

sözlerini yalanlamakdadır. [Memleketimizde de, ba’zı câhiller, tesavvuf kitâblarından<br />

terceme ederek söyliyen ve yazan kimselere Mehdî diyor. Bunları, kendisi<br />

yazıyor sanıyorlar.] Hâlbuki birçok hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: (Mehdînin<br />

başı hizâsında bir bulut olacakdır. Bulutdan bir melek: Bu Mehdîdir, sözünü dinleyiniz!<br />

diyecekdir.) Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (İsmini duyduğunuz kimselerden,<br />

yeryüzüne [ya’nî, o zemân bilinen memleketlerin çoğuna] dört kişi mâlik<br />

oldu. İkisi mü’min, ikisi de kâfir idi. Mü’min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân<br />

“aleyhimesselâm” idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci<br />

olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, ya’nî Mehdî de, mâlik olacakdır).<br />

– 62 –


Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim<br />

evlâdımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın<br />

ismi gibi olur ve dünyâyı adâletle doldurur. Ondan önce dünyâ zulmle dolu iken,<br />

onun zemânında adl ile dolar). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Eshâb-ı Kehf, hazret-i<br />

Mehdînin yardımcıları olacakdır ve Îsâ “aleyhisselâm” bunun zemânında gökden<br />

inecekdir. Îsâ “aleyhisselâm”, Deccâl ile harb ederken, hazret-i Mehdî, onunla<br />

berâber olacakdır. Bunun hükümdârlığı zemânında, her zemânkinin aksine<br />

olarak ve hesâbların tersine olarak, Ramezân-ı şerîfin ondördüncü günü güneş tutulacakdır<br />

ve birinci gecesinde ay tutulacakdır). O hâlde, insâf etsinler ki, bu alâmetler,<br />

[câhillerin, Mehdî zan etdikleri kimselerde ve] o ölen adamda var mıdır,<br />

yok mudur. Hazret-i Mehdînin dahâ birçok alâmetlerini, Muhbir-i sâdık “aleyhissalâtü<br />

vesselâm” haber vermişdir. Ahmed ibni Hacer-i Mekkî hazretleri (Elkavlülmuhtasar<br />

fî alâmâtil-Mehdî) ismindeki kitâbında, hazret-i Mehdînin ikiyüze yakın<br />

alâmetlerini yazmışdır. Geleceği bildirilen Mehdînin alâmetleri meydânda iken,<br />

başkalarını Mehdî sananlar, ne kadar câhildir. Allahü teâlâ, onlara, doğruyu görmek<br />

nasîb eylesin! [Celâleddîn-i Süyûtînin (Cüz’ün minel-ehâdis vel-âsâr-il-vâride-ti<br />

fî hakk-ıl-Mehdî) kitâbında da hazret-i Mehdînin alâmetleri bildirilmekdedir].<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Benî İsrâîl, yetmişbir<br />

fırkaya ayrılmışdı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuşdur.<br />

Nasârâ da, yetmişiki fırkaya ayrılmışdı. Yetmişbiri Cehenneme gitmişdir.<br />

Bir zemân sonra, benim ümmetim de yetmişüç kısma ayrılır. Bunlardan yetmişikisi,<br />

Cehenneme gidip, yalnız bir fırkası kurtulur). Eshâb-ı kirâm, bu bir fırkanın<br />

kimler olduğunu sordukda, (Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın<br />

gitdiği yolda gidenlerdir) buyurdu. [Bu hadîs-i şerîfin dört (Sünen) kitâbında<br />

bulunduğu (Milel-Nihâl) tercemesinde yazılıdır.] O kurtulan fırka, Ehl-i sünnet<br />

velcemâ’atdir ki, insanların en iyisinin “sallallahü aleyhi ve sellem” yoluna sarılmışlardır.<br />

Yâ Rabbî! Bizleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi aleyhim ecma’în”<br />

bildirdiği îmândan, i’tikâddan ayırma! Onlarla birlik olduğumuz hâlde, bu<br />

dünyâdan çıkar! Bizi onlarla haşr eyle, yâ Rabbî! Bize hidâyet verdikden sonra,<br />

kalblerimizi doğrudan kaydırma ve bize yüce katından rahmet ver. Sen ihsân<br />

edenlerin en büyüğüsün!<br />

İslâmın birinci şartı, Allahü teâlâya ve Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

îmândır. Ya’nî onları sevmek ve sözlerini beğenip, kabûl etmekdir.<br />

İ’tikâdı düzeltdikden sonra, islâmiyyetin emrlerini yapmak ve yasak etdiği şeylerden<br />

kaçınmak, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmak, elbette lâzımdır. Beş vakt nemâzı,<br />

gevşek ve tenbel olmaksızın, kılmalıdır. Ta’dîl-i erkân ile kılmalıdır ve cemâ’at<br />

ile kılmalıdır. (Müslimân ile kâfiri birbirinden ayıran nemâzdır). [Nemâzı<br />

doğru ve iyi kılan bir kimse müslimândır. Nemâzı doğru kılmıyan veyâ hiç kılmıyan<br />

kimsenin müslimânlığı şübhelidir.] Bir kimse, nemâzı doğru ve iyi kılınca, islâm<br />

ipine yapışmış olur. Çünki, nemâz, islâmın beş şartından ikincisidir.<br />

İslâmın üçüncü şartı, zekât vermekdir.<br />

İslâmın dördüncü şartı, Ramezân-ı şerîf ayında hergün oruc tutmakdır.<br />

Beşinci şart, Kâ’be-i mu’azzamayı hac etmekdir.<br />

İslâmın birinci şartı, îmân olup, kalb ile inanmak ve dil ile de söylemekdir. Diğer<br />

dört şart ise, vücûd ile yapılacak ve kalb ile niyyet edilecek ibâdetlerdir. Nemâz,<br />

bütün ibâdetleri kendisinde toplamışdır ve hepsinden dahâ üstündür. Kıyâmetde<br />

evvelâ nemâz sorulacakdır. Nemâz doğru ise, diğerlerinin hesâbı, Allahü teâlânın<br />

yardımı ile, kolay geçecekdir.<br />

Dinde yapılması yasak edilenlerden, mümkin olduğu kadar sakınmalıdır. Allahü<br />

teâlânın râzı olmadığı şeyleri, öldürücü zehr bilmelidir. Kusûrlarını düşünüp,<br />

– 63 –


unları yapdığına mahcûb olmalı, utanmalıdır. Pişmân olup üzülmelidir. Hiç günâh<br />

yapmamağa karâr vermelidir. [Bu üzülmeğe ve karâra (Tevbe etmek) denir.<br />

Günâhlarını afv etmesi için Allahü teâlâya yalvarmağa (İstigfâr etmek) denir.] Allahü<br />

teâlânın beğenmediği şeyleri utanmadan, sıkılmadan söyliyen ve yapan, Allahü<br />

teâlâya karşı durmuş, inâd etmiş olur. Bu inâdları, hemen hemen onları islâmiyyetden<br />

çıkarır.<br />

[(Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbının dördüncü kısmı, ikinci bâbının, üçüncü faslında<br />

buyuruyor ki: (Harâmları, büyük günâh ve küçük günâh diye ikiye ayırmışlar ise<br />

de, küçük günâhlardan da, büyük günâh gibi kaçınmak, hiçbir günâhı küçümsememek<br />

gerekdir. Çünki, Allahü teâlâ, intikâm alıcıdır ve ganîdir. İstediğini yapmakda<br />

hiç kimseden çekinmez. Gazabını, düşmanlığını günâhlar içinde gizlemişdir.<br />

Küçük sanılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebeb olabilir).<br />

(Rıyâd-un-nâsıhîn) üçüncü bâbı, birinci faslında buyuruyor ki: (Küfrden ve<br />

bid’atden başka günâhlar ikiye ayrılır: Birinci kısm, Allahü teâlâ ile kul arasında<br />

olan günâhlardır. İçki içmek, nemâz kılmamak ve bunlar gibi. Bu günâhların,<br />

büyüğünden ve küçüğünden, çok sakınmalıdır. Resûlullah “aleyhisselâm” buyurdu<br />

ki: (Bir zerrecik [ya’nî çok az] bir günâhdan kaçınmak, bütün cin ve insanların<br />

ibâdetleri toplamından dahâ iyidir). Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emrini<br />

yapmamak olduğundan, büyükdür. Fekat, ba’zısı, ba’zısına göre küçük görünür.<br />

Meselâ, yabancı kadına şehvetle bakmak, zinâ yapmakdan dahâ küçükdür. [El<br />

ile, ihtiyâcını gidermek, her ikisinden dahâ küçükdür.] Bir küçük günâhı yapmamak<br />

bütün cihânın nâfile ibâdetlerinden dahâ sevâbdır. Çünki, nâfile ibâdet yapmak<br />

farz değildir. Günâhlardan kaçınmak ise, herkese farzdır. Büyük günâhlardan<br />

kaçınabilmek için, başka çâre yoksa, küçük günâhı işlemek câiz olur.<br />

Her günâhı yapdıkdan sonra tevbe ve (istigfâr etmek) de farzdır. Her günâhın<br />

tevbesi kabûl olur. (Kimyâ-i se’âdet)de buyuruyor ki: (Şartlarına uygun yapılan<br />

tevbe, muhakkak kabûl olur. Tevbenin kabûl edileceğinde şübhe etmemelidir. Tevbenin<br />

şartlarına uygun olmasında şübhe etmelidir). Tevbe edilmiyen herhangi bir<br />

günâhdan Allahü teâlâ intikâm alabilir. Çünki, Allahü teâlânın gadabı, günâhlar<br />

içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese gâlib ve intikâm alıcıdır. Yüzbin<br />

sene ibâdet eden makbûl bir kulunu, bir günâh için, sonsuz olarak red edebilir<br />

ve hiçbirşeyden çekinmez. Bunu Kur’ân-ı kerîm bildiriyor ve ikiyüzbin sene itâ’at<br />

eden iblîsin [şeytânın], kibr edip, secde etmediği için, ebedî mel’ûn olduğunu, haber<br />

veriyor. Yeryüzünde halîfesi olan, Âdem aleyhisselâmın oğlunu, bir adam öldürdüğü<br />

için, ebedî tard eyledi. Mûsâ “aleyhisselâm” zemânında, Bel’am bin Bâûrâ<br />

(İsm-i a’zam)ı biliyordu. Her düâsı kabûl olurdu. İlmi ve ibâdeti, o derecede<br />

idi ki, sözlerini yazıp istifâde etmek için, ikibin kişi hokka, kalem ile yanında bulunurdu.<br />

Bu Bel’am, Allahü teâlânın bir harâmına, az bir meyl etdiği için, îmânsız<br />

gitdi. (Onun gibiler köpek gibidir) diye dillerde kaldı. Kârûn, Mûsâ aleyhisselâmın<br />

akrabâsı idi. Mûsâ “aleyhisselâm” buna hayr düâ edip ve kimyâ ilmi öğretip,<br />

o kadar zengin olmuşdu ki, yalnız hazînelerinin anahtarlarını kırk katır taşırdı.<br />

Birkaç kuruş zekât vermediği için, bütün malı ile birlikde, yer altına sokuldu.<br />

Sa’lebe, sahâbe arasında çok zâhid idi. Çok ibâdet ederdi. Câmi’den çıkmazdı. Bir<br />

kerre sözünde durmadığı için, sahâbîlik şerefine kavuşamadı, îmânsız gitdi. Peygamber<br />

efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” onun için düâ etmemesi emr<br />

olundu. Allahü teâlâ, nice kimselerden, bir günâh sebebi ile, böyle intikâm almışdır.<br />

O hâlde, her mü’minin günâh işlemekden çok korkması lâzımdır. Ufak bir günâh<br />

işledikde tevbe, istigfâr etmesi, yalvarması lâzımdır.<br />

[(Rıyâd-un-nâsıhîn) ikinci kısm, ikinci bâbı, birinci faslda diyor ki, (Tevbe ve<br />

istigfâr kalb ile, dil ile ve günâh işliyen a’zâ ile birlikde olmalıdır. Kalb pişmân olmalı.<br />

Dil, düâ etmeli, yalvarmalı. A’zâ da günâhdan çekilmelidir.) Birçok âyet-i kerîmede<br />

(Beni çok zikr edin) ve (İzâ câe) sûresinde (Bana istigfâr edin. Düâlarını-<br />

– 64 –


zı kabûl ederim, günâhlarınızı afv ederim) buyuruldu. Görülüyor ki, Allahü teâlâ,<br />

çok istigfâr edilmesini emr ediyor. Bunun için, Muhammed Ma’sûm hazretleri, ikinci<br />

cild, 80.ci mektûbunda (Bu emre uyarak, her nemâzdan sonra yetmiş kerre istigfâr<br />

ediyorum. Ya’nî, (Estagfirullah) diyorum. Siz de bunu çok okuyunuz! Herbirini<br />

söylerken ma’nâsını (Beni afv et Allahım) olarak düşünmelidir. Okuyanı ve<br />

yanındakileri, derdlerden, sıkıntılardan, hastalıklardan kurtarır. Çok kimse, okudu.<br />

Fâidesi hep görüldü) buyurdu. Yatarken, sağ tarafa yatıp, bir E’ûzü ve Besmele,<br />

bir Âyet-el-kürsî, üç İhlâs, bir Fâtiha, bir Kul-e’ûzüler, bir (tevekkeltü alellah<br />

lâ havle velâ kuvvete illâ billah) oku. Büyüklerimiz, cinleri def’ için, bu kelime-i<br />

temcîdi okurdu. Sonra, bir istigfâr düâsı ya’nî, (Estagfirullâhel’azîm, ellezî lâ ilâhe<br />

illâ hüv el hayyel kayyûme ve etûbü ileyh), bir (Allahümmagfirlî ve li-vâlideyye<br />

ve lil mü’minîne vel mü’minât) ve bir salevât-ı şerîfe ve bir (Allahümme rabbenâ<br />

âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil-âhıreti haseneten ve kınâ azâbennâr bi-rahmetike<br />

yâ Erhamerrâhimîn) ve üç veyâ on veyâ kırk yâhud yetmiş kerre istigfâr<br />

ve bir kelime-i tevhîd okuyup uyumalıdır. Bütün gece okuyup uykusuz kalmamalıdır.<br />

Hastaya şifâ için, yetmiş istigfâr okumalı, temâm olunca, başı üzerine üfürmeli<br />

ve kısa bir düâ etmelidir. Düâların ve istigfârın kabûl olması için, nemâzları<br />

kılmak ve harâmlardan sakınmak ve abdestli okumak lâzımdır. İstigfârı ve düâları<br />

abdestli okumak müstehabdır. Ey büyüklerin büyüğü Allahım! Muhammed<br />

aleyhisselâmın haber verdiği gibi, Sana inanıyorum. Beni kabûl et! Beni afv et! Muhammed<br />

aleyhisselâm, Seni bize haber vermeseydi, bu noksan aklımızla, kendimiz<br />

bulmak, Seni tanımak şerefine kavuşamazdık. Hayvanlardan aşağı olur, Cehennemin<br />

ateşinde yanmak, cezâmız olurdu. Ey büyük Peygamber! Senin bizim üzerimizdeki<br />

hakkın sonsuzdur. Bizi, Allahımızı tanımakla şereflendirdin. Müslimân olmak<br />

se’âdetine kavuşdurdun. Sonsuz yanmak azâbından kurtardın. Bunun için, benden<br />

sana sonsuz selâmlar, sonsuz düâlar olsun! Allahım! Bu büyük Peygamberi bize<br />

tanıtan, analarımıza, babalarımıza ve hocalarımıza ve Ehl-i sünnet kitâblarını<br />

yazanlara ve yayanlara rahmet eyle yâ Rabbî! Âmîn.]<br />

İkinci kısm günâhlar, kullar arasındadır ki, bunlara tevbe etmek için, o kulu hoşnûd<br />

etmek, râzı etmek de lâzımdır). (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında buyuruyor ki, hadîs-i<br />

şerîfde buyuruldu ki: (Gizli yapılan günâhın tevbesini gizli yapınız! Âşikâre<br />

yapılan günâhın tevbesini âşikâre yapınız! Günâhınızı bilenlere, tevbenizi duyurunuz!).<br />

O hâlde islâm dînine inanmıyanlar, müslimânlara sıkıntı verenler öldükden sonra,<br />

bunlar için, (Belki tevbe etmişdir, irtidâddan vaz geçmişdir) demek boşdur. Bunların<br />

zulm yapan a’zâlarının iyilik yapması, dili ile düâ etmesi ve mazlûmları hoşnûd<br />

edecek vasıyyetde bulunmaları lâzımdır. Böyle tevbe etmiyen mürtedlerin ölülerine<br />

hüsn-i zan edilmez].<br />

Oradaki insanların bilmediği, belki sizin dahî anlamadığınız, Cenâb-ı Hakkın<br />

size mahsûs kıldığı bir devlete, bir ni’mete sâhibsiniz. Şöyle ki, vaktin sultânı yedinci<br />

ceddinden i’tibâren müslimân olup, Ehl-i sünnetdendir ve hanefî mezhebindendir.<br />

Her ne kadar, kıyâmetin yakın olduğu, Resûlullahın zemânından uzak bulunan<br />

zemânımızda, bir kaç seneden beri ba’zı ilm talebeleri, içlerindeki pislikden<br />

doğan ihtirâs ve çirkin isteklerini tatmin için devlet adamlarına ve sultânlara yaklaşmış<br />

ve onların gözlerine girmeğe çalışmış ve böylece sağlam dinde şek ve şübheler<br />

ortaya çıkarmışlar, ahmakları doğru yoldan ayırmışlar ise de, böyle şânı büyük<br />

bir pâdişâhın, sizin sözünüzü dinleyip, kabûl buyurması büyük bir se’âdetdir.<br />

Ehl-i sünnet ve cemâ’at i’tikâdına uygun olan hak ve islâm kelimesini açık veyâ işâret<br />

ile ona anlatınız! Onun huzûrunda imkân nisbetinde hak ehlinin, doğru yolun<br />

âlimlerinin sözlerini arz ediniz! Hattâ dâimâ, bir yolunu bulup, mezheb ve dinle<br />

ilgili bilgileri anlatmak için fırsat kollayınız! Böylece, İslâmın hakîkati ortaya çıkar.<br />

Sapıklık, bâtıllık ve küfrün ve kâfirliğin çirkinliği ve kötülüğü anlaşılmış<br />

– 65 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:5


olur. Küfrün bâtıl olduğu zâten âşikârdır. Aklı olan bir kimse onu beğenmez. Küfrün<br />

bâtıl olduğunu çekinmeden söylemeli, onların tapındıkları bâtıl ilâhları, tanrıları,<br />

en ağır dille nefy ve red etmelidir. Çünki hak üzere ilâh, ancak ve ancak tereddütsüz<br />

ve şübhesiz, göklerin yaratıcısıdır. Kâfirlerin tapındıkları, yaratıcı diye<br />

övdükleri şeyler, bir sivrisineği yaratmış mıdır? Hepsi bir araya gelse, birşey yaratamaz.<br />

İbâdet etdikleri şeylerden birini, bir sivrisinek ısırsa, kendini bundan koruyamaz.<br />

Nasıl olur da, başkalarını zarardan koruyabilir? Kâfirler, bu yapdıklarının<br />

kötü olduğunu işitince, kabâhatlerini anlıyarak, putlarımız, heykellerimiz,<br />

Allahü teâlânın yanında bize şefâ’at edecek. Bizi Ona yaklaşdıracaklar. Onun için,<br />

bunlara ibâdet ediyoruz diyorlar. Bunlar, ne kadar abdaldır. Bu cânsız şeylerin,<br />

kendilerine şefâ’at edeceklerini nereden bilmişler? Hak teâlânın, kendisine ortak<br />

yapılan ve büyük düşmanı olan bu putların, şefâ’atlerini kabûl edeceğini, nereden<br />

anlamışlardır? Bunların hâli, şu ahmaklara benzer ki, hükûmete karşı ısyân edenlere,<br />

yardım eder. Sıkışdığımız zemân, hükûmetin yardımına kavuşmamız için, bu<br />

âsîler, bize şefâ’at ve iltimâs edecekdir derler. Ne kadar ahmaklıkdır ki, âsîlere hurmet<br />

ediyor ve bunların şefâ’ati ile hükûmet bizi afv edecekdir diyorlar. Hâlbuki,<br />

bunların hükûmete yardım etmesi ve âsîleri basdırması lâzım idi. Ancak böylece<br />

hükûmete yaklaşır ve doğru yolda yürümüş olur ve emniyyete ve râhata kavuşmuş<br />

olurlardı. Ahmaklar, birkaç taşı elleri ile yontarak, senelerle ona tapıyor. Kıyâmet<br />

günü, ondan yardım bekliyorlar. O hâlde, kâfirlerin dinlerinin bozukluğu meydândadır.<br />

[Putperestliğin ne zemân başladığı (Mesmû’ât)ın 41.ci sahîfesinde yazılıdır.]<br />

Müslimânlardan, doğru yoldan ayrılanlara, (Bid’at sâhibi) denir. Doğru yol, Muhammed<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”in ve Onun dört halîfesinin “aleyhimürrıdvân”<br />

yoludur. Abdülkâdir Geylânî “kuddise sirruh” (Gunye) kitâbında buyuruyor<br />

ki: (Yetmişiki bid’at yolunun esâsı, dokuz fırkadır ki, hâricî, şî’î, mu’tezile, mürci’e,<br />

müşebbihe, cehmiyye, dırâriyye, neccâriyye ve kilâbiyyedir. Peygamberimizin<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” ve Çihâr yâr-i güzînin “aleyhimürrıdvân” zemânında<br />

bunların hiçbiri yokdu. Bunların meydâna çıkması, ayrı ayrı yollara ayrılması,<br />

Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’în-i ızâmın ve Fükahâ-i seb’anın “rıdvânullahi<br />

aleyhim ecma’în” ölümlerinden senelerce sonra idi).<br />

[(Fükahâ-i seb’a), yedi büyük âlim demekdir. Buhârî muhtasarı olan (Tecrîd-i<br />

sarîh) tercemesi, birinci cild, otuzdördüncü sahîfesinde diyor ki, (Medîne-i münevverenin<br />

bu yedi âlimi, Sa’îd ibni Müseyyib, Kâsım bin Muhammed bin Ebî<br />

Bekr-i Sıddîk, Urve-tebniz-Zübeyr, Hârice-tebni-Zeyd, Ebû Seleme-tebni-Abdürrahmân<br />

bin Avf, Ubeydüllah ibni Utbe ve Ebû Eyyûb Süleymân “radıyallahü<br />

anhüm” idi)].<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Benden sonra müslimânlar<br />

arasında çok ayrılık olacakdır. O zemânlarda yaşıyanlar benim yoluma<br />

ve Hulefâ-i râşidînin “aleyhimürrıdvân” yoluna yapışsın! Sonradan meydâna çıkan,<br />

moda olan şeylerden kaçınsın! Çünki, dinde yenilik, reform yapmak doğru yoldan<br />

çıkmakdır. Benden sonra, dinde yapılacak değişikliklerin hepsi dinsizlikdir).<br />

Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

ve Hulefâ-i râşidînden sonra, dinde meydâna çıkarılan bu bozuk mezhebler, kıymetsizdir.<br />

Bunlara güvenilmez. Allahü teâlâya çok şükr edelim ki, bizi, Cehennemden<br />

kurtulan (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) fırkasından eyledi. Cehenneme gidecek<br />

olan yetmişiki bid’at fırkasından etmedi. Onların bozuk i’tikâdlarına kapılmakdan<br />

muhâfaza buyurdu ve ba’zı kimseleri Allahlık derecesine çıkaran, [Sen yaratdın,<br />

senden din isteriz] diyenlerden eylemedi. İnsan kendi işini, hareketini kendi<br />

yaratıyor diyenlerden de eylemedi. Cennetde Allahü teâlâyı görmeğe inanmıyanlardan<br />

da etmedi. Hâlbuki bu görmek, dünyâ ve âhıret ni’metlerinin en büyüğüdür.<br />

Şu iki fırkadan da etmedi ki, insanların en iyisinin “sallallahü aleyhi ve sel-<br />

– 66 –


lem” Eshâbına dil uzatarak, onları incitiyor. Bu din büyüklerini fenâ sanıyor. Onları,<br />

birbirine düşman idi, düşmanlıklarını ve kinlerini gizliyerek iki yüzlülükle geçiniyorlardı<br />

biliyorlar. Hâlbuki, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Eshâb-ı kirâmın<br />

“aleyhimürrıdvân” birbirlerini her zemân sevdiklerini bildiriyor. Bu iki fırka,<br />

Kur’ân-ı kerîme inanmamış oluyor. Aralarında kin ve düşmanlık vardır diyorlar.<br />

Allahü teâlâ akl ve insâf versin ve doğru yolu göstersin! Yine şükrler olsun ki, bizleri,<br />

Allahü teâlâya madde ve cism diyen, Onu zemânlı, mekânlı bilenlerden, yaratanı,<br />

mahlûklarına benzetenlerden etmedi ve [paraya, mevkı’a, rütbeye, râhata<br />

kavuşmak, keyf sürmek için, dinlerini satan, ecdâdının mukaddesâtını ayaklar<br />

altına alan (Mürted)lerden, ahmaklardan eylemedi].<br />

Şunu da iyi bilmek lâzımdır ki, idâreciler, cem’ıyyetleri idâre edenler, rûh gibidir,<br />

cân gibidir. Millet, ya’nî bütün insanlar da, cesed, beden gibidir. Rûh iyi ise,<br />

beden de sâlih, iyi olur. Rûh bozuk ise, beden de bozuk olur. O hâlde, âmirlerin<br />

iyi olmalarına, [milleti idâre için, islâm düşmanı olmıyanların seçilmesine] çalışmak,<br />

herkesin iyiliğine çalışmak olur. Herhangi bir kimseyi ıslâh etmeğe çalışmak,<br />

ona islâmiyyeti bildirmekle olur. Her ne yolla olursa olsun, milleti idâre edeceklerin<br />

müslimân olmalarına çalışmak lâzımdır. Müslimân oldukdan sonra, onlara,<br />

(Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) i’tikâdını bildirmelidir. Bozuk fikrlerin ortadan kalkmasına<br />

çalışmalıdır. Bunları yapmak nasîb olan bir kimse, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü<br />

vetteslîmât” vârisi olur. Bu fırsat, size bedâva nasîb olmuşdur.<br />

Bunun kıymetini biliniz! Bu yolda ne kadar çok yazsam, yeridir. Fekat size bu kadar<br />

yetişir. İnsanları herşeye kavuşduran, ancak Allahü teâlâdır.<br />

[(Mecelle)nin otuzdokuzuncu (39) maddesinde, (Zemânın değişmesi ile, âdete<br />

dayanan hükmler değişebilir) diyor. Fekat, (Nass) ile bildirilmiş olan ahkâm hiçbir<br />

zemân değişmez. Her âdet, delîl-i şer’î olamaz. Bir âdetden hükm çıkarılabilmesi<br />

için, bu âdetin Nasslara muhâlif olmaması ve sâlih müslimânlar arasında Selefden<br />

gelmiş olması lâzımdır. Harâm işliyenler çoğalır, harâmlar âdet hâline gelirse,<br />

yine halâl olmazlar. Küfr alâmetleri de âdet olur, müslimânlar arasına yayılırsa,<br />

islâm âdeti olmaz. Küfr alâmeti olmakdan çıkmazlar. Mubâh olan âdetlerde<br />

ve fen bilgilerinde zemâna uyulur. Teknikde ilerliyenlere ayak uydurulur. Din<br />

bilgilerinde, ibâdetlerde zemâna uyulmaz. Îmân bilgileri, din bilgileri zemânla değişmez.<br />

Bunları değişdirmek, zemâna uydurmak istiyenler, Ehl-i sünnetden ayrılır,<br />

kâfir veyâ sapık olurlar].<br />

ÇOK MÜHİM TENBÎH<br />

Erkek olsun, kadın olsun, her insanın, her sözünde, her işinde, Allahü teâlânın<br />

emrlerine, ya’nî farzlara ve yasak etdiklerine [harâmlara] uyması lâzımdır. Bir farzın<br />

yapılmasına, bir harâmdan sakınmağa ehemmiyyet vermiyenin îmânı gider, kâfir<br />

olur. Kâfir olarak ölen kimse, kabrde azâb çeker. Âhıretde Cehenneme gider.<br />

Cehennemde sonsuz yanar. Afv edilmesine, Cehennemden çıkmasına imkân ve ihtimâl<br />

yokdur. Kâfir olmak çok kolaydır. Her sözde, her işde kâfir olmak ihtimâli<br />

çokdur. Küfrden kurtulmak da çok kolaydır. Küfrün sebebi bilinmese dahî, hergün<br />

bir kerre istigfâr etse, ya’nî (Estagfirullah) dese, muhakkak afv olur, ya’nî, (Yâ<br />

Rabbî! Bilerek veyâ bilmiyerek küfre sebeb olan bir söz söyledim veyâ iş yapdım<br />

ise, nâdim oldum, pişmân oldum. Beni afv et) diyerek tevbe etse, Allahü teâlâya<br />

yalvarsa, muhakkak afv olur. Cehenneme gitmekden kurtulur. Cehennemde sonsuz<br />

yanmamak için, hergün muhakkak tevbe ve istigfâr etmelidir. Bu tevbeden dahâ<br />

mühim bir vazîfe yokdur. Kul hakkı bulunan günâhlara tevbe ederken, bu<br />

hakları ödemek ve terk edilmiş nemâzlara tevbe ederken, farzları kazâ etmek lâzımdır.<br />

Kitâbımızda 276 dan 287 ortasına kadar okuyunuz!<br />

İnsan beşer, durmaz şaşar, eyler hatâ, üçer beşer.<br />

Düz ovada yürür iken, ayağını sürter, düşer.<br />

– 67 –


32 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 38. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Molla İbrâhîm için yazılmışdır. Bu ümmetin yetmişüç fırkaya ayrılacağını<br />

bildiren hadîs-i şerîfi açıklamakdadır:<br />

Hadîs-i şerîfde bu ümmetin yetmişüç fırkaya ayrılacağı, bunlardan yetmişiki<br />

fırkanın Cehenneme gidecekleri bildirildi. Bu hadîs-i şerîf, yetmişiki fırkanın Cehennem<br />

ateşinde azâb göreceklerini bildiriyor. Cehennemde sonsuz kalacaklarını<br />

bildirmiyor. Cehennem ateşinde sonsuz azâbda kalmak, îmânı olmıyanlar içindir.<br />

Ya’nî kâfirler içindir. Yetmişiki fırka, i’tikâdları bozuk olduğu için Cehenneme girecekler<br />

ve i’tikâdlarının bozukluğu kadar yanacaklardır. Yetmişüçüncü olan bir fırkanın<br />

i’tikâdı bozuk olmadığı için, Cehennem ateşinden kurtulacaklardır. Bu bir fırkada<br />

bulunanlar arasında kötü iş yapmış olanlar varsa ve bu kötü işleri tevbe ve istigfâr<br />

ile veyâ şefâ’at ile afv olunmadı ise, bunların da günâhları kadar Cehennemde<br />

yanmaları câizdir. Yetmişiki fırkada olanların hepsi Cehenneme girecekdir.<br />

Fekat hiçbiri Cehennemde sonsuz kalmıyacakdır. Bir fırkada bulunanların hepsi Cehenneme<br />

girmiyecekdir. Bunlardan yalnız kötü iş yapanlar Cehenneme girecekdir.<br />

Cehenneme girecekleri bildirilmiş olan yetmişiki (Bid’at fırkaları), (Ehl-i kıble) oldukları<br />

için, bunların hepsine kâfir dememelidir. Fekat bunların, dinde inanması zarûrî<br />

lâzım olan şeylere inanmıyanları ve (Ahkâm-ı islâmiyye)den her müslimânın<br />

işitdiği, bildiği şeyleri te’vîlini bilmeden red edenleri kâfir olur. (Ehl-i sünnet)<br />

âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildiriyor ki, (Bir müslimânın bir sözünden<br />

veyâ bir işinden yüz şey anlaşılsa, bunlardan doksandokuzu küfre sebeb olsa<br />

ve biri müslimân olduğunu gösterse, bu bir şeyi anlamak, onu küfrden kurtarmak<br />

lâzımdır). Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. En sağlam söz Onun sözüdür.<br />

Bu ümmetin fakîrlerinin zenginlerinden yarım gün önce Cennete girecekleri bildirildi.<br />

Bu yarım gün, beşyüz dünyâ senesidir. Çünki, Allahü teâlânın bildirdiği bir<br />

gün, bin dünyâ senesi kadar zemândır. Böyle olduğu Hac sûresinde açıkca bildirilmişdir.<br />

Niçin bu kadar zemân olduğunu ancak Allahü teâlâ bilir. Çünki âhıretde,<br />

dünyâda bulunan gece, gündüz, ay, sene yokdur. Cennete erken girecekleri bildirilen<br />

fakîrler, islâmiyyete uyan ve sabr eden fakîrlerdir. İslâmiyyete uymak, islâmiyyetin<br />

emr etdiklerini yapmak ve yasak etdiklerinden sakınmak demekdir. Fakîrliğin<br />

de dereceleri ve mertebeleri vardır. Mertebelerinin en yükseği, fenâ makâmında<br />

ele geçer. Bu mertebede olan fakîr, Allahü teâlâdan başka herşeyi fakîr, muhtâc<br />

bilir. [Allahü teâlâya muhtâc olmıyan, ya’nî Ona karşı fakîr olmıyan hiçbir mahlûk<br />

yokdur.] Mahlûkların hepsini unutur. Hiçbirini hâtırına getirmez. Fakîrlik<br />

mertebelerinin hepsine kavuşan, birkaçına kavuşandan dahâ üstündür. Bunun<br />

içindir ki, fenâ makâmına kavuşan kimsenin zâhiren fakîr, muhtâc olması, fenâ makâmına<br />

kavuşup da zâhiren fakîr olmıyandan dahâ efdaldir, dahâ kıymetlidir.<br />

33 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 101. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb şeyh Abdüllaha yazılmışdır. Kur’ân-ı kerîmin âyetlerini felsefecilerin<br />

anladıklarına göre tefsîr ve te’vîl etmek câiz olmadığını bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâ size selâmet versin ve belâlardan korusun! (Tebsîr-ür-rahmân)<br />

adındaki kitâbı göndermişsiniz. Ba’zı yerlerini okudum. Geri gönderiyorum.<br />

[(Tebsîr-ür-rahmân ve Teysîr-ül-menân) tefsîr kitâbıdır. Hanbelî âlimlerinden<br />

Zeyn-üd-dîn Alî bin Ahmed Ermevî yazmışdır. Yediyüzon (710) senesinde vefât<br />

etmişdir.]<br />

Kıymetli kardeşim! Bu kitâbı yazanın, eski yunan felsefecilerinin yoluna oldukça<br />

kaymış olduğu anlaşılıyor. Hemen hemen, onları Peygamberlerle bir derecede<br />

tutacak “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Hûd sûresindeki bir âyet-i kerîmeye<br />

verdiği ma’nâ gözüme ilişdi. Bu âyete, Peygamberlerin hâline uymıyarak eski<br />

yunan felsefecileri gibi ma’nâ vermekdedir. Peygamberlerin sözü ile felsefecilerin<br />

– 68 –


sözünü bir değerde tutmakda, (Onlar için âhıretde yokdur) âyet-i kerîmesine<br />

(Peygamberlerin ve felsefecilerin söz birliği ile) ve (Ancak ateş ile azâb) âyet-i kerîmesine,<br />

(his ederek yâhud aklî, nazarî olarak ......) demekdedir. Peygamberlerin<br />

“aleyhimüssalevâtü vettehıyyât” sözbirliği bulunan yerde, eski yunan felsefecilerinin<br />

söz birliğinin ne kıymeti vardır? Âhıretdeki azâbı bildiren ve hele Peygamberlerin<br />

sözlerine uymıyan sözlerinin ne ehemmiyyeti olur. Onun bildirdiği gibi felsefeciler,<br />

Cehennem azâbının aklî, nazarî olduğunu söyliyor. Bu sözleri, cesedin<br />

azâbı his edeceğine inanmadıklarını göstermekdedir. Hâlbuki Peygamberler, azâbın<br />

his edileceğini söz birliği ile bildirmişlerdir. Bu kitâb, başka yerlerinde de,<br />

Kur’ân-ı kerîmin âyetlerini, felsefecilerin bildirdikleri gibi yazmakdadır. Peygamberlerin<br />

yolunda olanlara uymıyan yazılarından dolayı bu kitâb, gizli hattâ apaçık<br />

zararları taşımakdadır. Bunu size bildirmeği lüzûmlu gördüğüm için, birkaç kelime<br />

ile başınızı ağrıtdım. Selâm ederim.<br />

34 — İKİNCİ CİLD, 19. cu MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Mîr Muhibbullaha yazılmışdır. Sünnet-i seniyyeye yapışmağı ve<br />

bid’atlerden sakınmağı bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun! Onun Peygamberlerine salât ve size düâlar ederim.<br />

Kıymetli kardeşim seyyid Mîr Muhibbullah! Buradaki fakîrlerin hâlleri, gidişleri<br />

çok iyidir. Bunun için Allahü teâlâya sonsuz hamd etmek lâzımdır. Sizin de selâmetiniz<br />

için ve hâlinizin değişmemesi için ve doğru yolda ilerlemeniz için Allahü<br />

teâlâya düâ ederim. Bu günlerde, ne hâlde bulunduğunuzu bildirmediniz. Mesâfenin<br />

uzaklığı, haberleşmeyi güçleşdiriyor. Nasîhat vermek, dînimizin birinci vazîfesidir<br />

ve Peygamberlerin en üstününe uymakdır “Ona ve hepsine üstün düâlar<br />

ve selâmlar olsun!”. Ona uymak için Onun sünnetlerini, ya’nî bütün emr ve yasaklarını<br />

yerine getirmek ve Onun beğenmediği bid’atlerden sakınmak lâzımdır. O<br />

bid’atler, gecenin karanlığını yok eden, tan yerinin ağarması gibi parlak görünseler<br />

de hepsinden kaçmak lâzımdır. Çünki, hiçbir bid’atde nûr yokdur, ışık yokdur.<br />

Hiçbir hastaya şifâ yokdur. Hiçbir hastaya ilâc olamazlar. Çünki, her bid’at, yâ bir<br />

sünneti yok eder, yâhud sünnetle ilgisi olmaz. Fekat, sünnetle ilgisi olmıyan<br />

bid’atler, sünnetden aşırı, artık oldukları için, sünneti yok etmiş olmakdadırlar. Çünki,<br />

bir emri emr olunandan ziyâde yapmak, bu emri değişdirmek olur. Bundan anlaşılıyor<br />

ki, nasıl olursa olsun, her bid’at sünneti yok etmekdedir. Sünnete ters düşmekdedir.<br />

Hiçbir bid’atde iyilik ve güzellik yokdur. Keşki bilseydim ki, kâmil olan<br />

bu dinde ve Allahü teâlânın râzı olduğu islâmiyyetde, ni’metler temâm oldukdan<br />

sonra, ortaya çıkan bid’atlerden ba’zılarına, nasıl olmuş da güzel demişler? Bunlar<br />

niçin bilmemişler ki, birşey yükseldikden, temâm oldukdan, beğenildikden sonra,<br />

buna yapılacak eklemeler güzel olamaz. Hak olan, doğru olan birşeyde yapılacak<br />

her değişiklik, dalâlet ve sapıklık olur. Kâmil olan, temâm olan bu dinde sonradan<br />

meydâna çıkarılan birşeye güzel demenin, dînin kemâle ermediğini göstereceğini<br />

ve ni’metin temâm olmadığını bildireceğini anlamış olsalardı, hiçbir<br />

bid’ate güzel diyemezlerdi. Yâ Rabbî, unutduğumuz ve yanıldığımız şeyler için bizleri<br />

hesâba çekme! Size ve yanınızda olanlara selâm ederim.<br />

[Sünnet kelimesinin dînimizde üç ma’nâsı vardır: (Kitâb ve sünnet) birlikde söylenince,<br />

kitâb, Kur’ân-ı kerîm, sünnet de, hadîs-i şerîfler demekdir. (Farz ve sünnet)<br />

denilince, farz, Allahü teâlânın emrleri, sünnet ise, Peygamberimizin “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” sünneti, ya’nî emrleri demekdir. Sünnet kelimesi yalnız olarak<br />

söylenince, islâmiyyet, ya’nî bütün ahkâm-ı islâmiyye demekdir. Fıkh kitâbları<br />

böyle olduğunu bildiriyor. Meselâ (Kudûrî muhtasarı)nda (Sünneti en iyi bilen<br />

imâm olur) diyor. (Cevhere) kitâbında burayı açıklarken (Sünnet demek, burada<br />

ahkâm-ı islâmiyye demekdir) diyor. Yetmişdördüncü maddenin sonuna bakınız!<br />

– 69 –


Kalbi temizlemek için islâmiyyete uymak lâzım olduğu anlaşıldı. İslâmiyyete uymak<br />

da, emrleri yapmakla ve yasaklardan ve bid’atlerden sakınmakla olur.<br />

Bid’at, dinde sonradan yapılan şey demekdir. Peygamberimizin “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” ve dört halîfesinin “radıyallahü anhüm” zemânlarında bulunmayıp<br />

da, onlardan sonra, dinde meydâna çıkarılan, ibâdet olarak yapılmağa başlanan<br />

şeylerdir. Meselâ, nemâzlardan sonra hemen (Âyet-el-kürsî) okumak lâzım<br />

iken, önce (Salâten tüncînâ)yı ve başka düâları okumak bid’atdir. Bunları, (Âyetel-kürsî)den<br />

ve tesbîhlerden sonra okumalıdır. Nemâzdan, düâdan sonra secde edip<br />

de kalkmak bid’atdir. Ezânı ho-parlörle okumak bid’atdir. Ho-parlör, ses çıkaran<br />

bir âletdir. Lugat kitâblarında, meselâ (Müncid)de diyor ki, (Ses çıkaran âletlere<br />

(Mizmâr) denir). Ho-parlör, mizmârın bir nev’idir. (Hâd-id-dâllîn)de diyor ki, (Ebû<br />

Nu’aym İsfehânînin (Hilyetül-Evliyâ)sında yazılı hadîs-i şerîfde, şeytâna (Senin<br />

müezzinin mizmârdır) buyuruldu). Ho-parlör ile okunan ezânın, şeytân ezânı olduğu,<br />

bu hadîs-i şerîfden anlaşılmakdadır. Dinde yapılan her değişiklik ve reform<br />

bid’atdir. Yoksa, çatal, kaşık, boyun bağı kullanmak, kahve, çay, tütün içmek<br />

bid’at değildir. Çünki, bunlar ibâdet değil, âdetdir ve mubâhdırlar. Harâm değildirler.<br />

Bunları yapmak, dînin emr etdiği şeyi terk etmeğe veyâ nehy [yasak] etdiği<br />

şeyi yapmağa sebeb olmazlar. (Hadîka-tün-nediyye)de diyor ki, (Bid’at, dinden<br />

olmıyan, ibâdet olmıyan, âdet olan birşey ise, dînimiz bunu red etmez. Yimekde,<br />

içmekde, elbisede, seyrü sefer vâsıtalarında ve binâ, mesken, ev işlerinde, ibâdet<br />

yapmak, ya’nî Allahü teâlâya tekarrüb niyyet etmeyip, yalnız dünyâ işi düşünülürse,<br />

bunlar bir ibâdeti yapmağa mâni’ olmadıkça veyâ bir harâmı işlemeğe sebeb olmadıkça,<br />

bid’at olmazlar. Dînimiz bunları men’ etmez). Bid’at üç dürlüdür:<br />

1 — İslâmiyyetin küfr alâmeti dediği şeyleri zarûret olmadan kullanmak, en kötü<br />

bid’atdir. Dâr-ül-harbde kâfirlere hud’a olarak kullanmak câiz olur denildiği (Berîka)da,<br />

467. ci sahîfede ve (Mecmâ’ul-enhür)ün 696. cı sahîfesinde yazılıdır.<br />

2 — Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiklerine<br />

uymıyan inanışlar da kötü bid’atdir.<br />

3 — İbâdet olarak yapılan yenilikler, reformlar, amelde bid’at olup büyük günâhdır.<br />

Âlimler, ameldeki, ibâdetdeki bid’atleri ikiye ayırmışlar, hasene ve seyyie<br />

demişlerdir. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh” âlimlerin hasene dedikleri<br />

bid’atlere bid’at dememiş, sünnet-i hasene demişdir. Bid’at-i seyyie dediklerine<br />

bid’at demiş, bunları çok kötülemişdir. Vehhâbîler ise, hasene denilen, beğenilen<br />

bid’atlere de, seyyie demiş, bunları yapanlara kâfir, müşrik demişlerdir. Üçüncü<br />

kısmda birinci maddeye bakınız!]<br />

35 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 22. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, molla Maksûd Alî Tebrîzîye yazılmış olup, müşriklerin pis olması,<br />

rûhlarının, i’tikâdlarının pis olmasıdır. Bedenlerinin, a’zâlarının pis olmayabileceğini<br />

bildirmekdedir:<br />

Her hamd, Allahü teâlânın hakkıdır. Onun seçdiği temiz insanlara selâm ederim.<br />

Şefkatli efendim! Hüseyn Vâ’ızî tefsîrini niçin gönderdiğinizi anlıyamadık. Bu<br />

tefsîrde, Tevbe sûresi, yirmidokuzuncu âyetini tefsîr ederken (Müşriklerin içleri,<br />

inanışları pis olduğu için, onlar elbette pisdir) buyurmakdadır. Hanefî mezhebi âlimleri<br />

de, böyle tefsîr etmişdir. Ya’nî, Allahü teâlânın (Müşrikler pisdir) buyurması,<br />

kalblerinin, i’tikâdlarının pis olduğu içindir demişlerdir. (Hüseyn tefsîri)nde de<br />

yazılı olduğu gibi, ba’zı âlimler, (Müşrikler, necâsetden sakınmadıkları için pisdir)<br />

demiş ise de, böyle tefsîr etmek uygun değildir. Çünki, bugün müslimânların çoğu<br />

da necâsetden sakınmıyor. Müslimânların câhilleri de, kâfirler gibi temizliğe<br />

ehemmiyyet vermiyor. Necâsetden sakınmamak, insanın pis olmasına sebeb olsaydı,<br />

müslimânların işi güç olurdu. Hâlbuki, (Müslimânlıkda güçlük yokdur) buyu-<br />

– 70 –


uldu. (Hüseyn tefsîri)nde (Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdu<br />

ki, müşriklerin bedenleri, köpekler gibi pisdir) diye de yazıyorsa da, din büyüklerinden<br />

böyle umûma uymayan, herkesin söylediğine benzemiyen haberler çok gelmişdir.<br />

Böyle haberleri evirip çevirip, ana haberlere uydurmak lâzımdır. Kâfirlerin<br />

dışları, bedenleri nasıl pis olur ki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”,<br />

bir yehûdî evinde yemek yidi. Bir müşrikin kabı ile tahâretlendi. Ömer “radıyallahü<br />

anh” da, hıristiyan kadınının kabından tahâretlendi. Bunlar, âyet-i kerîme gelmeden<br />

önce yapılmış olabilir denirse, zan etmekle cevâb verilmiş olmaz. Âyet-i kerîmenin<br />

sonra geldiğini isbât etmek lâzımdır. Eğer isbât edilebilirse, onların necs,<br />

pis olduğunu, dokundukları şeyleri pis ve harâm yapacağını göstermez. Nihâyet,<br />

i’tikâdlarının pis olduğunu gösterir. Çünki, hiçbir Peygamber kendi dîninde veyâ<br />

başka dinlerde harâm olmuş veyâ olacak birşeyi hiç yapmaz. Ya’nî sonradan harâm<br />

olacak şeyi, önceden, halâl iken yine kullanmaz. Meselâ, şerâb içmek önce halâl<br />

idi. Sonra harâm oldu. Hiçbir Peygamber hiçbir zemânda şerâb içmedi. Eğer kâfirlerin<br />

bedenlerinin, köpekler gibi pis olduğu, sonradan bildirilecek olsaydı, Allahü<br />

teâlânın sevgilisi olan Muhammed “aleyhisselâm”, onların kablarına hiçbir<br />

zemân dokunmaz idi. Nerde kaldı ki, sularını içmiş ve yemeklerini yimiş olsun! Sonra,<br />

birşeyin kendisi pis olunca, her zemân pisdir. Bir vakt pis olması, başka vakt<br />

temiz olması düşünülemez. Müşriklerin bedenleri pis olsaydı, her zemân pis olurdu<br />

ve Muhammed “aleyhisselâm” hiçbir vakt dokunmazdı. Nerede kaldı ki, onlardan<br />

su içsin ve yemek yisin. Bir de aynî necs olan her zemân necsdir. Önce ve sonra<br />

mubâh olamaz. Müşrikler aynî necs olsalardı, evvelden beri böyle olmaları<br />

gerekirdi ve Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” önceden de buna uygun<br />

olarak onlara muâmele ederdi. O olmayınca, bu nasıl olsun. Bundan başka, bunların<br />

bedenini pis bilmek, müslimânları, çok sıkıntıya sokar. Hanefî mezhebi<br />

âlimlerine Allahü teâlâ sonsuz iyilik versin ki, müslimânların işini kolaylaşdırdı.<br />

Onları harâm işlemekden kurtardılar. Bu büyük âlimlere teşekkür edilecek yerde,<br />

dil uzatmak, yapdıkları isâbetli tefsîri ayblamak nasıl doğru olabilir? Müctehidlere<br />

karşı birşey söylenebilir mi? Çünki onların yanlış buluşlarına da, bir sevâb<br />

verilmekdedir. Onların yanlış bulduklarını yapan müslimânlar, azâbdan kurtulacakdır.<br />

Kâfirler pis olunca, onların dokunduğu, yapdığı şeyler de pis ve harâm olur.<br />

Kâfirlere pis diyenler, onların yapdıkları yemek ve şerbetlere harâm demiş olur<br />

ki, böyle söyliyenler, kendilerini bu harâmdan koruyamaz. Hele Hindistândaki müslimânların<br />

korunmaları imkânsız gibidir. Müslimânlar, her yerde, kâfirlerle temâs<br />

hâlinde olduğundan, en kolay olan fetvâyı vermek dahâ iyidir. Hattâ, kendi mezhebine<br />

uygun olmasa da, başka mezhebdeki kolay fetvâ söylenmelidir. Bekara sûresi,<br />

yüzseksenbeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, size kolay olan şeyleri<br />

yapdırmak istiyor, güç olanı istemiyor) ve Nisâ sûresi, yirmisekizinci âyetinde meâlen,<br />

(Allahü teâlâ, ibâdetlerinizin hafîf, kolay olmasını istiyor. İnsan za’îf, dayanıksız<br />

yaratıldı) buyuruldu. Müslimânları sıkışdırmak, onları incitmek harâmdır<br />

ve Allahü teâlânın beğenmediği şeydir. Şâfi’î âlimleri, kendi mezheblerinde yapılması<br />

güçleşen şeylerin hanefî mezhebine göre yapılmasına fetvâ vermiş, müslimânların<br />

işini kolaylaşdırmışlardır. Meselâ, şâfi’î mezhebine göre, zekât vermek için,<br />

zekâtın, Tevbe sûresi, altmışıncı âyetinde bildirilen sekiz sınıf insanın her sınıfına<br />

verilmesi lâzımdır. Bunlardan, gönlünü alması lâzım gelen kâfir sınıfı [ve zekât<br />

toplıyan me’mûr sınıfı ve kölelikden kurtarılacak borclu sınıfı] bugün yokdur. Bunları<br />

bulup zekât vermek imkânsız olmuşdur. Bunun için, şâfi’î âlimleri “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma’în”, hanefî mezhebine göre zekât verilmesine fetvâ verdi.<br />

Çünki, hanefî mezhebinde, bu sınıflardan herhangi birine vermek yetişir.<br />

[Bunun gibi, gusl abdesti alırken, hanefî mezhebinde ağzın içini, dişlerin arasını<br />

ve diş çukurunu yıkamak farzdır. Kaplama ve dolguların içine su girmediği için,<br />

bunların gusl abdestleri sahîh olmaz, pis kalırlar. Şâfi’î ve mâlikî mezhebinde ise,<br />

ağız içini yıkamak farz değildir. Hanefî mezhebinde olan kimse, dişlerini zarûret<br />

– 71 –


ile kaplatınca veyâ doldurunca, gusl abdesti alırken (Yâ Rabbî! Şâfi’î veyâ mâlikî<br />

mezhebine göre gusl abdesti alıyorum) diye kalbinden geçirse, gusl abdesti sahîh<br />

olur ve temiz temiz nemâz kılabilir. (Hadîka) kitâbının yediyüzdokuzuncu sahîfesinde<br />

diyor ki, (Abdest ve guslde başka mezhebi taklîd etmek câizdir. Bunun<br />

için, o mezhebin şartlarına da uymak lâzımdır. Bütün şartlarına uymazsa, taklîd câiz<br />

olmaz. Kendi mezhebine uymıyan işi yapdıkdan sonra bile, taklîd yapmak câiz<br />

olur. Meselâ Ebû Yûsüf hazretlerine, Cum’a nemâzını kıldıkdan sonra, gusl abdesti<br />

aldığı kuyuda fâre ölüsü görüldü dediler. (Şâfi’î mezhebine göre guslümüz sahîhdir.<br />

Çünki, hadîs-i şerîfde kulleteyn olan suya necâset karışınca, üç sıfatından biri<br />

değişmedikce necs olmaz buyuruldu) dedi.) Kulleteyn, iki büyük testi dolusu, beşyüz<br />

rıtldır. İkiyüzyirmi [220] kilogram sudur. (Berîka) kitâbı, burayı açıklarken, zarûret<br />

olan her işde de başka mezhebi taklîd câizdir, diyor. (Dürr-ül-muhtâr)da, nemâz<br />

vaktlerinin sonunda diyor ki, (Zarûret zemânında, başka mezheb taklîd edilir).<br />

İbni Âbidîn, bunu açıklarken, diyor ki, (Burada, iki kavlden biri bildirilmişdir.<br />

İkinci kavle göre, zarûret olsa da, olmasa da, harac, güçlük olduğu zemân, diğer<br />

üç mezhebden biri taklîd edilir. Muhtâr olan da budur. Yapılmasında güçlük<br />

olduğu zemân, kendi mezhebi kolaylık gösteriyorsa veyâ yapılmasını afv ediyorsa,<br />

başka mezhebi taklîd etmeğe lüzûm kalmaz). (Hadîka)nın ikiyüzonbirinci sahîfesinde,<br />

(Hüsn-üt-tenebbüh fit-teşebbüh) kitâbından alarak diyor ki, (Bir kimsenin<br />

nefsi, kolaylıkları yapmak istemezse, bunun azîmetleri bırakıp, ruhsatla<br />

amel etmesi efdal olur. Fekat ruhsatla amel etmek, ruhsatları araşdırmağa yol açmamalıdır.<br />

Çünki nefse, şeytâna uyarak, mezheblerin kolay yerlerini araşdırıp<br />

toplamak, ya’nî (Telfîk) etmek harâmdır.)]<br />

Müşriklerin kendileri pis olsaydı, îmân edince, temiz olmamaları lâzım gelirdi.<br />

O hâlde, onlara pis denilmesi, kalblerinin pis olduğunu bildirmek içindir. Îmân edince,<br />

bu pislik gider, temiz olurlar. İ’tikâdlarının, kalblerinin pis olması, bedenlerinin<br />

pis olması demek değildir. Bu âyet-i kerîme, müşriklerin pis olduğunu haber vermekdedir.<br />

Haberi değişdirmek olmaz. Emrde ve yasakda değişiklik yapılabilir.<br />

Bir şeyin nasıl olduğunu haber vermekde değişiklik yapılmaz. [(Hadîka)da dil<br />

âfetlerini anlatırken diyor ki, (Allahü teâlâ, emr ve yasakları bildiren yirmi âyet-i<br />

kerîmede nesh, değişiklik yapmışdır). Kısasda ve haberlerde nesh yapmamışdır.] Haber<br />

değişmediği için, müşriklerin her zemân pis olması lâzım olur. Bu da, müşriklik,<br />

i’tikâd pisliğidir. Böylece, ana bilgiye uygun tefsîr yapılmış olur. Bilgiler çatışmaz.<br />

Kâfirlere ve onların eşyâsına dokunmak harâm olmaz. Birgün, bunları anlatırken,<br />

meâl-i şerîfi, (Ehl-i kitâbın, ya’nî yehûdî ve nasârânın pişirdiklerini, kesdiklerini<br />

yimeniz halâldir) olan, Mâide sûresinin beşinci âyetini okumuşdum. Siz, halâl<br />

olan, buğday, nohud ve mercimekdir demişdiniz. Bugün, bu hâle düşen müslimânlardan<br />

biri, bu sözünüzü beğenirse birşey diyemem. Fekat insâf edilirse, sözün<br />

doğrusu meydândadır. O hâlde, müslimânlara merhamet edip, kâfirlerin pis olduğunu<br />

anlamamalı ve kâfirlerle karışan, alış veriş eden müslimânları, pis bilmemelidir.<br />

Böyle müslimânları, pis oldu sanarak, bunların yemek ve içmelerinden sakınmamalı,<br />

müslimânlardan kaçınmak, ayrılmak yoluna sapmamalıdır. Bu hâl, ihtiyât<br />

değildir. Bu hâlden kurtulmak, ihtiyâtdır. Başınızı fazla ağrıtmıyayım.<br />

Beyt:<br />

Selâm ederim.<br />

Az söyledim, dikkat etdim, kalbini kırmamağa,<br />

Çekindim kalb kırmakdan, yoksa sözüm çokdur sana!<br />

Sabâh düâsı:<br />

(Allahümme mâ esbaha bî min ni’metin ev bi-ehadin min halkıke, fe minke vahdeke,<br />

lâ şerîke leke, fe lekel hamdü ve lekeşşükr). 111.ci sahîfeye bakınız!<br />

– 72 –


36 — BİR ÜNİVERSİTELİYE CEVÂB<br />

Abdülhakîm efendinin, İstanbulda, Sultân Selîm Câmi-i şerîfi bağçesindeki,<br />

(Medrese-tül-mütehassısîn)de tesavvuf müderrisi [Ya’nî, ilâhiyyât fakültesinde,<br />

tesavvuf kürsîsi, ordinaryüs profesörü] iken, bir üniversitelinin süâline karşı, yazmış<br />

olduğu mektûbu, kelimelerini sâdeleşdirerek, aşağıya yazıyoruz:<br />

Bütün kuvvetinizle, Allahü teâlânın kudreti sâhasından dışarı çıkabilirseniz, çıkınız!<br />

Fekat, çıkamazsınız. Bu sâhanın dışı, adem diyârıdır. O adem [ya’nî yokluk]<br />

diyârı da, Onun kudreti içindedir.<br />

Bir sırası düşerek, İbrâhîm-i Edhemden “kuddise sirruh”, birisi nasîhat istedi.<br />

Buyurdu ki, altı şeyi kabûl edersen, hiçbir işin sana zarar vermez. O altı şey şudur:<br />

1 — Günâh yapacağın zemân, Onun rızkını yime! Rızkını yiyip de, Ona ısyân<br />

etmek, doğru olur mu?<br />

2 — Ona âsî olmak istersen, Onun mülkünden çık! Mülkünde olup da, Ona ısyân<br />

etmek, lâyık olur mu?<br />

3 — Ona ısyân etmek istersen, gördüğü yerde günâh yapma! Görmediği bir yerde<br />

yap! Onun mülkünde olup, rızkını yiyip, gördüğü yerde günâh yapmak, uygun<br />

değildir.<br />

4 — Can alıcı melek, rûhunu almağa geldiği zemân, tevbe edinceye kadar izn<br />

iste! O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tevbe et! O da, bu<br />

sâatdir. Zîrâ, Melek-ül-mevt, ânî gelir.<br />

5 — Mezârda, Münker ve Nekîr ismindeki iki melek, süâl için geldikleri vakt,<br />

onları kov, seni imtihân etmesinler! Soran kimse dedi ki, (Buna imkân yokdur).<br />

Şeyh buyurdu ki, (Öyle ise, şimdiden onlara cevâb hâzırla!)<br />

6 — Kıyâmet günü Allahü teâlâ (Günâhı olanlar, Cehenneme gitsin!) diye emr<br />

edince, ben gitmem de! Soran kimse dedi ki, (Bu sözümü dinlemezler). Bunun üzerine,<br />

o kimse, tevbe etdi ve ölünceye kadar, tevbesinden vazgeçmedi. Evliyânın sözünde,<br />

rabbânî te’sîr vardır.<br />

İbrâhîm-i Edhemden “kuddise sirruh” sordular ki, Allahü teâlâ, (Ey kullarım!<br />

Benden isteyiniz! Kabûl ederim, veririm) buyuruyor. Hâlbuki, istiyoruz, vermiyor?<br />

Cevâb buyurdu ki, Allahü teâlâyı çağırırsınız, Ona itâ’at etmezsiniz. Peygamberini<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” tanırsınız, Ona uymazsınız. Kur’ân-ı kerîmi<br />

okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakkın ni’metlerinden fâidelenirsiniz,<br />

Ona şükr etmezsiniz. Cennetin, ibâdet edenler için olduğunu bilirsiniz, hâzırlıkda<br />

bulunmazsınız. Cehennemi, âsîler için yaratdığını bilirsiniz, Ondan sakınmazsınız.<br />

Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Aybınıza<br />

bakmayıp, başkalarının ayblarını araşdırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerlerine<br />

taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökden ateş yağmadığına şükr etsin!<br />

Dahâ ne isterler? Düâlarının netîcesi, yalnız bu olursa, yetmez mi?<br />

[Allahü teâlâ, Mü’min sûresinin altmışıncı âyetinde, (Düâ ediniz, kabûl ederim),<br />

isteyiniz, veririm buyuruyor. Düânın kabûl olması için, beş şart vardır: Düâ edenin<br />

müslimân olması, Ehl-i sünnet i’tikâdında olması, harâm işlemekden, bilhâssa<br />

harâm yimekden, içmekden sakınması, farzları yapması, bilhâssa beş vakt nemâz<br />

kılması, Ramezân oruclarını tutması, zekât vermesi, Allahü teâlâdan istediği<br />

şeyin sebebini öğrenip, bunu araması lâzımdır. Allahü teâlâ, herşeyi bir sebeb<br />

ile yaratmakdadır. Birşey istenince, o şeyin sebebini gönderir ve bu sebebe te’sîr<br />

ihsân eder. İnsan bu sebebi kullanıp, o şeye kavuşur. Evliyâsının hâtırı için, âdetini<br />

bozarak, bunlar düâ edince veyâ Evliyâyı kirâm vesîle edilerek düâ edilince,<br />

bunlara (Kerâmet) olarak, sebebe hâcet kalmadan, doğruca istenileni verir.]<br />

Siz, adem diyârından, bu varlık âlemine, kendiliğinizden gelmediğiniz gibi,<br />

oraya, kendiniz gidemezsiniz. Gördüğünüz gözler, işitdiğiniz kulaklar, duygu<br />

– 73 –


edindiğiniz organlar, düşündüğünüz zekâlar, kullandığınız eller ve ayaklar, geçeceğiniz<br />

bütün yollar, girip çıkdığınız bütün mahaller, hulâsa, rûh ve cesedinize bağlı<br />

bütün âletler, sistemler, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın mülk ve mahlûkudur. Siz<br />

Ondan hiçbir şey gasb edemez, mülk edinemezsiniz! O, hayy ve kayyûmdur.<br />

Ya’nî, görür, bilir, işitir ve her var olan şeyi, her ân varlıkda durdurmakdadır. Hepsinin<br />

idâresinden, hâllerinden bir ân gâfil olmaz. Mülkünü kimseye çaldırmaz. Emrlerine<br />

uymayanların cezâsını vermekden de, âciz kalmaz. Meselâ, Ayda, Merihde<br />

ve diğer yıldızlarda insan olmadığı gibi, bu Erd küresinde de bulunmasaydı, birşey<br />

lâzım gelmezdi. Bundan dolayı, büyüklüğünden birşey eksilmezdi.<br />

Hadîs-i kudsîde buyuruyor ki, (Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz,<br />

büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en müttekî, itâ’atli<br />

kulum gibi olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine olarak, hepiniz, bana karşı duran,<br />

Peygamberlerimi “aleyhimüsselâm” aşağı gören, düşmanım gibi olsanız, ülûhiyyetimden<br />

bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganîdir, Ona hiçbiriniz lâzım değildir.<br />

Siz ise, var olmanız için ve varlıkda kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep<br />

Ona muhtâcsınız).<br />

Güneşden ziyâ ve harâret gönderiyor. Aydan ışık dalgaları aks etdiriyor. Siyâh<br />

toprakdan, tatlı renkli, hoş kokulu nice çiçekler, güzel yüzler yaratıyor. Rüzgârdan<br />

gönüllere ferahlık veren nefesler döküyor. Birçok senelik uzaklıkdaki yıldızlardan,<br />

şu çıkdığınız, sonunda gömüleceğiniz topraklara nûrlar yağdırıyor. Zerrelerinde<br />

nice nice titreşimlerle te’sîrler uyandırıyor. [Bir tarafdan, beğenmediğiniz,<br />

iğrendiğiniz pislikleri, en küçük, en hakîr mahlûkları [mikroplar] vâsıtası ile, toprağa<br />

çevirip, çiğnediğiniz bu toprakları bitki fabrikasında, vücûdünüz makinasının<br />

yapı taşı olan, protein, ya’nî yumurta akı maddesi hâline döndürüyor. Bir tarafdan<br />

da yine nebâtât fabrikasında, toprağın suyunu, havânın boğucu gazı ile birleşdirerek<br />

ve içerisine, semâdan gönderdiği enerjiyi, kudreti depo ederek, nişastalı,<br />

şekerli maddeleri ve yağları, ya’nî vücûdünüz makinesini işletecek kudret kaynağını<br />

yaratıyor.] Böylece, tarlalarda, çöllerde, dağlarda, derelerde, bitirdiği nebâtlarda<br />

ve yer yüzünde ve denizlerin dibinde gezdirdiği hayvanlarda, mi’delerinize<br />

gidecek, sizi besliyecek rızk, gıdâ hâzırlıyor. Akciğerlerinizde kimyâhâneler<br />

açarak, burada kanınızın zehrini ayırıp, yerine oksijen yakıcı maddesini sokuyor.<br />

Dimâglarınızda, fizik laboratuvarları açarak, burada his uzvlarından, sinirlerden<br />

gelen haberler alınıp, demir taşına miknâtis kuvvetini yerleşdirdiği gibi, beyninize<br />

yerleşdirdiği akl ve yüreğinize yerleşdirdiği kalb kuvvetleri te’sîri ile, bir ânda,<br />

çeşidli plânlar hâzırlanıp, emrler, hareketler meydâna getiriyor. Yüreğinizi çok karışık<br />

ve hârika dediğiniz te’sîrlerle, geceli gündüzlü çalışdırıp, damarlarınızda<br />

kan nehrleri akıtıyor. Sinirlerinizde, akllarınızı şaşırtan, nice nice yol şebekeleri<br />

dokuyor. Adalelerinizde sermâyeler gizliyor. Dahâ ve dahâ birçok hârikalarla, vücûdünüzü<br />

techîz ediyor, temâmlıyor. Hepsine fizik kanûnları, kimyâ reaksiyonları<br />

ve bioloji olayları gibi ismler takdığınız, bir nizâm ve âhenkle, te’sîs ediyor, montaj<br />

yapıyor. Kuvvet merkezlerini içinize yerleşdiriyor. Gereken tedbîrleri rûh ve<br />

şu’ûrunuza tersîm ediyor. Zihn denilen bir hazîne, akl nâmında bir mi’yâr, fikr dedikleri<br />

bir âlet, irâde dediğiniz bir anahtar da, ihsân ediyor. Her birini yerinde kullanabilmeniz<br />

için size tatlı, acı ihtârlar, işâretler, meyller, şehvetler de veriyor. Dahâ<br />

büyük bir ni’met olarak, sâdık ve emîn Resûllerle açıkca, ta’lîmât gönderiyor.<br />

Nihâyet, vücûdünüz makinesini işletip ve tecribelerini gösterip, maksada göre kullanmanız<br />

ve istifâde etmeniz için elinize teslîm ediyor. Bütün bunları, size ve irâdenize<br />

ve yardımınıza muhtâc olduğundan değil, mahlûkları arasında size ayrı bir<br />

mevkı’, bir salâhiyyet vererek, mes’ûd ve bahtiyâr olmanız için yapıyor. Ellerinizi,<br />

ayaklarınızı, kullanabildiğiniz her uzvunuzu, arzûnuza bırakmayıp da, yüreğinizin<br />

atması, ciğerlerinizin şişmesi, kanlarınızın dolaşması gibi, sizden habersiz kullansaydı,<br />

her işinizde, zorla, refleks hareketleri ile, çolak el, kuru ayak ile yuvar-<br />

– 74 –


lasaydı, her hareketiniz bir titreme, her kımıldamanız bir siğirme olsaydı, kendiliğinize<br />

ve emânetlere mâlik olduğunuzu iddi’â edebilir mi idiniz? Sizi, cansızlar<br />

gibi, sâde dış kuvvetler te’sîri ile veyâ hayvanlar gibi, yalnız dış ve iç kuvvetler ile<br />

aklsız, şu’ûrsuz hareket etdirse idi ve evlerinize taşıdığınız ni’metlerden, yük hayvanı<br />

gibi, ağzınıza bir lokma verseydi, onu alıp yiyebilecek mi idiniz?<br />

Doğmadan evvelki, doğduğunuz zemânki hâlinizi düşünüyor musunuz? Üzerinde<br />

yatıp kalkdığınız, yiyip içdiğiniz, gezip dolaşdığınız, gülüp oynadığınız, derdlerinize<br />

devâ, korkulara, sıcağa, soğuğa, açlığa, susuzluğa, yırtıcı ve zehrli hayvanların<br />

ve düşmanların hücûmlarına karşı koyacak vâsıtaları bulduğunuz şu yer küresi<br />

yapılırken, taşları, toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu<br />

ve havâsı, kudret kimyâhânesinde inbiklerden çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde<br />

idiniz, hiç düşünüyor musunuz? Bugün, bizim dediğiniz karaların, denizlerden<br />

süzülüp ayrıldığı, dağların, derelerin, ovaların, tepelerin döşenildiği zemân, acabâ<br />

nerede idiniz? Denizlerin acı suları, Hakkın kudreti ile buhârlaşdırılarak, gökde<br />

bulutlar yapılırken, o bulutlardan yağan yağmurlar, [çakan şimşeklerin ve güneşden<br />

gelen kudret, enerji dalgalarının hâzırladığı gıdâ maddelerini,] yanmış, kurumuş<br />

toprakların zerrelerine işletip, o maddeler, [ziyâ ve harâret şu’âları te’sîri<br />

ile] oynayıp titreşerek hayâtın hücrelerini yetişdirirken, nerede idiniz ve nasıldınız?<br />

Bugün kendinize maymun tohumu derler, inanırsınız. Allah yaratır, yaşatır, öldürür,<br />

herşeyi O yapar derler inanmak istemezsiniz.<br />

Ey insan! Acabâ sen nesin? Babanın damarlarında neydin? Bunak, örümcek kafalı,<br />

gerici diye hakâret etdiğin babana, vaktiyle damarları içinde sıkıntı verirdin.<br />

O zemân, seni oynatan kimdi ve sen onu, niçin râhatsız ediyordun? O, istese idi,<br />

seni bir çöplüğe atabilirdi, fekat atmadı. Seni, bir emânet gibi sakladı. Bol bol besleneceğin<br />

bir gülşen serây-ı ismete tevdi’ etdi ve nice zemân himâyene uğraşdı ise,<br />

sen niçin sıkıntılarından babanı mes’ûl tutarak tahkîr ediyorsun da, ni’metlerinden<br />

ona ve yaratanına bir şükr payı ayırmıyorsun? Sonra sen, emânetini niçin herkesin<br />

kirletdiği çöplüklere döküyorsun?<br />

Etrâfın, arzû ve emellerine uyduğu zemân, herşeyi, aklınla, ilminle, fenninle, gücünle,<br />

kuvvetinle yaratarak yapdığına, bütün başarıları îcâd etdiğine inanıyorsun.<br />

Hakkın sana verdiği vazîfeyi unutuyor ve o yüksek me’mûrlukdan isti’fâ ediyor ve<br />

emânete sâhib çıkmağa kalkıyorsun. Kendini mâlik ve hâkim tanımak ve tanıtdırmak<br />

istiyorsun. Öte tarafdan, etrâfın, arzûlarına uymaz, dış kuvvetler seni mağlûb<br />

etmeğe başlarsa, o zemân da, kendinde hasret ve husrândan, acz ve yeisden başka<br />

birşey görmüyorsun. Hiçbir irâde ve ihtiyâra sâhib olmadığını, herşeyin cebr elinde<br />

esîr olduğunu ve varlığının, otomatik ve fekat zembereği kırık bir makina gibi<br />

olduğunu iddi’â ediyorsun. Kaderi bir (İlm-i mütekaddim) değil, bir (cebr-i mütehakkim)<br />

ma’nâsında anlıyorsun. Bunu söylerken, ağzının, gramofon gibi olmadığını<br />

da, sezmez değilsin.<br />

Sofrana, sevdiğin yemekler gelmediği zemân eline geçirebileceğin kuru ekmeği<br />

yimekle, yimeyip açlıkdan ölmek arasında hür ve serbest bulunduğun ve kuru<br />

lokmalar, ağzına zorla tıkılmadığı hâlde, elini, dilini uzatır, onları yirsin. Hem yirsin,<br />

hem de birşey yapmadığına hükm edersin. Düşünmezsin ki, elin ve ağzın, yine<br />

arzûnla oynamış ve bu oynayış bir sıtma, bir titreme olmamışdır. Fekat, böyle<br />

mecbûr olduğun zemânlarında bile, irâdene mâlik olduğun hâlde, seni âciz bırakan,<br />

hâricî kuvvetler karşısında kendini mecbûr, esîr, hâsılı bir hiç bilirsin.<br />

Yâhû! İşin yolunda, muvaffakıyyet ve muzafferiyyet yanında olunca (Hep), işlerin<br />

aksi, ters olduğu zemânında ise, kaderin cebri altında oyuncak bir (Hiç) diye<br />

iddi’â etdiğin o sen, bunlardan hangisisin? Hep misin, hiç misin?<br />

Ey Âdem oğlu! Ey noksanlık ve taşkınlık içinde yüzen insan! Siz, ne hepsiniz,<br />

ne de hiçsiniz! Her hâlde ikisi arası bir şeysiniz. Evet siz, îcâd etmekden, herşeye<br />

– 75 –


hâkim ve gâlib olmakdan, şübhesiz uzaksınız. Fekat, inkâr olunamayan bir hürriyyet<br />

ve ihtiyârınız, sizi hâkim kılan, bir arzû ve seçim hakkınız vardır. Siz, eşi ortağı<br />

bulunmıyan bir hâkim ve mutlak, başlı başına bir mâlik olan, Hak teâlânın emri<br />

altında, ayrı ayrı ve müşterek vazîfeler alan, birer me’mûrsunuz! Onun koyduğu<br />

ahkâm ve nizâm ile, Onun ta’yîn etdiği mevkı’leriniz ve halk edip emânet olarak<br />

verdiği salâhiyyet ve vâsıtalarınız nisbetinde vazîfe yaparsınız. Âmir ancak O,<br />

hâkim yalnız O, mâlik yine Odur. Ondan başka âmir, Ona benzer hâkim, Ona ortak<br />

mâlik yokdur. Sizin o kadar benimseyerek, hevesle atıldığınız maksadlar, gâyeler,<br />

girişdiğiniz mücâdeleler, sarf etdiğiniz gayretler, duyduğunuz iftihârlar,<br />

kazandığınız başarılar, Onun için olmadıkça, hep yalan, hep boşdur. O hâlde<br />

kalblerinizde, niçin yalana yer veriyorsunuz da, şirklere sapıyorsunuz? Niçin, eşsiz<br />

hâkim olan, Hak teâlânın emrlerine uymuyor, Onu ma’bûd tanımıyorsunuz da,<br />

binlerce, hayâl olan, ma’bûdlar arkasında koşuyor, hepiniz sıkıntılar içinde boğuluyorsunuz?<br />

Her neye koşuyorsanız, sizi sürükleyen bir emel, bir ihtiyâr, bir îmân<br />

değil midir? Niçin o emeli Hakdan başkasında arıyorsunuz? Niçin, o îmânı Hakka<br />

tahsîs etmiyor, o ihtiyârı bu îmâna ve îmânın netîcesi olan amellere sarf etmiyorsunuz?<br />

Hak teâlânın hâkimliğini tanıdığınız, emâneti ve emniyyeti bozmayarak çalışdığınız<br />

zemân, birbirinizi ne kadar sevecek, ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız.<br />

Sizin o kardeşliğinizden, Allahın merhameti, neler yaratacakdır. Kavuşduğunuz<br />

her ni’met, hep Hakka îmânın hâsıl etdiği kardeşliğin netîcesi ve Allahü teâlânın<br />

merhameti ve ihsânıdır. Gördüğünüz her musîbet ve felâket de, hep kızgınlığın, nefretin<br />

ve düşmanlığın netîcesidir. Bunlar ise, hakkı tanımamanın, zulm ve haksızlık<br />

etmenin cezâsıdır. Bu da, hukûku kendiniz kurmağa kalkışmanın, Hak teâlâ ile<br />

yarış edebilecek şerîklere tâbi’ olmanın, hâsılı, hâlis tevhîd ile, yalnız Hak teâlâya<br />

îmân etmemenin netîcesidir.<br />

Hulâsa, insanlığı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakka karşı şirk ve müşriklikdir.<br />

İlm ve fen, ilerlediği hâlde, insanlığın ufklarını sarmış olan fesâd karanlığı,<br />

hep şirkin, îmânsızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin netîcesidir. Beşeriyyet<br />

ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırâb ve felâketden kurtulamaz.<br />

Hakkı tanımadıkça, Hakkı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, Ona kulluk<br />

etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hakdan ve Hak yolundan başka her<br />

ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perîşanlık yoludur. Görmez misiniz, câmi’e gidenler<br />

sevişir, meyhâneye gidenler döğüşür.<br />

Hak teâlâdan başka her neye gönül verseniz, her neye tapınsanız, hepsinin<br />

zıddı, mukâbili vardır. Bunların hepsi de, Hakkın kudreti ve irâdesi altındadır. Şerîki,<br />

nazîri, misli, zıddı, mukâbili olmayan, yegâne hâkim, ancak Hak teâlâdır ve<br />

ancak Onun mukâbili bâtıldır, yanlışdır ve varlığı mümkin olmıyan bir yoklukdur.<br />

Hak teâlâdan başka, her neye tâbi’ olur, her neye tapınır, Onun yerine, her neyi<br />

sever ve hakîkî hâkim tanırsanız, biliniz ki, onlar da sizinle berâber yanacakdır.<br />

[Yukarıdaki mektûbun ingilizce tercemesi, Abdülhakîm efendinin ingilizce hâl tercemesi<br />

ile birlikde, (The Proof of Prophethood) kitâbının içinde, Hakîkat Kitâbevi<br />

tarafından neşr edilmişdir.]<br />

Merkez-i dâire-i iflâs ve bî nevâî<br />

Ser şâr-ı sahbây-ı hodgâmî ve nâ âşinâî<br />

esseyyid<br />

Abdülhakîm efendi<br />

Kâfirin topu çok, hîlesi çok, azâbı çokdur.<br />

Mü’minin ilmi çok, hayâsı çok, râhatı çokdur.<br />

– 76 –


37 — İKİNCİ CİLD, 31. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, hâce Şerefüddîn Hüseyne yazılmışdır. Nasîhat etmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği kullarına selâm olsun! Sevgili oğlum!<br />

Fırsat ganîmetdir. Ya’nî, zemân çok kıymetlidir. Bu kıymetli zemânları fâidesiz şeylere<br />

harc etmemelidir. Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği şeyleri yapmakla geçirmelidir.<br />

Beş vakt nemâzı, dünyâ işlerini düşünmiyerek ve cemâ’at ile kılmalıdır.<br />

(Ta’dîl-i erkân) ile kılmağa dikkat etmelidir. Teheccüd nemâzını kaçırmamalıdır.<br />

[Teheccüd, gece nâfile nemâz kılmak demekdir. Farz nemâz borcu olan geceleri<br />

de, kazâ nemâzlarını kılmalıdır.] Seher vaktleri istiğfâr etmelidir. Gafletden,<br />

nefse uymakdan lezzet almamalıdır. Dünyânın geçici lezzetlerine aldanmamalıdır.<br />

Ölümü hâtırlamalı, âhıretin dehşet ve şiddetini göz önüne getirmelidir. Kısacası,<br />

yüzümüzü dünyâdan âhırete çevirmelidir. Dünyâ işleri ile zarûret mikdârı uğraşmalı,<br />

başka zemânlarda, hep âhıreti kazandıracak işleri yapmalıdır. Sözün özü, gönül<br />

Allahdan gayrisine tutulmakdan kurtulmalı, beden ve a’zâları da, ahkâm-ı islâmiyyeye<br />

uymakla süslemelidir.<br />

İş budur, bundan başka herşey hiçdir!<br />

[(Ma’rifetnâme)de yazılı hadîs-i şerîflerde buyuruyor ki, (Mes’ûd o kimsedir ki,<br />

dünyâ onu terk etmezden önce, o dünyâyı terk etmişdir), (Arzûsu âhıret olup, âhıret<br />

için çalışana, Allahü teâlâ dünyâyı hizmetci yapar), (Yalnız dünyâ için çalışana,<br />

yalnız kaderinde olan kadar gelir. İşleri karışık, üzüntüsü çok olur), (Âhıretin<br />

sonsuz olduğuna inanan kimsenin, bu dünyâya sarılması, çok şaşılacak şeydir),<br />

(Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhıret için yaratıldınız! Âhıretde ise, Cennetden<br />

ve Cehennem ateşinden başka yer yokdur), (Paraya, yiyeceğe tapınan kimse helâk<br />

olsun!), (Sizlerin fakîr olacağınızı düşünmiyor, bunun için üzülmiyorum. Sizden<br />

önce gelmiş olanlara olduğu gibi, dünyânın elinize bol bol geçerek, Allahü teâlâya<br />

âsî ve birbirinize düşman olmanızdan korkuyorum), (Mal ve şöhret hırsının<br />

insana zararı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zararından dahâ çokdur), (Dünyâyı<br />

terk eyle ki, Allahü teâlâ seni sevsin. İnsanların malına göz dikme ki, herkes<br />

seni sevsin!), (Dünyâ, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü ta’mîr etmekle uğraşmayın.<br />

Hemen geçip gidin!), (Dünyâya, burada kalacağınız kadar, âhırete de,<br />

orada kalacağınız kadar çalışınız!)<br />

Dünyâ zıll-i zâildir. Ona güvenen nâdimdir. O seninle kalsa da, sen onunla kalmazsın.<br />

Dünyâdan çıkmadan önce, kalbinden dünyâ sevgisini çıkar. Dünyâ lezzetlerine<br />

aldanmıyan, Cennet ni’metlerine kavuşur. İki âlemde azîz ve muhterem olur.<br />

Dünyâ harâbdır. Şerbetleri serâbdır. Ni’metleri zehrli, safâları kederlidir. Bedenleri<br />

yıpratır. Emelleri artdırır. Kendini kovalıyandan kaçar. Kaçanı kovalar.<br />

Dünyâ bala, içine düşenler de sineğe benzer. Ni’metleri geçici, hâlleri değişicidir.<br />

Dünyâya ve buna düşkün olanlara inanılmaz. Çünki, bunlarda vefâ ve safâ bulunmaz.<br />

Fânî olanın sevgisini kalbinden çıkar ki, bâkî olanı alasın. Kendini bilen kişinin<br />

bu dünyâya düşkün olmasına şaşılır. Şakîler dünyâya sarılır. Sa’îdler bâkî olana<br />

sarılır. Bedeninle dünyâda ol, kalbinle âhıreti bul! Nefsin arzûlarını terk eden<br />

pâk olur, âfetlerden selâmet bulur. Allahü teâlânın râzı olmadığını terk edene, Allahü<br />

teâlâ ondan iyisini ihsân eder. Dünyâyı anlıyan, onun sıkıntılarından üzülmez.<br />

Dünyâyı anlıyan, ondan sakınır. Ondan sakınan, nefsini tanır. Nefsini tanıyan, Rabbini<br />

bulur. Mevlâsına hizmet edene, dünyâ hizmetçi olur. Dünyâ insanın gölgesine<br />

benzer. Kovalarsan kaçar. Kaçarsan, seni kovalar. Dünyâ, âşıklarına mihnet yeridir.<br />

Lezzetlerine aldanmıyanlara, ni’met yeridir. İbâdet edenlere kazanç yeridir.<br />

İbret alanlara hikmet yeridir. Onu tanıyanlara selâmet yeridir. Ana rahmine nisbetle,<br />

Cennet gibidir. Âhırete nisbetle çöplük gibidir. Yediyüzseksenaltıncı [786]<br />

sahîfeye bakınız!<br />

– 77 –


Ölümden önce olan herşeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra fâidesi olanlar,<br />

dünyâdan sayılmaz. Âhıretden sayılırlar. Çünki dünyâ, âhıret için tarladır. Âhırete<br />

yaramıyan dünyâlıklar, zararlıdır. Harâmlar, günâhlar ve mubâhların fazlası<br />

böyledir. Dünyâda olanlar ahkâm-ı islâmiyyeye uygun kullanılırsa, âhırete fâideli<br />

olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem de âhıret ni’metlerine kavuşulur. Mal iyi de<br />

değildir, kötü de değildir. İyilik, kötülük, onu kullanandadır. O hâlde, mel’ûn<br />

olan, kötü olan dünyâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhıreti yıkıcı yerlerde kullanılan<br />

şeyler demekdir. Kendini ve Rabbini unutup, lezzetlerine, şehvetlerine düşkün<br />

olanlar, yolda hayvanının süsü ile, palanı ile, otu ile uğraşıp, arkadaşlarından<br />

geri kalan yolcuya benzer. Çölde yalnız kalıp, helâk olur. İnsan da, ne için yaratılmış<br />

olduğunu unutup, dünyâ zînetlerine aldanır, âhıret hâzırlığı yapmazsa, ebedî<br />

felâkete sürüklenir. Dünyâ sevgisi âhırete hâzırlanmağa mâni’ olur. Çünki, kalb onu<br />

düşünmekle, Allahı unutur. Beden, onu elde etmeğe uğraşarak ibâdet yapamaz olur.<br />

Dünyâ ile âhıret, doğu ile batı gibidir ki, birine yaklaşan, ötekinden uzak olur. Bir<br />

kimse, ibâdetini yapmaz ve geçiminde, kazancında Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını<br />

gözetmezse, dünyâya düşkün olmuş olur. Allahü teâlâ herkesin kalbini<br />

bundan soğutur. Bunu kimse sevmez. (Ma’rifetnâme)nin yazısı temâm oldu.<br />

Dünyâ, arabî bir kelimedir. Fen ilminde (En yakın şey) demekdir. Erd küresi, güneşden,<br />

aydan, yıldızlardan dahâ yakın olduğu için, Erd küresine dünyâ denir. Kıyâmetden<br />

önceki zemân, kıyâmetden sonraki zemândan dahâ yakın olduğu için, birincisine<br />

(Dünyâ hayâtı), ikincisine (Âhıret hayâtı) denir. Dünyâ kelimesinin din bilgisindeki<br />

ma’nâsı, (En zararlı, fenâ şey) demekdir. Küfre sebeb olan şeyler, harâmlar,<br />

mekrûhlar, dünyâ demekdir. Mubâhlar, islâmiyyete uymağa mâni’ olunca, dünyâ<br />

olurlar. Muhabbet, sevmek, hep berâber olmağı istemek, berâber olmakdan zevk, lezzet<br />

duymak demekdir. İnsan sevdiğini hiç unutmaz. Muhabbetin yeri kalbdir. Kalb,<br />

yürek dediğimiz et parçasında bulunan bir kuvvetdir. Bu kuvvete gönül diyoruz. Birşeyi<br />

öğrenmek, akl ile olur. Akl, dimâg, beyn dediğimiz et parçasında bulunur. Küfrü,<br />

harâmları, mekrûhları sevmek, beğenmek küfr olur. Farzları, sünnetleri, beğenmemek<br />

de küfr olur, dünyâ olur. Müslimân olmak için, dünyâya ya’nî harâmlara kıymet<br />

vermemek lâzımdır. Dünyâyı hâtırlamağı da kalbinden çıkarana (Sâlih) müslimân denir.<br />

Halâl olsun, mubâh olsun, mâ-sivâyı, ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyi hâtırlamağı<br />

kalbinden çıkarmağa (Fenâ-fillah) denir. Buna kavuşan müslimâna (Velî)<br />

denir, (Evliyâ) denir. İnsanları müslimân ve sâlih yapmak için uğraşan velîye (Mürşid)<br />

denir. Evliyâ, herşeyi öğrenir, bilir. Ahkâm-ı islâmiyyeye uymakda, dünyâ işlerinde<br />

aklını kullanır. Hesâbını yapmakda, san’atında, ticâretinde hiç hatâ yapmaz. Fekat,<br />

aklındaki düşünceler, kalbine sirâyet etmez, bulaşmaz. Dünyâyı seven, hâtırlayan<br />

kalb, hastadır. Kalbin temiz olması, dünyâ dediğimiz şeyleri sevmekden, hâtırlamakdan<br />

kurtulması demekdir. Kalb hastalığının ilâcı, ahkâm-ı islâmiyyeye uymak ve Allahü<br />

teâlâyı çok zikr etmek, ya’nî ismini ve sıfatlarını hâtırlamak, kalbe yerleşdirmekdir.<br />

(Mektûbât Tercemesi) 236.cı sahîfeye bakınız! Mürşid-i kâmilin sohbeti veyâ<br />

kitâblarını okumak, bu tedâvîyi kolaylaşdırır. Bu sohbete, bu kitâblara kavuşmak, dünyâ<br />

ve âhıret se’âdetlerine kavuşmağa sebebdir. Bu tedâvîye fâidesi olmayan sohbetin<br />

ve kitâbların, taklîd, sahte ve zararlı olduğu, felâkete sebeb olacağı anlaşılır.<br />

İmâm-ı Rabbânî hazretleri (Mektûbât) kitâbının 1.ci cild, 275.ci mektûbunda buyuruyor<br />

ki: Sizin bu ni’mete kavuşmanız, islâmiyyet bilgilerini öğretmekle ve fıkh<br />

hükmlerini yaymakla olmuşdur. Oralara cehâlet yerleşmişdi ve bid’atler yayılmışdı.<br />

Allahü teâlâ, sevdiklerinin sevgisini size ihsân etdi. İslâmiyyeti yaymağa sizi<br />

vesîle eyledi. Öyle ise, din bilgilerini öğretmeğe ve fıkh ahkâmını yaymağa elinizden<br />

geldiği kadar çalışınız. Bu ikisi bütün se’âdetlerin başı, yükselmenin vâsıtası<br />

ve kurtuluşun sebebidir. Çok uğraşınız! Din adamı olarak ortaya çıkınız! Oradakilere<br />

emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaparak, doğru yolu gösteriniz! Müzzemmil<br />

sûresinin ondokuzuncu âyetinde meâlen, (Rabbinin rızâsına kavuşmak istiyen<br />

için, bu elbette bir nasîhatdir) buyuruldu.]<br />

– 78 –


38 — İKİNCİ CİLD, 89. cu MEKTÛB<br />

Bu mektûb, seyyid Mîr Muhibbullaha yazılmışdır. Dünyâda âhırete yarar iş görmek<br />

lâzım olduğu bildirilmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ bizi ve sizi, dedelerinizin doğru yolunda<br />

bulundursun! İnsanların en üstünü, sevgili Peygamberinin “aleyhissalâtü vesselâm”<br />

sadakası olarak, düâmızı kabûl eylesin! Burada bulunan fakîrlerin hâli ve<br />

işleri çok iyidir. Allahü teâlâya dâimâ hamd ve minnet ederiz ve Onun Peygamberine<br />

sonsuz salât ve selâm ederiz. Selâmetde ve âfiyetde olmanız ve doğru yolda<br />

bulunmanız ve ilerlemeniz için Allahü teâlâya düâ ederim. Kıymetli ve merhametli<br />

efendim! Kazanç zemânı geçip gidiyor. Her geçen an, ömrümüzü azaltmakda,<br />

ecel zemânını yaklaşdırmakdadır. Bugün aklımızı başımıza toplamazsak, yarın<br />

âh etmekden ve pişmânlıkdan başka elimize birşey geçmez. Bu birkaç günlük<br />

sağlık zemânında, parlak dîne uygun yaşamağa çalışmalıyız! Ancak böylece kurtulmamız<br />

umulur. Dünyâ hayâtı, iş yapacak zemândır. Keyf yapacak, eğlenecek zemân<br />

ileride gelmekdedir. Orada, dünyâda yapılan işlerin karşılığı ele geçecekdir.<br />

İş zemânını eğlence ile geçirmek, çiftçinin tohum ekmemesi ve mahsûl almaması<br />

gibidir. Dahâ uzatarak başınızı ağrıtmakdan çekiniyorum.<br />

39 — İKİNCİ CİLD, 58. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Muhammed Takıyye cevâb olarak yazılmış olup, âlem-i misâl hakkında<br />

bilgi vermekde ve tenâsüh olmadığını bildirmekde ve insan rûhlarının nakl<br />

edilmediğini ve kümûn ve bürûz ne demek olduğunu bildirmekdedir:<br />

Bütün âlemlerin rabbi, sâhibi olan, Allahü teâlâya hamd olsun ve Peygamberlerinin<br />

en yükseği, Muhammed aleyhisselâma ve tertemiz akrabâsının ve Eshâbının<br />

hepsine selâmlar olsun! Güzel ahlâkınızın ve ulvî fıtratınızın eseri olan kıymetli<br />

mektûbunuzu okumakla şereflendik. Allahü teâlâ, sizi bütün ayb ve kusûrlardan<br />

muhâfaza buyursun! Soruyorsunuz ki, şeyh Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”,<br />

(Fütûhât-ı mekkiyye) kitâbında, bir hadîs-i şerîf bildiriyor. Bu hadîs-i şerîfde,<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâ, yüzbin Âdem yaratmışdır)<br />

buyurmakdadır. Muhyiddîn-i Arabî “rahmetullahi aleyh” sonra âlem-i misâlden<br />

gördüğü birkaç şeyi yazıyor ve diyor ki, (Kâ’be-i mu’azzamayı tavâf ederken,<br />

yanımda birkaç kişi vardı. Bunları hiç tanımıyordum. Tavâf yaparken, arabî<br />

iki beyt okudular. Bir beytin ma’nâsı şöyle idi:<br />

Yıllarca, biz de sizin gibi,<br />

Hepimiz, tavâf etdik bu evi.<br />

Bu beyti duyunca, bu kimselerin âlem-i misâlden olması hâtırıma geldi. Böyle<br />

düşünürken, içlerinden biri, bana bakarak, ben, senin dedelerinden birisiyim,<br />

dedi. Sen öleli kaç sene oldu? dedim. Kırkbin seneden çok dedi. Bu sözüne şaşdım<br />

ve târîhciler, insanların ilk babası olan Âdemden “aleyhisselâm”, bugüne kadar,<br />

yedibin sene geçmediğini söylüyor dedim. Sen, hangi Âdemi diyorsun? Ben, yedibin<br />

seneden çok önceki zemânlarda yaşıyan Âdemin evlâdındanım, dedi. Bunu<br />

işitince, yukarıdaki hadîs-i şerîfi hâtırladım).<br />

[Tenbîh: Erd küresinin ömrünü, ya’nî yaratıldığı günden kıyâmete kadar olan<br />

zemânı, eski müneccimler, ya’nî astronomlar, seyyâre yıldızların adedince bin<br />

sene, ya’nî yedibin sene demişlerdir. Zîrâ onlar, gezegen adedini yedi biliyordu.<br />

Târîhlerin çoğunda yazılı bulunan ve ba’zı din kitâblarına da geçmiş olan yedibin<br />

sene, buradan gelmekdedir. Ba’zıları da, burc adedince, onikibin sene, bir kısmı<br />

da, meridyen derecesi adedince, üçyüzaltmış [360] bin sene dedi ki, bu üç aded de,<br />

zan ve faraziyye hâlindedir. İdrîs “aleyhisselâm” buyurmuş ki, (Bizler, Peygamber<br />

olduğumuz hâlde, dünyânın ömrünü bilemedik).<br />

– 79 –


Endülüs âlimlerinin büyüklerinden, Ebû Abdüllah-i Kurtubînin (Tezkire)sinden<br />

Abdülvehhâb-ı Şa’rânînin “kuddise sirruhümâ” hülâsa etdiği (Muhtasar) ismindeki<br />

kitâbında (360 bin x 360 bin) ya’nî yüzyirmidokuz milyar, altıyüz milyon<br />

sene olduğu yazılıdır. Bugün fen adamları, (Radyoaktiflik sâati) denilen usûl ile,<br />

ya’nî Pechblend filizinde şimdi mevcûd olan kurşun ve uran ma’denlerinin mikdârları<br />

nisbeti bulunup, bu kadar kurşunun, şimdiki uran ile, bu kurşuna tebeddül etmiş<br />

bulunan uran mikdârlarından teşekkülü için lâzım olan zemânı, Uran I’in bozulma<br />

sâbitesine göre hesâb ederek, Erd kabuğunun yaşını ya’nî dünyânın ömrünü,<br />

dörtmilyarbeşyüz milyon sene olarak bulmakdadırlar.]<br />

Kıymetli yavrum! Bu mes’ele üzerinde, Allahü teâlânın bu fakîre ihsân etdiği<br />

bilgi şöyledir: İlk insan ve ilk Peygamber olan Âdemden “aleyhisselâm” önce<br />

yaşayan Âdemler, hep âlem-i misâlde idi. Âlem-i şehâdetde değildi. Âlem-i şehâdetde,<br />

ya’nî gördüğümüz madde âleminde bulunan, yalnız bildiğimiz bir Âdem vardı<br />

ki, Peygamber idi. Melekler kendisine karşı secde etmişlerdi. Allahü teâlâ,<br />

balçık çamurundan insan şeklinde bir heykel yapıp, bunu ete ve kemiğe çevirmişdi.<br />

[Bugün biliyoruz ki, Allahü teâlâ, toprak maddelerini, azotlu, fosforlu tuzları,<br />

bitki fabrikasında, proteinlere (yumurta akı maddelerine) döndürmekde, bu nebâtî<br />

proteinleri de, hayvan vücûdünde, ete ve kemiğe ve a’zâ şekline çevirmekdedir.<br />

Bugün fen bunu anlayabildiği gibi, katalizör ismini verdiğimiz maddeler yardımı<br />

ile, binlerce sene sürecek olan kimyâ reaksiyonlarını, bir sâniyede, pek çabuk,<br />

yapabiliyoruz. İnsanlar binlerce senelik bir işi bir ânda yapıyor da, Allahü teâlânın,<br />

toprak maddelerini, birkaç senede, et, kemik maddelerine çevirdiğini, bugün<br />

bildiğimize göre, bir ânda çevireceği fen yolu ile kolayca anlaşılmakdadır. Allahü<br />

teâlâ toprak maddelerini, bir ânda organik hâle çevirip, rûhu bu bedene bağlıyarak,<br />

ilk Âdemi yaratdığı gibi, kıyâmetde de, elemanları, bir ânda, bir araya toplayıp,<br />

insan vücûdünü yapacak ve zâten mevcûd olan önceki rûhları, bu vücûdlara<br />

verecekdir. İnsanın ölmesi, rûhun bedenden ayrılması demekdir. Rûh ölmez. Kıyâmetde,<br />

herşeyle berâber, rûhlar da yok edilip tekrâr yaratılacakdır. Bugün, fizik,<br />

kimyâ, fizyoloji ve astronomi gibi ilmlerde Allahü teâlânın kudretini iyi anlıyan,<br />

zekî kimseler, Âdem aleyhisselâmın ve kıyâmetde bütün insan ve hayvanların<br />

toprakdan çıkarılacaklarını, bir fen olayı olarak, kolayca anlıyabilir. Bir asr<br />

evvel, müslimânlar, buna, anlamadan inanıyordu. Bugün ise, basît bir fennî olay<br />

şeklinde görüyor ve pek bedîhî olarak, inanıyoruz.<br />

Allahü teâlâ Cenneti ve Cehennemi yaratmış, her ikisini de, cin ve insan ile dolduracağını<br />

haber vermişdir. Bunun için, ilk insan olan Âdemden “aleyhisselâm”<br />

beri, her zemân, yeryüzünde îmânlılar ve dinsizler bulunmuş ve birbirleri ile atışmışdır.<br />

Dinsizler, Allahdan başka şeylere tapınmış, îmânlılar ise, Allahü teâlânın<br />

gönderdiği Peygamberlere ve kitâblara tâbi’ olmuşdur. İlk insanlar, ba’zı târîhcilerin<br />

zan etdiği gibi ve islâm dînine inanmıyanların uydurduğu, filmlerde görüldüğü<br />

gibi, ilmsiz, fensiz, görgüsüz, çıplak, vahşî kimseler değildi. Evet bugün, Asya,<br />

Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindekilere benziyen vahşîler<br />

yaşadığı gibi, ilk insanlarda da bilgisiz, basît yaşıyanlar vardı. Fekat, bundan dolayı,<br />

ne bugünkü, ne de ilk insanların hepsi için, vahşîdir denilemez. Âdem “aleyhisselâm”<br />

ve ona îmân edenler şehrlerde yaşardı. Okumak, yazmak bilirdi. Demircilik,<br />

iplik yapmak, kumaş dokumak, çiftçilik, ekmek yapmak gibi san’atları vardı.<br />

Âdem “aleyhisselâm”ın boyu ve ömrü kesin olarak bildirilmedi. Bir rivâyetde,<br />

bin sene yaşayıp, beşyüz yaşında iken Peygamber oldu. Allahü teâlâ, kendisine on<br />

kitâb gönderdi. Cebrâîl “aleyhisselâm”, oniki kerre gelmişdi. Bu kitâblarda, îmân<br />

edilecek şeyler, çeşidli dillerde lügatlar, hergün bir vakt nemâz kılmak, [Bunun sabâh<br />

nemâzı olduğu İbni Âbidînde yazılıdır.], gusl abdesti almak, oruc tutmak, leş,<br />

kan, domuz yimemek, birçok san’atlar, tıb, ilâclar, hesâb, hendese [ya’nî geomet-<br />

– 80 –


i] gibi şeyler bildirilmişdi. Altın üzerine para dahî basmış, ma’den ocakları işletilip<br />

âletler yapılmışdı. Nûh aleyhisselâmın gemisinin, ateş yanarak, kazanı kaynayarak<br />

hareket etdiğini, Kur’ân-ı kerîm açıkça bildiriyor. Ba’zı târîhciler, hiçbir<br />

vesîka ve incelemeğe dayanmadan, yalnız dinleri inkâr etmek, Peygamberleri<br />

küçültmek maksadı ile, ilk insanlar vahşî idi, birşey bilmezdi diyerek, Âdem, Şis [Şît]<br />

ve İdrîs “aleyhimüsselâm” gibi Peygamberlerin birer masal, birer hurâfe olduğunu<br />

göstermek, böylece müslimân evlâdlarını dinsiz, îmânsız yetişdirmek istiyorlar.<br />

Hiçbir dîne inanmıyanlardan bir kısmı da, fen adamı görünerek bozuk düşüncelerini,<br />

fen perdesi altında, etrâfa saçıyor. Meselâ (Bütün canlıların yapı taşı<br />

olan hücre, milyonlarca sene evvel, denizlerde, tesâdüfen kendi kendine meydâna<br />

gelip, zemânla küçük deniz nebâtları ve hayvanları ve sonra karadakiler meydâna<br />

gelmiş, en son insan hâline dönmüşdür) gibi şeyler söylüyorlar. Böylece, Âdem<br />

aleyhisselâmın toprakdan yaratılmadığını, Kur’ân-ı kerîmin ve mukaddes kitâbların,<br />

hâşâ, hikâye olduklarını, ilk canlı maddeyi vücûde getiren büyük bir kudretin<br />

varlığına inanmanın fenne uymıyacağını anlatıyorlar. Böyle kâfirlere (Dehrî)<br />

denir. Bunlardan müslimân görünenlere (Zındık) ve (Fen yobazı) denir.<br />

Bu fen yobazları ne kadar zevallıdır. Evet, fizyolojist Haldene, (Bundan milyonlarca<br />

sene evvel, sıcak denizlerde, güneşden gelen ültra viole şuâ’lar te’sîri ile, inorganik<br />

gazlardan, uzvî bileşikler meydâna gelmiş ve ekviproduktif hâssası olan ilk<br />

molekülün, ya’nî aldığı gıdâ maddelerini, kendi gibi canlı şekle çeviren hücre<br />

molekülünün de, bu arada, bir tesâdüf eseri teşekkül etmiş) olmak ihtimâlini<br />

söylemişdir. Fekat, bu bir hipotez [faraziyye] olup, bir tecribe ve hattâ bir teori [nazariyye]<br />

bile değildir. Ekviproduktif özelliği olan bir molekülün nasıl meydâna geldiğini<br />

gösteren bir bilgi, hattâ bir nazariyye bugün mevcûd değildir. Fen bilgileri,<br />

müşâhede ve tedkîk ilmleridir. Fen olayları, önce his uzvları ile veyâ bunları takviye<br />

eden âletlerle gözlenir ve olayın sebebleri tahmîn olunur. Sonra, bu olay, tecribe<br />

ve tekrâr edilerek, bu sebeblerin te’sîrleri, rolleri tesbît edilir. Bir hâdisenin<br />

sebebi ve oluş tarzı biliniyorsa, buna inanırız. Fekat tecribe edildiği hâlde, sebebleri<br />

anlaşılamıyan hâdiseler de vardır. Bunlara sebeb olarak, birçok fikrler ileri sürülür.<br />

Bu fikrler mutlak değildir. Bir hâdiseyi, muhtelif adamların başka başka tefsîr<br />

etdikleri de olur.<br />

Aynı sebeblerle îzâh edilen çeşidli hâdiselerin hepsini birden îzâh edebilecek<br />

umûmî bir fikre, faraziyye [hipotez] diyoruz. Bir veyâ birkaç hipotez ile, birçok hâdiseleri<br />

îzâh etmek ve bunlardan yeni hâdiselere varmak ve bu hâdiseleri tecribe<br />

ile tahkîk ederek, hipotezlerin doğru görülenlerine nazariyye [teori] denir. Bir teori,<br />

az hipoteze dayanır ve ne kadar çok hâdise îzâh ederse, o derece mükemmeldir.<br />

Haldenenin sözü, nihâyet bir hipotezdir, teori olmakdan da, çok uzakdır. İnsanlar,<br />

bugünkü derecede kalmayıp, ilk canlıların ne sûretle yaratıldığı hakkında<br />

doğru bilgi edinilirse, İslâmiyyete zararlı değil, fâideli olur. Çünki, canlı ve cansız,<br />

herşey yok idi. Hepsi, sonradan yaratıldı. Bir âyet-i kerîmenin meâl-i şerîfi, (Herşeyi<br />

nasıl yaratdığımı arayın, işlerimdeki intizâmı, incelikleri görün! Böylece varlığıma,<br />

kudretimin, bilgimin sonsuzluğuna inanın!)dir. Evet, din düşmanları, ilk canlı,<br />

kendi kendine meydâna gelmiş dedikleri gibi, güneş sisteminin, yıldızların, çeşidli<br />

fizik, kimyâ ve bioloji hâdiselerinin de, hep kendiliklerinden olduğunu söylüyor.<br />

Ehl-i sünnet âlimleri, binlerle kitâblarında, bunlara, gerekli cevâbları verip,<br />

hepsini susdurmuşdur. Aldandıklarını vesîkalarla isbât etmişlerdir. Dînimiz, Âdem<br />

aleyhisselâmın balçıkdan yaratıldığını bildiriyor. Diğer hayvanların ve nebâtların<br />

ne sûretle yaratıldığını bildirmiyor ki, Haldene faraziyyesinin, dîne zararı dokunsun.<br />

İster o söylesin, isterse Darwin veyâ İbni Sînâ söylesin, herşeyi hareket<br />

etdiren, yapan, yaratan Allahü teâlâdır. Bütün enerji şeklleri, hep Onun kudretinin<br />

tezâhürüdür. Îmânı gideren; herhangi bir hâdisenin kendi kendine olduğuna<br />

inanmak ve hayvanların, tek hücrelilerden, yüksek yapılılara doğru, birbirlerine<br />

– 81 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:6


ve nihâyet insana döndüğünü söylemekdir ki, fen bunu göstermiyor ve fen adamları<br />

böyle söylemiyor.<br />

İmâm-ı Gazâlînin “rahmetullahi aleyh” (Tehâfüt-ül-felâsife) kitâbından bir<br />

parçası arabîden türkçeye terceme edilerek (Ma’rifetnâme)nin kırkbeşinci sahîfesine<br />

yazılmışdır. (Ma’rifetnâme)de diyor ki: (Fen adamlarının sözleri üç kısmdır:<br />

Birinci kısmdaki sözleri, fennin, tecribenin meydâna çıkardığı hakîkatleri<br />

bildiriyor. Bu sözleri, islâmiyyete uyuyor ise de, yanlış kelimeler kullanıyorlar. Meselâ<br />

bir şey kendiliğinden hareket edemez. Her cismi harekete getiren bir kuvvet<br />

vardır. Bu kuvvetler, tabî’at kuvvetleridir. Herşeyi tabî’at kuvvetleri yapıyor diyorlar.<br />

İslâmiyyet de hiçbirşey, kendiliğinden hareket edemez. Her cismi harekete<br />

getiren bir kuvvet vardır. Bu kuvvetler, Allahü teâlânın kudretidir. Herşeyi Allahü<br />

teâlâ yapıyor, diyor. Görülüyor ki, islâmiyyet ve fen, aynı şeyi söylemekde<br />

olup, arada yalnız, ism farkı vardır. Böyle sözlerine i’tirâz etmeyiz. Yalnız, ism değişdirip<br />

kabûl ederiz. İkinci kısmdaki sözleri, islâmiyyetin haber vermeyip, arayıp<br />

bulunuz! dediği şeylerdir. Bu sözlerine inanıp inanmamak, îmânın gitmesine sebeb<br />

olmaz. Meselâ, ay tutulması, Erd küremizin Güneş ile Ay arasına girmesinden<br />

oluyor, diyor ve zemânını önceden hesâb ediyorlar. Çünki Ay, Güneş karşısında<br />

olduğu vakt, parlak görünür. Ay, Erd küresinin gölgesine girince, Güneşden ziyâ<br />

alamayıp kararır ve görünmez, diyorlar. Güneş tutulması da, Ayın Erd ile Güneş<br />

arasına girerek, Erd üzerinde Güneşin görünmesine mâni’ olması sebebi iledir. Ay<br />

tutulması, arabî ayların ortasında, Güneş tutulması ise, ayın ilk veyâ son günü olur,<br />

diyorlar. [Güneş, Erd ve Ay, karpuz gibi, küre şeklinde olup hepsi, birinci semâda<br />

hareket etmekdedir. Eski fizikciler, yedi seyyâre yıldızdan her birinin, birer semâda<br />

bulunduğunu söylerdi. Hâlbuki, yıldızların hepsinin yer kürenin de içinde<br />

bulunduğu birinci semâda bulundukları, Tebâreke sûresinde, bildirilmekdedir.] Fen<br />

adamlarının, ikinci kısmdan olan, böyle sözlerine de i’tirâz etmeyiz. Müslimânların,<br />

böyle sözlere inanmaması lâzımdır diyerek, i’tirâz eden bir kimse, dîne zarar<br />

vermeğe ve islâmiyyeti yıkmağa uğraşmış olur. Çünki, hesâb ve fizik, kimyâ kanûnları<br />

ve tecribeler, bu sözlerin doğruluğunu gösterirken, bunlar islâmiyyete uygun<br />

değildir denirse, fen adamları bu sözlerinde şübhe etmeyip, bunlara uymayan islâmiyyetin<br />

doğru olduğunda şübhe eder. Görülüyor ki, islâmiyyete yersiz ve yolsuz<br />

yardım etmek istiyen câhillerin zararı, yolu ile hücûm edenlerin zararlarından<br />

dahâ büyükdür. [Medîneli Muhammed Osmân efendi de, 1341 [m. 1923] de İstanbulda<br />

basılmış (Basîret-üs-sâlikîn) kitâbında, Erdin döndüğünü red etmekde, sahîh<br />

hadîslere mevdû’ diyerek de, gençleri yanıltmakdadır. Hâlbuki islâm âlimleri,<br />

dünyânın yuvarlak olduğunu, döndüğünü, birçok kitâblarında, meselâ Ebû Bekr<br />

Râzî (Küriyet-ül-Erd) kitâbında ve (Şerh-ı Mevâkıf)de isbât etmişlerdir. Fıkh<br />

âlimleri bunun üzerine mes’eleler kurmuşlardır. Bekara sûresinin 22. ci âyetinde<br />

meâlen, (Rabbiniz Erdı sizin için, yatak gibi döşedi) buyuruldu. (Tefsîr-i Azîzî)de,<br />

(Üzerinde oturmanız, uyuyabilmeniz için, yeryüzünü sâkin, hareketsiz yapdı) diyor.<br />

Nahl sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (Erdın sizi sarsmaması için, üzerinde<br />

dağlar döşedim) buyuruldu. (Sâvî tefsîri), burada (Erdın hareket etmemesi, size<br />

ızdırâb yapmaması için dağları yaratdı) ve (Beydâvî)de, (Dağlar yaratılmadan evvel,<br />

Erd, yüzü düz küre idi. Dönerken yâhud başka sebeb ile hareket eder idi. Dağlar<br />

yaratılınca, hareketine, ızdırâbına, sarsılmasına mâni’ oldular) diyor. Mü’min sûresinin<br />

64. cü âyetinde meâlen, (Allah, Erdı size karâr yapdı) buyuruldu. (Şeyhzâde),<br />

(Abdüllah ibni Abbâs, karâr menzil, konacak yer demekdir dedi) diyor. Görülüyor<br />

ki, âyet-i kerîmeler ve tefsîrler, Erd yüzünün bir beşik, yatak gibi, sarsıntısız,<br />

râhat olduğunu bildiriyor. Erdın sarsıntısız, hareketsiz olmasından, bunun mihveri<br />

etrâfında dönmediğini ve güneş etrâfında hareket etmediğini anlamak doğru değildir.<br />

Erdın bu iki hareketi bugün kat’î olarak bilinmekde, nemâz vaktleri hesâb<br />

edilmekdedir. Üçüncü kısmda, 54. cü maddeye bakınız!] İmâm-ı Gazâlî, sözüne devâm<br />

ederek, buyuruyor ki: Kat’î ve doğru oldukları, hesâb ve tecribe ile anlaşılan<br />

– 82 –


hâdiseler karşısında, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri (Te’vîl etmek), ya’nî ma’nâlarını<br />

çevirip, bunlara uydurmak lâzımdır. Böyle te’vîller çok yapılmışdır. [Şunu<br />

da söyliyelim ki, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere ma’nâ vermek, bizim gibi, câhillerin<br />

işi değildir. Din âlimi olmak, ya’nî dinde söz sâhibi olmak için, ictihâd derecesine<br />

yükselmek lâzımdır. Şimdi dünyâda böyle bir âlim yokdur. Şimdi, âlim olmıyanlar,<br />

çeşidli maksadlarla, din kitâbları yazıyor ve âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere,<br />

çala kalem, ma’nâlar verip, Allahü teâlâ böyle söylüyor, Peygamber “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” böyle emr ediyor, diyorlar. İslâmiyyeti oyun hâline sokuyorlar.<br />

Böyle din kitâblarını almamalı, okumamalıdır. Din âlimlerinin sözlerini<br />

değişdirmeden yazan kitâb bulup okumak lâzımdır. Fekat, ne yazık ki, böyle din<br />

kitâbı, bugün hemen yok gibidir. Din büyüklerinin ismini koyarak, onlardan terceme<br />

diyerek satılan kitâbların çoğunda da, ilâveler, değişdirmeler veyâ çıkarmalar<br />

yapılarak, kitâbların zararlı bir şekle sokulduğu acı acı görülüyor. Asrlardan<br />

beri câhillerin bu şeklde kitâblar yazmış olduğunu, hele âyet-i kerîme ve hadîs-i<br />

şerîflere, kendi zemânlarındaki, fen bilgilerinden yanlış olanlarına uydurarak,<br />

yanlış ve gülünç ma’nâlar vermiş oldukları, mevcûd ve hattâ meşhûr ba’zı kitâblarda<br />

esefle görülmekdedir.] İslâm dînine inanmıyanları en çok sevindiren şey, fen<br />

ile isbât edilen, meydânda olan hakîkatleri, müslimânların red etmesi, bunlar kâfirlikdir,<br />

demesidir. Çünki, bu sûretle gençleri aldatmaları çok kolay olur. Fen<br />

adamları, maddenin, hücrenin, canlının ve cansızın yok iken, sonradan var olduğunu<br />

söyledikden sonra, ister denizde tesâdüfen olsun, ister başka dürlü meydâna<br />

gelsin, islâmiyyete zarar vermez. Çünki, herşeyi yapan Allahü teâlâdır.<br />

Üçüncü kısmdan olan sözleri, islâmiyyetde açıkça bildirilmiş olanlara uymıyan<br />

sözlerdir. Bunların hepsi faraziyye, ya’nî zan ile veyâ fen perdesi altında, koyu bir<br />

te’assub ve fen yobazlığı ile söyledikleridir. Herşeyin yokdan yaratılmış olduğu,<br />

Âdem aleyhisselâmın çamurdan yapılan bedeninin, et ve kemiğe dönüp canlanması,<br />

Allahü teâlânın var olduğu ve sıfatları ve kıyâmetde olacak şeyler, tekrâr dirilmek,<br />

îmânın esâslarındandır. Bunlara uymıyan, bunlara olan îmânı bozacak sözlere<br />

inanılmaz. Fen adamı, bunlara uymıyan söz söylemez. Çünki bunlar, fenne uymıyan<br />

şeyler değildir. Herkesi bunlara inandırmak ve aksini söyliyenleri red etmek<br />

lâzımdır).<br />

Âdem aleyhisselâmın evlâdı çoğalarak Arabistân, Mısr, Anadolu ve Hindistâna<br />

yayılmışdı. Nûh “aleyhisselâm” zemânında tûfanda, hepsi boğularak, yalnız gemidekiler<br />

kurtuldu. İnsanlar bunlardan türedi. Zemânla çoğalarak, Asya, Afrika,<br />

Avrupa, Amerika ve Okyanusyaya, ya’nî bütün yeryüzüne yayıldı. Bu yayılma, hem<br />

karadan, hem büyük gemilerle, denizden olmuşdu. O zemânlarda Asyadan Amerikaya<br />

ve Okyanus adalarına, belki kara yolları vardı.<br />

Fen ilerledikce, müslimânların, görmeden, akl ermeden, inandıkları birçok<br />

şeyler, birer ikişer, fen yolu ile anlaşılmakdadır. Meselâ, bugün Avrupa ve Amerikada,<br />

mekteblerde, şöyle okutuluyor: (Eski jeolojik devrlerde, güney kıt’aları arasında<br />

kara yollarının bulunduğu kabûl edilmişdir. Meşhûr Meteoroloji âlimi Alfred<br />

Wegener, Kontinentverschiebung [karaların kayması] nazariyyesini kurmuş<br />

ve beş [bugün için altı] kıt’anın evvelce birbirine bağlı olup, sonra yavaş yavaş ayrıldıklarını<br />

söylemişdir. Başka bir profesör, kıt’alar arasında köprü gibi kara parçaları<br />

olduğunu, Zoocoğrafik tecribelere dayanarak, iddi’â etmişdir. Wegenere göre,<br />

Paleozoikum ve Mezozoikum devrlerinde, kıt’alar birbirlerine yapışık idi. Paleozoikum<br />

sonuna kadar, hayvanlar, Cenûbî Amerika ile Afrika, Asya [doğruca<br />

Hindistândan] ve Avustralya arasında kara yolculuğu yapmışlar, Eosenden i’tibâren<br />

Afrikada yaşayan hayvanlar, karadan, Cenûbî Amerikaya geçmişlerdir) teorileri<br />

öğretilmekdedir.<br />

Görülüyor ki, Âdem aleyhisselâmın toprakdan yaratıldığı ve insanların, yeryüzüne,<br />

Sûriye, Irâk ve orta Asyadan yayıldıkları, fen bilgileri ile de, anlaşılmakda-<br />

– 83 –


dır. Hâdiseleri değil de, propagandaları yazan ve hakîkatlere değil de, siyâsî menfe’atlere<br />

koşan ba’zı târîhciler, islâmiyyete ve islâm büyüklerine, körü körüne hakâret<br />

etmekde hâlâ inâd ederken, fen adamları, fen bilgileri, islâmın büyüklüğünü,<br />

doğruluğunu, gün geçdikce dahâ yakından görmekde ve anlamakdadır].<br />

Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmda herşeyin bir nümûnesini, misâlini yaratmışdır.<br />

Onda birçok sıfatlar, latîfeler, kuvvetler vardır. Allahü teâlâ, Onu yaratmadan<br />

çok önce, Onun bir latîfesini, bir sıfatını, uzun zemân için âlem-i misâlde Onun şeklinde<br />

yaratmış, Onun ismini vermiş, Onun bütün işlerini ve kıyâmete kadar olacak<br />

evlâdlarını, ismleri ile birlikde, âlem-i misâlde meydâna çıkarmışdır. Hepsi zemânlarında<br />

yaşamışdır. Hattâ Cennetlik veyâ Cehennemlik olmuşlar, kıyâmetleri kopmuş,<br />

hesâbları görülmüş, Cennete ve Cehenneme gitmişlerdir. Allahü teâlânın dilediği<br />

çok uzun zemân sonra, Âdem aleyhisselâmın sıfatlarından ve latîfelerinden<br />

başka birisi, yine âlem-i misâlde, evvelki gibi yaratılıp, bunun da vakti temâm olunca<br />

sıfatlarından ve latîfelerinden, üçüncüsünün devresi başlamışdır. Bunun devresi<br />

bitince, dördüncü sıfat, âlem-i misâlde gösterilmişdir. Böyle devâm etmiş ve bütün<br />

sıfatları ve latîfeleri temâm olunca, en son, bütün sıfatları ve latîfeleri kendisinde<br />

toplamış olan Âdem “aleyhisselâm”, âlem-i şehâdetde, ya’nî madde âleminde<br />

yaratılmışdır. Allahü teâlâ, kendisini kıymetli eylemişdir. Önceden gelen yüzbinlerce<br />

Âdemler, hep bu Âdem aleyhisselâmın parçaları ve başlangıçlarıdır. [Güneş<br />

doğmadan önce, ziyâsının sıfatlarının yavaş yavaş görünmesi gibidir.]<br />

Muhyiddîn-i Arabînin “kuddise sirruh”, kırkbin sene önce ölen dedesi, âlem-i<br />

şehâdetdeki dedesinin latîfe ve sıfatlarından birinin, âlem-i misâldeki varlığı idi.<br />

Kâ’be-i mu’azzamayı âlem-i misâlde tavâf etmişdi. Çünki, her şey gibi, Kâ’benin<br />

de âlem-i misâlde sûreti, benzeri vardır. Bu fakîr, [ya’nî İmâm-ı Rabbânî “kuddise<br />

sirruh”] çok düşünüyor, araşdırıyorum, âlem-i şehâdetde, bir Âdemden başka<br />

göremiyorum. Âlem-i misâldeki görünüşlerden gayrı birşey bulamıyorum. Kırkbin<br />

sene önce yaşadığını söyleyen kimsenin, ben senin dedelerinden biriyim, demesi<br />

de gösteriyor ki, Âdem aleyhisselâmdan önce bulunan Âdemler, Âdem<br />

aleyhisselâmın latîfelerinin ve sıfatlarının görünüşleridir. Âdem aleyhisselâmdan<br />

başka birer varlık değildirler. Çünki, başka Âdemin oğulları, bu Âdem aleyhisselâmın<br />

oğullarının dedesi olamaz.<br />

Kalbleri hasta, bilgileri az olan ba’zı kimseler, bu vak’a ve benzerlerini işitince,<br />

tenâsüh sanıyor. Böylece âlemin kadîm olduğunu, yokdan var edilmediğini söylüyorlar<br />

ve tekrâr yok olacağını, kıyâmetin kopacağını inkâr ediyorlar. Kendilerini,<br />

şeyh, mürşid olarak tanıtan ba’zı dinsizler, tenâsüha inanıyor. Rûhlar olgunlaşmadan<br />

önce, bir bedenden ayrılınca, başka bir bedene geçer. Kemâle geldikden sonra,<br />

insanlara gelmezler, tenâsüh yolu ile olgunlaşmış olurlar, diyor ve tenâsühü gösteren<br />

birçok hikâyeler uyduruyorlar. Hâlbuki tenâsüha, ya’nî ölen insan rûhunun<br />

başka bir çocuğa geçerek tekrâr dünyâya gelmesine inanmak küfrdür. Tenâsüh vardır<br />

diyen, dîn-i islâma inanmamış olur. Ya’nî, müslimânlıkdan çıkar. Anlamıyorlar<br />

ki, tenâsüh ile rûhlar kemâle gelirse, Cehennem kimler için olur, kimler azâb<br />

görür? Buna inanmak, Cehennemi inkâr etmek ve hattâ öldükden sonra tekrâr dirilmeğe<br />

inanmamak olur. Zîrâ onlara göre, rûhun olgunlaşmasına vâsıta olan bedene<br />

ihtiyâcı kalmamışdır ki, bedenle haşr olunsun. Bu yalancı şeyhlerin sözleri,<br />

tıbkı, eski felsefecilerin [ve şimdiki spritizmacıların, medyumların] sözlerine benziyor.<br />

Eski felsefeciler, bedenlerin tekrâr dirileceklerine inanmıyordu. Cennet<br />

ni’metleri ve Cehennem azâbları yalnız rûhlara olacak, diyordu. Bunlar, o felsefecilerden<br />

de dahâ fenâdır. Çünki, onlar tenâsühu red edip, azâbın sâdece rûha olacağını<br />

söyliyorlar. Bunlar ise, hem tenâsüha inanıyor, hem de âhıret azâbını inkâr<br />

ediyor. Bunlara göre azâb, sâdece dünyâdadır ve rûhların temizlenmesi içindir. [Cinnin<br />

heykellere, hasta ve çocuklara girerek konuşdukları görülmüşdür. Böyle konuşanları<br />

iki rûhlu sanıyorlar. Böyle sanmak da, tenâsüha inanmak demekdir.]<br />

– 84 –


Süâl: Emîrden “kerremallahü vecheh” ve ba’zı Evliyâdan “kaddesallahü esrârehümül’azîz”<br />

gelen haberlere göre, bunlar, dünyâya gelmeden yıllarca önce, şaşılacak<br />

işler yapmışlar. Tenâsüh yokdur dersek, bu haberlere nasıl inanılabilir?<br />

Cevâb: Bu din büyüklerinin yapmış oldukları işleri, yalnız rûhları yapmışdır. Allahü<br />

teâlâ, bunların rûhlarını insan şekline sokarak, bu şekller, insan gibi iş görmüşdür.<br />

Yoksa, mubârek rûhları, başka bedenlere girmiş değildir. Tenâsüh ise, bir<br />

insan rûhunun, kendi bedenine gelmeden önce, başka bedene te’alluk etmesine denir.<br />

Bir rûhun, beden şekli alması, tenâsüh değildir. Melekler ve cin de, insan şekline<br />

girip birçok şey yapmakdadır ki, hiç tenâsüh değildir. Bir insana hulûl etmek<br />

değildir. Bir bedene girmek değildir.<br />

Meleklere, cinne çeşidli şekl alabilmek kuvveti verdiği gibi, Allahü teâlâ çok sevdiği<br />

kullarının rûhlarına da, bu kuvveti vermekdedir. Başka bedene ihtiyâc yokdur.<br />

[Havâda, her zemân su buhârı vardır ve görünmez. Kaynar sudan, kazan<br />

borusundan çıkan beyâz sis, buhâr değildir. Çok küçük su damlacıklarıdır. Renksiz<br />

gazlar görünmez. Havâdaki renksiz su buhârı, soğuk sabâhlarda çiğ hâlinde dâneler<br />

şeklinde görüldüğü gibi, rûhlar da, görülecek şekller alabilmekdedir.] İşitdiğimize,<br />

okuduğumuza göre, Evliyâdan bir çoğu, bir ânda çeşidli yerlerde görülmüş,<br />

birbirine uymıyan işler yapmışlar. Burada da latîfeleri, insan şekline girmekde,<br />

başka başka bedenler hâlini almakdadır. Bunun gibi, meselâ Hindistânda<br />

oturan ve şehrinden hiç çıkmamış olan bir Velîyi, hâcılar Kâ’bede görüp konuşduklarını,<br />

başkaları da, meselâ aynı günde İstanbulda, bir kısm kimseler de, bu Velî<br />

ile, yine o gün, Bağdâdda görüşdüklerini söylemişlerdir. Bu da, o Velînin latîfelerinin<br />

muhtelif şekller almasıdır. Ba’zan o Velînin bunlardan haberi olmaz. Seni<br />

gördük diyenlere, yanılıyorsunuz, o zemân, evimde idim. O memleketlere gitmemişdim,<br />

o şehrleri bilmiyorum ve sizleri de tanımıyorum der. Yine bunlar gibi,<br />

güç hâlde bulunan kimseler, korku ve tehlükelerden kurtulmak için, ölü veyâ<br />

diri olan ba’zı Evliyâdan yardım istemişdir. O büyüklerin, kendi şekllerinde olarak,<br />

hemen orada bulunduklarını ve imdâdlarına yetişdiklerini görmüşlerdir. Bu<br />

Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, yapdıkları yardımdan ba’zan haberi<br />

olmakda, ba’zan da olmamakdadır. [Bu hâl, bilhâssa muhârebelerde görülmüşdür.]<br />

Böyle yardımları yapanlar, o din büyüklerinin rûhları ve latîfeleridir. Latîfeleri<br />

ba’zan, bu âlem-i şehâdetde, ba’zan da âlem-i misâlde şekl almakdadır. Nitekim<br />

Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” bir gecede, binlerce kimse,<br />

rü’yâda görüp istifâde etmekdedir. Bu gördükleri, hep Onun “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” latîfelerinin ve sıfatlarının âlem-i misâldeki şeklleridir. Yine bunlar gibi,<br />

sâlikler, mürşidlerinin âlem-i misâldeki sûretlerinden istifâde ederler ve bu yolla<br />

müşkillerini çözerler.<br />

Ehî-zâde Abdülhalîm efendi (Riyâdüssâdât fî isbât-il-kerâmât lil-Evliyâ-i hâlel-hayât<br />

ve ba’del-memât) kitâbında Evliyânın vefâtdan sonra da kerâmetleri olduğunu<br />

isbât etmekdedir.<br />

Ba’zı Evliyânın kümûn ve bürûz etmesi, (Tenâsüh) değildir. Çünki, tenâsühde<br />

rûh, ikinci bir bedene hayât vermek, onda his ve hareket hâsıl etmek için te’alluk<br />

eder. Bürûz etmekde ise, rûhun başka bir bedene te’alluk etmesi; bunları hâsıl etmek<br />

için değil, bu bedeni olgunlaşdırmak, derecesini yükseltmek içindir. Nitekim<br />

cin de, bir insana te’alluk eder, onda bürûz eder. Fekat, bu te’alluku, bu kimseye<br />

hayât vermek için değildir. Çünki, bu kimse, cin te’alluk etmeden önce diridir ve<br />

duyar, hareket eder. Te’allukdan sonra, bu kimsenin hareketleri ve ba’zı sözleri,<br />

o cinnînin sıfatlarının, hareketlerinin görünmesidir. Evliyânın büyükleri “kaddesallahü<br />

teâlâ esrarehümül’azîz” kümûn ve bürûz için, birşey söylememiş, böylece,<br />

câhilleri yanlış inanışlara sürüklemeğe sebeb olmamışlardır.<br />

Bu fakîre “rahmetullahi aleyh” göre, kümûn ve bürûza lüzûm yokdur. Bir Velî,<br />

bir câhili terbiye etmek, yetişdirmek için, onda bürûz etmeksizin, Allahü teâlâ-<br />

– 85 –


nın verdiği bir kuvvetle, kendi yüksek sıfatlarını, o kimseye aks etdirir. Teveccüh<br />

ve iltifât buyurarak, o iyi sıfatları onda yerleşdirir. Böylece, o aşağı derecedeki insan,<br />

yükselerek kâmil olur. Âdî sıfatlardan kurtulup iyi sıfatlara kavuşur. Bunun<br />

için de, kümûn ve bürûza hiç hâcet yokdur. Bu, öyle büyük bir ni’metdir ki, Allahü<br />

teâlâ, dilediği kimselere ihsân eder. Onun ni’metleri, ihsânları pek çokdur.<br />

Ba’zı kimseler de, rûhlar nakl edilir diyor. Bir rûh, kemâle erdikden sonra, kendi<br />

bedenini bırakıp başka bir bedene girebilir diyor. Misâl olarak, bu kemâle ermiş,<br />

bu kuvveti kazanmış bir zâtın komşusu bulunan bir genç ölmüşdü. Bu zâtın<br />

rûhu, ihtiyârlamış olan bedeninden ayrılıp, gencin ölü bedenine girdi. İhtiyârın bedeni<br />

ölüp, genç dirildi, diyorlar. Böyle sözler, doğru değildir. Tenâsüha dayanan<br />

hikâyelerdir. Çünki, bir rûhun ölü bir bedene hayât vermesi için te’alluk etmesi,<br />

tenâsüh demekdir. Rûh naklinin tenâsühden farkı, tenâsüha inananlar, rûhun, noksan<br />

olduğunu, tenâsüh yolu ile kemâl bulduğunu sanıyor. Bunlar ise, rûhu kâmil<br />

bilip kemâle erdikden sonra, başka bedene nakl edebiliyor, diyor. Bu fakîre göre,<br />

rûhun nakline inanmak, tenâsüha inanmakdan dahâ kötüdür. Çünki, tenâsüh,<br />

rûhu olgunlaşdırmak içindir diyorlar. Bu sözleri yanlış olmakla berâber, rûh kemâle<br />

erdikden sonra, başka bedene niçin geçsin? Kemâl bulan kimse, dünyâyı seyr<br />

ve temâşâ için genç bedenlere neden nakl etsin? Kemâl bulan rûh, bedenlere<br />

girmek değil, bedenlerden kurtulmak ister. Çünki, rûhun bedene te’alluk etmesinden<br />

maksad ele geçmiş, kemâl hâsıl olmuşdur. Bundan başka, rûh naklinde, birinci<br />

beden ölerek ikinci beden dirilmekdedir. Hâlbuki, birinci bedenin, kabrde<br />

azâb veyâ sevâb görmesi lâzımdır. İkinci bedenin tekrâr dirilmesi, dünyâda, kıyâmet<br />

kopup, haşr olması demekdir. Bilmiyorum ki, rûh nakline inananlar, kabr azâbına<br />

ve kıyâmet gününe îmân ediyorlar mı? Yazıklar olsun ki, böyle îmânsızlar, kendilerini<br />

din adamı tanıtmış, kitâbları, mecmû’aları ile, millete müslimânlık öğretmeğe<br />

kalkışmışlardır. Gençleri, kendileri gibi dinsiz, îmânsız yapmağa çalışıyorlar.<br />

Yâ Rabbî, bizleri böyle yazılara inanmakdan, aldanmakdan koru! Sevgili dînimizden,<br />

kıymetli îmânımızdan ayırma! Bu küfr ve şaşkınlıkdan insanı ancak sen<br />

korursun.<br />

EK: Sırası gelmişken, (Âlem-i misâl) için de, birkaç şey bildireyim: Âlem-i misâl,<br />

bütün âlemlerin en genişidir. Âlemlerin hepsinde bulunan herşeyin, âlem-i misâlde<br />

bir sûreti, bir görünüşü vardır. Akla, hayâle gelen şeylerin, ma’nâların, düşüncelerin<br />

de bu âlemde bir sûreti vardır. Âlimlerimiz, Allahü teâlânın misli,<br />

benzeri yokdur, fekat misâli vardır demişlerdir. Bu fakîr, mektûblarımda yazmışımdır<br />

ki, tâm tenzîh mertebesinde, misli olmadığı gibi, misâli de yokdur. Nahl sûresinde,<br />

(Allahü teâlâ için misâller getirmeyin) meâlindeki âyet-i kerîme, bu mertebeye<br />

işâret etmekdedir. İnsana, (Âlem-i sagîr) denir. Âlem-i kebîrdeki herşeyin,<br />

insanda bir nümûnesi vardır. Âlem-i misâlin de, âlem-i sagîrdeki nümûnesi, benzeri,<br />

insanın hayâlidir. Çünki, herşeyin hayâlimizde bir sûreti vardır. Tesavvuf yolunda<br />

ilerleyen sâliklerin, hâllerinin, derecelerinin de hayâlde birer sûreti vardır.<br />

Sâliklere, hâllerini haber veren hayâldir. Hayâl olmasaydı veyâ vazîfesini yapmasaydı,<br />

tesavvufcular, hâllerini bilemezdi. Bunun içindir ki, zıllerin, görünüşlerin üstündeki<br />

mertebelere ilerleyenler, kendi hâllerine câhil ve şaşkın olur. Çünki, insan<br />

hayâli, zıllerin sûretini gösterebilir. Hayâl zıllin dışına çıkamaz. Zât-i ilâhînin<br />

âlem-i misâlde sûretinin olmadığını bildirmişdik. Âlem-i misâlin örneği olan hayâlde,<br />

sûret-i ilâhî olabilir mi? Bunun için, Zât-ı ilâhîden insanın nasîbi, ancak cehldir,<br />

bilmemekdir. Bilinmeyen şey için, birşey söylenemez. Bundan dolayı, (Allahü<br />

teâlâyı tanıyanların dilleri söyleyemez) buyurmuşlardır. Bilinen şey anlatılır.<br />

Bundan dolayı, zıller âleminde çok şeyler söylenir. Zıl âleminden çıkanların dili<br />

söylemez olur. Allahü teâlânın fi’llerinin, sıfatlarının, ismlerinin zıllerine ve asllarına<br />

yükselenlerin hâlleri, işte böyledir. Görülüyor ki, hayâlde bulunabilen herşey,<br />

zılden hâsıl olmakdadır. Fekat, matlûbun [ya’nî Zât-ı ilâhînin] nişânları, alâ-<br />

– 86 –


metleri olduklarından (İlm-ül-yakîn) denilen bilgiye sebeb olurlar. (Ayn-ül-yakîn)<br />

ve (Hakk-ul-yakîn) denilen bilgiler, zıllerin üstünde, hayâlin dışında hâsıl olan bilgilerdir.<br />

Hayâl bilgilerinden kurtulmak için, tesavvufun (Seyr-i enfüsî) dediği yolu<br />

ve dereceleri de, (Seyr-i âfâkî) denilen yol gibi aşmak, âfâk ve enfüsün dışında<br />

ilerlemek lâzımdır. Evliyânın çoğu, ancak öldükden sonra, buraya varmakdadır.<br />

Bu dünyâ hayâtında, hayâlden kurtulmaları imkânsızdır. Evliyânın büyüklerinden,<br />

pek az seçilmişleri, bu dünyâ hayâtında iken, bu devlete erdirmekle şereflendirirler.<br />

Dünyâda oldukları hâlde, bilgilerine hayâl karışmaz. Hayâl araya girmeden matlûba<br />

kavuşurlar. Başkalarına, şimşek gibi çakıp geçen Zât-ı ilâhînin tecellîleri, bu<br />

büyüklere dâimî olur. (Vasl-ı uryânî)ye kavuşurlar.<br />

Ni’mete kavuşanlara, bol bol, âfiyet olsun,<br />

Zevallı, fakîr âşıklar, birkaç lokmayla doysun!<br />

Süâl: Ba’zı kimseler, uykuda, rü’yâda, âlem-i misâl ve hayâlin sûretlerini görerek,<br />

kendilerini büyük bir hükümdâr veyâ yüksek mevkı’ sâhibi görür. Veyâhud<br />

büyük din âlimi olmuş, herkes, ilm öğrenmek için, etrâfına toplanmış görür. Hâlbuki,<br />

âlem-i şehâdetde, ya’nî uyanık iken, bunların hiçbiri hâsıl olmamakdadır. Böyle<br />

rü’yâlar doğru mudur, yoksa aslı, esâsı yok mudur?<br />

Cevâb: Böyle rü’yâlar boş ve esâssız değildir. Bu rü’yâyı gören kimsede, mevkı’<br />

sâhibi olmak, âlim olmak hâli ve kâbiliyyeti var demekdir. Fekat, kuvveti az<br />

olup, âlem-i şehâdetde hâsıl olacak kadar değildir. Eğer, bu hâl, zemânla kuvvetlenirse,<br />

Allahü teâlânın lütfu ile, âlem-i şehâdetde de hâsıl olur. Eğer âlem-i şehâdetde<br />

hâsıl olacak kadar kuvvetlenmezse âlem-i misâlde görünmekle kalır. Kuvveti<br />

mikdârınca, orada görünür. Tesavvuf yolunun sâliklerinin rü’yâları da böyledir.<br />

Kendilerini yüksek makâmlarda, Velîlerin mertebelerinde görürler. Bu<br />

hâl, âlem-i şehâdetde nasîb olursa, pek büyük ni’metdir. Yok eğer, âlem-i misâlde<br />

görünmekle kalırsa, hiç kıymeti yokdur. Çöpçüler, hammallar, rü’yâda, kendilerini<br />

hâkim, pâşa görür. Hâlbuki, uyanık iken, ellerine birşey geçmez. Rü’yâları<br />

üzülmekden, pişmânlıkdan başka birşeye yaramaz. O hâlde, rü’yâlara güvenmemeli,<br />

uyanık iken ele geçene sevinmelidir.<br />

Ben güneşi severim, ne dersem ondan derim,<br />

Geceyle işim yokdur, ben rü’yâyı neylerim.<br />

Bunun içindir ki, büyüklerimiz rü’yâlara ehemmiyyet vermemiş, talebenin<br />

rü’yâsını ta’bîr etmeğe lüzûm görmemişlerdir. Uyanık iken ele geçene kıymet<br />

vermişlerdi. Bundan dolayı, devâmlı görünenlere ehemmiyyet vermişler, hiç gayb<br />

olmıyan huzûru, kazanc bilmişlerdi. Allahü teâlâdan başka herşeyi unutmak, hiçbir<br />

şeyi hâtırlamamak, bunlar için dâimî idi. Başlangıcında nihâyetde ele geçecekler<br />

derc edilmiş olanlara, bu kemâller zor ve uzak değildir.<br />

40 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 31. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Molla Bedreddîne yazılmışdır. Âlem-i ervâh ve âlem-i misâl ve<br />

âlem-i ecsâd üzerinde bilgi vermekde, kabr azâbını anlatmakdadır:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği, sevdiği kimselere selâm olsun! Diyorsunuz<br />

ki, rûh bu bedene bağlanmadan önce, âlem-i misâlde idi. Bedenden ayrıldıkdan<br />

sonra da, âlem-i misâle gidecekdir. Bunun için, kabr azâbı âlem-i misâlde<br />

olacakdır. Âlem-i misâldeki elemi, acıları, rü’yâda duymak gibi olacakdır. Sonra,<br />

bu bilginin çeşidli kolları vardır. Eğer izn verirseniz, bu konuda size çok şeyler yazarım.<br />

Cevâb: Böyle hayâller, aslsız sözler, doğru olmakdan çok uzakdır. Böyle düşüncelerin,<br />

sizi doğru yoldan sapdırmasından korkuyorum. Hiç vaktim yok ise de, bu<br />

– 87 –


konuda birkaç kelime yazmak için kendimi zorlayacağım. İnsanları doğru yola kavuşduran,<br />

yalnız Allahü teâlâdır.<br />

Kıymetli kardeşim! Mümkinler âlemini, ya’nî mahlûkları, üç kısma ayırmışlardır:<br />

(Âlem-i ervâh), (Âlem-i misâl) ve (Âlem-i ecsâd). Âlem-i misâle (Âlem-i berzah)<br />

da demişlerdir. Çünki bu âlem, (Âlem-i ervâh) ile (Âlem-i ecsâd) arasındadır.<br />

Bu âlem, ayna gibidir. Diğer iki âlemdeki hakîkî varlıklar ve ma’nâlar, bu âlemde<br />

latîf şekllerde görünürler. Çünki, iki âlemdeki her hakîkate ve her ma’nâya uygun<br />

birer şekl, heyet, bu âlemde bulunur. Bu âlemde, kendiliğinden hiçbir hakîkat,<br />

hiçbir madde ve ma’nâ yokdur. Buradaki şekller, heyetler, öteki âlemlerden<br />

aks eden görüntülerdir. Aynada hiçbir şekl ve sûret yokdur. Aynada bir şekl görünürse,<br />

başka yerden gelen bir görünüşdür. Âlem-i misâl de böyledir. Bu iyi anlaşılınca,<br />

deriz ki, rûh bu bedene te’alluk etmeden önce, kendi âleminde idi. Rûh<br />

âlemi, âlem-i misâlden dahâ üstündür. Rûh, bedene te’alluk edince, bedene âşık<br />

olarak, bu madde âlemine iner. Âlem-i misâl ile bir ilgisi yokdur. Rûh bu bedene<br />

te’alluk etmeden, ilgilenmeden önce, âlem-i misâl ile ilgisi olmadığı gibi, bedene<br />

olan ilgisi bitdikden sonra da, bu âlem ile ilgisi olmaz. Şu kadar var ki, Allahü teâlânın<br />

dilediği zemânlarda, rûhun ba’zı hâlleri, bu âlemin aynasında görünür.<br />

Rûhun hâllerinin iyiliği, kötülüğü buradan anlaşılır. Keşf ve rü’yâlar, böyle hâsıl<br />

olmakdadır. İnsanın hisleri, duyguları gayb olmadan da, âlem-i misâldeki şeklleri<br />

gördüğü çok olmuşdur. Rûh, bedenden ayrıldıkdan sonra, ulvî ise, yükselir. Süflî<br />

ise, alçalır. Âlem-i misâl ile bir ilişiği olmaz. Âlem-i misâl, görünen bir âlemdir.<br />

Bir varlık âlemi değildir. Varlık âlemleri ikidir. Âlem-i ervâh ve Âlem-i ecsâd. Ya’nî<br />

rûh âlemi ile madde âlemi, varlık âlemidir. Bunlarda bulunan şeyler, yalnız görünüş<br />

değildir. Kendileri de vardır. Âlem-i misâlde ise, hiçbir varlık yokdur. Yalnız,<br />

âlem-i ervâhda ve âlem-i ecsâdda bulunan varlıklar için bir ayna gibidir. Rü’yâda,<br />

âlem-i misâldeki elem, acı, sıkıntı görünür. Bu da, görenin hak etdiği azâbın,<br />

âlem-i misâldeki görüntüsünün görülmesidir. Onu gafletden uyandırmak için,<br />

kendini düzeltmesi için, kendisine gösterirler.<br />

Kabr azâbı, rü’yâda, âlem-i misâldeki görüntüleri görmek değildir. Kabr azâbı,<br />

rü’yâ gibi değildir. Kabr azâbı, azâbın görüntüsü değildir. Azâbın kendisidir.<br />

Bundan başka, rü’yâda görülen acı, azâb, azâbın kendisidir denilse bile, dünyâdaki<br />

acılar, azâblar gibidir. Kabr azâbı ise, âhıret azâblarındandır. Birbirlerine hiç benzemezler.<br />

Çünki, dünyâ azâbları, âhıret azâbları yanında hiç kalır. Allahü teâlâ, o<br />

azâblardan bizi korusun! Eğer, âhıret azâblarından bir kıvılcım dünyâya gelse, herşeyi<br />

yakar, yok eder. Kabr azâbını, rü’yâda görülen azâb gibi sanmak, kabr azâbını<br />

bilmemekden, anlamamış olmakdan ileri gelmekdedir. Azâbın kendisi ile, görünüşünü<br />

karışdırmakdan hâsıl olmakdadır. Böyle yanlış düşünmek, dünyâ azâbı<br />

ile âhıret azâbını aynı sanmakdan da olur. Böyle sanmak, pek yanlışdır. Yanlış<br />

ve bozuk olduğu meydândadır.<br />

Süâl: Zümer sûresinin kırkikinci âyetinin meâli, (Allahü teâlâ, insan ölürken<br />

rûhunu bedeninden ayırır. Ölmediği zemân, uykuda da, rûhunu ayırır)dir. Bu<br />

âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki, insan ölürken rûhu ayrıldığı gibi, uyurken de ayrılmakdadır.<br />

Böyle olunca, rü’yâdaki azâbı, dünyâ azâblarından saymak, kabr azâbını<br />

ise, âhıret azâblarındandır demek nasıl doğru olur?<br />

Cevâb: Uykuda iken, rûhun bedenden ayrılması, bir kimsenin, geziye, eğlenmek<br />

için, kendi vatanından, gülerek, sevinerek ayrılmasına benzer ki, gezdikden sonra,<br />

sevinç içinde yine vatanına döner. Rûhun gezinti yeri, âlem-i misâldir. Bu<br />

âlemde görecek meraklı ve tatlı şeyler vardır. Ölürken rûhun ayrılması böyle değildir.<br />

Bu ayrılık, vatanı yıkılan, evleri, binâları yok olan kimsenin vatanından ayrılması<br />

gibidir. Bunun içindir ki, uykudaki ayrılmasında, sıkıntı ve acı yokdur. Tersine,<br />

sevinç ve râhatlık vardır. Ölürken ayrılmasında ise, çok acılar ve güçlükler hâsıl<br />

olur. Uyuyan insanın vatanı dünyâdır. Ona, dünyâdaki işler gibi iş yaparlar. Ölen<br />

– 88 –


kimsenin ise, vatanı yıkılır. Âhırete göç eder. Ona âhıret işleri yaparlar. Bunun içindir<br />

ki, [Deylemînin “rahmetullahi aleyh” bildirdiği hadîs-i şerîfde], (İnsan ölünce,<br />

kıyâmeti kopmuş olur) buyuruldu.<br />

Sakın, hayâlde hâsıl olan keşflere ve âlem-i misâlde görünen şeylere aldanarak,<br />

(Ehl-i sünnet ve cemâ’at) fırkası âlimlerinin bildirdikleri i’tikâddan ayrılmayınız!<br />

Allahü teâlâ, o büyük âlimlerin çalışmalarına bol bol mükâfât versin! Rü’yâlara,<br />

hayâllere aldanmayınız! Çünki, bu kurtuluş fırkasına uymadıkca, âhıretde azâblardan<br />

kurtulmak düşünülemez. Kıyâmetde kurtulmak istiyenler, kendi görüşlerini<br />

bırakarak, bu büyüklere uymağa canla başla çalışmalıdır. [Ehl-i sünnet fırkası<br />

âlimlerinin bildirdikleri doğru i’tikâdı anlatan, her lisânda binlerce kitâb yazılmışdır.<br />

Arabî (Emâlî kasîdesi) ve bunun arabî şerhi olan (Nuhbe) kitâbı ve fârisî<br />

(Türpüştî risâlesi) meşhûrdur. Türkçe (Birgivî vasıyyetnâmesi) ve Hüseyn <strong>Hilmi</strong><br />

Işıkın (Ehl-i sünnet kasîdesi) çok fâidelidir. Bu kasîde (Fâideli Bilgiler) ve (Cevâb<br />

Veremedi) kitâblarında mevcûddur.] Habercinin vazîfesi, bildiğini söylemekdir.<br />

Yazınızdaki gevşekliği görünce, hayâllerinize kapılarak, bu büyüklere uymak<br />

se’âdetinden ayrılmak felâketine düşeceğinizden ve kendi keşflerinizin akıntısına<br />

kapılacağınızdan çok korkdum. Nefslerimizin kötülüklerinden ve işlerimizin<br />

bozukluğundan Allahü teâlâya sığınırız. Şeytân, büyük düşmanımızdır. Doğru<br />

yoldan kaydırıp sapdırmaması için, çok uyanık olmalısınız! Ayrılık bir sene olmadan,<br />

Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine [ya’nî Ehl-i sünnet fırkası<br />

âlimlerinin gösterdikleri yola] uymak için yapdığınız titizlikler ve kurtuluşun,<br />

ancak o büyüklerin yoluna sarılmakda olduğunu gösteren çalışmalarınız ne olmuş?<br />

Bunlar ne çabuk unutulmuş. Hayâllerinizin arkasında sürükleniyorsunuz. Sizinle<br />

buluşmamızın çok gecikeceği anlaşılıyor. Yaşayışına öyle düzen vermelisin ki,<br />

kendini kurtarmak ümmîdi yok olmasın! Yâ Rabbî! Bizlere merhamet et! İşlerimizin<br />

iyi olmasını nasîb eyle! Doğru yolda bulunanlara bizden selâm olsun.<br />

41 — DÖRDÜNCÜ CİLD, 29. cu MEKTÛB<br />

Bu mektûb Muhammed Ma’sûm “kuddise sirruh” tarafından, mirzâ Ubeydüllah<br />

beğe yazılmışdır. Nasîhatin lâzım olduğunu, cihâdın kıymetini bildirmekdedir:<br />

Ba’zıları zan eder ki, tesavvuf, kendi hâline bakıp, başkasına karışmamak,<br />

kimseye ilişmemekdir. Bu, doğru değildir ve dinde yara açmağa sebeb olur. Böyle<br />

söyleyen, acabâ tesavvuf adamı ve tesavvufcu sözü deyince, kimleri hâtırlıyor?<br />

Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü anh” bağlanan büyükleri demek istiyorsa,<br />

bu büyüklerin yolu, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden kaçmak olduğu,<br />

kitâblarında yazılıdır. Hâlbuki, (Emr-i ma’rûf) ve (Nehy-i münker) ve<br />

(Buğd-ı fillâh) ve (Cihâd-ı fî sebîlillâh), Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

sünnetinden, belki islâmiyyetin vâciblerinden ve farzlarındandır. O hâlde,<br />

emr-i ma’rûfu terk etmek, bu büyüklerin yolunu terk etmek olur. Nitekim, bunlardan<br />

İmâm-ı Muhammed Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” (Bizim yolumuz<br />

urve-i vüskâya yapışmak, ya’nî Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yolunda<br />

ve Onun Eshâbının izinde gitmekdir) buyurdu. Bunun içindir ki, bu yolda az<br />

bir iş, büyük kazanç hâsıl ediyor. Bu yoldan ayrılan, büyük tehlükelere düşüyor.<br />

Eğer tesavvuf, emr-i ma’rûfu terk etmek olsaydı, tesavvufun reîslerinden olan Muhammed<br />

Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” kendi hocası, üstâdı olan Seyyid<br />

Emîr Gilâl hazretlerine emr-i ma’rûfda bulunmazdı. Hocasına karışmak edebe muhâlif<br />

iken, yine emr-i ma’rûf yapdı ve Buhârânın âlimlerini toplayarak, Allahü teâlânın<br />

ismini yüksek sesle tekrâr etmenin islâmiyyetde makbûl olmadığını, hepsinin<br />

huzûrunda isbât etdi ve hocasına bundan vazgeçmesinin lüzûmunu bildirdi.<br />

Hocası da, dîni güzel ve doğru söze âşık olduğundan, kabûl edip, terk eyledi.<br />

Tesavvuf ehli, insanı necâta kavuşduracak ve helâke götürecek şeyleri bildirmek<br />

– 89 –


için, binlerle kitâb yazdı. Bu çalışmaları, emr-i ma’rûf değildir de nedir? Tesavvuf<br />

büyüklerinden hâce Mu’înüddîn-i Çeştîye hocası, (Dostun yolu çok ince ve tehlükelidir.<br />

Herkese nasîhat et ve tehlükeyi bildir!) buyurmuşdu. Şeyh-i ekber<br />

Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” vahdet-i vücûdü dünyâya yaydığı hâlde, zemânındaki<br />

sôfîleri simâ’ ve raksdan ya’nî mûsikîden ve dans etmekden niçin<br />

men’ ediyordu? Bir kısmı itâ’at edip vazgeçdi. Bir çoğu da dinlemedi, vazgeçmedi.<br />

Fekat, kabâhatlerini i’tirâf eder oldular. [(Hadîka)da ve Ehî Çelebî (Hediyye)<br />

kitâbında buyuruyor ki, (Emr-i ma’rûf yapmak farzdır. Ancak, münkere,<br />

fitneye yol açan emr-i ma’rûfu yapmamak lâzım olur).]<br />

Gavs-i samedânî seyyid Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” (Gunyet-üt-tâlibîn)<br />

kitâbında, uzun uzadıya emr-i ma’rûfu anlatıyor. Bir yerinde diyor ki: (Bir<br />

kimse, bir günâh işliyeni görüp de men’ edince, kendine zarar gelmek ihtimâli bulunduğu<br />

zemân, acabâ men’ etmesi câiz olur mu? Bize kalırsa olur. Hattâ çok kıymetli<br />

olur. Allahü teâlâ için kâfirlerle cihâd etmek gibi sevâb verilir. Hele zâlim<br />

hükûmet adamları elinden mazlûmu kurtarmak ve memleketi kâfirlik kapladığı bir<br />

zemânda îmânı izhâr için olunca, böyle zemânlarda, nehy-i münker yapılmasını ulemâ<br />

da söylüyor) buyuruyor. Evliyânın büyükleri, sôfiyyenin imâmları, emr-i<br />

ma’rûfu ve nehy-i münkeri terk edici olsalardı, kitâblarında bunları yazarlar mı ve<br />

bu derece mübâlega ederler mi idi? Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri buyuruyor ki:<br />

Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere ve akla uygun şeylere (Ma’rûf), bunlara uymıyan<br />

şeylere (Münker) denir. [(Hadîka)da dil âfetlerini anlatırken buyuruyor ki,<br />

(Nass ile ve müctehidlerin sözbirliği ile yasak edilen şeylere (Münker) denir).] Bunun<br />

beheri iki kısmdır. Birinci kısm ma’rûf ve münkerler meydânda olup, âlim olan<br />

ve olmayan bunları bilir. Beş vakt nemâz kılmak, Ramezân-ı şerîf ayında oruc tutmak,<br />

zekât vermek, hac etmek gibi şeylerin farz olduğu (Ma’rûf) ve zinâ, alkollü<br />

içkilerin içilmesi, hırsızlık, yankesicilik, fâiz alıp vermek, başkasının malını gasb<br />

etmek ve bunlar gibi şeylerin harâm olduğu (Münker)dir. Bunları her mü’minin<br />

emr ve nehy etmesi lâzımdır. İkinci kısmı, yalnız âlimler bilir. Allahü teâlâ için,<br />

ne gibi şeylere ve nasıl inanmak lâzım olduğu gibi. Bu kısmda olanları, âlimler emr<br />

ve nehy eder. Eğer bir âlim, bunları bildirdi ise, âlim olmayanın da, gücü yeterse,<br />

bildirmesi câiz olur. Münkerin ikinci kısmı, dahâ ziyâde îmânda, i’tikâdda olan bozukluklardır.<br />

Her mü’minin Ehl-i sünnet i’tikâdına yapışması, bozuk îmândan, ya’nî<br />

dalâletden, i’tikâdda bid’atden kaçınması lâzımdır. Din bilgilerinde âlim olmıyan<br />

kimse, bid’at sâhibleri ile münâkaşa etmemeli, onlardan uzaklaşmalı, selâm vermemelidir.<br />

Bayramlarda, sevinçli zemânlarda ziyâretlerine gitmemeli, cenâzelerine<br />

nemâz kılmamalı, onlara acımamalıdır. İ’tikâdları bozuk olduğu için, onları<br />

sevmemeği ibâdet bilmelidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir<br />

hadîs-i şerîfde, (Îmânında veyâ ibâdetinde bid’at, bozukluk bulunan bir kimseye,<br />

Allah için sert bakanın kalbini, Allahü teâlâ îmânla doldurur ve korkudan korur)<br />

buyurdu.<br />

[(Kenz-i mahfî)de diyor ki, (Cehl ve hayvâniyyet, ya’nî bid’at ve fısk çoğalan yerlerde<br />

oturmak nehy olundu. Dînini muhâfaza için hicret eden Cennet ile müjdelendi.<br />

Bir mahallede sâlih, ârif kimse kalmayıp, fesâd ve bid’at artınca, başka<br />

mahalleye hicret etmek veyâ böyle bir şehrden başka şehre hicret etmek vâcib olur.<br />

Bütün şehrlerde, müslimânlara saldırılıyorsa, başka islâm memleketine hicret<br />

edilir. Böyle bir idâre yoksa, insan haklarına riâyet edilen, ibâdet etmek serbest<br />

olan bir memlekete yerleşmek lâzım olur. İkinci kısm, otuzsekizinci maddeye<br />

bakınız! Zîrâ onların arasında bulunan, gelecek belâya ortak olur. Enfâl sûresinin<br />

yirmibeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Zulm edenlere ve etmiyenlere birlikde<br />

gelen fitne ve belâdan korkunuz, sakınınız) buyuruldu.)]<br />

Tesavvuf büyüklerinden Fudayl bin Iyâd “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Bid’at söyleyenleri<br />

ve yapanları sevenlerin ibâdetlerini, Allahü teâlâ kabûl etmez ve kalb-<br />

– 90 –


lerinden îmânlarını çıkarır. Bid’at sâhibini sevmeyenin ibâdeti az olsa da, Allahü<br />

teâlânın bunu afv buyurmasını ümmîd ederim. Yolda bid’at sâhibine karşı gelirsen,<br />

yolunu değişdir) ve (Süfyân bin Uyeyneden işitdim, buyurdu ki, bid’at sâhibinin<br />

cenâzesinde bulunan kimseye cenâzeden ayrılıncaya kadar, Allahü teâlâ gazab<br />

eder) buyurdu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Bir kimse, bir<br />

bid’at meydâna çıkarsa veyâ bir bid’ati işlese, Allahü teâlânın ve meleklerin ve bütün<br />

insanların la’neti, onun üzerine olsun. Onun ne farzları, ne de, nâfile ibâdetleri<br />

kabûl olmaz) buyurdu. Abdülkâdir-i Geylânînin sözü burada temâm oldu.<br />

Sôfiyye-i kirâmın yolu kimseye karışmamak olsaydı, bunların birisi (Sôfiyye arasından<br />

nikâr kalkınca bunlarda hayr kalmaz) buyurmazdı. Şeyh-ul islâm Hirevî Abdüllah<br />

Ensârî buyurdu ki, (Sôfiyye arasında emr-i ma’rûfa ve nehy-i münkere nikâr<br />

denir). [Nikâr kalkınca diyen, Ebül-Hasen Alî bin Muhammed Müzeyyen<br />

olduğu, (Nefehât)de Ebû Sa’îd-i Harrâz anlatılırken yazılıdır.] Sôfiyye-i aliyyeye<br />

bu sûretle iftirâ eden, düşünmüyor mu ki, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, kıyâmetdeki<br />

sevâblar ve azâblarla doludur. Günâh işliyenlere hâzırlandığı bildirilen<br />

şiddetli azâblara inanan kimse, din kardeşini bu tehlükeden kurtarmak istemez mi?<br />

Ona, elîm azâbdan kurtulmak yolunu göstermez mi? Bir a’mânın yolunda kuyu veyâ<br />

ateş bulunursa, yâhud bir kimse, başka bir dünyâ tehlükesine düşerse, bunlar<br />

elbette bu kimseye bildirir ve kurtuluş yolunu gösterir. Kendi hâline bırakmazlar.<br />

O hâlde, dahâ elîm ve şiddetli ve sonsuz olan âhıret azâbını niçin bildirmesinler ve<br />

kurtuluş yolunu göstermesinler? Bildirmeyen ve göstermeyen, âhıret azâbını kabûl<br />

etmiyor, inanmıyor ve kıyâmet gününe îmân etmiyor demekdir.<br />

Allahü teâlâ, kimseye karışılmamasını sevseydi, Peygamberleri göndermez,<br />

dinleri bildirmez, insanları islâm dînine da’vet etmez ve diğer dinlerin yanlış, bozuk<br />

olduğunu haber vermezdi ve geçmiş Peygamberlere inanmayanları azâblarla<br />

helâk eylemezdi. Herkesi kendi hâline bırakır, kimseye birşey emr etmez ve inanmayanlara<br />

azâb yapmazdı. Allahü teâlâ, müslimânlara [ya’nî islâm devletine, insanların<br />

islâmiyyeti işitmelerine, müslimân olmalarına mâni’ olan] kâfirler ile cihâd<br />

etmeği niçin emr eyledi? Hâlbuki, cihâdda kâfirler için eziyyet ve ölüm olduğu<br />

gibi, müslimânlara da vardır. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde cihâd için<br />

ve cihâd eden devletler için ve şehîdler için fazîletler, meziyyetler ne sebebden bildirildi?<br />

İslâm düşmanlığı yapan zâlim krallara saldırmak, onlara sıkıntı vermek ve<br />

Allahü teâlânın bu mahlûklarını harâb etmek, niçin emr olundu? Nitekim insana,<br />

kendi nefsine düşmanlık etmesini ve nefslerin, Allahü teâlâya düşman olduğunu<br />

bildirdi ve nefs ile cihâd etmeğe cihâd-ı ekber ismini verdi ve Allahü teâlâ neden<br />

rızâsını ve yakınlığını bu cihâda bağladı? Allahü teâlâ, niçin nefsleri kendi başına<br />

bırakmadı? Demek ki bunlar, Allahü teâlânın düşmanlarıdır. Allahü teâlâ, düşmanlarından<br />

intikâm alınmasını istemekdedir. Allahü teâlâ nihâyetsiz merhametinden<br />

dolayı, evvelâ Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sonra bunların<br />

yerine, Evliyâyı ve Ulemâyı da’vetci gönderdi. Bunların dilleri ve kalemleri<br />

ile sevâblarını ve azâblarını bildirerek, özre ve behâneye yol bırakmadı. Allahü<br />

teâlânın irâdesini ve âdetini kimse değişdiremez. Hakîkati bilmeyenlerin ve görmiyenlerin<br />

sözü ile, nizâm-ı âlem bozulmaz. Allahü teâlâ, isteseydi, herkesi doğru<br />

yola hidâyet eder, Cennete sokardı. Fekat, ezelde Cehennemi insanla ve cinle<br />

doldurmak istedi. Allahü teâlânın büyüklüğünü anlayabilen bir kimse, Ona sebebini<br />

soramaz.<br />

Korkusundan Ona kim ağız açabilir;<br />

Teslîm olmakdan başka ne yapılabilir?<br />

Peygambere “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olan, insanları da’vet etmekde<br />

ve emr-i ma’rûf, nehy-i münker etmekde de tâbi’ olur. Bunları yapmayan, Ona tâbi’<br />

olmuş değildir. Azgın kâfirler, Allahü teâlânın düşmanı olmasaydı, (Buğd-ı fil-<br />

– 91 –


lâh) farz olmazdı. İnsanı Allahü teâlâya yaklaşdıran şeylerin birincisi olmazdı. Îmânın<br />

temâmlayıcısı olmazdı. Vilâyetin ele geçmesine ve Allahü teâlânın rızâsının ve<br />

hubbunun husûlüne sebeb olmazdı. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

(İbâdetlerin efdali, müslimânları müslimân oldukları için sevmek, kâfirleri, kâfir<br />

oldukları için, sevmemekdir) buyurdu. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, (Benim<br />

için ne işledin) diye sordukda, (Yâ Rabbî! Senin için nemâz kıldım, oruc tutdum,<br />

zekât verdim, ismini çok zikr etdim) deyince, (Yâ Mûsâ, nemâzların sana burhândır.<br />

Orucların Cehennemden siperdir. Zekât kıyâmet gününün sıcaklığından koruyan<br />

gölgedir. İsmimi söylemen de, kabr ve kıyâmet karanlığında seni aydınlatan<br />

nûrdur. Ya’nî bunların fâideleri hep sanadır. Benim için ne yapdın?) buyurdukda,<br />

Mûsâ “aleyhisselâm”, (Yâ Rabbî! Senin için olan ameli bana bildir!) diye<br />

yalvardı. Cenâb-ı Hak: (Yâ Mûsâ! Dostlarımı benim için sevdin mi ve düşmanlarıma<br />

benim için düşmanlık etdin mi?) meâlindeki âyet-i kerîme ile cevâb verdi. Mûsâ<br />

“aleyhisselâm” da, Allah için amelin, (Hubb-i fillâh) ve (Buğd-ı fillâh) olduğunu<br />

anladı.<br />

Muhabbet, sevgilinin dostlarını sevmeği, düşmanlarına düşmanlık etmeği îcâb<br />

eder. Bu sevgi ve düşmanlık, sâdık olan âşıkların elinde ve irâdesinde değildir. Çalışmaksızın,<br />

zahmet çekmeksizin kendiliğinden hâsıl olur. Dostun dostları güzel görünür<br />

ve düşmanları çirkin ve fenâ görünür. Dünyânın güzel görünüşlerine kapılanlara<br />

hâsıl olan muhabbet de, bunu îcâb etdiriyor. Seviyorum diyen bir kimse,<br />

sevgilisinin düşmanlarından kesilmedikce sözünün eri sayılmaz. Buna münâfık,<br />

ya’nî yalancı denir. Şeyh-ul-islâm Abdüllah-i Ensârî “kuddise sirruh” buyuruyor<br />

ki, (Ebül-Hüseyn bin Sem’ûn, bir gün hocam Husrîyi incitmişdi. O ândan beri, kalbimde<br />

ona karşı soğukluk duyuyorum). Büyüklerin meşhûr olan, (Üstâdını incitene<br />

darılmaz, gücenmez isen, köpek senden dahâ iyidir) sözünü burada hâtırlatmak<br />

yerinde olur. Muhabbetin bu iki şartı, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde bildirilmekdedir.<br />

[Arzû edenler, yirmidokuzuncu mektûbun Fârisî olan aslına veyâ<br />

Arabî ve Türkî tercemelerine mürâce’at buyursun.] Bu âyet-i kerîmelerden anlaşıldığına<br />

göre, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaşdırır.<br />

Teberrî etmedikce, tevellî olmaz. Ya’nî uzaklaşmadıkça, dostluk olmaz.<br />

Fekat bu, ba’zılarının yapdığı gibi, insanı, Eshâb-ı kirâmı sevmemek yoluna sapdırmamalıdır.<br />

Çünki, düşmanlık, düşmanlara olacakdır. Bunların zan etdiği gibi,<br />

dostlara düşmanlık merdûddur. Sahâbe-i kirâmın hepsi, Peygamberimizin “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” huzûrlarına ve sohbetlerine ve kalbe, rûha şifâ olan mubârek<br />

nazarlarına kavuşmakla şereflendiklerinden birbirlerini sever, kâfirlere düşmanlık<br />

ederdi. Hepsi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sevgilileri idi.<br />

Bunlardan birine bile düşmanlık, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” muhabbetin<br />

şartı olabilir mi? Böyle söyliyenler, sevgi yerine düşmanlıklarını bildirmiş olmuyor<br />

mu?<br />

Süâl: Evliyâ-i kirâmdan “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” (vahdet-i vücûd)<br />

vardır diyenler, bu dünyâda herşey, Allahü teâlâyı gösteren birer aynadır. Hepsinde,<br />

Hak teâlânın kemâl sıfatlarından başka, birşey görünmüyor. O hâlde, herşeyi<br />

iyi bilmek, herşeyi sevmek, hiçbir şeyi fenâ görmemek lâzım gelmez mi? Nitekim,<br />

Mutlak fenâlık yokdur cihânda.<br />

demişlerdir. [Felemenkli felesof Spinozanın panteizm felsefesi, müslimânların<br />

vahdet-i vücûd kitâblarından kopyadır.]<br />

Cevâb: Kâfirleri sevmemek, onlara kalb ile düşmanlık etmek ve harbîlere sert<br />

davranmak ve onlarla muhârebe etmek, Kur’ân-ı kerîmde, açık olarak emr edilmişdir.<br />

Bunda şübheye imkân yokdur. Kâfirlerin aslı ne olursa olsun, bizlere<br />

Kur’ân-ı kerîme tâbi’ olmak farzdır ve zarûrîdir. Bizim işimiz nass iledir, fuss ile<br />

– 92 –


değildir. [Ya’nî Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler iledir. Evliyânın kitâbı ile değildir.<br />

Meselâ Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin (Füsûs) kitâbında bildirdiği, nassa muhâlif<br />

keşfleri bize sened olamaz.] Kıyâmetde Cehennemden kurtuluş, se’âdet-i ebediyyeye<br />

kavuşmak, nassa bağlıdır. Fussa bağlı değildir. Hayâller, rü’yâlar, Evliyânın<br />

kalblerine doğan keşfler ve ilhâmlar, nass yerine geçemez. Keşfi, ilhâmı hatâlı<br />

olanlar, kendilerini nassa uydurmağa ve vicdân ve keşflerine uymasa dahî nass<br />

ile amel etmeğe mecbûrdur. Bunlar, doğru keşflerin hâsıl olması için ve kalb gözlerinin,<br />

Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vesselâm”, ayaklarının tozları ile<br />

sürmelenmesi için Allahü teâlâya durmadan, yalvarmalıdır. Şunu da söyleyelim ki,<br />

vahdet-i vücûd tanıyan Evliyâ, mevcûdâtı mertebelere ayırıyor. Her mertebenin<br />

hâli ve hükmü başka başkadır diyor. İslâmiyyetin esâsı olan kesret, ya’nî çokluk<br />

ahkâmını elden bırakmıyor. Bunu terk etmeği, ilhâd ve zındıklık, ya’nî müslimânlıkdan<br />

ayrılmak biliyorlar. Emr-i ma’rûf yapmak ve fâsıkları ve kâfirleri fenâ bilmek,<br />

diğer ahkâm-ı islâmiyye gibi, kesret ahkâmı olduğundan, bunları terk edenleri,<br />

(mülhid) ve (zındık) bilmiş oluyorlar. Mutlak fenâlık yokdur diyenlerin de,<br />

nisbî [bir bakımdan] fenâlık vardır demesi lâzımdır. Kâfirleri fenâ bilmekdeki ve<br />

onlardan uzaklaşmakdaki nisbî fenâlık kâfîdir.<br />

Vahdet-i vücûd tanıyanlar, zehr yimiyor. Başkalarının yimesine de mâni’ oluyor.<br />

Akrebi, yılanı öldürüyor ve başkalarına, bunlardan korkmalarını ve sakınmalarını<br />

söylüyorlar. Kendilerine itâ’at edenleri beğenip, dinlemeyenleri, karşı gelenleri<br />

sevmiyorlar. Vahdet-i vücûd sâhiblerinin büyüklerinden, Celâleddîn-i Rûmî<br />

“kuddise sirruh” (Mesnevî)de:<br />

Bu söze inanmayanı, şu ânda,<br />

görüyorum, baş aşağı Cehennemde.<br />

buyuruyor. Bu büyükler, tatlı yemekleri, lezîz şerbetleri, nefîs kumaşları, hazîn sesleri,<br />

nazîf kokuları, latîf manzaraları, melîh sûretleri, tatsızlarından, çirkinlerinden<br />

dahâ çok istiyor ve seviyorlar. Kendilerine yakın olanları gözetiyor, bunları himâye<br />

ediyor, kendilerini ve bunları tehlükelerden koruyor, fâideli şeyleri çekip, zararlı<br />

şeylerden kaçınıyorlar. İhtiyâclarını elde etmeğe uğraşıyorlar. Çocuklarını terbiye<br />

ediyorlar. Mühim işlerinde birbirlerine danışıyor ve kızlarını ve âilelerini açık<br />

gezdirmeyip, yabancıların bunlara yaklaşmasına müsâ’ade etmiyorlar. Çocuklarını<br />

fenâ arkadaşlardan koruyorlar. Zâlimlere ve düşmanlarına cezâlarını veriyor ve<br />

hastalarını zararlı gıdâlardan perhîz ediyorlar. Bunlar, vahdet-i vücûd mudur? Yoksa<br />

kesret-i vücûd mu? O hâlde, bu alçak dünyâ işlerinde, kesret ahkâmına riâyeti<br />

terk etmek mubâh olduğu hâlde, bunları gözetip de, âhıret işlerinde bu ahkâma<br />

riâyet farz olduğu hâlde, terk etmek ve vahdet-i vücûd hîlesi ile, kulluk vazîfelerinden<br />

kurtulmak istemek, insâfa yakışır mı ve akla uygun olur mu? Bunun sebebi,<br />

ahkâm-ı ilâhiyyeye inanmamak ve Peygamberlere i’tikâd etmemekdir ve kıyâmete<br />

ve kıyâmetdeki azâblara ve ni’metlere îmânsızlıkdır. Vahdet-i vücûd tanıyanlardan,<br />

hâlleri doğru olanların, dinlerindeki kuvvet, işlerinin ahkâm-ı islâmiyyeye<br />

uygunluğu, kitâblarda uzun uzadıya yazılıdır. Pederim ve üstâdım, sebeb-i hayâtım<br />

ve se’âdetim abdestde, tahâretde ve nemâzda pek ziyâde dikkat ve edeblere<br />

riâyet ederdi ve (Bunları, babamdan görerek öğrendim. Herbir edebe, bütün incelikleri<br />

ile riâyeti, kitâblardan öğrenmek kolay değildir) buyururdu. Babaları, ya’nî<br />

bu fakîrin dedesi, vahdet-i vücûd sâhibi ve (Füsûs) kitâbının ma’rifetlerinde, eşi<br />

bulunmayan bir ârif iken, ahkâm-ı islâmiyyeyi gözetmesi, fevkal’âde çok idi. Kendileri<br />

bu davranışı, üstâdı Rükneddîn-i Çeştî hazretlerinin hareketlerinden görerek<br />

öğrendiklerini, onun ise, vahdet-i vücûd Evliyâsının büyüklerinden olduğu ve<br />

hâl ve keşflerine mağlûb olduğu hâlde, ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmakda ferd-i kâmil<br />

idiği, herkesce ma’lûm idi, buyururlardı. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri vahdet-i<br />

vücûde mâil oldukları hâlde, ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmakda ve islâmiyyeti<br />

yaymakda, misli yok idi. Çok def’a buyururdu ki, (Eğer ben şeyhlik etseydim,<br />

– 93 –


hiç bir şeyh, kendisine talebe bulamazdı. Fekat, şeyh olmak için değil, dîni, islâmiyyeti<br />

yaymak için emr olundum). Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî, hadîs ilminde<br />

sâhib-i isnâd ve fıkh ilminde ictihâd makâmında idi. Buyurur idi ki, (Peygamberimizin<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, (Hesâba çekilmeden evvel, hesâbınızı<br />

görünüz) emrleri ile, ba’zı meşâyıh, hergün ve her gece yapdıkları işlerden kendilerini<br />

hesâba çekiyor. Ben, hesâbda onları geçdim ve işlediklerimle berâber, düşündüklerimde<br />

de, hesâbımı görüyorum). Vahdet-i vücûdun kurucusu ve reîsi gibi olan,<br />

Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî ve Seyyidüttâife Cüneyd-i Bağdâdî, tepeden<br />

tırnağa kadar, islâmiyyete uymuş idiler. Bâyezîd nemâz kılarken göğüs kemiklerinin<br />

hırıltısı işitilirdi. Hallâc-ı Mansûrun sözlerini herkes işitmişdir. Bununla berâber,<br />

her gece gündüzde bin rek’at nemâz kılardı ve i’dâm olunduğu günün gecesinde<br />

beşyüz rek’at kılmışdı. [(Ma’rifetnâme) de diyor ki, (Evliyânın iki alâmeti<br />

vardır: Etta’zîm-ü li-emrillah veşşefakatü li-halkıllah. Ya’nî, Allahü teâlânın emrlerine<br />

ta’zîm ve hurmet ve mahlûklarına şefkatdir).]<br />

Ne kadar şaşılır ki, kimseye karışmamalı, vicdânlara tecâvüz etmemeli diyenlerden<br />

ba’zıları, her biri başka yola sapmış bulunan Yehûdî, Cûkiyye, Berehmen, Mülhid,<br />

Zındık, Ermeni, [Mason] ve mürted kâfirleri ile iyi görüşüyor ve sevişiyorlar<br />

da, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine, ya’nî yoluna yapışan<br />

Ehl-i sünnet vel-cemâ’ate mürteci’, gerici ve yobaz diyor ve (Cehennemden kurtulacak<br />

yalnız bunlardır) diye müjdelenen ve (Benim ve Eshâbımın yolunda yürüyenler<br />

yalnız bunlardır) diye medh-u senâya mazhar olan bu hakîkî müslimânlara<br />

düşmanlık ediyorlar. Kâfirler ile sulh ve dostluk edip, bu doğru müslimânları incitmekden<br />

ve bunları tahkîr ve yok etmekden zevk alıyorlar. Âlemlere rahmet olan<br />

Muhammed aleyhisselâmın izinde gidenlere düşmanlık, Kur’ân-ı kerîmde adâvetle<br />

emr olunan kâfirlere dostluk, nasıl vahdet-i vücûddur ve nasıl berâberlikdir? Bu<br />

düpedüz kâfirlik ve islâm düşmanlığı değil midir? [Altıncı cildde 55. ci mektûba bakınız!<br />

Bu mektûbun tercemesi (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbımıza ilâve edilmişdir.]<br />

Peygamberlerin, Eshâb-ı kirâmın, Tâbi’înin ve Selef-i sâlihînin “radıyallahü anhüm<br />

ecma’în” hepsi, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmak için ne kadar uğraşdı.<br />

Bu yolda ne kadar eziyyetlere ve cefâlara katlandılar. Kimseye karışmamak dînimizde<br />

iyi olsaydı, kalbin bir günâhı inkâr etmesi, îmânın alâmeti buyurulmazdı.<br />

Nitekim, hadîs-i şerîfde, (Günâh işleyeni, eliniz ile men’ ediniz, buna kuvvetiniz<br />

yetmezse, söz ile mâni’ olunuz. Bunu da yapamaz iseniz, kalbiniz ile beğenmeyiniz!<br />

Bu ise, îmânın en aşağısıdır) buyuruldu. Emr-i ma’rûf yapmamak iyi olsaydı,<br />

günâh işleyen bir kavm helâk olurken, bunlara emr-i ma’rûf yapmayan âbid de, birlikde<br />

helâk olmazdı. Nitekim, bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma,<br />

filân şehri yerin dibine geçir, diye emr etdi. Cebrâîl, yâ Rabbî! Bu şehrdeki<br />

filânca kulun sana bir ân ısyân etmedi. Hep itâ’at ve ibâdet ediyor deyince, onu<br />

da berâber geçir! Zîrâ günâh işleyenleri görünce, bir kerrecik yüzünü değişdirmedi)<br />

buyuruldu.<br />

Süâl: Mâide sûresi, yüzsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen; (Ey îmân eden<br />

kullarım! Kendinize dikkat ediniz! Doğru yolu bulursanız, başkasının sapıtması size<br />

zarar vermez) buyurulmakdadır. Burada, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmağa<br />

müsâ’ade edilmiyor denirse?<br />

Cevâb: Buradaki doğru yolu bulmak için, emr-i ma’rûf ve nehy-i münkeri de yapmak<br />

lâzımdır. Ya’nî âyet-i kerîmede meâlen; (Ey mü’min kullarım! Emr etdiğim<br />

işleri, ibâdetleri yapar ve emr-i ma’rûf ve nehy-i münker eder iseniz, başkalarının<br />

yoldan çıkması, size zarar vermez) buyurulmakdadır. Bu âyet-i kerîmenin, ne<br />

zemân ve ne için geldiği ve bundan sonra emr-i ma’rûf ve nehy-i münker hakkında,<br />

nice âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler emr buyurulduğu, kitâblarda yazılıdır.<br />

Süâl: Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker ve kâfirler ile cihâd, Peygamberlerin yoludur.<br />

Evliyânın yolu, vicdânlara dokunmamak, kimseye karışmamak değil midir?<br />

– 94 –


Cevâb: Bunlar nass ile farzdır. Farzlar herkes içindir. Ba’zı kimselere mahsûs değildir.<br />

Farzları yapmakda, Peygamberler, Evliyâ, âlimler ve câhiller müsâvîdir.<br />

Tekrâr söyliyelim ki, Cehennemden kurtulmak ve se’âdet-i ebediyyeye kavuşmak,<br />

Peygamberlere tâbi’ olmağa bağlıdır. Evliyânın vilâyetden, muhabbetden, ma’rifetden<br />

ve kurb-i ilâhîden ellerine her ne geçerse, bunları Peygamberlere tâbi’ ve tufeyl<br />

olmak sâyesinde kazanırlar. Bu yolun gayrısı dalâlet yoludur, şeytânların yoludur.<br />

Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü anh”, buyuruyor ki, birgün Peygamber “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” bize bir doğru çizgi çizdi ve (Bu, insanı Allahü teâlânın rızâsına<br />

kavuşduran doğru yoldur) buyurdu. Sonra, bu hattın iki tarafına, balık kılçığı<br />

gibi, eğik çizgiler çizip, (Bunlar da, şeytânların sapdırdığı yollardır) buyurdu. O hâlde,<br />

bir kimse, Peygamberlere tâbi’ olmadan, doğru yolda yürümek isterse, muhakkak<br />

iğri yola sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse, istidrâcdır. Ya’nî, sonu zarar ve ziyândır.<br />

Ubeydüllah-i Ahrâr “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Kalbe gelen bütün keşfleri,<br />

hâlleri bize verseler, fekat kalbimizi Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süslemeseler,<br />

kendimi mahv olmuş ve hâlimi harâb bilirim. Bütün harâblıkları, felâketleri üzerime<br />

yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet vel-cemâ’at i’tikâdı ile şereflendirseler, hiç<br />

üzülmem). Evliyâya hâsıl olan hâller, keşfler, eğer Peygamberimize “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” tâbi’ olmakla berâber ise, nûr üstüne nûr olur ve islâmiyyetin incelikleri,<br />

esrârı hâsıl olmağa başlar. Sahâbe-i kirâmın hepsi “radıyallahü teâlâ anhüm<br />

ecma’în” ve Selef-i sâlihîn ve Meşâyıh-ı müstakîm-ül ahvâl, böyle idi. Tesavvufda,<br />

nübüvvet yolu ve vilâyet yolu diye ayrılan iki yol, hakîkatde islâmiyyetin gösterdiği<br />

tek bir yoldur. Zîrâ her ikisi de, insanı Peygambere “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

tâbi’ olmak şartı ile erdiriyor. Bunun gibi, Allahü teâlânın rızâsına, ma’rifetine<br />

götüren yollar, mahlûkların nefesleri kadardır, sözü de doğrudur. Çünki, her hayâli,<br />

aslına kavuşduran bir yol vardır ve her mahlûkun (Ayn-ı sâbite)si, ya’nî (Mebde-i<br />

te’ayyün)ü, ya’nî yaratılmasına ve vücûdda kalmasına vâsıta olan ism-i ilâhî başkadır.<br />

Bu yolların hepsinden vâsıl olmak, ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmağa bağlıdır. İslâmiyyetden<br />

ayrılan, yolda kalır veyâ yoldan çıkar. O hâlde, bütün yolların başlangıcı<br />

islâmiyyetdir. Ya’nî islâmiyyet, bir ağacın gövdesine benzer. Bütün tarîkatler,<br />

ya’nî yollar, bu ağacın dalları, damarları, filizleri, yaprakları ve çiçekleri gibidir.<br />

[Emr-i ma’rûf iki sûret ile yapılır: Birincisi, söz, yazı ve her nev’ yayın vâsıtası<br />

iledir. Bunu yaparken, bilgi az ise ve şahsa, âdetlere, kanûnlara dikkat ve ri’âyet<br />

edilmezse, fitneye sebeb olabilir. İkinci yol, hâl ile, islâmın güzel ahlâkına uyarak,<br />

nümûne olmakdır. Herkese tatlı dil, güler yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin<br />

malına, ırzına göz dikmemek, kanûnlara uymak, vergilerini, borçlarını ödemek,<br />

en te’sîrli, en fâideli nasîhat yapmak olur. Bunun içindir ki, (lisân-ı hâl, lisân-ı<br />

kalden entakdır) demişlerdir. Görülüyor ki, islâmın güzel ahlâkına uygun yaşamak,<br />

emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmanın en güzel yoludur. Mühim bir farzı<br />

yapmakdır. İbâdet etmekdir. Tesavvuf, insanı, Rabbine yapdığı ibâdetlerde<br />

lâzım olan ihlâsa ve insanlara karşı lâzım olan güzel ahlâka kavuşduran yoldur. İnsana<br />

bu yolu Mürşid-i kâmil öğretir. Her ilmin mütehassısları vardır. İnsan, bir ilmi,<br />

bunun mütehassısından öğrenir. Tesavvuf ilminin mütehassısı, İnsân-ı kâmildir.<br />

Başka ilmlerin mütehassıslarına kâmil denmez.]<br />

Hudâ Rabbim, nebîm hakkâ Muhammeddir Resûlullah,<br />

hem islâm dînidir dînim, kitâbımdır kelâmullah.<br />

Akâidde, ehl-i sünnet oldu mezhebim, hamdolsun,<br />

amelde, Ebû Hanîfe mezhebi, mezhebim vallah.<br />

Dahî zürriyyetiyim Âdem aleyhisselâmın hem,<br />

Halîlin milletiyim, dahî kıblem Kâ’be, Beytullah.<br />

Hep eshâb-ı güzîn, tâbi’în ve müctehidlerin,<br />

nekim var ehl-i sünnet vel-cemâ’at, cümle ehlullah.<br />

– 95 –


42 — İKİNCİ CİLD, 81. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb Muhammed Murâda gönderilmiş olup, nasîhat vermekde ve vera’<br />

ile takvâyı övmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçip beğendiği kimselere selâm olsun! Kıymetli<br />

dostlarımın, dünyânın yaldızlı, süslü günâhlarına aldanmış olmasından korkuyorum.<br />

Bunların güzel ve tatlı görünüşlerine, çocuklar gibi kapılacaklarını düşünerek<br />

üzülüyorum. İblîs mel’ûnunun [ve insan şeytânlarının] dürtmesi ile, mubâhlardan<br />

şübhelilere, şübhelilerden harâmlara kaymalarından ve sâhibine karşı<br />

mahcûb ve utanacak hâle düşeceklerinden çok sıkılıyorum. Tevbe ve istiğfâr devâmlı<br />

olmak lâzımdır. Harâmları ve şübheli şeyleri, öldürücü zehr bilmelidir. Nazm:<br />

Sana söyliyecek sözüm hep şudur,<br />

ki, çocuksun ve ev çok süslüdür.<br />

Allahü teâlâ lutf ederek, kerem ederek, acıyarak, kullarına çok şeyleri mubâh etmiş,<br />

izn vermişdir. Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için, mubâhlarla doymayıp, bitmez<br />

tükenmez mubâhları bırakarak, ahkâm-ı islâmiyyenin hudûdundan dışarı taşanlar,<br />

şübheli ve harâmlara uzananlar, ne kadar bedbaht ve zevallıdır. Ahkâm-ı islâmiyyenin<br />

hudûdunu gözetmek, buradan dışarı taşmamak lâzımdır. Âdet üzere, alışkanlık<br />

ile nemâz kılan ve oruc tutan çokdur. Fekat, ahkâm-ı islâmiyyenin hudûdunu<br />

gözeten, harâm ve şübhelilere düşmemeğe dikkat eden pek azdır. Doğru ve hâlis<br />

ibâdet edenleri, âdet üzere, bozuk ibâdet edenlerden ayıran fark, Allahü teâlânın<br />

emrlerini gözetmekdir. Çünki, nemâz ve orucun hâlisi de, bozuğu da görünüşde<br />

berâberdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Dîninizin<br />

direği, temeli vera’dır). Bir hadîs-i şerîfde, (Hiçbir şey vera’ gibi olamaz) buyurdu.<br />

[İbni Âbidîn, imâmlığın şartlarında buyuruyor ki, (Şübhelilerden sakınmağa,<br />

ya’nî şübhelilerden ittikâya (Vera’) denir. Harâmlardan sakınmağa, (Takvâ) denir.<br />

Şübheli olmak korkusu ile mubâhların çoğunu terk etmeğe de (Zühd) denir).<br />

(Hadîka) sonunda diyor ki, (Zemânımızda vera’ ve takvâ sâhibi olmak güçleşdi.<br />

Şimdi, kalbini ve dilini ve a’zâyı harâmlardan koruyan ve insanlara, hayvanlara haksız<br />

olarak zulm etmiyen ve ücretsiz olarak bir iş yapdırmıyan ve herkesin elindekini<br />

onun halâl mülkü bilen kimse, takvâ sâhibi olur. Bir kimsenin elindeki malın<br />

gasb edilmiş, çalınmış, fâiz [kumar, rüşvet], zulm, hıyânet ile alınmış harâm malın<br />

kendisi olduğu bilinmedikce, mallarını bu yollardan edinmekde olduğu bilinse dahî,<br />

elindeki bu malın onun halâl mülkü olduğunu kabûl etmek lâzımdır. Bunu verince,<br />

mülk-i habîs ise de, almak câiz olur. Verilenin harâm mal olduğu bilinirse,<br />

bunu ondan hiç bir sûretle almak câiz olmaz. Çeşidli kimselerden aldığı harâm malları<br />

birbirleri ile veyâ kendi halâl malı ile, yâhud kendinde emânet bulunan mallar<br />

ile karışdırırsa ve bunları birbirlerinden kolayca ayıramazsa, bu karışımlar, kendi<br />

mülkü olur. Bu karışımlara (mülk-i habîs) denir. Harâm malları ayırabilirse kendilerini,<br />

sâhiblerine veyâ bunların vârislerine vermesi, ayıramaz ise, tazmîn etmesi<br />

lâzım olur. Tazmîn etmek, kendi halâl zekât malından onların mislini, misline mâlik<br />

değilse, gasb etdiği gündeki kıymetini ödemekle olur. Tazmîn etmeden evvel,<br />

habîs malı kullanmak câiz olmadığı için, tam mülk değildir. <strong>Tam</strong> mülk olmayan malın<br />

zekâtı verilmez. Tazmînden sonra, habîs karışımı kullanması mubâh olur [Ve<br />

zekâtını vermesi lâzım olur. Sâhibini bildiği hâlde, tazmîn etmeden evvel kullanamaz<br />

ve sadaka ve hediyye veremez ve zekât nisâbına katması lâzım olmaz. Sâhiblerini,<br />

vârislerini bilmiyorsa, mâl-ı harâmın ve habîs karışımın hepsini sadaka<br />

vermesi vâcib olur. Sâhibi sonra zuhûr ederse, kendisine tazmîn etmesi de lâzım<br />

olur.]. Harâm malı, bey’, hediyye, kirâ, âriyyet, borc ödemek ve başka sûretlerle<br />

bir kimseye verirse, habîs malın kendisi olduğunu bilenin, bunu alması câiz olmaz.<br />

Sadaka olarak verdiği fakîr, harâm malı kendisine hediyye ederse, bunu kendisi<br />

de kullanabilir. Sâhibi bilinen habîs malı da, sadaka ve hibe olarak almak câiz ol-<br />

– 96 –


madığı gibi, bey’ ve icâre gibi yollar ile almak da câiz değildir. Bu yollar ile halâl<br />

hâle dönmez. Eline, sâhibi bilinen harâm mal, meselâ para geçen, bunu sâhibine<br />

vermeli, sâhibi bilinmiyorsa, fakîre sadaka vermelidir. Başka yere vermesi günâh<br />

olur. Bu malı almak, fakîrlerden başka kimseye câiz olmaz. Yalnız vârisin, harâm<br />

mal olduğunu bildiği hâlde, mîrâsı alması câiz olur, denildi. Yetmişsekizinci madde<br />

başına bakınız! Bey’ ve şirâda kolaylık olmak için, imâm-ı Kerhînin kavli ile fetvâ<br />

verilmişdir. Şöyle ki, bir satışda semen [para] gösterilmeden akd yapılıp da, semen<br />

olarak harâm olduğu bilinen şey verilirse, bu şey karşılığı alınan mebî’ halâl<br />

ve tîb olur. Fekat, harâm olduğu bilinen veyâ kendinde vedî’a [emânet] bulunan<br />

şey, semen olarak gösterilerek söz kesilir ve bu semen verilirse, satın alınan mebî’,<br />

harâm olur. Harâm semene işâret edip, başka şeyi verirse veyâ başka semene<br />

işâret edip, harâm semeni verirse, mebî’ harâm ve habîs olmaz.) (İbni Âbidîn) “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”, gasbı anlatırken diyor ki, (Gasb, bir kimsenin malını zor<br />

ile almak veyâ kendindeki emânet malı inkâr etmekdir. Büyük günâhdır. Malda<br />

değişiklik oldu ise, sâhibi, malı ile kıymetindeki değişikliği veyâ yalnız kıymetini<br />

ister. Gasb etdiği yerde ödemesi lâzım olur. Tazmînden sonra kullanması câiz ise<br />

de, satarak etdiği kâr yine halâl olmaz. Kârı sadaka vermesi lâzımdır. Muhtelif kimselerden<br />

gasb etdiklerini birbirleri ile veyâ kendi mülkü ile karışdırır ve ayrılamazlarsa,<br />

hepsi kendi habîs mülkü olur. Fekat, tazmîn etmedikce, bu karışımı kullanması<br />

halâl olmaz. Tazmîn etmekle, gasb günâhından kurtulmaz). Şernblâlî (Dürer)<br />

hâşiyesinde diyor ki, (Zâlim, gasb etdiği malları kendi malı ile karışdırırsa, kendi<br />

mülkü olurlar. Kendi halâl malı, sâhiblerine ödeyecek mikdârdan nisâb mikdârı<br />

fazla kalırsa, tazmîn etmeden evvel de, karışımın zekâtını vermesi lâzım olur. Karışım<br />

nisâb mikdârı ise, fekat tazmîn edecek ve nisâb mikdârı artacak kadar kendinin<br />

ayrı halâl malı yoksa, zekâtı lâzım olmaz.)]<br />

Oradaki sevdiklerimiz, her ne kadar tatlı yemeklere, süslü elbiseye düşkün ise de,<br />

hakîkî lezzet ve fâide vera’ sâhiblerinin yidiklerinde ve giydiklerindedir. Mısra’:<br />

Makâm sâhiblerine veren onu,<br />

Vera’ sâhiblerine, veriyor bunu.<br />

Onun ile bunun arasındaki fark, çok büyükdür. Çünki, Allahü teâlâ, onu beğenmez,<br />

bundan ise râzıdır. Sonra, kıyâmetde onun hesâbı güç, bunun ise kolaydır. Yâ<br />

Rabbî, bizlere acı, doğru yoldan ayırma!<br />

43 — İKİNCİ CİLD, 66. cı MEKTÛB<br />

Bu mektûb, arabî olarak Hindistân vâlîlerinden Hân-ı hânâna “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” yazılmış olup, tevbe, inâbet, vera’ ve takvâyı anlatmakdadır:<br />

Mektûbuma Besmele ile başlıyorum. Ya’nî bu mektûbu yazabilmek için, rahmeti,<br />

ihsânı bol olan Allahü teâlâya sığınıyor, Ona güveniyorum. Her hamd, şükr Onun<br />

hakkıdır. Onun seçdiği, sevdiği iyi insanlara selâm ederim. Kıymetli ömrümüz, günâh<br />

işlemekle, kusûr, kabâhat yapmakla, yanılmakla, fâidesiz, lüzûmsuz konuşmakla<br />

geçip gidiyor. Bunun için; tevbeden, Allahü teâlâya boyun bükmekden söyleşmemiz,<br />

vera’ ve takvâdan konuşmamız hoş olur. Nûr sûresi, otuzbirinci âyet-i kerîmesinde<br />

meâlen, (Ey mü’minler! Hepiniz, Allahü teâlâya tevbe ediniz! Tevbe etmekle<br />

kurtulabilirsiniz) buyurmuşdur. Yirmisekizinci cüz’ sonundaki, Tahrîm<br />

sûresi, sekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ey îmân eden seçilmişler! Allahü teâlâya<br />

dönünüz! Hâlis tevbe edin! Ya’nî tevbenizi bozmayın! Böyle tevbe edince,<br />

Rabbiniz, sizi belki afv eder ve ağaçlarının, köşklerinin altından [önünden] sular<br />

akan Cennetlere sokar) buyurmuşdur. En’âm sûresi, yüzyirminci âyet-i kerîmesinde<br />

meâlen, (Açık olsun, gizli olsun günâhlardan sakınınız!) buyurmuşdur. Günâhlarına<br />

tevbe etmek, herkese farz-ı ayndır. Hiç kimse tevbeden kurtulamaz. Nasıl<br />

kurtulur ki, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hepsi tevbe ederdi.<br />

– 97 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:7


Peygamberlerin sonuncusu ve en yükseği olan Muhammed “aleyhi ve aleyhimüssalevât”<br />

buyuruyor ki, (Kalbimde [envâr-ı ilâhiyyenin gelmesine engel olan] perde<br />

hâsıl oluyor. Bunun için hergün, yetmiş kerre istigfâr ediyorum). Yapılan günâhda,<br />

kul hakkı bulunmayıp, zinâ yapmak, alkollü içki içmek, çalgı dinlemek, yabancı<br />

kadınlara bakmak, Kur’ân-ı kerîmi abdestsiz tutmak ve [şî’î, nusayrî, vehhâbî<br />

ve başka] yanlış inanışlara saplanmak gibi, yalnız Allahü teâlâ ile kendi arasında<br />

olursa, böyle günâhlara tevbe etmek, pişmân olmakla, istigfâr okumakla, Allahü<br />

teâlâdan utanıp, sıkılıp, Ondan afv dilemekle olur. Farzlardan birini özrsüz<br />

terk etdi ise, tevbe için, bunlarla birlikde, o farzı da yapmak lâzımdır.<br />

[(Tergîb-üs-salât)da diyor ki, Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir nemâzı özrsüz,<br />

vaktinden sonra kılan, seksen hukbe Cehennemde yanacakdır. Bir hukbe seksen<br />

senedir. Her senesi üçyüzaltmış gündür. Her günü, seksen dünyâ senesidir). Kazâya<br />

kalan nemâzı kılacak kadar vaktlerin herbiri geçdikçe, bu bir nemâzın günâhı<br />

katkat artar. Yâ birkaç nemâz olursa, çok çetin olur. Her ne behâsına olursa olsun,<br />

bir ân önce, kazâ etmek ve afvı için tevbe etmek, çok yalvarmak lâzımdır. Nemâz<br />

kılmıyanın, Allahü teâlânın büyüklüğü karşısında titremesi, erimesi lâzımdır.<br />

Allahü teâlânın emrlerine (Farz), yasak etdiği şeylere (Harâm) denir. Farzları<br />

yapmağa, harâmdan sakınmağa (İbâdet etmek) denir. Allahü teâlâ, ibâdet yapanları<br />

sever. Bunları âhıretde Cennete sokacağını, sonsuz ni’metler vereceğini<br />

Kur’ân-ı kerîmde bildiriyor. Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır. İnsan sözü değildir.<br />

Harâm işleyen, Cehennemde yanacakdır. Harâmlar derece derecedir. Büyük harâmın<br />

cezâsı çok olacakdır. Büyük harâmlardan biri, beş vakt nemâzdan birini vaktinde<br />

kılmamakdır. Nemâzın farz olduğuna inanmıyan (Kâfir) olur. Kâfir, müslimân<br />

değildir. Cehennemde sonsuz yanacakdır. İnanıp da, tenbellikle kılmıyan, kâfir<br />

olmaz. Buna (Fâsık) denir. Fâsık, yine müslimândır. Harâm işlediği için, bir müddet<br />

Cehennemde yanacakdır. Bir nemâzı vaktinde kılmıyanın bunu kazâ etmesi<br />

farzdır. Kazâ etmezse, bir nemâz için seksen hukbe yanacakdır. Hiç bir ibâdeti, hiçbir<br />

iyiliği onu Cehennemden kurtarmaz. Yalnız, bir müslimâna, bir farzı öğretirse,<br />

bu azâbdan kurtulur. Fekat, bunun hem kazâ kılması, hem de harâm işlemekle<br />

meşhûr olmaması lâzımdır. Meselâ, kadınların başı, saçı, kolu, bacağı açık sokağa<br />

çıkması harâmdır. Buna nasîhat vererek veyâ Ehl-i sünnet âliminin yazmış<br />

olduğu doğru bir din kitâbı vererek, harâm işlemesine mâni’ olanın bütün günâhları<br />

afv olur. Fekat, kendisinin bir harâm işlememesi lâzımdır. Ancak bunun kazâ<br />

borçları afv olur. Cehennemde yanmakdan kurtulur. (Hakîkat Kitâbevi)nin bütün<br />

kitâbları doğrudur.]<br />

Günâhda kul hakkı da varsa, buna tevbe için, kul hakkını hemen ödemek,<br />

onunla halâllaşmak, ona iyilik ve düâ etmek de lâzımdır. Mal sâhibi, hakkı olan ölmüş<br />

ise, ona düâ, istigfâr edip çocuklarına, vârislerine verip ödemeli, bunlara<br />

iyilik yapmalıdır. Çocukları, vârisleri bilinmiyorsa, mal ve cinâyet mikdârı parayı<br />

fakîrlere, miskînlere sadaka verip, sevâbını hak sâhibine ve eziyyet yapılana niyyet<br />

etmelidir. Alî “radıyallahü anh” buyuruyor ki, Ebû Bekr “radıyallahü anh” doğru<br />

sözlüdür. Ondan işitdim ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Günâh işliyen<br />

biri, pişmân olur, abdest alıp nemâz kılar ve günâhı için istigfâr ederse, Allahü<br />

teâlâ, o günâhı elbette afv eder. Çünki, Allahü teâlâ, Nisâ sûresi yüzdokuzuncu<br />

âyetinde: Biri günâh işler veyâ kendine zulm eder, sonra pişmân olup, Allahü<br />

teâlâya istigfâr ederse, Allahü teâlâyı çok merhametli ve afv ve magfiret edici bulur,<br />

buyurmakdadır) dedi. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, bir günâh işler, sonra pişmân<br />

olursa, bu pişmânlığı, günâhına keffâret olur. Ya’nî, afvına sebeb olur) buyurdu.<br />

Bir hadîs-i şerîfde, (Günâhı olan kimse, istigfâr eder ve tevbe eder, sonra bu<br />

günâhı tekrâr yapar, sonra yine istigfâr söyler, tevbe eder. Üçüncüye yine yapar ve<br />

yine tevbe ederse, dördüncü olarak yapınca, büyük günâh yazılır) buyurdu. Bir hadîs-i<br />

şerîfde, (Müsevvifler helâk oldu) buyurdu. Ya’nî, ileride tevbe ederim diyen-<br />

– 98 –


ler, tevbeyi gecikdirenler ziyân etdi. Lokman hakîm Velî veyâ Peygamber idi<br />

“radıyallahü teâlâ anh”. Oğluna nasîhat ederek, (Oğlum, tevbeyi yarına bırakma!<br />

Çünki, ölüm ânsızın gelip yakalar) dedi. İmâm-ı Mücâhid buyuruyor ki, (Her sabâh<br />

ve akşam tevbe etmiyen kimse, kendine zulm eder). Abdüllah ibni Mubârek<br />

buyurdu ki, (Harâm olarak ele geçen bir kuruşu, sâhibine geri vermek, yüz kuruş<br />

sadaka vermekden dahâ sevâbdır). Âlimlerimiz buyuruyor ki, (Haksız alınan bir<br />

kuruşu sâhibine geri vermek, kabûl olan altıyüz hacdan dahâ sevâbdır). Yâ Rabbî!<br />

Kendimize zulm etdik. Bize acımaz, afv etmezsen, hâlimiz pek fenâ olur.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlâ buyuruyor<br />

ki: Ey kulum! Emr etdiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak<br />

etdiğim harâmlardan sakın, vera’ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâ’at eyle, insanların<br />

en ganîsi olursun, kimseye muhtâc kalmazsın). Peygamberimiz “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” Ebû Hüreyreye “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Vera’ sâhibi<br />

ol ki, insanların en âbidi olursun!). Hasen-i Basrî “rahmetullahi aleyh” buyurur<br />

ki, (Zerre kadar vera’ sâhibi olmak, bin nâfile oruc ve nemâzdan dahâ hayrlıdır).<br />

Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Kıyâmet günü Allahü teâlânın<br />

huzûrunda kıymetli olanlar vera’ ve zühd sâhibleridir). Mûsâ aleyhisselâma<br />

vahy edilmişdir ki, (Bana yaklaşanlar, sevgime kavuşanlar içinde, vera’ sâhibleri<br />

gibi yaklaşan olmaz). Büyük âlimlerden ba’zısı buyurdu ki, (Bir kimse, şu on<br />

şeyi, kendine farz bilmedikce, tam vera’ sâhibi olmaz: Gîbet etmemeli. Mü’minlere<br />

sû-i zan etmemeli, kötü bilmemeli. Kimse ile alay etmemeli. Yabancı kadınlara,<br />

kızlara bakmamalı. Doğru söylemeli. Kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın,<br />

kendisine yapdığı ihsânları, ni’metleri düşünmeli. Malını halâl yere harc<br />

edip, harâmlara vermemeli. Nefsi, keyfi için, mevkı’ makâm istemeyip, buraları<br />

insanlara hizmet yeri bilmeli. Beş vakt nemâzı vaktinde kılmağı birinci vazîfe bilmeli.<br />

Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara<br />

uydurmalı. Yâ Rabbî! Bizlere ihsân etdiğin nûru, hidâyeti artdır. Bizi afv et!<br />

Sen herşeyi yapabilirsin).<br />

Kerem, şefkat ve ihsân sâhibi kıymetli efendim! Bütün günâhlara tevbe etmek<br />

nasîb olur ve vera’ ile takvâ [ya’nî harâmların ve şübheli olanların hepsinden<br />

sakınmak] müyesser olursa, büyük ni’met, yüksek devlet ele geçmiş olur. Bu, ele<br />

geçmezse, ba’zı günâhlara tevbe etmek ve ba’zı harâmlara vera’ eylemek de<br />

ni’metdir. Bu ba’zıların bereket ve nûrları, belki hepsine sirâyet eder de, bütün günâhlara<br />

tevbe etmeğe ve tam vera’ sâhibi olmağa yol açar. (Birşeyin bütünü ele geçmezse,<br />

hepsini elden kaçırmamalıdır) buyuruldu. Yâ Rabbî, bize beğendiğin şeyleri<br />

yapmak nasîb eyle! Peygamberlerin en yükseği, efendisi, izzet, şeref yolcularının<br />

reîsi olan Muhammed Mustafânın “aleyhi ve aleyhim ve alâ âl-i küllin minessalevâti<br />

efdalühâ ve minetteslîmâtî ekmelühâ” sadakası olarak, bizleri senin dîninde<br />

bulunmakdan ve sana itâ’at etmekden ayırma!<br />

[Dünyâya milyarlarca insan gelmiş. Bir müddet yaşamışlar. Sonra, ölüp gitmişler.<br />

Bunların ba’zıları zengin imiş, ba’zıları fakîr. Kimi güzel imiş, kimi çirkin. Kimi<br />

zâlim imiş, kimi mazlûm. O hâllerinin de hepsi geçdi, unutuldu. Onların bir kısmı<br />

inanmış, müslimân idi. Geri kalanları, inanmamış kâfirlerdi. Hepsi, yâ sonsuz<br />

yok olacak. Yâhud kıyâmet kopup, tekrâr dirilip inanmıyanlar sonsuz azâb çekecek.<br />

Her iki hâlde de, inanmış olanlara hiç azâb, hiç sıkıntı yok. Ammâ ikinci hâlde<br />

inanmıyanlar sonsuz ve pek acı azâb çekecekler. İnanmış olarak ölmüş olanlar,<br />

şimdi tâm râhat ve huzûr içindeler. Îmânsız olanlar ise, sonsuz olarak ateşde yanmak<br />

ihtimâli, korkusu içindeler. Ey insan! İyi düşün! Birkaç sene sonra, sen de, bunlardan<br />

biri olacaksın. Şimdi, geçmiş senelerin nasıl bir hayâl oldu ise, o zemân, bütün<br />

ömrün, bütün hayâtın, çalışmaların, didinmelerin hep hayâl, bir rü’yâ gibi olacak.<br />

O zemân, sen o iki kısmın hangisinden olmak istersin? Hiçbirinden olmak istemem<br />

diyemezsin. Buna imkân yok! Çâresiz, onların arasına gideceksin! Sonsuz<br />

– 99 –


ateşde yanmağı, ihtimâl bile olsa, ister misin? Allahın var olduğunu, Cennete,<br />

Cehenneme inanmağı, akl da, ilm de, fen de red edemiyor. Böyle şey olamaz diyemiyorlar.<br />

İnanmıyanlar, inkâr etmelerine akl ile, fen ile bir vesîka gösteremiyorlar.<br />

Hâlbuki inanmak lâzım olduğunu gösteren vesîkalar sayılamıyacak kadar çokdur.<br />

Dünyâ kütübhâneleri bu vesîkaları bildiren kitâblarla doludur. Onlar nefslerine,<br />

zevklerine aldanarak inkâr ediyorlar. Zevklerinden başka birşey düşünmiyorlar. Hâlbuki,<br />

islâmiyyet zevkı yasak etmemişdir. Zevklenmenin zararlı olmasını yasaklamışdır.<br />

O hâlde, aklı olan kimse, zevklerini Allahü teâlânın gösterdiği yoldan te’mîn e-<br />

der. İslâmın güzel ahlâkı ile süslenir. Herkese iyilik eder. Kendisine kötülük yapanlara<br />

iyilikle karşılık verir. İyilik yapamazsa, hiç olmazsa sabr eder. Bölücü olmaz.<br />

Yapıcı olur. Böylece, kendisi de hem zevklerine, hem de râhata, huzûra kavuşur.<br />

Hem de, âhıretin sonsuz azâblarından kurtulur. Görülüyor ki, bütün râhatlıkların,<br />

se’âdetlerin başı, îmân etmekde, müslimân olmakdadır. [Ya’nî, ahkâm-ı islâmiyyeye<br />

uymak lâzımdır. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, fâideli şeyleri yapmalarını<br />

emr etmişdir. Bu emrlere (Farz) denir. Zararlı şeyleri yasak etmişdir. Bunlara<br />

(Harâm) denir. Farzların ve harâmların hepsine (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. Dinler,<br />

Allahü teâlânın kullarına rahmetidir, ihsânıdır. Ahkâm-ı islâmiyyeye uyanın düâları<br />

muhakkak kabûl olur. Nemâz kılmıyanın, açık kadınlara bakanın ve harâm yiyenin,<br />

içenin, ahkâm-ı islâmiyyeye uymadığı anlaşılır. Bunun düâları kabûl olmaz. İslâmiyyete<br />

inanan ve uyan, Allahü teâlânın ihsânına kavuşur, mes’ûd olur. İnanmıyan,<br />

bu se’âdetden mahrûm kalır.] Îmân etmek de, çok kolaydır. Îmân etmek için, bir<br />

yere para vermek, mal vermek, zor bir iş yapmak, birisinden izn almak gibi, hiçbir<br />

şey yapmak lâzım değildir. Hattâ, îmânlı olduğunu kimseye bildirmek, belli etmek<br />

bile lâzım değildir. Îmân, altı şeyi öğrenip, bunlara kalbinden, gizlice inanmak demekdir.<br />

Îmân eden, Allahü teâlânın emrlerine teslîm olur. Ya’nî seve seve yapar. Böylece,<br />

müslimân olur. Kısacası, her mü’min müslimândır. Her müslimân, mü’mindir.]<br />

44 — İKİNCİ CİLD, 82. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Hâce Şerefeddîn Hüseyne gönderilmiş olup, harâmlardan sakınmağı,<br />

ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmağı bildirmekdedir:<br />

Yâ Rabbî, dünyâyı gözümüzde küçült ve âhıretin büyüklüğünü, ehemmiyyetini<br />

kalblerimize yerleşdir! Ey akllı oğlum! Harâmların süsüne, yaldızına sakın aldanma<br />

ve çabuk geçen, tükenen lezzetlerine kapılma! Bütün hareketlerinin, duruşlarının,<br />

gidişlerinin, islâmiyyete uygun olmasına çok dikkat et! Onun ışıkları altında<br />

yaşamağa çalış! Her şeyden önce, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin “Allahü teâlâ<br />

onların durmadan çalışmalarına, çok mükâfât versin” bildirdiği, kitâblarında yazdığı<br />

i’tikâdı öğrenmek ve îmânını buna göre düzeltmek lâzımdır. Ondan sonra, fıkh<br />

ahkâmını öğrenmeli, farzları yapmağa sarılmalı, halâle, harâma dikkat etmelidir.<br />

Farzların yanında, nâfile ibâdetlerin, hiç kıymeti yokdur. Zemânımızın müslimânları,<br />

farzları bırakıp, nâfile ibâdetlere sarılıyor, nâfile ibâdetleri yapmağa [meselâ,<br />

kadın erkek karışık olarak mevlid okutmağa, câmi’ yapmağa, sadaka ve hayrât yapmağa]<br />

ehemmiyyet verip, farzları [meselâ beş vakt nemâz kılmağı, Ramezân-ı şerîf<br />

ayında oruc tutmağı, zekât vermeği, uşr vermeği, borç ödemeği, halâlı, harâmları<br />

öğrenmeği ve kadınların, kızların sokağa çıkarken, başlarını, sarkan saçlarını,<br />

kollarını, bacaklarını örtmelerini, radyo ve televizyonda, din düşmanlarının îmânı<br />

ve ahlâkı bozan sözlerini dinlemelerini] hafîf ve ehemmiyyetsiz görüyorlar.<br />

[Fransada, Liyon şehrine bağlı Charvieu kasabasının belediyye reîsi Gerard, câmi’e<br />

gelen müslimânların hergün artdığını, kiliseye giden fransızların azaldığını görünce,<br />

kudurarak, câmi’i dozerle yıkdırmışdır. Bu vahşeti, bu alçaklığı 18.8.1989 târîhli gazeteler<br />

yazdı. Hiçbir islâm kitâbı okumamış, islâmın ışıklı yolundan haberi olmıyan,<br />

bu câhil, ahmak, âdî, pis kâfirlerin, islâmiyyete saldıran radyolarını, televizyonlarını,<br />

kitâblarını eve sokmamalı, temiz kadınlarımızı, ma’sûm çocuklarımızı, bunların hü-<br />

– 100 –


cûmlarından, yalanlarından, iftirâlarından korumalıyız! Bunların, din hürriyyetini, insan<br />

haklarını, yardımlaşmağı medh eden yaldızlı yalanlarına aldanmamalıyız!]<br />

Olur olmaz yerlere birçok para sarf ediyorlar da, bir kuruş zekâtı bir müslimâna<br />

vermeği benimsemiyorlar. Hâlbuki, bilmiyorlar ki, bir kuruş zekâtı yerine vermek,<br />

binlerle lira sadaka vermekden, katkat dahâ sevâbdır. Zekât vermek, Allahü<br />

teâlânın emrini yapmakdır. Sadaka ve hayrâtın çoğu ise, şöhret, hurmet ve nefsin<br />

şehvetlerini kazanmak için olur. Farzlar yapılırken araya riyâ, gösteriş karışmaz. Nâfile<br />

ibâdetlerde ise, gösteriş çok olur. Bunun içindir ki, zekâtı, âşikâre vermek lâzımdır.<br />

Bu sûretle insan iftirâdan kurtulur. Nâfile sadakayı, gizli vermelidir ki, kabûl<br />

ihtimâli fazla olur. Sözün özü şudur ki, dünyânın zararından kurtulabilmek için,<br />

ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmakdan başka çâre yokdur. Dünyâ zevklerini büsbütün<br />

bırakamıyanların, hiç olmazsa, hükmen terk etmesi, ya’nî dünyâyı terk etmiş sayılmaları<br />

lâzımdır. Bunun için de, her sözü ve her işi islâmiyyete uygun yapmalıdır.<br />

[Kâfirlerin, mürtedlerin, ba’zı emellerine kavuşmak için, islâmiyyete uygun<br />

işler yapmaları, dünyâda fâideli olur, râhat, mes’ûd yaşamalarına sebeb olur ise de,<br />

kıyâmet gününde fâide vermez. Çünki onlar, îmânla şereflenmemişdir. İbâdetlerin<br />

kabûl olması için, iyiliklere sevâb kazanabilmek için, îmân sâhibi olmak lâzımdır.<br />

(İfsâh)da diyor ki, (İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan<br />

sonra en kıymetlisi, şâfi’îde sünnet nemâzlar, hanbelîde cihâddır. Hanefîde ve mâlikîde<br />

ise, ilm öğrenmek ve öğretmek ve sonra cihâddır.)].<br />

45 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 1. ci MEKTÛB<br />

Esseyyid, Mîr Muhammed Nu’mân hazretlerine yazılmış olup, Allahü teâlânın<br />

ve sıfatlarının ve fi’llerinin kullarına çok yakın olduğunu bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, beğendiği kimselere iyilikler, selâmlar<br />

olsun! Kıymetli mektûbunuz geldi. Çok zahmet buyurmuşsunuz. Cenâb-ı Hak<br />

sa’yinizi meşkûr eylesin! Allahü teâlânın fi’llerinin ve sıfatlarının ve zâtının bu âleme,<br />

herşeyden dahâ yakın olduğunun açıklanmasını, tekrâr tekrâr, soruyorsunuz<br />

ve cevâbını çok merak ediyorsunuz. Bunun için, biraz bildirmeğe mecbûr oldum:<br />

Herşey, kendi mâhiyyeti, hakîkati, özü ile şeydir. Bir şey’e kendi mâhiyyetini vermeğe<br />

ve bir vericiye lüzûm yokdur. Çünki, herşeyin mâhiyyeti, kendisindedir. Bunun<br />

içindir ki, hiçbirşeyin mâhiyyeti yapılmaz denilmişdir. Her cismin, bir özü, mâhiyyeti<br />

vardır. Cismlere, mâhiyyetlerini vermek için, bir iş yapmak lâzım değildir. Fekat, mâhiyyetleri<br />

vücûda getirmek için, bir iş yapılır. Meselâ, boyacının işi, kumaşı boyamak<br />

içindir. Yoksa, kumaşı kumaş yapmak ve boyayı boya yapmak için değildir ki, buna<br />

lüzûm yokdur. O hâlde, birşeye mâhiyyeti, sonradan verilmez. O şeyin ve mâhiyyetinin,<br />

birlikde meydâna gelmesi için iş yapılır. Herşey, kendi mâhiyyeti ile şeydir. Bu<br />

sözümüz, zılda, gölgede doğru olmuyor. Bir şeyin zılli, aksi, gölgesi, hayâli, aynadaki<br />

görüntüsü, kendi mâhiyyeti ile zıl ve aks olmayıp, kendilerini meydâna getiren aslın<br />

mâhiyyeti ile zıl ve aks olmuşdur. Çünki, görüntünün, gölgenin mâhiyyeti yokdur.<br />

Gölgede bulunan mâhiyyet onu meydâna getiren asl şeyin mâhiyyetidir. O hâlde asl,<br />

gölgesine, gölgenin kendinden dahâ yakındır. Çünki, gölge aslın mâhiyyeti ile ya’nî,<br />

asl ile gölge olmuşdur. Kendi mâhiyyeti ile değil. Çünki, kendi mâhiyyeti yokdur.<br />

Bu âlem, mahlûkların hepsi Allahü teâlânın fi’llerinin, işlerinin zılleri, aksleri,<br />

görünüşleri olduğundan, bu âlemin aslı olan fi’ller, âleme, âlemden dahâ yakındır.<br />

Fi’ller de, sıfât-ı ilâhiyyenin zılleri olduğundan, Allahü teâlânın sıfatları âleme, âlemden<br />

ve âlemin aslı olan, fi’llerden dahâ yakındır. Çünki, aslın aslıdırlar. Sıfât-ı ilâhiyye<br />

de, Zât-ı ilâhînin zılleri olduğu için ve Allahü teâlânın zâtı, kendisi, bütün<br />

aslların aslı olduğu için, Allahü teâlânın zâtı, âleme, âlemden ve ef’âl ve sıfât-ı ilâhiyyeden<br />

dahâ yakındır. Bunları dikkatle okuyup anlıyan akl sâhibleri, insâf ederlerse,<br />

sözümüzü kabûl ederler. Eğer inanmıyan olursa, ne ehemmiyyeti vardır. Çünki<br />

bizim onlara sözümüz yokdur.<br />

– 101 –


46 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 17. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, dînine çok bağlı olan bir hanıma yazılmış olup, i’tikâdları bildirmekde,<br />

ibâdetlere teşvîk etmekdedir:<br />

Görünen, görünmiyen, bilinen, bilinmeyen bütün ni’metleri gönderen, bizlere<br />

kurtuluş yolunu gösteren ve çok sevdiği Muhammed aleyhisselâmın ümmeti yapmakla<br />

şereflendiren Allahü teâlâya hamd-ü senâlar olsun!<br />

Bütün mahlûklara her ni’meti, iyilikleri veren yalnız Allahü teâlâdır. Herşeyi var<br />

eden, var olmak ni’metini veren Odur. Her ân, varlıkda durduran da Odur. Kâmil, iyi<br />

sıfatlar, insanlara, Onun rahmeti ile, acıması ile verildi. Hayât, ilm, sem’, basar, kudret<br />

ve kelâm sıfatlarımız hep Ondandır. Sayılamıyan ni’metleri hep O vermekdedir.<br />

İnsanları sıkıntıdan kurtaran Odur. Düâları kabûl eden, belâlardan kurtaran hep Odur.<br />

Öyle bir Razzakdır ki, kullarının rızklarını, günâhlarından dolayı kesmiyor. Afvı ve<br />

merhameti o kadar boldur ki, günâh işliyenlerin yüz karalarını meydâna çıkarmıyor.<br />

<strong>Hilmi</strong> o kadar çokdur ki, kullarının cezâlarını vermekde acele etmiyor.<br />

Öyle bir ihsân sâhibidir ki, kerem ve ihsânlarını dost ve düşman, herkese saçıyor.<br />

Bütün ni’metlerinin en şereflisi, en kıymetlisi, en üstünü olarak da, kullarına<br />

müslimânlığı açıkca bildiriyor ve beğendiği yolu gösteriyor. Mahlûkların en iyisine<br />

uyarak se’âdet-i ebediyyeye kavuşmağı emr buyuruyor. İşte, Onun ni’metleri,<br />

ihsânları Güneşden dahâ açık ve Aydan dahâ âşikârdır. Başkalarından gelen<br />

ni’metleri de gönderen Odur. Başkalarının ihsân etmesi, bir emânetcinin, birisine<br />

emânet vermesi gibidir. Başkasından birşey istemek, fakîrden birşey beklemekdir.<br />

Câhil de, bunu âlim gibi bilir. Kalın kafalı da, zekî kimse gibi anlar.<br />

Nazm:<br />

Vücûdümün her zerresi, gelse de dile,<br />

şükrünün binde birini yapamaz bile.<br />

İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu, insanlık îcâbıdır. İyilik<br />

edenlere hurmet edilir. Ni’met sâhibleri, büyük bilinir. O hâlde, her ni’metin hakîkî<br />

sâhibi olan Allahü teâlâya şükr etmek, insanlık îcâbıdır. Aklın lüzûm gösterdiği<br />

bir vazîfe, bir borcdur. Fekat, Allahü teâlâ, her ayb ve kusûrdan uzak, insanlar<br />

ise, ayb kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduğundan, Onunla hiç münâsebetleri,<br />

alâkaları yokdur. Onu nasıl büyük bileceklerini, nasıl şükr edeceklerini<br />

anlıyamazlar. Ona karşı söylenmesini güzel sandıkları şeyler, Ona çirkin gelebilir.<br />

Onu büyültmek, hurmet etmek sandıkları, hakâret ve küçültmek olabilir.<br />

Ona hurmet ve şükr şeklleri, yine Ondan bildirilmedikce, Ona lâyık olacağına güvenilemez<br />

ve Onun kabûl edeceği bir ibâdet olamaz. Çünki, insanların hamd etmeleri,<br />

Ona belki hakâret olur. İşte, Onun tarafından bildirilen, ta’zîm, hurmet ve<br />

şükr şekli, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirdikleri dinlerdir.<br />

Ona kalb ile yapılacak hurmetler, dinde bildirilmiş, dil ile yapılacak şükrler,<br />

orada gösterilmişdir. Her uzvun yapacağı işleri, açık ve geniş olarak, beyân buyurmuşlardır.<br />

O hâlde, Allahü teâlâya inanmak ile ve kalbin ve bedenin yapması ile<br />

şükr etmek, ancak dîne uymakla olur. Allahü teâlâya, dînin dışında yapılacak hurmete<br />

ve ibâdete güvenilemez. Çok def’a tersine olup, sevâb sanılan, günâh olur.<br />

Bu söylenilenlerden anlaşılıyor ki, dîne uymak, insanlık îcâbıdır ve aklın istediği<br />

ve beğendiği birşeydir. Allahü teâlâya, Onun dîninin dışında şükr edilemez.<br />

Allahü teâlânın bildirdiği her din, iki kısmdır: İ’tikâd ve amel. Ya’nî îmân ve ahkâm.<br />

Bunlardan i’tikâd, her dinde aynıdır. İ’tikâd, dînin aslı ve temelidir. Din ağacının<br />

gövdesidir. Amel ise, ağacın dalları, yaprakları gibidir. [Eski dinlerde bildirilmiş<br />

olan i’tikâdlar zemânla bozulmuşdur. Şimdi doğru i’tikâd, yalnız islâm dîninin<br />

bildirdiği i’tikâddır. Bu doğru] İ’tikâdı olmıyan, Cehennemden kurtulamaz.<br />

Kıyâmetde azâbdan kurtulmasına imkân yokdur. Ameli olmıyanların kurtulma-<br />

– 102 –


sı umulur. Bunların işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmış olup, isterse afv eder, isterse,<br />

günâhları kadar azâb ederek, sonra Cehennemden çıkarır. Cehennemde ebedî<br />

kalmak, islâm dîninin bildirdiği doğru i’tikâdı olmayanlar, ya’nî, Muhammed<br />

aleyhisselâmın bildirdiği islâm dîninden olan şeylere inanmıyanlar içindir. Bu<br />

i’tikâdı olup da, ameli olmıyanlar, ya’nî kalb ile beden ahkâmını yerine getirmiyenler,<br />

Cehenneme girseler bile, sonsuz kalmıyacaklardır.<br />

İ’tikâd edilecek şeyler, dînin esâsı, müslimânlığın zarûrî, lâzım temeli olduğundan,<br />

bunları bildirmek ve öğrenmek herkese lâzımdır. [Bunları öğrenmek, her insanın<br />

birinci vazîfesidir. Îmân ve ahkâm bilgilerini öğrenmiyen ve çocuklarına öğretmiyen,<br />

insanlık vazîfesini yapmamış olur. Bunları öğrenmek herkesin hakkıdır.<br />

İnsan haklarının birincisidir.]<br />

Ahkâmı, ya’nî emrleri ve yasakları yerine getirmek, temel olmayıp, uzun ve geniş<br />

de olduğundan, bunları fıkh [ve ahlâk] kitâblarına bırakarak, yalnız pek lâzım<br />

olanları bildirilecekdir, inşâallahü teâlâ.<br />

[Îmân ve i’tikâd aynıdır. Bunları anlatan geniş ve derin ilme (İlm-i kelâm) denir.<br />

Kelâm ilmi âlimleri, çok büyük insanlardır ve kelâm kitâbları pek çokdur. Bu kitâblara,<br />

(Akâid kitâbı) da denir. Amel edilecek, ya’nî kalb ile ve beden ile yapılacak<br />

ve sakınılacak şeylere, (Ahkâm-ı islâmiyye) veyâ sâdece (İslâmiyyet) deriz. Beden<br />

ile yapılacak ahkâm-ı islâmiyyeyi bildiren ilme (İlm-i fıkh) denir. Dört mezhebin kelâm<br />

kitâbları aynı olup, fıkh kitâbları başka başkadır. Halk için, ya’nî tahsîli olmayanlar<br />

için yazılmış olan ve herkesin bilmesi, inanması ve yapması gereken kelâm<br />

(ya’nî îmân) ve ahlâk ve fıkh bilgilerini kısaca ve açıkca anlatan kitâblara (İlm-i hâl)<br />

kitâbları denir. Dînini bilen ve seven ve kayıran mubârek insanların ilm-i hâl kitâblarını<br />

alıp, çoluğuna ve çocuğuna öğretmek, her müslimânın birinci vazîfesidir.<br />

Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren câhil ve sapık kimselerin sözlerinden<br />

ve yazılarından din öğrenmeğe kalkışmak, kendini Cehenneme atmakdır].<br />

İ’TİKÂD EDİLMESİ ÇOK LÂZIM OLANLAR: Allahü teâlâ zâtı ile vardır.<br />

Varlığı kendi kendiyledir. Şimdi var olduğu gibi, hep var idi ve hep var olacakdır.<br />

Varlığının önünde ve sonunda yokluk olamaz. Çünki, Onun varlığı lâzımdır.<br />

Ya’nî (Vâcib-ül vücûd)dur. O makâmda, yokluk olamaz. Allahü teâlânın varlığı<br />

ilmî ve aklî yollar ile anlaşılır. İlmî yola (Limmî yol)da denir. Bu iki yol ile anlamak,<br />

(Es-se’âdet-ül ebediyye) kitâbının sonundaki risâlede isbât edilmekdedir. Allahü<br />

teâlâ birdir. Ya’nî şerîki, benzeri yokdur. Vâcib-ül vücûd olmakda ve ülûhiyyetde<br />

ve ibâdet olunmağa hakkı olmakda ortağı yokdur. Ortağı olmak için, Allahü<br />

teâlânın kâfî olmaması, müstekıl olmaması lâzımdır. Bunlar ise kusûrdur, noksanlıkdır.<br />

Vücûb ve ulûhiyyet için noksanlık olamaz. O kâfîdir, müstekıldir. Ya’nî<br />

kendi kendinedir. O hâlde şerîke, ortağa lüzûm yokdur. Şerîkin, ortağın lüzûmlu<br />

olması ise, bir kusûrdur ve vücûba ve ulûhiyyete yakışmaz. Görülüyor ki, şerîki olduğunu<br />

düşünmek, ortaklardan her birinin noksan olacağını gösteriyor. Ya’nî<br />

şerîk bulunmasını düşünmek, şerîk bulunamıyacağını meydâna çıkarıyor. Demek<br />

ki, Allahü teâlânın şerîki yokdur. Ya’nî birdir.<br />

Allahü teâlânın kâmil, noksan olmıyan sıfatları vardır. Bunlara (Ülûhiyyet sıfatları)<br />

denir. Bunlar, hayât [diri olmak], ilm [bilmek], sem’ [işitmek], basar [görmek],<br />

kudret [gücü yetmek], irâde [istemek], kelâm [söylemek] ve tekvîn [yaratmak]dır.<br />

Bu sekiz sıfata, (Sıfât-ı sübûtiyye) ve (Sıfât-ı hakîkiyye) denir. Bu sıfatları da kadîmdir.<br />

Ya’nî, sonradan olma değildir. Kendinden ayrı olarak, ayrıca vardır. Ehl-i<br />

sünnet âlimleri böyle bildirmekdedir. “Allahü teâlâ, onların çalışmalarını meşkûr<br />

eylesin!”. Ehl-i sünnetden başka, yetmişiki fırkadan hiçbiri, Allahü teâlânın ayrıca<br />

sıfatları olduğunu bilememişdir. Hattâ, Sôfiyye-i aliyyenin, ya’nî tesavvuf büyüklerinin<br />

sonradan gelenleri, Ehl-i sünnetden oldukları hâlde, bu sıfatlara, Zât-ı ilâhînin<br />

aynıdır diyerek yetmişiki fırkaya benzemişlerdir. Evet bunlar onlar gibi, sıfatları<br />

yok demiyor ise de, sözlerinin gelişinden sıfatları yok bildikleri anlaşılıyor.<br />

– 103 –


Yetmişiki fırka, sıfatları yok bilmekle, Allahü teâlâyı kusûrdan koruyor, Onu kâmil<br />

bilmiş oluyoruz diyor. Akllarınca kusûru kemâl sanarak, Kur’ân-ı kerîmden ayrılıyorlar.<br />

Allahü teâlâ, onları doğru yola, Kur’ân-ı kerîme kavuşdursun!<br />

Allahü teâlânın, bunlardan başka sıfatları, yâ i’tibârî [var kabûl edilen] veyâ selbî<br />

[bulunması câiz olmıyan]dir. Meselâ kıdem [varlığının evvelinde yokluk olmamak],<br />

ezeliyyet [varlığının başlangıcı olmamak] ve vücûb [yokluğu mümkin olmıyan]<br />

ve ülûhiyyet gibi. Meselâ, Allahü teâlâ cism değildir. Cismden değildir. Madde<br />

değildir. A’raz, ya’nî hâl değildir. Mekânı yokdur. Zemânlı değildir. Birşeye girmiş,<br />

bir yere yerleşmiş değildir. Hudûdlu, birşeyle çevrilmiş değildir. Bir tarafda,<br />

bir cihetde değildir. Birşeye mensûb değildir. Birşeye benzemez. Misli, ortağı ve<br />

zıddı yokdur. Anası, babası, zevcesi, çocukları yokdur. [Allah baba diyen kâfir olur.]<br />

Bunların hepsi mahlûkda, sonradan yaratılanlarda olan şeylerdir. Hepsi noksanlık<br />

ve kusûr alâmetleridir. Bütün bunlar, (Sıfât-ı selbiyye)dir. Bütün kemâl sıfatları,<br />

Allahü teâlâda vardır. Bütün noksan sıfatlar, yokdur.<br />

Allahü teâlâ küllîleri, cüz’îleri, büyükleri, zerreleri, âlimdir, bilir. Her gizliyi bilir.<br />

Yerlerde ve göklerde en küçük zerreleri bilir. Herşeyi yaratan, Odur. Yaratdıklarını<br />

elbette bilir. Yaratmak için, bilmek lâzımdır. Ba’zı zevallılar, zerreleri bilmez<br />

diyor. Zerreleri bilmemeği, kemâl, büyüklük sanıyor. Bunun gibi, Allahü teâlâ ister<br />

istemez, akl-ı fe’âl dedikleri birşeyi yaratmışdır diyerek bunu da, kemâl sanıyorlar.<br />

Bunlar, ne kadar câhildir ki, câhilliği kemâl sanıyor. Fizik ilminin tanıdığı kuvvetler<br />

gibi, ister istemez iş yapmağı büyüklük zan ediyorlar. Akl-ı fe’âl diye birşey<br />

uydurmuşlar. Herşey, bundan hâsıl oluyor diyorlar. Yerleri, gökleri ve bunlarda bulunan<br />

herşeyi yaratanı, kuvvetsiz, te’sîrsiz biliyorlar. Bu fakîre göre, dünyâda,<br />

bunlardan dahâ câhil ve dahâ alçak kimse yokdur. Ba’zıları da, bu ahmakları fen adamı,<br />

müsbet ilm sâhibi sanıp, birşey bilir zan ediyor ve doğru söyleyici sanıyorlar.<br />

Allahü teâlâ, ezelden ebede, ya’nî öndeki sonsuzdan, sonraki sonsuza kadar, bir<br />

kelâm ile söyleyicidir. Bütün emrleri, o bir sözdendir. Bütün yasakları, yine o bir<br />

sözdendir. Bunun gibi, bütün haberleri, süâlleri, hep o bir sözden çıkmakdadır. Tevrât<br />

ve İncîl kitâbları o bir sözü gösteriyor. Zebûr ve Kur’ân-ı kerîm de, o söze işâret<br />

ediyor. Bunun gibi, diğer Peygamberlere nâzil olan kitâblar ve sahîfeler, hep<br />

o bir sözün açılmasıdır. Ezel ve ebed, o sonsuzlukları ile berâber, o makâmda bir<br />

ân olunca, hattâ ân demek bile sığmaz ise de, başka kelime olmadığından ân deniliyor,<br />

o ânda bulunan söz de, elbette bir kelime, hattâ harf, belki de bir noktadır.<br />

Nokta demek de, ân demek gibi, başka kelime bulunmadığı içindir. Yoksa nokta<br />

demek de, yerinde olmaz. Allahü teâlânın kendindeki ve sıfatlarındaki genişlik<br />

ve darlık, bizim bildiğimiz ve alışdığımız gibi değildir. O, mahlûkların sıfatı olan<br />

genişlik ve darlıkdan münezzehdir, uzakdır.<br />

Allahü teâlâyı mü’minler Cennetde görecekdir. Fekat, nasıl olduğu bilinmiyen<br />

bir görmekle göreceklerdir. Nasıl olduğu bilinmiyeni, anlaşılmıyanı görmek de, nasıl<br />

olduğu anlaşılmıyan bir görmek olur. Belki, gören de, nasıl olduğu bilinmiyen<br />

bir hâl alır ve öyle görür. Bu, bir mu’ammâ, bir bilmecedir ki, bu dünyâda, Evliyânın<br />

büyüklerinden seçilmişlere bildirilmişdir. Bu derin, güç mes’ele herkese gizli<br />

iken, bunlara hakîkat olmuşdur. Bunu, Ehl-i sünnetden başka, ne mü’minlerin<br />

fırkaları, ne de kâfirlerin bir ferdi anlıyamamışdır. Bu büyüklerden başkası, Allahü<br />

teâlâ görülemez, demişdir. Bunlar, bilmedikleri şeyleri, gördükleri şeylere<br />

benzeterek düşündükleri için, yanılmışdır. Böyle benzetmelerin, ölçmelerin, bozuk<br />

netîce vereceği meydândadır. [Bugün birçok kimse de, bu yanlış ölçü ve benzetmekden<br />

dolayı îmânlarını gayb edip, ebedî felâkete sürükleniyor.] Bu gibi derin<br />

mes’elelerde îmân şerefine kavuşmak, ancak Muhammed aleyhisselâmın sünnetine<br />

[ya’nî yoluna] uymak ışığı ile nasîb olur. Allahü teâlâyı Cennetde görmeğe<br />

inanmak şerefinden mahrûm olanlar, bu se’âdete kavuşmakla nasıl şereflenebilir<br />

ki, (inkâr eden, mahrûm kalır) sözü meşhûrdur. Cennetde olup da görmemek<br />

– 104 –


de uygun değildir. Çünki, islâmiyyet, Cennetde olanların hepsi görecekdir diyor.<br />

Bir kısmı görecek, bir kısmı görmiyecek demiyor. Bunlara, Mûsâ aleyhisselâmın<br />

Fir’avna verdiği cevâbı söyleriz ki, Tâhâ sûresi 51 ve 52. âyetlerinde meâlen buyuruyor<br />

ki: (Fir’avn dedi ki: Bizden evvel gelip geçenlerin hâlleri ne oldu?). Cevâbında<br />

dedi ki: (Onların hâlleri ve istikbâllerini, Rabbim bilir. Levh-il-mahfûzda<br />

yazılmışdır. Rabbim hiçbir şeyde yanılmaz ve unutmaz.) Ben ise, sizin gibi bir<br />

kulum. Ancak, bana bildirdiği kadar bilirim.<br />

Cennet de, herşey gibi, Allahü teâlânın mahlûkudur. Allahü teâlâ, mahlûklarının<br />

hiçbirisine girmez, birinde bulunmaz. Fekat mahlûklarının ba’zısında Onun<br />

nûrları zuhûr eder. Ba’zısında ise, o kâbiliyyet yokdur. Aynada, karşısındaki<br />

cismlerin görünüşleri, zuhûr ediyor. Taşda, toprakda ise etmiyor. Allahü teâlâ, her<br />

mahlûkuna aynı nisbetde ise de, mahlûklar, birbirlerinin aynı değildir. Allahü teâlâ,<br />

dünyâda görülemez. Bu âlem, Onu görmek ni’metine kavuşmağa elverişli değildir.<br />

Dünyâda görülür diyen, yalancıdır, iftirâcıdır. Doğruyu anlıyamamışdır. Bu<br />

dünyâda, bu ni’met nasîb olsaydı, herkesden önce, Mûsâ “aleyhisselâm” görürdü.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” mi’râcda, bu devletle şereflendi ise<br />

de, bu dünyâda değildi. Cennete girdi. Oradan gördü. Ya’nî, âhıretde görmüş oldu.<br />

Dünyâda görmedi. Dünyâda iken, dünyâdan çıkdı, âhırete karışdı ve gördü.<br />

Allahü teâlâ, yerlerin, göklerin yaratıcısıdır. Dağları, denizleri, ağaçları, meyveleri,<br />

ma’denleri, [mikropları, hayvanları, atomları, elektronları, molekülleri] yaratan<br />

Odur. Birinci semâyı yıldızlarla süslediği gibi, yeryüzünü, insanları yaratmakla<br />

süslemişdir. Basît cismleri, elemanları, O yaratmışdır. Bileşik cismler, Onun yaratması<br />

ile hâsıl olmuşdur. Herşeyi yokdan var eden Odur. Ondan başka herşey<br />

yok idi. Hiçbiri kadîm değildir. Bütün doğru dinler, Allahdan başka, herşeyin yok<br />

iken, sonradan var olduğunu, Ondan başka kadîm bulunmadığını bildirmekdedir.<br />

Başkasını kadîm bilenlere kâfir demişlerdir. Huccet-ül islâm, İmâm-ı Gazâlî, (Elmünkız-ü<br />

anid-dalâl) kitâbında, Allahü teâlâdan başkasını kadîm bilene, kâfir dedi.<br />

[Bu kitâbı, Hakîkat Kitâbevi, ofset ile basdırmışdır.]<br />

Gökleri, yıldızları ve başka şeyleri kadîm bilenlerin, yalan söylediklerini<br />

Kur’ân-ı kerîm bildirmekdedir. Yerlerin yokdan var edildiğini gösteren âyet-i<br />

kerîmeler çokdur. Her zemân yanılan akla uyarak, Kur’ân-ı kerîme inanmıyan kimse,<br />

ne kadar sefîhdir. (Allahü teâlâ, bir kimseye nûr vermezse, o münevver olamaz.)<br />

İnsanlar, mahlûk olduğu gibi, bütün işleri, hareketleri de, Allahü teâlânın mahlûkudur.<br />

Çünki Ondan başka, kimse birşey yapamaz, yaratamaz. Kendi mahlûk,<br />

yaratılmış olan, başkasını nasıl yaratabilir? Yaratılmak damgası, kudretin az olduğuna<br />

alâmetdir ve ilmin noksan olduğuna işâretdir. Bilgisi, kuvveti az olan, yaratamaz.<br />

Îcâd edemez. İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Ya’nî o iş,<br />

kendi kudreti ve irâdesi ile olmuşdur. O işi, yaratan, yapan, Allahü teâlâdır. Kesb<br />

eden, kuldur. Görülüyor ki, insanların ihtiyârî işleri, istiyerek yapdıkları şeyler, insanın<br />

kesbi ile Allahü teâlânın yaratmasından meydâna gelmekdedir. İnsanın<br />

yapdığı işde, kendi kesbi, ihtiyârı [ya’nî beğenmesi] olmasa, o iş, titreme şeklini alır.<br />

[Mi’denin, kalbin hareketi gibi olur.] Hâlbuki, ihtiyârî hareketlerin, bunlar gibi olmadığı<br />

meydândadır. Her ikisini de, Allahü teâlâ yaratdığı hâlde, ihtiyârî hareketle,<br />

titreme hareketi arasında görülen bu fark, kesbden ileri gelmekdedir. Allahü<br />

teâlâ, kullarına merhamet ederek, onların işlerinin yaratılmasını, onların kasdlarına,<br />

arzûlarına tâbi’ kılmışdır. Kul isteyince, kulun işini yaratmakdadır. Bunun için<br />

de, kul mes’ûl olur. İşin sevâbı ve cezâsı, kula olur. Allahü teâlânın kullarına verdiği<br />

kasd ve ihtiyâr, işi yapıp yapmamakda müsâvîdir. Her işi yapmanın ve yapmamanın<br />

iyi veyâ fenâ olduğunu, Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile<br />

kullarına açıkca bildirmişdir. Kul, her işinde, yapıp yapmamakda serbest olup, ikisinden<br />

birini elbette seçecek, iş, iyi veyâ fenâ olacak, günâh veyâ sevâb kazanacakdır.<br />

Allahü teâlâ kullarına, emrlerini ve yasaklarını yerine getirecek kadar kudret<br />

– 105 –


[ya’nî enerji] ve ihtiyâr [ya’nî beğenmek, seçmek] vermişdir. Dahâ çok vermesine,<br />

lüzûm yokdur. Lüzûmu kadar vermişdir. Buna inanmayan, kolay şeyleri anlayamıyan<br />

kimsedir. Kalbi hasta olduğundan, ahkâm-ı islâmiyyeye uymamağa behâne<br />

aramakdadır.<br />

[Allahü teâlâ, insanlara irâde denilen kuvveti vermeği ve insanların, istediklerini<br />

yapmakda, istemediklerini yapmamakda serbest olmalarını ezelde irâde etmişdir.<br />

Hiçbirşeyi zorla yapdırmamakdadır. İnsanların irâde sâhibi olmaları, Allahü<br />

teâlâ böyle istediği içindir. İnsanın, dilediğini yapabilmesi, insanın irâde sâhibi olduğunu<br />

gösterdiği gibi, Allahü teâlânın da ezelde bu irâdeyi irâde etmiş olduğunu<br />

göstermekdedir. Allahü teâlâ, insanda irâde olmasını ezelde irâde etmeseydi,<br />

insanda irâde yaratmasaydı, insan bir işi yapmakda serbest olamaz, mecbûr olurdu.<br />

Böyle olmakla berâber, insan birşey yapmağı irâde edince, dileyince, Allahü<br />

teâlâ da irâde ediyor ve yaratıyor. İnsanların irâde etdiklerini yaratan, Allahü teâlâdır.<br />

İnsan, hiçbir dileğini yaratamaz, yapamaz. İnsanın irâde etdiğini, sonra Allahü<br />

teâlâ da, irâde ediyor ve yaratıyor. Herşeyi yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır.<br />

Ondan başka yaratıcı yokdur. Ondan başkasına yaratıcı demek, yaratdı demek,<br />

hem yanlışdır, hem de, Allahü teâlâya başkasını şerîk, ortak yapmak olur ki,<br />

en çok yasak etdiği, en şiddetli ve sonsuz azâb yapacağını bildirdiği birşeydir.]<br />

Bu söylediklerimiz, kelâm ilminin derin mes’elelerindendir. Bunun en kolay, en<br />

açık bildirilmesi de, yazdığımızdır. Doğru yolun âlimlerinin bildirdiklerine inanmak<br />

lâzımdır. Bu konuda münâkaşa etmekle, araşdırmakla uğraşmamalıdır.<br />

Nazm:<br />

Hücûm edilemez, her meydânda,<br />

siperlenmek lâzımdır, ba’zan da!<br />

Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”<br />

göndermişdir. Bunlarla kullarına doğru yolu, se’âdet-i ebediyye yolunu<br />

göstermiş, kullarını kendine çağırmışdır. Rızâsının, sevgisinin yeri olan Cennete<br />

da’vet etmişdir. Böyle bir ihsân sâhibinin da’vetini kabûl etmiyen, ne kadar zevallıdır.<br />

Onun ni’metlerinden mahrûm kalan ne kadar ahmakdır. Bu büyüklerin,<br />

Allahü teâlâdan bildirdikleri haberlerin hepsi doğrudur. Hepsine îmân etmek lâzımdır.<br />

Akl, doğruyu, iyiyi bulan bir âlet ise de, yalnız başına bulamaz, noksandır.<br />

Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gelmesi ile temâmlanmışdır.<br />

Kullara özr, behâne kalmamışdır. Peygamberlerin birincisi hazret-i Âdemdir. Sonuncusu<br />

ise, hazret-i Muhammed Resûlullahdır “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü<br />

vetteslîmât”. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hepsine îmân etmek<br />

lâzımdır. Hepsini ma’sûm [ya’nî günâhsız] ve doğru sözlü bilmelidir. Bunlardan birine<br />

inanmamak, hepsine inanmamak demekdir. Çünki, hepsi aynı îmânı söylemişdir.<br />

Ya’nî, hepsinin dinlerinin aslı, temeli [ya’nî îmân edilecek şeyleri] birdir.<br />

[Vehhâbîler, Âdem aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanmıyorlar. (Keşf-üşşübühât)<br />

kitâblarının başında, (Peygamberlerin evveli Nûh aleyhisselâmdır) diyor.<br />

Bozuk inanışlarından biri de budur.] Îsâ “aleyhisselâm” ölmedi. Yehûdîler, kendisini<br />

öldürmek istedikleri zemân, Allahü teâlâ onu diri olarak göke kaldırdı.<br />

Kıyâmete yakın bir zemânda gökden [Şâma] inecek ve Muhammed aleyhisselâmın<br />

dînine tâbi’ olacakdır. Evliyânın büyüğü, tesavvuf deryâsının dalgıcı Muhammed<br />

Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yetişdirdiği Evliyânın büyüklerinden olan hâce<br />

Muhammed Pârisâ hazretleri (Füsûl-i sitte) kitâbında buyuruyor ki: (Îsâ “alâ nebiyyinâ<br />

ve aleyhissalâtü vesselâm” gökden inip, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe mezhebine<br />

uygun ictihâd edecek, onun halâl dediğine halâl diyecek, harâm dediğine harâm<br />

diyecekdir).<br />

MELEKLER: Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. [İçlerinden bir kısmı, diğer<br />

meleklere ve insanların] Peygamberlerine “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” haber<br />

getirmek vazîfesi ile şereflenmişlerdir. Emr olunduklarını yaparlar. İsyân etmez-<br />

– 106 –


ler. Yimeleri, içmeleri yokdur. Evlenmezler. Erkek, dişi değildirler. Çocukları olmaz.<br />

Kitâbları ve sahîfeleri, onlar getirmişdir. Emîn oldukları için, getirdikleri de<br />

doğrudur. Müslimân olmak için, meleklere, böyle inanmak lâzımdır. Doğru yolda<br />

bulunan âlimlerin çoğuna göre, insanların yükseği, meleklerin yükseğinden dahâ<br />

üstündür. Çünki insanlar, şeytân ve nefsleri ile savaşıyor. İhtiyâcları olduğu hâlde<br />

yükseliyor. Melekler ise, zâten yüksek yaratılmışlardır. Melekler, tesbîh, takdîs<br />

ediyorsa da, buna cihâdı da katmak, insanların yükseklerine mahsûsdur. Nisâ<br />

sûresi, doksandördüncü âyetinde meâlen, (Mallarını, canlarını fedâ ederek din düşmanları<br />

ile, Allah rızâsı için cihâd eden müslimânlar, oturup, ibâdet edenlerden<br />

dahâ üstündür. Hepsine de, Cenneti söz veriyorum) buyuruldu.<br />

Muhbir-i sâdıkın [ya’nî hep doğru haber verici] “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”<br />

kabr ve kıyâmet hâllerinden, Haşrdan [kabrden kalkınca arasât meydânında<br />

toplanmak] ve Neşrden [hesâbdan sonra Cennete, Cehenneme dağılmak],<br />

Cennetden, Cehennemden haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Âhırete inanmak,<br />

Allahü teâlâya inanmak gibi, îmânın şartıdır. Âhıreti inkâr eden, Allahü teâlâyı<br />

inkâr etmiş gibi, kâfirdir [Allaha düşmandır].<br />

Kabr azâbı ve kabrin sıkması vardır. Buna inanmayan kâfir olmaz. Bid’at sâhibi<br />

olur. Çünki, meşhûr olan hadîslere inanmamış olur. [Bunlar, bu hadîslerin,<br />

doğru hadîs olmasında şübhe etdikleri için, kabr azâbına inanmıyor. Hadîs olduklarını<br />

kabûl etselerdi, inanırlardı. Bundan dolayı, kâfir olmıyor, yalnız Ehl-i sünnetden<br />

ayrılmış oluyorlar. Hâlbuki, hadîs olsa da, olmasa da, kabr azâbına inanmam.<br />

Akl ve tecribe, bunu kabûl etmiyor, diyen kâfir olur. Şimdi böyle inanmıyanlar,<br />

kâfir oluyor.] Kabr, dünyâ ile âhıret arasında geçid olduğundan, kabr<br />

azâbı, dünyâ azâbları gibi geçicidir ve âhıret azâbları cinsindendir. Ya’nî, bir bakımdan<br />

dünyâ azâblarına, bir bakımdan da, âhıret azâblarına benzemekdedir.<br />

Kabr azâbı en çok, dünyâda üstüne idrâr sıçratanlara ve müslimânlar arasında söz<br />

taşıyanlara olacakdır. (Münker) ve (Nekîr) ismindeki iki melek kabrde süâl soracakdır.<br />

Bu süâle cevâb vermek, bir derddir. [Münker ve Nekîr, nasıl olduğu bilinmiyen<br />

demekdir. Cum’a nemâzı sonundaki yazıyı okuyunuz!]<br />

Kıyâmet günü vardır. O gün, elbette gelecekdir. O gün, gökler parçalanacak, yıldızlar<br />

dağılacak, yeryüzü ve dağlar, parça parça olacakdır ve yok olacaklardır.<br />

Kur’ân-ı kerîm, bunları haber veriyor ve müslimânların bütün fırkaları, buna inanıyor.<br />

Buna inanmıyan kâfir olur. Bir takım hayâlî şeylerle, inkârını güzel gösterse<br />

de, ilmi ve fenni araya katıp, câhilleri aldatsa da, yine kâfirdir. Kıyâmetde, bütün<br />

mahlûklar, yok olup, tekrâr yaratılacak, herkes mezârdan kalkacakdır. Allahü<br />

teâlâ çürümüş toz olmuş kemikleri yine diriltecekdir. O gün, terâzî kurulacak,<br />

herkesin hesâb defterleri uçarak, iyilere sağ taraflarından, fenâlara sol taraflarından<br />

gelecekdir. Cehennem üzerindeki sırât köprüsünden geçilecek, iyiler geçip Cennete<br />

gidecek, Cehennemlikler, Cehenneme düşecekdir. Bu bildirdiklerimiz, olmıyacak<br />

şeyler değildir. Muhbir-i sâdık “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber verdiğinden,<br />

hemen kabûl etmek, inanmak lâzımdır. Hayâle kapılarak şübheye düşmemelidir.<br />

Allahü teâlâ, Haşr sûresi yedinci âyetinde meâlen, (Resûlümün “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” getirdiklerini alınız!) ya’nî, her söylediğine inanınız!<br />

buyuruyor. Kıyâmet günü Allahü teâlânın izni ile, iyiler, kötülere şefâ’at edecek,<br />

araya gireceklerdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Şefâ’atim, ümmetimden,<br />

günâhı büyük olanlaradır) buyuruyor. Kâfirler, hesâbdan sonra, Cehenneme<br />

girecek, Cehennemde ve azâbda ebedî kalacaklardır. Mü’minler, Cennetde<br />

ve Cennet ni’metlerinde sonsuz kalacaklardır. Günâhı, sevâbından çok olan<br />

mü’minlerin, Cehenneme girip, günâhlarına karşılık, bir müddet azâb görmeleri<br />

câiz ise de, bunlar, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklardır. Kalbinde zerre kadar<br />

îmân bulunan bir kimse, Cehennemde sonsuz kalmıyacak, rahmet-i ilâhiyyeye kavuşarak<br />

Cennete girecekdir.<br />

– 107 –


[Kâdî zâde Ahmed efendinin yazdığı (Âmentü şerhi) kitâbı, ikiyüzdokuzuncu<br />

sahîfede diyor ki, (Cehennemde bir yer vardır ki, Zemherîr derler. Ya’nî, soğuk<br />

Cehennemdir. Soğukluğu pek şiddetlidir. Bir ân dayanılmaz. Kâfirlere, bir soğuk,<br />

bir sıcak, sonra soğuk, sonra sıcak Cehenneme atılarak, azâb yapılacakdır). Cehennemde<br />

soğuk Zemherîr azâbları bulunduğu, (Kimyâ-i se’âdet) kitâbı, dördüncü<br />

rükn, altıncı aslında ve İmâm-ı Muhammed Gazâlînin (Dürret-ül-fâhire) kitâbının<br />

tercemesi olan (Kıyâmet ve Âhıret hâlleri) kitâbının sonunda, (Nefs muhâsebesi)<br />

bahsinde de yazılıdır. Hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmekdedir.<br />

Din câhilleri, islâmiyyete, yalan ve iftirâ ile saldırırken (Peygamberler, hep sıcak<br />

memleketlerde geldiği için, Cehennem azâbının ateş olduğunu söylemişler, hep ateşle<br />

korkutmuşlar. Kutblarda, şimâl soğuk memleketlerde gelselerdi, buz ile azâb yapılacağını<br />

söylerlerdi) diyor. Bunlar, hem çok câhil, hem de ahmak kâfirlerdir.<br />

Zâten Kur’ân-ı kerîmden haberleri olsaydı ve islâm büyüklerinin sözlerini duysalardı<br />

ve biraz aklları olsaydı, hemen müslimân olurlardı. Hiç olmazsa, böyle ulu orta,<br />

yalanları yazmakdan, belki sıkılırlardı. Dînimiz, hem Cehennemde, soğuk azâblar<br />

olduğunu bildiriyor, hem de Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” yalnız sıcak<br />

memleketlere değil, yeryüzünde, sıcak ve soğuk, her memlekete gönderildiğini<br />

haber veriyor. Kur’ân-ı kerîm, Peygamberimize sorulan süâllere, soranların bilgilerine<br />

ve anlayışlarına göre cevâb vermekdedir. Âhıretdeki bilinmiyen varlıkları da,<br />

dünyâda gördüklerine, bildiklerine benzeterek anlatmakdadır. Mekkeliler, kutubları,<br />

buz memleketlerini duymadıkları için, Cehennemin soğuk azâblarını onlara bildirmek,<br />

fâidesiz olurdu. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bu inceliğe uygun haberlerin<br />

bulunması, şimdiki kâfirlerin dahâ çok sapıtmasına sebeb olmakdadır].<br />

Mü’min ve kâfir, son nefesde belli olur. Birçok kimse, bütün ömrünce kâfir kalıp,<br />

sonunda îmâna kavuşur. Bütün ömrü îmân ile geçip, sonunda tersine dönen de<br />

olur. Kıyâmetde, son nefesdeki hâle bakılır. Yâ Rabbî! Bize doğru yolu gösterdikden,<br />

îmân ile şereflendirdikden sonra, şaşırmakdan, yoldan çıkmakdan koru! Bize<br />

rahmet et, acı! Yol gösteren ancak sensin!<br />

ÎMÂN: Dinden olduğu sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylere, kalb ile inanmağa<br />

ve dil ile de îmânını söylemeğe derler. Îmân edilecek şeyler, Allahü teâlânın var<br />

olduğuna, bir olduğuna, kitâblarına, sahîfelere ve Peygamberlere, Meleklere<br />

îmândır. Âhıretde Haşra, Neşre, Cennetde ebedî ni’metlere, Cehennemde ebedî<br />

azâblara, göklerin yarılmasına, yıldızların dağılmasına, arzın parça parça olmasına<br />

inanmakdır. Beş vakt nemâzın farz olduğuna ve bu nemâzların rek’atlarının<br />

adedlerine, malın zekâtını vermek farz olduğuna ve Ramezân-ı şerîf ayında hergün<br />

oruc tutmanın ve gücü yetene, Mekke-i mükerreme şehrine gidip, hac etmenin<br />

farz olduğuna inanmakdır. Şerâb içmenin, [domuz eti yimenin,] haksız yere<br />

adam öldürmenin ve anaya babaya karşı gelmenin ve hırsızlık ve zinâ etmenin ve<br />

yetîm malı yimenin ve fâiz alıp vermenin [ve kadınların açık, çıplak gezmelerinin<br />

ve kumar oynamanın] harâm olduklarına îmân lâzımdır. Îmânı olan bir kimse, büyük<br />

bir günâh işlerse, îmânı gitmez ve kâfir olmaz. Günâha, ya’nî harâma halâl diyen<br />

kâfir olur. Harâm işliyen fâsık olur. Ben elbette mü’minim demelidir. Îmânlı<br />

olduğunu söylemelidir. Mü’minim derken, inşâallah dememelidir. Bundan, şübhe<br />

ma’nâsı çıkabilir. Evet, son nefes için inşâallah denirse de, dememek dahâ iyidir.<br />

Dört halîfenin birbirinden yükseklikleri, hilâfetleri sırası iledir. Çünki, doğru<br />

yolda olan âlimlerin hepsi diyor ki, (Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”<br />

sonra, insanların en üstünü, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” hazretleridir.<br />

Ondan sonra, Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh” hazretleridir). Efdâl olmak, ya’nî üstünlük,<br />

bu fakîre göre fazîleti, meziyyeti, iyi sıfatları çok olmak değildir. Önce îmâna<br />

gelmek, din için herkesden çok mal vermek ve cânını tehlükelere atmakdır. Ya’nî<br />

dinde, sonra gelenlere, üstâd olmakdır. Sonra gelenler, herşeyi, öncekilerden öğrenir.<br />

Bu üç şartın hepsi, Sıddîk “radıyallahü anh” hazretlerinde toplanmışdır. Herkes-<br />

– 108 –


den önce îmâna gelmiş, malını ve cânını din için fedâ etmişdir. Bu ni’met, bu ümmetde,<br />

ondan başkasına nasîb olmamışdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtına<br />

yakın, buyurdu ki: (Bana malını, cânını, Ebû Bekr kadar çok fedâ eden, başkası<br />

yokdur. Eğer, dost edinseydim, elbette Ebû Bekri dost edinirdim). Bir hadîs-i<br />

şerîfde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, beni size Peygamber gönderdi. İnanmadınız. Ebû<br />

Bekr inandı. Bana malı ile, cânı ile yardım etdi. Onu hiç incitmeyin ve Ona hurmet<br />

ve ta’zîm edin!). Bir hadîs-i şerîfde buyurdu ki: (Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir.<br />

Eğer gelseydi, elbette Ömer Peygamber olurdu). Emîr [Alî] “radıyallahü anh”<br />

buyurdu ki: (Ebû Bekr ile Ömerden, her biri, bu ümmetin en yükseğidir. Beni onlardan<br />

üstün tutan, iftirâcıdır. İftirâ edenler dövüldüğü gibi, onu döverim).<br />

Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasında olan muhârebeleri, iyi sebeblerden dolayı<br />

bilmelidir. Bu ayrılıkları, nefsin arzûları, mevkı’, rütbe, sandalye kapmak, başa<br />

geçmek sevgisinden değildi. Çünki, bütün bunlar nefs-i emmârenin kötülükleridir.<br />

Onların nefsleri ise, insanların en iyisinin “aleyhi ve aleyhimüssalevât” sohbetinde,<br />

karşısında tertemiz olmuşdu. Şu kadar var ki, Emîrin “radıyallahü anh” hilâfeti<br />

zemânında olan muhârebelerde, o haklı idi. Ondan ayrılanlar, hatâ etdi. Fekat,<br />

ictihâd hatâsı olduğundan, birşey denemez. Nerde kaldı ki, fâsık denilsin! Onların<br />

hepsi âdil idi. Her birinin verdiği haber, makbûl idi. Emîre uyanların ve ondan<br />

ayrılanların verdikleri haberler, doğrulukda ve güvenilmekde farksız idi. Aralarındaki<br />

muhârebeler, i’timâdın gitmesine sebeb olmamışdır. O hâlde, hepsini sevmek<br />

lâzımdır. Çünki, onları sevmek, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

sevgisinden dolayıdır. Bir hadîs-i şerîfde, (Onları seven, beni sevdiği için sever) buyurmuşdur.<br />

Onları sevmemekden, herhangi birine düşmanlık etmekden çok sakınmalıdır.<br />

Çünki, onlara düşmanlık, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

düşmanlık olur. Hadîs-i şerîfde, (Onlara düşmanlık eden, bana düşman olduğu<br />

için eder) buyurmuşdur. O büyükleri ta’zîm etmek, hurmet etmek, insanların en<br />

iyisini ta’zîm etmek, hurmet etmekdir. Onlara hurmetsizlik, tahkîr etmek, Onu<br />

tahkîr olur. İnsanların en iyisinin “aleyhissalâtü vesselâm” sohbetini, sözlerini<br />

ta’zîm etmek, kıymet vermek için Eshâb-ı kirâmın hepsine ta’zîm etmek, kıymet vermek<br />

lâzımdır. Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr-i Şiblî “kuddise sirruh” buyuruyor<br />

ki, (Eshâb-ı kirâma “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ta’zîm etmiyen, kıymet<br />

vermiyen bir kimse, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” îmân etmemiş olur).<br />

A’MÂL-İ ŞER’IYYE: İ’tikâdı düzeltdikden sonra, islâmiyyetin emr etdiği şeyleri<br />

yapmak lâzımdır. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (İslâmın<br />

binâsı beş direk üzerine kurulmuşdur. Birincisi, Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü<br />

enne Muhammeden abdühu ve resûlüh, demek ve bunun ma’nâsına inanmakdır).<br />

Bu şehâdet kelimesinin ma’nâsı, (Görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü<br />

teâlâdan başka, varlığı lâzım olan, ibâdet ve itâ’at olunmağa hakkı olan, hiç ilâh, hiçbir<br />

kimse yokdur. Görmüş gibi bilir, inanırım ki, Muhammed “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” Allahü teâlânın hem kulu, hem Peygamberidir. Onun gönderilmesi ile, Ondan<br />

önceki Peygamberlerin dinleri temâm olmuş, hükmleri kalmamışdır. Se’âdet-i<br />

ebediyyeye kavuşmak için, ancak Ona uymak lâzımdır. Onun her sözü, Allahü teâlâ<br />

tarafından kendisine bildirilmişdir. Hepsi doğrudur. Yanlışlık ihtimâli yokdur)<br />

demekdir. [Müslimân olmak istiyen bir kimse, önce bu kelime-i şehâdeti ve ma’nâsını<br />

söyler. Sonra guslü, nemâzı ve lâzım oldukca, farzları, harâmları öğrenir.]<br />

Îmân edilecek, i’tikâd edilecek şeyleri, yukarıda bildirdik.<br />

İslâmın ikinci şartı, dînin direği olan, beş vakt nemâzı vaktinde kılmakdır. Nemâz,<br />

ibâdetlerin en üstünüdür. Îmândan sonra, en kıymetli ibâdet, nemâzdır.<br />

Îmân gibi, onun da güzelliği, kendindendir. Başka ibâdetlerin güzelliği ise, kendilerinden<br />

değildir. Nemâzı doğru kılmağa çok dikkat etmelidir. Önce, kusûrsuz bir<br />

abdest almalı, gevşeklik göstermeden, nemâza başlamalıdır. Kırâetde, rükü’da, secdelerde,<br />

kavmede, celsede ve diğer yerlerinde, en iyi olarak yapmağa uğraşmalıdır.<br />

– 109 –


Rükü’da, secdelerde, kavmede ve celsede tumânîneti [her uzvun hareketsiz durmasını]<br />

lâzım bilmelidir. Nemâzı vaktin evvelinde kılmalı, gevşeklik yapmamalıdır.<br />

Makbûl olan, sevilen kul, sâhibinin emrlerini, yalnız Onun emri olduğu için yapan<br />

kuldur. Emri yapmakda gecikmek, inâdcılık ve edebsizlik olur. Fârisî yazılmış<br />

fıkh kitâblarından meselâ, (Tergîbüssalât ve teysîrül-ahkâm) kitâbı ve bunun benzeri<br />

bir kitâb, her vakt yanınızda bulunmalıdır. [(Tergîbüssalât) kitâbı, yüz kadar<br />

kitâbdan toplanmışdır ve üç kısmdır. Birinci kısm, nemâzın farz olması, ikincisi abdest,<br />

üçüncüsü abdesti bozanlardır. Bu kitâb, Nûr-i Osmâniyye Kütübhânesinde<br />

vardır. Hakîkat Kitâbevi tarafından yeniden tab’ edilmişdir.] Din mes’elelerini bu<br />

kitâblardan bakıp öğrenmelidir. [Olur olmaz kimselerin, para kazanmak için yazdığı<br />

kitâb ve mecmû’alardan din öğrenen, yanlış şeyler öğrenir. Doğru müslimânların,<br />

Allah rızâsı için yazmış oldukları kitâbları bulup okumalıdır. İslâmiyyeti öğrenmek<br />

için, en iyi türkçe kitâb, Kâdî zâdenin (Birgivî vasıyyetnâmesi şerhi) ve yine<br />

Kâdî zâdenin (Âmentü şerhi) kitâbları ile (Mevkûfât), (Dürr-i Yektâ şerhi), (Ey<br />

oğul ilmihâli) ve (Mevâhib-i ledünniyye tercemesi) ve (Mecmû’a-i zühdiyye) ve<br />

(Miftâh-ul-Cennet ilm-i hâli)dir. Fâtih câmi’i şerîfi ders-i âmlarından, ibtidâ-i dâhil<br />

medresesi müdîr-i umûmîsi İskilibli Muhammed Âtıf efendinin (İslâm yolu) ilmihâl<br />

kitâbı da çok fâidelidir. 1959 senesinde basılmışdır. 1926 da Ankarada i’dâm<br />

edilmişdir. Bunlar, islâm harfleri ile basılmışdır. Bir kitâba güvenebilmek için, yalnız<br />

ismine değil, kitâbı yazanın ismine de bakmalıdır.] Ehl-i sünnet i’tikâdını ve fıkh<br />

bilgilerini öğrenmeden önce, Gülistân kitâbı ve hikâye kitâbları okumamalıdır. Fıkh<br />

kitâbları yanında, Gülistân ve benzeri kitâblar lüzûmsuzdur. [Gülistân lüzûmsuz<br />

olursa, din düşmanı olan gazetelerin ve mecmû’aların tiryâkilerine acabâ ne denir.]<br />

Dinde lâzım olanları, önce okumak ve öğrenmek ve öğretmek lâzımdır. Bunlardan<br />

fazlası ikinci derecede kalır. [Yâ, din bilgilerini öğrenmeden, başka şeyler öğrenenler<br />

ve çocuklarına doğru din bilgisi öğretmiyerek, para, mal, mevkı’ kazanmalarına<br />

uğraşanlar, ne kadar aldanıyor. İstikbâli te’mîn etmek, acabâ bunları kazanmak<br />

mıdır? Yoksa, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak mıdır?]<br />

Teheccüd nemâzını zarûret olmadıkca, elden kaçırmamalıdır. [Teheccüd, gecenin<br />

üçde ikisi geçdikden sonra, kılınan nemâza denir, imsâk vaktinden önce kılınır. Teheccüd,<br />

uykuyu terk etmek demekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

muhârebelerde bile, teheccüd kılardı. Kazâ nemâzları olan, teheccüd zemânında, kazâ<br />

nemâzı kılmalıdır. Hem kazâ borcu ödenir, hem de teheccüd sevâbına kavuşur. Teheccüd<br />

ve diğer nâfile nemâzların nasıl kılınacakları (İslâm Ahlâkı) kitâbımızda<br />

yazılıdır.] Gece uyanmak güç olursa, hizmetçilerinizden birkaçına emr ediniz! Sizi o<br />

zemân uyandırsınlar, uykuda bırakmasınlar. Birkaç gece kalkınca, artık âdet olur, uyanırsınız.<br />

Teheccüd ve sabâh nemâzlarına uyanmak isteyen, yatsıyı kılınca hemen yatmalıdır<br />

ve gece, boş şeylerle uykusuz kalmamalıdır. Teheccüd zemânında tevbe, istigfâr<br />

etmek, Allahü teâlâya ilticâ etmek, yalvarmak, günâhlarını düşünmek, ayblarını,<br />

kusûrlarını hâtırlamak, kıyâmetdeki azâbları düşünüp korkmak, Cehennemin<br />

sonsuz acılarından titremek lâzımdır. Afv ve magfiret için çok yalvarmalıdır. O zemân<br />

ve her zemân yüz kerre (Estagfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv el hayyel kayyûme<br />

ve etûbü ileyh) demeli ve ma’nâsını düşünerek söylemelidir. [Azîm, zâtı ve sıfatları<br />

kemâlde demekdir. Kebîr, zâtı kemâlde, celîl, sıfatları kemâlde demekdir.] Bunu<br />

ikindi nemâzından sonra [tesbîhlerden ve düâdan sonra] yüz def’a okumalıdır. Abdestsiz<br />

okunabilir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Kıyâmetde, sahîfesinde çok istigfâr<br />

bulunanlara, müjdeler olsun!). [Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî, ikinci cildin 80. ci<br />

mektûbunda buyuruyor ki, (Belâlardan, sıkıntılardan kurtulmak için, istigfâr okumak<br />

çok fâidelidir ve tecribe edilmişdir. Ölümden başka, her derdden kurtarır. Eceli<br />

gelenin de, ağrısız, sıkıntısız ölümüne yardım eder. Her sıkıntıdan kurtaracağı ve rızkı<br />

artdıracağı, hadîs-i şerîfde bildirildi. Her farz nemâzdan sonra, bunu üç kerre okumalı<br />

ve yalnız (Estagfirullah) diyerek yetmişe temâmlamalıdır). (Hak Sözün Vesîkaları)<br />

kitâbının 344.cü sahîfesine bakınız! İstigfârı ve bütün düâları, ma’nâlarını dü-<br />

– 110 –


şünmeden, temiz kalb ile söylemezse, yalnız ağız ile söylerse, hiç fâidesi olmaz.<br />

Ağız ile üç kerre söyleyince, temiz kalb de söylemeğe başlar. Günâh işlemekle kararmış<br />

olan kalbin söylemesi için, ağız ile çok söylemek lâzımdır. Nemâz kılmıyanın<br />

ve harâm lokma yiyenin kalbi simsiyâh olur. Böyle kalbler de söylemeğe başlaması<br />

için, ağız ile en az yetmiş kerre söylemelidir.] Duhâ ya’nî kuşluk vakti, hiç olmazsa<br />

iki rek’at nemâz kılmak lâzımdır. Teheccüd ve kuşluk nemâzlarının en çoğu oniki<br />

rek’atdir. [Nâfile nemâzlarda, gece iki rek’atde, gündüz dört rek’atde selâm verilir.]<br />

Her farz nemâzı kılınca, Âyet-el-kürsî okumağa çalışmalıdır. Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Farz nemâzlarından sonra Âyet-elkürsî<br />

okuyan kimse ile Cennet arasında, ölümden başka mâni’ yokdur). Beş vakt<br />

nemâzdan sonra, sessizce, otuzüç kerre kelime-i tenzîh (Sübhânallah) ve otuzüç<br />

kerre tahmîd (Elhamdülillah) ve otuzüç def’a tekbîr (Allahü ekber) ve en sonra,<br />

bir kerre (Lâ ilâhe illallahü vahdehu lâ şerîke leh, lehülmülkü velehül hamdü yühyî<br />

ve yümît ve hüve alâ külli şey’in kadîr) demelidir ki, hepsi yüz olur.<br />

Hergün ve her gece yüz kerre (Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil’azîm)<br />

demelidir. Çok sevâbdır. Her sabâh bir kerre (Allahümme mâ esbaha bî min ni’metin<br />

ev bi-ehadin min halkıke, fe minke vahdeke, lâ şerîke leke, fe lekel hamdü ve lekeşşükr)<br />

demeli ve her akşam (Mâ esbaha) yerine (Mâ emsâ) diyerek, hepsini aynen<br />

okumalıdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bu düâyı<br />

gündüz okuyan, o günün şükrünü yapmış olur. Gece okuyunca, o gecenin şükrünü<br />

îfâ etmiş olur). Abdestli okumak şart değildir. Hergün ve her gece okumalıdır.<br />

İslâmın üçüncü şartı, malın zekâtını vermekdir. Zekât vermek, elbette lâzımdır.<br />

Zekâtı seve seve ve islâmiyyetin emr etdiği kimselere vermelidir.<br />

Bütün ni’metlerin, malların hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâ, zenginlere verdiği<br />

ni’metlerin kırkda birini, müslimânların fakîrlerine vermelerini, buna karşılık,<br />

çok sevâb, katkat mükâfât vereceğini [ve zekâtı verilen malı elbette artdırırım ve<br />

hayrlı yerlerde kullanmanızı nasîb ederim. Zekâtı verilmiyen mâlı, derd ile, belâ<br />

ile istemiyerek harc etdiririm, elinizden alır, düşmanlarınıza veririm, siz de bu hâli<br />

görür, kendinizi yer, yanıp kavrulursunuz!] buyurup da, bu kadar az bir şeyi [istediğin<br />

herhangi bir din kardeşine] vermemek, ne büyük insâfsızlık ve inâdcılık olur.<br />

Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, hep kalbin bozuk olmasındandır. Kalbin bozuk<br />

olması, islâmiyyete tam inanılmamasıdır. Mü’min olmak için, yalnız kelime-i şehâdeti<br />

[Eşhedü en lâ...] söylemek yetişmez. Münâfıklar [kalbi kâfir olduğu hâlde, müslimân<br />

görünen zındıklar] da bunu söylüyor. Kalbde îmân bulunduğuna alâmet, islâmiyyetin<br />

emrlerini seve seve yapmakdır. Zekât niyyeti ile fakîre bir altın vermek, yüzbin<br />

altın sadaka vermekden dahâ sevâbdır. Çünki, zekât vermek, farzı yapmakdır. Zekât<br />

niyyeti olmadan verilenler ise, nâfile ibâdetdir. Farz ibâdetin yanında nâfile ibâdetlerin<br />

hiç kıymeti yokdur. Deniz yanında, damla kadar bile değildir. Şeytân aldatarak,<br />

kazâları kıldırtmıyor, nâfile kılmağı, [nâfile hacca ve ömreye gitmeği] güzel gösteriyor.<br />

Zekât verdirmeyip, nâfile hayrları, göze güzel gösteriyor. [Sünnetlerin ve nâfilelerin,<br />

söz verilen büyük sevâbları, farz borcu olmıyanlar, kazâlarını ödeyenler içindir.<br />

Kazâsı olanların, farzlardan başka hiçbir ibâdetlerine, hiç sevâb verilmez.]<br />

İslâmın şartının dördüncüsü, mubârek Ramezân ayında, hergün oruc tutmakdır.<br />

Mubârek Ramezân ayında hergün, muhakkak oruc tutmalıdır. Olur olmaz sebeblerle,<br />

bu mühim farzı elden kaçırmamalıdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” buyurdu ki, (Oruc, mü’mini Cehennemden koruyan bir kalkandır).<br />

Hastalık gibi, mecbûrî bir sebeble oruc tutulmazsa, [gizli yimeli ve özr bitince] hemen<br />

kazâ etmelidir. Hepimiz Onun kuluyuz. Başı boş, sâhibsiz değiliz. Sâhibimizin<br />

emrlerine, yasaklarına göre yaşamalıyız ki, azâbdan kurtulabilelim. İslâmiyyete<br />

uymıyanlar, inâdcı kul, aksi, âsî me’mûr olur ki, cezâ çekmeleri lâzım gelir.<br />

İslâmın beşinci şartı hacdır [ömründe bir kerre, Mekke şehrine gidip, hac vazîfelerini<br />

yapmakdır]. Hac vazîfesinin şartları vardır. Hepsi, fıkh kitâblarında yazılıdır.<br />

Hadîs-i şerîfde, (Kabûl olan bir hac, geçmiş günâhları yok eder) buyuruldu.<br />

– 111 –


Cehennemden kurtulmak istiyen, halâl ve harâmları iyi öğrenmeli, halâl kazanıp,<br />

harâmdan kaçınmalıdır. İslâmiyyetin sâhibinin yasak etdiği şeylerden sakınmalıdır.<br />

İslâmiyyetin hudûdunu aşmamalıdır. Gaflet uykusu ne zemâna kadar<br />

sürecek, kulaklardan pamuk ne vakt atılacak? Ecel gelince, insanı uyandıracaklar,<br />

gözleri kulakları açacaklar. Fekat, o zemân pişmânlık işe yaramıyacak. Rezîl<br />

olmakdan başka, ele birşey geçmiyecekdir. Hepimize ölüm yaklaşıyor. Âhıretin<br />

çeşid çeşid azâbları, insanları bekliyor. İnsan öldüğü zemân, kıyâmeti kopmuş demekdir.<br />

Ölüm uyandırmadan ve iş işden geçmeden önce uyanalım! Allahü teâlânın<br />

emrlerini ve yasaklarını öğrenip, şu birkaç günlük ömrümüzü, bunlara uygun<br />

geçirelim. Kendimizi âhıretin çeşidli azâblarından kurtaralım! Tahrîm sûresi altıncı<br />

âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler, kendinizi ve çoluk çocuğunuzu öyle bir ateşden<br />

koruyun ki, onun tutuşdurucusu insanlarla taşlardır) buyuruldu.<br />

Îmânı, i’tikâdı düzeltdikden ve islâmiyyete uygun ibâdetleri yapdıkdan sonra,<br />

vaktleri, kalbi temizlemek ile ma’mûr etmek lâzımdır. Allahü teâlâyı hâtırlamadan,<br />

bir ân geçirmemelidir. Vücûd, eller, ayaklar dünyâ işleri ile uğraşırken, kalb hep Allahü<br />

teâlâ ile olmalı, Onu hâtırlamakla lezzet duymalıdır. Bu devlet, büyüklerimizin<br />

gösterdiği yolda, herkese, az zemânda nasîb oluyor. Elhamdülillah siz, böyle olduğunu<br />

biliyorsunuz. Belki de, çok az olsa bile, birşey hâsıl olmuşdur. Ele geçeni<br />

bırakmamak ve şükr etmek lâzımdır ve artmasına çalışmalıdır. Herkesin, sonradan<br />

kavuşabildiği şeyler, bu yolda, başlangıcda ele geçer. O hâlde, kazanclarının azı da,<br />

pek çokdur. Çünki, dahâ başlangıcda nihâyetden haberleri olur. Fekat, ele geçen,<br />

ne kadar çok olsa da, az görmelidir. Ama şükr etmeği elden bırakmamalıdır. Hem<br />

şükr etmeli, hem de dahâ artmasını istemelidir. Kalbin temiz olmasından maksad,<br />

Ondan başkasının sevgisini kalbden çıkarmakdır. Kalbin hasta olması, işte bu çeşidli<br />

bağlılıklardır. Bu bağlılıklar kesilip atılmadıkca, hakîkî îmân nasîb olmaz. İslâmiyyetin<br />

emrlerini ve yasaklarını yerine getirmek kolay ve râhat olmaz.<br />

Nazm:<br />

Onu düşün, oldukça cânın!<br />

Kalbin temizliği, zikri iledir ânın!<br />

[Zikr etmek, Allahü teâlâyı hâtırlamak demekdir. Bu da, kalb ile olur. Zikr<br />

edince, kalb temizlenir. Ya’nî kalbden dünyâ sevgisi çıkar. Allah sevgisi yerleşir. Birçok<br />

kimselerin, bir araya toplanarak hayhuy etmesi, oynaması, dönmesi, zikr değildir.<br />

Yüz seneden beri, tarîkat diyerek, birçok şey uyduruldu. Din büyüklerinin, Eshâb-ı<br />

kirâmın yolu unutuldu. Câhiller, hattâ fâsıklar şeyh olarak zikr ve ibâdet ismi<br />

altında, günâh işledi. Hele son zemânlarda, harâm girmeyen, kızılbaşlık, mezhebsizlik<br />

karışmayan bir tekke kalmamışdı. Bugün ne İstanbulda, ne de Anadoluda ve<br />

Mısr, Irâk, Îrân, Sûriye ve Hicazda, ya’nî hiçbir islâm memleketinde, tesavvuf âlimi<br />

yok gibidir. Fekat sahte mürşidler, müslimânları sömüren tarîkatcılar çokdur. Din<br />

büyüklerinin, eskiden kalma, hâlis kitâblarını okuyup, ibâdetleri bunlara göre doğrultmalıdır.<br />

Tarîkatcılık, şeyhlik, mürîdlik gibi ismlerin perdesi altında iş gören zındıklara,<br />

mal ve din hırsızlarına aldanmamalı, bunlardan kaçınmalıdır].<br />

Yemekleri, keyf için, lezzet için yimemeli, Allahü teâlânın emrlerini yerine getirmeğe<br />

kuvvet bulmak için yimelidir. Eğer önceleri, böyle niyyet edemezseniz, her<br />

yemekde, zor ile böyle niyyet ediniz. Hakîkî niyyet yapabilmeniz için, Allahü teâlâya<br />

yalvarınız! Tesavvuf, az yimek, az içmek değildir. Herkesin halâlden kazanıp,<br />

doyuncaya kadar yimesi lâzımdır. Ubeydüllah-i Ahrâr “rahmetullahi aleyh” (Mesmû’ât)<br />

kitâbında, 110.cu sahîfede diyor ki, (Şâh-ı Nakşibend Behâüddîn-i Buhârî<br />

buyurdu ki, birşey yimek, aç kalmakdan iyidir. Alâüddevle Rükneddîn buyurdu ki,<br />

birşey yimek, aç kalmakdan iyi olduğunu, önceden bilseydim, az yiyiniz demezdim.)<br />

Yeni ve temiz giyinmeli ve giyinirken ibâdet için, nemâz için süslenmeğe niyyet etmelidir.<br />

Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Her nemâzı kılarken süslü, temiz, sevilen elbiselerinizi<br />

giyiniz!) buyurulmuşdur. Elbiseyi herkese gösteriş için giymemelidir ki,<br />

– 112 –


günâhdır. [İbni Âbidîn orucun mekrûhlarını anlatırken, güzel giyinmek mubâhdır<br />

diyor.] Bütün hareketler, işler, sözler, okumak, dinlemek, [oğlunu mektebe göndermek]<br />

hep Allah rızâsı için olmalıdır. Onun dînine uygun olmasına çalışmalıdır.<br />

Böyle olunca, insanın her a’zâsı ve kalbi Allahü teâlâya müteveccih olur. Onu zikr<br />

eder [ya’nî hâtırlar]. Meselâ, büsbütün gaflet olan uyku, ibâdetleri kuvvetle ve sağlam<br />

yapmak niyyeti ile uyunursa, bütün uyku ibâdet olur. Çünki, ibâdet niyyeti ile<br />

uyumakdadır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Âlimlerin<br />

uykusu ibâdetdir). Evet, bunları yapmak, size bugün için güç olacağını biliyorum.<br />

Çünki, çeşidli mâni’ler etrâfınızı sarmışdır. Âdete, modaya kapılmış bulunuyorsunuz.<br />

Ayblanmak, izzet-i nefse dokunmak kuruntularına tutulmuşsunuz. Bütün bunlar,<br />

ahkâm-ı islâmiyyeyi yerine getirmenize mâni’ olmakdadır. Hâlbuki, Allahü teâlâ,<br />

islâmiyyeti, bozuk âdetleri, çirkin modaları kaldırmak için ve nefs-i emmârenin<br />

benlik, izzet-i nefs çılgınlıklarını yatışdırmak için gönderdi. Fekat, Allahü teâlânın<br />

ismini, kalbde hâtırlamağa devâm nasîb olursa ve beş vakt nemâz gevşek davranmadan,<br />

şartları ile kılınırsa ve halâl ve harâma, elden geldiği kadar dikkat edilirse, bu<br />

mâni’lerden kurtulmanız, oraya çekilmeniz umulur. Bu nasîhatleri yazmanın ikinci<br />

bir sebebi de, bunlar yapılmasa bile, kendi kusûr ve kabâhatini anlamağa yarar<br />

ki, bu da büyük ni’metdir. Bulmayıp da, bulmadığını anlamamakdan ve kusûrunu<br />

bilmemekden ve vazîfeyi yapmadığına utanmamakdan, Allahü teâlâya sığınırız.<br />

Böyle kimseler, islâmiyyeti tanımıyan, kulluğunu yapmıyan inâdcı câhillerdir.<br />

[Muhammed Ma’sûm Serhendî “rahmetullahi aleyh”, ikinci cildin yüzkırkıncı<br />

mektûbunda diyor ki, (Hadîs-i kudsîde (Bir Velî kuluma düşmanlık eden, benimle<br />

harb etmiş olur. Kulumu bana yaklaşdıran şeyler arasında, en sevdiğim, ona<br />

farz etdiğim şeydir. Nâfile ibâdet [de] yaparak, bana yaklaşan kulumu çok severim.<br />

Çok sevdiğim kulumun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.<br />

İstediğini elbette veririm. Bana sığındığı zemân, elbette korurum) buyuruldu.)<br />

Bu hadîs-i kudsî, ikinci kısmın onyedinci maddesinin üçüncü sahîfesinde ve<br />

Nevevînin (Hadîs-i erba’în)i, 38. ci hadîsinde ve(Hadîka)nın yüzseksenikinci ve (Kıyâmet<br />

ve Âhıret)in yüzaltmışdördüncü ve (Fâideli Bilgiler)in altmışbirinci sahîfesinde<br />

îzâh edilmekdedir. Farzlarla hâsıl olan kurb, ya’nî Allahü teâlâya yaklaşmak,<br />

nâfilelerle hâsıl olandan, elbette dahâ çokdur. Fekat, ihlâs ile yapılan farzlar kurb<br />

hâsıl eder. İhlâs, ibâdetleri, Allahü teâlâ emr etdiği için yapmakdır. Ehl-i sünnet<br />

olan her mü’minde biraz ihlâs vardır. Takvâ ile ve ibâdet yapmakla, kendisine<br />

(Feyz) denilen kalb nûrları gelir. Bir Velînin kalbinden saçılan bu feyzlerden alırsa,<br />

ihlâsı çabuk ve çok artar. (Takvâ), harâmlardan nefret etmek, harâm işlemeği<br />

hâtıra bile getirmemekdir. Allahü teâlâya yaklaşmak, Onun rızâsına, sevmesine kavuşmak<br />

demekdir. Son sözün sonuna bakınız! Allahü teâlânın mü’minlerin kalblerine<br />

gönderdiği nûrlar, feyzler, ibâdetleri ve takvâsı çok olanlara, gelmekdedir.<br />

Ya’nî, bunların feyz almak isti’dâdları, kâbiliyyetleri artar. Feyzler, Resûlullahın<br />

mubârek kalbinden yayılmakdadır. Gelen feyzleri almak için, Resûlullahı sevmek<br />

lâzımdır. Sevmek de, Onun ilmini, güzel ahlâkını, mu’cizelerini, kemâlâtını öğrenmekle<br />

hâsıl olur. Resûlullah da, onu görüp severse, feyz alması çoğalır. Bunun<br />

için,sohbetinde bulunup, güzel yüzünü görenler, tatlı sözlerini işitenler, dahâ çok<br />

feyz aldılar. Eshâb-ı kirâm, bunun için, çok feyz alıp, kalbleri dünyâ sevgisinden<br />

temizlenerek, ihlâs sâhibi oldular. Kavuşdukları nûrlar, feyzler, Evliyânın kalblerinden<br />

dolaşarak, zemânımıza kadar geldi. Bir kimse, kendi zemânında bulunan<br />

bir Velîyi tanıyıp, çok sever ve sohbetinde bulunarak, kendini sevdirirse, Resûlullahın<br />

mubârek kalbinden Velînin kalbine gelmiş olan nûrlar, bunun kalbine de akarak<br />

kalbi temizlenir. Sohbetine kavuşamazsa, onu düşünmesi, ya’nî Velînin şeklini,<br />

yüzünü hâtırına getirmesi de, sohbetinde bulunmuş gibi olur. Mazher-i Cân-ı<br />

Cânân, Delhîden Kâbildeki şâh Behîke teveccüh ederek, yüksek derecelere kavuşdurdu.<br />

Mazher-i Cân-ı Cânân hazretleri, (Bütün feyzlere, bütün ni’metlere, üstâdlarıma<br />

olan sevgim sebebi ile kavuşdum. Kusûrlu ibâdetlerimiz, bizi Allahü teâlâ-<br />

– 113 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:8


ya yaklaşdırmağa sebeb olabilir mi?) dedi. Ya’nî, mürşidi sevmek, onun kalbinden<br />

saçılan feyzleri almağa sebeb olur. Feyz alınca, ihlâs hâsıl olur. İhlâs ile yapılan ibâdet<br />

de, insânı hakîkî îmâna kavuşdurur. (Künûz-üd-dekâık)deki hadîs-i şerîfde,<br />

(Herşeyin menba’ı vardır. İhlâsın, takvânın menba’ı, kaynağı, Âriflerin kalbleridir)<br />

buyuruldu. Velî olmak için, ya’nî Allahü teâlâya yakın olmak, ya’nî Onun<br />

sevgisine kavuşmak için, ihlâs ile ahkâm-ı islâmiyyeye uymak lâzımdır. Ahkâm-ı islâmiyyeye<br />

uymak, önce Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek, sonra<br />

harâmlardan sakınmak ve farz olan ibâdetleri, ihlâs ile yapmakdır.]<br />

(Ehl-i sünnet) i’tikâdı, nazm üzre ey civân,<br />

oldu aşağıda sana, açık dil ile beyân:<br />

Doğru olan i’tikâdı, ister isen kardeşim,<br />

gece gündüz, bu kitâbı oku hem de, pek candan!<br />

Rûhuna rahmet eylesin, Hak, Ebû Hanîfenin,<br />

Kur’ân yolunu gösterdi, bize o yüce Nu’mân.<br />

Dünyâya gönül bağlama, akar ömür su gibi,<br />

İslâmiyyete uyan kimse, her dem olur şâdümân.<br />

Önce ilmihâli öğren, çocuğuna da öğret.<br />

din bilgisi öğrenmezsen, olursun sonra pişmân!<br />

Düşmanlarımız sinsice, nasıl saldırıyor bak,<br />

sen de dîni yaymak için, çalış gayb etme zemân!<br />

Dinsizler hep yalanla, gençleri aldatıyor,<br />

İslâmı yok edecekler, artık gafletden uyan!<br />

Müslimânlar da şaşırmış, tuzağa düşmüş çoğu,<br />

(Ehl-i kıble) sözde hepsi, ayrılmışlar hak yoldan,<br />

İlm-i hâli öğrenmiyen, kendini koruyamaz.<br />

Kâfir veyâ sapık olur, (Ehl-i sünnet) olmıyan!<br />

Doğru olan bilgileri, yayanlara yardım et!<br />

cihâd sevâbını kazan, olsun bunda mal revân.<br />

Resûlullah hiç durdu mu. Eshâbı uyudu mu?<br />

dîni yaymak için hepsi, olmuşdu bir kahramân!<br />

Çalış boş durma sen dahî, din düşmanı pek kavî,<br />

içden dışdan ezecekler, gidecek, dinle îmân.<br />

Eshâba çirkin söyleme, hepsinin kadrini bil,<br />

birbirini severlerdi, buna şâhiddir Kur’ân!<br />

En üstün Ebû Bekrdir, Ömer, Osmân, Alî hem,<br />

Mu’âviyeyi de çok sev, Odur Kur’ânı yazan!<br />

Rabbimiz cism değildir, zemânı, mekânı yok,<br />

maddeye hulûl eylemez, böyle olmalı îmân!<br />

Mahlûka muhtâc değildir, ortağı, benzeri yok,<br />

herşeyi Odur yaratan, hem de varlıkda tutan.<br />

İyi, kötü, îmân, küfr, madde, kuvvet, enerji,<br />

hepsini O var ediyor, yaratamaz hiç insan!<br />

herkese akl, irâde verdi, hem yol gösterdi,<br />

kim iyilik diler ise, yaratır hemen Rahmân.<br />

Önce, i’tikâdı düzelt, emri, yasağı gözet,<br />

se’âdete kavuşamaz, islâmiyyetden ayrılan!<br />

Tâ önceden âdet oldu, kim ekerse o biçer,<br />

pek aldandı, ziyân etdi, ekmeden buğday uman!<br />

Yetmişüç fırkadan ancak (Ehl-i sünnet) kurtulan,<br />

Resûlullahın yolunu onlardır bize sunan!<br />

– 114 –


47 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 34. cü MEKTÛB<br />

Bu mektûb, mîr Muhammed Emînin annesine yazılmışdır.<br />

Nasîhatlerin birincisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin, kitâblarında bildirdiklerine göre,<br />

i’tikâdı düzeltmekdir. Çünki, Cehennemden kurtulan yalnız bu fırkadır. Allahü<br />

teâlâ, o büyük insanların çalışmalarına, bol bol mükâfât versin! [Dört mezhebin<br />

ictihâd derecesine yükselmiş müctehidlerine ve bunların yetişdirdikleri büyük<br />

âlimlere (Ehl-i sünnet) âlimi denir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbları çokdur.<br />

Meârif nezâretinin 465 numaralı ruhsatı ile 1217 senesinde İstanbulda yazılmış olan<br />

türkçe (Necât-ül müsallî) kitâbında Ahmed Şevkı efendi çok güzel anlatmakdadır.]<br />

İ’tikâdı (Îmânı) düzeltdikden sonra, fıkh ilminin bildirdiği ibâdetleri yapmak,<br />

ya’nî islâmiyyetin emrlerini yapmak, yasak etdiklerinden kaçınmak lâzımdır. Beş<br />

vakt nemâzı, üşenmeden, gevşeklik yapmadan, şartlarına ve ta’dîl-i erkâna dikkat<br />

ederek, kılmalıdır. Nisâb mikdârı malı ve parası olan, zekât vermelidir. İmâm-ı<br />

a’zam buyuruyor ki: (Kadınların süs olarak kullandıkları altın ve gümüşün de zekâtını<br />

vermek lâzımdır).<br />

Kıymetli ömrü, lüzûmsuz mubâhlara bile harcamamalıdır. Harâm ile geçirmemek,<br />

elbette lâzımdır. Tegannî ve şarkı [ve çalgı âletleri] ile meşgûl olmamalı, bunların<br />

nefse verecekleri lezzete aldanmamalıdır. Bunlar bal karışdırılmış, şekerle<br />

kaplanmış zehrdir.<br />

(Gîbet) etmemelidir. Gîbet harâmdır. [Gîbet, bir müslimânın veyâ zimmînin gizli<br />

bir kusûrunu, arkasından söylemekdir. Harbîlerin ve bid’at sâhiblerinin ve<br />

açıkca günâh işliyenlerin bu günâhlarını ve müslimânlara zulm edenlerin ve alış verişde<br />

onları aldatanların bu fenâlıklarını müslimânlara duyurarak, bunların şerrinden<br />

sakınmalarına sebeb olmak ve müslimânlığı yanlış söyliyenlerin ve yazanların<br />

bu iftirâlarını söylemek lâzımdır, gîbet olmaz (Redd-ül muhtâr: 5-263).]<br />

Nemîme, ya’nî müslimânlar arasında söz taşımamalıdır. Bu iki günâhı işleyenlere<br />

çeşidli azâblar yapılacağı bildirilmişdir. Yalan söylemek ve iftirâ etmek<br />

de harâmdır, sakınmak lâzımdır. Bu iki fenâlık, her dinde de harâm idi. Cezâları<br />

çok ağırdır. Müslimânların ayblarını örtmek, gizli günâhlarını yaymamak ve kusûrlarını<br />

afv etmek çok sevâbdır. Küçüklere, emr altında bulunanlara [zevceye, çocuklara,<br />

talebeye, askere], fakîrlere merhamet etmelidir. Kusûrlarını yüzlerine vurmamalıdır.<br />

Olur olmaz sebeblerle o zevallıları incitmemeli, dövmemeli ve sövmemelidir.<br />

[Hiç kimsenin dînine, malına, canına, şerefine, nâmûsuna saldırmamalı,<br />

herkese ve hükûmete olan borcları ödemelidir. Rüşvet almak ve vermek harâmdır.<br />

Yalnız zâlimin zulmünden kurtulmak için ve ikrâh edilince vermek rüşvet olmaz.<br />

Fekat, bunu almak da harâm olur.] Herkes, kendi kusûrlarını görmeli, Allahü<br />

teâlâya karşı yapdığı kabâhatleri düşünmelidir. Allahü teâlânın, kendisine cezâ<br />

vermekde acele etmediğini, rızkını kesmediğini bilmelidir. [Ananın, babanın,<br />

hükûmetin, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun emrlerine itâ’at etmeli, ahkâm-ı islâmiyyeye<br />

uygun olmıyanlara ısyân etmemeli, karşı gelmemeli, fitneye sebeb olmamalıdır.]<br />

[(Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) ikinci cild, 123. cü mektûba bakınız!]<br />

İ’tikâdı düzeltdikden ve fıkhın emrlerini yapdıkdan sonra, bütün zemânları,<br />

Allahü teâlâyı zikr ile geçirmelidir. Buna, büyüklerin bildirdiği gibi, devâm etmelidir.<br />

Buna, ya’nî kalbin, Allahü teâlâyı zikr etmesine mâni’ olan herşeyi, düşman<br />

bilmelidir. Ahkâm-ı islâmiyyeye ne kadar çok yapışılırsa, Onu anmanın lezzeti artar.<br />

Ahkâm-ı islâmiyyeye uymakda, gevşeklik, tenbellik artdıkca, o lezzet de azalır<br />

ve kalmaz olur. [Zikrin çeşidleri vardır. Bunlardan biri, (Allahü ekber, Allahü<br />

ekber. Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lillâhilhamd)dır. Buna (Tekbîr-i<br />

teşrîk) de denir. Her gün çok söylemelidir. (İstigfâr düâsı) da, fâidesi pek çok<br />

olan bir zikrdir. İslâm düşmanlarının yalanlarına, iftirâlarına aldanıp da, onların tuzaklarına<br />

düşmemeğe çok dikkat etmelidir.] Dahâ ne yazayım? Aklı olana bu kadar<br />

yetişir. Allahü teâlâ hepimize se’âdet-i ebediyyeye kavuşduran şeyleri yapmak<br />

nasîb eylesin! Âmîn.<br />

– 115 –


48 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 35. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Mirzâ Menû Cehre yazılmış olup, nasîhat vermekdedir:<br />

Allahü teâlâ, hayrlı ömürler ihsân buyursun! Se’âdet, iyilikler verip, başınızdan<br />

geçen acıları unutdursun!<br />

Yavrum! Gençlikde, nefsin arzûları, insanı kapladığı gibi, ilm öğrenilecek, ibâdet<br />

yapılacak en kârlı zemân da gençlikdir. Gençlikde, şehvetin, asabiyyetin kapladığı<br />

ânlarda, islâmiyyetin bir emrini yerine getirmek, ihtiyârlıkda yapılan aynı ibâdetden<br />

çok üstün ve kıymetli olur. [Hele başka mâni’ler de araya katılırsa, bunları<br />

dinlemeyip yapılan ibâdetin sevâbı o kadar çokdur ki, ancak Allahü teâlâ bilir.]<br />

Çünki, mâni’ler karşısında, ibâdeti yapmak güçlüğü, sıkıntısı, o ibâdetlerin, şânını,<br />

şerefini göklere çıkarır. Mâni’ olmayarak, kolay yapılan ibâdetler, aşağıda kalır. Bunun<br />

içindir ki, insanların yüksekleri, meleklerin yükseklerinden dahâ üstün olmuşdur.<br />

Çünki insan, mâni’ler arasında ibâdet ediyor. Melekler ise, mâni’ olmadan<br />

emre itâ’at ediyor. Harb zemânında, askerin kıymeti artar ve muhârebede ufak bir<br />

hizmetleri, sulh zemânındaki büyük gayretlerinden dahâ kıymetli olur. Gençlik arzûları,<br />

Allahü teâlânın düşmanı olan nefsin ve şeytânın sevdiği şeylerdir. İslâmiyyete<br />

uygun şeyler ise, Allahü teâlânın sevdiği şeylerdir. Allahü teâlânın düşmanlarını<br />

sevindirip, bütün ni’metleri veren, hakîkî sâhibi gazaba getirmek, akllı ve zekî<br />

insanların yapacağı şey değildir. Allahü teâlâ, hepimize akla uygun hareketler nasîb<br />

edip, nefse, şeytâna ve zındıkların, ya’nî müslimân ismini taşıyan din düşmanlarının<br />

sözlerine ve yazılarına aldanmakdan muhâfaza buyursun! [Hele dinsizlerin,<br />

müslimânlarla alay edenlerin çoğaldığı, müslimân evlâdlarını dinden çıkaran propagandaların<br />

yayıldığı zemânda yapılan az bir ibâdete, doğru olmak şartı ile, katkat<br />

çok sevâb verilecekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu<br />

ki, (Ey Eshâbım! Siz öyle bir zemânda geldiniz ki, Allahü teâlânın emrlerinden onda<br />

dokuzunu yapıp, birini yapmazsanız, helâk olursunuz, Cehenneme gidersiniz! Bir<br />

zemân gelecek ki, o zemânın mü’minleri, emrlerin birini yapabilip, dokuzunu bıraksalar,<br />

Cehennemden kurtulurlar. O zemânda îmânı olanlara müjdeler olsun!)].<br />

49 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 57. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, mevlânâ Hamîd Ahmedî için yazılmışdır. Âlemin yokdan var edilmiş<br />

olduğunu bildirmekde ve Yunan felsefecilerinin akl-ı fe’âl dedikleri şeyi red<br />

etmekdedir:<br />

Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun ve Peygamberlerin en üstününe<br />

salât ve selâm olsun. Allahü teâlâ kendiliğinden vardır. Allahü teâlânın varlığı<br />

kendisindendir. Şimdi var olduğu gibi, geçmişde de hep vardı. İleride de hep vardır.<br />

Varlığından önce ve varlığının sonunda yok olması mümkin değildir. Hep var<br />

olması lâzımdır. Yokluk, Ona yaklaşamaz. Allahü teâlâdan başka herşeye (Âlem)<br />

denir. Âlemin hepsi, maddenin fizik hâlleri, [ya’nî, katı, sıvı ve gaz cismler ve atomlar,<br />

moleküller, enerjiler], gökler, akllar, nefsler, [hücreler, bütün canlılar], elementler<br />

ve bileşik cismler, Onun yaratması ile var olmuşlardır. Yok iken, sonradan vücûde<br />

gelmişlerdir. Sonsuz var olan yalnız Odur. Ondan başka herşey, yok idiler. Sonradan<br />

var oldular. Sonra, yine yok olacaklardır. Yer küresini iki günde yaratdı. Sonra,<br />

gökleri ve yıldızları da iki günde yaratdı. Ya’nî yokdan var eyledi. (Ha-mîm Secde)<br />

sûresinin dokuzuncu âyetinde meâlen, (Yeri iki günde yaratdı) ve onikinci âyetinde<br />

meâlen, (Sonra, yedi gökü de iki günde var eyledi) buyuruldu. Bir kimse ortaya<br />

çıkıp, Kur’ân-ı kerîmin bu âyetlerini inkâr ederek, mahlûklardan bir kısmına<br />

ve göklere, yıldızlara ve elementlere, akllara, rûhlara kadîm derse, bunun ahmak<br />

olduğu anlaşılır. Bütün dinler, Allahdan başka herşeyin hâdis olduklarını, ya’nî<br />

yok iken, sonradan var edilmiş olduklarını bildirmişlerdir. Bütün dinlerin bu sözbirliğini,<br />

Huccet-ül-islâm imâm-ı Muhammed Gazâlî, (El-münkızü aniddalâl) ki-<br />

– 116 –


tâbında bildirmekdedir. Âlemde bulunan şeylerden birkaçına kadîm diyenin kâfir<br />

olacağını yazmışdır. Görülüyor ki, mümkin, ya’nî mahlûk olan şeylerden birinin<br />

kadîm olduğunu söylemek, dinden çıkmak ve felsefeci olmak demekdir. Allahü<br />

teâlâdan başka herşey yok idi ve hepsi yine yok olacaklardır. Kıyâmet kopacağı<br />

zemân, yıldızlar yerlerinden ayrılıp dağılacak, gökler parçalanacak, yeryüzü ve<br />

dağlar da parça parça olacak, hepsi yok olacaklardır. Böyle olacaklarını Kur’ân-ı<br />

kerîm açıkca bildirmekdedir. Müslimânların bütün fırkaları, bunu sözbirliği ile haber<br />

vermişdir. (El-hâkka) sûresinde, bir âyet-i kerîmede meâlen, (Sûra bir kerre<br />

üfürülünce, yeryüzü ve dağlar, yerlerinden kaldırılıp silkilecekdir. O gün kıyâmet<br />

kopacak, gök yarılacak ve dağılacakdır) ve (Tekvîr) sûresinde, bir âyet-i kerîmede<br />

meâlen, (Güneşin karardığı, yıldızların yerlerinden ayrılıp döküldükleri ve<br />

dağların dağılıp saçıldıkları zemâna...) ve (İnfitâr) sûresinde, bir âyet-i kerîmede<br />

meâlen, (Gökün yarıldığı ve yıldızların dağılıp yok oldukları zemân...) ve (Kasas)<br />

sûresinin son âyetinde meâlen, (Herşey yok olacakdır. Yalnız O kalacakdır!) buyurulmuşdur.<br />

Kur’ân-ı kerîmde, bunlar gibi, dahâ nice âyetler vardır. Bunların yok olacaklarına<br />

inanmamak, câhillik olur. Yâhud, Kur’ân-ı kerîme inanmıyan felsefecilerin, yaldızlı<br />

yalanlarına aldanmakdır. Görülüyor ki, mahlûkların yok olacaklarına inanmak,<br />

yokdan var edildiklerine inanmak gibi, îmânın şartıdır. İnanmak elbet lâzımdır.<br />

Âlimlerden birkaçı, yedi şey, ya’nî Arş, Kürsî, Levh, Kalem, Cennet, Cehennem ve<br />

Rûh denilen mahlûklar yok olmıyacak, sonsuz var olacaklardır dediler. Bu sözleri,<br />

bunlar yok olamaz demek değildir. Allahü teâlâ, var etmiş olduğu şeylerden, dilediklerini<br />

tekrâr yok edecek, dilediklerini de, yalnız kendi bileceği fâide ve sebeblerden<br />

dolayı, hiç yok etmiyecek, bunlar ebedî, ya’nî sonsuz var olacaklardır demekdir.<br />

Allahü teâlâ, dilediğini yapar ve istediğini emr eder. Bütün bu yazılanlardan<br />

anlaşılıyor ki, âlem ya’nî herşey, Allahü teâlânın dilemesi ve kudreti ile vardır. Var<br />

olmaları için ve varlıkda kalmaları için Allahü teâlâya muhtâcdırlar. Çünki, bâkî<br />

olmak demek, varlığın her an devâm etmesi demekdir. Başka birşey olmak demek<br />

değildir. Hem var olmak, hem de varlıkda kalabilmek, Allahü teâlânın irâdesi, dilemesi<br />

ile olur. Eski felsefecilerin (Akl-ı fe’âl) dedikleri [ve şimdiki din düşmanlarının<br />

(Tabî’at kuvvetleri) dedikleri] şey ne oluyor ki, mahlûkların varlığı ve yokluğu,<br />

onun emrinde olsun? Bunun varlığında bile çeşidli lâflar ediyorlar. Çünki, bu<br />

ismi koydukları şey, kısa aklları ile ortaya atılmışdır. İslâmın doğru bilgilerine göre,<br />

bunlar, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olan şeylerdir. Bu sebebleri de, Allahü<br />

teâlâ yaratmışdır ve yaratmakdadır. Mahlûkların varlıklarının, Allahü teâlâdan<br />

olduklarına inanmayıp, böyle hayâlî, uydurma ismlere bağlamak, büyük ahmaklıkdır.<br />

Hattâ varlıklar, Allahın mahlûkları olmayıp da, akllarının esîri olan kısa görüşlülerin<br />

uydurdukları birşeyin kulları, köleleri olmağı aşağılık bilir, utanırlar. Böyle<br />

kul olmakdansa, yok olmağı isterler. Herşeye gücü yeten, dilediğini yapabilen bir<br />

yaratıcının mahlûku olmayıp da, uydurma birşeyin kulu olarak var olmak istemezler.<br />

Böyle ahmaklara, ancak Kehf sûresindeki âyet-i kerîmede bildirildiği gibi,<br />

(Ağızlarından çıkan söz, çok kötüdür. Hep yalan söylüyorlar) denilir.<br />

Îmânın tohumu beş vakt nemâzdır,<br />

müslimânım diyen, kılsa gerekdir.<br />

Nemâzın lezzetini duyamıyanlar,<br />

rûhunu tedâvî, etse gerekdir.<br />

Bilmek istersen kim, necât bulmayan,<br />

nemâza hiç ehemmiyyet vermiyen!<br />

Mîzân terâzîde hayrın bulmıyan,<br />

ezânı işitip, gelmiyenlerdir.<br />

– 117 –


50 — KAYYÛM-İ RABBÂNÎ, MUHAMMED MA’SÛM<br />

FÂRÛKÎNİN BİRİNCİ (4. cü) CİLD, 14. cü MEKTÛBU<br />

Allahü teâlânın emrlerine yapışmağı, nemâzın ehemmiyyetini bildirmekdedir:<br />

Bu bir köşede unutulmuşu hâtırlıyarak, kardeşim mevlânâ Muhammed Hanîf<br />

Kâbilî ile gönderdiğiniz mektûb geldi. Okuyunca, çok sevindirdi. Ortağı, benzeri<br />

olmıyan cenâb-ı Hakka bağlılığınızı ve Onun muhabbetinin ateşi ile yandığınızı<br />

anlayınca, sevincimiz katkat artdı. Bu âhır zemân fitne ve zulmeti içinde, Allahü<br />

teâlâ, bir kulunun kalbine, kendi sevgisini yerleşdirir ve kendi hicrânı, ayrılığı<br />

ile onu yakarsa ne büyük ni’metdir! Bu ni’metin kıymetini bilip şükrünü yapmak<br />

lâzımdır. Durmayıp, bunun artmasına çalışarak, aşk-ı ilâhînin, en son derecesine<br />

yükselmesini beklemelidir. Hakîkî matlûbdan başka, hiçbir şeye gönül<br />

bağlamamalı, fâidesi olmıyan şeylerle uğraşmamalıdır. Muhabbet ateşi, nefs-i<br />

emmârenin azgınlığından meydâna gelen, benlik, izzet-i nefs perdesini yakarak,<br />

ezelî ve ebedî kemâlâtın nûrları, kalbi aydınlatmalıdır. Bir âyet-i kerîmede meâlen,<br />

(Ni’metlerime şükr ederseniz, onları artdırırım) buyurulmakdadır.<br />

Ey mes’ûd ve bahtiyâr kardeşim! Mâdem ki, Allahü teâlânın sevdiği kullarının<br />

yolunda yürümek arzûsundasın, bu yolun şartlarını ve edeblerini gözetmelisin! En<br />

önce, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden sakınmak lâzımdır. Çünki, Allahü<br />

teâlânın sevgisine ulaşdıran yolun esâsı, bu ikisidir. İşlerinizi, sözlerinizi ve<br />

ahlâkınızı, dînini bilen ve seven, dindâr âlimlerin sözlerine ve kitâblarına uydurmalısınız.<br />

Sâlih kullar gibi olmalısınız ve onları sevmelisiniz. Uykuda, yemekde ve<br />

söylemekde aşırı gitmeyip orta derecede olmalısınız. Seher vakti, [ya’nî gecelerin<br />

sonunda] kalkmağa gayret etmelisiniz. Bu vaktlerde istigfâr etmeği, ağlamağı, Allahü<br />

teâlâya yalvarmağı ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle düşüp kalkmağı aramalısınız.<br />

(İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibidir) hadîs-i şerîfini unutmayınız! Şunu, iyi<br />

biliniz ki, âhıreti [se’âdet-i ebediyyeyi] istiyenlerin dünyâ lezzetlerine düşkün olmaması<br />

lâzımdır.<br />

Mubâh olan lezzetleri bırakamazsanız, hiç olmazsa, harâmlardan ve şübhelilerden<br />

kaçınınız ki, âhıretde kurtulmak umulsun. Fekat, her dürlü altın ve gümüş eşyânın<br />

ve çayırda otlıyan hayvanların ve ticâret eşyâsının zekâtını ve toprakdan, tarladan,<br />

ağaçdan alınan mahsûllerin uşrunu da herhâlde vermek lâzımdır. Bunların<br />

verilecek mikdârları, fıkh kitâblarında bildirilmişdir.<br />

Zekâtı ve fıtraları, islâmiyyetin emr etdiği kimselere seve seve vermelidir. Akrabâyı<br />

ziyâret etmeli, mektûbla gönüllerini almalıdır. Komşuların haklarını gözetmelidir.<br />

Fakîrlere ve borc istiyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı, islâmiyyetin<br />

izn vermediği yerlere harc etmemeli, izn verilen yere de, isrâf etmemelidir.<br />

[Ribâdan ya’nî fâizden, kumarlı ve kumarsız oyunlardan sakınmalıdır.] Parayı oyunlara,<br />

harâmlara, çalgılara, süslenmeğe, gösteriş yapmağa, öğünmeğe, mal toplamağa<br />

kullanmamalıdır. Bunlara dikkat edince, mal, zarardan kurtulur ve dünyâlıklar,<br />

âhıretlik hâlini alır. Belki de bunlara dünyâ denmez.<br />

İyi biliniz ki, nemâz, dînin direğidir. Nemâz kılan bir insan, dînini doğrultmuş<br />

olur. Nemâz kılmayanın, dîni yıkılır. Nemâzları, müstehab zemânlarında ve şartlarına<br />

ve edeblerine uygun olarak kılmalıdır. Bunlar, fıkh kitâblarında bildirilmişdir.<br />

Nemâzları cemâ’at ile kılmalı ve birinci tekbîri imâm ile birlikde almağa çalışmalıdır<br />

ve birinci safda yer bulmalıdır. [Câmi’e geç gelip, birinci safa geçmek için,<br />

safları yarmak, cemâ’ate eziyyet vermek harâmdır.] Bunlardan biri yapılmazsa, mâtem<br />

tutmalıdır. Kâmil bir müslimân, nemâza durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhırete<br />

girer. Çünki, dünyâda Allahü teâlâya yaklaşmak, çok az nasîb olur. Eğer nasîb<br />

olursa, o da zılle, gölgeye, sûrete yakınlıkdır. Âhıret ise, asla yakınlık yeridir.<br />

İşte nemâzda, âhırete girerek, burada nasîb olan devletden hisse alır. Bu dünyâda<br />

hasret ve firâk ateşi ile yanan susuzlar, ancak nemâz çeşmesinin hayât suyu ile<br />

– 118 –


serinleyip râhat bulur. Büyüklük ve ma’bûdluk sahrâsında şaşırmış kalmış olanlar,<br />

nemâz gelininin çadır etekleri altında vuslatın [matlûba kavuşmanın] kokusunu<br />

duyarak hayrân olurlar. Allahü teâlânın Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

buyurdu ki: (Bir mü’min nemâz kılmağa başlayınca, Cennet kapıları onun için<br />

açılır. Rabbi ile onun arasında bulunan perdeler kalkar. Cennetde olan hûru’în onu<br />

karşılar. Bu hâl, nemâz bitinceye kadar devâm eder).<br />

Bu yolun büyüklerinden birini buluncaya kadar, Kur’ân-ı kerîm okuyarak, ibâdetleri<br />

yaparak ve kıymetli kitâblarda ve hadîs-i şerîflerde bildirilen düâları, tesbîhleri<br />

okuyarak vaktlerinizi ma’mûr ediniz! Bu düâ ve tesbîhlerden ve ibâdetlerden bir<br />

kısmını, bu fakîr toplamışdım. Mevlânâ Muhammed Hanîf almışdı. Zemânınızın<br />

çoğunu, (Lâ ilâhe illallah) kelimesini söylemekle geçiriniz. Nefsi ve kalbi temizlemekde<br />

çok te’sîrlidir. Hergün, belli mikdâr okursanız iyi olur. Abdestli ve abdestsiz<br />

söylenebilir. Bu yolun büyüklerini sevmeği se’âdetin sermâyesi biliniz. Bu yolda ilerleten<br />

en kuvvetli vâsıtanın, bu muhabbet olduğunu biliniz! Fârisî nazm tercemesi:<br />

Aradığın hazînenin nişânını verdim sana!<br />

Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da!<br />

Allahü teâlâ size ve doğru yolda gidenlere selâmet ve râhatlıklar versin!<br />

[(Dürr-i yektâ şerhi)nde diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde emr olunan<br />

(Salât) kelimesi, hergün beş vaktde, herkesin bildiği şeklde kılınan nemâzdır. Bu salâtin,<br />

husûsî hareketleri yapmak ve husûsî şeyleri okumak olduğu, Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” tarafından bildirilmiş, kendisi de böyle kılmış olduğunu,<br />

Eshâb-ı kirâm, Tâbi’îne, onlar da, Tebe’i tâbi’îne bildirmişler, her asrda bulunan<br />

âlimlerin haberleri, tevâtür ile bizlere kadar gelmişdir. [Tevâtür, bir haberin ağızdan<br />

ağıza yayılması demekdir. Bu tevâtür haberleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbları<br />

ile, bütün dünyâya yayılmışdır.] Tarîkat şeyhi olduğunu söyleyen ba’zı mülhid<br />

ve zındıklar, câhil müslimânlara, (Sana nemâzı bağışladım. Artık kılma) yâhud<br />

(Allahın ve Peygamberin emr etdiği nemâz, herkesin yapdığı, yatıp kalkmak ve belli<br />

şeyleri okumak değildir. Allahın ismini zikr etmek ve Onun büyüklüğünü düşünmek<br />

demekdir) derse, nemâzı inkâr ve müslimânları ifsâd etmiş olur. Mahkeme karârı<br />

ile katli lâzım olur. Tutuldukdan sonra yapdığı tevbesi kabûl olmaz. Nemâzı inkâr<br />

eden, ya’nî vazîfe olduğuna inanmıyan kâfir olur. İnanıp da, tenbellik ile terk eden<br />

(fâsık) olur. Ya’nî büyük günâh işlemiş olur. Kılmağa başlayıncaya kadar habs olunur.<br />

Kılmağa başlayınca, kılmadıklarını da kazâ etmesi ve ayrıca tevbe etmesi lâzım<br />

olur.) Dürr-i yektânın yazısı temâm oldu. Nemâzın nasıl kılınacağını, kazâ nemâzlarını,<br />

bütün din bilgilerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenmeli, sinsi<br />

düşmanların ve zındıkların yaldızlı yazılarına ve tatlı sözlerine aldanmamalıdır.<br />

İslâmiyyetde şeyh-ul-islâm, ya’nî diyânet işleri reîsleri ve islâm müftîleri vardı.<br />

Müftî adını taşıyan devlet me’mûrlarının da bulunduğu zemânlar oldu. İslâm<br />

müftîsi ile müftî denilen me’mûrları birbirine karışdırmamalıdır. İslâm müftîleri,<br />

Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeyi bildiren âlimler<br />

idi. Müftî denilen devlet me’mûrları ise, zâten ahkâm-ı islâmiyyeyi bilmezlerdi.<br />

Allahü teâlânın yasak etdiği birşeyi, kanûn emr etseydi, bu şeyi yapmak câiz değildir<br />

demezlerdi. Allahü teâlânın emr etdiği birşeyi, bir zâlim terk etseydi, bu şeyi<br />

yapmak lâzım olduğunu söyleyemezlerdi. Susarlar veyâ tersini söylerlerdi.<br />

Böylece, kendileri dinden çıkar, müslimânları da günâha veyâ küfre sürüklerlerdi.<br />

Cengiz askerinin, islâm memleketlerine yayılıp, câmi’lerin yıkıldığı, müslimânların<br />

öldürüldüğü zemânlarda ve Fâtımîler ve Resûlîler zemânlarında, hattâ<br />

Abbâsîler zemânında, böyle müftî denilen devlet me’mûrları, harâmlara câizdir dediler.<br />

Hattâ, Kur’ân-ı kerîme mahlûkdur dediler. Müftî adı verilen bu me’mûrların<br />

böyle uydurma fetvâlar vererek dînin yıkıldığı zemânlarda, fıkh, ilmihâl kitâblarına<br />

uyanlar, doğru yolda kaldı. Dinlerini kurtarabildi.<br />

– 119 –


Fetvâ demek, herhangi birşeyin ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olup olmadığını bildirmek<br />

demekdir. Yalnız, (uygundur) veyâ (câiz değildir) demek, fetvâ olmaz. Bu cevâbın,<br />

hangi fıkh kitâbının, hangi yazısından alındığını da bildirmek lâzımdır. Fıkh<br />

kitâblarına uymıyan fetvâlar yanlışdır. Bunlara bağlanmak câiz değildir. İslâm bilgilerini<br />

öğrenmeden, bilmeden, âyet-i kerîme veyâ hadîs-i şerîf okuyup da, bunlara kendi<br />

kafasına, kendi görüşüne göre ma’nâ verenlere islâm âlimi denmez. Bunlar Beyrutdaki<br />

papaslar gibi, arabca bilen bir tercüman olabilir. Ne kadar yaldızlı, parlak söyleseler<br />

ve yazsalar da, hiç kıymeti yokdur. (Ehl-i sünnet âlimleri)nin anladıklarına ve<br />

bunların yazdığı fıkh kitâblarına uymıyan sözleri ve yazıları Allahü teâlâ beğenmez.<br />

İbni Âbidîn, dördüncü cild, üçyüzbirinci sahîfede, kâdî, ya’nî hâkimleri anlatırken<br />

buyuruyor ki, (Fâsıkın müftî olması uygun değildir. Bunun verdiği fetvâlara<br />

güvenilmez. Çünki fetvâ vermek, din işlerindendir. Din işlerinde fâsıkın sözü kabûl<br />

edilmez. Diğer üç mezhebde de böyledir. Böyle müftîlere birşey sormak câiz<br />

değildir. Müftînin müslimân olması ve akllı olması da, sözbirliği ile şartdır. Âdile,<br />

sâliha olan kadının ve dilsizin fetvâsı kabûl olunur. Müftî ve hâkim, imâm-ı a’zam<br />

Ebû Hanîfenin sözüne uygun olarak fetvâ verir. Aradığını onun sözlerinde açıkca<br />

bulamazsa, imâm-ı Ebû Yûsüfün sözünü alır. Onun sözlerinde bulamazsa,<br />

imâm-ı Muhammed Şeybânînin sözünü alır. Ondan sonra imâm-ı Züferin, dahâ sonra<br />

Hasen bin Ziyâdın sözünü alır. Müctehid-i fil-mezheb âlimlerinden eshâb-ı<br />

tercîh olan müftîler, ictihâdlar arasında delîlleri kuvvetli olanları seçerler. Müctehid<br />

olmıyanlar, bunların tercîh etmiş oldukları söze uyar. Böyle yapmıyan müftîlerin<br />

ve hâkimlerin sözü kabûl edilmez. Demek ki, tercîh ehlinin seçmemiş olduğu<br />

şeylerde, İmâm-ı a’zamın sözünü almak lâzımdır. Müftînin müctehid-i fil-mezheb<br />

olması lâzımdır. Böyle olmıyana müftî denilemez, nâkıl, fetvâyı iletici denir.<br />

Nâkıller fetvâları, meşhûr fıkh kitâblarından alır. Bu kitâblar, meşhûr olan mütevâtir<br />

haberler gibi kıymetlidirler). (Mecelle)nin önsözündeki mazbata [kararnâme]nin<br />

sonunda diyor ki, (Nasıl yapılacağı Nass ile açıkça bildirilmemiş olup, ictihâd<br />

ile anlaşılan bir iş için, çeşidli ictihâdlar bulunduğu zemân, imâm-ı müslimîn<br />

hazretleri, bu ictihâdlardan hangisi ile amel olunmasını emr ederse, o işi bu emre<br />

göre yapmak vâcib olur.)<br />

(Redd-i vehhâbî) kitâbında diyor ki, Nisâ sûresinde, (Bir işde anlaşamazsanız,<br />

bu işin hükmünü Allahdan ve Resûlullahdan anlayınız!) meâlindeki ellisekizinci<br />

âyet-i kerîme, (Bir işde anlaşamazsanız, bu işin nasıl yapılacağını, âlim olanlarınız<br />

Allahın kitâbından ve Resûlullahın sünnetinden anlasınlar. Âlim olmıyanlarınız<br />

ise, âlimlerin anladıklarına uyarak yapsınlar) demekdir. Görülüyor ki, bu<br />

âyet-i kerîme, mezheb imâmlarını taklîd etmeği emr etmekdedir. İbni Hümâm,<br />

(Feth-ul-kadîr) kitâbında diyor ki, (Müftînin müctehid olması lâzımdır. İctihâd derecesine<br />

yükselmiş âlim olmıyan din adamı müftî olamaz. Müctehid olmıyan din<br />

adamı müftî yapılırsa, bunun müctehidlerin bildirdiklerini okuyup, öğrenip, bunları<br />

söylemesi lâzımdır). (Kifâye) kitâbında, orucu anlatırken diyor ki, (Müctehid<br />

olmıyan din adamı, bir hadîs işitince, bu hadîsden kendi anladığına uyarak amel<br />

edemez. Müctehidlerin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden anlıyarak, öğrenerek<br />

verdikleri fetvâ ile amel etmesi lâzımdır. Böyle yapmazsa, vâcibi terk etmiş<br />

olur). (Takrîr) kitâbında da böyle yazılıdır. (Mekâtîb-i şerîfe) kitâbının seksensekizinci<br />

mektûbunda buyuruyor ki, (Hadîs-i şerîfde, (Her yüz senede bir müceddid<br />

zâhir olur. Ümmetimin işlerini yeniler) buyuruldu. Meselâ, sultânlar içinde Ömer<br />

bin Abdül’Azîz, din bilgilerinde imâm-ı Şâfi’î, tesavvufda Ma’rûf-i Kerhî, esrâr bilgilerinde<br />

imâm-ı Muhammed Gazâlî, feyz vermekde ve hârikalar, kerâmetler<br />

göstermekde, Abdülkâdir Geylânî, hadîs ilminde Celâlüddîn-i Süyûtî, tarîkat,<br />

hakîkat ve akâid bilgilerinin inceliklerini açıklamakda ve kalblere akıtmakda<br />

imâm-ı Ahmed Rabbânî müceddid-i elf-i sânî, müceddid idiler. Hepsi, islâmiyyetin<br />

yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet etdiler.)]<br />

– 120 –


51 — BEŞ VAKT NEMÂZ<br />

Her müslimânın, otuzüç farzı bilmesi lâzımdır. Otuzüç farz şunlardır:<br />

Îmânın şartı : ALTI (6)<br />

İslâmın şartı : BEŞ (5)<br />

Nemâzın farzı : ONİKİ (12)<br />

Abdestin farzı : DÖRT (4)<br />

Guslün farzı : ÜÇ (3)<br />

Teyemmümün farzı : ÜÇ (3)<br />

Teyemmümün farzına iki diyenler de vardır. Bu zemân, hepsi otuziki farz<br />

olur. Ellidört farz başka olup, (İslâm Ahlâkı) kitâbımızda yazılıdır. Emr-i ma’rûf<br />

ve nehy-i münker yapmak ve kötü, çirkin söz söylememek, ellidört farzdadır.<br />

Âkıl ve bâlig olan her müslimânın hergün beş nemâz vaktinin her birinde, bir<br />

kerre nemâz kılması farzdır. Bir nemâzın vakti gelince, bu nemâzı edâya [kılmağa]<br />

başladığı vakt, kılması farz olur. Kılmadı ise, vaktin sonunda, ya’nî vaktin çıkmasına,<br />

abdest alıp nemâza başlıyacak kadar zemân kalınca, kılması farz olur. Özrü<br />

yok iken kılmadan vakt çıkarsa, büyük günâh olur. Özrü olanın da, olmıyanın<br />

da, vaktinde kılmadığı nemâzı, vakti çıkdıkdan sonra, kazâ etmeleri farz olur. Çocuk<br />

bâlig olunca, kâfir veyâ mürted müslimân olunca, kadın temizlenince, deli ve<br />

baygın şifâ bulunca, uykuda olan uyanınca da böyledir. Yeni müslimân olana evvelâ<br />

nemâzın şartlarını öğrenmesi farz olur. Öğrendikden sonra, kılması da farz<br />

olur. Vakt girdikden sonra, kılmadan uyumak özr olmaz. Bunun, vakt çıkmadan<br />

uyanması için tedbîr alması farz, vakt girmeden uyuyanın alması ise, müstehabdır.<br />

Beş nemâz, kırk rek’at eder. Bunlardan onyedi rek’ati vaktlerinde kılmak farzdır.<br />

Üç rek’ati vâcibdir. Yirmi rek’ati sünnetdir. Beş vaktin her birinde sünnet nemâz<br />

kılmak da emr olundu. Sünnetler farzdan başka oldukları için, bunlara ayrıca<br />

niyyet edilir. Şöyle ki:<br />

1— Sabâh nemâzı dört rek’atdir. Önce, iki rek’at sünneti, sonra iki rek’at farzı<br />

kılınır. Bu sünnet, çok kuvvetlidir. Vâcib diyenler de vardır.<br />

2— Öğle nemâzı, on rek’atdir. Önce, dört rek’at ilk sünneti, sonra dört rek’at<br />

farzı, farzdan sonra da iki rek’at son sünneti kılınır.<br />

3— İkindi nemâzı, sekiz rek’atdir. Önce, dört rek’at sünneti, sonra dört rek’at<br />

farzı kılınır.<br />

4— Akşam nemâzı, beş rek’atdir. Önce üç rek’at farzı, sonra iki rek’at sünneti<br />

kılınır.<br />

5— Yatsı nemâzı onüç rek’atdir. Önce, dört rek’at sünnet, sonra dört rek’at farz,<br />

sonra iki rek’at son sünnet, bundan sonra üç rek’at vâcib olan (Vitr nemâzı) kılınır.<br />

İkindi ve yatsının ilk sünnetleri, (Gayr-ı müekkede)dir. Bunların ikinci rek’atlerinde<br />

otururken, ettehıyyâtü... den sonra, Allahümme salli alâ... sonra... bârik alâ...<br />

sonuna kadar okunur. Ayağa kalkınca, üçüncü rek’atde, önce Besmele çekmeden,<br />

Sübhâneke... okunur. Hâlbuki, öğle nemâzının ilk sünneti (Müekked)dir. Ya’nî,<br />

kuvvetle emr olunmuşdur. Sevâbı dahâ çokdur. Bunda, birinci oturuşda, farzlarda<br />

olduğu gibi, yalnız ettehıyyâtü okunup, sonra üçüncü rek’at için, hemen ayağa<br />

kalkılır. Kalkınca, önce Besmele çekip, doğruca Fâtiha okunur.<br />

Öğlenin ve yatsının farzından sonra dört rek’at ve akşamın farzından sonra altı<br />

rek’at dahâ kılmak müstehabdır, çok sevâbdır. Hepsini bir selâm ile veyâ iki<br />

rek’atde birer selâm ile kılabilir. Her iki şeklde de, ilk iki rek’atleri, son sünnetler<br />

yerine sayılır. Bu müstehab nemâzları, son sünnetlerden sonra ayrıca kılmak<br />

da olur.<br />

– 121 –


Birinci rek’at, nemâza durunca, diğer rek’atler ayağa kalkınca başlar ve tekrâr<br />

ayağa kalkıncaya kadar devâm eder. Son rek’at ise, selâm verinciye kadar devâm<br />

eder. İki rek’atden az nemâz olmaz. Akşamın farzı ile vitrden başka, her nemâz,<br />

çift rek’atlidir. İkinci secdeden sonra, çift rek’atlerde oturulur.<br />

Herbir rek’atde nemâzın farzları, vâcibleri, sünnetleri, müfsidleri ve mekrûhları<br />

vardır. İlerideki sahîfelerde bunları (Hanefî) mezhebine göre bildireceğiz.<br />

52 — NEMÂZIN FARZLARI (ABDEST ALMAK)<br />

Nemâzın farzı oniki olup, yedisi dışındadır. Ya’nî, nemâza başlamadan öncedir.<br />

Bunlara (Nemâzın şartları) da denir ki, şunlardır: Hadesden tahâret, necâsetden<br />

tahâret, setr-i avret, istikbâl-i kıble, vakt, niyyet, tahrîme tekbîri. Her şeyin vücûdü,<br />

ya’nî var olması, bir işin yapılmasına bağlıdır. Bu bağlılık, beş dürlü olur: İş,<br />

bu şeyin mâhiyyetinin içinde ise, onun bir parçası ise, bu işe, (Rükn) denir. Dışında<br />

ise, bu şeye te’sîr ediyorsa, (İllet) denir. Nikâh, evlenmenin illetidir. Te’sîr etmiyorsa,<br />

işin yapılması, bu şeyin vücûdünü îcâb ediyorsa, (Sebeb) denir. Vakt, nemâzın<br />

sebebidir. Îcâb etmiyorsa, işin yapılmaması ile, o şey de yok olursa, (Şart)<br />

denir. Yok olmazsa, (Alâmet) denir. Ezân, nemâzın alâmetidir. Nemâzın farzlarından<br />

beşi, nemâzın içindedir. Bu beş farzdan her birine (Rükn) de denir. [Ba’zı<br />

âlimler, tahrîme tekbîrinin, nemâzın içinde olduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre,<br />

nemâzın şartları da, rüknleri de, altı olmakdadır.]<br />

Hadesden tahâret ikidir:<br />

1— Abdestsiz olanın abdest almasıdır.<br />

2— Cünüb olanın, gusl etmesidir.<br />

Vüdû, abdest; teveddî, abdest almak; gasl, birşeyi yıkamak; igtisâl, gusl abdesti<br />

almak; gusl de, gusl abdesti demekdir. Abdesti olmıyana (Muhdis) denir. Gusl<br />

abdesti olmıyana (Cünüb) denir.<br />

(Halebî-i sagîr)de buyuruluyor ki, (Abdestin farzları, sünnetleri, edebleri ve menhî,<br />

ya’nî memnû’ olan şeyleri vardır. Abdestsiz olduğunu bilerek zarûretsiz nemâz<br />

kılan kâfir olur. Nemâz kılarken abdesti bozulan hanefî, hemen omuzuna selâm<br />

verip, nemâzdan çıkar. Vakt çıkmadan abdest alıp, nemâzını başdan tekrâr kılar.<br />

Mâlikî mezhebinde, nemâzı bozulmaz. O anda özr sâhibi olur).<br />

Hanefî mezhebinde, abdestin farzı dörtdür: Yüzü, bir kerre yıkamak. Yüz, iki<br />

kulak memesi ve saç kesimi ile çene arasıdır. İki kolu, dirsekleri ile birlikde, bir<br />

kerre yıkamak. Başın dörtde bir kısmını mesh etmek, ya’nî yaş eli başa sürmek. İki<br />

ayağı, iki yandaki topuk kemikleri ile birlikde, bir kerre yıkamakdır. [Şâfi’îde ve<br />

mâlikîde niyyet de farzdır. Niyyet, kalb ile istemekdir. Söylemek farz değildir. Mâlikîde<br />

abdeste başlarken niyyet şartdır. Kâfirin niyyet etmesi sahîh değildir. Kulak<br />

memesi hizâsındaki deri ve saçlar, hanefîde yüzdendir. Yıkamak farzdır. Mâlikîde<br />

başdandır. Mesh etmesi farz olur. Şâfi’îde yüzü yıkarken niyyet etmek lâzımdır.<br />

Su yüze değmeden önce niyyet ederse, abdesti sahîh olmaz.] Yüz üzerindeki<br />

sakalı yıkamak farzdır. Sarkan sakalı, diğer üç mezhebde yıkamak farzdır.<br />

Şî’îler, ayaklarını yıkamıyor, çıplak ayak üzerine mesh ediyorlar.<br />

Abdestin sünnetleri onsekizdir:<br />

1 — Halâya girerken ve abdeste başlarken, Besmele çekmek. Tenhâ yer bulamıyan,<br />

sıkışınca başkaları yanında örtünerek, abdest bozabilir.<br />

2 — Elleri, bilekleri ile beraber, üç kerre yıkamak.<br />

3 — Ağzı, ayrı ayrı su ile, üç kerre yıkamak. Buna (Mazmaza) denir.<br />

4 — Burnu, ayrı ayrı su ile, üç kerre yıkamak. Buna (İstinşâk) denir.<br />

5 — Kaşların, sakalın, bıyığın altındaki görünmiyen deriyi ıslatmak sünnetdir,<br />

farz değildir. Bunların üzerini yıkamak farzdır. Kıllar seyrek olup altlarındaki deri<br />

görünüyorsa, deriyi yıkamak, ya’nî ıslatmak farz olur.<br />

– 122 –


6 — Yüzünü yıkarken, iki kaşın altını ıslatmak.<br />

7 — Sakalın sarkan kısmını mesh etmekdir. Bunu yıkamak hanefîde farz değildir.<br />

Şâfi’îde çene altındaki deriyi yıkamak farzdır.<br />

8 — Sakalın, sarkan kısmının içine, sağ elin yaş parmaklarını, tarak gibi sokmak<br />

[tahlîl etmek].<br />

9 — Dişleri, birşey ile oğmak, temizlemek.<br />

10 — Başın her tarafını, bir kerre mesh etmek.<br />

11 — İki kulağı, bir kerre mesh etmek. Kulakla yanak arasını yıkamak farzdır.<br />

12 — Enseyi, üçer bitişik parmaklarla, bir kerre mesh etmek.<br />

Son üçünü birlikde yapmak için, iki el ıslatılıp, iki elde de, üç bitişik ince parmak<br />

birbirine yapışdırılıp, iç tarafları, başın önünde, saçların başlangıcına konmak<br />

üzere iki el başa konur. İki elin bu üç parmağının uçları, birbirine dokunmalıdır.<br />

Baş ve şehâdet parmakları ve avuç içleri havada olup, başa dokunmaz. İki el, arkaya<br />

doğru çekilerek, üçer parmak, başı mesh eder. Eller, arkadaki saç kenârına<br />

gidince, üçer parmak, başdan ayrılıp, iki elin avuç içleri, kafanın yan tarafındaki<br />

saçlar üzerine yapışdırılıp, arkadan öne çekilerek, başın yan tarafları mesh edilir.<br />

Sonra şehâdet parmakları kulakların iç tarafına ve baş parmakların iç yüzü, kulak<br />

arkasına konup, kulaklar yukarıdan aşağı mesh edilir. Sonra, diğer üç parmakların<br />

dış yüzleri enseye konup, ensenin ortasından, iki tarafına doğru çekilerek<br />

mesh edilir. [Başı bu şeklde mesh etmek, Mâlikî mezhebinde farzdır.]<br />

13 — El ve ayak parmaklarının arasını tahlîl etmekdir. Ayak parmaklarını tahlîl<br />

için, sol elin küçük parmağı sağ ayağın küçük parmağından ve sonra, sol ayağın büyük<br />

parmağından başlıyarak, ayak parmakları arasına, sıra ile, alt tarafdan sokulur.<br />

14 — Yıkanacak yerleri, üç kerre yıkamakdır. Her birinde, uzvun her yeri ıslanmalıdır.<br />

Üç kerre su dökmek değil, üç kerre tam yıkamak sünnetdir. Üçden fazla yıkamak<br />

mekrûhdur. Üçü sayarken şaşırırsa, üç yapar. Fazla oldu ise, mekrûh olmaz.<br />

15 — Hanefîde, yüzü yıkayacağı zemân, kalb ile niyyet etmek sünnetdir. [Ağız<br />

ile de niyyet etmek, kalb ile yapılmış olan niyyeti tekrâr etmek olur ki, bid’at olur.<br />

Ağız ile de niyyet etmeğe sünnetdir, müstehabdır veyâ bid’atdir denildiği (İbni<br />

Âbidîn)de yazılıdır. Sünnetdir veyâ bid’atdir denilen bir şeyi yapmamak lâzım olduğu,<br />

(Berîka), (Hadîka)da ve (İbni Âbidîn)de bildirilmekdedir. Bunun için,<br />

ağız ile de niyyet etmemelidir. Her ibâdet yapılırken niyyet etmek farzdır ve sonra<br />

inşâallah demek câizdir. Yalnız yemîn, tilâvet [Kur’ân-ı kerîm okumak], zikr<br />

ve ezân için ve bir ibâdetin parçası yapılırken, meselâ abdest ve gusl için ayrı ayrı<br />

niyyet şart değildir.]<br />

16 — Tertîbdir. Ya’nî, sıra ile iki eli, ağzı, burnu, yüzü, kolları, başı, kulakları,<br />

enseyi ve ayakları yıkamak ve mesh etmekdir. Tertîb şâfi’îde farzdır.<br />

17 — Delk, yıkanan yerleri oğmakdır. Delk ve muvâlât mâlikîde farzdır.<br />

18 — Müvâlât, her uzvu, birbiri arkasından yıkayıp ara vermemekdir.<br />

Abdestin edebleri: Edeb, burada yapılması sevâb olup, yapılmazsa hiç günâh olmayan<br />

şeyler demekdir. Hâlbuki, sünneti yapmak sevâb olup, yapmamak, tenzîhî<br />

mekrûhdur. Edeblere, mendûb ve müstehab da denir. Abdestin edeblerinden,<br />

(Halebî-yi sagîr)de bildirilenler şunlardır:<br />

1 — Abdesti, nemâz vakti girmeden önce almakdır. Özr sâhiblerinin, vakt girdikden<br />

sonra alması lâzımdır.<br />

2 — Halâda tahâretlenirken, kıbleyi sağ veyâ sol tarafa almakdır. Abdest bozarken,<br />

kıbleye önünü ve arkasını dönmek tahrîmen mekrûhdur. Ayakları açıp çömelmek<br />

edebdir.<br />

3 — Necâset bulaşmamış ise, su ile tahâretlenmek edebdir. Necâset, dirhem mikdârından<br />

[ya’nî bir miskalden, dört gram ve seksen santigramdan] az ise, yıkamak<br />

– 123 –


sünnetdir. Dirhem mikdârı bulaşmış ise, yıkamak vâcib, fazlasını yıkamak farzdır.<br />

Yıkamakda aded yokdur. Temizleninceye kadar yıkamalıdır. Sol elin, bir veyâ iki<br />

veyâ üç parmağının içi ile yıkanır.<br />

4 — Tahâretlendikden sonra, bez ile kurulanmakdır. Bez yok ise, el ile kurulamalıdır.<br />

5 — Tahâretlendikden sonra, avret mahallini, hemen örtmekdir. Tenhâda lüzûmsuz<br />

açmak, edebi bozar.<br />

6 — Başkasından yardım istemeyip, abdesti kendisi almakdır. İstemeden su döken<br />

olursa, câizdir.<br />

7 — Kıbleye karşı, abdest almakdır.<br />

8 — Abdest alırken konuşmamakdır.<br />

9 — Her uzvu yıkarken, kelime-i şehâdet okumakdır.<br />

10 — Abdest düâlarını okumakdır.<br />

11 — Ağzına sağ el ile su vermekdir.<br />

12 — Burnuna sağ el ile su vermek, sol el ile temizlemekdir.<br />

13 — Ağzı yıkarken, dişleri (Misvâk) ile temizlemekdir. Sağ el parmakları uzatılıp,<br />

baş parmakla küçük parmak misvâkın altından, diğer üç parmak da üstünden<br />

tutarak, üç kerre sağ, üç kerre de sol yandaki dişler üzerine hafîfce sürülür. Kuvvetle<br />

sürmemeli, dişleri bozar. Hafîf sürülünce dişleri ve diş etlerini kuvvetlendirir.<br />

Misvâk, Arabistânda bulunan Erâk ağacının dalından, bir karış uzunlukda kesilen<br />

parçadır. Erâk dalı bulunmazsa, zeytin veyâ başka dallardan da olabilir.<br />

Nar dalı olmaz. Çünki acıdır. Yinilen ve içilen şeyler acı olmamalıdır. Misvâk bulunmazsa,<br />

fırça da kullanılabilir. Bu da yoksa, sağ elin baş parmağını sağ yandaki<br />

dişler üzerine, ikinci küçük parmağını sol dişler üzerine üç kerre sürerek temizlemelidir.<br />

Birinin misvâkini, tarağını, bunun izni ile, başkasının kullanması şer’an<br />

mekrûh değildir. Tab’an mekrûhdur. Sigara içmek de şer’an değil, tab’an mekrûhdur.<br />

14 — Ağzı yıkarken, oruclu değilse, ağzı çalkalamakdır. Buğazında hafîf gargara<br />

yapmak abdestde de, guslde de sünnetdir. Oruclu iken mekrûhdur.<br />

15 — Burnu yıkarken, suyu kemiğe yakın çekmekdir.<br />

16 — Kulağı mesh ederken birer parmağı, kulak deliğine sokmakdır.<br />

17 — Ayak parmaklarının aralarını tahlîl ederken, sol elin küçük parmağı ile ve<br />

alt taraflarından tahlîl etmekdir.<br />

18 — Elleri yıkarken, geniş yüzüğü yerinden oynatmakdır. Dar, sıkı yüzüğü oynatmak<br />

ise lâzım olup, farzdır.<br />

19 — Su bol ise de, isrâf etmemekdir.<br />

20 — Suyu, yağ sürer gibi az kullanmamakdır. Üç def’ada da, yıkanan yerden<br />

en az iki damla su damlamalıdır.<br />

21 — Abdest aldığı kabı dolu bırakmakdır. İbriğin ağzını kıbleye karşı durdurmalıdır.<br />

Yolcu, kıble cihetini, ibriğin ağzına bakarak kolayca anlar.<br />

22 — Abdest bitince veyâ ortasında (Allahümmec’alnî minettevvâbîn...) düâsını<br />

okumakdır.<br />

23 — Abdestden sonra (Sübhâ), ya’nî iki rek’at nemâz kılmakdır.<br />

24 — Abdestli iken, abdest almakdır. Ya’nî nemâz kıldıkdan sonra, abdestli iken,<br />

yeni nemâz için, bir dahâ abdest almakdır.<br />

25 — Yüzü yıkarken, göz pınarını, çapakları temizlemekdir.<br />

26 — Yüzü, kolları, ayakları yıkarken, farz olan yerlerden biraz fazlasını yıkamak.<br />

Kolları yıkarken, avuca su doldurmalı, bunu dirseğe doğru akıtmalıdır.<br />

27 — Abdest alırken, kullanılan sudan, elbiseye, üste, başa sıçratmamakdır.<br />

– 124 –


28 — İbni Âbidîn, abdesti bozanlarda diyor ki, (Kendi mezhebinde mekrûh olmıyan<br />

birşey, başka mezhebde farz ise, bunu yapmak müstehabdır). İmâm-ı Rabbânî,<br />

286. cı mektûbda diyor ki, (Mâlikîde, abdest a’zâsını uğmak farz olduğu için,<br />

muhakkak uğmalıdır). İbni Âbidîn, ric’î talâkı anlatırken diyor ki, (Hanefî mezhebinde<br />

olanın, mâlikî mezhebini taklîd etmesi evlâdır. Çünki, imâm-ı Mâlik,<br />

İmâm-ı a’zamın talebesi gibidir).<br />

Abdest alırken, yapılması menhî, ya’nî yasak olanlar, onikidir. Bunları yapmak<br />

harâm veyâ mekrûhdur ki, şunlardır:<br />

1 — Halâda, kırda abdest bozarken, kıbleyi öne, arkaya getirmemelidir.<br />

Kıbleye ve mıshafa karşı ayak uzatmak da, mekrûhdur. Mıshaf yüksekde ise,<br />

mekrûh olmaz. Ayrı bir şeye sarılı mıshaf, mıska ile halâya girilebilir.<br />

2 — Tahâretlenmek için, biri yanında avret yerini açmak harâmdır.<br />

3 — Sağ el ile tahâretlenmemelidir.<br />

4 — Su olmadığı zemân, gıdâ maddesi ile, gübre ile, kemik ile, hayvan gıdâsı ile,<br />

kömür ile ve başkasının malı ile, saksı, kiremit parçası ile, kamış ile ve yaprak ile<br />

ve bez ile, kâğıd ile tahâretlenmek mekrûhdur.<br />

5 — Abdest alınan havuza tükürmemeli ve sümkürmemelidir.<br />

6 — Abdest a’zâsını, hudûdundan pek aşırı veyâ eksik olarak yıkamamalı ve üçden<br />

az veyâ çok yıkamamalıdır.<br />

7 — Abdest a’zâsını, tahâretde kuruladığı bez ile kurulamamalıdır.<br />

8 — Yüzü yıkarken, suyu yüze çarpmamalı, alın üstünden dökmelidir.<br />

9 — Suya üflememelidir.<br />

10 — Ağzı ve gözleri sıkı kapamamalıdır. Dudağın görünen kısmında ve göz kapağında<br />

ıslanmadık az bir yer kalırsa, abdest kabûl olmaz.<br />

11 — Sağ el ile sümkürmemelidir.<br />

12 — Baş, kulaklar veyâ enseden birini, her def’asında eli ayrı ayrı ıslatarak, birden<br />

fazla mesh etmemelidir. Her def’asında ıslatmadan tekrârlanabilir.<br />

Tenbîh: Zarûret, mecbûriyyet olmadıkca aşağıdaki onbir şeye ri’âyet etmelidir:<br />

1 — İki eli çolak olan, tahâretlenemez. Kolları toprağa, yüzünü dıvara sürerek<br />

teyemmüm eder. Yüzünde de yara varsa, nemâzı abdestsiz kılar, terk etmez.<br />

2 — Hasta olana, zevcesi, câriyesi, çocukları, kardeşleri abdest aldırır.<br />

3 — Taş ve benzerleri ile tahâretlenmek, su yerine geçer.<br />

4 — Deli olan veyâ bayılan kimse, yirmidört sâatde ayılamazsa, iyi olunca, nemâzlarını<br />

kazâ etmez. İçki, afyon, ilâc ile aklı giden, her nemâzı kazâ eder. Yatarak<br />

başı ile îmâ edemiyecek kadar ağır hastalığı yirmidört sâatden çok devâm eden<br />

kimseden, aklı başında olsa bile, nemâz sâkıt olur.<br />

5 — Halâya husûsî şalvar ile ve başı örtülü girmek müstehabdır.<br />

6 — Halâya girerken elinde, Allahü teâlânın ismi ve Kur’ân-ı kerîm yazılı bir<br />

şey bulunmamalıdır. Birşeye sarılmış veyâ cebde olmalıdır. Mıska böyledir.<br />

7 — Halâya sol ayakla girip, sağ ayakla çıkmalıdır.<br />

8 — Halâda avret yerini, çömelince açmalı, konuşmamalıdır.<br />

9 — Avret yerine ve necâsete bakmamalı, halâya tükürmemelidir.<br />

10 — Halâda birşey yimemeli, içmemeli, şarkı söylememeli, ıslık çalmamalı, [sigara<br />

içmemeli], sakız çiğnememelidir.<br />

11 — Hiçbir suya, câmi’ dıvarına, kabristâna ve yola abdest bozmamalıdır.<br />

ABDESTİ BOZAN ŞEYLER: (Halebî) kitâbında diyor ki, (Hanefî mezhebinde<br />

yedi şey, abdesti bozar: Birincisi, önden ve arkadan çıkan şeyler, meselâ yellenmek,<br />

abdesti bozar. Yalnız, erkeğin ve kadının önünden çıkan yel, abdesti bozmaz.<br />

Bu, az kimsede olur. Ağızdan, kulakdan ve derideki yaradan çıkan kurdlar, boz-<br />

– 125 –


maz. İhtikan, ya’nî lâvman âletinin ucu ve insan parmağı, arkadan sokup çıkarılınca,<br />

etrâfı yaş ise bozar. Kuru ise, yine abdesti tâzelemek iyi olur. Bir parçası sokulup,<br />

bir parçası dışarda kalan herşey de, böyledir. Birşeyin hepsi girip çıkarsa,<br />

abdesti de, orucu da bozar. Bâsur memesi çıkan, eli ile veyâ bez gibi birşey ile sokarsa,<br />

abdesti bozulur.<br />

Erkek, idrâr yoluna yağ sokup, sonra dışarı akarsa, İmâm-ı a’zama göre bozulmaz.<br />

Kadın, vajinal lâvaj yapınca, çıkan sıvı, abdesti bozar.<br />

Erkek, idrâr kaçırmamak için, idrar yoluna nebâtî pamuk koyması câizdir. Sızdığında<br />

vesvese, şübhe ederse, koyması müstehab olur. Sızmağa mâni’ olursa,<br />

koyması vâcib olur. Sun’î pamuk kullanmamalıdır. Pamuğun dışarda kalan kısmı<br />

ıslanmadıkca, abdesti bozulmaz. Pamuk, kuru olarak çıkarsa, yine bozulmaz. Kadınların<br />

önlerine sokduğu, kürsüf denilen bez de böyledir. Fekat sokmayıp, aralığa<br />

koyarsa, iç tarafı ıslanınca, bozulur. Pamuğun hepsi girmişse, yaş olarak çıkınca,<br />

bozar. Arkaya sokulup, gayb olan nebâtî pamuk, kuru çıkınca da bozar. Bâkire<br />

kızların yalnız hayz zemânında, evli ve dul olanların ise, her zemân kürsüf kullanmaları<br />

müstehabdır. İstincâdan sonra, çamaşırında leke olanlar, iki kaba eti arasına<br />

uzunca pamuk koyarak, mak’adı örtmeli, abdest alacağı zemân pamuğa bakıp,<br />

temiz ise tekrâr yerine koymalı, kirlenmiş ise, değişdirmelidir.<br />

İdrâr kaçıran, çamaşırının kirlenmemesine çok dikkat etmelidir. Kenâr uzunluğu<br />

onbeş santimetre kadar murabba’ [kare] şeklinde bir bezin bir köşesine elli<br />

santimetre kadar ip bağlanır. İpin diğer ucu halka yapılıp, dona takılı olan çengelli<br />

iğneye geçirilir. Bez zekerin ucuna sarılır. Kenârları üzerine ipi sarılıp, ilmik yapılır.<br />

İdrâr, fazla sızıyorsa, bezin içine pamuk konur. İdrâr kaçırınca, yaş pamuk<br />

atılır. Beze de bulaşmış ise, ipin ucundan çekilir, ilmik açılır. Bez yerinden çıkar.<br />

İpin diğer ucu, iğneden çıkarılıp, bez yıkanıp ve kurutulup, tekrâr kullanmak için<br />

saklanır. Bir bez, bağı ile birlikde aylarca kullanılabilir. İhtiyârlarda zeker küçülüp,<br />

ucuna bez sarılamıyor. Bunlar, küçük bir naylon torbaya bez koyup, zekeri ve<br />

husyeleri torbaya sokar. Ağzını bir ip ile bağlar. İdrâr yapacağı zemân, ipi çözer.<br />

İçindekileri çıkarır. Bez ıslanmış ise değişdirir. Böyle temizlik yapan, prostat hastalığına<br />

yakalanmaz. 158. ci sahîfeye bakınız!<br />

Abdesti bozanların ikincisi, ağızdan çıkan necs şeylerdir. Bunlardan kay ve katı<br />

kan, kan, safra, mi’deden gelen yemek, su, ağız dolusu olunca, abdesti bozarlar.<br />

Hepsi kaba necsdirler. Süt emen çocuğun kusduğu şey de, kaba necsdir. Balgam<br />

kusmak bozmaz. Başdan gelen sıvı kanı kusunca, tükrükden az ise bozmaz. Ağzın<br />

içi, abdestin bozulmasında, iç organ sayılır. Orucun bozulmasında, bedenin dışı sayılır.<br />

Bunun için, dişden ve ağızdaki yaradan çıkıp ağızdan dışarı çıkmıyan kan abdesti<br />

bozmaz. Ağızdan dışarı çıkınca, tükrükden çoksa bozar. Başdan gelen katı<br />

kan, çok olsa dahî bozmaz. Mi’deden, ciğerden gelen kan sıvı ise, Şeyhayna göre<br />

“rahmetullahi aleyhimâ”, az olsa dahî abdesti bozar. Kulağa damlatılan yağ, kulakdan<br />

veyâ burundan çıkınca bozmaz. Ağızdan çıkarsa bozar. Buruna çekilen şey,<br />

burundan, günlerce sonra da, geri gelirse bozmaz.<br />

Üçüncüsü, deriden çıkan kan, cerâhat, sarı su, ağrılı çıkan renksiz su, hanefîde<br />

bozar. Bunların, mâlikîde ve şâfi’îde abdesti bozmadıkları, fârisî (Menâhic-ül-ibâd)<br />

kitâbında yazılıdır. Çiçek hastasından ve herhangi bir çıbandan, kulakdan, burundan,<br />

yaradan çıkan kan, sarı su ve elem ile, ağrı ile akan renksiz su, gusl abdestinde<br />

yıkanması lâzım olan yere yayılırsa bozar. Meselâ, burundan gelen kan, kemikleri<br />

geçerse, kulakdan gelen, kulak deliğinden çıkarsa bozar. Çıbandaki, yaradaki<br />

kanı, sarı suyu pamukla emerse bozar. Bunlardan elemsiz, ağrısız olarak çıkan,<br />

akan renksiz su bozmaz [Tahtâvî]. Birşeyi ısırınca, o şey üzerinde kan görürse, bozulmaz.<br />

Misvâk, kürdan üzerinde kan görünce, ağzına bulaşmadı ise, bozulmaz.<br />

Ya’nî oraya parmağını koyunca, parmağında kan görürse bozulur. Gözü ağrıyan<br />

kimseden, hep yaş akarsa, özr sâhibi olur. Ağrı olmadan, herhangi bir sebeble ağ-<br />

– 126 –


lamakla ve soğan, duman, gazlar te’sîri ile, göz yaşı akınca bozmaz. Şâfi’îde ikisi<br />

de bozmaz. Kadın, çocuğunu emzirince bozmaz. Çok da olsa, terlemekle bozulmaz.<br />

Kulak, göbek, memeden ağrı, hastalık ile gelen sıvı bozar. Sülük, çok kan emerse,<br />

bozar. Sinek, sivrisinek, pire, tahta biti gibi haşereler, çok emseler de bozulmaz.<br />

Az olup yayılmıyan derideki kan ve ağızda hâsıl olup, ağız dolusu olmıyan kan ve<br />

dışarı çıkan az kay, abdesti bozmadıkları için, necs değildirler.<br />

Abdesti bozanların dördüncüsü, uyumak, dört mezhebde de bozar. Hanefîde,<br />

mak’adın gevşek olacağı bir hâlde, meselâ yan veyâ sırt üstü yatarak veyâ dirseğine<br />

yâhud birşeye dayanıp uyumakdır. Dayandığı şey çekilince düşmezse, bozulmaz.<br />

Nemâzda uyumak, dizleri dikip, başını dizlerine koyarak, diz çökerek, bağdaş<br />

kurarak, teverrük ederek uyursa, bozulmaz. Teverrük, kadınların nemâzda oturdukları<br />

gibi oturmakdır. Bir dizini dikip, diğer uyluğu üzerine oturup uyursa bozulur.<br />

Çıplak hayvan üstünde uyursa, hayvan yokuş çıkıyor veyâ düz yerde gidiyorsa,<br />

bozulmaz. Palan ve eğer üzerinde uyursa hiç bozulmaz.<br />

Beşincisi, bayılmak ve deli olmakla ve sar’a tutmakla bozulur. Yürürken sallanacak<br />

kadar serhoş olmak da bozar.<br />

Altıncısı, rükü’ ve secdeleri olan nemâzda kahkaha ile gülmek, abdesti de bozar.<br />

Çocuğun bozulmaz. Nemâzda tebessüm, nemâzı da, abdesti de bozmaz. Yanındakiler<br />

işitirse, kahkaha denir. Kendi de işitmezse, tebessüm denir. Yalnız<br />

kendi işitirse (Dahk) denir. Dahk, yalnız nemâzı bozar.<br />

Yedincisi, (Mübâşeret-i fâhişe) ya’nî çıplak olarak, (Sev’eteyn)i, ya’nî çirkin yerlerini<br />

sürtünmek, erkeğin de, kadının da abdestini bozar). Kadının derisine şehvet<br />

ile dokunmak, hanefîde abdesti bozmaz.<br />

Saç, sakal, bıyık, tırnak kesmek abdesti bozmaz. Kesilen yerleri yıkamak lâzım<br />

olmaz. (Fıkh-i Gîdânî)nin fârisî şerhinde diyor ki, (Tırnak kesince, abdest bozulmaz.<br />

Elleri yıkamak müstehab olur). Yara kabuğunun düşmesi ile de bozulmaz.<br />

Abdest alırken, deri üzerindeki yarık yıkanır. Su değdiremezse, mesh eder. Mesh<br />

edemezse, terk olunur. Ayağındaki yarığa merhem sürmüş ise, merhemin üstünü<br />

yıkar. Yıkamak yaraya zarar verirse, mesh eder. Yıkadıkdan sonra merhem düşerse,<br />

altı iyi olmuş ise, altını yıkar. İyi olmamış ise, yıkamaz. [55. ci maddeye bakınız!]<br />

İki elinde yarık, yara olup su zarar verirse teyemmüm eder. Bir eli sağlam<br />

ise, bunun ile abdest alır. Eli dirsekden, ayağı topukdan kesilmiş ise, kesik yeri yıkar.<br />

(Halebî-i kebîr)de diyor ki, (Abdest aldığını bilip, sonra bozulduğunda şübhe<br />

ederse, abdesti var kabûl edilir. Abdesti bozulduğunu bilip, sonra abdest aldığında<br />

şübhe ederse, abdest alması lâzım olur. Abdest arasında, ba’zı yerini yıkadığında<br />

şübhe ederse, orasını yıkar. Abdest aldıkdan sonra şübhe ederse, yıkamak lâzım<br />

değildir. Abdest aldıkdan sonra, üzerinde yaşlık gören, idrâr mı, su mu şübhe<br />

etse, ilk olarak başına geldi ise, yeniden abdest alır. Birkaç def’a, böyle şübhe<br />

etdi ise, şeytânın vesvesesi olduğu anlaşılır ve abdesti tâzelemez. Vesveseyi önlemek<br />

için, abdest aldıkdan sonra, donuna, peştemalına su serpilmesi (Kimyâ-yı<br />

se’âdet)de de yazılıdır. Veyâ nebâtî pamuk kullanmalıdır. Kab, kacak, elbise, bedenin,<br />

suyun, kuyunun, havuzun ve câhillerin, kâfirlerin hâzırladığı yağ, ekmek,<br />

elbise, yemek ve sâirenin pis olmasında şübhe etse, temiz kabûl edilir.)<br />

Kur’ân-ı kerîmi abdestsiz tutmak harâmdır. Ezberden okumak câizdir. Yatağa<br />

abdestli girmek sünnetdir. (Şir’at-ül-islâm) şerhinde diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmi yatakda,<br />

yatarak ezberden abdestsiz okumak câizdir ve sevâbdır. Fekat, başını yorgandan<br />

dışarı çıkarmalı ve bacakları bitişdirmelidir.)<br />

Vedî, mezî çıkınca dört mezhebde de abdest bozulur. Hanbelîde gusl abdesti de<br />

lâzım olur. (İnâye). Cünüb ve hayzlı olarak câmi’e girmek harâmdır. Abdestsiz girmek<br />

mekrûhdur. (Dürer Gurer). Önden, arkadan çıkarak abdesti bozanlar, has-<br />

– 127 –


talıkla çıkar, sızarsa ve abdest almakda, şiddetli soğuk, hastalık, ihtiyârlık gibi sebeblerle,<br />

harac [güçlük] olursa, Mâlikîde abdest bozulmaz.<br />

(Kitâbürrahme)de diyor ki, (Devâmlı idrâr kaçırmağa (silis-ül-bevl) denir. Bundan<br />

korunmak için, bir kaba bir fincan nohud ve iki fincan sirke konur. Üç gün sonra, her<br />

gün üç kerre üçer nohud yinir ve birer çay kaşığı sirke içilir. Yâhud, bir kaşık yüzerlik<br />

tohmu ve zencefil ve tarçın ve karabiber, ince toz edilip karışdırılır. Sabâh aç karna<br />

ve yatarken bir çay kaşığı toz, su ile yutulur.) 986 [m. 1578] da yazılmış olan türkçe<br />

(Menâfi’ unnâs) da, silis-ül-bevl için muhtelif ilâclar vardır. Bunlardan biri, iki dirhem<br />

günnük, iki dirhem çörek otu, dört dirhem bal ile karışdırıp, sabâh akşam birer<br />

ceviz mikdârı yinir. Günnük, bir ağaç zamkıdır. Sakız gibidir. Kokusundan belli olur.<br />

53 — MEST ÜSTÜNE MESH, ÖZR SÂHİBİ OLMAK<br />

MEST ÜZERİNE MESH — Abdest alırken ayakları yıkamak yerine, hiç özr<br />

ve zarûret olmasa bile, yaş el ile, bir kerre, mest üzerine mesh edilmesi, erkek için<br />

de, kadın için de câizdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek<br />

ayaklarına mest giyip, bunların üstüne mesh etdi ve câiz olduğunu da söyledi. Gusl<br />

abdesti alırken, mest üzerine mesh edilmez. Teyemmüm ederken, ayakları mesh<br />

etmek farz değildir.<br />

Mest, ayağın yıkaması farz olan yerini örten, su geçirmez ayakkabı demekdir.<br />

Mest, büyük olup da, parmaklar, mestin ucuna kadar gitmez ve mesh, boş yer üzerine<br />

rastlarsa câiz olmaz. Mestin ağız kısmı geniş olup, yukardan bakınca, ayak görünürse<br />

zararı olmaz. Mestin, bir sâat yol yürüyünce, ayakdan çıkmayacak şeklde<br />

sağlam ve ayağa uygun olması lâzımdır. Ağaçdan, camdan, ma’denden mest olamaz.<br />

Zîrâ sert şeyle bir sâat yürünemez. Tabanı ile ayak üstü veyâ yalnız tabanı deri<br />

kaplanmış çorap üstüne veyâ sert olup, yürürken aşağı düşmiyen çorap üzerine<br />

mesh câizdir. [Mâlikîde, mestin deriden olması şartdır.] Mestli kimsenin, abdesti<br />

bozulunca, bu abdestsizlik, abdest uzvlarına yayılırken, ayaklara değil, mestlere<br />

yayılır. Mestlerin hadesden temizlenmesi de, mesh etmekle olur. Demek ki, mestler<br />

abdestsizliğin ayaklara geçmesine mâni’ olmakdadır. Yalnız ayaklarını yıkayıp,<br />

mest giyen bir kimse, sonra diğer uzvlarını yıkayıp abdestini temâmlasa, sonra, abdesti<br />

bozulsa, sonra abdest alırken, bunlar üzerine mesh edebilir. Çünki, mestleri<br />

giyerken, tam abdest almış olmak şart değildir. Fekat, abdesti bozulduğu zemân,<br />

bozulan abdestin, tam alınmış olması şartdır. Meselâ, teyemmüm ederek, mest giydi<br />

ise, suyu görünce, bozulan abdesti tam olmadığından, su ile abdest alırken, mesh<br />

edemez. Ayaklarını da yıkar. Özr sâhibi olan kimse, tam abdest alıp, özr akmadan<br />

önce, mestlerini giyerse, sonra abdesti özrle bozulsa da, yirmidört sâat mesh edebilir.<br />

Özrü akdıkdan sonra giyerse, yalnız o nemâz vakti içinde mesh edebilir.<br />

Mest üzerine mesh müddeti, mukîm olan için, yirmidört sâatdir. Müsâfir için,<br />

üç gün üç gece, ya’nî yetmişiki sâatdir. Bu müddet, mesti giydiği zemân değil, mest<br />

giydikden sonra, abdesti bozulduğu zemân başlar. Özr sâhibi için mesh müddeti,<br />

nemâz vakti çıkıncaya kadar olduğu (Fetâvâ-i Hayriyye)de yazılıdır. Özr sâhibi,<br />

özre sebeb olan şeyi durduğu zemân, abdest alıp, o şey tekrâr başlamadan önce,<br />

mestlerini giyse, tahâret-i kâmile ile giymiş olur [Mâlikîde, gusl abdesti için çıkarılıncaya<br />

kadar mesh etmek câizdir.].<br />

Hanefî mezhebinde mesh, mestlerin yukarıdaki yüzlerine yapılır. Taban altına<br />

yapılmaz. Sünnet üzere mesh etmek için, sağ elin yaş beş parmağı, sağ mest üzerine,<br />

sol elin parmakları da, sol mest üzerine, boylu boyunca yapışdırılıp, ayak parmakları<br />

üzerine gelen ucundan, bacağa doğru çekilir. El ayaları meste değdirilmez.<br />

Meshin üç el parmağı eninde ve boyunda olması farzdır. Bunun için de, üç parmağı<br />

veyâ yaş olup suyu damlamakda olan parmak uçları veyâ parmaklarla birlikde<br />

el ayasını veyâ yalnız el ayasını mest ucuna koyup, bacağa doğru çekmek yetişir.<br />

– 128 –


Parmakları, mestin yan kenârına koyup, mest üzerinde genişliğine kaydırmak da<br />

câiz olur. Mesh, elin dış yüzü ile de câiz ise de, içleri ile yapmak sünnetdir. Mestin<br />

altına veyâ topukların yanlarına veyâ bacak tarafına mesh câiz değildir. [Mâlikîde,<br />

sağ eli ıslatıp, parmak dipleri sağ mestin üst ucuna konur. Baş parmak ucu<br />

sol, diğer üç parmak uçları sağ kenârında olarak, ağzına kadar çekmek ve sol eli<br />

altına böyle koyup, topuğa ve buradan ağzına kadar çekmek ve sonra sol eli sol mestin<br />

üstüne, sağ eli altına koyup çekmek vâcibdir.] Bir uzvu yıkadıkdan sonra, elde<br />

kalan yaşlıkla, mest üzerine mesh edilir. Bir uzvu, meselâ, başı veyâ enseyi meshden<br />

kalan yaşlıkla, mesh edilmez. Abdest alıp, mest giymiş bir kimse, yeniden abdest<br />

alıp, mesh etmiyerek, mestli ayaklarını suya soksa, bir ayağı veyâ yarıdan fazlası<br />

ıslanmazsa, mesh yerine geçer. İçine su girip, ayağı ıslanırsa, mestleri çıkarıp,<br />

ayaklarını da yıkamak lâzım olur. Yaş ot üstünde yürüyerek veyâ yağmur ile,<br />

mestlerin üstü ıslanırsa, mesh yerine geçer ve niyyet lâzım olmaz. Mestli kimse, abdesti<br />

bozuldukdan yirmidört sâat geçmeden, sefere çıksa, bu mestlere üç gün ve<br />

gece mesh edebilir. Müsâfir iken mukîm olsa, yirmidört sâat geçmiş ise, mestleri<br />

çıkarıp, ayaklarını yıkayarak abdest alır. Mâlikîde mest üzerine mesh müddeti, gusl<br />

abdesti için çıkarılıncaya kadardır. Mest üzerine, birinci abdest bozulmadan önce,<br />

ikinci bir mest, çizme, plâstik, naylon, lâstik ayakkabı giyse, dışdaki, su geçirmezse,<br />

bunun üzerine mesh edebilir. Suyu çok geçirirse yine edebilir. Çünki, içdeki ıslanarak,<br />

içdekine mesh etmiş olur. İkinciyi, abdesti bozulunca giymiş ise, yalnız içdeki<br />

meste, mesh edebilir. İkinciye, ya’nî dışdaki ayakkabılara mesh etdikden<br />

sonra bunun biri çıksa, ikincisini de çıkarıp, içdeki mestlere hemen mesh etmesi lâzım<br />

gelir. Diğer ayağındakini çıkarmayıp bunun üzerine ve çıkan ayağındaki birinci<br />

mest üzerine, birlikde mesh etmesi de câizdir. Ayağın üç parmağı sığacak kadar<br />

yırtığı bulunan bir mest üzerine mesh etmek câiz değildir. Yırtık, bundan az ise, mesh<br />

câiz olur. [Mâlikîde, yırtık, ayağın üçde birinden az ise, mesh câiz olur. Mâlikîde,<br />

bedenin, elbisenin temiz olması sünnet olduğu hâlde, mestin temiz olması farzdır.]<br />

Bir mestin birkaç yerinde, küçük yırtıklar varsa, bunlar toplanınca, üç parmak olursa,<br />

buna mesh câiz olmaz. Bir mestde, iki parmak, diğer mestde de iki veyâ bir parmak<br />

görünecek kadar yırtık olsa, bunlara mesh edilebilir. Çünki, üç parmak, iki mest<br />

için değil, bir mest içindir. Hâlbuki, muhtelif uzvlardaki necâset veyâ görünen avret<br />

yerleri mikdârları bir araya toplanıp, hepsi üzerine hükm olunur. Mesh câiz olmıyan<br />

yırtık, üç parmağın ucu değil, üç parmağın bütünü görünecek kadardır.<br />

Yırtık, parmak üzerinde ise, o parmaklar sayılır. Yırtık başka yerde ise, üç küçük<br />

parmak görünecek kadar olmamalıdır. Yırtık, üç parmakdan uzun olsa, açılan kısmı,<br />

üç parmakdan az olsa, mesh câiz olur. Mestin dikiş yeri, uzun sökülse, fekat açılmayıp<br />

ayak görünmese, mesh câiz olur. Yırtık veyâ sökülen yer, yürürken açılıp,<br />

ayakdan üç parmak görünür, durunca açılmazsa, mesh edilmez. Bunun tersine<br />

olursa, mesh câiz olur. Topuk kemikleri yukarısındaki yırtık, ne kadar olursa olsun,<br />

meshe mâni’ olmaz. Çünki, mestlerin, burasını örtmesi lâzım değildir. Üstden veyâ<br />

yandan ilikli, bağlı veyâ fermuvarla kapalı mestler, ayakkabılar üzerine mesh câizdir.<br />

[Şâfi’îde, mestin hiç yırtığı, deliği olmaması lâzımdır.]<br />

Ayağın topuğu, mestin topuğundan çıkınca, mest ayakdan çıkdı sayılır. Fekat<br />

ekserî kitâblar, ayağın yarıdan fazlası, mestin topuk kemikleri hizâsından yukarı<br />

çıkmadıkca, ayakdan çıkdı sayılmaz diyor. Buna göre, mest geniş olup, yürürken,<br />

topuğu mestden çıkıp, giren kimsenin meshi câiz olur. Yürürken abdesti bozulmaz.<br />

Yırtığı, üç parmakdan fazla açık olan mestin astarı sağlam olsa ve meste dikilmiş<br />

olup, ayak görünmese, mesh câiz olur.<br />

Bir veyâ iki ayağı mestden çıkınca, abdesti, o ânda bozulmaz. Abdestin bozulması<br />

şimdi ayaklara sirâyet eder. Yalnız ayaklarını yıkasa, mesh ederek almış olduğu<br />

abdesti temâmlamış olur. Mesh müddeti bitince de, yalnız ayaklarını yıkar.<br />

Fekat, her iki sûretde de, yeniden abdest almak dahâ iyi olur denildi. Çünki, mu-<br />

– 129 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:9


vâlât hanefîde sünnet, mâlikî mezhebinde ise farzdır.<br />

İmâme, ya’nî sarık ve kalensüve, ya’nî takke ve her başlık ve bürka’ ya’nî peçe<br />

ve maske üstüne ve eldiven üstüne mesh etmek câiz değildir.<br />

Cebîre ya’nî kırık kemiğin iki yanına bağlanan tahtalar üzerine mesh câizdir. Yaranın,<br />

çıbanın, derideki çatlak veyâ yarıkların üzerine veyâ içine konan merhem,<br />

pamuk, fitil, gaz bezi, flaster, sargı bağı gibi şeylerin çözülmesi, çıkarılması yaraya<br />

zarar verirse veyâ bunlar çıkınca, yıkamak veyâ mesh etmek zarar verirse,<br />

bunlardan merhem, lâstik gibi, su geçirmiyenler üzerine su akıtılır. Su geçirenler<br />

üzerine mesh edilir. Yaraya soğuk su zarar verirse, sıcak su ile yıkamak lâzım olur.<br />

Sıcak su da zarar verirse, mesh etmek lâzım olur. Mesh de zarar verirse, üzerinde<br />

bulunan şey üzerine mesh edilir. Sargı bezinin, sağlam deri üstüne rastlayan kısmı<br />

üzerine de ve sargılar arasındaki deriye de, mesh edilir. Bunların yarıdan fazlasına<br />

mesh câizdir. Bunlara mesh etmek de, yaraya zarar verirse, mesh edilmez.<br />

Bunları mesh, yaraya zarar vermezse, bunları mesh lâzım olur. Bunları kaldırıp altlarındaki<br />

sağlam deriyi yıkamak, yaraya zarar vermezse, yıkamak lâzım olur.<br />

[Yara üstündeki sargıya veyâ merheme meshin câiz olması için, yarayı yıkamanın<br />

veyâ mesh etmenin, yaraya zarar vermesi, dört mezhebde de şart olduğu, (Elfıkh-u<br />

alel-mezâhib-il-erbe’a)da yazılıdır. Zarar, şifânın gecikmesi yâhud elemin<br />

ya’nî ağrının artması demekdir.] Mesh etdikden sonra, bunlar, yara iyi olmadan alınır<br />

veyâ düşerlerse, mesh bozulmaz. Yara iyi olup da düşerlerse, altlarını yıkamak<br />

lâzım olur. Bütün bunlar üzerine mesh, altlarını yıkamak yerine geçer. Bunlara<br />

mesh edenler özr sâhibi olmaz. Bunlar, sağlam kimselere imâm olabilir. Tabîb-i<br />

müslim-i hâzıkın ıslatılmaması lâzımdır dediği bir yer, yara gibi olur. Bunlara<br />

mesh etmekde, erkek, kadın, muhdis ve cünüb hep birdir. Hiçbiri için niyyet lâzım<br />

değildir. İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” abdestin farzları sonunda diyor ki,<br />

(Elinde, yara, yarık bulunan kimse, suyu kullanamaz ise, ya’nî ellerine su alamaz<br />

ve yüzünü, başını, kulaklarını, ayaklarını suya sokamaz ise, teyemmüm eder. Kolundan,<br />

ayağından bir kısmı kesik olan kimse, kalan yerin yüzeyini yıkar). Habsde,<br />

eli ayağı bağlı olan, teyemmüm edemezse, abdestsiz, birşey okumadan, rükü’<br />

ve secde yapar. Bunu da yapamazsa, ayakda îmâ eder. Kurtulunca iâde eder.<br />

ÖZR SÂHİBİ olan, istediği zemân abdest alır. Bu abdest ile, istediği kadar farz<br />

ve nâfile nemâz kılar ve Kur’ân-ı kerîm okur. Nemâz vakti çıkınca abdesti bozulmuş<br />

olur. Her nemâz vakti girdikden sonra, yeni abdest alıp, bu vakt çıkıncaya kadar her<br />

ibâdeti yapar. Öğleden başka dört nemâzdan birinin vakti girmeden evvel aldığı abdest<br />

ile, bu nemâzı kılamaz. Çünki, öğle nemâzının vakti başlarken, bir nemâzın vakti<br />

çıkmıyor. Özr sâhiblerinin, devâm eden özrleri, abdestini bozmaz. Fekat, başka<br />

bir abdest bozan sebeb ile bozulur. Vakt çıkınca, özr sebebi ile de bozulmuş olur.<br />

Özr sâhibi olmak için, abdesti bozan bir şeyin, devâm üzere mevcûd olması lâzımdır.<br />

Edâsı farz olan herhangi bir nemâz vakti içinde, nemâz vaktinin başından<br />

sonuna kadar, abdest alıp, yalnız farzı kılacak kadar bir zemân, abdestli kalamıyan<br />

kimse, özrü gördüğü andan itibâren, özr sâhibi olur. Meselâ, istihâda kanı, idrâr<br />

ve başka akıntılar, iç sürmesi, yel kaçması, yaradan kan, irin ve memeden, göbekden,<br />

burundan, gözden, kulakdan kan veyâ ağrı ile herhangi bir sıvı, irin akması<br />

gibi, abdesti bozan şeylerden biri, hep mevcûd olur, ya’nî bir nemâz vaktinin<br />

başından sonuna kadar, bir abdest alıp, farzı kılacak kadar, durdurulamazsa, o kimse,<br />

özr sâhibi olur. Bir nemâz vakti girdikden, farzı kılacak kadar zemân sonra özr<br />

başlasa, vaktin sonu yaklaşıncaya kadar bekler, hiç durmadı ise, vaktin sonunda<br />

abdest alıp, o vaktin nemâzını kılar. Nemâz vakti çıkdıkdan sonra, sonraki nemâz<br />

vakti içinde durursa, önceki nemâzını i’âde eder. İkinci nemâz vaktinin başından<br />

sonuna kadar hiç kesilmezse, özr sâhibi olduğu anlaşılır ve kılmış olduğu önceki<br />

vaktin nemâzını i’âde etmez.<br />

[(El-fıkh-u alel mezâhibil-erbe’a)da diyor ki, (Mâlikî mezhebinin ikinci kavli-<br />

– 130 –


ne göre, özr sâhibi olmak için, hastalık sebebi ile çıkan, abdesti bozan birşeyin bir<br />

kerre çıkması kâfîdir. Bir nemâz vakti içinde devâmlı çıkması lâzım değildir. Nemâzdan<br />

evvel veyâ nemâz içinde idrâr, yel kaçıran hastaların ve ihtiyârların abdestlerinin<br />

ve nemâzlarının bozulmaması için, harac ve meşakkat hâlinde, bunların mâlikî<br />

mezhebini taklîd etmeleri ve imâm olmaları sahîh olur.)]<br />

Özr sâhibinin özrü, sonraki her nemâz vaktinde, bir kerre, biraz akınca, özrü devâm<br />

ediyor sayılır. Bir farz nemâzın vaktinde hiç gelmezse, ya’nî nemâz vakti başından<br />

sonuna kadar özrsüz geçerse, o kimse özr sâhibi olmakdan kurtulur. Abdest<br />

alırken veyâ nemâz kılarken, özrü kesilip, sonraki ikinci vaktin sonuna kadar<br />

hiç gelmezse, özrlü iken aldığı abdesti ve nemâzı i’âde eder. Nemâz bitdikden veyâ<br />

teşehhüd mikdârı oturdukdan sonra kesilirse, nemâzını i’âde etmez. Teyemmüm<br />

ederek nemâz kıldıkdan sonra, suyu gören kimse de, nemâzını i’âde etmez. Bir ilâcla<br />

veyâ bağlamakla veyâ nemâzı oturarak îmâ ile kılmakla, özrü durdurmak vâcibdir.<br />

Bir dirhem mikdârı kan ve sâire, yıkanınca, nemâz kılıncaya kadar, tekrâr bulaşmıyacağı<br />

zan olunursa, yıkamak vâcibdir. [Özr, yalnız abdesti bozan şeylerdir.<br />

Abdest veyâ gusl abdesti alamıyan hasta, özrlü olmaz. Yerine göre, mesh ederek<br />

veyâ teyemmüm ederek, nemâzlarını sağlam kimse gibi kılar.]<br />

Cemâ’at ile nemâz anlatılırken, özrlü kimsenin sağlam kimselere imâm olamıyacağı<br />

bildirilmekdedir. Orada, devâmlı abdestsiz olmakdan başka, üzerinde dirhemden<br />

çok necâset bulunanın, çıplak olanın, Kur’ân-ı kerîmi doğru okuyamayanın<br />

da, böyle olmıyanlara imâm olamıyacakları bildirilmekdedir. Kaplama ve<br />

dolgu dişi bulunan kimsenin, kaplama ve dolgusu olmıyan hanefîlere imâm olabilmesi<br />

için, şâfi’îyi veyâ mâlikîyi taklîd etmesi lâzımdır. Yetmişinci maddeyi okuyunuz!<br />

Özrsüz, sağlam iken kılmadığı nemâzlar, hasta ve özrlü iken de kazâ edilir. Sadaka<br />

ve hiçbir hayrlı iş, kazâ nemâzı yerine geçemez. İbni Teymiyyenin sapık yazılarına<br />

aldanmamalıdır.<br />

Gel kardeşim, dinle benden hoş sözü,<br />

söylüyorum sana, esrârı özü:<br />

Ahmed-i Serhendî, bunu şerh eyledi,<br />

gör de (Mektûbât)ı bak neyledi.<br />

O kitâbda neler söyler, hem neler,<br />

Onda oynatmış ne zevkli cilveler.<br />

İlm-i nâfi’, cümle (Mektûbât)dadır.<br />

Her ne varsa mahzende, hepsi andadır.<br />

O kitâbdır, se’âdet hazînesi,<br />

Onda tevhid, madde, ma’nâ bilgisi.<br />

Mektûbât-ı Ahmedî sâyesinde,<br />

Onun ulûm-i bî-nihâyesinde.<br />

Geldi (Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong>) vücûde,<br />

teşekkür eylerim Rabb-i vedûde.<br />

İlâhî! Bu kitâbı eyle mebrûr!<br />

Berât olsun bana, mahşerde, hem nûr!<br />

Salât olsun, selâm olsun Resûle! ki,<br />

vücûde geldi, (Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong>).<br />

– 131 –


54 — GUSL ABDESTİ<br />

Nemâzın doğru olması için, abdestin ve guslün doğru olması lâzımdır. İbni<br />

Âbidîn, (Dürr-ül-muhtâr) şerhinde buyuruyor ki: (Cünüb olan her kadının ve<br />

erkeğin ve hayzdan ve nifâsdan kurtulan kadınların, nemâz vaktinin sonuna o nemâzı<br />

kılacak kadar zemân kalınca, gusl abdesti alması farzdır).<br />

Farzları yapanlara çok sevâb vardır. Yapmıyanlara da, büyük günâh vardır.<br />

(Gunyet-üt-tâlibîn) kitâbının bildirdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” buyuruyor ki: (Gusl abdesti almağa kalkan bir kimseye, üzerindeki<br />

kıl adedince [ya’nî pekçok demekdir] sevâb verilir. O kadar günâhı afv olur.<br />

Cennetdeki derecesi yükselir. Guslü için ona verilecek sevâb, dünyâda bulunan herşeyden<br />

dahâ hayrlı olur. Allahü teâlâ, Meleklere, bu kuluma bakınız! Gece, üşenmeden<br />

kalkıp, benim emrimi düşünerek, cenâbetden gusl ediyor. Şâhid olunuz ki,<br />

bu kulumun günâhlarını afv ve magfiret eyledim buyurur).<br />

(Ey Oğul İlmihâli)nin doksanbirinci sahîfesinde yazılı hadîs-i şerîfde, (Kirlenince,<br />

çabuk gusl abdesti alın! Çünki kirâmen kâtibîn melekleri, cünüb gezen kimseden<br />

incinir) buyuruldu. Yine, aynı sahîfede: İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki, bir kimse,<br />

rü’yâda bana dedi ki, (Bir mikdâr zemân, cünüb kaldım. Şimdi üzerime ateşden<br />

gömlek giydirdiler. Hâlâ ateş içindeyim). (Zevâcir) ve (Risâle-i ünsiyye) kitâblarındaki<br />

hadîs-i şerîfde, (Resim, köpek ve cünüb kimse bulunan eve rahmet<br />

melekleri girmez) buyuruldu. Nemâz kılan ve kılmıyan herkes, bir nemâz vaktini<br />

cünüb geçirirse, çok acı azâb göreceği (Zevâcir)de yazılıdır. Öğle ezânından sonra<br />

cünüb olan, öğle nemâzını kılmamış ise, ikindi vaktine kadar; kılmış ise, akşam<br />

nemâzına kadar gusl etmelidir. Yıkanamazsa, teyemmüm etmelidir. Hanefî mezhebinde<br />

guslün farzı üçdür:<br />

1 — Ağzın hepsini iyice yıkamak. Ağız dolusu su içmekle de olur ise de, yutmak<br />

mekrûhdur diyen de olmuşdur.<br />

2 — Burnu yıkamak. Burundaki kuru kir altını ve ağızdaki, çiğnenmiş ekmek<br />

altını yıkamazsa gusl sahîh olmaz. Hanbelî mezhebinde, mazmaza ve istinşâk,<br />

abdest alırken de, guslde de farzdır.<br />

3 — Bedenin her yerini yıkamakdır. Bedenin, ıslatılmasında harac olmıyan<br />

yerlerini yıkamak farzdır. Yıkanan yerleri oğalamak lâzım değil ise de, müstehabdır.<br />

İmâm-ı Mâlik ile İmâm-ı Ebû Yûsüf lâzımdır buyurdu. Göbek içini, bıyık, kaş<br />

ve sakalı ve altlarındaki derileri ve başdaki saçları ve ferci yıkamak farzdır. Gözleri,<br />

kapalı küpe deliğini, sünnet derisi altını yıkamak farz değildir, müstehabdır.<br />

Kadınlar, örülü saçın diblerini ıslatınca, örgüyü yıkamak lâzım değildir. Saç dibleri<br />

ıslanmazsa, örgüyü açmak lâzım olur. Örülmemiş saçların her tarafını da yıkamak<br />

farzdır. Traş olursa, kesilen saçları [ve diğer kılları ve tırnakları] yıkamak<br />

lâzım değildir. İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” beşinci cild ikiyüzyetmişbeşinci<br />

sahîfede diyor ki, (Cünüb iken, kasıkları traş etmek mekrûhdur). [Cünüb iken saç,<br />

tırnak kesmenin de mekrûh olduğu buradan anlaşılmakdadır.] Pire, sinek kirlerinin<br />

ve kınanın ve insan kirinin, akıcı yağların, çamurun altını yıkamak farz değildir.<br />

Deriye yapışmış, hamur, mum, sakız, katı yağ, balık pulu, çiğnenmiş ekmek,<br />

[Tırnakdaki oje denilen boya] gibi su geçirmiyen şeylerin altını yıkamak lâzımdır.<br />

Dişlerin arasında ve diş çukurunda bulunan yemek artıklarının altına su geçmezse,<br />

altı yıkanmazsa gusl abdesti câiz olmaz. Yüzük sıkı ise, çıkarmak veyâ hareket<br />

etdirmek lâzımdır. Küpe de böyledir. Küpe deliğinde, küpe yoksa ve delik açıksa<br />

kulağı ıslatırken, delik ıslanırsa, yetişir. Islanmazsa, deliği parmakla ıslatmalıdır.<br />

Bütün bunlarda ıslandığını çok zan etmek yetişir. Ağzını veyâ başka yerini yıkamağı<br />

unutup, nemâz kılsa, sonra hâtırlasa, orasını yıkayıp farzı tekrâr kılar. Tenhâ<br />

yer yoksa, başkasının yanında avret yerini açmaz. Tenhâ oluncıya kadar bekler.<br />

Nemâz vakti daralır ise, başkaları yanında tahâretlenmez. Donunu da yıkamaz.<br />

– 132 –


Necâset ile nemâz kılar. Çünki, harâmdan kaçmak, farzı yapmakdan dahâ çok sevâbdır.<br />

Sonra tenhâ yer bulunca tahâretlenir, donunu yıkar ve nemâzı iâde eder.<br />

Abdestin ve guslün vâcibleri yokdur. Guslün sünnetleri, abdestin sünnetleri gibidir.<br />

Yalnız guslde, abdestdeki sıra ile yıkamak, sünnet değildir. Müstehabları da,<br />

aynı olup yalnız, guslde kıbleye dönülmez ve düâ okunmaz. Yalnız besmele çekilir<br />

ve kelime-i şehâdet söylenir. Havuzda, nehrde, denizde, yağmur altında ıslanan,<br />

ağzını ve burnunu da yıkasa, abdest ve gusl almış olur.<br />

Sünnet üzere gusl abdesti almak için, önce, temiz olsalar dahî, iki eli ve avret yerini<br />

yıkamalıdır. Sonra bedeninde necâset varsa yıkamalı, sonra, tam bir abdest almalı,<br />

yüzünü yıkarken, gusle niyyet etmeli, ayakları altında su toplanmıyorsa, ayakları<br />

da yıkamalıdır. Sonra bütün bedene üç def’a su dökmelidir. Önce üç def’a başa,<br />

sonra sağ omuza, sonra sol omuza dökmeli, her döküşde, o taraf temâm ıslanmalıdır.<br />

Birinci dökmede oğmalıdır. Guslde, bir uzva dökülen suyu, başka uzvlara<br />

akıtmak câiz olup, orası da temizlenir. Çünki, guslde bütün beden, bir uzv sayılır.<br />

Abdest alırken bir uzva dökülen su ile, başka uzv ıslanırsa, yıkanmış sayılmaz.<br />

Gusl temâm olunca, tekrâr abdest almak mekrûhdur. Gusl ederken abdesti bozulursa,<br />

bir dahâ almak lâzım olur. Şâfi’îyi ve mâlikîyi taklîd edenler buna dikkat etmelidir.<br />

Abdest bozulmadan, başka yerde almak veyâ nemâz kılıp sonra almak câizdir.<br />

Abdestde ve guslde, lüzûmundan fazla su kullanmak isrâf olup, harâmdır. Sekiz<br />

rıtl [ya’nî binkırk dirhem-i şer’î veyâ üç buçuk kilo] su ile, sünnete uygun<br />

gusl edilebilir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir Müd [ya’nî iki rıtl, ya’nî<br />

875 gr.] su ile abdest alır, bir sâ’ hacminde su ile gusl ederdi. [Bir sâ’ 4200 gram sudur.<br />

Çünki, bu fakîr, mercimekle yapdığım tecribelere göre, bir sâ’ 4,2 litredir. Ya’nî,<br />

dört litre ve bir litrenin beşde biridir.]<br />

[Hanefî mezhebinde dişlerin arası ve diş çukuru ıslanmazsa gusl temâm olmaz.<br />

Bunun için, diş kaplatınca ve doldurunca, gusl abdesti sahîh olmaz. İnsan cenâbetlikden<br />

kurtulmaz. Evet, imâm-ı Muhammede göre sallanan dişleri altın tel<br />

ile bağlamak ve düşen, çıkarılan diş yerine altın diş takmak câizdir. İmâm-ı a’zam<br />

ise, altın câiz olmadığını ictihâd buyurmuşdur. İmâm-ı Ebû Yûsüf, bir rivâyetde,<br />

imâm-ı Muhammed gibi buyurmuşdur. Eshâb-ı kirâmdan Arfece bin Sa’da, altın<br />

burun takması için izn verilmesi, İmâm-ı a’zama göre, yalnız Arfeceye mahsûsdur<br />

denilmişdir. Nitekim Zübeyr ve Abdürrahmân “radıyallahü teâlâ anhümâ” için,<br />

ipek giymelerine izn verilmişdi ve yalnız bunlara mahsûsdu, denilmişdir. Fekat, fetvâ,<br />

İmâm-ı Muhammed kavli ile olup, gusl abdesti alırken çıkarılabilen takma diş,<br />

kulak ve burunun, altından olmaları câiz görülmüşdür. İmâmlarımızın bu ayrılığı,<br />

takma dişin ve sallanan dişe sarılan tellerin altından olup olmamasındadır ve<br />

gusle mâni’ olmıyacak şeklde çıkarılması mümkin olduğu hâldedir. Yoksa, gusl bahsinde,<br />

hanefî mezhebinin bütün imâmları, dişlerin ıslanması lâzım olduğunu söylemekdedir.<br />

Ya’nî, altın, gümüş ve necs olmıyan başka maddelerden yapılan kaplama<br />

ve dolguların altlarına su geçmeyince, hanefî mezhebi âlimlerinin hepsine göre,<br />

gusl abdesti câiz olmaz.<br />

(Halebî-yi kebîr)de diyor ki, (Dişler arasında yemek artığı kalıp, altı yıkanamazsa,<br />

gusl câiz olur. Çünki, su akıcı olup, bu artıkların altına sızar. Fekat bu artıklar,<br />

çiğnenerek katılaşmış ise, gusl abdesti câiz olmaz. Doğrusu da, budur. Çünki, su,<br />

bunun altına sızmaz. Bunda zarûret ve harac da yokdur). (Kâdîhân), (Nâtifî)den<br />

alarak diyor ki, (Diş arasında yemek artığı bulunursa, gusl temâm olmaz. Bunu çıkarıp<br />

altını yıkamak lâzımdır).<br />

(Mecmû’a-i Zühdiyye)de diyor ki, (Gerek az, gerek çok, dişlerin arasında kalan<br />

yemek kırıntısı, katı hamur gibi olup da, suyu geçirmezse, gusle mâni’dir).<br />

(Dürr-ül-muhtâr)da diyor ki, (Dişlerin arasında veyâ diş çukurunda bulunan şey,<br />

gusl abdestine zarar vermez diye fetvâ veren olmuş ise de, bu şey, katı olup, altı-<br />

– 133 –


na su geçmez ise, gusl abdesti câiz olmaz. En doğrusu da budur). İbni Âbidîn “rahmetullahi<br />

aleyh” bunu açıklarken buyuruyor ki, (Zararı olmaz diye fetvâ verilmesi,<br />

su, dişdeki şeyin altına sızıp, ıslatacağı içindir. (Hulâsat-ül-fetâvâ)da da, böyle<br />

yazmakdadır. Bu fetvâdan da anlaşılıyor ki, altına su geçmezse, gusl câiz olmaz.<br />

(Hilye) kitâbı da böyle diyor. (Münyet-ül-musallî) şerhinde de böyle yazılıdır. Çünki,<br />

su dişe sızmadığı gibi, burda zarûret ve harac yokdur demekdedir).<br />

(Merâkıl-felâh)ı açıklıyan Tahtâvî buyuruyor ki, (Diş çukurunda veyâ dişler arasındaki<br />

yemek artıklarının altına su geçerse, gusl câiz olur. Bunlar, sert olup altına<br />

su geçmez ise, gusl câiz olmaz. (Feth-ul-kadîr)de de böyle yazılıdır).<br />

Tahtâvî (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesinde diyor ki, (Dişleri arasına veyâ diş çukuruna<br />

giren yemek parçası altına su sızacağı için gusle mâni’ olmaz. Suyun sızdığında<br />

şübhe ederse, bunları çıkarıp dişlerin arasını ve çukurunu yıkamalıdır).<br />

Her müslimânın ibâdet yaparken ve harâmdan sakınırken, kendi mezhebi âlimlerinin,<br />

(Fetvâ böyledir), (En iyisi budur), (En doğru söz budur) gibi bildirdiklerine<br />

uyması lâzımdır. Kendi arzûsu ile yapdığı bir şey, buna uymasına mâni’ olur<br />

ve bu mâni’ olmanın önlenmesinde (harac), meşakkat bulunursa, kendi mezhebinde<br />

doğru olduğu bildirilen başka bir söze uyması lâzımdır. Meselâ, ödünç verdiğinin<br />

senedine ödeme târîhi koymak harâmdır. Fâiz olur. Fekat başkasına havâle<br />

edilmek yolu ile, ikisinin de belli târîhde ödemeleri câiz olur. Böyle de yapamazsa,<br />

hanefî mezhebinde bulunan kimse, hanefî mezhebindeki âlimlerin fetvâ olarak<br />

seçilmemiş za’îf sözlerine uyarak, işini görür. İkinci kısm, 1. ci maddeye ve üçüncü<br />

kısm, 12. ci maddeye bakınız! Böyle kurtuluş yolu da bulamazsa, diğer üç mezhebden<br />

birini taklîd ederek, ya’nî bir mezhebe uyarak o işi yapar. Hanefî mezhebinin<br />

âlimleri, bu kimsenin başka mezhebi taklîd etmesinin vâcib olduğunu bildiriyor.<br />

Meselâ, (İbni Âbidîn), üçüncü cildin 190. cı sahîfesinde ta’zîri anlatırken buyuruyor<br />

ki, (Büyük âlim İbni Emîr Hâc, (Tahrîr) şerhinde: Şer’î delîl gösteriyor<br />

ki, bir müctehidin sözü ile amel etmek ve ihtiyâc olunca, başka bir müctehidi<br />

taklîd etmek lâzımdır. Bu delîl, (Bilenlerden sorunuz!) âyet-i kerîmesidir. Belli bir<br />

hâdise ile karşılaşılınca, bunun nasıl yapılacağı sorulur. Bu iş hakkında, bir müctehidin<br />

sözü biliniyorsa, o işi bu söze uyarak yapmak vâcib olur demekdedir). Görülüyor<br />

ki, başka mezhebi taklîd etmesi vâcib olmakdadır. Başka bir mezhebi taklîd<br />

etmesi de mümkin olmazsa, haraca sebeb olan şeyi yapmasında zarûret olup olmadığına<br />

bakılır:<br />

A — Haraca sebeb olan şeyi yapmasında zarûret varsa, o farzı terk etmesi veyâ<br />

harâmı zarûret mikdârı işlemesi câiz olur. Zarûret ile yapılan şeyde, zarûret bitince<br />

harac devâm ederse, yine böyledir.<br />

B — Haraca sebeb olan şey, zarûret olmadan yapılmış veyâ zarûret ile birkaç<br />

şey yapılabilir ve bunlardan harac bulunan şeyi yapmağı seçerse, farzı terk etmesi<br />

câiz olmaz. Fıkh âlimleri, bu kâ’ideye uyarak birçok mes’eleyi çözmüşlerdir:<br />

1 — Sallanan diş gümüş tel ile bağlanınca, imâm-ı Muhammed, gümüş koku yapar,<br />

altın tel ise yapmaz dedi. Zarûret olduğu için altın ile bağlamak harâm olmaz<br />

dedi. İmâm-ı a’zam ise, gümüş tel de koku yapmaz. Altın tel ile bağlamak zarûret<br />

olmadığı için, harâm olur dedi. İmâm-ı Muhammedin “rahmetullahi teâlâ aleyh”<br />

kavli ile amel olunur. Başka mezhebi taklîde ihtiyâc yokdur.<br />

2 — Bir erkeğin, zevcesi ile süt kardeş oldukları, fekat birinin veyâ her ikisinin<br />

bir kerre emmiş olduğu anlaşılsa, hanefî mezhebine göre nikâhları bozulur. Yâ, ayrılırlar.<br />

Yâhud, şâfi’î mezhebini taklîd ederler. Nikâhlarında velîleri bulunmamış<br />

ise, yeniden şâfi’î mezhebine göre nikâh yaparak evli kalırlar. Doyuncıya kadar beş<br />

kerre emmiş ise, şâfi’î mezhebini taklîd mümkin olmaz. Ayrılmaları lâzım olur.<br />

3 — Akşam nemâzı için otobüsü durduramıyan, inip yerde vaktinde kılar. Sonra<br />

gelen başka otobüse biner. Yâhud, vaktinden sonra, şâfi’îyi taklîd ederek, yat-<br />

– 134 –


sı ile birlikde kılması câiz olur. İkindi nemâzı için otobüsü durduramıyanın, inip<br />

yerde kılması şartdır. Çünki, şâfi’îde de ikindi akşam ile birlikde kılınmaz.<br />

4 — Fakîr olup, nafaka te’mîn edemiyen kimseyi, zevcesi mahkemeye verip, boşanmak<br />

isterse, hanefî olan hâkim boşayamaz. Şâfi’î mezhebinde olan hâkim boşar.<br />

Hanefî olan zevce, şâfi’î olan hâkime mürâce’at eder. Bu hâkim, boşar. Bu hâkimin<br />

hükmü nâfiz olur. İkinci kısmda, otuzsekizinci maddeye bakınız!<br />

İnsanı birşey yapmağa zorlıyan semâvî sebebe, ya’nî insanın elinde olmıyarak<br />

hâsıl olan sebebe (Zarûret) denir. İslâmiyyetin emr ve yasak etmesi ve tedâvî edilemiyen<br />

şiddetli ağrı ve bir uzvun yâhud hayâtın telef olmak tehlükesi ve başka birşey<br />

yapamamak mecbûriyyeti hep zarûretdir. Bir farzın yapılmasına mâni’ veyâ harâm<br />

işlemeğe sebeb olanı önlemenin meşakkatli, güç olmasına (Harac) denir.<br />

Herhangi bir sebeb ile diş kaplatan veyâ diş doldurtan kimsenin, hanefî mezhebi<br />

âlimlerinin “rahmetullahi aleyhim ecma’în” sözbirliği ile gusl abdestinin sahîh<br />

olmıyacağı yukarıda bildirilmişdi. Bunun gusl abdestinin sahîh olmasını sağlamak<br />

için uyulacak hanefî mezhebi âlimlerinin başka sözleri de yokdur. Ba’zı kimseler,<br />

bunun diş kaplatmadan veyâ doldurtmadan evvel, gusl abdesti alması ve her zemân<br />

bunlar üzerine mesh etmesi câiz olur diyor ise de, bu söz doğru değildir. Çünki,<br />

mest üzerine mesh ayaklara mahsûsdur ve guslde değil, abdest almakdadır. Kaplama<br />

ve dolgunun yara üzerindeki sargıya benzemediği de birkaç sahîfe ileride bildirilecekdir.<br />

İbâdet yapmakda veyâ harâmdan sakınmakda, harac olunca, harac bulunmıyan<br />

başka mezhebi taklîd etmek lâzım olduğu, birçok kitâblarda, meselâ (İbni Âbidîn)de<br />

ellibirinci ve ikiyüzellialtıncı ve ikinci cild beşyüzkırkikinci ve üçüncü cild yüzdoksanıncı<br />

sahîfelerde ve (Mîzân)ın onsekizinci sahîfesinde ve (Hadîka) ve (Berîka) kitâblarının<br />

sonunda ve (Fetâvâ-yı hadîsiyye)de ve (Fetâvâ-yı Hayriyye)nin edeb-ülkâdî<br />

kısmı sonunda ve imâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ı üçüncü cildinin 22. ci mektûbunda<br />

yazılıdır. Bu mektûb birinci kısm 35.ci maddededir. Bu maddeye bakınız! Şâfi’î<br />

âlimlerinden molla Halîl Si’ridînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Ma’füvât) kitâbında<br />

ve şerhinde de yazılıdır. Taklîde niyyet eden kimsenin, niyyet etmeden önce<br />

kılmış olduğu, o vaktin nemâzı sahîh olur. Dahâ önceki vaktlerinkini [ya’nî, kendi<br />

mezhebine uygun kıldığı nemâzları sahîh olur. Kendi mezhebine uygun kılmadığı nemâzları]<br />

kazâ etmesi lâzım gelir. Tahtâvî, (Merâkıl-felâh) hâşiyesi, doksanaltıncı sahîfesinde<br />

ve ayrıca bunun tercemesi olan (Ni’met-i islâm)da şöyle yazıyor: (Bir<br />

hanefînin kendi mezhebine göre yapamadığı bir işi yapabilmesi için şâfi’î mezhebini<br />

taklîd etmesinde bir be’s yokdur. (Bahrürrâık) ve (Nehrülfâık)da da böyle yazılıdır.<br />

Fekat bu işi yaparken, şâfi’î mezhebinin şartlarını da yerine getirmesi lâzımdır.<br />

Harac olmadan ve şartlarını yapmadan taklîd ederse, buna (Müleffık) denir ki,<br />

kolayları arayıp toplayıcıdır. Bu, câiz değildir. Hanefî yolcunun şâfi’î mezhebini taklîd<br />

ederek öğle ile ikindi nemâzlarını ve akşam ile yatsı nemâzlarını birlikde kılabilmesi<br />

için, bunları kılarken, imâm arkasında Fâtiha okuması, kendi (Sev’eteyn)ine,<br />

ya’nî iki çirkin yerine eli ayası ve nikâh ile alması ebedî harâm olan onsekiz kadından<br />

başka kadının derisine derisi değerse, abdest alması, abdeste niyyet etmiş olması<br />

ve az necâsetden de sakınması lâzımdır). Mâlikîyi de taklîd edebilir.<br />

Mâlikî veyâ şâfi’î mezhebini taklîd etmek için, guslde, abdest almakda ve nemâzda<br />

niyyet ederken, bu mezhebe de tâbi’ olduğunu hâtırlamak yetişir. Ya’nî, gusl abdesti<br />

almağa başlarken (Niyyet etdim gusl abdesti almağa ve mâlikî veyâ şâfi’î mezhebine<br />

uymağa) sözünü kalbinden geçiren bir kimsenin gusl abdesti sahîh olur. Ağzında<br />

kaplama veyâ dolgu bulunan hanefî mezhebindeki bir kimse, böyle niyyet<br />

edince, boy abdesti sahîh olur. Cünüblükden kurtulur, temiz olur. Böyle kimsenin,<br />

nemâz kılacağı ve Kur’ân-ı kerîmi tutacağı zemân, mâlikî veyâ şâfi’î mezhebine göre<br />

de abdest alması lâzımdır. Şâfi’î mezhebini taklîd edince, çok ihtiyâr veyâ bâlig<br />

olmamış gösterişli çocuk da olsa, nikâhlanmaları câiz olan erkekle kadının de-<br />

– 135 –


ileri birbirlerine dokununca ikisi de ve kendinin veyâ başkasının iki abdest bozma<br />

uzvlarına el ayası ile dokununca, nemâz abdesti almalıdır. Cemâ’at ile nemâz<br />

kılarken de, her rek’atde Fâtiha okumalıdır. Necâsetden çok sakınmalıdır. Cemâ’ate<br />

geç gelince, imâmla birlikde rükü’a eğilir. Fâtihanın bir kısmını veyâ hepsini okumaz.<br />

Mâlikîyi veyâ şâfi’î mezhebini taklîd etmesi, takvâ değildir, fetvâdır, ruhsatdır.<br />

Takvâ, kaplama ve dolguları, takma dişle değişdirmeğe denir.<br />

Kaplama ve dolgusu olan hanefîler, dört mezheb için söylenmiş olan (Ümmetimin<br />

müctehidleri arasındaki ayrılık, rahmet-i ilâhiyyedir) hadîs-i şerîfindeki<br />

rahmete kavuşarak, mâlikî veyâ şâfi’î mezhebine uymakla, cenâbetlikden kurtuluyor.<br />

Çünki, şâfi’î ve mâlikî mezheblerinde gusl abdesti alırken, ağzı, burnu yıkamak<br />

farz değildir. Niyyet etmek, farzdır. Başka mezhebi taklîd ederken, o işin<br />

o mezhebde sahîh olmasına mâni’ olan, fekat kendi mezhebinde veyâ diğer bir<br />

üçüncü mezhebde mâni’ olmıyan ikinci bir harac hâsıl olursa, bu işi her üç mezhebe<br />

göre yapmağa devâm eder. İzzeddîn bin Abdisselâm şâfi’î ve imâm-ı Sübkî ve<br />

İbni Hümâm ve Kâsım gibi âlimlerin câiz dedikleri telfîk, böyle iki özr ile yapılan<br />

taklîddir. Üçüncü mezhebi taklîde imkân yoksa, kendi mezhebindeki özrü zarûret<br />

hâline girerek ibâdeti sahîh olur. İkinci özr devâmlı değil ise, bu özr bulunmadığı<br />

zemânlardaki ibâdeti, bu mezhebe göre sahîh olur. Görülüyor ki, ikinci mezhebe<br />

göre de özrü hâsıl olanın, üçüncü mezhebi taklîd etmesi telfîk değildir.<br />

Hanefî mezhebindeki bir kimsenin, dişleri kaplama ve dolgulu iken gusl abdesti<br />

sahîh olmadığından, nemâzları da sahîh olmaz. Şâfi’î veyâ mâlikî mezhebini taklîde<br />

başlayıncaya kadar kılmış olduğu nemâzları kazâ etmelidir. Nemâzların sünnetleri<br />

yerine kazâ nasıl kılınacağı yetmişdördüncü maddede bildirilmişdir.<br />

Ba’zıları, dişlerin yıkanması için âyet ve hadîs var mı diyor. Şunu iyi bilmeli ki,<br />

(Edille-i şer’ıyye) dörtdür. Yalnız ikisini söylemek mezhebsizlik olur. Âyet-i kerîmeden<br />

ve hadîs-i şerîfden ma’nâ çıkaracak âlim, bugün yok gibidir. Bizler, âyetlerin<br />

ve hadîslerin ma’nâlarını iyi anlamış ve fıkh kitâblarında bildirmiş olan büyük<br />

âlimlerden birini, kendimize, imâm, rehber edindik. Onun gösterdiği gibi<br />

ibâdet ediyoruz. Bizim rehberimiz, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir. Dört mezhebden<br />

birini taklîd eden kimse, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uymuş olur.]<br />

Onbir dürlü gusl abdesti vardır: Beşi farzdır. Bunlardan ikisi, kadının hayz ve<br />

nifâsdan kurtulunca gusl abdesti almasıdır.<br />

(Hayz), akmak demekdir. Sekiz yaşını bitirip, dokuz yaşına basdıkdan birkaç<br />

gün veyâ ay, yâhud seneler sonra, sıhhatli bir kızın veyâ âdet zemânı son dakîkasından<br />

i’tibâren (<strong>Tam</strong> temizlik) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve en az üç gün,<br />

ya’nî ilk görülmesinden i’tibâren yetmişiki mu’tedil ya’nî vasatî sâat devâm eden<br />

kana denir. Buna (Sahîh kan) da denir. Âdet zemânından sonra başlıyan onbeş veyâ<br />

dahâ ziyâde gün içinde hiç kan görülmezse ve öncesi ve sonrası hayz günleri olursa,<br />

bu temiz günlere (Sahîh temizlik) denir. Onbeş veyâ dahâ ziyâde temiz gün içinde<br />

fâsid kan ya’nî istihâza kanı bulunursa, bu günlerin hepsine (Hükmî temizlik)<br />

veyâ (Fâsid temizlik) denir. Hayz müddeti içinde kan görülmiyen günlere de (Fâsid<br />

temizlik) denir. Sahîh temizliğe ve hükmî temizliğe (<strong>Tam</strong> temizlik) denir.<br />

<strong>Tam</strong> temizlikden önce ve sonra görülüp, üç vasatî gün devâm eden kanlar iki ayrı<br />

hayz olurlar. Beyâzdan başka her renge ve bulanık olana hayz kanı denir. Bir kız,<br />

hayz görmeye başlayınca (bâliga) olur. Ya’nî kadın olur. Hayz görmiyen kızın ve<br />

menîsi olmıyan oğlanın, onbeş yaş temâm olunca, bâlig sayılacağı (Dürr-i Yektâ)<br />

şerhinde yazılıdır. Hayz kanı görüldüğü andan, kesildiği güne kadar olan günlerin<br />

sayısına (Âdet zemânı) denir. Âdet zemânı en çok on gündür. En az üç gündür.<br />

Şâfi’î ve hanbelî mezheblerinde, en çoğu onbeş, en azı bir gün, mâlikîde en çoğu<br />

15 gün ise de, ilk görülen kan hayz olur. Mâlikî ve şâfi’î mezhebini taklîd eden<br />

hanefî mezhebindeki bir kadının âdeti on günü aşarsa, bu günlerde kılmadığı nemâzlarını<br />

temizlendikden sonra kazâ eder.<br />

– 136 –


Hayz kanının durmadan hep akması lâzım değildir. İlk görülen kan kesilip, üç<br />

gün sonra tekrâr görülürse, aradaki temizlik, fâsid temizlik olup, sözbirliği ile hep<br />

akdı kabûl edilir. Onuncu gününden önce görülürse, imâm-ı Muhammedin<br />

imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeden rivâyet etdiğine göre, on gün içinde hep akdı kabûl<br />

edilir. İmâm-ı Muhammedin bildirdiği başka bir rivâyet de vardır. İmâm-ı Ebû Yûsüfe<br />

ve şâfi’îye ve mâlikîye göre ise, onbeşinci günden önce görülünce, bütün temizlik<br />

günlerinde hep akdı kabûl edilir. Bir kız, bir gün kan, sonra ondört gün temizlik,<br />

sonra bir gün kan görse ve bir kadın, bir gün kan, on gün temizlik ve bir gün<br />

kan görse veyâ üç gün kan, beş gün temizlik ve bir gün kan görse, imâm-ı Ebû Yûsüfe<br />

göre, kızın ilk on günü hayz olur. Birinci kadının âdet günü kadarı hayz<br />

olup, sonraki günlerin hepsi istihâza olur. İkinci kadında, dokuz günün hepsi<br />

hayz olur. İmâm-ı Muhammedin birinci rivâyetine göre, yalnız ikinci kadının dokuz<br />

günü hayz olur. İmâm-ı Muhammedin ikinci rivâyetine göre, yalnız ikinci kadının<br />

ilk üç günü hayz olup, diğerleri hayz olmazlar. Biz, aşağıdaki bilgilerin hepsini,<br />

(Mültekâ) kitâbından terceme ederek, imâm-ı Muhammedin birinci rivâyetine<br />

göre yazdık. Bir gün, tam yirmidört mu’tedil, ya’nî vasatî sâat demekdir. Evlenmemiş<br />

(Bâkire) kadınların, yalnız hayz zemânında, evli olanların ise her zemân,<br />

fercin ağzına (Kürsüf) denilen bez veyâ saf nebâtî pamuk koymaları ve buna koku<br />

sürmeleri müstehabdır. Sun’i pamuk sıhhate zararlıdır. Kürsüfün hepsini fercin<br />

içine sokmaları mekrûhdur. Kürsüf üzerinde, aylarca, hergün kan lekesi gören<br />

kız, ilk on gün hayzlı, sonra yirmi gün istihâzalı kabûl edilir. (İstimrâr) denilen bu<br />

kan kesilinceye kadar, hep böyle devâm eder.<br />

Bir kız, üç gün kan görüp, bir gün görmese, sonra bir gün görse, iki gün görmese,<br />

bir gün dahâ görüp bir gün görmese, yine birgün görse, bu on günün hepsi hayz<br />

olur. Her ay, bir gün kan görse, bir gün görmese, böyle on gün birer gün görüp görmese,<br />

gördüğü günlerde nemâzı ve orucu terk eder. Ertesi günlerde gusl abdesti<br />

alıp nemâzlarını kılar (Mesâil-i şerh-i vikâye). Mâlikî mezhebi s.889 dadır.<br />

Üç günden, ya’nî yetmişiki sâatden, beş dakîka bile az olan ve yeni başlıyan için<br />

on günden çok sürünce, onuncu günden sonra ve yeni olmıyanlarda âdetden çok<br />

olup, on günü de aşınca, âdetden sonraki günlerde gelmiş olan ve hâmile ve âyise<br />

[ihtiyâr] kadınlardan ve dokuz yaşından küçük kızlardan gelen kanlar, hayz olmaz.<br />

Buna (İstihâza) veyâ (Fâsid kan) denir. Kadın ellibeş yaşlarında (Âyise) olur.<br />

Âdeti beş gün olan, güneşin yarısı doğunca kan görüp, onbirinci sabâhı güneşin üçde<br />

ikisi doğarken kan kesilse, ya’nî on günü birkaç dakîka aşmış olsa, âdet zemânı<br />

olan beş günden sonra gelenler, istihâza olur. Çünki, güneşin doğma zemânının<br />

altıda biri kadar, on günü ve on geceyi aşmışdır. On gün temâm olunca gusl edip,<br />

âdetden sonraki günlerde kılmadığı nemâzları kazâ eder.<br />

İstihâza günlerinde bulunan bir kadın, idrârını tutamıyan veyâ sık sık burnu kanayan<br />

kimse gibi, özr sâhibi olur. Elliüçüncü maddede bildirildiği gibi, nemâz kılması<br />

ve oruc tutması lâzım olur ve kan gelirken dahî vaty câiz olur. İstihâza kanı<br />

hastalık alâmetidir. Uzun zemân akması, tehlükeli olur. Tabîbe mürâce’at etmek<br />

lâzım olur. Kardeş kanı (Sang-dragon) denilen kırmızı sakızı toz edip sabâh, akşam<br />

birer gramı su ile yutulursa, kanı keser. Günde beş gram alınabilir.<br />

İmâm-ı Muhammedin bir kavline göre, bir kız, ömründe ilk olarak, bir gün kan<br />

görse, sonra sekiz gün görmese ve onuncu gün yine görse, on günün hepsi hayz olur.<br />

Fekat, bir gün görse, dokuz gün görmese, onbirinci günü yine görse, hiçbiri hayz<br />

olmaz. Kan görülen iki gün istihâza olur. Çünki, onuncu günden sonra görülen kandan<br />

önceki temizlik günlerinin, imâm-ı Muhammede göre hayz sayılmıyacağı yukarıda<br />

bildirilmişdi. Onuncu ve onbirinci günleri kan görürse, aradaki temizlikler<br />

de hayz sayılarak, on günü hayz, onbirinci günü istihâza olur.<br />

Bir kadının hayz ve temizlik zemânı çok def’a, her ay aynı gün sayısında olur.<br />

Burada bir ay demek, bir hayz başından, ikinci hayz başına kadar geçen zemân de-<br />

– 137 –


mekdir. Âdet zemânı belli olan kadın, bir kerre, başka sayıda sahîh kan görünce<br />

âdeti değişir. Temizlik sayısı da, bir kerre, başka sayıda sahîh temizlik görmekle<br />

değişir. Fâsid kan ve fâsid temizlik, âdeti değişdirmez.<br />

Yeni hayzdaki kan müddeti, on günü geçerse ve bunun üç veyâ ziyâde günü, önceki<br />

âdet zemânı günlerine rastlamazsa, âdet zemânı değişirse de, gün sayısı değişmez.<br />

Âdet zemânına rastlarsa, rastladığı gün sayısı hayz, kalanı istihâza olur.<br />

Âdeti beş gün kan ve ellibeş gün temizlik olan kadın, beş kan, kırkaltı temizlik, onbir<br />

kan görse, âdet zemânı değişir, sayısı değişmez. Beş kan, elliyedi temizlik, üç<br />

kan, ondört temizlik, bir kan görse, sayısı üç olur. Zemânı değişmez. Buradaki ondört<br />

günlük fâsid temizlik, devâmlı kan demekdir. Yeni hayzdaki kan müddeti, on<br />

günü geçmezse ve sonra sahîh temizlik olursa, kan günlerinin hepsi yeni hayz olur.<br />

Sonra sahîh temizlik olmazsa, önceki âdet sayısı değişmez. Âdetden sonra ve on<br />

günden önce kesildiği nemâz vaktinin sonu yaklaşıncıya kadar beklemesi müstehab<br />

olur. Sonra gusl edip, o vaktin nemâzını kılar. Sonra vaty câiz olur. Beklerken,<br />

guslü ve nemâzı kaçırırsa, nemâz vakti çıkınca guslsüz vaty câiz olur.<br />

Kızda ilk olarak ve kadında âdetinden onbeş gün sonra görülen kan üç günden<br />

önce kesilince, nemâz vaktinin sonu yaklaşıncaya kadar bekler. Sonra gusl etmeden<br />

yalnızca abdest alıp, o nemâzı kılar ve önce kılmadıklarını kazâ eder. O nemâzı<br />

kıldıkdan sonra kan yine gelirse, nemâz kılmaz. Yine kesilirse, vakt sonuna<br />

doğru yalnız abdest alıp, o nemâzı kılar ve kılmadıkları varsa kazâ eder. Üç gün<br />

temâm oluncıya kadar böyle yapar. Fekat gusl etse bile, vaty halâl olmaz.<br />

Kan gelmesi üç günü geçdi ise, âdetden önce kesilince, âdet zemânı geçinceye<br />

kadar, gusl etse bile, vaty halâl olmaz. Fekat nemâz vakti sonuna kadar kan lekesi<br />

görmezse, gusl edip o nemâzı kılar. Kılmadıklarını kazâ etmez. Oruc tutar.<br />

Kan kesildiği günden sonra, onbeş gün hiç gelmezse, kesildiği gün, yeni âdetinin<br />

sonu olur. Fekat, kan yine başlarsa, nemâzı bırakır. Tutmuş olduğu orucu Ramezândan<br />

sonra kazâ eder. Kan durursa, yine nemâz vaktinin sonuna yakın gusl edip,<br />

nemâzını kılar. Oruc tutar. On güne kadar böyle devâm eder. On günden sonra,<br />

kan görse de, tekrâr gusl etmeden kılar ve guslden önce vaty halâl olur. Fekat vatyden<br />

önce gusl abdesti almak müstehab olur. Fecr doğmadan önce kan kesilse, fecrin<br />

doğmasına, yalnız gusl abdesti alıp elbisesini giyecek kadar zemân olur da, Allahü<br />

ekber diyecek kadar fazla zemân kalmazsa, o günün orucunu tutar. Fekat, yatsıyı<br />

kazâ etmesi lâzım olmaz. Tekbîri söyliyecek kadar da zemân olursa, yatsıyı kazâ<br />

etmesi de lâzım olur. İftârdan önce hayz başlarsa, orucu bozulur. Ramezândan<br />

sonra kazâ eder. Nemâz içinde hayz başlarsa, nemâzı bozulur. Temizlenince farz<br />

nemâzı kazâ etmez. Nâfileyi kazâ eder. Fecr doğdukdan sonra, uyanınca kürsüfünde<br />

kan lekesi gören, o anda hayzlı olur. Uyanınca, yatarken koyduğu kürsüfünü<br />

temiz gören, yatarken hayzdan kurtulmuşdur. İkisine de yatsıyı kılmak farzdır. Çünki,<br />

nemâzın farz olması, vaktinin son dakîkasında temiz olmağa bağlıdır. Vakt nemâzını<br />

kılmadan önce hayz gören, bu nemâzı kazâ etmez.<br />

İki hayz arasında (<strong>Tam</strong> temizlik) bulunması lâzımdır. Bu tam temizlik (Sahîh<br />

temizlik) ise, önceki ve sonraki kanların başka iki hayz olacakları, sözbirliği ile bildirildi.<br />

On günlük hayz müddeti içinde, kan görülen günler arasında bulunan temizlik<br />

günleri hayz kabûl edilmekde, on günden sonraki istihâzalı günler ise, temiz<br />

kabûl edilmekdedir. Bir kız üç gün kan görüp, sonra onbeş gün kesilse, sonra<br />

bir gün kan, sonra bir gün temizlik, sonra üç gün kan görse, kan görülen ilk ve<br />

son üç günler, iki ayrı hayz olurlar. Çünki, âdeti üç gün olacağından, ikinci hayz,<br />

aradaki bir günlük kandan başlıyamaz. Bu bir gün, önündeki tam temizliği fâsid<br />

yapar. Molla Hüsrev “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Gurer)inin şerhinde diyor ki, (Bir<br />

kız, bir gün kan, ondört gün temizlik, bir gün kan, sekiz gün temizlik, bir gün kan,<br />

yedi gün temizlik, iki gün kan, üç gün temizlik, bir gün kan, üç gün temizlik, bir gün<br />

kan, iki gün temizlik, bir gün kan görse, imâm-ı Muhammede göre, bu kırkbeş gün-<br />

– 138 –


den yalnız, ondört günden sonra olan, on gün hayz olup, diğerleri istihâza olur).<br />

Çünki, bu on günden sonra tam temizlik olmadığı için, yeni hayz başlamaz. Sonraki<br />

temiz günler, hayz zemânında olmadıkları için, hep akdı kabûl edilmez.<br />

(İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre ise, ilk on gün ve iki tarafı temizlik olan dördüncü on<br />

gün hayz olurlar). Çünki, sonraki fâsid temizlik günleri, imâm-ı Ebû Yûsüfe göre,<br />

hep akdı kabûl edilir. Aşağıdaki birinci maddeye göre, on gün hayzdan sonra,<br />

yirmi gün temizlik, sonra on gün [dördüncü on gün] hayz olur.<br />

Onbeş gün içinde hiç temiz gün olmadan, kan (İstimrâr) ederse, âdetine göre<br />

hesâb olunur. Ya’nî, âdetinden sonra başlıyarak bir evvelki ay içindeki temizlik günü<br />

kadar temizlik ve sonra âdeti kadar hayz kabûl edilir.<br />

İstimrâr kızda olursa, arabî (Menhel-ül-vâridîn) ve türkçe (Mürşid-ün-nisâ) kitâblarında,<br />

bunun dört dürlü olduğu bildirilmekdedir:<br />

1 — İlk görülen kan istimrâr ederse, ilk on gün hayz, sonra yirmi gün temiz kabûl<br />

edilir.<br />

2 — Kız, sahîh kan ve sahîh temizlik gördükden sonra istimrâr ederse, bu kız,<br />

âdeti belli olan kadın olur. Meselâ, beş gün kan görse, sonra kırk gün temiz olsa,<br />

istimrâr başından beş gün hayz, sonra kırk gün temiz kabûl edilir. Kan kesilinceye<br />

kadar böyle devâm eder.<br />

3 — Fâsid kan ve fâsid temizlik görürse, ikisi de âdet kabûl edilmez. Temizlik<br />

onbeş günden az olduğu için fâsid ise, ilk görülen kan istimrâr etmiş gibi kabûl edilir.<br />

Onbir gün kan ve ondört gün temiz olsa, sonra istimrâr etse, birinci kan, on günü<br />

aşdığı için fâsiddir. Onbirinci ve istimrârın ilk beş kan günleri temizlik günleri<br />

olup, bu beşinci günden sonra, on gün hayz, yirmi gün temizlik olmak üzere devâm<br />

eder. Temizlik tam olup, kanlı gün karışdığı için fâsid ise, böyle fâsid temizlik<br />

ile kan günleri toplamı otuzu geçmezse, yine ilk kan istimrâr etmiş gibi kabûl<br />

edilir. Onbir gün kan ve onbeş gün temizlikden sonra istimrâr etmesi böyledir.<br />

Onaltı günün ilk günü kanlı olduğu için, fâsid temizlikdir. İstimrârın ilk dört günleri<br />

temizlik olur. Toplamları otuzu aşar ise, ilk on gün hayz olup, sonra istimrâra<br />

kadar olan günlerin hepsi temiz kabûl edilip, istimrârdan sonra on gün hayz, yirmi<br />

gün temiz olarak devâm eder. Onbir gün kan, sonra yirmi gün temizlik, sonra<br />

devâm etmek böyledir.<br />

4 — Sahîh kan ve fâsid temizlik görürse, sahîh kan günleri âdet olur. Sonra otuz<br />

güne kadar temizlik kabûl edilir. Meselâ, beş gün kan ve ondört gün temizlikden<br />

sonra istimrâr etse, ilk beş gün kan ve bundan sonra yirmibeş gün temiz olur. Bu<br />

yirmi beş günü temâmlamak için, istimrârın ilk onbir günü temiz kabûl edilir. Bundan<br />

sonra, beş günü hayz, yirmibeş günü temiz olarak devâm edilir. Bunun gibi,<br />

üç gün kan, onbeş gün temizlik, bir gün kan ve sonra onbeş gün temizlikden sonra<br />

istimrâr etse, ilk üç gün sahîh kan ve sonra istimrâra kadar olan günlerin hepsi<br />

fâsid temizlik olup, üç gün hayz, sonra otuzbir gün temiz olur. İstimrâr zemânında<br />

ise, üç gün hayz, sonra yirmi yedi gün temiz olarak devâm eder. İkinci temizlik<br />

ondört gün olsaydı, imâm-ı Ebû Yûsüfe göre hep akdı kabûl edileceğinden, bunun<br />

ilk iki günü de hayz, sonra onbeş gün temizlik olmak üzere devâm edilir. Çünki,<br />

ilk üç gün kan ve onbeş gün temizlik sahîh olduklarından, âdet kabûl olunurlar.<br />

Âdet zemânını unutan kadına (Muhayyire) veyâ (Dâlle) denir.<br />

(Nifâs), lohusa demekdir. Elleri, ayakları, başı belli olan düşükde gelen kan da<br />

nifâsdır. Nifâs zemânının azı yokdur. Kan kesildiği zemân, gusl edip nemâza başlar.<br />

Fekat, âdeti kadar gün geçmeden, cimâ’ edemez. En çok zemânı kırk gündür.<br />

Kırk gün temâm olunca, kan kesilmese de, gusl edip, nemâza başlar. Kırk günden<br />

sonra gelen kan, istihâza olur. Birinci çocuğunda, yirmibeş günde temizlenen kadının<br />

âdeti, yirmibeş gün olur. Bu kadının ikinci çocuğunda kan, kırkbeş gün gel-<br />

– 139 –


se nifâsı yirmibeş gün sayılıp, yirmi günü istihâza olur. Yirmi günlük nemâzlarını<br />

kazâ eder. O hâlde nifâs gününü de ezberlemek lâzımdır. İkinci çocukda kan, kırk<br />

günden önce, meselâ otuzbeş günde kesilirse, bunun hepsi nifâs olur ve âdeti yirmibeş<br />

günden, otuzbeş güne değişmiş olur. Ramezânda, sahûrdan [ya’nî fecrden]<br />

sonra, hayzdan veyâ nifâsdan kesilen o gün yimez, içmez. Fekat, o günü kazâ<br />

eder. Hayz ve nifâs sahûrdan sonra başlarsa, ikindiden sonra da olsa, o gün yiyip,<br />

içer.<br />

Hayz ve nifâs günlerinde nemâz, oruc, câmi’ içine girmek, Kur’ân-ı kerîmi<br />

okumak ve tutmak, tavâf, cimâ’, dört mezhebde de harâmdır. Orucları kazâ eder.<br />

Nemâzları kazâ etmez. Nemâzları afv olur. Her nemâz vaktinde abdest alıp, o nemâzı<br />

kılacak kadar zemân oturup zikr, tesbîh ederse, en iyi nemâzın sevâbını kazanır.<br />

[Sekiz yaşını temâmlıyan kıza, anasının, anası yoksa, ninelerinin, ablalarının, hala<br />

ve teyzelerinin hayz ve nifâs ilmini bildirmeleri farzdır. Bildirmezlerse, kendileri<br />

ve zevcleri büyük günâha girerler.]<br />

(Cevhere) kitâbında buyuruyor ki, (Kadının, hayz başladığını kocasına bildirmesi<br />

lâzımdır. Kocası sorunca bildirmezse, büyük günâh olur. Temiz iken, hayz başladı<br />

demesi de, büyük günâhdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Hayzın<br />

başladığını ve bitdiğini kocasından saklayan kadın mel’ûndur) buyurdu. Hayz<br />

hâlinde de, temiz iken de kadına dübüründen yaklaşmak harâmdır. Büyük günâhdır).<br />

Böyle yapan, mel’ûndur. Puştluk, ya’nî cinsî sapıklık denilen oğlan kirletmek<br />

dahâ büyük günâhdır. Buna (Livâta) denir. Enbiyâ sûresinde, livâtaya (Habîs işdir)<br />

buyuruyor. Kâdî zâdenin, (Birgivî) şerhinde, Peygamberimiz, (Lût kavmi gibi<br />

livâta yapanları, suç üstü yakalarsanız, ikisini de öldürünüz!) buyurdu. Ba’zı âlimler,<br />

ikisini de yakmalıdır, dedi. Livâta yapanlar arasında sür’at ile yayılan Aids denilen<br />

korkunç hastalığın domuz eti yiyenlerde dahâ vahîm olduğu Amerikada tesbît<br />

edilmişdir. 1985 de virüsü teşhîs olunan bu hastalığın ilâcı bulunamamışdır.<br />

Farz olan guslün üçüncüsü, cünüb oldukdan sonra, nemâz kılması lâzım olduğu<br />

zemân yıkanmakdır. Cünüb olmak üç dürlüdür: Haşefe, ya’nî zekerin ucu<br />

[sünnet derisi altındaki, yuvarlak kısm] ferce dâhil olunca veyâ erkekde koyu<br />

beyâz ve kadında akıcı sarı menî, yerinden şehvetle kopup çıkınca veyâ ihtilâm ile,<br />

ya’nî rü’yâda şehvetlenip uyandığı zemân, menî veyâ mezy akmış olduğunu görünce,<br />

erkek ve kadın cünüb olur. Hanefîde ve şâfi’îde, vedî ve mezy çıkınca cünüb<br />

olmaz. Fekat, çıkmış olan menî sıcakdan incelerek mezy gibi görünür.<br />

Cum’a, fıtr bayramı ve kurban bayramı nemâzları için ve Arefe günü, Arafât<br />

meydânında gusl abdesti almak sünnet-i zevâiddir. Cünüb olduğunu unutan,<br />

Cum’a nemâzı için gusl ederse, temiz olur. Fekat, farz sevâbına kavuşamaz.<br />

Meyyiti gasl etmek, vâcib-i kifâyedir. Cenâze yıkanmadan, nemâzı kılınmaz.<br />

Kâfir, müslimân olunca, gusl abdesti alması müstehabdır.<br />

Bu onbirden başka, hac ve ömre için ihrâma girerken, Mekkeye, Medîneye girerken,<br />

Müzdelifede vakfeye dururken, cenâze yıkayacağı zemân, hacamat oldukdan<br />

sonra, Kadr, Arefe, Berât gecesi ve deli iyi olunca, çocuk onbeş yaşına girince<br />

gusl etmek müstehabdır. Hayz bitince, cimâ’ ederse ikisi için bir gusl yetişir.<br />

Cum’a ve bayramda, başka sebeble gusl edince, bu nemâzların gusl sevâbı hâsıl olur.<br />

Dayak yimek, ağır birşey kaldırmak veyâ bir yerden düşmek gibi sebeblerle menî<br />

çıkınca, hanefîde ve mâlikîde gusl lâzım olmaz. Şâfi’î mezhebinde ise, lâzım olur.<br />

Şâfi’î mezhebini taklîd eden hanefînin, buna da dikkat etmesi lâzımdır.<br />

Şehvet ile yerinden ayrılan menî, idrâr yolunda kalıp, dışarı çıkmazsa, gusl lâzım<br />

olmaz. Sonra buradan, şehvetsiz de çıkınca, gusl lâzım olur. İhtilâm olan,<br />

ya’nî rü’yâda şehvetlenen kimse, uyanıp, eli ile zekerini sıkıp, menî akmasa, şehveti<br />

geçdikden sonra akınca, gusl lâzım olur. Cünüb olup, bevl yapmadan gusl eden<br />

– 140 –


kimseden, sonra menînin geri kalan kısmı, şehvetsiz aksa, tekrâr gusl lâzım olur.<br />

Nemâz kılmışsa, kazâ etmez. Bunun için, hanefîde ve hanbelîde guslden önce, idrâr<br />

çıkararak, idrâr yolunda kalmış olan menî parçasını çıkarmak, sonra gusl etmek<br />

lâzımdır. Şâfi’îde, bevl etmiş ise de, tekrâr gusl abdesti alması lâzımdır. Mâlikîde,<br />

bevl etmemiş ise de, tekrâr gusl abdesti lâzım olmaz.<br />

Haşefe, ferce veyâ kadının veyâ erkeğin dübürüne girince, menî aksa da, akmasa<br />

da, her ikisine gusl etmek farz olur. (Sodomie)de, ya’nî hayvâna idhâl edince ve<br />

(Nekrofili)de, ya’nî ölüye idhâl edince akmazsa, hanefîde gusl lâzım olmaz. İdhâl<br />

edilen hayvan, kesilip yakılır. Etini yimek de câizdir. Bu ikisini, (Sadist) denilen<br />

rûh hastaları yapar. Çok çirkin ve büyük günâhdır.<br />

İhtilâm olan kimse, uyanınca, yatakda, elbise veyâ bacağında yaşlık görse, bunun<br />

mezy denilen beyâz akıcı sıvı olduğunu anlarsa veyâ uyanık iken mezy aksa,<br />

gusl lâzım olmaz. İhtilâm olduğunu hâtırlamadan, menî görse, gusl lâzım olduğu,<br />

sözbirliği ile bildirildi. Mezy sansa ihtiyâten gusl lâzım olur. İhtilâm olduğunu, hâtırlayan<br />

kimse, bir yerde menî görmezse, gusl etmez. Kadın, gusl etdikden sonra,<br />

zevcinin menîsinin artığı çıksa, gusl etmez. Serhoş ayıldığı zemân, üstünde menî<br />

görse, gusl lâzım olur. Bayılan da böyledir. Kadın erkek uyanıp, yatakda menî görseler,<br />

ikisi de ihtilâm hâtırlamasa, ikisi de gusl eder. Cin, insan şeklinde cimâ’ yaparsa,<br />

insana gusl lâzım olur. İnsan şeklinde gelmezse, bundan lezzet alan, gusl etmez.<br />

Fercden başka yerine sürtmekle çıkan erkek menîsi, rahme girse, kadın gusl<br />

etmez. Bu sûretle hâmile kalsa, gusl eder ve o günden beri kıldığı nemâzları kazâ<br />

eder.<br />

Çocuk zekeri, hayvan zekeri, ölü zekeri, zeker gibi herşey veyâ parmak ve<br />

prezervatif kullanınca ferce sokuldukları zemân, lezzet duyarsa, gusl lâzım olur.<br />

Lezzet duymazsa, gusl etmesi iyi olur. (Merâkıl-felâh)da diyor ki, (Kadın erkek,<br />

birbirini görmekle, düşünmekle, menî akınca cünüb olur). Kadının gusl ve abdest<br />

suları ve hamâm parasını zevci verir. İhtiyâc maddelerini, kadın zengin olsa da, erkeğin<br />

alması lâzımdır. İdrâr yaparken, menî de çıkarsa, zekeri münteşir ise, gusl<br />

eder.<br />

Kadın cünüb iken hayz görürse, isterse hemen gusl eder. İsterse, hayz bitinceye<br />

kadar bekleyip, sonra ikisi için bir gusl eder.<br />

(Dürr-ül-müntekâ)da diyor ki, (Erkeklerin erkek hamâmına, kadınların kadın<br />

hamâmına gitmeleri câizdir. Avret mahallini kalın ve bol havlı ile örtmek farzdır.<br />

Başkasının ince ve dar havlı ile örtülü avret mahalline bakmak da harâmdır. Hamâmcının<br />

uylukları keselemesi ve örtülü iken bakması câizdir. Havlı altındaki avret<br />

mahalline temâs etmesi, bakması harâmdır. Erkek erkeğin, kadın kadının avret<br />

olmıyan yerlerine şehvetsiz bakması ve temâs etmesi câizdir. Erkeğin kâfir kadınlarına<br />

da, şehvetsiz bakması da harâmdır). Nass ile veyâ icmâ’ ile bildirilmiş olan<br />

harâma ehemmiyyet vermiyenin îmânı gider, mürted olur.<br />

Cünüb kimse, kılmadığı nemâz vakti çıkıncaya kadar gusl etmezse, günâh olmaz.<br />

Dahâ gecikdirmesi büyük günâhdır. Cünüb iken uyumak, cimâ’ yapmak günâh değildir.<br />

Zevce ile birlikde, bir kurnadan, bir kapdan gusl etmek câizdir. Cünübün<br />

elini ve ağzını yıkamadan yiyip içmesi tenzîhen mekrûhdur. Çünki ağzına, eline sürülen<br />

su, müsta’mel olur. Müsta’mel suyu içmek ise mekrûhdur. Hayz gören kadın<br />

böyle değildir. Çünki hayz hâlinde iken gusl abdesti alması emr olunmadı. [Hayz<br />

hâlindeki kadın, göğsünü yıkamadan, çocuğunu emzirebilir. Cünüb kadının, yıkamadan<br />

emzirmesi mekrûh olur.] Çocuk emziren kadının abdesti bozulmaz.<br />

Kendi avret yeri açık iken ve avret yeri açık olanlar yanında Kur’ân-ı kerîm okumak<br />

mekrûhdur. Bir yeri açık olan, başını yorgandan çıkarıp okumalıdır.<br />

Müsâfir olduğu evde cünüb olan kimse, gusl abdesti alırsa iftirâya, şübheye uğrayacağından<br />

korkarsa, gusl etmez. Su varken teyemmüm etmesi de câiz olmaz. Pis<br />

– 141 –


olarak, niyyet etmeden, iftitâh tekbîri söylemeden, ayakda birşey okumadan, rükü’<br />

ve secde gibi hareket yaparak nemâz kılar görünmesi câizdir. [Mezhebsiz, reformcu<br />

imâm arkasında kılmak zorunda olan da böyle yapar.]<br />

Cünüb veyâ hayzlı iken câmi’e girmek, hattâ câmi’ içinden geçmek harâmdır. Geçecek<br />

başka yol bulamazsa veyâ câmi’de cünüb olursa veyâ câmi’den başka yerde<br />

su bulamazsa, teyemmüm edip girer ve çıkar. Kur’ân-ı kerîm okuması ve Mushafı<br />

tutması ve Kâ’be-i mu’azzamayı tavâf etmesi, dört mezhebde de harâmdır.<br />

Kur’ân-ı kerîmi ve âyet-i kerîme yazılı şeyleri abdestsiz tutmak da harâmdır. Yapışık<br />

olmıyan birşey içinde, meselâ çantada iken tutmak câizdir. Fâtihayı ve düâ<br />

âyetlerini, düâ niyyeti ile okuması ve her düâyı okuması harâm değil ise de, düâyı<br />

abdestli okumak müstehabdır. Tefsîrler, Kur’ân-ı kerîm gibidir. Başka din kitâbları,<br />

düâ gibidir. Fıkh yazılı kâğıdlara birşey sarmak câiz değildir. Allahü teâlânın<br />

ve Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ismleri yazılı ise, bunları silip, sonra birşey<br />

sarılabilir. Fekat, bunlara da sarmamak lâyıkdır. Çünki, Kur’ân-ı kerîmin harfleri<br />

de muhteremdir. (Hadîka)da ve (Letâif-ül-işârât) kitâbında (Meselâ, Hûd aleyhisselâma<br />

gelen kitâb islâm harfleri ile idi) buyuruyor. (Hadîka), ikinci cildi, altıyüzotuzüçüncü<br />

sahîfesinde diyor ki, (Üzerinde, dokuyarak veyâ boya ile mubârek<br />

yazı bulunan halıyı, hasırı, musallâyı ya’nî seccâdeyi yere sermek, üzerine oturmak<br />

ve her ne sûret ile olursa olsun kullanmak ve paralar, mihrâblar ve dıvarlar üzerlerine<br />

yazmak mekrûhdur. Bunları dıvara asmak mekrûh olmaz). [Kâ’be-i mu’azzama<br />

resmi de, yazı gibidir. Resm, nakş bulunmıyan seccâde kullanmalıdır.]<br />

Tekrâr bildirelim ki, gusl abdesti alırken ağzın içini yıkamak, hanefî ve hanbelî<br />

mezheblerinde farzdır. O hâlde hanefîler, muhtâc olmadıkça, diş kaplatmamalı<br />

ve doldurtmamalıdır. Dişleri çürütmemelidir. Bunun için de dişlere, dînimizin<br />

emr etdiği gibi bakmalı ve misvâk kullanmalıdır. (Larousse illustré medical) ismindeki<br />

Fransanın kıymetli tıb kitâbı, ağız temizliği husûsunda diyor ki, (Bütün diş<br />

ma’cûnları ve tozları ve suları, dişlere zarar verir. En iyi diş temizleme vâsıtası, sert<br />

bir fırçadır. Önce, dişleri kanatırsa da, korkmamalıdır. Diş etlerini kuvvetlendirir<br />

ve artık kanamaz). Herkese uyarak, ma’cûn kullanıyordum. İki dişim çürümeğe<br />

başladı. Fransızca kitâbı okuyunca, misvâk kullanmağa başladım. Dişlerimin çürümesi<br />

durdu. Altmış seneyi geçdi, dişlerimden ve mi’demden hiç şikâyetim olmadı.<br />

İbni Âbidîn, (Redd-ül-muhtâr)da buyuruyor ki, (Abdest alırken misvâk kullanmak<br />

sünnet-i müekkededir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Misvâk kullanarak<br />

kılınan nemâz, misvâksız nemâzdan yetmiş kat üstündür). Misvâk, düz ve ikinci küçük<br />

parmak kalınlığında, bir karış boyunda olmalıdır. Misvâk, Arabistânda yetişen<br />

Erâk ağacının dalıdır. [Düzgün ucundan, iki santimetre kadar, kabuğu soyulup,<br />

burası birkaç sâat suda tutulur. Sonra, ezilince, fırça gibi açılır.] Erâk ağacı bulunmazsa,<br />

zeytin dalından yapılır. Nar ağacından yapmamalıdır. Bunlar da bulunmaz<br />

ise veyâ bir kimsenin dişleri yok ise, parmakları ile, bu sünneti îfâ etmelidir.<br />

Misvâkın otuzdan çok fâidesi vardır. Tahtâvînin (Merâkıl-felâh hâşiyesi)nde hepsi<br />

yazılıdır. Birincisi, son nefesde îmân ile gitmeğe sebeb olur. Erkeklerin, orucsuz<br />

iken de, özrsüz sakız çiğnemeleri mekrûhdur. Kadınlar, misvâk yerine, orucsuz<br />

iken, sünnete niyyet ederek sakız kullanmalıdır).<br />

Süâl: Dînimizde diş yapdırmanın câiz olduğunda bütün fukahâ ve müctehidlerin<br />

ittifâkı vardır deniliyor. Gümüşden mi, yoksa altından mı yapdırılacağı husûsundaki<br />

ihtilâfları, bu ittifâka te’sîr eder mi?<br />

Cevâb: Diş yapdırmak deyince, düşen dişin yerine konulan ve istenilince çıkarılabilen<br />

takma diş veyâ sallanan dişi bağlamak anlaşıldığı gibi, diş doldurtmak ve<br />

kaplatmak da anlaşılır. Hanefî âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”<br />

sallanan dişleri altın ile de bağlamak câiz olduğuna fetvâ vermelerini, (Diş yapdırmanın<br />

câiz olduğunda ittifâk vardır. Diş doldurtmak ve kaplatmak câizdir) şeklinde<br />

değişdirmek, yâ fukahânın beyânâtını anlamamak veyâ bu beyânları, kendi sin-<br />

– 142 –


si ve âdî isteklerine göre değişdirmek olur ki, her ikisi de hem ayb, hem de günâhdır.<br />

Müctehidlerimiz, altın ile veyâ gümüş ile bağlamakda ihtilâf etmişdir. Hanefî<br />

mezhebinin fıkh kitâblarında, sallanan dişi (Şed etmek), (Tadbîb etmek) deniliyor.<br />

Şed, tel ile kuvvetli bağlamak demekdir. Meselâ (Şedd-üz-zünnâr), papasların<br />

kuşağını bağlamağa denir. Tadbîb, şerit ile, dadbe gibi, ya’nî kapı sürgü demiri<br />

gibi, enli, yassı birşey ile şed etmek, sarmak demek olduğu, Tahtâvînin ve (İbni<br />

Âbidîn)in (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyelerinde, tadbîb edilmiş kürsî üzerine oturmağı<br />

bildirirken ve (Dürr-ül-müntekâ) ve (Câmi’ur-rumûz)da yazılıdır. (Bezzâziyye)<br />

ve (Hindiyye)de diyor ki, (Gümüş ve altın şekller ile süslenmiş kapdan yimek, içmek<br />

câizdir. Fekat, elini, ağzını gümüşe, altına değdirmemek lâzımdır. İmâmeyn,<br />

böyle kapları kullanmak mekrûhdur dedi. Tadbîb edilmiş kap da böyledir. Kürsîyi<br />

[kanepeyi] ve hayvan semerini tadbîb etmek câiz ise de, altın ve gümüş bulunan<br />

yerlerine oturmamak lâzımdır. Mushafın cildini tadbîb etmek câizdir. Fekat,<br />

altına, gümüşe dokunmamak lâzımdır). Buradan da anlaşılıyor ki, tadbîb etmek,<br />

bütün yüzeyi kaplamak demek değildir. Etrâfına metal şerid çevirmek demekdir.<br />

Fıkh kitâblarında, (Sallanan dişi altın ile tadbîb etmek câizdir) diyor. Bu söz,<br />

sallanan dişi, düşmekden korumak için altın tel veyâ şerîd ile bağlamak câizdir demekdir.<br />

Çünki, bu tellerin altına su sızar. Hem de, gusl abdesti alırken, şimdi<br />

takma dişler çıkarıldığı gibi, tel ve şerid bağlar da yerlerinden çıkarılmakda, temizlenip,<br />

guslden sonra yerlerine konulmakdadır. Çıkarılıp temizlenmezlerse, aralarında<br />

kalan yemek artıkları ağızda fenâ koku ve tahrîbat yaparlar. (Sallanan dişi<br />

kaplatmak câiz olur dediler) demek, fıkh âlimlerine iftirâ olur. Çünki, sallanan diş<br />

kaplanamaz, bağlanabilir. Görülüyor ki, (Tadbîb) sözüne kaplatmak diyerek<br />

bundan (diş kaplatmak câizdir) fetvâsını uydurmak, hakîkî bir din adamının yapacağı<br />

şey değildir. Fıkh kitâblarında, (çürüyen dişleri kaplatmak veyâ doldurtmak<br />

câizdir) diye bir yazı bulunmadığı gibi, altın ile, gümüş ile doldurtmak ve kaplatmak<br />

sözü de yokdur.<br />

Fıkh bilgisi az olan ve müctehidlerin beyânâtını anlamıyanlar, (sallanan dişleri<br />

bağlamak veyâ takma diş yapdırmak) sözü ile, (diş kaplatmak ve doldurtmak)<br />

sözünü birbirine karışdırıyor. Müctehidlerin beyânlarını, hepsine yaymağa çabalıyorlar.<br />

Zarûret olduğu için, hepsi câizdir diyorlar. Bu zevallılar anlıyamıyor ki,<br />

oynayan dişi bağlamak ve çıkan diş yerine müteharrik diş [protez] takdırmak<br />

için zarûret aramağa zâten lüzûm yokdur. Çünki, yapması câiz olmıyan bir şeyi yapabilmek<br />

için, zarûret aranır. Dişleri bağlamak veyâ diş takmak yasak edilmemişdir<br />

ki, bunları yapmak için zarûret aransın. Kendi ağzındaki kaplama ve dolguların<br />

gusl abdestine zarar vermediğine müslimânları inandırmağa kalkışan ba’zı<br />

kimseler, gümüş yerine altın ile bağlamak için zarûret bulunduğunu görünce, bu<br />

zarûret kelimesini büyük bir silâh olarak yakalamışlar. (Diş yapdırmanın zarûret<br />

olduğu ittifâkla bildirilmişdir) yaygarasını koparmışlardır. Böylece, hanefî mezhebindeki<br />

müslimânları şaşırtmış, kâtı’-i tarîk-ı ilâhî olmuşlardır. Bunlar, sallanan<br />

dişlerin kaydsız şartsız bağlanacağının beyân buyurulmasını biricik delîl olarak gösteriyorlar.<br />

Hâlbuki, dişleri sallanmaz şeklde bağlayan teller ve çıkarılan diş yerine<br />

protez denilen sun’î takma dişler, kolayca çıkarılabilmekde, temizlenip tekrâr<br />

yerine konmakdadır. Âlimlerimiz “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, gusl abdesti<br />

alırken çıkarılabilen bağları ve takma dişleri beyân buyurmakdadır. (Gusl abdesti<br />

alırken, diş çukurlarını ve dişlerin arasını ıslatmak farzdır) buyuran âlimlerin,<br />

kaplama ve dolgu gibi suyu geçirmiyen mâni’lere cevâz verdiklerini söylemek,<br />

bu büyük insanlara, çok çirkin iftirâ olur. Bu âlimler, gümüş yüzük takmanın da<br />

câiz olduğunu söylemişlerdir. Yüzük takmanın câiz olması, altındaki derinin ıslanması<br />

afv olur demek olmamışdır. Yüzüğü, çıkararak veyâ oynatarak altını ıslatmak<br />

lâzımdır demişlerdir. Dar yüzüğün altı ıslanmazsa, abdest ve gusl sahîh olmaz buyurmuşlardır.<br />

Diş kaplatmak da yüzük takmak gibidir. Kaplamanın ve dolgunun<br />

altı ıslanmadığı için, gusl sahîh olmaz.<br />

– 143 –


Süâl: Gusl abdesti alırken zarûret ve meşakkat olan yere suyu ulaşdırmak şart<br />

değildir. Gözlerin içini, sünnet derisinin içini ve kadınların örgülü saçlarını yıkamak,<br />

bunun için, sâkıt oluyor. Başı ağrıyan kimse mesh edemezse, başını mesh etmesi<br />

sâkıt oluyor. Zarûret ile diş yapdırınca, dişlerin ıslanması sâkıt olmaz mı?<br />

Cevâb: Islatılmasında (Harac) bulunan bir yer ıslanmazsa, gusl abdestinin kabûl<br />

olacağı hükmü genel değildir. Bu hükm, bedende zarûrî,kendiliğinden hâsıl olan<br />

veyâ islâmiyyetin emri ile yapılan bir şey içindir. İnsanın yapdığı şey için değildir.<br />

İnsan tarafından yapılan şeylerde harac olduğu zemân, harac bulunmıyan mezheb<br />

taklîd edilir. Şiddetli baş ağrısı, kendiliğinden hâsıl olan bir zarûretdir. Bu başa<br />

el dokunduramamak haracdır. Bunun için, bunun başını yıkaması, mesh etmesi<br />

sâkıt olmakdadır. Bir yara iyi oldukdan sonra, üzerindeki ilâca, merheme, sargıya<br />

mesh etmek câiz olmayacağı, bunları çıkarıp, altını yıkamak lâzım geldiği, cebîre<br />

bahsinde bildirildi. Bunları kaldırmakda harac olursa bunlar, kendiliğinden<br />

hâsıl olan bir zarûret olmadıkları için, başka mezheb taklîd edilir. Başka üç mezhebde<br />

de harac varsa, altlarını yıkamak sâkıt olur denildi. Çünki, bunlar, zarûret<br />

ile konulmuş idiler. Ya’nî yarayı tedâvî etmek, eski hâline getirmek için konulmuşlardı.<br />

Gusl abdesti alırken, diğer üç mezhebde de, bütün bedeni ve sudan zarar görmiyen<br />

yarayı yıkamak farz olduğu için, diğer üç mezhebden birini taklîd etmeğe<br />

imkân yokdur. Harac, ya’nî meşakkat, zorluk bulunduğu zemân haraca sebeb<br />

olan şey zarûrî var ise, buraları yıkamak sâkıt olur. Saçları örgülü kadının, yalnız<br />

saç diplerini ıslatması farz oldu. İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor<br />

ki, (Kadınların saçlarını kazımaları yasak olduğu için, örgüyü çözmeleri afv edildi.<br />

Erkeklerde ise, bu zarûret yokdur.) Saçlarını kazımalarının sünnet olduğu İbni<br />

Âbidînin beşinci cildinde yazılıdır. Bunun için, erkeklerin örgülü saçı açıp yıkamaları<br />

lâzımdır. Kadınların örgülü saçlarını açmamaları, erkeklerin örgüsünü<br />

açmamasına sebeb olmıyor. Çünki, birincisinde zarûret ve harac birlikde vardır.<br />

Erkek saçında da harac varsa da, zarûret yokdur.<br />

Sun’î takılan protez dişlerin guslde çıkarılmasında harac [herhangi bir zorluk]<br />

yokdur. Kolayca çıkarılıp altlarındaki deri yıkanır. Böyle diş yapdırılması câizdir.<br />

Bunların başka mezhebi taklîd etmelerine lüzûm yokdur.<br />

Süâl: İmâm-ı a’zam, diş yapdırmak husûsundaki zarûretin, gümüş kullanmak sûreti<br />

ile giderileceğini buyurmuş. Bunu bir vâ’ızın kitâbında okudum. Yine o kitâbda,<br />

İtkânî diyor ki, imâm-ı Muhammedin şöyle demesi müsâiddir: (Diş yapdırma<br />

husûsundaki zarûretin, gümüş kullanmak sûreti ile giderilmiş olacağını teslîm etmeyiz.<br />

Çünki, burunda koku yapan gümüş, dişde de koku yapar). Diş yapdırmakda<br />

zarûret olduğu açıkca meydândadır, diye okudum. Siz buna ne dersiniz?<br />

Cevâb: Okuduğunuz kitâbın bir vâ’ız tarafından yazıldığı doğru olmasa gerekdir.<br />

Fıkh kitâblarını bu kadar yanlış ve bozuk nakl eden kimse, yâ çok câhil bir zevallı<br />

veyâ büyük bir yalancı ve sahtekâr olabilir. Bakın (Redd-ül-muhtâr)da (Hazar-vel-ibâha)<br />

kısmında, bu satırlarda nasıl buyuruyor: (İmâm-ı a’zam, dişi bağlamak<br />

ile burun yapmağı birbirinden ayırdı. Burun gümüşden olunca, gümüşün koku<br />

yapması zarûretine binâen, altından burun yapdırmak câizdir buyurdu. Çünki,<br />

harâm olan şey, ancak zarûret için mubâh olur. Hâlbuki, dişde gümüş kullanınca<br />

bu zarûret kalkıyor. A’lâ olan altını kullanmağa ihtiyâc kalmıyor. İtkânî dedi<br />

ki, bir kimse, imâm-ı Muhammed hazretlerine yardım etmek için şöyle diyebilir:<br />

Dişi altınla bağlamakda olan zarûretin, gümüş kullanmakla kalkacağını kabûl<br />

etmeyiz. Çünki, gümüş, burunda olduğu gibi, dişde de koku yapar). Görülüyor ki,<br />

ne İmâm-ı a’zam, ne de imâm-ı Muhammed “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” (Diş<br />

yapdırmak husûsundaki zarûret) diye birşey buyurmamışdır. Bu zarûreti, kaplama<br />

dişi bulunan bir kimse, cemâ’atin gözünden düşmemek için veyâ diş kaplatanlara<br />

yaranmak için, kendisi uydurmuşdur. İmâmlarımız diş bağlamakda (Gümüş<br />

koku yapınca, altın ile bağlamak zarûreti hâsıl oluyor. Gümüş kullanmak koku yap-<br />

– 144 –


mazsa, bu zarûret kalmıyor) buyuruyor. Zarûret olup olmadığını söylemek, bizim<br />

gibi avâmın, ya’nî müctehid olmıyan din adamlarının işi değildir. Dînimiz, burada<br />

söz hakkını müctehidlere vermişdir. Müctehid olmıyan din adamlarının burada<br />

söz hakları yokdur. Söylerlerse, sözlerinin kıymeti yokdur. Hicretin dörtyüz senesinden<br />

sonra ictihâd derecesine yükselmiş bir âlim yetişmediğini, bulunmadığını<br />

âlimlerimiz sözbirliği ile bildirdiler. Âlimlerimiz, müctehidlerin fetvâlarını bularak,<br />

fıkh kitâblarına yazdılar. Diş çukurundaki yemek artıklarının altına su sızmadığı<br />

zemân gusl abdestinin kabûl olmıyacağı ve bunda zarûret ve harac bulunmadığı<br />

fıkh kitâblarında açıkca yazılıdır. Bunu yukarıda bildirmişdik. Çünki, gusl<br />

abdesti alınacağı zemân, diş çukurundaki ve dişler arasındaki yemek artıklarını temizlemek<br />

mümkindir ve bunu yapmakda harac, ya’nî güçlük yokdur. (Kâmûs) tercemesinde<br />

diyor ki, (Farzı yapmakda haraca sebeb olan, ya’nî yapmağa mâni’<br />

olan zarûret, yâ cebr, zor ile olur. Kadınların saçlarını uzatması böyledir. Çünki, islâmiyyet,<br />

saçlarını kesmelerini yasak etmişdir. Yâhud hasta bir uzvu sıhhate kavuşdurmak<br />

ve tehlükeden korumak için olur. Yâhud da, başka şey yapmağa imkân olmadığı<br />

için olur). Harac bulunduğu zemân, başka mezhebi taklîd mümkin olmaz ise,<br />

zarûret aranır. Kadınların örgülü saçlarını çözmelerinde harac vardır. Bu haracdan<br />

kurtulmak için, başka mezhebi taklîd etmeğe de imkân olmadığı ve saçlarını uzatmalarında<br />

zarûret olduğu için, saçlarının örgülerini açmaları afv olunmuşdur.<br />

Dişi çürüyen, ağrıyan kimse, müslimân, sâlih bir diş tabîbine gider. Diş tabîbi,<br />

pamuk ile ilâc koyarak şiddetli ağrıdan kurtarır. Sonra, bu pamuk atılır. Ağrısı giderilmiş<br />

diş için, ona iki yol gösterir: Birinci yol, çürümüş, telef olmuş dişi çıkarıp,<br />

yerine protez yapdırmasını söyler. İkinci yol, çürümeğe başlamış, hasta dişin sinirini<br />

alıp, dolgu veyâ kaplama, ya’nî kron yapdırmasıdır. Dişin çürümesi yeni başlamış<br />

ise, dolgu yapılarak, çürümesi az veyâ çok zemân durduruluyor. Diş tabîbinin<br />

mehâretine göre, bu diş uzun seneler, râhat kullanılıyor. Çürüme ilerlemiş ise,<br />

dolgu yapılamıyor. Ancak, kaplama yapılarak, dişin yalnız kökünden istifâde ediliyor.<br />

Kökü de çürümüş ise, diş çıkarılıp yerine sun’î diş [protez] takılıyor. Protezi<br />

kullanmak, kaplama gibi, kaplama da dolgu gibi râhat olmuyor. Kaplama ve dolgu,<br />

hasta dişi tedâvî etmiyor. Eski sıhhatine kavuşdurmuyor. Hasta olarak, ağrısız<br />

kullanılmasına yardım ediyor. Dolgusu, kaplaması olan kimse, mâlikî veyâ şâfi’î<br />

mezhebini taklîd edince, özrsüz kimseler gibi tam sevâb kazanıyor. Bu mezhebleri<br />

taklîd imkânı olmasaydı, dolgu ve kaplama zarûret hâline dönerdi. Guslü ve<br />

nemâzları sahîh olurdu. Fekat, özrlü olduğu için sevâbları az olurdu. Görülüyor<br />

ki, başka mezhebi taklîd etmesi, ibâdet sevâbının çok olmasına sebeb olmakda, hem<br />

de dişlerin sökülmesine mâni’ olmakdadır.<br />

Diş de bir uzvdur. Çürük dişi tedâvî etmek zarûret değil midir? Sallanan dişi bağlamanın<br />

zarûret olduğunu siz de bildirmişdiniz diyerek kaplama ve dolgunun zarûret<br />

olacağını söylemek doğru değildir. Çünki, kaplamak ve dolgu yapmak dişi tedâvî<br />

etmek değildir. Çürük dişin sinirini alarak, bunu ölü olarak, protez, ya’nî<br />

sun’î diş gibi kullanmakdır. Protez çıkarılabildiği için câizdir. Kaplama, dolgu, çıkarılamadığı<br />

için, câiz değildir. Bugün ağrıyan dişi protez yapmakda çok acı, harac<br />

olmıyor. Dişin sinirini öldürmek ise, çok acı, pek zahmetli oluyor. (Protezi kullanmakda<br />

harac vardır. Dolguyu, kaplamayı kullanmakda ise yokdur) diyene de şâfi’îyi<br />

taklîd câiz oluyor. Dolgu ve kaplama dişin kökünde zemânla mikrop yuvası meydâna<br />

gelip, çeşidli organlarda hastalık yapıyor. Sun’î diş ise, hiç mikrop yapmıyor.<br />

Diş ağrısı veyâ çürüğü olmadan, zînet için kaplama veyâ dolgu yapdırmış olan<br />

da, gusl abdesti alırken şâfi’î veyâ mâlikî mezhebini taklîd etmelidir. Harac bulunduğu<br />

zemân, başka mezhebi taklîd etmek için, zarûret de bulunması şart olmadığı<br />

İbni Âbidînde, nemâz vaktleri sonunda açıkca yazılıdır. Ağrı, çürük sebebi ile<br />

kaplama, dolgu yapmanın da zarûret olmadığını yukarıda bildirdik. Bunun için, diş<br />

yapdırmış müslimânları pis bilmemeli, bunlara şübheli gözle bakmamalıdır.<br />

– 145 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:10


Kullanması erkeklere harâm olan altının, diş için mubâh olması, diş kaplatmanın<br />

ve hattâ bağlamanın zarûret olacağını gösterir sanmak, pek yanlışdır. Erkeklerin<br />

gümüş eşyâ kullanması câiz olmadığı hâlde, gümüş yüzük kullanmalarına izn<br />

verilmişdir. Gümüş yüzük mubâh oldu diyerek, yüzük takmakda zarûret vardır sanmak<br />

ve altın, gümüş burun, kulak takmak câiz olduğu için, bunları takmak zarûrî<br />

lâzımdır sanmak ve bundan dolayı da (diş kaplatmak için zarûret olduğunda âlimler<br />

ittifâk etdi) demek, yanlış ve iftirâ ve günâh olur.<br />

Son ve en kuvvetli delîl olarak bildirelim ki, dört mezhebin ince bilgilerine vâkıf,<br />

derin âlim seyyid Abdülhakîm “rahmetullahi teâlâ aleyh” efendinin mubârek<br />

el yazısı ile hâzırladıkları (Nemâz risâlesi) bu fakîrdedir. Burada buyuruyor ki, (Şâfi’î<br />

mezhebinde guslün farzı ikidir: Birisi niyyetdir. Ya’nî, her uzva su ilk temâs ederken,<br />

gerek ellere, gerek yüze ve gerek sâir bedene su dökerken “niyyet eyledim<br />

cenâbeti ref’ [izâle] için gusl etmeğe” demekdir. Ya’nî her yerini yıkarken gönlünde<br />

böyle bulundurmakdır. Hanefîde, bu niyyet şart değildir. İkincisi, bütün bedeni<br />

su ile yıkamakdır. Bedeninde necâset varsa, izâle etmek ayrıca farzdır. Ağzın<br />

ve burnun içini yıkamak, ya’nî buralara suyu îsâl etmek şâfi’îde farz değildir. Hanefî<br />

mezhebinde ise, buralara suyu îsâl etmek farzdır. Bunun içindir ki, hanefî mezhebinde<br />

olanlar, dişlerini kaplatamazlar ve doldurtamazlar. Çünki, buralara su isâbet<br />

etmez. Dişini kaplatan veyâ doldurtan, şâfi’î [veyâ mâlikî] mezhebini taklîd e-<br />

der).<br />

[(El-mukaddemet-ül-izziyye)de diyor ki, (Mâlikî mezhebinde, bir kabdaki temiz<br />

suya necâset düşse, üç vasfından biri değişmez ise, bununla abdest ve gusl sahîh,<br />

lâkin mekrûhdur. Mâ-i müsta’mel de böyledir. Halâya sol ayakla ve başı örtülü<br />

girilir. Eti yinen hayvanların bevli ve pisliği temizdir. Bunların ve insanın ölüsü<br />

ve kemikleri ve tırnakları, boynuz ve derileri ve menî, mezî ve alkollü içkiler<br />

necsdir. Necs yere serili kalın şey üzerinde ve avuç içinden az kan, irin bulaşınca<br />

nemâz sahîh olur. [1]<br />

Gusle başlarken niyyet etmek, bütün vücûdü delk etmek,<br />

[avuç içi veyâ havlu ile hafîf sıvamak], muvâlât [aralıksız] ve saçı, sakalı hilâllamak,<br />

sık örülü saç çözülüp her tarafını hilâllamak farzdır. Ağız, burun ve kulak içini ve<br />

saçları yıkamak sünnetdir. Yıkamadık yer kaldığını bir ay sonra bile hâtırlayınca,<br />

yalnız orayı hemen yıkar. Hemen yıkamazsa, guslü bâtıl olur. Her guslden evvel<br />

veyâ sonra abdest alınır.<br />

Abdeste başlarken veyâ yüzü yıkarken niyyet etmek ve başın hepsini ve sarkan<br />

saçları, kulak üstündeki deriyi ve altındaki deri görünen hafîf sakalı mesh etmek,<br />

kesîf sakalı yıkamak, muvâlât ya’nî a’zaları ard arda yıkamak, yıkanan yerleri,<br />

kurumadan evvel delk etmek de farzdır. Örülü saç çözülmez. Avuç ve parmak<br />

içleri ile zekere dokunmak, abdest aldığında veyâ bozulduğunda şübhe etmek, oğlanın<br />

veyâ mahrem olmıyan genç kadının derisine veyâ saçına şehvet ile dokunmak,<br />

abdesti bozar. [Lezzet kasd etmeden dokunursa ve dokunurken lezzet duymazsa,<br />

abdesti bozulmaz. Yolda, nakl vâsıtalarında ve alış verişde temâs korkusu<br />

olan şâfi’î, hanefî veyâ mâlikî mezhebini taklîd etmelidir.] Bedenden kan ve diğer<br />

şeyler çıkması abdesti bozmaz. Kulakların içi ve dışı, yeni ıslatılmış parmak ile mesh<br />

edilir. Tırnak kesince, traş olunca abdest bozulmaz. Sakal traşında ihtilâflıdır. El<br />

ile istibrâ vâcibdir. Teyemmüm ederek giyilen mest üzerine mesh edilmez. Mesh<br />

müddeti yokdur. İkindi vakti isfirâr vaktine kadardır. Yatsının âhır vakti, gecenin<br />

ilk sülüsüdür. Mekkede olanın Kâ’beye, Mekkede olmıyanın Kâ’be cihetine dönmesi<br />

farzdır. Nemâza başlarken (Allahü ekber) demek, Fâtiha okumak, kavmede<br />

dikilmek, celsede oturmak, oturarak bir tarafa selâm vermek ve selâm verirken (Esselâmü<br />

aleyküm) demek farzdır. İlk iki rek’atde Zamm-ı sûre okumak, iki teşeh-<br />

[1] Mâlikî mezhebinde, ikinci kavle göre, her necâset, ne kadar çok olsa dahî, nemâza mâni’<br />

değildir. Yıkaması farz değil, sünnetdir.<br />

– 146 –


hüdde oturmak, tehıyyât ve salevât okumak ve ikinci selâm sünnetdir. Sabâh<br />

ikinci rek’atde sessiz kunût okumak, teşehhüdde şehâdet parmağı kaldırmak<br />

müstehabdır. Sünneti unutunca, secde-i sehv lâzım olur. Bayram ve cenâze nemâzları<br />

sünnetdir. Fâsık, imâm olamaz. Başka mezhebdeki imâma ve özrlü olan imâma<br />

uymak câizdir.<br />

Mâlikîde sefer mesâfesi, şâfi’îde olduğu gibi, seksen kilometredir. Günâh olmıyan<br />

seferde dört rek’at farzları iki kılmak sünnetdir. Dört gün kalmağa niyyet etdiği<br />

mahalde mukîm olur. Müsâfir ile mukîmin birbirlerine imâm olmaları mekrûhdur.<br />

Mâlikîyi taklîd eden hanefî müsâfir ile mukîm, birbirlerine imâm olurlar.<br />

İki nemâzı cem’ etmemek efdaldir. Vitr nemâzı ve bayramda onbeş nemâzın farzından<br />

sonra tekbîr-i teşrîk sünnetdir.) Bir ibâdeti yaparken, başka bir mezhebi<br />

taklîd etmek, kendi mezhebinden ayrılmak değildir. O mezhebin, farzlarına ve müfsidlerine<br />

tâbi’ olmak demekdir. Vâciblerde, mekrûhlarda ve sünnetlerde, kendi<br />

mezhebine uyar. Meselâ, mâlikîyi taklîd eden hanefî müsâfirin, dört gün kalmağa<br />

niyyet etdiği yerde, farzları dört rek’at kılması farz olduğu için, dört kılar.<br />

Mukîm olana uyması veyâ imâm olması, mâlikîde mekrûh, hanefîde sünnet olduğu<br />

için, kendi mezhebine uyarak, cemâ’at ile kılabilir. Bir ibâdeti yaparken, başka<br />

mezhebi taklîd etmek için, kendi mezhebine göre yapmakda harac, meşakkat<br />

bulunması lâzımdır. Meşakkat, zorluk yok iken, taklîd edilmez.]<br />

Diş kaplatmış veyâ doldurtmuş olanların guslde ve abdestde ve nemâz kılarken<br />

mâlikî veyâ şâfi’î mezhebini taklîd etmeleri takvâ değildir. Mezheb taklîdi fetvâ<br />

yoludur, kurtuluş çâresidir. Dinde meşakkat yokdur, kolaylık vardır gibi sözleri<br />

zındıklar, silâh olarak kullanarak, birçok farzları terketmekdedir. Bu sözün doğrusu,<br />

Allahü teâlânın bütün emrlerini yapmak kolaydır, zor birşey emr etmemişdir,<br />

demekdir. Yoksa, îmânı za’îf olanların dediği gibi, nefse güç gelen şeyleri, Allahü<br />

teâlâ afv eder. Herkes kolayına geleni yapmalıdır. O rahîmdir, hepsini kabûl<br />

eder, demek değildir. Diş için, mâlikî veyâ şâfi’îyi taklîd etmek meşakkat değildir.<br />

Dartr veyâ Kefeki denilen ve dişlerin dibinde hâsıl olan kireçlenmeler, salgılardan,<br />

kendiliklerinden hâsıl oldukları için ve buna mâni’ olan çâre, ilâc bulunmadığı<br />

için, bunların mevcûd olmasında zarûret vardır. İzâle edilmesinde harac olanlar,<br />

derideki çıbanın, yaranın üstündeki zar, kabuk gibi olup, altlarını yıkamak, dört<br />

mezhebde de lâzım olmaz. Bunun için, başka mezhebi taklîd lâzım olmaz.<br />

(Diş kaplatma ve dolgu meselesi hâl olmuş, câiz olduğuna fetvâ verilmişdir. Zararı<br />

olmadığı bildirilmişdir) diyorlar. İttihâdcılar zemânında din işlerine karışan<br />

siyâset adamlarının, sarıklı masonların, din büyüklerini kötülemek, din bilgilerini<br />

bozmak için söyledikleri, yazdıkları yıkıcı propagandalara fetvâ diyorlar. 1329<br />

[m. 1911] senesinde İstanbulda ikinci baskısı yapılan (Mecmû’a-i cedîde) adındaki<br />

fetvâ kitâbında (Diş çukuru doldurulmuş kimse, gusl ederken, diş çukuruna su<br />

vâsıl olmasa, bu vechle gusl zarûret olsa, gusl câiz olur) demekdedir. Bu fetvâyı 113.<br />

ncü şeyh-ul-islâm Hasen Hayrullah efendinin verdiği bildirilmekdedir. Hâlbuki,<br />

bu kitâbın [1299] daki birinci baskısında bu fetvâ yazılı değildir. Hayrullah efendi<br />

ise, ikinci def’a olarak 18 Rebî-ul-evvel 1293 ve 11 Mayıs 1876 da Şeyh-ul-islâm<br />

olmuş ve 15 Receb 1294 ve 26 Aralık 1877 de ayrılmışdır. Böyle fetvâsı olsaydı, kitâbın<br />

birinci baskısında bulunması lâzımdı. İkinci baskının önsözünde (Birinci baskıda<br />

bulunmıyan birkaç fetvâyı, zemânımız şeyh-ul-islâmı Mûsâ Kâzım efendinin<br />

emri ile biz ekledik) demekdedir. Her fetvânın sonunda, buna kaynak olan fıkh kitâbının<br />

adı ve bildirdiği şey yazılı olduğu hâlde, diş fetvâsı için böyle bir kaynak<br />

bildirilmemişdir. Müslimânları yanlış yola sürüklemek için, sinsice hâzırlanmış böyle<br />

yeni türeyen yazıları, fetvâ zan ederek aldanmamalı, îmânı, ibâdetleri bozmamalı,<br />

uyanık olmalıyız.<br />

Biz, diş kaplatanların, dolduranların gusl abdestlerinin ve nemâzlarının sahîh<br />

olmıyacağını anlatmak istemiyoruz. Dişlerini kaplatmış veyâ doldurtmuş olan<br />

– 147 –


hanefîlere, mâlikî veyâ şâfi’î mezhebini taklîd ederek, gusl abdestlerinin ve nemâzlarının<br />

sahîh olacağını anlatmak istiyoruz. Bu durumdaki din kardeşlerimize kolay<br />

yolu, çıkar yolu göstermek istiyoruz. Diş doldurtmayın, kaplatmayın demiyoruz.<br />

Kaplama veyâ dolgusu olan imâm arkasında nemâz kılmayınız da demiyoruz.<br />

Birinci kısm, 74. cü madde, 5. ci sahîfeye bakınız! Kaplaması, dolgusu olanlara, din<br />

büyüklerinin gösterdiği kolaylığı haber veriyoruz. Hanefî mezhebinde olup da, mezhebinin<br />

bildirdiği gibi ibâdet etmek istiyenler için, ya’nî mezheblere kıymet verenler<br />

için, bu kadar uzun yazıyoruz. Mezheb kitâblarına kıymet vermeyip de, kendi<br />

aklına, görüşüne, düşüncesine göre ibâdet etmek istiyenler için yazmıyoruz. İbni<br />

Âbidîn “rahmetullahi aleyh”, Ramezân hilâlini anlatırken buyuruyor ki, (Birçok<br />

ahkâm, zemânın değişmesi ile değişir. Harac olunca, za’îf rivâyet ile amel olunur).<br />

Bundan da anlaşılıyor ki, ahkâmın zemân ile değişmesi demek, zor vaziyyetde<br />

bulunan kimse, mezheb âlimlerinin meşhûr olmıyan ictihâdlarına uyabilir demekdir.<br />

Herkes kolayına geleni yapsın demek değildir. (Dürr-ül-muhtâr) üçüncü<br />

cild, yüzdoksanıncı sahîfede buyuruyor ki, (Mezhebden çıkan kimse ta’zîr olunur.<br />

Ya’nî cezâlandırılır). (Sirâciyye fetvâsı)nda da böyle yazılıdır. İbni Âbidîn burada<br />

buyuruyor ki, (Dünyâ menfe’ati için mezhebini bırakan kimsenin son nefesde<br />

îmânsız gitmesinden korkulur.)<br />

Diş kaplatan veyâ doldurtan hanefîlerin, mâlikî veyâ şâfi’î mezhebini taklîd etmeleri,<br />

hanefî mezhebinden çıkmak demek, ya’nî mezheb değişdirmek demek değildir.<br />

Yalnız guslde, abdestde ve nemâzda, hanefî mezhebi ile birlikde mâlikî veyâ<br />

şâfi’î mezhebinin şart ve müfsidlerine de uymakdadır. Özrü olmıyanların da, başka<br />

mezhebin farzlarına ve müfsidlerine uymasının müstehab olduğu (İbni Âbidîn)in<br />

abdest bahsinde ve imâm-ı Rabbânînin (Mektûbât)ının birinci cild ikiyüzseksenaltıncı<br />

mektûbunda bildirilmekdedir. Hanefîde câiz olmıyan birşeyi, şâfi’îde veyâ mâlikîde<br />

câiz olduğu için, zarûret ve harac olmadan yapamaz. Meselâ sağlam olanın<br />

veyâ kaplama dişi olduğu için, mâlikî mezhebini taklîd eden hanefînin, derisinden<br />

kan akınca veyâ idrâr kaçırınca, abdest alması lâzımdır. Bunun, vitr nemâzını<br />

vâcib olarak kılması, yüzdört kilometreden az uzak yerde seferî olmaması ve<br />

dört günden az seferî olduğu yerde nemâzlarını cem’ etmemesi lâzımdır. Hastalık<br />

veyâ ihtiyârlık sebebi ile, ya’nî, zarûret ile idrâr kaçıran hanefînin, tekrâr abdest alması,<br />

harac, zahmet olacağı için, bu kimse, mâlikî mezhebini taklîd ederek, hemen<br />

özr sâhibi olur, abdesti bozulmaz. Ellidokuzuncu maddenin sonuna bakınız! (Tahrîr)<br />

kitâbını şerh eden, ya’nî açıklıyan İbni Emîr Hâc buyuruyor ki, (Nahl sûresi<br />

kırküçüncü ve Enbiyâ sûresi yedinci âyetinde, (Zikr ehline sorunuz!), ya’nî bir hâdise,<br />

olay karşısında ne yapacağınızı, bilenlerden sorunuz buyuruldu. Bu âyet-i kerîme,<br />

müctehide tâbi’ olmak, uymak ve başka mezhebi taklîd etmek vâcib olduğunu<br />

göstermekdedir. Tâbi’ olduğu mezhebe uyarak, bir işi yaparken, harac hâsıl<br />

olursa, bu iş, diğer üç mezhebden, harac bulunmıyan birini taklîd ederek yapılır.)<br />

Diş dolduran, kaplatan hanefînin, şâfi’î veyâ mâlikî mezhebini taklîd etmesi,<br />

böyledir. Diğer üç mezhebde de harac varsa, zarûret aranır. Zarûret de varsa, bu<br />

işi terk etmek, yapmamak câiz olur. Yara üzerindeki sargıyı çıkarıp, yarayı yıkamak<br />

yaraya zarar verdiği zemân, başka mezhebi taklîde imkân olmadığı için, yarayı yıkamanın<br />

afv olarak, sargıya mesh etmenin câiz olması böyledir. Müctehid olmayan<br />

bizim gibi mukallidlerin, Eshâb-ı kirâm böyle yapardı diyerek veyâ âyet-i kerîmeden<br />

ve hadîs-i şerîflerden ma’nâ çıkararak, kendi anladığımıza göre hareket etmemiz<br />

câiz değildir. İbni Âbidîn tahâreti anlatmağa başlarken buyuruyor ki, (Mukallidin,<br />

müctehidden gelen bilgilerin delîllerini sorması lâzım değildir). [İkinci kısm,<br />

onyedinci maddeye bakınız!].<br />

Hak teâlâ intikâmın, kul eli ile alır.<br />

İlm-i hâli bilmiyenler, onu kul yapdı sanır.<br />

– 148 –


55 — TEYEMMÜM<br />

Teyemmüm, hanefîde, vakt girmeden önce de sahîhdir. Diğer üç mezhebde, vakt<br />

girmeden önce sahîh değildir.<br />

Abdest ve gusl için su bulamamak, kullanamamak, yedi dürlü olur:<br />

1 — Sudan bir mil uzak olan, niyyet etmek şartı ile, teyemmüm eder. Bir mil,<br />

dörtbin zrâ’dır ki, 1920 metre eder. Şehrde her zemân su aramak farzdır.<br />

2 — Hastanın, abdest veyâ gusl ile veyâ hareket etmek ile, hastalığının artacağı<br />

veyâ iyi olması uzayacağı, kendi tecribesi ile veyâ mütehassıs ve açıkça günâh<br />

işlemiyen müslimân bir doktorun söylemesi ile anlaşılırsa, teyemmüm eder. Hastalıkdan<br />

sonra, ellerde ve ayaklardaki hâlsizlik de özrdür. [İhtiyârlardaki hâlsizlik<br />

de böyledir. Bunlar, nemâzlarını oturarak kılar.]<br />

3 — Abdest ve gusl yapamıyacak kadar bir hasta, para ile dahî, bir yardımcı bulamazsa,<br />

teyemmüm eder. Yardımcı ile de teyemmüm edemiyen kılmaz. İyi olunca<br />

kazâ eder. Zevc ve zevcenin birbirlerine abdest aldırmaları vâcib değildir.<br />

4 — Gusl abdesti alınca, soğukdan ölmek veyâ hasta olmak tehlükesi varsa, şehrde<br />

dahî olsa, hamâm parası yoksa ve başka çâre bulamazsa, gusl abdesti için teyemmüm<br />

eder ve su ile abdest alır.<br />

5 — Su yakın ise de, su yanında düşman, yırtıcı, zehrli hayvan, ateş veyâ nöbetci<br />

varsa veyâ kendisi mahbûs ise veyâ abdest alırsan seni öldürürüz, malını alırız<br />

diye korkuturlarsa, teyemmüm ederek kılar ise de, bu sebebler kul tarafından oldukları<br />

için, gusl ve abdest alınca, bu nemâzları tekrâr kılması lâzımdır.<br />

6 — Yolcunun fazla suyu varsa da, kendinin ve yol arkadaşlarının içmesine ve<br />

necâseti temizlemesine ve hayvanlarına lâzım olursa, teyemmüm eder. Bu su ile<br />

gusl edip, necâset ile kılarsa, kabûl olur ise de, günâha girer. Önce teyemmüm edip,<br />

sonra necâseti yıkarsa, tekrâr teyemmüm etmesi lâzım olur. Çünki su varken, teyemmüm<br />

edilmez. Cünüb kimse, bedeninin bir kısmını yıkayacak kadar veyâ abdest<br />

alacak kadar su bulursa, abdest ve gusl için, bir teyemmüm eder. Teyemmümden<br />

sonra, abdesti bozulursa, o su ile, sonra abdest alır. Abdest ve guslde, bedene<br />

dökülen su, bir yere düşünce [elbisesine değil], pis olur ve insan içemez. Hayvana<br />

içirilebilir. Susuzlukdan ölecek kimse, fazla suyu olandan satın alır. Satmaz<br />

ise, zor ile, kavga ve tehdîd ile alır. Abdest için su, zor ile alınamaz.<br />

7 — Kuyudan su çıkarmak için, kova, ip veyâ para ile inecek kimse bulamıyan,<br />

teyemmüm eder ve su bulunca, nemâzı iâde etmez.<br />

(Halebî)de, mesh bahsi sonunda diyor ki, (Bir veyâ iki elinde çatlak, ekzama veyâ<br />

başka yara olup, bunları ıslatmak zarar verirse, bu kimse abdest alamaz. Bu sebebden<br />

abdest alamıyan kimseye, hâtır ile veyâ para ile başkasının abdest aldırması,<br />

İmâm-ı a’zama göre müstehabdır. Başkasından yardım istemeden teyemmüm<br />

edip kılarsa, nemâzı kabûl olur. Yardımcı veyâ para bulamazsa, teyemmüm etmesi,<br />

imâmeyne göre de, câiz olur). Bundan anlaşılıyor ki, yaralı eline eldiven takıp,<br />

eldiven ile abdest alabilirse, böyle abdest alması lâzım olur.<br />

Yukarıda yazılı sebeblerden birisi ile teyemmüm edildikde, bu sebeb bitince, teyemmüm<br />

bozulur. Sebeb bitmeden, başka bir sebeb hâsıl olur ve sonra birinci sebeb<br />

biterse, birinci teyemmüm yine bozulur. Yeniden teyemmüm etmek lâzım olur.<br />

Abdestsiz veyâ guslsüz kimse, cenâze ve bayram nemâzlarını kaçırmamak için,<br />

su var iken bile, teyemmüm edebilir. Cum’a nemâzını ve beş vakt nemâzdan herhangi<br />

birinin vaktini kaçırmak korkusu olsa, su varken, teyemmüm edemez. Gusl<br />

veyâ abdest lâzımdır. Nemâz vakti kaçarsa, kazâ eder. Meselâ, sabâh güneş doğması<br />

yakın iken uyanan kimse, cünüb ise ve hayz ve nifâsdan kesilmiş ise, acele gusl<br />

eder. Güneş doğarsa, sabâh nemâzını, kerâhet vakti çıkınca, sünneti ile birlikde<br />

kazâ eder. (Teyemmüm), lugatde kasd etmek, demekdir.<br />

Teyemmümün farzı üçdür:<br />

1— Cenâbetden temizlenmek için veyâ abdestsizlikden temizlenmek için niy-<br />

– 149 –


yet etmekdir. Abdestsiz bir kimse, talebesine göstermek için teyemmüm ederse,<br />

bununla nemâz kılamaz.<br />

Teyemmüm ile nemâz kılabilmek için, yalnız teyemmüme niyyet etmek yetişmez.<br />

İbâdet olan başka bir şeyi, meselâ, cenâze nemâzı kılmak için, secde-i tilâvet<br />

yapmak için veyâ abdest için veyâ gusl için teyemmüm etmeğe niyyet lâzımdır.<br />

Teyemmüme niyyet ederken, abdest ile guslü ayırmağa lüzûm yokdur. Abdest<br />

için niyyet etmekle, cenâbetden de temiz olur. Cenâbetden temizlenmeğe niyyet edilen<br />

teyemmüm ile nemâz kılınabilir. Abdest için ikinci teyemmüme lüzûm yokdur.<br />

2— (Menâhic) kitâbında diyorki, (Şâfi’î ve Hanbelî mezheblerinde, teyemmüm<br />

yalnız toprakla yapılır. Hanefîde ve Mâlikîde iki kolu dirseklerinden yukarı<br />

sıvalı olarak, iki elin parmakları açık olarak avuç içlerini temiz toprağa, taşa, toprak<br />

veyâ kireç sıvalı dıvara sürüp ve ileriye, geriye oynatıp, avuç içlerini en az üç<br />

parmak mikdârı değmek üzere, iki avucun içleri ile yüzünü bir kerre mesh etmek,<br />

ya’nî sığamak.)<br />

[Yüzü tam mesh edebilmek için, avuçlar açık ve dört parmak birbirlerine yapışık<br />

ve iki elin ikişer uzun parmaklarının uçları birbirlerine değmiş olarak, avuç içleri<br />

saç kesimine konup, çeneye doğru yavaşça indirilir. Parmaklar yatay vaz’iyyetde<br />

alnı, göz kapaklarını, burnun iki yanını ve dudakların üzerlerini ve çenenin<br />

yüz kısmını iyice sığamalıdır. Bu esnâda avuç içleri de yanakları sığar].<br />

3— İki avucu tekrâr toprağa sürüp, birbirine çarparak, tozu toprağı silkeledikden<br />

sonra, önce sol elin dört parmağı içi ile, sağ kolun alt yüzünü, parmak ucundan<br />

dirseğe doğru sığayıp sonra, sağ kolun iç yüzünü, sol avuç içi ile, dirsekden avuca<br />

kadar sığamakdır. Bu esnâda sol baş parmak içi sağ baş parmak dışını sığar. Bir<br />

rivâyetde, yüzüğü çıkarmak ve parmakların yanlarını diğer elin parmaklarının içleri<br />

ile mesh etmek lâzım değildir. Geniş yüzük hareket etdirilir. Sonra, yine böyle<br />

sağ el ile, sol kol sığanır. El ayasını toprağa sürmek lâzımdır. Toprağın, tozun<br />

elde kalması lâzım değildir. Avuç içleri yüzünün ve kollarının iğne ucu kadar yerine<br />

değmezse, teyemmüm sahîh olmaz.<br />

Abdest ve gusl için teyemmüm aynıdır.<br />

Teyemmümün sünnetleri onikidir:<br />

1— Toprağa avucun içini koymak.<br />

2— Avuçları, toprak üzerinde ileri ve geri çekmek.<br />

3— Avucda toprak varsa, toprak kalmayıncaya kadar, iki eli, baş parmakları<br />

ile birbirine çarpmak.<br />

4— Elleri toprağa koyarken parmakları açmak.<br />

5— Besmele ile başlamak.<br />

6— Evvelâ yüzü, sonra kolları mesh etmek.<br />

7— Abdest alır gibi, çabuk yapmak.<br />

8— Müsâfir bir mil içinde su bulunduğunu bilirse, araması farz, zan ederse sünnetdir.<br />

9— Önce sağ, sonra sol kolu mesh etmek.<br />

10— Elleri, toprağa vurarak, kuvvetle koymak.<br />

11— Kolları, yukarıda anlatılan şeklde mesh etmek.<br />

12— Parmaklar arasını mesh etmek.<br />

Suyu bulunmıyan kimsenin, cünüb olması câizdir.<br />

Toprak cinsinden olan her temiz şey ile, üzerinde bunların tozu olmasa bile, teyemmüm<br />

edilir. Yanıp kül olan veyâ sıcakda eriyebilen şeyler, toprak cinsinden değildir.<br />

O hâlde, ağaç, ot, tahta, demir, pirinç, yağlı boya sıvalı dıvar, bakır, altın, cam ile teyemmüm<br />

edilemez. Kum ile olur. İnci, mercân ile olmaz. Kireç ve alçı ile, yıkanmış<br />

mermer, çimento, sırsız fayans, sırsız porselen çanak çömlekle, çamur ile olur. Yal-<br />

– 150 –


nız çamur varsa, suyu yarıdan az ise, bununla teyemmüm edilir. Suyu çoksa, bir bez<br />

çamura sokulup, çıkarılıp rüzgârda kurutup, bu tozlu bezle teyemmüm edilir. Çamurlu<br />

su ile teyemmüm olmaz. Bununla abdest almak lâzımdır. Kireçle badana edilmiş<br />

dıvardan teyemmüm edilir. Buğday, kumaş, elbise, yasdık gibi, teyemmüm câiz olmıyan<br />

eşyâ üzerine el koyunca, el, teyemmüm câiz olan şeylerin tozu ile veyâ kül ile<br />

tozlanırsa veyâ silkildikleri zemân havâya böyle toz, kül çıkarsa, bunlarla teyemmüm<br />

edilebilir. Ev eşyâsı üzerinde bulunan organik tozlar böyle değildir. Bir toprakdan<br />

birkaç kimse teyemmüm edebilir. Çünki, teyemmüm edilen toprak ve benzerleri, müsta’mel<br />

olmaz. Teyemmümden sonra, elden, yüzden dökülen toz müsta’meldir.<br />

Teyemmüm edilebilecek şey ile teyemmüm edilemiyecek şey karışık ise, yarıdan<br />

çok olanın ismi verilir. Teyemmümü, nemâz vaktinden önce yapmak ve bir teyemmüm<br />

ile çeşidli nemâz kılmak hanefîde câizdir. Diğer üç mezhebde, nemâz vakti çıkınca<br />

teyemmüm bozulur. Müsâfir, bir milden [ya’nî 1920 metreden] az, mâlikîde<br />

iki milden az uzakda su bulunacağını alâmetlerle veyâ akllı, bâlig ve âdil bir müslimânın<br />

haber vermesi ile, çok zan etdiği zemân her tarafa doğru, dörtyüz zrâ’ [ikiyüz<br />

metre] giderek veyâ birini göndererek veyâ mümkin ise, yalnız bakarak suyu araması<br />

farz olur. Çok zan etmezse, suyu araması lâzım olmaz. Yanında âdil biri bulunan<br />

bir kimse, suyu sormadan teyemmüm edip nemâza dursa, sonra su olduğunu haber<br />

alsa, abdest alıp nemâzı iâde eder. Bir milden uzakda su varken teyemmüm ile<br />

nemâz kılmak câizdir. Eşyâsı arasında su bulunduğunu unutan kimse, şehrde, köyde<br />

[ma’mûrelikde] değilse, teyemmüm ile nemâz kılabilir. Suyunun bitdiğini zan eden<br />

kimse, nemâzdan sonra suyunu görse, teyemmüm ile kıldığı nemâzı iâde eder. Abdestsiz<br />

kılan da, abdestsiz olduğunu hâtırlayınca, nemâzı iâde eder.<br />

Müsâfirin yanındakilerden su istemesi vâcibdir. Su vermezlerse, teyemmüm ile<br />

kılar. Arkadaşı, suyu piyasadaki fiyâtına satarsa, fazla parası olan müsâfirin satın<br />

alması lâzım olur. Sâhibi suyunu, gaben-i fâhiş ile, ya’nî çok aldatmakla satarsa veyâ<br />

piyasa fiyâtı ile alacak fazla parası yok ise, teyemmüm ile kılması câiz olur. Burada<br />

(Gaben-i fâhiş)den maksad, piyasadaki fiyâtın, iki mislinden fazlası demekdir.<br />

Çıplak insanın, avretini örtecek bez alması da böyledir. Fekat, susuz kimsenin<br />

içmek için yüksek fiyâtla su alması câiz olur. Çölde, arkadaşından ip ve kova istemek<br />

de lâzımdır. Yollarda, içmek için konulan su varken, teyemmüm edilebilir. İbni<br />

Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, beşinci cildde buyuruyor ki, (İçmek için konulmuş<br />

sudan abdest almak câiz değildir. Teyemmüm edilir).<br />

Serbest [Mubâh] olan su, az ise, cünüb olanın, hâid kadından, abdestsizden ve<br />

meyyitden önce yıkanması lâzımdır. Suyun sâhibi, başkalarından önce yıkanır. Sâhibleri<br />

ayrı sular bir araya getirilince, önce meyyit yıkanır.<br />

Hâcının, yanındaki zemzem suyu ile abdest alıp bitirmemesi için çâre, içine şeker,<br />

gül gibi birşey koyup, saf su ismini değişdirmekdir. Veyâ emîn olduğu kimseye,<br />

geriye dönemiyecek şeklde hediyye etmelidir. Hediyye alan kimse, karşılık, az<br />

birşey hediyye verirse, birinci kimse hediyyesini geri alamaz.<br />

Cünüb bir kimse, teyemmüm etdikden sonra, abdesti bozulursa, hanefîde cünüb<br />

olmaz. Mâlikîde olur. Az su varsa, yalnız abdest alır.<br />

İçmek için, necâset yıkamak için, ekmek yapmak için lâzım olandan fazla su bulunca,<br />

teyemmüm bozulur. Nemâz içinde iken bulursa, nemâzı da bozulur. Vâsıta<br />

içinde uyurken, su yanından geçerse, teyemmüm ile olan abdesti, uyuduğu için<br />

bozulur. Uyanık iken, vâsıtadan, abdest almağa inemezse, teyemmüm bozulmaz.<br />

Cünüb kimsenin vücûd yüzeyinin yarıdan fazlası yara veyâ çiçek, kızıl gibi ise,<br />

teyemmüm eder. Derisinin çoğu sağlam ise ve yaralı kısmları ıslatmadan yıkanması<br />

mümkin ise, su ile gusl edip, yaraların üzerini mesh eder. Mesh zarar verirse, üzerine<br />

bir veyâ birkaç bez koyup, bunu mesh eder. Elleri yara olan, yüzünü ve ayaklarını<br />

suya sokar. Sokamazsa, teyemmüm eder. Abdest aldıracak bir yardımcı bulunan<br />

hasta, teyemmüm etmez. Hasta olan ve ihtiyâr olan, secde için eğilemezse ve<br />

– 151 –


aşını secdeden kaldıramazsa, sandalyaya veyâ bir şeye dayanarak secdeden başını<br />

kaldırır veyâ eğilir. Yâhud bunları yapmak için, bir kimse buna yardım eder. Yaralı<br />

kısmları ıslatmadan yıkanamazsa, yine teyemmüm eder. Abdest uzvlarından<br />

hepsinin yarıdan çoğu veyâ dört abdest uzvundan ikisi sağlam ise, abdest alıp, yaralı<br />

kısmları veyâ uzvları mesh eder. Mesh zarar verirse, sargı üzerine mesh eder.<br />

Abdest uzvlarından hepsinin yarıdan çoğu veyâ abdest uzvlarının üçü veyâ dördü<br />

de yaralı ise, teyemmüm eder. Teyemmüm zarar verirse, nemâzı kazâya bırakır. Müsâvî<br />

mikdârda iseler, teyemmüm etmemelidir. Teyemmüm eden kimsenin, ba’zı yerleri<br />

yıkaması câiz değildir. Bunun gibi, birlikde yapılamıyan şeyler otuzdört dânedir.<br />

Başında ağrı olup mesh edemiyen, abdest için; yıkanamıyan da, gusl için teyemmüm<br />

edebilir denildi ise de, her ikisinin de sâkıt olacağını bildiren fetvâ dahâ evvel<br />

verilmiş olduğundan, bu sözle amel olunmaz.<br />

Âlemde doğru dost yokdur,<br />

dedikleri gerçek imiş.<br />

Kulunu saklıyan Hakdır,<br />

dedikleri gerçek imiş.<br />

Bulut âsümâna çıkar,<br />

toprağa rahmetler yağar,<br />

gün doğmadan neler doğar,<br />

dedikleri gerçek imiş.<br />

Eğer insan, eğer melek,<br />

yalvarırım, geçer dilek.<br />

Vefâsızdır çarh-ı felek,<br />

dedikleri gerçek imiş.<br />

Bu dünyâya gelen geçer,<br />

herkes kabre girer nâ-çar.<br />

İnsan, birgün olur, göçer,<br />

dedikleri, gerçek imiş.<br />

Ağlamakdır benim işim,<br />

ağla gözüm şimdengerü!<br />

Irmak ola kanlı yaşın,<br />

çağla gözüm şimdengerü!<br />

Hudâ bize verdi sevdâ,<br />

sevmek oldu, artık gıda.<br />

Ele geçmez bu dünyâda,<br />

gülme gözüm şimdengerü!<br />

Düşün hâlin n’olduğunu,<br />

ömür gülü solduğunu.<br />

Gece gündüz olduğunu,<br />

bilme gözüm şimdengerü!<br />

Aldanma nefsin tadına,<br />

âgûdur sunma balına.<br />

Düşüp onun hayâline,<br />

dalma gözüm şimdengerü!<br />

Sözün olsun, öze uygun,<br />

her ne dersen, Ona ma’lûm.<br />

Bu meydâna düşdü yolun,<br />

dönme gözüm şimdengerü!<br />

– 152 –


56 — NECÂSETDEN TAHÂRET<br />

İbni Âbidîn (Nemâzın şartları) başında diyor ki: (Bedende, elbisede ve nemâz<br />

kılacak yerde necâset, pislik bulunmamakdır. Başörtüsü, başlık, sarık, mest ve na’lın<br />

da elbiseden sayılır. Boyuna sarılı atkının sarkan kısmı, nemâz kılan ile birlikde<br />

hareket etdiği için, elbise sayılır ve burası temiz olmazsa, nemâz kabûl olmaz. Yaygının,<br />

basdığı ve başını koyduğu yeri temiz olunca, başka yerinde necâset bulunursa,<br />

nemâz kabûl olur. Çünki yaygı, atkı gibi bedene bitişik değildir. Kucağa oturan<br />

üstü necâsetli çocuk, kedi, kuş, ağzı akan köpek bozmaz. Çünki, bunların<br />

kendileri durmakdadır. Fekat insan, bunları kucağında, omuzunda, başka yerinde<br />

tutarsa, taşımış olur ve nemâzı bozulur. Salyası akmıyan yırtıcı hayvanın ve kedi<br />

gibi temiz hayvanların ve çocuğun üstleri temizse, bunları taşımakla, üstünde<br />

tutmakla nemâzı bozulmaz. Çünki, bunların içindeki necâsetleri, hâsıl oldukları<br />

yerde kapalıdır. Nemâz kılan insanın kendi necâseti, kanı da hâsıl olduğu yerde kapalıdır.<br />

Cebde kanlı yumurta taşımak da böyledir. Yumurtadaki kan, hâsıl olduğu<br />

yerde kapalı olduğu için nemâzı bozmaz. Fekat, kapalı şişe içinde idrâr taşıyanın<br />

nemâzı câiz olmaz. Çünki şişe, bevlin meydâna geldiği yer değildir. (Halebî-i<br />

kebîr)de de böyle yazılıdır. [Bundan anlaşılıyor ki, cebindeki şişede, dirhemden<br />

fazla kan, ispirto veyâ kapalı kutuda kanlı mendil, necs bez varken nemâz kılmak<br />

câiz değildir.] İki ayağın basdığı ve secde etdiği yerin temiz olması lâzımdır. Secde<br />

etdiği bez küçük olsa bile, başka tarafları pis ise, nemâz câiz olur. Necâset üstüne<br />

örtülü bez, cam, [naylon] üstünde nemâz kabûl olur. Secdede, etekleri kuru<br />

necâsete değerse, zararı olmaz. Bir ayağı altında necâset olup, bunu kaldırıp, tek<br />

ayak üstünde kılınca, basdığı yer temiz ise, kabûl olur. Ellerin ve dizlerin konduğu<br />

yerin temiz olması şart değil diyenler çokdur. Eli üstüne secde ederse, elini koyduğu<br />

yerin temiz olması lâzımdır.)<br />

Katı, şekl almış necâset, insan derisinde, elbisesinde ise veyâ bevl, kan gibi akıcı<br />

necâset, mest üzerinde olsa da, ancak yıkamakla temizlenir. Kan, şerâb, ispirto,<br />

bevl gibi sıvı necâsetden biri bulaşmış toprak, katı necâset demekdir. Katı necâset,<br />

kemer, çanta, mest, ayakkabı üzerinde olunca, uğmakla, silmekle temizlenir.<br />

Emici olmıyan, düz parlak şeyler, meselâ cam, ayna, kemik, tırnak, bıçak,<br />

yağlı boyalı eşyâ, vernikli eşyâ üzerindeki katı veyâ akıcı her necâset, el ile, toprak<br />

ile veyâ herhangi temiz şey ile silip, üç sıfatı, (renk, koku, tat) gidince temiz<br />

olur. Kanlı bıçak, kelle ateşe tutup kanı gidince temiz olur. Necâset akan toprak,<br />

rüzgârla kuruyup, üç sıfatı gidince, temiz olup burada nemâz kılınır. Fekat, teyemmüm<br />

edilemez. Toprakdaki yaygı, hasır, elbise ve insanın derisi kuruyunca temiz<br />

olmaz. Bunlara necâset sürülünce, nemâz için yıkamak lâzımdır. Yere döşenmiş<br />

olan tuğla, fayans, toprağa dikili otlar, ağaçlar, kayalar, toprak gibi kuruyunca temiz<br />

olur.<br />

Kurumuş menî, oğmakla, bulunduğu yer ve deri temiz olur. Menî yaş ise ve kan<br />

kuru da, yaş da olsa, elbiseyi ve deriyi yıkamak lâzımdır. Necâsetin şekline ve bulaşdığı<br />

yerlere göre, temizleme çeşidi otuzu aşmakdadır.<br />

Necâsetli yağ, leşin ve necs hayvanın, domuzun yağı, sabun yapılınca temiz olur.<br />

Bütün kimyevî değişmeler böyledir. Necs su ile yapılmış fırında ekmek pişirilebilir.<br />

Necs toprakla yapılan küp gibi şeyler, fırından çıkınca temiz olur.<br />

Deride, elbisede, nemâz kılınan yerde, (Dirhem mikdârı) veyâ dahâ çok kaba<br />

necâset yok ise, nemâz sahîh olur ise de, dirhem mikdârı bulunursa, tahrîmen mekrûh<br />

olur ve yıkamak vâcib olur. Dirhemden çok ise, yıkamak farzdır. Az ise, sünnetdir.<br />

Şerâbın damlasını da yıkamak farzdır diyen de vardır. Diğer üç mezhebde<br />

kaba necâsetlerin hepsinin zerresini bile yıkamak farzdır. [Mâlikî mezhebinde, ikinci<br />

kavle göre, necâset nemâza mâni’ değildir. Temizlemek sünnetdir. Şâfi’îde, is-<br />

– 153 –


tincâdan sonra kalan necâsetin afv olduğu (Ma’füvât)da yazılıdır.] Necâset mikdârı,<br />

bulaşdığı zemân değil, nemâza dururken olan mikdârıdır.<br />

(Dirhem mikdârı), katı necâsetlerde bir miskal, ya’nî yirmi kırat, ya’nî dört gram<br />

ve seksen santigram ağırlıkdır. Akıcı necâsetlerde, açık el ayasındaki suyun yüzü<br />

genişliği kadar yüzeydir. Bir miskalden az olan katı necâset, elbisenin, avuç içinden<br />

dahâ geniş yüzüne yayılınca nemâza mâni’ olmuyor.<br />

NECÂSET İKİ DÜRLÜDÜR:<br />

1 — Kaba necâset: İnsandan çıkınca abdeste veyâ gusle sebeb olan herşey, eti<br />

yinmiyen hayvanların, [yarasa hâric] ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış derisi,<br />

eti, pisliği ve bevli ve süt çocuğunun pisliği, bevli ve ağız dolusu kusmuğu, insanın<br />

ve bütün hayvanların kanı ve şerâb, leş, domuz eti ve kümes ve yük hayvanlarının,<br />

koyun ve keçinin necâsetleri, galîz, ya’nî kabadır. Kan dört mezhebde de<br />

kaba necâsetdir. Menî, mezy ve idrârdan sonra çıkan vedî ismindeki beyâz, bulanık,<br />

koyu sıvı, hanefî ve mâlikîde kaba necâsetdirler. Şâfi’îde yalnız menî, hanbelîde<br />

ise, her üçü de temizdir.<br />

Kedinin bevli yalnız elbisede ve şehîdin kanı, kendi üzerinde kaldıkça ve yinilen<br />

et, karaciğer, yürek ve dalakda bulunup akmıyan kanlar ve balık kanı ve bit,<br />

pire, tahta biti pislikleri ve kanları hep temizdir. Ya’nî, bunlar fazla bulaşınca da<br />

nemâz kılınabilir denildi. Serhoş eden bütün içkiler de, şerâb gibi kaba necâsetdirler.<br />

Hafîf diyenlerin sözleri za’îfdir. Rakının, [ispirtonun] kaba necs olduğu (Halebî-i<br />

kebîr) ve (Merâkıl-felâh)da ve türkçe (Ni’met-i islâm)da yazılıdır.<br />

2 — Hafîf necâset: Hafîf olan necâsetlerden, bir uzva ve elbisenin bir kısmına<br />

bulaşınca, bu kısmın veyâ uzvun dörtde biri kadarı nemâza zarar vermez. Eti yinen<br />

dört ayaklı hayvanların bevli ve eti yinmiyen kuşların pisliği hafîfdir. Güvercin,<br />

serçe ve benzerleri gibi eti yinen kuşların pisliği temizdir. Fâre pisliği ve bevli<br />

afv edilmiş ise de, suya, yağa az da düşse, temizlemek iyi olur. Az mikdârda buğdaya<br />

karışıp un olursa afv edilmişdir. Temizlenmeleri ve sıvıya damlayınca necs<br />

yapmaları bakımından kaba necâsetle hafîf necâset arasında fark yokdur.<br />

İğne ucu kadar elbiseye sıçrayan bevl ve kan damlaları ve sokakda sıçrayan çamurlar<br />

ve necâset buhârlarının, necâsete dokunarak gelen gazların, rüzgârın ve ahırda,<br />

hamâmda meydâna gelen buhârlardan, dıvarlarda hâsıl olan damlalarının elbiseye,<br />

yaş deriye değmesi afv edilmişdir. Bunlardan korunmak güç olduğu için,<br />

zarûret kabûl edilmişdir. Fekat, necâsetin imbiklenmesi ile elde edilen sıvı necsdir.<br />

Çünki, bunu kullanmakda zarûret yokdur. Bunun için rakı ve ispirto kaba necs<br />

olup içilmeleri şerâb gibi harâmdır. [Rakının, ispirtonun necs ve harâm olduğu (Merâkıl-felâh)da<br />

Tahtâvî hâşiyesinde yazılıdır. O hâlde, alkollü içkiler ve zarûretsiz<br />

kullanılan kolonya, ispirto ve tentürdiyod gibi alkollü ilâclar, nemâz kılarken, elbiseden<br />

ve deriden yıkanıp temizlenecekdir. İkinci kısm, kırkikinci maddeye bakınız!]<br />

İspirto ocağında ısıtılan yemek necs olmaz.<br />

[(Dürr-ül-muhtâr)da, istincâ faslı sonunda, (Toprak ve sudan biri temiz ise, karışımları<br />

olan çamur temiz olur. Fetvâ da böyledir) diyor. (Eşbâh)ın dördüncü<br />

ka’idesinde de böyle yazılıdır. İbni Âbidîn, (Dürr-ül-muhtâr)ı açıklarken diyor ki,<br />

(Âlimlerin çoğunun böyle söylediği (Feth-ul-kadîr)de yazılıdır. Böyle fetvâ verildiği,<br />

(Bezzâziyye)de yazılıdır. İmâm-ı Muhammed Şeybânî böyle buyurdu. Bu çamur<br />

necs olur diyenler de vardır. Fekat, bunlara göre de temiz toprak ile gübre karışımı<br />

temiz kabûl edilir. Çünki bunda ihtiyâc vardır.) (Tergîb-üs-salât)da diyor ki,<br />

[ba’zı âlimlere göre] gübre karışık sıva, temiz su ile yapılmış ve gübresi çamurdan<br />

az ise, temiz kabûl edilir. 245.ci sahîfede 6.cı maddeye bakınız!<br />

İhtiyâc olduğu için hâzırlanan karışımlardaki iki maddeden biri temiz ise ve necs<br />

olanın yerine temizini kullanmakda harac varsa, birinci kavle göre karışımın da temiz<br />

olacağı anlaşılmakdadır. İspirtolu ilâclar, kolonya, mürekkeb ve vernikler<br />

– 154 –


ve boyalar böyledir. Şâfi’î mezhebinde, necs sıvıların, ilâc ve itriyât islâhı için kullanılan<br />

mikdârlarının afv edildikleri, (El-fıkh-ü alel-mezâhib-il-erbe’a)da ve molla<br />

Halîl Si’ridînin (El-ma’füvât) kitâbının Süleymân bin Abdüllah Si’ridî “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhimâ” şerhinin 1368 [m. 1949] Kamışlı baskısında yazılıdır. Harac<br />

olduğu zemân, za’îf olan kavle uymak câiz olduğu, bu iki kitâbda ve kitâbımızın<br />

ikinci kısm, 1. ci maddesinde yazılıdır. Bunun için, zor durumda kalınca, hanefî<br />

ve şâfi’î mezhebinde olanın, böyle karışımların çok mikdârı ile birlikde nemâz<br />

kılmaları câiz olmakdadır. Temiz kabûl edilen ilâcın, zarûret olmadan içilemiyeceği,<br />

tevekkül bahsi sonunda yazılıdır.]<br />

Necâsetden hâsıl olan amonyak gazının meydâna getirdiği nişadır temizdir.<br />

Necâset üzerinden kalkıp uçan tozlar, sinekler, elbiseye, suya gelirse, pis yapmaz.<br />

Köpeğin basdığı çamurun necs [pis] olmaması sahîhdir. [(Hadîka) sonunda diyor<br />

ki, (Elbisenin bir yerine necâset bulaşsa, bulaşan yeri unutsa, zan etdiği yerini<br />

yıkasa, temizlendi kabûl edilir. Yaş ayağı ile necs yerde yürüse, yer kuru ise, ayakları<br />

necs olmaz. Yer yaş olup ayakları kuru ise, ayakları ıslanırsa, necs olurlar. Köpeğin<br />

mescidde yatdığı yer kuru ise, necs olmaz. Yaş olup, necâsetin eseri görülmezse,<br />

yine necs olmaz. Ayakkabı ile kılınan nemâzın sevâbı, çıplak ayakla kılınandan<br />

katkat fazladır. Üzerinde necâset görülmedikçe, sokakda gezilen ayakkabı<br />

da böyledir. Vesvese ve şübheye ehemmiyyet verilmez. İçki satandan alınan elbise,<br />

halı ve sâire temiz kabûl edilir. Başkası yanında gusl abdestinden sonra,<br />

peştemalı çıkarmadan ve sıkmadan üzerine üç kerre su dökünce temiz olur. Her<br />

şeyde asl olan, tahâretdir. Necâset bulaşdığı kesin bilinmedikce, zan etmekle<br />

necs denilmez. Ehl-i kitâbın dâr-ül-harbde kesmiş oldukları hayvan, aksi sâbit olmadıkca,<br />

temiz kabûl edilir. Mecûsînin, kitâbsız kâfirlerin etli yemeklerini yimek,<br />

hayvanı onların kesdiği kat’î bilinmediği için, tenzîhen mekrûhdur. Şimdi kasabdan<br />

alınan etler de böyledir.)]<br />

Necâset, her temiz su ile, abdest ve gusl alınmış su ile, sirke ve gül suyu gibi akıcı<br />

mâyı’larla ve tükürük ile temizlenir. Süt ve yağla temizlenmez.<br />

Abdestde, guslde kullanılan suya (Müsta’mel su) denir. Bu su, İmâm-ı a’zama<br />

göre kaba necâsetdir. Ebû Yûsüfe göre, hafîf necâsetdir. İmâm-ı Muhammede göre<br />

temizdir “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”. Fetvâ da böyledir. Bununla necâset temizlenir.<br />

Fekat, abdest alınmaz ve gusl edilmez. Şâfi’îde de böyledir. İçmek ve hamur<br />

yapmak mekrûhdur. Peştemala, elbiseye, kurnaya sıçrarsa ve necâset temizlemekde<br />

kullanılan her su, iğne ucu kadar sıçrarsa, kabı ve elbiseyi pisletmez. Necâset<br />

temizlemekde kullanılmış sular, bir yerde birikirse, bu suya bulaşan şeyler,<br />

pis olur. Abdestsiz veyâ cünüb olan kimse veyâ hâid kadın veyâ müşrik, kâfir, necâset<br />

bulaşmamış olan avucunu bir yere sokup su alsa veyâ kolunu sokup, içindeki<br />

tası alsa, o yerdeki su dört mezhebde de pis olmaz. Necâset üzerinden akan suyun<br />

yarıdan fazlası necâsete temâs ederse, bu su pis olur. Azı değerse ve necâsetin<br />

üç sıfatı suda bulunmazsa, pis olmaz. Necâset yanınca, külü temiz olur. Tezek<br />

yakarak ısıtılan fırında, ekmek pişirilir. Merkeb, domuz ve leş, tuz içine düşüp, tuz<br />

olsalar, temiz olurlar. Kuyuya düşen gübre, zemânla çamur hâline gelse, temiz olur.<br />

Müsta’mel su, mâlikîde hem temizdir. Hem de temizleyicidir. Ya’nî müsta’mel su<br />

ile abdest alınır ve gusl edilir. [Menâhic-ül-ibâd]<br />

Şıra, ya’nî üzüm suyu temizdir. Şerâb hâline dönünce pis olur. Şerâb, sirke<br />

olunca temiz olur. Elbisenin veyâ vücûdun bir yerine necâset gelse, bu yeri bulamasa,<br />

zan etdiği yeri yıkasa temiz olur. Nemâzdan sonra meydâna çıksa, nemâzı<br />

iâde etmez. Döğen hayvanı buğdayın bir yerine bevl etse, herhangi bir parçası yıkansa<br />

veyâ hediyye verilse, yinilse veyâ satılsa, geri kalanlar temiz olur.<br />

Kurudukdan sonra da görülen pislikler, kan, yukarıda bildirildiği üzere, bulunduğu<br />

yerden çıkarılıp, kendisi ve eseri giderilince, o yer temiz olur. Yıkamakda belli<br />

bir aded yokdur. Bir kerre yıkamakla da çıkarsa kâfîdir. Necâset giderilip de, ese-<br />

– 155 –


i, ya’nî renk ve koku kalırsa, zararı olmaz. Sıcak veyâ sabunlu su lâzım gelmez.<br />

Necs boya ile boyanan kumaş ve beden, üç kerre yıkanınca temiz olur. Su renksiz<br />

akıncaya kadar yıkamak dahâ iyidir. Deri altına necâset, meselâ ispirtolu ilâc şırınga<br />

edilse, iğne yerini üç kerre yıkayınca temiz olur. Necâseti çıkarmak için deriyi<br />

kaldırmak lâzım olmaz. Deriye, yaraya sürülen necs ilâcın ete karışan kısmı ve necs<br />

sürme çekilen göz yıkanmaz. Dışarıda kalan kısm ve yara üstündeki kurumuş kan,<br />

zarar vermiyecek şeklde yıkanıp giderilir. Zarar olursa yıkanmaz. Fekat üzerinde dirhem<br />

mikdârı necâset bulunan kimse imâm olamaz. Görülmiyen necâsetler, meselâ<br />

ispirto ve idrâr bulaşan eşyâ, leğende, çamaşır makinesinde, ayrı sular ile, temizlendiği<br />

zan edilinceye kadar yıkanır. Bir kerre yıkamakla temizlenirse, kâfî olur. Yıkarken,<br />

makinedeki su ve diğer eşyâ, necs olmazlar. Vesvese, şübhe edenlerin üç kerre<br />

yıkaması ve hepsinde sıkması lâzımdır. Herkesin, kendi kuvveti kadar sıkması kâfîdir.<br />

Çürük, ince veyâ büyük olduğu için sıkılmıyan eşyâ, meselâ halı, beden, deri<br />

gibi necâseti emen şeyler, her üç yıkayışda, kurutulur. Ya’nî, su damlaması kesilinceye<br />

kadar beklenir. Desti, çanak ve bakır gibi necâseti emmiyen şeyleri ve denizde,<br />

derede [muslukda] yıkanan herşeyi sıkmak ve kurutmak lâzım değildir.<br />

(Halebî)de diyor ki, (Mutlak su ile ve mukayyed su ile ve her temiz mâyi’ [sıvı]<br />

ile necâset temizlenir. Çocuk, memedeki kusmuğunu yalarsa ve eline kan, şerâb<br />

bulaşan kimse, bunu yalayıp tükürse, eli de, ağzı da temiz olur. Elbise, yalamakla<br />

temiz olmaz. Yıkamak lâzımdır. Her hayvanın safrası, bevli gibidir. Hınzırdan<br />

başka her hayvan ve insan ölünce, kılı, kemiği, siniri ve dişi pis olmaz. Elini<br />

kediye yalatmak mekrûhdur. Yaş don giyen, yellense, don necs olmaz. Leş derisi,<br />

necs olmıyan madde ile dabağlanınca temiz olur. Necs madde ile, meselâ leş yağı<br />

ile dabağlanmış ise, üç kerre yıkayıp sıkdıkdan sonra temiz olur. Eti yinmiyen<br />

hayvan, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun kesilince yalnız derisi temiz olur. Domuz derisi,<br />

yılan derisi ve insan derisi hiç temiz olmaz. Çıplak kimse, dabağlanmamış leş<br />

derisi ile örtünemez. Böyle deri satılamaz. Çünki, kendisi pisdir. Pislenmiş kumaş<br />

böyle değildir. Katı yağ içine fâre düşerse, fâreye temâs eden yağ atılır. Geri kalan<br />

yağ temiz olur. Sıvı yağa fâre düşse, hepsi pis olur. Necs yağ ile ve domuz yağı<br />

ile yağlanan kösele, yıkanınca temiz olur.<br />

Deniz hayvanlarından, yimesi câiz olmıyanlar da, temizdir. Buğday içine deve pisliği<br />

düşüp un yapılmış ise veyâ sıvı yağ veyâ süt içine düşmüş, sonra çıkarılmış ise,<br />

üç sıfatından biri görülmedikçe yiyip içmek câiz olur. Pis kumaşın temiz tarafında<br />

nemâz kılınır. Ayakkabısı, çorabı, mesti temiz olan kimse necs yerde nemâz kılarsa,<br />

kabûl olmaz. Bunları çıkarıp, bunların üstüne basarsa kabûl olur. Bunların altı<br />

pis olunca da böyledir). Tavuk kesilip, tüyleri dökülmek için, karnı yarılmadan, kaynar<br />

suya konursa necs olur. [Ebüssü’ûd efendi fetvâsı, dördüncü sahîfesinde buyuruyor<br />

ki, (Bir tavuk boğazlanıp içi ve gursağı çıkarılmadan, kaynar suda haşlasalar,<br />

yolsalar, yimesi halâl olmaz, harâmdır. Kesip içi ve gursağı çıkarılıp, içi yıkandıkdan<br />

sonra haşlanırsa, tüylerine necâset bulaşmamış ise, yimesi halâl olur). (Redd-ül-muhtâr)da<br />

diyor ki, (Kaynamıyan sıcak suda bırakılan, içi boşaltılmamış tavuğun yalnız<br />

derisi necs olur, yolunup, içi boşaldıkdan sonra, üç kerre, soğuk su ile yıkanınca, heryeri<br />

temiz olur. İşkembe de, böyle üç kerre yıkamakla temiz olur).]<br />

Herhangi eti, şerâb veyâ ispirto ile kaynatınca, et necs olur. Hiçbir sûretle temizlenemez.<br />

Üç kerre temiz su ile kaynatıp, herbirinde soğutulunca, temiz olur da<br />

denildi. Necâset karışmış sütü, balı, pekmezi temizlemek için, biraz su ile karışdırıp,<br />

su uçuncaya kadar kaynatılır. Sıvı yağı temizlemek için, su ile çalkalayıp, üste<br />

ayrılan yağ alınır. Katı yağ su ile kaynatılır. Sonra alınır.<br />

Şâfi’î mezhebinde, karada yaşıyan hayvanların leşleri necs olduğu gibi, bunların<br />

bütün parçaları, tüyleri, kılları, kemikleri, derileri ve bunlardan çıkan, yumurtadan<br />

başka herşey necsdir. İnsandan ve kara hayvanlarından çıkan akıcı kanlar<br />

ve serhoş eden her içki necsdir. Şâfi’îde hınzırın ve kelbin bütün bedeni de necâ-<br />

– 156 –


set-i galîzadır. [Tüyleri yaş iken] Temâs etdikleri her yer necs olur. Buraları temizlemek<br />

için, yedi kerre yıkanır. Bunlardan birine toprak katıp, bu bulanık su ile yıkanır<br />

veyâ necs şey suya konup üzerine toprak serpilir ve yıkanır. Yâhud üzerine<br />

önce toprak, sonra su konur. Topraklı su ile yıkamadan önce necâseti izâle etmek<br />

lâzımdır. Necâsetin yeri yaş ise, önce toprak koymamalı, diğer iki usûlden biri ile<br />

yıkamalıdır. Necâsetin izâlesi birkaç yıkamakla olursa, bunların hepsi bir yıkamak<br />

sayılıp, sonra altı kerre dahâ yıkamak ve bunlardan biri topraklı olmak lâzımdır.<br />

Kokusunu, rengini, tadını çıkarmak için olan yıkamaların herbiri ayrı yıkamak sayılır.<br />

Bu iki hayvandan başka necâsetlerin, bir kerre de olsa, yalnız mutlak su ile<br />

yıkamakla temizlenmeleri kâfî olur. Şâfi’îde süt oğlanının bevli hafîf necâsetdir.<br />

Sıkarak veyâ kurutarak izâle etdikden sonra, üzerine su serpince, akmasa dahî, temiz<br />

olur. Oğlan sütden mâada birşey, bir kerre bile yirse veyâ iki yaşını geçerse ve<br />

süt emen kızın her zemân, bevllerini yalnız su ile yıkayarak temizlemek lâzım olur.<br />

[Van ulemâsından Muhammed Mazher efendi, (Misbâh-un-necât)da diyor ki, (Görünen<br />

necâset üç eseri kalmayıncaya kadar ve bundan sonra da bir kerre [mutlak su<br />

ile] yıkanır. Bu eserler biraz kalırsa, zararı olmaz. Görünmiyen necâset üzerinden<br />

suyu bir kerre akıtmak kâfîdir. Kelb ile hınzırın yaladığı kap ve kılları yaş iken elbiseye<br />

veyâ başka şeye değerlerse, o şeyi altı kerre temiz su ile ve bir kerre topraklı<br />

su ile yıkamak lâzımdır. Şâfi’îde nemâz vaktinden evvel teyemmüm câiz değildir.<br />

Teyemmüm, hastalıkda ve seferde yapılır. Mest üzerinde hiç delik olmamak ve<br />

abdest temâm oldukdan sonra, ikisini aynı zemânda giymek lâzımdır. Bütün kara hayvanlarının<br />

ölüsü necsdir. Kelb ve hınzırdan başkasının derileri dabağlanınca, pâk olur<br />

ise de, eti yinmiyenlerin pâk olmaz, postları üzerinde nemâz kılınmaz.)]<br />

İSTİNCÂ — Önden ve arkadan necâset çıkınca, bu yerleri temizlemeğe istincâ<br />

denir. Gaz, taş çıkınca temizlemek, ya’nî tahâretlenmek lâzım değildir. İstincâ,<br />

ya’nî tahâretlenmek sünnet-i mü’ekkededir. Ya’nî halâda abdest bozuldukdan<br />

sonra erkek ve kadının, taş ile veyâ su ile, önünü ve arkasını temizliyerek, idrâr ve<br />

pislik bırakılmaması sünnetdir. Kaç kerre yıkamak lâzım olduğu sünnet değildir. Taş<br />

ile temizlendikden sonra, ayrıca su ile yıkamak sünnetdir. Fekat, başkasının yanında<br />

avret yerini açmadan su ile istincâ yapamıyacaksa, pislik fazla olsa bile, su ile istincâdan<br />

vazgeçer. Avret yerini açmaz. Nemâzı öyle kılar. Açarsa fâsık olur. Harâm<br />

işlemiş olur. Tenhâ bir yer bulunca su ile istincâ yapar ve nemâzı iâde eder. Abdest<br />

bozmak için ve gusl abdesti almak için, zarûret olunca erkek, erkekler arasında ve<br />

kadın, kadınlar arasında avret yerini açabilir sözü za’îfdir. Gusl yerine teyemmüm<br />

etmek lâzım olur. Çünki, İbni Âbidîn, yüzdördüncü sahîfede buyuruyor ki, (Bir emri<br />

yapmak, bir harâm işlemesine sebeb olursa, harâmı işlememek için, o emr [te’hîr<br />

edilir veyâ] terk edilir, yapılmaz). [Harâm işlememek için farz terk edilince, harâm<br />

işlememek için sünnet elbette terk edilir. (İbni Âbidîn sahîfe: 105). Mekrûh işlememek<br />

için bile, sünneti terk etmek lâzım geldiği, (Uyûn-ül-besâir)de yazılıdır.]<br />

Kemik, ta’âm, gübre, tuğla, saksı ve cam parçaları, kömür, hayvan yemi ve<br />

başkasının malı ile ve muhterem, ya’nî para eder şeyler, meselâ ipek ile, câmi’den<br />

atılan şeylerle, zemzem suyu ile, yaprak ile, kâğıd ile istincâ tahrîmen mekrûhdur.<br />

Boş kâğıda da saygı lâzımdır. Muhterem olmıyan ismler, dîne yaramıyan yazılar<br />

bulunan kâğıd ve gazete ile istincâ câizdir. Fekat, islâm harfleri ile yazılmış hiçbir<br />

kâğıdla istincâ edilmez. Menî ve bevli, bez ile temizleyip sonra, bezi yıkamak câizdir.<br />

Zevci ve zevcesi olmıyan ağır hastanın istincâ yapması lâzım değildir. Fekat,<br />

kendine abdest aldırması lâzımdır. Önü ve arkayı kıbleye dönerek ve ayakda ve<br />

özrsüz çıplak abdest bozmak mekrûhdur. İdrâr toplanan yerde gusl câiz değildir.<br />

Gusl edilen yere bevl yapmak câiz değildir. Fekat, bevl akar, gider, toplanmazsa,<br />

bunlar câiz olur. İstincâda kullanılan su, necs olur. Elbiseye sıçratmamalıdır. Bunun<br />

için, istincâ yaparken, avret yerini açmak, tenhâ yerde yapmak lâzımdır.<br />

Musluk başında, elini donunun içine sokup, idrâr yerini, avucdaki suya sürerek yı-<br />

– 157 –


kamakla, istincâ yapılmaz. İdrâr damlası bulaşınca, avucdaki su, necs olur ve<br />

damladığı çamaşır pis olur. Bu suyun damladığı yerlerin toplamı avuc içinden fazla<br />

olursa, nemâz sahîh olmaz. İmâm ise, arkasında nemâz kılınmaz. İki eli çolak olanın,<br />

istincâ yapdıracak mahremi yoksa, istincâ yapması sâkıt olur [Kâdîhân].<br />

Erkeklerin yürüyerek, öksürerek veyâ sol tarafa yatarak (İstibrâ) etmesi, ya’nî<br />

idrâr yolunda damlalar bırakmaması vâcibdir. Kadınlar istibrâ yapmaz. İdrâr<br />

damlası kalmadığına kanâ’at gelmeden abdest almamalıdır. Bir damla sızarsa, hem<br />

abdest bozulur, hem de elbise kirlenir. Çamaşıra avuç içinden az sızarsa, abdest<br />

alıp kıldığı nemâz mekrûh olur. Çok sızarsa, nemâz sahîh olmaz. İstibrâda güçlük<br />

çekenler, arpa kadar nebâtî pamuk idrâr deliğine koymalıdır. Sızan idrârı pamuk<br />

emer. Hem abdest bozulmaz, hem de don kirlenmez. Yalnız pamuk uzun olup<br />

ucunun dışarda kalmaması lâzımdır. Ucu dışarda kalır ve bevl ile ıslanırsa, abdest<br />

bozulur. Şâfi’îler, Ramezân-ı şerîfde, pamuk koymamalıdır. Çünki, Şâfi’î mezhebinde<br />

orucu bozar. [Abdestde ve nemâzda şâfi’îyi taklîd eden hanefî pamuk koyunca,<br />

orucu bozulmaz. İhtiyârlarda ve hastalarda, zeker küçülüp, üzerine sarılı<br />

bez çıkıyor. Böyle kimseler, küçük naylon torbaya, mendil kadar bez yerleşdirip,<br />

zeker ve husyeleri torbaya koyar. Torbanın ağzını bağlar. Beze dirhemden fazla<br />

idrâr sızar ise, abdest alırken, bez değişdirilir. İdrâr kaçıran, fekat özr sâhibi olmıyan<br />

kimse, temiz olarak bağladığı bezde yaşlık görür, ne vakt damladığını bilmezse,<br />

yüzotuzsekizinci sahîfede yazılı, hayz kanında olduğu gibi, gördüğü anda damladı<br />

sayılır. Şübhe eden kimse, nemâza dururken beze bakar. Yaşlık görür ise, yeniden<br />

abdest alır. Nemâzda iken şübhelenirse, selâm verince hemen bakıp, damlamış<br />

görür ise, nemâzını iâde eder. Selâmdan birkaç dakîka sonra bakıp görürse,<br />

nemâzını abdestli kılmış sayılır.] İstibrâdan sonra istincâ yapılır. Su ile istincâdan<br />

sonra bez ile kurulanır. Her kadın, her zemân, önüne (Kürsüf) denilen bez veyâ<br />

pamuk koymalıdır. Ellidördüncü maddeye bakınız!<br />

[İdrâr, kan kaçıranların ve necâset temizlemekde zahmet çekenlerin Mâlikî<br />

mezhebini taklîd etmeleri, (Ma’füvât) şerhinde yazılıdır. (El-fıkh-u alel-mezâhibil<br />

erbe’a)da diyor ki, (Mâlikî mezhebinde, sağlam insandan çıkan bevl, menî, mezî,<br />

vedî, istihâza kanı, gâit ve yel abdesti bozar. Mak’atdan ve bedenden taş, solucan,<br />

cerâhat, sarı su, kan çıkınca bozulmaz. Abdesti bozanlar, hastalık ile çıkarsa<br />

ve çıkması men’ olunamazsa, iki kavl vardır. Birinci kavlde bevl, bir nemâz vaktinin<br />

yarısından çok devâm eder ve çıkma zemânı belli olmazsa, abdesti bozmaz. İkinci<br />

kavle göre, bu üç şart olmasa da, hastanın abdestini bozmaz. Çıkmadığı zemân<br />

abdest alması müstehab olur. Hastaların, ihtiyârların, abdest almakda harac ve meşakkat<br />

olduğu zemân, bu kavli taklîd etmeleri sahîh olur. Bevlin kesildiği zemânı<br />

belli ise, bu zemânda abdest alması iyi olur. İstibrâ zemânı uzun süren veyâ sonraları<br />

damlayan ve bir nemâz vakti devâmlı akmadığı için özrlü olamıyan hanefî ve<br />

şâfi’îler, mâlikî mezhebini taklîd eder. İbni Âbidîn, Talâk-ı ric’îde buyuruyor ki,<br />

(Âlimlerimiz, zarûret olunca, mâlikîye göre fetvâ verdi. Bir mes’ele hanefîde bildirilmemiş<br />

ise, mâlikî taklîd olunur.) Kulaklar üstündeki cild, baş demekdir. Mesh<br />

edilmesi farzdır. Bu cildin, yüz sayılarak gasl edilmesi, hanefî kitâblarında yazılı değildir.<br />

Lezzet kasd ederek, nikâhlamak câiz olan kadının cildine, saçına dokunmak<br />

bozar. Guslde ağzı ve burnu yıkamak farz değil, sünnetdir. Her nemâz vakti için ayrı<br />

teyemmüm yapılır. Kelb [köpek] ve hınzır [domuz] necs değildir. Fekat, yinilmeleri<br />

harâmdır. Balığın dahî kanı necsdir. Necâsetden tahâret bir kavle göre farz, diğer<br />

kavle göre sünnetdir. Bâsûr, idrâr, gâita damlaları bedene, çamaşıra bulaşırsa<br />

afv olur. İnsanın ve hayvanın kanının, yara, çiban suyunun avuç içi kadarı afv<br />

olur. Nemâzda her rek’atde Fâtiha okumak ve rükü’da, secdelerde tumânînet<br />

[sâkin durmak] farzdır. İmâmın gizli okuduğu rek’atlerde cemâ’atin Fâtiha okumaları<br />

müstehab, âşikâre okuduğu zemân cemâ’atin de okuması mekrûhdur. Kıyâmda,<br />

sağ el sol elin üstünde olarak, göğüs ile göbek arasına koymak veyâ iki eli<br />

– 158 –


iki yana salıvermek müstehabdır. Farzlarda (E’ûzü...) okumak mekrûhdur. Fâtihayı<br />

rükü’da temâmlamak nemâzı bozar.)<br />

(Ez-Zehîre lil Kurâfî) Mâlikî fıkh kitâbının ikinci baskısı, 1402 [m. 1982] de Mısrda<br />

yapılmışdır. Buyuruyor ki, (İmâm-ı Mâlik, avâmın müctehidleri taklîd etmeleri<br />

vâcibdir buyurdu. Mezhebler, Cennete götüren yollardır. Bunlardan birinde ilerliyen<br />

Cennete gider.)<br />

İmâm-ı Mâlikden İbnül-Kâsım “radıyallahü anhümâ” yolu ile gelen rivâyetleri<br />

hâvî (El-müdevvene) kitâbının son baskısı Beyrutda yapılmışdır. Burada buyuruyor<br />

ki, (Kadının el ayası, fercine dokununca abdesti bozulmaz. Soğukdan, hastalıkdan<br />

devâmlı mezî sızarsa abdest bozulmaz. Şehvetle, düşündükçe sızarsa bozulur.<br />

İstihâza kanı, idrar sızarsa, bir kavle göre bozulmaz ise de, her nemâz için<br />

abdest alması müstehab olur. Abdestde sakal hilâllanmaz. Ehl-i bid’at arkasında<br />

nemâz kılınmaz). Kaş, kirpik ve seyrek sakalın altını ıslatmak, sık sakalın üstünü<br />

yıkamak farzdır. Ayak parmakları arasını hilâllamak müstehabdır. Abdestden<br />

sonra, bez ile kurulanmak câizdir. Abdestin farzları yedidir. Guslün farzları beşdir.<br />

Hayâtın, malın gitmesi, hasta olmak, hastalığın artması, şifânın gecikmesi<br />

korkusu varsa teyemmüm câiz olur. Müslimân tabîb bulamazsa, kâfir tabîbe ve tecribelere<br />

i’timâd olunur.] El ile yıkanan birşey temiz olunca, el de temiz olur.<br />

(Dürr-ül-muhtâr) beşinci cildde, altın ve gümüş kullanmağı anlatırken diyor ki,<br />

insanların birbirleri arasında olan işlere (Mu’âmelât) denir. Mu’âmelâtda bir fâsıkın<br />

veyâ kâfirin sözü de kabûl edilir. Akllı olan çocuk ve kadın da erkek gibidir.<br />

Bunlardan biri, bu eti kitâblı kâfirden aldım derse, yimesi halâl olur. [Çünki, eskiden<br />

eti, hayvanı kesen satardı.] Bir kişinin haber vermesi ile mülk yok olmaz. Bir<br />

müslimân, et satın alsa, sâlih bir müslimân (bu eti, kitâbsız kâfir kesdi) dese, bu et,<br />

satın alınan kimseye geri verilemez ve satın alanın, parasını ödemesi lâzım olur.<br />

Çünki, etin leş olduğunu bilmeden satın alınca, mülkü olmuşdur. Bir mülkü giderecek<br />

haberi iki erkeğin veyâ bir erkekle iki kadının bildirmeleri lâzımdır. Mu’âmelât<br />

üçe ayrılır: Birincisi, ikisinin de yapmağa mecbûr olmadığı mu’âmeledir. Vekîl,<br />

mudârib ve iznli olmak böyledir. İkincisi, ikisinin de yapması lâzım olan işlerdir.<br />

Da’vâ konusu olan haklar böyledir. Üçüncüsü, birisinin yapması lâzım olur.<br />

Diğerinin lâzım olmaz. Vekîli azl etmek, izni geri almak böyledir. Burada, vekîl<br />

ve me’zûn artık iş yapamazlar. Azl eden ve izni geri alan ise, kendi hakkını kullanmakda<br />

serbestdir. İkincisinde, haber verende şâhidlik şartlarının bulunması lâzımdır.<br />

Üçüncüsünde, haber verenlerin sayılarına ve adâlet sâhibi olmalarına bakılır.<br />

Allah ile kul arasında olan işlere (Diyânât) denir. Diyânâtda âdil ve bâlig bir<br />

müslimânın sözüne inanılır. Bir kadın da, bir erkek gibidir. Suyun pis olduğunu söylerse,<br />

bu su ile abdest alınmaz. Teyemmüm edilir. Fâsık [kötü kimse] veyâ hâli belli<br />

olmıyan bir müslimân söylerse, kendi araşdırır. Gâlib zannına göre hareket e-<br />

der. Kâfir veyâ çocuk, suya pis derse ve inanırsa, dökmeli, sonra teyemmüm etmelidir.<br />

Hediyyede ve izn vermekde, bir çocuk sözü de kabûl edilir. İçeri buyurun deyince<br />

girilir. Çocuğun satın almak için iznli olup olmadığı satanın çok zan ile anlamasına<br />

bağlıdır.<br />

Diyânâtda da, mülkü giderecek haberi, iki müslimân erkeğin veyâ bir erkekle<br />

iki kadının bildirmeleri lâzımdır. Meselâ, zevc ile zevcenin süt kardeşi olduklarını<br />

âdil bir müslimân söylerse, kabûl edilmez. Nikâhları bozulmaz.<br />

İbni Âbidîn, istincâ faslı sonunda diyor ki, âdil bir kimse, bir etin leş olduğunu söylese,<br />

meselâ mürted kesdi dese, bir başka âdil de, leş değil dese, meselâ müslimân kesdi<br />

dese, leş kabûl edilir. Su ve her çeşid şerbet için ve ta’âm pis dese, öteki de pis değil<br />

dese, temiz kabûl edilir. Haber verenler çok ise, sayısı fazla olanların dedikleri kabûl<br />

edilir. Temiz ve pis kumaşlar karışmış ve temizleri az ise ve kaplar karışınca temizleri<br />

çok ise, temizlerini araşdırıp, temiz zan etdiklerini kullanır. Kapların temizleri<br />

eşit veyâ az ise, hepsi pis kabûl edilir. İkinci kısm, 41. ci maddeye bakınız!<br />

– 159 –


57 — SULAR VE ÇEŞİDLERİ<br />

(Dürr-ül-muhtâr)da ve bunun açıklaması olan (Redd-ül-muhtâr)da buyuruyor<br />

ki:<br />

Küçük abdest [ya’nî nemâz abdesti] ve boy abdesti [ya’nî gusl abdesti] almak için,<br />

(Mutlak su) kullanılır. Ya’nî mutlak su hem temizdir, hem de temizleyicidir. Mutlak<br />

su demek, ismi yanında, başka kelime söylenmiyen, yalnız su denilen sulardır.<br />

Yağmur, dere, nehr, kaynak, kuyu, deniz ve kar suları, mutlak sudur. Müsta’mel<br />

su ve pis su ve çiçek suyu, üzüm suyu gibi, cinsi, sıfatı da söylenen sular mutlak su<br />

değildir. Bunlar ile abdest ve gusl alınmaz. Bunlara (Mukayyed su) denir. Zemzem<br />

suyu ile abdest ve gusl alınır. Mekrûh dahî değildir. Güneşde durmuş su ile<br />

de câizdir. Fekat tenzîhen mekrûhdur.<br />

Ağaçdan, otdan, meyvadan, asmadan çıkan, damlayan su temizdir. Fekat bunlar<br />

ile ve bunları sıkarak çıkarılan sular ile abdest ve gusl câiz değildir.<br />

Mutlak suya, temiz birşey karışınca, karışan şey, sudan fazla ise, su mukayyed<br />

olur. Karışan şeyin fazla olması dört dürlü olur: Birincisi, katı şeyin meselâ süngerin,<br />

otun suyu temâm emmesi ile olur. İkincisi, sabun gibi temizleyici maddelerden<br />

olmıyan bir şeyin, su ile ısıtılması ile olur. Et suyu, bakla suyu böyledir. Bu hâlde,<br />

suyun üç sıfatı değişmese de ve su akıcılığını gayb etmese de, mukayyed su olur.<br />

Sabun, sedr gibi temizleyici madde ile ısıtılan su, akıcılığını gayb ederse, mukayyed<br />

olur. Üçüncüsü, bir katı cismin suya soğukda karışmasıdır. Karışan madde, suyun<br />

ismini değişdirirse, koyu olmasa da, mukayyed su olur. Safranlı su, demir sülfatlı<br />

[zaclı] su boyacılıkda, mazılı su dabakcılıkda kullanılacak kadar madde erimiş<br />

ise, böyledir. Hurma nebîzi de böyledir. Hurma, kuru üzüm soğuk suda bırakılır.<br />

Şekeri suya geçince, kaynayıncaya kadar ısıtılır. Soğuyunca süzülür. Bu sıvıya<br />

nebîz denir. Isıtmadan süzülürse, nakî’ olur. Suyun ismi değişmediği zemân,<br />

su koyu olursa, akıcılığı kalmazsa, mukayyed olur. Akıcılığı kalırsa, üç özelliği değişse<br />

bile, temiz kalır. İçine safran düşerek boyanmış su, fasulye, nohud, yaprak,<br />

meyve ve otların soğuk suda kalarak, rengi veyâ kokusu, tadı değişen su, böyledir.<br />

Doymuş tuz eriyikleri ile abdest ve gusl câiz değildir.<br />

Dördüncüsü, suya mâyı’ hâlinde bir maddenin karışmasıdır. Küçük havuza<br />

mâyı’ [sıvı] hâlinde bir temiz cism karışınca, bu sıvının üç sıfatı da suya benzemiyorsa,<br />

karışımın iki sıfatı bozulursa, mukayyed olur. Biri değişirse, mukayyed olmaz.<br />

Sirkeli su böyledir. Bir veyâ iki sıfatı suya benziyorsa, karışımda, suyun<br />

benzemiyen bir sıfatı değişince, mukayyed olur. Sütlü su böyledir. Çünki, kokusuz<br />

olmaları benziyor. Kavun suyu karışan su da böyledir. Çünki, renksiz ve kokusuz<br />

olmaları benziyor. Üç sıfatı da suya benziyorsa, karışan sıvı mikdârı sudan<br />

çok veyâ müsâvî ise, mukayyed olup, abdest ve gusl câiz olmaz. Müsta’mel [abdestde,<br />

guslde kullanılmış] suyun karışması böyledir. Müsta’mel su, temiz kabûl edildiğine<br />

göre, böyledir. Müsta’mel suyun küçük havuza, kurnaya akması ve abdestsizin<br />

elini, ayağını sokması veyâ kendi girmesi hep aynıdır. İçine su akmıyan<br />

küçük havuzdan abdest alanların derisine değen su mikdârı, yarısı olduğu ve havuza,<br />

az da olsa, necâset düşdüğü bilinmedikçe, buradan abdest almak câiz olur.<br />

Hergün suyu değişdirilen küçük havuzda birçok kimseler abdest alsa ve müsta’mel<br />

suları havuza tekrâr düşse, câiz olur. Fekat, bu havuza, pek az da necâset<br />

düşerse, abdest almak, câiz olmaz. Ba’zı âlimlere göre, küçük havuza, bir uzv sokulup<br />

yıkanınca, bütün havuz, müsta’mel su olur. Bunun için, su bol olan yerlerde,<br />

uzvları havuzda yıkamamalı, havuzdan avucla su alıp, dışarda yıkamalıdır. Suyu<br />

olmıyan yerlerde câiz diyen âlimlere göre, havuzda abdest ve gusl alınabilir.<br />

Gasb edilen su ile abdest sahîh ise de, harâmdır.<br />

İçinde, akıcı kanı olmıyan hayvân ölmüş mutlak su ile, abdest ve gusl câizdir.<br />

Akreb, tahta kurusu, sivrisinek ölüsü bulunan su ile câiz olur. Kan emmiş sülük<br />

– 160 –


ölünce câiz olmaz. İpek böceği ve yumurtası ve necâsetde yaşıyan kurdlar, bağırsak<br />

solucanları ve meyve kurdları temizdir. Bunlardaki necâset bulaşıkları pisdir.<br />

Suda yaşıyan balık, yengeç, su kurbağası, suda ölünce, bu su ile abdest ve gusl<br />

câizdir. Toprak kurbağası ve yılanından, akıcı kanı olmıyanları da, suda ölünce<br />

câiz olur. Bütün bunlar, sudan çıkarılıp, ölünce, ölüleri suya düşerse, yine câiz<br />

olur. Kurbağa, suda parçalanırsa, yine câiz olur. Fekat içilmez. Çünki, eti harâmdır.<br />

Ördek, kaz gibi karada doğup, suda yaşıyan hayvân ölünce, küçük havuz, necs<br />

olur.<br />

Hanefîde, küçük havuza, şâfi’îde ise, kulleteynden az olan suya, az necâset<br />

düşerse, üç sıfatı değişmese de, necs olur. İnsan içmez ve temizlikde kullanılmaz.<br />

Üç sıfatı değişirse bevl gibi olup hiçbir şeyde kullanılmaz. Kulleteyn, beşyüz rıtldır.<br />

Rıtl 130 dirhem, dirhem 3,36 gramdır. Kulleteyn, 220 kilo gram olmakdadır.<br />

Uzun zemân durmakla üç sıfatı değişen su, pis olmaz. Kokan suyun sebebi bilinmezse,<br />

temiz kabûl edilir. Başkasına sorup, araşdırmak lâzım değildir. Mu’tezileye<br />

inâd olmak için, ba’zan nehr yanında, havuzdan abdest almalıdır.<br />

Görünen veyâ görünmiyen necâset, hanefîde akar suya ve büyük havuza, şâfi’îde<br />

kulleteyn mikdârı olan suya, mâlikîde ise herhangi mikdârdaki suya düşerse, pisliğin<br />

üç eserinden biri, ya’nî rengi, kokusu veyâ tadı belli olmıyan her tarafından<br />

abdest ve gusl câiz olur. Meselâ leş varsa veyâ insan veyâ hayvân bevl yaparsa veyâ<br />

yırtıcı hayvân içerse, aşağı tarafında bir eseri görülmezse câiz olur. Ba’zı âlimlere<br />

göre, câiz olması için, necâsete değen suyun, değmiyen sudan az olması lâzımdır.<br />

Suyun devâmlı akması şart değildir. Necs yere su dökülerek, bir metre kadar<br />

akar, üç sıfatı giderse, temiz olur. Birinde temiz, ötekinde pis su bulunan iki kap,<br />

bir metre kadar yüksekden dökülünce, havada karışırlarsa, yere düşen su, temiz<br />

olur.<br />

Saman çöpünü sürükliyen suya, akıcı su denir. Eni on zrâ’ [4,8 metre], boyu da<br />

on zrâ’ olan kare şeklindeki havuza (büyük havuz) denir ki, sathı [alanı] yüz zrâ’<br />

kare, ya’nî yirmiüç metre karedir. Muhîti [çevresi] onyedi metre olan dâirenin sathı<br />

da 23 metrekaredir. Derinliğin az olması zarar vermez. Bir kimse, bir çukurdan<br />

bir yol açarak, çukurdaki su, bu yolda akarken, bundan abdest alsa, müsta’mel suyu<br />

bir yerde toplansa, buradan da yol açıp akıtılsa, akan su ile başkası abdest alsa<br />

ve su yine bir yerde toplansa, yine yol açılsa, böylece hepsinin abdesti kabûl olur.<br />

Necâset eseri görülünceye kadar, akan su temiz olur. Bu misâlde, müsta’mel su,<br />

necs kabûl edilmişdir. İçine devâmlı su akan ve devâmlı taşan [veyâ içinden devâmlı<br />

su alıp, iki alış arası, su hareketsiz kalacak kadar uzamıyan] küçük havuz ve hamâm<br />

kurnası, akar su demekdir. Bunların her tarafından abdest alınır. Müsta’mel<br />

suyun üstden taşması lâzımdır. Dipdeki delikden akarsa, akar su gibi olmaz. Havuzun<br />

çok küçük olup, müsta’mel suyun hepsinin akıp gidebilmesi şart değildir. Havuzun<br />

yüzü, buz tutmuş ise, buzu delince su buza değmiyor ise, havuzdaki suyun<br />

yüzüdür. Eğer değiyor ise, delikdeki suyun yüzü demekdir. Necs suya, temiz su gelip,<br />

karşı tarafdan taşarsa, eseri kalmıyan tarafları temiz olur. İçindeki kadar su taşınca,<br />

hepsi temiz olur. Taşan su, necâset eseri görülmedikçe temizdir. Leğen, kova<br />

gibi kaplar da böyledir. Meselâ necs kova, doldurulur ve taşarsa necâsetin üç<br />

eserinden biri görülmeyince su da, kova da temiz olur.<br />

(Mâ-i müsta’mel), ya’nî abdestde veyâ guslde kullanılan yâhud kurbet olarak<br />

kullanılan su, meselâ, yimekden önce ve sonra, sünnet olduğu için el yıkamakda<br />

kullanılan su, yıkanan uzvdan ayrılınca necs olur. Ba’zı âlimlere göre, başka uzva,<br />

elbiseye, yere düşdükden sonra necs olur. İlk düşdüğü yeri kirletmez.<br />

Ebû Nasr Akta “rahmetullahi aleyh”, (Kudûrî) şerhinde diyor ki, (Bir suya, temiz<br />

şeyler karışsa, su ismi değişmedikçe, rengi dönse bile, onunla abdest alınır).<br />

– 161 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:11


Yolda rastlanan bir suyun temiz olduğu iyi bilinir veyâ temiz olduğu çok zan edilirse,<br />

bununla abdest alınır. Hattâ, su az ise, buna necâset karışdığı iyi bilinmedikçe,<br />

bununla abdest alınır ve gusl edilir. Teyemmüm edilmez. Çünki, her suyun aslı<br />

temizdir, zan ile pis olmaz. Hâlbuki, zan ile, aslı üzere kalır. Ya’nî temiz kabûl<br />

edilir. İbâdetler, fazla zan edilmekle, temiz ve doğru olur. Îmân, i’tikâd ise, çok zan<br />

ile doğru olamaz, iyi bilinmekle doğru olur. Hamâma giren kimse, kurnayı veyâ havuzu<br />

dolu görse, içine necâset bulaşdığını bilmedikçe, o su ile abdest alır ve gusl<br />

edebilir. Su akıtıp, kurnayı taşırmağa lüzûm yokdur.<br />

ARTIKLAR: Bir kabdan veyâ küçük havuzdan, bir canlı içerse, kalan suya (artık)<br />

denir. Sıvı ve yemek artıklarının temiz olup olmaması, artığı bırakanın tükürüğü<br />

gibidir. Her insanın tükürüğü ve artığı temizdir. Kâfirin, cünübün artığı da<br />

temizdir. Cünüb, denize dalıp çıkınca, sonra su içerse temiz olur. Ya’nî, su içmesi<br />

ağzını yıkamak olur. Artığı, müsta’mel su oluyor ki, müsta’mel suya necs diyenler<br />

vardır denirse, müsta’mel olan, kalan su değil, içdiği sudur. Cünübün, yıkanmak<br />

için, tas yerine kurnaya avucunu sokup su alması câiz olup, kurnadaki su, müsta’mel<br />

olmadığı gibi, cünübün artığı da, müsta’mel sayılmamışdır. Kadının artığını,<br />

yabancı erkeğin içmesi ve erkeğin artığını yabancı kadının içmesi, lezzet alacağı<br />

için mekrûhdur. Oğlanların berberlik yapması ve hamâmda keselemesi de, lezzete<br />

sebeb olursa, mekrûh olur. Başkasının tükürüğü de böyledir. Eti yinen hayvânların<br />

ağzına necs sürülmedikçe, artıkları temizdir. At da böyledir. Denizde ve<br />

karada yaşayan, akıcı kanı olmıyan hayvânlar da böyledir. Bütün bunların artıkları<br />

ile abdest ve gusl alınır ve necâset temizlenir. At sütü temizdir, içilir.<br />

Domuzun, köpeğin ve yırtıcı hayvânların ve henüz fâre yiyen kedinin artıkları,<br />

etleri ve sütleri kaba necâsetdir. Bunları yimek, içmek harâmdır. Artıklarını<br />

abdestde, guslde ve temizlikde kullanmak câiz değildir. İlâç olarak da kullanılmaz.<br />

Mâlikî mezhebinde domuz ve köpek temizdir. Fekat bunları yimek, Mâlikî mezhebinde<br />

de harâmdır. [27 Hazîran 1986 târîhli Türkiye gazetesinde diyor ki, (Ottava<br />

üniversitesi mütehassısları, onaltı millet üzerinde yapdıkları tedkîklerde, domuz<br />

etinin, karaciğerdeki öldürücü siroz hastalığına sebeb olduğunu tesbît etdiler).]<br />

Fil ile maymun da, yırtıcı hayvandır. Bunlar, avlarını dişleri ile parçalar. Henüz<br />

şerâb [ve alkollü içki] içmiş olan insanın artığı da böyledir. Serhoş, içkiden<br />

sonra, üç kerre, dili ile dudaklarını yalayıp, tükürüğünü yutar veyâ atarsa, sonra<br />

içdiği suyun artığı necs olmaz. Ya’nî tükürüğünde içkinin kokusu ve tadı kalmaması<br />

lâzımdır. Sokakda gezip, hep pislik yiyerek eti kokan tavuk, koyun ve devenin<br />

eti ve artığı mekrûhdur. Böyle tavuk üç gün, koyun dört gün, deve ve sığır on<br />

gün sokağa bırakılmazsa, eti ve artığı mekrûh olmaz. Necâset yidikleri bilinmezse,<br />

artıkları mekrûh olmaz. Temiz su varken mekrûh olan artıklarla ve yırtıcı<br />

kuşların artığı ile ve fâre yidiği bilinmiyen kedinin artığı ile ve fârenin, akıcı kanı<br />

olan yılanın artığı ile abdest almak tenzîhen mekrûhdur. Yırtıcı kuşların gagası<br />

temiz ise, artıkları mekrûh olmaz. Fârenin, kedinin eti necs ise de, artıklarına,<br />

müstesnâ olarak, kaba necâset denilmedi. İkisinin artığını yimek, içmek, zenginler<br />

için mekrûh oldu. Fakîrler için mekrûh değildir. Eşek ve katır artığı temizdir.<br />

Fekat, temizleyici olup olmadığı şübhelidir. Yaban eşeğini yimek câizdir ve artığı<br />

temizdir. Su bulunmadığı yerde, mekrûh olan artık ile abdest almak mekrûh olmaz.<br />

Böyle artık su varken teyemmüm edilmez. Temiz su yok iken, eşek, katır artığı<br />

ile abdest alınır ve sonra teyemmüm edilir. Küçük çocuğun elini suya sokması,<br />

kedinin artığı gibidir. Ya’nî, eli temiz olduğu bilinmiyorsa, bu su ile abdest almak<br />

veyâ içmek, tenzîhen mekrûh olur. Artığı mekrûh olan bir hayvânın üzerinde<br />

iken, nemâza durmak mekrûhdur. Bir hayvânın teri, artığı gibidir. Meselâ, eşeğin<br />

teri temizdir.<br />

Kişi noksânını bilmek gibi, irfân olmaz!<br />

– 162 –


58 — SETR-İ AVRET ve KADINLARIN ÖRTÜNMESİ<br />

Mükellef olan, ya’nî âkıl ve bâlig olan insanın nemâz kılarken açması veyâ her<br />

zemân başkasına göstermesi ve başkasının bakması harâm olan yerlerine (Avret<br />

mahalli) denir. Erkeğin ve kadının avret mahallini örtmesi, hicretin üçüncü senesinde<br />

gelen, (Ahzâb) ve beşinci senesinde gelen (Nûr) sûrelerinde emr olundu. Hanefî<br />

ve Şâfi’î mezheblerinde erkeklerin, nemâz için avret mahalli, göbekden diz altına<br />

kadardır. Şâfi’îde göbek, hanefîde diz avretdir. Buraları açık olarak kılınan<br />

nemâz sahîh olmaz. Nemâz kılarken, vücûdün diğer kısmlarını, [kolları, başı] örtmek<br />

[ve uzun cübbe ve antâri yoksa, çorap giymek] erkeklere sünnetdir. Açık kılmaları<br />

mekrûhdur.<br />

Hür olan kadınların ellerinden ve yüzlerinden başka her yerleri, bilekleri, sarkan<br />

saçları ve ayaklarının altı, nemâz için hanefîde avretdir. Ellerin üstü avret değildir<br />

diyen kıymetli kitâblar çokdur. Bunlara göre, kadınların bileklerine kadar<br />

ellerinin üstü açık kılmaları câiz olur. Fekat, kitâbların hepsine uymuş olmak<br />

için, kadınların elleri örtecek kadar uzun kollu nemâzlık veyâ geniş baş örtüsü ile<br />

elleri örtülü olarak kılmaları, dahâ iyi olur. Kadınların ayakları nemâzda avret değildir<br />

diyen de varsa da, bu âlimler de, nemâzda örtmesi sünnet, açması mekrûhdur<br />

dedi. [Sarkan saçın da, ayak gibi olduğu (Kâdîhân)da yazılıdır.] Erkeğin veyâ<br />

kadının avret uzvlarından herhangi birinin dörtde biri, bir rükn açık kalırsa, nemâz<br />

bozulur. Azı açılırsa bozulmaz. Nemâzı mekrûh olur. Meselâ, ayağının dörtde<br />

biri açık olan kadının nemâzı sahîh olmaz. Kendisi açarsa hemen bozulur.<br />

(Umdet-ül-islâm)da diyor ki, (Kadının topuk kemiği veyâ bileği veyâ boynu veyâ<br />

saçı açık olarak kıldığı nemâzı sahîh olmaz. İnce olup içindeki uzvun şekli veyâ<br />

rengi görünen kumaş, yok demekdir). Şâfi’îde kadının iki elinden ve yüzünden<br />

başka heryeri her zemân avretdir.<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh”, (Redd-ül-muhtâr)da buyuruyor ki:<br />

Avret yerini örtmek, nemâzda da, nemâz dışında da farzdır. İpek ve gasb edilmiş,<br />

çalınmış kumaşla örtülü olarak nemâz kılmak tahrîmen mekrûhdur. Hiçbirşey<br />

bulamıyan bir erkeğin, yalnız ipek bulunca, ipekle de örtmesi lâzım olur. Yalnız<br />

iken kılarken de, örtmek farzdır. Temiz elbisesi bulunan kimsenin karanlıkda,<br />

yalnız iken de çıplak kılması câiz değildir. Kadınların, nemâz dışında, yalnız iken,<br />

diz ve göbek arasını örtmesi farz olup, sırtını ve karnını örtmesi vâcib, başka yerlerini<br />

örtmesi edebdir. Evde yalnız iken, başı açık dolaşabilir. Görünmesi câiz olan<br />

onsekiz erkek yanında, ince baş örtüsü örtmeleri evlâdır. İyi olur. Yalnız iken avret<br />

yeri, ancak özr ile açılabilir. Meselâ halâda açılır. Yalnız olarak gusl abdesti alırken<br />

açmak mekrûh olur veyâ câizdir veyâ küçük yerde câiz olur da denildi. Nemâz<br />

dışında, necâsetli elbise ile de örtünmek lâzım olur.<br />

(El-fıkh-u-alel-mezâhibil-erbe’a)da diyor ki, (Erkeklerin ve kadınların nemâzda<br />

örtmeleri farz olan ve erkeklerin erkeklere ve kadınlara ve kadınların mahremlerine<br />

göstermeleri harâm olan yerleri, dört mezhebde aynı değildir. Fekat, kadınların<br />

yüzlerinden ve avuç içlerinden ve dışlarından başka yerlerini yabancı erkeklere<br />

ve müslimân olmıyan kadınlara göstermeleri ve bunların bakmaları üç<br />

mezhebde de harâmdır. Ancak, şâfi’îde, fitneye sebeb olacağı zemân, yüzü ve elleri<br />

de, yabancı erkekler arasında avret olur.) Kadınların, yabancı erkeklere yalnız<br />

yüzünü ve avuçlarını açması câiz ise de, erkeklerin, müslimân olsun, kâfir olsun,<br />

yabancı kadınların yüzlerine ve avuçlarına şehvet ile bakması câiz değildir. Kadınların<br />

bakması câiz olan yerlerine, meselâ yabancı kadınların yüzlerine, avuçlarına<br />

ve avret yerlerinin resmlerine ve konuşan çocukların avret yerlerine, lüzûmsuz<br />

olarak şehvetsiz bakmak mekrûhdur. Konuşmağa başlamamış olan küçük çocukların<br />

avret mahalli, yalnız sev’eteyndir. Erkek çocukların, on yaşına kadar, kızların<br />

ise, gösterişli oluncıya kadar galîz avretlerine, bundan sonra, bütün avret yer-<br />

– 163 –


lerine bakmak câiz değildir. Hayvânların avret mahalli yokdur. Oğlanların yüzüne<br />

şehvet ile bakmak da harâm olup, şehvetsiz bakmak, güzel olsalar da câizdir.<br />

(Fetâvâ-i Hayriyye)de diyor ki, (Fitne tehlükesi olunca, âkıl ve bâlig olan güzel<br />

oğlanı, babası, kendi evine, terbiyesi altına alır. Sefere, ilm öğrenmeğe, hacca<br />

sakalsız göndermez. Bunu kadın gibi korur. Fekat yüzüne peçe örtmez. Sokakda<br />

her kadının yanında iki şeytân vardır. Oğlanın yanında onsekiz şeytân vardır.<br />

Bunlara bakanları aldatmağa çalışırlar. Ananın, babanın meşrû’ emrlerine itâ’at<br />

etmesi farzdır. Fitne tehlükesi olmıyan âkıl, bâlig oğlunu babası zorla evinde tutamaz).<br />

[(Mecma’ul-enhür)ün ikinci cildinde diyor ki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem”, (Yabancı kadınların yüzlerine şehvet ile bakanların gözlerine, kıyâmet<br />

günü ergimiş kızgın kurşun dökülecekdir) buyurdu. (Birgivî vasıyyetnâmesi)ni<br />

şerh eden, Kâdî zâde, göz âfetlerini anlatırken diyor ki, Nûr sûresi, otuzuncu<br />

âyetinde meâlen, (Ey Resûlüm “sallallahü aleyhi ve sellem”! Mü’minlere söyle, harâma<br />

bakmasınlar ve avret yerlerini harâmdan korusunlar! Îmânı olan kadınlara<br />

da söyle, harâma bakmasınlar ve avret yerlerini harâm işlemekden korusunlar!)<br />

buyuruldu.<br />

(Rıyâd-un-nâsıhîn)de diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vedâ’ haccında,<br />

(Yabancı kadına şehvet ile bakan bir kimsenin gözleri ateşle doldurulup, sonra<br />

Cehenneme atılacakdır. Yabancı kadın ile toka edenin kolları ensesinden bağlanıp,<br />

Cehenneme sokulacakdır. Yabancı kadın ile, lüzûmsuz yere şehvet ile konuşanlar,<br />

her kelimesi için, bin sene Cehennemde kalacakdır) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde<br />

buyurdu ki: (Komşu kadına ve arkadaşların kadınlarına şehvet ile bakmak, yabancı<br />

kadınlara bakmakdan on kat dahâ günâhdır. Evli kadınlara bakmak, kızlara<br />

bakmakdan bin kat dahâ çok günâhdır. Zinâ günâhları da böyledir).<br />

(Berîka) kitâbında diyor ki, (Üç şey, göze cilâ verir: Yeşilliğe, akar suya ve güzel<br />

yüze bakmak) ve (Üç şey gözü kuvvetlendirir. Sürme çekmek, yeşilliğe ve güzel<br />

yüze bakmak) hadîs-i şerîfleri, bakması halâl olan kimselere bakmanın fâidesini<br />

bildirmekdedir. Yoksa, yabancı kadınlara, kızlara bakmak, gözü za’îfletir ve<br />

kalbi karartır. Hâkim, Beyhekî ve Ebû Dâvüd bildiriyorlar ki, Ebû Ümâmenin “radıyallahü<br />

anh” bildirdiği hadîs-i merfû’da, (Yabancı bir kızı görüp de, Allahü teâlânın<br />

azâbından korkarak, başını ondan çeviren kimseye Allahü teâlâ ibâdetlerin<br />

tadını duyurur) buyuruldu. İlk görmesi afv olunur. Bir hadîs-i şerîfde, (Allah<br />

için yapılan cihâdda düşmanı gözleyen veyâ Allah korkusundan ağlıyan veyâ harâmlara<br />

bakmıyan gözler, kıyâmetde Cehennem ateşini görmiyeceklerdir) buyuruldu].<br />

Yedi veyâ on yaşında olan gösterişli kızlar ve onbeş yaşını dolduran veyâ bâliga<br />

olan bütün kızlar, kadın hükmündedir. Böyle kızların başları, saçları, kolları,<br />

bacakları açık olarak, yabancı erkeklere görünmeleri ve erkeklere tegannî etmeleri,<br />

onlarla yumuşak, cilveli konuşmaları harâm olur. Kadınların, yabancı erkeklerle,<br />

alış veriş gibi, ihtiyâc olduğu zemân, fitneye sebeb olmıyacak şeklde, sert<br />

konuşması câizdir. Erkekler arasında yüzünü açmaları da böyledir. Kadınların, başı,<br />

saçı, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları ve yabancı erkeklere, lüzûmsuz yere,<br />

seslerini duyurmaları, erkeklere şarkı söylemeleri, plâk ile, film ile de duyurmaları,<br />

Kur’ân-ı kerîm, mevlid, ezân okuyarak duyurmaları büyük günâhdır. [Kadınların,<br />

kızların ince, dar veyâ kürklü örtü ile ve küpe, gerdanlık gibi zînet eşyâsı<br />

açık olarak ve erkekler gibi giyinerek ve saçlarını erkekler gibi traş ederek sokağa<br />

çıkmaları harâmdır. Bunun için, geniş bile olsa, pantalon ile örtünmeleri de<br />

câiz değildir. Pantalon, erkek elbisesidir. (Tergîb-üs-salât)daki hadîs-i şerîflerde,<br />

(Örtülü olan çıplaklara ve erkek gibi giyinen kadınlara ve kadın gibi giyinen,<br />

süslenen erkeklere la’net edildi). Hele dar pantalon, erkeklere de câiz değildir. Çünki,<br />

kaba yerleri dışardan belli olmakdadır. Bundan başka, kadınların pantalon giy-<br />

– 164 –


meleri eskiden de, şimdi de islâm âdeti değildir. Dinsizlerden, islâm tesettürünü<br />

bilmiyenlerden gelmekdedir. Harâmlar yayılsa, yerleşseler de, islâm âdeti olamazlar.<br />

Kâfirlere benziyenin, onlardan olacağı, hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Pantalon,<br />

manto altına giyilebilir ise de, mantonun pantalon yokmuş gibi dizleri örtmesi lâzımdır.<br />

Şalvar, çok geniş olduğu için, âdet olan yerlerde, kadınlar için de, iyi bir<br />

örtü olur. Âdet olmıyan yerlerde fitneye sebeb olursa, kullanması câiz olmaz. Kâdî<br />

Senâullah-ı Pâni-pütî, Şâh Veliyyullah-ı Dehlevînin (Tefhîmat) kitâbı sonundaki<br />

yedinci vasıyyetini açıklarken, (Gömlekle ve peştemal sararak ve na’lın giyerek<br />

ve benzeri şeylerle sokağa çıkmak, eskiden islâm âdeti idi. Şimdi, bu âdetin bulunmadığı<br />

yerlerde, bunlarla sokağa çıkmak, gösteriş olur. Peygamberimiz “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, gösterişi, şöhret yapmağı yasak etmişdir. Mü’minlerin âdeti<br />

olan şeylerle örtünmelidir. Ayrılık yapmamalıdır) buyuruyor. Geniş manto ile<br />

örtünmek âdet olan yerlerde, kadının çarşafla sokağa çıkması da böyledir. Ayrıca,<br />

islâm örtüsü ile alay edilmesine sebeb olarak, günâh da olur. İkinci kısm otuzdokuzuncu<br />

maddenin sondan 3. cü sahîfesine bakınız! (Fâideli Bilgiler) 281 den<br />

başlıyarak kadının örtünmesi uzun yazılıdır.]<br />

Nemâzda ve nemâz dışında, avret yerini başkalarının yan taraflardan görmemeleri<br />

için, örtmek farz olup, kendinden örtmesi farz değildir. Rükü’da iken, kendi avret<br />

yerini kendi görürse, nemâzı bozulmaz. Fekat, bakması mekrûhdur. Cam gibi,<br />

naylon gibi, altının rengi görünen şey ile, örtü olmaz. Örtü dar olup veyâ bol ise de,<br />

herhangi avret yerine yapışıp uzvun belli olması, nemâza zarar vermez. Fekat,<br />

böyle, başkalarına karşı örtülmüş olmaz. Başkasının, böyle belli olan kaba avretine<br />

bakmak harâmdır. Erkeklerin (Sev’eteyn) denilen ön ve arka uzvları ve kaba etleri<br />

(Kaba avret)dir. Yorgan altında çıplak yatan bir hasta, başı yorgan içinde iken,<br />

îmâ ile nemâz kılınca, çıplak kılmış olur. Başını yorgandan dışarı çıkarıp kılarsa, yorganla<br />

örtülü kılmış olup, câiz olur. İnsanın örtünmesi değil, avret yerinin örtünmesi<br />

şartdır. Karanlıkda, yalnız odada, kapalı çadırda çıplak kılmak câiz değildir.<br />

Avret yerini örtmekden âciz kalan kimse, nemâzda oturduğu gibi veyâ dahâ iyisi,<br />

ayaklarını kıbleye uzatıp, elleri ile önünü örtüp, îmâ ile kılar. Çünki, avret yerini<br />

örtmek, nemâzın diğer farzlarından dahâ mühimdir. [Görülüyor ki, çıplak kalanın<br />

da, nemâzı vaktinde kılması, kazâya bırakmaması lâzımdır. Tenbellikle kılmıyanların<br />

ve kazâ nemâzlarını ödemiyenlerin, büyük suç altında sorumlu olduklarını,<br />

buradan da anlamalıdır.] Çıplak olan, yanında bulunanlardan örtü ister.<br />

Söz verilirse, vaktin sonuna kadar bekler. Su olmayınca, suyu ümmîd edenin de vaktin<br />

sonuna kadar, su beklemesi, ancak bundan sonra teyemmüm etmesi lâzımdır.<br />

Parası olanın su ve örtü alması lâzımdır. Dörtde birinden azı temiz olan örtüden<br />

başka birşey bulamıyan kimsenin, bu örtü ile kılması veyâ oturup îmâ ile kılması<br />

câiz olup, dörtde biri temiz olan örtü ile, ayakda kılması lâzımdır ve nemâzını iâde<br />

etmez.<br />

Seferî olan, bir mil içinde, içmeden fazla su bulamazsa, necâsetli örtü ile kılar<br />

ve iâde etmez. Mukîm olanın, ya’nî müsâfir olmıyanın, necs örtü ile kılması câiz<br />

değildir. Temizlemesi mümkin ve lâzımdır. Çünki, şehrde su bulmak ihtimâli fazladır.<br />

Su bulunmadığı muhakkak ise, mukîm de necâsetli örtü ile kılabilir ve teyemmüm<br />

eder. (Redd-ül-muhtâr)ın beşinci cildinde buyuruyor ki:<br />

İnsanların, birbirine görünmesi ve bakması, dört dürlüdür:<br />

Erkeğin kadına, kadının erkeğe, erkeğin erkeğe, kadının kadına bakmasıdır. Erkeğin<br />

kadına bakması da dörde ayrılır:<br />

Erkeğin yabancı hür kadına, kendi zevcesine ve kendi câriyelerine ve bakması<br />

câiz olan onsekiz akrabâsına, başkalarının câriyelerine bakmasıdır.<br />

Erkeklerin yabancı kadının yüzünden ve avuçlarının içinden ve dışından başka<br />

yerine bakmaları dört mezhebde de harâmdır. Kızların yüzlerine şehvet ile bakmaları<br />

da harâmdır. Bunun için, kızların yüzlerini de örtmeleri lâzımdır. Hasî, ya’nî<br />

– 165 –


urulmuş, husyeleri çıkarılmış olanın bakması da harâmdır. İnsanı burmak harâmdır.<br />

Hayvanı, ancak semizletmek için câizdir.<br />

Erkeklerin, erkeğin göbeği ile dizi arasına bakmaları harâmdır. Bunun dışına,<br />

şehvetsiz bakmaları câizdir. Zevcesine ve kendi câriyelerine tepeden tırnağa kadar,<br />

şehvet ile dahî bakması ve bunların ona bakmaları câizdir.<br />

[Erkeğin avret mahalli, üç mezhebde, göbek ile diz arasıdır. Hanefîde diz avretdir.<br />

Göbek avret değildir. Şâfi’îde, göbek avret olup, diz avret değildir. Mâlikîde<br />

her ikisi de avret değildir. Hanbelî ve Mâlikînin bir rivâyetlerinde, erkeğin yalnız<br />

sev’eteyni avret olduğu (Mîzân-ül-kübrâ)da yazılıdır. Uylukların avret olmasında<br />

icmâ’ olmadığı için, uylukları açık olanlardan, ehemmiyyet vermiyenler, kâfir<br />

olmakdan kurtulmakdadır. Şî’îlere göre avret yeri de, yalnız sev’eteyndir].<br />

Erkek, nikâhla alması ebedî, sonsuz harâm olan onsekiz kadının ve başkasının<br />

câriyelerinin başına, yüzüne, gerdanına, kollarına, dizden aşağı bacağına, şehvetden<br />

emîn ise, bakabilir. Göğüslerine, koltuk ve yanlarına [böğürlerine], uyluk<br />

ve dizlerine ve sırtına bakamaz. Kadınların buralarına da (Galîz) ya’nî (Kaba<br />

avret) yerleri denir. Her kadının, buralarını nemâzda, yabancı erkeklerin yanında,<br />

şekli belli olmamak üzere geniş olarak örtmeleri lâzımdır. Câriyeler, görünmesi<br />

câiz olan yerleri açık nemâz kılabilirler.<br />

İslâm dîninde, iki dürlü kadın kıyâfeti vardır: Birincisi, hür olan islâm hanımları,<br />

yüzlerinden ve ellerinden başka, her yerini temâm örter. (Halebî-i kebîr)de,<br />

meyyitin kefenini bildirirken diyor ki, (Erkekler kamîs ile, kadınlar dır’ ile örtünür.<br />

Her ikisi de, omuzdan ayağa kadar örter. Kamîsin yakası omuzdan, dır’ın yakası<br />

göğüsden ayağa kadar açıkdır). Görülüyor ki, islâm kadınları, şimdiki manto<br />

ile örtünmekde idi. Çarşafla örtünmeleri, sonradan âdet oldu. Geniş, uzun<br />

manto, kalın baş örtüsü ve uzun çorap, şimdiki çarşaflardan dahâ iyi örtmekdedir.<br />

(Dürer-ül-Mültekıte) dördüncü sahîfede diyor ki, (İslâmiyyet, kadınların örtünmesi<br />

için belli bir örtü emr etmedi). İkincisi, câriye [ya’nî, harbde esîr alınmış olan<br />

hizmetci kadın] kıyâfeti olup, erkeklerin yanında, başlarını, saç, boyun, kol ve bacaklarını<br />

örtmeleri lâzım değildir. Müslimân adı taşıyan ba’zı kadınların, islâm hanımı<br />

kıyâfetini bırakıp, câriye, hizmetci kıyâfetini beğendikleri, esefle görülmekdedir.<br />

Kâfirler, zındıklar, müslimân hanımlarını aldatmak için, (İslâmiyyetin başlangıcında<br />

kadınlar örtünmezdi. Peygamber zemânında, müslimân kadınları, başları,<br />

kolları açık gezerlerdi. Sonradan, kıskanç din adamları, kadınların örtünmelerini<br />

emr etdiler. Kadınlar, sonradan kapandı. Umacı gibi oldu) diyorlar. Evet, kadınlar<br />

açık gezerdi. Fekat, hicretin üçüncü senesinde (Ahzâb) ve beşinci senesinde<br />

(Nûr) sûreleri gelerek, Allahü teâlâ örtünmelerini emr eyledi. (Mevâhib-i ledünniyye)de<br />

diyor ki, (Hicretin yedinci senesinde, Hayber gazâsından dönerken,<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, esîrler arasındaki Safiyyeyi “radıyallahü<br />

teâlâ anhâ” bir gece çadırına aldı. Eshâb-ı kirâm, Safiyyenin zevce olarak mı şereflendiğini,<br />

yoksa câriye olarak hizmet mi etdiğini anlıyamadılar. Zevcelere lâzım<br />

olan hürmeti ve hizmeti yapabilmek için, bunu Resûlullaha da sorup anlamağa<br />

sıkıldılar. Sabâh çadırdan örtülü çıkarılıp, perde arkasında götürülürse, zevce<br />

olduğunu anlarız dediler. Perde içinde götürüldüğünü görerek, zevcelikle şereflenmiş<br />

olduğunu anladılar). Görülüyor ki, Resûlullah zemânında, hür kadınlar, bütün<br />

bedenlerini örterlerdi. Bir kadının, hizmetçi olmayıp, hür hanım olduğu, her<br />

yerini örtmesinden belli olurdu.<br />

Bakması câiz olan yere, şehvetden emîn olanın dokunması da câizdir. Bir hadîs-i<br />

şerîfde, (Ananın ayağını öpmek, Cennet kapısının eşiğini öpmek gibidir) buyuruldu.<br />

Fekat, yabancı genç kadının eline ve yüzüne bakmak câiz olduğu hâlde, şehvetden<br />

emîn olsa dahî, dokunmak, tokalaşmak câiz değildir. Herhangi kadın ile zinâ<br />

etmek veyâ herhangi bir yerine şehvet ile dokunmak, unutarak veyâ yanılarak<br />

– 166 –


ile tutsa, hanefîde ve hanbelîde (Hurmet-i musâhere)ye sebeb olur. Ya’nî, o<br />

kadının neseb ile ve süt ile olan anası ve kızları ile o erkeğin evlenmesi, kızın da,<br />

oğlanın oğlu ve babası ile evlenmesi ebedî harâm olur. [Bir baba ile kızı arasında<br />

hurmet-i musâhere hâsıl olursa, kızın anası ile, ya’nî adamın zevcesi ile adam<br />

arasındaki nikâh bozulmaz. Kadın başkası ile evlenemez. Adamın bu kadını boşaması<br />

lâzım olur. Bu kadın ile evli kalması ebedî harâm olur. Dâmâd ile kayın vâlidesi<br />

arasında hurmet-i musâhere hâsıl olursa, dâmâdın zevcesini boşaması lâzım<br />

olur. Dâmâd, bu kadın ile, sonsuz olarak, bir dahâ evlenemez (Bezzâziyye).] Kızlar,<br />

kendilerinden emîn olsalar da, yabancı erkeklere dokunmaları câiz değildir.<br />

Şehvet ile dokunurlarsa, hurmet-i müsâhere hâsıl olur. Kızın ve ihtiyârların şehveti,<br />

kalbinin meyl etmesi demekdir. Şehvete sebeb olmıyacak derecede ihtiyâr kadınla<br />

müsâfeha etmek [tokalaşmak] ve elini öpmek, kendinden emîn olana câiz ise<br />

de, yapmamak dahâ iyidir.<br />

Erkeklerin, (Ebedî mahrem)leri olan kadınlarla berâber halvet etmeleri ve<br />

sefere [meselâ hacca] gitmeleri câizdir. Bir adamın ebedî mahrem olmıyan kadınla<br />

(Halvet) [ya’nî tenhâ yerde yalnız kalmak], tarafeyne göre, harâmdır. Başka müttekî<br />

erkek veyâ bu adamın ebedî mahremlerinden biri veyâ zevcesi ile birlikde bulunursa,<br />

harâm olmaz. Halvet etmekle veyâ önünden başka yerine şehvetle bakmakla,<br />

hurmet-i musâhere hâsıl olmaz. (İbni Âbidîn) “rahmetullahi teâlâ aleyh”,<br />

imâmlığı anlatırken diyor ki, (Yabancı kadın çok olsa da, halvet olur. Çok ihtiyâr<br />

kadınla ihtiyâr erkek sefere çıkar ve yalnız kalabilirler (Eşbâh). Ebedî mahrem olan<br />

onsekiz kadından biri ile halvet câiz ise de, yalnız süt kardeş ile ve genç kaynana<br />

veyâ gelin ile, fitne şübhesi olunca, mekrûhdur. Yabancı genç kadınla, zarûret olmadan,<br />

konuşmak câiz değildir. Mescid gibi dışarıdan içerisi görünen umûma<br />

açık yerlerde [nakl vâsıtalarında, dükkânlarda] yalnız kalmak, halvet olmaz). Bir<br />

evin iki odası bir yer sayılmaz. Ebedî mahrem olan kadınların kimler olduğu,<br />

ikinci kısmda, 34. cü maddede [569.cu sahîfede] yazılıdır.<br />

İmâm-ı Ebû Yûsüfe “rahmetullahi teâlâ aleyh” göre, ekmek pişirmek, çamaşır<br />

yıkamak [ve kaba olmıyan avret yerlerinin açık olması lâzım gelen başka işler] için<br />

ücretle çalışmağa mecbûr kalan muhtâc, esîr, kimsesiz kadınlar [işçi ve me’mûrlar],<br />

iş îcâb etdirdiği kadar, ayaklarını ve kollarını açabilir. Erkeklerin, bunları, iş<br />

için görmesi ve şehvetsiz bakması câiz olur. Baldız ve yengenin de yabancı kadın<br />

oldukları (Ni’met-i islâm)ın hac kısmında ve (Bahrülfetâvâ)da ve (Alî efendi fetvâsı)nda<br />

yazılıdır. Bunların da saçına, başına, koluna, bacağına bakmak harâmdır.<br />

Bunlar gibi yabancı akrabâ evine gidince veyâ onlar gelince, kadın erkek birlikde<br />

oturmak, gülüp neş’elenmek câiz değildir. Berâber oturmak âdet olan ve harâm<br />

olduğuna ehemmiyyet verilmiyen yerlerde, fitne çıkarmamak ve akrabâ arasında<br />

düşmanlıklara yol açmamak için, kadınlar erkek akrabâ yanında ve sofrada<br />

örtülü olarak, kısa zemân oturur. Ciddî konuşulur. Bu görüşmenin kısa sürmesine<br />

ve seyrek olmasına ve bilhâssa bir yerde yalnız bulunmamalarına çok dikkat etmelidir.<br />

Dînini bilen ve uyan, bilgili ve hâlis müslimânlar, böyle birlikde hiç oturmamalıdır.<br />

Câhillerle münâkaşa etmemeli, dînimiz böyle emr ediyor diye isrâr etmemeli,<br />

dünyâ işlerini ileri sürerek, tatlı söyleyip, akrabâyı darıltmıyarak, harâmdan<br />

kaçınmağa çalışmalıdır. Köle de, sâhibi olan kadına yabancı erkekdir.<br />

Hâkimin mahkemede karâr verirken ve şâhidlerin şâhidlik yaparken ve evlenmek<br />

istediği kızı, şehvet korkusu olsa bile, bir kerre görmeleri ve doktorun, ebenin,<br />

sünnetcinin, lâvman yapanın, lâzım olduğu kadar bakmaları câizdir. Hastanın<br />

lâvman [ihtikan] yapdırması câizdir. (Dürr-ül-muhtâr), beşinci cildi, dörtyüzyetmişsekizinci<br />

sahîfesinde diyor ki, (Oğlunu sünnet etdirmek mühim sünnetdir. İslâmiyyetin<br />

şi’ârıdır. Bir şehr halkı çocuklarını sünnet etdirmezse, halîfe bunlarla<br />

harb eder. Çocuğun sünnet olma yaşı belli değildir. Yedi ile on iki arası en iyidir).<br />

Sünnet ederken, topluca yüksek sesle bayram tekbîri söylenir. Sünnet olmıyanlar-<br />

– 167 –


da çeşidli hastalıklar olur. Fransız kitâbları, bu hastalıkları (Affections du prépuce)<br />

adı altında uzun yazıyorlar. Kızların, ahkâm-ı islâmiyyeye riâyet etmek şartı ile, ilm<br />

ve doktorluk öğrenmeleri ve öğretmeleri câiz olduğu (Hadîka)da, beşyüzellisekizinci<br />

sahîfede ve göz âfetlerinde yazılıdır. Kızlardan ebe, nisâiyye mütehassısı yetişdirmek<br />

lâzımdır. Kadınları, kadın doktora göstermelidir. Kadın doktor bulunmazsa ve<br />

hastalık tehlükeli veyâ çok ağrılı ise, nisâiyye mütehassısı erkeğe de göstermelidir.<br />

Kadınların birbirlerine avret yeri, erkeğin erkeğe avret yeri gibidir.<br />

Şehvetden emîn olan kadının yabancı erkeğe bakması, erkeğin erkeğe bakması<br />

gibidir. (Cevhere)de ise, erkeğin, mahremi olan kadınlara bakması gibidir, buyurmakdadır.<br />

Şehvet ile bakması harâm olur. Gayr-ı müslim ve mürted kadınların<br />

[ve mürted amca ve dayının], müslimân kadınlarına bakması, ya’nî müslimân<br />

kadınların bunlara görünmeleri, yabancı erkeklere görünmeleri gibi, üç mezhebde<br />

de harâmdır. Bunlar müslimân kadınlarının bedenine bakamazlar. Hanbelî mezhebinde<br />

câizdir.<br />

Bedendeki bakması câiz olmıyan yerler, bedenden ayrılırsa, öldükden sonra dahî,<br />

bunlara bakmak câiz değildir. Kadınların saç ve başka kılları, ayak tırnakları<br />

[el tırnakları değil] ve kemikleri vücûddan ayrıldıkdan sonra, bunlara bakılamaz.<br />

Kadınların bakılması harâm olan yerlerinin aynadaki veyâ sudaki görüntülerine<br />

şehvetsiz bakmak harâm değildir. Çünki, kendileri değil, aksleri, benzerleri görülmekdedir.<br />

[Aksleri, resmleri, kendileri değildir. Bunları görmek, kendilerini görmek<br />

olmaz. Resmlerine, sinemadaki ve televizyondaki görüntülerine bakmak, aynadaki<br />

hayâllerine bakmak gibidir. Hepsine şehvetsiz bakmak câiz olup, şehvet ile<br />

bakmak veyâ şehvete sebeb olacak görüntülerine bakmak, böyle sesleri dinlemek<br />

harâmdır. Bunlara şehvet ile bakan elbette vardır. Şehvete, harâma sebeb olan<br />

resmleri yapmak, basmak, resm etmek harâm olur.] Kadınların avret yerlerine cam,<br />

herhangi gözlük ve su arkasından şehvetsiz de bakmak ve su içindeki kadına bakmak<br />

câiz değildir, harâmdır.<br />

İmâmın, hâfızın, müezzinin ho-parlördeki, radyodaki sesleri de, kendi sesleri değildir,<br />

benzerleridir. Bunlara uyarak kılınan nemâz sahîh olmaz. Kur’ân-ı kerîmi ve<br />

ezânı ho-parlör ile okumak, bid’atdir. Çünki, ses çıkarmak için kullanılan cansız cismlere<br />

(Mizmâr), çalgı denir. Gök gürlemesi, top, tüfek, baykuş, papağan, çalgı değildirler.<br />

Ses çıkaran eğlence âletleri, davul, dümbelek, zilli maşa, ney, kaval, ho-parlör,<br />

hep çalgıdır. Çalgı, kendiliğinden ses çıkarmaz. Ses çıkarmak için, ya’nî kullanılmaları<br />

için, davul tokmağını gergin deriye vurmak, neyi üflemek, kavala ve ho-parlöre<br />

söylemek lâzımdır. Bunlardan çıkan ses, bu çalgıların hâsıl etdiği sesdir. Üfleyen<br />

ve söyleyen insanın sesi değildir. Ho-parlörden işitilen Kur’ân-ı kerîm ve ezân<br />

sesleri, hep ho-parlörün hâsıl etdiği seslerdir. İmâm ve müezzin efendilerin sesleri değildir.<br />

Müezzin efendinin sesi ezândır. Çalgıdan çıkan ses ilm ve fen bakımından ve<br />

din ve ahkâm-ı islâmiyye bakımlarından müezzin efendinin sesi, ya’nî ezân değildir.<br />

Ezâna benzediği için, ezân zan edilmekdedir. Ezân, müezzin efendinin, hattâ, sâlih<br />

müslimân erkeğin sesine denir. Bu sese benzeyen kadının, çocuğun, ho-parlörün sesi<br />

ezân değildir. Başka sesdir. Muhtelîf çalgıların sesleri başkadırlar. Ho-parlörün sesi,<br />

insan sesine çok benzediği hâlde, insan sesi değildir. Toprağa konan bir karpuz çekirdeğinden<br />

kocaman bir karpuz hâsıl oluyor. Bu karpuz o çekirdek değildir. Çekirdek<br />

çürümüş, yok olmuşdur. Ho-parlörün mikrofonuna söylenen söz de, yok olmakda,<br />

başka ses hâsıl olmakdadır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: (Kıyâmet yaklaşınca,<br />

Kur’ân-ı kerîm mizmârdan okunur) ve (Bir zemân gelir ki, Kur’ân-ı kerîm<br />

mizmârlardan okunur. Allah için değil, keyf için okunur) ve (Kur’ân-ı kerîm okuyan<br />

çok kimseler vardır ki, Kur’ân-ı kerîm onlara la’net eder) ve (Bir zemân gelecekdir<br />

ki, müslimânların en sefîlleri, müezzinlerdir) ve (Bir zemân gelir ki, Kur’ân-ı kerîm<br />

mizmârlardan okunur. Allahü teâlâ bunlara la’net eder). Mizmâr, her nev’i çalgı, düdük<br />

demekdir. Ho-parlör de, mizmârdır. Müezzinlerin, bu hadîs-i şerîflerden kork-<br />

– 168 –


maları, ezânı, ho-parlör ile okumamaları lâzımdır. Ba’zı din câhilleri ho-parlörün fâideli<br />

olduğunu, sesi uzaklara götürdüğünü söyliyorlar. Peygamberimiz, (İbâdetleri<br />

benden ve eshâbımdan gördüğünüz gibi yapınız! İbâdetlerde değişiklik yapanlara<br />

(bid’at ehli) denir. Bid’at sâhibleri, muhakkak Cehenneme gidecekdir. Bunların<br />

hiçbir ibâdetleri kabûl olmaz) buyurdu. İbâdetlere fâideli şeyler ilâve ediyoruz demek<br />

doğru değildir. Böyle sözler, din düşmanlarının yalanlarıdır. Bir değişikliğin fâideli<br />

olup olmıyacağını yalnız İslâm âlimleri anlar. Bu derin âlimlere (Müctehid) denir.<br />

Müctehidler kendiliklerinden bir değişiklik yapmazlar. Bir ilâvenin, değişikliğin<br />

bid’at olup olmıyacağını anlarlar. Ezânı (Mizmâr) ile okumağa söz birliği ile bid’at<br />

denildi. İnsanları Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşduran yol insanın kalbidir.<br />

Kalb, yaratılışında temiz bir ayna gibidir. İbâdetler, kalbin temizliğini, cilâsını artdırır.<br />

Günâhlar kalbi karartır. Muhabbet yolu ile gelen feyzleri, nûrları alamaz olur.<br />

Sâlihler bu hâli anlar, üzülür. Günâh işlemek istemezler. İbâdetlerin çok olmasını isterler.<br />

Her gün beş kerre nemâz kılınması yerine, dahâ çok kılmak isterler. Günâh<br />

işlemek nefse tatlı, fâideli gelir. Bütün bid’atler, günâhlar, Allahü teâlânın düşmanı<br />

olan nefsi besler, kuvvetlendirir. Ho-parlör ile ezân okumak böyledir. Kitâbdaki,<br />

televizyondaki, imâm resmi, kendisi gibidir. O imâma çok benziyor ise de, imâmın<br />

kendisi değildir. Televizyondaki hareketlerini görse, sesini duysa da, bunun arkasında<br />

nemâz kılınmaz.<br />

Vücûde yapışık olmıyan, dar olmıyan elbise ile örtülü kadına şehvetsiz bakmak<br />

câizdir. Kaba avret yerleri dar elbise ile örtülmüş kadına, şehvetsiz de bakmak harâmdır.<br />

Yabancı kadının iç çamaşırlarına şehvetle bakmak harâmdır. Sıkı, dar örtülmüş,<br />

kaba olmıyan avret yerlerine şehvetle bakmak harâmdır.<br />

Kadınların açık ve süslü olarak sokağa çıkmaları harâm olduğu gibi, mahrem olmıyan<br />

erkeğin bulunduğu yerlere böyle girmeleri de harâmdır. Avret yeri açık olarak<br />

câmi’ içine girmek, dahâ büyük günâhdır. Avret mahalli açık olan kimselerin<br />

bulunduğu yere veyâ harâm işlenen her yere (Fısk meclisi) denir. Müslimânların,<br />

zarûret olmadıkça, fısk meclislerinde, ya’nî fâsıkların toplandığı yerde oturmalarının<br />

ve zevcelerini göndermelerinin câiz olmadığı (Bezzâziyye)de yazılıdır. Îmânı<br />

olan hanımların, sokağa çıkarken baş, saç, kol, bacak gibi kaba olmıyan avret<br />

yerlerini de örtmeleri bildirildi. Îmânın gitmemesi için, harâmdan çok korkmalıdır.<br />

[Onsekizinci maddeye bakınız!]<br />

[Yalnız keyflerini, zevklerini düşünenler, zevklerine kavuşmak için, başkalarının<br />

zarara, felâkete düşmelerinden çekinmiyenler diyorlar ki: (Umacı gibi örtünmüş<br />

kadını görmek, insana sıkıntı veriyor. Süslü, açık, güzel kadına, kıza bakmak<br />

ise, insana ferahlık, neş’e veriyor. Güzel bir çiçeğe bakmak, koklamak gibi tatlı oluyor).<br />

Hâlbuki, çiçeğe bakmak, onu koklamak rûha tatlı gelmekdedir. Rûhun Allahü<br />

teâlânın varlığını, büyüklüğünü anlamasına, Onun emrlerine uymasına sebeb olmakdadır.<br />

Kokulu, tuvâletli, açık kıza bakmak ise, nefse hoş gelmekdedir. Kulak,<br />

renkden zevk almaz. Göz de sesden zevk almaz. Çünki, anlamazlar. Nefs Allahü teâlânın<br />

düşmanıdır. Zevklerine kavuşmak için her kötülüğü yapmakdan çekinmez.<br />

İnsan haklarını, kanûnları çiğner. Onun zevklerinin sonu yokdur. Kıza bakmakla<br />

doymaz. Onunla buluşmak, her zevkını yapmak ister. Bunun içindir ki, bütün kanûnlar,<br />

nefslerin taşkınlıklarını önlemekdedir. Nefsin taşkın zevkleri, insanı sefâlete,<br />

hastalıklara, âile fâci’alarına, felâketlere sürüklemekdedir. Allahü teâlâ, bu<br />

fâci’alara mâni’ olmak için, kızların açılmalarını, yabancı erkeklere yaklaşmalarını,<br />

içkiyi, kumarı yasak etmişdir. Nefslerinin esîri olanlar, bu yasakları beğenmiyorlar.<br />

Bunun için, Ehl-i sünnet âlimlerinin ilmihâl kitâblarını kötülüyor, gençlerin bu<br />

kitâbları okuyarak se’âdete kavuşmalarına mâni’ oluyorlar. Kadınların, kızların pazar<br />

yerlerinde ve mağazalarda alış-veriş yapmalarının günâh olduğu, yukarıdaki yazılardan<br />

anlaşılmakdadır. Müslimânların kızlarını böyle günâhlardan korumaları<br />

lâzımdır. Korumazlarsa, îmânları gider, kâfir olurlar. İslâm düşmanları, kâfirliği yaymak<br />

için, îmânı yok eden şeylere memleketin âdeti diyorlar.]<br />

– 169 –


59 – İSTİKBÂL-İ KIBLE<br />

Nemâzı Kâ’beye karşı kılmakdır. Kâ’be için kılmak değildir. Kıble önce (Kudüs)<br />

idi. Hicretden onyedi ay sonra, Şa’bân ortasında salı günü öğle veyâ ikindi nemâzının<br />

üçüncü rek’atinde iken Kâ’beye dönülmesi emr olundu. Göz sinirlerinin<br />

çapraz istikâmeti arasındaki açıklık, Kâ’beye rastlarsa, Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde<br />

nemâz sahîh olur. Bu zâviye takrîben 45 derecedir. İstanbulun kıble istikâmeti,<br />

cenûbdan yirmidokuz derecelik bir zâviye [açı] kadar şarkdadır. Bu açıya (Kıble<br />

zâviyesi) denir. Harîta üzerinde bir şehr ile, Mekke şehri arasında çizilen doğruya<br />

(Kıble hattı) denir. Bu hat, kıble istikâmetini gösterir. Güneş bu hat üzerine<br />

gelince, (Kıble sâati) olur. Bu hat ile bu şehrden geçen tûl dâiresi arasındaki zâviyeye<br />

(Kıble açısı) denir. Bir şehrin kıble istikâmeti, tûl ve arz derecelerine tâbi’dir.<br />

Şimâl nısf kürede, zevâl vaktinde, güneşin bulunduğu cihet yâhud mahallî<br />

zevâlî zemâna ayârlı bir sâat makinesi üfkî olarak yüzü semâya doğru ve akrebi güneşe<br />

doğru tutulunca, akreb ile oniki rakamı arasındaki zâviyenin orta hattı [açı ortayı],<br />

takrîben cenûbu gösterir. Meyl-i şems ve ta’dîl-i zemân sıfıra ne kadar yakın<br />

ise netîce o kadar hassas olur. İstanbulun kıble istikâmeti iki yol ile bulunur: 1- Kıble<br />

açısı ile. 2- Kıble sâati ile. 1- İstanbuldan geçen tûl dâiresinin istikâmetinden, ya’nî<br />

cenûb cihetinden Kıble açısı kadar şarkına dönülürse, Kıbleye dönülmüş olur. K açısı<br />

şöyle hesâb olunur: Mekke-i mükerremenin arz [enlem] derecesi a´ = yirmibir derece<br />

yirmialtı dakîka, Greenwich’den tûl [boylam] derecesi t´ = otuzdokuz derece<br />

elli dakîkadır. İstanbulun arzı a = 41 derece, tûlü t = 29 derece olduğundan, arz derecelerinin<br />

farkı 19 derece 34 dakîka, tûl farkı f = 10 derece 50 dakîkadır. İstanbulun<br />

takrîbî kıble açısı K, (Ma’rifetnâme)deki hendesî îzâhdan istifâde edilerek:<br />

sin (39,83°– t) sin 10 ° 50 ´<br />

tan K= =<br />

sin (a–21,43°) sin 19 ° 34 ´ = 0,18795<br />

0,33490 = 0,56121<br />

∴ .<br />

.<br />

. K= 29 ° 18 dakîka bulunur.<br />

İhtâr: İstanbulun Mekke-i mükerremeden tûl farkı f, 60° den küçük olduğu için,<br />

bu K, aşağıdaki kat’î müsâvâtın verdiği netîceye yakındır. Tûl farkı 120° den çok<br />

ise, Mekke-i mükerremenin Erd küresi merkezine göre simetriği olan nokta (tûlü<br />

– 140,17°, arzı – 21,43°) için takrîbî düstûr ile K Kıble açısı hesâb edilir. Netîcenin<br />

180° den farkı alınarak takrîbî kıble zâviyesi [açısı] bulunur.<br />

Ş, Şehrin şâkülünün küre-i semâyı kesdiği nokta, Z, zevâl noktası, AZ, Nısfünnehâr dâiresidir.<br />

Kürevî müsellesâtdan çıkarılan şu müsâvât kat’î kıble zâviyesini verir:<br />

sin (39,83 ° – t)<br />

tan K =<br />

cos (39,83 ° – t) . sin a– 0,3925 . cos a<br />

– 170 –


Burada a ve t, kıble açısı bulunacak yerin arz ve tûl dereceleridir. a ekvatorun<br />

şimâlinde (+), cenûbunda (–) dir. t Londra (Greenwich)nın şarkında (+), garbında<br />

(–) alınır. Bulunan K, o şehrden biri cenûba, diğeri kıbleye müteveccih iki hat<br />

[kavs] arasındaki açıdır.<br />

Kıbleyi bulmak için, t´ = 39,83° kıble tûlü ile –140,17° tûlü’nden ibâret çemberin<br />

ikiye ayırdığı Erd küresinde, cografî cenûbdan i’tibâren, kıblenin şarkında bulunan<br />

yerlerde garba, garbında bulunan yerlerde şarka, K açısı kadar dönülür. Bu<br />

düstûr ile bulunan K, garba dönülecek mahallerde (–), şarka dönülecek mahallerde<br />

(+) çıkmalıdır. Hesâb netîcesi bunun tersi çıkarsa, (+180°) veyâ (–180°) ilâve<br />

edilerek kıble açısı bulunur. Meselâ, t=67°, a=25° olan Karachi için CASIO hesâb<br />

makinesinde şu düğmelere basılır:<br />

39.83 – 67 = cos æ 25 sin – 25 cos æ 0.3925 = Min 39.83 – 67 = sin ÷ MR = INV<br />

tan Kıble zâviyesi [açısı] –87° 27 dakîka bulunur.<br />

İstanbul için +28 derece 21 dakîka [kısacası 29°] bulunmakdadır. Kat’î ve (takrîbî)<br />

olarak hesâb edilen ba’zı K’lar aşağıdadır. Son üç değer simetrik üsûl ile bulunmuşdur.<br />

Münih: 50° (47°), Londra: 61° (52°), Basel: 56° (50°), Frankfurt: 52°<br />

(47°), Tokyo: 113° (130°), New York: 122° (134°), Kumasi: 115° (125°).<br />

2- İstanbulda, kıble sâati ile kıble istikâmeti şöyle bulunur: 170.ci sahîfede sağdaki<br />

şeklde B noktası, CŞ kıble hattının bir AB meyl dâiresini dik kesdiği noktadır. ABŞ<br />

dik kürevî müsellesde, Napier müsâvâtına göre, cos (90-a) = cotan i æ cotan K dır.<br />

Dâimâ tan A æ cotan A=1 olduğu için, sin a = (1 / tan i) æ (1 / tan K) dır. Buradan<br />

tan i = 1 / (sin a æ tan K) olur. Meselâ 2 şubat günü için Privileg hesâb makinasında<br />

E/C 1÷41 sin ÷ 28.21 µ tan = arc tan düğmelerine basınca, i=70,5 derece bulunur.<br />

İstanbul için, dâimâ i=70,5 derecedir. ABC dik kürevî müsellesinde de, cos<br />

(i+H)= tan ∞ æ cot d dir. ABŞ müsellesinde, cos i= tan a æ cot d olduğundan, cot d<br />

= cos i / tan a olup, cos (i+H)= tan ∞ æ cos i ÷ tan a olur. E/C 16.58 µ +/– tan æ<br />

70,5 cos ÷ 41 tan=arc cos – 70,5 =÷15= ¥ düğmelerine basınca, H fadl–ı dâir zemânı,<br />

ya’nî CZ kavsi için 1 sâ. 45 dakîka bulunur. Kedûsînin Rub’-ı dâire hâşiyesinde<br />

diyor ki, (Ayârlanmış mürî, kıble hattına getirilince, haytın kavs-i irtifâ’da rastladığı<br />

derecenin temâmîsi, İstanbulda Kıble sâati vaktinin fadl-ı dâir derecesi olur.<br />

15’e bölünce, fadl-i dâir sâati olur). Fadl-ı dâir sâatini 12 den çıkarıp, tâdil-i zemân<br />

ve tûl farkını hesâba katarak güneşin kıble hizâsında bulunduğu andaki (Kıble<br />

Vakti) veyâ (Kıble sâati) hergün için, müşterek sâate göre hesâb edilir. Misâlimizde<br />

10 sâ. 33 dak. olur. Ezânî zuhr vaktinden Fadl-ı dâir ve bir Temkin çıkarılınca, ezânî<br />

Kıble sâati 5 sâ. 6 dak. olur. Bu anda güneşe dönülürse kıbleye dönülmüş olur. Kıble,<br />

cenûbun şarkında ise, güneş de şarkda, ya’nî öğleden evvel olup, vakt düstûrundaki<br />

H nin (-) olması îcâb eder. ∞ = meyl-i şemsdir. ∞ = a´ = 21.43° olunca, güneş senede<br />

iki kerre tam Kâ’benin üstüne gelir. Bu günlerde, bütün dünyâda bu ânda (kıble<br />

sâati vaktinde), güneşe dönen kıbleye dönmüş olur.<br />

Ahmed Ziyâ Beğ, tûl ve arz derecelerini biraz büyük alıp, hesâbı logaritme cedveli<br />

ile yaparak, İstanbul için yaklaşık K=29 derece bulmuşdur. İstanbulda, Kandilli<br />

iskelesindeki câmi’ tekrâr yapılırken, mihrâbı bu düstûr ile hesâb edilmişdir.<br />

Pusula (kıble nümâ) ile, cenûb cihetini bulup, bundan otuzbir derece şarka dönülürse,<br />

İstanbulda kıbleye dönülmüş olur. Fekat pusulanın ibresi magnetik kutubları<br />

göstermekdedir. Bunlar ise erd küresinin ekseninin kutubları değildir. Magnetik<br />

kutubların yeri de zemânla değişmekdedir. Altıyüz sene kadar bir zemânda, hakîkî<br />

kutublar etrâfında bir devr yapmakdadır. Bir şehrde pusula doğrultusu ile hakîkî<br />

kutub doğrultusu arasındaki zâviyeye (Sapma açısı) denir. Her yerin sapma açısı<br />

başkadır. Şimâlden şarka (+) veyâ garba (–) doğru pusula ibresinin 30° sapdığı meskün<br />

mahaller vardır. Bir yerin sapma açısı da, her sene değişmekdedir. O hâlde, bir<br />

yerde cihet, pusula ile bulunursa, kıble açısına, sapma açısını eklemek veyâ çıkarmak<br />

lâzımdır. İstanbulun sapma açısı takrîben + 3° dir. Bunun için, İstanbulda pusula ile<br />

– 171 –


anlaşılan cenûb cihetinden: 28° + 3° = 31° şarka dönünce, kıbleye dönülmüş olur.<br />

Cenûb ciheti, kutub yıldızı ile veyâ sâat ile yâhud yere çizilen (Nısf-ün-nehâr)<br />

hattı ile bulunursa, kıble açısına sapma açısını eklemek lâzım olmaz. İstanbulda<br />

cenûbdan 29 derece şarka dönülerek, kıble ciheti bulunur. Bunun için sâatımızı masa<br />

üzerine koyup, altı sayısı cenûba çevrilir. Yelkovan beş üzerine getirilince,<br />

kıbleyi gösterir.<br />

Hastalık ve düşman, hırsız korkusu veyâ yanlış bulmak ile, kıbleden ayrılmak<br />

farz nemâzlarda da, câiz ise de, vapurda, trende kıbleye dönmek şartdır.<br />

Müsâfir, vapurda ve trende, farz nemâza, kıbleye karşı durup, secde yeri yanına<br />

pusula koymalı. Vapur ve tren döndükce, kendisi kıbleye karşı dönmelidir.<br />

Yâhud başka birisi, sağa sola döndürmelidir. Nemâzda göğsü kıbleden ayrılırsa, nemâzı<br />

bozulur. Çünki, vapur, tren, ev gibidir. Hayvan gibi değildir. Otobüsde, trende,<br />

dalgalı denizde kıbleye dönemiyenlerin, farz nemâzları câiz olmıyacağından, bunlar,<br />

yolda oldukları müddetçe şâfi’î mezhebini taklîd ederek, öğle ile ikindiyi ve akşam<br />

ile yatsıyı cem’ edebilir. Hanefî mezhebinde olan, yolda kıbleye dönemiyecek<br />

ise, yola çıkdıkdan sonra, gündüz bir yerde durduğu zemân, öğle vaktinde öğleyi<br />

kılınca, hemen ikindiyi de kılmalı, gece durulduğu zemân, yatsı vaktinde akşamı ve<br />

sonra yatsıyı bir arada kılmalı ve bu dört nemâza niyyet ederken (Şâfi’î mezhebini<br />

taklîd ederek edâ ediyorum) diye niyyet etmelidir. Şâfi’î ve mâlikî mezhebine göre,<br />

giriş ve çıkış günlerinden başka üç günden ziyâde kalmağa niyyet etdiği bir yere<br />

girince, yâhud dört günden önce biteceğini sandığı işi için gitdiği yerde onsekiz<br />

günden çok kalınca mukîm olur. Buradan çıkınca, 80 kilometreye gitmeğe niyyet<br />

etmedikçe, seferî olmaz. (Fetâvâ-i fıkhiyye)de buyuruyor ki, (Seferde, ikindi ile cem’<br />

ederek kılmak için, öğleyi gecikdirse, öğle vakti çıkdıkdan sonra, mukîm olsa, önce<br />

öğle nemâzını kazâ eder. Öğleyi kazâya bırakdığı için günâha girmez.) Dişinde<br />

kaplama veyâ dolgu olduğu için mâlikî veyâ şâfi’î mezhebini taklîd eden, üç günden<br />

çok ve onbeş günden az kaldığı yerde, farzları kasr etmemeli, dört rek’at kılmalıdır.<br />

Kasr ederse, iki rek’at kıldığı farzları mâlikî ve şâfi’î mezhebine göre sahîh<br />

olmaz. Dört rek’at kılarsa, hanefîde mekrûh olur ise de, sahîh olur. Derisi, yabancı<br />

kadına değince veyâ nemâzda abdesti bozulunca, mâlikî mezhebine göre, nemâzının<br />

sahîh olması da, böyledir. Bu kimsenin, seferî olarak kaldığı yerde, harac<br />

olmadan, nemâzlarını cem’ edemiyeceği 54. cü madde sonunda bildirilmişdir.<br />

Ramezân-ı şerîfin başlamasını hesâb ile, takvîm ile önceden anlamak câiz olmaz<br />

ise de, kıbleyi hesâb ile, kutup yıldızı [pusula] ile ve nemâz vaktlerini astronomik<br />

hesâblarla hâzırlanan takvîmden anlamak câizdir. Çünki hesâb ve âlet ile, temâm<br />

bulunmasa da, çok zan elde edilir. Kıble ve nemâz vaktleri, fazla zan ile kabûl<br />

olur.<br />

Mihrâb bulunmıyan, hesâb, yıldız gibi şeylerle de anlaşılamıyan yerlerde, kıbleyi<br />

bilen, sâlih müslimânlara sormak lâzımdır. Kâfire, fâsıka ve çocuklara sorulmaz.<br />

Kâfire, fâsıka, mu’âmelâtda inanılırsa da, diyânâtda [ya’nî ibâdetlerde] inanılmaz.<br />

Kıbleyi bilen kimseyi aramağa, lüzûm yokdur. Kendisi araşdırır. Karâr verdiği<br />

cihete doğru kılar. Sonradan, yanlış olduğunu anlarsa, nemâzı iâde etmez.<br />

Kıble, Kâ’benin binâsı değildir, arsasıdır. Ya’nî yerden Arşa kadar, o boşluk kıbledir.<br />

Bunun için kuyu [deniz] dibinde, yüksek dağların tepesinde [tayyârede], bu<br />

cihete doğru kılınabilir. [Hâcı olmak için de, Kâ’benin binâsına değil, o arsaya gidilir.<br />

Başka yerlere giden, hâcı olamaz.]<br />

İbni Hacer-i Mekkî hazretleri (Fetâvâ-i fıkhiyye)de buyuruyor ki, (Kâ’benin binâsını,<br />

şimdiki şeklinden değişdirmek câiz değildir, harâmdır. Bugünkü binâyı Haccâc<br />

yapmışdır. Halîfe Hârûn-ür-Reşîd, bunu değişdirip, Abdüllah ibni Zübeyrin<br />

yapdırdığı doğru şekli vermek istedikde, imâm-ı Mâlik “rahmetullahi teâlâ aleyh”<br />

mâni’ oldu. Şimdiden sonra, değişdiren olursa, fitne çıkmamak ve eski binâyı zedelememek<br />

şartı ile yapılan değişiklikleri yıkmak vâcibdir. Yoksa vâcib olmaz).<br />

– 172 –


Hastalık sebebi, malın çalınmak tehlükesi ile veyâ gemide batmağa sebeb olursa<br />

veyâ yırtıcı hayvan, düşman görmek tehlükesi varsa veyâ hayvânından inince,<br />

yardımcısız binemiyecek ise ve hayvânı kıbleye karşı durdurunca, arkadaşlar<br />

beklemez ise, iki nemâzı cem’ eder. Cem’ edemezse, farzı da gücü yetdiği tarafa<br />

doğru kılar ve iâde etmez. Çünki, bu özrlere kendisi sebeb olmamış, semâvî, ya’nî<br />

gayr-i ihtiyârî olmuşdur. Kıble cihetini bilmiyen kimse, mihrâba bakmadan, bilene<br />

sormadan, kendi araşdırmadan kılarsa, kıbleye rastlamış olsa bile, nemâzı kabûl<br />

olmaz. Fekat, rastlamış olduğunu, nemâzdan sonra öğrenirse kabûl olur. Nemâz<br />

arasında öğrenirse kabûl olmaz. Kıbleyi araşdırıp da, karâr verdiği cihete kılmazsa,<br />

rastladığını anlasa bile, tekrâr kılması lâzım olur. Bunun gibi, abdestsiz olduğunu<br />

veyâ elbisesinin necs olduğunu veyâ vakt girmediğini sanarak kılan ve sonra<br />

bu zannının doğru olmadığını anlıyan, tekrâr kılar.<br />

[Kıble cihetini anlamak için, güneş gören bir yere bir çubuk dikilir. Yâhud, bir<br />

ipin ucuna anahtar, taş gibi birşey bağlanıp sarkıtılır. O günkü takvîm yaprağında<br />

yazılı (Kıble sâati) vaktinde, çubuğun, ipin gölgeleri, kıble istikâmetini, güneşin<br />

bulunduğu yer de, kıble cihetini gösterir. Güneş, gölgenin kıble tarafındadır.]<br />

Aşkın aldı benden beni,<br />

seviyorum Rabbim seni!<br />

Senin sevgin, pek tatlıymış,<br />

seviyorum Rabbim seni!<br />

Ne varlığa sevinirim,<br />

ne yokluğa yerinirim.<br />

Aşkın ile zevklenirim,<br />

seviyorum Rabbim seni!<br />

Emretdin ibâdetleri,<br />

medhetdin iyi hâlleri,<br />

verdin sonsuz ni’metleri,<br />

seviyorum Rabbim seni!<br />

Ne nankör nefsim var aceb,<br />

zevkı için, bana kıyar hep!<br />

Ben hakîkî zevki buldum,<br />

seviyorum Rabbim seni!<br />

İbâdeti güzel yapmak,<br />

dünyâ için de çalışmak,<br />

gece gündüz işim, çünki,<br />

seviyorum Rabbim seni!<br />

Sevmek lâfla olmaz <strong>Hilmi</strong>,<br />

Rabbin, çalışınız dedi.<br />

Hâlinden de anlaşılsın;<br />

seviyorum Rabbim seni!<br />

İslâm düşmanları nice,<br />

çatıyor dîne sinsice.<br />

Durursan, doğru mu olur,<br />

seviyorum Rabbim seni!<br />

Âşık tenbel oturur mu?<br />

Ma’şûka toz kondurur mu?<br />

Düşmanı susdur da, söyle:<br />

Seviyorum Rabbim seni!<br />

– 173 –


Muhtelif arz ve tûl derecelerindeki mahallerin kıble açıları<br />

– 174 –<br />

T û l d e r e c e l e r i<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

180<br />

175<br />

175<br />

175<br />

175<br />

175<br />

175<br />

175<br />

175<br />

175<br />

175<br />

175<br />

175<br />

175<br />

175<br />

175<br />

175<br />

175<br />

176<br />

175<br />

174<br />

174<br />

174<br />

174<br />

174<br />

174<br />

173<br />

173<br />

173<br />

173<br />

172<br />

172<br />

172<br />

171<br />

171<br />

170<br />

170<br />

169<br />

168<br />

170<br />

170<br />

171<br />

171<br />

171<br />

171<br />

171<br />

170<br />

170<br />

170<br />

170<br />

170<br />

170<br />

170<br />

170<br />

170<br />

170<br />

169<br />

169<br />

169<br />

169<br />

169<br />

168<br />

168<br />

168<br />

167<br />

167<br />

166<br />

166<br />

165<br />

165<br />

164<br />

163<br />

162<br />

161<br />

160<br />

159<br />

158<br />

165<br />

166<br />

166<br />

166<br />

166<br />

166<br />

166<br />

166<br />

166<br />

166<br />

166<br />

165<br />

165<br />

165<br />

165<br />

165<br />

165<br />

164<br />

164<br />

164<br />

164<br />

163<br />

163<br />

162<br />

162<br />

161<br />

161<br />

160<br />

159<br />

159<br />

158<br />

157<br />

156<br />

155<br />

153<br />

152<br />

150<br />

148<br />

161<br />

161<br />

161<br />

161<br />

161<br />

161<br />

161<br />

161<br />

161<br />

161<br />

161<br />

161<br />

161<br />

160<br />

160<br />

160<br />

160<br />

159<br />

159<br />

159<br />

158<br />

158<br />

157<br />

157<br />

156<br />

156<br />

155<br />

154<br />

153<br />

153<br />

152<br />

150<br />

149<br />

148<br />

146<br />

145<br />

143<br />

141<br />

156<br />

157<br />

157<br />

157<br />

157<br />

157<br />

157<br />

157<br />

157<br />

156<br />

156<br />

156<br />

156<br />

156<br />

156<br />

155<br />

155<br />

155<br />

154<br />

154<br />

153<br />

153<br />

152<br />

152<br />

151<br />

150<br />

150<br />

149<br />

148<br />

147<br />

146<br />

145<br />

143<br />

142<br />

140<br />

139<br />

137<br />

135<br />

151<br />

152<br />

152<br />

152<br />

152<br />

152<br />

152<br />

152<br />

152<br />

152<br />

152<br />

152<br />

151<br />

151<br />

151<br />

151<br />

150<br />

150<br />

150<br />

149<br />

149<br />

148<br />

148<br />

147<br />

146<br />

146<br />

145<br />

144<br />

143<br />

142<br />

141<br />

140<br />

138<br />

137<br />

135<br />

134<br />

132<br />

130<br />

146<br />

147<br />

147<br />

147<br />

148<br />

148<br />

148<br />

148<br />

148<br />

147<br />

147<br />

147<br />

147<br />

147<br />

147<br />

146<br />

146<br />

146<br />

145<br />

145<br />

144<br />

144<br />

143<br />

142<br />

142<br />

141<br />

140<br />

139<br />

138<br />

137<br />

136<br />

135<br />

134<br />

133<br />

131<br />

130<br />

128<br />

126<br />

141<br />

143<br />

143<br />

143<br />

143<br />

143<br />

143<br />

143<br />

143<br />

143<br />

143<br />

143<br />

143<br />

142<br />

142<br />

142<br />

142<br />

141<br />

141<br />

140<br />

140<br />

139<br />

139<br />

138<br />

138<br />

137<br />

136<br />

135<br />

134<br />

133<br />

132<br />

131<br />

130<br />

129<br />

128<br />

126<br />

125<br />

123<br />

136<br />

138<br />

138<br />

138<br />

138<br />

139<br />

139<br />

139<br />

139<br />

139<br />

139<br />

138<br />

138<br />

138<br />

138<br />

138<br />

137<br />

137<br />

137<br />

136<br />

136<br />

135<br />

135<br />

134<br />

134<br />

133<br />

132<br />

132<br />

131<br />

130<br />

129<br />

128<br />

127<br />

126<br />

124<br />

123<br />

122<br />

120<br />

131<br />

133<br />

134<br />

134<br />

134<br />

134<br />

134<br />

134<br />

134<br />

134<br />

134<br />

134<br />

134<br />

134<br />

134<br />

134<br />

133<br />

133<br />

133<br />

133<br />

132<br />

132<br />

131<br />

131<br />

130<br />

130<br />

129<br />

128<br />

127<br />

127<br />

126<br />

125<br />

124<br />

123<br />

122<br />

121<br />

120<br />

118<br />

127<br />

129<br />

129<br />

129<br />

130<br />

130<br />

130<br />

130<br />

130<br />

130<br />

130<br />

130<br />

130<br />

130<br />

130<br />

130<br />

130<br />

129<br />

129<br />

129<br />

129<br />

128<br />

128<br />

127<br />

127<br />

126<br />

126<br />

125<br />

125<br />

124<br />

123<br />

122<br />

121<br />

121<br />

120<br />

119<br />

118<br />

117<br />

122<br />

124<br />

124<br />

125<br />

125<br />

125<br />

126<br />

126<br />

126<br />

126<br />

126<br />

126<br />

126<br />

126<br />

126<br />

126<br />

126<br />

126<br />

126<br />

125<br />

125<br />

125<br />

125<br />

124<br />

124<br />

123<br />

123<br />

122<br />

122<br />

121<br />

121<br />

120<br />

119<br />

119<br />

118<br />

117<br />

116<br />

115<br />

117<br />

119<br />

120<br />

120<br />

121<br />

121<br />

121<br />

121<br />

122<br />

122<br />

122<br />

122<br />

122<br />

122<br />

122<br />

122<br />

122<br />

122<br />

122<br />

122<br />

122<br />

122<br />

121<br />

121<br />

121<br />

121<br />

120<br />

120<br />

119<br />

119<br />

119<br />

118<br />

117<br />

117<br />

116<br />

116<br />

115<br />

114<br />

112<br />

115<br />

115<br />

116<br />

116<br />

117<br />

117<br />

117<br />

118<br />

118<br />

118<br />

118<br />

118<br />

119<br />

119<br />

119<br />

119<br />

119<br />

119<br />

119<br />

119<br />

119<br />

119<br />

118<br />

118<br />

118<br />

118<br />

118<br />

117<br />

117<br />

117<br />

116<br />

116<br />

115<br />

115<br />

114<br />

114<br />

113<br />

107<br />

110<br />

111<br />

111<br />

112<br />

112<br />

113<br />

113<br />

113<br />

114<br />

114<br />

114<br />

115<br />

115<br />

115<br />

115<br />

115<br />

116<br />

116<br />

116<br />

116<br />

116<br />

116<br />

116<br />

116<br />

116<br />

116<br />

115<br />

115<br />

115<br />

115<br />

115<br />

114<br />

114<br />

114<br />

113<br />

113<br />

113<br />

102<br />

105<br />

106<br />

107<br />

107<br />

108<br />

108<br />

109<br />

109<br />

110<br />

110<br />

111<br />

111<br />

111<br />

112<br />

112<br />

112<br />

112<br />

113<br />

113<br />

113<br />

113<br />

113<br />

113<br />

113<br />

113<br />

113<br />

113<br />

113<br />

113<br />

113<br />

113<br />

113<br />

113<br />

113<br />

113<br />

112<br />

112<br />

97<br />

101<br />

101<br />

102<br />

103<br />

103<br />

104<br />

105<br />

105<br />

106<br />

106<br />

107<br />

107<br />

108<br />

108<br />

108<br />

109<br />

109<br />

110<br />

110<br />

110<br />

111<br />

111<br />

111<br />

111<br />

111<br />

112<br />

112<br />

112<br />

112<br />

112<br />

112<br />

112<br />

112<br />

112<br />

112<br />

112<br />

112<br />

84<br />

74<br />

72<br />

70<br />

68<br />

66<br />

64<br />

62<br />

60<br />

58<br />

56<br />

54<br />

52<br />

50<br />

48<br />

46<br />

44<br />

42<br />

40<br />

38<br />

36<br />

34<br />

32<br />

30<br />

28<br />

26<br />

24<br />

22<br />

20<br />

18<br />

16<br />

14<br />

12<br />

10<br />

8<br />

6<br />

4<br />

2<br />

40<br />

35<br />

45<br />

30<br />

50<br />

25<br />

55<br />

20<br />

60<br />

15<br />

65<br />

10<br />

70<br />

5<br />

75<br />

0<br />

80<br />

5<br />

85<br />

10<br />

90<br />

15<br />

95<br />

20<br />

100<br />

25<br />

105<br />

30<br />

110<br />

35<br />

115<br />

40<br />

120<br />

45<br />

125<br />

50<br />

130<br />

55<br />

135<br />

60<br />

140<br />

65<br />

145<br />

70<br />

150<br />

75<br />

155<br />

80<br />

160<br />

85<br />

165<br />

90<br />

170<br />

95<br />

175<br />

100<br />

180<br />

105<br />

175<br />

110<br />

170<br />

115<br />

165<br />

120<br />

160<br />

125<br />

155<br />

130<br />

150<br />

135<br />

145<br />

140<br />

140<br />

145<br />

135<br />

150<br />

130<br />

155<br />

125<br />

160<br />

120<br />

165<br />

115<br />

170<br />

110<br />

175<br />

105<br />

180<br />

100<br />

175<br />

95<br />

170<br />

90<br />

165<br />

85<br />

160<br />

80<br />

155<br />

75<br />

150<br />

70<br />

145<br />

65<br />

140<br />

60<br />

135<br />

55 Arz 130<br />

50<br />

125<br />

45<br />

120<br />

40<br />

115<br />

35<br />

110<br />

30<br />

105<br />

25<br />

100<br />

20<br />

95<br />

15<br />

90<br />

10<br />

85<br />

5<br />

80<br />

0<br />

75<br />

5<br />

70<br />

10<br />

65<br />

15<br />

60<br />

20<br />

55<br />

25<br />

50<br />

30<br />

45<br />

35<br />

40<br />

92<br />

96<br />

97<br />

97<br />

98<br />

99<br />

100<br />

100<br />

101<br />

102<br />

102<br />

103<br />

103<br />

104<br />

105<br />

105<br />

106<br />

106<br />

107<br />

107<br />

108<br />

108<br />

108<br />

109<br />

109<br />

109<br />

110<br />

110<br />

110<br />

110<br />

111<br />

111<br />

111<br />

111<br />

111<br />

111<br />

111<br />

111<br />

87<br />

91<br />

92<br />

93<br />

94<br />

94<br />

95<br />

96<br />

97<br />

98<br />

98<br />

99<br />

100<br />

100<br />

101<br />

102<br />

102<br />

103<br />

104<br />

104<br />

105<br />

105<br />

106<br />

106<br />

107<br />

107<br />

108<br />

108<br />

109<br />

109<br />

109<br />

110<br />

110<br />

110<br />

111<br />

111<br />

111<br />

111<br />

82<br />

86<br />

87<br />

88<br />

89<br />

90<br />

91<br />

92<br />

93<br />

93<br />

94<br />

95<br />

96<br />

97<br />

98<br />

98<br />

99<br />

100<br />

101<br />

102<br />

102<br />

103<br />

104<br />

104<br />

105<br />

106<br />

106<br />

107<br />

107<br />

108<br />

108<br />

109<br />

109<br />

110<br />

110<br />

111<br />

111<br />

111<br />

77<br />

82<br />

82<br />

83<br />

84<br />

85<br />

86<br />

87<br />

88<br />

89<br />

90<br />

91<br />

92<br />

93<br />

94<br />

95<br />

96<br />

97<br />

98<br />

99<br />

100<br />

101<br />

101<br />

102<br />

103<br />

104<br />

105<br />

105<br />

106<br />

107<br />

108<br />

108<br />

109<br />

109<br />

110<br />

111<br />

111<br />

112<br />

72<br />

77<br />

78<br />

79<br />

80<br />

81<br />

82<br />

83<br />

84<br />

85<br />

86<br />

87<br />

88<br />

89<br />

90<br />

92<br />

93<br />

94<br />

95<br />

96<br />

97<br />

98<br />

99<br />

100<br />

101<br />

102<br />

103<br />

104<br />

105<br />

106<br />

107<br />

108<br />

108<br />

109<br />

110<br />

111<br />

111<br />

112<br />

67<br />

72<br />

73<br />

74<br />

75<br />

76<br />

77<br />

78<br />

79<br />

80<br />

82<br />

83<br />

84<br />

85<br />

87<br />

88<br />

89<br />

90<br />

92<br />

93<br />

94<br />

96<br />

97<br />

98<br />

99<br />

100<br />

102<br />

103<br />

104<br />

105<br />

106<br />

107<br />

108<br />

109<br />

110<br />

111<br />

112<br />

113<br />

62<br />

67<br />

68<br />

69<br />

70<br />

71<br />

72<br />

73<br />

75<br />

76<br />

77<br />

79<br />

80<br />

81<br />

83<br />

84<br />

86<br />

87<br />

89<br />

90<br />

91<br />

93<br />

94<br />

96<br />

97<br />

99<br />

100<br />

101<br />

103<br />

104<br />

105<br />

107<br />

108<br />

109<br />

110<br />

111<br />

112<br />

113<br />

57<br />

61<br />

62<br />

64<br />

65<br />

66<br />

67<br />

68<br />

70<br />

71<br />

72<br />

74<br />

75<br />

77<br />

79<br />

80<br />

82<br />

83<br />

85<br />

87<br />

89<br />

90<br />

92<br />

94<br />

95<br />

97<br />

99<br />

100<br />

102<br />

103<br />

105<br />

106<br />

108<br />

109<br />

111<br />

112<br />

113<br />

114<br />

52<br />

56<br />

57<br />

58<br />

59<br />

61<br />

62<br />

63<br />

65<br />

66<br />

68<br />

69<br />

71<br />

72<br />

74<br />

76<br />

78<br />

80<br />

82<br />

83<br />

85<br />

87<br />

89<br />

91<br />

93<br />

95<br />

97<br />

99<br />

101<br />

103<br />

105<br />

106<br />

108<br />

110<br />

111<br />

113<br />

114<br />

116<br />

47<br />

51<br />

52<br />

53<br />

54<br />

55<br />

57<br />

58<br />

59<br />

61<br />

62<br />

64<br />

66<br />

68<br />

69<br />

71<br />

73<br />

75<br />

78<br />

80<br />

82<br />

84<br />

87<br />

89<br />

91<br />

93<br />

96<br />

98<br />

100<br />

102<br />

104<br />

107<br />

109<br />

110<br />

112<br />

114<br />

116<br />

118<br />

42<br />

45<br />

46<br />

47<br />

49<br />

50<br />

51<br />

52<br />

54<br />

55<br />

57<br />

59<br />

60<br />

62<br />

64<br />

66<br />

69<br />

71<br />

73<br />

76<br />

78<br />

81<br />

83<br />

86<br />

89<br />

91<br />

94<br />

97<br />

99<br />

102<br />

105<br />

107<br />

109<br />

112<br />

114<br />

116<br />

118<br />

120<br />

36<br />

40<br />

41<br />

42<br />

43<br />

44<br />

45<br />

47<br />

48<br />

49<br />

51<br />

53<br />

55<br />

57<br />

59<br />

61<br />

63<br />

66<br />

68<br />

71<br />

74<br />

77<br />

80<br />

83<br />

86<br />

89<br />

92<br />

96<br />

99<br />

102<br />

105<br />

108<br />

110<br />

113<br />

116<br />

118<br />

120<br />

122<br />

31<br />

34<br />

35<br />

36<br />

37<br />

38<br />

39<br />

41<br />

42<br />

43<br />

45<br />

47<br />

48<br />

50<br />

52<br />

55<br />

57<br />

60<br />

63<br />

66<br />

69<br />

72<br />

76<br />

79<br />

83<br />

87<br />

91<br />

94<br />

98<br />

102<br />

106<br />

109<br />

112<br />

115<br />

118<br />

121<br />

124<br />

126<br />

26<br />

29<br />

30<br />

30<br />

31<br />

32<br />

33<br />

34<br />

35<br />

37<br />

38<br />

40<br />

42<br />

43<br />

46<br />

48<br />

50<br />

53<br />

56<br />

59<br />

63<br />

67<br />

71<br />

75<br />

79<br />

84<br />

89<br />

93<br />

98<br />

102<br />

107<br />

111<br />

115<br />

119<br />

122<br />

125<br />

128<br />

131<br />

21<br />

23<br />

24<br />

24<br />

25<br />

26<br />

27<br />

28<br />

29<br />

30<br />

31<br />

33<br />

34<br />

36<br />

38<br />

40<br />

42<br />

45<br />

48<br />

52<br />

55<br />

59<br />

64<br />

69<br />

74<br />

80<br />

86<br />

92<br />

98<br />

104<br />

109<br />

114<br />

119<br />

123<br />

127<br />

131<br />

134<br />

137<br />

16<br />

17<br />

18<br />

18<br />

19<br />

19<br />

20<br />

21<br />

22<br />

23<br />

24<br />

25<br />

26<br />

28<br />

29<br />

31<br />

33<br />

36<br />

39<br />

42<br />

46<br />

50<br />

55<br />

61<br />

67<br />

75<br />

82<br />

90<br />

99<br />

106<br />

113<br />

120<br />

126<br />

131<br />

135<br />

139<br />

142<br />

144<br />

10<br />

12<br />

12<br />

12<br />

13<br />

13<br />

13<br />

14<br />

15<br />

15<br />

16<br />

17<br />

18<br />

19<br />

20<br />

21<br />

23<br />

25<br />

27<br />

30<br />

33<br />

37<br />

42<br />

48<br />

56<br />

65<br />

76<br />

88<br />

101<br />

112<br />

122<br />

130<br />

136<br />

142<br />

146<br />

149<br />

152<br />

154<br />

5<br />

6<br />

6<br />

6<br />

6<br />

6<br />

7<br />

7<br />

7<br />

8<br />

8<br />

8<br />

9<br />

9<br />

10<br />

11<br />

12<br />

13<br />

14<br />

15<br />

17<br />

20<br />

23<br />

28<br />

35<br />

45<br />

61<br />

84<br />

108<br />

128<br />

141<br />

149<br />

155<br />

158<br />

161<br />

164<br />

165<br />

167<br />

0<br />

0<br />

0<br />

0<br />

0<br />

0<br />

0<br />

0<br />

0<br />

0<br />

0<br />

0<br />

0<br />

0<br />

0<br />

0<br />

0<br />

0<br />

0<br />

1<br />

1<br />

1<br />

1<br />

1<br />

1<br />

2<br />

4<br />

16<br />

174<br />

177<br />

178<br />

179<br />

179<br />

179<br />

179<br />

179<br />

179<br />

180<br />

1<br />

2<br />

3<br />

4<br />

Bu cedvelde tûl dereceleri 5’er derece ara ile cedvelin üstüne ve altına, arz dereceleri de<br />

2’şer derece ara ile cedvelin ortasına yukarıdan aşağıya doğru yazılmışdır. Tûl derecelerinden<br />

altı çizili olanlar garbî (–), diğerleri şarkî (+) dır. Şimâl yarım küresinde bulunan mahaller<br />

için birinci ve ikinci sıradaki tûl dereceleri, cenûb yarım küresinde bulunan mahaller<br />

için ise 3.cü ve 4.cü sıradaki tûl dereceleri kullanılır. Kıble açısı aranılan mahallin tûl derecesinin<br />

bulunduğu sütûn ile bu mahallin arz derecesinin bulunduğu satırın kesişdiği yerdeki<br />

rakam, bu mahallin kıble açısı derecesidir. Birinci ve dördüncü sıradaki tûl dereceleri<br />

için mahallin cenûbundan garbına, ikinci ve üçüncü sıradaki tûl dereceleri için ise cenûbundan<br />

şarkına kıble açısı kadar dönülünce kıbleye dönülmüş olur. Bu açılar güneş veyâ<br />

kutub yıldızı ile anlaşılan coğrafi cenûb istikâmetinden olup, pusula ile ölçmelerde sapma<br />

açısını da hesâba katmak îcâb eder.


60 — NEMÂZ VAKTLERİ<br />

(Mukaddimet-üs-salât), (Tefsîr-i Mazherî) ve (Halebî-yi kebîr)deki hadîs-i şerîfde<br />

buyuruldu ki: (Cebrâîl aleyhisselâm Kâ’be kapısı yanında iki gün bana imâm oldu.<br />

İkimiz, fecr doğarken sabâh nemâzını, güneş tepeden ayrılırken öğleyi, herşeyin<br />

gölgesi kendi boyu uzayınca ikindiyi, güneş batarken [üst kenârı gaybolunca] akşamı<br />

ve şafak kararınca yatsıyı kıldık. İkinci günü de, sabâh nemâzını, hava aydınlanınca;<br />

öğleyi, herşeyin gölgesi kendi boyunun iki katı uzayınca; ikindiyi, bundan<br />

hemen sonra, akşamı, oruc bozulduğu zemân, yatsıyı gecenin üçde biri olunca kıldık.<br />

Sonra, yâ Muhammed, senin ve geçmiş Peygamberlerin nemâz vaktleri budur.<br />

Ümmetin, beş vakt nemâzın herbirini, bu kıldığımız iki vaktin arasında kılsınlar dedi).<br />

Bu hâdise, mi’râcın ertesi günü, hicretden iki sene evvel, 14 temmuz günü idi.<br />

Kâ’benin irtifâ’ı 12,24 m, meyl-i şems 21 derece 36 dakîka, arz derecesi 21 derece<br />

26 dakîka olduğundan, fey-i zevâl 3,56 cm. idi. Hergün beş kerre nemâz kılınması<br />

emr olundu. Nemâz sayısının beş olduğu, bu hadîs-i şerîfden de anlaşılmakdadır.<br />

Âkıl ve bâlig olan, ya’nî aklı olup, evlenme yaşına gelmiş olan her müslimân erkeğin<br />

ve kadının, hergün beş vakt nemâzı, vaktlerinde kılmaları farzdır. Bir nemâz,<br />

vakti gelmeden önce kılınırsa, sahîh olmaz. Hem de, büyük günâh olur. Nemâzın<br />

sahîh olması için, vaktinde kılmak lâzım olduğu gibi, vaktinde kıldığını bilmek, şübhe<br />

etmemek de farzdır. (Tergîb-üs-salât)daki hadîs-i şerîfde, (Nemâz vaktlerinin<br />

bir evveli vardır. Bir de sonu vardır) buyuruldu. Bir mahalde, bir nemâzın evvel<br />

vakti, güneşin o mahal zâhirî üfk hattından belli bir irtifâ’a geldiği vaktdir.<br />

Üzerinde yaşadığımız (Erd küresi), mihveri (ekseni) etrâfında, boşlukda dönmekdedir.<br />

Bu mihver, Erdin merkezinden geçer ve Erdin sathını (yüzeyini) iki noktada<br />

delen bir doğrudur. Bu iki noktaya (Erdin kutubları) denir. Güneşin ve yıldızların<br />

üzerinde hareket etdikleri zan olunan küreye (Semâ küresi) denir. Güneş<br />

hareket etmez, fekat, Erd küresi döndüğü için, güneş hareket ediyor zan ediyoruz.<br />

Etrâfımıza bakınca yer ile gök, büyük bir dâirenin kavsi üzerinde birleşmiş gibi görünüyor.<br />

Bu dâireye (Üfk-ı zâhirî hattı) denir. Güneş, sabâhları, bu hattın şark tarafından<br />

doğuyor. Semânın ortasına doğru yükseliyor. Öğle vakti, tepeye kadar yükselip,<br />

tekrâr alçalmağa başlıyor. Sonra üfk-ı zâhirî hattının garb tarafında, bir<br />

noktadan batıyor. Üfkdan i’tibâren en yüksek olduğu vakt (zevâl vakti)dir. Bu vakt,<br />

güneşin (üfk-ı zâhirî hattından) olan yüksekliğine, güneşin (Gâye-i irtifâ’ı) denir.<br />

Semâya bakan insana (Râsıd) denir. Râsıdın ayaklarından geçen Erdın yarı çapı<br />

istikâmetine râsıdın (Şâkûlü) denir. Râsıd, yer küresinin hâricinde herhangi bir yükseklikdeki<br />

bir M noktasındadır. ME hattı râsıdın şâkûlüdür. Bu şâkûle dik olan düzlemlere<br />

râsıdın (Üfk düzlemleri) denir.<br />

Altı üfk düzlemi vardır: Sahîfe 180 deki şeklin altındaki yazıyı okuyunuz! 1– Râsıdın<br />

ayaklarından geçen MF (Riyâdî üfk) düzlemi. 2– Yer küresine temâs eden BN<br />

(Hissî üfk) düzlemi. 3– Râsıdın etrâfını çeviren (Zâhirî üfk hattı) dâiresinin (LK dâiresinin)<br />

çizildiği LK düzlemi (Mer’î üfk) düzlemi. 4– Erdin merkezinden geçen<br />

(Hakîkî üfk) düzlemi. 5– Râsıdın bulunduğu yerin en yüksek noktasının zâhirî üfk<br />

hattından geçen P (Şer’î üfk) düzlemidir ki, bu düzlemin yer küresini kesdiği q dâireye<br />

(şer’î üfk hattı) denir. Bu beş düzlem, birbirlerine paraleldir. 6– Râsıdın ayaklarından<br />

geçen üfk-ı hissî düzlemine (Sathî üfuk) denir. Râsıdın bulunduğu yer yükseldikce,<br />

(zâhirî üfk hattı) dâiresi büyür ve hissî üfkdan uzaklaşır. Hakîkî üfka yaklaşır.<br />

Bundan dolayı, bir şehrde, muhtelîf yükseklikler için, bir nemâzın zâhirî muhtelîf<br />

vaktleri olur. Hâlbuki, bir şehrde, bir nemâzın tek bir vakti vardır. Bundan dolayı,<br />

nemâz vaktleri için zâhirî üfk hatları kullanılamaz. Yükseklik ile değişmiyen (Şer’î<br />

üfk) hattından olan şer’î irtifâ’ kullanılır. Her mahallin altı üfkundan üçü için bir nemâzın<br />

birer nemâz vakti vardır: Hakîkî, zâhirî ve şer’î vaktler. Güneşi ve üfku görenler,<br />

güneşin, şer’î üfkdan, nemâz vaktinin irtifâ’ına geldiği şer’î vaktlerde kılar. Gör-<br />

– 175 –


miyenler, hesâb ile bulunan şer’î vaktlerde kılar. Fekat, şer’î üfk hatlarına göre irtifâ’lar,<br />

zâhirî üfk hatlarına göre olan, zâhirî irtifâ’lardan uzundur. Nemâz vaktleri öğleden<br />

sonra oldukları için bu üfklar kullanılamaz. Bu üç vaktden herbirinin riyâdî ve<br />

mer’î kısmları vardır. Riyâdî vaktler, güneşin, irtifâ’ından, hesâb ile bulunur. Mer’î<br />

vaktler, riyâdî vaktlere 8 dakîka 20 sâniye ekliyerek hâsıl olur. Çünki ziyâ, Güneşden<br />

Erda 8 dakîka 20 sâniyede gelmekdedir. Yâhud, güneşin belli irtifâ’a geldiğini<br />

görerek anlaşılır. Riyâdî ve hakîkî vaktlerde nemâz kılınmaz. Bu vaktler, mer’î<br />

vaktlerin bulunmalarına vâsıta olurlar. Tulû’ ve gurûb üfklarının irtifâ’ları sıfırdır.<br />

Zâhirî üfk hatlarının dereceleri, öğleden evvel, güneş doğarken başlar. Öğleden<br />

sonra, hakîkî üfkdan sonra başlar. Şer’î üfk, öğleden evvel, hakîkî üfkdan evvel, öğleden<br />

sonra, hakîkî üfkdan sonradır. Fecr-i sâdık vaktinin irtifâ’ı, dört mezhebde de,<br />

-19 derecedir. Yatsı nemâzı vaktinin başlaması irtifâ’ı, İmâm-ı a’zama göre, -19 derece,<br />

iki imâma ve diğer üç mezhebe göre -17 derecedir. Öğle vaktinin başlaması irtifâ’ı,<br />

gâye irtifâ’ıdır. Gâye irtifâ’ı, arz derecesinin temâmîsi ile meylin cebrî toplamıdır.<br />

Güneşin merkezinin, üfk-ı hakîkîden gâye irtifâ’ına yükseldiği görülünce,<br />

mer’î hakîkî (Zevâl vakti) olur. Öğle ve ikindi vaktlerinin başlaması irtifâ’ları her gün<br />

değişmekdedir. Bu iki irtifâ’ hergün yeniden ta’yîn edilir. Güneşin kenârının, zâhirî<br />

üfuk hattından, nemâzın irtifâ’ derecesine geldiği vakt görülemiyeceği için, fıkh kitâbları<br />

bu mer’î vaktin alâmetlerini, işâretlerini bildirmekdedir. Ya’nî zâhirî nemâz<br />

vaktleri, riyâdî vaktler değil, mer’î vaktlerdir. Semâda bu alâmetleri göremiyenler ve<br />

takvîm hâzırlayanlar, güneşin kenârının öğleden sonra sathî üfuk hatlarına göre<br />

olan irtifâ’lara geldiği riyâdî vaktleri hesâb eder, sâat makineleri bu riyâdî vaktlere<br />

gelince, mer’î vakt olurlar. Nemâzları bu (Mer’î vaktler)inde kılınmış olur.<br />

Hesâb ile, güneşin hakîkî üfukdan irtifâ’ noktasına geldiği riyâdî vaktler bulunmakdadır.<br />

Güneşin bir mer’î vakte geldiği, bu riyâdî vaktden 8 dakîka 20 sâniye<br />

sonra görülür ki, buna (Mer’î vakt) denir. Ya’nî, mer’î vakt riyâdî vaktden 8 dakîka<br />

20 sâniye sonradır. Sâat makinelerinin başlangıçları, ya’nî hakîkî zevâl ve ezânî<br />

gurûb vaktleri, mer’î vaktler olduğu için, sâat makinelerinin gösterdikleri riyâdî<br />

vaktler, mer’i vaktler olmakdadır. Takvîmlere riyâdî vaktler yazıldığı hâlde, sâat<br />

makinelerinde mer’î vaktler hâline dönmekdedirler. Meselâ, hesâb ile bulunan<br />

vakt 3 sâat 15 dakîka ise, bu riyâdî 3 sâat 15 dakîka, sâat makinelerinde 3 sâat 15<br />

dakîka, mer’î vakt olmakdadır. Hesâb ile, önce, güneş merkezinin hakîkî üfka göre<br />

nemâzın irtifâ’ına geldiği (Hakîkî riyâdî vaktler) bulunur. Bunlar, sonra (temkin)<br />

zemânı ile muâmele olunarak, (Şer’î riyâdî vaktler)e çevrilir. Ya’nî, sâat<br />

makinelerinde, riyâdî vakte ayrıca 8 dakîka 20 sâniye ilâve etmek lâzım değildir.<br />

Bir nemâzın hakîkî vakti ile şer’î vakti arasındaki zemân farkına (Temkin) zemânı<br />

denir. Temkin mikdârı her nemâz vakti için takrîben aynıdır.<br />

Bir mahalde, (Sabâh nemâzının vakti), dört mezhebde de, (şer’î gece)nin sonunda<br />

başlar. Ya’nî, (Fecr-i sâdık) denilen beyâzlığın şarkdaki üfk-ı zâhirî hattının bir<br />

noktasında görülmesi ile başlar. Oruc da, bu vaktde başlar. Müneccim başı Ârif beğ<br />

diyor ki, (Fecr-i sâdık, beyâzlık üfuk üzerinde yayıldığı vakt başladığını ve bu vakt<br />

irtifâ’ -18, hattâ -16 derece olduğunu bildiren za’îf kavller de bulunduğu için, sabâh<br />

nemâzını, takvîmde yazılı imsâk vaktinden 15 dakîka sonra kılmak ihtiyâtlı<br />

olur.) Fecr vaktinin irtifâ’ını bulmak için, berrak bir gecede, üfk-ı zâhirî hattına ve<br />

sâatimize bakıp, fecr vakti anlaşılır. Bu vakt, muhtelif irtifâ’lar için, hesâb ile bulunan<br />

vaktlerden hangisine uyarsa, o vaktin hesâbında kullanılan irtifâ’, fecr irtifâ’ı<br />

olur. Şafak irtifâ’ı da böyle bulunur. İslâm âlimleri asrlardan beri, fecr irtifâ’ının<br />

-19 derece olduğunu anlamışlar, diğer rakamların doğru olmadığını bildirmişlerdir.<br />

Avrupalılar, beyâzlığın yayılmasına fecr diyor. Bu fecrin irtifâ’ı -18 derecedir<br />

diyorlar. Müslimânların, din işlerinde, hıristiyanlara ve mezhebsizlere değil, islâm<br />

âlimlerine uyması lâzımdır. Sabâh nemâzının vakti, (Şemsî gece)nin sonunda temâm<br />

olur. Ya’nî, güneşin ön [üst] kenârının, o mahaldeki, üfk-ı zâhirî hattından doğ-<br />

– 176 –


duğu görülünceye kadardır.<br />

(Semâ küresi), merkezinde bir nokta gibi, Erd küresi bulunan ve güneş ile bütün<br />

yıldızlar bunun sathında kabûl edilen büyük bir küredir. Nemâz vaktleri, bu küre sathında<br />

düşünülen (İrtifâ’ kavsleri ) ile hesâb olunur. Erd mihverinin [ekseninin] semâ<br />

küresini kesdiği iki noktaya (Semâ kutbu) denir. İki kutubdan geçen düzlemlere<br />

(Meyl düzlemleri) denir. Bu düzlemlerin semâ küresinde hâsıl etdikleri dâirelere<br />

(Meyl dâireleri) denir. Bir mahallin şâkûlünden geçen düzlemlere(Semt düzlemleri)<br />

denir. Semt düzlemlerinin semâ küresini kesdiklerini düşünürsek, küre sathında<br />

hâsıl etdikleri bu dâirelere, o mahallin (Semt dâiresi=Azimut)leri veyâ (İrtifâ’ dâireleri)<br />

denir. Bir mahallin semt dâireleri, bu mahallin üfuklarını amûd [dik] olarak<br />

keser. Erd küresi üzerindeki bir mahalden, birçok semt düzlemleri ve bir tek meyl<br />

düzlemi geçmekdedir. Bir mahallin şâkûlü ile Erdın mihveri, Erdın merkezinde kesişirler.<br />

Bu iki doğrudan geçen düzlem, bu mahallin hem semt düzlemidir. Hem de,<br />

meyl düzlemidir. Bu düzleme, bu mahallin (Nısf-ün-nehâr) düzlemi denir. Nısf-ünnehâr<br />

düzleminin, semâ küresini kesdiği dâireye, o mahallin (Nısf-ün-nehâr dâiresi<br />

= Meridiyen) denir. Nısf-ün-nehâr sathı, o mahallin üfk-ı hakîkî sathını dik olarak<br />

keser ve üfk-ı hakîkî dâiresini iki müsâvî kısma ayırır. Üfk-ı hakîkî sathını kesdiği<br />

doğruya, o mahallin (Nısf-ün-nehâr hattı) denir. Güneşin merkezinden geçen<br />

semt dâiresinin, bu mahallin hakîkî üfkunu kesdiği semâdaki N noktası ile güneşin<br />

merkezi arasındaki GN kavs [yay] parçasına (Hakîkî irtifâ’ kavsi) denir. Bu kavsin<br />

derecesi, güneşin bu mahalde, o andaki (Hakîkî irtifâ’ı=Altitude)dir. Şems, her an,<br />

başka semt dâirelerinden geçmekdedir. Güneşin bir Z kenârından geçen semt dâiresinin,<br />

bu kenârı kesdiği nokta ile, hissî, mer’î, riyâdî ve hakîkî üfuk düzlemlerini<br />

kesdiği, semâdaki iki nokta arasındaki kavslerine, bu üfuklara nazaran (Zâhirî irtifâ’<br />

kavsi) denir. Bu kavslerin derecesine, güneşin bu üfuklara göre (Zâhirî irtifâ’)ları<br />

denir. Sathî irtifâ’ı, hakîkî irtifâ’ından fazladır. Şemsin, bu üfuklardan aynı irtifâ’da<br />

olduğu vaktler farklıdır. Hakîkî irtifâ’, Erdın merkezinden çıkıp, semâdaki hakîkî<br />

irtifâ’ kavsinin iki ucundan geçen iki yarım doğrunun hâsıl etdiği zâviyenin derecesidir.<br />

Bu iki yarım doğru arasında bulunan ve semâdaki bu kavse muvâzî [paralel]<br />

olan muhtelif uzunluklardaki, sonsuz sayıda kavslerin dereceleri, birbirlerine<br />

müsâvî olup, hepsi hakîkî irtifâ’ derecesi kadardır. Diğer irtifâ’lara müsâvî olan<br />

zâviyeleri hâsıl eden iki yarım doğru, râsıdın bulunduğu mahalden geçen şâkûlün,<br />

üfku kesdiği noktadan çıkarlar. Bu irtifâ’ zâviyelerinin dereceleri de, içlerindeki kavslerin<br />

dereceleri kadardır. Erdın merkezinden geçen ve mihverine amûd olan sonsuz<br />

bir düzleme (Mu’addilün-nehâr=Ekvator düzlemi) denir. Bu ekvator sathının, Erd<br />

küresini kesdiği dâireye (Mu’addilün-nehâr dâiresi=Ekvator) denir. Ekvator sathının<br />

ve ekvator dâiresinin yeri ve istikâmeti sâbitdir, hiç değişmez. İkisi de, Erd küresini,<br />

iki müsâvî yarım küreye ayırır. Güneşin merkezi ile Ekvator sathı arasında<br />

kalan meyl dâiresi kavsinin derecesine (Güneşin meyli) denir. Zâhirî tulû’dan evvel,<br />

zâhirî üfuk hattı üzerindeki beyâzlık, kırmızılıkdan iki irtifâ’ derecesi evvel başlar.<br />

Ya’nî güneş üfk-ı zâhirî hattına 19 derece yaklaşınca başlar. Fetvâ böyledir. Müctehid<br />

olmıyanların, bu fetvâyı değişdirmeğe hakları yokdur. 20 derece yaklaşınca başladığını<br />

bildirenlerin de bulunduğu, İbni Âbidînde ve M.Ârif beğin takvîminde<br />

yazılıdır. Fekat, fetvâya uymıyan ibâdetler, sahîh olmaz.<br />

Güneşin günlük mahrekleri, birbirlerine ve ekvator düzlemine paralel olan, semâ<br />

küresi üzerindeki dâirelerdir. Bu dâirelerin bulundukları düzlemler, Erdin mihverine<br />

ve Nısf-ün-nehâr düzlemine dikdirler. Üfuk düzlemlerini eğik [mâil] olarak<br />

keserler. Ya’nî, güneşin mahreki, üfk-ı zâhirî hattını dik olarak kesmez. Güneşden<br />

geçen semt dâiresi, üfk-ı zâhirî hattına dikdir. Güneşin merkezi, bir mahallin<br />

Nısf-ün-nehâr dâiresi üzerine gelince, merkezinden geçen meyl dâiresi ile o mahaldeki<br />

semt dâiresi aynı olur ve merkezi, hakîkî üfukdan gâye irtifâ’ında olur.<br />

Güneşi görenler için, (Zâhirî zuhr vakti), ya’nî (öğle nemâzının zâhirî vakti), kul-<br />

– 177 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:12


lanılır. Bu mer’î vakt, güneşin arka kenârı zâhirî zevâl mahallinden ayrılırken başlar.<br />

Güneş, her mahallin sathî üfkundan, ya’nî gördüğümüz (Zâhirî üfuk hattından)<br />

doğar. Önce, ön kenârı, sathî üfukdan, ya’nî gördüğümüz (Zâhirî üfuk hattından)<br />

gâye irtifâ’ına gelince, bu yüksekliğe mahsûs olan, semâdaki (Zâhirî zevâl mahalli<br />

dâiresi) ne gelerek, (Zâhirî mer’î zevâl vakti) başlar. Yere amûd [dik] olan bir çubuğun<br />

gölgesinin kısaldığı his edilmez olur. Sonra güneşin merkezi, o mahallin semâdaki<br />

nısf-ün-nehâr [gündüz müddetinin ortası] dâiresine yükselince, ya’nî hakîkî<br />

üfka nazaran, gâye irtifâ’ında olunca, (Hakîkî mer’î zevâl vakti) olur. Bundan sonra,<br />

arka kenârın, o mahallin, üfk-ı sathîsinin garb tarafından gâye irtifâ’ına indiği vakt,<br />

(Zâhirî zevâl vakti) biterek, gölgenin uzamağa başladığı görülür ve (Zâhirî mer’î zuhr<br />

vakti) olur. Güneş, zâhirî zevâl vaktinden hakîkî zevâl vaktine yükselirken ve buradan<br />

zâhirî zevâl vaktinin sonuna alçalırken, güneşin ve gölgenin hareketleri his edilmez.<br />

Çünki mesâfe ve zemân pek azdır. Dahâ sonra, arka kenâr, üfk-ı sathî hattının<br />

garb tarafından gâye irtifâ’ına inince, (Zâhirî mer’î zevâl vakti) temâm olup, (Şer’î<br />

mer’î zuhr vakti) başlar. Bu vakt, hakîkî zevâl vaktinden (Temkin) zemânı sonradır.Çünki,<br />

hakîkî ve şer’î zevâl vaktleri arasındaki zemân farkı, hakîkî ve sathî<br />

üfuklar arasındaki zemân farkı kadar olup, bu da, (Temkin) zemânıdır. Zâhirî<br />

vaktler, çubuğun gölgesinden anlaşılır. Şer’î vaktler, çubuğun gölgesinden anlaşılmaz.<br />

Hesâb ile hakîkî zevâl vakti bulunup, buna temkin ilâve edilerek, riyâdî şer’î<br />

zevâl vakti olur. Takvîmlere yazılır. Zuhr vakti, asr-ı evvele kadar, ya’nî her şeyin<br />

gölgesi, hakîkî zevâl vaktindeki uzunluğundan, kendi boyu mikdârı veyâ asr-ı sâniye<br />

kadar, ya’nî boyunun iki misli uzayıncaya kadar devâm eder. Birincisi, iki imâma<br />

ve diğer üç mezhebe göre, ikincisi, İmâm-ı a’zama göredir.<br />

(İkindi nemâzının vakti), öğle vakti bitince başlıyarak, güneşin arka kenârının,<br />

râsıdın bulunduğu mahallin zâhirî üfuk hattından batdığı görülünceye kadar ise de,<br />

güneş sarardıkdan sonra ya’nî alt [ön] kenârı zâhirî üfuk hattına bir mızrak boyu<br />

yaklaşıncaya kadar gecikdirmek harâmdır. Bu vakt, üç kerâhet vaktinin üçüncüsüdür.<br />

Şimdi, Türkiyede, takvîmlerde, ikindi vaktleri, asr-ı evvele göre yazılıdır.<br />

Bu vaktlerden, kışın 36, yazın 72 dakîka sonra kılınca, İmâm-ı a’zama da uyulmuş<br />

olur. Arz derecesi 40 ile 42 arasında olan mahallerde, ocak ayından başlıyarak, her<br />

ay için 6 dakîka, 36 ya ilâve, temmuzdan sonra 72 den tarh edince, bu aydaki, iki<br />

asr vakti arasındaki zemân farkı olur.<br />

(Akşam nemâzının vakti), güneş zâhirî gurûb edince başlar. Ya’nî, güneşin üst<br />

kenârının, râsıdın bulunduğu mahallin üfk-ı zâhirîsi hattından gayb olduğu görülünce<br />

başlar. Şer’î ve şemsî geceler de, bu vakt başlarlar. Güneşin zâhirî tulû’ ve<br />

gurûbunun görülemediği yerlerde ve hesâb yapılırken, şer’î vaktler kullanılır.<br />

Ziyâsı, sabâhları en yüksek tepeye gelince, şer’î tulû’ vakti olur. Akşamları buradan<br />

çekildiği görülünce de, mer’î şer’î gurûb vakti olur. Ezânî sâat makineleri, bu<br />

vakt 12 yapılır. Akşam nemâzının vakti, yatsı nemâzının vaktine kadar devâm e-<br />

der. Akşam nemâzını, vaktin evvelinde kılmak sünnetdir. (İştibâk-i nücûm) vaktinden,<br />

ya’nî yıldızlar çoğaldıkdan, ya’nî güneşin arka kenârının zâhirî üfuk hattı<br />

altına on derece irtifâ’a indikden sonraya bırakmak harâmdır. Hastalık, seferî<br />

olmak, hâzır ta’âmı yimek için, bu kadar gecikdirilebilir.<br />

(Yatsı nemâzının vakti), İmâmeyne göre, işâ-i evvelden, ya’nî garbdaki zâhirî<br />

üfuk hattı üzerinde, kırmızılık gayb oldukdan sonra başlar. Diğer üç mezhebde de<br />

böyledir. İmâm-ı a’zama göre, işâ-i sânîden, ya’nî beyâzlık gayb oldukdan sonra<br />

başlar. Hanefîde, şer’î gecenin sonuna, ya’nî fecr-i sâdıkın ağarmasına kadardır.<br />

Kırmızılığın gayb olması, güneşin üst kenârının, üfk-ı sathînin altında, onyedi<br />

derece irtifâ’a indiği vaktdir. Bundan sonra, ya’nî ondokuz derece irtifâ’a inince,<br />

beyâzlık gayb olur. Şâfi’î mezhebinde yatsı nemâzının âhir vakti, şer’î gecenin yarısına<br />

kadar diyenler vardır. Yatsıyı, şer’î gecenin yarısından sonra kılmak, bunlara<br />

göre câiz değildir. Hanefîde ise, mekrûhdur. Mâlikîde şer’î gecenin sonuna ka-<br />

– 178 –


dar kılmak sahîh ise de, üçde birinden sonra kılmak günâhdır. Öğle ve akşam nemâzlarını<br />

iki imâmın bildirdiği vaktlerde kılamıyan, kazâya bırakmayıp, İmâm-ı<br />

a’zamın kavline göre edâ etmeli, bu takdîrde, o gün ikindi ve yatsı nemâzlarını da,<br />

İmâm-ı a’zamın bildirdiği vaktden önce kılmamalıdır. Vakt çıkmadan, hanefîde iftitâh<br />

tekbîri alınca, mâlikîde ve şâfi’îde ise, bir rek’at kılınca, nemâzı vaktinde kılmış<br />

olur. A. Ziyâ beğ (İlm-i hey’et) kitâbında diyor ki:<br />

(Kutba yaklaşdıkça, sabâh ve yatsı nemâzlarının vaktlerinin başlangıcı, ya’nî<br />

fecr ve şafak vaktleri, güneşin doğma ve batma vaktlerinden uzaklaşır. Ya’nî sabâh<br />

ve yatsı nemâzlarının ilk vaktleri, birbirine yaklaşır. Her memleketin nemâz<br />

vaktleri, hatt-ı üstüvâdan [Ekvatordan] uzaklığına, ya’nî arz derecesine [Enlem=Latitude<br />

=ª] ve güneşin meyline, [Declination=∞] ya’nî ay ve günlere göre,<br />

değişir.) [Arz dereceleri, (90-meyl)den fazla olan yerlerde gece ve gündüz hiç olmaz.<br />

Arz derecesinin temâmîsi < meyl + 19 ise, ya’nî arz dereceleri ile meyl-i şems<br />

toplamı (90–19=71) veyâ dahâ ziyâde olan zemânlarda güneşin meylinin, beş dereceden<br />

ziyâde olduğu yaz aylarında, şafak gayb olmadan, fecr başlar. Bunun<br />

için, meselâ arz derecesi 48 0 50' olan Paris şehrinde Hazîranın 12 si ile 30 u arasında<br />

yatsı ve sabâh nemâzlarının vaktleri başlamaz]. Hanefî mezhebinde vakt, nemâzın<br />

sebebidir. Sebeb bulunmazsa, nemâz farz olmaz. O hâlde, böyle memleketlerde<br />

bu iki nemâz farz olmaz. Ba’zı âlimlere göre ise, arz dereceleri bunlara yakın<br />

olan yerlerdeki vaktlerinde kılmak farz olur. [Bu iki nemâz vaktinin başlamadığı<br />

zemânlarda, vaktlerinin olduğu en son günün vaktlerinde kılmak iyi olur.]<br />

Nehâr-ı şer’înin ya’nî oruc zemânının dörtde biri temâm olunca, (Duhâ) ya’nî<br />

kuşluk vakti olur. Nehâr-ı şer’înin yarısına (Dahve-i kübrâ) vakti denir. Ezânî zemâna<br />

göre, Dahve-i kübrâ=Fecr+(24-Fecr)÷2=Fecr+12-Fecr÷2=12+Fecr÷2 dir.<br />

Ya’nî Fecr vaktinin yarısı, sabâh 12 den i’tibâren, Dahve-i kübrâ vakti olur. İstanbulda,<br />

13 Ağustosda, müşterek zemâna göre fecr vakti, 3 sâat 9 dakîka, gurûb vakti<br />

19 sâat 13 dakîka olduğundan şer’î gündüz müddeti 16 sâat 4 dakîka ve müşterek<br />

zemâna göre, Dahve-i kübrâ vakti 8.02+3.09 = 11 sâat 11 dakîka olur. Yâhud,<br />

müşterek sâata göre, gurûb ve imsâk vaktleri toplamının yarısıdır.<br />

Güneş, zâhirî üfuk hattına yaklaşdıkca, hava tabakalarının ziyâyı kırma derecesi<br />

artdığı için, ova ve deniz gibi düz yerlerde, güneşin üst kenârı, zâhirî üfuk hattının<br />

0,56 derece altında olduğu zemân, doğdu görünür. Akşamları üfukda gayb<br />

olması da, batmasından bu kadar sonra olur.<br />

Bir mahallin şâkûlüne, ya’nî Erdın bu yerden geçen yarı çapına amûd [dik]<br />

olan sonsuz düzlemlere bu mahallin (Üfuk)ları denir. Yalnız sathî üfklar böyle değildir.<br />

Altı üfuk vardır. Bu üfukların yerleri ve istikâmetleri sâbit değildir. Râsıdın<br />

bulunduğu mahalle göre, değişirler. (Üfk-ı hakîkî), Erd küresinin merkezinden geçen<br />

sonsuz EN üfuk düzlemidir. Bir râsıdın (Üfk-ı hissî)si, bulunduğu mahallin en<br />

alçak B noktasından geçen, ya’nî Erd küresinin sathına temâs eden sonsuz bir düzlemdir.<br />

Erd küresinin merkezinden ve sathından güneşin merkezine giden iki<br />

doğrunun güneşin merkezinde hâsıl etdikleri zâviyeye [açıya] güneşin (İhtilâf-ı manzar)ı<br />

denir. Senelik vasatîsi 8,8 sâniyedir. Güneşin merkezinin hakîkî üfka nazaran<br />

irtifâ’ı ile riyâdî veyâ hissî üfuklara göre irtifâ’larının farkıdır. İhtilâf-ı manzar, ayın,<br />

güneşin tulû’larının geç görülmesine sebeb olur. Râsıdın [Güneşe bakan kimsenin]<br />

bulunduğu, herhangi yükseklikdeki M noktasından geçen F müstevîsi [düzlem]<br />

(Üfk-ı riyâdî)sidir. (Üfk-ı zâhirî hattı), M noktasında bulunan râsıdın gözünden çıkıp<br />

Erd küresine K noktasında temâs eden MK şu’â’ının M noktasının şâkûlünün<br />

etrâfında deverânından hâsıl olan mahrûtun [koninin] Erd küresi ile temâs eden<br />

K noktalarının meydâna getirdikleri LK dâiresidir. Bu dâireden geçen ve M noktasının<br />

şâkûlüne amûd olan düzleme râsıdın (Üfk-ı mer’î)si denir. Bu mahrûtun sathı<br />

[yüzeyi] (Üfk-ı sathî)sidir. (Üfk-ı zâhirî hattı), herhangi bir yükseklikde bulunan<br />

râsıdın, o mahallin ova, deniz gibi en aşağı noktaları ile semânın birleşmiş gi-<br />

– 179 –


i gördüğü bir dâiredir. Bu dâire, mer’î üfkun, Erd küresi sathını kesdiği noktalardan<br />

meydâna gelmişdir. Bu noktaların her birinden bir semt düzlemi geçmekdedir.<br />

Güneşin bulunduğu semt düzleminin kesdiği (K) noktasından geçen üfk-ı hissî<br />

düzlemi, semt düzlemini dik olarak, MS hattı boyunca keser. Bu hissî üfka râsıdın<br />

(Sathî üfk)u denir ki, MK düzlemidir. Bir mahalde, muhtelif yükseklikler için,<br />

muhtelif sathî üfuklar vardır. Bunların Erd küresine temâs eden K noktaları, zâhirî<br />

üfuk hattını hâsıl ederler. Râsıdın gözünden çıkan şu’â istikâmetine, ya’nî<br />

MS doğrusuna (Sathî üfuk hattı) denir. Semt düzleminin ZS kavsi, güneşin sathî üfka<br />

nazaran irtifâ’ı olur. Bu kavs, Râsıdın gözünden çıkıp, bu kavsin iki ucundan geçen<br />

iki yarım doğru arasındaki zâviyenin derecesini göstermekdedir. Güneş hareket<br />

etdiği için, MS üfk-ı sathîsinin Erd küresine temâs etdiği K noktası da, üfk-ı zâhirî<br />

hattı üzerinde hareket ederek, üfk-ı sathî her ân değişir. Râsıd, K dan, semâdaki<br />

ZS irtifâ’ kavsine muvâzî çizilen HK kavsinin Râsıd ile güneş arasındaki MZ doğrusunu<br />

kesdiği H noktasına bakınca, güneşi görür. Bu kavsi, güneşin zâhirî üfuk hattına<br />

nazaran irtifâ’ı zan eder. Bu HK kavsinin derecesi, güneşin arka kenârının sathî<br />

üfka nazaran ZS irtifâ’ı kadardır. Bunun için, sathî üfka nazaran irtifâ’ olarak,<br />

HK (zâhirî irtifâ’ı) kullanılmakdadır. Güneş, semâdaki S noktasından gurûb etmekdedir.<br />

Râsıd, Erd üzerindeki K noktasından gurûb etdi sanır. Güneş ve yıldızlar, bir<br />

mahallin sathî üfkunun altına girince, ya’nî bu üfka nazaran irtifâ’ı sıfır olunca, bu<br />

üfkun her yerindeki râsıdlar, bunların gurûb etdiklerini görürler. M noktasındaki<br />

râsıd, güneşin K noktasındaki üfk-ı sathîden gurûbunu görür. Ya’nî, güneşin üst kenârının,<br />

sathî üfka göre, irtifâ’ı sıfır olunca, M noktasındaki râsıdın gurûb vakti olur.<br />

Bunun gibi, râsıdın bütün nemâz vaktleri de sathî üfka göre olan şer’î irtifâ’ları ile<br />

ma’lûm olur. M de bulunan râsıd, güneşin üfk-ı sathîye nazaran olan ZS şer’î irtifâ’ını,<br />

üfk-ı zâhirî hattına nazaran olan HK irtifâ’ olarak gördüğü için, nemâz<br />

K = Güneşden geçen Semt düzleminin LK<br />

zâhirî üfuk hattını kesdiği nokta.<br />

MS =Erd küresine K noktasında mümâs<br />

olan [değen] üfk–ı hissî düzlemine<br />

Râsıdın (üfk–ı sathî)si denir.<br />

HK=Güneşin kenârının üfk-ı zâhirî hattı<br />

üzerindeki K noktasından irtifâ’ıdır.<br />

Bu irtifâ’, güneşin sathî üfka nazaran<br />

olan ZS irtifâ’ına müsâvîdir.<br />

D = C = Ç = İnhitât-ı üfuk zâviyesi.<br />

M = Mahallin herhangi bir yüksek yeri.<br />

ZMF= Güneşin riyâdî irtifâ’ zâviyesi.<br />

– 180 –<br />

ZS = Güneşin, sathî üfka nazaran irtifâ’ını<br />

gösteren, semâdaki semt dâiresi kavsidir.<br />

Bu kavsin derecesi, HK kavsinin<br />

derecesine müsâvîdir.<br />

O = Üfk-ı hakîkî ile üfk-ı sathînin kesişdiği<br />

doğru noktalarından biri.<br />

1- Üfk-ı hakîkî, 2 - Üfk-ı hissî, 3- Üfk-ı<br />

riyâdî, 4-Üfk-ı sathî düzlemleri, 5-Üfk-ı<br />

zâhirî hattı. 6 - Üfk-ı şer’î hattı.<br />

G = Güneşin Erdden görünüşü.<br />

GN= Güneşin hakîkî irtifâ’ı.<br />

B= Mahallin en alçak yeri.


vaktlerinin ta’yîninde, üfk-ı zâhirî hattına nazaran olan HK (zâhirî irtifâ’lar)ı kullanılır.<br />

Bu irtifâ’lar, râsıdın riyâdî, hissî, mer’î ve hakîkî üfklarına nazaran irtifâ’larından<br />

fazladır. Sathî üfka nazaran olan ZS irtifâ’ından hakîkî irtifâ’dan ZN in farkına,<br />

M yüksekliği için (İnhitât-ı üfuk zâviyesi) denir. İnhitât-ı üfuk zâviyesinin derecesi<br />

kadar olan semt dâiresinin kavsi, ya’nî NS kavsi (İnhitât-ı üfk)dur. Zâhirî üfuk<br />

hattı görülemiyen dağlık erâzîde, takvîmde yazılı (Şer’i vaktler) kullanılır.<br />

Râsıd bulunduğu mahallin en aşağı noktasında iken, riyâdî, hissî, mer’î üfukları<br />

aynıdır. Sathî üfku yokdur. Zâhirî üfuk hattı, bu en aşağı B noktası etrâfında küçük<br />

bir dâiredir ve bu hatta nazaran olan irtifâ’ ve bütün üfuklara nazaran olan irtifâ’lar<br />

birbirlerinin aynıdır. Râsıd yükseldikçe, riyâdî üfku da yükselir. Hissî üfku,<br />

sathî üfuk hâline döner. Zâhirî üfuk hattı, hakîkî üfkuna doğru alçalır ve büyür.<br />

Büyüyen üfk-ı zâhirî hattı dâirelerinin nısf kutrları, ya’nî D açıları inhitât-ı üfuk<br />

derecesi kadar bir kavsdir. Güneşin sathî üfka nazaran irtifâ’ları olan ZS kavsleri,<br />

(inhitât-ı üfuk) zâviyesi kadar hakîkî irtifâ’dan fazla olur.<br />

Güneşin, bir üfka nazaran zevâl vaktine gelmesi, bu üfka nazaran gâye irtifâ’ına<br />

gelmesi demekdir. Râsıd en aşağı noktada iken, bütün üfuklara ve zâhirî üfuk hattına<br />

nazaran, zevâl mahalleri aynı bir noktadır ve güneşin günlük mahrekinin gündüz<br />

kısmının, nısf-ün-nehâr dâiresini kestiği nokta, 185.ci sahîfedeki şeklde gösterilen<br />

A noktası olup, mahrekin gündüz kısmının ortasıdır. Bu noktaya (Hakîkî zevâl<br />

mahalli) denir. Yüksek mahallerde bulunan ve güneşi gören râsıdların (Zâhirî<br />

zevâl mahalleri), bulundukları yüksekliğe mahsûs, zâhirî üfûk hattı dâirelerine<br />

nazaran, gâye irtifâ’larındaki noktaların, semâdaki hakîkî zevâl mahalli etrâfında<br />

hâsıl etdikleri (Zevâl mahalli dâireleri) dir. Güneş, mahreki üzerinde giderken, bu<br />

dâirelerden herbirinin iki noktasına tesâdüf eder. Birinci noktaya gelince (Zâhirî<br />

zevâl vakti) başlar. İkinci noktaya gelince, zâhirî zevâl vaktinin sonu olur. Râsıd,<br />

yükseldikce, inhitât-i üfuk vâkı’ olarak, (zâhirî üfuk hattı) dâireleri büyür. Semâdaki<br />

bu (Zevâl mahalli dâireleri) de büyür. Nısf kuturları, erd üzerindeki, zâhirî üfuk<br />

hattı dâirelerinin nısf kutrları olan kavslerin dereceleri kadardır. Râsıd, bulunduğu<br />

mahallin en yüksek yerine çıkınca, semâdaki (zevâl mahalli dâiresi), en dışarda<br />

ve en büyük olur. Bu en büyük zevâl mahalli dâiresine Râsıdın (Şer’î zevâl mahalli)<br />

denir. Bir mahallin en yüksek yerinde bulunan râsıdın üfk-ı sathîsi (Üfk-ı şer’î)sidir.<br />

Güneşin kenârının, şer’î üfka göre olan irtifâ’ına (Şer’î irtifâ’) denir. Şer’î irtifâ’,<br />

tulû’ mahallindeki şer’î üfka nazaran gâye irtifâ’ı kadar olunca, güneşin ön kenârı,<br />

şer’î zevâl mahalli dâiresine girer. Üzerindeki gölge ve ziyâlı kısmları, isfirâr<br />

zemânında, çıplak gözle tefrîk edilemiyecek uzaklıkdaki tepe, o mahallin tepesi değildir.<br />

Şer’î zevâl mahalli dâiresinin nısf kutru, en yüksek tepede bulunan râsıdın inhitât-ı<br />

üfuk zâviyesi kadardır. Zevâl vakti dâireleri görülmez. Güneşin bu dâirelere<br />

girip çıkdığı, yere dikilen bir çubuğun gölgesinin kısalıp, uzamasından anlaşılır.<br />

İbni Âbidîn oruclunun yapması müstehab olan şeyleri bildirirken ve Tahtâvî (Merâkıl-felâh)<br />

hâşiyesinde diyorlar ki, (Alçakda bulunan kimse, zâhirî gurûbu dahâ<br />

önce görünce, yüksekdekinden önce iftâr yapar. [İslâmiyyetde, hakîkî vaktler değil,<br />

güneşi görenler için zâhirî vaktler mu’teberdir.] Gurûbu göremiyenler için gurûb,<br />

şark tarafındaki tepelerin kararmasıdır). Ya’nî, en yüksek yerde bulunanların<br />

gördükleri zâhirî gurûbdur. Ya’nî, şer’î üfukdan olan gurûbdur. Gurûbu görmiyenler<br />

için, (Şer’î gurûb) vaktinin mu’teber olduğu, (Mecma’ul-enhür) ve şâfi’î<br />

(El-envâr li-a’mâlil ebrâr) kitâblarında da bildirilmekde olup, hesâb ile bulunur.<br />

Öğle ve ikindi vaktlerini kolayca bulmak için, Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî Serhendînin<br />

sohbetinde yetişmiş Abdülhak Sücâdilin fârisî (Mesâil-i şerh-i Vikâye)<br />

kitâbının Hindistânda 1294 [m. 1877] baskısında diyor ki:<br />

(Güneş gören düz bir yere, bir dâire çizilir. Bu dâireye (Dâire-i hindiyye) denir.<br />

Dâirenin ortasına, dâire kutrunun [çapının] yarısı kadar uzun, düz bir çubuk<br />

dikilir. Çubuğun tepesi dâirenin üç muhtelif noktasından aynı uzaklıkda olmalı-<br />

– 181 –


dır ki, tam dik olsun! Bu dik çubuğa (Mikyâs) denir. Bu mikyâsın gölgesi, öğleden<br />

evvel, dâirenin dışına kadar uzundur ve garb tarafındadır. Güneş yükseldikce, ya’nî<br />

irtifâ’ı artdıkça gölge kısalır. Gölgenin ucu, dâireye girdiği noktaya işâret konur.<br />

Öğleden sonra, dâirenin şark tarafından dışarı çıkdığı noktaya da bir işâret konur.<br />

Bu iki işâret arasında kalan kavsin [yayın] ortası ile, dâirenin merkezi arasına düz<br />

bir hat çizilir. Bu hat, o mahallin (Nısf-ün-nehâr hattı) olur.) Nısf-ün-nehâr hattının<br />

istikâmeti, şimâl ve cenûb cihetlerini gösterir. Güneşin ön kenârı, o mahallin,<br />

üfk-ı zâhirî hattından, gâye irtifâ’ına gelince, (Zâhirî zevâl vakti) başlar. Bundan<br />

sonra, gölgenin kısaldığı his edilmez. Bundan sonra, güneşin merkezi, Nısf-ünnehâra<br />

gelerek, hakîkî üfukdan gâye irtifâ’ında olur. Bu vakt, (Hakîkî zevâl vakti)dir.<br />

Hakîkî zevâl vaktinde, vasatî sâat ile, zevâl vaktleri, arz dereceleri ile değişmez.<br />

Güneş, buradan ayrılırken, gölge de Nısf-ün-nehâr hattından ayrılır, fekat<br />

his edilmez. Arka kenâr, üfk-ı zâhirî hattının gurûb mahalline nazaran, zâhirî gâye<br />

irtifâ’ına inince, zâhirî zevâl vakti biter. Bu vakt (Zâhirî zuhr vakti) başlar. Gölgenin<br />

uzamağa başladığı görülür. Gölge boyunun değişmediği zemânın ortası<br />

(Hakîkî zevâl vakti) dir. Londrada teleskoplarla, güneşin merkezinin meridiyenden<br />

geçiş ânı görülerek, zevâlî sâatler ayâr edilmekdedir. Bu mer’î hakîkî zevâl vaktinde,<br />

hakîkî sâat 12 dir. Bu 12 ile ta’dîl-i zemânın cebrî toplamı, mahallî sâat makinesinde<br />

o günün (vasatî sâat) başlangıcı ya’nî 12 si olur. Hesâb ile bulunan riyâdî<br />

vaktler, sâat makinelerindeki mer’î vaktleri de gösterir. Vasatî sâat makinelerinin<br />

başlangıcı olan bu (Mer’î zevâl vakti), güneşin zevâl vaktine geldiği vakt olan<br />

(Riyâdî zevâl vakti) nden 8 dakîka 20 sâniye sonradır. En kısa gölge uzunluğuna<br />

(Fey-i zevâl) denir. Fey-i zevâl, arz ve meyl derecelerine göre değişir.<br />

Pergel, fey-i zevâl boyu kadar açılır. Bir ayağı, nısf-ün-nehâr hattının dâireyi kesdiği<br />

noktaya konur. Diğer ayağının nısf-ün-nehâr hattının dâire dışındaki kısmını<br />

kesdiği nokta ile merkez arasındaki mesâfe nısf kutr olmak üzere, ikinci bir dâire<br />

çizilir. Mikyâsın gölgesi bu ikinci dâireye geldiği vakt, (Zâhirî asr-ı evvel vakti) olur.<br />

İkinci dâireyi hergün yeniden çizmek lâzımdır. Fey-i zevâl, yalnız öğle ve ikindi nemâzlarının<br />

vaktlerini bulurken kullanılır. Başka vaktleri bulurken kullanılmaz.<br />

(Mecma’ul-enhür)de ve (Riyâd-un-nâsıhîn)de diyor ki, (Zuhr vakti, güneşin zevâlinden<br />

başlar. Ya’nî, arka kenârı, üfk-ı zâhirî hattından, gâye irtifâ’ına yükseldiği<br />

mahalden, alçalmağa başlayıncadır. Zevâl vaktini anlamak için, bir çubuk dikilir. Çubuğun<br />

gölgesinin kısalması durunca, ya’nî kısalmaz ve artmaz ise, (Zevâl vakti)dir.<br />

Bu vaktde nemâz kılmak câiz değildir. Gölge uzamağa başlayınca, zevâl vakti temâm<br />

olur). Kitâbda bildirilen gâye irtifâ’ı, hakîkî üfka nazaran olan irtifâ’lar değildir. Ön<br />

kenârın, üfk-ı sathîden, ya’nî üfk-ı zâhirî hattının şark tarafından gâye irtifâ’ına<br />

yükseldiği ve arka kenârın, üfk-ı sathîden, ya’nî zâhirî üfuk hattının garb tarafına nazaran<br />

gâye irtifâ’ına indiği iki mahal bildirilmekdedir. Çünki, vakt ta’yîninde hakîkî<br />

üfkun değil, zâhirî üfuk hattının kullanılacağı (İmdâd) hâşiyesinde yazılıdır. Güneşin<br />

ön kenârı, üfk-ı sathîden ya’nî üfk-ı zâhirî hattından gâye irtifâ’ına yükselince<br />

(zâhirî zevâl vakti) başlar. Arka kenârı üfk-ı sathîden, ya’nî üfk-ı zâhirî hattının<br />

gurûb mahalline nazaran zâhirî gâye irtifâ’ından alçalmağa başlarken, zâhirî zevâl vakti<br />

temâm olur ve zâhirî zuhr vakti olur. Bu vaktde mikyâsın gölgesi, his edilemiyecek<br />

kadar az uzamışdır. İkindi nemâzının zâhirî vakti, bu gölge, çubuk boyu kadar uzayınca<br />

başlar. Hakîkî zevâl vakti, bir ândır. Ön ve arka kenârların zâhirî zevâl vaktleri<br />

ise, bu kenârların, merkezleri hakîkî zevâl noktası ve nısf kutrları, râsıdın bulunduğu<br />

yerin yüksekliğine mahsûs olan (İnhitât-ı üfuk) derecesi kadar olan, semâ küresindeki<br />

(Zâhîri zevâl mahalli) dâirelerine girip çıkdıkları vaktlerdir. Zâhirî zevâl<br />

mahalli, bir nokta değil, bu dâirelerin, güneş mahrekini kesdiği iki nokta arasındaki<br />

kavsdir. Bu dâirelerin en büyüğü (Şer’î zevâl mahalli dâiresi)dir. İslâmiyyetde zevâl<br />

vakti, ya’nî gündüz müddetinin ortası, güneşin ön kenârının bu şer’î dâireye girdiği<br />

ve arka kenârının çıkdığı, iki nokta arasındaki zemândır. Güneşin ön kenârı dâireye<br />

girince, (Şer’î zevâl vakti) başlar. Arka kenârı bu dâireden çıkınca, şer’î zevâl te-<br />

– 182 –


mâm olup, (Şer’î zuhr vakti) başlar. Bu vakt hesâb ile bulunup, takvîmlere yazılır.<br />

Akşam nemâzının farzından sonra kılınan altı rek’ate (Evvâbîn) nemâzı denir.<br />

İbâdetlerin vaktlerini ta’yîn ve tesbît etmek, ya’nî anlayıp anlatmak, din bilgisi ile<br />

olur. Fıkh âlimleri, müctehidlerin bildirdiklerini (Fıkh) kitâblarında yazmışlardır. Bildirilmiş<br />

olan vaktleri, hesâb etmek câizdir. Hesâb ile bulunanların, din âlimleri tarafından<br />

tasdîk edilmesi şartdır. Nemâz vaktlerini ve kıbleyi hesâb ile anlamanın câiz<br />

olduğu (İbni Âbidîn)de (Nemâzda kıbleye dönmek) bahsinde ve (Fetâvâ-i Şemsüddîn<br />

Remlî)de yazılıdır. (Mevdû’ât-ul-ulûm)da diyor ki, (Nemâz vaktlerini hesâb<br />

etmek, farz-ı kifâyedir. Müslimânların, nemâz vaktinin başını ve sonunu güneşin hareketinden<br />

veyâ âlimlerin tasdîk etdiği takvîmlerden anlamaları farzdır).<br />

Erd küresi kendi mihveri [Ekseni] etrâfında, garbdan şarka doğru dönmekdedir.<br />

Ya’nî, masa üstüne konan bir Erd küresine yukarıdan bakınca, şimâl memleketlerinde,<br />

sâat ibreleri hareketinin ters cihetine doğru dönmekdedir. Buna (Hareket-i<br />

hakîkiyye) denir. Güneşin ve sâbit yıldızların, şarkdan garba doğru, Erd küresi<br />

etrâfında hergün bir devr yapdıkları görülür. Buna (Hareket-i ric’ıyye) denir.<br />

Bir yıldızın, bulunulan mahallin Nısf-ün-nehârından iki geçişi arasındaki zemâna<br />

bir (Yıldız günü) denir. Bu zemânın 24 de birine bir (yıldız sâati) denir. Güneş merkezinin,<br />

Nısf-ün-nehârdan iki geçişi, ya’nî iki hakîkî zevâl vakti arasındaki zemâna<br />

(Hakîkî güneş günü) denir. Erd küresi, Husûf düzlemi [Ekliptik] üzerinde, güneş<br />

etrafında da, garbdan şarka doğru hareket ederek, bir senede bir devr yapmakdadır.<br />

Erdın bu hareketinden dolayı, güneşin, Husûf düzlemi üzerinde, Erdın<br />

merkezinden geçen ve Husûf düzlemine dik olan (Husûf mihveri) etrâfında, garbdan<br />

şarka doğru hareket etdiği zan olunur. Bu hareket-i intikaliyyenin vasatî<br />

sür’ati, sâniyede takrîben otuz kilometre ise de, sâbit değildir. Erdın Husûf düzlemi<br />

üzerindeki mahreki, dâire olmayıp, beyzî (elips) şeklinde olduğu için, müsâvî<br />

zemânlarda gitdiği kavslerin dereceleri, birbirlerinin aynı değildir. Güneşe<br />

yaklaşdıkca sür’ati artmakdadır. Erdın bu hareketi sebebi ile, güneş hergün, takrîben<br />

4 dakîkalık bir zemân kadar, yıldızlardan geri kalıp, günlük devrini 4 dakîka<br />

kadar sonra temâmlar. Bu (Hakîkî güneş günü), yıldız gününden 4 dakîka kadar<br />

uzun olur. Bu uzunluk, her gün 4 dakîkadan biraz farklı olmakdadır. Hakîkî<br />

güneş günlerinin uzunluklarının birbirlerinden farklı olmalarının ikinci sebebi, Erd<br />

mihverinin Husûf düzlemine dik olmamasıdır. Erdın mihveri ile Husûf mihveri arasında<br />

23 derece 27 dakîkalık zâviye [açı] vardır. Bu zâviyenin mikdârı, hiç değişmez.<br />

Üçüncü sebeb, şemsin gâye irtifâ’ının hergün değişmesidir. Husûf ve Ekvator<br />

düzlemleri Erdın bir kutru [çapı] üzerinde kesişirler. Aralarında takrîben 23,5<br />

derece zâviye vardır. Erdın bu kutruna (Behâr hattı) denir. Bu zâviyenin mikdârı<br />

da değişmez. Erd, güneşin etrâfında hareket ederken, mihverinin istikâmeti değişmez.<br />

İstikâmetleri her zemân, birbirlerine müvâzî [paralel] olur. 22 Hazîranda,<br />

Erdın mihveri, husûf mihverinin güneş tarafındadır. Ekvatorun şimâlindeki, yarım<br />

yer küresinin yarıdan fazlası, güneş karşısındadır. Güneşin meyli +23,5 derecedir.<br />

Erd, mahrekinin dörtde birini gidince, Erdın mihveri, güneş istikâmetinden 90 derece<br />

ayrılır. Behâr hattı, güneş istikâmetine gelir. Güneşin meyli sıfır olur. Erd, mahrekinin<br />

yarısını gidince, Erdin mihveri, yine güneş istikâmetine gelir ise de, husûf<br />

mihverine nazaran, güneşin aksi tarafında bulunur. Ekvatorun güneş tarafındaki<br />

yarısı, Husûf düzleminin üstünde olup, şimâl yarım küresinin yarıdan noksanı, cenûb<br />

yarım küresinin ise, yarıdan fazlası, güneşin karşısında olur. Güneş Ekvatorun<br />

23,5 derece altında olup, meyli -23,5 derecedir. Erd, mahrekinin dörtde üçünü<br />

gidince, ya’nî 21 martda, behâr hattı, yine güneş istikâmetine gelip, güneşin meyli<br />

yine sıfır olur. Hasîb beğ, (Kozmografya) kitâbında diyor ki: (Güneşden, birbirine<br />

müvâzî [paralel] olarak gelen şuâ’lardan, Erd küresine temâs ederek geçenlerin,<br />

bu temâs noktaları, büyük bir dâire hâsıl eder. Bu dâireye (Tenvîr dâiresi)<br />

denir. Güneşin Ekvator üstünde bulunduğu altı ayda, Erdın şimâl yarı küresinin<br />

yarıdan fazlası (Tenvîr dâiresi)nin güneşi gören tarafında olur. Bu dâirenin bulun-<br />

– 183 –


duğu Tenvîr düzlemi, Erd küresinin merkezinden geçerek, Erdı iki müsâvî kısma<br />

ayırır ve şemsden gelen şu’âların istikâmetine dikdir. Erdin mihveri de, Ekvator<br />

düzlemine dik olduğu için, tenvîr sathı ile Erdin mihveri arasındaki (Tenvîr zâviyesi),<br />

güneşin meyli kadardır. Bunun için, arz dereceleri 90°-23° 27'=66° 33'dan ziyâde<br />

olan mahallerde gecesiz gündüzler ve gündüzsüz geceler olur. Tenvîr dâiresinin<br />

güneşi görmiyen tarafına, buna müvâzî ve 19 derece uzakda bir dâire çizelim.<br />

Arz dereceleri bu iki dâire arasında olan yerlerde fecr ve şafak hâdiseleri olur.<br />

Arz derecelerinin temâmîleri, (meyl+19)dan az olan yerlerde, ya’nî arz dereceleri<br />

ile meyl-i şems toplamı 90-19=71 veyâ dahâ ziyâde olduğu yerlerde ve zemânlarda,<br />

şafak gayb olmadan fecr başlar). Meyl-i şems, arz derecesinden küçük olduğu<br />

mahallerde güneş, zevâlde iken, semânın cenûb tarafında bulunur. Güneşin<br />

ve yıldızların günlük devrlerini yapdıkları mahrekler, Ekvatora paralel olan dâirelerdir.<br />

Güneşin günlük mahreki, efrencî Martın 21. ci günü ve Eylül ayının 23.<br />

ncü gününde Ekvator düzlemi üzerinde bulunarak, güneşin meyli sıfır olur. Bu iki<br />

günde, Erdın her yerinde, gece ile gündüz müddetleri müsâvî olur. Nısf fadla sıfır<br />

olacağı için, gurûbî zemâna göre hakîkî zevâl vakti ile hakîkî zemâna göre hakîkî<br />

tulû’ ve gurûb vaktleri her yerde 6 olur. Ezânî zemâna göre şer’î zuhr vaktleri<br />

de, bütün mu’teber takvîmlerde 6 olarak yazılıdır. Çünki, zuhr vaktinde de, takrîben<br />

gurûb vaktindeki temkin zemânı mevcûddur. Bundan sonraki günlerde,<br />

güneşin günlük mahrekleri Ekvatordan uzaklaşarak, güneşin meyli, 22 Hazîranda<br />

+23 derece 27 dakîka ve 22 Aralıkda -23 derece 27 dakîka olur. Sonraki günlerde,<br />

meylin mutlak kıymeti azalmağa başlar. Güneş ekvatorun altında iken, şimâl<br />

yarım küresinin çoğu, Tenvîr dâiresinin güneşi görmiyen arka tarafında olur.<br />

Erd küresi, mihveri etrâfında dönerken, bir mahallin (zâhirî üfuk hattı) denilen küçük<br />

dâirenin ön kenârı, Tenvîr dâiresinin ayırdığı iki yarım küreden münevver olan<br />

kısmına gelince, güneş doğar. Güneşin meyli sıfır derece iken tam şarkdan doğar.<br />

Meyl artdıkça tulû’ ve gurûb mahalleri, yaz aylarında, zâhirî üfuk hattının şimâl<br />

tarafına doğru, kış aylarında ise cenûbuna doğru kayarlar. Mikdârları hergün değişen<br />

bu zâhirî üfuk hattı dâiresi kavslerine güneşin (Si’a=Amplitude)leri denir.<br />

Güneş, tulû’dan sonra, şimâl memleketlerinde, dâimâ cenûba doğru yükselir.<br />

Hakîkî güneş gününün 24 de birine bir (Hakîkî güneş sâati) denir. Bu sâat birimlerinin<br />

uzunlukları da hergün başkadır. Sâat makineleri kullanarak, zemân mikdârlarını<br />

ölçmek için seçilen zemân birimlerinin, ya’nî, gün ve sâat uzunluklarının,<br />

her gün aynı olmaları lâzımdır. Bunun için, (Vasatî güneş günü) düşünülmüşdür. Bunun<br />

24 de birine (Vasatî sâat) denilmişdir. İbni Âbidîn, hayz bâbında, birinciye (muavvec),<br />

ikinciye (mu’tedil) veyâ (felekî) sâat demekdedir. Vasatî günün uzunluğu,<br />

bir senede bulunan hakîkî güneş günlerinin uzunluklarının ortalamasıdır. Bir medârî<br />

senede 365,242216 hakîkî güneş günü bulunduğu için, vasatî güneş, bu kadar günde<br />

360 derecelik yol giderken, bir vasatî güneş gününde, 59 dakîka 8, 33 sâniyelik<br />

bir kavs gider, demekdir. Her gün bu kadar giden bir güneş, Ekvator düzleminde,<br />

gündüzün en kısa olduğu zemânda, hakîkî güneş ile birlikde, harekete başlasınlar.<br />

Önce, hakîkî güneş bunu geçer. Hakîkî güneş günü, vasatî güneş gününden dahâ kısa<br />

olur. Şubat ortasına kadar, iki güneş arasındaki fark hergün artar. Bundan sonra,<br />

hakîkî güneşin sür’ati azalarak, Nisan ortasında birleşirler. Bundan sonra, vasatî<br />

güneşden geride kalır. Mayıs ortasında sür’ati artarak, Hazîran ortasında, yine birleşirler.<br />

Sonra, vasatî güneşi geçer. Temmuz ortasında, sür’ati azalarak, Ağustos sonunda<br />

birleşirler. Sonra, vasatî güneşin gerisinde kalır. Ekim sonunda sür’ati artarak,<br />

aralarındaki fark azalmağa başlar. Harekete başladıkları yerde, tekrâr birleşirler.<br />

İki güneş arasındaki bu mesâfe farklarını, vasatî güneşin kaç dakîkada gideceği,<br />

Kepler kanûnuna göre hesâb edilir. İki güneş arasındaki bir günlük zemân farklarına<br />

(Ta’dîl-i zemân) denilmişdir. Vasatî güneş ileride ise, Ta’dîl-i zemân artı, geride<br />

ise, eksidir. Bir senede takrîbî +16 dakîka ile -14 dakîka arasında değişmekdedir.<br />

İki güneşin birleşdikleri zemânlarda, ya’nî senede dört def’a sıfır olur. Herhan-<br />

– 184 –


B = 22 Aralıkda tulû’ noktası. KZK'Z' = 21 Mart ve 23 Eylülde meyl dâiresi.<br />

T = 21 Martda ve 23 Eylülde tulû’<br />

noktası.<br />

TC = 22 Hazîran tulû’ ve gurûbundaki<br />

Nısf fadlaya müsâvî ekvator kavsi.<br />

L = 22 Hazîranda tulû’ noktası. FK= F'K' = İrtifâ’-ı kutb kavsleri.<br />

B' = 22 Aralıkda gurûb noktası. FK=ŞV' = Arz-ı belde kavsi.<br />

R = 21 Mart ve 23 Eylülde gurûb<br />

H = Fadl-ı dâir zâviyesi.<br />

noktası.<br />

E = Râsıdın bulunduğu mahal.<br />

L' = 22 Hazîranda gurûb noktası.<br />

BI = 22 Aralıkda gündüz müddetinin<br />

EŞ = Şâkûl (semâya doğru istikâmeti).<br />

yarısı.<br />

TR = Semâda üfk-ı hakîkî dâiresinin<br />

TV' = 21 Mart ve 23 Eylülde gündüz<br />

şark-garb çapı.<br />

müddetinin yarısı.<br />

FEF' = Nısf-ün-nehâr hattı.<br />

LA = 22 Hazîranda gündüz müddetinin VKV'K' = Nısf-ün-nehâr [meridyen] dâiresi.<br />

yarısı.<br />

F = Hakîkî üfkun şimâl noktası.<br />

AV'=CL=GD= 22 Hazîranda Şemsin meyl kavsi.<br />

IV' = 22 Aralıkda Şemsin meyl kavsi.<br />

ZL = 22 Hazîran tulû’undaki Nısf fadla<br />

kavsi.<br />

VTV'R = Semâda ekvator dâiresi.<br />

AF', V'F', IF'= Gâye irtifâ’ kavsleri.<br />

ZA=Z'A = 22 Hazîranda 6 sâatlik mahrekler.<br />

A = 22 Hazîranda zevâl noktası. Z'L' = 22 Hazîran gurûbundaki Nısf<br />

KLCK' = 22 Hazîranda yarım meyl dâiresi.<br />

fadla kavsi.<br />

GN = Güneşin hakîkî irtifâ’ kavsi. LT, BT = Güneşin tulû’undaki sia’ları.<br />

gi bir günde vasatî zemâna göre bilinen vakte, o güne mahsûs olan Ta’dîl-i zemân,<br />

+ ise eklenerek, - ise çıkarılarak, o andaki hakîkî zemâna göre olan vakt elde edilir.<br />

Ta’dil-i zemânın günlük değişmeleri + 22 sâniye ile -30 sâniye arasında olup, bir<br />

senedeki günlük kıymetleri, kitâbımızın sonundaki cedvelde gösterilmişdir.<br />

Ahmed Ziyâ beğ diyor ki, (İnhitât-ı üfuk zâviyesinin açı sâniyesi cinsinden kıymeti,<br />

râsıdın bulunduğu yerin üfk-ı hissîden metre olarak irtifâ’ının kare-kökünün<br />

106,92 ile çarpımına müsâvîdir). İstanbuldaki râsıda yakın olan en yüksek yer<br />

Çamlıca tepesi olup, yüksekliği 267 metredir. En büyük inhitât-ı üfuk zâviyesi 29 dakîka<br />

olur. Reîs-ül-müneccimîn Tâhir efendi, her günün temkinini hesâb ederek, 1283<br />

[m. 1866] de Kâhire rasadhâne müdîri olunca, hâzırladığı cedvelde ve fâdıl İsmâ’îl<br />

Gelenbevî (Merâsıd) kitâbında ve Erzurumlu İsmâ’îl Fehîm bin İbrâhîm Hakkı, 1193<br />

de yazdığı türkçe (Mi’yâr-ül-evkat) kitâbında ve müneccim-başı seyyid Muhammed<br />

Ârif beğ, hicrî şemsî 1286 ve kamerî 1326 senesi takvîminin sonunda diyorlar ki, (İstanbulun<br />

en büyük inhitât-ı üfk zâviyesi 29 dakîka ve üfk-ı hakîkînin altında, ya’nî<br />

sıfırın altında olan bu kadar irtifâ’a âid ziyânın inkisârı 44,5 dakîka ve güneşin (Nısfkutr-ı<br />

zâhirî)si, asgarî 15 dakîka 45 sâniye olduğundan, bu üç irtifâ’, güneşin hakîkî<br />

tulû’dan evvel görülmesine sebeb olurlar. İhtilâf-ı manzar ise, sonra görülmesine<br />

sebeb olur. İlk üç irtifâ’ın toplamından (İhtilâf-ı manzar) mikdârı olan 8,8 sâni-<br />

– 185 –


ye çıkarılınca, bir derece 29 dakîka 6,2 sâniye olur ki, buna güneşin (İrtifâ’ zâviyesi)<br />

denir. Güneşin merkezinin hakîkî üfukdan gurûbundan sonra, arka kenârının,<br />

bu gurûb vaktinden, bu irtifâ’ zâviyesi kadar, dahâ aşağıya, ya’nî üfk-ı şer’îye inerek,<br />

ziyânın en yüksek tepeden gayb olması için geçen zemâna (Temkin) denir. [Meselâ,<br />

CASİO hesâb makinası ile,] Herhangi bir günde, İstanbulda güneşin merkezinin<br />

üfk-ı hakîkîden hakîkî gurûbu ve üst kenârının üfk-ı şer’îden şer’î gurûbu vaktlerindeki<br />

hakîkî üfka nazaran irtifâ’ları olan sıfır derece ve eksi bir derece 29 dakîka<br />

6,2 sâniye irtifâ’lar için, nemâz vaktlerini bulmakda kullanılan düstûr ile, bu iki<br />

gurûb vaktinin fadl-ı dâir zemânları hesâb edilir. Zevâl vaktinde hakîkî zevâlî sâat<br />

sıfır olduğu için, iki gurûb vakti, fadl-i dâir zemânı kadar olur. İki vakt arasındaki<br />

zemân farkı (Temkin) olur). Meselâ 21 Mart ve 23 Eylülde irtifâ’ zâviyesi 1 derece<br />

29 dakîka 6,2 sâniye, güneşin merkezinin, hakîkî üfukdan bu irtifâ’ mikdârı alçalması<br />

için, mahreki üzerinde gideceği zemân, ya’nî temkin 7 dakîka 52,29 sâniyedir.<br />

Nemâz vaktleri düstûrunda meyl-i şems ve ard-ı belde bulunduğundan bir şehrin<br />

temkin zemânı, Ard derecesi ve gün ile değişmekdedir. Bir şehrin temkin mikdârı,<br />

her gün ve her sâat aynı değil ise de, her şehr için, vasatî bir Temkin zemânı<br />

vardır. Bu temkin mikdârları kitâbımızın sonundaki cedvelde bildirilmişdir. Hesâb<br />

ile bulunan Temkin mikdârlarına iki dakîka ihtiyât ilâve ederek, İstanbul için Temkin,<br />

vasatî on dakîka kabûl edilmişdir. Ard derecesi 44 dereceden az olan bir yerde,<br />

bir senedeki a’zamî ve asgarî temkin mikdârlarının farkı bir iki dakîka kadardır.<br />

Bir şehrde tek bir temkin vardır. Bu da, herhangi bir nemâzın hakîkî vaktinden<br />

şer’î vaktini bulmak için kullanılır. Her nemâz için, ayrı ayrı temkinler yokdur ve<br />

zâhirî vaktlerde de temkin yokdur. Temkin mikdârını bir ihtiyât zemânı zan ederek,<br />

imsâk vaktini 3-4 dakîka gecikdirenin orucu ve gurûbu 3-4 dakîka öne alanın orucu<br />

ve akşam nemâzının fâsid olacağı (Dürr-i yektâ)da da yazılıdır. Bir mahalde, şemsin<br />

meyli ve Temkin mikdârı ve ta’dîl-i zemân her an değişdikleri için ve hakîkî gurûbî<br />

zemân birimleri, hakîkî zevâlî zemânlarının birimlerinden cüz’î farklı olduğu<br />

için, hesâb olunan nemâz vaktleri, tam doğru olmaz. Vaktin girdiğinden emîn olmak<br />

için, hesâb ile bulunan Temkin mikdârına 2 dakîka ihtiyât zemânı ilâve edilmişdir.<br />

Üç nev’i gurûb vardır: Şemsin merkezinin hakîkî irtifâ’ının sıfır olduğu vakte<br />

(Hakîkî gurûb) denir. İkinci gurûb, arka kenârın, râsıdın bulunduğu mahallin zâhirî<br />

üfuk hattına nazaran zâhirî irtifâ’ının sıfır olduğu, ya’nî bu üst kenârının, mahallin<br />

üfk-ı zâhirî hattından gayb olduğunun görüldüğü vaktdir. Buna (Zâhirî gurûb) denir.<br />

Üçüncü gurûb, arka kenârın, şer’î üfka nazaran irtifâ’ının sıfır olduğu hesâb olunan<br />

vaktdir. Buna (Şer’î gurûb) denir. Bir şehrde bir aded şer’î üfuk vardır. Bu üç gurûbdan,<br />

zâhirî gurûbu görmek mu’teber olduğu bütün fıkh kitâblarında yazılıdır. Hâlbuki,<br />

her yükseklik için, muhtelif zâhirî üfuk hatları vardır. Üfk-ı şer’îden gurûb, en<br />

yüksek tepeden bakınca görülen zâhirî gurûb ise de, bu gurûb vakti ve hakîkî gurûb<br />

vakti riyâdî gurûbdur. Ya’nî dâimâ hesâb ile bulunur. Hesâb ile bulunan riyâdî hakîkî<br />

gurûb vaktinde, güneş yüksek yerlerin zâhirî üfuk hatlarından gurûb etmemiş görülür.<br />

Bu hâl, akşam nemâzının ve iftâr vaktinin, birinci ve ikinci gurûb vaktlerinde<br />

değil, bunlardan dahâ sonra, şer’î gurûb vaktinde olduğunu göstermekdedir. Evvelâ<br />

hakîkî gurûb, bundan sonra zâhirî gurûblar, en sonra, şer’î gurûb olur. Tahtâvî, (Merâkıl-felâh)<br />

hâşiyesinde diyor ki, (Şemsin gurûb etmesi, üst kenârının üfk-ı zâhirî hattından<br />

gayb olduğunu görmek demekdir. Üfk-ı hakîkîden gayb olması değildir).<br />

Güneşin üfk-ı zâhirî hattından batması, üfk-ı sathîden gurûb etmesi demekdir. İkindiyi<br />

kılamıyan, akşamı kıldıkdan ve orucunu bozdukdan sonra, tayyâre ile garb tarafına<br />

giderek, güneşi görse, ikindiyi edâ ve güneş batınca akşamı i’âde ve bayramdan<br />

sonra orucunu kazâ eder. Tepeler, binâlar ve bulutlar sebebi ile zâhirî gurûb görülemiyen<br />

yerlerde, gurûb vaktinin, şarkdaki tepelerin kararması ile anlaşılacağı hadîs-i<br />

şerîfde bildirilmişdir. Bu hadîs-i şerîf, (Tulû’ ve gurûb vaktleri hesâb edilirken,<br />

güneşin hakîkî ve zâhirî irtifâ’ları değil, şer’î üfukdan olan şer’î irtifâ’larının kullanılacağını)<br />

ya’nî, Temkin mikdârını hesâba katmak lâzım olduğunu göstermekdedir.<br />

– 186 –


Bütün nemâzların şer’î vaktlerini hesâb ederken de, bu hadîs-i şerîfe uymak, ya’nî<br />

temkin zemânlarını hesâba katmak lâzımdır. Çünki hesâb ile hakîkî riyâdî vaktler bulunur.<br />

Bir nemâzın hakîkî vakti ile şer’î vakti arasında bir temkin zemânı fark vardır.<br />

Bir şehrin en yüksek mahalline mahsûs olan temkin zemânı değişdirilemez.<br />

Temkin zemânı azaltılırsa, öğle ve dahâ sonraki nemâzlar, vaktlerinden evvel kılınmış<br />

olur. Oruca da, sahûr vakti geçdikden sonra başlanılmış olur. Bu nemâzlar ve oruclar<br />

sahîh olmazlar. 1982 senesine kadar, Türkiyede temkin zemânını kimse değişdirmemiş,<br />

bütün Âlimler, Velîler, Şeyh-ülislâmlar, Müftîler, bütün müslimânlar, asrlar<br />

boyunca nemâzlarını şer’î vaktlerinde kılmışlar ve oruclarına şer’î vaktlerinde başlamışlardır.<br />

Türkiye gazetesinin hâzırlamış olduğu dıvar takvîmlerinde, temkin zemânı<br />

değişdirilmemiş, nemâz ve oruc vaktleri, doğru olarak bildirilmişdir.<br />

Bir nemâzın evvel vaktini, şer’î üfka nazaran hesâb etmek için, güneşin bu nemâza<br />

mahsûs olan irtifâ’ını bilmek lâzımdır. Güneşin [merkezinin] meyli bilinen bir gündeki<br />

ve arz derecesi bilinen bir mahaldeki mahreki üzerinde, hakîkî üfka nazaran<br />

nemâzın irtifâ’ına ulaşdığı hakîkî vaktinin, zevâlden veyâ gece yarısından farkını bildiren<br />

hakîkî güneş zemânı hesâb edilir. Bu zemâna (Fadl-ı dâir=Zemân farkı) denir.<br />

Bir nemâza mahsûs olan hakîkî irtifâ’ı öğrenmek için, fıkh kitâblarında yazılı<br />

olan nemâz vakti başladığı anda, (Rub’-ı dâire) tahtası veyâ Üsturlâb ile, güneşin<br />

üst kenârının riyâdî üfka göre, irtifâ’ı ölçülür. Bundan, hakîkî irtifâ’ı hesâb edilir.<br />

[Sekstant ile, üfk-ı zâhirî hattından olan zâhirî irtifâ’ ölçülmekdedir.] Semâ küresindeki<br />

KŞG kürevî müsellesinin GK kenâr kavsi, GD meyl kavsinin temâmı, KŞ<br />

kenâr kavsi, KF irtifâ’ı kutbun ya’nî arz-ı beldenin temâmı ve ŞG kavsi, GN hakîkî<br />

irtifâ’ının temâmıdır. [s. 185 deki şekl: 1]. Müsellesin K kutup noktasındaki H zâviyesinin<br />

ve bu zâviye karşısındaki GA kavsinin derecesi, Fadl-ı dâirdir. Bunun derecesi<br />

hesâb edilip, dört misli alınarak, hakîkî zemâna çevrilir. Fadl-ı dâir zemânının<br />

mikdârı, hakîkî veyâ gurûbî zevâl vakti ile veyâ gece yarısı ile muâmele edilerek,<br />

hakîkî zevâlî ve gurûbî zemânlara göre nemâzın (Hakîkî vakti) elde edilir. Sonra,<br />

gurûbî vaktden bir temkin çıkarılarak ezânî yapılır. Zevâlîye ta’dîl eklenerek vasatî<br />

yapılır. Sonra, bu ezânî ve vasatî gurûbî vaktlerden, bu nemâzın (Şer’î vakti) elde<br />

edilir. Bunun için, güneşin kenârının, şer’î üfukdan, bu nemâzın irtifâ’ında olduğu<br />

vakt ile, merkezinin hakîkî üfukdan bu irtifâ’da olduğu vakt arasındaki (Temkin<br />

zemânı) hesâba katılır. Çünki, bir nemâzın hakîkî vakti ile şer’î vakti arasındaki<br />

zemân farkı, hakîkî üfuk ile şer’î üfuk arasındaki zemân farkı kadardır. Bu da,<br />

(Temkin zemânı)dır. Güneşin şer’î üfukdan geçmesi, hakîkî üfukdan geçmesinden<br />

evvel olan, zevâlden evvelki vaktler için, hesâb ile bulunan hakîkî vaktden temkin<br />

çıkarılınca, şer’î vakt olur. İmsâk ve tulû’ vaktleri böyledir. Ahmed Ziyâ beğ ve Kedûsî<br />

(Rub’-ı dâire) kitâblarında diyor ki, (Fecr, güneşin ön kenârı şer’î üfka 19 derece<br />

yaklaşınca başlar. Hesâb ile bulunan hakîkî fecr vaktinden temkin zemânı çıkarılarak,<br />

hakîkî zemâna göre, şer’î imsâk vakti elde edilir). (Kedûsî)nin (İrtifâ’ risâlesi)ni<br />

terceme eden, Fâtih medresesi ders-i âmlarından Hezargradlı Hasen Şevkı<br />

efendi, dokuzuncu bâbında diyor ki, (Bulduğumuz hakîkî imsâk vaktleri temkinsizdir.<br />

Oruc tutacak kimsenin bundan onbeş dakîka, ya’nî iki temkin zemânı evvel,<br />

oruca başlaması lâzımdır. Böylece, orucu fâsid olmakdan kurtulur). Görülüyor ki,<br />

şer’î ezânî imsâk vaktini bulmak için, hakîkî gurûbî vaktden temkin zemânının iki<br />

mislini çıkarmakda, iki temkin çıkarılmaz ise, orucun fâsid olacağını bildirmekdedir.<br />

[Gurûbî vaktden şer’î vakti bulmak için bir temkin, gurûbî vakti ezânî vakte çevirmek<br />

için de ikinci temkin çıkarılmakdadır.] İbrâhîm Hakkı hazretlerinin, Erzuruma<br />

göre hâzırladığı senelik evkât-i şer’iyye cedvellerinde ve Mustafâ <strong>Hilmi</strong> efendinin<br />

1307 târîhli (Hey’et-i felekiyye) kitâbında da, ezânî sâat ile, fecr ve tulû’ hakîkî<br />

vaktlerini, şer’î vakte çevirmek için, temkin zemânının iki misli çıkarılmış olduğunu<br />

gördük. Alî bin Osmânın (Hidâyet-ül-mübtedî fî Ma’rifet-il-evkât bi-rubid-dâire)<br />

kitâbında da böyle yazılıdır. Kendisi 801 [m. 1398] de vefât etmişdir. Güneşin<br />

şer’î üfukdan geçmesi, hakîkî üfukdan geçmesinden dahâ sonra olan, zevâl-<br />

– 187 –


den sonraki vaktlerde, şer’î vakti bulmak için hakîkî vakte temkin ilâve edilir.<br />

Zuhr, asr, gurûb, iştibâk ve işâ vaktleri böyledir. A.Ziyâ beğ, bu kitâbının zuhr vakti<br />

kısmında diyor ki, (Vasatî sâat ile hakîkî zevâl vaktine temkin zemânı ilâve edilince,<br />

vasatî sâat ile şer’î zuhr vakti olur.) Gurûbî zemâna göre bilinen bir vakti ezânî<br />

zemâna çevirmek için, dâimâ bir Temkin çıkarılır. Öğle ve sonraki gurûbî üfklara<br />

göre bilinen bir vakti, şer’î üfka göre olan şer’î vakte çevirmek için bir Temkin<br />

ilâve ediliyor. Sonra bunu ezânî vakte çevirmek için, bir temkin çıkarılıyor. Netîcede,<br />

bu nemâzların ezânî vaktleri, gurûbî vaktlerinin aynı olmakdadır. Hakîkî veyâ<br />

gurûbî zemâna göre bulunan şer’î vaktler, vasatî ve ezânî zemânlara çevrilerek, takvîmlere<br />

yazılır. Bulunan vaktler, riyâdî zemâna göre, riyâdî vaktlerdir. Riyâdî zemâna<br />

göre riyâdî vaktler, sâat makinelerindeki mer’î vaktleri de göstermekdedir.<br />

TENBÎH: İslâm âlimleri, gurûbî hakîkî zevâl vaktinden, ezânî hakîkî zemâna göre<br />

zuhr vaktini elde etmek için, bundan gurûb vaktindeki temkini tarh ve zevâl vaktindeki<br />

şer’î vakti bulmak için, temkin zemânını ilâve etmişler ve yine gurûbî zevâl<br />

vaktini bulmuşlardır. Bu hâl, zuhr vaktindeki temkin mikdârının, hakîkî ve şer’î üfuklar<br />

arasındaki zemân farkına, ya’nî gurûb vaktindeki temkin mikdârına müsâvî olduğunu<br />

göstermekdedir. Bunun gibi, bütün nemâzların şer’î vaktlerindeki temkin<br />

zemânları, tulû’ ve gurûb vaktlerindeki temkin zemânlarına müsâvîdir. (El-Hadâik-ul-verdiyye)de<br />

diyor ki, (İbni Şâtır Alî bin İbrâhîm, (En-nef’ul’âm) kitâbında, her<br />

arz derecesinde kullanılabilen Rub’-ı dâireyi anlatmakdadır. Şâmda Emevî câmi’ine<br />

(Basîta) denilen güneş sâati yapdı. 777 [m. 1375] de vefât etdi. Hâlid-i Bağdâdînin<br />

halîfelerinden Muhammed bin Muhammed Hânî, bunu 1293 [m. 1876] de<br />

tecdîd etdi ve ayrıca, (Keşf-ül-kınâ’an ma’rifet-il vakt minel-irtifâ’) kitâbını yazdı).<br />

Osmânlı âlimlerinin en yüksek makâmı olan (Meşîhat-i islâmiyye)nin hâzırladığı<br />

1334 [m. 1916] senesinin (İlmiyye sâlnâmesi) ismindeki takvîmde ve İstanbul üniversitesi<br />

Kandilli rasadhânesinin 1958 târîh ve 14 sayılı (Türkiyeye mahsûs Evkât-ı<br />

şer’ıyye) kitâbında, nemâzların şer’î vaktlerini ta’yîn ederken, Temkin mikdârının hesâba<br />

katıldığını görüyoruz. Hakîkî din adamlarından ve hey’et ilmi mütehassıslarından<br />

meydâna gelen hey’etimizin en modern âletlerle yapdığı rasad ve hesâblarla bulunan<br />

nemâzların şer’î vaktlerinin, islâm âlimlerinin asrlardan beri hesâb ile ve<br />

(Rub’-ı dâire) âleti ile buldukları vaktlerin aynı olduğunu gördük. Bunun için, temkin<br />

zemânlarını ve dolayısı ile nemâz vaktlerini değişdirmek câiz değildir.<br />

Sâat makinelerinde, bir vasatî gün, 24 sâatdır. Hakîkî zevâl vaktinde, zemânları<br />

ölçen, meselâ kol sâatimiz, 12 de iken başlıyarak, ertesi gün 12 ye kadar geçen<br />

tam 24 sâatlik zemâna bir (Vasatî gün) denir. Vasatî günlerin uzunlukları hep aynıdır.<br />

Yine, zevâl vaktinde kol sâatimiz 12 iken başlıyarak, ertesi gün zevâl vaktine<br />

kadar geçen zemâna bir (Hakîkî gün) denir. Bu günün uzunluğu, güneşin merkezinin<br />

müteâkib iki günde nısfünnehârdan geçişi arasındaki zemân olup, senede<br />

dört def’a, vasatî günün uzunluğuna müsâvî olur. Diğer günlerde, ikisinin günlük<br />

uzunlukları arasında, (Ta’dîl-i zemân)ın günlük tehavvülü kadar fark hâsıl olur. (Gurûbî<br />

gün)ün uzunluğu, güneş merkezinin üfk-ı hakîkîden müteâkib iki gurûbu arasındaki<br />

zemândır. (Ezânî gün), güneşin üst [arka] kenârının bir yerin üfk-ı şer’îsinden<br />

müteâkib iki şer’î gurûbu arasındaki zemândır. Ezânî sâat makinesi, bu gurûb<br />

görülünce 12 yapılır. Ezânî günün uzunluğu, gurûbî gün uzunluğunun aynı ise de,<br />

bundan (Temkin zemânı) sonra başlamakdadır. Gurûbî bir günde şems, tek bir gâye<br />

irtifâ’ına, hakîkî zevâlî bir günde ise, farklı iki irtifâ’a çıkıp indiği için, bu iki günün<br />

uzunlukları, bir iki dakîka farklı olur. Bu farklardan dolayı, hakîkî ve gurûbî<br />

günlerin birer sâatleri arasında birkaç sâniye fark mevcûd ise de, bu farklar Temkinlerde<br />

yapılan ihtiyâtlar ile izâle edilmekdedir. Sâat makineleri, ezânî veyâ vasatî<br />

zemânı gösterir. Hakîkî ve gurûbî zemânları göstermez. Herhangi bir günde,<br />

şer’î gurûb vaktinde, sâat makinemizin ayârını 12 yapalım. Ertesi gün, güneşin arka<br />

kenârının üfk-ı şer’îden tekrâr gurûb etmesi, vasatî gün uzunluğundan, ya’nî 24<br />

– 188 –


sâatden bir dakîkadan az farklı olur. Hakîkî ve vasatî gün uzunlukları aynı iken,<br />

sonraki günlerde hâsıl olan farklara (Ta’dîl-i zemân) denir. Gece-gündüz uzunluklarının<br />

ve gurûbî ve ezânî zemânların (Ta’dîl-i zemân) ile alâkası yokdur. Ezânî sâatlarda<br />

gün ve sâat uzunlukları, hakîkî güneşin gün sâat uzunlukları kadardır. Bunun<br />

için, hergün gurûb vaktinde, ayârları 12 yapılarak, vasatî gün uzunluğunu değil,<br />

hakîkî gün uzunluğunu gösterirler.<br />

Ezânî sâat makinesinin ayârı, her akşam, vasatî sâate göre hesâb edilen şer’î gurûb<br />

vaktinde 12 yapılır. Hergün, gurûb vakti gerilerken ileri, ilerlerken geri alınır.<br />

Vasatî bir ezânî gün uzunluğu ve Ta’dîl-i zemân yokdur. 1193 [m. 1779] senesinde<br />

Erzurumda hâzırlanmış olan (Mi’yâr-ı evkat) takvîminde diyor ki, (Gölgenin<br />

en kısa olduğu hakîkî zevâl vaktinde, ezânî sâat makinesi, takvîmde yazılı zuhr vaktinden,<br />

temkin zemânı geri alınır). Ezânî sâat makinesinin ayârını tashîh için, vasatî<br />

sâat herhangi bir nemâz vaktine gelince, ezânî sâat de, bu nemâzın, takvîmde<br />

yazılı vaktine getirilir. Vasatî ve ezânî sâatleri ayârlamak için, bir noktadan geçen<br />

(Nısf-ün-nehâr) ve kıble istikâmetlerinde iki hat çizilir. Bu noktaya bir çubuk<br />

dikilir. Çubuğun gölgesi, birinci hat üzerine gelince, sâat makinesi zevâl vaktine,<br />

ikinciye gelince, kıble sâatine getirilir. Gurûb vaktinin değişmesi bir dakîkadan az<br />

olduğu günlerde, ezânî sâatin ayârı değişdirilmez. İstanbulda altı ayda 186 dakîka<br />

ileri, altı ayda da 186 dakîka geri alınmakdadır. Bu sâat makineleri, zemân mikdârlarını,<br />

ezânî günün başladığı vakte göre ölçmekdedir. Nemâz vaktleri ise, gurûbî<br />

güne göre hesâb ediliyor. Ezânî gün, gurûbî günden (Temkin zemânı) sonra<br />

başladığı için, hesâb ile bulunan gurûbî vaktlerden Temkin çıkarılarak, nemâz vaktleri,<br />

ezânî vakte çevrilir. Gurûbî ve ezânî zemân hesâblarında, ta’dîl zemân hiç kullanılmaz.<br />

Erd [yer] küresi, kendi mihveri [ekseni] etrâfında batıdan doğuya döndüğü<br />

için, doğudaki yerler, batıdaki yerlerden dahâ önce güneşi görüyor. Doğuda nemâz<br />

vaktleri dahâ önce geliyor. Erdin iki kutbundan geçen, üçyüzaltmış tûl [meridyen]<br />

yarım dâiresi düşünülmüş ve Londra şehrinden geçen yarım çenber, başlangıç<br />

olarak kabûl edilmişdir. Müteâkib iki yarım çenber arasında bir derecelik<br />

zâviye [açı] vardır. Yer küresi dönerken, bir şehr, bir sâatde, onbeş derece şarka<br />

[doğuya] gidiyor. Aralarında bir tûl [boylam] derecesi uzaklık olan aynı arz derecesindeki<br />

iki şehrden, şarkda olanda, nemâz vaktleri dört dakîka önce oluyor. Aynı<br />

tûl dâiresi üzerinde bulunan yerlerin müşterek tek bir hakîkî zevâl vaktleri vardır.<br />

Gurûbî zevâl ve zuhr vaktleri ve diğer nemâz vaktleri, arz derecelerine göre<br />

birbirlerinden farklıdır. Arz dereceleri artdıkca, tulû’ ve gurûb vaktleri, yazın<br />

zevâl vaktinden uzaklaşır. Kışın yaklaşır. Herhangi birşeyin mikdârı, belli bir<br />

yerden, meselâ sıfırdan başlayarak ölçülür. Sıfırdan dahâ uzak olana dahâ çokdur<br />

denir. Sâat makinesini sıfırdan başlatmak, ayârını sıfıra veyâ 12 ye getirmekle olur.<br />

Belli bir hâdisenin [işin] başladığı zemâna, bu hâdisenin (vakt)i denir. Sadaka-i fıtrın<br />

vâcib olma zemânı böyledir. Ya’nî, bayramın birinci günü, fecr tulû’ ederken<br />

vâcib olur. Bir sâat evvel îmâna gelen veyâ dünyâya gelen veyâ bir sâat sonra ölen<br />

kimselere vâcib olur. Bir sâat sonra îmâna veyâ dünyâya gelene vâcib olmaz. Bir<br />

vakt, bir an kadar kısa zemân olabileceği gibi, uzun bir zemân parçası da olabilir.<br />

Bu takdîrde, bu vaktin evveli ve sonu olur. (Şer’î zevâl vakti) ve (Nemâz vaktleri)<br />

ve (Kurban kesmenin vâcib olması) böyledir.<br />

Doğuda bulunan şehrlerdeki mahallî zemân makinelerinin ayârları, batıda bulunan<br />

şehrlerdeki mahallî zemân makinelerinin ayârlarından ileri olur. Zuhr vakti,<br />

ya’nî öğle nemâzının şer’î vakti, her yerde, hakîkî zevâl vaktinden Temkin kadar<br />

sonra başlar. Mahallî zemân makinelerinin ayârları, birbirlerinden, tûl derecelerine<br />

göre farklı oldukları için, aynı arz derecesi üzerinde bulunan yerlerin mahallî<br />

zemân makinelerinde nemâz vaktleri, tûl derecelerinin değişmesi ile değişmez.<br />

Ezânî zemân makineleri, eskiden de, şimdi de, hep mahallîdir. Her mahallin<br />

– 189 –


en yüksek yerleri aynı irtifâ’da olmıyacağı için, Temkin zemânları birbirlerinden<br />

bir iki dakîka fark ederek, şer’î nemâz vaktleri de, bir iki dakîka farklı olur ise de,<br />

Temkin zemânlarındaki ihtiyât mikdârları, bu farkları izâle etmekdedir. Şimdi, bir<br />

memleketin her şehrinde ayârları aynı olan müşterek vasatî zemân makineleri kullanılıyor.<br />

Böyle (müşterek) [ortak] vasatî zemân makineleri kullanılan bir memleketin<br />

aynı arz derecesinde bulunan şehrlerinde de, aynı bir nemâzın müşterek<br />

sâate göre vaktleri birbirlerinden başkadır. Aynı arz derecesinde bulunan iki<br />

şehrin tûl dereceleri arasındaki farkın dört katı, bu iki şehrde, aynı bir nemâzın,<br />

müşterek sâate göre olan vaktlerinin dakîka farkını gösterir. Kısacası, arz derecesi<br />

değişince, ya’nî, aynı tûl dâiresinde bulunan mahallerde, yalnız mahallî ve müşterek<br />

vasatî sâat makinelerinin ayârları ve bunlardaki zuhr vaktleri değişmez.<br />

Arz derecesinin mutlak kıymeti artdıkca, bir nemâz vaktinin ilerlemesi veyâ gerilemesi,<br />

vaktin öğleden evvel veyâ sonra yâhud yaz ve kış olmasında, birbirinin<br />

aksi olmakdadır. 41 derecedeki vaktlerden, diğer derecelerdeki vaktlerin hesâb edilmesi,<br />

(Rub’-ı Dâire)nin isti’mâli ta’rifemizde bildirilmişdir. Tûl derecesi değişince,<br />

ya’nî aynı arz derecesinde bulunan mahallerde, sâat makinelerinin ayârları<br />

ve müşterek sâat makinesindeki bütün vaktler değişir.<br />

Londra şehrinin yedibuçuk derece şarkından ve garbından geçen iki tûl dâiresi<br />

arasında bulunan her yerde Londranın vasatî sâati müşterek olarak kullanılmakdadır.<br />

Buna (Batı Avrupa zemânı) denir. Şarkda yedibuçuk derecedeki tûl dâiresi<br />

ile yirmi iki buçuk dereceden geçen tûl dâiresi arasında kullanılan müşterek vasatî<br />

sâat, Londra sâatinden bir sâat ileridir. Buna (Orta Avrupa zemânı) denir. Yirmi<br />

iki buçuk dereceden geçen tûl dâiresi ile otuzyedi buçuk dereceden geçen tûl<br />

dâiresi arasındaki yerlerin hepsinde (Doğu Avrupa zemânı) kullanılır. Bu sâat,<br />

Londra sâatinden iki sâat ileridir. Dahâ şarkda olan (Yakın şark), (Orta şark) ve<br />

(Uzak şark) zemânları da, Londra zemânından üç, dört ve beş sâat ileridirler. Erd<br />

küresi üzerinde, birbirlerinden birer sâat farklı, 24 müşterek sâat mıntıkası vardır.<br />

Bir memleketde bulunan onbeşin katları kadar derecelerden geçen (Sâat başı<br />

tûl yarım dâireleri)nden biri üzerindeki yerlerin vasatî mahallî zemân makinelerinin<br />

müşterek olan ayârları, o memleketin (Müşterek sâat)i olarak kabûl edilmişdir.<br />

Türkiyenin müşterek sâati, İzmit, Kütahya, Bilecik ve Elmalı şehrlerinden geçen<br />

30 dereceli sâat başı tûl yarım dâiresinin mahallî vasatî sâatinin ayârında<br />

olup, doğu Avrupa sâatidir. Ba’zı devletler, siyâsî veyâ iktisâdî sebeblerle, müşterek<br />

sâatlerin bu coğrâfî taksîmine uymamakdadır. Fransa, İspanya, Orta Avrupanın<br />

müşterek sâatini kullanmakdadır. Müşterek sâatlerinin ayârları birbirlerinden<br />

farklı olan memleketlerin zemân makinelerinde, herhangi bir vaktde, yalnız<br />

sâatleri gösteren rakamlar, birbirlerinden farklıdır. Şarkdaki memleketin müşterek<br />

sâatinin rakamı, garbdaki memleketin müşterek sâatinin rakamından dahâ [ileri]<br />

büyükdür.<br />

Bir nemâzın, Türkiyenin herhangi bir şehrindeki mahallî vasatî sâate göre olan<br />

vakti ile, müşterek sâate göre olan vakti arasındaki fark, bu şehrin tûl derecesi ile<br />

30 derece arasındaki farkın dört misli dakîkadır. Şehrin tûl derecesi 30 dan fazla<br />

ise, bu fark, mahallî sâatden çıkarılarak 30 dereceden az ise mahallî sâate eklenerek,<br />

bu nemâzın müşterek sâate göre vakti hâsıl olur. Meselâ, Mayısın birinci günü,<br />

bir nemâz vakti, Kars şehrinin mahallî vasatî sâatine göre 7 sa. 00 dakîka olsun.<br />

Karsın arz derecesi 41, tûl derecesi 43 dür. Bu tûl derecesi, 30 dan fazla olduğundan,<br />

Karsın mahallî sâati, müşterek sâatden ileridir. Bu nemâzın müşterek sâate<br />

göre Karsdaki vakti, 7 den 13æ4=52 dakîka evvel olur ki, 6 yı sekiz dakîka geçedir.<br />

Gurûbî zemâna göre zevâl vakti ile, o yerdeki hakîkî güneş zemânına göre hakîkî<br />

gurûb vaktinin toplamı, 12 dir. Çünki, bu ikisinin toplamı, sabâh gurûbî sâat<br />

12 den hakîkî gurûb vaktine kadar olan zemân olup, takrîben 12 hakîkî sâatdir. Yaz<br />

– 190 –


ayları için, sahîfe 193 deki şekle bakınız! Hakîkî ve gurûbî zemân birimleri birbirlerinin<br />

takrîben aynıdır.<br />

(1) Gurûbî zemâna göre zevâl vakti + Hakîkî zemâna göre gurûb vakti = 12<br />

dir. Hakîkî gündüz uzunluğunun yarısı ile gece uzunluğunun yarısının toplamı, 12<br />

hakîkî sâatdir. Ya’nî:<br />

(2) Hakîkî gece uzunluğunun yarısı + Hakîkî zemâna göre gurûb vakti = 12<br />

dir. (1) ve (2) müsâvâtları karşılaşdırılınca:<br />

(3) Gurûbî zemâna göre zevâl vakti = Hakîkî gece uzunluğunun yarısı olur. Gurûbî<br />

zemâna göre zevâl vakti, sabâh gurûbî sâat 12 den hakîkî zevâl vaktine kadardır.<br />

Sabâh gurûbî 12 vakti, gece yarısından gündüz zemânının yarısı kadar sonradır.<br />

Tulû’ vaktinden kışın evvel, yazın sonradır. Sabâh nemâzının ve orucun evvel<br />

vakti, fecr-i sâdık vakti ile başlar. Bu vakt, gurûb vaktinde 12 den başlayan ezânî<br />

sâatin fecr vaktine gelmesinden anlaşılır. Yâhud, gece yarısı 12 den başlayan vasatî<br />

sâatin fecr vaktine gelmesinden anlaşılır. Şemsin tulû’u gece yarısı 12 den, gece<br />

müddetinin yarısı kadar sonra veyâ gurûb vaktindeki 12 den, gece müddeti kadar<br />

sonra veyâ zevâlden gündüz müddetinin yarısı kadar evvel başlar. Sabâh gurûbî<br />

sâatin 12 vakti, gurûb vaktindeki 12 den, 12 sâat sonra veyâ gece yarısı 12 den<br />

gündüz müddetinin yarısı kadar sonra veyâ hakîkî zevâl vaktinden gece yarısı müddetinin<br />

yarısı kadar evveldir. Tulû’ vakti ile sabâhın 12 vakti arasında, gece ve gündüz<br />

uzunluklarının yarıları arasındaki fark kadar fark vardır. Bu hesâbların hepsi<br />

hakîkî güneş zemânına göre yapılır. Hakîkî güneş zemânları, hesâbdan sonra vasatî<br />

güneş zemânına ve bu da müşterek zemâna çevrilir. Gurûbî zemâna göre zevâl<br />

vaktinin, ezânî zemâna göre zuhr vakti olduğunu aşağıda göreceğiz. Bunun için<br />

1 Mayısda, ezânî zemâna göre zuhr vakti 5 sâat 6 dakîka olduğundan, İstanbulda<br />

müşterek zemâna göre şer’î tulû’ vakti 4 sâat 57 dakîka olur.<br />

Gece ve gündüz müddetleri birbirlerine dâimâ müsâvî olsaydı, güneş, dâimâ<br />

zevâlden altı sâat evvel tulû’ ve altı sâat sonra gurûb ederdi. Gece ile gündüz müddetleri<br />

müsâvî olmadığı için, yaz aylarında, zevâl ve gurûb vaktleri arasında 6 sâatden<br />

bir mikdâr fazla zemân vardır. Kış aylarında, bu vaktler arasında, bir mikdâr<br />

az zemân bulunur. Altı sâatden olan bu zemân farkına (Nısf fadla=Yarı fark) zemânı<br />

denir. Yaz aylarında, hakîkî gurûb vaktleri, zevâl vaktinden, 6 ile nısf fadlanın toplamı<br />

kadar, kış aylarında ise, 6 dan nısf fadlanın farkı kadar, farklı olmakdadır. Gurûbî<br />

sâatin sabâh 12 si ise, zevâl vaktinden, bunun aksi kadar farklı olmakdadır.<br />

Ezânî sâat ile zuhr vaktini, hakîkî ve vasatî sâat ile tulû’ ve gurûb vaktlerini bulmak<br />

için, İngiliz riyâziyecisi John Napierin düstûru ile Nısf fadla bulunur. Napierin<br />

düstûru: Bir kürevî dik müsellesde [s. 185 deki 2. şeklde, TCL müsellesinde],<br />

dik açıdan başka, beş unsurdan birinin cos’ü [temâmîsinin sin’ü], bu unsura bitişik<br />

olan ikisinin cot.larının [temâmîlerinin tag.larının] veyâ bitişik olmayan ikisinin<br />

sin.lerinin çarpımlarına müsâvîdir. Ancak iki dik kenârların kendileri değil, temâmîleri<br />

hesâba katılır. Buna göre:<br />

sin (Nısf fadla) = tan meyl [Declination] æ tan arz [enlem, Latitude]<br />

formülünden hesâb makinesi veyâ logaritme cedveli vâsıtası ile, (Nısf fadla) kavsinin<br />

derecesi ve bunun dört misli alınıp hakîkî güneş zemânı dakîkası olarak<br />

kıymeti bulunur. Bir şehrin Erd üzerindeki ve Şemsin semâdaki yerleri aynı yarı<br />

kürede ise, nısf fadla zemânının mutlak kıymeti, hakîkî gün uzunluğunun dörtde<br />

biri olan 6 hakîkî sâate eklenince, o şehrdeki hakîkî zemâna göre, hakîkî gurûb vakti<br />

elde edilir. Şemsin tulû’ vakti ile zevâl vakti arasında da bu kadar zemân vardır.<br />

Nısf fadlanın mutlak kıymeti 6 dan çıkarılınca, aradaki fark, gurûbî zemâna göre<br />

hakîkî zevâl vakti ve hakîkî zemâna göre [ya’nî gece yarısından i’tibâren] hakîkî<br />

tulû’ vakti olur. Ya’nî, gurûbî zemâna göre, sabâh 12 vakti, hakîkî zevâl vaktinden,<br />

bu fark kadar evveldir. Güneşin günlük meyl dereceleri, kitâbın sonundadır. Şeh-<br />

– 191 –


in ve güneşin yerleri, başka yarım kürede iseler, Nısf fadlanın mutlak kıymeti 6<br />

ya eklenince, o mahallin gurûbî zemâna göre hakîkî zevâl vakti ve hakîkî zemâna<br />

göre hakîkî tulû’ vakti bulunur. 6 sâatden çıkarılırsa, hakîkî zemâna göre, o yerdeki<br />

hakîkî gurûb vakti olur.<br />

1 Mayısda güneşin meyli + 14 derece 55 dakîka, ta’dîl-i zemân + 3 dakîka ve İstanbulun<br />

arz derecesi + 41 olduğundan, privileg elektronik hesâb makinesinin 14.55<br />

µ tan æ 41 tan = arc sin æ 4 = ¥ düğmelerine basılınca, makinenin levhasında<br />

53 dakîka 33 sâniye okunur. Nısf fadla 54 dakîka ve zevâlî hakîkî zemâna göre<br />

hakîkî gurûb vakti, 6 yı 54 dakîka geçe, mahallî vasatî zevâlî zemâna göre 6 yı<br />

51 geçe ve müşterek zemâna göre 18 i 55 geçe ve ileri sâate göre 19 u 55 geçedir.<br />

Şer’î gurûb vakti, bunlara İstanbul için Temkin olan 10 dakîka ilâve edilerek ileri<br />

sâate göre, şer’î gurûb vakti, 20 yi 5 dakîka geçedir. Hakîkî gündüz müddeti 13 sâat<br />

48 dakîka ve gece müddeti, bunun 24 den farkı olan, 10 sâat 12 dakîka olup, nısf<br />

fadlanın 6 dan farkı olan 5 sâat 6 dakîka, hakîkî zemâna göre, ya’nî gece yarısından<br />

i’tibâren hakîkî tulû’ vakti ve gurûbî zemâna göre zevâl vaktidir. Ezânî zemâna göre<br />

hakîkî zevâl vakti, gurûbî zemâna göre olan hakîkî zevâl vaktinden Temkin zemânı<br />

evvel, ya’nî 4 sâat 56 dakîkadır. Ezânî zemâna göre şer’î zuhr vakti, ezânî zemâna<br />

göre hakîkî zevâl vaktinden Temkin zemânı sonra, ya’nî 5 sâat 6 dakîka olmakdadır.<br />

Ezânî zemâna göre zuhr vaktinin iki misli olan 10 sâat 12 dakîka, evvelki<br />

hakîkî gece müddeti olup, bundan 20 dakîka [Temkinin iki misli] çıkarılırsa, 9<br />

sâat 52 dakîka, ezânî zemâna göre şer’î tulû’ vakti olur. 5 sâat 6 dakîkadan ta’dîl<br />

ve temkin çıkarılır ve müşterek sâate çevrilirse, şer’î tulû’ vakti, 4 sâat 57 dakîka<br />

olur. Ezânî zuhr vaktinin 6 dan farkı, Nısf fadla zemânıdır. Güneşin meylinin<br />

mutlak derecesi, a’zamî 23 derece 27 dakîka olduğu için, Nısf fadlanın a’zamî mikdârı,<br />

formülde İstanbul için 22 derece ya’nî bir sâat 28 dakîka ve en uzun gurûb vakti<br />

ile en kısa vakti arasında 176 dakîka fark olmakdadır. Tulû vaktleri arasında da<br />

aynı fark olduğundan, en uzun gündüz ile, en kısa gündüz arasında, 352 dakîka [5<br />

sâat 52 dakîka] fark olmakdadır.<br />

Ekvator üzerindeki yerlerde, her zemân, 21 mart ve 23 eylülde ise her yerde,<br />

güneşin meyli, ya’nî tan meyl sıfır olduğu için, Nısf fadla sıfır olur. 1 Nisanda güneşin<br />

meyli 4 derece 20 dakîka, ta’dîl-i zemân – 4 dakîkadır. Viyana şehrinin arz<br />

derecesi 48 derece 15 dakîka olduğundan, hesâb makinesinin CE/C 4.20 µ tan<br />

æ 48.15 µ tan = arc sin æ 4 = düğmelerine basınca, Nısf fadla takrîben 19 buçuk<br />

dakîka olur. Viyananın mahallî vasatî sâati ile akşam nemâzı [şer’î gurûb] vakti<br />

6 sâat 33 buçuk dakîka olur. Viyananın tûl derecesi 16 derece 25 dakîka olup, sâat<br />

başı tûl dâiresinin 1 derece 25 dakîka şarkında olduğundan, Londradan bir sâat<br />

ileri olan coğrâfî müşterek sâatine göre akşam nemâzı vakti 6 yı 27,5 dakîka geçe<br />

olur. Parisin arz derecesi 48 derece 50 dakîka olduğundan, Nısf fadlası 20 dakîka,<br />

mahallî vasatî zemâna göre akşam nemâzı vakti 6 sâat 34 dakîkadır. Tûlü +<br />

2 derece 20 dakîka şarkda olduğundan, coğrâfî müşterek sâati ile 6 sâat 25 dakîka<br />

olur ise de, Fransanın müşterek sâati, coğrafî sâatden bir sâat ileri olduğundan,<br />

19 sâat 25 dakîka olur. Newyorkun arz derecesi 41 derece olduğundan, Nısf fadlası<br />

15 dakîka, mahallî vasatî sâatine göre, akşam nemâzı vakti 6 sâat 29 dakîkadır.<br />

Tûlü – 74 derece olup, sâat başı tûl yarım dâiresinin 1 derece şarkında olduğundan,<br />

Londradan [75÷15] beş sâat geri olan coğrâfî müşterek sâatine göre 6 sâat<br />

25 dakîka olur. Delhînin arz derecesi 28 derece 45 dakîka, Nısf fadlası 9,5 dakîka,<br />

mahallî vasatî sâatine göre akşam nemâzı vakti 6 sâat 23,5 dakîkadır. Tûlü<br />

77 derece olup, sâat başı tûl yarım dâiresinin 2 derece şarkındadır. Londradan beş<br />

sâat ileri olan müşterek sâatine göre 6 sâat 15,5 dakîka olur.<br />

Trabzon şehrinin arz derecesi, İstanbul gibi, 41 derecedir. Tûl derecesi ise 39 derece<br />

50 dakîkadır. 1 Mayıs gününün Nısf fadlasını bulmak için, ziyâ ile çalışan CA-<br />

SIO hesâb makinesinin ON 14 ¬ 55 ¬ tan æ 41 tan = INV sin æ 4 = INV ¬<br />

– 192 –


düğmelerine basılınca, makinenin levhasında 53 dakîka 33 sâniye görülür. Bu<br />

da, takrîben 54 dakîka olur. Muhtelif hesâb makinelerinin kullanılmaları birbirlerinin<br />

aynı değildir. Mahallî vasatî zemâna göre gurûb vakti, İstanbul gibi, 7 yi 01<br />

dakîka geçe ve müşterek zemâna göre, bundan 39 dakîka önce, ya’nî 6 yı 22 geçe<br />

olur. Mekke-i mükerremenin arz derecesi 21 derece 26 dakîka, tûl derecesi, Trabzon<br />

gibi, 39 derece 50 dakîkadır. 1 Mayıs günü için Nısf fadlası, 24 dakîka olur. Mahallî<br />

vasatî zemâna göre gurûb vakti 6 yı 31 dakîka geçe ve 30 dereceden geçen sâat<br />

başı tûl yarım dâiresi için olan müşterek sâate göre 39 dakîka evvel, ya’nî gurûb<br />

vakti 5 sâat 52 dakîka olur. 1 Kasım [Teşrîn-i sânî] günü meyl-i şems –14 derece<br />

16 dakîka ve ta’dîl-i zemân + 16 dakîkadır. Nısf fadla, İstanbul için 51, Mekke<br />

için 23 dakîka olup, müşterek sâate göre gurûb vakti, İstanbul için 5 sâat 7 dakîka,<br />

Mekke-i mükerreme için 4 sâat 52 dakîka olur. 1 Kasım günü, İstanbulda akşam<br />

ezânından 15 dakîka evvel, radyoda Mekkenin akşam ezânı dinlenebilir. Yukarda,<br />

muhtelif şehrler için, gurûb vaktlerinin hesâblarında İstanbulun Temkini<br />

kullanıldı. Aynı arz derecesinde bulunan şehrlerin, ezânî ve mahallî vasatî sâat makinelerinde,<br />

nemâz vaktleri birbirlerinden, temkinlerinin farkları kadar farklıdır.<br />

Mahallî vasatî güneş zemânına göre zevâl vakti, her yerde 12 rakamından<br />

ta’dîl-i zemânın değişmesi kadar, ya’nî yarım dakîkadan az değişmekde olup, bir<br />

sene içinde, İstanbulda 12 den 16 dakîka kadar önce veyâ 14 dakîka sonra olur. Müşterek<br />

zemâna göre, Türkiyenin her yerinde, bu yerin tûl derecesi ile 30 derece arasında<br />

olan tûl farkının dört misli dakîka, mahallî vaktlerden evvel veyâ sonra<br />

olur. Zevâl vaktleri, ezânî sâat makinesinde, her gün bir iki dakîka değişir. Osmânlılar<br />

zemânında büyük câmi’lerde, bu ayârlamayı yapan Muvakkıt’ler vardı.<br />

Ta’dîl-i zemân mikdârını, kolayca bulmak için öğle nemâzının müşterek zemâna<br />

göre, meselâ İstanbuldaki vakti, doğru olduğuna güvenilen, bir takvîmden bulunur.<br />

Bundan 14 dakîka çıkarılınca, mahallî vasatî güneş zemânına göre zevâl vakti<br />

olur. Hakîkî güneş zemânına göre zevâl vakti her yerde 12 de olduğu için, bu iki<br />

zevâl vaktleri arasındaki zemân farkı, ta’dîl-i zemân olur. Vasatî sâat ile zevâl vakti,<br />

12 den noksân ise, ta’dîl-i zemân (+), fazla ise (–) olur.<br />

– 193 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:13


Martın birinci günü, ta’dîl-i zemân –13 olduğundan, mahallî vasatî güneş zemânına<br />

göre zevâl vakti, her yerde 12 yi 13 dakîka geçe olur. Öğle nemâzı vakti, bundan<br />

temkin mikdârı sonra olur. Meselâ, İstanbulda 12 yi 23 geçe olur. Herhangi bir<br />

yerde, müşterek zemâna göre, bu yerin tûl derecesi ile sâatbaşı tûl yarım dâiresinin<br />

derecesi arasındaki farkın dört katı kadar, mahallî vasatî zemâna göre olan vaktden<br />

önce veyâ sonra olur. Türkiyedeki bir yerin tûl derecesi, 30 dan fazla ise önce,<br />

noksan ise sonra olur. Böylece, müşterek zemâna göre öğle nemâzı vakti Ankarada<br />

takrîben 12 yi 11 dakîka ve İstanbulda 12 yi 27 dakîka geçedir. Müşterek<br />

sâat makinesi, bu zuhr vaktine gelince, ezânî sâat makinesi, nısf fadla ile bulunan<br />

zuhr vaktine getirilirse, ezânî sâat makinesinin o günkü ayârı yapılmış olur. En yüksek<br />

yerin yükseklik mikdârı bilinmiyorsa, en yüksek yerden ziyânın gayb olduğu<br />

vakt ile üfk-ı hissîden gurûbun görüldüğü vakt arasındaki zemân, yâhud en yüksek<br />

yerden ziyânın gayb olduğu vaktde 12 yapılan ezânî sâat makinesi, nısf fadla<br />

ile bulunmuş olan zuhr vaktine gelince, mahallî vasatî sâat makinesinin gösterdiği<br />

vakt, ta’dîl-i zemân ile mu’âmele edilirse, netîcenin 12 den farkı olan zemân, yâhud<br />

mahallî vasatî sâate göre, en yüksek yerde ziyânın gayb olduğu vaktden nısf<br />

fadla ile bulunan gurûb vaktinin farkı, o mahallin (Temkin zemânı) olur. Yâhud,<br />

ta’dîl-i zemân + ise mahallî vasatî zemâna göre, takvîmde yazılı olan zuhr vaktinin<br />

12 den farkı ile ta’dîl toplanınca ve – ise bu farkdan ta’dîl çıkarılınca (Temkin<br />

zemânı) olur.<br />

İbni Âbidîn ve Şâfi’î (El-envâr) ve mâlikî (El-mukaddemet-ül-izziyye) şerhinde,<br />

(Mîzân-ül-kübrâ) da diyor ki, (Nemâzın sahîh olması için, vakti girdikden<br />

sonra kılınması ve vaktinde kılındığını bilmek şartdır. Vaktin girdiğinde şübheli<br />

olarak kılıp, sonra vaktinde kılmış olduğunu anlarsa, bu nemâzı sahîh olmaz.<br />

Vaktin bilinmesi, vaktleri bilen âdil bir müslimânın okuduğu ezânı işitmekle olur.<br />

Ezânı okuyan âdil değil ise, [veyâ âdil müslimânın hâzırladığı takvîm yoksa],<br />

kendisi vaktin girdiğini araşdırıp, kuvvetli zan edince kılmalıdır. Fâsıkın veyâ<br />

âdil olduğu bilinmeyen kimsenin, kıbleyi göstermesi, temiz, necs, halâl, harâm gibi<br />

dinden olan şeylere şehâdet etmesi [söylemesi] de, ezân gibi olup, ona değil, kendi<br />

araşdırıp anladığına uyması lâzımdır.).<br />

Sabâh nemâzını her mevsimde (İsfâr) etmek, ya’nî ortalık aydınlanınca kılmak<br />

müstehabdır. Cemâ’at ile öğle nemâzını, yazın sıcakda geç, kış günleri ise, erken<br />

kılmak müstehabdır. Akşam nemâzını her zemân erken kılmak müstehabdır.<br />

Yatsıyı, şer’î gecenin ya’nî gurûbdan fecre kadar olan zemânın üçde biri oluncaya<br />

kadar geç kılmak müstehabdır. Gecenin yarısından sonraya bırakmak tahrîmen<br />

mekrûhdur. Bu gecikdirmeler, hep cemâ’at ile kılanlar içindir. Evinde yalnız kılan,<br />

her nemâzı vakti girer girmez kılmalıdır. (Künûz-üd-dekâık)da yazılı ve Hâkimin<br />

ve Tirmüzînin bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (İbâdetlerin en kıymetlisi, evvel<br />

vaktinde kılınan nemâzdır) buyuruldu. (İzâlet-ül hafâ)nın beşyüzotuzyedinci sahîfesinde<br />

yazılı, (Müslim) kitâbındaki hadîs-i şerîfde, (Bir zemân gelecek, âmirler,<br />

imâmlar, nemâzı öldürecekler, vaktinden sonraya bırakacaklardır. Sen, nemâzını<br />

vaktinde kıl! Senden sonra, cemâ’at olurlarsa, onlarla da, tekrâr kıl! İkinci kıldığın<br />

nâfile olur) buyuruldu. İkindiyi ve yatsıyı, İmâm-ı a’zamın kavline göre kılmak<br />

ihtiyâtlı olur. Uyanamayan, vitri yatsıdan hemen sonra kılmalıdır. Yatsıdan<br />

evvel kılarsa, sonra tekrâr kılar. Uyanabilen ise, gecenin sonunda kılmalıdır.<br />

Ahmed Ziyâ beğ, 157.ci sahîfede diyor ki, bir beldede, mahallî vasatî zemâna<br />

göre ma’lûm olan bir nemâzın şer’î vakti ile, o günkü ta’dîl-i zemânın cebrsel toplamı,<br />

hakîkî güneş zemânına göre vakt olur. Bunun ile, Ezânî zemâna göre olan zuhr<br />

vakti toplanıp, bir temkin çıkarılırsa, bu nemâzın Ezânî zemânına göre şer’î vakti<br />

elde edilir. Mecmû’ 12 den fazla olursa, bu fazlalık, ezânî vakt olur. Meselâ, Martın<br />

birinci günü, güneş İstanbulda müşterek zemâna göre sâat 18.00 de batıyor. Gurûb<br />

vaktindeki Ta’dîl-i zemân –12 dakîka olduğundan, İstanbulda hakîkî güneş ze-<br />

– 194 –


mânına göre şer’î gurûb vakti 5 sâat 44 dakîkadır. Ezânî zemâna göre, şer’î zuhr<br />

vakti 6 sâat 26 dakîka olduğundan, güneşin batması: 6 sâat 26 dakîka +5 sâat 44 dakîka<br />

–10 dakîka=12 olur. Genel olarak:<br />

(1) Ezânî zemâna göre vakt = Hakîkî zemâna göre aynı andaki vakt + Ezânî zemâna<br />

göre zuhr vakti – O mahallin temkin zemânı<br />

(2) Hakîkî zemâna göre vakt = Ezânî zemâna göre vakt + Hakîkî zemâna göre<br />

şer’î gurûb vakti<br />

dir. İkinci müsâvâtda, gurûb vakti vasatî ise, bulunan zevâlî vakt de vasatî olur. İkinci<br />

müsâvâtdan:<br />

(3) Ezânî zemâna göre vakt = Hakîkî zemâna göre vakt – Hakîkî zemâna göre<br />

şer’î gurûb vakti<br />

de olur. Buradaki gurûb vakti, hakîkî vaktden büyük ise, hakîkî vakte 12 ilâve edilip,<br />

sonra çıkarılır.<br />

(2) ve (3) cü müsâvâtlarda, zevâlî vaktler, hep hakîkî ise de, müşterek vakti hakîkîye<br />

ve bulunan hakîkîyi tekrâr müşterek vakte çevirirken, aynı sayılar toplandığı,<br />

sonra da çıkarıldıkları için, müşterek vakti hakîkîye çevirmeksizin yapılan hesâblar<br />

da, aynı netîceyi vermekdedir. Ya’nî:<br />

(4) Müşterek zemâna göre vakt = Ezânî zemâna göre vakt + Müşterek zemâna<br />

göre şer’î gurûb vakti.<br />

(5) Ezânî zemâna göre vakt = Müşterek zemâna göre vakt – Müşterek zemâna<br />

göre şer’î gurûb vakti.<br />

Yukarıda bulduğumuz Martın birinci günü, gurûb vakti, (5). ci müsâvâta göre,<br />

18 - 18 = 0, ya’nî ezânî zemâna göre 12 de olur. Bunun gibi, Martın birinci günü,<br />

ikindi vakti, müşterek zemâna göre 15 sâat 34 dakîka ve gurûb vakti 6 sâat olduğundan,<br />

ezânî zemâna göre ikindi vakti:<br />

15 sâat 34 dakîka - 6 sâat = 9 sâat 34 dakîka<br />

olur. Yine bunlar gibi, o günkü ezânî zemâna göre imsâk vakti 10 sâat 52 dakîkada<br />

olduğundan, müşterek zemâna göre imsâk vakti, (4) müsâvâta göre: 10 sâat 52<br />

dakîka + 6 = 16 sâat 52 dakîka, ya’nî 4 sâat 52 dakîka olur. 23 Hazîran 1982 Çarşamba<br />

günü olan 1 Ramezân 1402 günü hakîkî zemâna göre İstanbulda güneşin gurûb<br />

vaktini bulalım: O gün İstanbulda ezânî zemâna göre zuhr, ya’nî öğle nemâzı<br />

vakti 4 ü 32 geçe ve Ta’dîl-i zemân –2 dakîkadır. İstanbulun hakîkî zemâna göre<br />

gurûb vakti, bunun 12 den farkı olan 7 yi 28 geçe olur. Hakîkî zemâna göre şer’î<br />

gurûb vakti 7 yi 38 geçe olur. Vasatî güneş zemânına göre 19 u 40 geçe olur. Türkiyenin<br />

müşterek zemânına göre ise, 19 u 44 dakîka geçe olur. İleri sâat ile 20 yi<br />

44 geçe demekdir. Müşterek zemâna göre vakt, gurûb vaktinden küçük ise, (3).cü<br />

ve (5).ci düstûrlarda bunun 12 veyâ 24 fazlası kullanılır. Ahmed Ziyâ beğ,<br />

Ezânî zemâna göre vakt = Hakîkî zevâl vakti + Hakîkî vakt... (6) ve<br />

Hakîkî vakt = Ezânî vakt – Hakîkî zevâl vakti... (7) düstûrlarını kullanmakdadır.<br />

Müneccim başı Mustafâ efendi, 1317 [m. 1899] senesindeki ceb takvîminde diyor<br />

ki, gurûbî ve zevâlî vaktleri birbirlerine çevirmek için, öğleden önce ise, bilinen<br />

vakt, öğle nemâzının vaktinden çıkarılır. Bulunan fark, diğer sâatin öğle nemâzı<br />

vaktinden çıkarılır. Öğleden sonra ise, bilinen vaktden, öğle nemâzının vakti çıkarılır.<br />

Bulunan fark diğer sâatin öğle nemâzı vaktine ilâve edilir. Meselâ, 1989 senesi<br />

Hazîranın 12. ci günü imsâk vakti, ezânî zemâna göre 6 yı 22 geçedir. Zuhr vakti<br />

4 ü 32 geçedir. Fark, 16.32 – 6.22=10 sâat 10 dakîkadır. Müşterek zemâna göre zuhr<br />

vakti olan 12.14 den çıkarınca, müşterek zemâna göre imsâk vakti 2 yi 4 geçedir.<br />

Güneşin, belli bir nemâz vaktinin başladığı irtifâ’a geldiği vakti bulmak için, evvelâ<br />

(Fadl-ı dâir=Zemân farkı) hesâb edilir. Fadl-ı dâir, gündüz güneşin merkezinin<br />

bulunduğu nokta ile zevâl vakti arasında, gece ise, gece yarısı arasında olan ze-<br />

– 195 –


mândır. Fadl-ı dâir zâviyesine H dersek, kürevî müselles [üçgen] formüllerinden:<br />

sin H 2 =<br />

sin (M – temâm–ı meyl) æ sin (M – temâm-ı arz-ı belde)<br />

…(1)<br />

sin ( temâm-ı meyl) æ sin ( temâm-ı arz–ı belde)<br />

müsâvâtı ile hesâb edilir. Buradaki M mikdârı; kürevî müsellesin üç kenârına tekâbül<br />

eden üç kavsin zâviye mikdârları toplamının yarısı olup, bu kürevî müselles<br />

185. ci sahîfedeki birinci şeklde gösterilmişdir.<br />

temâm-ı meyl + temâm-ı arz-ı belde + temâm-ı irtifâ’-ı şems<br />

M =<br />

2<br />

İrtifâ’, hakîkî üfkun üzerinde ise +, altında ise – dir. Meyl ile irtifâ’ın işâretleri<br />

zıd ise, meylin temâmı ya’nî 90° den farkı yerine, 90° ile toplamı alınır.<br />

Fadl-ı dâir formülünde M nin kıymeti yerlerine konup basitleşdirilirse:<br />

sin<br />

H =<br />

2<br />

sin Z + ∆ æ sin Z - ∆<br />

2 2 ... (2)<br />

cos ª æ cos ∞<br />

Buradaki H zâviyesinin zemânı, Nısf-ün-nehârdan itibâren ölçülür. Burada ∆ =<br />

zevâl vaktindeki gâyenin temâmîsi = arz-ı belde - meyl-i şems = ª - ∞ dır. Z = Zenit<br />

= (Semâdaki semt-ür-re’s noktasının irtifâ’ının temâmîsi) = 90 - semtürre’s irtifâ’ı<br />

olup, çubuğun tepesinden semâdaki zevâl ve semt noktalarına giden iki yarım<br />

doğru arasındaki (Fey-i zevâl) zâviyesidir. Bütün değerleri işâretleri ile kullanılır.<br />

13 Ağustos günü İstanbulda asr-ı evvel, ya’nî ikindi nemâzının evvel vaktini hesâb<br />

edelim. Yere bir metre uzunluğunda bir çubuk dikildiğini kabûl edelim: [Bir dik üçgende,<br />

iki dar açı, birbirinin temâmîsidir. Bir kenârı 1 cm. olan bir açının (tan)ı, karşısındaki<br />

kenârın uzunluğunu gösterir. Güneşin yerdeki dar açısı, güneşin irtifâ’ıdır.]<br />

tan Z 1<br />

= tan (temâm-ı irtifâ’-ı asr) = 1 + Fey-i zevâl = Asr-ı evvel zılli<br />

Fey-i zevâl = tan (temâm-ı gâyetül-irtifâ’) = tan ∆<br />

dır. Arz-ı belde ile meyl-i şemsin işâretleri birbirinin aynı ise, ya’nî ikisi de aynı nısf<br />

kürede olunca, temâm-ı arz ile meyl toplanarak, işâretleri birbirlerinin aksi ise, ya’nî<br />

başka nısf kürelerde olunca, meyl çıkarılarak, zevâl vaktindeki güneşin (Gâyet-ülirtifâ’)<br />

derecesi bulunur. Arz-ı beldenin temâmîsi ile meylin toplamı 90 dan fazla<br />

olursa, fazlalığın doksandan farkı, gâyet-ül irtifâ’ olur ve güneş, semânın şimâl<br />

tarafında bulunur. Arz ile meyl aynı cihetde iseler, arz derecesinden meyl çıkarılınca,<br />

başka cihetde iseler, toplanınca, gâyet-ül-irtifâ’ın temâmîsi (∆) olur.<br />

gâyet-ül-irtifâ’ = 49 derece + 14 derece 50 dakîka = 63 derece 50 dakîka<br />

log (Fey-i zevâl) = log tan (26 derece 10 dakîka) = 1,69138<br />

Fey-i zevâl = 0,4913 metre<br />

tan Z 1<br />

= tan (temâm-ı irtifâ’) = 1,4913 ve log tan (temâm-ı irtifâ’) = 0,17357<br />

Yâhud Privileg hesâb makinesinde, 1,4913 arc tan ¥ düğmelerine basınca,<br />

temâm-ı irtifâ’-ı şems = bu’d-i semt = Z 1<br />

= 56 derece 9 dakîkadır.<br />

75°<br />

75°<br />

10'<br />

10'<br />

+ 49°<br />

49°<br />

+ 56°<br />

56°<br />

9'<br />

M 9'<br />

= = 90 derece<br />

90 10<br />

derece dakîka<br />

10<br />

dakika olur.<br />

dakika olur.<br />

2<br />

sin<br />

sin H sin 15° sin 41° 10'<br />

2 = sin 15° æ sin 41° 10'<br />

sin<br />

sin<br />

75°<br />

75°<br />

10'<br />

10'<br />

æ sin<br />

sin<br />

49°<br />

49°<br />

log<br />

log<br />

sin<br />

sin H – 196 –<br />

[(1,41300 +1,81839) (1,98528+1,87778)]=<br />

2 = 1 [(1,41300 +1,81839) – (1,98528+1,87778)]=<br />

2 1<br />

(1,23139 1,86306)= (1,36833)= 1,68417<br />

2 (1,23139 – 1,86306)= 1 (1,36833)= 1,68417<br />

2 dir.


75° 10' + 49° + 56° 9'<br />

M = = 90 derece 10 dakika olur.<br />

2<br />

sin H sin 15° æ sin 41° 10'<br />

=<br />

2 sin 75° 10' æ sin 49°<br />

log sin H 2 = 1 [(1,41300 +1,81839) – (1,98528+1,87778)]=<br />

2<br />

1<br />

2 (1,23139 – 1,86306)= 1 (1,36833)= 1,68417<br />

2<br />

1 derece 54 dakîkadır. İki misli alınınca, H = 57 derece 48 dakîka ve bunun<br />

2 H = 28<br />

dört misli olan Fadl-ı dâir zemânı, 231,2 sâat dakîkası ve böylece, 13 Ağustos günü<br />

asr-ı evvel için, Fadl-ı dâir zemânı = 3 sâat 51 dakîka olur. Hakîkî zevâl vaktinde<br />

hakîkî sâat sıfır olduğu için, doğruca hakîkî zemâna göre hakîkî asr-ı evvel vakti<br />

3 sâat 51 dakîka olur ki, hakîkî zuhr vaktinden, çubuğun gölgesinin kendi boyu<br />

kadar uzaması için geçen zemân sonradır. Şer’î zuhr vaktinden geçen zemân için,<br />

şer’î ikindi (Asr-ı evvel) vakti, bundan o mahaldeki temkin zemânı sonra olur.<br />

Ta’dîl-i zemân -5 dakîka olduğundan, vasatî müşterek zemâna göre 16 yı 10 dakîka<br />

geçe olur. Sahîfe 195 deki 5. ci müsâvât mûcibince, bu müşterek sâatden, müşterek<br />

zemâna göre gurûb vakti olan 7 sâat 12 dakîka çıkarılarak, İstanbulda ikindi<br />

vakti, ezânî zemâna göre, 8 sâat 58 dakîka olur. Fadl-ı dâir zemânı ile ezânî zuhr<br />

vakti ya’nî gurûbî zemâna göre hakîkî zevâl vakti olan 5 sâat 7 dakîkayı toplayınca<br />

da, hem gurûbî zemâna göre hakîkî ikindi vakti, hem de ezânî zemâna göre şer’î<br />

asr-ı evvel vakti olur. Çünki, şer’î asr-ı evvel vakti, bu mecmû’dan, ya’nî gurûbî hakîkî<br />

vaktden Temkin zemânı sonra olur ise de, ezânî zemâna göre şer’î vakti, bu<br />

gurûbî şer’î vaktden Temkin zemânı evvel olur. Bunun gibi, zuhr, akşam ve yatsı<br />

nemâzlarının, ezânî zemâna göre şer’î vaktleri de, hesâb ile bulunan gurûbî zemâna<br />

göre hakîkî vaktlerinin aynıdır.<br />

Asr-ı evvel irtifâ’ını bulmak için, diğer bir üsûl, hergün, güneşin gâye irtifâ’ı ve<br />

bu irtifâ’da olduğu vakt, bir metre çubuğun gölgesinin uzunluğu ölçülerek veyâ hesâb<br />

edilerek, yazılır. Böylece, bir (İrtifâ’ - gölge uzunluğu) cedveli hâsıl olur. İstanbulda<br />

13 Ağustosda, gâye irtifâ’ı 64 0 olduğundan, gölge uzunluğu, cedvelde 0,49<br />

m. bulunur. Asr-ı evvelde gölge 1,49 m. ve irtifâ’ 34 0 olur. (İrtifâ’ - gölge uzunluğu)<br />

cedveli, 1924 (Takvîm-i sâl) sonunda ve kitâbımızın sonunda mevcûddur.<br />

İkindi nemâzının asr-ı sânî vakti de aynı müsâvât ile bulunur ise de, burada:<br />

tan Z 2<br />

= tan (temâm-ı irtifâ’ı şems) = 2 + Fey-i zevâl = Asr-ı sânî zılli<br />

Z 2<br />

= temâm-ı irtifâ’ = Bu’d-i semt = 68 derece 8 dakîka olur. Buradan:<br />

M = 96 derece 9 dakîka ve H = 73 derece 43 dakîka,<br />

Fadl-ı dâir zemânı 4 sâat 55 dakîkadır. Buna Temkin ilâve edince, İstanbulda,<br />

hakîkî zemâna göre asr-ı sânî 5 sâat 5 dakîka olur.<br />

İkindi nemâzı vaktinde, asr-ı evvel için:<br />

Z 1<br />

= temâm-ı irtifâ’ = Bu’d-i semt = arc tan (1 + tan ∆) ve asr-ı sânî için:<br />

Z 2<br />

= temâm-ı irtifâ’ = arc tan (2 + tan ∆) münâsebetleri ile de temâm-ı irtifâ’ [Z]<br />

ve sonra Fadl-ı dâir hesâb edilebilir. ∆ nın tanjantı fey-i zevâldir. Bu tanjant 1 veyâ<br />

2 ile toplanır. Tanjantı bu yekûna eşit olan açı, ikindi için Z değeridir.<br />

Yatsı nemâzının işâ’-i evvel vaktinde güneşin merkezi hakîkî üfukdan 17 derece<br />

aşağıdadır. Ya’nî hakîkî irtifâ’ - 17 derecedir. Meyl-i şemsin temâmı yerine 90<br />

ile toplamı alınacağından:<br />

104° 50' + 49° + 73°<br />

M = = 113 derece 25 dakîka ve H = 50 derece 53 dakîka ve<br />

2<br />

Fadl-ı dâir zemânı 3 sâat 24 dakîka olur, ki yatsının hakîkî zemâna göre vaktinin<br />

gece yarısından farkıdır. Bunun 12 den farkına, İstanbul için, 10 dakîka Temkin ilâve<br />

edilir. Çünki, güneşin merkezi, şer’î üfukdan, dahâ sonra ayrılacağı gibi, arka<br />

– 197 –


kenârı da üfuklardan, dahâ sonra ayrılacakdır. 13 Ağustos günü yatsı vakti, hakîkî<br />

zemâna göre 8 sâat 46 dakîka, müşterek sâate göre, 8 sâat 55 dakîka olur.<br />

Fadl-ı dâir zemânı, hakîkî gece yarısına müsâvi olan ezânî zuhr vaktinden çıkarılıp,<br />

Temkin ilâve, bulunan gurûbî zemânı ezânî zemâna tahvil için bir temkin tarh<br />

edilir. Temkini önce ilâve, sonra tarh etmek yerine temkin hesâba katılmadan da,<br />

gurûbî ve ezânî zemânlara göre şer’î işâ-i evvel vakti 1 sâat 42 dakîka olur.<br />

13 Ağustosda, fecr-i sâdık dediğimiz beyâzlık doğmağa başlarken, güneşin<br />

merkezi hakîkî üfukdan 19 derece ile irtifâ’ zâviyesinin toplamı kadar aşağıdadır.<br />

Ya’nî, hakîkî irtifâ’ı şems - 19 dereceden farklıdır.<br />

104° 50' + 49° + 71°<br />

M = = 112 derece 25 dakîka ve H = 47 derece 26 dakîka ve<br />

2<br />

onbeşe bölünüp, Fadl-ı dâir zemânı 3 sâat 10 dakîka olur ki, güneş merkezinin gece<br />

yarısından uzaklık zemânıdır. Gece yarısı hakîkî sâat sıfır olduğundan, hakîkî<br />

(imsâk vakti) olur. Bundan 10 dakîka Temkin çıkarılır. Çünki, güneşin - 19 derece<br />

irtifâ’dan şer’î üfka mesâfesi, hakîkî üfka olan mesâfesinden dahâ azdır ve üst<br />

kenârı, üfuklara merkezinden dahâ yakındır. İstanbulun hakîkî zemâna göre şer’î<br />

imsâk vakti 3 sâat olur. İmsâk vakti müşterek zemâna göre 3 sâat 9 dakîka olur.<br />

Fadl-ı dâir, hakîkî gece uzunluğunun yarısına müsâvî olan zuhr vaktine [5:07 ye]<br />

ilâve ve 20 dakîka Temkin çıkarılırsa, ezânî zemâna göre (imsâk vakti) 7 sâat 57<br />

dakîka olur. Tertîbli CASIO fx - 3600p hesâb makinesi ile Fadl-ı dâir 8 sâat 50 dakîka<br />

bulunuyor ki, Fecr vaktinin zevâl vaktinden farkıdır. Gece yarısından farkı<br />

için bu, 12 den çıkarılır. Fadl-ı dâir, yine 3 sâat 10 dakîka olur. (Rub’-ı dâire) ta’rifesine<br />

bakınız!<br />

Fecr vakti ile tulû’ vakti arasındaki zemâna (Hisse-i fecr) denir. Şafak vakti ile<br />

gurûb vakti arasındaki zemâna (Hisse-i şafak) denir. Fecr ve şafak vaktlerinin<br />

Fadl-ı dâir zemânları ezânî zuhr vaktinden [ya’nî gece yarısından] çıkarılır. Yâhud,<br />

Fadl-ı dâirlerinin temâmîlerine Nısf fadla, kış aylarında ilâve, yaz aylarında tarh<br />

edilip zemâna çevrilince, bu hisse zemânları elde edilir. Fecr ve şafak vaktlerinin<br />

irtifâ’ları (–) işâretli oldukları için, Fadl-ı dâirleri, gece yarısından başlamakdadır.<br />

Ahmed Ziyâ beğ diyor ki, (İslâm âlimleri, imsâk vaktinin, beyâzlığın üfk-ı zâhirî<br />

hattı üzerinde yayıldığı vakt değil, beyâzlığın üfuk üzerinde ilk görüldüğü vakt<br />

olduğunu bildirdiler). Ba’zı Avrupa kitâbları ise, fecr, beyâzlıkdan sonra başlayan<br />

kırmızılığın üfuk üzerinde yayılmasının temâm olduğu vaktdir diyerek, güneşin üfuk<br />

altında -16 derecedeki hakîkî irtifâ’ı ile hesâb etmekdedir. 1983 senesinden beri,<br />

ba’zı takvîmcilerin, bu Avrupa kitâblarına uyarak, imsâk vaktlerini, -16 dereceden<br />

hesâb etdikleri görülüyor. Bu takvîmlere uyanlar, sahûr yemeğini, islâm âlimlerinin<br />

yazdıkları vaktlerden 15-20 dakîka sonraya kadar yiyorlar. Bunların orucları<br />

sahîh olmuyor. Ahmed Ziyâ beğin, Mîlâdî 1926, Kamerî 1344 ve Şemsî 1305 târîhli<br />

(Takvîm-i Ziyâ) cep takvîminin ilk ve son sahîfelerinde, (Diyânet işleri riyâseti<br />

heyet-i müşâveresi tarafından tedkîk edilip ve riyâset-i celîlenin tasdîki ile tab’<br />

edilmişdir) yazılıdır. Din işlerinde islâm âlimlerinin ve astronomi mütehassısının<br />

tasdîk etdiği nemâz vaktlerini değişdirmemelidir. Elmalılı Hamdi Yazır, (Sebîl-ürreşâd)<br />

mecmû’asının yirmiikinci cildinde, bu husûsda tafsîlât vermişdir.<br />

Güneşin meyli her an değişdiğinden, hakîkî netîce almak için, meylin her sâatlik<br />

değişmeleri hesâba katılır. Meselâ:<br />

4 Mayıs günü, öğleden sonra İstanbulda sâatimizin ayârının doğruluğunu tedkîk<br />

edelim. Londra sâati ile 00:00 da ya’nî o gün başında (evvelki gece yarısı) güneşin<br />

meyli + 15 derece 49 dakîkadır. İstanbulda (Rub’-ı dâire) denilen âlet ile, güneşin<br />

üst kenârının riyâdî üfka göre zâhirî irtifâ’ı ölçülüp bundan nısf-ı kutr-i<br />

şems için 16 dakîka ve ayrıca, bu irtifâ’a mahsûs olan (hava inkisârı) çıkarılarak,<br />

güneş merkezinin semâdaki hakîkî yerinin, hakîkî üfka göre hakîkî irtifâ’ı bulu-<br />

– 198 –


nur. Bu hakîkî irtifâ’, meselâ + 49 derece 10 dakîka bulunduğu anda, zevâlî müşterek<br />

sâatimiz 2 yi 38 dakîka geçiyor ise, bunu hemen yazarız. Mayısın 5. ci günü<br />

güneşin meyli + 16 derece 6 dakîkadır. 24 sâatlik meyl farkı 17 dakîkadır. Sâatimiz,<br />

zevâlden 2 sâat 38 dakîka sonra ve Londradaki zemân İstanbuldan 1 sâat 56<br />

dakîka geri olduğu için, Londrada gece yarısı ile İstanbulda irtifâ’ ölçülen vakt arasındaki<br />

zemân farkı 12 sâ. + 2 sâ. 38 d – 1 sâ. 56 d. = 12 sâ. 42 d. = 12,7 sâ.dir. Bu<br />

mikdâr zemân için, meyl farkı (17/24) æ 12,7 = 9 dakîka olur. Nemâz vaktlerinin<br />

ta’yininde de, meyl farkları hesâba katılmalıdır. Mayısda meyl artmakda olduğundan,<br />

meyl + 15 derece ve 58 dakîkadır.<br />

Fadl-ı dâir derecesini bulmak için, hesâb makinelerine dahâ uygun olan:<br />

sin (irtifâ')± [sin (meyl) æ sin (arz)]<br />

cos H = ... (3) müsâvât'ı da vardır.<br />

cos (meyl) æ cos (arz)<br />

olur. Onbeşe bölünce, zemân olarak Fadl-ı dâir zemânı, 2 sâat 30 dakîka olur ki,<br />

hakîkî güneş zemânına göredir. Bu netîceyi elde etmek için, pil ile işliyen privileg<br />

hesâb makinesinin şu düğmelerine basılırsa; CE/C 15.58 µ cos æ 41 cos = MS<br />

49.10 µ sin – 15.58 µ sin æ 41 sin = ÷ MR = arc cos æ 4 = makinenin levhasında<br />

149,7 dakîka hâsıl olur. 4 Mayıs günü ta’dîl-i zemân + 3 dakîka olduğundan,<br />

müşterek vasatî zemâna göre 2 sâat 31 dakîka olur. Sâatimizin 7 dakîka ileri<br />

olduğu anlaşılmakdadır.<br />

(3). cü cos H müsâvâtında sayılar, mutlak (işâretsiz) olarak hesâba katılmışdır.<br />

Bir şehrin Erd küresi üzerindeki yeri ile güneşin semâdaki yeri aynı yarım kürede,<br />

ya’nî arz-ı belde ile meyl-i şems aynı işâretli ise, güneş üfkun üzerinde iken, ya’nî<br />

gündüzleri, yukarıdaki formülün payındaki (–) işâreti, geceleri ise (+) işâreti, aksi<br />

hâlde bunların tersi kullanılır. Bu şeklde elde edilen fadl-ı dâir, gündüz ise, güneş<br />

merkezinin bulunduğu mahal ile Nısf-ün-nehâr vakti arasındaki zemândır. Gece<br />

ise, gece yarısı arasındaki zemân olur. İstenirse aynı formül hep sâdece payındaki<br />

(–) işâreti ile de kullanılabilir. Bu takdîrde bütün sayılar işâretleri ile hesâba<br />

katılır ve bulunan H dâimâ Nısf-ün-nehârdan i’tibâren ölçülür.<br />

Bu Fadl-ı dâiri (3). cü düstûrun ikinci şekline göre de bulalım. Bunun için,<br />

Privileg makinesinin CE/C 49.10 µ sin – 15.58 µ MS sin æ 41 sin = ÷ MR<br />

cos ÷ 41 cos = arc cos ÷ 15 = ¥ düğmelerine basılınca, makinenin levhasında<br />

(2 sâ. 29 d. 44,59 s.) görülüp, fadl-ı dâir zemânı takrîben 2 sâat 30 dakîka olur.<br />

Güneşin üst kenârının rub’ı dâire tahtası ile, üfk-ı riyâdîye göre ölçülen zâhirî<br />

irtifâ’ını tashîh için, bundan, buna âid hava inkisârı ve şemsin nısf kutr-ı zâhirîsi<br />

tarh ve ihtilâf-ı manzar ilâve edilerek, merkezinin üfk-ı hakîkîye göre, hakîkî irtifâ’ı<br />

bulunur. İşrak ve İsfirâr vaktlerinin de, sâat ayârının doğruluğunu tedkîk etmek<br />

gibi hesâb edileceği, Ahmed Ziyâ beğin (Rub’-ı dâire) kitâbında yazılıdır.<br />

11 Ocak günü İstanbulda, bayram nemâzı, ya’nî (İşrak) vaktini bulalım: Bu vakt,<br />

şemsin, arka [alt] kenârının zâhirî üfuk hattından bir mızrak boyu yükseldiği vakt<br />

olup, merkezinin üfk-ı hakîkîden irtifâ’ının, 5 derece olduğu vaktdir. Şemsin meyli<br />

– 21 derece 53 dakîkadır. Bir gün sonraki meyl – 21 derece 44 dakîkadır. Bir günlük<br />

meyl farkı 9 dakîkadır. Bayram nemâzı gece yarısından 8 sâat kadar sonra olacağından<br />

ve İstanbul Londradan 2 sâat ileri olduğundan, 6 sâatlik meyl farkı iki dakîka<br />

olur. Bu ayda meyl mutlak değerce azalmakda olduğundan, işrâk zemânın-<br />

sin 49° 10' – [sin (15° 58') æ sin (41°)] 0,7566 - (0,2750 æ 0,6561)<br />

cos H= =<br />

cos 15° 58' æ cos 41°<br />

0,9614 æ 0,7547<br />

0,7566 – 0,1805<br />

cos H= = 0,5762 = 0,7940 ve buradan H=37 derece 26 dakîka<br />

0,7256 0,7256<br />

– 199 –


daki meyl – 21 derece 51 dakîka olur. Işık te’sîri ile pilsiz işliyen CASIO hesâb makinesinin<br />

ON 5 sin – 21 ¬ 51 ¬ ∑ sin æ 41 sin = ÷ 21 ¬ 51 ¬ ∑ cos ÷ 41<br />

cos = INV cos ÷ 15 = INV ¬ düğmelerine basınca, makinenin levhasında 4 sâat<br />

7 dakîka bulunur. Bu fadl-ı dâirin zevâl vaktinden [12 den] farkı olan 7 sâat 53<br />

dakîka, güneş merkezinin hakîkî zemâna göre, işrak vakti olur. Ta’dîl – 8 dakîka<br />

olduğundan, müşterek sâate göre 8 sâat 5 dakîkadır. 10 dakîka temkin ilâve edilerek<br />

takvîmlere 8.15 yazılır. Ezânî zuhr vaktinden [7 sâat 22 dakîkadan] fadl-ı dâir<br />

çıkarılınca, gurûbî zemâna göre, işrak vakti 3 sâat 15 dakîka olur. Bayram nemâzı<br />

vaktinin, ihtiyâtlı olması için, dühâ vaktleri Temkin zemânı kadar sonraya alınmış,<br />

bunun için, ezânî sâat ile dühâ vakti, takvîmlere, Temkin çıkarılmadan 3.15<br />

yazılmışdır. (Kedûsî) sonunda diyor ki, (Nısf fadlanın iki mislinden, kışın iki temkin<br />

tarh edilir. Yaz aylarında, iki temkin ilâve, mecmû’un temâmîsi sâate tahvîl ve<br />

6 ya ilâve edilince, ezânî zemâna göre tulû’ vakti olur. İki temkin tarh yerine ilâve<br />

ve ilâve yerine tarh ve netîceye ihtiyât olarak bir temkin ilâve edilirse, (dühâ)<br />

vakti, ya’nî işrak nemâzı vakti olur.) Kedûsînin irtifâ’ risâlesi 1268 [m. 1851] de te’lîf<br />

ve 1311 de tekrâr tab’ edilmişdir.<br />

Aynı günde (İsfirâr-ı şems) vakti, güneşin ön [alt] kenârının zâhirî üfuk hattına<br />

bir mızrak boyu yaklaşdığı, ya’nî merkezinin hakîkî üfukdan 5 derece irtifâ’da<br />

olduğu vakt olup, ihtiyâten 40 dakîkadır. İsfirâr gece yarısından 16 sâat kadar<br />

sonra olacağından ve İstanbuldaki zemân, Londradakinden 1 sâat 56 dakîka<br />

ileri olduğundan bu vaktdeki meyl, gece yarısındaki meylden 5 dakîka 16.5 sâniye<br />

az, ya’nî – 21 derece 47 dakîka 43.5 sâniye olur. Pil ile işliyen tertîbli CASIO makinesinin<br />

anahtarı sağa doğru açılıp, P 1<br />

5 RUN 21 ¬ 47 ¬ 43.5 ¬ ∑ RUN<br />

41 RUN düğmelerine basınca, çok kolay olarak Fadl-ı dâir 4 sâat 7 dakîka 20,87<br />

sâniye bulunur ve anahtar kapatılır. Zevâl vaktinde hakîkî sâat sıfır olduğu için,<br />

hakîkî zemâna göre isfirâr vakti, Fadl-ı dâirin kendisi olur ve vasatî zemâna göre<br />

4 sâat 15 dakîka ve müşterek zemâna göre 4 sâat 19 dakîka olur. Ezânî zemâna göre<br />

zuhr vakti ile Fadl-ı dâir toplamı 11 sâat 29 dakîka, gurûbî zemâna göre isfirâr<br />

vakti olup, bundan bir Temkin çıkarılınca, ezânî zemâna göre isfirâr vakti 11 sâat<br />

19 dakîka olur. Ezânî veyâ mahallî veyâ müşterek vasatî zemânlara göre tulû’<br />

vakti ile gurûb vakti toplamından, takvîmde yazılı olan işrak vaktinin temkin<br />

noksanı çıkarılınca da, İsfirâr-ı şems vakti olur. İsfirâr ile gurûb vaktleri arasındaki<br />

fark, işrak ile tulû’ vaktleri arasındaki fark kadar olup, ihtiyâten 40 dakîkadır.<br />

CASIO fx–3600 P makinesini yukardaki gibi kullanmak üzere tertîb için, aşağıdaki<br />

düğmelerine basılır. MODE ◊ P 1<br />

ENT sin – ENT Kin 1 sin æ ENT Kin 3<br />

sin=÷ Kout 1 cos ÷ Kout 3 cos = INV cos ÷ 15 = INV ¬ MODE ∫<br />

1 Şubat gününde, ikindi nemâzının İstanbuldaki vaktlerini bulalım: Şemsin<br />

meyli – 17 derece 15 dakîka ve ta’dîl-i zemân – 13 dakîka ve 31 sâniyedir.<br />

Fey-i zevâl = tan (temâm-ı gâyetül irtifâ’) ve temâm-ı gâyetül irtifâ’ = arz-ı belde<br />

- meyl olduğundan:<br />

tan (Temâm-ı irtifâ’ı asr-ı evvel) = [1 + tan (arz – meyl)] ve<br />

tan (Temâm-ı irtifâ’ı asr-ı sânî) = [2 + tan (arz – meyl)] münâsebetlerinden<br />

irtifâ’lar bulunur. Privilegin CE/C 41 – 17.15 µ ∑ = tan + 1 = arc tan MS 90 –<br />

MR = ¥ düğmelerine basılınca, irtifâ’ı asr-ı evvel 20 derece 55 dakîka olur. Sonra,<br />

makinenin 20.55 µ sin – 17.15 µ ∑ MS sin æ 41 sin = ÷ MR cos ÷ 41 cos<br />

= arc cos ÷ 15 = ¥ düğmelerine basarak, fadl-ı dâir zemânı 2 sâat 40 dakîka bulunur.<br />

İstanbulda 10 dakîka Temkin ilâve edince, hakîkî zemâna göre asr-ı evvel vakti<br />

2 sâat 50 dakîka, vasatî zemâna göre 3 sâat 4 dakîka, müşterek zemâna göre 3 sâat<br />

8 dakîka olur. Fadl-ı dâir zemânı, ezânî zuhr vaktine [7 sâat 3 dakîkaya] ilâve edilince<br />

gurûbî ve ezânî zemânlara göre asr-ı evvel vakti 9 sâat 43 dakîka olur.<br />

Asr-ı sânî vaktinin irtifâ’ı için CE/C 41 – 17.15 µ ∑ = tan + 2 = arc tan MS<br />

90 – MR = ¥ düğmelerine basılarak 15 derece 28 dakîka ve Fadl-ı dâir zemânı<br />

– 200 –


için 15.28 µ sin – 17.15 µ ∑ MS sin æ 41 sin = ÷ MR cos ÷ 41 cos = arc cos<br />

÷ 15 = ¥ düğmelerine basılarak 3 sâat 21 dakîka bulunur. Asr-ı sânî vakti, hakîkî<br />

zemâna göre 3 sâat 31 dakîka, vasatî zemâna göre 3 sâat 45 dakîka, müşterek zemâna<br />

göre 3 sâat 49 dakîkadır. Gurûbî ve ezânî zemânlara göre 10 sâat 24 dakîka olur.<br />

13 Ağustos günü imsâk vaktini (3) no.lu müsâvâtın birinci şekline göre de bulalım.<br />

Privilegin CE/C 19 sin + 14.50 µ MS sin æ 41 sin = ÷ MR cos ÷ 41 cos =<br />

arc cos ÷ 15 = ¥ düğmelerine basılarak, Fadl-ı dâir zemânı 3 sâat 10 dakîka bulunur.<br />

Bundan 10 dakîka Temkin çıkarılır ve gece yarısına ilâve edilince, İstanbul<br />

için hakîkî zemâna göre imsâk vakti 3 sâat olur. Fecr-i sâdık vakti için bulunan bu<br />

Fadl-ı dâir zemânı, gece yarısından [ya’nî 0 dan] çıkmadığı için, 12 den çıkarılıp 10<br />

dakîka temkin ilâve edilirse, işâ’i sânînin vakti, hakîkî zemâna göre tam 9 sâat olur.<br />

Fadl-ı dâir, gece yarısına müsâvî olan ezânî zuhr vaktine [5 sâat 7 dakîkaya] ilâve<br />

ve 20 dakîka çıkarılınca, kalan 7 sâat 57 dakîka, ezânî imsâk vakti olur.<br />

13 Ağustosda işâ’i evvel vaktini bulalım. Pille işliyen tertîbli CASİO hesâb<br />

makinesi ile fadl-ı dâir:<br />

P 1<br />

17∑ RUN 14 ¬ 50 ¬ RUN 41 RUN<br />

düğmelerine basınca, 8 sâat 36 dakîka bulunur. Zevâl vaktinde hakîkî sâat sıfır olduğundan,<br />

10 dakîka temkin ilâve edilince, işâ’i evvel vakti, hakîkî zemâna göre,<br />

8 sâat 46 dakîka, müşterek sâate göre, 8 sâat 55 dakîka olur. Ezânî zuhr vakti, 5 sâat<br />

7 dakîka olduğundan, ezânî işâ’ vakti, 13.43, ya’nî 1.43 olur.<br />

Kare-köklü mu’âdele’ye göre bulduğumuz, 13 Ağustos ikindi vaktini, ziyâ enerjisi<br />

ile çalışan pilsiz (Casio) elektronik hesâb makinesi ile de hesâb edelim: Fey–i zevâl<br />

için ON 26 ¬ 10 ¬ tan düğmelerine basılarak makinenin levhasında 0,4913<br />

hâsıl olur. Temâm-ı irtifâ’ı asr-ı evvel için ON 1,4913 INV tan INV ¬ düğmelerine<br />

basılarak 56 derece 9 dakîka bulunur. M için 75 ¬ 10 ¬ + 49 + 56 ¬ 9 ¬<br />

= ÷ 2 = INV ¬ düğmelerine basınca 90 derece 9 dakîka 30 sâniye bulunur. H yı bulmak<br />

için ON 15 sin æ 41 ¬ 10 ¬ sin ÷ 75 ¬ 10 ¬ sin ÷ 49 sin = INV sin<br />

æ 2 ÷ 15 = INV ¬ düğmelerine basılarak, Fadl-ı dâir zemânı 3 sâat 51 dakîka olur.<br />

Asr-ı evvel irtifâ’ı 33 derece 51 dakîka olduğu için, pil ile işliyen, tertîbli CA-<br />

SIO fx-3600 P makinesinde P 1<br />

33 ¬ 51 ¬ RUN 14 ¬ 50 ¬ RUN 41 RUN<br />

düğmelerine basınca, asr-ı evvel için H = 3 sâat 51 dakîka bulunur.<br />

NEMÂZ KILMASI TAHRÎMEN MEKRÛH, YA’NÎ HARÂM OLAN ZEMÂN<br />

ÜÇDÜR: Bu üç vakte, (Kerâhet zemânı) denir. Bu üç vaktde başlanan farzlar sahîh<br />

olmaz. Nâfileler sahîh olursa da, tahrîmen mekrûh olur. Bu üç vaktde başlanan nâfileleri<br />

bozmalı, başka zemânlarda kazâ etmelidir. Bu üç vakt: Güneş doğarken, batarken<br />

ve Nısf-ün-nehâr dâiresi üzerinde, [zevâl vaktinde] ya’nî gündüz ortasında ikendir.<br />

Burada, güneşin doğması, üst kenârının zâhirî üfuk hattından görünmeğe başlayıp,<br />

bakamıyacak kadar parlamasına ya’nî (Dühâ vakti)ne kadar olan zemândır. Dühâ<br />

vaktinde güneş merkezinin üfk-ı hakîkîden irtifâı beş derecedir. Alt kenârı üfk-ı<br />

mer’îden bir mızrak boyu irtifâındadır. Dühâ vakti, güneşin tulû’undan takrîben 40 dakîka<br />

sonradır. Bu iki vakt arasındaki zemân, ya’nî tulû’ ve dühâ vaktleri arasındaki zemân,<br />

(Kerâhet zemânı)dır. Dühâ vakti olunca, iki rek’at (İşrak nemâzı) kılmak sünnetdir.<br />

Bu nemâza (Kuşluk nemâzı) da denir. Bayram nemâzı da, bu vaktde kılınır. Güneşin<br />

batması da, tozsuz, dumansız, berrak bir havada, ziyânın geldiği yerlerin veyâ kendisinin<br />

bakacak kadar sararmağa başladığı vaktden batıncaya kadar olan zemân demekdir.<br />

Bu vakte (İsfirâr-ı şems) zemânı denir. İşrak vaktleri hesâb edilirken, ihtiyât<br />

olarak, Temkin zemânı kadar sonraya alınmış, isfirâr vaktleri değişdirilmemişdir.<br />

Nemâzı gündüz ortasında kılmak, ilk veyâ son rek’atinin gündüz ortasına rastlaması<br />

demek olduğu, Tahtâvînin (Merâkıl-felâh) hâşiyesinde ve İbni Âbidînde yazılıdır.<br />

Nemâz vaktleri hesâb edilirken, bir mahaldeki muhtelif yüksekliklerin muhtelif<br />

zâhirî üfuk hatlarına göre olan muhtelif zâhirî irtifâ’lar yerine, o mahallin sâbit<br />

olan şer’î üfkuna göre şer’î irtifâ’ları hesâba katmak lâzım olduğunu yukarıda<br />

– 201 –


ildirmişdik. Buna göre, şer’î zevâl vakti, güneşin ön ve arka kenârlarının, tulû’ ve<br />

gurûb mahallerindeki şer’î üfuklardan gâye irtifâ’ında oldukları iki vakt arasındaki<br />

zemân olup, o şehrdeki temkin zemânının iki misli bir zemândır. 1 mayısda, İstanbulda<br />

hakîkî zevâl vaktinde güneşin merkezinin hakîkî üfka nazaran gâye irtifâ’ı<br />

49 + 14,92 = 63,92 derecedir. Bu irtifâ’, tulû’ ve gurûb etdiği hakîkî üfuklara<br />

göre aynıdır. Bu irtifâ’ için fadl-ı dâir zemânı, H = 0 dakîkadır. Hakîkî zemâna<br />

göre hakîkî zevâl vakti, her zemân ve her yerde sâat 12 dedir. Tulû’ mahallindeki<br />

şer’î üfka nazaran gâye irtifâ’ına göre şer’î zevâl vaktinin başlaması, 12 den temkin<br />

zemânı evveldir. Gurûb mahallindeki şer’î üfukdan olan gâye irtifâ’ına göre<br />

şer’î zevâl vaktinin bitmesi, hakîkî zevâl vaktinden Temkin zemânı sonradır.<br />

Ya’nî, İstanbul için şer’î zevâl vakti, hakîkî sâat 12 den 10 dakîka evvel başlar. Müşterek<br />

zemâna göre şer’î zevâl zemânının evveli, Ta’dîl-i zemân + 3 dakîka olduğu<br />

için, 11 sâat 51 dakîka, sonu 12 sâat 11 dakîka olur. Güneşi görmiyenler için, takvîmlerde<br />

yazılı olan (Zuhr vakti), bu zemân başlar. Aradaki yirmi dakîkalık zemân,<br />

İstanbul için zevâl vakti, ya’nî (Kerâhet vakti) olur. [182. ci sahîfeye ve Hüsâmeddîn<br />

efendinin (Şemâil-i şerîfe) tercemesine bakınız!]<br />

Hakîkî gurûb ve tulû’ vaktlerinde, güneşin (h) irtifâ’ı sıfır olduğundan, 199/3.cü<br />

düstûr: – tan ª æ tan ∞ = cos H olur. 1 Mayıs günü için cos H = – 0,23, Fadl-ı dâir<br />

derecesi 103,4 ve H = 6 sâat 54 dakîka ve hakîkî gurûb vakti, hakîkî sâat ile 6 sâat<br />

54 dakîka ve mahallî vasatî sâat ile 6 sâat 51 dakîka, müşterek sâat ile 6 sâat 55<br />

dakîka, şer’î gurûb vakti 7 sâat 5 dakîka olur. Hakîkî zemâna göre hakîkî tulû’ vakti<br />

= 12 – H = 5 sâat 6 dakîka, vasatî sâat ile 5 sâat 3 dakîka olur. Şer’î tulû’ vaktini<br />

bulmak için, bundan İstanbul için 10 dakîka Temkin çıkarılır. 4 sâat 53 dakîka,<br />

müşterek sâat ile 4 sâat 57 dakîka olmakdadır. Ezânî zemâna göre zuhr vakti 5 sâat<br />

6 dakîka olduğundan, bundan [veyâ 12 fazlasından] Fadl-ı dâir zemânı çıkarılınca,<br />

gurûbî zemâna göre hakîkî tulû’ vakti ve bundan iki temkin çıkarılınca, ezânî<br />

zemâna göre şer’î tulû’ vakti, 9 sâat 52 dakîka olur. Gurûbî zemâna göre hakîkî<br />

ve ezânî zemâna göre şer’î gurûbların vakti de, gurûbî zemâna göre zevâl vakti<br />

ile Fadl-ı dâir zemânının toplamı, ya’nî 5.06 + 6.54 = 12 olur.<br />

Ziyânın sür’ati sâniyede 300000 km.dir. Erdın şemsden mesâfesi vasâtî yüzelli milyon<br />

km. olduğu için, ziyâ güneşden Erde 8 dakîka 20 sâniyede geliyor. Güneş doğdukdan<br />

8 dakîka 20 sâniye sonra doğduğu görülebilir. İki nev’ zemân ve iki nev’ vakt<br />

vardır: Birincisi, (Riyâdî) zemân olup, güneşin merkezi, zevâl vaktine veyâ hakîkî<br />

gurûb vaktine gelince başlar. İkincisi, (Mer’î) zemân olup, güneşin bu iki vakte geldiği<br />

görülebilince başlar. Mer’î zemân, riyâdî zemândan 8 dakîka 20 sâniye sonra başlamakdadır.<br />

Bir nemâzın hesâb ile bulunan riyâdî vaktine 8 dakîka 20 sâniye ilâve<br />

edince, mer’î vakti olur. Bundan 8 dakîka 20 sâniye çıkarılınca sâatlerin gösterdiği<br />

mer’î vakt olur. Güneşin doğmasının ve bütün nemâzların vaktleri ve sâat makinelerinin<br />

12 olmaları, mer’î vaktlerdir. Ya’nî güneşin semâda görünen yerine göredir.<br />

Görülüyor ki, sâatler, hesâb ile bulunan riyâdî vaktleri de göstermekdedir.<br />

Güneş batarken, yalnız o günün ikindisi kılınır. İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre, Cum’a<br />

günü güneş tepede iken, nâfile kılmak mekrûh olmaz. Bu kavl za’îfdir. Bu üç vaktde<br />

önceden hâzırlanmış cenâzenin nemâzı, secde-i tilâvet ve secde-i sehv de câiz değildir.<br />

Hâzırlanması bu vaktlerde biten cenâzenin nemâzını, bu vaktlerde kılmak câiz olur.<br />

Yalnız nâfile kılmak mekrûh olan iki vakt vardır. Sabâh tan yeri ağardıkdan, güneş<br />

doğuncaya kadar, sabâh nemâzının sünnetinden başka nâfile kılınmaz. İkindiyi<br />

kıldıkdan sonra, akşam nemâzından önce nâfile kılmak mekrûhdur. Cum’a günü<br />

imâm minbere çıkınca ve müezzin ikâmet okurken, diğer nemâzlarda imâm nemâzda<br />

iken nâfileye, ya’nî sünnete başlamak mekrûhdur. Yalnız sabâh sünnetine<br />

başlamak mekrûh değildir. Bunu da safdan uzak veyâ direk arkasında kılmalıdır.<br />

Minbere çıkmadan başlanan sünneti temâmlamalı denildi.<br />

Sabâh nemâzını kılarken, güneş doğmağa başlarsa, bu nemâz sahîh olmaz.<br />

İkindiyi kılarken güneş batarsa, bu nemâz sahîh olur. Akşamı kıldıkdan sonra, tay-<br />

– 202 –


yâre ile batıya gidince, güneşi görse, güneş batınca akşamı tekrâr kılar.<br />

Hanefî mezhebinde, yalnız Arafât meydânında ve Müzdelifede hâcıların iki nemâzı<br />

cem’ etmeleri lâzımdır. Hanbelî mezhebinde, seferde, hastalıkda, kadının emzikli<br />

veyâ müstehâza olmasında, abdesti bozan özrlerde, abdest ve teyemmüm için<br />

meşakkat çekenlerde ve a’mâ ve yer altında çalışan gibi, nemâz vaktini anlamakda<br />

âciz olanın ve canından, malından ve nâmûsundan korkanın ve ma’îşetine zarar<br />

gelecek olanın, iki nemâzı cem’ etmeleri câiz olur. Nemâzı kılmak için işlerinden<br />

ayrılmaları mümkin olmıyanların, bu nemâzlarını kazâya bırakmaları, hanefî<br />

mezhebinde câiz değildir. Bunların, yalnız böyle günlerde, (Hanbelî mezhebi)ni<br />

taklîd ederek, kılmaları câiz olur. Cem’ ederken, öğleyi ikindiden ve akşamı yatsıdan<br />

önce kılmak, birinci nemâza dururken, cem’ etmeği niyyet etmek, ikisini ard<br />

arda kılmak ve abdestin, guslün ve nemâzın hanbelî mezhebindeki farzlarına ve<br />

müfsidlerine uymak lâzımdır. 271. ci sahîfeye bakınız!<br />

Erdın nısf kutru (metre)<br />

Yüksek cos D = bir yerin D inhitât zâviyesini 185. ci sahîfede ta’yîn etmişdik. Bu zâviye:<br />

Nısf kutr + Yükseklik = 6367654<br />

6367654 + Y veyâ<br />

D ~ = ≅ 0,03 x Y ile de, derece olarak bulunur... (1)<br />

Y = metre olarak yükseklikdir.<br />

Aşağıdaki harfler yerine rakamlar konup, ziyâ te’sîri ile işleyen Privileg hesâb<br />

makinesinin düğmelerine basılarak, her yerde H Fadl-ı dâirin Nısf-ün-nehârdan<br />

i’tibâren sâati bulunur.<br />

h sin - ª sin æ ∞ sin = ÷ ª cos ÷ ∞ cos = arc cos ÷ 15 = ¥ ....(2)<br />

h irtifâ’ı geceleri ve ª arz ile ∞ meyli de cenûb yarı kürede (-) olacakdır.<br />

Ezânî imsâk vakti: 12 + Zuhr - H - (1 ÷ 3) = sâat ve işâ vakti: H + Zuhr - 12 =<br />

sâat olur. Her yerde nemâz vaktleri de Casio hesâb makinesi ile şu şeklde müşterek<br />

sâat olarak bulunur:<br />

H + S - T = ÷ 15 + 12 - E + N = INV ¬ ... (3)<br />

H = Fadl-ı dâir zâviyesi, S = sâat başı tûl, T = tûl, E = ta’dîl, N = temkin.<br />

H, S, T değerleri derece; E, N değerleri sâat olarak alınacakdır.<br />

H ve N öğleden önce (–), öğleden sonra (+) dır.<br />

Temkin müddeti N, 185. sahîfedeki gibi hesâb edilir veyâ arz derecesi 44 dereceden<br />

aşağı ve en yüksek yeri 500 metreden az olan yerler için, aşağıdaki düğmeler<br />

ile sâat olarak bulunur. Ya’nî, âletin levhasında, 0 sâat ile dakîka ve sâniye rakamları<br />

görülür.<br />

0,03 æ Y √ – + 1.05 = sin ÷ ª cos ÷ ∞ cos æ 3,82 = INV ∂ ... (4)<br />

Herhangi bir günde, güneşin meyli ve Ta’dîl-i zemân ve arz derecesi 41 olan yerlerde,<br />

Nısf fadla ile Fadl-ı dâir ve nemâz vaktleri, hiçbir hesâba ve düstûra ve hesâb<br />

makinesi kullanmağa lüzûm olmadan, (Rub’-ı dâire) ile kolayca ve sür’at ile anlaşılmakdadır.<br />

Rub’-ı dâire ve bunun isti’mâlini bildiren ta’rifesi, Hakîkat Kitâbevi tarafından<br />

i’mâl ve tevzî’ edilmekdedir. Kompütüre [Zekâ makinasına] boş levhası takılıp,<br />

nemâz vaktlerine göre tertîb edilir. Tertîb edilmiş levha, kompütürden çıkarılıp,<br />

senelerce saklanabilir. Tertîbli levha, kompütüre takılıp, herhangi bir şehrin arz<br />

ve tûl derecesi, âlete verilirse, o şehrin bir günlük veyâ aylık yâhud senelik bütün nemâz<br />

vaktlerini, bir sâniyede levhasında gösterir. Yâhud, kâğıdda yazılı olarak verir.<br />

Bu kâğıd, telefona bağlı (Faks) âleti ile, birkaç sâniyede, o şehre gönderilebilir.<br />

[Mâlikî ve Şâfi’î mezheblerinde, seferde, hastalıkda ve ihtiyârlıkda öğle ile ikindi<br />

ve akşam ile yatsı nemâzları cem’ edilebilir. Ya’nî, ikisinden birisi, diğerinin<br />

vaktinde kılınabilir.]<br />

– 203 –


61 — EZÂN VE İKÂMET<br />

(Dürr-ül-muhtâr) kitâbından ve bunun açıklaması olan (Redd-ül-muhtâr)dan<br />

ezân bâbı terceme edilerek ve kısaltılarak aşağıda yazıldı:<br />

Ezân, herkese bildirmek demekdir. Belli olan arabca kelimeleri sırası ile okumakdır.<br />

Tercemesini okumak, ezân olmaz. Ma’nâsı anlaşılsa da, fârisî ve başka dillerle<br />

okunmaz. Ezân okumak, hicretden önce Mekkede, Mi’râc gecesi başladı. Hicretin<br />

birinci senesinde, nemâz vaktlerini bildirmek için emr olundu. Mahalle mescidinde,<br />

yüksek yerde okuması sünnetdir. Sesini yükseltmesi lâzımdır. Fekat, çok<br />

bağırmak için, kendini zorlamamalıdır. [Görülüyor ki, ezânı kendi mahallesine işitdirecek<br />

kadar, bağırmak lâzımdır. Sesi dahâ yükseltmek câiz değildir. Ho-parlör<br />

kullanmağa lüzûm yokdur. Ho-parlör ile ve hele radyo ile ezân ve ikâmet okumak<br />

bid’atdir. Bid’at ile yapılan ibâdet kabûl olmaz. Günâh olur.] Beş vakt nemâz ve<br />

kazâ nemâzları için ve Cum’a nemâzında hatîbin karşısında, erkeklerin ezân okuması<br />

sünnet-i müekkededir. Kadınların ezân ve ikâmet okuması mekrûhdur. Çünki,<br />

seslerini yükseltmeleri harâmdır. Ezân, başkalarına vakti bildirmek için, yüksekde<br />

okunur. Hâzır olan cemâ’at için veyâ kendi için olan ezân ve ikâmet yerde<br />

okunur. [(Tenvîr-ül-ezhân)da diyor ki, (Ezânı oturarak okumak tahrîmen mekrûhdur.<br />

Ayakda okunması tevâtür ile anlaşılmışdır.)] Vitr, bayram, terâvîh ve cenâze<br />

nemâzları için ezân ve ikâmet okunmaz. Ezânı vaktinden evvel okumak sahîh<br />

değildir ve büyük günâhdır. Vakt girmeden önce okunan ezân ve ikâmet, vakt girince<br />

tekrâr okunur. Ezân okunurken, hareke veyâ harf katacak veyâ harfleri uzatacak<br />

şeklde tegannî yapmak ve böyle okunan ezânı ve Kur’ân-ı kerîmi dinlemek<br />

câiz değildir.<br />

[(Mir’ât-ül haremeyn) kitâbının Medîne kısmında diyor ki, (Ezân okumak,<br />

hicretin birinci senesinde, Medînede başladı. Bundan önce, nemâz vaktlerinde yalnız<br />

(Essalâtü câmi’a) denirdi. Medînede ilk ezân okuyan, Bilâl-i Habeşîdir. Mekkede<br />

ise, Habîb bin Abdürrahmândır. Cum’a nemâzındaki birinci ezân, hazret-i<br />

Osmânın sünnetidir. Önceleri, bu da câmi’ içinde okunurdu. Abdülmelik zemânında<br />

Medîne vâlisi olan Ebbân bin Osmân hazretleri minârede okutdu. Melik Nâsır<br />

bin Mensûr, yediyüz [700] senesinde, Cum’a ezânından önce, minârelerde salâtü-selâm<br />

okutdu. İsrâîl Peygamberleri, sabâh ezânından önce tesbîh okurlardı.<br />

Eshâb-ı kirâmdan Mesleme bin Mahled, Mısrda vâlî iken, ellisekiz [58] senesinde,<br />

hazret-i Mu’âviyenin emri ile ilk minâreyi yapdırıp, müezzin Şerhabîl bin<br />

Âmire sabâh ezânından önce salât verdirdi). (Dürr-ül-muhtâr)da diyor ki, (Ezândan<br />

sonra salât ve selâm okumak, ilk olarak yediyüzseksenbir senesinde, sultân Nâsır<br />

Salâhuddînin emri ile Mısrda başladı). [Cenâze olduğunu bildirmek için, minârelerde<br />

salât okunması mu’teber kitâblarda yazılı değildir. Çirkin bid’atdir. Okutmamalıdır.]<br />

(Mevâhib-i ledünniyye)de diyor ki, (Hicretin birinci senesinde, Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâma sordu. Kimisi, nemâz vaktlerini<br />

bildirmek için, nasârâ gibi nâkûs, ya’nî çan çalalım dedi. Kimisi, yehûdîler<br />

gibi boru çalınsın dedi. Kimisi de, nemâz vakti ateş yakıp yukarı kaldıralım dedi.<br />

Resûlullah, bunları kabûl etmedi. Abdüllah bin Zeyd bin Sa’lebe ve hazret-i<br />

Ömer rü’yâda ezân okumasını görüp söylediler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” bunu beğenip, nemâz vaktlerinde böyle ezân okunmasını emr buyurdu).<br />

(Medâric-ünnübüvve) ve (Tahtâvî)de böyle yazıyor ve minârelerde ışık yakmanın,<br />

mecûsîlere benzediğini, bid’at olduğunu bildiriyor. [Buradan, nemâz vaktini bildirmek<br />

için minârede ışık yakmanın büyük günâh olduğu anlaşılmakdadır.] (Tebyîn-ül-hakâık)da<br />

ve (Tahtâvî)de diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,<br />

Bilâl-i Habeşîye, (İki parmağını kulaklarına koy! Böylece, sesin çok çıkar) buyurdu.<br />

Elleri kulaklara koyarsa iyi olur. Böyle yapmak, ezânın sünneti değil ise de, sesin<br />

çoğalmasının sünnetidir. Çünki, rü’yâda, melek okurken böyle yapmamışdır.<br />

Ezân okumak için değil, okumağı, sesi artdırmak için sünnet olmuşdur. Çünki, se-<br />

– 204 –


sini yükseltir buyurularak, sebeb gösterilmiş, hikmeti bildirilmişdir. Parmaklar kulaklara<br />

konmazsa, ezân güzel olur. Konursa, sesi yükseltmesi güzel olur). Görülüyor<br />

ki, parmakları kulaklara koymak, sesi artdırdığı hâlde, ezânın sünneti değildir.<br />

Fekat, emr edilmiş olduğu için, bid’at de değildir. Bugün ba’zı câmi’lerde kullanılan<br />

ho-parlör, sesi yükseltiyor ise de, ezânın sünneti olmadığı, bid’at olduğu,<br />

ayrıca parmakları kulaklara kaldırmak sünnetinin terk edilmesine sebeb olduğu<br />

anlaşılmakdadır. Ho-parlör konan ba’zı câmi’lerde minâre yapılmadığı görülüyor.<br />

[(Fetâvâ-yı Hindiyye) beşinci cild, 322. ci sahîfede diyor ki, (Sesi, mahalleye duyurmak<br />

için, minâre yapmak câizdir. Buna lüzûm yoksa, câiz değildir). Ho-parlörün<br />

câiz olmadığı buradan da anlaşılmakdadır.]<br />

(İbni Âbidîn)de ve (Ukûd-üd-dürriyye)de diyor ki, (Minârede ve Cum’a hutbesi<br />

okunacağı zemân, birkaç müezzinin birlikde ezân okumalarına (Ezân-ı Cavk)<br />

denir. Sesin çoğalması için, bir ağızdan okumaları, mütevâris olduğu için, ya’nî asrlardan<br />

beri yapıldığı için, sünnet-i hasenedir, câizdir. Müslimânların beğendiğini<br />

Allahü teâlâ da beğenir). (Berîka)da, 94. cü sahîfesinde diyor ki, (Müslimânların<br />

güzel demeleri, müctehidlerin güzel demeleridir. Müctehid olmayanların beğenip<br />

beğenmemelerinin kıymeti yokdur). 302. ci sahîfe sonuna bakınız! Şimdi, ba’zı câhillerin<br />

ho-parlör ile ezân okumağı övmelerinin kıymeti olmadığı buradan açıkça<br />

anlaşılmakdadır. Müctehid olmıyanların câiz demeleri ile, yapmaları ile, ibâdetleri<br />

değişdirmek, bid’at olur, büyük günâh olur.]<br />

İkâmet, ezândan dahâ efdaldir. Ezân ve ikâmet, kıbleye karşı okunur. Okurken<br />

konuşulmaz ve selâma cevâb verilmez. Konuşursa, her ikisi de tekrâr okunur.<br />

Hangi nemâzlarda ezân ve ikâmet okunur? Bunu üç madde hâlinde bildirelim:<br />

1 — Kırda, bostânda, yalnız veyâ cemâ’at ile kazâ kılarken, erkeklerin ezânı ve<br />

ikâmeti yüksek sesle okumaları sünnetdir. Sesi işiten insanlar, cinnîler, taşlar, kıyâmetde<br />

şâhid olacakdır. Birkaç kazâyı bir arada kılan, önce ezân ve ikâmet<br />

okur. Sonraki kazâları kılarken, hepsine ikâmet okur, ezân okumasa da olur.<br />

Kadınlar, vaktinde ve kazâ kılarken ezân ve ikâmet okumaz.<br />

Câmi’de kazâ kılan, ezân ve ikâmeti, kendi işiteceği kadar hafîf okur. Birkaç kişi,<br />

kazâ nemâzını câmi’de cemâ’at ile kılarsa, ezân ve ikâmet okunmaz. Bütün câmi’<br />

halkı, kazâ kılarsa, bu zemân, ezân ve ikâmet okunur. Zâten câmi’de, cemâ’at<br />

ile kazâ kılmak mekrûhdur. Çünki, nemâzı kazâya bırakmak, büyük günâh<br />

olup, bunu herkese bildirmek câiz değildir. Kazâ nemâzını cemâ’at ile kılabilmek<br />

için, imâm ve cemâ’atin aynı günün, aynı nemâzını kazâ etmeleri lâzımdır. Meselâ<br />

pazar gününün öğle nemâzını kazâ edecek kimse, salı gününün öğle nemâzını<br />

kazâ edecek kimseye veyâ o pazar gününün öğle nemâzını edâ eden kimseye<br />

uyamaz.<br />

Evinde kazâ kılan, şâhidleri çoğaltmak için, ezân ve ikâmeti, odada işitilecek kadar,<br />

yüksek sesle okur. [Sünneti farz kazâsı niyyeti ile kılan da böyledir.]<br />

2 — Evinde yalnız veyâ cemâ’at ile vakt nemâzı kılan, ezân ve ikâmet okumaz.<br />

Çünki, câmi’de okunan ezân ve ikâmet evlerde de okunmuş sayılır. Fekat, okumaları<br />

efdal olur. Müezzinin sesini evden duymak lâzım değildir. Câmi’de ezân<br />

okunmazsa veyâ şartlarına uygun olmazsa, evde yalnız kılan ezân ve ikâmet okur.<br />

Mahalle câmi’inde ve cemâ’ati belli kimseler olan her câmi’de, vakt nemâzı, cemâ’at<br />

ile kılındıkdan sonra, yalnız kılan kimse, ezân ve ikâmet okumaz. Böyle câmi’lerde,<br />

vakt nemâzları, imâm mihrâbda olarak, cemâ’at ile kılındıkdan sonra, tekrâr<br />

cemâ’atler yapılabilir. İmâmlığı anlatırken buyuruyor ki, sonraki cemâ’atlerde<br />

de, imâm mihrâbda bulunursa, ezân ve ikâmet okunmaz. İmâmları mihrâbda<br />

durmazsa, ezânı ve ikâmeti, cemâ’at duyacak kadar sesle okurlar.<br />

Yollarda bulunan veyâ imâmı ve müezzini bulunmıyan ve cemâ’ati belli kimseler<br />

olmıyan câmi’lerde, çeşidli zemânlarda gelenler, bir vaktin nemâzı için, çeşid-<br />

– 205 –


li cemâ’atler yaparlar. Her cemâ’at için, ezân ve ikâmet okunur. Böyle câmi’de, yalnız<br />

kılan da, ezân ve ikâmeti kendi işiteceği kadar sesle okur.<br />

3 — Müsâfir olanlar, kendi aralarındaki cemâ’at ile de, yalnız kılarken de,<br />

ezân ve ikâmet okur. Yalnız kılanın yanında, arkadaşları kılıyorsa, ezânı terk<br />

edebilir. Seferî olan kimse, bir evde yalnız kılarken de, ezân ve ikâmet okur.<br />

Çünki, câmi’de okunan, onun nemâzı için sayılmaz. Seferî olanlardan ba’zısı, evde<br />

ezân okursa, sonra kılanlar okumaz. Yola en az üç kişi çıkmalı ve biri emîrleri<br />

olmalıdır.<br />

Akllı çocuğun, a’mânın, veled-i zinânın, vaktleri ve ezân okumasını bilen câhil<br />

köylünün ezân okuması, kerâhatsiz câizdir. Cünüb kimsenin ezân ve ikâmet okuması<br />

ve abdestsiz ikâmet okumak ve kadının, fâsıkın, serhoşun, aklsız çocuğun ezân<br />

okumaları ve oturarak ezân okumak tahrîmen mekrûhdur. Bunların ezânları tekrâr<br />

okunur. Ezânın sahîh olması için, müezzin, müslimân ve akllı olmalı ve nemâz<br />

vaktlerini bilmeli ve sözüne inanılan âdil bir kimse olmalıdır. [Takvîmlerin de böyle<br />

bir müslimân tarafından hâzırlandığını bilmek veyâ sahîh olduklarına böyle bir<br />

müslimânın şâhid olması lâzımdır. Yüzlerce senedir sâlih müslimânların hâzırladıkları<br />

ve bütün müslimânların tâbi’ oldukları takvîmlerdeki vaktleri değişdirmemelidir.]<br />

Nemâzın sahîh olması için, vaktinde kıldığını iyi bilmek şartdır. Fâsık kimsenin<br />

[ya’nî içki içen, kumar oynayan, yabancı kadınlara bakan, zevcesini, kızını<br />

açık gezdirenin] ezânı sahîh olmaması, ibâdetlerde bunun sözü kabûl edilmediği<br />

içindir.<br />

[Görülüyor ki, radyo [Mizyâ’] ile ve minârede ho-parlör [Mükebbirüssavt] ile<br />

ezân okumak ve vaktinden evvel okumak ve bunları, ezân olarak dinlemek câiz olmaz.<br />

Bunlar, hem kabûl olmaz, hem de günâh olur. Bunları şartlarına uygun olarak<br />

tekrâr okumak lâzımdır. Kim olduğu bilinmiyen ve görülmiyen kimsenin sesi<br />

sebebi ile, elektriğin hâsıl etdiği sesler ve plâk ile hâsıl edilen sesler, her bakımdan<br />

ezân değildir. Bundan başka, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (İbâdetleri,<br />

bizim gibi yapmıyanlar, bizden değildir) buyurdu. Ezânı, sâlih bir müslimânın,<br />

yüksek bir yere çıkarak, Onun okutduğu gibi okuması lâzımdır. Hele, öğle<br />

ezânı vaktinden evvel okununca, öğlenin ilk sünneti kerâhet vaktinde kılınmış<br />

oluyor. Küçük günâha devâm, büyük günâh olmakdadır.]<br />

Sünnete uygun olarak okunan ezânı duyan kimse, cünüb olsa da, câmi’ hâricinde<br />

Kur’ân-ı kerîm okuyor ise de, işitdiğini yavaşça söylemesi sünnetdir. Başka birşey<br />

söylemez. Selâma cevâb vermez. Bir iş yapmaz. Ezânı işiten erkeklerin işini bırakıp,<br />

cemâ’ate gitmesi vâcibdir. Evinde ehli ile de cemâ’at yapabilir. Fekat, [câmi’de<br />

sâlih imâm varsa] câmi’e gitmek efdaldir.<br />

[(Cevhere)de diyor ki, (Fârisî dil ile okunan ezânın sahîh olmadığı (Kerhî)<br />

şerhinde yazılıdır. Zâhir ve en doğru söz de budur). (Merâkıl-felâh)da diyor ki,<br />

(Ezân olduğu anlaşılsa da, arabcadan başka dil ile ezân okumak câiz değildir)].<br />

Hutbe dinlerken, avret yeri açık iken, yemekde, din dersi okumakda iken ve câmi’<br />

içinde Kur’ân-ı kerîm okurken ezân tekrâr edilmez. Fekat, ezân sünnete uygun<br />

okunmıyorsa, meselâ ba’zı kelimeleri değişdirilmiş, terceme edilmiş ise ve ba’zı<br />

yerinde tegannî ederek okuyorsa [veyâ ezân sesi, ho-parlör denilen âletden geliyorsa]<br />

bunu işiten, hiçbir parçasını tekrâr etmez. Fekat, bunları da hurmet ile dinlemek<br />

725.ci sahîfemizde yazılıdır.<br />

[(Berîka)da binotuzbirinci ve binaltmışikinci sahîfelerinde diyor ki, (Nemâz vaktlerini<br />

bilmiyen ve tegannî, elhân ederek, ya’nî mûsikî perdelerine uyarak okuyan<br />

kimse, ezân okumağa ehl değildir. Bunu müezzin yapmak câiz değildir, büyük günâhdır.<br />

Kur’ân-ı kerîmi, zikri, düâyı elhân ile okumanın sözbirliği ile harâm olduğu<br />

(Bezzâziyye)de yazılıdır. Ezân okumak da ve vaktinden evvel okumak da böyledir.<br />

Ezân okurken, yalnız iki (Hayye alâ...) da tegannî etmeğe izn verilmişdir.<br />

Kur’ân-ı kerîm okumakda tegannîye izn verilmesi, Allahü teâlâdan korkarak<br />

– 206 –


okuyunuz demekdir. Bu da, tecvîd ilmine uyarak okumakla olur. Yoksa, harfleri,<br />

kelimeleri değişdirerek ma’nâyı, nazmı bozarak tegannî etmek sözbirliği ile harâmdır.<br />

Kur’ân-ı kerîmi ve ezânı tercî’ ile okumak, hadîs-i şerîf ile men’ edildi. Tercî’,<br />

sesi yükseltip alçaltarak okumakdır. Böyle okunanı dinlemek de harâmdır].<br />

Vaktinden önce tegannî ile okunan ve arabî olmıyan ve cünübün, kadının okuduğu<br />

ezânı duyan da söylemez. Bir ezânı işitip söyliyen kimse, başka yerde okunan<br />

ezânları duyunca artık söylemez. (Hayye alâ)ları duyunca bunları söylemeyip<br />

(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) der. Ezândan sonra, salevât getirilir. Sonra ezân<br />

düâsı okunur. Ezân düâsı (İslâm Ahlâkı) kitâbında yazılıdır. İkinci (Eşhedü enne<br />

Muhammeden resûlullah) söyleyince, iki baş parmağın tırnaklarını öpdükden<br />

sonra, iki göz üzerine sürmek müstehabdır. Bunu bildiren hadîs-i şerîf, (Merâkılfelâh)ın<br />

Tahtâvî hâşiyesinde yazılı ise de, (İbni Âbidîn) “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”<br />

bu hadîsin za’îf olduğunu bildirdiği gibi, (Hazînet-ül-meârif) 99. cu sahîfede<br />

de yazılıdır. İkâmetde böyle yapılmaz. İkâmeti işitenin tekrâr etmesi sünnet değil,<br />

müstehabdır. İkâmet okunurken câmi’e giren kimse, oturur, ayakda beklemez.<br />

Müezzin efendi, (hayye-alelfelâh) derken, herkesle berâber kalkar.<br />

İbni Âbidîn nemâzın sünnetlerinde buyuruyor ki, imâmın nemâza dururken ve<br />

rüknden rükne geçerken ve selâm verirken, cemâ’at işitecek kadar, sesini yükseltmesi<br />

sünnetdir. Dahâ fazla yükseltmesi mekrûhdur. İmâm, nemâza başlamak<br />

için, tekbîr getirmeli, cemâ’ate duyurmağı düşünmemelidir. Aksi takdîrde nemâzı<br />

sahîh olmaz. Cemâ’atin hepsi, imâmı işitmediği zemân, müezzinin de herkese<br />

duyuracak kadar, sesini yükseltmesi müstehab olur. Müezzin de nemâza başlamağı<br />

düşünmeyip, yalnız cemâ’ate duyurmak için bağırırsa, nemâzı sahîh olmadığı<br />

gibi, imâmı duymayıp, yalnız bu müezzinin sesi ile nemâza duranların nemâzı<br />

da sahîh olmaz. Çünki, nemâzı kılmıyan birine uymuş olurlar. Cemâ’ate duyuracak<br />

kadardan dahâ yüksek bağırmak, müezzin için de, mekrûhdur. Dört mezheb<br />

âlimleri sözbirliği ile bildiriyor ki, cemâ’atin hepsi, imâmın sesini duyarken, müezzinin<br />

de tekbîr getirmesi, mekrûhdur ve çirkin bid’atdir. Hattâ (Bahr-ül-fetâvâ)da<br />

ve (Feth-ul-kadîr)de ve (Miftâh-ul-Cennet ilm-i hâli) kenârındaki (Üstüvânî) risâlesinin<br />

sonuna doğru diyor ki, (Küçük mescidlerde, imâmın tekbîri işitilirken,<br />

müezzin yüksek sesle tekbîr getirirse, nemâzı bozulur.)<br />

[Sesi lüzûmundan fazla yükseltmek günâh olduğu gibi, ho-parlörden çıkan,<br />

imâmın ve müezzinin sesi değildir. Bunların sesi elektrik ve miknâtis hâline dönüyor.<br />

Bu elektrik ve miknâtisin hâsıl etdiği ses duyuluyor. Aynı nemâzı kılan kimsenin<br />

sesine uymak şartdır. Aynı nemâzı kılmıyan başka bir kimseden ve bir âletden<br />

çıkan sese uyanların nemâzları sahîh olmaz. (Redd-ül-muhtâr) kitâbı, birinci<br />

cild, beşyüzonyedinci sahîfede (Hâfızın sesi, dağlarda, çöllerde, ormanlarda ve<br />

başka herhangi bir vâsıta ile etrâfa saçılırsa, bu ikinci sesler, Kur’ân-ı kerîm okumak<br />

olmaz. Bunlardan işitilen secde âyeti için, secde etmek lâzım gelmez) buyuruyor.<br />

Bunların insan okuması olmadıkları, insan okumasına benzedikleri (Halebî-yi<br />

kebîr)de de yazılıdır. Din mütehassıslarının bu açık yazıları, radyo ile, ho-parlör<br />

ile Kur’ân-ı kerîm ve ezân okumanın ve dinlemenin ve bunlarla nemâz kılmanın<br />

yanlış olduğunu göstermekdedir. Ho-parlör ve radyo ile ezân ve Kur’ân-ı kerîm<br />

okumanın câiz olmadığı, Elmalılı Muhammed Hamdi efendi tefsîrinin üçüncü<br />

cild, [2361]. ci sahîfesinde uzun yazılıdır. Hele başka binâda olan imâma ho-parlörle<br />

uyarak kılınan nemâz sahîh olmadığı gibi, çirkin bid’at olur. Büyük günâh olur.<br />

Yetmişinci maddenin 3. cü sahîfesine ve elliikinci maddeye bakınız!<br />

Mi’nârelere konulan ho-parlör, ba’zıları için bir tenbellik vâsıtası olmuş, ezânı<br />

karanlık odalarda oturarak ve sünnete uymıyarak okumalarına sebeb olmuşdur.<br />

(Fetâvâ-yı Hindiyye)de diyor ki, (Ezânı vaktinden evvel okumak, câmi’ içinde okumak,<br />

oturarak okumak ve sesini tâkatından fazla yükseltmek ve kıbleye karşı<br />

okumamak ve tegannî yaparak okumak mekrûhdur. İkâmet okunurken gelen, otu-<br />

– 207 –


ur. Sonra, müezzin Hayye-alelfelâh derken, herkesle kalkar). İbni Âbidîn nemâzı<br />

anlatmağa başlarken diyor ki, (Vaktinde okunan ezân, islâm ezânı olur. Vaktsiz<br />

okunan ezân, konuşmak olur. Din ile alay etmek olur). Asrlarca, göklere doğru<br />

uzanan, ma’nevî süslerimiz minâreler de, bu kötü bid’at yüzünden, birer ho-parlör<br />

direği hâline getirilmekdedir. İslâm âlimleri fennin bulduklarını hep iyi karşılamışdır.<br />

Radyo, televizyon ve ho-parlörle, her yerde fâideli yayınlar yapılması da<br />

sevâbdır. Fekat, ibâdetleri ho-parlörün tırmalayıcı sesi ile yapmak câiz değildir. Hoparlörleri<br />

câmi’lere koymak, lüzûmsuz bir isrâfdır. Îmânlı kalblere ilâhî te’sîrler<br />

yapan sâlih mü’minlerin sesleri yerine, âdetâ kilise çanı gibi zırlayan bu âlet yok<br />

iken, minârelerde okunan ezânlar ve câmi’lerdeki tekbîr sesleri, ecnebîleri bile vecde<br />

getiriyordu. Her mahallede okunan ezânları işiterek câmi’leri dolduran cemâ’at,<br />

Eshâb-ı kirâm zemânında olduğu gibi, nemâzlarını huşû’ ile kılıyorlardı. Ezânın<br />

mü’minleri heyecâna getiren ilâhî te’sîri, ho-parlörlerin metalik sesleri, oğultuları<br />

ile gayb olmakdadır.] [Muhammed Hayât-i Sindînin (Gâyetüt-tahkîk) kitâbındaki<br />

6.cı risâle (Hâd-id-dâllîn)dir. Bu risâlede diyor ki, imâm-ı Ebû Nu’aym İsfehânî<br />

(Hilyetül-Evliyâ) kitâbı, üçüncü cildinde, Abdüllah ibni Abbâs diyor ki, Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (İblîs yer yüzüne indirilince, Allahü<br />

teâlâya sordu: Âdem aleyhisselâm indirilince, kullarına Cennet, se’âdet yolunu<br />

göstermek için, ona kitâb ve Peygamberler verdin. Ona vereceğin kitâb ve Peygamberler<br />

nelerdir? Allahü teâlâ: Melekler ve meşhûr Peygamberler ve dört<br />

meşhûr kitâbdır, buyurdu. Kullarını azdırmak için, bana hangi kitâbları ve Peygamberleri<br />

vereceksin, dedi. Senin kitâbın, nefsi azdıran şi’rler ve mûsikîdir. Peygamberlerin,<br />

kâhinler, falcılar, büyücülerdir ve aklı gideren, kalbleri karartan gıdaların<br />

da, Besmelesiz yinilen, içilen şeyler ve serhoş eden içkilerdir. Nasîhatların, yalan,<br />

evin, spor sahaları ve hamamlar ve tuzakların, çıplak gezen kızlar, mescidlerin,<br />

fısk meclisleridir. Müezzinlerin, mizmârlar [çalgılar]dır, buyurdu.) Ya’nî Cehennem<br />

yolunu gösteren müezzinlerin, çalgılardır. Allahü teâlânın ve Peygamberimizin,<br />

(şeytânın müezzini, ezânı) dediği radyoları, ho-parlörleri ibâdetlerde<br />

kullanmanın büyük günâh olduğu, buradan da anlaşılmakdadır.]<br />

Sünnete uygun olarak okunan ezân ile alay eden, beğenmiyen, söz ile, hareket<br />

ile, hakâret eden kâfir [Allahın düşmanı] olur. Müezzin ile alay eden kâfir olmaz.<br />

İmâm olmak, müezzinlik yapmakdan ve ikâmet okumak, ezân okumakdan efdaldir.<br />

(Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong>) kitâbı hakkında şi’r:<br />

Ey kalbi islâm ile yanan, sevdiğim, gençler!<br />

Bütün islâmiyyetden, size nümûnedir bu!<br />

İlm ile ma’rifetdir, hep içindekiler,<br />

Hakîkaten bulunmaz eşsiz hazînedir bu!<br />

En büyük âlimlerin, en büyük velîlerin,<br />

En meşhûr sîmaların, en ulvî gönüllerin.<br />

Âleme ışık tutan, hayât sunan ellerin,<br />

Kalem ve kalblerinden, sızan bir katredir bu!<br />

Resûlullahın yolu, hakîkî müslimânlık,<br />

Ve her iki cihânda, aranılan sultânlık.<br />

Sulhda her an çalışan, harblerde kahramanlık,<br />

Gösteren ceddimizden, bize emânetdir bu!<br />

Her kelimesi huccet, ilmdir her cümlesi,<br />

Dinle budur hakîkî, islâmiyyetin sesi.<br />

Kalbden pasları siler ve artdırır hevesi,<br />

İşte başlı başına, bir islâmiyyetdir bu!<br />

– 208 –


62 — BİRİNCİ CİLD, 303. cü MEKTÛB<br />

Bu mektûb, müezzin hâcı Yûsüfe gönderilmiş olup, Ezân kelimelerinin ma’nâlarını<br />

bildirmekdedir:<br />

Ezânın kelimeleri yedidir. [Tekrâr ederek onbeş oluyor. Ezân, bu onbeş kelimeyi<br />

okumak ve işitmekdir. Ho-parlör ile, tegannî yaparak okunan ezânda, bu kelimeler<br />

işitilmiyor. Bir oğultu, ne olduğu anlaşılmıyan ses işitiliyor. Ho-parlör, ezân<br />

okumağa değil, ezânı yok etmeğe sebeb oluyor.]<br />

1 — ALLAHÜ EKBER: Allahü teâlâ, büyükdür. Ona birşey lâzım değildir. Kullarının<br />

ibâdetlerine de muhtâc olmakdan büyükdür. İbâdetlerin, Ona fâidesi yokdur.<br />

Bunu, zihnlerde iyi yerleşdirmek için, bu kelime, dört kerre söylenir. [Birinci<br />

ve üçüncü (R)ler cezm veyâ vasl ederek üstün okunur.]<br />

2 — EŞHEDÜ EN LÂ İLÂHE İLLALLAH: Kibriyâsı, büyüklüğü ile ve kimsenin<br />

ibâdetine muhtâc olmadığı hâlde, ibâdet olunmağa Ondan başka kimsenin<br />

hakkı olmadığına şehâdet eder, elbette inanırım. Hiçbir şey Ona benzemez.<br />

3 — EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN RESÛLULLAH: Muhammed “aleyhi<br />

ve alâ âlihissalâtü vesselâm”ın, Onun gönderdiği Peygamberi olduğuna, Onun<br />

istediği ibâdetlerin yolunu bildiricisi olduğuna ve Allahü teâlâya, ancak Onun bildirdiği,<br />

gösterdiği ibâdetlerin, yaraşır olduğuna şehâdet eder, inanırım.<br />

4 ve 5 — HAYYE ALESSALÂH, HAYYE ALELFELÂH: Mü’minleri, felâha,<br />

se’âdete, kurtuluşa sebeb olan nemâza çağıran iki kelimedir.<br />

6 — ALLAHÜ EKBER: Ona lâyık bir ibâdeti kimse yapamaz. Herhangi bir kimsenin<br />

ibâdetinin Ona lâyık, yakışır olmasından, çok büyükdür, çok uzakdır.<br />

7 — LÂ İLÂHE İLLALLAH: İbâdete, karşısında alçalmağa müstehak olan,<br />

hakkı olan ancak Odur. Ona lâyık bir ibâdeti kimse yapamamakla beraber, Ondan<br />

başka kimsenin ibâdet olunmağa hakkı yokdur.<br />

Nemâzın şerefinin büyüklüğünü, onu herkese haber vermek için seçilmiş olan<br />

ezânın büyüklüğünden anlamalıdır. Fârisî mısra’ tercemesi:<br />

Senenin bereketi, behârından belli olur.<br />

Yâ Rabbî! Bizleri, istediğin gibi nemâz kılanlardan eyle! Âmîn.<br />

[(Sâvî) tefsîrinde, (İnşirâh) sûresinde diyor ki, (Allahü teâlâ, senin ismini şarkda,<br />

garbda, yer küresinin her yerinde yükseltirim buyurdu). Garba doğru, bir tûl<br />

derecesi gidilince, nemâz vaktleri dört dakîka gecikiyor. Her yirmi sekiz kilometre<br />

gidişde, aynı vaktin ezânı birer dakîka sonra tekrâr okunuyorlar. Böylece, yer<br />

yüzünün her yerinde, her an ezân okunmakda, Muhammed aleyhisselâmın ismi,<br />

her an, her yerde işitilmekdedir. (Şir’ât-ül-islâm) şerhinde diyor ki, (Birisi, Abdüllah<br />

ibni Ömer hazretlerine, Allah için, seni çok seviyorum deyince, ben de Allah<br />

için, seni hiç sevmiyorum. Çünki sen, ezânı tegannî ederek, şarkı söyler gibi<br />

okuyorsun buyurdu)].<br />

Seslendi ol müezzin, durdu kâmet eyledi,<br />

Kâ’beye döndü yüzün, hem de niyyet eyledi.<br />

Duyunca ehl-i îmân, hurmet ile dinledi.<br />

sonra nemâza durup, Rabbe kulluk eyledi.<br />

– 209 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:14


63 — NEMÂZIN EHEMMİYYETİ<br />

(Dürr-ül-muhtâr)da nemâzı anlatmağa başlarken ve İbni Âbidîn, (Redd-ül-muhtâr)<br />

kitâbı, ikiyüzotuzdördüncü sahîfede, bunları açıklarken buyuruyor ki:<br />

Âdem aleyhisselâmdan beri, her dinde bir vakt nemâz var idi. Hepsinin kıldığı,<br />

bir araya toplanarak bize farz edildi. Nemâz kılmak, îmânın şartı değil ise de,<br />

nemâzın farz olduğuna inanmak, îmânın şartıdır. Nemâz, düâ demekdir. İslâmiyyetin<br />

emr etdiği, bildiğimiz ibâdete, nemâz (Salât) ismi verilmişdir. Mükellef olan<br />

[ya’nî âkıl ve bâlig olan] her müslimânın, hergün beş vakt nemâzı kılması (Farz-ı<br />

ayn)dır. Farz olduğu, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, açıkça bildirilmişdir.<br />

Mi’râc gecesinde, beş vakt nemâz emr olundu. Mi’râc, hicretden bir yıl önce, Receb<br />

ayının yirmiyedinci gecesinde idi. Mi’râcdan önce, yalnız sabâh ve ikindi nemâzı<br />

vardı.<br />

Yedi yaşındaki çocuğa, nemâz kılmasını emr etmek, on yaşında kılmaz ise, el ile<br />

döğmek lâzımdır. Mektebdeki mu’allim, talebesini de, çalışdırmak için, el ile üç kerre<br />

döğebilir. Dahâ fazla vuramaz. Sopa ile döğemez. [İslâm mekteblerinde falaka<br />

olamaz. Sopa, karakolda, habshânede olur. Dinsizler, gençleri islâmiyyetden soğutmak<br />

için, tiyatrolarda, filmlerde, hocaların talebeyi falakaya yatırdıklarını<br />

gösterip, din dersleri, islâm mektebleri kapatılarak gençlik falakadan, sopadan kurtarıldı<br />

derlerse islâm dînine iftirâ etmiş olurlar. İslâmiyyetde talebeyi sopa ile döğmek<br />

yasak olduğu, din kitâblarında, açıkça yazılıdır. Peygamberimiz “sallallahü<br />

teâlâ aleyhi ve sellem” el ile üçden fazla vurmağı bile, yasak etmişdi.] Çocuklara,<br />

başka ibâdetleri de öğretmek ve yapmağa alışdırmak, günâhlardan men’ etmek lâzımdır.<br />

Farz nemâzların ehemmiyyetini bildirmek için, Muhammed Rebhâmî “rahmetullahi<br />

aleyh”, dörtyüzkırkdört kitâbdan toplıyarak, hicretin sekizyüzotuzbeşinci<br />

[835] senesinde Hindistânda yazdığı (Riyâd-un-nâsıhîn) adındaki, fârisî kitâbının,<br />

ikinci kısmı, birinci bâb, onikinci faslında buyuruyor ki:<br />

Sahîhayn ismi verilen, dîn-i islâmın iki temel kitâbında [(Buhârî) ve (Müslim)de],<br />

Câbir bin Abdüllahın “radıyallahü anh” bildirdiği bir hadîs-i şerîfde,<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: (Birinin evi önünde nehr olsa, hergün beş<br />

kerre bu nehrde yıkansa, üzerinde kir kalır mı?) diye sordu. Hayır, yâ Resûlallah!<br />

dedik. (İşte, beş vakt nemâzı kılanların da, böyle küçük günâhları afv olunur) buyurdu.<br />

[Ba’zı câhiller, bu hadîs-i şerîfi işitince, o hâlde, hem nemâz kılarım, hem<br />

de istediğim gibi, keyf sürerim. Nasıl olsa günâhlarım afv olur, diyor. Böyle düşünmek<br />

doğru değildir. Çünki, şartları ile, edebleri ile kılınıp, kabûl olan bir nemâz,<br />

günâhları döker. Sonra, küçük günâhları afv olsa bile, küçük günâh işlemeğe devâm<br />

etmek, ısrâr etmek, büyük günâh olur. Büyük günâh işlemeğe ısrâr etmek de,<br />

küfre sebeb olur.] İbni Cevzî, (El-mugnî) ismindeki tefsîrinde buyuruyor ki, (Ebû<br />

Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” buyurdu ki, beş nemâz vaktleri gelince, melekler<br />

der ki, ey Âdem oğulları, kalkınız! İnsanları yakmak için hâzırlanmış olan ateşi nemâz<br />

kılarak söndürünüz). Bir hadîs-i şerîfde, (Mü’min ile kâfiri ayıran fark, nemâzdır)<br />

buyuruldu. Ya’nî, mü’min nemâz kılar. Kâfir, kılmaz. Münâfıklar ise, ba’zan<br />

kılar, ba’zan kılmaz. Münâfıklar, Cehennemde çok acı azâb görecekdir. Müfessirlerin<br />

şâhı, Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” diyor ki, Resûlullahdan “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” işitdim. Buyurdu ki, (Nemâz kılmıyanlar, kıyâmet günü,<br />

Allahü teâlâyı kızgın olarak bulacaklardır).<br />

Hadîs imâmları, söz birliği ile bildiriyor ki, (Bir nemâzı vaktinde amden kılmıyan,<br />

ya’nî nemâz vakti geçerken, nemâz kılmadığı için üzülmeyen, kâfir olur veyâ<br />

ölürken îmânsız gider. Yâ nemâzı, hâtırına bile getirmiyenler, nemâzı vazîfe tanımıyanlar<br />

ne olur?). Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile buyurdular ki, (İbâdetler<br />

îmândan parça değildir). Yalnız, nemâzda söz birliği olmadı. Fıkh imâmlarından<br />

– 210 –


imâm-ı Ahmed ibni Hanbel, İshak ibni Râheveyh, Abdüllah ibni Mubârek, İbrâhîm<br />

Nehâî, Hakem bin Uteybe, Eyyûb Sahtiyânî, Dâvüd Tâî, Ebû Bekr ibni Şeybe,<br />

Zübeyr bin Harb, dahâ birçok büyük âlimler, bir nemâzı amden, ya’nî bile bile<br />

kılmıyan kimse, kâfir olur, dedi. O hâlde, ey din kardeşim, bir nemâzını kaçırma<br />

ve gevşek kılma, seve seve kıl! Allahü teâlâ kıyâmet günü, bu âlimlerin ictihâdlarına<br />

göre cezâ verirse, ne yaparsın? (Tefsîr-i Mugnî)de diyor ki: (Büyüklerden<br />

biri şeytâna dedi ki, senin gibi mel’ûn olmak istiyorum, ne yapayım? İblîs sevinip,<br />

benim gibi olmak istersen, nemâza ehemmiyyet verme ve doğru, yalan, herşeye yemîn<br />

et, ya’nî çok yemîn et! dedi. O kimse de, hiçbir nemâzı bırakmıyacağım ve artık<br />

yemîn etmiyeceğim, dedi). Hanbelî mezhebinde, bir nemâzı özrsüz kılmıyan,<br />

mürted gibi katl olunur ve yıkanmaz. Kefenlenmez ve nemâzı kılınmaz. Müslimânların<br />

mezârlığına gömülmez ve mezârı belli edilmez. Dağda bir çukura konur. Şâfi’î<br />

mezhebinde, nemâz kılmamakda ısrâr eden, mürted olmaz ise de, cezâsı katldir.<br />

Mâlikî mezhebi de, Şâfi’î gibi olduğu, (İbni Âbidîn)de ve (Milel-nihâl) tercemesi<br />

altmışüçüncü sahîfede yazılıdır. Hanefî mezhebinde ise, nemâza başlayıncaya<br />

kadar habs olunur veyâ kan akıncaya kadar döğülür. [Fekat nemâza ehemmiyyet<br />

vermiyen, vazîfe bilmiyen, dört mezhebde de kâfir olur. Nemâzı bile bile kılmayıp,<br />

kazâ etmeği düşünmiyen ve bunun için azâb çekeceğinden korkmıyan<br />

kimsenin, hanefî mezhebinde de kâfir olacağı, (Hadîka)da, dil âfetlerinde yazılıdır.]<br />

Allahü teâlâ, müslimân olmıyanlara nemâz kılmasını, oruc tutmasını emr etmemişdir.<br />

Bunlar, Allahü teâlânın emrlerini almakla şereflenmemişlerdir. Nemâz<br />

kılmadığı için, oruc tutmadığı için bunlara bir cezâ verilmez. Bunlar, yalnız küfrün<br />

cezâsı olan Cehennemi hak etmişlerdir. (Zâdül-mukvîn) kitâbında diyor ki; (Eski<br />

âlimler yazmış ki, beş şeyi yapmıyan, beş şeyden mahrûm olur:<br />

1 — Malının zekâtını vermeyen, malının hayrını görmez.<br />

2 — Uşrunu vermeyenin, tarlasında, kazancında bereket kalmaz.<br />

3 — Sadaka vermeyenin, vücûdünde sıhhat kalmaz.<br />

4 — Düâ etmeyen, arzûsuna kavuşamaz.<br />

5 — Nemâz vakti gelince, kılmak istemeyen, son nefesde kelime-i şehâdet getiremez.<br />

Nemâz kılmanın birinci vazîfe olduğuna inandığı hâlde, tenbellik ederek<br />

kılmıyan fâsıkdır. Sâliha kızın küfvü değildir. Ya’nî o kıza lâyık ve uygun değildir).<br />

Görülüyor ki, farz nemâzı kılmamak, îmânsız gitmeğe sebeb olmakdadır. Nemâza<br />

devâm, kalbin nûrlanmasına ve se’âdet-i ebediyyeye kavuşmağa vesîledir.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Nemâz nûrdur) buyurdu. Ya’nî, dünyâda<br />

kalbi parlatır. Âhıretde sırâtı aydınlatır. Allahın dostlarına, nemâzda neler<br />

oluyor, murâdlarına, nemâzda, nasıl kavuşuyorlar biliyor musunuz?<br />

Hikâye: Horasan vâlîsi Abdüllah bin Tâhir, çok âdil idi. Jandarmaları birkaç hırsız<br />

yakalamış, vâlîye bildirmişlerdi. Hırsızlardan biri kaçdı. Hiratlı bir demirci, Nişâpûra<br />

gitmişdi. Bir zemân sonra, evine dönüp gece giderken, bunu yakaladılar.<br />

Hırsızlarla berâber, vâlîye çıkardılar. Habs edin! dedi. Demirci, habshânede abdest<br />

alıp nemâz kıldı. Ellerini uzatıp, (Yâ Rabbî! Günâhım olmadığını, ancak<br />

sen biliyorsun. Beni bu zindandan, ancak sen kurtarırsın. Yâ Rabbî! Beni kurtar!)<br />

diye düâ etdi. Vâlî, o gece, rü’yâda, dört kuvvetli kimse gelip, tahtını, tersine çevirecekleri<br />

vakt uyandı. Hemen abdest alıp, iki rek’at nemâz kıldı. Tekrâr uyudu.<br />

Tekrâr, o dört kimsenin, tahtını yıkmak üzere olduğunu gördü ve uyandı. Kendisinde,<br />

bir mazlûmun âhı bulunduğunu anladı. Nitekim şi’r:<br />

Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ,<br />

Gözyaşının seher vakti yapdığını,<br />

Düşman kaçıran süngüleri, çok def’a,<br />

Toz gibi yapar, bir mü’minin düâsı.<br />

Yâ Rabbî! Büyük yalnız sensin! Sen öyle bir büyüksün ki, büyükler ve küçük-<br />

– 211 –


ler, sıkışınca, ancak sana yalvarır. Sana yalvaran, ancak murâdına kavuşur.<br />

Hemen, o gece, habshâne müdîrini çağırıp, bir mazlûm kalmış mı, dedi. Müdîr,<br />

bunu bilemem. Yalnız, biri nemâz kılıp, çok düâ ediyor. Göz yaşları döküyor deyince,<br />

onu getirtdi. Hâlini sorup anladı. Özr dileyip, hakkını halâl et ve bin gümüş<br />

hediyyemi kabûl et ve herhangi bir arzûn olunca bana gel! diye ricâ etdi. Demirci,<br />

hakkımı halâl etdim ve hediyyeni kabûl etdim. Fekat işimi, dileğimi senden istemeğe<br />

gelemem, dedi. Niçin, deyince: Çünki, benim gibi bir fakîr için, senin gibi<br />

bir sultânın tahtını birkaç def’a tersine çeviren sâhibimi bırakıp da, dileklerimi<br />

başkasına götürmekliğim kulluğa yakışır mı? Nemâzlardan sonra etdiğim düâlarla,<br />

beni nice sıkıntıdan kurtardı. Nice murâdıma kavuşdurdu. Nasıl olur da, başkasına<br />

sığınırım? Rabbim, nihâyeti olmıyan rahmet hazînesinin kapısını açmış, sonsuz<br />

ihsân sofrasını, herkese yaymış iken, başkasına nasıl giderim? Kim istedi de,<br />

vermedi? İstemesini bilmezsen alamazsın. Huzûruna edeble çıkmazsan, rahmetine<br />

kavuşamazsın. Şi’r:<br />

İbâdet eşiğine, kim ki, bir gece baş kodu,<br />

Dostun lutfu, açar ona, elbette binbir kapu.<br />

Evliyânın büyüklerinden Râbia-i Adviyye “rahmetullahi aleyhâ”, adamın birinin,<br />

düâ ederken (Yâ Rabbî! Bana rahmet kapısını aç!) dediğini işitince; Ey câhil!<br />

Allahü teâlânın rahmet kapısı, şimdiye kadar kapalı mı idi de, şimdi açılmasını istiyorsun?<br />

dedi. [Rahmetin çıkış kapısı her zemân açık ise de, giriş kapısı olan kalbler,<br />

herkesde açık değildir. Bunun açılması için düâ etmeliyiz!]<br />

İlâhî! Herkesi sıkıntıdan kurtaran yalnız sensin. Bizi dünyâda ve âhıretde sıkıntıda<br />

bırakma! Muhtâclara, herşeyi gönderen, yalnız sensin! Dünyâda ve âhıretde<br />

hayrlı, fâideli olan şeyleri, bize gönder! Dünyâda ve âhıretde, bizi kimseye muhtâc<br />

bırakma! Âmîn. (Rıyâd-un-nâsıhîn)den terceme temâm oldu.<br />

(Kitâb-ül-fıkh-alel-mezâhib-il-erbe’a)da, nemâzı anlatmağa başlarken diyor<br />

ki, (Nemâz, islâm dîninin direklerinden en ehemmiyyetlisidir. Allahü teâlâ, kullarının<br />

yalnız kendisine ibâdet etmeleri için, nemâzı farz etdi. Nisâ sûresinin yüzüçüncü<br />

âyeti, nemâz mü’minler üzerine, vaktleri belirli bir farz oldu demekdir. Hadîs-i<br />

şerîfde, (Allahü teâlâ, hergün beş vakt nemâz kılmağı farz etdi. Kıymet vererek<br />

ve şartlarına uyarak, hergün beş vakt nemâz kılanı Cennete sokacağını,<br />

Allahü teâlâ söz verdi) buyuruldu. Nemâz, ibâdetlerin en kıymetlisidir. Hadîs-i şerîfde,<br />

(Nemâz kılmıyanın, islâmdan nasîbi yokdur!) buyuruldu. (Mişkât)da ve<br />

(Künûz-üd-dekâ’ık)da ve (Sahîhayn)de ve (Halebî)de bildirilen hadîs-i şerîfde de,<br />

(İnsan ile küfr arasındaki fark, nemâzı terk etmekdir!) buyuruldu. Bunun ma’nâsı,<br />

(İnsan ile küfr, ayrı ayrı iki varlıkdır. İkisini birleşdiren yol, nemâz kılmamakdır.<br />

Aralarından, nemâz kılmamak kalkınca, ya’nî bir insan nemâz kılarsa, bu insan<br />

ile küfr arasında yol kalmaz. İkisi birbiri ile birleşmez.) Bunun ma’nâsı, (Küfr<br />

bir özellikdir. Kendi kendine bulunmaz. Ba’zı insanda bulunur. Küfr bulunan insanda<br />

nemâz kılmamak vardır. Küfr bulunmıyan insanda nemâz kılmamak yokdur.<br />

Küfr bulunan insan ile küfr bulunmıyan insan arasındaki fark, nemâz kılıp kılmamakdır)<br />

demekdir. Bu hadîs-i şerîf, (İnsan ile ölüm arasındaki fark, nefes almamakdır)<br />

sözüne benzemekdedir. Ölüm bulunan insan nefes almaz. Ölüm bulunmayan<br />

insanda nefes almamak yokdur. Nefes almamak bulunan insanın ölü olduğu anlaşılır.<br />

Bu hadîs-i şerîf, nemâz kılmakda tenbellik edenleri şiddetle korkutmakdadır.<br />

Nemâz kılmak, Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünerek, Onun karşısında kendi<br />

küçüklüğünü anlamakdır. Bunu anlıyan kimse, hep iyilik yapar. Hiç kötülük yapamaz.<br />

Nefsine uyanın nemâzı sahîh olsa da, bu meyvelerini veremez. Hergün beş<br />

kerre, Rabbinin huzûrunda olduğuna niyyet eden kimsenin kalbi ihlâs ile dolar. Nemâzda<br />

yapılması emr olunan her hareket, kalbe ve bedene fâideler sağlamakdadır.<br />

Câmi’lerde cemâ’at ile nemâz kılmak, müslimânların kalblerini birbirlerine bağlar.<br />

Birbirlerinin kardeşleri olduklarını anlarlar. Büyükler, küçüklere merhamet-<br />

– 212 –


li olur. Küçükler de, büyüklere saygılı olur. Zenginler, fakîrlere ve kuvvetliler za’îflere<br />

yardımcı olur. Sağlamlar, hastaları, câmi’de göremeyince, evlerinde ararlar.<br />

(Din kardeşinin yardımına koşanın, yardımcısı Allahdır) hadîs-i şerîfindeki müjdeye<br />

kavuşmak için yarış ederler.)<br />

Âkıl isen kıl nemâzı, çün se’âdet tâcıdır.<br />

Sen nemâzı öyle bil ki, mü’minin mi’râcıdır!<br />

(Kurretül’uyûn) kitâbındaki hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Nemâzı özrsüz kılmıyan<br />

kimseye, Allahü teâlâ onbeş sıkıntı verir. Bunlardan altısı dünyâda, üçü ölüm<br />

zemânında, üçü kabrde, üçü kabrden kalkarkendir. Dünyâda olan altı azâb:<br />

1 — Nemâz kılmıyanın ömründe bereket olmaz.<br />

2 — Allahü teâlânın sevdiği kimselerin güzelliği, sevimliliği kendinde kalmaz.<br />

3 — Hiçbir iyiliğine sevâb verilmez. [Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, farzları<br />

vaktinde kılmıyanların sünnetleri kabûl olmaz. Ya’nî sünnetlerine sevâb verilmez.]<br />

4 — Düâları kabûl olmaz.<br />

5 — Onu kimse sevmez.<br />

6 — Müslimânların iyi düâlarının buna fâidesi olmaz.<br />

Ölürken çekeceği azâblar:<br />

1 — Zelîl, kötü, çirkin can verir.<br />

2 — Aç olarak ölür.<br />

3 — Çok su içse de, susuzluk acısı ile ölür.<br />

Kabrde çekeceği acılar:<br />

1 — Kabr onu sıkar. Kemikleri birbirine geçer.<br />

2 — Kabri ateşle doldurulur. Gece, gündüz onu yakar.<br />

3 — Allahü teâlâ, kabrine çok büyük yılan gönderir. Dünyâ yılanlarına benzemez.<br />

Hergün, her nemâz vaktinde onu sokar. Bir ân bırakmaz.<br />

Kıyâmetde çekeceği azâblar:<br />

1 — Cehenneme sürükliyen azâb melekleri yanından ayrılmaz.<br />

2 — Allahü teâlâ, onu kızgın olarak karşılar.<br />

3 — Hesâbı çok çetin olup, Cehenneme atılır).<br />

Geçirme ömrünü mü’min, sakın ki, kîl-ü kal üzre!<br />

sözün ma’nâsını anla, ne yürürsün hayâl üzre?<br />

Bu dünyânın süslerine, amân aldanma ey gâfil!<br />

buna her kim gönül verse, geçer ömrü melâl üzre.<br />

Bir dikkatli nazar etsen, bu dünyâ ehline cânım,<br />

kazanırlar para dâim, bunlar cenk ve cidâl üzre.<br />

Bu dünyâya neler geldi, ben diyenler geçüp gitdi,<br />

bilmeli, bu fânî mülkü, yaratdı Hak zevâl üzre.<br />

Kaçarsan arkandan gelir, kovalarsan yetişmezsin,<br />

ki, dünyâ gölgeye benzer, denildi bu misâl üzre.<br />

Akllı olan bir kişi, gönül vermez bu dünyâya,<br />

düşkün olmaz ondan yana, bilir onu kemâl üzre.<br />

Bir kalb dünyâya bağlansa, ibâdet zevkını duymaz,<br />

onunçün Zâtî bu şi’ri, getirdi hasbihâl üzre.<br />

– 213 –


64 — NEMÂZ NASIL KILINIR<br />

Nemâza başlarken, erkekler iki eli kaldırır. Baş parmak uçları kulak yumuşağına<br />

değer. Avuç içleri kıbleye döndürülmüş olmalıdır. Eller, kulakdan ayrılırken<br />

(Allahü ekber) demeğe başlanıp, göbek altına bağlarken bitirilir.<br />

NİYYET: İftitâh tekbîri söylerken niyyet edilir. Dahâ önce de niyyet etmek câizdir.<br />

Hattâ, cemâ’at ile nemâz kılmak için evinden çıkan kimse, niyyet etmeden<br />

imâma uysa, câiz olur. Fekat yolda, nemâzı bozan şeylerden birini yapmamak lâzımdır.<br />

Yürümek ve abdest almak zarar vermez.<br />

Nemâza niyyet etmek demek, ismini, vaktini, kıbleyi, imâma uymağı irâde etmek,<br />

kalbinden geçirip, kılmağı tercîh etmek demekdir. Yalnız ilm, ya’nî ne yapacağını<br />

bilmek niyyet olmaz. Şâfi’î mezhebinde, nemâzın rüknlerini de hâtırlamak<br />

lâzımdır. Cemâ’ate, nemâz arasında yetişen kimse, yatsının farzı mı, terâvîh mi anlıyamasa,<br />

farz niyyet ederek imâma uyar. Terâvîh kılınıyorsa, bunun nemâzı,<br />

farzdan önce olduğu için nâfile olur. Çünki farzdan önce terâvîh kılınmaz. Hemen<br />

farzı yalnız kılıp, terâvîhin bir kısmını cemâ’at ile kılar. Noksân kalan rek’atlerini,<br />

sonra yalnız kılar. Bundan sonra, vitr nemâzını kılar.<br />

İftitâh tekbîrinden sonra edilen niyyet, sahîh olmaz ve o nemâz, kabûl olmaz.<br />

Farzlarda ve vâciblerde niyyet ederken, hangi farz ve hangi vâcib olduğunu bilmek<br />

lâzımdır. Meselâ (Bugünki öğleyi kılmağa) diye, farzın ismini bilmek veyâ (Vaktin<br />

farzı) demek lâzımdır. Bayram, vitr ve nezr nemâzlarını kılarken, bunların vâcib<br />

olduklarını ve ismlerini düşünmek lâzımdır. Rek’at sayısını niyyet lâzım değildir.<br />

Sünnet kılarken (Nemâza) niyyet etmek kâfîdir. Cenâze nemâzına (Allahü teâlâ<br />

için nemâza, meyyit için düâya) diye niyyet edilir. Öğlenin ilk sünnetini kılarken<br />

öğlenin farzı diye niyyet ederse, öğlenin farzını kılmış olur. Bundan sonra kıldığı<br />

farz, nâfile olur. İmâmın, erkeklere imâm olmağa niyyet etmesi lâzım değildir.<br />

Fekat, cemâ’at ile kılmak sevâbına kavuşamaz. İmâm olmağa niyyet ederse,<br />

bu sevâba da kavuşur. Yalnız kılan kimseye, sonra başkasının gelip uyması câizdir.<br />

Cemâ’atin (Uydum hâzır olan imâma) diye de, niyyet etmesi lâzımdır. İmâmın,<br />

(Kadınlara imâm olmağa) niyyeti lâzımdır. Cemâ’atin imâmı tanıması, bilmesi şart<br />

değildir. İmâm tekbîr söylerken, ona uymağa niyyet etmeli ve hemen nemâza<br />

durmalıdır. İmâm, yerinde durunca, ona uymağa niyyet edip, nemâza berâber başlamak<br />

da iyidir.<br />

Vaktin içinde olduğunu bilerek, vaktin farzı diyerek, başladığı nemâzı kılarken,<br />

vakt çıksa ve çıkdığını bilmese sahîh olmaz. Bu günün farzı deseydi, sahîh olup, kazâ<br />

olurdu. Vakti girmeden kılınan farz, nâfile olur. Vakti çıkdıkdan sonra kılınmış<br />

ise, kazâ olur. Ya’nî (Bu günün öğle nemâzını edâ etmeğe) diye niyyet eden kimse,<br />

vakt çıkmış ise, öğleyi kazâ etmiş olur. Bunun gibi, öğle vakti çıkdı sanarak, (Bugünki<br />

öğleyi kazâ etmeğe) niyyeti ile kılınca, vakt çıkmadığı anlaşılınca, öğleyi edâ<br />

etmiş olur. Her ikisinde de aynı nemâza niyyet etmiş, yalnız vaktin çıkmasında yanılmışdır.<br />

Fekat, geçmiş öğle nemâzını kazâya niyyet ederek kıldığı nemâz, o günün<br />

öğle nemâzının yerine geçmez. Çünki, bugünün nemâzına diye niyyet etmemişdir.<br />

Böylece, edâ niyyeti ile kılınan öğle nemâzı geçmişde kılınmamış bir öğle<br />

nemâzının yerine geçmez. Bunun gibi, bir kimse, hâzır olan imâma uymağa niyyet<br />

etse ve bunun Zeyd olduğunu sansa, hâlbuki imâm başkası ise, bu kimsenin nemâzı<br />

kabûl olur. Fekat, Zeyde uymağa niyyet etse, imâm başka birisi ise, bununla kıldığı<br />

nemâz kabûl olmaz. Bir kimse, senelerce, öğleyi vaktinden önce kılmış olsa,<br />

ve hepsine (Üzerime farz olan öğleyi kılmağa) diye niyyet etse, o günkü öğleyi düşünmese,<br />

hergün bir evvelki öğleyi kazâ etmiş olur. Yalnız son öğleyi ayrıca kazâ<br />

etmesi lâzım olur. O günkü öğleyi niyyet etse, edâ dese de, demese de, hergün o<br />

günkü öğleyi edâ etmiş olup, vaktinden önce oldukları için, hiçbiri öğlenin farzı olmaz.<br />

Nâfile olurlar. Hepsini kazâ etmesi lâzım olur. Görülüyor ki, nemâzların vakt-<br />

– 214 –


lerini bilmek ve vaktin içinde kılmış olduğunu bilmek lâzımdır.<br />

İbâdetler yapılırken, yalnız ağız ile söylemeğe niyyet denmez. Kalb ile niyyet<br />

edilmezse, dört mezhebde de nemâz sahîh olmaz. Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın<br />

ve Tâbi’înin ve hattâ dört imâmın ağız ile niyyet etdikleri işitilmemişdir. [1. ci kısm,<br />

elliikinci maddenin 2. ci sahîfesine bakınız!] İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi<br />

aleyh”, birinci cildin yüzseksenaltıncı mektûbunda buyuruyor ki, (Niyyet kalb ile<br />

olur. Ağız ile niyyet etmek bid’atdir. Bu bid’ate, hasene demişlerdir. Hâlbuki bu<br />

bid’at, yalnız sünneti yok etmekle kalmıyor. Farzı da yok ediyor. Çünki, çok kimseler,<br />

yalnız ağız ile niyyet ederek, kalb ile niyyet etmiyorlar. Böylece, nemâzın farzlarından<br />

biri olan kalb ile niyyet yapılmıyor. Nemâz kabûl olmıyor. Bu fakîr, hiçbir<br />

bid’ati, (hasene) olarak bilmiyorum. Hiçbir bid’atde güzellik görmüyorum). Ağız<br />

ile niyyet etmek, şâfi’î ve hanbelîde sünnetdir. İbni Âbidîn diyor ki, (Nemâza başlarken<br />

niyyet etmenin farz olduğu sözbirliği ile bildirildi. Niyyet yalnız kalb ile olur.<br />

Yalnız ağız ile söylemek bid’atdir. Kalb ile niyyet edenin, şübheden, vesveseden<br />

kurtulmak için, söz ile de niyyet etmesi câiz olur).<br />

TAHRÎME: Nemâza başlarken, (Allahü ekber) demekdir ki, farzdır. Başka kelime<br />

söylemekle olmaz. Yetmişbirinci maddeye bakınız! Bu iftitâh tekbîri, nemâzın<br />

şartlarındandır. Rükn değildir.<br />

Kadınlar, iki ellerini, omuz hizâsına kaldırır ve iftitâh tekbîrini getirir. Sonra,<br />

sağ eli, sol elin üstünde olarak, göğüse kor. Bilek kavramazlar. AAAllahü veyâ ekbaar<br />

gibi, uzun söylenirse, nemâz kabûl olmaz. İmâmdan önce, ekber denirse, nemâza<br />

başlamış olmaz. Ayakda iken, sağ eli, sol el üzerine koyup, sağ elin küçük ve<br />

baş parmaklarını, sol bilek etrâfına halka yapmak, Sübhâneke okumak ve yalnız<br />

kılarken, Sübhâneke okudukdan sonra E’ûzü, Besmele okumak sünnetdir. Cemâ’ate<br />

geç gelen, imâm sessiz okuyorsa, Sübhâneke okur ve imâm selâm verdikden<br />

sonra, kalkınca, tekrâr okur.<br />

Yalnız kılan, Fâtiha okur. Fâtihadan sonra, Besmele çekmek lâzım değildir. Çekerse<br />

iyi olur. Şâfi’î mezhebini taklîd eden hanefîlerin bu Besmeleyi okumaları lâzımdır.<br />

Sonra bir sûre veyâ üç âyet okur. Fâtihadan sonra, imâm ve cemâ’at, sessiz<br />

olarak, (Âmîn) der. İmâm ile kılarken, cemâ’at Fâtiha ve sûre okumaz. (Âmîn),<br />

(Kabûl et) demekdir.<br />

KIYÂM: Nemâzın beş rüknünden birincisi kıyâmdır. Kıyâm, ayakda durmak demekdir.<br />

Ayakda duramıyan hasta, oturarak kılar, oturamıyan hasta, sırt üstü yatıp<br />

başı ile kılar. Yüzü, semâya karşı değil, kıbleye karşı olması için, başı altına yasdık<br />

konur. Ayakları Kıbleye karşı, dizlerini dikerek yatar. (İbni Âbidîn) diyor ki,<br />

(Sağlam bir kimsenin gemide, trende, hareket hâlinde, farzları oturarak kılması,<br />

İmâm-ı a’zama göre câizdir. İmâmeyn ise, özrsüz câiz görmedi. Fetvâ da böyledir.<br />

[Birinci kısmda altmışbeşinci ve yetmişdördüncü maddelerin 3. cü sahîfelerine bakınız!]<br />

Ayakda iken, iki ayak birbirinden dört parmak eni kadar açık olmalıdır.<br />

Ayakda duramıyan hasta, ayakda başı dönen, başı, dişi, gözü veyâ başka yeri çok<br />

ağrıyan, idrâr, yel kaçıran, yarası akan, ayakda düşman korkusu, malın çalınmak<br />

tehlükesi olan, ayakda kılınca orucu veyâ okuması bozulacak veyâ avret yeri açılacak<br />

olan kimseler, oturarak kılar. Ayakda kılınca hastalığının artacağını veyâ iyi<br />

olmasının gecikeceğini kendi tecribesi ile veyâ mütehassıs müslimân bir tabîbin bildirmesi<br />

ile anlıyan hasta da, yere oturarak kılar. Haber veren doktorun fâsık olmaması,<br />

açıkça harâm işlememesi lâzımdır. Bunlar, kolayına geldiği gibi kollarını<br />

istediği yere koyarak, bağdaş kurarak veyâ dizlerini dikip kollarını kavuşdurarak<br />

yâhud başka dürlü yere oturur. Böyle oturamıyan, birisinin yardımı ile oturur.<br />

Rükü’ için, biraz eğilir. Secde için, başını yere kor. Başını yere koyamıyan hasta,<br />

yüksekliği 25 santimetreden az olan sert birşey üzerine koyar. Böyle secdesi sahîh<br />

olur. Dahâ yüksek ise veyâ yumuşak ise, îmâ olur. Böyle sert şey üzerine de koya-<br />

– 215 –


mazsa, ayakda durabilse bile, oturarak yerde îmâ ile kılar. Ya’nî yere oturarak kılıp,<br />

rükü’ için biraz, secde için ise, dahâ çok eğilir. Secde için eğilmesi, rükü’ için<br />

eğilmesinden dahâ çok olmazsa, nemâzı sahîh olmaz. Kendisi veyâ başkası birşey<br />

kaldırıp, bunun üstüne secde ederse, nemâzı sahîh olur ise de, tahrîmen mekrûh<br />

olur. Bu şey, rükü’ için eğilmesinden alçak olmazsa, nemâzı sahîh olmaz). 274. cü<br />

sahîfeye bakınız!<br />

KIRÂET: Kırâet, ağız ile okumak demekdir. Kendi kulakları işitecek kadar sesli<br />

okumağa, (hafî okumak) denir. Yanında olan kimselerin de işitecekleri kadar<br />

sesli okumağa, (cehrî) ya’nî yüksek sesle okumak denir. [Elmalılı Hamdi tefsîrinde<br />

diyor ki, (Mizmârdan, ya’nî ses çıkaran âletden, teypden, hoparlörden çıkan<br />

sese okumak denmez, zırlamak denir). Bu seslerle okunan ezân ve nemâz sahîh<br />

olmaz. Hem de günâh olur.] Sünnetlerin ve vitrin her rek’atinde ve yalnız kılarken<br />

farzların iki rek’atinde, ayakda, Kur’ân-ı kerîmden bir âyet okumak farzdır.<br />

Kısa sûre okumak dahâ sevâbdır. Kırâet olarak, buralarda Fâtiha okumak ve sünnetlerin<br />

ve vitr nemâzının her rek’atinde ve farzların iki rek’atinde Fâtihadan başka<br />

bir de, sûre veyâ üç âyet okumak, vâcibdir. Farzlarda Fâtihayı ve sûreyi ilk iki<br />

rek’atde okumak vâcib veyâ sünnetdir. Fâtihayı sûreden önce okumak da, ayrıca<br />

vâcibdir. Fâtihayı her rek’atde bir kerre okumak da vâcibdir. Bu beş vâcibden<br />

biri unutulursa, secde-i sehv yapmak lâzım gelir. Farzların üçüncü ve dördüncü<br />

rek’atlerinde imâmın ve yalnız kılanın Fâtiha okuması sünnet olması dahâ kuvvetlidir.<br />

Zamm-ı sûre de okursa veyâ hiçbirşey okumasa da olur. (İbni Âbidîn, sahîfe<br />

343). Doğru okumıyan için 67. ci maddeye bakınız! Diğer üç mezhebde, her<br />

nemâzda ve her rek’atde Fâtiha okumak farzdır.<br />

Müsâfire uyan mukîm kimse, imâm ikinci rek’atde selâm verince, kalkıp iki rek’at<br />

dahâ kılarken, kırâet etmez. Ya’nî, Fâtihayı ve sûreyi okumaz. İmâm arkasında kılar<br />

gibi, ayakda, birşey okumaz. (Câmi’ur-rümûz) yetmişüçüncü sahîfede ve (Tâtârhâniyye)de<br />

yüzaltıncı sahîfede diyorlar ki, (Âlimlerin bir kısmı, müsâfir arkasında<br />

kılan mukîm, üçüncü ve dördüncü rek’atlerde kırâet etmez, ya’nî birşey okumaz<br />

dedi. Şemsül eimme Abdül’azîz Halvânî ve başka âlimler, kırâet eder dedi. O<br />

hâlde, ihtiyât ederek, okuması dahâ iyi olur). Kıyâm, kırâet mahalli olduğundan,<br />

okumanın zararı yokdur. (Halebî-yi kebîr) sonunda diyor ki, (Diş ağrısını kesen<br />

ilâc, okumağa mâni’ oluyorsa ve vaktin sonu ise, imâma uyar. İmâm bulamazsa,<br />

okumadan kılar). Çünki, ağrı meşakkat olup, zarûrî hâsıl olmuşdur.<br />

Kırâetde, Kur’ân-ı kerîmin tercemesini okumak câiz değildir.<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” üçyüzaltmışdördüncü sahîfede diyor ki,<br />

imâmın Cum’a ve bayram nemâzlarından başka her nemâzda, birinci rek’atde, ikinci<br />

rek’atde okuduğunun iki misli uzun okuması sünnetdir. Yalnız kılan, her rek’atde<br />

aynı mikdârda okuyabilir. Her nemâzda, ikinci rek’atde, birinciden üç âyet uzun<br />

okumak mekrûhdur. İmâmın aynı nemâzların aynı rek’atlerinde, aynı âyetleri okumağı<br />

âdet edinmesi mekrûhdur. Yalnız kılanlar için de her nemâz için böyledir denildi.<br />

Arasıra başka âyet de okumalıdır. Birinci rek’atde okuduğunu, ikinci rek’atde<br />

de okumak tenzîhen mekrûhdur. Birincide Kul’e’ûzü bi-Rabbin-nâs okursa,<br />

ikincide tekrâr okur. Çünki, tersine okumak, dahâ kerîhdir. İkincide, birincideki âyetin<br />

devâmını okumak efdaldir. İkincide, birinci rek’atde okuduğundan sonraki bir<br />

kısa sûreyi atlıyarak, dahâ sonrakini okumak mekrûhdur. Bir rek’atde, sıra ile birkaç<br />

sûre okumak mekrûh değil ise de, bir sûre okumak efdaldir. İkincide, birincide<br />

okuduğundan önceki âyetleri veyâ sûreleri okumak mekrûhdur. Kur’ân-ı kerîmi mushafdaki<br />

sıra ile okumak, her zemân vâcibdir. Hatm indirirken, Kul’e’ûzüleri okudukdan<br />

sonra, hemen Fâtiha ve Bekara sûresi başından beş âyet okumak çok sevâbdır.<br />

Bir kısa sûre kadar üç âyet okumak, bir uzun âyet okumakdan efdaldir.<br />

RÜKÜ’: Sûreden sonra, tekbîr getirerek rükü’a eğilir. Rükü’da, erkekler parmak-<br />

– 216 –


larını açıp, dizlerin üstüne kor. Sırtını ve başını düz tutar. Rükü’da, en az, üç kerre<br />

(Sübhâne rabbiyel-azîm) der. Üç kerre okumadan, imâm başını kaldırsa, o da,<br />

hemen kaldırır. Rükü’da, bacaklar ve kollar dik tutulur. Kadınlar parmaklarını açmaz.<br />

Sırtını ve başını, bacaklarını, kollarını dik tutmaz. Rükü’dan kalkarken (Semi’allahü<br />

limen hamideh) demek, imâma ve yalnız kılana sünnetdir. Cemâ’at bunu<br />

söylemez. Bunun arkasından, yalnız kılan ve cemâ’at, hemen (Rabbenâ lekelhamd)<br />

der ve dik durulur ve (Allahü ekber) diyerek secdeye varılırken, önce sağ,<br />

sonra sol diz, sonra sağ, sonra sol el, sonra burun ve alın kemikleri yere konur.<br />

SECDE: Secdede el parmakları, birbirine bitişik, kıbleye karşı, kulaklar hizâsında,<br />

baş iki el arasında olmalıdır. Alnı temiz yere, ya’nî taş, toprak, tahta, yaygı<br />

üzerine koymak farz olup, burnu da berâber koymak vâcib denildi. Özrsüz<br />

yalnız burnu koymak câiz değildir. Yalnız alnı koymak mekrûhdur. Secdede en az<br />

üç kerre (Sübhâne rabbiyel-a’lâ) denir. Şî’îler, Kerbelâ toprağından bir kerpiç üzerine<br />

secde efdaldir diyorlar. İki ayağı veyâ hiç olmazsa herbirinin birer parmaklarını<br />

yere koymak farzdır veyâ vâcibdir. Sünnet de denilmişdir. Ya’nî, iki ayak yere<br />

konmazsa nemâz sahîh olmaz veyâ mekrûh olur. Secdede, alın, burun ve ayaklar<br />

yerden az zemân kalkmış olursa, zararı olmaz. Secdede ayak parmaklarını bükerek,<br />

uçlarını kıbleye çevirmek sünnetdir. Farz veyâ vâcib diyenlerin hatâ etdiği<br />

(Redd-ül-muhtâr)da yazılıdır. Erkekler, kolları ve uylukları, karından ayrı bulundurur.<br />

Elleri ve dizleri yere koymak sünnetdir. Topukları kıyâmda, birbirinden<br />

dört parmak eni kadar uzak, rükü’da, kavmede ve secdede bitişik tutmak sünnetdir.<br />

(Halebî-i kebîr)de, üçyüzonbeşinci sahîfede ve (Dürr-ül-muhtâr)da diyor ki,<br />

(Rükü’da sünnetlerden birisi de, topuk kemiklerini birbirine bitişdirmekdir). Bunun<br />

için, rükü’a eğilirken, sol ayağın topuğu, sağ ayak yanına getirilir. Secdeden<br />

kıyâma kalkarken açılır.<br />

Alnı, sarığının sargıları ve takkenin kenârı ve alından sarkan saç üzerine ve elbisenin<br />

kolu ağzı, eteği veyâ elleri üzerine koymak sahîh olur ise de, özrsüz iken tenzîhen<br />

mekrûh olur. Kadınların da, nemâzda alnı açık olması lâzımdır. Yerin sertliğini<br />

duyacak kadar, ya’nî başını basdırınca, alnı artık gömülmiyecek kadar basdırarak,<br />

halı, hasır, buğday, arpa, serîr, kanape ve yerde duran araba üzerine secde etmek<br />

sahîh olur. Hayvan, iki ağaç arasına gerilmiş salıncak ve çuvalda olmıyan pirinç<br />

ve darı üzerine secde sahîh olmaz. Üzerindeki elbise, kendi uzvları gibi sayıldığı için,<br />

bunların altındaki yerlerin temiz olmaları lâzımdır. Bunun içindir ki, abdestsiz olanın,<br />

eli ile mıshafı tutması câiz olmadığı gibi, elbisesinin kolu ağzı ile de tutması câiz<br />

değildir. Havlu, mendil ve üstünde olmıyan çamaşır, elbise gibi şeylerle tutması<br />

câiz olur. Bunlar necs yere serildikleri zemân üzerlerinde nemâz kılınır. Altı necs olan<br />

ayakkabı ile veyâ necs yere basarak, cenâze nemâzı kılınmaması, bu ayakkabıyı çıkarıp,<br />

temiz olan üst tarafına basarak kılmanın sahîh olması da, böyledir.<br />

(Halebî)de buyuruyor ki, (Secdeye yatarken, kamîs, ya’nî antâriyi ve pantalon<br />

paçalarını yukarı çekmek mekrûhdur ve bunları yukarı çekip, kıvırıp da, nemâza<br />

durmak mekrûhdur. Kolları, bacakları, etekleri sığalı, kıvrık [kısa] nemâz kılmak<br />

da mekrûhdur). Tenbellikle veyâ başı kapalı kılmanın ehemmiyyetini düşünmiyerek,<br />

başı açık nemâz kılmak mekrûhdur. Nemâza ehemmiyyet vermemek ise küfrdür.<br />

Kendini âciz, zevallı göstermek, Allahü teâlâdan korkduğu için başını örtmemek<br />

mekrûh olmaz. [Ya’nî, Allahü teâlânın korkusundan rengi sararıp, vücûdü titreyip,<br />

kendini ve herşeyi unutan kimse, başını örtmezse, mekrûh olmaz.] Fekat, bunların<br />

da örtmesi, dahâ iyi olur. Çünki, başı açmak (Nemâzda zînetli elbisenizi alınız,<br />

örtünüz!) âyet-i kerîmesine uymamak olur. Başına beyâz sarık sarmak müstehabdır.<br />

Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” siyâh sarık da sardığı (Ma’rifetnâme)de<br />

yazılıdır. Sarığının ucunu iki küreği arasına, iki karış uzatırdı.<br />

Secde için eğilemiyen hasta ve câmi’de başka yer bulamıyan sağlam kimse,<br />

yerden yirmibeş santimetreden dahâ yüksek birşey üzerine secde etmezler. Yal-<br />

– 217 –


nız, yer bulamıyan kimse, önünde aynı nemâzı kılarak yere secde edenin sırtına secde<br />

edebilir. Fekat, dizlerinin yerde olması lâzımdır. Bu sağlam kimsenin, kalabalık<br />

dağıldıkdan sonra kılması veyâ kalabalık olmıyan câmi’e gidip orada kılması<br />

müstehabdır. Câmi’de kalabalık olmadığı zemân, yirmibeş santimetreden dahâ az<br />

yükseğe secdenin câiz olduğu da bildirildi ise de, mekrûhdur. Çünki, Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” az yüksek şey üzerine dahî secde etmemişdir. [İbni<br />

Âbidîn, sahîfe 338.] Az yükseğe bile câiz olmadığı (Câmi’ur-rumûz) altmışdokuzuncu<br />

sağ sahîfesinde ve Şelbînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Tebyîn) hâşiyesinde<br />

yazılıdır. [Bunun için, özrü olanların dahî az yükseğe de secde etmemeleri lâzımdır.<br />

Yükseğe secde etmeli, yere secde etmemeli demek ise, ibâdeti değişdirmek<br />

olur. İbâdeti değişdirmek istiyen, kâfir olur. Kâfirler, Resûlullahın düşmanları, câmi’leri<br />

kiliseye benzetmek istiyorlar. Kiliselerde olduğu gibi, masada oturup, secde<br />

olarak, başını masaya koymağa ve câmi’lere çalgı, müzik sokmağa çalışıyorlar.<br />

Önce secde yerlerini biraz biraz yükseltmeğe ve ibâdetleri ho-parlörle yapmağa<br />

alışdırıyorlar.] İbni Âbidîn buyuruyor ki, (Nemâz kılarken (istikbâl-i kıble) farzdır.<br />

Ya’nî nemâz Kâ’be-i mu’azzama cihetine dönerek kılınır. Nemâz Allah için kılınır.<br />

Secde yalnız Allah için yapılır. Kâ’beye karşı yapılır. Kâ’be için yapılmaz.<br />

Kâ’be için secde eden, kâfir [Allaha düşman] olur.).<br />

KA’DE-İ AHÎRE: Son rek’atde, tehıyyât okuyacak kadar oturmak farzdır.<br />

(Dürr-ül-muhtâr)da diyor ki, (Otururken, el parmakları ile işâret edilmez. Fetvâ<br />

da böyledir.). Erkekler, otururken, sol ayağını parmak uçları sağa doğru dönük olarak,<br />

yere döşer. Bu ayağın üzerine oturur. Sağ ayağını dik tutar. Bunun parmakları<br />

yere değer. Parmaklarının ucu, kıbleye karşı biraz bükülmüş olur. Böyle oturmak<br />

sünnetdir. Kadınlar (Teverrük) ederek oturur. Ya’nî, kaba etlerini yere koyarak oturur.<br />

Uylukları birbirine yakın olur. Ayaklarını sağ tarafdan dışarı çıkarır.<br />

(Merâkıl-felâh)da ve (Tahtâvî) şerhinde ezkârın keyfiyyetini anlatırken diyor ki,<br />

(Farzdan sonra, hemen son sünnete kalkmak, arada birşey okumamak, hanefîde sünnetdir.<br />

Peygamberimiz, farzı kılınca Allahümme entesselâm ve minkesselâm tebârekte<br />

yâ zelcelâli velikrâm diyecek kadar oturup, fazla oturmaz, hemen son sünneti<br />

kılardı. (Âyet-el-kürsî) ile tesbîhleri, farzla sünnet arasında okumazdı. Bunları, son<br />

sünnetden sonra okumak, farzdan sonra okuma sevâbını hâsıl eder. Farzdan önceki<br />

sünnetler de, böyle olup, farz ile sünnet arasında birşey okunursa, nemâzın sevâbı<br />

azalır. Son sünneti, imâmın farz kıldığı yerde kılması mekrûhdur. Cemâ’atin kılması<br />

mekrûh değil ise de, başka yerde kılmaları müstehabdır. Müstehabı yapmıyanın<br />

nemâzı noksân olmaz. Sevâbından mahrûm kalır. Farzı veyâ son sünneti kılınca,<br />

imâmın sağa, sola veyâ cemâ’ate dönmesi müstehabdır. İşlerini görmesi için, hemen<br />

gitmesi de câizdir. Hadîs-i şerîfde, (Her nemâzdan sonra, üç kerre, Estagfirullahel’azîm<br />

ellezî lâ ilâhe illâ huv el-hayyel-kayyûme ve etûbü ileyh okuyanın, bütün<br />

günâhları afv olur) buyuruldu. İstigfârdan sonra, Âyet-el-kürsî ve otuzüç kerre<br />

(Sübhânallah), otuzüç kerre (Elhamdülillah) ve otuzüç kerre (Allahü ekber) ve<br />

bir (kelime-i tehlîl) ya’nî (Lâ ilâhe illallah vahdehû lâ şerîke leh...) okumaları ve ellerini<br />

göğüs hizâsına kaldırarak, kendileri için ve bütün müslimânlar için düâ etmeleri<br />

de müstehabdır. Hadîs-i şerîfde, (Beş vakt farz nemâzdan sonra yapılan düâ kabûl<br />

olur) buyuruldu. Fekat düâ, uyanık kalb ile ve sessiz yapılmalıdır. Düâyı yalnız<br />

nemâzlardan sonra veyâ belli zemânlarda yapmak ve belli şeyleri ezberleyip, şi’r okur<br />

gibi düâ etmek mekrûhdur. Nemâzdan sonra, düâ bitince, elleri yüze sürmek sünnetdir.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” nemâz içinde ve tavâfda, yemekden sonra<br />

ve yatarken de düâ ederdi. Bu düâlarında kollarını kaldırmaz ve ellerini yüzüne<br />

sürmezdi. Düânın ve her zikrin sessiz olması efdaldir. Tarîkatcıların yapdıkları gibi,<br />

raks etmek, dönmek, el çırpmak, def, dümbelek, ney, saz çalmak, sözbirliği ile harâmdır).<br />

Görülüyor ki, cemâ’atin imâm ile birlikde, sessizce düâ etmeleri efdaldir.<br />

Ayrı ayrı düâ yapmaları ve düâ etmeden kalkıp gitmeleri de câizdir. Düâdan sonra,<br />

– 218 –


onbir İhlâs ve bir kerre iki Kul-e’ûzü okunur. Muhammed Ma’sûm “rahmetullahi<br />

aleyh”, bu düâdan sonra 67 kerre de yalnız (Estagfirullah) okuduğunu, ikinci cildin<br />

80. ci mektûbunda yazmakdadır. En sonra, (Sübhâne Rabbike...) âyeti okunur.<br />

(Dürr-ül-muhtâr)da (Tehıyyetülmescid nemâzı)nı anlatdıkdan sonra diyor ki,<br />

(Sünnet ile farz arasında konuşmak, sünneti iskât etmez ise de, sevâbını azaltır. Bir<br />

şey okumak da böyledir. Ba’zı âlimler, sünnet kabûl olmaz. Evvelki sünneti tekrâr<br />

kılmak lâzım olur dedi.) Oturarak kılan imâma uymak câiz olduğunu anlatdıkdan<br />

sonra diyor ki, (İmâmın sesi yetişmediği zemân, müezzinlerin yüksek sesle, cemâ’ate<br />

bildirmesi câiz ise de, çok bağırmaları nemâzlarını bozar. Çünki, bağırarak okumak,<br />

dünyâ sözü konuşmak gibidir. İmâmın nemâzda, ihtiyâcdan fazla yüksek sesle<br />

okuması, nemâzı bozmaz ise de, harâmdır). Görülüyor ki, müezzinlerin bağırarak,<br />

nemâz kılanları şaşırtmaları harâmdır. (Medâric-ün-nübüvve)de diyor ki, (Selâm<br />

verince, istigfâr nasıl okunacağı Evzâîden soruldu. Üç kerre (Estagfirullah) denir<br />

buyurdu). [Bunları yüksek sesle okumak bid’at olduğu, Mısrda (Kibâr-ı ulemâ<br />

hey’eti) a’zâsından Şeyh Alî Mahfûzun 1375 [m. 1956] baskılı (El-ibdâ’) kitâbında,<br />

59. cu sahîfede yazılıdır.] Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yatarken<br />

de, Âyet-el-kürsî okuyun) buyurdu. Nemâzlardan sonra düâ ediniz de buyurdu.<br />

Nemâzdan sonra düâ: Düâda, erkekler kolları göğüs hizâsına kaldırır. Dirsekler<br />

fazla bükülmez. Düâdan sonra, sübhâne rabbike... âyet-i kerîmesini okuyup,<br />

elleri yüze sürerler. Hastalık veyâ soğuk gibi sebeble ellerini kaldıramıyan kimse,<br />

şehâdet parmağı ile işâret eder. Parmaklar kıbleye karşı çevrilir. Kollar, sağa sola<br />

doğru açılmaz, birbirine yakın, ileri doğru tutulur.<br />

[Farz nemâzlardan sonra, imâmın ve cemâ’atin, her biri temâm olarak, üç istigfâr<br />

ve Âyet-el-kürsî ve 99 tesbîh ve düâdan sonra, her birinde Besmele çekerek,<br />

onbir İhlâs ve iki Kul-e’ûzü okumaları ve 67 Estagfirullah demeleri müstehabdır.<br />

Onbir İhlâs okumağı emr eden hadîs-i şerîf, (Berîka) birinci cild, son sahîfesindedir.<br />

Sabâh nemâzı sonunda, on kerre (Lâ ilâhe illallah vahdehu lâ-şerîke-leh lehülmülkü<br />

ve lehül-hamdü yuhyî ve yümît ve hüve alâ külli şey’in kadîr) okuyana çok<br />

sevâb verileceği, hadîs-i şerîfde bildirildi (İmdâd). Cenâze olduğu zemân, bunları<br />

terk etmemelidir. Çeşidli sebeblerle, cenâze, sâatlerce bekletilip de, bunları okumak<br />

için bir iki dakîka bekletilemez mi? Cemâ’atin bunları okumalarına mâni’ olanlar,<br />

Bekara sûresinin yüzondördüncü âyet-i kerîmesinde zâlim oldukları ve Cehennemde<br />

şiddetli azâb görecekleri bildirilenlerin arasında bulunmakdan, çok korkmalıdırlar.<br />

Cemâ’atin bunları okumalarına mâni’ olmıyan dindâr imâmlara ve<br />

müezzinlere müjdeler olsun! Bunlar, her nemâzda yüz şehîd sevâbı kazanıyorlar.<br />

Çünki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Unutulmuş bir<br />

sünnetimi meydâna çıkarana yüz şehîd sevâbı vardır). Müezzin efendiler, bid’atden<br />

kurtulmak için ezânı, yüksek sesle minârede, ikâmeti câmi’de okumalı, nemâz<br />

tekbîrlerini, ancak lüzûm olunca, yüksek sesle okumalı, hiç ho-parlör kullanmamalıdır.<br />

Âyet-el-kürsîyi, tesbîhleri ve kelime-i tehlîli, sessiz olarak, hanefîde son<br />

sünnetden sonra, şâfi’îde ve mâlikîde hemen farzdan sonra okumalıdır. Düâ ederken,<br />

Resûlullaha salât ve selâm okumanın müstehab olduğu, (İmdâd)ın Tahtâvî<br />

şerhinde Vitr nemâzında yazılıdır.<br />

Nemâzdan sonra secde etmek harâm olduğu (Dürr-ül-muhtâr)da tilâvet secdesinde<br />

yazılıdır. Nemâzlardan sonra imâm ile, eli göğse koyarak, selâmlaşmak<br />

bid’atdir. Müslimânlıkda el ile ve vücûd hareketi ile selâmlaşmak yokdur. İbni Nüceym<br />

Zeynel’âbidîn Mısrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, böyle selâmların günâh olduğunu<br />

bildiriyor. Üçüncü kısmda elliyedinci madde sonunu okuyunuz!].<br />

(Şir’at-ül-islâm) şerhınde diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, (Gece seher vaktinde ve nemâzlardan<br />

sonra yapılan düâ kabûl olunur) buyuruldu. Düâya hamd ve senâ ve salevât<br />

ile başlamak ve sonunda iki avucu yüze sürmek sünnetdir). (Fetâvâ-yi Hindiyye)de,<br />

beşinci cüz’de diyor ki, (Düâ ederken, avuçlar semâya karşı açık, iki el<br />

– 219 –


aralık ve göğüs hizâsında olmalıdır). Sünnet kılmanın düâ etmekden efdal olduğu<br />

(Bezzâziyye)de yazılıdır. [Şî’î ve vehhâbîler, düâ ederken, iki avuç açık, birbirlerine<br />

bitişik, parmaklar yapışık, göğüs hizâsında, yüze karşı tutmakdadır.]<br />

(Ni’met-i islâm)da diyor ki, (Kadın nemâzda iki elini omuzu hizâsına kaldırır.<br />

Ayakda sağ elini solu üstüne getirir. Sağ el parmaklarını sol bilek üzerine halka yapmaz.<br />

Ellerini göğsü üzerine koyar. Rükü’da ellerini dizleri üstüne kor. Dizlerini<br />

kavramaz. Parmaklarının arasını açmaz. Dizleri dik olmaz. Sırtları düz olmaz. Secdede<br />

alçalıp, kollarını yanlarına ve karnını uyluklarına bitişdirir. Kaynağı üzerine<br />

oturup, ayaklarını sağa yatık çıkarır. Kadın erkeğe imâm olamaz. Kadının kadına<br />

imâm olması mekrûhdur. Erkeğe uyunca, en arkada saf olurlar. Öpülen kadının<br />

nemâzı bozulur. Aynı imâma uyan kadın, erkeğin önünde veyâ yanında kılarsa,<br />

erkeğin nemâzı fâsid olur. Erkek, kadına geride durmasını işâret eder, o da<br />

geride durmazsa, yalnız kadının nemâzı fâsid olur. Ateşdeki yemeğin taşması, çocuğun<br />

ağlaması hâlinde nemâzını bozması câiz olur.) Düâ ederken ellerini ileri uzatmaz,<br />

yüzüne karşı eğik tutar.<br />

Nefsini terketmeden Rabbini arzûlarsın,<br />

hayvânı sen geçmeden, insanı arzûlarsın.<br />

(Men arefe nefsehü, fekad arefe rabbeh),<br />

kendini sen bilmeden, Sübhânı arzûlarsın!<br />

Sen bu evin kapısın, henüz bulup açmadan,<br />

ma’şûka kavuşacak, zemânı arzûlarsın.<br />

Dışarı üfürmekle, yakılır mı bu ocak?<br />

Gönlün Hakka vermeden, ihsânı arzûlarsın!<br />

Dağlar gibi kuşatmış, tenbellik, kardeş seni,<br />

günâhını bilmeden, gufrânı arzûlarsın!<br />

Konuk için evin yok, hiç hâzırlığın da yok,<br />

ıssız dağın başında, mihmânı arzûlarsın!<br />

Bostânı, bağı gezdim; meyvesin bulamadım,<br />

sen söğüt ağacından, rummânı arzûlarsın!<br />

Gece sayıklar gibi, anlaşılmaz söz ile,<br />

sen de mi ey Niyâzi, irfânı arzûlarsın?<br />

Camı temizlemeden, aynayı arzûlarsın,<br />

zünnârını kesmeden, îmânı arzûlarsın!<br />

Küçük çocuklar gibi, binersin ağaç ata,<br />

tecriben yok, topun yok, meydânı arzûlarsın!<br />

Karıncalar gibi sen, ufak ufak yürürsün,<br />

meleklerden ileri, seyrânı arzûlarsın!<br />

Topuğuna çıkmadan, suyu deniz sanırsın,<br />

sen dereyi geçmeden, ummânı arzûlarsın!<br />

Haydi Niyâzi yürü, atma okun ileri,<br />

derdiyle kul olmadan, sultânı arzûlarsın!<br />

– 220 –


65 — YOLCULUKDA NEMÂZ<br />

(Seferî) veyâ (Müsâfir) olmak demek, yolcu olmak demekdir. Bir kimse, bulunduğu<br />

yerden veyâ gitdiği yolun iki tarafında dizili evlerin sonuncuları hizâsından<br />

ayrılırken, senenin kısa günlerinde, insan veyâ deve yürüyüşü ile, üç günde gidilecek<br />

yere gitmeği niyyet ederse, müsâfir olur. Niyyet etmez ise, bütün dünyâyı dolaşsa<br />

bile, müsâfir olmaz. Düşmanı arayan askerlerin hâli böyledir. Fekat, geri dönüşde<br />

müsâfir olur. İki günlük uzakda olan bir yere gitmeğe niyyet eden kimse, yolda<br />

iken veyâ o yere varınca, iki günlük yere dahâ gitmeğe niyyet etse, o dört<br />

günlük yere giderken müsâfir olmaz. Üç günlük yere gitmek niyyeti ile yola çıkan<br />

kimse, konakladığı bir yerden üç günlük yola gitmeğe niyyet ederek, ayrılırsa, gideceği<br />

yolun iki tarafındaki evlerin hizâsından ayrıldığı zemân müsâfir olur. Son<br />

evin gözünden gayb olması lâzım değildir. Bir tarafda evlerin hizâsını geçmesi lâzım<br />

olmaz. Deniz veyâ orman yanında konmuş olan göçebeler, çadırlardan ayrılınca<br />

müsâfir olur. Yolun bir veyâ iki tarafında, şehrden kendisine kadar evler dizilmiş<br />

bulunan köyleri de aşması lâzımdır. Şehre bitişik boş erâzîyi ve bağları, tarlaları,<br />

bostanları aşmak lâzım değildir. Bostanlarda, tarlalarda çiftçilerin, bekcilerin<br />

evleri bulunsa da, buralar ve bunlardan sonra gelen köyler, şehrden sayılmazlar.<br />

Boş erâzîden, kasabaya yakın (Finâ) denilen büyük mezârlıklar [fabrika,<br />

mekteb ve kışlalar] ve kasabadakilerin harman yapmak, hayvan koşdurmak, eğlenmek<br />

için devâmlı kullandıkları yerler ve avlandıkları, kullandıkları deniz ve göl<br />

kısmları şehrden sayılır. Ya’nî, buraları da aşmak lâzımdır. Finâ, ikiyüz metreden<br />

ziyâde uzakda ise veyâ arada tarla varsa, şehrden sayılmaz. Fekat uzak olan Finâda<br />

da, Cum’a ve bayram nemâzlarının kılınması sahîh olur. Arada Finâ bulunan<br />

şehrler, köyler şehrden sayılmaz. Böyle köyleri aşmak lâzım değildir. Yalnız Finâyı<br />

aşmakla seferî olur. Finâ, büyük şehrlerde ikiyüz metreden dahâ uzakda<br />

olunca da, şehrden sayılır. Muhtâr olan kavle göre, arada Finâ veyâ evler bulunursa<br />

da, köyleri aşmak lâzım olmadığı (İmdâd)ın Tahtâvî hâşiyesinde yazılıdır.<br />

Akşama kadar hep yürümesi şart değildir. Kısa günde, sabâh nemâzından, öğleye<br />

kadar yürümesi kâfîdir. Bu da, bir merhale, ya’nî bir menzil, bir konak denilen<br />

yoldur. Arada dinlenmesi de câizdir. Üç günlük yola, sür’atli bir vâsıta ile, meselâ<br />

trenle, dahâ az zemânda giderse, yine müsâfir olur [Mecelle 1664]. Bir yere,<br />

iki başka yoldan gidilse, biri kısa, öteki uzun olsa, kısa yoldan giden müsâfir olmaz.<br />

Uzun yol, üç günlük yürüyüş ise, bu yoldan, her vâsıta ile giden de, müsâfir olur.<br />

(İbni Âbidîn) buyuruyor ki, (Âlimlerin hepsi, üç günlük yolu, (Fersah) dedikleri,<br />

bir sâatda gidilen yolun uzunluğu ile bildirdiler. Bir kısmı, üç günlük yol yirmibir<br />

fersahdır dedi. Bir kısmı da, onsekiz, bir kısmı ise, onbeş fersahdır dedi. Fetvâ,<br />

ikinci söze göre, verilmişdir). Çoğunluğun fetvâsına göre, bir merhale, ya’nî bir<br />

günde gidilen yol, ârızasız olan düz yerde altı fersahdır. Bir fersah üç mîldir. Bir<br />

merhale onsekiz mîl, üç merhale 54 mîl olur. Bir mîlin dörtbin zrâ’ olduğu ve dörtbin<br />

hatve kavlinin za’îf olduğu ve bir zrâ’ın kelime-i tevhîd harfleri adedince,<br />

yirmidört parmak genişliğinde olduğu (İbni Âbidîn)de teyemmüm bahsinde yazılıdır.<br />

Bir parmak genişliği, ortalama 2 santimetredir. Bir zrâ’, 48 santimetre, bir mîl<br />

[1920] metre, bir fersah [5760] metredir. Bir merhale, otuzdört kilometre beşyüzaltmış<br />

metre, üç günlük yol da, takrîben yüzdört [103,680] kilometre olmakdadır. [Coğrafî<br />

mîl, bir dakîkalık Ekvator kavsinin uzunluğu olup [1852] metredir.] İstanbulda<br />

Küçükçekmeceden ayrılarak Tekirdağına giden seferî olur. (El fıkh-u alel mezâhib)de<br />

diyor ki, (Şâfi’î, mâlikî ve hanbelî mezheblerinde, sefer mesâfesi, iki merhale<br />

[Konak]dır. Bu da, onaltı fersahdır. Bu da 48 mîldir. Çünki bir fersah, üç mîldir.<br />

Bir mîl altıbin zrâ’ [insan kolu]dur. Seferî olmak mesâfesi, seksen kilometre<br />

altıyüzkırk metrelik bir yoldur.) Bu kadar kilometre olmak için, bir mîlin 4000 zrâ’<br />

ve bir zrâ’ın 42 cm. olması lâzımdır. Nitekim 1404 [m. 1984] de ikinci baskısı yapılan<br />

(El-mukaddimet-ül hadremiyye) Şâfi’î fıkh kitâbının şerhinde de, (Şâfi’îde<br />

– 221 –


seferî olmak mesâfesi, dört Berîd, ya’nî iki merhaledir. Bir berîd, dört fersahdır.<br />

Bir fersah üç mîldir. Bir mîl, bin bâ’ [Kolaç]dır. Bir bâ’, dört zrâ’ [insan kolu]dur.<br />

Bir zrâ’, iki karışdır) demekdedir. Seferîlik mesâfesi, bu şerhe göre de, 16 fersah,<br />

ya’nî 48 mîl olmakda ve bir mîl, dört bin zrâ’ olmakdadır. (Mir’ât-i Medîne)nin beşyüzyirmiüçüncü<br />

sahîfesinde diyor ki, (Kitâbımızda zrâ’ dediğimiz uzunluk, insan<br />

kolu olup, Mısr ve Hicâzda şimdi kullanılan demir ölçünün sekizde yedisidir.<br />

Takrîben iki karışdır). Bu demir ölçü birimi, hanefî fıkh kitâblarında yazılı olan<br />

zrâ’ olup, 24 parmak genişliğindedir. 48 santimetredir. Bunun sekizde yedisi 42 santimetredir.<br />

Görülüyor ki, Şâfi’îde bir mîl dörtbin zrâ’dır. Bu da 1680 metredir. 48<br />

mîl de 80 kilometre 640 metredir. Sefer mesâfesinin, tam bu kadar kilometre olması<br />

şart değildir. Meşhûr olan veyâ zann-ı gâlib ile anlaşılan mesâfe kâfîdir.<br />

Denizde, orta rüzgârlı havâda giden yelkenlinin hızı esâsdır. İstanbuldan Mudanyaya<br />

giden, seferî olmaz. Bursaya giden, seferî olur. Tayyâre ile giden, altında<br />

bulunan yoldan veyâ denizden gitmiş gibidir. İstanbulda, Fâtihden otobüs ile<br />

sefere çıkan, bugün için, Edirne-kapı kabristânını geçince, Aksaraydan çıkan,<br />

Topkapı kabristânını, sâhil yolundan ise, Yedikule kapısını geçince, Üsküdardan<br />

çıkan, Selimiyye kışlası ile Karaca Ahmed kabristânı arasından geçince, İstanbuldan<br />

Anadoluda 104 kilometreye gitmeğe niyyet edenlerin hepsi, buğazın karşı<br />

sâhiline geçince seferî olurlar. Seferî olan kimsenin, dört rek’at olan farz nemâzları<br />

iki rek’at kılması hanefîde vâcib, mâlikîde sünnet-i müekkede, şâfi’îde efdaldir.<br />

Mukîm olan imâma uyması hanefîde, edâ ederken câiz, şâfi’îde hem edâ,<br />

hem kazâ ederken câiz, mâlikîde ikisinde de mekrûhdur. Müsâfire uyan mukîmin<br />

nasıl kılacağı, 64. cü maddede bildirilmişdir. Mest üzerine, üç gün üç gece mesh edebilir.<br />

Orucunu bozabilir. Kurban kesmesi vâcib olmaz. Müsâfir râhat ise, orucunu<br />

bozmamalıdır. Günâh için sefere çıkan, yalnız hanefî mezhebinde müsâfir<br />

olur. 59. cu maddeye bakınız!<br />

Mukîm olsun, müsâfir [ya’nî yolcu] olsun, özrlü olsun, özrsüz olsun, herkes, şehr<br />

ve köy dışında, hayvan üstünde otururken nâfile nemâz kılabilir. Hayvan yürürken<br />

de, dururken de kılınabilir. Beş vakt farz nemâzlardan önce ve sonra olan sünnetler<br />

de nâfile nemâz demekdir. Yalnız, sabâh nemâzının sünneti nâfile değildir.<br />

Fâtiha ve sûre okurken, sağ eli sol el üstüne bağlayıp göbek altına koymak iyi ise<br />

de, elleri uylukları üstüne koymak da olur. Her dürlü oturmak câizdir. Kendi yürürken<br />

nemâz kılmak, kimseye câiz değildir. Çünki yürümek nemâzı bozar [Cevhere].<br />

Altmışdokuzuncu maddeye bakınız! Yolda rast geldiği şehrlerden geçerken<br />

de böyle kılabilir. Kendi şehrinde kılması mekrûhdur. Îmâ ile rükü’a ve secdeye<br />

eğilir. Başını birşey üzerine koymaz. Nemâza başlarken ve kılarken kıbleye dönmek<br />

lâzım değildir. Hayvanın yürüdüğü tarafa doğru kılması lâzımdır. Hayvanın<br />

veyâ yularının veyâ eğerinin üzerinde çok necs [pislik] bulunsa da, nemâz câiz olur.<br />

Fekat, necsli yerin üzerinde oturursa câiz olmaz. Necs ayakkabıyı da çıkarmak lâzımdır.<br />

Ayağı ile dürterek, yuları çekerek, az hareketle hayvanı idâre etmesi nemâzı<br />

bozmaz. Hayvan üzerinde nâfile nemâza başlıyan kimse, hızla yere inerek,<br />

yerde temâmlaması câizdir. Yerde başlayıp, hayvan üstünde temâmlamak câiz değildir.<br />

Farzları ve vâcibleri, zarûret olmadıkca hayvan üzerinde kılmak câiz değildir.<br />

(Halebî)de, (Farzları hayvan üzerinde kılmak, sünnetleri kılmak gibi olup, ancak<br />

teyemmüm yapmak için bildirdiğimiz özrler ile câizdir) diyor. Farzların da mukîm<br />

iken ve seferî iken, şehr dışında hayvan üzerinde zarûret olunca kılınacağı anlaşılmakdadır.<br />

Malının, canının, hayvanının tehlükede olması, inince hayvanın veyâ<br />

hayvandaki veyâ yanındaki malın çalınması, yırtıcı hayvan, düşman, yerde çamur<br />

olması, yağmur olması, hastanın, inerken, binerken, iyi olmasının gecikmesi<br />

veyâ hastalığının artması, arkadaşlarının beklemeyip tehlükede kalması, indikden<br />

sonra, hayvana yardımcısız binememek, hep zarûret olan özrdür. Az çamur özr de-<br />

– 222 –


ğildir. Yüzü, içine girerek gayb olursa, özr olur. Hayvanı olmıyan kimse, böyle çamurda<br />

ayakda ve îmâ ile kılar. Hayvana binemiyenin yardımcısı olursa, imâmeyn<br />

özr olmaz dedi. Farz veyâ vâcib kılarken, hayvanı kıbleye karşı durdurmalıdır. Durduramazsa,<br />

mümkin olduğu kadar durdurmalıdır.<br />

Müsâfir, vaktin sonuna doğru özrün biteceğini ümmîd etse, bekleyip, yerde kılması<br />

iyi ise de, hemen hayvan üstünde kılması da câizdir. Bunun gibi, su bulmak<br />

ümmîdi olanın, vaktin başında, teyemmüm ile kılması câizdir. Hayvan üstündeki<br />

(Mahmil) denilen iki sandıkda kılmak, hayvan üstünde kılmak gibidir. İnebilen kimse,<br />

farzları mahmilde kılamaz. Mahmilin ayakları toprağa indirilirse, sedir [kanepe]<br />

gibi olur ve burada farzları ayakda kılması câiz olur. Oturarak kılamaz.<br />

İki tekerlekli araba, hayvana bağlanmadıkca, yerde düz duramıyacağından yürürken<br />

de, dururken de hayvan gibidir. Üç, dört tekerlekli olup da hayvana<br />

bağlanmadan yerde düz duran araba, [otobüs, tren] yürümüyor ise, sedir gibidir.<br />

İçinde farz nemâz ayakda câiz olur. Araba gidiyor ise, hayvan gibidir. İçinde özrsüz<br />

farz kılmak câiz olmaz. Durdurup kıbleye karşı ve ayakda kılmalıdır. [Durduramazsa,<br />

ücretli olan vâsıtadan inerek nemâzı kılmalıdır; vâsıta giderse, arkadan<br />

gelen veyâ o kasabadan kalkacak olan başka vâsıta ile gitmelidir. Birinci vâsıtaya<br />

binerken, buna göre pazarlık yapmalıdır. Buna da imkân olmazsa, nemâzda<br />

oturur gibi yere oturarak ve imkân olduğu kadar kıbleye dönerek kılması câiz<br />

olur.]<br />

Hastanın ve seferde olanın farzları, sedirde, sandalyada, ayaklarını sarkıtarak<br />

oturup, îmâ ile kılmaları câiz değildir. Hasta, yerde veyâ uzunluğu kıble istikâmetinde<br />

olan sedirin üstünde, kıbleye karşı oturarak kılar. Birinci kısm, 74. cü maddeye<br />

bakınız! Seferî olanın, diğer üç mezhebi taklîd ederek, vâsıta yolda durduğu<br />

zemân, öğle ile ikindiyi ve akşam ile yatsıyı birleşdirerek kıbleye karşı, ayakda kılması<br />

dahâ iyi olur. Mâlikî ve şâfi’î mezheblerinde, günâh olmıyan seferde, ya’nî 80<br />

kilometreden ziyâde süren seferde, ikindiyi öğle nemâzı vaktinde ve yatsıyı akşam<br />

nemâzı vaktinde takdîm ederek veyâ öğleyi ikindi vaktinde ve akşamı yatsı vaktinde<br />

te’hîr ederek iki nemâzı bir arada kılmak câizdir. Yola çıkmadan nemâz kasr<br />

ve cem’ edilemez. Dört günden az kalmak niyyet etdiği yer (seferî yer) olur. Bu yerde<br />

kasr eder ve harac olunca, cem’ edebilir. Yağmur sebebi ile câmi’de cemâ’at ile<br />

cem’i takdîm câiz ise de yedi şartı vardır. Hastanın cem’ etmesi ihtilâflıdır. [Başka<br />

bir mezhebi taklîd etmek, mezheb değişdirmek demek değildir. İmâm-ı Şâfi’îyi<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” taklîd eden bir hanefî, mezhebinden çıkmaz.] Yola çıkmadan<br />

ve yolculuk bitdikden sonra dört rek’at olan farzların iki rek’at kılınamıyacağı<br />

ve iki vaktin nemâzının birlikde kılınamıyacağı, Şâfi’î âlimlerinden Şemsüddîn<br />

Muhammed Remlî fetvâsında ve (İ’ânet-ut-tâlibîn alâ-hall-i elfâz-ı Feth-ilmu’în)de<br />

bildirilmekdedir. Bu fetvâ, (Fetâvâ-yı Kübrâ) kenârında basılmışdır.<br />

Ayrı ayrı hayvanlar üzerinde olarak cemâ’at ile kılınmaz. Bir mahmilde, bir araba<br />

veyâ otobüsde, dururken, odada kılar gibi cemâ’at ile kılınabilir.<br />

(Halebî-i kebîr)de diyor ki, (Şemsül Eimme Halvânî buyurdu ki, hayvan üzerinde<br />

kıbleye karşı durup, nemâzda iken, hayvan kıbleden dönerse, farz nemâz kabûl<br />

olmaz. Bir rükn kadar kıbleden ayrılmamalıdır. [Araba, tren de böyledir.]<br />

Giden gemide farzları, özrsüz oturarak kılmak, iki imâma göre câiz değildir. Baş<br />

dönmesi özrdür. İmâm-ı a’zam “rahmetullahi aleyh”, ayakda kılması iyi olur buyurdu.<br />

İmkânı varsa, gemiden çıkınca, toprakda kılmak dahâ iyidir. Deniz ortasında<br />

demirli gemi, rüzgârla çok sallanıyorsa, giden gemi gibidir. Çok sallanmıyorsa<br />

veyâ sâhile yanaşmış ise, farz nemâzları oturarak kılmak câiz olmaz. Yanaşmış gemide,<br />

karaya oturmuş ise, ayakda olarak her zemân câizdir. Karaya oturmamış ise,<br />

âlimlerin çoğuna göre, dışarı çıkmak mümkin ise, bu gemide farz kılmak câiz olmaz.<br />

Böyle gemi, hayvan gibidir. Karaya oturan gemi [ve deniz dibine direk, zincirle<br />

bağlı iskele, köprü] ise, toprak üzerindeki sedir, masa gibidir. Giden gemide,<br />

– 223 –


nemâza başlarken kıbleye karşı durmak ve gemi dönünce, nemâz içinde kıbleye<br />

dönmek lâzımdır. Çünki, gemilerde kıbleye dönmek, odadaki gibidir. Rükü’ ve secdeleri<br />

yapabilen kimsenin, gemide nâfile nemâzları da îmâ ile kılması câiz olmaz).<br />

(Merâkıl-felâh)da diyor ki, (Nâfileleri özrsüz oturarak kılmak câizdir. Yalnız sabâh<br />

nemâzının sünnetini ayakda kılar. Nâfileleri oturarak kılana, sevâbın yarısı verilir.<br />

Rükü’ için eğilir. Secde için, başını yere koyar. Yâhud, rükü’ için ayağa kalkar<br />

ve sonra rükü’a eğilir. Ayakda kılamıyan, oturarak kılar. Rükü’ için eğilir. Secde<br />

için, başını yere koyar. Secde için, başını yere koyamıyan kimse, îmâ ile kılar).<br />

(Hidâye) ve (Nihâye)de, (Yanaşmış gemide farz kılmak câizdir. Dışarı çıkıp karada<br />

kılmak iyi olur) diyor. (Behce)de diyor ki, (İstanbuldan kayıkla Üsküdara giderken,<br />

öğle vakti çıkacak olsa, öğleyi oturarak kılması câiz olur). Seferî olmadığı<br />

için, şâfi’îyi taklîd ile, öğleyi ikindi ile birlikde kılamaz.<br />

Mi’râc gecesi, akşam nemâzı üç rek’at, öteki nemâzlar iki rek’at farz oldu. Medîne-i<br />

münevverede ikinci emrle sabâh ve akşamdan başkası dört rek’ate çıkarıldı.<br />

Hicretin dördüncü yılında bunlar, müsâfir için, yine ikiye indirildi. Müsâfirin<br />

bunları dört kılması hanefîde günâh olur (Dürr-ül-muhtâr).<br />

Müsâfir farzı dört rek’at kılarsa, son iki rek’atı nâfile olur. Emri dinlemediği için<br />

ve nâfilenin iftitâh tekbîrini terk etdiği için ve farzın selâmını terk etdiği için ve nâfileyi<br />

farz ile karışdırdığı için, günâh olur. Tevbe etmezse Cehenneme gidebilir.<br />

Unutarak dört rek’at kılan kimse secde-i sehv yapar. Müsâfir olan imâm, yanılarak<br />

dört rek’at kılarsa, buna uymuş olan mukîmin nemâzı fâsid olur. İkinci rek’atde<br />

oturmazsa, farzı kabûl olmaz. Üçüncü rek’atin secdesini yapmadan, o şehrde<br />

onbeş gün kalmağa niyyet ederse, o farzı dört rek’at kılması lâzım olur. Fekat, üçüncü<br />

rek’atin kıyâmını ve rükü’unu tekrârlaması lâzım olur. Çünki, bu ikisini nâfile<br />

olarak yapmışdı. Nâfile olarak yapılan ibâdet farz yerine geçemez. [Nâfilelerin,<br />

sünnetlerin, kazâya kalmış farzlar yerine geçemiyeceği, buradan da anlaşılmakdadır.]<br />

Yetmişdördüncü maddenin sonuna bakınız! Müsâfir sûreleri kısa okur. Tesbîhleri<br />

üçden az yapmaz. Yolda iken, ya’nî sıkıntılı zemânında, sabâh nemâzından<br />

başka sünnetleri terk edebilir. Sünnetleri özr ile terk etmek câizdir. [Sünnetleri kazâ<br />

nemâzı niyyeti ile kılmak lâzım olduğu, buradan da anlaşılmakdadır.]<br />

Üç günlük yol gitmeden, geri dönmeğe niyyet ederse, o anda müsâfirlikden çıkar.<br />

Mukîm olur. Üç günlük yola gitmeğe niyyet edip şehrden çıkan bir kimse, üç<br />

günlük yoldan dahâ az veyâ dahâ çok gitdikden sonra, kendi şehrine girince veyâ<br />

başka bir yerde onbeş gün kalmağa niyyet ederse, yine mukîm olur. Onbeş günden<br />

az kalmağa niyyet ederse veyâ hiç niyyet etmeden yıllarca kalsa, müsâfir<br />

olur. Asker, dâr-ül-harbde, bir yerde onbeş gün kalmağa niyyet etse de, mukîm olmaz.<br />

Denizdeki gemide veyâ hayât, ev olmıyan adada, onbeş gün kalmağa niyyet<br />

eden müsâfir, mukîm olmaz. Gemicilerin malı, çoluk çocuğu da gemide olsa, yine<br />

mukîm olmaz. Gemi vatan değildir. Mekke, Minâ ve Arafât gibi başka başka<br />

yerlerde topdan onbeş gün kalmağa niyyet eden de, mukîm olmaz. Kadın, talebe,<br />

asker, me’mur, işçi ve çocuk gibi emr altında olanlar, kendi niyyetleri ile değil, zevcinin<br />

veyâ mahreminin, hocasının, kumandanının, iş verenin emrini alınca, emre<br />

göre hareket ederler. Âmirleri onbeş gün kalmağa niyyet etse, bunlar emri işitinceye<br />

kadar müsâfir olur. İşitince mukîm olurlar. Düşman memleketine giren veyâ<br />

bir kal’ayı karadan, denizden saran askerler, onbeş güne niyyet etseler bile, müsâfir<br />

olurlar. Düşman memleketine harb için gitmiyen, niyyetine göre müsâfir veyâ<br />

mukîm olur. (Dâr-ül-harb)de yeni müslimân olana eziyyet edilmiyorsa, mukîm<br />

olur. Çadırda yaşıyanlar çölde onbeş gün kalmağa niyyet edince, mukîm olurlar.<br />

Başkaları olmaz.<br />

Nemâz vaktinin sonunda sefere çıkan, bu nemâzı kılmamış ise, iki rek’at kılar.<br />

Vaktin sonunda vatanına gelen, bu vaktin nemâzını kılmamış ise, dört kılar.<br />

İnsanın mukîm olduğu, yerleşdiği yere (Vatan) denir. Hanefî mezhebinde, üç dür-<br />

– 224 –


lü vatan vardır. (Vatan-ı aslî) asl yer, insanın doğduğu veyâ evlendiği veyâ başka<br />

yere yerleşmemek, orada hep kalmak niyyeti ile yerleşdiği yerdir. Senelerce oturup<br />

da sonra çıkmağı veyâ düşündüğü birşey hâsıl olunca çıkmağı niyyet ederse,<br />

burada senelerce otursa bile, yerleşmiş olmaz. Bir kimse, bir yerde, onbeş gün kalmağa<br />

niyyet etmeden bile evlense, o yer, vatan-ı aslî olur. Orada mukîm olur. İki<br />

yerde zevcesi olan, o şehrlerin herbirine gidince, o yer, vatan-ı aslî olur. Oralarda<br />

mukîm olur. Zevcesi ölse, orada evleri, toprağı olsa bile, orası (asl yeri) olmakdan<br />

çıkar. Evlenmediği bir yere gidip yerleşmeğe niyyet edince, orası (asl yeri) olur.<br />

Bâlig bir çocuğun ana babasının bulunduğu yer, doğduğu yer bile olsa, buradan ayrılıp<br />

başka yerde, çıkmamak üzere niyyet edip yerleşse veyâ evlense, orası (Asl yeri)<br />

olur. Ana babasının yanına gidince, yerleşmeğe niyyet etmedikce, burası, çocuğun<br />

asl yeri olmaz. Onun asl yeri, evlendiği veyâ son yerleşdiği yerdir. Bir yere<br />

yerleşince, araları üç günden az olsa ve sefer niyyeti ile çıkmamış olsa bile, önce<br />

yerleşmiş olduğu ve doğduğu vatan-ı aslîleri bâtıl olur. Başka yere yerleşmek<br />

için asl yerinden ayrılan kimse, dahâ başka yere yerleşmek için yolunu değişdirse,<br />

birinci yerinden geçerken nemâzlarını dört kılar. Çünki, başka vatan edinmemişdir.<br />

Zevcesini bir yerde yerleşdirip, sonra kendisi başka yere yerleşse, ikisi de<br />

vatan-ı aslîsi olur. Bir kimse, vatan-ı aslîye girince mukîm olur. Onbeş gün kalmağa<br />

niyyet etmesi lâzım olmaz.<br />

İkinci vatan, (Vatan-ı ikâmet) geçici vatandır. Giriş ve çıkış günlerinden başka<br />

hanefîde onbeş, şâfi’î ve mâlikîde dört gün veyâ çok devâmlı kalıp, sonra çıkmağa<br />

niyyet edilen yere (Geçici vatan) denir. Bir yerde bu mikdâr kalmağa niyyet ederken,<br />

bu müddet içinde, başka yere gidip kalmağa ve yine buraya dönmeğe de niyyet<br />

edilirse, burası geçici vatan olmaz. Geceleri burada, gündüzleri başka yerde kalmağa<br />

niyyet ederse, burası vatan-ı ikâmet olur. Okumak için veyâ vazîfe yapmak<br />

için bir yerde senelerce kalmağa ve sonra buradan çıkmağa niyyet ederse, burası<br />

(Vatan-ı ikâmet) olur. Burada, çıkmamak niyyeti ile yerleşseydi, vatan-ı aslî olurdu.<br />

Vatan-ı ikâmet üç şeyle bozulur: Başka bir vatan-ı ikâmete gidince, sefer niyyeti<br />

ile çıkmamış olsa ve aralarındaki uzaklık üç günlük yoldan az olsa bile, önceki<br />

vatan-ı ikâmet bozulur. Vatan-ı aslîye gidince de bozulur. Bir hanefî, Mekke-i<br />

mükerremede onbeş gün oturup sonra, Minâya gidip evlenirse, Minâ vatan-ı aslî<br />

olur. Mekke-i mükerreme vatan-ı ikâmet olmakdan çıkar. Üçüncü sebeb, sefere<br />

niyyet ederek çıkmakdır. Ya’nî vatan-ı ikâmetden üç gün üç gece uzağa gitmeğe<br />

niyyet ederek ayrılınca, burası vatan-ı ikâmet olmakdan çıkar. Dahâ az yola niyyet<br />

ile gidip gelseydi, geçici vatanı bozulmazdı. Vatan-ı ikâmetden niyyetsiz çıkıp,<br />

başka yerde üç günlük yola gitmek için niyyet ederse, üç günlük yol yürümeden<br />

önce, vatan-ı ikâmete girerse, seferî olması bozulur. Mukîm olur. Niyyet etdikden<br />

başlıyarak üç günlük yol gitdikden sonra, buraya girerse veyâ buradan hiç geçmezse,<br />

mukîm olmaz. Şâfi’îde bir yerdeki işinin dört günden önce bitmiyeceğini bilirse,<br />

niyyet etmese de, oraya girince mukîm olur. Müddetini iyi bilmezse, onsekiz<br />

gün sonra mukîm olur.<br />

İstanbuldan Bağdâda ve Mekke-i mükerremeden Kûfeye onbeş gün kalmak niyyeti<br />

ile giden birer hanefî, bu vatan-ı ikâmetlerinden çıkarak, Kasr denilen yere gelseler,<br />

her ikisi de Kasra giderken müsâfir olmaz. Çünki, Kasr denilen yer, Bağdâd<br />

ile Kûfe arasındadır. Her ikisinden iki günlük yol uzakdır. Kasrda onbeş gün kalmağa<br />

niyyet ederlerse, Bağdâd ve Kûfe, vatan-ı ikâmet olmakdan çıkar. Çünki Kasr<br />

şehri, yeni vatan-ı ikâmetleri olur. Onbeş gün sonra Kasrdan Kûfeye gelseler, müsâfir<br />

olmazlar. Kûfeden bir gün sonra çıkıp Bağdâda gitseler, yolda Kasrdan geçseler,<br />

yolda hep müsâfir olmazlar. Çünki, Kasr, ikisi için de vatan-ı ikâmet idi. Üç<br />

günlük yola niyyet etmeden çıkıp gelince, müsâfir olmazlar. Bunlar Bağdâddan ve<br />

Kûfeden ilk çıkışlarında dört günlük yola niyyet etselerdi ve Kasrda karşılaşıp, her<br />

ikisi de Kûfeye gidip, bir gün kalıp, sonra Bağdâda gitselerdi, hep müsâfir olurlar-<br />

– 225 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:15


dı. Çünki, üç gün sefer niyyet etmişlerdir. İstanbullu, bu yolu yürümüşdür. Mekke-i<br />

mükerremeli ise, sefere çıkınca, Kûfe, vatan-ı ikâmet olmakdan çıkmışdır. Kasr<br />

şehri, vatanları olmadığı için, buradan geçmeleri, mukîm olmalarına sebeb olmaz.<br />

İstanbuldan gelen, Kûfede onbeş gün kaldıkdan sonra, Mekkeye gitmek niyyeti ile<br />

yola çıksaydı, üç günlük yol gitmeden, bir iş için, yine Kûfeye dönseydi, mukîm olmazdı.<br />

Çünki, üç günlük yola gitmek niyyeti ile çıkınca, Kûfe şehri vatan-ı ikâmet<br />

olmakdan çıkmışdır. Kûfe, Bağdâdın ve Kerbelânın cenûbundadır.<br />

Üçüncü vatan, (Vatan-ı süknâ) uğradığı yer olup, onbeş günden az kalmak<br />

için niyyet edilen yâhud yarın çıkarım diyerek, senelerle oturulan yerdir. Müsâfir<br />

vatan-ı süknâda farzları hep iki rek’at kılar. Bir köye, bir şehre gelince, on gün<br />

kalmağa niyyet edip, on gün sonra, bir hafta dahâ kalmağa niyyet ederse mukîm<br />

olmaz.<br />

Vatan-ı ikâmetde veyâ vatan-ı süknâda bulunmak, vatan-ı aslînin bozulmasına<br />

sebeb olmaz. Sefere çıkmak da, vatan-ı aslîyi bozmaz. Vatan-ı süknâda bulunmak<br />

vatan-ı ikâmeti bozmaz. Birinci vatan-ı süknâyı bozar.<br />

Seferî olan kimse, vatan-ı süknâda iken, mukîm sayılmaz. Seferî olmıyan, vatan-ı<br />

süknâ yapdığı yerde, mukîm sayılır. Sefer mesâfesi kadar uzak olmıyan bir<br />

köye gitmek için şehrinden çıkan, bu köyde onbeş günden az kalsa, burası (Vatan-ı<br />

süknâ) olur. Burada müsâfir olmaz. Farzları temâm kılar. Sonra, bu köyden,<br />

sefer niyyet etmeden çıksa, şehrine veyâ başka bir vatan-ı süknâya girmeden, yolda<br />

sefere niyyet etse, yolda farzları iki rek’at kılar. Bu köye girerse, mukîm olur.<br />

Çünki, vatan-ı aslîye veyâ vatan-ı süknâya girmediği için ve sefer niyyeti ile çıkmadığı<br />

için, vatan-ı süknâsı bozulmamışdır. Görülüyor ki, vatan-ı süknânın bozulması,<br />

vatan-ı ikâmet gibi oluyor. Vatan-ı süknâda mukîm olmak için, bunun ile<br />

vatan-ı aslî veyâ vatan-ı ikâmet arası sefer müddetinden [üç günden] az olmalıdır.<br />

Meselâ:<br />

Bir kimse Kûfeden Kadsiyeye gidiyor. İkisi arası üç günlük yoldan azdır. Kadsiyeden<br />

Hîreye doğru yola çıkıyor. İkisi arası da üç günden azdır. Hîreye gelmeden,<br />

Kadsiyeye dönüyor. Unutduğunu alıp, Şâma gidecekdir. Kûfeye uğramıyor,<br />

Kadsiyede, nemâzı temâm kılar. Çünki, buradan ayrılırken sefere niyyet etmediği<br />

ve Hîreye girmediği için, Kadsiye vatanlıkdan çıkmadı. Hîre, Kûfenin beş kilometre<br />

cenûb-i şarkındadır. Kadsiye, biraz dahâ cenûbdadır.<br />

Üç günlük yola sefer niyyeti ile çıkan kimse, üç günlük yol gitmeden önce, bir<br />

köyde onbeş günden az kalsa, sonra buradan çıksa, buraya tekrâr gelirse, mukîm<br />

olmaz. Çünki, ilk geldiğinde de müsâfir idi. Yanında zevci veyâ mahremi bulunmayan<br />

hayzlı kadının sefer niyyeti ile yola çıkması kıymetsizdir. Temizlendikden<br />

sonra üç gün dahâ gitmeden önce kaldığı yerde müsâfir olmaz.<br />

(Berîka) ve (Hadîka) kitâblarında diyor ki, (Hür kadının, zevci veyâ ebedî<br />

mahrem akrabâsından biri yanında bulunmadan, yalnız veyâ başka kadınlarla<br />

yâhud âkıl, bâlig ve sâlih olmıyan mahremi ile üç günlük yola gitmesi [üç mezhebde]<br />

harâmdır. Şâfi’î mezhebinde, kadınlar ile mahremsiz olarak, farz olan hacca gidebilir.<br />

Bir veyâ iki erkeğin sefere gitmesi mekrûhdur. Üç erkeğin gitmesi mekrûh<br />

olmaz. Dört erkeğin gitmesi ve içlerinden birini emîr (Başkan) seçmeleri sünnetdir).<br />

(Hindiyye)de nafaka bahsinde ve (Tahtâvî), (Dürr-ül-muhtâr) ve (Dürr-ülmüntekâ)da<br />

hac bahsinde diyor ki, (Kadın, mürâhık olan, ya’nî bülûğa yaklaşmış,<br />

oniki yaşındaki mahremi ile sefere gidebilir). (Kâdîhân)da diyor ki, (Kadın, sâlih<br />

cemâ’at ile sefere gidebilir). [Bu iki kavl, zarûret hâlinde câiz olur.] (Mecelle)de<br />

dokuzyüzseksen altıncı maddede diyor ki, (Sinn-i bülûğun mebdei, erkekde on-<br />

– 226 –


iki ve kızda dokuz yaşları doldurmakdır. Müntehâsı, ikisinin de onbeş yaşdır.<br />

Onbeş yaşını ikmâl edince bâlig sayılırlar.<br />

Oniki ve dokuz yaşlarını doldurup da, bâlig olmamış çocuğa (Mürâhık) denir.)<br />

66 — NEMÂZIN VÂCİBLERİ, SECDE-İ SEHV<br />

Fâtiha okumak, Fâtihadan sonra bir sûre veyâ âyet okumak, Fâtihayı ve zamm-ı<br />

sûreyi farzların birinci ve ikinci rek’atlerinde, vâcib ve sünnetlerin her rek’atinde okumak,<br />

secdeleri birbiri ardınca yapmak, ikinci rek’atde teşehhüd mikdârı oturmak,<br />

son rek’atde otururken, (Ettehıyyâtü) okumak, rükü’da ve iki secdede ta’dîl-i erkân,<br />

[ya’nî sübhânallah diyecek kadar hareketsiz durmak vâcib, dahâ çok durmak sünnetdir],<br />

kavmede ve celsede tumânînet [sübhânallah diyecek kadar durmak], nemâz<br />

sonunda esselâmü... demek, kunût düâsı okumak, imâmın, sabâh, Cum’a, bayram,<br />

terâvîh, vitr nemâzlarında ve akşam ile yatsının ilk iki rek’atinde yüksek sesle okuması,<br />

imâmın ve yalnız kılanın öğle ve ikindi farzlarında ve akşamın üçüncü, yatsının<br />

üçüncü ve dördüncü rek’atlerinde hafîf sesle okumaları vâcibdir. (Bezzâziyye)de<br />

diyor ki, (Hafîf sesle okuyanı bir iki kişinin işitmesi mekrûh olmaz. Sesli okumak,<br />

çok kişinin işitmesi demekdir).<br />

Nemâzın vâciblerinden birini bilerek yapmamak, nemâzı bozmaz. Fekat günâh<br />

olur. Unutarak yapmıyan, (Secde-i sehv) eder. Farzın ilk iki rek’atinde, (Zamm-ı<br />

sûre)yi unutan, üçüncü ve dördüncü rek’atlerde okuyup, sonra secde-i sehv yapar.<br />

Kırâeti unutduğunu rükü’da hâtırlarsa, hemen kalkıp kırâeti ve sonra rükü’u yapar.<br />

Bir farzı ve vâcibi, vaktinden önce veyâ sonra yapan da, secde-i sehv eder. Meselâ,<br />

zamm-ı sûrenin bir parçasını rükü’da okuyana, ettehıyyâtüden sonra az birşey<br />

okuyarak, üçüncü rek’ati gecikdirene, imâm yüksek sesle okuyacak yerde, hafîf<br />

sesle okursa ve hafîf sesle okuyacak yerde yüksek sesle okursa, secde-i sehv yapmak<br />

lâzım olur. İmâmın yüksek sesle okuması vâcib olan yerleri, yalnız kılanın yüksek<br />

sesle de, hafîf sesle de, okumaları câizdir. Birkaç kerre secde-i sehv îcâb etse,<br />

bir kerre yapmak yetişir. İmâm ile berâber, cemâ’at de secde-i sehv yapar. Cemâ’atden<br />

biri hatâ yaparsa, secde-i sehv yapmaz. Cemâ’ate, birinci rek’atden sonra yetişen<br />

kimse, imâm ile secde-i sehv yapdıkdan sonra, nemâzını temâmlar. Oturmağı<br />

unutup, üçüncü rek’ate kalkarken hâtırlayan bir kimse, dizleri yerden ayrıldıkdan<br />

sonra ise, oturmaz, secde-i sehv eder. Son rek’atde oturmayıp ayağa kalkarsa,<br />

secde etmeden hâtırladı ise, hemen oturur ve oturmağı gecikdirdiği için, secde-i<br />

sehv eder. Secdeye inince hâtırladı ise, farz nemâzı, nâfile şekline döner. Bir<br />

rek’at dahâ kılıp, altıncı rek’ate oturarak temâmlar. Dördüncü rek’atde teşehhüd<br />

mikdârı oturup, selâm vermeden beşinciye kalkarsa, secdeye yatmadan hâtırladı<br />

ise, oturup teşehhüdde okumadıklarını okuyup selâm verir ve secde-i sehv yapar.<br />

Secdeye yatdı ise, altıncı rek’ati de temâmlayıp, secde-i sehv yapar. Farzı temâm<br />

etmiş olur. İki rek’ati de nâfile olur. Fekat, bu iki rek’at, öğle, akşam ve yatsının<br />

son sünneti yerine geçmez denildi. Çünki, sünnetlere tahrîme tekbîri ile başlanır.<br />

İmâm secde-i sehv yaparken de, câmi’e gelip, uymak câizdir. Secde-i sehvi bile bi-<br />

– 227 –


le yapmıyan veyâ nemâzın vâciblerinden birini, meselâ Fâtiha okumağı, bilerek terk<br />

eden kimsenin, o nemâzı tekrâr kılması vâcib olur. Tekrâr kılmazsa, fâsık olur.<br />

Cum’a ve bayram nemâzlarında, imâmın secde-i sehvi yapmaması iyi olur.<br />

Secde-i sehv yapmak için, bir tarafa selâm verdikden sonra, iki secde yapıp oturur<br />

ve nemâzı temâmlar. İki tarafa selâm verdikden sonra veyâ hiç selâm vermeden<br />

de, secde-i sehv yapmak câizdir.<br />

Bir kimse, kaç rek’at kıldığını unutsa, bu şaşırması, ilk olarak başına geldi ise,<br />

selâm verip nemâzı tekrâr kılmalıdır. Şaşırmak âdeti ise, düşünüp, çok zan etdiğine<br />

göre kılar. Kuvvetli zan edemezse, az kıldığını kabûl ederek temâmlar. Nemâzı<br />

kıldığında şübhe eden kimse, vakt çıkmadı ise, tekrâr kılar. Çıkdı ise kılmaz.<br />

Kaç rek’at kıldığını şaşırıp, nemâz içinde düşünmesi, sonraki rüknün veyâ vâcibin,<br />

bir rükn zemânı kadar gecikmesine sebeb olursa, bu arada, âyet ve tesbîh okusa<br />

bile, secde-i sehv lâzım olur. Nemâzın içindeki farzlara (Rükn) denir. Bir âyet<br />

okumak, rükü’ ve iki secde, son rek’atde oturmak, birer rükndür. Düşünmek, farzı<br />

veyâ vâcibi gecikdirince, secde-i sehv lâzım oluyor. Meselâ, son rek’atde oturunca<br />

düşünürse, selâm vermesi gecikirse, secde-i sehv lâzım olur. Fazla okuduğu salevât<br />

ve düâ, sünnet olarak değil, düşünce, dalgınlık sebebi ile olduğu vakt, vâcibin<br />

gecikmesi suç oluyor. Başka bir nemâzı kılıp kılmadığını veyâ dünyâ işlerinden<br />

herhangi birini düşünürse, bir rüknün gecikmesine sebeb olsa bile, secde-i sehv lâzım<br />

olmaz. Nemâz bitdikden sonra, kaç rek’at kıldığında şübhe ederse, buna vesvese<br />

denir. Buna ehemmiyyet vermez. Nemâzdan sonra, bir âdil müslimân, yanlış<br />

kıldın derse, tekrâr kılması iyi olur. İki âdil kimse söylerse, tekrâr kılması vâcib<br />

olur. Âdil olmazsa, sözünü dinlemez. İmâm doğru, cemâ’at ise, yanlış kıldık derse,<br />

imâm kendine güveniyorsa veyâ bir şâhidi olursa, tekrâr kılınmaz.<br />

Bir şeyin vâcib veyâ bid’at olmasında şübhe edilse, bu şeyi yapmak iyi olur. Bid’at<br />

ile sünnet arasında şübhe olsa, yapmamak lâzım olur. [Madde 54’e bakınız!]<br />

İftitâh tekbîrini söyledi mi, abdesti var mı, elbisesi temiz mi, başına mesh etdi<br />

mi şübhe ederse, ilk olarak şübhe etdi ise, nemâzı bozup tekrâr kılar. Abdest almaz.<br />

Elbisesini yıkamaz. Her zemân şübhe ediyorsa, nemâzı bozmaz, temâmlar.<br />

SALÂT-İ VİTR — (Mevkûfât)da diyor ki, (İmâm-ı a’zam “rahmetullahi aleyh”<br />

Vitr nemâzı vâcibdir buyurdu. İki imâm ise, sünnetdir dedi. [Mâlikî ve şâfi’î mezheblerinde<br />

de sünnetdir.] Buna ezân ve ikâmet okunmaz. Üçüncü rek’atde rükü’a<br />

eğilmeden önce, her zemân, arabî bir düâ okumak vâcibdir. Vaktinde kılmıyanın<br />

kazâ etmesi lâzımdır. Vitr diye niyyet de lâzımdır. Vitr nemâzı, üç rek’atdir.<br />

Üçüncü rek’at bitince selâm verilir. Üç rek’atde de Fâtiha ve zamm-ı sûre okunur.<br />

Üçüncü rek’atde, zamm-ı sûre okudukdan sonra, iki el, iki yana salıverilmeden, doğruca<br />

kulaklara kaldırılarak (Allahü ekber) denir. Sonra eller, iki yana salıverilmeden,<br />

doğruca bağlanır. Hemen iki Kunût düâsını okumak vâcibdir. Bu (Kunût düâları)nı<br />

bilmiyen kimse, üç kerre istigfâr okur. Meselâ (Allahüm-magfir lî) der. Yâhud<br />

bir kerre (Rabbenâ âtinâ...) âyetini sonuna kadar okur. Vitr nemâzından<br />

başka nemâzlarda Kunût düâsı okunmaz. Vitr nemâzı, yalnız Ramezânda cemâ’at<br />

ile kılınır. Ramezânda yatsının farzını cemâ’at ile kılmıyanlar, toplanıp da,<br />

Terâvîhi ve Vitri cemâ’at ile kılamazlar. Çünki, Terâvîh, yatsının cemâ’ati ile kılınır.<br />

(Hindiyye)de diyor ki, (Farzı yalnız kılan, Terâvîhin cemâ’atine katılır. Kaçırdığı<br />

rek’atlerini temâmlar. Terâvîhi cemâ’at ile kılamıyan, farzı kıldığı imâm ile<br />

Vitri kılabilir. Vitri cemâ’at ile kıldıkdan sonra, başka câmi’e giden, imâm farzı kılıyorsa<br />

farza, Terâvîhi kılıyorsa, buna niyyet ederek, imâma uyarsa, bir kavle göre<br />

sahîh olur. Terâvîh kılındığını anlarsa, farzı kılmamış ise, bir kenârda farzı kılıp,<br />

sonra imâma uyar. İmâm, rükü’a çabuk eğilirse, (Sübhâneke)yi çabuk okuyup<br />

veyâ yarıda bırakıp imâma rükü’da yetişmelidir. Kunûtu unutan, rükü’dan sonra<br />

okumaz. Nemâzın sonunda, secde-i sehv yapar. İmâm, Kunût okumazsa, cemâ’at<br />

da okumaz. Şâfi’î imâm, sabâh nemâzında, rükü’dan kalkınca, Kunût okurken, bu-<br />

– 228 –


na uymuş olan Hanefî kimse, Kunût okumaz. Ayakda bekler. Vitr nemâzını gece<br />

yarısından sonra kılmak çok sevâb ise de, uyanamayan, yatsının son sünnetinden<br />

sonra, yatsı ile birlikde, erken kılmalıdır). Vitri yatsının farzından evvel kılmak sahîh<br />

olmaz. Çünki, ikisi arasında tertîb, İmâm-ı a’zama göre vâcibdir. Unutarak evvel<br />

kılan, Vitri iâde etmez. İki imâma göre, Vitr yatsıya tâbi’dir. Yatsıdan evvel kılanın<br />

i’âde etmesi lâzımdır.<br />

SECDE-İ TİLÂVET — Kur’ân-ı kerîmde, ondört yerde, secde âyeti vardır. Bunlardan<br />

birini okuyanın veyâ işitenin, ma’nâsını anlamasa da, bir secde yapması vâcibdir.<br />

Başkasının okuduğu yerde bulunan, fekat işitmiyen kimse, secde etmez. Secde<br />

âyetini yazan, heceliyen, secde yapmaz. Tercemesini okuyan veyâ işiten, bunun<br />

secde âyeti olduğunu anlarsa, secde yapar.<br />

Nemâz kılması farz olan kimselerin, tilâvet secdesi işitince, secde yapmaları vâcib<br />

olur. Bunun için, secde âyetini işiten cünübün ve serhoşun da, abdest aldıkları<br />

zemân secde etmeleri lâzımdır. Serhoş, çok içmiş, aklı gitmiş ise, kendi okuyunca<br />

da, işitince de, secde etmesi vâcib olmaz. Uyuyan ve bayılmış veyâ deli okuyunca,<br />

işitenlerin secde etmesi vâcib olur denildi. Fekat, bunların ve kuşun okuması<br />

ile secde edilmemesi doğrudur. Çünki, bunların okuması, hakîkî, doğru tilâvet, okumak<br />

değildir. Hakîkî okumak demek, (Kur’ân-ı kerîm)i okumakda olduğunu anlıyarak<br />

okumakdır. Çocuk, yapdığını anlıyacak yaşda ise, okuması ile, işitenlerin<br />

secde etmesi lâzım olur. Dahâ küçük yaşda ise lâzım olmaz. Delinin nemâz kılmaması<br />

için altı nemâz vakti, oruc tutmaması için, gece ve gündüz bir ay, zekât vermemesi<br />

için, bir yıl aralıksız deli olması lâzımdır. Fekat, zemânı ne olursa olsun,<br />

deli iken okursa, secde lâzım olmaz. Aklı başında iken okursa secde lâzım olur. Dağlardan,<br />

çöllerden ve başka yerlerden aks edip, yansıyıp geri gelen sedâyı işitenlerin<br />

ve kuşdan işitenlerin secde etmesi vâcib olmaz. Secde âyeti hece hece okununca<br />

ve yazılınca da secde yapılmaz. Kâfirin okuduğunu işiten müslimânların secde<br />

etmesi vâcib olur. (Dürr-ül-müntekâ)da diyor ki, (İnsan sesi olması lâzımdır). Radyodan<br />

işitilen sesin, insan sesi olmadığı, hâfızın sesine benziyen, cansız âlet sesi olduğu,<br />

ikinci kısmın elliikinci maddesinde bildirilmişdir. Bunun için, (El-fıkh-u alelmezâhib-il<br />

erbe’a)da da diyor ki, (Fonografda [gramofonda, teybde ve radyoda]<br />

okunan secde âyeti işitenin, tilâvet secdesi yapması vâcib olmaz.)<br />

Tilâvet secdesi yapmak için, abdestli olarak, kıbleye karşı ayakda durup, elleri<br />

kulaklara kaldırmadan (Allahü ekber) diyerek secdeye yatılır. Üç kerre (Sübhâne<br />

rabbiyel-a’lâ) denir. Sonra (Allahü ekber) deyip ayağa kalkınca, secde-i tilâvet<br />

temâm olur. Önce niyyet etmek lâzımdır. Niyyetsiz kabûl olmaz. Nemâzda<br />

okuyunca, hemen ayrıca rükü’ veyâ bir secde yapıp ayağa kalkar. Okumasına<br />

devâm eder. Secde âyetini okudukdan iki üç âyet sonra nemâzın rükü’una eğilirse<br />

ve tilâvet secdesine niyyet ederse, nemâzın rükü’ veyâ secdeleri, tilâvet secdesi<br />

yerine geçer. Cemâ’at ile kılan ise, imâm secde âyeti okuyunca, imâmın okuduğunu<br />

işitmese de, imâmla birlikde, ayrıca bir rükü’ ve iki secde yapar. Cemâ’atin<br />

rükü’da niyyet etmesi lâzımdır. Nemâz dışında, sonraya da bırakılabilir. Cünüb,<br />

abdestsiz ve serhoş olanın da temizlendikden sonra yapmaları lâzımdır. Hâid kadın<br />

işitince, secde etmesi vâcib olmaz. Bir oturumda bir secde âyetini birkaç def’a<br />

okuyan ve işiten, hepsi için bir secde eder. Muhammed aleyhisselâmın ism-i şerîfini<br />

söyleyince veyâ işitince, salevât okumak da böyledir. Bir meclisde iki secde âyeti<br />

okunursa, iki secde lâzım olur. Nemâz kılarken, dışardan secde âyeti işiten, nemâzdan<br />

sonra secde eder. Nemâz kılması harâm olan üç vaktde secde-i tilâvet yapmak<br />

câiz değildir.<br />

(Dürr-ül-muhtâr)da ve (Nûr-ül-îzâh)da secde-i tilâvet sonunda diyor ki,<br />

(İmâm-ı Nesefî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Kâfî) kitâbında buyuruyor ki, bir kimse<br />

hüzünden, sıkıntıdan kurtulmak için, Allahü teâlâya kalbinden yalvararak,<br />

ondört secde âyetini [ezberden, ayakda] okuyup, herbirinden sonra, hemen yatıp<br />

– 229 –


secde ederse, Allahü teâlâ, o kimseyi o derd ve belâdan korur). Son secdeden kalkınca,<br />

ayakda ellerini ileri uzatır. Kendinin veyâ bütün müslimânların dünyâ ve dinlerine<br />

gelen belâdan, sıkıntıdan kurtulmaları, korunmaları için düâ eder.<br />

(Şükr secdesi) de, tilâvet secdesi gibidir. Kendisine ni’met gelen veyâ bir derdden<br />

kurtulan kimsenin, Allahü teâlâ için secde-i şükr yapması müstehabdır. Secdede<br />

önce, (Elhamdülillah) der. Sonra, secde tesbîhini okur. Nemâzdan sonra şükr<br />

secdesi yapmak mekrûhdur. (Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) birinci cild, 124. cü mektûbda<br />

da yazılıdır. Câhillerin sünnet veyâ vâcib sanacağı mubâhları yapmak da, tahrîmen<br />

mekrûhdur. (Bid’at) hâsıl olmasına sebeb olur.<br />

(Redd-ül-muhtâr)da vitr nemâzını anlatırken diyor ki, (İnanması da, yapması<br />

da farz olan emrlere (Farz) denir. Farz olduğuna inanmıyan, kâfir olur. Yapmıyan,<br />

tevbe etmezse, Cehennem azâbı çeker. İnanması farz olmayıp, vâcib olan, yapması<br />

farz olan emrlere (Vâcib) denir. Vâcib olduğuna inanmıyan kâfir olmaz. Vâcibi<br />

yapmıyan da, tevbe etmezse, Cehennemde azâb çeker. Vâcibin, ibâdet olduğuna,<br />

yapılması lâzım olduğuna inanmıyan kâfir olur. Çünki, vâcib olduğu, sözbirliği<br />

ile ve zarûrî olarak bildirilmişdir. Kur’ân-ı kerîmde (Kat’î delîl) ile, ya’nî<br />

açıkca bildirilmiş ve sözbirliği ile anlaşılmış emrlere farz denir. Kur’ân-ı kerîmde<br />

(Şübheli delîl) ile, ya’nî açık olmıyarak bildirilmiş veyâ bir sahâbînin bildirmesi ile<br />

anlaşılmış olan emrlere vâcib denir.<br />

Ahkâm-ı islâmiyyeyi bildiren delîller, vesîkalar dörtdür: Sübûtü ve delâleti<br />

kat’î olanlar. Açık anlaşılan âyetler ve tevâtürle, ya’nî sözbirliği ile bildirilmiş açıkca<br />

anlaşılan hadîsler böyledir. İkincisi, sübûtü kat’î olup, delâleti zannî olanlar.<br />

Açıkca anlaşılamıyan âyetler böyledir. Üçüncüsü, sübûtü zannî, delâleti kat’î<br />

olanlar. Bir sahâbînin bildirdiği açık hadîsler böyledir. Dördüncüsü, sübûtü de, delâleti<br />

de zannîdir. Bir sahâbînin bildirdiği, açık anlaşılamıyan hadîsler böyledir. Birincisi,<br />

farz ile harâmları, ikincisi ve üçüncüsü, vâcib ile tahrîmen mekrûhu, dördüncüsü,<br />

sünnet ile müstehabı ve tenzîhî mekrûhu bildirir. Bir sahâbînin haberini<br />

veyâ kıyâsı te’vîlsiz red etmek (Bid’at)dir.)<br />

Gelin nemâz kılalım, kalbden pası silelim,<br />

Allaha yaklaşılmaz, nemâz kılınmadıkca!<br />

Nerde nemâz kılınır, günâhlar hep dökülür,<br />

İnsân, kâmil olamaz, nemâzı kılmadıkca!<br />

Kur’ân-ı kerîmde Hak, nemâzı çok medh etdi,<br />

dedi sevmem kişiyi, nemâzı kılmadıkca!<br />

Bir hadîs-i şerîfde: Îmânın alâmeti,<br />

insanda belli olmaz, nemâzın kılmadıkca!<br />

Bir nemâzı kılmamak, ekber-i kebâirdir,<br />

tevbe ile afv olmaz, kazâsın kılmadıkca!<br />

Nemâzı hafîf gören, îmândan çıkar hemân,<br />

müslimân olamaz o, nemâzın kılmadıkca!<br />

Nemâz kalbi temizler, kötülükden men’ eder,<br />

münevver olamazsın, nemâzın kılmadıkca!<br />

– 230 –


67 — NEMÂZI BOZAN ŞEYLER<br />

Aşağıdaki yazılar, (Dürr-ül-muhtâr)dan terceme edilmişdir:<br />

Nemâzı bozan şeylere, (Müfsidleri) denir. İbâdetlerin fâsid ve bâtıl olması aynı<br />

şeydir ve bozulması demekdir. Mu’âmelâtda ise, aynı şey değildir. Nemâzın müfsidlerinden<br />

otuzbir adedini aşağıda bildiriyoruz:<br />

1 — Konuşmakdır. Bir kelime de nemâzı bozar. Bilerek, bilmiyerek, zorla,<br />

unutarak söylemek, hep bozar. Yalnız, birinci oturuşda, ikinci oturuş sanarak<br />

selâm söylemek, nemâzı bozmaz. Nemâzı iki rek’at sanarak veyâ ayakda (esselâmü)<br />

derse, bozulur. Başkasının selâmına, her sûret ile cevâb söylemek bozar.<br />

2 — Boğazından, özrsüz, öksürür gibi ses çıkarmak nemâzı bozar. Kendiliğinden<br />

olursa bozmaz. Okumağı kolaylaşdırmak için yaparsa, zararı olmaz.<br />

3 — Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde bulunmıyan düâları okumak, bozar.<br />

(Dürr-ül-muhtâr)da, (Selâm vermeden önce okunacak düâ arabî olmalıdır. Nemâzda<br />

başka dil ile düâ etmek harâmdır) diyor. İbni Âbidîn burada (İmâm-ı Ebû Yûsüf<br />

ve Muhammed, arabîden başka dil ile kılınan nemâz sahîh olmaz, dediler. İmâm-ı a’zamın<br />

“rahmetullahi aleyhim” da sonraki ictihâdı böyledir) buyurmakdadır.<br />

4 — Ah, of gibi inlemek bozar.<br />

5 — Uf diye sıkıntıyı bildirmek bozar.<br />

6 — Ağrı, üzüntü sebebi ile, sesle ağlamak bozar. Sessiz gözyaşı ile veyâ Cenneti,<br />

Cehennemi hâtırlayıp sesle ağlarsa, bozulmaz. Hasta, elinde olmıyarak ah, of<br />

der ve ağlarsa bozulmaz.<br />

7 — Aksırıp (Elhamdülillah) diyene (Yerhamükallah) demek bozar. Nemâzın<br />

dışında hemen cevâb vermek üç kerre farz-ı kifâye, fazlası müstehabdır. [Rıyâdun-nâsihîn.]<br />

8 — Kötü habere (İnnâ lillah ve...) demek bozar. Bunu, nemâz kılmıyorken söylemek,<br />

sünnetdir.<br />

9 — Allahü teâlânın ve Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” ismlerini işitince<br />

(Celle celâlüh) ve (Sallallahü aleyhi ve sellem) demek bozar. İsmlerini nemâz<br />

dışında söyleyince, işitince, yazınca bunları söylemek ve yazmak, birincisinde<br />

vâcib, tekrârında müstehabdır.<br />

10 — İmâmdan başkasının düâsına âmîn demek bozar. [Bunun için, imâm hoparlör<br />

ile kıldırsa, (Veladdâllîn) dediği zemân, (Âmîn) diyenlerin nemâzları bozulmak<br />

tehlükesi vardır. Çünki, ho-parlörden çıkan ses, imâmın sesi değildir.<br />

Elektrik te’sîri ile hâsıl olan, mıknâtis kuvvetlerinin titretdiği demir levhanın,<br />

husûle getirdiği başka bir sesdir. İnsanın sesinden meydâna gelen böyle seslerin,<br />

çok benziyor, ayırd edilemiyor ise de, o insanın sesi olmadığı, kitâbımızın ikinci kısmında,<br />

elliikinci maddede uzun bildirilmişdir.] İmâm Fâtihayı bitirince, cemâ’atin<br />

ve imâmın yüksek sesle âmîn demeleri mekrûhdur. Hafîf söylemelidir.<br />

11 — Başkasının sözü ile yerini değişdirmek veyâ yanına gelene, onun sözü ile<br />

yer açmak bozar. Fekat, biraz sonra, kendiliğinden hareket ederse bozmaz.<br />

12 — İmâmından başkasının yanlışını çıkarmak bozar.<br />

13 — Az da olsa, unutarak da olsa, dışardan alarak yimek, içmek bozar. Diş arasında<br />

kalmış, nohuddan küçük şeyi yutmak bozmaz. Orucu da bozmaz. Ağzındaki<br />

ufak bir şeyi üç kerre çiğnemek veyâ eritip yutmak, nemâzı bozar.<br />

14 — Kur’ân-ı kerîme veyâ kâğıda bakıp, öğrenerek okumak bozar. Çünki, başkasından<br />

öğrenmek demekdir. İmâm-ı Muhammed ve Ebû Yûsüf, mekrûh olur,<br />

dediler. Kitâblı kâfirlere benzemeği düşünmezse, mekrûh da olmaz dediler.<br />

Bir yazıya, [birşeye veyâ dıvardaki resmine] bakıp, anlamamak bozmaz. Anlayınca<br />

mekrûh olur. Bakmayıp gözüne rastlarsa, mekrûh olmaz.<br />

– 231 –


[Kâfirlerin âdetlerini yapmak, onlara benzemek niyyeti ile olmazsa ve harâm<br />

veyâ kötü âdetler değilse, fâideli şeyler ise, câiz olur. Onlar gibi yimek, içmek böyledir.<br />

Onlara uymak için olur veyâ harâm veyâ fenâ şeyler ise, harâm olur.<br />

(Uyûn-ül besâir)de diyor ki, (İnsan resmi veyâ heykeli yapıp, bu insanda ülûhiyyet<br />

sıfatlarından birinin bulunduğuna inanarak veyâ bunun kâfir olduğunu<br />

bilerek, bunların karşısında, hurmet, ta’zim bildiren birşey söylese veyâ yapsa, meselâ<br />

secde etse, yehûdîlerin ve nasârânın bağladıkları Zünnâr denilen kuşağı ve onların<br />

dinlerine mahsûs şeyleri kullansa, kâfir olur. Kâfirlere mahsûs olan şeyleri<br />

harbde hîle olarak kullanırsa, kâfir olmaz). Canını, malını, rızkını kurtaracak kadar<br />

kullanması özr olur. Dahâ fazlası küfr olur. Allahü teâlâya mahsûs olan sıfatlara<br />

ülûhiyyet sıfatları denir. Akâid ve fıkh kitâblarının çoğunda, meselâ (Dürer)in<br />

nikâhdan önceki faslında diyor ki, (Bir kimse, kalbi îmân ile dolu olduğu hâlde, küfre<br />

sebeb olan birşeyi, zarûret olmadan, ya’nî istiyerek söylerse, kâfir olur. Kalbindeki<br />

îmânın fâidesi olmaz. Çünki, bir kimsenin kâfir olduğu sözünden anlaşılır. Küfre<br />

sebeb olan şeyi söyleyince, insanlar arasında da, Allahü teâlâ yanında da kâfir<br />

olur). İş ve giyim ile hâsıl olan (Küfr-i hükmî)nin de böyle olduğu, (Şerh-i mevâkıf)ın<br />

altıncı mevkıf, üçüncü mersadında yazılıdır].<br />

Kâfirlerin ibâdetlerini, ibâdet olarak yapmak, meselâ kiliselerinde çaldıkları org<br />

gibi çalgıları ve çanları câmi’lerde çalmak ve islâmiyyetin kâfirlik alâmeti saydığı<br />

şeyleri, zarûret, cebr olmadan kullanmak küfr olur. Îmânı giderir. [İkinci kısmda,<br />

72. ci maddenin sonuna bakınız!].<br />

15 — Nemâzdan olmıyan fazla hareketler, nemâzı bozar. Rükü’u ve secdeleri<br />

çok yapmak ve abdest almağa gitmek bozmaz. Akreb, yılan öldürmek gibi özrlü<br />

çok hareketler de bozmaz. [Mekrûhların onyedincisine ve yirmialtıncısına bakınız!].<br />

Bir elin hareketi üçden az olursa bozmaz. İki el ile bir hareket de, bozar denildi.<br />

Nemâz içindeki tekbîrlerde, elleri kulaklara kaldırmak bozmaz, mekrûhdur.<br />

16 — Necs yerde durmak ve secde etmek bozar. Necs yere temiz şey sererse, bozmaz.<br />

Giyilmiş olan ayakkabı, elbise, insanın derisi demekdir. Palto ucunu pis yere<br />

getirip secde edilemez. Paltoyu çıkarıp da sermelidir. [Necâset bulaşmış ayakkabı<br />

ile cenâze nemâzı kılınmaz.]<br />

17 — Bir rüknde, üç kerre sübhânallah diyecek kadar avret yeri açılırsa veyâ derisinde,<br />

elbisesinde nemâzı bozacak kadar necâset olursa veyâ imâmın önüne geçerse<br />

veyâ [aynı imâma uymuş olan] kadınla bir hizâda olursa bozulur. Bunları kendi<br />

yaparsa, derhâl bozulur. [Yetmişinci maddede cemâ’at ile nemâza bakınız!].<br />

18 — Necs yere, renk, koku, nem geçiren şey serip üzerinde kılmak bozar. Geçirmezse,<br />

bozmaz. Fazla toprak örtüp kılınca bozmaz.<br />

19 — Özrsüz, göğsünü kıbleden çevirince hemen bozar. Yüzünü, başka uzvunu<br />

çevirmek bozmaz, mekrûh olur. Elinde olmıyarak çevrilince, bir rükn devâm<br />

ederse, bozar. Kıbleye karşı bir saf (bir buçuk metre) yürüyünce bozulmaz. Kıbleye<br />

karşı değilse veyâ kıbleye karşı devâmlı olarak dahâ çok yürürse, bozulur. Bunun<br />

için, yürüyerek nemâz kılmak câiz değildir.<br />

20 — Öpülen veyâ şehvet ile tutulan kadının nemâzı bozulur.<br />

21 — Kalbinden irtidâd edenin nemâzı bozulur. [Ya’nî, falanca şey olursa, falancanın<br />

sözü doğru çıkar ve Kur’ân-ı kerîm (hâşâ) doğru olmaz, derse veyâ bir kız,<br />

bir kâfirle evlenmeğe karâr verirse, hemen kâfir olurlar.] İlerde kâfir olmağa<br />

niyyet eden ve küfre sebeb olan şeye inanan hemen mürted olur.<br />

22 — Nemâzda iken, abdestini, guslünü bozacak birşey yapmak harâmdır. Son<br />

rek’atde teşehhüd mikdârı oturmadan önce yaparsa, nemâzı hemen bozulur. Teşehhüd<br />

mikdârı oturdukdan sonra yaparsa, nemâzı temâm olur. Teşehhüd mikdârı<br />

oturmadan evvel, abdesti kendiliğinden bozulursa, hemen gidip tâzeleyip, nemâzına<br />

devâm edebilir ise de, başdan kılması efdaldir. [Tekrâr bozulursa veyâ ab-<br />

– 232 –


dest almak güç olursa, nemâza dururken mâlikî mezhebini taklîd eder. Mâlikî mezhebinde,<br />

hastaların, ihtiyârların nemâzları bozulmaz.] Teşehhüd mikdârı oturdukdan<br />

sonra kendiliğinden bozulursa, hemen abdest alıp vâcib olan selâmı verirse,<br />

yâhud abdest almayıp, nemâzı bozan birşey yaparsa, meselâ selâm verirse, nemâzı<br />

temâm olur.<br />

23 — Bir rüknü terk eden, bu rüknü nemâz içinde îfâ etmezse, bozulur.<br />

24 — İmâm bir rükne başlamadan önce, bu rükne başlayıp bitirenin bozulur. Fekat,<br />

imâm sonradan, o rükne başlayıp berâber bitirirlerse veyâ imâm başlamadan,<br />

o vaz geçip, imâm, bu rükne başlayınca, bu rüknü tekrâr imâmla birlikde yaparsa,<br />

bozulmaz ise de, mekrûh olur. İmâm bir rüknü bitirdikden sonra, bu rükne başlıyanın<br />

nemâzı kabûl olur.<br />

25 — İmâma birinci rek’atde yetişemiyen kimseye (Mesbûk) denir. Mesbûk, teşehhüd<br />

mikdârı oturup, imâm selâm vermeden, ayağa kalkdıkdan ve kaçırdığı<br />

rek’atin secdesini yapdıkdan sonra, imâmın secde-i sehv yapdığını görerek, imâmla<br />

birlikde secde-i sehv yaparsa, nemâzı bozulur. İmâma uymayıp, nemâzını temâmladıkdan<br />

sonra, secde-i sehvi kendi yapar. Ayağa kalkmış, fekat secde yapmamış<br />

ise, oturup imâm ile secde-i sehv yapması vâcib olur.<br />

26 — Secdeyi unutan kimse, rükü’da veyâ secdede hâtırlarsa, rükü’dan hemen,<br />

secdeden ise, oturdukdan sonra o secdeyi yapar ve rükü’ ve secdeyi i’âde e-<br />

der. Sonra secde-i sehv yapar. Yâhud, bu hâtırladığı ve son oturuşda hâtırladığı secdeyi<br />

son oturuş arasında veyâ sonunda yapar ve tekrâr oturarak tehıyyâtı okur ve<br />

secde-i sehv yapar. Tekrâr oturmazsa, nemâzı bozulur.<br />

27 — Uyuyarak kıldığı rüknü tekrâr etmezse, bozulur.<br />

28 — Nemâz içindeki tekbîrlerde (Allahü) derken, başdaki hemzeyi uzatırsa nemâz<br />

bozulur. Nemâza dururken uzatırsa, nemâza başlaması sahîh olmaz.<br />

29 — Tegannî ile okumak, ma’nâyı bozarsa, nemâzı da bozar. Tegannî, mûsikî<br />

perdelerine uymak için harekeleri uzatmak demekdir. Meselâ, (Elhamdû lîllahî râbbil)<br />

diye uzatmak, ma’nâyı bozuyor. Bunun gibi, müezzinlerin (Râbbenâlekelhâmd)<br />

demeleri de bozuyor. Çünki, Râb, üvey baba demek olup, (Allahımıza hamd ederiz!)<br />

yerine (Üvey babamıza hamd ederiz!) oluyor. Ma’nâ değişmezse, nemâz<br />

bozulmaz. Fekat elif, vav, yâ sadâlı harflerini çok uzatırsa, ma’nâ değişmese de, nemâz<br />

bozulur. Görülüyor ki, tegannî, kelimenin ma’nâsını değişdirmezse ve harfler,<br />

iki harf kadar uzamazsa, yalnız sesi güzelleşdirip kırâeti süslerse, câiz olur. Hattâ,<br />

nemâz içinde de, nemâz dışında da, müstehab olur.<br />

Ebüssü’ûd efendi fetvâsında diyor ki, (İmâm, amel-i kesîr oluncıya kadar tegannî<br />

ederse, yâhud üç harf ziyâde ederse, nemâzı fâsid olur. Tegannî, ırlamakdır, sesini<br />

hançeresinde terdîd edip, ya’nî tekrârlayıp dürlü sesler çıkarmakdır).<br />

30 — Zellet-ül-kâri (yanlış okumak) bozar. Hatâ, dört şeklde olabilir: Birinci<br />

şekl i’râbda hatâdır. Ya’nî harekelerde ve sükûnde olabilir. Meselâ şeddeyi hafîf<br />

okur veyâ medleri [uzunları] kısa okur veyâ bunların aksini yapar.<br />

İkinci şeklde, harflerde olur: Harfin yerini değişdirir veyâ harf ilâve eder, yâhud<br />

azaltır. Veyâhud harfi ileri geri alır.<br />

Üçüncü hatâ, kelimelerde ve cümlelerde olur. Nihâyet, vakf ve vaslde hatâ<br />

olur. Ya’nî duracak yerde durmaz, geçer. Geçecek yerde durur. Bu dördüncü<br />

şekl hatâda, ma’nâ değişse de, bozulmaz.<br />

İlk üç şeklde, ma’nâyı değişdirip, küfre sebeb olacak ma’nâ hâsıl olursa, nemâzı<br />

bozar. Yalnız, cümlenin yerini değişdirdiği zemân, arada durursa, bozmaz. Hâsıl<br />

olan ma’nâ küfre sebeb olmazsa, Kur’ân-ı kerîmde benzeri yoksa, nemâz yine<br />

bozulur. Gurâb yerine gubâr demek ve Rabbinnâs yerine Rabinâs demek ve zallelnâ<br />

yerine zalelnâ demek ve emmâretün yerine emâretün demek ve (amile sâlihan<br />

ve kefere fe lehüm ecrühüm) diyerek (ve kefere) kelimesini eklemek ve me-<br />

– 233 –


sânî yerine mesânîne demek ve essırâtallezîne demek ve bir kavle göre, iyyâ kena’büdü<br />

demek [ya’nî bir kelimeyi ayırıp, ikinci kelimeye birleşdirmek], [ve mâ halekazzekere]<br />

derken [ve]yi unutmak, hepsi bozar. Ma’nâsız olur ve Kur’ân-ı kerîmde<br />

benzeri bulunmazsa, yine bozar. [Serâir] yerine, serâil demek ve [halaknâ]<br />

yerine, laknâ demek ve [ce’alnâ] yerine alnâ demek gibi. Benzeri bulunursa da,<br />

ma’nâ başka ise, imâm-ı Ebû Yûsüf bozulmaz dedi. Tarafeyn [ya’nî, İmâm-ı a’zam<br />

ile imâm-ı Muhammed] ise, bozulur dedi. Fetvâ da böyledir. Benzeri bulunmaz,<br />

ma’nâsı değişmezse, aksini söylediler. Fetvâ, Tarafeynin sözünedir. Meselâ, ihdinelsırâta<br />

deyince ve Rabilâlemin ve iyâke deyince ve [yâ mâlik] yerine [yâ mâli]<br />

deyince, [teâlâ ceddü Rabbinâ] derken [teâl] deyince bozulmaz. [Ehad yerine<br />

ehat deyince bozulur (Bezzâziyye).]<br />

Sonradan gelen âlimler, i’râb hatâsı, hiçbir zemân bozmaz dedi. Birincisi ihtiyât,<br />

ikincisi ruhsat yoludur.<br />

Bir harfi, başka harf okumakda, harfler çok farklı ise, bozar. Meselâ, sat yerine<br />

ta söylemek, sâlihât yerine tâlihât okumak gibi. Harflerin farkı az ise, çok<br />

âlimler, ma’nâ değişirse, eğer bilerek okudu ise, bozulur. Ağzından kaçdı ise, bozulmaz<br />

dediler. Dat yerine zı demek, sin yerine sat, te yerine tı demek gibi. Fetvâ<br />

böyle ise de, ihtiyâtlı olmak lâzımdır. Dâllîn yerine zâllîn okumak böyledir. [Dahâ<br />

fazla bilgi için (Cemâ’at ile nemâz)a bakınız!].<br />

Kelime ilâve edince, ma’nâ değişmez ve bu kelime Kur’ân-ı kerîmde bulunursa,<br />

bozulmaz. Meselâ, (ve bilvâlideyni ihsânen ve berren) gibi. Bu kelime,<br />

Kur’ân-ı kerîmde bulunmazsa da, bozulmaz. Meselâ (ve nahlün ve tüffâhun ve<br />

rumman) gibi. Fekat, Ebû Yûsüf “rahmetullahi teâlâ aleyh” bozulur dedi.<br />

Kelime unutulunca, ma’nâ değişmezse, bozulmaz. Meselâ (ve cezâü seyyietin<br />

seyyietün mislühâ) derken, seyyietün demezse, bozulmaz. Ma’nâ değişirse, bozulur.<br />

Meselâ (lâ yü’minûn) derken, lâ demezse bozulur.<br />

Harfin kendini veyâ yerini değişdirince, ma’nâ değişmezse, Kur’ân-ı kerîmde<br />

benzeri varsa, bozulmaz. Meselâ innelmüslimîne yerine, innelmüslimûne derse bozulmaz.<br />

Benzeri yoksa, iki imâm bozulmaz dedi. Meselâ, kavvâmîne yerine kayyâmîne<br />

deyince bozulmaz. Ma’nâ değişirse, iki imâm bozulur dedi. İmâm-ı Ebû Yûsüf,<br />

benzeri yoksa, bozulur dedi. Eshâbessaîr yerine, eshâbeşşaîr deyince, bozulur.<br />

İnfeceret yerine, inferecet ve evvâb yerine eyyâb deyince, bozulmaz dedi.<br />

Kelimeyi tekrârlayınca ma’nâ değişirse, bozulur. Rabbi Rabbil’âlemîn, mâliki<br />

mâliki yevmiddîn deyince bozulur. Fekat, ma’nânın değişdiğini bilmezse veyâ<br />

ağzından kaçarsa veyâ harfi doğru okumak için tekrâr ederse, bozulmaz.<br />

Kelimeyi değişdirince, ma’nâ bozulursa, Kur’ân-ı kerîmde benzeri bulunsa da<br />

bozar. Ma’nâ değişmezse, bozmaz.<br />

Ahmed ibni Kemâl pâşanın “rahmetullahi teâlâ aleyh” Kur’ân-ı kerîmin secâvendleri<br />

[ya’nî durakları] için yazdığı şi’r aşağıdadır:<br />

cim : Câiz geçmek ondan, hem revâ,<br />

durmak fekat, evlâdır sana!<br />

ze : Câiz, onda dahî durdular,<br />

geçmeği, dahâ iyi gördüler.<br />

tı : Mutlaka durmak nişânıdır,<br />

nerde görsen, orda hemen dur!<br />

sat : Durmakda ruhsat var dediler,<br />

nefes almağa izn verdiler.<br />

mim : Lâzım durmak burada elbet<br />

geçmede, küfrden korkulur pek!<br />

– 234 –


lâ<br />

: Durulmaz! demekdir her yerde,<br />

durma hiç! alma hem nefes de!<br />

Bu tertîble oku, itmâm et!<br />

sevâbın cümleye ihsân et!<br />

[Ayn harfi, rükü’ demekdir. Ömer Fârûkun “radıyallahü anh” nemâz kıldırırken,<br />

ayakda okumayı bitirip, rükü’a eğildiğini gösterir. Ayn işâreti, hep âyetlerin<br />

sonunda bulunmakdadır. Lâ bulunan yerde durulursa, evvelki kelime ile birlikde<br />

tekrâr okunur. Âyet-i kerîme sonunda durunca, tekrâr edilmez. İkinci kısmda birinci<br />

maddeye bakınız!]<br />

31 — Tertîb sâhibi olan kimsenin, önce kılmadığı nemâzı hâtırlaması, nemâzı<br />

bozar. [Fazla bilgi için, yetmişdördüncü maddenin baş tarafına bakınız!].<br />

Kırda ve büyük veyâ küçük câmi’lerin her yerinde, nemâz kılanın önünden, yakın<br />

olsun, uzak olsun kadın veyâ erkek veyâ köpek geçerse, nemâzı hiç bozulmaz.<br />

Kırda ve büyük câmi’de ayaklar ile secde yeri arasından, küçük mescidde ve odada<br />

ise, ayakları ile kıble dıvarı arasından geçen, günâha girer. Kıble dıvarı ile arka<br />

dıvarı arası yirmi metreden az olan mescide, küçük denir. Sed, sedir gibi yüksek<br />

şeyler üzerinde kılanın, önünden, aşağıdan geçen, başı nemâz kılanın ayaklarından<br />

yukarı olursa günâha girer.<br />

Önünden kimse geçebilecek yerlerde, nemâz kılarken, imâm veyâ yalnız kılanın<br />

sol kaşı hizâsına, yarım metreden uzun bir çubuk dikmesi sünnetdir. Çubuğu<br />

yere dikemezse, secde yerinden kıbleye doğru uzatmak veyâ çizgi çizmek de olur.<br />

Geçene, işâretle, yüksek okumakla mâni’ olmak câiz ise de, mâni’ olmamak iyidir.<br />

(Halebî-yi kebîr)de diyor ki, (Dişleri arasından akan kanı yutarsa, ağız dolusu<br />

olmadıkça, nemâzı bozulmaz.) Ağız dolusu yutsa da abdesti bozmaz.<br />

Cemâ’atde kadın bulunması, 249 ve 250. ci sahîfelerde yazılıdır. Fâsid olan<br />

farzı iâde etmek farzdır. Tahrîmî mekrûh bulunan her nemâzı ve fâsid olan sünnet<br />

ve nâfile nemâzları iâde etmek vâcibdir. İkiyüzyetmişüçüncü sahîfeye bakınız!<br />

Mâl-ü mülke olma mağrûr, deme var mı ben gibi?<br />

Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi!<br />

Bu yaşa erişdin ne amel kıldın?<br />

Ömrün gelip geçdi, pişmân mı oldun?<br />

Şimdi huzûruma ne yüzle geldin,<br />

derse Allah, sen ne cevâb verirsin?<br />

İki yol gösterdim, hem akl verdim,<br />

bir yolu seçmekde, serbest bırakdım.<br />

Dînin emrlerini terk edip, nefsine uydun,<br />

derse Allah, sen ne cevâb verirsin?<br />

Soğuk, sıcak dedin, abdest almadın,<br />

dünyâya daldın, nemâz kılmadın.<br />

Cenâbet gezip, gusl etmedin,<br />

derse Allah, sen ne cevâb verirsin?<br />

Niçin, abdest alıp, kılmadın nemâz,<br />

yalvarıp Hâlıka, etmedin niyâz?<br />

Gusl abdesti almak lâzım kış ve yaz,<br />

derse Allah, sen ne cevâb verirsin?<br />

– 235 –


68 — NEMÂZIN MEKRÛHLARI<br />

Aşağıdaki bilgilerin çoğu, (Dürr-ül-muhtâr)dan ve bunun şerhi olan (Redd-ülmuhtâr)dan<br />

terceme edilmişdir:<br />

Nemâzın mekrûhları iki dürlüdür: Yalnız mekrûh denildiği zemân (Tahrîmen<br />

mekrûh) demekdir ki, delîlinden zan ile anlaşılan yasaklardır. Yasak olmasına bir<br />

delîl, sened bulunmayıp, yapılmaması iyi olan şeye (Tenzîhen mekrûh) denir.<br />

Nemâz içindeki vâcibleri, [ve müekked sünnetleri] yapmamak (Tahrîmen), [müekked<br />

olmıyan sünnetleri] yapmamak (Tenzîhen) mekrûhdur. Tenzîhî mekrûh halâle,<br />

tahrîmî mekrûh harâma yakındır. Mekrûh olarak kılınan nemâz sahîh olursa<br />

da kabûl olmaz. Ya’nî, va’d edilen sevâba kavuşulamaz. İkiyüzotuzbeş sonuna<br />

bakınız! Nemâzın mekrûhlarından kırkbeşini aşağıda bildireceğiz:<br />

1 — Elbiseyi giymeyip, omuzlarına alarak kılmak mekrûhdur. Ceketin ve paltonun<br />

önünü kapalı veyâ açık bulundurmak mekrûh değildir.<br />

2 — Secdeye inerken etekleri, [pantalon] paçalarını kaldırmak mekrûhdur.<br />

3 — Antârinin etekleri, kolları sığalı olarak nemâza durmak mekrûhdur. Abdest<br />

alıp, imâma yetişmek için acele edenin, kolları sığalı kalmış ise, nemâzda iken<br />

yavaş yavaş indirmesi lâzımdır. Nitekim nemâzda başlığı düşenin başına koyması<br />

efdaldir. [Görülüyor ki, dirseğe kadar kısa kol ile, atlet gömleği ile ve dizden aşağı<br />

olan kısa pantalon ile nemâza durmak mekrûhdur. Uzun kolu yukarı sığalı<br />

gömlekle mekrûh olup, kısa kollu ile kılmak mekrûh olmaz demek doğru değildir.<br />

Çünki, bütün kitâblar, kolu veyâ eteği yukarı kaldırılmış diyor. Etek sığanmaz, kaldırılıp<br />

bacak açılır. (Ni’met-i islâm) kitâbında, mekrûhların onbirincisinde (Erkeğin<br />

kolu açık nemâza durması mekrûhdur) diyor. Kolları açık nemâz kılmanın mekrûh<br />

olduğu, (Ma’rifetnâme)nin ikiyüzaltmışsekizinci sahîfesinde de yazılıdır.]<br />

Dirsekden yukarı olursa, zararı dahâ çokdur. Nemâzda kolunu, paçasını yukarıya<br />

sığarsa, nemâzı bozulur.<br />

4 — Abes, ya’nî fâidesiz hareketler. Meselâ elbisesi ile oynamak, mekrûhdur.<br />

Nemâzda fâideli hareketin, meselâ, eli ile, alnındaki teri silmenin zararı olmaz. Pantalon,<br />

antâri ete yapışınca, avret mahallinin şekli belli olmasın diye, bunları etden<br />

ayırmak mekrûh olmaz. Tozunu silmek mekrûhdur. Nemâzda abes hareket ve kabristânda<br />

sesle gülmek, hadîs-i şerîf ile men’ edilmişdir. Kaşınmak abes değil ise de,<br />

bir rüknde, eli üç kerre kaldırırsa, nemâzı bozulur.<br />

5 — İş elbisesi ile ve büyüklerin yanına çıkamıyacak elbise ile ve fenâ kokulu<br />

elbise ve çorap ile kılmak mekrûhdur. Başka elbisesi yoksa, mekrûh olmaz. [Parası<br />

varsa, alması lâzımdır.] Pijama, antâri gibi gecelikle kılmak mekrûh değildir.<br />

6 — Ağızda, kırâete mâni’ olmıyacak birşey bulundurmak mekrûhdur. Mâni’<br />

olursa, nemâz bozulur.<br />

7 — Başı açık kılmak. Nemâzda başı örtmeğe ehemmiyyet vermediği için açık<br />

kılarsa, mekrûh olur. Nemâza ehemmiyyet vermediği için açarsa, kâfir olur. Kesel,<br />

bir işi, istemediği için yapmamakdır. Acz, isteyip de, gücü yetmediği için yapmamakdır.<br />

Başlığı düşerse, az hareketle örtmek efdaldir. Kendini küçük göstermesi<br />

için başı açık kılmak zarâr vermez ise de, yine örtmesi efdaldir. Harâreti teskîn<br />

ve râhatlık için açmak da mekrûhdur. [Nemâzda başı hiç olmazsa, herhangi bir<br />

renkde olan takke ile örtmelidir. Siyâh takke, yehûdîlerin havra kıyâfetidir sözü,<br />

din kitâblarında yokdur. Siyâh başlık sünnetdir. Altmışdördüncü ve ikinci kısmda<br />

otuz sekizinci maddelere bakınız!].<br />

[Resûlullah ve Eshâb-ı kirâm, nemâzlarını na’lın-ı şerîfleri ile kılardı. Na’lın, altı<br />

deri olan ayakkabı demekdir. (Tergîb-us-salât)da diyor ki, (Çıplak ayakla nemâzda<br />

oturan adamın, sağ elini geriye uzatarak, ayağının altını örtmesi lâzımdır denildi.<br />

Çünki, her zemân, çıplak ayağının altını mü’minlere göstermek edebsizlik<br />

– 236 –


olur. Nemâz içinde ise, dahâ çirkin olur. Ba’zı âlimler de, nemâz arasında, eli ile<br />

çıplak ayağını örtmemelidir. Çünki, nemâzda otururken elleri uyluklar üzerine koymak<br />

sünnetdir. Arkada olanın da kendi kucağına bakması sünnetdir. Her ikisi sünnete<br />

göre oturunca, edebsizlik olmaz dedi). Görülüyor ki, otururken eli ile ayağını<br />

örtmemeli diyen âlimlere göre de, ayağın açık olması edebsizlikdir. Ancak, otururken,<br />

eli uyluklardan ayırmak mekrûh olduğundan, ayağın açık olması mekrûhluğunu<br />

gidermek için, ikinci bir mekrûh işlememelidir. Arkadaki kucağına bakarsa,<br />

edebsizlikden kurtulur demişlerdir. (Halebî-i kebîr)de yazıldığı gibi, ayakda,<br />

rükü’da, secdelerde ve otururken, elleri sünnet olduğu gibi koymamak mekrûhdur.<br />

(Merâkıl-felâh)da, nemâzın mekrûhlarına başlarken, (Halebî)de de mekrûhların<br />

sonunda (Vâcibi ve sünneti terk etmek mekrûhdur. Bunun için, erkeklerin<br />

secdede, çıplak ayağını örtmesi mekrûh olur) demesi de, bu sebebdendir.<br />

(Behcet-ül-fetâvâ) her fetvâsında, fıkh kitâblarından delîl gösterdiği hâlde, buradaki<br />

yanlış fetvâsına gösterememiş, delîl yerini açık bırakmışdır. İbni Âbidîn nemâzın<br />

mekrûhları sonunda buyuruyor ki, (Nemâzı, na’lın veyâ mest ile kılmak, çıplak<br />

ayakla kılmakdan efdaldir. Böylece, yehûdîlere uyulmamış olur. Hadîs-i şerîfde,<br />

(Yehûdîlere benzememek için nemâzları, na’lın ile kılınız) buyuruldu. Resûlullah<br />

ve Eshâb-ı kirâm, sokakda giydikleri na’lın ile kılarlardı. Na’lınları temiz idi<br />

ve Mescid-i nebî kum döşeli idi. Kirli na’lınla girilmezdi). Necâset bulaşmış ayakkabı<br />

ile mescide girilmez. Çorab giyerek bu sünnet yerine getirilir. Çorabı da pis<br />

olan veyâ hiç olmayan, nemâzı topuk kemiklerine kadar uzun antâri ile kılması iyi<br />

olur. Ayaklar örtülü kılınan nemâzın çok sevâb olduğu (Halebî), (Berîka) ve<br />

(Hadîka) kitâblarında da yazılıdır.<br />

Müslimân olmıyanlar, kiliselerinde başı açık, ayağı çıplak tapınıyor, onlar gibi,<br />

medenî ibâdet etmeli diyerek, başı açık, ayağı çıplak kılmak, yükseğe secde etmek<br />

ve emri altında olanları böyle kılmağa zorlamak câiz değildir. İbâdetlerde, kâfirlere<br />

benzemek mekrûhdur. İslâmiyyetin istediği şekli beğenmiyen ise, kâfir olur].<br />

8 — Küçük ve büyük abdesti sıkışdırırken ve yel zorlarken nemâza durmak mekrûhdur.<br />

Nemâz arasında zorlarsa, nemâzı bozmalıdır. Bozmaz ise, günâha girer. Cemâ’ati<br />

kaçırsa da, bozması efdal olur. Kerâhetle kılmakdan ise, cemâ’at sünnetini<br />

kaçırmak evlâdır. Nemâz vaktini veyâ cenâze nemâzını kaçırmamak için, mekrûh<br />

olmaz.<br />

9 — Erkeklerin saçını enseye topuz yapıp veyâ başın etrafına sarıp veyâ tepeye<br />

toplayarak etrafını iple bağlayıp nemâza durmaları mekrûhdur. Bunları nemâzda<br />

yaparsa, nemâz bozulur. Mekkede, ihrâm içinde iken, nemâz baş açık kılınır.<br />

10 — Nemâzda, secde yerinden taşı, toprağı eli ile süpürmek mekrûhdur. Secdeyi<br />

güçleşdiriyorsa, bir hareket ile, câiz olursa da, nemâzdan önce temizlemelidir.<br />

11 — Câmi’de, nemâz için safa girerken, nemâza dururken ve nemâz içinde parmakları<br />

bükerek çıtırdatmak, iki elin parmaklarını birbiri arasına sokup çıtırdatmak<br />

mekrûhdur. Nemâza hâzırlanmadan önce, zarûret olursa, mekrûh olmaz.<br />

12 — Nemâzda, elini böğrüne koymak mekrûhdur. İki elin parmaklarını birbirleri<br />

arasına koymak da, nemâzda ve va’zda, mevlidde ve mescidde tahrîmen, başka<br />

yerlerde tenzîhen mekrûhdur.<br />

13 — Başını, yüzünü etrâfa çevirmek mekrûhdur. Gözleri ile etrâfa bakmak, tenzîhen<br />

mekrûhdur. Göğsü çevirince, nemâz bozulur.<br />

14 — Teşehhüdlerde, köpek gibi oturmak, ya’nî kaba eti üzerine oturup, uyluklarını<br />

dikip, dizlerini göğsüne değdirip, iki elini yere koymak mekrûhdur.<br />

15 — Secdede, erkeklerin kollarını yere döşemesi mekrûhdur. Kadınlar ise, kollarını<br />

yere yaymalıdır.<br />

16 — İnsanın yüzüne karşı kılmak mekrûhdur. İnsan uzakda dahî olsa, mekrûh<br />

– 237 –


olur. Arada, nemâz kılana sırtı dönük biri bulunursa, mekrûh olmaz.<br />

17 — Selâma eli ile, başı ile cevâb vermek mekrûhdur. Süâle başı ile, eli ile cevâb<br />

vermesi mekrûh değildir. Meselâ, kaç rek’at kıldınız diyene, parmağı ile cevâb<br />

vermesi gibi. Başkasının sözü ile, hemen yerini değişdirir veyâ öndeki safa geçerse,<br />

nemâzı bozulur. [Nemâzın müfsidlerinden onbirincisini okuyunuz!].<br />

18 — (Tergîb-üs-salât)da diyor ki, (Nemâzda ve nemâz hâricinde ağzını açarak<br />

esnemek mekrûhdur. Alt dudağını dişlerin arasına sıkışdırmalıdır). Kendini tutamazsa,<br />

ayakda sağ elin, diğer rüknlerde ve nemâz hâricinde sol elin dışı ile, ağzını<br />

örtmelidir. Zarûretsiz esnemek şeytândandır. Peygamberler esnemezlerdi.<br />

19 — Nemâzda gözleri yummak tenzîhen mekrûhdur. Zihni dağılmasın diye yumarsa,<br />

mekrûh olmaz.<br />

20 — İmâmın mihrâb içinde durması mekrûhdur. Kıble dıvarı içinde bulunan<br />

oyuk kısma, mihrâb denir. Ayakları, mihrâbın dışında olunca, mihrâb içine secde<br />

etmesi mekrûh olmaz. İnsan, ayaklarının basdığı yerde kabûl edilir. Çünki papaslar,<br />

ayrı bir odada durarak, ibâdet yapdırır. Câmi’lerde birinci cemâ’atin imâmı mihrâbda<br />

kıldırmazsa, mekrûh olur.<br />

21 — İmâmın yalnız başına, cemâ’atden bir zrâ’ [yarım metre] yüksekde durması,<br />

tenzîhen mekrûhdur. Papaslara benzememek için men’ edilmişdir.<br />

22 — İmâmın yalnız başına, aşağıda durması da tenzîhen mekrûhdur.<br />

23 — Öndeki safda boş yer varken, arkasındaki safda durmak ve safda yer<br />

yok iken, saf arkasında yalnız durmak mekrûhdur. Safda yer olmayınca, yalnız başına<br />

durmayıp, rükü’a kadar, birini bekler. Kimse gelmezse, öndeki safa sıkışır. Öndeki<br />

safa sığmazsa, güvendiği birini arkaya, yanına çeker. Güvendiği kimse yoksa,<br />

yalnız durur.<br />

24 — Üzerinde sûret, ya’nî canlı resmi [insan veyâ hayvan resmi] bulunan elbise<br />

ile kılmak tahrîmen mekrûhdur. Cansız resmleri bulunursa, mekrûh olmaz. İster<br />

hurmet edilmek için, ister hakâret edilmek için olsun, ister büyük olsun, ister<br />

küçük olsun, canlı resmi [ve heykel] yapmak harâmdır. (Mekâtîb-i şerîfe)de, altmış<br />

ve seksenbeşinci mektûblara bakınız! 85. ci mektûbun tercemesi kitâbımızın<br />

ikinci kısm 72.ci maddesinde mevcûddur.<br />

[(Hadîka)da, el âfetlerinde diyor ki, (Nemâzda giymese de, üzerinde canlı resmi<br />

bulunan elbise giymek her zemân mekrûhdur. Üzeri örtülü resm bulundurmak<br />

câizdir). Nüfus kâğıdı, vesîka, senedler ve başka lüzûmlu ihtiyâclar için, küçük resm<br />

çekdirerek üzerleri örtülü olarak saklamanın câiz olduğu, buradan anlaşılacağı gibi,<br />

(İbni Âbidîn) beşinci cild, ikiyüzotuzsekizinci sahîfesindeki (Tenbîh)den de anlaşılmakdadır.<br />

(Zevâcir)in yirmialtıncı sahîfesindeki hadîs-i şerîfde, (Elinize geçen<br />

resmleri yırtınız, bozunuz!) buyuruldu. Düşmanlığa, fitneye sebeb olursa,<br />

karışmamalıdır. Peygamberlerin, Eshâb-ı kirâmın ve din büyüklerinden hiçbirinin<br />

resmi yokdur. Onların resmi diye, gazetelerde, filmlerde görülen resmler, hep uydurmadır.<br />

Para kazanmak için, müslimânları aldatmak için yapıyorlar. Mubârek<br />

zâtların resmlerini de yükseğe asmak harâm olduğu gibi, bunları aşağı yerlere koymak<br />

da harâmdır. Avret yerleri örtülü olsun olmasın, her yere büyük veyâ küçük<br />

canlı resmi yapmak harâm olduğu gibi, bunu yapmak için alınan para da harâmdır.<br />

Putperestliği önlemek için harâm edilmişdir. Üzerinde canlı resmi bulunan elbiseyi<br />

nemâz dışında da giymek mekrûh olduğu, Tahtâvînin (İmdâd) hâşiyesinde<br />

de yazılıdır.<br />

Seyyid Abdülhakîm efendi “kuddise sirruh”, bir mektûbunda diyor ki, (Üzerinde<br />

canlı resmi bulunan mendil, para gibi şeyleri kullanmak câizdir. Zîrâ böyle şeyler<br />

mühândırlar, muhakkardırlar, muhterem değildirler). (El-fıkh-u alel-mezâhibil-erbe’a)nın<br />

üçüncü cildinde de böyle yazmakdadır. İbni Hacer-i Hiytemî Mekkî<br />

“rahmetullahi aleyh”, fetvâsında buyuruyor ki:<br />

– 238 –


(Mendil gibi, para gibi şeyler üzerinde canlı resmi bulunmasının zararı yokdur.<br />

Çünki, canlı resmini, hurmet olunan yerlerde kullanmak câiz değildir, hurmet edilmiyen<br />

şeyler üzerinde câizdir). O hâlde, yerde ve yere serilen eşyâda, yasdık,<br />

sergi, mendil, para, mektûb pulları üzerinde ve ceb, çanta, dolab gibi kapalı yerlerde<br />

ve elbisenin göbekden aşağı kısmlarında bulunması câiz olup, göbekden yukarıda<br />

bulunması, asılması harâmdır. Kadın resmlerini ve avret mahalli açık resmleri,<br />

şehvetsiz de olsa, her yerde kullanmak ve bunlara şehvetle bakmak harâmdır.<br />

(Hadîka) ikinci cild, altıyüzotuzüçüncü sahîfede diyor ki, (Üzerinde yazı, hattâ<br />

bir harf bulunan kâğıdı, örtüyü, seccâdeyi yere koymak, yere sermek tahrîmen<br />

mekrûhdur. Bunları her ne için olursa olsun kullanmak ve yere sermek, hakâret<br />

etmek olur. Hakâret etmek için sermek veyâ kullanmak küfr olur. Dıvara yazmak,<br />

yazıyı asmak câiz olur denildi). Buradan anlaşılıyor ki, üzerinde Kâ’be, câmi’<br />

resmi veyâ yazı bulunan seccâdeleri nemâz kılmak için yere sermek câiz değildir.<br />

Bunları zînet için dıvara asmak câiz olur.<br />

Görülüyor ki, islâm dîni, insanlarla alay edilmesine ve canlılara tapılmasına ve<br />

gençlerin fuhşa sürüklenmesine, evlilerin başdan çıkarılmasına âlet olan insan resmlerini,<br />

heykelleri harâm etmiş, canlıların anatomik parçalarının ve bitkilerin ve her<br />

çeşid, fizik, kimyâ, astronomi, inşâat resmlerini halâl etmiş, serbest bırakmışdır.<br />

İlmde, teknikde lâzım olan resmlerin yapılmasını, bunlardan fâide elde etmeği emr<br />

buyurmuşdur. İslâm dîni, herşeyde olduğu gibi, resmleri de, fâideli ve zararlı olmak<br />

üzere ikiye ayırmış, fâideli olanlarını emr, zararlı olanlarını yasak etmişdir.<br />

O hâlde, kâfirlerin, müslimânlar resme günâh der, bu ise, gericilikdir demesi, körü<br />

körüne bir iddiâ ve iftirâdır.]<br />

25 — Canlı resmi, nemâz kılanın başında, önünde, sağ ve sol hizâsında, dıvara<br />

çizilmiş veyâ beze, kâğıda yapılarak asılmış veyâ konmuş ise, mekrûhdur. Canlı şeklinde<br />

olmasa dahî, salîb, ya’nî haç resmi de canlı resmi gibidir. Çünki, hıristiyanlara<br />

benzemek oluyor. Onlara benzemek niyyeti olmasa bile, onların yapdığı kötü<br />

şeyleri ve kötü olmıyanları da, onlara benzemek niyyeti ile yapmak mekrûhdur.<br />

[Fekat, böyle yerde ve içki, kumar, çalgı âletleri bulunan mahalde nemâz kılmanın<br />

mekrûh olduğu ve buraya rahmet meleklerinin girmeyeceği ve burada yapılan<br />

düânın kabûl olmıyacağı (Tergîb-üs-salât)da ve (Nisâbül-ahbâr)da yazılıdır. Çalgı<br />

da dinlenen ve bakması harâm olan resmlerine de bakılan şeyler, çalgı âleti gibidir.]<br />

Canlı resmi, basılan, oturulan, dayanılan şeyde ise, nemâzı mekrûh olmaz.<br />

Resm, nemâz kılanın arkasındaki dıvarlarda ve tavanda ise, hafîf mekrûhdur.<br />

Secde edilmiyen yerlerinde canlı resmi bulunan seccâde üzerinde kılmak mekrûh<br />

değildir. Çünki, yere sermek hakâret etmekdir (Dürer). [O hâlde, Kâ’be, câmi’<br />

resmleri ve mubârek yazılar bulunan ve zihni meşgûl eden resmler, nakşlar bulunan<br />

seccâdeleri kullanmak câiz değildir.]<br />

Resm, nemâz kılan kimsenin ayağı altında, oturduğu yerde, bedeninde, elinde<br />

ise, mekrûh olur. [Bundan anlaşılıyor ki, cebdeki resmler, nemâzı mekrûh etmez.]<br />

Çünki, basdığı, oturduğu yer, bedenindeki elbise gibidir. Bileğe asılı resm<br />

mekrûhdur. Çünki, elleri sünnete uygun koymağa mâni’ olur.<br />

Paradaki, yüzükdeki ve her yerdeki resm, küçük olursa, ya’nî yere koyunca,<br />

ayakda duran kimse, uzvlarını ayırd edemezse, nemâz mekrûh olmaz. Büyük ve<br />

örtülü olunca da, mekrûh olmaz. Canlının başı kesilmiş, yüzü veyâ göğsü, karnı,<br />

başı silinmiş, sıvanmış ise, nemâz mekrûh olmaz.<br />

Cansız resmleri, meselâ ağaç, manzara resmleri, nerede bulunursa bulunsun, nemâz<br />

mekrûh olmaz. Çünki, küçük ve başsız ve cansız resmlere tapınılmamışdır. Güneşe,<br />

Aya, yıldızlara ve yeşil ağaca tapanlar oldu ise de, bu şeylerin kendilerine tapdılar.<br />

Resmlerine tapınılmadı. Bunların aslına karşı kılmak mekrûh olur.<br />

– 239 –


Büyük olan ve hurmet mevkı’inde bulunan canlı resmi ve köpek, cünüb kimse<br />

bulunan eve rahmet melekleri girmez. Hafaza melekleri ise, insandan yalnız cimâ’da<br />

ve halâda ayrılır. İnsanların iki omuzunda bulunup, iyiliklerini ve kötülüklerini yazan<br />

(Kirâmen kâtibîn) ismindeki iki melek ile, cinnîlerden koruyan meleklere, (Hafaza<br />

melekleri) denir. Halâda iken yapılanları, Allahü teâlâ meleklere bildirir. Halâdan<br />

çıkınca yazarlar. Melekler, birşey üzerine, harf ile yazmaz. Bilgileri, aklımızda,<br />

zihnimizde topladığımız gibi, bir yere toplarlar. Şimdi, teyp denilen âletde, seslerin<br />

banda alınması ve sesli sinema filmlerine alınması gibi, çeşidli yazı şeklleri<br />

vardır. Göklerde, bilinmiyen kalemlerle [âletlerle] yazan melekler de vardır. Kâfirlerin<br />

yalnız kötülükleri yazılır. Her insana musallat olan cin vardır ve insanı bunlardan<br />

koruyan melekler vardır.<br />

Çocuklara oynamak için bebek almak, imâm-ı Ebû Yûsüfe göre câizdir.<br />

26 — Nemâzda, âyetleri, tesbîhleri eli ile saymak tenzîhen mekrûhdur. Kalbi ile<br />

veyâ parmaklarını oynatarak saymak câizdir. Nemâz dışında parmakla saymak ve<br />

tesbîh kullanmak câizdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir kadının tesbîhleri,<br />

çekirdeklerle saydığını görerek men’ etmemişdir. Riyâ ve gösteriş için tesbîh<br />

kullanmak mekrûhdur.<br />

Sokmak ihtimâli olan, ya’nî yaklaşan yılanı ve akrebi öldürmek nemâzı bozmaz<br />

ve mekrûh olmaz. Sol ayakkabı ile öldürmek müstehabdır. Kıvrılmadan, doğru giden<br />

beyâz yılan, cinnîdir. Zarar vermezse öldürmemelidir. Fekat, bunu da öldürmek<br />

câizdir. Çünki cinnîler, müslimânların evine girmiyeceğiz diye, Peygamber<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize söz verdi. Eve girince sözlerini bozmuş<br />

olurlar. Önce (İrci’ bi-iznillah) diyerek ihtâr etmeli, gitmezse öldürmelidir. Nemâzda<br />

iken, ihtâr edilmez. Yılan şeklindeki cinni hemen öldürmemek, onlara<br />

saygı göstermek için değil, zararlarına sebeb olmamak içindir.<br />

27 — Oturanların ve ayakda duranların arkalarına doğru nemâz kılmak, konuşsalar<br />

bile, mekrûh değildir. Bir kimsenin yüzüne karşı ve yüksek sesle konuşanların<br />

sırtına karşı mekrûhdur.<br />

28 — Mushafa, kılınca, muma, kandile, lâmbaya, aleve, tabanca gibi harb âletlerine<br />

karşı ve yatan, uyuyan kimseye karşı kılmak mekrûh değildir. Çünki, bunlara<br />

tapınılmamışdır. Mecûsîler, ateşe tapar, aleve tapmaz. Alevli ateşe karşı da<br />

mekrûh olur.<br />

29 — Başından ayağına kadar, bir peştemâl sarıp kılmak tahrîmen mekrûhdur.<br />

30 — Açık başına sarık sarıp, tepesi açık olarak kılmak, tahrîmen mekrûhdur.<br />

31 — Ağzını, burnunu örterek kılmak, tahrîmen mekrûhdur. Mecûsîler böyle<br />

tapınır. [Maske, eldiven ve alnın yere değmesine mâni’ olan gözlük takarak kılmamalıdır.<br />

Alnın, burnun, ellerin yere değmesine, ya’nî farza veyâ sünnete mâni’ olan<br />

şey ile, zarûret olmadan nemâz kılmamalıdır. Bunları nemâzda takmak için, kadınlara<br />

dahî zarûret yokdur.]<br />

32 — Özrsüz, buğazından balgam çıkarmak mekrûhdur. Ağızda hâsıl olan kan,<br />

ağız dolusu değilse, bunun hâsıl olması ve bunu yutmak, abdesti de, nemâzı da bozmaz.<br />

Kay da böyledir. [(Halebî-yi kebîr) ve (Hindiyye).]<br />

33 — Amel-i kalîl, ya’nî bir eli, bir veyâ iki kerre hareket etdirmek mekrûhdur.<br />

[Nemâzı bozanların onbeşincisine bakınız!] Isıran biti, pireyi, amel-i kalîl ile öldürmek<br />

câiz, ısırmıyanı tutmak ve öldürmek mekrûhdur. Bunların ölüsünü ve dirisini<br />

mescidde bırakmak harâmdır.<br />

34 — Nemâzın sünnetlerinden birini terk etmek mekrûhdur.<br />

Sünnet iki kısmdır: Biri (Sünen-i hüdâ)dır. Bunlar, müekked [kuvvetli] olan sünnetlerdir.<br />

İkincisi (Sünen-i zevâid)dir. Bunlar, müekked olmıyan sünnetlerdir. Müstehab<br />

ve mendûb da aynıdır, denildi.<br />

Nemâzda müekked sünneti terk, tahrîmen mekrûh olur. Müekked olmıyan<br />

– 240 –


sünneti terk, tenzîhen mekrûh olur. Müstehabı terk etmek, mekrûh değil, hilâf-ı<br />

evlâ olur. Ya’nî müstehabları yapmak sevâb olur, yapmamak, hiç suç değildir. Sevâbından<br />

mahrûm kalır.<br />

35 — Zarûretsiz, çocuğu kucağında iken nemâza başlamak mekrûhdur. Zarûret<br />

varsa ve üstü temiz ise, mekrûh olmaz.<br />

36 — Kalbi meşgûl eden, huşû’u gideren şeyler yanında, meselâ süslü şeyler karşısında,<br />

oyun ve çalgı âletlerinin bulunduğu yerde ve arzû etdiği yemek karşısında<br />

özrsüz kılmak mekrûhdur. [Seccâde tek renk olmalı, üzerinde resmler, şekller,<br />

renkli şeyler bulunmamalıdır.] Ayakkabılarını arkada bırakarak kılmak mekrûhdur.<br />

Bu sonuncunun mekrûh olduğu (Dürr-ül-muhtâr)da haccın 186. cı sahîfesinde,<br />

(Halebî-yi kebîr) sonunda ve (Bezzâziyye)de yazılıdır. (Berîka) ve (Hadîka)nın<br />

sonlarında, tahâretde vesvese bahsinde de uzun yazılıdır.<br />

37 — Farz kılarken özrsüz, dıvara, direğe dayanmak mekrûhdur. Nâfile kılarken<br />

dayanmak mekrûh olmaz.<br />

38 — Rükü’a eğilirken ve kalkarken elleri kulaklara kaldırmak mekrûhdur.<br />

39 — Kırâeti, rükü’a eğildikde temâmlamak mekrûhdur.<br />

40 — Secdelere ve rükü’a, imâmdan önce başını koymak ve kaldırmak mekrûhdur.<br />

41 — Necs olmak ihtimâli bulunan yerlerde, meselâ kabristânda, hamâm içinde<br />

ve kilisede kılmak mekrûh olup, yıkayıp temizliyerek kılmak veyâ hamâmın soyunma<br />

mahallinde kılmak ve kabristândaki mescidde kılmak mekrûh olmaz. Soğuk<br />

ve başka sebeble açık yerde kılınamazsa ve başka yer bulunamazsa, kilisede<br />

yalnız da, cemâ’at ile de kılmak câiz olur. Nemâzdan sonra hemen çıkmalıdır. Çünki,<br />

kilisede, şeytânlar toplanır. Kilisedeki küfr alâmetleri boşaltılırsa, nemâz kılmak<br />

hiç mekrûh olmaz. Üstü açık necâsete karşı kılmak mekrûhdur.<br />

42 — Kabre karşı kılmak mekrûhdur. Vehhâbîler, buna şirk diyorlar.<br />

[(Hadîka), ikinci cild, altıyüzotuzuncu sahîfede diyor ki, (Hadîs-i şerîfde “Mezâr<br />

üzerinde nemâz kılanlara la’net olsun!” buyuruldu. Çünki, kabr üzerinde nemâz<br />

kılmak, yehûdîlere benzemek olur. Bunun için, mekrûh denilmişdir. Kabristânın<br />

kabr olmıyan yerinde kılmak mekrûh olmadığı (Hâniyye) ve (Hâvî) kitâblarında<br />

yazılıdır. Kabr, nemâz kılanın arkasında olursa veyâ önünde olup da, önünden<br />

geçmesi câiz olacak uzaklıkda ise, yine mekrûh olmaz. Peygamberlerin ve sâlihlerin<br />

türbelerini de mescid hâline getirmek, yehûdîlere benzemek olur. İbâdetde,<br />

başkasını Allahü teâlâya ortak yapmağa benzediği için Peygamber efendimiz,<br />

bunu da yasak etmiş, “Yâ Rabbî! Kabrimi ibâdet olunur put hâline getirme!” buyurmuşdur.<br />

Fekat, sâlih bir kimseye yakın mescid yapılırsa veyâ onun yüzünden Allahü<br />

teâlânın merhametine kavuşmağı veyâ ibâdetinden ona da fâide olmasını<br />

düşünerek, kabri yanında nemâz kılınırsa, ona saygı olmak için, ona karşı kılmağı<br />

düşünmezse, hiç zararı olmaz. Çünki, İsmâ’îl aleyhisselâmın kabri, Kâ’benin yanında,<br />

(Hatîm) denilen yerdedir. Mescid-i harâmda kılınan nemâzların en kıymetlisi,<br />

burada kılınan olduğundan, hâcılar, burada kılmak için uğraşmakdadırlar. Böyle<br />

olduğu (Mesâbih) şerhinde de yazılıdır. (Ma’rifetnâme)nin ikiyüzaltmışsekizinci sahîfesinde<br />

diyor ki, (Perdesiz kabre karşı nemâz kılmak mekrûhdur). (Fetâvâ-yı Hindiyye)nin<br />

beşinci cüz’, 320. ci sahîfesinde diyor ki, (Mescidin kıblesi ile kabr arasında<br />

perde olursa veyâ kabr yanda, arkada bulunursa, mekrûh olmaz).<br />

(Fetâvâ-i Feyziyye)de diyor ki, (Üç dürlü vakf vardır: Yalnız fakîrler için olur.<br />

Önce zenginler, sonra fakîrler için olur. Hem zenginler, hem de fakîrler için olur.<br />

Mektebler, hanlar, hastahâneler, kabristânlar, câmi’ler ve çeşmeler hem fakîrler,<br />

hem de zenginler için vakf edilmişlerdir). Vakf mezârlıklara türbe yapmanın câiz<br />

olmaması, fakîrlerin yerlerini işgâl etmemek içindir. Türbe yapmak harâm olduğu<br />

için denilemez].<br />

– 241 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:16


43 — Teşehhüdlerde, sünnete uygun oturmamak, tenzîhen mekrûhdur. Özrü varsa,<br />

mekrûh olmaz.<br />

44 — İkinci rek’atde, birinci okuduğu âyeti tekrâr okumak, tenzîhen mekrûhdur.<br />

Ondan evvelki bir âyeti okumak tahrîmen mekrûhdur. Unutarak okursa,<br />

mekrûh olmazlar. İkinci rek’atde birinciden üç âyet uzun okumak mekrûhdur. [Altmışdördüncü<br />

maddeye bakınız!]<br />

45 — Farzdan sonra son sünnete hemen kalkmamak mekrûhdur. (Tergîb-üs-salât.)<br />

HER NEMÂZI BOZMAĞI MUBÂH KILAN SEBEBLER ŞUNLARDIR:<br />

1 — Yılanı öldürmek için,<br />

2 — Kaçan hayvanı yakalamak için,<br />

3 — Sürüyü kurddan kurtarmak için,<br />

4 — Taşan tencereyi ateşden ayırmak için,<br />

5 — Kıymeti bir dirhem gümüşden az olmıyan, kendinin veyâ başkasının malını<br />

zâyi’ olmakdan korumak için, [Dirhem-i şer’î kelimesine bakınız!]<br />

6 — Abdest ve yel sıkışdırmasından kurtulmak için,<br />

7 — Vaktin veyâ cemâ’atin kaçmasından korku olmadığı zemân, başka mezhebde<br />

nemâzı bozan birşeyden kurtulmak için. Meselâ, dirhemden az necâseti temizlemek<br />

için ve yabancı kadına dokunmuş olduğunu hâtırlayınca, abdest almak<br />

için, nemâzı bozmak câiz olur.<br />

HER NEMÂZI BOZMAK FARZ [LÂZIM] OLAN SEBEBLER İKİDİR:<br />

1 — İmdâd diye bağıran bir kimseyi kurtarmak için, kuyuya düşecek a’mâyı, yanacak,<br />

boğulacak kimseyi kurtarmak, yangını söndürmek için.<br />

2 — Ana, baba, dede, nine çağırınca, farz nemâzı bozmak vâcib olmaz, câiz olur<br />

ise de, ihtiyâc yok ise, bozmamalıdır. Nâfile [sünnetler dahî] ise, bozulur. Bunlar,<br />

imdâd isterse, farzları da bozmak lâzım olur. Nemâz kıldığını bilerek çağırıyorlarsa,<br />

nâfileyi de bozmıyabilir, bilmiyerek çağırdılarsa, bozması lâzımdır.<br />

NEMÂZ DIŞINDA MEKRÛH OLAN ŞEYLER BEŞDİR:<br />

1 — Halâda ve heryerde, abdest bozarken, kıbleye önünü ve arkasını dönmek<br />

tahrîmen mekrûhdur. Unutulursa, üstünü kirletmek tehlükesi veyâ başka tehlüke<br />

varsa, mekrûh olmaz.<br />

2 — İstincâ ederken, önünü, arkasını kıbleye dönmek, Güneşe, Aya karşı abdest<br />

bozmak, tenzîhen mekrûhdur.<br />

3 — Küçük çocukları bu cihetlere karşı tutarak abdest etdirmek, tutan büyüğe<br />

mekrûh olur. Bunun gibi, büyüklere harâm olan şeyi, küçüklere yapdırmak, yapdırana<br />

harâm olur. Meselâ, oğlan çocuğuna ipek giydiren ve zînet eşyâsı takan ve<br />

çocuklara içki içiren kimse, harâm işlemiş olur.<br />

4 — Özrsüz kıbleye karşı ayaklarını veyâ bir ayağını uzatmak, tahrîmen mekrûhdur.<br />

Özr ile veyâ yanlışlıkla uzatmak mekrûh olmaz.<br />

5 — Mushafa ve din kitâblarına karşı ayak uzatmak da mekrûhdur. Yüksekde<br />

iseler, mekrûh olmaz. [(Hindiyye) beşinci cüz’de diyor ki, (Mushafı hiç okumayıp,<br />

hayr ve bereket için evinde saklamak câizdir ve sevâbdır. Bir kâfirin ismini yazıp<br />

buna hakâret etmek mekrûhdur. Çünki, islâm harflerine hurmet lâzımdır.)]<br />

(Berîka), binüçyüzaltmışsekizinci sahîfede diyor ki, (Tâtârhâniyye)de, yırtık, eski<br />

olup kullanılamıyan Mushaf yakılmaz. Temiz beze sarıp toprağa gömülür. Yâhud<br />

toz gelmiyen temiz bir yere konur diyor. (Sirâciyye)de ise, gömülür veyâ yakılır<br />

demekdedir. (Münye-tül-müftî)de de böyle yazılıdır. (Müctebâ)da ise, akan<br />

suya bırakmakdan ise, gömmek iyi olur diyor. Şâfi’î âlimlerinden (Halîmî) ismi ile<br />

meşhûr Hüseyn Cürcânînin (Minhâc-üd-dîn) kitâbında, yakmak yasak değildir.<br />

Çünki, hazret-i Osmân “radıyallahü anh”, mensûh âyetler bulunan Kur’ân-ı kerîmi<br />

yakdı. Eshâb-ı kirâmdan hiç kimse “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în”, bu-<br />

– 242 –


na karşı birşey demedi diyor. Yakmak, yıkayıp yazıları gidermekden dahâ iyi<br />

olur. Çünki, yıkamakda kullanılan sular ayak altında kalır denildi. Kâdî Hüseyn,<br />

yakmak, hurmetsizlik olacağından, harâmdır dedi. Nevevî ise, mekrûh olur dedi.<br />

Bunlardan anladığımız, yakmayıp, yıkayıp yazılarını gidermek veyâ gömmek iyi<br />

olur. (Berîka)dan terceme temâm oldu. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, eskimiş,<br />

istifâde edilmez hâle gelmiş olan mushafları, ayak altında bırakmak, birşey sarmak,<br />

kaplamak, kesekâğıdı yapmak gibi kullanmak, hakâret etmek olur, harâm olur. Çürüyüp<br />

toprak oluncıya kadar açılmıyacağı emîn olan yerdeki toprağa gömmek, bu<br />

yapılamazsa, yakıp külünü gömmek veyâ külünü denize, nehre koymak lâzımdır.<br />

Hakâretden kurtarmak için yakmak câiz, hattâ lâzım olur. (Sirâciyye fetvâsı),<br />

(Münyet-ül-müftî) ve (Halîmî)den de böyle anlaşılmakdadır.<br />

69 — TERÂVÎH NEMÂZI VE CÂMİ’LERE SAYGI<br />

TERÂVÎH NEMÂZI — (Nûr-ül-îzâh) şerhinde ve hâşiyesinde buyuruyor ki,<br />

(Erkeklerin ve kadınların, yirmi rek’at terâvîh kılması, sünnet-i müekkededir. İnanmıyan<br />

sapıkdır ve şâhidliği kabûl olmaz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,<br />

birkaç gece, terâvîhi cemâ’at ile sekiz rek’at kıldı. [Evlerine gidince, yirmi rek’ate<br />

temâmladılar.]Yalnız olarak yirmi rek’at kıldığı da bildirilmişdir. [Dört mezhebde<br />

de yirmi rek’atdir.] Sünnet olduğu buradan anlaşıldı. Üç halîfe ve zemânlarındaki<br />

Eshâb-ı kirâmın hepsi, cemâ’at ile yirmi rek’at kıldılar. Bu halîfelere ve Eshâb-ı<br />

kirâmın icmâ’ına uymamız, hadîs-i şerîf ile emr olunmuşdur).<br />

Terâvîh, yatsının son sünnetinden sonra ve vitrden önce kılınır. [Bir kimse, yatsıyı<br />

kılmadan önce terâvîhi kılamaz (İbni Âbidîn s. 295). Vitrden sonra da kılınabilir.<br />

Sabâh nemâzına kadar kılınabilir. Fecr doğunca kılınamaz. Kazâ da edilmez.<br />

Çünki, terâvîh kuvvetli sünnet ise de, akşam ve yatsı son sünnetleri kadar kuvvetli<br />

değildir. Bu sünnetler ise, kazâ edilmez. Yalnız farz nemâzlar ile vitrin kazâsı<br />

lâzımdır. Terâvîh, şâfi’îde kazâ edilir. Terâvîhi cemâ’at ile kılmak, sünnet-i kifâyedir.<br />

Ya’nî câmi’de cemâ’at ile kılındıkda, başkaları evde yalnız kılabilir, günâh<br />

olmaz. Fekat, câmi’deki cemâ’at sevâbından mahrûm kalır.] Evde, bir veyâ birkaç<br />

kişi ile, cemâ’at ile kılarsa, yalnız kılmakdan yirmiyedi kat fazla sevâb kazanır. Her<br />

iki rek’atde bir selâm verilip, hemen sonraki rek’ate kalkılır. Yâhud dört rek’atde<br />

bir selâm verilir. Her dört rek’at arasında, dört rek’at kılacak zemân kadar oturup,<br />

salevât veyâ tesbîh yâhud Kur’ân-ı kerîm okurlar. Veyâ sessiz otururlar. İki rek’atde<br />

bir selâm vermek ve her iftitâh tekbîrinde niyyet etmek dahâ iyidir. Yatsıyı cemâ’at<br />

ile kılmıyanlar, toplanıp da, terâvîhi cemâ’at ile kılamazlar. Çünki, terâvîhin<br />

cemâ’ati, farzın cemâ’ati olmak lâzımdır. Yatsıyı cemâ’at ile kılmıyan bir kimse, farzı<br />

yalnız kılıp, sonra terâvîhi kılan cemâ’ate katılabilir. [74. cü maddeye bakınız!]<br />

Terâvîh nemâzına kalkarken okunacak düâ:<br />

Sübhâne zil mülki vel melekût. Sübhâne zil izzeti vel azameti vel celâli vel cemâli<br />

vel ceberût. Sübhânel melikil mevcûd. Sübhânel melikil ma’bûd. Sübhânel melikil<br />

hayyillezî lâ yenâmü ve lâ yemût. Sübbûhun kuddûsün Rabbünâ ve Rabbül<br />

melâiketi verrûh. Merhaben, merhaben, merhabâ yâ şehre Ramezân. Merhaben,<br />

merhaben, merhabâ yâ şehrel-bereketi vel gufrân. Merhaben, merhaben, merhabâ<br />

yâ şehret-tesbîhi vet-tehlîli vez-zikri ve tilâvet-il Kur’ân. Evvelühû, âhiruhû, zâhiruhû,<br />

bâtınühû, yâ men lâ ilâhe illâ hüv.<br />

Terâvîh bitince okunacak düâ:<br />

Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed.<br />

Biadedi külli dâin ve devâin ve bârik ve sellim aleyhi ve aleyhim kesîrâ. Üç def’a<br />

okunur ve üçüncüsünde (ve salli ve sellim ve bârik aleyhi ve aleyhim kesîran kesîrâ.)<br />

denir. Yâ Hannân, yâ Mennân, yâ Deyyân, yâ Burhân. Yâ Zel-fadlı vel-ihsân<br />

nercül-afve vel gufrân. Vec’alnâ min utekâi şehri Ramezân bi hurmetil Kur’ân.<br />

– 243 –


CÂMİ’DE YAPILMASI CÂİZ OLMIYAN ŞEYLER YİRMİİKİDİR:<br />

İbâdet yapmak için, toplanılan yerlere (Ma’bed) veyâ (İbâdethâne) denir. Yehûdîlerin<br />

ma’bedlerine (Sinagog) ve (Havra) denir. Hıristiyanların ma’bedine<br />

(Kilise) ve (Bî’a) veyâ (Savme’a) denir. Müslimânların ma’bedine (Mescid) ve (Câmi’)<br />

denir. Ma’bedlerde ibâdet yapılması ve dinlerin emrleri, yasakları, öğretilir.<br />

Şimdi ma’bedlerde konuşan vazîfeliler iki şey üzerinde durmakdadırlar:<br />

1 — Parlak, yaldızlı sözlerle, acıklı hikâyelerle, nağmeli hazîn okumalarla, hattâ<br />

çalgı ve ho-parlörlerle, dinleyicileri rikkate, heyecâna getirmek, kalbleri alarak,<br />

onların teslîm olmalarını, bir gâyeye sürüklenmelerini sağlamak.<br />

2 — Dînin emrlerini, yasaklarını öğretmek ve bunlara uyulmasını sağlamak.<br />

Bugün hıristiyanların kiliselerinde ve yehûdîlerin havralarında, kalblerin, rûhların<br />

değil de, yalnız nefslerin, düşüncelerin birleşdirilmesine çalışılmakdadır.<br />

Dînî vecîbeler olarak da, eski din adamlarının koydukları ve her zemân, her yerde<br />

başka olan şeyler öğretilmekdedir. Bunun için, kiliseler, havralar, bir ma’bed<br />

değil, bir politika, bir konferans yeri olup, insanları uyuşdurarak, liderlerin, şeflerin<br />

arzû ve düşüncelerine sürüklemekdedirler.<br />

Câmi’lerde de, din adamları arasına sızarak, böyle siyâset ve kazanc gâyesi ile<br />

konuşan her zemân görülmüşdür. Bunlar, islâm âlimlerinin kitâblarını okumamış,<br />

mezhebsizlerin, sapık kimselerin bozuk kitâblarına aldanmış din câhili (Yobaz)lardır.<br />

İslâmiyyetin îcâblarını öğretmek ve yapdırmak şöyle dursun, kendileri<br />

bile öğrenememiş zevallı kimselerdir. Bunlar, doğru dürüst abdest ve gusl almasını,<br />

şartlarına uygun ve ihlâs ile nemâz kılmasını bilmiyen câhil ve sapık kimseler<br />

olup, her asrda müslimânları şaşırtmışlar, islâmiyyete ve millete zararlı olmuşlardır.<br />

Uzun cübbe, büyük sarıkla, minberlerde, va’z kürsîlerinde tegannî ile, nota<br />

ile okuyup, yaldızlı sözlerle, heyecânlı hikâyelerle konuşarak, dinleyicileri<br />

köksüz ve geçici bir te’sîr altına alabilen birer hatîb, konferanscı olmuşlardır. Siyâsî<br />

partilerin, diktatörlerin, faşist idârecilerin ve kiliselerin sözcüleri gibi, geçici<br />

heyecân vererek dindârları aldatmışlardır. Âlimlerimiz bunlara din adamı değil,<br />

din ve îmân hırsızı, (Yobaz) demişlerdir. İslâm âlimlerinin kitâblarından anlatan<br />

ve sözleri, hâlleri, işleri, bu kitâblara uygun olan hakîkî din adamları, islâmiyyeti<br />

bunların zararlarından korumuşlardır.<br />

Ebüssü’ûd efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” fetvâsında buyuruyor ki, (Bir<br />

köyde veyâ mahallede mescid olmayıp, cemâ’at ile nemâz kılmasalar, hükûmet bunlara<br />

zorla mescid yapdırmalıdır. Cemâ’ati ihmâl edenleri ta’zîr etmelidir. 940 [m.<br />

1533] senesinde bu husûsda her vilâyete emr gönderilmişdir). (Mecmû’a-i cedîde)de<br />

diyor ki, (Eski bir mescid, cemâ’ati alamazsa, mahalle halkı kendi paraları ile bunu<br />

yıkarak genişini yapmaları câizdir).<br />

(Halebî-yi kebîr), 613. cü sahîfede diyor ki, (Mahalle mescidinde, cemâ’at az olsa<br />

dahî, nemâzı burada kılmak, cemâ’ati çok olan büyük câmi’de kılmakdan efdaldir.<br />

Mahalle câmi’indeki cemâ’ati kaçıranın, başka câmi’deki cemâ’ate gitmesi efdaldir.<br />

Başka câmi’ cemâ’atine yetişemezse, yalnız kılmak için, mahalle mescidini<br />

tercîh etmek efdaldir. Mahalle mescidinde imâm, müezzin bulunmazsa, cemâ’atden<br />

biri, bu vazîfeyi yapar. Başka câmi’e gitmezler. Mahalle mescidinin<br />

imâmı, yatsı nemâzını, beyâzlığın gayb olmasını beklemeyip, dahâ erken güneşin<br />

batdığı yerde kırmızılık gayb olunca kılarsa, bununla birlikde, erken kılmayıp, beyâzlığın<br />

da gayb olmasını bekleyip, yalnız kılmak efdaldir. [Ya’nî dahâ iyidir.<br />

Büyük şehrlerde yatsı ezânları erken okunuyor. İmâm-ı a’zamın ictihâdına uyulmıyor<br />

ise de, imâmeyn kavline göre okunduğu için, bu cemâ’at ile kılmak câizdir.]<br />

Mahallenin imâmı fısk ile meşhûr ise, ya’nî büyük günâh işliyorsa,[meselâ, ezânı<br />

ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olarak okumuyorsa] başka mescidin cemâ’atine gitmelidir.<br />

Çünki, mekrûhdan sakınmak, sünnet işlemekden dahâ önce gelir).<br />

– 244 –


İbni Âbidîn buyuruyor ki:<br />

1 — Câmi’ kapısını kilidlemek mekrûhdur. Hırsız tehlükesi varsa, mekrûh olmaz.<br />

2 — Câmi’ üzerinde cimâ’, tahrîmen mekrûhdur. Kâ’be-i mu’azzama ve câmi’<br />

üzerine basmak da mekrûhdur. Câmi’ üzerine cünüb çıkmak harâmdır.<br />

3 — Câmi’ üzerine abdest bozmak tahrîmen mekrûhdur. [Câmi’in altına ve mihrâb<br />

dıvarının önüne abdesthâne yapmanın mekrûh olduğu (Tergîb-üs-salât)da yazılıdır.]<br />

Çünki, câmi’lerin üstü, semâya kadar mesciddir. Altı da böyledir. Altını<br />

şadırvan, hamâm yapmak câizdir.<br />

4 — Câmi’den ba’zan geçmek câizdir. Yol hâline getirmek mekrûhdur. Özr olursa,<br />

mekrûh olmaz. Hergün mescide ilk girişde (Tehıyyet-ül-mescid) kılar. Sonraki<br />

girişlerinde kılmaz. Hamevî (Eşbâh) şerhinde diyor ki, (Câmi’e girenin (Tehıyyet-ül-mescid)<br />

olarak, iki rek’at nemâz kılması, sözbirliği ile sünnetdir. Ba’zan, müstehab<br />

deyince sünnet anlaşılır. Kur’ân-ı kerîm okunuyorsa, tehıyyet kılınmaz.<br />

Çünki, Kur’ân-ı kerîmi dinlemek farzdır. Farz-ı kifâye için dahî sünneti terk etmek<br />

evlâdır. Kur’ân-ı kerîmi tegannî ile okumak ve bunu dinlemek harâmdır). [Dört<br />

vakt nemâzın sünnetlerini kazâ niyyeti ile kılmak lâzım olduğu buradan da anlaşılmakdadır.]<br />

(Kâdîhân)da diyor ki, (İmâm tegannî ile okuyorsa, başka mescide gitmek<br />

efdaldir. Zânî veyâ fâiz yiyici ise [veyâ başka harâm işlediği, zevcesini, kızını<br />

açık gezdirdiği ma’lûm ise] başka mescide gitmelidir). Zarûretsiz câmi’den<br />

geçmeği âdet eden, fâsık olur. Câmi’e hangi ayakla girip çıkılacağı, 70. ci madde<br />

başında yazılıdır.<br />

5 — Câmi’lere necâset sokmak mekrûhdur. Üzerinde necâset bulunan kimse,<br />

câmi’e giremez. Necs yağ ile kandil yakmak câizdir. (Fetâvâ-i fıkhiyye)de diyor ki,<br />

(Mescidde necâset gören kimsenin, bunu hemen temizlemesi lâzımdır. Temizlemeği<br />

özrsüz gecikdirirse, günâh olur. Nemâz kılanın üzerinde, secde yerinde necâset<br />

görenin, bunu ona bildirmesi lâzımdır. Bunu haber vermek ve nemâzı geçecek<br />

olanı uyandırmak vâcib değildir, sünnetdir).<br />

6 — Necs su ile yapılmış harç ve çamur ile câmi’ sıvamak mekrûhdur. Temiz su<br />

ile yapılmış, tezek karışık çamurla sıvamak mekrûh olmaz. Çünki, bunda zarûret<br />

vardır. [(Hindiyye).] Ellialtıncı maddeye bakınız!<br />

7 — Câmi’de, kap içine abdest bozmak mekrûhdur. Kan aldırmak da böyledir.<br />

Yel kaçırmak mekrûh olmaz.<br />

8 — Necâset bulaşdıracak olan deliyi ve küçük çocukları câmi’e sokmak harâmdır.<br />

Necâset tehlükesi olmazsa, mekrûhdur.<br />

9 — Câmi’de pazar kurmak, yüksek sesle konuşmak, nutk söylemek, kavga etmek,<br />

silâh çekmek, cezâ vermek tahrîmen mekrûhdur. [Cum’a ve bayram hutbelerinde<br />

nutk verir gibi okumak, konuşmak harâmdır.]<br />

10 — Sokakda gezilen na’lın, ya’nî ayakkabı ile câmi’e girmek mekrûhdur.<br />

Temiz mest ve na’lın ile nemâz kılmak, çıplak ayakla kılmakdan efdaldir. Yehûdîlere<br />

muhâlefet olur. Birinci kısm, 68. ci maddeye bakınız! [Na’leyn, altı deri, üstü<br />

açık ve tasmalı ayakkabıdır. Altı tahta na’leyn ile gezmek mekrûhdur].<br />

Bir odası mescid yapılmış olan ev üzerine ve içinde mushaf bulunan oda üzerine<br />

abdest bozmak ve cimâ’ etmek mekrûh olmaz. Cenâze ve bayram nemâzları<br />

kılınan yerler de böyle ise de, buralardaki imâma, câmi’deki cemâ’at uyabilir.<br />

Buralara, câmi’ avlularına, medrese ve tekkelere, hâid kadın ve cünüb girebilir.<br />

11 — Câmi’lerin kıbleden başka dıvarlarını süslemek câizdir. Fekat, bu parayı<br />

fakîrlere harc etmek efdaldir. Kıble dıvarını kıymetli şeylerle, renklerle süslemek<br />

mekrûhdur. Yan dıvarların fazla süslü olması da mekrûh olur.<br />

– 245 –


(Dürr-ül-muhtâr)da nemâzın mekrûhları sonunda buyuruyor ki, (Câmi’lerin efdali<br />

Kâ’be-i mu’azzama, sonra bunun etrâfındaki (Mescid-i harâm), sonra Medîne-i<br />

münevveredeki (Mescid-i Nebî)dir. Sonra, Kudüsdeki (Mescid-i aksâ), sonra,<br />

Medîne-i münevvere şehri yanındaki (Kubâ) mescididir. Mescid-i Nebînin<br />

yüz zrâ’ eni, yüz zrâ’ boyu vardı. Bir zrâ’ yarım metredir. Sonra, zemânla genişletildi.<br />

Şimdiki hâlinde de efdaldir).<br />

[En kıymetli toprak, kabr-i se’âdetde, cesed-i Peygamberîye “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” temâs eden topraklar olup, Arşdan, Cennetlerden dahâ kıymetlidir. Ona<br />

yakın olan zemân, mekân, evlâdı, bütün eşyâ, Ona uzak olanlardan dahâ kıymetli,<br />

efdaldir. Câmi’ler ve Peygamberler, bundan müstesnâdır].<br />

12 — Câmi’lerde, [sarkıntılık ederek] dilenmek harâmdır.<br />

13 — Câmi’de, sarkıntılık eden dilenciye sadaka vermek harâmdır.<br />

14 — Gayb olan şeyleri, câmi’de araşdırmak mekrûhdur.<br />

15 — Mü’minin hicvi, aşk, ahlâksızlık gibi harâm şeyler bulunan şi’ri okumak<br />

tahrîmen mekrûhdur. Va’z, nasîhat, hikmet, Allahü teâlânın ni’metleri bulunan,<br />

mü’minleri medh eden şi’rleri [ya’nî ilâhî ve mevlid] tegannî etmeden okumak sevâb<br />

ve târihî şi’rleri nâdiren okumak mubâh ise de, şi’rle meşgûl olmak makbûl değildir.<br />

Câmi’lerde ilâhî ve mevlidleri [nemâz kılanlara mâni’ olmamak şartı ile], ara<br />

sıra okumak câizdir. Her zemân okuyup, âdet hâline getirmek câiz değildir.<br />

16 — Özrü olmıyanların Kur’ân-ı kerîmi dinlemeleri farz-ı kifâyedir. İş görenler,<br />

uyuyanlar ve câmi’de nemâz kılan, va’z veren yanında yüksek sesle Kur’ân-ı<br />

kerîm okumağa başlamak günâhdır. [Radyoyu, teybi açan gibi, bunlara sesini<br />

vermiş olan hâfız da, Kur’ân-ı kerîme hurmetsizlik etmiş, günâh işlemiş olur.]<br />

17 — Câmi’lere abdest suyu sıçratmak, balgam, sümük bulaşdırmak mekrûhdur.<br />

Câmi’de husûsî hâzırlanmış yerde abdest almak câiz olur.<br />

Zemzem kuyusunun etrâfında abdest almak ve gusl etmek câiz değildir. Çünki,<br />

burası câmi’ içindedir. Buraya cünüb girmek câiz değildir.<br />

18 — Câmi’lere, lüzûmsuz ağaç dikmek mekrûhdur. Câmi’in rütûbetini çekmek,<br />

gölge yapmak gibi umûma fâidesi olursa, câiz olur. Şahsî menfe’ati için dikmek,<br />

mekrûh olur.<br />

19 — Câmi’de birşey yimek, uyumak mekrûhdur. Müsâfir olan müstesnâdır. Müsâfir,<br />

câmi’e girerken (İ’tikâf)a niyyet etmeli, önce tehıyyet-ül-mescid olarak,<br />

nemâz kılmalıdır. Sonra, yiyebilir ve dünyâ kelâmı konuşur. İ’tikâf eden yiyebilir,<br />

yatabilir. İ’tikâf sünnet-i müekkededir. İ’tikâfı terk etmek, beş vakt nemâzın<br />

sünnetlerini özrsüz kılmamak gibi olduğu (Berîka)da yazılıdır.<br />

Câmi’de soğan, sarmısak gibi fenâ kokulu şeyleri yiyene [sigara içene] mâni’ olmalıdır.<br />

Kasabları, balıkcıları, ciğercileri, yağcıları, üzerleri pis ise ve pis kokarsa<br />

ve üzeri pis kokanları ve cemâ’ati dili ile incitenleri, câmi’den çıkarmalıdır. İlâc<br />

olarak kokulu şey özr ile veyâ unutarak yiyen, cemâ’ate gelmez. Ma’zûr olur. Pis<br />

koku insanlara ve meleklere eziyyet verir.<br />

20 — Câmi’de, alış veriş olan her akd [sözleşme] mekrûhdur. Nikâh yapmak ise<br />

müstehabdır.<br />

21 — İbâdet etmeyip, câmi’de dünyâ kelâmı ile meşgûl olmak tahrîmen mekrûhdur.<br />

Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, câmi’de dünyâ kelâmı konuşmak da, insanın<br />

sevâblarını giderir. İbâdetden sonra, mubâh olan şeyleri, hafîf sesle konuşmak<br />

câizdir. İslâmiyyetin beğenmediği şeyleri konuşmak, her zemân câiz değildir.<br />

22 — Câmi’de kendine muayyen yer ayırmak mekrûhdur. Fekat, dışarı çıkarken,<br />

kimse oturmasın diye, yerine ceketini bırakırsa, gelince oraya tekrâr oturabilir.<br />

Umûmi yerlerde, Minâda, Arafâtda, [vapurda, otobüslerde de] böyledir.<br />

Ya’nî oturmağı âdet etdiği yere başkası oturmuş ise, kaldıramaz. Kendine, ihtiyâcından<br />

fazla yer ayırırsa, fazlasını başkası alabilir. Bu yerin fazlasını, iki kişi ister-<br />

– 246 –


se, hangisine verirse, o oturur. İkisi de istemeden, bu fazla yere biri oturursa, bundan<br />

alıp ikincisine veremez. Fekat, burayı, onun emri ile, onun için ayırdım, kendim<br />

için ayırmadım diye yemîn ederse, kaldırabilir. Satıcıların pazar yerinde yerleşdikleri<br />

yer de böyle olup, önce geleni sonra gelen yerinden kaldıramaz. Bütün<br />

bu umûmî yerlerde, ilk oturan, herkese zararlı olmuş ise, kaldırılabilir.<br />

Nemâz kılanlar sıkışıyorsa, kılmıyanları kaldırabilirler.<br />

Mahalle mescidi dar geliyor ise, o mahalleden olmıyanları, dışarı çıkarabilirler.<br />

Mahalle câmi’inin gelirini toplaması, ta’mîrini, masraflarını idâre etmesi için,<br />

mahalle halkının bir (Mütevellî) ta’yîn etmesi câizdir [ve lâzımdır].<br />

Câmi’in bir tarafında hâfız Kur’ân-ı kerîm okuyor, bir tarafda da Ehl-i sünnet<br />

olan sâlih bir kimse va’z veriyor ise, va’z dinlemek efdaldir. [Hele hâfız fâsık ise,<br />

tegannî ile okuyorsa, dinlemek câiz değildir. Câmi’, kubbesi, minâresi olan binâ<br />

demek değildir. İçinde, hergün beş kerre, cemâ’at ile nemâz kılınan binâ demekdir.<br />

Nemâzdan evvel veyâ sonra, bu cemâ’ate va’z vermek de câizdir. Va’z, Ehl-i<br />

sünnet i’tikâdında olan bir zâtın, Ehl-i sünnet âlimlerinden birisinin bir kitâbına<br />

bakarak okuduğu veyâ ezberden söylediği bir sözünü açıklaması demekdir. Mezhebsizlerin,<br />

ingiliz câsûslarının ve misyonerlerin konuşmalarına va’z denmez, nutuk<br />

ve konferans vermek denir. Câmi’lerde nutuk ve konferans vermek ve bunları<br />

dinlemek câiz değildir. Ehl-i sünnet âlimlerinin her sözü, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i<br />

şerîflerin tefsîrleri, îzâhlarıdır.]<br />

Câmi’lerdeki yarasa ve güvercinleri koğmak ve yuvalarını dışarı atmak câizdir.<br />

Çünki, câmi’leri kirletirler. Câmi’lerin temiz olması için bunlar çıkarılır. (Fetâvâ-i<br />

kâri-ül-Hidâye)de ve (Cevâhir-ül-fetâvâ)da diyor ki, (Câmi’leri kirleten kuşları çıkarmak<br />

mümkin olmazsa, öldürmek câizdir. Eziyyet veren hayvanlar heryerde öldürülebilir).<br />

Câmi’ dışındaki kuş yuvalarını bozmak, câiz değildir.<br />

Kâdîhân “rahmetullahi aleyh” fetvâsında diyor ki, (Bir şehrde, bir köyde, bir<br />

mahallede ezân okunmazsa, hükûmetin zorla okutması lâzımdır.) (Fetâvâ-yı<br />

Hindiyye)de diyor ki, (Ezân, câmi’in dışında veyâ minârede okunur. Yüksekde<br />

okumak ve sesini çoğaltmak için kendini zorlamamak sünnetdir). Görülüyor ki,<br />

ezân ve ikâmeti ho-parlör ile okumağa lüzûm yokdur. Çünki, her mahallede ezân<br />

okunmakdadır. İbâdetleri teyp, radyo ve ho-parlörle ve televizyonla yapmak<br />

bid’atdir. Bid’at büyük günâhdır. [Müezzin ezânı ve imâm efendi kırâeti câmi’<br />

civârında bulunan ve câmi’deki cemâ’ate işitdirecek kadar tabi’î sesleri ile okur.<br />

Uzaklardan işitilmesi için, kendilerini zorlamaları mekrûhdur. Ho-parlör [Mizmâr]<br />

kullanmağa lüzûm olmadığı buradan da anlaşılmakdadır. (Müncid)de diyor<br />

ki, her dürlü ses çıkaran âletlere (Mizmâr) denir. Davul, def, ney, zurna, keman,<br />

ud, ho-parlör, teyp, televizyon, birer mizmârdır. İbni Hacer-i Mekkî, (Keffür-reâ’<br />

an muharremât-il lehvi vessimâ’) kitâbında diyor ki, (Hadîs-i şerîfde (Davulu<br />

ve mizmârı yok etmek için emr olundum) ve (Bir zemân gelir ki, Kur’ân-ı<br />

kerîmi mizmârlardan okurlar. Okuyanlara ve dinleyenlere Allahü teâlâ la’net e-<br />

der) buyuruldu.) Ezân ve mevlid okumak da böyledir. 2.ci kısmda, 52.ci maddeye<br />

bakınız!]<br />

Bî-vefâdır ey denî dünyâ senin her ni’metin.<br />

Sarsar-ı bâd-ı ecel, mahv eyliyor her rif’atin!<br />

– 247 –


70 — CEMÂ’AT İLE NEMÂZ<br />

Câmi’e sağ ayak ile girilir. Câmi’den çıkarken, önce sol ayak ile çıkılır. (Uyûnül-besâir)de<br />

diyor ki, (Câmi’e girerken, girmeden evvel, önce sol, sonra sağ ayakkabı<br />

çıkarılır. Bundan sonra, önce sağ ayakla câmi’e girilir. Önce sol ayakla çıkdıkdan<br />

sonra [veyâ çıkmadan evvel], önce sağ ayakkabı giyilir). (Hadîka)da, el ve ayak<br />

âfetlerinde diyor ki, (İmâm-ı Nevevî Müslim şerhinde buyuruyor ki, mubârek, şerefli<br />

ve temiz işleri yaparken sağdan başlamak müstehabdır. Ayakkabı, don, gömlek<br />

giyerken, baş traş ederken ve tararken, bıyık kırkarken, misvâk kullanırken, tırnak<br />

keserken, el, ayak yıkarken, mescide, (müslimânın evine) ve odasına girerken,<br />

halâdan çıkarken, sadaka verirken, yemek yirken, su içerken sağdan başlanır.<br />

Bunların zıddı olanları yaparken, meselâ ayakkabı, çorab, elbise çıkarırken, câmi’den<br />

ve müslimânın evinden, odasından çıkarken, halâya girerken, sümkürürken,<br />

tahâretlenirken soldan başlamak müstehabdır. Bunları tersine yapmak, tenzîhî<br />

mekrûh olur. Çünki heyetde, şeklde olan sünneti terk etmek olur.) [Bulunduğu yerin<br />

âdetine uymak için sakalı kazımak da böyledir. 249.cu sahîfeye bakınız!]<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (İki cins imâmlık vardır.<br />

Evvelâ (İmâmet-i kübrâ)yı bildireceğiz.) Üçüncü cildde bâgîleri anlatırken, üçyüzonuncu<br />

sahîfede de bildirilecekdir. Abdülganî Nablüsînin “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” (El-Hadîkat-ün-nediyye) kitâbının yüzkırküçüncü ve ikiyüzdoksandördüncü<br />

ve üçyüzellibirinci sahîfelerinde de yazılıdır. İmâmlığın ikincisi (İmâmet-i<br />

sugrâ)dır ki, farz nemâzı kıldırmak için imâm olmakdır. Beş vakt nemâzın farzlarını<br />

cemâ’at ile kılmak, erkeklere hanefî, şâfi’î ve mâlikîde sünnetdir. Cum’a ve bayram<br />

nemâzlarında ise şartdır. Nâfile nemâzları cemâ’at ile kılmak mekrûhdur. Beş<br />

vakt nemâzda, bir kişi de cemâ’at olarak yetişir. Kırâeti güzel olan imâm olur, ya’nî<br />

Kur’ân-ı kerîmin harflerini tanıyan, tecvîd ile okumasını bilen olur. Sesi güzel ve<br />

tegannî ile okuyan değil! Fâsıkın imâm olması mekrûhdur. Çok âlim olsa bile, ona<br />

uymak tahrîmen mekrûhdur. Hadîs-i şerîfde, (Müttekî bir âlim ile nemâz kılan, bir<br />

Peygamber ile kılmış gibidir) buyuruldu.<br />

(Uyûn-ül-besâir) kitâbının yüzotuzbeşinci sahîfesinde buyuruyor ki, ([Özrlü<br />

olmadığı hâlde] câmi’e gitmeyip, evinde âilesi ile cemâ’at yapan kimse, câmi’deki<br />

cemâ’atin sevâbına kavuşamaz. Ya’nî, câmi’e mahsûs olan, fazla sevâba kavuşamaz.<br />

Yoksa, evde cemâ’at ile kılınca da, cemâ’at sevâbına, ya’nî yirmiyedi kat sevâba kavuşur.<br />

Şunu da bildirelim ki, iki cemâ’at de, şartlara, sünnetlere uygun olduğu zemân<br />

böyledir. Evdeki cemâ’at dahâ uygun ise, evde kılmak lâzımdır). (Halebî-i kebîr)in<br />

dörtyüziki, altıyüzonüç ve altıyüzondokuzuncu sahîfelerinde de yazılıdır.<br />

[Görülüyor ki, nemâzın şartlarına ehemmiyyet vermiyen imâmların arkasında nemâz<br />

kılmamalıdır. Bunların nemâzı sahîh olmaz. Günâh işlediği hâlde, meselâ içki<br />

içdiği, fâiz yidiği, kadınlara, kızlara bakdığı, kumar oynadığı hâlde, abdestin, nemâzın<br />

farzlarını bilen ve ehemmiyyet veren imâm arkasında kılmak câiz olsa da, mekrûhdur.<br />

Ebüssü’ûd efendi fetvâsında buyuruyor ki, (Sâlih ve fâcir arkasında nemâz<br />

kılınız!) hadîs-i şerîfi, câmi’ imâmları için değil, Cum’a kıldıran emîrler, vâlîler içindir.<br />

Bunlara uymak ve itâ’at etmek içindir. Günâh işlediği bilinen imâmların arkasında<br />

nemâz kılmamalıdır. İmâmlık şartları bulunmıyan, Kur’ân-ı kerîmi tegannî ile<br />

okuyan imâma uymamalıdır. Dînine bağlı imâmın mescidine gitmelidir. Her nemâz<br />

için, câmi’e gitmeli, fâsık, câhil, mezhebsiz, dinde reformcu olduğu bilinen<br />

imâma rastlanınca, ona uymamalıdır. Böyle imâm var zan etmekle, câmi’i terk etmemelidir.<br />

Molla Murâd kütübhânesi, [1114] numaralı, Ebüssü’ûd efendi fetvâsında buyuruyor<br />

ki, (Harâm yiyen, fâiz alan imâmı azl etmek vâcibdir. Kur’ân-ı kerîmi tecvîd<br />

üzere okumasını bilmek farzdır. Tecvîdi bilmiyen, mehâric-i hurûfu gözetemez.<br />

Harflerin ağızdaki yerlerini gözetemiyen bir kimsenin okuduğu Kur’ân-ı kerîm ve<br />

kıldığı nemâz sahîh olmaz). İkinci kısmda birinci maddeye bakınız! İmâmlık şartla-<br />

– 248 –


ı bulunan kimsenin imâm olması için uğraşmak, her müslimânın vazîfesidir.]<br />

(Nûr-ül-îzâh) şerhi hâşiyesinde buyuruyor ki, (İmâm olmak için altı şart lâzımdır).<br />

Bunlardan biri bulunmadığı bilinen imâmın arkasında nemâz sahîh olmaz:<br />

1 — Müslimân olmak, Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer Fârûkun halîfe olduğuna inanmıyan<br />

ve te’vîlini bilmeden mi’râca, kabr azâbına inanmıyan, imâm olamaz.<br />

2 — Bulûg yaşında olmak.<br />

3 — Akllı olmak. Serhoş ve bunak imâm olamaz.<br />

4 — Erkek olmak. Kadın, erkeklere imâm olamaz.<br />

5 — Hiç olmazsa, Fâtiha ile bir âyeti doğru okuyabilmek. Bir âyeti ezberlememiş<br />

olan ve ezberlese de, tecvîd ile okuyamayan, nağme yapan, imâm olamaz.<br />

6 — Özrsüz olmakdır. Özrü olan, özrü olmayanlara imâm olamaz. Özr, bir yerinden<br />

durmadan kan akmak, yel kaçırmak, idrâr kaçırmak, te ve fe harflerini tekrârlayarak<br />

okumak, sin harfini se, ra harfini gayn okumak, abdestsiz veyâ dirhemden<br />

fazla necâsetli olmak ve avret mahalli açık olmakdır. Gözü ağrıyan, gözyaşı<br />

kesilmezse, özr sâhibi olur. Kulakdan, göbekden, burundan, memeden ağrı ile çıkan<br />

her sıvı da, devâmlı akarsa, özr sâhibi olur. Adı geçen yerlerden ve yaradan<br />

çıbandan çıkan kan, irin ve sarı su, ağrı ile olmasa da, böyledir. Özrleri birbirine<br />

benziyenler birbirlerine ve bir özrlü olan, iki özrlü olana imâm olabilir. Mâlikîde<br />

ve şâfi’îde, özrlü olan, özrsüz olana imâm olabilir. [Yara üstündeki merheme,<br />

sargıya mesh eden ve kaplama veyâ dolgu dişi olduğu için, mâlikî ve şâfi’î “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhimâ” mezhebini taklîd edenler özrlü sayılmaz.]<br />

(Dürr-ül-muhtâr) üçyüzyetmişaltıncı sahîfede buyuruyor ki, ([İsterse profesör<br />

olsun] din câhillerinin, fâsıkların, ya’nî büyük günâh işliyenin, meselâ içki içenin,<br />

zinâ edenin, fâiz yiyenin, karısını, kızlarını çıplak gezdirenin, a’mânın imâm olması<br />

mekrûhdur. [Fâsıkın imâm olması, mâlikîde sahîh değildir (Halebî).] Ebüssü’ûd<br />

efendinin “rahmetullahi aleyh” fetvâsını yukarıda bildirmişdik. A’mâ, âlim<br />

ise, imâm olur. Veled-i zinânın, ya’nî nikâhsız doğmuş kimsenin imâm olması da<br />

mekrûhdur. Emred kimsenin, ya’nî henüz bâlig olmuş, sakalı çıkmamış, parlak kimsenin<br />

imâm olması, âlim olsa bile, mekrûhdur. Çünki, fitneye sebeb olur. Parlak<br />

olmıyan, köse [sakalsız] arkasında kılmak mekrûh değildir). [Görülüyor ki, imâm<br />

olmak için, sakallı olmak şart değildir. Özr ile sakal traşı olanın arkasında nemâz<br />

kılınır. Sakalı sünnete uygun olmıyan [ya’nî, çenedeki ile birlikde bir tutam uzun<br />

olmıyan] kimse, bid’at sâhibi olur. Sakalın sünnete uygun olmasına ehemmiyyet<br />

vermiyen, kâfir olur. Yetmişbirinci maddeye bakınız!].<br />

İmâma uymanın doğru olması için, on şart vardır:<br />

1 — Nemâza dururken, tekbîri söylemeden önce, imâma uymağa niyyet etmekdir.<br />

İmâmın kim olduğunu niyyet lâzım değildir.<br />

2 — İmâmın, kadınlara imâm olmağa niyyet etmesi lâzımdır. [İbni Âbidîn,<br />

nemâzın mekrûhlarını bildirirken buyuruyor ki, (Kızların, kadınların, acûzelerin,<br />

beş vakt nemâza ve cum’a ve bayram nemâzları için ve va’z dinlemek için câmi’e<br />

gitmeleri câiz değildir. Eskiden yalnız acûzelerin akşam ve yatsı zemânı gitmesine<br />

izn verilmiş idi ise de, şimdi bunların gitmesi de, câiz değildir). Hele kadınların başı,<br />

kolu, bacağı açık, câmi’e gelip, mevlid, va’z ve hâfız dinlemeleri harâmdır, büyük<br />

günâhdır. Hıristiyan kadınları bile, kiliseye giderken, böyle açık değildir. Açık<br />

kadınların, erkekler arasına karışdığı yerlere câmi’ denmez. Böyle yerlere, nemâz<br />

kılmak için dahî gidilmez. İmâmın erkeklere imâm olmağa niyyet etmesi lâzım<br />

değildir. Fekat niyyet ederse, kendisi cemâ’atin sevâbına da kavuşur. (Hadîka) kitâbı,<br />

yüzkırksekizinci sahîfede diyor ki, (Fıkh âlimleri buyurdu ki, imâm nemâza<br />

dururken kendisine uyan cemâ’ate imâm olmağa niyyet etmezse, buna uymak sahîh<br />

olur ise de, imâmın kendisi imâmlık sevâbına kavuşamaz. İmâm olmağa niyyet<br />

etmediği için, yalnız kılmış gibi, yalnız kendi nemâzının sevâbını alır. Başkalarının<br />

– 249 –


kendisine uymasına niyyet edince, cemâ’atin sayısı kadar, imâmlık sevâbı da alır).]<br />

3 — Cemâ’atin topuğu, imâmın topuğunun gerisinde olmak.<br />

4 — İmâm ile cemâ’at, aynı farz nemâzı kılmak. Farzı kılmış olan kimse, tekrâr<br />

imâma uyunca, imâm ile kıldığı nâfile olur.<br />

5 — İmâm ile cemâ’at arasında, kadın safı bulunmamak. Kadınlar bir safdan<br />

az olup arada perde varsa veyâ alçakda, yüksekde iseler câiz olur. [(Tergîb-üs-salât)da<br />

diyor ki, dört kadın yan yana durunca bir saf sayılır. Kadın safının arkasında<br />

olan erkeklerin hepsinin nemâzları fâsid olur. Üç kadın yan yana ise, yalnız bunların<br />

arkasındaki üç erkeklerin ve kenârdaki kadınların yanındaki birer erkeğin<br />

nemâzları fâsid olur. Kadın ile yanlarındaki erkek arasında direk veyâ perde, dıvar<br />

varsa, nemâzları fâsid olmaz. Kadın ile erkeğin, mahrem olmaları da böyledir.<br />

Kadınların evde, erkeksiz cemâ’at yapmaları mekrûhdur.]<br />

6 — İmâmın kendisini görse, yâhud sesini işitse, aradaki dıvar mâni’ olmaz. Arada<br />

kayık geçecek nehr ve araba geçecek yol mâni’ olur. Yolda veyâ nehrdeki<br />

köprüde iki saf imâma uyunca, arkadakilerin de nemâzı sahîh olur. İkinci kısm, elliikinci<br />

maddenin ortasına bakınız!<br />

7 — İmâma uymanın sahîh olması için, imâmın veyâ müezzinin sesini işitmek<br />

yâhud bunları görmek veyâ cemâ’atin hareketlerini görmek lâzımdır. İşitmeğe, görmeğe<br />

elverişli penceresi olmayan dıvar arada olmamalıdır.<br />

[Radyodan, televizyondan, ho-parlörden çıkan sesin, insan sesi olmadığını<br />

ezân bahsinde bildirmişdik. Sinema perdesinde, televizyonda nemâz kıldığı görülen<br />

imâmın kendisi değildir, benzeridir. Buna uymak câiz olmadığı gibi, bu seslerle<br />

ibâdet yapmak da sahîh olmaz. Bid’at ve büyük günâh olur.]<br />

(El-mukaddimet-ül-hadremiyye) ve (Envâr) ve (El-fıkh-ü-alel-mezâhib-il-erbe’a)<br />

ve (Misbâh-un-necât) kitâblarında diyor ki, (Şâfi’î mezhebinde, câmi’ hâricinde<br />

bulunan kimsenin, câmi’deki imâma uymasının sahîh olması için, imâmın intikalâtını,<br />

imâmı veyâ cemâ’atden birini görerek yâhud imâmı veyâ müezzini işiterek bilmek<br />

şart olduğu gibi, son safdan uzaklığı takrîben üçyüz zrâ’dan [300 x 0,42 = 126<br />

metreden] fazla olmaması da şartdır.) (Tergîb-üs-salât)da diyor ki, (Câmi’ hâricindeki<br />

kimsenin, imâma uyması sahîh olmak için, câmi’in dolu olması lâzımdır. Dolu<br />

olmaz ise ve dolu olup da, son saf ile, dışarıdaki kimse arasında, araba geçecek<br />

kadar mesâfe varsa, imâma uyması sahîh olmaz). Ho-parlör sesi ile ve televizyondaki<br />

imâma uyarak kılanların nemâzlarının sahîh olmadığı, Hindistân âlimlerinin Keralada<br />

çıkardıkları (El-Muallim) mecmû’asının Rebî’ul-evvel 1406 ve Dessembr [Aralık]<br />

1985 târîhlisinde uzun yazılıdır. 1401 h. ve 1981 m. senesinde Pâkistânda çıkan<br />

(Süyûf-ullahil-ecille) kitâbının beşinci sâhifesinde, ho-parlör ile nemâz kıldıran<br />

imâma uymak câiz olmadığı açık yazılıdır. Bu kitâb, (Hakîkat Kitâbevi) tarafından,<br />

(Fitnet-ül vehhâbiyye) sonunda basdırılmışdır. Yahyâ efendi fetvâsına bakınız!<br />

8 — İmâm hayvânda, cemâ’at yerde veyâ bunun tersi olmamak.<br />

9 — İmâm ile cemâ’at, yapışık olmıyan iki gemide bulunmamak.<br />

10 — Başka mezhebdeki imâma uyan cemâ’atin, kendi mezheblerine göre nemâzı<br />

bozan bir şeyin, imâmda bulunduğunu bilmemesi lâzımdır. Meselâ, imâmdan kan<br />

akması veyâ başının dörtde birinden az mikdârını mesh etmesi, Hanefî mezhebinde<br />

câiz olmadığından, böyle yapdığı bilinen bir şâfi’î imâma uymak âlimlerin çoğuna<br />

göre câiz olmaz. Bu kavl sahîhdir. Şâfi’î imâmdan kan akdığı görülse, sonra imâm<br />

bir zemân gayb olup tekrâr gelse, buna uyulur. Çünki, o zemânda abdest almış olabilir.<br />

Hüsn-i zan etmek iyidir. [Bu âlimlere göre, bir hanefînin, kaplama ve dolgu<br />

dişi görülen şâfi’î imâma uymaması lâzımdır.] İbni Âbidînde ve Tahtâvînin (İmdâd)<br />

hâşiyesinde ve Ahmed Hamevînin (Eşbâh) hâşiyesi, ikinci cild, ikiyüzonyedinci sahîfesinde<br />

diyor ki, (Muhammed Hindüvânî ve ba’zı âlimler dediler ki, nemâzı<br />

kendi mezhebine göre sahîh olan şâfi’î imâma uyulabilir). (Nihâye) kitâbı, bu kav-<br />

– 250 –


lin kıyâsa dahâ uygun olduğunu bildiriyor ve (bu kavle göre, Hanefî mezhebinde<br />

câiz olmıyan bir hâli görülen şâfi’î imâma uyulabilir) diyor. Bu kavlin de sahîh olduğu<br />

(Halebî-yi kebîr)de yazılıdır. Mâlikîde de câizdir. Bu âlimlere göre, kaplama<br />

ve dolgusu görülen mâlikî veyâ şâfi’î imâma uymak câiz olur. Hanefî mezhebinde<br />

olup da, kaplama ve dolgusu olduğu için, İmâm-ı Mâlikin veyâ Şâfi’înin “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhimâ” mezhebini taklîd eden bir kimsenin, bu âlimlere göre, kaplama<br />

ve dolgusu olmıyan hanefîlere de imâm olabileceği anlaşılmakdadır. Çünki bu<br />

kimse, mâlikî veyâ şâfi’î mezhebindeki imâm gibidir. Ayrıca, kendi mezhebinin diğer<br />

şartlarına uymakda, vitr nemâzını vâcib bilerek kılmakdadır. Kaplama veyâ dolgusu<br />

olup olmadığını, varsa, mâlikîyi veyâ şâfi’îyi taklîd edip etmediğini sormak,<br />

tecessüs etmek câiz değildir. Başka mezhebden olan imâm, hanefîdeki şartları da<br />

gözetiyorsa, buna uymak yalnız kılmakdan, Hanefîye uymak, ona uymakdan dahâ<br />

iyidir. [Dolgusu, kaplaması olan, imâmlık vazîfesi almamalıdır.]<br />

Cemâ’at bir kişi ise, imâmın sağ yanında hizâsında durur. Solunda durması<br />

mekrûhdur. Arkasında durması da mekrûh olur. Ayağının topuğu, imâmın topuğundan<br />

ileri olmazsa, nemâzı sahîh olur. İki ve dahâ çok kişi, imâmın arkasında durur.<br />

Birincisi, imâmın tam arkasına, ikincisi birincinin sağına, üçüncüsü birincinin<br />

soluna, dördüncüsü ikincinin sağına, beşincisi üçüncünün soluna... olarak dururlar.<br />

İkinci, sonradan gelirse, arkaya durur. Birinci, nemâzı bozmadan arkaya geçer.<br />

İmâm ileri gitmez. 68. ci maddede, 23. cü sıraya bakınız!<br />

İmâm ile cemâ’at arasında, iki safdan ziyâde alacak boş meydân veyâ büyük havuz<br />

bulunursa, bunun gerisinde olanların uyması câiz olur ise de, yalnız kılması mekrûh<br />

olur. Havuzun ve meydânın iki yanlarında cemâ’atin bulunması şart değildir.<br />

Mescide bitişik açık ve kapalı yerler, odalar da böyledir. [Tahtâvî İmdâd hâşiyesi.]<br />

İkinci kısm, 52. ci maddeye bakınız!<br />

Abdest alan, teyemmüm etmiş olana, ayakda kılan, oturarak kılana ve nâfile kılan,<br />

farz kılana uyabilir. Dînini bilen bir imâm arayıp ona uymalıdır.<br />

Mahalle câmi’inde, ezân ve ikâmet okuyarak bir kerre cemâ’at ile nemâz kılınır.<br />

Yoldaki câmi’lerde ve imâmı, müezzini olmıyan câmi’lerde, her cemâ’at için<br />

ayrı ayrı ezân ve ikâmet ile kılınır. Cin imâm olur. Melek imâm olamaz. Çünki melek,<br />

mükellef değildir. Melek, cin ve çocuk, bir de olsa, cemâ’at olur. Nâfile kılan<br />

bir kişinin, farz kılana uyması ile cemâ’at sevâbı hâsıl olur.<br />

Cemâ’at ile kılmak vâcibdir diyenler de çokdur. Irâk âlimlerine göre “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma’în”, vâcibi özrsüz bir kerre bile terk etmek günâh olur.<br />

Terk etmeği âdet ederse, sözbirliği ile günâh olur. Sünneti terk ise, günâh olmaz.<br />

Bir câmi’de cemâ’ati kaçıran kimsenin, başka câmi’de araması müstehabdır.<br />

Hastanın, felclinin, bir ayağı kesik olanın, yürüyemiyen ihtiyârın ve a’mânın cemâ’ate<br />

gitmesi lâzım değildir. Yardımcıları, nakl vâsıtaları olsa da, lâzım değildir.<br />

Yağmur, çamur, çok soğuk ve karanlık da, özrdür. Çok rüzgâr, yalnız gece özr olur.<br />

Hırsız ve başka sebeble malı gitmek korkusu, fakîr olanın alacaklısından korkusu,<br />

canı ve malı için zâlimden korkusu, abdest sıkışdırması, yolcunun nakl vâsıtasını<br />

kaçırmak korkusu, hastaya bakmak, imrendiği yemeği kaçırmak korkusu,<br />

fıkh bilgisini öğrenmeği kaçırmak korkusu, cemâ’ate gitmemek için özrdür. İmâmın<br />

bid’at sâhibi olduğunu veyâ abdestin, guslün, nemâzın şartlarını gözetmediğini<br />

bilmek de özrdür. Bu şartları dahâ çok bilenin ve gözetenin, başkalarından önce<br />

imâm seçilmesi lâzımdır. Bundan sonra, tecvîd ile okuyan seçilir. Hâfız olması<br />

şart değildir. Bunlar birkaç kişi ise, vera’ sâhibi olan seçilir. Vera’, şübhelilerden<br />

kaçınmak demekdir. Bundan sonra, yaşı çok olan seçilir. Bundan sonra, sıra ile, huyu,<br />

yüzü, nesebi, sesi, elbisesi güzel olan seçilir. Bunlar birkaç kişi ise, aralarından<br />

malı, mevkı’i çok olan seçilir. Bunlar da benziyor ise, mukîm müsâfire imâm olur.<br />

Seçimde uyuşulmazsa, çoğunluğun seçdiği imâm olur. Dahâ üstünü varken, başkası<br />

seçilirse, çirkin olur. Fekat, günâh olmaz. Emîr ve vâlî seçimi de böyledir. Ha-<br />

– 251 –


lîfe seçiminde ise, en üstün olanı seçmemek günâhdır. Bir evde, ziyâfetde, seçim<br />

aranmadan, ev sâhibi, ziyâfet sâhibi imâm olur. Yâhud, imâmı bu seçer. Kirâcı, ev<br />

sâhibi demekdir. İstenmiyen kimsenin imâm olması mekrûhdur.<br />

Bid’at sâhibi kimsenin imâm olması tahrîmen mekrûhdur. Ehl-i sünnet i’tikâdına<br />

uymıyan bir inanış sâhibine (Mezhebsiz) denir. Mezhebsiz, eğer Kur’ân-ı kerîmde<br />

ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan bir şeye inanmamış veyâ şübhe<br />

etmiş ise, (Küfr) olur. Açık olarak bildirilmemiş şübheli olan delîlleri te’vîl ederek<br />

yanlış ma’nâ vermiş ise, (Bid’at) olur. Dünyânın yaratıldığına inanmamak, böyle<br />

gelmiş, böyle gider demek, küfrdür. Cennetde, mü’minlerin Allahü teâlâyı göreceğine<br />

inanmamak bid’atdir. Fekat, nasslara yanlış anladığı için inanmamak bid’at<br />

olur. (Böyle şey olmaz. Aklım kabûl etmez) diyerek tahkîr ederse, yine kâfir<br />

olur. Bid’at hakkındaki hadîs-i şerîfler, (Hadîka) ve (Berîka)nın başında ve fârisî<br />

(Eşi’at-ül-leme’ât)ın 125.ci sahîfesinde mevcûddur. (Eşi’a)dekiler, (Mazheriyye)<br />

kitâbımıza da nakl edilmişdir. Küfre sebeb olan birşey söylemedikçe ve yapmadıkça<br />

(Ehl-i kıble)ye, ya’nî nemâz kılana (Kâfir) denmez. Fekat, Kur’ân-ı kerîmde<br />

ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilen ve müslimânların asrlar boyunca inandığı<br />

bir şeye uymıyan söz ve işde bulunan bir kimse, bütün ömrünce nemâz kılsa,<br />

her ibâdeti yapsa da, buna (Kâfir) denir. Meselâ, Allahü teâlâ zerreleri, yaprak sayısını,<br />

gizlileri bilmez dese, kâfir olur. Ebû Bekr ile Ömerden “radıyallahü anhümâ”<br />

başka sahâbîyi, dînî bir sebeble kötüleyen, bid’at sâhibi olur. Bir harâma mubâh<br />

diyen kimse, bir âyete veyâ hadîs-i şerîfe dayanarak, samîmî söyliyorsa, kâfir<br />

olmaz. Nassa dayanmadan, keyfi için söylüyorsa, kâfir olur. Ebû Bekr ile Ömerin<br />

hilâfete seçilmeleri haklı değildi demek, bid’atdir. Hilâfete hakları yok idi demek<br />

küfrdür.<br />

İmâmlık şartlarını taşıyan bir kimse, ücret veyâ ma’âş karşılığı imâmlık yapıyorsa,<br />

bunun arkasında kılmak câiz olduğuna fetvâ verilmişdir. Elhân ederek, mûsikî<br />

perdelerine uyarak, tegannî eden ve nemâzı vaktinden evvel kıldıran imâm arkasında<br />

kılınan nemâzı iâde etmek lâzım olduğu, (Halebî-i kebîr) sonunda yazılıdır.<br />

[İmâmlık şartları bulunmıyan, mezhebsiz, dinde reformcu olduğu bilinen imâmın<br />

yerine, Ehl-i sünnet i’tikâdında olan imâm ta’yîn edilmesi için uğraşmalıdır.]<br />

Cemâ’at istese de, imâmın, farz kıldırırken kırâeti ve tesbîhleri sünnetden fazla<br />

okuması tahrîmen mekrûhdur. Kadın imâm olup kadınlara nemâz kıldırması tahrîmen<br />

mekrûhdur. Erkek olmadığı zemân, cenâze nemâzını cemâ’at ile kılmaları<br />

mekrûh olmaz. Çünki, yalnız kılarsa, ilk kılan kadın farzı kılmış olur. Sonra kılanlarınki<br />

nâfile olur. Cenâze nemâzını nâfile kılmak da mekrûhdur. Cenâze nemâzını<br />

bir kerre kılmak farzdır. Cenâze nemâzında, kadın erkeklere imâm olursa, erkekler<br />

tekrâr kılmaz. Çünki, yalnız kadının nemâzı kabûl olup, farz, bir kişi ile yapılmış<br />

olur. Kadın, kadınlara imâm olursa, ilk safın ortasında durur. İleri geçmesi<br />

günâh olur.<br />

Evde, erkek, mahremi olan kadınlara imâm olur. Yabancı kadınlara imâm olamaz.<br />

Çünki, halvet olur. Eğer cemâ’at arasında, bir erkek veyâ imâmın mahremi<br />

kadın bulunursa, yabancı kadınlar da cemâ’ate girebilir. Burada da, süt ve nikâh<br />

ile olan mahremlerin, halvetde olduğu gibi, genc olmaları mekrûhdur. Mescidde<br />

halvet hâsıl olmaz. Bir kadın, imâmın arkasında durur. Yanında durmaz. Erkek de<br />

var ise, kadın erkeğin arkasında durup imâmla kılar.<br />

Mescid-i harâmda, imâmın Makâm-ı İbrâhîmde durması efdaldir. Oturanlara<br />

eziyyet vermemek için câmi’e gelenin, ileri safa geçmemesi efdaldir. Farza başlanırken,<br />

öndeki safdaki boş yere geçilir. Cenâze nemâzında, arkadaki saflar, öndeki<br />

saflardan dahâ sevâbdır. İmâmı rükü’da bulan, rek’ati kaçırmamak için, son safda<br />

durur. İleri saflara geçmez. Son safda yer yoksa, o rek’ati kaçırsa da, yalnız durmaz.<br />

Birinci safda boş yer olup ikinci safda yoksa, ikinciyi yarıp birinciye geçilir.<br />

Ön safa geçmek için, cemâ’atin önünden geçmek günâh olmaz.<br />

– 252 –


Cemâ’at ile kılan adam, aynı imâma uyan herhangi bir kadınla, bir rükn mikdârı<br />

bir hizâda durursa ve aralarında kalın perde veyâ parmakdan kalın bir direk<br />

yâhud bir insan sığacak kadar açıklık yoksa, erkeğin nemâzı bozulur. Bir safda kadın<br />

kılınca, yalnız iki yanındaki ve tam arkasındaki erkeğin nemâzı bozulur. Arkasındaki<br />

dokuz ayakdan uzak ise bunun bozulmaz. Aynı imâma uymayan bir kadının,<br />

erkekle bir hizâda kılmaları mekrûhdur. Erkek, yanında, imâma uyacak bir<br />

kadını görünce, geride durması için, eli ile işâret etmelidir. Geri gitmezse, kadının<br />

nemâzı kabûl olmaz. Erkeğin nemâzı bozulmaz. Bir hizâda olan kadın, adam boyu<br />

yüksekde veyâ aşağıda ise, zararı olmaz.<br />

Rükü’ ve secde yapamayan, yapana imâm olamaz. Nâfile kılan, farz kılana<br />

imâm olamaz.<br />

(Elsağ) olan kimse, elsağ olmayana imâm olamaz. Elsağ, sin harfini, se harfi okuyandır.<br />

Başka harfleri doğru okuyamayan da, doğru okuyanlara imâm olamaz. Böyle<br />

kimselerin, harfleri doğru söylemek için, gece gündüz çalışması farzdır. Çalışıp<br />

da söyleyemezse, kendi nemâzı câiz olur. Çalışmazsa, kendi nemâzları fâsid olur.<br />

Harfleri doğru okuyan bir imâma uyarak cemâ’at ile kılması mümkin iken, yalnız<br />

kılarsa, harfi doğru okumadığı için, nemâzı yine kabûl olmaz. Doğru söyleyemediği<br />

harf bulunmayan bir âyet varsa, bunu veyâ böyle birkaç âyet-i kerîmeyi ezberlemesi<br />

ve nemâzlarda, bunları okuması lâzımdır. Doğru okuyabildiği âyet-i kerîme<br />

var iken, bunu ezberlemeyip, söyleyemediğini okursa, nemâzı yine kabûl olmaz.<br />

Fâtihayı her nemâzda okumak lâzım olduğundan, bunu güzel okumağa çalışması<br />

lâzımdır. [Görülüyor ki, bir harf doğru söylenmezse, Kur’ân-ı kerîm doğru<br />

olmuyor ve nemâz kabûl olmuyor. Radyo ve ho-parlör ile iletilen seslerde, harfler<br />

doğru çıkmadığı için, bunlarla Kur’ân-ı kerîm okumak, dinlemek ve nemâz kılmak<br />

doğru olmaz, kabûl olmaz. Suç olur. Günâh olur.]<br />

Meste veyâ sargıya mesh eden, bu uzvları yıkayana, farz kılan nâfile kılana imâm<br />

olur. Bütün sünnetlerin ve terâvîhin de hep böyle olduğu, İbni Âbidînde yazılıdır.<br />

Dört rek’at sünnet kılarken, farz kılan imâma uyan, nemâzı farz gibi kılar. Üçüncü<br />

ve dördüncü rek’atlerde zamm-ı sûre okuması vâcib iken, şimdi nâfile olur. Nâfile<br />

nemâz kılan, nâfile nemâz kılana imâm olur.<br />

Farzı cemâ’at ile kılacak kimse, niyyet ederken, (uydum hâzır olan imâma) diyerek<br />

de kalbinden geçirmesi lâzımdır. İmâmla birlikde, yalnız kılar gibi kılınır.<br />

Ancak, ayakda iken, imâm içinden okusa da, yüksek sesle okusa da, o hiçbir şey<br />

okumaz. Yalnız, birinci rek’atde (Sübhâneke) okur. İmâmın arkasında Fâtiha<br />

okumak, hanefîde tahrîmen mekrûhdur. Şâfi’îde farzdır. Mâlikîde, imâm yüksek<br />

sesle okurken, tahrîmen mekrûh, sessiz okurken müstehabdır. İmâm, yüksek sesle<br />

Fâtihayı bitirince, o yavaşça (Âmîn) der. Bunu yüksek sesle söylememelidir. Rükü’dan<br />

kalkarken, imâm (Semi’ Allahü limen hamideh) deyince, o yalnız (Rabbenâ<br />

lekel-hamd) der. Sonra eğilirken (Allahü ekber) diyerek, imâmla birlikde secdeye<br />

yatar. Rükü’da, secdelerde ve otururken, yalnız kılar gibi okur.<br />

İmâmda nemâzı bozan birşey bulunduğunu anlayan kimse, bu nemâzı tekrâr kılar.<br />

Bunu imâm nemâzda hâtırlarsa yâhud nemâzda iken nemâzı bozan birşey hâsıl<br />

olursa, bunu hemen cemâ’ate bildirir. Nemâzdan sonra anlarsa, o cemâ’atden<br />

olduklarını hâtırladığına, söyliyerek, haber göndererek, yazarak bildirir. Haber alan,<br />

iâde eder. Alamayan afv olur. Bir kavlde ve şâfi’îde imâmın cemâ’ate haber vermesi<br />

lâzım değildir. Nemâz içinde imâmın abdesti bozulursa, hemen birisini elbisesinden<br />

çekip yerine geçirmesi de câizdir. Sonra, dışarda abdest alıp gelip, vekîline<br />

uyarak nemâzını temâmlar. Câmi’de abdest alırsa, vekîle lüzûm olmaz. Vekîl<br />

bırakmayıp câmi’den çıkınca, cemâ’at birden fazla ise, nemâzları fâsid olur.<br />

Vitr nemâzı, Ramezânda cemâ’at ile kılınır. Başka zemânda yalnız kılınır.<br />

Regâib, Berât ve Kadr nemâzlarını cemâ’at ile kılmak mekrûhdur. Regâib nemâzı,<br />

Recebin ilk Cum’a gecesi kılınan nâfile nemâzdır. Hicretin dörtyüzseksenin-<br />

– 253 –


de meydâna çıkmışdır. Birçok âlimler, bunun çirkin bid’at olduğunu yazıyor. Çok<br />

kimsenin kılmasına aldanmamalı, sünnet sanmamalıdır.<br />

Farzı yalnız kılan kimsenin yanında, o farzı cemâ’at ile kılmağa başlasalar, birinci<br />

rek’atde secde etmedi ise, ayakda iken bir yana selâm vererek, nemâzı bozar.<br />

İmâma uyar. Birinci rek’atin secdesini yapdı ise, dört rek’atli farzlarda, iki rek’ati<br />

temâm kılıp selâm verir. Üçüncü rek’atin secdesini yapmadı ise, ayakda bir tarafa<br />

selâm verip bozar ve cemâ’ate katılır. Üçüncü rek’atin secdesini yapdı ise, dört<br />

rek’ati temâmlar. Sonra, imâma uyup, dört rek’at nâfile kılması iyi olur. İkindiyi,<br />

böyle cemâ’at ile kılamaz. Sabâh ve akşam farzında birinci rek’atde secde etdikden<br />

sonra da, nemâzı bozar. Fekat, ikinci rek’atin secdesini yapdı ise, nemâzını temâmlar.<br />

Sonra imâmla nâfile kılmaz. Sünneti kazâ niyyeti ile kılarken farza veyâ<br />

Cum’a hutbesine başlanırsa, nemâzı bozmaz. İki veyâ dört rek’ate temâmlar. Öğle<br />

veyâ Cum’a sünnetinde iki rek’atde selâm veren, farzdan sonra, iki dahâ kılarak,<br />

dörde temâmlar. Yeniden dört rek’at kılması, dahâ iyi olur. Kazâ kılarken cemâ’ate<br />

başlanırsa, tertîb sâhibi olan bozmaz. Mâlikî mezhebinde de böyledir.<br />

Câmi’de olan kimsenin, ezân okununca, bu nemâzı cemâ’at ile kılmadan, özrsüz<br />

dışarı çıkması tahrîmen mekrûhdur. Belli bir câmi’ cemâ’atine devâm âdeti ise,<br />

oraya ve mahallesi câmi’indeki cemâ’ate gitmesi ve hocasının veyâ başkasının dersini,<br />

va’zını kaçırmamak için bunların câmi’indeki cemâ’ate ve iş yerindeki câmi’e<br />

gitmesi özrdür. Farzı, cemâ’atden önce yalnız kılan da câmi’den çıkabilir. Fekat<br />

yalnız kılması mekrûh olur. Bu özrlülerin hepsi, ikâmet getirilirken çıkamaz. Farzı<br />

yalnız kılmış olan, öğle ve yatsı nemâzlarında, cemâ’at ile nâfile kılar. Diğer üç<br />

nemâzı yalnız kılmış olanın, cemâ’at ile kılınırken bile, câmi’den çıkması vâcib olur.<br />

Çünki, cemâ’ate uymamak büyük günâhdır. Sabâh sünnetini kılmamış olan kimse,<br />

sünneti kılarsa, cemâ’at ile nemâzda oturmağı da kaçıracağını anlarsa, sünnetini<br />

kılmaz. Hemen imâma uyar. Cemâ’at ile, ikinci rek’atde oturabileceğini anlarsa,<br />

sünneti, câmi’in dışında sofada, çabuk kılar. Sofa yoksa, içerde direk arkasında<br />

kılar. Böyle, boş yer yoksa sünneti kılmaz. Çünki, cemâ’at ile kılınırken, nâfile<br />

nemâza başlamak mekrûhdur. Mekrûh işlememek için sünneti terk etmek lâzımdır.<br />

[Mekrûh işlememek için, sabâh nemâzının bile sünnetini terk etmek lâzım<br />

olunca, sünnetler yerine kazâ kılmak lâzım olduğu buradan da anlaşılmakdadır.]<br />

Öğle ve Cum’a nemâzları cemâ’at ile kılınırken gelen, birinci rek’ati kaçırmak korkusu<br />

varsa, sünneti kılmaz. Hemen imâma uyar. Öğlenin sünnetini farzdan sonra<br />

kılar. Sabâh ve öğle cemâ’atini kaçırmamak için sünnete başlayıp ve hemen selâm<br />

vererek, sünneti farzdan sonra kazâ etmek doğru değildir. Çünki, özrsüz nemâz<br />

bozmak harâmdır. Bundan başka sabâh farzından sonra nezr kılınmaz. Bozulan<br />

sünnetin tekrâr kılınması, nezr kılmak kadar mühim değildir. Bozulan nâfileleri<br />

tekrâr kılmak vâcibdir. Bozulan farzları tekrâr kılmak farzdır. [Uyûn-ül-besâir.]<br />

Çünki, nâfileye başlanınca, bunu temâmlamak vâcib olur. Sabâh nemâzını<br />

kılamayan, o gün öğleden önce, sünneti ile birlikde kazâ eder. Öğleden sonra, yalnız<br />

farzını kazâ eder. Cum’a veyâ öğle farzına yetişen, ilk sünneti farzdan sonra kılar.<br />

Rükü’a yetişemiyen, o rek’ati imâmla kılmış olmaz. İmâm rükü’da iken gelen,<br />

niyyet eder ve ayakda tekbîr getirip, nemâza girer. Hemen rükü’a eğilip imâma<br />

uyar. Rükü’a eğilmeden, imâm rükü’dan kalkarsa, rükü’a yetişmemiş olur. Bu<br />

rek’ate yetişmiş sayılmaz ise de, secdeleri imâmla yapması lâzımdır. Yapmazsa, nemâzı<br />

bozulmaz. Bir vâcibi terk etmiş olur. İmâm ayakda iken, imâma uyup imâmla<br />

birlikde rükü’a eğilmiyen kimse, rükü’u imâmdan sonra yalnız yapıp, imâma secdede<br />

yetişirse câiz olur. Fekat geç kaldığı için günâh olur. İmâmdan önce rükü’a<br />

eğilmek, secdeye yatmak veyâ önce kalkmak, tahrîmen mekrûhdur. 67. ci maddenin<br />

24. cü sayısına bakınız!<br />

[İmâmın hareketlerine uymak lâzımdır. Sesine uymak şart değildir. İmâmı göremiyen,<br />

imâmı görenlerin hareketlerine uyarsa, imâmın hareketlerine uymuş<br />

– 254 –


olur. İmâmın tekbîrleri ve imâmı görenlerin hareketleri, imâmın hareketlerini gösterdikleri<br />

için, bunlara uymak câiz olmakdadır. İmâmı görmiyenlerin, imâmın<br />

hareketlerini görebilmeleri için, câmi’in muhtelif yerlerine televizyon koymağa ihtiyâc<br />

yokdur. İmâmın sesini duymıyanların da, imâmı görenlerin hareketlerine ve<br />

müezzinlerin seslerine uymaları lâzımdır. Bu kolaylıklar varken, câmi’lere televizyon<br />

ve ho-parlör koymak, islâmiyyetin bildirdiğini beğenmeyip, kendi aklına göre<br />

ibâdet yapmak olur. Bu ise bir müslimânın yapacağı şey değildir. Minârelere hoparlör<br />

koymak da böyledir.] İmâmın, son sünneti, farzı kıldığı yerde kılması mekrûhdur.<br />

Biraz sağda veyâ solda kılar. Nemâzdan sonra, kıbleye karşı oturması da<br />

mekrûhdur. İlk safda imâma karşı nemâz kılan yoksa, cemâ’ate karşı oturmalıdır.<br />

Nemâz kılan varsa sağa veyâ sola dönmelidir. Cemâ’at için ve yalnız kılan için, bunlar<br />

mekrûh değildir. Son sünneti başka yerde, hattâ evlerinde kılmaları dahâ iyi olduğu<br />

(İmdâd)da, ezândan önce yazılıdır. Farz nemâzları kılınca, safları bozmak<br />

müstehabdır.<br />

(Mevkûfât)da, vitr nemâzını anlatırken diyor ki:<br />

(Beş şey’i imâm yapmazsa, cemâ’at de yapmaz:<br />

1 — İmâm kunût okumazsa, cemâ’at de okumaz.<br />

2 — İmâm bayram nemâzlarındaki tekbîrleri okumazsa, cemâ’at de okumaz.<br />

3 — Dört rek’atli nemâzın, ikinci rek’atinde oturmazsa, cemâ’at de oturmaz.<br />

4 — İmâm secde âyeti okuyup, secde etmezse, cemâ’at de etmez.<br />

5 — İmâm secde-i sehv yapmazsa, cemâ’at de yapmaz.<br />

Dört şey’i imâm yaparsa, cemâ’at yapmaz:<br />

1 — İmâm ikiden çok secde yaparsa, cemâ’at yapmaz.<br />

2 — İmâm bayram tekbîrini, bir rek’atde üçden çok söylerse, cemâ’at söylemez.<br />

3 — İmâm cenâze nemâzında, dörtden çok tekbîr söylerse, cemâ’at söylemez.<br />

4 — Beşinci rek’ate kalkarsa, cemâ’at kalkmaz. Berâber selâm verirler.<br />

On şey’i imâm yapmazsa, cemâ’at yapar. Bunlar:<br />

1 — İftitâh tekbîrinde el kaldırmak.<br />

2 — Sübhâneke okumak. İki imâm, cemâ’at de okumaz dedi.<br />

3 — Rükü’a eğilirken tekbîr getirmek.<br />

4 — Rükü’da tesbîh okumak.<br />

5 — Secdelere yatıp kalkarken tekbîr söylemek.<br />

6 — Secdelerde tesbîh okumak.<br />

7 — Semi’ Allahü demezse, rabbenâlekelhamd denir.<br />

8 — Ettehıyyâtüyü sonuna kadar okumak.<br />

9 — Nemâz sonunda selâm vermek.<br />

10 — Kurban bayramında, yirmiüç farzdan sonra, selâm verir vermez, tekbîr okumakdır).<br />

Mesbûk, ya’nî imâma birinci rek’atde yetişemiyen bir kimse, imâm iki tarafa da<br />

selâm verdikden sonra, ayağa kalkarak yetişemediği rek’atleri kazâ eder ve kırâetleri,<br />

birinci, sonra ikinci, sonra üçüncü rek’at kılıyormuş gibi okur. Oturmağı ise,<br />

dördüncü, üçüncü ve ikinci rek’at sırası ile, ya’nî sondan başlamış olarak yapar. Meselâ,<br />

yatsının son rek’atine yetişen kimse, imâm selâm verdikden sonra, kalkıp, birinci<br />

ve ikinci rek’atde Fâtiha ve sûre okur. Birinci rek’atde oturur, ikincide oturmaz.<br />

(Umdet-ül-islâm)da (Fetâvâyı Attâbî)den alarak diyor ki, (Mesbûk, ya’nî imâma<br />

birinci rek’atde yetişemiyen, imâm son rek’atde otururken, Et-tehıyyâtüyü erken<br />

bitirse, imâm selâm verinciye kadar Kelime-i şehâdeti tekrâr tekrâr okur. Süküt<br />

etmez. Nemâzda, okumak lâzım olan yerde, süküt etmek harâmdır. Salevât da<br />

okumaz. Çünki, son rek’atde oturan salevât okur. Birinci ka’dede salevât okursa,<br />

– 255 –


secde-i sehv lâzım olur. Ka’de-i ûlâda Allahümme selli derse, nemâzı fâsid olur.)<br />

Mukîm, edâ ederken ve kazâ ederken de, müsâfire uyabilir. [66. cı maddeye bakınız!].<br />

Müsâfir, dört rek’atli olan farzları edâ ederken, mukîme uyabilir. Yetişemediği<br />

rek’at olursa, imâm selâm verdikden sonra dörde temâmlar. Çünki, mukîm<br />

imâma vakt içinde uyan müsâfirin nemâzı değişerek, imâmın nemâzı gibi dört rek’at<br />

olur. Kazâyı iki rek’at kılması lâzım olduğundan, mukîm imâma uyamaz. Çünki,<br />

oturması ve okuması farz olan, nâfile olana uymuş olur. Mukîm olan müsâfir olana<br />

uyunca, nasıl kılacağı, 64. cü maddede bildirilmişdir. Bir rek’ati kaçıran kimse,<br />

o nemâzı cemâ’at ile kılmamış olur. Fekat, cemâ’at sevâbına kavuşur. Son<br />

rek’ati de kaçıran, imâma teşehhüdde yetişirse, cemâ’at sevâbını kazanır. İftitâh<br />

tekbîrini imâmla birlikde söylemenin ayrıca çok sevâbı vardır.<br />

(Umdet-ül-islâm)da diyor ki, (Cemâ’ate gelen, imâmı rükü’da görürse, ayakda<br />

tekbîr getirip, rükü’a eğilir. Tekbîri eğilirken söylerse, nemâzı sahîh olmaz. Eğilmeden,<br />

imâm kalkarsa, o rek’ate yetişmemiş olur).<br />

Ey, insan adını taşıyan varlık,<br />

kendine gel, uyan gafletden artık!<br />

Se’âdet yolun, göremezsen nâdân,<br />

niye vermiş sana, bu aklı Yezdân?<br />

niçin geldin fânî cihâna, böyle!<br />

yalnız yimek içmek için mi, söyle?<br />

Bilirsin, bir rûh da vardır insanda,<br />

psikoloji olayları meydanda.<br />

Muhakkak, dünyâya gelen, ölüyor,<br />

o zemân rûhlar, aceb n’oluyor?<br />

İleriyi görmek, elbet insanlık,<br />

bunu sağlar sanma, hıristiyanlık.<br />

İslâmı kötüler, onlar dâimâ,<br />

İncîlde, böyle mi söyledi Îsâ?<br />

İslâmiyyeti bilmiyorum dersin,<br />

nasıl, münevverlik iddiâ edersin?<br />

Gençlik geçdi, sanki tatlı bir rü’yâ,<br />

bütün ömür de, bir sâatdır güyâ,<br />

İslâmı, sanırım etmezsin teslîm,<br />

anlamadan hiç, verilir mi hüküm?<br />

Din dersine lüzûm yokmuş lisede,<br />

böyle mi söyleniyor, kilisede?<br />

İslâmı bilmediğin, pek âşikâr,<br />

ki bunu eyliyemezsin, hiç inkâr,<br />

Ne olur, bir din kitâbı okusan,<br />

İnsanlığı öğrenirsin, o zemân.<br />

– 256 –


71 — CUM’A NEMÂZI<br />

Cum’a nemâzı onaltı rek’atdir. Bunun iki rek’atini kılmak her erkeğe farz-ı ayndır.<br />

İnanmayan, ehemmiyyet vermiyen kâfir olur. Öğle nemâzından dahâ kuvvetli<br />

farzdır. Cum’a nemâzı farz olmak için, iki dürlü şartı vardır: Birincisi (Vücûb şartları),<br />

ikincisi (Edâ şartları)dır. Edâ şartlarından biri noksân olursa, nemâz sahîh<br />

olmaz. Vücûb şartları bulunmazsa, sahîh olur. Edâ şartları yedidir:<br />

1. ci şart, nemâzı şehrde kılmakdır. (Şehr), cemâ’ati, en büyük câmi’e sığmayan<br />

yer demekdir. Hanefî mezhebi fıkh âlimlerinin çoğu “rahmetullahi teâlâ aleyhim<br />

ecma’în” böyle söylemişdir. Bu sözün sahîh olduğu (Velvâlciyye)de de yazılıdır.<br />

Yâhud islâmiyyetin emrini yapabilecek gücde müslimân vâlî ve hâkimi bulunan yere<br />

şehr denir. İslâmiyyetin emrlerinin hepsini yapmasa da, insanların haklarını, hürriyyetlerini<br />

koruması, fitne, fesâdı önlemesi, mazlûmların haklarını zâlimlerden alması<br />

yetişir. Hükûmetin baskısı ile, hâkim ba’zı farzları yapdıramazsa, özr sayılır.<br />

[Bugün hükûmetin tasdîk ve kabûl etdiği muhtârı veyâ jandarma bulunan köyler<br />

ve şimdiki büyük şehrlerin içinde bulunan beldelerin herbiri yukarıdaki iki ta’rîfe<br />

göre de, Cum’a nemâzı için ayrı birer şehr sayılmakdadır. Böyle köylerde ve beldelerde<br />

Cum’a ve bayram nemâzları kılmak, câiz olur. Bundan başka, şâfi’îde, kırk<br />

kişi Cum’ayı her yerde kılabilir. Başka mezhebde câiz olan birşeye hükûmet izn<br />

verince, diğer mezhebde de câiz olur. Hükûmet bir mubâhı emr edince, yapılması<br />

vâcib, men’ ederse, harâm olur. Şehr [il] deyince, yalnız zemânımızdaki büyük<br />

şehrleri düşünenler, (Bütün bir şehr halkının bir tek câmi’e sığmıyacağını açıklamağa<br />

ihtiyâc yokdur. Cum’a ile ilgili görüşlerin dîne uymadığına, Cum’a nemâzının<br />

şartları üzerinde ba’zı yanlışlıklara işâret ediyoruz) gibi yazılarla fıkh kitâblarını<br />

lekelemeğe kalkışıyorlar. Kendi câhilliklerini anlamayıp da, islâm âlimlerine<br />

dil uzatanlara yazıklar olsun! Böyle kimselerin yaldızlı ve heyecânlı yazılarına aldanarak,<br />

onları din adamı sananlar, onlardan dahâ çok zevâllıdırlar].<br />

Şehr halkının tarla, mezârlık, oyun için yayıldıkları yerler de, şehr sayılır.<br />

2. ci şart, devlet ve hükûmet reîsinin veyâ vâlînin izni ile kılmakdır. Bunların<br />

ta’yîn etdiği hatîb, kendi yerine başkasını vekîl edebilir. Zemânla birbirlerine<br />

vekîl olanlardan başkası, Cum’a kıldıramaz. Bir kimse, izn almadan kıldırınca, kıldırmak<br />

hakkı olan biri, bu kimseye uyarak kılarsa, nemâz kabûl olur. Şehr vâlîsi<br />

ölse veyâ fitne, karışıklık sebebi ile câmi’e gelemezse, vekîli veyâ muâvini veyâ mahkeme<br />

hâkimi kıldırsa, câiz olur. Çünki, vâlî ve bunlar, milletin din ve dünyâ işlerini<br />

görmeğe hükûmet tarafından iznlidir. Bunlar varken, cemâ’atin seçeceği bir<br />

imâm Cum’a kıldıramaz. Fekat bunlar câmi’e gelmezse veyâ din işlerini çevirmeğe<br />

iznleri, hakları yoksa, cemâ’atin seçdiği imâm kıldırabilir. Bunun gibi, sultân sebebsiz,<br />

zulm ederek cemâ’atin toplanmasına mâni’ olursa, bir yere toplanıp imâmları<br />

bunlara kıldırır. Sultân şehri, şehr hâlinden çıkarmak isterse, kılamazlar. Kâfirlerin<br />

eline geçen islâm şehrlerinde, vâlî ve hâkimler ahkâm-ı islâmiyyeye uygun<br />

işliyorlarsa, bu şehrler (Dâr-ül-harb) olmaz. (Dâr-ül-islâm) sayılır. Böyle şehrlerde,<br />

müslimânların seçdiği vâlî, hâkim veyâ bunların veyâ cemâ’atin seçeceği<br />

imâm, Cum’a nemâzını kıldırır.<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, dördüncü cild, üçyüzsekizinci sahîfede,<br />

kâdî, ya’nî hâkimleri anlatırken buyuruyor ki, (Kâfirlerin elinde bulunan islâm<br />

memleketleri, dâr-ül-harb değildir, dâr-ül-islâmdır. Çünki, buralarda küfr ahkâmı<br />

yayılmamışdır. Böyle yerlerdeki hâkimler müslimândır ve hükûmet başkanları<br />

müslimândır. Bunlar kâfirlere istemiyerek itâ’at etmekdedir. Müslimân idâreciler,<br />

kâfirlere istiyerek itâ’at ederlerse, fâsık olurlar. Kâfirlerin ta’yîn etdikleri müslimân<br />

vâlîlerin, böyle memleketlerde Cum’a ve bayram nemâzı kıldırmaları, harâc<br />

almaları, hâkim ta’yîn etmeleri ve yetimleri evlendirmeleri câizdir. Çünki,<br />

millet müslimândır. Vâlînin kâfirlere itâ’ati mecbûrî ve hîle olarakdır. Böyle<br />

– 257 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:17


memleketlerde, müslimânların başındaki vâlî de kâfir ise, müslimânların seçeceği<br />

imâmın Cum’a ve bayram kıldırması ve seçdikleri hâkimin şer’î hükmleri makbûl<br />

olur. Yâhud, müslimânlar, aralarında bir vâlî seçerler. Bu vâlî, hâkimi ve hatîbi<br />

ta’yîn eder. Kâfir vâlînin ta’yîn etdiği müslimân hâkimi müslimânlar beğenirse,<br />

bunun şer’î hükmleri ve nemâz kıldırması da câiz olur. Sultâna ısyân edip, birkaç<br />

memleketi eline alıp, hükûmet kuran bir müslimânın hâkim ve imâm ta’yîn etmesi<br />

câiz olur).<br />

Mekke-i mükerremenin Minâ köyünde, hac zemânı Cum’a kılınır. Çünki, o zemân,<br />

şehr hâlini alır ve vâlî veyâ Mekke emîri de bulunur. Hâcılara kolaylık olmak<br />

için Minâda, bayram nemâzı afv edilmişdir. Hac vazîfelerini idâre eden me’mûr,<br />

ayrıca izni yoksa, Cum’a kıldıramaz. Arafâtda kılınamaz. Çünki, boş ovadır. Şehr<br />

hâlini alamaz.<br />

Her çeşid şehrde, birkaç câmi’de Cum’a nemâzı kılınabilir. Fekat, Hanefî mezhebinin<br />

ba’zı âlimleri ve üç mezhebin de çoğunluğu, bir câmi’den fazla Cum’a kılınmaz<br />

dedi. Şehr olduğu şübheli olan yerde de, Cum’anın kabûl olması şübheli olacağından,<br />

Cum’a nemâzının son sünneti ile vaktin sünneti arasında (Âhır zuhur),<br />

ya’nî (Son öğle) nemâzı kılmağa niyyet ederek, ayrıca dört rek’at kılmalıdır. Bu<br />

dört rek’ati kılarken, niyyete (Üzerime farz olan) diye eklemelidir. Fekat, (Edâsı,<br />

ya’nî kılması farz olan) dememelidir. Çünki, öğle nemâzı, öğle vakti farz olursa<br />

da, hemen kılmak farz olmaz. İkindiye, dört rek’at kılacak zemân kalınca edâsı<br />

farz olur. Edâsı dahâ önce farz olmaz. Cum’a nemâzı kabûl olmadı ise, bu dört<br />

rek’at, (Edâsı farz olan) deyince Cum’a günü öğle farzı olmaz. Bir gün önceki öğle<br />

farzı olur. Onu da, perşembe günü kılmış olduğundan, nâfile olur. (Üzerime farz<br />

olan âhır zuhur) deyince, Cum’a gününün öğle farzı yerine geçer. Fekat, Cum’a nemâzı<br />

kabûl olmuş ise, öğle farzı da kılınmış olacağından, bu dört rek’at nâfile olur.<br />

Çünki, farz niyyeti ile sünnet kılınır. Kazâ nemâzı var ise, bunu kılmış olmaz. Cum’a<br />

nemâzı kabûl olunca, öğle nemâzı sâkıt olur denirse, perşembe günkü öğleye niyyet<br />

edilmiş olur ve yine nâfile nemâz olur. Evvelce kılamadığı öğle nemâzı varsa,<br />

bunu kazâ etmiş olmaz. (Üzerime son farz olan kılmadığım öğle nemâzını kılmağa)<br />

niyyet edilirse, Cum’a kabûl olmuş ise, bu nemâz, kazâ nemâzı yerine geçer ki,<br />

böyle niyyet uygundur. Kazâsı olmıyan, âhır zuhurun dört rek’atinde de zamm-ı<br />

sûre okumalıdır. Cum’a nemâzı kabûl olmayıp, öğlenin farzı yerine geçerse, farzda<br />

sûre okumak zarar vermez. Kazâya kalmış öğle nemâzı olan kimse, sûre okumaz.<br />

Çünki, Cum’a kabûl olmazsa, öğlenin farzı yerine geçer. Kabûl olmuş ise, kazâ<br />

yerine geçer.<br />

3. cü şart, öğle nemâzının vaktinde kılmakdır. Öğle ezânı okununca, hemen dört<br />

rek’at (Cum’a nemâzının ilk sünneti) kılınır. Sonra, câmi’ içinde, ikinci ezân okunur.<br />

Sonra hutbe okunur. Sonra, cemâ’at ile iki rek’at (Cum’a nemâzının farzı) kılınır.<br />

Sonra, dört rek’at (son sünneti), bundan sonra, dört rek’at (üzerime farz olan,<br />

kılmadığım son öğle nemâzını kılmağa) diye niyyet ederek, âhır zuhur nemâzı kılınır.<br />

Bundan sonra, iki rek’at (vaktin sünneti) kılınır. Cum’a sahîh olmadı ise, bu<br />

on rek’at, öğle nemâzı olur. Bundan sonra, Âyet-el-kürsî ve tesbîhler okunup, düâ<br />

edilir. Peygamber efendimiz Cum’anın iki rek’at farzından sonra, altı rek’at sünnet<br />

kılardı.<br />

(Eşi’at-ül-leme’ât)da, beşyüzbeşinci sahîfede diyor ki, (Emîr-ül-mü’minîn Alî<br />

“radıyallahü anh”, Cum’a nemâzının farzından sonra altı rek’at dahâ kılınız derdi.<br />

Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü anhümâ” Cum’a farzından sonra altı rek’at<br />

dahâ kılardı). Allâme-i Şâmî seyyid Muhammed Emîn ibni Âbidîn “rahmetullahi<br />

aleyh”, ikinci cildde, İ’tikâfı anlatırken buyuruyor ki, ((Bedâyı)da bildirildiği gibi,<br />

Cum’a nemâzının farzından sonra, İmâm-ı a’zama göre dört rek’at, imâmeyne<br />

göre altı rek’at sünnet kılınır. Cum’a yalnız bir mescidde kılınır diyenlere göre, dört<br />

rek’at dahâ (Âhır zuhur) kılmak lâzımdır. Cum’a her mescidde câiz olur diyenle-<br />

– 258 –


e göre, bu dört rek’at nâfile olur. Müstehâb olur. Kılmak lâzım olmaz ise de, kılmamalı<br />

diyen olmamışdır. Kılmak iyi olur).<br />

(Fetâvâ-i Hindiyye)de diyor ki, (Köle, kadın, müsâfir ve hastanın Cum’a nemâzı<br />

kılmaları farz değildir. Hutbe dinliyenin en az bir erkek olması lâzımdır. Dinliyen<br />

hiç yoksa yâhud yalnız kadınlar dinlerse, hutbe câiz olmaz. Cemâ’atin en az<br />

üç erkek olması ve bunların imâm olabilecek kimseler olmaları şartdır. Kadın ve<br />

çocuk olurlarsa, Cum’a nemâzı sahîh olmaz).<br />

4. cü şart, vakt içinde hutbe okumakdır. Hutbeden sonra, nemâz kıldırmak<br />

için, hutbeyi dinleyenlerden birini vekîl edebilir. Hutbeyi dinlemeyen kıldıramaz.<br />

Âlimlerimiz, Cum’a hutbesini okumak, nemâza dururken, (Allahü ekber) demek<br />

gibidir, dedi. Ya’nî, ikisini de, yalnız arabca okumak lâzımdır. Fârisî okumak<br />

da olur veyâ her dil ile okumak câizdir diyenler de oldu ise de, bu âlimlere göre<br />

tahrîmen mekrûh olur. Hatîbin, hutbede emr-i ma’rûfdan başka şeyleri, arabca bile<br />

söylemesi mekrûhdur. Hatîb efendi, içinden E’ûzü okuyup, sonra yüksek sesle,<br />

hamd ve senâ ve kelime-i şehâdet, salât-ü selâm okur. Sonra va’z, ya’nî sevâba<br />

ve azâba sebeb olan şeyleri hâtırlatır ve âyet-i kerîme okur. Oturup kalkar. İkinci<br />

hutbede, va’z yerine, mü’minlere düâ eder. Dört halîfenin ismlerini söylemesi<br />

lâzımdır, müstehabdır. Sultânın, hükûmet adamlarının adlarını söylemesi câiz<br />

değildir. Bunları, kendilerinde olmıyan sıfatlarla medh etmesi harâmdır. Adâlet<br />

ve ihsân etmeleri ve düşmanlara gâlib olmaları için, bunlara düâ câiz olur denildi<br />

ise de, düâ ederken, küfre ve harâma sebeb olacak şey söylememelidir. Hutbeye<br />

dünyâ sözü karışdırmak harâmdır. Hutbeyi, nutuk, konferans şekline sokmamalıdır.<br />

Zâlim kimseleri, âdil diye medh eden, din düşmanlarının ölüsüne, dirisine<br />

düâ eden, kâfir olur. Müslimânı da, yalan sözlerle medh etmek harâmdır. Hutbede<br />

va’z söylemesi demek, emr-i bil-ma’rûf ve nehy-i anil-münker bildirmesi demekdir.<br />

Hikâye, siyâset, ticâret ve başka dünyâ işlerini anlatmak demek değildir.<br />

[Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Bir zemân gelecek<br />

maymun sıfatlı, insan sûretli kimseler, minbere çıkıp, sizlere, din aleyhindeki sözleri,<br />

dinsizliği, din diye söyliyeceklerdir).] Hatîb efendiler, vâ’ızler, bu hadîs-i şerîfde<br />

bildirilen kimselerden olmamağa, dinsizliğe âlet olmamağa dikkat etmelidir.<br />

Müslimânlar, böyle kimselerin hutbelerini, va’zlarını dinlememelidir. (Nûr-ülîzâh<br />

Tahtâvî şerhi) ikiyüzseksenbirinci sahîfede, (Hutbeyi kısa okumak sünnetdir,<br />

uzun okumak mekrûhdur) buyurmakdadır.<br />

İbni Âbidîn hutbeyi ve iftitâh tekbîrini ve nemâzda düâyı anlatırken buyuruyor<br />

ki, (Hutbeyi, arabîden başka lisân ile okumak, nemâza dururken, başka dil ile iftitâh<br />

tekbîri almak gibidir. Bu ise, nemâzdaki diğer zikrler gibidir. Nemâz içindeki<br />

zikrleri ve düâyı arabîden gayrı söylemek ise, tahrîmen mekrûhdur. Hazret-i<br />

Ömer yasak etmişdir). Nemâzın vâciblerini anlatırken diyor ki, (Tahrîmen mekrûh<br />

işlemek, küçük günâh olur. Buna devâm edenin adâleti gider). (Tahtâvî)de diyor<br />

ki, (Küçük günâha devâm eden de fâsık olur. Fâsık olan veyâ bid’at işliyen<br />

imâmların arkasında nemâz kılmamalı, başka câmi’de kılmalıdır). Eshâb-ı kirâm<br />

ve Tâbi’în-i ızâm, Asyada ve Afrikada, hutbeleri hep arabî okudu. Çünki, başka<br />

dil ile okumak, bid’at ve mekrûh olur. Hâlbuki, dinliyenler arabî bilmiyor, hutbeleri<br />

anlamıyorlardı. Din bilgileri de yokdu. Onlara öğretmek lâzımdı. Fekat, yine<br />

arabî okudular. Hindistân âlimlerinden Muhammed Viltorînin 1395 [m. 1975]<br />

târîhli (El-edilletül-kavâti’) kitâbında, (Cum’a ve bayram hutbelerinin hepsini veyâ<br />

bir kısmını arabîden başka dil ile okumak bid’atdir. Tahrîmen mekrûhdur.<br />

Hep böyle okuyan imâmın arkasında nemâz kılınmaz) yazılıdır. Bu fetvâ, arabîdir.<br />

1396 [m. 1976] da, İstanbulda basdırılmışdır. Bunun için, Türkiyedeki islâm<br />

âlimleri, altıyüz seneden beri, hutbeleri türkçe okutup, milletin anlamasını çok istediler<br />

ise de, hutbelerin kabûl olmıyacağını düşünerek, buna izn veremediler. Ay-<br />

– 259 –


ıca, Cum’a vâ’ızları koydular. Bu vâ’ızlar, nemâzdan önce veyâ sonra, hutbenin<br />

ma’nâsını anlatırdı. Cemâ’at, hutbeyi böylece öğrenirdi.<br />

Seyyid Abdülhakîm Efendi “kuddise sirruh” buyurdu ki, (İbâdet, emrleri yapmak<br />

demekdir. Kur’ân-ı kerîmi, hutbeyi okumak ibâdetdir. Bunların ma’nâsını anlamak<br />

emr olunmadı. Bunları anlamak, ibâdet değildir. Kur’ân-ı kerîmi anlamak<br />

için, yetmişiki yardımcı ilmi ve sekiz temel ilmi öğrenmek lâzımdır. Ancak, bundan<br />

sonra, Kur’ân-ı kerîmi anlamağa isti’dâd hâsıl olup, cenâb-ı Hak, ihsân ederse,<br />

anlıyabilir. Herkes anlamalıdır demek, dîne müdâhene etmek olur. Kur’ân-ı kerîmi<br />

anlamak için, isti’dâdı çok olan on sene, orta olan elli sene çalışmak lâzımdır.<br />

Bizim gibi az olanlar ise, yüz sene de çalışsak anlıyamayız. İslâmiyyetde ilm diye,<br />

fâideli bilgilere denir. Fâideli ilm, se’âdet-i ebediyyeyi elde etmeğe, ya’nî Allahü<br />

teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle olan ilmdir ki, bunlara, (İslâm bilgileri) denir).<br />

5. ci şart, hutbeyi nemâzdan önce okumakdır. Âkıl, bâlig olan erkeklerin yanında<br />

okuması lâzımdır. Fekat, cemâ’atin işitmesi, anlaması şart değildir.<br />

[(Hindiyye), (Dürr-ül-muhtâr) ve (İmdâd)da diyor ki, (Hutbe okurken, cemâ’at<br />

olarak, bir erkek bulunması yetişir. Hepsi sağır olsalar veyâ uyusalar, hutbe<br />

sahîh olur. Hiç erkek bulunmasa, kadınlar dinleseler, hutbe sahîh olmaz). Görülüyor<br />

ki, cemâ’atin hutbeyi anlamaları zarûret değildir. Çünki, duymaları bile lâzım<br />

değildir. (Dürr-ül-muhtâr)da diyor ki, (Hutbeyi başka dil ile okumak, nemâza<br />

dururken, (Allahü ekber) demek gibidir. Nemâz içindeki düâ ve tesbîhler de böyledir).<br />

İbni Âbidîn buyuruyor ki, (İmâm-ı a’zama göre, arabî okuyabilen imâmın<br />

da bunları başka dil ile söylemesi câizdir. Fekat mekrûhdur. İki imâma göre ise, arabî<br />

okuyabilen imâmın, bunları başka dil ile okuması câiz değildir. [İmâm-ı a’zamın<br />

da bu kavle rücû’ etdiği (Mecma’ûl-enhür)de yazılıdır.] (Velvâlciyye)de, nemâz tekbîrini<br />

söylemek ibâdetdir. Allahü teâlâ, başka dil ile söylenmesini sevmez diyor.<br />

Bunun için, hepsini veyâ bir kısmını başka dil ile okumak, câiz olunca da, ibâdet<br />

içinde tahrîmen, ibâdet dışında tenzîhen mekrûh olur. Nemâzda ayakda, âyet-i kerîmeleri<br />

başka dil ile okumanın câiz olmadığı ise, sözbirliği ile bildirildi. Fetvâ da<br />

böyledir). Diğer üç mezheb imâmı da, iki imâmımız gibi ictihâd buyurarak, arabî<br />

okuyabilenin, başka dil ile okuduğu hutbe sahîh olmaz demişlerdir. (Bedâyı’)da diyor<br />

ki, (Hutbenin bir kısmını arabî, bir kısmını da başka dil ile okumak, arabî nazmı<br />

bozar. Bu ise mekrûhdur). Başka dil ile okuyan, Selef-i sâlihînin yolundan ayrılmış,<br />

bid’at işlemiş olur. Yoldan sapanların Cehenneme gideceği, Nisâ sûresinin<br />

yüzondördüncü âyetinde bildirilmişdir. İbâdet yaparken televizyon, ho-parlör<br />

kullananların da, bu [114]. âyet-i kerîmeyi düşünmeleri lâzımdır].<br />

İmâm-ı a’zama göre, yalnız (Elhamdülillah) veyâ (Sübhânallah) yâhud (Lâilâhe<br />

illallah) demekle hutbe okunmuş olur. Fekat tenzîhen mekrûh olur. İki imâma<br />

göre, en az, Ettehıyyâtü okuyacak kadar uzatmak lâzımdır. İki kısa hutbe yapmak<br />

sünnetdir. İki hutbe arasında oturmamak günâhdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” Cum’a hutbesinde bir âyet veyâ sûre okurdu. Hutbede ve her yerde,<br />

sûre okurken, E’ûzü ve Besmele okunur. Âyet-i kerîme okurken, âlimlerin çoğuna<br />

göre, yalnız E’ûzü okunur. Besmele okunmaz. Hatîbin siyâh cübbe giymesi ve<br />

hutbeden önce, minberin sağ yanında sünnet kılması sünnetdir. Hutbeyi ayakda<br />

okumak sünnetdir.<br />

6. cı şart, Cum’a nemâzını cemâ’at ile kılmakdır. İmâmdan başka, hanefîde üç,<br />

şâfi’îde kırk, mâlikîde oniki erkek yetişir. Hutbeyi dinleyen cemâ’atin hepsi gidip,<br />

başkalarının kılmaları câizdir. Hanefîde, müsâfir ve hasta ile de cemâ’at hâsıl<br />

olur.<br />

7. ci şart, Câmi’in herkese açık olmasıdır. Kapıyı kilitleyip içerde kılınırsa, câiz<br />

olmaz. Fekat fitneye sebeb olmamak için, kadınları Cum’a nemâzına câmi’e sokmamak,<br />

nemâza zarar vermez.<br />

Cum’a nemâzının (Vücûb şartları) dokuzdur. Ya’nî, bir kimseye farz olması için<br />

– 260 –


dokuz şart lâzımdır ki, şunlardır: 1- Şehrde, kasabada oturmakdır. Müsâfirlere ve<br />

köylülere farz değildir. Şehrde bulunup ezânı işiten köylüye farz olur. Evi, şehrin<br />

kenârından bir fersah, ya’nî bir sâat [altı kilometre] uzakda olanlara farz olur. 2-<br />

Sağlam olmakdır. Hastaya ve hastayı bırakamıyan hastabakıcıya ve çok ihtiyâra<br />

farz değildir. 3- Hür olmakdır. İşçilere, me’mûrlara, askerlere Cum’a nemâzı<br />

farzdır. Patronlar, müdîrler bunları nemâzdan men’ edemez. Yol uzak olup, birkaç<br />

sâat işden kalırsa, ücretlerinden kesebilirler. 4- Erkek olmakdır. Cum’a nemâzı<br />

kadınlara farz değildir. 5- Âkıl ve bâlig olmakdır. 6- Kör olmamakdır. Yolda götüren<br />

olsa bile, a’mâ olana farz değildir. Yardımcısız câmi’e gidebilen a’mâya, hastaya<br />

ve şaşıya farzdır. 7- Yürüyebilmekdir. Nakl vâsıtası olsa bile felcliye, ayaksıza<br />

farz değildir. 8- Mahbûs olmamak ve düşman korkusu, hükûmetden, zâlimden<br />

korkusu olmamakdır. 9- Çok yağmur, kar, fırtına, çamur olmamakdır. Çok soğuk<br />

olmamakdır.<br />

Bu özrlerden biri bulunan erkek, isterse Cum’a nemâzı kılabilir. Cum’a nemâzının<br />

kadınlara farz olmadığını bildiren hadîs-i şerîfler, (Tefsîr-i Mazherî)de ve (Mişkât-ül-mesâbîh)de<br />

yazılıdır.<br />

Müsâfir ve hasta Cum’a nemâzı kıldırabilir. Özrsüz Cum’a kılmıyanın, Cum’a<br />

kılınmadan önce, şehrde öğle kılması harâmdır. Sonra ise, kılması farzdır. Özr ile<br />

Cum’a kılmıyanların, öğle nemâzını şehrde cemâ’at ile kılmaları mekrûhdur.<br />

İmâm otururken veyâ secde-i sehv yaparken yetişen, imâma uyar. İmâm selâm<br />

verince, kalkarak iki rek’at Cum’a nemâzını temâmlar. Bayram nemâzına geç<br />

yetişen de böyle yapar.<br />

İmâm minbere çıkınca, cemâ’atin nemâz kılması ve konuşması harâm olur.<br />

Hatîb efendi düâ ederken, cemâ’at sesle âmîn demez. İçinden sessiz denir. Salevâti<br />

de ses ile değil, kalb ile söylerler. Kısacası, nemâz kılarken yapması harâm olan<br />

her şey, hutbe dinlerken de harâmdır. Uzakda olup, hutbeyi işitmiyenlere de harâmdır.<br />

Akreb, hırsız, kuyu gibi zararlı şeyleri, zararları dokunacak olana, bunu<br />

söyleyip kurtarmak câizdir. El ile, baş ile işâret ederek bildirmek iyi olur. Müezzinlerin<br />

hutbe arasında bağırarak, birşey okuması mekrûhdur.<br />

Cum’a nemâzı için, birinci ezânı işiten her müslimânın işini, alış verişini bırakıp<br />

nemâza gitmesi farzdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında<br />

birinci ezân yokdu. Yalnız minberin önünde okunurdu. Osmân “radıyallahü<br />

anh” halîfe iken, birinci ezânı da emr etdi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

minberi, mihrâbın sol tarafında idi ve üç basamak idi. [Mihrâb önünde kıbleye<br />

karşı duran kimsenin sağ tarafında minber ve sol tarafında (Hucre-i se’âdet)<br />

bulunur.] Hutbenin ikinci kısmını, aşağı basamağa inip okuyup, sonra tekrâr yukarı<br />

basamağa çıkmak, çirkin bir bid’atdir.<br />

Hutbe ile nemâz arasında hatîb efendinin dünyâ işlerinden söylemesi tahrîmen<br />

mekrûhdur. Farzları yapmağı, harâmlardan kaçınmağı söyliyebilir. Hutbeden olmıyan<br />

şeyleri söyleyerek, nemâzı gecikdirirse, hutbesi kabûl olmaz. Hutbeyi tekrâr<br />

okuması lâzım olur. Çocuğun hutbe okuması câiz olup, nemâzı imâm kıldırır.<br />

Cum’a günü, öğleden evvel sefere çıkmak câizdir. Öğleden sonra Cum’a kılmadan<br />

çıkmak mekrûhdur.<br />

Mekke-i mükerreme ve Bursa gibi, harb ile alınan şehrlerde, minbere çıkarken<br />

sol eline kılınc alır. Kılınca dayanarak okur.<br />

Yemek yirken, ezân okunursa, nemâz vakti kaçacaksa, yemeği bırakır. Cemâ’ati<br />

kaçıracaksa, yemeği bırakmaz. Yalnız kılar. Cum’a nemâzı cemâ’atini kaçırmaz.<br />

Köylü Cum’a nemâzı için ve alış veriş için şehre gelirse, nemâz niyyeti fazla ise,<br />

Cum’a nemâzına gitmek sevâbına kavuşur. Nemâz sevâbı başkadır. Bu sevâba herhâlde<br />

kavuşur. Dünyâ işi de düşünerek yapılan her ibâdet böyledir. [Hac bahsi başına<br />

bakınız!]<br />

– 261 –


Hutbe başlamadan önce, omuza, elbiseye basmamak üzere, minbere veyâ<br />

mihrâba yakın olmak için saflar arasından geçmek câizdir. Hutbe okunurken yer<br />

değişdirmek, yanındakine sıkıntı vermek harâmdır. Cemâ’at arasında dolaşarak<br />

dilenmek ve buna sadaka vermek harâmdır. Böyle dileneni câmi’den çıkarmalıdır.<br />

Cum’a günleri düânın kabûl olacağı bir ân vardır. Bu ân, hutbe ile Cum’a nemâzı<br />

içindedir diyenler çokdur. Hutbe dinlerken, düâ kalbden olur. Ses çıkarmak<br />

câiz değildir. Bu ân her şehr için başkadır. Cum’a günü, gecesinden dahâ kıymetlidir.<br />

Gecesinde veyâ gündüzünde (Sûre-i Kehf) okumak çok sevâbdır. (Tefsîr-i<br />

Mazherî.)<br />

Cum’a nemâzı için gusl abdesti almak, güzel koku sürünmek, yeni, temiz giyinmek,<br />

saç, tırnak kesmek, câmi’de buhor [koku] yakmak, (Tebkîr) [câmi’e erken<br />

gelmek] sünnetdir. (Dürr-ül-muhtâr)da, beşinci cildde buyuruyor ki, (Her müslimânın<br />

Cum’a günleri, Cum’a nemâzından önce veyâ sonra başını traş etmesi ve tırnaklarını<br />

kesmesi sünnetdir. Nemâzdan sonra kesilmesi efdaldir. Nitekim bunlar,<br />

hacdan sonra yapılır. Cum’a günü kesemiyen, başka günlerde kesmelidir. Sonraki<br />

Cum’a günü kesmeği beklememelidir. Harbde tırnakları ve bıyıkları uzatmak<br />

müstehabdır. Her Cum’a günü yıkanarak ve koltuk ve kasık kıllarını traş ederek<br />

temizlemek müstehabdır. Kılları ilâc ile [Rosma pudrası ile, jilet ile] veyâ yolarak<br />

almak câizdir. Onbeş günde bir traş etmek de câizdir. Kırk günden fazla, traş etmemek<br />

tahrîmen mekrûhdur). Dübür kıllarını izâle etmenin de müstehab olduğu<br />

Tahtâvînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” İmdâd hâşiyesinde yazılıdır.<br />

Tırnağı uzun olanın rızkı meşakkat ile, sıkıntı ile hâsıl olur. Hadîs-i şerîfde buyuruldu<br />

ki, (Cum’a günü tırnağını kesen kimse, bir hafta, belâlardan emîn olur).<br />

Bıyık kazımak bid’atdir. Bıyıkları kırkarak, kaşlar kadar kısaltmak sünnetdir.<br />

Sakalı [çenedeki ile birlikde] bir tutam uzatmak ve bundan fazlasını kesmek sünnetdir.<br />

Sakalın ve bıyığın arasında bulunan beyâz kılı yolmak câizdir. Sakalın bir<br />

tutamdan fazla uzun olması, aklın az olmasına alâmet olur, denildi.<br />

(Tebyîn)de ve bunun Şelbî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hâşiyesinde, guslün<br />

farzlarını anlatırken diyor ki, (Müslimdeki hadîs-i şerîfde on şey sünnetdir: Bıyığı<br />

kısaltmak, sakalı uzatmak, misvâk kullanmak, mazmaza, istinşak, tırnak kesmek,<br />

ayak parmaklarını yıkamak, koltuk altını temizlemek, kasıkları temizlemek, su ile<br />

istincâ buyuruldu). Sakal uzatmanın sünnet olduğunu bu hadîs-i şerîf açıkca bildirmekdedir.<br />

Sakalı bir tutam uzatmak ve bir tutamdan fazlasını kesmek sünnetdir.<br />

Ba’zılarının yapdığı gibi yanakları kazıyıp, yalnız çenede sakal bırakmak, bu<br />

sünneti, değişdirmek olur. Sakalı bir tutamdan kısa bırakmak da, sünnete uygun<br />

değildir. Sünnete uymak niyyeti ile kısa sakal bırakmak bid’at olur. Harâm olur.<br />

Böyle kısa sakalı bir tutama kadar uzatmak vâcib olur. Âdet olduğu için, herkese<br />

uymuş olmak için sakal kazımak mekrûh olur. Zâlimler arasında kalıp, alay edilmemek,<br />

eziyyet görmemek için veyâ harâm ve küfr işlememek, yâhud farzları yapabilmek<br />

için, nafaka kazanmak, gençlere emr-i ma’rûf ve nehy-i anilmünker yapabilmek<br />

için, dîn-i islâma hizmet edebilmek, mazlûmlara yardım edebilmek,<br />

fitne çıkmasını önlemek için, sakalı büsbütün traş etmek câiz ve lâzım olur. Bu sayılan<br />

şeyler, sünneti terk etmek için özr olur, fekat, bid’at işlemek için özr olmazlar.<br />

(El-halâl vel-harâm) kitâbında diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, Müşriklere muhâlefet<br />

ediniz. Sakalınızı uzatınız! buyuruldu. [Bu kitâbın yazarı olan Yûsüf Kardâvî,<br />

önsözünde mezhebsiz olduğunu i’lân etdiğinden, yazıları sened olamaz ise de, bu<br />

hadîs-i şerîfi Ehl-i sünnete uygun açıklamışdır.] İbni Teymiyye, bu hadîs sakal kazımanın<br />

harâm olduğunu gösteriyor, dedi. (Feth)de, Iyâddan alarak, mekrûhdur,<br />

denildi. Mubâh diyenler de oldu. Doğrusu, hadîs-i şerîf, sakal uzatmanın vâcib olduğunu<br />

göstermiyor. Yehûdî ve Nasârâ, sakal boyamaz. Siz onlara muhâlefet<br />

– 262 –


edip boyayınız! hadîs-i şerîfine bakarak, sakal boyamanın vâcib olduğunu söyliyen<br />

âlim olmamışdır. Bu hadîs-i şerîfler, müstehab olduğunu göstermekdedir.<br />

Selef-i sâlihîn sakal kazımazdı. Çünki, o zemân, sakal uzatmak âdet idi). Sakala kıymet<br />

vermiyen kâfir olur. Yüzünü, kadın gibi parlak yapmak, kadınlara benzemek<br />

için sakal kazıtmak, çeneyi kazıyıp, yanaklar üzerinde uzatmak harâmdır. Çünki,<br />

erkeklerin kadınlara ve kadınların erkeklere benzemeleri harâmdır. Kadınlara benzemeği<br />

düşünmeyip, genç ve güzel görünmek için sakal kazımanın mekrûh olduğu,<br />

(Kimyâ-i se’âdet)de, abdestin sonunda yazılıdır. Kadının saçını özrsüz kazıması<br />

mekrûhdur. Erkeklere benzeterek kazıması, traş etmesi harâm olur. Kadınların<br />

saçlarını biraraya toplıyarak, başda, ensede, deve hörgücü gibi, topuz yapmaları,<br />

hadîs-i şerîf ile yasak edilmişdir. Bu hadîs-i şerîf, (Berîka) ve (Hadîka)da ve Yûsüf<br />

Kardâvînin (El-halâl vel-harâm fil-islâm) kitâbında, yazılıdır. Kadının uzun saçını<br />

örtmesi güç veyâ fitneye sebeb olduğu zemân, kulak yumuşağına kadar kesip<br />

kısaltması câiz olur.<br />

(Hadîkat-ün-nediyye)de yüzkırkbirinci sahîfede diyor ki, (Sünnet iki dürlüdür:<br />

Sünnet-i hüdâ ve sünnet-i zevâid. Sünnet-i hüdâ, câmi’de i’tikâf etmek, ezân, ikâmet<br />

okumak, cemâ’at ile nemâz kılmak gibidir. Bunlar, islâm dîninin şi’ârıdır. Bu<br />

ümmete mahsûsdurlar. [Çocukların sünnet edilmelerinin de böyle olduğu, İbni Âbidînin<br />

son cildinin sonunda yazılıdır.] Bir şehr halkı, bu sünnetlerden birini terk ederse,<br />

bunlarla harb edilir. Beş vakt nemâzdan üçünün revâtib, ya’nî müekked sünnetleri<br />

de böyledir. Sünnet-i zevâid, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” giyim,<br />

yimek, içmek, oturmak, barınmak, yatmak ve yürümekdeki âdetleri ve iyi işlere<br />

sağdan başlamak, sağ el ile yiyip içmek gibidir). İkinci cildin beşyüzseksenikinci<br />

sahîfesinde diyor ki, (Ba’zı hadîs-i şerîflerde sakal boyamak emr olundu. Ba’zılarında<br />

da yasak edildi. (Hıristiyanlar boyar, Siz boyamayınız. Onlara benzemeyiniz!)<br />

buyuruldu. Bunun için, selef-i sâlihînden bir kısmı boyadı. Bir kısmı boyamadı.<br />

Çünki, buradaki emre ve yasağa uymak vâcib değildir. Bunun için, bu işde,<br />

bulunulan şehrin âdetine tâbi’ olunur. Âdete uymamak şöhret olur. Mekrûh<br />

olur). Hindistân âlimlerinden Şâh Veliyyullah-ı Dehlevînin “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” (Et-tefhîmât) kitâbının ikinci cildi, üçyüzyirmidördüncü sahîfesinde, büyük<br />

âlim Muhammed Senâüllah Pâni-pütî buyuruyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem”, baş örtüsü ile başını örter, antâri, tasmalı ayakkabı ve benzerlerini<br />

giyerdi. Halîfe Ömer “radıyallahü anh” da, Azerbaycândaki askerlerine mektûb<br />

yazarak, böyle giyinmelerini emr eyledi. Fekat şimdi, böyle giyinmek âdet değildir.<br />

Memleketde âdet olan şeyler giyilmezse, şöhret olur. Parmakla gösterilmeğe,<br />

fitneye sebeb olur. Hadîs-i şerîfde, (İnsanın parmakla gösterilmesi, kendisine kötülük<br />

olarak yetişir) buyuruldu. Bunun için, giyinmekde, müslimânların âdetlerine<br />

uymak lâzımdır. Hazret-i Ömer zemânında, antâri, baş örtüsü ve tasmalı ayakkabı<br />

giymek mü’minlerin âdeti idi. Böyle giyinmek, imtiyâza, şöhrete ve parmakla<br />

gösterilmeğe sebeb olmazdı.) Şimdi ise olur. İmâm-ı Rabbânî, üçyüzonüçüncü<br />

mektûbda buyuruyor ki, (Kıymetli hanefî kitâblarından anlaşılıyor ki, islâm kadınları,<br />

önü açık antâri ile örtünürlerdi. Kadınların, önü açık antâri giydikleri yerde,<br />

erkeklerin önü kapalı giymeleri, önü kapalı giydikleri yerde ise, önü açık antârî giymeleri<br />

lâzımdır. Şöhret âfetdir. Felâkete sebeb olur). İkiyüzseksensekizinci mektûbda<br />

buyuruyor ki, (Fitneyi uyandırana, Allah la’net etsin!) hadîs-i şerîfdir.<br />

(Eşi’at-ül-leme’ât)in birinci cild, ikiyüzonikinci sahîfesinde, (On güzel şey,<br />

Peygamberlerin sünnetidir) hadîs-i şerîfini açıklarken, sakal uzatmanın bu on<br />

şeyden biri olduğunda sözbirliği bulunmadığını bildiriyor. (Tergîb-üs-salât) kırkikinci<br />

faslında, bu on şeyi ve bunların (sünnet-i hüdâ) olduklarını yazıyor. Bunların<br />

arasında, sakal uzatmak yokdur. (Eşi’a)da sakalı bir tutam uzatmak, vâcibdir<br />

denilmişdir. Hadîs-i şerîfde bu on şeye açıkca sünnet denildiği hâlde, sakal uzatmağı<br />

bunlardan ayırarak vâcib demesi, sakalı sünnete uygun olarak uzatmak âdet<br />

– 263 –


olan yerlerde, sakal kazımanın ve bir tutamdan kısa yapmanın fitneye sebeb olacağı<br />

içindir. Çünki, şöhrete, fitneye sebeb olan bir işi yapana hadîs-i şerîfde la’net<br />

edilmişdir. Sakal bırakmanın âdet olduğu yerlerde, sakal kazımak fitneye sebeb olacağı<br />

gibi, sakal traşının âdet hâline getirildiği yerlerde sakal bırakmak da, fitneye<br />

sebeb olabilir. Bir tutamdan kısa bırakmak ise, bid’at olur. Bu fitneye düşmemek<br />

ve bid’at işlememek için, bulunduğu memleketin âdetine uyarak sakalını traş etmesi<br />

vâcib olur. (Hadîka)nın yüzkırksekizinci sahîfesinde, (Bid’at işlemek, sünneti<br />

terk etmekden dahâ zararlıdır. Bid’ati terk etmek lâzımdır. Sünneti yapmak lâzım<br />

değildir) demekdedir. Çünki, mubâh ve câiz olan şeylerde ve sünnet-i zevâidde,<br />

memleketin âdetine uymak, fitne çıkarmamak lâzımdır. Fekat farz, vâcib, sünnet-i<br />

hüdâ olan şeyleri yapmakda ve harâmdan, mekrûhdan ve bid’atden sakınmakda<br />

âdete uyulmaz. Bunlar, ancak fıkh kitâblarında bildirilmiş olan özrlerle ve ancak<br />

izn verildiği kadar değişdirilebilirler. Sakal bırakmanın islâmın şiârı olmadığını,<br />

islâm dînine mahsûs olmadığını, bunun için sünnet-i hüdâ olmadığını yukarıdaki<br />

hadîs-i şerîf açıkca göstermekdedir. Görülüyor ki, sakal bırakmak sünnet-i zevâiddir.<br />

Din görevlilerinin hiçbir zemân, ya’nî âdete uyarak da, sünnet-i zevâidi ve<br />

müstehabları da terk etmeleri câiz değildir. Bunlar, her zemân bir tutam sakal bırakmalıdır.<br />

Sakalı bir tutamdan kısa yapmak sünneti değişdirmek olur. Kısa sakala<br />

sünnet demek, bid’at olup, büyük günâhdır. Sakalın [Çenedeki ile birlikde] bir<br />

tutamdan kısa olmasına hiçbir âlimin mubâh demediği fıkh kitâblarında yazılıdır.<br />

Bir tutam, dört parmak genişliğidir. Çeneyi alt dudak kenârından avuclıyarak ölçülür.<br />

Sakalı olanın, guslde sakal diplerindeki deriyi ıslatması farzdır. Islatmazsa,<br />

guslü ve abdesti ve dolayısı ile nemâzı sahîh olmaz.<br />

Erkeklerin saçını sakalını siyâhdan başka renge boyaması câizdir. Siyâha boyamağa<br />

da câiz diyen oldu. Elini ayağını, tırnağını boyaması câiz değildir. Çünki kadınlara<br />

benzemek olur. Kadınların, yabancı erkeklere göstermemek şartı ile ve abdestde,<br />

guslde yıkamağa mâni’ olmıyan boya ile boyamaları câizdir.<br />

Muhammed Hâdimî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin (Berîka) kitâbının<br />

[1284] İstanbul baskısında, ikinci cildi, 1229. cu sahîfesinde buyuruyor ki, (Kadınların<br />

saçlarını ve erkeklerin sakallarını kazımaları câiz değildir. Kadının sakalı<br />

olursa, kazıması câizdir. Hadîs-i şerîfde, (Bıyıklarınızı kısaltınız! Sakalınızı<br />

uzatınız!) buyuruldu. Bu emre göre, sakal kazımak sünnete muhâlif olur. Bu hadîs-i<br />

şerîf, vücûbu gösterseydi, sakal kazımak harâm olurdu. (Tâtârhâniyye) kitâbında,<br />

(Tecnis)den alarak diyor ki, bu hadîs-i şerîf, sakalı kazımayınız ve bir tutamdan<br />

kısa yapmayınız demekdir. Tahâvîden alındığı bildirilerek söylenen, (Sakalını<br />

kazıyan veyâ bir tutamdan kısa kesen kimsenin imâm olması câiz olmaz. Yalnız<br />

kıldığı nemâzı da mekrûh olur. Dünyâda ve âhıretde mel’ûn ve merdûddur)<br />

gibi sözlerin ve (Tefsîr-i Kurtubî)den alındığı bildirilen bunlara benzer sözlerin<br />

aslı yokdur, sâbit olmamışlardır). 1336. cı sahîfesinde buyuruyor ki, (Kadınların<br />

da kaşlarını yolarak inceltmeleri harâmdır. Alın, yanak, çene üzerinde çıkan kıllarını<br />

yolmaları, kazımaları câizdir). Kesilen saçı, sakalı ve diğer kılları ve tırnakları<br />

gömmeli veyâ kabr üzerine, basılmıyan yere koymalı veyâ denize bırakmalıdır.<br />

Halâya, bulaşık çukuruna atmak mekrûhdur. Tırnağı diş ile koparmak mekrûhdur.<br />

Baras hastalığı yapar. Kadınların kesilen parçaları, erkeklere göstermesi<br />

harâmdır.<br />

Erkeklerin başı kazımaları veyâ saçları uzatıp, tarayıp ikiye ayırmaları sünnetdir.<br />

Saç bükmeleri, örmeleri mekrûhdur. (Bahr-ür-râık)da, (El-kerâhiyye) kısmında<br />

diyor ki, (Erkeğin başının ortasını kazıyıp, etrâfındaki saçlarını uzatması câizdir.<br />

Fekat, sarkan saçlarını büküp fitil yapması mekrûh olur. Çünki, fitil yapması,<br />

ba’zı kâfirlere teşebbüh [benzemek] olur). Buradan da anlaşılıyor ki, kâfirlerin<br />

âdetlerine benzediği için men’ olunan şeyi yapmak, harâm olmuyor, mekrûh<br />

oluyor. Bunun için, (Müşriklere benzemeyiniz. Sakal uzatınız!) ve (Nemâzınızı<br />

– 264 –


na’lın ile kılın. Yehûdîlere benzemeyin!) hadîs-i şerîfleri, sakal kazımanın ve çıplak<br />

ayak ile nemâz kılmanın, mekrûh olduğunu göstermekdedir. 239.cu sahîfede<br />

nemâzın mekrûhlarının 25. cisine bakınız!<br />

Yalnız Cum’a günleri oruc tutmak ve yalnız Cum’a geceleri teheccüd kılmak<br />

mekrûhdur. Güneş tepede iken, [ya’nî öğle nemâzının vaktinden temkin zemânı<br />

kadar evvel olan zemân içinde], her nemâzı kılmak harâmdır. Bu zemânda, her nemâzı<br />

kılmanın, Cum’a günleri de harâm olduğu sözü dahâ kuvvetlidir.<br />

Cum’a günü, rûhlar toplanır ve birbirleri ile tanışırlar. Kabrler ziyâret edilir. Bugün<br />

kabr azâbları durdurulur. Ba’zı âlimlere göre, mü’minin azâbı artık başlamaz.<br />

Kâfirin Cum’a ve Ramezânda yapılmamak üzere, kıyâmete kadar sürer. Bugün ve<br />

gecesinde ölen mü’minler kabr azâbı hiç görmez. Cehennem, Cum’a günü çok sıcak<br />

olmaz. Âdem “aleyhisselâm” Cum’a günü yaratıldı. Cum’a günü, Cennetden<br />

çıkarıldı. Cennetdekiler, Allahü teâlâyı Cum’a günleri göreceklerdir.<br />

Aşağıdaki yazı (Riyâd-un-nâsıhîn)den terceme edildi:<br />

Allahü teâlâ, Cum’a gününü müslimânlara mahsûs kılmışdır. Cum’a sûresi sonundaki<br />

âyet-i kerîmede meâlen; (Ey îmân etmekle şereflenen kullarım! Cum’a<br />

günü, öğle ezânı okunduğu zemân, hutbe dinlemek ve Cum’a nemâzı kılmak için<br />

câmi’e koşunuz. Alış verişi bırakınız! Cum’a nemâzı ve hutbe, size, başka işlerinizden<br />

dahâ fâidelidir. Cum’a nemâzını kıldıkdan sonra, câmi’den çıkar, dünyâ işlerinizi<br />

yapmak için dağılabilirsiniz. Allahü teâlâdan rızk bekliyerek çalışırsınız.<br />

Allahü teâlâyı çok hâtırlayınız ki, kurtulabilesiniz!) buyuruldu. Nemâzdan sonra,<br />

istiyen işine gider çalışır. İstiyen câmi’de kalıp, nemâz, Kur’ân-ı kerîm, düâ ile meşgûl<br />

olur. Nemâz vakti alış veriş sahîhdir. Fekat, günâhdır. Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir müslimân, Cum’a günü gusl abdesti alıp,<br />

Cum’a nemâzına giderse, bir haftalık günâhları afv olur ve her adımı için sevâb verilir).<br />

Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Günlerin en kıymetlisi Cum’adır. Cum’a<br />

günü, bayram günlerinden ve aşûre gününden dahâ kıymetlidir. Cum’a, dünyâda<br />

ve Cennetde mü’minlerin bayramıdır). Bir hadîs-i şerîfde, (Cum’a nemâzı kılmıyanların<br />

kalblerini, Allahü teâlâ mühürler. Gâfil olurlar) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde,<br />

(Bir kimse, mâni’ yok iken, üç Cum’a nemâzı kılmazsa, Allahü teâlâ, kalbini<br />

mühürler. Ya’nî, iyilik yapmaz olur) buyurdu. Özrü yok iken, birbiri arkasında<br />

üç Cum’a nemâzına gitmiyen kimse münâfık olur. Ebû Alî Dekkak ölürken üç<br />

şey nasîhat eyledi: (Cum’a günü gusl abdesti alınız! Her akşam abdestli olarak yatınız!<br />

Her hâlinizde, Allahü teâlâyı hâtırlayınız!) Bir hadîs-i şerîfde, (Cum’a günlerinde<br />

bir ân vardır ki, mü’minin o ânda etdiği düâ red olmaz) buyurdu. Ba’zıları,<br />

bu ân, ikindi ile akşam ezânları arasındadır, dedi. Fârisî (Tergîb-üs-salât) kitâbındaki<br />

hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Cum’a günü sabâh nemâzından önce, üç<br />

kerre Estagfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyelkayyûme ve etûbü ileyh<br />

okuyanın, kendinin ve anasının ve babasının bütün günâhları afv olur). [Kul haklarını<br />

ve kazâya kalan farzları ödemek ve harâmlardan vaz geçmek şartdır.] Bir<br />

hadîs-i şerîfde, (Cum’a nemâzından sonra, yedi def’a İhlâs ve Mu’avvizeteyn<br />

okuyanı, Allahü teâlâ, bir hafta, kazâdan, belâdan ve kötü işlerden korur) buyurdu.<br />

Cum’a günü yapılan ibâdetlere en az, iki kat sevâb verilir. Cum’a günü işlenen<br />

günâhlar da, iki kat yazılır. Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Cumartesi günleri<br />

yehûdîlere, pazar günleri nasârâya verildiği gibi, Cum’a günü, müslimânlara<br />

verildi. Bugün, müslimânlara hayr, bereket, iyilik vardır).<br />

Cum’a günleri ve hergün şu (istigfâr düâsı)nı çok okumalıdır: Allahümmagfir<br />

lî ve li âbâî ve ümmehâtî ve li ebnâî ve benâtî ve li ihvetî ve ehavâtî ve li-a’mâmî<br />

ve ammâtî ve li-ahvâlî ve hâlâtî ve li-zevcetî ve ebeveyhâ ve li-esâtizetî ve lil-mü’minîne<br />

vel-mü’minât vel hamdü-lillâhi Rabbil’âlemîn!<br />

– 265 –


72 — BAYRAM NEMÂZLARI<br />

Şevvâl ayının birinci günü fıtr bayramının, Zilhiccenin onuncu günü de, kurban<br />

bayramının birinci günleridir. Bu iki günde, güneş doğdukdan ve kerâhet vakti çıkdıkdan<br />

sonra, ya’nî İşrak vaktinde, iki rek’at bayram nemâzı kılmak, erkeklere vâcibdir.<br />

Bayram nemâzlarının şartları, Cum’a nemâzının şartları gibidir. Fekat,<br />

burada hutbe sünnetdir ve nemâzdan sonra okunur. Fıtr bayramında nemâzdan önce<br />

tatlı [hurma veyâ şeker] yimek, gusl etmek, misvâk kullanmak, en yeni elbise<br />

giymek, fıtrayı nemâzdan önce vermek, yolda yavaşca tekbîr okumak müstehabdır.<br />

Kurban bayramı nemâzından önce birşey yimemek, nemâzdan sonra, önce<br />

kurban eti yimek, nemâza giderken, yüksek sesle, özrü olan yavaşça (Tekbîr-i teşrîk)<br />

getirmek müstehabdır. (Halebî-yi kebîr)de diyor ki:<br />

(Bayram nemâzları iki rek’atdir. Cemâ’at ile kılınır. Yalnız kılınmaz. Birinci<br />

rek’atde, Sübhânekeden sonra, üç kerre (Tekbîr-i zevâid) söylenir. Ya’nî, eller üç<br />

def’a kulaklara kaldırılıp, birinci ve ikincisinde, iki yana uzatılır. Üçüncüsünde, göbek<br />

altına bağlanır. İmâm efendi yüksek sesle, Fâtiha ve zamm-ı sûre okudukdan<br />

sonra, doğru rükü’a eğilinir. İkinci rek’atde, önce Fâtiha ve zamm-ı sûre okunup,<br />

sonra, iki el, yine üç kerre kulaklara kaldırılır. Üçünde de yanlara sallandırılır. Dördüncü<br />

tekbîrde, kulaklara kaldırılmayıp, rükü’a eğilinir. Birinci rek’atde beş,<br />

ikinci rek’atde dört tekbîr getirilmekdedir). Bu dokuz tekbîrde ellerin nereye<br />

götürüleceğini unutmamak için, kısaca (İki salla, bir bağla. Üç salla, bir eğil) diye<br />

ezberlenir. (Mâ-lâ-büdde)de diyor ki, (Cemâ’ate yetişemiyen, bayram nemâzını<br />

kazâ etmez. Özr ile kılamazlarsa, îyd-i fıtrda bayramın ikinci günü, îyd-i edhâda<br />

üçüncü günü de kılarlar).<br />

(Îyd), bayram demekdir. Her yıl, Ramezân ayında ve Arefe gününde günâhları<br />

afv edildiği için müslimânların sevindikleri, sürûrlarının avdet etdiği, tekrâr geldiği<br />

için (Îyd) denildi. Bayramın birinci günü, Cum’a gününe rastlarsa, Hanefî mezhebinde,<br />

hem bayram, hem de, Cum’a nemâzını kılmak lâzımdır. Kendi vaktlerinde<br />

kılınırlar. Bayram sabâhı, cenâze olursa, önce bayram nemâzı kılınır. Sonra cenâze<br />

nemâzı kılınır. Çünki, bayram nemâzı, herkese vâcibdir. Cenâze nemâzı, bayram<br />

hutbesinden önce kılınır.<br />

Arafâtda bulunmıyan insanların, Arefe günü bir yerde toplanarak, hâcılar gibi<br />

yapmaları mekrûhdur. Fekat, va’z dinlemek için veyâ başka ibâdet için toplanmak<br />

câizdir. [Seksendördüncü maddeye bakınız!].<br />

İmâmeyne göre, Arefe günü, ya’nî Kurban bayramından önceki gün sabâh nemâzından,<br />

dördüncü günü ikindi nemâzına kadar, yirmiüç vaktde hâcıların ve<br />

hacca gitmiyenlerin, erkek kadın herkesin, cemâ’at ile kılsın, yalnız kılsın, farz nemâzda<br />

veyâ bu bayramdaki farzlardan birini, yine bu bayram günlerinden birinde<br />

kazâ edince, selâm verir vermez, (Allahümme entesselâm ......) demeden evvel,<br />

bir kerre (Tekbîr-i teşrîk) okuması vâcibdir. (Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ<br />

ilâhe illallah. Vallahü ekber, Allahü ekber ve lillahil-hamd) denir. Cum’a nemâzlarından<br />

sonra da okunur. Bayram nemâzından sonra okumak müstehabdır.<br />

Cenâze nemâzından sonra okunmaz. Câmi’den çıkdıkdan veyâ konuşdukdan sonra<br />

okumak lâzım değildir. İmâm, tekbîri unutursa, cemâ’at terk etmez. Erkekler yüksek<br />

sesle okuyabilir. Kurban bayramının 2, 3 ve dördüncü üç gününe (Eyyâm-ı teşrîk)<br />

denir.<br />

(Ni’met-i islâm) kitâbında diyor ki, (Bayram günleri şunları yapmak sünnetdir:<br />

Erken kalkmak, gusl abdesti almak, misvâk ile dişleri temizlemek, güzel koku sürünmek,<br />

yeni ve temiz elbise giymek, sevindiğini belli etmek, Fıtra bayramı nemâzından<br />

önce tatlı yimek, hurma yimek. Tek adedde yimek. Kurban kesen, o gün ilk<br />

olarak kurban eti yimek. Sabâh nemâzını mahalle mescidinde kılıp, bayram nemâ-<br />

– 266 –


zı için, büyük câmi’e gitmek. O gün yüzük takmak, câmi’e erken ve yürüyerek gitmek.<br />

Bayram tekbîrlerini, Fıtr bayramında sessiz, Kurban bayramında cehren<br />

söylemek. Dönüşde, başka yoldan gelmek. Çünki, ibâdet yapılan yerler ve ibâdet<br />

için gidip gelinen yollar, kıyâmet günü şehâdet edeceklerdir. Mü’minleri güler yüzle<br />

ve (Selâmün aleyküm) diyerek karşılamak. Fakîrlere çok sadaka, [İslâmiyyeti<br />

doğru olarak yaymak için çalışanlara yardım] yapmak. Sadaka-i fıtrı, bayram nemâzından<br />

önce vermek). Dargın olanları barışdırmak, akrabâyı ve din kardeşlerini<br />

ziyâret etmek, onlara hediyye götürmek de sünnetdir. Erkeklerin kabrleri ziyâret<br />

etmeleri de sünnetdir.<br />

[Hadîs-i şerîfde (İnsânlar, kendilerine iyilik edenleri sever) ve (Hediyyeleşiniz,<br />

sevişirsiniz) buyuruldu. Hediyyenin en kıymetlisi, en fâidelisi, güler yüz, tatlı dildir.<br />

Bid’at sâhiblerinden başka herkese, dosta ve düşmana, müslimâna ve kâfire,<br />

dâimâ güler yüz, tatlı dil göstermelidir. Kimse ile münâkaşa etmemelidir. Münâkaşa,<br />

dostluğu giderir. Düşmanlığı artdırır. Kimseye kızmamalıdır. Hadîs-i şerîfde<br />

(Gadab etme!), kızma buyuruldu. Fitne, fesâd zemânında, ineğe tapanları görünce,<br />

ineğin ağzına saman vermeli, onları kızdırmamalıdır.]<br />

73 — BİRİNCİ CİLD, 312. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, mîr Muhammed Nu’mânın “kuddise sirruh” süâllerine cevâb olarak<br />

yazılmış olup, nemâzda otururken parmak kaldırmak doğru olmadığını da bildirmekdedir:<br />

Âlemlerin, bütün mahlûkların rabbi, yaratıcısı ve varlıkda durdurucusu ve ihtiyâclarını<br />

gönderen Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstünü olan<br />

Muhammed Mustafâya “aleyhissalâtü vesselâm” ve Onun Peygamber kardeşlerine<br />

“salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve meleklere ve Onun yolunda gitmekle<br />

şereflenenlere salât, selâm ve iyi düâlar olsun! Molla Mahmûd ile gönderdiğiniz<br />

kıymetli mektûb gelerek bizleri sevindirdi. Soruyorsunuz ki:<br />

Süâl 1 — Âlimler, Medînedeki (Ravda-i mubâreke) denilen yer, Mekke şehrinden<br />

dahâ kıymetlidir, diyor. Hâlbuki, Muhammed aleyhisselâmın sûreti ve hakîkati,<br />

Kâ’be-i mu’azzamanın sûretine ve hakîkatine secde etmekdedir. Ravda-i mubâreke<br />

nasıl olur da, dahâ üstün olur?<br />

[Medîne câmi’i içinde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kabr-i şerîfi<br />

ile câmi’in o zemânki minberi arasındaki, yirmialtı metre uzunluğundaki yere<br />

(Ravda-i mutahhara) denir. Ravda, bağçe demekdir. O zemânki minber-i şerîf, üç<br />

basamak ve bir metre yüksek idi. [654] yangınında temâmen yandı. Çeşidli yıllarda,<br />

çeşidli minberler yapılmış, bugünki, oniki basamaklı mermer minberi, sultân<br />

üçüncü Murâd hân [998] de İstanbuldan göndermişdir].<br />

Cevâb 1 — Efendim! Bu fakîre göre “rahmetullahi teâlâ aleyh”, yer yüzünün<br />

en kıymetli yeri [Kabr-i se’âdetdir. Bundan sonra] Kâ’be-i mu’azzama [ve bunun<br />

etrâfındaki (Mescid-i harâm) denilen câmi’]dir. Bundan sonra, Medînede [Mescid-i<br />

nebevî içindeki] (Ravda-i mukaddese) denilen meydândır. Dahâ sonra Mekke-i<br />

mükerreme şehridir. Görülüyor ki, Ravda-i mutahhara, Mekkeden dahâ üstündür<br />

demek doğrudur.<br />

Süâl 2 — Hanefî mezhebinde olan bir müslimân, nemâzda otururken parmağı<br />

ile işâret eder mi? Bu konuda Mevlâna Alîmullah bir risâle yazmışdır. Gönderiyorum.<br />

Bu mes’elede siz ne buyurursunuz?<br />

Cevâb 2 — Efendim! Şehâdet parmağı ile işâret etmenin câiz olduğunu bildiren<br />

hadîs-i şerîfler çokdur. Hanefî mezhebindeki âlimlerin bir kısmı da, böyle söylemişdir.<br />

Gönderdiğiniz risâlede Mevlânâ Alîmullah da bunları bildiriyor. Hanefî<br />

mezhebindeki kitâblar, çok dikkatle okunursa, parmak kaldırmanın câiz oldu-<br />

– 267 –


ğunu bildiren haberler, (Üsûl bilgileri) değildir. Mezhebin (Zâhir haberleri) değildir.<br />

İmâm-ı Muhammed Şeybânî, (Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

mubârek parmağı ile, işâret ederdi. Biz de, Onun gibi, parmağımızı kaldırır ve indiririz.<br />

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe de böyle söyledi) diyor ise de, imâm-ı Muhammedin<br />

böyle dediği, (Nevâdir) haberlerindendir. (Üsûl) haberlerinden değildir.<br />

[İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, birinci cildin kırkyedinci sahîfesinde<br />

buyuruyor ki, (Hanefî mezhebinin bilgileri, sonraki âlimlere üç yoldan gelmişdir:<br />

1 — (Üsûl) haberleri olup, bunlara zâhir haberler de denir. Bunlar, Hanefî mezhebinin<br />

sâhibi olan imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeden ve talebesinden “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma’în” gelen haberlerdir. Bu haberler, imâm-ı Muhammedin altı<br />

kitâbı ile bildirilmekdedir. Bu altı kitâb, (El-mebsût), (Ez-ziyâdât), (El-câmi’ussagîr),<br />

(Es-siyerüssagîr), (El-câmi’ulkebîr), (Es-siyerülkebîr) kitâblarıdır. Bu<br />

kitâbları imâm-ı Muhammedden, güvenilir kimseler getirdiği için (Zâhir haberler)<br />

denilmişdir. Üsûl haberlerini ilk toplıyan Hâkim şehîd [Muhammed]dir. Bunun<br />

(Kâfî) kitâbı meşhûrdur. Kâfînin şerhleri çokdur.<br />

2 — (Nevâdir) haberleri olup, yine bu imâmlardan gelen haberlerdir. Fekat, bu<br />

haberler, o altı kitâbda bulunmayıp, yâ imâm-ı Muhammedin (El-kîsâniyyât),<br />

(El-hârûniyyât), (El-cürcâniyyât), (Er-rukıyyât) adındaki başka kitâbları ile bildirilmişdir.<br />

Bu dört kitâb, yukarıdaki altı kitâb gibi, açıkca ve sağlam gelmiş olmadığından,<br />

bu haberlere (Zâhir olmıyan haberler) de denir. Yâhud, başkalarının kitâbları<br />

ile bildirilmişlerdir. Meselâ, İmâm-ı a’zamın talebesinden Hasen bin Ziyâdın<br />

(Muharrer) adındaki kitâbı ve imâm-ı Ebû Yûsüfün (Emâlî) adındaki kitâbı<br />

ile bildirilmişlerdir.<br />

3 — (Vâkı’ât) haberleri, üç imâmdan bildirilmiş olmayıp, bunların talebelerinin<br />

ve talebesi talebelerinin ictihâd etdikleri mes’elelerdir. Böyle haberleri, ilk toplıyan<br />

Ebülleys-i Semerkandî olup, (Nevâzil) kitâbını yazmışdır).<br />

İbni Âbidîn yine birinci cildin otuzbeşinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Fıkh bilgisi,<br />

ekmek gibi, herkese lâzımdır. Bu bilginin tohumunu eken, Abdüllah ibni<br />

Mes’ûd “radıyallahü anh” olup, Eshâb-ı kirâmın yükseklerinden ve en âlimlerinden<br />

idi. Bunun talebesi Alkama bu tohumu sulayarak, ekin hâline getirmiş ve bunun<br />

talebesinden olan İbrâhîm Nehaî, bu ekini biçmiş, ya’nî bu bilgileri bir araya<br />

toplamışdır. Hammâd-ı Kûfî, bunu harman yapmış ve bunun talebesi olan<br />

imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe öğütmüş, ya’nî bu bilgileri kısmlara ayırmışdır. Ebû Yûsüf,<br />

hamur yapmış ve imâm-ı Muhammed pişirmişdir. Böylece hâzırlanan lokmaları,<br />

insanlar yimekdedir. Ya’nî, bu bilgileri öğrenip dünyâ ve âhıret se’âdetine kavuşmakdadırlar.<br />

İmâm-ı Muhammed, pişirdiği bu lokmaları dokuzyüzdoksandokuz<br />

kısm bilgi grubu hâlinde talebesine bildirmişdir. Altı kitâbından, sagîr [ya’nî<br />

küçük] dediğinde, imâm-ı Ebû Yûsüf vâsıtası ile öğrendiklerini bildirmiş, kebîr dediği<br />

kitâblarda, yalnız İmâm-ı a’zamdan işitdiklerini bildirmişdir). İmâm-ı Muhammedin<br />

eseri olan (Siyer-i kebîr) kitâbında bunun için, imâm-ı Ebû Yûsüfün ismi<br />

yokdur. Şimdi, ba’zı câhiller, bu inceliği bilmedikleri için, bunu, imâm-ı Ebû Yûsüfe<br />

karşı iğbirârına haml etmekdedir. Hâlbuki, bu iki imâm, hubb-i fillâhın son<br />

derecesinde yüksek idi. Bunların izinde gidenler bile, bunların sâyesinde, nefsin<br />

arzûlarından kurtulmakdadır].<br />

(Fetâvâ-i garâib)de diyor ki, (Muhît) kitâbında (Sağ elin şehâdet parmağı ile işâret<br />

edileceğini imâm-ı Muhammed “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Üsûl) kitâblarında<br />

bildirmedi. Sonra gelen âlimler de, başka başka söyledi. İşâret edilmez diyenler,<br />

işâret edilir diyenler oldu. İmâm-ı Muhammed, Üsûl kitâblarından başka kitâblarında,<br />

Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” işâret ederdi diyor ve bu benim<br />

sözümdür, İmâm-ı a’zam da bunu haber verdi, buyuruyor. İşâret etmek sünnetdir<br />

denildiği gibi, müstehabdır diyenler de vardır) diyor. (Fetâvâ-i garâib)de bundan<br />

sonra diyor ki, doğrusu, işâret etmek harâmdır.<br />

– 268 –


(Fetâvâ-i Sirâciyye)de diyor ki, (Nemâzda eşhedü en lâ... derken, şehâdet parmağı<br />

ile işâret mekrûhdur. (Kübrâ) kitâbı da böyle diyor. Âlimler bunu beğeniyor.<br />

Fetvâ da böyle verilmişdir. Çünki, nemâzda sâkin, hareketsiz olmak lâzımdır).<br />

(Gıyâsiyye) ve [(Bezzâziyye)] fetvâ kitâbında diyor ki, (Otururken şehâdet<br />

parmağı ile işâret edilmez. Fetvâ böyledir. Muhtâr olan, beğenilen de budur).<br />

(Câmi’ur-rumûz) kitâbında diyor ki, (İşâret edilmez ve parmak bükülmez.<br />

Mezhebin üsûl bilgilerine göre böyledir. Zâhidînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” kitâbında<br />

da böyledir. Fetvâ da böyle verilmişdir. (Mudmerât), (Velvâlciyye), (Hulâsa)<br />

ve dahâ başka kitâblarda da böyle yazılıdır. Büyüklerimiz, parmak ile işâret<br />

etmenin sünnet olduğunu da bildirmekdedir).<br />

[(Câmi’ur-rumûz) kitâbı, (Nikâye) kitâbının şerhidir. (Nikâye) de, (Vikâye) kitâbının<br />

muhtasarıdır. (Mudmerât) kitâbı, Kudûrî kitâbının şerhidir.]<br />

(Hazânet-ür-rivâyât) kitâbında, (Tâtârhâniyye) kitâbından alarak diyor ki, (Teşehhüdde<br />

otururken, lâ ilâhe illallah derken, sağ el şehâdet parmağı ile işâret eder<br />

mi? İmâm-ı Muhammed “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bunu, üsûl haberlerinde bildirmedi.<br />

Sonra gelenler, başka başka söyledi. Bir kısm âlimler, işâret edilmez, dedi.<br />

(Kübrâ) da böyle yazıyor. Fetvâ da böyledir. Bir kısmı ise, işâret edilir, dedi).<br />

(Dürr-ül-muhtâr)da diyor ki, (Nemâzda şehâdet kelimesini okurken, şehâdet<br />

parmağı ile işâret edilmez. Fetvâ böyledir. (Velvâlciyye), (Tecnîs), (Umdetülmüftî)<br />

ve bütün fetvâ kitâblarında böyle yazılıdır. Fekat, bu kitâbları şerh edenler, meselâ<br />

Kemâl, Halebî, Bâkânî işâret edilir. Nitekim imâm-ı Muhammed, Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” işâret ederdi diye haber verdi. (Muhît) kitâbında da, işâret etmenin<br />

sünnet olduğu yazılıdır, diyorlar. İbni Âbidîn (Muhît)den sünnet-i gayr-i<br />

müekkede olduğu anlaşılmakdadır. Nitekim (Aynî) ve (Tuhfe), müstehab olduğunu<br />

bildiriyor, diyor. Şernblâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Nûr-ül-îzâh) kitâbında, (Sahîh<br />

olan, şehâdet parmağı ile işâret etmekdir) diyor ve buna Tahtâvî, i’tirâz ediyor.<br />

Görülüyor ki, işâret etmenin harâm olduğunu söyliyen âlimler vardır. Mekrûh olduğunu<br />

bildiren fetvâlar mevcûddur. İşâret edilmez, parmak bükülmez, üsûl haberleri<br />

böyledir, diyenler çokdur. O hâlde, bizim gibi mukallidlerin, hadîs-i şerîf vardır<br />

diyerek, işâret etmeğe kalkışmamız ve böylece, birçok müctehidlerin fetvâları<br />

ile harâm veyâ mekrûh ve yasak olduğu bildirilen bir işi yapmamız doğru olmaz. Yasak<br />

olduğunu bildiren fetvâlar karşısında, Hanefî mezhebindeki bir kimsenin, parmakla<br />

işâret etmesi, iki fikri gösterir: 1- İctihâd derecesinde yüksek olan bu din âlimlerinin,<br />

işâret edileceğini bildiren meşhûr hadîslerden haberleri yok imiş, demek olur.<br />

2- Yâhud, hadîs-i şerîfleri işitmişler, fekat, bu hadîslere uymamışlar. Kendi kafaları,<br />

düşünceleri ile hareket etmişler demek olur. Bu fikrlerin ikisi de, çok bozukdur.<br />

Böyle sanmak için, pek bayağı veyâ çok inâdcı olmak gerekir. (Tergîb-üs-salât) kitâbındaki<br />

(Eski âlimler, nemâzda şehâdet parmağı ile işâret ederdi. Sonraları,<br />

şî’îler bu işde taşkınlık yapdığından, sonra gelen Hanefî âlimleri, işâret etmeği,<br />

Ehl-i sünnete yasak etdi. Böylece, sünnîler, şî’îlerden ayırd edilmiş oldu) sözü de kıymetli<br />

kitâblardaki haberlere uygun değildir. Çünki, âlimlerimizin (Zâhir üsûlü), işâret<br />

etmemeği ve parmağı bükmemeği bildiriyor, ya’nî, eski âlimler işâret edilmez,<br />

buyurmuşdur. O hâlde, bu işin, şî’îlik ile bir ilgisi yokdur. İşâret edilmiyeceğini bildiren<br />

din büyüklerine karşı, edeb ve saygımızı takınarak, bize düşen söz şöyle olmalıdır:<br />

(Bu büyükler, işâret etmenin harâm veyâ mekrûh olacağına bir delîl, vesîka elde<br />

etmeselerdi, harâm veyâ mekrûh demezlerdi. İşâret etmenin sünnet ve müstehab<br />

olduğunu bildiren haberleri söyledikden sonra, (Böyle demişler ise de, doğrusu işâretin<br />

harâm olduğudur) buyurmazlardı. Demek ki, bu din büyükleri, işâretin sünnet<br />

ve müstehab olduğunu gösteren haberlerin değil, belki yasak olduğunu gösteren<br />

vesîkaların doğru olduğunu anlamışlardır). Sözün kısası, bizim gibi câhillerin,<br />

birkaç hadîs-i şerîf işitmemiz, delîl ve sened olamaz. Din büyüklerinin sözlerini red<br />

etmemize sebeb olamaz. Eğer, (Biz şimdi, onların anladıklarının yanlış olduğunu gös-<br />

– 269 –


teren bilgileri ele geçirmiş bulunuyoruz) denirse, bizim gibi mukallidlerin bilgisi, bir<br />

şeyin halâl veyâ harâm olmasına vesîka olamaz. Birşeyin halâl veyâ harâm olması için,<br />

müctehidin zan etmesi lâzımdır. Müctehidlerin sözlerini, senedlerini örümcek yuvasından<br />

dahâ çürük sanmak, büyük atılganlık olur. Kendi bilgisini, din büyüklerinin<br />

bilgilerinden üstün tutmak ve Hanefî mezhebinin (Üsûl haberlerine) bozuk, çürük<br />

demek de âlimlerin, fetvâ vermek için dayandıkları kıymetli haberleri hiçe saymak<br />

ve bu haberlere yanlış demek, dîn-i islâmda büyük bir yara, gedik açmak olur. İslâmın<br />

büyük âlimleri, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” parlak zemânına yakın<br />

oldukları için ve ilmleri, sonra gelenlerin bilgilerinden katkat çok olduğu ve harâmdan,<br />

günâhlardan sakınmaları, Allahü teâlâdan korkmaları, son derece fazla olduğu<br />

için, hadîs-i şerîfleri, bizim gibi, din bilgilerinden haberi olmıyan, işitdiği bir kaç<br />

sözü ilm sanan boş câhillerden, elbette dahâ iyi tanır ve anlarlardı. Doğrusunu, iğrisini,<br />

değişmiş olanını, değişdirilmemiş olanlarını, bizden dahâ iyi ayırd ederlerdi.<br />

Bu hadîs-i şerîflere uymamak lâzım olduğunu bildirmelerinin, elbette bir sebebi, dayandıkları<br />

kuvvetli vesîkaları mevcûddur. Bilgisi ve görüşü onlardan az olan bizler,<br />

şu kadar anlıyoruz ki, işâretin ve parmağı bükmenin nasıl olacağını bildiren çeşidli<br />

hadîs-i şerîfler vardır ve birbirlerine uymamakdadırlar. Bu çeşidli haberlerin birbirlerine<br />

uymaması, işâretin yapılması için, kesin birşey söylemeği güçleşdirmişdir.<br />

Ba’zı haberler, parmakları yumruk hâlinde bükmeden işâret edileceğini, ba’zıları bükerek<br />

edileceğini bildirmekdedir. Parmakların büküleceğini söyliyenlerden bir kısmı,<br />

elliüç sayısını gösterir gibi yapılacağını bildirmişdir. Başka bir kısmı, yirmiüç sayısını<br />

gösterir gibi büküleceklerini haber veriyor. [(Halebî), bunları anlatırken, sayıların<br />

parmaklarla gösterilmesini uzun anlatmakdadır.] Ba’zı haberler, sağ iki küçük<br />

parmağı kapayıp ve baş parmağı orta parmakla halka yapıp şehâdet parmağı ile<br />

işâret edilir, diyor. Bir habere göre, yalnız baş parmak, orta parmağın üzerine konarak<br />

işâret olunur. Bir haberde ise, sağ eli, sol uyluk üzerine ve sol eli, sağ ayak üzerine<br />

koyup işâret edilir. Başka bir haberde, sağ eli ile sol el üstüne ve bileği, bilek üzerine<br />

ve kolu, kol üzerine koyup, işâret edileceği bildiriliyor. Ba’zı haberlerde, bütün<br />

parmakları kapatarak işâret olunması, ba’zılarında ise, şehâdet parmağı kımıldatılmadan<br />

işâret edilmesi buyurulmakdadır. Bunlardan başka, tehıyyâtda işâret olur deyip,<br />

yeri kesin bildirilmemekde, ba’zı haberlerde, şehâdet kelimesi okunurken işâret<br />

olunur, denilmekdedir. Ba’zı rivâyetlerde ise, otururken düâ zemânında, (Ey kalbleri<br />

istediği gibi çeviren Allahım, benim kalbimi kendi dînin üzerinde bulundur!) denir<br />

ve bunu söylerken, parmakla işâret olunur, buyurulmuşdur.<br />

Hanefî mezhebinin âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, işâret için bildirilen<br />

hadîs-i şerîflerin çok ve başka başka olduğunu görünce, nemâz hakkındaki<br />

kesin ve açık emrlere uygun olmıyan fazla bir hareketin yapılmamasını söylediler.<br />

Çünki, nemâzda esâs, fazla hareketden sakınmak ve olgun bir şeklde bulunmakdır.<br />

Bundan başka, bütün âlimler, sözbirliği ile haber vermişdir ki parmakları,<br />

gücü yetdiği kadar kıbleye karşı bulundurmak sünnetdir. (Nemâzda, her uzvunu,<br />

gücün yetdiği kadar, kıbleye karşı bulundur!) hadîs-i şerîfi, bunu açıkça emr<br />

etmekdedir.<br />

Eğer sorulursa: (Hadîs-i şerîflerin, başka başka bildirilmesi, ancak araları birleşdirilemediği<br />

zemân, işi güçleşdirir. Hâlbuki, işâreti bildiren hadîs-i şerîflerden<br />

müşterek bir emr çıkarılabilir. Çünki çeşidli hadîs-i şerîfler, başka başka zemânlarda<br />

duyulup, haber verilmiş olabilir). Cevâb olarak deriz ki, haberlerin çoğunda<br />

(Kâne=idi) kelimesi vardır ki, bu kelime mantıkdan başka ilmlerde<br />

(Kül=hep) ma’nâsındadır. Bunun için, bu çeşidli haberler birleşdirilemez.<br />

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Sözüme uymıyan hadîs-i<br />

şerîf öğrenirseniz, benim sözümü bırakıp, hadîs-i şerîfe uyunuz) buyurdu<br />

ise de, bu sözü, işitmemiş olduğu hadîs-i şerîfler içindir. İşitmemiş olduğum bir<br />

hadîs-i şerîfe uymıyan sözümü bırakın, demişdir. Hâlbuki, işâret hakkındaki ha-<br />

– 270 –


dîs-i şerîfler böyle olmayıp, meşhûr olmuş, yayılmışdır. İmâm-ı a’zam bunları belki<br />

duymamışdır, denilemez. [İmâm-ı a’zam, bu sözü, kendi talebesine, ya’nî müctehidlere<br />

söyledi. Bizim gibi câhillere söylemedi.]<br />

(Hanefî âlimleri arasında, işâret edilir diyenler, böyle fetvâ verenler de vardır.<br />

Birbirine uymıyan fetvâlardan, herhangi birine uyulursa, câiz olmaz mı?) denirse:<br />

Cevâb olarak deriz ki, fetvâların uymaması (Câizdir, câiz değildir veyâ halâldir,<br />

harâmdır) şeklinde olduğu zemân, câiz değildir veyâ harâmdır diyen fetvâlara uymak<br />

esâsdır.<br />

İbni Hümâm diyor ki, (Parmağı kaldırmak ve kaldırmamakda, birbirine uymıyan<br />

hadîs-i şerîflerin çokluğu karşısında, nemâzda hareketsiz olmak lâzım geldiği için,<br />

biz, parmak oynatmamağı bildiren hadîs-i şerîflere uymalıyız!). İbni Hümâma ne kadar<br />

şaşılsa azdır. Kitâbında, (Âlimlerden bir çoğu, işâret edilmez, dedi ki, bu sözleri,<br />

hadîs-i şerîflere ve akla uygun değildir!) diyerek, ictihâd derecesindeki kıyâs ehli<br />

büyük islâm âlimlerini câhil yapmakdadır. Hâlbuki kıyâs, Hanefî mezhebinin<br />

zâhir ve üsûl haberleridir ve edille-i şer’ıyyenin dördüncüsüdür. İctihâda nasıl dil uzatılabilir.<br />

Bu zât, birbirine uymıyan rivâyetlerin çokluğu karşısında, temiz sular kısmındaki,<br />

(Kulleteyn) hadîs-i şerîfinin de, za’îf olduğunu söylemekdedir.<br />

Oğlum Muhammed Sa’îd “rahmetullahi teâlâ aleyh”, parmakla işâret üzerine<br />

bir risâle yazmakdadır. Temâm olunca, bir sûretini inşâallah gönderirim.<br />

[(Şir’at-ül-islâm) şerhi, yüzyirmialtıncı sahîfe başında diyor ki, (Hidâye) kitâbında,<br />

baş parmakla işâret edilir, diyor. İmâm-ı Hulvânî “rahimehullah” da böyle<br />

buyuruyor. Parmakla işâret edilmez de denildi. Fetvâ da böyledir. Çünki, nemâzda<br />

hareketsiz olmak lâzımdır. Vâkı’ât haberlerinde de böyle bildirilmekdedir. Murâd<br />

Molla kütübhânesindeki, Ebüssü’ûd efendi fetvâsında:<br />

Süâl — Nemâzda otururken, şehâdet parmağını kaldırmak mı, kaldırmamak mı<br />

dahâ iyidir?<br />

Cevâb — Her ikisi de iyi, demişlerdir. Fekat, parmağı kaldırmamak dahâ iyi olduğu<br />

meydândadır.<br />

(El-fıkhu alel-mezâhib-il-erbe’a)da diyor ki, (Mâlikî mezhebinde, seferde, şiddetli<br />

yağmurda, karanlıkda, çamurlu gecelerde ve Arafât ve Müzdelifede, öğle ile<br />

ikindi ve akşam ile yatsı nemâzları cem’ edilir. Seferin üç günden [80 kilometreden]<br />

az olması da câizdir. Deniz yolculuğunda cem’ câiz değildir. Yağmurda ve çamurda,<br />

yatsıyı câmi’de akşam ile birlikde cemâ’at ile kılmak câiz olur. Vitri vaktinde<br />

kılar. Şâfi’îde, cem’ için, seferin 80 kilometre olması lâzımdır.<br />

Hanbelîde cem’, 80 kilometre seferde ve 203. cü sahîfede bildirdiğimiz hâllerde<br />

câiz olduğu gibi, soğuk, kış, yağmur, çamur, fırtınada, yatsıyı akşam ile, evinde de<br />

cem’ câizdir. Cem’ ederken, sünnetler kılınmaz. Birinci nemâza başlarken, cem’ için<br />

niyyet edilir. Vazîfe ve iş zemânında, öğleyi, ikindiyi, akşamı vaktinde kılması<br />

mümkin olmıyanlar, Hanbelî mezhebini taklîd ederek, ikindiyi öğle ile, akşamı yatsı<br />

ile cem’ etmeli, vazîfeyi terk etmemelidir. Vazîfeden ayrılırsa, yerine gelenin yapacağı<br />

zulmlere, küfrlere sebeb olur. Hanbelîde abdestin farzı altıdır: Ağzın ve burnun<br />

içleri ile birlikde yüzü yıkamak, niyyet, kolları yıkamak, başın her tarafını, kulakları<br />

ve üstündeki deriyi mesh etmek, [Sarkan saç mesh edilmez. Mâlikîde sarkanlar<br />

da mesh edilir]. Ayakları, yanlarındaki kemiklerle yıkamak, tertîb [sıra], muvâlât<br />

[acele] farzdır. Herhangi bir kadının derisine şehvet ile ve kendi zekerine temâs<br />

edince, abdest bozulur. Kendine kadın dokununca, lezzet duysa da bozulmaz.<br />

Deriden çıkan her şey, çok ise bozar. Deve eti yimek bozar. Özr sâhibi olmak, hanefî<br />

gibidir. Guslde, ağzı, burnu ve saçları yıkamak ve erkeklerin örgülü saçı açmaları<br />

farzdır. Kadınların saç örgülerini çözmeleri, cenâbet için sünnet, hayz için<br />

farzdır. Nemâzda teşehhüd mikdârı oturmak ve iki tarafa selâm vermek de farzdır.)]<br />

– 271 –


74 — KAZÂ NEMÂZLARI<br />

Nemâz, (İbâdet-i bedeniyye) olduğundan, başkası yerine kılınamaz. Herkesin<br />

kendi kılması lâzımdır. Ağır hasta ve çok ihtiyâr kimse, nemâz yerine fakîre fidye<br />

[para] veremez. Hâlbuki, oruc yerine fidye vermesi lâzımdır.<br />

(Halebî-i kebîr)de diyor ki, (Özrlü ve özrsüz olarak nemâzı terk edenin, bunun<br />

farzını kazâ etmesi lâzımdır. Yalnız Hanbelî mezhebinde, nemâzı özrsüz terk<br />

eden mürted olacağı için, nemâzını kazâ etmesi lâzım olmaz. Önce, küfrden tevbe<br />

etmesi lâzım olur). Altıncı sahîfesinde diyor ki, (Nemâz kılmak, farz olduğu için,<br />

inanmıyan kâfir olur. İnanıp da, terk eden, ya’nî özrsüz kılmıyan fâsık olur. Kitâb,<br />

sünnet ve icmâ’ ile açıkca bildirilmiş olan farzların hepsi böyledir. İctihâd ile anlaşılmış<br />

farzlara Mukayyed denir. Bunlara inanmıyan kâfir olmaz). [Bunlara da<br />

ehemmiyyet vermiyen, aklına uyup, müctehidin hükmünü beğenmiyen kâfir olur.]<br />

(Câmi-ul-ezher)in Cameroun cumhûriyyetindeki mümessili, üstâz İbrâhîm Muhammed<br />

Neşât “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (İslâm kültürü) kitâblarının altıncısında,<br />

yirmibeşinci sahîfesinde diyor ki, (Nemâzı bilerek terk etmenin büyük günâh olduğunu<br />

ve farzları hemen kazâ etmek farz olduğunu, cumhûr-ı ulemâ bildirmekdedir.<br />

İbni Teymiyye, nemâzı amden terk edenin kazâ etmesi lâzım değildir. Kazâ kılması<br />

sahîh olmaz. Çok nâfile kılması, çok hayrât, hasenât ve istiğfâr yapması lâzım<br />

olur dedi. Dahâ önce İbni Hazm da, uzun yazıları ile böyle uygunsuz fikrler ortaya<br />

atmışdı). İbni Teymiyye ve İbni Hazm, hükmü şübheli olan âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i<br />

şerîfleri te’vîl etdiler. Ya’nî, yanlış ma’nâlar vererek, Ehl-i sünnetden ayrıldılar.<br />

Böylece, hayrlı işlerin, nemâz yerine geçeceği sapıklığını da körüklemişlerdir.<br />

İslâmiyyetde açdıkları yaraların en zararlı olanlarından biri de, bu olmuşdur.<br />

(Dürr-ül-muhtâr)da, ikiyüzellialtıncı sahîfede buyuruyor ki, (Farz nemâzı, özrü<br />

olmadan, vakti geçdikden sonra kılmak, ya’nî kazâya bırakmak harâmdır).<br />

Dörtyüzseksenbeşinci sahîfede buyuruyor ki, (Farz nemâzı, özrsüz [ya’nî islâmiyyetin<br />

gösterdiği sebeb olmadan] vaktinden sonra kılmak, büyük günâhdır.<br />

Bu günâh, yalnız kazâ edince afv olmuyor. Kazâ etdikden sonra, ayrıca tevbe veyâ<br />

hac etmek de lâzımdır. Kazâ edince, yalnız nemâzı kılmamak günâhı afv olur.<br />

Kazâ kılmadan, tevbe edilince, terk günâhı afv olmadığı gibi, te’hîr günâhı da afv<br />

olmaz. Çünki, tevbenin kabûl olması için, günâhdan sıyrılmak şartdır).<br />

[Ba’zı va’z kitâblarında, Ramezân-ı şerîf ayının son Cum’a nemâzından sonra,<br />

(Keffâret-i nemâz) olarak dört rek’at kılınır, diyor. Her rek’atde ve selâmdan sonra<br />

okunacak şeyleri de yazıyorlar. Bu nemâz, bütün ömründe kılmadığı nemâzların<br />

keffâreti olur. Hepsi afv olur, diyorlar. Bu yazı doğrudur. Fekat bu nemâz ve<br />

mubârek zemânlarda yapılan diğer ibâdetler, kazâ edilmiş olan farz nemâzların<br />

vaktlerinde kılınmadıklarının büyük günâhlarının afvı için yapılan tevbenin kabûl<br />

olması içindir. Yoksa, kılınmamış nemâzlar, kazâ edilmedikçe, hiçbir sûretle afv<br />

olmazlar. Nitekim oruc keffâreti de, oruc borcunu ödemiyor. Gün sayısınca orucun<br />

ayrıca kazâ edilmesi de lâzım oluyor].<br />

Aşağıdaki yazı (Dürr-ül-muhtâr)dan terceme edildi:<br />

Bir günlük beş vakt farzı ve vitr nemâzını kılarken ve kazâ ederken tertîb sâhibi<br />

olmak farzdır. Ya’nî, nemâz kılarken, sıralarını gözetmek lâzımdır. Cum’a farzını<br />

da, o günün öğle nemâzı sırasında kılmak lâzımdır. Sabâh nemâzına uyanamıyan,<br />

hutbe okunurken bile hâtırlarsa, hemen bunu kazâ etmelidir. Bir nemâzı kılmadıkca<br />

ve bunu kazâ etmedikce, bundan sonraki beş nemâzı kılmak câiz olmaz.<br />

Hadîs-i şerîfde, (Bir nemâzı uykuda geçiren veyâ unutan kimse, sonraki nemâzı<br />

cemâ’at ile kılarken hâtırlarsa, imâmla nemâzı bitirip, sonra önceki nemâzını<br />

kazâ etsin! Bundan sonra, imâmla kıldığını tekrâr kılsın!) buyuruldu.<br />

Her cins nemâzı vaktinde kılmağa (Edâ) denir. Nâfile kılmağa başlandığı vakt,<br />

bu nâfile nemâzın vakti olur. Temâmlanması vâcib olur. Fâsid olursa, kazâsı vâcib<br />

olur. Bir nemâzı vakti içinde tekrâr kılmağa (İâde) denir. Vaktinde kılınmazlarsa,<br />

– 272 –


vaktinden sonra kılmağa (Kazâ) denir. İkiyüzotuzbeşinci sahîfe sonuna bakınız!<br />

Farzı, kazâ etmek farzdır. Vâcibi kazâ etmek ve fâsid olan sünnet ve nâfile nemâzları<br />

iâde etmek vâcibdir. Vaktinde kılınmıyan sünneti kazâ etmek emr olunmadı.<br />

Bu sünneti kazâ ederse, kıldığı nemâz, nâfile olur ve sünnet sevâbına kavuşmaz.<br />

[Şî’î kitâbında diyor ki, (Nemâzlarını bir özr ile kılmıyan kimse ölünce, bunun<br />

nemâzlarını velîsi kazâ eder. Yâhud başkasına ücret ile kıldırır. Meyyitin başka ibâdetleri<br />

de ücret ile başkasına yapdırılarak, borcdan kurtarılması câizdir.) Bu sözleri<br />

doğru değildir.]<br />

Altmışıncı madde sonunda yazılı üç vaktden başka, her zemân kazâ kılınır. Sabâh<br />

nemâzına başlamadan veyâ nemâz arasında iken, vitri kılmadığını hâtırlayan<br />

kimsenin, sabâh nemâzı kabûl olmaz. Güneş doğmasına, yalnız vitri kazâ edecek<br />

kadar zemân kalmış ise, ancak bu hâlde sabâh kabûl olur. Demek ki, bir nemâz vaktinin<br />

sonunda, kazâyı da kılacak kadar zemân kalmazsa, kazâyı önce kılmak lüzûmu<br />

afv olur. Vakt daraldı sanarak, vakt nemâzının farzını kılan, sonra dahâ zemân<br />

olduğunu anlasa, kazâyı ve sonra vaktin farzını tekrâr kılar. Vaktin nemâzına<br />

başlarken veyâ nemâz içinde iken, kazâsı olduğunu unutursa, nemâzdan sonra hâtırlasa<br />

da, kıldığı nemâzı kabûl olur. Çünki, unutmak özrdür.<br />

Kazâya kalan nemâz sayısının altı olması da, sıra ile kılmağı afv etdiren bir özrdür.<br />

Kılmadığı veyâ kılıp da kabûl olmıyan farz nemâzı sayısı altı olan bir kimse,<br />

tertîb sâhibi olmaz. Kazâ nemâzlarının birbiri arasında ve bunlarla vakt nemâzları<br />

arasında sırayı gözetmesi lâzım olmaz. Meselâ bir farzı kılmıyan kimse, bunu hâtırladığı<br />

hâlde, beş dâne vakt nemâzı kılsa, bu beşi kabûl olmıyacağı için, kılınmamış<br />

nemâz sayısı altı olur. Vitr nemâzı, burada hesâba katılmaz. Eskiden kazâya<br />

kalmış farzlar hesâba katılır.<br />

Nemâzlar arasında sırayı gözetmek lüzûmunu gideren dördüncü sebeb, sıranın<br />

lâzım olduğunu bilmemekdir. Nass veyâ icmâ’ olmıyan şeyi bilmemek özrdür. Meselâ,<br />

sabâhı kılmıyan, bunu hâtırladığı hâlde, öğleyi kılsa, bu kabûl olmaz. Sonra,<br />

sabâhı kazâ edip, sonra ikindiyi kılsa, ikindi kabûl olur. Çünki kıldığı öğlenin<br />

kabûl olduğunu sanmakdadır. Beşden fazla kazâları olan, bunları kazâ ederken,<br />

kılmadığı nemâz sayısı, altıdan aşağıya inince, sırayı gözetmek lüzûmu tekrâr geri<br />

gelmez. Bunları da sırasız kılabilir.<br />

Kılmadığı altıdan az nemâz varken, sırayı bozarak, edâ olunan nemâzların kabûl<br />

olmaması, İmâm-ı a’zama göre “rahmetullahi teâlâ aleyh” şarta bağlıdır. Sonra<br />

edâ etdiği nemâz sayısı, kazâya kalanla birlikde, altı olunca, edâ etmiş olduğu<br />

nemâzlar, tekrâr kabûl olur. Meselâ, bir farzı veyâ vitri kılmasa, sonra gelen nemâzları<br />

kılsa, bu nemâzlar kabûl olmaz. Beşinci nemâzı kılmadan, önce kılmamış<br />

olduğu nemâzı kazâ ederse, kıldığı nemâzlar nâfile olmuş olur. Kazâyı kılmadan<br />

önce kıldığı beşinci nemâzın vakti çıkarsa, kazâya kalan ile kabûl olmıyan nemâz<br />

sayısı altı olur. Bu hâlde, kılınan beş nemâz tekrâr sahîh olur. Kıldığı beş nemâzın<br />

herbirinde, kazâsı olduğunu hâtırlamak lâzımdır. Birkaçında hâtırlamadı ise,<br />

bunlar hesâba katılmaz. Sabâh nemâzını kılmıyan kimse, sonra gelen nemâzları kılsa,<br />

ertesi gün güneş doğarken, kılmış olduğu beş nemâzın hepsi kabûl olur.<br />

Sırayı bozarak kılınan nemâzların kabûl olmaması, iki imâma göre şarta bağlı<br />

değildir, kesindir.<br />

Ayakda duramıyan veyâ zarar gören, başı dönen kimse, farzları da, secde etdiği<br />

yerde oturarak kılar. Rükü’ için eğilir. Secde için, başını yere koyar. Dıvara, değneğe,<br />

insana dayanarak, biraz ayakda durabilenin, ayakda tekbîr alması ve o kadarcık<br />

ayakda okuması farzdır. Secde için yere eğilemiyen hasta, önceden yere konulan, 25<br />

cm.den az yükseklikde sert bir şey üzerine secde yapmalıdır. Alnında yara olan, yalnız<br />

burnu ile, burnunda yara olan da, yalnız alnı ile secde eder. Alnında ve burnunda<br />

birlikde özr olup başını yere veyâ böyle sert birşey üzerine koyamıyan, ayakda<br />

durabilse bile, yere oturarak îmâ ile kılar. Ya’nî rükü’ için biraz eğilir. Secde için, rükü’dan<br />

dahâ çok eğilir. Secde için, kendisi veyâ başkası, yerden birşey kaldırıp, yü-<br />

– 273 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:18


zünü bunun üstüne koyması tahrîmen mekrûhdur. Çünki, (Feth-ul-kadîr), (Merâkıl-felâh),<br />

(Halebî) ve (Mecma’ul-enhür)de diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” bir hastayı ziyâret etdi. Bunun, eli ile yasdık kaldırıp, üzerine secde etdiğini<br />

görünce, yasdığı aldı. Hasta, odun kaldırarak bunun üstüne secde etdi. Odunu<br />

da aldı ve (Gücün yeterse, yere secde et! Yere eğilemezsen, yüzüne birşey kaldırıp,<br />

bunun üzerine secde etme! Îmâ ederek kıl ve secdede, rükü’dan dahâ çok eğil!)<br />

buyurdu. Kaldırılan şey üzerine secde ederken, rükü’dakilerden çok eğilirse, îmâ ile<br />

kılmış olur. Nemâzı sahîh olur. O hâlde, eli ile birşey kaldırmak lüzûmsuzdur.<br />

İbrâhîm Halebî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Halebî-yi kebîr)de, altıyüzonsekizinci<br />

sahîfede diyor ki, (Şiddetli diş ağrısını durdurmak için konan ilâc, okumasına<br />

mâni’ olsa, vakt dar ise, imâma uyar. İmâm yok ise, okumadan kılar).<br />

Bir uzvundaki derdden dolayı uygun oturamıyan kimse, istediği gibi oturur. Oturabilmek<br />

için, ayaklarını kıbleye karşı uzatabilir. Bir yerini yastığa veyâ başka şeye<br />

dayar. Yâhud, bir kimse tutarak düşmesine mâni’ olur. Yüksek bir şeyin üstüne<br />

oturup îmâ ile kılması câiz değildir. [Sandalyada oturarak kılanın nemâzı kabûl<br />

olmaz. Çünki, sandalyada oturmak için zarûret yokdur. Sandalyada oturabilen kimse,<br />

yerde de oturabilir ve yerde oturup kılması lâzımdır. Nemâzdan sonra, yerden<br />

ayağa kalkamıyan, sandalyadan ise kolay kalkan hastayı yerden bir kimse kaldırır.<br />

Yâhud, kıbleye karşı uzatılmış sedir üzerinde, ayaklarını sarkıtmadan oturarak<br />

kılar. Nemâzdan sonra, ayaklarını sedirin bir yanına sarkıtıp, sandalyadan<br />

kalkar gibi kalkar.] Bir şeye dayanarak veyâ bir kimsenin tutması ile de, yerde oturamıyan<br />

hasta, sırt üstü yatarak kılar. Ayaklarını kıbleye uzatır. Başı altına yastık<br />

koyar. Yüzü kıbleye karşı olur. Veyâ kıbleye karşı sağ veyâ sol yanı üzerine yatar.<br />

Rükü’ ve secdeleri, başı ile îmâ eder. Böyle de îmâ edemiyen aklı başında bir hasta,<br />

bir günden çok nemâzını kılamazsa, hiçbirini kazâ etmez. Semâvî bir sebeb ile,<br />

ya’nî elinde olmıyarak, meselâ hastalık ile veyâ baygın yâhud secde, rek’at sayılarını<br />

unutacak kadar dalgın olarak, beşden fazla nemâzını kılamıyan da böyledir. Alkollü<br />

içkiler ve uyuşdurucu maddeler veyâ ilâc alarak böyle baygın, dalgın olanın,<br />

kılamadığı nemâzlarının adedi birkaç günlük olsa da, hepsini kazâ etmesi lâzımdır.<br />

Îmâ ile dahî kılması mümkin iken, kılmadan ölüm hâline gelen kimsenin, nemâzlarının<br />

keffâreti yapılması için vasıyyet etmesi lâzımdır. Nemâz keffâreti, her nemâz<br />

için, bir müslimân fakîre yarım sâ’ [binyediyüzelli gram] buğday vermekdir. Bunu,<br />

vasıyyet etdiği kimse veyâ vârisi verir. Vasıyyet edenin bırakdığı malın üçde birinden<br />

verilmesi lâzımdır. Ölürken vasıyyet etmedi ise, kimsenin vermesi lâzım olmaz.<br />

Kılınmamış nemâzları beşden çok ise de, acele kazâ etmek lâzımdır. Secde-i tilâvet<br />

ve oruc kazâsı, acele değildir. Gecikirse günâh olmaz.<br />

Dâr-ül-harbde îmâna gelen, farz olduğunu işitinceye kadar, kılmadığı nemâzları<br />

kazâ etmez. Mürted, îmâna gelince, mürted olmadan önce kıldığı ve mürted<br />

iken kılmadığı nemâzları ve orucları kazâ etmez. Fekat, tekrâr hacca gitmesi lâzım<br />

olur. Mürted olmadan önce yapmadığı farzları kazâ eder. Çünki, müslimânın<br />

farzları yapmaması büyük günâhdır. Mürted olunca, günâhları afv olmaz.<br />

Sağlam iken kılmadığı nemâzları, hasta iken teyemmüm ve îmâ ile kazâ etmek<br />

câizdir. İyi olursa, tekrâr kılmak lâzım olmaz. Kazâ kıldığını başkasına bildirmemelidir.<br />

Çünki, nemâzı kaçırmak günâhdır. Günâhı gizlemek lâzımdır.<br />

Farz ve vâcib olan bir nemâzı bile bile kazâya bırakabilmek için, iki özr vardır:<br />

Biri, düşman karşısında olmakdır. İkincisi, seferde olan [ya’nî üç günlük yol gitmeğe<br />

niyyeti olmasa bile, yolda bulunan] kimsenin hırsızdan, yırtıcı hayvandan, selden,<br />

fırtınadan korkmasıdır. Bunlar, oturarak ve herhangi bir tarafa dönerek veyâ hayvan<br />

üzerinde îmâ ile de kılamadığı zemân, kazâya bırakabilir. Bu iki sebeb ile ve uyku<br />

ve unutmak sebebi ile kaçırmak günâh olmaz. Kış aylarında, yatsıyı vaktinin üçde<br />

birine kadar gecikdirmek müstehabdır dedikden sonra buyuruyorlar ki, (Vakt girdikden<br />

sonra uyuyup nemâzı kaçırmak, harâm olmaz ise de tahrîmen mekrûhdur.<br />

Birisine tenbîh ederek veyâ sâat çalarak uyanmağı temîn edince ve vakt girmeden<br />

– 274 –


evvel uyumak mekrûh olmaz.) Kara Çelebi-zâdenin (Eşbâh) şerhinde, (Boğulmak<br />

üzere olanı ve benzerlerini kurtarmak için nemâzı vaktinden sonra kılmak sahîhdir)<br />

diyor. Fekat, [Özr bitince], hemen kazâ kılması farz olur. Harâm olan üç vaktden başka,<br />

boş vaktlerinde kılmak şartı ile, fevt olan nemâzını, çoluk çocuğunun rızkını kazanacak<br />

kadar gecikdirmek câiz olur. Dahâ fazla gecikdirirse, günâha girmeğe başlar.<br />

Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Hendek muhârebesinin şiddetinden<br />

kılamadıkları dört nemâzı, hemen o gece, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü anhüm”<br />

yaralı ve çok yorgun oldukları hâlde, cemâ’at ile kıldı.<br />

Hanefî mezhebinin âlimleri, söz birliği ile buyuruyorlar ki, (Sünnet nemâzların,<br />

yalnız vaktinde kılınmaları emr olundu. Vaktinde kılınmayan sünnet nemâzlar, insanın<br />

üzerinde borç kalmaz. Bunun için, vaktinden sonra kazâ edilmeleri emr olunmadı.<br />

Sabâh nemâzının sünneti vâcibe yakın olduğundan, o gün öğleden önce farzı<br />

ile kazâ edilir. Sabâh nemâzının sünneti öğleden sonra, başka sünnetler ise, hiçbir<br />

zemân kazâ edilmez. Kazâ olursa, sünnet sevâbı hâsıl olmaz. Nâfile kılınmış olur.)<br />

(Dürr-ül-muhtâr)da ve (İbni Âbidîn)de ve (Merâkıl-felâh)ın Tahtâvî hâşiyesinde<br />

ve (Dürr-ül müntekâ)da ve (Cevhere)de diyor ki, (bir müslimânın herhangi bir<br />

nemâzı vaktinde kılmaması, iki dürlü olur:<br />

1 — Özr ile kaçırmasıdır. Nemâzı özr ile kaçırmağa, (Fevt) etmek denir. Harâm,<br />

mekrûh, bid’at işlememek ve farzı, vâcibi kaçırmamak, hattâ gecikdirmemek için,<br />

sünnet terk edilir. Sünnetleri, bu sebeblerle terk etmek câiz, hattâ lâzımdır. Terk<br />

etmemek günâh olur. Farz nemâzları özr ile kaçırmak da, günâh olmaz ise de, hemen<br />

kazâ edilmeleri lâzım olur.<br />

2 — Nemâzı vazîfe bildiği, ehemmiyyet verdiği hâlde tenbellikle terk etmesidir).<br />

Sünnetleri özrsüz ve ısrârla hep terk etmek günâh olmaz ise de, kıyâmetde sorguya<br />

çekilip, azarlanır. Kemâleddîn ibni Hümâm, (Farzı, vâcibi kılmamak günâh olur.<br />

Sünnetleri kılmamak ise, sevâblarına ve yüksek derecelere kavuşmamağa sebeb olur,<br />

dedi). (Halebî-yi sagîr)de (Sabâh nemâzının sünnetini ve başka müekked sünnetleri<br />

terk etmek günâh olmaz. Yalnız sevâblarına ve yüksek derecelere kavuşamaz<br />

ve azarlanır) diyor. Farzları özrsüz terk etmek ise, çok büyük günâhdır. Bunun<br />

için, kitâblarda, kazâ nemâzlarını anlatmağa başlarken, (Müslimân, nemâzlarını ancak<br />

özr ile kaçırır. Bunun için, her kitâbda (Fâite), ya’nî kaçırılmış nemâzların kazâsı<br />

denilmekdedir) yazılıdır. Çünki, eski müslimânlar, nemâzlarını fevt edebilirdi.<br />

Hiç kimse özrsüz terk etmezdi. (Umdet-ül islâm)da ve (Câmi’-ül-fetâvâ)da diyor ki,<br />

(Düşman karşısında, bir farz nemâzı kılmak mümkin iken, terk etmek, yediyüz<br />

büyük günâh işlemiş gibi günâhdır). Fâite nemâz, kazâya kalmış nemâz demekdir.<br />

Terk edilmiş nemâz ise, kazâya bırakılmış nemâz demekdir. Kazâya kalmış nemâzı<br />

bildirmek için, fâite de, terk edilmiş nemâz da denilir. Bu maksad için, bu iki kelimeyi<br />

birbirinin yerine kullanmak, fâite nemâz ile terk edilmiş nemâzın hükmlerinin<br />

aynı olduğunu göstermez. Fâite nemâz, günâh olmıyan nemâzdır. Terk edilmiş<br />

nemâz ise, büyük günâh olan nemâzdır. Meselâ, gâzî, insandır. Kâtil de insandır. İkisinin<br />

de insan olması, kâtilin günâhını gidermez. Gâzînin sevâbını yok etmez.<br />

Özrden dolayı gecikdirilmesine islâmiyyetin izn verdiği birkaç nemâzı fevt olmuş<br />

bir kimsenin, bu birkaç nemâzı, beş vakt nemâzın sünnetleri yerine kılmayıp,<br />

bu sünnetleri terk etmemesi câiz görülmekdedir. Fekat, din kitâbları yazıldığı<br />

zemânlarda, islâm memleketlerinde nemâz kılmıyan kimse yokdu. Özrsüz kazâya<br />

bırakan da yokdu. Özr ile fevt olan nemâzları da azdı. Şimdi ise, özrsüz terk etdikleri<br />

için, büyük günâha girmişlerdir. Bu vak’a ve hakîkat karşısında, nemâzlarını<br />

özrsüz terk edenler, nemâz borcu ile can vermemek, Cehennem azâbından kurtulmak<br />

için, hiç olmazsa, beş vakt nemâzdan dördünün sünnetlerini kılarken, kazâ<br />

kılmağa da niyyet etmelidir. Böylece, bir nemâz kılmakla, hem kazâ, hem de sünnet<br />

kılınmış olur. Sabâh nemâzının sünneti kuvvetli olduğundan, sabâh nemâzının<br />

sünnetini, yalnız sünnet niyyet ederek kılmalıdır.<br />

Dört mezhebin fıkh bilgilerinde mütehassıs olan seyyid Abdülhakîm Efendi<br />

– 275 –


“rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, (Tenbellikle nemâz kılmıyanlar, senelerce kazâ<br />

borcu olanlar, nemâza başladıkları zemân, sünnetleri kılarken, o vaktin ilk<br />

kazâya kalmış kazâ nemâzı için de niyyet ederek kılmalıdır. Bunların, sünnetleri<br />

kazâ nemâzı için de niyyet ederek kılması, dört mezhebde de lâzımdır. Hanefî mezhebinde,<br />

bir farz nemâzı özrsüz kazâya bırakmak ekber-i kebâirdir. Bu çok büyük<br />

günâh, her nemâz kılacak kadar boş zemân geçince, bir misli artmakdadır. Çünki,<br />

nemâzı hemen kazâ etmek de farzdır. Hesâba, sayıya sığmıyan bu müdhiş günâhdan<br />

ve azâbından kurtulmak için, sabâh nemâzından başka dört vakt nemâzın<br />

sünnetlerini ve Cum’a nemâzlarının ilk, son ve vakt sünnetlerini kılarken, kılınmamış<br />

farz nemâzını da ve yatsının son sünnetini kılarken, üç rek’at vitr nemâzını<br />

da kazâ etmeğe niyyet ederek kılmalıdır. Böyle olduğunu isbât eden delîller, Hanefî<br />

âlimlerinin kitâblarında pek çokdur.<br />

Farz nemâzı terk etmek büyük günâhdır. Hemen tevbe etmek lâzımdır. Tevbeyi<br />

[ya’nî kazâ kılmağı] gecikdirmek dahâ büyük günâhdır. Bu büyük günâh, kazâ<br />

kılacak kadar zemân, ya’nî 6 dakîka geçince, bir misli artar. Kazâ etmeği gecikdirince<br />

de, tevbe farz olur. Kazâya kalan bir nemâzın ilk kazâsı kılınınca, bu nemâzın<br />

kazâlarını gecikdirmek günâhlarının hepsi afv olur. Bunun için, kazâyı bir an<br />

evvel kılarak, kazâ borcunu bitirmek lâzımdır.<br />

FARZLAR VE SÜNNETLER: [Başkasının malını gizli olarak almağa (Sirkat)<br />

çalmak denir. Zorlayarak, aldatarak, görerek almağa (Gasb) yağma denir. İkisi de<br />

harâmdır. Her iki malı sâhibinin kullanmasına mâni’ oluyor ki, bunun günâhı, sâhibine<br />

ödeyinceye kadar devâm ediyor. Bu günâha ayrıca hergün tevbe etmek lâzımdır.<br />

Farzı vaktinde yapmayıp, nâfile ibâdetleri yapanın, bu nâfileleri kabûl olmaz.<br />

Çünki, bu kimse, Allahü teâlânın emrini yapmayıp, kendi nefsinin arzûlarını<br />

yapmakdadır. Zekât vermeyince, fakîrin hakkı gasb edilmiş oluyor. Zekât vermiyen<br />

zengin, binlerce fakîrin hakkını gasb etmiş olduğu için ve Allahü teâlânın<br />

emrini yapmadığı için, bunun bütün hayrâtı, hasenâtı kabûl olmuyor. Borcunu ödemiyen<br />

de, böyle haklar altında kalmakdadır.<br />

Nemâz kılmak, insanın Allahü teâlâya olan borcudur. Bir farzı vaktinde kılmamak,<br />

bu hakkı ve nemâzda müslimânlara yapılan düâ hakkını ödememek oluyor. Bunu<br />

kazâ edinciye kadar nâfile nemâzları, sünnetleri kabûl olmuyor. Nemâzı kazâya<br />

bırakmak büyük günâhdır. Bir nemâzın kazâsını kılmayan seksen hukbe yanacakdır.<br />

Her altı dakîka geçince, bu azâb bir misli artmakdadır. Bir sâatde on kerre, günde<br />

ikiyüzkırk kerre birer misli artmakdadır. Kazâ nemâzlarının cezâları, ilk günü seksen<br />

hukbe iken, sonraki günlerde, altı dakîkada bir misli artıyor. Her erkek oniki yaşından,<br />

her kadın dokuz yaşından i’tibâren, nemâz kılmağa başlayıncaya kadar geçen<br />

seneler adedince sene, sünnetler yerine kazâ kılmalıdır. Nemâzı kılmamak,<br />

büyük günâh olduğu gibi, kazâ kılmamak dahâ büyük günâh oluyor ve bu günâh her<br />

gün devâm ediyor. Nemâzı kazâya bırakanın tevbe etmesi lâzım olduğu gibi, kazâyı<br />

da kılmadığı için, her nemâz kılacak kadar zemânda, [ya’nî her 6 dakîkada] ayrıca<br />

tevbe etmesi lâzımdır. Kazâ kılmamağa tevbe etmek için, kazâyı da kılması lâzımdır.<br />

Bunun için, çok kazâsı olanın, her nemâzı kılarken, sünnetler yerine birinci<br />

kazâyı kılması lâzımdır. Çünki, kazâ nemâzını kılmadan, bunun sünnetleri kabûl<br />

olmamakdadır. Sünnet yerine kazâ kılarken, bu sünneti de kılmış olmakdadır.<br />

Bir nemâzın bir kazâsını kılmıyan, nemâz kılacak kadar zemânlar geçince, [ya’nî<br />

her 6 dakîkada] günâhı evvelkinin artarak, milyonlarca kazâ borcu hâsıl oluyor. Böyle<br />

kimse, birinci kazâyı kılınca, bu günâhların hepsi afv oluyor. Kazâ nemâzı kılmanın<br />

ehemmiyyetini iyi anlamalıdır. Îmânsız ölene âhıretde hiç merhamet edilmiyecek,<br />

Cehennemde sonsuz yanacakdır. Büyük günâh işleyip de tevbesiz ölen müslimân,<br />

şefâ’at ile veyâ islâmiyyeti yaydığı için afv edilecekdir. Çünki, hadîs-i şerîfde<br />

(Allahü teâlânın en çok sevdiği amel, hubb-i fillah ve buğd-ı fillahdır) buyuruldu.<br />

Ehl-i sünnet âlimlerini ve Evliyâyı seven mü’min, bu hadîs-i şerîfin müjdesine<br />

kavuşacakdır. (Unutulmuş sünnetimi meydâna çıkarana yüz şehîd sevâbı vardır) hadîsindeki<br />

müjdeye kavuşmak için de, Ehl-i sünnet kitâblarını satarak, Muhammed<br />

– 276 –


aleyhisselâmın bildirdiği islâmiyyeti yaymağa çalışmak lâzımdır. İstanbuldaki (Hakîkat<br />

Kitâbevi)nin neşr etdiği kitâbların hepsini Ehl-i sünnet âlimleri yazmışdır.]<br />

Sünnetleri kazâ niyyetiyle de kılmak için, öğle nemâzının ilk dört rek’at sünnetini<br />

kılarken, ilk kazâya kalmış öğlenin farzını niyyet ederek, kazâ da kılmalıdır.<br />

Öğlenin son sünnetini kılarken, ilk kazâya kalmış sabâh nemâzının farzını da<br />

niyyet ederek, kazâ kılmalıdır. İkindinin sünnetini kılarken, ikindi nemâzının<br />

farzını niyyet ederek, kazâ da kılmalıdır. Akşamın sünnetini kılarken, üç rek’at akşam<br />

nemâzının farzını niyyet ederek, kazâ da kılmalıdır. Yatsının ilk sünnetini kılarken,<br />

yatsı farzını ve son sünnetini kılarken de, ilk kazâya kalmış vitri niyyet ederek<br />

üç rek’at olarak, kazâ da etmelidir. Böylece her gün bir günlük kazâ ödenir.<br />

Terâvîh nemâzlarını kılarken de, kazâ kılmağa da niyyet ederek, kazâ da kılmalıdır.<br />

Kaç senelik kazâ nemâzı varsa, buna, o kadar sene devâm etmelidir. Kazâlar<br />

bitince, yalnız sünnetleri kılmağa başlamalıdır). [63. cü maddeye bakınız!]<br />

[Terâvîh yerine, evinde kazâ nemâzı da kılmalıdır. Çünki, farzları özrsüz kılmıyanın,<br />

sünnetlerine sevâb verilemiyeceği, kitâblarda yazılıdır. Mahalle mescidinde<br />

veyâ evde, cemâ’at ile terâvîh kılındığı zemân, kazâ borcu olan veyâ imâmın nemâzının<br />

sahîh olduğuna güvenmiyen kimse, nemâza yeni başlıyan gençlere önayak<br />

olup, onları nemâza alışdırmak ve dedikodu, fitne çıkmasını önlemek için, cemâ’at<br />

ile terâvîh kılar. Fekat, bu imâma uymağa niyyet etmez. Niyyet etmiş görünür.<br />

Kendisi kazâ da kılar. İmâm efendi, iki rek’atda bir selâm veriyorsa, sabâh nemâzı<br />

farzlarını, dört rek’atda bir selâm veriyorsa, diğer farzları kazâ etmeğe de niyyet<br />

eder. Kazâ nemâzına da niyyet edince, imâmın hareketlerine uyamaz ise, yalnız<br />

terâvîh kılmağa niyyet ederek böyle imâma da uyar.]<br />

Bildirilen iki özr ile ve unutarak veyâ uyku sebebi ile kılamayıp, fevt olan nemâzların<br />

sayısı pek az olup, bir günde kazâ edilebilir. Sünnetleri kazâ niyyeti ile<br />

de kılmak lâzım olmaz. Özr ile kaçırılması günâh olmadığı için, kazâ edilmesini,<br />

sünnetleri kılacak kadar gecikdirmek de, günâhın başlamasına sebeb olmaz.<br />

Özrsüz, tenbellikle farz nemâzı vaktinde kılmamak, büyük günâhdır. Bir büyük<br />

günâhı afv etdirmek için tevbe etmek lâzımdır. Tevbenin sahîh olması için dört şart<br />

vardır. Bunlar, pişmân olup, günâha devâm etmemek, bir dahâ yapmamağa karâr vermek,<br />

afv olması için düâ ve istigfâr etmek, Allah ve kul haklarını ödemekdir. Bu dört<br />

şartdan biri yapılmazsa, günâh afv olmaz. Böyle kimselerin, hergün dört vakt nemâzın<br />

sünnetlerini de kazâ niyyeti ile kılıp, Allahü teâlânın hakkını bir ân önce ödemeleri<br />

lâzımdır. Bunların üçüncü ve dördüncü rek’atlerinde zamm-ı sûre okumazlar.<br />

(İmdâd)da ve (İbni Âbidîn), dörtyüzellinci sahîfesinde, (Vâcibi gecikdirmemek<br />

için sünnet terk edilir) buyuruyor. Üçyüzonaltıncı sahîfesinde de böyle buyurdukdan<br />

sonra, (Cemâ’at ile nemâz kılarken farz olan hareketlerde, imâma tâbi’ olmak,<br />

farzdır. Vâciblerde vâcibdir. Sünnetlerde tâbi’ olmak sünnetdir. Tâbi’ olmak, imâmla<br />

berâber veyâ sonra yapmak veyâ önce başlayınca, imâmı beklemek demekdir. Meselâ,<br />

rükü’a imâmla berâber eğilmek veyâ sonra eğilip, ona rükü’da yetişmek veyâ<br />

imâm rükü’dan kalkdıkdan sonra eğilmek veyâ imâmdan önce eğilip kalkdıkdan sonra<br />

tekrâr imâmla birlikde veyâ ondan sonra eğilmek, imâma tâbi’ olmak demekdir.<br />

Tekrâr eğilmezse, tâbi’ olmamış, farzı terk etmiş olur ve nemâzı bozulur. Farz ve vâciblerde,<br />

imâmla berâber hareket etmek, ayrıca vâcibdir. Bir kimse, rükü’ tesbîhini<br />

üç kerre okumadan, imâm rükü’dan kalkarsa, tesbîhi temâmlamayıp, imâmla berâber<br />

kalkması vâcibdir. Vâcibi gecikdirmemek için sünnet terk edilir) diyor. Vâcibi<br />

gecikdirmemek için tesbîhi temâmlamayıp bu sünneti terk etmek lâzım oluyor.<br />

Nemâz içindeki sünnetler, nemâz dışındaki her sünnetden dahâ kuvvetlidir. Meselâ,<br />

Kur’ân-ı kerîm okumak sünnetdir ve sevâbı çokdur. Fekat nemâz içinde okunan<br />

Kur’ân-ı kerîmin sevâbı dahâ çok olduğu hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Bu hadîs-i şerîf,<br />

senedleri ile birlikde, (Hazînet-ül-esrâr)ın yirmiikinci sahîfesinde yazılıdır. O hâlde,<br />

özrsüz terk edilen nemâzların kazâlarını kılarak, büyük günâhdan kurtulmak için,<br />

sünnetlerin terk edilmesi lâzım geldiği, buradan da anlaşılmakdadır. Böyle olmakla<br />

berâber, sünnetleri kazâ niyyetiyle de kılan kimse, sünnetleri terk etmiş olmaz.<br />

– 277 –


Yetmişinci maddede, cemâ’at ile nemâzı anlatırken bildirdiğimiz gibi, imâm<br />

sabâh nemâzını kıldırmağa başlarken gelen kimse, câmi’in dışında veyâ içerde, direk<br />

arkasında sünneti kılar. Sonra imâma uyar. Böyle, cemâ’atden ayrı bir yer bulamazsa,<br />

sünneti cemâ’atin arkasında kılmaz. Hemen imâma uyar. Çünki, cemâ’at<br />

ile nemâz kılınırken, yalnız olarak nemâza başlamak mekrûhdur. Mekrûh işlememek<br />

için, sabâh sünneti terk edilir. (Dürr-ül-muhtâr)ın bu yazısına göre de, sünnetler<br />

yerine kazâ kılmak lâzımdır. Mekrûhdan kurtulmak için, en kuvvetli sabâh sünneti<br />

bile terk edilince, harâmdan kurtulmak için, sünnet elbette terk edilir. Çünki,<br />

sünnet yerine kılınan kazâ nemâzı, insanı büyük günâhdan kurtarmakdadır.<br />

Ba’zı kimseler ve hele, kendilerini din adamı tanıtdıran ba’zı din câhilleri, din büyüklerinin<br />

sözlerini değişdirmeğe kalkışıyor. Fekat, bir şey bilmedikleri için, i’tirâz<br />

olarak, hiçbir kitâba dayanmadan, akllarına geleni söylüyorlar. Kendilerini beğendikleri<br />

için, ulu orta fikrler yürütüyorlar. Meselâ, (Efendim, sünnet yerine farz kazâ<br />

edilmez. Ben, bunu kabûl edemem. Sâatlerce kahvede oturup, boş vakt geçireceğine,<br />

kazâlarını kılsın. Sünnetleri bırakmasın!) diyenler oluyor. Evet (kahvede sâatlerce<br />

oturmasın da, kazâlarını kılsın) sözü doğrudur. Fekat, (kazâlar için sünnetleri<br />

bırakmasın!) sözü doğru değildir. Kazâları kılmamak ve boş vakt geçirmek, büyük<br />

günâhdır. Amma, bu günâhları işleyenin, sünnetler yerine kazâ kılmamasını istemek,<br />

bu adamı üçüncü bir günâha sokmağı istemek olur. Meselâ kazâsı olup da kılmayan<br />

ve boş vakt geçiren bir kimsenin bu günâhlara girdiği için, ayrıca kumar oynamasını<br />

veyâ içki içmesini de istemek gibi olur. Büyüklerimizin (iyi bir işin hepsi yapılamazsa,<br />

hepsi de terk edilmemelidir) sözü meşhûrdur. O hâlde, nemâzlarını özrsüz olarak<br />

kılmamış olan kimse, büyük günâhdan kurtulmak için, sünnetler yerine kazâ kılmak<br />

fırsatını kaçırmamalıdır. Nitekim nemâz kılmayan, orucu da bırakmamalıdır.<br />

(Tahtâvî) “rahmetullahi teâlâ aleyh”, aynı sahîfede diyor ki, (Sabâh nemâzının<br />

sünneti çok fazîletlidir. Bunu kılmak, hadîs-i şerîflerde çok medh edildi. Sevâbı çokdur.<br />

Fekat, sabâh sünnetini bile kılmıyan için, hiç cezâ bildirilmedi. Hâlbuki, sabâh<br />

farzını cemâ’at ile kılmayıp, yalnız kılanın Cehenneme gideceği bildirildi. Demek<br />

ki, cemâ’atin kıymeti, sabâh sünnetinden bile katkat üstündür.)<br />

İbni Âbidîn diyor ki: (Bir kimse, imâma, sabâh nemâzının ikinci rek’atinde yetişirse,<br />

sünneti terk edip, imâma uyar. Çünki sünnet, cemâ’atden hâsıl olan yirmiyedi<br />

farz sevâbından birisine bile yetişemez). En kuvvetli olan sabâh sünneti,<br />

farzı cemâ’at ile kılabilmek için terk edilince, farz için elbette terk edilir. Farz borcu<br />

ile ölmemek için, sünnetleri kazâ niyyetiyle de kılmak lâzım olduğu buradan da<br />

anlaşılmakdadır.<br />

Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, 1313 [m. 1896] yılında Hindistânda basılan (Fütûh-ul<br />

gayb) kitâbının kırksekizinci makâlesinde diyor ki: Mü’minin, en önce farzları<br />

yapması lâzımdır. Farzlar bitdikden sonra, sünnetleri yapar. Ondan sonra, diğer<br />

nâfilelerle meşgûl olur. Farz borcu varken, sünnet ile meşgûl olmak, ahmaklıkdır.<br />

Farz borcu olanın sünnetleri kabûl olmaz. Alî ibni Ebî Tâlib “radıyallahü anh”<br />

bildiriyor: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Üzerinde farz nemâzı<br />

borcu olan kimse, kazâsını kılmadan nâfile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur.<br />

Bu kimse, kazâsını ödemedikçe, Allahü teâlâ, onun nâfile nemâzlarını kabûl etmez).<br />

Abdülkâdir-i Geylânînin yazdığı bu hadîs-i şerîfi şerh eden Hanefî mezhebi âlimlerinden<br />

Abdülhak-ı Dehlevî buyuruyor ki, (Bu haber, farz borcu olanların, sünnetlerinin<br />

ve nâfilelerinin kabûl olmıyacağını göstermekdedir. Sünnetlerin, farzları temâmlıyacağını<br />

biliyoruz. Bunun ma’nâsı, farzlar yapılırken, bunların kemâllerine sebeb<br />

olan birşey kaçırılırsa, sünnetler, kılınan farzın kemâl bulmasına sebeb olur. Farz<br />

borcu olanın kabûl edilmiyen sünnetleri bir işe yaramaz). (Fütûh-ul-gayb)ın bu<br />

şerhi fârisî olup, İstanbulda, Bâyezîd Devlet kütübhânesinde, 3866 numarada mevcûddur.<br />

İbni Âbidîn de, nâfile bahsinde buyuruyor ki, (Hadîs-i şerîfde, (Temâm yapılmamış<br />

olan nemâz, zekât ve başka farzlar, nâfileler ile temâmlanacakdır) buyuruldu.<br />

İmâm-ı Beyhekî, bu hadîs-i şerîf, yapılmış olan farzların içindeki sünnetler noksan<br />

kalırsa, nâfilelerle bu noksanların temâmlanacağını göstermekdedir. Yoksa,<br />

– 278 –


yapılmamış farzların yerine nâfilelerin geçeceğini bildirmiyor dedi. Çünki, başka bir<br />

hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, nemâzını temâmlamadı ise, o nemâzın üzerine, temâmlanıncaya<br />

kadar, nâfile nemâzları eklenir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, nâfilelerin,<br />

terk edilmiş farzı değil, noksan olarak kılınmış farzı temâmlıyacağını göstermekdedir<br />

dedi. (İmdâd)ın (Tahtâvî) hâşiyesi ikiyüzkırkyedinci sahîfesinde de, bu hadîs-i<br />

şerîf zikr edilerek, sünnetlerin, kılınmış olan farzdaki kusûrları temâmlıyacağı bildirilmekdedir.<br />

İmâm-ı Gazâlî ve İbni Arabî gibi Hanefî mezhebinde olmıyan âlimler<br />

ise, nâfilelerin özr ile kaçırılan farzların yerine konacağını bildirmekdedir).<br />

(Uyûn-ül-besâir)de diyor ki, İmâm-ı Beyhekî, sünnetler, kılınmış olan farzların<br />

içindeki sünnetlerin noksanlıklarını temâmlar buyurdu. Çünki sünnetlerden hiçbirisi,<br />

hiçbir zemân bir vâcib gibi olamaz. Hadîs-i kudsîde, (Bir kimse, kendisine<br />

farz yapdığım ibâdeti yapmakla bana yaklaşdığı gibi, hiçbirşeyle yaklaşamaz) buyuruldu.<br />

Üçüncü kısmda sonsöz sonuna bakınız!<br />

Görülüyor ki, islâm âlimlerinin bir kısmına göre nâfileler, kılınmış olan farzların<br />

noksanlıklarını temâmlıyacakdır. Bir kısmı ise, özrle kaçırılmış olan farzların yerlerine<br />

de konacakdır buyuruyorlar. Fekat bu âlimler de, nemâzlarını tenbellikle kılmayıp,<br />

büyük günâh işlemiş olanların, bu hadîs-i şerîflerden istifâde edeceklerini<br />

bildirmemişlerdir. Çünki, nemâz kılmayanın nâfileleri kabûl olmaz ki, farzları temâmlamağa<br />

yarayabilsinler. Âlimlerin, bildirdiğimiz bu iki ayrı ictihâdını bırakıp<br />

da, bir üçüncüsünü söylemek, biz mukallidler için câiz değildir. Çünki, İbni Melek<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” (Menâr) şerhinde, (Müctehidlerin bir din bilgisi üzerindeki<br />

sözleri birbirine uymadığı zemân, sonra gelen âlimlerin, bu bilgiyi, müctehidlerin<br />

bildirmiş olduklarından başka dürlü anlatmalarının bâtıl olduğu, sözbirliği ile<br />

bildirilmişdir) diyor. Bu icmâ’a göre, nâfilelerin, tenbellikle kılınmamış farzların yerine<br />

konacağını söylemek boş lâf olur. Müctehidlerin sözlerini anlıyamıyan, yâhud<br />

anlasa da kıymet vermiyen (Mezhebsiz) kimse, aklına gelen herşeyi söyliyebilir.<br />

(Merâkıl-felâh) ve (İmdâd-ül-fettâh)da, farz nemâzlardan sonra okunacak şeyleri<br />

anlatırken buyuruyor ki, (İmâm, farzdan sonra nâfile nemâz yoksa, farzı kılınca<br />

veyâ farzdan sonraki tetavvu’u kılınca, cemâ’ate karşı döner). (Dürr-ül-muhtâr)da<br />

(İmâmın nâfileyi, farz kıldığı yerde kılması mekrûhdur. Biraz solda kılmalıdır) diyor.<br />

Bu sözler ve (Hazînet-ül-esrâr) kitâbındaki açıklama, beş vakt nemâzda sünnet<br />

olarak kılınan nemâzların, nâfile olduklarını açıkca göstermekdedir.<br />

Yine bu kitâbda ve (Tahtâvî) şerhinde diyor ki, (Bütün sünnetlere nâfile denir.<br />

Nâfile, farz ve vâcib olmıyan ibâdetler demekdir. Nâfile, yâ sünnet olur veyâ insanın<br />

kendiliğinden yapdığı ibâdet olur. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Kıyâmetde,<br />

önce nemâzdan sorulacakdır. Nemâz doğru kılındı ise, kurtulacakdır. Nemâzı<br />

bozuk ise, işi kötü olacakdır. Farz nemâzında birşey noksan olursa, nâfileleri ile<br />

temâmlanacakdır). İnsanın derecesi ne kadar yüksek olursa olsun, kusûrsuz iş yapamaz.<br />

İşte nâfileler, kılınmış olan farzlarda olan kusûrları temâmlar).<br />

Şernblâlî, (Dürer) hâşiyesinde diyor ki, (Nâfile nemâz deyince, sünnetler de anlaşılır.<br />

Kâdî imâm-ı Ebû Zeyd dedi ki, nâfile kılmak, farzdaki kusûrları temâmlamak<br />

için emr olundu. Bir kimse, farzı kusûrsuz kılabilirse, sünnetleri kılmadığı için buna<br />

birşey denemez). İbni Âbidîn, vitr nemâzını ve hayvan üstünde nâfile kılmağı anlatırken<br />

diyor ki, müekked ve gayr-ı müekked sünnetlerin hepsine nâfile denir.<br />

(Cevhere)de (Hidâye)den alarak diyor ki, (Beş vakt nemâzın sünnetlerini özrsüz<br />

oturarak kılmak câizdir. Çünki bu sünnetler, nâfile nemâzdırlar). İbni Melek<br />

(Mecma’ul-bahreyn) şerhinde diyor ki, (Câmi’e gelen kimse, sabâh nemâzından başka<br />

nemâzların cemâ’at ile kılındığını görse, ilk sünnetini kılmayıp hemen cemâ’ate<br />

uyar. Çünki, farz için ikâmet okundukdan sonra, nâfile nemâz kılmak mekrûhdur.<br />

Sünnet kılarken, ikâmet okunursa, iki veyâ dört rek’ate temâmlayıp selâm verir ve<br />

imâma uyar. Sabâh veyâ akşam farzını kılarken okunursa, farzı kesip imâma uyar.<br />

Çünki, dahâ iyi şeklde kılmak için farz bozulur. Dahâ iyisini yapmak için câmi’i yıkmağa<br />

benzer. Cemâ’ate yetişmek için, sünneti bozmak ise böyle değildir).<br />

(El-hikem-ül Atâiyye)de diyor ki, (İki işden, nefsine ağır geleni yap! Çünki, hak<br />

– 279 –


olan iş, nefse ağır gelir. Vâcibleri yapmakda gevşek davranıp, nâfile hayrâtı yapmağa<br />

çalışmak, nefsin hevâsına uymak alâmetlerindendir). Bu söz, İbni Teymiyyenin<br />

(Kazâ kılmak lâzım değildir) sözüne cevâbdır.<br />

Kırkaltıncı maddede bildirildiği gibi, imâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”<br />

yirmidokuzuncu mektûbda buyuruyor ki, (Farz ibâdetin yanında nâfile ibâdetlerin<br />

hiç kıymeti yokdur. Deniz yanında, damla kadar bile değildirler. Mel’ûn şeytân,<br />

mü’minleri aldatarak, farzları küçük gösteriyor. [Kazâları kıldırtmıyor.] Nâfilelere<br />

yol gösteriyor. Zekât verdirmeyip, nâfile sadakaları güzel gösteriyor. Hâlbuki, zekât<br />

niyyeti ile fakîre bir altın vermek, yüzbin altın sadaka vermekden dahâ sevâbdır.<br />

Çünki zekât vermek, farzı yapmakdır. Zekât niyyeti olmadan verilenler ise, nâfile<br />

ibâdetdir). İkiyüzaltmışıncı mektûbda buyuruyor ki, (Nâfile ibâdetlerin farzlar<br />

yanındaki kıymeti, okyanus yanında bir damla su gibi bile değildir. Hattâ, nâfile ibâdetlerin<br />

sünnetler yanında değerleri de, yine böyledir. Böyle olmakla berâber, sünnetlerin<br />

farzlar yanındaki kıymeti de, deniz yanında bir damla su gibi bile değildir).<br />

İslâm âlimlerinin bütün bu yazılarından anlaşılıyor ki, nemâzlarını özrsüz kılmamış<br />

olanlar, bir an evvel kazâ edip, Cehennem azâbından kurtulma çârelerini aramalıdır.<br />

Hepsini kazâ etmeğe niyyet etdim diyerek, arada sırada kazâ etmek insanı Cehennemden<br />

kurtarmaz. İslâm âlimleri, islâmiyyeti bildirdiler. Kâfirlerin ve bid’at sâhiblerinin<br />

bölücü, bozuk sözlerine değil, Ehl-i sünnet âlimlerine uymak lâzımdır.<br />

Abdülkâdir-i Geylânî “kaddesallahü sirrehül’azîz”, aynı makâlede buyuruyor<br />

ki, (Kazâ borcu olanın sünnet kılması, alacaklıya, borçlunun hediyye götürmesine<br />

benzer ki, elbette kabûl olmaz. Kazâ borcu varken sünnet kılan kimse, sultân<br />

da’vet etdiği hâlde, gitmeyip, onun hizmetçisi ile vakt geçiren kimse gibidir.<br />

Mü’min, bir tüccâra benzer. Farzlar, onun sermâyesi, nâfileler de kazancıdır. Sermâye<br />

kurtarılmadıkça, kazanç olamaz).<br />

Gerek hadîs-i şerîfe, gerekse âlimlerin yazılarına dikkat edilirse, farz borcu olanın<br />

sünnetleri, nâfileleri kabûl olmaz buyurulmakdadır. Kabûl olmaz demek, sahîh<br />

olmaz demek değildir. Sahîh olur, fekat sevâbı, fâidesi olmaz demekdir.<br />

(Redd-ül-muhtâr), kurban bahsinde bunu güzel açıklamakdadır. (Bid’at işliyenin<br />

orucu, haccı, cihâdı kabûl olmaz) hadîs-i şerîfi, (Hadîka) ve (Berîka) kitâblarında<br />

açıklanırken, (Bunların ibâdetleri sahîh olur. Fekat sevâb verilmez) diyor.<br />

[Altmışüçüncü maddenin son sahîfesindeki hadîs-i şerîfe bakınız!].<br />

Ba’zı kimseler diyor ki, (Sünnetleri kazâ niyyeti ile kılmak, Şâfi’î mezhebinde<br />

olur. Biz, Şâfi’î değiliz. Hanefîyiz). Bunlara, bu (Se’âdet-i ebediyye) kitâbını<br />

hâzırlıyanın da Hanefî mezhebinde olduğunu hâtırlatmak yerinde olacakdır.<br />

Farzı özrle fevt eden, kaçıran Şâfi’îler, bunu sünnet ile berâber kazâ eder. Hanefîler<br />

ise, yalnız fevt olan farzı kazâ eder. Terk edilen, tenbellikle kılınmıyan<br />

nemâz böyle değildir. Nemâzı terk eden Şâfi’înin ve Hanefînin, bunu hemen kazâ<br />

etmesi lâzımdır. Hemen kazâ etmezlerse, Şâfi’î mezhebinde, had cezâsı olarak<br />

katl olunur. Hanefîde ise, habs olunur. Kazâ kılıncıya kadar veyâ ölünciye<br />

kadar zındanda bırakılır. Şâfi’î âlimlerinden İbni Hacer-i Mekkî hazretleri, (Fetâvâ-i<br />

fıkhiyye)nin yüzseksendokuzuncu sahîfesinde buyuruyor ki, (Farz nemâzı<br />

özr ile kılmıyan kimse, bunu nâfileleri, ya’nî sünnetleri ile birlikde kazâ eder.<br />

Çünki, Şâfi’î mezhebinde beş vakt farzlarla birlikde kılınan nâfileleri, ya’nî<br />

sünnetleri kazâ etmek sünnetdir. Farzı özrsüz kılmamış ise, bunu kazâ etmeden<br />

önce hiçbir nâfile kılamaz. Çünki, farzı hemen kazâ etmesi lâzımdır. Sünnetleri<br />

kılmak için geçireceği zemân kadar, farzın kazâsını gecikdirmiş olur. Hemen<br />

kazâ etmeli demek, her zemânı kazâya sarf etmeli demekdir. Ya’nî, ancak kendinin<br />

ve bakması vâcib olanların nafakasını kazanacak kadar zemânı ayırıp,<br />

başka hiçbir sebeble kazâyı gecikdirmesi câiz değildir. Gecikdirmesi günâh<br />

olur). Görülüyor ki, özrsüz terk edilen nemâzları, Şâfi’îde de, Hanefîde olduğu<br />

gibi acele kazâ etmek lâzımdır. İki mezheb arasında fark yokdur. Kur’ân-ı kerîmde<br />

ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen şeylerde mezhebler birbirlerinden<br />

ayrılmaz. Açık bildirilmeyip, ictihâd ile meydâna çıkarılan şeylerde ayrılabilir.<br />

– 280 –


Farz borcu olanların nâfilelerinin kabûl olmıyacağı, hazret-i Alînin haber verdiği<br />

hadîs-i şerîfde açıkca bildirilmişdir. (Nâfile) kelimesi, farz kelimesi yanında<br />

söylenince müekked sünnetler de dâhildir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin<br />

sözü, bunu gösterdiği gibi, Hanefî âlimlerinin kitâblarında, meselâ (Halebîyi<br />

kebîr)de açıkca yazılıdır.<br />

Ba’zı kimseler de, (Sünnetler yerine kazâ kılınmaz. Çünki, kazâ her vakt kılınabilir.<br />

Fekat, sünnet telâfî edilemez. Sünnet yerine kazâ kılınır demek, sünnetin<br />

ehemmiyyetini anlıyamıyanların sözüdür) diyor. Kazâ her zemân kılınabilir<br />

diyerek, terk edilen nemâzların kazâlarını gecikdirmek yanlışdır. Çünki, kazâ kılmağı<br />

gecikdirmek de, büyük günâhdır. Terk edilmiş sünnetlerin telâfîsi emr<br />

olunmadı ki, telâfîsinin mümkin olup olmadığı söz konusu olabilsin! İbni Âbidîn<br />

dörtyüzotuzüçüncü sahîfede buyuruyor ki, (Vâcib, islâmiyyetin bildirdiği özrlerle<br />

terk edilir. O hâlde, sünnet, islâmiyyetin bildirdiği özrlerle elbette terk edilir).<br />

(Merâkıl-felâh) kitâbında ve bunu açıklıyan (Tahtâvî) “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” diyor ki, (Sabâh nemâzının farzından sonra, güneş doğuncaya kadar nâfile<br />

nemâz kılmak, tahrîmen mekrûhdur. Sabâh nemâzının sünnetini önceden kılmamış<br />

ise, bunu kılmak da, bu yasağın içindedir. Çünki bu vakt, yalnız farz kılmak<br />

için ayrılmışdır. Ya’nî, farzdan sonra güneş doğuncaya kadar, nemâz kılmayan, hep<br />

farz kılmış sayılmakdadır. Bu ise, sabâh sünneti bile olsa, nâfile kılmakdan dahâ<br />

efdaldir. Fekat, bu zemân içinde kazâ kılmak mekrûh olmaz. Çünki, hükmen farz<br />

kılmış sayılmak, sünnetden efdaldir. Kazâ kılmak ise, hakîkî farz kılmak olup, bundan<br />

dahâ çok efdaldir). Sünnetlerin, nâfile nemâz demek olduğu buradan da anlaşılmakdadır.<br />

Sünnetlerin nâfile nemâz oldukları, bunun için, özrsüz olarak hayvan<br />

üzerinde kılınabilecekleri (Cevhere)de de açıkca yazılıdır.<br />

Aynı sahîfede, (Nemâz vakti daraldığı zemân, nâfile kılmak tahrîmen mekrûhdur.<br />

Çünki, farzın vaktini kaçırmağa sebeb olur. Lâzım olmıyan nemâzı kılarak,<br />

lâzım olan nemâzı kaçırmış olur ki, aklı olanın yapacağı iş değildir. Güneş doğarken<br />

ve tepede iken ve batarken de, nâfile kılmak böyledir. Bu nâfileler, beş vakt<br />

nemâzın sünnetleri ise de, yine böyledir) diyorlar. (Hadîka)da yüzkırkdokuzuncu<br />

sahîfede diyor ki, (Nemâz vakti daraldığı zemân, farzdan evvelki sünneti kılmak,<br />

farzın kazâya kalmasına sebeb olursa, bu sünneti kılmak harâm olur). Dil âfetlerini<br />

anlatırken buyuruyor ki, (Farz olmıyan birşeyi yapmak için farzı terk etmek<br />

câiz değildir).<br />

Birçok Hanefî kitâblarında, meselâ (Dürr-ül-muhtâr), (İbni Âbidîn), (Mültekâ)<br />

şerhi olan (Dürr-ül-müntekâ) ve (Ni’met-i İslâm) kitâblarında diyor ki, (Bir<br />

hâkim, vazîfesini yapmak için ve bir talebe din dersini kaçırmamak için, sabâh<br />

nemâzından başka nemâzların sünnetlerini terk edebilir). Hâkimin vazîfesi,<br />

farz-ı ayn olmadığı hâlde, sünnetleri terk etmek için özr sayılınca, birikmiş kazâları<br />

ödemek, farz-ı ayn iken ve cezâsı pek şiddetli iken, bunları ödemek özr olmaz<br />

mı?<br />

Sünnetleri ve ba’zı nâfileleri kılanlar için, çok sevâb vardır. Fekat bu sevâblar,<br />

kazâsı olmıyanlar içindir. Sevâbları çok diye, nâfilelere devâm edip, kazâları, vakt<br />

buldukça kılmak, doğru değildir. (Rûh-ul-beyân) tefsîrinde, En’âm sûresinin,<br />

yüzaltmışbeşinci âyetinde diyor ki, (Allahü teâlâ kullarını iyi iş yapmağa teşvîk<br />

için, çok sevâb va’d etdi. Çok sevâb verileceğinin bildirilmiş olması, bunların emr<br />

olunan, fekat sevâblarının çok olduğu bildirilmiyen ibâdetlerden dahâ efdal olduklarını<br />

göstermez. Âlimler sözbirliği ile bildirdiler ki, farzlar, vâciblerden ve sünnetlerden<br />

dahâ efdaldir ve sevâbları dahâ çokdur. Nâfile ibâdetler, yapılmamış farzların<br />

yerine geçemez. Nâfile yapmakla farz borcu ödenilemez. Câhiller farzı bırakıp<br />

nâfile ibâdet yapıyorlar. Nâfilelerin sevâbları çok diyerek, böylece farz<br />

borcundan kurtulacaklarını sanıyorlar. Böyle söylemeleri islâmiyyete uygun değildir).<br />

Zerkânî, (Mevâhib) şerhinde diyor ki, (Sünnet yerine farz yapan kazanır.<br />

– 281 –


Farz yerine sünnet yapan aldanır). (Nûr-ül-îzâh)ın, (Tahtâvî) hâşiyesinin ikiyüzonikinci<br />

sahîfesinde diyor ki, (Kâdîhân) buyurdu ki, farzdan önce sünnet kılmak,<br />

şeytânın ümmîdini kırmak, onu üzmek için emr olundu. Şeytân, Allahü teâlânın<br />

emr etmediği sünnetlerde bile, insanı aldatamıyorum, emr etdiği farzlarda<br />

hiç aldatamam diye üzülür. Böyle olduğu, (Dürr-ül-muhtâr)da ve (Redd-ülmuhtâr)da<br />

da yazılıdır.<br />

İstanbulda, Süleymâniyye umûmî kütübhânesinde, Es’ad efendi “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” kısmında [1037] numaralı ve Yahyâ Tevfîk efendi kısmında [1463]<br />

numaralı (Nevâdir-i fıkhiyye fî mezheb-il-eimmet-il hanefiyye) ismindeki kitâbı<br />

yazan, Kudüs kâdîsı Muhammed Sâdık efendi, fâite nemâzların kazâ edilmesini<br />

anlatırken buyuruyor ki, (Büyük âlim İbni Nüceyme soruldu ki, bir kimsenin<br />

kazâya kalmış nemâzları olsa, sabâh, öğle, ikindi, akşam ve yatsının sünnetlerini,<br />

bu nemâzların kazâlarına niyyet ederek kılsa, bu kimse sünnetleri terk etmiş<br />

olur mu?)<br />

Cevâbında, (Sünnetleri terk etmiş olmaz. Çünki, beş vakt nemâzın sünnetlerini<br />

kılmakdan maksad, o vakt içinde, farzdan başka bir nemâz dahâ kılmakdır. Şeytân,<br />

insana hiç nemâz kıldırmamak ister. Farzdan başka bir nemâz dahâ kılarak,<br />

şeytâna inâd edilmiş, rezîl edilmiş olur. (Nevâdir)de diyor ki, sünnet yerine kazâ<br />

kılmakla, sünnet de yerine getirilmiş olur. Kazâ borcu olanların, her nemâz vakti,<br />

o vaktin farzından başka nemâz kılarak, sünneti yerine getirmek için, kazâ kılması<br />

lâzımdır. Çünki çok kimse, kazâ kılmayıp, sünnetleri kılıyor. Bunlar Cehenneme<br />

gidecekdir. Hâlbuki, sünnetlerin yerine kazâ kılan, Cehennemden kurtulur)<br />

buyurdu.<br />

İbni Nüceym “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Eşbâh)da buyuruyor ki, (Yasaklardan,<br />

zararlardan kaçmak, iyi, fâideli şeyleri yapmakdan dahâ önce gelir. Hadîs-i şerîfde,<br />

(Emrlerimi gücünüz yetdiği kadar yapınız. Yasak etdiklerimden sakınınız!) buyuruldu.<br />

Başka bir hadîs-i şerîfde, (Yasak edilmiş şeyin zerresini yapmamak, bütün<br />

insanların ve cinnin ibâdetlerinden dahâ çok sevâbdır) buyuruldu. Bunun<br />

için, meşakkat olunca vâcib terk edilir. Fekat yasakları, hele büyük günâhları<br />

yapmağa hiç izn yokdur). İbni Âbidîn istincâyı anlatırken diyor ki, (Avret yerini<br />

açmadan necâseti temizlemek mümkin olmazsa, nemâzı, öyle kılar. Çünki, temizlemek<br />

emrdir. Açmak yasakdır. Günâhdan kurtulmak önce gelir. Sünnet emrden<br />

de sonra gelir. Sünnet, sevâb kazanmak için yapılır. Mekrûh olan birşeyi işliyerek<br />

de sünnet yapılmaz. Fekat farz yapılır, borc ödenmiş olur. Meselâ başkasının suyu<br />

ile abdest almak, mekrûh ise de, farz olan tahâret hâsıl olur. Abdestsiz olan, başkasının<br />

suyu ile abdest alınca, sünnet sevâbı hâsıl olmaz). Buradan da anlaşılıyor<br />

ki, kazâ kılıp büyük günâhdan kurtulmak, sünnet kılmakdan önce gelmekdedir.<br />

İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, yüzyirmiüçüncü mektûbunda diyor<br />

ki, (Hadîs-i şerîfde, (Bir insanın mâ-lâ-ya’nî ile vakt geçirmesi, Allahü teâlânın,<br />

onu sevmediğinin alâmetidir) buyuruldu. Mâ-lâ-ya’nî, fâidesiz iş demekdir. Bir<br />

farzı yapmayıp, bunun yerine, nâfile ibâdet [sünnet] yapmak, mâ-lâ-ya’nî ile vakt<br />

geçirmek olur). İkiyüzaltmışıncı mektûbda buyuruyor ki, (Nâfilelerin farz yanındaki<br />

kıymeti, bir damlanın, deniz yanındaki kıymeti kadar bile değildir. Sünnetin<br />

farz yanındaki kıymeti de böyledir). Birinci kısm, birinci maddeye bakınız!<br />

(Dürr-ül-muhtâr)ın dörtyüzellisekizinci sahîfesinde, (Nâfile kılmak istiyen, önce<br />

nemâz kılmağı adamalı, sonra, nâfile yerine, bu adak nemâzı kılmalıdır. Nâfileleri<br />

adak yapmaksızın kılmalıdır diyenler de oldu. Sünnet nemâzları nezr etdikden<br />

sonra kılan, bu sünnetleri kılmış olur) diyor. İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”<br />

bu satırları açıklarken, (Nemâzları nezr etmeden kılmalı diyenler, şarta bağlıyarak<br />

adak yapmamalı demişlerdir. Çünki, şart edilen şey, ibâdete karşılık yapılmış olur.<br />

Hadîs-i şerîf, Allahü teâlâ hastamı iyi ederse, Allah için şu ibâdetimi yapayım gibi<br />

şarta bağlanan nezri yasaklıyor. İbâdetleri şarta bağlı olmıyarak nezr etmek böyle<br />

– 282 –


değildir. Nezr edilen nemâzı kılmak vâcib olduğu için, vâcib sevâbı hâsıl olur. Sünnet<br />

yerine, nezr olunan nemâz kılınınca, sünnet de kılınmış olur) diyor. Sünnetleri<br />

önceden nezr edip de, nezr olarak kılmak dahâ iyi olduğu (Halebî)de ve (Tahtâvî)nin<br />

(Merâkıl-felâh) hâşiyesinde, nâfile nemâzlar sonunda yazılıdır. Böylece,<br />

öğle sünnetini kılmadan önce (Dört rek’at nemâz kılmak nezrim olsun) dese, sonra<br />

adak nemâzı olarak niyyet edip, kılsa, hem vâcib sevâbı kazanır, hem de öğle nemâzının<br />

sünnetini kılmış olur. Kulun, kendine vâcib etdiği nemâzı kılması ile, sünnet<br />

terk edilmiş olmayınca, Allahü teâlânın farz etdiği kazâ nemâzı kılınınca, sünnet<br />

elbette terk edilmiş olmaz. Hem kazâ kılınmış olur, hem de sünnet kılınmış olur.<br />

Çünki, farz nemâzları tenbellikle terk etmek büyük günâhdır. Her günâha hemen<br />

tevbe etmek farzdır. Otuzbirinci maddenin sondan üçüncü sahîfesini okuyunuz!<br />

Sünnet kılarken, kazâ nemâzı için niyyet edilmez diyenlere, sebebini sorunca,<br />

hiçbir kıymetli kitâb gösteremiyorlar. Yalnız, (İbni Âbidîn)de, (Halebî)de ve<br />

(Tahtâvî)nin (İmdâd) şerhinde, (Fevt olmuş nemâzların kazâlarını acele kılmak<br />

lâzımdır. Fevt olmuş nemâzların kazâlarını kılmak, nâfile kılmakdan dahâ iyi ve<br />

önemli ise de, beş vakt nemâzın sünnetlerini ve hadîs-i şerîfde övülmüş olan Duhâ,<br />

Tesbîh, Tehıyyet-ül-mescid ve ikindiden önce dört rek’at ve akşamdan sonra<br />

altı rek’at sünnet gibi belli nemâzları kılmak böyle değildir. Bunları nâfile niyyeti<br />

ile kılmalıdır) yazılıdır, diyorlar. Bu yazılar, beş vakt nemâzın farzlarını fevt eden,<br />

ya’nî elinde olmıyarak özr ile kaçırmış olanlar içindir. Böyle, kaçırılmış farzların<br />

kazâlarını sünnet yerine kılmamalı, ayrıca kılmalı denilmekdedir. Biz de böyle söylüyoruz.<br />

Özr ile kaçırılan birkaç vakt farzların kazâlarını, sünnetler yerine kılmağa<br />

lüzûm yokdur diyoruz. Çünki, nemâzları özr ile kazâya bırakmak suç, günâh olmadığı<br />

gibi, bunların kazâlarını, sünnetleri kılacak kadar gecikdirmek de suç olmaz<br />

diyoruz. Fekat, nemâzı özr ile kılamamak [fevt etmek] başkadır. Bile bile tenbellikle<br />

kılmamak [terk etmek] başkadır. Birincisi, hiç günâh değildir. İkincisi, büyük<br />

günâhdır. İkisini birbirine karışdırmak pek yanlışdır. Özr ile kaçırılan farzların,<br />

sünnetler yerine kılınmıyacağını kitâblarda görerek, tenbellikle terk edilmiş<br />

farzların da, sünnetler yerine kılınamıyacağını sanmak ve onu buna delîl, sened göstermeğe<br />

kalkışmak, bir ilm adamına yakışacak şey değildir. Hanefî kitâblarının bu<br />

yazısı, (Farzları tenbellikle kılmayıp, büyük günâha girmiş olanlar, sünnetleri kazâ<br />

niyyeti ile kılamaz) demiyor. Bundan başka, sünnetlerin nâfile nemâz olduklarını,<br />

nâfile niyyeti ile kılınacaklarını bildiriyor. (Cevhere)de diyor ki, Hanefî fıkh<br />

kitâbları (Fâite nemâzların kazâsı) diyor. (Terk edilmiş nemâzların kazâsı) demiyor.<br />

Çünki, müslimân nemâzını bilerek terk etmez. Gaflet, uyku ve unutmak gibi<br />

özrle fevt eder. Bu ikisini birbiri ile karışdırmamalıdır.<br />

Farzların ehemmiyyeti Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmişdir.<br />

Meselâ, fârisî (Tergîb-üs-salât) kitâbının müellifi “rahmetullahi teâlâ aleyh”<br />

altıncı sahîfesinde diyor ki, (Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu<br />

ki, (İki farz nemâzı bir araya getirmek, büyük günâhlardandır). Ya’nî, bir nemâzı<br />

vaktinde kılmayıp, vaktinden sonra kılmak, ekber-i kebâirdir, en büyük günâhdır.<br />

Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir nemâzı, vakti çıkdıkdan sonra kılan<br />

kimseyi, Allahü teâlâ, seksen hukbe Cehennemde bırakacakdır). Bir nemâzı,<br />

vaktinden sonra kılmanın cezâsı bu olursa, hiç kılmıyanın cezâsını düşünmeli).<br />

(Umdet-ül-islâm) kitâbı, Süleymâniyye kütübhânesi, Muhammed Es’ad efendi<br />

kısmında vardır. m. 1989 da Hakîkat Kitâbevi tarafından (Menâhic-ül ibâd) kitâbı<br />

ile birlikde basdırılmışdır. Bu kitâbda buyuruyor ki, Peygamberimiz “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Nemâz dînin direğidir. Nemâz kılan, dînini doğrultmuş<br />

olur. Nemâz kılmıyan, dînini yıkmış olur). Bir hadîs-i şerîfde buyurdu ki,<br />

(Kıyâmet günü, îmândan sonra, ilk süâl nemâzdan olacakdır). Allahü teâlâ buyuracak<br />

ki, (Ey kulum, nemâz hesâbının altından kalkarsan, kurtuluş senindir. Öteki<br />

hesâbları kolaylaşdırırım!). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir nemâzı, bilerek,<br />

özrsüz kılmıyan kimse, seksen hukbe Cehennemde kalacakdır!). Bir hukbe<br />

seksen senedir ve bir âhıret günü, bin dünyâ senesi kadar uzundur. Bir farzı özr-<br />

– 283 –


süz kılmıyan, seksen kerre üçyüzaltmış bin sene Cehennemde yanacakdır. [(Medâric-ün-nübüvve)<br />

beşyüzonuncu ve (Ma’rifetnâme)nin yüzonsekizinci sahîfelerinde<br />

diyor ki, (Böyle meşhûr misâlleri söylemek, sayı bildirmek için değil, sayının<br />

çokluğunu ve ehemmiyyetini göstermek içindir).] O hâlde, nemâzı özrsüz, tenbellikle<br />

kılmıyanlara yazıklar olsun! Âlimlerimiz, söz birliği ile diyor ki, (Nemâz<br />

kılmıyanın şâhidliği kabûl olmaz. Çünki, nemâz kılmıyan fâsıkdır. Farz nemâzlar,<br />

mü’minin Allahü teâlâya karşı olan borcudur. Vaktinde kılmadıkca borcdan kurtulamaz).<br />

(Akîdetünnecâh) kitâbında diyor ki, (Bir kimse, tevbe-i nasûh yaparsa,<br />

günâhları afv olur. Nemâzlarını kazâ etmedikce, yalnız tevbe ile afv olmaz. Kazâ<br />

etdikden sonra tevbe ederse, afv olması ümmîd edilir).<br />

İbni Nüceym Zeyn-ül-Âbidîn, (Kebâir ve segâir) kitâbında buyuruyor ki, (Farz<br />

nemâzları [yanlış takvîmlere uyarak] vakti girmeden önce kılmak ve vakti çıkdıkdan<br />

sonra kılmak büyük günâhdır. Büyük günâh, ancak tevbe etmekle afv olur. Küçük<br />

günâhları afv etdirecek şeyler çokdur. Tevbe ederken, kılmadığı nemâzları kazâ<br />

etmesi lâzımdır. Kabûl olan hac, büyük günâhları temizler diyen âlimler, nemâzları<br />

kazâ etmek lâzım olmaz dememişlerdir. Nemâzı vaktinden sonraya özrsüz gecikdirmek<br />

günâhı afv olur demişlerdir. Ayrıca kazâ etmek lâzımdır. Kazâ etmeğe<br />

gücü varken kazâ etmezse, ayrıca büyük bir günâh dahâ işlemiş olur). Hanefîde iftitâh<br />

tekbîrini vakt çıkmadan alan, şâfi’îde ve mâlikîde bir rek’ati vakt çıkmadan<br />

kılan, nemâzını vaktinde kılmış olur. Nemâzın hepsi vakt içinde temâm olmazsa,<br />

küçük günâh olur.<br />

(Dürr-ül-müntekâ)da buyuruyor ki, (Nemâzı vazîfe tanımıyan, farz olduğuna<br />

inanmıyan kâfir olur. Mürted ve kâfir memleketinde îmâna gelenler, nemâzın farz<br />

olduğunu işitinceye kadar, kılmadıkları nemâzları kazâ etmez).<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, nemâzın niyyetini anlatırken ve (Fetâvâ-i<br />

kübrâ) kitâbı, yirmialtıncı sahîfede buyuruyor ki, (Bir kimse, senelerce nemâz<br />

kılsa, fekat hangileri ilk ve son sünnet olduğunu bilmese, hepsini, farz niyyet<br />

ederek kılsa, hepsi kabûl olur. Çünki, sünnetlere, farz diye niyyet edilirse, sünnet<br />

kabûl olur). Her nemâz vaktinde ilk kıldığı, farz olur. Sonra kıldıkları sünnet<br />

olur. (Halebî-yi sagîr)de diyor ki, (Senelerce kılmış olduğu nemâzlarda [ya’nî<br />

oniki şartından herhangisinde] noksanı olduğunu anlıyan kimsenin, bu nemâzların<br />

hepsini kazâ etmesi iyi olur. Noksanı yok ise, bunları kazâ etmesi, mekrûh olur<br />

veyâ olmaz denildi. Mekrûh olmaz diyenler de, bu kazâları, sabâh ve ikindi nemâzlarından<br />

sonra kılmamalıdır. Çünki, [kazâsı yok ise], hep nâfile olurlar dedi).<br />

(Eşbâh)da buyuruyor ki, (Beş vakt nemâzın ilk ve son sünnetlerini, ya’nî müekked<br />

sünnetleri kılarken, sünnet olduğuna niyyet etmek lüzûmunda sahîh olan,<br />

güvenilen fetvâ, şart olmadığını göstermekdedir. Revâtib sünnetler, nâfile niyyeti<br />

ile veyâ yalnız nemâza niyyet ederek sahîh olur. Ya’nî o vaktin sünneti olur. Ayrıca<br />

sünnet diye niyyet etmeğe lüzûm yokdur. İmâm-ı Zeyla’î de “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”, böyle buyurmuşdur. Meselâ fecr doğmadan, teheccüd niyyeti ile, iki<br />

rek’at kılınca, fecrin başlamış olduğu, sonradan anlaşılsa, bu nemâz, sabâh sünneti<br />

yerine geçer. Ayrıca sabâh sünneti kılmak lâzım olmaz. Öğlenin farzında dördüncü<br />

rek’atde oturdukdan sonra unutarak beşinci rek’ate kalksa, altıncı rek’ati<br />

de kılıp selâm verir. İki rek’ati nâfile olur. Bu iki rek’atin son sünnet olmaması, sünnet<br />

olarak niyyet edilmediği için olmayıp, sünnete ayrı bir tekbîrle başlamadığı içindir.<br />

Terâvîhde de, terâvîh olduğuna niyyet etmek şart olmadığı haberi sağlamdır.<br />

Bunun gibi, kazâya kalmış öğle nemâzı olmıyan kimse, Cum’a nemâzından sonra<br />

kıldığı dört rek’ate (Vaktine yetişip kılmamış olduğum son öğleyi kılmağa) niyyet<br />

etse, sonra Cum’a nemâzının sahîh olduğu anlaşılsa, sağlam ve sahîh habere göre,<br />

bu dört rek’at, Cum’a sünneti olur). Ellidokuzuncu sahîfede diyor ki, (Nâfileleri<br />

ve Râtibe sünnetleri, yalnız nemâz kılmağa veyâ sünnetden başka bir nemâza<br />

niyyet ederek kılınca, sahîh olacaklarını dahâ önce bildirmişdik). Görülüyor ki,<br />

nemâz vakti içinde, o vaktin farzından başka kılınan her nemâz [meselâ kazâ nemâzı],<br />

o vaktin sünneti de olur.<br />

– 284 –


İbni Âbidîn, nemâza niyyeti anlatırken ve (Uyûn-ül-besâir) ellidördüncü sahîfesinde<br />

diyorlar ki, (Derin âlimlere göre, yalnız nemâza niyyet edilerek kılınan sünnet<br />

sahîh olur. Çünki, beş vakt nemâzın sünneti demek, Peygamberimizin “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” kıldığı nemâz demekdir. Bu nemâzlara sünnet ismi sonradan<br />

verilmişdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, beş vakt nemâzın sünnetlerini<br />

kılarken, yalnız (Allah rızâsı için nemâz kılmağa) derdi. (Sünnet kılmağa)<br />

diye niyyet etmezdi. Her vakt içinde böyle kılınan her nemâz, sünnet ismi verilen<br />

nemâz olur). (Halebî-yi kebîr)de de böyle yazılıdır. Elliikinci sahîfede buyuruyor<br />

ki, (Tecnîs) kitâbında bildirildiği gibi, beş vakt nemâzın sünnetleri nâfile nemâzdır.<br />

Nâfile niyyeti ile de kılınır. (Dürr-ül-muhtâr)da ve Molla Hüsrev, (Dürer)<br />

kitâbında diyorlar ki, (Beş vakt nemâzın sünnetleri ve terâvîh nemâzı, aslında nâfile<br />

nemâzdır. Bunları kılarken, yalnız nemâza diye niyyet yetişir).<br />

(İbni Âbidîn) ve (Nûr-ül-îzâh) hâşiyesinde buyuruyorlar ki, (Câmi’e girince iki<br />

rek’at nemâz kılmak sünnetdir. Buna (Tehıyyetülmescid) nemâzı denir. Câmi’e girince,<br />

farz, sünnet ve herhangi bir nemâz kılınırsa, tehıyyetülmescid de kılınmış olur.<br />

Kılınan nemâzlara, tehıyyetülmescid diye de ayrıca niyyet etmeğe lüzûm yokdur.<br />

Çünki, tehıyyetülmescid kılmakdan maksad, nemâz ile câmi’ sâhibi olan Allahü<br />

teâlâya hurmet etmekdir. Bu nemâzlarda bu maksad hâsıl olmakdadır).<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Tehıyyetülmescid) nemâzını anlatırken<br />

buyuruyor ki, (Öğlenin farzına dururken, hem farz, hem de sünneti olarak iki niyyet<br />

yapılırsa, iki imâma göre, yalnız farz kılınmış olur. İmâm-ı Muhammede göre ise,<br />

o nemâz kabûl olmaz. Çünki, farz ile sünnet ayrı cinsden iki nemâzdırlar. [Bir nemâz<br />

vaktinde, kılınan nemâzlar, yâ vaktin farzıdır. Yâhud bu farzdan başka, herhangi<br />

bir nemâzdır. Vaktin sünnetleri ve kazâ nemâzları bu ikinci cinsdendir. Hâlbuki,<br />

kazâ nemâzı ile sünnet, aynı cinsden oldukları için, tek bir nemâz iki niyyet ile<br />

kılınır.] İki imâma göre, kuvvetli olanı kılınmış olur. Hâlbuki, câmi’e girince kılınan<br />

herhangi bir nemâz, tehıyyetülmescid yerine de geçdiği için, farz kılarken tehıyyetülmescid<br />

olarak da, ayrıca niyyet etmek, imâm-ı Muhammede göre de câiz olur. Yalnız<br />

farza niyyet edince de, bu iki nemâz birlikde kılınmış olur). Vaktin farzı ile sünnet,<br />

başka nemâz iseler de, sünnet, farzdan başka kılınan nemâz demek olduğu için,<br />

sünnetin kazâya benzerliği tehıyyetülmescid nemâzının farza benzerliği gibidir.<br />

(Eşbâh)da, otuzuncu sahîfede diyor ki, (Bir ibâdetde sevâb hâsıl olması için, yalnız<br />

bu ibâdetin sahîh olması şart değildir. Hâlis niyyet edilmesi de şartdır. Hâlis<br />

niyyet ederek yapılan bir ibâdet, bilmiyerek fâsid olursa, sahîh olmaz. Fekat niyyet<br />

edildiği için, çok sevâb hâsıl olur. Meselâ, abdestli olduğunu zan ederek, abdestsiz<br />

kılınan nemâz sahîh olmaz. Fekat, niyyetine karşılık çok sevâb verilir.<br />

Necs olduğunu bilmediği suyu, temiz zan ederek, bununla abdest alıp kılınan nemâzın<br />

şartı noksan olduğu için sahîh olmaz ise de, niyyet mevcûd olduğu için sevâb<br />

verilir. Şartlarına uygun olduğu için sahîh olan bir nemâz, riyâ ile, gösteriş için<br />

kılınırsa, sevâb hâsıl olmaz). Sünnet yerine kazâ kılan, sünneti terk etmiş olmaz<br />

ise de, sünnetin sevâbına kavuşmak için de, kazâyı kılarken, sünneti kılmağa da niyyet<br />

etmesi, ya’nî kalbinden geçirmesi lâzımdır. Farz nemâz ile sünnet nemâz birbirinden<br />

başka oldukları için, farzı kılarken, sünnete de niyyet etmek câiz olmuyor.<br />

Ya’nî sünnet sahîh olmuyor. Kazâ nemâzı ile sünnet nemâz birbirlerinden başka<br />

olmadıkları için, kazâ kılarken sünnete de niyyet etmek sahîh oluyor.<br />

Özrsüz senelerce nemâz kılmıyan bir müslimânın, kılmadığı nemâzlarını kazâ<br />

etmesi üç şeklde olur:<br />

1 – Beş vaktin sünnetleri yerine ve günün her boş zemânında, hep kazâ kılar.<br />

2 – Yalnız sünnetlerin yerine kazâ kılar.<br />

3 – Sünnetler yerine kazâ kılmayıp, başka zemânlarda, hep kazâ kılar.<br />

Bu üç şeklden en iyisi birincisidir. Böylece, kazâlar, bir an önce biter.<br />

İkinci şeklde, kazâlar çabuk bitmez. Hem de, kazâ borcu olanın sünnetlerinin se-<br />

– 285 –


vâbı olmaz. Fekat, hiç kılmamakdansa, sünnetler yerine kılmalıdır. Çünki, (Hepsini<br />

yapamıyan, elden geleni yapmalı, hepsini elden kaçırmamalıdır) buyurulmuşdur.<br />

Üçüncü şekle gelince, bu, özr ile kılamamış kimse içindir. Çünki, bunun sünnetleri<br />

kılacak kadar kazâyı gecikdirmesi günâh olmuyor. Ba’zıları, ikinci şekli yapmamalı,<br />

üçüncüyü yapmalı diyor. Hâlbuki, üçüncüyü yapabilen kimse, birinciyi yapacak kimse<br />

demekdir. O hâlde nemâzı özrsüz aylarca terk edenlerin, kılmadığı zemânları hesâb<br />

ederek, bu kadar zemân, birinci şekle göre kılması, böyle kılamazsa, ikinci şeklde<br />

kılıp, kazâlarını en kısa zemânda bitirerek Cehennemden kurtulması lâzımdır.<br />

Kazâsı olmıyan, sünnet yerine kazâ kılarsa, bunlar nâfile olur. Nâfile sevâbının<br />

sünnete nazaran çok az olduğunu bildirmişdik.<br />

Şeyh-ul-islâm Ahmed bin Süleymân bin Kemâl pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh”,<br />

(Şerh-ı hadîs-i erba’în) kitâbında, (Sünnetimi terk edene şefâ’atim harâm oldu) hadîs-i<br />

şerîfini şöyle açıklamakdadır:<br />

Bu hadîs-i şerîfde sünnet demek, islâmiyyet yolu demekdir. Çünki, mü’min kimse,<br />

büyük günâh işlese de, şefâ’atden mahrûm olmaz. Hadîs-i şerîfde, (Büyük günâh<br />

işleyenlere şefâ’at edeceğim) buyuruldu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

Hak teâlâdan getirdiği dîne tâbi’ olmak lâzımdır. Bunu terk eden, şefâ’ate<br />

kavuşamaz. (Şir’at-ül-islâm) kitâbında diyor ki, (Bu hadîs-i şerîfdeki sünnet, yapması<br />

vâcib olan şeyler demekdir. Bu da, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’în ve Tebe’ı tâbi’înin<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” îmânı ve ibâdetleridir. Bu sünnete yapışanlara,<br />

(Ehl-i sünnet) denir. O hâlde, hadîs-i şerîfin ma’nâsı, inanılacak şeylerde<br />

ve yapılacak ve sakınılacak işlerde Ehl-i sünnetden ayrılanlar, şefâ’ate kavuşamıyacaklardır<br />

demekdir). Birinci kısm, 34. cü maddeye bakınız!<br />

[(Ümmetimin arasında fitne, fesâd yayıldığı zemân, sünnetime sarılana yüz şehîd<br />

sevâbı vardır) hadîs-i şerîfi de, (Selef-i sâlihîn zemânındaki îmân ve ahkâm-ı<br />

islâmiyye bilgilerine uyan kimseye yüz şehîd sevâbı vardır) demekdedir. (Rıyâdun-nâsıhîn)de,<br />

nemâzın ehemmiyyetini anlatırken diyor ki, (İmâm-ı Nâsır-üddîn<br />

Seyyid Ebül-Kâsım Semerkandî diyor ki, bu hadîs-i şerîf, ümmetim arasında fesâd<br />

çıkdığı zemân, Ehl-i sünnet ve cemâ’at i’tikâdında olup, beş vakt nemâzı cemâ’at<br />

ile kılana yüz şehîd sevâbı verilir demekdir). Bunun için, önce ehl-i sünnete uygun<br />

îmân etmek, sonra harâmlardan sakınmak, sonra farzları yapmak, sonra mekrûhlardan<br />

sakınmak, sonra müekked sünnetleri, dahâ sonra da müstehabları yapmak<br />

lâzımdır. Bu sırada, önce olanı yapmıyanın, sonra olanı yapmasının hiç fâidesi olmaz<br />

ve önce olanı yapabilmek için, sonra olanı terk etmesi câiz, hattâ vâcib olur.<br />

Ellialtıncı maddede istincâ bahsine bakınız! Meselâ, îmânı olmıyanın günâhdan sakınması,<br />

harâma devâm edenin farzları yapması, âhıretde işe yaramaz. Bunlardan<br />

birini yapmıyanın sakal bırakmasının fâidesi olmaz. Çünki sakal uzatmak, yukarıdaki<br />

sırada bunlardan sonra gelmekdedir. Sakal traş etmenin bid’at olduğu da söylenemez.<br />

Çünki bid’at, islâmiyyetin emr etmediği birşeyi ibâdet olarak, ya’nî sevâb<br />

kazanmak için yapmak demekdir. Hiçbir müslimân, sevâb kazanmak için sakalını<br />

kazımaz. Sakal traş etmenin mekrûh olduğunu bilir. Bundan dahâ önce lâzım<br />

olan din vazîfesini yapabilmek için traş etmenin câiz olduğunu bilmekde,<br />

böylece ahkâm-ı islâmiyyeye, ya’nî sünnete uymakdadır.<br />

(Bahr-ür-râık)de ve (Dürr-ül-muhtâr)ın Tahtâvî hâşiyesinde, orucu bozmıyan şeyleri<br />

anlatırken diyor ki, (Bıyığa, sakala zînet için, süs için yağ sürmek mekrûhdur.<br />

Cemâl için, ya’nî çirkinliği gidermek, vakârını, şerefini korumak için yağ sürmek<br />

mekrûh değildir. Cemâl için yapılan bir şeyde zînet de hâsıl olursa, zînete niyyet<br />

etmezse, zarâr vermez. Yeni, güzel şeyler giymek de, cemâl için olunca mubâh olur,<br />

iyi olur. Kibr için olursa, harâm olur. Giydiği zemân hâlinde bir değişiklik olmazsa,<br />

kibr için olmadığı anlaşılır. Sakalın uzunluğu sünnet mikdârı ise, dahâ uzatmak<br />

için yağlamak tahrîmen mekrûh olur. Sakalın sünnet mikdârı, bir kabzadır, bir tutamdır.<br />

Sakalın, çenedeki ile birlikde bir tutamdan fazlasını kesmek vâcibdir. (Sa-<br />

– 286 –


kalınızı uzatınız!) hadîs-i şerîfi, bir tutamdan fazla uzatınız demek değildir. Sakalı<br />

bir tutamdan kısa yapmayın veyâ temâmen kazımayın demekdir. Çünki, bu hadîsi<br />

haber veren Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü anhümâ”, sakalının bir tutamdan<br />

fazlasını keserdi. Sakalın bir tutamdan kısa olmasına hiçbir âlim mubâh demedi.<br />

Sakal kazımak, ateşe tapanların ve Hind yehûdîlerinin âdetidir. Kâfirlere teşebbüh<br />

harâmdır). Görülüyor ki, âlimler sakal bırakmanın sünnet olduğunu bildiriyor.<br />

Vâcib diyenler, Cumhûra karşı gelmiş oluyorlar. Kâfirlere veyâ kadınlara benzemek<br />

için sakalı bir tutamdan kısa yapmak veyâ temâmen kazımak harâmdır. Benzemek<br />

niyyeti olmayıp, memleketin âdetine uymak için olursa, mekrûh olur. Kısa<br />

sakala sünnet demek bid’at olur. Sünnete ehemmiyyet vermezse, kâfir olur. Sünneti<br />

özr ile terk etmek câiz, hattâ lâzım olduğu kitâblarda yazılıdır].<br />

İbni Âbidîn, yetmişbir ve üçyüzondokuz ve dörtyüzotuzüç ve dörtyüzelliüçüncü<br />

sahîfelerde buyuruyor ki, (Nemâzların sünnetlerine ehemmiyyet, kıymet verip, tenbellikle,<br />

özrsüz ve çok zemân terk eden, azarlanır. Fekat şefâ’atden mahrûm kalmaz).<br />

(Öğleden önce olan sünneti terk eden, şefâ’atime kavuşamaz) hadîs-i şerîfi, özrsüz<br />

ve isrâr ile terk eden kimse, bu nemâz için olan ve derecenin yükselmesine yarayan<br />

şefâ’atime kavuşamaz demekdir. Özr ile terk etmenin, buna mâni’ olmıyacağı, (İbni<br />

Âbidîn)de ve (İmdâd)ın (Tahtâvî) hâşiyesinin ikiyüzüçüncü sahîfesinde yazılıdır.<br />

Zâten, sünnetleri kazâ niyyeti ile kılınca, sünnet terk edilmiş olmaz. Sünnet olan nemâz,<br />

farzdan başka kılınan nemâz demek olduğu, 281.ci sahîfe sonunda yazılıdır.<br />

(İbni Âbidîn) üçyüzdoksanaltıncı sahîfede ve (Mecma’ül-enhür)de yüzonikinci<br />

sahîfede diyor ki, (Nâfile kılan kimse, farz kılan imâma uyduğu zemân, üçüncü<br />

ve dördüncü rek’atlerde zamm-ı sûre okuması farz olmaz. Nâfile olur. Çünki,<br />

bu nemâzı, farz şeklini almışdır). Sünnet yerine kazâ kılarken de, üçüncü ve<br />

dördüncü rek’atlerde zamm-ı sûre okumanın farz olmıyacağı anlaşılmakdadır.<br />

(Uyûn-ül-besâir) yüzüçüncü sahîfesinde diyor ki, ((Tâtârhâniyye)de, kazâya kalmış<br />

nemâzı olup olmadığını bilemiyen kimsenin öğle, ikindi ve yatsının sünnetlerinde<br />

zamm-ı sûre okuması dahâ iyi olur buyuruldu. Bundan maksad, sünnetlere<br />

kazâ niyyet etmesi ve zamm-ı sûre okuması dahâ iyi olur demekdir).<br />

Farzları kılarken sünnetler yerine kazâ kılmak câiz olduğuna, Trablus fetvâ emîni<br />

fazîletli Râmiz-ül-mülk hazretlerinin fetvâ verdiği Beyrutda çıkan (Eşşihâb) mecmû’asının<br />

14 Zilka’de 1388 [m. 1969] sayısında uzun yazılıdır.<br />

75 — İKİNCİ CİLD, 20. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, mevlânâ Tâhir Bedahşîye yazılmış olup, nemâzın üstünlüklerini ve<br />

erkânını, şartlarını, edebleri ve ta’dîl-i erkânını bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamdü senâ olsun! Onun sevdiği, iyi insanlara selâmetler olsun!<br />

Cunpurdan gönderdiğiniz mektûb geldi. Râhatsız olduğunuzu okuyunca üzüldük.<br />

Sıhhat haberini bekliyoruz. Bu tarafa gelenlerle sıhhat haberinizi bildiren mektûbu<br />

gönderiniz! Hâsıl olan hâlleri de yazınız! Ey sevgili kardeşim! Bu dünyâ, çalışmak<br />

yeridir. Ücret alınacak yer, âhıretdir. Sâlih amelleri yapmağa uğraşınız! Bu<br />

amellerin en fâidelisi ve ibâdetlerin en üstünü, nemâz kılmakdır. Nemâz, dînin direğidir.<br />

Mü’minin mi’râcıdır. O hâlde, onu iyi kılmağa gayret etmelidir. Erkânını<br />

[ya’nî farzlarını] ve şartlarını ve sünnetlerini ve edeblerini, istenildiği ve lâyık olduğu<br />

gibi yapmalıdır. Nemâzda tumânînete [ya’nî rükü’ ve secdelerde ve kavmede<br />

ve celsede, bütün a’zânın hareketsiz kalmasına] ve ta’dîl-i erkâna [ya’nî, bu dört<br />

yerde sükûn ve tumânînet buldukdan sonra, bir mikdâr durmağa], dikkat etmelidir.<br />

Çok kimse bunlara dikkat etmeyip nemâzlarını elden kaçırıyor. Tumânîneti ve<br />

ta’dîl-i erkânı yapmıyorlar. Bunlara azâblar ve tehdîdler bildirilmişdir. Nemâz, doğru<br />

kılınınca, kurtuluş ümmîdi çoğalır. Çünki, dînin direği dikilmiş olur. Se’âdet-i<br />

ebediyyeye uçmak için tayyâre elde edilmiş olur.<br />

– 287 –


76 — İKİNCİ CİLD, 87. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Efganistânlı Feth hâna yazılmış olup, ta’dîl-i erkânı, ahkâm-ı islâmiyyeye<br />

yapışmağı ve bid’atden kaçınmağı bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği, sevdiği iyi insanlara selâmetler, râhatlıklar<br />

olsun! Bu fakîre “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” karşı kıymetli sevginizi<br />

ve hâlis bağlılığınızı bildiren mektûb-ı şerîfiniz geldi. Allahü teâlâ, büyüklerin<br />

sevgisini kalblerimize yerleşdirsin! Mes’ûd ve muhterem ahbâblara birinci<br />

nasîhat, Muhammed Mustafânın “aleyhissalâtü vesselâm” sünnet-i seniyyesine yapışmakdır.<br />

Ya’nî, her müslimânın birinci vazîfesi, islâmiyyete uymakdır ve islâmiyyetin<br />

beğenmediği şeylerden, bid’atlerden kaçmakdır.<br />

Bir kimse, terk edilmiş, unutulmuş bir sünneti meydâna çıkarırsa, yüz şehîd sevâbı<br />

kazanır. Yâ bir farzı veyâ vâcibi meydâna çıkarmanın sevâbı ne kadar çok olur!<br />

O hâlde, nemâzda, ta’dîl-i erkâna dikkat etmelidir. Ya’nî, rükü’da ve secdelerde<br />

ve kavmede ve celsede tumânînet buldukdan, ya’nî her a’zâ hareketsiz oldukdan<br />

sonra biraz durmalıdır ki, Hanefî âlimlerinin çoğu, buna vâcib demişdir. İmâm-ı<br />

Ebû Yûsüf ve imâm-ı Şâfi’î [ve Mâlik] ise, farz demişdir. Ba’zı Hanefî âlimleri de<br />

sünnet demişlerdir. Müslimânların çoğu, bunu yapmıyor. Bu bir ameli meydâna<br />

çıkarana, Allah yolunda harb edip cânını veren yüz şehîd sevâbından çok sevâb verilir.<br />

Ahkâm-ı şer’ıyyeden hepsi de böyledir. Ya’nî halâl, harâm, mekrûh, farz, vâcib<br />

ve sünnetlerden birini öğretip, gereğini yapdıran, böyle sevâb kazanır.<br />

Bir kimseden sebebsiz, zor ile haksız olarak alınan bir kuruşu, sâhibine geri vermek,<br />

yüzlerle lira sadaka vermekden, katkat dahâ sevâbdır. Bir kimse, Peygamberlerin<br />

“alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vesselâm” yapdığı ibâdetleri yapsa,<br />

fekat, üzerinde başkasının bir kuruş hakkı bulunsa, bu bir kuruşu ödemedikçe, Cennete<br />

giremiyeceği bildirilmişdir. Boşadığı kadına mehr parasını ödemek de kul hakkıdır.<br />

[İbnî Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, beşinci cild, ikiyüzyetmişaltıncı sahîfede<br />

buyuruyor ki, (Başkasının çocuğunu, babasının emri ile de olsa, döğmek câiz<br />

değildir. Hoca, talebesini çalışdırmak için, üç kerre eli ile döğebilir. Sopa ile vurması<br />

câiz değildir).]<br />

Hülâsa, zâhiri, ya’nî bütün a’zâları ahkâm-ı şer’ıyyeyi yapmakla bezedikden sonra<br />

bâtına teveccüh etmeli, böylece, yapılan ameli gafletden uzak tutmalıdır. Kalbin<br />

imdâdı olmadan a’zânın ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmakla bezenmesi çok güçdür.<br />

Âlimler, böyle olur, şöyle olmaz diye fetvâ verirler. Bunları yapmak ise,<br />

Allah adamlarının işidir. Kalbin temizlenmesine, nûrlanmasına çalışmak, her<br />

a’zânın, ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmasına sebeb olur. Yalnız kalb ile uğraşıp,<br />

ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmıyan mülhiddir. Doğru yoldan sapıkdır. Böyle kimselerin<br />

kalblerinde ve rûhlarında birşeyler hâsıl olması, istidrâcdır. Ya’nî, onları derece<br />

derece, yavaş yavaş Cehennemin derinliklerine indirirler. Kalbde ve rûhda<br />

hâsıl olan şeylerin doğru ve iyi olmasına alâmet, bütün a’zânın ahkâm-ı islâmiyyeye<br />

yapışmakla süslenmesidir. Doğru yol, kurtuluş yolu, işte budur! Allahü teâlâ,<br />

hepimizi bu doğru yoldan ayırmasın! Âmîn.<br />

[(Mecelle)nin otuzikinci maddesinde, (Zarûret içinde olmak, başkasının hakkını<br />

gidermez) diyor. Açlıkdan ölecek olan kimse, başkasının malını, ölümden kurtaracak<br />

kadar yiyebilir ise de, bunun değerini veyâ mislini ödemesi lâzım olur. Başkasının<br />

malını yimek, şerâb içmekden dahâ büyük günâhdır].<br />

Ne iyi O gözler ki, güzele bakmakdadır.<br />

Ne tâli’li o kalb ki, Onun için yanmakdadır!<br />

– 288 –


77 — İKİNCİ CİLD, 69. cu MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Muhammed Murâd-ı Bedahşîye yazılmış olup, nemâzın ta’dîl-i erkânı<br />

ve tumânîneti ve câmi’de safların düzeltilmesi ve kâfirlere karşı harbe giderken<br />

niyyetin düzeltilmesi ve teheccüd nemâzı ve yemeklerin halâlden seçilmesine<br />

dikkat olunması bildirilmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği, beğendiği kullarına selâmlar, râhatlıklar<br />

olsun! Mektûbunuz geldi. Arkadaşların, dostların, doğru yoldan ayrılmadıkları<br />

anlaşılarak, çok sevindirdi. Allahü teâlâ, doğruluğunuzu ve doğru yolda bulunmanızı<br />

artdırsın! Arkadaşlarımız ile birlikde verdiğiniz vazîfeyi yapmağa devâm<br />

ediyoruz. Beş vakt nemâzı, elli altmış kişilik cemâ’at ile kılıyoruz, diyorsunuz.<br />

Bunun için, Allahü teâlâya hamdü senâlar olsun! Kalbin Allahü teâlâ ile olması,<br />

bedenin, a’zânın da ahkâm-ı şer’ıyyeyi yapmakla zînetlenmesi, ne büyük bir<br />

ni’metdir. Bu zemânda insanların çoğu nemâz kılmakda gevşek davranıyor. Tumânînete<br />

ve ta’dîl-i erkâna ehemmiyyet vermiyorlar. Bunun için, siz sevdiklerime, bu<br />

noktayı belirtmeğe mecbûr oldum. İyi dinleyiniz! Peygamberimiz “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, (En büyük hırsız, kendi nemâzından çalan kimsedir) buyurdu.<br />

Yâ Resûlallah! Bir kimse, kendi nemâzından nasıl çalar? diye sordular. (Nemâzın<br />

rükü’unu ve secdelerini temâm yapmamakla) buyurdu. Bir def’a da buyurdu ki,<br />

(Rükü’da ve secdelerde, belini yerine yerleşdirip biraz durmayan kimsenin nemâzını<br />

Allahü teâlâ kabûl etmez). Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir<br />

kimseyi nemâz kılarken, rükü’unu ve secdelerini temâm yapmadığını görüp, (Sen<br />

nemâzlarını böyle kıldığın için, Muhammedin “aleyhissalâtü vesselâm” dîninden<br />

başka bir dinde olarak ölmekden korkmuyor musun?) buyurdu. Yine buyurdu ki,<br />

(Sizlerden biriniz, nemâz kılarken, rükü’dan sonra temâm kalkıp, dik durmadıkca<br />

ve ayakda, her uzv yerine yerleşip durmadıkca nemâzı temâm olmaz). Bir kerre<br />

de buyurdu ki, (İki secde arasında dik oturmadıkca, nemâzınız temâm olmaz).<br />

Birgün Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, birini nemâz kılarken, nemâzın<br />

ahkâm ve erkânına riâyet etmediğini, rükü’dan kalkınca, dikilip durmadığını<br />

ve iki secde arasında oturmadığını görüp, buyurdu ki, (Eğer nemâzlarını böyle kılarak<br />

ölürsen, kıyâmet günü, sana benim ümmetimden demezler). Bir başka yerde<br />

de buyurdu, (Bu hâl üzere ölürsen, Muhammedin “aleyhisselâm” dîninde olarak<br />

ölmemiş olursun). Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Altmış sene,<br />

bütün nemâzlarını kılıp da, hiçbir nemâzı kabûl olmıyan kimse, rükü’ ve secdelerini<br />

temâm yapmıyan kimsedir). Zeyd ibni Vehb “rahmetullahi teâlâ aleyh” birini<br />

nemâz kılarken rükü’ ve secdelerini temâm yapmadığını gördü. Yanına çağırıp,<br />

ne kadar zemândır böyle nemâz kılıyorsun, dedi. Kırk sene deyince, sen kırk senedir<br />

nemâz kılmamışsın. Ölürsen Muhammed Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” sünneti [ya’nî dîni] üzere ölmezsin, dedi.<br />

Taberânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Evsât)ında bildirilmişdir ki, bir mü’min<br />

nemâzını güzel kılar, rükü’ ve secdelerini temâm yaparsa, nemâz sevinir ve nûrlu<br />

olur. Melekler, o nemâzı göke çıkarır. O nemâz, nemâzı kılmış olana, iyi düâ e-<br />

der ve sen beni kusûrlu olmakdan koruduğun gibi, Allahü teâlâ da, seni muhâfaza<br />

etsin, der. Nemâz güzel kılınmazsa, siyâh olur. Melekler o nemâzdan iğrenir. Göke<br />

götürmezler. O nemâz, kılmış olana, fenâ düâ eder. Sen beni zâyı’ eylediğin, kötü<br />

hâle sokduğun gibi, Allahü teâlâ da, seni zâyı’ eylesin, der. O hâlde, nemâzları<br />

temâm kılmağa çalışmalı, ta’dîl-i erkânı yapmalı, rükü’u, secdeleri, (Kavme)yi<br />

[ya’nî rükü’dan kalkıp dikilmeği] ve (Celse)yi [ya’nî, iki secde arasında oturmağı]<br />

iyi yapmalıdır. Başkalarının da kusûrlarını görünce söylemelidir. Din kardeşlerinin<br />

nemâzlarını temâm kılmalarına yardım etmelidir. Tumânînet [ya’nî uzvların<br />

hareket etmemesi] ve ta’dîl-i erkânın [Bir kerre sübhânallah diyecek kadar hareketsiz<br />

durmak] yapılmasına çığır açmalıdır. Müslimânların çoğu, bunları yapmak<br />

şerefinden mahrûm kalıyor. Bu ni’met, elden çıkmış bulunuyor. Bu ameli meydâ-<br />

– 289 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:19


na çıkarmak çok mühimdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu<br />

ki, (Unutulmuş bir sünnetimi meydâna çıkarana, yüz şehîd sevâbı verilecekdir).<br />

Cemâ’at ile nemâz kılarken safları düz yapmağa da dikkat etmelidir. Safdan ileride<br />

ve geride durmamalıdır. Herkes, bir hizâda durmağa çalışmalıdır. Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, önce safları düzeltir, ondan sonra nemâza dururdu.<br />

(Safları düzeltmek, nemâz kılmanın bir parçasıdır) buyururdu. Yâ Rabbî!<br />

Bizlere, nihâyetsiz rahmet hazînenden nasîb eyle! Hepimizi doğru yoldan ayırma!<br />

Ey mes’ûd ve bahtiyâr kardeşim! Amel ve ibâdet, niyyet ile dürüst olur. Kâfirlere<br />

karşı muhârebeye giderken, önce niyyeti düzeltmelidir. Ancak, bundan sonra<br />

sevâb kazanılır. Muhârebeye gitmekden maksad, Allahü teâlânın ismini, dînini<br />

yaymak ve yükseltmek ve din düşmanlarını za’îfletmek ve bozguna uğratmak<br />

olmalıdır. [Allahü teâlânın dînini, Onun kullarına ulaşdırmak, insanları küfrden,<br />

cehâletden kurtarıp îmâna, ebedî se’âdete kavuşdurmak olmalı. Adam öldürmek,<br />

can yakmak niyyeti ile cihâda gitmemelidir. Cihâd, kâfirleri zorla küfrden kurtarmakdır.]<br />

Çünki, biz müslimânlara böyle emr edilmişdir ve cihâd da, bu demekdir.<br />

Başka şeylere niyyet ederek, cihâd sevâbından mahrûm kalmamalıdır. Gâzîlerin<br />

beyt-ül-mâldan ma’âş almaları, cihâdı ve cihâd sevâbını bozmaz. [Bütün<br />

ibâdetlerin kabûl olması için de, Allahü teâlâ için yapılması ve böyle niyyet edilmesi<br />

şartdır.] Kötü niyyetler, ibâdeti bozar. Niyyeti düzeltmeli, ma’âş da almalı,<br />

cihâda gitmelidir. Gâzîlik ve şehîdlik sevâblarını beklemelidir. Sizin hâlinize gıbta<br />

ediyor, imreniyorum. Kalbiniz Allahü teâlâ ile, a’zâlarınız, cemâ’at ile nemâz<br />

kılmakla ve ayrıca, din düşmanları, kâfirler ile cihâd etmekle [Allahü teâlânın dînini<br />

kâfirlere yaymakla da] şereflenmekdesiniz. Gazâdan selâmet ile çıkan gâzî olur,<br />

mücâhid olur. Ölen, hâlis şehîd olup, en büyük sevâblara, ni’metlere kavuşur. Fekat,<br />

tekrâr bildireyim ki, bunlar, ancak niyyeti düzeltdikden sonradır. Hâlis niyyet<br />

kalbe gelmezse, böyle niyyet etmeğe, kendinizi zorlamalı ve bu niyyetin kalbde<br />

hâsıl olmasını, Allahü teâlâdan yalvararak istemelidir.<br />

Harbde kâfirlerin öldürdüğü, sulh zemânında zâlimlerin işkence yaparak öldürdüğü<br />

kimsenin şehîd olması için, ölürken müslimân olması, kalbinde îmân olması<br />

lâzımdır.<br />

[TENBÎH: Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar, her zemân, her yerde, kötü<br />

insanlar iyilere saldırmışlardır. Allahü teâlâ herşeyi sebebler ile yaratmakdadır.<br />

Kötülerin cezâsını da, kötü insanlar vâsıtası ile vermekdedir. İşkence edenlere dünyâda<br />

da cezâlarını vermekdedir. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azâb görmekdedir.<br />

Bunların ve harbde ölenlerin ve kazâda ölen müslimânların hepsi şehîddir. Dünyâda<br />

azâb çeken iyi, suçsuz müslimânlara âhıretde bol ni’metler verilecekdir.<br />

Âhıretde ni’mete kavuşmak için, îmân sâhibi olmak lâzım olduğu din kitâblarında<br />

yazılıdır. Bu kitâblar dünyânın her yerinde çok vardır. Bu kitâbları okuyup da<br />

inanmıyana kâfir denir. İslâmiyyeti işitmiyen kâfir olmaz. İşitince (Lâ ilâhe illallah<br />

Muhammedün Resûlullah) diyen ve buna inanan müslimân olur. Bunun<br />

ma’nâsı, (Herşeyi yaratan bir Allah vardır ve Muhammed aleyhisselâm Onun<br />

Resûlüdür)dır. Müslimân olan, Onun son Peygamberine tâbi’ olur. Birçok yerde,<br />

kâfirler, zâlimler, suçsuz müslimânları, kadınları, çocukları öldürmüşlerdir. Öldürülen<br />

müslimânlar, şehîd olur. Öldürülürken, yapılan işkencelerin acısını duymaz.<br />

Ölürken, kabrde verilecek olan Cennet ni’metlerini görerek çok sevinir. Şehîdler<br />

ölürken hiç acı duymaz. Sevinir ve çok neş’elenir. Cennet ni’metlerine kavuşur. Hadîs-i<br />

şerîfde (Müslimânların kabri Cennet bağçelerindendir) buyuruldu.]<br />

Oradaki ahbâbıma bir nasîhatim de, (Teheccüd) nemâzını kılmanızdır. [Ya’nî gece<br />

sonuna doğru nemâz kılmalıdır.] Büyüklerimiz, bu nemâzı hep kılmışdı. Size burada<br />

iken de söylemişdim ki, eğer o zemân uyanamaz iseniz, evdekilere söyleyiniz,<br />

sizi her hâl-ü-kârda uyandırsınlar. Sizi, gaflet uykusunda bırakmasınlar. Böylece, birkaç<br />

gece kalkınca, alışarak, kendiniz kolayca kalkar ve bu se’âdete kavuşursunuz.<br />

– 290 –


Başka bir nasîhatim de, yenilen lokmalarda, ihtiyâtlı davranmakdır. Bir müslimânın,<br />

heryerde bulduğu, herşeyi yimesi doğru değildir. Lokmaların halâldan mı,<br />

harâmdan mı geldiğini düşünmek lâzımdır. İnsan, başlı başına değildir ki, her<br />

bildiğini, aklına geleni yapsın. Sâhibimiz, yaratanımız var “celle celâlüh”. Onun<br />

emrleri ve yasakları var. Beğendiği ve beğenmediği şeyleri, âlemlere rahmet olan<br />

Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile, bizlere bildirmişdir. Sâhibinin,<br />

yaratanının beğenmediği şeyleri istiyen, ne kadar bedbaht ve zevallıdır. Herşeyi<br />

sâhibinin izni olmadan kullanmak istiyor. Böyle kimseler, utansın ki, dünyâda, bu<br />

şeylerin gelip geçici sâhiblerine sormadan birşeylerini kullanmıyor. Bu, hakîkî olmıyan<br />

sâhiblerin haklarını gözetiyorlar da, bunların hakîkî sâhibi, beğenmediği şeyleri,<br />

şiddetle, pek sıkı yasak etdiği ve yapanları ağır cezâlarla korkutduğu hâlde,<br />

Onun sözüne iltifât etmiyor, aldırmıyorlar. Bu hâl, müslimânlık mıdır, yoksa kâfirlik<br />

midir? İyi düşünmelidir! Şimdi ecel gelmemiş, fırsat elden kaçmamışdır.<br />

Geçmişdeki kusûrları temâmlamak, düzeltmek mümkindir. Çünki, (Günâhına<br />

tevbe eden, hiç günâh yapmamış gibidir) hadîs-i şerîfi, kusûru olanlara müjdedir.<br />

Fekat bir kimse, bile bile günâh işler ve herkese bildirir, hiç sıkılmazsa, münâfık<br />

olur. Müslimân görünmesi, onu azâbdan kurtarmaz. Bundan dahâ çok ve dahâ ağır<br />

söylemeğe ne lüzûm var? Aklı olana, bir işâret yetişir.<br />

Şunu da söyliyeyim ki, korkulu yerlerde ve düşman karşısında ve emîn ve râhat<br />

olmak için (Li îlâfi) sûresini okumalıdır. Tecribe edilmişdir. Her gün ve her gece,<br />

hiç olmazsa, onbirer def’a okumalıdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir yere<br />

gelen kimse E’ûzü bikelimâtillâhit-tâmmâti min şerri mâ haleka okursa, o yerden<br />

kalkıncaya kadar, ona hiçbirşey zarar, kötülük yapmaz). [Korkulu şeyden kurtulmak<br />

ve bir dileğe kavuşmak için, Tâhâ sûresinin otuzyedinci âyetinden (Velekad)dan,<br />

otuzdokuz sonuna (alâ aynî)ye kadar kâğıda mürekkeble yazıp, bir şeye<br />

yedi kerre sarıp, yanında taşımalıdır. Fâidesi çok görülmüşdür.] Doğru yolda<br />

gidenlere, Allahü teâlâ selâmet versin! Âmîn.<br />

Ey gözlerimin nûru, ey cândan yakın cânân!<br />

Abdülhakîm Arvâsî, hasta rûhlara dermân!<br />

Bizler nerde siz nerde, perdeler feth olmuyor,<br />

Sizden uzak kaldıkca, kalbler râhat bulmuyor.<br />

Sohbetden, muhabbetden, dâim konuşurdunuz,<br />

Talebe, hocası ile ölçülür, diyordunuz.<br />

Adım adım, hakîkat yolunu geçmişsiniz!<br />

Rûhları serhoş eden, şerbetden içmişsiniz!<br />

Dünyâ yok gözünüzde, kalb sâhibi ile meşgûl,<br />

Sensin cihânda şimdi, Rabbin en sevdiği kul!<br />

Tevâzû’, büyüklüğün alâmeti derdiniz,<br />

Her hareketinizde bunu gösterirdiniz.<br />

Cihân zûlmetde iken Fehîm nûr saçıyordu,<br />

O haznedeki esrâr, hep size nasîb oldu!<br />

Ya Rabbî! Seyyid Fehîm, ne büyük mürşid imiş,<br />

ölü kalbi dirilten, bir Hakîm yetişdirmiş.<br />

Resûlullahdan gelen, nûru nakş etmiş size,<br />

En büyük arzûmuzdur, kavuşmak lutfünüze!<br />

Nûra kavuşulur mu, bir rehber olmadıkca?<br />

Kalbleri ihlâs ile, ona bağlamadıkca.<br />

– 291 –


78 — ZEKÂT VERMEK<br />

Zekât vermek, hicretin ikinci senesinde Ramezân ayında farz oldu. Zekâtın farzı<br />

birdir. Her müslimânın tam mülkü olan nisâb mikdârındaki (Zekât malı)nın, belli<br />

zemânda, belli mikdârını, zekât niyyeti ile ayırıp, emr edilen müslimânlara vermekdir.<br />

<strong>Tam</strong> mülk, halâl yoldan gelip, kullanması mümkin ve halâl olan öz malı<br />

demekdir. Vakf malı, kimsenin mülkü değildir. Gasb, sirkat, rüşvet, kumar, alkollü<br />

içki satışının semeni ve fâsid olarak satın aldığı mal gibi, harâm malı kendi halâl<br />

malı ile veyâ çeşidli kimselerden aldığı harâm malları birbirleri ile karışdırmamış<br />

ise, bu harâm mallar, mülkü olmaz. Kullanması, nafaka yapması halâl olmaz.<br />

Bunlarla câmi’ ve başka hayrlar yapamaz. Bunların zekâtını vermesi farz olmaz.<br />

Ya’nî, zekât nisâbının hesâbına katılmazlar. Sâhibleri veyâ vârisleri belli ise, kendilerine<br />

geri vermesi farzdır. Belli değil ise, hepsini sadaka olarak fakîrlere dağıtır<br />

ise de, sonra sâhibi çıkıp, tazmînini isterse, tazmîn eder. Sâhiblerini buluncıya<br />

kadar dayanamayıp bozulacak malı, kendi kullanıp, sonra tazmîn etmesi, ya’nî benzerini,<br />

benzeri yoksa kıymetini ödemesi câiz olur. Birinci kısm, kırkikinci maddeye<br />

ve 303. cü sahîfeye bakınız! Ticâret şirketinde ortak olanın, hissesi nisâb mikdârı<br />

ise, kendi hissesinin zekâtını hesâb ederek vermesi lâzımdır. İbni Âbidîn, Bey’<br />

ve şirâyı anlatırken diyor ki, (Din adamlarının, evkafdan alacakları erzâkı, teslîm<br />

almadan önce satmaları câiz değildir. Çünki bunlar, hak edilmiş ücret iseler de, hak<br />

edilen mal, kabz edilmeden önce mülk olmaz. Düşmandan alınan ganîmet, dâr-ülislâma<br />

getirilince, askerin hakkı olur. Fekat, taksîm edilmeden önce, mülk olmaz).<br />

Bunun için me’mûrların ve işçilerin alacakları ma’âş ve ücretler, ellerine geçmeden<br />

önce mülkleri olmaz. Ma’âş, ücret ele geçmeden önce, bunlar nisâb hesâbına<br />

katılmaz. Ya’nî zekâtları verilmez. Bunlardan kesilen yardım sandığı, sigorta paraları<br />

ve tasarruf bonoları zekât hesâbına katılmaz. Senelerce sonra birikmiş olarak<br />

ele alınınca, yalnız alınan para, o senenin zekât nisâbının hesâbına katılır. Satış<br />

karşılığı alınan bonolar, böyle değildir. Bunlar ve hisse ve tahvîl senedleri, her<br />

sene zekât hesâbına katılır.<br />

Hanefî mezhebinin âlimleri dediler ki, (Mükellef) olan, ya’nî âkıl, bâliğ [cünüb<br />

olup gusl abdesti almağa başlıyan bir yaşa gelmiş] olan ve hür olan müslimân erkek<br />

ve kadının, şartları bulununca, zekât vermeleri farzdır. Zekât vermek, malı müslimân<br />

fakîre temlîk etmekle olur. Ya’nî, malı fakîrin eline vermek lâzımdır. Fakîr<br />

ve âkıl olan yetîme velîsi yemek yidirse, zekât yerine geçmez. Yemeği yetîmin eline<br />

verse veyâ velîsi bu yetîmi giydirse zekât olur. Âkıl olmıyan fakîr yetîmle birlikde<br />

yemek yiseler zekât vermiş olur. Velî olmak, yetîme babası tarafından veyâ<br />

hâkim tarafından vasî ta’yîn edilmekle olur. Bu kimse, yetîme verilecek hediyyeleri<br />

almak ve ona vermek hakkına mâlik olduğu için, kendi zekâtı ile de, elbise ve<br />

yiyecek ve başka lüzûmlu şeyler satın alıp ona verebilir. Hâkim emri ile fakîr akrabaya<br />

verilen nafakanın da böyle olduğu (Bezzâziyye)de yazılıdır. Başka fakîrlere,<br />

zekât malını değişdirmeden vermesi lâzımdır. İmâm-ı Nesefî “rahmetullahi<br />

aleyh” (Zahîre)de diyor ki, (Bir zengin, ta’âm satın alıp fakîrlere yidirse, zekât vermiş<br />

olmıyacağı (Ziyâdât)da yazılıdır). (Bezzâziyye) ve (Fetâvâ-i Hindiyye)de diyor<br />

ki, (Kurban etini, koyunlarının zekâtı niyyeti ile fakîre verse, zekât olmaz).<br />

(Îzâh)da diyor ki, (Çocuğa, deliye verilecek zekât, babasına veyâ velîsi olan akrabâsına<br />

veyâ vasîsine verilir).<br />

Dört mezhebde de dört dürlü (Zekât malı) vardır:<br />

1 — Senenin ekserî zemânında, çayırda parasız otlayan dört ayaklı hayvanlar.<br />

2 — Altın ile gümüş.<br />

(Dürr-ül-müntekâ)nın sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Altın<br />

ile gümüşün oniki ayârdan ziyâdesi, para olarak kullanılsın, kadınların süsü gibi,<br />

halâl olarak kullanılsın, erkeklerin altın yüzük takması gibi, harâm olarak kulla-<br />

– 292 –


nılsın, ev, yiyecek, kefen satın almak için saklanılsın, kılınc [ve altın diş] gibi ihtiyâc<br />

eşyâsı olsalar da, zekât nisâbının hesâbına katılacaklardır). Görülüyor ki, erkeklerin<br />

altın yüzük takması harâmdır. İkinci kısm, 41. ci maddenin sondan ikinci<br />

sahîfesine bakınız!<br />

3 — Ticâret için alınıp, ticâret için saklanılan (Ticâret eşyâsı).<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh”, zekâtın sebebini ve şartını bildirirken, buyuruyor<br />

ki, (Eşyânın ticâret niyyeti ile satın alınması lâzımdır. Uşr vermesi lâzım gelen<br />

topraklardan hâsıl olan ve mîrâs olarak ele geçen veyâ hediyye, vasıyyet gibi<br />

kabûl edince mülk olan şeylerde, ticârete niyyet edilse de, bunlar ticâret malı olmaz.<br />

Çünki, ticâret niyyeti, alış verişde olur. Meselâ, tarlasından buğday alıp uşrunu<br />

veren veyâ mîrâsdan eline urûz geçen kimse, satmak niyyeti ile saklasa, nisâb<br />

mikdârından fazla olsa ve bir seneden fazla kalsa, zekâtlarını vermek îcâb etmez).<br />

Ticâret niyyeti ile [ya’nî satmak için] satın aldığı buğdayı tarlasına ekse veyâ<br />

ticâret için aldığı hayvanı, kumaşı kendi kullanmağa niyyet etse, ticâret malı olmakdan<br />

çıkarlar. Sonra bunları satmağa niyyet ederse, ticâret malı olmazlar.<br />

Bunları satınca veyâ kirâya verince, eline geçen mal ticâret malı olur. Kullanmak<br />

için satın aldığı malı, aldıkdan sonra ve mîrâs olarak eline geçen urûzu veyâ hediyye,<br />

vasıyyet, sadaka gibi kendinin kabûl etmesi ile mâlik olduğu malı alırken veyâ<br />

tarlasından aldığı buğdayı satmağa niyyet etse, ticâret malı olmazlar. Bunları<br />

satsa ve satarken semenleri olan urûzu ticâretde kullanmağı niyyet etse, bu bedelleri<br />

ticâret malı olurlar. Çünki ticâret bir işdir. Yalnız niyyet ile olmaz. Başlamak<br />

da lâzımdır. Ticâreti terk etmek ise, yalnız niyyet ile olur. Herşeyi terk etmek, yalnız<br />

niyyet ile olur. Bunun gibi, insan yalnız niyyet etmekle müsâfir olmaz ve orucu<br />

bozulmaz. Kâfir, müslimân olmaz ve hayvan sâime olmaz. Bunların tersi ise, yalnız<br />

niyyet etmekle olur. Altın ve gümüş eşyâ ve kâğıd paralar, her ne sûretle ele<br />

geçerse geçsin, zekât malı olurlar.<br />

4 — Yağmur suyu veyâ nehr, dere suyu ile sulanan, harâclı olmıyan bütün topraklardan<br />

[uşrlu toprak olmasa bile] ve vakf toprakdan çıkan şeyler. Bunların zekâtına<br />

(Uşr) denir. Uşr vermek, Kur’ân-ı kerîmde, En’âm sûresinin yüzkırkbirinci<br />

âyetinde emr edilmiş, onda birinin verilmesi de hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Uşr,<br />

mahsûlün onda biridir. (Harâc) ise, beşde bir, dörtde bir, üçde bir, yarıya kadar olabilir.<br />

Bir toprakdan, yâ uşr veyâ harâc vermek lâzımdır. Kul borcu olan, borcunu<br />

düşmez. Uşrunu tâm verir.<br />

Zekâtın farzı birdir. Bu da, niyyet etmekdir. Niyyet kalb ile olur. Malın zekâtını<br />

ayırırken veyâ müslimân fakîre verirken (Allah rızâsı için, zekât vereceğim)<br />

diye niyyet edip de fakîre veyâ zekâtını fakîrlere vermek için vekîl etdiği kimseye<br />

verirken borç veyâ hediyye veriyorum dese, câiz olur. Söze bakılmaz. Zekât ve<br />

sadaka diye birlikde niyyet ederse, imâm-ı Ebû Yûsüfe göre, zekât olur. İmâm-ı<br />

Muhammede göre “rahmetullahi teâlâ aleyh”, sadaka olur. Zekâtını vermemiş olur.<br />

Vasıyyet etmemiş meyyitin, bırakdığı maldan zekât borcu verilmez. Çünki, niyyet<br />

etmesi lâzım idi. Vârisleri, kendi mallarından ödeyebilirler. [Bu takdîrde, zekâtın<br />

iskâtı yapılmış olur.] Zekâtı ayırırken ve fakîre verirken niyyet etmeyip, verdikden<br />

çok sonra niyyet ederse, mal, fakîrde bulunduğu müddetce, câiz olur. Vekîline<br />

verirken niyyet etmesi yetişir. Vekîlinin fakîre verirken, ayrıca niyyet etmesi<br />

lâzım değildir. Zekâtını müslimân fakîre vermesi için, zimmîyi de, ya’nî başka<br />

dinde olan vatandaşı da vekîl etmesi câiz olur. Hâlbuki, hac için, zimmîyi vekîl göndermek<br />

câiz değildir. Çünki, zekât için yalnız zenginin niyyet etmesi lâzımdır. Hac<br />

için, vekîlin de niyyet etmesi lâzımdır. Vekîline verirken sadaka, keffâret, hediyye<br />

dese, vekîli fakîre bu niyyet ile vermeden önce, zengin zekât için niyyet etse câiz<br />

olur.<br />

İki zenginin de vekîli olan kimse, bunların zekâtlarını, haberleri olmadan karışdırır,<br />

sonra fakîre verirse, zekât verilmiş olmaz. Vekîl sadaka vermiş olur. Ve-<br />

– 293 –


kîl, zekâtları öder. İbni Âbidîn, onbirinci sahîfede, bunu açıklarken buyuruyor ki,<br />

(Zekâtları karışdırınca, kendi mülkü olur. Fakîre, kendi malını vermiş olur). Zenginlerin<br />

izni ile karışdırmış ise veyâ karışdırdıkdan sonra ve fakîrlere vermeden önce<br />

izn almış ise, câiz olur. Fakîrlerin vekîli olan kimse, aldığı zekâtları, habersiz karışdırıp,<br />

sonra fakîrlere dağıtması câizdir. Zenginlerin vekîlinin de, bunlardan<br />

iznsiz karışdırdıkdan sonra vermesi câiz olur da denildi. Bir zengin, bir kimseye benim<br />

için, şu kadar altın zekât ver dese [veyâ başka memleketde bulunan bir kimseye<br />

mektûbla bildirse], bu kimse de emr olunan bu altınları, kendi kâğıd parası<br />

ile satın alıp, fakîrlere verse, câiz olur. İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”, bu kimse, sonra parasını zenginden isteyebilir. İmâm-ı Muhammed “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” buyurdu ki, (Sonra sana öderim dedi ise, istiyebilir. Öderim<br />

demedi ise, isteyemez). Vekîl elindeki zekâtı, zenginin emr etmediği fakîrlere<br />

verse, sonra zengin kabûl ederse, câiz olur denildi. Benim için fakîre sadaka ver<br />

diyen kimse, sonra sana öderim demedi ise, ödemez. Zengin, kendi vekîline, fakîrlere<br />

dağıtması için istediği kadar zekât verebilir. Fakîrlerin vekîli, her fakîr için,<br />

nisâb mikdârından fazla zekât alamaz. Zekâtın, fakîr vekîlinin eline girmesi, fakîrin<br />

eline girmesi demekdir. Fakîr bu mala mâlik olur. Vakf hayvanlarının ve vakf<br />

ticâret malının zekâtı verilmez.<br />

ALTIN, GÜMÜŞ ve TİCÂRET MALI ZEKÂTI — Canlı, cansız her mal,<br />

meselâ yerden, denizden çıkarılmış tuzlar, oksidler, naft, ya’nî petrol ve benzerleri,<br />

ticâret yapmak için, ya’nî satmak için satın alındıkları zemân, (Ticâret eşyâsı)<br />

olurlar. Altın ile gümüş her ne niyyet ile olursa olsun, hep ticâret eşyâsıdır.<br />

Ödünc alma karşılığı olan borclar ve zekât vermek farz olduğu günden önce ödeme<br />

zemânı gelmiş olan müeccel [taksîdli] kul borcları, nisâb hesâbına katılmaz.<br />

Ya’nî bunlar, altın ve gümüşden ve ticâret eşyâsından elde mevcûd olanların ve alacakların<br />

kıymetinden çıkarıldıkdan sonra, kalanlar, nisâb mikdârı olursa, bir sene<br />

sonra zekâtlarını vermek farz olur. Zekât farz oldukdan sonra yapılan borclar<br />

özr olmaz, bunların zekâtı verilir. Geçmiş senelerin ödenmemiş zekâtları kul borcu<br />

sayılır. Müeccel olan, ya’nî zekât farz oldukdan sonra, belli zemânda ödenecek<br />

olan eski borcların, meselâ talâk vaktine müeccel mehrin nisâb hesâbına katılacaklarını,<br />

ya’nî zekâtlarının verileceğini bildiren kitâblar İbni Âbidînde yazılı ise de,<br />

bunların nisâba katılmamasının sahîh olduğu (Dürr-ül-muhtâr), (Hindiyye),<br />

(Dürr-ül-müntekâ), (Dâmâd) ve (Cevhere)de yazılıdır. Hac, nezr ve keffâret için<br />

saklanan paraların zekâtı verilir. Çünki, kul borcu değildirler. Elinde nisâb mikdârı<br />

altını veyâ gümüşü olan, yıl sonuna doğru birkaç teneke arpa ödünç alsa, yıl<br />

sonunda bu arpa da elinde bulunsa, zekât vermesi lâzım olmaz. Çünki borc, önce<br />

zekât malından ödenir. Zekât hesâbına katılmıyan arpadan ödenmesi düşünülemez.<br />

Alacaklara gelince, İmâm-ı a’zama göre, üç dürlü alacak vardır:<br />

1 — (Deyn-i kavî), ödünc verilen zekât malı ve zekât malının satışı karşılığı alınacak<br />

olan (Semen)dir. Nisâb hesâbına katılır. Alınacak para veyâ bunun ile yanında<br />

bulunanın toplamı nisâb mikdârı oldukdan bir sene sonra, eline geçen her<br />

mikdârın kırkda birini hemen vermesi farz olur. İki sene sonra eline geçenin iki yıllık,<br />

üç sene sonra geçenin üç yıllık zekâtını verir. Meselâ, üçyüz dirhem gümüş alacağı<br />

olan, üç sene sonra, ikiyüz dirhem alırsa, bunun, üç yıl için, beşer dirhemden,<br />

onbeş dirhem zekâtını verir. Almadan önce zekâtını vermesi lâzım olmaz. Kirâcı,<br />

mal sâhibinin izni ile, kirâ karşılığı ta’mîr yaparsa, bu masrafı mal sâhibine ödünc<br />

vermiş olur. (İbni Âbidîn).<br />

2 — (Deyn-i mütevassıt), ticâret malı olmıyan zekât hayvanlarının ve köle, ev,<br />

yiyecek, içecek gibi ihtiyâc maddelerinin satışları karşılığı ve binâların kirâ alacaklarıdır.<br />

Nisâb hesâbına katılır. Nisâba mâlik oldukdan bir sene sonra, eline nisâb<br />

mikdârı veyâ dahâ çok geçince, her sene için, aldığının kırkda biri hemen verilir.<br />

– 294 –


3 — (Deyn-i za’îf), mîrâs, mehr mallarıdır. Nisâb hesâbına katılır. Nisâb mikdârı<br />

teslîm aldıkdan bir yıl sonra yalnız o yılın zekâtı verilir. Elinde nisâb mikdârı<br />

mal da varsa, deynden aldığını, buna katıp, elindekinin bir yılı temâm olunca,<br />

aldığının zekâtını da birlikde verir. Bunun için ayrıca bir yıl beklemez. Kavî ve vasat<br />

deynleri de bir sene geçmeden önce alınca, böylece elindeki nisâba katarak zekâtlarını<br />

birlikde verir. İki imâma göre “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”, her alacak,<br />

nisâb mikdârı ise, alınan mikdâr az ise de, bir yıl geçmişse, zekâtı verilir.<br />

Gayb olmuş, denize düşmüş, gasb olunmuş, gömüldüğü yer unutulmuş mal ve<br />

inkâr olunan alacaklar, tam mülk olmadıkları için, nisâb hesâbına katılmaz ve ele<br />

geçerlerse, önceki senelerin zekâtları verilmez.<br />

Senedli veyâ iki şâhidli olan veyâ i’tirâf olunan alacaklar, iflâs edende ve fakîrde<br />

de olsa, nisâba katılır. Ele geçince, geçmiş yılların zekâtı da verilir.<br />

İHTİYÂC EŞYÂSI — İnsanı ölümden koruyan şeylerdir. Bunların birincisi nafakadır.<br />

Nafaka da üçdür: Yiyecek, giyecek ve evdir. Yiyecek deyince, mutfak eşyâsı<br />

da anlaşılır. Ev demek, ev eşyâsı da demekdir. Binek hayvanı veyâ arabası, silâhları,<br />

hizmetcisi ve san’at âletleri ve lüzûmlu kitâbları da ihtiyâc eşyâsı sayılır.<br />

Hacca gitmek için de, yine bu ihtiyâc eşyâsından fazla parası, malı olması lâzımdır.<br />

Nafaka, kendinin ve bakması vâcib olanların nafakasıdır. Bunların ihtiyâcdan<br />

fazla olanı ve din ve meslek kitâblarından başka kitâbların hepsi, hac parası için<br />

satılır ve kurban, fıtra nisâbına katılır. Fekat, ticâret niyyeti olmadıkça, zekât nisâbına<br />

katılmaz. Hacca gitmek için, oturduğu evden fazla evi satılır. Fekat, bir evin<br />

fazla odaları satılmaz. Oturduğu evini satıp, kirâ ile ev tutmak lâzım değildir.<br />

Hac vakti gelmeden önce, ihtiyâc eşyâsı satın almak câizdir. Hac farz oldukdan sonra,<br />

bunları alarak hac parasını yimek câiz değildir. Önce hacca gitmesi lâzımdır.<br />

İbni Âbidîn haccı anlatırken buyuruyor ki, (Bir senelik yiyecek veyâ parası nafaka<br />

sayılır. Dahâ fazlasını satıp hacca gidilir. Tüccârın, esnafın, san’at sâhiblerinin,<br />

çiftcinin kendi memleketlerinde âdet olan sermâyeleri, hac için ihtiyâc eşyâsıdır.<br />

Kendinin ve bakması kendine vâcib olanların nafakası, bulunduğu şehrin âdetine<br />

ve arkadaşlarına göre hesâb edilir. İyi, temiz ve güzel yimek, giyinmek lâzımdır.<br />

İsrâf da etmemelidir. Kul hakkı, Allahü teâlânın hakkından önce ödenir. Hacca<br />

gitmek için ödünc almamalıdır. Ödemesi muhakkak ise alınabilir).<br />

İhtiyâc eşyâsını almak için ve cenâze masrafının yapılması için ayırdığı para nisâb<br />

hesâbına katılır. Yalnız bu parası bulunan kimse, nisâb mikdârı olduğu günden<br />

bir sene sonra, yine nisâb mikdârından az olmazsa, elinde kalan bu paranın zekâtını<br />

verir. Çünki, zekât, fıtra ve kurban için, ihtiyâc eşyâsına mâlik olmak şart<br />

değildir. Bu eşyâdan elde bulunanı nisâba katılmaz.<br />

Altın ile gümüşün ağırlığı ve ticâret eşyâsının mal oluş kıymeti, nisâb mikdârı<br />

oldukdan i’tibâren, bir hicrî sene, ya’nî arabî sene [354 gün] elde kalırsa, yıl sonunda<br />

elde bulunanın kırkda birini, zekât niyyeti ile ayırıp, müslimân fakîrlere vermek<br />

farzdır. Acele edip, hemen vermek vâcibdir. Özrsüz gecikdirmek mekrûh olur. Verirken<br />

dört mezhebde de niyyet etmek ve zekât olduğunu söylemek lâzım değildir.<br />

Altının nisâbı yirmi miskaldir. Miskal, ağırlık ölçü birimidir. Ağırlık, uzunluk,<br />

hacm, zemân ve kıymet [para] ölçü birimleri, şer’î birimler ve urfî birimler olarak,<br />

ikiye ayrılır: Şer’î birimler, Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”<br />

zemânında kullanılan ve hadîs-i şerîflerde ismleri geçen birimlerdir. Bunlardan<br />

ba’zılarının mikdârları ne kadar olduğunu dört mezheb imâmları farklı bildirmişlerdir.<br />

Urfî birimler, kullanılması âdet olan veyâ hükûmetlerin kabûl etdikleri birimlerdir.<br />

Meselâ, hanefîdeki miskal ile şâfi’îdeki ve mâlikîdeki miskal birbirinden<br />

farklı olduğu gibi, çeşidli urfî miskaller mevcûddur. Hanefî mezhebinde, bir miskal,<br />

yirmi kırâtdır. Bir kırât-ı şer’î, kabuksuz, uçları kesilmiş, kuru beş arpadır. [Ec-<br />

– 295 –


zâhânedeki hassâs terâzî ile yapdığım tecribelerle] böyle beş arpanın yirmidört santigram<br />

[0,24 gr.] ağırlığında olduğu görüldü. Böylece, bir şer’î miskal, yüz arpa, mâlikîde<br />

bir miskalin yetmişiki arpa olduğu (Zahîre)de yazılıdır. Bir miskal, mâlikîde<br />

üçbuçuk [3,456] gram ve hanefîde, dört gram ve seksen santigram [4,80 gr.] ağırlığında<br />

olmakdadır. O hâlde, altının nisâbı, [96] gramdır. Osmânlı devletinde son<br />

kabûl edilen urfî miskal 24 kırât ve bir kırât da [20] santigram idi. Buna göre, urfî<br />

miskal 4,80 gram olmakdadır. Şer’î miskal ile urfî miskal aynı ağırlıkda olmakdadır.<br />

Bir Osmânlı ve Cumhûriyyet altını bir buçuk miskal ağırlığında olduğu için,<br />

nisâb mikdârı, 20÷1,5=13,3 adet altın liradır. Bir liralık altın, [7,20] gramdır. 13,3<br />

adet altın, 96 gram olur. Demek ki, onüç aded ve bir sülüs [13,3] altın lirası veyâ<br />

bu kadar değerinde kâğıd parası olan kimsenin, zekât vermesi farz olur. Bir miskal<br />

20 kırâtdır deyince, şer’î miskâl anlaşılır. Bu miskalin kaç gram olduğunu anlamak<br />

için, 20 yi bir şer’î kırâtın ağırlığı olan, 0,24 ile çarpmak lâzım olur. Urfî kırâtın<br />

ağırlığı olan 0,20 ile çarpılırsa, bulunan 4 gr., şer’î miskalin ağırlığı olmadığı<br />

gibi, urfî miskalin de olmaz. Altının nisâb mikdârını bu yanlış miskale göre yaparak<br />

4x20=80 gramdır demek de doğru olmaz.<br />

Gümüşün nisâbı, ikiyüz dirhem-i şer’îdir. Bir dirhem-i şer’î, ondört kırât-ı<br />

şer’îdir. Yetmiş arpadır. Mâlikîde ellibeş arpa olup, [2,64] gramdır. Hanefîde, on<br />

dirhemin ağırlığı, yedi miskalin ağırlığına müsâvî olmakdadır. Bir miskalden, onda<br />

üçü çıkarılınca, bir dirhem olur. Bir dirheme, yedide üçü ilâve edilince bir<br />

miskal olur. Bir dirhem-i şer’î, 0,24x14=3,36 üç gram ve otuzaltı santi gramdır. [3,36<br />

gram.] O hâlde, Hanefîde gümüşün nisâbı, 2800 kırât veyâ altıyüzyetmişiki [672]<br />

gramdır. Bir mecidiye, beş miskaldir. Ya’nî yüz kırât-ı şer’î, ya’nî yirmidört gram<br />

olduğundan, yirmisekiz mecidiyesi olana zekât farz olur. Yirmi miskal altın ile ikiyüz<br />

dirhem gümüş, ortak bir nisâb mikdârını gösterdikleri için, değerlerinin birbirine<br />

eşit olması lâzımdır. Buna göre, islâmiyyetde bir miskal altın, on dirhem gümüş<br />

kıymetinde oluyor. Bu da, yedi miskal ağırlığında gümüşdür. Bir gram altın,<br />

yedi gram gümüş değerinde olur. Buna göre islâmiyyetde, para olarak kullanılan<br />

altının kıymeti, aynı ağırlıkdaki gümüş paranın kıymetinin yedi katıdır. Bugün gümüş,<br />

para olarak kullanılmıyor. Gümüş eşyânın değeri çok düşükdür. Bunun için,<br />

kâğıd paraların ve ticâret eşyâsının nisâbını hesâb etmek için, gümüşün değeri kullanılamaz.<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, mal zekâtı kısmında diyor ki,<br />

(Kırât-ı urfî dört arpadır. Dirhem-i şer’î, yetmiş arpa, dirhem-i urfî, onaltı kırât,<br />

ya’nî 64 arpa ağırlığında olduğundan, dirhem-i urfî dahâ küçükdür). [O hâlde, eskiden<br />

kullanılan bu dirhem-i urfî, takrîben üç gramdır. Osmânlıların son zemânlarında<br />

kullanılmış olan bir kırât, dört buğday vezninde olup, yirmi santigram, [0,20<br />

gram] idi ve bir dirhem=16 kırât=[3,20] gram idi.<br />

(El-mukaddemet-ül-hadremiyye)de diyor ki, (Şâfi’î mezhebinde bir miskal,<br />

24 kırât ağırlığındadır. Bir dirhem-i şer’î, 16,8 kırât ağırlığında olur). (Misbâh-unnecât)<br />

ve (Envâr)de diyor ki, (Şâfi’îde, bir miskal [72] arpadır. Bir miskal, bir dirhemden,<br />

dirhemin yedide üçü kadar fazladır. Ticâret eşyâsının kıymeti kendi semeni<br />

ile, ya’nî alış fiyâtı ile hesâb edilir). Bir miskal [24] kırât, bu da 72 arpa olunca,<br />

şâfi’îde bir kırât üç arpa ağırlığında olur ki, bu da, 14,4 santigramdır. Bir miskal,<br />

takrîben üçbuçuk [3,45] gram, yirmi miskal, altmışdokuz [69] gram olur ki, yaklaşık<br />

olarak dokuzbuçuk altındır. Şâfi’î ve hanbelî mezheblerinde de bir dirhem,<br />

bir miskalden onda üçü noksan olduğundan, bir dirhem, 16,8 kırât, ya’nî iki gram<br />

ve kırkiki santigram [2,42 gr.] olur. Gümüşün nisâbı da dörtyüzseksendört [484]<br />

gram olmakdadır. Mâlikî mezhebinde, bir miskal [72] arpa, bir dirhem ise [55] arpa<br />

olduğu (Cevâhir-üz-zekiyye)de yazılıdır. Şâfi’î mezhebinde, bir malın zekâtı,<br />

başka cins maldan verilemez. Meselâ altın yerine gümüş ve buğday yerine arpa verilemez.<br />

Şâfi’îlerin Hanefî mezhebini taklîd ederek, mal yerine nakd vermeleri ve<br />

yedi sınıfın hepsine değil de, diledikleri bir veyâ birkaç sınıfa vermeleri câiz ola-<br />

– 296 –


cağı, (Kimyâ-i se’âdet)de ve İbni Hacer-i Mekkînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Fetâvâ-i<br />

fıkhiyye)sinde yazılıdır.<br />

(Dürr-ül-muhtâr) ikinci cild, otuzuncu sahîfede diyor ki, (Zekât nisâbı gümüş<br />

ile hesâb edileceği zemân, dirhem-i şer’î kullanılır. Her şehrde kullanılmakda<br />

olan urfî dirhem de, kullanılabilir diyenler oldu). İbni Âbidîn bu satırları açıklarken<br />

buyuruyor ki, (Her şehrde kullanılmakda olan dirhem üzerinden hesâb olunur<br />

diyen âlimler diyor ki, fekat kullanılan dirhemlerin ağırlığı, Resûlullahın<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında kullanılan üç çeşid dirhemin en hafîfinden<br />

dahâ az olmaması lâzımdır. En hafîf dirhem, yarım miskal, ya’nî on kırat<br />

ağırlığında idi. Böyle değilse, nisâbın, ondört kırât olan dirhem-i şer’î ile hesâb edilmesi<br />

lâzımdır. Hanefî âlimlerinin çoğu, bu şer’î dirhemi söylemekdedir. Eskilerin<br />

de, yenilerin de kitâblarından bu dirhem anlaşılmakdadır). Görülüyor ki, bir<br />

memleketde eskiden kullanılmış olup sonradan bırakılmış olan veyâ yeni kullanılanı,<br />

dirhem-i şer’îden hafîf olan dirhemlerle zekât hesâb edilemez. Bunun için, gümüşe<br />

göre nisâbı, eski İstanbul veyâ Mısr dirhemleri ile hesâb etmek câiz değildir.<br />

Üç gram ve otuzaltı santigram [3,36 gr.] ağırlığında olan dirhem-i şer’î ile hesâb yapmak<br />

lâzımdır.<br />

Âlimlerin çoğuna göre, altın ile gümüş her ne hâl ve şeklde olursa olsun ve her<br />

ne niyyet ile saklanırsa saklansın, zekâtı verilir. Şâfi’înin sahîh kavlinde ve hanbelî<br />

mezhebinde, kadınların zînet olarak kullandıkları altının ve gümüşün zekâtı verilmez.<br />

Altın ve gümüş, saf iken yumuşak olduklarından, para ve süs olarak kullanılamaz.<br />

Bakır veyâ başka ma’denle karışık halîta [alaşım, alliage, legierung] hâlinde<br />

kullanılırlar. Altın ve gümüşü yarıdan [% 50 den] çok olan, ya’nî ayârı onikiden<br />

yukarı olan altın ve gümüşlere, saf gibi bakılır. Bunların ayâr farkları düşünülemez.<br />

Altını ve gümüşü yarı veyâ dahâ az olan halîtalar ise, ticâret eşyâsı gibidir.<br />

[Kânûnî sultân Süleymân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında, gümüş nisâbı 840<br />

akça olduğu, Ebüssü’ûd efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” fetvâsında yazılıdır. Demek<br />

ki bir akça, 0,24 dirhem, ya’nî seksen santigram [0,8 gr.] gümüş imiş. Abdürrahmân<br />

Şeref beğ, 1309 [m. 1892] baskılı (Târîh-i devlet-i Osmâniyye) kitâbında<br />

diyor ki, (Sultân Süleymân zemânında, bir dirhem gümüşden üç akçe basılırdı. 1100<br />

[m. 1688] senesinden sonra, gümüş mikdârı altı def’a azaldı.) 1308 [m. 1891] târîhli<br />

(Osmânlı takvîmi)nde, (Bir parça üç akçadır. Bir akça üç fülûsdur) yazılıdır.]<br />

Ticâret eşyâsının kıymeti, ya’nî nisâb hesâb edildiği vaktdeki alış fiyâtı, alış verişde<br />

kullanılan altın veyâ gümüş paradan hangisi ile nisâb mikdârı oluyorsa,<br />

onun ile hesâb edilir. İkisi ile de nisâb mikdârı oluyorsa, fakîrlere dahâ fâideli olanı<br />

ile hesâb edilir. Para olarak kullanılmayan altın ve gümüş ile hesâb edilmez. Hükûmet<br />

tarafından damgalı altın veyâ gümüş paralardan kıymeti en az olanı ile hesâb<br />

edilir. Hangisi ile hesâb edildi ise, yine onun ile zekât farz olduğu gündeki, ya’nî<br />

nisâb üzerinden bir sene geçdikden sonraki piyasaya göre, yeniden hesâb edilen<br />

kıymetinin, ya’nî alış fiyâtının veyâ eşyânın kendisinin kırkda biri verilir. Altın ile<br />

gümüşün para olarak kullanılmadığı yerlerde, başka metal veyâ kâğıd paralar, şimdi<br />

altın karşılığıdır. Böyle paralarla satın alınmış olan ticâret eşyâsının ve kâğıd paraların,<br />

fıtra ve kurbanın nisâbları, Şeyhayne “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” uyarak,<br />

damgalı altın paralardan kıymeti en az olanı ile hesâb edilir. Gümüş ile hesâb<br />

edilmez. (Keşf-i rümûz)da diyor ki, (Eşyânın kıymetleri altın ve gümüş ile anlaşılır).<br />

Ticâret için olmıyan, ya’nî satılık olmıyan evlerin, apartmanların, san’at âletlerinin,<br />

motör, tezgâh, kamyon ve gemilerin ve ne kadar çok olursa olsun evde kullanılan<br />

eşyânın zekâtı verilmez. San’at sâhibleri, sanâyı’cılar, i’mâlâtcılar, ham ve<br />

işlenmiş, ma’mûl eşyânın zekâtını verirler. Demirbaş eşyânın zekâtı verilmez. Ticâret<br />

eşyâsından evde kullanılmak için ve ticâret olunan gıdâdan bir senelik ev ih-<br />

– 297 –


tiyâcı için ayrılmış olanların da verilmez. Ya’nî bütün bunlar ve ödenecek borçlar,<br />

nisâb hesâbına katılmaz. Bütün bu eşyâyı ve yiyecek, içecek ve giyecek ve barınacak<br />

ev gibi lüzûmlu nafakayı satın almak için sakladığı altın, gümüş ve kâğıd paranın<br />

hepsi nisâb hesâbına katılır. Ya’nî zekâtları verilir.<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki: Ticâret eşyâsının altın ve gümüş<br />

üzerinden kıymetleri, nisâb mikdârını bulmaz ise ve yanında altın veyâ gümüş<br />

de varsa, eşyânın kıymeti altın veyâ gümüş kıymetine eklenerek, nisâb temâmlanır.<br />

Meselâ, yüz dirhem gümüş kıymetinde, satılık buğdayı ile, yine yüz dirhem kıymetinde<br />

beş miskal altını bulunursa, zekât verecekdir. Çünki, altının ve buğdayın<br />

gümüş üzerinden kıymetleri ikiyüz dirhem olup, nisâbı doldurmakdadır.<br />

Yalnız altını olan, zekâtını, altın olarak verir. Gümüş olarak kıymeti verilmez.<br />

Gümüşün zekâtı da, altın olarak verilemez. Yalnız altını veyâ gümüşü veyâ kâğıd<br />

parası olup da, ticâret eşyâsı bulunmıyan kimse, bunların zekâtı olarak, başka mal<br />

veremez. Şernblâlînin (Merâkıl-felâh) kitâbında, (Altın ve gümüş yerine, bunların<br />

kıymeti kadar (Urûz) [Altın ve gümüşden başka, canlı veyâ cansız, her çeşid<br />

mal] vermek sahîh olur) buyuruyor ise de, o sahîfe temâm okunursa, altın, gümüş<br />

yerine ticâret yapdığı maldan verileceği anlaşılmakdadır. Nitekim, (Tahtâvî)<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh”, bu kitâbı açıklarken, (Urûz ticâret malı demekdir) diyor.<br />

Bütün fıkh kitâblarında da, açıkca bildirildiği gibi, altın veyâ gümüş ile birlikde,<br />

ticâret eşyâsı da bulunan bir tüccâr, herbiri ayrı ayrı nisâb mikdârında olsalar<br />

dahî, altın ve gümüş zekâtı olarak da, ticâret malından verebilir.<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, koyunların zekâtını anlatırken buyuruyor<br />

ki: Zekât ve uşr ve harâc ve fıtra ve nezr ve keffâret olarak verilecek mallar<br />

yerine bunların kıymetlerini de vermek câizdir. Ya’nî, bunların kendileri mevcûd<br />

olduğu hâlde, aynı değerde olan, kendi cinslerinden veyâ başka cinsden zekât<br />

malı veyâ altın, gümüş para da verilebilir. [Kâğıd para verilmiyeceği aşağıda bildirilecekdir.]<br />

Hayvanın kıymeti, verileceği gündeki piyasaya göre hesâb edilir. Orta<br />

dört koyun yerine, semiz üç koyun verilebilir. Fekat, ağırlık ve hacm ile ölçülen<br />

mal yerine kendi cinslerinden kıymetleri verilemez. Başka cinsden kıymetleri<br />

verilebilir. Altın ve gümüşün zekâtı ağırlıkları ile, ya’nî dartarak verilir. Ticâret<br />

için olan hubûbâtın ise, hacmları ile, ya’nî ölçek ile verilir. Böyle fâiz olabilen<br />

[ya’nî vezn veyâ hacm ile ölçülen] malların kendi cinsinden, kıymetleri verilmez.<br />

Meselâ, beş dirhem bakırlı gümüş yerine, aynı kıymetde, dört dirhem saf gümüş<br />

verilemez. Beş dirhem hâlis yerine, beş dirhem âdî, ya’nî ayârı düşük verilir. Fekat<br />

bu sûretde, bile bile vermek mekrûh olur. Beş kile âdî buğday yerine, aynı kıymetde<br />

olan dört kile hâlis buğday verilemez. Bir kile dahâ vermek lâzım olur. Fekat<br />

bunlardan herhangi birinin zekâtı olarak başka cinsden ticâret malı verilirken,<br />

o memleketlerdeki alış kıymeti hesâb edilerek verilir. Meselâ, ikiyüz dirhem ağırlığında<br />

olan bir gümüş ibrik, san’at, işçilik bakımından üçyüz dirhem kıymetinde<br />

olsa, bunun zekâtı beş dirhem gümüş verilir. Beş dirhem gümüş kıymetinde altın<br />

verilemez. Yedi buçuk dirhem gümüş kıymetinde altın vermek lâzımdır. Hem<br />

altını, hem gümüşü olup, her biri ayrı ayrı nisâb mikdârı ise, zekâtları ayrı ayrı dartı<br />

ile verilir ise de, yalnız bu takdîrde, ya’nî hem altını, hem gümüşü bulunan bir<br />

kimse, nisâb mikdârı oldukları zemân dahî, fukarâya fâideli olmak, ya’nî geçer akça<br />

verilmiş olmak şartı ile, kıymeti hesâb edilerek, ikisinden birini vermek de câiz<br />

olur. Hem altını, hem de gümüşü olup, birisi veyâ her biri, nisâb mikdârından<br />

az ise, bu vakt, herhangi birinin, diğeri üzerinden kıymeti alınarak birisinin nisâbı<br />

doldurulabilir ise, öteki yerine de, bu verilir. Yine fukarâya fâideli olan hesâb<br />

edilmeli ve verilmelidir. [Birinci kısm, 83. cü maddeye bakınız!] Yüz dirhem ağırlığında<br />

gümüş bir ibriğin işçilik kıymeti ikiyüz dirhem olsa, zekâtı lâzım gelmez.<br />

Zîrâ zekât, ağırlık ile hesâb edilir. Yüzelli dirhem gümüşü ile, kırk dirhem kıymetinde,<br />

beş miskal altını olan, zekât verecekdir. Çünki, altının gümüşe ilâvesi nisâ-<br />

– 298 –


ı doldurmuyor ise de, gümüşün altına ilâvesinde nisâbı hâsıl olmakdadır. Doksanbeş<br />

dirhem gümüşü ile, bir miskal altını olsa ve bir miskal altın kıymeti, beş dirhem<br />

gümüş ise, altın nisâbını doldurduğu için zekât verir.<br />

Bir kimse, zekât niyyeti ile kırkda bir ayırmadan veyâ verirken niyyet etmeden,<br />

fakîrlere milyonlarla lira dağıtsa, zekât vermiş olmaz. Çünki, ayırırken veyâ kendi<br />

vekîline veyâ fakîre veyâ fakîrin vekîline verirken niyyet etmesi farzdır.<br />

Eldeki para ve ticâret malı nisâb mikdârı oldukdan sonra, bir sene temâm olmadan,<br />

azalıp nisâbdan aşağı düşse veyâ dahâ çoğalırsa, zekâta te’sîri olmaz.<br />

Ya’nî, sene sonunda, nisâb mikdârından az olmaz ise, mevcûdun zekâtı verilir. Sene<br />

sonunda elinde bulunan paradan, yiyecek, giyecek, ev satın almak, kirâ vermek<br />

gibi lüzûmlu paraları düşmez. Bütün paranın zekâtını verip kalanı bunlara harc e-<br />

der. Hanefîde ve Şâfi’îde, sene sonu gelmeden önce, nisâb telef olur veyâ telef ederse,<br />

ya’nî elinde zekât malı nisâb mikdârı kalmazsa, evvelki nisâb sayılmaz olur. Yeniden<br />

nisâba mâlik olursa, yeniden bir sene dahâ bekleyip, sene sonunda da, nisâb<br />

elinde kalırsa, bu elindekinin kırkda birini, niyyet ile, ayırıp, verir. Mâlikî ve<br />

hanbelî mezheblerinde, nisâb helâk olursa, yine böyledir. Fekat, zekâtdan kaçmak<br />

için, kendi telef ederse, evvelki nisâb değişmez. Bir sene geçdikden birkaç gün sonra,<br />

eline çok para, mal gelse, bunun zekâtı hemen verilmez. Bir sene sonra, elinde<br />

bu da kalırsa, verilir. Alacak başkadır, ele geçen başkadır. (Câmi’ur-rümûz) kitâbı,<br />

seksenaltıncı sahîfede buyuruyor ki, (Nisâba mâlik oldukdan sonra, bir sene<br />

temâm olmadan önce satın alınan ticâret eşyâsı ve tevellüd ederek veyâ hediyye,<br />

mîrâs, vasıyyet sûretleri ile ele geçen (Sâime) hayvan ve altın, gümüş, hattâ sene<br />

sonuna yakın iken de ele geçseler, kendi cinsinden nisâblara eklenerek hepsinin<br />

zekâtı birlikde verilir. Buradan anlaşılıyor ki, sene temâm oldukdan sonra ele geçenler<br />

nisâba eklenmez. Ya’nî o senenin zekâtına sokulmayıp, ondan sonra gelen<br />

senenin zekâtına bırakılır. Yine anlaşılıyor ki, nisâbı olmıyanların eline geçerlerse,<br />

bunların, o sene zekâtları verilmez).<br />

KÂĞID PARA ZEKÂTI — Kâğıd paraların zekâtını da vermek lâzımdır.<br />

Şî’îler altın ve gümüşden başka paraların zekâtı verilmez, diyorlar. Nûr-i Osmâniyye<br />

kütübhânesi, [1968] numaralı (Tâtârhâniyye) kitâbının sâhibi “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”, doksanbeşinci sahîfede diyor ki, (Gümüş para gibi kullanılan Fülûs,<br />

ya’nî bakır paraların kıymeti, ikiyüz dirhem gümüş veyâ yirmi miskal altın olduğu<br />

zemân, bu paranın zekâtını vermek lâzımdır. Ticâret niyyeti ile kullanması<br />

şart değildir ve kıymeti, ya’nî değeri kadar altın verilir).<br />

[(Miftâh-üsse’âde) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” arabî olarak diyor<br />

ki, (Fülûs denilen bakır paraların gümüş para ile hesâb edilen kıymetleri ikiyüz<br />

dirhem gümüş olursa, bu fülûsların değerlerinin kırkda biri kadar gümüş parayı<br />

zekât olarak vermek lâzım olur). Bundan anlaşılıyor ki, şimdi kâğıd liraların<br />

zekâtını altın lira olarak vermek lâzımdır. Kâğıd olarak verilemez.<br />

(Dürr-ül-müntekâ) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Sarf bahsi sonunda<br />

diyor ki, (Fülûs, geçer akça olduğu zemân, gümüş para gibidir. Geçmez ise,<br />

başka mallar gibidir. Sayısı veyâ ağırlığı belli olan, meselâ bir dirhem ağırlığında<br />

fülûs ile mal satın almak câizdir. Bir dirhem ağırlığında fülûs ödemesi lâzım olur.<br />

Fülûs, aslında para değildir. Gümüş dirhem parçalarının yerini tutmak için basılmış<br />

ma’den parçaları olup, ucuz şeyleri satın almak için kullanılır.)]<br />

Kâğıd paraların nisâbları, çarşıda kullanılan en ucuz altın para ile hesâb edilir.<br />

Çünki kâğıd paralar, altın karşılığı senedlerdir ve kendi kıymetleri azdır. Altın karşılığı<br />

olan i’tibârî kıymetleri hükûmetler tarafından konmuşdur. Her zemân değişmekdedir.<br />

Karşılıkları kadar altın liraların kırkda biri veyâ bunun ağırlığı kadar<br />

her çeşid altın verilmelidir. Fakîre altını teslîm etdikden sonra, ona kolaylık olmak<br />

için, altınları piyasadaki kıymetine göre ondan satın alıp, ona kâğıd para verilebilir.<br />

Nakdeynden, ya’nî altından ve gümüşden başka ticâret eşyâsını böyle satın alıp,<br />

– 299 –


kendisinin kullanması mekrûh olduğu (Buhârî)de yazılıdır. Kâğıd olarak verilen zekâtlar<br />

sahîh olmaz. Tekrâr vermek lâzımdır. Sonradan fakîr olan, az altın ile devr<br />

yaparak kazâ eder. Asrlardan beri müslimânlar, zekâtlarını altın, gümüş olarak vermişdir.<br />

Hiçbir din âlimi, fülûs denilen paraların ve borç senedinin zekât olarak verileceğini<br />

söylememişdir. 5 Mayıs 1338 [m. 1922] târîhli fetvâ denilen yazı doğru değildir.<br />

Şâfi’îde câiz olmadığı (İkdül-ceyyid)de yazılıdır. [Birinci kısm, 54. ncü maddenin<br />

sonuna bakınız!]<br />

(İbni Âbidîn) “rahmetullahi teâlâ aleyh”, sarf, ya’nî sarraflık satışını anlatırken<br />

diyor ki, (Fülûs, ya’nî bakır paralar, geçer akçe ise, üzerindeki değere göre para<br />

olur. Üzerindeki değer geçer değilse, kıymetsiz mal olur). Onüçüncü sahîfesinde<br />

diyor ki, (Ödenecek senedlerin iki dürlü değeri vardır: Üzerinde yazılı olan değeri<br />

olup, sened sâhibinin, kendinde bulunmıyan malını göstermekdedir. Kâğıdın kendi<br />

değeri ise pek azdır). İnsanın malı, kendinde bulunuyorsa, bu mala (Ayn) denir.<br />

Kendinde bulunmıyorsa, (Deyn) denir. Kâğıd liraların üzerlerinde yazılı olan<br />

değerler, deyn olan zekât malını göstermekdedir. (Dürr-ül-muhtâr), onikinci sahîfede<br />

diyor ki, (Ayn veyâ geri alınacak deyn olan malın zekâtını deyn olan maldan<br />

vermek câiz değildir. Ayn olan maldan vermek lâzımdır). Meselâ fakîrden alacağı<br />

olan ikiyüz dirhemin beş dirhemini zekât niyyeti ile ona bağışlayıp kalanı alsa,<br />

câiz olmaz. Ancak beş dirhemin zekâtı verilmiş olur.<br />

(Kâğıd paralar, birkaç kişi arasında yapılan âdî senede benzetilemez. Bunlar her<br />

yerde geçer. Altın gibidirler) demek doğru değildir. Çünki, (İbni Âbidîn) yemîn<br />

bahsinde diyor ki, İmâm-ı Ebû Yûsüf, Hârûn Reşîd için yazdığı, (Harâc ve Uşr)<br />

kitâbında buyuruyor ki, (Halîfenin, toprak sâhiblerinden, harâc ve uşr olarak, altın,<br />

gümüş yerine, başka geçer akça, meselâ sütûka denilen parayı alması harâmdır.<br />

Çünki bunlar, herkesin kabûl etdiği damgalı para ise de, altın değil, bakır paradır.<br />

Altın, gümüş olmayan parayı zekât ve harâc olarak alması harâmdır).<br />

Kâğıd paraların zekâtını, altın olarak vermek takvâ değildir. İbâdetlerde takvâ,<br />

bunların bir mezhebin imâmlarının hepsine, hattâ her mezhebe uygun olmasına<br />

çalışmak demekdir. Fakîr, kâğıd paraya râzı oluyor ve onunla ihtiyâclarını gideriyor<br />

denirse, fakîrin râzı olması değil, Allahü teâlânın râzı olması ve kabûl etmesi<br />

lâzımdır. Meselâ, (İbni Âbidîn) onikinci sahîfede diyor ki: (Bir zenginin, bir<br />

fakîrden alacağı olsa, fakîre borç senedini verip, sana, alacağım kadar zekât vermeğe<br />

niyyet etdim. Sen de kabûl et ve borcuna karşılık tut, ödeşmiş olalım dese,<br />

fakîr de kabûl etdim dese, islâmiyyet, bunu kabûl etmiyor ve zengin, zekâtını<br />

vermiş olmuyor. Çünki, zekât, lâf ile, borc senedi vermek ile, râzı olmak ile edâ edilmiş<br />

olmuyor. Mal teslîm etmek ile oluyor. Bu zenginin, zekâtını fakîre vermesi, fakîrin<br />

de, aldıkdan sonra, tekrâr zengine geri vererek borcunu ödemesi lâzımdır.<br />

Şâfi’î ve hanbelî mezheblerinde de böyledir. Fakîrin, bu parayı geri vereceğine güvenemiyorsa,<br />

güvendiği birini fakîre göstererek, zekâtını almak ve borcunu ödemek<br />

için, bunu vekîl yap der. Zekâtı bu vekîle verir. Vekîl de, zengine geri vererek,<br />

fakîrin borcunu öder). Böyle olduğu (Dürr-i yektâ) ve (Mîzân-ı kübrâ) kitâblarında<br />

da yazılıdır.<br />

(İbni Âbidîn) “rahmetullahi teâlâ aleyh” yine aynı sahîfede buyuruyor ki:<br />

(Zengin bir kimse, ayn olan, ya’nî elinde bulunan malının [veyâ elinde bulunan kâğıd<br />

paraların karşılığı deyn olan altınların] zekâtını fakîre vermek için, başka birinde<br />

bulunan alacağının senedlerini [veyâ bankadan veyâ sarrafdan altın alacak<br />

kadar kâğıd parayı] o fakîre verip, senedlerde yazılı malı, borçludan almasını<br />

[veyâ o kâğıd paralarla bankadan, sarrafdan altın almasını] fakîre emr etse, fakîr<br />

o malı, borçludan aldığı zemân [ya’nî kâğıd para verip altın alınca] zenginin zekâtı<br />

ayn olarak verilmiş olur. Malı [altını] fakîr teslîm almadıkca, yalnız senedi [kâğıd<br />

parayı] vermekle, zekât verilmiş olmaz. Çünki, fakîr, o malı [altını] aldığı zemân,<br />

borc senedi [ya’nî kâğıd para], mal [altın] olup, aynın [ve deynin] zekâtı, ayn<br />

– 300 –


olarak verilmiş oluyor). Görülüyor ki, kâğıd para zekâtını, altın olarak vermek veyâ<br />

kâğıd olarak verilince, bunu fakîrin bankadan veyâ sarrafdan altına çevirmesi<br />

ve kâğıd para verirken, bunu altına çevirmesi için, fakîre emr etmek, muhakkak<br />

lâzımdır. Verilen kâğıd parayı, fakîr altına çevirmezse, zengin zekât vermiş olmaz.<br />

Zîrâ altına çevirmek, ya’nî deyn olan malın zekâtını ayn olarak vermek, zenginin<br />

vazîfesidir.<br />

Hülâsa: Ticâret eşyâsı bulunmıyanlar, kâğıd paralarının zekâtını altın olarak vermelidir.<br />

Verilecek kâğıd parayı altına çevirmek, altın bulmak her zemân kolaydır.<br />

Zîrâ, altının lira olması şart değildir. Dartarak, bileyzik, yüzük veyâ herhangi bir<br />

şekldeki altın verilebilir. Bunlar da, her yerde, kuyumcularda bulunur. Bulunduğu<br />

yerde hiç altın bulunmıyan bir zengin, ticâret eşyâsı da yoksa, altın bulunan bir<br />

şehrdeki bir müslimânı vekîl edip, buna kâğıd para gönderir. Bu vekîl de, kâğıd paraları<br />

altına çevirip, fakîre altın verir. Doğrudan doğruya, fakîri de vekîl edebilir.<br />

Fakîr, zenginden veyâ vekîlinden uzak yerde ise ve fakîrin bulunduğu yerde altın<br />

yoksa, fakîrin ta’yîn edeceği vekîline de altın teslîm olunabilir. Hattâ zengin, zekâtı<br />

olan altını, fakîrin emri ile, fakîrin alacaklısına teslîm ederek, fakîri borcdan<br />

kurtarabilir. Burada, alacaklı zekâtı almakda, fakîrin vekîli olmakdadır. Fekat, fakîrin<br />

rızâsı, ya’nî önceden vekîl etmesi şartdır.<br />

Zekât, kâğıd para olarak verilemez demek, zekâtı kâğıd para olarak vermemelidir<br />

demek değildir. Kâğıd para, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun verilmelidir demekdir.<br />

Herhangi bir zekât malının zekâtını kâğıd para ile, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olarak<br />

vermek için, fakîrdeki alacağını, ona, o kadar zekât vermeğe niyyet ederek<br />

ödeşmek istiyen bir zenginin yapacağı gibi yapmak lâzımdır. Bu da, (Eşbâh) ve<br />

(Redd-ül-muhtâr)da ve (Hindiyye) 6. cı cildi sonunda şöyle anlatılmakdadır: (Dağıtmak<br />

istediği, nisâbdan az kâğıd paranın değerinde altını zevcesinden veyâ başkasından<br />

ödünc alır. Sâlih bir fakîr bulur. Buna emîn değilse, sana ve bir kaç tanıdığıma<br />

kâğıd para olarak zekât vereceğim. Dînimiz, zekâtın altın olarak verilmesini emr ediyor.<br />

Altınları kâğıd paraya çevirmekde kolaylık olmak için, (Zekâtını almak ve dilediği<br />

gibi tasarruf etmek üzere, şunu vekîl yapmanı istiyorum. Böylece, benim ahkâm-ı<br />

islâmiyyeye uymamı sağlamış olacaksın. Bunun için de, sevâb kazanacaksın!)<br />

der. Zenginin güvendiği bir kimse vekîl yapılır. Zengin olan da vekîl yapılabilir.<br />

Altınları, bu fakîrin yanında olmayarak bu vekîle, zekât niyyeti ile verir. Böylece<br />

zekât fakîre verilmiş olur. Vekîl, altınları teslîm alıp, birkaç dakîka sonra, bunları,<br />

kâğıd para karşılığı zengine satar. Aldığı kâğıd paraları da, zengine hediyye eder.<br />

Zengin de, bu kâğıd paraları, o fakîre ve başka fakîrlere [Kur’ân-ı kerîm kurslarına<br />

ve dîne hizmet eden, cihâd yapan müslimânlara] dağıtır). Zenginlere verirse, sevâbı<br />

az olur. Kimseye vermezse veyâ câiz olmıyan kimselere ve nemâz kılmıyanlara verirse,<br />

zekâtın azâbından kurtulursa da, sevâblarına kavuşamaz. Altınları alınca götürmiyeceğine<br />

emîn olduğu bir fakîr bulursa, zekâtını doğruca bu fakîre verir. Fakîr<br />

altınları aldıkdan birkaç dakîka sonra, bunları, zekâtı vermiş olan zengine satar. Aldığı<br />

kâğıd paraları zengine hediyye eder. Hatta, altınları satmayıp, doğruca bunları<br />

hediyye eder. Zengin de bu değerde kâğıd parayı, yukarıda bildirdiğimiz yerlere dağıtır.<br />

Altınları, ödünc almış olduğu kimseye geri verir. Nisâbdan çok zekât vermesi<br />

îcâb ediyorsa, bu işi tekrâr yapar. Zekâtı altın olarak dağıtmak, dahâ sevâbdır. Altın<br />

ile verileceği, herkese gösterilmiş, öğretilmiş olur. Zekâtı fakîre veyâ vekîline, önce<br />

altın olarak verip sonra bunu kâğıd paraya çevirmek, (Hîle-i şer’ıyye) olur. Zekâtı<br />

ahkâm-ı islâmiyyeye uygun verebilmek için, bunu yapmak lâzımdır ve çok sevâbdır.<br />

Hîle-i şer’ıyye yapmanın câiz olduğu ve fakîrin aldığı zekâtı, sadakayı zengine<br />

hediyye etmesinin câiz olduğu üçüncü kısm, 15. ci ve 63. cü maddeleri sonunda bildirilmişdir.<br />

Farz oldukdan sonra zekât vermemek için, (Hîle-i bâtıla) yapmak harâm<br />

olur. Farz olmadan önce yapılan hîle, imâm-ı Muhammede göre mekrûh, imâm-ı<br />

Ebû Yûsüfe göre câiz olur. Fetvâ imâm-ı Muhammede göredir. Üçüncü kısm, 15.<br />

– 301 –


ci maddenin son sahîfesine bakınız!<br />

Bekara sûresinin ikiyüzyetmişbeşinci âyetinde meâlen, (Allah, fâiz ile elde<br />

edilenleri yok eder. İzlerini bile bırakmaz. Zekâtları verilen malları artdırır) buyuruldu.<br />

Allahü teâlânın bu va’dini bilmiyen veyâ inanmıyan, zekât vermekden kaçıyor.<br />

Fakîrlerin ve devletin bu hakkını ödememek için, hîle-i bâtıla yapanlar<br />

oluyor. Bu bâtıl hîlelerden birisi, zekât nisâbına mâlik olmamak için, ev, dükkân,<br />

arsa, tarla satın alarak, paralarını ellerinden çıkarıyorlar. Satın aldıklarını kirâya<br />

veriyorlar. Böylece, zekât vermeleri farz olmıyor ise de, fakîr olan akrabâlarına nafaka<br />

vermeleri farz oluyor. Bunu zâten hiç bilmiyorlar. Hem, nafaka vermek farzını<br />

yapmıyorlar, hem de, sıla-i rahm sevâbından mahrûm kalıyorlar. Hem de, ticâretde,<br />

sanâyı’de, bütün milletin kalkınmasında kullanılacak paraları taşa, toprağa<br />

bağlamış oluyorlar. Bundan başka, Allahü teâlânın zekât verenlere va’d etmiş<br />

olduğu bereketden, zenginlikden mahrûm kalıyorlar.<br />

(İbni Âbidîn) ve (Mevkûfât) ve birçok kitâbların sâhibleri “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyhim ecma’în” yemînin çeşidlerini anlatırken diyor ki, (Bir kimse filâna olan şu<br />

kadar gümüş borcumu, bugün ödeyeceğim diye yemîn etse, gümüş yerine, züyûf<br />

veyâ bakırı yarıdan fazla olan gümüş verse, yemîni yapmış olur. Eğer fülûs denilen,<br />

bronzdan, kalaydan, bakırdan geçer akça [veyâ kâğıd para] verse yâhud alacaklı,<br />

yemîn eden borçlusuna, alacağını hediyye etse, bağışlasa, yemînini yapmış<br />

olmaz. Çünki, bakır para, gümüş değildir. Borçlunun, parayı teslîm etmesi lâzımdır.<br />

Alacaklının sözü ile olmaz). Züyûf, gümüşü az para demek ise de, bakırı<br />

yarıdan çok değildir. Fülûs, altından ve gümüşden başka, ma’denî para demekdir.<br />

Görülüyor ki, yemîn bahsinde, züyûf da, gümüş kabûl olunduğu hâlde, fülûs,<br />

ya’nî bakırdan geçer akça [ya’nî kâğıd para], yine kabûl edilmiyor, câiz olmuyor.<br />

Mezhebsizler, câhiller, (Kâğıd para, iki kişi arasında yapılan senede benzetilemez.<br />

Günün geçer akçasıdır. Umûm-ı belvâ hâlini almışdır. Bugün için bunu vermek<br />

zarûrîdir) diyorlar. Bunlara aldanmamalıdır. Umûm-ı belvâ ve zarûret olmak<br />

ve ruhsat, izn vermek, bizim gibi avâmın sözü ile olamaz. Burada konuşmak,<br />

müctehidlerin hakkı ve salâhiyyetidir. Bugün, yeryüzünde mutlak müctehid yokdur.<br />

Bunun için hiçbir müslimânın dört mezhebin dışına çıkması câiz değildir. Müctehidlerin,<br />

bugünkü şartları dahî içine alan fetvâları yukarıda bildirilmişdir. İbni<br />

Âbidîn, hutbeyi dinlemeği anlatırken buyuruyor ki, (Eshâb-ı kirâm “radıyallahü<br />

teâlâ anhüm ecma’în” ve müctehidler zemânında başlıyan ve devâm eden âdetler,<br />

halâle delîl olurlar. Sonradan âdet olan şeyler, delîl-i şer’î olamaz). [Ho-parlör ile<br />

ezân okumanın câiz olmadığı buradan da anlaşılmakdadır.]<br />

Dünyânın en büyük islâm devleti olan Osmânlılarda, kâğıd para, ilk olarak, 1256<br />

[m. 1840] senesinde kullanıldı. Sonra, vaz geçildi. İkinci olarak 1268 [m. 1851] de, üçüncü<br />

olarak 1279 [m. 1862] da kullanılıp, yine vaz geçildi. Dördüncü olarak 1294 [m. 1877]<br />

de Osmânlı bankası hesâbına çıkarıldı. Bunlar, ara sıra değişdirilerek, bugüne kadar<br />

kullanılmakdadır. Bu uzun zemân içinde yazılan kitâbların ve verilen fetvâların hiçbirinde,<br />

zekâtın kâğıd para olarak verileceği bildirilmemiş ve söylenmemişdir. Herkes<br />

zekâtını altın ve gümüş olarak vermişdir. Zekâtın fülûs olarak verilmesinin, Şâfi’î<br />

mezhebinde de câiz olmadığı, (İkd-ül-ceyyid)in kırkdördüncü sahîfesinde yazılıdır.<br />

Her müslimân mâlik olduğu zekât malının mikdârını, her zemân düşünmeli, nisâb<br />

mikdârı olduğu günü, bir yere yazmalıdır. Bu günden sonra, bir yıl temâm olmadan<br />

önce, nisâb helâk olursa, ya’nî elinde, ihtiyâcından fazla hiç malı kalmazsa,<br />

başlangıç olarak yazdığı günün kıymeti kalmaz. Bir yıl temâm olmadan önce,<br />

eline yine nisâb mikdârı mal geçerse, bu günü yeniden yazması ve bundan bir sene<br />

sonra, nisâb helâk olmadan elinde kalırsa, o zemân zekât vermesi farz olur. Nisâb,<br />

yıl sonunda da helâk olursa, ya’nî farz oldukdan sonra helâk olursa, yine böyledir.<br />

Zekât afv olur ve eline nisâb mikdârı mal gelirse, yeniden bir sene beklemesi<br />

lâzım gelir. Çünki, zekât farz olur olmaz, Hanefîde hemen vermesi lâzım değil-<br />

– 302 –


dir. Vermeden ölürse, bırakdığı maldan verilmez. Şâfi’î ve Mâlikî mezheblerinde,<br />

zekât farz olunca, hemen ayırıp vermek farzdır [Mîzân-ı Şa’rânî]. Nisâb yıl ortasında<br />

helâk olmaz, fekat azalırsa, yıl sonunda tekrâr nisâb mikdârı olursa, zekât<br />

farz olur ve yıl sonunda, mâlik olduğu mikdârının kırkda birini verir. Sene arasında<br />

azalan nisâb, sene sonunda nisâb mikdârına yükselmezse, zekât farz olmaz. Malı,<br />

bundan sonra nisâb mikdârı olursa, o günden sonra, tekrâr bir yıl beklemek lâzım<br />

gelir. Zekât farz oldukdan sonra, nisâb helâk olmayıp, kendi harc eder, telef<br />

ederse veyâ borçlu olursa, zekât afv olmaz. Malı ödünc veyâ âriyet verip geri<br />

alamazsa, helâk olur. Telef etmiş olmaz. Zekât vermemek için, farz oldukdan sonra<br />

malı helâk etmek, söz birliği ile mekrûhdur. Farz olmadan önce, farz olmaması<br />

için çâre aramak da, imâm-ı Muhammede göre mekrûhdur. [Üçüncü kısm, onbeşinci<br />

maddeye bakınız!].<br />

Harâm yoldan gelmiş olan zekât malını, kendi halâl zekât malı ile karışdırmamış<br />

ise, bunu nisâba katmaz. Çünki, kendi mülkü değildir. Sâhiblerine veyâ sâhiblerinin<br />

vârislerine geri vermesi, sâhibleri bilinmiyorsa, fakîrlere sadaka vermesi farzdır.<br />

Karışdırmış ise, eğer birbirinden ayırabilirse, yine böyledir. Birbirinden ayıramaz<br />

ise, sâhiblerini biliyorsa, kendi halâl zekât malı ile öder. Sâhiblerini buluncıya<br />

kadar, bu zekât malını saklar. Bunun ve tam mülkü olmadığı için, karışımın<br />

zekâtlarını vermez. Bundan başka, nisâb mikdârı zekât malı da varsa, bu nisâb ile<br />

berâber karışımın da zekâtını verir. Ödedikden sonra da, habîs malın hepsine zekât<br />

farz olur ve kullanması câiz olarak, karışık malı tam mülkü olur ve nisâb mikdârına<br />

katar. Birine verince, onun alması câiz olur. Fekat, (Mülk-i habîs) olur. Sâhiblerinin<br />

o malda hakları kalmaz. Habîs karışımdan birine verince, onun alması<br />

câiz olur. Fekat, habîs malları tazmîn etmedikçe, kendisi kullanamaz. Başkasına<br />

veremez. Fakîrlere sadaka da veremez. Zekât nisâbına katamaz. Tazmîn, benzerlerini,<br />

benzerleri yoksa, aldığı gündeki kıymetlerini sâhiblerine ödemekdir. Karışımdan<br />

değil, kendinin halâl zekât malından tazmîn etmesi lâzımdır. Zekât vermemek<br />

için, habîs karışım edinmek, zekât vermemekden dahâ büyük günâhdır. Sâhibleri<br />

bilinmiyorsa karışmamış olanı, karışmış ise, bu habîs malın hepsini fakîrlere<br />

sadaka verir. Çünki, her parçasında harâm mal mevcûddur. Çeşidli kimselerden<br />

alınmış olan harâm mallar birbirleri ile karışdırılırsa, yine hepsi kendi habîs<br />

mülkü olur. Fekat hepsini sâhiblerine, sâhibleri bilinmiyorsa fakîrlere vermesi vâcib<br />

olur. Sadaka verilmesi vâcib olan malın zekâtı verilmez. (Fâsid bey’) ile alınan<br />

malı ve parayı, kendi parası ile karışdırmasa da, mülk-i habîs olur. (Bezzâziyye)de<br />

diyor ki, (Sadaka vermesi lâzım olan habîs karışımı sadaka verirken, halâl malının<br />

zekâtı niyyeti ile verse, hem zekât, hem de sadaka vermiş olur). Görülüyor ki,<br />

halâl malın zekâtını harâm maldan vermek câizdir.<br />

TOPRAK MAHSÛLLERİNİN ZEKÂTI — Uşr vermek de farzdır. Toprakdan<br />

alınan mahsûlün zekâtına (Uşr) denir. Borcu olanın da uşr vermesi lâzımdır.<br />

İmâm-ı a’zam buyuruyor ki: (Her sebze ve meyve, az olsun, çok olsun, mahsûl<br />

toprakdan alındığı zemân, onda birini veyâ kıymeti kadar altın veyâ gümüşü,<br />

müslimân fakîrlere vermek farzdır). Hayvan gücü ile veyâ dolap, motör ile sulanan<br />

yerdeki mahsûl elde edilince, yirmide biri verilir. İster onda bir, ister yirmide<br />

bir olsun, hayvan, tohum, âlet, gübre, ilâç ve işçi masraflarını düşmeden evvel,<br />

vermek lâzımdır. Bir sâ’dan az mahsûlün uşru verilmez. Toprağın sâhibi çocuk, deli,<br />

köle olsa da, uşru verilir. Uşru vermiyenden hükûmet zorla alır. Ne kadar<br />

olursa olsun, ev bağçesindeki meyve ve sebzeler için ve odun ve ot ve saman için<br />

uşr verilmez. Balın [fennî te’sîsât ve masraflar yapılsa dahî], pamuğun, çayın, tütünün,<br />

dağdaki ağaç meyvelerinin [meselâ zeytinlerin, üzümlerin] onda biri, uşr verilir.<br />

Zift, petrol ve tuz için uşr yokdur. [Birkaç sahîfe ileride Beyt-ül-mâlın dört<br />

hazînesinden ikincisine bakınız!] Uşru verilmiyen mahsûlü yimek harâmdır. Yidikden<br />

sonra da, vermek lâzımdır.<br />

– 303 –


(İbni Âbidîn) buyuruyor ki: (Meyvenin ve ekinin uşru, İmâm-ı a’zama ve<br />

imâm-ı Züfere göre, bitki üzerinde meydâna geldikleri ve çürümekden emîn oldukları<br />

zemân farz olur. Toplanacak hâle gelmese de, fâidelenecek, yinecek hâle<br />

gelince uşrunu vermek farz olur. İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre olgunlaşınca, toplamadan<br />

önce farz olur. İmâm-ı Muhammede göre ise, hasâddan sonra, ya’nî hepsini<br />

toplayınca farz olur. Hasâddan önce, yerinden koparıp yimesi veyâ başkasına<br />

yidirmesi câizdir. Fekat, İmâm-ı a’zama göre, bunun uşrunu da sonra verir. İki<br />

imâma göre, bunun uşrunu vermesi lâzım olmaz. Fekat, mahsûlün beş vesk olması<br />

için, bu da hesâba katılır. Olgunlaşdıkdan sonra koparmış ise, imâm-ı Muhammede<br />

göre, yine uşrunu vermek lâzım olmaz. Hepsini topladıkdan sonra telef<br />

olanın ve çalınanın uşrunu vermek lâzım olmaz). Fakîr olanlar, uşrlarını iki imâma<br />

göre hesâb edip verir. Zenginler, İmâm-ı a’zama göre vermelidir.<br />

(İmâd-ül-islâm) kitâbı, ikiyüzyirmibeşinci sahîfede diyor ki, (Çift sürmekle<br />

hâsıl olsun, bağdan hâsıl olsun, mahsûlün onda birini fakîr müslimâna vermeden<br />

önce yimek harâmdır. Eğer ölçü ile çıkarıp, ölçü ile yidikden sonra, yidiğinin de<br />

uşrunu hesâb edip verirse, önce yimiş olduğu halâl olur.<br />

On kile buğday alan, bir kilesini müslimân fakîre vermezse, yalnız o bir kilesi<br />

değil, on kilenin hepsi harâm olur. Sâhibinin rızâsı yok iken, onun yerini ekip mahsûl<br />

alan kimseye, elde etdiği mahsûlden yalnız masrafı, sermâyesi kadarı halâl olup,<br />

fazlası harâm olur. Fazlasını fakîrlere sadaka vermesi lâzımdır).<br />

İmâm-ı Ebû Yûsüf ile imâm-ı Muhammede göre uşr vermek için, toprakdan çıkan<br />

mahsûlün, bir sene dayanıklı olması ve mikdârının beş veskden çok olması lâzımdır.<br />

Vesk, bir deve yükü demek olup, altmış sâ’ alan bir hacm ölçeğidir. Altmış<br />

sâ’, ikiyüzelli litre olur. Buna göre, iki imâm, uşr için binikiyüzelli litre nisâb<br />

olduğunu bildirmekdedir. Fekat fetvâ İmâm-ı a’zamın ictihâdına göre verilmişdir.<br />

İbni Âbidîn, üçüncü cild ikiyüzellidördüncü sahîfede diyor ki, (Bir şehr halkı kendiliğinden<br />

müslimân olur veyâ müslimânlar, şehri zor ile alıp, erâzînin beşde biri<br />

ayrılıp, geri kalan askere veyâ başka müslimânlara verilirse, böyle yerler, alanların<br />

mülkü olur. Mahsûlünden uşr vermeleri farz olur. Zor ile alınıp da, kâfirlere<br />

bırakılan veyâ sulh ile alınıp, kâfirlerin olan toprakdan uşr alınmaz, (Harâc) alınır.<br />

[Harâc ile uşrun masrafları, ya’nî kullanıldıkları yerler başkadır.] Basradan başka<br />

Irâk, Suriye ve Mısr topraklarından harâc alınır). İkinci cild, elliikinci sahîfede<br />

buyuruyor ki, (Harâclı toprağı, sâhibi, mü’mine dahî vakf ederse veyâ satarsa,<br />

mahsûlden yine harâc verilir). (Mecmû’a-i cedîde)de diyor ki, (Bir zimmî, mülkünü<br />

vakf edip, kirâlarının müslimân fakîrlerine verilmesini şart etmesi câiz olur).<br />

Şerhin üçüncü cild, ikiyüzellibeşinci sahîfesinde, (Kâfir ölünce vârisleri yine harâc<br />

verir. Vâris kalmazsa, beyt-ül-mâlın olup, harâc sâkıt olur, ya’nî verilmez. Hükûmet,<br />

bu mîrî toprağı satar veyâ vakf ederse, harâc vermez, mahsûlden uşr verir).<br />

Anadolu topraklarının çoğu, bu yoldan, uşrlu olmuşdur. İkinci cild, ellinci sahîfede<br />

de böyle yazmakdadır. İkinci cild, kırkdokuzuncu sahîfede buyuruyor ki, (Bir<br />

kimse, kendi uşrlu toprağını vakf ederse, bu toprağı işleten, uşr verir). Ellibeşinci<br />

sahîfede diyor ki, (Beyt-ül-mâl toprağını, hükûmet kirâya verirse, her sene alınan<br />

kirâ harâc yerine geçer. Ayrıca uşr da alınmaz. Çünki, harâc alınan yerden uşr<br />

alınmaz). Bir kimse, uşrlu toprağını kirâya verirse, mahsûlün uşrunu, İmâm-ı<br />

a’zama göre, mal sâhibi verir. Kirâ ücreti yüksek olan yerlerde, böyle fetvâ verilir.<br />

İki imâma göre, kirâcı verir. Kirâ az olan yerlerde, böyle fetvâ verilir. Beyt-ülmâlın<br />

toprağını, devlet reîsinden başka kimse satamaz. Harâclı toprak sâhibi<br />

müslimân olsa veyâ bu toprağı vakf etse, yine harâcı verilir. Uşrlu bir toprağı, zimmî,<br />

ya’nî gayr-i müslim satın alsa, bu toprak harâclı olur. Üçüncü cild, ikiyüzaltmışbeşinci<br />

sahîfede buyuruyor ki, (Devlet reîsi harâcı, toprağın sâhibi müslimâna<br />

bağışlarsa, beyt-ül-mâldan hakkı varsa, kendi kullanır. Yoksa, hakkı olana<br />

verir. Uşru bağışlarsa, câiz olmaz. Hükûmetin kaldırması ile uşr afv olmaz. Top-<br />

– 304 –


ak sâhibinin, uşrunu, beyt-ül-mâldan hakkı olanlara vermesi lâzım olur).<br />

İkinci cildde buyuruyor ki: (Harâclı, uşrlu olmıyan yerler, meselâ dağlardaki, ormanlardaki<br />

mahsûller, uşrlu sayılır). Uşrunu vermediği bilinen toprak sâhiblerinin<br />

gönderdiği hediyyenin onda birini ayırıp, fakîre verdikden sonra, yimek iyi olur.<br />

Beyt-ül-mâlın, ya’nî mîrî toprakların kullanılmasını gösteren eski (Erâzî kanûnu)nun<br />

çeşidli şerhleri arasında, mülkiyye mektebi mecelle muallimi, Âtıf beğin<br />

[1319] baskılı kitâbı başında diyor ki:<br />

Bir memleket harb ile alınırsa, toprağın beşde biri beyt-ül-mâlın olur. Geri kalan<br />

üç dürlü olabilir:<br />

1 — Askere veyâ başka müslimânlara taksîm edilir. Bunların mülkü olur. Böyle<br />

toprakdan, her sene uşr alınır.<br />

2 — Toprak kâfirlerin elinde bırakılır. Böyle toprakdan harâc alınır.<br />

3 — Devlet reîsi toprağı kimseye vermeyip, beyt-ül-mâla verir. Böyle toprağa<br />

mîrî toprak da denir. Uşrlu veyâ harâclı toprağın sâhibi ölüp, hiç vârisi kalmazsa,<br />

bu toprak beyt-ül-mâlın olur. Mîrî toprak olur. Sultânın tesbît edeceği bedel ile satılır<br />

veyâ kirâya verilir. Semeni ve ücreti harâc olur. Ya’nî, beyt-ül-mâlın üçüncü<br />

kısmına konur. Yâhud, her sene kirâ olarak mahsûlün yüzdesi alınmak üzere, tapu<br />

ile, müslim ve gayr-i müslim vatandaşlara kirâya verilir. Kirâları askerin ve subayların<br />

olurdu. Kirâ almak hakkı bulunan askere (Timarcı), subaylara (Za’îm)<br />

denirdi. Askerin toprağına (Timar), subay toprağına (Ze’âmet), general toprağına<br />

(Hâs) denirdi. Müftî-üssekaleyn Ebüssü’ûd efendi, Nûr-i Osmâniyye kütübhânesinde<br />

bulunan fetvâlarında buyuruyor ki, (Beyt-ül-mâla âid mîrî toprakları tapu<br />

ile kirâlayanların, her sene timarcılara mahsûlün onda birini vermelerini sultânlar<br />

emr etmişlerdir. Bu verilenlere uşr denilmekde ise de, uşr değildir, kirâ ücretidir).<br />

Son zemânlarda mîrî erâzînin çoğu, devlet tarafından vakf edilmiş veyâ<br />

millete satılmış, her iki şeklde de, uşrlu olmuşdu. Böylece, Anadolu ve Rumelideki<br />

toprakların hemen hepsi, milletin mülkü olup, uşrlu olmuşdu. Görülüyor ki, tarladan<br />

uşr veyâ harâcdan birini vermek lâzımdır. Ba’zıları, Anadolu toprağı, uşrlu<br />

toprak değildir, diyor. Hâlbuki, şimdi memleketimizde mîrî toprak yokdur. Herkesin<br />

tarlası, bostanı, kendi mülküdür, yâhud kirâcıdır. Mahsûlün uşrunu vermeleri<br />

farzdır.<br />

Osmânlılar zemânında beş dürlü toprak vardı:<br />

1 — Milletin mülkü olan topraklar olup, pek azı harâclı, pek çoğu uşrlu idi. Mülk<br />

olan toprak dört dürlüdür: Birincisi, köy, şehr içindeki arsalar veyâ köy yanında<br />

olup, yarım dönümü geçmiyen yerlerdir. Bunlar, mîrî toprak iken, halîfenin izni<br />

ile millete satılmış yerlerdir. Yâhud uşrlu veyâ harâclı yerlerdir. İkincisi, halîfenin<br />

izni ile millete satılan mîrî tarla, çayırlardır. Buraların mahsûlünden uşr verilir.<br />

Üçüncüsü uşrlu, dördüncüsü harâclı topraklardır.<br />

Bu dört nev’ toprağı, sâhibi satabilir. Vasıyyet edebilir. Vârislerine, ferâiz bilgisine<br />

göre taksîm olunur. Hâlbuki mîrî toprakları kirâ verip tapu ile kullanan kimseler<br />

ölürse, bu toprakları vârisleri taksîm edemezler ve satamazlar. Satılmasını,<br />

parasından borcunun ödenmesini vasıyyet edemez. Vârislerinin malı olmaz. Bu topraklar<br />

kurban nisâbına katılmaz. Satılamaz. Yalnız, timâr sâhibinin izni ile, para<br />

karşılığı, başkasına devr olunabilir. Mîrî toprağı kirâlayan kimse, her şey ekebilir<br />

veyâ kirâ ile başkasına ekdirir. Üç sene boş bırakılan toprak başkasına verilir.<br />

Kirâcı, mîrî toprağa ağaç, asma iznsiz dikemez. İznsiz, binâ da yapamaz. Meyyit<br />

gömülmez. Mîrî toprak, tapu ile kirâlamış olanın mülkü olmaz. Bu kimseler kirâcıdırlar.<br />

Bu kimse vefât edince, toprağın, vârisine kirâya verilmesi âdet olmuşdur.<br />

Kendisine kirâya verilmesi, vârisin şer’î hakkı olmayıp, devletce yapılan bir ihsândır<br />

[Üçüncü kısmda, altmışdördüncü madde sonuna bakınız!]<br />

2 — Beyt-ül-mâlın toprakları, ya’nî mîrî topraklar. Memleketin çoğu böyle<br />

– 305 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:20


olup, kirâya verilirdi. Sonraları çoğu millete satıldı. Uşrlu oldu.<br />

3 — Vakf topraklar olup, mahsûlü uşrlu idi.<br />

4 — Umûma terk edilen meydânlar, çayır ve benzerleri.<br />

5 — Beyt-ül-mâlın ve hiç kimsenin olmıyan dağlar gibi, ormanlar gibi yerler olup,<br />

buraları işletip mahsûl alan müslimân, uşr verir.<br />

HAYVAN ZEKÂTI — (Mevkûfât) kitâbında buyuruyor ki: (Yılın yarıdan<br />

fazlasında parasız çayırda otlıyan hayvanlar, üretmek için, [sütü için] olursa, bunlara<br />

(Sâime) hayvan denir. Sâime hayvan sayısı, nisâb mikdârı oldukdan bir yıl sonra,<br />

zekâtı verilir. Yün için, yük taşımak için, binmek için olursa, sâime denilmez<br />

ve zekât lâzım olmaz). Deve, sığır gibi başka cinsden sâime hayvanlar, birbirlerine<br />

ve diğer ticâret eşyâsına eklenmezler.<br />

DEVE ZEKÂTI — Dört devenin zekâtı verilmez. Devenin nisâbı beşdir. Beş<br />

deve, ikiyüz dirhem gümüş karşılığı oluyor. Beş devesi olan, bir koyun verir. Bir<br />

koyun, beş dirhem [onyedi gram] gümüş demek oluyor. Dokuza kadar bir koyun<br />

verilir. Ondan ondörde kadar devesi olan, iki koyun verir. Onbeşden ondokuza kadar<br />

üç koyun, yirmiden yirmidörde kadar dört koyun verilir. Yirmibeşden otuzbeşe<br />

kadar deve için, iki yaşına girmiş bir yavru dişi deve verilir. Otuzaltıdan kırkbeşe<br />

kadar, üç yaşına girmiş dişi deve yavrusu verilir. Kırkaltıdan altmışa kadar, yük<br />

vurulabilecek, dört yaşına girmiş dişi deve verilir. Altmışbirden yetmişbeşe kadar<br />

için, beş yaşında, yetmişaltıdan doksana kadar için iki aded üç yaşındaki, doksanbirden<br />

yüzyirmiye kadar için, iki aded dört yaşında deve verilir. Yüzyirmiden<br />

fazla olan her beş deve için, ayrıca birer koyun verilir. Fekat, yüzkırkbeş olunca,<br />

koyunlar yerine, iki yaşında bir dişi deve verilir. Yüzelli deve için, üç aded dört yaşında<br />

deve verilir. Sonra her beş deve için, birer koyun da verilir. Fekat, yüzyetmişbeşden<br />

yüzseksenbeşe kadar devesi olan, koyunlar yerine, bir aded iki yaşında<br />

dişi deve verir. Yüzseksenaltı deveden yüzdoksanbeşe kadar deve için, üç aded<br />

dört yaşında deve ile bir aded üç yaşında deve verilir. Yüzdoksanaltıdan ikiyüze<br />

kadar, dört aded dört yaşında deve verilir. Zekât olarak erkek deve verilmez.<br />

Verecek dişi devesi olmıyan, erkek devenin değerini, altın veyâ gümüş olarak verir.<br />

Bir yaşını doldurmayan deve yavrusunun zekâtı verilmez. İkiyüzden çok devesi<br />

olan, her elli deve için, yüzelli ile ikiyüz arasındaki işlemi yeniden yapar.<br />

SIĞIR ZEKÂTI — Sığırın nisâbı otuzdur. Otuzdan az sığırı olan, bunların zekâtını<br />

vermez. Otuz sığır için bir aded, bir yaşını aşmış erkek veyâ dişi buzağı verilir.<br />

Otuzdokuza kadar hep böyledir. Kırkdan ellidokuza kadar sığırı olan, bir a-<br />

ded, iki yaşını bitirmiş, erkek veyâ dişi dana verir. Altmışdan altmışdokuza kadar<br />

sığır için, iki buzağı verilir. Yetmiş sığır için, bir dana ile bir buzağı verilir. Yetmişden<br />

sonra, her on için, böyle hesâb edilir. Her otuz için bir buzağı, her kırk için bir<br />

dana artmakdadır. Seksen olunca, iki dana artmakdadır. Manda zekâtı, sığır gibidir.<br />

KOYUN ZEKÂTI — Koyunun nisâbı kırkdır. Kırkdan az koyunu olan zekâtını<br />

vermez. Kırkdan yüzyirmiye kadar koyunu olan, yalnız bir koyun verir. Yüzyirmibirden<br />

ikiyüze kadar koyun için, iki koyun verilir. İkiyüzbirden dörtyüze kadar<br />

üç koyun verilir. Dörtyüz için dört koyun, sonra her yüz için bir koyun artar.<br />

Koyun, keçi, erkek, dişi zekâtları hep böyledir. Bir yaşını doldurmayan kuzuların<br />

zekâtı verilmez. Fekat, koyunu da varsa, yavrular da hesâba katılır. Deve ve sığır<br />

yavruları da böyledir. Kuzu, hiçbir zemân zekât olarak verilmez.<br />

AT ZEKÂTI — Erkek ve dişi bir arada ve çayırda, üretmek için beslenirse zekât<br />

lâzım olur. Binmek ve yük için ise, lâzım olmaz. Yalnız erkek atı olanın [aygırın]<br />

zekâtı olmaz. Çünki üremez. Ticâret niyyeti ile beslenirse, ticâret malı zekâtı<br />

verilir. Ticâret için olmıyan katır ve merkeb çok olsa da, zekâtları verilmez.<br />

Atın nisâbı yokdur. Her at için bir miskal altın verilir. İsterse, atların kıymeti-<br />

– 306 –


ni hesâblar. Kıymetleri altın nisâbını dolduruyorsa, kırkda biri kadar altın verir.<br />

Deve, sığır ve koyun zekâtı olarak, değerleri kadar altın da verilebilir.<br />

ZEKÂT KİMLERE VERİLİR? — Zekât, yalnız aşağıda yazılı, yedi sınıfda bulunan<br />

müslimânlara verilir. Sekizinci sınıf, (Müellefet-ül-kulûb) idi. Ya’nî, azılı kâfirlerin<br />

şerlerini def’ için bunlara zekât verilirdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” zemânında<br />

buna lüzûm kalmadı.<br />

1 — (Fakîr): Nafakasından fazla, fekat nisâb mikdârından az malı olana fakîr<br />

denir. Ma’âşı kaç lira olursa olsun, evini idârede güçlük çeken her fakîr me’mûr,<br />

îmânı var ise, zekât alabilir ve kurban kesmesi, fıtra vermesi lâzım olmaz. [Birinci<br />

kısm seksenbirinci maddeye bakınız!].<br />

2 — (Miskîn): Bir günlük nafakasından fazla birşeyi olmıyan müslimâna miskîn<br />

denir. Din adamı olarak tanıtılan Hamîdullah (İslâma giriş) kitâbında, miskîn,<br />

gayr-i müslim vatandaş demekdir diyor. Bu fikri yanlışdır. Dinde reform yapmakdır.<br />

Müslimân olmıyana zekât vermek câiz değildir.<br />

3 — (Âmil): Ya’nî Sâime hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını toplayan<br />

(Sâ’î) ile, şehr dışında durup rastladığı tüccârdan ticâret malı zekâtını toplıyan<br />

(Âşir), zengin dahî olsalar, işleri karşılığı zekât verilir.<br />

4 — (Mükâteb): Ya’nî efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince,<br />

âzâd olacak köle.<br />

5 — (Münkatı’): Cihâd ve hac yolunda olup, muhtâc kalanlar. (Dürr-ül-muhtâr)da<br />

diyor ki, din bilgilerini öğrenmekde ve öğretmekde olanlar da, zengin olsalar<br />

bile, çalışıp kazanmağa vaktleri olmadığı için zekât alabilirler. İbni Âbidîn<br />

bunu açıklarken buyuruyor ki, (Câmi-ul-fetâvâ)da bildirilen hadîs-i şerîfde, (İlm<br />

öğrenmekde olanın kırk yıllık nafakası olsa da, buna zekât vermek câizdir) buyuruldu.<br />

6 — (Medyûn): Borcu olan ve ödeyemeyen müslimânlar.<br />

7 — (İbnüs-sebîl): Kendi memleketinde zengin ise de, bulunduğu yerde yanında<br />

mal kalmamış olan ve çok alacağı varsa da, alamayıp muhtâc kalan.<br />

Bunların hepsine veyâ birine vermelidir. Zekât parası ile meyyite kefen alınmaz.<br />

Meyyitin borcu ödenmez. Câmi’, cihâd, hac yapılmaz. Zimmîye, ya’nî gayr-i müslim<br />

vatandaşa zekât verilmez. Zimmîye fıtra, adak, sadaka, hediyye verilebilir. Zenginin<br />

kölesine ve zenginin küçük oğluna da verilmez. Zenginin büyük çocuğu veyâ<br />

zevcesi veyâ babası veyâ yetîm kalan küçük çocuğu fakîr iseler bunlara, başkaları<br />

zekât verebilir. Küçük çocuk akllı ise, ya’nî parayı başka şeyden ayırabiliyor<br />

ve aldatılarak elinden alınamıyor ise, buna verilir. Böyle âkıl değilse, babasına veyâ<br />

vasîsine yâhud akrabâsından veyâ yabancıdan çocuğa bakan kimseye vermek<br />

lâzım olur. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve amcalarının evlâdlarından,<br />

kıyâmete kadar geleceklere zekât verilmez. Çünki, her mühârebede, düşmandan<br />

alınan ganîmetin beşde biri bunların hakkıdır. Ahmed Tahâvî, (Emâlî) kitâbının<br />

şerhinde diyor ki, (İmâm-ı a’zam buyurdu ki, bunlara ganîmet hakları verilmediği<br />

için, zekât ve sadaka vermek câizdir). Câiz olduğu (Dürr-i Yektâ)da da<br />

yazılıdır.<br />

Anaya, babaya ve dedelerin, ninelerin hiçbirine ve kendi çocuklarına ve torunlara<br />

zekât verilmez. Bunlara, sadaka-i fıtr, adak ve keffâret gibi vâcib olan sadakalar<br />

da verilmez. Fakîr iseler, nâfile sadaka verilebilir. Zevceye de zekât verilmez.<br />

İmâm-ı a’zam buyurdu ki, kadın da, fakîr olan zevcine zekât veremez. İmâmeyn<br />

ise, fakîr zevcine zekât verir dediler. Fakîr olan gelinine, dâmâdına, kayın vâlideye,<br />

kayın pedere ve üvey çocuğuna zekât verilir. Zimmîye sadaka ve hediyye verilir.<br />

Zekât verilebileceğini soruşdurup anlıyarak, zekâtını verdikden sonra, bunun<br />

zengin veyâ zimmî olan kâfir veyâ ana, baba, evlâd veyâ kendi zevcesi olduğu an-<br />

– 307 –


laşılsa, zararı olmaz. Ya’nî kabûl olur. (Nehr-ül-Fâik)da diyor ki, (Zekât verilecek<br />

olan kimse, fakîrler arasında bulunuyor ve onlar gibi ise yâhud fakîr olduğunu söyleyip,<br />

zekât istemiş ise, bu kimsenin zekât almağa hakkı olup olmadığını araşdırmağa<br />

lüzûm yokdur. Buna zekât verince, soruşdurarak, araşdırarak vermiş sayılır).<br />

Abdülkâdir Gazzî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Eşbâh hâşiyesi)nde diyor ki,<br />

(Debbûsînin (Mültekıt)de bildirdiği gibi, vasîsi bulunduğu yetîme, zekât olarak giyecek<br />

ve yiyecek vermek câizdir. Çünki, yetîm onun ıyâli, evlâdı gibidir). Vasîsinin,<br />

zekât malı ile yetîme lüzûmlu şeyleri alıp buna vermek hakkı vardır. Yetîm,<br />

alış verişi anlıyacak kadar akllı ise, giyeceği ve yiyeceği, çocuğun eline vermek lâzımdır.<br />

Fakîrin, hiç olmazsa, bir günlük ihtiyâcını karşılayacak kadar vermek müstehabdır.<br />

Borcu olmıyan ve çoluk çocuğu bulunmıyan fakîre, nisâb mikdârı veyâ malını<br />

nisâb mikdârına temâmlıyacak kadar zekât vermek mekrûhdur. Çoluk çocuğu<br />

olan fakîre, bunların herbirine bölünce, nisâb mikdârı düşmiyecek kadar, çok<br />

zekât vermek câizdir. Zekâtı, fakîr olan kardeşe ve hala, amca, dayı ve teyze gibi<br />

yakın akrabâya vermek dahâ sevâbdır. Yakınları muhtâc iken, başkalarına verirse,<br />

sevâbı olmaz [İmdâd]. Zî-rahm mahrem olan akrabâsına nafaka vermesine mahkemece<br />

hükm olunan kimsenin zekât niyyeti ile, zekât malından nafaka vermesi<br />

câizdir. Zekâtı başka şehre göndermek mekrûh ise de, akrabâya vermek için veyâ<br />

kendi şehrinde fakîr müslimân bulamazsa, başka şehre göndermek câizdir.<br />

Zekâtı, borcu olana vermek, fakîre vermekden dahâ iyi olduğu (Bezzâziyye) fetvâsında<br />

yazılıdır. Malını isrâf edene, harâmda kullanana zekât vermek lâyık olmadığı<br />

(Dürr-i Yektâ)da yazılıdır.<br />

Zenginin vekîli, zekâtı, zenginin emr etdiği kimseye verir. Başkasına veremez.<br />

Başkasına verirse veyâ gayb ederse, öder. Vasıyyet de böyledir. Emr olunan fakîre<br />

verilir. Zengin, vekîline, dilediğine ver derse, vekîl kendi fakîr olan çocuğuna<br />

ve zevcesine de verebilir. Kendi fakîr ise, kendi de alabilir. Hâlbuki, nezr böyle değildir.<br />

Vekîl, adak sâhibinin emr etdiğinden başkasına da verebilir. İbni Âbidîn,<br />

bu satırları açıklarken, onikinci sahîfe başında buyuruyor ki, (Vekîl zenginden aldığı<br />

altın ve gümüş yerine, kendi altın ve gümüşünü fakîre verip sonra zenginin verdiğini,<br />

kendi kullanması câizdir. Fekat, zenginin parasını önce kendi kullanıp, sonra<br />

kendi parasından zekâtı verirse, câiz olmaz. Kendi için sadaka vermiş olur. Zekâtı,<br />

zengine öder. Nafaka vermek, satın almak, borc ödemek için aldığı parayı kullanan<br />

vekîl de böyledir. Görülüyor ki, zekâtı kendi malından ayırıp vermek şart<br />

değildir. Zenginin vekîli, zekâtı vermek için, izn almadan bir başkasını da vekîl edebilir).<br />

Zekât ayrılmakla verilmiş olmaz. Ayrılan zekât, kendinde veyâ vekîlinde iken<br />

gayb olursa, tekrâr ayırıp vermesi lâzımdır. Vekîli gayb edince, öder. (Âmil)in veyâ<br />

fakîr vekîlinin gayb etdikleri zekâtı tekrâr vermek lâzım olmaz. Vekîl fakîre öder.<br />

(Âmil), hem (Sâ’î), hem de (Âşir) demekdir.<br />

Meyyit kefenlemek ve câmi’ yapmak, cihâd edenlere yardım etmek için, kâğıd<br />

para zekâtını anlatırken bildirdiğimiz gibi, fakîrler, zekâtlarını alması ve bildirdiği<br />

yere vermesi için, güvenilen birini vekîl ederler. Bu vekîl, fakîrler için zekâtları<br />

alır. Fakîrlerin emr etmiş olduğu yere verir. Hayr cem’ıyyetlerine zekât vermek<br />

için de, böyle yapılır. Vekîlin zekâtı alırken ve verirken, birşey söylemesi lâzım değildir.<br />

Yalnız, vekîl eden fakîrlerin, zekât alabilecek müslimân olmaları lâzımdır.<br />

Zekâtı kâğıd para olarak verebilmek için de, böyle yapılacağını yukarıda bildirmişdik.<br />

Alacaklarını ve malını eline geçiremeyen, elindeki bononun ödeme zemânı<br />

gelmeyen zengin kimse, fâizsiz ödünç veren bulamazsa, ihtiyâcı kadar, zekât alabilir.<br />

Malına kavuşduğu zemân, almış olduğu zekâtı, fakîrlere dağıtmaz. Hâlbuki<br />

– 308 –


fakîr, ihtiyâcından fazla, nisâbdan az zekât alabilir. Altın ile gümüşün ve ticâret<br />

eşyâsının zekâtının fakîre veyâ fakîrin vekîline teslîm edilmesi lâzımdır. Başka yerlere,<br />

kurumlara verilen zekât, müslimân fakîrin eline geçmezse, zekât ödenmiş olmaz.<br />

Bir günlük yiyeceği bulunan kimsenin ve hiç yiyeceği yok ise de, sağlam, çalışacak,<br />

ticâret edecek hâlde olan kimsenin, yiyecek, içecek veyâ bunları almak için<br />

para istemesi, dilenmesi harâmdır. Bunun varlığını bilerek, istediğini vermek de<br />

harâmdır. İstemeden verilmesi ve verileni alması câizdir. Bu kimsenin yiyecek, içecekden<br />

başka ihtiyâclarını meselâ, elbise, ev eşyâsı, kirâ paraları istemesi câiz olur.<br />

Aç veyâ hasta olanın, oturacak evi olsa da, yiyecek istemesi câizdir. Bir günlük yiyeceği<br />

olan, olmasa da, çalışabilecek hâlde olan kimse, ilm öğrenmekle [veyâ öğretmekle]<br />

meşgûl ise, yiyecek istemesi, yine câiz olur. [İkinci kısmda, otuzsekizinci<br />

maddeye bakınız!] Parasını harâma sarf edene ve isrâf edene sadaka verilmez.<br />

BEYT-ÜL-MÂL — Uşr ve kırda otlıyan hayvanların zekâtı, fakîrlere verileceği<br />

gibi, beyt-ül-mâla da teslîm edilmesi câizdir. Beyt-ül-mâla verilmesi lâzım olan<br />

bir şeyi eline geçiren kimse, beyt-ül-mâldan hakkı varsa, bu şeyi kendi kullanır.<br />

Kendi hakkı yoksa, beyt-ül-mâldan hakkı olan bir müslimâna verir. Bu şeyi, beytül-mâla<br />

vermez. İbni Âbidîn, ikinci cild, ellialtıncı sahîfede buyuruyor ki, (Beytül-mâldan<br />

hakkı olan fakîrler, zekât me’mûrları, âlimler, mu’allimler, vâ’ızlar, din<br />

dersi öğrenen talebe, borclular, Ehl-i beyt-i nebevî, ya’nî seyyidler ve şerîfler, askerler,<br />

beyt-ül-mâl parası ellerine geçerse, hakları kadar almaları câizdir).<br />

(Bezzâziyye) fetvâsının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Halvânîden alarak diyor<br />

ki, (Elinde emânet bulunan kimse, sâhibi ölürse, emâneti vârislerine verir. Vârisleri<br />

yoksa, beyt-ül-mâla verir. Beyt-ül-mâla verince zâyı’ olacak ise, kendi kullanır<br />

veyâ beyt-ül-mâldan nasîbi olanlara verir).<br />

Zekât, fakîrlerin hayâtını, ihtiyâclarını, cem’ıyyetin tekeffül eylemesi, garanti<br />

etmesi demekdir. Bir şehrin bir köşesinde, bir müslimân, açlıkdan ölse, şehrdeki<br />

zenginlerden birinin, az bir zekât borcu kalsa, onun kâtili olur. Zekât, müslimânlar<br />

arasında, sigorta teşkilâtıdır. İslâmiyyet (beyt-ül-mâl) denilen sigortayı, şahsların,<br />

açıkgözlerin, kendi menfe’atlerini düşünenlerin eline bırakmamış, devletin<br />

emrine vermişdir. Bu sigorta, başka sigortalara benzemez. Fakîrlerden para istemez,<br />

zenginlerden alır. Zekât veren zenginlerin dünyâda malı artar. Âhıretde<br />

de, bol sevâb verilir. İslâm sigortası, her fakîre yardım eder. Bir âile reîsi ölünce,<br />

fakîr âilesine ma’âş bağlayıp, herkesi mes’ûd eder. İşte islâmiyyet, zekât ile, böyle<br />

sosyal bir sigorta kurmuşdur.<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki: (Dört nev’ zekât malından<br />

ikisine, ya’nî zekât hayvanları ile toprakdan elde edilen mallara (Emvâl-i zâhire)<br />

denir. Bunların zekâtlarını, halîfenin me’mûrları gelip toplar. Bu me’mûrlara<br />

(Sâ’î) denir. Devlet, bu toplanan malı [ve (Âşir) denilen me’mûrların, yolcu tüccârdan<br />

aldıkları emvâl-i bâtına zekâtını] beyt-ül-mâlda saklayıp, yedi sınıfdan<br />

herbirine sarf eder. Zekât mallarından altın, gümüş ve ticâret eşyâsına (Emvâl-i<br />

bâtına) denir. Bunların mikdârını sâhibine sormak câiz değildir. Bunların zekâtını<br />

mal sâhibi, yedi sınıfdan dilediğine, kendi verir. Böyle verilmiş olan zekâtları,<br />

devlet ayrıca istiyemez. Bir şehrdeki zenginlerin hiç zekât vermedikleri anlaşılırsa,<br />

emvâl-i bâtınalarının zekâtını da devlet toplıyabilir. (Dıyâ-ul-ma’nevî) ve<br />

(Îzâh)da diyor ki, (Devlet beş malı alamaz: Emvâl-i bâtına zekâtı, fıtra, kurban,<br />

nezr ve keffâret).<br />

[Son zemânlarda, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”<br />

büyüklüklerini anlıyamıyanlar çoğalmakdadır. Çünki, âlimi âlim anlar. Câhiller<br />

anlıyamaz. Din adamı geçinen câhiller, kendilerini âlim sanıyorlar. Birbirlerini,<br />

millete, islâm âlimi diye tanıtıyorlar. Biz, yalnız Kur’âna ve hadîslere inanırız<br />

diyerek, Selef-i sâlihînin ictihâdlarını beğenmiyorlar. Kur’ân-ı kerîmden ve<br />

– 309 –


hadîs-i şerîflerden, kısa görüşlerine ve kısır düşüncelerine uygun yeni yeni ma’nâlar<br />

çıkarıyorlar. Hadîs-i şerîfde öğülmüş olan ikinci yüzyılın büyüklerine, din<br />

imâmlarımıza dil uzatıyorlar. Onların kıymetli kitâblarını lekelemeğe uğraşıyorlar.<br />

İbni Teymiyye, Mevdûdî, Reşîd Rızâ, Seyyid Kutb, Hamîdullah, fizikci Abdüsselâm<br />

ve Ahmed Didad gibi mezhebsizlerin kitâbları, islâm âlimlerinin sözbirliği<br />

ile bildirdiklerine uymıyan bilgileri yaymakdadır. Meselâ, (Cihân Sulhu ve İslâm)<br />

ve (İslâma Giriş) kitâblarında, (Zekât devlete verilen vergi demekdir. Zenginlerin,<br />

diledikleri fakîrlere verdikleri paraya zekât denmez. Zekât yalnız devlete<br />

verilir. Devlet, bunu kâfirlerin fakîrlerine de verebilir. Çünki (Miskîn), kâfirlerin<br />

fakîrleri demekdir) yazılıdır. Mezhebsizlerin yanlış yolda oldukları, (Fâideli Bilgiler)<br />

kitâbının (Din Adamı Bölücü Olmaz) ve (Doğru Söze İnan, Bölücüye Aldanma)<br />

kısmlarında uzun bildirilmekdedir.]<br />

Zâlim olan sultânlar, (Emvâl-i zâhire)den vergi alırken, zekât niyyeti ile verilirse,<br />

kabûl olur diyen âlimler vardır. (Emvâl-i bâtına)dan alırlarsa veyâ kâfir ve<br />

mürted olanların aldığı her nev’ vergi verilirken, zekât olarak niyyet edilse de, zekât<br />

yerine geçmez. Ayrıca zekât vermek lâzım olur.<br />

Beyt-ül-mâlda, birbirlerinden ayrı dört cins mal bulunur:<br />

1 — Hayvânlardan, toprak mahsûllerinden alınan ve (Âşir)in, ancak yolda<br />

rastgeldiği müslimân tüccârdan aldığı zekâtlar olup, yukarıdaki yedi sınıfa verilir.<br />

2 — Ganîmetin ve yerden çıkarılan ma’denlerin beşde biri olup, yetîmlere,<br />

miskînlere ve parasız kalan yolculara verilir. Bunların üçünde de, önce (Benî<br />

Hâşim) ve (Benî Muttalib) olanlara verilir. Petrol gibi sıvılardan ve oksidler, tuzlar<br />

gibi ateşde erimiyen filizlerden ve denizden çıkarılanlardan birşey alınmaz.<br />

3 — Gayr-i müslimlerden alınan, harâc ve cizye ve âşirin bunlardan aldığı maldır.<br />

Bunlar, yol, köprü, han, mekteb, mahkeme gibi umûmî ihtiyâclara ve millî müdâfe’aya<br />

sarf edilir. Memleket hudûdunu bekliyen, memleket içindeki yolları<br />

bekliyen müslimânlara, köprü, mescid, havuz, nehr yapmağa ve ta’mîrlerine, imâma,<br />

müezzine, hademe-i hayrâta, islâm ilmlerini, ya’nî din ve fen bilgilerini okutanlara<br />

ve okuyanlara, kâdîlara, müftîlere, vâ’ızlara ve dîni ve milleti, devleti yaşatmak<br />

için çalışanlara verilir. Bunlar, zengin olsalar bile, çalışmaları, hizmetleri<br />

karşılığı, âdete ve ihtiyâc eşyâsının değerine göre, uygun bir pay verilir. [(Hadîka)<br />

el âfetlerinde, beyt-ül-mâldan hakkı olanları geniş anlatmakdadır.] Öldükleri zemân,<br />

çocukları değerli ise, başkalarına tercîh olunur. Çocukları câhil, fâsık iseler,<br />

babalarının yerine ta’yîn edilmez. (Eşbâh) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor<br />

ki, (Sultân, câhil birini, mu’allim, hatîb, vâ’ız ta’yîn ederse, sahîh olmaz. Zulm etmiş<br />

olur).<br />

4 — Vârisi olmıyan zenginlerin bırakdığı mal ve (lukata), ya’nî yerde bulunup<br />

sâhibi çıkmayan şeyler; hastahânelere ve fakîrlerin cenâzelerini kaldırmağa sarf<br />

edilir ve çalışamıyacak hâlde olan kimsesiz fakîrlere verilir. Bu dört sınıf malı, hakkı<br />

olanlara ulaşdırmak, devletin vazîfesidir.<br />

Devlet şehr dışına (Âşir) adında me’mûr koyar. Bunlar, tüccârı hırsızdan ve<br />

her tehlükeden korur. Bu âşir, yoldan geçen tüccârdan, yanındaki malın mikdârını<br />

sorar. Nisâb mikdârı ise ve yanında bir sene kaldı ise ve ticâret malı ise, her<br />

çeşid maldan, müslimândan kırkda birini, zimmîden yirmide birini, harbîden<br />

onda birini alır. Müslimândan alınan bu mal, onun zekâtı yerine geçer. Şehrde zekâtını<br />

vermişdim veyâ bir yıl olmadı diyenden birşey almaz. Müslimân tüccârdan<br />

birşey almayan kâfir memleketin tüccârından birşey alınmaz. Onların müslimân<br />

tüccârlardan ne kadar aldıkları bilinirse, o kadar alınır. [Kâfir memleketlerinde<br />

çalışanların, o devlete vergi vermelerinin lâzım olduğu buradan da anlaşılmakdadır.]<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” ikinci cild, elliyedinci sahîfede buyuru-<br />

– 310 –


yor ki, (Beyt-ül-mâlın dört hazînesinden birinde mal tükenir ise, diğer üç hazînesinde<br />

bulunan maldan buraya ödünc olarak aktarılıp, bu hazîneden hakkı olan yerlere<br />

dağıtılır). Buna göre de, üçüncü hazînede harâc, cizye malı bulunmadığı zemân,<br />

din adamlarına ve cihâd edenlere birinci hazînedeki zekât ve uşr mallarından<br />

verilir. Din düşmanlarının yazı ile, her çeşid propaganda ile islâmı yıkmağa,<br />

müslimân yavrularını dinden çıkarmağa saldırdıkları zemân, bunlara cevâb veren<br />

ve müslimânları aldanmakdan koruyan yazarlar, dernekler, Kur’ân-ı kerîm kursları,<br />

matba’a ve kitâblar ve gazeteler hep mücâhid ve islâm kahramanıdırlar.<br />

Böyle soğuk harbde, islâmiyyeti ve müslimânları koruyan bu mücâhidlere, beytül-mâlda<br />

bulunan uşr ve zekât mallarından vermek farzdır. Sultân uşru kaldırsa,<br />

müslimânların uşr vermesi afv olmaz. Uşru kendilerinin vermesi farzdır. Bu mücâhidlere<br />

vermelidirler. Hem farz yapılmış olur, hem de cihâd sevâbı kazanılır.<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” beşinci cild ikiyüzkırkdokuzuncu sahîfede<br />

diyor ki, (Beyt-ül-mâl, halâl olarak, hak üzere toplanmayıp, zulm ile alınmış<br />

ise, böyle haksız alınan malları sâhiblerine geri vermek farz olur. Beyt-ül-mâldan<br />

hakkı olanlara verilmez. Bunların alması harâm olur. Mal sâhibleri ma’lûm değilse,<br />

beyt-ül-mâlın dördüncü kısmına konur. Buradan hakkı olanlara verilir).<br />

ZEKÂT VERMİYENLER — (Riyâd-un-nâsıhîn) kitâbının sâhibi “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” diyor ki: Emîrülmü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” buyuruyor: Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, vedâ’ haccında buyurdu ki, (Malınızın zekâtını<br />

veriniz! Biliniz ki, zekâtını vermiyenlerin, nemâzı, orucu, haccı ve cihâdı ve îmânı<br />

yokdur). Ya’nî, zekât vermeği vazîfe bilmez, farz olduğuna inanmaz, vermediği<br />

için üzülmez, günâha girdiğini bilmezse, kâfir olur. Senelerle zekât vermiyenlerin<br />

zekât borcları birikerek, bütün malını kaplar. Malı kendinin sanıp, müslimânların<br />

o malda hakkı olduğunu, hâtırına bile getirmez. Kalbi hiç sızlamaz. Bu mala sımsıkı<br />

sarılmışdır. Böyle kimseler, müslimân olarak tanınır. Fekat bunlardan, îmânını<br />

kurtaran pek nâdir olur. Zekât vermek, Kur’ân-ı kerîmin otuziki yerinde, nemâzla<br />

birlikde emr edilmekdedir. Tevbe sûresi, otuzdördüncü âyet-i kerîmesi, böyle kimseler<br />

için olup, meâl-i şerîfi, (Malı, parayı birikdirip zekâtını, müslimân fakîrlerine<br />

vermeyenlere çok acı azâbı müjdele!)dir. Bu azâbı, bundan sonraki âyet-i kerîme<br />

bildirmekde olup, meâl-i şerîfinde: (Zekâtı verilmiyen mallar, paralar, Cehennem<br />

ateşinde kızdırılıp, sâhiblerinin alınlarına, böğürlerine, sırtlarına mühür basar gibi<br />

basdırılacakdır) buyurulmuşdur.<br />

Ey mağrûr zengin! Dünyânın çabuk geçip, gidici malı, parası, seni aldatmasın!<br />

Bunlar, senden önce, başkalarının idi. Senden sonra da, başkasının olacak. Cehennemin<br />

şiddetli azâbını düşün! Zekâtını ayırıp vermediğin o mal, uşrunu vermediğin<br />

o buğday, hakîkatde zehrdir. Malın hakîkî sâhibi, Allahü teâlâdır. Zenginler,<br />

Onun vekîlleri, me’mûrları, fakîrler de, âilesi, akrabâsı demekdir. Vekîllerin, Allahü<br />

teâlânın borcunu fakîrlere vermesi lâzımdır. Zerre kadar iyilik eden iyiliğini<br />

bulacakdır. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, iyilik edenlere, karşılığını elbette verecekdir)<br />

buyuruldu. Haşr sûresi, dokuzuncu âyet-i kerîmede, (Zekâtını veren, elbette<br />

kurtulacakdır) müjdelendi. Âl-i İmrân sûresinde, yüzsekseninci âyet-i kerîmede<br />

meâlen, (Allahü teâlânın ihsân etdiği malın zekâtını vermeyenler, iyi etdiklerini,<br />

zengin kalacaklarını sanıyor. Hâlbuki, kendilerine kötülük yapmış oluyorlar.<br />

O malları, Cehennemde azâb âleti olacak, yılan şeklinde boyunlarına sarılıp, başdan<br />

ayağa kadar onları sokacakdır) buyurulmuşdur. (Elbasît) ve (Vasît) tefsîrlerinde<br />

böyle yazılıdır. Kıyâmete ve Cehennem azâbına inanan zenginlerin, mallarının<br />

zekâtını, tarla mahsûllerinin, meyvelerin uşrunu vererek, bu azâblardan kurtulmaları<br />

lâzımdır. Hadîs-i şerîfde, (Zekât vererek, malınızı zarardan koruyunuz!) buyuruyor.<br />

(Tefsîr-i Mugnî) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki: (Kur’ân-ı kerîmde<br />

üç şey, üç şeyle berâber bildirildi. Bunlardan biri yapılmazsa, ikincisi kabûl olmaz.<br />

Peygambere “sallallahü aleyhi ve sellem” itâ’at edilmedikce, Allahü teâlâ-<br />

– 311 –


ya itâ’at edilmiş olmaz. Anaya, babaya şükr edilmedikce, Allahü teâlâya şükr edilmiş<br />

olmaz. Malın zekâtı verilmedikce, nemâzlar kabûl olmaz). Ey gaflet şerâbının<br />

serhoşu! Dünyânın zevk ve safâsı peşinde, dahâ ne kadar koşacaksın? Bu kıymetli<br />

ömrü harâmdan, halâldan mal yığmakda, ne zemâna kadar ziyân edeceksin? İslâmiyyetin<br />

emr ve yasaklarına aldırış etmezsin! Azrâîl aleyhisselâmın gelip cânını<br />

zorla alacağı, ecel arslanı pençesini sana takacağı, can verme acılarının başına<br />

geleceği, şeytânın, îmânını çalmak için kasd edeceği, dostlarının, vah vah öldü, siz<br />

sağ olun, diye evlâdına ta’ziye edecekleri vakti düşün! Firâk sesi gelip, bize yarayan<br />

birşey yapmadın. Hep beğenmediklerimizi işledin. Biz de sana, senin bize yapdığın<br />

gibi yaparız, diyecekleri zemândan korkmuyor musun?<br />

Düşün, kabr ve âhıret süâllerine ne cevâb hâzırladın? Allahü teâlânın tekdîrine<br />

ne behâne yapacaksın? Kendine acı! Süâle çekileceksin. Hâlbuki, verecek cevâbın<br />

yok. Cehenneme girersen, ateşine dayanamazsın. Kendine ve herkese öyle<br />

iyilik et ki, başkası iyilik yapınca, sen yapdın sansınlar. Kendine ve kimseye kötülük<br />

etme ki, başkası bir fenâlık yapınca, sen yapdın sanmasınlar.<br />

(Sahîh-i Müslim)deki bir hadîs-i şerîfde, (Ey Âdem oğlu! Benim malım, benim<br />

malım dersin. O maldan senin olan, yiyerek yok etdiğin, giyerek eskitdiğin ve Allah<br />

için vererek, sonsuz yaşatdığındır) buyuruldu. Eğer malını seviyorsan, niçin düşmanlarına<br />

bırakıp da gidiyorsun. Sevdiğinden ayrılma, berâber götür! Hepsini veremezsen,<br />

bâri kendini de, bir vâris yerine koyup, hisseni âhıret yolunda gönder.<br />

Bunu da yapamazsan, bâri, zekâtını ver de, azâbdan kurtul! Nükte [güzel ma’nâlı<br />

söz]: Hiratlı üstâd, Hâce Abdüllah-i Ensârî diyor ki: (Malı seviyorsan, yerine sarf<br />

et de, sana sonsuz arkadaş olsun! Eğer sevmiyorsan, yi de, yok olsun!).<br />

Hikâye: Ferîdeddîn-i Attâr, (Tezkire-tül-Evliyâ) kitâbında diyor ki: (Cüneyd-i<br />

Bağdâdî, yedi yaşında idi. Mektebden gelince, babasını ağlıyor görüp sordu: Bugün,<br />

zekât olarak, dayın Sırrî Sekâtîye birkaç gümüş göndermişdim, almamış.<br />

Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının, beğenip almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma<br />

ağlıyorum, dedi. Cüneyd, babacığım, o parayı ver, ben götüreyim deyip,<br />

dayısına gitdi. Kapıyı çaldı. Dayısı sorunca, ben Cüneydim. Dayıcığım kapıyı aç ve<br />

babamın zekâtı olan bu gümüşleri al! dedi. Dayısı, almam, deyince, Cüneyd: (Adl<br />

edip, babama emr eden ve ihsân edip, seni serbest bırakan Allahü teâlâ için al!)<br />

dedi. Sırrî: (Babana ne emr etdi ve bana ne ihsân etdi?) dedi. Cüneyd: (Babamı zengin<br />

yapıp, zekât vermesini emr etmekle adâlet eyledi. Seni de fakîr yapıp, zekâtı<br />

kabûl etmek ve etmemek arasında serbest bırakmakla ihsân eyledi) dedi. Bu söz,<br />

Sırrînin hoşuna gidip, (Oğlum! Gümüşleri kabûl etmeden önce, seni kabûl etdim)<br />

dedi. Kapıyı açıp parayı aldı. (Riyâd-un-nâsıhîn)in sözü burada temâm oldu.<br />

Âdem oğlu aç gözünü, yeryüzüne kıl, bir nazar,<br />

gör bu latîf çiçekleri, hangi kuvvet yapar, bozar.<br />

Herbir çiçek bir nâz ile, öğer Hakkı, niyâz eder,<br />

kurdlar, kuşlar, durmaz söyler, ol Hâlıka âvâz eder.<br />

Öğer onun kâdirliğin, herbir işe hâzırlığın,<br />

ille onun kâhirliğin, anlayınca, rengi döner.<br />

Rengi döner günden güne, toprağa dökülür yine,<br />

bu ibretdir anlayana, hakîkatı, ârif sezer.<br />

Ger bu sırrı duya idin, yâ bu gammı yiye idin,<br />

yerinde eriye idin, insan değil misin, meğer.<br />

Bilir, gelen gider imiş, konan geri göçer imiş,<br />

mevt şerbetin içer imiş, her kim, bu ma’nâdan geçer.<br />

– 312 –


79 — RAMEZÂN ORUCU<br />

İslâmın beş şartından dördüncüsü, mubârek Ramezân ayında, hergün oruc<br />

tutmakdır. Oruc, hicretden onsekiz ay sonra, Şa’bân ayının onuncu günü, Bedr gazâsından<br />

bir ay evvel farz oldu. Ramezân, yanmak demekdir. Çünki, bu ayda<br />

oruc tutan ve tevbe edenlerin günâhları yanar, yok olur.<br />

(Riyâd-un-nâsıhîn) kitâbında diyor ki: (Buhârî) kitâbında, Ebû Hüreyre “radıyallahü<br />

anh” diyor ki: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ramezân<br />

ayı gelince, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır ve şeytânlar<br />

bağlanır). İmâm-ül-eimme, Muhammed bin İshak bin Huzeyme yazıyor ki, Selmân-ı<br />

Fârisî “radıyallahü anh” bildirdi ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

Şa’bân ayının son günü hutbede buyurdu ki: (Ey Müslimânlar! Üzerinize öyle büyük<br />

bir ay gölge vermek üzeredir ki, bu aydaki bir gece [Kadr gecesi], bin aydan<br />

dahâ fâidelidir. Allahü teâlâ, bu ayda, hergün oruc tutulmasını emr etdi. Bu ayda,<br />

geceleri terâvîh nemâzı kılmak da sünnetdir. Bu ayda, Allah için ufak bir iyilik yapmak,<br />

başka aylarda, farz yapmış gibidir. Bu ayda, bir farz yapmak, başka ayda yetmiş<br />

farz yapmak gibidir. Bu ay, sabr ayıdır. Sabr edenin gideceği yer Cennetdir.<br />

Bu ay, iyi geçinmek ayıdır. Bu ayda mü’minlerin rızkı artar. Bir kimse, bu ayda,<br />

bir orucluya iftâr verirse, günâhları afv olur. Hak teâlâ, onu Cehennem ateşinden<br />

âzâd eder. O oruclunun sevâbı kadar, ona sevâb verilir). Eshâb-ı kirâm, dediler ki:<br />

Yâ Resûlallah! Her birimiz, bir orucluya iftâr verecek, onu doyuracak kadar zengin<br />

değiliz. Resûl “aleyhisselâm” buyurdu ki: (Bir hurma ile iftâr verene de, yalnız<br />

su ile oruc açdırana da, biraz süt ikrâm edene de, bu sevâb verilecekdir. Bu ay,<br />

öyle bir aydır ki, ilk günleri rahmet, ortası afv ve mağfiret ve sonu Cehennemden<br />

âzâd olmakdır. Bu ayda, emri altında olanların [işçinin, me’mûrun, askerin ve talebenin]<br />

vazîfesini hafîfletenleri [patronları, âmirleri, kumandanları ve müdîrleri],<br />

Allahü teâlâ afv edip, Cehennem ateşinden kurtarır. Bu ayda dört şeyi çok yapınız!<br />

Bunun ikisini Allahü teâlâ çok sever. Bunlar, Kelîme-i şehâdet söylemek ve<br />

istigfâr etmekdir. İkisini de, zâten her zemân yapmanız lâzımdır. Bunlar da Allahü<br />

teâlâdan Cenneti istemek ve Cehennem ateşinden Ona sığınmakdır. Bu ayda,<br />

bir orucluya su veren bir kimse, kıyâmet günü susuz kalmıyacakdır).<br />

(Sahîh-i Buhârî)deki bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Bir kimse, Ramezân<br />

ayında oruc tutmağı farz bilir, vazîfe bilir ve orucun sevâbını, Allahü teâlâdan beklerse,<br />

geçmiş günâhları afv olur). Demek ki, orucun Allahın emri olduğuna inanmak<br />

ve sevâb beklemek lâzımdır. Günün uzun olmasından ve oruc tutmak güç olmasından<br />

şikâyet etmemek şartdır.Günün uzun olmasını, oruc tutmayanlar arasında<br />

güçlükle oruc tutmasını fırsat ve ganîmet bilmelidir.<br />

Hâfız [ya’nî hadîs âlimi] Abdül’ azîm-i Münzirî, (Ettergîb vetterhîb) kitâbında<br />

ve hâfız Ahmed Beyhekî (Sünen) kitâbında, Câbir bin Abdüllahdan “radıyallahü<br />

teâlâ anh” haber verdikleri bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ benim ümmetime, Ramezân-ı<br />

şerîfde beş şey ihsân eder ki, bunları hiçbir Peygambere vermemişdir:<br />

1 — Ramezânın birinci gecesi, Allahü teâlâ mü’minlere rahmet eder. Rahmet<br />

ile bakdığı kuluna hiç azâb etmez.<br />

2 — İftâr zemânında, oruclunun ağzı kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan dahâ<br />

güzel gelir.<br />

3 — Melekler, Ramezânın her gece ve gündüzünde, oruc tutanların afv olması<br />

için düâ eder.<br />

4 — Allahü teâlâ, oruc tutanlara, âhıretde vermek için, Ramezân-ı şerîfde<br />

Cennetde yer ta’yîn eder.<br />

5 — Ramezân-ı şerîfin son günü, oruc tutan mü’minlerin hepsini afv eder) buyurdu.<br />

– 313 –


İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”, (Mektûbât)ın birinci cild, kırkbeşinci mektûbunda<br />

buyuruyor ki: (Ramezân-ı şerîf ayında yapılan nâfile nemâz, zikr, sadaka<br />

ve bütün nâfile ibâdetlere verilen sevâb, başka aylarda yapılan farzlar gibidir.<br />

Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda, bir<br />

orucluya iftâr verenin günâhları afv olur. Cehennemden âzâd olur. O oruclunun<br />

sevâbı kadar, ayrıca buna da sevâb verilir. O oruclunun sevâbı hiç azalmaz. Bu ayda,<br />

emri altında bulunanların işlerini hafîfleten, onların ibâdet etmelerine kolaylık<br />

gösteren âmirler de afv olur. Cehennemden âzâd olur. Resûlullah, bu ayda, esîrleri<br />

âzâd eder, her istenilen şeyi verirdi. Bu ayda ibâdet ve iyi iş yapabilenlere, bütün<br />

sene, bu işleri yapmak nasîb olur. Bu aya saygısızlık edenin, günâh işleyenin<br />

bütün senesi, günâh işlemekle geçer. Bu ayı fırsat bilmelidir. Elden geldiği kadar<br />

ibâdet etmelidir. Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmalıdır. Bu ayı, âhıreti<br />

kazanmak için fırsat bilmelidir. Kur’ân-ı kerîm Ramezânda indi. Kadr gecesi, bu<br />

aydadır. Ramezân-ı şerîfde, hurma ile iftâr etmek sünnetdir. İftâr edince, (Zehebezzama’<br />

vebtelletil urûk ve sebe-tel-ecr inşâallahü teâlâ) okumak [sünnet olduğu<br />

(Tebyîn)in Şelbî hâşiyesinde yazılıdır.], terâvîh kılmak ve hatm okumak mühim<br />

sünnetdir).<br />

ORUCUN FARZI ÜÇDÜR: 1- Niyyet etmek, 2- Niyyeti ilk ve son vaktleri arasında<br />

yapmak, 3- Fecr-i sâdık, ya’nî tan yeri ağarmasından, güneşin batmasına kadar<br />

olan zemân [ya’nî şer’î gündüz] içinde, orucu bozan şeylerden sakınmakdır.<br />

SEKİZ DÜRLÜ ORUC VARDIR: 1- Farz oruclar: Farz oruc da, iki kısmdır:<br />

Mu’ayyen zemândaki oruc, Ramezân-ı şerîf orucudur. 2- Mu’ayyen zemânda olmıyan<br />

farz oruclar: Kazâ ve keffâret orucları böyledir. Fekat, keffâret orucları farz-ı<br />

amelîdir. Ya’nî, inkâr eden kâfir olmaz. 3- Vâcib oruclar: Bunlar da, mu’ayyen olur.<br />

Belli gün veyâ günler oruc adamak gibi. 4- Gayr-i mu’ayyen oruclar: Herhangi bir<br />

veyâ birkaç gün oruc adamak gibi. 5- Sünnet olan oruclar: Muharremin dokuzuncu<br />

ve onuncu günleri oruc tutmak gibi. 6- Müstehab oruclar: Her arabî ayın 13., 14.<br />

ve 15. ci günleri oruc tutmak gibi ve yalnız Cum’a günü oruc tutmak gibi ve kurban<br />

bayramı arefesinde oruc tutmak gibi. Yalnız Cum’a günü oruc tutmak mekrûh<br />

olur da denildi. Cum’a günü oruc tutmak isteyenin, perşembe veyâ cumartesi<br />

günü de tutması iyi olur. Çünki, sünnet veyâ mekrûh denilen bir işi yapmamak<br />

lâzımdır. 7- Harâm oruclar: Fıtr bayramının birinci günü ve kurban bayramının her<br />

dört günü oruc tutmak harâmdır. 8- Mekrûh oruclar: Muharremin yalnız onuncu<br />

günü oruc tutmak ve yalnız cumartesi günleri oruc tutmak ve Nevruz ve Mihrican<br />

günleri oruc tutmak ve bütün sene, hergün oruc tutmak ve konuşmamak şartı ile<br />

oruc tutmak mekrûhdur.<br />

(Merâkıl-felâh)daki hadîs-i şerîfde, (Ayı görünce oruc tutunuz! Tekrâr görünce,<br />

orucu bırakınız!) buyuruldu. Bu emre göre, Ramezân ayı, hilâlin [yeni ayın] görülmesi<br />

ile başlar. Hilâli görmeden önce yapılan hesâb ile, takvîm ile başlamanın<br />

câiz olmadığını, (İbni Âbidîn) kıble bahsinde ve (Eşi’at-ül-leme’ât) ve (Ni’met-i<br />

islâm) sâhibleri bildirmişlerdir. Şa’bân ayının otuzuncu gecesi, güneş gurûb edince,<br />

hilâli aramak ve görünce gidip kâdîya haber vermek, vâcib-i kifâyedir. Takıyyuddîn<br />

Muhammed ibni Dakîk diyor ki, (İctimâ’ı neyyireyn)den 1-2 gün geçmeden,<br />

hilâl hiç görülemez. [89. cu maddeye bakınız!]<br />

Dört mezheb âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, oruca fecr-i sâdık denilen beyâzlığın,<br />

üfk-ı zâhirî hattının bir noktasında ağarması ile başlanır. (Mültekâ) kitâbında<br />

buyuruyor ki: (Oruc, fecrin ağarmasından, güneş batıncaya kadar, yimeği,<br />

içmeği ve cimâ’ı terk etmekdir. Bir gün evvel güneş batmasından, oruc günü<br />

(Dahve-i kübrâ)ya kadar, Ramezân orucuna kalb ile niyyet etmek de farzdır.<br />

Belli gün olan adak orucunun ve nâfile orucun niyyet zemânı da böyledir. Hergün<br />

ayrı niyyet etmek lâzımdır. Ramezân orucuna niyyet ederken, Ramezân demeyip,<br />

yalnız oruc demek veyâ nâfile oruc demek de câizdir. Dahve-i kübrâ vakti, oruc<br />

– 314 –


müddetinin ya’nî şer’î gündüz müddetinin yarısıdır ki, zevâl vaktinden öncedir. Bu<br />

iki vaktin arasındaki zemân farkı, güneşin tulû’ vakti ile fecr ya’nî imsâk vakti arasındaki<br />

zemân farkının ya’nî (Hisse-i fecr)in yarısı kadar dakîkadır. [Ezânî zemâna<br />

göre Dahve-i kübrâ, Fecr +(24-Fecr)÷2=Fecr+12-Fecr÷2=12+Fecr÷2 dir. Ya’nî,<br />

Fecr vaktinin yarısı, sabâh 12 den i’tibâren Dahve-i kübrâ vakti olur.] Fecr, ya’nî<br />

imsâk vaktinden evvel niyyet ederken, (Niyyet etdim, yarın oruc tutmağa) denir.<br />

İmsâkdan sonra niyyet ederken, (bugün oruc tutmağa) denir. Ramezân-ı şerîf orucu,<br />

her müslimâna farz olduğu gibi, tutamıyanların kazâ etmeleri de farzdır. Kazâ<br />

ve keffâret orucuna ve mu’ayyen olmayan adak oruclarına fecrden sonra niyyet<br />

edilemez.<br />

Ramezân olmak için Şa’bânın yirmidokuzuncu günü, gurûb vaktinde hilâli,<br />

ya’nî gökde yeni ayı aramak ve ayı görmek, eğer görülmezse, Şa’bân ayı otuz gün<br />

temâm olmak lâzımdır. Şa’bânın otuzuncu günü öğle nemâzı zemânına kadar<br />

oruc tutup, o gün Ramezân olduğu i’lân edilmezse, orucu bozmak lâzım olur.<br />

Bozmayıp oruca devâm etmek tahrîmen mekrûhdur. Ramezâna, hilâli görmeden<br />

başlayıp, yirmidokuzuncu gecesi bayram hilâli görülürse, Şa’bân rüyet ile<br />

başlamış ise, bayramdan sonra birgün kazâ edilir. Rüyet ile başlamamış ise, iki gün<br />

kazâ tutulacağı (Hindiyye) ve (Kâdîhân)da yazılıdır. Bulutlu havada hilâli bir<br />

âdil müslimân kadın veyâ erkeğin gördüm demesi ile, açık havada ise, birçok<br />

kimsenin şehâdet etmesi [söylemesi] ile, kâdî ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeyi tatbîk eden<br />

hâkim, Ramezân olduğunu i’lân eder. Kâdî bulunmıyan yerlerde, hilâli bir âdilin<br />

gördüm demesi ile Ramezân olur. İki âdilin gördüm demeleri ile bayram olur.<br />

(Âdil) demek, büyük günâh işlemiyen ve küçük günâha alışık olmıyan demekdir.<br />

[Nemâzı terk etmek büyük günâhdır. 74. cü maddeye bakınız!] Adâleti şübheli olanın<br />

da sözü kabûl olunur. Ramezâna ve bayrama takvîm ile, hesâb ile başlamak câiz<br />

olmadığı (Fetâvâ-ı Hindiyye)de de yazılıdır.<br />

[(Hadîka)nın yüzotuzdokuzuncu sahîfesinde diyor ki, (Bid’at sâhibi olanlar, ya’nî<br />

i’tikâdda Ehl-i sünnetden ayrılmış olan yetmişiki fırkanın hepsi, (Ehl-i kıble) oldukları,<br />

her ibâdeti yapdıkları hâlde, âdil değildirler. Çünki, yâ mülhid olarak, îmânları<br />

gitmişdir. Yâhud bid’at sâhibi olup ehl-i sünneti seb ediyorlar ki, bu da büyük<br />

günâhdır). (Dürr-ül-muhtâr) şâhidliği anlatırken diyor ki, (Müslimânı seb etmek,<br />

kötülemek günâhdır. Adâleti yok eder. Şâhidliği kabûl olmaz). Bunun için, Ramezânın,<br />

bayramın ve hac zemânının gelmesini ve iftâr ve nemâz vaktlerini anlamakda<br />

ve bütün din işlerinde, mezhebsizlerin sözlerine uymak câiz değildir.]<br />

Şa’bânın otuzuncu gecesi, bir şehrde hilâl görülünce, bütün dünyâda oruca<br />

başlamak lâzım olur. Gündüz görülen hilâl gelecek gecenin hilâlidir.)<br />

[Kutblara ve Aya giden müslimânın da, seferî olmağa niyyet etmedi ise, bu ayda<br />

gündüzleri oruc tutması lâzımdır. Yirmidört sâatden dahâ uzun günlerde, oruca<br />

sâat ile başlar ve sâat ile bozar. Gündüzü böyle uzun olmıyan bir şehrdeki müslimânların<br />

zemânına uyar. Eğer oruc tutmazsa, gündüzleri uzun olmıyan yere gelince<br />

kazâ eder].<br />

Hilâli görmekle Ramezânın başlaması, hesâbla anlaşılandan bir gün sonra olabilir.<br />

Fekat bir gün önce olamaz. Arafâtda vakfeye durulan (Arefe) günü de böyledir.<br />

(Bahr)de, 283. cü sahîfede diyor ki, (Kâfir memleketinde bulunan esîr, Ramezân<br />

ayının zemânını bilemez ise, araşdırıp zan etdiği zemânda bir ay oruc tutar.<br />

Sonra, zemânını öğrenince, zemânından önce tutmuş ise, hepsini kazâ eder. Zemânından<br />

sonra tutmuş ve fecrden evvel niyyet etmiş ise, câiz olup, hepsi kazâ yerine<br />

geçer. Fıtr bayramının birinci gününe rastlamış ise, bir günü kazâ eder).<br />

Ramezânın ve bayramın, semâda hilâli görmekle değil de, takvîme göre başlatıldığı<br />

yerlerde, oruca ve bayrama hakîkî zemânlarından bir gün önce veyâ bir gün<br />

sonra başlanılmış olabilir. Oruc tutulan birinci ve sonuncu günleri hakîkî Ramezâna<br />

rastlamış olsalar bile, Ramezân olup olmadıkları şübheli olur. İbni Âbidîn<br />

– 315 –


“rahmetullahi aleyh”, Ramezân bahsinde diyor ki, (Ramezân olup olmadığı şübheli<br />

olan günlerde, Ramezân orucu tutmak, tahrîmen mekrûhdur. Müslimân<br />

memleketinde olup da, ibâdetleri bilmemek özr olmaz). Bunun için, Ramezânın<br />

takvîmlere veyâ mezhebsiz memleketlere uyarak başlatıldığı yerlerde, bayramdan<br />

sonra, iki gün kazâ orucu tutmak lâzımdır. [Kâfirler ve islâm düşmanları, bir tarafdan,<br />

islâm memleketlerini kana boyuyor. Câmi’leri, islâm eserlerini yıkıyor, yok<br />

ediyorlar. Diğer tarafdan da, islâm memleketlerindeki îmânı ve ahlâkı bozuk<br />

olan câhilleri bulup, bunlar vâsıtası ile, islâm ilmlerini yok ediyorlar. Bozuk düşüncelerini,<br />

yalanlarını, islâmiyyet bilgileri diyerek yazıyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin<br />

kitâblarına saldırıyorlar. İslâmiyyete karşı bu hücûmları, hep ingilizler<br />

plânlamakdadır. Meselâ (Ramezândan sonra, iki gün kazâ orucu tutmak da nerden<br />

çıkdı? Hiçbir kitâbda böyle bir şey yokdur diyorlar). Kitâblarda yazılı değildir<br />

sözü yanlışdır. Çünki, her asrda, her yerde, Ramezân ayı, hilâli görmekle başlardı.<br />

İki gün kazâ orucuna lüzûm yokdu. Şimdi, Ramezân ayı, hilâlin doğma zemânını<br />

hesâb etmekle başlatılıyor. Ramezânın başlaması, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun<br />

olmıyor. Bu hatâyı düzeltmek için, bayramdan sonra iki gün kazâ orucu lâzım<br />

olduğu, Tahtâvînin (Merâkıl-felâh) hâşiyesinde yazılıdır.] (Mecmû’a-i Zühdiyye)de<br />

diyor ki, (Şevvâl [bayram] hilâlini gören bir kimse, iftâr edemez. Çünki, bulutlu havâda,<br />

Şevvâl hilâlini, iki erkeğin veyâ bir erkekle iki kadının gördüm demeleri lâzımdır.<br />

Açık havâda, Ramezân ve Şevvâl hilâllerini çok kimsenin gördüm demeleri<br />

lâzımdır). (Kâdîhân)da diyor ki, (Hilâl, şafakdan sonra batarsa, ikinci gecenin,<br />

şafakdan evvel batarsa, birinci gecenin hilâlidir).<br />

Ramezân-ı şerîf orucuna hâzırlanmak için, Şa’bânın onbeşinden sonra, oruc tutmamalı,<br />

kuvvetli ve lezzetli şeyler yiyerek, vücûdü kuvvetlendirmelidir. Böylece,<br />

farzı yapmağa hâzırlanmalıdır. Şa’bânın onbeşinden sonra, sünnet orucları tutmak<br />

âdeti olan iş sâhibleri, asker, talebe, bunları, Ramezândan sonra, boş zemânlarında<br />

tutmalıdır. Farzı yapabilmek için sünneti te’hîr etmek de sünnetdir.<br />

İftârı acele etmek ve sahûru, fecrin ağarmasından önce olmak şartı ile gecikdirmek<br />

sünnetdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu iki sünneti yapmağa<br />

çok dikkat ederdi. (Dürer)de diyor ki: (Seher vaktinde yinilen yemeğe sahûr denir.<br />

Seher vakti, gecenin [ya’nî, şer’î gurûbdan imsâk vaktine kadar olan zemânın]<br />

son altıda biridir). Sahûru gecikdirmek ve iftârı çabuk yapmak, belki insanın aczini<br />

gösterdiği için sünnet olmuşdur. İbâdet, acz ve ihtiyâcı göstermek demekdir.<br />

Terâvîh düâsı, 243.cü sahîfededir.<br />

(Rıyâd-un-nâsıhîn)de diyor ki: (Bekara sûresindeki bir âyet-i kerîmede meâlen,<br />

(Beyâz iplik siyâhdan ayırd edilinceye kadar yiyiniz, içiniz!) buyurulmuşdur. Bu<br />

ipliklerin, gündüzün beyâzlığı ile gecenin siyâhlığı olduklarını anlatmak için, dahâ<br />

sonra (Fecrin) kelimesi nâzil oldu. Gündüzün beyâzlığı ile gecenin siyâhlığı, iplik<br />

gibi birbirinden ayrılınca, oruca başlanacağı anlaşıldı). (Mecma’ul-enhür)de ve<br />

(Hindiyye)de diyor ki, (Hanefî mezhebi âlimlerinin çoğuna göre, üfkun bir yerinde<br />

beyâzlık başlayınca, (İmsâk vakti) olup, oruca başlanır. Bundan [15] dakîka sonra<br />

beyâzlık üfk üzerine ip gibi yayılınca, sabâh nemâzı vakti başlar. Böyle yapmak<br />

ihtiyâtlı olur. [Ya’nî, tedbirli, iyi olur]). Nemâzı da, orucu da, bütün âlimlere göre<br />

sahîh olur. Oruca ikinci vaktden sonra başlamışsa, şübheli olur. Astronomik hesâblar<br />

ile birinci vakt bulunmakda ve takvîmlere birinci vakt yazılmakdadır. Şimdi,<br />

ba’zı takvîmlere ikinci vaktin hattâ bundan sonra başlıyan kızıllığın yayıldığı<br />

zemânın yazıldığı görülüyor. Bu yeni takvîmlere uyanların orucları sahîh olmaz.<br />

İmsâkin iki vakti arasındaki [On dakîka kadar] zemâna (İhtiyât zemânı) denir. Bu<br />

zemâna temkin demek doğru değildir. İmsâki şübheli zemâna gecikdirmenin<br />

mekrûh olduğunu, (Bahr-ür-râık) sâhibi de bildirmekdedir. Hele kızıllığın sonunda<br />

başlanılan oruclar hiç sahîh olmaz. Altmışıncı maddeye bakınız! Osmânlılarda<br />

ilk takvîm 987 [m. 1578]de yapıldı.<br />

Şernblâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Nûr-ül-îzâh) kitâbında buyuruyor ki,<br />

– 316 –


(Bulutsuz gecelerde iftârı çabuk yapmak müstehabdır). Kendisi, bu kitâbı şerh ederken<br />

buyuruyor ki, (Bulutlu gecelerde orucun bozulmasından korunmak için, ihtiyâtlı<br />

davranmalı [ya’nî, iftârı biraz gecikdirmelidir]. Yıldızlar görünmeden önce iftâr<br />

eden, ta’cîl etmiş olur). Bu kitâbın hâşiyesinde, Tahtâvî buyuruyor ki, (Orucu<br />

nemâzdan önce bozmak müstehabdır. (Bahr) kitâbında [ve ibni Âbidînde] denildiği<br />

gibi, iftârda acele etmek, yıldızlar görülmeden önce, iftâr etmek demekdir). Akşam<br />

nemâzını da, bu vaktde, ya’nî erken kılmak müstehabdır. Güneşin batdığı iyi<br />

anlaşılınca, önce E’ûzü ve Besmele okuyup, (Allahümme yâ vâsi’al-magfireh igfirlî<br />

ve li-vâlideyye ve li-üstâziyye ve lil-müminîne vel müminât yevme yekûmülhisâb)<br />

denir. Bir iki lokma iftârlık yiyip, (Zehebezzama’ vebtelletil-urûk ve sebe-tel-ecr<br />

inşâallahü teâlâ) [1] denir ve yemeğe başlanır. Hurma veyâ su, zeytin yâhud tuz ile<br />

iftâr edilir. Ya’nî, oruc bozulur. Sonra, câmi’de veyâ evde, cemâ’at ile akşam nemâzı<br />

kılınır. Bundan sonra, akşam yemeği yinir. Sofrada yemekleri yimek, bilhâssa<br />

Ramezânda uzun süreceğinden, akşam nemâzının erken kılınması ve yemeğin,<br />

acele etmiyerek, râhat yinmesi için, az bir şeyle iftâr edip, yemeği düâdan ve nemâzdan<br />

sonra yimelidir. Böylece, oruc erken bozulmuş, nemâz da erken kılınmış olur.<br />

Deniz, ova gibi düz yerlerde, üfk-ı zâhirî hattının görülmesine mâni’ olan tepe,<br />

binâ gibi şeylerin arada bulunmadığı yerlerdeki kimse için gurûb vakti, ya’nî güneşin<br />

batması demek, görülen üfk hattı [Hakîkî üfk değil] altına girerek, üst kenârının<br />

gayb olmasıdır. Bu vakt güneş şark tarafındaki tepeleri aydınlatır. Güneşin bu<br />

üfk-ı zâhirî hattından batmasını göremiyen kimse için gurûb vakti, şer’î gurûbdur.<br />

Ya’nî güneşin üfk-ı şer’î altına girmesidir. Bu vakt, güneş şark tarafındaki dağları,<br />

bulutları aydınlatmaz olur. Işıkları, çekilip, şark tarafı kararır. Ârızalı erâzîde, güneşin,<br />

meselâ tepe, binâlar arkasında gayb olması kâfî olmayıp, ışıklarının her yerden<br />

çekilmesi, semânın şark tarafda kararmağa başlaması lâzımdır. Takvîmlerde,<br />

şer’î gurûb vakti yazılı olduğu için, üfk-ı zâhirî hattından gurûbu göremiyenlerin,<br />

takvîme göre iftâr etmeleri lâzımdır. İbni Âbidîn, orucun müstehablarını anlatırken<br />

diyor ki, (Alçak yerde olanlar, güneşin gurûb etdiğini görünce, iftâr ederler. Yüksekde<br />

olan, gurûb etdiğini görmedikce, bunlarla berâber iftâr edemez). Orucu<br />

ta’rîf ederken yazdığı (Oradan gece başlayınca iftâr edilir) hadîs-i şerîfinin (Şark tarafında<br />

karanlık başlayınca iftâr edilir) demek olduğunu bildirmekdedir. [Şark tarafda<br />

karanlığın başlaması, en yüksek yerde ziyânın kalmaması demekdir.]<br />

İftârı akşam nemâzından önce yapmak müstehab ise de, bir ibâdeti bozmak şübhesinden<br />

kurtarmak için müstehab terk edilmelidir. Önce akşam nemâzını kılmalı,<br />

sonra iftâr etmelidir. Böylece iftâr yine, yıldızlar görünmeden önce olur. Ya’nî,<br />

acele edilmiş olur ve oruc, bozulmak tehlükesinden kurtulur. Akşam nemâzını vakti<br />

çıkmadan, tekrâr kılmak mümkindir. Takvîm, sâat, kandil, top ve ezân yanlış<br />

olunca, oruc kurtulmaz. İbni Âbidîn, nemâz vaktlerini anlatırken buyuruyor ki, (İftâr<br />

etmek için, güneşin batdığını iki âdil müslimânın haber vermesi lâzımdır. Bir<br />

olursa da, be’s yokdur). [Görülüyor ki, takvîmi hâzırlayanın ve iftâr topu atanın,<br />

ezân okuyanın âdil olmaları lâzımdır.]<br />

ORUCU BOZAN ŞEYLER — Ramezân ayında, oruclu olduğunu bildiği hâlde<br />

ve fecr ağarmadan evvel niyyet etmiş iken, fâideli bir şey yimekle, içmekle, ya’nî<br />

gıdâ veyâ devâ olarak yinilmesi âdet olan veyâ zevk ve keyf veren bir şeyi ağızdan<br />

mi’deye sokmakla veyâ cimâ’ yapmak ve yapılmakla oruc bozulur ve kazâ ve<br />

keffâret lâzım olur. Bu ta’rîfe göre, sigara içmek orucu bozar. Hem kazâ, hem keffâret<br />

lâzım olur. Çünki, dumandaki katı ve sıvı zerreler tükrük ile mi’deye giderler.<br />

Hacamat, gıybet gibi, orucu bozmadığı iyi bilinen şeyden sonra, oruc bozuldu<br />

sanarak, bile bile yise, orucu bozularak kazâ ve keffâret lâzım olur. Ramezânda fecr-<br />

[1] Bu iftâr düâsının ma’nâsı, (Açlık zemânı bitdi. Damarlarımızın suya kavuşması vakti<br />

geldi. İnşâallah sevâb hâsıl oldu) demekdir.<br />

– 317 –


den evvel niyyet etmiyen kimse, dahveden önce oruc bozacak birşey yaparsa, iki<br />

imâma göre, hem kazâ, hem de keffâret lâzım olur. Çünki, niyyet ederek oruc tutmak<br />

imkânı mevcûd iken, bu imkânı kaçırmışdır. İmâm-ı a’zama göre ise, yalnız<br />

kazâ lâzım olur. Dahve vaktinden sonra yir, içerse, üç imâma göre de, keffâret lâzım<br />

olmaz. Keffâret cezâsı, mubârek Ramezân ayının hurmet, nâmûs perdesini yırtmanın<br />

karşılığıdır. İmâm-ı a’zama göre, dört mezhebde de sahîh olan Ramezân orucunu<br />

bile bile bozmanın cezâsıdır. Şâfi’î mezhebinde, fecrden önce niyyet şart olduğundan,<br />

fecrden önce niyyet etmiyen veyâ zorla, özrle bozan hanefîler de,<br />

İmâm-ı a’zama göre keffâret yapmaz. Kazâ, adak ve nâfile orucları bozunca, keffâret<br />

yapılmaz. Ramezânın bir gününde, kazâ lâzım olan birşey yaparak orucunu<br />

bozan kimse, başka gününde de bu şeyi kasd ile yine yaparsa, keffâret de lâzım olur.<br />

Hatâ ederek bozulsa, meselâ, abdest alırken, buğazına su kaçsa veyâ zor ile orucu<br />

bozdurulursa, ihtikan ederse, burnuna sıvı ilâc, kolonya veyâ duman [başkasının<br />

içdiği sigara dumanı] yâhud, ud ağacı, anber ile tütsülenip dumanını çekerse,<br />

kulağına ilâc damlatırsa, derideki yaraya koyduğu ilâc içeri girerse [ve iğne ile ilâc<br />

şırınga ederse], kâğıd, taş, ma’den parçası, pamuk, ot, pişmemiş pirinc, darı, mercimek<br />

dânesi gibi, ilâc ve gıdâ olmayan şey yutarsa, zorlayarak ağız dolusu kusarsa,<br />

dişi kanayan, yalnız kanı veyâ tükrükle müsâvî mikdârda karışık kanı yutarsa,<br />

fecr doğduğunu bilmiyerek yirse, güneş batdı zan ederek orucu bozarsa, oruclu olduğunu<br />

unutup yidikde, orucu bozuldu sanarak, bilerek yimeğe devâm ederse, uyurken<br />

ağzına su akıtılır veyâ cimâ’ olunursa, niyyet etmeden oruc tutarsa veyâ Ramezânda<br />

sabâha kadar niyyet etmeyip, sonra niyyet etse bile, ya’nî kuşluk nemâzı<br />

zemânından, dahveden sonra oruc tutmazsa, bunların hepsinde oruc bozulur ve<br />

bayramdan sonra, bir günü için yalnız bir gün kazâ etmek lâzım olur. Keffâret lâzım<br />

olmaz. Buğaza yağmur, kar kaçsa, oruc da, nemâz da bozulur. Kazâ lâzım olur.<br />

Kucaklayıp, sarılıp, öpüp cünüb olursa bozulur ve kazâ lâzım olur. Cünüb olmadı<br />

ise bozulmaz. (Masturbation) ile, ya’nî el ile istimnâ edip cünüb olunca, yalnız<br />

kazâ lâzım olduğunu, (Hindiyye) ve (Bahr) ve (Dürr-ül-muhtâr) kitâblarının sâhibleri<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiler. Geceden dişleri arasında<br />

kalan şeyi, bilerek yutsa, nohud kadar ise, bozulup kazâ lâzım olur. Nohuddan<br />

küçükse bozulmaz. Unutarak yiyen kimse, orucu bozulmadığını bildiği hâlde, yine<br />

yir, içerse, kazâ ve keffâret lâzım olur.<br />

(Mültekâ)da ve bütün kitâblarda diyor ki: (Başdaki ve göğdedeki yaraya konulan<br />

ilâc, beyne veyâ sindirim yollarına sızarsa, oruc bozulur. Yalnız kazâ lâzım olur).<br />

(Mültekâ) şerhinde (Gıdânın, yaradan içeri sızınca, orucu bozduğunu İmâm-ı<br />

a’zam söylüyor. İki imâm ise, bozmaz dedi. Çünki, yaradılışda bulunan deliklerden<br />

girerse, bozar dedi) yazılıdır. (Merâkıl-felâh) şerhinde, Tahtâvî, bunu güzel<br />

açıklıyor. Diyor ki: (Başda ve göğdedeki yaraya konulan ilâcın, sıvı olsun, katı olsun,<br />

beyne ve hazm yoluna gitdiği bilinirse, oruc bozulur. İçeri gitdiği iyi bilinmezse,<br />

ilâc sıvı ise, İmâm-ı a’zam bozulur dedi. İki imâm ise, içeri gitdiği iyi bilinmeyince<br />

bozulmaz dedi. İçeri sızdığı iyi bilinmeyen ilâc katı ise, üç imâm da, bozulmaz<br />

dedi). Bundan anlaşılıyor ki, sızdığı iyi bilinen ilâc, katı da olsa, sıvı da olsa,<br />

üç imâm da orucu bozar, buyurmuşdur. Koldan, bacakdan, heryerden deri altına,<br />

adaleye iğne ile yapılan aşı, ilâc injeksiyonlarının orucu bozacağı, buradan anlaşılmakdadır.<br />

ORUCU BOZMAYAN ŞEYLER — Ramezân-ı şerîfde veyâ kazâ, keffâret,<br />

adak ve nâfile oruclarda, oruclu olduğunu unutarak yise, içse, cimâ’ etse, oruclu<br />

iken uykuda cünüb olsa, uyanık iken bakarak cünüb olsa, tentürdiyod, yağ sürünse,<br />

sürme çekse, [bunların rengi, kokusu tükürükde, idrârda belli olsa bile], şehvet<br />

ile öpse, gıybet etse, hacamat olsa, istemiyerek ağız dolusu kussa, zorlıyarak<br />

biraz kussa, kulağına su kaçsa, ağzından veyâ burnundan buğazına toz, duman, sinek<br />

kaçsa, [oksijen gazı tüpü ile sun’î hava verilse, başkalarının içdiği sigaranın du-<br />

– 318 –


manı gelerek, ağzına, burnuna girmesinden sakınmak mümkin olmasa], ağzını yıkadıkdan<br />

sonra ağzında kalan yaşlığı tükürük ile yutsa, gözüne, diş çukuruna ilâc<br />

koysa, tadını buğazında duysa bile, bunların hiçbiri orucu bozmaz.<br />

[(Bahr-ür-râık) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Ağız<br />

ba’zan bedenin dâhili sayılır. Bunun için, oruclu kimse, tükürüğünü yutarsa, orucu<br />

bozulmaz. İnsanın içindeki necâsetin mi’deden bağırsağa geçmesi gibi olur. Ağızdaki<br />

yaradan veyâ diş çekdirmeden, iğne yapılan yerden yâhud mi’deden ağza kan<br />

çıkması, abdesti ve orucu bozmaz. Bu kanı tükürünce veyâ yutunca, tükürük kandan<br />

çok ise, ya’nî sarı ise, yine bozulmazlar. Mi’deden gelen başka şeyler ağza geldiği<br />

zemân da böyle olup, abdest ve oruc bozulmaz. Ağız dolusu, ağızdan dışarı çıkarsa,<br />

ikisi de bozulur. Ağzın içi, ba’zan da, bedenin hârici gibi olur. Ağzına su alınca<br />

oruc bozulmaz). (Cevhere)de de böyle yazılıdır. Görülüyor ki, diş çıkartınca,<br />

çok kan geliyorsa, tükürünce orucu bozulmaz. Oruclu değil ise, yutunca, abdesti<br />

bozulmaz. Kanı tükürükden az ise, ikisi de hiç bozulmaz.<br />

(Fetâvâyı Hindiyye)de diyor ki, (İhtikan [lavman] yapmak, kulağına yağ damlatmak<br />

bozar ise de, keffâret lâzım olmaz. Zekerine su, yağ akıtırsa, mesâneye gitse<br />

bile bozmaz. Kadının fercine akıtırsa bozar. Yaş veyâ yağlı parmağını dübürüne,<br />

kadın fercine sokarsa, bozar. Parmak kuru ise, bozmaz. Tahâretlenirken, dübürüne<br />

su kaçarsa bozar.)]<br />

Yutmadan yemeğin tadına bakmak, sakız çiğnemek, cünüb olmak şübhesi varken<br />

öpmek, serinlemek için yıkanmak bozmazlar ise de, tenzîhen mekrûhdurlar.<br />

Sürme ve bıyık yağı kullanmak ve çiçek, misk, kolonya koklamak, orucu bozmadığı<br />

gibi, mekrûh da değildir. Sürme, bıyık yağı, zînet için, mekrûh olacağı gibi, elde,<br />

yakada çiçek taşımak da mekrûh olur. Tozlu dumanlı şey koklamak ve çiklet<br />

çiğnemek orucu bozar. Misvâk, hacamat mekrûh değildir.<br />

Sahûru gecikdirmek ve iftârı acele etmek müstehabdır. İbni Âbidîn buyuruyor<br />

ki, (Bundan maksad, iftârı, yıldızlar görününciye kadar gecikdirmemekdir. Bulutlu<br />

havada, ezân okunsa, top atılsa bile, güneş batdığına kendi kanâ’ati gelinciye kadar<br />

orucu bozmamalıdır). Oruca, fecr-i sâdık ağarması ile başlanacağı, Bekara sûresinin<br />

187. ci âyetinde emr olundu. Allahü teâlânın bu emri değişdirilemez.<br />

[Madde: 60.]<br />

Hasta, hastalığı artacak ise, hâmile kadın, süt veren kadın, harb eden asker za’îf<br />

olursa, oruc tutmaz. İyi olunca kazâ eder. Ekmek parası kazanmak için çalışırken<br />

hasta olacağını bilen işçinin, hasta olmadan önce orucu bozması câizdir. Üç günlük<br />

yola [104 kilometreye] gitmek için niyyet ederek yola çıkan, müsâfir olur. Böyle<br />

müsâfir, orucunu ertesi gün bozabilir ve Ramezândan sonra kazâ eder ise de, zarâr<br />

etmezse, tutması efdaldir. Yolda ve onbeş günden az kalacağı yerde tutduğu<br />

orucu bozarsa, keffâret lâzım olmaz. Müsâfirliği bitip evine gelince veyâ gitdiği yerde<br />

onbeş gün kalmağı niyyet edince, tutmadığı günleri kazâ eder. Hasta olmıyan<br />

ve müsâfir olmıyanların, işçi, asker, talebe olsalar da, oruc tutmaları lâzımdır. Tutmazlarsa,<br />

günâhı büyükdür. Kazâ etmeleri lâzımdır. Niyyetli iken bozarlarsa,<br />

keffâret de lâzım olur. (Behcet-ül-fetâvâ) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” diyor ki, (Ramezân-ı şerîf, yaz aylarından birine geldiği zemân, din adamı<br />

şekline giren birisi, müslimânlara (Oruca niyyet etmeyip, oruc tutmaz iseniz ve kışın<br />

kısa günlerde kazâ ederseniz, câiz olur. Ramezânda oruca niyyet etmeden, yir<br />

içerseniz, keffâret lâzım olmaz) diyerek gençlere, talebeye, işçiye oruc tutdurmazsa,<br />

bu kimse şiddetle ta’zîr edilir, cezâlandırılır. Böyle söylemesi men’ edilir).<br />

İbni Âbidîn diyor ki, (Hasta, hastalığının artmasından veyâ iyi olmasının gecikmesinden<br />

yâhud şiddetli ağrı gelmesinden veyâ hasta bakıcı, hastalanarak, onlara<br />

bakamayıp helâk olmalarından korkar ise, oruc tutmayıp sonra kazâ eder.<br />

Sağlam kimse, hasta olacağını çok zan ederse ve nehr temizlemek gibi iş yaparken<br />

veyâ devletin emri ile çalışırken, çok sıcak veyâ soğuk te’sîri ile helâk olacağını ve<br />

– 319 –


[kimsesiz olup hiçbir yerden yardım görmiyen] kadın [nafakasını kazanmak için]<br />

çamaşır yıkamak ve yemek pişirmek ile helâk olacağını, çok zan ederek anlarsa,<br />

oruc tutmaması ve niyyetli orucu bozması câiz olur, başka zemân kazâ eder. Çok<br />

zan etmek, ölüm alâmetlerini görmekle veyâ kendi tecribesi ile yâhud tabîb-i<br />

müslim-i hâzıkın haber vermesi ile anlaşılır. Hâzık, mütehassıs, uzman olmak demekdir.<br />

Kâfir ve fâsık, ya’nî büyük günâh işlediği bilinen tabîbe muâyene ve tedâvî<br />

câizdir. Fekat bunların sözleri ile ibâdet bozulmaz. Orucunu bozarsa, keffâret<br />

lâzım olur. İkrâh bahsinde diyor ki, bir uzvun telef olması veyâ bütün malının<br />

gitmesi, şiddetli, işkenceli habs ve dayak, helâk olmağa yol açar). (İmâd-ül-islâm)da<br />

diyor ki, (Müslimân mütehassıs tabîb bulamazsa, kendi tecrîbesi de yoksa, önce bükülmüş<br />

kâğıd parçasını veyâ çiğ bir pirinc dânesini susuz yutup, sonra yimeli, ilâc<br />

almalı, böylece keffâretden kurtulmalıdır). (Bahr-ür-râık)da diyor ki, (Zehrli<br />

hayvan sokan kimse, ilâc için orucu bozup, Ramezândan sonra yalnız kazâ eder.)<br />

İbni Âbidîn orucu bozanların sonunda diyor ki, (Nafakaya muhtâc kimse, çalışınca<br />

hasta olacağını anlarsa, orucu bozar. Ücret ile çalışmağı sözleşmiş ise ve iş sâhibi,<br />

Ramezânda izn vermiyor ise, kendinin ve âilesinin nafakası mevcûd olan, orucu<br />

bozmaz. Çünki, böyle kimsenin dilenmesi harâmdır. Kendinin ve âilesinin nafakasına<br />

mâlik değil ise, orucun zarâr vermiyeceği başka hafîf iş bulması lâzım olur.<br />

Hafîf iş bulamazsa, işinde çalışarak, orucu bozması câiz olur. Bunun gibi, ekin biçen<br />

kimseye Ramezân ayının orucu ziyân verirse, ya’nî orucdan dolayı, ekini biçemeyip,<br />

ekin telef olursa yâhud çalınırsa, [veyâ binâ yapılamayıp da yağmurdan<br />

yıkılmak tehlükesi muhakkak olursa] ve bunları ücret ile yapacak bulamazsa,<br />

oruc tutmayıp, bu işlerini yapmak câiz olur. İş bitince, orucunu tutar ve Ramezândan<br />

sonra da, tutamadığı günleri kazâ eder. Günâh olmaz. Susuzlukdan hasta olması,<br />

ölmesi muhakkak olan herkes de, orucu bozup, kazâ edebilir. Keffâret yapmazlar).<br />

Oruc kazâsı: Arka arkaya olduğu gibi, ayrı ayrı günlerde de, bir gün için, bir gün<br />

oruc tutmakdır. Aralıklı tutarken, araya başka Ramezân gelirse, önce Ramezânı<br />

tutar. İhtiyâr olup, ölünciye kadar Ramezân orucunu veyâ kazâya kalmış oruclarını<br />

tutamıyacak kimse ve iyi olmasından ümmîd kesilen hasta, gizli yimelidir. Zengin<br />

ise, hergün için bir fıtra, ya’nî beşyüzyirmi dirhem [binyediyüzelli gram] buğday<br />

veyâ un veyâ kıymeti kadar altın veyâ gümüş para, bir veyâ birkaç fakîre verir.<br />

Ramezânın başında veyâ sonunda toptan hepsi bir fakîre de verilebilir. Fidye<br />

verdikden sonra kuvvetlenirse, Ramezân oruclarını ve kazâ oruclarını tutar. Fidye<br />

vermeden ölürse, iskât yapılması için vasıyyet eder. Fakîr ise, fidye vermez. Düâ<br />

eder. Böyle ihtiyâr ve hasta, sıcak veyâ soğuk mevsimde tutamıyorsa, uygun gelen<br />

mevsimde kazâ eder. Oruc tutunca, nemâzı ayakda kılamıyan kimse, oruc tutar<br />

ve nemâzı oturarak kılar. Ramezân günü, orucu bozarsa, çocuk bâlig olursa, kâfir<br />

müslimân olursa, müsâfir şehrine gelirse, kadın temiz olursa, akşama kadar oruclu<br />

gibi, sakınmaları lâzımdır. Müsâfir ve kadın, o günü, sonra kazâ eder.<br />

Oruc keffâreti için, bir köle âzâd edilir. Köle âzâd edemiyen, ard arda, altmış<br />

gün oruc tutar. Altmış gün sonra, tutmadığı hergün için, birer gün dahâ tutar.<br />

Birkaç Ramezânda keffâretleri olan veyâ bir Ramezânda, iki gün keffâreti<br />

olan kimse, birinci keffâreti yapmamış ise, ikisi için yalnız bir keffâret yapar. Birinci<br />

keffâreti yapmış ise, ikinci keffâreti de, ayrıca yapar.<br />

Keffâret orucu, hastalık, yolculuk gibi bir özr ile veyâ bayram günlerine rastlamak<br />

sebebi ile bozulursa veyâ Ramezâna rastlarsa, yeniden altmış gün tutmak<br />

lâzım olur. Bayram günlerinde bozmazsa, yine yeniden başlaması lâzım olur. Kadın,<br />

hayz ve nifâs sebebi ile bozunca, yeniden başlamaz. Temizlenince geri kalan<br />

günleri tutarak, altmışı temâmlar. Fekat, yemîn keffâreti olan üç gün ard arda tutulacak<br />

orucu bu sebeble bozan kadının da, üç günü, yeniden tutması lâzım olur.<br />

Keffâret orucuna, Ramezâna ve bayramlara rastlamıyacak şeklde başlamalıdır. Re-<br />

– 320 –


cebin birinci günü keffâret orucuna başlayıp, Şa’bânın sonunda, altmış günü temâm<br />

olmasa, üç günlük yola gitmeği niyyet ederek vatanından çıkar. Ramezânın birinci<br />

günü, keffâret orucuna niyyet eder [Eşbâh]. Çünki, müsâfire Ramezân orucunun<br />

edâsı farz değildir. Kazâ etmesi câizdir.<br />

Devâmlı hasta veyâ çok yaşlı olup, altmış gün keffâret orucunu tutamaz ise, altmış<br />

fakîre bir gün ta’âm ibâha eder. Ya’nî doyurur. Aç olan altmış fakîri, bir<br />

günde iki kerre doyurmak lâzımdır. Hepsinin aynı günde yimeleri şart değildir. Bir<br />

fakîri hergün iki def’a doyurmak üzere altmış gün veyâ hergün bir def’a doyurmak<br />

üzere yüzyirmigün yidirmek de olur. Yâhud, altmış fakîrin herbirine, yarım sâ’ [bin<br />

yediyüz elli gram] buğday veyâ un veyâ bir sâ’ arpa, kuru üzüm, hurma temlik e-<br />

der. Bunların kıymeti kadar ekmek, başka mal veyâ altın, gümüş vermek veyâ bunları<br />

bir fakîre altmış gün devâmlı vermek de câiz olur. İbâha, ya’nî, kendisini doyurması<br />

için fakîre Fülûs [kâğıd para] da verileceği (Bedâyı’)da yazılıdır. Altmış<br />

günlüğü, bir fakîre, bir günde toplu verse, bir günlük vermiş olur. Altmış fakîri sabâh,<br />

altmış başka fakîri de akşam doyurursa, sabâh doyurduklarını akşam veyâ akşam<br />

doyurduklarını sabâh, bir dahâ doyurmalıdır. Yâhud, bunlardan altmışının herbirine,<br />

Sadaka-i fıtr mikdârı mal temlik eder. İki keffâret için, altmış fakîrin herbirine,<br />

iki kat [bir sâ’] buğday verirse, bir keffâret ödenmiş olur. Köle satın alabilecek<br />

kimsenin oruc tutması, oruc tutabilenin de fakîrleri doyurması câiz değildir.<br />

Fakîr olan hasta ve ihtiyâr, zengin olunca doyurur. Keffâret yaparken niyyet etmek<br />

lâzımdır.<br />

Özrü olan kimseler, oruc tutamadıkları günler, gizli yimelidirler. Ramezân-ı şerîfde<br />

umûmî yerlerde, müslimânların karşısında, oruc yiyenlerin ve oruc tutanları<br />

aldatarak, oruc tutdurmıyanların îmânı gider. Ramezân günlerinde lokanta, aşhâne,<br />

gazino, büfe gibi yiyip içme yerlerini işletmek günâhdır. Bunların, oruc yiyenlerden<br />

kazandıkları, halâl ise de, habîsdir, zararlıdır. Buralarını iftârdan sonra<br />

açmalıdır. [Farz olan orucu bozmak için, sekiz özr vardır: 594.cü sahîfeye bakınız!]<br />

Ramezân geldi dayandı,<br />

câmi’ler nûra boyandı.<br />

Top atıldı, kandil yandı,<br />

cümlemiz buna inandı.<br />

İlk on günü, rahmet boldur,<br />

sonra günâhlar afv olur.<br />

Bayram gecesi, mü’minler,<br />

Cehennemden âzâd olur.<br />

Kardeşim, oruc tut sen de,<br />

nemâzlarını kıl, hem de!<br />

günâhdan sakın her demde,<br />

Çok azâb var Cehennemde!<br />

Düşman sana saldırıyor,<br />

oruc zaîfletir diyor.<br />

İlmi fenni, o çiğniyor,<br />

hâin, hep yalan söylüyor!<br />

Uyan! Gitdi ömrün çoku,<br />

oruc tut, anla aç toku!<br />

İslâm kitâblarını oku,<br />

insanlıkdan al bir koku!<br />

– 321 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:21


80 — SADAKA-I FITR<br />

Aşağıdaki yazının hepsi, (Dürr-ül-muhtâr)dan ve bunun hâşiyesi olan İbni<br />

Âbidînin (Redd-ül-muhtâr)ından terceme edilmişdir:<br />

İhtiyâcı olan eşyâdan ve borclarından fazla olarak, zekât nisâbı kadar malı, parası<br />

bulunan her hür müslimânın, Ramezân bayramının birinci günü sabâhı, tan yeri<br />

aydınlanırken, (Fıtra) vermesi vâcib olur. Dahâ evvel ve dahâ sonra vâcib olmaz.<br />

Fıtra ve kurban nisâbı hesâbına katılacak malın ticâret için olması şart olmadığı<br />

gibi, elinde bir yıl kalmış olması da lâzım değildir. Bayramın birinci günü sabâh nemâzı<br />

girdiği ânda, nisâb mikdârı kadar mala mâlik olmak şartdır. O ândan sonra<br />

nisâba kavuşanın, dünyâya veyâ îmâna gelenin fıtra vermesi vâcib olmaz. Müsâfir<br />

olanın da fıtra vermesi lâzımdır. Ramezân-ı şerîfde veyâ Ramezândan önce ve<br />

bayramdan sonra vermesi de câizdir. Hattâ bir kimse, fıtra veyâ zekât, keffâret veyâ<br />

nezr etdiği [adadığı] şeyi vermeden ölürse ve verilmesini vasıyyet etmedi ise,<br />

vârislerinden birinin, kendi malından [ölünün malından değil], bunları fakîrlere<br />

vermesi câiz olur. Fekat vâris, bunları vermeğe mecbûr değildir. Eğer, vasıyyet etmiş<br />

ise, bırakdığı malın üçde birinden verilmesi lâzım olur. Mal bırakmadı ise, vasıyyeti<br />

yapılmaz. Bayram nemâzından önce verilince, sevâbı dahâ çok olur. Şâfi’îde<br />

Ramezândan önce, Mâlikîde ve Hanbelîde ise bayramdan önce verilemez. Bir kişinin<br />

fıtrası, bir fakîre veyâ birkaç fakîre verilebildiği gibi, bir fakîre birkaç kimsenin<br />

fıtrası da verilebilir. Küçük çocuğun ve delinin malları varsa, bunların fıtraları<br />

da, mallarından verilir. Velîleri vermezse, çocuk büyüdükde, deli iyi oldukda,<br />

eski fıtralarını da kendileri verir. Bâlig olmıyan çocukların malı yoksa, bunların fıtrasını<br />

babaları, kendi fıtrası ile birlikde verir. Ya’nî kendi zengin ise verir. Zevcesi<br />

için ve büyük çocukları için vermez. Fekat verirse sevâb olur.<br />

(Dürr-ül-muhtâr)da ve (Redd-ül-muhtâr)da diyor ki, (Bir kimse, kendi malından,<br />

başkası için fıtra verince, o önceden emr etmiş ise, câiz olur. Emri ile vermemiş<br />

ise, sonradan râzı olsa da, câiz olmaz. Onun malı ile vermiş ise, râzı olunca câiz<br />

olur. Bir adam, evinde beslediği kimselerin fıtralarını, onların emri olmadan verebilir.<br />

Zevcesine [veyâ yabancı birine] kendinin de fıtrasını vermek için emr etse,<br />

o da kendi buğdayını onun buğdayı ile, onun izni olmadan karışdırıp, bir fakîre<br />

verse, yalnız kendi fıtrasını vermiş olur. Çünki, İmâm-ı a’zama göre, iki buğdayı<br />

iznsiz karışdırınca, istihlâk etmiş, kullanmış olur. Mülkü olur. İki imâma göre,<br />

mülkü olmaz. Onun izni ile karışdırmış ise, İmâm-ı a’zama göre de, onun fıtrası da<br />

verilmiş olur “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Bu iş tersine olsaydı, zevcenin<br />

fıtrası da verilmiş olurdu. Çünki, zevcin, zevcesi için de, kendi mülkünden onun<br />

izni olmadan fıtrasını vermesi istihsânen câizdir. Zevcesinin ve evinde olanların<br />

fıtralarını, iznleri olmadan karışdırıp verebileceği gibi, toplamı kadar buğdayı<br />

veyâ değeri olan altını, bir def’ada ölçüp, bir veyâ birkaç fakîre verebilir. Fekat ayrı<br />

ayrı hâzırlayıp, sonra karışdırması veyâ ayrı ayrı vermesi ihtiyâtlı olur).<br />

Nisâba mâlik oldukdan sonra, ya’nî fıtra ve kurban vâcib oldukdan sonra ve hac<br />

farz oldukdan sonra mal elinden çıkarsa, afv olmazlar. Hâlbuki, zekât ve uşr,<br />

malın elden çıkması ile afv olur. Fekat, elden çıkarılması ile bunlar da afv olmaz.<br />

Fıtra ve kurban nisâbına mâlik olana zengin denir. Bunun fıtra vermesi vâcib<br />

olur. Mükellef ise, ya’nî âkıl, bâlig ve mukîm ise, yalnız kendisi için kurban kesmek<br />

de vâcib olur. Bunun zekât alması harâm olur ve fakîr olan kadın mahrem akrabâsına<br />

ve çalışamıyan fakîr erkek akrabâsına yardım etmesi vâcib olur.<br />

İhtiyâc eşyâsı demek, kıymetleri ne kadar çok olursa olsun, bir ev, bir aylık yiyecek,<br />

her yıl üç kat elbise, çamaşır, evde kullanılan eşyâ ve âletler, hizmetciler,<br />

binecek vâsıtası, meslek kitâbları ve ödeyeceği borçlarıdır. Bu eşyânın mevcûd olması<br />

şart değildir. Eğer mevcûd iseler, zekât, fıtra ve kurban için nisâb hesâbına<br />

katılmazlar. Ticâret için olmıyan, ihtiyâcından artan eşyâ, kirâdaki evler, evinde-<br />

– 322 –


ki süs eşyâsı, yere serili olmıyan halılar, kullanılmayan fazla ev eşyâsı, san’at ve ticâret<br />

âletleri, burada ihtiyâc eşyâsı sayılmaz. Bunlar fıtra ve kurban için, nisâb hesâbına<br />

katılır. Oturduğu ev büyük ise, ihtiyâcından fazla, kullanılmayan odaların<br />

nisâba katılmaması sahîhdir. (Kurban kesmek) maddesi başına bakınız!<br />

Fıtra olarak, yarım sâ’ buğday veyâ buğday unu verilir. Yâhud bir sâ’ arpa veyâ<br />

hurma veyâ kuru üzüm verilir. Hanefî mezhebinde, buğday, arpa ve un bol olduğu<br />

zemânlarda bunların kıymetini altın veyâ gümüş olarak vermek dahâ iyidir.<br />

Kıtlık zemânında bunların kendilerini vermek dahâ sevâbdır. (Sâ’), Hanefî mezhebinde,<br />

sekiz rıtl ya’nî binkırk dirhem darı veyâ mercimek alacak bir kabdır. Sâ’ dört<br />

müd, ya’nî dört menndir. Müd ve menn, müsâvî olup, iki rıtldırlar. Bir rıtl, yüzotuz<br />

dirhem-i şer’î veyâ 91 miskal olup, bir sâ’, [728] miskal, yâhud, binkırk [1040]<br />

dirhem mercimek olur. Bir dirhem-i şer’înin 3,36 gram olduğu yetmişsekizinci maddede<br />

bildirilmişdi. Bir sâ’ 3500 gram olur. Arpa, buğdaydan, buğday da, mercimekden<br />

hafîf olduğundan, binkırk dirhem arpa ile dolan kap, bir sâ’dan büyük olur.<br />

Bunu bir sâ’ yerine vermek, ihtiyâtlı olur. Yarım sâ’ ölçek yerine, 364 miskal veyâ<br />

beşyüzyirmi [520] dirhem, ya’nî binyediyüzelli [1750] gram buğday vermek, ihtiyâtlı<br />

olur. Ya’nî biraz fazla verilmiş olur. Çünki yarım sâ’ buğday, 364 miskal veyâ<br />

beşyüzyirmi dirhemden hafîf olmakdadır. Bu fakîr, terâzî ve dereceli cam silindir<br />

ile tecribe yaparak, yüz gram mercimek, yüzyirmi santimetre küp [120 cm 3 ] olduğunu<br />

gördüm. O hâlde, bir sâ’, dört litre ve beşde bir litre [4,2 litre] oluyor.<br />

Şâfi’î, Mâlikî ve Hanbelî mezheblerinde, bir günlük yiyeceği olanın fıtra vermesi<br />

farzdır ve buğdaydan ve arpadan da, hep bir sâ’ vermek lâzımdır. Şâfi’î mezhebinde<br />

bir sâ’, üç mennden üçde bir menn noksandır. Bir menn, iki rıtl-ı Irâkî<br />

olup, 260 dirhemdir. O hâlde, bir sâ’, altıyüzdoksandört [694] dirhem olduğu (El-<br />

Envâr)da yazılıdır. Binaltıyüzseksen [1680] gramdır. Çünki, şâfi’îde bir dirhem, 2,42<br />

gramdır. Bir müd, bir mennin üçde ikisi olup, 173 dirhem ve sülüs dirhemdir. Bir<br />

sâ’, dört müd olur. Şâfi’îde, buğdayın ve arpanın kıymeti kadar altın, gümüş vermek<br />

câiz değildir. Hanefîyi taklîd ederek, buğday yerine, değeri kadar gümüş vermenin<br />

câiz olduğu, Şemseddîn-i Remlînin fetvâsında yazılıdır. Mâlikî ve Hanbelî<br />

mezheblerinde de, sâ’ Şâfi’î mezhebi gibi olup, beş rıtl ve üçde bir rıtl ya’nî [694]<br />

dirhem-i şer’î veyâ [1680] gramdır. Bu mikdârlar, (Kimyâ-i se’âdet) ve (Menâhicül<br />

ibâd ilel meâd) kitâblarında açıkca bildirilmekdedir. (Kâmûs ve Okyânus) arabî<br />

lügat kitâbının tercemesinde, (Sâ’) kelimesinde diyor ki; (Sâ’, hacm ölçen bir ölçek<br />

olup, dört müd mercimek alır. Bir müd, iki avuç dolusu mikdâr olup, Hanefî<br />

mezhebinde iki rıtldır. Bir sâ’, sekiz rıtl olur. Bir müd, Şâfi’î mezhebinde, bir rıtl<br />

ile üçde bir rıtl olup, bu mezhebde, bir sâ’, beş rıtl ile üçde bir rıtldır). Menn kelimesinde<br />

diyor ki: (Menn, batman demek olup, her mezhebde iki rıtldır).<br />

Özrü sebebi ile oruc tutmıyanın da, sadaka-i fıtr vermesi lâzımdır.<br />

Sadaka-i fıtr az olduğu için, gümüş olarak verilir. (Cevhere) kitâbında diyor ki,<br />

(Sadaka-i fıtr verirken, arpa, buğday yerine kıymetleri kadar altın, gümüş veyâ fülûs,<br />

ya’nî bakır, bronz para [kâğıd para] ve her çeşid mal verilebilir). (Dürr-ül-muhtâr)da<br />

ise, (Kıymet olarak altın ve gümüş verilir) diyor. İbni Âbidîn, bu satırı açıklarken<br />

diyor ki, ((Cevhere) kitâbında, fülûs ve urûz, ya’nî mal da verilir, diyorsa da,<br />

kıymet deyince ekseriyâ altın ve gümüşe işâret olunmakdadır. Kıymet olarak, altın,<br />

gümüş vermek dahâ iyi olduğunu Zeyla’î “rahmetullahi teâlâ aleyh” de bildirmekdedir).<br />

O hâlde, fıtrayı, çoğunluğun sözüne uyarak, altın veyâ gümüş vermelidir. Şimdi<br />

gümüş para kullanılmıyor. Kâğıd paraların değeri de, altın değerine bağlanmışdır.<br />

Bunun için, gümüşün piyasadaki kâğıd paraya göre değeri, ahkâm-ı islâmiyyedeki<br />

kıymetinden düşükdür. Fakîre fâideli olmak için, piyasadaki değerinden verilir.<br />

Bunları vermek güç olursa, başka maldan veyâ kâğıd para vermeyip, yarım sâ’,<br />

ya’nî [1750 gram] buğday veyâ un vermelidir. Yetmişsekizinci maddede bildirdiğimiz<br />

kolaylığa uyularak, altın yerine kâğıd para da verilebilir. Mâlikîde ve Hanbelîde hur-<br />

– 323 –


ma vermek, Şâfi’îde buğday vermek, Hanefîde kıymeti çok olanı vermek efdaldir.<br />

Buğday, un vermek de güç olursa, bunların kıymeti kadar, ekmek veyâ mısır verilebilir.<br />

Ekmek ve mısır verirken, ağırlığa değil, parasına, kıymetine bakılır.<br />

Ezelde takdir olunan anda, geldim cihâna,<br />

rûh çıkınca ten serâyım yıkılıp virân olur.<br />

Su, toprak ve gazlardan, cismim geldi meydâna,<br />

yer altında çürüyerek, hâk ile yeksân olur.<br />

Bu beden parçalanarak, bir avuç toprak kalır,<br />

her zerresi dağılarak, hudûdsuz meydân olur.<br />

Anaerobik mikroblar, cismime hücûm eder,<br />

benliğimi onlar alup, varlığım nihân olur.<br />

Sonra duygu organlarım, toplanır bu meydânda,<br />

kalkarlar hepsi mezârdan, bir behâristân olur.<br />

Yevmi (Tüblâ)dır o zemân, her ma’nâ sûret alır,<br />

kimi nebât, kimi hayvân, kimisi insân olur.<br />

81 — KURBAN KESMEK<br />

Köyde, çölde, şehrde mukîm olan, âkıl, bâlig, hür ve müslimân erkek ve kadının,<br />

ihtiyâcından fazla nisâb mikdârı malı veyâ parası varsa, kurban bayramı için<br />

niyyet ederek, belli günlerde, belli bir hayvanı kesmeleri vâcib olur. İhtiyâc eşyâsı,<br />

bir ev ve eşyâsı ve üç kat elbisedir. Şeyhayne göre, babasının, zengin çocuğu için<br />

de çocuğun malından kesmesi lâzımdır. Etini bu çocukdan başkası yiyemez. Çocukdan<br />

artan et satılıp, parası ile çocuğa, elbise gibi, devâmlı kullanılabilecek<br />

şeyler alınır. Fekat fetvâ imâm-ı Muhammedin ictihâdıdır. Buna göre, babanın çocuğu<br />

için kendi malından da, çocuğun malından da kesmesi vâcib değildir. Kurban<br />

nisâbını bundan evvelki maddede, sadaka-i fıtrı anlatırken bildirdik. İbni Âbidîn,<br />

zekâtın verileceği yerleri bildirirken buyuruyor ki, tarlasından aldığı mahsûl veyâ<br />

tarlanın, evin, dükkânın [atelyenin, kamyonun] bir senelik kirâsı, ne kadar çok<br />

olursa olsun, bir yıllık ev ihtiyâcını veyâ aylık geliri ve aldığı maâş ve ücret, aylık<br />

ihtiyâcını ve kul borcunu karşılamıyan kimse, imâm-ı Muhammede göre fakîrdir.<br />

Fetvâ da böyledir. Şeyhayne göre, ya’nî İmâm-ı a’zamla imâm-ı Ebû Yûsüfe göre<br />

zengin sayılır. Çünki, mülkü olan tarlanın ve bu demirbaş malların değeri, ihtiyâcını<br />

karşılar ve nisâb kadar da artar. Bunun kirâyı her alışda, bir mikdâr ayırıp,<br />

birikdirerek fıtra vermesi ve kurban kesmesi lâzımdır. Ya’nî, büyük sevâba kavuşması<br />

lâzımdır. Fıtra vermez ve kurban kesmezse, imâm-ı Muhammede göre, günâhdan<br />

kurtulur. Görülüyor ki, her iki ictihâd da yerindedir ve müslimânlara<br />

rahmetdir. Bu hâlde olan kimse, fıtra vermezse veyâ kurban kesmezse, imâm-ı Muhammedin<br />

ictihâdı, bunu azâbdan kurtarır. Tarlasından hiç mahsûl almıyan, kirâya<br />

da veremiyen kimse ve ihtiyâcından fazla malı olup da, parası bulunmayan erkek<br />

veyâ kadın, imâm-ı Muhammedin ictihâdına uyarak, fıtra vermez ve kurban<br />

kesmez. Verir ve keserse, ikinci ictihâda göre, fıtra ve kurban sevâbına kavuşur.<br />

Üzerine vâcib olmıyan ibâdeti yapan, yalnız nâfile ibâdet sevâbı kazanır. Vâcib sevâbı<br />

kazanmaz. Etini fakîrlere verirse, sadaka sevâbı da kazanır. Vâcib olan fıtra<br />

ve kurban sevâbı ise, nâfile ve sünnet sevâbından katkat dahâ fazladır. Her ibâdet<br />

de böyledir. Diğer üç mezhebde sünnet-i müekkede olduğu (Mîzân-ı kübrâ)da<br />

ve (Menâhic)de yazılıdır. İslâmiyyetde kurban kesmek yokdur, diyen kâfir olur.<br />

[(Hazânet-ül-müftîn) ve (Eşbâh) kitâblarında diyor ki, (Evleri ve dükkânları ola-<br />

– 324 –


nın, aldığı kirâları, tarlası olanın, tarlasının mahsûlü veyâ kirâsı, çoluk çocuğunu<br />

beslemeğe yetişmezse, bu kimse fakîr sayılır. Zekât alması câiz olur). Görülüyor<br />

ki, fetvâ imâm-ı Muhammede göre verilmişdir]. İbni Âbidîn buyuruyor ki, (Mudârebe<br />

ve şirketde çok malı olup da alamıyanın, kurban kesecek kadar parası, malı<br />

varsa, keser).<br />

Aldığı kirâ ile güç geçinen kimse, nisâba mâlik ise, para birikdirip, fıtra vermeli<br />

ve kurban kesmelidir. Etin hepsini kavurma yapıp, birkaç ay et parasından birikdirerek<br />

gelecek yılın fıtra ve kurban parası olarak saklamalıdır. Böylece, fıtra<br />

ve kurban sevâbından mahrum kalmamalıdır. Kurban kesen, kendini Cehennemden<br />

âzâd etmiş olur. Bir hadîs-i şerîfde, (Hasîslerin en kötüsü, [kesmesi vâcib olduğu<br />

hâlde] kurban kesmiyendir) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” iki kurban keserdi. Biri kendisi için, biri de ümmeti için idi. Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” için de kurban kesmek müstehabdır ve çok sevâbdır.<br />

Kurban, koyun, keçi, sığır, deveden birini, kurban bayramının ilk üç gününde,<br />

kurban niyyeti ile kesmek demekdir. Bir sığırı veyâ deveyi, yedi kişiye kadar<br />

müslimân, bâlig kimse, ortak olarak da satın alıp kesebilirler. Bunlara adak veyâ<br />

akîka kurbanı da ortak edilebilir. Zenginin satın aldığına, sonradan ortak olmak<br />

câiz ise de mekrûhdur. Hiçbirinin hissesi yedidebirden az olmamalıdır. Sekiz kişinin<br />

yedi sığırı ve iki kişinin iki koyunu ortak satın almaları câiz olmaz. Çünki, herbirinin<br />

her hayvanda hissesi vardır. Fâiz olmamak için, eti dartarak, müsâvi ağırlıkda<br />

olarak paylaşmaları lâzımdır. Dartmadan bölüşüp halâllaşmak câiz olmaz.<br />

Çünki halâllaşmak, hediyye vermekde olur. Taksîmi mümkin olan birşeyde ortak<br />

olanların hisselerini ayırmadan önce hiç kimseye hediyye etmeleri câiz değildir.<br />

Altı kişiye et ile birlikde deri veyâ bacak da verilirse dartmadan paylaşmaları câiz<br />

olur. Başının da, derisi gibi olduğu (Hindiyye)de ve (Mecmû’a-i Zühdîyye)de<br />

yazılıdır. 856. cı sahîfede 9. rakama bakınız!<br />

(Hindiyye)de diyor ki, (Bayramdan evvel, Allah rızâsı için bir koyun veyâ şu koyunu<br />

kurban edeyim diyen zengin veyâ fakîr kimsenin, kurban bayramında bir koyun<br />

kesmesi vâcib olur, nezr olur. Bayram günlerinden evvel nezr yaparken fakîr<br />

iken, bayram günlerinde zengin olursa, ayrıca bir de bayram kurbanı kesmesi<br />

vâcib olur. Zengin, bunu bayram günlerinde söylerken, bayram kurbanını kesmeği<br />

niyyet ederse, bir koyun keser. Bunu bayramdan evvel söyledi ise, muhakkak<br />

iki koyun keser. Fakîr mutlaka bir keser. Nezr kurbanını satamazlar. Müsâfirin ve<br />

nezri olmayıp kurban niyyeti ile almayan fakîrin bayramda kesdikleri koyun, nâfile<br />

kurban olur. Zengin veyâ fakîr, mevcûd koyununu veyâ kurban niyyeti ile satın<br />

almadıkları koyunu kurban kesmek niyyet etseler, kesmeleri vâcib olmaz, keserlerse,<br />

nâfile olur. Zenginin satın alırken, bayram kurbanı kesmeği niyyet etmeyip,<br />

hayâtının ni’metine şükr olarak kesmeği niyyet etdiği kurbanı kesmesi vâcib<br />

olur). Fazla bilgi almak için, bir sonraki maddeye bakınız!<br />

Aşağıda, zenginin kesmesi vâcib olan kurban bildirilmekdedir. Bu hayvanları,<br />

fakîrlere veyâ hayr, yardım cem’iyyetlerine diri olarak sadaka vermek kurban olmaz.<br />

Kesmek vâcibdir. (Cevhere)de diyor ki, (Kurbana verilen para sevâbı, yüz misli<br />

[ya’nî, pekçok] parayı sadaka vermek sevâbından dahâ fazladır). Kurbanı satın<br />

alması, kesmesi ve etini dağıtma ve bunları dilediğine de yapdırması için birini vekîl<br />

etmek ve parasını veyâ diri hayvanı bu vekîle vermek câizdir. Fekat, vekîli keserken<br />

başında bulunmak müstehabdır. Horoz, tavuk ve vahşî hayvanları, meselâ<br />

geyiği kurban etmek harâmdır. Mecûsîlere, ya’nî ateşe tapanlara benzemek olur.<br />

Kurban bayramının üçüncü günü fakîr olacağını veyâ sefere çıkacağını bilen kimseye,<br />

birinci günü kurban kesmek vâcib olmaz. Üçüncü günü zengin olacağını bilenin,<br />

kurban kesmesi, Zilhiccenin onuncu günü, ya’nî bayramın birinci günü fecr<br />

vaktinde vâcib olur. Bayramın birinci günü zengin veyâ fakîr ve mukîm veyâ müsâfir<br />

olmağa bakılmaz. Mekkeye, başka yerlerden gelen hâcıların kurban kes-<br />

– 325 –


mesi vâcib değildir. Çünki, seferîdirler.<br />

Şehrde kesenlere, bayram nemâzından sonra kesmek vâcib olur. Nemâzdan evvel<br />

kesmeleri câiz değildir. Üçüncü günü güneş batıncaya kadar kesebilirler. Köylerdeki<br />

hayvan fecrden sonra, bayram nemâzından önce de kesilebilir. Bayramın<br />

birinci günü Mekkede ve Minâda bulunanlara bayram nemâzı kılmak vâcib<br />

değildir.<br />

Her hafta saç, sakal ve bıyık traş etmek, tırnak kesmek, koltuk, kasık temizlemek<br />

sünnet olduğu, Cum’a nemâzı sonunda bildirilmişdi. İbni Âbidîn “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”, bayram nemâzı sonunda diyor ki, (Zilhicce ayının ilk on günü,<br />

bu sünnetleri gecikdirmemelidir. Hadîs-i şerîfde, (Kurban kesecek kimse, Zilhicce<br />

ayı girince, saçını kesmesin ve tırnak kesmesin!) buyurulması, emr değildir. Bunları,<br />

kurban kesinciye kadar gecikdirmenin müstehab olduğunu göstermekdedir.<br />

Fekat dahâ fazla gecikdirmek ve hele kırk gün uzatmak günâh olur).<br />

Görülüyor ki, kurban kesecek kimsenin, Zilhicce ayının birinci gününden, kurban<br />

kesinciye kadar, saçını, sakalını, bıyığını ve tırnağını kesmemesi müstehabdır.<br />

Fekat vâcib değildir. Bunları kesmesi günâh olmaz ve kurban sevâbı azalmaz. Özr<br />

ile sakal traşı olanın, bu günlerde sakal uzatması fitneye sebeb olur.<br />

Diri kurbanı veyâ parasını sadaka vermek câiz değildir. Sadaka ederse, üçüncü<br />

günün akşamına kadar, ikincisini keser. Bayram kurbanını üçüncü günün akşamına<br />

kadar kesmiyen kimse, kurbanı satın almışsa, canlı olarak kendini veyâ kıymetini<br />

[gümüş veyâ altın olarak] fakîrlere verir. Bayramdan sonra keser ise, etinden<br />

kendi yiyemez. Hepsini fakîrlere dağıtır. Bütün etinin kıymeti canlı kıymetinden<br />

az ise, değer farkını da sadaka verir. Satın almamış ise, orta derece bir kurban<br />

değerini fakîrlere verir. Böylece, cezâdan kurtulur ise de, kurban kesmek sevâbını<br />

kazanamaz.<br />

Satın alırken kusûrlu ise veyâ kesmeğe uygun olarak alınıp sonradan, kesmeğe<br />

mâni’ bir kusûr hâsıl olursa, zengin kimse bir başkasını alıp keser. Adak olan<br />

kurban kusûrlu olursa, zengin de, fakîr de onu keser. Adak ölürse, başka almaları<br />

îcâb etmez. Kurban kesilmeden önce, yününden, sütünden istifâde câiz değildir.<br />

Vaktinden evvel kesip, etinden yimek ve zenginlere yidirmek de halâl değildir. Bunlar<br />

fakîrlere verilir. Bunun için, kurban, arefe günü kesilmez. Bunun etinden kendi<br />

yimesi ve zenginlere yidirmesi halâl olmaz. Şâhidler ile, meşrû’ olarak bayram<br />

olduğu hükm olunup ve bayram nemâzı kılınıp, kurban kesdikden sonra, arefe olduğu<br />

anlaşılırsa, nemâz ve kurban kabûl olur. Ramezân ve bayram aylarının şâhidlerle<br />

meşrû’ olarak anlaşılmadığı yerlerde, kitâbımızın seksendokuzuncu maddesinde<br />

yazılı (Işık usûlü) ile Zilhicce ayının birinci günü ve buradan da onuncu günü,<br />

ya’nî kurban bayramının birinci günü hesâb edilir. Bayramın birinci günü, bu<br />

hesâb ile bulunan gündür. Yâhud, bir gün sonradır. Bir gün evvel olamaz. Çünki,<br />

gökde, ay, doğmadan önce görülemez. İhtiyâtlı hareket etmiş olmak için, kurbanları,<br />

hesâb ile bulunan bayramın ikinci günü kesmelidir. Sevâbı mevtâlara gönderilecek<br />

olanı ise, hesâb ile bulunan birinci günde kesmelidir. Çünki, Arefe günü de<br />

kesilebilir. Kurban kesmiyen müslimân, ölürken, bırakdığı maldan kendi için kurban<br />

kesilmesini, vârisine vasıyyet etmelidir. Vasıyyet edilen kurban, bayram günleri<br />

kesilir. Bunun etinden, kesen kimse, fakîr olsa da yiyemez. Etinin hepsini fakîrlere<br />

vermesi lâzımdır. Vasıyyet etmemiş meyyit için, vârisi veyâ başkaları, her<br />

zemân kendi malından hayvan kesip sevâbını o kimseye hediyye edebilir. Sevâbı,<br />

kesenin olur. Meyyite de hediyye edilir. Bunların etinden, kesen de yiyebilir.<br />

İki kimsenin kurbanı karışırsa, her birinin kendinin sanarak kesdiği, kendi<br />

kurbanı olur. Başkasının koyununu gasb eden veyâ çalan, canlı olan kıymetini sonradan<br />

dahî öderse, kurban etmesi veyâ satması câiz olur. Çünki, kıymeti ödenince,<br />

gasb etdiği zemân mülkü olur. Gasb etmek günâhına ayrıca tevbe gerekir.<br />

Bir gözü görmiyen, topal olup yürüyemiyen, dişlerinin yarısı yok olan, gözünün,<br />

– 326 –


kulağının veyâ kuyruğunun çoğu, ön veyâ arka bir ayağı kesilmiş olan, çok za’îf olan<br />

hayvan kurban olmaz. Boynuzu kırık veyâ boynuzsuz, uyuz, hasî ya’nî burulmuş<br />

olan kurban câizdir. Dişi hayvan da, erkek de kurban edilebilir. Koyunun erkeği<br />

ve beyâzı siyâhından çok olanı, keçinin dişisi dahâ sevâbdır. Kıymetleri müsâvî ise,<br />

koyun kesmek, sığır kesmekden dahâ sevâbdır. Koyunun, keçinin bir yaşını, sığırın<br />

iki, devenin beş yaşını geçmiş olması lâzımdır. Altı ayı geçmiş yalnız koyun iri,<br />

semiz ise, câiz olur. Kesilen hayvandan çıkan yavru diri ise, yiyebilmek için, ayrıca<br />

kesmek lâzımdır. Ölü ise, yimesi câiz olmaz.<br />

Kurbanı kesilecek yere sürükleyerek çekmek, bıçakları hayvanı yatırdıkdan sonra<br />

bilemek ve birini ötekinin gözü önünde kesmek mekrûhdur.<br />

Önce diz boyu çukur kazılır. Kurbanın gözleri tülbend ile bağlanır. Kıbleye dönük<br />

olarak sol yanı üzerine yatırılır. Boğazı çukurun kenârına getirilir. İki ön ve<br />

bir arka ayakları, uclarından bir araya bağlanır. Üç kerre bayram tekbîri okunur.<br />

Sonra (Bismillâhi Allahü ekber) diyerek, deveden başka hayvanın boğazının herhangi<br />

bir yerinden kesilir. (Bismillâhi) derken, (h)yi belli etmek lâzımdır. Belli edince<br />

Allahü teâlânın ismi olduğunu düşünmek lâzım olmaz. (h)yi açıkça belli etmezse,<br />

Allahü teâlânın ismini söylediğini düşünmek lâzımdır. Bunu da düşünmezse,<br />

hayvan, leş olur. Yimesi halâl olmaz. Bunun için, her zemân (Allah teâlâ) dememeli,<br />

(Allahü teâlâ) diyip (h) harfini belli etmeğe alışmalıdır. Hayvanın boğazında<br />

(Merî) denilen yemek borusu, (Hulkûm) denilen hava borusu ve (Evdâc) denilen<br />

iki yanda birer kan damarı vardır. Bu dört borudan üçü bir anda kesilmelidir.<br />

Kesenin de kıbleye karşı dönmesi sünnetdir. Hayvan soğumağa başlamadan,<br />

ya’nî çırpınması durmadan ensesini de kesmek mekrûhdur. Yalnız ensesinden kesmek<br />

harâmdır. Hayvan temâm ölüp çırpınması durmadan, kafasını koparmak ve<br />

derisini yüzmeğe başlamak da mekrûhdur. Kesmesini bilenin kendi kesmesi müstehabdır.<br />

Kadının kesmesi de câizdir. Bilmiyenin, vekîline kesdirmesi ve kesilirken<br />

yanında bulunup, (En’âm) sûresinin yüzaltmışikinci (İnne salâtî) âyetini (lâ<br />

şerîke leh) kadar okuması müstehabdır.<br />

(Hindiyye)de, Zebâih bahsinde diyor ki, (Müslimânın veyâ (Ehl-i kitâb) olan harbî<br />

veyâ zimmî kâfirin, Allahü teâlânın ismini veyâ bir sıfatını, herhangi bir lisân ile<br />

söyliyerek, kesdiği yinilir. [Dâr-ül-harbde müslimân kasab aramalı. Bundaki eti, müslimân<br />

kesdiğini niyyet ederek, satın almalıdır. Sığır, koyun, tavuk gibi eti yinen hayvanların<br />

etlerini yimek halâl olması için, islâmiyyete uygun kesilmeleri lâzımdır. Ya’nî<br />

bir müslimânın veyâ ehl-i kitâbın kesmesi ve keserken Allah ismini söylemesi lâzımdır.<br />

İslâmiyyete uygun kesilmiyen hayvan leş olur. Bunun etini yimek ve satmak harâm<br />

olur. Hayvan kesenlerin ve satan müslimânların bunu iyi bilmeleri lâzımdır. Et<br />

satın alırken, bunun nasıl kesildiğini sormak lâzım değildir. Çünki, müslimâna<br />

hüsn-i zân olunur.] Müşrikin ve mürtedin kesdiği yinilmez. Keserken, Îsâ veyâ üç<br />

Tanrıdan biri derse, yinilmez. Böyle inanır, fekat söylemezse, yinir. Kesmek için söylemelidir.<br />

Düâ için, şükr için söylerse veyâ Allahdan başkasını, ta’zîm etmeği niyyet<br />

ederse, Allah ve Muhammed için derse, yinmez). Bir Peygambere ve bunun, sonradan<br />

bozulmuş olan (Mukaddes kitâb)ına inanan bir kâfir, bu Peygamber tanrıdır<br />

veyâ oğludur dese ve putlara yalvarırsa da, buna (Ehl-i kitâb) denir. Çünki, (ilah,<br />

rab, tanrı, baba) gibi ismler, yardım eden, yaratılmağa sebeb olan, çok sevilen<br />

ma’nâsına da kullanılır. Bu ismleri, Îsâ aleyhisselâma, bu ma’nâlar ile söyleyen, müşrik<br />

olmaz. Ona, üç tanrıdan biri veyâ tanrı denilmesi, hakîkî bir söz değil, mecâz olur.<br />

Onda (Ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanırsa, meselâ her istediğini yaratır derse,<br />

(Müşrik) olur. Şimdi, Mûsevî, Îsevî, Nasrânî, Hıristiyanların bir kısmı, Ehl-i kitâbdır.<br />

Putlara, heykellere, Îsâ aleyhisselâmı sevdikleri için, istediklerinin yaratılmasına<br />

sebeb olmaları için yalvarıyorlar. Îsâ aleyhisselâma ilâh diyen nasrânînin kesdiklerini<br />

yimek câiz ise de, zarûret olmadıkca, buna kesdirmemeli ve kesdiğini yimemelidir.<br />

Kitâbsız kâfirlerin, meselâ Sûriyedeki (Nusayrî)lerin ve Derezîlerin<br />

– 327 –


[ya’nî Dürzîlerin] kesdikleri yinilmez. Kesenin nasıl kimse olduğunu araşdırıp anlamak<br />

şart değildir. Besmele kasden terk edilirse, hanefîde harâm, şâfi’îde halâl olur.<br />

(Cevhere)de diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hacca giderken<br />

yüz kurbanlık deve götürdü. Altmışüçünü kendi kesdi. Sonra bıçağı hazret-i Alîye<br />

verdi. Geri kalanı O kesdi).<br />

Kurban etini, kesen de yiyebilir. Fakîr olsun, zengin olsun, herkese ve zimmîye<br />

de verebilir. Etin üçde birini evine, üçde birini komşulara, gerisini fakîrlere vermek<br />

müstehabdır. Hepsini fakîrlere sadaka vermek veyâ kendi evine bırakmak da<br />

olur. Zimmî olan kâfire de vermek câiz olduğu (Hindiyye) ve (Behcet-ül-fetâvâ)da<br />

yazılıdır. Derisi nemâz kılan fakîre verilir. Ne olduğu bilinmiyen kimselere verilmez.<br />

Veyâ evde kullanılır. Yâhud devâmlı kullanılacak birşey karşılığı verilir.<br />

Tükenen birşey veyâ para karşılığı satılmaz. Derisi, eti satılırsa, parası fakîre sadaka<br />

verilir. Kesene, ücreti olarak da deri ve et verilemez. Kurbanın ve her hayvan<br />

etinin yedi yerini yimek harâmdır. Bunlar, akan kan, bevl âleti [zekeri], hayaları<br />

[koç yumurtası diye satılmakdadır], bezleri [guddeleri], safra kesesi, dişi hayvanın<br />

önü ve bevl kesesi [mesâne]dir.<br />

(Hindiyye)de diyor ki, (Zekât-ı şer’î, ihtiyârî ve zarûrî olmak üzere ikiye ayrılır:<br />

İhtiyârî zekât, deveyi nahr etmek, diğer ehlî hayvanları zebh etmek demekdir. Zarûrî<br />

zekât, av hayvanlarını cerh etmek, herhangi yerinden yaralıyarak öldürmekdir.<br />

Zebh ederken veyâ ava, ok, mermî, tazı köpeği gönderirken, Allahü teâlânın ismini<br />

söylemek lâzımdır. Arabî bildiği hâlde dahî, başka lisân ile söylemek câizdir. Bir<br />

hayvana söylenen tekbîr ile başka hayvan kesilemez. Zekât-ı şer’î ile öldürülen hayvan<br />

temiz olur. Yimesi halâl ise, yinir. Değil ise, başka sûretle istifâde edilebilir.<br />

Bir kimse, kendi koyununu başkası için kurban ederse, o emr etse de, etmese<br />

de câiz olmaz. Çünki, başkası için, onun, mülkü olan hayvan kurban edilebilir. Bu<br />

kimsenin, kendi hayvanını başkasına veyâ onun vekîline hediyye etmesi, onların<br />

da kabz etmesi, ya’nî teslîm alması, sonra bunu vekîl ederek geri verip kesdirmeleri<br />

lâzımdır. Başkasının hayvanını ondan habersiz, onun için kurban etmek câizdir.<br />

Başkasının hayvanını, ondan iznsiz, kendi için kurban eden, sonra kıymetini<br />

öderse, câiz olur. Sâhibi kıymetini kabûl etmeyip, kesilmiş hayvanı alırsa, sâhibi<br />

için kurban edilmiş olur. Emânet, âriyet veyâ kirâ olarak elinde bulunan hayvanı<br />

kurban etmek, hiçbir sûretle câiz değildir). Mermî av hayvanını çarparak öldürürse<br />

veyâ taş, sopa ile vurup öldürülürse, yinmez. Çünki, kan akması lâzımdır.<br />

Kurban satın alınırken (Bayram günü kesmesi vâcib olan kurbanı almağa) niyyet<br />

etmelidir. Bunu keserken, tekrâr niyyet etmesi şart değildir. Bu aldığı hayvanı<br />

kurban etmesi şart değildir. Fekat, keseceğinin kıymeti bundan az olmamalıdır.<br />

Satın alırken, hiç niyyet etmese de olur. Fekat, bunu keserken veyâ kesecek olanı<br />

vekîl ederken niyyet etmelidir. Kurbanını bir hayr cem’iyyetine hediyye etmek<br />

istiyen kimse, kurbanını veyâ parasını götürüp, bu işle vazîfeli me’mûra teslîm ederken,<br />

(Allah rızâsı için, bayram veyâ nezr kurbanımı kesmeğe ve dilediğine kesdirmeğe<br />

ve etini ve derisini dilediğine vermeğe seni vekîl etdim) demelidir. Me’mûr,<br />

gelen veyâ kendi satın alacağı kurbana bir numara bağlar. Bu numarayı ve kurban<br />

sâhibinin ismini deftere yazar. Kesilirken, sâhiblerinin ismini söyliyerek kasabları<br />

vekîl eder. Etleri dilediği kimselere ve derileri bir fakîr vazîfeliye verir. Bu fakîr,<br />

derilerin kıymeti ile, nisâb mikdârına mâlik olmadan evvel, elindekileri toptan,<br />

dilediğine hediyye eder. Bu da satar. Paraları arzû edilen yere verilir. Fakîrin,<br />

kendisine verilen derileri satması veyâ hediyye etmesi câizdir.<br />

Birkaç koyun keserse, hepsi kurban olur. Yâhud, eti çok olanı kurban, diğerleri<br />

nâfile olduğu dahâ doğrudur.<br />

Kurban nisâbına mâlik olmıyan fakîr, kendi malı olan hayvanını kurban etmeği<br />

niyyet ederse veyâ kurban niyyeti olmıyarak hayvanı bayramda satın alıp, sonra<br />

kurban etmeği niyyet ederse, yâhud kurban niyyeti ile bayramdan evvel satın<br />

– 328 –


alırsa, bunları kesmesi vâcib olmaz. Keserse, nâfile olur ve etinden yiyebilir ve fakîrlere<br />

verdiği et sadaka olur. Fakîr, hayvanı kurban etmek niyyeti ile ve belli üç<br />

gün içinde satın alırsa, bu kavle göre, adak olur ve bayramın ilk üç günü içinde kesmesi<br />

vâcib olur. Diğer kavle göre, nezr olmaz, nâfile olur. Zengin ve fakîr, nezr kurbanlarının<br />

etlerinden kendileri yiyemez ve zekât vermesi câiz olmayan kimseler<br />

de yiyemez ve zenginlere yidirmez. Bu günlerde kesmezlerse, bayramdan sonra canlı<br />

olarak kendini, eğer satın almamış ise, değerini sadaka verirler. Kesip etini sadaka<br />

vermeleri câiz olur. Bayramda kesilen nezrin etlerinin kıymeti, diri değerinden<br />

az olursa, farkını ayrıca sadaka vermeleri lâzım olur.<br />

AKÎKA KESMEK: Akîka, çocuk ni’metine karşılık, Allahü teâlâya şükr etmek<br />

niyyeti ile hayvan kesmekdir. Çocuğa nafaka vermesi vâcib olan kimsenin, yedinci<br />

günü ism koyması ve başını kazıyıp, saçının ağırlığı kadar, erkek için altın veyâ<br />

gümüş, kız için gümüş sadaka vermesi ve kendi malından, erkek için iki, kız için bir<br />

akîka hayvanı kesmesi, hanefîde müstehabdır. Akîka hayvanı, kurbanlık hayvan gibi<br />

olmalıdır. Sonra da kesilebilir. [Her zemân kesilebilir. Kurban bayramında da<br />

kesilebilir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” nübüvvetden sonra, kendisi<br />

için akîka kesdiği (Şir’a)da yazılıdır. Ölü olarak doğana ism konmaz ve akîkası kesilmez.]<br />

Etlerinden, kesen yiyebilir ve pişmiş veyâ çiğ olarak zengin, fakîr herkese<br />

verebilir. Akîka kesmek, Şâfi’î ve Mâlikî mezheblerinde sünnet-i müekkededir.<br />

Şâfi’î ve Hanbelî mezheblerinde, kemikleri atılmaz, kırılmaz. Oynak yerlerinden<br />

ayrılıp toplanır. Bir temiz, beyâz bez içinde gömülür. Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde<br />

kemikleri kırılabilir. Akîka, çocukları belâlardan, hastalıklardan korur. Kıyâmetde,<br />

anaya, babaya, ayrı bir şefâ’at ederler. (Mevâhib-i ledünniyye) birinci cildde<br />

diyor ki, (Hicretin sekizinci yılında İbrâhîm dünyâya gelince, yedinci günü,<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” İbrâhîmin başını traş etdirip, saçının ağırlığı<br />

kadar gümüş sadaka verdi ve akîka olarak iki koç kesdi. Saçlarını gömdü).<br />

Seni seven âşıkların,<br />

gözü, gayra bakmaz imiş,<br />

seni maksûd edinenler,<br />

dünyâ ahret anmaz imiş.<br />

Gönlün sana verenlerin,<br />

ilmi sana erenlerin,<br />

gözü seni görenlerin,<br />

tâli’leri sönmez imiş.<br />

Ölmez imiş âşık canı,<br />

hiç çürümez imiş teni,<br />

aşk her kimi kıldı fânî,<br />

ona zevâl ermez imiş.<br />

Emrine baş eğenlerin,<br />

vuslatına erenlerin,<br />

bülbül gibi ötenlerin,<br />

kimse dilin bilmez imiş.<br />

Aşkın ile bilişenler,<br />

senin için sevişenler,<br />

halvetine erişenler,<br />

ölümden hiç korkmaz imiş.<br />

Aklın varsa, ey kardeşim,<br />

Hakkı sevmek olsun işin,<br />

aşk tadını tatmıyanın,<br />

kalbi temiz olmaz imiş.<br />

– 329 –


82 — ADAK<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh”, (Dürr-ül-muhtâr) şerhinde, üçüncü cild, yemîn<br />

bahsinde ve ikinci cild, oruc bahsinin sonunda buyuruyor ki:<br />

Nezr, ya’nî adak ibâdetdir. Nezr ancak Allah için yapılır. Kul için yapılmaz. Bir<br />

şeyi adamak iki dürlü olur: Mutlak nezr, şarta bağlı nezr.<br />

1 — Mutlak nezr (Allahü teâlâ için, bir sene oruc tutacağım) demek gibidir. Bir<br />

şarta bağlı değildir. Bunu söylerken, kasd etmese de, söz arasında dilinden çıkmış<br />

ise de, yapması vâcib olur. Çünki, talâkda ve adakda niyyetsiz, düşünmeden söylemek,<br />

ciddî, istiyerek söylemek gibidir. Hattâ (Allahü teâlâ için, bir gün oruc tutmak<br />

üzerime borc olsun) diyeceği yerde, (bir ay oruc tutmak) diye ağzından çıksa,<br />

bir ay tutması lâzım olur.<br />

Nezr, bir ibâdetdir. Çünki, nemâz, oruc, hacca gitmek, köle âzâd etmek ve<br />

başka ibâdetler nezr olunur. Nezrin yerine getirilmesini islâmiyyet emr etmekdedir.<br />

Getirilmezse, günâh olur. Nezr, yemîne benzemekdedir. Bir kimse (Nezrim olsun)<br />

dese, neyi adadığını söylemese ve niyyet etmese, yemîn keffâreti vermesi lâzım<br />

olur. Bir kimse, Allahü teâlânın rızâsı için oruc tutayım dese, kaç gün olduğunu<br />

söylemese ve birşey niyyet etmese veyâ yalnız nezr niyyet etse, yemîn olmasını<br />

veyâ olmamasını hâtırına hiç getirmese veyâ nezr olmasını ve yemîn olmamasını<br />

niyyet etse, bu orucu nezr olur ve üç gün oruc tutar. Bunu söylerken, nezr olmayıp,<br />

yemîn olmasını niyyet etse, yemîn olur. Orucu bozarsa, yemîn keffâreti lâzım<br />

olur. Hem nezr, hem yemîn olmasını niyyet eder veyâ nezri nefy etmeksizin<br />

yemîn olmasını niyyet ederse, bu oruc, hem yemîn, hem de adak olur. Bu orucu bozarsa,<br />

hem kazâ, hem de yemîn keffâreti lâzım olur.<br />

Adak edilen şeyin, farz veyâ vâcib olan bir ibâdete benzemesi ve başlı başına<br />

bir ibâdet olması lâzımdır. Meselâ, abdest almak, ölü kefenlemek başlı başına ibâdet<br />

olmadıklarından adak olamaz. Hasta ziyâret etmek, cenâze taşımak, gusl etmek,<br />

câmi’ içine girmek, Kur’ân-ı kerîmi tutmak, ezân okumak, mekteb binâ etmek,<br />

câmi’ binâ etmek de ibâdet ise de, başlı başına ibâdet değildir. Nezr olunmazlar.<br />

Nezr edilen şeyin benzemesi lâzım olan farzın, vâcibin başlı başına ibâdet olması<br />

lâzım değildir. Meselâ, bir şey vakf etmeği adamak câizdir. Çünki vakf, müslimânlar<br />

için câmi’ binâ etmeğe benzemekdedir. Câmi’ yapmak, başlı başına bir ibâdet<br />

değil ise de, vakf başlı başına ibâdetdir. Meselâ, abdest almak, başlı başına ibâdet<br />

olmayıp, başlı başına ibâdet olan nemâzın bir şartıdır. Ölüyü kefenlemek de,<br />

cenâze nemâzının kabûl olması için şartdır. Ölünün setr-i avreti, cenâze nemâzının<br />

şartıdır.<br />

Şarta bağlı olmıyan nezri, fakîr olsa da, hemen yapması lâzım olur. Yapmadan<br />

ölüm hâli gelirse, keffâret için vasıyyet lâzım olur. Özrsüz gecikdirmek de câiz olur.<br />

Yerine getirirken yapmasını ta’yîn etdiği şeyleri yapması lâzım olmaz. Meselâ şu<br />

parayı, belli yerde ve belli zemânda ve belli fakîre sadaka vermeği veyâ belli bir<br />

yerde nemâz kılmağı ta’yîn etmiş ise, bunları gözetmesi lâzım gelmez. Fekat, nezr<br />

ederken söylemiş olduğu mikdârı değişdiremez. Fekat, şu fakîre Allahü teâlâ<br />

için altın vereyim diye nezr etse, o fakîre vermesi lâzım olur. Çünki, vereceği altın<br />

veyâ malı ta’yîn etmemesi, fakîri ta’yîn etmek istediğini göstermekdedir.<br />

2 — Şarta bağlı olan adakdır. Murâd edilen şart hâsıl olunca, nezri yerine getirmesi<br />

lâzım olur. [Yerine getirmeyip, yemîn keffâreti yapması da câiz olduğu (Fetâvâ-yı<br />

Hayriyye)de yazılıdır. Tahtâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (İmdâd) hâşiyesi,<br />

oruc sonunda diyor ki, (Nezr yapmanın câiz olduğu âyet-i kerîmeden ve hadîs-i<br />

şerîfden anlaşılmakdadır. Nezr yapmak, istenilen birşeyin hâsıl olmasına ta’lîk<br />

edilirse [bağlanırsa], şart etdiği şey hâsıl olunca, nezr etdiği şeyi yapmak lâzım olur.<br />

Hâsıl olmasını istemediği birşeyi şart ederse, istemediği şey hâsıl olunca, hac,<br />

oruc, sadaka, nâfile nemâz gibi nezrlerini, isterse yapar. İstemezse, yapmayıp, ye-<br />

– 330 –


mîn keffâreti verir. Meselâ, Alî ile konuşursam, Allah için yüz lira sadaka nezrim<br />

olsun deyip, Alî ile konuşursa, isterse, sadakayı verir, isterse vermeyip, yemîn keffâreti<br />

verir. Fekat, zevcem boş olsun dedi ise, Alî ile konuşunca, zevcesi boş olur.<br />

Yemîn keffâreti vermesi câiz olmaz. Şarta bağlı olan nezri, şart hâsıl olmadan önce<br />

yapmak câiz değildir. Meselâ, hastam iyi olursa, Allah için şu kadar sadaka vermek<br />

ve sevâbını seyyid Ahmed Bedevî hazretlerine bağışlamak nezrim olsun deyip,<br />

hasta iyi olmadan önce nezrini yapması câiz olmaz. Hasta iyi oldukdan sonra<br />

yapması lâzım olur. Şarta bağlı olan nezri yaparken de yeri, fakîrin şahsını ve<br />

fakîrlerin adedlerini ve paranın cinsini de söylediği gibi yapmak lâzım değildir. Şarta<br />

mu’allak olan nezr, şart edilen şeye karşılık olarak yapılmamalıdır. Allahü teâlâya<br />

şükr olarak yapılmalıdır. Şükr secdesi yapmak gibidir.)]<br />

Nezri yerine getirmek lâzım olduğu, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde bildirilmiş<br />

ve icmâ-i ümmet hâsıl olmuşdur. Hac sûresi, yirmidokuzuncu âyet-i kerîmesinde<br />

meâlen, (Adaklarını yerine getirsinler!) buyurulmuşdur. Bunun için, nezri<br />

yerine getirmek vâcibdir. Ba’zıları, farzdır, dedi.<br />

Oruc, nemâz, sadaka, vakf, i’tikâf, köle âzâd etmek, yürüyerek bile olsa, hacca<br />

gitmek adak olunur. Çünki bunlar, başlı başına ibâdetdir ve herbiri bir farza veyâ<br />

vâcibe benzemekdedir. Meselâ, oruc keffâreti için köle âzâd etmek farzdır. Mekke<br />

ehâlîsinden, gücü yetenlerin yürüyerek hac etmesi farzdır. Burada ibâdet olan,<br />

yürümek değil, hacdır. İ’tikâf da, nemâzın son rek’atında oturmağa benzemekdedir.<br />

Vakfa gelince, her şehrde, müslimânlar için, hükûmetin beyt-ül-mâldan câmi’<br />

yapdırması farzdır. Hükûmet yapdırmazsa, müslimânların yapdırması farz olur.<br />

İ’tikâf, hac, nemâz, oruc ve sadaka gibi nezrleri, şarta bağlı değil ise, zemânını,<br />

mekânını, fakîri ve paranın cinsini gözetmeksizin yerine getirmek câizdir. Meselâ,<br />

şu gümüşleri, Cum’a günü, Mekkede, falanca fakîre sadaka vermeği nezr etse,<br />

başka gümüşleri, başka gün, başka yerde, başka birine vermesi câiz olur. Haccı, nemâzı<br />

ve i’tikâfı veyâ orucu, nezr etdiği zemândan dahâ önce yapması câizdir. Fekat<br />

gün sayısı, bir gün bile noksan olması câiz değildir. Şarta bağlı olan nezr, şart<br />

hâsıl olmadan önce yapılamaz. Fakîri, yerini ve paranın cinsini yine değişdirebilir.<br />

Receb ayında hergün oruc tutacağım diye nezr eden kimse, hasta olup tutamasa,<br />

sonra bir ay, Ramezân gibi kazâ tutar.<br />

Bir farz veyâ vâcibe benzemiyen birşey adak edilirse, bunun yapılması lâzım gelmez.<br />

Farz-ı ayn olması lâzımdır. Farz-ı kifâyeye benzeyen adağı yerine getirmek<br />

lâzım gelmez. Hasta ziyâreti böyledir. Tavâf için Mescid-i harâma girmek ve<br />

imâm girdikden sonra, Cum’a nemâzı için câmi’e girmek farz olduğu hâlde, câmi’e<br />

girmek adak edilmez. Çünki, câmi’e girmek başlı başına bir ibâdet olmayıp, bir ibâdetin<br />

parçasıdır. Muhtâc olan anaya babaya yardım farz olduğu hâlde, anayı, babayı<br />

ziyâret, başlı başına ibâdet olmadığından, adak edilmez.<br />

Demek ki, birşey adak edilince, bunun yapılması lâzım olmak için, bu şeyin beş<br />

şarta uygun olması lâzımdır:<br />

I — Bir farz-ı ayn veyâ vâcib cinsinden olması lâzımdır.<br />

II — Başlı başına bir ibâdet olması lâzımdır.<br />

III — Kendisi günâh olmamalıdır. Kurban bayramı günü oruc adamak câiz<br />

olur. Çünki, orucun kendi harâm değildir. Başka gün tutması lâzım olur. Harâm<br />

birşeyi adamak, yemîn olur. Bunu yapması günâh olur. Meselâ, filân kimseyi öldürmek,<br />

Allah için nezrim olsun deyince, öldürmeyip, yemîn keffâreti verir.<br />

IV — Yapması kendine zâten farz olan birşeyi adamak sahîh olmaz. Meselâ, hâcı<br />

olmağı adayan zengin bir kimsenin bir kerre hacca gitmesi zâten farzdır. Hâcı<br />

olmağı adamak, farz olan hacca gideceğini haber vermek demekdir. Çünki, nâfile<br />

hac yapan hâcı olmaz. Farz olan haccı adamak sahîh olmadığı için, bu kimsenin<br />

– 331 –


ir kerre hacca gitmesi farzdır. Adak için de gitmesi lâzım gelmez.<br />

Zengin kimse, kurban kesme günlerinden birinde, bir koyun kurban etmeği nezr<br />

ederse, iki kesmesi lâzım olur. Biri adak için, birisi bayram için olur. Bu kimse, nezr<br />

ederken, bayram kurbanını kasd ederse, bir kurban keser. Bayram günlerinden önce<br />

nezr ederse, niyyeti ne olursa olsun, iki kurban keser. Çünki, üzerine henüz vâcib<br />

olmıyan bir şeyi yapmağı kasd etmek, haber vermek olamaz. Bayram günlerinde<br />

zengin olan da, bayram günü fakîr iken nezr edince, yine bu sebebden dolayı<br />

iki kurban keser. Hâcı olmıyan zengin kimsenin hac adaması da, zengin kimsenin,<br />

kurban kesme günlerinde kurban adaması gibidir. Çünki, hacca gitmek de, kurban<br />

kesmek gibi, iki dürlü olur: Farz olan hac yapmak, nâfile hac yapmak. Hacca gitmeği<br />

nezr edince, hâcı olmağı, ya’nî farz olan hacca gitmeği kasd etmezse, iki kerre<br />

hacca gitmesi lâzımdır. Çünki, kurban kesmesi vâcib olan kimse, adak yaparken,<br />

vâcibi kasd etmezse, nâfile kurban anlaşılır ve adak sahîh olur. Hacca gitmek<br />

adak edince de, farz olan hac kasd edilmezse, nâfile hac anlaşılır. Adak sahîh olur.<br />

Birisi farz, birisi adak olmak üzere iki kerre hacca gider. Ramezân-ı şerîf orucunu<br />

ve meselâ öğle nemâzını ve hâcı olmağı, ya’nî haccetül-islâm adamak ise böyle<br />

değildirler. Bunları söyleyince yalnız farz anlaşılır. Bunların nâfilesi yokdur. Bunları<br />

adayan kimse, yalnız farzı kasd etmiş olduğu için, adak sahîh olmaz. Demek<br />

ki, hem farz, hem nâfile olan şey nezr edilir. Nezr ederken farz olanı kasd etmemek<br />

lâzımdır. Nemâz, oruc, hac ve kurban adamak böyledir. Ramezânda oruc nezr<br />

edene birşey lâzım gelmez. Yalnız farz olan Ramezân orucunu tutar.<br />

Fakîrin ve zenginin kurban adaması câizdir. Kurban demek, bayramın ilk üç gününde<br />

zengin için vâcib, fakîr için ise nâfile olarak kesilen koyun, keçi, sığır veyâ<br />

deve demekdir. On koyun kurban adayan kimse, bayramın üç günü içinde on koyun<br />

keser. Bundan sonraya kalırsa, mevcûd iseler, diri olarak sadaka verir. Çünki,<br />

bir koyun kesmek emr olundu. Adak sayısının on olması, vâcib olan kurbanı keseceğini<br />

haber vermediğini göstermekdedir. Adak kurbanının, belli üç günde kesilmesi<br />

lâzımdır. Bu günler gelmeden önce kesilirse, kurban olmaz ve adak yerine<br />

getirilmiş olmaz. Adak kurbanı belli üç günde kesilemedi ise, altın, gümüş<br />

olarak değeri veyâ diri olarak kendisi fakîrlere verilir. Belli üç günden sonra kesip<br />

de, eti fakîrlere dağıtılırsa, etin değeri, diri kurban değerinden az olmamalıdır.<br />

Az olursa, aradaki fark kadar para da dağıtılır. Hâlbuki, kurban demeyip bir koyun<br />

kesmek nezr edilince, gün ve yer belli etse bile, kurban bayramı günleri dâhil,<br />

istediği zemân ve istediği yerde kesebilir.<br />

V — Nezr edilen sadakanın, mal olması, mülkündekinden çok olmaması ve başkasının<br />

malı olmaması lâzımdır. Meselâ yüz lirası olan, bin lira sadaka vermek adarsa,<br />

yüz lira vermesi lâzım olur. Belli mikdârda altını vermeği nezr etse, altınlar helâk<br />

olsa, nezr sâkıt olur.<br />

Kur’ân-ı kerîm okumağı ve tavâf etmeği adamak câizdir. Peygamberimize “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” hergün, belli sayıda salevât okumağı [meselâ, (Delâil-i<br />

hayrât) veyâ (Câliyet-ül ekdâr) okumağı] adamak câizdir.<br />

[Allah rızâsı için horoz kurban edeceğim veyâ keseceğim diyerek horoz adamak<br />

câiz olmaz. Çünki, horoz kurbanlık hayvan değildir. Horoz adamak istiyen, (Allah<br />

rızâsı için horoz kesip, etini fakîrlere vereceğim) demeli ve horozu diri olarak<br />

veyâ kesip, etini fakîre vermelidir. Böylece, kurban değil, sadaka nezr edilmiş olur].<br />

Sadaka adayan kimse, mikdârını söylerse, o mikdârı verir. Söylemezse, yemîn keffâreti,<br />

ya’nî on fakîre yarımşar sâ’ buğday veyâ değerini verir.<br />

Yolcusu veyâ sevdiği, saydığı kimse gelince, sevinç veyâ o insan için saygı hayvanı<br />

veyâ şükr hayvanı kesmek câiz değildir. Yolcu gelmeden veyâ gelince adak<br />

edilir ve adak olarak, ya’nî Allahü teâlâ için kesilir ve etleri fakîrlere yidirilir. Zenginler<br />

yiyemez. [Hayvan kesmeği adarken, kurban derse, kurban bayramında<br />

kesmesi lâzım olur.] Gelene ziyâfet için kesmek de câizdir.<br />

– 332 –


Şarta bağlı olmıyan nezri, ta’yîn etdiği zemândan önce yapmak câizdir. Fekat,<br />

şarta bağlı olan nezri, istenilen şart hâsıl olmadan önce yapmak sahîh olmaz. Sadaka<br />

vermek için birşey adayan kimse, aynı değerde başka şeyi veyâ kıymetini verebilir.<br />

Adı belli bir ayın orucunu adak eden, o ay hergün tutar. Bozduğu günleri,<br />

kazâ eder. Ayın adını söylemedi ise, muhtelif aylarda, bir ay [otuz gün] tutar.<br />

Hasta, Allah için bir ay oruc tutayım dese, iyi olmadan ölse, birşey lâzım gelmez.<br />

Bir gün bile iyi olup tutmaz ise, hepsi için iskât yapılmasını vasıyyet eder.<br />

Fakîr olsun, zengin olsun, adak eden, adak edilerek kesilen hayvanın etinden<br />

yiyemez ve zekât vermek câiz olmıyanlara yidiremez. Anasına, babasına, evlâdlarına,<br />

zevcine veyâ zevcesine, fakîr olsalar da yidiremez. Yirse veyâ bunlara yidirirse,<br />

yinilen etin kıymetini, fakîrlere sadaka verir. Akrabâsından ve evinde<br />

bulunanlardan, zekâtını vermesi câiz olan büyük, küçük herkes yiyebilir. Bunlar<br />

içinde, zengin olanlar yiyemez. Yirlerse, adak sâhibi, bunların kıymetini fakîrlere<br />

verir.<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” koyunların zekâtı sonunda buyuruyor<br />

ki; zekâtda, uşrda, harâcda, fıtrada, nezrde ve köle âzâdından başka keffâretlerde,<br />

mislî olmıyan malın kendi bulunsa bile, kıymetini vermek de câizdir. [Zekât malının<br />

kıymeti olarak yine zekât malı verilir. Başka mal verilemez. Diğerlerinde herhangi<br />

bir mal verilebilir.] Dört za’îf koyun yerine, üç besili koyun vermek câizdir.<br />

Misli bulunan, ya’nî ağırlıkla veyâ hacmla ölçülen malların yerine, aynı cinsden kıymetleri<br />

verilemez. Meselâ, ayârı düşük beş altın yerine, ayârı yüksek olan dört altın<br />

vermek veyâ düşük beş kile buğday yerine, iyisinden dört kile vermek câiz değildir.<br />

İyilerinden de beş vermek câiz olur. Fekat, başka cinsden verince, bunlarda<br />

da kıymeti kadar vermek câiz olur. Çünki, karşılaşdırılmalarında fâiz bulunan<br />

mallar, başka cinsden olunca, iyilerinden az, düşüklerinden çok peşin vermek<br />

câiz olur. Kurbanda ve köle âzâd etmekde kıymeti verilemez. Çünki, bunlarda kan<br />

akıtmak ve kölelikden kurtarmak lâzımdır. Mal vermek lâzım değildir. Ancak bayram<br />

günleri çıkdıkdan sonra, kurbanın kıymeti fakîrlere verilebilir. İki orta koyun<br />

kurban etmeği adayan kimse, ikisinin değerinde olan bir büyük koç kurban edemez.<br />

İki kurban etmesi lâzımdır. [Koyun yerine aynı sayıda keçi ve deve yerine aynı<br />

sayıda sığır kurban edilir. Semizlikleri, kıymetleri aynı olması lâzım değildir.]<br />

Fekat iki orta koyun sadaka vermeği adayan, ikisinin değerinde olan bir iri koç sadaka<br />

verebilir. Bir teneke düşük hurma adayan, aynı değerde yarım teneke iyi hurma<br />

veremez. Çünki, aynı cinsden olunca, birbirleri ile değişdirilirken, hacmleri müsâvî<br />

olmazsa, fâiz olur. Aynı değerde yarım teneke iyi arpa verseydi, câiz olurdu.<br />

Hayvan kesmeği, Allahü teâlâ için, şartsız olarak adamalıdır. Etleri fakîrlere dağıtıp,<br />

bunların sevâbını bir Velîye, büyük zâta hediyye etmek câiz olur. Sonra, bu<br />

nezrin ve sadakanın ve bu Velînin hurmetine murâdın hâsıl olması için düâ edilmelidir.<br />

Yâhud, filânca işim olursa, Allah için, meselâ Eyyûbde bir koyun kesip,<br />

etlerini hazret-i Hâlidin “radıyallahü anh” komşusu fakîrlere dağıtıp, sevâbını onun<br />

rûhuna hediyye edeceğim, diye adamalıdır. Böyle şartlı adak hayvanı, murâd hâsıl<br />

olmadan önce kesilemez. Hayvanı mezârın yanında kesmemelidir. Türbelere<br />

bez, iplik bağlamak, mezârlara mum yakmak da, dînimizde yokdur. Bunları, hıristiyanlar<br />

yapar. Mezâra mum yakılmaz. Türbeye hizmet eden, orada ibâdet eden<br />

fakîrlere mum götürülürse, sadaka sevâbı olur. Bu sevâb ölüye bağışlanır. Ölüye,<br />

mum lâzım değildir. Mü’minin kabri, Cennet bağçesidir. Nûr içindedir. Kâfirinki<br />

ise, Cehennem çukurudur. Azâb doludur. Mum onu azâbdan kurtarmaz.<br />

(Dürr-ül-muhtâr)da, oruc bahsi sonunda buyuruyor ki: (Câhil halk, ölüler için,<br />

para, mum ve benzeri şeyler adıyor. Bu sûretle, Evliyâ-ı kirâma yaklaşmak, onlardan<br />

fâidelenmek istiyorlar. Bu adaklar harâmdır ve fâidesizdir. Bunları Allahü teâlâ<br />

için adamalı ve türbelerdeki fakîr müslimânlara vermelidir). İbni Âbidîn, bu<br />

satırları şerh ederken, buyuruyor ki: (Evliyâ-ı kirâmdan birinin mezârına gidip, gayb<br />

– 333 –


olan malımı bulur veyâ hastamı iyi eder veyâ falan işimi görürsen, şu parayı, şu yemekleri<br />

senin için vereceğim, sana mum yakacağım demek harâmdır. Çünki adak,<br />

yalnız Allah için olur. Allahü teâlâdan ayrı olarak bir ölüden birşey beklemek küfr<br />

olur. Îmânı giderir. [Kiliseye, ayazmaya, mezâra, türbeye gidip, hazret-i Îsâdan,<br />

Meryem anadan, Evliyâdan birşey istiyen, bunlara düâ eden kâfir olur. Bunların<br />

hurmeti, hâtırı için Allahü teâlâdan istemelidir. Abdülhakîm efendi “kuddise sirruh”<br />

(Tezveren dede) demenin çok çirkin ve küfre sebeb olacağını beyân buyururdu.]<br />

Yâ Rabbî! Hastamı iyi edersen, falan Velînin türbesi yanındaki fakîrlere<br />

şu parayı senin için adak etdim. Sadaka sevâbını da bu Velînin rûhuna bağışladım,<br />

demelidir. Böyle adakları zenginlerin alması harâm olur. Fakîrlere sadaka edilmiyen<br />

mal, adak olarak kabûl olmaz. Meselâ, mezâr üzerine mum yakmak, minârede<br />

kandil yakmak ve câmi’lerde şarkı ve oyun havaları şeklinde mevlid okutmak<br />

gibi adaklar kabûl olmaz. Bunlar için para vermek ve almak harâmdır ve fâidesizdir).<br />

Mubârek gecelerde, câmi’lerde fazla ışık yakmanın bid’at olduğu (Ukûd-üddürriyye)<br />

sonunda yazılıdır. (Eşbâh)da mescid ahkâmında da yazılıdır. 1056. cı sahîfeye<br />

bakınız!<br />

(Zekeriyâ sofrası) diyerek adak yapıyorlar. Sofraya kırk (40) çeşid meyve koyuyorlar.<br />

Komşu, ahbâb kadınları, buraya da’vet ediyorlar. Bunlardan yirken<br />

niyyet edilen hâcetin hâsıl olacağına inanıyorlar. Böyle adak bid’atdir. Yehûdî âdetidir.<br />

Nezr olan şeyi fakîrden başkasının yimesi harâmdır. Bid’ate, harâma sebeb<br />

olmak, büyük günâhdır.<br />

Temel atılırken, hasta iyi olunca, Allah için hayvan kesmeği adayıp, etini fakîrlere<br />

sadaka vermek câizdir. Sadaka sevâbı hâsıl olur.<br />

83 — YEMÎN-YEMÎN KEFFÂRETİ<br />

Yemîn, kuvvet demekdir. Sözün, niyyetin, işi yapmak veyâ yapmamak arzûsunun<br />

kuvvetli olduğunu gösterir. Yemîn yerine, half, hilf ve kasem kelimeleri de kullanılır.<br />

Yemîn üç dürlü olur:<br />

1 — (Gamûs) [günâha ve Cehenneme sokucu] yemîndir. Geçmişdeki birşey için,<br />

bile bile yalan söyliyerek, yemîn etmekdir. Büyük günâhdır. Pişman olunca tevbe,<br />

istigfâr edilir. Keffâret verilmez.<br />

2 — (Mün’akıde) yemîndir. İlerde yapacağım veyâ yapmıyacağım diyerek söylenen<br />

yemîndir. Bu da üç dürlü olur. Üçünde de, yemîni bozunca, keffâret vermek<br />

lâzımdır. Yemîn bozmadan önce, keffâret verilmez:<br />

A) Zemân bildirilmez. Ahmedi döğeceğim diye yemîn edince, ikisi de sağ kaldıkca<br />

döğmezse, yemîn bozulmaz. Biri ölünce bozulur. Çünki, yapacağım diye yemîn<br />

edince, o işi yapması ölünciye kadar vâcib olmaz. Döğmiyeceğim diye yemîn<br />

edince, ölünciye kadar döğmezse, sonsuz olarak bozulmaz. Çünki yapmaması<br />

hemen vâcib olur. Bir kerre döğerse, bozulur. Keffâret verir ve yemîn biter. İkinci<br />

döğerse, bir dahâ keffâret vermez.<br />

B) Zemân bildirilendir. Zemânı gelmeden bozarsa, keffâret lâzım olur. Zemânı<br />

gelmeden önce ölürse, yemîn bozulmaz.<br />

C) Şarta bağlanan yemîndir. Yemîn etdiği şeyin yapılıp yapılmamasını, kendinin<br />

veyâ başkasının birşeyi yapıp yapmamasına bağlamakdır. Kendisi veyâ karşısındaki,<br />

birşeyi yapmağa hâzırlanırken, bunun yapılmaması için (Eğer bunu yaparsan...),<br />

veyâ oturan ikinci bir kimseye birşey yapdırmak için (Eğer bunu yapmazsan...)<br />

dedikden sonra başka birşeye yemîn etmekdir. Bu yemînin sahîh olması için,<br />

birinci hâlde, o işi, zemân söylenmedi ise, hemen yapması, zemân söyledi ise, zemânın<br />

sonuna kadar yapması; ikinci hâlde ise, yapmaması veyâ yapmakdan âciz<br />

olması lâzımdır. Birinci kimse yapılması lâzım gelenden âciz olursa, yemîn sahîh<br />

olmaz. Zemân söylenmedi ise, vazgeçip sonra yaparsa, yemîn ikincisinde sahîh olur.<br />

– 334 –


Birincisinde sahîh olmaz. (Kalkıp eve gelmezsen, vallahi seni döğerim) deyince,<br />

hemen kalkıp, halâya girer, sonra giyinir eve gider. Anahtarı almak için tekrâr gelir<br />

ve ikinciye eve giderse, yemîni sahîh olmaz. Çünki bu işler, eve gelmeği gecikdirmek<br />

sayılmaz. Onu döğmesi lâzım gelmez. Hâzırlanan kadına (Sokağa çıkarsan,<br />

boş ol!) denilse, kadın oturup, sonra kalkar, çıkarsa boş olmaz. Çocuğu döğmeğe<br />

kalkan adama (Bunu döğersen, seninle konuşmam!) diye yemîn edilse, adam biraz<br />

oturup sonra döğerse, konuşmaması lâzım gelmez. Berâber yiyelim, diyene, (Seninle<br />

yirsem...) diye, yemîn edip gitse, sonra gelip yiseler, yemîn olmaz.<br />

3 — Lagv [boş yere] yemîndir. Geçmiş birşey için zan ile, yanlış yemîn etmekdir.<br />

Bunda, günâh da, keffâret de yokdur.<br />

Üç yemînde de, unutarak, zorlanarak yemîn etmek veyâ yemîni bozmak, bunları<br />

bilerek, istiyerek yapmak gibidir.<br />

Mün’akıde yemînin sahîh olması için, yemîni yerine getirebilmek, aklen veyâ<br />

fi’len mümkin olmalıdır. Zemân bildirmiş ise, zemânın sonuna kadar mümkin olmalıdır.<br />

Çünki, yemîni yerine getirmek, zemânın sonunda vâcib olur. Mümkin olmıyan<br />

bir şeye yemîn etmek günâhdır. Vallahi hakkını yarın sabâh vereceğim deyince,<br />

sabâh olmadan, ikisinden biri ölürse, yemîn sahîh olmaz. Çünki, vaktin sonunda,<br />

yemîni yerine getirmek mümkin değildir. Bu küpün suyunu bugün içeceğim<br />

diye yemîn edince, küpde su yok ise veyâ var iken, gün bitmeden döküldü ise,<br />

yemîn sahîh olmaz. Zemân bildirmedi ise, küpde su yok ise, yemîn yine sahîh olmaz<br />

ise de, su var iken, yemînden sonra döküldü ise, yemîn sahîh olur ve içmediği<br />

için, bozulmuş olup, keffâret lâzım olur. Çünki zemân bildirilmiyen yemîni yerine<br />

getirmek öleceği zemân vâcib olur ise de, öleceği zemân yapmak ve yapamayınca<br />

keffâret veyâ vasıyyet etmek meşakkat olduğundan, imkân bulunca yapmak<br />

vâcib olur.<br />

Semâya çıkacağım veyâ şu taşı altın yapacağım diye yemîn edince, yapmadığı<br />

için, hânis olup keffâret verir. Çünki fen bunu yapamıyor ise de, aklen olmıyacak<br />

şey değildir. Melekler ve birkaç Peygamber “salevâtullahi aleyhim ecma’în” göke<br />

çıkdığı gibi, taşı meydâna getiren atomlar da altın atomları hâline dönebilir.<br />

İbni Âbidîn, talâkı anlatırken diyor ki, (Şu işi yaparsam, bana halâl olan herşey<br />

harâm olsun, diye, iki iş için iki kerre söylerse, birinci işi yapınca, zevcesi bir bâin<br />

boş olur. Sonra ikinci işi yaparsa, ikinci def’a boş olur. Çünki ikinci işi yaparken,<br />

zevcesinin nikâhında bulunmaması, ikinci yemînin sahîh olmasına te’sîr etmez. İkinci<br />

yemîni söylerken nikâhında bulunduğu için, bu yemîni de sahîh olmuşdur).<br />

(Mültekâ) ve (Dürr-ül-muhtâr) kitâblarında diyor ki, (Yemîn etmek üç dürlü<br />

yapılır: Allahü teâlânın ismleri ile, küfre sebeb olan birşeyi şarta bağlamakla ve<br />

talâkı, boşamağı şart etmekle [şart olsun demekle] yemîn edilir. Allahü teâlânın<br />

ismleri ile yemîn, yâ harf ile veyâ kelime ile olur. İsmin başında (bi, tâ, ve) harflerinden<br />

biri söylenip, ismin sonu esre okunursa, yemîn olur. Yemîn, yalnız Allahü<br />

teâlânın ismleri ile olur. Başka şeylerle müslimân yemîni olmaz. Allahü teâlânın<br />

ismlerinden, Halîm, Alîm, Cevâd gibi, insanlar için de kullanılan bir ism ile yemîn<br />

ederken, Allahü teâlânın ismi olduğunu niyyet etmek lâzım olur. Yemîn etmek<br />

âdet hâlini alan ba’zı sıfatları ile de yemîn câizdir. Allahü teâlânın kudreti veyâ<br />

azameti, rahmeti için demek gibi. Kur’ân-ı kerîm, Peygamber “salevâtullahi aleyhim<br />

ecma’în”, Kâ’be için diyerek yemîn olmaz. Nâmusum üzerine söz veriyorum,<br />

şerefim üzerine doğru söyliyorum demek, yemîn değildir. Cânın için, başın<br />

için gibi yemîn etmek harâmdır. Allah için yemîn ediyorum demek, yemîn olur. Allaha<br />

ahd ediyorum, Allaha mîsâk ediyorum, yemîn olur. Kasem ediyorum, half ediyorum,<br />

yemîn ediyorum veyâ ... ederim yâhud eşhedü diyerek, Allahü teâlânın ismini<br />

söylememek de yemîn olur. Ahdım olsun, nezrim olsun, yemînim olsun demek<br />

yemîn olur.<br />

Eğer bunu yaparsan kâfirsin veyâ yehûdîsin yâhud hıristiyansın veyâ Allahsız-<br />

– 335 –


sın gibi küfre sebeb olan bir şey demek veyâ bunları ... olacaksın veyâ ... ol diye söylemek,<br />

hepsi yemîn olur. Karşısındaki kimse o işi yapınca, yemîn bozulur. Bunları<br />

yemîn niyyeti ile söyledi ise, yemîn eden keffâret verir. Eğer, onun kâfir olmasını<br />

istiyerek söyledi ise, yemîn eden kâfir olur. Çünki, küfre râzı olan kâfir olur.<br />

Müslimâna kâfir diyen, kasd etmese de, kâfir olur. Kendisine kâfir diyene, (Efendim,<br />

buyur!) gibi cevâb veren kâfir olur. Cevâb vermemeli veyâ red etmelidir.<br />

Bu odaya girersem, fâiz yimek halâl olsun demek veyâ herşeyi yimek bana harâm<br />

olsun demek, ikinci dürlü yemîn olur. Çünki, fâiz, her dinde harâmdır. Halâl<br />

olsun demek küfrdür. Herşey harâm olsun demek, yimesi, içmesi her dinde halâl<br />

olan ekmek, su gibi şeyler harâm olsun demek olup küfrdür. Küfre sebeb olan şeyleri,<br />

yemîn niyyeti ile söylerse, kâfir olmaz, yemîn etmiş olur.<br />

Eğer bunu yaparsan, Allahın gadabı veyâ la’neti sana olsun. Yâhud, zinâ etmiş<br />

ol, hırsız ol, şerâb içmiş ol, fâiz yimiş ol demek yemîn değildir. Çünki, bu sözlerle<br />

yemîn etmek, müslimânların âdeti değildir. Üzerime hak olsun demek yemîn olmaz.<br />

Allah hakkı için demek yemîn olur. Bihakkıllah demekdir. (Allaha and içiyorum)<br />

demek yemîn olur.) İbni Âbidîn buyuruyor ki, yanından geçerken, kalkmak<br />

istiyene, (Allah aşkına) veyâ (Allah için) kalkma dese, o da dinlemeyip<br />

kalksa, söyleyene birşey lâzım gelmez. Fekat, ötekinin Allahü teâlânın ismine saygı<br />

göstermesi, and verilen işi yapmaması lâzımdır. Görülüyor ki, bir işin yapılmasına<br />

veyâ yapılmamasına devâm edilmemesi için and veren, yemîn etmiş olmaz. Bir<br />

işe başlamak için and verirse, yemîn olur. Öteki yapmazsa, and verenin keffâret<br />

vermesi lâzım olur. Karımın boş olmasına yemîn ederim demek, yemîn olmaz. Kendi<br />

malını harâm ederek yemîn etse, harâm olmaz. Meselâ, şu elbisem harâm olsun<br />

ki... dese, sözünü bozarsa, elbisesi harâm olmaz. Fekat, o elbiseyi kullanınca keffâret<br />

vermesi lâzım olur. Her halâl, üzerime harâm olsun derse, yemîni bozunca,<br />

yinen ve içilen şeyleri harâm etmiş olduğu gibi, niyyet etmemiş ise dahî, evli ise karısı<br />

bâin talâk ile bir kerre boşanmış olur. Ayrıca, keffâret vermesi lâzım olmaz.<br />

Üç kerre boşanmağı niyyet etmiş ise, üç kerre boş olur. Bu işi yaparsam zevcem<br />

boş olsun, zevcem bana harâm olsun demek de böyledir. Herşey harâm olsun diyen<br />

kimse evli değilse, yemîn etmiş olur. Yemînini bozdukdan sonra, malından<br />

yir,içerse keffâret lâzım olur.<br />

Bir kimse, nezr olunmak şartları bulunan birşeyi, yapmak istiyerek nezr ederse,<br />

nezr olur. Yapması vâcib olur. Meselâ, Allah için bir ay oruc tutmak nezrim olsun<br />

dese yâhud gâib olan şeyi bulursam, bir ay oruc nezrim olsun dese ve o şeyi bulsa,<br />

oruc tutması vâcib olur. Keffâret vermekle kurtulamaz.<br />

Nezri, yapmak istemediği bir şarta bağlarsa, meselâ, falancanın çantasını çalarsam,<br />

bir ay oruc nezrim olsun derse, çalmadan oruc tutar veyâ yemîn keffâreti verir.<br />

Yemîn ederken inşâallah derse, yemîn olmaz.<br />

Mushaf hakkı için demek veyâ Mushafa elini koymak yâhud Mushafı gösterip<br />

bunun hakkı için demek, yemîn olur. Çünki, böyle yemîn âdet olmuşdur.<br />

(Dürr-ül-muhtâr)da buyuruyor ki, yemîne bağlanan işi anlatan kelimenin, Şâfi’î<br />

mezhebinde lügat ma’nâsına bakılır. Mâlikîde, Kur’ân-ı kerîmde kullanılan<br />

ma’nâsına, hanbelîde ise, yemîn edenin niyyet etdiği ma’nâya bakılır. Hanefî<br />

mezhebinde, o zemânda, o memleketlerde, o kelimenin kullanılması âdet olan<br />

ma’nâsı kabûl edilir. Meselâ, hayvana binmiyeceğim diye yemîn edince, insanın sırtına<br />

binerse, yemîni bozulmaz. Çünki, lügatda, insan (Hayvân-ı nâtık) diye ta’rîf<br />

edilir ise de, insana hayvan demek âdet değildir. Direk üstüne oturmıyacağım diye<br />

yemîn eden kimse, dağ üzerine oturursa, yemîni bozulmaz. Kur’ân-ı kerîmde<br />

dağa, direk buyuruldu ise de, böyle demek âdet olmamışdır. Ev yıkmıyacağım diye<br />

yemîn eden kimse, örümcek yuvasını bozunca, yemîni bozulmaz. Kur’ân-ı kerîmde,<br />

örümcek yuvasına da ev buyuruldu ise de, buna yuva demek âdetdir. Ye-<br />

– 336 –


mîn eden kimse, kelimenin Kur’ân-ı kerîmdeki veyâ lügatdaki ma’nâsını niyyet ederek<br />

yemîn etdim derse, sözü kabûl edilir. Fekat, kelime mecâz olarak, ya’nî ma’nâsı<br />

dışında kullanılıyorsa, böyle âdet olan ma’nâya niyyet etdim demesi kabûl edilmez.<br />

Fülûs ile birşey almam diye yemîn eden, altın ile satın alınca, yemîni bozulmaz.<br />

Çünki fülûs, üzeri damgalı bakır paranın ismidir. (Hiçbirşey satın almam) demek<br />

istedim denemez. Böyle demek âdet olsa da fülûsun ma’nâsı açıkdır. Bu<br />

ma’nâyı âdet değişdiremez. Kapıdan çıkmıyacağım diyen kimse, pencereden çıkarsa,<br />

kırbaç vurmıyacağım diyen, sopa vurursa, yemîn bozulmaz. İbni Âbidîn, evlenmesi<br />

harâm olanları anlatırken, birisinin yüzüne bakmıyacağım diye yemîn eden,<br />

aynadaki görüntüsüne bakabilir. Çünki, bu görüntü, kendisi değildir, benzeridir<br />

diyor. [Bunun gibi, ho-parlörde ve radyoda işitilen de, insanın sesi değildir, benzeridir.]<br />

Harâm işlemek, ibâdet yapmamak için yemîn eden, bozar. Sonra keffâret verir.<br />

Yemîn keffâreti için, bir köle âzâd eder. Yâhud, zekât alması câiz olan, erkek<br />

veyâ kadın on fakîre, bütün bedeni örtecek kadar, bir kat çamaşır verir veyâ aç olan<br />

on fakîre bir gün iki def’a ta’âm ibâha eder, ya’nî doyurur. Bir günün ikinci<br />

def’asında, başkalarını doyurması câiz olmaz. Bunun için, yirmi fakîri sabâh doyurursa,<br />

onunu akşam da doyurması veyâ onuna sadaka-i fıtr kadar mal temlîk etmesi<br />

de lâzım olur. Fakîrlerin hepsini aynı günde doyurmak şart değildir. Sonraki<br />

günde, evvelki gündekileri veyâ başkalarını doyurabilir. Bir fakîre, on gün, birer<br />

takım çamaşır vermek veyâ hergün iki def’a yâhud yirmi gün birer def’a doyurmak<br />

da olur. On fakîre bir kerre veyâ bir fakîre on gün, hergün bir kerre yarım sâ’<br />

buğday veyâ un veyâ ekmek yâhud bu değerde [kumaş, havlu, mendil, çorab, et,<br />

pirinç, çamaşır, terlik, ilâc veyâ din, fen, ahlâk kitâbı gibi] başka mal, altın, gümüş<br />

para temlik, ya’nî vermek de olur. Bir fakîre on günlüğü, bir günde verirse, hepsi<br />

bir günlük olur. On fakîrin herbirine bir günde yüzlerce sâ’ verilse, yine bir yemîn<br />

keffâreti olur. Ölü için yapılan yemîn keffâretinde de böyledir. Doyurmak ve<br />

mal vermek için, başkasını vekîl etmek, sonra buna ödemek câizdir. Bu üçünden<br />

birini yapamıyan fakîr, üç gün ardarda oruc tutar. Bu oruclara, gece niyyet edilir.<br />

Kadın üç günü temâmlamadan hayz başlarsa, oruca devâm etmez. Hayz bitdikden<br />

sonra, yeniden üç gün tutar. Ramezân orucunun keffâreti böyle değildir. Hinsden,<br />

ya’nî yemîni bozmadan önce keffâret sahîh olmaz. Yemîn keffâretini gecikdirmek<br />

günâhdır. (Dâmâd)da diyor ki: Çeşidli yemînlerin keffâretleri ayrı yapılır. (Vallahi<br />

verrahmâni verrahîmi şu işi yapmam) dese, üç yemîn olur. O işi yaparsa, üç<br />

keffâret lâzım olur. İbâha, ya’nî doyuracak ta’âmı alması için, fakîre fülûs [kâğıd<br />

para] vermenin câiz olduğu (Hindiyye)de ve (Bedâyı)da yazılıdır. Keffâret yaparken<br />

niyyet etmek lâzımdır.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Tüccârın, pazarcıların çoğu<br />

fâcirdir!) Sebebini sorduklarında, (Alış verişleri halâl olmaz. Çünki, çok yemîn<br />

ederek günâha girerler ve yalan söylerler) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Yalan yere<br />

yemîn ederek, birinin malını alan kimse, kıyâmet günü, Allahü teâlâyı gadablı<br />

görecekdir). [Üçüncü kısm, onbeşinci maddede, ikinci sahîfeye bakınız!] Bir hadîs-i<br />

şerîfde, (Îmân sâhibi, her kabâhati yapabilir. Fekat, hiyânet yapamaz ve yalan<br />

söyliyemez) ve bir hadîs-i şerîfde de, (Yalan üç yerde câiz olur: Harbde [ve her<br />

zemân, din düşmanlarının zararından korunmak veyâ müslimânları korumak<br />

için]. İkincisi, iki müslimânı barışdırmak için, birinden diğerine iyi lâf getirmek.<br />

Üçüncüsü, zevcelerini idâre etmek için) buyuruldu. Zâlimden, bir müslimânın bulunduğu<br />

yeri, malını, günâhını saklamak câizdir. İki müslimânın, kadın ile erkeğin<br />

arası açılmasını önlemek için, malını korumak için, müslimânın sırrı, aybı<br />

meydâna çıkmamak için ve bunlar gibi harâmları önlemek için, yalan câiz olur. Ölmemek<br />

için leş yimeğe benzer.<br />

(Tarîkat-ı Muhammediyye)de diyor ki: (Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sel-<br />

– 337 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:22


lem”, (Yalan yere yemîn, büyük günâhdır) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde de, (Yalan<br />

yemîn ederek bir müslimânın hakkını alan kimsenin gideceği yer, Cehennemdir)<br />

buyurdu. Doğru olarak çok yemîn etmek, Allahü teâlânın ismine ve yemîne<br />

kıymet vermemek olur. Bunlara kıymet vermiyerek yemîn etmek çok çirkindir.<br />

Şarkılarda, temsîllerde, eğlencelerde yemîn etmek böyledir.<br />

Birkaç yemîni bozarsa, hepsi için ayrı ayrı keffâret yapması lâzımdır. Keffâretler,<br />

zekât gibi, ibâdet-i mâliyyedir. Malını fakîrlere bir vekîl vâsıtası ile vermesi câiz<br />

olur. Fekat, kendisinin, malı ayırırken veyâ fakîre verilinceye kadar niyyet etmesi<br />

lâzımdır).<br />

(İbdâ) kitâbı, dörtyüzyedinci sahîfede diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, (Babam hakkı<br />

için diyerek yemîn etmeyiniz! Yemîn, Allah ismi ile olur) buyuruldu. Ebû Dâvüddeki<br />

hadîs-i şerîfde, (Emânet, ya’nî nâmus için yemîn eden, bizden değildir)<br />

buyuruldu. (Allahdan başka bir ism ile yemîn eden kâfir olur) hadîs-i şerîfini<br />

Tirmizî “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildiriyor. Babanın başı için, canın, başın için,<br />

Kâ’be için, nâmus için, falan Velînin toprağı için gibi yemîn etmeler yaygın hâl almışdır).<br />

(Uyûn-ül-besâir)de diyor ki, (Kâfirin yemîn etmesi ve keffâret yapması sahîh<br />

olmaz). Bundan anlaşılıyor ki, kâfirlerin, mürtedlerin and vermeleri sahîh olmaz.<br />

Bunların and verdikleri şeyleri yapmak lâzım olmaz.<br />

(Hadîka)da dil âfetlerinde diyor ki, (And vererek, meselâ (Allah aşkına) diyerek<br />

bir kimseden dünyâlık şey istemek câiz değildir. Hadîs-i şerîfde, bunların<br />

mel’ûn oldukları bildirildi). (Dürer) ve (Gurer)de ve (İbni Âbidîn) beşinci cildde<br />

ve (Hadîka)da diyor ki, bir müslimân, (Allah hakkı için şunu yap) derse, bunu yapmak<br />

lâzım olmaz, ya’nî yapmamak günâh olmaz ise de, tâ’at, hattâ mubâh olan şeyleri<br />

yapmak iyi olur. Peygamber hakkı için yâhud ölü veyâ diri bir Velî hakkı için<br />

düâ etmek harâmdır. Çünki, kimsenin Allahü teâlâ üzerinde hakkı yokdur. Âlimlerin<br />

bir kısmı böyle ictihâd etdi ise de, böyle düâ etmek, (Yâ Rabbî, onlara vermiş<br />

olduğun hak için) niyyeti ile câiz olur. Çünki, Rum sûresinin kırkyedinci âyetinin<br />

meâl-i şerîfi, (Üzerimize hak oldu ki, mü’minlere yardım ederiz)dir. En’âm<br />

sûresinin onikinci âyetinin meâl-i şerîfi, (Allahü teâlâ kullarına merhamet etmeği<br />

kendisine lâzım kıldı) olup, merhamet ve ihsân ederek, sevdiklerine haklar verdiğini<br />

göstermekdedir. (Bezzâziyye) fetvâsında, ölü veyâ diri, Peygamberlerin<br />

ve Evliyânın hurmetleri için düâ etmenin câiz olduğu bildirilmekdedir. Bu vesîkalar,<br />

vehhâbîlerin Ehl-i sünnete bu sebebden de muhâlefetlerinin haksız olduğunu<br />

açıkca göstermekdedir.<br />

Gel kardeşim, inkâr etme, kıl insâf!<br />

Kıymetli ömrünü, eyleme isrâf!<br />

Kalbini nefsin arzûsundan koru!<br />

Dışın gibi için dahî olsun saf!<br />

Bakır ile karışınca bir altın,<br />

alırsa, beğenir mi onu sarrâf?<br />

Liseyi bitirdim diye övünme!<br />

Sakın hem, düşünmeden söyleme lâf!<br />

Me’ârif ehlini bul, onu dinle!<br />

Böylece Hakdan ire sana eltâf!<br />

Hakîkat denizine varıp dal, ve,<br />

çıkar bir cevheri ki, ola şeffâf!<br />

Diplomalı din câhiline kanma,<br />

doğru yolu sana gösterdi eslâf!<br />

– 338 –


84 — HACCA GİTMEK [1]<br />

İslâmın beşinci şartı hacdır. Ya’nî, ömründe bir kerre, Kâ’be-i mu’azzamaya gitmek<br />

farzdır. İkinci ve dahâ sonra yapılan haclar, nâfile olur. Hac, lügatda, kasd etmek,<br />

yapmak, istemek demekdir. İslâmiyyetde, belli bir yeri, belli bir zemânda, belli<br />

şeyleri yaparak ziyâret etmek demekdir. Bu belli şeylere (Menâsik) denir. Menâsikden<br />

herbirine (Nüsük) denir. Nüsük, ibâdet demekdir. Hac ve ömreye de nüsük<br />

denir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hicretin onuncu yılında, Kusvâ<br />

adındaki devesine binerek hacca gitdi. (Dürr-ül-muhtâr)da, Cum’a nemâzı<br />

sonunda diyor ki, (Ticâret yapmak ve hac etmek için giden kimsenin, hac niyyeti<br />

ziyâde ise, sevâb kazanır. [Sevâbın mikdârı, hac niyyetinin çokluğuna göre değişir.]<br />

Ticâret niyyeti çok ise veyâ iki niyyet eşit ise, hac sevâbı kazanamaz. Fekat,<br />

şartlarını yerine getirdi ise, yalnız farzı yapmış olur. Farzı yapmamak azâbından<br />

kurtulur. Gösteriş için yapılan her ibâdet ve hayrât ve hasenât sevâbı da böyledir).<br />

Hac yapan kimseye, hâcı denir. Üç dürlü hâcı vardır:<br />

1 — Müfrid hâcı: İhrâma girerken, yalnız hac yapmağa niyyet eden kimsedir.<br />

Mekkede oturanlar, yalnız müfrid hâcı olur.<br />

2 — Kârin hâcı: Hac ile ömreye birlikde niyyet eden kimsedir. Önce ömre için<br />

tavâf ve sa’y edip, sonra ihrâmdan çıkmadan ve traş olmadan, hac günlerinde hac<br />

için, tekrâr tavâf ve sa’y yapar. Kırân hac sevâbı, diğer ikisinden fazladır.<br />

3 — Mütemetti’ hâcı: Hac aylarında ömre yapmak için ihrâma girip ve ömre için<br />

tavâf ve sa’y yapıp ve traş olup ihrâmdan çıkar. Memleketine gitmiyerek, o sene,<br />

terviye gününde veyâ dahâ önce, hac için ihrâma girerek, müfrid hâcı gibi hac yapan<br />

kimsedir. Yalnız, tavâf-ı ziyâretden sonra da sa’y yapar. Temettü’ hac sevâbı<br />

ifrâd hacdan çokdur. Hac ayları, Şevvâl, Zil-ka’de ayları ile, Zilhiccenin ilk on<br />

günüdür. Kârin ve mütemetti’ hâcıların şükr kurbanı kesmesi vâcibdir. Kurbanı kesemiyecek<br />

ise, Zilhiccenin yedi, sekiz ve dokuzuncu günlerinde ve bayramdan sonra<br />

yedi gün dahâ oruc tutması lâzım olur. Hepsi on gün olur. Mekkeliler kârin ve<br />

mütemetti’ olamaz.<br />

Ömre, hac zemânı olan beş günden başka, senenin her günü, ihrâm ile yapılan,<br />

tavâf ve sa’y yapmak ve saç kazımak veyâ kesmekdir. Ömre, ömründe bir kerre,<br />

hanefî ve mâlikîde müekked sünnet, şâfi’î ve hanbelîde farzdır. Farz olan hacca<br />

(Hacc-ı ekber) veyâ (Haccetül-İslâm) denir. Ömreye (Hacc-ı asgar) denir.<br />

Haccın şartları, farzları, vâcibleri ve sünnetleri vardır. Şartları da iki nev’dir:<br />

A — Vücûb şartları, İmâm-ı a’zama göre, sekizdir:<br />

1 — Müslimân olmak.<br />

2 — Kâfir memleketinde olanın, haccın farz olduğunu işitmesi.<br />

3 — Akllı olmak.<br />

4 — Bâlig olmak.<br />

5 — Hür olup, köle olmamak.<br />

6 — Geçim ihtiyâcından fazla olarak hacca götürüp getirecek ve geride kalanlara<br />

yetecek kadar, halâl parası olmak. Buradaki ihtiyâc da, zekâtdaki gibidir. [Birinci<br />

kısm, 80. ci maddeye bakınız!]. Harâm malı olana, hacca gitmek değil, bunları<br />

sâhiblerine ödemek farzdır. Harâm mal ile hacca giden, hac yapmamak azâbından<br />

kurtulur ise de, hac sevâbı kazanamaz. Gasb edilen yerde nemâz kılmağa<br />

benzer. Böyle kimselerin ibâdetlerine mâni’ olmamalıdır. Günâhlar ibâdetlere mâni’<br />

değildir. Parasının halâl olduğunda şübhesi olan, sevâb kazanmak için, (Yahyâ<br />

efendi fetvâsı)nda yazılı olduğu gibi, bir kimseden ödünc alıp bununla hacca gitmelidir.<br />

Borcunu şübheli parası ile ödemelidir. [Müttekîler, her ihtiyâclarını<br />

[1] Hac hakkındaki lüzûmlu bilgiler, türkce (Ni’met-i islâm) kitâbında uzun yazılıdır.<br />

– 339 –


te’mîn ederken, böyle yapmışlardır.]<br />

7 — Hac vakti gelmiş olmak. Hac vakti, Arefe ve bayram günleri olmak üzere,<br />

beş gündür. Yolda geçen zemân da düşünülerek, vücûb şartları, bu zemân başında<br />

mevcûd olan kimsenin ömründe bir kerre hacca gitmesi farz olur. Dâr-ül-islâmda<br />

bulunup malı olan kimsenin, hac vakti gelince, kendine hac farz olup olmadığını<br />

bilmese de, hacca gitmesi farz olur.<br />

8 — Hacca gidemiyecek kadar, kör, hasta, çok ihtiyâr ve sakat olmamak.<br />

B — Edâ şartları dörtdür:<br />

1 — Mahbûs ve men’ edilmiş olmamak.<br />

2 — Hac için gideceği yolda ve hac yerinde selâmet ve emniyyet olmak. Gemi,<br />

tren, otobüs ve tayyâreden tehlükeli olan ile gitmek lâzım olduğu zemân, hacca gitmek<br />

farz olmaz. Eşkıyâların, hâcıların canına, malına saldırdığı yıllarda hacca<br />

gitmek farz olmaz. Birkaç hâcının öldürülmesi özr sayılmaz. Hac için ayak basdı<br />

parası, vergi, rüşvet vermek câizdir. Malını, canını, hakkını kurtarmak için rüşvet<br />

vermek, her zemân câizdir. Rüşvet istemek günâh olur.<br />

3 — Mekkeden üç gün üç gecelik uzak yerlerde bulunan hür kadının hacca gidebilmesi<br />

için, üç mezhebde, zevcinin veyâ nikâhı düşmeyen ebedî mahrem akrabâsından<br />

fâsık ve mürted olmıyan âkıl ve bâlig veyâ mürâhık bir erkeğin berâber<br />

gitmesi lâzımdır. Bunun yol parasını verecek kadar, kadının zengin olması da lâzımdır.<br />

(Künûz-üd-dekâık)da yazılı Bezzârın bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kadın, yanında<br />

bir mahremi olmadan hacca gidemez!) buyuruldu. Zemânımızda fesâd çoğaldığı<br />

için, nikâhdan ve redâ’dan olan mahrem akrabâ ile sefere gitmemelidir. Zengin<br />

olan kadının, mahremi ile bir kerre hacca gitmesine zevci mâni’ olamaz. Zîrâ<br />

zevcin farzlara mâni’ olmağa hakkı yokdur. (Hadîka)da, dil âfetleri sonunda buyuruyor<br />

ki, (Zevc, zevcesinin mahremi ile nâfile hacca gitmesine mâni’ olabilir. Gidip<br />

gelinceye kadar zevcenin nafakası, iznle gidince zevcine âid olur. İznsiz gidince<br />

zevcine âid olmaz). İkinci kısmda, otuzdördüncü maddede şartlı nikâha bakınız!<br />

Şâfi’î mezhebinde, mahremsiz olarak, iki kadın ile, farz olan hacca gidebilir.<br />

Kadının mahreminin hac yolunda ölmesi, şâfi’î mezhebini taklîd etmesi için özr olur.<br />

4 — Kadın, iddet hâlinde olmamakdır. Ya’nî kocasından yeni ayrılmış olmamakdır.<br />

Vücûb şartları bulunmakla berâber, edâ şartları da kendisinde bulunan kimsenin,<br />

o sene hacca gitmesi farz olur. O sene, hac yolunda ölürse hac sâkıt olur. Vekîl gönderilmesi<br />

için vasıyyet etmesi lâzım olmaz. O sene gitmez ise, günâh olur. Hacca gitmeği,<br />

dahâ sonraki senelere bırakırsa fâsık olur. Çünki küçük günâha devâm kebîre<br />

[büyük günâh] olur. Sonraki senelerde, hac yolunda veyâ evinde hasta veyâ<br />

habs, sakat olursa, yerine başkasını, kendi memleketinden bedel göndermesi veyâ<br />

bunun için vasıyyet etmesi lâzımdır. Bedel gönderdikden sonra iyi olursa, kendinin<br />

gitmesi de lâzım olur. Sonraki senelerde hacca giderse, te’hîr günâhı afv olur.<br />

İmâm-ı Muhammede ve imâm-ı Şâfi’îye göre, sonraki senelere bırakması câizdir.<br />

Vücûb şartlarından birisi bulunmıyan kimsenin hacca gitmesi farz olmaz. Vücûb<br />

şartlarını te’mîn etmek lâzım değildir. Meselâ, hacca gitmesi için, kendisine hediyye<br />

olunan malı, parayı alması lâzım olmaz. Vücûb şartları bulunup da edâ şartından<br />

biri bulunmıyan kimsenin hacca gitmesi farz olmaz ise de, bu âcizlik ölünciye<br />

kadar devâmlı ise, yerine bir müslimânı vekîl göndermesi veyâ öldükden sonra, yerine<br />

birinin gönderilmesi için vasıyyet etmesi lâzımdır. İbâdetler üç kısmdır:<br />

1 — Yalnız beden ile yapılan ibâdetdir. Nemâz, oruc, Kur’ân-ı kerîm okumak,<br />

zikr böyledir. Hiç kimse, başkası yerine, beden ibâdeti yapamaz. Herkesin kendisi<br />

yapması lâzımdır. Kendi yerine başkasını vekîl edemez.<br />

2 — Yalnız mal ile yapılan ibâdetlerdir. Mal zekâtı ve beden zekâtı, ya’nî sadaka-i<br />

fıtr ve toprak mahsûlleri zekâtı, ya’nî uşr ve keffâretler, ya’nî âzâd etmek, fakîrleri<br />

doyurmak ve giydirmek böyle ibâdetdir. Bir kimsenin özrü olsun, olmasın,<br />

– 340 –


unun mal ile yapılacak ibâdetlerini başkası, hattâ zimmî de, bunun izni ve malı<br />

ile yapabilir.<br />

3 — Hem beden, hem mal ile yapılan ibâdetlerdir. Farz olan hac böyledir. Bir<br />

kimse hayâtda iken, ancak devâmlı özrü olduğu zemân, bunun emri ve malı ile yerine<br />

başkası hac yapabilir. Kendine hac farz olmıyan kimse, nâfile hac için, özr olmadan<br />

vekîl gönderebilir.<br />

Bir kimse, farz olsun, nâfile olsun, herhangi bir ibâdeti yaparken veyâ yapdıkdan<br />

sonra, meselâ, nemâz, oruc, sadaka, hatm-i tehlîl, Kur’ân-ı kerîm okumak, zikr,<br />

tavâf, hac, ömre, Evliyânın kabrini ziyâret ve meyyite kefen vermek gibi ibâdet ve<br />

tâ’atlerin sevâbını diri veyâ ölü başkasına hediyye edebilir. Şâfi’î ve Mâlikî mezheblerinde<br />

ise, beden ile yapılanlar hediyye edilemez. İmâm-i Sübkî ve sonra gelen<br />

Şâfi’î âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bunlar da hediyye olunur<br />

dediler. Ücret ile ibâdet yapdırmak veyâ ibâdetin sevâbını başkasına satmak bâtıldır.<br />

İbâdeti yapmadan pazarlık edilirse, ücret olur. Yapdıkdan sonra pazarlık edilirse,<br />

ibâdeti satmak olur.<br />

Vekîlin, ihrâma girerken, emr eden kimse için, kalb ile niyyet etmesi şartdır. Hac<br />

borcu olan kimsenin, öldükden sonra kendi için hac yapacak vekîlin adını bildirerek<br />

vasî olan kimseye emr vermesi lâzımdır. Meyyit veyâ meyyitin vasî yapdığı yabancı<br />

kimse, vârislerden birini, diğer vârisler izn vermedikce, vekîl yapamaz. Bir<br />

kimse izn vermeden, başkasının, bunun yerine hacca gönderilmesi câiz değildir. Yalnız<br />

vâris, ölen akrabâsı, vasıyyet etmemiş, ya’nî hac parası ayırmamış ise, kendine<br />

mîras kalan para ile, onun yerine hacca gidebilir veyâ başkasını gönderebilir.<br />

Böylece anasını, babasını hac borcundan kurtarmış olur. Kendine de, farz olmuş<br />

ise, kendi için, ayrıca gitmesi lâzımdır. Fekat, onları borcdan kurtarması, kendine<br />

on hac sevâbı kazandırır. Hanefî ve Hanbelî mezheblerinde, onların yaşadığı<br />

şehrden hac yapılması lâzımdır. Meselâ, İstanbulda bulunan bir kimsenin babası<br />

Erzurumda sâkin iken vefât etse, babası vasıyyet etmedi ise, babası için birini vekîl<br />

göndermek isterse, Erzurumdan göndermesi farzdır. Başka yerden göndermesi<br />

Hanefîde câiz değildir. Şâfi’î mezhebinde Mîkât dışındaki heryerden göndermesi<br />

câizdir. Hattâ, hacca giden birine para vererek, Mekke-i mükerremede bir vekîl<br />

bulup, babası için, buna mîkâtdan hac yapdırtması Şâfi’îde câizdir. Hanefî<br />

olanlar, paraları az ise, Şâfi’î mezhebini taklîd ederek, vasıyyet etmemiş ana, baba<br />

ve yakınları için, Mekkede vekîl tutabilirler. Fekat, parayı verirken, imâm-ı Şâfi’îyi<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” taklîd ediyorum diye niyyet etmesi lâzımdır.<br />

İznsiz vekîl olup hac edenin haccı, kendine olur. Ya’nî kendinin hac borcu varsa,<br />

ödenmiş olur. Sevâbını, vekîl olduğuna bağışlıyabilir. Her müslimân, her ibâdetinin<br />

sevâbını ölü, diri, her müslimâna hediyye edebilir. Fekat bağışladığı kimse,<br />

hac borcundan kurtulmaz. Vasî olan, ya’nî kendine vasıyyet edilen kimse, emr<br />

olunan vekîli gönderir. Vekîl de (istediğini yap) denilmedi ise, başkasını gönderemez.<br />

Vasıyyet ederken (vekîlim veyâ başkası) demiş ise veyâ vekîl ta’yîn etmemiş<br />

ise, vasî kendi de gidebilir, başkasını da gönderebilir. Hac farz olmıyan kimsenin,<br />

farz hac için vekîl göndermesi câiz değildir. Bâlig olmıyan âkıl çocuk vekîl olabilir.<br />

Belli parayı ücret diyerek vekîl ta’yîn etmek câiz değildir. Vekîle, âdet olan yol<br />

ve nafaka masrafı hesâblanarak (şu kadar para ile) denir. Verilen para ücret değildir,<br />

teberru’dur. (Eşbâh) kitâbının sâhibi “rahmetullahi aleyh” diyor ki: (Artan<br />

para, vârislere geri verilir. Vârisler kalan parayı kendine hediyye etmeğe ve nefsin<br />

için kabûl etmeğe, seni vekîl etdik derse, vekîl böyle yapar). Hac etmemiş, bâlig<br />

olmamış kimselerin ve kadının vekîl olmaları, Hanefîde câiz ise de, Şâfi’îde câiz<br />

değildir. Kendisi hâcı olan vekîl, başkası için hac etdikden sonra, Mekkede kalıp<br />

geri gelmezse câizdir. Fekat, geri gelmesini emr etmek efdaldir. (Ukûd-üd-dürriyye)de<br />

diyor ki, (Hac etmemiş fakîrin, başkası yerine hacca gitmesi câiz ise de,<br />

Hille gidince, kendisine de hac etmek farz olur. Mekkede kalıp, sonraki senede ken-<br />

– 341 –


di haccını yapması lâzım olur. Fekat, evvelki haccında, memleketine dönmediği için,<br />

meyyitin haccı noksan kalmış olur. Vekîle para verilirken, istediğini yap denilirse,<br />

meyyit için başkasını vekîl edebilir) [ve kendi haccını da, o sene, kendi yapar].<br />

Hâcının vekîl olarak gitmesi, kendi için tekrâr gitmesinden efdaldir.<br />

Fakîr kimse, nâfile olarak hacca gidince, mîkâta vardığı zemân, Mekkeli gibi<br />

olup, yürüyebiliyorsa hac etmesi farz olur ve farzı îfâya niyyet eder. Nâfile hac yapmağa<br />

niyyet ederse, tekrâr hac yapması lâzım olur. Fakîr olan vekîl böyle değildir.<br />

Çünki, başkasının kudreti ile oraya gelmiş ve dönecekdir. Zenginin hac sevâbı,<br />

fakîrin hac sevâbından dahâ çokdur. Fakîr, hac yolunda açlıkdan, yorgunlukdan<br />

ölürse, günâha girer. Yolda başkalarından yardım istemeğe muhtâc olan fakîrin<br />

hacca gitmesi mekrûhdur. Kendisi serbest bırakılan vekîl, yolda hasta olsa<br />

da, olmasa da, parayı başkasına verip, onu gönderebilir. İzn verilmemiş ise, gönderemez.<br />

Arafâtda durmadan önce ölen bir hâcı, farz olduğu sene gidip öldü ise,<br />

hac vasıyyet etmez. Birkaç sene sonra gitmiş ise, kendi şehrinden vekîl göndermesi<br />

için vasıyyet etmesi vâcib olur. Bildirdiği yerden veyâ bildirdiği para ile yapılabilecek<br />

yerden de gönderilir. Vasıyyetde kullanılan kelimelere dikkat etmelidir.<br />

Bırakacağı mîrâsın üçde biri yetişdiği hâlde, kendi memleketinden göndermeğe<br />

yetişmiyecek parayı veyâ başka yerden gönderilmesini vasıyyet etmek günâhdır.<br />

Yer veyâ para bildirmedi ise, hac yolunda ölmüş olsa bile, yaşadığı memleketinden<br />

gönderilir. Ölürken, hac yapılmasını vasıyyet eden kimse için, hiç kimse kendi<br />

parası ile bunun yerine hacca gidemez. Giderse, hac, gidenin olur. Meyyitin hac<br />

borcu ödenmez. Hacdan sonra, sevâbını meyyite hediyye edebilir. Meyyitin bırakdığı<br />

malın üçde biri veyâ bundan ayırmış olduğu hac parası ile onun şehrinden gidilir.<br />

Vekîl kendi parasından da buna katabilir. Ayrılan para az ise, mümkin olan<br />

yerden gönderilir. Mümkin olmazsa, vasıyyet bâtıl olur. Diri olan âcizin, vekîl yapdığı<br />

kimseye, kendi şehrinden gitmesine yetişecek kadar vermesi lâzımdır. Meyyit<br />

eğer, ayırdığım maldan diye şart etmemiş ise, vâris sonra terekenin üçde birinden<br />

almak niyyeti olsa da, olmasa da, kendi malından vekîl gönderebilir. Meyyitin<br />

malından almak niyyeti var ise kendi gidemez. Temettü’ ve kırân haclarında kurban<br />

parası vekîle âiddir. Vekîl, haccı yapdığına yemîn ederse, inanılır. Kimse parayı<br />

geri isteyemez. Hıyânet eden vekîl ihrâmdan önce azl olunabilir.<br />

Zekât ve hac farz olan kimse, önce hemen hacca gider. Hacdan arta kalandan<br />

zekâtını verir. Hacca gidemezse, hepsinin zekâtını verir. Hac vakti geldikden,<br />

ya’nî farz oldukdan sonra, hac parası ile, ihtiyâcı olan eşyâyı, ya’nî ev, bir senelik<br />

yiyecek satın almak câiz olmaz. Hacca gitmesi lâzım olur. Hac vakti gelmeden önce<br />

satın alması câiz olur. Çünki hac, vakti gelmeden önce farz olmaz.<br />

[Zekâtı, nisâba mâlik oldukdan bir hicrî sene sonra, vermek farz olur. Zekât vermek<br />

farz olduğu bu zemân, herkes için başkadır. Bu zemân, hac zemânından evvel<br />

ise, mâlın, paranın hepsi için zekât verilip, geri kalan para ile hacca gidilir. Zekât<br />

vermek zemânı, hac zemânına rastlarsa veyâ hac zemânından sonra ise, önce<br />

hacca gidilir. Hacdan sonra, elde mevcûd paranın zekâtı verilir.]<br />

Edâ şartlarını te’mîn etmek lâzımdır. Yalnız, kadının hacca gitmek için evlenmesi<br />

veyâ şâfi’î mezhebini taklîd etmesi lâzım değildir. Çünki zevc, zevcesini hacca<br />

götürmeğe mecbûr değildir. Hacca giden bir erkek ile muvakkat nikâhlanması<br />

da lâzım olmadığı (Dürr-ül-müntekâ)da yazılıdır.<br />

Vücûb şartlarından biri bulunmıyan kimse hacca giderse, nâfile hac yapmış olur.<br />

Fakîrinki farz hac olur. Şartlar temâm bulununca, yeniden hac yapması lâzım<br />

olur. Edâ şartı noksan olan bir kimse hacca giderse, farzı edâ etmiş olur.<br />

Erkeksiz kadın hacca gidemez. Giderse, haccı kabûl olur ise de, harâmdır. Erkeği<br />

ile gidince de, otelde, tavâfda, sa’yde ve taş atarken, erkekler arasına karışması<br />

harâmdır ve haccın sevâbını giderdiği gibi, büyük günâha girer. Ebedî mahrem<br />

erkeği bulunmıyan kadın, ihtiyârlayınca, göremez olunca veyâ iyi olmıyacak<br />

– 342 –


ir hastalığa yakalanınca yerine vekîl gönderir. Dahâ önce göndermez.<br />

Bid’at sâhibi, câhil din adamlarının hac zemânında kitâblara uymıyan şeyler yapdıklarını<br />

ve bölücü sözler söylediklerini işitiyoruz. Bunları işiterek, hacca gitmeği<br />

terk etmemeli, bu mühim farzı yapmakdan mahrûm kalmamalı, hacca gidince<br />

de, o mezhebsizlere uymamalı ve zararlı sözlerine aldanmamalıdır.<br />

HACCIN FARZI ÜÇDÜR:<br />

Bu üçünden biri yapılmazsa hac sahîh olmaz.<br />

1 — İhrâmdır. (İhrâm), niyyet ile birlikde zikrden [telbiye] ibâret olup, ba’zı şeyleri<br />

kendine yasak etmekdir. Nemâzda iftitâh tekbîri gibidir. Alâmeti, peştemal gibi,<br />

iki beyâz bez olup, biri belden aşağı sarılır, öteki, omuzlara sarılır. İple bağlanmaz,<br />

düğümlenmez. Bunun için kuşanılan bu iki beze de ihrâm denildi. Tavâfa başlarken,<br />

ihrâmın ortasını sağ koltuk altından geçirip, iki ucunu sol omuz üstüne getirmek<br />

sünnetdir.<br />

Hac için, ömre için, ticâret için veyâ herhangi birşey için uzakdan gelenlerin, mîkât<br />

denilen yerleri, ihrâmsız geçerek, Mekke-i mükerreme Haremine girmeleri harâmdır.<br />

Geçenin, geri mîkâta gelip ihrâma girmesi lâzımdır. İhrâma girmezse,<br />

kurban kesmek lâzım olur. (Mîkât) denilen yerler ile, Harem-i Mekke arasına (Hil)<br />

denir. Mîkâtdan geçerken, bir iş için Hilde kalmağı niyyet edenlerin ve Hilde oturanların,<br />

hacdan başka niyyet ile, ihrâmsız Hareme girmeleri câizdir. Meselâ Cidde<br />

şehri Hildedir. (Harem), Mekke-i mükerremeden biraz dahâ geniş olup, hududunu<br />

İbrâhîm aleyhisselâmın dikdiği taşlar göstermekdedir. Bu taşlar, çok kerre<br />

yenilenmişdir. Mescid-i harâma (Harem-i Kâ’be) veyâ (Harem-i şerîf) denir. Hac<br />

için, Hilde oturanlar Hilde, Harem-i Mekkede oturanlar Haremde ihrâma girer.<br />

Mîkât yerlerini geçerken, niyyet ederek ve telbiye yaparak, ya’nî, emr olunan şeyi<br />

okuyarak, usûlü ile, ihrâma girilir. Mîkât yerinden önce, hattâ kendi memleketinde<br />

de giymek câiz, hattâ dahâ iyidir. Hac aylarından önce giymek de câiz ise de,<br />

mekrûhdur. Mekke ve Medîne şehrlerine (Haremeyn-i şerîfeyn) denir.<br />

İhrâm giyen kimseye, ba’zı şeyler yasak olur. Meselâ, karadaki av hayvanlarını<br />

öldürmesi, dikilmiş elbise giymesi, bir yerini traş etmesi, cimâ’ etmesi, kavga ve<br />

münâkaşa etmesi, koku sürünmesi, tırnak kesmesi, erkeğin mest, ayakkabı giymesi<br />

ve başını örtmesi, hatmi ile başını yıkaması, eldiven, çorap giymesi, hamâma girmesi,<br />

kendiliğinden çıkan ot ve ağaçların koparılması, kendi üzerinde bulunan bitin<br />

öldürülmesi ve öldürmek için gösterilmesi câiz değildir. Bunları bilerek veyâ<br />

bilmiyerek, unutarak yapanlara, kurban, sadaka cezâları lâzım olur. Müt’a, ya’nî<br />

temettü’ kurbanı ve kırân kurbanı etinden sâhibi yiyebilir. Cezâ olarak kesilenlerin<br />

etlerinden yiyemez. Müfrid hacda bir kurban îcâb etdiren suçu, kârin hâcı işlerse,<br />

biri ömre için, iki kesmesi lâzımdır.<br />

İhrâmda iken pire, her dürlü sinek, başkasının üzerinde bulunan biti, fâre, yılan,<br />

akreb, kurt, çaylak gibi zararlı ve insana saldıran hayvanları öldürmek, başını<br />

sabun ile yıkamak, na’lîn ve onun gibi üstü açık ayakkabı giymek, diş çıkartmak,<br />

bit ölmemek ve saç dökülmemek üzere hafîf kaşınmak, renkli ihrâm giymek, gusl<br />

abdesti almak, başını dokundurmamak şartı ile, tavan, çadır, şemsiye altında gölgelenmek,<br />

başı âdet olmayan şey ile [tas, tepsi] örtmek, paket gibi şeyler koymak,<br />

beline kuşak, kemer, para kesesi, kılınç, silâh bağlamak, yüzük takmak, insanların<br />

dikip yetişdirdiği sebze ve ağaçları koparmak, düşman ile döğüşmek câizdir.<br />

Kadınların başını örtmesi lâzım olup, deriye değmemek üzere yüzlerini örtmeleri<br />

ve dikilmiş elbise, mest, çorab giymeleri, örtü altına zînet eşyâsı takmaları câizdir.<br />

2 — Arefe günü Arafâtın, (Vâdi-yi Urene) denilen yerinden başka herhangi bir<br />

yerinde (Vakfe)ye durmak. Herkes, ehl olan imâma karşı ayakda durup, ayakda<br />

duramazsa, oturup imâmın düâsını dinler. Sonra, oturabilir, yatabilir.<br />

Hacca geç giden bir kimse, doğru Arafâta gider. Bunun, artık (Tavâf-ı kudûm)<br />

yapması lâzım olmaz. Bir hâcı Arefe günü, öğle ezânından bayramın birinci günü,<br />

– 343 –


sabâh nemâzı vaktine kadar olan zemân içinde, biraz Arafâtda dursa veyâ ihrâmlı<br />

olarak Arafâtdan geçse veyâ ihrâmlandıkdan sonra hasta olup uykuda iken, baygın<br />

iken sedye içinde veyâ başka birşeyle taşınarak nüsükler yapdırılırsa veyâhud<br />

ihrâma girmeden önce, hasta olan, bayılan yerine başkası ihrâma girip, bu uyanmadan,<br />

ayılmadan önce, o bunun yerine de nüsükleri ayrıca yaparsa veyâ Arefe<br />

günü olduğunu bilmiyerek, Arafâtda dursa, haccı sahîh ve tavâf-ı kudûm sâkıt olur.<br />

O yerin Arafât olduğunu bilmek ve niyyet etmek lâzım değildir. O gün veyâ gece,<br />

Arafâtda bulunmıyan veyâ Arafâtdan geçmiyen veyâ tayyârede uçarak geçen,<br />

hâcı olmaz. Vehhâbîlerin haccı bir gün önce yapdıkları senelerde hac sahîh olmamakdadır.<br />

Hilâl, güneşin gurûb etdiği yere yakın ve şemsden sonra gurûb eder. Şişkinliği<br />

garb tarafındadır. Terbî’ ya’nî yedinci gecede kamer şemsden altı sâat<br />

sonra gurûb eder. Bedr-i tamda, ya’nî 14. cü gecede tam dâire olup, şems gurûb<br />

ederken tulû’ ve sabâh vakti gurûb eder. 28 Temmuz 1987 Salı günkü Türkiye gazetesinde<br />

diyor ki, (Kayseride Pazar günü Zilhicce ayının hilâli görülemedi. Pazartesi<br />

günü 19 u 50 geçe güneş gurûb etdi. 20 yi 20 geçe Hilâl görülüp, bu da 20<br />

yi 55 geçe gurûb etdi). Buna göre Zilhiccenin birinci günü salı olup, dokuzuncu çarşamba<br />

günü Arefe olmakdadır. Vehhâbî hükûmeti, hâcıları pazartesi günü Arafâta<br />

götürdüler. Çarşamba günü tekrâr gitmek istiyenlere mâni’ oldular.<br />

3 — Kâ’be-i mu’azzamayı (Tavâf-ı ziyâret) etmekdir. Tavâf, Mescid-i harâm içinde,<br />

Kâ’be-i mu’azzama etrâfında dönmek demekdir. Dördü farz, üçü vâcib olmak üzere<br />

yedi kerre dönülür. Zemzem kuyusunun ve Makâm-ı İbrâhîmin dışından dolaşarak<br />

da tavâf etmek câizdir. Kadınların tavâf ederken, Kâ’beye yaklaşmamaları efdal<br />

olduğu (Eşbâh)da yazılıdır. Kadına dokunmak ihtimâli çok ise, şâfi’îlerin hanefî veyâ<br />

mâlikîyi taklîd etmesi lâzım olur. Tavâfı mescid dışından yapmak câiz değildir. Tavâfa<br />

niyyet etmek de, ayrıca farzdır. Tavâf-ı ziyâreti, Arafâtdan sonra yapmak da farzdır.<br />

Tavâf ederken ve sa’y ederken, ezân okunursa, bunlar bırakılıp, nemâzdan sonra<br />

temâmlanır. Tahtâvînin (Merâkıl-felâh) hâşiyesi, bayram nemâzında diyor ki,<br />

(Kâ’beden başka bir câmi’ etrâfında ibâdet için dönenin kâfir olmasından korkulur).<br />

HACCIN VÂCİBLERİ YİRMİİKİDİR:<br />

1 — Tavâf-ı kudûmdan sonra ve hac ayları içinde olmak şartı ile, Safâ ile<br />

Merve tepeleri arasında, sa’y etmek, ya’nî, yedi kerre usûlü ile yürümek. Tavâfsız<br />

sa’y sahîh olmaz.<br />

2 — Arafâtdan dönüşde, Müzdelifede, vakfeye durmakdır. Âdem “aleyhisselâm”,<br />

hazret-i Havvâ ile ilk olarak Müzdelifede buluşdu.<br />

3 — Şeytân taşlamak, ya’nî Minâda, üç gün, üç ayrı yerde temiz taş veyâ teyemmüm<br />

câiz olan şey atmakdır.<br />

4 — İhrâmdan çıkmadan önce, başın en az dörtde birini ustura ile traş etdirmek<br />

veyâ en az üç santimetre, kendisi veyâ başkası kırkmakdır. Berber veyâ ustura bulamamak<br />

özr sayılmaz. Başında saç olmıyan veyâ başı yara olan da, usturayı, değmeden<br />

başdan geçirmelidir. Kadınlar, saçını traş etmez. Makas ile biraz keser.<br />

5 — (Âfâkî) olan, ya’nî Mîkât denilen yerlerden dahâ uzak memleketlerin hâcıları,<br />

Mekkeden son ayrılacağı gün (Tavâf-ı sader), ya’nî (Tavâf-ı vedâ) yapmakdır.<br />

Hayzlı kadına bu tavâf vâcib değildir. Bu tavâfda Remel ve ardında sa’y yokdur.<br />

6 — Arafâtda, güneş batdıkdan sonra da, biraz kalmakdır. (Cevhere) ve (Mecmû’a-i<br />

Zühdiyye) kitâblarında diyor ki, (Güneş batmadan önce Arafât meydânından<br />

dışarı çıkanın kurban kesmesi lâzım olur. Cünüb iken Arafâtda durulabilir).<br />

7 — Tavâf-i ziyâretde, Kâ’be-i mu’azzama etrâfında dörtden sonra üç kerre dahâ<br />

dönmekdir. Tavâf-ı ziyâretden sonra Minâda gecelemek hanefîde sünnetdir.<br />

8 — Tavâfda abdestsiz ve cünüb olmamakdır.<br />

9 — Elbise temiz olmakdır.<br />

10 — Tavâf yaparken, Hatîm denilen yerin dışından dolaşmakdır.<br />

11 — Tavâfda, Kâ’be-i mu’azzama, sol tarafda kalmakdır.<br />

– 344 –


12 — Tavâf-ı ziyâreti, bayramın üçüncü gününün güneşi batıncıya kadar yapmakdır.<br />

13 — Tavâf ederken, avret yeri kapalı olmakdır. Kadınlar için çok mühimdir.<br />

14 — Safâ tepesi ile Merve tepesi arasında sa’y ederken, Safâdan başlamakdır.<br />

Safâ tepesine çıkınca, Kâ’beye döner. Tekbîr, tehlîl ve salevât getirir. Sonra, iki<br />

kolunu omuz hizâsında ileri uzatıp ve avuçlarını semâya doğru açıp düâ eder. Sonra<br />

Merveye doğru yürür. Safâdan Merveye dört, Merveden Safâya üç kerre gidilir.<br />

15 — Her tavâfdan sonra, (Mescid-i harâm) içinde iki rek’at nemâz kılmakdır.<br />

16 — Şeytân taşlamasını bayram günlerinde yapmakdır.<br />

17 — Traşı, bayramın birinci günü ve Harem hudûdu içinde yapmakdır.<br />

18 — Sa’yı yürüyerek yapmakdır. İki yeşil direk arasında erkek hızlı gider.<br />

19 — Kırân ve temettü’ hac yapan, şükr kurbanı kesmekdir.<br />

20 — Kurbanı, bayramın birinci günü kesmekdir.<br />

21 — Cimâ’ gibi yasak olan şeyler, Arafâtda durmadan önce yapılırsa, haccı bozar.<br />

Bunları Arafâtdan önce yapmamak farzdır. Cimâ’dan başkalarını, ihrâmı çıkarıncaya,<br />

cimâ’ı, tavâf-ı ziyâreti yapıncaya kadar terk etmek vâcibdir.<br />

22 — Müzdelife vakfesi ve bu vakfeyi sabâh nemâzı vaktinde yapmak vâcibdir.<br />

Bilerek veyâ bilmiyerek, bir vâcibi vaktinde ve yerinde yapmıyana cezâ lâzım<br />

olur. Cezâ, Kurban kesmek veyâ bir fıtra sadaka vermekdir. Hastalık, ihtiyârlık veyâ<br />

galabalık gibi bir özr ile terk edince, birşey lâzım gelmez. [Bir vekîle yapdırması<br />

lâzım olmaz.] Hayzlı veyâ nifâslı kadın Mescid-i harâma giremez. Tavâfdan başka<br />

nüsükleri yapar. Tavâf-ı ziyâreti temizlenince yapar. Her günün nüsükü, sonraki<br />

gecesinde de yapılabilir.<br />

Kâ’benin içinde farz veyâ nâfile kılmak ve cemâ’at ile kılmak câizdir. Sırtını imâmın<br />

sırtına dönerek de kılınır. Sırtını imâmın yüzüne dönmek ve Kâ’benin üstünde<br />

kılmak mekrûhdur. Kâ’be etrâfında halka olup kılarken, imâmın iki yanındakilerden<br />

başkaları, Kâ’beye imâmdan dahâ yakın olabilirler.<br />

HACCIN SÜNNETLERİ ONBİRDİR:<br />

1 — Temettüe niyyet etmemiş âfâkî olanların, hemen Mescid-i harâma girerek<br />

(Tavâf-ı kudûm) yapmalarıdır. Kâ’beyi görünce tekbîr, tehlîl ve düâ edilir. Erkekler,<br />

Hacer-i esvede el ve yüz sürer. Süremezse, uzakdan istilâm eder. Ya’nî ellerini<br />

kaldırıp, “Bismillâhi, Allahü ekber” deyip yüzüne sürer. Tavâf-ı kudûmdan ve iki<br />

rek’at nemâzdan sonra, Safâ ile Merve arasında sa’y yapılır. Bundan sonra, ihrâmı<br />

çıkarmadan, Mekke şehrinde oturup, Terviye gününe kadar, istenildiği mikdâr, nâfile<br />

tavâf yapılır. Müfrid olan ve kârin olan hâcılar, taş atıp traş oluncıya kadar ihrâmı<br />

çıkarmıyacağı için, ihrâmın men’ etdiği şeylerden, hergün, sakınmaları lâzım<br />

olur. Bu şeylerden sakınamıyacak kimselerin, mütemetti’ hâcı olması uygundur. Mescid-i<br />

harâm içinde nemâz kılanların önünden geçmek günâh değildir.<br />

2 — Tavâfa (Hacer-i esved)den başlamak ve burada bitirmekdir.<br />

3 — İmâmın üç yerde hutbe okumasıdır. Birisi, Zil-hicce ayının yedinci günü<br />

Mekkede; ikincisi, dokuzuncu günü, öğle nemâzı olunca, öğle ve ikindi nemâzlarından<br />

önce, Arafâtda; üçüncüsü, onbirinci günü, Minâda okunur. Arafâtda, hutbe<br />

bitince öğle ve hemen sonra ikindi nemâzı, cemâ’at ile kılınır. İmâma yetişemiyen,<br />

ikindi nemâzını, ikindi vaktinde kılar. Nemâzdan sonra, imâm ve cemâ’at, mescid-i<br />

Nemreden, Mevkıfe gelip, imâm hayvanda, hâcılar ise yerde, kıbleye karşı,<br />

ayakda veyâ oturarak vakfeye dururlar. Cemâ’atin de hayvanda olması efdaldir.<br />

(Cebel-i rahme) kayaları üstüne çıkmak ve vakfe için niyyet etmek lâzım değildir.<br />

[Bid’at fırkasındaki imâm ile kılınan nemâzı iâde etmek lâzımdır. Çünki, bid’at ehlinin<br />

ibâdetlerinin kabûl olmıyacağı hadîs-i şerîflerde bildirildi.]<br />

4 — Arafâta gitmek için, Mekkeden, (Terviye günü), ya’nî Zil-hiccenin sekizinci<br />

günü, sabâh nemâzından sonra çıkmakdır. Mekkeden Minâya gidilir.<br />

– 345 –


5 — Arefe gününden önceki ve bayramın birinci, ikinci ve üçüncü günlerinin<br />

geceleri, Minâda yatmakdır. Üçüncü gece ve günü Minâda kalmak mecbûrî değildir.<br />

Seksenbeşinci maddenin birinci paragrafına bakınız!<br />

6 — Arafâta gitmek için, Minâdan, güneş doğdukdan sonra yola çıkmakdır.<br />

7 — Arefe gecesi Müzdelifede yatmakdır. Arafâtdan Müzdelifeye gelip, burada,<br />

yatsı vakti olunca, akşam ve yatsının farzları birbiri ardınca, cemâ’at ile kılınır.<br />

Akşam nemâzını Arafâtda veyâ yolda kılanların Müzdelifede tekrâr cemâ’at<br />

ile veyâ yalnız olarak, yatsı ile birlikde kılması lâzımdır.<br />

8 — Müzdelifede, vakfeye, fecr ağardıkdan sonra durmakdır.<br />

Gece Müzdelifede yatıp, fecr açılırken, sabâh nemâzını hemen kılıp, sonra,<br />

(Meş’ar-i harâm) denilen yerde, ortalık aydınlanıncaya kadar, vakfeye durulur.<br />

Güneş doğmadan önce, Minâya hareket edilir. Yolda (Muhasser) denilen vâdîde durmamalıdır.<br />

Burası (Eshâb-ı fîl) durak yeridir. Minâya gelince (Mescid-i Hîf)e en uzak<br />

olan ve (Cemre-i Akabe) denilen yerde, sağ elin baş ve şehâdet parmakları ile, iki<br />

buçuk metreden veyâ dahâ uzakdan, Cemre yerini gösteren dıvarın dibine nohud kadar<br />

yedi taş atılır. Dıvarın üstüne veyâ insana, hayvana çarpdıkdan sonra dibine düşerse<br />

câiz olur. Ertesi fecre kadar câiz ise de, o gün öğleden önce atmak sünnetdir.<br />

Sonra, hiç durmadan buradan gidilip, isterse kurban keser. Çünki, seferî olana kurban<br />

kesmek vâcib değildir. Seferî olan hâcıların, müfrid oldukları zemân kurban kesmeleri<br />

vâcib değildir. Kurbandan sonra traş olur ve ihrâmdan çıkar. Bayramın birinci<br />

günü Minâda olanlar ve bütün hâcılar, bayram nemâzı kılmaz. Sonra, o gün veyâ<br />

ertesi gün veyâ dahâ ertesi gün Mekkeye gidip, Mescid içinde ve niyyet ederek<br />

(Tavâf-ı ziyâret) yapar. Buna (Tavâf-ül ifâda) da denir. Tavâf-ı ziyâreti ve traşı<br />

bayramın üçüncü günü güneş batdıkdan sonraya bırakmak mekrûhdur ve kurban kesmek<br />

lâzım olur. Yalnız baygın olanın yerine başkası tavâf yapabilir. Tavâf-ı ziyâretde,<br />

önceden bu tavâf için sa’y yapdıysa, artık bir dahâ (Remel) ve (Sa’y) yapmaz. Yapmadıysa,<br />

sa’y yapması vâcibdir. Bu tavâfda (Iztıba’), ya’nî ihrâmın üst kısmını sağ<br />

koltuk altından geçirip, sol omuz üzerine koymak yokdur. Tavâf nemâzından sonra<br />

Minâya gelir. Öğle nemâzını Mekkede veyâ Minâda kılar. Bayramın ikinci günü,<br />

öğle nemâzından sonra Minâda hutbe okunur. Hutbeden sonra, üç ayrı yerde, yedişer<br />

taş atılır. (Mescid-i Hîf)e yakın olandan başlanır. Üçüncü günü de böyle yedişer<br />

taş atılır ki, hepsi kırkdokuz taş olur. Bunları öğleden önce atmak câiz değildir veyâ<br />

mekrûhdur. Üçüncü günü güneş batmadan önce, Minâdan ayrılır. Dördüncü<br />

gün de Minâda kalıp, fecrden güneşin gurûbuna kadar dilediği zemân yirmibir taş<br />

dahâ atmak müstehabdır. Dördüncü günü fecre kadar Minâda kalıp da taş atmadan<br />

ayrılırsa, koyun kesmek lâzım olur. Birinci ve ikinci yerlerinde taş atdıkdan sonra,<br />

kollar omuz hizâsına kaldırılarak ve el ayaları semâya veyâ kıbleye çevrilerek düâ<br />

edilir. Atılacak yetmiş taş, Müzdelifede veyâ yolda toplanır. Hayvan üstünde taş atmak<br />

câizdir. (Tavâf-ı sader)den sonra, zemzem suyu içilir. Kâ’benin kapı eşiği öpülür.<br />

Göğüs ve sağ yanak (Mültezem) denilen yere sürülür. Sonra, Kâ’be perdesine<br />

yapışıp, bildiklerini okur ve düâ eder. Ağlıyarak Mescid kapısından dışarı çıkar.<br />

Minâ, Mekkenin; Müzdelife, Minânın; Arafât da, Müzdelifenin şark cihetindedir.<br />

Son yapılan asfalt caddelere göre, Minâ ile Mekke arası dörtbuçuk, Minâ ile<br />

Müzdelife arası 3,3 ve Müzdelife ile Arafât arası 5,4 kilometre, Safâ ile Merve arası<br />

üçyüzotuz metre, Safâ tepesindeki kemer ile Kâ’be arası yetmiş metre oldu.<br />

9 — Arafâtda, vakfeden önce gusl etmekdir.<br />

10 — Minâdan Mekkeye son dönüşde, önce Ebtah denilen vâdiye gelip, burada<br />

bir mikdâr durmakdır. Buradan Mekkeye gelip dilediği kadar kalır.<br />

11 — Hacca giderken, muhtâc olmıyan ana, babadan, alacaklılardan, kefîlinden<br />

izn almak sünnetdir. Ana baba muhtâc ise, iznsiz gitmek harâmdır. Nafaka bırakmadı<br />

ise, zevcesinden iznsiz gitmesi de harâm olur. Mekke şehrine (Mu’allâ) kapısından,<br />

Mescide (Bâbüsselâm)dan ve gündüz girmek müstehabdır.<br />

– 346 –


Haccın sünnetini yapmıyana cezâ lâzım gelmez. Mekrûh olur. Sevâbı, azalır.<br />

Arefe günü Cum’aya rastlarsa, yetmiş hac sevâbı hâsıl olur. Halk arasında buna<br />

hacc-ı ekber deniliyor. Bu söz doğru değildir.<br />

Mekke şehri, şimâlden cenûba doğru uzanan karşılıklı iki sıra dağ arasında<br />

olup, şehrin uzunluğu üç, genişliği bir kilometre idi. Evleri kârgir olup, üç dört katlı<br />

idi. Şehrin ortasında (Harem-i Kâ’be) veyâ (Mescid-i harâm) denilen büyük câmi’<br />

vardır. Mescid-i harâmın üstü açıkdır. İstanbul câmi’lerinin avlularında olduğu<br />

gibi, avlu etrâfında üç sıra kubbe vardır. Kubbeleri beşyüz adeddir. Kubbelerin<br />

altında 462 direk vardır. Direklerin 218 adedi mermer olup, yuvarlakdır. 224 adedi<br />

(Hacer-i şemis) taşından yontmadır ve altı veyâ sekiz köşeli ve sarı renklidir. Mescid-i<br />

harâm, dikdörtgen (Müstatîl) gibi olup, şimâl dıvârı 164, cenûbu 146, şark dıvârı<br />

106, garbı 124 metre uzunluğunda idi. Vehhâbîler 1375 [m. 1955] de, dört dıvarı<br />

da uzatdı. Safâ ve Merveyi de, Mescid dâhiline aldılar. Yüzaltmışbin metre kare<br />

oldu. İstanbuldaki Ayasofya câmi’-i şerîfinin uzunluğu ise 77 metre ve genişliği<br />

72 metredir. Sultân Ahmed câmi’-i şerîfinin uzunluğu 72, genişliği 64 metredir.<br />

Mescid-i harâmın 19 kapısı olup, şark dıvârında dört, garbda üç, şimâlde beş, cenûbda<br />

yedi idi. Yedi minâresi vardır. Osmânlılar zemânında, Mekke ile Cidde iskelesi<br />

arasındaki yol 75 km., Medîne ile Cidde arası 424 km., Medîne ile Bedr arası<br />

150 km. idi. Mekke ile Medîne arasında en kısa yol 335 km. idi. Resûlullahın hicret<br />

buyurduğu sâhil yolu 400 km. idi. Mekke, denizden 360 metre yüksekdir. Medîne,<br />

denizden 160 km. uzakdır. Mescid-i harâma sığınan kâtile, hanefîde, çıkıncaya<br />

kadar, cezâ yapılmaz.<br />

Ömer “radıyallahü anh” zemânından önce, Mescid-i harâmın dıvarları yokdu.<br />

Kâ’benin etrâfında, bir meydâncık ve sonra evler vardı. Halîfe Ömer “radıyallahü<br />

anh”, evlerin bir kısmını yıkdırıp, Kâ’be etrâfına, bir metreye yakın yükseklikde dıvar<br />

çevirerek, Mescid-i harâm meydâna geldi. Mescid-i harâm, muhtelif zemânlarda<br />

yenilenmişdir. Son şekli, Kâ’be-i mu’azzamanın onbirinci ta’mîri ile birlikde, 17.ci Osmânlı<br />

pâdişâhı dördüncü sultân Murâd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” tarafından 1045<br />

[m. 1635] de yapılmışdır. Şimdi Vehhâbîler, genişletmek behânesi ile, o târihî islâm<br />

eserlerini yıkıp, yok edip, yalnız maddî kıymeti fazla şeyler yapıyorlar. Kâ’be-i<br />

mu’azzamaya saygısızlık edip, ondan dahâ yüksek binâlar, oteller yapıyorlar.<br />

Kâ’be-i mu’azzama, Mescid-i harâm ortasında, dört köşe taşdan bir oda olup 11,4<br />

metre yüksekdir. Şimâl dıvarı 9,25 metre, cenûbu 8,5 metre, şark dıvarı 13,5; garbı<br />

13,3 metredir. Şark ve cenûb dıvarları arasındaki köşede (Hacer-i esved) taşı vardır<br />

ve yerden bir metreden ziyâde yüksekdir. Peygamberler ve hâcılar öpdükleri<br />

için, çukurlaşmışdır. Kâ’benin şark dıvarında, bir kapısı vardır. Kapısı, yerden 1,88<br />

metre yüksekdedir ve genişliği 1,7, yüksekliği 2,6 metredir. Dıvarlarının iç yüzü ve<br />

zemîni renkli mermerlerle kaplıdır. Rükn-i Irâkî hizâsında yedisi mermer, diğer<br />

basamakları ağaçdan, 27 basamaklı, minâre merdiveni gibi yuvarlak merdiveni, ikinci<br />

Mustafâ hân yenilemişdir. Kapının sağ tarafında bir de çukur ve tavana kadar<br />

yükselen üç direk vardır. Kâ’benin dış yüzü siyâh, ipek perde ile örtülüdür. Kapısının<br />

perdesi, yeşil atlasdır.<br />

Zemzem kuyusu, Mescid-i harâm içinde, Hacer-i esved köşesi karşısında ve köşeden<br />

ondörtbuçuk metre uzakda bir odada olup, 1,9 metre yüksek olan taş bileziği<br />

vardır. İkibuçuk metre kutrunda ve otuz metre umkundadır. Bu odayı, İstanbulda<br />

Beğlerbeği câmi’ini yapdırmış olan, birinci sultân Abdülhamîd hân yapdırmış<br />

olup, zemîni mermer döşeli ve dıvarlara doğru meyillidir. Dıvar diblerinde olukları<br />

vardır. Kuyuya su sızmıyacak şeklde ustalıklı yapılmışdır. Kuyu ağzı, bu hizâdan<br />

bir buçuk metre kadar yüksekdir. Târîhin kıymetli yâdigârı olan bu güzel san’at<br />

eseri 1383 [m. 1963] yılında, yıkdırıldı. Kuyu ağzını ve birkaç metre çevresini, yer<br />

yüzünden birkaç metre aşağı indirdiler.<br />

Kâ’benin dört köşesine, dört rükn denir. Şâma karşı olana (Rükn-i şâmî), Bağ-<br />

– 347 –


dâda karşı olana (Rükn-i ırâkî), Yemen cihetinde olana (Rükn-i yemânî), dördüncü<br />

köşeye de (Rükn-i hacer-il esved) denir.<br />

Her tavâfdan sonra zemzem içmek müstehâbdır. Yüzbinlerce hâcı, içdiği ve yıkandığı<br />

ve memleketlerine götürdüğü hâlde, kuyudaki zemzem tükenmiyor. Şimdi hergün,<br />

motorla ve bir geniş hortum ile, gece gündüz çekildiği hâlde, bitmek bilmiyor.<br />

Kâ’benin şimâl dıvarı üzerinde (Altın oluk) vardır. Yerde bu oluk hizâsında kavs<br />

şeklindeki dıvarcık ile Kâ’be-i mu’azzama arasında kalan yere (Hatîm) denir.<br />

Tavâf ederken, bu Hatîm dıvarının dışından dolaşmak lâzımdır.<br />

Yer yüzünde, bir dâne Kâ’be vardır. O da, Mekke-i mükerreme şehrindedir.<br />

Mü’minler, hac etmek için Mekke-i mükerreme şehrine gider ve orada, Allahü teâlânın<br />

emr etdiği şeyleri yaparak hâcı olurlar. Kâfirler, başka memleketlere giderek,<br />

başka yerleri dolaşır. Bunlara hâcı denmez. Müslimânların ibâdetleri başkadır.<br />

Kâfirlerin gâvurlukları başkadır.<br />

Hilde oturup da Mekkeye ihrâmsız girenlerin hac veyâ ömre yapması vâcib olur.<br />

Hac yapdıkdan sonra, Medîne-i münevvereye gidip, Resûlullahın mubârek<br />

kabrini ziyâret etmek lâzım olduğu, (Eshâb-ı Kirâm) kitâbının (Müslimânların iki<br />

gözbebeği) kısmının son sahîfesinde uzun yazılıdır. (Hucre-i se’âdet), mescid-i şerîfin<br />

kıble dıvarının şark köşesine yakın olup, mihrâbda kıbleye dönen kimsenin<br />

sol tarafında kalır. Minber ise, bu kimsenin sağ tarafındadır. Hucre-i se’âdet ile minber<br />

arasına (Ravda-i mutahhera) denir. Hucre-i se’âdet, iç içe iki dıvarla çevrilmişdir.<br />

İç dıvarın tavanının ortasında bir delik vardır. Dış dıvar, mescidin tavanına kadar<br />

yüksek olup, üzerindeki yeşil kubbe uzaklardan görünür. Dış dıvarların ve dışardaki<br />

yüksek parmaklığın etrâfı (Sitâre) denilen birer perde ile örtülüdür. Dıvarların<br />

içine kimse giremez. Çünki, kapıları yokdur. (Mir’ât-i Medîne)nin 384. cü<br />

sahîfesinde diyor ki, Mescid-i se’âdet yapılırken, eni 60 zrâ’ [25 metre], boyu 70 zrâ’<br />

[29 metre] idi. Bedr gazâsından iki ay evvel, ya’nî ikinci senenin Receb ayında, Kıblenin<br />

Kâ’be cihetine tahvîli emr olununca, kapısı cenûb dıvarından şimâl dıvarına<br />

alınırken, mescidin tûlü ve arzı yüzer zrâ’ [42 metre] yapıldı. Bu kapıya (Bâbüt-tevessül)<br />

denir. Velîd bin Abdülmelikin ve üçüncü Abbâsî halîfesi Mehdînin<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” 165 [m. 781] de yapdırdıkları ta’mîrde mescidin<br />

tûlü 126, arzı da 76 metre oldu. Vehhâbîler 1375 [m. 1955] senesinde genişletip,<br />

tûlü 128, arzı 91 metre oldu. Mescid-i Nebîdeki târihî ismleri değişdirip, Vehhâbîlerin<br />

ismlerini koydular.<br />

Mescid-i Nebînin beş kapısı var idi. Bunlardan: İkisi garb dıvarında olup, kıbleye<br />

yakın olana, (Bâbüsselâm), şimâl köşesine yakın olana, (Bâbürrahme) denir.<br />

Şark dıvarının, kıble tarafında kapı yok idi. Şark dıvarında, Bâbürrahme karşısında<br />

(Bâbül Cibrîl) vardır. (Fâideli Bilgiler) kitâbının 86.cı sahîfesindeki resme bakınız!<br />

(Dürr-ül-muhtâr)da diyor ki, (Farz olan hac önce yapılmalı, sonra Medîne ziyâret<br />

edilmelidir. Ziyâreti önce yapmak da câizdir. Nâfile hac yaparken, önce, yolun<br />

düşdüğü şehre gidilir. Medîneye girince, yalnız kabr-i Nebîyi “aleyhisselâm”<br />

ziyâreti niyyet etmelidir. Mescid-i Nebîde bir nemâz, başka yerlerdeki bin nemâzdan<br />

dahâ üstündür. Oruc, sadaka, zikr ve Kur’ân-ı kerîm okumak gibi ibâdetler de<br />

böyledir. Medîneye girerken ihrâma girilmez. Mekkede ihrâmlı iken olan yasaklar,<br />

Medînede yasak değildir. İbni Teymiyye, kabr-i Nebîyi ziyâret için Medîneye<br />

gidilmez dedi ise de, Ehl-i sünnet âlimleri buna cevâb vermişlerdir. İmâm-ı Ebû<br />

Hasen Alî Sübkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” [(Erreddü li-İbni Teymiyye) ve (Şifâ-üs-sikâm<br />

fî ziyâret-i Seyyid-il enâm) kitâblarında] İbni Teymiyyenin sapık sözlerini<br />

kuvvetli delîllerle çürütmekdedir. Kadınların da, tenhâ zemânlarda, örtülü<br />

olarak ziyâret etmeleri câizdir). İmâm-ı Sübkînin ve başka âlimlerin, İbni Teymiyyeyi<br />

red eden yazıları, (İslâm Âlimleri) kitâbında arabî olarak neşr olunmuşdur.<br />

– 348 –


(Merâkıl-felâh)da ve hâşiyesinde diyor ki, (Medîne şehri uzakdan görülünce,<br />

salât ve selâm getirilir. Sonra, (Allahümme hâzâ harem-ü Nebiyyike ve mehbıt-ü<br />

vahyike femnün aleyye biddühûl-i fîhi vec’alhü vikâyeten lî minennâr ve emânen<br />

minel azâb vec’alnî minelfâizîne bi-şefâ’atil-Mustafâ yevmelmeâb) denir. Şehre veyâ<br />

mescide girmeden önce gusl abdesti alınır. Güzel ve alkolsüz koku sürünülür.<br />

Yeni, temiz elbise giyilir. Şehre yürüyerek girmek iyi olur. Eşyâlarını bir yere yerleşdirdikden<br />

sonra, o yerlerin kıymetini ve yüksekliğini düşünerek, boynu bükük,<br />

kalbi kırık olarak; (Bismillâh ve alâ Milleti Resûlillah) der ve hicret gecesi gelmiş<br />

olan (İsrâ) sûresinin sekseninci âyetini ve nemâzda okunan salevât-ı şerîfleri<br />

okuyarak ve (Vagfir lî-zünûbî veftah lî ebvâbe rahmetike ve fadlike) diyerek<br />

mescide gelir. Bâb-ı selâmdan veyâ bâb-ı Cibrîlden mescide girip, minber yanında<br />

iki rek’at (Tehıyyetül-mescid) nemâzı kılar. Minberin direği sağ omuzu hizâsına<br />

gelmelidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” burada kılardı. İki rek’at<br />

da şükr nemâzı kılar. Düâdan sonra, kalkıp edeble Hucre-i se’âdete gelir. Muvâcehe-i<br />

se’âdet dıvarına karşı, arkasını kıbleye dönerek, Resûlullahın mubârek<br />

yüzüne karşı, iki metre kadar uzakda, edeble durur. Resûlullahın kendisini gördüğünü,<br />

selâmını, düâlarını işitdiğini ve cevâb verdiğini, âmîn dediğini düşünür.<br />

(Esselâmü aleyke yâ seyyidî, yâ Resûlallah...) diyerek kitâbdaki uzun düâyı okur.<br />

Emânet olan selâmları söyler. Sonra salevât okuyup, dilediği düâyı yapar. Sonra<br />

yarım metre sağa gelip, (Esselâmü aleyke yâ halîfete Resûlillah...) diye başlıyan<br />

kitâbdaki uzun düâyı okuyarak hazret-i Ebû Bekre selâm verir. Sonra, yarım<br />

metre sağa gidip, hazret-i Ömere de kitâbdaki uzun düâyı okuyarak selâm verir.<br />

Sonra kendine ve ana babasına ve düâ etmesini istemiş olanlara ve bütün müslimânlara<br />

düâ eder. Sonra yine Resûlullahın mubârek yüzü karşısına gelir. Kitâbdaki<br />

düâyı okur ve dilediği düâları da yapar. Sonra Ebû Lübâbe hazretlerinin kendini<br />

bağlayarak tevbe etmiş olduğu direğe gelir. Burada ve Ravda-i mutahherada<br />

nâfile, kazâ kılar. Tevbe ve düâ eder. Dilediği zemânlarda (Mescid-i Kubâ) ve (Mescid-i<br />

kıbleteyn), Uhud şehîdleri ve Bakî’deki mezârları ve birçok meşhûr mübârek<br />

yerleri de ziyâret etmelidir).<br />

İbni Kayyım, (Resûlullahın kabrine arka çevirerek düâ edilir. Ebû Hanîfe de<br />

böyle söylüyor) diyor. Âlûsînin de, tefsîrinde böyle dediği, (Dürer-üs-seniyye)de<br />

yazılıdır. Hâlbuki, bütün Ehl-i sünnet âlimleri, Kabr-i se’âdete dönmüş, kıble dıvarı<br />

arkada kalmış olarak düâ edileceğini yazmakdadırlar. Âlûsînin oğlu Nu’mân<br />

bile, İbni Teymiyyenin ve İbni Kayyımın yolunda olduğu hâlde, insâf ederek, bu<br />

hakîkati saklıyamayıp, (Gâliyye)sinde, (Mescidde iki rek’at nemâz kıldıkdan sonra,<br />

hucre-i se’âdete gelip, mubârek yüzüne karşı döner. Diri iken olduğu gibi huzûrunda<br />

edeb ile durup, salât ve selâm verir ve islâmiyyetin bildirdiği düâları<br />

okur. Çünki, Resûlullah, kabrinde de diridir. Âlimlerin çoğu, yalnız kabr-i se’âdeti<br />

ziyâret için uzaklardan gelmek de sünnetdir dediler. Çünki, hadîs-i şerîfde,<br />

(Beni ziyâret için gelip, başka bir iş yapmıyarak, yalnız ziyâret edene kıyâmetde<br />

şefâ’at etmek, bende hakkı olur) ve (Bana selâm verene ben de selâm veririm) buyuruldu)<br />

demekdedir.<br />

Abdülhak-ı Dehlevî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Cezb-ül-kulûb) kitâbında,<br />

fârisî olarak diyor ki, (Mescid-i şerîf) yapılırken, Âişe ve Sevde “radıyallahü anhümâ”<br />

için birer oda yapıldı. Sonra, her evlendikce bir oda yapılarak, adedleri dokuz<br />

oldu. Odalar, arab âdeti üzere, hurma dalından idi. Üstleri kıldan keçe ile örtülü<br />

idi. Kapılarında yalnız perde asılı idi. Odalar mescidin cenûb şark ve şimâl taraflarında<br />

idi. Kerpiçden yapılmış olanı da vardı. Çoğunun kapısı mescide açılırdı.<br />

Tavanlarının yüksekliği, orta boylu insan boyundan bir karış fazla idi. Hazret-i<br />

Fâtıma ile hazret-i Âişenin odaları arasında kapı vardı. Vefâtından birkaç gün önce,<br />

Ebû Bekrden başka eshâb odalarının mescide açılan kapılarını kapatdırdı.<br />

Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”, hicretin onyedinci senesinde, mescid-i şerî-<br />

– 349 –


fi garb ve şimâlden genişletdi. Zevcât-i tâhirâtın “radıyallahü teâlâ anhünne”<br />

odaları bulunduğu için, şark tarafını genişletmedi. Şimâl-cenûb arası, yüzkırk<br />

zrâ’ [yetmiş metre] ve şark-garb dıvarları arası yüzyirmi zrâ’ oldu. (Mescidimi genişletmek<br />

lâzımdır!) emrini işitmeseydim, genişletmezdim dedi. Yeni dıvarları, eskisi<br />

gibi kerpiç ile hurma ağaçlarından yapdırdı. Hazret-i Abbâs, garb dıvarına bitişik<br />

odasını hediyye etdi. Bu oda ve buna bitişik, Ca’fer Tayyârın evinin yarısı satın<br />

alınıp mescid-i şerîfe katıldı. Hazret-i Ömer, bu arada, (Hücre-i se’âdet)i de,<br />

kerpiçden yeniledi. Hazret-i Osmân “radıyallahü anh” hicretin otuzuncu senesinde,<br />

bunları ve şimâl dıvarını yıkıp genişletdi. Yeni dıvarları ve direkleri taşdan, tavanını<br />

sac ağacından yapdı. Ebû Hüreyrenin haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Mescidimi<br />

Yemendeki San’â şehrine kadar genişletseler, hepsi mescidim olur) buyuruldu.<br />

Halîfe Velîd, seksensekiz senesinde, Medîne vâlîsi Ömer bin Abdül’Azîze emr<br />

vererek, dört dıvar da yıkılıp, şark tarafındaki zevcât-ı tâhirât odaları mescide katıldı.<br />

Hucre-i se’âdetin dört dıvarı yıkılıp, temelden yontma taşlarla yeniden yapıldı.<br />

Temel açılırken hazret-i Ömerin bir ayağı görüldü. Hiç çürümemişdi. Hücrenin<br />

etrâfına ikinci bir dıvar dahâ yapıldı. Hiç kapısı yokdu. Hücrenin tavanı mescidden<br />

yarım metre dahâ yüksek oldu. Uzunluk ikiyüz, genişlik yüzaltmışyedi<br />

zrâ’ oldu. Rum Kayserinden kırk usta getirilip, dıvarlar, direkler, tavan altın ile süslendi.<br />

İlk olarak mihrâb ve dört minâre yapdırdı. Bu iş üç sene sürdü. Abbâsî halîfelerinden<br />

Mehdî, yüzaltmışbir senesinde, yalnız şimâl tarafına on direk dikerek<br />

genişletdi. Halîfe Me’mûn da ikiyüziki 202 [m. 817] senesinde biraz genişletdi. Beşyüzelli<br />

senesinde, Cemâleddîn-i İsfehânî, ikinci dıvar etrâfına sandal ağacından parmaklık<br />

yapdı. Bu parmaklığa (Şebeke-i se’âdet) denir. O sene Mısrdan gönderilen,<br />

üzerinde kırmızı ipekle Yasîn sûresi yazılı beyâz ipek perde, Şebeke etrâfına<br />

asıldı. Bu perdeye (Sitâre) denir. Mısr Türkmen sultânı Seyfeddîn Sâlih Klavûn<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh”, altıyüzyetmişsekiz 678 [m. 1279] senesinde, Hucre-i<br />

se’âdet üzerine bugünkü (Kubbe-i hadrâ)yı ilk olarak yapdırıp kurşun ile kaplatdı.<br />

Mescidin bugünkü binâsı, Mısrdaki Çerkes sultânlarından Eşref Kaytbay “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” tarafından 888 [m. 1483] senesinde yapdırılmış ve Osmânlı<br />

sultânları tarafından ta’mîr ve tezyîn edilmişdir. (Cezb-ül-kulûb)dan terceme temâm<br />

oldu.<br />

Pâkistânda Mîrpûr şehrinde bulunan (Da’vet-ül-islâmiyyet-ül-âlemiyye) merkezinin<br />

1398 [m. 1978] de, bütün müslimân memleketlerine gönderdiği bildiride<br />

diyor ki: Sü’ûdî Arabistânda çıkan (Ed-da’ve) mecmû’asının 1397 [m. 1977] Şa’bân<br />

nüshâsında, Sa’dülharemeyn ismindeki bir vehhâbînin (Kubbet-ül-hadrâ)nın yıkılmasını<br />

istiyen yazısını, (Da’vet-ül-islâmiyyet-ül-âlemiyye) merkezimiz nefretle<br />

karşılamışdır. Üyelerimiz Pâkistânın Mîrpûr şehrinde, bu yazıyı protesto etmek<br />

için toplandı. Allâme Muhammed Beşîr “rahmetullahi teâlâ aleyh” başkan idi. Pek<br />

çok dinleyici arasında konuşan hatîblerin sözlerinin özeti şöyledir:<br />

Kubbet-ül-hadrâ, bütün müslimânların gözbebeğidir. Müslimânlar, bu mübârek<br />

hucreyi ziyâret etmeği, kurtulmalarına sebeb bilirler. Çünki, Peygamberimiz “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, (Kabrimi ziyâret edene şefâ’atim vâcib olur) buyurdu.<br />

Sa’dül-haremeynin bu çok çirkin yazısı, büyük fitne ve islâm düşmanının gizli bir<br />

hiylesidir. Bir müslimân böyle düşünebilir mi? İslâm dîninin şi’ârını yok etmeğe<br />

önayak olabilir mi? Vallahi olamaz! Bu çirkin yazının arkasında gizli ellerin, yehûdî<br />

güçlerinin bulunduğuna inanıyoruz. Eshâb-ı kirâmın mubârek cesedlerini ve<br />

Resûlullahın babası Abdüllahın cesedini kabrlerinden çıkarmaları, Kubbe-i hadrâyı<br />

yıkmak çirkin düşüncesine cesâret verdiğinde hiç şübhe yokdur. Bu çirkin yazı,<br />

büyük fitnelere yol açacakdır. Bunda hiçbir fâide yokdur. Kalbleri Resûlullahın<br />

“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sevgisi ile ve Kubbet-ül-hadrânın sevgisi ile<br />

dolu olan müslimânları yaralıyan bu çirkin yazıya nasıl cesâret olunduğunu Sü’ûdî<br />

– 350 –


arab hükûmetinin açıklaması lâzımdır. Müslimânların, Haremeyn-i şerîfeyne ve<br />

Kubbet-ül hadrâya hizmet etdikleri için, arabları sevdikleri şübhesizdir. Arablar<br />

bu mübârek makamlara saygısızlık ederlerse, müslimânların kalblerinde, onların<br />

sevgisi kalır mı? Bu çirkin oyundan meydâna gelen üzüntünün dehşetini Sü’ûdî Arabistân<br />

hükûmetine bildirmeleri ve bu kötü hîlenin yok edilmesi için çalışmaları için<br />

bütün dünyâ müslimânlarına çağrıda bulunuyoruz!<br />

Yukarıdaki çağrının arabî olan aslı, (El-medâric-üs-seniyye) kitâbının m. 1978<br />

baskısının sonuna eklenmişdir.<br />

İbni Âbidîn, hac bahsinin sonunda buyuruyor ki, (Hacca giden fakîr, Mekkeye<br />

gidinceye kadar nâfile ibâdet yapmakdadır. Nâfile sevâb almakdadır. Mekke<br />

şehrine girince, hac etmesi farz olur. Zengin ise, memleketinden hac için çıkdığı<br />

ânda farz sevâbı kazanmakdadır. Farzın sevâbı, nâfilenin sevâbından dahâ çokdur.<br />

Fakîr, memleketinde ihrâma girerek yola çıkarsa, yolda da farz sevâbı kazanarak,<br />

zenginin sevâbına kavuşur. Anası veyâ babası kendisine muhtâc olmıyan bir kimse,<br />

onlardan iznsiz farz olan hacca gidebilir. [Fekat nâfile olan hacca iznsiz gidemez.<br />

Câmi’, Kur’ân-ı kerîm kursu ve benzeri, islâma fâidesi olan şeyleri yapmak,<br />

nâfile hacdan ve ömreden dahâ sevâbdır. Nâfile hac ve ömre yaparken sarf edilen<br />

paralar, müslimânların muhtâclarına veriliyorsa, nâfile hac ve ömre yapmak, kendi<br />

memleketinde sadaka vermekden dahâ efdal olur. Çünki, hem mal ile, hem beden<br />

ile ibâdet yapılmakdadır. (Makâmât-i Mazheriyye)de, 26. cı mektûbda diyor<br />

ki, (Hacda bir farzı veyâ vâcibi özrsüz terk etmemek veyâ harâm, mekrûh işlememek<br />

lâzımdır. Aksi hâlde, nâfile hac ve ömre yapmak sevâb değil, günâh olur). Birinci<br />

kısmda, 74. cü madde sonuna ve kırkaltıncı maddenin zekât kısmına ve<br />

(Mektûbât Tercemesi)nde, 29 ve 123 ve 124. cü mektûblara bakınız!] Asker olarak<br />

veyâ yazı ve propaganda ile islâmiyyete hizmet etmek, nâfile hacdan ve ömreden<br />

dahâ sevâbdır. Böyle cihâd hizmeti olmıyan için, memleketinde fakîr, muhtâc<br />

ve sâlihlere yâhud seyyidlere ve Ehl-i sünnet bilgilerini yayanlara para yardımı<br />

etmek, nâfile haclardan ve câmi’, Kur’ân-ı kerîm kursu ve benzeri hizmetleri<br />

yapmakdan dahâ sevâbdır).<br />

Hak teâlâ, ilmi çok yerde övdü, Kur’ânda,<br />

Resûlün, ilmi emr eden sözleri, meydânda.<br />

İslâmın en büyük düşmanıdır, bil, cehâlet,<br />

çünki, cehl mikrobunun hastalığı, Felâket!<br />

Cehâlet olan yerden, din gider dedi, Nebî,<br />

Dîni seven, o hâlde ilmi, fenni sevmeli!<br />

Cennet, kılınc gölgesinde, demedi mi hadîs,<br />

atom gücü, jet uçuşuna bu emr, pek vecîz!<br />

İslâmın zilletine cehldir, bütün illet!<br />

Ey derdi cehâlet, sana düşmekle, bu millet!<br />

Bir hâle getirdin ki, ne din kaldı, ne nâmûs,<br />

ey sine-i islâma çöken, kapkara kâbus.<br />

Ey, biricik düşman, seni öldürmeli evvel,<br />

sensin, bize kâfirleri, üstün çıkaran el!<br />

Ey, millet, uyan cehline kurban gidiyorsun!<br />

İslâm gerilikdir, diye bir damga yiyorsun!<br />

Allahdan utan, bâri bırak, dîni elinden,<br />

gir, leş gibi, topraklara kendin, gireceksen!<br />

Lâkin bu sözüm de, te’sîr etmez ki câhile,<br />

Allahdan utanmak da, olur elbet, ilm ile.<br />

– 351 –


85 — MUBÂREK GECELER<br />

Mubârek geceler, islâm dîninin kıymet verdiği gecelerdir. Allahü teâlâ, kullarına<br />

çok acıdığı için, ba’zı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, düâ ve tevbeleri<br />

kabûl edeceğini bildirmişdir. Kullarının çok ibâdet yapması, düâ ve tevbe etmeleri<br />

için bu geceleri sebeb kılmışdır. Kıymetli geceye, kendinden sonra gelen günün<br />

ismi verilir. Önceki günü öğle nemâzı vaktinden, o gecenin fecrine kadar olan<br />

zemândır. Yalnız, Arefe ve üç kurban günlerinin geceleri böyle değildir. Bu dört<br />

gece, bu günleri ta’kîb eden gecelerdir. Bu geceleri ihyâ etmeli, ya’nî kazâ nemâzları<br />

kılmalı, Kur’ân-ı kerîm okumalı, düâ, tevbe etmeli, sadaka vermeli, müslimânları<br />

sevindirmeli, bunların sevâblarını ölülere de göndermelidir. Bu gecelere saygı<br />

göstermelidir. Saygı göstermek, günâh işlememekle olur.<br />

(Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbının yüzyetmişikinci sahîfesinde buyuruyor ki,<br />

(İmâm-ı Nevevî, (Ezkâr) kitâbında diyor ki, (Gecenin oniki kısmından bir kısmını<br />

[bir sâat kadar] ihyâ etmek, bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için<br />

hep böyledir). [İbni Âbidîn, birinci cild, 461. ci ve üçüncü cildin 289. cu sahîfelerinde<br />

de bu konuda bilgi verilmişdir.] (Hakâyık-ı manzûme)de diyor ki, (Fıkh kitâblarında<br />

sâat demek, bir mikdâr zemân demekdir). İmâm-ı Nevevî, Şâfi’î mezhebinde<br />

müctehiddir. Hanefîlerin de, geceleri böyle ihyâ etmeleri uygun olur).<br />

MÜSLİMÂNLARIN ON MUBÂREK GECESİ VARDIR:<br />

1 — KADR GECESİ: Ramezân-ı şerîf ayı içinde bulunan bir gecedir. İmâm-ı<br />

Şâfi’î “rahmetullahi teâlâ aleyh” onyedinci, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, yirmiyedinci<br />

gecesi olması çok vâkı’ olur dedi. Yirmi ile otuzuncu geceleri arasında arayınız<br />

denildi. Kur’ân-ı kerîmde medh edilen en kıymetli gecedir. Kur’ân-ı kerîm, Resûlullaha<br />

bu gece gelmeğe başladı.<br />

2 — AREFE GECESİ: Arefe günü ile Kurban bayramının birinci günü arasındaki<br />

gecedir. Zil-hicce ayının dokuzuncu ve onuncu günleri arasındaki gecedir. Arefe<br />

günü bin İhlâs okumanın çok sevâb olduğu, 357.ci sahîfede yazılıdır.<br />

3 — FITR BAYRAMI GECESİ: Ramezân-ı şerîf ayının son günü ile bayramın<br />

birinci günü arasındaki gecedir.<br />

4 — KURBAN BAYRAMI GECELERİ: Kurban bayramının birinci, ikinci ve<br />

üçüncü günlerinden sonraki gecelerdir. Bu üç güne (Eyyâm-i nahr) denir.<br />

5 — MEVLİD GECESİ: Rebî’ul-evvel ayının onbirinci ve onikinci günleri<br />

arasındaki gecedir. Dünyâdaki bütün insanlara Peygamber olarak gönderilen,<br />

Peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü Muhammed Mustafâ aleyhisselâmın<br />

doğduğu gecedir. Mîlâdın 571. ci senesinde doğdu denilmekdedir. Bu gece, Kadr<br />

gecesinden sonra, en kıymetli gecedir. Bu gece, O doğduğu için sevinenler afv olur.<br />

Bu gece, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” tevellüdü zemânlarında görülen<br />

hâlleri, mu’cizeleri okumak, dinlemek, öğrenmek çok sevâbdır. Kendileri de<br />

anlatırdı. Bu gece, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü anhüm” da, bir yere toplanıp,<br />

okurlar, anlatırlardı. [Birinci kısmda 95. ci madde ve 2. ci kısmda 17. ci madde ortalarına<br />

bakınız!]<br />

6 — BERÂT GECESİ: Şa’bân ayının onbeşinci gecesidir. Ya’nî ondördüncü günü<br />

ile onbeşinci günü arasındaki gecedir. Allahü teâlâ, ezelde, hiç birşey yaratmadan<br />

önce, herşeyi takdîr etdi, diledi. Bunlardan, bir yıl içinde olacak herşeyi, bu<br />

gece meleklere bildirir. Kur’ân-ı kerîm, Levhilmahfûza bu gece indi. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” bu gece, çok ibâdet, çok düâ ederdi.<br />

7 — Mİ’RÂC GECESİ: Receb ayının yirmiyedinci gecesidir. Mi’râc, merdiven<br />

demekdir. Resûlullahın göklere çıkarıldığı, bilinmiyen yerlere götürüldüğü gecedir.<br />

Mekke ehâlîsi îmân etmiyor. Müslimânlara çok sıkıntı veriyordu. İşkenceye başlamış,<br />

işi azdırmışlardı. Resûlullah çok üzüldü. Hicretden bir yıl önce, elliiki ya-<br />

– 352 –


şında idi. Zeyd bin Hâriseyi alarak Tâife gitdi. Tâif halkına bir ay nasîhat eyledi.<br />

Hiç kimse îmân etmedi. Alay etdiler. İşkence yapdılar. Yuhâladılar. Çocuklar taşa<br />

tutdular. Ümmîdsiz, üzüntülü, yorgun geri dönerken, mubârek bacakları yaralandı.<br />

Zeydin başı kan içinde kaldı. Çok sıcak bir sâatde, yol kenârında, bitkin hâlde<br />

oturdular. Orada bulunan bağ sâhibi, Rebî’a oğulları zengin Utbe ve Şeybe adında<br />

iki kardeş, köleleri Addâs ile, birer salkım üzüm gönderdi.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” üzümü yirken Besmele okudu. Addâs<br />

“radıyallahü teâlâ anh”, o zemân hıristiyan idi. Bunu işitince şaşırdı. (Yıllarca buralardayım.<br />

Kimseden böyle söz duymadım. Bu nasıl sözdür?) dedi.<br />

Resûlullah: Sen neredensin? buyurdu.<br />

Addâs: Nineveliyim, dedi.<br />

Resûlullah: Yûnüs aleyhisselâmın memleketinden imişsin, buyurdu.<br />

Addâs: Sen Yûnüsü nereden tanıyorsun? Onu, buralarda kimse bilmez, dedi.<br />

Resûlullah: O benim kardeşimdir. O da, benim gibi Peygamber idi, buyurdu.<br />

Addâs: Bu güzel yüzün, bu tatlı sözlerin sâhibi yalancı olmaz. Ben inandım ki, sen<br />

Allahın Resûlüsün, dedi. Müslimân oldu. Yâ Resûlallah “sallallahü teâlâ aleyhi ve<br />

sellem”! Yıllarca bu zâlimlere, bu yalancılara kulluk ediyorum. Herkesin hakkını yiyorlar.<br />

Herkesi aldatıyorlar. Hiç iyi tarafları yok. Dünyâlık toplamak, şehvetlerini yapmak<br />

için her alçaklığı göze alıyorlar. Onlardan nefret ediyorum. Sizinle birlikde gitmek,<br />

size hizmetle şereflenmek, câhillerin, ahmakların size yapacağı saygısızlıklara<br />

hedef olmak, mubârek vücûdünüzü korumak için fedâ olmak istiyorum, dedi.<br />

Resûlullah, tebessüm buyurdu: Şimdi efendilerinin yanında kal! Az zemân<br />

sonra, adımı her yerde işitirsin. O zemân bana gel, buyurdu. Bir müddet istirâhat<br />

edip, yaralarını, kanlarını sildiler. Mekkeye yürüdüler. Karanlıkda şehre girdiler.<br />

Her taraf düşman idi. Gidecek bir yer yokdu. [Birkaç ay Mekkede çok sıkıntılı geçdi.]<br />

O gece [Receb ayının yirmiyedinci gecesi] amcası Ebû Tâlibin kızı Ümm-i Hânînin<br />

Ebû Tâlib mahallesinde bulunan evine geldi. Ümm-i Hânî, o zemân îmân etmemişdi.<br />

Kimdir o? dedi.<br />

Resûlullah: Amcan oğlu Muhammedim “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”.<br />

Kabûl edersen, müsâfir geldim buyurdu.<br />

Ümm-i Hânî “radıyallahü teâlâ anhâ”: Senin gibi doğru sözlü, emîn, asîl, şerefli<br />

müsâfire can fedâ olsun. Yalnız, teşrîf edeceğinizi önceden bildirseydiniz, birşeyler<br />

hâzırlardım. Şimdi yidirecek birşeyim yok, dedi.<br />

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”: Yiyecek, içecek istemem. Hiçbiri<br />

gözümde yok. Rabbime ibâdet etmek, yalvarmak için bir yer bana yetişir, buyurdu.<br />

Ümm-i Hânî, Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” içeri alıp, bir hasır,<br />

leğen, ibrik verdi. Gelen müsâfire ikrâm etmek, onu düşmandan korumak, arablar<br />

için en şerefli vazîfe sayılırdı. Bir evdeki müsâfire zarar gelmesi, ev sâhibi için<br />

büyük yüzkarası olurdu. Ümm-i Hânî düşündü. Bunun Mekkede düşmanları çok.<br />

Hattâ öldürmek istiyenler var. Şerefimi korumak için, sabâha kadar Onu gözeteyim,<br />

dedi. Babasının kılıncını alıp, evin etrâfında dolaşmağa başladı.<br />

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” o gün çok incinmişdi. Abdest alıp,<br />

Rabbine yalvarmağa, afv dilemeğe, kulların îmâna gelmesi, se’âdete kavuşmaları<br />

için düâya başladı. Çok yorgun, aç, üzüntülü idi. Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi.<br />

O ânda, Allahü teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma:<br />

Sevgili Peygamberimi çok üzdüm. Mubârek bedenini, nâzik kalbini çok incitdim.<br />

Bu hâlde, yine bana yalvarıyor. Benden başka, hiçbirşey düşünmüyor. Git! Habîbimi<br />

getir! Cennetimi, Cehennemimi göster. Ona ve Onu sevenlere hâzırladığım<br />

– 353 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:23


ni’metleri görsün. Ona inanmıyanlara, sözleri, yazıları ve hareketleri ile Onu incitenlere<br />

hâzırladığım azâbları görsün. Onu ben tesellî edeceğim. Onun nâzik<br />

kalbinin yaralarını ben gidereceğim buyurdu. Cebrâîl “aleyhisselâm”, bir ânda Resûlullahın<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” yanına geldi. Mışıl mışıl uyuyor gördü. Dürtmeğe,<br />

uyandırmağa kıyamadı. İnsan şeklinde idi. Mubârek ayağının altını öpdü.<br />

Bu şeklde Resûlullahı uyandırdı. Cebrâîl aleyhisselâmı hemen tanıdı ve: (Ey<br />

Cebrâîl kardeşim! Böyle vaktsiz niçin geldin. Yoksa bir hatâ mı etdim, Rabbimi<br />

gücendirdim mi? Bana acı haber mi getirdin?) buyurdu ve Rabbinin darılacağından<br />

çok korkdu.<br />

Cebrâîl “aleyhisselâm”: Ey bütün yaratılmışların en üstünü! Ey Yaratanın sevgilisi!<br />

Ey Peygamberlerin efendisi, iyilikler menba’ı, üstünlükler kaynağı olan<br />

şerefli Peygamber! Rabbin sana selâm ediyor. Hiçbir Peygambere, hiçbir mahlûkuna<br />

vermediği ni’meti sana ihsân ediyor. Seni kendine da’vet ediyor. Lutfen<br />

kalk. Buyur, gidelim, dedi. Kâ’be yanına geldiler. Orada, bir kimse geldi. Göğsünü<br />

yardı. Kalbini çıkardı. Zemzem suyu ile yıkadı. Yine yerine koydu. Sonra Cennetden<br />

gelen Burak adındaki beyâz hayvana binip, bir anda Kudüsde, Mescid-i Aksâya<br />

geldiler. Cebrâîl “aleyhisselâm” kayayı parmağı ile deldi. Burakı oraya bağladı.<br />

Geçmiş Peygamberlerden ba’zısının rûhları insan şeklinde orada idi. Cemâ’at<br />

ile nemâz için Âdem, Nûh, İbrâhîm Peygamberlere, imâm olmalarını sıra ile<br />

söyledi. Hiçbiri kabûl etmedi. Özr dilediler. Kusûrlu olduklarını söylediler. Cebrâîl<br />

“aleyhisselâm”, Habîbullahı ileri sürdü. Sen varken, başkası imâm olamaz, dedi.<br />

Nemâzdan sonra, mescidden çıkıp bilinmiyen bir mi’râc ile, bir ânda, yedi kat<br />

gökleri geçdiler. Her gökde bir büyük Peygamberi gördü. Cebrâîl “aleyhisselâm”<br />

Sidrede kaldı ve kıl kadar ilerlersem, yanar, yok olurum dedi. Sidret-ülmüntehâ,<br />

altıncı gökde bulunan büyük bir ağaçdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

Cenneti, Cehennemi, sayısız şeyleri görüp, Refref adındaki bir Cennet yaygısı<br />

üstünde olarak Kürsî, Arş ve rûh âlemlerini geçip, bilinmiyen, anlaşılamıyan,<br />

anlatılamıyan şeklde, Allahü teâlânın dilediği yüksekliklere ulaşdı. Mekânsız,<br />

zemânsız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı gördü. Gözsüz, kulaksız, vâsıtasız,<br />

ortamsız olarak Rabbi ile konuşdu. Hiçbir mahlûkun bilemiyeceği, anlıyamıyacağı<br />

ni’metlere kavuşup, bir ânda, Kudüse ve oradan Mekke-i mükerremeye,<br />

Ümm-i Hânînin evine geldi. Yatdığı yer henüz soğumamış, leğendeki abdest suyunun<br />

hareketi durmamış idi. Dışarda dolaşan Ümm-i Hânî “radıyallahü teâlâ anhâ”<br />

uyuklamış, birşeyden haberi olmamışdı. Kudüsden Mekkeye gelirken, Kureyşin<br />

kervanına rastladı. Kervandaki bir deve ürkdü, yıkıldı.<br />

Sabâh olunca, Kâ’be yanına gidip mi’râcını anlatdı. İşiten kâfirler alay etdi. Muhammed<br />

aklını kaçırmış, iyice sapıtmış dediler. Müslimân olmağa niyyeti olanlar<br />

da vaz geçdi. Birkaçı sevinerek Ebû Bekrin evine geldi. Çünki, bunun akllı, tecribeli,<br />

hesâblı bir tüccâr olduğunu biliyorlardı. Kapıya çıkınca hemen sordular:<br />

Ey Ebâ Bekr “radıyallahü teâlâ anh”! Sen çok kerre Kudüse gitdin geldin. İyi<br />

bilirsin. Mekkeden Kudüse gidip gelmek, ne kadar zemân sürer dediler.<br />

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”: İyi biliyorum. Bir aydan fazla, dedi.<br />

Kâfirler bu söze sevindi. Akllı, tecribeli adamın sözü böyle olur, dediler. Gülerek,<br />

alay ederek ve Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” de kendi kafalarında olduğuna<br />

sevinerek:<br />

Senin efendin, Kudüse bir gecede gidip geldiğini söyliyor. Artık iyice sapıtdı diyerek,<br />

Ebû Bekre sevgi, saygı ve güvenc gösterdiler.<br />

Ebû Bekr “radıyallahü anh”, Resûlullahın mubârek adını işitince, (Eğer O<br />

söyledi ise, inandım. Bir ânda gidip gelmişdir) deyip içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını<br />

anlıyamadı. Önlerine bakıp gidiyor ve (Vay canına, Muhammed ne yaman<br />

büyücü imiş. Ebû Bekre sihr yapmış) diyorlardı.<br />

– 354 –


Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hemen giyinip, Resûlullahın yanına geldi.<br />

Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle (Yâ Resûlallah! Mi’râcınız mubârek olsun!<br />

Allahü teâlâya sonsuz şükrler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi<br />

yapmakla şereflendirdi. Parlıyan yüzünü görmekle, kalbleri alan, rûhları çeken<br />

tatlı sözlerini işitmekle ni’metlendirdi. Yâ Resûlallah “sallallahü teâlâ aleyhi<br />

ve sellem”! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana fedâ olsun!) dedi. Ebû<br />

Bekrin sözleri, kâfirleri şaşırtdı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şübheye düşen,<br />

îmânı za’îf birkaç kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem”, o gün Ebû Bekre (Sıddîk) dedi. Bu adı almakla, bir kat dahâ yükseldi.<br />

Kâfirler bu hâle çok kızdı. Mü’minlerin kuvvetli îmânına, Peygamberin “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” her sözüne hemen inanmalarına, Onun çevresinde pervâne<br />

gibi toplanmalarına dayanamadılar. Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve<br />

sellem” mahcûb, mağlûb etmek için, imtihân etmeğe yeltendiler:<br />

Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! Kudüse gitdim diyorsun. Söyle bakalım! Mescidin<br />

kaç kapısı, kaç penceresi var, gibi şeyler sordular. Hepsine cevâb verirken,<br />

hazret-i Ebû Bekr, öyledir yâ Resûlallah, öyledir yâ Resûlallah derdi. Hâlbuki, Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” edebinden, hayâsından karşısındakinin yüzüne<br />

bile bakmazdı. Buyururdu ki, (Mescid-i aksâda etrâfıma bakmamışdım. Sorduklarını<br />

görmemişdim. O ânda Cebrâîl “aleyhisselâm”, Mescid-i aksâyı gözümün<br />

önüne getirdi. [Televizyon gibi] görüyor, sayıyordum. Sorularına, hemen cevâb veriyordum).<br />

Yolda, develi yolcular gördüğünü söyledi. İnşâallah çarşamba günü gelirler<br />

buyurdu. Çarşamba günü güneş batarken, kervan Mekkeye geldi. Fırtına e-<br />

ser gibi olduğunu, bir devenin yıkıldığını söylediler. Bu hâl mü’minlerin îmânını<br />

kuvvetlendirdi. Kâfirlerin düşmanlığını artırdı. (Rûh-ul-beyân)da (Tefsîr-i Hüseynî)den<br />

alarak ve (Bahr)de, imâmlığı anlatırken, diyor ki, (Resûlullahın Mekkeden<br />

Beytül-mukaddese götürüldüğüne inanmıyan kâfir olur. Göklere ve bilinmiyen yerlere<br />

götürüldüğüne inanmıyan ise, dâl ve mübtedi’ olur). Ya’nî sapık olur.<br />

8 — RECEB AYI VE REGÂİB GECESİ: Receb ayının ilk Cum’a gecesine (Regâib<br />

gecesi) denir. Receb ayının her gecesi kıymetlidir. Her Cum’a gecesi de kıymetlidir.<br />

Bu iki kıymetli gece bir araya gelince, dahâ kıymetli olmakdadır. Regâib<br />

gecesinin kıymeti, çeşidli hadîs-i şerîfler ile bildirilmişdir. (İslâm Ahlâkı) kitâbının<br />

430.cu sahîfesine bakınız!<br />

Receb ayı, Âdem aleyhisselâmdan beri kıymetli idi. Bu ayda muhârebe etmek<br />

günâh idi. Her ümmet, bu aya saygı gösterirdi. Receb demek, mürecceb, mu’azzam,<br />

muhterem, kıymetli demekdir. Fârisî (Enîsülvâ’ızîn) kitâbında diyor ki, (Îsâ<br />

“aleyhisselâm” zemânında bir genc, güzel bir kıza tutulmuşdu. Ona kavuşmak için<br />

çırpınıyordu. Nice zemân sonra söz aldı. Bir akşam, odada buluşdular. Soyundular.<br />

Genç, pek sevincli idi. Ansızın, pencereden hilâli [yeni ayı] gördü. Bu hangi<br />

aydır dedi. Kız, Receb deyince, genc toparlandı. Giyindi. Kız şaşırıp, ne oluyorsun<br />

dedi. Genç, babalarımdan işitdim. Receb ayında günâh işlenmez. Bu aya saygı gösterilir<br />

deyip, özr diledi ve evine gitdi. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma vahy gönderip,<br />

olanları bildirdi. Bu genci ziyâret et! Selâmımı söyle buyurdu. Genç, Receb ayına<br />

gösterdiği bir saygı için, büyük bir Peygamberin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”<br />

kendine gönderildiğine sevinerek îmân etdi. İyi bir mü’min oldu. Receb<br />

ayına gösterdiği bir saygı sebebi ile, îmân şerefine kavuşdu.)<br />

9 — MUHARREM GECESİ: Muharrem ayının birinci gecesi, müslimânların<br />

kamerî yılbaşı gecesidir. Müslimânların şemsî yılbaşı gecesi ise, efrencî Eylül ayının<br />

yirminci gecesidir. Muharrem ayı, islâm kamerî senesinin birinci ayıdır. Muharrem<br />

ayının birinci günü müslimânların kamerî senesinin, birinci günüdür. Kâfirler,<br />

kendi yılbaşıları olan ocak ayının birinci gecesinde, noel baba yapıyorlar. Güyâ<br />

hıristiyan dîninin emr etdiği küfrleri işliyorlar. Bu gecede tapınıyorlar. Müslimânlar<br />

da, kendi sene başı gecelerinde ve günlerinde müsâfeha ederek, mektûb-<br />

– 355 –


laşarak tebrîkleşir. Birbirlerini ziyâret eder, hediyye verirler. Senebaşını mecmû’a<br />

ve gazetelerle kutlarlar. Yeni senenin, birbirlerine ve bütün müslimânlara hayrlı<br />

ve bereketli olması için düâ ederler. Büyükleri, akrabâyı, âlimleri evinde ziyâret<br />

edip düâlarını alırlar. O gün, bayram gibi temiz giyinirler. Fakîrlere sadaka verirler.<br />

10 — AŞÛRE GECESİ: Muharrem ayının onuncu gecesidir. Muharrem ayı,<br />

Kur’ân-ı kerîmde kıymet verilen dört aydan biridir. Aşûre, bu ayın en kıymetli gecesidir.<br />

Allahü teâlâ, birçok düâları Aşûre günü kabûl buyurdu. Âdem aleyhisselâmın<br />

tevbesinin kabûl olması, Nûh aleyhisselâmın gemisinin tûfândan kurtulması,<br />

Yûnüs aleyhisselâmın balığın karnından çıkması, İbrâhîm aleyhisselâmın Nemrûdun<br />

ateşinde yanmaması, İdrîs aleyhisselâmın diri olarak göke çıkarılması,<br />

Ya’kûb aleyhisselâmın, oğlu Yûsüf aleyhisselâma kavuşması ve gözlerindeki perdenin<br />

kalkması, Yûsüf aleyhisselâmın kuyudan çıkması, Eyyûb aleyhisselâmın hastalıkdan<br />

kurtulması, Mûsâ aleyhisselâmın Kızıldenizden geçip, Fir’avnın boğulması<br />

ve Îsâ aleyhisselâmın vilâdeti ve yehûdîlerin öldürmesinden kurtulup, diri olarak<br />

göke çıkarılması hep Aşûre günü oldu. Nûh “aleyhisselâm” gemide aşûre<br />

tatlısı pişirdiği için müslimânların Muharremin onuncu günü aşûre pişirmesi ibâdet<br />

olmaz. Muhammed “aleyhisselâm” ve Eshâb-ı kirâm “radıyallahü anhüm ecma’în”<br />

böyle yapmadı. Bugün aşûre pişirmeği ibâdet sanmak, bid’atdir, günâhdır.<br />

Muhammed aleyhisselâmın yapdığı veyâ emr etdiği şeyleri yapmak ibâdet olur. Din<br />

kitâblarının yazmadığı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirmediği şeyleri yapmak, sevâb<br />

olmaz. Günâh olur. O gün, herhangi bir tatlı yapmak, tanıdıklara ziyâfet, fakîrlere<br />

sadaka vermek sünnetdir, ibâdetdir. İbni Âbidîn, beşinci cild, ikiyüzyetmişaltıncı<br />

sahîfede diyor ki, (Kirpiklere sürme çekmek sünnetdir. Fekat, bunu yalnız<br />

Aşûre günü yapmak harâmdır).<br />

Hazret-i Hüseyn “radıyallahü anh” o gün şehîd oldu diyerek, mâtem tutmak, döğünmek<br />

de bid’atdir. Günâhdır. Şî’îler, hazret-i Hüseyn için mâtem tutuyorlar. Hazret-i<br />

Hüseyni, hazret-i Alînin oğlu olduğu için, tapınırcasına övüyorlar. Ehl-i sünnet<br />

ise, onu Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” torunu olduğu için çok<br />

seviyoruz. İslâmiyyetde mâtem tutmak yokdur. Müslimânlar, yalnız Aşûre günü<br />

mâtem tutmaz. Kerbelâ fâci’asını hâtırlayınca her zemân üzülür. Kalbleri sızlar.<br />

Gözleri kan ağlar. İslâmiyyetde mâtem tutmak olsaydı, Aşûre günü değil, Resûlullahın<br />

Tâifde mubârek ayaklarının kana boyandığı ve Uhudda mubârek dişinin<br />

kırılıp, mubârek yüzünün kanadığı ve vefât etdiği gün mâtem tutulurdu.<br />

Yukarıdaki on geceden, beşinci, altıncı, yedinci ve sekizinci gecelere (Kandil)<br />

geceleri denir.<br />

Yukarıda bildirilen on geceden başka, fıtr bayramının diğer geceleri, Zil-hicce<br />

ayının ilk on geceleri, Muharremin ilk on geceleri ve her Cum’a ve pazartesi gecesi<br />

de mubârekdir. Şernblâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (İmdâd-ül-fettâh) kitâbında,<br />

bu gecelerin fazîletlerini uzun yazmışdır.<br />

Aşağıdaki hadîs-i şerîfler, muhtelif kitâblarda yazılıdır:<br />

1 — Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan düâ, tevbe, red olmaz.<br />

Fıtr bayramının ve Kurban bayramının birinci geceleri, Şa’bânın onbeşinci [Berât]<br />

gecesi ve Arefe gecesi, [Kadr gecesi, birçok hadîs-i şerîflerde bildirildiği için burada<br />

da bildirilmeğe lüzûm görülmemişdir].<br />

2 — Allahü teâlâ, ibâdetler içinde, Zil-hiccenin ilk on gününde yapılanları dahâ<br />

çok sever. Bu günlerde tutulan bir gün oruca, bir senelik oruc [nâfile oruc] sevâbı<br />

verilir. Gecelerinde kılınan nemâz, Kadr gecesinde kılınan nemâz gibidir. Bu<br />

günlerde çok tesbîh, tehlîl ve tekbîr ediniz!<br />

3 — Bir müslimân, Terviye günü oruc tutarsa ve günâh söylemezse, Allahü teâlâ,<br />

onu elbette Cennete sokar.<br />

– 356 –


4 — Arefe gününe hurmet ediniz! Çünki Arefe, Allahü teâlânın kıymet verdiği<br />

bir gündür.<br />

5 — Arefe gecesi ibâdet edenler, Cehennemden âzâd olur.<br />

6 — Arefe günü oruc tutanların, iki senelik günâhları afv olur. Biri, geçmiş senenin,<br />

diğeri, gelecek senenin günâhıdır. [Arefe, Zil-hiccenin dokuzuncu günüdür.<br />

Başka günlere Arefe denmez!].<br />

7 — Arefe günü bin İhlâs okuyanın bütün günâhları afv olur ve her düâsı kabûl<br />

olur. Hepsini Besmele ile okumalıdır.<br />

8 — Receb, Allahü teâlânın ayıdır. Receb ayına ikrâm edene, saygı gösterene,<br />

Allahü teâlâ, dünyâda ve âhıretde ikrâm eder.<br />

Abdülkâdir-i Geylânînin “rahmetullahi aleyh” arabî (Fütûhulgayb) kitâbının<br />

ve bunun, Abdülhak Dehlevî, fârisî şerhinin, [1313] Hindistân baskısı, ikiyüzyetmişdördüncü<br />

sahîfede, Alî “radıyallahü anh” aşağıdaki hadîs-i şerîfi haber verdi:<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Farz nemâzı kılmamış olanın<br />

nâfile nemâzları kılması, vakti temâm olmuş hâmile kadına benzer. Çocuğu olacağı<br />

günlerde, çocuğu düşürür, aldırır. Çocuğu yok olduğu için, bu kadına, hâmile<br />

denemez. Ana da denemez. Bu kimse de böyledir. Farz nemâzlarını ödemedikce,<br />

Allahü teâlâ, nâfile nemâzlarını kabûl etmez). Büyük âlim, hadîs-i şerîf mütehassısı<br />

Abdülhak Dehlevî “rahmetullahi aleyh”, bu kitâbı fârisî şerh ederken buyuruyor<br />

ki, (Bu hadîs-i şerîf, farz borclarını kazâ etmeyip de, sünnetleri ve nâfileleri<br />

kılanların, boş yere uğraşdıklarını bildirmekdedir. Çünki, farz ve vâcib olmıyan<br />

nemâzlara nâfile nemâz denir. Farzlarla birlikde kılınan nâfilelere (Müekked<br />

sünnet) nemâzlar denir. Farzla birlikde kılınması bildirilmiyenlere (Zevâid sünnet)<br />

nemâzları denir).<br />

9 — Recebin ilk Cum’a gecesini ihyâ edene [saygı gösterene], Allahü teâlâ kabr<br />

azâbı yapmaz. Düâlarını kabûl eder. Yalnız, yedi kimseyi afv etmez ve düâlarını<br />

kabûl etmez: Fâiz alan veyâ veren, müslimânları aşağı gören, anasına, babasına eziyyet<br />

eden, karşı gelen çocuk, müslimân olan ve islâmiyyete uyan kocasını dinlemiyen<br />

kadın, şarkı ve çalgıcılığı san’at edinenler, livâta ve zinâ edenler, beş vakt nemâzı<br />

kılmıyanlar. Bunlar, bu günâhlardan vaz geçmedikce, tevbe etmedikce, düâları<br />

kabûl olmaz. Ananın, babanın, kocanın, hiç kimsenin, islâmiyyete uymıyan<br />

emri dinlenilmez, yapılmaz. Fekat, anaya, babaya, yine tatlı söylemek, onları incitmemek<br />

lâzımdır. Ana baba kâfir ise, onları kiliseden, meyhâneden, sırtda taşıyarak<br />

bile, geri getirmek lâzımdır. Fekat, oralara götürmek lâzım değildir.<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” beşinci cild, ikiyüzaltmışdokuzuncu<br />

sahîfede buyuruyor ki, (Anayı, babayı ve kadının zevcini, adları ile çağırması<br />

tahrîmen mekrûhdur, küçük günâhdır. Ta’zîm ile, saygı anlatan kelimeler ile ve yanına<br />

giderek çağırmaları lâzımdır. Uzakdan, yüksek sesle çağırmamalıdır).<br />

10 — Cebrâîl “aleyhisselâm” bana geldi. Kalk, nemâz kıl ve düâ et! Bu gece,<br />

Şa’bânın onbeşinci gecesidir dedi. Bu geceyi ihyâ edenleri, Allahü teâlâ afv eder.<br />

Yalnız, müşrikleri, büyücüleri, falcıları, hasîsleri, alkollü içki içenleri, fâiz yiyenleri<br />

ve zinâ yapanları afv etmez.<br />

11 — Berât gecesini ganîmet, fırsat biliniz! Çünki, belli bir gecedir. Şa’bânın onbeşinci<br />

gecesidir. Kadr gecesi, çok büyük ise de, hangi gece olduğu belli değildir.<br />

Bu gece, çok ibâdet yapınız. Yoksa, kıyâmet günü pişmân olursunuz!<br />

Bir zemânda veyâ bir yerde veyâ birşeyi okumakda, yapmakda, çok sevâb verileceğini<br />

işitince, o sevâba kavuşmağı niyyet ederek, düşünerek yapana, bu haber<br />

doğru olmasa bile, Allahü teâlâ, o sevâbları ihsân eder. Fekat, bunun islâmiyyet<br />

tarafından yasak edilmemiş birşey olması lâzımdır. Nâfile ibâdetlerin sevâbına kavuşabilmek<br />

için, îmânda ve farzlarda kusûr olmamak ve günâhlara tevbe etmek ve<br />

ibâdet olarak yapmağa niyyet etmek şartdır.<br />

– 357 –


86 — ŞEMSÎ SENELERİ, KAMERÎ SENEYE<br />

ÇEVİRMEK<br />

Zemân ölçmek için kullanılan zemân ölçü birimlerinden birisinin (sene) olduğu,<br />

altmışıncı maddede bildirilmişdi. Uzunluk bakımından iki dürlü sene vardır:<br />

Şemsî sene ve Kamerî sene. Şemsî sene, güneş senesi olup, Erd küresinin güneş etrâfında<br />

bir devr yapdığı zemândır. 365, 242 vasatî güneş günüdür. Kamerî sene; ay<br />

küresinin, Erd küresi etrâfında 12 kerre döndüğü zemân olup, 354, 367 vasatî güneş<br />

günüdür. Güneş yılı, kamerî yıldan 10,875 gün dahâ uzundur. Mebde’ [başlangıç]<br />

zemânına göre, iki dürlü sene kullanılmakdadır. Mîlâdî sene, hicrî sene. Mîlâdî<br />

sene, Îsâ aleyhisselâmın doğum günü zan edilen zemândan başlar ise de,<br />

Fransa kralı 9. cu Şarlın 970 [m. 1563] senesinde, yıl başının 1 Ocakdan [Kânûn sânîden]<br />

başlamasını emr etdiği, Hasîb beğin (Kozmoğrafya) kitâbında yazılıdır. Hicrî<br />

sene, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîneye hicret etdiği seneden<br />

başlamakdadır. Hicrî şemsî senenin mebdei, Medîneye girdiği efrencî Eylül<br />

ayının 20. ci, rûmî Eylül ayının 7. ci pazartesi günü olduğu, 1310 [m. 1893] târîhli<br />

Ebüzziyâ takvîminde uzun yazılıdır. Acemlerin şemsî senesi, bundan altı ay<br />

evvel, ya’nî martın yirminci günü olan mecûsî bayramında başlamakdadır. Hicrî<br />

kamerî senenin mebdei, aynı senenin Muharrem ayının birinci Cum’a günü olup,<br />

efrencî Temmuz ayının 16. cı günüdür. Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi<br />

ve sellem” hicreti mîlâdın 622. ci senesinde oldu. 621. ci sene temâm oldukdan 196<br />

gün [0,54 sene] sonra hicrî kamerî yılbaşıdır. 262 gün [0,72 sene] sonra da, hicrî şemsî<br />

yılın mebdeidir. Hicrî şemsî yılın mebdei, hicrî kamerî yıl mebdeinden 66 gün<br />

[0,18 sene] sonra olmakdadır. Hicrî şemsî sene adedine 0,18 ilâve edince, hicrî şemsî<br />

sene adedi de 16 Temmuzdan başlamış oluyor. Senede 10,875 günlük farkdan dolayı,<br />

şemsî sene 32,5 olunca, kamerî sene 33,5 oluyor. Kamerî sene adedi,<br />

32,58/33,58=0,97023 ile çarpılınca, şemsî sene olur. Hicrî şemsî sene adedi<br />

33,5/32,5=1,0307 ile çarpılınca, kamerî sene adedi olur.<br />

1404 kamerî senesi başına rastlayan hicrî şemsî seneyi bulalım: Bir senenin<br />

başı, bir evvelki senenin sonu olduğu için ve şemsî sene de, 16 Temmuzda başlamış<br />

olsaydı, şemsî sene mikdârı 1403x0,97023=1361,23 olurdu. Şemsî sene, 16<br />

Temmuzdan 0,18 sene sonra başladığı için, bundan 0,18 sene çıkarılınca, 1362 senesinin<br />

0,05x12=0,6 birinci ayının 0,6x30=18. ci günü olur.<br />

1362 hicrî şemsî sene başına rastlıyan kamerî senenin kaç olduğunu bulalım: Kamerî<br />

sene de 20 Eylülde başlamış olsaydı 1361x1,0307=1402,78 olurdu. Bundan 0,18<br />

fazlası, 1403 senesinin 0,96x12=11,52 onikinci ayının yarısı olur.<br />

1984 mîlâdî senesi başında hicrî senelerin kaç olduklarını bulalım: 1984 mîlâdî<br />

senesi başına rastlıyan hicrî şemsî sene 1984-622=1362 dir. 20 Eylül ile 1 Ocak arası<br />

103 gün [0,28 sene]dir. 1362 şemsî sene başında kamerî senenin 1402,96 olduğunu<br />

yukarda bulmuşduk. Kamerî sene de 1402,96+0,28=1403,24 olur ki, 1404 kamerî<br />

senenin 0,24x12=2,88 üçüncü ayının 0,88x30=26,4 yirmi yedinci günü olur.<br />

87 — KAMERÎ SENEYİ, MÎLÂDÎYE ÇEVİRMEK<br />

1404 hicrî kamerî senesi başına rastlıyan mîlâdî seneyi bulalım:<br />

1403x0,97023=1361,23 16 Temmuzdan başlıyan hicrî güneş senesi olur.<br />

1361,23+621,54=1982,77 olur ki, 1983 senesinin 0,77x12=9,24 onuncu ayının<br />

0,24x30=7,2 sekizinci günüdür.<br />

Hak tecellî eyleyince, her işi âsân eder,<br />

halk eder esbâbını, bir lahzada ihsân eder.<br />

– 358 –


88 — HİCRÎ SENE BAŞININ HANGİ GÜN OLDUĞUNU<br />

BULMAK<br />

Muharremin birinci gününü bulmak için sene adedi, beş ile çarpılır [darb edilir].<br />

Bulunan aded, sekize bölünür [taksîm olunur]. Bâkî [kalan sayı], perşembeden<br />

i’tibâren gün adedini gösterir. Meselâ [1357] senesi Muharremi ibtidâsı: 1357<br />

nin beş misli 6785 dir. Bunun 8 ile taksîminden bir kalır. Muharremin başı perşembedir.<br />

Üçyüzaltmışbirinci [361]. sahîfeye bakınız!<br />

89 — HERHANGİ BİR ARABÎ AYIN BİRİNCİ<br />

GÜNÜNÜ BULMAK (Işık Usûlü)<br />

Sene adedinden bir noksânı, 4,367 ile çarpılır [darb edilir]. Bulunan adedin tam<br />

sayısına, aranılan aya mahsûs rakam ilâve edilir. Çıkan mecmû’ [toplam], yediye<br />

taksîm edildikde, kalan [bâkî], Cum’adan i’tibâren gün adedi olur.<br />

Oniki arabî ayın herbirine mahsûs rakamlar, şu beytdeki, oniki kelimenin birinci<br />

harfleridir. Her büyük harf, (Ebced hesâbı) ile, bir adedi gösterir:<br />

<strong>Hilmi</strong> Bu Dünyâya Hiç Zahmet Etme!<br />

Cemâl-i Dünyâyı, Vefâsız Zen Buldu Cümle.<br />

Beytdeki oniki büyük harfin sıraları, oniki arabî ayın, Muharremden i’tibâren<br />

sıralarına göredir. Her harf, aynı sıradaki ayın husûsî numarasıdır.<br />

(Ebced hevvez huttî) kelimelerindeki harflere (Hurûf-i cümmel) denir. Bu kelimeler<br />

de:<br />

E=1, b=2, c=3, d=4, he=5, v=6, z=7, hu=8, t=9, î=10 dur. Buna göre, yukarıdaki<br />

beytde kelimelerin birinci harfleri:<br />

<strong>Hilmi</strong>=8=Muharrem<br />

Bu=2=Safer<br />

Dünyâya=4=Rebî’ul-evvel<br />

Hiç=5=Rebî’ul-âhır<br />

Zahmet=7=Cemâzil-evvel<br />

Etme=1=Cemâzil-âhır<br />

Cemâli=3=Receb<br />

Dünyâyı=4=Şa’bân<br />

Vefâsız=6=Ramezân-ül-mubârek<br />

Zen (kadın)=7=Şevvâl<br />

Buldu=2=Zil-ka’de<br />

Cümle=3=Zil-hicce<br />

aylara mahsûs rakamları gösterir.<br />

Meselâ [1362] senesi, Zil-ka’de ayının yirmidokuzuncu gününü bulalım:<br />

1361 adedini, 4,367 ile darb edelim, 5943 olur. Buna iki ilâve edelim. Çünki, Zilka’deye<br />

mahsûs aded ikidir, 5945 olur. Bunu yediye bölünce, iki artar. Demek ki<br />

Zil-ka’denin birinci günü, Cum’adan başlıyarak, ikinci gün imiş. Ya’nî cumartesi<br />

imiş. Yirmidokuzuncu gün de, tabi’î yine cumartesidir. Hüseyn <strong>Hilmi</strong> Işıkın “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” bulmuş olduğu bu üsûl, pek kat’î ve hassâsdır.<br />

Kamer, güneşin ve yıldızların, şarkdan garba doğru olan, günlük hareketlerine<br />

– 359 –


iştirâk etdiği gibi [s.182], Erd etrâfında garbdan şarka doğru da hareket etmekdedir.<br />

Bu hareketi, güneşin garbdan şarka doğru olan senelik hareketinden dahâ<br />

sür’atlidir. Kamer, bu hareketinde bir devrini 27 gün 8 sâatde temâmlamakdadır.<br />

Bu sebeb ile, günlük devrini yıldızlardan elli dakîka 30 sâniye sonra temâmlar. Güneş<br />

ise, günlük hareketini dört dakîka sonra temâmlamakdadır. Bunun için kamer,<br />

bir evvelki güne nazaran, güneşden dahâ sonra Nısf-ün-nehâra gelir ve birinci gece<br />

güneşden 45 dakîka sonra gurûb eder. Kamer, yer küresinin etrâfında dönerken,<br />

mahrekinin bulunduğu müstevî ile, husûf müstevîsi arasında takrîben beş derecelik<br />

bir zâviye vardır. Her devrinde, bir kerre, ay ile güneş, yer küresinin aynı tarafında<br />

olarak, üçü bir doğrultuda bulunuyorlar. Bu hâle (İctimâ’ı neyyireyn=Conjunction)<br />

denir. Bu hâlde iken, kamerin bize karşı olan yüzü karanlık oluyor. Ayı<br />

göremiyoruz. Bu zemâna (Muhak) denir. Muhak zemânı sâbit değildir. Yirmisekiz<br />

sâat ile yetmişiki sâat arasında değişmekdedir. Osmânlı âlimlerinin takvîmlerinde<br />

a’zamî olarak üç gün [72 sâat] hesâb edildiğini görüyoruz. İctimâ’ vakti, Muhak<br />

zemânının tam ortası olup, ilmî takvîmlerde her ay için yazılıdır. Erd da güneş<br />

etrâfında hareket etdiği için, iki ictimâ’ vakti arasındaki zemân, 29 gün 13 sâat<br />

olmakdadır. İctimâ’ vaktinde, şems ile kamer, aynı vaktde Nısf-ün-nehârdan geçmekdedir.<br />

İctimâ’ vaktinden sekiz derece [takrîben 14 sâat] geçmeden evvel,<br />

ya’nî Erd ile kameri ve Erd ile şemsi birleşdiren, iki yarım doğru arasındaki (Beynûnet=Elongation)<br />

zâviyesi sekiz dereceden [14 sâatdan] az iken, hilâl hiçbir zemânda,<br />

hiçbiryerde görülemez. A’zamî 18 derece olunca, ay muhakdan kurtulup,<br />

güneş batarken, 45 dakîka içinde batı tarafında üfuk hattı üzerinde, yeni ayın hilâli<br />

görünür. Fekat, 57 dakîka (İhtilâf-ı manzar)ından dolayı, üfka 5 derece yaklaşınca<br />

görülemez. Muhakdan kurtulduğu vakt, hangi memleketde güneş batmakda<br />

ise, o tûl derecesindeki memleketlerden hilâl görülür. Sonraki sâatlarda veyâ<br />

gecede, bunların garbındaki memleketlerde de, güneşin gurûbundan sonra<br />

görülebilir. Meselâ, Receb ayı başlıyacağı zemân, ictimâ’ vakti, 14 Mayıs 1980 çarşamba<br />

günü Türkiye [İzmitin mahallî] sâati ile, 15 dedir. Hilâlin ilk görünmesi, perşembe<br />

günü beşden evvel olamaz. Osmânlı âlimlerinin kabûl etdiği gibi, bu zâviye<br />

18 derece, ya’nî birbuçuk günlük zemân olunca, hilâlin ilk görünmesi 16 Mayıs<br />

Cum’a günü sâat 3 de olacakdır. Cum’a günü güneşin batması, İstanbulda 19.20 de<br />

olduğu için, güneşin batması 16 sâat önce olan, ya’nî İstanbulun 240 derece veyâ<br />

Londranın 270 derece doğusunda bulunan Amerikanın Şikago şehrinde ve batısındaki<br />

yerlerde, Cum’a günü [Cumartesi gecesi] güneş batarken hilâl görülebilecekdir.<br />

Mayısın 17. Cumartesi günü, Recebin birinci günü olacakdır. 270 dereceli<br />

tûl dâiresinin şarkındaki memleketlerde, bu gece görülemez. Geceler, gurûb zemânında,<br />

bu gecelerin gündüzleri, gece yarısı başlamakdadır. Bu hesâblar, kamerî ayın<br />

başladığı vakti bulmak için değildir. Hilâlin görülebileceği geceyi anlamak içindir.<br />

İmâm-ı Sübkî de böyle buyurdu. İmâmın sözünü tersine çevirenlere aldanmamalıdır.<br />

(Tahtâvî ve Şernblâlî hâşiyeleri). İbni Âbidîn, birinci cild, ikiyüzseksendokuzuncu<br />

sahîfede, kıble ta’yînini bildirirken, diyor ki: (Ramezân-ı şerîfin birinci gününü<br />

anlamakda takvîmlere güvenilmemelidir, buyurdular. Çünki oruc, gökde yeni ayı<br />

görmekle farz olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Hilâli görünce oruca<br />

başlayınız!) buyurdu. Hâlbuki hilâlin doğması, görmekle değil, hesâbladır ve hesâb<br />

sahîh olup, hilâl, hesâbın bildirdiği gecede doğar. Fekat, o gece görülmeyip, bir<br />

gece sonra görülebilir ve oruca, hilâlin doğduğu gece değil, görüldüğü gece başlamak<br />

lâzımdır. Çünki, islâmiyyet böyle emr buyurmuşdur). Semâda, Ramezân-ı şerîf<br />

hilâlini aramak, bir ibâdetdir. Görülüyor ki, Ramezân-ı şerîf başlangıcını önceden<br />

haber vermek, islâmiyyeti bilmemek alâmetidir. Kurban bayramının birinci günü<br />

de, Zilhicce ayının hilâlini görmekle anlaşılır. Zilhicce ayının dokuzuncu Arefe<br />

günü, hesâbla, takvîmle anlaşılan gün veyâ bundan bir gün sonra olur. Bundan bir<br />

gün önce Arafâta çıkanların hacları sahîh olmuyor. Hiçbiri hâcı olamıyor.<br />

Arabî ayın birinci gününü bulmak için, (Ma’rifetnâme) ve (Acâib-ül-mahlûkât)<br />

– 360 –


kitâblarında da, birbirlerinden başka üsûller ve cedveller yazılıdır. İkincisinde ayrıca<br />

diyor ki, imâm-ı Ca’fer Sâdık “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, her sene<br />

Ramezân-ı şerîfin birinci günü, bir evvelki senedeki Ramezânın birinci gününden<br />

başlıyarak sayılan, haftanın beşinci günüdür.<br />

Aylar<br />

Muharrem<br />

Safer<br />

Rebî’ul-evvel<br />

Rebî’ul-âhır<br />

Cemâzil-evvel<br />

Cemâzil-âhir<br />

Receb<br />

Şa’bân<br />

Ramezân<br />

Şevvâl<br />

Zilka’de<br />

Zilhicce<br />

0<br />

6<br />

1<br />

2<br />

4<br />

5<br />

7<br />

1<br />

3<br />

4<br />

6<br />

7<br />

2<br />

1<br />

4<br />

6<br />

7<br />

2<br />

3<br />

5<br />

6<br />

1<br />

2<br />

4<br />

5<br />

7<br />

2<br />

1<br />

3<br />

4<br />

6<br />

7<br />

2<br />

3<br />

5<br />

6<br />

1<br />

2<br />

4<br />

3<br />

6<br />

1<br />

2<br />

4<br />

5<br />

7<br />

1<br />

3<br />

4<br />

6<br />

7<br />

2<br />

4<br />

3<br />

5<br />

6<br />

1<br />

2<br />

4<br />

5<br />

7<br />

1<br />

3<br />

4<br />

6<br />

5<br />

7<br />

2<br />

3<br />

5<br />

6<br />

1<br />

2<br />

4<br />

5<br />

7<br />

1<br />

3<br />

6<br />

5<br />

7<br />

1<br />

3<br />

4<br />

7<br />

7<br />

1<br />

3<br />

5<br />

6<br />

1<br />

7<br />

2<br />

4<br />

5<br />

7<br />

1<br />

3<br />

4<br />

6<br />

7<br />

2<br />

3<br />

5<br />

Herhangi arabî ayın birinci<br />

gününü bulmak için, 1310 [m. 1893]<br />

senesi, Ebüzziyâ takvîminde diyor<br />

ki, hicrî kamerî sene adedi sekize<br />

bölünür. Bakıyye, İbni İshak<br />

Ya’kûb kindînin yandaki cedvelinde,<br />

birinci satırda bulunup,<br />

bundan aşağıya inince, ay hizâsındaki<br />

rakam, Cum’adan i’tibâren gün<br />

adedi olur.<br />

Ahmed Ziyâ beğin kitâbındaki Uluğ beğin cedveli ve bunun kullanılması, aşağıda<br />

bildirilmişdir.<br />

Herhangi bir arabî ayın birinci gününün hangi gün olduğunu bulmak için muhtelif<br />

usûller vardır. Bunların en sahîhî, Uluğ beğin bildirdiği usûldur. Bu usûle göre,<br />

evvelâ, hicrî senenin birinci ayı olan Muharrem ayının birinci günü bulunur. Muharrem<br />

ayının birinci gününü bulmak için, bilinen hicrî sene sayısı dâimâ 210<br />

adedine bölünür. Bu taksîmin bâkîsinin, ya’nî kalanının birler basamağındaki<br />

(en sağdaki) rakam bâkîden çıkarılır. Kalan sayı birinci cedvelde, birinci sütûnda,<br />

ya’nî bâkî sayısının birler basamağı atılmış hâli sütûnunda bulunur. Buradan sağa<br />

doğru gidilir. Cedvelin birinci satırındaki, birler basamağındaki rakamdan da, aşağı<br />

doğru gidilir. İkisinin kesişdiği yerdeki rakam, pazardan i’tibâren sayılarak, Muharremin<br />

birinci günü olur. Meselâ, 1316 hicrî senesinin Muharremin birinci gününü<br />

bulmak için, 1316 = 6 56 dur. Bâkî [kalan] 56’nın birler basamağındaki 6 rakamı<br />

210 210<br />

56 dan çıkarılınca 50 kalır. Birinci sütûndaki 50’den sağa gidilince, 6 rakamına âid<br />

sütunda 1 bulunur. Sene başının pazar günü olduğu anlaşılır. Herhangi bir ayın birinci<br />

gününü bulmak için, önce bu senenin birinci günü bulunur. İkinci cedvelde,<br />

Muharrem hizâsındaki, ya’nî birinci satırdaki sene başı günü rakamının bulunduğu<br />

sütûnda, aranılan ay hizâsındaki rakam, bu ayın birinci gününün pazardan<br />

i’tibâren sayısı olur. Meselâ, 1316 senesi Ramezân ayının birinci gününü bulalım:<br />

Bu senenin başı pazar günü, ya’nî haftanın birinci günü olduğu için, ikinci cedvelin<br />

birinci satırında 1 rakamının bulunduğu sütûnda, Ramezân hizâsında 6 bulunduğundan,<br />

Ramezânın birinci günü, pazardan i’tibâren altıncı Cum’a günüdür.<br />

– 361 –


BÂKÎ SAYISININ BİRLER BASAMAĞI ATILMIŞ HÂLİ<br />

ULUĞ BEĞİN KAMERÎ<br />

AY CEDVELLERİ<br />

BİRİNCİ CEDVEL<br />

Bakî sayısının birler basamağı<br />

0 1 2 3 4 5 6 7<br />

0 2 6 3 1 5 2 7 4<br />

10 3 1 5 2 7 4 2 6<br />

20 4 2 7 4 1 6 3 1<br />

30 7 4 1 6 3 7 5 2<br />

40 1 6 3 7 5 2 7 4<br />

50 3 7 5 2 6 4 1 6<br />

60 5 2 6 4 1 5 3 7<br />

70 6 4 1 5 3 7 5 2<br />

80 1 5 3 7 4 2 6 4<br />

90 3 7 4 2 6 3 1 5<br />

100 4 2 6 3 1 5 3 7<br />

110 6 3 1 5 2 7 4 2<br />

120 1 5 2 7 4 1 6 3<br />

130 2 7 4 1 6 3 1 5<br />

140 4 1 6 3 7 5 2 7<br />

150 6 3 7 5 2 6 4 1<br />

160 7 5 2 6 4 1 6 3<br />

170 2 6 4 1 5 3 7 5<br />

180 4 1 5 3 7 4 2 6<br />

190 5 3 7 4 2 6 4 1<br />

200 7 4 2 6 3 1 5 3<br />

İKİNCİ CEDVEL<br />

AYLAR<br />

GÜNLER<br />

Muharrem<br />

Safer<br />

Rebî’ul-evvel<br />

Rebî’ul-âhır<br />

Cemâzil-evvel<br />

Cemâzil-âhir<br />

Receb<br />

Şa’bân<br />

Ramezân<br />

Şevvâl<br />

Zilka’de<br />

Zilhicce<br />

Kurban Bayramı<br />

5<br />

7<br />

1<br />

3<br />

4<br />

6<br />

7<br />

2<br />

3<br />

5<br />

6<br />

1<br />

3<br />

6<br />

1<br />

2<br />

4<br />

5<br />

7<br />

1<br />

3<br />

4<br />

6<br />

7<br />

2<br />

4<br />

7<br />

2<br />

3<br />

5<br />

6<br />

1<br />

2<br />

4<br />

5<br />

7<br />

1<br />

3<br />

5<br />

1<br />

3<br />

4<br />

6<br />

7<br />

2<br />

3<br />

5<br />

6<br />

1<br />

2<br />

4<br />

6<br />

2<br />

4<br />

5<br />

7<br />

1<br />

3<br />

4<br />

6<br />

7<br />

2<br />

3<br />

5<br />

7<br />

8<br />

2<br />

3<br />

5<br />

7<br />

1<br />

3<br />

5<br />

6<br />

1<br />

3<br />

4<br />

6<br />

1<br />

2<br />

4<br />

6<br />

7<br />

2<br />

4<br />

5<br />

7<br />

3<br />

5<br />

6<br />

1<br />

2<br />

4<br />

5<br />

7<br />

1<br />

3<br />

4<br />

6<br />

1<br />

9<br />

6<br />

1<br />

2<br />

4<br />

6<br />

7<br />

2<br />

4<br />

5<br />

7<br />

2<br />

3<br />

5<br />

7<br />

1<br />

3<br />

5<br />

6<br />

1<br />

3<br />

4<br />

4<br />

6<br />

7<br />

2<br />

3<br />

5<br />

6<br />

1<br />

2<br />

4<br />

5<br />

7<br />

2<br />

Hicrî sene başının rastladığı mîlâdî<br />

seneyi bulmak:<br />

Her hicrî sene başı, bir evvelki hicrî sene<br />

başının rastladığı mîlâdî seneden bir<br />

sonraki mîlâdî senede ve takrîben onbir<br />

gün evvel başlar. 33,58 hicrî ve 32,58 mîlâdî<br />

senede bir, hicrî senelerin başları, Ocak<br />

ayının ilk on gününe rastlar. Aşağıdaki cedvelde,<br />

Aralık ayında başlıyan hicrî seneler<br />

yazılıdır. Bunlardan sonraki hicrî sene başları,<br />

her sene, bu 12.ci aydan birinci aya<br />

doğru giderek, mîlâdî ayların her birine tesâdüf<br />

eder. Cedvelde yazılı olmıyan böyle<br />

hicrî senelerden birinin başının mîlâdî karşılığını<br />

bulmak için, cedvelde kendinden<br />

bir evvel yazılı hicrî sene ile bunun yanındaki<br />

mîlâdî sene cedvelde bulunur. Bu iki<br />

hicrî senenin farkı cedvelde bulunan mîlâdîye<br />

ilâve edilir. Meselâ 1344 hicrî senenin<br />

ibtidâsına tesâdüf eden mîlâdî seneyi bulmak<br />

için, 1344-1330=14 olduğundan,<br />

1911+14= 1925 olur. Aylar cedvelinde 14 rakamının<br />

altındaki Temmuz ayına rastlar.<br />

Bir hicrî senedeki bir şemsî ayın rastladığı<br />

mîlâdî sene, bu ay, hicrî sene başının rastladığı<br />

aydan evvel ise, bulunan seneden bir<br />

fazla olur.<br />

Mîlâdî<br />

sene<br />

1323<br />

1356<br />

1388<br />

1421<br />

1454<br />

1486<br />

1519<br />

1551<br />

1585<br />

1617<br />

1650<br />

1682<br />

1715<br />

1748<br />

1780<br />

1813<br />

1845<br />

1878<br />

1911<br />

1943<br />

1976<br />

2008<br />

Hicrî<br />

sene<br />

724<br />

758<br />

791<br />

825<br />

859<br />

892<br />

926<br />

959<br />

994<br />

1027<br />

1061<br />

1094<br />

1128<br />

1162<br />

1195<br />

1229<br />

1262<br />

1296<br />

1330<br />

1363<br />

1397<br />

1430<br />

Mîlâdî<br />

sene<br />

607<br />

640<br />

672<br />

705<br />

737<br />

770<br />

802<br />

835<br />

868<br />

900<br />

933<br />

965<br />

998<br />

1030<br />

1063<br />

1095<br />

1128<br />

1160<br />

1193<br />

1226<br />

1258<br />

1291<br />

Hicrî<br />

sene<br />

-14<br />

20<br />

53<br />

87<br />

120<br />

154<br />

187<br />

221<br />

255<br />

288<br />

322<br />

355<br />

389<br />

422<br />

456<br />

489<br />

523<br />

556<br />

590<br />

624<br />

657<br />

691<br />

0 1 2<br />

Aralık<br />

17 18<br />

Hazîran<br />

3 4<br />

Kasım<br />

19 20 21<br />

Mayıs<br />

5 6 7<br />

Ekim<br />

22 23 24<br />

Nisan<br />

8 9 10<br />

Eylül<br />

25 26 27<br />

Mart<br />

11 12 13<br />

Ağustos<br />

28 29 30<br />

Şubat<br />

14 15 16<br />

Temmuz<br />

31 32 33 34<br />

Ocak<br />

– 362 –


90 — SELÂMLAŞMAK<br />

İki müslimân karşılaşdığı zemân, birbirine (Selâmün aleyküm) demesi ve sonra<br />

el ile müsâfeha etmesi sünnetdir. Müsâfeha ederken günâhları dökülür.<br />

Aşağıdaki sekiz kimseye, her zemân selâm vermek harâmdır, günâhdır:<br />

1— Yabancı kızlara, genc kadınlara selâm verilmez.<br />

2— Satranç ve her oyunu oynayanlara selâm verilmez.<br />

3— Kumar oynayanlara selâm verilmez.<br />

4— İçki içenlere selâm verilmez.<br />

5— Gıybet edenlere selâm verilmez.<br />

6— Şarkıcılara selâm verilmez.<br />

7— Âşikâre günâh işliyenlere selâm verilmez.<br />

8— Kızlara, kadınlara bakanlara selâm verilmez.<br />

Aşağıdaki onaltı hâlde görülen kimselere, yalnız o hâlde iken selâm verilmez:<br />

1— Nemâzda olana selâm verilmez.<br />

2— Hatîb efendiye, hutbe okurken selâm verilmez.<br />

3— Kur’ân-ı kerîm okuyana selâm verilmez.<br />

4— Zikr ve va’z edene selâm verilmez.<br />

5— Hadîs-i şerîf okuyana selâm verilmez.<br />

6— Yukarıda yazılanları dinliyenlere selâm verilmez.<br />

7— Fıkh dersi çalışana selâm verilmez.<br />

8— Mahkemede, hâkimlere selâm verilmez.<br />

9— Din dersi müzâkere edenlere selâm verilmez.<br />

10— Müezzine, ezân okurken selâm verilmez.<br />

11— Müezzine, ikâmet okurken selâm verilmez.<br />

12— Din dersi veren muallime selâm verilmez.<br />

13— Zevcesi ile meşgûl olana selâm verilmez.<br />

14 — Avret yeri açık olana selâm verilmez.<br />

15— Abdest bozmakda olana selâm verilmez.<br />

16— Yemek yimekde olana selâm verilmez.<br />

Mahrem olmıyan ihtiyâr kadınlara selâm verilir. Zarûret olduğu zemânlarda, şehvetden<br />

emîn ise, müsâfeha da edilir [ya’nî eli sıkılır]. Günâh işliyenler, tevbe<br />

ederse, selâm verilir. Günâh işlerken mâni’ olmak niyyeti ile selâm verilebilir.<br />

Kâfirlere, ancak iş düşdüğü zemân selâm verilebilir. Kâfiri tebcîl ederek saygı<br />

göstermek için selâm veren kâfir olur. Kâfiri ta’zîm eden, meselâ üstâdım, gibi<br />

sözlerle saygı gösteren, kâfir olur [İbni Âbidîn, cild 5]. Aç kimse, sofraya<br />

çağrılacağını bilirse, yemek yiyene selâm verebilir. Talebe, hocasına selâm verebilir.<br />

Selâm verene ve üçe kadar aksırıp da (Elhamdülillah) diyene hemen cevâb vermek<br />

farz-ı kifâyedir. İşitenlerin cevâbı gecikdirmesi harâmdır. Tevbe etmeleri lâzım<br />

olur. Mektûbla gelen selâmı okuyunca hemen (Ve aleyküm selâm) demek farzdır.<br />

Bunu yazıp göndermek müstehabdır. Birisine selâm götürmeği kabûl eden kimsenin,<br />

bu selâmı götürmesi farzdır. Çünki, üzerinde emânetdir. Götürmeği kabûl<br />

etmemiş ise (Vedî’a) olur. Vedî’ayı götürmek lâzım olmaz.<br />

İkinci kısmda yazılanlardan, başdan ikisi, selâma cevâb vermez. Oniki numaraya<br />

kadar olanların cevâb vermesi iyi olur. Dilencinin selâmına cevâb vermek lâzım<br />

değildir. Yirken ve içerken ve halâda iken ve çocuğun ve serhoşun ve fâsıkın<br />

selâmlarına cevâb vermek farz değildir. (İbni Âbidîn cild 5. sahîfe 267)<br />

– 363 –


(Selâmün aleyküm) veyâ (Esselâmü aleyküm) diyerek selâm verilir. (Selâm aleyküm)<br />

diyenlere ve başka sözlerle selâm verene cevâb vermek farz olmaz.<br />

(Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbında yazıyor ki: (Fetâvâ-i Sirâciyye)de diyor ki, (Bir<br />

kimseye selâm verirken, cem’ olarak vermeli, çok kimseye verir gibi vermelidir.<br />

Çünki, mü’min yalnız değildir. Muhafaza melekleri ve (Kirâmen kâtibîn) adındaki<br />

iki melek onunla berâberdir.) (Rıyâd-us-sâlihîn) kitâbında, selâmı cem’ kelimesi<br />

şeklinde söylemek lâzım olduğunu bildiren hadîs-i şerîf yazılıdır.<br />

(Selâmün aleyküm) demek, (Ben müslimânım. Benden sana zarar gelmez. Selâmetdesin)<br />

demekdir. Hadîs-i şerîfde, (Tanıdığınız ve tanımadığınız müslimânlara<br />

selâm veriniz!) buyuruldu. Kâfirlere selâm verilmez. Onlar selâm verince, yalnız<br />

(Ve aleyküm) denir. Nikâhla alması ebedî harâm olan onsekiz kadına selâm vermek<br />

câizdir. Selâmlarına cevâb vermek farz-ı kifâyedir. Bir sebeb ile, geçici harâm<br />

olan, ya’nî, o sebeb kalkınca evlenmesi halâl olan yedi kadına selâm vermek câiz<br />

değildir. Bunların selâmına cevâb vermek farz olmaz.<br />

Zengine, zengin olduğu için selâm vermek câiz değildir. Zengin önce selâm verirse,<br />

cevâb verilmesi farz olur. Büyüklerin çocuklara selâm vermesi câizdir.<br />

Selâmda sünnet şöyledir ki, önce büyük küçüğe, şehrli köylüye, devedeki ata binmiş<br />

olana, atdaki merkebde olana, merkeb üstündeki yaya yürüyene, ayakda<br />

olan oturana, az olan çok olana, efendi hizmetcisine, baba oğluna, ana kızına verir.<br />

Rütbe ve ni’meti çok olan önce verir. Nitekim, mi’râc gecesi, önce Allahü teâlâ<br />

selâm verdi. İki müslimân, birbirine aynı ânda selâm verirse, her ikisinin de,<br />

birbirine cevâb vermesi farz olur. Birbirinden sonra selâm verirlerse, ikincinin verdiği<br />

selâm cevâb yerine geçer. Çok kimseye selâm verildiği zemân, bir kişi, hattâ<br />

bir çocuk cevâb verince, ötekiler vermese de olur.<br />

Âdem aleyhisselâmdan, İbrâhîm aleyhisselâma kadar, selâmlaşma, birbirine secde<br />

etmekle olurdu. Sonra, bunun yerine boynuna sarılmakla oldu. Muhammed aleyhisselâm<br />

zemânında, el ile müsâfeha sünnet oldu.<br />

[Şî’îler, verilen selâm gibi cevâb verir. Selâmün aleyküm diyerek cevâb verir.<br />

Aleyküm selâm demezler].<br />

Abdüllah bin Selâm “radıyallahü anh” buyuruyor ki, Resûl-i ekrem “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” Medîneye hicret buyurduğu zemân, mubârek ağzından ilk işitdiğim<br />

hadîs-i şerîf şu idi: (Birbirinize selâm veriniz! Birbirinize yiyecek ikrâm ediniz!<br />

Akrabânızın haklarını gözetiniz! Gece, herkes uyurken nemâz kılınız! Bunları<br />

yaparak, selâmetle Cennete giriniz!). (Rıyâd-un-nâsıhîn)in sözü temâm oldu.<br />

Tahtâvî, (Merâkıl-felâh) şerhinde, yüzyetmişdördüncü sahîfede diyor ki: (Müslimânların,<br />

birbiri ile karşılaşdığı zemân, müsâfeha etmeleri sünnetdir. Nitekim Süleymân<br />

Ebû Dâvüd Sicstânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği hadîs-i şerîfde,<br />

Ebû Zer Gıfârî “radıyallahü anh” buyuruyor ki: (Resûlullah “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” ile her karşılaşdığımda, benimle müsâfeha ederdi). (Müsâfeha), iki<br />

kişinin, sağ elin avuç içlerini birbirine yapışdırıp, iki baş parmağın yanlarını birbirine<br />

değdirmesidir. Şimdi moda olan, parmakları tutarak avucuna koyarak yapılan<br />

tokalaşma, şî’îlerin üsûlüdür. Sünnet olan ise, karşılaşınca, selâm söyleşirken,<br />

sağ el dört parmak içlerini, çıplak olarak [eldivensiz, örtüsüz karşısındakinin sağ<br />

eli dışına baş parmağı tarafına] yapışdırmakdır. Baş parmakda bulunan damardan<br />

muhabbet yayılır. Müsâfeha ederken, birbirine muhabbet geçer). Müslimânların<br />

sevişmeleri, bölünmemeleri lâzım olduğu buradan da anlaşılmakdadır.<br />

İbni Âbidîn, beşinci cildde, istibrâ bâbında buyuruyor ki, (Câmi’de her nemâzdan<br />

sonra birbiri ile müsâfeha etmek bid’atdir. Şî’îlerin âdetidir. [Bayram<br />

günleri, câmi’lerde müsâfeha ederek bayramlaşmak ve nemâzlardan sonra, âdet<br />

etmeden, ara sıra müsâfeha etmek câizdir.] İhtiyâc olduğu vakt, zimmîye selâm ver-<br />

– 364 –


mek ve müsâfeha etmek câiz olur. Hurmet için ise, câiz olmaz. Kâfire hurmet küfrdür.<br />

On yaşına gelen kız ve erkek çocukların yatak odalarını birbirinden ve ana babalarından<br />

ayırmalıdır. Âlimin, ana babanın eli öpülür. Başkasının öpülmez. Arkadaş<br />

ile karşılaşınca elini öpmek harâmdır.<br />

Büyükler geldiği zemân, kalkarak karşılamak müstehabdır. Kendi gelince, kalkılmasını<br />

sevmek mekrûhdur. Kur’ân-ı kerîmi, ekmeği öpmek câizdir).<br />

(Berîka) kitâbı, binüçyüzotuzdördüncü sahîfesinde diyor ki, (Selâm verirken ve<br />

selâm alırken eğilmek günâhdır. Hadîs-i şerîfde, (Karşılaşdığınız zemân, birbirinize<br />

eğilmeyiniz, kucaklaşmayınız!) buyuruldu. Allahü teâlâdan başkası için rükü’<br />

ve secde yapmak harâmdır.) İbni Nüceym Zeyneddîn Mısrî “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” (Segâir ve Kebâir) kitâbında, el ile selâm vermek günâhdır diyor. İsmâ’îl Sivâsî,<br />

bunu açıklarken, (Çünki, el ile selâm vermek, kâfirlerin âdetidir) diyor.<br />

İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, ikiyüzaltmışbeşinci mektûbda buyuruyor<br />

ki: (Müslimânların haklarını gözetmek lâzımdır. Hadîs-i şerîfde, (Müslimânın<br />

müslimân üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevâb vermek, hastasını yoklamak,<br />

cenâzesinde bulunmak, da’vetine gitmek ve aksırıp elhamdülillah diyene, yerhamükellah<br />

diyerek cevâb vermek) buyuruldu. Fekat, çağırılan yere gitmek için, şartlar<br />

vardır. (İhyâ) kitâbında diyor ki, (Yemek şübheli ise, sofrada ipek kumaş, altın,<br />

gümüş varsa, tavanda ve dıvarlarda canlı resmleri varsa, çalgı çalınıyorsa,<br />

oyun oynanıyorsa, böyle olan yere gidilmez. Zâlimin, bid’at sâhibinin, fâsıkın ve<br />

kötü kimselerin ve öğünmek için çok para harcamış olanın da’vetine de gidilmez).<br />

(Şir’at-ül-islâm) kitâbında diyor ki, (Riyâ, gösteriş için yapılan da’vete gidilmez).<br />

(Muhît) kitâbında diyor ki, (Oyun oynanan, çalgı çalınan, müslimânlar çekişdirilen,<br />

içki içilen da’vete gidilmez). (Metâlib-ül-mü’minîn) kitâbında da böyle yazılıdır.<br />

Böyle mâni’ler bulunmıyan da’vete gitmek lâzımdır. Bu zemânda, böyle<br />

da’vet az bulunur. Bakıcısı bulunan hastayı ziyâret sünnetdir. Kimsesi yok ise, yoklamak<br />

vâcib olduğu (Mişkât) hâşiyesinde yazılıdır. Müslimânın cenâze nemâzını<br />

kılmalı, hiç olmazsa birkaç adım cenâzede bulunmalıdır). İkiyüzaltmışbeşinci<br />

mektûb tercemesi temâm oldu. İbni Âbidîn (Hazar ve ibâha) kısmında diyor ki,<br />

(Harâm olan şeyler, odada ise gidilir. Sofrada ise gidilmez. Bilmiyerek gidildi ise,<br />

kalbi ile beğenmiyerek oturulur veyâ bir behâne ile geri dönülür. Çünki, harâm işlememek<br />

için, sünnet terk edilir. Gîbet söylemek veyâ dinlemek, çalgıdan ve<br />

oyundan dahâ büyük günâhdır. Söz veyâ makâm sâhibi ise, sofrada günâha mâni’<br />

olmalı veyâ geri dönmelidir).<br />

(Mâ-lâ-büdde)de, zekât bahsi sonunda diyor ki, (Gelen müsâfire üç gün ziyâfet<br />

vermek, müekked sünnetdir. Sonraki günlerde müstehabdır).<br />

(Hadîka)da, dil âfetlerinin sonunda diyor ki, (Birinin evine, odasına, bağçesine<br />

girileceği zemân izn istemek vâcibdir. Kapıya vurarak, zili çalarak veyâ seslenerek,<br />

meselâ selâm vererek izn istemeden içeri girmemelidir. Ana baba, çocuğunun,<br />

çocuk, bunların odasına gireceği zemân da izn istemelidir. İzn üç def’a istenir.<br />

Birincisinde izn verilmezse, bir dakîka kadar sonra, ikinci def’a istemeli, yine<br />

verilmezse, üçüncü def’a istemelidir. Yine izn verilmezse, [dört rek’at nemâz kılacak<br />

kadar beklemiş ise], içeri girmemeli, gitmelidir. Kapı aralanırsa, aradığı<br />

kimseyi sormadan önce, kendini tanıtmalıdır. [Telefon edince de, önce kendini tanıtmalıdır.]<br />

İçeri girmeğe rızâsı olduğu bilinen kimsenin yanına izn almadan girilebilir).<br />

Süleymâniyye kütübhânesi, Lâleli kısmında (3653) sayılı kitâbın başında, Ahmed<br />

ibni Kemâl efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Kitâb-ül-ferâid)de diyor ki,<br />

(Ebû Ümâmenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Başkalarına benzeyenler bizden değildir.<br />

Yehûdîlere ve hıristiyanlara benzemeyiniz! Yehûdîler parmakları ile işâret ederek,<br />

hıristiyanlar elleri ile işâret ederek, mecûsîler de eğilerek selâm verir) buyu-<br />

– 365 –


uldu. (Kitâb-üs-sünnet-i vel cemâ’a)da diyor ki, selâma cevâb veriniz! Selâm olarak<br />

parmakla veyâ el ile işâret etmek, yehûdî ve hıristiyan âdetidir. Birini görünce<br />

kendi elini veyâ onun elini öpmek ve eli göğse koymak ve eğilmek ve yere kapanmak<br />

da mecûsî âdetidir). [1] (Fetâvâ-i Kâri-ül-Hidâye)de ve (Şir’at-ül-islâm)da<br />

diyor ki, (Parmak ile işâret ederek selâm vermek yehûdî âdetidir. El ile selâm vermek<br />

de hıristiyan âdetidir. Müslimân böyle selâm vermemelidir). Mazher-i Cân-ı<br />

Cânân, eli başa kaldırarak ve eğilerek selâmlaşmağa mâni’ olurdu.<br />

Câmi’ul-ezher kibâr-ı ulemâsından olup, 1361 [m. 1942] de vefât eden eşşeyh Alî<br />

Mahfûz “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (El-ibdâ’) kitâbının üçyüzaltmışikinci sahîfesinde<br />

diyor ki, (İslâmiyyete uygun selâm vermek unutuldu. Bu, çok kötü âdetdir.<br />

Günaydın demek, el işâreti ile selâmlaşmak, baş eğmek, yabancı müslimânı görünce<br />

selâm vermemek, eve girince gördüklerine selâm vermemek çok fenâdır. Sünneti<br />

terk etmekdir). Câmi’ul-ezher profesörlerinden şeyh Abdüllah-i Dessûkî ve<br />

şeyh Yûsüf-i Decvî, (İbdâ’) kitâbının sonuna takrîz yazmışlar, kitâbı övmüşlerdir.<br />

Kış günleri gidip, behâr gelince,<br />

açılır gafletden, gözü dağların.<br />

Donanır, süslenir, gonca güllerle,<br />

geçmez bülbüllere, nazı dağların.<br />

Gece gündüz, tesbîhledir işleri,<br />

Allah, Allah söyler, dâim kuşları.<br />

Göklere uzanmış, sanki başları,<br />

düâ kıblesine, yüzü dağların.<br />

Kudretden, hepsine, hulle biçilir,<br />

Hak rahmeti, üstlerine saçılır.<br />

Dürlü dürlü, çiçekleri açılır,<br />

Cennet-i a’lâdır, yazı dağların.<br />

Bakıp doyulmaz, yeşil alanlara,<br />

hidâyetler olur, Hakdan anlara.<br />

Esen yeli, safâ verir canlara,<br />

miskü anber kokar, tozu dağların.<br />

Bir yanda, zanbaklar, bir yanda lâle,<br />

ırmakları benzer, âb-ı zülâle.<br />

(Sebbe-ha) ma’nâsı, geliyor dile,<br />

şükür Hakka, dâim sözü dağların.<br />

[1] (Kitâb-üs-sünnet-i vel cemâ’at) müellifi Rüknülislâm İbrâhîmdir. (Kitâb-üs-sünnet)in<br />

müellifi Zâhid-i Saffârdır.<br />

– 366 –


91 — KUR’ÂN-I KERÎM, ALLAH KELÂMIDIR<br />

Bağdâd vâlîsi Sırrî pâşa (Sırr-ı Furkân) kitâbının, İstanbulda [1312] de basılan,<br />

birinci cild, üçüncü baskısı, yetmişbeşinci sahîfesinde buyuruyor ki:<br />

Bu kitâbımı yazmadan bir sene önce, Diyâr-ı Bekr şehrinde, bir Cum’a günü,<br />

şehrin ileri gelenleri ile oturuyorduk. Arabî dilinde ve din bilgisinde derinliği ile<br />

tanınmış olan meşhûr Keldânî papası Abd-i Yesû’ da aramızda idi. Müsâfirim olan<br />

Mûsul vâlîsi Muhammed Reşîd pâşaya yanımdakileri takdîm ederken, Abd-i Yesû’<br />

için de (arab edebiyyâtında pek derindir) demişdim. Bunun için belâgat üzerinde<br />

çok konuşuldu. Sonraları dilden, kavmciliğe geçildi. Bu sırada, vaktîle,<br />

Beyrutlu bir Îsevî ile aramızda geçen bir konuşmayı, bunlara anlatdım: Herkes kendi<br />

kavminin büyükleri ile öğünür. Siz de Arab oğullarısınız. Size sorsalar ki, büyük<br />

devlet kurmak, ilm, san’at ve belâgat bakımından en büyük adamınız kimdir?<br />

Ne cevâb verirsiniz, demişdim. Beyrutlu hıristiyan da, hemen: Muhammed aleyhisselâm<br />

demeğe mecbûruz demişdi, dedim ve Abd-i Yesû’a dönerek, size sorsaydım,<br />

ne derdiniz, dedim.<br />

Abd-i Yesû’ — Evet, büyük devlet kurmak, medeniyyete hizmet bakımından,<br />

arabın en büyük, en meşhûr adamı Odur derim. Fekat, Muhammed aleyhisselâmın,<br />

arabın en fasîh konuşanı olduğunu kabûl etmem. Çünki, bunu gösterecek bir<br />

eseri yokdur. Kur’ânı gösterirseniz, Kur’ân Onun sözü değildir diyorsunuz.<br />

Kur’ânın çok fasîh, pek belîg olması, Onun fasîh ve belîg olmasını göstermez. Evet<br />

O, belîg ve fasîh idi. Fekat, Onun gibi, başkaları da vardı. Meselâ, Alînin “radıyallahü<br />

anh” sözleri gösteriyor ki, bu da, Onun gibi fasîh ve belîg idi. İslâmiyyetden<br />

önce Ümri-ül Kays ve Kus bin Sa’îdenin şöhretlerini hepimiz biliyoruz. Hattâ, Kus<br />

bin Sa’îdenin hutbesini, Muhammed aleyhisselâm da beğenmişdi, dedi.<br />

Bu sözü dinleyenler, birbiri ile konuşmağa, bir gürültü sezilmeğe başladığından,<br />

ayağa kalkıp, şimdilik kimseden yardım istemiyorum. Lutfen râhat olunuz, dedim.<br />

Herkes susdu. Şöyle cevâb verdim:<br />

Şu ânda, din hissimizi, teassubumuzu bir yana bırakıp, ilmî ve ciddî konuşalım!<br />

Kur’ân-ı kerîm için siz ne dersiniz? Kur’ân-ı kerîm kimin sözüdür?<br />

A.Y. — Kur’ânı, Muhammed “aleyhisselâm” arkadaşları ile yapdı.<br />

S.Pâşa — Geçenlerde, vâlîlik emrim okununca, siz arabca bir düâ yapmışdınız.<br />

O düâyı başkası yazıp size verdi deseler, susar mısınız?<br />

A.Y. — Susmam, ben yapdığımı söylerim.<br />

S.P. — Niçin?<br />

A.Y. — Çünki bu düâyı ben hâzırladım.<br />

S.P. — Hakkınız var. Beş beytli bir gazel yazan kimse bile, bir beytinin çalındığını<br />

görse, çalanın cezâlanmasını ister. Herkes eseri ile öğünür, değil mi?<br />

A.Y. — Evet.<br />

S.P. — Sizin o düânızdan dahâ güzeli yapılabilir mi?<br />

A.Y. — Evet, yapılabilir.<br />

S.P. — Sizin düânızla, Kur’ân-ı kerîm arasında fesâhat, belâgat bakımlarından<br />

fark var mı?<br />

A.Y. — Elbet, hem de pekçok.<br />

S.P. — Arab edîbleri ve dost ve düşman ilm adamları uğraşarak, Kur’ân-ı kerîm<br />

gibi söyliyememeleri, Kur’ânı yazanlar için büyük bir şeref olmaz mı?<br />

A.Y. — Elbet olur.<br />

S.P. — Böyle, yüksek bir eseri, sâhibi başkasına bağışlar mı? Muhammed aleyhisselâm,<br />

(Bu Kur’ân, Allah kelâmıdır. İnanmıyorsanız, bir âyeti kadar siz de<br />

söyleyiniz! Söyliyemezsiniz!) derdi. O kadar düşman oldukları, elele verip uğraş-<br />

– 367 –


dıkları hâlde söyliyemediler. Kimisi belâgati, i’câzı görür görmez îmân etdi. Kimisi,<br />

insan bunu söyliyemez diyerek, ister istemez tasdîk etdi. Muhammed “aleyhisselâm”,<br />

bunu birkaç kimse ile birlikde yapmış olsaydı, düşmanlar da bir araya gelerek,<br />

bunun gibi yapabilirdi. Çünki, müslimânlarda olduğu gibi, kâfirler arasında<br />

da, kuvvetli edîb, fasîh kimseler vardı. Sonra, bununla meydân okurken, malı,<br />

mülkü, mevkı’i ve hükûmeti yokdu ki, yardımcılarını bunlarla susdurdu denilsin.<br />

Kur’ân-ı kerîm, Tevrât, Zebûr ve İncîl gibi, topluca meydâna konmadı ki, yardımcıları,<br />

bu eserlerin böyle kıymetli olacağını önceden düşünememişlerdi, sonradan<br />

pişmân oldularsa da, iş işden geçmişdi denilsin. Kur’ân-ı kerîm yavaş yavaş<br />

yirmiüç senede indi. Her âyet gelince, herkes hayrân kalıyordu. Yardımcıları olsaydı,<br />

ne kadar sabrlı, fedâkâr olsalar da, kendi eserlerinin, böyle şân ve şerefini<br />

görüp de, yirmiüç sene seslerini çıkarmaz, susabilirler mi idi?<br />

A.Y. — Sözün doğrusu, Kur’ânı, Muhammed “aleyhisselâm”, yalnız kendi<br />

yapmışdır.<br />

S.P. — Kur’ân-ı kerîmi siz, nasıl buluyorsunuz?<br />

A.Y. — Çok fasîh, pek belîg, hikmet dolu.<br />

S.P. — Demek, bunu yapan hakîm olmalı.<br />

A.Y. — Evet.<br />

S.P. — Demek ki, Muhammed “aleyhisselâm” hakîm idi.<br />

A.Y. — Şübhesiz hakîm idi.<br />

S.P. — Yalan söyliyen hakîm olur mu?<br />

A.Y. — Olmaz.<br />

S.P. — Muhammed aleyhisselâmın hakîm olduğunu söyliyorsunuz ve hakîm, doğru<br />

söyler diyorsunuz. Zâten, bütün hıristiyanların, Onun doğru olduğunu bilmesi<br />

lâzımdır. Çünki, Mardin köylerinden birinde bulunan “Deyr-i Za’ferân” adındaki<br />

büyük kilisede, nasârânın arabî yazılmış târîh-i mukaddes kitâbından birinde,<br />

(Muhammed aleyhisselâma peygamberliğinden evvel herkes, emîn olan Muhammed<br />

derdi. Çünki, doğruluğu ile meşhûr idi) okumuşdum. İşte, o doğru sözlü<br />

Muhammed “aleyhisselâm”, bize haber verdi ki, (Kur’ân-ı kerîm, insan sözü değildir.<br />

Allah kelâmıdır). Buna ne dersiniz? Hayır inanmam derseniz, onun hakîm<br />

olduğuna da inanmamış olursunuz. Hakîm idi, sözünde duruyorsanız, Onun sözüne<br />

de inanmanız lâzım gelir.<br />

A.Y. — Doğrusunu istiyorsanız, Muhammed “aleyhisselâm” Peygamber idi. Fekat<br />

yalnız Arabların Peygamberi idi.<br />

S.P. — Teşekkür ederim. Şübhe bulutları sıyrılıp, hakîkat ışıkları parlamağa başladı.<br />

Hakîm yalan söylemez dediniz. Peygamber hiç yalan söyler mi? O hiç söylemez.<br />

Öyle ise, Muhammed aleyhisselâmın bütün insanlara, her millete de Peygamber<br />

olduğuna inanmanız lâzımdır. Çünki, O bize; (Ben bütün insanların ve Cinnîlerin<br />

hepsinin Peygamberiyim) diye haber veriyor. Buna ne dersiniz?<br />

Birkaç sâniye durdukdan sonra, kalkıp gitdi ve bir dahâ yanıma gelmedi.<br />

(Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbının (Müslimânlık ve Hıristiyanlık) ve<br />

(Kur’ân-ı Kerîm ve İncîller) ve (İslâm Dîni ve Diğer Dinler) kısmlarında ve (Cevâb<br />

Veremedi) kitâbında hıristiyanlık dîni üzerinde geniş bilgi vardır.<br />

Allaha tevekkül edenin yâveri Hakdır.<br />

Na-şâd olan bu kalbim, birgün şâd olacakdır.<br />

– 368 –


92 — ÎSÂ “aleyhisselâm” İNSAN İDİ, ONA TAPILMAZ<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize, Necrândan bir hıristiyan<br />

hey’eti gelmişdi. Necrân, Hicâz ile Yemen arasında bir şehr idi. Bunlar, altmış süvârî<br />

olup, içlerinden yirmidördü büyükleri idi. Bunların içinde üçü en büyükleri<br />

idi. Reîsleri Abdülmesîh idi. İçlerinden Ebülhâris bin Alkama, en âlimleri idi. Âhır<br />

zemân Peygamberinin alâmetlerini İncîlde okumuş idi. Fekat, dünyâ mevkı’ini, şöhretini<br />

sevdiği için müslimân olmıyordu. Çünki, ilmi ile meşhûr olup, kayserlerden<br />

ikrâm görür, birçok kiliselere emr verirdi. Medîneye gelip, ikindi nemâzından sonra,<br />

Mescid-i şerîfe girdiler. Üstlerinde süslü papas elbiseleri vardı. O sırada, onların<br />

da nemâz vakti gelmiş olduğundan, Mescid-i şerîfde nemâza kalkmışlar,<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, (Bırakınız kılsınlar) buyurmuşdu.<br />

Şarka doğru kıldılar. Üç büyükleri konuşmağa başladı. Söz arasında, Îsâ “aleyhisselâm”<br />

için, ba’zan Allah diyorlar, ba’zan Allahın oğlu, ba’zan da, üç tanrıdan biri<br />

diyorlardı. Allah demelerine sebeb, ölüleri diriltir, hastaları iyi ederdi. Gaybları<br />

haber verir, çamurdan kuş yapıp üfleyince uçardı diyorlardı. Allahın oğlu olduğuna<br />

sebeb, belli bir babası olmaması idi. Üçden birisi olmasına sebeb de, Allah<br />

(yapdık, yaratdık) diyor. Eğer bir olsaydı, (yapdım, yaratdım) derdi diyorlardı. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, bunları dîne da’vet etdi. Birkaç âyet-i kerîme<br />

okudu. Îmâna gelmediler. (Biz senden önce îmân etdik) dediler. Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, (Yalan söyliyorsunuz! Allahın oğlu var diyenin îmânı olmaz)<br />

buyurdu. Allahın oğlu değilse, o hâlde bunun babası kim, dediler.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: — Biliyor musunuz? Allahü<br />

teâlâ, hiç ölmez ve herşeyi varlıkda tutan Odur. Îsâ “aleyhisselâm” ise yok idi<br />

ve yok olacakdır.<br />

Onlar — Evet biliyoruz.<br />

Resûlullah — Bilmiyor musunuz, babasına benzemiyen hiçbir yavru var mı?<br />

Onlar — Her yavru babasına benzer. [Koyun yavrusu, koyuna benzer.]<br />

Resûlullah — Bilmiyor musunuz, Rabbimiz herşeyi yaratıyor, büyütüyor, besliyor.<br />

Hâlbuki Îsâ “aleyhisselâm” bunların birini yapmıyordu.<br />

Onlar — Evet, yapmıyordu.<br />

Resûlullah — Rabbimiz, Îsâ aleyhisselâmı dilediği gibi yaratdı değil mi?<br />

Onlar — Evet, yaratdı.<br />

Resûlullah — Rabbimiz yimez, içmez. Onda değişiklik olmaz, bunu da biliyor<br />

musunuz?<br />

Onlar — Evet, biliyoruz.<br />

Resûlullah — Îsâ aleyhisselâmın anası var idi. O, her çocuk gibi dünyâya geldi.<br />

Onlar gibi beslendi. Yir, içer, zararlı maddeleri kendinden atardı. Bunu da biliyorsunuz<br />

değil mi?<br />

Onlar— Evet, biliyoruz.<br />

Resûlullah — O hâlde, Îsâ “aleyhisselâm” sandığınız gibi nasıl olur?<br />

Onlar, birşey demeyip, susdular. Biraz sonra:<br />

Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! Sen onun (Allahın kelimesi ve Ondan bir rûh)<br />

olduğunu söylemiyor musun, dediler.<br />

Resûlullah — Evet buyurdu.<br />

Onlar — Eh, bu da bize yetişir deyip inâd etdiler.<br />

Bunun üzerine, Allahü teâlâ, onları mübâheleye çağırmasını emr etdi. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” de, bana inanmıyorsanız, gelin sizinle mübâhele<br />

edelim. Ya’nî, (Hangimiz zâlim isek, yalancı isek, Allahü teâlâ ona la’net etsin, diyelim!)<br />

buyurdu. Allahü teâlânın bu emri, Âl-i imrân sûresinin, altmışbirinci<br />

– 369 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:24


âyet-i kerîmesinde bildirilmekdedir. Seyyid dedikleri Şerhabîl, bunları toplayıp,<br />

(Bunun Peygamber olduğu herşeyinden anlaşılıyor. Bununla mübâhele edersek,<br />

ne biz kurtuluruz, ne de, bizden sonra gelenlerimiz kurtulur. Muhakkak bir belâya<br />

uğrarız!) dedi. Mübâhele etmekden kaçındılar ve (Yâ Muhammed “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”! Senden râzıyız. Ne istersen sana verelim. Eshâbından “radıyallahü<br />

teâlâ anhüm ecma’în” bir emîn kimseyi bizimle berâber gönder, vergilerimizi<br />

ona verelim!) dediler.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” yemîn edip, gâyet emîn bir kimseyi<br />

sizinle gönderirim buyurdu. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” emîn olarak kimin<br />

şerefleneceğini merâk ediyorlardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Kalk,<br />

yâ Ebâ Ubeyde!) buyurdu. Ümmetin emîni budur, diyerek berâber gönderdi.<br />

Sulh şartı şöyle idi: Her sene, ikibin elbise vereceklerdi. Bini Recebde, bini Safer<br />

ayında teslîm edilecekdi. Her elbise ile de, kırk dirhem [135 gram] gümüş verilecekdi.<br />

Reîsleri Abdülmesîh ile seyyidleri Şerhabîl, sonradan müslimân olup, Resûlullahın<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” hizmetinde bulunmakla şereflendiler.<br />

93 — ÎSÂ “aleyhisselâm” PEYGAMBERDİR, ONA<br />

TAPILMAZ<br />

Büyük islâm âlimi, (Tefsîr-i kebîr) ve çeşidli kıymetli kitâbların sâhibi, İmâm-ı<br />

Fahreddîn Râzî “rahmetullahi aleyh” Âl-i imrân sûresinde, altmışbirinci âyet-i kerîmeyi<br />

tefsîr ederken buyuruyor ki:<br />

Hârezm şehrinde idim. Şehre bir papasın geldiğini ve hıristiyanlığı yaymak<br />

için çalışdığını işitdim. Yanına gitdim. Konuşmağa başladık. Bana, (Muhammed<br />

aleyhisselâmın Peygamber olduğunu gösteren delîl nedir?) dedi. Şu cevâbı verdim:<br />

Fahreddîn Râzî — Mûsânın, Îsânın ve diğer Peygamberlerin “aleyhimüsselâm”<br />

hârikalar, mu’cizeler gösterdiği haber verildiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın<br />

da mu’cizeler gösterdiği haber verilmişdir. Bu haberler tevâtür hâlindedir.<br />

Tevâtür ile gelen haberleri, yâ kabûl eder veyâ red edersin. Red eder ve mu’cize,<br />

bir zâtın Peygamber olduğunu isbât etmez der isen, mu’cizeleri tevâtür ile bize haber<br />

verilen diğer Peygamberlere de inanmaman lâzım gelir. Şâyet tevâtür ile gelen<br />

haberlerin doğruluğunu ve mu’cize gösteren zâtın peygamber olduğunu kabûl<br />

eder isen, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu kabûl etmen lâzım gelir.<br />

Çünki, Muhammed aleyhisselâm; mu’cizeler göstermiş ve bu mu’cizeler, bizlere<br />

(tevâtür) denilen sağlam haberler ile bildirilmişdir. Diğer Peygamberlerin peygamberliğine,<br />

tevâtür ile bildirilen mu’cizeler sebebi ile inandığın için, Muhammed<br />

aleyhisselâmın da, Peygamber olduğuna îmân etmelisin!<br />

Papas — Îsâ aleyhisselâmın, Peygamber değil, ilah, tanrı olduğuna inanıyorum.<br />

[Tanrı, ma’bûd demekdir. Tapılan şeylerin hepsine tanrı denir. Allahü teâlânın<br />

ismi, Allahdır, tanrı değildir. Allahü teâlâdan başka tanrı yokdur. Allah yerine tanrı<br />

demek, yanlışdır ve çok çirkindir.]<br />

Fahreddîn Râzî — Biz şimdi Peygamberlik hakkında konuşuyoruz. İlahlıkdan<br />

önce, nübüvvet mevzûunu hal etmemiz lâzımdır. Ayrıca, Îsâ aleyhisselâmın, ilah<br />

olduğunu söylemen de bâtıldır. Çünki, ilahın, tanrının, her zemân var olması lâzımdır.<br />

O hâlde, madde, cism, yer kaplıyan şeyler tanrı olamaz. Hâlbuki, Îsâ aleyhisselâm,<br />

cism idi, insan idi. Yok iken var oldu ve size göre öldürülmüşdür. Önce<br />

çocuk idi, büyüdü. Yirdi, içerdi. Bizim gibi konuşurdu. Yatardı, uyurdu, uyanırdı,<br />

yürürdü. Her insan gibi yaşamak için, birçok şeye muhtâc idi. Muhtâc olan, ganî<br />

olur mu? Yok iken sonradan var olan birşey, ebedî, sonsuz var olur mu? Değişen<br />

birşey devâmlı, sonsuz var olur mu?<br />

Îsâ aleyhisselâm kaçdığı, saklandığı hâlde, yehûdîler yakalayıp asdı diyorsunuz.<br />

– 370 –


Îsâ aleyhisselâmın o zemân çok üzüldüğünü, bu durumdan kurtulmak için çârelere<br />

başvurduğunu söyliyorsunuz. İlah veyâ ilahdan parça kendisine hulûl etmiş olsaydı,<br />

yehûdîlerden korunmaz mı, onları yok etmez mi idi? Niçin üzüldü ve saklanacak<br />

yer aradı? Vallahi, buna hayret ediyorum. Aklı olan kimse, bu sözleri nasıl<br />

söyler, buna nasıl inanır. Akl, bu sözlerin bozukluğuna şâhiddir.<br />

Üç dürlü söyliyorsunuz:<br />

1 — O gözle görülen cismânî bir ilah imiş. Tanrı imiş. Âlemin ilahının cism ve<br />

beşer olan Îsâ aleyhisselâm olduğunu söylemek, yehûdîler Onu öldürdüğü zemân,<br />

âlemin ilahını öldürdüklerini söylemek olurdu. Bu takdîrde, âlemin ilahsız kalması<br />

lâzım gelirdi. Hâlbuki, âlemin ilahsız kalması mümkin değildir. Ayrıca, yehûdîler,<br />

haksız oldukları hâlde, bunların yakalayıp öldürdüğü, âciz, kuvvetsiz bir kimse,<br />

âlemlerin tanrısı olabilir mi?<br />

Îsâ aleyhisselâmın, Allahü teâlâya çok ibâdet etdiği, tâ’ata çok rağbet etdiği husûsu<br />

da, tevâtür ile sâbitdir. Îsâ aleyhisselâm ilah olsaydı, ibâdet ve tâ’atda bulunmazdı.<br />

Çünki ilah, aslâ kendisine ibâdet etmez. [Bilakis başkaları ona ibâdet eder.]<br />

Papasın sözünün bâtıl olduğu buradan da anlaşılmakdadır.<br />

2 — İlah, Ona temâmen hulûl etmişdir. O, Tanrının oğludur diyorsunuz. Bu inanış<br />

yanlışdır. Çünki, ilah, cism ve araz [sıfat] olamaz. İlahın, bir cisme hulûl etmesi,<br />

imkânsızdır. Eğer, ilah cism olsaydı, başka bir cisme de hulûl ederdi. Cisme hulûl eden<br />

şey, cism olur ve hulûl edince iki cismin maddeleri birbirine karışır. Bu da, ilahın parçalanmasını<br />

îcâb etdirir. Eğer ilah, araz olsaydı, bir mahalle, mekâna muhtâc olurdu.<br />

Bu ise, ilahın başkasına muhtâc olması demekdir. Başkasına muhtâc olan ise, ilah<br />

olamaz. [İlahın, Îsâ aleyhisselâma hulûl etmesine sebeb, ne idi? Sebebsiz Îsâ aleyhisselâma<br />

hulûlü, tercihün bilâ müreccihdir. Bunun ise bâtıl olduğunu, (Cevâb Veremedi)<br />

kitâbımızda Allahü teâlânın bir olduğunu isbât ederken bildirmişdik.]<br />

3 — O, tanrı değildir. Fekat, tanrının bir parçası ona hulûl etmiş, yerleşmişdir<br />

diyorsunuz. Eğer Ona hulûl eden parça, ilahın ilah olmasında te’sîri var ise, bu parça<br />

ilahdan ayrılınca, temâmen ilahlığı bozulur. Eğer bu parça, ilahın ilah olmasında<br />

te’sîrli değilse, tanrının parçası olmamış olur.<br />

Îsâ aleyhisselâmın ilah, Tanrı olduğuna delîlin nedir?<br />

Papas — Ölüleri diriltdiği, anadan doğma körlerin gözünü açdığı ve Beras denilen,<br />

derideki çok kaşınan beyâz lekeleri iyi etdiği için, O tanrıdır. Böyle işleri ancak<br />

tanrı yapabilir.<br />

Fahreddîn Râzî — Delîl [alâmet] bulunmayınca, medlûlün [delîlin delâlet etdiği<br />

şeyin] bulunmıyacağı söylenebilir mi? Delîl bulunmayınca, medlûl de olmaz, var<br />

olmaz dersen, âlem yaratılmadan önce, ya’nî ezelde âlemi yaratanın yok olduğunu<br />

söylemiş olursun ki, bu bâtıldır. Çünki, âlem [bütün mahlûklar], yaratanın<br />

varlığına delîldir.<br />

Delîl bulunmayınca, medlûl bulunabilir dersen, ezelde mahlûklar yok iken yaratanın<br />

var olduğunu kabûl etmiş olursun. Fekat, Îsâ aleyhisselâm ezelde yok<br />

iken, ilahın Ona ezelde hulûl etdiğini söylersen, bunu delîlsiz kabûl etmiş olursun.<br />

Çünki, Îsâ aleyhisselâm sonradan yaratılmışdır. Ezelde var olması delîlin bulunmaması<br />

demekdir. Tanrının Îsâ aleyhisselâma hulûl etdiğini delîlsiz kabûl ediyorsun<br />

da, bana, sana, hayvanlara, otlara ve taşlara hulûl etmediğini nereden biliyorsun?<br />

Delîlsiz, bunlara hulûl etdiğini niçin kabûl etmiyorsun?<br />

Papas — İlahın Îsâ aleyhisselâma hulûl etmesi ile, sana, bana ve diğer varlıklara<br />

hulûl etmemesinin sebebi açıkdır. Çünki, Îsâ aleyhisselâmda mu’cizeler göründü.<br />

Sende, bende ve diğer varlıklarda böyle hârikulâde hâller görülmedi. Bundan<br />

ilahın Ona hulûl edip, bize ve diğer varlıklara hulûl etmediğini anlıyoruz.<br />

Fahreddîn Râzî — Îsâ aleyhisselâma hulûl etmesine delîl olarak, Onun mu’cizeler<br />

göstermesi olduğunu söylüyorsun. Delîl olmayınca ya’nî mu’cizeler görülme-<br />

– 371 –


yince, hulûl edemiyeceğini niçin söylüyorsun? Sende, bende ve diğer varlıklarda<br />

hârikalar, mu’cizeler bulunmadığı için tanrı bunlara hulûl etmez diyemezsin.<br />

Çünki, delîl olmadığı hâlde, medlûl bulunabilir demişdik. Buna göre, ilahın hulûl<br />

etmesi, delîlin bulunmasına, ya’nî hârikaların, mu’cizelerin görülmesine bağlı değildir.<br />

O hâlde, bana, sana, kediye, köpeğe, fareye de hulûl etdiğine inanman lâzım<br />

gelir. İlahın, bu aşağı mahlûklara hulûl etdiğini inandırmağa varan bir din, hak<br />

din olabilir mi?<br />

Asâyı [bastonu] ejder, yılan yapmak, ölüyü diriltmekden dahâ güçdür. Çünki,<br />

baston ile yılan, hiçbir bakımdan birbirine yakın değildir. Mûsâ aleyhisselâmın asâyı<br />

ejdere çevirdiğine inanıyorsunuz da, Ona, tanrı veyâ tanrının oğlu demiyorsunuz.<br />

Îsâ aleyhisselâma niçin tanrı veyâ şöyle böyle diyorsunuz?<br />

Papas, bu sözüme karşı diyecek hiç birşey bulamadı, susmağa mecbûr oldu. [İslâm<br />

âlimleri, hıristiyanlığı red için çok kitâb yazdı. Bunlar arasında, arabî ve türkçe<br />

(Tuhfet-ül-erîb), türkçe (Dıyâ-ül-kulûb), arabî (İzhâr-ül-hak) ile bunun türkçe<br />

tercemeleri (İbrâz-ül-hak) ve (Îzâh-ul-hak), arabî (Es-sırât-ul-müstekîm), türkçe<br />

(Îdâh-ul-merâm), türkçe ve ingilizce (Cevâb Veremedi), fârisî (Mîzân-ül-mevâzîn)<br />

ve arabî (İrşâd-ül-hiyâra), arabî ve fransızca (Redd-ül-cemîl) meşhûrdur. (Îdâh-ulmerâm)<br />

kitâbının başından birkaç sahîfesi, (Cevâb Veremedi) ve (İngiliz Câsûsunun<br />

İ’tirâfları)nın sonlarında basılmışdır. (İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları), arabî, ingilizce<br />

ve türkce, m. 1991 de İstanbulda neşr edilmişdir. Bugün, hıristiyanların çoğu,<br />

İznik meclisindeki papasların kabûl etdikleri dört kitâbın, semâdan inen İncîl olduklarına<br />

inanıyorlar. Yuhannâ İncîlinde yazılmış olan, (Teslîs), dinlerinin esâsıdır.<br />

Îsâ Tanrı değildir. Tanrının Peygamberidir. Ebedî olan tek tanrı, onu çok seviyor.<br />

Onun her istediğini yapıyor, yaratıyor. Bunun için herşeyi ondan istiyoruz, ona ve<br />

onu temsîl eden putlarımıza, bu niyyet ile secde ediyoruz, yalvarıyoruz. Baba ve oğul,<br />

çok sevilen kimse demekdir, diyorlar. Tanrının oğlu demek, tanrı onu çok seviyor<br />

demekdir, diyorlar. Böyle inananlara (Ehl-i kitâb) denir. Îsâ aleyhisselâmda veyâ<br />

herhangi bir mahlûkda (Ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanan, meselâ, (O da, ebedîdir.<br />

Herşeyi yokdan var ediyor) diyen hıristiyanlar, (Müşrik) olur. Muhammed aleyhisselâma<br />

inanmadıkları, müslimân olmadıkları için, hepsi kâfirdirler.]<br />

94 — İKİNCİ CİLD, 9. cu MEKTÛB<br />

İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sânî “kaddesallahü teâlâ esrârehül’azîz”, bu<br />

mektûbu molla Ârif Hutenî Bedahşîye yazmışdır. (Lâ ilâhe illallah) kelimesinin<br />

üstünlüklerini ve tenzîh makâmını ve (îmân-ı gayb)ı bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun!<br />

Mevlânâ Muhammed Ârif Hutenî! Önce, bâtıl, bozuk ilâhları yok etmek, sonra hak<br />

olan ma’bûdü bilmek lâzımdır. Nasıl olduğu bilinen ve ölçülebilen herşey yok<br />

edilmeli, nasıl olduğu bilinmiyen bir Allaha îmân etmelidir. Bu yok bilmeği ve îmân<br />

etmeği en iyi anlatan kelime, (Lâ ilâhe illallah) güzel kelimesidir. Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, (Zikrin en kıymetlisi, Lâ ilâhe illallah demekdir) buyurdu.<br />

Bir hadîs-i şerîfde, Rabbinden şöyle nakl etdi: (Yedi kat göklerin ve bunlarda<br />

bulunanların ve yedi kat yerin hepsi, Lâ ilâhe illallah kelimesi ile ölçülse, bu<br />

kelimenin sevâbı dahâ çok olur) buyuruldu. Nasıl dahâ çok olmaz ki, bu kelimenin<br />

bir kısmı, Allahü teâlâdan başka herşeyi, yerleri gökleri, Arşı, Kürsîyi, Levh ve<br />

Kalemi, bütün Âlemi ve âdemi hep yok etmekde, diğer kısmı da, yerlerin, göklerin,<br />

tek yaratıcısı, hak olan ma’bûdün var olduğunu bildirmekdedir. Allahü teâlâdan<br />

başka herşey, ister âfâkda [insanın dışında], ister enfüsde [insanın içinde] olsunlar,<br />

hepsi anlaşılabilen, ölçülebilen şeylerdir. Âfâk ve enfüs aynalarında görülen<br />

herşey de böyledir. Hepsinin yok bilinmesi lâzımdır. Bildiğimiz, öğrendiğimiz,<br />

hâtırımıza, hayâlimize gelen, duygu organlarımıza etki eden herşey de böyledir. Hep-<br />

– 372 –


si hâdis, mahlûkdurlar. Çünki, insanın bildiği, his etdiği herşey, kendi eseri, yapdığı<br />

şeydir. Bizim, Allahü teâlâyı tenzîh etmemiz, birşeye benzemez dememiz, benzetmek<br />

olur. Bizim anladığımız büyüklük, küçüklükdür. Tesavvufculara “kaddesallahü<br />

teâlâ esrârehümül’azîz” olan keşfler, tecellîler, müşâhedeler, hep Allahdan<br />

başka şeylerdir. Allahü teâlâ (Verâ-ül-verâ)dır. Ya’nî, ötelerin ötesidir. Bunların<br />

hiçbirine benzemez. İbrâhîm aleyhisselâm, kâfirlere, (Niçin kendi yapdığınız putlara<br />

tapıyorsunuz? Sizleri ve yapdığınız işleri Allahü teâlâ yaratdı!) dedi. Bunu<br />

Kur’ân-ı kerîm haber veriyor. İster elimizle yapmış olalım, ister aklımız ve hayâlimizle<br />

meydâna getirelim, yapdığımız şeylerin hepsi, Allahü teâlânın mahlûklarıdır.<br />

Hiçbirinin tapınmak için değerleri yokdur. Tapınılmağa hakkı olan, yalnız<br />

Allahü teâlâdır. O, bildiğimiz, düşünerek bulduğumuz şeylerin hiçbirine benzemez<br />

ve nasıl olduğu anlaşılamaz. Akl ve vehm Ona yaklaşamaz. Keşf ve şühûd, Onun<br />

büyüklüğü önünde yıkılıp kalır. Böyle bî-çûn ve bîçigûne olan [ya’nî hiçbirşeye benzemiyen<br />

ve akl ile anlaşılamıyan] yüce yaratıcıya, gayb yolu ile inanmakdan başka<br />

çâre yokdur. Çünki, görerek, düşünerek anlamağa kalkışarak inanmak, Ona inanmak<br />

olmaz. Kendi yapdığımız şeye îmân etmek olur. Bu şey de, Onun mahlûkudur.<br />

Bunu, Ona şerîk, ortak yapmış oluruz. Belki de, Ondan başkasına îmân etmiş oluruz.<br />

Böyle felâkete düşmekden Allahü teâlâya sığınırız. Gayba îmân edebilmek için,<br />

vehmin, hayâlin yetişemediği bir yaratana inanmak lâzımdır. Ondan hiçbirşeyin hayâlde<br />

yeri olmamalıdır. Bu ma’nâ vehm ve hayâlin dışında olan yakınlık mertebesinde<br />

ele geçer. Çünki, uzaklaşdıkca, vehm ile anlaşılması kolaylaşır ve hayâlde yer<br />

bulabilir. Bu ni’met, ancak Peygamberlere mahsûsdur. Gayb yolu ile îmân etmek,<br />

ancak bu büyüklere nasîb olmuşdur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Bunlara<br />

uyup, izlerinde gidenlerden de, dilediklerine ihsân ederler. Bütün mü’minlerin<br />

gayb yolu ile olan îmânları, vehmin karışmasından kurtulamaz. Çünki câhillere göre,<br />

(verâ-ül-verâ), uzaklık demekdir. Böyle anlayışda, vehm de işe karışır. O büyüklere<br />

göre ise “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, (verâ-ül-verâ) yakınlıkdadır. Böyle<br />

anlayışda, vehm işe karışamaz. Dünyâ durdukca ve dünyâ hayâtı ile yaşadıkca,<br />

gayba inanmakdan başka çâre yokdur. Çünki, burada görerek hâsıl olan îmân, bozukdur.<br />

Âhıret hayâtı başlayıp, vehm ve hayâlin kuvveti kalmayınca, görerek hâsıl<br />

olan (Îmân-ı şühûdî) kıymetli olur. Vehm ve hayâl tarafından bu îmâna bozuk<br />

şeyler karışdırılamaz. Sanırım ki, Resûlullah Muhammed aleyhisselâm, dünyâda Allahü<br />

teâlâyı görmekle şereflendiği için, Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” îmânı,<br />

şühûdîdir demek güzel olur. Vehmden ve hayâlden hâsıl olan bozuk şeyler, o îmâna<br />

karışamamışdır. Çünki, başka mü’minlere Cennetde ihsân edilecek olan ni’met,<br />

o yüce Peygambere “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” bu dünyâda nasîb oldu. Bu,<br />

Allahü teâlânın çok büyük bir ni’metidir. Allahü teâlâ, ni’metlerini dilediğine ihsân<br />

eder. Allahü teâlâ, pek çok ni’met ihsân edicidir.<br />

Şunu iyi anlamalıdır ki, halîlullah İbrâhîm aleyhisselâm, Allahdan başka şeylere<br />

tapınmanın yanlış olduğunu pek güzel bildirdi. Müşrikliğe yol açacak kapılardan<br />

hepsini iyice kapadı. Bunun için, Peygamberlerin imâmı oldu. Hepsinden ileride<br />

oldu “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”. Çünki, dünyâ hayâtında olan<br />

ilerlemenin en yüksek noktası, Allahdan başka tapınılacak hiçbirşey bulunmadığını<br />

iyi anlamakdır. Çünki, (Lâ ilâhe illallah) güzel kelimesinin ikinci parçasının bildirdiği,<br />

(İbâdet olunmağa hakkı olan, yalnız Allahü teâlâdır) sözünün tam ma’nâsı,<br />

ancak âhıretde anlaşılacakdır. Böyle olmakla berâber, Peygamberlerin sonuncusu<br />

“aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, bu dünyâda, Allahü teâlâyı görmekle<br />

şereflendiği için, bu sözün tam ma’nâsından çok şeylere de, bu dünyâda kavuşmuşdur.<br />

Denilebilir ki, bu ma’nâdan, bu dünyâda mümkin olanı, o yüce Peygamberin<br />

gelmesi ile bildirilmişdir. Yine, diyebiliriz ki, zât-ı ilâhînin tecellîsi, bu dünyâda,<br />

ancak o yüce Peygambere nasîb oldu. Başkalarına, âhıretde nasîb olacağı bildirildi.<br />

Doğru yolda bulunanlara ve Muhammed Mustafânın izinde olanlara selâm<br />

olsun “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ”!<br />

– 373 –


95 — HİLYE-İ SE’ÂDET<br />

[Ya’nî Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” görünüşü, tanınması].<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin, görünen bütün uzvlarının<br />

şekli, sıfatları, güzel huyları, temâm hayâtı, bütün incelikleri ile, çok geniş ve<br />

açık olarak, âlimler tarafından, senedleri, vesîkaları ile yazılmışdır. Bunlara (Siyer)<br />

kitâbları denir. Binlerle siyer kitâbından, ilk olarak yazılan, ibni İshakın<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” (Sîret-i Resûlillah) kitâbı olup, bunu, ibni Hişâm Humeyrî<br />

aynı ism altında genişletmiş ve Alman müsteşriklerinden Westenfeld tarafından,<br />

yeniden tab’ edilmişdir. Allahü teâlâ, bütün Peygamberlerine vermiş olduğu<br />

mu’cizelerin hepsini Muhammed aleyhisselâma da verdi. Arabî (El-Mevâhibülledünniyye)<br />

ve fârisî (Medâric-ün-Nübüvve) kitâblarında ve (Mevâhib)den<br />

kısaltılmış olan (El-envâr-ül-Muhammediyye) kitâbında ve arabî (Huccetüllahi<br />

alel’âlemîn fî mu’cizâti-Seyyid-il-mürselîn) kitâbında, bunların çoğu yazılıdır.<br />

Biz, bu risâlemizi, Mısrdaki büyük islâm âlimlerinden imâm-ı Ahmed Kastalânî<br />

hazretlerinin, (Mevâhib-i ledünniyye) ismindeki iki cild kitâbından aldık. İslâm<br />

şâirlerinden Abdülbâkî efendi, bu kitâbı arabîden türkceye çevirmişdir. Bütün kitâbdan<br />

genclere lüzûmlu görülen kısmları, kısaca aşağıya yazılmışdır:<br />

Fahr-i kâinâtın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek yüzü ve bütün a’zâ-i şerîfesi<br />

ve mubârek sesi, bütün insanların yüzlerinden ve a’zâsından ve seslerinden<br />

güzel idi. Mubârek yüzü, bir mikdâr yuvarlak idi. Neş’eli olduğu zemânda, mubârek<br />

yüzü ay gibi nûrlanırdı. Sevindiği, mubârek alnından belli olurdu. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, gündüz nasıl görürse, gece dahî öyle görürdü. Önünde<br />

olanları gördüğü gibi, arkasında olanları dahî görürdü. Bunu isbât eden yüzlerce<br />

hâdise, kitâblarda yazılıdır. Gözde görmek halk eden Allahü teâlâ, diğer uzvda<br />

dahî halk etmeğe kâdirdir. Yana ve geriye bakacağı zemân, bütün bedeni ile dönüp<br />

bakardı. Yeryüzüne nazarı, semâya bakmasından ziyâde idi. Mubârek gözleri<br />

büyük idi. Mubârek kirpikleri uzun idi. Mubârek gözlerinde bir mikdâr kırmızılık<br />

vardı. Mubârek gözlerinin karası gâyet siyâh idi. Fahr-i âlemin “sallallahü teâlâ<br />

aleyhi ve sellem” alnı açık idi. Mubârek kaşları ince idi. Kaşları arası açık idi.<br />

İki kaşı arasında olan damar, hiddetlenince kabarır idi. Mubârek burnu gâyet güzel<br />

olup, orta yeri bir mikdâr yüksek idi. Mubârek başı büyük idi. Mubârek ağzı<br />

küçük değildi. Mubârek dişleri beyâz idi. Mubârek ön dişleri seyrek idi. Söz söylediği<br />

zemânda, sanki dişleri arasından nûr çıkardı. Allahü teâlânın kulları arasında<br />

ondan dahâ fasîh ve tatlı sözlü kimse görülmedi. Mubârek sözleri gâyet kolay<br />

anlaşılır, gönülleri alırdı ve rûhları cezb ederdi. Söz söylediği zemân, kelimeleri inci<br />

gibi dizilirdi. Bir kimse saymak istese, kelimeleri sayılmak mümkin idi. Ba’zan<br />

iyi anlaşılması için, üç kerre tekrâr ederdi. Cennetde Muhammed aleyhisselâm gibi<br />

konuşulacakdır. Mubârek sesi, kimsenin sesinin yetişemediği yere yetişirdi.<br />

Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” güler yüzlü idi. Tebessüm ederek gülerdi.<br />

Gülerken, mubârek dişleri görünürdü. Güldüğü zemân, nûru dıvarlar üzerine<br />

ziyâ verirdi. Ağlaması da, gülmesi gibi hafîf idi. Kahkaha ile gülmediği gibi,<br />

yüksek sesle de ağlamazdı, amma mubârek gözlerinden yaş akar, mubârek göğsünün<br />

sesi işitilirdi. Ümmetinin günâhlarını düşünüp ağlardı ve Allahü teâlânın<br />

korkusundan ve Kur’ân-ı kerîmi işitince ve ba’zan da nemâz kılarken ağlardı.<br />

Fahr-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek parmakları iri idi. Mubârek<br />

kolları etli idi. Mubârek avuclarının içi geniş idi. Bütün vücûdünün kokusu,<br />

miskden güzel idi. Mubârek bedeni, hem yumuşak, hem de kuvvetli idi. Enes bin<br />

Mâlik diyor ki, Resûlullaha on sene hizmet etdim. Mubârek elleri ipekden yumuşak<br />

idi. Mubârek teri miskden ve çiçekden dahâ güzel kokuyordu. Mubârek kolları,<br />

ayakları ve parmakları uzun idi. Mubârek ayaklarının parmakları iri idi. Mubârek<br />

ayaklarının altı çok yüksek olmayıp, yumuşak idi. Mubârek karnı geniş olup,<br />

– 374 –


göğsü ile karnı berâber idi. Omuz başının kemikleri iri idi. Mubârek göğsü geniş<br />

idi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kalb-i şerîfi, nazargâh-ı ilâhî idi.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” çok uzun boylu olmayıp, kısa dahî değil<br />

idi. Yanına uzun bir kimse gelse, ondan uzun görünürdü. Oturduğu zemân, mubârek<br />

omuzu, oturanların hepsinden yukarı olurdu.<br />

Mubârek saçları ve sakallarının kılı çok kıvırcık ve çok düz değil, yaradılışda ondüle<br />

idi. Mubârek saçları uzundu. Önceleri kâkül bırakırdı, sonradan ikiye ayırır<br />

oldu. Mubârek saçlarını ba’zan uzatır, ba’zan da keser, kısaltırdı. Saç ve sakalını<br />

boyamazdı. Vefât etdiği zemânda, saç ve sakalında ak kıl, yirmiden az idi. Mubârek<br />

bıyığını kırkardı. Bıyıklarının uzunluğu ve şekli, mubârek kaşları kadar idi. Emrinde<br />

husûsî berberleri var idi. [Müslimânların da, sakalı bir tutam uzatması, fazlasını<br />

kesmesi, bıyıklarını kırkması sünnetdir.]<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” misvâkini ve tarağını yanından ayırmazdı.<br />

Mubârek saçını ve sakalını tararken aynaya nazar eylerdi. Geceleri mubârek<br />

gözlerine sürme çekerdi.<br />

Fahr-i kâinât “aleyhi ekmelüt-tehıyyât” önüne bakarak, sür’atle yürürdü. Bir<br />

yoldan geçdiği, güzel kokusundan belli olurdu.<br />

Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” kırmızı ile karışık beyâz benizli olup,<br />

gâyet güzel, nûrlu ve sevimli idi. Bir kimse, Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm”<br />

siyâh idi dese, kâfir olur.<br />

[O “sallallahü aleyhi ve sellem”, arab idi. Arab, lügatda, güzel demekdir. Meselâ,<br />

lisân-ı arab, güzel dil demekdir. Istılâh ma’nâsı ise, ya’nî coğrafyada arab demek,<br />

Arabistân ismindeki yarımadada doğup büyüyen, oranın ıklîmi, havası, suyu<br />

ve gıdâsı ile yetişen ve onların kanından olan kimse demekdir. Anadoludaki kandan<br />

gelenlere Türk, Bulgaristânda doğup büyüyenlere Bulgar, Almanyadakilere<br />

Alman dedikleri gibi, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de Arabistân yarımadasında<br />

doğduğu için Arabdır. Arablar beyâz, buğday benizli olur. Bilhâssa Peygamberimizin<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” sülâlesi beyâz ve çok güzel idi. Zâten<br />

dedeleri İbrâhîm “aleyhisselâm”, beyâz olup, Basra şehri ehâlîsinden, Târuh isminde<br />

beyâz bir müslimânın oğlu idi. Kâfir olan Âzer, hazret-i İbrâhîmin “aleyhisselâm”<br />

babası değildi. Amcası ve üvey babası idi.<br />

Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” babası Abdüllahın güzelliği, Mısra kadar<br />

şöhret bulmuşdu ve alnındaki nûrdan dolayı, ikiyüze yakın kız, evlenmek<br />

için Mekkeye gelmişdi. Fekat, Muhammed aleyhisselâmın nûru, Âmineye nasîb<br />

oldu.<br />

Türkiyede ve birçok islâm memleketlerinde, bir asrdan beri, Abdüllahın evlendiği<br />

geceye, Regâib kandili ismini veriyorlar. Regâib gecesine böyle ma’nâ vermek<br />

doğru değildir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” dokuz aydan önce dünyâyı<br />

teşrîf etmiş olduğunu bildirmek olur ki, bu da, noksânlık ve kusûrdur. Her bakımdan,<br />

her insanın üstünde ve her bakımdan kusûrsuz olduğu gibi, Âmine valdemizi<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyhâ” nûrlandırdığı zemân da, noksân ve kusûrlu değildi.<br />

Bu zemânın noksân olması, tıb ilminde ayb ve kusûr sayılmakdadır.<br />

Receb-i şerîfin ilk Cum’a gecesine Regâib gecesi denir. Çünki, Allahü teâlâ, bu<br />

gecede, mü’min kullarına, ragîbetler, ya’nî ihsânlar, ikrâmlar yapar. O gece yapılan<br />

düâ red olmaz ve nemâz, oruc, sadaka gibi ibâdetlere, katkat sevâb verilir. O<br />

geceye hurmet edenleri afv eyler.<br />

İslâmiyyetin ilk zemânlarında ve islâmiyyetden evvel, Receb, Zil-ka’de, Zil-hicce<br />

ve Muharrem aylarında harb etmek harâm idi. (Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbı, ikinci<br />

bâbı, sekizinci faslında buyuruyor ki, (Zâhidî ve Alî Cürcânî tefsîrlerinde ve birçok<br />

tefsîrde yazıyor ki, islâmiyyetden evvel, arablar, Receb veyâ Muharrem aylarında<br />

harb edebilmek için, ayların yerini değişdirir, ileri veyâ geri alırlardı. Resû-<br />

– 375 –


lullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hicretin onuncu senesinde, doksanbin müslimân<br />

ile vedâ’ haccı yapdığı zemân: (Ey Eshâbım! Haccı tam zemânında yapıyoruz.<br />

Ayların sırası, Allahü teâlânın yaratdığı zemândaki gibidir!) buyurdu). Abdüllahın<br />

evlendiği sene, ayların yeri değişik idi. Receb ayı, Cemâzil-âhır yerinde idi. Ya’nî<br />

bir ay ileride idi. O hâlde, nûr-i Nübüvvetin, Âmine “rahmetullahi teâlâ aleyhâ”<br />

valdemize intikâli, şimdiki Cemâzil-âhır ayındadır. Regâib gecesinde değildir.<br />

Amcası Abbâs ile Abbâsın oğlu Abdüllah “radıyallahü anhümâ” da beyâz idi.<br />

Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” kıyâmete kadar evlâdı da güzel ve<br />

beyâzdır. Meselâ, Ürdün emîri merhûm Abdüllah, İstanbula gelmişdi. Beyâz idi.<br />

Kadıköy müftîsi iken vefât eden fazîletli Ahmed Mekkî efendi “rahmetullahi<br />

aleyh” seyyid idi. Ecdâdı gibi, beyâz, kara kaşlı, iri siyâh gözlü ve çok sempatik,<br />

güzel yüzlü idi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbı da, beyâz ve güzel<br />

idi. Osmân “radıyallahü anh” beyâz, sarışın idi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem”, rum imperatörü Herakliüs hükûmetine gönderdiği sefîri Dıhye-i kelbî<br />

çok güzel olup, İstanbul sokaklarında gezerken, yüzünü görmek için, rum kızları<br />

sokaklara çıkardı. Cebrâîl “aleyhisselâm” çok def’a Dıhye “radıyallahü anh”<br />

şeklinde gelirdi.<br />

Mısr, Şâm, Afrika, Sicilya ve İspanya yerlileri Arab değildir. Arablar, islâmiyyeti<br />

dünyâya yaymak için, Arabistân yarımadasından çıkarak buralara geldiklerinden,<br />

bugün buralarda da mevcûddur. Nitekim Anadoluda, Hindistânda ve<br />

başka memleketlerde de mevcûddur. Fekat, bugün bu memleketlerin hiçbirinin<br />

ehâlisini Arab diye ismlendirmek doğru olmaz.<br />

Ortaçağ, ya’nî kurûn-ı vustâ zemânının biricik ma’rifet ve medeniyyet lisânı olan<br />

ve zâten gramer ve fesâhat ve edebiyyât bakımından, bugün yeryüzünde mevcûd<br />

yediyüzyetmiş çeşid dilin en mükemmeli olan arabî lisânı, islâm medeniyyeti ile<br />

birlikde bütün bu memleketlere girmiş ve yerleşmişdi. O zemânlar, İspanyadaki<br />

İslâm üniversitelerine ve müslimân mekteblerine, ihtisâs kazanmağa giden Fransız<br />

ve diğer Avrupalılar, arabî birçok kelimeleri, bilhâssa ilmde ve fende kullanılan<br />

kelimeleri, kendi memleketlerine götürmüşler, kendi dillerine karışdırmışlardır.<br />

Bugün garb dillerinde birçok arabî kelimeler hâlâ kullanılmakdadır.<br />

[1947] senesinde Londrada basılmış, The British and Foreign Bible Society<br />

(İngilizlerin ve yabancıların İncîl cem’ıyyeti)nin, The Gospel in Many Tongues (Birçok<br />

dillerde bir âyet) ismindeki kitâbında, yediyüzyetmiş dürlü dilin herbiri ile yazılmış<br />

birkaç satırlık örnekler vardır.<br />

Mısr ehâlîsi esmerdir. Habeşistân ehâlîsi siyâhdır. Bunlara habeş denir. Zengibâr<br />

ehâlîsine Zencî denir. Bunlar da siyâhdır. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” akrabâsını, arabları sevmek ve saymak ibâdetdir. Onları her müslimân<br />

sever. Anadoluya müsâfir gelen siyâh fellâhlar, habeşler, zencîler, hurmet ve<br />

ikrâm olunmak için, kendilerini, arab diye tanıtdırmış, Anadolunun saf müslimânları,<br />

sözlerine inanıp bunları sevmişlerdir. Çünki, bu sevgide siyâh, beyâz ayırımı<br />

yokdur. Siyâh bir müslimân beyâz bir kâfirden katkat dahâ üstün, dahâ kıymetli<br />

ve sevimlidir. İnsanın siyâh olması îmânın şerefini azaltmaz. Bilâl-i Habeşî hazretleri<br />

ve Resûlullahın çok sevdiği Üsâme siyâh idiler. Ebû Leheb ve Ebû Cehl kâfirleri<br />

beyâz idiler. Bu ikisinin kötülükleri ve aşağılıkları herkesce bilinmekdedir.<br />

Allahü teâlâ insanın rengine değil, îmânının kuvvetine ve takvâsına kıymet vermekdedir.<br />

Fekat, siyâhların kendilerini arab olarak tanıtmaları, islâm düşmanlarının,<br />

yehûdîlerin işlerine yaradı. Bir yandan, siyâh insanları, aşağı ve iğrenç olarak<br />

tanıtdılar. Bunları köle olarak kullandılar. Bir yandan da kara kedileri, köpekleri,<br />

arab arab diye çağırarak, gazete ve mecmû’alara yapdıkları siyâh resm ve karikatürlere<br />

arab diyerek, gençliğe, arabı siyâh olarak tanıtmağa, böylece, müslimân<br />

yavrularını Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” soğutmağa uğraşdılar.<br />

Bugün, Arabistânda, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede bulunan-<br />

– 376 –


lar, asrlar boyunca, Afrikadan, Asyadan ve diğer yerlerden gelip yerleşen yabancıların<br />

soyundandır. Bu yabancılar siyâh olup, Allahın ve Resûlullahın âşıkları<br />

idiler. Sultân ikinci Abdülhamîd hânın “rahmetullahi aleyh” amirallerinden Eyyûb<br />

Sabri pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh”, beş cildlik türkçe (Mir’ât-ül-haremeyn)<br />

kitâbında, koca Mekke şehrinde, iki Arab evinin kalmış olduğunu yazmakdadır.<br />

Bugün ise hiç yokdur. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtında,<br />

Eshâb-ı kirâmın hepsi, sonra da evlâdları, cihâd için, dîn-i islâmı dünyâya<br />

yaymak için, Arabistândan çıkdı. İslâm ordusu, Asyanın ötelerine, Afrikaya, Kıbrısa,<br />

İstanbula, hâsılı her yere dağıldı. Allahın dînini, Onun kullarına tanıtmak için<br />

savaşdılar ve canlarını fedâ etdiler. Bu geniş topraklar, o mubârek şehîdlerle doludur.<br />

Evlâdlarını, yavrularını da, ilm öğrenmek için, o zemânlar dünyânın en üstün<br />

üniversitesi olup, fizik, kimyâ, astronomi, coğrafya ve hendesedeki tecribeleri<br />

ve ileri buluşları, bugün mevcûd eserlerinden anlaşılan, Bağdâd dârül-fünûn ve<br />

fakültelerine gönderdiler. Meşhûr zâlim ve kâfir Cengiz [asl adı Timoçindir] hânın<br />

torunu Hülâgü, 656 [m. 1258] senesinde, Bağdâd ehâlîsini, kadın, çocuk demeyip,<br />

sekizyüzbinden ziyâde müslimânı işkence ile öldürdüğü ve Bağdâdı yakıp yıkdığı<br />

zemân, yalnız kuyulara saklananlar ve bilhâssa Anadoluya kaçıp kurtulanlar<br />

sağ kalabilmişdi. İşte, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin ve Eshâb-ı<br />

kirâmın “aleyhimürrıdvân” evlâdları, o zemân Anadolunun her tarafına, hele<br />

şark taraflarına yerleşmişdi. Bugün, şark bölgelerindeki zekî, sabrlı, çalışkan kimselerin<br />

ba’zıları, hep o mubârek insanların soyundandır. Bu bölgelerdeki insanların<br />

bir kısmı, Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes evlâdından olup, çok eskiden orta Asyadan<br />

Anadoluya gelmiş, dağlarda göçebe hâlinde yaşayan, kaba, câhil insanlardır.<br />

Sokratın talebesinden târîhci Xenophon, Anadolunun şarkında, bunlardan<br />

ba’zılarını gördüğünü yazmakdadır. Bu insanların ikinci kısmı ise, şehrlerde oturan<br />

medenî, nâzik insanlardır. Bunların hemen hepsi, Peygamberimizin “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” evlâdlarıdır. İmâm-ı<br />

Hasen evlâdına (Şerîf), imâm-ı Hüseyn evlâdlarına (Seyyid) denir. Seyyidler, şerîflerden<br />

dahâ üstündür. Osmânlılar zemânında, Halebde seyyidlere ve şerîflere<br />

mahsûs bir mahkeme vardı. Bütün evlâdları orada kaydlı olup, yalancılar seyyidlik<br />

iddi’â edemezdi. [Mason Mustafâ Reşîd pâşa Tanzîmat ile bu mahkemeyi kaldırdı.]<br />

Van ile Hakkârî arasındaki meşhûr İrisân beğleri, Abbâsî halîfeleri evlâdından<br />

olup, Hülâgü katliâmından kurtulan bir yavrudan çoğalmışlardır. Bugün<br />

memleketimizin her tarafında, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”<br />

evlâdı ve seyyidler vardır. Bunların kıymetini bilmeli, hurmetde ve hizmetde<br />

kusûr etmemeliyiz].<br />

Güzel huyların hepsi Resûlullahda “sallallahü aleyhi ve sellem” toplanmışdı.<br />

Güzel huyları, Allahü teâlâ tarafından verilmiş olup, çalışarak, sonradan kazanmış<br />

değil idi. Bir müslimânın ismini söyliyerek, hiçbir zemân la’net etmemiş ve aslâ mubârek<br />

eli ile kimseyi döğmemişdir. Kendi için, hiçbir şeyden intikam almamışdır. Allah<br />

için intikam alırdı. Akrabâsına, Eshâbına ve hizmetcilerine tevâzu’ ederek, iyi<br />

mu’âmele eylerdi. Ev içinde çok yumuşak ve güler yüzlü idi. Hastaları ziyârete gider,<br />

cenâzelerde bulunurdu. Eshâbının işlerine yardım eder, çocuklarını kucağına<br />

alırdı. Fekat, kalbi bunlarla meşgûl değildi. Mubârek rûhu melekler âleminde idi.<br />

Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” ansızın gören kimseyi korku kaplardı.<br />

Kendisi yumuşak davranmasaydı, Peygamberlik hâllerinden, aslâ kimse yanında<br />

oturamaz, sözünü işitmeğe tâkat getiremezdi. Hâlbuki, kendisi, hayâsından, mubârek<br />

gözleri ile kimsenin yüzüne bakmazdı.<br />

Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, insanların en cömerdi idi. Birşey istenip<br />

de, yok dediği görülmemişdir. İstenilen şey varsa verir, yoksa, cevâb vermezdi.<br />

O kadar iyilikleri, o kadar ihsânları vardı ki, rum imperatörleri, Îrân şâhları, o<br />

kadar ihsân yapamadılar. Fekat kendisi sıkıntı ile yaşamağı severdi. Öyle bir ha-<br />

– 377 –


yât yaşıyordu ki, yimek ve içmek hâtırına bile gelmezdi. Yemek getirin yiyelim veyâ<br />

falanca yemeği pişiriniz demezdi. Yemek getirirlerse yir, her ne meyve verseler<br />

kabûl ederdi. Ba’zan aylarca az yir, açlığı severdi. Ba’zan da çok yirdi. Yemeği<br />

üç parmakla yirdi. Yemek sonunda su içmezdi. Suyu otururken içerdi. Başkaları<br />

ile yemek yirken, herkesden sonra el çekerdi. Herkesin hediyyesini kabûl ederdi.<br />

Hediyye getirene karşılık olarak, katkat fazlasını verirdi.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hicretin sekizinci senesi, Ramezân-ı şerîfin<br />

onuncu Pazartesi günü, onikibin kahraman ile birlikde, Medîneden çıkarak<br />

Ramezânın yirminci Perşembe günü Mekke-i mükerremeyi feth eyledi. Ertesi<br />

Cum’a günü hutbe okurken, mubârek başında siyâh sarık sarılı idi. Mekkede onsekiz<br />

gün kalıp Huneyne gitdi. Sarığının ucunu sarkıtırdı. (Sarık, müslimânlar ile<br />

kâfirler arasını ayırır) buyururdu. Çeşidli elbise giymek âdeti idi. Yabancı devlet<br />

sefîrleri gelince süslenirdi. Ya’nî kıymetli ve nefîs elbise giyerek, güzel yüzünü gösterirdi.<br />

Önce, altın yüzük takardı. Sonra, taşı akîkden gümüş yüzük takdı. Yüzüğünü<br />

mühür olarak kullanırdı. Yüzüğü üzerinde (Muhammedün Resûlullah) yazılı<br />

idi. Erkeklerin altın yüzük takmaları, dört mezhebde de câiz değildir. Yatağı<br />

deriden olup, içi hurma ağacı iplikleri ile dolu idi. Ba’zan bu yatak üzerine, ba’zan<br />

yere serili deri üzerine, ba’zan da, hasır veyâ kuru toprak üzerine yatardı. Mubârek<br />

avucunun içini sağ yanağının altına koyup, sağ yanı üstüne yatardı.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zekât malı almaz, çiğ soğan ve sarmısak<br />

gibi şeyler yimez ve şi’r söylemezdi.<br />

Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, mîlâdın beşyüzyetmişbirinci<br />

[571] yılı nisan ayının yirmisine rastlıyan, Rebî’ul-evvel ayının onikinci Pazartesi<br />

gecesi, sabâha karşı, Mekke-i mükerreme şehrinde dünyâya gelmişdir. Dünyânın<br />

her tarafındaki müslimânlar, her sene, bu geceyi, mevlid kandili olarak tes’îd<br />

etmekdedir. Her yerde (Mevlid kasîdeleri) okunarak Resûlullah hâtırlatılmakdadır.<br />

Erbil sultânı Ebû Sa’îd Muzaffer-üd-dîn Kükbûrî bin Zeyneddîn Alî, mevlid<br />

gecelerinde şenlikler yapar, ikrâm ve ihsânlarda bulunurdu. Sultânın güzel ahlâkı,<br />

hayrât ve hasenâtı, İbni Hilligânın târîhinde ve (Huccetullahi alel’âlemîn)in<br />

ikiyüzotuzdördüncü sahîfesinde ve seyyid Abdülhakîm efendinin (Mevlid-i şerîf)<br />

risâlesinde uzun yazılıdır. Mevlid, doğum zemânı demekdir. Rebî’ul-evvel, ilkbehâr<br />

demekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” nübüvvetden sonra, her<br />

yıl, bu geceye ehemmiyyet verirdi. Her Peygamberin ümmeti, kendi Peygamberinin<br />

doğum gününü bayram yapmışdı. Bugün de, müslimânların bayramıdır. Neş’e<br />

ve sevinç günüdür. Âdem aleyhisselâm rûh ile cesed arasında iken, O Peygamber<br />

idi. Âdem aleyhisselâm ve herşey, Onun şerefine yaratılmışdır. Arş ve gökler ve<br />

Cennetler üzerine, islâm harfleri ile mubârek ismi yazılmışdır. Ona (Muhammed)<br />

adını, dedesi Abdülmuttalib koydu. Onun adının yer yüzüne yayılacağını, herkesin<br />

Onu medh ve senâ edeceğini rü’yâda görmüşdü. Muhammed, çok medh olunan<br />

demekdir. Cebrâîl aleyhisselâmın, ilk gelerek, Peygamber olduğunu bildirmesi<br />

ve hicretde Mekke şehrindeki mağaradan çıkması ve Medîne-i münevverenin Kubâ<br />

köyüne ayak basması ve Mekkeyi feth için Medîneden çıkması ve vefâtı, hep<br />

pazartesi günü olmuşdur. Doğduğu zemân, göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş görüldü.<br />

Yeryüzünü şereflendirince, şehâdet parmağını kaldırdı ve secde etdi. Melekler<br />

beşiğini sallardı. Beşikde iken konuşmağa başladı. (Mevâhib)in Zerkânî şerhinde<br />

diyor ki, (Hazret-i Abdüllah evlendiği zemân onsekiz ve hazret-i Âmine ondört<br />

yaşında idi. Hazret-i Âmine yirmi yaşında vefât etdi. Evvelâ mubârek annesi<br />

dokuz gün, sonra Ebû Lehebin câriyesi Süveybe bir kaç gün emzirdi. Sonra, Halîme-i<br />

Sa’diyye iki sene emzirdi. İki sene dahâ Benî Sa’d bin Bekr köyünde kalarak<br />

dört yaşında Mekkeye getirildi. Ayağa kalkdığı zemân, çocukların oyunlarını<br />

seyr ederdi. Oyuna karışmazdı. Altı yaşında iken, annesi Âmine “radıyallahü<br />

anhâ”, sekiz yaşında iken, dedesi Abdülmuttalib vefât etdi. Yirmibeş yaşında<br />

– 378 –


iken, Hadîce “radıyallahü anhâ” ile nikâh etdi, evlendi. Kırk yaşına gelince, Ramezân-ı<br />

şerîf ayında, Pazartesi günü, şehrin bir sâat şimâlindeki (Cebel-i hirâ) ve<br />

(Cebel-i nûr) denilen dağdaki mağarada, melek göründü. Bütün insanlara ve cinne<br />

Peygamber olduğu bildirildi. Evvelâ Cebrâîl “aleyhisselâm” geldi. Sonra üç sene,<br />

İsrâfîl “aleyhisselâm” gelip, ba’zı şeyler öğretdi. Fekat, Kur’ân-ı kerîm getirmedi.<br />

Sonra, Cebrâîl “aleyhisselâm” gelmeğe başlıyarak, bütün Kur’ân-ı kerîmi,<br />

yirmi senede indirdi. Cebrâîl “aleyhisselâm” kendisine yirmidörtbin kerre gelmişdi.<br />

[Hâlbuki, Âdem aleyhisselâma oniki kerre, Nûh aleyhisselâma elli kerre, İbrâhîm<br />

aleyhisselâma kırk kerre, Mûsâ aleyhisselâma dörtyüz kerre ve Îsâ aleyhisselâma<br />

on kerre gelmişdi.] Peygamberliğini üç sene izhâr etmeyip, sonra Hak teâlânın<br />

emri ile teblîg eyledi.<br />

Elliiki yaşında iken, Receb ayının yirmiyedinci gecesi, Mekke-i mükerremede,<br />

Cebrâîl “aleyhisselâm” gelip, Mescid-i harâmdan, Kudüsde, Mescid-i aksâya ve oradan<br />

göklere götürdü. Bu mi’râcda, Allahü teâlâyı baş gözü ile gördü. Bu gecede<br />

beş vakt nemâz farz oldu. [İkinci kısm, beşinci maddenin son sahîfesini okuyunuz!].<br />

Elliüç yaşında iken, izn-i İlâhî ile, Medîne-i münevvereye hicret eyledi. Safer ayının<br />

yirmiyedinci perşembe günü sabâh erken evinden çıkarak, öğleden sonra<br />

Ebû Bekr-i Sıddîkın evine geldi. O gece, berâber çıkarak, Mekkenin beşbuçuk kilometre<br />

cenûb-i şark [güney doğu] tarafında bulunan (Sevr) dağındaki mağaraya<br />

geldiler. Denizden yediyüzellidokuz metre yüksek olan bu dağın yolu çok bozuk<br />

idi. Mubârek ayakları kanadı. Mağarada üç gece kalıp, pazartesi gecesi çıkdılar.<br />

Bir hafta yolculukla, efrencî Eylül ayının yirminci ve Rebî’ul-evvelin sekizinci pazartesi<br />

günü, Medînede Kubâ köyüne geldiler. Gece ile gündüzün müsâvî olduğu,<br />

Eylülün yirmiüçüncü gününü de burada geçirip, Rebî’ul-evvelin onikinci Cum’a<br />

günü Medîneye azîmet [hareket] etdiği ve aynı gün vâsıl olduğu (Beydâvî) tefsîrinde<br />

yazılıdır. Ömer-ül-Fârûk halîfe iken, bu seneki Muharrem ayının birinci günü,<br />

ya’nî hicretden yetmiş [70] gün evvel, müslimânların (Hicrî kamerî sene) başlangıcı<br />

oldu. Bu başlangıç günü, târîhcilere göre, mîlâdın altıyüzyirmiikinci [622]<br />

senesinde idi. Temmuz ayının onaltıncı Cum’a gününe rastladığı, Ahmed Ziyâ beğin<br />

1316 [m. 1898] baskılı (İlm-i hey’et) kitâbında yazılıdır. Kubâ köyüne ayak basdığı<br />

Eylül ayının yirminci günü, müslimânların (Hicrî şemsî sene) başlangıcıdır. 623.<br />

cü mîlâdî sene başı, hicrî şemsî ve kamerî senelerin birinci senelerinde oldu.<br />

Bir şemsî sene 365, 242 gündür. Ya’nî, 365 gün, 5 sâat, 48 dakîka, 47 sâniyedir.<br />

Bir kamerî sene 354, 367 gündür. Ya’nî, 354 gün, 8 sâat, 48,5 dakîkadır.<br />

Yirmiyedi kerre muhârebe yapmış, dokuzunda er olarak hücûm etmiş, diğerlerinde<br />

baş kumandanlık mevkı’inde bulunmuşdur. Gazâlarda iki dürlü bayrak<br />

kullanırdı. Râyesi siyâh idi. Livâsı dahâ küçük olup beyâz idi. Osmânlı Sancağının<br />

şeklini Timürtaş pâşanın bulduğunu birinci kısm, 29. cu maddede bildirmişdik.<br />

Medîne-i münevverede, kamerî altmışüç, şemsî sene hesâbı ile altmışbir yaşında<br />

iken 11 [m. 632] senesi Rebî’ul-evvel ayının onikinci pazartesi günü, öğleden<br />

evvel vefât edip, mubârek gömleği arkasında olarak, üç kerre yıkanıp, üç kat yeni<br />

beyâz kefene sarılıp, mubârek rûhu alındığı yere defn olundu.<br />

Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek gözleri uyur, kalb-i şerîfi<br />

uyumazdı. Aç yatıp tok kalkardı. Aslâ esnemezdi. Mubârek vücûdü nûrânî olup,<br />

gölgesi yere düşmezdi. Elbisesine sinek konmaz, sivrisinek ve diğer böcekler mubârek<br />

kanını içmezdi. Allahü teâlâ tarafından Resûlullah olduğu bildirildikden sonra,<br />

şeytânlar göklere çıkarak haber alamaz ve kâhinler söyleyemez oldu.<br />

Bir kimse, Rahmeten-lil-âlemîni “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” rü’yâda<br />

görse, muhakkak Onu görmüşdür. Çünki, şeytân Onun şekline giremez.<br />

Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, bizim bilmediğimiz bir hayât ile, şimdi<br />

hayâtdadır. Cesed-i şerîfi aslâ çürümez. Kabrinde bir melek durup, ümmetinin<br />

söyledikleri salevâti kendisine haber verir. Minberi ile kabr-i şerîfi arasına (Rav-<br />

– 379 –


da-i mutahhera) denir. Burası Cennet bağçelerindendir.<br />

Kabr-i şerîfini ziyâret etmek, tâ’atların büyüğü ve ibâdetlerin en kıymetlisidir.<br />

(Beni ziyâret edene şefâ’atim vâcib olur) buyurmuşdur.<br />

Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” üç veyâ dört yâhud beş erkek, dört<br />

kız evlâd-ı kirâmı, onbir zevce-i mutahherası, oniki amcası ve altı halası vardı.<br />

[İslâm düşmanları, gencleri aldatmak için, Peygamber “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” kadınlara, kızlara düşkün imiş diyerek ve habîs rûhlarına yakışan, çok çirkin<br />

şeyler söyleyerek ve yazarak küstahca iftirâ yapıyorlar. Hâlbuki, Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” ilk olarak, yirmibeş yaşında evlenmiş, Hadîceyi “radıyallahü<br />

anhâ” almışdır. Kırk yaşında ve dul idi. Fekat, malı, cemâli, aklı, ilmi, şerefi,<br />

nesebi, iffeti ve edebi pek fazla idi. Yirmibeş sene berâber yaşayıp, hicretden<br />

üç sene evvel Mekkede, Ramezân-ı şerîf ayında vefât etdi. Bu hayâtda iken, Resûl-i<br />

ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” hiç evlenmemişdi.<br />

Ellibeş yaşında iken, Ebû Bekrin “radıyallahü anh” kızı; Âişe “radıyallahü<br />

anhâ” ile evlendi. Bunu, Hadîce-i kübrânın “radıyallahü teâlâ anhâ” vefâtından<br />

bir sene sonra, Allahü teâlânın emri ile nikâh eylemişdi. Ölünciye kadar, sekiz sene<br />

onunla yaşadı.<br />

Diğerlerini, hep Âişeden “radıyallahü anhünne” sonra, dînî, siyâsî sebeblerle<br />

veyâ merhamet ve ihsân ederek nikâh etdi. Bunların hepsi dul idi. Çoğu yaşlı idi.<br />

Meselâ, Mekkedeki kâfirlerin, müslimânlara eziyyet ve zararları dayanılamıyacak<br />

bir dereceye geldikde, Eshâb-ı kirâmın bir kısmı Habeşistâna hicret etmişdi. Habeş<br />

pâdişâhı Necâşî, Îsevî idi. Müslimânlara çeşidli şeyler sorup, aldığı olgun cevâblara<br />

hayrân kalarak îmâna geldi. Müslimânlara çok iyilik etdi. Îmânı za’îf<br />

olan Ubeydüllah bin Cahş, mal ve mevkı’ için nefsine aldanıp, meâzallah, mürted<br />

olmuş, dînini dünyâya değişmişdi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” halasının<br />

oğlu olan bu mel’ûn, karısı Ümm-i Habîbeyi de “radıyallahü anhâ” dinden<br />

çıkıp zengin olmağa cebr ve teşvîk etdi ise de, kadın, fakîrliğe ve ölüme râzı olacağını,<br />

fekat Muhammed aleyhisselâmın dîninden çıkmıyacağını söyleyince, bunu<br />

boşadı. Sürünerek, sefâletden ölmesini bekliyordu. Fekat, az zemânda kendi<br />

öldü. Ümm-i Habîbe, Mekkedeki Kureyş kâfirlerinin baş kumandanı Ebû Süfyânın<br />

kızı idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, o zemânlarda, Kureyş orduları<br />

ile, çok çetin muhârebelerle uğraşıyordu ve Ebû Süfyân, islâmiyyeti yok etmek<br />

için son gayreti ile çarpışıyordu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ümm-i<br />

Habîbenin dîninin kuvvetini ve başına gelen çok acı hâli işitdi. Necâşîye mektûb<br />

yazıp, (Oradaki Ümm-i Habîbe ile evleneceğim. Nikâhımı yap! Sonra, kendisini<br />

buraya gönder!) şeklinde talebde bulundu. Necâşî dahâ önce müslimân olmuşdu.<br />

Mektûba çok hurmet edip, oradaki müslimânları serâyına da’vet ederek, ziyâfet<br />

verdi. Hicretin yedinci senesinde nikâh yapılıp, hediyye ve ihsânlarda bulundu. Bu<br />

sûretle, Ümm-i Habîbe, îmânının mükâfâtına kavuşarak, orada zengin ve râhat oldu.<br />

Onun sâyesinde, oradaki müslimânlar da râhat etdi. Cennetde, kadınlar kocalarının<br />

yanında bulunacakları için, Cennetin en yüksek derecesi ile de müjdelenmiş<br />

oldu ki, dünyânın bütün zevk ve ni’metleri, bu müjde yanında pek küçük kalır.<br />

Bu nikâh, Ebû Süfyânın “radıyallahü teâlâ anh” ilerde müslimân olmakla şereflenmesini<br />

hâzırlıyan sebeblerden birisi oldu. Görülüyor ki bu nikâh, kâfirlerin<br />

iftirâlarının ne kadar yanlış ve çürük olduğunu bildirdiği gibi, Resûlullahın “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” aklının, zekâsının, dehâsının, ihsânının ve merhametinin<br />

derecesini de göstermekdedir.<br />

İkinci misâl olarak; hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” kızı Hafsa “radıyallahü<br />

anhâ” dul kalmışdı. Hicretin üçüncü senesinde, Ömer “radıyallahü anh”, Ebû Bekre<br />

ve Osmâna “radıyallahü anhümâ” kızımı alır mısın dedikde, düşüneyim, demişlerdi.<br />

Birgün, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, her üçü ve başkaları yanında<br />

iken, (Yâ Ömer! Seni üzüntülü görüyorum, sebebi nedir?) diye sordu. Bir şi-<br />

– 380 –


şedeki mürekkebin rengi kolay görüldüğü gibi, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

de, herkesin düşüncesini, bir bakışda anlardı. Lüzûm görürse sorardı. Ona,<br />

hattâ herkese doğru söylememiz farz olduğundan, Ömer de, (Yâ Resûlallah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”! Kızımı Ebû Bekre ve Osmâna “radıyallahü anhüm” teklîf<br />

etdim, almadılar) gibi cevâb verdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, en<br />

çok sevdiği üç Eshâbının üzülmesini hiç istemediğinden, onları sevindirmek için,<br />

hemen buyurdu ki, (Yâ Ömer! Kızını, Ebû Bekrden ve Osmândan “radıyallahü anhüm”<br />

dahâ iyi birisine versem ister misin?). Ömer şaşırdı. Çünki, Ebû Bekrden ve<br />

Osmândan “radıyallahü anhüm” dahâ yüksek ve dahâ iyi kimse olmadığını biliyordu.<br />

(Evet, yâ Resûlallah!) dedi. (Yâ Ömer, kızını bana ver!) buyurdu. Bu sûretle,<br />

Hafsa “radıyallahü anhâ”, Ebû Bekrin ve Osmânın ve bütün mü’minlerin anneleri<br />

oldu ve bunlar, ona hizmetçi oldu ve Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân “radıyallahü<br />

teâlâ anhüm”, birbirlerine dahâ yakın ve dahâ sevgili oldular “radıyallahü<br />

teâlâ anhüm”.<br />

Üçüncü bir misâl olarak kısaca söyliyelim ki, hicretin beş veyâ altıncı senesinde,<br />

Benî Mustalak kabîlesinden alınan yüzlerce esîr arasında, Cüveyriyye “radıyallahü<br />

anhâ”, kabîlenin reîsi Hârisin kızı idi. Bunu satın alıp âzâd ederek, kendilerine nikâh<br />

edince, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsi, biz, Resûlullahın “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” âilesinin, annemizin akrâbasını câriye olarak, hizmetci olarak kullanmakdan<br />

hayâ ederiz dedi. Hepsi, esîrlerini âzâd etdi. Bu nikâh, yüzlerce esîrin âzâd<br />

olmasına sebeb oldu. Cüveyriyye “radıyallahü anhâ”, bu hâli her zemân söyliyerek<br />

öğünürdü. [Hâris de müslimân oldu.] Âişe “radıyallahü anhâ”, ben Cüveyriyyeden<br />

“radıyallahü teâlâ anhâ” dahâ hayrlı, dahâ bereketli bir kadın görmedim, derdi.<br />

Dördüncü misâl, Zeyneb-binti Huzeyme “radıyallahü anhâ”dır.<br />

Kitâbımız müsâid olmadığından, diğer misâlleri yazmağa imkân bulamadık. Aklı,<br />

iz’ânı ve insâfı olana da, bu üç misâl, hakîkati anlatmağa elbette yetişir. Şunu<br />

da söyliyelim ki, her bakımdan, insanların en kuvvetlisi olduğu hâlde, yalnız hayâtda<br />

olan dokuz âilesi ile yaşamışdı. O da, birkaç sene idi. O zemânlar, zâten hep<br />

harblerle uğraşıyor, evinde kaldığı günler nâdir oluyordu. Papasların yazdığı ve ahlâksızların,<br />

kendileri gibi sanarak söyledikleri gibi olsaydı, dahâ gençliğinde, genç<br />

kızlarla evlenip, az zemân sonra boşayarak, istediği kadar değişdirebilirdi. Nitekim<br />

torunu Hasen “radıyallahü anh” alıp boşamak sûretiyle yüze yakın güzel kız<br />

ile evlenmiş ve babası imâm-ı Alî “radıyallahü anh”, bir hutbesinde, (Ey müslimânlar!<br />

Oğlum Hasene kız vermeyiniz! O, kızları çabuk boşuyor, bırakıyor) buyurduğu,<br />

müslimânların da; (Kızlarımız ona fedâ olsun. Onun nikâhı ile şereflenmeleri<br />

onlara yetişir. Kızlarımızı ona vereceğiz) dedikleri meşhûrdur. Bedrde, Uhudda,<br />

Hendekde, Hayberde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bir işâreti ile<br />

üstün düşmana karşı hücûm ederek, Ona canlarını fedâ eden o arslanlar, kızlarını<br />

Ona vermezler mi idi? Fekat O, istemedi. Mi’râc gecesi, Cennete girdiği zemân,<br />

Cennet hûrîlerine, bir zerre dönüp bakmamışdı. İslâm düşmanlarından Voltairin,<br />

Resûlullahın, hazret-i Zeynebi nikâh etmesini tiyatro olarak yazarak, âdî, alçak iftirâlar<br />

etdiği ve bu yüzden, düşmanı olan papadan tebrîk mektûbu aldığı, (Kâmûsül<br />

a’lâm)da Zeyneb isminde yazılıdır. (Mevâhib-i ledünniyye) tercemesi, 459. cu<br />

sahîfede diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, halasının kızı Zeynebi,<br />

oğulluğu Zeyde nikâh etdi. Uzun zemân sonra, Zeyd “radıyallahü teâlâ anh”<br />

hâtunundan ayrılmak istediğini söyledi. (Niçin) buyurunca, hiçbir kötülüğünü<br />

görmedim. Hep iyilik gördüm. Fekat, nesebinin şerefi ile öğünüyor, başıma kakıyor<br />

dedi. Bunlara ehemmiyyet verme. Hâtununu bunun için boşama buyurdu ise<br />

de, Allahü teâlâ, Resûlünün buna mâni’ olmasını men’ eyledi. Zeyd de, Zeynebi<br />

boşadı. Allahü teâlâ, Resûlüne Zeynebi nikâh eyledi ve onu istemesini emr buyurdu).<br />

Dâvüd aleyhisselâmın yüz nikâhlısı ile üçyüz câriyesi vardı. Süleymân aleyhisselâmın<br />

üçyüz zevcesi ile yediyüz câriyesi vardı. Voltaire, bu Peygamberleri ağ-<br />

– 381 –


zına almıyor da, Resûlullahın, emr olunarak bir hâtun almasına saldırıyor.<br />

Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” çok evlenmesinin mühim bir sebebi<br />

de, ahkâm-ı islâmiyyeyi bildirmek içindi. Hicâb âyeti gelmeden, ya’nî kadınların<br />

örtünmeleri emr olunmadan önce, kadınlar da Resûlullaha gelip, bilmediklerini<br />

sorar, öğrenirlerdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” birinin evine gitse, kadınlar<br />

da gelir, oturur, dinler, istifâde ederlerdi. Hicâb âyeti gelip, kadınların yabancı<br />

erkeklerle oturmaları, konuşmaları yasak edilince, yabancı kadınları kabûl<br />

etmedi. Onların, bilmediklerini, mubârek zevcesi hazret-i Âişeden sorup öğrenmelerini<br />

emr eyledi. Gelip soranların çokluğundan, hazret-i Âişe, hepsine cevâb<br />

yetişdirmeğe vakt bulamıyordu. Bu mühim hizmeti kolaylaşdırmak ve hazret-i Âişenin<br />

yükünü hafîfletmek için, lâzım olduğu kadar hanımı nikâh etdi. Kadınlara<br />

âid yüzlerle nâzik bilgileri, müslimân kadınlarına, mubârek zevceleri yolu ile bildirdi.<br />

Zevceleri bir olsaydı, bütün kadınların ondan sorması güç ve hattâ imkânsız<br />

olurdu.]<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ümmî idi. Ya’nî kitâb okumamış, yazı<br />

yazmamış, kimseden bir ders görmemiş idi. Mekkede doğup, büyüyüp, belli kimseler<br />

arasında yetişip, seyâhat etmemiş iken, Tevrâtda ve İncîlde ve Yunan ve Roma<br />

devrlerinde yazılmış kitâblarda bulunan bilgilerden, hâdiselerden haber verdi.<br />

İslâmiyyeti bildirmek için, müslimânlara mektûblar yolladı. Hicretin altıncı senesinde<br />

Rum, Îrân ve Habeş hükümdârlarına ve diğer arab pâdişâhlarına mektûblar<br />

gönderdi. Îrân şâhı Hüsrev Pervîz, mektûbu parçaladı. Getiren Sahâbîyi şehîd<br />

etdi. Az zemân sonra, oğlu Şîrûye tarafından öldürüldü. Hizmetine altmışdan ziyâde<br />

ecnebî sefîr gelmişdir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” peygamberliğini<br />

işiten herkesin, Ona îmân etmesi vâcibdir. İşitdikden sonra, îmân etmeden<br />

vefât eden, Cehenneme girecek ve orada sonsuz olarak azâb çekecekdir.<br />

Fahr-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” ismleri, hâlleri, Tevrâtda ve İncîlde<br />

yazılı idi. Yehûdî ve hıristiyanlar, teşrîf etmesini bekliyordu. Fekat, kendi cinslerinden<br />

gelmeyip, arabdan geldiği için ba’zıları kıskandı, inkâr etdi. Hâlbuki, birçok<br />

âlimleri ve akllıları, insâf edip müslimân oldu. Onun peygamber olduğuna inanmamak,<br />

Onun büyüklüğünü, üstünlüğünü anlamamak, Onun kıymetini, şerefini<br />

azaltmaz. Allahü teâlâ, (İnşirâh) sûresinde, (Senin zikrini yükseltdim), kendi ismimin<br />

yanında olarak, her yerde söylenir buyurdu. Yeryüzünde, bir derece batıya<br />

gidildikde, nemâz vaktleri dört dakîka sonra başladığı için, dünyânın her yerindeki<br />

müslimânlar, her günün her dakîkasında ezân okumakda, Onun mubârek ismi,<br />

her yerde her ân, saygı ve sevgi ile söylenmekdedir.<br />

Bir kimse, her işinde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” dînini kabûl etmezse<br />

mü’min olmaz. Onu, kendi cânından çok sevmezse, îmânı temâm olmaz.<br />

Bütün insanların ve cinnîlerin Peygamberidir. Her asrda yaşıyan her milletin Ona<br />

uyması vâcibdir. Her mü’minin, Onun dînine yardım etmesi, Onun ahlâkı ile huylanması,<br />

Onun mubârek ismini çok söylemesi, ismini söyledikde ve işitdikde, saygı<br />

ile ve sevgi ile salât-ü selâm getirmesi, mubârek cemâlini görmeğe âşık olması,<br />

Onun getirdiği Kur’ân-ı kerîmi ve islâmiyyeti sevmesi ve hurmet etmesi lâzımdır.<br />

(Mir’ât-i kâinât)da diyor ki, (Câhiller ve tenbeller, “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

yerine birkaç harf yazıyor. Bu doğru değildir. Çok sakınmalıdır.)<br />

İbni Âbidîn, nemâz bahsinde diyor ki, (Ömründe bir kerre, salevât getirmek farzdır.<br />

Her söyleyince, işitince, okuyunca, yazınca, bir kerre getirmek vâcib, tekrâr<br />

edildiklerinde müstehâbdır.)<br />

Dostlarımın ayrılığından, kalbim kan ağlıyor.<br />

onları hâtırladıkca, iliklerim yanıyor.<br />

– 382 –


96 — MUHAMMED ALEYHİSSELÂMIN AHLÂKI<br />

Aşağıdaki yazı, (Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbının üçüncü kısm, ikinci bâb, onuncu<br />

faslından terceme edilmişdir:<br />

Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine verdiği iyilikleri, ihsânları sayarak, Onun mubârek<br />

kalbini okşarken, kendine güzel huylar verdiğini, (Sen güzel huylu olarak<br />

yaratıldın) meâlindeki âyet-i kerîme ile bildirmekdedir. Akreme buyuruyor ki, Abdüllah<br />

ibni Abbâsdan işitdim: Bu âyet-i kerîmedeki (Huluk-ı azîm), ya’nî güzel huylar,<br />

Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği ahlâkdır. (Hadâik-ul-hakâyık) kitâbında diyor ki,<br />

(Âyet-i kerîmede, (Sen huluk-ı azîm üzeresin) buyuruldu. Huluk-ı azîm demek, Allahü<br />

teâlâ ile sır, gizli şeyleri bulunmak, insanlar ile de güzel huylu olmak demekdir.<br />

Çok kimselerin islâm dînine girmesine, Resûlullahın güzel ahlâkı sebeb oldu).<br />

Muhammed aleyhisselâmın bin mu’cizesi göründü, dost düşman herkes de bunu<br />

söyledi. Bu kadar mu’cizelerin en kıymetlisi, edebli olması ve güzel huyları idi.<br />

(Kimyâ-i Se’âdet) kitâbında diyor ki, (Ebû Sa’îd-i Hudrî “radıyallahü teâlâ anh”<br />

buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hayvana ot verirdi. Deveyi<br />

bağlardı. Evini süpürürdü. Koyunun sütünü sağardı. Ayakkabısının söküğünü<br />

dikerdi. Çamaşırını yamardı. Hizmetcisi ile birlikde yirdi. Hizmetcisi el değirmeni<br />

çekerken yorulunca, ona yardım ederdi. Pazardan öte beri alıp torba içinde eve<br />

getirirdi. Fakîrle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selâm verirdi.<br />

Bunlarla müsâfeha etmek için, mubârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beği,<br />

siyâhı ve beyâzı bir tutardı. Her kim olursa olsun, çağırılan yere giderdi. Önüne<br />

konulan şeyi, az olsa da, hafîf, aşağı görmezdi. Akşamdan sabâha ve sabâhdan<br />

akşama yemek bırakmazdı. Güzel huylu idi. İyilik etmesini sever idi. Herkesle iyi<br />

geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü.<br />

Fekat, çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fekat, alçak tabî’atli değildi. Heybetli<br />

idi. Ya’nî saygı ve korku hâsıl ederdi. Fekat, kaba değildi. Nâzik idi. Cömerd idi.<br />

Fekat, isrâf etmez, fâidesiz yere birşey vermezdi. Herkese acır idi. Mubârek başı<br />

hep önüne eğik idi. Kimseden birşey beklemezdi. Se’âdet, huzûr isteyen, Onun gibi<br />

olmalıdır.)<br />

(Mesâbîh) kitâbında, Enes bin Mâlik “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Resûlullaha<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” on sene hizmetcilik etdim. Bana bir kerre üf<br />

demedi. Şunu niçin böyle yapdın, bunu niçin yapmadın buyurmadı). Yine (Mesâbîh)de,<br />

Enes bin Mâlik diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” insanların<br />

en güzel huylusu idi. Beni birgün, bir yere gönderdi. Vallahi gitmem dedim.<br />

Fekat, gidecekdim. Emrini yapmak için dışarı çıkdım. Çocuklar sokakda oynuyordu.<br />

Onların yanından geçerken arkama bakdım. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” arkamdan geliyordu. Mubârek yüzü gülüyordu. (Yâ Enes! Dediğim yere<br />

gitdin mi?) buyurdu. Evet gidiyorum yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

dedim).<br />

Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” diyor ki, (Bir gazâda, kâfirlerin yok olması için<br />

düâ buyurmasını söyledik. (Ben, la’net etmek için, insanların azâb çekmesi için gönderilmedim.<br />

Ben, herkese iyilik etmek için, insanların huzûra kavuşması için gönderildim)<br />

buyurdu). Enbiyâ sûresinin yüzyedinci âyetinde meâlen, (Seni, âlemlere<br />

rahmet, iyilik için gönderdik) buyuruldu.<br />

Ebû Sa’îd-i Hudrî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Resûlullahın “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” hayâsı, bâkire islâm kızlarının hayâlarından dahâ çokdu).<br />

Enes bin Mâlik “radıyallahü anh” diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

bir kimse ile müsâfeha edince, o kimse elini çekmedikce, mubârek elini ondan<br />

ayırmazdı. O kimse, yüzünü çevirmedikce, mubârek yüzünü ondan çevirmezdi.<br />

Bir kimsenin yanında otururken iki diz üzerinde oturur, ona saygı olmak<br />

için mubârek bacağını dikip oturmazdı).<br />

– 383 –


Câbir bin Sümre “radıyallahü anh” diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” az konuşurdu. Lüzûmlu olduğu zemân veyâ birşey sorulunca söylerdi). Bundan<br />

anlaşılıyor ki, her müslimânın (Mâlâ-ya’nî), fâidesiz şey söylememesi, susması<br />

lâzımdır. Mubârek sözlerinde tertîl ve tersîl vardı. Ya’nî, gâyet açık ve metodlu<br />

konuşur ve kolay anlaşılırdı.<br />

Enes bin Mâlik “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Resûl “aleyhisselâm” hastayı<br />

ziyârete gider, cenâze arkasında yürür, çağrılan yere giderdi. Eşeğe de binerdi.<br />

Resûl aleyhisselâmı Hayber gazâsında gördüm. Yuları bir ip olan eşek üzerinde<br />

idi. Resûl “aleyhisselâm” sabâh nemâzından çıkınca, Medîne çocukları ve işçileri<br />

su dolu kablarını önüne getirirler. Mubârek parmağını içine sokmasını dilerlerdi.<br />

Kış ve soğuk su olsa da, herbirine mubârek parmağını sokar, gönüllerini yapardı).<br />

Yine Enes “radıyallahü anh” diyor ki, (Bir küçük kız, Resûl aleyhisselâmın elini<br />

tutup bir iş için götürseydi, birlikde gider, müşkilini hâl ederdi).<br />

Câbir “radıyallahü anh” diyor ki, (Resûl aleyhisselâmdan birşey istenip de<br />

yok dediği işitilmedi).<br />

Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” buyuruyor ki, (Resûl “aleyhisselâm” ile<br />

birlikde gidiyordum. Üzerinde bürd-i Necrânî vardı. Ya’nî Yemen kumaşından bir<br />

palto vardı. Arkadan bir köylü gelip, yakasından öyle çekdi ki, paltonun yakası mubârek<br />

boynunu çizdi, yeri kaldı. Resûl “aleyhisselâm” geriye döndü. Köylü zekât<br />

malından birşey istedi. Resûl “aleyhisselâm”, onun bu hâline güldü. Ona birşey verilmesi<br />

için emr buyurdu). (Tetimmet-ül mazher) kitâbında diyor ki, (Buradan anlaşılacağına<br />

göre, insanların başında bulunan kimsenin, Resûl aleyhisselâma uyarak,<br />

bunların ezâ ve sıkıntılarına katlanması lâzımdır. Zâten sıkıntıya katlanmak,<br />

herkes için iyi bir huydur. Üstlerin katlanması ise dahâ güzel olur).<br />

(Zâd-ül Mukvîn) kitâbında diyor ki, (Resûl aleyhisselâmın komşusu bir ihtiyâr<br />

kadın vardı. Kızını Resûl aleyhisselâma gönderdi. Nemâz kılmak için örtünecek<br />

bir elbisem yok. Bana, nemâzda örtünecek bir elbise gönder diye yalvardı. Resûl<br />

aleyhisselâmın o ânda başka elbisesi yokdu. Mubârek arkasındaki antârîyi çıkarıp,<br />

o kadına gönderdi. Nemâz vakti gelince, elbisesiz mescide gidemedi. Eshâb-ı<br />

kirâm “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în”, bu hâli işitince, Resûl “aleyhisselâm”<br />

o kadar cömerdlik yapıyor ki, gömleksiz kalıp, mescide cemâ’ate gelemiyor. Biz<br />

de herşeyimizi fakîrlere dağıtalım dediler. Allahü teâlâ, hemen İsrâ sûresinin yirmidokuzuncu<br />

âyetini gönderdi. Önce habîbine, hasîslik etme, birşey vermemezlik<br />

yapma buyurup, sonra da, sıkıntıya düşecek ve nemâzı kaçırarak, üzülecek kadar<br />

da dağıtma! Sadakada ortalama davran buyurdu. O gün, nemâzdan sonra, hazret-i<br />

Alî “kerremallahü vecheh”, Resûlullahın yanına gelip, (Yâ Resûlallah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”! Bugün, çoluk çocuğuma nafaka yapmak için sekiz dirhem<br />

gümüş ödünc almışdım. Bunun yarısını size vereyim. Kendinize antârî alınız)<br />

dedi. Resûl “aleyhisselâm” çarşıya çıkıp, iki dirhem ile bir antârî satın aldı. Geri<br />

kalan iki dirhem ile yiyecek almağa giderken gördü ki, bir a’mâ oturmuş, Allah rızâsı<br />

için ve Cennet elbiselerine kavuşmak için, bana kim bir gömlek verir diyordu.<br />

Almış olduğu antârîyi bu a’mâya verdi. A’mâ, antârîyi eline alınca, misk gibi<br />

güzel koku duydu. Bunun, Resûl aleyhisselâmın mubârek elinden geldiğini anladı.<br />

Çünki, Resûl aleyhisselâmın bir kerre giydiği herşey, eskiyip dağılsa bile, parçaları<br />

da misk gibi güzel kokardı. A’mâ düâ ederek, (Yâ Rabbî! Bu gömlek hurmetine,<br />

benim gözlerimi aç) dedi. İki gözü hemen açıldı. Resûl “aleyhisselâm”ın<br />

ayaklarına kapandı. Resûl “aleyhisselâm” oradan ayrıldı. Bir dirhem ile bir antârî<br />

satın aldı. Bir dirhem ile de yiyecek satın almağa giderken, bir hizmetci kızın ağladığını<br />

gördü. (Kızım, niçin böyle ağlıyorsun?) buyurdu. Bir yehûdînin hizmetcisiyim.<br />

Bana bir dirhem verdi. Yarım dirhem ile bir şişe ve yarım dirhem ile de yağ<br />

satın al dedi. Bunları alıp gidiyordum. Elimden düşdü. Hem şişe, hem de yağ gitdi.<br />

Şimdi ne yapacağımı şaşırdım dedi. Resûl “aleyhisselâm”, son dirhemini kıza<br />

– 384 –


verdi. (Bununla şişe ve yağ al. Evine götür) buyurdu. Kızcağız, eve geç kaldığım<br />

için, yehûdînin beni döğeceğinden korkuyorum dedi. Resûl “aleyhisselâm”, (Korkma!<br />

Seninle birlikde gelir, sana birşey yapmamasını söylerim) buyurdu. Eve gelip,<br />

kapıyı çaldılar. Yehûdî kapıyı açıp, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

görünce şaşırıp kaldı. Yehûdîye, olanı biteni anlatıp, kıza birşey yapmaması için<br />

şefâ’at buyurdu. Yehûdî, Resûlullahın ayaklarına kapanıp, (Binlerce insanın baş<br />

tâcı olan, binlerce arslanın, emrini yapmak için beklediği ey koca Peygamber! Bir<br />

hizmetci kız için, benim gibi bir miskînin kapısını şereflendirdin. Yâ Resûlallah!<br />

Bu kızı senin şerefine âzâd etdim. Bana îmânı, islâmı öğret. Huzûrunda müslimân<br />

olayım) dedi. Resûl “aleyhisselâm”, ona müslimânlığı öğretdi. Müslimân oldu. Evine<br />

girdi. Çoluğuna çocuğuna anlatdı. Hepsi müslimân oldu. Bunlar, hep Resûlullahın<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” güzel huylarının bereketi ile oldu.<br />

O hâlde, ey müslimân! Sen de Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”<br />

güzel huyları gibi ahlâklanmalısın! Hattâ, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmak,<br />

her müslimâna lâzımdır. Çünki, Resûl “aleyhisselâm” (Allahü teâlânın ahlâkı<br />

ile huylanınız!) buyurdu. Meselâ, Allahü teâlânın sıfatlarından biri (Settâr)dır.<br />

Ya’nî günâhları örtücüdür. Müslimânın da din kardeşinin aybını, kusûrunu<br />

örtmesi lâzımdır. Allahü teâlâ, kullarının günâhlarını afv edicidir. Müslimânlar<br />

da, birbirlerinin kusûrlarını, kabâhatlerini afv etmelidir. Allahü teâlâ kerîmdir,<br />

rahîmdir. Ya’nî lutfü, ihsânı boldur ve merhameti çokdur. Müslimânın cömerd<br />

ve merhametli olması lâzımdır. Bütün güzel ahlâk da böyledir.<br />

Resûl aleyhisselâmın güzel huyları pek çokdur. Her müslimânın bunları öğrenmesi<br />

ve bunlar gibi ahlâklanması lâzımdır. Böylece, dünyâda ve âhıretde felâketlerden,<br />

sıkıntılardan kurtulmak ve O iki cihân efendisinin “sallallahü teâlâ aleyhi<br />

ve sellem” şefâ’atine kavuşmak nasîb olur.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şu düâyı çok okurdu: (Allahümme innî<br />

es’elüke-ssıhhate vel-âfiyete vel-emânete ve hüsnel-hulkı verrıdâe bilkaderi birahmetike<br />

yâ Erhamerrâhimîn). Bunun ma’nâsı, (Ya Rabbî! Senden, sıhhat ve âfiyet<br />

ve emânete hıyânet etmemek ve güzel ahlâk ve kaderden râzı olmak istiyorum.<br />

Ey merhamet sâhiblerinin en merhametlisi! Merhametin hakkı için, bunları bana<br />

ver!) demekdir. Biz zevallılar da, ulu ve şanlı Peygamberimiz gibi düâ etmeliyiz!<br />

Uyan sevdiğim gençlik, bütün ümmîdler sende,<br />

Uyan ey Anadolu, ey azîzler diyârı!<br />

Asr-ı se’âdetdeki adâlet, yeryüzünde,<br />

yeniden te’sîs olsun, gelsin islâm behârı,<br />

Ceddinin torunusun o kan damarındadır,<br />

İstersen neler olur, rûhları yanındadır.<br />

Resûlullahın aşkı, kalbinde, kanındadır.<br />

O senden yüzçevirmez, ara hakîkî yârı!<br />

Sarıl güzel dînine, güzel ahlâkı ihyâ et!<br />

Sünnetin ışığında, gitsin, yok olsun zulmet.<br />

Doğsun islâm güneşi ve hakîkî se’âdet,<br />

yeniden zuhûr etsin, budur islâm şiârı!<br />

– 385 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 1-F:25


97 — RESÛLULLAHIN “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

ANA, BABA VE DEDELERİ, HEP MÜ’MİN İDİ<br />

Seyyid Abdülhakîm “rahmetullahi teâlâ aleyh” efendinin bir mektûbudur.<br />

Sôfiyye-i aliyyenin büyüklerinden, şeyh Ebül-Hasen-i Şâzilînin “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” talebesi, şeyh Ebül-Abbâs Mürsînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” yetişdirdiği<br />

Evliyânın en yükseği olan imâm-ı Busayrî “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmış<br />

olduğu (Kasîde-i hemziyye)de, Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

medh ederken, (O en iyi insanın, anaları, babaları da, hep iyi idi. Allahü teâlâ, mahlûkları<br />

arasında, Onun için en iyi anaları, babaları seçdi) demekdedir.<br />

Çeşidli islâm dillerinde yazılmış mevlidlerin hepsinde, Peygamberimizin ana ve<br />

babasının tertemiz oldukları yazılıdır. Meselâ, vatanımızın her köşesinde, her zemân<br />

seve seve okunan Süleymân Çelebînin mevlidinde şöyle yazılıdır:<br />

Mustafâ nûrunu, alnında kodu,<br />

Bil Habîbim nûrudur, bu nûr dedi.<br />

Kıldı ol nûr, anın alnında karar,<br />

Kaldı anın ile, nice rûzigâr.<br />

Sonra Havvâ alnına, nakl etdi bil,<br />

Durdu anda dahî nice ay ve yıl.<br />

Şis doğdu, ona nakl etdi nûr,<br />

Anın alnında, tecellî kıldı nûr.<br />

İrdi İbrâhîm ve İsmâ’île hem,<br />

Söz uzanır, ger kalanın der isem.<br />

İşbu resm ile müselsel, muttasıl,<br />

Tâ olunca Mustafâya müntekıl.<br />

Geldi çün ol rahmeten lil âlemîn,<br />

Vardı nûr, anda karâr kıldı hemîn.<br />

Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve bütün Peygamberlerin<br />

“aleyhimüsselâm” babalarının ve analarının hiçbiri kâfir değil, aşağı kimseler<br />

değildi. Bunu isbât eden âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden ba’zıları şunlardır:<br />

1 — Kur’ân-ı kerîmden sonra en kıymetli, en doğru kitâb olan (Buhârî-yi şerîf)deki<br />

bir hadîs-i şerîfde, Peygamberimiz buyurdu ki: (Her asrda, her zemânda<br />

yaşıyan insanların en iyilerinden, seçilmişlerinden dünyâya getirildim).<br />

2 — Binlerle hadîs kitâblarından ikinciliği kazanmış olan, imâm-ı Müslimin “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” kitâbındaki hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, İsmâ’îl “aleyhisselâm”<br />

evlâdından, Kinâne ismindeki kimseyi ve onun sülâlesinden, Kureyş ismindeki<br />

zâtı beğendi, seçdi. Kureyş evlâdından da, Hâşim oğullarını sevdi. Onlardan<br />

da, beni süzüp seçdi) buyurdu.<br />

3 — Tirmizînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, insanları yaratdı. Beni<br />

insanların en iyi kısmından vücûde getirdi. Sonra, bu kısmlarından en iyisini Arabistânda<br />

yetişdirdi. Beni bunlardan vücûde getirdi. Sonra evlerden, âilelerden en<br />

iyilerini seçip, beni bunlardan meydâna getirdi. O hâlde, benim rûhum ve cesedim,<br />

mahlûkların en iyisidir. Benim silsilem, ecdâdım en iyi insanlardır) buyurulmuşdur.<br />

4 — Kıymetli hadîs âlimlerinden Taberânînin kitâbındaki bir hadîs-i şerîfde, (Allahü<br />

teâlâ, herşeyi yokdan var etdi. Herşey içinden insanları sevdi, kıymetlendirdi.<br />

İnsanlar içinden de seçdiklerini Arabistânda yerleşdirdi. Arabistândaki seçilmişler<br />

arasından da, beni seçdi. Beni, her zemândaki insanların seçilmişlerinde, en<br />

– 386 –


iyilerinde bulundurdu. O hâlde, Arabistânda bana bağlı olanları sevenler, benim<br />

için severler. Onlara düşmanlık edenler, bana düşmanlık etmiş olurlar) buyurulmuşdur.<br />

Bu hadîs-i şerîf, (Mevâhib-i ledünniyye)nin başında da yazılıdır.<br />

5 — (Mevâhib-i ledünniyye)de ve Zerkânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” şerhinde<br />

diyor ki, (Abdüllah bin Abbâsın “radıyallahü anhümâ” bildirdiği hadîs-i şerîfde,<br />

(Benim dedelerimin hiçbiri zinâ yapmadı. Allahü teâlâ, beni, tayyîb, iyi babalardan,<br />

temiz analardan getirdi. Dedelerimden birinin iki oğlu olsaydı, ben<br />

bunların en hayrlısında, en iyisinde bulunurdum) buyuruldu. İslâmiyyetden önce<br />

Arabistânda zinâ çok olurdu. Bir kadın, bir kimse ile nice zemân metres olarak yaşar,<br />

sonra evlenirdi. [Kâfirler, şimdi de böyle yapıyorlar.] Âdem aleyhisselâm, öleceği<br />

zemân, oğlu Şît aleyhisselâma dedi ki: (Yavrum! Bu alnında parlıyan nûr, son<br />

Peygamber olan Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bu nûru, mü’min, temiz ve<br />

afîf hanımlara teslîm et ve oğluna da böyle vasıyyet et!). Muhammed aleyhisselâma<br />

gelinceye kadar, bütün babalar, oğullarına böyle vasıyyet etdi. Hepsi, bu vasıyyeti<br />

yerine getirip, en asîl, en kibâr kız ile evlendi. Nûr, temiz alınlardan, temiz<br />

kadınlardan geçerek, sâhibine yetişdi). Allahü teâlâ, Tevbe sûresinde, kâfirlerin<br />

necs, pis olduğunu bildiriyor. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz,<br />

bütün dedelerinin temiz olduğunu bildirdiğine göre, kâfir olan, pis olan Âzerin, bu<br />

nûra kavuşmaması, bunun için de İbrâhîm aleyhisselâmın babası olmaması lâzım<br />

gelir. Âzer, İbrâhîm aleyhisselâmın babasıdır demek, yukarıdaki hadîs-i şerîflere<br />

inanmamak olur. Molla Câmî “rahmetullahi teâlâ aleyh” fârisî (Şevâhid-ün-Nübüvve)<br />

kitâbında buyuruyor ki, (Muhammed aleyhisselâmın zerresini taşıdığı<br />

için, Âdem aleyhisselâmın alnında nûr parlıyordu. Bu zerre, hazret-i Havvâya ve<br />

ondan da, Şît aleyhisselâma ve böylece, temiz erkeklerden, temiz kadınlara ve temiz<br />

kadınlardan temiz erkeklere geçdi. O nûr da, zerre ile birlikde alınlardan, alınlara<br />

geçdi).<br />

(Kısas-ı enbiyâ)da kırksekizinci sahîfede diyor ki, (Resûlullahın “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” dedelerinden birinin iki oğlu olsa, yâhud bir kabîle iki kola ayrılsa,<br />

Hâtem-ül-Enbiyânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” soyu, en şerefli ve<br />

hayrlı olan tarafda bulunurdu. Her asrda, onun dedesi olan zât, yüzündeki nûrdan<br />

belli olurdu. İsmâ’îl aleyhisselâmın alnında da bu nûr vardı. Sabâh yıldızı gibi parlardı.<br />

Bu nûr, ona babasından kalmış, bundan da evlâdlarına geçerek, Me’add ve<br />

Nizâra gelmişdi.<br />

Nizâr, az birşey demekdir. Böyle adlanması şöyle olmuşdur: Bu dünyâya gelince,<br />

babası Me’add, oğlunun alnındaki nûru görüp sevinmiş, büyük ziyâfet vermiş<br />

ve böyle oğul için, bu kadar ziyâfet az birşeydir demekle, oğlunun adı Nizâr kalmışdı.<br />

Bu nûr, Muhammed aleyhisselâmın nûru idi. Âdem aleyhisselâmdan beri,<br />

evlâddan evlâda geçerek, asl sâhibi olan Hâtem-ül-Enbiyâ hazretlerine gelmişdir.<br />

Böylece, Âdem oğulları içinde, Muhammed aleyhisselâmın nûrunu taşıyan,<br />

seçilmiş bir soy vardı ki, her asrda, bu soydan olan zâtın yüzü pekçok güzel ve parlak<br />

olurdu. Bu nûr ile, kardeşleri arasında belli olur, içinde bulunduğu kabîle, başka<br />

kabîlelerden dahâ üstün, dahâ şerefli olurdu).<br />

6 — Şü’arâ sûresi, ikiyüzondokuzuncu âyetinde meâlen, (Sen, ya’nî Senin nûrun,<br />

hep secde edenlerden dolaşdırılıp, sana inkılâb etmiş, ulaşmışdır) buyuruldu.<br />

Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, bu âyet-i kerîmeyi tefsîr<br />

ederken, (Bütün ana ve babalarının mü’min ve günâhsız olduğunu) anlamışlardır.<br />

(Eshâb-ı Kirâm) kitâbında bildirildiği gibi, Ehl-i sünnet büyüklerini şî’î sananlar,<br />

(Bunlar, şî’îlerin sözüdür) diyenler de vardır.<br />

Ehl-i sünnetin büyükleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” buyuruyor ki: Babası<br />

Abdüllah ile anası Âmine, İbrâhîm “aleyhisselâm” dîninde idi. Ya’nî, mü’min idi.<br />

Allahü teâlânın, bu ikisini diriltip Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

kelime-i şehâdet işitmeleri ve söylemeleri, îmâna gelmek için değil, bu ümmetden<br />

– 387 –


olmakla şereflenmeleri içindi. (Akrabâna düâ etme!) âyet-i kerîmesi, Ebû Tâlib<br />

için idi. Ana ve babası için değildi. İmâm-ı a’zamın (Fıkh-ı ekber) kitâbının, elimizde<br />

bulunan tercemelerinde, bu ikisinin, îmânsız öldüğü yazılı ise de, İmâm-ı a’zamın<br />

kendi eli ile yazdığı kitâbda, îmânla öldükleri yazılıdır. Sonradan, düşmanların<br />

bir (mâ) silerek, bu yanlışlığın kasden yapıldığı anlaşılmışdır.<br />

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin “rahmetullahi aleyh” el yazısı ile olan (Fıkh-ı Ekber)<br />

kitâbı, emîrülmü’minîn Osmânın “radıyallahü anh” mubârek elleri ile yazdığı<br />

ve şehâdet kanı ile boyanmış olan Kur’ân-ı kerîmin bir kısmı ile birlikde, Hülâgünün<br />

Bağdâd şehrini yakıp, sekizyüzbinden ziyâde müslimânı öldürdüğü altıyüzellialtı<br />

senesinde, başka kıymetli kitâblar ile birlikde Semerkanda götürülmüş,<br />

burasının da, 1284 [m. 1868] senesinde, Rusların idâresine geçmesi ile, bu kitâblar<br />

Petersburg şehrine nakl ve oranın meşhûr kütübhânesine konup ehemmiyyet<br />

ile saklandığını (Kâmûs-ül a’lâm) sâhibi Şemseddîn Sâmî beğ “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” Semerkand kelimesini anlatırken bildirmekdedir. 1335 [m. 1917] de Ufa şehrine<br />

ve 1341 [m. 1923] de oradan Taşkendde hâce Ubeydüllah-ı Ahrâr câmi’ine nakl<br />

edildi.<br />

Halîfe Ömer-ül Fârûk ve Osmân-ı Zinnûreyn ve Alîyy-ül Mürtedânın “radıyallahü<br />

teâlâ anhüm” mubârek elleri ile yazılmış olan Mushaf-ı şerîflerden ba’zı sahîfeleri,<br />

İstanbulda, Süleymâniyye câmi’i şerîfi yanında, İslâm Eserleri müzesinde<br />

mevcûddur. Arzû edenler görebilir.<br />

İslâm dînine inanmıyanlar, vaktîle Allahü teâlânın Tevrât ve İncîl kitâblarını değişdirdikleri<br />

gibi, zemân zemân, din büyüklerinin kitâblarına da el uzatdı. Meselâ,<br />

Muhyiddîn-i Arabînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Füsûs) ve (Fütûhât) kitâblarına<br />

ba’zı şeyler karışdırdılar ise de, az zemânda meydâna çıkarıldı. Büyük âlim<br />

Abdülvehhâb-i Şa’rânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Kibrît-i ahmer) ve (Elyevâkît)<br />

kitâblarında bunu îzâh etmekdedir. Şimdi de, islâmiyyeti, gençlere yanlış ve bozuk<br />

olarak tanıtmak siyâseti her tarafda işlemekde, bunları susduracak hakîkî bir<br />

din âliminin dünyâda kalmamış gibi olduğu görülmekdedir.<br />

Celâleddîn-i Rûmî “kuddise sirruh”, bu sebebden dolayı (Mesnevî)sini nazm şeklinde<br />

yazarak, düşmanların değişdirmesine imkân bırakmamışdır.<br />

İbni Âbidîn “aleyhirrahme”, (Dürr-ül-muhtâr) şerhinde, kâfirin nikâhını anlatmağa<br />

başlarken ve Hamevî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Eşbâh) hâşiyesinde (Hazar-vel-ibâha)<br />

bahsinde ve (Mir’ât-i kâinât)da, islâm âlimlerinin çeşidli sözlerini<br />

anlatarak, buyuruyorlar ki: (Hakîkati anlıyan büyük âlimlere göre, Peygamberimizin<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” ana ve babasının îmânlı olup olmadığını konuşmamalı<br />

ve konuşurken edebi gözetmelidir. Hadîs-i şerîfde, (Ölüleri kötüliyerek,<br />

dirileri incitmeyiniz) buyuruldu. Bunu konuşmamak, öğrenmemek insana zarar vermez<br />

ve kabrde ve kıyâmetde sorulmıyacakdır). Yine buyuruyorlar ki, (Allahü teâlâ,<br />

Peygamberimize ikrâm ederek, vedâ’ haccında ana babasını diriltdi. Resûlüne<br />

îmân etdiler. Bunu, Kurtubînin ve Muhammed bin Ebû Bekr ibni Nâsır-üd-dînin<br />

bildirdikleri sahîh hadîs beyân buyurmakdadır. Benî-İsrâîlin öldürdüğü kimseyi<br />

diriltip kâtilini haber vermesi ve Îsâ aleyhisselâmın ve Muhammed aleyhisselâmın<br />

düâları ile nice mevtâları diriltmesi de böyle ikrâm idi. (Cehennemlik olanlar<br />

için benden magfiret isteme!) meâlindeki âyetin Resûlullahın mubârek ana ve<br />

babası için olduğu sözü doğru değildir. (Müslim)in bildirdiği (Babam ve baban ateşdedirler)<br />

hadîs-i şerîfi ictihâd ile söylenmiş idi. Îmânlı oldukları sonradan bildirildi).<br />

(Ahvâl-i etfâl-il-müslimîn) kitâbında, Hadîce “radıyallahü anhâ”nın iki çocuğu<br />

için de böyle buyurmuşdu. Cehennemde olmadıkları sonradan bildirildi demekdedir.<br />

Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden anlaşıldığı ve binlerce islâm kitâbında yazıldığı<br />

üzere, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” anaları ve babaları arasında<br />

bulunmakla şereflenen bahtiyârların hepsi, zemânlarının ve memleketleri-<br />

– 388 –


nin en asîl, en şerîf, en cemîl, en temiz zâtları idi. Hep azîz, mükerrem ve muhterem<br />

idi. İbrâhîm aleyhisselâmın babası da, böylece, mü’min idi ve fenâ ahlâkdan<br />

ve âdî, çirkin sıfatlardan uzak idi. Kâfir olan Âzer, babası değil, amcası idi.<br />

Âl-i İmrân sûresinin başında bildirildiği üzere, Kur’ân-ı kerîmin âyetleri iki dürlüdür:<br />

Biri, (Muhkemât) olup, ma’nâsı açık, meydânda olan âyetlerdir. İkincisi (Müteşâbihât)<br />

olup, ma’nâsı kapalı olan âyetlerdir. Bunlara görülen, anlaşılan, meşhûr<br />

olan ma’nâyı vermeyip, meşhûr olmıyan ma’nâ verilir. Bunların açık ve meşhûr<br />

ma’nâlarını vermek akla ve islâmiyyete uygun olmazsa, meşhûr olmıyan<br />

ma’nâ vermek, ya’nî (Te’vîl) etmek îcâb eder. Açık ma’nâlarını vermek günâh olur.<br />

Meselâ, tefsîr âlimleri (Yed), ya’nî (el) kelimesine (kudret), gücü yetmek ma’nâsını<br />

vermişlerdir. İşte, bunlar gibi, En’âm sûresinde meâl-i şerîfi, (İbrâhîm “aleyhisselâm”<br />

babası Âzere dediği zemân...) olan yetmişdördüncü âyet-i kerîmesine<br />

de, açık ma’nâsı verilemez. Çünki, Âzer kelimesi, (baba) kelimesinin atf-ı beyânı<br />

olduğu (Beydâvî) “rahmetullahi teâlâ aleyh” tefsîrinde yazılıdır. Bir kimsenin<br />

iki ismi olup, bu iki ism, birlikde söylendiği vakt, birinin meşhûr olmadığı, ikincisinin<br />

meşhûr olduğu anlaşılır. Meşhûr olmıyan birincisindeki kapalılığı açıklamak<br />

için, ikincisi zikr edilir. Bu ikincisine, (Atf-ı beyân) denir. İbrâhîm “aleyhisselâm”<br />

iki kimseye baba demekdedir. Birisi, kendi babası, diğeri, baba dediği başkasıdır.<br />

Îcâz, belâgat ve fesâhat kâ’idelerine göre, âyet-i kerîmenin ma’nâsı (İbrâhîm<br />

“aleyhisselâm”, Âzer olan babasına dediği zemân) demekdir. Böyle olmasaydı,<br />

Kur’ân-ı kerîmde, (Babası Âzere dediği zemân) demeyip, (Âzere dediği zemân)<br />

veyâ (Babasına dediği zemân) demek yetişirdi. Âzer, kendi babası olsaydı, (Babası)<br />

kelimesi fazla olurdu.<br />

Mûsâ aleyhisselâmın dîninin devâm etdiği binsekizyüz sene içinde, Tevrât<br />

âlimlerinin hepsi ve Îsâ aleyhisselâmın havârîleri ve bunlara tâbi’ olan papaslar,<br />

Âzerin asl baba olmayıp, İbrâhîm aleyhisselâmın amcası olduğunu söylemişlerdir.<br />

Tevrât ve İncîlin değişdirilmiyen eski yazmalarından anlaşıldığına göre, İbrâhîm<br />

aleyhisselâmın asl babasının ismi Târuh idi. Ba’zı câhillerin yazdığı gibi, Târuh kelimesi,<br />

Âzer isminin ibrânî karşılığı değildir. Ya’nî, ikisi de, bir adamın ismi değildir.<br />

Kur’ân-ı kerîmde, Tevrât ve İncîle uygun âyet-i kerîmeler çokdur. Hindistândaki<br />

islâm âlimlerinden Rahmetullah efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Beyânül-hak)<br />

kitâbının türkçe tercemesi, otuzuncu sahîfesinde diyor ki, (Nesh, ya’nî Allahü<br />

teâlânın değişdirmesi, yalnız emrlerde ve yasaklarda olur. İmâm-ı Begavî,<br />

(Me’âlim-üt-tenzîl) tefsîrinde: Nesh, kısas ve haberlerde olmaz. [Fen bilgilerinde<br />

ve hesâb ile bulunan bilgilerde de olmaz.] Yalnız, emr ve yasaklarda olur, demekdedir.<br />

Nesh; emr ve yasakları değişdirmek demek değildir. Bunların yürürlük zemânlarının<br />

bitdiğini haber vermek demekdir. Kur’ân-ı kerîm, Tevrâtın ve İncîlin<br />

hepsini değil, birkaç yerini nesh etmiş, yürürlükden kaldırmışdır). [Birinci kısm,<br />

otuzbeşinci maddedeki yirmiikinci mektûbun sonunda da, nesh hakkında bilgi vardır.]<br />

Bu âyet-i kerîmeyi, bu bakımdan da, te’vîl etmek lâzım gelmekdedir.<br />

Bekara sûresinde, Ya’kûb aleyhisselâma, çocuklarının (Ve senin babaların İbrâhîm<br />

ve İsmâ’îl ve İshakın da Rabbi) dedikleri meâlindeki yüzotuzüçüncü âyet-i<br />

kerîmeden, İsmâ’îl aleyhisselâmın, Ya’kûb aleyhisselâmın babası olduğu anlaşılmakdadır.<br />

Hâlbuki, Ya’kûb “aleyhisselâm”, İshak “aleyhisselâm”ın, bu ise, İbrâhîm<br />

“aleyhisselâm”ın oğludur. İshak “aleyhisselâm” da, İsmâ’îl “aleyhisselâm”ın<br />

kardeşidir. Şu hâlde, İsmâ’îl “aleyhisselâm”, Ya’kûb “aleyhisselâm”ın babası değil,<br />

amcasıdır. Demek ki, Kur’ân-ı kerîmde amcaya, baba denilmekdedir. Arabînin<br />

çeşidli lügatlarında, amcalara, baba denildiği, tefsîr kitâblarında, bu âyetin tefsîrinde<br />

yazılıdır. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” bir köylü araba ve<br />

amcası Ebû Tâlib ve Ebû Lehebe ve Abbâsa çok def’a baba dediği, kitâblarda yazılıdır.<br />

Her milletde, her lisânda, her zemân, amcalara, üvey baba ve kayın pederlere<br />

ve her hâmî ve yardımcıya baba denilmesi âdet hâlindedir. Hem de, Âzer, İb-<br />

– 389 –


âhîm “aleyhisselâm”ın hem amcası, hem de üvey babası idi. Fîrûzâbâdî de, (Kâmûs)da<br />

böyle olduğunu bildirerek: (Âzer, İbrâhîm “aleyhisselâm”ın amcasının ismidir.<br />

Babasının ismi Târuhdur), diyor. Din kitâblarının bu kadar açık beyânı karşısında,<br />

(Âzerin amca olması kavli za’îfdir. Kuvvetli kavle göre, Âzer babasıdır)<br />

demek, za’îf ve çürük bir sözdür. Âlimlerin sözlerindeki inceliği anlamamak olur.<br />

(Beydâvî) tefsîrinde, En’âm sûresinin yetmişdördüncü âyet-i kerîmesine, göründüğü<br />

gibi ma’nâ verip te’vîl etmemesi, [ve (Rûh-ul-beyân)da bu âyet-i kerîmeye<br />

ve Tevbe sûresinin yüzonbeşinci âyetine yanlış te’vîl yapması], bir sened olamaz<br />

ve müfessirlerin, muhaddislerin, mütekellimînin ve Sôfiyye-i aliyyenin söz birliğini<br />

bozamaz. Çünki, Kur’ân-ı kerîmin hakîkî tefsîrini yapan, doğru ma’nâsını veren,<br />

ancak Muhammed “aleyhisselâm”dır ve Onun hadîs-i şerîfleridir. Eshâb-ı kirâmdan<br />

“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ve Tâbi’în-i izâmdan hiçbiri, bu âyet-i<br />

kerîmeyi işitince, Âzerin, baba olduğunu hâtırlarına bile getirmemiş ve söylememişdir.<br />

Amcası olduğunu anlamışlardır. Ehl-i sünnetin i’tikâdı böyledir.<br />

(Fetâvâ-i Hayriyye) sonunda buyuruyor ki, [(Kâmûs)da diyor ki, Âzer, İbrâhîm<br />

aleyhisselâmın amcasının adıdır. Babasının ismi Târuhdur. (Târîh-i Hanbelî)de, İbrâhîm<br />

bin Târuh diyor. Âzer, Târuhun adıdır diyor. (Celâleyn) tefsîrinde, âyet-i kerîmedeki<br />

Âzer ismi için, Târuhun lakabıdır, ya’nî soyadıdır diyor. İbni Hacer,<br />

(Hemziyye) şerhinde, (Âzer kâfir idi. Bunun İbrâhîm aleyhisselâmın babası olduğu,<br />

Kur’ân-ı kerîmde bildiriliyor. Kitâblı olan ümmetler, Âzer, İbrâhîm aleyhisselâmın<br />

öz babası değildi, amcası idi diyorlar. Çünki, Arablar, amcaya baba derler.<br />

Kur’ân-ı kerîmde de amcaya baba denilmişdir. Ya’kûb “aleyhisselâm” için (Baban<br />

İbrâhîmin ve İsmâ’îlin Rabbi) buyurulmuşdur. Hâlbuki, İsmâ’îl “aleyhisselâm”,<br />

Ya’kûb aleyhisselâmın babası değildi, amcası idi. Âlimlerin sözleri birbirine uymadığı<br />

zemân, hadîs-i şerîflere uymak için, âyet-i kerîmeyi te’vîl etmek vâcib olur. Beydâvî<br />

ve başkaları tesâhül ederek, âyet-i kerîmeyi te’vîl etmemişlerdir) diyor].<br />

Abdül-Ehad Nûrî efendi, Resûlullahın ana ve babasının müslimân olduklarını<br />

isbât için ayrıca bir risâle yazmışdır. Bu risâle türkçe olup, onsekiz sahîfedir. Süleymâniyye<br />

kütübhânesi Es’ad efendi kısmında [3612] numarada mevcûddur.<br />

İmâm-ı Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Kitâb-üd-derc-il-münîfe) kitâbında,<br />

Âzerin, İbrâhîm aleyhisselâmın babası olmadığını, amcası olduğunu vesîkalarla isbât<br />

etmekdedir. Bu kitâb, Süleymâniyye kütübhânesinin (Reîs-ül-küttâb Mustafâ<br />

efendi) kısmında, [1150] numarada vardır.<br />

(Envâr-ül-Muhammediyye)de diyor ki, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh”<br />

bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Âdem aleyhisselâmdan babam Abdüllaha gelinceye<br />

kadar, hep nikâhlı ana babalardan geldim. Hiçbir babamın nikâhsız, ya’nî zinâ ile<br />

çocuğu olmadı) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Adnâna kadar<br />

olan yirmibir babasının ismini bildirdi ki, şunlardır:<br />

Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” babası Abdüllahdır. Abdüllahın<br />

babaları sıra ile, Abdülmuttalib ve Hâşim ve Abdü-Menâf ve Kusayy ve Kilâb<br />

ve Mürre ve Kâ’b ve Lüveyy ve Gâlib ve Fihr ve Mâlik ve Nadr ve Kinâne ve<br />

Huzeyme ve Müdrike ve İlyâs ve Mudar ve Nizâr ve Me’add ve Adnân. Bunların<br />

hepsi, kitâbımızın sonunda, harf sırası ile yazılarak, kısaca bilgi verilmişdir.<br />

(Fusûs) şârihi Abdüllah-ı Rûmî, (Metâli’un-nûr) kitâbındaki ecdâd-ı Peygamberîyi<br />

tezkiye yazıları (Ni’met-i kübrâ) kitâbımızda neşr edilmişdir.<br />

İslâmî ilmlerin, Tefsîr ve Hadîs ve Fıkh ve Tesavvuf kısmlarında derin bilgisi olan<br />

ve çok kıymetli kitâbları ile insanlara büyük hizmet eden, ebedî se’âdet yolunu gösteren,<br />

Senâullah-ı Dehlevî [Pâni-pütî] hazretleri, (Tefsîr-i Mazherî)nin birinci ve<br />

üçüncü cildlerinde buyuruyor ki, En’âm sûresindeki (Âzer) kelimesi, (Ebîhi) kelimesinin<br />

atf-ı beyânıdır. Âzerin, İbrâhîm “aleyhisselâm”ın babası değil, amcası olduğunu<br />

bildiren haberler dahâ doğrudur. Arabistânda, amcaya baba denilir.<br />

– 390 –


Kur’ân-ı kerîmde de, İsmâ’îl “aleyhisselâm”a, Ya’kûb “aleyhisselâm”ın babası denilmişdir.<br />

Hâlbuki amcasıdır. Âzerin asl ismi (Nâhûr) idi. Nâhûr, dedelerinin hak<br />

dîninde idi. Nemrûdun vezîri olunca, dînini dünyâya değişerek kâfir oldu. Fahreddîn-i<br />

Râzî ve selef-i sâlihînden çoğu da, Âzerin amca olduğunu, bildirdiler. Zerkânî<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mevâhib-i ledünniyye)yi şerh ederken, İbni<br />

Hacer-i Hiytemînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Âzerin amca olduğunu, Ehl-i kitâb<br />

ve târîhciler sözbirliği ile bildirmişlerdir) sözünü vesîka olarak yazmışdır.<br />

İmâm-ı Süyûtî, Âzerin baba olmadığını, İbrâhîm “aleyhisselâm”ın babasının Târuh<br />

olduğunu, İbni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” bildirdi, diyor. İbni Abbâsın<br />

bu sözünü, Mücâhid ve İbn-i Cerîr ve Süddî, senedleri ile bildirmişlerdir. İbni<br />

Münzirin tefsîrinde de Âzerin amca olduğu açıkca bildirildiğini yine Süyûtî haber<br />

vermekdedir. İmâm-ı Süyûtî, Resûlullahın, Âdem “aleyhisselâm”a kadar bütün<br />

dedelerinin müslimân olduklarını bildiren bir risâle yazmışdır. Böyle olmakla<br />

berâber, Muhammed bin İshak ve Dahhâk ve Kelbî, Âzerin İbrâhîm “aleyhisselâm”ın<br />

babası olduğunu, bir isminin de Târuh olduğunu söylediler. Ya’kûb<br />

“aleyhisselâm”ın da, iki ismi vardı. İkincisi İsrâîl idi dediler. Mukâtil ile İbni<br />

Hibbân da, Âzer, İbrâhîm “aleyhisselâm”ın babası Târuhun lakabıdır dediler. Begavînin<br />

bildirdiği gibi, Atâ, İbni Abbâsdan haber veriyor ki, Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, anasını babasını merak etdi. Bekara sûresinin yüzondokuzuncu<br />

âyeti gelerek, (Cehennem ehlinin hâlinden sorma!) buyuruldu. Fekat, İbn-i<br />

Cerîr, bu haberin kuvvetli olmadığını bildirdi. Eğer doğru dersek, İbni Abbâs “radıyallahü<br />

teâlâ anh” kendi zan etdiğini haber vermişdir. Zannı da doğru olsa, anasının<br />

babasının Cehennemde oldukları açıkça bildirilmemekdedir. Cehennemde<br />

olsalar da, yine kâfir oldukları söylenemez. Çünki, mü’minlerden de Cehenneme<br />

gidecekler olacakdır. Hadîs-i şerîfde, (Ben sizin en iyiniz olduğum gibi, babam da,<br />

babalarınızdan dahâ iyidir) buyuruldu. (Tefsîr-i Mazherî)den terceme temâm oldu.<br />

(Uyûn-ül-besâir)de, (El-hazar) kısmında bildiriyor ki: (Mâlikî âlimlerinden<br />

kâdî Ebû Bekr İbnül-arabî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Resûlullahın anasının,<br />

babasının Cehennemde olduğunu söyliyen mel’ûndur buyurdu. Her müslimânın,<br />

Resûlullahı incitecek birşey söylemekden sakınması lâzımdır. Onu incitene Allahü<br />

teâlâ la’net etdi. Dedelerine kâfir demekden dahâ büyük incitmek olamaz!).<br />

(El müstened)in, otuzüçüncü sahîfesinde, (Âzerin, İbrâhîm “aleyhisselâm”ın babası<br />

olmadığını, amcası olduğunu, imâm-ı Süyûtî isbât etmekdedir. (Babam ve baban<br />

Cehennemdedirler) hadîs-i şerîfi, Ebû Lehebin Cehennemde olduğunu bildirmekdedir)<br />

demekde, yüzyetmişbeşinci sahîfesinde, Süyûtîye dil uzatan Aliyy-ülkârîye<br />

vesîkalarla cevâb vermekdedir. Bu sahîfelerinin tercemesi (Fâideli Bilgiler)<br />

kitâbının (Din Adamı Bölücü Olmaz) kısmında yazılıdır.<br />

Gelip bekâ behârından, bu fenâda kışı bulduk,<br />

atomlardan tâ Arşa dek, şaşılacak işi bulduk.<br />

Düşüp gurbet âlemine, şaşkın şaşkın dolaşırken,<br />

hasta rûha hayât veren, te’sîrli bakışı bulduk.<br />

Herbir sözü hakîkatden haber verir âşıklara,<br />

şükür, hayret diyârına, varan bir akışı bulduk.<br />

Ne kelâm o, ne bakış o, aklın üstü bir varlık o,<br />

onun ayak tozlarını, kalb derdine aşı bulduk.<br />

Maddeleri inceleyip, temâşâ eyledik birbir,<br />

hepsini aynı mî’mârın, düzgün bir yapışı bulduk.<br />

Atdık herşeyi aradan, temizlendik mâsivâdan,<br />

eserlerden, nakışlardan, çok şükür Nakkâşı bulduk.<br />

– 391 –


98 — SÜBHÂNE RABBİKE ÂYET-İ KERÎMESİ<br />

Kur’ân-ı kerîm okudukdan, düâ etdikden ve ders ve va’zlardan sonra (Sübhâne<br />

rabbike) âyet-i kerîmesini okumak, islâm memleketlerinde yapılagelen bir<br />

sünnetdir. Ba’zı kimseler, bu âyet-i kerîmeyi değişdirerek, Sübhâne rabbinâ şeklinde<br />

okumak dahâ iyidir diyor. Meselâ, Çarşamba kazâsı müftîsi Hasen Hulûsî<br />

efendi, (Mecma’ul âdâb) kitâbının son sahîfesinde böyle söylüyor. Bunun gibi,<br />

Rükn-ül-islâm Muhammed bin Ebû Bekrin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, meşhûr<br />

(Şir’at-ül-islâm) kitâbını şerh eden, Ya’kûb bin Seyyid Alî “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”, düâ faslına yapdığı ilâvelerde ve (Mecma’ul fetâvâ)da diyor ki, (Düâlardan<br />

sonra, Sübhâne rabbinâ demek, Sübhâne rabbike demekden dahâ yerinde olur.<br />

Çünki, maksad, âyet okumak değil, düâ ve senâdır) yazmakdadır. Muhammed<br />

Es’ad efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Dürr-i yektâ), doksanüçüncü sahîfesi,<br />

son satırında bildirdiği gibi, Yeni Şehrli şeyh-ül-islâm Abdüllah-ı Rûmî “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”, (Behcet-ül-fetâvâ) kitâbında da, böyle demekde ve bunu,<br />

(Hidâye) kitâbının sâhibi olan, Burhâneddînin (Tecnîs) ismindeki fetvâ kitâbından<br />

terceme etdiğini söylemekdedir. Diğer tarafdan:<br />

1 — Müfessirlerin baş tâcı Beydâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, tefsîrinde diyor<br />

ki, Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Kıyâmet günü, bol bol sevâba kavuşmak istiyen,<br />

her toplantı sonunda, Sübhâne rabbike âyetini sonuna kadar okusun!). Bu<br />

haber, tefsîrlerin çoğunda, meselâ Hüseyn Vâ’ız-ı Kâşifînin fârisî (Mevâhib-i<br />

aliyye) tefsîrinde ve bunun türkçe tercemesi olan (Mevâkib) tefsîrinde yazılıdır.<br />

2 — Sa’îd bin Mensûrun ve ibni Ebî Şeybenin ve hâfız [hadîs âlimi] Ebû Ya’lânın<br />

“rahmetullahi aleyhim ecma’în” bildirdikleri bir hadîs-i şerîfde, Ebû Sa’îd-i<br />

Hudrî “radıyallahü anh” diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” nemâzda,<br />

selâm vereceği zemân, Sübhâne rabbike âyetini okurdu).<br />

3 — Hadîs ilmi mütehassısı meşhûr Taberânî diyor ki, Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü<br />

teâlâ anhümâ” buyurdu ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” nemâzda,<br />

selâm vermeden evvel, Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesini okurdu).<br />

4 — Yine imâm-ı Taberânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, Abdüllah ibni<br />

Zeyd bin Erkam, babasından işiterek diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

buyurdu ki, (Bir kimse nemâz sonunda, üç def’a Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesini<br />

okursa, yetişir mikdârda sevâba kavuşur).)<br />

5 — Hatîb-i Bağdâdî “rahmetullahi teâlâ aleyh” kitâbında bildiriyor ki, Ebû<br />

Sa’îd-i Hudrî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

nemâzdan selâm verince, Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesini okurdu).<br />

6 — Hadîs âlimlerinin büyüklerinden, hâfız Ebû Ya’lâ “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”, (El müsned) ismindeki kitâbında diyor ki, (Ebû Sa’îd-i Hudrî “radıyallahü<br />

anh” buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” nemâzdan selâm verince,<br />

üç def’a Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesini okurdu).<br />

7 — İbni Hibbân, Ebû Şa’bîden alarak diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” buyurdu ki, (Kıyâmet günü büyük ölçeklerle, bol sevâb kazanmak istiyen<br />

kimse, bir meclisden kalkınca Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesini okusun!).)<br />

Bu çeşidli hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

bu âyet-i kerîmeyi okurken ve ümmetine tavsıye buyururken, Kur’ân-ı kerîmdeki<br />

şeklini değişdirmemiş, hep (Sübhâne rabbike) demişdir. (Sübhâne rabbinâ)<br />

dediği işitilmemişdir. O hâlde, bu âyet-i kerîmeyi (Sübhâne rabbinâ) şekline sokmak,<br />

Kur’ân-ı kerîme el uzatmak olduğu gibi, sünnet-i seniyyeye de tecâvüz etmek,<br />

çok çirkin bir hareket olur. İslâm âlimleri hadîs-i şerîflere bakarak, ibâdetlerden<br />

ve toplantılardan sonra, (Sübhâne rabbike) âyet-i celîlesini okumağı âdet buyurmuş<br />

ve kitâblarında bildirmişlerdir. Meselâ, allâme Muhammed Alâüddîn-i Haskefî<br />

(Dürr-ül-muhtâr) kitâbında, (Nemâzdan sonra, düâyı Sübhâne rabbike âyet-i<br />

– 392 –


kerîmesini okuyarak temâmlamalıdır) demekdedir. Şernblâlî hazretleri, molla Hüsrevin<br />

(Dürer)i hâşiyesinde buyuruyor ki, (Nemâzdan ve düâdan sonra hazret-i Alînin<br />

“radıyallahü anh” bildirdiği üzere, (Sübhâne rabbike) âyet-i kerîmesini okumalıdır).<br />

(Merâkıl-felâh)da böyle yazmakdadır. (Dürr-ül-muhtâr) sâhibinin, kitâbının<br />

başında (ilm deryâsı, zemânının bir dânesi, asrının süsü) diye medh etdiği ve<br />

İbni Âbidîn hazretlerinin, şerhinde, çok övdüğü, şeyh-ül-islâm Hayreddîn Remlînin<br />

fetvâları, İstanbulda, Süleymâniyye kütübhânesi, Yeni câmi’ kısmında vardır.<br />

(Fetâvâ-i Hayriyye) denilen bu kitâbın beşinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Nemâzda,<br />

düâların hepsinde müfred olarak [ya’nî rabbike diyerek] okumak, yalnız<br />

kunût düâsında cem’ [ya’nî rabbinâ şeklinde] okumak sünnetdir). Dört mezhebin<br />

inceliklerini iyi bilen, ârif-i billah, seyyid Abdülhakîm efendi, birçok derslerinde,<br />

Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesini, değişdirmeden okumak lâzım olduğunu beyân<br />

buyururdu.<br />

Görülüyor ki, hadîs-i şerîfler, fıkh kitâbları ve fetvâlar, bu âyet-i kerîmenin değişdirilmeden<br />

okunmasını istemekdedir. Yalnız, (Tecnîs) kitâbı ve bundan alınmış<br />

birkaç kitâbda, bu âyet-i kerîmenin şekli bozulmakdadır. Hâlbuki, âyet-i kerîme<br />

ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilen şeylerde, ictihâd edilemiyeceği ve bunların<br />

değişdirilemiyeceği dört mezheb kitâblarında da bildirilmekdedir. Nass bulunan<br />

yerde ictihâda izn yokdur denilmekdedir. (Tecnîs) kitâbı da, baş tarafında (Bu kitâb,<br />

büyüklerin söylemeyip, sonra gelenlerin çıkardığı mes’eleleri bildirmekdedir)<br />

diyerek, kendinden önce gelenlerin bu âyet-i kerîmeyi değişdirmeğe cesâret etmemiş<br />

olduklarını anlatmakdadır. Mezhebimizin reîsi, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mezhebim, hadîs-i şerîflere yapışmakdır) buyurduğu<br />

için, hadîs-i şerîfi bozan bir fetvâya nasıl uyulabilir? Evet, (Tecnîs) kitâbının sâhibi<br />

çok büyükdür ve tercîh sâhiblerindendir. Fekat bu mes’ele, bir tercîh, imâmların<br />

sözleri arasından birini seçmek mes’elesi değildir. (Tecnîs) kitâbının, (Bu âyet-i kerîme,<br />

nemâzda selâmdan önce, Kur’ân olarak değil, düâ olarak okunduğu için, Sübhâne<br />

rabbinâ demek dahâ uygun olur) sözü, hadîs-i şerîflere uymamakla berâber,<br />

şeyh-ül-islâm Hayreddîn-i Remlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”in fetvâsı, bunun aksini<br />

emr etmekdedir. Bu fetvâ, (Tecnîs)in sözü bilinerek, ona cevâb olarak, sonradan<br />

verilmişdir. (Tecnîs)de, nemâzın son teşehhüdündeki düâları anlatan bir sahîfeye<br />

yakın yazıyı okuyan âlimler, bu yazıların edeb, belâgat, me’ânî, mantık ve<br />

fıkh ilmlerinin kâ’idelerine uymadığını da görerek, bu satırların, büyük âlim Burhâneddîn-i<br />

Mergınânî hazretlerinin kaleminden çıkmadığı, câhiller tarafından<br />

sokulduğu düşüncesi de hâsıl olmuşdur. Hattâ bu satırları terceme ve kabûl eden<br />

(Behce) kitâbının sâhibi, bu hatâları görerek, tercemesini değişdirip, yeniden düzeltmek<br />

zorunda kaldığı, her iki kitâbı okuyanlara, açıkça görünmekdedir. (Behce)nin<br />

sâhibi, ne yazık ki, burada ma’nâyı da değişdirerek, (Yalnız nemâzda selâmdan<br />

önce) sözünü (her düâda) diye terceme etmek sûretiyle (Tecnîs)e iftirâ eylemişdir.<br />

(Dürr-i yektâ) şerhi, (Mecma’ul-âdâb) gibi toplama kitâblar da, bu fetvâ<br />

tercemesine uyarak, milleti yanlış yola sürüklemiş, sünnetden ayırmışdır, bid’at ateşini<br />

körüklemişlerdir.<br />

(Tecnîs) sâhibi, bu âyetin nemâz içinde düâ sonunda okunmasını söyliyerek,<br />

mühim bir sünnetin yapılmasına sebeb olmak şerefini ve sevâbını kazanmış ise<br />

de, âyet-i kerîmeyi değişdirmek hatâsına düşmüşdür. Bu hatâsı, onun yüksek derecesini<br />

sarsmaz. Çünki, mezheb imâmlarımız, büyük müctehidler ve hattâ Eshâb-ı<br />

kirâm “aleyhimürrıdvân” bile ictihâdlarında yanılmış, bu yanılmaları kusûr<br />

sayılmamışdı. O hâlde, (Tecnîs) sâhibinin, hadîs-i şerîflere muhâlif sözünün<br />

hatâ olduğunu söylemek ve bu sözüne uymamak lâzımdır. Böyle söylemek, onu<br />

küçültmek olmaz.<br />

Şunu da söyliyelim ki, (Rabbike), senin Rabbin demekdir. Âlemlerin, her şeyin<br />

üstünü olan Muhammed “aleyhisselâm”ın Rabbi demekdir. Ya’nî, (Ey, kıymet-<br />

– 393 –


li, şerefli Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Seni bu kemâle ve şerefe ve<br />

bu izzete kavuşduran Rabbin) demekdir. (Rabbinâ) ise, bizim Rabbimiz diyerek,<br />

kendimizi Onun yerine koymak olup, güneş yerine yıldızları koymak demekdir. Allahü<br />

teâlâ, sevgili Peygamberini, insanların hepsinden dahâ yüksek tutarak, hepsi<br />

yerine Onu söylemişdir. Onun şerefini bu âyet-i kerîme ile de anlatmışdır. Bu<br />

kelimeyi değişdirmek, Onun şerefine dokunmak olur. O şerefi Ondan alıp, kendimize<br />

vermek olur.<br />

(Rabb-il-izzeti) ya’nî izzet, kıymet sâhibinin Rabbi, (Rabbike)nin bedelidir. Allahü<br />

teâlâ, izzeti, şerefi, sevgili Peygamberine bedel yapmışdır. Bu şerefi, Onun Peygamberinden<br />

ayırarak, kendisine almak, değişdirmek, bir pırlantayı taşa atıp parçalamak<br />

gibi oluyor. Kur’ân-ı kerîmin belâgati altüst oluyor.<br />

(Sübhâne rabbike) demek, (Bütün insanların üstünde, aklların ermediği kemâlâtın,<br />

üstünlüklerin sâhibi olan senin gibi bir Peygamberi yaratan, yetişdiren Rabbin,<br />

her aybdan münezzehdir) demekdir. Hâlbuki, (Sübhâne rabbinâ) demek,<br />

(Biz günâhı çok, âsî kulların yaratanı, yetişdireni her aybdan münezzehdir) demekdir.<br />

Allahü teâlâyı tenzîh etmekde, senâ etmekde günâhkâr kulları araya sokmanın,<br />

ne kadar yersiz olduğu, ilmi ve aklı olan kimse için, pek meydândadır. O hâlde<br />

(Sübhâne rabbike) makâmı, (Sübhâne rabbinâ) makâmından, edeb, fesâhat ilmleri<br />

bakımından, katkat dahâ yüksekdir. Ya’nî (Sübhâne rabbike) demek, (Sübhâne<br />

rabbinâ) demekden, tenzîhe ve senâya dahâ ziyâde uygundur. Âyet-i kerîmede<br />

Allahü teâlâ, kendi kendini medh ve senâ ediyor. İnsan, bundan dahâ iyi senâ<br />

yapabilir mi?<br />

(Sübhâne rabbike) deyince, Peygamber efendimiz hâtırımıza gelir ki, se’âdet-i<br />

ebediyyemize sebeb olan Zât-ı risâletpenâhîyi hâtırlıyarak, Onun tevassut ve şefâ’atine<br />

sığınarak yapılan senâ ve düâ, kendimizi hâtırlıyarak yapılandan, elbette<br />

dahâ lâyık olur. Bunun içindir ki, her nemâzda, (Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü)<br />

diyerek, Onu hâtırlamamız, kalbimizi Ona bağlamamız emr olundu.<br />

Hülâsa, tesbîh, senâ ve düâ için, bu âyet-i kerîmeyi değişdirmek câiz olsaydı, Peygamberimiz<br />

(Sübhâne rabbinâ) derdi. Hâlbuki böyle hiç okumamışdır.<br />

(Behcet-ül-fetâvâ) gibi kitâblar, fetvâ kitâbları değil, fetvâları nakl eden, ulaşdıran<br />

mecmû’alardır. Bunları yazanlar müftî değil, birer nâkıl ve toplayıcıdır.<br />

Fetvâ verenin, ya’nî müftî ismi verilecek zâtın, müctehid olması, fetvâ denilen sözlerin<br />

de, müctehidlerin ağzından ve kaleminden çıkmış olması lâzımdır.<br />

Âlimlerin kitâblarından, ilmden haberi olmayıp da, yalnız kulakdan, gazetelerden<br />

birşeyler duyan kimseler, (Sübhâne rabbinâ) demekle, düâya kendimizi de katmış<br />

oluyoruz diyor. Bu sözleri ile, ilmden hiçbir şeyleri olmadığını anlatıyorlar. Çünki,<br />

(Sübhâne) kelimesi, fi’l değildir. Mef’ûl-i mutlakdır. Bunun fi’li, söyliyene<br />

göre, üsebbihu veyâ nüsebbihudur ki, dinliyen çok ise, fi’l kendiliğinden cem’ olur<br />

ve düâya hepsi dâhil olur. (Rabbike) ile (Rabbinâ)nın her ikisi de, buna te’sîr etmez.<br />

Bu ikisi arasındaki fark, tenzîh ve senânın kuvvetine te’sîr eder.<br />

Düâ niyyeti ile Kur’ân-ı kerîm hiç değişdirilebilir mi? Âlimlerimiz buyuruyor<br />

ki, düâ kelimeleri tevkîfîdir. Ya’nî değişdirilmesi câiz değildir. Hattâ birgün, Resûl<br />

“aleyhisselâm”, Eshâb-ı kirâmdan Berâ’ bin Âzib “radıyallahü anhüm ecma’în”<br />

hazretlerine bir düâ öğretdi. Berâ’ “radıyallahü anh”, düâyı tekrâr ederken,<br />

(Nebiyyike) yerine, (Resûlike) okuyunca, Resûlullah, (Hayır, Resûlike deme,<br />

Nebiyyike diyerek oku!) buyurdu. Böylece, değişdirilmesini red eyledi. Herhangi<br />

bir düâyı değişdirmek câiz olmayınca, Kur’ân-ı kerîmi değişdirmek hiç câiz<br />

olur mu?<br />

(Hadîka)da dil âfetlerini anlatırken buyuruyor ki, (Kur’ân-ı kerîmdeki düâları<br />

okurken değişdirmek, Kur’ân-ı kerîmi kasden değişdirmek olur). (Kitâb-üt-tibyân<br />

fî âdâb-i hamelet-il-Kur’ân)da, (Âlimlerimiz sözbirliği ile bildiriyor ki, Kur’ân-ı ke-<br />

– 394 –


îmde bulunmıyan bir harfi ekliyen veyâ bir harfini değişdiren kâfir olur) buyurulmakdadır.<br />

(Hazînet-ül-esrâr)da da böyle yazılıdır.<br />

Âyet-i kerîme, düâ niyyeti ile okunurken de, değişdirilmez.<br />

Müslimânlar, bu mes’elede (Tecnîs)e, (Behcet-ül-fetâvâ)ya ve (Mecmâ’ulâdâb)<br />

kitâbına ve bunlardan alınan yazılara ve sözlere değil, hadîs-i şerîflere ve fıkh<br />

kitâblarına ve şeyh-ul-islâm Remlî hazretlerinin fetvâsına ve takvâ ehli Sôfiyye-i<br />

aliyye büyüklerinin sözlerine uymalıdır. Fıkh kitâblarını fetvâlara tercîh etmek usûldendir.<br />

(Tecnîs)e uymağı gerekdiren hiçbir şer’î lüzûm da yokdur.<br />

(Bezzâziyye)de ve (Hindiyye) beşinci cüz’de diyor ki, (Kalbim gâfil diyerek, düâyı<br />

terk etmemelidir. Kalbine geleni düâ etmek, ezberlediği düâyı okumakdan efdaldir.<br />

Yalnız, nemâzda okunacak düâları ezberlemelidir. Sünnet olan ibâdetleri<br />

yapmak, düâ etmekden efdaldir. Vâ’ız, imâm, cemâ’ate öğretmek için, mesnûn<br />

olan düâları, sesle okur. Cemâ’at de, sessiz tekrâr eder. Cemâ’at öğrenince, imâm<br />

da sessiz okumalıdır. Sesle okuması bid’at olur. Ramezânda ve başka zemânlarda<br />

cemâ’at ile hatm düâsı yapmak mekrûhdur. Fekat, böyle yapanları men’ etmemelidir.)<br />

Üçüncü kısm, 59. cu maddeye bakınız!<br />

Kâdî zâde, (Ferâid) kitâbında, (Esmâ’ül-hüsnâ)yı anlatırken diyor ki, düâ ibâdet<br />

demekdir. Bunun için nemâza düâ denilir. İslâmiyyetde düâ, Allahü teâlâya<br />

yalvararak murâdını istemekdir. Allahü teâlâ, düâ eden müslimânı çok sever.<br />

Düâ etmeyene gadab eder. Düâ mü’minin silâhıdır. Dînin temel direklerinden biridir.<br />

Yerleri, gökleri aydınlatan nûrdur. Düâ, gelmiş olan derdleri, belâları giderir.<br />

Gelmemiş olanların da gelmelerine mâni’ olur. (Bana hâlis kalb ile düâ ediniz!<br />

Böyle düâları kabûl ederim) meâlindeki âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki, düâ etmek,<br />

nemâz, oruc gibi ibâdetdir. (Bana ibâdet yapmak istemiyenleri, zelîl ve hakîr<br />

yapar, Cehenneme atarım) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Allahü teâlâ,<br />

herşeyi sebeb ile yaratmakda, ni’metlerini sebeblerin arkasından göndermekdedir.<br />

Zararları, derdleri def’ için ve fâideli şeyleri vermek için de, düâ etmeği sebeb<br />

yapmışdır. Peygamberler “aleyhimüssalevât”, hep düâ etdiler. Ümmetlerine düâ<br />

etmelerini emr etdiler. Düâ etmenin de şartları vardır. Önce, günâhlarına pişmân<br />

olup, tevbe etmeli, istigfâr okumalı, sadaka vermeli, îmânını Ehl-i sünnet âlimlerinin<br />

bildirdiklerine uygun olarak düzeltmeli, düânın kabûl olacağına inanmalı, güvenmeli,<br />

iki dizi üzerine kıbleye karşı oturup, önce hamd ve salevât okumalı.<br />

Düâyı üçden fazla söylemeli. Harâm şeyleri ve hâsıl olmuş şeyleri istememeli. Kabûl<br />

olmadı diyerek, ümmîdi kesmemeli, kabûl oluncaya kadar, uzun zemân tekrâr<br />

etmelidir. Harâm yimemeli, harâm içmemeli, harâm şeyleri söylememelidir. (Makâmât-ı<br />

mazheriyye)de, 98. ci sahîfede diyor ki, (Düânın kabûl olması için, ekl-i halâl<br />

ve sıdk-ı makâl ve ihlâs ile yapmak şartdır). (Tezkiret-ül-Evliyâ)da diyor ki, (Talebesinden<br />

bir kısmı sefere çıkarken, Ebül Hasen-i Harkânîye “rahmetullahi<br />

aleyh” gelip, yol uzundur ve çok korkuludur. Bize bir düâ öğret! Önümüze haydutlar<br />

çıkarsa onu okuyup kurtulalım dediler. Önünüze bir belâ çıkarsa, yâ Ebel-<br />

Hasen deyiniz buyurdu. Hocalarının bu cevâbı, çoğunun hoşuna gitmedi. Yolda,<br />

karşılarına eşkıyâ çıkdı. İçlerinden biri, yâ Ebel-Hasen dedi. O ve eşyâsı ve hayvanı<br />

görünmez oldu. Diğerlerinin mallarını haydutlar götürdüler. Eşkıyâ gidince,<br />

ona, sen nasıl kurtuldun dediler. Yâ Ebel-Hasen dedim. Yanıma gelmediler dedi.<br />

Geri döndüler. Biz yâ Allah dedik. Rabbimize yalvardık, soyulduk. Bu, yâ Ebel-<br />

Hasen dedi kurtuldu. Bunun sebebini bildirmesi için, hocalarına yalvardılar. Siz<br />

Allahü teâlâyı, harâm giren, harâm çıkan bir ağızla, çağırdınız. Bu ise, Ebül-Hasen<br />

ile tevessül eyledi. Allahü teâlâ, bunun sesini Ebül-Hasene duyurdu. Ebül-Hasen<br />

de, bunun halâs olması için düâ etdi. Düâsı kabûl oldu buyurdu). [Mâide sûresinin<br />

yirmiyedinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, ancak takvâ sâhiblerinin<br />

[ibâdetlerini, düâlarını] kabûl eder) buyuruldu. Hadîs-i kudsîde de, (Bir kulum bana<br />

yaklaşırsa, ona sesleri duyurur ve saklı şeyleri gösteririm) buyuruldu. Birinci<br />

– 395 –


kısm, 41. maddenin sonuna, ikinci kısmda 54. cü maddeye bakınız! Ma’nâları bilinmiyen<br />

şeyleri söylememelidir. Âdil hükûmet me’mûrlarının, mazlûmların, sıkıntıda<br />

olanların, sâlihlerin, müsâfirin, oruclunun iftâr vaktindeki düâsı, anasına babasına<br />

itâat ve hizmet edenlerin ve ana babasının ve hocasının ve müslimânın arkasından<br />

yapılan düâ ve sabr eden hastanın düâsı ve mubârek zemânlarda ve<br />

mubârek yerlerde ve nemâzlardan sonra ve Peygamberimizin ve Evliyânın kabrleri<br />

yanında, onları vesîle ederek yapılan düâlar çabuk kabûl olunur.<br />

Hiç usandırma ili, il usandırmaz seni,<br />

hîleli iş yapma hem, kes dolandırmaz seni!<br />

din düşmanından bir su, içme kandırmaz seni,<br />

korkma kâfirden, âteş olsa yandırmaz seni!<br />

Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni!<br />

Her zarar, insana bil, kendi nefsinden gelir,<br />

yüz karası âdeme, sû’-i fehminden gelir.<br />

şeref-ü şân mekâna hep mekîninden gelir,<br />

istikâmet insâna, elbet dîninden gelir.<br />

Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni!<br />

Herşey geçer âlemde, bir hâlde yokdur sükûn!<br />

bil ki değmez teessüf etmeğe dünyây-ı dûn!<br />

İstikâmet zarardan, seni hep eyler masûn.<br />

Hak eder sâdıkların hasmını elbet zebûn.<br />

Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni!<br />

Birini tezlîl için, zulmle etme iştigâl,<br />

arkadaş kazanmağa, olur mâni’ sû’-i hâl,<br />

yüz suyu dökme sakın, hem de etme kîl-ü kal,<br />

müstekîm ol, hep çalış, verir elbet Zülcelâl.<br />

Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni!<br />

İster ise hıfz eder, hep Allahü lem yezel,<br />

ırzına mü’minlerin, düşman verse de halel,<br />

tâ ezelden söylenir, halk dilinde bu mesel:<br />

celb eder mükâfâtı, insâna elbet amel.<br />

Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni!<br />

At riyâyı, tezyin et, ihlâsla ef’âlini,<br />

boş buğazlık eyleme, fikr et önce kâlini!<br />

ne dürlü saklayayım, desen de ahvâlini,<br />

Hak teâlâ a’lemdir, bilir bütün hâlini.<br />

Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni!<br />

Magrûr olmaz mal ile, mülk ile, ehl-i hired,<br />

insanın işi döner, herşeye vardır bir had,<br />

ölüm vakti gelince, kimseden gelmez meded,<br />

nefsine uyma sakın, hâk olur birgün cesed.<br />

Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni!<br />

Sonsuz cihânı düşün, zıllı âbâd eyleme,<br />

Ehl-i sünnet kitâbı oku, inâd eyleme,<br />

fırsat eldeyken uyan, ömrü berbâd eyleme,<br />

yakmağa sürükliyen fi’li mu’tâd eyleme!<br />

Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni!<br />

Hâline şeytân güler, görünce bu gafleti,<br />

kendine gel azîzim, güldürme ol şirreti,<br />

hâin olma, cihâna, ver keremle şöhreti,<br />

herşeyin üstündedir, hüsn-ü hulkun rif’ati.<br />

Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni!<br />

– 396 –


TAM İLMİHÂL<br />

SE’ÂDET-İ EBEDİYYE<br />

İKİNCİ KISM<br />

1 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 105. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, şeyh Hasen-i Berkînin mektûbuna cevâb olarak yazılmış olup,<br />

unutulmuş sünnetleri meydâna çıkarmağı ve bid’atden kaçınmağı teşvîk etmekdedir:<br />

[Bu mektûbumu yazmağa, Besmele ile başlıyorum.] Allahü teâlâya hamd, seçdiği<br />

iyi insanlara selâm ve düâ ederim. Kardeşim şeyh Hasenin mektûbunu okuyunca,<br />

çok sevindim. Kıymetli bilgiler ve ma’rifetler yazılı idi. Bunları anlayınca,<br />

pek hoşuma gitdi. Allahü teâlâya şükrler olsun ki, yazdığınız bilgilerin, keşflerin<br />

hepsi doğrudur. Hepsi, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygundur. Ehl-i sünnet<br />

âlimlerinin doğru i’tikâdları böyledir. Cenâb-ı Hak, doğru yolda bulundursun.<br />

Yüksek derecelere erişdirsin! Yayılmış olan bid’atlerin ortadan kalkmasına çalışdığınızı<br />

yazıyorsunuz. Bid’at karanlıklarının ortalığı kapladığı böyle bir zemânda,<br />

bid’atlerden bir bid’atin ortadan kalkmasına sebeb olmak ve unutulmuş sünnetlerden<br />

bir sünneti meydâna çıkarmak, pek büyük bir ni’metdir. Sahîh olan hadîs-i şerîflerde,<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Unutulmuş<br />

bir sünnetimi meydâna çıkarana yüz şehîd sevâbı vardır!). Bu işin büyüklüğünü,<br />

bu hadîs-i şerîfden anlamalıdır. Fekat, bu işi yaparken, gözetilecek mühim bir incelik<br />

vardır. Ya’nî, bir sünneti meydâna çıkarayım derken, fitne uyanmasına sebeb<br />

olmamalı, bir iyilik, çeşidli kötülüklere, zararlara yol açmamalıdır. Çünki, âhır<br />

zemândayız. Müslimânlığın za’îf, garîb olduğu bir asrdayız.<br />

[(Hadîka)da, fitneyi anlatırken diyor ki, (Fitne, müslimânlar arasında bölücülük<br />

yapmak, onları sıkıntıya, zarara, günâha sokmak, insanları hükûmete karşı isyâna<br />

kışkırtmak demekdir. Zâlim olan hükûmete de itâ’at etmek vâcibdir.) (Berîka)da,<br />

doksanbirinci sahîfede diyor ki, (Başınızdaki âmir, bir habeş hizmetci gibi<br />

zelîl, âdî, aşağı kimse olsa da, islâmiyyete uygun emrlerine itâ’at vâcibdir. İslâmiyyete<br />

uymıyan emrlerine de, fitneye, fesâda sebeb olmamak için karşı gelmemeli,<br />

isyân etmemelidir). Din adamlarının insanlara yapamıyacakları fetvâları<br />

bildirmeleri de fitneye sebeb olur. Köylüye ve ihtiyâra, tecvîdsiz nemâz kılınmaz<br />

demek böyledir. Çünki, bunlar artık öğrenemez ve nemâzı büsbütün bırakır. Hâlbuki,<br />

tecvîdsiz nemâzın câiz olduğuna, fetvâ verenler vardır. Bu fetvâ za’îf ise de,<br />

hiç kılmamakdan iyidir. Harac olunca başka mezhebi taklîd câiz olduğunu düşünerek,<br />

câhillere, âcizlere zorluk çıkarmamalıdır. Bu husûsda (Şerh-ul-ma’füvât)da<br />

– 397 –


îzâhât vardır. Birinci kısmda, 54. cü maddeye bakınız! Kabrleri, türbeleri ziyâret etmelerine,<br />

Evliyâya adak yapmalarına ve türbelere giderek bereket istemelerine mâni’<br />

olmamalıdır. Öldükden sonra da, kerâmet sâhibi olduklarını inkâr etmemelidir.<br />

Çünki, câiz olduğunu bildiren fetvâlar vardır. [(Berîka) 270. ci sahîfede diyor ki, (Allahü<br />

teâlâya düâ ederken, Peygamberleri ve Sâlihleri vesîle etmek ve vesîle olmalarını<br />

onlardan istemek câizdir. Çünki mu’cize ve kerâmet, ölüm ile bitmez. Ölünce<br />

kerâmetin yok olmıyacağını Remlî de bildirdi. Velînin, diri iken, kılıfında olan<br />

kılınç gibi olduğunu, ölünce kılıfdan çıkacağını, tesarrufunun dahâ kuvvetli olacağını<br />

Echürî bildirmekdedir).] Fitneye sebeb olacak nasîhati yapmamalıdır. Gücü, kuvveti,<br />

salâhiyyeti olan nasîhat etmez ise, (Müdâhene) olur, harâm olur. Gücü yetdiği<br />

hâlde, fitne çıkarmamak için nasîhat etmezse, (Müdârâ) denir, câiz olur. Hattâ müstehab<br />

olur. Güc kullanmak, hükûmet adamlarının vazîfesidir. Alay edenlere, zarar<br />

yapacaklara nasîhat verilmez. Nasîhat, birinin yüzüne karşı olmamalı, umûmî olarak,<br />

ortadan söylemelidir. Hiç kimse ile münâkaşa etmemelidir. Resûlullaha biri geldi.<br />

Onu uzakdan görünce, (Kabîlesinin en kötüsüdür) buyurdu. Odaya girince, gülerek<br />

karşılayıp, iltifât eyledi. Gidince, hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ”, sebebini<br />

sordu. (İnsanların en kötüsü, zararından kurtulmak için yanına yaklaşılmıyan kimsedir)<br />

buyurdu. O, müslimânların başında bulunan bir münâfık idi. Müslimânları<br />

onun şerrinden korumak için müdârâ buyurdu. Fıskı, fuhşu, zulmü açık, ya’nî herkes<br />

arasında yayılmış olanı başkalarına söylemek (Gıybet) olmıyacağı ve şerrinden<br />

korunmak için müdârâ câiz olduğu buradan anlaşılmakdadır. Abdürraûf-i Münâvînin<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” (Künûz) kitâbındaki hadîs-i şerîfde, (İnsanlara müdârâ<br />

için gönderildim) buyuruldu. Dîni ve dünyâyı korumak için dünyâlık vermeğe<br />

(Müdârâ) denir. Dünyâlık ele geçirmek için dîni vermeğe (Müdâhene) denir. Tatlı<br />

dil ile iyilik ve hattâ yalan söyliyerek gönül almak, dünyâlık vermek olur. Müslimânların,<br />

[gizli yapdıkları] büyük günâhlarını görünce, örtmek lâzımdır. Başkalarına<br />

söylerse, (Kazf) olur. Zan ile, iftirâ ile söylemek ise, dahâ büyük günâhdır.]<br />

Merhûm, mevlânâ Ahmedin “rahmetullahi teâlâ aleyh” çocuklarının okumalarına,<br />

terbiyeli, bilgili yetişmelerine çok gayret ediniz. Zâhirî ve bâtınî edebleri öğretiniz!<br />

Tanıdığınız, görüşdüğünüz herkesin, hattâ, orada bulunan bütün din kardeşlerimizin<br />

islâmiyyete uymalarına, sünnete yapışmalarına ön ayak olunuz!<br />

Bid’at işlemenin, dinsizliğin zararlarını herkese anlatınız! Cenâb-ı Hak hepimize<br />

iyi işler yapmak nasîb eylesin! Dîn-i islâmın yayılmasına, gençlere öğretilmesine<br />

çalışanlara başarılar versin! Dîn-i islâmı yıkmak için, temiz gençliğin îmânını, ahlâkını<br />

çalmak için uğraşan, yalan ve iftirâlarla gençleri aldatmağa çalışan din ve fazîlet<br />

düşmanlarına aldanarak kötü yola sapmakdan, yavrularımızı korusun! Âmîn.<br />

Bu düşmanlara (Zındık) denir.<br />

İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, ikinci cildin altmışsekizinci mektûbunda<br />

buyuruyor ki, Hadîs-i şerîfde, (Yeryüzünü küfr kaplamadıkca ve heryerde<br />

küfr ve kâfirlik yapılmadıkca, hazret-i Mehdî gelmez) buyuruldu. Bundan anlaşılıyor<br />

ki, hazret-i Mehdî çıkmadan evvel, küfr ve kâfirlik her tarafa yayılacak, islâm<br />

ve müslimânlar garîb olacakdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”,<br />

âhır zemânda, müslimânların garîb olacaklarını haber vermiş ve (Herc, fitne<br />

zemânında yapılan ibâdet, [Mekkeden Medîneye] benim yanıma hicret etmek<br />

gibidir) buyurmuşdur. Fitne ve fesâd zemânında, polisin, askerin ufak bir hareketi,<br />

râhatlık ve sükûnet zemânlarında yapacakları hareketlerinden katkat dahâ<br />

kıymetli olduğunu herkes bilir. Fitne yok olduğu zemân gösterecekleri kahramanlıkların<br />

kıymeti yokdur. O hâlde ibâdetlerin en kıymetlisi ve kabûl olunanı,<br />

fitnelerin yayıldığı zemânlarda yapılanlardır. Kıyâmet günü, makbûl olanlardan,<br />

kurtulanlardan olmak istiyorsanız, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği iyi işleri<br />

yapınız! Sünnet-i seniyyeye, ya’nî Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yoluna<br />

sarılınız! Bu yola uymıyan hiçbirşey yapmayınız! (Eshâb-ı Kehf) “rahmetul-<br />

– 398 –


lahi teâlâ aleyhim ecma’în”, her tarafı fitne kapladığı zemân, bir hicret yapmakla,<br />

yüksek dereceye kavuşdular. Siz, Muhammed aleyhisselâmın ümmetisiniz.<br />

Ümmetlerin en iyisi olan ümmetdensiniz. Ömrünüzü lehv ve la’b ile, ya’nî oyun<br />

ve eğlence ile ziyân etmeyiniz! Çocuklar gibi, top oynamakla vaktinizi elden kaçırmayınız!<br />

Yavrum! Fitnelerin yayıldığı, fesâdların çoğaldığı zemânlar, tevbe ve istiğfâr zemânıdır.<br />

Kenâra çekilmeli, fitnelere karışmamalıdır. Fitneler çoğalıyor. Gün geçdikce<br />

yayılıyor. Peygamberimiz “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” buyurdu ki,<br />

(Kıyâmet yaklaşdıkca, fitneler çoğalır. Gece başlarken karanlığın artması gibi<br />

olur. Sabâh evinden mü’min olarak çıkan çok kimse akşam kâfir olarak döner. Akşam<br />

mü’min iken, gece safâlarında îmânları gider. Böyle zemânlarda, evinde kapanmak<br />

fitneye karışmakdan hayrlıdır. Kenârda kalan, ileri atılandan hayrlıdır. O<br />

gün oklarınızı kırınız! Silâhlarınızı, kılınclarınızı bırakınız! Herkesi tatlı dil ile, güler<br />

yüzle karşılayınız! Evinizden çıkmayınız!). Mektûbâtdan terceme temâm oldu.<br />

Müslimânlar bu nasîhatlara uymalı, Mevdûdî ve Seyyid Kutb gibi mezhebsizlerin,<br />

sapıkların, din câhillerinin ısyâna teşvîk eden, fitneyi körükliyen zararlı, uydurma<br />

tefsîrlerine, kitâblarına aldanmamalıdır. Cihâd, devletin, ordunun, düşmanlarla,<br />

kâfirlerle, sapıklarla harb etmesi demekdir. Müslimân devlet olsun, kâfir devlet<br />

olsun, âdil olsun, zâlim olsun, kendi devletine ısyân etmeğe, vatandaş kanı dökmeğe,<br />

birbirine saldırmağa cihâd denmez. Fitne, fesâd çıkarmak denir. Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, (Fitne çıkarana Allah la’net etsin!) buyurdu. Müslimânlar<br />

devlete karşı ısyân etmez. Fitneye, ısyâna karışmaz. Kanûnlara karşı<br />

gelmez. [Ehl-i sünnet âlimleri, siyâsete karışmamış, hükûmetde vazîfe almamış, yazıları<br />

ile, sözleri ile hükûmet adamlarına nasîhat vermişler, onlara hak ve adâlet<br />

yolunu göstermişlerdir. Ba’zı câhil din adamları, Ehl-i sünnet âlimlerinin yolundan<br />

ayrılarak, devlet işlerine karışmış, asl vazîfeleri olan öğrenmek ve öğretmek<br />

se’âdetini ihmâl ederek, kendilerine de, müslimânlara da fâideli olamamışlardır.<br />

Son Osmânlı şeyh-ul-islâmlarından Mustafâ Sabri efendi, i’tilâf fırkasında [partisinde]<br />

çalışdı. Tekke şeyhi olan Hüsameddîn Peçeli, tefsîrinde, bilhâssa (Tebbet)<br />

sûresinin ittihâdcıları medh etdiğini yazmakdadır. Şeyh-ul-islâm Mûsâ Kâzım<br />

ve Ürgüblü Mustafâ Hayrî efendiler, hem ittihâdcı, hem de mason idi. Erzincanlı<br />

Şemseddîn Günaltay, din târîhi müderrisi iken halk fırkasına girip meb’ûs ve başvekîl<br />

oldu. Eyyûb sultânda düğmecilerde Ümmî-Sinân tekkesinde şeyh iken, siyâsete<br />

atılan Yahyâ Gâlib, Kırşehr meb’ûsu oldu. Akhisarlı Mustafâ Fevzi, Şer’iyye<br />

vekîli iken halk fırkasına girip, meb’ûs ve meclisde kanûn encümeni reîsi oldu.<br />

Tesavvuf ehlinden Gümüşhâneli Ziyâüddîn efendinin dergâhının mensûbu Fehmi<br />

efendi, İstanbul müftîsi iken, halk fırkasına dâhil oldu. Sultân Abdülhamîd hân<br />

zemânında âyân [senato] reîsi olan seyyid Abdülkâdir efendi ve son Osmânlı<br />

şeyhul-islâmı olan Mustafâ Sabri efendi, ehl-i sünnet âlimi idiler. İngilizlere satılmış<br />

olan devlet adamları ile ve islâmiyyeti içerden yıkan din adamları ile, ya’nî zındıklarla<br />

mücâdele etdiler.]<br />

Kimseye bâkî değildir, mülk-i dünyâ sîmü zer,<br />

bir harâb olmuş kalbi, ta’mîr etmekdir hüner.<br />

Buna fânî dünyâ derler, durmayıp, dâim döner.<br />

Âdem oğlu bir fenerdir, âkıbet birgün söner!<br />

– 399 –


2 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 47. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, zemânın sultânı [Selîm Cihângir hân] “rahmetullahi teâlâ aleyh”<br />

için yazılmışdır. Düâ etmekdeki gizli bilgileri açıklamakda, âlimleri övmekdedir:<br />

Düâcılarınızın en aşağısı Ahmed “rahmetullahi teâlâ aleyh”, yüksek sığınak yerinize<br />

ve üstün hizmetcilerinizin kapısına, kırıklığımı ve düâlarımı bildiririm. Kölelerin<br />

yükselmesi, câhil ve âlim, yakın ve uzak herkesin korkusuz ve râhatça yaşaması<br />

ni’metine şükr ederim. Ümmîdlendiğim ve kabûl olunacağını umduğum zemânlarda<br />

ve fakîrlerin toplantılarında, kahraman askerinize yardım, feth ve zafer<br />

ihsân etmesi için, Allahü teâlâya düâ etmekdeyim.<br />

Allahü teâlâ, abes, fâidesiz hiçbirşey yaratmaz. Askerin, ordunun vazîfesi, devleti<br />

kuvvetlendirmekdir. Bu parlak dînin yayılması, devletin yardımı ile olur. (İslâmiyyet<br />

kılınçların altındadır) buyuruldu. Bu kıymetli iş, düâ askerine de ihsân<br />

edilmişdir. Düâcılar, fakîr, muhtâc ve hep sıkıntı içinde yaşıyan kimselerdir.<br />

Devletin kuvvetlenmesi için yardım yapılması iki dürlü olur: Birincisi, maddî sebeblerle<br />

olur. Bu da, asker ile, ordu ile [teknik, ekonomik vâsıtalarla] yapılır. Bunların<br />

hepsi meydânda olan, görülen yardımlardır. Yardımın ikincisi, hakîkî yardım<br />

olup, sebebleri yaratan tarafından yapılmakdadır. Âl-i İmrân sûresinin yüzyirmialtıncı<br />

âyetinde ve Enfâl sûresinde meâlen, (Yardım, ancak ve yalnız Allahdandır)<br />

buyuruldu. Bu yardıma, düâ ordusu vâsıtası ile kavuşulur. Düâ ordusunun askerleri,<br />

herkesden aşağı ve kalbleri kırık olduğu için, gazâ ordusu askerinden dahâ ileri<br />

oldu. Sebebleri geride bırakarak, bunların yaratıcısı ile ilgi kurdu. Fârisî mısra’<br />

tercemesi:<br />

Gönlü kırık olanlar, topu ileri sürdü.<br />

Bundan başka, düâ, kazâyı, belâyı def’ eder. Hep doğru söyleyici “aleyhi ve alâ<br />

âlihissalâtü vesselâm”, (Kazâ, ancak ve yalnız düâ ile durdurulur) buyurdu. Kılınç,<br />

cihâd [ve her çeşid harb vâsıtaları] kazâyı durduramaz. Görülüyor ki, düâ ordusunun<br />

askerleri, kuvvetsiz ve kırık oldukları hâlde, gazâ ordusunun askerinden dahâ<br />

ehemmiyyetlidir. Düâ ordusunun askerleri, gazâ ordusu askerlerinin rûhu gibidir.<br />

Gazâ ordusunun askerleri, onların kalıpları, bedenleridir. O hâlde, gazâ ordusunun<br />

askeri, düâ ordusu olmadıkca, iş başaramaz. Çünki, rûhsuz bedene hiçbir<br />

yardımın ve kuvvetin fâidesi olmaz. Bunun içindir ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem”, gazâlarında ve sıkıntılı zemânlarında, muhâcirlerin fakîrleri hürmetine<br />

Allahü teâlâdan yardım dilerdi. Askeri, ordusu olduğu hâlde, muhâcirlerin fakîrlerini<br />

vesîle ederek düâ ederdi. Düâ ordusunun askeri olan biz fakîrler, boynumuz<br />

bükük, herkesin gözünde aşağı ve kalbimiz kırıkdır. Çünki, (Fakîrlik dünyâda<br />

ve âhıretde yüz karasıdır) denilmişdir. Böyle aşağı olmakla birlikde, kıymetlenmekde<br />

ve iş adamlarından ileri olmakdadır. Hep doğru söyleyici, (Muhbir-i sâdık)<br />

“aleyhi minessalevâti etemmühâ” buyurdu ki, (Kıyâmet günü, şehîdlerin kanını,<br />

âlimlerin mürekkebi ile dartarlar. Mürekkeb ağır gelir). Sübhânallâhi ve bi-hamdihi.<br />

Bu karanlık ve kara yüzlülük, bunların izzetine, şerefine sebeb olmakdadır.<br />

Bunları en aşağıdan en yukarıya yükseltmekdedir. Evet, fârisî mısra’ tercemesi:<br />

Âb-ı hayât karanlık yerlerde bulunur!<br />

Bu çok aşağı düâcınız, her ne kadar kendisini düâ ordusu askerlerinin arasında<br />

görmeğe lâyık değil ise de, yalnız fakîrlik ismi ve düânın kabûl olmak ihtimâli<br />

ile, kendisini kuvvetli devletinizin düâcıları arasında saymakda ve hâli ile ve dili<br />

ile her zemân düâ etmekde ve selâmetiniz için Fâtiha okumakdadır. [Fâtiha sûresinin<br />

ma’nâsı, (Cevâb Veremedi) kitâbının 141.ci sahîfesinde yazılıdır.] Yâ<br />

Rabbî! Düâlarımızı kabûl eyle! Sen her sözü işitici ve her şeyi bilicisin!<br />

– 400 –


3 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 13. cü MEKTÛB<br />

Bu mektûb, seyyid mîr Muhibbullah Mankpûrîye yazılmışdır. Resûlullaha uymağa<br />

ve dînini öğrendiği üstâdını sevmeğe teşvîk etmekdedir:<br />

Bismillâhirrahmânirrahîm. Kardeşim seyyid mîr Muhibbullahın şerefli mektûbu<br />

geldi. Sıkıntılardan dolayı ümmîdsiz olduğunu bildirerek başlıyan yazılarınız<br />

anlaşıldı. Allahdan ümmîdi kesmek küfrdür. Ümmîdli olunuz! İki şey sizde varsa,<br />

hiç üzülmeyiniz! Biri, bu parlak dînin sâhibine uymak “aleyhi ve alâ âlihissalâtü<br />

vesselâm”, ikincisi, dîni öğrendiğiniz zâtın büyüklüğüne inanmak ve onu sevmek.<br />

Allahü teâlâya sığınınız ve Ona yalvarınız ki, bu iki büyük ni’metde gevşeklik olmasın.<br />

Bu ikisi olunca, başka şeylerin düzelmesi kolaydır. Size dahâ önce de yazmışdım<br />

ki, Mankpûrda bulunmakdan sıkılıyorsanız, İlâh-âbâd denilen yere gidip<br />

yerleşebilirsiniz. Orasının mubârek olacağı umulur. Siz tersine anlamışsınız. Mubârek<br />

kelimesi de, maksadımızın anlaşılmasına yaramamış. Şimdi de, öyle söylüyorum.<br />

Bu gece kalbime doğdu ki, eşyâlarınız Mankpûrdan alınıp, sanki İlâh-âbâda<br />

götürüldü. Orada bir kenâr yere yerleşip, Allahü teâlâyı zikr ile orayı aydınlatınız!<br />

Kimse ile arkadaş olmayınız! (Nefy ve isbât) kelimesini çok söyleyiniz! Bu<br />

güzel kelimeyi tekrâr ederken, bütün dilek ve düşüncelerinizi gönülden çıkarınız!<br />

Maksadınız, dileğiniz ve sevdiğiniz, birden fazla olmasın! Kalbiniz ile söyliyemezseniz,<br />

dilinizle yapınız! Fekat sessiz yapmalısınız. Çünki, yüksek sesle söylemek,<br />

bu yolda yasakdır. Bu yolda yapılacak başka şeyleri biliyorsunuz. Elinizden<br />

geldiği kadar, uymağa gayret ediniz! Öğreten zâta uymak, insanı çok şeylere kavuşdurur.<br />

Onun yolundan sapmak, çok tehlükelidir. [(Umdet-ül-islâm) sonunda<br />

(Şir’a)dan alarak diyor ki, (Üstâd birşey emr etse, ana baba da emr etseler, evvelâ<br />

üstâdın emri yapılır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Üç dürlü baba vardır: Dünyâya<br />

getiren baba, kızını veren baba ve ilm öğreten baba. Bunların hayrlısı, üstâdıdır).)<br />

Bugün, bütün dünyâdaki müslimânlar, üç fırkadır. Birinci fırka, Eshâb-ı kirâmın<br />

yolunda olan, hakîkî müslimânlardır. Bunlara (Ehl-i sünnet) ve (Sünnî) ve (Fırka-i<br />

nâciyye) Cehennemden kurtulan fırka denir. İkinci fırka, Eshâb-ı kirâma düşman<br />

olanlardır. Bunlara (Şî’î) ve (Fırka-i dâlle) sapık fırka denir. Üçüncüsü, sünnîlere<br />

ve şî’îlere düşman olanlardır. Bunlara (Vehhâbî) ve (Necdî) denir. Çünki bunlar,<br />

ilk olarak, Arabistânın Necd şehrinde meydâna çıkmışdır. Bunlara (Fırka-i<br />

mel’ûne) de denir. Çünki, müslimânlara kâfir dedikleri, kitâbımızın 447.ci ve sonraki<br />

sahîfelerinde ve (Kıyâmet ve Âhıret)de yazılıdır. Böyle söyleyene Resûlullah<br />

la’net etmişdir. Hangi fırkadan olursa olsun, nefsine uyan ve kalbi bozuk olan, Cehenneme<br />

gidecekdir. Her mü’min, nefsini tezkiye için, ya’nî nefsin yaratılışında mevcûd<br />

olan küfrü ve günâhları temizlemek için, her zemân çok (Lâ ilâhe illallah)<br />

okumalı ve kalbini tasfiye için, ya’nî nefsden ve şeytândan ve kötü arkadaşlardan<br />

ve zararlı kitâblardan gelen küfrden ve günâhlardan kurtarmak için, (Estagfirullah)<br />

demelidir. Ahkâm-ı islâmiyyeye uyanın düâları muhakkak kabûl olur. Nemâz kılmıyanın,<br />

açık kadınlara ve avret mahalli açık olanlara bakanların ve harâm yiyip içenlerin<br />

ahkâm-ı islâmiyyeye uymadıkları anlaşılır. Bunların düâları kabûl olmaz.]<br />

Bu vücûdün mülkü, elden çıkmadan,<br />

çarh-ı felek, bu binâyı yıkmadan.<br />

Sûretü ma’nâ, bir arada iken,<br />

iki âlem de, elinde var iken,<br />

Hubb-i dünyâyı, kalbinden gider!<br />

tâ alasın, can âleminden haber.<br />

Harâmdan sakın, farzı yapmağa bak!<br />

farzı yapmazsan, olur hâlin harâb!<br />

– 401 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:26


4 — ADÂLET, AKL, ÎMÂN, KAZÂ VE KADER<br />

Bu mektûb, derin ilmi, hâlleri ve sözleri ile her ihtisâs sâhibini hayretde bırakan,<br />

kerâmet ve fazîletler hazînesi, Eshâb-ı kirâmın ve islâm âlimlerinin büyüklüğünün<br />

vesîkası, seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahi aleyh” tarafından yazılmışdır:<br />

Efendim,<br />

Yüksek mektûbunuzda yerleşdirmiş olduğunuz bilgi cevherleri, okuyanları<br />

çok sevindirdi. Çünki, böyle ince din mes’elelerini çözüp, fikrlerdeki pürüzleri düzeltmek,<br />

bu fakîr için, en zevkli bir vazîfe ve rûhumu besliyen bir gıdâdır.<br />

Bu süâllerinizi çözüp, zihnleri aydınlatmak üç dürlü olabilir: İlm ile, zevk ile ve<br />

akl yolu ile.<br />

İlm ile cevâb vermek için, i’tikâd bilgilerine dayanılacağından, önce, kelâm ilminde<br />

kullanılan kelimelerin, bu ilme mahsûs olan ma’nâlarını bilmek lâzımdır.<br />

[Birçok kelimeler, her ilmde, başka ma’nâya kullanılır. Meselâ, zâlimler kelimesi<br />

tefsîr ilminde, kâfirler demekdir. Fıkh ilminde, başkasının hakkına saldıran<br />

kimselere denir. Tesavvufda ise, ayrı ma’nâsı vardır. O hâlde, bir ilme âid bir kitâbı<br />

okuyup anlıyabilmek için, önce kelimelerin bu ilmdeki husûsî ma’nâlarını bilmek<br />

lâzımdır. İşte, birkaç sene Mısrda, Bağdâdda bulunup da argo lisânı arabca<br />

öğrenenlerin ve eline bir ceb lügati alıp da, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri tercemeye<br />

kalkışan yeni din âlimlerinin(!), para kazanmak için yapdıkları terceme ve<br />

tefsîrler, bozuk ve zararlı olmakdadır. Bir tesavvuf âliminin huzûrunda, senelerce<br />

dirsek çürütüp, emek verip, pişmeden, olgunlaşmadan, (Mesnevî) okutan, tesavvuf<br />

kitâbları tercemesine kalkışan tarîkatcıların sözleri ve yazıları da, yanlış ve<br />

çok zararlı olur].<br />

Kazâ ve kader. Halâl rızk, harâm rızk. Allahü teâlânın ilminin sonsuz olması ne<br />

demekdir? Halâl, harâm, Allahü teâlânın rahmeti nedir? Adâlet ve zulm; Allahü<br />

teâlânın adâleti. Akl nedir? Aklın kısmları, akl-ı selîm, akl-ı sakîm, Rab nasıl olur?<br />

Rabbin üzerine birşey lâzım mıdır? Rab, mahlûklara fâideli, uygun şeyleri yapmağa<br />

mecbûr mudur?<br />

Zevk yolu ile anlıyabilmek, bu bilgileri, uzun uzadıya açıklamakla, geniş anlatmakla<br />

ve yazmakla olamaz. Anlayışların yüksek ve aşağı derecelerine göre, müşkillerini<br />

çözene hüsn-i zan ederek, güvenerek uzun zemân birlikde bulunmaları ile<br />

güzel, feyzli bir sûretde olur. Bu sûretde hiçbir delîle, isbâta, kelimelerin ma’nâlarını<br />

bilmeğe hâcet kalmaz. İçinde zarûrî bir bilgi hâsıl olur. Yakîn ile, vicdân ile<br />

inanır. Ulûm-i nakliyye ile, ya’nî âyet ile, hadîs ile ve ulûm-i akliyye ile isbâta lüzûm<br />

kalmaz. Hattâ, isbât için gösterilen delîlleri, senedleri, maksaddan, gâyeden<br />

uzak görür, yabancı bulur. Bu şartlar olmazsa, her delîl, her isbât noksân olur. Zekî<br />

olanların zihnlerine gelen şübheler, yanlış düşünceler giderilemez. Hattâ artarak,<br />

îmânı da sarsılır. İşte, yarım fen adamları hep böyledir.<br />

İslâm ilmlerinden ikinci kısmı olan akl bilgilerinin, ya’nî tecribî ilmlerin iyi öğrenilmesi,<br />

ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder.<br />

Akl yolu ile anlamağa gelince, bunun için, önce ulûm-i akliyyeyi, ya’nî akla dayanan<br />

bilgileri öğrenmek lâzımdır. Bu bilgiler nelerdir, kaça ayrılır? İ’tikâd<br />

mes’elelerine bağlılığı olanlar hangileridir. Bağlı olmıyanları, uymıyanları hangileridir?<br />

Tecribî fizik, riyâzî fizik, ilâhî fizik ilmleri nelerdir? Riyâzî fizik öğrenmek,<br />

din bilgilerini kuvvetlendirir. Din bilgilerini sarsmaz. Astronomi [ilm-i heyet], aritmetik<br />

[hesâb] ve geometri [hendese], dîne yardımcı bilgilerdir. Tecribî fizikdeki,<br />

(Tecribe ve isbât edilenlere uymıyan) birkaç yanlış teori [nazariyye] ve hipotez [faraziyye]den<br />

başka, hepsi dîne uymakda, îmânı kuvvetlendirmekdedir. İlâhî fizik<br />

[metafizik] bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dîne uymaz. Bu ilmler öğrenilin-<br />

– 402 –


ce, din bilgilerinin, aklî ilmlere uyan ve aklî bilgilerle çözülmiyen yerleri ve sebebleri<br />

meydâna çıkar ve akla uygun sanılmıyan, aklın erişemediği mes’elelerin inkâr<br />

edilemiyeceği anlaşılır.<br />

ADÂLET<br />

Kıymetli mektûbunuzun sonunda, (Adâlete uymuyor gibi görünmüyor mu?) diyorsunuz.<br />

Efendim, adâletin ve bunun zıddı olan zulmün, ikişer ta’rîfi vardır:<br />

1 — Adâlet, bir âmirin, bir hâkimin, memleketi idâre için koyduğu kanûn,<br />

kâ’ide, çizdiği hudûd içinde hareket etmekdir. Zulm ise, bu kanûnun, bu hudûdun,<br />

bu dâirenin dışına çıkmakdır.<br />

Âlemleri yaratan, yokdan var eden, mâlikimiz, sâhibimiz Allahü teâlâ, hâkimlerin<br />

hâkimi, herşeyin asl sâhibi ve tek yaratıcısıdır. Üstünde bir âmiri, hâkimi, sâhibi,<br />

mâliki yokdur ki, Onu bir hudûd içinde harekete, bir dâire içinde kalmağa mecbûr<br />

etsin ve bir kanûn altında bulundursun. Bir vezîri, bir müşâviri, bir yardımcısı<br />

yokdur ki, iyiyi fenâdan ayırmak için işâret versin, yol göstersin. Bundan dolayı, Allahü<br />

teâlânın, adâletin bu ta’rîfi ile zâten bir ilgisi olmaz. Ona zulm kelimesi yaklaşamıyacağı<br />

gibi, bu ta’rîfe uyarak, âdil demek de, yakışmaz. Âdil denilmesi, zulmü<br />

hâtırlatabilir. Allahü teâlâ için bu ta’rîfe göre, adâleti hâtırlamak da, zulmü hâtırlamak<br />

gibi, câiz olmaz. Allahü teâlânın bir ismi (adl)dir. Âdil olduğu muhakkakdır.<br />

Bu ism de, başka ismleri gibi, (te’vîl) olunur. İslâmiyyete uygun bir ma’nâya çevrilir.<br />

Ya’nî, adlden murâd, adâletin gâyesidir. Meselâ, Rahmân ve Rahîm de, Allahü<br />

teâlânın ismidir. Rahmet ve rahm sâhibi demekdir. Rahm, kalbin bir tarafa eğilmesine<br />

denir. Allahü teâlânın kalbi yokdur ki, meyl etsin. O hâlde, rahm demek,<br />

rahmın gâyesi demekdir ki, ihsân etmek, iyilik etmekdir. Adl isminin de gâyesi, netîcesi,<br />

iyilik edici, nefse uygun gelen, tatlı gelen şeyleri verici demekdir.<br />

Allahü teâlâ, adle, adâlet yapmağa mecbûr değildir. Mecbûr olsaydı, muhtâr olmazdı.<br />

Ya’nî, irâdesi, isteği bulunmazdı. İrâdesi olmıyan, mecbûr olur.<br />

Bu ta’rîfe göre, (Filân şey adâlete uymuyor) denilemez. Allahü teâlâya, bu<br />

ma’nâda âdil denilemiyeceği gibi, böyle adâlete mecbûr da değildir.<br />

2 — Adâletin yüksek ta’rîfi, (Kendi mülkünde olanı kullanmak) demekdir.<br />

Zulm de, başkasının malına, mülküne tecâvüzdür. Adâletin, dînimizdeki ta’rîfi de,<br />

işte budur.<br />

Âlemlerin hepsi, ulvî, süflî, cismânî, arazî (sıfatlar), bedenî, rûhî, melekî, insânî,<br />

cinnî, hayvânî, nebâtî, cimâdî [cânsız], felekî [gökler], kevâkib [yıldızlar], büyük<br />

ve küçük cismler, Arş ve Kürsî, yer ve gökler, elementler ve mineraller, madde<br />

ve ma’nâ âlemleri, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın kemîne [âciz, muhtâc] mahlûkları<br />

ve mülkü olup, hepsinin tek yaratanı, müstekıl sâhibi, yalnız Odur. O, her<br />

hâlde, her bakımdan kemâldedir. Noksânlık yokdur ki, ikmâl etmek, temâmlamak<br />

lâzım olsun. Ondan başka herşey, Onun mülkü ve mahlûkudur. Memlûk mâlike,<br />

mahlûk hâlıka, mülkde ve yaratmakda şerîk [ortak] olmadığı gibi, birşeye de mâlik<br />

değildirler.<br />

Bu her iki ta’rîfe göre, Allahü teâlânın işleri için, (adâlete uymayan) birşey olmaz.<br />

Böyle görmek, yaratanı, ba’zı şeylerde, yaratdığı şeylere benzetmek olur. Bu<br />

ise, büsbütün haksızlıkdır. Yaratan, hiçbir sûretle yaratdıklarına benzemez.<br />

[Süâl: — İslâm memleketlerinde dünyâya gelen müslimân çocukları, ana, babasından,<br />

komşularından, hocalarından görerek, öğrenerek müslimân oluyor. Başka<br />

memleketlerdeki kâfir çocukları ise, kâfir olarak yetişdirilip, müslimânlıkdan<br />

mahrûm ediliyor. Bunlar da islâm terbiyesi ile yetişdirilseydi, müslimân olur,<br />

Cennete giderlerdi. Böyle yetişenlerin Cehenneme gitmesi haksızlık olmaz mı?<br />

Cevâb: — Adâlet ile ihsânı karışdırmamalıdır. Allahü teâlâ, her memleketde yetişen<br />

kulları için, adâleti fazlası ile yapmışdır. Ya’nî âkıl ve bâlig olmadan ölen kâ-<br />

– 403 –


fir çocuklarını Cehenneme sokmıyacakdır. Âkıl ve bâlig oldukdan, ya’nî evlenecek<br />

çağa geldikden sonra, Muhammed aleyhisselâmın dînini duymadan ölen kâfirlere<br />

de azâb yapmıyacakdır. Bunlar, islâm dînini, Cenneti, Cehennemi işitdikden<br />

sonra, merak etmez, öğrenmez ise, inâd edip inanmazsa, o zemân azâb göreceklerdir.<br />

Âkıl ve bâlig olanlar, ana babanın, muhîtin yapmış oldukları eski te’sîrlerin<br />

altında kalmaz. Eğer kalsaydı, elli seneden beri islâm memleketlerinde, islâm<br />

terbiyesi altında yetişen yüzbinlerle müslimân evlâdı, islâm düşmanlarının yalanlarına,<br />

iftirâlarına aldanmaz, dinsiz, mürted ve hattâ din düşmanı olmazdı.<br />

Bunlar, âkıl ve bâlig oldukdan sonra, hattâ kırkından sonra, hattâ, hoca, hâfız oldukdan<br />

sonra, dinden çıkmakda, hattâ din düşmanı olmakda, hattâ din düşmanlığında<br />

önderlik yapmakdadırlar. Anasına, babasına, komşularına ve akrabâsına,<br />

yobaz, gerici, mürteci’, şerî’atcı, ileri sağcı diyerek alay etmekdedirler. Bu pek acı<br />

misâller, ana baba terbiyesinin te’sîrinin devâmlı olmadığını açıkca göstermekdedir.<br />

Bunun içindir ki, bugün dinden çıkmak, bütün dünyâyı saran bir âfet, fecî’ bir<br />

akıntı hâlindedir. Genç, ihtiyâr, bu felâkete kapılmıyan pek az kimse kalmışdır. Diğer<br />

tarafdan, birçok kâfirlerin, ilm, fen adamlarının müslimân olduğunu görüyoruz.<br />

Pek az olsa da, dînini değişdirmiyenlerin bulunması, ana terbiyesinin te’sîrinin,<br />

ba’zan da devâmlı olduğunu gösteriyor denirse, bir çocuğun müslimân evlâdı<br />

olması, islâm terbiyesi ile yetişmesi, Allahü teâlânın bir ihsânıdır. Kâfir çocuklarına<br />

bu ihsânı yapmıyor. Fekat, kimseye ihsân yapmağa mecbûr değildir. İhsân<br />

yapmamak zulm olmaz. Meselâ, bakkaldan bir kilo pirinç alsak, tam bir kilo dartması<br />

adâletdir. Noksan dartarsa zulm olur. Biraz fazla verirse ihsân olur. Bu ihsânı<br />

istemek, kimsenin hakkı değildir. İşte, Allahü teâlânın islâm terbiyesi ile yetişdirmesi,<br />

büyük ihsânıdır. Dilediğine ihsân eder. Kâfir çocuklarına bu ihsânı yapmaması<br />

zulm olmaz. İhsân etdiği kimseler kâfir olursa, bunların cezâsı, azâbı da,<br />

katkat ziyâde olacakdır. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” ikiyüzellidokuzuncu<br />

mektûbunda buyuruyor ki, (Bu fakîre göre, dağda yetişip, hiçbir din<br />

duymayıp, puta tapan müşrikler, Cennete ve Cehenneme girmiyecekler, hesâb yapılırken,<br />

zulmleri kadar azâb çekeceklerdir. Sonra hayvanlar gibi, yok edileceklerdir.<br />

Küçük iken ölen kâfir çocukları ve Peygamberlerden haberi olmıyanlar da<br />

böyle olacaklardır.)]<br />

AKLIN TEFSÎRİ<br />

Akl, bir (Kuvve-i derrâke)dir. Ya’nî anlayıcı bir kuvvetdir. Hakkı bâtıldan, iyiyi<br />

kötüden, fâideliyi zararlıdan ayırd etmek için yaratılmışdır. Bunun için, hakkı<br />

bâtıl ile karışdırabilecek olan insanda, cinde ve meleklerde akl yaratılmışdır. Allahü<br />

teâlânın kendisinde ve Ona âid bilgilerde, hakkın bâtıl ile karışdırılması<br />

olamıyacağından, o bilgilerde, akl yalnız başına sened olamaz. Mahlûklara âid bilgilerde,<br />

hakkı bâtıl ile karışdırmak mümkin olduğundan, bu bilgilerde aklın işe karışması<br />

doğru olur. Allahü teâlâya âid bilgilerde hakkı bâtıl ile karışdırmak isti’dâdı<br />

olmadığından, akl, o bilgilerde yürüyemez. Rubûbiyyet, yaratıcılık, her bakımdan<br />

bir olmak ister. Ayrılık olmadığı için, orada aklın işi yokdur.<br />

Akl, bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya âid bilgilerde, kıyâs [ölçmek] olamaz.<br />

Mahlûklara âid bilgilerde, kıyâs olup, doğru kıyâs etdi ise sevâb kazanır. Yanlış kıyâs<br />

etdi ise afv olur. Allahü teâlâya âid bilgilerde kıyâs olsa, şâhid ile gâibe istidlâl<br />

[bilinmiyeni, bilinene benzeterek anlamağa çalışmak] lâzım olur. Ya’nî, anlaşılmıyan<br />

şeyleri, bilinen şeyler gibi sanmak olur. Akl ve ilm adamlarının hepsi, şâhidden<br />

gâibe istidlâlin bozuk bir yol olduğunu, sözbirliği ile bildirmekdedir. Akl,<br />

yalnız, Allahü teâlânın varlığını isbât etmekde biraz iş görür. Bu bilgi, derin ve güçdür.<br />

Önce, aklın müşekkik mi, mütevâtî mi olduğunu anlıyalım:<br />

(Mütevâtî) ne demekdir? Mütevâtî, bir cins içinde bulunan ferdlerin hepsinde<br />

müsâvî mikdârda bulunan sıfat demekdir. İnsanlık ve hayvanlık sıfatları gibi. İn-<br />

– 404 –


sanlık, en yüksek insan ile en aşağı bir insanda müsâvîdir. Meselâ, bir Peygamberin<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” ve bir kâfirin insanlığı müsâvîdir. İnsanlık, Nebîde<br />

dahâ çok, dahâ kuvvetli değildir. Bir Nebînin insanlığı ile bir kâfirin insanlığı<br />

arasında fark yokdur. Cemşîd gibi büyük bir pâdişâh ile, bir köy çobanının insanlığı<br />

aynıdır. Ya’nî, Cemşîddeki insanlık, çobandaki insanlıkdan üstün değildir.<br />

(Müşekkik) — Bir cins içindeki ferdlerin hepsinde müsâvî mikdârda bulunmıyan<br />

sıfatdır. İlm gibi. İlm, âlimlerin ba’zısında çok, ba’zısında azdır. Büyük bir fen<br />

adamı da olan bir islâm âliminin ilmi, bir köy hocasındaki ilmden elbette dahâ çokdur<br />

ve dahâ geniş, dahâ parlakdır. O hâlde, din bilgilerinde, hangi âlimin bilgisine<br />

güvenilir? Elbette, en büyük ve ilmi çok ve fen kollarında tedkîk ve tecribe sâhibi<br />

olan âlimin ilmine dahâ çok güvenilir. Bunun üstünde, başka bir âlim bulunursa,<br />

ona i’timâd elbette dahâ çok olur.<br />

Akl, insanlık gibi mütevâtî midir, yoksa ilm gibi müşekkik midir? Elbette müşekkikdir.<br />

Ya’nî, nev’inin ferdlerinde müsâvî olarak bulunmaz. O hâlde, en yüksek<br />

akl ile en aşağı akl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu hâlde, (aklın kabûl<br />

edebileceği) sözü nasıl doğru olabilir? Hem hangi akl, ya’nî kimin aklı, en çok aklı<br />

olan kimsenin mi, yoksa her akllı denen kimsenin mi?<br />

Akl, başlıca iki kısmdır: (Selîm akl), (Sakîm akl). Bunların her ikisi de akldır.<br />

<strong>Tam</strong> selîm akl, hiç yanılmaz, hatâ etmez. Pişmân olacak hiçbir hareketde bulunmaz.<br />

Düşündüğü şeylerde aslâ hatâ etmez. Hep doğru ve sonu iyi olan işlerde bulunur.<br />

Doğru düşünür ve doğru yolu bulur. İşleri hep doğrudur. Böyle akl, ancak<br />

Peygamberlerde “aleyhimüssalâtü vesselâm” bulunur. Her başladıkları işde muvaffak<br />

olmuşlardır. Pişmân olacak, zarar görecek birşey yapmamışlardır. Bunların<br />

aklına yakın, Eshâb-ı kirâmın, Tâbi’în ve Tebe-ı tâbi’înin, din imâmlarının “rıdvânullahi<br />

aleyhim ecma’în” akllarıdır. Bunların aklları, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun<br />

akllardır. Onun için, bunların zemânında, islâmiyyet genişledi. Müslimânlar<br />

çoğaldı. Târîhi iyi anlıyan, bunu pek iyi görür. Sakîm akllar, bunların aksi, tam tersi<br />

olan akllardır. Düşündükleri şeylerde ve yapdıkları işlerde yanılır. Hepsi üzüntüye,<br />

pişmânlığa, zarara, sıkıntıya sebeb olur.<br />

Bu iki kısm akl arasında, çok ve çeşidli dereceler vardır. Şunu da bildirelim ki,<br />

mü’minlerin, dînî aklı ve dünyevî aklı olduğu gibi, kâfirlerin de, dînî ve dünyevî<br />

aklı vardır. Kâfirin dünyâ işlerine eren aklı, âhıret işlerine eren aklından üstün olduğu<br />

gibi, mü’minin âhıret işlerini anlıyan aklı, dünyâ işlerini anlıyan aklından üstündür.<br />

Fekat, bu hâl devâmlı değildir. Dünyâ geçer, biter. Geçici işlere yarayan<br />

akl, devâmlı olan, bitmiyen işlere yarayan akldan dahâ kıymetli olamaz.<br />

[Aklı ve zekâyı birbirine karışdırmamalıdır. Zekâ, sebeb ile netîce arasındaki<br />

bağlılıkları bulmak, benzeyiş ve ayrılışları anlamakdır. İsviçreli Claparede, zekâyı<br />

(Yeni îcâb ve vaz’ıyyetlere, zihnin en iyi şeklde uymasıdır) diye anlatmışdır. Ya’nî<br />

muhîtimize uymamızı sağlıyan bir kuvvetdir. Tek hücreli hayvanlar, muhîtin yalnız<br />

te’sîr etmesi ile hâl değişdirerek, bu tepkiye uyar. Dahâ ileri olan eklem bacaklılarda,<br />

tepkilere sevk-ı tabî’î (iç güdü)ler de katılır. Kemikli hayvanlarda, bu iki<br />

kuvvete, alışkanlık da karışır. En yüksek hayvanlarda ve insanlarda ise, muhîte uymak<br />

için, yeni bir fe’âliyyet, bir davranış ortaya çıkar ki, bu da zekâdır. Bergson<br />

diyor ki: (İlk insanların ve her asrın, geri kalmış kısmları, tabî’ate uymak, hayvanlar<br />

ve kendileri arasında münâsebet kurmak için âletler yapmışdır. Bu âletler, zekâ<br />

ile yapılmışdır). Görülüyor ki, âlet yapmak, teknikde yükselmek akla değil, zekâya<br />

alâmetdir. Alman pyschologue ve pédagogue’larından William Stern, (Zekâ,<br />

düşünceyi, hayâtın yeni şartlarına uydurmakdır), dedi. Ya’nî problem, mes’ele<br />

çözmek kuvvetidir. Amerikalı Terman ise, (Zekâ, mücerred fikrlerle düşünebilmekdir)<br />

demişdir. Bütün bu ta’rîfler gösteriyor ki, zekâ, sevk-ı tabî’îden yukarı,<br />

akldan aşağı, bir şü’ûr basamağıdır. Aklın tatbîkcisi gibi olan zekâ, akldan önce teşekkül<br />

etmekdedir. Akl sâhibleri, teorik yollar ve kâ’ideler ortaya koyar. Zekî kim-<br />

– 405 –


se, bunların pratiğe tatbîkını sağlar. Fekat, aklı az ise, akl sâhiblerinden öğrendiklerini<br />

kullanmakla kalıp, zarûrî ve küllî prensiplere, kendiliğinden ulaşamaz.<br />

Ya’nî, zihni iyi işlemez ve istidlâlleri doğru yapamaz. Zekâ, düşünebilmek kuvvetidir.<br />

Fekat, düşüncelerin doğru olması için, akl lâzımdır. Zekî insan, düşüncelerinin<br />

doğru olabilmesi için, bir takım prensiplere muhtâcdır. Bu prensipleri idâre<br />

eden akldır. O hâlde, her zekî kimseyi akllı sanmak doğru olamaz. Zekî bir kimse,<br />

büyük bir kumandan olabilir. Akllılardan öğrendiği üsûlleri, yeni harb vaz’ıyyetine<br />

uydurarak, kıt’aları fethedebilir. Fekat, aklı az ise, bir hatâ ile, başarıları,<br />

felâkete döner. Meselâ, Napolyonun zekâ saçan askerî plânları, zaferleri ve aklsız<br />

hareketlerinin sonu olan felâketleri meydândadır. Üçüncü sultân Selîm hân “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” zemânında, Napolyonun Sûriyede, islâm askerleri karşısında<br />

bozguna uğrayarak nasıl kaçdığı târîhlerde yazılıdır. Bir arslanın zekâsı, insan<br />

zekâsı kadar kuvvetli olsaydı, bu arslan öteki arslanlardan, onbin kat dahâ çok korkunç<br />

olurdu. Aklsız, dinsiz kimse de, kuvvetinin ve zekâsının çokluğu kadar,<br />

cem’iyyetlere büyük tehlüke olur].<br />

Bu yazılar dikkatle okunursa, her işde ve hele dînî işlerde akla güvenilemiyeceği,<br />

bu işlerin akl ile ölçülemiyeceği meydâna çıkar.<br />

Din işleri, akl üzerine kurulamaz. Çünki, akl, bir karârda kalmaz. Herkesin aklı,<br />

birbirine uymadığı gibi, bir adamın, selîm olmıyan aklı da, ba’zan doğruyu bulur,<br />

ba’zan da yanılır ve yanılması dahâ çok olur. En akllı denilen kimse, din işlerinde<br />

değil, mütehassıs olduğu dünyâ işlerinde bile, çok hatâ eder. Çok yanılan bir akla<br />

nasıl güvenilebilir? Devâmlı, sonsuz olan âhıret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur?<br />

İnsanların şekl ve ahlâkları başka başka olduğu gibi, akl, tabî’at ve ilmleri de,<br />

ayrı ayrıdır. Birinin aklına uygun gelen birşey, başkasının aklına hiç de uygun gelmiyebilir.<br />

Birinin tabî’atine uygun olan birşey, başkasının tabî’atine uymaz. O hâlde,<br />

din işlerinde, akl, tam bir ölçü, doğru bir sened olamaz. Ancak, akl ile islâmiyyet,<br />

birlikde, tam ve doğru bir vesîka ve ölçü olur. Bunun içindir ki:<br />

(Dînini ve îmânını, insan düşüncelerinin netîcelerine bağlama ve akl ile inceleyerek<br />

varılan sonuçlara uydurma!) buyurmuşlardır.<br />

Evet, akl huccetdir, doğru yolu gösterir. Fekat, selîm olan akl gösterir, her akl<br />

değil.<br />

Demek oluyor ki, selîm olmıyan aklların, yanıldıkları için, bir hakîkati kabûl etmemeleri,<br />

uygun bulmamaları, bir kıymet bildirmez. Selîm olan akllar, ya’nî Peygamberlerin<br />

“aleyhimüsselâm” aklları, din hükmlerinin hepsinin pek yerinde ve<br />

doğru olduklarını açıkça görür. İslâmiyyetin her hükmü, bu akllar için, pek meydânda,<br />

âşikâr ve apaçıkdır. Senede, isbât etmeğe lüzûm olmadığı gibi, tenbîh etmeğe,<br />

haber vermeğe de lüzûm yokdur.<br />

HALÂL VE HARÂM<br />

Herşeyi, Allahü teâlâ yaratdı. Herşeyin sâhibi, mâliki Odur. Kullanmamız için<br />

izn verdiği şeyler, halâl olur. İzn vermediği şeye de, harâm denir. Meselâ, bir erkeğe,<br />

iki kız kardeşden birini nikâhla almağı halâl eyledi. İkincisini de almağı harâm<br />

etdi. Harâm demek, sâhib ve hâlık olan Allahü teâlânın, bir şeyi kullanmağa<br />

izn vermemesi demekdir. Halâl ise, o yasak düğümünü çözmek demekdir.<br />

Birşey, bir kimseye halâl, başka bir kimseye harâm olabilir.<br />

Dünyâda harâm işliyen kimse, âhıretde ondan mahrûm kalır. Burada halâl<br />

şeyleri kullananlar, orada, o şeylerin hakîkatine kavuşur. Meselâ, bir erkek, dünyâda<br />

harâm olan ipeği giyerse, âhıretde ipek giymekden mahrûm edilir. İpek ise,<br />

Cennet elbisesidir. O hâlde, bu günâhdan temizlenmedikce, Cennete giremez<br />

demekdir. Cennete girmiyen de Cehenneme girer. Çünki, âhıretde, bu ikisinden<br />

başka yer yokdur.<br />

– 406 –


Âhıret işleri, hiçbir bakımdan dünyâ işlerine benzemez. Bu dünyâ, yok olmak<br />

için yaratıldı. Yok olacakdır. Âhıret, sonsuz kalmak için ve sonsuz kalacak şeklde<br />

yaratıldı. Sonsuz kalacak şey ile çabuk yok olacak şey arasında ne kadar fark<br />

varsa, dünyâ ile âhıret yapısı ve işleri arasında da o kadar fark vardır. Yalnız ismleri,<br />

anlatılması benzemekdedir. Meselâ Cennet kelimesi, dünyâda bostân, âhıretde<br />

ise, Cennet denilen, sonsuz ni’metlerin bulunduğu yer demekdir. Cehennem de,<br />

burada derin ateş kuyusu, orada ise Cehennem denilen azâb dolu yere denir.<br />

ÎMÂN<br />

Efendim! Yüksek mektûbunuzun baş tarafında (kâmil olan îmân) demişsiniz.<br />

Îmân, hâsıl olunca, zâten kâmildir. Çünki, îmânda azlık, çokluk olmaz. Îmânın kendisi,<br />

az veyâ çok olmaz. Azlık, çokluk, îmânın parlaklığında, belli olmasındadır. Îmânın,<br />

aslı, kendisi:<br />

Server-i âlem olan Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri,<br />

akla, tecribeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdîk ve i’tikâd etmekdir, inanmakdır.<br />

Akla uygun olduğu için tasdîk ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Resûlü tasdîk<br />

etmiş olmaz. Veyâhud, Resûlü ve aklı birlikde tasdîk etmiş olur ki, o zemân Peygambere<br />

i’timâd tam olmaz. İ’timâd tam olmayınca, îmân olmaz. Çünki, îmân parçalanamaz.<br />

Akl, Resûlün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bildirdiklerini uygun<br />

bulursa, bu aklın kâmil, selîm olduğu anlaşılır.<br />

İnanılması lâzım şey için, tecribî ilmlere danışıp, tecribeye uygun ise, inanır, tecribe<br />

ile isbât edemeyince, inanmaz veyâ şübheye düşerse, o zemân, tecribesine inanmış<br />

olup, Resûle inanmamış olur ki, böyle îmân, kâmil değil, zâten îmân olmaz.<br />

Çünki, îmân parçalanamaz. Az ve çok olmaz.<br />

Din bilgileri, felsefe ile ölçülmeğe kalkışılırsa, bu sefer felesofa inanılmış olup,<br />

Peygambere inanılmış olmaz. [Evet, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed<br />

aleyhisselâmın, Allahın Peygamberi olduğunu anlamakda, aklın, felsefî ve tecribî<br />

ilmlerin yardımı büyükdür. Fekat, bunların yardımı ile Peygambere “sallallahü<br />

teâlâ aleyhi ve sellem” inanıldıkdan sonra, Onun bildirdiği şeylerin herbiri için<br />

akla, felsefeye ve tecribî ilmlere danışmak doğru olmaz. Çünki, akl ile, tecribe ve<br />

felsefe yolu ile elde edilen birçok bilgilerin, zemânla değişmekde, yenileri bulununca,<br />

eskilerinin atılmakda olduğunu gösteren misâller, literatürlerde az değildir.]<br />

O hâlde:<br />

Îmân, Resûl-i Ekrem efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlâ tarafından,<br />

Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emrlerin hepsine<br />

i’timâd ve i’tikâd etmekdir. Bu emrlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak<br />

veyâ şübhe etmek küfrdür. Çünki, Resûle inanmamak veyâ i’timâd etmemek,<br />

Resûle yalancı demek olur. Yalancılık kusûrdur. Kusûru olan kimse, Peygamber<br />

olamaz.<br />

[Îmân demek, (Nass)larda, ya’nî, Kur’ân-ı kerîmde ve icmâ’ ile ve zarûrî olarak<br />

bilinen hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilen şeylerin hepsine, inanmak demekdir. Burada<br />

(İcmâ’) demek, Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sözbirliği<br />

demekdir. Birşeyi, Eshâb-ı kirâm, sözbirliği ile bildirmedi ise, Tâbi’înin sözbirliği<br />

bu şey için icmâ’ olur. Tâbi’în de bu şeyi sözbirliği ile bildirmedi ise, Tebe-i tâbi’înin<br />

sözbirliği ile bildirmeleri, bu şey için icmâ’ olur. Çünki, bu üç asrın âlimleri,<br />

ya’nî müctehidleri, hadîs-i şerîf ile övülmüşdür. Bunlara (Selef-i sâlihîn) denir.<br />

Sahâbe ve Tâbi’îne (Selef-i sâlihîn) denildiği, İbni Âbidînde (Kâdîlık) bahsinde yazılıdır.<br />

(Buhârî) ve (Müslim) ve (Kütüb-i sitte)den olan diğer dört kitâbda yazılı<br />

binlerce hadîs-i şerîfin sahîh oldukları, bunlardan sonraki âlimlerin sözbirliği ile<br />

bildirilmişdir. Zarûrî olarak bilinmek demek, her asrda, müslimânların çoğunun<br />

işitdikleri, yayılmış bilgi demekdir. Bunları bilmemek özr olmaz.<br />

– 407 –


(Hadîka)nın yüzonbirinci sahîfesinde diyor ki, (İcmâ’ ile ve zarûrî olarak bildirilmiş<br />

olan inanılacak ve yapılacak din bilgilerinde ictihâd yapmak câiz değildir.<br />

Çünki, bunlara inanmıyan kâfir olur. Bunlara inananlara (Mü’min) ve (Müslimân)<br />

denir. Bunlar, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti olur. Muhammed aleyhisselâmın<br />

ümmetinden ba’zıları i’tikâdda ictihâd yaparak yetmişüç fırkaya ayrıldı.<br />

Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan ve açık olanların<br />

da ma’nâları icmâ’ ile ve zarûrî olarak anlaşılmamış olan yapılacak işlerde ictihâd<br />

etmek câizdir. İnanılacak olan bilgilerde ictihâd hiç câiz değildir. Böyle bilgilerde<br />

ictihâd ederken yanılmak, küfr olmaz ise de, büyük günâh olur. Müslimânların<br />

yetmişüç fırkasından yetmişiki fırkası böyle yanılmış, doğru yoldan ayrılmış,<br />

(Bid’at sâhibi) olmuşlardır. Bunlar sapık inançlarının cezâsı olarak Cehenneme gireceklerdir.<br />

Fekat, müslimân oldukları için, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklar,<br />

azâb gördükden sonra, çıkarılacaklardır. Şübheli bilgilerde Eshâb-ı kirâmın yolundan<br />

ayrılmayan fırkaya (Ehl-i sünnet) denir. İcmâ’ ile ve zarûrî olarak bildirilmemiş<br />

olan işlerin halâl veyâ harâm olmalarını anlamakda ictihâd yaparken yanılmak<br />

suç olmaz. Sevâb olur. Ehl-i sünnet fırkasının içinde bulunan, inanışları birbirlerine<br />

uygun, doğru dört mezhebin iş bakımından birbirlerinden ayrılmaları bu sûretle<br />

olmuşdur.<br />

[Bir hükm üzerinde, dört mezhebin ictihâdları arasında icmâ’ hâsıl olursa, bu<br />

icmâ’a inanmak da lâzım olduğu, inanmıyanın kâfir olacağı, (Mektûbât)ın ikinci<br />

cildinin otuzaltıncı mektûbunda yazılıdır.<br />

Selef-i sâlihînin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yolunda bulunan müslimânlara<br />

(Ehl-i sünnet) denir. Ehl-i sünnet olmayıp, Ehl-i sünnet âlimlerinin (Nass)larda<br />

açık bildirilmemiş olan ahkâmdaki ictihâdlarını beğenmeyen ve bu ma’nâsı açıkca anlaşılamıyan<br />

nassları yanlış te’vîl ederek, anladıklarını Selef-i sâlihînin yolu olarak savunan<br />

sapıklara (Silfiyye) veyâ (Selefiyye) denir. Silfiyye bid’atini ortaya çıkaranların<br />

en meşhûru İbni Teymiyye ve vehhâbîlerdir. Bunlar kendilerinin Eshâb-ı kirâm<br />

yolunda olduğunu savunuyor, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden yanlış ve bozuk<br />

ma’nâlar çıkararak, Ehl-i sünnet olan hakîkî müslimânları kötülüyorlar.]<br />

Hadîs-i şerîfde, (Lâ ilâhe illallah ehline kâfir demeyiniz! Bunlara kâfir diyenin<br />

kendisi kâfir olur) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, (Lâ ilâhe illallah ehli) ya’nî (Ehl-i<br />

kıble) olan kimse, icmâ’ ile ve zarûrî olarak bildirilmemiş inanılacak şeylerde<br />

ma’nâsı açıkca anlaşılamıyan nassları yanlış te’vîl ederek, Ehl-i sünnetin doğru yolundan<br />

ayrılınca veyâ başka bir büyük günâh işleyince kâfir olmaz demekdir. Fekat,<br />

Ehl-i sünnetden ayrılan kimse, tevâtür ile zarûrî olarak öğrenilen din bilgilerinden<br />

birine inanmazsa, buna (Lâ ilâhe illallah ehli) denmez. Böyle kimse kâfir<br />

olur.) İbnî Âbidînin üçyüzyetmişyedinci sahîfesinde de böyle yazılıdır. (Hadîka)da,<br />

ikinci kısmın sonunda buyuruyor ki, (Hazret-i Alîyi üç halîfeden üstün tutana<br />

(Şî’î) denir. Eshâb-ı kirâma söğene (Mülhid) denir.) Şî’î, Ehl-i kıbledir. (Mülhid)<br />

ise, kâfir olmakdadır. (Mülhid)lere bugün Kızılbaş da denilmekdedir. Şî’îler<br />

bugün kendilerine (Ca’ferî) diyorlar.<br />

Görülüyor ki, (Lâ ilâhe illallah ehli) ya’nî (Ehl-i kıble) demek, tevâtür ile ve zarûrî<br />

olarak bilinen din bilgilerinin hepsine inanan, ya’nî müslimân olan kimse<br />

demekdir. Böyle kimse, sapık inanışı ile kâfir olmaz.<br />

(Hadîka)da yüzellidördüncü sahîfede diyor ki, (Bir kişinin bildirdiği hadîs-i şerîfe<br />

inanmak lâzım değil ise de, ma’nâsı tevâtür ile bildirildi ise, bu icmâ’a inanmak<br />

lâzım olur).<br />

(Milel-nihâl) kitâbı tercemesinin altmışdokuzuncu sahîfesinde diyor ki, (İmâm-ı<br />

a’zam Ebû Hanîfe ve imâm-ı Şâfi’î, Ehl-i kıble olana kâfir denilmez buyurdular. Bu<br />

sözün ma’nâsı, Ehl-i kıble olan, günâh işlemekle kâfir olmaz demekdir. Yetmişiki<br />

fırka âlimleri ve bunların yollarında olanlar, Ehl-i kıbledirler. İctihâd yapılması câiz<br />

olan açıkca anlaşılamıyan delîllerin te’vîllerinde yanıldıkları için, bunlara kâfir de-<br />

– 408 –


nilmez. Fekat, zarûrî olan ve tevâtür ile bildirilmiş olan din bilgilerinde ictihâd câiz<br />

olmadığı için, böyle bilgilere inanmıyan, sözbirliği ile kâfir olur. Çünki, bunlara<br />

inanmıyan, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” inanmamış olur. (Îmân) demek,<br />

Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Allahü teâlâ tarafından getirdiği, zarûrî<br />

olarak bilinen bilgilere inanmak demekdir. Bu bilgilerden birine bile inanmamak<br />

küfr olur. İnanmamağı gösteren her söz ve her iş, ister şaka olarak, isterse gönülden<br />

olmıyarak olsun, küfr olur. Zorlanarak veyâ yanılarak olursa, küfr olmaz).<br />

İbni Âbidîn, birinci kısmın önsözünde buyuruyor ki: (Felsefe) yunanca bir kelimedir.<br />

Eski ma’nâsı, beğendiği düşüncelerini, hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı,<br />

heyecân verici lâflarla inandırmağa çalışmak demek idi. Görünüşde doğru, çoğu<br />

bozuk olan sözler idi. Tecribeye, hesâba dayanmıyan şahsî düşüncelere (Felsefe)<br />

denirdi. Varlıklar yokdan yaratılmamış, böyle gelmiş böyle gider demek, îmân<br />

edilecek şeylere, halâl, harâm olanlara inanmağa gericilik demek böyledir. (İhyâül’<br />

ulûm)da diyor ki, (Eski yunan felsefesi, başlı başına bir ilm değildir. Matematikçiler,<br />

geometri okuyanlar, mantık öğrenenler, tabî’iyyeciler ve tabîbler arasında<br />

bu felsefeye kayanlar çok oldu. (İlâhiyyât) üzerinde, ya’nî Allahü teâlâ ve<br />

onun sıfatları, emrleri, yasakları üzerinde, kendi aklları, görüşleri ile konuşdular.<br />

Hâlbuki hesâb, hendese, mantık, tabî’at bilgisi, fizik, kimyâ, tıb bilgisi öğrenmek<br />

mubâhdır. Bunlarda mütehassıs olmak fâidelidir. Îmânı kuvvetlendirmek ve millî<br />

kalkınma, râhat, huzûr için ve cihâd için, islâmiyyeti yaymak için bunlar lâzımdır.<br />

Bunların hepsi islâm bilgileridir. Medeniyyet de, bu demekdir. Fekat bunları<br />

islâmiyyete karşı bozuk düşüncelerine âlet etmek, gençleri aldatmak için kullanmak<br />

felsefe olur). Görülüyor ki, fen bilgilerini, insanlara hizmet için öğrenmek fâidelidir,<br />

sevâbdır. İnsanların râhatını, huzûrunu kaçırmak, insan haklarını yok etmek,<br />

insanları sömürmek, îmânlarını, ahlâklarını bozmak için öğrenmek, felsefe<br />

olur. Harâm olur. Öğrenilmesi lâzım olan ve yasak olan ilmler, (Hadîka)da uzun<br />

yazılıdır. Bunlar, İstanbulda neşr edilen arabî (Hulâsat-üt-tahkîk fî hükm-it-taklîd<br />

vet-telfîk) kitâbının sonunda basdırılmışdır.<br />

(Fetâvâ-i Hindiyye)de, beşinci cild, 377. ci sahîfede diyor ki: Îmân edilecek ve<br />

yapılacak, kaçınılacak şeyleri ve geçinecek san’at bilgilerini öğrenmek herkese farzdır.<br />

Bundan fazlasını öğrenmek farz değil ise de, sevâbdır. Öğrenmezse günâh olmaz.<br />

Farz olan bilgilere yardımcı olanları, meselâ astronomi öğrenmek de sevâbdır.<br />

Fıkh öğrenmeyip, yalnız hadîs öğrenen, iflâs eder. Kelâm ilmini, ya’nî<br />

îmân bilgilerini, ihtiyâcdan fazla öğrenmek câiz değildir. Bid’atlerin, fitnelerin yayılmasına<br />

sebeb olur. Sadr-ül-islâm Ebül-Yüsr buyuruyor ki, (Kelâm, tevhîd kitâblarının<br />

birkaçında felsefî bilgiler gördüm. İbni İshak Kindî Bağdâdînin ve İstikrârînin<br />

kitâbları böyledir. Bunlar, islâmın bildirdiği doğru yoldan ayrılmış sapık<br />

kimselerdir. [Ehl-i sünnet bilgilerini öğrenmeden önce] böyle sapık kitâbları okumak<br />

câiz değildir. Abdül-Cebbâr Râzî ve Ebû Alî Cübbâî ve Kâ’bî ve Nazzâm İbrâhîm<br />

bin Yesâr Basrî ve talebelerinden Amr Câhız (Mu’tezilî) sapıklarının kitâbları<br />

da, eski yunan felsefecilerinin bozuk fikrleri ile doludur. Böyle kitâbları okumak<br />

gençlere zararlıdır. Muhammed bin Hîsûm gibi(Mücessime) fırkasındakilerin<br />

kitâbları da böyledir. Bunlar bid’at fırkalarının en kötüsüdür. Ebül-Hasen-i<br />

Eş’arî de, önceleri Mu’tezile inancını yaymak için çok kitâb yazdı. Allahü teâlâ,<br />

kendisine hidâyet verdikden sonra, eski fikrlerini kötüleyici kitâblarını yaydı.<br />

Yanlışlarını görebilenlerin, bu kitâbları okuması zararlı olmaz. Şâfi’î âlimleri,<br />

îmân bilgilerini Ebül-Hasen-i Eş’arînin kitâblarından aldılar. Ebû Muhammed Abdüllah<br />

bin Sa’îdin bu kitâbları açıklıyan eserleri temâmen zararsız hâldedir. Sözün<br />

kısası, eski felsefecilerin yazdığı din kitâblarını gençlere okutmamalıdır. Ehl-i<br />

sünnet bilgilerini öğrendikden sonra okumaları câiz olur). Hindiyyeden terceme<br />

temâm oldu. 1368 [m. 1949] da öldürülen (İhvân-ül-müslimîn) cemâ’atinin müessisi<br />

Mısrlı mezhebsiz, Hasen el-Bennânın ihtilâlci yazıları ve Seyyid Kutbun (Fî-<br />

– 409 –


zılâl-il-Kur’ân) ismindeki bozuk tefsîri ve başka kitâbları ve Hindistândaki vehhâbîlerden<br />

Muhammed Sıddîk hânın ba’zı kitâbları ve Mevdûdî ve Hamîdullah ve<br />

1359 [m. 1940] da ölmüş olan Cezâyirli İbni Bâdis gibi dinde reformcuların kitâbları<br />

da böyledir. Dînini öğrenmek istiyenler, bunların bozuk kitâblarını okumamalıdır.]<br />

Dînimizin bildirdiği birşeyde şübheye düşen kimse, Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi,<br />

bu şey ile neyi bildirmek istemiş ise, öylece îmân etdim, inandım demelidir.<br />

Hemen, şübhesini giderecek bir din âlimi aramalıdır. İlmine ve dîne bağlılığına<br />

güvenilir, zekî, ârif, harâmlardan kaçınan, din bilgilerinin inceliklerini bilen,<br />

müşkilleri çözebilen bir zâtı arar, bulur. Bundan aldığı cevâb, şübhesini giderince,<br />

artık öylece îmân eder. Böyle bir zâtı aramak farzdır. Tesâdüfe bırakmayıp, hemen<br />

aramalıdır. Bulamazsa veyâ bulup da, şübheden kurtulamazsa, Allahü teâlânın<br />

ve Resûlünün dilediği gibi inandım demeli ve şübhesinin giderilmesi için, Allahü<br />

teâlâya düâ etmeli, yalvarmalıdır. İşte, bunun için, her şehrde, müşkilleri çözebilen<br />

bir zâtın bulundurulması farz-ı kifâyedir. Felsefecilerin iftirâlarını, fen ve<br />

felsefe bilgileri ile karşılıyabilen, fen adamı geçinenlerin i’tirâzlarını, fennî metodlara<br />

dayanarak çözebilen, kitâblı kâfirlerin yanlış sözlerini, dinlerindeki bozuk yerleri<br />

isbât ederek, red edebilen, doğru yoldan ayrılmış olanların, fitne ve fesâd ateşlerini<br />

söndürebilen, dünyâ târîhini iyi anlamış, matematik bilgisi kuvvetli ve islâm<br />

bilgilerinin derinliklerine ermiş bir din âlimi bulundurmak lâzımdır. İslâm devletleri<br />

böyle âlim yetişdiriyordu. Böyle bir din âlimi bulunmazsa, islâmiyyet, din câhillerinin<br />

elinde oyuncak olur. İstedikleri gibi din kitâbları yazar, gençlerin dinsiz<br />

yetişmesine sebeb olurlar. Bir memleketde, islâmiyyetin yerleşmesi için, herşeyden<br />

önce, hakîkî din âlimi yetişdirmek lâzımdır. Din âlimi bulunmazsa, Ehl-i<br />

sünnet âlimlerinin kitâblarını yaymağa çalışmalıdır. Bu kitâblar bulunmazsa, din<br />

câhilleri, din adamı şekline girip, kitâb ve mecmû’a yazarak, konferanslar, va’z ve<br />

dersler vererek milletin dînini, îmânını çalarlar. İslâmiyyeti yıkarlar da, kimsenin<br />

haberi olmaz. [Şerefül insan bil ilmi vel-edeb, lâ bil mâl-ı vel haseb.]Ya’nî insanın<br />

şerefi, kıymeti, ilmi ve edebi ile ölçülür. Malı ve baba ve dedeleri ile değil!<br />

(Bezzâziyye)de, kerâhiyyet kısmında diyor ki, (İbâdetleri yapan kimse, îmânının<br />

bozulmasında şübhe eder ve günâhım çokdur, ibâdetlerim beni kurtarmaz diye<br />

düşünürse, îmânının kuvvetli olduğu anlaşılır. Îmânının devâm edeceğinden şübhe<br />

eden kâfir olur. Şübhe etmeği beğenmezse, mü’min olduğu anlaşılır).<br />

[İbni Âbidîn, Mürted bâbında diyor ki, (Beş sınıf kâfir vardır: Dehriyye, Seneviyye,<br />

Felâsife, Veseniyye ve Ehl-i kitâb. İlk dördü kitâbsız kâfirdir. Ya’nî semâvî<br />

kitâbları yokdur.) Bugün Hindistânda yayılmış olan Berehmen ve bunun, mîlâddan<br />

542 sene evvel ölmüş olan Budda Gautama tarafından değişdirilmesi ile hâsıl<br />

olan Buda dinlerinde olanlar, Vesenîdir, ya’nî putlara [heykellere] taparlar. Bu<br />

dinlerde, oradaki eski Peygamberlerin kitâblarından, sözlerinden alınmış kıymetli<br />

bilgilerin bulunduğu görülmekdedir. Berehmen ve Buda dinleri, hıristiyanlık<br />

dîni gibi, eski Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” bildirdiği, doğru dinlerin<br />

bozulmuş, değişdirilmiş bir hâlidir. Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh”, ondördüncü<br />

mektûbunda diyor ki, (Allahü teâlâ, insanları yaratdığı zemân, Birmîhâ [veyâ<br />

Brahma] ismindeki bir melek vâsıtası ile, Hindistâna da, Bîd ve Vidâ isminde<br />

bir kitâb gönderdi. Dört cüz’ idi. Âlimleri bu kitâbdan altı mezheb çıkardılar. İnsanları<br />

dörde ayırdılar. Her sınıfına cûk dediler. Hepsi Allahın bir olduğuna, insanları<br />

Onun yaratdığına, kıyâmet gününe, Cennete, Cehenneme ve tesavvufa inanırlar.<br />

Uzun zemân sonra, başka Peygamberler gönderildi. Bunlar hakkında, kitâblarımızda,<br />

hiçbir bilgi yokdur. Sonradan bozuldular. Peygamberlerin ve Evliyânın<br />

rûhlarını ve melekleri hâtırlatmak için heykeller yapdılar. Şefâ’atlerine,<br />

yardımlarına kavuşmak için, bu heykellere secde etdiler [ise de, (müşrik) değildirler.<br />

Ehl-i kitâb, ya’nî kitâblı kâfirdirler.] Arabistândaki putperestler [ve hıristiyan-<br />

– 410 –


lar], böyle değildir. Bunlar, putlarının hâlık, yaratıcı olduklarına inanıyor. Herşeyi<br />

yalnız putlardan istiyorlar. Putlarına ilâh diyerek secde ediyorlar. [Bunun için,<br />

(müşrik) oluyorlar.] Berehmenler ise, hurmet, şefâ’at etmeleri için yalvarıyorlar.<br />

Bunun için, Muhammed aleyhisselâmdan önceki Berehmenlerin bozulmuş olanları<br />

için de, kâfir diyemeyiz. Fekat şimdi, dünyânın her yerindeki, her insanın Muhammed<br />

aleyhisselâma îmân etmesi, ya’nî müslimân olması lâzımdır. Şimdi müslimân<br />

olmayana kâfirdir deriz.) [Hindistânda bulunan (Sîh)ler, Baba Nanek isminde<br />

bir Hindûnun mezhebinde olan kâfirlerdir. İslâmiyyeti ve Berehmen dinlerini<br />

karışdıran bu adam, 946 [m. 1539]da öldü.] Seyyid Şerîf-i Cürcânî “rahmetullahi<br />

aleyh”, (Şerh-i mevâkıf) sonunda, üçüncü maksadda buyuruyor ki: (Muhammed<br />

aleyhisselâmın Peygamber olduğuna inanmıyan kâfir olur. Bunlardan yehûdî ve<br />

nasârâ [hıristiyan], Berehmen ve Budistler, başka Peygamberlere “salevâtullahi<br />

teâlâ ve teslîmâtühü aleyhim ecma’în” inanıyor. Bunların getirdikleri ve sonradan<br />

bozulmuş olan kitâbları okuyorlar. Bunlara tapınmıyorlar. Bunun için bu kâfirlere<br />

(Ehl-i kitâb) denir. Dehriyye ise, Allahü teâlâya da inanmıyor. Herşey tabî’at<br />

kanûnları ile var oluyor. Bir yaratıcı yokdur. Dehr, ya’nî zemân ilerledikce, herşey<br />

değişmekdedir diyor). Mecûsîler, Senevîdir. Allahü teâlânın iki olduğuna,<br />

putperestler ise, çok olduğuna inanıyor. Hepsi, müşrik, ya’nî kitâbsız kâfirdirler.<br />

Çünki, bir Peygambere inanmıyor. Bir semâvî kitâb okumuyorlar. Komünistler,<br />

masonlar, tanrısız kâfir olup, Dehriyye kısmındandır. Berehmen, Budist, Yehûdî<br />

ve Hıristiyanlar, Ehl-i kitâb iken, zemânla, (müşrik) oluyorlar. Şimdi, yeryüzünde,<br />

değişdirilmemiş bulunan hak din, yalnız Muhammed aleyhisselâmın getirdiği<br />

islâm dînidir. Bu dînin, kıyâmete kadar bozulmıyacağını, doğru olarak kalacağını<br />

Allahü teâlâ söz vermişdir.<br />

İnsan resmine, heykeline hurmet, ta’zîm etmek, kıymet vermek, onu yükseğe<br />

koyup, karşısında dikilmek, eğilmek, secde etmek, medh edici şeyler söylemek, yalvarmakdır.<br />

Bu da iki sebeble olur:<br />

1 — Hocasının, babasının, âmirinin, bir Peygamberin, Velînin, dîne ve millete<br />

hizmet edenin resmi olduğuna inanarak hurmet eder. O kimsede ülûhiyyet sıfatlarından,<br />

ya’nî Allahü teâlâya mahsûs olan sıfatlardan birinin bulunduğuna inanmaz.<br />

Onu mahlûk bilir. Onu sevdiğini bildirmek, onu sevindirmek için, başkalarına<br />

uyarak hurmet eder. Böyle hurmet eden kâfir olmaz. Harâm işlemiş olur. Harâm<br />

olduğuna inanmıyan kâfir olur. Kâfirlerin resmine böyle ta’zîm küfr olur.<br />

2 — Resmin, heykelin sâhibinde ve salîbde [haçda] veyâ yıldız, güneş, inek gibi<br />

herhangi bir şeyde, ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanarak, meselâ, istediğini yaratır,<br />

her istediğini yapar, hastaya şifâ verir diyerek ta’zîm etmek, küfr olur. Şirk<br />

olur. Bu kimse müşrik olur. Ta’zîm etmesi ibâdet, tapınmak olur. Bu resmler, heykeller<br />

ve şeyler sanem, put olur. Hıristiyanlar, Îsâ Allahın oğludur, melekler kızlarıdır<br />

diyerek, erkek ve kız resmlerine ve heykellere hurmet etdikleri için, müşrikdirler.<br />

Barnabas ve Aryüs mezhebinde olanları, böyle sapık inanmadıkları<br />

için, müşrik değil, Ehl-i kitâbdırlar. Fekat, Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları<br />

için, kâfirdirler.]<br />

KAZÂ VE KADER<br />

Îmânın altı şartından altıncısı, kazâ ve kadere inanmakdır. Kazâ ve kader, zekî<br />

insanların zihnlerinin en çok takıldığı bir bilgidir. Bu takıntılar, kazâ ve kaderi<br />

iyi anlamamakdan ileri gelmekdedir. Kaderin ne demek olduğu iyi anlaşılsa, hiçbir<br />

zekînin şübhesi kalmaz ve îmânı kuvvetli olur.<br />

Âlemlerin yaratanı, yaratdığı ve yaratacağı şeylerin hepsini, ezelden ebede, zerreden<br />

Arşa kadar hepsini, maddeleri, ma’nâları, bir ânda ve bir arada bilir. Herşeyi<br />

yaratmadan önce biliyordu. Herşeyin iki dürlü varlığı olur. Biri ilmde varlık,<br />

– 411 –


ikincisi, hâricde, maddeli varlıkdır. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh” bunu bir<br />

misâl ile, şöyle anlatmışdır: Bir mühendis mi’mâr, yapacağı bir binânın şeklini, her<br />

yerini, önce zihninde tasarlar. Sonra zihnindeki bu resmi, kâğıda çizer. Sonra bu<br />

plânı, mi’mâra ve ustalara verir. Bunlar da, bu plâna göre, binâyı yapar. Kâğıddaki<br />

plân, binânın, ilmdeki varlığı demekdir ve zihnde tasavvur edilerek çizilen<br />

şeklidir. Buna, (ilmî, zihnî, hayâlî vücûd) ismleri verilir. Kereste, taş, tuğla ve harçdan<br />

yapılan binâ da, hâricdeki varlıkdır. Mühendis mi’mârın zihninde tasavvur etdiği<br />

şekl, ya’nî bu şekle olan bilgisi, binâya olan kaderidir.<br />

Kazâ ve kader bilgisi karışık olduğundan, okuyanlarda, bir takım yanlış fikrler,<br />

evhâm ve hayâller hâsıl olabilir. Bunun için, din büyüklerimiz, kazâ ve kaderi çeşidli<br />

şeklde anlatmışlardır. Böylece okuyan ve dinliyenler, sözlerin gelişine ve şekline<br />

göre, ta’rîflerin birinden fâidelenebilir ve şübheye düşmekden kurtulurlar. (Fâideli<br />

Bilgiler) s. 224 e bakınız!<br />

Kader, ileride yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde bilmesidir.<br />

Allahü teâlâ, herşeyi, kudreti ve ilmi ile yaratıyor. İşte kader, bu ilmdir.<br />

Kader, hiçbirşey yaratılmadan önce, Allahü teâlânın ilm sıfatının mahlûklara<br />

olan bağlılığıdır. Mazher-i Cân-ı Cânânın onüçüncü mektûbu, kazâ ve kader bilgisini<br />

çok güzel açıklamakdadır. Altıyüzdoksanaltıncı sahîfeye bakınız!<br />

(Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) kadere îmân etmiş, kadere inanmak îmânın şartıdır<br />

demişdir. Ya’nî kadere inanmıyan, mü’min değildir dediler.<br />

Kaderin, iyisi, kötüsü, tatlısı, acısı, hep Allahü teâlâdandır. Çünki, kader, bildiği<br />

şeyleri yaratmak demekdir.<br />

[Kader ve kazâ kelimeleri, birbiri yerine kullanılır. Kader yerine, kazâ denir].<br />

Büyük âlim imâm-ı Begavî buyuruyor ki: (Kazâ, kader bilgisi, Allahü teâlânın<br />

kullarından sakladığı sırlardan biridir. Bu bilgiyi, en yakın meleklere ve din sâhibi<br />

olan Peygamberlerine “aleyhimüsselâm” bile açmadı. Bu bilgi, büyük bir deryâdır.<br />

Kimsenin, bu denize dalması, kaderden konuşması câiz değildir. Şu kadar<br />

bilelim ki, Allahü teâlâ, insanları yaratıyor. Bir kısmı şakîdir. Cehennemde kalacakdır.<br />

Bir kısmı da sa’îddir. Cennete gidecekdir. Bir kimse, hazret-i Alîden “radıyallahü<br />

anh” kaderi sordukda: (Karanlık bir yoldur. Bu yolda yürüme!) buyurdu.<br />

Tekrâr sorunca: (Derin bir denizdir) buyurdu. Tekrâr sordu. Bu def’a: (Kader,<br />

Allahü teâlânın sırrıdır. Bu bilgiyi senden sakladı) buyurdu.)<br />

İlm olmazsa, din, sıyrılıp kalkar aradan,<br />

öyleyse, cehâlet denilen, yüz karasından,<br />

kurtulmaya çalışmalı, başdan başa millet,<br />

kâfi değil mi yoksa, bu son dersi felâket?<br />

Bu felâket dersi, neye mal oldu, düşünsen,<br />

beynin eriyip, yaş gibi, damlardı gözünden.<br />

Son olaylar, ne demekdir, bilsen ne demekdir:<br />

Gelmezse eğer, kendine millet, gidecekdir.<br />

Zîrâ, yeni bir sarsıntıya pek dayanılmaz,<br />

zîrâ, bu sefer, uyku ölümdür uyanılmaz.<br />

Ahlâkı düzeltip, fenne çok çalışmak lâzım,<br />

dîne bağlı, atomla silâhlı er olmak lâzım!<br />

Din bilgisi, harb gücü, ileri olmak gerek,<br />

ikisidir ancak, millete huzûr verecek.<br />

– 412 –


5 — TEFSÎR KİTÂBLARI, HADÎS-İ ŞERÎFLER<br />

Bu mektûb, râsih ilmli, hakîkî din âlimi, seyyid Abdülhakîm Efendinin “rahmetullahi<br />

aleyh” bir mektûba cevâbı olup, tefsîri ve hadîs-i şerîfleri bildirmekde, din<br />

âlimlerini medh eylemekdedir:<br />

Efendim,<br />

Kıymetli mektûbunuzun başında, din âlimlerinin, müslimânların öğrenmesi lâzım<br />

olan bilgilere (Ulûm-i islâmiyye) denir, dediklerini yazıyorsunuz. İslâm dîninin emr<br />

etdiği bu bilgileri, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ikiye ayırmış, (El-ilmü ilmân,<br />

ilmü ebdân ve ilmü edyân) buyurmuşdur. Biri (Ulûm-i nakliyye) ya’nî din bilgileri,<br />

diğeri (Ulûm-i akliyye) ya’nî fen bilgileridir, buyurmuşdur. Dinde reformcular,<br />

fen bilgilerine (Rasyonel bilgiler), din bilgilerine (Skolastik bilgiler) diyor.<br />

[İslâm dînine inanmıyanlar, gençleri aldatmak için, (Dinleri insanlar çıkarmış,<br />

önce totem, sonra çok tanrı, en son tek tanrı fikri çıkmış, dinler, fenne, medeniyyete<br />

mâni’ olmuş) diyorlar. İslâmiyyete iftirâ ediyor, alçakca yalan söylüyorlar. Fen<br />

bilgilerini, akl bilgilerini islâmiyyetin içinden ayırıyorlar. İslâmiyyeti akl bilgilerinden<br />

ayrı, bunlara karşı imiş gibi gösteriyorlar. Akl, fen bilgilerini öğrenmek için<br />

islâmiyyeti bırakmalı imiş düşüncesini yaymağa çalışıyorlar. İlmihâl kitâblarını okuyarak<br />

islâmiyyetin akl bilgilerine, fenne verdiği ehemmiyyeti anlayan uyanık<br />

kimseler, bu yalanlara elbette aldanmaz].<br />

Din bilgileri, dünyâda ve âhıretde huzûru, se’âdeti kazandıran bilgilerdir. Bunlar<br />

da iki kısma ayrılır: (Ulûm-i âliyye) ya’nî yüksek din bilgileri ve (Ulûm-i ibtidâiyye)<br />

ya’nî âlet ilmleri. Yüksek din bilgileri sekizdir:<br />

1 — (Tefsîr) ilmi.<br />

2 — (Üsûl-i kelâm) ilmi. Kelâm ilminin, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden<br />

nasıl çıkarıldığını öğreten ilmdir. Bu ilm, (Hadîka)da açık anlatılmakdadır.<br />

3 — (Kelâm) ilmi. Kelime-i şehâdeti ve buna bağlı olan, îmânın altı temel bilgisini<br />

öğreten ilmdir.<br />

4 — (Üsûl-i hadîs) ilmi. Hadîs-i şerîflerin çeşidlerini öğreten ilmdir.<br />

5 — (İlm-i hadîs). Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ef’âl, akvâl ve ahvâlini<br />

öğretir.<br />

6 — (Üsûl-i fıkh) ilmi. Fıkh bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden<br />

nasıl çıkarıldığını öğretir. (Menâr) adındaki üsûl kitâbı meşhûrdur.<br />

7 — (Fıkh) ilmi. Ef’âl-i mükellefîni öğretir. Ya’nî, beden ile yapılması ve sakınılması<br />

lâzım olan emrleri ve yasakları ve mubâhları öğretir. Fıkh bilgisi dörde ayrılır:<br />

İbâdât, münâkehât, mu’âmelât ve ukûbât.<br />

8 — (İlm-i tesavvuf), Kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri ve kalbin,<br />

rûhun temizlenmesi yollarını öğretir. Buna (İlm-i ahlâk), (İlm-i ihlâs) da denir.<br />

Bu sekiz ilmden, kelâm, fıkh ve ahlâk bilgilerini lüzûmu kadar öğrenmek ve çoluk<br />

çocuğuna öğretmek, her müslimâna (Farz-ı ayn)dır. Öğrenmiyenler ve çoluk<br />

çocuğuna öğretmiyenler büyük günâh işlemiş olur. Cehenneme gider, yanarlar. Öğrenmeğe<br />

lüzûm görmiyen, ehemmiyyet vermiyen ise, kâfir olur, îmânı gider. Bu<br />

üç ilmin lüzûmundan fazlasını ve öteki beş yüksek din bilgisini ve ulûm-i akliyyeyi<br />

öğrenmek (Farz-ı kifâye)dir. (Bezzâziyye)de diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmden bir<br />

mikdâr ezberledikden sonra, fıkh öğrenmek lâzımdır. Çünki, Kur’ân-ı kerîmin hepsini<br />

ezberlemek farz-ı kifâyedir. Lâzım olan fıkh bilgilerini öğrenmek ise, farz-ı ayndır.<br />

Muhammed bin Hasen Şeybânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, her müslimânın<br />

harâmları, halâlları bildiren ikiyüzbin fıkh bilgisini öğrenmesi lâzımdır.<br />

Farzlardan sonra ibâdetlerin en kıymetlisi, ilm ve fıkh öğrenmekdir).<br />

[(Hadîka)da, islâmiyyetin yasak etdiği zararlı ilmleri anlatırken diyor ki, kelâm<br />

ilmini, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin bildirdikleri i’tikâdı öğrenecek ve bun-<br />

– 413 –


ları akl ile nakl ile isbât edecek ve sapıklara, dinsizlere anlatacak kadar okumak<br />

farz-ı ayn olup, bundan fazlasını öğrenmek, ancak din âlimlerine lâzımdır. Başkalarına<br />

câiz değildir. Dîne yardım etmek için, fazla öğrenmek farz-ı kifâye ise de,<br />

bunu ancak, Allah rızâsı için çalışan, zekî din adamının öğrenmesi câizdir. Başkaları<br />

öğrenirlerse, bâtıl yollara kayar. [(Zındık) ya’nî sinsi islâm düşmanı olurlar.]<br />

İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, (İlm-i kelâm ile uğraşıp sapıtmak<br />

yanında, büyük günâh işlemek hafîf kalır). İmâm-ı Şâfi’înin zemânındaki<br />

ilm-i kelâm için böyle denilince, şimdiki din câhillerinin kısa görüşleri ve hayâlleri<br />

ile yazdıkları din kitâblarını okumanın yasaklık derecesini ve zararlarını artık<br />

düşünmelidir. İmâm-ı Şâfi’î yine buyurdu ki, (Ehl-i sünnet i’tikâdını iyi öğrenmeden<br />

önce ilm-i kelâm ile uğraşmanın zararı bilinmiş olsaydı, kelâm ilmi ile uğraşmakdan,<br />

arslandan kaçar gibi kaçınılırdı). Şimdi, kendi aklı, kendi görüşü ile<br />

kelâm ilmi kitâbları yazanlar çoğaldı. Bunların kitâbları şirk ve dalâlet ile doludur.<br />

İmâm-ı Ebû Yûsüf, (Kelâm ilmi ile uğraşanların imâm olması câiz değildir) buyurdu.<br />

Bezzâziyye fetvâsında, (İlmi kelâm ile uğraşanların çoğu zındık olur) buyuruldu.<br />

Fıkh ilmi ile uğraşmak, ya’nî farzları ve harâmları öğrenmek ise, her müslimâna<br />

farz-ı ayndır. Fazlasını öğrenmek de, farz-ı kifâye olup, çok sevâbdır. Hiç zararı<br />

yokdur. (Hadîka)dan terceme temâm oldu. Kendi noksan bilgileri ve sapık düşünceleri<br />

ile din kitâbı yazmak moda hâline geldi. Bu kitâblarına (Kur’ân tercemesi)<br />

ve (Kur’ânın hakîkatleri) gibi ismler takıp, gençliğin önüne sürüyorlar.<br />

Yalnız bu kitâbları okuyun diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru din<br />

bilgilerinin öğrenilmesine mâni’ oluyorlar. Bunlara (Zındık) denir. Zındıklar,<br />

müslimânları dalâlete, felâkete sürüklemekdedirler. Hakîkî müslimân olmak için,<br />

sâlih müslimânların yazdığı (İlmihâl) kitâblarını okumalıdır].<br />

Bu sekiz yüksek din bilgisini öğrenebilmek için lâzım olan (Âlet ilmleri) onikidir.<br />

Bunlar: Sarf, iştikâk, nahv, kitâbet, iştikâk-ı kebîr, lügat, metn-i lügat, beyân,<br />

me’ânî, bedî’, belâgât, inşâ ilmleridir. Bunlar, (Hadîka)nın 328. ci ve (Berîka)nın<br />

329. cu sahîfelerinde yazılıdır. Din bilgileri, böylece yirmi olmakdadır.<br />

Din âlimi olmak için, sekiz yüksek din bilgisini, bütün incelikleri ile öğrenmek,<br />

fen bilgilerinde de lüzûmu kadar ilm sâhibi olmak lâzımdır. İslâm âlimleri de iki<br />

kısmdır: Biri, din imâmlarıdır. Bunlar, Müfessirîn-i ızâm, Muhaddisîn-i kirâm ve<br />

Mütekellimîn, Mütesavvifîn ve Fükahâ-i fihâmdır “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.<br />

Bunların her sözü, her beyânı, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açıklamasıdır.<br />

Her sözleri sâbit ve müsellem ve muhakkak doğrudur.<br />

Müfessirler, tefsîr kitâbı yazanlar demek değildir. Müfessir, kelâm-ı ilâhîden, murâd-ı<br />

ilâhîyi anlayandır. (Tefsîr), ancak Fahr-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

mubârek lisânından, Sahâbe-i kirâma “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve<br />

onlardan Tâbi’ ve Tebe’i tâbi’lere ve böylece sağlam, kıymetli insanların söylemesi<br />

ile, tefsîr kitâbı yazanlara, dahâ doğrusu fıkh ve kelâm âlimlerine gelen haberlerdir.<br />

Bundan başka olan bilgilere tefsîr denemez, (Te’vîl) denir. Te’vîl, bir kelimenin<br />

muhtelif ma’nâlarından, islâmiyyete uygun olanı seçmekdir. Te’vîllerin<br />

doğruluğu da, tefsîr ile ölçülerek anlaşılır. Te’vîl, tefsîre uymazsa atılır. Uyarsa, alınabilir<br />

denildi. Tefsîr kitâblarını yapanlar, tefsîr kısmlarını tefsîr olarak, te’vîl kısmını<br />

da, tefsîre uygun olduğu için, meâlen tefsîr olarak kabûl buyurmuşlardır.<br />

Bunlardan başka olan tefsîr kitâblarının bir kısmı, Kur’ân-ı kerîmin te’vîllerini<br />

bildiriyor. Ya’nî tefsîr değildirler. Murâd-ı ilâhîyi bildirmiyorlar. Şeyh-i ekberin<br />

ve Necmeddînin “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” tefsîrleri, te’vîl kitâblarıdır. Bunlar,<br />

dînin temel bilgileri olan kelâm ve fıkh ilmleri için sened olamaz.<br />

İslâm âlimlerinin ikinci kısmı, bildirdiğimiz tefsîr, hadîs, kelâm, tesavvuf ve fıkh<br />

âlimlerinden başka olanlardır ki, bunlar dinde müctehid kabûl edilmiyenlerdir. Bunların<br />

sözleri, lehde ve aleyhde huccet, sened olamaz.<br />

Dîn-i islâmın esâslarını, temellerini açıklıyan, birinci kısm âlimlerdir. Bunlar, bü-<br />

– 414 –


tün bilgilerini, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden almışlardır. Kur’ân-ı kerîmin<br />

ve hadîs-i şerîflerin ma’nâlarını Eshâb-ı kirâmdan öğrenmişlerdir. Kendiliklerinden<br />

hiçbirşey söylememişlerdir. Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ aleyhim<br />

ecma’în” yolunda oldukları için, bunlara (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) denilmişdir.<br />

Fıkhda mezheb sâhibleri, dört imâmdır. Bunların mezhebleri içinde müctehid-i<br />

fil-mezheb yüksek makâmına yetişenler vardır. Bunlar; Hanefîde, imâm-ı Muhammed<br />

ve imâm-ı Ebû Yûsüf, Şâfi’îde, imâm-ı Nevevî ve imâm-ı Râfi’î, imâm-ı<br />

Muhammed Gazâlî gibi olanlardır. Bunlardan başkasının ictihâdları, bunların ictihâdıdır.<br />

Ya’nî bunların ictihâdına uyarsa, kabûl olunur. Uymazsa, bunlara uydurulabilirse,<br />

uydurulur. Uydurulamazsa, din temelleri bunların üzerine kurulmaz.<br />

Bu işi yapan, ya’nî uyup uymadığını anlıyan, ancak, bu yeni ictihâd sâhiblerinin üstünde,<br />

ilme, derin anlayışa mâlik olanlardır. Bunlar da, o büyük imâmların yetişdirdiği<br />

islâm âlimleri, ya’nî dînini seven ve kayıran âlimlerdir ki, herbiri dünyânın<br />

her yerinde yüksek tanınmışdır. Mektûbunuzda ismi geçen Şemseddîn Sehâvî, tabî’î<br />

bu dâirenin dışındadır. (El-mekâsıd-ül-hasene) ismindeki kitâb da, kıymetli din<br />

kitâblarından sayılmaz. Bunun ölçüsü de, kıymetli islâm kitâblarıdır. Bu kitâblara<br />

uyarsa, kabûl olunur. Uymazsa, evirip çevirip, uydurmağa çalışılır. Uydurulamazsa,<br />

mes’ûliyyeti sâhibine bırakıp, o kitâbdan el çekilir. Dînin temelini kuran<br />

tefsîrler, böyle kitâblarla red ve tenkîd edilmez. Bundan dolayı, Melâhime [ya’nî<br />

büyük savaş, muhârebe] ve mürtekıbe ve müntezıra [Her ikisi de gözetmek, beklemekdir.<br />

Bu üç ilm, muhârebenin netîcesini, önceden keşf etme yollarını öğretir]<br />

hakkında pek az hadîs var demesi, üzerinde durulacak bir noktadır. Hadîslerin az<br />

veyâ çok olması aranmaz. Hadîs olduğu anlaşılınca, bir hadîs-i şerîf de yetişir. Çünki,<br />

Muhbir-i sâdıkdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gelen her habere inanılır.<br />

Azlık ve çokluk, ölçü ile anlaşılır. Az ve çok olması, ne ile ölçülecekdir. Kıymetli<br />

hadîs kitâblarında, bunlar için bulunan hadîs-i şerîflerin sayısı, başka şeyler<br />

için olanlardan dahâ çokdur.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” gizli kalması lâzım olan birçok şeyi, Huzeyfet-ibni<br />

Yemâna söyledi. Bu zât ve Ebû Hüreyre “radıyallahü anhümâ” buyurdular<br />

ki: (Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, âlemin yaratıldığı zemândan,<br />

yok olacağı güne kadar, olmuş ve olacak şeyleri bize bildirdi. Bunlardan bildirilmesi<br />

câiz olanları bildirdik. Örtmesi lâzım olanları, sakladık, bildirmedik.) Bildirilenlerin<br />

hepsi de, belki bizlere gelememişdir. Bizlere gelmiyen hadîs-i şerîflere,<br />

yok denemez. Bununla berâber, Melâhime kitâbları, dînin temelini kuran kitâblardan<br />

değildir. Sakınılacak şeyleri bildirmekdedir. Böyle kitâblarda, mübâlaga bulunur<br />

ve sakınmak, böyle mümkin olur. İslâm dîninin sağlamlığı, Melâhime kitâblarının<br />

doğruluğuna bağlı değildir ki, kitâbların yanlış olması, dîne bir ayb ve kusûr<br />

olsun. Bu kitâblar, târîh gibidir. Târîhler, elbette böyle olur.<br />

Sehâvînin (İmâm-ı Ahmed, üç kitâbın aslı yokdur demişdir) dediğini yazıyorsunuz!<br />

Bu Ahmed, imâm-ı Ahmed ibni Hanbel “rahmetullahi teâlâ aleyh” olmasa<br />

gerek. Çünki, böyle büyük bir imâm, bir kalemde (Üç kitâbın aslı yokdur) demez.<br />

Bu büyük âlimler, şübheli yerleri ayırırlar. Bir kitâbın hepsi yanlışdır demezler.<br />

Bununla berâber, Melâhim, Megâzî [ya’nî harb târîhi] kitâbları, islâm dîninin<br />

kıymetli kitâblarından olmadığı için (Melâhim hakkında, hiç doğru hadîs kabûl etmiyor)<br />

sözünün bir ehemmiyyeti yokdur. Şunu da bildirelim ki, kabûl etmemek,<br />

yok olduğunu bildirmez. Yok olan şeyler, isbât edilemez. Çünki, yokluğu gösteren<br />

şâhid bulunmaz.<br />

Sehâvînin bildirdiğine göre: (İmâm-ı Ahmed “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Tefsîr-i<br />

Kelbî) başdan başa yanlışdır demiş). Yukarıda bildirdiğimize göre, (Tefsîr-i<br />

Kelbî) zâten dînin temel kitâbı değildir. (Mukâtil tefsîri) de böyledir.<br />

Şevkânînin (Tefsîr-i Hakâyık [Sülemî]) gibi, sôfiyye tefsîrleri, tefsîr değildir, dediğini<br />

yazıyorsunuz. Yukarıda tefsîrler için verilen bilgi, bu tefsîri de içine al-<br />

– 415 –


makdadır. Sôfiyye-i aliyye büyükleri, tefsîr diye birşey yazmamışdır. Te’vîl diyerek<br />

yazmışlardır. Bunların sâf zihnlerine gelen ilhâmlar, Allahü teâlânın dilediği<br />

bilgiler olabilir denilmişdir. Bunların sözleri, vicdâna bağlı şeylerdir. Bunlara<br />

inanmak, vicdân sâhiblerinin vicdânlarına bırakılır. Başkaları için sened olamaz.<br />

Ya’nî, îmân olunacak şeyleri isbât etmezler ve amel ve ibâdetleri gösteremezler.<br />

Onların hâlini, onları tanıyanlar anlar ve onların yüksek derecelerine erişenler bilir.<br />

Şevkânî gibi kimseler, bu derecelerden çok uzakdır. Şevkânînin sözü bunlara<br />

karşı sened olamaz. (Onlarda, bâtınî tefsîrler çokdur) diyorsunuz. Bâtın demekle,<br />

bâtıniyye mezhebi söylenmek isteniliyorsa, bu mezhebdekiler, zâten yoldan çıkmışdır.<br />

Eğer bâtın âlimlerini demek istiyorlarsa, bu sözü, söyliyenin yüzüne çarpmak<br />

lâzımdır.<br />

[Şihristânînin (Milel-nihâl) kitâbı, Mısr, Hind ve Londrada arabca basdırılmış,<br />

latince, ingilizce ve başka dillere çevrilmişdir. Türkçeye, Nûh bin Mustafâ “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” tarafından çevrilmiş olup, kırküçüncü sahîfesinde diyor ki:<br />

(Şî’î mezhebi yirmi fırkadır. Onsekizinci fırkası, İsmâ’ilî fırkasıdır. Bu fırkaya, Bâtiniyye<br />

de denir. Çünki, bunlar, Kur’ân-ı kerîmin zâhirî, ya’nî anlaşılan ma’nâsı olduğu<br />

gibi, bâtınî, ya’nî gizli, iç ma’nâsı da vardır. Bâtınî ma’nâsı lâzımdır, zâhirî<br />

ma’nâsı lâzım değildir diyorlar. Bu ise küfr ve ilhâddır, ya’nî doğru yoldan sapmak,<br />

ayrılmakdır. Çünki, islâm âlimlerinin hiçbir sözüne inanmıyorlar). Bunlara (Şî’î)<br />

de denmez. Şî’îlerin şimdi Îrânda ve Hindistânda en çok bulunan fırkaları, (İmâmiyye)<br />

fırkasıdır. Bunlar, kendilerine (Ca’ferî) diyorlar. Ca’ferî kelimesi üzerinde,<br />

kitâbın sonundaki ism cedvelinde (Ca’fer-i Sâdık) isminde geniş bilgi vardır.<br />

Bugün, Şî’î denilince, imâmiyye fırkası anlaşılmakdadır].<br />

Mektûbunuzun bir yerinde, Şevkânînin (İbni Abbâs tefsîri, aslâ tefsîr değildir)<br />

dediğini yazıyorsunuz. İbni Abbâs tefsîri diye bir kitâb yokdur. Abdüllah ibni Abbâs<br />

“radıyallahü anhümâ”, kitâb yazmadı. Kendisi, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” kıymetli sohbetlerine devâm etmiş ve Cebrâîl aleyhisselâmı görmüş<br />

ve Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasında, en âlimlerinden biri olarak tanınmış<br />

olduğundan, hadîs-i şerîfler için olduğu gibi, ba’zı âyet-i kerîmeler için de beyânâtda<br />

bulunmuşdur. Tefsîr âlimlerimiz, bu yüksek beyânâtı alarak, tefsîrlerini<br />

süslemişlerdir. Bu tefsîrlerin ise, pek yüksek derecede olduğunu, islâm âlimleri, sözbirliği<br />

ile bildirmekdedir. Şevkânînin sözünü düzeltmek lâzımdır. Bunu düzeltmek<br />

için de, yüksek olan (Üsûl-i hadîs) ilminin ince kâ’idelerini bilmek lâzımdır. Şevkânînin<br />

bu derecelere erişmiş olması ise belli değildir. Çünki, o makâmlarda bulunsaydı,<br />

büyük âlimlerin üsûllerine uymıyan sözde bulunmazdı.<br />

Sa’lebî tefsîri, ya’nî (Keşf-ü beyân) ismindeki tefsîr için de, yukarıdaki îzâhları<br />

gözönünde tutmalıdır. (Vâhidî tefsîri) de böyledir.<br />

Zemahşerî, mu’tezile mezhebinde idi. Bunun için, (Keşşâf) tefsîrinde, murâd-ı<br />

ilâhîyi anlamakda, yine yukarıdaki îzâhat göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak,<br />

Zemahşerî, Kur’ân-ı azîm-üş-şânın mu’ciz olduğunu anlatmakda; esâs, sened olan<br />

belâgat ilminin âlimlerinin en yüksek derecesinde olduğundan, Ehl-i sünnetin<br />

tefsîr âlimleri, Kur’ân-ı kerîmin belâgatini anlatan kısmları, onun tefsîrinden almışlardır.<br />

Kâdî Beydâvî ise, “beyyedallahü vecheh” [Allahü teâlâ onun yüzünü nûrlandırsın<br />

demekdir] ismine ve düâsına yakışacak kadar yüksekdir. Müfessirlerin baş tâcıdır.<br />

Tefsîr ilminde, en büyük makâma yükselmişdir. Her meslekde seneddir. Her<br />

mezhebde önderdir. Her düşüncede rehberdir. Her fende mâhir, her üsûlde bürhân,<br />

önceki ve sonraki âlimlere göre sağlam, kuvvetli ve yüksek tanınmışdır.<br />

Böyle derin bir âlimin tefsîrinde mevdû’ hadîs var demek, büyük bir cesâretdir. Dinde<br />

derin bir uçurum açmakdır. Böyle sözleri söyliyenin dili, inananın kalbi, dinliyenin<br />

kulakları tutuşsa yeridir. Acabâ, bu büyük ilm sâhibi, mevdû’ hadîsleri sahîhlerinden<br />

ayıramaz mı idi? Evet diyenlere ne demelidir? Yoksa, hadîs uydura-<br />

– 416 –


cak kadar ve böyle yapanlar için, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

bildirdiği ağır cezâlara aldırış etmiyecek kadar, dîninin kuvveti ve Allah korkusu<br />

yok mu idi? Yokdu demek, ne kadar şenâ’at, çirkinlik olur. Böyle söyliyen kimsenin<br />

dar havsalası, kalın kafası, bu hadîs-i şerîflerdeki ma’nâları çok gördüğünden,<br />

bir çâre arayarak, mevdû’ demekden başka çâre bulamaz. (Fâideli Bilgiler)<br />

107.ci sahîfeye bakınız! Sırası gelmişken, mevdû’ hadîsleri anlatalım:<br />

Mevdû’ kelimesinin, bir lügat ma’nâsı, bir de, ıstılâh [ya’nî her ilme mahsûs, ayrı<br />

bir] ma’nâsı vardır. Ya’nî, (Üsûl-i hadîs) ilminin verdiği ma’nâsı vardır. Lügatde,<br />

mevdû’, bir yere sonradan konulmuş, uydurma demekdir. Ya’nî, Server-i âlemin<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek ağzından çıkmayıp da, bir zındık, bir<br />

münâfık, bir yalancı tarafından iftirâ olarak konulmuş ve hadîs denilmişdir. Bu ise,<br />

iki yol ile anlaşılabilir. Birincisi: Hadîs-i şerîfin sâhibi olan Fahr-i Rusül “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, (bu benim hadîsim değildir), ya’nî, bunu ben söylemedim, demesi<br />

iledir. İkincisi: Nübüvvetin ve risâletin başladığı günden beri, âhırete teşrîf<br />

edinceye kadar, hergün, Resûlullah efendimizin yanında bulunup, her sözüne, her<br />

hâline, her huyuna, titizlikle dikkat ederek, yazılanlar arasında, bu mevdû’ hadîsin<br />

bulunmaması ile anlaşılır ki, bu yol ile de anlamak elbette mümkin değildir. O<br />

hâlde, nasıl mevdû’ denilebilir? Böyle söze kimse kıymet vermez.<br />

Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” nübüvvetinin başladığından vefâtına<br />

kadar, mubârek ağızlarından sâdır olan her söz ve sükûn ve hareketleri hep<br />

hadîsdir. Hadîs ilmini ta’rîf ederken, (Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” sözlerini<br />

ve hâllerini bildiren ilmdir) buyurmuşlardır.<br />

(Üsûl-i hadîs) isminde başka bir ilm dahâ vardır ki, bu ilmin üsûlleri, metodları<br />

ile, hadîs-i şerîflerin nev’leri, çeşidleri ayırd edilir. Mütevâtir, meşhûr, sahîh, hasen,<br />

merfû’, müsned, mürsel, da’îf [za’îf], mevdû’ ve dahâ birçok hadîs çeşidlerinin<br />

ayrı ayrı ve uzun ta’rîfleri, îzâhları, tesbitleri, kitâblar doldurmakdadır. Herbir<br />

hadîsin şartları, kaydları vardır. Bu geniş bilgiler, ancak üsûl-i hadîs ilminde,<br />

ictihâd derecesine yükselen büyük âlimlere “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”<br />

mahsûsdur.<br />

Hadîs ilmi büsbütün başkadır. Üsûl-i hadîs ilminde müctehid olan bir âlim, bir<br />

hadîsin mevdû’ olduğunu isbât edince, bu ilmin bütün âlimlerinin de, mevdû’ demesi<br />

lâzım gelmez. Çünki, mevdû’ diyen müctehid, bir hadîsin sahîh olması için,<br />

lüzûm gördüğü şartları taşımıyan bir hadîs için, benim mezhebimin üsûlünün<br />

kâ’idelerine göre, mevdû’dur der. Yoksa, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

sözü değildir demek istemez. Ya’nî, hadîs-i şerîf denilen bu sözün hadîs olması,<br />

bence anlaşılmamışdır demekdir. Bu âlime göre hadîs olmaması, hakîkatde<br />

hadîs olmadığını göstermez. Hadîs üsûlü ilminin başka bir müctehidi de, hadîsin<br />

doğru olması için aradığı şartları bu sözde bulunca, hadîsdir, mevdû’ değildir diyebilir.<br />

O hâlde, Şevkânînin, (ba’zı tefsîrlerin hadîsleri mevdû’dur) demesi ile mevdû’<br />

olmaz. Meselâ Şevkânîyi, hadîs üsûlü ilminde müctehid tanısak da, onun mezhebinin<br />

(Üsûl-i hadîs ilmi) kâidelerince, hadîs olduğu meydâna çıkmamış olur ise<br />

de, mevdû’ hadîs olduğunu hangi cesâretle söyliyebilir. Din büyüklerine “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma’în” karşı böyle sözlerde bulunmanın çirkinliği meydândadır.<br />

Meşhûr dört mezheb arasında ayrılık bulunması, sözlerinin yanlış olacağını<br />

göstermediği gibi, hadîsler için de böyle düşünebilirsiniz! Böyle şeyler, ictihâd<br />

işi olduğundan, bir müctehidin mevdû’ demesi ile, hakîkatde mevdû’ olması lâzım<br />

gelmez.<br />

(Ebüssü’ûd tefsîri), Beydâvînin ve Zemahşerînin tefsîrinden ve (Tefsîr-i kebîr)den<br />

alınmışdır. Zât-ı âlîniz, Tefsîr-i kebîri hiç yazmamışsınız. [Tefsîr-i kebîre<br />

(Mefâtîh-ul-gayb) da denir. Onüç cilddir. Fahreddîn-i Râzî yazmışdır.]<br />

Selefden bildirilen tefsîrlere güvenilemez sözü, hiç doğru değildir. Ba’zı hadîslerin<br />

mevdû’ olduğunu anlatmak için gösterdiği delîl, şâhid, (Münâzara) ilmine gö-<br />

– 417 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:27


e, kendi yanlışını meydâna çıkarmakdadır. Hele, sûrelerin fazîletini, kıymetini bildiren<br />

hadîs-i şerîflere mevdû’ demesine, lâ havle... okumakdan başka cevâb verilmez.<br />

Evet, zındıklar, hadîs diye, ba’zı sözler uydurdu. Ehl-i sünnet âlimleri, bunları<br />

ayırıp, çıkardı. Şimdi din kitâblarımızda bunlardan hiç yokdur.<br />

(Hâzin tefsîri), [Bu tefsîrin ismi (Lübâb-üt-te’vîl fî me’ânit-tenzîl) olup Alâüddîn-i<br />

Bağdâdî yazmışdır] ve (Rûh-ul-beyân) tefsîri, dahâ ziyâde birer va’z kitâbıdır.<br />

Bunlardaki hadîs-i şerîfler, nihâyet za’îf hadîs olabilir. Za’îf hadîsler, ibâdetlerin<br />

fazîletlerini, sevâblarını bildirmekde kıymetli olabilir. Dînin temel bilgileri<br />

bu tefsîrlerden alınmaz. İslâm dîninin esâsları için, bu kitâblar sened olmaz. Va’z<br />

ve hutbe kitâbları ve tesavvufun aşağı derecelerinde bulunanların kitâbları, nutk<br />

ve konferans gibidir. Böyle kitâblarda sened, vesîka aranmaz. Bundan dolayı, mevdû’<br />

hadîsden başka, her çeşid hadîs yazabilirler. Dînin temeli olan kelâm kitâblarında<br />

ancak kuvvetli hadîs-i şerîfler delîl ve sened olur. Fıkh, ibâdet kitâblarında<br />

ise, âhâd hadîslerden ve za’îf ve mevdû’ hadîslerden başka hadîsler delîl ve sened<br />

olur. Sevâbının çok olduğu za’îf hadîslerle bildirilen ibâdetler yapılabilir. Mevdû’<br />

hadîs ile ibâdet yapılması, harâm, belki küfr olduğunu, (İbni Âbidîn) “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” abdest düâlarında bildirmekdedir.<br />

(Câmi’-us-sagîr) ve (Câmi-ul-kebîr) kitâblarının [bunlar, büyük hadîs kitâblarıdır]<br />

sâhibi, Celâleddîn-i Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, hadîs ilminde imâmlık<br />

derecesine çıkmışdır. Bunun ve imâm-ı Muhammed Gazâlînin “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” kitâblarında aslâ, bir mevdû’ hadîs yokdur.<br />

Bir hadîsin mevdû’ olduğunu bildiren kimsenin, herşeyden önce, üsûl-i hadîs ilminde<br />

müctehid olması lâzımdır. Böyle bir müctehid, üsûl-i hadîs ilminin kâ’idelerine<br />

göre, bir hadîsin mevdû’ olduğunu isbât ederse, yalnız onun mezhebinde mevdû’<br />

olur. Üsûl-i hadîs ilminde müctehid olan başka âlimlerin mezheblerinde de,<br />

mevdû’ olması lâzım gelmez. Bu âlimler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, böyle<br />

hadîsleri, kitâblarında, sahîh hadîs olarak yazar. Müslimânlar da, onu hadîs olarak<br />

tanır.<br />

(Hayât-ül-hayvân) kitâbının sâhibi, Muhammed Demîrîdir “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”. (Kısas-ı enbiyâ) [imâm-ı Alî bin Hamza Kisâînindir] ve (Müstatraf) [(Müstatraf<br />

fî külli fenni Müztezraf) ismindeki bu kitâbı, Muhammed bin Ahmed Ebşîhî<br />

yazmışdır] ve (Enîsül-celîs) [bu kitâbı Alî bin Hasen Hullî yazmışdır] ve<br />

(Hazînet-ül-esrâr) kitâbı [Muhammed Hakkı yazmışdır] ve (Tuhfet-ül-ihvân)<br />

[Kur’ân-ı kerîm okumak hakkında olup, Halîl bin Osmân yazmışdır] ve (Mekârim-i<br />

ahlâk) [ibni Ebiddünyâ yazmışdır] ismindeki kitâblar, dînin temelini kuran<br />

kitâblar değildir. Bununla berâber, bu kitâbların sâhibleri büyük olduğundan,<br />

kendi mezheblerinde mevdû’ olan hadîslerin bulunmaması lâzım gelir. Mevdû’ diyenlerin<br />

kendi mezheblerinde mevdû’ olsa bile, mevdû’dur diyerek, âlimlerin inceden<br />

inceye gözden geçirdiklerini kıymetden düşürmek lâzım gelmez. Böyle, dışardan<br />

görenlerin safsataları ile, dîn-i islâm lekelenmez. Hadîs-i şerîflere mevdû’<br />

diyen bir kimse, bir hadîsi eline alıp, delîl, şâhid ve sened ile mevdû’ olduğunu isbât<br />

edebilmelidir.<br />

[Cehenneme gidecek olan yetmişiki fırkanın adamları ve münâfıklar, zındıklar,<br />

Ehl-i sünneti parçalamak ve kendi kötülüklerini örtmek için, birçok hadîs-i şerîfe<br />

mevdû’ demişlerdir. Ehl-i sünnet tanınan ba’zıları da, bu düşmanların kitâblarına<br />

aldanıp, birçok sahîh hadîsleri, mevdû’ sanmışlardır. Ehl-i sünnet âlimlerinin<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarını kavrıyamayıp düşmanlara aldananlardan<br />

biri de, Aliyy-ül-kârîdir. Çok kitâb yazmış, kıymetli kitâbları şerh etmiş<br />

ise de, (Ehâdîs-ül-mevdû’at) kitâbında, sahîh hadîslere mevdû’ demişdir. Din<br />

düşmanlarına aldanarak, en kıymetli kitâblardaki sahîh hadîs-i şerîflere mevdû’dur<br />

diyenler, din düşmanlarına, dîn-i islâmı yıkmağa yardım etmiş oluyor].<br />

– 418 –


(Tahzîr-ül-müslimîn) ismindeki bir kitâbın doğru olduğuna hiç inanmıyorum ve<br />

perde arkasından, dîni yıkmak için söylenen yalanlar olduğunu anlıyorum.<br />

Mektûbunuzun birinci sahîfesinin sonunda yazılı kitâblar, dînin temel kitâbı değildir.<br />

[Bu kitâblardan biri (Dürret-ün-nâsıhîn) olup, Osmân Hopavî yazmışdır.]<br />

Birisi de (Ettergîb-vetterhîb) adlı hadîs kitâbı olup, İsmâ’îl Isfehânînindir. Aynı<br />

ismde bir hadîs kitâbını, Abdül’azîm yazmışdır ki, bu kitâbı İmâm-ı Rabbânî<br />

“kuddise sirruh” medh etmekdedir. Biri de (Acâ’ib-ül-Kur’ân) ismindeki kitâb olup,<br />

Mahmûd-i Kirmânî yazmışdır. İslâm dîni, bu kitâbları müdâfe’a etmez. Çünki, ne<br />

kendileri, ne de yazanları, din âlimlerince yüksek tanınmış değildir. Bununla berâber,<br />

bunlardaki hadîslerin hepsinin veyâ birkaçının mevdû’ olduğu söylenemez.<br />

Herbir hadîsin, ayrı ayrı mevdû’ hadîs olduğunu isbât etmek lâzımdır. Mevdû’<br />

hadîs bulunsa da birşey lâzım gelmez. Dînin temelleri bu kitâblar üzerine<br />

kurulmuş değildir. Ayb ve kusûr, kitâbların sâhiblerine âid olur. Sâhibleri de, dinde<br />

söz sâhibi, üstün kimseler olmadığından, bunlara karşı söylenilecek sözlerden<br />

din lekelenmez.<br />

Tesavvufcuların bildirdiği hadîslere mevdû’ diyenler, eğer tesavvuf büyüklerinin<br />

bildirdiklerine karşı söyliyorlarsa, bu sözlerinin hiç kıymeti olamıyacağından,<br />

onlara bir cevâb vermeğe değmez. O büyüklerin dinden bildirdikleri her<br />

haber, doğru, sağlam ve senedlidir. Yok eğer tekke şeyhlerine ve tarîkatcilere karşı<br />

söyliyorlarsa, istedikleri kadar söylesinler, biz onları müdâfe’a etmeyiz.<br />

(Rahmânın cezbelerinden bir cezbe, bütün insanların ve cinnîlerin sevâbları gibidir)<br />

hadîsini, Muhammed Emîn-i Tokâdî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretleri<br />

(Sülûk) risâlesinde bildiriyor. Bu risâle, Süleymâniyye, Dâr-ül-mesnevî, [169]<br />

numarada mevcûddur. Hadîs olduğu, (Ma’rifetnâme)nin üçyüzseksenaltıncı sahîfesinde<br />

de yazılıdır. (Nefsini tanıyan Rabbini tanır) hadîsini (Künûz-üd-dekâık)<br />

onbirinci sahîfesinde yazmakda ve (Deylemî) “rahmetullahi teâlâ aleyh” de bulunduğunu<br />

bildirmekdedir. (Letâif-ül-minen)de, Ebül Abbâs-ı Mürsînin “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” bunun hadîs olduğunu bildirdiği ve yapdığı uzun te’vîli yazılıdır.<br />

(Keşf-ün-nûr) birinci sahîfesinde ve (Salât-ı Mes’ûdî), bunun hadîs olduğunu<br />

açıkça yazmakda, ve (Kendi aczini anlıyan, Rabbinin azametini anlar) şeklinde<br />

tefsîr etmekdedir. İbni Teymiyyenin ve Zerkeşînin ve Abdülkerîm ibni<br />

Sem’ânînin buna Yahyâ bin Mu’âz-ı Râzînin sözüdür demeleri, hiçbir esâsa dayanmamakdadır.<br />

Bunun hadîs olduğu (Salât-i Mes’ûdî)nin onüçüncü bâbında da yazılı<br />

olduğunu (Fıkh-ı Gîdânî) fârisî şerhi bildiriyor.<br />

(Dünyâ sevgisi, bütün günâhların başıdır) hadîsdir. [İmâm-ı Münâvî ve Beyhekî<br />

bunun sahîh olduğunu bildirmekdedir.] Dünyânın ne demek olduğunu bilmiyenler<br />

bunu kabûl etmiyor.<br />

(Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacakdır. Bunların yalnız biri Cennete girecek,<br />

ötekilerin hepsi Cehenneme girecekdir) hadîsinin sahîh olduğunu, (Şerh-i mevâkıf)<br />

sonunda yazıyor. (Milel-nihâl) kitâbı tercemesinde, (Sünen) ismindeki hadîs<br />

kitâblarını yazmış olan hadîs imâmlarından dördünün, bu hadîsi, Ebû Hüreyreden<br />

“radıyallahü anh” rivâyet etdiğini bildiriyor. Büyük islâm âlimi, şeyhul-islâm Ahmed<br />

Nâmıkî Câmî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Miftâh-un-necât) ve (Üns-üt-tâibîn)<br />

kitâblarında, bu hadîsi yazmakdadır. İmâm-ı Rabbânî ve imâm-ı Gazâlî gibi<br />

müctehidler de, bu hadîs-i şerîfi yazıyorlar. Bu hadîs-i şerîfe herhangi bir kimsenin<br />

mevdû’ demesi, güneşi balçıkla sıvamak gibidir. Her hâlde, Ehl-i sünnet düşmanlarının<br />

inkârıdır.<br />

(Ümmetimin âlimleri, İsrâîl oğullarının Peygamberleri gibidir) hadîs olduğunu<br />

İmâm-ı Yâfi’î, (Neşr-ül-mehâsin) kitâbında ilmin kıymetini anlatırken bildiriyor.<br />

Birçok kitâblarda, meselâ imâm-ı Rabbânînin (Mektûbât)ının 268 ve 294. cü ve<br />

üçüncü cildinin yüzyirmibirinci mektûblarında ve (Letâif-ül-minen) kitâbı başında<br />

açıkca yazılıdır. Abdülganî Nablüsînin (El-hâmilü fil-fülk) kitâbında da ya-<br />

– 419 –


zılıdır. Bu kitâb, Süleymâniyye kütübhânesinin (Es’ad efendi) “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” kısmında [3606] sayıda vardır. (Ebrârın ibâdetleri, mukarreblere göre<br />

günâhdır) hadîsdir. [Bu hadîsi, Ebû Sa’îd-i Harrâzın (Âriflerin riyâsı, mürîdlerin<br />

ihlâsından dahâ iyidir) sözü ile karışdırmamalıdır.] (Mü’minin artığı şifâdır) hadîsdir.<br />

(Dünyâ, âhıretin tarlasıdır) hadîsdir. [İmâm-ı Münâvî ve Deylemî, bunun<br />

sahîh olduğunu bildiriyor.] Ma’nâlarını bilmiyen kimse, karşı gelmekden başka çâre<br />

bulamıyor. (Vatan sevgisi, îmândandır) hadîs olduğunu, (Mesnevî) bildiriyor.<br />

(Küntü kenzen mahfiyyen...) hadîs-i kudsî olduğu, (Mektûbât)da ve (Kenz-i mahfî)de<br />

ve (Lâ Yase’unî Erdî...) hadîs-i kudsî olduğu, ikinci cild, 76. cı mektûbda yazılıdır.<br />

Tesavvufun yüksek derecelerinde bulunanların bildirdiği hadîs-i şerîflerin hepsi<br />

sahîhdir. (Delâil-ül-hayrât), hadîs kitâbı değildir, düâ kitâbıdır. Düânın mevdû’<br />

olmasının ne demek olduğunu bilemiyorum.<br />

(İhyâ) kitâbı, imâm-ı Muhammed Gazâlînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (İhyâül’ulûm)<br />

kitâbı ise, bütün âlimlerin söz birliği ile, doğru ve yüksekdir. Bir gayr-ı<br />

müslim, severek yapraklarını çevirirse, müslimân olmakla şereflenir.<br />

(Kût-ül-kulûb) kitâbı ve (Behcet-ül-esrâr-fî-menâkıb-il-ahyâr) kitâbı [Bunu<br />

Alî bin Yûsüf yazmışdır. Tesavvuf büyüklerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”<br />

hâl tercemeleridir] dînin temel bilgilerini bildiren kitâblar olmadığından,<br />

müdâfe’a etmiyorum.<br />

Dünyânın yaratılmasını anlatan hadîslere mevdû’ demek, mechûle taş atmak demekdir.<br />

Her hadîsin sahîh olup olmaması uzun tedkîk ister. Akla uyup uymamasının<br />

bir kıymeti yokdur. Dînimiz, nakle dayanmakdadır. Nakl doğru olunca,<br />

inanmak lâzımdır.<br />

İbrâhîm aleyhisselâmın zevceleri hakkındaki hadîs, mevdû’ değildir. Peygamber<br />

efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek kalbinin çıkarılıp temizlendiği<br />

doğrudur. Dünyâya gelirken sünnetli olduğu görülmüşdür. Bütün Peygamberler<br />

de “aleyhimüsselâm” böyle idi. Peygamberlik mührü bulunduğu doğrudur. [Aşûre<br />

için, kitâbımızın birinci kısmı, seksenbeşinci maddesinde bilgi verilmişdir.]<br />

(Esnelmetâlib) kitâbı, İbni Hacer-i Mekkînin kitâbı ise, söz götürmez, elbette<br />

doğrudur ve seneddir ve çok sağlamdır. Eğer diğerleri ise, ehemmiyyeti yokdur.<br />

Şa’bân ayının onbeşinci gecesi için hadîs sahîhdir. Receb ayının üstünlüğü de<br />

böyledir. Mi’râc vardır. Fekat hangi gecede olduğu kesin olarak belli değildir.<br />

[Mi’râcın nasıl olduğu, birinci kısm, seksenbeşinci maddede uzun bildirildi.]<br />

[Muhammed Rebhâmî “rahmetullahi aleyh” fârisî (Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbında<br />

buyuruyor ki, (Mi’râca inanmıyanlar çeşid çeşiddir:<br />

Cebriyye fırkasının ikinci kısmı olan (Cehmiyye) ile mu’tezile fırkasının onikinci<br />

kısmı olan Kâ’biyye, mi’râc yokdur dedi. Mu’tezile fırkası, mi’râc rü’yâdır dedi.<br />

Zemânımızda, mu’tezile fırkasını taklîd edenler çoğalmakdadır. (Bâhilî) fırkası<br />

ise, mi’râc, Kudüse kadar olmuşdur, göklere çıkmamışdır, dedi.<br />

Allahü teâlâya cism diyenlerden (Haşeviyye) ve (Müşebbihe) fırkaları ise,<br />

mi’râc bir gece sürdü. Bu gece, üçyüz sene uzun idi. Bütün insanlar, bu kadar zemân<br />

uykuda kaldı dedi. (İbâhâtî), ya’nî İsmâ’ilî fırkasında olanlar, mi’râc, rûha oldu.<br />

Beden yerinden ayrılmadı dedi.<br />

Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimleri buyurdu ki, mi’râc, rûh ve cesed birlikde olarak,<br />

Mekke-i mükerremeden Kudüse ve oradan, yedi kat göke ve sonra Sidre denilen<br />

yere ve Sidreden (Ka’be kavseyn) makâmına, uyanık olarak, gece, bir ânda<br />

götürülmüş ve getirilmişdir. Bunu yapan, Allahü teâlâdır ve ancak O yapabilir,<br />

dedi ve çeşidli şeklde isbât etdi). Yalnız rûh ile olan başka mi’râcları da vardır].<br />

Terâvîh nemâzlarını bildiren hadîs sahîhdir. İnsanların en iyisi arab olduğu ve<br />

– 420 –


Kureyş ve Hâşimîlerin üstünlüğü, [birinci kısm, doksanyedinci maddedeki] hadîs-i<br />

şerîflerde bildirilmekdedir.<br />

[(Basîret-üs-sâlikîn) de, ba’zı sahîh hadîs-i şerîfleri yazarak, Süyûtî, bunların aslı<br />

yokdur dedi diyor. Hâlbuki, İbni Âbidîn, yevm-i şekde oruc tutmağı anlatırken<br />

buyuruyor ki, (Hadîs âlimlerinin aslı yokdur demesi, bu hadîsin merfû’ olmasının<br />

aslı yokdur demek olup, mevkûf hadîs olduğunu bildirmekdedir.)]<br />

(Râbıta-i şerîfe) risâlesindeki yazılar çok dikkat ile okunursa, öteki süâllerinizi<br />

de çözmüş olursunuz! Râbıtaya inanmıyan, râbıtanın ne demek olduğunu bilmiyenlerdir.<br />

Bin sene içinde gelen Hanefî âlimlerinin çoğunun kitâbında, (Râbıta)<br />

anlatılmakdadır. Buna inanmamak, Hanefî âlimlerine inanmamakdır. Bunlara<br />

karşı gelenlerin, önce müctehid olması, sonra o büyüklerin derecesinde olması<br />

lâzımdır. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden ma’nâ çıkarmak, herkesin yapacağı<br />

iş değildir. Müctehid olmak şartdır. Câhillerin, evet, hayır demesi, hakîkatleri<br />

değişdiremez.<br />

İnsanların birbirine yardımı, ancak şefâ’at ile olacakdır. Rûhlardan yardım<br />

beklemek, bütün müslimânlar ve bütün insanlar arasında âdet hâlini almışdır.<br />

Efendim! Ramezân-ı şerîfde, ancak bu kadar yazabildim. Dahâ geniş bilgi almak<br />

istiyen ile ferahlı bir günde, uzun zemân görüşmek lâzımdır. Fekat, insâflı ve<br />

tahsîlli olmak lâzımdır. Çünki, inâdcı ile konuşulamaz. İmâm-ı Alînin “radıyallahü<br />

anh”, Hasen ve Hüseyne “radıyallahü anhümâ” yardım etmemesini anlamak<br />

için, görüşmemiz lâzımdır. Ma’zûr görmenizi istirhâm eylerim.<br />

28 Ramezân 1347 [m. 1929]<br />

Abdülhakîm<br />

Bu bağçede benim için, ne gül, ne lâle var,<br />

bu pazarda ne alış veriş, ne de pâra var,<br />

ne kudret ve tesarruf ve ne mal, ne de mülk var,<br />

ne derd, ne zevk ve ne de merhem, ve ne yâre var,<br />

bu dünyâda bilseydim, ben neyim, hem neyim var?<br />

Vücûd, lutf-i ilâhî, hayât, rahmet-i Kerîm!<br />

ağız, atıyye-i Rahmân, kelâm fadl-ı Kadîm!<br />

beden, binâ-yı Hudâ, rûh, nefha-i tekrîm,<br />

kuvvet, ihsân-ı kudret, duygular, vaz’ı Hakîm,<br />

bu dünyâda bilseydim, ben neyim, hem neyim var?<br />

Bu dünyâda gerçekden, benim hiçbir şeyim yok,<br />

ne varsa hep Onundur, mülkünde şerîki yok.<br />

Cihâna gelip gitme, benim de elimde yok,<br />

bu benimdir demeğe, güvenecek sened yok,<br />

bu dünyâda bilseydim, ben neyim, hem neyim var.<br />

Varlığım bir görünüş, rûhum bir emânetdir,<br />

ben demek bile, Ona, pek çirkin bir şirketdir,<br />

kula düşen vazîfe, sâhibe itâ’atdır,<br />

bana (kulum!) demesi, lütûfdur, inâyetdir,<br />

bu dünyâda bilseydim, ben neyim, hem neyim var?<br />

Benim fakîr ve muhtâc, gınâ, ihsân Hakkındır,<br />

(adem) benim sermâyem, vücûd, hayât Hakkındır.<br />

Ezel, ebed ve hem de, kahr, galebe Hakkındır,<br />

dünyâda ve ukbâda her görünen Hakkındır.<br />

Bu dünyâda bilseydim, ben neyim, hem neyim var.<br />

– 421 –


6 — HADÎS-İ ŞERÎFLERİN ÇEŞİDLERİ<br />

[1308] senesinde İstanbulda basılan, (Mahzen-ül’ulûm) kitâbının, birinci cüz’,<br />

yüzotuzaltıncı sahîfesinde ve (Eşi’at-ül-leme’ât)in üçüncü sahîfesinde hadîs-i şerîflerin<br />

çeşidleri, şöyle ta’rîf edilmekdedir:<br />

1 — (Hadîs-i mürsel): Sahâbe-i kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ismi<br />

söylenmeyip, Tâbi’înden birinin, doğruca, Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” buyurdu ki, dediği hadîs-i şerîflerdir.<br />

2 — (Hadîs-i müsned): Resûl-i ekreme “sallallahü aleyhi ve sellem” isnâd eden<br />

Sahâbînin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ismi bildirilen hadîs-i şerîflerdir. Müsned<br />

hadîsler, müttasıl veyâ münkatı’ olur.<br />

3 — (Hadîs-i müsned-i müttasıl): Resûl-i ekreme “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

kadar, isnâdı müttasıl olan, ya’nî aradaki râvîlerden hiçbiri noksân olmıyan<br />

hadîs-i şerîflerdir.<br />

4 — (Hadîs-i müsned-i münkatı’): Sahâbîden “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”<br />

gayrı bir veyâ birkaç râvîsi bildirilmiyen hadîs-i şerîflerdir.<br />

5 — (Hadîs-i mevsûl): Sahâbînin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, (Resûlullahdan<br />

işitdim, böyle buyurdu) diyerek haber verdiği, hadîs-i müsned-i müttasıl demekdir.<br />

(Mevâhib-i ledünniyye) tercemesi ikinci cild, otuzdördüncü sahîfede ve<br />

Ahmed Na’îm beğin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, İmâm-ı Nevevînin “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” (Hadîs-i erba’în)i tercemesinde, kırkikinci hadîsde, böyle olan<br />

hadîs-i şerîflere, (Hadîs-i merfû’) denilmekdedir.<br />

6 — (Hadîs-i mütevâtir): Birçok Sahâbînin, Resûl-i ekremden “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” ve başka birçok kimsenin de bunlardan işitdiği ve kitâba yazılıncaya<br />

kadar, böyle hep, çok kimselerin haber verdiği hadîs-i şerîflerdir ki, bunların,<br />

bir yalan üzerinde söz birliği yapmalarına imkân olmaz. Mütevâtir olan hadîs-i şerîflere<br />

muhakkak inanmak ve yapmak lâzımdır. İnanmıyan kâfir olur.<br />

7 — (Hadîs-i meşhûr): İlk zemânda bir kişi bildirmişken, ikinci asrda şöhret bulan<br />

hadîs-i şerîflerdir. Ya’nî bir kimsenin Resûl-i ekremden “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işitdiği<br />

hadîs-i şerîfler olup, son duyulan kimseye kadar, artık hep mütevâtir olarak<br />

bildirilmişdir. Meşhûr hadîslere inanmıyan da kâfir olur. (İbni Âbidîn, s. 176)<br />

8 — (Hadîs-i mevkûf): Sahâbîye “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kadar söyliyen<br />

hep bildirilip, Sahâbînin, Resûl-i ekremden “sallallahü aleyhi ve sellem” işitdim<br />

demeyip, böyle buyurmuş dediği hadîs-i şerîflerdir.<br />

9 — (Hadîs-i sahîh): Âdil ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, müsned-i müttasıl<br />

ve mütevâtir ve meşhûr hadîslerdir.<br />

10 — (Haber-i âhâd): Hep bir kimse tarafından söylenilen, müsned-i müttasıl<br />

hadîs-i şerîflerdir.<br />

11 — (Hadîs-i mü’allak): Başdan bir veyâ birkaç râvîsi veyâ hiçbir râvîsi belli<br />

olmıyan hadîs-i şerîflerdir. Mürsel ve münkatı’ hadîsler de mü’allakdır. Başdan yalnız<br />

birinci râvîsi bildirilmiyen hadîse (Müdelles) denir. Tedlîs mekrûhdur.<br />

12 — (Hadîs-i kudsî): Ma’nâsı, Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri ise, Resûl-i<br />

ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” tarafından olan hadîs-i şerîflerdir. Hadîs-i kudsîleri<br />

söylerken, Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” bir nûr kaplardı<br />

ve hâlinden belli olurdu.<br />

13 — (Hadîs-i kavî): Söyledikden sonra, bir âyet-i kerîme okuduğu hadîsdir.<br />

14 — (Hadîs-i nâsih): Son zemânlarında söyledikleri hadîs-i şerîflerdir.<br />

15 — (Hadîs-i mensûh): İlk zemânda söyleyip, sonra değişdirilen hadîslerdir.<br />

16 — (Hadîs-i âm): Bütün insanlar için söylenmiş hadîs-i şerîflerdir.<br />

– 422 –


17 — (Hadîs-i hâs): Bir kimse için söylenmiş hadîs-i şerîflerdir.<br />

18 — (Hadîs-i hasen): Bildirenler, sâdık ve emîn olup, fekat hâfızası, anlayışı,<br />

sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmıyan kişilerin bildirdiği hadîs-i şerîflerdir.<br />

19 — (Hadîs-i maktû’): Söyliyenler, Tâbi’în-i kirâma “rahmetullahi teâlâ aleyhim<br />

ecma’în” kadar bilinip, Tâbi’înden rivâyet olunan hadîs-i şerîflerdir.<br />

20 — (Hadîs-i şâz): Bir kimsenin, bir hadîs âliminden işitdim dediği hadîs-i şerîflerdir.<br />

Kabûl edilir, fekat sened, vesîka olamazlar. Âlim denilen kimse, meşhûr<br />

bir zât değilse, kabûl olunmazlar.<br />

21 — (Hadîs-i garîb): Yalnız bir kimsenin bildirdiği hadîs-i sahîhdir. Yâhud, aradakilerden<br />

birine, bir hadîs âliminin muhâlefet etdiği hadîsdir.<br />

22 — (Hadîs-i za’îf): Sahîh ve hasen olmıyan hadîs-i şerîflerdir. Bildirenlerden<br />

birinin hâfızası, adâleti gevşek olur veyâ i’tikâdında şübhe bulunur. Za’îf hadîslere<br />

göre fazla ibâdet yapılır. Fekat ictihâdda bunlara dayanılmaz.<br />

23 — (Hadîs-i muhkem): Te’vîle muhtâc olmıyan hadîs-i şerîflerdir.<br />

24 — (Hadîs-i müteşâbih): Te’vîle muhtâc olan hadîs-i şerîflerdir.<br />

25 — (Hadîs-i münfasıl): Aradaki râvîlerden, birden ziyâdesi unutulmuş olan<br />

hadîs-i şerîflerdir.<br />

26 — (Hadîs-i müstefîz) [müstefîd]: Söyliyenleri üçden çok olan hadîsdir.<br />

27 — (Hadîs-i muddarib): Kitâb yazanlara, muhtelif yollardan, birbirine uymıyan<br />

şeklde bildirilen hadîs-i şerîflerdir.<br />

28 — (Hadîs-i merdûd): Ma’nâsı olmıyan ve rivâyet şartlarını taşımıyan sözdür.<br />

29 — (Hadîs-i müfterî): Müseylemet-ül-kezzâbın sözleridir. Ve ondan sonra gelen<br />

münâfıkların, zındıkların, müslimân görünen dinsizlerin uydurma sözleridir.<br />

Ehl-i sünnet âlimleri, merdûd ve müfterî hadîsleri aramış, bulmuş, ayırmışlardır.<br />

Din büyüklerinin kitâblarında, böyle sözlerden hiçbiri yokdur.<br />

30 — (Hadîs-i mevdû’): Birkaç sahîfe önce bildirildi.<br />

31 — (Eser): Mevkûf ve maktû’ hadîs veyâ düâ bildiren merfû’ hadîs demekdir.<br />

(Sened), hadîs rivâyet eden âlim “rahmetullahi teâlâ aleyh” demekdir.<br />

BÜYÜK HADÎS ÂLİMLERİ: Hadîs âlimleri, çok yüksek insanlardır. Râvîleri<br />

ile berâber, yüzbin hadîs-i şerîfi ezber bilene (Hâfız) denir. Kur’ân-ı kerîmi ezberliyene<br />

hâfız denmez, (Kâri’) denir. Bugün, hadîs-i şerîfleri ezbere bilen bulunmadığı<br />

için, kâri’ yerine, yanlış olarak hâfız diyoruz. İkiyüzbin hadîs-i şerîfi ezbere<br />

bilene (Şeyh-ul-hadîs) denir. Üçyüzbin ezberliyene, (Huccet-ül-islâm) denir. Üçyüzbinden<br />

dahâ çok hadîs-i şerîfi, râvîleri ile, senedleri ile birlikde ezber bilene (Hadîs<br />

imâmı) ve (Hadîs müctehidi) denir. Doğru oldukları, bütün islâm âlimleri tarafından<br />

tasdîk edilmiş olan hadîs kitâblarından altı dânesi, bütün dünyâda şöhret<br />

bulmuşdur. Bu altı kitâba (Kütüb-i sitte) denir. [Bu kitâblardaki hadîs-i şerîflerin<br />

sahîh oldukları, icmâ’ ile bildirildi.] Kütüb-i sitteyi yazan altı büyük âlim:<br />

1 — İmâm-ı Buhârî “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İsmi, Muhammed bin İsmâ’îldir.<br />

Kısaca (H) harfi ile gösterilir. (Sahîh-i Buhârî) ismindeki kitâbında yedibinikiyüzyetmişbeş<br />

hadîs-i şerîf vardır. Bunları, altıyüzbin hadîs arasından seçmişdir.<br />

Her hadîsi yazacağı zemân, gusl abdesti alıp, iki rek’at nemâz kılar, istihâre ederdi.<br />

(Buhârî-yi şerîf)i onaltı senede yazmışdır. [194] de Buhârâda tevellüd, [256] da<br />

fıtr bayramı gecesi, Semerkandda vefât etmişdir.<br />

2 — İmâm-ı Ebül-Hüseyn Müslim Nîşâpûrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kısaca<br />

(M) harfi ile gösterilir. (Câmi’us-sahîh) ismindeki kitâbını üçyüzbin hadîs-i şerîfden<br />

seçmişdir. [206] da tevellüd, [261] de vefât etdi.<br />

3 — İmâm-ı Mâlik bin Enes: (Mâ) harfi ile gösterilir. (Muvattâ) ismindeki kitâbı,<br />

ilk yazılan hadîs kitâbıdır. [90] da, Medîne-i münevverede tevellüd, [179] da,<br />

– 423 –


orada vefât etdi. (Mevdû’ât-ül’ulûm)da diyor ki, ba’zı âlimler, (Kütüb-i sitte)yi sayarken,<br />

(Muvattâ) yerine, İbni Mâcenin (Sünen) kitâbını söylemişlerdir.<br />

4 — İmâm-ı Tirmizî “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâm-ı Muhammed bin Îsâdır.<br />

(T) harfi ile gösterilir. (Câmi’us-sahîh) ismindeki hadîs kitâbı çok kıymetlidir. [209]<br />

da tevellüd, [279] da vefât etmişdir.<br />

5 — Ebû Dâvüd Süleymân bin Eş’as Sicstânî: (D) harfi ile gösterilir. (Sünen) ismindeki<br />

kitâbında, dörtbinsekizyüz hadîs-i şerîf vardır. Bunları, beşyüzbin hadîs<br />

arasından seçmişdir. [202] de tevellüd, [275] de Basrada vefât etmişdir.<br />

6 — İmâm-ı Nesâî: Adı, Ebû Abdürrahmân Ahmed bin Alîdir. (S) harfi ile gösterilir.<br />

(Sünen-i kebîr) ve (Sünen-i sagîr) adında iki hadîs kitâbı çok kıymetlidir.<br />

(Sünen-i sagîr), kütüb-i sittedendir. [215] de tevellüd, [303] de vefât etmişdir.<br />

(Mevdû’ât-ül’ulûm) kitâbında diyor ki, [(Sünen) kelimesi, yalnız olarak söylenince,<br />

dört âlimin kitâblarından biri anlaşılır. Bunlar, Ebû Dâvüd (D), Tirmizî (T),<br />

Nesâî (S) ve İbni Mâcedir. İbni Mâce, kısa olarak (MC) harfleri ile gösterilmekdedir<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Bunlardan başkasının (Sünen) kitâbı<br />

söylenirken, yazarının da adı birlikde söylenir. Meselâ, (Sünen-i Dâre Kutnî)<br />

(KTın) ve (Sünen-i kebîr-i Beyhekî) (Hek) denir].<br />

Meşhûr ve çok kıymetli hadîs kitâblarından, imâm-ı Ahmed bin Hanbelin<br />

(Müsned)i (HD) ve Ebû Ya’lâ (Müsned)i (Ya’lâ) ve Abdüllah Dârimînin (Müsned)i<br />

(DR) ve Ahmed Bezzârın (Müsned)i (Z) ile gösterilir. Bu kitâblara (Mesânîd)<br />

denir.<br />

Yimek, içmek, lezzetler, razzâk sıfatındandır,<br />

râhat bir nefes almak, rahmet-i Hudâdandır.<br />

Gelen her iyilik de, onun ikrâmındandır.<br />

en büyük ni’met olan, (Îmân) da, hep ondandır,<br />

bu dünyâda bilseydim, ben neyim, hem neyim var.<br />

Nasîb yok ise gelmez, rızkım gökden ve yerden,<br />

ne otdan ve ne etden, hâsılı hiçbir elden.<br />

Gelir takdîr edilen, hâtırımda yok iken,<br />

fazla ve noksan gelmez, rızıklar mukadderden,<br />

bu dünyâda bilseydim, ben neyim, hem neyim var.<br />

Kara geceyi gündüz, günü akşam edemem,<br />

kar ile suyu ateş, gümüşü wolfram edemem.<br />

Yer küreyi durdurup ve perîşân edemem,<br />

kışın kar bulutunu, ebr-i nîsân edemem,<br />

bu dünyâda bilseydim, ben neyim, hem neyim var.<br />

Ademde iken beni, seçdi Rabbim bir demde,<br />

gıdâmı etdi hâzır, hemen rahm-i mâderde.<br />

Meleklere emr edip, hizmete kıldı bende,<br />

dünyâya çıkararak, kendine etdi perde,<br />

bu dünyâda bilseydim, ben neyim, hem neyim var.<br />

– 424 –


7 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 54. cü MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Hân-ı cihâna “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmışdır. Sağlam olan<br />

dîne yapışmağı ve dünyâ işlerini yaparken, islâmiyyete uymağa dikkat etmenin, din<br />

ile dünyâyı birlikde kazanmak olduğunu bildirmekdedir:<br />

Hak sübhânehü ve teâlâ râzı olduğu şeyleri yapmağa kavuşdursun! Selâmetde<br />

olmanızı, kıymetli ve muhterem olmanızı nasîb eylesin! Yüksek Peygamberi ve<br />

Onun âli hurmetine, bu düâmı kabûl buyursun “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”!<br />

Fârisî beyt tercemesi:<br />

Kazanc ve se’âdet topu ortada duruyor,<br />

Meydânda kimse yok, süvârîler görünmüyor?<br />

Dünyânın tatlı şeyleri ve geçici ni’metleri ancak, bu parlak dîne uymakda yardımcı<br />

oldukları zemân, fâideli ve halâl olurlar. Dünyâ kazancı, âhıret kazancı ile<br />

birlikde olduğu zemân işe yarar. Âhıreti kazanmağa yardımcı olmıyan dünyâ<br />

ni’metleri, şekerle kaplanmış zehr gibidirler. Bunlarla, ahmak olanlar aldatılmakdadır.<br />

Allahü teâlânın bildirdiği tiryâk ile bu zehrlere ilâc yapmıyanlara yazıklar<br />

olsun! Bu şekerli, tatlı zehrleri, islâmiyyetin emrlerini ve yasaklarını yapmak<br />

güçlüğüne katlanarak tedâvî etmiyenlere çok acınır. Kısaca, islâmiyyete uymak için<br />

biraz çalışan, biraz harekete geçen kimse, sonsuz olan kazançlara kavuşur. İslâmiyyetin<br />

emrlerine ve yasaklarına uymak çok kolaydır. Fekat az bir gaflet ile ve gevşeklik<br />

ile de bu sonsuz ni’metler elden çıkar. Uzağı gören, doğru düşünebilen akl<br />

sâhibinin, bu parlak dîne uyması lâzımdır. Ceviz ile kozalak ile oyuna dalarak fâideli<br />

şeyleri elden kaçıran çocuk gibi olmamalıdır. Dünyâ işinizi yaparken, islâmiyyete<br />

uymağa dikkat ederseniz, Peygamberlerin “aleyhimüssalevât vetteslîmât” yolunda<br />

bulunmuş olur, bu sağlam dîni nûrlandırmış ve yaşatmış olursunuz! Bizim<br />

gibi elinden iş gelmiyenler, senelerce hâlis ibâdetler yapsak, din ile dünyâyı birlikde<br />

kazanan sizin gibi kahramanların derecesine yaklaşamayız. Yâ Rabbî! Sevdiğin<br />

ve beğendiğin işleri yapmağı bize nasîb eyle! Şunu da bildireyim ki, bu düâcınızın<br />

kâğıd parçasını size yükselten kıymetli hâce Muhammed Sa’îd ve hâce Muhammed<br />

Eşref, sevdiklerimizden ve yakınlarımızdandır. Onlara yapacağınız ihsânlar,<br />

bu fakîri çok sevindirecekdir. Allahü teâlâ, kıymetli işler yapmanızı nasîb etsin<br />

ve şânınızı yüksek eylesin!<br />

8 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 59. cu MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Şerefüddîn Hüseyn için yazılmışdır. İnsanın hergün başına gelen şeylerin<br />

hepsinin, Allahü teâlânın irâdesi ile geldiği ve bunun için hepsinden lezzet<br />

duyulması lâzım olduğu bildirilmekdedir:<br />

Hak teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın dîni yolunda ilerlemenizi ve sizi her<br />

bakımdan kendisine bağlamasını nasîb eylesin! Kıymetli ve anlayışlı oğlum! Hergün<br />

insanın karşılaşdığı herşey, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile var olmakdadır.<br />

Bunun için, irâdelerimizi Onun irâdesine uydurmalıyız! Karşılaşdığımız<br />

herşeyi, aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuşduğumuz için sevinmeliyiz!<br />

Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak, kulluğu kabûl<br />

etmemek ve sâhibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâ, (Hadîs-i kudsî)de buyuruyor<br />

ki, (Kazâ ve kaderime râzı olmıyan, beğenmiyen ve gönderdiğim belâlara sabr<br />

etmiyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!). Evet<br />

fakîrler, kimsesizler ve himâyeniz altında yaşamış olan çok kimseler, kendilerini<br />

gözetdiğiniz ve koruduğunuz için, râhat ediyorlardı. Üzüntü nedir bilmiyorlardı.<br />

Onların hakîkî sâhibi, kendilerini yine korur. Siz her zemân iyiliklerinizle anılacaksınız.<br />

Allahü teâlâ, iyiliklerinizin karşılığını, dünyâda da, âhıretde de, bol bol<br />

ihsân eylesin! Selâm ederim.<br />

– 425 –


9 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 7. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, seyyid mîr Muhibbullah Mankpûrîye yazılmışdır. İnsanlardan gelen<br />

sıkıntılara dayanmak lâzım olduğu bildirilmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun sevgili Peygamberine salât olsun. Size ve<br />

bütün müslimânlara düâ ederim. Kardeşim seyyid mîr Muhibbullahın şerefli mektûbu<br />

geldi. Bizi çok sevindirdi. İnsanların üzmelerine dayanmak lâzımdır. Akrabânın<br />

incitmelerine sabr etmekden başka yapılacak şey yokdur. Allahü teâlâ,<br />

sevgili Peygamberine “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” emr olarak, Ahkâf sûresinde,<br />

(Peygamberlerden Ulül’azm olanların sabr etdikleri gibi Sen de sabr et!<br />

Onlara azâb verilmesi için düâ etmekde acele eyleme!) meâlindeki âyet-i kerîmeyi<br />

gönderdi. Orada bulunanlara en fâideli şey, yanlarında bulunanların, kendilerine<br />

eziyyet etmeleri, sıkıntı vermeleridir. Siz bu ni’meti istemiyor, bundan kaçıyorsunuz.<br />

Evet, hep tatlı yimeğe alışmış olan, şifâ verici acı ilâcdan kaçar. Buna ne<br />

diyeceğimi bilemiyorum. Fârisî beyt tercemesi:<br />

Nazlı olsa da, aşka yakalanan kimse,<br />

naz çekmeğe de alışmalıdır elbette!<br />

İlâh-âbâd denilen yere göç etmek için izn istiyorsunuz. Yâhud bir yer gösteriniz<br />

de, oraya gidip, halkın ifrât derecesindeki cefâsından kurtulayım diyorsunuz.<br />

Buna (Ruhsat), izn verilebilir. Fekat, (Azîmet), dahâ iyi yol, orada kalıp, sıkıntılara<br />

sabr ve tehammül etmekdir. Bildiğiniz gibi, bu mevsimde hâlsiz oluyorum. Bunun<br />

için kısa yazdım. Selâm ederim.<br />

10 — İKİNCİ CİLD, 29. cu MEKTÛB<br />

Bu mektûb, fazîletli şeyh Abdülhak-ı Dehlevîye “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmışdır.<br />

Bu dünyâda en kıymetli sermâyenin üzüntü ve sıkıntı olduğu ve en tatlı<br />

ni’metin derd ve elem olduğu bildirilmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun!<br />

Kıymetli efendim. Sıkıntıların gelmeleri, görünüşde çok acı ise de, bunların ni’met<br />

oldukları umulur. Bu dünyânın en kıymetli sermâyesi, üzüntüler ve sıkıntılardır.<br />

Bu dünyâ sofrasının en tatlı yemeği, derd ve musîbetlerdir. Bu tatlı ni’metleri, acı<br />

ilâclarla kaplamışlar, bununla imtihân yolunu açık tutmuşlardır. Se’âdetli, akllı olanlar,<br />

bunların içine yerleşdirilmiş olan tatlıları görür. Üzerindeki acı örtüleri de tatlı<br />

gibi çiğnerler. Acılardan tat alırlar. Nasıl tatlı olmasın ki, sevgiliden gelen herşey<br />

tatlı olur. Hasta olanlar, onun tadını duyamaz. Kalbin hasta olması, Ondan başkasına<br />

gönül vermesidir. Se’âdet sâhibleri, sevgiliden gelen sıkıntılardan o kadar<br />

tat alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duyamazlar. Her ikisi de sevgiliden geldiği hâlde,<br />

sıkıntılardan, sevenin nefsi pay almaz. İyiliklerini ise, nefs de istemekdedir.<br />

Ni’mete kavuşanlara âfiyet olsun!<br />

Yâ Rabbî! Bizi, sıkıntıların sevâblarından mahrûm eyleme! Bunlardan sonra,<br />

bizi fitnelere düşürme! İslâmın za’îf olduğu bu günlerde sizin kıymetli varlığınız,<br />

müslimânlar için büyük bir ni’metdir. Allahü teâlâ, selâmet versin ve uzun ömrler<br />

ihsân eylesin! Vesselâm.<br />

Ne bahtiyâr, o kişi kim,<br />

okuduğu Kur’ân ola!<br />

Ezân, ikâmet duyunca,<br />

gönlü dolu îmân ola!<br />

– 426 –


11 — İKİNCİ CİLD, 32. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, mirzâ Kılıcullaha yazılmışdır. Kalbini toparlıyamadığını bildiren<br />

mektûbuna cevâb vermekde, korkulu zemânda okunacak şeyleri bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd ve Onun sevgili Peygamberine salât eder, size de düâlar<br />

ederim. Azâ, ya’nî başsağlığı için yazmış olduğunuz kıymetli mektûb geldi. (İnnâ<br />

lillah ve innâ ileyhi râci’ûn!) Ya’nî, hepimiz Allahın emrinde ve dileği altındayız<br />

ve hepimiz Onun huzûruna çıkacağız! Bizler, Onun yardımı ile, Onun kazâsına râzı<br />

olduk. Siz de râzı olunuz! Düâ ve Fâtiha okuyarak yardım ediniz! Sizin, o sıkıntıdan<br />

kurtulmanız haberi, bizleri çok sevindirdi. İki acıdan birisi, üzerimizden sıyrılmış<br />

oldu. Bunun için, Allahü teâlâya hamd ve şükr olsun! Kalbinizi dünyâ düşüncelerinden<br />

kurtaramadığınızı yazıyorsunuz. Evet, zâhir işlerin bozuk ve dağınık<br />

olması, kalbin de dağılmasına yol açar. Kalbinizde üzüntü ve kuruntu olunca,<br />

gidermek için tevbe ve istigfâr okuyunuz! Korkulu zemânlarda, (Kelime-i temcîd),<br />

ya’nî (Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil’aliyyil’azîm) okuyunuz! [Cin çarpmasına<br />

karşı bunu okumak, (174). cü mektûbda yazılıdır. Muhammed Ma’sûm “rahmetullahi<br />

aleyh” ikinci cild otuz üçüncü mektûbunda diyor ki, (Derdlerden kurtulmak<br />

ve murâda kavuşmak için beşyüz kerre Lâ havle velâ kuvvete illâ billah ile evvelinde<br />

ve âhırında yüzer def’a salevât-ı şerîfe okuyup düâ etmelidir)]. (Mu’avvizeteyn)<br />

[ya’nî iki (Kul-e’ûzü)yü] çok okumak da fâidelidir. Biz, iyi ve râhatız. Allahü<br />

teâlâya her zemân hamd ve şükr olsun! (El-hamdü-lillâhi dâimen ve alâ külli<br />

hâl ve E’ûzü billâhi min hâl-i ehlinnâr). Za’îf olduğum için çok yazamadım. Allahü<br />

teâlâ, bizi ve sizi, Muhammed Mustafânın dîninden ayırmasın “alâ sâhibihessalâtü<br />

vesselâmü vettehıyye”! Vesselâm. [(Tefsîr-i Mazherî)de, Enbiyâ sûresinin<br />

seksenyedinci âyetinin tefsîrinde, hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Birinize derd<br />

ve belâ gelince, Yûnüs Peygamberin düâsını okusun! Allahü teâlâ Onu muhakkak<br />

kurtarır. Düâ şudur: Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minez-zâlimîn).<br />

(Tergîb-üs-salât), ellidördüncü faslındaki hadîs-i şerîfde, (Sabâh, kalkınca, üç<br />

kerre Bismillâhillezî lâ-yedurru ma’ asmihî şey’ün fil-erdı velâ fissemâi ve hüvessemî’ul’alîm<br />

okuyana akşama kadar, hiç derd, belâ gelmez) buyuruldu.]<br />

12 — İKİNCİ CİLD, 75. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, mirzâ Muzaffer hâna yazılmışdır. Dostlara verilen sıkıntıların ve belâların,<br />

günâhlara keffâret olduğu ve yalvararak afv ve âfiyet istemek lâzım olduğu<br />

bildirilmekdedir:<br />

Allahü teâlâ, size lâyık olmıyan şeylerden selâmet versin! Dostlara dünyâ sıkıntılarının<br />

ve belâların gelmesi, bunların günâhlarının afv olması için keffâretdirler.<br />

Yalvararak, ağlıyarak ve sığınarak, kırık kalb ile Allahü teâlâdan afv ve âfiyet dilemelidir.<br />

Düânın kabûl olunduğu anlaşılıncaya ve fitneler kalmayıncaya kadar, böyle<br />

düâ etmelidir. Dostlarınız ve iyiliğinizi istiyen sevenleriniz de, sizin için düâ etmekde<br />

iseler de, derdlinin kendisinin yalvarması dahâ yerinde olur. İlâc almak ve<br />

perhiz yapmak, hastaya lâzımdır. Başkalarının yapacağı, olsa olsa, ona yardımcı<br />

olmakdır. Sözün doğrusu şudur ki, sevgiliden gelen herşeyi, gülerek, sevinerek karşılamak<br />

lâzımdır. Ondan gelenlerin hepsi tatlı gelmelidir. Sevgilinin sert davranması,<br />

aşağılaması, ikrâm, ihsân ve yükseltmek gibi olmalıdır. Hattâ, kendi nefsinin<br />

böyle isteklerinden dahâ tatlı olmalıdır. Seven böyle olmazsa, sevgisi tâm olmaz.<br />

Hattâ, seviyorum demesi, yalancılık olur. Dînin koruyucusu hazretiniz, hizmetden<br />

geri gelince, seferdeki hâlleri ve birlikde bulunanların çekdikleri sıkıntıları<br />

yazmışsınız. Selâmetiniz ve âfiyetiniz için fâtiha okundu. Yâ Rabbî! Unutduklarımız<br />

ve yanıldıklarımız için bizleri sorguya çekme! Geçmiş ümmetlere yapdığın<br />

gibi, güç işleri bizlere yükleme. Yapamıyacağımız şeyleri emr etme. Bizi afv ve magfiret<br />

eyle! Bize acı! Bizim sâhibimiz sensin! Düşmanlarımıza gâlib gelmemiz için<br />

– 427 –


ize yardım et! Sübhâne Rabbike Rabbil’-izzeti ammâ yasıfûn ve selâmün alelmürselîn<br />

velhamdülillahi Rabbil’âlemîn. Vesselâm.<br />

13 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 27. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, molla Alî Keşmîye yazılmışdır. Kul, kendi dileklerini bırakıp, sâhibinin<br />

arzûlarına uymalıdır. Ayrıca, insanın kendinde bulunan ve dışardan gelen<br />

hastalıklarını bildirmekdedir:<br />

Kulun dileği ve isteği sâdece sâhibi ve sâhibinin dileği olmalıdır. Başka, hiçbir<br />

dileği bulunmamalıdır. Böyle olmazsa, kulluk bağını koparmış, kölelikden kaçmış<br />

olur. Hep, kendi isteklerinin arkasında giden bir kul, kendi keyfine, arzûsuna e-<br />

sîr demekdir. Kendi nefsinin kölesidir. Hep, mel’ûn şeytânın emrlerini yapmakdadır.<br />

Allahü teâlâya kul olmak ni’metine kavuşmak, ancak (Vilâyet-i hâssa) hâsıl<br />

olunca ele geçer. Böyle velî olmak da, tam (Fenâ) ve olgun (Bekâ)dan sonra nasîb<br />

olur.<br />

Süâl: Böyle olan Evliyânın da dilekleri, istekleri oluyor. Çeşidli şeyler istiyorlar.<br />

Peygamberlerin önderi ve Evliyânın sultânı da “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü<br />

vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ”, serin ve tatlı şerbetleri severdi. Ümmetinin<br />

iyi olması için çalışıp didindiğini, Kur’ân-ı kerîm bildiriyor. Böyle isteklerin,<br />

bu büyüklerde bulunması nedendir?<br />

Cevâb: Birçok istekler, tabî’at kanûnlarından ileri gelir. İnsan hayâtda oldukca,<br />

bu isteklerden kurtulamaz. Sıcak olunca, beden serinlemek ister. Soğukda<br />

da, ısınmak duygusu hâsıl olur. Bedenin, yaşayabilmek için lâzım olan ihtiyâcları<br />

istemesi, kulluğa ters düşmez. Bu istekler, nefsin istekleri değildir. Nefsle ilgileri<br />

yokdur. Tabî’at kanûnlarından hâsıl olan istekleri, yasak edilmemişdir. Bunları<br />

istemek, nefse uymak olmaz. Bu istekleri yapmak mubâhdır. Çünki nefs, yâ mubâhların<br />

fazlasını ister. Mubâhların fazlasına (Fudûl) denir. Yâhud, şübheli ve harâm<br />

şeyleri ister. Yaşamak için (Zarûrî) lâzım olan şeylerin de nefsle ilgileri yokdur.<br />

Görülüyor ki, nefse uymak, kötü iş demek, fudûlî işleri istemek, yapmak demekdir.<br />

Çünki, mubâhların fazlası, harâmlara yakındır. Şeytânın aldatması ile biraz<br />

dahâ aşırı gidilirse, harâma düşülür. Bunun için mubâhları, zarûret olduğu kadar<br />

yapmak lâzımdır. Böyle yapınca, ayak kayarsa, fudûle düşülür. Eğer, fudûl işlerken<br />

ayak kayıp, dışarı taşılırsa, harâma düşülür.<br />

Bir çok istekler, insanda bulunmaz. İnsana dışardan gelirler. Bunlardan fâideli<br />

olanlarını, Allahü teâlâ, merhamet ederek insana gönderir. [Uzun bir hadîs-i şerîfde]<br />

(Her mü’minin kalbinde, Allahü teâlânın bir vâ’ızı vardır) buyuruldu. Zararlı<br />

olanlarını, şeytân gönderir. Şeytân, insanlara hep kötülük ve düşmanlık yapmalarını<br />

vesvese eder. Nisâ sûresinin yüzyirminci âyetinde meâlen, (Şeytân insana<br />

çok şeyi sözverir ve birçok şeyi hâtırlatır. Şeytânın sözverdiği şeylerin hepsi yalandır)<br />

buyurulmuşdur. Bu fakîr (Guvalyar) kal’asında habs iken, birgün, sabâh<br />

nemâzını kıldıkdan sonra, bu yolun âdeti olduğu üzere, sessizce oturmuşdum.<br />

Fâidesiz birçok düşünceler beni kapladı. O kadar oldu ki, pek sıkıldım. Kalbimi<br />

bir dürlü toparlıyamadım. Az bir zemân sonra, Allahü teâlânın yardımı ile kendimi<br />

toparladım. O düşüncelerin, bulutların açılması gibi, dağılıp gitdiklerini gördüm.<br />

Bunları gönlüme getiren de, onlarla birlikde uzaklaşdı. Kalbimi boş ve temiz bırakdı.<br />

Bu düşünce ve isteklerin dışardan gelmiş oldukları, içerden hâsıl olmadıkları<br />

anlaşıldı. İçerden hâsıl olsalardı, kulluğa uygun olmazdı. Sözün kısası, nefs-i<br />

emmâreden hâsıl olan kötülükler, insanın kendi hastalığıdır. Öldürücü zehrdir ve<br />

kullukla bağdaşmaz. Dışardan gelen kötü istekler, şeytândan gelmiş olmakla berâber,<br />

geçici hastalıklardan olur. Ufak bir ilâc ile, kolayca giderilebilir. Nisâ sûresinin<br />

yetmişaltıncı âyetinde meâlen, (Şeytânın aldatması, elbette za’îfdir) buyuruldu.<br />

En büyük düşmanımız, nefsimizdir. Can düşmanımız, her zemân yanımızda bu-<br />

– 428 –


lunan bu azılı arkadaşımızdır. Dışardaki düşmanımız, bu iç düşmanın yardımı ile<br />

bize saldırıyor. Onun yardımı ile bizi yaralıyor. Varlıklar içinde en câhil olanı, insanın<br />

nefsidir. Çünki, nefs-i emmâre kendine düşmanlık yapmakdadır. Hep, kendini<br />

yok edici şeyleri istemekdedir. Her isteği, Allahü teâlânın yasak etdiği şeylerdir.<br />

Her işi, sâhibi olan ve bütün iyiliklerin sâhibi bulunan Allahü teâlâya karşı gelmekdir.<br />

Hep, kendi can düşmanı olan şeytâna uymakdadır.<br />

İnsanın, kendinden olan hastalığı ile, dışardan gelip geçici olan hastalığı ayırd<br />

etmesi pek güçdür. İçden olan kötülükle, dışardan gelen kötülüğü ayırmak çok zordur.<br />

Câhil olan, kendi hastalığını, dışardan gelmiş, geçici hastalık sanıp, kendini<br />

beğenir, olgun sanır. Böylece, felâkete sürüklenebilir. Bunu düşünerek korkduğum<br />

için, bu ince bilgiyi yazamamışdım. Bunu açıklamağı iyi bulmamışdım. Onyedi<br />

seneden beri yazmadım. İçerden olan kötülükle, dışardan gelen kötülüğü birbiri<br />

ile karışdırıyordum. Şimdi, Allahü teâlâ, hak ile bâtılı birbirinden ayırdı. Bunun<br />

için ve böyle sayısız ni’metleri için Rabbime hamd ve şükrler olsun! Böyle gizli<br />

bilgileri açıklamanın bir sebebi de, kısa görüşlülerin, olgun kimselerde dışardan<br />

gelen arzûlar bulunduğunu görerek, o büyükleri aşağı sanmamaları içindir. Böyle<br />

sananlar, o büyüklerin bereketlerinden istifâde edemezler. Kâfirlerin, Peygamberlere<br />

uymak şerefinden mahrûm kalmaları, bu büyüklerde “aleyhimüssalevâtü<br />

vetteslîmât” böyle sıfatların bulunması oldu. Tegâbûn sûresindeki bir âyetde<br />

meâlen, (İnsanlar mı bize doğru yol gösterecekler dediler. Böylece kâfir oldular)<br />

buyuruldu. Büyüklerimiz, (Ârifin kendi istekleri yok oldukdan sonra, Allahü<br />

teâlâ, bunlara kendinden irâde ve ihtiyâr ihsân eder) buyurmuşlardır. Bu sözlerini,<br />

inşâallahü teâlâ, başka yerde açıklıyacağım. Allahü teâlâ, doğru yolda olanlara<br />

selâmet versin! Âmîn.<br />

14 — İKİNCİ CİLD, 53. cü MEKTÛB<br />

Bu mektûb, bir şeyhe [Şeyh Abdüssamed Sultânpûrîye] yazılmışdır. Kibr ve ucbun<br />

hastalık olduğu bildirilmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği kullarına selâm olsun! Soruyorsunuz<br />

ki, riyâzet yapınca, ibâdet yapınca, nefsim kabarıyor. Benim gibi sâlih, iyi<br />

kimse yokdur sanıyor. İslâmiyyete ters düşen birşey yapınca da kendimi muhtâc,<br />

âciz sanıyorum. Bunun ilâcı nedir diyorsunuz. Allahü teâlânın lutfüne, ihsânına kavuşmuş<br />

olan kardeşim! İkinci olarak bildirdiğiniz ihtiyâc ve âciz olmak, pişmânlıkdan<br />

ileri gelir ki, çok büyük ni’metdir. Allah korusun, eğer günâh işledikden sonra,<br />

pişmân olunmazsa ve hele günâh işlemek tatlı gelirse, günâha ısrâr etmek, dadanmak<br />

olur. Pişmânlık, tevbenin bir parçasıdır. Küçük günâha ısrar etmek ise, büyük<br />

günâh olur. Büyük günâha ısrâr etmek, insanı küfre götürür. Sizin bu ikinci hâliniz,<br />

büyük ni’metdir. Buna şükr ediniz ki, pişmânlığınız çoğalsın ve islâmiyyete<br />

uymıyan işlerden sizi korusun. İbrâhîm sûresi yedinci âyetinde meâlen, (Şükr<br />

ederseniz, ni’metimi artdırırım!) buyuruldu. Nefsinizin birinci hâli, ucb, ya’nî ibâdet<br />

yapdığı için kendini beğenmek [Egoizm]dir. Ucb, korkunç bir zehrdir. Öldürücü<br />

bir hastalık olup, ibâdetleri ve iyilikleri yok eder. Ateşin odunu yakması gibidir.<br />

Bunun ilâcı, iyi işlerini kusûrlu görmeli, bunlardaki gizli çirkinlikleri düşünmeli, böylece,<br />

kendinin ve ibâdetlerinin kusûrlu, bozuk olduğunu anlamalıdır. Hattâ, onları<br />

beğenilmiyecek, kovulacak bir hâlde bulmalıdır. Bir hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîm<br />

okuyan çok kimse vardır ki, Kur’ân-ı kerîm bunlara la’net eder) buyuruldu. Başka<br />

bir hadîs-i şerîfde, (Oruc tutan çok kimse vardır ki, onların orucu, yalnız açlık<br />

ve susuzluk çekmek olur) buyuruldu. İnsan, ibâdetinin, iyiliğinin çirkin tarafı olmadığını<br />

sanmamalıdır. Biraz incelenirse, Allahü teâlânın yardımıyla hepsini çirkin<br />

bulur. Güzelliğin kokusunu bile duymaz. Böyle kimsede ucb hâsıl olabilir<br />

mi? Nefs kendini beğenebilir mi? Bir kimse, amellerini, ibâdetlerini kusûrlu görünce,<br />

bunların kıymeti artar. Kabûl edilmeğe lâyık olurlar. İyiliklerinizi böyle gör-<br />

– 429 –


meğe ve ucb [Egoizm] hâsıl olmamasına çalışınız. Yoksa sonu çok kötü olur. Bu<br />

felâketden yalnız Allahü teâlânın diledikleri kurtulabilir. İbâdetlerini, iyiliklerini<br />

kusûrlu, bozuk görmeğe kavuşan bir kimse, öyle bir hâle gelir ki, sağ omuzundaki,<br />

iyilikleri yazan meleğin hiçbirşey yazmadığını sanır. Çünki, yazacağı bir iyilik<br />

yapdığını görememekdedir. Sol omuzundaki, kötülükleri yazan meleğin durmadan<br />

yazdığını sanır. Çünki, yapdıklarının hepsinin çirkin ve kötü olduklarını görmekdedir.<br />

Bu hâle kavuşan ârife, herkesin anlıyamıyacağı ve anlatamıyacağı iyilikler<br />

ihsân olunur. Doğru yolda olanlara selâm olsun!<br />

[İslâmiyyeti anlamamış olan ba’zı kimseler, müslimânlara, egoist, ya’nî hodbin,<br />

kendini düşünen diyor. Nemâz kılanlara, (Kendini Cehennemden kurtarmak için<br />

nemâz kılacağına, kalk insanlara hizmet et!) diyor. İslâm dîninin, egoist dîni olmadığını,<br />

egoist olmıyanların kıymetli olduğunu, yukarıda çok güzel bildirdik. Nemâz<br />

kılmağa gelince, müslimânlar, câhillerin zan etdiği gibi, Cehennemden kurtulmak,<br />

râhata kavuşmak için ibâdet etmez. Allahü teâlânın emri olduğu için, vazîfe olduğu<br />

için ibâdet yapar. (Vazîfe, âmir tarafından emr edilen şeyi yapmak, men’ edileni<br />

yapmamakdır). Âmirlerin emrleri birbirine benzemiyorsa, dahâ üstün olan âmirin<br />

emri yapılır. Askerlikde bile, birinci vazîfe, büyük âmirin emrini yapmakdır.<br />

Kâfirler, gençleri aldatmak için, vazîfe mukaddesdir. Önce vazîfe, sonra nemâz,<br />

diyor. Evet, vazîfe onların zan etdiklerinden de dahâ çok mukaddesdir. Fekat, birinci<br />

vazîfe, en büyük âmirin emrini yapmakdır. En büyük âmir, Allahü teâlâdır.<br />

O hâlde birinci vazîfe, nemâzdır. Hiçbir âmir, hiçbir kumandan, hiçbir makâm, bu<br />

birinci vazîfeyi değişdirmemelidir. İstirâhat zemânlarında, yatakhânede, buna da<br />

imkân yoksa, abdesthânede nemâzı yine kılmalıdır. Fekat, en iyisi, bu derece kara,<br />

katı kalbli din düşmanlarının yanında çalışmayıp, uzaklaşmalıdır. Bu müslimâna,<br />

cenâb-ı Hak elbette başka yoldan, dahâ çok rızk verir. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi<br />

aleyh” (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında buyuruyor ki, (Nemâza mâni’ olan, güçlük<br />

çıkaran vazîfede bereket olmaz. Nemâza elverişli olan vazîfelerde bereket vardır).<br />

Yetmişdokuzuncu sahîfede diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

buyurdu ki, (Müslimân demek, müslimânlara eli ile, dili ile zarâr vermiyen<br />

kimse demekdir). Her müslimânın böyle olması lâzımdır. Bir hadîs-i şerîfde,<br />

(Îmânı kâmil olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır!) buyuruldu. Görülüyor ki, îmân bile,<br />

ahlâk ile, insanlara fâideli olmakla ölçülmekdedir. (İslâm ahlâkı) kitâbımızda,<br />

müslimânların güzel ahlâkı uzun yazılıdır. Nemâz kılarken, bütün mü’minlere<br />

selâm verilmekde, düâ edilmekdedir. Nemâz kılmıyan ise, mü’minlerin bu hakkını<br />

çiğnemekdedir. O hâlde, nemâz kılmak, hodgâmlık değil, hayrhâhlıkdır. Nemâz<br />

kılmamak ise, zulmdür.]<br />

Bu âdem dedikleri, el ayakla, baş değil,<br />

âdem rûha denilir, surat ile kaş değil.<br />

Beden et ve deridir, rûh bunun serveridir.<br />

Hakkın kudret sırrıdır, rûhsuz kalıp hoş değil.<br />

Âdem gerek, su gibi, temizlenip arına,<br />

harâmlardan kaçınır, nefsi de serkeş değil.<br />

Âdemdedir emânet, ondadır ilmü hikmet.<br />

Hakkın katında âdem, dâneyi haşhaş değil.<br />

Âdem olan iyi bil, çalışır hep ay ve yıl,<br />

rûh gıdâsı ilmdir, ekmek ve kumaş değil.<br />

Kendi özün anlıyan, rûh gözün aydınlıyan,<br />

Hak sözün pek kavrayan, er olur, ayyaş değil.<br />

Beden hayvanda da var, hissi, onda pek artar.<br />

Kurt gözü, keskinse de, nakş görür, nakkaş değil.<br />

– 430 –


15 — ALLAHÜ TEÂLÂNIN İSMLERİ<br />

Allahü teâlânın ismleri çokdur. Sayısını bilmiyoruz. İsmlerinden doksandokuzunu,<br />

Kur’ân-ı kerîmde insanlara bildirmişdir. Kâdî zâde Ahmed efendi, (Birgivî<br />

vasıyyetnâmesi) şerhinde diyor ki, (Allahü teâlânın doksandokuz ismine (Esmâ-i<br />

hüsnâ) denir. Allahü teâlânın ismleri (Tevkîfiyye)dir. Ya’nî islâmiyyetin<br />

bildirmesine bağlıdır. İslâmiyyetin bildirdiği ismler ile çağrılır ve onlar ile zikr olunur.<br />

Bunlardan başka ismler ile çağırmağa, zikr etmeğe, islâmiyyet izn vermemişdir).<br />

(Şerh-i Mevâkıf), beşyüzkırkbirinci sahîfesinde diyor ki, (Kâdî Ebû Bekr “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” buyurdu ki, Allahü teâlâya yakışmaz ma’nâ çıkmıyan, Ona<br />

yakışan ism söylenebilir. Çoğunluk ise, belli doksandokuz ismden başkası söylenemez<br />

dedi).<br />

Bundan anlaşılıyor ki, Allahü teâlâya (Tanrı) demeğe izn yokdur. Ya’nî tanrı demek<br />

günâh olur. Allah ismini kullanmak istemeyip, bunun yerine, tanrı demek veyâ<br />

doksandokuz ismden birini bile kullanmak istemek, çok büyük ve çirkin suç olur.<br />

Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes mü’min idi. Evlâdı çoğalınca, onlara reîs olmuşdu.<br />

Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi, Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes<br />

nehrden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini tutdu.<br />

Bunun evlâdı çoğalarak, bunlara Türk denildi. Bu Türkler, ecdâdı gibi, müslimân,<br />

sabrlı, çalışkan insanlardı. Bunlar zemânla çoğalarak Asyaya yayıldı. Başlarına geçen<br />

ba’zı zâlim hükümdârlar, semâvî dîni bozarak, puta tapdırmağa başladılar. Bunlardan,<br />

bugün Sibiryada yaşayan Yâkutlar, hâlâ puta tapmakdadır. Dinden uzaklaşdıkca,<br />

eski medeniyyet ve ahlâklarını da gayb etmişlerdi. Hele Hunlar ve onların<br />

reîslerinden Attilâ, dinsizliği ve zulmü ile (Allahın gadabı) ismini almışdı. İslâm<br />

güneşi Mekke-i mükerremeden doğarak, ilm, ahlâk ve her dürlü fazîlet ışıklarını<br />

dünyâya saçınca, Romalıların, Asyaya kadar yayılan sefâhet ve ahlâksızlıkları<br />

ve Asyayı, Afrikayı kaplamış olan dinsizlik, câhillik ve vahşet altında yetişmiş<br />

diktatörler, sömürdükleri insanların islâmiyyeti işitmelerine, anlamalarına mâni’<br />

oldular. Bu engeller kılınc gücü ile ortadan kaldırıldı. Türk hâkânları, asâletleri ve<br />

uyanık olmaları sebebi ile islâmiyyetin işitilmesine mâni’ olmadılar. Şemseddîn Sâmî,<br />

(Kâmûs-ül-a’lâm)da diyor ki: (Hazer gölünün şarkındaki Aral gölünün şark tarafına,<br />

şimâlde Seyhûn, cenûbda Ceyhûn nehrleri, şimâl-i garbîye doğru akarlar.<br />

İki nehr arasına (Mâ-verâ-ün-nehr) denir. İki göl arasının cenûb kısmına (Hârizm)<br />

denir. Merv şehri buradadır. Bunun cenûbu, Îrânın (Cürcân) ve (Horasan) vilâyetleridir.<br />

Buraya şimdi (Türkmenistân) deniyor. Aral gölünün şimâline (Kazakistân)<br />

deniyor. Mâ-verâ-ün-nehrin cenûbuna (Özbekistân) deniyor. Buhâra, Semerkand,<br />

Taşkend buradadır. Bunun şarkına (Tâcikistân) deniyor. Yârkend, Fergâne<br />

ve Kâşgar buradadır. Bu memleketlerin hepsine (Türkistân) denir. Buhârâyı, 55 [m.<br />

674] de, Horasan vâlîsi Sa’îd bin Osmân ibni Affân, Semerkandi ve bütün Mâverâün-nehri<br />

77 [m. 695] de Kuteybe feth eyledi. Semerkandi, 1285 [m. 1868] de ve bütün<br />

Türkistânı, 1292 [m. 1874] de ruslar istilâ eyledi. [Osmânlı devletinin idâresini<br />

ele geçirmiş olan masonlar, bu istilâlara seyirci kaldılar.] Türkün asâleti ile islâmiyyetin<br />

şerefi bir araya gelmeden çok önce, Âsûrîler Türkistâna girerek, Türkleri, güneşe,<br />

yıldızlara tapınmağa alışdırmışdı). Tanyeri ağarınca, güneşe tapınırlardı. Bu<br />

sebebden, güneşin ismi, tanyeri ve nihâyet tanrı oldu. Kur’ân-ı kerîmde, (Benim ismim<br />

Allahdır. Beni Allah diye çağırınız. Allah diye ibâdet ediniz. Allah diye yalvarınız!)<br />

meâlinde müteaddid âyet-i kerîmeler vardır. Ona, Onun istediği ismi söylemeyip<br />

de, kâfirlerin, Onun en sevmediği ma’bûdlarına koydukları tanrı ismi ile<br />

Onu çağırmak, ne kadar yanlış ve ne büyük inâd olduğu meydândadır. Meselâ, bir<br />

hükümdâr, emri altında bulunan kimselere: (Benim ismim Ahmeddir. Beni, Ahmed<br />

diye çağırınız!) dese, onlar da, (Hayır efendim. Bizim canımız sana Ahmed<br />

demek istemiyor. Taş veyâ kurd, köpek veyâhud en aşağı, büyük düşmânının ismi<br />

ile çağırmak istiyoruz) deseler ve öyle çağırsalar, nasıl çok kızarsa, Allah ismi<br />

– 431 –


yerine, Onun emr etmediği, hattâ düşmanı olduğu tanrı ismini söyliyerek ezân okumak<br />

ve ibâdet etmek, Allahü teâlâyı gadaba getirir, düşmanlığa sebeb olur. İbni<br />

Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, ezânı anlatmağa başlarken buyuruyor ki:<br />

(Ezân, bildirilen şeklde, bildirilen kelimeleri okumakdır. Ma’nâsı aynı olsa ve herkes<br />

anlasa da, tercemesini okumak câiz değildir. Tegannî ederek, ya’nî kelimeleri<br />

bozarak da okumak câiz değildir. Kelimeleri bozmak demek, mûsikî perdesine<br />

uydurmak için, hareke, harf ve med [uzatmak] eklemek veyâ çıkarmak demekdir.<br />

Böyle okunan ezânı ve Kur’ân-ı kerîmi ve mevlidleri dinlemek de günâhdır. Bunları<br />

ilâve etmeden, ya’nî kelimeleri bozmadan tegannî etmek, [ya’nî sesi güzelleşdirmek]<br />

câizdir ve iyidir.)<br />

İbâdetler emre uygun yapılmazsa oyuncak olur. Dîni, oyun yapmak, âdete uydurmak<br />

ise, kâfirliğin en kötüsü, en çirkinidir.<br />

Allahü teâlânın, Kur’ân-ı kerîmde bildirdiği doksandokuz isminden birçoğu, yaratıcı<br />

olduğunu göstermekdedir. Meselâ, Mukît, Hâlık, Bâri, Müsavvir, Razzâk,<br />

Mübdi, Mu’îd, Muhyî, Mümît, Kayyûm, Vâlî, Bedî’ ismleri böyledir.<br />

Bu oniki ismden, meşhûr olan (Hâlık) ismi, takdîr, ta’yîn edici demekdir. (Bâri)<br />

var edici demekdir. (Müsavvir) sûret vericidir. Meselâ, bir mühendis, binâ<br />

yapmak isteyince, önce lâzım olan kereste, tuğla, çimento, demir, arsa, odaların adedi,<br />

büyüklüklerini takdîr ve ta’yîn eder, keşf eder, plân hâzırlar. Halk, bu demekdir.<br />

Sonra, mi’mâr bu plâna göre binâyı yapar. Mi’mâr binânın bârisi olur. Nihâyet,<br />

binânın nakşları, süsleri yapılır. Bunu yapan, müsavvir olur.<br />

Allahü teâlânın, her işinde, şerîki, ortağı yokdur. Her varlığın hâlıkı, bârisi, müsavviri<br />

yalnız Odur. Yaratmak, yokdan var etmekdir. Maddeyi, elemanı yok iken<br />

var etmek ve var etdikden sonra, başka bir varlığa çevirmek de yaratmakdır. Meselâ,<br />

(İnsanı nutfeden, cinni ateş alevinden yaratdı) meâlindeki âyet-i kerîme<br />

böyle olduğunu bildirmekdedir. Yerler, gökler, bugün bildiğimiz yüzbeş basît<br />

cism (eleman) yok idi. Bunların hepsini sonradan var etdi. Elemanları, oksidleri,<br />

asidleri, bazları, tuzları birbiri ile birleşdirerek, parçalıyarak milyonlarla uzvî<br />

(organik) ve inorganik cismler meydâna getirmekde, ya’nî yaratmakdadır. Allahü<br />

teâlânın âdeti şöyledir ki, herşeyi bir sebeb, bir vâsıta ile yaratmakdadır. Sebebleri<br />

yapan, var eden, bunlarda aktiflik, te’sîr kuvveti yaratan da Odur. Cismlerin<br />

fizik ve kimyâ özellikleri, fizik, kimyâ, biyoloji olayları, reaksiyonları, Onun yaratdığı<br />

sebeblerdir. Elektrik, ısı, mekanik, ışık ve kimyâ enerjilerini ve tepkimeleri<br />

hâsıl eden çeşidli kuvvet şekllerini sebeb olarak yaratmışdır. Bu sebebleri, cismleri<br />

yaratmasına vâsıta kıldığı gibi, insan aklını, insan gücünü de, kendi yaratmasına<br />

vâsıta kılmışdır. Meselâ, kömürün, beşyüz derece üstüne, ya’nî tutuşma sıcaklığına<br />

kadar ısınarak yanma olayının başlamasına, kibritin alevi sebeb olmakda ise<br />

de, kömürün oksidlenmesini, yanmasını yaratan Odur. Kibrit, yanma olayının<br />

yaratıcısı değildir. Çünki, kibritin yapısını, özelliklerini, alevini, ısı enerjisini, karbon<br />

atomlarının oksigene ilgisini, olayın ekzoterm olup, kömürü ısıtıp kırmızı şuâ’<br />

(ışıma) yaymasını yaratan hep Odur. Bunun gibi, tuz asidi içinde, çinko eriyip, çinko<br />

klorür adında, yeni özellikde bir bileşik cism meydâna geliyor. Bu iyon şebekesini<br />

çinko atomları ve asit molekülleri yaratdı denilemez. Çünki, çinko klorür<br />

denilen iyon şebekesindeki, çinko ve klorür iyonlarının atomlardan meydâna gelişindeki<br />

elektron mubâdelesinde ve bunun sebeblerinde, iyonlar arasındaki çekme<br />

ve itme kuvvetlerinde, çinko ve asit birşey yapmadığı gibi, çinkoyu asidin içine<br />

atan insan da, bu işinden başka, birşey yapmamışdır. Çinko klorürün meydâna<br />

gelmesinde, insan seyrci kalmış, iyon şebekesini hâsıl eden tepkimeyi, özellikleri,<br />

kuvvetleri, Allahü teâlâ yaratmışdır. Demek ki, insanın aklı ve gücü de, diğer<br />

tabî’at kuvvetleri gibi, Allahü teâlânın önce yaratmış olduğu, maddeler, elemanlar,<br />

özellikler, kuvvetler, enerjiler arasındaki şartları, dengeleri değişdirerek, yeni<br />

bir dengenin, bir âhengin, bir sistemin yaratılmasına bir sebeb, bir vâsıtadan baş-<br />

– 432 –


ka birşey değildir. Şu hâlde, Arşimed, bir kanûn yaratmamış, dahâ önce mevcûd<br />

olan özellikler arasındaki bir bağlantıyı görebilmişdir. Bunun gibi, phonograph,<br />

megaphon, elektrik ampulü gibi âletlere son şeklini veren Thomas Edison, bunları<br />

yaratmamış, yapmamış, yapılmasına sebeb olmuşdur. Bunları yaratan, Allahü<br />

teâlâdır. Edisonun bunları yaratması şöyle dursun, mevcûd maddeleri bir araya<br />

toplayıp, yeni âletlerin yaratılmasına sebeb olurken, elinin, ayağının, gözünün,<br />

diğer duygularının, çeşidli hücrelerinin, kalbinin, ciğer, böbrek ve dahâ nice organlarının<br />

işlemesinden ve kullandığı maddelerin, âletlerin yapısından, içlerindeki<br />

atom, proton kuvvetlerinden haberi bile yokdu. Ne kendinin, ne de kullandığı şeylerin<br />

birçok inceliklerinden haberi olmıyan bir vâsıtaya, bir sebebe yaratıcı denilir<br />

mi? Yaratıcı, bunların en ufağını, en incesini, hepsini bilen, hepsini yapandır ki,<br />

bu da ancak Allahü teâlâdır.<br />

Üniversiteden birkaç diploması bulunan, yeni literatürleri okuyup, çok tecribesi<br />

olan, zekî ve akllı bir fen adamı iyi anlar ki, insan, bütün işlerinde, bütün buluşlarında,<br />

bir vâsıtadan, bir sebebden başka birşey değildir. Her olayı, her reaksiyonu,<br />

her hareketi yapan, her kanûnu idâre eden, yalnız Allahü teâlâdır. İnsan gücünü,<br />

tabî’î kuvvetlerden ayıran biricik şerefli pay, düşünceli, şu’ûrlu olarak vâsıta<br />

olmasıdır. İnsan, Allahü teâlânın yaratmasını, kendi istediği gibi tecellî etdirebilmekdedir.<br />

Allahü teâlâ, insanlara bu şerefli payı ikrâm ederek, diğer mahlûklarından<br />

ayırdığını, onu, böylece, başka mahlûklardan üstün yaratdığını, İsrâ sûresi,<br />

yetmişinci âyetinde beyân buyurmakdadır.<br />

Yaratıcı, yalnız Allahü teâlâdır. Allahdan başkasına, her ne maksadla olursa olsun,<br />

yaratıcı demek küfrdür. (Birgivî vasıyyetnâmesi)nde, (Bir kimse, rızk Allahdandır.<br />

Fekat, kulun da hareket etmesi lâzımdır dese, kâfir olur. Çünki, hareket<br />

de Allahdandır) yazıyor. Ya’nî, hareketi ve işi insan yaratıyor diyen kâfir olur. Bursalı<br />

İsmâ’îl Hakkı hazretleri, (Huccet-ül-bâliga)da diyor ki, (Hakîkatde hâlık ve<br />

râzık Allahü teâlâdır. İnsana hâlık veyâ râzık demek ilhâddır. İnsanın sıfat-i asliyyesi<br />

acz ve iftikardır. Hak teâlânın sıfat-ı zâtiyyesi, kudret ve gınâdır). İnsanlara,<br />

yaratdı, yaratıcı dememeli, Allahü teâlâya mahsûs olan Hâlık ismini, kimse için kullanmamalı<br />

ve ad takmamalıdır. Rahmân ve Rahîm ismleri de böyledir.<br />

Allahü teâlâ, birşeyi yaratmasına, başka şeyleri sebeb yapmışdır. Birşeyin yaratılmasını<br />

istiyen, onun yaratılmasına sebeb olan şeyleri elde etmelidir. Birşeyin<br />

yaratılmasına sebeb olan şeyler arasında insan gücü de varsa, yaratılan şeye (Sun’î<br />

cism) veyâ (Artifisiel) denir. Meselâ, kok kömürü, turyağı sun’î maddedirler.<br />

Maddenin yaratılmasına yarayan sebebler arasında insan gücü bulunmazsa, böyle<br />

yaratılan maddeye (Tabî’î cism) veyâ (Natürel) denir. Tabî’î maddenin meydâna<br />

gelmesine insan gücü karışmazsa da, bunun kullanılacak hâle sokulmasına, insan<br />

gücü de sebeb olmakdadır. Taşkömürü, tereyağı tabî’î maddedirler. Tabî’î maddeler<br />

için tabî’at yaratdı demek ve sun’î maddeler veyâ olaylar için de insan yaratdı<br />

demek, başka sebeblere de yaratıcı demek gibi, câhilce, saçma bir söz olur. Meselâ,<br />

balı arı yaratdı veyâ ışığı elektrik yaratdı demek gibi olur.<br />

Müslimânların yetmişiki sapık fırkasından (Mu’tezile) de, insan kendi işinin hâlıkıdır<br />

dedi. Bunlar, bu yanlış inanışı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden çıkardıkları<br />

için, kâfir olmuyor ise de, doğrusunu kabûl etmedikleri için, bir müddet Cehennemde<br />

yanacaklardır. Fekat âyetden, hadîsden, dinden, îmândan haberi olmıyanların,<br />

devlet ve saltanat sâhiblerine yaltaklanmak, teveccüh kazanmak için, yaratdın<br />

demeleri küfr olur. Allahü teâlâdan başkasına, yaratdı demek, çok tehlükelidir.<br />

Herşeyi yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Ondan başka yaratıcı yokdur.<br />

Fekat, Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, herşeyi sebeblerle yaratmakdadır. Böylece,<br />

madde âlemine ve sosyal hayâta düzen vermekdedir. Sebebsiz yaratsaydı,<br />

âlemdeki bu nizâm, bu düzen olmazdı. Mikroplar hastalığa, bulutlar yağmura, güneş<br />

hayâta, katalizörler birçok kimyâ reaksiyonlarının hızlanmasına ve hayvanlar,<br />

– 433 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:28


itkisel maddelerin et, süt, bal hâline gelmelerine, yapraklar organik maddelerin<br />

sentezine sebeb oldukları gibi, insanlar da, tayyâre, otomobil, ilâc, elektrik motorlarının<br />

ve dahâ nice şeylerin yapılmasına sebeb olmakdadır. Bütün bu sebeblere kuvvet,<br />

te’sîr veren Allahü teâlâdır. İnsanlara fazla olarak akl ve irâde de vermişdir.<br />

Sebeblere, vâsıtalara yaratıcı demek doğru olamaz. Böyle olduğu (Kelime-i temcîd)<br />

ya’nî (Lâ havle velâ kuvvete illâ billah) diyerek çok güzel anlatılmakdadır. Şî’îler<br />

de, günâhları insanlar yaratıyor; Allah yalnız iyilik yaratır diyorlar. (Eshâb-ı Kirâm)<br />

ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitâblarımızda bu sözlere cevâb verilmişdir.<br />

Allahü teâlânın sıfatlarını gösteren, Âlim (bilici), Semî’ (işitici), Basîr (gören),<br />

Kâdir (gücü yetici, kudretli), Mürîd (dileyici) ve Mütekellim (söyleyici) ve<br />

bunlar gibi ismleri, ikinci kısmın elliikinci maddesinde bildirilen ma’nâları ve<br />

şartları düşünerek, insanlar için kullanılabilir. (Hadîka)da dil âfetlerini anlatırken<br />

diyor ki, (Rahmân), (Kuddûs), (Müheymin) ve (Hâlık) gibi yalnız Allahü teâlâya<br />

mahsûs olan ismleri insanlara ism yapmak harâmdır. İmâm-ı Nevevî “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” bunu (Müslim) şerhinde bildirmekdedir. (Azîz) gibi sıfatları<br />

olan ismleri, mecâz ma’nâları ile insanlar için de kullanmak câiz ise de, edebe yakışmaz.<br />

Allahü teâlânın ismini söyleyince, işitince, yazınca, (Sübhânallah), (Tebârekallah),<br />

(Celle-celâlüh), (Azze-ismüh), (Cellet kudretüh) veyâ (Teâlâ) gibi saygı<br />

sözlerinden birini söylemek, yazmak birincisinde vâcib, tekrârında ise müstehabdır.<br />

Resûlullahın ismini işitince salevât söylemek de böyledir. (Bezzâziyye)de ve<br />

(Hindiyye)nin beşinci cüz’ünde diyor ki, (Allahü teâlânın ismini işitince ve söyleyince,<br />

“celle celâlüh” veyâ “teâlâ” yâhud “tebâreke”, “sübhânallah” diyerek saygı<br />

göstermek vâcibdir. Tekrâr edince de, yalnız söylemeyip, teâlâ da demek müstehabdır.<br />

Ya’nî, Allahü teâlânın isminden sonra, ta’zîm, saygı gösteren bir kelime<br />

de söylemelidir. Bunun gibi, yalnız (Kur’ân) dememeli, dâimâ (Kur’ân-ı kerîm) demelidir.<br />

Görülüyor ki, (Allah buyurdu ki...) veyâ (Allah teâlâ buyurdu ki...) demek<br />

ve yazmak yanlışdır. (Allahü teâlâ buyurdu ki...) demek lâzımdır. İslâmiyyetde kavmiyyet,<br />

ırkcılık yokdur. Her milletin, her dil sâhiblerinin böyle arabî söylemeleri<br />

lâzımdır. Tercemesini söyliyorum diyerek saygısızlık yapmamalıdır. İbni Âbidîn<br />

beşinci cildin sonunda ve (Birgivî)nin Kâdî zâde şerhinde diyor ki, (Eshâb-ı kirâmın<br />

ismine (radıyallahü anh), başka âlimlere (rahmetullahi aleyh) demek [ve yazmak]<br />

müstehabdır).<br />

Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, (Eshâb-ı kirâmı çok sevmek, ta’zîm ve hurmet<br />

etmek lâzımdır. Bunun için, ismlerini yazarken, okurken ve işitince, “radıyallahü<br />

anh” demek müstehabdır). Bunlar, (İslâm ahlâkı) kitâbımızda da yazılıdır. Râfizîler,<br />

müslimânları aldatmak için, (Eshâb çok yüksekdir. Yüksekliklerini bildirecek<br />

bir kelime yokdur. İsmlerinin yanına “radıyallahü anh” demek, onlara hakâret<br />

olur. Böyle şeyler söylememelidir) diyorlar. Râfizîlere aldanmamalıyız!<br />

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin çok yerinde kendisini (Biz) sözü ile bildiriyor.<br />

Allahü teâlâ birdir. Kur’ân-ı kerîmde kendisinin bir olduğunu bildiriyor. Kur’ân-ı<br />

kerîmin çok yerinde kendisine (Ben) demedi. Büyüklüğünü, herşeye mâlik, hâkim<br />

olduğunu bildirmek için, (Ben) yerine, (Biz) de diyor. (Biz) dediği yerleri, (Herşeyin<br />

mâliki, hâkimi olan (Ben) olarak anlamalıdır.)<br />

(Dürr-ül-muhtâr) beşinci cild, ikiyüzaltmışsekizinci sahîfede buyuruyor ki:<br />

(Çocuklarına, Abdüllah, Abdürrahmân, Muhammed, Ahmed ... gibi, ismleri koyanları<br />

Allahü teâlâ sever. Allahü teâlânın Alî, Reşîd, Kebîr, Bedî’ gibi ismlerini,<br />

insanlara yakışan ma’nâ ile ad koymak câiz ise de, câhiller, bu ismlerin ma’nâlarını<br />

ve söylemesini yanlış yaparak, günâha, hattâ küfre sebeb olur. Meselâ Abdülkâdir<br />

yerine Abdülkoydur diyorlar ki, kasd ile olursa küfrdür. Kasd ile bu ismleri<br />

tahkîr eden, meselâ Abdül’azîz yerine Abdüluzeyz diyen kâfir olur. Muhammed<br />

yerine Hamo, Hasen yerine Hasso, İbrâhîm yerine İbo demek de böyledir).<br />

– 434 –


[Kur’ân-ı kerîmi tegannî ile, kelimeleri değişdirerek okumanın harâm olması,<br />

buradan da anlaşılmakdadır.] Ba’zı esnaf, kendi adı olduğu için, bu mubârek ismleri,<br />

ayakkabıların, terliklerin içine reklâm olarak yazıyor; satın alan da ayağına<br />

giyerek, üstüne basıyor. Yazanın ve giyenin îmânlarının gitmesinden korkulur.<br />

(İbni Âbidîn) üçüncü cildde buyuruyor ki, (Îmân), Muhammed aleyhisselâmın<br />

Allahü teâlâdan getirdiği sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylerin hepsini kalbin tasdîk<br />

etmesi, ya’nî inanması demekdir. Allahü teâlânın var ve bir olduğuna, tekrâr<br />

dirileceğimize, nemâz kılmanın, Ramezân ayında oruc tutmanın farz olduğuna, şerâb<br />

içmenin, [kadınların başlarını, saçlarını, bacaklarını yabancı erkeklerin yanında<br />

açmalarının] harâm olduğuna inanmak böyledir. İnandığını söyliyenin (Mü’min),<br />

ya’nî (Müslimân) olduğu anlaşılır. Puta tapmak, Kur’ân-ı kerîmi pisliğe atmak gibi,<br />

küfr alâmeti olan birşeyi yapan kâfir olur. Abdestsiz olduğunu bilerek nemâz<br />

kılmak, sünnet olan bir işi beğenmemek de küfr olur. Âyet-i kerîmeden ve mütevâtir,<br />

ya’nî her yerde bilinen hadîs-i şerîfden açıkca anlaşılmış olmıyan veyâ açık<br />

ise de, icmâ’ ile bildirilmiş olmıyan birşeyi inkâr eden, kâfir olmaz. Harâm olduğu<br />

açıkca bildirilmiş bir şeye halâl diyen kâfir olur. Şerâb içmek, domuz eti yimek<br />

böyledir. Aslı halâl ise de, bir sebeb ile harâm olan bir şeye halâl diyen kâfir olmaz.<br />

Başkasının malını almak böyledir. Bir müslimânın bir sözü veyâ bir işi<br />

(Te’vîl) olunabilirse, ya’nî birçok bakımdan kâfir olacağını gösterse, bir bakımdan<br />

kâfir olmayacağını gösterirse, bu bir bakımı anlamalı, ona kâfir dememelidir. O<br />

bir bakımdan söylemediğini bildirirse, kâfir olur. Sözün küfre sebeb olmasında,<br />

âlimlerin sözbirliği yoksa, o sözü söyliyene kâfir denemez.<br />

Mürted olana nasîhat etmek, şübhesini gidermek müstehabdır. Mühlet isterse,<br />

üç gün habs olunur. Yine tevbe etmezse, mahkeme katline karâr verir. Dâr-ül-harbe<br />

kaçıp, sonra esîr alınırsa da böyledir. Nasîhat etmeden öldürülmesi mekrûhdur.<br />

[(Hadîka) ikinci cild, yüzdoksansekizinci sahîfede diyor ki, (Erkek ve kadından biri<br />

mürted olunca, nikâhları fesh olur. Sonraki çocukları veled-i zinâ olur. Erkek<br />

tevbe ederse, tecdîd-i nikâh etmeleri lâzım olur. Fekat kadın nikâh yapmağa zorlanmaz.<br />

Kadın mürted oldu ise, tevbe etmesi ve sonra nikâhının yenilenmesi için<br />

zorlanır. Talâk olmadığı için hulle lâzım değildir. Sözbirliği olmıyan şeyi inkâr eden,<br />

tevbe edince, nikâhını tâzelemesi ihtiyâtlı olur, ya’nî iyi olur).] Mürted olunca, malları<br />

mülkünden çıkar. Hepsi elinden alınır. Tevbe ederse, kendine geri verilir. Ölürse<br />

veyâ Dâr-ül-harbe, ya’nî Fransa, İtalya gibi kâfir memleketlerinden birine giderse<br />

müslimân vârislerine verilir. Müslimân olup dâr-ül-islâma gelirse, vârislerinde<br />

geri kalan alınıp, kendisine verilir. Mürted iken kazandıkları ise, Fey’ olur. Beytül-mâlın<br />

olur. Cizye kısmından hakkı olanlara verilir. Dâr-ül-harbde kazandıkları,<br />

esîr alınınca, müslimânlara Fey’ olur. [(Hindiyye) ve (Kâdîhân).] Orada ölürse,<br />

kâfir olan vârislerinin olur. Mürtedin hiçbir ibâdeti sahîh olmaz. Hiçbir kadın<br />

ile nikâhı sahîh olmaz. Esîr alınınca, köle ve câriye yapılmayıp, erkek katl, kadın<br />

habs olunur. Kesdiği ve avladığı yinilmez. Şâhidliği kabûl olmaz. Kimseye vâris olamaz.<br />

Mürted iken Dâr-ül-islâmda kazandıklarına kimse vâris olmaz. Dâr-ül-islâmdaki<br />

ticârî mu’âmeleleri, İmâm-ı a’zama göre askıda kalıp, müslimân olursa nâfiz<br />

olur. Ölür veyâ Dâr-ül-harbe giderse, hepsi bâtıl olur. İmâmeyne göre ise, başlangıcda<br />

nâfiz olurlar. Zevci mürted olan kadın, iddet zemânı bitince, başkası ile evlenebilir.<br />

[Ba’zıları diyor ki, insan, nemâz kılıp, her ibâdeti, her iyiliği yapdığı hâlde, bir<br />

kelime söylemekle kâfir olur mu? Kâdî zâde Ahmed efendi “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”, (Birgivî) şerhinde buyuruyor ki: (Bir kâfir, bir kelime-i tevhîd söylemekle<br />

mü’min olduğu gibi, bir mü’min de, bir söz söylemekle kâfir olur. Erkek veyâ<br />

kadın inâdî küfr ile mürted olunca, nikâhı fesh olup gider ki, bu talâk demek değildir.<br />

Bunun için, üçden fazla îmânını ve nikâhını tâzelemeleri, hullesiz câiz<br />

olur). Yalnız birinin nikâhı tâzelemesi yetişmez. Erkek ile zevcesinin, iki şâhid ya-<br />

– 435 –


nında nikâhı tâzelemeleri lâzımdır. Şâfi’îde iddet zemânı içinde tevbe ederse,<br />

tecdîd-i nikâh lâzım olmaz. Hanefî olan, kolaylık olmak için, nikâhını yenilemeğe,<br />

zevcesinden vekâlet almalı, iki şâhid yanında, (Öteden beri nikâhım altında bulunan<br />

zevcemi, onun tarafından vekîl olarak ve tarafımdan asîl olarak kendime tezvîc<br />

etdim) demelidir. Câmi’de cemâ’atin çok olduğu bir nemâzın düâsından sonra,<br />

imâm efendi, tecdîd-i îmân ve nikâh düâsını cemâ’at ile birlikde okursa, cemâ’at<br />

birbirlerine şâhid olmuş, nikâhları da tâzelenmiş olur. 566. cı sahîfeye bakınız! Son<br />

nefesde müslimânın tevbe etmesi sahîh olur. Fekat, kâfirin îmâna gelmesi sahîh olmaz.<br />

Her müslimân, sabâh ve akşam, şu îmân düâsını okumalıdır: (Allahümme innî<br />

e’ûzü bike min en-üşrike bike şey-en ve ene a’lemü ve estagfirü-ke li-mâ lâ-a’lemü<br />

inneke ente allâmülguyûb). Sabâh düâsı gece yarısında okumağa başlanır. Akşam<br />

düâsı zevâlden başlar. Mürted olduğunu inkâr etmek, tevbe olur.<br />

(Berîka) ve (Hadîka)da, dil âfetlerinde ve (Mecmâ’ul-enhür)de diyor ki, (Erkek<br />

veyâ kadın, bir müslimân, âlimlerin sözbirliği ile küfre sebeb olacağını bildirdikleri<br />

bir sözün veyâ işin küfre sebeb olduğunu bilerek, amden [tehdîd edilmeden,<br />

istekle] ciddî olarak veyâ hezl, güldürmek için söyler, yaparsa, ma’nâsını düşünmese<br />

dahî îmânı gider. (Mürted) olur. Buna (Küfr-i inâdî) denir. Küfr-i inâdî<br />

ile mürted olanın, evvelki ibâdetlerinin sevâbları yok olur. Tevbe ederse, geri gelmezler.<br />

Zengin ise, tekrâr hacca gitmesi lâzım olur. Mürted iken kılmış olduğu nemâzları,<br />

orucları, zekâtları kazâ etmez. Riddetden evvel yapmadıklarını kazâ eder.<br />

Çünki, mürted olunca, evvelki günâhları yok olmaz. Riddet zemânında yapmadıklarını<br />

kazâ etmez. Küfr-i inâdî ile mürted olanların nikâhları bozulur. Tekrâr<br />

îmâna gelince, iki şâhid yanında (Tecdîd-i nikâh) yapmaları lâzım olur. Hulle lâzım<br />

olmaz. Tevbe etmek için yalnız Kelime-i şehâdet söylemeleri kâfî değildir. Küfre<br />

sebeb olan şeyden de tevbe etmeleri lâzımdır. Eğer, küfre sebeb olduğunu bilmeyip<br />

söyler, yaparsa veyâ küfre sebeb olacağı, âlimler arasında ihtilâflı olan bir<br />

sözü amden söylerse, îmânının gideceği ve nikâhının bozulacağı, şübhelidir. İhtiyât<br />

olarak, tecdîd-i îmân ve nikâh etmesi iyi olur. Bilmiyerek söylemeğe (Küfr-i cehlî)<br />

denir. Çünki her müslimânın, bilmesi lâzım olan şeyleri öğrenmesi farzdır.<br />

Bilmemesi özr değil, büyük günâhdır. Küfre sebeb olan sözü, hatâ ederek, yanılarak<br />

veyâ te’vîlli olarak söyleyenin îmânı ve nikâhı bozulmaz. Yalnız tevbe ve istigfâr,<br />

ya’nî tecdîd-i îmân etmesi ihtiyâtlı olur. Tecdîd-i nikâh lâzım olmaz.) Câmi’lere<br />

giden müslimânın küfr-i inâdî ile mürted olması düşünülemez. Yalnız diğer<br />

dört şekl ile küfr söylemesi ihtimâli olduğu için, imâm efendiler cemâ’ate, (Allahümme<br />

innî ürîdü en üceddidel îmâne vennikâha tecdîden bi-kavli lâ ilâhe illallah<br />

Muhammedün resûlullah) okutarak, tevbe ve tecdîd-i îmân ve nikâh yapdırıyorlar.<br />

Böylece (Lâ ilâhe illallah diyerek, tecdîd-i îmân yapınız!) hadîs-i şerîfindeki<br />

emr yapılmış olmakdadır.]<br />

Mu’cizelerine Ahmedin, yokdur adedle hesâb,<br />

etdiler ammâ sahâbe, ondan üç bini ta’dâd.<br />

Mu’cize, herkim nebîdir, sıdkına olur delîl,<br />

şöyle ki, gün olduğunu haber verir âfitâb.<br />

Mu’cize, bir de görülse, yetişir tasdîk için,<br />

göstermişdir, hod Muhammed, mu’cizât-ı bî hesâb.<br />

Sıdkına Kur’ân yeter ki, Hak sözüdür şübhesiz,<br />

zîrâ üstündür belâgatde, cümleye ol kitâb.<br />

Şöyle ki, cin ve beşer mislini yapamadılar,<br />

tâ ki bildiler, kelâmullah imiş bî irtiyâb.<br />

– 436 –


16 — FIKH, MEZHEB, İMÂM-I A’ZAM<br />

(Mecmû’a-i Zühdiyye) kitâbının başında diyor ki:<br />

Fıkh kelimesi, arabcada, fekıha yefkahü şeklinde kullanılınca, ya’nî dördüncü<br />

bâbdan olunca, bilmek, anlamak demekdir. Beşinci bâbdan olunca, ahkâm-ı islâmiyyeyi<br />

bilmek, anlamak demekdir. (Ahkâm-ı islâmiyye)yi bildiren ilme (Fıkh ilmi)<br />

adı verildi. Fıkh bilgilerini bilen kimseye (Fakîh) denir. Fıkh ilmi, insanların<br />

yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkh bilgileri, Kur’ân-ı kerîmden,<br />

hadîs-i şerîflerden, icmâ’-ı ümmetden ve kıyâsdan meydâna gelmekdedir. Fıkh bilgisinin<br />

bu dört kaynağına (Edille-i şer’ıyye) denir. Müctehidler, bu dört kaynakdan<br />

ahkâm çıkarırlarken dört (Mezheb)e ayrılmışlardır. Eshâb-ı kirâma “radıyallahü<br />

teâlâ anhüm ecma’în” ve bunlardan sonraki asrda gelen müctehidlere<br />

(Selef-i sâlihîn) denildiğini, ikinci kısmın dördüncü maddesinde, îmânı anlatırken<br />

bildirmişdim. Selef-i sâlihînin söz birliğine (İcmâ’-ı ümmet) denir. Kur’ân-ı kerîmden<br />

veyâ hadîs-i şerîflerden veyâ icmâ’-ı ümmetden çıkarılan ahkâm-ı islâmiyyeye<br />

(Kıyâs-ı fükahâ) denir. Bir işin, halâl veyâ harâm olduğunu (Kıyâs) yolu ile anlamak<br />

için, halâl veyâ harâm olduğu bilinen başka bir işe benzetilir. Bunun için,<br />

o işi halâl veyâ harâm yapan sebebin, birinci işde de bulunması lâzımdır.<br />

Fıkh ilmini kuran, ilk yapan, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”.<br />

Fıkh ilmi, ya’nî (Ahkâm-ı islâmiyye), dört büyük kısma ayrılır:<br />

1 — (İbâdât) olup beşe ayrılır: Nemâz, oruc, zekât, hac, cihâd. Herbirinin dalları<br />

çokdur. (Dürr-ül-muhtâr)da ve (Redd-ül-muhtâr)da diyor ki, (Cihâd, insanları<br />

islâm dînine çağırmak, kabûl etmiyenlerle [Bu çağırıyı işitmelerine, işitenlerin<br />

îmân etmelerine mâni’ olan zâlimlerin orduları ile] kıtâl, ya’nî harb etmekdir.<br />

[Harbi devlet yapar. Devletin ordusu yapar.] Harb edenlere [ya’nî devlete, orduya]<br />

mal ile, fikr [söz ve yazı] ile ve sayılarını artdırmak ile ve tedâvîleri ile [ve düâ<br />

ederek] yardım etmek de cihâddır. Hadîs-i şerîfde, (Kâfirlere karşı malınızla, cânınızla<br />

ve dilinizle cihâd ediniz!) buyuruldu. [Birinci kısmda, onsekizinci maddeyi<br />

okuyunuz!]. Sulh zemânında hudûd başında beklemek, harb vâsıtalarını kullanmasını<br />

ve bunun için lâzım olan fen bilgilerini öğrenmek de cihâddır. Müslimânların<br />

böyle cihâd etmeleri farz-ı kifâyedir. Düşman hücûm etdiği zemân, kadın, çocuk<br />

herkese, ya’nî yakın olanlara, eğer bunların da gücü yetişmezse, uzakda ve dahâ<br />

uzaklarda olanlara da (Farz-ı ayn) olur. [(İbn-i Âbidîn) “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” beşinci cild, ikiyüzyetmişikinci sahîfede diyor ki, (Kadınlar cihâda mestûre<br />

olarak ve zevci veyâ mahremi ile gider).] [Cihâd yapan devlete] yardım etmiyenler<br />

günâha girer. Hücûm edince öldürüleceğini, hücûm etmezse esîr olacağını<br />

anlıyan, harb etmez. Fekat, düşmanlara zarar, müslimânlara fâide mevcûd olunca,<br />

[fedâi olarak çıkıp] hücûm etmesi iyi olur. Fâsık müslimânlara (Nehy-i anilmünker)<br />

yapmak [zararlarına mâni’ olmak] böyle değildir. Nasîhat ile ve zor ile mâni’<br />

olmaları vâcib olanların, [din adamlarının ve diğer vazîfelilerin] fâidesi olmasa da,<br />

öldürüleceğini bilse de, mâni’ olmaları câiz olur. Fitneye sebeb olunca câiz olmaz.<br />

Kumandan kâfir şehrini muhâsara edince, önce islâma da’vet olunur. Kabûl ederlerse,<br />

müslimânlar ile kardeş olurlar. Kabûl etmezlerse, cizye denilen vergiyi verip<br />

(Zimmî) olmaları istenir. Cizye, cezâ, karşılık demekdir. Ölümden kurtulma ve mallarını,<br />

canlarını, her dürlü haklarını koruma karşılığında, kâfirlerin devlete verecekleri<br />

paradır. İki dürlü cizye vardır: Birincisi, kâfirlerle sulh yaparken, karârlaşdırılan<br />

mikdârdır. Bu mikdâr, sonradan hiç değişdirilemez. Cizyenin ikincisi, her ay<br />

sonunda, fakîrlerden bir dirhem gümüş alınır [ki, yarım gram altın değerindedir].<br />

Orta hâllilerden iki dirhem, zenginlerden dört dirhem alınır. Çalışamıyandan ve<br />

senenin yarısından fazla hasta olandan birşey alınmaz. Senede onbin dirhemden<br />

fazla geliri olana zengin denir. İkiyüz dirhemden fazla kazanan orta hâllidir. Ço-<br />

– 437 –


cukdan, kadından, çok ihtiyârdan ve din adamlarından ve müslimândan cizye<br />

alınmaz. Zekât, uşr, cizye ve harâcdan başka hiç kimseden zorla vergi alınmaz. Alınırsa<br />

zulm olur. Sâhiblerine geri vermek lâzım olur.<br />

[Devlet, millete hizmet için yapacağı bütün masrafları, beyt-ül-mâldan karşılar.<br />

Beyt-ül-mâlın gelirleri yok ise veyâ az olup, ihtiyâcı karşılayamıyor ise, devlet yapacağı<br />

hizmetlerin karşılığını milletden vergi olarak ister. Milletin bu vergi borçlarını<br />

devlete tam vaktinde ödemesi lâzımdır. Ödemiyenlerden zor ile alınır.<br />

Üçüncü kısm, 21. ci maddeye bakınız!]<br />

Kâfir ordusunun kumandanı veyâ hükûmetleri, cizye vermeği de kabûl etmezse,<br />

[İslâm askeri] hücûm eder. Cizyeyi kabûl ederlerse, vatandaş olur, islâmın adâleti<br />

altında hür olarak yaşarlar. İbâdetlerini yapmaları, birbirlerine hınzır ve alkollü<br />

içki satmaları sahîh olur. Birbirleri arasında ve müslimânlarla onlar arasında,<br />

müslimânlar arasındaki haklar ve cezâlar ve ticârî mu’âmeleler yapılır. Onlara içki<br />

haddi cezâsı yapılmaz. Fâizden başka âdetleri suç sayılmaz. [Çünki fâiz, onların<br />

dîninde de harâmdır.] Düşman ordusu kuvvetli ise, mal vererek bile, sulh<br />

yapmak câiz olur. Mürtedler kuvvetli olup şehrleri alırlar, oraları (Dâr-ül-harb)<br />

olursa, devletin zarûret hâlinde, onlarla da, sulh yapması câiz olur.<br />

İslâmın beş şartından sonra, ibâdetlerin en üstünü cihâddır. Şehîdin, kul haklarından<br />

başka bütün günâhları afv olur. Kul haklarını da, Allahü teâlâ Kıyâmetde<br />

halâllaşdıracakdır. Cihâdda ve hac yolunda ve hudûd boyunda nöbetde ölenlere,<br />

Kıyâmete kadar, bu ibâdetlerin sevâbı devâmlı verilir. Bedenleri çürümez.<br />

Herbiri Kıyâmetde yetmiş kişiye şefâ’at eder). Abdülganî Nablüsî “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” (Hadîka)da, ikinci cild, altıyüzotuzsekizinci sahîfede diyor ki, (Suda<br />

boğularak şehîd olana, karada şehîd olanın iki misli sevâb verilir).<br />

Hadîs-i şerîfde, (Ok atmasını ve ata binmesini öğreniniz!) buyuruldu. Bir hadîs-i<br />

şerîfde, (Ok atmasını öğrenip, sonra unutan bizden değildir), başka bir hadîs-i şerîfde,<br />

(Oyunun fâidesi olmaz. Yalnız, ok atmağı öğrenmek ve atını terbiye etmek<br />

ve âilesi ile oynamak hakdır) buyuruldu. Ya’nî fâideli ve lüzûmludur. Bu hadîs-i<br />

şerîfler, bütün harb vâsıtalarının hâzırlanmasını ve kullanılmalarının sulh zemânında<br />

öğrenilmesini emr ve teşvîk buyurmakdadır. Görülüyor ki, cihâda hâzırlanmak<br />

ibâdetdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, din düşmanları ile cihâdın<br />

üç dürlü olduğunu bildiriyor: Fi’l ile, kavl ile, düâ etmek ile. Fi’l ile cihâda<br />

hâzırlanmak, yeni silâhları yapmasını ve kullanmasını öğrenmek farz-ı kifâyedir.<br />

Zemânımızda ikinci savaş, ya’nî, dinsizlerin yazı ile, film ile, radyo ile, her çeşid<br />

propaganda ile saldırması aldı, yürüdü. Buna da karşı koymak cihâddır. [Bu kavlî<br />

cihâdın dahâ mühim ve çok sevâb olduğu, İmâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının 65.<br />

ci ve 193. cü mektûblarında uzun yazılıdır. Bu iki cihâd, devletin emri ve izni ile<br />

yapılır. Devlete ısyân etmemek, kanûnlara karşı gelmemek vâcibdir.]<br />

2 — Fıkh ilminin ikinci kısmı (Münâkehât) olup, evlenme, boşanma, nafaka ve<br />

dahâ nice dalları vardır.<br />

3 — Fıkhın üçüncü kısmı (Mu’âmelât) olup, alışveriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs...<br />

gibi birçok bölümleri vardır.<br />

4 — (Ukûbât) ya’nî (Had) denilen cezâlar olup, başlıca altı kısma ayrılmakdadır:<br />

Kısâs, serhoşluk, sirkat, zinâ, kazf, riddet, ya’nî mürted olmak cezâlarıdır. Cezâlar<br />

günâhı ta’kîb etdiği için (Ukûbât) denir.<br />

Fıkhın ibâdât kısmını kısaca öğrenmek her müslimâna farzdır. Münâkehât ve<br />

mu’âmelât kısmlarını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Ya’nî, başına gelenlerin öğrenmesi<br />

farz olur. [Her müslimânın, fıkhın dört kısmını, Dâr-ül-harbde de ahkâm-ı islâmiyyeye<br />

uygun yapması, uşr vermesi lâzımdır. Meselâ, kâfir ve mürted kadınların<br />

avret yerlerine, başlarına, kollarına, bacaklarına bakmak, Dâr-ül-harbde de harâmdır.<br />

Yalnız, Dâr-ül-harbde, kâfirler ile yapılan mu’âmelâtın ahkâm-ı islâmiyyeye<br />

– 438 –


uygun olmaması câizdir. Sigorta bahsine bakınız!] Mu’âmelât ve ukûbât kısmlarını,<br />

zimmîlerin de, ya’nî gayr-ı müslim vatandaşların da öğrenmeleri lâzımdır. Çünki,<br />

zimmînin de mu’âmelâta ve ukûbâta uymasını islâmiyyet emr etmekdedir.<br />

Dâr-ül-islâmda bulunan kâfir müste’minin yalnız mu’âmelâta uyması lâzımdır.<br />

Tefsîr, hadîs ve kelâm ilmlerinden sonra, en şerefli ilm fıkh ilmidir. Fıkh bilgisi<br />

okumak, geceleri nâfile nemâz kılmakdan dahâ sevâbdır. Âlimlerden “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma’în” okumak da, yalnız okumakdan dahâ sevâbdır.<br />

Aşağıdaki altı hadîs-i şerîf, fıkhın şerefini göstermeğe kâfîdir.<br />

Allahü teâlâ bir kuluna iyilik etmek isterse, onu dinde fakîh yapar.<br />

Bir kimse fakîh olursa, Allahü teâlâ, onun özlediği şeyleri ve rızkını, ummadığı<br />

yerlerden gönderir.<br />

Allahü teâlânın en üstün dediği kimse, dinde fakîh olan kimsedir. İmâm-ı a’zamın<br />

üstünlüğünü göstermeğe, yalnız bu hadîs-i şerîf yetişir.<br />

Şeytâna karşı bir fakîh, bin âbidden [ibâdet çok yapandan] dahâ kuvvetlidir.<br />

Herşeyin dayandığı bir direk vardır. Dînin temel direği, fıkh bilgisidir.<br />

İbâdetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkh öğrenmek ve öğretmekdir.<br />

Hanefî mezhebindeki ahkâm-ı islâmiyye, Eshâb-ı kirâmdan Abdüllah ibni<br />

Mes’ûddan “radıyallahü anh” başlıyan yol ile meydâna çıkarılmışdır. Ya’nî, mezhebin<br />

reîsi olan imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, fıkh ilmini, Hammâddan, Hammâd da,<br />

İbrâhîm-i Neha’îden, bu da Alkamadan, Alkama da, Abdüllah bin Mes’ûddan, bu<br />

da Resûl-i ekremden “sallallahü aleyhi ve sellem” almışdır.<br />

Ebû Yûsüf, Muhammed, Züfer bin Hüzeyl ve Hasen bin Ziyâd, hep, İmâm-ı a’zamın<br />

talebesidir “rahimehümullah”. Bunlardan, imâm-ı Muhammed, din bilgilerinde,<br />

bin kadar kitâb yazmışdır. Talebesinden olan imâm-ı Şâfi’înin annesini nikâh<br />

etdiği için, ölünce, kitâbları, imâm-ı Şâfi’îye mîrâs kalarak, imâm-ı Şâfi’înin bilgisinin<br />

artmasına hizmet etmişdir. Bunun için imâm-ı Şâfi’î (Yemîn ederim ki, fıkh<br />

bilgim, imâm-ı Muhammedin kitâblarını okumakla artdı. Fıkh bilgisini derinleşdirmek<br />

istiyen, Ebû Hanîfenin talebesi ile beraber bulunsun) dedi. Bir kerre de (Bütün<br />

müslimânlar, İmâm-ı a’zamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir) buyurdu. Ya’nî,<br />

bir adam, çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi, İmâm-ı a’zam da, insanların,<br />

işlerinde muhtâc oldukları din bilgilerini meydâna çıkarmağı kendi üzerine almış,<br />

herkesi güç bir şeyden kurtarmışdır. İmâm-ı Şâfi’înin ayrı bir mezheb kurması,<br />

İmâm-ı a’zamı beğenmemesi, ondan ayrılması demek değildir. Eshâb-ı kirâmın<br />

“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” da ayrı mezhebleri vardı. Bununla berâber birbirlerini<br />

çok severler ve hurmet ederlerdi. Feth sûresinin son âyeti buna şâhiddir.<br />

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, fıkh bilgilerini toplayarak, kısmlara,<br />

kollara ayırdığı ve üsûller, metodlar koyduğu gibi, Resûlullahın “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiği<br />

i’tikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Talebesinden<br />

(İlm-i kelâm) ya’nî îmân bilgileri mütehassısları yetişdi. Bunlardan imâm-ı Muhammed<br />

Şeybânînin yetişdirdiklerinden Ebû Süleymân Cürcânî ve bunun talebelerinden<br />

Ebû Bekr-i Cürcânî meşhûr oldu. Bunun talebesinden de, Ebû Nasr-ı İyâd,<br />

kelâm ilminde, Ebû Mensûr-i Mâtürîdîyi yetişdirdi. Ebû Mensûr, İmâm-ı a’zamdan<br />

gelen kelâm bilgilerini, kitâblara yazdı. Yoldan sapmış olanlarla çarpışarak,<br />

Ehl-i sünnet i’tikâdını kuvvetlendirdi, her tarafa yaydı.<br />

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, hergün sabâh nemâzını câmi’de<br />

kılıp, öğleye kadar tâliblere cevâb verirdi. Öğleden önce, oturduğu yerde (Kaylûle)<br />

yapardı. Güneş zevâle yaklaşınca kaylûle yapmak, ya’nî biraz uyumak sünnet<br />

olduğunu, İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bey’-ı fâsid bâbında bildirmekdedir.<br />

(Mevâhib-i ledünniyye)nin rü’yâ ta’bîri faslında ve (Şir’at-ül-islâm)da<br />

yazılıdır. Kaylûlenin öğleden sonra da yapılabileceği, (Mîzân)da yazılıdır.<br />

– 439 –


Öğle nemâzından sonra, yatsıya kadar, talebeye ilm öğretirdi. Yatsıdan sonra<br />

evine gelip, biraz dinlenir, sonra câmi’e gider, sabâh nemâzına kadar ibâdet ederdi.<br />

Bu hâli, Selef-i sâlihînden, Mis’ar bin Kedâm-ı Kûfî ve başka kıymetli kimseler<br />

haber vermişdir.<br />

Ticâret ederek halâl kazanırdı. Başka yerlere mal gönderir, kazancı ile talebesinin<br />

ihtiyâclarını alırdı. Kendi evine bol harc eder, evine harc etdiği kadar da, fakîrlere<br />

sadaka verirdi. Her Cum’a günü, anasının, babasının rûhu için, fakîrlere ayrıca<br />

yirmi altın dağıtırdı. Hocası Hammâdın “rahmetullahi teâlâ aleyh” evi tarafına<br />

ayağını uzatmazdı. Hâlbuki, aralarında yedi sokak uzaklık vardı. Ortaklarından<br />

birinin, çok mikdârda bir malı, islâmiyyete uygun olmıyarak satdığını anlayınca,<br />

bu maldan kazanılan doksanbin akçanın hepsini fakîrlere dağıtıp, hiç kabûl etmedi.<br />

Kûfe şehrinin köylerini haydûdlar basıp, koyunları kaçırmışlardı. Bu çalınan<br />

koyunlar şehrde kesilip, halka satılabilir düşüncesi ile, o günden beri, yedi sene,<br />

Kûfede koyun eti alıp yimedi. Çünki, bir koyunun, en çok yedi yıl yaşayacağını öğrenmişdi.<br />

Harâmdan bu derece korkar, her hareketinde islâmiyyeti gözetirdi.<br />

İmâm-ı a’zam “rahmetullahi aleyh”, kırk sene, yatsı nemâzının abdesti ile sabâh<br />

nemâzı kıldı [ya’nî yatsıdan sonra uyumadı]. Böyle olduğu (Mevdû’ât-ülulûm)<br />

ve (Dürr-ül-muhtâr)da ve (İbni Âbidîn) önsözünde ve (Mîzân-ül-kübrâ)da<br />

senedleri ile yazılıdır. [Bu büyüklerin zevceleri de, kendileri gibi, Allahü teâlâya<br />

ibâdet etmeği, Onun dînine hizmet etmeği zevk edinmişler, kendi haklarını ve zevklerini,<br />

Allah yolunda fedâ etmişlerdi. Eshâb-ı kirâmın hepsi de, zevcelerinin arzûları<br />

ve iznleri ile, Allahın dînini yaymak için uzak yerlere cihâda gitmişler, çoğu<br />

şehîd olup geri dönmemişlerdi. Zevceleri de, bu sevâblara ortak oldukları için sevinmişlerdi.]<br />

Ellibeş def’a hac yapdı. Son haccında, Kâ’be-i mu’azzama içine girip,<br />

burada iki rek’at nemâz kıldı. Nemâzda, bütün Kurân-ı kerîmi okudu. Sonra, ağlayarak<br />

(Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fekat, senin akl ile anlaşılamıyacağını<br />

iyi anladım. Hizmetimdeki kusûrumu, bu anlayışıma bağışla!) diyerek düâ<br />

etdi. O ânda bir ses işitildi ki, (Ey Ebû Hanîfe! Sen beni iyi tanıdın ve bana güzel<br />

hizmet etdin. Seni ve kıyâmete kadar, senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri<br />

afv ve magfiret etdim) buyuruldu. Hergün bir ve her gece bir kerre Kur’ân-ı kerîmi<br />

hatm ederdi. Bunlar (Dürr-ül-muhtâr)da ve (İbni Âbidîn)in önsözünde ve<br />

(Hayrât-ül-hisân)da ve (Mir’ât-i kâinât)da yazılıdır. (Mir’ât)da, (Hazânet-ülmüftîn)<br />

sonunda yazılı olduğu da bildirilmekdedir. Bir rek’at nemâzda Kur’ân-ı<br />

kerîmin hepsini hatm etmek, yalnız, Osmân bin Affân ve Temîm-i Dârî ve Sa’îd<br />

bin Cübeyr ve imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye nasîb olmuşdur. (Şir’at-ül-islâm)da diyor<br />

ki, (Kur’ân-ı kerîmi kırk günde hatm etmek müstehabdır. Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” senede bir kerre hatm ederdi. Çünki, Onun mubârek kalbinde<br />

yerleşmişdi. Kur’ân-ı kerîmi okurken, ma’nâsını düşünmek ve kalbine yerleşdirmek<br />

lâzımdır. Bunun için, üç günden önce hatm etmeği yasak etmişdir. Osmân<br />

bin Affân, Zeyd bin Sâbit, Abdüllah ibni Mes’ûd, Übeyy-übnül Kâ’b-il-Hazrecî<br />

ve birçok sahâbîler “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, haftada bir kerre<br />

hatm ederlerdi. Âbidler, haftada iki kerre, ilm neşr edenler, haftada bir kerre hatm<br />

okumalıdır). Hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîmi üç günden önce hatm eden, ma’nâsını<br />

anlayamaz) buyuruldu. Hadîs-i şerîf, bir nemâzı hatm ile kılmağı yasaklamamakdadır.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” süâl edenlerin, hâline ve işine<br />

uygun bir zemânda hatm etmesini emr buyururdu.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, İmâm-ı a’zamın geleceğini haber verdi.<br />

(Diyâ-i ma’nevî)de ve (Mevdû’ât-ül-ulûm)da ve (Hayrât-ül-hisân)da ve<br />

(Mir’ât-i kâinât)da ve (Dürr-ül-muhtâr)da yazılı olan ve (İbni Âbidîn)de sahîh olduğu<br />

bildirilen hadîs-i şerîfde, (Âdem ve bütün Peygamberler “aleyhimüsselâm”,<br />

benimle öğündüğü gibi, ben de, ümmetim içinde, soy adı Ebû Hanîfe, ismi Nu’mân<br />

olan bir kimse ile öğünürüm ki, ümmetimin ışığı olacakdır. Onları, yoldan çıkmak-<br />

– 440 –


dan, cehâlet karanlığına düşmekden koruyacakdır) buyurdu. (Yüzelli senesinde<br />

dünyânın zîneti gider) hadîs-i şerîfinin, İmâm-ı a’zam için olduğunu, büyük âlim<br />

İbni Hacer-i Mekkî bildiriyor. Çünki, İmâm-ı a’zam, [150] senesinde, yetmiş yaşında<br />

iken vefât etdi. Şemseddîn Sâmî beğ, (Kâmûs-ül-a’lâm)da diyor ki:<br />

(İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin adı Nu’mandır. Babasının adı Sâbitdir. Ehl-i sünnetin<br />

dört büyük imâmının birincisidir. Muhammed aleyhisselâmın parlak olan<br />

dîninin büyük bir direğidir. Acemistânın ileri gelenlerinden birinin soyundandır.<br />

Dedesi, islâm dînini kabûl etmişdi. [80] yılında, Kûfe şehrinde doğdu. Eshâb-ı kirâmdan<br />

“aleyhimürrıdvân” Enes bin Mâlik ve Abdüllah bin Ebî Evfâ ve Sehl bin<br />

Sa’d-i Sâ’idî ve Ebüttufeyl Âmir bin Vâsile zemânlarına yetişmişdir. Fıkh ilmini,<br />

Hammâd bin Ebî Süleymândan öğrendi. Tâbi’înden birçok büyük zâtlarla ve<br />

imâm-ı Ca’fer Sâdıkla sohbet etdi. Çok hadîs-i şerîf ezberledi. Mezheb imâmı olmasaydı,<br />

büyük bir hakîm, fikr adamı olacak şeklde yetişdi. Üstün bir akl ve herkesi<br />

şaşırtan zekâsı vardı. Fıkh ilminde, az zemânda, eşi, benzeri olmıyan bir dereceye<br />

yükseldi. Mervân bin Muhammedin Irâk vâlîsi Yezîd bin Amr, kendisine,<br />

Kûfe mahkemesi hâkimliğini teklîf etdi ise de, zühd ve takvâsı ve vera’ı da ilmi<br />

ve zekâsı gibi son derece çok olduğundan, kabûl etmedi. İnsanlık dolayısı ile kulların<br />

hakkını gözetmekde kusûr etmesinden korkdu. Yezîdin emri ile başına yüzon<br />

kamçı vurulduğu hâlde, yine kabûl etmedi. İkinci Abbâsî halîfesi Ebû Ca’fer<br />

Mensûr tarafından Bağdâd şehrine çağrıldı. Hâkim olması emr edildi ise de, yine<br />

kabûl etmedi.<br />

Fıkh ilmini ilk olarak kollara ayırmış, her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış<br />

ve (Ferâiz) ve (Şurût) kitâblarını yazmışdır. Fıkhdaki çok geniş bilgisini ve hele kıyâsdaki<br />

hârik-ul’âde kuvvetini ve zühd ve takvâdaki ve hilm ve salâhdaki, akllara<br />

hayret veren üstünlüğünü bildiren kitâblar, sayılamıyacak kadar çokdur. Talebesi<br />

pekçok olup, içlerinden büyük müctehidler yetişmişdir. [150] yılında, yetmiş<br />

yaşında vefât etdi. Ebû Ca’fer Mensûrun emr etdiği temyîz başkanlığını kabûl etmediği<br />

için, zindâna atıldı. Kamçı ile döğüldü. Hergün on kamçı artdırılarak döğüldü.<br />

Kamçı sayısı yüz olduğu gün şehîd oldu. Selçûkî pâdişâhlarından sultân Melikşâhın<br />

vezîrlerinden Ebû Sa’îd-i Harezmî, Ebû Hanîfe hazretlerinin mezârı üzerine<br />

mükemmel bir türbe yapdı. Sonra, Osmânlı pâdişâhları “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyhim ecma’în”, bu türbeyi çok def’a ta’mîr ve tezyîn eyledi.<br />

Hanefî mezhebi, Osmânlı devleti zemânında her yere yayıldı. Devletin resmî<br />

mezhebi gibi oldu. Bugün, dünyâ yüzünde bulunan Ehl-i islâmın yarıdan fazlası ve<br />

Ehl-i sünnetin pekçoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmekdedir).<br />

(Mir’ât-ül kâinât) kitâbında diyor ki:<br />

(İmâm-ı a’zamın babası Sâbit, Kûfede, imâm-ı Alî ile “radıyallahü anh” buluşup,<br />

İmâm hazretleri, buna ve evlâdına düâ buyurmuşdu. [Bunu (Dürr-ül-muhtâr)<br />

ve (Mevdû’ât-ül-ulûm) ve (Gâliyye) kitâbları yazmakda, (İbni Âbidîn) vesîkasını<br />

da bildirmekdedir.] Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâliki ve dahâ üç veyâ yedisini<br />

“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” gördü. Bunlardan hadîs-i şerîfler öğrendi.<br />

Hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecekdir. Bu, kıyâmet<br />

günü, ümmetimin ışığı olacakdır) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Nu’mân bin<br />

Sâbit adında ve Ebû Hanîfe denilen biri gelecek, Allahü teâlânın dînini ve benim<br />

sünnetimi canlandıracakdır) buyuruldu. (Ebû Hanîfe adında biri gelir. O, bu ümmetin<br />

en hayrlısıdır), (Ümmetimden biri, sünnetimi canlandırır. Bid’atleri öldürür.<br />

Adı, Nu’mân bin Sâbitdir), (Her asrda, ümmetimden, yükselenler olacakdır.<br />

Ebû Hanîfe, zemânının en yükseğidir), (Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecekdir.<br />

İki küreği arasında ben vardır. Allahü teâlâ, dînini, onun eli ile canlandırır)<br />

hadîs-i şerîfleri meşhûrdur. Âlimlerden biri, rü’yâda, Resûlullaha “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, (Ebû Hanîfenin ilmi için ne buyurursunuz?) dedi. Cevâbında,<br />

(Onun ilmi herkese lâzımdır) buyurdu. Başka bir âlim, rü’yâsında, (Yâ Resû-<br />

– 441 –


lallah! Kûfe şehrindeki Nu’mân bin Sâbitin bilgileri için ne buyurursunuz?) dedi.<br />

(Ondan öğren ve onun öğretdiği ile amel et. O, çok iyi kimsedir) buyurdu.<br />

İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” (Size, bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe<br />

adında birini haber vereyim. Onun kalbi, ilm ile, hikmet ile dolu olacakdır. Âhır<br />

zemânda, birçok kimse, onun kıymetini bilmiyerek helâk olacakdır. Nitekim,<br />

şî’îler de, Ebû Bekr ve Ömer için helâk olacaklardır) dedi. İmâm-ı Muhammed<br />

Bâkır “rahmetullahi aleyh”, Ebû Hanîfeye “rahmetullahi teâlâ aleyh” bakıp<br />

(Ceddimin dînini bozanlar çoğaldığı zemân, sen onu canlandıracaksın. Sen korkanların<br />

kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın! Sapıkları doğru yola çevireceksin!<br />

Allahü teâlâ yardımcın olacak!) buyurdu.<br />

Yukarıdaki hadîs-i şerîflerden birinci, ikinci ve beşincileri, (Hayrât-ül-hisân)da<br />

ve allâme Taşköprülünün (Mevdû’ât-ül’ulûm) kitâbında da yazılıdır. Kıymetli<br />

fıkh kitâbı (Dürr-ül-muhtâr)ın müellifi, önsözünde, (Âdem “aleyhisselâm” benimle<br />

öğündüğü gibi, ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu’mân, soyadı,<br />

Ebû Hanîfedir. Ümmetimin ışığıdır) ve (Peygamberler benimle öğündükleri<br />

gibi, ben de Ebû Hanîfe ile öğünüyorum. Onu seven, beni sevmiş olur. Onu sevmiyen,<br />

beni sevmemiş olur) hadîs-i şerîflerini yazıyor ve İbni Cevzînin buna mevdû’<br />

demesi te’assubundandır, ya’nî inâdındandır. Çünki, çeşidli yollardan bildirilmişdir<br />

diyor. İbni Âbidîn, bu hadîslerin sahîh olduğunu bildiriyor ve bu satırları<br />

açıklarken buyuruyor ki, (İbni Hacer-i Mekkînin, (Hayrât-ül-hisân) kitâbında<br />

bildirdiği gibi, (Buhârî) ve (Müslim)deki hadîs-i şerîfde, (Îmân süreyyâ yıldızına<br />

çıksa, Fâris oğullarından biri, elbette alıp getirir) buyuruldu. Fâris demek, Îrânın<br />

Fers denilen memleketindeki insanlar demekdir. İmâm-ı a’zamın dedesi buradandır.<br />

Bu hadîs-i şerîfin, İmâm-ı a’zamı “rahmetullahi teâlâ aleyh” gösterdiği açıkdır.<br />

Bunda hiç şübhe yokdur.)<br />

Süyûtî, Zehebî ve Askalânî gibi hadîs âlimleri, birkaç hadîs-i şerîfe mevdû’ demişler<br />

ise de, bu sözleri, (Benim mezhebimdeki sahîh olmak şartları yokdur) demekdir.<br />

Uydurma hadîsdir demek istememişlerdir. İbni Teymiyye, İbni Cevzî ve<br />

Aliyy-ül-kârî gibi kimselerin te’assub ile, hased ile yazdıklarına aldanarak, kıymetli<br />

kitâblarda bulunan bu hadîs-i şerîflere uydurma dememelidir. İkinci kısmda, beşinci<br />

maddeyi okuyunuz! (Berîka) kitâbının üçyüzonuncu sahîfesinde diyor ki, (Buhârî)de<br />

ve (Müslim)deki hadîs-i şerîfde, (İnsanların en hayrlısı, benim asrımda bulunan<br />

müslimânlardır. Ya’nî Eshâb-ı kirâmdır. Onlardan sonra en iyileri, onlardan<br />

sonra gelenlerdir. Ya’nî Tâbi’îndir. Onlardan sonra da en iyileri, onlardan sonra<br />

gelenlerdir. Onlardan sonra gelenlerde, yalan yayılır. Bunların sözlerine ve işlerine<br />

inanmayınız!) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, vehhâbîlerin (Feth-ul-mecîd) kitâbında<br />

da yazılıdır. Eshâb-ı kirâmın hepsi, onlardan sonraki asrlarda gelenlerin<br />

ise çoğu, hadîs-i şerîfde bildirildiği gibidirler. İmâm-ı a’zam, bu hadîs-i şerîfde müjdelenen<br />

Tâbi’înden biridir. Hattâ, Tâbi’înin en üstünlerinden olduğunu, bütün müslimânlar,<br />

hattâ dinli dinsiz her ilm adamı bilmekdedir. İmâm-ı a’zam “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”, bu hadîsle müjdelenenlerin en üstünlerinden biri olduğundan,<br />

onun şânını, yüksekliğini anlatmak için, başka hadîs-i şerîf aramağa lüzûm yokdur.<br />

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin büyüklüğünü bildiren âlimlerden birisi Muhammed<br />

bin Mahmûd Hârezmîdir. İmâmın Müsnedini şerh etmiş ve başında fazîletlerini<br />

bildirmişdir. Bu yazısı (Üsûlül-erbe’a) sonunda mevcûddur.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, yukarıdaki hadîs-i şerîfde, mezheb<br />

imâmlarını överken, vehhâbîler için bakınız ne buyuruyor: (Tenbîh)de ve<br />

(Muhtasar-ı tezkire)de yazılı iki hadîs-i şerîfde, (Kıyâmete yakın ilm azalır, cehâlet<br />

artar) ve (İlmin azalması, âlimlerin azalması ile olur. Câhil din adamları, kendi<br />

görüşleri ile fetvâ vererek fitne çıkarırlar. İnsanları doğru yoldan sapdırırlar)<br />

buyurdu. Bu hadîs-i şerîfler, son zemânlarda, câhil, fâsık ve sapık din adamlarının<br />

çoğalacaklarını, müslimânları aldatacaklarını haber vermekdedir).<br />

– 442 –


Gençliğinde kelâm ilmine ve ma’rifete çalışıp, pek mâhir oldu. Sonra, imâm-ı<br />

Hammâda onsekiz yıl hizmet edip yetişdi. Hammâd vefât edince, onun yerine, müctehid<br />

ve müftî oldu. İlmi, üstünlüğü her yere yayıldı. İlmi, fazîleti, zekâsı, anlayışı,<br />

zühd ve takvâsı, emâneti, çabuk cevâblı olması, dîne bağlılığı, doğruluğu ve bütün<br />

insanlık olgunluklarında, herkesin üstünde idi. Zemânında bulunan ve sonra<br />

gelen bütün müctehidler ve başka âlimler, üstün kimseler, hattâ hıristiyanlar,<br />

kendisini hep medh etmiş, övmüşdür. İmâm-ı Şâfi’înin (Fıkh bilgisinde, herkes, Ebû<br />

Hanîfenin çocuklarıdır) buyurduğu (Hayrât-ül-hisân) ve (Mîzân-ül kübrâ) ve<br />

(Mir’ât-i kâinât) ve (Mevdû’ât-ül-ulûm)da yazılıdır. Hâfız Zehebî, (Es-sahîfe fî menâkıb-i<br />

Ebî Hanîfe)de ve İbni Hacer-i Mekkî, (Kalâid-ül-ukbân fî-menâkıb-in<br />

Nu’mân)da ve Hamevî, (Eşbâh) şerhinin başında ve Muhammed bin Yûsüf, (Sîret-i<br />

Şâmî)de ve müftî Mahmûd Pişâvürî, fârisî (Huccet-ül-islâm) kitâbında, imâmı<br />

Şâfi’înin (Fıkh âlimi olmak istiyen, Ebû Hanîfenin kitâblarını okusun!) dediği<br />

ve bunu imâm-ı Müzenînin haber verdiğini yazmakdadırlar. Bir kerre de (Ebû<br />

Hanîfe ile teberrük ediyorum. Hergün, mezârını ziyâret ediyorum. Zor bir durumda<br />

kalınca, Onun kabrine gidip, iki rek’at nemâz kılarım. Allahü teâlâya yalvarırım.<br />

Dileğimi verir) buyurduğunu, yine bu kitâblar yazmakda ve (İbni Âbidîn) önsözünde<br />

ve (Şevâhid-ül-hak) yüzaltmışaltıncı sahîfede bunu îzâh etmekdedir.<br />

(Gâliyye)de diyor ki, (İmâm-ı Şâfi’î, Ebû Hanîfenin kabri yanında sabâh nemâzını<br />

kılar, Ona hurmeten, kunût okumazdı. Yeryüzünde Ebû Hanîfeden üstün âlim<br />

yokdu). İmâm-ı Şâfi’î, İmâm-ı a’zamın ikinci talebesi olan imâm-ı Muhammedin<br />

talebesi idi. (Allahü teâlâ, bana ilmi iki kimseden ihsân etdi. Hadîsi, Süfyân bin<br />

Uyeyneden, fıkhı, Muhammed Şeybânîden öğrendim) buyurdu. Bir kerre de (Din<br />

bilgilerinde ve dünyâ işlerinde, kendisine minnetdâr olduğum bir kişi vardır. O da,<br />

imâm-ı Muhammeddir) buyurdu. Yine imâm-ı Şâfi’î buyurdu ki, (İmâm-ı Muhammedden<br />

öğrendiklerimle, bir hayvan yükü kitâb yazdım. O olmasaydı, ilmden<br />

birşey edinemiyecekdim. İlmde, herkes, Irâk âlimlerinin çocuklarıdır. Irâk âlimleri<br />

de, Kûfe âlimlerinin talebesidir. Kûfe âlimleri ise, Ebû Hanîfenin talebesidir).<br />

İmâm-ı a’zam, dörtbin kimseden ilm aldı. Hanefî mezhebinde, beşyüzbin din<br />

mes’elesi çözülmüş, hepsi cevâblandırılmışdır.<br />

İmâm-ı a’zamın takvâsı çok fazla idi. Halâl yimek için, ticâret yapardı. Ortakları<br />

vardı. Şübheli sandığı binlerle lira kazancı, fakîrlere ve din adamlarına dağıtırdı.<br />

Yüzlerce talebesini kendi kazancından besler, ihtiyâclarını giderirdi. Otuz yıl,<br />

hergün oruc tutdu. [Yalnız bayramlarda beş gün tutmazdı.] Geceleri nemâz kıldı.<br />

Günün çok sâatini, mescidde ders vermekle, halkın sorularını cevâblandırmakla<br />

geçirirdi. Geceleri, mescidde ve evinde, sâhibine ibâdet ederdi. Kırk yıl, yatsının<br />

abdesti ile sabâh nemâzını kıldı. Çok kerre, bir rek’atda veyâ iki rek’atda bütün<br />

Kur’ân-ı kerîmi okurdu. Ba’zan da, yalnız bir azâb veyâ rahmet âyetini nemâzda<br />

veyâ nemâz dışında tekrâr tekrâr okuyup, hıçkıra hıçkıra ağlar, sızlardı. İşitenler,<br />

hâline acırdı. Fakîrler gibi giyinirdi. Ba’zan da, Allahü teâlânın ni’metlerini göstermek<br />

için çok kıymetli elbise giyerdi. Ellibeş kerre hac yapdı. Yalnız rûhu kabz<br />

olunduğu yerde, yedibin kerre hatm-i Kur’ân okumuşdu. (Ömrümde bir kerre güldüm.<br />

Ona da pişmânım) demişdir. Az söyler, çok düşünürdü. Ba’zı din konularında,<br />

talebesi ile münâzara, konuşma yapardı. Bir gece, yatsı nemâzını cemâ’at ile<br />

kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı dahâ mescidde iken, bir konu<br />

üzerinde, talebesi Züfer ile sabâh ezânına kadar konuşup, ikinci ayağını dışarı çıkarmadan,<br />

sabâh nemâzını kılmak için, yine mescide girmişdir. İmâm-ı Alî “radıyallahü<br />

anh” (Dörtbin dirheme kadar nafaka câizdir) buyurdu diyerek, kazancının<br />

dörtbin dirheminden fazlasını fakîrlere dağıtırdı. Yezîd bin Amr, Kûfe şehrine<br />

vâlî ve hâkim yapmak istedi. Kabûl buyurmadı. Habs edip döğdürdü. Mubârek<br />

başı, yüzü şişdi. Ertesi gün, İmâmı “rahmetullahi teâlâ aleyh” çıkarıp tekrâr teklîf<br />

ve sıkışdırdıkda (Danışayım) buyurup izn aldı. Mekke-i mükerremeye gidip, beş<br />

altı yıl orada kaldı.<br />

– 443 –


Halîfe Mensûr, İmâma çok hurmet ederdi. Onbin akça ile bir câriye hediyye etmişdi.<br />

İmâm, kabûl etmedi. Bir akça, bir dirhem gümüş idi. Mensûr zâlim idi. [145]<br />

senesinde, İbrâhîm bin Abdüllah bin hazret-i Hasen, Medîne-i münevverede halîfeliğini<br />

i’lân eden kardeşi Muhammede yardım için asker topluyordu. Kûfeye gelmişdi.<br />

Ebû Hanîfe buna yardım ediyor diye yayıldı. Mensûr işitip, İmâmı, Kûfeden<br />

Bağdâda getirtdi. Mensûr, haklı olarak halîfedir diye herkese bildir dedi.<br />

Buna karşılık temyîz reîsliğini verdi. Çok zorladı. İmâm-ı a’zam, çok takvâ sâhibi<br />

olup, dünyâ makâmlarına kıymet vermediğinden, kabûl buyurmadı. Mensûr, incinip<br />

habs etdi. Otuz değnek vurdurup, mubârek ayağından kan akdı. Mensûr pişmân<br />

olup, otuzbin akça gönderdi ise de, kabûl buyurmadı. Tekrâr habs edip, hergün<br />

on değnek fazla vurdurdu. Onbirinci günü, halkın hücûmundan korkulup, zorla<br />

sırt üstü yatırıldı. Ağzına zehrli şerbet döküldü. [150] senesinde vefât ederken<br />

secde etdi. Nemâzını ellibin kadar kimse kıldı. Çok kalabalık olduğundan, güçlükle,<br />

ikindiye kadar kılındı. Yirmi gün nice kimseler gelip, kabri üzerinde nemâzını<br />

kıldı.<br />

Yediyüzotuz talebesi vardı. Oğlu Hammâd, talebesinin ileri gelenlerinden idi.<br />

İmâm-ı a’zam “rahmetullahi teâlâ aleyh” ile talebesi arasında, ba’zı mes’elelerde<br />

ayrılık olmuşdur. (Ümmetimin âlimleri arasındaki ayrılık, rahmetdir) hadîs-i<br />

şerîfi, bu ayrılığın fâideli olduğunu haber vermekdedir.<br />

Allahü teâlâdan çok korkardı. Her işinde Kur’ân-ı kerîme uymağa çok dikkat<br />

ederdi. Talebesine (Bir iş için, sözüme uymıyan bir sened elinize geçerse, benim<br />

sözümü bırakınız. O senede uyunuz!) buyururdu. Çünki, talebesi de, kendisi gibi<br />

müctehid idiler. Bütün talebesi yemîn ediyor ki, (Ona uymıyan sözlerimizi de, elbette<br />

ondan işitdiğimiz bir delîle, senede dayanarak söyledik).<br />

Müftîler, İmâm-ı a’zamın sözü ile hareket etmelidir. Onun sözü bulunmazsa,<br />

imâm-ı Ebû Yûsüfe uymalıdır. Bundan sonra, İmâm-ı Muhammedin sözü ile amel<br />

olunur. İmâm-ı Ebû Yûsüf ile imâm-ı Muhammedin sözü bir tarafda, İmâm-ı<br />

a’zamın sözü karşı tarafda ise, müftî her iki tarafa göre fetvâ verebilir.<br />

İbni Âbidînin ve türkçe (Mecmû’a-i Zühdiyye)nin önsözlerinde ve şeyh-ul-islâm<br />

Kemâl pâşa-zâde Ahmed bin Süleymân “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”<br />

efendinin (Vakfunniyyât) kitâbında diyor ki, (Fıkh âlimleri yedi tabaka, yedi derecedir.<br />

En yüksek derecesi, ahkâm-ı islâmiyyede müctehid olanlardır. Bunlara mutlak<br />

müctehid denir. Dört mezheb imâmları böyledir. İkinci tabaka, mezhebde<br />

müctehid denilen büyük âlimlerdir. Ebû Yûsüf ve imâm-ı Muhammed Şeybânî ve<br />

İmâm-ı a’zamın diğer talebeleri böyledir. Bunlar, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin koymuş<br />

olduğu üsûl ve kâ’idelere uyarak, delîllerden ahkâm çıkarırlar. Çıkardıkları<br />

hükmlerden ba’zıları, İmâm-ı a’zamın çıkarmış olduğu hükmlere uymıyabilir.<br />

[Bunlara da mezhebde mutlak müctehid denildiği (Mîzân-ül-kübrâ)da sh. 17 de yazılıdır.]<br />

Üçüncü tabaka, mes’elelerde müctehid olan âlimlerdir. Bunlar, ortaya yeni<br />

çıkan mes’elelerin hükmlerini bulurlar. Bunların bulduğu hükmlerin ilk iki tabakanın<br />

hükmlerine uygun olmaları lâzımdır. Hassâf, Tahâvî, Kerhî, Şems-ül-eimme<br />

Halvânî, Şems-ül-eimme Serahsî, Pezdevî, Kâdîhân ve benzerleri olan derin âlimler,<br />

üçüncü tabakadan müctehidlerdir. Bunlardan sonra olan tabakalardaki âlimler<br />

müctehid değildir. Mukalliddirler. Meselâ, dördüncü tabakadaki, (Eshâb-ı tahrîc)<br />

denilen âlimler, ictihâd yapamazlar. Mücmel, kısa bildirilmiş olup, iki dürlü anlaşılabilen<br />

hükmleri açıklayarak, bir ma’nâsını seçen Ebû Bekr Ahmed Râzî bunlardandır.<br />

370 [m. 981] de Bağdâdda vefât etmişdir. Fıkh âlimlerinin beşinci tabakası,<br />

(Eshâb-ı tercîh)dir. Kendilerine gelmiş olan, çeşidli haberler arasından sahîh,<br />

evlâ olanları seçerler. (Kudûrî) ve (Hidâye) sâhibi Burhâneddîn Mergınânî bunlardandır.<br />

Altıncı tabaka, (Eshâb-ı temyîz) olup, kavî hükmleri za’îf olanlardan, zâhir<br />

haberleri, nâdir haberlerden ayıran mukallid âlimlerdir. (Kenz), (Muhtâr) ve<br />

(İhtiyâr), (Vikâye) ve (Mecma’ul-bahreyn) kitâblarının sâhibleri bunlardandır. Bun-<br />

– 444 –


ların kitâblarında merdûd ve za’îf rivâyetler yokdur. Yedinci tabaka, yukarıda bildirilen<br />

hizmetleri yapamıyan, ancak önceki tabakaların kitâblarından doğru olarak<br />

nakl yapabilen, onları bildiren mukallidlerdir. [(Tahtâvî) ve (İbni Âbidîn)in<br />

ve (Dürr-ül-muhtâr) sâhibinin bunlardan olduğu, (Mecmû’a-i Zühdiyye)de yazılıdır.]<br />

Altıncı tabakadan âlimler kıyâmete kadar bulunacaklar, hakkı bâtıldan<br />

ayıracaklardır. (Ümmetimden hak üzere olan âlimler, Kıyâmete kadar bulunacakdır)<br />

hadîs-i şerîfi, bunu haber vermekdedir).<br />

(Mîzân-ül-kübrâ)nın önsözünde diyor ki, (Dört mezheb imâmından “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma’în” sonra, hiçbir âlim, mutlak müctehid olduğunu iddiâ etmedi.<br />

Yalnız imâm-ı Muhammed bin Cerîr-i Taberî “rahmetullahi teâlâ aleyh” böyle<br />

iddiâda bulundu ise de, kabûl edilmedi. İmâm-ı Süyûtî “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”, mezhebde mutlak müctehid olduğunu söyler ve şâfi’î mezhebine göre<br />

fetvâ verirdi. Tesavvufun yüksek derecesine varmış olan ârif-i kâmiller, zevk ve<br />

vicdân ile ictihâd sâhibi olurlar. Halâl olan şeyleri, güzel kokuları ile, harâmları da,<br />

habîs kokuları ile anlarlar. Bir Ârif-i kâmilden feyz almadıkca, ictihâd derecesine<br />

yükselmek mümkin değildir. Bu dereceye yükselen Velînin, bir mezhebi taklîd<br />

etmesine lüzûm kalmaz. Onların hanefî, şâfi’î olduklarını söylemeleri, bu dereceye<br />

yükselmeden evvel, taklîd etmiş oldukları mezhebleridir. Vilâyet derecelerine<br />

yükselebilmek için, dört mezhebden birinin fıkh bilgilerini doğru olarak öğrenmek<br />

lâzımdır. Bunun için, Ehl-i sünnet i’tikâdında olan ve o mezhebe bağlılığı<br />

bilinen sâlih bir zâtdan dinliyerek veyâ böyle birinin yazdığı ilmihâl kitâbından<br />

okuyarak öğrenmek şartdır. İ’tikâdı bozuk, mezhebsiz bir din adamından dinliyerek<br />

veyâ ne olduğu belirsiz kimsenin yazdığı kitâbdan okuyarak öğrendiğine uyan<br />

yâhud dört mezhebden birini taklîd etmiyen sôfî, dalâlete düşer, (zındık) olur. Başkalarını<br />

da yoldan çıkarmakda şeytânın yardımcısı olur.)<br />

[Yeni müslimân olan kimsenin veyâ âkıl ve bâlig olan müslimân evlâdının, evvelâ<br />

(Kelime-i şehâdet) söylemesi ve bunun ma’nâsını öğrenip, inanması lâzımdır.<br />

Sonra, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan i’tikâd, ya’nî îmân edilmesi<br />

lâzım olan bilgileri öğrenip, bunlara inanması lâzımdır. Sonra Ehl-i sünnetin dört<br />

mezhebinden birinin kitâblarında yazılı olan fıkh bilgilerini, ya’nî islâmın beş<br />

şartını ve halâl, harâm olan şeyleri öğrenmesi ve bunlara inanması ve uygun yaşaması<br />

lâzımdır. Bunları öğrenmek ve uymak lâzım olduğuna inanmıyan, ehemmiyyet<br />

vermiyen (mürted) olur. Ya’nî kelime-i şehâdet getirerek müslimân oldukdan<br />

sonra, tekrâr kâfir olur. Dört mezhebin i’tikâdı birbirinin aynıdır. Dört mezhebden<br />

birinin îmân ve fıkh bilgilerine tâbi’ olan [uyan] bir müslimâna (Ehl-i sünnet)<br />

veyâ (Sünnî) denir. Dört mezhebden birinde olmıyan kimsenin îmânı bozulur.<br />

Yâ, (bid’at sâhibi), ya’nî sapık müslimândır. Yâhud, mürted olur. Bunun her<br />

ikisi de, tevbe etmeden ölürse, muhakkak Cehenneme girecek, ateşde yanacakdır.<br />

Bir iş yaparken, özrü hâsıl olup, bu işin kendi mezhebindeki şartlarından birine uyması<br />

güçleşen kimse, bu işi, dört mezhebden herhangi birindeki şartlarına uyarak<br />

yapar. Bu ikinci mezhebin, bu iş için olan şartlarının hepsine uyması lâzım olur. Bu<br />

şartlardan birine uyması zor olur, fekat kendi mezhebinde kolay olursa, bu işi yapması<br />

sahîh olur. İki mezheb zarûrî telfîk edilmiş olur. Kendi mezhebinde de zor olur<br />

ise, kendi mezhebindeki birinci şartı yapmaması câiz olur. Fekat, Eshâb-ı kirâmdan<br />

birinin ictihâdına göre câiz olabileceğini düşünmek iyi olur. İkinci kısm, 1. ci<br />

maddeye bakınız! Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefâtında hayâtda<br />

bulunan binlerce Sahâbînin herbiri müctehid idi. Dört mezhebden birini taklîd<br />

etmekde zorluk hâsıl olduğu zemân, Eshâb-ı kirâmdan birinin ictihâdına uygun<br />

olan ibâdetimiz sahîh olur. Özr olunca zann-ı gâlibimiz makbûl olur. Tevbe sûresinin<br />

102. ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Muhâcirînin ve Ensârın önce olanları ve<br />

bunlara tâbi’ olanlar, Allahü teâlâdan râzıdır. Allahü teâlâ da onlardan râzıdır. Onlara<br />

Cennetleri hâzırladım. Burada sonsuz kalacaklardır) buyurulmuşdur. Es-<br />

– 445 –


hâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” âlemlere rahmet oldukları ve<br />

herhangi birine tâbi’ olanın sonsuz se’âdete kavuşacağı bu âyet-i kerîmeden de anlaşılmakdadır.]<br />

Muzdarib bir gönülle, kâbûslu hayâllerle,<br />

vuslat-ı cânâna ve gülistâna elvedâ!<br />

Gizli âh çekmelerle, içli iniltilerle,<br />

zevkıne doymadığım nevbehâra elvedâ’!<br />

Gökler karardı yine, hiçbir yer görünmiyor,<br />

mübhem bir kuvvet beni, her an geri çekiyor,<br />

Mâdem ayrılacakdın, yâ niçin geldin diyor,<br />

basdığın azîz taş ve topraklara elvedâ’!<br />

Göz yaşım ummân oldu, yol vermiyor geçeyim,<br />

ayrılıp, göz nûrumdan, ben nereye gideyim?<br />

Bu firâk ateşiyle, yanıp yanıp biteyim,<br />

hergün yeniden doğan arzûlara elvedâ’!<br />

Zulmet basdı cihânı, bütün emeller söndü,<br />

kalbim kan ağlar dâim, rûhum çılgına döndü.<br />

Demek ayrılık geldi ve bana yol göründü,<br />

bu derdsiz yolculara, bu yollara elvedâ’!<br />

Son bir def’a bakayım, o hüsn-i cemâline,<br />

bir nazarın değişmem, bütün dünyâ mâline,<br />

İster gülsün gâfiller, bu âşıkın hâline,<br />

bundan böyle neş’e ve sürûrlara elvedâ’!<br />

Rabbimden diliyorum, yakınlara gelmeni,<br />

âh yine görebilsem, dünyâ göziyle seni!<br />

Ayrılık pek yakıyor, al bağrına bas beni,<br />

fâidesiz hayâllere, hulyâlara elvedâ’!<br />

Gözün, gönlün arkada, nereye gidiyorsun?<br />

bakmağa kıyamazken, nasıl terk ediyorsun!<br />

(Allaha ısmarladık!) düşün kime diyorsun!<br />

aslsız, hakîkatsız, rü’yâlara elvedâ’!<br />

Nereye gidiyorsun, ey yârine doymayan?<br />

bir ân fazla görmeği bulunmaz ni’met sayan,<br />

Hasretîle gün be gün, kavrul, alevlen ve yan!<br />

cihânı tenvîr eden en son Nûra elvedâ’!<br />

Nereye gidiyorsun, ondan nasıl ayrıldın?<br />

seni yakan o değil, kendi kendini yakdın!<br />

Düşün! Göz yaşlariyle, kimin yüzüne bakdın?<br />

ayrılırken inleyen bakışlara elvedâ’!<br />

Mâzîyi hâle tebdîl edip, seyredeceğim,<br />

gönlümü gözyaşîle, tesellî edeceğim.<br />

Derin iniltîle âh, ayrılık diyeceğim,<br />

yârı bırakıp giden, bu firâra elvedâ’!<br />

Karşımdaki hayâlin, biraz dahâ kal diyor,<br />

kalbini benim gibi, bu sevdâya sal diyor,<br />

Öp elimi hasretle ve düâmı al diyor,<br />

en derin sevgilerle, azîz yâra elvedâ’!<br />

– 446 –


17 — VEHHÂBÎLİK NEDİR?<br />

Vehhâbîliği kuran, Mehmed bin Abdülvehhâbdır. Binyüzonbir 1111 [m. 1699] de,<br />

Necdde, Hureymile kasabasında dünyâya gelmiş, 1206 [m. 1791] de, Der’iyyede ölmüşdür.<br />

Önceleri, seyâhat ve ticâret için, Basra, Bağdâd, Îrân, Hind ve Şâm taraflarına<br />

gitmiş, 1125 [m. 1713] de Basrada, ingiliz câsûslarından, Hempherin tuzağına<br />

düşerek, ingilizlerin (İslâmiyyeti imhâ) etmek çalışmalarına âlet olmuşdur. (İngiliz<br />

Câsûsunun İ’tirâfları) kitâbımızda, Vehhâbîliğin kuruluşu uzun anlatılmakdadır.<br />

Eline geçirdiği, Ahmed ibni Teymiyyenin, Ehl-i sünnete uymıyan kitâblarını okumuş,<br />

(Şeyh-i Necdî) diye meşhûr olmuşdur. Düşünceleri, ingiliz paraları ve ingiliz<br />

silâhları karşılığında, köylüler ve Der’iyye ehâlîsi ile reîsleri Muhammed bin Sü’ûd<br />

tarafından desteklendi. Sapık din adamı Ahmed ibni Teymiyyenin fikrleri ile<br />

Hempherin yalanlarının karışımına (Vehhâbîlik) denir. (Mir’ât-ül-Haremeyn) kitâbının<br />

basıldığı 1306 [m. 1888] senesinde Necd emîri, Abdüllah bin Faysal idi.<br />

Aşağıdaki bilgilerin çoğu (Mir’ât-ül-Haremeyn)den alınmışdır:<br />

Mehmedin babası Abdülvehhâb, iyi bir müslimân idi. Bu ve Medînedeki âlimler,<br />

Abdülvehhâb oğlunun sözlerinden, yeni bir yol tutacağını anlamış, herkese,<br />

bununla konuşmamasını nasîhat etmişlerdi. Fekat, 1150 [m. 1737] de, Vehhâbîliği<br />

i’lân etdi. Yazdığı kitâblarda ve hele bunların en meşhûru olan (Kitâb-üt-tevhîd)de<br />

ve torunu Abdürrahmân bin Hasenin buna yapdığı (Feth-ul-mecîd) adındaki<br />

şerhde, ikiyüzelliden fazla, bozuk inanışları vardır. Bunlardan ba’zısı (Üsûlül-erbe’a)<br />

ikinci sahîfesinde yazılıdır. Bozuk inanışlarının temeli, üç mes’eledir:<br />

1 — Amel, ibâdet, îmânın parçasıdır diyor. Bir farzı yapmıyan, meselâ farz olduğuna<br />

inandığı hâlde, bir nemâz kılmıyan kâfir olur diyor. Bunu öldürmeli, mallarını<br />

taksîm etmelidir diyorlar. Bunlar (Feth-ul-mecîd)in 17, 48, 93, 111, 273,<br />

337 ve 348. ci sahîfelerinde yazılıdır.<br />

2 — Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ve Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”<br />

rûhlarından şefâ’at istiyen, bunların mezârını ziyâret edip, bunları<br />

vesîle ederek düâ eden kâfir olur diyorlar. (Feth-ul-mecîd) kitâbının beşyüzüçüncü<br />

sahîfesinde diyor ki, (Resûlullah hayâtda iken, düâ etmesini istemek câizdir.<br />

Hattâ, diri olan her sâlih kimseden, düâ etmesi istenir. Nitekim, hazret-i<br />

Ömer, Mekkeye ömre yapmağa gideceği zemân, Resûlullah, (Yâ Ömer, bizi düândan<br />

unutma!) dedi. Dirilerin, cenâzeye ve kabrde olanlara da düâ etmeleri câizdir.<br />

Fekat, kabrde olandan düâ istemek câiz değildir. Allahü teâlâ, işitmiyenlerden<br />

düâ istemenin şirk olduğunu bildirdi. Ölüler ve gâib olan, uzakda olan diriler,<br />

işitmez ve cevâb vermezler. Bunların fâide ve zarârları olmaz. Eshâbdan ve onlardan<br />

sonra gelenlerden hiçbiri, Resûlullahın kabrinden birşey istemedi. Peygamber<br />

öldükden sonra, ondan birşey istemek câiz olsaydı, Ömer “radıyallahü anh”<br />

yağmur yağmasını Ondan isterdi. Hâlbuki, kabrine gelip, Ondan düâ, yardım istemedi.<br />

Diri ve hâzır olan hazret-i Abbâsdan düâ istedi). Yetmişinci [70] sahîfesinde<br />

diyor ki, (Ölüden ve yanında bulunmıyanlardan birşey istemek, onu Allaha<br />

şerîk yapmak olur).<br />

Vehhâbîlerin bu sözlerini, yine kendi kitâbları yalanlıyor. (Feth-ul-mecîd)in ikiyüzbirinci<br />

sahîfesinde, (Buhârîde, Abdüllah ibni Mes’ûd diyor ki, yidiğimiz ta’âmın<br />

tesbîh sesini işitirdik. Ebû Zer diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,<br />

avucuna taş parçaları aldı. Bunların tesbîh sesleri işitildi. Resûlullahın hutbe<br />

okurken dayandığı odunun inlemesi haberi sahîhdir) diyor. Demek ki, Resûlullahdan<br />

başka mü’minler de, herkesin işitemiyeceği sesleri işitirmiş. Bu taşlar hazret-i<br />

Ebû Bekrin elinde iken de tesbîhlerinin işitildiği, aynı haberin sonunda bildirilmekdedir.<br />

Hazret-i Ömerin, Medînede hutbe okurken, Îrânda harb eden ordu kumandanı<br />

Sâriyeyi görerek, (Sâriye, dağdaki düşmandan korun!) dediğini ve Sâriyenin<br />

işiterek, dağı ele geçirdiğini bütün kitâblar bildirmekdedir. Puta tapanlar için<br />

– 447 –


gelmiş olan âyet-i kerîmelerle, bu sözlerini isbâta kalkışıyorlar. Hâlbuki, mü’minler<br />

[ya’nî Ehl-i sünnet], Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve Evliyâya<br />

“aleyhirrahme” ibâdet etmez. Allahü teâlânın sevgili kulları olduğuna ve Allahü<br />

teâlânın, bunların hâtırı ve hurmeti ile, kullarına merhamet edeceğine inanır.<br />

Zararı, fâideyi yaratan, ancak Odur. Ondan başka ibâdete kimsenin hakkı yokdur,<br />

der. Kabr ziyâretine gidip, kabrdeki zât vâsıtası ile Allahü teâlâya düâ eder.<br />

(İbni Âbidîn) nikâh sözleşmesinin son sahîfesinde diyor ki, (Allah ve Resûlullah<br />

şâhid olsunlar diyerek evlenmek câiz değildir. Hattâ böyle söylemek küfr<br />

olur diyenler vardır. Resûlullah gaybı bilir demek olur. Allahdan başkası için<br />

gaybı bilir diyen kâfir olur dediler. Hâlbuki, (Tâtârhâniyye)de, (Hucce)de ve<br />

(Multekıt)de küfr olmaz diyor. Çünki, Allahü teâlâ herşeyi Resûlünün rûhuna bildirir.<br />

Peygamberler, başkaları için gayb olan birçok şeyi bilirler. Cin sûresinin yirmialtıncı<br />

âyetinin meâli, (Allahü teâlâ, gaybdan bildiği şeylerden ba’zılarını yalnız<br />

Peygamberlerden dilediğine bildirir) ise de, akâid kitâblarında, Evliyânın kerâmetlerinden<br />

biri, gaybların çoğunu bilmeleri olduğu yazılıdır. Mu’tezile fırkası<br />

[ve onların izinde olanlar], bu âyet-i kerîmeye dayanarak, Evliyâ gaybı bilemez diyorlar.<br />

Bunlara cevâb olarak deriz ki, bu âyet-i kerîme, gaybın vâsıtasız olarak ve<br />

yalnız vahy getiren meleğe bildirilmesini haber veriyor. Peygamberlere ve Evliyâya<br />

diğer melekler vâsıtası ile veyâ başka vâsıta ile bildirilmekdedir. (Sell-ül-hisâmil-Hindî<br />

li-nusrat-i seyyidinâ Hâlid-in-nakşibendî) ismindeki kitâbımda Evliyânın<br />

kerâmetleri uzun yazılıdır. Lutfen oradan okuyunuz!) (Tefsîr-i Mazherî)de bu<br />

âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyor ki, (Allahü teâlâ, Evliyâsına vâsıtasız da bildirir.<br />

Hazret-i Ömere Sâriyeyi gösterdi “radıyallahü teâlâ anhümâ”. Mûsâ aleyhisselâmın<br />

annesine, oğlunu denize koymasını, yine geriye göndereceğini ve Peygamber<br />

yapacağını bildirdiğini haber veriyor. Havârîlere vahy gibi bildirdiğini ve<br />

hazret-i Meryeme, (Hurma kütüğünü salla; tâze hurma olacak. Onları yi!) dediğini<br />

haber veriyor. Bunlar Peygamber değildi. Velî idiler). Fârisî (Usûl-ül-erbe’a<br />

fî-terdîd-il vehhâbîyye) kitâbında geniş bildirilmişdir. Bu kitâb 1395 [m. 1975] de,<br />

İstanbulda tekrâr basdırılmışdır. Bu kitâbdan bir kısmı terceme edilerek, (Kıyâmet<br />

ve Âhıret) ve (Fâideli Bilgiler) kitâblarına ilâve edilmişdir.<br />

(Hadîka) ikinci cild, yüzyirmialtıncı sahîfede diyor ki: Resûlullah ile ve Eshâb-ı<br />

kirâm ile ve Tâbi’în ile, bunlar öldükden sonra da, Allahü teâlâya tevessül etmek,<br />

ya’nî bunların hurmeti için, dilekde bulunmak câizdir ve meşrû’dur. Tevessül etmek,<br />

şefâ’atini istemek demekdir. Ehl-i sünnet âlimleri, bunun câiz olduğunu<br />

bildirdi. Mu’tezile fırkası ise inanmadı. Tevessül edenin düâsının kabûl olması, tevessül<br />

olunanın kerâmeti olur. Ya’nî, öldükden sonra kerâmet göstermesi olur.<br />

Bid’at sâhibi, sapık olanlar buna inanmadı. İmâm-ı Münâvî (Câmi’us-sagîr) şerhinde,<br />

bu câhillere cevâb vermekdedir. İmâm-ı Sübkî buyuruyor ki, (Resûlullah<br />

ile tevessül etmek, ya’nî istigâse etmek, ondan şefâ’at istemekdir. Bu ise güzel bir<br />

şeydir. Önceki ve sonraki islâm âlimlerinden hiçbiri buna karşı birşey dememişdir.<br />

Yalnız İbni Teymiyye bunu inkâr etdi. Böylece doğru yoldan ayrıldı. Kendinden<br />

önce gelen âlimlerden hiçbirinin söylemediği bir bid’at çıkardı. Bu bid’ati ile<br />

müslimânların diline düşdü). Resûlullahın ismi ile kasem ederek, ya’nî Resûlullah<br />

hakkı için diyerek, Allahü teâlâdan birşey istemenin câiz olduğunu, İbni Abdüsselâm<br />

uzun bildirmekdedir. Resûlullahın vârisi olan Evliyâ ile de kasem câiz<br />

olduğunu, Ma’rûf-i Kerhî bildirmekde ve (Kuşeyrî) risâlesi yazmakdadır. Yüzellibirinci<br />

[151] sahîfesinde diyor ki, herhangi bir müctehidin câiz olur dediği birşeyi<br />

yapana mâni’ olmamalıdır. Çünki, dört mezhebden birini taklîd etmek câizdir.<br />

Bunun için, kabr ziyâret edenlere, Evliyânın mezârları ile teberrük edenlere,<br />

hastası iyi olmak için veyâ gâibi bulunmak için bunlara nezr yapanlara mâni’ olmamalıdır.<br />

Adak yaparken, Evliyâya adak demek mecâz olup, türbeye hizmet edenlere<br />

adak demekdir. Fakîre zekât verirken ödünc verdiğini söylemek gibidir ki, böy-<br />

– 448 –


le söylemenin câiz olduğu bildirilmişdir. Burada söze değil, ma’nâya bakılır. Bunun<br />

gibi, fakîre verilen hediyye, sadaka olur. Zengine verilen sadaka da hediyye<br />

olur. [(VEKÂLET)e bakınız!]. İbni Hacer-i Hiytemî “rahmetullahi teâlâ aleyh”,<br />

Evliyânın kabrlerine nezr yapılırken, onun çocuklarına veyâ talebesine yâhud<br />

orada bulunan fakîrlere sadaka olması gibi başka bir (Kurbet), ya’nî, başka bir hayr<br />

niyyet edilirse, bu nezrin sahîh olacağına fetvâ vermişdir. Böyle nezrlerin, niyyet<br />

edilen kimselere verilmesi lâzımdır. Şimdi türbelere yapılan nezrlerin hepsinde böyle<br />

niyyet edilmekdedir. Velîye nezr sözünden bunu anlamak lâzımdır. Geçmiş Evliyâya<br />

dil uzatmak, onlara câhil demek, sözlerinden islâmiyyete uymıyan ma’nâlar<br />

çıkarmak, öldükden sonra da kerâmet gösterdiklerine inanmamak ve ölünce<br />

velîlikleri biter sanmak ve onların kabrleri ile bereketlenenlere mâni’ olmak,<br />

müslimânlara sû’i zan, zulm etmek, mallarını gasb etmek gibi ve hased, iftirâ ve yalan<br />

söylemek ve gıybet etmek gibi harâmdır. (Hadîka)dan terceme temâm oldu.<br />

(Hadîka)da, yüzseksenikinci sahîfede diyor ki, (Buhârînin, Ebû Hüreyreden “radıyallahü<br />

anh” haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, kulum farzları yapmakla<br />

bana yaklaşdığı gibi başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfile ibâdetleri yapınca, onu<br />

çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle herşeyi tutar. Benimle<br />

yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınınca, onu korurum buyurdu)<br />

denilmekdedir. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, farzlarla birlikde nâfile ibâdetleri yapan,<br />

Allahü teâlânın sevgisini kazanır. Bunların düâları kabûl olur. Sa’îd bin İsmâ’îl<br />

Ebû Osmân Hayrî Nîşâpûrî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, bu hadîs-i şerîf,<br />

onun görmek, işitmek, gitmek, tutmak gibi her çeşid istediklerini, hemen ihsân<br />

ederim demekdir). Üçüncü kısmda sonsöz sonuna bakınız! (İşlerinizde sıkışdığınız<br />

zemân, kabrde olanlardan yardım isteyiniz!) hadîs-i şerîfi de, Allahü teâlânın,<br />

sevdiği kullarına, ölü iken de bu kuvveti vermiş olduğunu göstermekdedir.<br />

İmâm-ı Birgivî, (Etfâl-ül-müslimîn) risâlesinde, (Bir mü’minin kabrini ziyâret<br />

ederken, yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâm hurmetine, buna azâb yapma denirse,<br />

Allahü teâlâ, kıyâmete kadar azâbını durdurur) hadîs-i şerîfini yazmakdadır.<br />

Kabrdeki meyyitde his bulunduğunu bildiren çok hadîs-i şerîf vardır. Eshâb-ı<br />

kirâm ve Tâbi’în-i ızâm (Kabr-i se’âdet)i ziyâret ve istigâse ederdi. Bunun için çok<br />

kitâb yazılmışdır. (Hısn-ül-hasîn)de düâ âdâbını anlatırken (Düânın kabûl olması<br />

için, Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve sâlih kulları vesîle etmelidir.<br />

(Buhârî)deki hadîs-i şerîfde böyle bildirildi) buyurmakdadır.<br />

Alî Râmîtenî hazretleri buyurdu ki, (Günâh işlememiş bir dil ile düâ ediniz ki,<br />

kabûl olsun!). Ya’nî, Hudâ dostlarının huzûrunda tevâzu’ eyleyiniz, yalvarınız da,<br />

sizin için düâ etsinler. İstigâse, ya’nî bir Velîye tevessül de, bu demekdir.<br />

Abdülvehhâb oğlunun, Ehl-i sünneti, puta ve mezâra tapan kâfirler gibi bilmesi<br />

ve Ehl-i sünneti öldürmeğe ve mallarını almağa halâl demesi, nasslara [ya’nî âyetlere,<br />

hadîslere] yanlış ma’nâ verdiği içindir. (Buhârî)deki hadîs-i şerîfde Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kâfirler, kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerîmeleri,<br />

müslimânlara yükletirler) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Müslimân ismini<br />

taşıyanlardan en çok korkduğum kimse, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, yerinden<br />

değişdirenlerdir) buyurdu. Bu hadîs-i şerîfler, böyle zındıkların meydâna çıkacağını<br />

ve bunların dalâletde olduklarını haber vermekdedir.<br />

Mezârları ziyâret ile tevessül eden kâfir olsaydı, Peygamberimiz ile de tevessül<br />

edilmezdi. Hâlbuki, O, dünyâya gelmeden önce ve dünyâda diri iken ve vefâtından<br />

sonra, hep tevessül edilmişdir. (Şevâhid-ül-hak) yüzelliüçüncü [153] sahîfede yazılı,<br />

İbni Mâce hadîsinde, Peygamberimiz (Allahümme innî es’elüke bihakkıssâ’ilîne<br />

aleyke), ya’nî (Yâ Rabbî! Senden isteyip de, verdiğin kimselerin hâtırı için,<br />

senden istiyorum!) derdi ve böyle düâ ediniz buyururdu. Hazret-i Alînin “radıyallahü<br />

anh” annesi Fâtımayı “radıyallahü anhâ” kendi mubârek elleri ile mezâra koyunca,<br />

(İgfir li ümmî Fâtımate binti Esed ve vessi’aleyhâ medhaleha bi-hakkı Ne-<br />

– 449 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:29


iyyike vel Enbiyâ-illezîne min kablî inneke erhamürrâhimîn) buyurduğunu, Taberânî<br />

ve İbni Hibbân ve Hâkim ve Süyûtî bildirmekdedir. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden<br />

Osmân bin Huneyf bildiriyor ki, iyi olması için düâ istiyen bir a’mâya, abdest<br />

alıp, iki rek’at nemâz kılmasını, sonra (Allahümme innî es’elüke ve eteveccehü<br />

ileyke bi-Nebiyyike Muhammedin Nebiyyirrahme, yâ Muhammed innî eteveccehü<br />

bike ilâ Rabbî fî hâcetî-hâzihî, li tukdâ-li, Allahümme şeffi’hü fiyye) okumasını<br />

emr etmişdir. Bu düâ, (Merâkıl-felâh) ve bunun Tahtâvî hâşiyesi ve türkçe tercemesi<br />

olan (Ni’met-i islâm) kitâblarında, (Hâcet nemâzı) sonunda ve (Şifâ üs-sikâm)<br />

ve (Nûr-ül-islâm)da ve (Dürerüsseniyye)de de yazılıdır. Eshâb-ı kirâm “radıyallahü<br />

teâlâ anhüm ecma’în”, bu düâyı hep okurdu. Hâkimin bildirdiği sahîh hadîsde<br />

buyuruldu ki, Âdem “alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” Cennetden<br />

çıkarılınca, çok düâ etdi. Tevbesi kabûl olmadı. Nihâyet (Yâ Rabbî! Oğlum Muhammed<br />

hurmeti için, bu babaya merhamet et) deyince, düâsı kabûl oldu ve (Yâ<br />

Âdem! Muhammed aleyhisselâmın ismi ile, her ne isteseydin kabûl ederdim, Muhammed<br />

olmasaydı, seni yaratmazdım) buyuruldu. Bu hadîs-i kudsî, (Mevâhib) ve<br />

(Envâr)ın başında da yazılıdır. Böyle olduğunu, Âlûsînin (Gâliyye) kitâbı da, yüzdokuzuncu<br />

sahîfesinde uzun bildirmekdedir. Bu düâlarda bulunan (hak) kelimesi,<br />

hurmet, kıymet demekdir. Sevdiklerine verdiği kıymetli dereceler hâtırı için istemekdir.<br />

Çünki, hiçbir mahlûkun, hiçbir bakımdan, Allahü teâlâda hakkı yokdur.<br />

Süâl: O zemân, Muhammed “aleyhisselâm” dünyâda yokdu. Üçyüzonüçbin<br />

sene sonra dünyâyı teşrîf edecekdi. Âdem “aleyhisselâm”, Onu nereden bildi?<br />

Cevâb: Âdem “aleyhisselâm”, Cennetde iken, Cennetin her yerinde ve Arş üzerinde<br />

(Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) yazılı gördü. Onun, Allahü teâlânın<br />

en sevgili kulu olduğunu, bundan anlamışdı. Bunlar, oralarda islâm harfleri<br />

ile yazılı idi. Demek ki, o harfler, insan yapısı değildir. Dünyâ ve Âdem yokken,<br />

o harfler vardı. Bütün kitâblar ve sahîfeler, islâm harfleri ile gönderilmişdir.<br />

Bu düâlar gösteriyor ki, Allahü teâlânın sevdikleri ile tevessül etmek, ya’nî onları<br />

araya koyarak, onların hâtırı ve hurmeti ile Ondan istemek câizdir.<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, beşinci cild, beşyüzyirmidördüncü sahîfede<br />

buyuruyor ki, (Resûlullahı vesîle kılarak Allahü teâlâya düâ etmek güzel<br />

olur. Önce ve sonra gelen âlimlerden hiçbiri buna karşı birşey demedi. Yalnız İbni<br />

Teymiyye bunu kabûl etmedi. Hiç kimsenin söylemediğini söyliyerek ortaya bir<br />

bid’at çıkarmış oldu. Böyle olduğunu, İmâm-ı Sübkî güzel açıklamakdadır).<br />

Ahmed bin Seyyid Zeynî Dahlân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Mekkenin müftîsi<br />

ve reîs-ül-ulemâsı ve Şâfi’î şeyh-ul-hutebâsı idi. Birçok eserleri olup, (Hülâsatül-kelâm<br />

fî beyân-i umerâ-il beled-il-harâm), (Firredd-i alel-vehhâbiyyet-i-etbâ-ı<br />

mezheb-i İbni Teymiyye) ve (Ed-Dürer-üs-seniyye) kitâblarında bunların içyüzlerini<br />

açıklamakda, yanlış yolda, sapık olduklarını âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle<br />

göstermekdedir. (Hülâsat-ül-kelâm)da, şöyle demekdedir:<br />

Resûlullahı hayâtda iken de, vefâtından sonra da, vesîle ederek düâ etmek sahîhdir<br />

ve câizdir. Bunun gibi, Evliyâyı ve Sâlihleri vesîle ederek düâ etmek câiz olduğunu<br />

hadîs-i şerîfler göstermekdedir. [(Feth-ul-mecîd) kitâbının 167, 170, 191,<br />

208, 248, 353, 414, 416, 482, 486 ve 504. cü sahîfelerindeki yazılar müslimânlara iftirâdır.]<br />

Hazret-i Ömerin yağmur düâsına çıkarken hazret-i Abbâsı götürmesi, Resûlullahdan<br />

başkası ile de tevessül olunabileceğini göstermek için idi. [Yağmur düâsının<br />

nasıl yapılacağı (İslâm ahlâkı) kitâbımızda yazılıdır.] Ehl-i sünnet âlimleri<br />

buyuruyorlar ki: Te’sîri veren, yaratan, îcâd eden, fâide ve zarâr veren, yok eden<br />

ancak Allahü teâlâdır. Onun şerîki yokdur. Peygamberler ve bütün diriler ve<br />

ölüler, te’sîr, fâide ve zarâr yaratamazlar. Hiçbir şeye te’sîr yapamazlar. Yalnız, Allahü<br />

teâlânın sevgili kulları oldukları için, onlarla bereketleniriz. Onlar da, dirilerin<br />

te’sîr etdiğine, ölülerin te’sîr etmediğine inanıyorlar. (Feth-ul-mecîd) kitâbının<br />

70, 77, 98, 104, 239, 248, 323, 503 ve 504. cü sahîfelerinde, (Meyyitden ve gâ-<br />

– 450 –


ib olan diriden birşey istiyen müşrik olur. İnsandan kudreti yetişen şeyler istenir.<br />

Yalnız Allahın kudretinde olan şeyleri insandan istemek câiz değildir) diyor.<br />

Yetmişinci [70] sahîfesinde, (Diri, kendinden istenilen şey için düâ eder. Allah da<br />

kabûl edip, o şeyi yaratır. Ölüden ve gâib olandan istemek, kudreti içinde olmıyanı<br />

istemekdir. Bu ise, şirk olur) diyor. Yüzotuzaltıncı [136] sahîfesinde, (Sâlih kimselerin<br />

kabrleri ile teberrük etmek, Lât, Menât putlarına tapınmak gibi şirkdir) diyor.<br />

İkiyüzsekizinci [208] sahîfede, (İhtiyâcını ölüden istemek, ölüden istigâse<br />

etmek şirkdir. Ölüden kendisine şefâ’at etmesini istemek câhillikdir. O, Allahın<br />

izni olmadan kimseye şefâ’at edemez. Ondan istigâse etmek, şefâ’at etmesini istemek,<br />

şefâ’at etmesine izn verilmesi için sebeb yapılmamışdır. Şefâ’ate sebeb îmândır.<br />

İstigâse eden ise müşrikdir. İzn verilmesine mâni’ olmakdadır) diyor. Hâlbuki<br />

bu kitâb, kendi kendini yalanlamakdadır. Çünki, ikiyüzüncü [200] sahîfesinde,<br />

(Gökler Allahdan korkar, Allah göklerde his yaratır. Anlarlar, Kur’ânda, yerlerin<br />

ve göklerin tesbîh etdikleri bildirildi. Resûlullahın avucuna aldığı taş parçalarının<br />

tesbîh etdiklerini ve mesciddeki Hannâne denilen direğin inlediğini ve yemeğin<br />

tesbîh etdiğini Eshâb işitdiler) diyor. [Dağlarda, taşlarda, direkde his ve idrak<br />

olduğunu söyleyip de, Peygamberlerde ve Evliyâda his olmaz demeleri, şaşılacak<br />

şeydir. Dirilere tevessül olunur, ölülere tevessül olunmaz demekle kendileri müşrik<br />

oluyorlar. Çünki bu söz, diriler duyar ve te’sîr eder, ölüler duymaz ve te’sîr etmez<br />

demekdir. Allahdan başkasının te’sîr etdiğine inanmak olur. Böyle inananlara<br />

kendileri müşrik diyor. Hâlbuki, ölü de, diri de birer sebebdir. Te’sîr eden, yaratan<br />

yalnız Allahü teâlâdır.] (Âlûsî tefsîri)nde yazılı olan, İmâm-ı a’zamın, Resûlullahı<br />

vesîle yaparak düâ etmeği yasak etdiği doğru değildir. Çünki, İmâm-ı<br />

a’zamdan böyle bir haberi hiçbir âlim bildirmemişdir. Vesîle edileceğini bildirmişlerdir.<br />

Tevessül, teşeffü’, istigâse ve teveccüh, hep aynı şey demekdir. Hepsi câizdir.<br />

(Buhârî) hadîsinde, (Kıyâmet günü insanlar, önce Âdem aleyhisselâma istigâse<br />

edeceklerdir) buyuruldu. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Bilâl bin Hâris “radıyallahü<br />

anh” Resûlullahın kabri yanına gelip, (Yâ Resûlallah! Ümmetin için yağmur<br />

düâsı yap) dedi. Yağmur yağdı. Putlar, bize şefâ’at edecekdir diyen kâfirler,<br />

putlara tapınıyorlardı. Şefâ’at istiyen mü’minler ise, Peygamberlere ve Evliyâya<br />

tapınmaz. (Feth-ul-mecîd) kitâbının ikiyüzdokuzuncu [209] sahîfesinde diyor ki,<br />

(Kur’ân-ı kerîmde, (Ancak Onun izn vermesi ile şefâ’at olunur) ve (Ancak râzı olunan<br />

kimselere şefâ’at olunur) buyuruldu. Şefâ’at istiyen kimse, kendine şefâ’at etmesi<br />

için Peygambere izn verileceğini nereden biliyor? Sonra râzı olunmuşlardan<br />

olduğunu nerden anlıyor da şefâ’at istiyor?). Bu sözleri, hem hadîs-i şerîflere uygun<br />

değildir. Hem de kendisini yalanlamakdadır. Çünki, aynı kitâbın ikiyüzsekizinci<br />

sahîfesinde, (Şefâ’at olunmağa sebeb îmândır) demekdedir. Ezândan sonra<br />

okunması emr olunan düâda, Allahü teâlânın, Peygamber efendimize “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” fazîle ve vesîle derecelerini va’d etdiği bildirilmekdedir. Bu<br />

düâyı okuyanlara ve salevât getirenlere ve kabrini ziyâret edenlere şefâ’at edeceğini<br />

bildirdi. Bunlar gibi, dahâ nice hadîs-i şerîfler, dilediğine şefâ’at etmek için kendisine<br />

izn verilmiş olduğunu göstermekdedir. (Büyük günâhı olanlara şefâ’at edeceğim)<br />

hadîs-i şerîfi, îmânı olan herkese şefâ’at etmesine izn verileceğini bildiriyor.<br />

(Şevâhid-ül-hak) yüzotuzuncu [130] sahîfesindeki kırk hadîsden onüçüncüsünde,<br />

(Kıyâmet günü şefâ’at edeceğim. Yâ Rabbî! Kalbinde hardal zerresi kadar îmân<br />

olanları Cennete koy diyeceğim. Bunlar Cennete girecekler. Sonra, kalbinde az birşey<br />

olanlara, Cennete giriniz diyeceğim) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfi (Buhârî) bildiriyor.<br />

(İstigâse) tevessül demekdir. Ya’nî vesîle etmek, yardımını, düâsını istemek<br />

demekdir. Ondan şefâ’at istemek, Onu vesîle ederek, Allahü teâlâdan son nefesde<br />

îmânla gitmeği düâ etmek demekdir. (Feth-ul-mecîd) kitâbının birçok yerinde,<br />

meselâ üçyüzyirmiüçüncü [323] sahîfesinde, (Gâib kimseden ve ölülerden istigâse<br />

etmek, fâide istemek şirkdir. Allah, müşriklerle harb etmeği emr ediyor) diyor.<br />

Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yâ Muhammed, seni ve-<br />

– 451 –


sîle ederek Rabbine teveccüh ediyorum) derdi. Vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâm<br />

“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bu düâyı okurlardı. Taberânînin bildirdiği<br />

hadîs-i şerîfde, (Çölde yalnız kalan kimse, birşey gayb ederse, ey Allahın kulları,<br />

bana yardım ediniz desin! Çünki, Allahü teâlânın, sizin göremediğiniz kulları<br />

vardır) buyuruldu. İbni Hacer-i Mekkî, (Îzâh-ul-menâsik) hâşiyesinde, bu düâ çok<br />

tecribe edilmişdir buyurdu. Ebû Dâvüdün ve başkalarının bildirdikleri hadîs-i<br />

şerîfde, Resûlullah, seferde iken akşam olunca, (Ey Rabbimin yeri! Senin şerrinden<br />

Allaha sığınırım) buyurdu.<br />

İhvân-ül-müslimîn denilen mezhebsizlerin reîslerinden Seyyid Kutb da, Zümer<br />

sûresinin üçüncü âyetini tefsîr ederken, (Tevhîd ve ihlâs sâhibi, Allahdan başka<br />

kimseden birşey istemez. Hiçbir mahlûka i’timâd etmez. İnsanlar, islâmiyyetin bildirdiği<br />

tevhîdden ayrıldı. Bugün bütün memleketlerde Evliyâya ibâdet ediliyor. İslâmiyyetden<br />

evvelki arabların meleklere, heykellere tapındıkları gibi, onlardan şefâ’at<br />

istiyorlar. Allahın bildirdiği tevhîdde, ihlâsda, Allah ile kul arasında vâsıta<br />

ve şefâ’at etmek yokdur) diyor. Bu yazıları ile vehhâbî olduğunu i’lân ediyor.<br />

[Allahü teâlâya mahsûs olan sıfatlara, (Sıfât-i zâtiyye)ye ve (Sıfât-i sübûtiyye)ye<br />

(Ülûhiyyet sıfatları) denir. Bir mahlûka ibâdet etmek, taş, ağaç, güneş, yıldız,<br />

inek, insan, heykel, resm gibi bir mahlûkda, (Ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanarak,<br />

ona itâ’at etmek, yalvarmak demekdir. Böyle inanmağa (Şirk) ve inanan kimseye<br />

(Müşrik) denir. Bu şeylere (Şerîk), (Ma’bûd), (Put) denir. Şimdi hıristiyânların<br />

çoğu, Budistler, Berehmenler ve mecûsîler müşrîkdir. Müslimânlar hiçbir Velîde<br />

ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanmaz. Peygamberlerin, Velîlerin, Allahın<br />

sevgili kulları olduklarını bilirler. Ziyâret edenleri, düâ istiyenleri, Allahü teâlânın,<br />

kendilerine haber verdiğine inanırlar. Şefâ’at etmeleri için, bunlara yalvarırlar.]<br />

3 — Mezârlar üzerine türbe yapmak ve türbelerde nemâz kılmak ve orada hizmet<br />

ve ibâdet edenlere kandil yakmak ve ölülerin rûhlarına sadaka adamak, câiz<br />

değil imiş!... Haremeyn ehâlîsi şimdiye kadar kubbelere, dıvarlara tapınıyor imiş.<br />

(Ehl-i sünnet) olan ve (Şî’î) olan müslimânlar bunun için müşrik oluyormuş. Bunları<br />

öldürmek, mallarını yağma etmek halâl imiş. Kesdikleri leş olurmuş.<br />

Türbelerde nemâz kılmanın câiz olduğu, (Kıyâmet ve âhıret) kitâbımızın üçüncü<br />

kısmı olan (Müslimâna nasîhat)ın ondördüncü maddesinde uzun yazılıdır.<br />

Türbe, oda demekdir. Türbe yasak olsaydı, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm<br />

ecma’în”, Resûlullah efendimizi ve hazret-i Ebû Bekri ve hazret-i Ömeri oda<br />

içine defn etmezlerdi. Türbe, ölüye tapınmak için yapılmaz. Ona sevgi ve saygı göstermek<br />

ve okumağa, düâ etmeğe gelenleri yağmurdan, güneşden korumak için yapılmakdadır.<br />

(Mecma’ul-enhür), ikinci cildin beşyüzelliikinci sahîfesinde diyor ki,<br />

(Muhammed bin Hanefiyye, Abdüllah bin Abbâsı defn edince, kabri üzerine çadır<br />

kurdu. Ziyâretciler, üç gün bu çadırda okudular). Eshâb-ı kirâmın yolunda olan,<br />

türbe yıkmaz, türbe yapar.<br />

(Keşf-ün-nûr)da diyor ki, (Âlimlerin, Velîlerin kabrleri üzerine türbe yapmak,<br />

onları câhillerin hakâretlerinden korumak içindir. (Câmi’ul-fetâvâ)da ve (Tenvîr)de,<br />

kabr üzerine kubbe yapmak mekrûh değildir diyor. Câhillerin Evliyâyı yaratıcı<br />

sanmalarından korkduğumuz için, türbeleri yıkıyoruz sözü küfrdür. Fir’avn da<br />

böyle söylemişdi. Fesâd çıkarıyor diyerek, Mûsâ aleyhisselâmı öldürmeğe kalkmışdı.<br />

Allahü teâlâ Evliyâsını seviyor. Onların istediklerini yaratıyor. Onlar ise, Allahü<br />

teâlâya ve Evliyâ ve bütün müslimânlara sû’i zan ediyorlar. Müslimânlara sû’i<br />

zan etmek harâmdır. Velî, diri iken de, ölü iken de birşey yaratmaz. Allahü teâlânın<br />

yaratmasına sebeb olur. Evliyânın rûhları, kabrdeki bedenleri ile alâkalıdır. (Künûz)da<br />

yazılı, Deylemînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Öldükden sonra da, hayâtda olduğum<br />

gibi bilirim), anlarım buyuruldu). Diri veyâ ölü olan bir Velîden feyz almak,<br />

fâidelenmek için, onu sevmek ve hurmet etmek lâzımdır. Câhil halk, ölüyü toprak<br />

altında, hareketsiz görünce, onu kendinden aşağı sanır. Türbeyi, Sandukayı da her-<br />

– 452 –


kesin saygı ile ziyâret etdiğini görünce, o da saygılı olur. Ya’nî türbe ölü için değil,<br />

dirilerin, saygılı olup, Velîden istifâde edebilmeleri için yapılmakdadır. Ehl-i sünnet<br />

âlimleri buyuruyor ki, kabr üzerine, süs için, övünmek için türbe yapmak harâmdır.<br />

Unutulmamak için olursa mekrûhdur. Meyyiti hırsızdan, hayvandan korumak<br />

için ise, mekrûh olmaz. Önceden yapılmış türbeye defn etmek câizdir. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” oğlu İbrâhîmin kabrini bir karış yüksek yapdı ve sıvatdı.<br />

Bir gün İbrâhîmin kabri yanından geçerken, bir yerini açılmış görünce, burasını<br />

kapatdığı (Hülâsa)da yazılıdır. İslâm âlimlerinin hiçbiri, türbeleri puta benzetmemiş,<br />

en aşırı yazanı, harâm olacağını bildirmişdir. Türbe ziyâret ederek, Evliyâya tevessül<br />

eden müslimânlara, hiçbir âlim sû’i zan etmemiş, kötülememişdir. (Feth-ulmecîd)<br />

kitâbının ikiyüzkırkikinci sahîfesinde, (İbni Hacer-i Mekkî, (Zevâcir) kitâbında,<br />

kabrler üzerine kubbeler yapmak büyük günâhdır. Müslimân meliklerinin,<br />

vâlîlerinin, bu kubbeleri yıkmaları vâcibdir. Önce imâm-ı Şâfi’înin kubbesini yıkmalıdır<br />

diyor) yazmakdadır. Hâlbuki, İbni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi aleyh” (Zevâcir)<br />

kitâbında, (Kabrler üzerine kubbe yapmak büyük günâhdır) demiyor. (Umûmî,<br />

ya’nî herkesin gömüldüğü ve vakf kabristânlardaki türbeleri yıkmalıdır. Çünki,<br />

yer kaplıyarak, müslimânların gömülmelerine mâni’ olurlar) buyuruyor. Yoksa, türbe<br />

yapmağa, türbe ziyâretine harâmdır, küfrdür demiyor. Âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i<br />

şerîflerin ma’nâlarını değişdirmekden hayâ etmiyenlerin, Ehl-i sünnet âlimlerinin<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarındaki bilgileri de, değişdirerek,<br />

yazarak müslimânları aldatmağa kalkışdıklarının açık bir vesîkası da, İbni Hacer-i<br />

Mekkî hazretlerine yapdıkları bu iftirâdır.<br />

İbni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi aleyh” hazretleri (Fetâvâ-i fıkhiyye)nin yüzyirmibeşinci<br />

sahîfesinde buyuruyor ki, (Peygamberlerin türbelerinde nemâz kılmak<br />

sahîhdir. Mekrûh dahî değildir. Peygamberler, mezârlarında diridirler. Fekat,<br />

onların hayâtları, her bakımdan bizim hayâtımız gibi değildir. Yimeleri, içmeleri,<br />

ibâdet yapmaları lâzım değildir. Meleklerin hayâtına benzer. Lezzet almak için ibâdet<br />

yaparlar. Çünki, kabr hayâtında cenâb-ı Hakkı müşâhedeleri, dünyâdakinden<br />

dahâ mükemmeldir).<br />

Sudândaki islâm âlimlerinden Tâhir Muhammed Süleymân Mâlikî (Zahîretül-fıkhil-kübrâ)<br />

kitâbında diyor ki, (Şeyh Advî, kabrler üzerine türbe yapmak, dört<br />

şart ile câiz olur dedi. Kabr yeri, meyyitin mülkü olmalıdır. Türbede fesâd, bid’at<br />

yapılmamalıdır. Türbeler, zevk ve tefâhur vâsıtası olmamalıdır. Kabrdeki Velîye<br />

alâmet niyyeti ile yapılmalıdır. İbni Teymiyyenin sapık sözlerinin kıymeti yokdur.).<br />

Ehl-i sünnet âlimleri, Vehhâbîleri red için, çok kitâb yazdı. Bunlardan kırk adedinin<br />

ismleri aşağıdadır:<br />

1 — Medîne-i münevverenin Şâfi’î ulemâsından Muhammed ibni Süleymânın<br />

“rahmetullahi aleyh” çok kıymetli (Fetvâ) kitâbıdır.<br />

2 — Mekke-i mükerreme Reîs-ül-ulemâsı Ahmed Zeynî Dahlân-ı Şâfi’înin<br />

(Eddürerüsseniyye) kitâbı, İstanbulda Belediyye kütübhânesinde, [1079] numarada<br />

mevcûddur. İstanbulda, ofset yolu ile tekrâr basdırılmışdır.<br />

3 — Mustafâ Kırîmînin “rahmetullahi aleyh” (Risâlet-üs-sünniyyîn firreddi<br />

alel-mübtedi’în) kitâbı, Belediyye kütübhânesinde, [992] numarada mevcûddur.<br />

4 — (Müncid) kitâbında, (Hâlidî) kelimesinde yazılı olan Dâvüd bin Süleymân<br />

Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Minhat-ül-vehbiyye) kitâbı, Belediyye kütübhânesinde,<br />

[292] numarada mevcûddur. İstanbulda tekrâr basdırılmışdır.<br />

5 — Muhammed Ebû Zühre, (Târîh-ul-mezâhib-il-islâmiyye)de, vehhâbîleri ve<br />

bunların bid’at ehli olduklarını uzun bildirmekdedir.<br />

6 — Allâme İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesinde,<br />

üçüncü cild, üçyüzdokuzuncu sahîfede buyuruyor ki: (Zemânımızdaki mezhebsizler<br />

kendilerine müslimân deyip, kendi i’tikâdlarına inanmıyanlara müşrik,<br />

– 453 –


ya’nî kâfir diyor. Bunun için, Ehl-i sünneti ve âlimlerini öldürmek sevâbdır diyorlar.<br />

1233 [m. 1818] de, Ehl-i sünnet bunlara zafer bulup, kahr ve perîşân oldular). Yukarıdaki<br />

yazının foto-kopisi, (Kitâb-ül-eymân) kitâbı ile İstanbulda neşr olunmuşdur.<br />

7 — Zebid müftîsi, Seyyid Abdürrahmân “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki:<br />

Ehl-i sünnetden ayrılanları red ve bozuk olduklarını bildirmek için, şu hadîs-i şerîfi<br />

okumak yetişir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki,<br />

(Arabistânın şark tarafından bir kimseler çıkar. Kur’ân-ı kerîmi okurlar. Fekat,<br />

Kur’ân-ı kerîm, bunların buğazlarından aşağıya gitmez. Ok yaydan çıkar gibi islâmiyyetden<br />

çıkarlar. Yüzleri de hep traşlıdır). Çoğunun en mühim vazîfelerinden<br />

biri, başı traş etmekdir. Yanaklarını traş edip, yalnız çeneleri üzerinde sivri sakal<br />

bırakırlar. Bu hadîs-i şerîf, doğru yoldan çıkdıklarını göstermekdedir.<br />

8 — Zâhid-ül-Kevserînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Esseyf-üs-sakîl) kitâbında<br />

ve (Makâlât)ında, İbni Teymiyyenin ve İbni Kayyımın fikrleri îzâh ve red<br />

edilmekdedir.<br />

9 — Doksanaltıncı şeyh-ul-islâm seyyid Muhammed Atâullah efendinin “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” (Vehhâbîlere reddiyye) kitâbı meşhûrdur.<br />

10 — (Müslimâna nasîhat) kitâbı türkcedir. (Feth-ul-mecîd) kitâbından parçalar<br />

alınarak, herbirine, islâm âlimlerinin kitâblarından cevâblar verilmişdir. İlk baskısı,<br />

[m. 1970] de İstanbulda yapılmışdır. İngilizce tercemesi de basdırılmışdır.<br />

11 — Yûsüf-i Nebhânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Şevâhid-ül-hak) kitâbı, İbni<br />

Teymiyyeyi kuvvetli vesîkalarla çürütmekdedir. Bu kitâbdaki kıymetli yazılardan<br />

bir kısmı [m. 1972] de basılan (Eshâb-ı kirâm) kitâbının sonunda, (Yûsüf-i Nebhânî)<br />

maddesinde yazılmışdır.<br />

12 — Yûsüf-i Nebhânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Es-sihâm-üs-sâibe) kitâbı<br />

da, mezhebsizleri, âyet-i kerîmelerle isbât ederek red etmekdedir.<br />

13 — Ahmed Dahlân (Hulâsat-ül-kelâm) ve (El-fütûhât-ül-islâmiyye) kitâblarında,<br />

mezhebsizlerin iftirâlarına vesîkalarla cevâb vermişdir. Birinci kitâbın ikinci<br />

kısmı Hakîkat Kitâbevi tarafından ofset yolu ile basdırılmışdır.<br />

14 — İmâm-ı Sübkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Şifâ-üs-sikâm) kitâbında, Resûlullahı<br />

ve Evliyâyı ziyâretin ve rûhlarından istigâse etmenin câiz olduğunu isbât<br />

etmekdedir. Mısrda Bulak Matba’asında, 1318 [m. 1900] de basılmışdır. İstanbulda,<br />

ofset yolu ile çeşidli baskıları yapılmışdır.<br />

15 — Abdülvehhâb oğlu Mehmedin kardeşi şeyh Süleymân, Ehl-i sünnet âlimlerinden<br />

idi. Kardeşi Mehmedin yeni bir çığır açdığını anlayınca, onun kitâblarına<br />

reddiyyeler yazdı. Bunlardan (Savâik-ul ilâhiyye fir-redd-i alel-vehhâbiyye) kitâbı<br />

1306 da basılmış ve 1395 [m. 1975] de İstanbulda ofset ile tekrâr basdırılmışdır.<br />

16 — Haleb kâdîsı, Şâfi’î âlimlerinden Muhammed bin Alî Zemlikânî “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” (Dürret-ül-madıyye firreddi-alâ-ibni Teymiyye) kitâbında,<br />

Peygamberlerin kabrlerinden istigâse etmenin câiz olduğunu isbât etmekdedir.<br />

17 — Rumeli Kâdî-askeri Ehî-zâde Abdülhalîm bin Muhammed “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” (Riyâdüssâdâd fî-isbât-il-kerâmât lil-Evliyâ-i hâlel-hayât ve ba’delmemât)<br />

kitâbında, Evliyânın öldükden sonra da kerâmet sâhibi olduklarını isbât<br />

etmekdedir. Kendisi, binonüç 1013 [m. 1590] senesinde vefât etmişdir.<br />

18 — Hasen Cân Fârûkînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (El-akâidüssahîha fî terdîd-il-vehhâbiyye)<br />

kitâbı, arabî olarak, Hindistândaki vehhâbîlerin islâmiyyeti içerden<br />

yıkdıklarını isbât etmekdedir. İstanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından m. 1994<br />

de ofset baskısı yapılmışdır.<br />

19 — Büyük âlim ve Veliyyi kâmil seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh, (Keşkül) kitâbındaki yazısını şöyle bitirmekdedir: Keşf ve şühûd sâhibi<br />

olan milyonlarca âşık, Fahr-i âlemi “sallallahü aleyhi ve sellem” ziyâret ederek,<br />

Allahü teâlânın sonsuz ni’metlerine kavuşmuşlardır. İmâm-ül-eimme ve sirâc-<br />

– 454 –


ül-ümme Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit hazretleri ziyâret ederken, (Ey Seyyidler<br />

seyyidi! Senin için geldim. Benden râzı olmanı ricâ ediyorum. Sana sığınarak korunuyorum!)<br />

diyerek başladığı kasîdesi meşhûrdur.<br />

20 — (Sebîl-ün-necât) kitâbı arabî olarak Hindistândaki vehhâbîlerin bozuk ve<br />

sapık inanışlarını bildirmekde, bunlara vesîkalarla cevâb vermekdedir. İlk olarak<br />

1394 [m. 1974] de Hindistânda basılmış, İstanbulda ofset yolu ile neşr olunmuşdur.<br />

21 — (El-mesâil-ül-müntehabe) kitâbı arabî olup, Hindistândaki vehhâbîlerin<br />

gençler arasına yaymağa çalışdıkları inanışları yazmakda, bunları vesîkalarla çürütmekdedir.<br />

İlk olarak 1391 [m. 1971] senesinde Pâkistânda basılmış, sonra İstanbulda<br />

(Hakîkat Kitâbevi) tarafından ofset yolu ile neşr olunmuşdur.<br />

22 — (El-habl-ül-metîn) arabî olup, dört mezhebden birini taklîd etmek lâzım<br />

olduğunu ve kerâmeti ve Evliyânın “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” rûhlarından<br />

istifâde etmeği bildirmekdedir. İlk olarak Pâkistânda basılmış, İstanbulda<br />

ofset baskısı yapılmışdır.<br />

23 — (Fetâvâ-yül-haremeyn) kitâbını Hindistânın büyük âlimlerinden Ahmed Rızâ<br />

hân Berîlevî “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmışdır. Hindistândaki vehhâbîlere ve<br />

bütün mezhebsizlere vesîkalarla cevâb vermekdedir. Hindistânda Lüknov şehrinde<br />

bulunan (Nudvet-ül’ulemâ) ismindeki teşkilâtın da islâmiyyete zararlı bir kuruluş olduğunu<br />

uzun yazmakdadır. Kitâb arabî olup, 1317 [m. 1898] senesinde yazılmış, sonra<br />

Pâkistânda basılmış, İstanbulda 1397 [m. 1977] de ofset baskısı yapılmışdır.<br />

24 — (El-medâric-üs-seniyye firreddi alel-vehhâbiyye-yi Hindiyye) kitâbı, arabî<br />

ve urdu dilleri ile Karaşide yazılmışdır. Hindistândaki vehhâbîlere cevâb vermekdedir.<br />

İstanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından m. 1994 de basdırılmışdır.<br />

25 — (Tarîk-un-necât) kitâbını Muhammed Hasen Cân Fârûkî yazmış, m. 1931<br />

de Sind Haydarâbâd şehrinde basılmış, İstanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından<br />

m. 1994 de ofset baskısı yapılmışdır. Arabî ve urdu dillerindedir.<br />

26 — Mekke-i mükerreme âlimlerinden Sun’ullah-i Halebî “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”, (Seyfullah alâ men kezzebe alâ Evliyâillah) kitâbında, Evliyânın “kaddesallahü<br />

teâlâ esrârehümül’azîz” öldükden sonra da kerâmetlere mazhar olduklarını<br />

isbât etmekdedir. Bu kitâbını, hicretin binyüzonyedi [1117] senesinde yazmışdır.<br />

Kerâmetin ve tevessülün câiz olduğu (Fetâvâyı Hayriyye)de Kerâhet kısmında<br />

da yazılıdır.<br />

27 — Şâh Ahmed Sa’îd-i Dehlevî hazretleri (Tahkîk-ul-hakkıl-mübîn) kitâbında,<br />

Hindistândaki vehhâbîlerin kırk bozuk sözüne vesîkalarla cevâb vermekdedir.<br />

Kırkıncı cevâbında buyuruyor ki, Abdül’Azîz-i Dehlevî, Fâtiha tefsîrinde:<br />

(Birisinden yardım istenirken, yalnız ona güvenilirse, onun, Allahü teâlânın yardımına<br />

mazhar olduğu düşünülmezse, harâmdır. Eğer yalnız, Allahü teâlâya güvenilip,<br />

o kulun Allahın yardımına mazhar olduğu, Allahü teâlânın herşeyi sebeb<br />

ile yaratdığı, o kulun da bir sebeb olduğu düşünülürse, câiz olur. Peygamberler ve<br />

Evliyâ da, böyle düşünerek başkasından yardım istemişlerdir. Böyle düşünerek birisinden<br />

yardım istemek, Allahü teâlâdan istemek olur) diyor. (Abese) sûresinin<br />

tefsîrinde, (Ölüyü yakmak, rûhu yersiz bırakmak olur. Ölüyü toprağa gömmek ise,<br />

rûh için bir yer belli etmek olur. Bunun içindir ki, gömülmüş olan Velîlerden ve başka<br />

Sâlihlerden fâidelenilmekdedir. Ölülere yardım etmek de mümkin olmakdadır.<br />

Yakılan ölüler için bunlar düşünülemez) diyor. Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri de<br />

(Mişkât) tercemesinde buyuruyor ki, (Peygamberler ve Evliyâ öldükden sonra, bunlardan<br />

yardım istemeğe, meşâyıh-ı ızâm ve fıkh âlimlerinin çoğu câizdir dedi.<br />

Keşf ve kemâl sâhibleri, bunun doğru olduğunu bildirdi. Bunlardan çoğu rûhlardan<br />

feyz alarak yükseldiler. Böyle yükselenlere (Üveysî) dediler. İmâm-ı Şâfi’î buyuruyor<br />

ki, imâm-ı Mûsâ Kâzımın kabri, düâmın kabûl olması için bana tiryâk gibidir.<br />

Bunu çok tecribe etdim. İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki, diri iken tevessül olunan,<br />

– 455 –


feyz alınan kimseye, öldükden sonra da tevessül olunarak feyz alınır. Meşâyıh-ı kirâmın<br />

büyüklerinden biri diyor ki, diri iken tesarruf yapdıkları gibi, öldükden sonra<br />

da tesarruf, yardım yapan dört büyük Velî gördüm. Bunlardan ikisi, Ma’rûf-i Kerhî<br />

ve Abdülkâdir-i Geylânî hazretleridir. Batı âlimlerinin ve Evliyânın büyüklerinden<br />

olan Ahmed bin Zerrûk diyor ki, Ebül’Abbâs-ı Hadremî hazretleri bana sordu<br />

ki, diri olan Velî mi, yoksa ölü olan mı dahâ çok yardım eder? Herkes, diri olan<br />

diyor. Ben ise, ölü olan dahâ çok yardım eder diyorum dedim. Doğru söyliyorsun.<br />

Çünki, diri iken, kullar arasındadır. Öldükden sonra ise, Hakkın huzûrundadır buyurdu.<br />

Ahmed bin Ukbe Ebül’Abbâs Hadremî, Evliyânın büyüklerindendir. (Câmi’u<br />

kerâmât-il-Evliyâ)da Demirdaş isminde hâl tercemesi yazılıdır. İnsan ölürken<br />

rûhunun ölmediğini âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler açıkca bildiriyor. Rûhun<br />

şu’ûr sâhibi olduğu, ziyâret edenleri ve onların yapdıklarını anladıkları da bildiriliyor.<br />

Kâmillerin, Velîlerin “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” rûhları, diri<br />

iken olduğu gibi, öldükden sonra da, yüksek mertebededirler. Allahü teâlâya<br />

ma’nevî olarak yakındırlar. Evliyâda, dünyâda da, öldükden sonra da kerâmet vardır.<br />

Kerâmet sâhibi olan, rûhlardır. Rûh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerâmeti yapan,<br />

yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Herşey Onun kudreti ile olmakdadır. Her insan,<br />

Allahü teâlânın kudreti karşısında, diri iken de, ölü iken de hiçdir. Bunun için,<br />

Allahü teâlânın, dostlarından biri vâsıtası ile, bir kuluna ihsânda bulunması şaşılacak<br />

birşey değildir. Diri olanlar vâsıtası ile çok şey yaratıp verdiğini, herkes, her<br />

zemân görmekdedir. İnsan diri iken de, ölü iken de birşey yaratamaz. Ancak Allahü<br />

teâlânın yaratmasına vâsıta, sebeb olmakdadır).<br />

Mevlâna Abdülhakîm-i Siyalkûtî hazretleri, (Zâd-ül-lebîb) kitâbında, Abdülhak-ı<br />

Dehlevînin (Eşi’at-ül-leme’ât)ından alarak buyuruyor ki: (Çok kimse, kabr ehlinden<br />

istifâde edildiğine inanmıyor. Kabr ziyâreti, ölülere okumak, onlara düâ etmek<br />

için yapılır diyorlar. Tesavvuf büyükleri ve fıkh âlimlerinden çoğu ise, kabrdekilerden<br />

yardım görüldüğünü bildirdiler. Keşf sâhibi olan Evliyâ da, bunu sözbirliği<br />

ile bildirdiler. Hattâ, bunlardan çoğu, rûhlardan feyz alarak olgunlaşdıklarını<br />

haber vermişlerdir. Bunlara (Üveysî) demişlerdir). Siyalkûtî hazretleri, bundan<br />

sonra buyuruyor ki: (Ölü yardım yapamaz diyenlerin, ne demek istediklerini anlıyamıyorum.<br />

Düâ eden, Allahü teâlâdan istemekdedir. Düâsının kabûl olması için,<br />

Allahü teâlânın sevdiği bir kulunu vâsıta yapmakdadır. Yâ Rabbî! Kendisine bol bol<br />

ihsânda bulunduğun bu sevgili kulunun hâtırı ve hürmeti için bana da ver demekdedir.<br />

Yâhud, Allahü teâlânın çok sevdiğine inandığı bir kuluna seslenerek, (Ey Allahın<br />

Velîsi, bana şefâ’at et! Benim için düâ et! Allahü teâlânın dileğimi ihsân etmesi<br />

için vâsıta ol!) demekdedir. Dileği veren ve kendisinden istenilen, yalnız Allahü<br />

teâlâdır. Velî, yalnız vesîledir, sebebdir. O da fânîdir. Yok olacakdır. Hiçbirşey yapamaz.<br />

Tesarrufa, gücü, kuvveti yokdur. Böyle söylemek, böyle inanmak şirk olsaydı,<br />

Allahdan başkasına güvenmek olsaydı, diriden de düâ istemek, birşey istemek yasak<br />

olurdu. Diriden düâ istemek, birşey istemek, dînimizde yasak edilmemişdir.<br />

Hattâ müstehab olduğu bildirilmişdir. Her zemân yapılmışdır. Buna inanmıyanlar,<br />

öldükden sonra kerâmet kalmaz diyorlarsa, bu sözlerini isbât etmeleri lâzımdır.<br />

Evet, Evliyânın bir kısmı öldükden sonra, âlem-i kudse yükseltilir. Huzûr-i ilâhîde<br />

herşeyi unuturlar. Dünyâdan ve dünyâda olanlardan haberleri olmaz. Düâları duymazlar.<br />

Birşeye vâsıta, sebeb olmazlar. Dünyâda olan, diri olan Evliyâ arasında da<br />

böyle meczûblar bulunur. Bir kimse, kerâmete hiç inanmıyor ise, hiç ehemmiyyeti<br />

yokdur. Sözlerini isbât edemez. Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve asrlarca görülen,<br />

bilinen olaylar, onu haksız çıkarmakdadır. Bir câhil, bir ahmak, dileğini Allahü teâlânın<br />

kudretinden beklemeyip, Velî yaratır, yapar derse, bu düşünce ile ondan isterse,<br />

bunu elbet yasak etmeli, cezâ da yapmalıdır. Bunu ileri sürerek, islâm âlimlerine,<br />

âriflere dil uzatılamaz. Çünki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kabr<br />

ziyâret ederken, mevtâya selâm verirdi. Mevtâdan birşey istemeği yasak etmedi. Ziyâret<br />

edenin ve ziyâret olunanın hâllerine göre, kimine düâ edilir, kiminden yardım<br />

– 456 –


istenir. Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kabrde diri olduklarını<br />

her müslimân biliyor. Buna karşı kimse birşey diyemiyor. Fekat, Evliyânın<br />

kabrde yardım yapacaklarına, onlardan yardım istenmesine inanmıyanları işitiyoruz).<br />

Abdülhak-ı Dehlevî, (Cezb-ül-kulûb) kitâbında buyuruyor ki: (İbni Ebî Şeybe<br />

haber verdi: Hazret-i Ömer zemânında Medînede kaht oldu. Bir kimse, Kabr-i Nebevîye<br />

gelip, yâ Resûlallah! Ümmetin için yağmur düâsı yap! Helâk olacağız dedi.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yâsında görünüp, Ömere git! Yağmur<br />

geleceğini müjdele buyurdu. İbni Cevzî diyor ki, Medînede kaht oldu. Hazret-i<br />

Âişeye gelip, yalvardılar. Resûlullahın türbesinin tavanını deliniz buyurdu.<br />

Öyle yapdılar. Çok yağmur yağdı. Kabr-i şerîf ıslandı). Bu iki haber, Eshâb-ı kirâm<br />

zemânında kabrden yardım istenildiğini gösteriyor. Hattâ, müctehid olan<br />

hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ” kabrden yardım istenilmesini emr buyurmuşdur.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, kabrinden yardım istiyene yağmur yağacağını<br />

müjdelemişdir. Bunun için, Resûlullahın kabrinden yardım istemeğe<br />

inanmamak, Eshâb-ı kirâmın icmâ’ını inkâr etmek olur. (Hısn-ül-hasîn)de bildirildiği<br />

gibi, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Hayvanı kaçan kimse: Ey Allahın<br />

kulları! Bana yardım ediniz! Allahü teâlâ da, size merhamet eylesin desin!)<br />

buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Korkulu olan yerde, üç kerre: Ey Allahın kulları!<br />

Bana yardım ediniz demeli) buyuruldu. Bu düâ çok tecribe edilmişdir. Bir hadîs-i<br />

şerîfde, (Birşeyden zarâr gören, abdest alıp iki rek’at nemâz kılsın! Sonra; Yâ<br />

Rabbî! Senden istiyorum. Senin âlemlere rahmet olan Peygamberin Muhammed<br />

aleyhisselâmı vesîle kılarak sana yalvarıyorum. Yâ Muhammed! Dileğimi kabûl etmesi<br />

için Rabbime seni vesîle ediyorum. Yâ Rabbî! Onu bana şefâ’atcı et desin)<br />

buyuruldu. Her müslimân nemâz kılarken, (Esselâmü aleyke eyyühen-Nebiyyü!)<br />

diyerek Resûlullaha seslenmekdedir. İnanmıyanlara cevâb olarak yalnız bu yetişir.<br />

Hem de, (Râbıta) yapmanın câiz olduğunu isbât etmekdedir. Evliyâya “kaddesallahü<br />

teâlâ esrârehümül’azîz” râbıta yapmak, iyi göremiyen yaşlı kimsenin gözlük<br />

kullanmasına benzer. (Vesîle arayınız!) âyet-i kerîmesi, Allahü teâlâdan feyz<br />

alabilmek için büyük âlim aramak lâzım olduğunu göstermekdedir.<br />

(Tavâli’ul-envâr) kitâbında diyor ki, (Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”<br />

ziyâret ederken, dünyâ düşüncelerini kalbinden çıkarmalı. Yalnız Resûlullahdan<br />

yardım beklemeli. Dünyâ düşünceleri yardım gelmesine mâni’ olur. Kabrde<br />

diri olduğunu, ziyâret edenleri tanıdığını, dilenilenleri vermeğe Allahü teâlâdan<br />

izn verilmiş olduğunu, Allahü teâlâya ancak Onun vâsıtası ile kavuşulacağını<br />

düşünmelidir).<br />

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, (Müsned) kitâbında, Abdüllah ibni Ömerden haber<br />

veriyor ki, (Kabr-i se’âdeti ziyâret eden, kıble tarafından yaklaşır. Kıbleye arkasını<br />

döner. Yüzünü kabre döner. Sonra, (Esselâmü aleyke eyyühen-Nebiyyü ve rahmetullahi<br />

ve berekâtüh) der). Ayakda ziyâret etmenin, oturarak ziyâretden efdal<br />

olduğunu, İbni Hacer-i Mekkî bildiriyor. Hanefî fıkh âlimlerinden, Rüknüddîn Ebû<br />

Bekr Muhammed Kirmânî buyuruyor ki, (Ziyâret ederken, nemâzda olduğu gibi,<br />

sağ el sol elin üstüne konur). Şebekeden dört zrâ’ [iki metre] kadar uzakda durmak<br />

müstehabdır. (Tahkîk-ul-hakkıl mübîn) kitâbından terceme temâm oldu.<br />

Şemsüddîn Muhammed Kirmânî başka olup, 786 [m. 1384] de vefât etmişdir.<br />

28 — (Feth-ul-mecîd) kitâbının, 66, 107 ve 386. cı sahîfelerinde, her zemân ictihâd<br />

yapılmalıdır diyor. 387 ve 390. cı sahîfelerinde, mezheb taklîd edenlerin, mezheblerinin<br />

delîllerini bilmeleri lâzımdır. Bilmezlerse, müşrik olurlar diyor. 432. ci<br />

sahîfesinde, câhiller ictihâd yapamaz diyerek, kendi kendini yalanlıyor. 78, 167, 183,<br />

503 ve 504. cü sahîfelerinde, meyyitden şefâ’at istiyen müşrik olur diyor. Ölüden<br />

kerâmet olarak fâide beklemek şirkdir diyor. 115, 140, 173, 179 ve 220. ci sahîfelerinde,<br />

müslimânlar Evliyâya tapınıyorlar diyor. 133, 134, 136, 139, 140, 484 ve 485.<br />

ci sahîfelerinde, kabrden bereket, fâide beklemek şirkdir diyor. 143, 146, 191 ve<br />

– 457 –


503. cü sahîfelerde, meyyitden düâ istemek şirkdir diyor. 169, 179, 416 ve 503. cü<br />

sahîfelerde meyyitde his yokdur, birşey duymaz diyor. 222, 223, 234, 247, 274 ve<br />

486. cı sahîfelerde, Evliyâ kabrini ziyâret edip, fâidelenmek şirk olur diyor. 181 ve<br />

211. ci sahîfelerinde, şefâ’at istemek, Allaha şerîk yapmakdır diyor. 258, 259 ve 260.<br />

cı sahîfelerde, selâm vermek için Resûlullahın (Hucre-i se’âdet)i yanına gelmek<br />

yasakdır diyor. 486. cı sahîfede, Eshâb “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Resûlullahın<br />

kabrine arka çevirip düâ ederdi diyor.<br />

Bu iftirâlara, Ehl-i sünnet âlimleri, onlardan yüzlerce sene önce cevâblar vermişlerdir.<br />

Bu cevâblar arasında, Kâdî Iyâd hazretlerinin (Şifâ)sı, hadîs âlimi Abdül’azîm-i<br />

Münzirînin (Ettergîb vet-terhîb)i, Veliyyüddîn-i Tebrîzînin (Mişkat-ül-<br />

Mesâbîh)i, imâm-ı Kastalânînin (Mevâhib-ül-ledünniyye)si, imâm-ı Süyûtînin (Câmi’us-sagîr)i,<br />

Abdül-Vehhâb-i Şa’rânînin (Elyevâkît-vel-cevâhir)i, imâm-ı Semhûdînin<br />

(Hulâsat-ül-vefâ)sı, Abdülganî Nablüsînin (Cem’ul-esrâr)ı, seyyid Ahmed<br />

Dahlânın (Takrîb-ül-üsûl)i, Fahrüddîn-i Râzînin (Metâlib)i, İbni Hacer-i Mekkînin<br />

(Tuhfet-üz-züvvâr)ı, İbni Hacer-i Askalânînin (Feth-ul-bârî)si, Şihâbüddîn Haffâcînin<br />

(Şerh-ı şifâ)sı, Allâme Halîl Mâlikînin (Mensek)i, Muhammed Zerkânî Mâlikînin<br />

(Şerh-ul-mevâhib)i, imâm-ı Münâvînin (Şerh-i şemâil)i, Mustafâ Şattî Hanbelînin<br />

(Nükûl-üş-şer’ıyye firreddi alelvehhâbiyye)si, Abdüllah Yâfi’înin (Neşr-ul-mehâsin)i,<br />

seyyid Mürtedâ Hanefînin (Şerh-ul-ihyâ)sı, Yûsüf Nebhânînin (Se’âdet-i dâreyn)i,<br />

imâm-ı Kastalânînin (Mesâlik-ül-hunefâ)sı, imâm-ı Ahmedin (Kitâb-üzzühd)ü,<br />

Ebû Muhammed Halîlin (Hilye-tül-Evliyâ)sı, İbni Cevzînin (Safvet-üs-safve)si,<br />

Lâlkâinin (Kerâmet-ül Evliyâ)sı, İbni Hacer-i Mekkînin (Fetâvâ-i hadîsiyye)si,<br />

yine onun (El-cevher-ülmünzam)ı, allâme Ebû Abdüllah Mâlikînin ve Kilâ’înin<br />

(Misbâh-uz-zulâm) kitâbları, Nûreddîn Alî Şâfi’înin (Bugyet-ül-ahkâm)ı,<br />

Yûsüf Nebhânînin (Huccet-ullahi alel-âlemîn)i, Tâhir Sünbül efendinin (El-intisâr<br />

lil-Evliyâ-il-ebrâr)ı, Nûreddîn Alî Semhûdînin (Cevâhir-ül-akdeyn)i, Hasen Advî Mısrînin<br />

(Nefehât-i Şâziliyye)si, Abdülvehhâb-i Şa’rânînin (Ecvibet-ül-merdıyye)si, yine<br />

onun (Bahr-ül-mevrûd)u, Mustafâ Bekrînin (Ber’ül-eskâm)ı, yine onun (Lem’uberk-ıl-makâmât)ı,<br />

Abdülganî Nablüsînin (Keşf-ün-nûr)u, Ahmed Zerrûk Mâlikînin<br />

(Şerh-i Hızb-il bahr)i, allâme seyyid Alevînin (Cilâ-üz-zulâm firreddi alen Necdillezîedallel-avâm)ı<br />

ve Fadl-ı Resûl Bedâyînin (Seyf-ül-Cebbâr)ı ve Eyyûb Sabri pâşanın<br />

1296 [m. 1878] İstanbul baskılı türkçe (Târîh-i Vehhâbiyyân) kitâbı ilm adamları<br />

arasında şöhret bulmuşlardır .<br />

Bir mezâr ziyâret edilince, kabrdekinin rûhu, gelenin rûhuna, ayna gibi aks e-<br />

der. Gelenin rûhu, dahâ üstün ise, kalbi sıkılır, râhatsız olur, zarar eder. Bunun için,<br />

islâmiyyetin başlangıcında, kabr ziyâreti yasak edilmişdi. Sonradan, müslimânlar<br />

da ölünce, bunları ziyârete müsâ’ade olundu. (Kabrimi ziyâret eden, beni diri iken<br />

ziyâret etmiş gibi olur) hadîsi, Hucre-i se’âdeti ziyâret ederek fâidelenmeği emr<br />

buyurmakdadır. Onu diri iken ziyâret eden, çok fâidelenerek ayrılırdı. Mubârek<br />

kabrini ziyâret edenlerin de, böyle ayrılacaklarını, bu hadîs-i şerîf bildiriyor.<br />

İslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülkâdir-i Geylânî, Muhyiddîn-i Arabî, Takıyyüddîn-i<br />

Alî Sübkî, Ahmed ibni Hacer-i Mekkî ve Abdülganî Nablüsî “rahimehümullah”,<br />

Evliyânın kabrlerini ziyâret edip, onlara tevessül ederek, Allahü teâlâdan<br />

afv ve merhamet istemek câiz olduğunu vesîkalarla isbât etmişlerdir. Yûsüf Nebhânî<br />

hazretleri (Şevâhid-ül-hak) kitâbında, o yüksek âlimlerin “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyhim ecma’în” kitâblarından uzun yazılar ve vesîkalar alarak Hindistândaki vehhâbîleri<br />

rezîl etmekdedir. Bu arabî kitâbdan elli sahîfesi, (Ulemâ-ül-müslimîn)<br />

kitâbında 1393 [m. 1972] de basdırılmışdır. Bir kısmının türkceye tercemesi de (Fâideli<br />

Bilgiler) kitâbının (Doğru Söze İnan, Bölücüye Aldanma) kısmına eklenmişdir.<br />

Okuyan akllı gençler, kimlerin dalâlet yolunda olduklarını anlarlar.<br />

(Reşehât) kitâbında Alâüddîn-i Attâr “kuddise sirruh” hazretleri buyuruyor ki,<br />

(Evliyânın “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mezârlarını ziyâret eden, kabr-<br />

– 458 –


deki zâtın büyüklüğünü ne kadar anlamış ise ve o Velîye ne düşünce ile teveccüh<br />

etmiş, ya’nî kalbini Ona bağlamış ise, Ondan o kadar feyz alabilir. Kabr ziyâretinin<br />

fâidesi çok olmakla berâber, Evliyânın rûhlarına teveccüh edebilen kimse<br />

için, uzaklık zarâr vermez. Behâüddîn-i Buhârî, Hak teâlâya [teveccüh edebilenlerin<br />

doğruca Ona] teveccüh etmelerini emr buyururdu. Evliyânın kabrlerini ziyâret,<br />

Hak teâlâya teveccüh için olmalıdır. O Velînin rûhunu, Hakka tam teveccüh<br />

edebilmek için vesîle yapmalıdır. İnsanlara tevâdu’ ederken, Hakka teveccüh<br />

etmek lâzımdır. Çünki, insanlara tevâzu’, Allah için olursa, makbûl olur).<br />

Doğrudan doğruya Allahü teâlâya teveccüh ederek, her ân nâzil olan feyz-i ilâhîden<br />

nasîb alabilmek için, kalbin gafletden uyanık, dünyâ düşüncelerinden ârî olması<br />

lâzımdır. Böyle olmıyan ve küfr, bid’at ve günâh zulmetleri ile kararmış<br />

olan kalbler, Allahü teâlâya teveccüh edemez. Feyz-i ilâhîye kavuşamaz. Bunların,<br />

(Lâyese’unî...) hadîs-i şerîfine uyarak, Allahü teâlânın feyzlerine kavuşmuş olan<br />

kâmil ve mükemmil, ya’nî Resûlullahın vârisi olan hakîkî rehber bularak, yanında<br />

edeble oturmaları, onun kalbine gelen ilâhî feyzlerden almağa çalışmaları lâzımdır.<br />

Hakîkî rehber bulunmadığı zemânda, kendinden haberi olmıyan ve îmân<br />

ve küfrü birbirinden ayıramıyan tarîkatcılara, taklîdci şeyhlere aldanmamalıdır.<br />

Abdüllah-ı Dehlevî hazretleri sekizinci mektûbunda, (Bu fakîrin rûhâniyyetine<br />

teveccüh ediniz! Yâhud, mirzâ Mazher-i Cân-ı Cânânın mezârına gidip, onun<br />

rûhâniyyetine teveccüh ediniz! Ona teveccüh edince, Allahü teâlânın feyzlerine<br />

kavuşulur. O, zemânımızdaki binlerce diriden dahâ fâidelidir) buyurmakdadır. (Makâmât-i<br />

Mazheriyye) 58. sahîfesinde buyuruyor ki, (Evliyâ mezârlarını ziyâret ederek,<br />

feyz vermeleri için yalvar! Fâtiha ve Salevât okuyup, sevâblarını mubârek rûhlarına<br />

göndererek, onları Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için vesîle yap ki, zâhir<br />

ve bâtın se’âdetlerine bu vesîle ile kavuşulur. Fekat, kalbi tasfiye etmeden, Evliyâ<br />

kalblerinden feyz almak güçdür. Bunun için, hâce Behâüddîn “kaddesallahü<br />

teâlâ sirrehül’azîz” evvelâ, Evliyânın kalblerinden feyz almağı nasîb etmesini Allahü<br />

teâlâdan istemek, dahâ iyidir, demişdir).<br />

Vehhâbîler ve bunların aldatdıkları ba’zı din adamları, mevlid okumağa günâh<br />

diyor. Böyle inanmaları ve söylemeleri ile, kendileri büyük günâha giriyorlar.<br />

Ahmed Sa’îd-i Fârûkî hazretleri, bunlara vesîkalarla cevâb olarak bir kitâb yazdığı<br />

gibi, (Mektûbât-i Ahmediyye)sinin otuzyedinci mektûbunda ve Yûsüf-i Nebhânî<br />

“kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, (Huccet-ullahi alel’âlemîn fî mu’cizât’i Seyyid-il-Mürselîn)<br />

kitâbının ikiyüzotuzüçüncü sahîfesinden başlıyarak ve (El-besâir<br />

li-münkirit-tevessül-i bi’ehl-il-mekâbir) kitâbının sonunda ve (En-ni’met-ül<br />

kübrâ alel-âlem fî-mevlid-i seyyid-i veled-i Âdem) kitâbında mevlid okumanın meşrû<br />

ve çok sevâb olduğunu isbât etmekdedirler. Bu üç kitâb ve aşağıdaki dört kitâb,<br />

İstanbulda basdırılmışdır. Mevlid okutmağa mâni’ olmamalı, tegannî ile okumağa<br />

ve kadınların erkeklere görünerek dinlemelerine mâni’ olmalıdır.<br />

29 — Şâm âlimlerinden Ebû Hâmid bin Merzûkun “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”<br />

(Ette’akkub-ül-müfîd) kitâbında ve iki cild (El-berâet-ül-eş’ariyyîn) kitâbından<br />

özetlenen (Et-Tevessülü bin Nebî ve bis-Sâlihîn) kitâbında İbni Teymiyyeye<br />

ve İbni Kayyıma ve Abdülvehhâb oğluna cevâb verilmekdedir.<br />

30 — Bağdâd âlimlerinden Cemîl Sıdkî efendinin (El-fecr-üs-sâdık fir-redd-i alelmünkiri-t-tevessül-i<br />

vel-havârik) kitâbı vehhâbîleri rezîl etmekdedir.<br />

31 — Tayland âlimlerinden Mustafâ bin İbrâhîm Siyâmî hazretlerinin (Nûrulyakîn)<br />

kitâbı, 1345 de basılmış, 1396 [m. 1976] da İstanbulda ofset yolu ile tekrâr<br />

basdırılmışdır. Taylanddaki vehhâbîlere vesîkalarla cevâb vermekdedir.<br />

32 — Hindistân âlimlerinden Muhammed Abdürrahmân Silhetî (Seyf-ül ebrâril-meslûl...)<br />

kitâbında Hindistândaki vehhâbîlerin sapık olduklarını bildiriyor.<br />

33 — Hindistân âlimlerinden müftî Mahmûd Sâhib (Reddi vehhâbî-yi Hindî) kitâbında<br />

vehhâbîlere cevâb vermekde, Ehl-i sünnet yolunu bildirmekdedir.<br />

– 459 –


34 — Hindistânın Kerala eyâletinde Calicut şehrinde (Fârûk Collège) profesörlerinden<br />

mevlânâ Muhammed Kutty “rahmetullahi teâlâ aleyh” Maleyalam dilindeki<br />

üç cild, (Kitâb-üs-sünnî) kitâbında vehhâbîlere cevâb vermişdir.<br />

35 — Dârendeli Muhammed <strong>Hilmi</strong> Efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mîzânüş-şerî’a<br />

Burhân-üt-tarîka) kitâbında, ba’zı kimselerin tesavvuf âlimlerine yapdıkları<br />

hücûmları yazmakda, çok kıymetli cevâblar vermekdedir. Kitâb türkçe ve yazmadır.<br />

İstanbulda Gümüşhâneli Ziyâüddîn efendiden, sonra Sivâsda Hâcı Ahmed<br />

efendiden feyz almışdır. Ahmed efendi, küçük Âşık efendinin, bu da Hâlid-i<br />

Bağdâdînin halîfesidir. 1334 [m. 1916] de, Mer’aşda vefât etmişdir. Halîfeleri,<br />

bilhâssa oğulları Bahrî ve Abdürrahmân ve dâmâdı Vehbî ve bu kitâbın kâtibi Berberzâde<br />

Muhammed Nef’î efendiler, milleti irşâda devâm etmişlerdir.<br />

36 — Afrikadaki Mali hükûmetinin Koutiala şehrindeki (Medreset-ül-irfân) kolejinin<br />

müdîri Mâlik Beh, (El-hakâik-ul-islâmiyye) kitâbında,vehhâbîlerin, çok zarârlı<br />

bölücülük yapdıklarını bildirmekde, bunlara nasîhat vermekdedir.<br />

37 — Suriyede Hamâda Sultân Câmi’i hatîb ve müderrisi allâme Muhammed Hâmid,<br />

(Lüzûm-ü ittibâ’ı mezâhib-il-eimme) kitâbında, hanefî mezhebini uzun anlatmakda<br />

ve dört mezhebden birine tâbi’ olmanın vâcib olduğunu isbât etmekdedir.<br />

Kitâb 1388 [m. 1968] de yazılmış, m. 1984 de, İstanbulda (Miftâh-ul-felâh) kitâbının<br />

sonunda ofset baskısı yapılmışdır.<br />

38 — Ahmed Hamevî hanefînin (Nefehât-ül-kurb vel-ittisâl bi-isbât-it-tesarrufi<br />

li-Evliyâ-illâhi teâlâ vel-kerâmeti ba’del-intikal) kitâbı meşhûrdur.<br />

39 — Afrikada Gana devleti âlimlerinden Medrese-i vataniyye müdîri Ahmed<br />

Bâbe, (Seyf-ül-Hak) kitâbında, vehhâbîlere, vesîkalarla cevâb vermekdedir.<br />

40 — İngilizler, islâmiyyeti imhâ etmek, içerden yıkmak için, misyoner teşkilâtı kurdular.<br />

Bu misyonerler, kitâblar yazarak, islâmiyyete ve islâm âlimlerine âdî, alçak yazılarla<br />

saldırdılar. Kitâblarının üzerine, satın aldıkları din adamlarının ismlerini koyarak,<br />

islâm memleketlerine, parasız yaydılar. Ehl-i sünnet âlimleri, bu alçak iftirâlara<br />

cevâblar yazarak, ingiliz siyâsetini hezîmete uğratdılar. Bu cevâblardan, (Misbâh-ul-enâm<br />

ve cilâ-ül-zulâm) kitâbını Habîb Alevî bin Alevî Haddâd yazmışdır. 1216<br />

[m. 1800] da yazılmış, 1325 [m. 1906] de İstanbulda basılmışdır. Kenârında Ahmed<br />

bin Zeynî Dahlânın (Cevâzüt-tevessül) kitâbı vardır. 1416 [m. 1995] de, Hakîkat kitâbevi<br />

tarafından ikinci baskısı yapılarak, bütün dünyâya gönderilmekdedir.<br />

[1381 [m. 1961] de İstanbuldan hacca giden bir müslimân, Hucre-i se’âdet önünde<br />

(Yâ Resûlallah, günâhım çok. Bana şefâ’at eyle!) diye düâ ederken, Afrikalı bir<br />

vehhâbî gelip, (O ölüdür, birşey duymaz) gibi şeyler söyler, yakasından çeker. Bu<br />

sünnî müslimân da, Bekara sûresinde, (Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz!<br />

Onlar diridir. Fekat, siz bunu anlamıyorsunuz) meâlindeki, yüzellidördüncü<br />

âyet-i kerîmeyi okur. İnsanların en üstününe sen nasıl ölüdür diyorsun der.]<br />

İlk olarak 1205 [m. 1791] de, Vehhâbîler ile Mekkeliler arasında ihtilâf oldu.<br />

Bu senelerde, Osmânlı devleti, hâricî düşmanlarla muhârebede idi. Dâhilde de<br />

karışıklık vardı. [Şöyle ki, Fransa ile senelerden beri dost iken, Napolyon Bonapart,<br />

1213 [m. 1799] de Mısra ellibin askerle saldırdı. Denizden ve karadan muhârebelerle<br />

[1216] da, Mısr düşmandan temizlendi. [1221] de, Rusya, hudûdumuza<br />

saldırıp, harb i’lân edildi. İngiliz donanması Çanakkaleden girip, Yedikuleye kadar<br />

geldi. Başda pâdişâh üçüncü Selîm hân olmak üzere, bütün me’mûr, asker ve<br />

halk, büyük gayretle üç günde, sâhillere binden fazla top yerleşdirip, donanmayı,<br />

harb olmadan, kaçırdı. Rusya sulh istedi ise de, [1224] de tekrâr hücûm ederek Tunayı<br />

geçdi. Uzun muhârebelerden sonra, [1227] de Bükreş Muahedesi yapıldı. Dâhilde<br />

ise, yeryer dinsizler türeyip, halka zulm ediyor ve devleti dinlemiyorlardı. O<br />

zemân, halîfe olan üçüncü Selîm hân, bir yandan ta’lîmli asker yetişdiriyor, bir yandan<br />

da, top fabrikası yapdırıp çalışdırıyordu. Ta’lîmli yeni askeri gören yeni-çeri-<br />

– 460 –


lerden, Karadeniz buğazı tabyalarında bulunanlar, Kabakcı Mustafâ kumandasında<br />

ısyân etdi. Pâdişâh, müslimân kanı dökülmesini istemedi. Bütün ilerlemeler durdu.<br />

Selîm hânı şehîd etdiler. İkinci Mahmûd hân-ı Adlî, evvelâ dinsizleri terbiye<br />

ve itâ’ate getirdi. [1227] de Rusya ile sulh yapdı.]<br />

[1226] da Mısr vâlîsine fermân buyurularak, Mehmed Alî pâşa, müslimânlar arasındaki<br />

bölücülüğü önlemek için, oğlu Tosun pâşayı Hicâza gönderdi ise de, sulh<br />

ve sükûnu temîn edemedi. Madde başından buraya kadar yazılanların çoğunu (Hülâsat-ül-Kelâm)<br />

ve (Mir’ât-ül-Haremeyn) kitâblarından aldım. Kendimin bir fikri<br />

katılmamışdır. Bu yazıların vesîkalarını arzû eden, mezkûr iki kitâbı ve (Kıyâmet<br />

ve Âhıret) kitâbının (Müslimâna nasîhat) kısmını mütâle’a buyursun!<br />

Mekke-i mükerreme ile Medîne-i münevvere, Osmânlılar tarafından adâlet<br />

ve hurmet ile idâre edilip, milyonlar sarf edilerek, mukaddes makâmlar ta’mîr ve<br />

tezyîn edildi. Haremeynin mubârek ehâlîsi, râhat ve refâh içinde yaşadı. Bu<br />

se’âdet zemânı, birinci cihân harbine kadar devâm etdi. Birinci cihân harbi [1332<br />

(m. 1914)-1336 (m. 1918)] sonunda, islâm ittihâdını parçalamak arzûsuna kavuşan<br />

düşmanlar, Mekke emîri olan şerîf Hüseyn bin Alîyi ve ileri gelenleri, Hicâzdan<br />

çıkardılar. Bütün dünyâya da, kaçdı diye bildirdiler. Necdde yaşıyan Abdül’azîz<br />

bin Sü’ûd, 1344 [m. 1926] senesinde Mekkeye gelerek yeni bir hükûmet kurdu.<br />

Osmânlılar devrinde, vehhâbîlik ingiliz câsûsları ve paraları vâsıtası ile, Hindistâna<br />

ve Afrikaya yayıldı. Bağdâdda, şî’îlik yerleşdiği gibi, Mısr din adamları da vehhâbîliğe<br />

kaymağa başladı. Çok okumuş, çok kitâblar yazmış olan Mısrlı Muhammed<br />

Abdüh, masonların, islâmiyyeti yok etmek için girişdikleri savaşda, en te’sîrli<br />

silâhları olan (İslâm memleketlerine asrîlik, modern ismi altında, dinsizlik sokmak)<br />

propagandalarına aldanarak, Ehl-i sünnet vel-cemâ’ati temâmen bırakdı.<br />

Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere kendi aklı ile, garblılaşmağa uyacak ma’nâlar<br />

vererek, Selef-i sâlihînin yolundan ayrıldı. Kitâblarının bir kısmı, o yolda<br />

olanlar tarafından türkçeye çevrilmiş, büyük islâm âlimi(!) Abdühün eserleri diye,<br />

gençliğin önüne sürülmüşdür. Abdühün ve Cemâleddîn-i Efgânînin mason oldukları,<br />

kitâbımızın sonundaki, Abdüh kelimesinde yazılıdır. Muhammed Arabînin<br />

Mekkede basılan (İfâdet-ül-ahyâr) kitâbında ve şeyh-ul-islâm Mustafâ Sabri<br />

efendinin (Mevkıf-ül-akl vel-ilm vel-âlem) kitâbında ve Câmi’ul-ezher medresesi<br />

yüksek ilm kurulu üyesi Yûsüf-i Decvînin [1966] da Mısrda çıkan (Câmi’ul-ezher<br />

Mecellesi)ndeki yazılarında, bunların islâmiyyete uymıyan fikrleri, kuvvetli delîllerle<br />

red edilmekdedir. Vaktiyle ibni Teymiyye de, ilminin çokluğuna aldanarak,<br />

dalâlete düşmüşdü. Fekat bu kadar taşkınlık yapmamışdı.<br />

Hakîkî din adamının, Ehl-i sünnet âlimlerinin ve mezheb imâmlarımızın verdikleri<br />

ma’nâları ve çıkardıkları hükmleri yazması ve onları değişdirmeden söylemesi,<br />

milletin ve gençliğin kafasında, Ehl-i sünnet âlimlerinin ismlerini ve büyüklüklerini<br />

yerleşdirmesi lâzımdır. Seyyid Kutb denilen kimse de, eğer islâm âlimlerinin tefsîrlerini,<br />

meselâ, tefsîrde ve fıkhda ihtisâs kazanmış ve tesavvufda (Ma’rifet-ullah)<br />

ile şereflenmiş olan, Ehl-i sünnetin gözbebeği Senâullah-i Dehlevî hazretlerinin<br />

(Tefsîr-i Mazherî)sini okumuş olsaydı, islâm âlimlerinin yüceliğini anlar, haddini bilerek,<br />

derme çatma yazılarını tefsîr diye ortaya koymağa belki sıkılırdı. (Berîka)da,<br />

dil âfetlerinin ellincisinde, (Tefsîr yazanın onbeş ilmde mâhir olması lâzımdır) diyor.<br />

Bunları bilmiyenlerin hadîs ve tefsîr okumağa kalkışması, mi’de hastasının, kuvvetlenmek<br />

için, baklava, börek yimesine benzer. Hâlbuki, bu hastanın, önce perhîz yapması,<br />

sonra, kuvvetli yimeğe başlaması lâzımdır. İşte, bizim gibi, ana ilmleri okumayanlar,<br />

din öğrenmek için, Kur’ân tercemesi, tefsîr, hadîs okumağa kalkışırsak,<br />

bunları kavrayamayız. Yanlış anlıyarak, dînimizi, îmânımızı da gayb ederiz. Ana yuvasından<br />

almış olduğu ve senelerce, titizlikle sakladığı kıymetli îmânını gayb eden<br />

birkaç ilerici kimse ile karşılaşdım. Bunların irtidâdına sebeb olan, zihnlerindeki şübhenin<br />

nasıl meydâna geldiğini sordum. Elmalı tefsîrini okuyunca, böyle olduğunu an-<br />

– 461 –


ladım dediler. Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh”, (Makâmât)ın yüzüncü sahîfesinde,<br />

bir halîfesinin tefsîr yazmasına mâni’ olduğunu yazmakdadır. Görülüyor ki,<br />

uydurma, anlamadan yazılan tefsîrleri ve tercemeleri bir yana bırakalım, meşhûr tefsîrler<br />

bile, ehlinden başkasına zararlı oluyor. Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini anlıyabilmek<br />

için, seksen din bilgisini iyi öğrenmek lâzımdır. Bu ilmleri bilmeden tefsîr, hadîs okumağa<br />

kalkışan, îmânını gayb edebilir. (Berîka) kitâbının binikiyüzdoksanyedinci sahîfesinde,<br />

(Tefsîr kitâblarına tâbi’ olmamız emr olunmadı. Fıkh âlimlerine tâbi’ olmamız<br />

emr olundu) buyurmakdadır. İkinci kısmda, 46. cı ve üçüncü kısmda, 22. ci<br />

maddelere bakınız! (Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhinde diyor ki, (Kelâm ve fıkh âlimlerimiz,<br />

tefsîrden, hadîsden anladıklarını, bizim gibi din câhillerine, açık, kolay öğretmek<br />

için, binlerce (Fıkh) ve (İlm-i hâl) kitâbı yazmışlardır. İslâmiyyeti doğru öğrenmek<br />

için, o fıkh ve ilm-i hâl kitâblarını okumakdan başka çâre yokdur).<br />

Dört mezhebin inceliklerine vâkıf, derin âlim, veliy-yi-kâmil, seyyid Abdülhakîm<br />

efendi “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Hanefî mezhebinde en mükemmel ve en<br />

kıymetli fıkh kitâbı, İbni Âbidînin (Dürr-ül-muhtâr hâşiyesi)dir. Şâfi’îde (Tuhfetül-muhtâc)<br />

kitâbıdır. En mükemmel, en kıymetli tesavvuf kitâbı, İmâm-ı Rabbânînin<br />

(Mektûbât)ı ve en kıymetli ilmihâl de, Kâdî-zâdenin (Birgivî vasıyyetnâmesi)<br />

şerhidir. (Dürr-ül-muhtâr) kitâbı, Şemsüddîn Timûrtâşînin (Tenvîr-ül-ebsâr)<br />

kitâbının şerhidir.)<br />

Pâkistândaki vehhâbîlerden bir kısmı, müslimânları aldatmak için (Biz Ehl-i sünnetiz.<br />

Hanbelî mezhebindeniz) diyorlar. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından<br />

işlerine gelenleri alıyorlar, işlerine gelmiyenleri, inanışlarına uymıyanları<br />

örtbas ediyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin âyet-i kerîmelere vermiş oldukları doğru<br />

ma’nâları değişdiriyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri, âyet-i kerîmelere, kendi anlayışlarına,<br />

düşünüşlerine göre ma’nâ vermedi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

âyetlerden anlayıp bildirdiklerini, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Bu öğrendikleri<br />

ma’nâları kitâblarına yazdılar. Bunlar ise, Resûlullahdan gelen bu ma’nâları<br />

beğenmiyorlar. Kendi kafaları ile, âyet-i kerîmelere ma’nâlar veriyorlar. Bu<br />

yazılarını, Ehl-i sünnet bilgisi olarak tanıtıyorlar. Din bilgilerinden, fen ve ahlâk<br />

bilgilerinden ve mantık kurallarından haberleri olmadığı için, Kur’ân-ı kerîmin ulvî<br />

ve kudsî inceliklerini anlıyamıyorlar. Bunları anlayıp haber veren hadîs-i şerîflere,<br />

mevdû’dur, uydurmadır diyorlar. Hadîs-i şerîfleri, kendi anladıklarından<br />

üstün tutan Ehl-i sünnet âlimlerini beğenmiyor, müslimânları bunlardan uzaklaşdırıp,<br />

dinde reform dedikleri, uydurma yola sokmağa uğraşıyorlar. İslâm âlimleri,<br />

vehhâbî imâmların arkasında nemâz kılınmıyacağını bildiren fetvâlar verdiler.<br />

Bu fetvâlardan biri, (Hulâsat-ül-kelâm) kitâbının sonunda mevcûddur.<br />

Muhammed Zihnî efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Ni’met-i islâm) kitâbı, nikâh<br />

kısmı, otuzdokuzuncu sahîfesinde diyor ki: (Nikâh ile alması harâm olan yirmibeş<br />

kadından birisi de (Veseniyye), ya’nî puta tapan kadınlardır. Güneşe ve yıldızlara<br />

ve resmlere, heykellere tapınanlar ve (Mu’attala) ve (Bâtıniyye) ve (İbâhiyye)den<br />

olanlar ve (Zındık)lar, ya’nî koyu müslimân görünüp, küfre sebeb olan<br />

şeyleri îmânın şartı diyenler, hep puta tapanlardandır (Fetâvâ-i Hindiyye). Bâtıniyye<br />

ki, bunlara (İsmâ’îliyye) ve (İbâhiyye) de denir. Bunlar, son zemânlarda,<br />

(Vehhâbî) ismini almışlardır ve din ismi altında müslimânlara hıyânet, düşmanlık<br />

eden dinsizlerdir). (Vesen), kendisinde (Ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanılan,<br />

bunun için ta’zîm edilen resm veyâ heykeldir. Bu yazı, vehhâbîler arasına zındıkların<br />

karışmış olduğunu, bunların ise kâfir olduklarını gösteriyor.<br />

Memleketimizde din bilgisi az olan kimseler, İbni Teymiyyenin, Mehmed Abdühün,<br />

Mevdûdînin, Seyyid Kutbun, Nobel mükâfâtı almış olan Abdüsselâmın, Ahmed<br />

Didadın ve Hamîdullahın kitâblarından yapılan tercemeleri okuyarak zehrleniyorlar.<br />

Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri anlıyamadıklarını<br />

sanıyorlar. Bu kitâblardaki yaldızlı, nefs-i emmâreyi harekete getiren taşkın<br />

yazıların sâhiblerini, Ehl-i sünnet âlimlerinden, hattâ Eshâb-ı kirâmdan “aley-<br />

– 462 –


himürrıdvân” dahâ yüksek görüyorlar. İslâmiyyetde, bu büyük yarayı açan, bilhâssa<br />

İbni Hazm, İbni Kayyım-i Cevziyye ve felesof İbnür-Rüşddür. Her üçü de, İbni<br />

Teymiyye gibi âlimdir ve yüzlerle kitâbları vardır. Ehl-i sünnet âlimleri, bunlara<br />

değerli cevâblar yazmış, yanlışlarını ortaya koymuşlardır. Fekat ilmi az olanlar<br />

ve Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklüğünü anlayamamış olanlar, onların kitâblarına<br />

aldanmakda, doğru yoldan çıkmakdadır.<br />

Bunlara aldananlar, kendilerini haklı göstermek ve başkalarını da aldatabilmek<br />

için, (Osmânlı âlimleri, siyâsî düşmanlığı, dinde ayrılığa çevirdiler) diyorlar.<br />

Bu sözleri iki yönden bozukdur: Adı geçen mezhebsizler vehhâbî değildir. Vehhâbîlik<br />

ortaya çıkar çıkmaz, Ehl-i sünnet âlimleri, emr-i ma’rûfa başladı. Bunların yanlış<br />

yolda olduğunu yazdılar. Doğru yola çağırdılar. Bunların yaldızlı kitâblarına aldanan<br />

câhiller barbarlığa başladı. İslâm şehrlerine saldırdı. Osmânlı devleti, bundan<br />

sonra işe karışdı. Ehl-i sünnet âlimleri, kitâblarını yazarken vehhâbîlik yokdu<br />

ki, âlimler için, dîni siyâsete karışdırdılar denilebilsin. Ehl-i sünnet âlimleri, vehhâbîlik<br />

ortaya çıkmasından yüzlerce sene önce, müslimânlar arasında bir fitne zuhûr<br />

edeceğini firâset ile anlamış gibi, sapık fikrleri yazmışlar ve âyet-i kerîmelerle çürütmüşlerdi.<br />

Sayıları pekçok olan bu kıymetli kitâblardan, büyük âlim Celâleddîn-i Süyûtînin<br />

(Tenvîr-ül-halek fî imkân-ı rü’yetin-Nebî cihâren vel-melek) ve (Tenbîh-ulgabî<br />

bitebriet-i İbni-il-Arabî) kitâbları ile Abdülganî Nablüsînin (Keşf-ün-nûr an<br />

eshâb-il-kubûr) kitâbları meşhûrdur. Bu üç arabî kitâb, (El-minha-tül-vehbiyye) kitâbının<br />

ikinci baskısına eklenerek Hakîkat Kitâbevi tarafından neşr edilmişdir.<br />

Bunları okuyanlar, sapıkların, islâmiyyeti yıkmak yolunda olduklarını iyi anlarlar.<br />

(Redd-ül-muhtâr), üçüncü cild, ikiyüzdoksanaltıncı ve üçyüzdokuzuncu sahîfelerinde<br />

diyor ki, (Ma’nâları açık ve kat’î olan âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere,<br />

te’vîl etse dahî, yanlış ma’nâ vererek ve ma’nâları açıkca anlaşılmıyanları te’vîl etmeden<br />

yanlış ma’nâ vererek dinden çıkana, ya’nî îmânı bozuk olana (Mülhid) denir.<br />

Mülhid, kendini müslimân sanır. Hiçbir dinde olmayıp da, dinsiz düşüncelerini<br />

müslimânlık imiş gibi, fâsid, bozuk delîller ile isbâta kalkışarak, müslimânların<br />

îmânlarını bozmak istiyene (Zındık) denir). Mülhid ve zındık, müslimân görünerek,<br />

islâmiyyeti yıkmağa çalışmakdadır. Vehhâbîler gibi, açıkca anlaşılamıyan delîlleri<br />

te’vîl ederek Ehl-i sünnetden ayrılan da, mülhid veyâ bid’at sâhibi olur.<br />

Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” için, devlet düşmanlığını<br />

din düşmanlığı şekline sokdular demek, islâm âlimlerini tanımamak, hattâ<br />

müslimânlığı lekelemek olur. Dîni dünyâya âlet etmek, islâmiyyetin en çok kötülediği<br />

bir suçdur. Her memleketdeki islâm âlimlerini böyle ağır suçlamak, islâmiyyeti<br />

kötülemeğe, yıkmağa kalkışmak olur. Ehl-i sünnet âlimleri, hiçbir zemân siyâsete<br />

karışmamış, hiçbir müslimânı kötülememişdir.<br />

Mülhidlere, zındıklara aldananlardan, Anadoluda hatîb hoca denilen biri, kitâbında,<br />

(Kur’ân-ı kerîm ile hadîs-i şerîfler sayılıdır. İnsanların önüne çıkan hâdiseler<br />

ise sonsuzdur denilerek, kıyâs ile birçok şey ilâve edilmişdir. Bu yanlışdır. Kıyâs<br />

ve ictihâd yokdur) diyor. Böylece, yüzbinlerle Ehl-i sünnet âlimine iftirâ ediyor.<br />

Çünki, kıyâs ve ictihâd, bu hocanın sandığı gibi, kitâba, hadîs-i şerîflere birşey<br />

eklemek değil, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin, derin örtülü ma’nâlarını<br />

meydâna çıkarmakdır. Eshâb-ı kirâmın da kıyâs yapdıkları, onların da ayrı<br />

mezhebleri bulunduğu aşağıda bildirilmekdedir. (Beydâvî) tefsîrinde kıyâs ve icmâ’ın,<br />

Âl-i İmrân sûresinin 108. ci âyetinde emr edildiği yazılıdır.<br />

Başka bir sahîfede, (Dinde gizli birşey yokdur, herşey söylenmişdir) diyor. Bir<br />

sahîfe sonra da, (Kitâb ile sünnetin bildirmediği herşey mubâhdır) diyerek herşeyin<br />

bildirilmediğini söylüyor. Yazıları birbirini tutmuyor. Diğer bir sahîfede, (Kıyâs<br />

ile, din artdırılıyor, şiddetlendiriliyor. Birçok mubâhlar harâm ediliyor) diyerek<br />

iftirâ ediyor. Bunun cevâbı, birinci kısm, yirmialtıncı maddede yazılıdır.<br />

Bu din adamı, yine, (Kıyâs yüzünden, islâm dîninde hiçbir mes’elede ittifâk kal-<br />

– 463 –


mamış, ihtilâflar çoğalmış) diyor. Hâlbuki, zarûrî olarak ve icmâ’ ile bilinen inanılacak<br />

şeylerde, i’tikâd mes’elelerinde kıyâs yokdur. Böyle bilgilerde ictihâd<br />

edip yanılan kâfir olur. Zarûrî olarak ve icmâ’ ile bildirilmemiş olan îmân bilgilerinde<br />

ictihâd edip de yanılan, kâfir olmaz ise de, bid’at sâhibi olur. Sapık müslimân<br />

olur. Yapılacak işlerin, Kitâb ve sünnetde açık bildirilenlerinde de kıyâs olmaz. Buralarda<br />

ayrılık yapan, bu hoca gibi Ehl-i sünnetden ayrılanlardır.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında insanlar üçe ayrıldı: İnanmayıp<br />

Resûlullaha karşı gelenler (Kâfir) oldu. İnanmayıp inanmış gibi görünenlere (Münâfık)<br />

denildi. İnananlara (Eshâb) denildi. Eshâb-ı kirâmın inanışları hep aynı idi.<br />

Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmiş işleri yapmakda da, birbirlerine<br />

uygun idiler. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmemiş birşeye<br />

inanmağı dînimiz emr etmemişdir. Fen bilgilerinin çoğu böyledir. Bunlardan akla<br />

uygun olanlara inanılır. Açıkca emr veyâ yasak edilmemiş işler ise, böyle değildir.<br />

Böyle işleri yapıp yapmamakda, açıkca bildirilenlere benzetilmelerini, Allahü<br />

teâlâ, derin âlimlere emr etmekdedir. Bu benzetmeyi yapabilecek derin âlimlere<br />

(Müctehid) denir. Bu benzetmek işine, (İctihâd) denir. Bir müctehidin ictihâd ederek<br />

elde etdiği bilgilerin hepsine, o müctehidin (Mezheb)i denir. Eshâb-ı kirâmın hepsi<br />

derin âlim, birer müctehid idiler. İslâmiyyet bilgilerinde, siyâset, idârecilik ve zemânlarının<br />

fen bilgilerinde ve tesavvuf ma’rifetlerinde birer deryâ idiler. Bu bilgilerinin<br />

hepsini, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek cemâlini görmekle<br />

ve kalblere işliyen, rûhları çeken sözlerini işitmekle, az zemânda edindiler. Herbirinin<br />

mezhebi vardı. Mezhebleri az veyâ çok farklı idi. Tâbi’înin ve Tebe’i tâbi’înin<br />

arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin ve Eshâb-ı kirâmın mezheblerinden<br />

yalnız dördü kitâblara geçip, dünyânın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri<br />

unutuldu. Bu dört mezhebin îmânları, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm<br />

ecma’în” ortak olan îmânıdır. Bunun için, dördüne de (Ehl-i sünnet) denir. Îmânları<br />

arasında esâsda ayrılık yokdur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler.<br />

Birbirlerine uymıyan işlerini de, zarûret olunca, birbirlerini taklîd ederek yaparlar.<br />

Allahü teâlâ, mezheblerin böyle ayrı olmalarını istemişdir. Bu ayrılığın,<br />

Allahü teâlâ tarafından müslimânlara rahmet olduğunu, Peygamberimiz haber vermişdir.<br />

Çünki, dört mezheb arasındaki ufak tefek başkalıklar, müslimânların işlerini<br />

kolaylaşdırmakdadır. Her müslimân, vücûd yapısına, yaşadığı iklim şartlarına<br />

ve iş hayâtına göre, kendisine dahâ kolay gelen mezhebi seçer. İbâdetlerini ve her<br />

işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar. Allahü teâlâ dileseydi, Kur’ân-ı kerîmde<br />

ve hadîs-i şerîflerde, herşey açıkca bildirilirdi. Böylece, mezhebler hâsıl olmazdı.<br />

Kıyâmete kadar, dünyânın her yerinde, her müslimânın tek bir nizâm, tek bir emr<br />

altında yaşamaları lâzım olurdu. Müslimânların hâlleri, yaşamaları güç olurdu.<br />

Eshâb-ı kirâmın hepsi öldükden sonra, yeni müslimân olanlardan bir kısmının<br />

îmânları bozuldu. Eshâb-ı kirâmın doğru îmânından ayrıldılar. (Dalâlet fırkaları)<br />

meydâna geldi. Bu bozuk fırkalara, (Bid’at fırkaları) veyâ (Mezhebsiz) denir. Bunlar,<br />

ma’nâları açıkca anlaşılamıyan nassları te’vîl ederek yanıldıkları için kâfir değildirler.<br />

Fekat, islâmiyyete zararları, kâfirlerin zararlarından çok oldu. Birbirleri<br />

ile ve Ehl-i sünnet ile çekişdiler. Harb etdiler. Çok müslimân kanı döküldü. Müslimânların<br />

yükselmelerini, ilerlemelerini baltaladılar. Mezhebsiz bid’at fırkalarını,<br />

Ehl-i sünnetin dört doğru mezhebi ile karışdırmamalıdır. Dört mezheb, birbirlerinin<br />

doğru yolda olduklarını söyler ve birbirlerini severler. Mezhebsiz fırkalar ise, müslimânları<br />

parçalamakdadırlar. Bugün, dört mezhebden başka Ehl-i sünnet yokdur.<br />

Bu dört mezhebin birleşdirilemiyeceğini, bir mezheb hâline getirilemiyeceğini, islâm<br />

âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Allahü teâlâ, mezheblerin birleşdirilmesini<br />

değil, ayrı olmalarını istiyor. Böylece, islâm dînini kolaylaşdırıyor. Âl-i İmrân sûresinde,<br />

yüzüncü âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler! Allahın dînine sarılınız. Birbirinizden<br />

ayrılmayınız!) buyurulmuşdur. Tefsîr sâhibleri, meselâ Ebüssü’ûd efendi<br />

– 464 –


“rahmetullahi teâlâ aleyh”, burada, (Ehl-i kitâbın yapdıkları gibi, parçalanıp doğru<br />

îmândan ayrılmayın! Câhiliyye zemânında birbirleriniz ile döğüşdüğünüz gibi<br />

bölünmeyiniz!) dediler. Doğru îmânda birleşmemiz, fırkalara bölünmememiz<br />

emr olundu. Doğru yolun, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin bildirdiği îmân olduğunu, Peygamberimiz<br />

haber verdi. O hâlde, bütün müslimânların, ehl-i sünnet olmaları,<br />

ehl-i sünnet mezhebinde birleşerek, kardeş olmaları, sevişmeleri lâzımdır. Müslimânların<br />

bu birliğinden ayrılan, bu âyet-i kerîmeye uymamış olur. Bu yolda<br />

birleşir, kardeşler olduğumuzu bilip sevişirsek, dünyânın en büyük, en kuvvetli milleti<br />

olur, dünyâda râhata, huzûra, âhıretde de sonsuz se’âdete kavuşuruz. Düşmanlarımızın<br />

ve câhillerin ve sömürücülerin, kendi alçak çıkarları için söyledikleri yalanlara<br />

aldanıp, bölünmemeğe çok dikkat etmeliyiz! Bu husûsda fazla bilgi almak<br />

için fârisî (Redd-i vehhâbî) kitâbını okuyunuz.<br />

Bir sahîfesinde, (Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidâyet<br />

bulursunuz!) sözü hadîs değildir, sakat bir sözdür diyor. Hâlbuki, imâm-ı Münâvî<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Künûz-üd-dekâık) kitâbı ve İmdâdın (Tahtâvî)<br />

hâşiyesi, otuzaltıncı sahîfesinde bu hadîs-i şerîfi de yazmakda ve imâm-ı Beyhekî<br />

rivâyeti olduğunu bildirmekdedirler. Bunun sahîh olduğunu ve Dârimî, İbni Adî<br />

ve başkalarının haber verdiklerini (Savâ’ık-ul-muhrika) da bildiriyor. Üç sahîfe sonra<br />

da, bu konuda bilgi verilmişdir. Bu adam, Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü anlıyamadığından,<br />

bu hadîs-i şerîfe, uydurmadır diyor.<br />

(Ümmetimin ihtilâfı rahmetdir) sözü de hadîs değildir diyor. Hâlbuki, imâm-ı<br />

Münâvî bu hadîs-i şerîfi de yazıyor ve İbni Nasr ve Deylemî rivâyeti olduğunu bildiriyor.<br />

İbni Âbidîn önsözde buyuruyor ki: (Ümmetimin ihtilâfı rahmetdir) hadîsi<br />

meşhûrdur. Bunu, Beyhekînin rivâyet etdiği (Mekâsıd-ı hasene)de yazılıdır. İbni<br />

Hâcib de (Muhtasar)da sahîh olduğunu yazmakdadır. Nasr-ul-mukaddesinin<br />

(Hucce) kitâbında ve Beyhekînin (Risâlet-ül-eş’ariyye)sinde sahîh hadîs olarak bildirildiğini,<br />

imâm-ı Süyûtî yazmakdadır. Halîmî ve kâdî Hüseyn ve İmâm-ül-Haremeyn<br />

de sahîh olarak bildirmişlerdir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.<br />

(Mevâhib-i ledünniyye) birinci cild, dördüncü kısmda da uzun yazılıdır. Halîfe<br />

Ömer bin Abdül’Azîz, (Eshâb-ı kirâm ihtilâf etmeselerdi, dinde ruhsat, kolaylık<br />

olmazdı) buyurdu. Halîfe Hârûn-ür-Reşîd, İmâm-ı Mâlike, (Senin kitâblarını çoğaltıp,<br />

her yere göndereceğim ve herkesin bunlara uymasını emr edeceğim) deyince:<br />

(Yâ Halîfe! Böyle yapma! Âlimlerin ihtilâfı Allahü teâlânın rahmetidir. Hepsi<br />

hidâyet üzeredir. Her müslimân, dilediği âlime uyar) buyurdu. (Berîka) yüzonuncu<br />

sahîfede, bu hadîsin (Câmi’us-sagîr)de bulunduğunu bildirmekdedir. (Hadîka)<br />

birinci cild, ikiyüzkırkdördüncü [244] ve ikinci cild, yüzdördüncü [104] sahîfelerinde,<br />

bu hadîs-i şerîfi açıklamakda ve Nasr-ul-mukaddesî ve Halîmî ve<br />

Beyhekî ve İmâm-ül-Haremeynin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” haber verdiklerini<br />

bildirmekdedir. (Mîzân)ın 45. ci sahîfesinde de yazılıdır. Zevallı hoca, îmân<br />

için olan hadîs-i şerîfleri, mezhebler için zan etmiş.<br />

(Fetâvâ-i Hindiyye)de diyor ki: (Nevâzil) kitâbında, (Yalnız hadîs-i şerîf okuyup,<br />

fıkh öğrenmiyen kimse, dinde müfsiddir) buyuruldu. Ebû Âsım “rahmetullahi<br />

aleyh” de, böyle buyurmuşdur. (Tâtârhâniyye) fetvâsında da yazılıdır.<br />

Kitâbın bir yerinde, (Eshâb-ı kirâmın, Kitâb ve sünnete uymıyan sözleri alınmaz,<br />

red olunur) diyor. Eshâb-ı kirâmı, Kitâb ve sünnete uymıyan şeyler söyliyecek sanıyor.<br />

O din büyüklerini, kendi gibi zan ediyor. Bilmiyor ki, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü<br />

teâlâ anhüm ecma’în”, Kitâb ve sünnete uymıyan birşey söylememişdir. Zâten,<br />

Kitâbı ve sünneti, ya’nî Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri toplıyan, sonra gelenlere<br />

ulaşdıran, Eshâb-ı kirâmdır. Üsûl âlimlerinden, ya’nî en büyük islâm âlimlerinden<br />

ba’zısı buyuruyor ki, (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Peygamber olduğunu<br />

isbât edecek hiçbir şâhidi bulunmasaydı, yalnız Eshâbını görmek, Peygamber<br />

olduğunu bildirmeğe yetişirdi. Çünki, Eshâbının herbiri, her ilmde, islâmiyyet bil-<br />

– 465 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:30


gilerinde, siyâsî, aklî ilmlerde [ya’nî, lise ve üniversitelerde okutulan bilgilerde], zâhirî<br />

ve bâtınî ilmlerin hepsinde birer deryâ idi. Hâlbuki, hiçbiri bir kitâb okumamış,<br />

bir mu’allim görmemişdi. Bütün bu bilgileri, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

ile birkaç def’a berâber bulunmakla şereflenerek edinmişlerdi). Onların birbirine<br />

uymıyan sözleri, Kitâb ve sünnetde açıkca bildirilmiyen işlerdedir.<br />

Bir sahîfede (Müctehidlerin ve kıyâscıların, sahîh hadîslerin hepsine vukûfsuzluk<br />

yüzünden, yapdıkları ictihâd ve kıyâs...) diyerek büsbütün câhil olduğunu ortaya<br />

koyuyor. Müctehidin ne demek olduğunu bilmediği, buradan da anlaşılıyor.<br />

Bir sahîfede (Müctehidlerin, kitâb ve sünnete muhâlif ictihâdlarına uyulmaz)<br />

diyerek, Kitâb ve sünnete muhâlif ictihâd var sanıyor. Bu yalan sözlerle, kendinin<br />

Ehl-i sünnet âlimlerini beğenmediğini, mezhebsiz olduğunu i’lân ediyor. Hindistânda,<br />

vehhâbîlere satılmış olanlardan, Ebülkâsım Benârisî, dahâ çok para almak<br />

için (Eccerhualâ Ebî Hanîfe) kitâbını yazarak, bu yüce imâma saldırıyor. Ehl-i sünnet<br />

âlimleri, buna cevâblar yazarak rezîl ediyorlar. Bu alçak iftirâ ve hücûmlardan<br />

ba’zısı ve verilen cevâblar, (Üsûlül-erbe’a) yüzonüçüncü sahîfesinde yazılıdır.<br />

Kitâbının bir yerinde, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ve imâm-ı Mâlikin “radıyallahü<br />

anhümâ” sözlerini de yanlış yazıyor. Bu iki din imâmına iftirâ ediyor. Bunların,<br />

hadîs-i şerîflere uymıyan söz söylemiyeceklerini bilmiyor. Derin din âlimi,<br />

yüzlerce Evliyâ yetişdiren, büyük tesavvuf rehberi, Abdüllah-i Dehlevî “kuddise<br />

sirruh” yazmış olduğu (Makâmât-ı Mazheriyye) risâlesinde tesavvuf yolunu anlatdıkdan<br />

sonra, üstâdı olan Mazher-i Cân-ı Cânânın “kuddise sirruh” hayâtından,<br />

kerâmetlerinden ve mektûblarından ba’zılarını bildirmekdedir. Fârisî olup, İstanbulda<br />

da basılmışdır. Onsekiz fasldır. Onsekizinci faslda, yirmialtı mektûb vardır.<br />

Onaltıncı mektûbda, Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh” buyuruyor ki:<br />

Yavrum! Hadîs-i şerîflere nasıl uyulur? Bunu bildirmek için, Muhammed Hayât<br />

“rahmetullahi aleyh” bir kitâb yazmışdır. Bu kitâbda diyor ki: Hüseyn bin Yahyâ<br />

Buhârî Zendevistî, (Ravdat-ül-ulemâ) kitâbında buyuruyor ki, İmâm-ı a’zam,<br />

talebesine (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîfini ve Eshâb-ı<br />

kirâmın sözünü görünce, benim ictihâdımı bırakınız, onlara uyunuz!) buyurdu. Bir<br />

kerre de (Sahîh hadîsler benim mezhebimdir) buyurdu. Hadîs ilminde âlim, mütehassıs<br />

olan, nâsih ve mensûh hadîsleri ayırabilen, kuvvetli ve za’îf hadîsleri anlayabilen<br />

bir kimse, sahîh hadîslere uyarsa, Hanefî mezhebinden çıkmaz. Mezheb<br />

reîsinin sözünü yapmış olur. Hattâ, böyle bir âlim, sahîh hadîslere uymazsa,<br />

İmâm-ı a’zamın sözünü dinlememiş olur. Herkes bilir ki, hadîs-i şerîflerin hepsini<br />

birlikde bilen, işiten, hiçbir âlim yokdur. Nitekim, İmâm-ı a’zam (Hadîs-i şerîfi<br />

görünce, benim sözümü bırakınız!) buyurdu. Hattâ, bu ümmetin en âlimleri olan<br />

ve ömrlerini, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hizmetinde geçirmiş olan<br />

Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” hiçbiri de, bütün hadîs-i şerîfleri işitmiş<br />

değildi. Hadîs-i şerîfe uymak, her mü’mine vâcibdir. Mezheb imâmlarından, belirli<br />

birine uymak vâcib değildir. Her müslimân, [dört mezhebden] dilediği mezhebe<br />

uymakda serbestdir. Ehl-i sünnet âlimlerinin, mezheb imâmlarımızın bildirdiği<br />

hadîs-i şerîflere ve bunlardan anladıkları ma’nâlara uymamız lâzımdır. (Fetâvâ-yı<br />

Hindiyye), beşinci cild, 377. ci sahîfede diyor ki, (Fıkh öğrenmeyip, hadîs<br />

öğrenen, dinde iflâs eder [ya’nî dîni gider]. İlmi, emîn olan, sâlih kimselerden öğrenmelidir).<br />

Bunların kitâblarını okumalıdır.<br />

Bu mezhebsiz din adamı, kitâbının bir sahîfesinde, (Cenâb-ı Hak ve Resûlü, hiç<br />

kimseye, ümmetden birinin mezhebi ile mezheblenmeği ve dinde onu taklîd etmeği<br />

emr etmemişdir) diyerek, Kur’ân-ı kerîme de iftirâ ediyor. Çünki, Mâide sûresi,<br />

otuzbeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya yaklaşmak için, vesîle arayınız!)<br />

buyuruldu. Enbiyâ sûresinde, (Bilmediklerinizi, bilenlerden sorup öğreniniz!)<br />

meâlinde âyet-i kerîme vardır. Dört mezheb imâmları hakkındaki hadîs-i şerîfler,<br />

(Fâideli Bilgiler) adındaki kitâbımızda uzun bildirilmişdir. Mezheb imâmlarımız<br />

– 466 –


“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, en büyük din âlimleridir. (Âlimler, Peygamberlerin<br />

vârisleridir) hadîs-i şerîfi, (Buhârî)de yazılıdır. Peygamberimizin “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” yolu, akl ile, hayâl ile, rü’yâ ile anlaşılmaz. Din âlimlerinden<br />

öğrenilir. Din imâmlarından herhangi birine uymak, Peygamberimize uymak<br />

olur. Ehî Çelebî (Hediyye) kitâbında diyor ki, (Ebû Hanîfenin kıyâsı doğru<br />

değildir diyen kâfir olur). Bu kitâbı, (Hakîkat Kitâbevi) basdırmışdır.<br />

İbni Teymiyye ile İbni Kayyımı çok öven Âlûsî bile, (Gâliyye) kitâbında bakınız<br />

ne diyor: (İlm öğrenmek ve öğretmek, ibâdetlerin en üstünlerindendir. Abdüllah<br />

ibni Abbâs; âlimlerin, âlim olmıyan mü’minlerden yediyüz derece dahâ üstün olduğunu<br />

bildirdi. Hadîs-i şerîfde, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) buyuruldu. Peygamberlik<br />

rütbesinin üstünde hiçbir rütbe olmadığına göre, bu rütbeye vâris olmanın<br />

şerefinden dahâ üstün bir şeref olamaz. İslâm âlimlerinin çoğu, bu yüksek rütbeye<br />

kavuşdu. Fıkh ve hadîs âlimleri ve en başda müctehidlerin dört imâmı, bunların<br />

en üstünleridir. Bunlar, ahkâm-ı islâmiyyenin kapalı emrlerini, yasaklarını açığa<br />

çıkardı. İlmin temelini kurdular. Din bilgilerini, kısmlara, sınıflara ayırdılar. Onların<br />

yüce kıymetlerinden birkaçını bilmekle şerefleniyoruz. Bunların en önde<br />

olanı, büyük imâm, Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbitdir. Onun yüksekliğini bildiren<br />

hadîs-i şerîfler elimizde mevcûddur. Buhârî ve Müslimde yazılıdır. Kırkbeş sene, beş<br />

vakt nemâzı bir abdestle kıldığını, Abdüllah ibni Mubârek “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” bildirmekdedir. Hasen bin Ammâre, yüce İmâmı gasl ederken: (Otuz sene<br />

hep oruc tutdun. Allahü teâlâ sana rahmet eylesin!) demişdir. İlmi ile tam amel eden,<br />

onun gibi bir âlim görülmedi. Ondan dahâ üstün âlim bulunmadı. Allahü teâlâ, bizleri,<br />

bu yüce âlimlere uymakla şereflendirsin! Resûlullahın sözlerini bizlere ulaşdıran,<br />

bu müctehidlerdir. Bugün de, Onların dört mezhebinden birine muhtâc olmıyan,<br />

onlardan birine uymakdan kurtulabilecek kimse yokdur. İbni Mâcenin bildirdiği<br />

hadîs-i şerîfde, (Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri<br />

Cennete gidecekdir. Bunlar, benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır) buyuruldu.<br />

Bu ayrılık, üsûlde, îmânda olan ayrılıkdır. Dört mezhebin ayrılığı değildir.<br />

Çünki, hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin ayrılması rahmetdir) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde<br />

de, (Kitâbullahda ve benim sünnetimde bulamadıklarınızı, Eshâbımın sözlerinden<br />

alınız! Eshâbım, gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete kavuşursunuz.<br />

Eshâbımın birbirlerinden ayrılıkları rahmetdir) buyuruldu).<br />

Şâh Veliyyullah-i Dehlevînin (El-insâf) ve (İkd-ül-ceyyid) kitâbları, 1327 [m. 1908]<br />

senesinde, Mısrda ve sonra (Hakîkat Kitâbevi) tarafından İstanbulda basdırılmışdır.<br />

İstanbulda Süleymâniyye kütübhânesinde, İzmirli kısmında mevcûddurlar. Birincisinde<br />

diyor ki, (Eshâb-ı kirâm zemânında da mezhebler vardı. Herbirinin mezhebi<br />

başka idi. Tâbi’în, Eshâb-ı kirâmın mezheblerini aldılar. Hârûn-ür-Reşîd, imâm-ı Mâlike<br />

dedi ki, (Senin (Muvattâ) kitâbını Kâ’beye asacağım. Bütün müslimânların bu<br />

kitâba uymalarını emr edeceğim. Her yerde tek bir mezheb olsun). İmâm-ı Mâlik de,<br />

(Böyle yapma! Eshâb-ı kirâm, fıkh bilgilerinde mezheblere ayrıldılar) dedi. Bunu,<br />

imâm-ı Süyûtî haber vermekdedir). İkinci kitâbında diyor ki, (Dört mezhebden birine<br />

uymakda büyük fâideler vardır. Bunlardan ayrılmanın zararları çokdur. Bunu<br />

çeşidli yollarla isbât ederim. Bugün dört mezhebden başka doğru mezheb yokdur. İmâmiyye<br />

ve Zeydiyye fırkaları bid’at üzeredirler. Dört mezhebden ayrılmak, Sivâd-i<br />

a’zamdan ayrılmakdır. İbni Hazmın, taklîd harâmdır, Resûlullahdan başkasına uymak<br />

halâl değildir sözü, müctehidlerin birbirlerine uymamaları içindir. Hadîs-i şerîfleri<br />

ayıramıyanların, bunları mezheb imâmlarından sorup, onlara uymaları lâzımdır.<br />

Resûlullahın zemânından beri, bilmiyenler, hep bilenlere sormuşlardır).<br />

Başka bir sahîfede, büsbütün sapıtarak (Mezheb imâmlarına uymak, onu Peygamber<br />

menziline çıkarmak olur. Bu ise küfrdür) diyor. Bütün mü’minleri ve hocalarına<br />

uyanları kâfir yapıyor. (Mezhebler, ikinci asr sonlarında meydâna çıkdı. Eshâb<br />

ve Tâbi’în hangi mezhebde idiler?) diyor. Fârisî (Redd-i vehhâbî) kitâbında ve<br />

– 467 –


arabî (Hadîka) kitâbı altıyüzdoksanaltıncı sahîfesinde diyor ki, (Dört mezhebden<br />

başkasına uymak câiz değildir. Bu sözümüz, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin mezheblerini<br />

küçümsemek değildir. Çünki, Eshâb-ı kirâmın ve başkalarının mezheblerini<br />

tam olarak bilmiyoruz. O mezhebleri de bilseydik, onlara uymamız da câiz olurdu.<br />

Çünki, hepsinin mezhebleri doğru idi. Dört mezheb, tam bilindiği ve kitâbları<br />

her yere yayılmış olduğu için, her müslimânın yalnız bunlardan birine uyması lâzımdır.<br />

Dört mezhebin kolaylıklarını araşdırıp, bunları bir araya toplayarak, yeni<br />

bir kolaylıklar mezhebi uydurmağa (Telfîk-ı mezâhib) denir. Câiz değildir).<br />

Mezheb imâmı demek, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Kur’ân-ı<br />

kerîmden çıkardığı ma’nâları, bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplayan, kitâba<br />

geçiren büyük âlim demekdir. Resûlullahın, Kur’ân-ı kerîmin hepsini Eshâbına tefsîr<br />

etdiğini, (Hadîka), dil âfetlerini anlatırken yazmakdadır. Resûlullahın Kur’ân-ı<br />

kerîme verdiği ma’nâları, açıklamalarını anlamak istiyen, bir mezheb imâmının kitâblarını<br />

okur, bunlara uyar. Bu kitâbları okuyup, bunlara uyan kimse, o mezhebden<br />

olur. Bu ise, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Kur’ân-ı kerîme uymak<br />

demekdir. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

işitdiklerine uyardı. Kendi talebelerinden birine uymağa, ya’nî dört mezhebden<br />

birinde olmalarına lüzûm yokdu. Onların herbiri bütün bilgileri asl kaynağından<br />

alıyordu. Birbirlerine sorarak da öğreniyorlardı. Hepsi, mezheb imâmlarından<br />

dahâ çok âlim ve dahâ yüksek müctehid idiler. Mezheb sâhibi idiler.<br />

Bir sahîfede, (İctihâdlar fikr ve kanâ’atdır. Elimizdeki kitâblar, mezheb kitâblarıdır,<br />

din kitâbı değildir. Türkiyede, türkce din kitâbı olmadığından, bu kitâbı yazdım)<br />

diyor. Kendini müctehid sanıyor. Ömer Rıza Doğrulun, bu kitâba bir önsöz<br />

yazarak, ballandıra ballandıra medh etdiğini gördük. Bu önsözde diyor ki: (Asrın<br />

ihtiyâclarını, kıyâs yolu ile dinden değil, medeniyyetin terakkî hamlelerinden<br />

beklemek gerekdir. Kıyâs, Kitâb ve sünnet ile alâkası olmıyan, dînin asl kaynaklarına<br />

dayanmıyan, fekat herşeyi dîne dayamak istiyen müctehidlerin îcâdıdır...)<br />

Bu sözleri, kendisinin de, ehl-i sünnet olmadığını, dîni, kıyâsı ve ictihâdı anlamamış<br />

olduğunu göstermekdedir. Din âlimlerine dil uzatanlar, bunların bilgilerine erişemiyenlerdir.<br />

(Redd-ül-muhtâr) birinci cild, üçyüzdoksanaltıncı sahîfede, (Dörtyüz<br />

[400] hicrî senesinden sonra kıyâs yapacak âlim yetişmedi) diyor. (Mîzân-ülkübrâ)nın<br />

birinci cüz’, kırkikinci sahîfesinde, (Dört mezheb imâmından sonra, hiçbir<br />

âlim, mutlak müctehid olduğunu söylemedi. Mezhebde müctehidler yetişdi.<br />

Evet, Kur’ân-ı kerîmdeki bilgiler, hükmler sonsuzdur. Fekat, kıyâmete kadar,<br />

bütün insanlara lâzım olacak ahkâmı, dört imâm anlamış, kitâblara yazılmışdır. Şimdi,<br />

bir kimse, Kitâbdan ve sünnetden ahkâm çıkarabilirim derse, dört mezhebden<br />

birinde bulunmıyan yeni bir hükm çıkarmasını isteriz. Bunu yapamaz!) diyor.<br />

Bunlar (El-Besâir li-münkir-it-tevessül-i bi-ehl-il-mekâbir) ve (Et-Tevessülü bin<br />

Nebî ve bis-Sâlihîn) ve (Üsûl-ül-erbe’a) kitâblarında dahâ uzun yazılıdır. Bu üç kitâbı,<br />

(Hakîkat Kitâbevi) ofset yolu ile basdırmışdır. Birinci kitâbda, Muhammed<br />

bin Abdülvehhâbın (Keşf-üş-şübühât) kitâbından parçalar yazılarak, hepsine cevâblar<br />

verilmişdir. Bu kitâb arabîdir. (Et-Tevessülü bin Nebî) kitâbı, Ebû Hâmid<br />

bin Merzûkînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” Şâmda basılmış olan (Berâet-ül-eş’ariyyîn)<br />

kitâbının kısaltılmışıdır.<br />

Seyyid Ahmed Tahtâvînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesinin<br />

Zebâyıh kısmında diyor ki, (Bugün her müslimânın dört mezhebden birinde<br />

bulunması vâcibdir. Dört mezhebden birinde bulunmıyan kimse, (Ehl-i sünnet)den<br />

ayrılmış olur. Ehl-i sünnet olmıyan da sapık veyâ kâfir olur). Vehhâbîliği<br />

temelinden çürüten (El-Besâir) ve (El-müstened) ve (Seyfül-ebrâr) kitâbları da<br />

böyle yazıyor ve bunu (İhyâ-ül-ulûm)dan aldıklarını bildiriyor. Son iki kitâb da,<br />

Hindistânda yazılmış, (Hakîkat Kitâbevi) tarafından ikinci baskıları yapılmışdır.<br />

Biz, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri anlayacak kadar bilgili değiliz. Biz,<br />

– 468 –


Kur’ân-ı kerîmi, anlamak ve anladığımıza göre amel etmek için değil, kelâm-ı ilâhîden<br />

bereketlenmek, fâidelenmek için okuyoruz. Biz mukallidler, tefsîr ilmini bilmediğimiz<br />

için, ahkâm-ı islâmiyyeyi, din imâmlarımızın kitâblarından öğreniyoruz.<br />

Mezheb imâmlarımız, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, Tâbi’înden ve Eshâb-ı kirâmdan<br />

öğrenerek, bizim kolay anlıyabileceğimiz şeklde, kitâblarına yazmışlardır.<br />

(Nahl) ve (Enbiyâ) sûrelerinde, meâl-i şerîfleri, (Âlimlerden sorup öğreniniz!) olan<br />

âyet-i kerîmeler vardır. Hadîs-i şerîfde, (Her asr, önceki asrdan dahâ bozuk olur.<br />

Böylece kıyâmete kadar hep bozulur) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, (Hadîka)da, dil<br />

âfetlerinde yazılıdır. İnsanların en iyilerinin yazdıkları kitâbları beğenmeyip, bozuk<br />

asrların bozuk adamlarına aldanmakdan Allahü teâlâya sığınırız!<br />

Yûsüf-i Nebhânî, hicrî ondördüncü asrın büyük âlimlerindendir. Uzun seneler Medînede<br />

kalıp vehhâbîliği yakından incelemek imkânını buldu. Topladığı bilgileri yaymak<br />

için, çok kıymetli kırkyedi kitâb yazdı. (El-Feth-ul-kebîr) kitâbında ondörtbindörtyüzelli<br />

hadîs harf sırasına göre dizilmişdir. Üç cild hâlinde basılmışdır. (Câmi’u<br />

kerâmât-il-Evliyâ) kitâbı iki cild olup, kerâmetin hak olduğunu isbât etmekdedir.<br />

1329 [m. 1911] de Mısrda basılmışdır. Kırkyedi kitâbının hepsi basılmışdır. Çok mühim<br />

olan (Şevâhid-ül-hak) kitâbı Mısrda üçüncü def’a olarak, binüçyüzseksenbeş<br />

[1385] hicrî ve [1965] mîlâdî senesinde basılmışdır. Kitâb beşyüzyetmiş sahîfe olup,<br />

dörtyüzelli sahîfesi İbni Teymiyyeyi red etmekde, geri kalan yüzyirmi sahîfesi de,<br />

Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerini, hazret-i Mu’âviye ile Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ<br />

anhüm”ın yüksekliklerini ve islâmiyyete hizmetlerini bildirmekdedir.<br />

(Câmi’ulezher) profesörlerinden, allâme şeyh Alî Muhammed Beblâvî Mâlikî<br />

ve allâme şeyh Abdürrahmân Şerbînî ve şeyh Ahmed Hüseyn Şâfi’î ve şeyh Ahmed<br />

Besyânî Hanbelî ve ârif allâme Süleymân Şübrâvî Şâfi’î ve şeyh Abdülkerîm<br />

Râfi’î ve ayrıca Mısr Başmüftîsi allâme Bekrî Muhammed Sadefî Hanefî ve müderris<br />

allâme Muhammed Abdülhayy Ketânî İdrîsî Fâsî ve allâme seyyid Ahmed<br />

beğ Şâfi’î ve fâdıl allâme şeyh Sa’îd-i Mûcî Şâfi’î ve allâme şeyh Muhammed Halebî<br />

Şâfi’î ve dahâ birçok Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”<br />

(Şevâhid-ül-hak) kitâbını beğenmişler, uzun yazıları ile övmüşlerdir.<br />

(Şevâhid-ül-hak) kitâbında, Ebul’ Abbâs Ahmed ibni Teymiyyenin bid’atlerini<br />

savunan üç kitâbdan parçalar almakda, bunları, âyet-i kerîmelerle ve hadîs-i şerîflerle<br />

çürütmekdedir. Bu üç bozuk kitâb, İbni Kayyım-ı Cevziyyenin (İgâset-üllehfân)<br />

ve İbni Abdil-Hâdînin (Firreddi ales-Sübkî) ve Nu’mân Âlûsî Bağdâdînin<br />

(Cilâ-ül-ayneyn fî muhâkemet-il-Ahmedeyn) ismi ile İbni Hacer-i Mekkîye “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” karşı yazdığı kitâblardır.<br />

(Şevâhid-ül-hak)da, Ehl-i sünnet âlimlerinden alarak diyor ki, (İslâm âlimleri sözbirliği<br />

ile bildiriyorlar ki, hicretin dördüncü asrından sonra, dünyâda, ictihâd edebilecek<br />

âlim hiç kalmadı. Şimdi bütün müslimânların, bilinen dört mezhebden birine<br />

uymaları lâzımdır. Çünki, şimdi, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi anlayıp bunlardan<br />

ahkâm çıkaracak ilm sâhibi hiç yokdur. Mezheb imâmını taklîd ederek,<br />

Kur’ân-ı kerîme ve Resûlullahın sünnetine “sallallahü aleyhi ve sellem” uyulmuş olur.<br />

İmâm-ı Münâvî, İbni Hacer-i Hiytemîden nakl ederek buyuruyor ki, Celâleddîn-i<br />

Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” gibi bir âlim müctehid olduğunu söyleyince,<br />

zemânındaki âlimler, buna yazılı birşey sordular: Önceki âlimler buna iki<br />

ayrı cevâb vermişlerdir. İctihâdın en aşağı derecesinde olan, bunlardan birini seçebilir.<br />

Sen de seçip bize yaz dediler. İşim çok, bunu yapacak vaktim yok diyerek, birini<br />

seçmeğe cesâret edemedi. İbni Hacer buyuruyor ki, en aşağı derecedeki ictihâd<br />

işi böyle güç olunca, mutlak müctehid olmanın imkânsızlığını anlamalıdır.<br />

Şimdi ba’zı câhiller, kendilerini âlim sanıyorlar. Bid’at sâhibi olan kimseleri âlim<br />

sanıp, taklîd ederek, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hükm çıkarmağa kalkışıyorlar.<br />

Mezheb imâmlarından birini taklîd etmeğe ihtiyâcımız yok diyorlar. Hattâ<br />

mezheb imâmlarının ictihâd buyurdukları, anladıkları bilgileri beğenmiyor,<br />

– 469 –


unlar zemânımıza uymaz diyorlar. Bunlar, kendilerini beğenmiş câhillerdir.<br />

Kur’ân-ı kerîme uyduklarını sanıyorlar. Hâlbuki, nefslerine ve şeytâna uymakdadırlar.<br />

Herkesi de Kur’ândan ve (Buhârî)den ma’nâ çıkarmağa kışkırtıyorlar. Bu<br />

ahmaklara aldanmamalıdır. Her müslimân, (Ehl-i sünnet) i’tikâdında olmalı ve dört<br />

mezhebden birine uymalıdır. Dört mezhebin kolay taraflarını araşdırıp, birbirine<br />

karışdırmağa (Telfîk) denir. Nefse ve şeytâna uyarak, telfîk yapmak yasakdır. [İhtiyâc<br />

olduğu zemân, bir iş için câiz olur.] Din adamı geçinen câhil kimse ile müctehid<br />

olan âlimler arasındaki fark, yer ile gök arası gibidir. Hattâ şeytân ile melek<br />

arasındaki fark gibidir. Fekat, gâfil, ahmak ve nefslerine bağlı olduklarından,<br />

kendilerini âlim, kâmil sanıyorlar. Böyle kimselere zındık denir. Bu zındıkları şeytân<br />

aldatmış olduğundan, müctehidleri taklîd etmek istemiyorlar. Anlıyamıyor ki,<br />

Nass ile açık bildirilmiş şeylerde ictihâd yapılmaz. Bu söz, hiçbir şeyde ictihâd yapılmaz<br />

demek değildir. İctihâdda en ileri giden Ebû Hanîfe hazretleri, za’îf hadîs<br />

ile bildirilen şey üzerinde bile ictihâd yapmazdı. Mezheb imâmlarının hepsi, bir soru<br />

ile karşılaşdıkları zemân, bunun cevâbını, önce Kur’ân-ı kerîmde ararlardı.<br />

Kur’ân-ı kerîmde açıkca bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde ararlardı. Hadîs-i şerîflerde<br />

bulamazlarsa, (İcmâ’-ı ümmet)de ararlardı. İcmâ’da da bulamayınca, bu soruya<br />

benzeyen başka sorunun, Kitâb, sünnet ve icmâ’da bulunan cevâbına (Kıyâs)<br />

ederek, benzeterek, ictihâd edip cevâbını bulurlardı. Bin seneden beri bütün<br />

müslimânlar, âlimler, sâlihler, Velîler, hep bu dört mezhebden birine uydular. Hiçbiri,<br />

kendinin müctehid olduğunu iddi’â etmedi. Yeni türeyen mezhebsiz bir zındıkın<br />

sözüne aldanıp da, mezhebden ayrılmamalıdır. Dört mezhebin hiçbiri,<br />

Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden kıl kadar ayrılmamışdır. Hepsi, müslimânlara,<br />

Kitâb ile sünneti açıklamışlardır. İslâm âlimleri, müslimânların dört mezhebden<br />

birini taklîd etmelerini emr ediyor. Böylece, kâfir olmak veyâ bid’at sâhibi olmak<br />

gibi, iki tehlükeden kurtulmalarını istiyorlar. Çünki, bir câhil, bir mezheb imâmını<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” taklîd etmezse, delîlsiz kalarak yoldan çıkar.<br />

Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri, (Tuhfet-üs-sâlikîn) kitâbında, İmâm-ı Gazâlîden<br />

alarak buyuruyor ki, (Üç kimse, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyamaz: Birincisi,<br />

arabîyi iyi bilmiyen ve tefsîr okumamış olan câhil. İkincisi, büyük bir günâha<br />

devâm eden fâsık. Üçüncüsü, i’tikâd bilgilerinden birini yanlış anlayıp, anladığına<br />

uymadığı için, hak sözü kabûl etmiyen bid’at sâhibi. [Ehl-i sünnet i’tikâdından<br />

ayrılmak büyük günâhdır. Bunun için bid’at sâhibi olan Kur’ân-ı kerîmin<br />

ma’nâsını anlıyamaz. Çünki bid’atin zulmeti kalbi karartır.]) Görülüyor ki, Ehl-i<br />

sünnet mezhebinde olmıyan, arabîyi çok bilse de, Kur’ân-ı kerîmi doğru anlıyamaz.<br />

Yanlış anladıklarını yazarak, herkesi felâkete sürükler.<br />

Zemânımıza, asrımıza uygun tefsîr lâzımdır sözü de doğru değildir. Tefsîr âlimleri,<br />

Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâbından gelen haberleri<br />

yazarak tefsîr yapdılar. Bunların tefsîrleri her asra uygundur ve kâfîdir. Kur’ân-ı<br />

kerîmin emrleri, her asrdaki her insan için aynıdır. Önceki asrlar için başka, sonraki<br />

asrlar için başka ma’nâsı yokdur. Kur’ân-ı kerîme inanan ve uymak istiyen bir müslimân,<br />

her aradığını, mevcûd tefsîrlerde bulur. İslâmiyyete uymıyan bir zındık, bozuk<br />

isteklerini, bu tefsîrlerde elbet bulamaz. Aklımıza ve asrın isteklerine uygun tefsîr<br />

yapmak câiz değildir. Câhil, ahmak kimseler, kısa aklları ile yeni tefsîr yaparız diyorlar.<br />

Tefsîr yapabilmek için çok şart vardır. Bu şartların başında, (Zemânların en<br />

iyisi, benim zemânımdır. Ondan sonra hayrlısı, benim asrımdan sonra gelen asrdır.<br />

Sonra da, ondan sonra gelen asrdır) hadîs-i şerîfi ile medh olunan asrlarda bulunmak<br />

lâzımdır. [Tefsîr âliminin, nâsih ve mensûh olan âyet-i kerîmeleri de bilmesi lâzımdır.<br />

Kur’ân-ı kerîmde yüzdokuz adet nesh edici âyet bulunduğu, (Hadîka)nın üçyüzellibeşinci<br />

sahîfesinde yazılıdır.] Şimdi, kendi görüşleri ile tefsîr kitâbı yapanlarda<br />

bu şartların hiçbiri yokdur. Fikrleri bozuyor, Ehl-i sünnet âlimlerine karşı geliyorlar.<br />

Ehl-i sünnet olduklarını bildirerek, bozuk inanışlarını her yere yayıyorlar. Ehl-i<br />

– 470 –


sünnet olan din adamları bunları okuyunca, bozuk olduklarını hemen anlıyor. Zındık<br />

olduklarını, ehl-i sünnet olmadıklarını müslimânlara anlatıyorlar. Fekat câhiller,<br />

iğriyi doğrudan ayıramayıp aldanmakdadırlar). (Şevâhid-ül-hak)dan terceme temâm<br />

oldu. (Hadîka)da, el âfetlerini anlatırken bildirilen (Ümmetim, kötü din adamlarından<br />

çok zarâr görecekdir) hadîs-i şerîfi, Vehhâbîleri haber vermekdedir.<br />

(Mîzân-ül-kübrâ), sahîfe ellibir başında ve altmış sonunda buyuruyor ki, sünnet,<br />

ya’nî hadîs-i şerîfler, Kur’ân-ı kerîmi açıklamakdadır. Mezheb imâmları, sünneti açıklamışlardır.<br />

Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini açıkladılar. Kıyâmete kadar<br />

da böyle olacakdır. Sünnet, ya’nî hadîs-i şerîfler olmasaydı, sular, tahâret, nemâzların<br />

kaç rek’at oldukları, rükü’ ve secdede okunacak tesbîhleri, bayram ve cenâze<br />

nemâzlarının nasıl kılınacağını, zekât nisâbını, orucun, haccın farzlarını ve nikâh,<br />

hukûk bilgilerini, hiçbir âlim, Kur’ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi.<br />

İmrân bin Husayna birisi, (Bize yalnız Kur’ândan söyle!) deyince: Ey ahmak!<br />

Kur’ân-ı kerîmde, nemâzların kaç rek’at olduğunu bulabilir misin dedi. Hazret-i<br />

Ömere, farzların seferde kaç rek’at kılınacağını Kur’ân-ı kerîmde bulamadık dediklerinde,<br />

(Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz, Kur’ân-ı kerîmde<br />

bulamadıklarımızı, Resûlullahdan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde, dört<br />

rek’at farzları iki rek’at kılardı. Biz de, öyle yaparız) buyurdu. Kırkyedinci [47] sahîfesinde<br />

diyor ki, (Din imâmlarının hiçbir sözü, islâmiyyetin dışında değildir.<br />

Çünki herbiri, hem hakîkatde, hem de ahkâm-ı islâmiyyede âlimdirler).<br />

İbni Âbidîn, (Fetâvâ-ı Hâmidiyye)yi kısaltarak, (Ukûd-üd-dürriyye) ismini vermiş,<br />

bunun sonunda, bir mezhebe tâbi’ olmanın lâzım olduğunu uzun yazmışdır.<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, abdestin farzlarını anlatırken buyuruyor<br />

ki, (Bir kişinin haber verdiği hadîsleri veyâ kıyâs ile anlaşılan bilgileri kabûl<br />

etmiyen, beğenmiyen kâfir olmaz ise de, doğru yoldan sapmış olur. Bid’at ehli olur.<br />

Cehenneme girmesi muhakkak olur. Kıyâs ile zâhir olan hükmü kabûl edip de yapmıyan,<br />

fâsık olur. Vâcibi terk etmiş olur. Te’vîl etdiği için, ya’nî zannî delîlden bir<br />

başka ma’nâ çıkardığı için o hükmü yapmıyan fâsık da olmaz).<br />

(Vehhâbîler şimdi yumuşadılar. Eskiden müslimânların mallarına, canlarına saldırıyorlardı.<br />

Şimdi böyle vahşet yapmıyorlar. Hattâ, Ehl-i sünnet olduklarını söylüyorlar)<br />

diyenler işitiliyor. Evet, açık Nassları değişdirmiyenleri için bu söz doğrudur.<br />

Bunlar her müslimân ile kardeşdirler. Fekat, şimdi bütün dünyâdaki müslimânların<br />

dinlerine, îmânlarına saldırıyorlar. Eskiden müslimânların dünyâlarını<br />

yok ediyorlardı. Şimdi, âhıretlerine, ebedî hayâtlarına saldırıyorlar. Müslimânları<br />

ebedî felâkete sürüklemek için bütün kuvvetleri ile çalışıyorlar. Medîne-i<br />

münevveredeki medresenin müdîri, Abdül’Azîz Bâzın (Tahkîk ve îzâh) bozuk kitâbının<br />

türkçesini hâcılara dağıtarak, Ehl-i sünnet i’tikâdını yok etmeğe çalışıyorlar.<br />

5.8.1990 târîhli Türkiye gazetesi, bu bozuk kitâba vesîkalarla cevâb vermiş, müslimânları<br />

büyük tehlükeden kurtarmışdır. (Râbitatül’âlemil-islâmî) isminde bir merkez<br />

kurdular. Her islâm memleketinde bunun şu’belerini açdılar. Dinleri ve ilmleri<br />

çürük olan din adamlarını bol para ile satın alarak, bunları mezhebsizliği<br />

yaymak için kullanıyorlar. Her memleketdeki din adamlarına ve din talebesine onların<br />

dillerinde bozuk kitâbları parasız olarak dağıtıyorlar. Bu yolda her sene, milyonlarla<br />

altın sarf ediyorlar. İngiliz siyâseti ile elli seneden beri kitâbsız, câhil bırakılmış<br />

olan dünyâ müslimânları, bunlara aldanıyorlar. Hak olan ve hadîs-i şerîfler<br />

ile medh ve senâ edilmiş olan Ehl-i sünnet mezhebi böylece unutuluyor, yok<br />

oluyor. Hak gidip, her yere bâtıl yerleşiyor. Müslimânlar için, hattâ bütün insanlar<br />

için bundan dahâ kötü, bundan dahâ zarârlı bir felâket, bir musîbet olamaz.<br />

Ba’zı kimseler, vehhâbîler için (Bunların birkaç yanlış inanışları varsa da, âyet-i<br />

kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden böyle anlıyorlar. Belki bid’at ehli oluyorlar ise<br />

de, bid’at ehlinin bu ümmetden oldukları hadîs-i şerîflerde bildirildi. Bunlar da müslimândır.<br />

Ehl-i kıbledir. Müslimânları sevmemiz, vehhâbîleri de kardeş bilmemiz lâ-<br />

– 471 –


zım değil mi?) diyorlar. Böyle düşünmek elbet doğrudur. Fekat bid’at sâhiblerini sevmek,<br />

onlara nasîhat vermekle olur. Yukarıda ismlerini bildirdiğimiz kırk kitâbı insâf<br />

ile okuyan ve anlıyan kimsenin bu sözümüzde hiç tereddüdü ve şübhesi kalmaz.<br />

Meselâ Hindistânın büyük âlimlerinden Ahmed Rızâ hân Berîlevî (Fetâvel-Haremeyn)<br />

kitâbında diyor ki, (Taberânînin ve başkalarının bildirdiği hadîs-i şerîfde,<br />

(Bid’at sâhibine hurmet eden kimse, islâmiyyeti yıkmağa yardım etmiş olur) buyuruldu).<br />

Dînimiz bid’at sâhiblerini sevmemeği, onları aşağılamağı emr etmekdedir. Onlara<br />

saygı göstermek harâmdır. İslâm âlimleri kitâblarında, meselâ (Şerh-i mekâsıd)<br />

kitâbında (Bid’at sâhiblerini sevmemek, onları aşağı tutmak, onları red etmek lâzımdır)<br />

demişlerdir. Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî, (Mektûbât-i Ma’sûmiyye) kitâbının<br />

ikinci cildi, yüzonuncu mektûbunda, (Bid’at sâhibinin meclisinde bulunma! Gâfil din<br />

adamlarından, yaltakcı hâfızlardan ve câhil tekke şeyhlerinden kendini koru! İslâmiyyete<br />

uymakda gevşek davranan [meselâ, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmıyan, karısını,<br />

kızını açık gezdiren, çalgı, içki kullanan mezhebsiz, sapık olan] din adamlarına<br />

yaklaşma! Onların sözlerini işitme! Hattâ onların bulunduğu şehrden uzak ol ki, zemânla<br />

kalbin onlara kaymasın! Onlara uymamalıdır. Onlar din adamı değil, din hırsızlarıdır.<br />

Şeytânın tuzaklarıdır. Onların yaldızlı, acıklı sözlerine aldanmamalı, arslandan<br />

kaçar gibi, yanlarından kaçmalıdır) buyurmakdadır. Bid’at yayıldığı ve zarârının<br />

çoğaldığı zemân, bunu red etmek, bunun kötülüğünü müslimânlara duyurmak<br />

farzdır. Hattâ, farzların mühimlerinden olduğunda icmâ’-i ümmet vardır. Selef-i<br />

sâlihîn ve bunların halefleri hep böyle yapdılar. Bu farzı terk eden, icmâ’dan ayrılmış<br />

olur. Hadîs-i şerîfde, (Fitne veyâ bid’at yayıldığı ve Eshâbım kötülendiği zemânda,<br />

hakkı bilen, bilgisini müslimânlara duyursun! Hakkı, ya’nî doğru yolu bildiği<br />

hâlde, müslimânlara duyurmayanlara, Allahü teâlâ ve melekler ve bütün insanlar<br />

la’net eylesin! Allahü teâlâ, bu kimsenin farzlarını ve nâfile ibâdetlerini kabûl etmez)<br />

buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, (Es-savâ’ik-ul-muhrika) kitâbının başında yazılıdır<br />

ve Hatîb-i Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (El-Câmi’)inde bulunduğu bildirilmekdedir.<br />

[Bid’at ehli, bid’at sâhibi demek, bid’atini yaymak için, ya’nî müslimânların<br />

îmânlarını, ibâdetlerini bozmak için uğraşan bid’at sâhibi demekdir. Bunlara<br />

aldanarak bid’at işliyeni sevmemek değil, ona acımak, nasîhat vermek lâzımdır.<br />

Bugün, bütün dünyâdaki müslimânlar, üç fırkaya ayrılmışdır. Birinci fırka, Eshâb-ı<br />

kirâmın yolunda olan hakîkî müslimânlardır. Bunlara (Ehl-i sünnet) ve (Sünnî)<br />

ve (Fırka-i nâciyye) Cehennemden kurtulan fırka denir. İkinci fırka, Eshâb-ı kirâma<br />

düşman olanlardır. Bunlara (Şî’î) ve (Fırka-i dâlle) sapık fırka denir. Üçüncüsü,<br />

sünnîlere ve şî’îlere düşman olan bid’at sâhibleridir. Bunlara (Vehhâbî) ve (Necdî)<br />

denir. Çünki bunlar, ilk olarak Arabistânın Necd şehrinde meydâna çıkmışdır.<br />

Bunlara (Fırka-i mel’ûne) de denilmekdedir. Çünki, müslimânlara kâfir demekdedirler.<br />

Böyle diyene, Resûlullah, la’net etmişdir. Müslimânları bu üç fırkaya parçalayan,<br />

yehûdîlerle ingilizlerdir.]<br />

(Edille-i şer’ıyye) dörtdür. Birincisi, Kur’ân-ı kerîmdir. İkincisi, hadîs-i şerîflerdir.<br />

Bu iki delîlin herbiri (Kat’î) veyâ (Zannî) olur. İbni Âbidîn, bâgîleri anlatırken<br />

diyor ki, (Hâricî denilen kimseler, zannî ya’nî şübheli olan [birkaç ma’nâ çıkarılabilen]<br />

delîlleri [ya’nî âyetleri ve hadîsleri] yanlış (te’vîl) ediyorlar. Ya’nî<br />

ma’nâsı açıkca anlaşılamıyan âyet-i kerîmelere ve mütevâtir olan hadîs-i şerîflere,<br />

açık ve meşhûr olmıyan yanlış ma’nâlarını veriyorlar. Hazret-i Alînin askerinden<br />

ayrılarak, ona karşı harb edenler böyle idi. (Hâkim ancak Allahdır. Hazret-i<br />

Alî, iki hakemin hükmüne uyarak, hilâfeti Mu’âviyeye bırakmakla büyük günâh<br />

işledi. Büyük günâh işleyen kâfir olur) dediler. Onunla harb etmelerine bu yanlış<br />

te’vîlleri sebeb oldu. Kendileri gibi inanmıyanlara kâfir dediler. Bunlara (Hâricî)<br />

denir. 1150 [m. 1737] senesinde Necdde ortaya çıkan Abdülvehhâb oğlu Muhammede<br />

tâbi’ olanlar da, yalnız kendilerinin müslimân olduklarını söylüyorlar. Kendileri<br />

gibi inanmıyanlara müşrik diyorlar. Onları öldürmek, mallarını, kadınlarını<br />

ganîmet almak halâldir diyorlar. Bunlara (Vehhâbî) ve (Necdî) denilmekdedir.<br />

– 472 –


Vehhâbîliği ingilizler hâzırladığı ve yaydığı gibi, Hicâzı Osmânlılardan alarak Süûdî<br />

devletini kuran da, ingilizlerdir. (Müncid)de diyor ki, (İngiliz câsûsu Lavrence,<br />

1914 de vehhâbî emîri Faysala yardım ederek, Osmânlı devletinden ayrılmasına sebeb<br />

oldu). Şübheli [ya’nî açıkca anlaşılamıyan] delîlleri yanlış te’vîl ederek, Ehl-i sünnet<br />

i’tikâdından ayrılanlara, fıkh âlimleri kâfir demediler. (Bâgî), (âsî), (bid’at ehli)<br />

olduklarını söylediler. Türkçede sapık denilmekdedir. Kat’î, [açık olarak] anlaşılan<br />

tek bir ma’nâsı olan delîllere inanmıyan ise kâfir olur. Âlemin yok olacağına,<br />

ölülerin tekrâr dirileceklerine inanmamak böyledir. Alî ilâhdır, Cebrâîl vahy getirirken<br />

yanıldı diyen de kâfir olur. Çünki bu sözler, ma’nâsı açıkca anlaşılamıyan delîlleri<br />

yanlış te’vîl ederek, ictihâd ile anlaşılan ma’nâlar değildir. Hazret-i Âişeyi kazf<br />

eden ve babası hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü anh” sahâbî olduğuna inanmıyan<br />

da kâfir olur. Çünki ikisi de, Kur’ân-ı kerîmde açık olarak bildirilen delîli inkârdır.<br />

Hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömeri seb eden ve halîfeliklerine inanmıyanın te’vîli<br />

varsa, kâfir olmaz. Müslimânların mallarına, canlarına saldırmak gibi, kat’î açık<br />

olan harâmlara, te’vîl yaparak, halâl diyen kâfir olur. [Vehhâbîler böyledir.] Kitâbdan<br />

ve sünnetden, ma’nâsı açıkca anlaşılamıyan bir delîli te’vîl ederek söyleseydi,<br />

kendince islâmiyyete uymuş olup, kâfir olmazdı).İbni Âbidînin kelâmı temâm oldu.<br />

Görülüyor ki, müslimân olduğunu söyleyip, ibâdetlerini yapan, ya’nî (Ehl-i<br />

kıble) denilen bir kimsenin, Ehl-i sünnete uymıyan bir inanışı, ma’nâsı açık olan<br />

kat-î bir delîli inkâr olursa, te’vîl ile olsa da, olmasa da küfr olur. Buna (Mülhid)<br />

denir. Bu inanışı, açık olmayıp, şübheli olan bir delîlin muhtelif ma’nâlarından açık<br />

ve meşhûr olanını inkâr olursa ve te’vîli varsa, küfr olmaz. Bid’at olur. Te’vîlden<br />

haberi olmayıp, bid’at sâhibi olan âlimleri taklîd ile veyâ nefsine uyarak, dünyâ çıkarları<br />

için ise, yine küfr olur.<br />

İster Ehl-i sünnet olsun, ister bid’at sâhibi olsun, dînini dünyâ çıkarlarına âlet<br />

eden, ya’nî dünyâlığa kavuşmak için dîninden veren câhillere (Yobaz) denir. Hiçbir<br />

dîne inanmadığı hâlde, müslimânları aldatarak îmânlarını yok etmek, islâmiyyeti<br />

içerden yıkmak için, müslimân görünüp küfre sebeb olan şeyleri isbât etmek<br />

için delîlleri yanlış te’vîl edene (Zındık) ve (Fen yobazı) denir. Bid’at sâhiblerine<br />

ve mülhidlere ve bunların yolunda olan câhil taklîdcilere (Mezhebsiz) denir.<br />

Mezhebsizler ve îmân hırsızları olan zındıklar, (Dinde reformcu) olarak ortaya<br />

çıkmakdadırlar.<br />

İcmâ’ delîl değildir diyen kâfir olmaz. Bid’at sâhibi olur. Hâricîler, şî’îler, vehhâbîler<br />

böyledir. Bunların icmâ’a muhâlif sözleri küfr olmaz. Fekat, küfre sebeb<br />

olan diğer inanışlarından dolayı kâfir olurlar.<br />

İbnî Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” vitr nemâzını anlatırken diyor ki, (Vitr<br />

nemâzının aslını, ya’nî ibâdet olduğunu inkâr eden kâfir olur. Eğer delîlini te’vîl<br />

ederek veyâ delîlinde şübhe ederek inkâr ederse, kâfir olmaz. [Bid’at ehlinden olur.]<br />

Bütün vâcibler ve sünnetler de böyledir. Çünki, vitr nemâzı dinde zarûrî olarak bilinen<br />

bir ibâdetdir ve böyle olduğu (İcmâ’-ı ümmet) ile sâbitdir. İcmâ’-ı ümmet ile<br />

bildirilmiş olan zarûrî ibâdete te’vîlsiz olarak inanmamak, hanefî âlimlerine göre,<br />

küfr olur. Dinden olduğu zarûrî olarak bilinmek demek, dinden olduğunu câhillerin<br />

de bildiği din bilgileri demekdir. Beş vakt nemâzın farz olduğuna inanmak<br />

böyledir. Yalnız âlimlerin bildiği din bilgilerini inkâr eden, kâfir olmaz. Ceddenin<br />

[büyük annenin] mîrâsın altıda birini alacağını inkâr etmek böyledir).<br />

İbni Melek, (Menâr) şerhinde diyor ki, (İcmâ’) birleşmek demekdir. Bir asrda<br />

bulunan müctehidlerin bir işin hükmünde birleşmeleridir. Bu iş, söz veyâ fi’l olabilir.<br />

İctihâd lâzım olmıyan şeylerde, bir asrda bulunan müslimânların hepsinin birleşmeleri<br />

lâzım olur. Birleşmek, aynı sözü söylemek veyâ aynı işi yapmakdır. Bir<br />

asrda bulunan müctehidlerin bir kısmı söyler veyâ yapar, diğerleri işitince susarlar,<br />

red etmezlerse, hanefî mezhebinde, yine icmâ’ olur. Şâfi’îde, buna icmâ’ denmez.<br />

İctihâd işlerinde icmâ’ sâhibi olmak için, müctehid olmak lâzımdır. Kur’ân-ı<br />

kerîmin ve nemâz rek’atlarının ve zekât mikdârının ve ekmeği ödünc almanın ve<br />

– 473 –


hamâma gitmenin bizlere nakl edilmesi gibi, ictihâda lüzûm olmıyan şeylerin icmâ’ında<br />

müctehid olmak lâzım değildir. Bu gibi şeylerde, müctehid olmıyanların<br />

icmâ’ları da mu’teberdir. Fekat, bid’at sâhibi ve fâsık olmamaları lâzımdır. [Bunun<br />

için, şî’îlerin ve vehhâbîlerin kitâblarında yazılı bozuk şeyler icmâ’ olamaz. Halâl,<br />

harâm ve farzlar için delîl olamaz.] Eshâb-ı kirâmdan ve Ehl-i beyt evlâdlarından<br />

olmaları da şart değildir. Medîne ehâlisinden olmaları da şart değildir. Âlimlerin<br />

çoğuna göre, selefin ihtilâf etdiği bir mes’elede, sonra gelen âlimlerin icmâ’<br />

yapmaları câizdir. Bir müctehid hilâf ederse, icmâ’ hâsıl olmaz. Haber-i vâhid ile<br />

bildirilmiş olan hadîs-i şerîfde ve müctehidin kıyâs etmesi ile bulunan hükmde icmâ’<br />

olur. Âyet-i kerîmeden ve meşhûr olan hadîsden açıkca anlaşılan hükmde icmâ’<br />

olmaz. Bunların kendileri zâten delîldir. Selef-i sâlihînin, ya’nî Eshâb-ı kirâmın<br />

“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, bizlere, her asrın icmâ’ı ile gelmiş olan icmâ’ları<br />

mütevâtir hadîs gibidir. Ya’nî, Eshâb-ı kirâmın böyle icmâ’larını öğrenmemiz<br />

ve amel etmemiz lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmin Allah kelâmı olduğu, nemâzın ve<br />

orucun, zekâtın farz oldukları böyledir. Bir sâlih kimsenin bildirdiği icmâ’ları ise,<br />

haber-i vâhid ile bildirilmiş olan hadîs-i şerîfler gibidir. Bunlar ile yalnız amel etmek<br />

vâcib olup, ilm [ve îmân] vâcib değildir. Öğle nemâzından evvel dört rek’at<br />

sünnet kılmak böyledir.<br />

İcmâ’ın dereceleri vardır. Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”,<br />

açıkca ve her asrın icmâ’ı ile haber verilmiş olan icmâ’ları, âyet-i kerîme ve mütevâtir<br />

olan hadîs-i şerîf gibi kuvvetlidir. İnkâr eden kâfir olur. Eshâb-ı kirâmdan<br />

ba’zısının icmâ’ edip, diğerlerinin sükût etdikleri icmâ’ da, kat’î delîl ise de, inkâr<br />

eden kâfir olmaz. İcmâ’ın üçüncü derecesi, Eshâb-ı kirâmın ihtilâf etmedikleri bir<br />

hükmde, sonraki asrların icmâ’larıdır. Bunlar, meşhûr olan haber gibidir. Bundan<br />

sonra, Eshâb-ı kirâmın ihtilâf etdikleri bir hükmde, sonra gelenlerde hâsıl olan icmâ’<br />

olup, haber-i vâhid ile bildirilen hadîs-i şerîf gibidir. Bununla amel vâcib<br />

olup, îmân vâcib değildir. Bir asrda bulunan müslimânlar, bir mes’elede ihtilâf edince,<br />

sonra gelenlerin, bu ihtilâflı sözlerden birine uymayan hükmleri bâtıl olur. Bu<br />

sözlerden başka bir söz söylemeleri câiz olmaz.<br />

(Kıyâs), birşeyi başka şeye benzetmek demekdir. Fıkhda, hükmü nassdan anlaşılamıyan<br />

birşeyin hükmünü, bu şeye benziyen başka şeyin hükmünden anlamak<br />

demekdir. Kıyâsın delîl olduğu aklen ve naklen bilinmekdedir. (Ey ilm sâhibleri!<br />

İ’tibâr ediniz!) âyet-i kerîmesi, (Bilmediklerinizi, bildiklerinize kıyâs ediniz!) demekdir.<br />

Çünki, i’tibâr, benzetmek demekdir. Mu’âz “radıyallahü teâlâ anh”, Yemene<br />

gidince, ictihâd edeceğini bildirdiği zemân, Resûlullahın “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” râzı olup hamd etmesi, kıyâsın huccet olduğunu göstermekdedir. Kıyâsın<br />

şartları, rüknü, hükmü ve def’i vardır. Müctehidin bunları hâiz olması lâzımdır.<br />

(Menâr) şerhinden terceme temâm oldu.<br />

Se’âdet istersen eğer, ey civân,<br />

sarıl islâmiyyete, yavrum her zemân.<br />

Farz ve vâcib, sünnetü mendûbunu,<br />

emr-i bilma’rûfunu, mecmû’unu.<br />

Dâimâ icrâ edip, terk eyleme,<br />

bu küçükdür, bu büyükdür söyleme.<br />

Hem mekrûh ve harâmdan kaçınmak gerek,<br />

hele kul hakkına çok dikkat gerek.<br />

Ehl-i sünnet olandan öğren hemân,<br />

âmil ol ilminle, fevt etme zemân.<br />

– 474 –


18 — ŞEFÂ’AT, ÖLÜLERE YARDIM<br />

Süâl: Zümer sûresinin, otuzuncu âyetiyle sarâhaten, Peygamberimizin “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” öldüğü belli iken, hâlâ kabr ziyâreti ile ölülerden şefâ’at istemek<br />

olur mu? (Bütün şefâ’atler Allahın izni iledir) ve (Ona, ancak Onun izn verdiği<br />

kimse şefâ’at eder) ve (Şefâ’at edicilerin şefâ’ati onlara fâide vermez) âyetlerini<br />

okuduğumuz hâlde (Şefâ’at yâ Resûlallah!) lâfzı, şirkin en çirkini değil midir?<br />

Cevâb: Yukarıda bildirilen âyet-i kerîmeler, şefâ’at olmadığını göstermek şöyle<br />

dursun, şefâ’at yapılacağını göstermekdedir. Arabî bilen bir kimse, Kur’ân-ı kerîmden<br />

ma’nâ çıkarmağa kalkışırsa, böyle yanlış ve hattâ ters ma’nâ çıkarıp, doğru<br />

yoldan kayar. Dîninin, îmânının sarsıldığını, belki de, küfre bulaşdığını anlamaz<br />

da, kendini doğru müslimân sanır ve doğru müslimânlara leke sürmeğe çabalar.<br />

Arabî dilini iyi bilmekle, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsı anlaşılabilseydi, Beyrutdaki arab<br />

hıristiyanların, Kur’ân-ı kerîmi herkesden dahâ iyi anlamaları îcâb ederdi. Hâlbuki<br />

bunlar, Kur’ân-ı kerîmden hiçbirşey anlıyamamış, îmân şerefine bile kavuşamamışlardır.<br />

Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyabilmek için, ilm-i lügat, ilm-i metn-i lügat,<br />

ilm-i bedî’, ilm-i beyân, ilm-i me’ânî, ilm-i belâgat, ilm-i üsûl-i tefsîr gibi çeşidli ilmleri<br />

iyi öğrenmek, sarf, nahv, mantık gibi âlet olan bilgilerde derinleşmek, âyet-i<br />

kerîmelerin ma’nâ-yı zâhirîsi, ma’nâ-yı zımnîsi, ma’nâ-yı murâdîsi, ma’nâ-yı iltizâmîsini<br />

ve her âyet-i kerîmenin, ne zemân, ne sebeble ve kimler için nâzil olduğunu,<br />

âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i şerîflerle ve nasıl açıklandığını iyi bilmek<br />

lâzımdır. Ancak, böyle bir islâm âlimi Kur’ân-ı kerîmi tefsîr edebilir. Ya’nî, kelâm-ı<br />

ilâhîden murâd-ı ilâhîyi anlıyabilir. Böyle bilgisi olmıyanların, Kur’ân-ı<br />

kerîmden ma’nâ çıkarmağa kalkışması, ilk mekteb talebesinin üniversite kitâbı okumasına,<br />

kimyâ deneyleri yapmağa kalkışmasına benzer. Böyle nice zevallının,<br />

deneylerde kurban gitdiklerini gazetelerde çok okuduk. Bu ilmleri bilmiyenler,<br />

mevcûd ve mu’teber tefsîrlere baş vurmalı, ilm sâhiblerinin anlayıp yazdığı ma’nâları,<br />

tefsîrlerden anlamağa çalışmalıdır. Tefsîr okuyabilmek ve anlıyabilmek için<br />

de, arabîyi ve âlet ilmlerini iyi bilmek lâzımdır. Bizim gibi, bu ilmleri hiç bilmiyenler,<br />

tefsîrden de birşey anlıyamayız. Lise ve bir fakülte diploması almış bulunduğumuza<br />

güvenerek, câhil olduğumuz tefsîr ilmine dalmağa kalkışırsak, aldanır, helâk<br />

oluruz. Yüzme bilmiyen bir diplomalının denizde açılması gibi, câhilce, ahmakca<br />

davranmış oluruz.<br />

Yukarıda sayılı ilmlerde mütehassıs olan, islâm dünyâsında asrlardan beri parmakla<br />

gösterilen büyük tefsîr âlimleri, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadîs-i<br />

şerîfi ile medh olunan islâm dîninin yüksek bilginleri, yukarıdaki süâlde bulunan<br />

âyet-i kerîmelere, süâl sâhibinin anladığı gibi ma’nâ vermediler. Derin ilmleri<br />

ve keskin görüşleri ile, doğru ma’nâlarını anladılar. Murâd-ı ilâhînin hiç de öyle<br />

olmadığını bildirdiler.<br />

Tefsîr âlimlerinin başlarının tâcı, bu ilmin mütehassıslarının üstâdı olan Kâdî<br />

Beydâvî hazretleri, dünyâca tanınan ve islâm dîninin temel direklerinden biri<br />

olan tefsîrinde, birinci âyet-i kerîmeye şöyle ma’nâ vermekdedir:<br />

Zümer sûresi, otuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Sen öleceksin. O kâfirler<br />

de ölecekler. Sonra, kıyâmet günü, Rabbinizin huzûrunda hesâblaşacaksınız. Senin<br />

haklı olduğun, müşriklerin, bâtıl, bozuk olduğu meydâna çıkacak) buyuruldu.<br />

(Tefsîr-i Hüseynî)de ve (Mevâkib) tefsîrinde, (Mekke kâfirleri, Muhammed “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” ölecek, ondan kurtulacağız diyorlardı. Allahü teâlâ da,<br />

evet, sen öleceksin. Fekat, o müşrikler de, elbette ölecekler. Kendileri elbet ölecek<br />

olan kimselerin, başkasının ölümünü beklemeleri, açık bir câhillikdir) diyor.<br />

Bu âyet-i kerîme, kâfirlerin yanlış yolda olduklarını bildirmek için geldi. Yoksa,<br />

– 475 –


Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” öldükden sonra, duymaz, rûhsuz toprak<br />

olur gibi birşey bildirmediği gibi, bununla bir ilgisi bile yokdur. Ölmek, dünyâ<br />

hayâtından ayrılmak demekdir. Bundan, kabr hayâtının yok olması, rûhun da<br />

ölmesi anlaşılmaz.<br />

Zümer sûresinin kırkdördüncü âyet-i kerîmesine gelince, (Kureyş kâfirleri,<br />

putların kendilerine şefâ’at edeceklerini söylüyor. Onlara söyle ki, Allahü teâlânın<br />

izni olmadan, hiç kimse şefâ’at edemez) olarak tefsîr edilmekdedir. Putların,<br />

heykellerin şefâ’at edemiyeceklerini bildiren âyet-i kerîmeyi, Resûlullah şefâ’at<br />

edemez diye açıklamak çok yanlışdır. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” şefâ’at<br />

etmesi için izn verilecek. O da, dilediği mü’minlere şefâ’at edecekdir. Bekara<br />

sûresindeki Âyet-el Kürsînin tefsîri de, böyle olduğunu bildirmekdedir.<br />

Müddessir sûresinin kırksekizinci âyet-i kerîmesi de, (Şefâ’at etmelerine izn verilenler,<br />

kâfirlere şefâ’at ederlerse, şefâ’atleri onlara fâide vermez) demekdedir.<br />

Böyle olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler, (Tefsîr-i Mazherî)de yazılıdır.<br />

Görülüyor ki, âyet-i kerîmelerin hepsi, şefâ’at etmek için, mü’minlere yardım<br />

etmek için izn verileceğini, kâfirlere şefâ’at edilmiyeceğini bildirmekdedir. Resûlullahın<br />

mü’minlere şefâ’at edeceğini bildiren çeşidli hadîs-i şerîfler vardır:<br />

Hatîb-i Bağdâdînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, Ehl-i beytimi sevenlere<br />

şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır. Sevmek, yalnız lâfla olmaz!<br />

İmâm-ı Ahmedin “rahmetullahi aleyh” (Müsned) kitâbında bildirilen hadîs-i şerîfde,<br />

(Ümmetimden, büyük günâh işliyenlere şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır.<br />

Deylemî “rahmetullahi aleyh” (Müsned)inde bildirilen hadîs-i şerîfde, (Eshâbıma<br />

dil uzatanlardan başka, herkese şefâ’at edebilirim) buyurulmakdadır.<br />

Yine Deylemînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, nefsine zulm edenlere,<br />

nefslerine aldananlara şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır.<br />

Hatîb-i Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden,<br />

günâhları çok olanlara şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır.<br />

İbni Ebî Şeybenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü, mezârdan önce çıkan<br />

ben olacağım ve en önce şefâ’at eden ben olacağım) buyurulmakdadır.<br />

İmâm-ı Müslimin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet<br />

günü, en önce ben şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır.<br />

(Şir’at-ül-islâm) şerhi, yirmisekizinci sahîfesindeki hadîs-i şerîfde, (Şefâ’atime<br />

inanmıyan, ona kavuşamaz) buyuruldu.<br />

Ahmed ibni Kemâl efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” kırk hadîsinin sekizinci<br />

hadîs-i şerîfinde, (Sünnetimi elinden kaçıran kimseye şefâ’atim harâm oldu) buyurulmakdadır.<br />

Ya’nî, doğuşda mâlik olduğu îmânını bırakana, müslimân olmıyana<br />

şefâ’at etmem buyuruldu.<br />

(Taberânî), (İbni Adî), (Dâre kutnî), (Beyhekî) kitâblarında bildirilen hadîs-i<br />

şerîfde, (Kabrimi ziyâret eden kimseye şefâ’at etmek bana vâcib oldu) buyurulmakdadır.<br />

Taberânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kabrimi ziyâret<br />

edenin şefâ’atcisiyim) buyuruldu. Bu iki hadîs-i şerîf, Resûlullahın kabr-i şerîfini<br />

ziyâret etmenin lâzım olduğunu göstermekdedir.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin çeşid çeşid şefâ’at edeceğini<br />

bildiren dahâ nice hadîs-i şerîfler vardır. (Milel-nihal) kitâbı, altmışyedinci sahîfesinde<br />

diyor ki, (Resûlullahın şefâ’at edeceğine ve kirâmen kâtibîn meleklerine<br />

ve Cennetdeki rü’yete inanmıyan kimsenin arkasında nemâz kılınmıyacağı<br />

(Hülâsa)da yazılıdır). Bunun için vehhâbî imâm arkasında nemâz kılmamalıdır.<br />

Ehl-i sünnet âlimleri bildiriyor ki, kıyâmet günü, her Peygamber şefâ’at edecekdir.<br />

Sonra âlimler, sonra şehîdler, sonra sâlihler, sonra Kur’ân-ı kerîmi tecvîd ile,<br />

– 476 –


tegannî etmeden ve Allah rızâsı için okuyan hâfızlar, küçük çocuklar şefâ’at edecekdir.<br />

Böyle olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler (Kurtubî tezkiresi) muhtasarında<br />

ve (Birgivî vasıyyetnâmesi)nde yazılıdır. Çocukların cenâze nemâzını kılarken, (Yâ<br />

Rabbî! Bu çocuğu şefâ’atci eyle!) diye okunacağı, bütün fıkh kitâblarında yazılıdır.<br />

Kıyâmet günü, iyilerin, günâhlı olanlara şefâ’at edeceklerini bildiren hadîs-i<br />

şerîfler o kadar çokdur ki, bunlar karşısında inanmıyanın, yâ çok câhil veyâ islâmı<br />

yıkmak için uğraşan zındıklara aldanmış bir zevallı olduğu düşünülebilir. Bunun için,<br />

yukarıdaki süâli soranın, şefâ’ate inanmadığını değil de, kabr ziyâretinin ve ölmüş<br />

bir kimseden birşey istemenin câiz olmadığını bildirmek istediğini sanıyoruz.<br />

Bugün ba’zı kimseler, Evliyâ ziyâreti ve meyyitden birşey istemek şirkdir diyorlar.<br />

Bir Velîyi ziyâret edenlere, Resûlullahdan şefâ’at istiyenlere kâfir, ya’nî müslimân<br />

değil diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri, meyyit ile tevessülün câiz olduğunu, kelâm<br />

ve fıkh kitâblarında, çeşidli delîllerle isbât etmekdedirler. (Dürr-ül-muhtâr)da,<br />

cenâze nemâzını anlatdıkdan sonra, (Kabrleri ziyâret etmenizi yasak eylemişdim.<br />

Bundan sonra, kabrleri ziyâret ediniz!) hadîs-i şerîfini bildirmekdedir.<br />

Bu hadîs-i şerîfde, kabr ziyâreti emr edilmekdedir. İbni Âbidîn bunu açıklarken<br />

buyuruyor ki, (Mevtâ, Cum’a günü ve bir gün önce ve bir gün sonra kendini ziyâret<br />

edenleri tanır. Muhammed Vâsi’ böyle bildirmekde ve Cum’a gününün, başka<br />

günlerden üstün olduğu buradan da anlaşılıyor demekdedir. İbni Ebî Şeybe, Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin Uhud şehîdlerinin kabrlerini her<br />

sene ziyâret etdiğini ve onlara, (Esselâmü aleyküm) dediğini haber verdi. Uzakda<br />

durarak da ziyâret mendûbdur.) İbni Hacer, fetvâlarında, (Harâm olan şeyler<br />

bulunsa da, meselâ erkekler arasına kadınlar karışsa da, Evliyânın mezârlarını ziyâreti<br />

terk etmemelidir) diyor. Çünki bir kimse, başkasının yapdığı günâh için ibâdetini<br />

terk etmez. Cenâze taşımak da, bu sebeble terk edilmez. Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, Eshâbının “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mezârlarını<br />

ziyâret için Bakî’ kabristânına gider, ayakda, onlara (Esselâmü aleyküm)<br />

derdi. Kabrin ayak ucunda durmak iyidir. Baş tarafında durmak da câizdir. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, bir mezârın baş tarafında Bekara sûresinin bir<br />

kısmını okuyup, geri kalanını ayak ucunda okudu. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki,<br />

(Kabristâna giren kimse, Yasîn sûresini okusa, o gün meyyitlerin azâbları hafîfler.<br />

Meyyitlerin sayısı kadar, ona da sevâb verilir). Bir hadîs-i şerîfde de, (Onbir ihlâs<br />

okuyup, sevâbı ölülere gönderilirse, mevtâların sayısınca ona da sevâb verilir) buyuruldu.<br />

(Hidâye) fıkh kitâbında diyor ki, (Bir kimsenin, nemâz, oruc ve sadaka gibi bütün<br />

ibâdetlerinin sevâbını başkasına hediyye etmesi câizdir). İbni Âbidîn, cenâze<br />

nemâzı sonunda diyor ki, [(Tâtârhâniyye) kitâbında, zekâtı anlatırken diyor ki, (Nâfile<br />

sadaka veren kimsenin, sevâbının bütün mü’minlere verilmesi için niyyet etmesi<br />

çok iyi olur. Kendi sevâbından hiç azalmadan, bütün mü’minlere de sevâbı<br />

erişir. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi böyledir). Hanefî ve Hanbelî mezheblerine<br />

göre, nemâz ve Kur’ân-ı kerîm okumak gibi yalnız beden ile yapılan ibâdetlerin<br />

sevâbı da, böyle hediyye edilebilir. Mu’tezile mezhebi, hiçbiri hediyye edilemez<br />

dedi. Şâfi’î âlimlerinin sonra gelenleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”,<br />

Kur’ân-ı kerîmin ve nemâzın da meyyite fâide vereceğini bildirdiler. Çünki,<br />

Kur’ân-ı kerîm okunan yere, rahmet ve bereket iner. Bu zemân yapılan düânın<br />

kabûl olması çok umulur. Farz ve nâfile ibâdetlerin sevâbı, ölülere ve dirilere gönderilebilir.<br />

İbâdeti yaparken, sevâbını başkasına niyyet etmek câiz olduğu gibi, ibâdeti<br />

kendi için yapıp, sonra sevâbını başkasına hediyye etmek de câizdir. Sevâb,<br />

hediyye edilenlere taksîm edilmeksizin, her birine bütünü kadar erişir. Her çeşid<br />

ibâdetin sevâbı, Resûlullahın mubârek rûhuna da gönderilebilir. Abdüllah ibni<br />

Ömer “radıyallahü anhümâ”, Resûlullah için ömre yapardı. Hâlbuki, bunu vasıy-<br />

– 477 –


yet etmemişdi. İbnis-Serrâc, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” için onbinden<br />

fazla hatm okumuşdu. Mubârek rûhu için kurban kesmişdi. Bu hediyyelerle<br />

derecesi ve şerefi artar denildi].<br />

Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, fârisî (Medâric-ün-nübüvve) kitâbında, ikinci cild,<br />

yüzotuzikinci sahîfede diyor ki: (Bedr gazâsında, dokuzyüzü aşan kâfir ordusundan,<br />

yetmişi öldürülmüşdü. Bunlardan yirmidördü, bir leş çukuruna atıldı. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” üç gün sonra çukur başına geldi. Birkaçının ismini<br />

sayarak, (Rabbinizin ve Onun Resûlünün bildirdikleri azâblara kavuşdunuz<br />

mu? Ben, Rabbimin va’d etdiği zafere kavuşdum) buyurdu. Ömer “radıyallahü anh”<br />

bunu işitince: (Yâ Resûlallah! Cansız ölülere neden söylüyorsun?) dedi. (Sözlerimi<br />

siz onlardan dahâ iyi işitici değilsiniz! Fekat onlar cevâb veremez) buyurdu.<br />

Bu hadîs-i şerîf, hadîs âlimlerinin sözbirliği ile bildirilmekdedir. Bu hadîs-i şerîf,<br />

ölülerin diriler gibi işitdiğini, fekat cevâb veremediklerini gösteriyor. (Müslim-i şerîf)de<br />

bildirilen bir hadîs-i şerîfde de: (Defnden sonra cemâ’at dağılırken, ölü, bunların<br />

ayak sesini işitir) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Bakî’<br />

kabristânını ziyâret ederken, oradaki meyyitlere selâm verir, onlara söylerdi.<br />

İşitmiyen, anlamıyan kimseye birşey söylenir mi? Hattâ saçma söz olur.<br />

Süâl: Meyyitin, ayak seslerini işitmesi, süâl meleklerine cevâb verinciye kadar<br />

işiteceğini gösteriyor. Bundan her zemân işiteceği anlaşılır mı?<br />

Cevâb: Hadîs-i şerîfde, süâllere cevâb verinciye kadar işitir denilmiyor. Süâli işitmesi<br />

ve cevâb vermesi için, meyyit sonra ayrıca diriltilecekdir.<br />

Süâl: Meyyit, yalnız Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sözlerini işitir.<br />

Bu ise, bir mu’cizedir. Herkesin sözünü işitir demek nasıl doğru olur?<br />

Cevâb: Hadîs-i şerîfde açıkca bildirilen birşeyi sınırlamak için veyâ başka dürlü<br />

anlatmak için, bu şeyin, açıkca bildirildiği gibi olamıyacağını isbât etmek lâzımdır.<br />

Allahü teâlâ, ölüye, kulaksız, sinirsiz, bizim bilmediğimiz bir sûretle işitdirebilir.<br />

Süâl: Fâtır sûresinin yirmiikinci âyetinde meâlen, (Sen ölüye işitdiremezsin. Sen<br />

kabrde olana duyurucu değilsin!) buyuruluyor. Bu âyet-i kerîme karşısında, o hadîs-i<br />

şerîf nasıl doğru olabilir? Hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” verilen cevâbda,<br />

(Dahâ iyi bilici) denilmiş, bizlere ise, yanlışlıkla (Dahâ iyi işitici) şeklinde<br />

gelmiş olabilir. Çünki, ölüler, âhıret işlerini, dirilerden elbette dahâ iyi bilirler.<br />

Cevâb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” gibi çok sağlam bir zâtın bildirdiği<br />

bir hadîs-i şerîfde yanlışlık olabileceğini, hiçbir müslimân düşünemez. Bu<br />

âyet-i kerîmede meâlen, (Ölülere sen işitdiremezsin. Senin sesini, Allahü teâlâ işitdirir)<br />

buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Mekke kâfirlerinin<br />

îmân etmeleri için uğraşıyordu. İnanmadıkları için üzülüyordu. Bu âyet-i kerîme<br />

o zemân gelmişdi. Ölülere işitdiremezsin demek, ölü kalbleri, ya’nî kâfirleri îmâna<br />

kavuşduramazsın demekdir. Kâfirlerin bedenleri kabre, kalbleri de ölüye benzetilmekdedir.<br />

Hadîs-i şerîfler ve din büyüklerinin kitâbları, ölülerin işitdiklerini<br />

ve anladıklarını gösteriyor. Bu haberleri bozan başka bir haber bildirilmedi.)<br />

(Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının (Müslimâna Nasîhat) kısmını okuyunuz!<br />

Enfâl sûresinin onyedinci âyetinde meâlen, (Kâfirlere atdığını sen atmadın, onları<br />

Allahü teâlâ atdı) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeyi yanlış anlıyarak, insanın yapdığı<br />

şeyleri, insan yapmıyor demek, insandan birşey istemenin câiz olmıyacağını<br />

sanmak yanlışdır. Böyle olsaydı, ağaç meyve verdi, yemek beni doyurdu, ilâc ağrıyı<br />

durdurdu, taş camı kırdı gibi söz yanlış ve günâh olurdu. Hâlbuki, böyle sözleri<br />

kendileri de söylemekdedir. Bu sözler (Bu şey, bu işin yapılmasına sebeb oldu,<br />

vâsıta oldu) demekdir. Meselâ, taş camı kırmağa sebeb oldu demekdir. Herşeyi<br />

yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Allahü teâlâdan başka yaratıcı yokdur.<br />

İnsan birşeyi yaratdı demek şirk olur. Çok çirkin söz olur. Fekat Allahü teâlâ, çok<br />

– 478 –


şeyleri yaratmasına, insanları ve mahlûkları sebeb kılmışdır. Âdeti böyledir.<br />

Bu âyet-i kerîmeyi Kâdî Beydâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh” şöyle tefsîr ediyor:<br />

(Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! Kâfirlere atdığın o bir avuç toprağı, onların<br />

gözlerine sen götürmedin. Allahü teâlâ gözlerine götürdü. Yâhud Uhud gazâsında,<br />

Übeyy ibni Halefe atdığın süngüyü o kâfire sen atmadın. Allahü teâlâ atdı). (Hüseynî)<br />

ve (Mazherî) tefsîrlerinde diyor ki, (Kesb etmeleri, istemeleri ve sebeb olmaları<br />

bakımından, işleri insan yapdı denir. Yaratması bakımından da, Allah<br />

yapdı denir. Allahü teâlâ, (Dâvüd, Câlûtu öldürdü) buyuruyor. Hâlbuki, Muhammed<br />

aleyhisselâma, (Sen atmadın, ben atdım) buyuruyor. Böylece, Muhammed<br />

aleyhisselâmın derecesinin yüksek olduğunu bildiriyor).<br />

Nisâ sûresinin yetmişsekizinci âyetinde meâlen, (Ey insan! Sana gelen her iyilik,<br />

Allahü teâlânın ihsânı olarak, ni’meti olarak gelmekdedir. Her derd ve belâ<br />

da, kötülüklerine karşılık olarak gelmekdedir. Hepsini yaratan, gönderen Allahü<br />

teâlâdır) buyuruldu. [Allahü teâlâ, derdleri, belâları, günâhlara cezâ olarak, azâb<br />

olarak göndermiyor. Günâhların afv edilmeleri için, ihsân olarak gönderiyor.<br />

İkinci kısm, 25. ci maddeye bakınız!] Görülüyor ki, Allahü teâlâ, çok şeyi sebeblerle<br />

yaratmakdadır. Sebeblere yapışmak, sebeblerden beklemek, istemek, Onun<br />

âdetine uymak, Ondan beklemek, Ondan istemek olur. Peygamberden “sallallahü<br />

teâlâ aleyhi ve sellem” şefâ’at istemek de, tabîbden ilâc istemek, bulutdan yağmur<br />

beklemek gibidir. Böyle sebeblere yapışmak, Allahü teâlâya şirk olmaz.<br />

Onun âdetine uymak, Ona itâ’at etmek olur. (Bana itâ’at etmek isteyen, Resûlüme<br />

itâ’at etsin!) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur.<br />

Mu’tezile fırkası, şefâ’at edileceğine inanmadı. (Emâlî) kasîdesinin (Dağlar<br />

gibi günâhları olanlara, iyiler şefâ’at edecekdir) beyti, şefâ’at olacağını bildirmekdedir.<br />

Bu kasîdenin (Nuhbet-ül-leâlî) ismindeki şerhi İstanbulda neşr edilmişdir.<br />

Şarta bağlı olarak Evliyâya adak yapmak da, kendini, günâhı çok, düâ etmeğe<br />

yüzü yok bilerek, mubârek birini vesîle edip, Allahü teâlâya yalvarmak demekdir.<br />

Meselâ (Hastam iyi olursa veyâ şu işim hâsıl olursa, sevâbı (Seyyidet Nefîse) hazretlerine<br />

olmak üzere, Allah için, üç Yasîn okumak veyâ bir koyun kesmek nezrim<br />

olsun) deyince, bu dileğin kabûl olduğu çok tecribe edilmişdir. Burada, Allahü<br />

teâlâ için Kur’ân-ı kerîm okunup veyâ koyun kesip, sevâbı seyyidet Nefîse hazretlerine<br />

bağışlanmakda, onun şefâ’ati ile, Allahü teâlâ, hastaya şifâ vermekde, kazâyı,<br />

belâyı gidermekdedir. Koyunu mezâr başında kesmek harâmdır. Hiçbir mezârın<br />

yanında kesmemelidir. Puta tapanların put yanında kesmelerine benzememelidir.<br />

İbni Âbidîn, nâfile nemâzları adak yaparak kılmağı anlatırken bildirdiği<br />

hadîs-i şerîfe göre, bir dilek için adak edilen bir ibâdet, o dileği hâsıl etmez. Bu ibâdet,<br />

o dileğin hâsıl olması için yapılmaz. Allahü teâlâ, o ibâdetden dolayı veyâ sevdiği<br />

bir kuluna yapılan bir iyilikden dolayı, merhamet ederek, o dileği kabûl ve ihsân<br />

etmekdedir.<br />

(Şerh-ı mekâsıd)da diyor ki: (Eski yunan felsefecilerine göre, eşyâyı tanımak için,<br />

bunların görüntülerinin, his organları üzerinde hâsıl olması lâzımdır. İnsan ölüp,<br />

rûh bedenden ayrılınca, his organları çalışmıyor ve çürüyüp yok oluyor. Eşyâyı tanımak<br />

imkânsız oluyor. Birşeyin hâsıl olması için lâzım olan şart yok olunca, o şey<br />

de hâsıl olmaz diyorlar. Onlara deriz ki, eşyâyı tanımak için, his organları şart değildir.<br />

Çünki, eşyânın tanınmaları, hisde de, rûhda da, onların sûretlerinin, görüntülerinin<br />

hâsıl olması ile değildir. Bundan başka, görüntü, his organlarında hâsıl<br />

olmaksızın, doğruca rûhda hâsıl olamaz demek, mesnedsiz, kuru bir iddi’â olur. İslâm<br />

inancına göre, rûhda, bedenden ayrıldıkdan sonra, yeni bir anlayış, dirilerin<br />

hâllerini ve bilhâssa dünyâda iken tanımış oldukları kimselerin hâllerini anlamak<br />

kuvveti hâsıl olmakdadır. Bundan dolayı Velîlerin “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”<br />

kabrlerini ziyâret etmek ve onların mubârek rûhlarından istigâse<br />

– 479 –


etmek, ya’nî yardım dilemek ile, iyiliklere kavuşulmakda ve zarârlardan kurtulmak<br />

nasîb olmakdadır.<br />

Rûhun, bedenden ayrıldıkdan sonra, bedenle ve bedenin bulunduğu toprakla<br />

alâkası, ilgisi vardır. Bir kimse, bu toprağı ziyâret eder ve Velînin rûhuna teveccüh<br />

ederse, ikisinin rûhları buluşurlar ve birbirlerinden fâidelenirler).<br />

(Tefsîr-i kebîr)de diyor ki: (İnsanın rûhu, bedenden ayrılıp, dünyâ ilgisinden kurtulunca,<br />

melekler âlemine, kudsî makâmlara gider. O âleme mahsûs kuvvetler kendinde<br />

hâsıl olur. Birçok şeyler yapabilirler. İnsan hocasını rü’yâda görüp, bilmediklerini<br />

sorup öğreniyor). Fahrüddîn-i Râzî (El-metâlib-ül-âliyye) kitâbının onsekizinci<br />

faslında da buyuruyor ki: (Rûhu olgun, nefsi pâk ve te’sîri kuvvetli bir Velînin<br />

kabri yanına gidip, bir zemân durulur ve o toprakdaki Velî düşünülür ise, rûhu<br />

o toprağa bağlanır. Meyyitin rûhu da, bu toprağa bağlı olduğu için gelen insanın<br />

rûhu ile Velînin rûhu buluşmuş olurlar. Bu iki rûh, karşılıklı iki ayna gibi olur.<br />

Herbirinde olan me’ârif, kemâlât, ötekine aks eder, yansır. İkisi de çok fâidelenir).<br />

Alâüddîn-i Attâr “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretleri buyurdu ki: (Meşâyıhın<br />

kabrlerini ziyâret edene, onları anladığı ve bağlandığı mikdârca fâide hâsıl olur.<br />

Onların kabrlerinden, çok fâide alınır. Fekat, rûhlarına bağlanmak, [ya’nî râbıta<br />

yapmak] dahâ fâidelidir. Çünki, uzak ve yakın olmanın bunda bir te’sîri yokdur).<br />

Üçüncü kısm, altmışıncı maddeyi okuyunuz!<br />

19 — İKİNCİ CİLD, 60. cı MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Muhammed Takîye yazılmışdır. Fudûl işlerden vazgeçip, zarûrî lâzım<br />

olanları yapmak lâzım olduğu bildirilmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun!<br />

Kıymetli mektûbunuzu okumakla şereflendim. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü<br />

teâlâ anh” hilâfetinin doğru olduğunu ve asrların en iyisi olan birinci asrın<br />

iyi insanlarının sözbirliği ile halîfe seçildiğini bildiren vesîkaları ve senedleri<br />

toplayıp yazmışsınız. Bunun gibi, (Hulefâ-i râşidîn) adı verilmiş olan dört halîfenin<br />

üstünlüklerinin, halîfelik sıralarına göre olduğunu ve insanların en üstünü olan<br />

Muhammed aleyhisselâmın yetişdirmiş olduğu Eshâb-ı kirâmın birbiri ile olan anlaşmazlıklarına<br />

ve muhârebelerine karışmamamız, susmamız lâzım olduğunu gösteren<br />

yazılarınız, bizi çok sevindirdi. İmâmlar, halîfeler için böyle inanmak yetişir.<br />

(Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) âlimleri de böyle bildirmekdedir. Allahü teâlâ, bu<br />

âlimlerin çalışmalarına bol bol mükâfât versin!<br />

Merhametli kardeşim! İmâmlık, ya’nî halîfelik bilgisi, dînimizin lüzûmlu [zarûrî]<br />

bilgilerinden değildir. Ya’nî (Üsûl-i din) den değildir. (Fürû’-i din)dendir. Zarûrî<br />

lâzım olan, ya’nî (Zarûriyyât-i din) başkadır. Onlar, (İ’tikâd) ve (Amel) bilgileridir.<br />

Ya’nî, herşeyden önce, inanılacak bilgileri ve yapılacak vazîfeleri öğrenmek<br />

lâzımdır. Zarûrî bilgilerden birincisine (Kelâm ilmi), ikincisine (Fıkh ilmi) denir.<br />

Zarûrî lâzım olanları bırakıp, (Fudûl)lerle uğraşmak, kıymetli ömrü, fâidesiz<br />

şeylere harc etmek olur. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlânın, bir kulunu sevmemesinin<br />

alâmeti, onun mâ-lâ-ya’nî ile vakt geçirmesidir) buyuruldu. Halîfelerle uğraşmak,<br />

zarûriyyât-i dinden ve üsûl-i dinden olsaydı, Allahü teâlâ, Resûlullahın vefâtından<br />

sonra kimin halîfe olacağını Kur’ân-ı kerîmde açık olarak bildirirdi.<br />

Peygamberimiz “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” da, belli birinin halîfe olmasını<br />

emr ederdi. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, bu işe ehemmiyyet verilmediği<br />

için, halîfeler üzerinde durmanın, üsûl-i dinden olmayıp, fudûl-i dinden<br />

olduğu anlaşılmakdadır. Mâ-lâ-ya’nî ile vakt geçirenler, fudûl ile uğraşsınlar. Zarûriyyât-ı<br />

dinden olan bilgiler o kadar çokdur ki, insan fudûl ile uğraşmağa vakt<br />

bulamaz. Herşeyden önce, i’tikâdı düzeltmek lâzımdır. Peygamberimizin “aleyhi<br />

ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” Allahü teâlâdan getirdiği bilgilerden zarûret ve<br />

– 480 –


tevâtür yolu ile bizlere gelmiş olanları öğrenip inanmalıyız! Böylece, haşra [ya’nî,<br />

hesâb yerinde toplanmağa] ve neşre [ya’nî, hesâbdan sonra, Cennete veyâ Cehenneme<br />

dağılmağa] ve sonsuz azâblara ve sevâblara ve bunlar gibi bilgilerin doğru<br />

olduklarına ve hiç şübhe olmadığına inanmak lâzımdır. Bunlara i’tikâd olmazsa,<br />

kıyâmetde kurtuluş olamaz. İ’tikâdı düzeltdikden sonra, fıkh bilgilerini öğrenmeli<br />

ve yapmalıdır. Böylece, farzları, vâcibleri, hattâ sünnetleri ve müstehabları<br />

yapmak ve halâlı ve harâmı gözetmek ve ahkâm-ı islâmiyye hudûdünün dışına taşmamak<br />

lâzımdır. Ancak, böylece âhıret azâblarından kurtulmak düşünülür. İ’tikâd<br />

ve amel doğru oldukdan sonra, tesavvuf yoluna sıra gelir. Vilâyetin kemâllerine<br />

kavuşmak ümmîdi başlar. Bu zarûrî din vazîfeleri yanında, halîfelik kimin hakkı<br />

idi gibi şeyler, lüzûmsuz ve fâidesizdir. Ancak, bozuk ve sapık kimseler, bu şeyleri<br />

yanlış anlatdıkları, taşkınlık yapdıkları ve insanların en iyisinin “aleyhi ve alâ<br />

âlihissalevâtü vetteslîmât” Eshâbına “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” leke sürmeğe<br />

kalkışdıkları için, onları çürütecek bilgileri açıklamak lâzım olmuşdur. Çünki,<br />

bu sağlam dinde fesâd, karışıklık çıkmasını önlemek, zarûriyyât-ı dindendir. Vesselâm.<br />

20 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 36. cı MEKTÛB<br />

Bu mektûb, mîr Muhammed Nu’mâna “rahmetullahi teâlâ aleyh” gönderilmişdir.<br />

Kabr azâbına inanmıyanların şübhelerini gidermek için yazılmışdır:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! Kabrde<br />

azâb yapılacağı sahîh ve meşhûr hadîsler ile, hattâ Kur’ân-ı kerîmdeki âyetlerle<br />

bildirilmiş iken, çok kimsenin bunda şübhe etdiği, hattâ inanmadığı, böyle şey<br />

olamaz dediği görülüyor. Kabre konulmamış ölüleri hareketsiz ve bırakıldığı gibi<br />

gördükleri için, mezârda azâb olduğunda şübhe ediyorlar. Meyyite azâb yapılsaydı,<br />

canı yansaydı, dirilerde olduğu gibi, çırpınır, hareket ederdi diyorlar. Buna<br />

cevâb olarak deriz ki, (Kabr hayâtı) veyâ (Âlem-i berzah hayâtı) denilen, meyyitlerin<br />

hâli, dünyâdaki dirilerin hayâtı gibi değildir. Dünyânın nizâmı, düzeni için,<br />

buradaki hayâtda, hem his ya’nî duygu, hem de irâde ile hareket vardır. Berzah<br />

[kabr] hayâtında ise, hareket etmek lâzım değildir. Hattâ, berzah âleminde hareket<br />

olmaması lâzımdır. O hayâtda bulunanların, elem ve azâb duymaları için,<br />

yalnız his etmeleri yetişir. Görülüyor ki, berzah hayâtı, ya’nî kabr hayâtı, dünyâ<br />

hayâtının yarısı gibidir. Kabrde, rûhun bedene bağlanması, diri iken olan bağlanmasının<br />

yarısı kadardır. İşte bunun için, gömülmemiş ölüler, berzah hayâtında oldukları<br />

için, azâbı ve elemi duyarlar ve hiç hareket etmez, kıpırdayamazlar. Hep<br />

doğru söyleyici olan (Muhbir-i sâdık)ın “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü<br />

etemmühâ ve ekmelühâ” doğru söylemiş olduğu böylece anlaşılmakdadır.<br />

Şunu da bildirelim ve şübheleri kökünden giderelim: Peygamberlik makâmı aklın<br />

ve düşüncenin dışındadır, üstündedir. Aklın eremeyeceği, anlıyamıyacağı çok<br />

şeyler vardır ki, bunlar Peygamberlik makâmında anlaşılır. Herşey akl ile anlaşılabilseydi,<br />

Peygamberler gönderilmezdi “salevâtüllahi teâlâ ve teslîmâtühü sübhânehü<br />

aleyhim ecma’în”. Âhıret azâbları, Peygamberler göndererek bildirilmezdi.<br />

İsrâ sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (Biz, Peygamber göndererek bildirmeden<br />

önce, azâb yapıcı değiliz) buyuruldu. Akl çok şeyi anlar. Fekat, herşeyi<br />

anlıyamaz. Anlaması da, kusûrsuz, tâm değildir. Çok şeyleri, Peygamberler<br />

bildirdikden sonra anlamakdadır. Peygamberlerin gelmesi ile, insanların özr ve behâne<br />

yapmaları önlenmişdir. Nisâ sûresinin yüzaltmışdördüncü âyetinde meâlen,<br />

(Peygamberleri, müjde vermek için ve korkutmak için gönderdim. Böylece, insanların<br />

Allahü teâlâya özr, behâne yapmaları önlendi) buyuruldu. Akl, dünyâ işlerinde<br />

bile çok kerre yanılmakdadır. Böyle olduğunu bilmiyen yokdur. İslâm bilgilerini,<br />

böyle bir akl ile dartmağa kalkışmak doğru olamaz. İslâm bilgilerini akl<br />

ile inceleyip, akla uygun olup olmamasına bakmak, aklın hiç yanılmaz olduğuna<br />

– 481 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:31


güvenmek olur ve Peygamberlik makâmına inanmamak olur. Böyle bozuk iş yapmakdan<br />

Allahü teâlâ hepimizi korusun! Önce, Peygambere inanmak, Allahın<br />

Peygamberi olduğunu tasdîk etmek lâzımdır. Böylece, Onun bildirdiklerinin hepsinin<br />

doğru oldukları kabûl edilmiş olur. Şeklerden, şübhelerden kurtuluş nasîb<br />

olur. Dînin temeli, Peygambere inanmakdır. Peygamberin Allah tarafından gönderildiğini,<br />

hep doğru söylediğini aklın kabûl etmesidir. Akl, bu temel bilgiyi kabûl<br />

edince, Peygamberin bildirdiklerinin hepsini kabûl etmiş olur. Peygamberin<br />

“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Allah tarafından gönderildiğini, Allahın bildirdiklerini<br />

haber verdiğini kabûl etmemiş olan bir akla din bilgilerini birer birer inandırmak<br />

çok güç olur. Aklın Peygambere kolay inanması ve kalbde tâm îmân hâsıl<br />

olması için en yakın yol, Allahü teâlâyı zikr etmekdir. Ra’d sûresinin otuzuncu<br />

âyetinde meâlen, (İyi biliniz ki, kalbler, Allahü teâlânın zikri ile itminâna, râhata<br />

kavuşur!) buyuruldu. Ya’nî, tam îmâna kavuşur. Düşünerek, akl ile ölçerek,<br />

bu yüksek makâma kavuşmak, güç, hem de çok güçdür.<br />

Beyt:<br />

Hep akla güvenenin ayağı tahtadandır,<br />

Tahta olan ayağa, hiç denilir mi sağlamdır.<br />

Peygamberlerin Allah tarafından gönderildiği ve hep doğru söylediğini uzun<br />

uzun düşünüp kabûl ve tasdîk etdikden sonra, Onun yolunda, izinde bulunan, herşeyde<br />

Ona uyan bir kimse, herşeyi düşünerek yapmış ve hepsinde akla uymuş olur.<br />

Peygamberin her sözüne uyması, akla uymak olur. İnsanın aklı, birşeyin var olduğunu<br />

anlar, kabûl ederse, o şeyden meydâna gelen ve o şeyi meydâna getiren parçaların<br />

da var olduklarını anlamış, kabûl etmiş olur. Bu parçaların herbirinin var<br />

olduklarını ayrı ayrı inceleyip, düşünüp anlamasına lüzûm yokdur. O şeyin var olduğunu<br />

inceleyip kabûl etmiş olduğu için, o parçaların hepsini de inceliyerek kabûl<br />

etmiş sayılır. Bizi doğru yola kavuşduran Allahü teâlâya hamd olsun! O, bize<br />

doğru yolu göstermeseydi, hiçbirimiz doğru yola kavuşamazdık. Peygamberlerin<br />

“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hepsi, Allah tarafından gönderilmişdir. Hepsinin<br />

hep doğru söylediğine inanırız. Doğru yolda bulunanlara bizden selâm olsun!<br />

[(Herkese Lâzım Olan Îmân), 1419 [m. 1999] ve sonraki târîhlerdeki baskılarında<br />

sahîfe 32 de diyor ki, (Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sayısı<br />

belli değildir. Yüzyirmidörtbinden çok oldukları meşhûrdur. Bunlardan üçyüzonüç<br />

veyâ üçyüzonbeş adedi Resûldür. Bunların içinden de, altısı dahâ yüksekdir.<br />

Bunlara (Ülül’azm) Peygamberler denir. Ülül’azm Peygamberler, Âdem,<br />

Nûh, İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafâdır “aleyhimüssalâtü vesselâm”.<br />

Peygamberlerin içinde otuzüç adedi meşhûrdur. Bunların ismleri: Âdem, Şît veyâ<br />

(Şîs), İdrîs, Nûh, Hûd, Sâlih, İbrâhîm, Lût, İsmâ’îl, İshak, Ya’kûb, Yûsüf, Eyyûb,<br />

Şu’ayb, Mûsâ, Hârûn, Hıdır, Yûşa’ bin Nûn, İlyâs, Elyesa’, Zülkifl, Şem’un,<br />

İşmoil, Yûnüs bin Metâ, Dâvüd, Süleymân, Lokman, Zekeriyyâ, Yahyâ, Uzeyr, Îsâ<br />

bin Meryem, Zülkarneyn ve Muhammed aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâmdır.<br />

Bunlardan, yalnız yirmisekizinin ismleri Kur’ân-ı kerîmde bildirilmişdir. Şît, Hıdır,<br />

Yûşa’, Şem’un ve İşmoil bildirilmemişdir. Bu yirmisekizden Zülkarneyn ve Lokman<br />

ve Uzeyrin Peygamber olup olmadıkları kat’i belli değildir. Zülkifl aleyhisselâmın<br />

ikinci ismi Harkıldır. Bunun İlyâs veyâ İdrîs yâhud Zekeriyyâ aleyhisselâm<br />

olduğunu söyliyenler de vardır.) Sapık din adamı Ahmed ibni Teymiyyenin kitâblarındaki<br />

bozuk fikrleri ile ingiliz câsûsu Hempherin yalanlarının ve iftirâlarının<br />

karışımına (Vehhâbîlik) denir.]<br />

Allaha tevekkül edenin yâveri Hakdır.<br />

Na-şâd olan bu kalbim, birgün şâd olacakdır.<br />

– 482 –


21 — BOZUK DİNLER<br />

Semâvî dinlerden, bozulmuş olanları bildireceğiz:<br />

1 — ŞÂMÂNÎLER: Nûh aleyhisselâmın üçüncü oğlu Yâfes, yüzlerce torunları<br />

ile Asyanın ortalarına yerleşdi. Orada çoğalarak, doğu Asyaya ve o zemân<br />

mevcûd olan kara yolları ile, Okyânus adalarına yayıldılar. Yâfes öldükden nice<br />

yıllar sonra, insanlar azmağa, Nûh aleyhisselâmın ve Yâfesin dînini, nasîhatlerini<br />

unutarak, hayvan gibi yaşamağa başladılar. Yıldızlara, aya, güneşe, heykellere,<br />

cinne tapınmağa koyuldular. Çeşid çeşid yollara ayrıldılar.<br />

Böyle, uydurulan, meydâna çıkan sapık yollardan biri, Şâmânîlikdir. Avrupalıların<br />

Chamanisme dediği bu bozuk yol, vakti ile doğu Asyada kâfirlerin uydurduğu<br />

bir din olup, bugün Sibiryadaki ve Okyânus adalarındaki vahşîler arasında<br />

yayılmış hâldedir. Bunlar, güneşde bulunuyor dedikleri bir tanrıya ve cinne ve meleklere<br />

tapınır. En büyüğüne şeytân derler. Şâmân dedikleri papasları bir at kuyruğu<br />

takar. Güyâ cinni kovmak için boyunlarına bir davul asarlar. Bu davulu ara<br />

sıra çalarlar. Sihr, ya’nî büyücülük, bunlarda kerâmet sayılır. Bu da, Berehmen ve<br />

Buda dinleri gibi, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” getirdiği hak<br />

dinlerin, asrlar boyunca, câhiller, zâlimler tarafından bozulması, değişdirilmesi ile<br />

meydâna gelmişdir.<br />

2 — BEHÂÎLER VE BEHÂÎLİK: İslâmiyyeti yıkmak için uğraşanlardan biri<br />

de, Behâîlerdir. Bu dinsizlerin başı, Behâullahdır. Elbâb Alî Muhammed ismindeki<br />

bir acemin talebesi ve halîfesi idi. Elbâb, kendisine ayna derdi. Bu aynada Allah<br />

görünüyor derdi. Ölünce, Behâullah bunların reîsi olup, behâîlik ismini verdiği<br />

safsatalarını yaymağa başladı. Ölmeden önce, yerine, oğlu Abdülbehâ Abbâsı<br />

geçirdi. Abbâs (Gasniyyi a’zam) ismini aldı. Avrupa ve Amerikaya giden Abbâs,<br />

yüzbinden ziyâde Behâî topladı ve 1339 [m. 1921] de öldü. Yerine, oğlu Şevkî<br />

geçdi. Bu da, Behâî tarîkatini yaydı. Behâullah, kendinin Peygamber ve âhır zemânın<br />

büyük kurtarıcısı olduğunu söylerdi. Kendisine ilk küfr damgasını bu sözü<br />

ile vurmuşdur. İkibin yıl sonra bir Peygamber dahâ geleceğini söylemişdir. İslâmiyyet<br />

ile ilişiği olmıyan bu kâfirlere göre, ondokuz adedi mukaddes imiş. Orucları ondokuz<br />

gün imiş. Her Behâînin, ondokuz günde bir, ondokuz Behâîyi da’vet etmesi<br />

şart imiş. Dinsiz yollarını, (Umûmî adâlet evi) dedikleri, yüksek meclislerine seçilen<br />

ondokuz kişi idâre edermiş. Her Behâî, her sene, kazancının beşde birini bu<br />

hey’ete vermeğe mecbûr imiş. Onbir yaşında evlenmek lâzım imiş. Bekâr yaşamak<br />

yasak imiş. Çıplak kadınlarla toplantı yapmak ibâdet olup, başka dürlü ibâdete lüzûm<br />

yok imiş. Her dürlü ahlâksızlık, şeref sayılırmış.<br />

Behâîlerin, bütün dünyâda seksensekiz yerde teşkilâtı vardır. Hıristiyan, Yehûdî,<br />

Mecûsî, Sîhî, Zerdüştî ve Budistleri aldatarak, kendilerine çekmekdedirler. Bunların<br />

en korkdukları, dayanamadıkları, amansız düşmanları, islâm âlimleridir.<br />

Dînini bilen, anlıyan hiçbir müslimânı aldatamamışlardır. Kitâblarını, propaganda<br />

neşriyyâtlarını kırksekiz dile terceme edip, her yere dağıtdıkları ve bu yolda milyonlarca<br />

lira harc etdikleri hâlde, islâmiyyet karşısında âciz kalmakda, eriyip gitmekdedirler.<br />

Buna karşılık, Avrupada ve Amerikada ve Afrikada ve Avustralyada<br />

yetmişyedi mahallî mahfil, resmen tescil edilmiş bulunmakdadır. Rus Türkistânında<br />

[m. 1902] de yapılmış ve Şikagoda [m. 1920] de yapılmış büyük ma’bedleri<br />

vardır. Irk ve milliyet tanımazlar. Komünistler gibi, bütün dünyâya yayılmak,<br />

tek bir (salâhiyyetli mübeyyin)in emrleri ile idâre edilmek gâyesindedirler.<br />

Ferdlerin menfe’atini düşünmezler. Devlet kapitalizmini desteklemekdedirler.<br />

Tapınmaları, teşkilâtları, vazîfeleri (Akdes) dedikleri kitâblarında ve (Vasıyyetler<br />

levhaları)nda yazılıdır. Allahü teâlâya inanmaları ve birçok bilgileri, islâm<br />

dîninden alınmışdır. İslâmiyyete uymıyan, uydurma tarafları da çokdur. Mantıkî<br />

ve çoğu sosyal olan dünyâ görüşleri, din diye, ilâhî vahy diye anlatılmakdadır.<br />

Nemâzları, Hayfaya karşı durup, Allahı düşünmek imiş. Hacları, Bâbın Şîrâz-<br />

– 483 –


daki evini veyâ Behâullahın Bağdâddaki evini gidip görmek imiş. Âyet okumak,<br />

kalb ile Allahı düşünmek demek imiş.<br />

Şimdi, dünyâdaki ve hele memleketimizdeki islâm câhilleri, İslâmiyyeti yıkmak<br />

için her kılığa giriyor, islâma karşı olan her kötülüğü, yaldızlı sözlerle övüyorlar.<br />

Behâîliğe bir değer vermedikleri hâlde, yalnız islâmın karşısında olduğu için, bu<br />

dinsizleri de öven, şişiren, göklere çıkaran kitâblar yazıyor ve dağıtıyorlar.<br />

3 — AHMEDİYYE (KÂDIYÂNÎ): Hindistânda, Pençabda, 1298 [m. 1880] senesinde,<br />

Mirzâ Gulâm Ahmed Kâdıyânî tarafından kurulmuşdur. Kendisi [m.<br />

1835] de doğmuş, [m. 1908] de ölmüşdür. Görülüyor ki, sapık fikrlerini, İngilizler<br />

Hindistânı sömürge yapdıkdan bir sene sonra yaymağa başlamışdır. İslâmiyyeti içerden<br />

yıkmak için, İngilizler tarafından kurulmuş ve beslenmiş, İngiliz câsûslarının<br />

yardımı ile sür’at ile yayılmışdır. Abdürreşîd İbrâhîm efendi, [1] 1328 [m. 1910] de<br />

İstanbulda basılan türkçe (Âlem-i islâm) kitâbının ikinci cildinde, (İngilizlerin islâm<br />

düşmanlığı) yazısının bir yerinde diyor ki: (Hilâfet-i islâmiyyenin bir an evvel<br />

kaldırılması, ingilizlerin birinci düşünceleridir. Kırım muhârebelerine sebeb olmaları<br />

ve burada türklere yardım etmeleri hilâfeti mahv etmek için bir hîle idi. Pâris<br />

muâhedesi, bu hîleyi ortaya koymakdadır. [1923 de yapılan Lozan sulhunun gizli<br />

celselerinde, bu düşmanlıklarını açıkca göstermişlerdir.] Her zemân türklerin başına<br />

gelen felâketler, hangi perde ile örtülürse örtülsün, hep ingilizlerden gelmişdir.<br />

İngiliz siyâsetinin temeli, islâmiyyeti yok etmekdir. Bu siyâsetin sebebi, islâmiyyetden<br />

korkmalarıdır. Müslimânları aldatmak için, satılmış vicdanları kullanmakdadırlar.<br />

Bunları islâm âlimi, kahraman olarak tanıtırlar. Sözümüzün hulâsası,<br />

islâmiyyetin en büyük düşmanı ingilizlerdir.) Amerikalı hukûk ve siyâset<br />

adamlarından Bryan William Jennings, kitâbları, konferansları ve 1891 ile 1895 arasındaki<br />

ABD kongresi Temsilciler meclisinde a’zâlık yapması ile meşhûrdur.<br />

1913-1915 arasında ABD hâriciyye vekîli idi. 1925 de öldü. (Hindistânda İngiliz hâkimiyyeti)<br />

kitâbında, ingilizlerin islâm düşmanlığını, vahşetlerini, zulmlerini uzun<br />

yazmakdadır.<br />

İngilizlerin maşası olan gulâm Ahmed Kâdıyânî öldükden sonra, yerine Hakîm<br />

Nureddîn halîfesi oldu. 1914 de bunun yerine geçen Beşîrüddîn Mahmûd, 1307 [m.<br />

1889] de tevellüd, 1385 [m. 1965] de vefât etmişdir. Ahmed, 1323 [m. 1905] de Hindistânda<br />

Kâdyân şehrinde (El-vasıyyet) kitâbını neşr ederek, kendisinin, va’d<br />

edilmiş Mesîh [ya’nî Îsâ aleyhisselâm] olduğunu bildirdi. Oğlu Beşîr, Ahmedîlerin<br />

merkezini Rabwah kasabasına nakl edip, Ahmediyye yolunun sapık inançlarını<br />

(Gerçek islâmiyyet) adı altında yaymağa başladı. (Kur’ân tefsîri) diyerek çıkardığı<br />

büyük iki kitâbı, Kur’ân-ı kerîme uymıyan sapık, bozuk yazılarla doludur.<br />

Binüçyüz seneden beri müfessirlerin hiçbirinin dikkatini çekmediği ekonomik<br />

hakîkatleri görüp yazdığını bildirmekdedir. Allahın böyle bir bilgiyi, ancak Peygamberlere<br />

ve onların halîfelerine bahş etdiğini güvenle iddiâ edebilirim demekdedir.<br />

(Kur’ân-ı kerîmi, kendi görüşü ile tefsîr eden kâfir olur) hadîs-i şerîfi, bunların<br />

islâmiyyetden ayrı, sapık bir yolda olduklarını açıkca göstermekdedir. Vehhâbîlerin<br />

(Feth-ul-mecîd) kitâbının ikiyüzyetmişbeşinci sahîfesinde, Muhammed<br />

Sıddîk Hasen hânın (Kitâb-ül-izâ’a) kitâbından alarak, (Zemânımızdaki deccâllerden<br />

biri de, frenk deccâlı, gulâm Ahmed Kâdıyânî habîsidir. Allah onu dahâ çirkin<br />

eylesin! Kötülüğünü herkese duyursun! Onun küfr yoluna sürüklenmiş olanları<br />

da, onun gibi eylesin! Çünki o, büyük fitne uyandırdı. Önce, Mehdî olduğunu<br />

söyledi. Sonra Peygamberlik da’vâsına kalkdı. Hıristiyan devletlerin, müslimânları<br />

parçalamak siyâsetlerine âlet oldu) yazmakdadır. Bunlar, gerçek müslimânlık,<br />

yalnız Ahmedîlikdir diyor. Her ikisi de, hadîs-i şerîf ile övülmüş olan ilk iki asrın<br />

doğru yolundan ayrılarak, insanları küfr ve dalâlet felâketine sürüklemekdedirler.<br />

Pençâb ve Bombayda câhil halk arasında sür’at ile yayılan bu bâtıl yol, şimdi<br />

[1] Abdürreşîd efendi, 1944 de Japonya’da vefât etdi.<br />

– 484 –


Avrupa ve Amerikada yerleşmekdedir. Kendilerine müslimân dedikleri hâlde, bozuk<br />

inançları ve âyinleri ile, müslimânlıkdan ayrılmışlardır. Küfrlerine sebeb olan<br />

şeyler çok ise de, şu üçü mühimdir:<br />

1 — Ahmedî ve Kâdıyânî adını alanlara göre, Îsâ aleyhisselâmı asmak istememişlerdi.<br />

Fekat, kendiliğinden öldü ve toprağa kondu. Sonra kabrinden çıkıp,<br />

Hindistânda, Keşmîre gitdi. Orada, İncîli öğretip tekrâr öldü diyorlar.<br />

2 — Mehdînin çıkmasında ve herkesi dîne çağırmasında da, islâmiyyetden ayrılıyorlar.<br />

Îsâ ve Muhammed aleyhimesselâmın rûhları insan şeklinde görünecekdir.<br />

Bu da, Mirzâ Ahmeddir. Başka Mehdî yokdur diyorlar.<br />

3 — Müslimânlıkda cihâd vardır. Fekat, top ile, kılınc ile değil, nasîhat ile, irşâd<br />

iledir. Kan dökmek, cân yakmak yokdur, soğuk harb vardır diyerek, Kur’ân-ı kerîmin<br />

ma’nâsını değişdiriyor, cihâd için olan âyet-i kerîmeleri inkâr etmiş oluyorlar.<br />

Gulâm Ahmedin oğlu Beşîrüddînin (Yeni dünyâ nizâmı) kitâbı, küfr saçmakdadır.<br />

Hindistân âlimlerinden, şeyh Muhammed Enver şâh Keşmîrî, Kâdiyânîleri<br />

red için, (Akîdet-ül-islâm fî hayât-i Îsâ aleyhisselâm) ve (İkfâr-ül-mülhidîn)<br />

ve (Hâtem-ün-nebiyyîn) kitâblarını yazmışdır. Bu kitâbların ön sahîfelerinde çeşidli<br />

âlimlerin takrîz ve medhiyyeleri vardır. Bunlar arasında, Karaşideki (Medrese-i<br />

islâmiyye) müderrislerinden seyyid Muhammed Yûsüf Benûrî, Muhammed<br />

Enver şâhın hayâtını ve salâhını uzun yazmışdır. Burada, asrının derin âlimi,<br />

Osmânlı devletinin son şeyhulislâmı Mustafâ Sabrî efendinin “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” (Mevkıful’ilm vel’akl veddîn) kitâbının, üçüncü cildi, üçyüzyirmiyedinci sahîfesinde,<br />

Hindin büyük âlimi Muhammed Enver şâhı görüp hayrânı olduğunu yazdığını<br />

da bildirmişdir. Muhammed Enver şâh “rahmetullahi teâlâ aleyh”, binüçyüzelliiki<br />

1352 [m. 1933] de vefât etmişdir. Bu üç kitâbında, Mirzâ Gulâm Ahmed<br />

Kâdıyânî için diyor ki:<br />

Îsâ aleyhisselâmın gökden ineceğine inanmıyor. O, asıldı, öldürüldü. O, babasız<br />

değildi. Yûsüf-i Neccârın oğlu idi diyor. Bu yüce Peygambere, yehûdîler gibi<br />

çok çirkin şeyler söyliyor. Kendisinin Peygamber olduğunu, yeni bir din getirdiğini<br />

bildiriyor. Îsâ gökden inecekdir demekle, benim geleceğim bildirilmişdir diyor.<br />

Nassları değişdirip, inanılması zarûrî olan bilgileri inkâr ediyor. Muhammed<br />

aleyhisselâmın, Peygamberlerin sonuncusu olduğuna, hepsinden üstün olduğuna<br />

inanmıyor. Kendisinin binlerce mu’cizeleri olduğunu, mu’cizelerinin, Peygamberlerin<br />

hepsinin mu’cizelerinden dahâ çok ve dahâ üstün olduğunu bildiriyor. Birçok<br />

âyetlerin, kendisini haber verdiğini, Kur’ânda övüldüğünü bildiriyor.<br />

Ahmed Kâdıyânî, moğol, tâtâr kavmindendir. İsmâ’ilî fırkasından bir zındık idi.<br />

Çok kitâb okudu. Ehl-i sünnetin azılı düşmanı idi. İngilizler, islâmiyyeti içerden<br />

yıkmak için hâzırladıkları plânları uygulayacak Hindistânda da bir maşa arıyorlardı.<br />

Bunu seçdiler. Bol para ile satın aldılar. Önce, Behâî olarak ortaya çıkarıldı.<br />

Müceddid olduğunu söylerdi. Sonra, Mehdîyim dedi. Dahâ sonra, gökden ineceği<br />

bildirilen Îsâ Mesîh olduğunu söyledi. Nihâyet, Peygamber olup, yeni bir din<br />

getirdiğini i’lân etdi. Kâdıyândaki mescidi, Mescid-i aksâ imiş. Şehri de Mekke imiş.<br />

Sonradan yerleşdiği Lâhor şehri de, Medîne imiş. Bir mezârlık yapıp, buna (Makberet-ül-Cenne)<br />

dedi. Buraya gömülen Cennete gider dedi. Kendi kadınlarına (Ümmehât-ül-mü’minîn)<br />

dedi. Aldatdığı kimselere (ümmetim) dedi. Mu’cizelerinin en<br />

büyüğü (Muhammedî beygüm) dediği nikâh imiş. Gökde yapılırmış. Vahy olarak<br />

kendisine bildirilmiş. Dînini, 1305 [m. 1888] de i’lân etdi. 1326 [m. 1908] de Cehenneme<br />

gitdi. Kendisine inanmıyanlara kâfir dedi.<br />

Bunun, (Hakîkat-ül-vahy) kitâbının 148. ci sahîfesinde, (Allah, bu ümmet arasında,<br />

Îsâdan dahâ üstün bir mesîh yaratdı. Îsâ, şimdi sağ olsaydı, benim yapdıklarımı<br />

yapamazdı. Bende görülen mu’cizeler, onda görülmezdi) diyor. 107. ci sahîfesinde,<br />

(Fir’avna resûl gönderdiğim gibi, size de Resûl gönderdim) âyet-i kerîmesindeki<br />

Peygamberin kendisi olduğunu yazıyor. 68. ci sahîfesinde, (Allah, be-<br />

– 485 –


ni Peygamber olarak gönderdi. Va’d olunan Mesîh sensin dedi. Bana üçyüzbin<br />

mu’cize verdi) diyor. (Berâhîm-ül-Ahmediyye) kitâbının ellialtıncı sahîfesinde, kendi<br />

mu’cizelerinin, Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinden dahâ çok olduğunu<br />

yazıyor.<br />

Muhammed aleyhisselâmın, Peygamberlerin sonuncusu olduğunu bildiren yüzelli<br />

hadîs-i şerîf vardır. Bunlardan otuz kadarı (Kütüb-i sitte)de yazılıdır. Îsâ aleyhisselâmın<br />

gökden ineceği de, zarûrî bilinmekdedir. Bunlara inanmıyan kâfir<br />

olur.<br />

(Kâdıyânî) ve (Ahmedî) denilen bu yolun, islâmiyyeti içerden yıkmak için ingilizler<br />

tarafından kurulmuş olduğunu vesîkalarla anlatan bir kitâb elimize geçdi.<br />

(El-mütenebbi-ül-Kâdıyânî) adındaki bu arabî kitâb, Pâkistânda, Mültânda, (Meclis-i<br />

tehaffuz-i hatm-in-nübüvve) tarafından 1387 [m. 1967] de basılmışdır. Bu kitâb,<br />

Enver şâh-ı Keşmîrînin, (İkfâr-ül-mülhidîn) kitâbının başındaki allâme Muhammed<br />

Yûsüf Benûrînin kıymetli yazılarını ve (Havenet-ül-islâm) risâlesini de<br />

ekliyerek, 1393 [m. 1973] de ofset ile İstanbulda basdırılmışdır.<br />

4 — MELÂMÎLER VE KALENDERLER: (Mekâtîb-i şerîfe)nin altmışsekizinci<br />

mektûbunda diyor ki, (Sôfiyye-yi aliyye, ikinci asrın sonunda meydâna çıkdı).<br />

Yetmişdokuzuncu mektûbunda ve (Nefehât-ül-üns) kitâbının başında ve seyyid Abdülhakîm<br />

efendi, (Er-rıyâd-ut-tesavvufiyye) kitâbının yüzondördüncü sahîfesinde<br />

buyuruyorlar ki:<br />

Tesavvuf yolunda nihâyete varanlar “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” iki<br />

dürlüdür: Birincisi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” izinde giderek kemâle<br />

erdikden sonra, insanları gafletden uyandırmak için, halk derecesine indirilmiş<br />

olanlardır.<br />

İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların yetişmesi ile vazîfeli<br />

olmıyan (Evliyâ)dır “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Bunlara, (Kutb-i medâr)<br />

denir.<br />

Tesavvuf yolunda yürüyenler de iki kısmdır: Birincisi, Allahü teâlâdan başka herşeyi<br />

unutup, yalnız Onu istiyenlerdir. İkincisi, âhıreti, Cenneti istiyen tâliblerdir.<br />

Allahü teâlâyı irâde edenler, istiyenler de, iki dürlüdür: Biri, nefslerini temizleyip<br />

nihâyetden birkaç şeye kavuşmuşlardır.<br />

İkincisi, (Melâmî)lerdir. Bunlar, sıdk ve ihlâs kazanmağa çalışır. İbâdetlerini,<br />

hayrâtı gizler, sünnetleri, nâfile ibâdetleri de çok yaparlar. Bu ibâdetlerin görünmesinden<br />

korkarlar. Bunlar çok kıymetli ise de, mahlûk ile meşgûl olduklarından,<br />

tevhîd makâmına varamıyorlar. Melâmîler muhlisdir. Sôfîler ise muhlasdır.<br />

Âhıretin tâlibleri dört dürlüdür: Zâhidler, fakîrler, huddâm ve âbidler.<br />

Bütün bu sekiz sınıfın taklîdcileri vardır. Bu taklîdcilerin herbiri de, yâ doğru<br />

veyâ yalancı olur. [Biz burada, yalnız Melâmîlerin iki dürlü taklîdcisini bildireceğiz]:<br />

Melâmîlerin doğru taklîdcileri, ibâdetlerinin görünmesine ehemmiyyet vermezler.<br />

Âdetlere uyarlar. Herkese tatlı söyliyerek, gülerek kalb kazanmağa uğraşırlar.<br />

Nâfile ibâdetleri yapmazlar. Farzlara dikkat ederler. Dünyâya düşkün değildirler.<br />

Bunlara, (Kalender) denir. Bunlar, riyâ, gösteriş yapmadıkları için, Melâmîlere<br />

benzer. Abdüllah-ı Dehlevî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, yetmişdokuzuncu<br />

mektûbunda buyuruyor ki, (Kalender, bâtınını temizlemek, nefsini yok etmek<br />

için çalışır. Çok ibâdet yapmaz. Sôfî ise, bunun ikisine de çalışır. Mahlûkları<br />

görmez. Kalenderden dahâ üstündür). Zemânımızda, Kalender ismini taşıyan<br />

birçok kimse, bu saydığımız şeyleri yapmıyor. Bunlara Kalender yerine (Haşevî)<br />

dense yerinde olur. [(Haşevî) Allahü teâlâyı mahlûklara benzeten, madde, cism diyen<br />

kâfirlere verilen ismdir. Yetmişiki bid’at fırkasından biri olan (Müşebbihe) ve<br />

(Mücessime) denilen fırkadakilerin çoğu Haşevî olmuşlardır.]<br />

– 486 –


Melâmîlerin yalancı taklîdcileri, zındıklardan bir kısmdır ki, her dürlü günâh işler.<br />

Kalblerimiz temizdir, her işi Allah rızâsı için yapıyoruz derler. Riyâdan, gösterişden<br />

kurtulup, hâlis Allah adamı olmak için günâh işliyoruz derler. Allahü teâlânın<br />

ibâdete ihtiyâcı yokdur. Kulların günâh işlemesi, Ona zarâr, ziyân vermez.<br />

Asl günâh, mahlûkları incitmek, can yakmakdır. İbâdet de, insanlara iyilik,<br />

ihsân etmekdir derler. Bunlar, dinsiz, zındıklardır. Bugün, Melâmîlerin bir şeyhleri<br />

vardır. Onun yanında bir iki dakîka oturanın kalbi Allah dermiş. Gönülde içilen<br />

şerâb ile hemen serhoş gibi olurmuş. Kendini (rabbî) âhengine uygulıyarak, gerçek<br />

insan olurmuş. Şâh damarından dahâ yakın olan Allahın varlığını duyup,<br />

Onunla bir arada yaşarmış. Kendi özünden üstün bir etki ve yetki tanımazmış. Kendinde<br />

görüp duyduklarına inanılıp, başka birşeye inanılmazmış. Özünden ve kendi<br />

tekliğinden başka varlık yokmuş. Bu sözler, Allahü teâlâyı inkâr etmek olup,<br />

küfrdür, zındıklıkdır.<br />

5 — DEREZÎLER: Dürûz, ya’nî Derezîlere, yanlış olarak, Dürzü deniliyor. İbni<br />

Âbidîn, üçüncü cildde, mürtedleri anlatırken buyuruyor ki:<br />

(Derezîler, müslimân adı taşır. Nemâz kılanları da vardır. Fekat, îmânları bozukdur.<br />

Tenâsüha inanırlar. Şerâba, alkollü içkilere ve zinâya halâl diyorlar.<br />

(Ülûhiyyet sıfatları) tanrılık insandan insana geçer diyorlar. Öldükden sonra dirilmeğe,<br />

nemâza, oruca, hacca inanmazlar. Bunların ma’nâları, dünyâda yaşama<br />

yollarını düzeltmekdir derler. Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” çirkin<br />

şeyler söylerler. Şâm müftîsi allâme Abdürrahmân, (İmâdî fetvâsı)nda, bunların<br />

Mülhidler gibi ve İsmâ’îliyye gibi inandıklarını bildirmekdedir. Dört mezhebin<br />

âlimleri, bunlardan cizye alarak islâm memleketlerinde oturmalarına izn vermek<br />

halâl olmaz dedi. Bunlardan kız almak, kesdiklerini yimek câiz değildir.<br />

(Fetâvâ-i Hayriyye)de, bunlar uzun bildirilmekdedir. Bunlara, zındık, mülhid ve<br />

münâfık denir. İnanışları bozuk olduğu için, şehâdet kelimesini söylemekle müslimân<br />

sayılmazlar. Dîn-i islâma uymıyan inanışlarından vaz geçmedikçe, müslimân<br />

olmazlar. Bunlar, kitâblı ve kitâbsız kâfirlerden dahâ zarârlıdır). İbni Âbidînden<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” terceme temâm oldu. Bu (Mülhidler), Allah, Alînin ve<br />

çocuklarının şeklinde göründü derler. Onbirinci imâm olan Hasen bin Alî Askerînin<br />

adamlarından olduğunu iddi’a eden İbni Nusayrın uydurduğu çirkin sözlere<br />

inanırlar. Sûriyede bulunanların kendilerine alevî dedikleri (Müncid)de yazılıdır.<br />

Türkiyede böyle alevî yokdur.<br />

Mısrdaki Fâtimî hükümdârları, Ehl-i sünnetden ayrıldı. Bozuk yollara sapdı.<br />

Bunlardan Hâkim bi-emrillah, müslimânlıkdan da çıkmışdı. Dırâr isminde bir<br />

dönme, Hâkimi aldatdı. İslâmiyyeti yıkmağa uğraşdı. Dırârın talebesinden Hamza<br />

bin Ahmed sapık inanışlar uydurmuş, Hâkimi ve Mısrdaki Derezîleri, bu bozuk<br />

yola sokmuşdu. Bu inanışları alan Derezîler, Sûriye ve Lübnandakilere de aşıladı.<br />

Selmân-ı Fârisîyi “radıyallahü anh” çok severiz derler. İnanışlarını gizli tutarlar.<br />

İri, inâdcı, yağmacı, merhametsiz kimselerdir. Yavûz sultân Selîme “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” tâbi’ oldular. Sultân üçüncü Murâd zemânında ısyân etdiler ise<br />

de, Bosnalı dâmâd İbrâhîm pâşa, terbiyelerini verdi. Sûriyedeki hıristiyanlarla da,<br />

ara sıra savaşdılar. Derezîler, Arabistândan Irâka gelmişdir. Îrânlılar, Irâkdaki Hîre<br />

devletini yıkınca, Hîrelilerle birlikde derezîler de Mısr, Şâm ve Halebe göç etmişdi.<br />

Şâmın fethinde islâm askerine yardım etdiler. Fâtimîler zemânında yolu sapıtdılar.<br />

6 — İSMÂ’ÎLİYYE: (Milel-nihal) kitâbında diyor ki, (Eshâb-ı kirâma dil uzatanlar<br />

yirmi fırkaya ayrılmışlardır. Bunlardan biri, İsmâ’îliyye fırkasıdır. Bunların<br />

yedi ismi vardır. Birinci ismleri, (Bâtıniyye)dir. Çünki, Kur’ân-ı kerîmin açık<br />

ma’nâlarına inanmayıp, kendilerine göre başka ma’nâlar çıkarırlar. Kur’ânın zâhir<br />

ve bâtın ma’nâları vardır derler. Bâtın (iç, öz) ma’nâsı lâzımdır, cevzin kabuğu<br />

değil, içi, özü işe yarar derler.<br />

– 487 –


Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîmdeki ve hadîs-i şerîflerdeki kelimelere, açık ma’nâları<br />

verilir. Başka bir âyet, dahâ açık anlaşılıyorsa, o zemân, birinci âyete de, buna uyacak<br />

şeklde değişik ma’nâ verilebilir. Böyle bir mecbûriyyet olmadan, açık ma’nâyı<br />

bırakıp, başka ma’nâ vermek, küfr ve ilhâd olur. Çünki, bu sûretle, islâmiyyeti<br />

değişdirmek, bozmak olur.<br />

İkinci ismleri, (Karâmita)dır. Çünki, bu fırkayı meydâna çıkaran, Hamdan<br />

Karmat denilen kimsedir. Hamdan, Basrada, Vâsıt şehrinde bir köy ismidir.<br />

Üçüncü ismleri, (Hurumiyye)dir. Çünki, birçok harâmlara halâl diyorlar. Dördüncü<br />

ismleri, (Seb’ıyye)dir. Çünki, din sâhibi olan Peygamberler yedidir derler.<br />

Bunların altısı Âdem, Nûh, İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed “aleyhimüsselâm”dır.<br />

Mehdî de yedinci olacakdır derler. Nâtık adını verdikleri bu Peygamberlerden<br />

“salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” her ikisi arasında yedi imâm gelmişdir.<br />

Her asrda yedi imâm bulunur derler.<br />

Bunların en yayılan ismleri, (İsmâ’îliyye)dir. Çünki, imâm-ı Ca’fer Sâdıkın<br />

“radıyallahü anh” vefâtından sonra, büyük oğlu İsmâ’îl, müslimânların imâmı<br />

oldu derler. Bunların meydâna çıkması şöyle oldu:<br />

Hindistândaki mecûsîler, ya’nî ateşe tapan kâfirler, islâmiyyetin üç kıt’a üzerinde<br />

sür’at ile yayıldığını görünce, (Müslimânları, kılıncla yenmeğe, yayılmalarını önlemeğe<br />

imkân yokdur. Onları içden yıkmakdan başka çâre kalmamışdır. Onların<br />

kitâblarına, kendi inancımıza göre ma’nâ verip, gençlerini, câhillerini yoldan çıkaralım)<br />

dediler. Başları olan Hamdan Karmat, şu temel prensipleri koydu:<br />

1 — Din bilgisi olanlarla konuşulmıyacak. Din âlimi bulunan yerde, kendimizi<br />

gizliyeceğiz.<br />

2 — Karşıdakinin arzûsuna, keyfine göre konuşulacak. Meselâ, zâhidin yanında<br />

zâhidler medh edilecek. Fâsıka, düşkün olduğu günâhların yasak olmadığı<br />

söylenecek, [Ehl-i sünnetin yanında, Ehl-i sünnet övülecek. Hepimiz kardeşiz<br />

denilecek].<br />

3 — Müslimânlar, islâmiyyetin emrlerinde ve yasaklarında şübheye, karârsızlığa<br />

düşürülecek. Meselâ, özrlü kadına oruc kazâ etdiriliyor da, nemâzları niçin kazâ<br />

etdirilmiyor? Bevl, dahâ pis olduğu hâlde, niçin bevl çıkınca da gusl farz olmuyor?<br />

Beş vakt nemâzların iki veyâ üç veyâ dört rek’at olması nedendir? gibi şeyler<br />

sorup, zihnleri şaşırtmağa çalışılacak.<br />

4 — Sırlarını yabancılara söylememek için söz alırlar. Allah, Kur’ânda mîsâk emr<br />

ediyor derler.<br />

5 — Din ve dünyâ büyükleri bizi beğeniyor, bizi öğüyor derler.<br />

6 — Aldatmak için, önce, herkesin inandığı şeyleri müdâfe’a etmeli, derler.<br />

7 — İbâdetlere lüzûm yokdur. İş, kalbin temiz olmasıdır derler.<br />

8 — Avlanılan gençlere, Ehl-i sünnet i’tikâdını kötülemeli, Ehl-i sünnete gerici<br />

demeli. Son olarak, harâmları işlemeğe alışdırmalı. Bunları yapdırmak için,<br />

âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere yanlış ma’nâlar vermeli. Bunlar, bâtınî<br />

ma’nâlardır. Her âlim bunları anlıyamaz demeli.<br />

Meselâ Cennet, ibâdetlerden kurtulmak ve lezzetli şeyleri yapmakdır. Cehennem,<br />

ibâdetlerin yüklerine katlanmak ve harâmlardan sakınmakdır demeli.<br />

İlk zemânlar, birçok bilgileri, eski Yunan felesoflarından aldılar. Meselâ, yaratıcı<br />

ne vardır, ne de yokdur. Ne âlimdir, ne câhildir. Ne kâdirdir, ne âcizdir. Bütün<br />

sıfatları da böyledir dediler. Çünki, bunlar var denirse, mahlûklara benzetilmiş<br />

olur. Yokdur denirse, yokluk kondurulmuş olur dediler. Yaratan, kadîm de değildir,<br />

hâdis de değildir dediler.<br />

Bunların başına geçen Hasen bin Muhammed Sabbâh, gitdikleri yola bozuk denilmemesi<br />

için, gençlerin din bilgilerini öğrenmesini ve âlimlerin, eski kitâbları oku-<br />

– 488 –


malarını men’ etdi. Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ile<br />

görüşmeği, Ehl-i sünnet kitâblarını okumağı şiddetle yasak etdi. İlm-i zâhirin çoğalması,<br />

ilm-i bâtını örter, söndürür dedi. İslâmiyyet ile alay etdi. Allahü teâlânın<br />

emrlerini, yasaklarını inkâr etdi. Hayvanlar gibi, dinsiz, kanûnsuz yaşamak yolunu<br />

tutdular).<br />

İsmâ’îlîlerin (Süleymâniyye) kolunun kurucusu olan Süleymân bin Hasen, 1005<br />

[m. 1597] de ölmüşdür. (Nühab-ül-mültekıta) kitâbında, bu fırkanın gizli felsefesini<br />

uzun açıklamakdadır.<br />

7 — YEZÎDÎLER: Seyyid Şerîf-i Cürcânînin (Ta’rîfât) kitâbında kısaca ve (Milel-nihal)<br />

kitâbında geniş yazıldığı gibi, Hâricîler yedi fırkadır. Bunlardan (İbâdıyye<br />

fırkası) Abdüllah bin İbâd adındaki kimsenin kurduğu fırkadır. Bu adam,<br />

hazret-i Alî, hazret-i Mu’âviye ile, hakem yapmak sûreti ile uyuşduğu için, hazret-i<br />

Alîden ayrıldı. Trablusgarba gitdi. Orada İbâdıyye fırkasını kurdu. Bundan<br />

sonra, adamları [153] yılında, halîfeye ısyân edip Trablusgarbı ele geçirdiler.<br />

Kendilerinden başka olan müslimânlara kâfir dediler. Harb zemânlarında mallarını<br />

almak câizdir dediler. Büyük günâh işliyen mü’min değildir dediler. Hazret-i<br />

Alîyi ve Eshâb-ı kirâmdan çoğunu kâfir bildiler. 1129 [m. 1717] da tevellüd<br />

ve 1222 [m. 1808] de vefât eden Abdül’azîz bin İbrâhîm adındaki biri (Kitâb-ünnîl)<br />

adında kitâb yazarak, İbâdîlerin Cezâyirde çoğalmasına sebeb oldu. 749 [m.<br />

1349] da ölen İsmâ’îl Cîlâtînin (Kavâid-ül-islâm) kitâbına da çok önem veriyorlar.<br />

Bu kitâb Mısrda basılmışdır.<br />

İbâdıyye fırkası dörde ayrıldı: Bunlardan Yezîd bin Enîsenin adamlarına (Yezîdî)<br />

denildi. Bunlar, Acemden bir Peygamber gelecek, buna, gökde yazılmış bir<br />

kitâb inecek, Muhammed aleyhisselâmın dîninden çıkacak, Sâbi’iyye olacak,<br />

ya’nî yıldızlara tapınacak diyorlar. Küçük, büyük her günâhı işliyen kâfir olur diyorlar.<br />

1385 [m. 1966] mart ayında Irâkdan Anadoluya gelen Yezîdî şeyh Emâvînin bildirdiğine<br />

göre, Yezîdîliği yayan adam, Adî adında bir Sûriyelidir. Abbâsîlerin baskısından<br />

kaçarak, Irâkın şimâlinde Sengal dağlarının ortasındaki Lâdeş vâdisine<br />

sığınmış, Adeviyye adında bir yol kurmuşdur. Kürdler ve arablar arasına yayılan<br />

bu inanışa Yezîdîlik denildi. 550 [m. 1154] de, seksen yaşında öldü. Yerine kardeşinin<br />

oğlu ikinci Adî geçdi. Bundan sonra, bunun oğlu şeyh Hasen reîs oldu. Bunun<br />

zemânında çoğaldılar. Seksenbin oldular. Yezîdîlerin inanışları, müslimânlıkla<br />

hıristiyanlık inanışlarının karışığıdır. (Kitâb-ül-celve) adındaki en önemli kitâbları<br />

arabî ve kürdce olup, Maksimilyan Bütner tarafından almancaya terceme<br />

edilmiş ve 1331 [m. 1913] yılında basılmışdır. Şeytâna tapınırlar. İblîse melek ve tâvus<br />

derler. Şeytâna söğeni öldürürler. Derdleri, belâları İblîs yaratır derler. Müslimânlardan<br />

ve hıristiyanlardan işitdikleri şeyleri, Yezîdîlik olarak anlatırlar. Müslimânların<br />

îmânının ve ibâdetlerinin hiçbiri bunlarda yokdur. Lâdeş vâdisindeki<br />

Baadır köyünde bulunan ölülerini gidip dolaşmağa, hac derler. Bunu eylül ayında<br />

yaparlar. Hergün güneş doğarken, ona karşı dururlar. Sabâh, ilk ışık gelen toprağı<br />

öperler. Güneş batarken de, ona yalvarırlar. Bu yapdıklarına, nemâz kılmak,<br />

ibâdet etmek derler. Ocak ayında, üç gün oruc tutarlar. Bu çeşidli işlerini, nemâz,<br />

oruc, hac, ibâdet diye anlatırlar. Bu sözlerini işiten, bunları müslimân sanır.<br />

Yezîdîlerin okuma, yazma öğrenmesi, büyük günâhdır. Bunun için, çok geri ve câhildirler.<br />

Müslimânlıkdan haberleri yokdur. Sakal kesmeleri de günâhdır. İnsanları,<br />

dünyâda ve âhıretde sıkıntılara sürükliyen bu tuhaf dîne karşı, ilk olarak, Mûsul<br />

emîri, İmâdüddîn-i Zengî harekete geçerek, kumandanı Bedreddîn-i Lü’lüü,<br />

şeyh Hasenin üzerine yolladı. Onları dağıtdı. Başkanları Emâvîye göre, bugün, onmilyon<br />

yezîdî vardır. Bunlar, Irâkda, Sûriyede, Yemende, Azerbaycânda, Türkiyede<br />

ve Hindistânda bulunmakdadır. Câhil olduklarından, komünistlik propagandalarına<br />

çabuk aldanmakdadırlar. Rusyada üçmilyon komünist Yezîdî bulunduğu-<br />

– 489 –


nu ve Irâkdaki Abdüsselâm hükûmetinin asdığı binikiyüz komünist içinde, Yezîdîlerin<br />

de bulunduğunu Emâvî açıklamışdır. Emevî halîfelerinden Yezîdin, bunlarla<br />

hiçbir bağlılığı yokdur. Emâvî ismindeki reîsleri [m. 1930] da Lâdeşde doğmuşdur.<br />

Irâk ordusunda general rütbesine yükselmişdir. Irâkda bulunan müslimân<br />

kürdlere karşı, Irâk ordusu ile birlikde harb etmişdir.<br />

(Behcet-ül-fetâvâ) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Bağdâdda birçok<br />

kimse, kendilerine müslimân dedikleri hâlde, harâma halâl diyor, güneşe tapıyor<br />

ve İblîse ta’zîm ediyorlar. Ülül-emre ısyân edip, bulundukları yerde, başkanları<br />

ile birlikde, küfr ahkâmını yapıyorlar. Bulundukları yer, (Dâr-ül-harb) olur.<br />

İslâm askeri bunlarla harb edip, erkekleri müslimân olursa öldürülmez. Kadınları<br />

irtidâddan vaz geçip müslimân olurlarsa, câriye olarak vaty halâl olur).<br />

Yezîdîlerin (Îrânda bir Peygamber gelecek) dedikleri için kâfir oldukları, (Berîka)<br />

ve (Hadîka) kitâblarında yazılıdır.<br />

8 — SÜRYÂNÎLER: Süryânî dili ile konuşan eski hıristiyanların artıklarıdır.<br />

Katolik kısmından, Ya’kûbiyye fırkasındandırlar. Monofîsiyye inancında olup, Îsâ<br />

tanrıdır derler. Urfa patrîki olan Ya’kûb-i Berde’î tarafından kuruldu. Antakya patrîki<br />

Mihâil-i Süryânî tarafından yayıldı. Mihâil, mîlâdî [1126] da doğdu. 594 [m.<br />

1199] de öldü. Ya’kûb [m. 578] de ölmüşdür. Hıristiyanlıkda monofîsiyye inancını,<br />

ilk olarak, İstanbul patrîki Utîhâ çıkarmışdı. İskenderiyye patrîki Dioskorüs de<br />

buna uymuşdu. Mîlâdî [451] deki Kadıköy toplantısında, Dioskorüsün fikrleri<br />

red edilmişdi. Mîlâdın 405 senesinde ölmüş olan Mar-Maron isminde bir katolik<br />

papası da Maronî fırkasını kurmuşdur. Sûriyedeki hıristiyanların bir kısmının<br />

Süryânî, bir kısmının da Maronî oldukları (Kâmûs-ül-a’lâm)da yazılıdır. Birinci<br />

kısmda, 91, 92 ve 93. cü maddelere bakınız!<br />

(Müncid)de diyor ki, (Amerikalı Şarl Russelin 1289 [m. 1872] da kurmuş olduğu<br />

(Yehve Şâhidleri) fırkası, bid’at yoludur. İncîle, kendine göre yeni ma’nâlar vermişdir).<br />

Bunlara yanlış olarak (Yahova Şâhidleri) deniliyor. Kendilerine inananlara<br />

maddî yardım va’d eden misyoner teşkîlâtının merkezi İsviçrenin Zürih şehrindedir.<br />

9 — SELEFÎLER: Hemen söyliyelim ki, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarında, (Selefiyye) denilen bir ism ve (Selefiyye<br />

Mezhebi) diye bir yazı yokdur. Bu ismler mezhebsizler tarafından sonradan uydurulmuş<br />

ve câhil din adamları tarafından, mezhebsizlerin kitâbları arabîden türkceye<br />

terceme edilirken, türkler arasında da yayılmağa başlamışdır. Bunlara göre,<br />

(Eş’arî ve Mâtürîdî mezhebleri kurulmadan evvel bütün sünnîlerin tâbi’ oldukları<br />

mezhebe Selefiyye adı verilmekdedir. Bunlar Sahâbe ve Tâbi’înin izinde yürümüşlerdir.<br />

Selefiyye mezhebi Eshâbın, Tâbi’înin ve Tebe’i tâbi’înin mezhebidir.<br />

Dört büyük imâm bu mezhebe mensûb idi. Selefiyye mezhebini müdâfe’a için ilk<br />

eser, (Fıkh-ul-ekber) ismi ile İmâm-ı a’zam tarafından yazılmışdır. İmâm-ı Gazâlî,<br />

(İlcâm-ül avâm-anil kelâm) eserinde Selefiyye mezhebinin esâslarını yedi olarak<br />

bildirmekdedir. İmâm-ı Gazâlînin zuhûru ile müteahhirînin ilm-i kelâmı başlar.<br />

İmâm-ı Gazâlî, önce gelen kelâmcıların mezheblerini ve islâm felesoflarının<br />

fikrlerini tedkîk etdikden sonra, kelâm ilminin metodlarında değişiklikler yapdı.<br />

Felsefî düşünceleri, red maksadıyla kelâma sokdu. Râzî ve Âmidî, kelâm ile felsefeyi<br />

mezc ederek bir ilm hâline koydular. Beydâvî ise, kelâm ile felsefeyi birbirinden<br />

ayrılmaz hâle koydu. Müteahhirînin ilm-i kelâmı Selefiyye mezhebinin yayılmasına<br />

mâni’ oldu. İbni Teymiyye ve talebesi İbn-ül-Kayyım-il-cevziyye, Selefiyye<br />

mezhebini ihyâya çalışdılar. Selefiyye mezhebi sonradan ikiye ayrılmışdır: Eski<br />

Selefîler, Allahın sıfatları ve müteşâbih nassları hakkında tafsîlâta girmemişlerdir.<br />

Sonraki Selefîler bunlar hakkında tafsîl cihetine ehemmiyyet vermişlerdir. İbni<br />

Teymiyye ve İbni Kayyım Cevziyye gibi sonraki Selefîlerde bu hâl açık olarak<br />

– 490 –


görülmekdedir. Eski ve yeni Selefîlerin hepsine birden (Ehl-i sünnet-i hâssa) denir.<br />

Ehl-i sünnet kelâmcıları ba’zı nassları te’vîl etmişlerse de, Selefîyye buna<br />

muhâlifdir. Selefiyye, Allahın yüzü ve gelmesi, insanların yüzüne ve gelmesine benzemez<br />

diyerek müşebbiheden ayrılmışdır) diyorlar.<br />

(Eş’arî) ve (Mâtürîdî) mezhebleri sonradan kurulmuş demek doğru değildir. Bu<br />

iki büyük imâm, Selef-i sâlihînin bildirdikleri i’tikâd, îmân bilgilerini açıklamışlar,<br />

kısmlara bölmüşler, gençlerin anlayabileceği bir şeklde yaymışlardır. İmâm-ı<br />

Eş’arî, İmâm-ı Şâfi’înin talebesi zincirinde bulunmakdadır. İmâm-ı Mâtürîdî de,<br />

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin talebeleri zincirinin büyük bir halkasıdır. Eş’arî ve<br />

Mâtürîdî, hocalarının i’tikâddaki müşterek olan mezheblerinden dışarı çıkmamış,<br />

mezheb kurmamışdır. Bu ikisinin ve hocalarının ve dört mezheb imâmının tek<br />

bir i’tikâdı vardır. Bu da (Ehl-i sünnet vel cemâ’at) ismi ile meşhûr olan i’tikâd mezhebidir.<br />

Bu fırkada bulunanların i’tikâdları, inanışları, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin<br />

ve Tebe-i tâbi’înin inanışlarıdır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin yazdığı,<br />

(Fıkh-ul-ekber) kitâbı, Ehl-i sünnet mezhebini müdâfe’a etmekdedir. Bu kitâbda<br />

ve İmâm-ı Gazâlînin, (İlcâm-ül-avâm-anil-kelâm) kitâbında Selefiyye kelimesi<br />

yokdur. Bu iki kitâb ve (Fıkh-ul-ekber) kitâbının şerhleri arasında (Kavl-ül-fasl)<br />

kitâbı, Ehl-i sünnet fırkasını bildirmekde ve bid’at fırkaları ile felsefecilere cevâblar<br />

vermekdedir. Kavl-ül-fasl ve İlcâm kitâbını Hakîkat Kitâbevi basdırmışdır.<br />

İmâm-ı Gazâlî, (İlcâm-ül-avâm) kitâbında, (Bu kitâbda i’tikâddaki fırkalardan,<br />

Selef mezhebinin hak olduğunu, bildireceğim. Bu mezhebden ayrılanların bid’at sâhibi<br />

olduklarını anlatacağım. Selef mezhebi demek, Eshâbın ve Tâbi’înin i’tikâdları<br />

demekdir. Bu mezhebin esâsları yedidir) diyor. Görülüyor ki, İlcâm kitâbı, Selef<br />

mezhebinin yedi esâsını yazmakdadır. Buna Selefiyyenin yedi esâsı demek, kitâbın<br />

yazısını değişdirmek ve İmâm-ı Gazâlîye iftirâ etmek olmakdadır. Ehl-i sünnet<br />

kitâblarının hepsinde, meselâ, çok kıymetli fıkh kitâbı olan, (Dürr-ül-muhtâr)ın<br />

Şâhidlik kısmında, Selef ve Halef dedikden sonra; (Selef, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin<br />

ismidir. Bunlara (Selef-i sâlihîn) de denir. Halef de, Selef-i sâlihînden sonra<br />

gelen Ehl-i sünnet âlimlerine denir) yazılıdır. İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Râzî ve<br />

tefsîr âlimlerinin baş tâcı olan İmâm-ı Beydâvî, hep Selef-i sâlihîn mezhebinde idiler.<br />

Bunların zemânında türeyen bid’at fırkaları, ilm-i kelâma felsefeyi karışdırdılar.<br />

Hattâ îmânlarının esâsını felsefe üzerine kurdular. (Milel ve Nihal) kitâbında<br />

bu bozuk fırkaların inançları geniş anlatılmakdadır. Bu üç imâm, bu bozuk fırkalara<br />

karşı Ehl-i sünnet i’tikâdını müdâfe’a ederken ve onların sapık fikrlerini çürütürken,<br />

onların felsefelerine de geniş cevâblar verdiler. Bu cevâbları, Ehl-i sünnet<br />

mezhebine felsefeyi karışdırmak değildir. Bil’akis kelâm ilmini, kendisine karışdırılan<br />

felsefî düşüncelerden temizlemekdir. Beydâvîde ve bunun şerhlerinin en<br />

kıymetlisi olan (Şeyhzâde) tefsîrinde hiçbir felsefî düşünce, hiçbir felsefî metod yokdur.<br />

Bu yüce imâmlara felsefe yolunda idiler demek, çok çirkin iftirâdır. Ehl-i<br />

sünnet âlimlerine bu iftirâyı ilk olarak, İbni Teymiyye, (Vâsıta) kitâbında yazmışdır.<br />

İbni Teymiyyenin ve talebesi İbn-ül-Kayyım-ıl-cevziyyenin Selefiyye mezhebini<br />

ihyâya çalışdıklarını söylemek ise, hak yolda olanlar ile bâtıl yola sapmış<br />

olanların ayrıldığı mühim bir noktadır. Bu iki şahısdan evvel Selefiyye mezhebi, hattâ<br />

Selefiyye kelimesi yok idi ki, bu ikisinin ihyâya çalışdığı söylenilebilsin. Bu ikisinden<br />

evvel yalnız ve tek hak i’tikâd olarak (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) ismi verilmiş<br />

olan Selef-i sâlihînin mezhebi vardı. İbni Teymiyye, bu hak mezhebi bozmuş,<br />

birçok bid’atlar meydâna çıkarmışdır. Şimdi mezhebsizlerin, dinde reformcuların,<br />

kitâblarının, sözlerinin, yanlış düşüncelerinin kaynağı, hep İbni Teymiyyenin<br />

bid’atleridir. Bunlar, kendilerinin hak yolda olduklarına gençleri inandırmak için,<br />

korkunç bir hîle ortaya çıkardılar. İbni Teymiyyenin bid’atlerini, yanlış fikrlerini<br />

haklı göstererek, gençleri onun yoluna sürüklemek için, Selef-i sâlihîne Selefiyye<br />

ismini verdiler. Selef-i sâlihînin halefleri olan islâm âlimlerine felsefe ve bid’at lekelerini<br />

bulaşdırdılar. Bunları, Selefiyye dedikleri uydurma ismden ayrılmakla suç-<br />

– 491 –


ladılar. İbni Teymiyyeyi Selefiyyeyi yeniden canlandıran bir kahraman, bir müctehid<br />

olarak ortaya koydular. Hâlbuki, Selef-i sâlihînin halefleri olan Ehl-i sünnet<br />

âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, zemânımıza kadar, hattâ bugün bile,<br />

yazdıkları kitâblarında Selef-i sâlihînin mezhebi olan (Ehl-i Sünnet) i’tikâd bilgilerini<br />

savunmuşlar. İbni Teymiyyenin, Şevkânînin ve benzerlerinin Selef-i sâlihînin<br />

yolundan ayrıldıklarını ve müslimânları felâkete ve Cehenneme sürüklediklerini<br />

bildirmişlerdir. (Et-Tevessülü bin Nebî ve bis-Sâlihîn) ve (Ulemâ-ül-müslimîn<br />

vel-muhâlifûn) ve (Şifâ-üs-sikâm) ile bunun ön sözü olan (Tathîrul-füâd mindenis-il-i’tikâd)<br />

kitâblarını okuyanlar, yeni Selefiyye denilen bu inanışları ortaya<br />

çıkaranların, müslimânları felâkete götürdüklerini ve islâm dînini içerden yıkmakda<br />

olduklarını çok iyi anlar.<br />

Son günlerde, ba’zı ağızlardan (Selefiyye) ismi işitilmeye başlandı. Her müslimân<br />

şunu iyi bilmelidir ki, islâmiyyetde (Selefiyye mezhebi) diye birşey yokdur.<br />

İslâmiyyetde yalnız (Selef-i sâlihîn) mezhebi vardır. Selef-i sâlihîn, hadîs-i şerîf ile<br />

medh ve senâ buyurulmuş olan, ilk iki asrın müslimânlarıdır. Üçüncü ve dördüncü<br />

asrlarda gelen islâm âlimlerine (Halef-i sâdıkîn) denir. Bu şerefli insanların i’tikâdına,<br />

(Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi) denir. Bu mezheb, îmân, inanış mezhebidir.<br />

Selef-i sâlihînin, ya’nî Eshâb-ı kirâm ile Tâbi’în-i i’zâmın îmânları hep aynı<br />

idi. İnanışları arasında hiç fark yokdu. Şimdi yer yüzünde bulunan müslimânların<br />

çoğu, Ehl-i sünnet mezhebindedirler. Yetmişiki sapık bid’at fırkalarının<br />

hepsi ikinci asrdan sonra ortaya çıkdı. Bunların bir kısmının kurucuları dahâ önceden<br />

yaşamış iseler de, kitâblarının yazılması ve toplu olarak ortaya çıkmaları ve<br />

Ehl-i sünnete karşı baş kaldırmaları Tâbi’în-i i’zâmdan sonra oldu.<br />

Ehl-i sünnet i’tikâdını ortaya koyan Resûlullahdır “sallallahü aleyhi ve sellem”.<br />

Îmân bilgilerini Eshâb-ı kirâm bu kaynakdan aldılar. Tâbi’în-i i’zâm da bu<br />

bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Dahâ sonra gelenler, bunlardan öğrendiler.<br />

Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakl ve tevâtür yoluyla geldi. Bu bilgiler<br />

akl ile bulunamaz. Akl bunları değişdiremez. Akl, bunları anlamaya yardımcı<br />

olur. Ya’nî, bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akl lâzımdır.<br />

Hadîs âlimlerinin hepsi, Ehl-i sünnet i’tikâdında idiler. Amelde dört mezhebin<br />

imâmları da bu mezhebde idi. İ’tikâdda mezhebimizin iki imâmı olan Mâtürîdî<br />

ve Eş’arî de Ehl-i sünnet mezhebinde idi. Bu her iki imâm, hep bu mezhebi<br />

yaydılar. Sapıklara karşı ve eski yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış olan<br />

maddecilere karşı bu tek mezhebi savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin<br />

zemânları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların<br />

düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metodları ve<br />

tenkidleri birbirinden farklı olmuş ise de, bu hâl, mezheblerinin ayrı olduğunu göstermez.<br />

Bunlardan sonra gelen yüzbinlerle derin âlim ve velîler, bu iki yüce imâmın<br />

kitâblarını inceliyerek ikisinin de, Ehl-i sünnet mezhebinde olduklarını söz birliği<br />

ile bildirmişlerdir. Ehl-i sünnet âlimleri, ma’nâları açık olan (Nass)ları, zâhirleri<br />

üzere almışlardır. Ya’nî, böyle âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere açık olan<br />

ma’nâları vermişler, zarûret olmadıkça böyle Nassları (te’vîl) etmemişler, bu<br />

ma’nâları değişdirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik hiç yapmamışlardır.<br />

Sapık fırkalardan olanlar ve mezhebsizler ise, yunan felsefecilerinden<br />

ve din düşmanı olan fen taklîdcilerinden işitdiklerine uyarak, îmân bilgilerinde<br />

ve ibâdetlerde değişiklik yapmakdan çekinmemişlerdir.<br />

Misyonerlerin asrlar boyu devâm eden çalışmaları ile ve ingiliz imperatorluğunun<br />

iğrenç siyâseti ve her dürlü maddî güçlerini kullanması ile, islâm dîninin bekçisi,<br />

Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hizmetçisi<br />

olan Osmânlı devleti parçalanınca, mezhebsizler meydânı boş buldular. Bilhâssa,<br />

Ehl-i sünnet âlimlerine söz hakkı tanınmayan memleketlerde, meselâ Sü’ûdî<br />

Arabistânda, şeytânî yalan ve hîlelerle, Ehl-i sünnete saldırmağa, islâmiyyeti<br />

– 492 –


içerden yıkmağa başladılar. Sü’ûdî Arabistândan dağıtılan sayısız altınlar, bu saldırganlığın<br />

dünyânın her yerine yayılmasını sağladı. Pâkistândan, Hindistândan ve<br />

Afrika milletlerinden gelen haberlerden anlaşıldığına göre, din bilgisi ve Allah korkusu<br />

olmıyan ba’zı din adamları, bu saldırganlara destek olarak mevkı’lere ve apartmanlara<br />

kavuşmuşlardır. Bilhâssa gençleri aldatarak, Ehl-i sünnet mezhebinden<br />

ayırmak için yapdıkları hıyânetleri, bu habîs kazançlarına sebeb olmakda imiş. Medreselerdeki<br />

talebeyi, müslimân yavrularını aldatmak için yazdıkları kitâblardan birini<br />

getirtdik:<br />

Kitâbın bir yerinde, (Bu kitâbı, mezheb te’assubunu kaldırmak ve herkesin kendi<br />

mezhebi içinde kavgasız yaşamasını sağlamak için yazdım) diyor. Bu adam, mezheb<br />

te’assubunu kaldırmağı, Ehl-i sünnete saldırmakda, Ehl-i sünnet âlimlerini küçültmekde<br />

gördüğünü söylemekdedir. İslâm dînine hançer saplamakda, bunu<br />

müslimânların kavgasız yaşaması için yapdığını söylemekdedir. Kitâbın bir yerinde,<br />

(Düşünen bir insan, düşüncesinde isâbet ederse, on misli ecr alır. Hatâ ederse,<br />

bir ecr alır) diyor. Buna göre her insan, ya’nî ister hıristiyan olsun, ister müşrik<br />

olsun, bir kimse, her düşüncesinde ecr alacak. Hem de doğru olanlarında on sevâb!<br />

Bakınız, Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîfini<br />

nasıl değişdiriyor? Nasıl hiyle yapıyor? Hadîs-i şerîfde, (Bir müctehid, âyet-i kerîmeden<br />

ve hadîs-i şerîfden [amele âid] bir hükm çıkarırken, isâbet ederse, buna<br />

on sevâb verilir. Hatâ ederse, bir sevâb verilir) buyuruldu. Hadîs-i şerîf, bu sevâbların<br />

her düşünene değil, ictihâd derecesine yükselmiş olan islâm âlimine verileceğini,<br />

buna da, her düşünmesine değil, Nasslardan [amele âid] ahkâm çıkarmak<br />

için çalışmasında verileceğini göstermekdedir. Çünki, bu çalışması ibâdetdir. Her<br />

ibâdete verildiği gibi, burada da sevâb verilmekdedir.<br />

Selef-i sâlihîn zemânında ve bunların halefleri olan müctehid âlimlerin zemânında,<br />

ya’nî dörtyüz senesinin sonuna kadar, yaşama şartlarında değişmeler olunca,<br />

yeni hâdiseler ortaya çıkınca, müctehid olan âlimler, gece gündüz çalışarak, bu<br />

işin nasıl yapılması lâzım geldiğini, (Edille-i şer’ıyye) ismindeki dört kaynakdan<br />

bulup çıkarmışlar, bütün müslimânlar da, bu işi, kendi mezheb imâmlarının bulup<br />

anladığına uyarak yapmışlardı. Yapanlar da, on veyâ bir sevâb kazanırdı. Dörtyüz<br />

senesinden sonra da, bu müctehidlerin bulduklarına uyuldu. Bu uzun zemânlarda,<br />

hiçbir müslimân, hiçbir işinde çâresiz kalmadı, sıkıntıya düşmedi. Dahâ sonra<br />

müctehidlerin yedinci derecesinde de bir âlim, bir müftî yetişemediği için, şimdi<br />

dört mezhebden birinin âlimlerinin kitâblarını okuyup anlıyabilen bir müslimândan<br />

ve onun terceme etdiği kitâblardan öğrenip, ibâdetlerimizi buna göre yapmamız<br />

ve bunlara uygun yaşamamız lâzımdır. Allahü teâlâ, herşeyin hükmünü<br />

Kur’ân-ı kerîmde bildirdi. Onun yüce peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm<br />

da, bunların hepsini açıkladı. Ehl-i sünnet âlimleri de, bunları, Eshâb-ı kirâmdan<br />

öğrenip kitâblarına yazdılar. Şimdi bu kitâbları dünyânın her yerinde mevcûddur.<br />

Dünyânın her yerinde, kıyâmete kadar ortaya çıkacak olan her yeni şeyin nasıl<br />

kullanılacağı, bu kitâbların bir bilgisine benzetilebilir. Bunun mümkin olması,<br />

Kur’ân-ı kerîmin mu’cizesi ve islâm âlimlerinin bir kerâmetidir. Yalnız mühim olan<br />

şey, karşılaşılan işin nasıl yapılacağını, Ehl-i sünnet olan hakîkî bir müslimândan<br />

sorup öğrenmek lâzımdır. Mezhebsiz din adamına sorulursa, fıkh kitâblarına uymayan<br />

cevâb vererek, insanı yanlış yola sürükler.<br />

Arab memleketlerinde birkaç sene kalıp da, arabî konuşmasını öğrenip, orada<br />

zevk ve safâ ile eğlenerek ömrünü günâh işlemekle çürütüp, sonra bir mezhebsizden,<br />

bir Ehl-i sünnet düşmanından mühürlü bir kâğıd alarak, Pâkistâna, Hindistâna<br />

dönen mezhebsiz câhillerin, gençleri nasıl aldatdıklarını yukarıda bildirmişdik.<br />

Bunların sahte diplomalarını gören ve arabî konuşduklarını işiten gençler, kendilerini<br />

din adamı sanır. Hâlbuki bunlar bir fıkh kitâbını anlamakdan âcizdirler.<br />

Kitâblardaki fıkh bilgilerinden hiç haberleri yokdur. Zâten, bu islâm bilgilerine<br />

– 493 –


inanmazlar, gericilik derler. Eskiden islâm âlimleri kendilerine sorulan şeylere, fıkh<br />

kitâblarından cevâb bulup, süâl edenlere bunları söylerlerdi. Mezhebsiz din adamı<br />

ise fıkh kitâbını okuyup anlıyamadığı için, câhil kafasına ve noksan aklına gelenleri<br />

söyliyerek süâl sâhibini aldatır. Onun Cehenneme gitmesine sebeb olur. Bunun<br />

içindir ki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Âlimlerin iyisi, insanların<br />

en iyisidir. Âlimlerin kötüsü insanların en kötüsüdür) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf<br />

gösteriyor ki, Ehl-i sünnet âlimi, insanların en iyisidir. Mezhebsizler de, insanların<br />

en kötüsüdür. Çünki, birinciler, insanları Resûlullaha uymağa, ya’nî Cennete,<br />

ikinciler ise, insanları kendi sapık düşüncelerine uymağa, ya’nî Cehenneme sürüklemekdedirler.<br />

Mısrdaki Câmi’ul-ezher islâm üniversitesinden me’zûn üstâz ibni Halîfe Alîvî<br />

(Akîdet-üs-selef-i vel-halef) kitâbında diyor ki, (Allâme Ebû Zühre, (Târîh-ul-mezâhib-il-islâmiyye)<br />

kitâbında yazdığı gibi, hicretin dördüncü asrında, hanbelî mezhebinden<br />

ayrılan ba’zı kimseler, kendilerine (Selefiyyîn) ismini verdiler. Yine<br />

hanbelî mezhebinde olan Ebülferec İbnülcevzî “rahmetullahi teâlâ aleyh” ve başka<br />

âlimler, bu selefîlerin selef-i sâlihînin yolunda olmadıklarını, bid’at ehli, mücessime<br />

fırkasından olduklarını bildirerek, bu fitnenin yayılmasını önlediler. Yedinci<br />

asrda, İbni Teymiyye, bu fitneyi tekrâr alevlendirdi). Bu kitâbda, selefîlerin<br />

ve vehhâbîlerin çeşidli bid’atleri ve Ehl-i sünnete karşı yapdıkları iftirâları uzun<br />

yazılmış ve cevâbları verilmişdir. Kitâb 1398 [m. 1978] de Şâmda basılmışdır. Üçyüzkırk<br />

sahîfedir.<br />

Mezhebsizler kendilerine, (Selefiyye) ismini takmışlar. İbni Teymiyye, Selefîlerin<br />

büyük imâmıdır diyorlar. Bu sözleri bir bakımdan doğrudur. Çünki, İbni Teymiyyeden<br />

önce (Selefî) ismi yokdu. Selef-i sâlihîn vardı. Bunların i’tikâdları da Ehl-i sünnet<br />

mezhebi idi. İbni Teymiyyenin sapık fikrleri vehhâbîlere ve diğer mezhebsizlere<br />

kaynak oldu. İbni Teymiyye hanbelî mezhebinde olarak yetişdi. Ya’nî Ehl-i sünnet<br />

idi. Fekat ilmi çoğalıp, fetvâ makâmına yükselince, kendi fikrlerini beğenmeğe,<br />

kendini Ehl-i sünnet âlimlerinden “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” üstün<br />

görmeğe başladı. İlminin çoğalması, dalâletine, sapıtmasına sebeb oldu. Hanbelî<br />

olması kalmadı. Çünki, dört mezhebden birinde olabilmek için, Ehl-i sünnet i’tikâdında<br />

olmak lâzımdır. Ehl-i sünnet i’tikâdında olmayan kimse için hanbelî<br />

mezhebindedir denilemez.<br />

Mezhebsizler, bulundukları memleketdeki Ehl-i sünnet din adamlarını "rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma'în", her fırsatda kötülüyorlar. Bunların kitâblarının<br />

okunmasını, Ehl-i sünnet bilgilerinin öğrenilmesini önlemek için her hiyleye başvuruyorlar.<br />

Meselâ, bir mezhebsiz, bu fakîrin ismini söyliyerek, (Eczâcı, kimyâger,<br />

dinden ne anlar? O kendi san'atı üzerinde çalışsın. Bizim işimize karışmasın) demiş.<br />

Şu câhilce, şu ahmakca söze bakınız! Fen adamlarının din bilgisi olmaz sanıyor.<br />

Bilmiyor ki, müslimân fen adamı, her an sun'-ı ilâhîyi temâşâ etmekde, masnû'ât<br />

kitâbında sergilenmiş bulunan yüce Hâlıkın kemâlâtını anlamakda, Onun sonsuz<br />

kudreti karşısında, mahlûkların aczini görerek, Onu her an tesbîh ve tenzîh etmekdedir.<br />

Alman atom âlimi Max Planck, (Der Strom) kitâbında, bunu çok güzel<br />

bildirmekdedir. Bu câhil mezhebsiz ise, yurt dışındaki kendi gibi bir sapıkdan aldığı<br />

belgeye ve bunun sağladığı masaya dayanarak ve belki de, yurt dışında dağıtılan<br />

altınların hayâlleri ile mest olarak, din bilgilerini kendi inhisârında görmekdedir.<br />

Allahü teâlâ, bu zevallıyı ve cümlemizi ıslâh eylesin! Böyle belgeli din hırsızlarının<br />

tuzaklarına düşen temiz gençleri de, halâs buyursun! Âmîn.<br />

Evet, bu fakîr, eczâcı ve kimyâ yüksek mühendisi olarak milletime otuz seneden<br />

ziyâde hizmet etdim. Fekat yedi sene din tahsîli yaparak ve geceli gündüzlü<br />

çalışarak da, büyük islâm âliminden icâzet almakla da şereflendim. Fen bilgileri<br />

ile din bilgilerinin azameti altında ezilerek, aczimi iyice anladım. Bu anlayış içinde,<br />

hakkıyla kulluk yapabilmek gayretindeyim. En büyük korkum ve endişem, dip-<br />

– 494 –


lomalarımın ve icâzetimin yaldızlarına aldanarak, bu konularda söz sâhibi olacağımı<br />

sanmaklığımdır. Bu korkumun çokluğu, her sözümde gözlere çarpmakdadır.<br />

Hiçbir zemân kendi görüşümü, kendi fikrimi yazmağa cesâret etmedim. Dâimâ<br />

Ehl-i sünnet âlimlerinin, anlıyabilenleri hayrân eden kıymetli yazılarını arabîden<br />

ve fârisîden terceme ederek genç kardeşlerime sunmağa çalışdım. Bu korkumun<br />

çokluğundan, kitâb yazmağı düşünmemişdim. (Savâık-ul-muhrika)nın ilk sahîfesinde<br />

yazılı olan, (Fitne yayıldığı zemân, hakîkati bilen, başkalarına bildirsin!<br />

Bildirmezse, Allahın ve bütün insanların la'neti ona olsun!) hadîs-i şerîfini görünce,<br />

düşünmeğe başladım. Bir tarafdan, Ehl-i sünnet âlimlerinin, din bilgilerindeki<br />

ve kendi zemânlarında bulunan fen bilgilerindeki anlayışlarının ve akllarının<br />

üstünlüğünü ve ibâdet ve takvâlardaki gayretlerini öğrendikçe, küçüklüğümü<br />

anlayıp, O büyük âlimlerin ilm deryâları yanında, kendi bilgilerimi bir damla gibi<br />

görüp, bir yandan da, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okuyup anlıyabilecek<br />

sâlih kimselerin azaldığını ve câhil, sapık kimselerin din adamları arasına karışarak,<br />

bozuk, sapık kitâblar yazıldığını görerek üzülüp, hadîs-i şerîfde bildirilen<br />

la'net tehdîdinden dehşet duydum. Kıymetli genç kardeşlerime olan şefkat ve<br />

merhametim de, bu fakîri hizmete zorlayarak, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından<br />

seçdiğim yazıları terceme etmeğe başladım. Aldığım sayısız tebrîk ve takdîr<br />

yazılarının yanı sıra, tek tük mezhebsizin serzeniş ve iftirâlarına da hedef oldum.<br />

Rabbime ve vicdânıma karşı ihlâsımda ve sadâkatimde bir şübhem olmadığı<br />

için, Allahü teâlâya tevekkül ve Resûlünün "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem"<br />

ve sâlih kullarının mübârek rûhlarına tevessül ederek, hizmete devâm etdim.<br />

Allahü teâlâ, hepimizi râzı olduğu doğru yolda bulundursun! Âmîn.<br />

Mısrda câmi’ul-ezher Üniversitesi müderrislerinden büyük hanefî âlimi Muhammed<br />

Bahît-ül-mutî’î, (Tathîr-ül-füâd min-denisil-i’tikâd) kitâbında diyor ki, insanlar<br />

içinde rûhları en yüksek ve en olgun olanları, Peygamberlerdir “aleyhimüssalâtü<br />

vesselâm”. Bunlar hatâ etmekden, şaşırmakdan, gafletden, hıyânet etmekden,<br />

te’assub ve inâddan ve nefse uymakdan ve garez, kin bağlamakdan ma’sûmdurlar.<br />

Peygamberler “aleyhimüssalâtü vesselâm”, Allahü teâlânın kendilerine bildirdiği<br />

şeyleri söylerler ve açıklarlar. Onların bildirdikleri din bilgileri, emrler ve yasaklar<br />

hep doğrudur. Hiçbiri bâtıl, bozuk değildir. Peygamberlerden “salevâtullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma’în” sonra insanların en yüksek ve en olgun olanları, Peygamberlerin<br />

sahâbîleridir. Çünki bunlar, Peygamberlerin sohbetinde yetişmiş,<br />

olgunlaşmış, temizlenmişlerdir. Hep, Peygamberlerden işitdiklerini bildirmişler ve<br />

açıklamışlardır. Bunların da bildirdiklerinin, hepsi doğrudur. Bunlar da yukarıda<br />

bildirdiğimiz kötülüklerden mahfûzdurlar. Te’assub ile, inâd ile birbirlerinin sözlerine<br />

karşı gelmemişler, nefslerine uymamışlardır. Bunların, âyet-i kerîmeleri ve<br />

hadîs-i şerîfleri açıklamaları, Allahü teâlânın dînini Onun kullarına bildirmek<br />

için ictihâd etmeleri, Allahü teâlânın bu ümmete büyük bir ihsânıdır ve sevgili Peygamberi<br />

Muhammed aleyhisselâma merhametidir. Kur’ân-ı kerîm, Eshâb-ı kirâmın<br />

kâfirlere karşı sert olduklarını ve birbirlerine çok merhametli olduklarını, sevişdiklerini,<br />

nemâzları titizlikle edâ etdiklerini, herşeyi ve Cenneti Allahdan beklediklerini<br />

bildiriyor. İctihâdlarında icmâ’ hâsıl olanların hepsi doğrudur. Hepsi sevâba<br />

kavuşmuşlardır. Çünki, hak birdir.<br />

Eshâb-ı kirâmdan sonra, insanların en üstünleri, Eshâb-ı kirâmı gören ve onların<br />

sohbetinde yetişen müslimânlardır. Bunlara, (Tâbi’în) denir. Bunlar, bütün bilgilerini<br />

Eshâb-ı kirâmdan almışlardır. Tâbi’înden sonra, insanların en üstünleri, Tâbi’îni<br />

gören ve onların sohbetinde yetişen müslimânlardır. Bunlara (Tebe’ı tâbi’în)<br />

denir. Bunlardan sonra gelen asrlarda, kıyâmete kadar bulunan insanların en üstünleri,<br />

en iyileri de, bunlara tâbi’ olan, bunların bildirdiklerini öğrenip, yollarında<br />

bulunan müslimânlardır. Selef-i sâlihînden sonra gelen din adamlarının arasında<br />

sözleri, işleri Resûlullahın ve Selef-i sâlihînin bildirdiklerine uygun olup, i’ti-<br />

– 495 –


kâdda ve amelde bunların yolundan hiç ayrılmıyan zekî, akllı ve islâmiyyetin hudûdlarını<br />

aşmıyan bir kimse, başkalarının kötülemesinden korkmaz. Onlara uyarak<br />

doğru yoldan ayrılmaz. Câhillerin sözlerine uymaz. Aklına uyarak, müctehid<br />

imâmların dört mezhebinden dışarı çıkmaz. Müslimânların, böyle bir âlimi bulması,<br />

bilmediklerini bundan sorup öğrenmesi, bütün işlerini bunun sözlerine uygun yapması<br />

lâzımdır. Çünki, böyle bir âlim, Allahü teâlânın kullarını hatâdan korumak ve<br />

herşeyi doğru yapmalarını sağlamak için yaratmış olduğu ma’nevî ilâcları, ya’nî rûhun<br />

tedâvîsi bilgilerini bilir ve insanlara bildirir. Rûh hastalarını, idrâksiz olanları<br />

tedâvî eder. Böyle bir âlimin her sözü, her işi ve inanışı, islâmiyyete uygundur.<br />

Her şeyi doğru olarak anlar. Her soruya doğru cevâb verir. Her işinden Allahü teâlâ<br />

râzıdır. Allahü teâlâ, rızâsına kavuşmak istiyenlere, rızâsına kavuşduran yolları<br />

gösterir. Allahü teâlâ, îmân edenleri ve îmânın îcâblarını yapanları zulmetlerden,<br />

sıkıntılardan kurtarır. Bunları nûra, huzûra, se’âdete kavuşdurur. Bunlar, her zemân<br />

ve her işlerinde, râhat ve huzûr içinde olurlar. Bunlar, kıyâmet gününde,<br />

Peygamberlerin, Sıddîkların, şehîdlerin ve sâlih müslimânların yanında bulunurlar.<br />

Bir din adamı, hangi asrda bulunursa bulunsun, Peygamberin ve Eshâbının bildirdiklerine<br />

uymazsa, sözleri, işleri ve i’tikâdı bunların bildirdiklerine uygun olmazsa<br />

ve nefsine, düşüncelerine uyarak islâmiyyetin dışına taşarsa ve aklına uyarak islâmiyyetin<br />

inceliklerine karşı gelir, anlıyamadığı bilgilerde dört mezhebin dışına taşarsa,<br />

bu kimsenin kötü din adamı olduğu anlaşılır. Allahü teâlâ bunun kalbini<br />

mühürlemişdir. Gözleri hak yolu göremez. Kulakları doğru sözü işitemez. Buna, kıyâmetde<br />

büyük azâb vardır. Allahü teâlâ, bunu sevmez. Bunun gibi olanlar, Peygamberlerin<br />

düşmanıdırlar. Bunlar, kendilerini doğru yolda sanır. Yapdıklarını beğenirler.<br />

Hâlbuki, bunlar şeytânın yolundadırlar. Bunlardan aklını toparlayıp doğruya dönebilen<br />

çok azdır. Bunların her sözü tatlı olur. Yaldızlı olur. Fâideli görünür. Hâlbuki,<br />

düşündükleri, beğendikleri şeyler hep kötüdür. Ahmakları aldatarak kötü yola,<br />

felâkete sürüklerler. Sözleri, kar yığınları gibi parlak, lekesiz görünür. Fekat, hakîkat<br />

güneşi karşısında eriyip giderler. Allahü teâlânın kalblerini karartdığı ve mühürlediği<br />

bu kötü din adamlarına (Bid’at ehli), ya’nî mezhebsiz din adamı denir. Bunlar,<br />

i’tikâdları ve amelleri, Kur’ân-ı kerîme ve Hadîs-i şerîflere ve icmâ’ı ümmete uymıyan<br />

kimselerdir. Bunlar doğru yoldan sapmış olup, müslimânları da felâkete sürüklemekdedirler.<br />

Bunlara uyanlar, Cehenneme gideceklerdir. Selef-i sâlihîn zemânında<br />

ve sonra gelen din adamları arasında böyle bozuk olanlar çok vardı. Müslimânlar<br />

arasında bunların bulunması, insanın bir uzvunun kangren [veyâ kanser] olmasına<br />

benzer. Bu yarayı yok etmedikce, sağlam kısmlar da felâketden kurtulamaz. Bunlar,<br />

bulaşıcı hastalık mikrobu taşıyan hastalar gibidir. Bunlara yaklaşanlar zarâr görür.<br />

Bunların zarârına yakalanmamak için yanlarına yaklaşmamak lâzımdır.<br />

Bozuk, sapık din adamlarından ve zarârı çok olanlardan birisi, İbni Teymiyye<br />

denilen din adamıdır. (El-vâsıta) ve başka kitâblarında, (İcmâ’ul-müslimîn)den ayrılmış<br />

ve Kur’ân-ı kerîmde, Hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilen şeylere ve selef-i sâlihînin<br />

yoluna uymamışdır. Kısa aklına, bozuk düşüncelerine uyarak, bid’at yoluna<br />

kaymışdır. İlmi çokdu. Allahü teâlâ, onun ilmini dalâletine, felâkete sapmasına<br />

sebeb yapdı. Nefsinin arzûlarına uydu. Bozuk, sapık fikrlerini hak olarak,<br />

doğru olarak yaymağa çalışdı.<br />

Büyük âlim İbni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fetâvel-hadîsiyye)<br />

kitâbında diyor ki: (Allahü teâlâ, İbni Teymiyyeyi dalâlete, felâkete düşürdü.<br />

Gözlerini kör, kulaklarını sağır etdi. Birçok âlim, bunun işlerinin bozuk, sözlerinin<br />

yalan olduğunu bildirmişler ve vesîkalarla isbât etmişlerdir. Büyük islâm âlimi<br />

Ebül Hasen-il-Sübkînin ve oğlu Tâc-üd-dîn-i Sübkînin ve İmâm-ül’iz bin-cemâ’anın<br />

kitâblarını okuyanlar ve onun zemânında bulunan Şâfi’î, Mâlikî ve Hanefî<br />

âlimlerinin, kendisine karşı sözlerini ve yazılarını inceliyenler, sözümüzün doğruluğunu<br />

iyi anlar).<br />

– 496 –


İbni Teymiyye, tesavvuf âlimlerine de dil uzatmış, iftirâlarda bulunmuşdur. Bununla<br />

da kalmayıp, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Alî gibi, islâm dîninin temel direklerine<br />

saldırmakdan da çekinmemişdir. Sözleri ölçüyü ve edebi aşarak, yalçın kayalara<br />

bile ok atmışdır. Doğru yolda olan âlimlere bid’at ehli, sapık, câhil demişdir.<br />

(Tesavvuf büyüklerinin kitâblarına yunan felesoflarının, islâmiyyete uymıyan<br />

bozuk fikrleri karışmışdır) diyor ve bunu bozuk, sapık fikrleri ile isbât etmeğe<br />

kalkışıyor. Hakîkati bilmiyen gençler, onun ateşli, yaldızlı yazılarına aldanarak,<br />

doğru yoldan ayrılabilirler. Meselâ, (Tesavvufcular (Levh-il-mahfûz)u<br />

görüyoruz der. İbni Sînâ gibi felsefeciler, buna (Nefs-ül-felekiyye) diyorlar.<br />

İnsanların rûhu, olgunlaşarak, Nefs-ül-felekiyye ile yâhud (Akl-ül-fe’âl) ile,<br />

uyanık veyâ uykuda birleşirler. Dünyâda olan herşeye bu ikisi sebeb olmakdadır.<br />

İnsanın rûhu, bu ikisi ile birleşince, bunlarda bulunanları haber alır derler.<br />

Bunları Yunan felesofları bildirmedi. Sonra gelen İbni Sînâ ve benzerleri söylediler.<br />

İmâm-ı Ebû Hâmid Gazâlî ve Muhyiddîn-ibnülarabî ve Endülüslü felsefeci<br />

Kutbüddîn Muhammed ibnü Seb’în de böyle şeyler söylemişlerdir. Bunlar<br />

felsefecilerin sözleridir. İslâm dîninde böyle şeyler yokdur. Böyle sözlerle<br />

doğru yoldan ayrılmışlar. Şî’a ve İsmâ’îliyye ve Karâmitî ve bâtınî mülhidleri gibi<br />

mülhid olmuşlardır. Ehl-i sünnet ve Hadîs âlimlerinin ve Fudayl bin İyâd gibi<br />

Ehl-i sünnet olan tesavvufcuların hak yollarından ayrılmışlardır. Bunlar bir<br />

yandan felsefeye dalmışlar, bir tarafdan da, Mu’tezile ve Kürâmiyye gibi fırkalara<br />

karşı mücâdele etmişlerdir. Tesavvufcular üçe ayrılır: Birincisi, hadîs ve sünnet<br />

ehlidir. İkincisi, kürâmiyye gibi bid’at ehlinden olanlardır. Üçüncüsü, (İhvân-üs-safâ)<br />

kitâblarına ve Ebül Hayyânın sözlerine uyanlardır. İbni Arabî ve<br />

İbni Seb’în ve benzerleri, felsefecilerin sözlerini alarak tesavvufcu sözü şekline<br />

sokmuşlardır. İbni Sînânın, (Âhırül-işârât alâ-makâmil ârifîn) kitâbında<br />

böyle yazıları çokdur. İmâm-ı Gazâlî de, ba’zı kitâblarında meselâ, (El-kitâbülmadnûn)<br />

ve (Mişkât-ül-envâr) kitâbında böyle şeyler bildirmişdir. Hattâ, arkadaşı<br />

Ebû Bekr-ibnül-Arabî, buna felsefeye daldığını bildirmiş ve kendisini buradan<br />

kurtarmağa çalışmış, fekat kurtaramamışdır. İmâm-ı Gazâlî, bir tarafdan<br />

da, felsefecilerin kâfir olduklarını bildirmişdir. Ömrünün sonunda, (Buhârî)<br />

okumuşdur. Böylece, o yazılarından vaz geçmiş olduğunu söyleyenler vardır.<br />

Ba’zıları da, böyle sözler imâm-ı Gazâlîye iftirâ olarak yazılmışdır dediler. Bu<br />

konuda, İmâm için, söylentiler çokdur. Sicilya adasında yetişmiş olan Mâlikî âlimlerinden<br />

Muhammed Mâzerî ve Endülüs âlimlerinden Turtûşî ve İbn-ül-Cevzî<br />

ve İbnü Ukayl ve başkaları çok şeyler söyledi).<br />

İbni Teymiyyenin yukarıdaki sözleri Ehl-i sünnet âlimlerine karşı olan kötü düşüncelerini<br />

açıkca göstermekdedir. Eshâb-ı kirâmın büyüklerini bile böyle kötülemekdedir.<br />

Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğuna böylece sapık damgası basmışdır. Bu<br />

arada büyük Velî, âriflerin kutbu Ebül Hasen-iş-şâzilî hazretlerini, (Hizb-ül-kebîr)<br />

ve (Hizb-ül-bahr) kitâblarından dolayı çok kötülemiş ve Muhyiddîn ibnül Arabî<br />

ve Ömer-ibn-il-fârıd ve İbnü-seb’în ve Hallâc Hüseyn bin Mansûr gibi tesavvuf<br />

büyüklerini çirkin kelimelerle alçaltdığı için zemânındaki âlimler, bunun fısk ve<br />

bid’at sâhibi olduğunu sözbirliği ile bildirdiler. Küfrüne fetvâ verenler de oldu. [Derin<br />

islâm âlimi Abdülganî Nablüsî, (El-Hadîkat-ün-nediyye) kitâbının 363 ve 373.<br />

cü sahîfelerinde, bu tesavvuf büyüklerinin ismlerini yazarak, birer Velî olduklarını<br />

ve bunlara dil uzatanların câhil ve gâfil olduklarını bildirmekdedir.] 705 [m. 1305]<br />

senesinde, ibni Teymiyyeye yazılan bir mektûbda deniyor ki, (Kendini büyük<br />

âlim ve zemânının imâmı sanan din kardeşim! Seni Allah rızâsı için sevmişdim. Sana<br />

karşı olan âlimleri beğenmiyordum. Fekat, senin sevmeğe uymayan sözlerini<br />

işitince şaşırdım. Aklı olan kimse, güneş batınca, gecenin başlamasında şübhe e-<br />

der mi? Sen, doğru yolda olduğunu ve (Emr-i bil ma’rûf) ve (Nehyi-anil-münker)<br />

– 497 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:32


yapdığını bildirmişdin. Maksadının ve niyyetinin ne olduğunu Allahü teâlâ bilir.<br />

Fekat, ihlâs insanın işlerinden belli olur. Senin işlerin, sözünün perdesini yırtmakdadır.<br />

Nefslerine uyanlara, sözleri çürük olanlara uyarak zemânındakilere sövmekle<br />

kanâ’at etmeyip, ölülere de kâfir damgasını basdın. Selef-i sâlihînden sonra gelenlere<br />

saldırdığın yetişmiyormuş gibi, Eshâb-ı kirâma ve bunların büyüklerine de<br />

dil uzatdın. Kıyâmet günü, bu büyükler, haklarını istedikleri zemân, ne hâle düşeceğini<br />

düşünmüyor musun? Sâlihiyye şehrinde, Câmi’ül-cebel minberinde, Hazret-i<br />

Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” yanlış sözleri ve belâları vardır dedin. Bu belâlar<br />

ne imiş? Selef-is-sâlihînden hangi belâyı işitdin? Hazret-i Alînin “radıyallahü<br />

teâlâ anh” üçyüzden fazla hatâsı olduğunu söyliyorsun. Hazret-i Alî böyle<br />

olunca, senin doğru bir sözün olabilir mi? Şimdi sana karşı harekete geçiyorum.<br />

Müslimânları senin şerrinden korumağa çalışacağım. Çünki, azgınlığın haddi aşdı.<br />

Eziyyetlerin bütün dirilere ve ölülere ulaşdı. Mü’minlerin senin şerrinden sakınmaları<br />

lâzımdır.)<br />

İbni Teymiyyenin Selef-i sâlihînden ayrıldığını gösteren mes’eleleri Tâcüddînüs-Sübkî<br />

şöyle bildirmekdedir:<br />

1 — Talâk vâkı’ olmaz. Yemîn keffâreti vermek lâzımdır diyor. Kendisinden evvel<br />

gelen islâm âlimlerinden hiçbiri keffâret verileceğini bildirmedi.<br />

2 — Hâid kadına verilen talâk vâki’ olmaz diyor.<br />

3 — Amden, kasden terk edilen nemâzı kazâ etmek lâzım değildir diyor.<br />

4 — Hâid kadının Kâ’beyi tavâf etmesi mubâhdır. Keffâret vermez diyor.<br />

5 — Üç olarak verilen talâk, bir talâk olur diyor. Hâlbuki, bunu bildirmeden önce,<br />

icmâ’ul-müslimînin böyle olmadığını kendisi senelerce söylemişdir.<br />

6 — İslâmiyyete uygun olmayan vergiler, bunu isteyene halâldir diyor.<br />

7 — Bunlar tüccârdan alınınca, niyyet edilmese bile, zekât yerine geçer diyor.<br />

8 — Suda fâre gibi hayvan ölünce necs olmaz diyor.<br />

9 — Cünüb olanın, gece gusl etmeden nâfile nemâz kılması câizdir diyor.<br />

10 — Vâkıfın yapdığı şarta i’tibâr olunmaz, diyor.<br />

11 — İcmâ’ı ümmete uymayan kimse, kâfir olmaz ve fâsık olmaz diyor.<br />

12 — Allahü teâlâ mahall-i havâdisdir ve zerrelerden yapılmışdır diyor.<br />

13 — Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın zâtında yaratılmışdır diyor.<br />

14 — Âlem, ya’nî her mahlûk, nev’i ile kadîmdir diyor.<br />

15 — Allah, iyi şeyleri yaratmağa mecbûrdur diyor.<br />

16 — Allahü teâlânın cismi ve ciheti vardır ve yer değişdirir diyor.<br />

17 — Cehennem ebedî değildir, sonunda söner diyor.<br />

18 — Peygamberlerin ma’sûm olduklarını inkâr ediyor.<br />

19 — Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” diğer insanlardan farkı yokdur.<br />

Onu vâsıta kılarak düâ etmek câiz olmaz diyor.<br />

20 — Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ziyâret etmeğe niyyet ederek<br />

Medîne şehrine gitmek günâhdır diyor.<br />

21 — Şefâ’at istemek için gitmek de harâmdır diyor.<br />

22 — Tevrât ve İncîlin kelimeleri değil, ma’nâları değişmişdir diyor.<br />

Ba’zı âlimler, yukarıda bildirilenlerin çoğu İbni Teymiyyenin sözü değildir dedi<br />

ise de, Allahü teâlânın ciheti olduğunu ve parçaların birleşmesinden meydâna<br />

geldiğini söylediğini inkâr eden yokdur. Bununla berâber, ilminin, celâletinin ve<br />

diyânetinin çok olduğu söz birliği ile bildirildi. Fıkh, ilm, adl ve insâf sâhibi olanın,<br />

bir şeyi incelemesi, ondan sonra ve ihtiyâtlı olarak karâr vermesi lâzımdır. Hele<br />

bir müslimânın küfrüne, irtidâdına, dalâletine ve öldürülmesine karâr verirken<br />

çok incelemek ve ihtiyâtlı davranmak lâzımdır. İbni Hacer-i Mekkînin “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” (Fetâvel-hadîsiyye) kitâbındaki yazısı burada temâm oldu.<br />

– 498 –


Zemânımızda, İbni Teymiyyeyi taklîd etmek modası ortaya çıkdı. Onun sapık<br />

yazılarını savunuyor ve kitâblarını, bilhassa (Vâsıta) kitâbını basdırıyorlar. Bu kitâb<br />

başdan başa onun Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere ve icmâ’ı müslimîne uymıyan<br />

fikrleri ile doludur. Okuyanlar arasında büyük fitne ve bölücülük uyandırmakda,<br />

kardeşi kardeşe düşman etmekdedir. Hindistânda bulunan vehhâbîler<br />

ve başka islâm memleketlerinde, bunların tuzaklarına düşmüş olan câhil din<br />

adamları, İbni Teymiyyeyi kendilerine bayrak yapmışlar, ona (Büyük müctehid),<br />

(Şeyh-ul-islâm) gibi ismler takıyorlar. Onun sapık fikrlerine, bozuk yazılarına<br />

din ve îmân diye sarılıyorlar. Müslimânları parçalıyan, islâmiyyeti içerden yıkan<br />

bu fecî’ akıntıyı durdurmak için Ehl-i sünnet âlimlerinin onu red eden, vesîkalarla<br />

çürüten kıymetli kitâblarını okumalıdır. Bu kıymetli kitâblar arasında, büyük<br />

imâm, derin âlim Takıyyüddîn-üs-Sübkînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Şifâ-üssikâm<br />

fî-ziyâreti-hayril-enâm) kitâbı, İbni Teymiyyenin bozuk fikrlerini mahv<br />

etmekde, fesâdlarını yok etmekde, inadcılığını ortaya koymakdadır. Kötü niyyetlerinin,<br />

bozuk inanışlarının yayılmasını önlemekdedir.<br />

10 — (EL-CEMÂ’AT-ÜL-İSLÂMİYYE) bid’at fırkasını, 1360 h.-1941 m. senesinde,<br />

Hindistânda Mevdûdî isminde bir mezhebsiz kurmuşdur. 1988 târîhli<br />

(Eş-şakîkân) ismindeki kitâbda Humeynîyi medh eden yazıları mevcûddur. (EL-<br />

CEMÂ’ATÜT-TEBLÎGİYYE) fırkasını da, 1345 [m. 1926] senesinde Muhammed<br />

İlyâs Dehlevî kurmuş, 1363 [m. 1944] de ölmüşdür. Yerine geçen oğlu Muhammed<br />

Yûsüf, arabî (Hayât-üs-sahâbe) kitâbında, Eshâb-ı kirâmı çok medh ederek,<br />

gençleri aldatmakdadır. Ömer Rızâ Doğrulun ingilizceden türkçeye terceme etdiği<br />

(Asr-ı se’âdet târîhi) başka olup, (El-Fârûk) kitâbının müellifi olan, Hindistânlı<br />

Şiblî Nu’mânînin (Es-sîretünnebeviyye) kitâbının tercemesidir. Yûsüf 1394<br />

[m. 1974] de öldü. (Fâideli Bilgiler) kitâbına bakınız! Şiblî Nu’mânî 1332 [m.<br />

1914] de öldü. (Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbında, (El-Fârûk) kitâbı geniş anlatılmakdadır.<br />

Ehl-i sünnetden ayrılmış olanlar, yukarda bildirdiğimiz ismler altında gizlenerek,<br />

kendilerini müslimân tanıtıyorlar. Müslimân olmıyanlarla münâkaşa ederek,<br />

islâmiyyetin hak din, biricik se’âdet yolu olduğunu anlatıyorlar. Bunu anlıyanlar,<br />

hemen müslimân oluyorlar. Fekat, bu zevallıları aldatarak, kendi bozuk fırkalarına<br />

çekiyorlar. Nobel mükâfâtı almış olan fizikci Abdüsselâm Kadyânîdir. 1980<br />

senesinde, cenûb Afrikada, hıristiyanlarla mücâdele ederek, onları islâmiyyete cezb<br />

eden, Ahmed Didad da, ehl-i sünnet değildir. Bu mezhebsizler, yeni müslimân olanların,<br />

Ehl-i sünnetin hak yoluna, ebedî se’âdete kavuşmalarına mâni’ olmakdadırlar.<br />

22 — HURÛFÎLİK<br />

Bektâşî deyince iki dürlü insan anlaşılır: Birincisi, hakîkî, doğru Bektâşî olup,<br />

hâcı Bektâş-ı Velî hazretlerinin gösterdiği hak yolunda giden temiz müslimânlardır.<br />

Bektâşîlerin ikincisi, sahte, yalancı Bektâşîlerdir. Bunlar, bozuk yolda olan hurûfîlerdir.<br />

Eskiden Bektâşî denilen kimselerin çoğu bunlardı. Zemânla azaldılar,<br />

yok oldular. Şimdi Türkiyede sahte, bozuk bektâşî yokdur. Sahte bektâşîler, müslimânlar<br />

arasında râhat yaşamak ve inançlarını saklayarak, gençleri aldatabilmek<br />

için, bu kıymetli ismi maske olarak kullanmışlardı. Böyle, çeşidli kıymetli ismler<br />

altında saklanan dinsizler az değildir. Meselâ, (Melâmî) ismi böyledir. Hiç ibâdet<br />

yapmayan, her çeşid günâhı, kötülüğü işliyen, islâmiyyete uymayan sapıklar, kendilerine<br />

melâmî dediler. Hâlbuki melâmî, beş vakt nemâz gibi farzları câmi’de kılıp,<br />

harâmlardan kaçınan, nâfile ve sünnetleri evinde gizli kılıp, şöhretden sakınan<br />

temiz kimse demekdir. Tokadlı İshak efendi (Kâşif-ül-esrâr) kitâbında diyor ki:<br />

– 499 –


Müslimânları aldatmak için kendilerine kıymetli bir ism takan yalancılardan biri<br />

de, Bektâşî tarîkati adı altında toplanan hurûfîlerdi. Hurûfîlik, bir mezheb değildir.<br />

Bir tarîkatdir. Bu bozuk tarîkatde bulunanlar, önceleri iç yüzlerini saklıyorlardı.<br />

[1288] hicrî yılında, maskelerini kaldırmağa başladılar. (Câvidân) adındaki<br />

gizli kitâblarını ortaya çıkardılar. Bu kitâbları altı formadır. Bir formasını hurûfîliğin<br />

kurucusu olan Fadlullah bin Ebî Muhammed Tebrîzî, fârisî dili ile yazmış,<br />

beş formasını da, bunun talebesinden ba’zıları düzmüşdür. Bunlardan Ferişteh oğlunun<br />

(Aşknâme) adındaki formasında, küfrleri, öteki formalardaki kadar açık yazmadığından,<br />

bunu, 1288 [m. 1871] de İstanbulda taş üzerinden basdılar.<br />

Fadlullah Hurûfî adındaki zındık, (Karâmıtî) tarîkati kalıntılarından birinin dervîşi<br />

idi. Karâmıtîlere (İbâhiyye) de denir. Bunlar, harâmlara halâl deyip, yetmiş<br />

seksen sene hâcıları soydular. Müslimânları öldürdüler. Hükûmet kurdular. Hükûmetleri<br />

372 [m. 983] senesinde yıkılınca, dağıldıkları yerlerde gizlendiler. Bunlardan<br />

Hasen Sabbâhın kurduğu (İsmâ’îliyye) devleti de, 654 [m. 1256] de yıkıldı.<br />

Fadl, Îrânda Esterâbâd şehrinde, gizlice küfr yaydı. Dokuz yardımcı buldu. Nokta<br />

ilmi diye birşey uydurdu. Bu iş mubâhdır, nokta çift geldi. Falan şey harâmdır,<br />

nokta tek geldi derdi. İbni Hacer-i Askalânî hazretleri, (Enbâ-ı Fadl) adındaki târîhinde,<br />

Fadlullah ve hurûfîlik tarîkati hakkında geniş bilgi vermekdedir. Fadlullahın<br />

küfrleri yayılınca, Tîmûr hânın oğlu Mîrân Şâh “rahmetullahi teâlâ aleyh”,<br />

babasının emri ile, 796 [m. 1393] senesinde, Fadlullahı öldürdü. Bacağına ip takılıp,<br />

sokaklarda sürüklendi. Böylece, islâmiyyet büyük bir düşmandan kurtuldu. Yavuz<br />

Sultân Selîm hân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, şâh İsmâ’îli maglûb ederek,<br />

şî’îliğin yayılmasını önlediği gibi, Tîmûr hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” da, islâmiyyet<br />

için çok tehlükeli olan Hurûfîliğin yayılmasını önliyerek, islâmiyyete büyük<br />

hizmet etmişdir. Bunun için, sahte olan Bektâşî, ya’nî (Hurûfî) tarîkatinin müridleri,<br />

Tîmûr hânı sevmez, onu hep kötülerler.<br />

Fadlullah öldürülüp, Esterâbâd yıkılınca, dokuz yardımcısı kaçdı. Bunlardan<br />

(Alî-yül-a’lâ) adındaki kimse, Anadoluda bir Bektâşî tekkesine geldi. (Câvidân)ı gizlice<br />

yaymağa, câhilleri aldatmağa başladı. Hâcı Bektâş-ı Velînin yolu budur dedi. Harâmlara<br />

mubâh, nefsin arzûlarına, serbestdir dediği için, tarîkati kötü insanlar arasında<br />

çabuk yayıldı. Sözlerine (Sır) deyip, çok gizli tutulmasını emr ederdi. Sırları<br />

yabancılara açanları öldürmek bile vâkı’ olurdu. Sırlara (Câvidân) kitâbında a, c, v,<br />

z gibi harflerle işâret edilmekdedir. Herbiri kâfirlik olan bu işâretler, (Miftâh-ul-hayât)<br />

adındaki kitâbda açıklanmışdı. Bu kitâba da Sır dediler. Elinde Sır kitâbı bulunmıyan<br />

kimse, (Câvidân)ı anlayamaz. [800] yılından beri, çok zevâllıları aldatdılar.<br />

Dinden çıkardılar. Aralarına masonlar da karışdı. Yehûdî parası ile beslendiler.<br />

1240 [m. 1824] senesinde, küfrlerini yaymağa başladılar. Sultân İkinci Mahmûd<br />

hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” tarafından (Ulu)ları katl edildi. Bektâşî tekkeleri dağıtıldı.<br />

Yerlerinin Nakşibendîlere verilmesi için fermân buyuruldu. Dağılarak gizli<br />

çalışdılar. 1288 [m. 1871] de yine ortaya çıkdılar. Ferişteh oğlu Abdülmecîdin (Aşknâme)<br />

risâlesini 1288 [m. 1871] de basdılar. Yayılmağa başladılar. Bunlara aldananlara<br />

(Aşk tâifesi) denildiği, Bursalı İsmâ’îl Hakkı efendinin “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” (Huccet-ül-bâliga) kitâbı başında yazılıdır. [Mâliye mahkemesi a’zâsından,<br />

Seyyid Ahmed Rif’ât beğin 1293 [m. 1876] de yazdığı, (Mir’ât-ül-mekâsıd) kitâbında<br />

diyor ki, (Abdülmecîdin kardeşi olan Ferişteh oğlu Abdüllatîf, Ehl-i sünnet idi.<br />

Tesavvuf üzerinde hâzırladığı kitâbdan, sâlih bir zât olduğu anlaşılmakdadır. Kardeşi<br />

Abdülmecîdin Hurûfî tarîkatine kaymasına çok üzülmüşdü. Onlara uymadı).<br />

Ferişteh oğlu Abdülmecîd, Aşknâmeden başka kitâblar da yazdı. (Se’âdetnâme)<br />

kitâbında, bunu (Câvidân) ve (Aşknâme) ve (Muhabbetnâme)den terceme etdim<br />

ve 826 [m. 1422] yılında temâm oldu, demekdedir. Fadlullahın baş halîfesi Mahmûd,<br />

şeyhinden ayrıldı. (İlm-i nokta) diye (Câvidân-i sagîr) adında bir kitâb yazdı.<br />

Burada, hurûfîlerin zındık, kâfir ve mel’ûn olduklarını bildirdi. (Câvidân)<br />

– 500 –


okuyanların çoğunun ilhâd üzere oldukları, (Kur’ânın zâhiri murâd değildir. Bâtını<br />

murâd edilmekdedir) dedikleri, böylece tekrâr dirilmeği inkâr ederek kâfir oldukları,<br />

Bursalı İsmâ’îl Hakkı efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Huccet-ül-bâliga)<br />

kitâbında yazılıdır. Bu kitâb, (Reşehât) kitâbının kenârında, 1291 [m. 1874]<br />

de İstanbulda basdırılmışdır. Hurûfîler, küfr ve ilhâdda en ileri gidenlere seyyid<br />

derler. Bunun için, birçokları, seyyid olduklarını söylemişlerdir. Bektâşî tarîkati<br />

adı altında saklanan hurûfîler, müslimânları aldatmak için, birkaç yoldan saldırıyorlardı:<br />

1 — Fadl-ı Hurûfîye, ilâh, tanrı diyorlardı. (Câvidân)da diyor ki, (Tanrılık,<br />

ezelde görünmez bir kuvvet idi. Önce harfler şeklinde, sonra Peygamberler şeklinde,<br />

nihâyet Fadlda açığa çıkdı. Önce, Âdem peygamber şeklinde göründü. Melekler,<br />

bunun için Âdeme secde etdi. Dört kitâbının ma’nâsını Câvidânda bildirdi).<br />

2 — Hazret-i Alînin sözleri diyerek uydurdukları (Hutbet-ül beyân) ve başka<br />

kitâblarında, hadîsler düzerek, Alîyi sevenlere günâh zarâr vermez diyorlardı. Böylece,<br />

ibâdete lüzûm yokdur. Harâmlar halâldir diyerek, amelsiz, ibâdetsiz Cennete<br />

gitmek isteyen câhilleri aldatdılar. Bir kimseyi böyle aldatıp, ibâdetden, îmândan<br />

ayırdıkdan sonra, Sır kitâbını öğretmeğe başlarlardı. Çünki, (Câvidân)da,<br />

Ehl-i beytin ismi bile yokdur. (Hutbet-ül-beyân)ın türkçe şerhi de vardır.<br />

3 — Bütün dinlerin bir olduğunu, hepsinin onaltı kemerbend içinde toplandığını<br />

söylerlerdi. Onaltı kemerden herbiri, bir Peygamberin dîni imiş. O kemeri kullanan,<br />

o Peygamberin dînini yapmış olurmuş. Meselâ Âdem aleyhisselâmın kemerini<br />

takan, hep meşin giyermiş. Çünki, Âdem “aleyhisselâm” deri elbise giymiş. Mûsâ<br />

aleyhisselâmın kemerini takan, kısrağa binmezmiş. Îsâ aleyhisselâmın kemerini<br />

takan, evlenmez imiş. Fekat zinâ ve livâta yapması mubâh imiş. Çünki, Îsâ<br />

“aleyhisselâm” bekâr imiş. Hıristiyanların üç uknûmuna, ya’nî üç tanrı olduğuna<br />

inandıkları, Ferişteh oğlunun (Câvidân)ında yazılıdır. Yine orada, Alî denilen zât,<br />

Fadl-ı Hurûfî idi diyor. Başka bir sahîfesinde, Fadl-ı Hurûfî, Muhammed aleyhisselâmdan<br />

ve Alîden (hâşâ) dahâ üstündür. Onlar, dînin inceliğini Fadl kadar bilmiyorlardı<br />

diyor. Yazıları birbirini tutmuyor.<br />

Sahte olan bu Bektâşîler, Şî’î de, Alevî de değildir. Müşrikdirler. Yehûdîler ve<br />

masonlar tarafından desteklenerek, câhil müslimânları dinden çıkarmakdadırlar.<br />

Yeni aldatılanlara, (Câvidân)ı göstermeyip, kendilerini Alevî olarak tanıtıyorlardı.<br />

Hâlbuki, Şî’î âlimleri de, bu sahte Bektâşîlerin Alevî olmadığını, kâfir olduğunu<br />

söylemekdedir.<br />

4 — Harâmlara, yalan söylemeğe câiz dedikleri için, (Hamzanâme) ve (Battâl<br />

gâzî) gibi çeşidli kitâblar yazdılar. Baba denilen ulularından uydurma kerâmetler<br />

anlatdılar. İstanbulda Merdiven köyündeki tekkelerinin kurucusu olan (Ahmed baba),<br />

gençleri toplayıp, ismi bilinmiyen babalardan biri şöyle uçmuş, bir ânda Şâma<br />

gitmiş, falan gün, beni falan meyhâneden kaldırın demiş, o gün gitmişler, küpün<br />

dibinde ölü bulmuşlar. Başka bir baba, arslana binmiş, okyânusu dolaşıp gelmiş<br />

derdi. Bunun hocası olan Halîl baba da, Samatyada, bir evde gençleri toplıyarak<br />

yalanlar söylerdi. [(Kâşif-ül-esrâr) kitâbının sâhibi, devâm ederek diyor ki,] orada<br />

bulunarak, babayı rezîl etdim. Ev sâhibi de, beni evinden kovdu. Yalanlarından<br />

biri de, herkese mal, rütbe, evlâd verilmesi, insanların ölmesi, hastaların iyi olması,<br />

babaların elindedir derler. Nemâzı bir kerre kılmak farzdır. Oruc da, ömründe<br />

bir gün tutmak farzdır. Gusl de, ömründe bir kerre farzdır. Gusl edip de, vücûdünüzü<br />

hırpalamayınız derlerdi. Bunlara inanıp, dinden çıkanlara esrâr söylemeğe başlarlardı.<br />

Muhammed dedikleri (hâşâ) Alî idi. Allah dedikleri de (hâşâ) Alîdir<br />

derlerdi. Bir kimse, aklını kaçırıp, buna da inanırsa, bunların hepsi Fadldır derler.<br />

Her kötülük, fuhş sana mubâh oldu derler. Bunu oturak âlemine sokarlardı.<br />

Tarîkat, oniki dânedir derlerdi. Bu nasıl şeydir denilse, sen hâcı Bektâş-ı Velî-<br />

– 501 –


yi inkâr mı ediyorsun derlerdi. Hâlbuki, hâcı Bektâş-ı Velî hazretleri, islâmiyyete<br />

uyar, sünnet-i seniyyeden ayrılmazdı. Talebesi de böyle idi. Fekat, sonra gelen câhiller,<br />

aldatılıp, Bektâşîlik adını, bu dinsiz hurûfîler, kendilerine mal etdi. Çok şükür bugün,<br />

bu sahte bektâşîler kalmadı. Şimdi Türkiyede bulunan Bektâşîlerin hepsi hakîkî<br />

müslimândır. Sünnî olan müslimânlarla kardeş olarak yaşamakdadırlar.<br />

Hurûfîlerin yalanlarından biri de, Bektâşîler içinde ba’zı azgınları var ise de, bizim<br />

babamız öyle değildir, derlerdi. Hâlbuki, sahte Bektâşî, içki içerdi. Hiç nemâz<br />

kılmazlardı. Böyle kimselere Bektâşî denilir mi? Bunların en meşhûrları olan<br />

Osmâncıkda (Koyun baba), Elmalıda (Abdal Mûsâ), Eskişehrde (Şücâ’eddîn), Dimetokada<br />

(Kızıl deli), Kalkandelende (Sersem Alî) adındaki babaları, hep (Câvidân)<br />

okumakda, kâfirliği yaymakda idiler. [Koyun babanın, sahte Bektâşî tarîkatinin<br />

dervişlerinden olduğu, (Müncid) lügatinde de yazılıdır.]<br />

Sahte Bektâşîler bıyıklarını uzatırlar. Bıyık uzatmak hazret-i Alînin sünnetidir<br />

derlerdi. Bıyık kesmek, Mu’âviyenin sünnetidir derlerdi. Hâlbuki, bıyıkları kısaltmak,<br />

hadîs-i şerîflerle emr edildi. Bıyık kısaltmak, sünnet-i müekkededir. Bunlar,<br />

seviyoruz dedikleri hazret-i Alînin, bu sünneti yapmadığını, düşman oldukları hazret-i<br />

Mu’âviyenin ise, sünnete uyduğunu söylüyorlar. Bıyıkları kısaltmak için,<br />

(Buhârî-yi şerîf)de çeşidli hadîs-i şerîfler var. Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ<br />

anh” bu emrlere uymadığını söylemek, onu sevmek değil, ona düşmanlık etmek<br />

olur. Düşmana korkunç görünmek için, bıyıkları, tırnakları muhârebede uzatmağa<br />

izn verildi. Başka zemânda uzatmak mekrûh oldu. Fadlullah-ı Hurûfî, kaş,<br />

kirpik, bıyık gibi kıllar, bir mukaddes harfin insanda görünüşüdür. Meleklerin Âdeme<br />

secde etmesine sebeb, bu zuhûrâtdır. Bıyık mukaddesdir. Kesmesi, büyük<br />

günâhdır dedi. Şâh İsmâ’îl, bıyığını uzatmağı, hurûfîlerden aldı. Sünnîlere benzememek<br />

için, acemlerin bıyıklarını uzatmasını emr etdi. Gençleri aldatmak için, hazret-i<br />

Alînin sünnetidir dediler. O büyük imâma iftirâ etdiler.<br />

Hurûfî tarîkatinin zikrleri, ibâdetleri, okumaları yokdur. Her sabâh pîrin evinde,<br />

meydân odasına toplanırlardı. Birisi, bir elindeki tepsi içinde, adam sayısında<br />

şerâb kadehi ve birer dilim ekmek, peynir olarak odaya girer. Bunu saygı ile ve bir<br />

ağızdan gülbânk okuyarak karşılarlardı. Herkesin önüne gelerek birer dâne verir.<br />

Ta’zîm ile alır, yüzlerine sürer, sonra yirler, içerlerdi. Bütün ibâdetleri bundan ibâretdi.<br />

Evli olanı, kadınlarını, kızlarını da, toplantıya getirir. İçerler ve dans ederler.<br />

Birisi, birinin kadınını veyâ kızını beğenirse, erkeğe gelip, sizin bağçeden bir<br />

gül koparacağım der, izn ister. O da, zevcesini çağırıp, bu canın talebini hak et der.<br />

Sonra takbîl ederdi. Bu taleb karşılıklı olursa, iki adam da babanın önüne gelip,<br />

izn isterler. Baba izn verince, ömrleri boyunca, birbirlerinin ayâlini istifrâş ederlerdi.<br />

Şimdi Türkiyedeki Bektâşîlerde ve alevîlerde böyle kötülükler yokdur.<br />

Hurûfî tarîkatinin babaları, papaslar gibi günâh çıkartırlardı. Günâh sanılan bir<br />

şeyi yapınca, babanın önüne gelir. Baba, kulağını çekerek afv eder. Günâhı büyük<br />

ise, al malını gör yolunu der veyâ yalvarır. Baba da kırklar kurbanı kes, yâhud üçyüzler<br />

nezri ver der. Birkaç lirasını alıp, afv etdim derdi. Hurûfî tarîkatindeki kadınlardan<br />

biri, Hurûfî olmıyan bir adam ile buluşsa, babaya gelip, üzerimden bir<br />

köpek atladı der. Baba, para alır, afv olur. Her babanın yolu başka idi. Bir toplantı<br />

gecesinde, babanın önüne bir kadın gelip baş eğdi. Baba buna, bukağı çöz dedi.<br />

Baba dilediği birine, kalk şu bacıyı tomruğa vur dedi. Adam, kadınla bir odaya<br />

çekildiler. Bir derdine dermân arayan bir kadın, bir hurûfî kadınına sorar. O da,<br />

bizim baba iyi büyü yapar diyerek, tekkeye götürür. Soyun! Baba geliyor derler.<br />

Kadın olmaz der ise de, sakın ha. Buradan sır çıkmaz, cenâzen çıkar diyerek korkuturlar.<br />

Kadın teslîm olur. Sonra, getiren kadın, buna, babanın işi, kötülük değildi.<br />

Hazret-i Alînin sünnetini yapdı der. Bunlarda, halâl, harâm diye birşey olmadığından,<br />

en aşağı kâfirlerin bile yapamıyacağı, çirkin, alçak işleri yapmakdan çekinmezler!<br />

[(Kâşif-ül-esrâr) kitâbının yazdığı bu çirkin şeyler, şimdi Türkiyede bu-<br />

– 502 –


lunan alevîlerde ve hakîkî bektâşîlerde yokdur. Şimdi, memleketimizde, sahte bektâşî<br />

tarîkati denilen hurûfîler mevcûd değildir.]<br />

Garbî Trakyada, kal’a dışında (Gül Baba) denilen yerde, Zülfikâr adındaki bir<br />

sahte Bektâşî babası, Nevruz günü kadın erkek hurûfîleri toplayıp, içerler. Serhoş<br />

olunca, (Şu dağları ben yaratdım, şu çınar ağacına emr etsem, bana secde e-<br />

der, şu ölülere emr etsem kalkarlar) gibi sözlerle, herbiri tanrılık da’vâsında bulunur.<br />

Sonra Mürtezâ isminde bir sahte Bektâşî, ayağa kalkıp, Muhammedin<br />

eşeği kim ise gelsin der. İçlerinden biri gelip, tekbîr ile üzerine biner. Bir eline şerâb<br />

şişesini, bir eline de kadeh alıp, hurûfî tarîkatindeki kadınlar arasına girer. Tekbîr<br />

ile şerâb dağıtmağa başlar. Bütün kadınlar içdikden sonra, erkekler tarafına<br />

gelir. Nemâz kılalım diye bağırır. Hepsi kalkar. Kıbleye arkalarını dönüp, babaları<br />

imâm olup, şöyle kılarlar: (Nemâz yalandır. Ben nemâza inanmam, ben nemâz<br />

kılmam) diye bağırdıkdan sonra secdeye yatarlar. Babaları, secdede bir<br />

ayağı ile bir elini yukarı kaldırıp bağırır. Bu Mürtezâ, iki zevcesini çıplak olarak<br />

ellerinden tutup, uzakda bulunan müslimânlardan Sâmî beğin yanına gelir. Gördün<br />

mü? Bektâşîlik ne güzeldir değil mi? Sen de Bektâşî olsan, çok iyi olur.<br />

Uzakda mahrûm oturacağına, bizimle birlikde zevk ederdin, der. Kadın erkek sahte<br />

Bektâşîler, yürüyüp, ta’tîl günü hava almağa çıkan müslimân âileleri üzerine<br />

saldırırlar. Buraları bizimdir. Bizden olmıyanların burada ne işi var derler. Çarşaflarını<br />

yırtarlar. Zevallı kadınlar, can kurtaran yok mu diye bağırarak kaçar. Erkekleri<br />

az olup, kadınları kurtaramazlar. Kal’ada bulunan topcu askerleri feryâdı<br />

işitip, imdâda gelirler. Hurûfîleri dağıtırlar. Kâfirlerin bile yapamıyacağı böyle<br />

alçakça bir islâm düşmanlığı, bu bölgenin vilâyet mektûbcusu vekîli bulunan<br />

Mustafâ beğ de, Bektâşî olduğu için, örtbas edilir. Mason gazetelerinde de, başka<br />

şeklde yazılır. 1288 [m. 1871] yılında olan bu iğrenç davranışlar, hamiyyetli müslimân<br />

halk tarafından, büyük bir dilekce ile İstanbulda, sadâret-i uzmâya [Başvekilliğe]<br />

bildirilir. Cezâları verilir.<br />

Bektâşî mubârek ismi altında gizlenen bu yalancıların kâfir olduklarını gösteren<br />

kitâblarından biri de, (Hakîkatnâme) kitâbıdır. (Câvidân)ın şerhlerinden biridir.<br />

Bir kitâbları da, Emîr Alînin yazdığı (Mahşernâme)dir. Bir kitâbları da,<br />

(Mukaddemet-ül-hakâyık) kitâbıdır. (Aşknâme)deki küfrleri tekrârlamakdadır.<br />

Bunlara inanmıyanlara la’net etmekde, öldürülmelerini emr eylemekdedir. Bir kitâbları<br />

da (Viran abdal) risâlesidir. Bu kitâb, sırlarından olmayıp, müslimânları aldatıp<br />

dinden çıkarmak için okurlar. Hazret-i Âişeye “radıyallahü anhâ” iftirâ etmekde,<br />

İmâm-ı a’zama “rahmetullahi teâlâ aleyh” hâricî deyip, kötülemekdedir.<br />

Fadl-ı Hurûfînin (Câvidân)daki yazılarını, hazret-i Alînin sözleri diye yazmakdadır.<br />

Birçok uydurma abdest, nemâz ve ibâdetler anlatmakdadır. Bir kitâbları da,<br />

(Âhıretnâme)dir. (Aşknâme) gibi küfr doludur. Fadl-ı Hurûfînin tanrı olduğunu<br />

isbâta uğraşmakdadır. Bir kitâbları, (Risâle-i Fadlullah)dır. Bir kitâbları da, (Tuhfet-ül-Uşşak)dır.<br />

(Risâle-i Bedreddîn) ve (Risâle-i nokta) kitâbları da, hep (Câvidân)ın<br />

şerhleridir. Bir kitâbları da, (Risâle-i Hurûf)dur. Birisi de, (Türâbnâme)dir.<br />

Birisi de, (Vilâyetnâme)dir. Bunların çoğu fârisîdir.<br />

Bütün kitâbları altmış kadardır. Hepsi, Allahü teâlâyı inkâr etmeğe ve ahkâm-ı<br />

islâmiyyeyi kaldırmağa dayanmakda, Fadl-ı Hurûfîye tapınmağa sürüklemekdedir.<br />

Bütün kâfirlerden, bütün fırkalardan dahâ kötü oldukları, yukarıdaki bilgilerden anlaşılmakdadır.<br />

(Kâşif-ûl-esrâr) kitâbının yazısı burada temâm oldu.<br />

1327 [m. 1909] senesinde İstanbulda basılan A.Rıfkı efendinin (Bektâşî Sırrı)<br />

kitâbında diyor ki, (Bektâşîlik, hâcı Bektâş-ı Velî ve Lokman Horasânî ve hâce Ahmed<br />

Yesevî vâsıtaları ile Bâyezîd-i Bistâmîye ve Ondan Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerine<br />

ulaşır. Ahmed Yesevîden ayrılan iki koldan Bektâşîler ve Hâcegân hâsıl olmuşdur.<br />

Hurûfîlik, dalâlet yoludur. Bektâşîlik hidâyet yoludur. Hurûfîlik, islâmiyyet<br />

ile ve tesavvuf ile ilgisi olmıyan İsmâ’îliyyenin bir koludur. Kur’ân-ı kerîmi key-<br />

– 503 –


fe, tarîkatlerine göre te’vîl etmişlerdir. (Zerre-nâme), (İskender-nâme), (Fadîletnâme),<br />

(Hakîkatnâme) ve (Risâle-i İstivâ) gibi kitâbları, şî’îler arasında yaygındır.<br />

Bektâşîlerin, (Vilâyetnâme), (Kaygusuz Abdâl risâlesi), (Hutbetülbeyân), (Seyyid<br />

Nesîmî dîvânı), (Küçük vilâyetnâme), (Terzi Alî dede risâlesi) ve (Türâbî Alî<br />

dede risâlesi) gibi kitâblarının hurûfîlikle hiç ilgileri yokdur. (Vâridât-i ilâhiyye)<br />

kitâbının sâhibi, Samavne kadısının oğlu şeyh Bedrüddîn ve halvetî tarîkatinden<br />

Niyâzî Mısrî ve Bayrâmîden Hamza Bâlî ve İsmâ’îl Ma’şûkî, hurûfî değildirler).<br />

Müncî baba şeyh Muhammed Süreyyâ da, (Tarîkati aliyyeyi Bektâşiyye) kitâbında,<br />

(Ehl-i sünnet olanlar, Alînin şî’asıdır. Alîye mensûb olan, bizzarur ehli sünnetdir.<br />

Bektâşîlik için, ister şî’a desinler, ister sünnî desinler, bizce müsâvîdir. (Câvidân)<br />

kitâbının hakîkî bektâşîlikle kat’iyyen bir ilgisi yokdur. O kitâb, islâm<br />

ahlâkını temelinden yıkmakdadır. Hurûfîlik, islâmiyyeti hiçe saymakda, sefâheti,<br />

içkiyi ibâdet yerine koymakdadır) diyor. Görülüyor ki, hakîkî bektâşîler, şî’îliği<br />

ve sünnîliği, Ehli beyti sevmekde birleşdirmekdedir. Hâlbuki şî’îlik, Eshâb-ı kirâmı<br />

sevmemek demekdir. Sünnî olmak ise, Ehli beyti de ve Eshâb-ı kirâmın hepsini<br />

de çok sevmek demekdir. Hakîkî bektâşî olduğunu bildiren, ya’nî Hâcı Bektâş-ı<br />

Velî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin yolunda olan Bektâşîler, şî’î olmağı,<br />

bir bakımdan red etmiyorlar ise de, hurûfî tarîkatinin kötülüklerinin bunlarda<br />

bulunmadığı anlaşılmakdadır. Bugün memleketimizde bulunan alevîlerde<br />

ve bektâşîlerde, hurûfî tarîkatindeki kötülüklerin hiçbiri yokdur. Türkiyedeki alevîlerin<br />

ve bektâşîlerin ve sünnîlerin hepsi, Ehl-i beyt-i nebevîyi çok sevmekde ve<br />

birbirlerini kardeş bilmekdedirler.<br />

Yavûz Sultân Selîm hânın Şâh İsmâ’îl ile harb ederek şî’îlere büyük darbe indirmesinin<br />

mühim bir sebebi de, büyük Ehl-i sünnet âlimi Molla Arabın öğütleridir.<br />

(Mir’ât-i kâinât)da diyor ki, (Molla Arabın ismi, vâız Muhammed bin Ömer<br />

bin Hamzadır. Babası ile dedesi Mâ-verâ-ün-nehrden Antakyaya gelmişdir. Molla<br />

Arab burada tevellüd etmişdir. Küçük yaşda, Kur’ân-ı kerîmi, Kenz ve Şâtibî ve<br />

ba’zı metnleri ezberledi. Babasından ve amcaları şeyh Hüseyn ve şeyh Ahmedden<br />

ders aldı. Halebde ve Kudüsde çok şey öğrendi. Hacdan sonra, Mısrda imâm-ı Süyûtîden<br />

ve Şa’bîden hadîs icâzeti aldı. Mısrdaki çerkes sultânlarından melik Kaytbay<br />

tarafından vâiz ve müftî yapıldı. Sultân için (Nihâyet-ül-fürû’) fıkh kitâbını yazdı.<br />

901 [m. 1496] de Sultân vefât edince, Bursaya, sonra İstanbula geldi. İkinci Bâyezîd<br />

Hân için yazdığı (Tehzîb-üş-şemâil) ve (Hidâyet-ül’ibâd-ilâ-sebîl-ir-reşâd)<br />

kitâbları şöhretini artdırdı. Yundu seferine katılıp, Meton şehrinin fethine sebeb<br />

oldu. Sultân Selîm hânı şî’îlerle cihâda teşvîk ve tahrîk eyledi. Bu maksadla (Essedâd<br />

fî fedâil-il-cihâd) kitâbını yazdı. Çaldıran seferine katılıp, askere va’z ederek<br />

cesâret verirdi. Muhârebede düâ eder, Pâdişâh, Âmîn derdi. Sarayköy ve Üskübde<br />

on sene va’z ve nasîhat ederek çok kâfirin hidâyetine sebeb oldu. Sultân Süleymân<br />

hân ile de Engürüs seferine katılıp, zafer için yapdığı düâları makbûl-i ilâhî<br />

oldu. Sonra Bursaya gelip çeşidli kitâb yazdı. Kimyâ bilgisi de çokdu. İki mescid,<br />

iki de câmi’ yapdı. 938 [m. 1532] de vefât etdi. Bursada, molla Arab mahallesinde,<br />

molla Arab câmi’i yanındaki türbesindedir. Sîret-i Nebevîyi bildiren (Tehzîb-üş-şemâil)<br />

ve (El-mekâsid fî fedâil-il-mesâcid) kitâbları meşhûrdur. Hâl tercemesi,<br />

(Şakâyık) kitâbında uzun yazılıdır.)<br />

Evliyâya kim bakarsa, ten gözîle serseri,<br />

bî basardır, cânı yokdur, ölüdür, değil diri.<br />

Evliyâ cândır, gerekdir can gözîle bakıla,<br />

zîrâ ki, canlı kişiler, câna olur müşteri.<br />

– 504 –


23 — İKİNCİ CİLD, 96. cı MEKTÛB<br />

Bu mektûb, hâce Ebül-Hasen Behâdır Bedahşîye yazılmış olup, Peygamberimizin<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edeceğine yakın kâğıd istediğini açıklamakdadır:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği kullara selâm olsun! Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, mevt hastalığında, kâğıd istedi. (Bana kâğıd getiriniz!<br />

Benden sonra, yolu şaşırmamanız için, size kitâb yazacağım) buyurdu. Ömer<br />

“radıyallahü anh” birkaç Sahâbî ile birlikde, (Bize Allahü teâlânın kitâbı yetişir!<br />

Soralım, sayıklıyor mu?) dedi. Hâlbuki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

her sözü vahy ile idi. Nitekim Vennecmi sûresi, üçüncü âyetinde meâlen, (O, boşuna<br />

konuşmaz. Hep, vahy olunanı söylemekdedir) buyuruldu. Vahy red olunursa,<br />

küfr olur. Nitekim, Mâide sûresi, kırkdördüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın<br />

gönderdiğine uymıyanlar kâfirdir) buyuruldu. Bundan başka, Peygamberin<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” sayıklıyacağını, fâidesiz söyliyebileceğini sanmak,<br />

Ona güvenmeği ve dînine i’timâd etmeği sarsar ki, bu da küfr ve zındıklıkdır. Bu<br />

mühim şübheyi nasıl hal etmeli?<br />

Allahü teâlâ, anlayışını artdırsın. Doğru yolda yürümeni nasîb eylesin! Böyle<br />

şübheleri ortaya atarak, üç halîfeyi ve başka Sahâbîleri lekelemek istiyenler, insâf<br />

etseler ve insanların en iyisinin sohbetinin şerefini, kıymetini anlasalar ve Eshâb-ı<br />

kirâmın “aleyhimürrıdvân” bu sohbetde bulunmakla, nefslerinin isteklerinden,<br />

temâmen kurtulduklarını ve kin, düşmanlık gibi huylardan temizlendiklerini<br />

ve hepsinin din büyüğü, islâmın göz bebekleri olduklarını ve islâmiyyeti kuvvetlendirmek<br />

ve insanların en iyisine yardım etmek için, bütün gücleri ile çalışdıklarını<br />

ve islâmiyyeti yükseltmek için, bütün mallarını fedâ etdiklerini ve Resûlullaha<br />

“aleyhisselâm” olan aşırı sevgileri uğrunda aşîretlerini, kabîlelerini, evlâdlarını,<br />

zevcelerini, vatanlarını, evlerini, sularını, tarlalarını, ağaçlarını, nehrlerini terk<br />

ve fedâ etdiklerini, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” kendi cânlarından çok<br />

sevdiklerini, vahyi, meleği görmekle şereflendiklerini, mu’cize ve hârikalar gördüklerini,<br />

görmeden inanılan şeyleri, görerek anladıklarını, başkalarının bilgilerinin<br />

bunlara görgü olduğunu ve Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ tarafından medh<br />

ve senâ edildiklerini bilseler, bu şübhelerin uydurma sözler olduğunu anlar, kulak<br />

bile vermezler. Bu sözlerin yanlış yerlerini anlamağa, çürük noktalarını ayırmağa<br />

lüzûm bile görmezler. Bu üstünlüklerde, Eshâb-ı kirâmın hepsi ortakdır. En<br />

üstünleri olan (Hulefâ-i râşidîn) ya’nî dört halîfenin büyüklükleri nasıl anlatılabilir?<br />

Ömer “radıyallahü anh” öyle bir Ömerdir ki, Hak teâlâ, onun için Resûlüne,<br />

Enfâl sûresinin altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Ey Peygamberim “aleyhisselâm”!<br />

Sana, Allah ve mü’minlerden, senin izinde gidenler yetişir!) buyurdu. Bu<br />

âyet-i kerîmenin, Ömer “radıyallahü anh” müslimân olduğu için indiğini, Abdüllah<br />

ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” bildiriyor. Eshâb-ı kirâm için söylenen<br />

böyle iftirâlar, hiçbir esâsa dayanmamakdadır. Meydânda olan, bilinen hakîkatlere<br />

uymamakdadır. Kur’ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile red edilmekdedir. Bununla<br />

beraber, bu süâle cevâb vermiş olmak için ve o şübheli sözün çürük noktalarını<br />

belirtmek için, Allahü teâlânın yardımı ile, birkaç önsöz yazmağı uygun gördüm.<br />

Dikkatli okuyunuz! Bu şübheyi temâmen gidermek için, birkaç önsöze lüzûm<br />

vardır. Bu sözlerden herbiri ayrı birer cevâb gibidir:<br />

Birinci önsöz — Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” her sözü, vahy<br />

ile değil idi. Vennecmi sûresindeki, (O, boş söz söylemez!) meâlindeki âyet-i kerîme,<br />

Kur’ân-ı kerîm içindir. Her sözü, vahy ile olsaydı, ba’zı sözlerine, Allahü teâlâ,<br />

yanlış demezdi ve afv etdiğini bildirmezdi. Tevbe sûresi, kırküçüncü âyetinde<br />

meâlen, (Onlara izn verdiğin için olan hatânı, Allahü teâlâ afv etdi) buyuruldu.<br />

– 505 –


İkinci önsöz — İctihâdla olan sözlerde ve aklın verdiği karârlarda, o Serverin<br />

“aleyhi ve alâ âlihissalevât vetteslîmât” hilâfına, başka dürlü söylemek câiz idi.<br />

Haşr sûresinin ikinci âyetinde meâlen, (Ey akl sâhibleri, başkalarından ibret alınız!)<br />

buyuruyor. [Kıyâsın câiz ve lâzım olduğu, bu âyet-i kerîmeden anlaşıldığı, (Beydâvî)<br />

tefsîrinde yazılıdır.] Âl-i İmrân sûresinin yüzellidokuzuncu âyetinde meâlen, (İşlerinde<br />

Eshâbın ile meşveret et, onlara danış!) emr edilmekdedir. İbret almakda ve<br />

meşveret olurken fikrler, sözler red ve tebdîl olunur. Nitekim, Bedr muhârebesinde<br />

alınan esîrlerin öldürülmesi veyâ para karşılığı koyuverilmesi için sözler ikiye ayrılmışdı:<br />

Ömer “radıyallahü anh” öldürülmelerini istemişdi. Peygamber “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” bırakalım demişdi. Vahy, Ömerin “radıyallahü anh” istediği gibi<br />

geldi. Para alınması, suçdur buyuruldu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”,<br />

(Eğer, azâb gelseydi, Ömer ile Sa’d bin Mu’âzdan başka, birimiz kurtulamazdık) buyurdu.<br />

Çünki, Sa’d da “radıyallahü teâlâ anh” esîrlerin öldürülmesini istemişdi.<br />

[Bedr gazâsı, hicretin ikinci senesi Ramezân ayında oldu. Ramezânın onikinci<br />

günü Medîneden çıkıldı. Bedrde üç gece kaldı. Ondokuz gün sonra Medîneye avdet<br />

buyurdu. Bu gazâda, düşman ordusu bin nefer kadardı. Hepsi demir zırh giymişdi.<br />

İçlerinde yüz atlı, yediyüz develi vardı. Muhâcirînin beyâz sancağını Mus’ab<br />

bin Umayr taşıyordu. Mus’abın kardeşi Ebû Azîz, Ebû Bekr-i Sıddîkın oğlu Abdürrahmân,<br />

Ebû Huzeyfe hazretlerinin babası Utbe ve kardeşi Velîd ve amcası Şeybe,<br />

hazret-i Alînin kardeşi Ukayl ve amcası Abbâs ve amcası Hârisin oğulları Ebû<br />

Süfyân ile Nevfel ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dâmâdı<br />

Ebül’Âs bin Rebî’ düşman ordusunda idiler. Bunlardan yetmiş kâfir öldürüldü. Yetmiş<br />

de esîr alındı. İslâm ordusu üçyüz onüç nefer olup bunlardan sekizi başka yerde<br />

vazîfeli idi. Üçyüzbeş kişi harbe girdi. Altmışdördü muhâcirlerden idi. Üçü atlı,<br />

yetmişi develi idi. Altısı muhâcirlerden olarak ondört kişi şehîd oldu. Üçyüzonüç<br />

kişinin ismleri, Abdürrahmân Kabânînin (Esmâ-i Ehl-i Bedr-i kirâm) kitâbında ve<br />

Hâlid-i Bağdâdînin (Câliyet-ül-ekdâr) kitâbında yazılıdır.]<br />

Üçüncü önsöz — Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yanılması<br />

ve unutması câizdir. Hattâ olmuşdur. Zülyedeyn hadîsinde bildirildiği gibi, Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” dört rek’atli farz nemâzda, ikinci rek’atde<br />

selâm verdi. Zülyedeyn: (Yâ Resûlallah! Nemâzı iki rek’at mı kıldınız, yoksa unutdunuz<br />

mu?) dedi. Zülyedeynin sözünün doğru olduğu anlaşılınca, Resûl “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, kalkarak, iki rek’at dahâ kıldı ve secde-i sehv yapdı. Hasta değil<br />

iken ve sıkıntısı yok iken, insanlık îcâbı, yanılması câiz olunca, ölüm hastalığında,<br />

şiddetli ağrıları varken, istemiyerek, düşünmeden söylemesi de elbet, câiz olur.<br />

Niçin câiz olmasın ve bununla, islâmiyyete i’timâd, güven kalmasın? Çünki, Allahü<br />

teâlâ, Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” yanıldığını, unutduğunu,<br />

vahy ile, kendisine bildirmişdi ve doğrusunu, yanlışından ayırmışdı. Bir Peygamberin<br />

yanlış yolda kalması câiz değildir. Yanıldığı, vahy ile hemen bildirilir. Böyle olmasaydı,<br />

islâmiyyete güven kalmazdı. Demek oluyor ki, islâmiyyete güven kalmamasına<br />

sebeb, yanılmak ve unutmak değildir. Yanılmasının ve unutmasının, kendisine<br />

bildirilmemesi, düzeltilmemesidir. Bu ise, câiz değildir. Ya’nî hemen bildirilir.<br />

Dördüncü önsöz — Hazret-i Ömer, hattâ öteki üç halîfe de “radıyallahü teâlâ anhüm”,<br />

Cennet ile müjdelenmişdir. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, bunların Cennete<br />

gideceklerini bildiriyor. Bunların Cennete gidecekleri, o kadar çok söylenmişdir<br />

ki, tevâtür derecesine gelmişdir. Buna inanmamak, yâ kara câhillik veyâ koyu inâddır.<br />

Hadîs imâmlarımız, bu haberleri, hocaları olan Sahâbe ve Tâbi’înden alarak, kitâblarına<br />

yazmışdır. Yetmişiki fırkadan hadîs söyliyenlerin hepsi, bir araya toplansa,<br />

Ehl-i sünnetin hadîs âlimlerinin yüzde biri kadar olamaz. Kitâblarında bulunmaması,<br />

yok olmasını göstermez. Kur’ân-ı kerîmdeki müjdelere ne diyecekler? Meselâ, Tevbe<br />

sûresinin yüzüçüncü âyetinde meâlen, (Önce îmâna gelenlerden, her fazîletde öne<br />

geçenlerden, hem Mekkeden gelen Muhâcirlerden, hem de Medînede bunları karşı-<br />

– 506 –


layıp yardım eden Ensârdan, önde olanlardan ve iyilikde bunların izinde gidenlerden<br />

Allahü teâlâ râzıdır. Hepsini sever. Onlar da, Allahü teâlâdan râzıdır. Allahü teâlâ,<br />

Onlara Cenneti hâzırladı. Cennetde sonsuz kalacaklardır) ve Hadîd sûresinin, onuncu<br />

âyetinde meâlen, (Mekke şehri alınmadan önce, din düşmanları ile harb edenler<br />

ve mallarını, Allah yolunda harc edenler ile, Mekke alındıkdan sonra, bunları yapanlar,<br />

müsâvî, eşit değildir. Birinciler elbette dahâ yüksekdir. Allahü teâlâ, hepsine Hüsnâyı,<br />

ya’nî Cenneti söz verdi) buyuruldu. Mekke-i mükerreme şehri alınmadan ve alındıkdan<br />

sonra harb edenler ve mallarını fedâ edenler Cennet ile müjdelenmiş olunca,<br />

mal fedâ etmekde ve cihâd-ı fî sebîlillahda ve muhâcir olmakda hepsinden önde<br />

olan Eshâbın büyükleri için acabâ ne denir? Bunların büyüklüklerinin derecesini kim<br />

anlıyabilir? Bu âyetdeki (müsâvî değildir) kelimesinin, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü<br />

anh” için geldiğini tefsîr kitâbları yazmakdadır. Çünki, mal fedâ etmekde,<br />

cihâd etmekde, öncelerin öncesi odur. Feth sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen,<br />

(Ağaç altında, sana söz veren mü’minlerden, Allahü teâlâ elbette râzıdır) buyuruldu.<br />

Muhyissünne imâm-ı Begavî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Me’âlimüttenzîl) ismindeki<br />

tefsîr kitâbında, ma’nâ verirken diyor ki: Câbir bin Abdüllah “radıyallahü anh”<br />

dedi ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ağaç altında benimle sözleşenlerden<br />

hiçbiri Cehenneme girmez!) buyurdu. Bu sözleşmeye, (Bî’at-ür-rıdvân) denir.<br />

Çünki, Allahü teâlâ, bunlardan râzıdır. [Bunlar, bindörtyüz kişi idi. Yedinci senedeki<br />

Hayber gazâsından bir sene evvel, Hudeybiyede (Bî’at-ür-rıdvân) yapıldı ve sekizinci<br />

senede Mekke feth edildi.] Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde Cennet ile müjdelenen<br />

kimseye kâfir demek, küfre sebeb olur ve en çirkin şeydir.<br />

Beşinci önsöz — Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” kâğıd getirmeğe mâni’ olması,<br />

emre uymamak değildi. Böyle şeyden, Allaha sığınırız! Peygamberimizin “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” vezîrleri, yardımcıları, en iyi ahlâk sâhibi idi. Bunlardan<br />

biri, hiç böyle saygısızlık yapar mı? Hattâ, bir kerre veyâ iki kerre sohbetde bulunmakla<br />

şereflenen en aşağı derecedeki Sahâbînin bile, hattâ îmân ile şereflenip,<br />

Ona ümmet olan herhangi bir kimsenin, Onun emrine uymaması düşünülemez. Muhâcirlerin<br />

ve Ensârın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” en büyüklerinden olan<br />

ve en kıymet verdiği yardımcıları bulunan büyükler için böyle şey düşünülebilir mi?<br />

Allahü teâlâ, insâf versin de, din büyüklerine, böyle kötü gözle bakmasınlar. Anlamadan,<br />

dinlemeden, ağızlarına gelenleri söylemesinler.<br />

Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” maksadı, sormak, anlamak idi. Nitekim, (Sorunuz)<br />

demişdi. Ya’nî kâğıdı elbette istiyorsa, getiriniz demek istedi. Eğer, istemiyorsa,<br />

bu nâzik zemânda, kendisini üzmiyelim demek idi. Çünki, vahy ile ve emr<br />

olarak isteseydi, kâğıdı tekrâr ve ehemmiyyet ile isterdi. Kendisine emr olunan şeyi<br />

yazardı. Peygamberin “aleyhisselâm” vahyi bildirmesi lâzımdır. Kâğıdı istemesi<br />

vahy ile, emr ile olmayıp, ictihâd ve arzû ile birşey yazacak ise, bu nâzik zemân,<br />

buna elverişli olur veyâ olmaz. Vefâtından sonra ümmeti ictihâd edecekdir. Dînin<br />

temeli olan Kur’ân-ı kerîmden, ictihâd ile, emrler çıkaracakdır. Kendisi hayâtda<br />

iken ve vahy gelmekde iken, ümmeti ictihâd etmekde idi. Vefât edip, vahy kesilince,<br />

ilm sâhiblerinin ictihâd etmeleri elbet makbûl olur. Peygamberimiz “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, kâğıdı tekrâr ve ehemmiyyet ile istemedi. Hattâ, vaz geçdi.<br />

Böylece, vahy olmadığı anlaşıldı. Sayıklama olup olmadığını anlamak için, duraklamak,<br />

hiç yanlış bir iş değildir. Melekler, Âdem aleyhisselâmın niçin halîfe olduğunu<br />

merâk edip, anlamak istedi. Bekara sûresi, otuzuncu âyetinin, (Yâ Rabbî! Yeryüzünde,<br />

fesâd çıkaracak ve kan dökecek olan kulları mı yaratacaksın? Biz, seni<br />

tesbîh ediyoruz, hamd ediyoruz. Seni her dürlü aybdan, kusûrdan takdîs ediyoruz<br />

dedi) meâl-i şerîfi, bunu bildirmekdedir. Bunun gibi, Zekeriyyâ “aleyhisselâm”,<br />

kendisine, Yahyâ “aleyhissalâtü vesselâm” isminde bir oğul verileceği müjdelendiği<br />

zemân, Meryem sûresi, sekizinci âyetinin meâl-i şerîfinde bildirildiği gibi, (Benim<br />

hiç çocuğum olur mu? Zevcem kısırdır. Ben ise, ihtiyâr oldum) dedi. Meryem<br />

– 507 –


“radıyallahü anhâ” da, Meryem sûresi, yirminci âyetinin meâl-i şerîfinde bildirildiği<br />

gibi, (Benim hiç çocuğum olur mu? Bir erkek ile bir araya gelmedim. Günâh<br />

da işlemedim) dedi. Peygamber, melekler, büyükler, böyle sorup, suç sayılmayınca,<br />

hazret-i Ömerin “radıyallahü anh”, kâğıd getirmesini sorması, neden kusûr olsun?<br />

Neden kendini şübheli duruma düşürsün?<br />

Altıncı önsöz — Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmına<br />

iyi gözle bakmamız lâzımdır. Asrların en iyisi, Onun “aleyhi ve alâ âlihissalâtü<br />

vesselâm” asrının olduğunu ve Peygamberlerden “salevâtullahi teâlâ aleyhim<br />

ecma’în” sonra, bütün insanların en iyisi, en yükseğinin, Eshâb-ı kirâm olduğunu<br />

bilmemiz lâzımdır. Böylece, asrların en iyisinde, Peygamberlerden başka, bütün<br />

insanların en iyisi olan Eshâb-ı kirâmın, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

vefât edince, yanlış, bozuk bir şeyde sözbirliği yapmıyacakları ve fâsıkları,<br />

kâfirleri, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yerine geçirmiyecekleri<br />

anlaşılmış olur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, insanların hepsinden, nasıl dahâ üstün olmaz<br />

ki, bu ümmetin bütün ümmetlerden dahâ üstün olduğunu, Kur’ân-ı kerîm bildirmekdedir.<br />

Bu ümmetin en üstünü ise, onlardır. Hiç bir Velî, bir Sahâbînin derecesine<br />

yükselemez. O hâlde, biraz insâf etmeli ve iyi düşünmeli! Hazret-i Ömerin<br />

“radıyallahü anh” kâğıd getirilmesine mâni’ olması, küfr olsaydı, bu ümmetin<br />

en müttekîsi olduğu, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen Ebû Bekr-i Sıddîk, bunu, yerine<br />

halîfe seçer mi idi? Muhâcirler ve Ensâr, onu söz birliği ile, halîfe yapar mı idi? Hâlbuki,<br />

Muhâcirleri ve Ensârı, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde medh etmekdedir. Hepsinden<br />

râzı olduğunu bildirmekde ve hepsine, Cenneti söz vermekdedir. Bunlar,<br />

onu Peygamberin yerine geçirir mi idi? Bir kimse, Peygamber efendimizin “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” Eshâbına iyi gözle bakarsa, böyle çirkin zan ve şübhelerden<br />

kurtulur. Sevmek için, hüsn-i zan etmek lâzımdır. Peygamber aleyhisselâmın sohbetine<br />

ve o sohbetde bulunanlara, iyi gözle bakılmazsa ve Allah göstermesin,<br />

kötülenirse, bu kötülük, o sohbetin ve o Eshâbın sâhibine gider. Hattâ, bu sâhibin<br />

sâhibine, [ya’nî Allahü teâlâya] gider. Bu hâlin çirkinliğini iyi düşünmek lâzımdır.<br />

Eshâb-ı kirâma kıymet vermiyen kimse, Allahü teâlânın Peygamberine inanmamış<br />

olur denildi. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâmın<br />

şânını anlatmak için, (Onları seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden,<br />

bana düşman olduğu için eder) buyurdu. O hâlde, Eshâb-ı kirâmı sevmek, Onu sevmek<br />

demekdir.<br />

Bu altı önsöz anlaşılınca, bu gibi şübhelere meydân kalmaz. Hattâ çeşidli cevâblar<br />

te’mîn edilmiş olur. Bu önsözler, düşünmeğe bile lüzûm kalmadan insanı şübheden<br />

kurtarır. Zâten böyle şübhelerin bozuk olduğu âşikârdır. Bu önsözler, bu<br />

şübhelerin bozukluğunu anlatmak için değil, meydânda olan hakîkati hâtırlatmak<br />

içindir. Bu fakîre göre, böyle şübheler şuna benzer ki, bir zekî kimse, ahmakların<br />

yanına gelip, önlerinde duran bir altının taş olduğunu, çeşidli yalanlarla isbât etse,<br />

o zevallılar, bu sözlerin yalan olduğunu anlamayıp, bozuk taraflarını meydâna<br />

çıkaramadıklarından, şübheye düşerler. Hattâ altını, taş sanırlar. Gördüklerini<br />

unutur, hattâ buna inanmazlar. Zekî olan, açıkça gördüğüne inanıp, buna uymıyan<br />

sözlerin yanlış olduğunu anlar. Burada da, üç halîfenin, hattâ Eshâb-ı kirâmın<br />

hepsinin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” büyüklüğünü, yüksekliğini,<br />

Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, güneş gibi meydâna çıkarmış, herkese göstermişdir.<br />

Yalan ve yaldızlı sözlerle, bu büyükleri kötülemeğe çalışmak, göz önündeki<br />

altını, taş olarak tanıtmağa benzer. Yâ Rabbî! Bize doğru yolu gösterdikden sonra,<br />

kalblerimizi bu yoldan kaydırma! Bizlere acı! Merhameti bol ancak sensin!<br />

Din büyüklerine, islâmın göz bebeklerine, acabâ niçin dil uzatıyor, bunları kötülüyorlar?<br />

Fâsık ve kâfir olduğu islâmiyyetde bildirilen kimselerden birini bile kötülemek,<br />

ibâdet ve fazîlet değildir ve insanı Cehennemden kurtaracak bir sebeb değildir.<br />

O hâlde, dîne yardım edenlere ve islâmiyyeti koruyanlara dil uzatmanın hiç<br />

– 508 –


fâidesi olur mu? Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” büyük düşmanlarına sövmenin bile ibâdet olacağı, islâmiyyetde bildirilmemişdir.<br />

Belki, ismlerini anmayıp, vakt gayb etmemek dahâ uygundur.<br />

Allahü teâlâ Feth sûresi son âyetinde meâlen, (Onlar, birbirine, her zemân ve<br />

çok iyilik edicidir) buyurdu. O hâlde, bu büyükleri birbirine düşman bilmek, kin<br />

taşıyorlardı sanmak, Kur’ân-ı kerîme inanmamak olur. Birbirlerine düşman olduklarını,<br />

kin taşıdıklarını söylemek, her iki tarafı da kötülemek, güvenlikden düşürmek<br />

olur. Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sonra, insanların<br />

en kıymetlisi olanları, insanların en fenâsı yapmak olur. Asrların en iyisi, en kötüsü<br />

yapılmış olur. Çünki, o asrın insanları, birbirine kin, düşmanlık taşıyorlarmış.<br />

Îmânı olan, böyle söz söyler mi ve böyle birşey düşünür mü? Hazret-i Alîyi “radıyallahü<br />

anh” medh etmek için üç halîfenin buna düşman olduklarını ve bunun<br />

da, üç halîfeye kin taşıdığını söylemek, her iki tarafı da kötülemek olur. Niçin birbirlerini<br />

sevmesinler? Bunların hiçbiri, halîfe olmağa özenmiyordu ki, bu yüzden<br />

düşman olsunlar. Ebû Bekr-i Sıddîk, (Beni halîfelikden afv edin) ve Ömer-ül-Fârûk,<br />

(Satın almak istiyen olsa, bu hilâfeti, bir altına satarım) demişdir “radıyallahü<br />

teâlâ anhüm ecma’în”.<br />

[İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, (Redd-i Revâfıd) adındaki kitâbında buyuruyor<br />

ki: Alî “radıyallahü anh”, Ebû Bekr-i Sıddîkın halîfeliğini seve seve kabûl<br />

etmişdi. Bunu herkes iyi bildiği için, (İstemiyerek kabûl etdi), demekden başka<br />

söz bulamadılar. Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince,<br />

Eshâb-ı kirâm, defnden önce, halîfe ta’yînine başladı. Bu işi vâcib, lâzım bildiler.<br />

Çünki, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, suçlulara, dînin emr etdiği<br />

cezânın verilmesini, savaşa hâzır bulunmağı ve hükûmetin yapacağı diğer şeyleri<br />

emr buyurmuşdu. Bu vâcibleri yerine getirecek vekîlin seçilmesi vâcib idi. Bunun<br />

için, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” kalkıp, (Muhammed aleyhisselâma<br />

ibâdet ediyorsanız biliniz ki, O vefât etdi. Allahü teâlâya ibâdet ediyorsanız, O ölmez,<br />

hayâtı sonsuzdur. Onun emrlerini yerine getirecek birini seçmelisiniz. Düşünün,<br />

bulun, seçin!) dedi. Herkes, doğru söylüyorsun dedi. Ömer “radıyallahü<br />

anh” hemen kalkıp: (Seni isteriz, yâ Ebâ Bekr!) dedi. Bulunanların hepsi, seni seçdik<br />

dedi. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, sonra minbere çıkıp, etrâfa bakdı. Zübeyri<br />

göremiyorum. Onu çağırın, dedi. Zübeyr geldi. Ebû Bekr, Zübeyre (Müslimânlar<br />

beni halîfe seçdi. Bunların söz birliğinden ayrılmak ister misin?) dedi. Zübeyr:<br />

(Ey Resûlün halîfesi! Bu söz birliğinden ayrı değilim) dedi. Elini uzatıp<br />

kabûl etdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, sonra minbere çıkıp, etrâfa bakdı. Alîyi<br />

göremedi. Çağırın dedi. Emîr gelince, ona da, böyle söyledi. O da: (Ayrılmam) deyip<br />

elini uzatarak müsâfeha ve kabûl buyurdu. Hazret-i Alî ve Zübeyr “radıyallahü<br />

anhümâ”, seçime geç geldikleri için halîfeden özr dilediler ve (Bize önce haber<br />

vermedikleri için gelmedik. Bunun için de üzüldük. İçimizde halîfe olmağa lâyık<br />

Ebû Bekr olduğunu görüyoruz. Çünki, o, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

mağaradaki arkadaşıdır. En şereflimiz, en iyimiz odur. Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, içimizden onu imâm seçdi. Arkasında nemâz kıldı) dediler.<br />

Hazret-i Ebû Bekr, halîfeliğe lâyık olmasaydı, hazret-i Alî “radıyallahü anh” onu<br />

istemez, benim hakkımdır derdi. Nitekim, hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü anh”<br />

halîfe olmasını kabûl etmedi. Kendisi halîfe olmak için uğraşdı. Hâlbuki, hazret-i<br />

Mu’âviyenin ordusu, kuvveti çok idi. Bu yüzden çok kimselerin ölmesine sebeb<br />

oldu. Böylece güç durumda hakkını istediği hâlde, hakkı kendinde görseydi,<br />

hazret-i Ebû Bekrden istemesi dahâ kolay idi. Seçilmesini ister ve hemen seçilirdi.<br />

Alî “radıyallahü anh”, Ebû Bekri “radıyallahü anh” seçdiğini bildirip bî’at etdikden<br />

sonra, minberin önünde oturdu. Sonraki konuşmalarda, halîfenin süâllerine<br />

te’sîrli cevâblar vererek halîfeyi destekledi.<br />

Sôfiyye-i aliyyenin büyüklerinden ve reîslerinden olan, gavs-i a’zam, seyyid Ab-<br />

– 509 –


dülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”, talebesine ve bütün gençliğe, dîn-i islâmı öğretmek<br />

ve i’tikâdlarını düzeltmek için yazdığı, (Gunyet-üt-tâlibîn) ismindeki kitâbının,<br />

Mısrda [1322] senesi baskısı, seksendördüncü ve türkce tercemesinin İstanbulda<br />

[1303] baskısı yüzondördüncü sahîfelerinden başlıyarak buyuruyor ki:<br />

(Ehl-i sünnete göre, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, başka Peygamberlerin<br />

ümmetlerinden dahâ üstündür. Bu ümmetin de üstünü, Ona îmân ederek mubârek<br />

yüzünü görmekle şereflenen Eshâb-ı kirâmdır ki, hepsi Ona tâbi’ olmuş,<br />

Onun için harb etmiş, Onun uğruna cânlarını, mallarını fedâ etmişdir. Onun emrini<br />

yapmak, birinci vazîfeleri olmuş, herşeyde Onun yardımcısı olmuşlardır. Bu<br />

Eshâbın da en üstünü Hudeybiyede, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile<br />

bî’at edip, Onun için ölmeğe hâzır olduklarını söz veren kahramanlardır. Bunlar,<br />

bindörtyüz kişi idi. Bunların da en üstünü, Bedr muhârebesinde bulunanlardır ki,<br />

bunlar Tâlûtun askeri gibi üçyüzonüç kişi idi. [İmâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının birinci<br />

cüz’ünde de üçyüzonüç mektûb vardır.] Bunların da üstünü, ilk müslimân olan<br />

kırk kişidir ki, kırkıncısı, Ömer “radıyallahü anh”, bunların otuzdördü erkek, altısı<br />

kadındır. Bunların da üstünü (Aşere-i mübeşşere), ya’nî Cennete girecekleri<br />

müjdelenen on kişidir. Bunlar, Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Alî, Talha, Zübeyr bin<br />

Avvâm, Abdürrahmân bin Avf, Sa’d ibni Ebî Vakkâs, Sa’îd bin Zeyd, Ebû Ubeyde<br />

bin Cerrâhdır. Bunların da üstünü Hulefâ-i râşidîn, ya’nî dört halîfe olup, bunların<br />

da üstünü Ebû Bekr, sonra Ömer, ondan sonra Osmân, ondan sonra Alîdir<br />

“radıyallahü anhüm ecma’în”. Bu dördünden hazret-i Ebû Bekr, iki sene dört ay,<br />

hazret-i Ömer on sene, hazret-i Osmân oniki sene, hazret-i Alî altı sene Resûlullahın<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” halîfesi oldu “radıyallahü anhüm”. Bundan sonra,<br />

hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” ondokuz sene ve birkaç ay halîfe oldu.<br />

Ömer “radıyallahü anh”, dahâ önce, bunu Şâma vâlî ta’yîn etmişdi. Orada yirmi<br />

sene vâlîlik etmişdi. Dördünün hilâfeti, bütün Sahâbenin arzûsu ve oy birliği ile ve<br />

her birinin, zemânının en üstünü olması ile idi. Zor ile, kuvvet ile ve kendinden dahâ<br />

üstün olanın hakkını almak sûreti ile değildi. Ebû Bekr-i Sıddîk, Muhâcirlerin<br />

ve Ensârın söz birliği ile halîfe oldu. Şöyle ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

vefât edince, Ensâr-ı kirâm, sizden bir emîr, bizden bir emîr olsun demişdi.<br />

Ömer “radıyallahü anh” ayağa kalkıp, ey Ensâr! Resûlullahın “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” Ebû Bekre, (Eshâbıma imâm ol!) diye emr buyurduğunu unutdunuz mu?<br />

deyince, biliyoruz yâ Ömer, dediler. Hazret-i Ömer, devâm ederek, içinizde Ebû<br />

Bekrden üstünü var mı? dedi. Ensârın hepsi, kendimizi Ebû Bekrden üstün sanmakdan<br />

Allahü teâlâya sığınırız, dedi. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”: Resûlullahın<br />

“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ta’yîn etdiği makâmdan Ebû Bekri azl etmeği<br />

hanginiz hoş görür, deyince, bütün Ensâr, hiçbirimiz hoş görmeyiz. Onu azl<br />

etmekden Allahü teâlâya sığınırız, dediler. Muhâcirler ile elbirliği yaparak Ebû Bekri<br />

halîfe yapdılar. Hazret-i Alî ve Zübeyr “radıyallahü anhümâ” da, sonra oraya<br />

geldi. İkisi de halîfeyi kabûl etdi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”,<br />

üç def’a ayağa kalkıp, (Beni halîfe kabûl etmekden vaz geçeniniz var mı?) dedi.<br />

Önde duranlar arasında bulunan Alî “radıyallahü anh”, ayağa kalkıp, (Hiçbirimiz<br />

vaz geçmeyiz. Vaz geçmeyi hiçbir zemân hâtırımızdan geçirmiyeceğiz. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” seni, hepimizin önüne geçirdi. Kim, seni geriye çekebilir?)<br />

buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” halîfe olmasını istiyerek,<br />

en te’sîrli söz söyliyenin Alî “radıyallahü anh” olduğunu kuvvetli, sağlam<br />

haberlerle anlamış bulunuyoruz. Meselâ, Deve vak’asından sonra, Abdüllah bin<br />

Kevâ’, hazret-i Alîye “radıyallahü anh” gelip, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

hilâfet için, sana birşey söylemedi mi? dedikde: Biz, önce dindeki vazîfemize<br />

bakarız. Dînin direği ise nemâzdır. Allahü teâlânın ve Resûlünün “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem”, dinde, bizden beğendikleri şeyleri, dünyâlık olarak beğenir, seçeriz.<br />

Bunun için Ebû Bekri “radıyallahü anh” halîfe yapdık, buyurdu. Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” son günlerinde, hasta iken, nemâz kıldırmak için, Ebû<br />

– 510 –


Bekr-i Sıddîkı “radıyallahü anh” kendi yerine imâm yapmışdı. Bilâl-i Habeşî “radıyallahü<br />

anh” her ezân okuduğunda, (Ebû Bekre söyleyiniz, nâsa imâm olsun!)<br />

buyururdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kendinden sonra, hazret-i Ebû<br />

Bekrin halîfe olmağa, herkesden dahâ lâyık olduğunu gösteren ve Ömer, Osmân<br />

ve Alîden “radıyallahü anhüm” her birinin de, kendi zemânlarındaki insanlardan,<br />

hilâfete en lâyık olduklarını bildiren çok şeyler söylemişdir).<br />

Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”, kitâbında, Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Alî<br />

ve Hasenin “radıyallahü anhüm” üstünlüklerini gösteren hadîs-i şerîfleri ve hilâfetlerini<br />

uzun uzadıya bildirdikden sonra, diyor ki: İmâm-ı Alî “radıyallahü anh”<br />

şehîd olunca, imâm-ı Hasen “radıyallahü anh” müslimân kanı dökülmemesi ve râhat<br />

etmeleri için hilâfeti bırakmak istedi. Mu’âviyeye “radıyallahü anh” teslîm eyledi.<br />

Onun emrlerine tâbi’ oldu. O günden i’tibâren Mu’âviyenin “radıyallahü anh”<br />

hilâfeti hak ve sahîh oldu. Bu sûretle, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

haber vermiş olduğu, (Bu benim oğlum seyyiddir. Ya’nî büyükdür. Allahü teâlâ,<br />

onun ile, mü’minlerden, iki büyük fırka arasını bulur. Ya’nî barışdırır), hadîs-i şerîfinin<br />

ma’nâsı meydâna çıkdı. Görülüyor ki, imâm-ı Hasenin “radıyallahü anh”<br />

tâbi’ olması ile, Mu’âviye “radıyallahü anh”, islâmiyyete uygun halîfe olmuşdur.<br />

Böylece, müslimânlar arasındaki bütün anlaşmazlık sona ermişdir. Tâbi’în ve Tebe-i<br />

Tâbi’în ve dünyâdaki bütün müslimânlar “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”,<br />

Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” halîfe olarak tanımışdır. Server-i âlem “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, Mu’âviyeye “radıyallahü anh”, (Halîfe olduğun zemân,<br />

yumuşak ol veyâ güzel idâre et!) buyurdukları gibi, diğer bir hadîs-i şerîfde, (İslâmiyyet<br />

değirmeni, otuzbeş sene veyâhud otuzyedi sene devâm edecekdir) buyurmuşdur.<br />

Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” çarh, ya’nî dolab buyurmasının<br />

sebebi, dindeki kuvveti ve sağlamlığı bildirmek içindir. Bu müddetin<br />

otuz senesi dört halîfe ve imâm-ı Hasen ile “radıyallahü anhüm” temâmlandıkdan<br />

sonra, geri kalan beş veyâ yedi senesi, Mu’âviyenin “radıyallahü anh” hilâfeti zemânıdır.<br />

Abdülkâdir-i Geylânînin “kuddise sirruh” sözü burada temâm oldu.<br />

(Mevâhib-i ledünniyye) ikinci cildinde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

gelecekde olacak şeylerden verdiği haberleri bildirirken diyor ki: İbni Asâkir<br />

bildiriyor ki: Resûlullah, Mu’âviyeye, (Benden sonra, ümmetimin üzerine hâkim<br />

olursun. O zemân, iyilere iyilik et. Kötülük yapanları da, afv eyle!) buyurdu.<br />

Yine İbni Asâkir bildiriyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Mu’âviye,<br />

hiç mağlûb olmaz) buyurmuşdur. Alî “radıyallahü anh”, Sıffîn muhârebesinde,<br />

bu hadîs-i şerîf hâtırıma gelseydi, Mu’âviye ile harb etmezdim, demişdir.<br />

[Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” için Allâme Abdül’azîz Ferhârevî<br />

Hindînin “rahmetullahi aleyh” arabî (En-nâhiyetü an ta’nı emîr-il-mü’minîn<br />

Mu’âviyete) kitâbında geniş bilgi vardır. (En-nâhiye) kitâbı, Hakîkat Kitâbevi tarafından<br />

yeniden tab’ edilmişdir.]<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Haseni “radıyallahü anh” göstererek:<br />

(Biliniz ki, benim şu oğlum seyyiddir. Allahü teâlâ, yakın zemânda, müslimânlardan<br />

iki büyük askeri, bu oğlum sebebi ile, barışdırır) buyurdu. Alî “radıyallahü<br />

anh” şehîd olunca, kırkbinden ziyâde kimse, hazret-i Haseni “radıyallahü anh”<br />

halîfe yapdı. Irâkda ve Horâsânda, yedi ay, halîfe oldu. Sonra, büyük bir ordu ile,<br />

Mu’âviyenin “radıyallahü anh” üstüne yürüdü. İki ordu karşılaşınca, hazret-i Hasen<br />

“radıyallahü anh”, iki tarafdan birinin çoğu ölmeyince, diğer tarafın gâlib olamıyacağını<br />

düşünerek, müslimânların kanı dökülmemesi için, hazret-i Mu’âviyeye “radıyallahü<br />

teâlâ anh” mektûb yazdı. Ba’zı şartlarla, hilâfeti ona bırakdı.<br />

İmâm-ı Beyhekî diyor ki, Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, Resûlullahdan<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” işitdim, buyurdu ki: (Ümmetimden ba’zı kimseler meydâna<br />

çıkacak, Eshâbımı kötüliyeceklerdir. Bunlar, müslimânlıkdan ayrılacaklardır).<br />

(Mevâhib-i ledünniyye)nin yazısı burada temâm oldu].<br />

– 511 –


Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” ile muhârebe<br />

etmesi [târîhcilerin sandığı gibi] halîfelik için değildi. Bâgî ile [itâ’at etmiyenler<br />

ile] muhârebe etmek farz olduğu için idi. Isyânı basdırmak içindi. Hucürât<br />

sûresi, dokuzuncu âyetinde meâlen, (Isyân edenler ile harb edip, bunları itâ’ate getirin!)<br />

buyuruldu. Bununla berâber, ısyânlarının şer’î sebebi olduğu için ve herbiri<br />

ictihâd sâhibi âlimler oldukları için, yanlış ictihâd etdikleri hâlde bile, hiçbirine<br />

dil uzatılamaz “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Fâsık ve kâfir denilemez. Hazret-i<br />

Alî “radıyallahü anh” âsîler için “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, (Kardeşlerimiz<br />

bize âsî oldu. Bunlar, kâfir veyâ fâsık değildir. Çünki, Kur’ân-ı kerîmden<br />

anladıklarını yapıyorlar) dedi. [Ofset baskısı yapılarak İstanbulda neşr edilen<br />

(Minhat-ül-vehbiyye) ve (Ulemâ’ül-müslimîn vel-vehhâbiyyûn) ismlerindeki iki<br />

arabî kitâbda ictihâd üzerinde geniş bilgi verilmişdir.]<br />

İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, (Allahü teâlâ, ellerimizi, bu kanlara<br />

bulaşmakdan koruduğu gibi, biz de, dilimizi tutup, bulaşdırmıyalım!). Ömer<br />

bin Abdül’azîz de “rahmetullahi aleyh” böyle söylemişdir.<br />

Yâ Rabbî! Bizi ve bizden önce gelen din kardeşlerimizi afv eyle! Mahlûkların<br />

en kıymetlisi olan, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma ve temiz olan Âline<br />

ve Eshâbının hepsine “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” bizlerden kıyâmete kadar<br />

düâ ve selâmlar olsun! Âmîn.<br />

[TENBİH: Ehl-i sünnet âlimleri, Eshâb-ı kirâm hakkında, müslimânlara nasîhat<br />

olarak pek çok kitâb yazdılar. Bu kitâblardan otuzikisinin ismleri ve yazarları,<br />

(Mektûbât Tercemesi) kitâbının sekseninci mektûbunun sonunda bildirilmişdir].<br />

24 — BEŞİNCİ CİLD, 36. cı MEKTÛB<br />

Eshâb-ı kirâm arasındaki muhârebeler ictihâd yüzünden idi. Döğüşenler de, birbirini<br />

çok seviyordu. Ananın, babanın çocuğunu döğmesi gibi idi.<br />

Ehl-i sünnet âlimlerinin, Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü, üstünlüğünü bildiren<br />

sözlerini, yazılarını, kitâbımızın birkaç yerinde açıkladık. Kayyûm-i rabbânî, Muhammed<br />

Ma’sûm-i Fârûkî Serhendî “rahmetullahi aleyh” (Mektûbât)ının ikinci<br />

cildi, otuzaltıncı mektûbunda, sekizinci süâlin cevâbında buyuruyor ki:<br />

Tepeden tırnağa kadar rahmet olan hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh”,<br />

hâşâ ve kellâ, bir müslimâna bile la’net etmedi. Nerde kaldı ki, Peygamber efendimizin<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına ve hele çok kerre hayr düâ etdiği<br />

hazret-i Mu’âviyeye “radıyallahü anh” la’net etmiş olsun. Hazret-i Alî, hazret-i<br />

Mu’âviye ve yanında bulunanlar için (Kardeşlerimiz, bize uymadı. Kâfir ve fâsık<br />

değildirler. İctihâdları ile hareket etdiler) buyurdu. Bu sözü, onlara küfrü ve fıskı<br />

yaklaşdırmamakdadır. O hâlde, hiç la’net eder mi? Hiç beddüâ eder mi? İslâm<br />

dîninde, hiç kimseye, hattâ frenk kâfirlerine bile la’net etmek, ibâdet değildir. Beş<br />

vakt nemâzdan sonra, düâ etmek lâzım iken, kendi düşmanlığı için, düâ yerine, bed<br />

düâ eder mi? Tesavvufdaki fenâ derecelerinin en yükseğine ve itmînânın sonuna<br />

ulaşmış ve şahsî arzûlarından geçmiş olan hazret-i Alînin nefsini, kendi nefs-i<br />

emmâreleri gibi kin ile, inâd ile, düşmanlıkla dolu mu sanıyorlar? O çok yüksek<br />

zâta, böyle bir bühtânda, böyle alçak bir iftirâda bulunuyorlar. Hazret-i Alî, Fenâ-fillâh<br />

ve muhabbet-i Resûlillah makâmlarının en son derecesine ulaşmış, cânını,<br />

malını, Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” yoluna fedâ etmişdir. Niçin, bu<br />

düâ zemânında, her iki cihânın sultânı olan Peygamber efendimize, envâ-ı ezâ ve<br />

cefâ yapan, Allahü teâlânın ve Resûlünün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” düşmanlarını<br />

söyleyip, onlara la’net etmesin de, kendi düşmanlarına la’net etsin? Hâlbuki,<br />

hazret-i Alînin (İctihâdları ile hareket etdiler) sözü, onlara düşman olmadığını<br />

gösteriyor.<br />

– 512 –


İşin içi, özü şöyledir ki, bu muhârebeler, bu çarpışmalar düşmanlıkla, kin gütmekle<br />

olmadı. Hep, ictihâd ile, din bilgisi ile oldu. Bunun için, ayblamanın yeri yokdur.<br />

Nerde kaldı ki, bed düâ, ve la’net edilsin. Bir kimseyi kötülemek, ona la’net<br />

etmek ibâdet olsaydı, İblîs-i la’îne, Ebû Cehle, Ebû Lehebe ve Peygamber efendimizi<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” inciten, Ona cefâ ve ezâ eden ve bu hak olan<br />

dîne, düşmanlıklar, ihânetler, hıyânetler yapan, Kureyşin azılı kâfirlerine la’net<br />

etmek, islâmın îcâblarından olurdu. Düşmanlara la’net etmek emr edilmeyince,<br />

dostlara la’net sevâb olur mu? Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu<br />

ki, (Bir kimse, şeytâna la’net ederse, ben zâten mel’ûn oldum. Bu la’netin bana zarârı<br />

olmaz der. Yâ Rabbî! Beni şeytândan koru derse, eyvâh bel kemiğimi kırdın<br />

der). Bir başka hadîs-i şerîfde, (Şeytâna söğmeyiniz! Şerrinden, Allahü teâlâya sığınınız)<br />

buyuruldu. Bundan anlaşılıyor ki, bu gibi sözler, hazret-i Alîye iftirâdır.<br />

Onu kötülemekdir. Bundan başka, hazret-i Mu’âviye, hazret-i Alîye ve hazret-i Hasene<br />

ve Hüseyne ve diğerlerine “radıyallahü anhüm ecma’în” la’net etmeğe başladı<br />

demek de, Mu’âviye hazretlerine iftirâ olur. Birbirlerine, aslâ bed düâ, la’net<br />

etmediler. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi şöyledir ki, Mu’âviyeye “radıyallahü<br />

anh” dil uzatmak câiz değildir. Bu söz, ona bir iftirâdır. Hem bunu bildiren, doğru<br />

bir haber de yokdur. Târîhciler söylüyor ise, bunların sözü, nasıl sened olabilir?<br />

Dînin temel bilgileri, târîhcilerin sözleri üzerine kurulamaz. Burada, imâm-ı<br />

a’zam Ebû Hanîfenin ve onun eshâbının sözlerine bakılır. Târîhcilerin sözlerine<br />

ve Keşşâf tefsîrinde yazılı olan haberlere bakılmaz. Keşşâfda, hazret-i Alînin ve<br />

hazret-i Mu’âviyenin ismleri geçmiyor. Bu iki din büyüğünün birbirine la’net etdiğini<br />

gösteren bir işâret bile yokdur. Bununla berâber (Keşşâf)daki o yazılar doğrudur.<br />

Ehl-i sünnetin bildirdiğine uymıyan birşey yokdur ki, iyi ma’nâ çıkarmağa<br />

çalışmak lâzım gelsin. Evet, Emevî halîfeleri, minberlerde, Ehl-i beyte yıllarca la’net<br />

etdirdi. Ömer bin Abdül’azîz “rahmetullahi aleyh” buna son verdi. Allahü teâlâ,<br />

bizim tarafımızdan, ona bol bol mükâfât versin! Fekat, Mu’âviye de “radıyallahü<br />

anh” Emevî halîfelerinden ise de, ona dokunulamaz. Eğer, hazret-i Mu’âviye<br />

“radıyallahü teâlâ anh” söğülürse, kötülenirse bu ayrılıkda ve muhârebelerde,<br />

onunla birlik olan, çok sayıda Eshâb-ı kirâm, hattâ aşere-i mübeşşereden birkaçı<br />

da mel’ûn olur. Bu din büyüklerine dil uzatmak, onlardan bize gelmiş olan din<br />

bilgilerini bozmağa sebeb olur. Hiçbir müslimân, bunu uygun görmez ve kabûl etmez.<br />

Ba’zıları, üç halîfeyi ve hazret-i Mu’âviyeyi ve ictihâdda ona uyanları “radıyallahü<br />

teâlâ anhüm ecma’în” kötülüyor, bunlara söğüyor, Peygamber efendimizden<br />

sonra “sallallahü aleyhi ve sellem”, birkaçından başka, Eshâb-ı kirâmın hepsi<br />

mürted oldu diyorlar. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebine göre, Eshâb-ı kirâmın<br />

hepsine, iyilikden başka birşey söylenmez. Hiçbiri fenâ, kötü değildir. İmâm-ı Yahyâ<br />

bin Şeref Nevevî, (Müslim) hadîslerini açıklarken buyuruyor ki, o muhârebelerde,<br />

Eshâb-ı kirâm üçe ayrılmışdı: Bir kısmının ictihâdı, hazret-i Alînin ictihâdına<br />

uygun oldu. Bunlara kendi ictihâdlarına uygun yol tutmak vâcib oldu. Bunlar,<br />

hazret-i Alîye “radıyallahü anhüm” yardım etdi. Eshâb-ı kirâmın ikinci kısmı,<br />

ictihâdda, doğru olanı ayıramadı. Bunların, kimseye karışmaması vâcib oldu.<br />

Üçüncü kısmın ictihâdı, hazret-i Alîye karşı gelenlerin ictihâdları gibi oldu. Bu ictihâdda<br />

olanların karşı tarafa yardım etmesi lâzım oldu. Demek ki, her biri, kendi<br />

ictihâdına uygun iş yapdı. Bunun için hiçbirini ayblamak doğru değildir. Bununla<br />

berâber, hazret-i Alî ve onun ictihâdında olup, ona uyanlar, ictihâdda doğruyu<br />

bulmuşlardı. Karşılarındakiler, ictihâdda yanılmışlardı. Fekat, ictihâdda yanılma<br />

olduğu için, kötülenemez. Yanılanlar bir sevâb aldı. Doğruyu bulanlar, on sevâb<br />

aldı. Yanıldılar demek bile, doğru değildir. Yanılanları da iyilikle anmak lâzımdır.<br />

Demek ki, Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” sevmiyen, ona la’net eden bir kimse, bütün<br />

Eshâbı iyi bilip sevse de, Ehl-i sünnet vel-cemâ’atden olamaz. Böyle kimseyi,<br />

Şî’îler de sevmez. Bu kimse, Ehl-i sünnet olmadığı gibi, Şî’î de değildir. Üçüncü bir<br />

– 513 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:33


mezhebden olur. Otuzaltıncı mektûbdan terceme, burada temâm oldu.<br />

[Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” arasındaki ayrılıkları iyi<br />

ve doğru anlamak için, güvenilen ve herşeyi açık ve ayrı ayrı anlatan i’tikâd kitâblarını<br />

okumalıdır. Sonradan yazılan târîhlere, birbirini tutmıyan çürük sözlere, böyle<br />

olan ansiklopedilere, gazetelere aldanmamalıdır!<br />

Ne kadar şaşılır ki, Cevdet Pâşa (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbında, (Hazret-i Alî, kendi<br />

hükûmetinin za’îflediğini, Mu’âviyenin kuvvetinin artdığını görünce, müte’essir<br />

olarak, elem çekerek, Mu’âviyeye ve ayrıca altı kişiye bed düâ etmeğe başladı.<br />

Mu’âviye, bunu işitince, o da Alîye ve ibni Abbâsa ve Hasen, Hüseyne bed düâ<br />

etmeğe başladı) diyor. Deve ve Sıffîn vak’alarını anlatırken de Eshâb-ı kirâmdan<br />

“aleyhimürrıdvân” birkaçı için şânlarına yakışmıyan kelimeler kullanıyor. Şemseddîn<br />

Sâmî de (Kâmûs-ül-a’lâm) kitâbında, hazret-i Mu’âviye ve ba’zı Sahâbî için,<br />

müslimânın söyliyemiyeceği cümleler yazarak, saygısızlık göstermekdedir. Bunun,<br />

böyle saygısızlık göstermesine, pek de şaşılmaz. Çünki bu, (Toprak) ismindeki kitâbında,<br />

Allahü teâlâya karşı da saygısızlık gösteriyor. Hâlık-ı teâlâyı, esîr, madde<br />

derekesine düşürmekden çekinmiyor. Fekat, Cevdet Pâşanın pek safcasına, Abbâsî<br />

târîhlerine, mezhebsizlerin kitâblarına aldanması, insanı hayrete düşürmekdedir.<br />

Çünki, onun (Kısas-ı Enbiyâ)sı, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

hayâtını ve islâm târîhini, geniş ve açık yazan, doğru olarak tanınan, güvenilir, kıymetli<br />

bir kitâbdır. İslâm târîhini öğrenmek istiyenlere, tavsıye edilecek kitâbların<br />

önünde gelmekdedir. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasındaki muhârebeleri,<br />

bunların sebeblerini de insâflı ve doğru yazmakdadır. Meselâ dörtyüzotuzsekizinci<br />

(438) sahîfede diyor ki: (İrtidâd tehlükesi birdenbire büyüdü. Her tarafı<br />

dehşet bürüdü. Yemendeki ve başka yerlerdeki me’mûrlar geri gelmeğe, kara haberler<br />

getirmeğe başladılar. Müslimânlar karanlık gecede yağmura tutulmuş koyun<br />

sürüsü gibi şaşkına döndü. Mürtedlerin sayısı yanında müslimânlar pek az idi.<br />

Fekat, Resûlullahın halîfesi, zemân-ı se’âdetdeki gelişmeyi hiç değişdirmemeğe ve<br />

Resûlullahın niyyetlerini yerine getirmeğe karârlı idi. Mürtedlerle muhârebeyi göze<br />

aldı. Her tarafa birlikler gönderdi. Medîneye hücûma hâzırlanan düşman üzerine,<br />

gece bir şiddetli çıkış yaparak, sabâha kadar savaşdı. Hepsini dağıtdı. Yanındaki<br />

askerlerle birlikde, uzakdaki mürtedlerle muhârebeye gitmek üzere devesine<br />

bindi. Fekat, hazret-i Alî “radıyallahü anh”, halîfenin devesinin yularını tutup,<br />

ey Resûlün halîfesi! Nereye gidiyorsun? Sana Resûlullahın Uhud muhârebesinde<br />

söylediğini söylerim. O gün sana, (Kılıcını kınına sok! Ölümünle bizi yakma!) buyurmuşdu.<br />

Vallahi, sana bir hâl olur ise, müslimânlar, senden sonra düzen bulmaz<br />

dedi. Eshâb-ı kirâmın hepsi, hazret-i Alîyi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” tasdîk<br />

etdi. Halîfe hazretleri Medîne-i münevvereye döndü.<br />

Halîfe seçilmesindeki sert konuşmalarından hemen sonra, birbirlerine karşı olan<br />

sevgilerine bakınız! Kimseye boyun eğmeyen, halîfe seçimine çağrılmadı diye, hazret-i<br />

Ebû Bekre oy vermesini gecikdiren, Allahın arslanı, hazret-i Alî “radıyallahü<br />

teâlâ anhüm ecma’în” şimdi onun muhârebeye gitmesini önlüyor. Eğer, kalbinde<br />

ona karşı ufak bir kırıklık olsaydı, halîfe harbe gitsin de, ona birşey olursa, yerine<br />

ben geçerim diye düşünür, hiç olmazsa, gitmesine karışmazdı.<br />

Hazret-i Sıddîk gibi, din uğrunda, aslâ cânını esirgemeyen bir zâtın da, cihâd gibi<br />

mühim bir ibâdete başlarken, hiç kimsenin sözü ile, bundan vaz geçmeyeceği<br />

meydânda iken, niyyetinden dönmesi, ancak hazret-i Alînin fikrinin ve sözünün<br />

doğru olduğuna güvenmesinden ve ona uymasından ileri geldiği şübhesizdir.<br />

Hepsinin düşüncesinin ve konuşmasının, hep islâm dînine hizmet niyyeti ile olduğu,<br />

buradan da anlaşılmakdadır “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.<br />

Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” birkaçının dünyâya düşkün<br />

olduğunu sanan ve yazan sapıklar, onların böyle davranmalarına dikkat etselerdi,<br />

bu büyük zâtlara karşı, kötü zanda bulunmak günâhından kurtulurlardı).<br />

– 514 –


Abbâsî târîhcileri, sultânların gözüne girmek, mal ve mevkı’ elde etmek için<br />

vak’aları değişdirmekden, hâdiseleri yanlış yazmakdan çekinmemiş, Emevîleri insâfsızca<br />

kötülemeğe koyulmuşlardı. Abbâsî halîfeleri, Emevîlere düşman olduğundan,<br />

târîhcileri de, dünyâlık ele geçirmek için, ilmi, siyâsete kurbân etmişlerdir. Osmânlılar,<br />

zemân bakımından, Abbâsîlere dahâ yakın, toprak bakımından da,<br />

komşu olduğundan, câhil târîhciler, Abbâsî târîhlerini olduğu gibi terceme etmiş,<br />

Cevdet pâşa bile, bu te’sîrden kendini kurtaramamışdır. Bir yandan târîhciler, bir<br />

yandan da, şâh İsmâ’îlin bozguna uğrıyan ordusunun döküntüsü olup, tekkelere<br />

sığınan kızılbaşlar, türk milletine, Eshâb-ı kirâmın düşmanlığını bulaşdırdı. Yalnız,<br />

Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından, işin doğrusunu öğrenenler, bu felâketden<br />

kurtulabildi. Allahü teâlâ, doğru yolda bulunanların yardımcısı olsun! Âmîn.<br />

(Merec-ül-bahreyn)de diyor ki, hakîm Alî Tirmizî buyurdu ki, (Yaşım ilerledikçe,<br />

ilmim, amelim ve mücâhedem artdığı hâlde, gençliğimde kavuşmuş olduğum<br />

nûrları, te’sîrleri kendimde bulamaz oldum. Sebebini bir dürlü anlıyamadım.<br />

Gençlik zemânım, Resûlullahın zemânına dahâ yakın olduğu için, o zemândaki hâlin<br />

dahâ üstün olduğu, kalbime ilhâm edildi). O zemâna yakın zemânlar böyle kıymetli<br />

olunca, o zemânın kendinin ne kadar çok kıymetli olduğunu anlamalıdır. Bunun<br />

içindir ki, (Kût-ül-kulûb)da, (Resûlullahın o mubârek cemâlini bir kerre görmek<br />

ve biraz huzûrunda oturmak, insanı öyle şeylere kavuşdurur ki, başka zemânlarda<br />

yapılan halvetlerle ve erba’înlerle, ya’nî kırk gün riyâzet çekmekle, bunlar<br />

elde edilemezler) buyurulmakdadır. Başka zemânlarda yetişen büyük Velîler de,<br />

Resûlullahın ma’nevî sohbetinde bulunup, feyz almakla yükselmişlerdir].<br />

25 — İKİNCİ CİLD, 99. cu MEKTÛB<br />

Bu mektûb, seyyid Muhammed Nu’mâna “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmış<br />

olup, ba’zı Evliyâ, tesavvuf yolunda ilerlerken, kendilerini, Eshâb-ı kirâmın makâmında<br />

görüyor. Bunu açıklamakda ve dünyâda Peygamberlere çok derd ve<br />

belâ gelmesinin sebebini bildirmekde ve adem, Fenâ ve Bekâyı anlatmakdadır:<br />

Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği kullarına<br />

selâm olsun!<br />

Süâl: Sâlik, tesavvuf yolunda yükselirken, ba’zan kendisini, kendinden yüksek<br />

olduklarında söz birliği olan Eshâb-ı kirâmın makâmında görüyor. Hattâ, ekseriyâ<br />

Peygamberlerin makâmlarında görüyor. Bu nasıl olur? Ba’zı kimseler, bu sâlikin<br />

o makâmların sâhiblerinin derecesinde olduğunu söylediğini sanıyor. Bunun<br />

için, bu sözüne inanmıyorlar. Hattâ, ona dil uzatıyorlar. Bunun sebebi nedir?<br />

Cevâb: Aşağı derecedeki insanların, yükseklerin makâmına çıkması, fakîrlerin<br />

zenginler kapısına ve ihsân sâhiblerinin evlerine giderek, onlardan ihtiyâclarını dilemelerine,<br />

ni’metlerine kavuşmalarına benzer. Bunların, o makâma çıkmasını, makâm<br />

sâhibleri ile müsâvî olmak sananlar, câhillik etmiş olur. Bu yükselmeleri, ba’zan<br />

o makâmları görerek özenmeleri içindir. Dünyâda sultânların ve beğlerin serâylarını,<br />

köşklerini seyretmeğe gitmek gibidir. Bu gibileri, sultânlarla, beğlerle müsâvî<br />

oldu sanmak, ahmaklık olur. Hizmetciler, efendilerine hizmet etmek için, husûsî<br />

odalarına kadar girer. Süpürmek için, temizlik için sultânın yanına yaklaşır.<br />

Mısra’:<br />

Derd sâhiblerine her yandan gelir belâ...<br />

Ba’zıları, bir zevallıyı ayblamak ve kötülemek için, behâne arar. Allahü teâlâ,<br />

böyle kimselere insâf versin! Bir garîb dervîşi iftirâdan, lâfdan korumak için sebeb<br />

aramaları lâzım gelirdi. Bir müslimânın ırzını, şerefini korumak için, çalışmaları<br />

îcâb ederdi. Bu makâmlara yükselen sâliklere dil uzatanlar, iki dürlü olabilir:<br />

Bu sâlik, o makâmların sâhibine müsâvî olduğunu sanıyor derlerse, bu sâliki kâfir<br />

ve zındık bilmiş olurlar. Çünki bir kimse, kendini Peygamberler ile berâber bi-<br />

– 515 –


lirse, kâfir olur. Şeyhaynın [ya’nî Ebû Bekrin ve Ömerin] “aleyhimürrıdvân” bütün<br />

müslimânlardan üstün olduğunu Sahâbe ve Tâbi’în sözbirliği ile bildirdi. Bu<br />

sözbirliğini, din imâmlarımız, kitâblarında yazmakdadır. Bunlardan biri, imâm-ı<br />

Şâfi’îdir “rahmetullahi aleyh”. Hattâ Sahâbe-i kirâmın hepsi, sonra gelen müslimânların<br />

hepsinden dahâ üstündür. Çünki, insanların en iyisinin sohbetinin üstünlüğüne<br />

benzeyen hiçbir üstünlük olamaz. Eshâb-ı kirâmın, islâmiyyetin za’îf olduğu<br />

ve müslimânların az olduğu o zemânda, dîni kuvvetlendirmek için ve Peygamberlerin<br />

efendisine “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” yardım etmek<br />

için yapdığı ufak bir hareketine, o kadar sevâb verilir ki, başkaları, bütün ömrünü,<br />

sıkı riyâzetle ve ağır mücâhedelerle ve ibâdetlerle geçirse, o kadar sevâb alamaz.<br />

Bunun için Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetimden<br />

herhangi biri, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımın bir müd<br />

arpa sadakasına verilen sevâba kavuşamaz). [Müd, iki rıtldır. (Rıtl) yüzotuz dirhem-i<br />

şer’îdir. Bir (dirhem-i şer’î) 3.36 gr.dır. Bir (Müd) sekizyüzyetmişbeş gram<br />

ağırlığında bir ağırlık birimidir.]<br />

Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh”, bu ümmetin en üstünü olmasının sebebi,<br />

îmâna gelmekde, malının çoğunu ve cânını fedâ etmekde ve her dürlü hizmetde,<br />

başkalarının önünde bulunmasıdır. Hadîd sûresinin onuncu âyetinde meâlen,<br />

(Mekke-i mükerremenin fethinden önce malını veren ve cihâd eden kimseye,<br />

fethden sonra malını dağıtan ve cihâd edenden dahâ büyük derece vardır. Allahü<br />

teâlâ, hepsine Cenneti va’d etdi) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, onun için indirilmişdir.<br />

Ba’zı kimseler, fazîletlere, vak’alara bakarak, bunun en üstün olduğunda<br />

duraklıyor. Hâlbuki, bilmiyorlar ki, üstünlüğün sebebi, fazîletler ve hârikalar olsaydı,<br />

fazîletleri ve hârikaları çok olan herhangi bir müslimânın, o kadar hârikası<br />

olmayan kendi Peygamberlerinden üstün olması lâzım gelirdi. Demek oluyor ki,<br />

üstünlüğün esrârı, sebebi, fazîletlerden ve hârikalardan başka birşeydir. Bu fakîre<br />

göre, bu sebeb, dîni kuvvetlendirmekde ve mal ve cân fedâ ederek Allahın dînine<br />

yardım etmekde başkalarının önünde bulunmakdadır. Her önde olan, sonra<br />

gelenlerden dahâ üstün olur. Önde gelenler, sonra gelenlerin, dinde üstâdı ve mu’allimidir.<br />

Sonra gelenler, önce gelenlerin nûrları ile aydınlanmakda, onların bereketlerinden<br />

fâidelenmekdedir. Peygamber hepsinden ileride, önde olduğu için, hepsinden<br />

üstündür. Bu ümmet içinde, Peygamberimizden “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü<br />

vesselâm” sonra, bu devletin, ya’nî se’âdetin sâhibi, Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü<br />

teâlâ anh”. Çünki, dîni kuvvetlendirmek ve Peygamberlerin efendisine<br />

“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” yardım etmek için, malını dağıtmakda, cihâd etmekde,<br />

şiddetli mücâdele etmekde ve şânını, şerefini gayb etmekde, öncelerin öncesi<br />

Odur. O hâlde, hepsinden dahâ üstün Odur.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, islâmiyyetin yükselmesinin ve kuvvetlenmesinin,<br />

Ömer-ül Fârûkun yardımı ile olmasını istedi. Allahü teâlâ, sevgili<br />

Peygamberine yardım etmek için, onu kâfi gördü. Enfâl sûresinin, altmışdördüncü<br />

âyetinde meâlen, (Ey Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sana yardımcı<br />

olarak Allahü teâlâ ve mü’minlerden sana tâbi’ olanlar yetişir) buyurdu. Abdüllah<br />

ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ”, (Bu âyet-i kerîme, Ömer-ül Fârûk îmân etdiği<br />

zemân geldi) buyurdu. O hâlde, Ebû Bekr-i Sıddîkdan sonra, en üstün olan budur.<br />

Eshâb-ı kirâm ve Tâbi’în, bu ikisinin en üstün olduğunu sözbirliği ile bildirdi.<br />

Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki: (Ebû Bekr ile Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ”<br />

bu ümmetin en üstünüdür. Beni onlardan üstün sanan, iftirâ etmekdedir.<br />

İftirâ edeni dövdükleri gibi, onu sopa ile döverim). Bunları başka kitâb ve mektûblarımda<br />

uzun anlatmışdım. [Bu ikisinin üstünlükleri (Kurret-ül ayneyn) ve<br />

(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının (Müslimânların iki gözbebeği) kısmında uzun yazılıdır.]<br />

Kendini, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm” gibi sanmak, ahmaklıkdır.<br />

Kendini, önce gelen büyüklere benzetmek, câhillikdir. Şunu da bildirelim ki, ön-<br />

– 516 –


ce olmak şerefinin üstünlüğe sebeb olması, birinci asrda, insanların en iyisinin sohbetine<br />

kavuşanlar içindir. Sonraki asrlarda böyle değildir. Dahâ sonraki asrda gelenler,<br />

önündeki asrlarda gelenlerden üstün olabilir. Hattâ aynı asrda bulunanlardan,<br />

sonraki, öncekinden [talebesi hocasından] ileri geçebilir. Allahü teâlâ, dil uzatanları,<br />

gaflet uykusundan uyandırsın! Bir müslimânı kabâhatli sanarak, dedikodu<br />

yapmak, söğmek, pek şenî’, çok çirkindir. Vehm ile, zan ile, bir müslimâna sapık<br />

demek, kâfir demek, inâdcılık, kincilik olur. Bu iftirâları yerinde olmadığı zemân,<br />

söyliyenler sapık ve kâfir olur. Böyle olduğunu hadîs-i şerîf bildirmekdedir.<br />

Sözümüze dönelim. Sâliklere dil uzatanların ikinci kısmını bildirelim. Bunlar,<br />

o derecelerde olduğunu söyliyen sâliklere kâfir ve sapık demez ise de, iki hâlden<br />

birisi olabilir: Ona yalancı derler. Bu da, bir müslimâna sû-i zan etmek olup harâmdır.<br />

Yok eğer, sözüne inanır ve o büyüklere müsâvî olmak da’vâsında olmadığını<br />

bilirler ise, dil uzatmalarına sebeb kalmaz. Onu niçin söğüp çekişdirirler? Doğru<br />

keşflere iyi ma’nâlar vermek lâzımdır. Doğru keşf sâhiblerini ayblamamalı, onlar<br />

için kötü, çirkin şeyler söylememelidir.<br />

Süâl: Dedikodu yapan bir kimse, (Sâlikin, fitne ve fesâda sebeb olacak hâlini açığa<br />

çıkarmasına ne lüzûm var?) derse:<br />

Cevâb: Tesavvuf büyükleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, böyle hâllerini<br />

çok bildirmişdir. Hattâ, âdet olmuşdur. Bu hâllerini, iyi niyyetlerle, doğru maksadlarla<br />

açığa vurmuşlardır. Buna sebeb, ba’zan, şübheli olan hâllerinin, doğru olup<br />

olmadığını anlamak için mürşidlerine bildirirler. Ba’zan da, tâlibleri, gençleri<br />

teşvîk için söylemişlerdir. Ba’zan da, şu veyâ bu, hiçbir sebeb olmıyarak, tarîkat<br />

serhoşluğu ile, ağzından kaçırır. Böyle hâlleri şöhret için, kendini beğendirmek için<br />

söyleyen yalancıdır. Böyle hâli varsa, kendine zarârdır, istidrâcdır.<br />

Süâl: Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve Velîler “aleyhimürrıdvân”,<br />

hep derd ve belâ içinde yaşadı. Hattâ (Belâlar, mihnetler, en çok Peygamberlere,<br />

sonra Evliyâya, sonra bunlara benziyenlere gelir) buyuruldu. Hâlbuki, Şûrâ<br />

sûresi, otuzuncu [30] âyetinde meâlen, (Size gelen belâlar, kabâhatlerinizin cezâsıdır)<br />

buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeye göre, derdlerin çokluğu, günâhın çokluğunu<br />

gösterir. Peygamber ve Velî olmayanların, çok sıkıntı çekmesi îcâb eder. Dostlarına,<br />

neden derd, belâ veriyor? Düşmânları râhat ve ni’metler içinde, dostları mihnetler,<br />

belâlar içinde nasıl olur?<br />

Cevâb: Dünyâ, zevk için, lezzet için yaratılmadı. Âhıret, bunun için yaratılmışdır.<br />

Dünyâ ile âhıret, birbirinin zıddı, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine<br />

sebeb olur. Ya’nî, birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeğe sebeb olur.<br />

O hâlde, dünyâda ni’metleri, lezzetleri çok olanlar, [bunlara lâzım olan şükrü<br />

yapmazlarsa] âhıretde çok korkacak, çok acı çekecekdir. Bunun gibi, dünyâda [tehlükelerden<br />

sakındığı, çalışdığı hâlde] çok acı çeken mü’min, âhıretde çok lezzete<br />

kavuşacakdır. Dünyânın ömrü, âhıretin uzunluğu yanında, deniz yanında bir<br />

damla kadar bile değildir. Dahâ doğrusu, sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi? Bunun<br />

için dostlarına merhamet ederek, sonsuz ni’metlere kavuşmaları için, dünyâda<br />

birkaç gün sıkıntı çekdiriyor. Düşmânlarına, hîle, istidrâc yaparak, biraz lezzet<br />

verip, çok elemlere sürüklüyor.<br />

Süâl: Fakîr olan kâfir, dünyâda da, âhıretde de sıkıntı çekiyor. Bunun dünyâda<br />

çekdiği sıkıntılar âhıretde lezzete kavuşmasına niçin sebeb olmıyacak?<br />

Cevâb: Kâfir, Allahü teâlânın düşmanıdır. Sonsuz azâb görmesi lâzımdır. Dünyâda,<br />

ona azâb yapmamak, kendi hâline bırakmak, ona iyilik, lezzet demekdir. Hattâ,<br />

bunun için hadîs-i şerîfde, (Dünyâ kâfirlerin Cennetidir) buyuruldu. Kâfirlerden<br />

bir kısmına, dünyâda azâb yapmamakla iyilik etdikleri gibi, ayrıca ni’metler,<br />

lezzetler de verirler. Bir kısmına ise, yalnız azâb yapmamak ile iyilik edip, ayrıca<br />

lezzetler vermezler. Bunların hep, hikmetleri, fâideli sebebleri vardır.<br />

– 517 –


Süâl: Allahü teâlâ, herşeye kâdirdir. Dostlarına, hem dünyâda, hem de âhıretde<br />

ni’metler, lezzetler verseydi ve dünyâda verdiği lezzetler, âhıretde, bunların e-<br />

lem çekmesine sebeb olmasaydı, dahâ iyi olmaz mı idi?<br />

Cevâb: Bunun çeşidli cevâbları vardır:<br />

1. ci cevâb: — Dünyâda, birkaç gün derd, belâ çekmeselerdi, Cennetin lezzetlerinin<br />

kıymetini anlamazlardı ve ebedî ni’metlerin kıymetini bilmezlerdi. Açlık<br />

çekmiyen, yemeğin lezzetini anlamaz. Acı çekmiyen, râhatlığın kıymetini bilmez.<br />

Dünyâda bunlara elem vermek, sanki dâimî lezzetleri artdırmak içindir. Bu elemler,<br />

bir ni’met olup, câhil halkı denemek için, büyüklere verilen ni’metler, elem olarak<br />

gösterilmekdedir. Yabancılara elem şeklinde gösterilen, dostlar için ni’metdir.<br />

2. ci cevâb: — Belâlar, sıkıntılar, câhil için sıkıntı ise de, bu büyüklere, sevdiklerinden<br />

gelen herşey, tatlı olmakdadır. Ni’metlerden lezzet aldıkları gibi, belâlardan<br />

da lezzet duyarlar. Hattâ, belâ sâdece sevgilinin arzûsu olup, kendi istekleri<br />

karışmadığı için, dahâ tatlı gelir. Ni’metlerde bu lezzet bulunamaz. Çünki, ni’metlerde,<br />

nefslerinin istekleri de vardır. Belâ gelince, nefsleri ağlamakda, inlemekdedir.<br />

Bu büyükler, belâyı ni’metden dahâ çok sever. Belâ, bunlara, ni’metden dahâ<br />

tatlı gelir. Bunların dünyâdan aldıkları lezzet, belâlardan, musîbetlerden gelmekdedir.<br />

Dünyâda derd ve belâ olmasaydı, bunların gözünde, dünyânın hiç değeri<br />

olmazdı. Dünyânın acı hâdiseleri olmasaydı, onu boş, abes görürlerdi. Fârisî<br />

nazm tercemesi:<br />

Seni sevmekden maksadım,<br />

derdi ve gammı tadmakdır.<br />

Böyle olmasaydı arzûm,<br />

dünyâda başka tat çokdur.<br />

O hâlde, Allahü teâlânın dostları, dünyâda da, âhıretde de lezzetli ve sevinclidir.<br />

Derdlerden aldıkları lezzetler, âhıret lezzetlerinin azalmasına sebeb olmaz. Âhıret<br />

lezzetlerini gideren, câhillerin aradıkları lezzetlerdir. Yâ Rabbî! Dostlarına nasıl<br />

ihsân yapıyorsun ki, başkalarına verdiğin ni’metler, bunlara da rahmetdir. Onlara<br />

derd, elem olanlar da, bunlara ni’metdir. Başkaları ni’met gelince sevinir. Derd<br />

gelince üzülür. Bu büyükler, ni’metde de sevincli, derdde de sevinclidir. Çünki bunlar,<br />

işlerin güzelliğine, çirkinliğine bakmıyor. İşleri yapanın güzelliğine bakmakdadırlar.<br />

O, güzellerin güzelidir. İşleri yapan sevgili olduğu gibi, işleri de sevgili olmakda<br />

ve tatlı gelmekdedir. Bu dünyâda, herşey, güzel olan yapıcının işi olduğundan,<br />

derd ve zarâr verse de, bunlara, istedikleri ve sevdikleri şey olmakdadır. Kendilerine<br />

tatlı gelmekdedir. Yâ Rabbî! Bu nasıl lutf ve ihsândır ki, bu gizli ve kıymetli<br />

ni’metleri, yabancılara sezdirmeden, dostlarına gönderiyorsun! Bunları,<br />

her ân, kendi arzûna râzı bulundurup, zevk ve lezzet içinde tutuyorsun! Başkalarına<br />

derd, ayb, aşağılık olarak gönderdiklerin, bunlar için, cemâl ve kemâl oluyor.<br />

Bunların arzûlarını, arzû edilmiyen şeyler içine yerleşdirdin. Dünyâ lezzet ve<br />

zevklerini, başkalarının tersine olarak, âhıret derecelerinin, lezzetlerinin artmasına<br />

sebeb eyledin. Bu, Allahü teâlânın büyük ni’metidir. Dilediğine ihsân eder.<br />

Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir.<br />

3. cü cevâb: — Bu dünyâ, imtihân yeridir. Burada hak, bâtıl ile; haklı, haksız ile<br />

karışıkdır. Burada, dostlarına sıkıntılar, belâlar vermeseydi, yalnız düşmanlarına<br />

verseydi, dost, düşmandan ayrılır, belli olurdu. İmtihânın fâidesi kalmazdı. Hâlbuki,<br />

gayba îmân etmek lâzımdır. Dünyânın ve âhıretin bütün se’âdetleri, görmeden<br />

inanmağa bağlıdır. Hadîd sûresi, yirmibeşinci [25] âyetinin meâl-i şerîfi, (Allahü<br />

teâlâ, Peygamberlerine, gaybdan, görmeden, yardım edenleri bilmek için...)<br />

olup, bu hâl bildirilmekdedir. Dostlarını mihnet ve belâ içinde göstererek, düşmanlarının<br />

gözünden sakladı. Dünyâ, imtihân yeri oldu. Dostları, görünüşde belâda,<br />

hakîkatde ise, zevk ve lezzetdedir. Düşmânlar, böylece zarâr, ziyân etmekdedir.<br />

– 518 –


Peygamberlerin, muhârebelerde düşmânlarla döğüşmesi de böyle olurdu. Bedr<br />

gazâsında müslimânlar, Uhud gazâsında kâfirler gâlib gelmişdi. Allahü teâlâ bu hâli,<br />

Âl-i İmrân sûresi, yüzkırkıncı [140] âyetinde bildirmekdedir.<br />

4. cü cevâb: — Evet, Allahü teâlâ herşeye kâdirdir. Dostlarına hem dünyâda,<br />

hem de âhıretde râhatlık verebilir. Fekat, âdeti böyle değildir. Kudretini, hikmeti<br />

ve âdeti altına gizlemeği sever. İşlerini, yaratmasını, sebebler altında gizlemişdir.<br />

O hâlde, dünyâ âhıretin aksi olduğundan, dostların, âhıret ni’metlerine kavuşmak<br />

için, dünyâda sıkıntı çekmeleri lâzımdır. [Allahü teâlânın dostları, derdlere,<br />

belâlara, tehlükelere karşı tedbîr alır. Bunlardan kurtulmağa çalışır. Dayanılamıyacak<br />

şeylerden kaçınmak, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sünnetidir.<br />

Tedbîrlere, çalışmalara rağmen başa gelen belâlardan zevk alırlar. Derdlerden<br />

zevk almak, yüksek derecedir. Çok az seçilmişlerin yapacağı işdir.]<br />

Asl cevâb: — Dertlerin, belâların gelmesine sebeb, günâh işlemekdir. Fekat, belâlar,<br />

sıkıntılar, günâhların afv edilmesine sebeb olur. O hâlde, dostlara, belâları,<br />

sıkıntıları çok vermek lâzımdır ki, günâhları kalmasın. [Allahü teâlâ, sevdiklerinin<br />

günâhlarını afv etmek için, onlara derd, belâ gönderiyor. Tevbe, istigfâr edince<br />

de, günâhlar afv olur. Derd ve belâ gelmesine lüzûm kalmaz ve gelmiş derdler<br />

de gider. O hâlde, derd ve belâdan kurtulmak için, çok (istigfâr) okumalıdır.] Dostların<br />

günâhını, düşmanların günâhları gibi sanmamalıdır. (İyilerin, iyilik etmek olarak<br />

bildikleri şeyleri, dostlar, günâh işlemek bilirler) buyuruldu. Bunlardan günâh<br />

ve kusûr sâdır olsa da, başkalarının günâhları gibi değildir. Yanılmak ve unutmak<br />

gibidir. Niyyet ederek, karâr vererek yapılmış değildir. Tâhâ sûresi, yüzonbeşinci<br />

[115] âyetinde meâlen, (Âdeme önce söyledik. Fekat unutdu. Azm ile, karâr ile<br />

yapmadı) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” içindir.<br />

O hâlde, dostlara gelen derdlerin, belâların, musîbetlerin çok olması, günâhların<br />

çok afv edildiğini gösterir. Günâhların çok olduğunu göstermez. Dostlarına<br />

çok belâ vererek, günâhlarını afv eder, temizler. Böylece bunları, âhıret sıkıntılarından<br />

korur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ölüm hâlinde, şiddet ve sıkıntıda<br />

iken, Fâtıma “radıyallahü anhâ”, babasını çok sevdiği ve çok acıdığı için<br />

ve Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Fâtıma, benden bir parçadır) buyurmuş<br />

olduğu için, o da sıkılıyor, kıvranıyordu. Kızının bu hâlini görünce, onu tesellî<br />

etmek için, (Babanın çekeceği sıkıntı, ancak bu kadardır. Başka hiçbir sıkıntı görmez!)<br />

buyurdu.<br />

Cehennemdeki çok şiddetli azâbların, birkaç günlük sıkıntı ile giderilmesi ve günâhların<br />

temizlenmesi için dünyâda sebebler gönderilmesi ne büyük ni’metdir.<br />

Dostlara bu mu’âmele yapılırken, başkalarının günâhlarının hesâbını âhırete bırakıyorlar.<br />

O hâlde dostlara, dünyâda çok derd ve belâ vermesi lâzımdır. Başkaları,<br />

bu ihsâna lâyık değildir. Çünki, büyük günâh işlerler, yalvarmaz, boyun bükmez,<br />

ağlamaz ve Ona sığınmazlar. Günâhları sıkılmadan işlerler ve kasd ile, plânlıyarak<br />

işlerler. Hattâ inâd edercesine işlerler. Hattâ, Allahü teâlânın âyetleri ile<br />

alay edecek, inanmıyacak kadar ileri giderler. Cezâ, suçun büyüklüğüne göre değişir.<br />

Günâh küçük olur ve suçlu boynunu büküp yalvarırsa, bu suç, dünyâ derdleri<br />

ile afv olunabilir. Fekat, günâh büyük, ağır olur ve suçlu inâdcı, saygısız olursa,<br />

bunun cezâsı âhıretde sonsuz ve çok acı olmak lâzım gelir. Nahl sûresi, otuzüçüncü<br />

[33] âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, onlara zulm etmez. Onlar, kendi kendilerine<br />

zulm edip, ağır cezâları hak etdiler) buyuruldu.<br />

[(Günâh), Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, yasak etdiklerinden sakınmamakdır.<br />

Emr ve yasaklar, müslimânlaradır, îmânı olanlaradır. Îmânı olmayanları,<br />

kâfirleri, emr vermekle, ibâdet etdirmekle şereflendirmedi. Onlar, hayvanlar<br />

gibi, her istediklerini yapar, günâh olmaz. Bunlar, ibâdet yapmadıkları için, günâh<br />

işledikleri için, dünyâda azâb çekmezler. Her dürlü ni’mete kavuşurlar. İstediklerini,<br />

çalışdıklarını elde ederler. Yalnız, zâlim olanları, mahlûklara eziyyet veren-<br />

– 519 –


leri, dünyâda cezâlarını çeker. Kâfirlere, yalnız bir emr verilmiş, onlardan yalnız<br />

birşey istenilmişdir. Bu bir emr, îmân etmeleri, müslimân olmalarıdır. Kâfirler, bu<br />

emri dinlemedikleri için, biricik suç işlemiş oluyorlar. Fekat bu suç, en büyük suçdur.<br />

Bu suçun cezâsı, pek büyük, çok acı ve sonsuzdur. Dünyâda böyle cezâ olamaz.<br />

Bu sonsuz cezâ, bunlara, âhıretde, Cehennemde verilecekdir].<br />

Diyorsunuz ki, câhiller, ahmaklar, [nemâz kılanlarla, oruc tutanlarla, islâmiyyete<br />

uyanlarla] alay ediyor. [Bunlara gerici diyor.] Allah, dostlarına niçin derdler,<br />

belâlar gönderiyor? İyilikler, ni’metler vermiyor? [Biz Onun emrlerini yapmıyoruz.<br />

Bize cezâ verse yâ? Oh! Biz râhat, istediğimiz gibi zevk, safâ ediyor, keyf sürüyor,<br />

hîle ile, yalan ile, dünyânın tadını çıkarıyoruz. Sizler, nemâzla, orucla vakt<br />

geçiriyor, dünyâ zevklerinden kaçıyor, sıkıntı içinde yaşıyorsunuz! Bu sıkıntılar yetişmiyormuş<br />

gibi, Rabbiniz, derdleri, belâları da size veriyor. Müslimânlık se’âdet<br />

yolu olsaydı, siz bizden dahâ râhat, dahâ tatlı, dahâ mes’ûd yaşardınız diyorlar].<br />

Böyle bayağı sözlerle, bu sevgili kullara inanmıyorlar.<br />

Kâfirler, insanların en iyisine de böyle söylerdi. Furkân sûresi, yedinci [7] âyetinde<br />

meâlen, (Kâfirler: Bu nasıl Peygamberdir? “sallallahü aleyhi ve sellem”. Bizim<br />

gibi yiyip içiyor, sokaklarda geziyor. Peygamber olsaydı, kendisine melek gelirdi.<br />

Yardımcıları olur, bize onlar da haber verir, Cehennem ile korkuturlardı. Yâhud,<br />

Rabbi, para hazîneleri gönderir, yâhud, meyve bağçeleri, çiftlikleri olur, istediğini<br />

yirdi dediler...) buyuruldu. Bu gibi sözler, âhırete, Cennete, Cehenneme<br />

inanmıyanların, ilerisini göremiyenlerin sözleridir. Cennet ni’metlerinin, Cehennem<br />

azâblarının sonsuz olduğunu bilen kimse, dünyânın birkaç günlük belâlarına,<br />

sıkıntılarına hiç ehemmiyyet verir mi? Bu derdlerin, sonsuz se’âdete sebeb olacağını<br />

düşünerek, bunları ni’met olarak karşılar. Câhillerin sözlerine aldırış etmez.<br />

Derdler, belâlar, sıkıntılar, muhabbetin, sevginin, şaşmıyan şâhidleridir. Ahmakların<br />

bunu anlamamasının ne ehemmiyyeti olur. En iyisi, böyle câhillerle konuşmamalı,<br />

[radyolarını dinlememeli, filmlerini, gazetelerini ve kitâblarını görmemelidir].<br />

6. cı cevâb: — Belâ, kemend-i mahbûbdur [sevgilinin, âşıkını kendine çekmek için<br />

gönderdiği kemenddir]. Âşıkları, sevgiliden başka şeylere bakmakdan koruyan bir<br />

kamçı gibidir. Âşıkları, sevgiliye döndürür. O hâlde, derdlerin, belâların dostlara<br />

gönderilmesi lâzımdır. Belâlar, dostları, sevgiliden başka şeylere düşkün olmak günâhından<br />

korur. Başkaları, bu ni’mete lâyık değildir. Dostları, zorla sevgiliye çekerler.<br />

İstediklerini derd ve belâ ile çekerler ve onu mahbûbluk derecesine yükseltirler.<br />

İstemediklerini başıboş bırakırlar. Bunların içinden, se’âdet-i ebediyyeye lâyık<br />

olan, kendisi doğru yola gelip, çalışarak, uğraşarak, lutf, ihsâna kavuşur. Böyle<br />

yapmıyan, başına gelecekleri düşünsün!<br />

Görülüyor ki, seçilenlere, belâ çok gelir. Çalışanlara, uğraşanlara o kadar çok<br />

gelmez. Bunun içindir ki, seçilmişlerin reîsi, beğenilmişlerin, sevilmişlerin baş<br />

tâcı olan Peygamberimiz “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, (Benim çekdiğim<br />

acı gibi, hiçbir Peygamber acı çekmedi!) buyurdu. O hâlde, derd ve belâlar, öyle<br />

usta bir kılavuzdur ki, dostu dosta, şaşmadan kavuşdurur. Sevgiliden başkasına bakmakla<br />

onu lekelemekden korur. Ne kadar şaşılır ki, âşıklar, hazînelere, milyonlara<br />

mâlik olsa, hepsini verip, derd ve belâ satın alır. Aşk-ı ilâhîden haberi olmıyan,<br />

derd ve belâdan kurtulmak için, milyon harc eder.<br />

Süâl: Ba’zan, dostlar, derd ve belâ gelince, üzülüyor. İstemediği anlaşılıyor. Bunun<br />

sebebi nedir?<br />

Cevâb: O üzüntü ve isteksizlik, görünüşdedir. Tabî’atden, maddesindendir. Bu<br />

isteksizliğin fâideleri vardır. Çünki, bu isteksizlik olmasa, nefs ile cihâd, düşmanlık<br />

edilemez. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edeceği zemân, görülen<br />

sıkıntısı, nefs ile cihâdın son parçaları idi. Böylece, son nefesi de düşman ile<br />

mücâdelede geçmiş oldu. Ölüm ânında en şiddetli mücâdeleyi yapdı. İnsanlık sı-<br />

– 520 –


fatları, tabî’at istekleri kalmadı. Mubârek nefsini tâm itâ’ate, hakîkî itmînâna getirdi.<br />

O hâlde, belâ, aşk ve muhabbet pazarının dellâlıdır. Muhabbeti olmıyanın dellâl<br />

ile ne işi olur. Dellâlın buna ne fâidesi olur ve bunun gözünde dellâlın ne kıymeti<br />

vardır?<br />

7. ci cevâb: — Belâ gelmesinin bir sebebi de, doğru âşıkları, dost görünen yalancılardan<br />

ayırmakdır. Doğru olan âşık, belâdan lezzet alır, sevinir. Yalancı ise,<br />

acı duyar, sızlanır. Muhabbetin tadını tatmış ise, hakîkî acı duymaz. Acı duyması<br />

görünüşdedir. Âşıklar, bu iki acıyı birbirinden ayırır. Bunun içindir ki, (Velî “kaddesallahü<br />

teâlâ esrârehümül’azîz”, Velîyi tanır) buyurmuşlardır.<br />

Süâl: Ayrıca, soruyorsunuz ki, adem, her bakımdan yok demekdir. Vücûd ile ilişiği<br />

olmaz. O hâlde adem, zihnde, ilmde nasıl bulunuyor? Zihnde bulunan birşey<br />

hayâlden dışarı nasıl çıkabilir?<br />

Cevâb: Evet adem, yok demekdir. Fekat, bütün bu mahlûklar, ondan yapılmışdır.<br />

Herşeyin vücûde gelmesi, onun ayna olması sâyesindedir. Allahü teâlânın ismlerinin,<br />

ilm-i ilâhîdeki görünüşleri, adem aynasında aks ederek, onu ademlere ayırmışlar.<br />

İlmde var olmasına sebeb olmuşlardır. Böylece, adem, her bakımdan yok<br />

olmakdan kurtulmuş, mahlûklara başlangıç [menşe’] olmuşdur. Bu mahlûklar, ilmden<br />

dışarıda da vardır. His ve vehm mertebesindedirler. Fekat, his ve vehmin yok<br />

olması ile, yok olmazlar. Hattâ hâricde mevcûddurlar denilebilir. Ademin böyle<br />

terakkî etdiğine, niçin şaşıyorsunuz? Bu kâinâtın bütün olayları, hep adem üstüne<br />

kurulmuşdur. Allahü teâlânın kudretinin büyüklüğünü anlamalı ki, bu kâinâtı<br />

adem üzerine kurmuşdur. Vücûdün [varlığın] kemâllerini, onun kusûrları vâsıtası<br />

ile meydâna çıkarmışdır. Ademin terakkî sebebi meydândadır. Çünki, Allahü<br />

teâlânın ismlerinin, sıfatlarının, ilm-i ilâhîdeki sûretleri [görünüşleri] onun<br />

odasında oturmakdadır. Onunla bir yatakda, onun koynundadırlar. Sûretleri, zılleri,<br />

asla, hakîkate kavuşduran bir yol bulmuşdur. Kör olan kalbler, bunu görmez.<br />

(Bizim vazîfemiz, Rabbine yol bulmak istiyenlere, yol göstermekdir). Vehm ve hayâl<br />

kelimeleri sizi şübheye düşürmüş. Ademin terakkî etmesine şaşmayınız! Çünki,<br />

bu âlemdeki her vak’a, her iş, ilmin, hayâlin dışında değildir. Fekat, hayâlden<br />

hayâle fark vardır. Hayâl mertebesinde var olmak başkadır. Vehmde, hayâlde meydâna<br />

gelmek başkadır. Hayâl mertebesindeki varlık, hakîkî varlıkdır. Hattâ, dışarda<br />

olan bir varlıkdır denilebilir. Hâlbuki, hayâlde meydâna gelen varlık, böyle değildir.<br />

Böyle devâmlı olmaz. Ademin ba’zı hünerlerini yazmışdım. Bir sûretini emîr<br />

Muhibbullah götürmüşdü. Merâk ediyorsanız, oradan okuyunuz!<br />

Süâl: Fenâ ve Bekâyı soruyorsunuz.<br />

Cevâb: Bunları, çeşidli mektûblarımda ve risâlelerimde yazmışdım. Anlaşılmıyan<br />

yerleri kaldı ise, bunları iyi anlamak için, görüşmek, berâber bulunmak lâzımdır.<br />

Bunların hakîkati, yazıya sığmaz. Sığsa da, yazmak doğru olmaz. Çünki, kim<br />

kavrar, kim anlar? Fenâ ve Bekâ, şühûdîdir. Vücûdî değildir. [Ya’nî Fenâ, kendini<br />

yok görmekdir. Yok olmak değildir. Bekâ da böyledir.] Birşey olmıyan kul, Rab<br />

olmaz. Hak teâlâ ile birleşmez. Kul, hep kuldur. Rab, hep Rabdır. Fenâ ve Bekâyı,<br />

vücûdî sanarak, kulların te’ayyün-i vücûdlerini ortadan kaldırıp, te’ayyünlerden<br />

ve benzemekden münezzeh olan asl ile birleşmeği ve kendisi yok olup, Rabbi<br />

ile sonsuz var olacağını söyliyen, zındıkdır. Bir damla su, yerinden yok olup, denize<br />

damlaması gibi, kaydlardan, bağlardan kurtulup, kaydsızla birleşmeği söylemek<br />

zındıklıkdır. Böyle kötü i’tikâddan, inanışdan Allahü teâlâya sığınırız. (Fenâ)<br />

demek, Allahü teâlâdan başka herşeyi unutmak, başkasına bağlanmamak ve<br />

bütün isteklerinden kalbini temizlemek demekdir. Kulluk da, bundan ibâretdir.<br />

(Bekâ) da, kulun, Rabbinin irâdesine uyması, Allahü teâlânın isteklerini, kendi isteği<br />

yapmasıdır.<br />

Süâl: Enfüsün üstündeki seyri [yürüyüşü] bildiriyorsunuz. Bu hangi seyrdir?<br />

– 521 –


Âlem-i halkın ve Âlem-i emrin on mertebesinde seyr ve hey’et-i vahdânînin seyri,<br />

enfüs içinde seyrdir. O hâlde, enfüsün dışındaki seyr, hangi seyrdir? Hangi yolculukdur?<br />

Cevâb: Enfüs de, âfâk gibi, ismlerin zılleri, hayâlleridir. Allahü teâlânın ihsânı<br />

ile zıl kendini unutarak, aslına dönerse ve aslını sevmeğe başlarsa, (Herkes sevdiği<br />

ile berâber olur) hadîs-i şerîfi gereğince, kendini, kendinin aslı bulur. Varlığını,<br />

aslının varlığı görür. Bu aslın da aslı vardır. Birinci asldan, bu asla geçer. Kendini<br />

bu asl bulur. Böylece, asldan asla ilerler. Bu seyr, âfâk ve enfüsün üstünde bir<br />

yolculukdur. Ba’zıları Seyr-i enfüsîye, (Seyr-i fillah) demişdir. Bizim bildirdiğimiz<br />

seyr, onların dediği seyrden başkadır. Çünki, onların seyri, husûlîdir. Bu ise, vusûlîdir.<br />

Husûl ve vusûl arasındaki farkı, çeşidli mektûblarda bildirmişdik.<br />

Süâl: Allahü teâlânın zâtının, sıfatlarının ve ismlerinin çok yakın olduğunun açıklanmasını<br />

soruyorsunuz?<br />

Cevâb: Bu sorunun cevâbı konuşmağa, buluşmağa bağlıdır. Yazmak uygun<br />

değildir. Yazılırsa, kapalı olur. Anlaşılabileceği belli değildir. Karşılıklı anlatılırsa,<br />

çok fâideli olur. [Birinci kısm, kırkbeşinci maddeyi okuyunuz!].<br />

Süâl: Kemâlât-i nübüvveti soruyorsunuz. Fenâ ve Bekâ ve tecellî ve mebde’iyyet-i<br />

te’ayyünün hepsi üç vilâyetin [Evliyâlığın] kemâlâtındandır. Kemâlât-i nübüvvetde<br />

seyr, ne ile belli olur diyorsunuz?<br />

Cevâb: Urûc ederken, ilerlerken birbirinden ayrılıklar bulunursa ve bir asldan,<br />

başka asla geçiliyorsa, böyle kemâlâtın hepsi, Evliyâlıkdadır. Aralarında fark<br />

kalmaz, ayrılık gider, hep bir olursa, Peygamberlik mertebesinin kemâlâtına başlanmış<br />

olur. Bu mertebede de vüs’at varsa da, bu başka genişlikdir. Ayrılık da varsa<br />

da, başka ayrılıkdır. Bundan fazla ne yazılır ve ne de anlaşılır.<br />

Nemâzın ba’zı sırlarını soruyorsunuz. Bunun cevâbını başka zemâna bırakıyorum.<br />

Şimdi vakt pek azdır.<br />

Zemânımız insanlarından şikâyetinize ba’zı şeyler yazdım. Dahâ fazla sormayınız.<br />

Bu fakîre acıyınız!<br />

Yâ Rabbî! Günâhlarımızı ve emrlerini yapmakda kusurlarımızı afv eyle! Bizi<br />

doğru yoldan ayırma! Kâfirlerin karşısında yardımcımız ol, yâ Rabbî! Âmîn.<br />

Aldın mı kalb yoluyla, yektâ haberini sen,<br />

duydun mu hem Yûsüf ve Züleyhâ haberin sen?<br />

Kalbini nice yıllar, ağlatmadı mı bu aşk,<br />

alsan n’olur doğruca, Leylâ haberini sen?<br />

Dağlar dahî duramaz, onun yüzüne karşı,<br />

âlime sor Tûr ile, Mûsâ haberini sen!<br />

Sular gibi yüzünü, yere sür, durma yüksek,<br />

alçaklarda bulursun, deryâ haberini sen!<br />

Âlemde nice yüzbin kişi, aşkdan bahseder,<br />

sorma o mecnûnlara mevlâ haberini sen!<br />

Bülbüle bakma sakın, âşık olayım dersen,<br />

pervâneden al gizli, sevdâ haberini sen!<br />

– 522 –


26 — SOSYAL ADÂLET, SOSYALİZM, KAPİTALİZM<br />

Sosyal adâlet kelimesini, sosyalizm ve sosyalist kelimeleri ile karışdırmamalıdır.<br />

Söylemesi birbirine benzeyen bu iki kelimenin ma’nâları, birbirinden çok<br />

uzakdır. Hattâ birbirinin zıddıdır, tersidir. Meselâ, bir kimse için, sözünde sağlamdır<br />

veyâ sözde sağlamdır demeğe benzer ki, birincisi hep doğru söyler demek, ikincisi<br />

ise, doğru sözlü değildir demekdir. Bunun gibi, sosyal adâlet demek, herkes çalışdığının<br />

karşılığına kavuşur, alın terinin, bileğinin emeğini alır, başkaları tarafından<br />

sömürülemez demekdir. Ni’met, külfet mukâbilidir. Memleketin bütün gelir<br />

kaynakları işletilir, çok çalışan, çok kazanır ve kazanmak için, çok çalışılır demekdir.<br />

İslâm ekonomisi, sosyal adâlet üzerine kurulmuşdur. Özel teşebbüse, herkesin<br />

dilediği işi yapmasına geniş yer verilmişdir. Alın teri ile kazanılan bir kazanca<br />

kimsenin müdâhale hakkı yokdur. İslâmiyyet tasarruf ve temellük hakkı tanır.<br />

Kimse kimsenin malına, mülküne el uzatmaz, gasb etmez. Hattâ başkasının malını,<br />

mülkünü muhâfaza etmeği emr eder. Bu adâletin zedelenmesi, çalışanların haklarının,<br />

kazanclarının tenbel, açıkgöz bir zümre tarafından sömürülmesi, iki dürlü<br />

olur: Sosyalizm ve kapitalizm.<br />

1– Sömürücülüğün birinci kısmı, sosyalizmdir. Arabcası, (El-iştirâkiyye)dir. Sosyalizm,<br />

devlet kapitalizmi demekdir. Sosyalistlerde bütün gelir kaynakları, teknik,<br />

zirâ’at, ticâret, kültür devletleşdirilmişdir. Şahsî teşebbüs yasakdır. Herkes, kapitalist<br />

devletin vereceği işi yapmağa, gösterdiği yerde çalışmağa mecbûrdur. Kazancları,<br />

emeklerin karşılığı, devlete verilir. Devleti, hükûmeti ele geçiren mutlu bir azınlık,<br />

milletin, alın teri ile kazandığını elinden alır. Millete, en kötü şartlarda yaşayacak<br />

kadar, yiyecek, içecek, giyecek verir. Belirli bir zümre, milleti sömürür. Bu<br />

azınlığın işi, millete baskı, işkence, yalan, iftirâ ve propagandadır. Bütün kazançlar,<br />

bu zümrenin olağanüstü zevk ve sefâhet sürmesine, plânlarının yürütülmesine<br />

sarf edilir.<br />

Sosyalizm ile idâre edilen Rusya, dünyânın en büyük kapitalizm ülkesi idi.<br />

Rusyanın bütün servetleri, gelirleri, biricik komünist partisine kaydlı beş milyon<br />

komünistin elinde idi. Geriye kalan ikiyüzmilyondan ziyâde insan, dünyânın en geri<br />

milletlerinin hayât standardından dahâ geri bir hayât sürerken, komünist partisinin<br />

üyeleri, Amerikalı milyonerlerden dahâ konforlu, zevk ve sefâhet içinde yaşadılar.<br />

Rusya devleti 362 [m. 972] de teşekkül etdi.<br />

Sosyalizm başlıca iki kısma ayrılır: Birincisi, (Demokratik sosyalizm) olup,<br />

serbest seçimle hükûmeti ele geçirirler. Yeni bir seçimle, iktidârdan gidebilirler.<br />

Sosyalizmin ikinci kısmı, (İhtilâlci sosyalizm)dir. İhtilâlci sosyalizme (Komünizm)<br />

denir.<br />

[m. 1848] senesinde Karl Marks, arkadaşı Engelsle birlikde, Komünist Beyânnâmesini<br />

neşr etdi. Bu beyânnâmede, bütün dünyâ işçileri birleşmeğe çağrılıyor<br />

ve birleşen işçilerden, kapitalist iktisâdî nizâma, ihtilâlle son vermeleri isteniyordu.<br />

Marks ve arkadaşları, bu gâyeyi tahakkuk etdirmek için, [m. 1863] de ilk<br />

İşçi Enternasyonalini kurdular. Bu teşekkül, [m. 1876] yılında, birçok iç mücâdeleler<br />

netîcesinde ortadan kalkdı. [m. 1880] senesinde Avrupadaki sosyalist partiler<br />

birleşerek, ikinci Enternasyonali kurmuşlardır. Avrupa sosyalist partileri arasındaki<br />

bu birlik hâlen devâm etmekdedir.<br />

Karl Marksın fikrleri, sosyalist hareketlerin ana prensiplerini teşkîl etmişdir.<br />

Bunlar, mevcûd rejimi, zor kullanarak, ihtilâl ile bertaraf etmek ve yerine “işçi diktatoryası”<br />

kurmakdır. Kapitalist iktisâdî düzeni ortadan kaldıracak olan sosyal ihtilâl,<br />

Marksın aksine olarak, ileri derecede sanâyı’leşmiş batı Avrupa memleketlerinde<br />

değil, fekat ekonomisi çok geniş ölçüde zirâ’ate dayanan Rusyada vukû’<br />

buldu. Rusyada [m. 1898] de kurulan Rus sosyal demokrat işçi partisi, [m. 1903]<br />

de çoğunluk ma’nâsına gelen (Bolşevik) ve azınlık ma’nâsına gelen (Menşevik) ola-<br />

– 523 –


ak ikiye ayrıldı. Çarlık idâresine karşı patlak veren [m. 1917] Şubat ihtilâlini, sosyalist,<br />

liberal ve halkçı partiler müştereken yapmışlardı. Fekat, sonradan, aynı senenin<br />

Ekim ayında, Leninin liderliğindeki bolşevikler, silâhlı bir ayaklanma yaparak,<br />

iktidârı tek başlarına ele geçirdiler. Lenin ve arkadaşları, komünist cem’ıyyete<br />

derhâl geçilemiyeceğini söyliyerek, iktisâdî yönden “kollektivist” olan ve siyâsî<br />

şekl olarak “işçi diktatoryasına” dayanan bir geçici rejim kurduklarını söylediler.<br />

Rejimlerini büyük bir terör içinde yerleşdirmeğe başladılar. Bu terörün netîcesi<br />

olarak onbeşmilyon insan öldürüldü. Bunlardan, birmilyonyediyüzaltmışbinini<br />

[m. 1917] ile [m. 1923] arasında i’dâm edilenler teşkîl ediyordu. Bu zulm ve<br />

i’dâmlar, [m. 1924] yılında, Stalinin Sovyet Rusyanın başına geçmesinden sonra,<br />

dahâ şiddetlendi. Merkezi Moskovada olmak üzere, üçüncü Enternasyonal kuruldu.<br />

Marksist doktrine bağlı olarak bütün dünyâdaki proleterlerin müştereken<br />

bir ihtilâl yapmasına çalışıldı. İkinci Cihân harbinde, Rusyanın batılı demokratik<br />

devletlerden yardım istemesi mecbûriyyeti, Stalini [m. 1943] yılında, Üçüncü Enternasyonali<br />

ortadan kaldırmak zarûretinde bırakdı. Stalinin [m. 1953] de ölmesinden<br />

bir müddet sonra, Krutçef, şiddet usûllerini gevşeterek, Marksist-Leninist<br />

sosyalizmin, kapitalist âlemle komünistlerin birlikde yaşadıkları bir dünyâda,<br />

kendiliğinden hâkim olacağı görüşünü ileri sürdü. Stalinin ta’kîb etmiş olduğu insâfsız<br />

siyâsetin takbîhi, komünist Çinin hücûmuna sebeb oldu. Komünist Çin,<br />

Sovyet Rusya idârecilerini, Marksist-Leninist doktrine ihânet etmekle ithâm etdiler.<br />

[m. 1964] de Krutçefin iktidârdan uzaklaşdırılmasıyla, Kosigin ve Brejnev<br />

gibi yeni Sovyet liderleri komünistlerin parçalanmasını durdurmağa çalışdılar. Fekat,<br />

bu gayretleri netîcesiz kaldı. Rusyada komünizm yıkıldı.<br />

İhtilâlci sosyalizm, ihtilâllerle karışıklıklar çıkartılarak, umûmî grevler yaparak,<br />

gerilla muhârebeleriyle, ülkenin yabancı komünist kuvvetler tarafından işgâl edilmesiyle<br />

veyâ baskın şeklinde hükûmet darbeleri ile, iktidâra hâkim olmağa çalışmakda<br />

ve iktidârı ele geçirince, totaliter bir rejim kurmakdadır. Diğer sosyal iktisâdî<br />

ve fikrî grupları tasfiye etmekde ve parlamenter rejimi yıkarak, tek parti diktatöryası<br />

kurmakdadır.<br />

Sosyalist cereyânlar, sanâyı’leşmenin gelişmesi ile başladı. İktisâden geri kalmış<br />

Rusya ve Çin gibi memleketlerde, ihtilâlci ve totaliter bir karakter kazanarak,<br />

komünizm şekliyle iktidârı ele geçirdi. Faşizm ve nasyonal sosyalizmde, istihsâl vâsıtaları<br />

üzerinde, husûsî mülkiyet hakkı tanınmakdadır. Sosyalizm fikrlerini ortaya<br />

koyan Karl Marx, sosyalist cem’ıyyetin ne şeklde olacağını anlatmamışdır.<br />

İhtilâlci sosyalistler, ya’nî komünistler, bu devletleşdirmeği, yalnız ekonomik,<br />

ya’nî, iktisâdî sâhada bırakmıyor, politik (siyâsî), kültürel (me’ârif) alana da yayıyorlar<br />

ve din, ahlâk, vicdân ve âile hürriyyetlerini de yok ediyorlar. İnsanı, düşünce<br />

ve îmân hakkından mahrûm bırakıyorlar. Komünistler, bütün dinlere düşmandır.<br />

Çünki, onların işlediği zulm, işkence ve cinâyetleri, yalan ve iftirâları<br />

hiçbir din kabûl etmemekdedir. İslâmiyyetden başka bütün dinler, bozuk olduğu,<br />

zarârlı, yanlış yerleri bulunduğu için, bu dinlerde bulunan insanları, yalan, propaganda<br />

ve va’dler ile aldatmak kolay olmakda, dinleri yok edilmekdedir. Fekat, islâm<br />

dîni, her kemâli, olgunluğu, üstünlüğü, her se’âdeti içinde taşıdığı için, dînini<br />

doğru öğrenmiş olan müslimânları, bu ulvî dinden soğutmağa, ayırmağa, hiçbir<br />

yalan, hiçbir propaganda muvaffak olamamakdadır. Müslimân olan, ya’nî müslimânlığı<br />

bilen ve benimseyen bir kimse, komünist olamaz. Komünistler, müslimânı<br />

aldatamaz. Müslimânlıkda komünistlik yokdur. Komünist partisi reîsi olan Lenin,<br />

(Her millet komünist olabilir. Fekat, müslimân komünist yapılamaz. Çünki,<br />

müslimânda tevekkül, Allaha güvenmek vardır. Allaha güvenen, Allaha sığınan<br />

kimse, komünist yapılamaz) demişdir. Müslimânları komünist yapabilmek için, önce,<br />

onların dînini, îmânını almağa, müslimân çocuklarını dinsiz, îmânsız yapmağa<br />

uğraşırlar. Bunun için, müslimânlara, görülmemiş eziyyet, işkence yaparlar. Din<br />

– 524 –


adamlarını şehîd, din bilgilerini, işkence ve ölüm cezâsı ile yasak ederler. Din kitâblarını<br />

yok ederek, islâmiyyeti söndürmeğe, çocukları din bilgisinden habersiz<br />

yetişdirmeğe çalışırlar.<br />

Komünist memleketlerde Tanrısızlar [ateistler] dernekleri kurarak, yalanlar ve<br />

iğrenç iftirâlarla islâmiyyeti kötülemeğe uğraşıyorlardı. Buna karşılık, müslimânlara<br />

söz hakkı tanımıyorlardı. Cevâb vermeği, islâmiyyetin kudsiyyetini, yüceliğini<br />

ve târîh boyunca medeniyyete ışık tutduğunu, vesîkalarla bildirmeği yasak<br />

ederlerdi. Böyle davranışları, akl, ilm ve adâlet karşısında haksız olduklarını gösteren<br />

en değerli bir vesîkadır. Moskovada yayınlanan bir mecmû’ada, (Câhil insanları<br />

Allahlara tapdırmak ve Allahların adedlerini azaltarak üçe, nihâyet bire<br />

indirmek, siyâsetin bir oyunudur. Allah yaratan değil, siyâsi sebeblerle insanların<br />

yaratdığı bir fikrdir. Âhıret, Cennet, Cehennem laflarını da, Mısrdaki Fir’avnların<br />

papasları ortaya çıkardı. Muhammed “aleyhisselâm” Peygamber olarak ortaya<br />

çıkmadı. Bu fikri senelerce mücâdeleden sonra, kendisinde hâsıl olmuşdu.<br />

Kur’ân, Onun dînî düşüncelerini bildiren bir kitâbdır) diyor. Komünistlerin bu yalan<br />

ve iftirâlarının din ve târîh bilgilerine uymadığı meydândadır. Tek Allah dînini,<br />

ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâm getirdi. Çok tanrı ve putlara tapınmak,<br />

İdrîs aleyhisselâmdan sonra meydâna çıkdığı Eyyûb Sabri Pâşanın (Mir’ât-ül-<br />

Haremeyn) kitâbında uzun yazılıdır. Âhırete, Cennete, Cehenneme îmân etmek,<br />

Mısrlılardan asrlarca evvel, tâ Âdem ve Nûh ve diğer Peygamberlerin zemânlarında<br />

vardı. Muhammed aleyhisselâm, ilk olarak Peygamber olduğunu bildirdi ve insanları<br />

bir Allaha inanmağa da’vet etdi. Aklı ve bilgisi olan herkes, islâm düşmanlarının<br />

böyle câhilce ve ahmakca saçmalarına ancak güler.<br />

Müslimân, canını verir. Fekat, dînini, îmânını, aslâ vermez. Bunu 1986 Efgan fâci’asında<br />

ruslar da iyi anladı. Yüzbinlerce kızıl askerler, füze ve tayyârelerle saldırarak,<br />

köylüleri, kadınları öldürdüler. Müslimân çocuklarını dinsiz yapmak için<br />

Moskovaya götürdüler. Câmi’leri, mektebleri, evleri, gıda maddelerini yakdılar.<br />

1979 dan 1986 ya kadar akıtdıkları müslimân kanı bir milyonu geçdi. Fekat müslimân<br />

mücâhidler, binlerle şehîd verip, dinsizlere esîr olmadı. Ruslar, bu vahşetlerini<br />

islâm milletlerinden saklamak için, Rusyada din hürriyyeti olduğunu, islâm<br />

ilmlerinin ve ibâdetlerin serbest olduğunu anlatan kitâblar hâzırlayıp, islâm memleketlerinde<br />

parasız dağıtdılar. Bu kitâblardan, Rusyadaki müslimânların haberleri<br />

bile olmadı. Çünki bunlar, yalnız dış memleketlere gönderildi. Rusyada dağıtılması<br />

yasak idi. Komünizme hiyânet etmek olurdu. Bu kitâblardan 1986 da, Cezâirde<br />

halka dağıtılanlardan bir kısmı elimize geçdi. Ekstra kâğıda basılmış, parlak<br />

cildli. Devlet tarafından ofsetle basılmış, arabî kitâblar. Üzerlerinde 1400<br />

hicrî târîhi ve Taşkend yazılı. İçlerinde, sarık ve cübbe giydirilmiş, dinsiz birkaç komünistin<br />

resmleri, müftî, imâm ve din idâresi reîsi gibi ismlerle teşhîr ediliyor. Efganistânda,<br />

müslimânlara yapılan Rus zulmü ile zıd bir komünist propagandası. Öyle<br />

kurnazca hâzırlanmış ki, islâm dînini ve komünizmin iç yüzünü bilmiyen, bu hîleye<br />

ve yalanlara çabuk aldanır. Azılı islâm düşmânını dost sanarak, sonsuz felâkete<br />

sürüklenir.<br />

Komünistlik, bir ilm, bir fikr değildir. Diktatör, zâlim bir devlet şeklidir. Bunlarda,<br />

tek komünist partisi vardır. Bütün millet, bu parti programını kabûl etmeğe,<br />

bunun gibi düşünmeğe, bunun istediği gibi konuşmağa ve herşeyden önce, dinsiz<br />

olmağa mecbûrdur. Böyle olmıyanlar, ölmeğe, fırına atılmağa, işkence ile öldürülmeğe<br />

mahkûmdur. Orada, hiç kimse canından emîn değildir. Herkes, her ân<br />

öldürülebilir. Zındana atılabilir. Milleti, partinin açıkgöz bir komitesi, dikta ile, zulm<br />

ile idâre etmekdedir. Bütün idâreciler, kumandanlar, bu komitenin yardakcısı, çanak<br />

yalayıcısıdır. Hepsi birbirinden korkmakda, herbiri, bir iftirâya kurban gideceği<br />

günü düşünerek, korku içinde yaşamakdadır.<br />

Emperyalistlerin, ya’nî dünyânın her yerine yayılmak sevdâsında olanların, her<br />

– 525 –


memleketde adamları, câsûsları vardır. Bunlar, bir tarafdan komünistlik propagandası<br />

yapar. Bir tarafdan da, bol para vererek, zevk ve sefâhet yollarını açarak, câhilleri,<br />

işsizleri avlarlar. Âile terbiyesi görmemiş serseriler, din bilgisi olmıyanlar,<br />

bunların tuzaklarına çabuk yakalanır. Bir anarşist, eşkıyâ topluluğu kurarlar. Irgat<br />

partisi, emekçi partisi, işçiler partisi gibi câzib ismler altında siyâsî parti kurarak<br />

ortaya çıkmağa, meclisde söz sâhibi olmağa ve hükûmeti ele geçirmeğe uğraşırlar.<br />

İşçiyi, köylüyü kışkırtıcı gazete, mecmû’a çıkararak, müslimânlıkla, din<br />

adamları ile, tüccâr ile, alın teri dökerek iş yeri açanlar ile alay eder, bunları kötülerler.<br />

Devlet nizâmını bozmağa, liberal hükûmetleri devirmeğe, hâsılı milleti birbirine,<br />

kardeşi kardeşe düşman etmeğe, ihtilâl, iç harb çıkarmağa çalışırlar. İlk öldürecekleri<br />

din adamlarını, milliyetci, anti komünist aydınları tesbît etmişlerdir.<br />

Komünist câsûsları ve bunlara satılmış yerli uşakları, ordu ile, din adamları ile işbirliği<br />

yapamaz. Çünki subaylar, kültürlü, nâmuslu, olgun, vatansever insanlardır.<br />

Komünistlerin alçak emellerine âlet olmazlar. Bunun için, er ve yedek subay olarak<br />

orduya sızmağa çalışırlar. Komünistliği, her hürriyyeti, serbestliği veren Cennet<br />

hayâtı gibi göstermeğe çalışırlar. Karl Marx doktrininin ilk tatbîkcisi olan<br />

Lenin, (Hep yalan söyleyiniz! Binde birine inanılsa, büyük kazancımız olur. Beyâz<br />

dıvara hep çamur atınız! Yapışmaz, düşerse de, zarârı yokdur. Hiç olmazsa, dıvarda<br />

leke bırakır) demişdir. Bunun için, hep yalan söylediler. Komünist Cenneti<br />

dediler. Hâlbuki, kızıl Rusyada bütün toprak devletin idi. Komünist peyklerinde,<br />

sömürgelerinde de, böyle yapıldı, halkın tepkileri ile karşılaşıldı. [m. 1917] de<br />

ilk komünist ihtilâlinde ve diğer komünist hareketlerde, köylüye toprak vereceğiz<br />

denilmişdi. İhtilâl kazanılınca, zirâ’at kollektifleşdirildi. Leninin, Rus köylülerine<br />

(Müjiklerine) çarlığın geniş topraklarını taksîm edeceğini va’d etmesi, ihtilâlden<br />

sonra, (Bütün mahsûllerinizi, hubûbâtınızı teslîm ediniz!) şeklini almışdı.<br />

Erkek ve kadın, bütün köylü, zorla kollektif çiftlik, ya’nî Kolhozlara ve devlet çiftliğine,<br />

ya’nî Sovhozlara sokuldu. Kadınlar da, erkek gibi, en ağır işlerde, erkek şeflerin<br />

baskısı altında, insâfsızca çalışdırıldı. Parti adamları ise, hiçbir emek ve hizmeti<br />

olmadan, hakkı geçmeden kurulmuş olan villalara, apartmanlara yerleşip, zevk<br />

ve safâ sürmekde idi. Sâhiblerini öldürdükleri malların, mülklerin üzerine oturmuşlardı.<br />

Bunları gören halk, kıtlık ve açlık karşısında ayaklandı. Binlerle zevallı, kurşuna<br />

dizildi ise de, halkın mukâvemeti önlenemedi. [m. 1921] de çiftçiye küçük bir<br />

bağçe vermeğe mecbûr oldular. Fekat Stalin [m. 1932] de zulm ile, bunları yine geri<br />

aldı. Rusyadaki toprakların yüzde doksanyedisi, kollektif çiftlikler ve devlet çiftlikleri<br />

hâlinde idi. Bu toprakların ihtilâlden önceki sâhibleri, buralarda, devlet için,<br />

buğaz tokluğuna çalışdılar. Parlak va’dlerle ihtilâle sürüklenen çiftçi, dolap beygiri<br />

gibi, bir üretim vâsıtası yapıldı. Bu durumdaki millet, zorla çalışıp, devlet malına<br />

acımadı. [m. 1959] Aralık ayında, Doğu Almanya komünist partisi merkez komitesine<br />

verilen bir raporda, kollektif çiftliklerde kundaklama ve sabotajların<br />

yayıldığı bildirilmişdir. [m. 1959] Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarında, bu çiftliklerde,<br />

dokuzyüzden fazla kundaklama olmuş, dokuz ayda, gayrı menkûl tahrîbâtı<br />

dörtmilyon doları bulmuşdur. Baskı ile yapılan çalışdırmada, istihsâl düşmüş,<br />

plânlama uygulanamamışdır. 8 Ağustos 1953 de Malenkovun Sovyet yüksek şûrâsındaki<br />

açıklamasına göre, [m. 1929-1952] yılları arası yatırımlara ayrılan dokuzyüzdoksanyedimilyar<br />

rublenin, yalnız yüzde dokuzu zirâ’atde kullanılmış, yüzde<br />

altmışdördü ise, ağır sanâyı’a yatırılmışdır. Bu şartlar altında, Rusyada, 1382 [m.<br />

1963] de kıtlık başladı. Rusya, Avrupadan ve Amerikadan buğday satın almak zorunda<br />

kaldı. Bu krize, en çok, zirâ’atde şahsî teşebbüsün yasak edilmesi, milletin<br />

kazancının zorla elinden alınması sebeb olmuşdur. Hayvancılıkda ise, çarlık zemânının<br />

rakamlarına bile ulaşılamamışdır. Zirâ’î gücün azalması, soğuk harbe ve yaldızlı<br />

propagandalara dayanan komünist diktatörlüğünü açlığa ve sefâlete sürükledi.<br />

Onun netîcesi de, rejim yıkıldı. Târîhin bu en kanlı, din düşmanı, zulm, vahşet<br />

ve yalan diktatoryası ortadan kalkdı.<br />

– 526 –


Moskovada çıkan Pravda gazetesinin Bagirof imzâsı ile yayınladığı yazısına göre,<br />

yalnız Azerbaycanda, komünist idâresine karşı, ellialtı şiddetli ısyân olmuşdur.<br />

Millet, bu davranışları ile, komünist rejime karşı besledikleri derin kin ve nefretlerini<br />

göstermişlerdir. Komünist emperyalizmi altında inleyen bütün esîr milletlerin<br />

yapdıkları kurtuluş savaşları, Rus ordusu tarafından, kanla, ateşle basdırılmışdır.<br />

Fekat (Ârızî sıfatlarda esâs olan ademdir). Bu gâsıbların, zâlimlerin, hâinlerin<br />

saltanatları da geçmiş, onlar da devrilmişler, mahv ve perîşan olmuşlardır.<br />

Çünki, dînimiz (Zulm pâyidâr olamaz) buyuruyor.<br />

2 — Sosyal adâleti kaldıran, insan haklarını sömüren ikinci ekonomik sistem,<br />

(Kapitalizm)dir. Burada, her ne kadar şahsî teşebbüs varsa da, bu ancak sınırlı bir<br />

sayıdaki yüksek sermâye sâhibleri içindir. Bu kapitalistler, üretim kaynaklarını ellerine<br />

almış, fakîr halkı istedikleri gibi çalışdırmakda, onların kazanclarını sömürmekdedirler.<br />

Kapital sâhibi olan mutlu azınlık ile fakîr işçi arasındaki geçim farkı,<br />

korkunç bir uçurum hâlindedir. Sosyal adâletin ismi vardır. Sınıf farkı ise, almış<br />

yürümüşdür. Fakîr işçi, kapitalistlerin emri, keyfi altında ezilmekde, kendi emeğinin<br />

mükâfâtından az birşey eline geçirebilmek için, mağrûr efendisinin karşısında<br />

ezilip büzülmekdedir. Kapital sâhiblerinin çoğu yehûdî olduğu için, kapitalist<br />

devletlerde islâm düşmanlığı hükm sürmekde, siyonizm ve misyoner teşekkülleri,<br />

islâmiyyeti yıkmak için milyarlar sarf etmekdedir.<br />

İslâmiyyet, kapital hâkimiyyetini önlemiş, işçi ile patron arasındaki uçurumu kaldırmak<br />

için, işçinin, sermâyeye ve kâra ortak olmasını sağlamışdır. Herkes parasını,<br />

bir işletmeye yatırabilir. Fazla kâr alır. Böylece, bankaya para yatırılmaz. Bankalar,<br />

fâizle milleti sömüremez. Bundan başka, zenginlerin, fakîrlere zekât vermesini<br />

emr buyurmuşdur. İşte sosyal adâletin temelini bu teşkil eder. Zekât, malının<br />

kırkda birini, müstehak olana vermek demekdir. İslâm dîninde, eli, ayağı tutup da<br />

çalışabilenlerin dilenmesi harâmdır. Zekât, çalışamıyacak derecede hasta ve sakat<br />

olanlara ve çalışıp da, güç geçinenlere verilir. Allahü teâlâ, böyle fakîrleri, milletin<br />

içinde kırkda bir olarak yaratmışdır. Bunlara zekât veren zengin bir müslimân,<br />

hem dînî ibâdetini yaparak, Allahü teâlânın rızâsını kazanır, hem de, sosyal yardım<br />

yapmış olur. Hem de, malını, servetini fakîrlerin haklarından ve tecâvüzlerinden<br />

korumuş olur. Millî serveti hesâb edip, kırkda birini muhtâclara verecek<br />

olursak, hiçbir müslimân memleketinde komünizm tehlükesi baş kaldıramaz. Baş<br />

kaldırmasına sebeb de kalmaz. Zekât, uşr ve sadakalar, hep sosyal yardım olup,<br />

ekonomik felâketleri önlemek için emr olunmuş, ilâhî tedbîrlerdir. Bunlara ne kadar<br />

çok ri’âyet edilirse, komünizm felâketi, o kadar önlenmiş olur.<br />

İslâm dîni, bundan başka, ticâret ahlâkını da koyarak, sınıf mücâdelesini kaldırmışdır.<br />

Adâlet karşısında, devlet reîsi de, çoban da, eşit haklara mâlikdir ve eşit<br />

mes’ûliyyetleri taşır. Haksızlık yok, kardeşlik vardır. Zekât ile toplanan mu’azzam<br />

servet, (Beyt-ül-mâl) müessesesini kurmuş, fakîrliğin, açlığın önü alınmışdır. Böylece,<br />

patron ile işçi yerine, ortaklık, şirket üyeliği meydâna gelmişdir. Herkes seve<br />

seve çalışmakda, her emek sâhibi, emeğinin karşılığını bulmakdadır. Hadîs-i şerîfde,<br />

(İşçiye, alnının teri kurumadan hakkını veriniz) emr buyurulmakdadır. Hiç<br />

kimse, başkasından zorla birşey alamaz. Milletin malı olan Beyt-ül-mâlı, hakkı olanlardan<br />

başka kimse kullanamaz. Sosyal adâleti, her asrda, her yeni çağda gerçekleşdirecek<br />

biricik çâre, islâm dîninin gösterdiği âdil ve serbest iktisâd yoludur. İslâm<br />

dîni, sosyal adâleti tam tecellî etdirir. Sosyalizme, komünizme ve kapitalizme<br />

aslâ yer ve fırsat vermez. Hakların sömürülmesini kesin olarak yok eder.<br />

Dînin ve islâm ahlâkının, doğru olarak öğrenilmesi ve milletin din yobazlarının,<br />

fen yobazlarının igfâllerinden, tuzaklarından kurtulması, kuvvetli bir devletin<br />

yardımı ve himâyesi ile olur. (Din, kılınçların gölgeleri altındadır) hadîs-i şerîfi, bu<br />

hakîkati açık olarak ifâde etmekdedir. O hâlde, bütün gücümüz ile, her fırsatda,<br />

devletimizin varlığına ve kuvvetli olmasına çalışmalıyız. Kuvvetli bir devletin hi-<br />

– 527 –


mâyesinde yaşıyan müslimânların komünist tehdîd ve tasallutundan emîn olabileceği,<br />

devlet za’îf olursa, vatanın ve milletin komünist ihtilâline sürüklenerek, kardeşin<br />

kardeşe saldıracağı, evlerimizin, iş yerlerimizin, kadınlarımızın, kızlarımızın<br />

elimizden alınacağı iyi bilinmelidir. Bunun için, gaflet ve tenbellik morfini ile<br />

uyutulmamağa dikkat etmeli, devletimize her zemân yardımcı olmalıyız!<br />

Komünistliği ilk çıkaran Mejdek adında bir Îrânlıdır. Peygamber olduğunu<br />

söylerdi. Zerdüştün kurmuş olduğu (Mecûsî) dîninde idi. Herkesin malı ve kadını<br />

ortakdır dedi. Îrân şâhı Kubâd, buna inandı ise de, oğlu Nûşirvân, bunu seksenbin<br />

adamı ile birlikde öldürdü. Bunlar (Burhân-ı kâtı’) lügat kitâbında yazılıdır.<br />

Ahmed Cevdet pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh”, onbeş sahîfelik bir kitâbında, komünistliğin<br />

Avrupaya, Asyaya yayılacağını, müslimânların bu belâdan kurtulacağını<br />

yazmakdadır.<br />

27 — İSLÂM DÎNİ<br />

(Râbıta-i şerîfe) kitâbının elliyedinci sahîfesi açıklanarak aşağıda yazılmışdır:<br />

İslâm dîni, Allahü teâlânın, Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi<br />

Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyâda ve âhıretde râhat<br />

ve mes’ûd olmalarını sağlıyan, üsûl ve kâidelerdir. Bütün üstünlükler, fâideli şeyler,<br />

islâmiyyetin içindedir. Eski dinlerin, görünür, görünmez bütün iyiliklerini, islâmiyyet,<br />

kendinde toplamışdır. Bütün se’âdetler, muvaffakıyyetler ondadır. Yanılmıyan,<br />

şaşırmıyan aklların kabûl edeceği esâslardan ve ahlâkdan ibâretdir.<br />

Yaratılışında kusûrsuz olanlar, onu red etmez ve nefret etmez. İslâmiyyetin içinde<br />

hiçbir zarâr yokdur. İslâmiyyetin dışında hiçbir menfe’at yokdur ve olamaz. İslâmiyyetin<br />

hâricinde bir menfe’at düşünmek, serâbdan şerâb beklemek gibidir.<br />

İslâmiyyet, insanların sevişmelerini, yardımlaşmalarını, kardeşce yaşamalarını,<br />

memleketleri i’mâr, insanları terfîh etmeği emr eylemekde, Allahü teâlânın emrlerine<br />

saygı göstermeği ve mahlûklara merhameti, toprağını, bayrağını sevmeği,<br />

kanûnlara itâ’at etmeği, vergilerini vaktinde ve dürüst olarak ödemeği istemekdedir.<br />

Her mahlûka karşı mes’ûliyyet taşımakdadır. Nefsin temizlenmesini te’mîn<br />

etmekde, kötü huyları, iyi huylardan ayırmakdadır. İyi huylu olmağı emr edip, kötü<br />

huyları, şiddet ile red ve yasak eder. Gayr-ı müslim vatandaşlarla, bid’at sâhibleri<br />

ile ve başka mezhebden olanlar ile iyi geçinmeği, her cihetden iffeti ve hayâyı<br />

emr eder. Tâm sıhhatli olmağa cebr eder. Tenbelliği, boş vakt geçirmeği red ve<br />

men’ eder. Zirâ’ati, ticâreti ve san’ati, kat’î olarak emr eder. İlme, fenne, tekniğe,<br />

endüstriye, lâyık olduğu üzere, ehemmiyyet verir. İnsanların yardımlaşmasını,<br />

birbirlerine hizmet etmesini ehemmiyyet ile istemekdedir. Dîni, vatanı, mezhebi<br />

ve inanışı başka olanların, canlarını, mallarını ve nâmûslarını korumağa<br />

cebr edip, bunlara saldırmağı, herhangi bir örgüt kurmayı, siyâsete, devlet işlerine<br />

karışmağı kesinlikle men’ eder. Herkese karşı bir hak ve mes’ûliyyet gözetmekdedir.<br />

(Se’âdet-i dâreyn)i, ya’nî dünyâ ve âhıret se’adetini câmi’dir.<br />

Başka dinler, böyle değildir. Başka dinlerin hepsi bozulmuş, ilâhî hükmler yerine,<br />

insan kafasından çıkan fikrler, düşünceler yer almışdır. Bunun için, lâyetegayyer<br />

olamamış, ilerliyen, değişen hayât karşısında, şekller ve ölü kelimeler hâlinde<br />

kalmışlardır. Allahü teâlâ, islâm dînini, hayâtın yürümesini, ihtiyâcların değişmesini<br />

karşılıyacak, terakkîleri sağlıyacak esâslar üzerine kurmuşdur. İslâmiyyete,<br />

orta çağın ihtiyâcları üzerine kurulmuş, değişmez hükmlerdir demek, islâm<br />

dînine iftirâ etmekdir.<br />

[13 Hazîran 1962 Çarşamba günü İstanbuldaki sabâh gazeteleri şöyle yazıyordu:<br />

[m. 1953] yılında, Afrikanın 215 milyon nüfûsunun 105 milyonu müslimândı. Bu<br />

sayı, bugün, çok dahâ fazla artmış bulunmakdadır. İslâm dîni, ırk, milliyet, siyâsî<br />

inanç, lisân ve tahsîl seviyesi ayırd etmeksizin, her insanın şeref ve i’tibârına hurmet<br />

etdiği için, büyük başarı sağlamakdadır.<br />

– 528 –


Bugün dünyâda, Allahü teâlânın varlığına inanan üç büyük din vardır: Yehûdîlik,<br />

Hıristiyanlık ve İslâmiyyet. Dünyâda tahmînen 900 milyon hıristiyan, 600 milyon<br />

müslimân ve 15 milyon yehûdî bulunduğu, 1979 senesi milletlerarası istatistiklerinde<br />

yazılıdır. Geriye kalan insanlar [2 milyardan fazla] ya Allah mefhûmu<br />

bilmeyen Buda, Hindû, Brahman ve benzeri dinlere mensûb bulunmakda veyâ putlara,<br />

ateşe, güneşe tapmakda, yâhud hiç bir dîni kabûl etmemekdedir. Son günlerde,<br />

Amerikan neşriyyâtında, müslimânların 600 milyon değil, 900 milyon olduğu<br />

bildirilmekdedir. Nihâyet Romada bulunan CESİ [Centro Editoriale Studi İslamici<br />

= İslâm Teharriyatı ve Neşriyyâtı Merkezi]nin 1980 yılındaki neşriyyâtına göre,<br />

dünyâda: Asyada 592,3 milyon, Afrikada 245,5 milyon, Avrupada 21 milyon,<br />

Amerika ve Kanadada 6 milyon, Avustralyada 0,5 milyon olmak üzere 865,3 milyon<br />

müslimân bulunmakdadır. (The Muslim Educational Trust) islâm merkezinin<br />

1984 senesindeki ingilizce neşr etdiği (İslâm) kitâbında, dünyâdaki müslimânların<br />

mikdârının bir milyarelliyedimilyon olduğu bildirilmekde, kırkaltı islâm devletinde<br />

ve diğer dünyâ devletlerindeki müslimânların mikdârları verilmekdedir.<br />

Bu mikdârın her sene artmakda olduğunu istatistikler göstermekdedir. Nüfûsunun<br />

% 50’sinden fazlası müslimân olan devletlerin sayısı ise 57 yi bulmakdadır.]<br />

28 — NEFS VE AKL<br />

(Tefsîr-i Azîzî)de, Fâtiha sûresini açıklarken, (Sırât-ı müstekîm)i uzun bildirmekdedir.<br />

Çok kısaltılmışı şöyledir: Allahü teâlâ, insanların ve hayvanların, yaşayabilmeleri<br />

ve üremeleri için, onlarda iki kuvvet yaratdı. Biri, muhtâc oldukları,<br />

lezzet aldıkları şeyleri istemek, onlara kavuşmak kuvvetidir. Bu kuvvete, (Şehvet)<br />

denir. İkincisi, yaşamalarına zarârlı olan, canlarını yakan şeylerden kaçmak, bunlara<br />

karşı savunmak kuvvetidir. Bu kuvvete, (Gadab) denir. Allahü teâlâ, insanların<br />

ve hayvanların yaşamaları, üremeleri için muhtâc oldukları şeyleri her tarafda,<br />

bol bol yaratmış, bunlara kolayca kavuşmalarını ve bulduklarını kolayca kullanabilmelerini<br />

ihsân etmişdir.<br />

Allahü teâlâ, insanlarda şehvet ve gadab kuvvetlerini yaratmış, insanların muhtâc<br />

oldukları şeylere kavuşmaları için ve bulduklarını kullanabilmeleri için ve<br />

korkduklarına karşı savunabilmeleri için, bu iki kuvveti ihsân etmişdir. En lüzûmlu<br />

olan havayı her yerde yaratmış, ciğerlerine kadar kolayca girmesini ihsân etmiş,<br />

ikinci derecede lüzûmlu olan suyu, her yerde bulmalarını ve kolayca içmelerini de<br />

ihsân etmişdir. İhtiyâc maddelerini elde etmeleri ve elde etdiklerini kullanabilecekleri<br />

hâle çevirmeleri için, insanları çalışmağa mecbûr kılmışdır. İnsanlar çalışmazlarsa,<br />

muhtâc oldukları, gıdâ, elbise, mesken, silâh, ilâc gibi şeylere kavuşamazlar.<br />

Yaşamaları, üremeleri çok güç olur. Bir insan, muhtâc olduğu bu çeşidli maddeleri<br />

yalnız başına yapamayacağı için, birlikde yaşamağa, iş bölümü yapmağa mecbûr<br />

olmuşlardır. Allahü teâlâ, insanlara merhamet ederek, seve seve çalışabilmeleri,<br />

çalışmakdan usanmamaları için, insanlarda üçüncü bir kuvvet dahâ yaratdı.<br />

Bu kuvvet, (Nefs-i emmâre) kuvvetidir. Bu kuvvet, şehvetlere kavuşmak ve gadab<br />

edilenlerle döğüşmek için insanı zorlar. Fekat insanın nefsi, bu işinde bir sınır tanımaz.<br />

Yapdığı işler, hep aşırı, hep zarârlı olur. Meselâ hayvan susayınca, temiz suyu<br />

kolayca bulur, içer. Doyunca, artık içmez. İnsanın nefsi, doydukdan sonra da içirir.<br />

Sığır aç olunca, çayırda otlar. Doyunca, yatar, uyur. İnsan aç olunca, çayırda otlayamaz.<br />

Bulduğu otlar arasında seçim yapması, seçdiğini soyup, temizleyip, pişirmesi<br />

lâzımdır. Nefs, bu yorucu, usandırıcı işleri seve seve yapdırır. Fekat, hoşuna<br />

gideni, doydukdan sonra da yidirir. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan,<br />

nefsin insanı felâkete sürüklemesine mâni’ olmak istedi. Hem nefsin arzûlarına<br />

uymağı sınırlıyan, hem de nefsi temizleyip emmârelikden ya’nî aşırı, taşkın olmakdan<br />

kurtaran emrler ve yasaklar gönderdi. Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü<br />

vetteslîmât” ile gönderdiği bu emr ve yasakların toplamına, (İlâhî din)ler veyâ<br />

(İslâmiyyet) denir. Bir insan, işlerini yaparken, islâm dînine uyarsa, nefsi, emmâ-<br />

– 529 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:34


elikden kurtulup, (mutmainne) olur. Bu zemân, şehveti ve gadabı fâideli olarak<br />

çalışdırır. Kitâbımızın üçüncü kısmının ellinci maddesinde yazılı olan, (Mektûbât)ın<br />

ikinci cildinin ellinci mektûbunda, nefsin temizlenmesi bildirilmekdedir. Nefs-i emmâre,<br />

şehveti ve gadabı aşırı çalışdırdığı için, buna uymak insana tatlı gelir. İslâmiyyete<br />

uymak ise, bu arzûları frenlediği, tahdîd etdiği için, insana acı, zor gelmekdedir.<br />

Bunun için insan, islâmiyyete uymak istemez. Nefse uymak ister. Se’âdete<br />

kavuşmak istemez. Felâkete sürüklenmek ister. Allahü teâlânın merhameti sonsuz<br />

olduğundan, insanlarda, se’âdeti felâketden, doğruyu iğriden ve fâideliyi zarârlıdan<br />

ayırabilen bir kuvvet de yaratdı. Bu çok kıymetli kuvvet, (Akl)dır. Şaşmıyan,<br />

yanılmıyan akla (Akl-ı selîm) denir. Akl-ı selîm sâhibi olan kimse nefsine<br />

uymaz. İslâm dînine uyar. Aklı dinlemiyen kimse ise, nefsine uyar. İslâm dînine<br />

uymak istemez. İslâm dînine uyana, (Müslimân) denir. Müslimân olmak için evvelâ<br />

(Îmân) etmek lâzımdır.<br />

Allahü teâlâ, bütün insanlara, îmân etmelerini emr etdi. İnsanlar arasından dilediklerine<br />

merhamet edip, bunların akla uyarak îmân etmelerini nasîb eyledi. Bu<br />

kullarının kalblerini îmân ile doldurdu. (Yûnüs) sûresinin yirmibeşinci âyetinde<br />

meâlen, (Allahü teâlâ kullarını, selâmet, se’âdet yeri olan Cennetine da’vet ediyor.<br />

Dilediğini bu yola kavuşdurur) buyuruldu. Akl-ı selîm sâhibi olan, bu mes’ûd<br />

insanlara (Sâbikûn) denir. Peygamberler, Evliyâlar, mezheb imâmları ve bütün<br />

müctehidler böyledirler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Akllarına uymayıp,<br />

nefslerine uyarak, Allahü teâlânın da’vetini kabûl etmiyenlerden, dilediklerini<br />

kendi taşkın, azgın hâllerinde bırakmakda, dilediklerini de, yine ihsân ederek,<br />

dilediği zemânda hidâyete kavuşdurmakda, kalblerini îmân ile doldurmakdadır.<br />

Kendi hâllerinde bırakdıklarından, gafletden uyanarak doğru yolu arayanları<br />

da, merhamet ederek hidâyete kavuşduracağını va’d etmekdedir. (Ankebût)<br />

sûresinin son âyetinde meâlen, (Nefslerine uyanlardan, doğru yolu arayanları,<br />

se’âdete ulaşdıran yollara kavuşdururuz) buyuruldu. Doğru yolu aramayıp,<br />

nefslerine uyarak îmân etmiyenleri, azıp can yakanları, Cehennemde sonsuz olarak<br />

yakacağını haber veriyor. İslâmiyyeti işitmiyen çok kimse vardır ki, akl-ı selîmleri<br />

olduğu için, bozulmuş, uydurulmuş dinlerin adamlarına aldanmamışlar, astronomide<br />

ve fen bilgilerinde ve bilhâssa tıb ilminde gördükleri nizâmlı hâdiselerin<br />

birbirlerine bağlantılarını düşünerek, hilkatin sırlarını, bu hesâblı düzenin hakîkatini<br />

anlamak istemişlerdir. Bunlar yine akl-ı selîmleri sâyesinde, islâmiyyetin<br />

bildirdiği güzel ahlâkın birçoğunu bulup, müslimân gibi yaşamış, kendilerine<br />

ve başkalarına fâideli olmuşlardır. Allahü teâlânın, (Ankebût) sûresinde va’d etdiği<br />

üzere, bunları îmân etmeğe sebeb olan rehberlere, kitâblara kavuşduracağı,<br />

(Rûh-ul-beyân) tefsîrinde, altıncı cüz son âyetinde yazılıdır. Böyle tâli’li mes’ud<br />

bir kimse anlar ki, herşeyi halk eden, yaratan, yok olmakdan, zarârlardan koruyan<br />

bir Allah vardır. Allah herşeyi görür, bilir, işitir. Herşeye gücü yeter. Gücü,<br />

kuvveti sonsuzdur. Herşeyi, eceli, zemânı gelince yok etmekdedir. İnsanları tekrâr<br />

dirilteceğini, hesâba çekeceğini, îmân etmiş olanlara Cennetde sonsuz ni’metler<br />

vereceğini, îmânı olmayanları, kâfirleri Cehennemde sonsuz yakacağını bildiriyor.<br />

Onun yapmak istediğini kimse durduramaz. Onun işine kimse karışamaz.<br />

Onun emrlerine uymakdan, rızâsını, sevgisini kazanmakdan başka kurtuluş ve<br />

se’âdet yolu yokdur. İnsanların hiçbiri îmân etmese, inanmasa, onun büyüklüğünde,<br />

kuvvetinde, kudretinde hiç noksanlık olmaz. Teknikde çok ilerliyen, elektronik<br />

âletler ve lazer ışınları ile tabî’atin nice sırlarını çözen ba’zı milletlerin başlarındaki<br />

azılı kâfirler, zâlimler, Ona hiçbir zarâr yapamaz. Bu dinsizler, ancak kendilerine<br />

zarâr yapıyorlar. Muhakkak ölecekler. Kabrde çürüyüp, bir avuç toprak<br />

olacaklar. Sonra tekrâr diriltilip, Cehennemde çok acı azâb çekeceklerdir. Allahü<br />

teâlâ isteseydi, herkesi mü’min yapar, herkesi Cennete sokardı. Yâhud, herkesi<br />

kâfir yapar, herkesi Cehennemde yakardı. Fekat, ba’zılarının mü’min olmasını,<br />

ba’zılarının da kâfir olmasını diledi. Onun dilediği olur. Onun dilediğini<br />

– 530 –


hiçbir mahlûk değişdiremez.<br />

[Her müslimânın birinci vazîfesi nefsine uymamakdır. Nefs, insanın en büyük<br />

düşmanıdır. İnsanın îmânını yok etmek ister. Bundan zevk alır. Allahü teâlânın<br />

ve Peygamber efendimizin emrlerinden ve yasaklarından birisinin bile doğru, fâideli<br />

olduğunda şübhe edenin îmânı gider, kâfir olur. Kâfir, Cehennemde sonsuz<br />

yanacakdır. Sonsuz yanmak ne demek, insan bunu düşünse, korkudan uykusu kaçar,<br />

yimekden, içmekden kesilir. Hiçbir dünyâ zevki gözüne görünmez. Küfrün<br />

cezâsı çok ağır, çok korkunc ise de, küfrden ve günâhlardan kurtulmak çok kolaydır.<br />

Bunun biricik çâresi, îmânını tâzelemekdir. Bunun da en kolay yolu, her<br />

akşam yatarken, üç kerre (Estagfirullahel’azîm) okumakdır. Ma’nâsını düşünerek<br />

okumak lâzımdır. Ma’nâsı, (Yâ Rabbî, beni afv et)dir. Allahü teâlâ, tevbeleri<br />

kabûl edeceğini va’d etmişdir. Yalnız, tevbenin kabûl olması için, nemâz borcu<br />

ve kul hakkı olmamak lâzımdır. Bir nemâz borcu olan, bunu kazâ etmedikce,<br />

tevbesi kabûl olmaz. Cehennemde yanmakdan kurtulmak için, ölmeden evvel nemâz<br />

borcundan ve kul hakkından kurtulmak lâzımdır. Hiçbir hayrlı iş insanı bu<br />

azâbdan kurtaramaz. İbni Teymiyyenin kurtarır demesine aldanmamalıdır.]<br />

Hakîkat Kitâbevi<br />

Sabâh olmuş, kuşlar ötüyor,<br />

her taraf süslenmiş Bayram gibi.<br />

câmi’den gelen tekbîr sesleri,<br />

rûhları açıyor, Kur’ân gibi.<br />

Müezzin efendi, ezân okuyor,<br />

sesi çok güzel, bülbül gibi.<br />

İmâm efendi yeşil cübbe giymiş,<br />

siyâh saçlar arasında parlayan zümrüd gibi.<br />

Câmi’den (Estagfirullah) sesleri geliyor,<br />

Söyliyenlerin kalbleri olmuş nûr gibi.<br />

Koşdum, onlara ben de katıldım,<br />

çok şükr, oldum melek gibi.<br />

Yâ Rabbî! Türk vatanı çok mübârek yerdir,<br />

her köşesinde, ecdâdımızın rûhları sesleniyor:<br />

Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olun, bizler gibi,<br />

Onun yolundan ayrılmayın, Eshâb gibi.<br />

Yâ Rabbî! Bizi bu vatandan ayırma!<br />

tâ, bu vatana hizmet ederken verelim cân!<br />

Yâ Rabbî! Bu vatanı koruyan kumandanlara yardım et!<br />

Her birinin vatana hizmet etmesini nasîb et!<br />

İki yüzlüler çoğaldı, şimdi,<br />

nutuk çekiyorlar, kahraman gibi.<br />

Londrada masonların dağıtdığı diplomalarla,<br />

islâma saldırıyorlar şaklaban gibi.<br />

Bu hücûmlardan korunmak için,<br />

Muhammed aleyhisselâma uymalıdır.<br />

hiçbir şey kalbi temizleyemez,<br />

bu yüce Peygambere uymak gibi.<br />

Bu hakîkati her yere yayan (Hakîkat Kitâbevi)dir,<br />

Bu Kitâbevi insanlara Hakkın büyük ni’metidir.<br />

(Hakîkat Kitâbevi), hakîkatleri yayıyor,<br />

onlarınki ise, hep iftirâ ve yalan.<br />

– 531 –


29 — MÜSLİMÂNLAR NİÇİN GERİ KALDI?<br />

Târîhin her devrinde, dürlü kanı taşıyan, dürlü dil konuşan, başka başka âdet<br />

ve an’anelere bağlı olan milyonlarca insanın, aralarındaki farkları bırakarak, bir<br />

inanç veyâ fikr etrâfında toplanıp, birer imperatorluk kurduklarını görüyoruz.<br />

Böyle kurulan imperatorluk veyâ devletlerin en büyüğüne, en güzeline orta çağda<br />

rastlıyoruz. Hiç bozulmamış, değişdirilmemiş biricik din olan islâm dîninin güzel<br />

ahlâkı ile bezenmiş, birbirlerini seven, yardımlaşan, çeşidli ırklardan, büyük<br />

insan topluluklarının, birleşdiklerini biliyoruz. Bu topluluğu ayakda tutan temel, Hak<br />

teâlânın emr etdiği çalışkanlık, adâlet, iyilik, saygı gibi din esâsları idi. Osmânlı türklerini,<br />

Sakarya kenârından, kısa bir zemânda, Viyana kapılarına götüren kuvvet, Sultân<br />

Osmânın ve çocuklarının sımsıkı sarıldıkları islâm dîninin, rûhu ve bedeni tekâmül<br />

etdiren ışıklı yolu idi. Çünki, islâmiyyetde müslimânlar birbirinin kardeşidir.<br />

Hıristiyan Avrupanın tek kal’ası Fransa kapılarını zorlamağa giden Attilâ [Hicretden<br />

(168) yıl önce öldü] idâresindeki Tûran Hunları, herhangibir hak dîne<br />

mensub olsalardı ve oralara bu hak dînin ahlâkını, rûhunu götürmüş olsalardı, hazret-i<br />

Ömerin “radıyallahü anh” ordusundaki adâlete, şefkate hayrân olup, seve seve<br />

müslimân olan Şâm hıristiyanları gibi, papasların baskısından, kralların işkencesinden<br />

usanmış olan batı hıristiyanları da, onlara âğuşlarını açmaz mı idi ve bu<br />

günkü Avrupanın din çehresi ne olurdu?<br />

Emevîler, islâm dînini, İspanyadan, Avrupaya sokdu. Fas, Kurtuba ve Gırnata<br />

üniversitelerini kurup, batıya ilm ve fen ışıklarını saldı. Hıristiyanlık âlemini<br />

uyandırıp, bugünkü müsbet ilerlemenin temelini koydu. Dünyâ yüzündeki ilk<br />

üniversitenin, Fasın Fez şehrinde bulunan Kureviyyin üniversitesi olduğu bütün<br />

ansiklopedilerde yazılıdır. Bu üniversite 244 [m. 859] yılında kurulmuşdur.<br />

(Kâmûs-ül-a’lâm)da diyor ki, (Endülüs sultânı üçüncü Abdürrahmân “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”, memleketini genişletdi. Kuvvetlendirdi. Fasda hükûmet süren<br />

İdrîsîleri, Fâtımîlere karşı destekledi. Bunları hükmü altına aldı. Mükemmel<br />

donanma da yapdı. Kendisi ve adamları ilm ve edeb sâhibi idiler. Âlimlere ve ilme<br />

çok kıymet verirdi. Bunun için, Endülüsde ilm ve fen çok ilerledi. Serâyı ve devlet<br />

dâireleri birer ilm kaynağı oldu. Her memleketden ilm öğrenmek için Kurtubaya<br />

akın akın toplandılar. Kurtubada büyük ve mükemmel bir tıb fakültesi kurdu.<br />

Avrupada ilk yapılan tıb fakültesi budur. Avrupa kralları ve devlet adamları,<br />

tedâvî için Kurtubaya gelir, gördükleri medeniyyete, güzel ahlâka, müsâfirperverliğe<br />

hayrân kalırlardı. Altıyüzbin kitâb bulunan bir kütübhâne de yapdırdı. Kurtubadan<br />

üç sâatlik mesâfedeki (Vâdi-yül-kebîr) kenârında, (Ezzehrâ) isminde<br />

pek büyük ve ince san’atlarla dolu bir serây ile mükemmel bağçeler ve büyük bir<br />

câmi’ yapdırdı. Kurtubada çok sayıda derin âlimler yetişdi. Endülüsdeki (Benî<br />

Ümeyye) halîfelerinin sekizincisi olan Abdürrahmân-ı sâlis, elli sene adâlet ile<br />

hükm sürüp, 350 [m. 961] senesinde yetmiş iki yaşında vefât etdi).<br />

Fekat sonra, islâm ahlâkını, Allahü teâlânın emrlerini bırakdıklarından, hattâ<br />

Ehl-i sünnet i’tikâdını bozarak, islâmiyyeti içerden yıkmak alçaklığı başladığından,<br />

Pirene dağlarını aşamadılar. 423 [m. 1031] de Ümeyye devleti çökdü. Bunlardan<br />

sonra Endülüse, önce (Mülessimîn) veyâ (Murâbitîn) denilen devlet, bundan<br />

sonra da, (Muvahhidîn) devleti hâkim oldu. Fekat İspanyollar, 897 [m. 1492] de,<br />

Gırnata şehrini de alıp müslimânları öldürdüler. Sözde müslimân olup da, Allahü<br />

teâlânın emrlerine uymamanın cezâsını buldular. İspanya fâci’ası olmasaydı, felsefeci<br />

İbnürrüşdün ve İbni Hazmın bozuk fikrleri, belki din ve îmân hâlini alıp dünyâya<br />

yayılacak, bugünkü hazîn levha, yüzlerce sene önce meydâna çıkacakdı.<br />

O hâlde, beşeriyyeti ızdırâbdan, felâketden kurtaran, Fâtımîler, Resûlîler gibi,<br />

islâm ismini taşıyan, îmânı ve ameli bozuk devletler değil, Emevîler, Tîmûr oğulları<br />

ve Osmânlılar gibi, Ehl-i sünnet olan ve dînine sarılan milletler olmuşdur. Bun-<br />

– 532 –


lar, islâm ilmlerinin din ve fen kollarında insanlığa ışık tutdular. Fekat, ne yazık<br />

ki, sonraları, bunlarda da islâmiyyet gevşemeğe başladı. Devlet reîslerini şehîd etdiler.<br />

Birçok işletmeler, din câhillerinin, mason uşaklarının baskısı altında kaldı.<br />

Allahü teâlânın emr etdiği gibi sevişmeği, çalışmağı bırakdılar. Masonlar, müslimânların<br />

geri kalması için, medreselerden fen derslerini kaldırdı. Din adamları,<br />

fensiz, bilgisiz yetişdirilerek, islâmiyyeti içden yıkmağa başladılar. Bir tarafdan, ilm,<br />

fen yok edildi. Bir tarafdan da, ahlâk, edeb, hayâ ve din bozuldu. İmperatorluk çökdü.<br />

Hâlbuki, islâmiyyet, tecribî ilmleri, fenni, san’ati, endüstriyi, ehemmiyyet ile<br />

emr etmekdedir.<br />

İşte bu devletlerde de din mütehassıslarının bildirdiği belli sebeblerden dolayı,<br />

i’tikâd bozulup, islâmiyyete bağlılık gevşedikçe, duraklama, gerileme başladı.<br />

Nihâyet yok oldular. (Eş-şer’u tahtesseyf) hadîs-i şerîfinin haber verdiği gibi, islâm<br />

güneşi batarak yeryüzü bugünkü hâlini aldı.<br />

Attilânın büyük imperatorluğu da, islâm dîni geldikden sonra olsaydı ve islâm<br />

dîninin getirdiği adâlet duygusu ile bezenmiş olsaydı, onun ölümünden kısa bir zemân<br />

sonra, parçalanmaz, yıkılıp gitmezdi.<br />

Büyük Selçuklu hükümdârı Muhammed Alb Arslanın “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” [463] hicrî ve [1071] mîlâdî yılında, Malazgirdde rum imperatoru Diojen idâresindeki<br />

ikiyüzbinden ziyâde orduya karşı, kırkbin kahramân ile kazandığı zaferden<br />

sonra, Anadoluya gelip yerleşen ve batı türkleri diye anılan, biz oğuz türklerini,<br />

hıristiyan Avrupalılar, çok kerre, haçlı rûhu ile birleşerek, Anadoludan çıkarmak<br />

için saldırdıkları hâlde, yirminci asrda [14. cü hicrî asrda], büyük bir müslimân<br />

türk milleti hâlinde ayakda tutan, yaşatan en büyük kuvvetin, milletin kalbinde<br />

bulunan sağlam îmânı olduğunda kimin şübhesi vardır?<br />

Onbirinci asr [Hicrî beşinci asr] içinde, türklerin üç büyük dalga hâlinde, üç istikâmetde,<br />

yayılma hareketini biliyoruz:<br />

Birincisi, Gaznevî hükümdârları emrinde, Kalaç ve diğer türk boylarının, Hindistâna<br />

olan yayılmalarıdır ki, buralara islâm dînini ve medeniyyetini de götürdüler.<br />

Bugün Hindistânda yüzmilyonu aşan bir müslimân topluluğunun bulunması,<br />

bu yayılma hareketinin bir netîcesidir. Osmânlı donanması 940 [m. 1533] de Hindistâna<br />

gitdi. Beş sene sonra Ciddeye avdet etdi.<br />

İkincisi, Oğuz türklerinin, Îrândan geçerek, Malazgird zaferinden sonra, Bizans<br />

elinde bulunan Anadoluyu fethidir. Oğuzlar da, islâm dîni ile müşerref olarak gelmiş<br />

idi. Bugün, aradan asrlar geçdiği hâlde, ancak müslimân olarak kalışları sâyesinde,<br />

yine Anadoluda oturuyor ve dünyâ siyâsetine karışıyor.<br />

Üçüncü yayılma hareketi, Karadenizin şimâlinden, Balkanlara doğru oldu. İçlerinde<br />

bir kısm Oğuzlar da bulunan Peçenek ve Koman türkleri, Balkan yarımadasına<br />

yerleşdi. Ne yazık ki, bunlar islâm dîni ile şereflenmiyerek gelmişdi. Etrâflarını<br />

saran hıristiyan devletlerin tazyîki ile, kısa zemânda kendiliklerini unutdular.<br />

An’anelerini gayb etdiler. Eridiler, yok oldular. Hindistânda, Anadoluda ve<br />

başka yerlerde, bugün yaşamakda olan soydaşları gibi olamadılar. Bunlar niçin yaşıyamadı?<br />

Bunlardan kim ve ne kaldı? Bu, niçin böyle oldu?<br />

Görülüyor ki, Türk devletlerini ve milletlerini, ayakda tutan, yaşatan, büyük ve<br />

başlıca kuvvet, îmândır ve islâm dîninde, çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik ve doğruluk<br />

ve fedakârlık kudretidir.<br />

[Batının inanç, örf ve âdet, moda ve ahlâksızlıklarını taklîd etmek medeniyyet<br />

değildir. Müslimân milletin bünyesinde tahrîbât yapmakdır].<br />

Osmânlı devletinde Rus sefîri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, hâtıralarında,<br />

sultân ikinci Mahmûd hân zemânında, Fener Patrikhânesinin kapısında asılan,<br />

1237 [m. 1821] Rum isyânının baş plânlayıcısı, Patrik Gregoryosun Rus Çarı<br />

Aleksandra yazdığı mektûbu açıklamakdadır. Mektûb ibret vericidir:<br />

– 533 –


“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayr-i mümkindir. Çünki Türkler, müslimân<br />

oldukları için çok sabrlı ve mukâvemetli insanlardır. Gâyet mağrûrdurlar ve<br />

izzet-i îmân sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ<br />

göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden, pâdişâhlarına [devlet adamlarına,<br />

kumandanlarına, büyüklerine] olan itâ’at duygularından gelmekdedir.<br />

Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-u idâre edecek reîslere sâhib<br />

oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâ’atkârdırlar. Onların bütün<br />

meziyyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâ’at duyguları da an’anelerine olan merbûtiyyetlerinden<br />

(bağlılıklarından), ahlâklarının salâbetinden gelmekdedir.<br />

Türklerde evvelâ itâ’at duygusunu kırmak ve ma’nevî râbıtalarını (bağlarını) kesr<br />

etmek (parçalamak), dînî metânetlerini (sağlamlığını) zâ’fa uğratmak (za’îfletmek)<br />

îcâb eder. Bunun da en kısa yolu, an’anât-i milliyye (millî geleneklerine) ve<br />

ma’neviyyelerine uymayan hâricî fikrler ve hareketlere alışdırmakdır.<br />

Ma’neviyyâtları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli<br />

kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asl kudretleri sarsılacak<br />

ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkin olabilecekdir. Bu sebeble<br />

Osmânlı Devletini tasfiye için mücerred olarak harb meydânlarındaki zaferler<br />

kâfî değildir. Hattâ sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyyet ve vekârını tahrîk<br />

edeceğinden, hakîkatlerine nüfûz edebileceklerine sebeb olabilir.<br />

Yapılacak olan, Türklere birşey his etdirmeden, bünyelerindeki tahrîbi temâmlamakdır.”<br />

Bu mektûb ders kitâblarında ezberletilecek kadar mühimdir. Mektûbda ibret<br />

alınacak çok şey varsa da, en önemlisi şu iki husûsdur:<br />

1 — Türklerin ma’neviyyâtının ve dîninin yıkılması için, Türkleri yabancı fikr<br />

ve âdetlere alışdırmak,<br />

2 — Türklere his etdirmeden bünyelerindeki tahrîbâtı temâmlamakdır.<br />

Bu hedeflere ise, Batının inanç, moda, örf ve âdet ve ahlâksızlıklarını, taklîd etdirmekle<br />

ulaşılır.<br />

Batının ilm, fen, teknik ve her sâhadaki fennî gelişmelerini almak elbette lâzımdır.<br />

Zâten islâmiyyet bunu emr eder. Yabancı dil öğrenmenin lâzım olduğunu hadîs-i<br />

şerîfler haber vermekdedir. Zeyd bin Sâbit “radıyallahü anh” diyor ki, (Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” bana yehûdî dilini öğrenmeği emr eyledi. Öğrendim.<br />

Yehûdîlere gönderilen mektûbların çoğunu bana yazdırırdı. Onlardan gelen<br />

mektûbları bana okuturdu). Bu haber, Tirmizîde uzun yazılıdır. Zeyd, böylece ibrânî<br />

ve süryânî lügatlarını öğrendi. Büyük islâm âlimi seyyid Abdülhakîm efendi, mükemmel<br />

arabî, fârisî konuşduğu hâlde, (Yabancı dil bilseydim, bütün dünyâya fâideli<br />

olurdum) derdi. Avrupa dillerini bilmediği için esef eder, çok üzülürdü. (İslâm dîninin<br />

üstünlüklerini, râhat ve huzûr kaynağı olduğunu ve medeniyyete, fende ve ahlâkda<br />

ilerlemeğe ışık tutduğunu dünyâya bildirmek için, kısacası, islâmiyyete ve bütün<br />

insanlara hizmet için, yabancı dil öğrenmek muhakkak lâzımdır) derdi.<br />

Bütün dinleri iyi incelemiş olan, İngiliz ilm adamlarından Lord Davenport,<br />

yirminci asr başlarında Londrada basdırdığı, (Hazret-i Muhammed ve Kur’ân-ı kerîm)<br />

adındaki ingilizce kitâbında diyor ki:<br />

Ahlâk üzerinde son derece titizliğidir ki, müslimânlığın az zemânda sür’atle yayılmasına<br />

sebeb olmuşdur. Müslimânlar, muhârebede kılınca boyun eğmiş olan başka<br />

din adamlarını, dâimâ afv ile karşılamışlardır. Juryo diyor ki, müslimânların hıristiyanlara<br />

karşı davranışı ile, papalığın ve kralların mü’minlere revâ gördüğü<br />

mu’âmele, aslâ kıyâs edilemez. Meselâ, [980] hicrî ve [1572] mîlâdî yılı Ağustosun<br />

yirmidördüncü günü, ya’nî Sent Bartelemi yortu günü, dokuzuncu Şarl ve kraliçe<br />

Katerinanın emri ile Pâris ve civârında altmışbin protestan öldürüldü. Sent Bartelemi,<br />

oniki havârîden biri olup, mîlâdî [71] yılında, Ağustos ayında hıristiyanlı-<br />

– 534 –


ğı neşr ederken Erzurumda şehîd edilmişdi. Böyle nice işkencelerde dökülen hıristiyan<br />

kanları, müslimânların harb meydânlarında dökdükleri hıristiyan kanlarından<br />

katkat fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmış insanı, islâmiyyetin zâlim bir<br />

din olduğu zannından kurtarmak lâzımdır. Böyle yanlış sözlerin hiçbir vesîkası yokdur.<br />

Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, müslimânların,<br />

gayrı müslimlere karşı davranışları, ağzı süt kokan bir sübyanınki kadar<br />

yumuşak olmuşdur. İslâmiyyet, başka dinlerin hurâfeler ve şübheler bataklığı ortasında,<br />

çiçek temizliği ile yükselmiş bir aklî ve fikrî asâletin sembolü olmuşdur.<br />

Milton der ki, (Kostantin kiliseyi zenginleşdirince, papaslar makâm ve servet<br />

hırsını artdırdı. Bunun cezâsını, parça parça olan hıristiyanlık çekdi).<br />

İslâmiyyet, ilâhlara insan kanı dökmek fâci’a ve felâketinden beşeriyyeti kurtardı.<br />

Bunun yerine, ibâdeti ve sadakayı getirmekle, insanlara iyilik aşıladı. Sosyal<br />

adâletin temelini kurdu. Böylece, kanlı silâhlara hâcet bırakmadan, dünyâya<br />

kolayca yayıldı. İlm da’vâsına müslimânlar kadar bağlı ve saygılı hiçbir millet<br />

gelmemişdir denilebilir. Hazret-i Peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm” pekçok<br />

hadîsleri, samîmî bir ilm teşvîkcisidir ve ilme saygı ile doludur. İslâmiyyet, ilme maldan<br />

dahâ çok kıymet vermişdir. Hazret-i Muhammed, bu tutumu olanca gücü ile<br />

desteklemiş, Eshâbı da, bu yolda var kuvvetleri ile çalışmışlardır.<br />

Bugünkü fennin ve medeniyyetin kurucuları, eski ve yeni eserlerin ve edebiyyâtın<br />

koruyucuları, Emevîler, Abbâsîler, Gaznevîler ve Osmânlılar zemânındaki<br />

müslimânlar “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” olmuşdur.<br />

Buraya kadar ba’zı parçalarını yazdığımız ingilizce kitâb, misyonerler ve yehûdîler<br />

tarafından piyasadan alınarak, yok edilmek istenmişdir. İlk misyoner teşkilâtı<br />

olan Cizvit cem’iyyetleri 918 [m. 1512] de teşekkül etmişdir.<br />

EK: İslâm hukûkunu inceliyenler, islâmiyyetde sosyal adâlete, eşitliğe, hak ve<br />

hürriyyete verilen önemi görerek hayrân kalıyorlar. İslâmiyyetin, insan hakları ve<br />

mülkiyyet hakkı üzerinde nasıl bir titizlik gösterdiğini ortaya koymak için, (Mecelle)den<br />

birkaç maddeyi aşağıya yazmağı uygun görüyoruz:<br />

1192 — Herkes mülkünü dilediği gibi kullanır. Fekat, başkasının hakkına dokunursa,<br />

bu kullanması sınırlanır. Meselâ, islâmiyyetde kat mülkiyyeti vardır.<br />

Fekat, üst kat sâhibinin, apartmanın temelinde ve alt kat sâhibinin de çatıda hakkı<br />

vardır. Birisi, ötekinin izni olmadıkca, kendi katını yıkamaz.<br />

1194 — Bir arsaya sâhib olan, üstündeki boşluğa ve toprağın içine de mâlik olur.<br />

İstediği kadar yüksek binâ ve derin kuyu yapabilir.<br />

1196 — Bir kimsenin bağçesindeki ağacın dalları komşusunun hânesi veyâ<br />

bağçesi üzerine uzanmış olsa, o dalları bağlayarak geri çekdirmeğe veyâ kesdirmeğe<br />

komşusunun hakkı vardır. Fekat, ağacın gölgesi komşusunun bağçesindeki<br />

sebzelere zarâr veriyor diyerek kesdiremez. Âtıf beğ 1330 [m. 1912] baskılı şerhinde,<br />

bu maddeyi şerh ederken diyor ki, (Komşusu, ağacın sâhibine veyâ hâkime mürâceat<br />

ederek geri çekdirir veyâ kesdirir. Komşusu, bunlara mürâceat etmiyerek,<br />

bağçesine uzanmış olanları kendi de kesebilir. Bağçesine uzanmamış mahalden kesip<br />

zarâra sebeb olursa, zarârı ağaç sâhibine tazmîn eder, öder. Bağlıyarak çekdirmesi<br />

mümkin olan dalları, mürâceat etmeden keserse, yine zarârı tazmîn eder. Ağaç<br />

sâhibine mürâceat edip de, dallarını, çekmediği takdirde, bağçe sâhibi kesebileceği<br />

gibi, kesdirme masrafını da, ağaç sâhibinden istiyebilir).<br />

1200 — Bir evin kanalizasyonundan, komşunun evine sızarak zarâr verirse, ta’mîr<br />

etmesi lâzım olur.<br />

1212 — Komşunun su kuyusuna yakın lağım yaparak, kuyu kirlenirse, ta’mîri<br />

mümkin olmazsa, lağım oradan kaldırılır.<br />

1216 — Hükûmetin emri ile birinin evi satın alınıp yol yapılabilir. Fekat parası<br />

verilmedikce evi alınamaz.<br />

– 535 –


1248 — Mülk sâhibi olmak üç yol iledir: Mal birinin mülkü iken, bey’ ve hibe<br />

[ve sadaka ve ödünc vermek] gibi bir akd, ya’nî sözleşme ile alanın mülkü olur. Mîrâs<br />

ile akd olmaksızın mülke girer. Sâhibi olmıyan, herkese mubâh olan birşey, ele<br />

geçirmekle mülk olur.<br />

1254 — Mubâh olan otları, ağaçları, suları herkes kullanabilir. Kimse yasak edemez.<br />

Başkasına zarâr verirse, yasak olunur.<br />

1288 — Bir kimsenin dükkânı yanına, başkası dükkân açarak, birincinin işi<br />

bozulsa, ikinci dükkân kapatdırılamaz.<br />

1297 — Av, tutanındır. Bir kimse, bir avı vurup düşürdükden sonra, av kalkıp<br />

kaçarken, başkası yakalarsa, av yakalıyanın olur.<br />

1308 — Ortak mülkün ta’mîri, hisselere göre ortaklaşa yapılır. Hisse sâhiblerinden<br />

biri yok ise ve ta’mîr edecek olan kimse hâkimden izn alırsa, masrafdan ötekine<br />

düşen payı ondan istiyebilir.<br />

1312 — Bölünebilen bir mülkün ta’mîri için, ortak zorlanamaz. Ta’mîrini istemezse,<br />

mülkün bölünmesi için, zorlanır.<br />

1321 — Nehrlerin, göllerin, barajların ta’mîrini beyt-ül-mâl, ya’nî devlet yapar.<br />

Devletin parası yetişmezse, istifâde edenlerden toplanır.<br />

950 — Başkasına satılmış olan bir mülkü, satış değeri ile satınalmak hakkına<br />

(Şüf’a) denir. Bu hakka mâlik olan kimseye, (Şefî’) denir.<br />

1008 — Şefî’ üç kimse olabilir: Birincisi, satılacak mülkde ortak olandır. İkincisi,<br />

satılacak mülkde kullanma hakkı olan kimsedir. Üçüncüsü, satılacak mülke<br />

bitişik mülkün sâhibidir. Apartman katlarının sâhibleri, birbirlerine bitişik komşu<br />

demekdir. Bir kimse, mülkü olan binâyı satınca, bir şefî’ bunu işitdiği zemân,<br />

şefî’ olduğunu hemen söylemesi, sonra iki şâhid yanında alıcıya ve satıcıya şüf’a<br />

hakkını bildirmesi ve bir ay içinde mahkemeye başvurması lâzımdır. Böyle yapınca,<br />

önce birinci şefî’ satın alır. Başkasına satılamaz. Eğer birinci şefî’ yoksa veyâ<br />

satın almak istemezse, ikinci satın alır. İkinci şefî’ de yoksa, üçüncü şefî’a satması<br />

lâzımdır. Bu da satın almak istemezse, ilk satılmış olanda kalır.<br />

1017 — Nakl edilebilen şeylerin ve vakf ve mîrî toprak üzerindeki mülklerin satılmasında<br />

şüf’a olmak yokdur.<br />

(Fetâvâ-i Hayriyye)de diyor ki, (İki odalı bir evin üstü teras katıdır. Sâhibi, bir<br />

odayı satmış, sonra ölmüşdür. Vârisler, ikinci odayı başkasına satmışlardır. Teras,<br />

iki kişi arasında yarı yarıya ortak olur. Biri ötekinden iznsiz, buraya oda yapamaz.<br />

Bir evin on odası birinin, bir odası da başkasının olsa, teras veyâ bağçe, yarı yarıya<br />

ortak olur). Aynı kitâbda diyor ki, (Bir binânın iki katından herbirinin sâhibi<br />

başkadır. Alt kat yıkılsa, bunun sâhibi ta’mîr için zorlanamaz. Üst katın sâhibi, isterse,<br />

aşağı katı ta’mîr eder. Mahkeme karârı ile ta’mîr etdi ise, yapdığı masrafı almadıkca,<br />

kendiliğinden yapdı ise, yapılanın kıymetini almadıkca, aşağının sâhibi<br />

evine sokulmaz). (Üst kat sâhibi, aşağı kata zarârlı olmadıkca, üstüne kat yapabilir).<br />

(Hadîka)da el âfetlerinde diyor ki, (Başkasının malını ondan iznsiz, zorla almağa,<br />

(Gasb etmek) denir. Gasb, harâm olduğu gibi, gasb edilen malı kullanmak da<br />

harâmdır. Başkasının malını iznsiz alıp, kullanıp, sonra geri vermek, malda ayb ve<br />

kusûr hâsıl olmasa bile, harâm olur. Kendisine vedî’a olarak emânet bırakılan veyâ<br />

gasb etdiği malı, parayı ticâretde veyâ başka yerde kullanıp da, bundan kazanc<br />

sağlamak câiz değildir. Kazandığı şey harâm olur. Bunu fakîre sadaka vermesi lâzım<br />

olur. Birinin malını, parasını şaka olarak da alıp saklamak harâmdır. Çünki,<br />

böylece, başkasını üzmüş oluyor. Başkasına eziyyet vermek harâmdır).<br />

(Fetâvâ-yı Feyziyye)de diyor ki, bir baba, küçük çocuklarının paralarını, ihtiyâcı<br />

yok iken, kendisi için kullansa, çocuklar bâlig olunca, bunu tazmîn etmesini<br />

istiyebilirler. Baba muhtâc olsaydı, kullanması câiz olurdu.<br />

– 536 –


30 — İSLÂMİYYET VE FEN<br />

Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve kitâbların gönderilmesine<br />

sebeb ve bildirilmesi en lüzûmlu olan emr, yerlerin, göklerin yaratanının varlığını,<br />

Onun bir olduğunu, ilm ve başka üstün sıfatları bulunduğunu, kudret ve büyüklüğünün<br />

sonsuz olduğunu kullara bildirmekdir. İnsanların çoğu, gördüklerine,<br />

duyduklarına, göründüğü gibi inanıp, içlerini, inceliklerini anlıyamadıklarından,<br />

Allahü teâlâ, kitâblarında, varlığına, büyüklüğüne alâmet olan, mahlûklarının<br />

en büyükleri ve en açıkda bulunan ve insanların çok şaşdığı her bakımdan düzgün<br />

görünen ayı, güneşi ve yıldızları, her çeşid insanın anlıyabilmesi için, göründükleri<br />

gibi ta’rîf buyurmuşdur. Bunların hesâblarını, kanûnlarını, iç yüzlerini açıklamıyarak,<br />

câhil olan çoğunluğu, anlıyamıyacağı şeylerle uğraşmağa zorlamamış,<br />

bunları her asrdaki zekî, akllı, seçme kimselerin çalışarak anlamalarını teşvîk buyurmuşdur.<br />

İnsanların buluşları, zemânla değişmekde, bir vaktler doğru, güvenilir<br />

sanılan buluşların, sonradan yanlış olduğu anlaşılmakdadır. Her asrın insanları,<br />

zemânlarındaki son buluşların doğru olacağına inandıkları için, muhtelif asrlardaki<br />

insanların inanışları başka başka olmuş, bu inanışlar, günâh, küfr olmamışdır.<br />

Çünki, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” kitâblarına uymıyan, bunlarda bildirilenleri<br />

inkâr eden inanışlar, suç olur. Cenâb-ı Hak, kullarını küfrden, suçdan<br />

korumak için, herkesin anlıyamıyacağı, inanamıyacağı fen bilgilerini, kitâblarında<br />

açıklamayıp, bunlara işâret buyurmuş, yer küresini, güneşi, gökleri göründükleri<br />

gibi anlatarak, bunlardan ibret alınmasını, varlığının, büyüklüğünün anlaşılmasını<br />

emr eylemişdir.<br />

Kâdî Beydâvî “rahmetullahi aleyh”, Nahl sûresinde, (Kullarıma hikmet ile ve<br />

güzel va’z ile beni tanıt!) meâlindeki yüzyirmibeşinci âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken,<br />

(Anlayışlı, tahsîlli olanlara, fen bilgileri ile; hislerine tâbi’ olan câhil halka da,<br />

görünenleri anlatmakla bildir, demekdir) buyuruyor.<br />

Yehûdî ve hıristiyanlar, kitâblarında, görünüşe göre bildirilenleri okuyunca, hakîkatleri<br />

de böyle sanarak, yeryüzünü düz ve hareketsiz, güneşin bunun etrâfında<br />

döndüğünü, göklerin yer üzerine çadır gibi kapatılmış olduğunu, Allahü teâlânın,<br />

insan gibi, kürsîde oturup, işleri yürütdüğünü sanmışlar, tecribe ile bulunan<br />

fen bilgileri, bu inanışlarına uymadığından, fen adamlarına dinsiz demişlerdir. Fen<br />

adamları, bu haksız hükm karşısında, yehûdîliğe ve hıristiyanlığa saldırmışdır. Meselâ,<br />

din düşmanlığı ile tanınan William Draper (İlm ile dînin çatışması) adlı kitâbında,<br />

(Kâ’inâtdan ayrı, kâ’inâta hâkim, dilediğini yapabilen bir insan yokdur)<br />

diyor ki, bu sözü, Allahü teâlâyı bir insan sanıp bunu inkâr etmekde olduğunu göstermekdedir.<br />

Bir yerinde de, (Kâ’inâtda herşeye hâkim bir kuvvet varsa da, bu papasların<br />

inandığı ilâh değildir) diyerek, Allahü teâlânın, fizik, kimyâ kuvvetlerinin<br />

en büyüğü olacağını zan etdiğini göstermekdedir.<br />

Görülüyor ki, fen adamları arasında dinsiz olanlar, yâ papasların ve câhil halkın<br />

yanlış anladıkları şeylere haklı olarak saldırmış, yâhud zemânlarının fen bilgileri<br />

arasına sıkışıp kalmış olan kafaları ile düşündüklerini, hayâlî inanışlarını inkâr<br />

etmişlerdir. Eğer, islâm âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmden çıkardıkları fenne<br />

bağlı bilgileri, bunların inceliğini, doğruluğunu okuyup anlasalardı, hepsi hakîkati<br />

görüp, seve seve müslimân olurdu.<br />

Neml sûresindeki, meâl-i şerîfi, (Dağları, yerinde duruyor görüyorsun, hâlbuki<br />

bunlar bulut gibi hareket etmekdedir) olan seksensekizinci âyet-i kerîmesini Kâdî<br />

Beydâvî tefsîr ederken, (Yerinde duruyor gördüğün dağlar, bulut gibi, boşlukda<br />

hızlı gitmekdedir. Büyük cismler, bir cihete doğru hızlı gidince, üstündekiler,<br />

bunun hareket etdiğini duymaz) buyurmakdadır. Fahreddîn-i Râzî, Enbiyâ sûresi,<br />

otuzüçüncü âyetinin tefsîrinde, ayın, güneşin, yıldızların felekde, ya’nî mihverleri<br />

ve yörüngeleri [mahrekleri] etrâfında döndüklerini, Dahhâk ve Kelbînin söy-<br />

– 537 –


lediğini yazmakdadır. Fahreddîn-i Râzî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Bekara sûresi,<br />

yirmidokuzuncu âyetini tefsîr ederken diyor ki, (Hidâye) fizik kitâbının ve<br />

(Îsâgûcî) mantık kitâbının yazarı olan Esîrüddîn-i Ebherî “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”, Batlemyus [Ptolemé]nin (Mecistî) adındaki astronomi kitâbını okuturdu.<br />

Bunu okutmasını hoş görmiyen biri, müslimân çocuklarına böyle ne okutuyorsun<br />

diye sorunca, meâl-i şerîfi, (Yerleri, gökleri, yıldızları, bitkileri ne güzel yaratdığımızı<br />

görmiyorlar mı?) olan Kaf sûresinin altıncı âyetini tefsîr ediyorum diyerek,<br />

cevâb vermişdir. İmâm-ı Râzî, Ebherînin bu cevâbının doğru olduğunu, tefsîrinde<br />

yazmakda ve Allahü teâlânın mahlûklarını inceliyen fen adamları, Onun büyüklüğünü,<br />

iyi anlar demekdedir. [Birinci kısmda, yirmidördüncü maddeyi okuyunuz!]<br />

Aynalarda ışıkların yansıması kanûnlarını bulan, Muhammed bin Hasen ibni<br />

Heysemdir. Avrupalılar buna (Alhazem) derler. 354 [m. 965] de Basrada tevellüd ve<br />

430 [m. 1039] da Mısrda vefât etmişdir. Matematik, fizik ve tıb ilmlerinde yüze yakın<br />

kitâb yazmış, eserlerinin çoğu Avrupa dillerine terceme edilmişdir. Türkistânlı<br />

Alî bin Ebilhazm doktor idi. Tıb ilmindeki buluşlarını bildiren kitâbları, bu ilmde kıymetli<br />

kaynak olmuşlardır. Akciğerlerdeki kan deverânının şemasını ilk çizen budur.<br />

Din bilgilerinde de derin âlim idi. İbn-ün-Nefîs ismi ile meşhûr olup, 607 [m. 1210]<br />

de Türkistânda Karş şehrinde tevellüd, 687 [m. 1287] de Mısrda vefât etdi.<br />

İslâm cerrâhlarından, meşhûr operatör Amr bin Abdürrahmân Kirmânî, Endülüs<br />

hastahânelerinde ameliyât yapardı. 458 [m. 1066] de orada vefât etdi.<br />

Ebû Bekr Muhammed bin Zekeriyyâ Râzî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bir islâm<br />

tabîbi idi. Göz ameliyâtı yapanlardan biri idi. Yüze yakın eseri olup, (Ber-üs-sâ’),<br />

(Kitâb-ül-hâvî) ve diğer kitâbları, tıb ilmine olan hizmetinin şâhidleridir. Avrupada<br />

Razes ismi ile meşhûrdur. 240 [m. 854] da Rey şehrinde tevellüd ve 311 [m. 923]<br />

de Bağdâdda vefât etmişdir. Tıb tahsîlini Bağdâdda yaparak, mütehassıs olmuşdur.<br />

İlâclar ve kimyâ üzerinde de kıymetli kitâbları vardır. [Ebû Bekr Ahmed bin<br />

Alî Râzî başka olup, hanefî fıkh âlimi idi. 370 [m. 980] de Bağdâdda vefât etdi.] Peygamberimizin<br />

torunu hazret-i Hüseynin kızı Sitti Sükeynenin, islâm tabîbleri tarafından,<br />

gözbebeği çıkarılarak, tekrâr yerine konduğu, (Müncid)de yazılıdır.<br />

Meşhûr İbni Hazm Alî bin Ahmed, (El-fasl) kitâbında, yer küresinin yuvarlak olduğunu<br />

ve döndüğünü âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle, bundan dokuz asr önce<br />

isbât etdi. Yer küresinin çapı ve güneşin irtifâ’ dereceleri Mûsâ bin Şâkirin oğulları<br />

Ahmed ve Muhammed tarafından, halîfe Me’mûn zemânında Sincâr ve Küfe<br />

sahrâlarında ölçüldü. Bu iki kardeşin yapdıkları astronomi âletleri, o zemân müslimânların<br />

ilme ve fenne verdikleri ehemmiyyetin açık senedleridir. Ahmed 265<br />

de, Muhammed 259 [m. 873] da vefât etdi. Cebr ve astronomi kitâbları Rozen tarafından<br />

ingilizceye terceme edilmiş, 1247 [m. 1831] de, arabîsi ile birlikde Londrada<br />

tab’ olunmuşdur. İmâm-ı Ca’fer Sâdıkın talebesi Câbir bin Hayyânın simyâ<br />

ve kimyâ üzerindeki çalışmalarını bildiren kitâbları meşhûrdur. Avrupada, liselerde,<br />

bunlar gibi dahâ nice müslimân fen adamlarının hiçbirinin ismi talebeye öğretilmiyor.<br />

İslâm memleketlerinde de müslimân çocuklarına, dedelerinin fenne<br />

olan hizmetleri bildirilmiyor. Büyük buluşları olan islâm âlimlerinin ismleri bildirilmiyor.<br />

Ufacık birşey yapmış olan hıristiyanlar, fen adamı olarak övülüyor.<br />

Hindli molla Kudsî (Esrâr-ı melekût) adındaki arabca astronomi kitâbında, yer,<br />

ay, güneş, gökler, yıldızlar hakkındaki âyet-i kerîmelere, islâm âlimlerinin, vakti<br />

ile verdikleri ma’nâları bir araya toplıyarak bugünün yeni buluşlarına tâm uygun<br />

olduğunu göstermiş, bu kitâbını sultân Abdülmecîd hâna takdîm ederek, çok<br />

makbûl olmuşdu. Elbüstânlı hayâtî zâde Halîl Şeref efendi, bu kitâbı terceme ve<br />

şerh ederek, (Efkâr-ı ceberût) ismini vermiş, bu şerh 1265 [m. 1848] de İstanbulda<br />

basılmışdır.<br />

Fen adamları, islâm kitâblarını okuyunca, Kur’ân-ı kerîmin, her tecribeyi, her<br />

yeni buluşu, olduğu gibi haber vermiş olduğunu görerek, hayrân kalmakdadır. Fen-<br />

– 538 –


den ve islâm kitâblarından haberleri olmayanlar, islâm düşmanlarının, papasların<br />

yazdığı kitâbları okuyup, islâmiyyeti yanlış tanıyor ve din câhili oluyorlar. Böylece<br />

körü körüne islâm düşmanı kesilen ba’zı câhiller, kendilerine şâ’ir, gazeteci, romancı,<br />

güzel san’atcı, hattâ din adamı, islâm târîhi mütehassısı gibi ismler takarak,<br />

çok çirkin yalan, iftirâ dolu yazılarla, gençleri dinsiz yapmağa uğraşıyorlar. Kendilerini<br />

de, milleti de felâkete sürükliyorlar.<br />

Bu câhillerin bir kısmı da, birkaç fen kitâbı okuyup, kendilerini fen adamı sanıyor.<br />

Avrupadaki fen adamlarının hıristiyanlığa karşı haklı inkârlarını, i’tirâzlarını,<br />

çelik gibi sağlam olan islâm dînine bulaşdırmağa yelteniyor. Bu fen taklîdcileri<br />

düşünmiyor ki, bir fen adamı, çalışdığı fen kolunda, hattâ ihtisâsı olan branşda<br />

konuşursa, sözü kıymetli olur. İhtisâsı dışında konuşması ve hele başka işlerdeki<br />

mütehassısların sözlerine karışması, kıymetsiz olduğu kadar, gülünc de olur.<br />

Fen adamı olmak, insana, her ilmde söz sâhibi olmak salâhiyyetini vermez. İyi bir<br />

kimyâcı, herhangi bir doktorun koyduğu teşhîsi bozamaz. İyi bir avukat, herhangi<br />

bir kimyâgerin raporunda fen hatâsı iddi’â edemez. İyi bir mühendis, bir avukatın<br />

ihtisâsına nüfûz edemez. Fen adamları, kendi fen şu’belerinde ve ihtisâslarında<br />

bile, ne kadar hatâ ediyor, aldanıyorlar. Bir tarafdan maddenin, kuvvetin ve<br />

hayâtın sırlarından, bir veyâ bir kaçını çözerek, fâideli buluşlar başarırken, bir tarafdan<br />

da, öyle yanılıyorlar ki, medeniyyetin ilerlemesine, dünyâ çapında zarârlı<br />

oluyorlar. Bunun misâlleri pek çokdur. Meselâ, İngilizlerin büyük matematik âlimi<br />

olan meşhûr Newton, bir tarafdan, dahâ yirmiüç yaşında, bugünkü astronominin<br />

temeli olan, umûmî câzibe kanûnunu bularak ve kendi ismi ile anılan dürbünü<br />

keşf ve beyâz zıyânın yedi renge ayrılacağını tecribe ile isbât ederek, fen âlemine<br />

unutulmıyacak hizmetde bulunurken, öte yandan, zıyânın, ışık kaynağından<br />

saçılan zerrelerden hâsıl olduğunu söyliyerek ve aklınca isbât ederek, fizik ilminin<br />

bu kısmının senelerce ilerlemesine mâni’ olmuşdu. Sonradan, titreşim nazariyyesi<br />

kurulunca, Newtonun hatâ etdiği, kat’î anlaşıldı. Bunun gibi, bugün kimyânın<br />

babası ismi verilen ve hakîkaten, kimyâya terâzîyi sokmakla, Aristonun yanlış nazariyyelerini<br />

temelinden yıkarak, tecribî ilmlere, yeni, müsbet bir çığır açan Fransız<br />

kimyâgeri Lavoisier, bir tarafdan, fennin bugünkü dereceye ilerlemesine çok<br />

hizmetde bulunmuş, bir tarafdan da, mütehassıs olduğu kimyâ ilminde öyle hatâlar<br />

yapmışdır ki, onun buluşu olduğu için kitâblara geçen, üniversitelerde okutulmuş<br />

olan bu sözleri, bugün bir orta mekteb talebesi söylerse, sınıfda bırakılır. Meselâ,<br />

klor gazına bileşik cism, bir oksid diyordu ve hâmızları [asidleri] yanlış anlatıyordu.<br />

Lavoisiernin en büyük hatâsı, doğru tecribesini, kıymetli buluşunu îzâh<br />

ederken, câhillerin ve dinsizlerin, çok eskiden beri söylemekde oldukları bir sözü<br />

tekrârlaması idi. Ya’nî, kimyâ tepkimelerinde, ağırlık değişmediğini görerek,<br />

(ağırlığın sakımı kanûnu)nu kurunca, (Tabî’atde hiçbirşey var olmaz ve yok olmaz)<br />

deyiverdi. Bunu duyan fen taklîdcileri, (Yokdan birşey yaratılmaz. Hiçbirşey yok<br />

olmaz) diye, yaygarayı kopardılar. Fen kitâbı diye çıkardıkları sahîfeleri, bu siyâh<br />

yazılarla lekeleyip, güyâ dîni yıkıp islâmiyyeti yere serdiler (?). Îmân kal’asını uçuracak<br />

fennî bir kuvvete sâhib oldular! Hâlbuki, Lavoisier, herşeyin kimyâ ile olduğunu,<br />

Allahü teâlânın da, onun görebildiği kanûn içinde kalacağını, bu kanûndan<br />

başka hâdiseler olmadığını sanarak, bu hatâya düşmüşdü. Lavoisier adındaki<br />

bu kimyâgerin, kimyâ olaylarında, maddenin artmadığını ve azalmadığını görmesi,<br />

(İnsanlar hiçbirşey var edemez ve yok edemez) hakîkatini meydâna çıkarmakdadır.<br />

Başka din düşmanları gibi, bu da, tecribesinden yanlış netîce çıkararak<br />

dîne saldırdı. Fekat, böylece kendini lekeledi. Çünki, bugünkü (fiziko-kimyâ)<br />

bilgisi, kimyânın ulaşamadığı atomun derinliklerine girerek, Lavoisiernin aldandığı<br />

isbât edilmiş, Einsteinın (relativite nazariyyesi), kütlenin korunması kanûnu<br />

bile modifie edilmişdir. Ya’nî değişdirilmişdir. Bu sûretle anlaşılmışdır ki, madde,<br />

Lavoisiernin sandığı gibi, dünyânın temeli değildir.<br />

– 539 –


İşte fen adamları, kendi ihtisâslarında bile, böyle yanılmış ve insanlığa büyük<br />

zarârlar da yapmışdır. Bu yanılmaları, onların fen çerçevesi içindeki kıymetlerini<br />

ve ehemmiyyetlerini azaltdı demek istemiyoruz. Onları, fâideli buluşları ile düşünerek,<br />

fenne hizmetlerini övüyoruz. Fekat, ihtisâslarında bile yanıldıklarını<br />

gösterip, fen adamının, ihtisâsı dışındaki ve hele temâmen başka, derin ve geniş<br />

olan din ilmindeki kuru düşüncelerinin, din büyüklerinin, din ilmi ile dolmuş,<br />

din zevkı ile doymuş olan o hakîkî büyüklerin sözleri yanında, bir hiç olacağını göstermek<br />

istiyoruz. Hakîkî bir fen adamı, bu hakîkati pek iyi kabûl eder. Fekat para<br />

adamları, ya’nî para kazanmak, etiket kazanmak için, âdet üzere, birkaç senelik<br />

ömrünü çürütüp, birkaç şey ezberliyen fen yobazları, sinema filminden farkı olmıyan<br />

rûhsuz dimâglarındaki, birkaç basma ve komprime, silik çizgileri fen sanarak,<br />

fennin değil, cehâletin verdiği bir cesâretle ve taşkınlıkla, islâmın yüksek<br />

ilmlerine saldırarak helâk oluyor ve insanlığı ebedî felâkete sürükliyorlar.<br />

Meselâ, bir fen adamı, jeolojik tabakalar arasında bulduğu bir kemik parçasında<br />

tedkîkler yaparak, hayât üzerinde kıymetli bilgiler toplamağa uğraşırken, beri<br />

tarafdan, fen yobazları, radyodan veyâ bir broşürden bunu haber alıp, (İnsanların<br />

aslı olan maymunun kemikleri bulundu. İnsanların maymundan hâsıl olduğu<br />

hakîkat hâlini aldı) yaygarasını basıyor. Saf müslimânları aldatmağa çalışıyorlar.<br />

İngiliz fen adamı Darwinin (canlılar arasındaki hayât mücâdelesi) nazariyyesini<br />

anlamıyarak ve yanlış alarak, müslimânlığı yıkmağa bir silâh yerinde kullanıyorlar.<br />

Evet, yüz seneden beri, birkaç biyolog, hayvanlarda, kan grubları, kan<br />

benzerliği, kromozom sayıları, muhîte intibak [adaptasyon] için fizyolojik ve anatomik<br />

değişmeler, somatik değişmeler ve harâret, zıyâ, röntgen ve radium şuâ’ları<br />

ile ve ba’zı kimyâ maddeleri te’sîri ile çeşidli mutanlar meydâna gelmesi ve nihâyet<br />

paleontolojik müşâhedeler ve bütün canlılarda meios ve bunu ta’kîb eden<br />

mitoz bölünme bulunması ve ba’zı hayvanlarda körleşmiş uzvlar görülmesi [meselâ<br />

insanlarda appandis denilen kör barsak bulunması gibi] ve çok hücreli hayvanların<br />

hepsinde rüşeym [embriyon] teşekkül etmesi ve bir hayvanın, embriyon<br />

devrelerini geçirirken, çeşidli hayvan vasflarını göstermesi [meselâ insan rüşeyminde<br />

pronefroz, mezonefroz, solungaç yarıkları gibi teşekküllerin görülmesi] karşısında,<br />

hayvan nev’lerinin, milyonlarca sene içinde, basîtden mükemmele doğru değişdiklerini<br />

[ya’nî evolution veyâ desendens denilen evrim bulunduğunu] zan etdi.<br />

Canlıların basîtden mükemmele doğru değişdiğini ilk yazan, Fransız doktoru Lamarckdır.<br />

Lamarck [m. 1809] da neşr etdiği (Filozofi zoolojik) ismindeki kitâbında<br />

(canlıların bir asldan türeyebileceğini) yazdı. Fekat, aynı asrdaki biyologlar, Lamarckın<br />

verdiği misâllerin, hayvânların birbirlerine dönmesini değil, cânlıların, bulundukları<br />

muhîte intibâk etmelerini (adaptasyonu) göstermekde olduğunu söylediler.<br />

İkinci olarak, İngiltereli bir biyologun oğlu olan Ch. Darwin, [m. 1859] da neşr<br />

etdiği (Nev’lerin menşe’i) ismindeki eserinde, (Canlılar, bulundukları muhîte uymak<br />

için mücâdele eder. Bu hayât mücâdelesini kazananlar yaşayabilir, gayb<br />

edenler ölür. Canlıda tesâdüfen husûle gelen değişiklikler, muhîte uyarak yaşamağı<br />

te’mîn eder) dedi. Buna da çeşidli i’tirâz edildi. Hattâ, Darwin de göz, beyin gibi<br />

karışık uzvların nasıl meydâna geldiğini anlatmakdan âciz olduğunu bildirmiş,<br />

bir arkadaşına yazdığı mektûbda, (Gözün teşekkülünü düşündükce hayretimden<br />

tepem atıyor) demişdir.<br />

Üçüncü olarak, Hollandalı nebâtâtcı Hugo de Vries, bitkilerde (Saf bir nev’ içinden,<br />

tesâdüfen, diğerlerinden farklı ferdler meydâna çıkdığını, bunların yeni evsâfının<br />

dölden döle geçdiğini) görerek, buna (mutasyon) [ânî değişme] nazariyyesi<br />

dedi. Hâlbuki, mutasyonda yeni uzvlar meydâna gelmiyor. Bundan başka, göz<br />

ve beyin gibi, rüşeymin [embriyonun] muhtelif tabakalarından hâsıl olan karışık<br />

– 540 –


uzvların teşekkülünü, mutasyon teorisindeki tesâdüfe bağlamak mümkin değildir.<br />

Son olarak, paleontoloji mütehassısları, [ya’nî, ilk zemânlarda yaşamış canlıların<br />

iskeletlerini ve fosillerini inceliyenler], (Her nev’i canlının kendi nev’i içinde<br />

değişebildiğini, bir canlının başka nev’lere dönmediğini) kabûl etmekdedir. Meselâ,<br />

birinci zemândaki derisi dikenliler ne ise, şimdikiler de aynıdır. Derisi dikenlilerin,<br />

mutasyon ile, fıkralı [omurgalı] hâle döndüğü görülmemiş ve buna âid bir<br />

fosil bulunmamışdır.<br />

Hâlbuki, canlıların yapısında, en basîtinden, en mükemmeli olan insana doğru,<br />

düzgün bir tekâmül bulunduğunu, dahâ önce İbrâhîm Hakkı hazretleri “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”, (Ma’rifet-nâme) kitâbında, misâller vererek yazmış, bunun,<br />

nev’lerin değişmesi demek olmadığını da bildirmişdi.<br />

Allahü teâlâ, maddeyi, maddedeki değişmeleri inceleyiniz, bunları sizin için yaratdım,<br />

hepsinden fâideleniniz dediği gibi, yavruların nasıl tekâmül etdiğini, hayât<br />

hâdiselerini de tedkîk ederek, hepsinin müsbet, muntazam esâslara bağlı olduğunu<br />

görüp, varlığımı, büyüklüğümü anlayınız! buyuruyor.<br />

İslâm dîninin ilme ve fenne verdiği ehemmiyyeti bilmeyen câhil fen taklîdcileri,<br />

islâmiyyeti baltalamak, Kur’ân-ı kerîme saldırmak için, fizik, şimik, biyolojik ve astronomik<br />

olaylardan, çürük düşünceler, bozuk fikrler çıkarıyor. Bu iftirâlarını, ilm,<br />

fen bilgisi diye, gençliğin önüne sürerek müslimân yavrularını aldatıyorlar. Hâlbuki,<br />

fennin ilerlemesi, yeni yeni buluşlar, Allahü teâlânın varlığını, bir olduğunu, kudretini<br />

ve ilmini dahâ ziyâde meydâna çıkarmakda, islâmiyyeti desteklemekdedir.<br />

Îmânımıza saldıranlara aldanmamak için, lise ve üniversitedeki fen bilgilerini<br />

iyi öğrenmek ve anlamak lâzımdır. Hakîkî fen adamları, din düşmanlarının sözlerinin<br />

ne kadar çocukca ve câhilce olduğunu hep görmekdedir.<br />

Dikkat edilirse, yukarıdaki teorilerin hiçbirinde insanın maymundan hâsıl olduğu<br />

söylenmemiş, fen adamlarının hâtırına bile gelmemişdir.<br />

Evet, paleontolojik devrlerde, canlılarda zemânla tekâmül görülmekde, fekat<br />

bu değişmeler, her nev’in içinde olmakdadır. Meselâ, dördüncü zemânın yeni tabakalarında<br />

kromanyon ismi verilen insan iskeleti bulunmuşdur. Bizim iskeletimizden<br />

farklı olduğu hâlde, paleontoloji mütehassısları bunlara, ilk insanlar demişdir.<br />

Diğer tarafdan, üçüncü zemân sonunda yaşayan, antropoid denilen ve<br />

bugünkülere benzemiyen, maymun iskeletleri bulunmuşdur. Antropoloji mütehassısları,<br />

bunların maymun olduğunu söyliyor. (Fen taklîdcileri), ya’nî (Zındık)lar<br />

ise, yapdıkları tercemelerde, kromanyon insanına ve antropoid maymununa, insanın<br />

ceddi olan veyâ insanla maymun arasında geçid teşkîl eden fosil diyorlar. Biyologlar,<br />

insan ile hayvan arasındaki farkı, yalnız madde bakımından inceliyor. Hâlbuki,<br />

insan ile hayvanlar arasında en büyük fark, insanın rûhudur. İnsanlarda<br />

rûh vardır. İnsanlık şerefi hep bu rûhdan gelmekdedir. Bu rûh, ilk olarak, Âdem<br />

aleyhisselâma verildi. Hayvanlarda bu rûh yokdur. Maddîcilerin, felsefecilerin bu<br />

rûhdan haberleri olmadığı için, insanı maymuna yakın sanabilirler. İlk insanların<br />

şekli, yapısı, maymuna benzese de, insan insandır. Çünki, rûhu vardır. Maymun ise<br />

hayvandır. Çünki bu rûhdan ve rûhun hâsıl etdiği üstünlüklerden mahrûmdur. Görülüyor<br />

ki, insan ile hayvan, temâmen ayrıdır. Aralarında, hiçbir zemân, bir geçid<br />

olamaz, birbirine dönemez. Hâlbuki, hayvanlardan insana en yakın maymun olduğu,<br />

asrlar önce, islâm kitâblarında, meselâ İbni Haldûnun “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” (Târîhi) mukaddemesinde ve (Ma’rifetnâme)nin yirmisekizinci sahîfesinde<br />

yazılıdır. [Birinci kısm, otuzdokuzuncu maddeyi okuyunuz! (Behcet-ül-fetâvâ)da<br />

diyor ki, (Maymunlar, eski insanlardan maymuna çevrilenlerin soyundan değildir.<br />

Maymunların insan soyundan olduğunu söylemek yanlışdır. Çünki, insandan çevrilen<br />

maymunlar üç günden çok yaşamadı. Yok edildiler).]<br />

Bunun gibi, hâtırımıza gelen çeşidli misâllerden, ilm nâmına, fen hesâbına uta-<br />

– 541 –


narak şunu da söyliyelim ki, amib denilen, gözle görülmiyen bir hücreli canlılar, amitoz<br />

ile, ya’nî sitoplazma ve çekirdeği tâm ortadan ikiye ayrılmak sûreti ile ürer. Güney<br />

Amerikada bir biyolog, amibi sitoplazma ve çekirdeğini ortadan keserek, her<br />

iki parçanın yaşamağa devâm etdiğini görmüş. Bu tecribe; zâten amibin üreme tarzına<br />

uygundur. Nerde kaldı ki, bu tecribe her zemân aynı netîceyi vermez. Bunu bir<br />

mecmû’ada okuyan bir matematikci, bir hesâb mütehassısı, gencleri başına toplıyarak,<br />

(Amerikada, amibler parçalanıp öldürüldükden sonra, tekrâr yaşatılıyor. Artık<br />

hayâtın sırrı çözüldü. Ölü hücrelere can veriliyor. Bunu birkaç sene evvel okumuşdum.<br />

Belki bugün dahâ ilerlemeler olmuşdur) deyip, fennin ölüleri diriltdiği, insanların<br />

(Hâşâ) ölüye hayât verdiği, o hâlde, fen ve tabî’at hâricinde, bir kuvvet, bir<br />

yaratıcı bulunamıyacağı, Allah fikrinin ilk insanlar, câhiller tarafından (Hâşâ) uydurulmuş<br />

olduğu aşılanır ve gençler aldatılmağa çalışılırsa, buna ne denilir? Dinsiz<br />

bir hesâb mütehassısının, sonsuzdan sonsuza kadar uzanan matematik sâhasında, islâmiyyeti<br />

lekeliyecek bir nokta bile bulamadığı için, başka fen kollarında, anlıyamadığı<br />

hâdiselerden çıkardığı yanlış ma’nâlar ile hücûma geçmesi, ne kadar şaşılacak<br />

ve acınacak bir hâldir. Yüksek tahsîl yapan bir insanın, böyle alçak hareketleri, yüksek<br />

tahsîl ismini lekelemez mi? Alçak görgülü olan bile, bu kadar câhilce konuşur<br />

mu? Fen adamlarının tecribelerini, sözlerini işitip de, kendi kurdukları yalanları, plânları,<br />

bu sözlerle maskeleyerek, gençleri zehrlemeğe, îmânlarını çalmağa uğraşan din<br />

hırsızlarına (Fen yobazı) denir. Fen yobazlarına aldanmamalıyız!<br />

İslâm dîninden haberi olmıyan fen taklîdcileri, fen yobazları, gençleri aldatmak,<br />

dinden çıkarmak için yalan ve iftirâlarla saldırıyorlar. Din adamlarına yobaz, gerici<br />

diyorlar. Din adamları, fen düşmanıdır diyorlar. İslâm kitâblarını okuyan, islâm<br />

dîninin ileri, üstün bilgilerini anlıyan, insâflı bir fen adamı, bu yalanlara aldanmaz.<br />

Onların kötü niyyetlerini, dost görünen sinsi düşman olduklarını hemen anlar<br />

ise de, din bilgisi az olan, ana baba yuvasından bilgi almayan zevâllılar, bu alçakların<br />

tuzaklarına düşmekde, felâkete sürüklenmekdedir.<br />

Mekteb çocuklarını, (Avrupada matba’a yapılırken, kitâblar basılırken, bizdeki<br />

sarıklı, sakallı, kara kafalılar, matba’a günâhdır, gâvur îcâdıdır diyerek yapdırmadılar.<br />

Yıllarca geri kalmamıza sebeb oldular. Müslimânlık, çöl kanûnu, türklüğe<br />

çok zarârlı oldu) diyerek, dinsiz, îmânsız yetişdirmek istiyorlar. İslâm düşmanlığı<br />

aşılıyorlar. İslâmiyyete, ilm, fen, ahlâk yolundan saldıramadıkları için, böyle alçakça<br />

yalanlar düzüyorlar, körpe dimâgları zehrliyorlar. Her iftirâları gibi, bu sözlerinin<br />

de yalan olduğu meydândadır. Kara zihniyyet dedikleri islâm âlimlerinin en<br />

yüksek temsîlcileri olan Osmânlı şeyh-ul-islâmlarından elliyedincisi, Yenişehrli<br />

Abdüllah efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, matba’a açmak, kitâb basmak için kendisine<br />

soruldukda, bakınız nasıl cevâb vermişdir: İbrâhîm-i Müteferrika adındaki<br />

Macar asllı bir müslimân, İstanbulda 1139 [m. 1725] de ilk matba’ayı kurmak isteyince,<br />

şeyh-ul-islâma soruluyor: (Kitâb basma san’atını iyi bildiğini söyliyen bir kimse,<br />

lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerleri âlet ilmleri kitâblarının harflerini<br />

ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıdların üzerine basarak, bu kitâbların<br />

benzerlerini elde ederim dese, bu kimsenin böyle kitâb basmasına islâmiyyet<br />

izn verir mi?). Şeyh-ul-islâm Abdüllah efendi, cevâbında: (Kitâb basma san’atını iyi<br />

bilen bir kimse, bir kitâbın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan<br />

kâğıdlara basmakla, bu kitâbdan az zemânda kolayca, çok sayıda elde ediyor. Böylece<br />

çok ucuz kitâb yazılmasına sebeb oluyor. Fâideli bir iş olduğundan, islâmiyyet<br />

bu kimsenin bu işi yapmasına izn verir. Kitâbda yazılı ilmi bilen birkaç kişi, önce kitâbı<br />

tashîh etmelidir. Tashîh etdikden sonra basılırsa, güzel bir iş olur) buyurmuşdur.<br />

Bu cevâb, (Behcet-ül-fetâvâ) kitâbının (Hazar ve lebs) faslında yazılıdır. İslâm<br />

dîninin ilme, fenne nasıl kıymet verdiğini göstermekdedir. Matba’a 851 [m. 1447]<br />

de, makinaları ise, 1192 [m. 1778] de keşf edildi. Kâğıd 130 [m. 747] de keşf edildi.<br />

Sultân ikinci Abdülhamîd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında yetişen din<br />

– 542 –


adamlarından, Abdüllatîf Harpûtînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 1330 [m. 1911]<br />

da, İstanbulda basılan (Tenkîh-ul-kelâm fî-akâid-i Ehl-i islâm) kitâbı, fen bilgilerini<br />

ve din büyüklerinin bunlar üzerindeki sözlerini uzun bildirmekdedir. Yüzelliüçüncü<br />

sahîfede diyor ki: (Fen adamları, cismleri ve cismlerdeki olayları araşdırır,<br />

inceler. Bunlar üzerinde deneyler yapar. Madde ve olayları anlar ve anladıklarını<br />

bildirir. Gördüklerinden, his etdiklerinden dışarıya çıkmazlar. Bundan dışarıya<br />

çıkan, vazîfesinin dışına çıkmış olur. His olunamıyan, incelenemiyen, deney<br />

yapılamıyan konular, fen bilgisinin dışında kalır. Böyle konularda, fen adamının<br />

sözü kıymetsiz ve ehemmiyyetsiz olur. Bir fen adamı, melek yokdur deyince, meleğin<br />

varlığı, fen ile incelenemez, deney ile anlaşılamaz demek isterse, bu sözü, fenne<br />

uyar. Fekat, deney ile isbât edilemediği için meleğin varlığına inanılmaz demek<br />

istiyorsa, hiç kıymeti olmaz. Söyliyenin yüzüne çarpılır. Çünki, bu sözü ile, kendisi<br />

fennin dışına çıkmakda, fenne uymamakdadır. İncelemekle, deneyle varlığı anlaşılamıyan<br />

şeyi inkâr etmeğe, var olamaz demeğe kalkışmak, varlığını, fen göstermekdedir<br />

demesi kadar yersiz ve fenne aykırıdır. Rûh, melek, cin, Cennet, Cehennem<br />

gibi, fen konusu dışındaki varlıkları, madde ve olay sınırları içinde aramak<br />

ve deney ile anlamağa uğraşmak, fen adamına yakışmaz. Böyle varlıkları anlamak,<br />

mu’cizelerle, üstünlüğü belli Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirilmekle<br />

ve Peygamberlerden “aleyhimüsselâm” işitmekle olur. Böyle bilgilere,<br />

(Ulûm-i nakliyye) denir. Bunlara, (Fen bilgisi) veyâ (Ulûm-i akliyye) denmez. Bu<br />

bilgileri, fen yolu ile anlamağa kalkışmak, ekmeği kulağına götürmeğe, kulakla yimeği<br />

istemeğe benzer). [Kendilerine müslimân deyip, sarık saran, nemâz kılan ba’zı<br />

(fen taklîdcileri), ya’nî (Zındık)lar, böylece cinnin var olduğuna inanmıyor. İnsana<br />

cin çarpması, masaldır. Fen asrında, böyle hurâfelere inanılmaz diyor. Cin hakkındaki<br />

âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere, yanlış ma’nâlar veriyor.]<br />

Kur’ân-ı kerîmdeki, fen ile anlaşılabilen bilgileri anlatan âyetlere, fen bilgilerine,<br />

fenne uygun ma’nâ vermek câiz ve lâzımdır. Bu ma’nâları da, ancak islâm âlimleri,<br />

ya’nî fen bilgilerinde mütehassıs ve dinde müctehid olan büyükler, müfessirler<br />

verir. Fen taklîdcileri, Kur’ân-ı kerîme ma’nâ veremez. Bunların Kur’ân tercemelerine<br />

kıymet verilmez. Fennin, tecribenin dışında olan, fen ile ilgisi olmıyan<br />

âyet-i kerîmeleri, fen bilgilerine uydurmağa kalkışmak, Selef-i sâlihînin tefsîrlerini<br />

değişdirmek, büyük suç olur. Böyle tefsîr ve terceme yapanlar, kâfir olur.<br />

Yetmişüçüncü sahîfede diyor ki, (Gök dürbünleri yapılınca görülen yıldızlar<br />

ile, mikroskopla görülen küçük varlıklar, dahâ önceki zemânlarda görülemiyor, varlıkları<br />

bilinmiyordu. O zemân görülemediği için, bu varlıklara yok demek, yanlış,<br />

haksız olduğu gibi, fen adamlarının, bugünkü fen âletleri, fen bilgileri ile anlıyamadıkları<br />

şeyleri ve hele, fen, madde bilgisi sınırları dışındaki varlıkları inkâr etmesi,<br />

yok demesi de, yersiz ve haksız olur. Fenne uymıyan bir söz, bir câhil sözü olur).<br />

Velhâsıl, hakîkî fen adamları, her zemân, islâm dînine âşık olmakda, fen taklîdcileri<br />

ise, dîni ve dünyâyı anlıyamıyarak, maddî ve ma’nevî kıymetlere saldırıp, nihâyet<br />

göçüp Cehenneme gitmekdedirler.<br />

Kur’ân-ı kerîm hakkında batılı meşhûr bilginler, edîbler hayrânlıklarını dâimâ<br />

açıklamışlardır. Dünyânın sayılı edîblerinden Goethe, Kur’ân-ı kerîmin yalan<br />

yanlış Almanca tercemesini bile okudukdan sonra: (İçindeki ifâdelerin büyüklüğü,<br />

haşmeti karşısında hayrân kaldım) demekden kendini alamamışdır.<br />

İngiliz râhibi Beowort-Smith, (Muhammed ve Muhammede bağlı olanlar) adlı eserinde:<br />

(Kur’ân, üslûb temizliği, ilm, felsefe ve hakîkat mu’cizesidir) demekdedir.<br />

Kur’ân-ı kerîmi İngilizceye terceme eden Arbeyrry ise: (Ne zemân ezân dinlesem,<br />

bana bir mistik müzik gibi te’sîr eder) demekdedir.<br />

Marmaduke Pisthall ise, Kur’ân-ı kerîm için: (En taklîd olunamaz senfoni, en<br />

sağlam bir ifâde, insanları ağlamağa veyâ coşdurmağa sevk eden bir kudret) ifâdesini<br />

kullanmışdır.<br />

– 543 –


Bunların yanında birçok batılı filozoflar, yazarlar, ilm ve siyâset adamları,<br />

Kur’ân-ı kerîmden, büyük bir takdîr ve büyük bir hayrânlıkla bahsetmekdedirler.<br />

Lamartine bile Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” için, (Filozof, hatîb,<br />

Peygamber, kumandan, yeni doğmalar koyan, muazzam bir İslâm Devleti<br />

kuran adamdır. İnsanların büyüklüğünü ölçmek için kullandıkları bütün mikyâslarla<br />

ölçülsün, acabâ ondan dahâ büyük bir insan var mıdır? Olamaz!) demekden<br />

kendini alamamışdır.<br />

Gibon, (Roma İmperatorluğunun çökmesi ve yıkılması) adlı eserinde, İslâm dîni<br />

ve Kur’ân-ı kerîm hakkında şunları söylüyor: (Kur’ân-ı kerîm, Allahın birliğini<br />

isbât eden en büyük eserdir).<br />

Amerikan astronomi uzmanı Michael H.Hart, Hazret-i Âdemden bugüne kadar<br />

gelen bütün büyük insanları birer birer inceliyerek, bunların içinden 100 dânesini<br />

ayırmakda, bu 100 kişi arasında, en büyüğü olarak Peygamberimizi “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” göstermekdedir. (Onun kudreti, kendisine Allah tarafından<br />

vahy edildiğine inandığı, muazzam eser, Kur’ândan geliyor) demekdedir.<br />

Amerikan Chicago Üniversitesi profesörlerinden, tanınmış psikoanaliz uzmanı<br />

Jules Masserman 1974 yılının 15 Temmuzunda yayınlanan “Time” mecmû’asının<br />

özel nüshasında, (Büyük liderler nerede?) başlığı altında, târîhde şimdiye kadar<br />

gelip geçmiş olan önderleri incelemekde, bunların psikoanalizini yapmakda ve<br />

bu liderlerin en büyüğünün Muhammed aleyhisselâm olduğunu bildirmekdedir.<br />

Dünyânın en büyük tabî’î ilmler âlimlerinden biri olan Max Planck, 1858 yılında<br />

Almanyada Kiel şehrinde doğdu. İlk profesörlüğünü Kielde yapdı ve ondan sonra<br />

1889 da Berlin Üniversitesinde çalışmağa başladı. Berlindeki feâliyeti 30 sene<br />

kadar sürdü. 1947 de vefât etdi.<br />

Max Planck, özellikle Işıldama ile meşgûl oldu. En büyük buluşu, atomlardan çıkan<br />

enerji ışınlarının paketler (kvant) hâlinde yayıldığını meydâna çıkarması oldu.<br />

Planck, bu buluşuna (Kvantlar Teorisi) adını verdi ve meydâna gelen enerjiyi hesâbladı.<br />

(Kvantlar Teorisi formülü: E=h.v olup, E, meydâna gelen enerjiyi Erg olarak<br />

belirtir. v ölçülen dalganın frekansıdır, h ise, Planck sâbitesi adını alan bir rakamdır<br />

ve 6,624.10 -27 ye eşitdir. Böylece herhangi bir enerji dalgasının frekansı ile<br />

bu rakam çarpılacak olursa, enerjiyi yukarıda söylediğimiz gibi, Erg cinsinden hesâblamak<br />

kâbildir.) Bu buluşu, ona 1918 de fizik nobel mükâfâtını kazandırdı.<br />

Max Planck diyor ki: Gerek din ve gerek tabî’î ilmler, üzerimizde kendisine erişmek<br />

kâbil olmıyan çok muazzam bir kudret bulunduğunu, bu kudretin dünyâyı kurduğunu<br />

ve ona hükmetdiğini ortaya koymakdadır. Ancak bu kudreti îzâh husûsunda<br />

kullandıkları dil, birbirinden farklıdır. Fekat her iki îzâh tarzı ayrı bile görünseler,<br />

hakîkatde, birbirinin aynıdır. Bu iki îzâh birbirine zıd değildir. Bil’akis birbirini<br />

temâmlarlar.<br />

Gerek din, gerek tabî’î ilmler, bu âlemi ancak mâhiyetini hiç bir zemân anlıyamıyacağımız,<br />

insanların hiç bir zemân erişemiyecekleri bir kudretin yaratabileceğini<br />

kabûl ederler. Bu muazzam kudretin bütün azametini biz bilemiyoruz ve<br />

hiçbir zemân bilemiyeceğiz. Onun kudretinin ancak en küçük bir parçasını ve dolaylı<br />

olarak öğrenebiliriz.<br />

Din, bu kudreti ve yaratıcıyı tanımak ve insanları Ona yaklaşdırmak için kendine<br />

mahsûs akla hitâbeden semboller kullanır. Tabî’î ilmler ise, bu kudretin tanınması<br />

için ölçü ve formüllerden fâidelenir. Hâlbuki, bu iki yolu birleşdirecek olursak,<br />

asl o zemân bu yaratıcının ne büyük bir kudret sâhibi olduğu meydâna çıkar<br />

ve dînin Allahı ile tabî’î ilmlerin bu kudretin ancak küçücük bir kısmında yapdığı<br />

araşdırma, ölçme ve formüller, Onun zâtını ve büyüklüğünü meydâna koyar.<br />

Din ile tabî’î ilmleri karşılaşdıracak olursak, hiç bir yerinde bunların birbirinden<br />

aykırı bir bilgi vermediğini görürüz. Gerek din, gerek tabî’î ilmler, bir muaz-<br />

– 544 –


zam yaratıcı olmadan bu dünyânın kurulamıyacağını kabûl ederler. Tabî’î ilmlerin<br />

bulduğu bütün yenilikler, bu muazzam yaratıcının varlığı ve büyüklüğü hakkında<br />

birer vesîkadır. Din ile tabî’î ilmler arasında hiçbir fark yokdur. Ba’zılarının sandığı<br />

gibi, tabî’î ilmlerin tutduğu yol ayrı değildir. Bugün ne yazık ki, ba’zı insanlar,<br />

tabî’î ilmlerin artık din ile hiçbir ilgisi kalmadığını sanırlar. Hâlbuki bu, çok yanlışdır.<br />

Yukarıda îzâhına çalışdığım gibi, tabî’î ilmler, bil’akis dîni inanç ve düşünceleri<br />

takviye ederler.<br />

Târîhe bakılacak olursa, dünyâya gelmiş olan büyük tabî’î ilm bilginlerinin dîne<br />

çok bağlı oldukları görülür. Leibniz, Newton, Kepler çok dindâr insanlardı. Esâsen<br />

o zemânlar tabî’î ilm araşdırmaları, ancak kiliselerde, karanlık dünyâların izbelerinde,<br />

râhiblerin evlerinde yapılırdı. Ancak yavaş yavaş laboratuvarlar, çalışma<br />

enstitüleri, üniversite ilm merkezleri kuruldukdan sonra, din adamları ile tabî’î<br />

ilmler bilginleri birbirlerinden ayrıldılar ve ayrı çalışma üsûlleri tatbîke başladılar.<br />

Zemânla bunların çalışma metodları birbirinden çok ayrılmış gibi göründü<br />

ve bunlardan beklenenler birbirinden farklı sanıldı. Hâlbuki, bu iki yol, ayrı ayrı<br />

istikâmetlere doğru birbirinden ayrılan, başka başka yerlere sapan iki yol değildir.<br />

Bil’akis birbirine temâmiyle paraleldir. Aynı gâyeye doğru giderler ve nasıl ki,<br />

paralel hatlar sonsuzda birbiriyle birleşecekler ise, din ile tabî’î ilmler de, esâs gâye<br />

sonsuzunda birbiriyle kucaklaşacaklardır.<br />

Yukarıdaki yazılar, Max Planckın, (Der Strom von der Aufklärung bis zur Gegenwart)<br />

kitâbından alınmışdır.<br />

Kültürlü insanlar, insafla düşündükleri zemân, Allahü teâlânın varlığına inanmak<br />

mecbûriyyetinde kalıyorlar. Doğru dürüst yapılmayan Kur’ân-ı kerîm tercemelerinden<br />

bile, hakîkî dînin islâmiyyet olduğunu i’tirâf ediyorlar. Tercemeler, hiç<br />

bir zemân, aslına uygun olamaz. Bu bakımdan islâmiyyeti incelemek isteyen yabancılara,<br />

islâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” (Akâid) kitâbları<br />

tavsiye edilmelidir.<br />

Hakkın yüzdört kitâbı ki, nebîler üzre inmişdir,<br />

kütübdür onların dördü, suhuf yüzü, kelâmullah.<br />

Zebûru verdi Dâvüda, dahî Tevrâtı Mûsâya,<br />

ve hem İncîli Îsâya, getirmiş Cebrâîl vallah.<br />

Habîbullaha Kur’ânı getirdi, hâcet oldukca,<br />

yirmi üç yıl itmâm eyleyip kesildi vahyullah.<br />

Dahî hem nebîler hakkında bildim ismetü fitnet,<br />

nezâfet hem emânet, sıdkla teblîgu hükmillah.<br />

Gadrle, zenbü humk ve kezbü ketmü hıyânetden,<br />

münezzehdir, müberrâdır cemî’i Enbiyâullah.<br />

Nebîler ismini bilmek, dediler ba’zılar vâcib,<br />

yirmi sekizin bildirdi, Kur’ânda bize Allah.<br />

Cemî’i enbiyânın evvelidir hazret-i Âdem,<br />

kamûdan efdalü âhır, Muhammeddir resûlullah.<br />

İkisinin arasında, katî çok enbiyâ gelmiş,<br />

hesâbın kimseler bilmez, bilir anı hemen Allah.<br />

Resûllerin dinleri mevtle bâtıl olmaz kat’â,<br />

ve efdaldir meleklerin hepsinden, enbiyâullah.<br />

Bizim Peygamberin ahkâm-ı şer’î, öyle bâkîdir,<br />

ki, ehl-i mahşeri, bu şer’ ile fasledecek Allah.<br />

Ne ki kılmış Habîbullah, bize teblîg-i ahkâmı,<br />

kabûl etdim anı, âmentü billâh ve hükmillâh.<br />

– 545 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:35


31 — MADDE VE ATOM ÜZERİNDE YENİ BİLGİLER<br />

Bugün herkes, atomu ve atom enerjisini merâk etmekde, dost, düşman her<br />

memleketde atom üzerinde çalışılmakdadır. İstikbâlin harbleri, atom silâhları ile<br />

yapılacak, atom kuvveti bulunmıyan milletler, yaşamak hakkı bulamıyacakdır. Küçük,<br />

büyük, herkesin sık sık işitdiği atomu ve atom enerjisini ve kullanılmasını, din<br />

kardeşlerime kısaca bildirmeği lüzûmlu gördüm. Çünki, atom kuvveti, harbde<br />

de, sulhda da kullanılacakdır. Müslimânların, düşmanda bulunan silâhları öğrenmesi<br />

ve yapması, farzdır. O hâlde, bugün atom bombasını yapmağa ve bunun<br />

için lüzûmlu matematik, fizik, kimyâ bilgilerini öğrenmeğe çalışmak farzdır. Önümüzde<br />

bulunan atom harbine hâzırlanmazsak, dînimizi, milletimizi koruyamayız.<br />

Harb için, atom te’sîslerini hâzırlamak, bunlardan sulh zemânında, terfîh-i ibâd için<br />

istifâde etmek, dînî vazîfemiz ve ibâdetimizdir. Devletin, milleti cihâda hâzırlaması,<br />

ibâdetdir. Hâzırlamaması, büyük günâhdır.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (İlm, Çinde de olsa alınız!) buyurdu.<br />

Ya’nî ilm, dünyânın en uzak yerinde bulunsa ve kâfirlerde de olsa, gidin alın!<br />

buyurdu. Çünki Çin, o zemân, en kâfir ve çok uzak bir yer idi. O hâlde, cihâd için<br />

gerekli bilgileri, en uzak kâfirlerden de arayıp, bulup, öğrenmemiz, yapmamız, hâzırlıklı<br />

olmamız, beş vakt nemâzdan sonra, en birinci vazîfemiz, ibâdetimizdir. İbni<br />

Âbidîn, üçüncü cild, (Cihâd) bahsinde buyuruyor ki, (Düşman hücûm etdiği veyâ<br />

hücûm korkusu olduğu zemân, her müslimânın harb etmesi farz-ı ayndır).<br />

Atom harbi muhakkak olduğundan, buna hâzırlanmak, farz-ı ayn hâline gelmişdir.<br />

(Hadîka)da el âfetlerinde buyuruyor ki, (Nefsin hoşuna giden fâidesiz şeylere<br />

lehv ve la’b denir ki, boş yere vakt geçirmekdir. Yalnız zevcesi ile oynamak ve harb<br />

oyunları halâl olup başkaları harâmdır). Harbe hâzırlanmak için, at yarışları, atış,<br />

güreş, ok ta’lîmleri, lüzûmlu teknik tecribeleri yapmak câizdir. Hattâ lâzımdır ve<br />

çok sevâbdır.<br />

Üzerinde yaşadığımız yer küresi, hava, su, taş, toprak tabakaları ve bütün yıldızlar,<br />

güneşler, hep maddeden yapılmışdır.<br />

Madde demek, boşlukda yer kaplıyan ve ağırlığı olan varlık demekdir. İki<br />

madde, bir yerde birlikde bulunamaz. Birinin orada bulunması için, ötekinin oradan<br />

gitmesi lâzımdır. Hava, maddedir. Çünki, ağırlığı vardır ve yer kaplar.<br />

Maddenin şekl almış parçalarına cism denir. Şişe, bardak, pencere camı, ayrı ayrı<br />

birer cismdir. Fekat hepsi, cam maddesinden yapılmışdır. Madde ikiye ayrılır:<br />

Saf madde. Karışım.<br />

Etrâfımızda gördüğümüz bütün maddeler, saf değil, birer karışımdır. Meselâ,<br />

içdiğimiz su, homogen olduğu, her tarafı aynı göründüğü hâlde, içinde az da olsa,<br />

tuzlar ve hava vardır. O hâlde, bir karışımdır. Karışımların hâssaları [özellikleri]<br />

her zemân aynı değildir. Belirli özellikleri yokdur. Karışımda bulunan maddeler,<br />

kendi özelliklerini gayb etmez. Maddeler, birbirleri ile, her mikdârda karışabilir.<br />

Yalnız bir maddeye (Saf madde) denir. Saf maddenin belirli özellikleri vardır. Saf<br />

maddenin belirli özellikleri, hiç değişmez.<br />

Tâm saf madde yok gibidir. Bir madde içinde bulunan yabancı maddeler, kimyâ<br />

üsûlleri ile anlaşılamıyacak kadar az olunca, bu maddeye, saf diyoruz. Saf süt<br />

demek, kimyâ bakımından doğru bir söz değildir. Çünki, süt belli özellikler taşıyan<br />

tek bir madde değildir. Saf madde, iki dürlü olur: Element. Bileşik cism.<br />

Element: Kendisinden, başka başka özellikde maddeler çıkarılamıyan saf maddelere<br />

(Element=eleman) veyâ (Basît cism) denir. Saf şeker, bir eleman değildir.<br />

Çünki, şekerden, karbon [kömür], hidrogen ve oksigen maddeleri çıkabilir. Saf demir,<br />

bakır, kükürt birer elementdir. Yüzbeş element vardır. Her element, kimyâ<br />

tepkimelerinde bölünemiyen en küçük parçaların yığınıdır. Bu parçalara, yunanca<br />

(Atom) denir. Herbir element, birbirlerine benziyen atomlar yığınıdır.<br />

– 546 –


Birbirine benzemiyen atomların yığınına, bileşik cism veyâ (Mürekkeb cism) denir.<br />

Su, mürekkeb bir cismdir. Çünki, hidrogen ve oksigen atomlarından yapılmışdır.<br />

Bileşik bir cism, başka başka özellik taşıyan maddelere ayrılabilir.<br />

Yüzbeş element üçe ayrılır:<br />

1 — Hakîkî metal [ma’den], yetmişsekiz dânedir. Bunlar, fizik bakımından parlakdır.<br />

İçlerinde yalnız civa, normal şartlarda, mâyi’ [sıvı] hâlindedir. Diğerleri sulb<br />

[katı]dır. Döverek levha ve tel hâline gelir. Harâreti [ısıyı] ve elektriği iyi nakl e-<br />

der, iyi iletir. Kimyâ bakımından da, buhâr hâlinde, birer atom hâlinde uçar ve bileşik<br />

hâle geçince, atomları artı elektrik yüklü olur. Eksi yüklü olamaz. Elektrik<br />

yükü taşıyan atomlara (İyon) denir. İyon, serbest hâlde bulunamaz. Artı elektrik<br />

taşıyan atomlara (Katyon) denir. Eksi elektrik taşıyan atomlara (Anyon) denir. O<br />

hâlde, bir ma’den atomu, başka bir ma’den atomu ile veyâ hidrogen atomu ile birleşemez.<br />

İki element atomunun bir araya gelmesi için, başka başka elektrik taşıması<br />

lâzımdır. Çünki, benzer yüklü iki atom, birbirini çekmez, iter. Hidrogen<br />

atomları ma’den olmadığı hâlde, bileşik hâlde dâimâ artı elektrik taşır.<br />

2 — Ma’den olmıyan [ametal] elementler, onyedi dânedir. Bunlardan bir dânesi<br />

[Brom] sıvı hâlinde, onbir dânesi gaz hâlindedir. Altısı âdî gaz olup, molekül<br />

hâlindedir. Beşi necîb [soy] gaz olup, hep atom hâlindedir. Fizik hâssaları, ma’denlerin<br />

aksidir. Kükürt gibi, katı olanları döğülünce, levha hâline gelmeyip, toz hâline<br />

gelir. Kimyâ bakımından, gaz hâlinde iken, iki atomdan yapılmış molekül hâlinde<br />

uçarlar. [Necîb gazlar müstesnâ.] Bileşik hâlde iken atomları, ba’zan artı,<br />

ba’zan eksi yüklü olabilir. O hâlde, birbirleri ile ve hidrogen atomu ile ve ma’denler<br />

ile birleşebilirler. Oksigen gazı ametaldir. Müstesnâ olarak, bileşiklerinde,<br />

hep eksi elektrik taşımakdadır. Karbon, kükürt de ametaldir.<br />

3 — Yarı ma’denler, on adeddir. Bunlar, fizik bakımından ma’denlere, kimyâ<br />

bakımından ametallere benzer. Arsenik, kalay, kurşun yarı ma’dendir.<br />

Bileşik cismler ikiye ayrılır:<br />

A — Organik [veyâ uzvî] bileşik cismlerdir. Bunların suda eriyikleri dâimâ molekül<br />

hâlinde bulunur. Molekülleri karbon ile hidrogeni hâvîdirler. Başka elementler<br />

de bulunabilir. Yanıcıdırlar. Yağ, şeker, ispirto gibi.<br />

B — Organik [uzvî] olmıyan bileşiklerdir. Bunlarda, karbon ile hidrogen bir arada<br />

bulunmaz. Bunlara, anorganik veyâ inorganik bileşikler denir. Yemek tuzu, cam<br />

gibi. Pencere camı 572 [m. 1176] da, gözlük camı 686 [m. 1287] da keşf edildi. Anorganik<br />

bileşikler ikiye ayrılır: Birinci sınıf bileşikler. İkinci sınıf bileşikler.<br />

Herhangi bir bileşik cismi meydâna getirmek için atomlar iki dürlü birleşebilir:<br />

1 — İki veyâ ziyâde elementin atom iyonları, boşlukda, sıra ile dizilir. Böyle<br />

milyonlarla iyon yığını, bir cism meydâna getirir. Böyle bir cism, bir sandık kesme<br />

şekere benzer. Bunlara, (İyon şebekesi) denir. İnorganik ma’den bileşikleri,<br />

ya’nî içinde ma’den bulunan inorganik bileşikler, iyon şebekesidir. Bunlar katıdır,<br />

ısıtılınca uçmaz, parçalanır.<br />

2 — İki veyâ dahâ ziyâde ametalin mu’ayyen ve az sayıda atomu birleşerek, molekül<br />

yapar. Moleküller de, biraraya gelerek, bir cism meydâna getirir. Böyle bir<br />

cism, bir sandık şeker külâhına benzer. Bunlara, (Molekül şebekesi) denir. İçinde<br />

ma’den bulunmıyan inorganik bileşikler ve organik bileşiklerin hemen hepsi molekül<br />

şebekesidir. Bunlar, gaz hâlinde, sıvı (mâyı’) ve katı hâlde de olur. Katı ve<br />

mâyı’ hâlindekiler ısıtılınca, gaz hâle geçerek, molekül hâlinde uçarlar.<br />

Bütün elementler, serbest element hâlinde iken, atomları elektrik yükü taşımaz,<br />

nötrdür, sıfır kıymetlidir. İki elementin birleşmesinden meydâna gelen anorganik<br />

bileşiklere, (Birinci sınıf) bileşik denir. Birinci sınıf bileşikler üçe ayrılır: Oksid,<br />

asid, tuz. İçinde üç element bulunan anorganik bileşiklere, (İkinci sınıf bileşikler)<br />

denir. Bunlar da üçe ayrılır: Asid, baz, tuz. Bir bileşik içindeki ma’den atomları dâimâ<br />

artı elektrik yükü taşır.<br />

– 547 –


Yanmak, oksigen gazı ile birleşmek demekdir. Gazların, buhârların yanmasına<br />

(Alev) denir. Katı cismler alevle yanmaz. Kükürdün buhârı, odunun, mumun<br />

sıcakda parçalanmasından meydâna gelen gazlar, alevle yanıyor. Yanma yerine,<br />

(Oksidlenme) ve (Yükselme) de denir. Yanan bir atomun elektrik yükü artar. Meselâ,<br />

hidrogen gazı oksigenle birleşince, serbest hidrogen atomları, sıfır kıymetli<br />

iken, oksigenle birleşirken, oksigen atomuna elektron vererek, artı bir [+1] kıymetli<br />

olurlar. O hâlde, bir atomun değeri yükselince, bu atom yandı, oksidlendi denir.<br />

Maddeler yanarken harâret [ısı] saçar.<br />

Şuâ’: Sulb, ya’nî katı veyâ mâyı’ hâldeki bir madde ısıtılırsa, beşyüz derecede<br />

zıyâ [ışık] yaymağa başlar ve madde değişmez. Evvelâ kırmızı zıyâ olur. Dahâ sıcakda<br />

beyâza döner. Elektrik ampullerinde, elektrik ceryânı, ampul telini ısıtdığı<br />

için, tel zıyâ yayar. Böyle zıyâ yaymağa (Şuâ’lanma) veyâ (Işıma) denir. Gördüğümüz<br />

zıyâ, elektro-manyetik dalgalardan ibâretdir. Fezâdaki elektrik akımı,<br />

sâniyede yüz binlerle def’a cihet değişdirince, elektro-manyetik dalgalar meydâna<br />

geliyor. Ya’nî şuâ’lanma oluyor. Bir sâniyedeki dalga adedine (Frekans=tekerrür)<br />

denir. Bir şuâ’lanmada meydâna gelen dalgaların boylarını aramağa,<br />

(Spektroskopi) denir. Herhangi bir madde tarafından yayılan şuâ’lanmanın<br />

spektroskopisini yaparak, bu maddede hangi elementlerin bulunduğunu aramağa<br />

(Tayf analizi=spektral analiz) denir. Spektroskopi yapılacak şuâ’lar, bir yarıkdan<br />

geçirildikden sonra, bir cam menşûrdan [prismadan] geçirilince, karşısındaki<br />

perdede parlak renkler dizilir. Bu renkli şeride tayf [Spektr] denir. Her rengin<br />

dalga boyu başkadır ve kitâblarda yazılıdır. Bu dalga boyları (Angstrom) denilen,<br />

uzunluk birimi ile söylenir. Bir Angstrom, bir milimetrenin onmilyonda biridir.<br />

Dalga boyları dörtbin ile sekizbin Angstrom arasında bulunan şuâ’ları<br />

ışık hâlinde görebiliyoruz. Her şuâ’, bir enerjiye mâlikdir. Enerji, kudret, ya’nî<br />

iş yapabilmek demekdir. Şuâ’ emen cism, enerji almış olur ve ısınır. Şuâ’ enerjisinin,<br />

bölünemiyen en küçük parçasına (Kvant) denir. Bir madde ne kadar çok<br />

ısınırsa, yaydığı şuâ’ların dalga boyu o kadar kısa olur. Sulb ve mâyı’ maddelerin<br />

tayfı devâmlıdır. Ya’nî, bütün dalga boyları yanyana bulunur. Ampul teli ikibinbeşyüz<br />

derecede şuâ’lanıyor. Bunun tayfında, yedi renk devâmlı görülür ve<br />

kırmızı altında, görünmiyen, uzun ısı dalgaları da vardır. Kısa olan ultraviole dalgalar<br />

yok gibidir.<br />

Tazyîkı az olan gazların ve buhârların verdikleri tayf, devâmlı tayf olmıyor, (Hatlar<br />

tayfı) oluyor. Ya’nî, tayfda, birbirinden uzak ayrı ayrı yerlerde, mu’ayyen dalga<br />

boyları bulunuyor ve herbiri, başka renkde hat şeklinde görünüyor.<br />

Alkali ve toprak alkali ma’denlerin buhârları, hava gazı alevi sıcaklığında,<br />

kendilerine mahsûs renkde şuâ’ verdiği hâlde, gazların şuâ’ vermesi için, bunları<br />

Kroks borularına koyup, tazyîkı az iken yüksek gerilimli elektrik cereyânı geçirmek<br />

lâzımdır. Katoddan çıkan elektronlar, gazın moleküllerine çarpınca, gaz<br />

şuâ’lanır. Meselâ, iki tarafı kapalı bir cam borunun [Geissler borusunun], iki ucuna<br />

sokulmuş olan ma’den çubukları [elektrodları], tel ile bir endüksiyon makarasına<br />

bağlayıp, yüksek gerilimli akım geçirince, borudaki hava içinden elektrik geçmez.<br />

Cam boruyu, ortasındaki bir delikden, lâstik boru ile, bir hava boşaltma makinesine<br />

bağlayıp, borudaki havanın tazyîkını azaltırsak, borudaki hava içinde ışıklı<br />

çizgiler hâsıl olur. Hava elektrik ceryânını geçirir ve ışıklanır. Basıncı azaldıkca<br />

ışıklar artar ve borunun içi pembe zıyâ’ ile dolar. Boruda havadan başka gaz varsa,<br />

ışığın rengi gazın cinsine göre başka olur. Meselâ, Neon gazı varsa, kırmızı, turuncu<br />

olur. Reklâm lâmbaları ve bugün evlerde de kullanılan flüoressan lâmbalar<br />

böyle yapılmakdadır.<br />

Borudaki gaz, dahâ boşaltılıp, tazyîkı dahâ azalırsa, ışık da azalır ve bir ân gelir<br />

ki, borunun içi zıyâsız kalır. Fekat şimdi, makaranın (—) kutbuna bağlı katodun<br />

tam karşısındaki cam üzerinde mâvi renklenme görülür. Demek ki, katoddan,<br />

– 548 –


görülemiyen şuâ’lar çıkmakdadır. Bunlara, (Katod şuâ’ları) denir. Katod şuâ’ları<br />

camdan geçmez, borunun dışına çıkmaz. Ba’zı cismlere çarpınca bunları mâvi<br />

renkli gösterir. Katoda dik olarak çıkarlar. Bu şuâ’lar, makaradan gelip, katoddan<br />

fırlatılan elektronlar tarafından, borudaki gaz atomlarından koparılan elektronlardır.<br />

Hâlbuki, tazyîkı dahâ yüksek olan gazlardan elektriğin geçmesi, gaz moleküllerinin,<br />

elektriklenerek iyon hâline geçmesi ile, elektroliz olayı gibi olmakdadır.<br />

[1860] senesinde Bunsen ve Kirchof, her element buhârının, kendine mahsûs hatlar<br />

tayfı meydâna getirdiğini anladı. Sodium buhârı beşbinsekizyüzdoksan angstrom<br />

boyunda, dalgalardan ibâret bir sarı hat yapıyor. Ultraviyole şuâ’lar, parlak olmadığı<br />

için görülmiyor. Böyle şuâ’ların tayfı, fotoğrafı alınarak görülür. Tayflar hattına<br />

bakarak, herhangi bir cismdeki elementleri anlamağa (Tayf analizi) demişdik.<br />

Tayf hatlarını, atomlar meydâna getirmekdedir. Serbest bir atom, belirli bir sıcaklıkda<br />

verdiği dalgaları, aynı sıcaklıkda mas edebilir, emer. Bir ampulün devâmlı<br />

tayfı içinde, emilen dalgaların yeri siyâh hat hâlinde görünür. Ampul şuâ’ları, meselâ<br />

sodiumlu bir alevden geçerken, sodium atomları, kendilerine mahsûs olan dalgaları<br />

mas edip, tekrâr her tarafa yayıyor ve lâmbanın devâmlı tayfı üzerinde, sodium<br />

atomlarına mahsûs olan sarı hatlar, siyâh olarak görülüyor. Güneş zıyâsının<br />

tayfı devâmlıdır. Fekat, içinde binlerce siyâh hatlar vardır. Güneş sulb değildir. Gaz<br />

hâlindedir. Fekat, tazyîkı pek fazla olduğundan sulb imiş gibi, devâmlı tayf veriyor.<br />

Güneş şuâ’ları, güneş etrâfındaki tazyîksız gazlardan geçerken, bu gazlar, kendilerine<br />

mahsûs dalgaları emiyor. Bu gazların tayf hatlarına bakarak, güneşin ve<br />

yıldızların, bildiğimiz elementlerden yapılmış olduğunu anlıyoruz.<br />

DEVRÎ SİSTEM: [1867] senesinde Mendeleyef ve Lother Meyer isminde iki<br />

kimyâger, birbirinden haberi olmadan yüzbeş elemandan, o gün bilinenleri, atom<br />

ağırlığına göre, soldan sağa doğru sıra ile yazmış, birkaç elemandan sonra gelenlerin,<br />

kimyâ hâssalarının [meselâ kıymetlerinin], tekrâr başdakilere benzediğini görmüş,<br />

bunları, başdakilerin altına yazmışdır. Böylece yedi satır meydâna gelmişdir.<br />

Her satıra, Devre [periyod] denir. Alt alta olan elemanların kimyâ hâssaları birbirinin<br />

aynıdır. Bunlara, yukardan aşağı, bir (Gurup) denir. Yanyana sekiz gurup<br />

vardır. Yüzbeş elementin, yedi devr ve sekiz gurup teşkîl etmek üzere sıralanmasına,<br />

(Periyodik sistem) veyâ (Devrî tasnîf) denir.<br />

Sol tarafdan birinci gurupda, kalevî [alkali] ma’denler, ikinci gurupda, toprak<br />

kalevî ma’denler, yedinci gurupda halogenler [F, Cl, Br, I], sekizinci gurupda da<br />

necîb [soy] gazlar bulunur.<br />

Elementlerin devrî sistemdeki soldan sağa doğru sıra numarasına, (Atom numarası)<br />

denir. Hidrogenin atom numarası 1, oksigenin 8, uraniumun 92 dir.<br />

[1913] senesinden i’tibâren, Röntgen tayfları ve Moseley kanûnu sâyesinde, her<br />

elementin atom numarası tecribe ile bulunmuşdur. Şöyle ki:<br />

1. ci devrde 2 x 1 2 = 2<br />

2. ve 3. cü devrlerde 2 x 2 2 = 8<br />

4. ve 5. devrlerde 2 x 3 2 = 18<br />

6. cı devrde 2 x 4 2 = 32<br />

eleman bulunduğu anlaşılmışdır. Geri kalan ondokuz element de yedinci devrdedir.<br />

(Devrî tasnîf cedveli) kimyâ ilminin temelidir.<br />

RADİO-AKTİVİTE: Uranium ve Radium gibi ba’zı ma’denler, siyâh kâğıd içindeki<br />

fotoğraf camına te’sîr edip karartıyor ve etrâfındaki havayı elektrikliyor. Bunun<br />

sebebini, ilk olarak [m. 1903] de Rutherford anladı. Şöyle ki:<br />

Radioaktif cismler kendi kendilerine üç cins şuâ’ vermekdedir:<br />

1 — Alfa şuâ’ları, artı elektrik yüklü atomlardır. Birkaç santimetreye kadar<br />

uçarlar. Kâğıddan bile geçemez. Tehlükeli değildirler.<br />

– 549 –


2 — Beta şuâ’ları, elektronlardan ibâretdir. [Lâmbalarımızı yakan şehir elektriği,<br />

elektron akımıdır. Bölünemeyen en küçük elektrik parçasına elektron denir.<br />

Elektron, eksi elektrikdir.] Beta şuâ’larının sür’ati pek fazla olup, zıyâ hızına yakındır.<br />

Birçok yerlerden geçerler. Tehlükelidirler.<br />

3 — Gama şuâ’ları, Röntgen şuâ’ları gibi çok kısa dalgalı, elektro-manyetik<br />

şuâ’lardır. Hemen herşeyden geçerler, çok tehlükelidirler.<br />

Saf Radium atomları, yalnız alfa şuâ’ları saçar. Radioaktif cismlerin atomları,<br />

enerji saçarak, çekirdekleri patlıyor ve başka element atomları hâline dönüyor. Milyon<br />

kerre milyon [1 billion] Radium atomu içinden her sâniye onüç dânesi patlıyor.<br />

Bir radium tuzunun beta ve gama şuâ’ları da vermesi, kendi atomlarından değil,<br />

bunların patlaması netîcesinde meydâna gelen, yeni radioaktif elemanların<br />

atomlarından hâsıl olur. Zâten, Radium da, Uraniumun patlamasından, birçok ara<br />

elementlerden sonra, meydâna gelmişdir. Tabî’atde, üç radioaktif değişme sırası<br />

vardır. Uranium sırası, Thorium sırası ve aktinium sırası.<br />

Radioaktif parçalanmadan meydâna gelen yeni elementlerin atom ağırlıkları ve<br />

şuâ’lanmaları farklı olduğu hâlde, çoğunun kimyâ hâssaları aynıdır. Böyle elementler,<br />

aynı bir element demekdir. O hâlde, devrî sistemde aynı yerde bulunur. Atom<br />

ağırlığı farklı, atom numarası aynı olan maddelere, (İzotop) maddeler denir.<br />

FAYANS KANÛNU: Bir atom, bir alfa şuâ’ı saçınca, atom ağırlığı dört azalır.<br />

Atom numarası iki azalır. Beta şuâ’ı verince, atom ağırlığı değişmez, atom numarası<br />

bir artar. Bir alfa dâneciğinde iki artı elektrik bulunduğu isbât edilmişdir. O<br />

hâlde, atom numarası, atomun artı elektrik yüküne tâbi’ olmakdadır.<br />

RÖNTGEN ŞUÂ’LARI: Katod şuâ’ları, borudaki sulb bir maddeye çarparsa,<br />

bu sulb madde, röntgen şuâ’ları yayar. Röntgen şuâ’ları görünmez. Fotoğraf camına<br />

te’sîr eder. Etden çok, kemikden az geçer. Atom numarası yüksek olan maddeler,<br />

Röntgen şuâ’larını çok emer, geçirmez. Atom numarası büyük olan bir maddenin,<br />

hâsıl etdiği Röntgen şuâ’ının, maddelerden geçme kabiliyyeti fazla olur.<br />

Laue [Lave] röntgen şuâ’larının tayfını yapmak için, cam prisma yerine, kaya tuzu<br />

billûrundan geçirdi. Elde edilen tayf, ilmin yeni bir buluşu, büyük bir zaferi oldu.<br />

Çünki, bir yandan Röntgen şuâ’larının elektromanyetik dalga olduğu anlaşıldı,<br />

bir tarafdan da, billûrdaki atomların dizilişi meydâna çıkdı. Âdî zıyâ ile elde edilen<br />

tayflar, atomun bileşiklerine göre farklı olduğu hâlde, Röntgen tayfları, atomun<br />

kimyevî hâline bağlı değildir. Her elementin Röntgen tayfı, hatlar tayfıdır.<br />

Mosli [Moseley] de, bir elementin verdiği Röntgen şuâ’larının dalga boyunu ölçerek,<br />

elementlerin atom numarasını hesâb etmişdir. Bu atom numarasının, atom<br />

çekirdeğinin elektrik yükü olduğunu, dahâ sonra Bohr [Bor] anlamışdır.<br />

ATOMUN YAPISI: Rutherford [m. 1911] de, ince bir ma’den levhadan alfa dânecikleri<br />

geçirdi. Alfaların çoğu, serbestce doğru geçip, binde biri, yolundan sapdı.<br />

Ma’denler, atom şebekesi olduğundan, alfaların doğru geçmesi, atomların içinin<br />

boş olduğunu göstermekdedir. Demek ki atomların ortasında, atomun artı elektrik<br />

yükünü ve aynı zemânda, bütün kütlesini hâvî bir nüve (çekirdek) vardır. [Bu<br />

çekirdeğin çapı atomun tekmîl çapından yüzbin def’a dahâ küçükdür.] Atomlar<br />

elektrikce nötr [ya’nî elektriksiz] olduğu için, çekirdek etrâfında, çekirdekdeki artı<br />

elektrik kadar elektron bulunması lâzımdır. Alfa dâneciklerinin sapma açısı ölçülerek,<br />

çekirdekdeki artı elektrik mikdârı hesâblanmış ve elemanın atom numarasına<br />

müsâvî olduğu anlaşılmışdır.<br />

Demek ki, Rutherforda göre, her atomun ortasında (+) yüklü bir çekirdek ve<br />

etrâfında elektronlar dönmekdedir. Elektronlar dönmeseydi, çekirdek tarafından<br />

çekilirler idi. Maddedeki atomlar da, birbirine yapışık değildir. Çünki elektronlar<br />

birbirini iter. Radioaktiflik, atomun çekirdeğinden meydâna gelmekdedir. Alfa<br />

şuâ’ları demek, çekirdekden, artı iki elektrik yüklü Helium çekirdeklerinin atıl-<br />

– 550 –


ması demekdir. Beta şuâ’ları ise, atomdan elektron atılmasıdır.<br />

Kimyâ hâdiseleri [ya’nî kimyevî değişmeler], atomların dış halkalarındaki<br />

elektronlar arasında olur. İç halkalarda ve çekirdekde olmaz.<br />

Atom yapısının son şeklini, [m. 1922] de Danimarkalı fizikci Bohr bulmuşdur.<br />

Bohr, gazların tayf vermeyip, hatlar hâlinde mu’ayyen dalga boyları meydâna<br />

getirdiklerini düşünerek, atom elektronlarının, çekirdek etrâfında ayrı ayrı ve<br />

mu’ayyen mahrekler üzerinde döndüğünü kabûl etdi. Elektron, kendi mahrekinden,<br />

çekirdeğe dahâ yakın bir mahreke geçerken, enerji verir, ya’nî şuâ’ yayar dedi.<br />

Bir elektron dışdan birinci mahrekden, ikinciye geçerken verdiği şuâ’da mu’ayyen<br />

bir tayf hattı, üçüncüye geçerken, başka bir tayf hattı, ikinci yörüngeden<br />

üçüncüye geçerken, başka bir tayf hattı hâsıl ediyor. Spektroskopisi yapılan bir element<br />

içinde, milyonlarca atom olduğundan, tayfda çeşidli hatlar hâsıl oluyor.<br />

Atomlar, şuâ’ emerse, elektronları, çekirdekden uzak mahreklere sıçrar ve enerjileri<br />

artar. Sonra şuâ’ [ya’nî enerji] neşr ederek kendiliğinden, çekirdeğe yakın mahreklere<br />

geçer.<br />

Röntgen şuâ’larına gelince, katod şuâ’larının bir elektronu, katod karşısına<br />

konan ma’den levhanın atomlarına vurarak iç mahreklerde dönmekde olan bir<br />

elektronu atomdan dışarı atar. Bu elektronun boş kalan yerine, dışındaki mahrekden<br />

bir elektron atlar. Bunun da yerine, dahâ dışardaki mahrekden ve böylece çeşidli<br />

mahreklerden, iç mahreklere elektron atlarken röntgen şuâ’ları hâsıl olur. Göze<br />

görünen ve ultraviole şuâ’lar, atomun dış elektronları tarafından husûle getirilir.<br />

Röntgen şuâ’ları ise, iç mahreklerdeki elektronlardan hâsıl olur.<br />

Bir elementin, devrî tasnîf cedvelinde bulunduğu yerin gurup numarası, elementin<br />

en dış mahrekinde bulunan elektron adedini gösterir. Elementin bulunduğu<br />

devr numarası, çekirdek etrâfındaki mahrek (elektron halkası) mikdârını, elementin<br />

atom numarası da, atomdaki bütün elektronların mecmû’unu gösterir.<br />

RADAR — Uzaklarda veyâ karanlık, bulut veyâ sis içinde olup, görünmiyen cismlerin<br />

durumunun ve yerinin yüksek frekanslı dalgalar ile tesbîtini sağlıyan bir cihâzdır.<br />

İlk adı (Radiolocation)dur. Bu cihâza Radar adı Amerikalılar tarafından, ikinci<br />

dünyâ savaşında verilmişdir. Radar kelimesi İngilizce (Radio, Angle, Direction<br />

and Range), (Radyo, Açı, İstikâmet ve Menzil) kelimelerinin baş harfleri bir araya<br />

getirilerek yapılmışdır. [m. 1939] yılında İngilterede uçakların uzakdan tesbîti için<br />

radar istasyonları kuruldu. Cihâz, bir verici ve bir de alıcıdan müteşekkildir. Verici<br />

vâsıtası ile yayınlanan enerji, boşlukda bir cisme çarpıp geri döndüğü vakt, alıcının<br />

kadranındaki katod ışınlı silloskop üzerinde ışıklı bir nokta hâlinde görünür.<br />

Bu şeklde cihâzı çalışdıran şahs, çok uzaklarda bulunan uçakları veyâ gemilerin yerini,<br />

sayısını, uzaklıklarını ve yüksekliklerini kat’î olarak hesâblamağa muvaffak olur.<br />

Radarlar, ikinci dünyâ savaşında, yer kontrolü, yol kesicileri, savaş uçaklarının geceleri<br />

tahrîbinde yardımcı olmuşdur. Radardan istifâde edilerek yapılan manyetron<br />

valfı, uçaklara da monte edilmiş, böylece, geceleri karanlık veyâ bulut yüzünden görülmiyen<br />

hedeflerin uçakdan hatâsız bombardımanı mümkin olmuşdur.<br />

AYA SEYÂHAT — Bu seyâhat, bir dev füze ile yapılmakdadır. Füze fransızca<br />

bir kelimedir. Fişenk demekdir. Silâhların sınıflandırılmasında güdümlü mermîlere,<br />

balestik mermîlere, topçu roketlerine ve fezâda silâh olarak bulunan<br />

peyklere şâmil olan umûmî bir ta’bîrdir. Kısa menzilli, orta menzilli, uzun menzilli,<br />

kıt’alar arası ve kıt’alar üstü ve Aya seyâhat füzeleri mevcûddur. Füzelerin fe’âliyyetine<br />

esâs, Newton prensibidir. [m. 1867] de ifâde edilen bu prensibe göre (her<br />

te’sîre karşı kendisine müsâvî bir aks-i te’sîr hâsıl olur).<br />

[1388] hicrî ve [1968] mîlâdî seneleri nihâyetlerinde, Amerikalıların aya ilk<br />

olarak sevk etdikleri dev füze, 110 metre tûlündedir. Bu uzunlukdaki yatay vaz’ıyyetde<br />

bir vince rabt edilmişdir. Vinc dikilerek füzeyi şâkûlî vaz’ıyyete getirmek-<br />

– 551 –


dedir. Dev füze, iki kısmdan müteşekkildir. Birinci kısm altdadır. 85 metre irtifâ’ındadır.<br />

Buna (SATURUN-5) roketi tesmiye olundu. İkinci kısm, 25 metre irtifâ’ındadır.<br />

Asl fezâ gemisi bu kısmdır. Buna, (Apollo-8) fezâ gemisi tesmiye edilmişdir.<br />

Dev füzede ikimilyon âlet mevcûddur. Birinci roket kısmı, 3 kademe ile, idâre<br />

merkezinden müteşekkildir. Tahtânî kademe 42 metre irtifâ’ındadır. Dâhilinde<br />

1600 ton mâyı’ oksigen ve 650 ton gaz yağı ihtivâ etmekdedir. Dev füze, elektrik<br />

te’sîsâtı ile (LANCER) tesmiye edilen çelik vinçden, ya’nî rampadan ayrıldıkdan<br />

iki üç dakîka sonra, bu kademenin ateşlenmesiyle, dev füze atmosferin üstüne<br />

kadar çıkmışdır. Yanma bitince, bu kademe, atmosferin hâricinde füzeden<br />

ayrılarak fezâya gitmişdir. İkinci kademe, birincinin fevkindedir. 25 metre irtifâ’ında<br />

ve 10 metre kutrundadır. Dâhilinde sıvı hidrogen ve oksigen mevcûddur. Birinci<br />

kademe kopdukdan sonra bu kademe ateşlenerek füzeyi yer câzibesi sâhası nihâyetine<br />

kadar götürmüşdür. Fevkânî kademe, 18 metre irtifâ’ında ve 6,5 metre<br />

kutrundadır. Dâhilinde 115 ton mâyı’ hidrogen ve bunu yakacak mikdârda oksigen<br />

mevcûddur. İkinci kademe kopdukdan sonra, bu kademedeki hidrogen yanarak<br />

Apollo-8 fezâ gemisini yer câzibesinden kurtarıp, aya sevk etmiş ve ayın mahrekine<br />

yerleşdirmişdir. Bu kademe de kopup ayrılmışdır. Bu üçüncü kademenin<br />

fevkinde bir metre irtifâ’ında roketin idâre merkezi bulunur. Bu idâre merkezi kademelerdeki<br />

yanma hâdiselerini ve kopup ayrılmalarını otomatik olarak tanzîm<br />

etmişdir. 25 metre irtifâ’ındaki Apollo-8 fezâ gemisi, idâre merkezinin fevkine merbutdur.<br />

Bu da dört kısmdan müteşekkildir. (Hizmet kısmı), yedi metre irtifâ’ındadır.<br />

En mühim cihâzlar buradadır. Apollo-8, ayın mahrekinde 20 sâatde on<br />

devr yapdıkdan sonra, bu cihâzlar çalışdırılarak, mahrekden ayrılmış ve yer küresine<br />

müteveccihen hareket etmişdir. Bu hareket esnâsında astronotlar bir yokuşu<br />

çıkıyorlarmış hissine kapılmışlardır. Ayın câzibesinden kurtulma hareketi, bu<br />

hissi hâsıl etmişdir. Yerdeki üs ile televizyon muhâbereleri devâmlı cereyân etmişdir.<br />

Atmosfere gelince, hizmet kısmı da koparak ayrılmışdır. İkinci parça (Ay kısmı)dır.<br />

Bu kısm aya inmeği te’mîn eder. Bu seferde, mevcûd değil idi. Üçüncüsü<br />

(İdâre kısmı)dır. 3,18 metre irtifâ’ında ve mahrût şeklindedir. Üç insan burada idi.<br />

Dördüncü (Endaht kısmı)dır.<br />

Fezâ gemisi aya 112 kilometre yaklaşmışdır. Ayın 15 gün devâm eden gecesinde<br />

[—142 0 C] soğuk ve 15 gün devâm eden gündüzünde [+135 0 C] sıcaklık olduğu<br />

ve hava, su bulunmadığı ve devâmlı hacer-i semâvî yağdığı ve ay yüzeyinde hayâtın<br />

imkânsız olduğu anlaşılmışdır.<br />

Apollo-8, atmosfere, sâatde kırkbin kilometre sür’atle dâhil oldu. Atmosfer tabakasına<br />

asgarî 5,4 derece ve a’zamî 7,5 derecelik bir zâviye ile dâhil olmak için<br />

hizmet kısmındaki motorlardan istifâde edildi. Atmosfere girerken, hizmet kısmı<br />

da koparak ayrıldı. Atmosfere dâhil olurken yukarıda bildirilen giriş zâviyesinin<br />

te’mîn edilmesi şart idi. Çünki, 5,4 dereceden küçük olsaydı, su üstünde sekerek<br />

giden bir taş gibi, atmosfer üzerinde seke seke fezâ boşluğunda gidecekdi. 7,5 dereceden<br />

dahâ büyük olsaydı, fezâ gemisi harâb olacakdı. Bu sebeble 45 kilometre<br />

derinlik ve ikibin kilometre genişliğindeki bir sâhadan atmosfere dâhil oldu. Zemîne<br />

3047 metre kala, otuz metre kutrunda üç dev paraşüt vâsıtasıyle, sâatde elli<br />

kilometre sür’atle Pasifikde, evvelce tesbît edilmiş olan mahalle indi. Atmosfere<br />

duhûlünden bir kaç sâniye sonra, hava tabakasına delk ve temâs sebebi ile Apollo-8<br />

in hâricî sathında sıcaklık [3200 0 C] yi tecâvüz etmişdi.<br />

[1388] hicrî ve [1968] mîlâdî seneleri nihâyetine kadar Amerikada, insan ile fezâ<br />

seyâhati adedi 18 dir. Fezâya gönderilen insan sayısı, 32 dir. Dâhilinde insan bulunan<br />

fezâ gemilerinin fezâda kaldıkları müddet, 3215 sâatdir. Fezâda kapsül dışında<br />

yaşanılan müddet 12 sâatdir. Fezâda cihâzların birleşmesi 12 def’adır. Fezâ<br />

gemisi adedi 12 dir. Ruslarda bu rakamlar, 10, 13, 629 sâat 10 dakîka, 2 def’a, 1 adeddir.<br />

Bu mukâyese rakkamlarından çıkarılan netîce şudur: Fezâ çalışmalarında ve<br />

– 552 –


ay seyâhatlerinde, Amerikalılar, Ruslardan çok ileridedir.<br />

[m. 1969] senesi Temmuzun onyedinci günü Amerikadan atılan füze ile ikinci<br />

olarak aya üç astronot gönderildi. 21 Temmuzda onaltı tonluk örümcek şeklindeki<br />

cihâzla aya inerlerken iki astronot telsizle şu haberi gönderdi: (Kim olursanız olunuz,<br />

nerede bulunursanız bulununuz. Şu ândaki işimizi düşünerek, kendi âdetlerinize<br />

göre Allaha düâ ediniz!). Aya inen cihâzın oniki tonu yakıt idi. Tûlü 6,98, kutru<br />

9,4 metre, hacmı 4,5 metre-küp idi. Beş köşeli bir topaç gibi idi. Dört müteharrik<br />

ayaklı, dört milimetre kalın alüminium ile kaplı idi. Ay üzerinde yirmibirbuçuk<br />

sâat kaldı. İki astronot ay yüzeyine merdivenle inip, iki sâat onüç dakîka kaldı. Aya<br />

telsiz merkezi ve bayrak yerleşdirdiler. Ay sathı, taş parçaları ve ince kum idi. Aydan<br />

yirmibeş kilo taş parçaları aldılar. Ay çekimi dünyâdan altı def’a azdır. Örümcek,<br />

aydan kalkıp, yörüngede dönen hizmet kısmı ile birleşdi. İki astronot buradaki<br />

arkadaşlarının yanına geçip örümceği atdılar. İdâre kısmındaki motorları ateşliyerek<br />

9100 kilometre hızla ay mahrekinden ayrıldılar. Pasifiğe indiler.<br />

Astronotlardan (Alan Bean) hâtıralarını anlatmağa şöyle başlamışdır:<br />

İnsan uzayda uçarken pek az kimseye nasîb olan bir fırsat elde ediyor. Ufkunu<br />

genişletmek arzûsu. Gerçekden, bu yolculukdan sonra içimde, insanları, Allahı,<br />

Kâ’inâtı ve bunların arasındaki ilişkileri dahâ iyi öğrenmek, anlamak arzûsu doğdu.<br />

Amerikalıların üçüncü ay yolculuğunu yapan (Apollo-14) gemisi, 31 Ocak<br />

1971 Pazar günü, Huston fezâ merkezinden fırlatıldı. Üç astronot ayda otuzüçbuçuk<br />

sâat kalmış, dokuz gün sonra, Şubatın onbirinci Perşembe gecesi, büyük Okyanus<br />

denizine inmişlerdir. Ayda büyük bir tedkîk laboratuvarı bırakmışlar ve elliiki<br />

kilo aytaşı ve toprağı getirmişlerdir. Astronotları taşıyan hucre, hizmet hucresinden<br />

ayrıldıkdan iki dakîka sonra, sâatde otuzsekizbin kilometrelik sür’atle atmosfere<br />

girmiş, az sonra paraşütleri açılarak denize inmişdir.<br />

Rusların 6 Hazîran 1971 günü fezâya gönderdikleri (Soyuz-11) fezâ cihâzı, felâketle<br />

ve yüz karası ile netîcelendi. 30 Hazîranda dünyâya dönen kapsülün içindeki<br />

3 fezâ adamı ölmüş görüldü. Amerikalılar 26 Temmuz 1971 de aya Apollo-<br />

15 gönderdi. 12 dakîkada dünyâ yörüngesine girdi. Ayda 67 sâat kaldılar. Otomobil<br />

yürütdüler. Üç ay adamı 7.8.1971 günü sâlimen dünyâya döndü. 77 kg. ay taşı<br />

getirdiler.<br />

1392 [m. 1972] senesinin son ayında da, Apollo-17 ile üç astronot gönderdiler.<br />

İkisi ay üzerine inip gezdiler. Dünyâya getirdikleri penbe taşlardan, ayda su ve hayât<br />

olmadığı bir kerre dahâ anlaşıldı.<br />

İslâm dîni, aya, yıldızlara gidilmesine mâni’ değildir. Mülk sûresinde, bütün yıldızların<br />

birinci semâda bulundukları açık olarak bildirilmiş olduğu, (Tefsîr-i Mazherî)de<br />

yazılıdır. Rahmân sûresindeki bir âyet-i kerîmede meâlen, (Ey cin ve ey<br />

insan! Gücünüz yeterse, yer yüzünden ve semâlardan dışarı çıkınız. Çıkmanız<br />

için, çok kuvvet ister. O kuvvet de sizde yokdur) buyruldu. Bu âyet-i kerîme, insanın<br />

ve cinnin aya çıkamıyacaklarını göstermiyor. Cinnîler, göklerin yedi tabakasına<br />

da çıkarlardı. (Mevâhib-i ledünniyye tercemesi) 463. cü sahîfesinde diyor<br />

ki, (Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” dedi ki, önceleri şeytânlar<br />

göklere çıkmakdan men’ olunmazlar idi. Göklere girerler, meleklerden işitdiklerini,<br />

kâhinlere haber verirlerdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”<br />

doğduğu zemân, göklere çıkmakdan men’ olundular). Şeytânlar, cinnin kâfir<br />

olanlarından bir sınıfdır. İblîsden üremişlerdir. Bu haber, göklerden dışarı çıkılamaz<br />

ise de, göklere ve birinci semâda oldukları için, aya ve yıldızlara, insanların<br />

ve cinnin çıkmalarının mümkin, hattâ cin için vâkı’ olduğunu göstermekdedir.<br />

Çalışmakda, yükselmekdedir, Hakkın rızâsı!<br />

Tenbel olanın elbet gelir bir gün belâsı.<br />

– 553 –


32 — ATOM KUVVETİ VE SULH ZEMÂNINDA<br />

BUNDAN FÂİDELENME<br />

Bugün, atom endüstrisinin esâsını, Uranium ma’deni teşkîl etmekdedir. Bu<br />

cism, çok ağır bir ma’dendir. Bileşikler hâlinde, arzımızın her tarafında bulunmakdadır.<br />

Radioaktif bir metaldir. Uraniumun atom numarası doksanikidir. Ya’nî, yüzbeş<br />

elemanın (Devrî sınıflandırma) cedvelindeki sıra numarası 92 dir. Atomların<br />

büyüklüğü, bu sıraya göre artdığına göre, Uranium atomu, kendinden önce gelen<br />

91 elemanın atomlarından dahâ büyükdür. Böyle olmakla berâber, bir gram Uraniumda,<br />

üçbinmilyar kerre milyar atom vardır. Ya’nî, üç önüne yirmibir sıfır yazarak<br />

okunan aded kadar Uranium atomu, bir santimetre kübden yirmi def’a az<br />

bir hacm tutmakdadır. Uraniumun bu minimini atomunun çekirdeği ise, bundan<br />

yüzbin def’a kadar, dahâ küçükdür. İnsan düşüncesinin yaklaşamadığı bu pek<br />

küçük çekirdek içinde, protonlarla, nötronlar doludur. Uranium atomlarındaki proton<br />

adedi, atomun sıra numarası kadar, ya’nî doksaniki adeddir ve hiç değişmez.<br />

Her atomunda 92 proton bulunur. Nötron adedi ise üç dürlüdür. Ba’zı çekirdeklerde<br />

142, ba’zısında 143, ba’zısında da 146 nötron bulunan Uranium çekirdeği vardır.<br />

Şu hâlde, üç dürlü Uranium atomu, ya’nî üç dürlü Uranium vardır. Buna, Uraniumun<br />

üç izotopu vardır diyoruz. İzotop, yunanca (aynı yer) demekdir. Çekirdekdeki<br />

proton adedi ile nötron adedi toplamına (Atom ağırlığı) diyoruz. Uranium izotoplarının<br />

atom ağırlığı, 234, 235 ve 238 dir. Bu üç izotopun atom numarası, ya’nî<br />

proton adedi, ya’nî çekirdek yükü hep aynı 92 olduğundan, üç izotop atomunda<br />

hep 92 elektron bulunmakdadır. Elemanların kimyâ özellikleri, atomun dış yörüngesinde<br />

(mahrekinde) dönen elektronlarına bağlı olduğundan, bir elemanın çeşidli<br />

izotoplarının kimyâ özellikleri birbirinin aynıdır. Kimyâ üsûlleri ile bunları birbirinden<br />

ayıramayız. Uranium izotoplarının atom ağırlıkları, birbirinden pek az olmakla<br />

berâber, farklı olduğundan, dışardan gelip, bunların çekirdeklerine çarpan<br />

bir nötrona karşı, farklı te’sîr ederler. Bunların içinde, 143 nötronlu olan 235<br />

atom ağırlıklı Uranium izotopunun gösterdiği te’sîr çok mühimdir. Şöyle ki:<br />

Uranium 235 izotopu çekirdeğine, hâricden bir nötron çarpınca, derhâl (sâniyenin<br />

birkaç milyonda bir ânında) kırılıp, ikiye bölünüyor. Meydâna gelen parçaların<br />

ikisi de, o ân içinde, etrâfa nötronlar ile gamma şuâ’ları saçıyorlar. Uranium<br />

235 atomunun bu sûretle parçalanmasına fission (inşikak=yarılma) denir ki, Radioaktiviteye<br />

hiç benzemiyor.<br />

İnşikak eden Uraniumun izotopu, yalnız Uranium 235 dir. Ya’nî 92 protonu ve<br />

143 nötronu olan Uranium atomudur. İnşikakdan, her zemân aynı iki parça meydâna<br />

gelmiyor. Kırkdan fazla çeşidli parça meydâna gelmekdedir. Bunların herbiri<br />

de dayanıksızdır. Ya’nî radioaktif olup parçalanarak, zerreler ve enerji neşr<br />

ederler. Bu zerreler de, tekrâr parçalanır. Böylece sâbit zerrelere ayrılıncaya kadar<br />

az veyâ çok uzun bir zemân parçalanmaya uğrarlar.<br />

İkinci mühim bir nokta da: İnşikak esnâsında meydâna gelen iki kısm ile, saçılan<br />

nötronların kütleleri toplamı, inşikak eden Uranium 235 atomu kütlesinden,<br />

onda birkaçı kadar noksân oluyor. Demek ki kütle gayb oluyor, enerji hâline dönüyor:<br />

Einstein (Aynştayn) hesâbı:<br />

Enerji (kudret)=Kütle x zıyâ’ sür’ati karesi. Ya’nî W=m.C 2 hesâbı ile, kütle, enerjiye<br />

dönüyor. Bu Uranium çekirdeğinin bir patlamasından, ikiyüz milyon elektronvolt<br />

mikdârında enerji hâsıl oluyor. Bir elektronvolt 4,5x10 -26 kilowatsâatlik enerjidir.<br />

Ya’nî, bir kilowatsâatlik enerji hâsıl olması için, onmilyon kerre milyar inşikak<br />

olması lâzımdır. Bir inşikakdan hâsıl olan enerji, son derece az ise de, enerjinin<br />

meydâna geldiği yerin küçüklüğüne göre pek çokdur.<br />

Bu enerjinin çıkışı, bize ne şeklde görünüyor? Bu enerjinin [% 4] ü, inşikak es-<br />

– 554 –


nâsındaki şuâ’lar hâlinde, [% 16] yüzde onaltısı inşikakdan doğan parçaların radioaktif<br />

şuâ’ saçmaları ile, geri kalan [% 80] kısmı da, parçaların kinetik enerjisi,<br />

sür’atleri ile taşınıyor. Büyük sür’atle atılan bu parçalar, etrâfdaki Uranium atomlarına<br />

çarparak bu enerjiyi de harâret şeklinde saçarlar. Atom cihâzı [Reaktör] kullanarak,<br />

elektrik yapan dinamonun türbinini çevirmek için lâzım olan su buhârı,<br />

işte bu harâret ile elde edilmekdedir. Her inşikakda bir veyâ dörde kadar nötron<br />

saçılmakdadır. Bu nötronlardan biri, etrâfdaki Uranium 235 atomuna çarparak,<br />

bu atom da inşikak eder. Görülüyor ki, kendiliğinden veyâ hâricden gelen bir nötronun<br />

çarpması ile, bir inşikak başlarsa, kendiliğinden devâm edecek ve hemen çoğalarak<br />

müdhiş bir infilâk hâlini alacakdır.<br />

Fekat, tabî’atde mevcûd Uranium parçalarında bulunan Uranium 235 mikdârı<br />

pek azdır ve binde yedi kadardır. Geri kalan, binde 993 kısmı Uranium 238 dir<br />

ki, bu pek nâdir olarak inşikak edebilmekdedir. [Uranium 234 izotopu, pek az olduğundan<br />

bundan bahs etmiyeceğiz.] O hâlde, bir inşikakdan meydâna gelen ve<br />

pek büyük bir hızla atılan bir nötronun, bir Uranium 235 çekirdeğine çarpmak ihtimâli<br />

pek az, hemen hemen hiç yok gibidir. Demek ki, bir Uranium parçasında başlıyan<br />

bir inşikakın devâm edebilecek infilâk hâlini alabilmesi için, ba’zı sebeblere<br />

baş vurmamız lâzımdır.<br />

Akla gelen birinci şey, Uranium parçasını çok dikkatle temizlemekdir. Çünki,<br />

kıymetli nötronlar, hemen hemen bütün cismler tarafından tutulur. Bundan başka,<br />

Uranium 238 mikdârı, Uranium 235 mikdârından pek fazla bulunmakla kalmayıp,<br />

nötronları kendine dahâ kuvvetle çekiyor ve böylece, inşikakın zincirleme olarak<br />

ilerlemesini durduruyor.<br />

İkinci nokta, bir inşikakdan saçılan nötronların sür’ati pek çok olduğundan, atom<br />

çekirdekleri tarafından tutulmasına vakt bulunamıyor. Nötronların hızı azalıp, orta<br />

sür’atli olunca, Uranium 238 atomları tarafından da yakalanıyorlar. Bilhâssa<br />

sür’atleri, belirli bir mikdâr olunca, bu yakalanma ihtimâli artmakdadır. Böyle<br />

sür’atde iken taşıdıkları enerjiye (resonance enerjisi) deniliyor. Uranium 238<br />

atomları, bir nötron alınca Uranium 239 hâline dönüyor ki, bu cism radioaktif olup<br />

beta şuâ’ları saçıyor ve neptünium 239 denilen yeni bir element şekline dönüyor.<br />

Bu eleman da bir beta şuâ’ı neşr ederek plutonium 239 cismi hâsıl oluyor ki, bu cism<br />

de, atom cihâzı (reaktör nükleer) için ayrıca ehemmiyyet taşımakdadır. Uranium<br />

235 in zincirleme inşikak etmesi için, nötronların bu şeklde yakalanması, arzû edilen<br />

birşey değildir. Uranium 235 tarafından yakalanmak için sür’atleri azaltılmış<br />

nötronlara (Nötron thermique) harâret nötronları diyoruz. Çünki, bunların sür’ati,<br />

harâret meydâna getirmek için moleküllerin hareketlerinin sür’atlerinden [hareket<br />

enerjilerinden] biraz fazladır. Termik nötronları, 238 çekirdeklerinden ziyâde<br />

235 çekirdekleri tarafından tutularak inşikak hâsıl ediyor.<br />

Tabî’atde bulunan bir Uranium parçasında, meydâna gelen nötronlar, mikdârı<br />

pek fazla olan Uranium 238 çekirdeklerine çarparak sür’atleri yavaş yavaş azalıyor.<br />

Ya’nî hareket enerjileri azalıyor ve rezonans enerjisi dediğimiz mikdâra düşünce,<br />

238 çekirdekleri tarafından yakalanıyorlar. Böylece, hiçbir nötron, sür’ati<br />

dahâ azalarak termik nötron hâline gelemiyor. Uranium 235 saf olarak, pek güç<br />

ayrılabiliyor ve bugün ancak Birleşik Amerika ve Rusyada ve pek az mikdârda da<br />

İngilterede elde edilebiliyor. Fekat, saf bir uran 235 parçasında, saçılan bütün nötronlar<br />

yeni inşikaka sebeb olarak, parçanın kütlesi, kritik (tehlükeli) mikdârı bulunca,<br />

zincirleme inşikak bir ânda hâsıl oluyor. Bu suretle bir atom cihâzı değil, bir<br />

atom bombası meydâna geliyor.<br />

Fen sâhalarında, fâideli işlerde kullanılan ve ayârlaması mümkin, zincirleme inşikaklar<br />

yapılmasına yarayan atom cihâzına, (Réacteur nucléaire) diyoruz. Reaktör<br />

nükleer içinde, saf Uranium 235 kullanılmıyor. Sür’atleri rezonans enerjisine<br />

düşen nötronlardan, kâfi mikdârının, Uranium 238 tarafından yakalanması önle-<br />

– 555 –


niyor. Kurtarılan bu nötronların hızı, dahâ azalıp, termik nötron olunca inşikak yapıyorlar.<br />

Bunu başarmak için, tabî’î Uranium parçası içine, nötron yakalamıyan<br />

çekirdekli atomlardan yapılmış maddeler karışdırılıyor. Bu maddelere (modérateur)<br />

deniyor ki, nâzım (tanzîm edici) demekdir. Sür’atle saçılan nötronlar, nâzım<br />

madde çekirdeklerine çarparak, enerjileri azalıyor. Tabî’î uranium içine, nâzım<br />

madde konmazsa, zincirleme inşikak elde edilemez. Nâzım olarak, atom ağırlığı<br />

az olan maddeler kullanılır. Çünki, bir nötron, büyük çekirdeğe çarpınca, sür’ati<br />

hemen değişmeden, ayrılır. Çok küçük çekirdeğe, meselâ bir protona (ya’nî hidrogen<br />

atomunun çekirdeğine) çarparsa, birkaç çarpmada, bütün enerjisini gayb edebilir.<br />

Bugün nâzım madde olarak, saf grafit hâlinde, karbon, ya’nî saf kömür kullanılmakdadır.<br />

İkinci derecede, deutérium (döterium) ismi verilen ve hidrogen gazının<br />

bir izotopu olan madde kullanılıyor. Döteryum maddesi, ağır su ismindeki<br />

bileşiği hâlinde kullanılmakdadır. Hidrogenin çekirdeğinde, yalnız bir proton<br />

bulunduğu hâlde döteryum atomu çekirdeğinde bir proton ile bir nötron vardır.<br />

Ya’nî atom ağırlığı ikidir. Ağır su, grafitden dahâ elverişli ise de, elde etmesi pek<br />

pahâlıdır. Tabî’î uranium yerine, Uranium 235 i çoğaltılmış uranium kullanılırsa,<br />

nâzım olarak âdî, bildiğimiz su da kullanılabilir. İçerisinde, uygun bir şeklde yerleşdirilmiş,<br />

nâzım madde ile uranium bulunan âlete (Pil) denir. Bir reaktörde<br />

hâsıl olan nötronların hepsi, inşikak için kullanılmaz. Aksi takdîrde infilâk olur,<br />

bomba olur. Nötronların, bir inşikakda meydâna gelip, yeni bir inşikak yapıncıya<br />

kadar geçen zemân, bir sâniyenin binde biri kadardır. Reaktörlerde, inşikaklara<br />

sebeb olacak nötron mikdârını tanzîm etmek çok mühimdir. Bu mikdâr az olursa,<br />

âlet çalışmaz. Fazla olursa, infilâk hâsıl olur.<br />

Reaktörler çalışırken ısınır. Isınınca, nötronların sür’ati artar ve reaktördeki<br />

maddeler de bozulur. Reaktörlerde soğutma tertîbâtı çok mühimdir. Soğutma, ağır<br />

su veyâ ergimiş sodium ma’deni veyâ münâsib gaz (karbon dioksid veyâ hidrogen<br />

veyâ helium) akımı ile yapılır. Soğutma tertîbâtı ile işlemiyen reaktör, bozulur, çalışmaz.<br />

Yoksa, atom bombası hâline dönmek tehlükesi olmaz.<br />

Reaktörlerde Uranium 235 bitince, yenilemek lâzımdır. Bugün, reaktörlerde<br />

Uranium 238 izotopu da, nötron çarparak, plutonium hâline çevrilip, bu inşikak<br />

etdiriliyor. Böylece, uranium ile çok zemân çalışıyor.<br />

Bugün reaktörler, thorium 232 elemanı ile de çalışdırılmakdadır. Bu ma’denin<br />

atom çekirdeği, bir nötron alarak, thorium 233 şekline dönüyor. Bu izotop thorium<br />

ise, radioaktif olup, iki kerre beta şuâ’ı verdikden sonra, Uranium 233 hâline<br />

dönüyor ki, uraniumun bu izotopu da inşikak edebilmekdedir.<br />

Reaktörlerde hâsıl olan radioaktif maddelerin ba’zısı gaz hâlindedir. Bu maddeler<br />

ve inşikaklarda hâsıl olan gamma şuâ’ları, insan, hayvan ve nebâtlar için çok<br />

zarârlıdır. Bunları sızdırmıyacak şeklde, her reaktörü, ma’den örtü ile sıkı örtmek<br />

ve beton-arme içine almak lâzımdır. Ekseriyâ dörtde üçü toprağa gömülür. Etrafda,<br />

zarârlı maddeleri haber verecek hassas âletler bulundurulur. İşçilerini, doktorlar<br />

sık sık mu’âyene eder. Atom sanâyi’inde çalışanların ölüm mikdârı, diğer yerlerde<br />

çalışanlardan fazla değildir.<br />

Uranium bir ma’den olup, arz kabuğunda, meselâ, bakırdan az değildir. Fekat,<br />

yer yüzünde çok yayılmış olduğundan, bir ton kayada, bir kilo veyâ birkaç gram<br />

bulunur. Bunun için, elde etmesi güç ve pahâlıdır. Bir tonda, on kilo bulunan filizine<br />

nâdir rastlanmakdadır. Afrikanın ortasındaki Niger topraklarında ve Keralada<br />

çok bulunmakdadır. Plutonium, reaktörde, uranium 238 den meydâna gelen<br />

bir ma’dendir. Çok zehrli olup, miligramın binde yedi mikdârı insanı öldürür. Çok<br />

dikkatli ve gizli üsûllerle serbest hâlde elde edilmekdedir. Thorium ma’deni tabî’atde<br />

mevcûddur ve mikdârı, uraniumdan dört def’a fazladır.<br />

Reaktörlerde kullanılan grafit, sun’î olarak Achéson üsûlü ile elde edilmekdedir.<br />

Bunun için, kok tozu ile petrol hamur yapılıp, tedrîcen [800 0 C] ye kadar ısıtı-<br />

– 556 –


lır. Sonra elektrik fırınında [2800 0 C] de grafit hâlinde billûrlaşır.<br />

Ağır su, âdî sudan dahâ az nötron yakalar. Termik nötron sür’ati saniyede ikibinbeşyüz<br />

metre olup, ağır suda, onsekizbin kerre çarpdıkdan sonra tutulur. Böylece,<br />

tutuluncıya kadar üçyüzaltmışbeş metre yol hareket etmiş olur. Âdî su içinde<br />

bir nötron, hidrogen çekirdeği tarafından tutularak döteryum hâsıl oluncaya kadar,<br />

ancak onyedi santimetre hareket ediyor. [1960] da muhtelif memleketlerde,<br />

reaktörlerle elde edilen atom enerjisinden, elektrik fabrikaları çalışdırılmakdadır.<br />

Meselâ Fransada, 5 kilowatt ile 150000 kilowatt arasında güçleri (puissence) olan<br />

9 reaktör merkezi vardır. İngilterede 100 watt ile 300 megawatt arasında güçleri<br />

olan 16 merkez vardır. Amerikada, tayyâre ile taşınabilen merkezler hâzırlanmakdadır.<br />

Türkiyede İstanbulun Küçükçekmece tarafında kurulan reaktör, [1963]<br />

de çalışmağa başlamış bulunmakdadır.<br />

Bugün, bütün milletler uranium reaktörü yapıp, işletmek, bu sûretle bol enerji<br />

kuvvet menba’ı elde etmek için çalışıyorlar. Kömür ve benzin ocakları gibi, reaktörler<br />

de, harâret hâsıl edip, buhâr kazanını kaynatarak elektrik yapan dinamoları<br />

döndürüyor. Böyle reaktör ilk olarak Amerikada [1951] de işletildi ve 150 kilowatt<br />

kudretinde idi. Sonra, reaktörle işliyen denizaltı da yapıldı. Bugün Amerikada,<br />

atom enerjisi ile çalışan gemiler, trenler, tanklar ve tayyâreler yapmak için<br />

çalışılmakdadır. [1958] son aylarında İngilterede 100000 kw.lık reaktör çalışdırılmağa<br />

başlandı. Rusyada ilk reaktör [1954] de çalışdırıldı ve 5000 kw.lık idi. Pâkistân<br />

da, yabancı milletin yardımı olmadan, yapdığı reaktörü, [1962] de işletmeğe başladı.<br />

Uraniumla işliyen bir reaktör, uraniumdan 10000 def’a dahâ fazla kömür kadar<br />

enerji vermekdedir. Breeders kullanılarak bu enerji yüz misli artacakdır.<br />

Breedersler uranium 233 ile plutonium kullanacakdır.<br />

Uranium reaktörü ile [800 0 C] den az sıcaklık elde edilmelidir. Çünki, uranium<br />

ma’deni [1100 0 C] de erir ve [660 0 C] de hacmi değişerek, koruma için örtülen<br />

kısmlar çatlar. Dahâ yüksek sıcaklık elde etmek için uranium bileşikleri kullanılır.<br />

RADİO-İSOTOP — Tabî’atde bulunan basît cismler, ya’nî elemanların her biri,<br />

pek azı müstesnâ olmak üzere, birbirine benzemiyen atomların karışımı hâlinde<br />

bulunur. Ya’nî bir eleman parçası, birbirine benzemiyen atomların karışımıdır.<br />

Meselâ üç dürlü hidrogen atomu vardır: Hafîf hidrogen, ağır hidrogen veyâ deutérium<br />

(döteryum) ve çok ağır hidrogen veyâ tritium atomları gibi ki, üç atomun da<br />

çekirdeğinde bir proton ve çekirdek etrâfında birer elektron vardır. Fekat, döteryum<br />

çekirdeğinde ayrıca bir de nötron ve tritium çekirdeğinde iki nötron bulunur.<br />

Ya’nî, üç atomun çekirdek yükleri hep [+1] olup hepsindeki elektron adedi de bir<br />

dânedir. Fekat, çekirdek kütleleri farklıdır. Bunun gibi, atom ağırlığı oniki olan karbon<br />

atomları yanında, onüç olan atomlar da vardır. Böyle atomlara, bir elemanın<br />

izotopları denir. Uranium, radium, thorium ve dahâ birkaç radioaktif eleman<br />

müstesnâ olarak, diğer bütün elemanların tabî’atde bulunan izotopları sâbitdir.<br />

Ya’nî atomların hiçbiri parçalanmaz, değişmez. [1933] den beri birçok elemanların<br />

sun’î olarak, izotop atomları yapıldı. Sun’î olarak yapılan izotop atomların hepsi<br />

sâbit değildir, radioaktifdirler. Böyle izotoplara (radioizotop) diyoruz. Meselâ,<br />

tabî’atde bulunan iki karbon izotop atomunun her ikisinde de altı proton olup birinde<br />

altı, diğerinde yedi nötron vardır. Bugün, atom ağırlığı, 10, 11 ve 14 olan karbon<br />

atomları da yapılmışdır ki, hepsinin çekirdeğinde altı proton, fekat 4, 5 ve 8<br />

de nötron vardır ve üçü de radioaktifdir. Bütün radioaktif izotoplar, husûsî bir şuâ’<br />

saçarak, sâbit şekle dönerler. Herbiri bu şuâ’ları ile tanınır. Kimyâ yolları ile tanınamaz.<br />

Radioizotoplar, bugün fâideli cismler olarak insanlığın hizmetine girmiş<br />

bulunmakdadır. Atom reaktörlerinde, uranium, plutoniuma çevrilerek izotoplar<br />

elde edilmekdedir. [1963] yılı başında, Amerikan atom enerjisi komisyonu, değişik<br />

elemanlardan üçyüz çeşid izotop elde edebiliyordu. [1954] de, içindeki fosfo-<br />

– 557 –


un bir kısmı, radioizotoplarla değişdirilmiş olarak bir ton fosforlu gübre yapılmışdı.<br />

Bu gübredeki radioaktif fosfor bitkiler tarafından alınmış, Geiger sâati vâsıtası<br />

ile aldıkları fosfor mikdârı ölçülerek fosforun, bitkileri nasıl beslediği anlaşılmışdır.<br />

Buğday gibi hubûbât, izotop madde önünden akıtılarak, içindeki haşerât öldürülmekdedir.<br />

Fosforun beyne şırınga edilen radioaktif izotopu, beyin tümöründe toplanmakda<br />

ve radyasyon dedektörleri vâsıtası ile, tümörün yeri tesbît edilmekdedir.<br />

Radioizotoplarla, kan deverânının ve böbreğin çalışması kontrol edilmekdedir.<br />

Radyasyonların, maddelerden geçme enerjileri farklı oluyor. Bu sûretle maddelerin<br />

kalınlığı ölçülüyor. Uzun fezâ seyâhatlarında, atom enerjisi kullanan roketler<br />

yapıldı. Bugün, yer küresi etrâfında dönmekde olan transit IV-A navigasyon<br />

peykinin iki vericisinin enerjisini, atom pilleri sağlamakdadır. Atom piline,<br />

Amerikada (Snap) adı verilmekdedir. Bu piller 2.270 gram ağırlığında olup, beş<br />

ton akümülâtörün, beş yılda verdiği enerjiyi hâsıl etmekdedir. Bu pil ile, deniz fenerleri<br />

yapılmakdadır. On wattlık elektrik gücü veren atom pilinin, on sene çalışacağı<br />

hesâb edilmekdedir. Atom generatörleri, elektrik enerjisi sağlamakda ve bu<br />

iş için stronsium 90 maddesi kullanılmakdadır.<br />

Nükleer enerji ile çalışan ilk yolcu gemisi (Savannah), [1965] de işlemeğe başladı.<br />

Bu gemi, onbin ton yük ile, Atlantiği yedi günde geçmekdedir. Hızı sâatde yirmibir<br />

mil [otuzsekiz kilometre]dir. Bu gemi, üçbuçuk senede, ellisekiz buçuk kilo<br />

Uranium 235 kullanacak, bütün yer küresini dolaşacakdır. Başka gemilerde bu<br />

işi yapmak için yüzbinlerce ton akaryakıt lâzımdır. Fekat geminin yapılması, çok<br />

pahalı olmuşdur. Atom enerjisi ile çalışan Nautilus denizaltı gemisi, [1957] de şimâl<br />

kutbunun buzları altından geçdi. Triton adındaki denizaltı gemisi de, [1960]<br />

da, seksenüç gün su yüzüne çıkmadan dünyâyı dolaşdı. Polaris tipindeki denizaltıların<br />

onuncusu olan (Thomas Jafferson) gemisi, [1963] yılı başında Amerikan deniz<br />

kuvvetlerine katıldı. [1963] yılı başında, batı Avrupa sâhillerinde vazîfeli, dokuz<br />

atom denizaltısı vardı.<br />

Güney kutbda çalışdırılan bir Amerikan reaktörü, binbeşyüz kilowattlık elektrik<br />

enerjisi gücünde olup, bir metre boyunda, altmış santimetre çapındaki çekirdeği,<br />

üç yılda bir değişdirilmekdedir. Bu enerji ile, ısı ihtiyâcı da te’mîn edilmekdedir.<br />

Amerikan atom enerjisi komisyonu ile hava kuvvetlerinin elde etdikleri, seksenbeş<br />

ton ağırlığındaki bir robot, çok radioaktif olan sâhalarda bile, içindeki insanı<br />

radioaktiviteden korumakdadır. Nükleer roket yaparken ve reaktör çalışdırılırken<br />

kullanılan bu robot üzerinde periskop, fotoğraf makinesi, televizyon vardır.<br />

Dört metre eninde, beş metre boyundadır.<br />

Radyolardaki büyük ve ağır transformatör ve lâmbaların yerine, bugün küçük<br />

ve hafîf transistörler kullanılmakla, el, ceb radyoları yapılmakdadır. Elektronik hesâb<br />

makinaları, elektronik beyinler, elektronik motorlar, fotoğraf makinaları, telefon<br />

makinaları çok küçük ve dahâ kullanışlıdır.<br />

Fezâya gönderilen peyklerin içine konan binlerce âlet, küçültme sâyesinde<br />

mümkin olmakdadır.<br />

Şimdi, Amerikada, pille işliyen, çok küçük televizyon ve hastanın mi’desine inerek<br />

resm çeken makinalar yapılmakdadır.<br />

Radioaktif maddelerle tehlükesiz çalışmak, henüz mümkin olamamışdır. Büyük<br />

bir reaktör bile, radioaktif su husûle getirmekdedir. Etrâfı tehlükeye koymadan,<br />

bu su atılamıyor. Rusyada, doğu Almanyadan getirilen fen adamları, kullanılmış<br />

suların, biyolojik temizlenmesi ve uzvî maddelerin oksidlenmesi ve radioaktif<br />

çekirdeklerin, iyon değişdirici reçinelerle emilmesi ve inbiklenmesi sûreti ile izo-<br />

– 558 –


topların tutulmasına yardım eden bir üsûl hâzırladılar. Bunlar, erimez maddeler<br />

hâlinde çimento içine bırakılmakdadır. Fransızlar, radioaktif artıkları bir jel ile tutup<br />

polietilenle kaplı çelik kablarda saklamakdadırlar.<br />

Radioaktif havayı da süzerek temizlemek lâzımdır.<br />

Atom merkezlerinde çalışanlar, tabîb mu’âyenesine tâbi’ tutulmakdadır. Şuâ’lara<br />

yakalananların teşhîs ve tedâvisi için, kan formülü tedkîk edilmekdedir. Son zemânda,<br />

Yugoslav atom işçilerini tehdîd eden kazâ, çabuk ve müessir bir tedâvî lüzûmunu<br />

isbât etdi.<br />

Reaktörün fe’âl sâhasında insan bulunmaz. Burada, bütün işler, tele-idâreli<br />

[uzakdan idâre edilen] veyâ otomatik âletlerle yapılmakdadır. Bu sâhanın dışında,<br />

insanlar çalışabilir. Bunlar ancak dikkatli bir yıkama, elbise değişmesi ve başka<br />

sıhhî tedbirler aldıkdan sonra, buraları terk edebilirler. Kendini himâye etmek<br />

ve gelen şuâ’ları tanıyabilmek için, herkesin üzerinde fotoğraf filmleri ve ceb sayacı<br />

bulunur. Atom fabrikasına hâricden kimse sokulmaz.<br />

Etrâfa saçılan radioaktif maddeler ve izotoplar, insanlarda şuâ’ların sebeb olduğu,<br />

tehlükeli te’sîrleri hâsıl eder. Bu da, spektroskopda belli olur. Bugün 2.10 -10 curie’yi<br />

belli eden âletler yapılmışdır. Curie, şuâ’ların mikdârını ölçmede kullanılan birimin<br />

[ölçü vâhidinin] ismidir. Normal olarak, bir gram insan kemiği külü, gıdalarla<br />

alınan, günlük Radium ve Thoriumdan husûle gelen, 5.10 -13 curie ihtivâ etmekdedir.<br />

Bu mikdâr, artmadan, hergün yenilenmekde, idrâr ve kazûrat ile muntazam<br />

çıkarılmakdadır. Dünyânın, ortalama senelik şuâ’lanması, 0,1 rad’dır. Buna mukâbil,<br />

Hindistânın cenûbundaki Kerala civârında 1,3 rad’dır. Çünki, Kerala yakınında<br />

monazit minerali çok bulunmakdadır. Bir mineral içinde % 19 thorium ma’deni<br />

vardır. Bununla berâber, Brezilyada, bu mıntıkada oturanlar, şuâ’lanmadan husûle<br />

gelecek zarârları önlemek için tedbîr almamakdadır.<br />

Şuâ’ların hâd te’sîrinden başka müzmin ve bilvâsıta olan te’sîrleri de mühimdir.<br />

Sigorta şirketlerinin istatistikleri, Amerikan radyologlarının ömrlerinin kısaldığını<br />

göstermekdedir.<br />

LASER: Bir cam tüp içine kristal hâlinde bir katı veyâ sıvı yâhud bir gaz konur.<br />

Tüpün bir ucuna yarı sırlı, diğer ucuna tam sırlı birer ayna yerleşdirilir. Tüpe<br />

çok kuvvetli enerji verilir. Bu, ışık, elektrik veyâ kimyâ enerjisi olabilir. Tüpdeki<br />

maddenin atomları enerji emerek, elektronları yörünge değişdirir. Bu değişmeden,<br />

foton denilen enerji saçarlar. Fotonlar, diğer atomlara da te’sîr ederek onların da<br />

foton yaymasına sebeb olurlar. Açığa çıkan foton [Şuâ’] enerjisi, aynalar arasında<br />

gidip gelerek kuvvetlenir ve yarı sırlı aynadan dışarı çıkar. Laser şuâ’ı olurlar.<br />

Laser şuâ’ları, paralel, aynı dalga boyuna sâhib, tek renkli, hemen hemen düz dalgalardan<br />

meydâna gelir. Laser şuâ’ları, delme, kaynatma, haberleşme, tıb, ölçme,<br />

harb vâsıtaları gibi sâhalarda kullanılmakdadır. Amerikalılar, güneş enerjisinden<br />

istifâde ederek Laser yapabilmek için, fezâda tesîsât kurmağa çalışmakdadırlar.<br />

Kim bulur, zor ile, maksadına, her zemân zafer,<br />

gelir elbet zuhûra, ne ise hükm-i kader!<br />

Hakka bırak her işini, esbâba yapış yeter,<br />

bu sözüm olsun sana, ârif isen, her an rehber:<br />

Mihneti kendine zevk etmekdir, âlemde hüner,<br />

gam ve neş’e insanda, böyle gelir, böyle gider.<br />

– 559 –


33 — ATOM BOMBASI<br />

Bugün bilinen yüzbeş dürlü atomdan her birinin ortasında bir nüve, ya’nî çekirdek<br />

bulunduğunu ve çekirdek etrâfında elektronların döndüğünü bildirmişdik. En<br />

küçük atom, hidrogen gazının atomu olup bir elektronu vardır. Dahâ büyük atomların<br />

elektronları içiçe muhtelif halkalarda döner. Meselâ, uranium ismindeki bir<br />

basît cismin atomunun yedi halkası üzerinde dönen doksaniki elektronu vardır.<br />

Hidrogen atomunun çekirdeği, artık bölünemiyen mini mini bir dânecikdir. Bu<br />

hidrogen çekirdeğine, (Proton) denir. Protonlar, bir müsbet elektrik taşır. Diğer<br />

bütün atomların çekirdeklerinde protonlar ile birlikde, (Nötron) denilen elektriksiz<br />

dânecikler de bulunur. Ya’nî, her çekirdek, protonlar ve nötronlardan yapılmışdır.<br />

Proton adedi, çekirdek etrâfında dönen elektron adedi kadardır. Nötronun<br />

ağırlığı, proton ağırlığı kadardır. Nötronlar çekirdekden dışarı fırlayabilir ve<br />

maddelerden kolay geçer ve başka çekirdekler tarafından yutularak, yeni çekirdek<br />

meydâna gelir. Proton ile nötronların ikisine de, (Nükleon) denir.<br />

Atom etrâfında dönen elektron gayb olup kuvvet hâline dönebilir.<br />

Ba’zı büyük atomların çekirdekleri sağlam değildir. Böyle çekirdekler, kendiliklerinden<br />

patlayarak, etrâfa enerji, kudret neşr ediyorlar. Böyle enerji saçan cismlere<br />

(Radio-aktif) cism denir. Mu’ayyen bir radioaktif elementin, meselâ radiumun,<br />

atomları arasında, sâniyede mu’ayyen bir mikdâr kendiliğinden patlıyor. Etrâfa saçdığı<br />

enerjiye, radioaktif şuâ’lar denir. Bu şuâ’lar görülmez. Radioaktif cismler, şuâ’<br />

neşr ederek, başka maddeye dönüyor. Ya’nî atom değişip başka atom oluyor.<br />

Kimyâ, atomların birbirlerine te’sîrlerini tedkîk eden bir ilmdir. Güneşde atomlar<br />

birbirlerine te’sîr etmeyip ayrı ayrı uçdukları için, güneşde kimyâ yokdur.<br />

Güneş gaz hâlindedir, katı değildir. Güneşin ve diğer sâbit yıldızların sıcaklığı kırkmilyon<br />

derece civârında olup bu sıcaklıkda, atomlar elektronlarını gayb etmişdir.<br />

Çıplak çekirdekler uçuşur. Atomların birbiri üzerine yapdıkları te’sîrler, yalnız dış<br />

halkalarında dönen elektronların adedini değişdirir. Ya’nî, iki elemanın atomlarının<br />

elektron alış verişine kimyâ tepkimesi (reaksiyon şimik) diyoruz. Yanma hareketleri<br />

ve bütün enerji değişmeleri bu elektron mübâdelesinden meydâna geliyor.<br />

Kimyâ kanûnları, atomun iç halkalarına ve hele çekirdeğine giremiyor, karışamıyor.<br />

Atom bombasının enerjisi, kuvveti ise, atomun çekirdeğinin değişmesinden<br />

meydâna geliyor. Atom bombası yerine, çekirdek bombası demek dahâ doğrudur.<br />

Atom çekirdeğinde mu’azzam kuvvetlerin saklanmış olduğu, ilk olarak radioaktif<br />

cismleri tedkîk ederken meydâna çıkdı. Bu cismlerin, asrlar zarfında, neşr etdikleri<br />

enerjiyi bir ânda çıkarmakla, atom bombası yapıldı.<br />

Çekirdeklerde sıkışmış olan protonlar hep müsbet (pozitif) elektrikli olduğundan,<br />

birbirlerini itip, çekirdeğin dağılması lâzım iken, çekirdeklerin dağılmamasına<br />

sebeb, protonlar arasındaki mu’azzam bir câzibe kuvvetidir. Buna (Nükleon<br />

kuvvetleri) denir. Bir çekirdeğe hâricden bir nükleon [proton veyâ nötron]<br />

ilâve edilirse, çekirdekden mu’azzam kuvvet çıkar. Bu sırada, çekirdekden bir veyâ<br />

birkaç nükleon atılır veyâ çekirdek büyük ise, ortadan ikiye yarılır. Her iki sûretde<br />

de, başka atomlar meydâna gelir. Güneşin ve diğer sâbit yıldızların mu’azzam<br />

sıcaklığı, merkezlerinde hidrogen atomlarından Helium elemanı hâsıl olması<br />

ile meydâna çıkan müdhiş enerjidendir. Hidrojenden Helium teşekkül enerjisini<br />

erdımızda da gerçekleşdirmek için, en az altı milyon derece sıcaklık lâzımdır.<br />

Bu da, atom bombası ile te’mîn edilebilir.<br />

[1939] senesinde, uraniuma, nötronlarla vurulduğu zemân, uranium çekirdeklerinin<br />

bu kısmının, ortadan bölündüğü ve bu esnâda uranium kütlesinin binde birinin<br />

enerji (kudret) hâline döndüğü ve çekirdekden nötron da atıldığı anlaşıldı.<br />

Bu kudret, harâret şeklinde ve gamma şuâ’ları neşr ederek meydâna çıkıyor. Hâ-<br />

– 560 –


sıl olan ilk yeni çekirdek de, beta radioaktif şuâ’ları neşr ediyor. Bu keşfler Almanyada<br />

yapıldı ise de, fen adamları Amerikada toplanarak, ilk atom bombası orada<br />

yapıldı. Uranium cinsleri içinde parçalanabilen çekirdekler, binde yedi kadar az<br />

bulunuyor ve bunlara uran 235 ismi veriliyor. Bir kilo uran 235, bir sâniyenin milyonda<br />

biri kadar az zemânda parçalanarak, bir gram kadarı kudret hâline dönüyor.<br />

Ya’nî yirmibin kerre milyon (kilo kalori) hâsıl ediyor. Bu sûretle uran bombası<br />

yapıldı. [Hâlbuki, bir watt elektrik gücünden 0.24 küçük kalori hâsıl olmakdadır.]<br />

Uran 235 çekirdeklerinin zincirleme parçalanmağa başlaması için, hâricden<br />

nötronlarla çekirdeğine vurmağa hâcet yokdur. Uranium, radioaktif olduğundan,<br />

nötron da saçmakdadır. Bereket versin ki, çekirdeği parçalanabilen uran<br />

235 cinsi, erdımızda sâf bulunmadığı için ve saçılan nötronların sür’ati pek fazla<br />

olup, diğer çekirdeklere girmeden uzaklaşdıkları için, kendiliklerinden patlamıyor.<br />

Demek ki, bomba yapmak için, sâf uran 235 elde etmek lâzımdır ve sâniyede ikibin<br />

kilometre sür’atle uçan nötronların komşu çekirdeklere tesâdüf edebilmesi için,<br />

uran 235 sathı, asgarî bir mikdârdan az olmamalıdır. O hâlde, iki küçük sâf uran<br />

235 parçası yan yana getirilirse (asgarî boy) hâsıl olup, hemen ânî olarak zincirleme<br />

parçalanabilir. Bu asgarî boy için elli kilo sâf uran 235 lâzımdır [ki üç litre kadardır].<br />

İlk atom bombasında, üstüvâne şeklinde sâf bir uran 235, bombada bulunan<br />

bir topla, ikinci uran 235 parçasında bulunan aynı boydaki delik içine atıldı ve<br />

elli gram kadar kudret, ya’nî bir milyon kerre milyon kilo kalori, milyonda bir sâniyede<br />

meydâna geldi. Bu bomba ilk olarak [1945] de Japonyada Hiroşima şehrine<br />

atılarak, yetmişbin insanın ölümüne, bu kadar da yaralanmasına veyâ sakat kalmasına<br />

sebeb oldu.<br />

İkinci atom bombası, plutonium bombasıdır. Bunun için, grafit kömüründen, kalın<br />

bir levhada açılan üstüvâne [silindir] şeklindeki boşluklara, sâf olmıyan uran<br />

üstüvânecikleri yerleşdirilir. Buna, (uran pili) ismi verilmişdir. Kömür tabakası,<br />

nötronların sür’atini azaltıyor. Uraniumdan çıkan nötronlar, yavaşladığından,<br />

diğer çekirdeklere girebiliyor ve uran 235 çekirdeklerini parçalıyarak, yeni nötronlar<br />

saçıldığı gibi, âdî uranium çekirdekleri de, bir sıra değişmeden sonra, plutonium<br />

atomu çekirdeği hâline dönüyor ki bu da, uran 235 gibi, bir nötron girmesi ile<br />

ikiye bölünebilmekdedir ve müdhiş kuvvet meydâna getirir. Meydâna gelen plutoniumlar,<br />

diğer maddelerden, kimyâ usûlleri ile kolayca ayrılarak, asgarî boyu iki<br />

litrelik bombaları yapıldı ve ilk olarak [1945] de Japonyada Nagazâki şehrine<br />

atıldı. Her iki bomba patlayınca, ölüm şuâ’ları neşr ediyor ve etrâfdaki hava, milyonlarca<br />

derece ısınıyor ve büyük bir tazyîk dalgası hâsıl oluyor. Ya’nî bomba patlayınca,<br />

müdhiş yakma ve yıkma te’sîri derhâl görülüyor. Gamma şuâ’ları da, insanları<br />

birkaç hafta sonra öldürüyor. Etrâfa yayılan plutonium zerreleri ise, radioaktif<br />

zehrlenmesini aylarca icrâ ediyor. Japonyaya atılan iki atom bombasından<br />

ölenlerin sayısı kesin bilinemedi. Yirmiyedisi Amerikan ve kırkdokuzu Japon<br />

olan dokuzyüzaltmışaltı kişinin onbeş sene çalışarak anladığına göre Hiroşimada<br />

yüzkırkdörtbin, Nagazâkide ellibirbin beşyüzyetmiş kişi ölmüşdür.<br />

İkinci Cihân Harbinden sonra, atom çekirdeğinin parçalanmasından meydâna<br />

gelen kuvvetden istifâde ederek, yeni silâhlar yapıldı. Bu sûretle atom torpilleri,<br />

roketleri ve güdümlü mermîleri, atom topu mermîsi ve mayınları meydâna geldi.<br />

Atom silâhları patlayınca, hemen şiddetli bir rüzgâr etrâfa yayılıyor. Bu rüzgâr<br />

beş sâniye sürüyor. Sonra etrâfdan buraya, ikinci bir rüzgâr hâsıl oluyor. Bu rüzgârlar,<br />

binâları, ağaçları yıkıyor. Ancak kuvvetli çelik çerçevelerle takviye edilmiş<br />

beton binâlar, bunlara dayanabiliyor. Gamma şuâ’ları, kandaki ak yuvarları [lökositleri]<br />

tahrîb edip, al yuvarların [hematilerin] üremesini men’ ediyor. Hiroşimada<br />

bu şuâ’larla dokuzbin kişi ölmüşdür ki, bu mikdâr, tekmil zâyi’âtın [% 15]<br />

i kadardır. Patladığı yerden i’tibâren birkaç kilometreye kadar şiddetli te’sîri var-<br />

– 561 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:36


dır. Otuzüç santimetre kalınlığında çeliğin, bir metre betonun, yüzaltmışyedi santimetre<br />

toprağın atom bombası te’sîrinden korudukları tesbît edilmişdir.<br />

Üçüncü ve en tehlükeli atom bombası da (Hidrogen) bombasıdır. Bir kilo plutonium,<br />

bir gram kudret verdiği hâlde, bir kilo hidrogen, yedibuçuk gram kudret<br />

veriyor. Hidrogen bombası, âdî hidrogenle değil, ağır hidrogenle işletilmekdedir.<br />

Çünki, iki ağır hidrogen çekirdeği, altı milyon derece sıcaklıkda, dahâ kolay birleşerek<br />

bir helium çekirdeği hâsıl ediyor.<br />

Bugün, te’sîri dahâ fazla ve dahâ korkunç atom bombaları yapılmakdadır. Fekat,<br />

şimdi atom bombasından endişe ve korku kalmamış gibidir. Çünki, haber alma<br />

merkezlerinde, radar ile düşmanın bomba taşıyan tayyâresinin harekete geçdiği<br />

görülüyor. Yerden idâre edilen roket atılarak, tâm isâbet ile, bomba düşmanın<br />

memleketi üzerinde patlatılacak, onun bombası ile, kendisi imhâ edilecekdir.<br />

Radar merkezindeki odanın dıvarında düşman memleketlerinin, büyük bir harîtası<br />

vardır. Herhangi bir şehrden, bir üsden kalkan tayyârenin, cinsi, yüksekliği,<br />

hızı, uçuş istikâmeti, her sâniye görülmekdedir. Keşf tayyâreleri ve gemiler, düşmanın,<br />

binlerle kilometre uzakdaki hareketi, o ânda, perdede görülmekdedir.<br />

Tâm isâbetli roket ve füzeler gönderilerek, düşmanın hareketi önlenmekdedir.<br />

Bugün, Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya, Pâkistân, Mısr, Japonya ve<br />

Almanya bu savunma vâsıtalarını kendileri yapmakdadır. Müttefik oldukları<br />

memleketlerde de bu merkezler kurulmuşdur. Zemân geçdikce, dahâ kuvvetlileri<br />

yapılıp, öncekilerin ehemmiyyeti kalmamakdadır. Meselâ, İngilterede orta<br />

menzilli balistik füze üsleri inşâ edildi. Fekat, Polarisin büyük inkişaf kayd etmesi<br />

karşısında bunlar da, modası geçmiş silâh sınıfına dâhil oldu.<br />

Polaris füzeleri, nükleer yakıt ile müteharrik atom denizaltıları tarafından taşınmakda<br />

ve su altından atılabilmekdedir. İstenilen küçük hedeflere, tâm isâbet<br />

etdirilmekdedir. Herbir Polaris denizaltısında, onaltı füze vardır. A-1 modeli Polaris<br />

füzesinin menzili binbeşyüz, A-2 nin ise ikibinbeşyüz kilometredir. Hâlen üzerinde<br />

çalışılan A-3 modelinin dörtbin kilometrelik menzili olacakdır.<br />

Kara üslerinde bulunan Jüpiter füzelerinin, düşman taarruzu karşısında, kolayca<br />

isâbet alabilecek sâbit hedefler husûle getirdikleri uzun zemândan beri bilinmekde<br />

idi. Bilhassa Türkiyedeki Jüpiter üsleri, Rusyanın Ortadoğudaki hudutları<br />

boyunda, NATO’nun nükleer gücünü teşkîl etmişlerdir.<br />

SEYYÂH MERMÎLER: Amerika Birleşik Devletlerinin 1979 senesinde elde etdiği<br />

seyyâh (Cruise) mermîleri, hedefi tıpkı mütehassıs bir pilot gibi arayıp bulan mekanik<br />

beyin sistemi ile mücehhezdir. (Akllı füzeler) ismi de verilen bu mermîler, diğer<br />

füzeler gibi doğru bir mahrek üzerinde hareket etmiyor. Jet motoru ile techîz edilen<br />

seyyâh mermîler, havadan, denizden veyâ zemînden, kara hedeflerine doğru fırlatılmakdadırlar.<br />

İçinde bir pilot varmış gibi, muhtelif irtifâ’lar alarak muhtelif istikâmetlerde<br />

seyr ederek, radarlardan kaçmakda, arzû edilen uzak hedefine vâsıl olmakdadır.<br />

Hangi hedefe gönderildiği anlaşılamamakdadır. Çok inkişâf etmiş bir<br />

elektronik beyni vardır. Tercon ismi verilen elektronik tertîbâtı ile hedefini arayıp<br />

bulmakdadır. Fırlatıldığı andan i’tibâren uçuş yoluna rastlıyan tabî’î mâni’a ve teşekkülleri,<br />

mekanik müşâhede sistemi ile görerek, içinde bulunan yirmi kadar harîtalar<br />

ile karşılaşdırmakda ve istikâmetini ayârlamakdadır. On kilometrelik bir sâhayı<br />

nezâret ederek gerekli cihete teveccüh edebilmekdedir. Tayyâreden atıldıkdan<br />

sonra, yere paralel olarak, çeşidli irtifâ’lardan uçabilmekde, bu sebeble radarlar tarafından<br />

tesbît edilememekdedirler. Önlerine çıkan mâni’aların üstlerinden aşarak<br />

veyâ etrâfını dolaşarak, arzû edilen hedefe vâsıl oluyorlar. Böylece tâm isâbet<br />

te’mîn etmekdedirler. Amerika eski devlet reîsi Carter, başta Rusya olmak üzere,<br />

bütün komünist memleketleri dehşete düşüren ve çok korkutan bu seyyâh mermîleri,<br />

Avrupanın Sovyetlere karşı müdâfe’ası için NATO memleketlerine vermişdi.<br />

– 562 –


[1957] senesinde Amerikada sekiz, Kanadada bir, İngilterede iki uran pili işletilmekde<br />

idi. Bunlar, harb için hâzırlandıkları gibi, kömür yerine dahâ ucuz ve dahâ<br />

bol kuvvet bulmak, tıbda, tedâvî üsûlleri ele geçirmek için uğraşıyorlar.<br />

[1956] senesinde memleketimize gelip, atomda saklı mu’azzam kudret hakkında<br />

müteaddid konferanslar veren atom âlimi (W.Heisenberg), sözlerini şöyle<br />

bitirmişdi: (Bütün nutuklarımda, atomdaki enerjiden nasıl istifâde edilebileceğini<br />

anlatdım. Şimdi aklımıza, haklı olarak, şu süâl gelmekdedir: Bu mu’azzam<br />

kudreti, küçücük yere kim ve nasıl koydu? Buna ancak metafizik, ya’nî ilm-i kelâm<br />

[ilâhiyyât] cevâb verecekdir). Adada kendisini gezdiren bir profesörümüz, bu<br />

süâle, hangi dînin cevâb vereceğini sorduğu zemân, (Buna ancak islâm dîni cevâb<br />

vermekdedir. Ben ve arkadaşım atom âlimi Hahn bu fikrdeyiz) demişdir.<br />

Fen adamlarının, islâmiyyetin yüksekliğine, üstünlüğüne hayrânlıklarını gösteren<br />

bu canlı misâli, din kardeşlerime arz etmeği lüzûmlu gördüm. Fen taklîdcileri,<br />

her hakîkatin dışında kaldıkları gibi, şübhesiz bu sözüme dâhil değildir.<br />

İnternet vâsıtası ile haberleşme: Fezâya, ya’nî her yere yayılmış olan elektromanyetik<br />

dalgalarla haberleşme yapılmakdadır. Bir telden elektrik ceryânı geçince,<br />

telin etrâfında miknâtis dalgaları hâsıl olur. Bu dalgalara (Elektro-manyetik dalgalar)<br />

denir. Bu dalgalar fezâya yayılır. Bunlardan istifâde için, (Bilgisayar) makineleri<br />

kullanılır. Bu makine, çocukların kitâb koydukları çanta gibi 2 cm. kalınlığında<br />

plastik bir kutudur. Kutunun kapağının iç yüzü parlak bir levhadır. Bu levhaya<br />

(ekran) denir. Bilgisayarın içinde, avuç içi kadar bir pil vardır. Bu pil, şehr<br />

ceryânından gelen kordonun fişi, bu pilin prizine takılarak doldurulur. Bu pil, bilgisayara<br />

gücü kadar ceryân verir. Bilgisayarın içinde, bir altın lira kadar (Modem)<br />

cihâzı vardır. Bilgisayarda okunan kitâblardan hâsıl olan resmlerin ve seslerin havadaki<br />

dalgaları, bilgisayarda bulunan modem cihâzı vâsıtası ile miknâtis dalgaları<br />

hâline çevirilip, telefon hattı vâsıtası ile ara merkeze ve oradan, özel cihâzlar<br />

vâsıtası ile yayılan kendine mahsûs uzunlukdaki elektro-manyetik dalgalarla birlikde<br />

fezâya gönderiliyor. Seslerden hâsıl olan miknâtis dalgaları, elektro-manyetik<br />

dalgalarına yüklenmiş oluyor. İnternet adında bir merkez ve âlet yokdur. Ara<br />

merkezlerde bulunan bilgisayar, ya’nî (computer)lerin bir uydu vâsıtası ile, semâya<br />

gönderdikleri elektro-manyetik dalgaların fezâdaki topluluğuna (İnternet)<br />

denir. Her merkez, başka merkezlerin fezâya gönderdikleri yüklü dalgalardan dilediğini<br />

fezâdan alarak, bilgisayarına veriyor. Yüklenmiş olan elektro-manyetik<br />

dalgalar, burada ses dalgalarına çevrilerek, ekranda okunuyor. Küçük bilgisayarlar<br />

da muhtelîf ebâdlarda plâstik bir kutudur. Piyasada satılmakdadır. Kapağın<br />

iç yüzündeki ara merkezden gelen yüklü dalgalardan, modem cihâzında elde<br />

edilen yazılar ve kitâbdan okunan, ara merkeze gönderilecek yazılar ve bilgisayarın<br />

daktilo gibi kısmında yazılanlar okunur ve hâsıl olan sesler dinlenir. Bunların<br />

bir sûreti, bilgisayardaki mahâlline yerleşdirilmiş olan bir hâfıza [harddisk] üzerine<br />

mikro harflerle yazılır. Bir hâfıza [harddisk]da binlerce kitâb vardır. Bu<br />

hâfıza [harddisk]daki, bilgiler bilgisayardaki ekranda okunur. İnternete bağlanmak<br />

için, bir ara merkeze mürâceat edilir. Türkiyede birçok ara merkez vardır. Her<br />

ara merkezin bir uyduya irtibâtı vardır. Meselâ (İhlâs Net) ara merkezinin Hakîkat<br />

kitâbevine verdiği adres (www.hakikatkitabevi.com)dır. Herhangi bir kimse,<br />

bu adrese bağlanırsa, kitâbevinin bütün kitâblarından dilediğini, bilgisayarının ekranında<br />

seçerek okur. İhlâs Net, Türkiye gazetesinin Yeşilköyde, Yenibosnadaki<br />

binâsının üst katında bir odadadır.<br />

Geçdi gençlik tatlı bir rüyâ gibi ey çeşmim zâr! [ağla!]<br />

Beni mecnûn etdi girye, meskenim olsun mezâr!<br />

– 563 –


34 — İSLÂMİYYETDE NİKÂH<br />

Nikâhlanmak, evlenmek demekdir. (Tatlîk) boşanmak demekdir.<br />

(Menâhic-ül-ibâd) kitâbında, islâm nikâhını şöyle yazmakdadır:<br />

Yedinci fasl, evlenmek edeblerini bildirmekdedir. Nass ve haberler, evlenmenin<br />

dahâ iyi olduğunu bildirdiği gibi, bekâr kalmanın dahâ iyi olduğu da bildirilmekdedir.<br />

İnsanlar, zemânlar ve hâller başka başka olduğu için, haberler de, başka<br />

başka olmuşdur. Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”<br />

zemânları ve hâlleri, evlenmenin dahâ iyi olduğunu gösteriyordu. Bunda, üç sebeb<br />

vardı:<br />

1. ci sebeb: Muhammed Mustafâ “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında, dünyâyı<br />

hıristiyanlık kaplamışdı. Îsâ aleyhisselâmın rûhâniyyeti dahâ çok olduğu<br />

için, onun eshâbının ve ümmetinin hâline ve zemânına, bekârlık, ruhbânlık, yalnızlık<br />

yakışırdı. Papaslar, herkese râhib olmağı, yalnız yaşamağı emr ediyordu. Allah<br />

yolunda bulunabilmek ve Allahü teâlâya yaklaşabilmek, ancak ruhbânlıkla,<br />

ya’nî evlenmemekle olur sanıyorlardı. Muhammed Mustafâ “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem”, rûhî ve maddî hakîkatlerin, üstünlüklerin hepsini kendinde topladığı<br />

için, Onun Eshâbına ve ümmetine, yalnızlık da, çokluk da, bekârlık da, evlilik de<br />

fâideli olmakdadır. Bunlara her ikisi de ve ikisi arasındaki orta hâl de yakışmakdadır.<br />

Papaslar herkese ruhbânlığı, yalnız, bekâr yaşamağı emr etdiğinden, bunu<br />

önlemek için Muhammed Mustafâ “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâbının, bekâr<br />

yaşamasını yasak etdi. (İslâmiyyetde ruhbânlık yokdur) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde<br />

de, (Nikâh yapmak, benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmıyan kimse, benden<br />

değildir) buyurdu. Dahâ nice hadîs-i şerîfler, zihnlerdeki yanlış fikrleri kaldırdı.<br />

Allahü teâlânın yolunda, yalnız ruhbânlıkla gidilebilir düşüncesini gönüllerden çıkardı.<br />

Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin ve Tebe-i tâbi’înin “radıyallahü teâlâ anhüm<br />

ecma’în” zemânı olan ikiyüz sene içinde yaşıyanlar, bu hadîs-i şerîflerin, papasların<br />

bozuk sözlerini çürütmek için söylendiğini biliyorlardı. Bu zemân geçince, insanın<br />

hâline göre, bekârlığın da, evliliğin de iyi olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler<br />

meydâna çıkdı. Resûl “aleyhisselâm”, (İkiyüz yılından sonra, sizin en iyiniz, hafîfülhâz<br />

olandır) buyurdu. Hafîfülhâz nedir dediklerinde, (Zevcesi ve çocuğu olmıyandır)<br />

buyurdu.<br />

Bişr-i Hâfî, Bâyezîd-i Bistâmî ve Ebül-Hüseyn Nûrî gibi büyük âlimler bekâr idi.<br />

Hicretin ikiyüz senesinden sonra gelenler arasında, bunların ve bunlar gibi olanların<br />

şereflerini, üstünlüklerini, bu hadîs-i şerîf haber vermekdedir.<br />

2. ci sebeb: Eshâb-ı kirâm, Tâbi’în ve Tebe-i tâbi’în, en hayrlı, en iyi bir zemânda<br />

yaşadıkları için, îmânları, sabrları, zühdleri ve tevekkülleri çok kuvvetli, pek kıymetli<br />

idi. (Zemânların en hayrlısı, benim asrımdır. Ondan sonra kıymetli olan, benim<br />

asrımdan sonra gelen asrdır. Dahâ sonra kıymetlisi, onlardan sonra gelen asrın<br />

müslimânlarıdır. Bunlardan sonra, yalancılık yayılır. Şâhid olmaları istenmediği<br />

hâlde, yalancı şâhidlik yapılır) hadîs-i şerîfi, onları medh etmekdedir. O büyükler,<br />

Resûlullahın sohbetinde bulunmakla, Ona yakın olmakla, zühdleri, tevekkülleri<br />

ve rızâları artdığı için, evlendikleri zemân, nefsleri islâmiyyetin beğenmediği<br />

sebeblere bağlanmaz, harâm kazanmağa eğilmezdi. Sonra gelenler ise, böyle<br />

olmadı.<br />

3. cü sebeb: Muhammed Mustafâ “sallallahü aleyhi ve sellem”, peygamberlik<br />

nûru ile ve doğru firâseti ile biliyordu ki, islâm dînini, islâm milletini, dünyâya, Eshâb-ı<br />

kirâm ve Tâbi’în ve Tebe-i tâbi’în “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” yayacakdır.<br />

Îmân kal’asını koruyacakların ve dîn-i islâmı yayacak olanların çoğalması<br />

için ve onlar ile dînin kuvvetlenmesi için, nikâh yapmağı, ya’nî evlenmeği teşvîk<br />

buyurdu.<br />

Bu üç sebebden dolayı, Sahâbe-i kirâm ve Tâbi’în ve Tebe-i tâbi’în “aleyhimür-<br />

– 564 –


ıdvân” zemânlarında, evlenmek lâzım geliyordu. Bunlardan sonra gelenlerin<br />

ise, bekâr kalması da iyi idi. Bunun içindir ki, Süfyân-ı Sevrî “rahmetullahi aleyh”,<br />

yukarıda yazılı hadîs-i şerîfi işitince, (Vallahi, bekâr kalmak, şimdi halâldir) dedi.<br />

Bişr-i Hâfîye sordular ki, (Niye evlenmiyorsun?). (Öyle nefsim var ki, önce, onu<br />

boşamağa uğraşıyorum. Ona başkasını nasıl ekleyebilirim?) buyurdu.<br />

Şimdi, halâl lokma bulmak azaldı. Harâmdan kendini kurtarmak güçleşdi. Başkasının<br />

da harâma düşmesine ön ayak olmak, dîne de, akla da uyar birşey değildir.<br />

Bununla berâber, bir kimsenin şehveti azarsa, oruc tutarak, ateşini azaltmağa çalışsın.<br />

Oruc ile kuvvetini kıramazsa, bunun nikâh etmesi, ya’nî evlenmesi farz<br />

olur. [Zulm etmek korkusu varsa, bunun evlenmesi tahrîmen mekrûh olur. Açık gezen,<br />

mahrem yerlerini erkeklere teşhîr eden aşağı kadınların arasına düşerek,<br />

nefslerine aldanmakdan, harâm işlemekden korkanların da bir afîf, temiz müslimân<br />

kız bulup evlenmesi farz olur. Böyle sıkışık durumda olmıyan genclerin, ilm ve ahlâk<br />

edinmek için çalışması, ancak hayz ve nifâs bilgilerini öğrendikden sonra evlenmesi<br />

uygun olur.] Evlenme vakti gelmesi için önce, islâmiyyeti öğrenmek, nefsi, islâmiyyete<br />

uyar hâle getirmek, gönül sâhibi olmak, rüşdü, aklı olgunlaşmak lâzımdır.<br />

Ondan sonra, sünneti yerine getirmek niyyeti ile evlenir. Edebi, hayâsı, ahlâkı<br />

olan, dînini, îmânını, islâmın şartlarını öğrenmiş, islâmiyyete uyan, sokakda islâmiyyetin<br />

emr etdiği gibi örtünen bir kızla nikâhlanır. İffet sâhibi, dînini kayıran<br />

bir kız aramalıdır. Malı çok, güzelliği çok olanı aramamalıdır. Mal için, güzellik için,<br />

iffeti ve salâhı elden kaçırmamalıdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Kadın, yâ malı<br />

için veyâ güzelliği için, yâhud dîni için alınır. Siz dîni olanı alınız! Malı için alan,<br />

malına kavuşamaz. Yalnız cemâl için alan, cemâlinden mahrûm kalır). (Din ile cemâl<br />

birlikde olması çok iyi olur. Müslimân kızın kâfir erkekle evlenmesi câiz değildir.<br />

Kâfir erkekle evlenmeğe niyyet edince mürted olur. İki kâfir birbiri ile evlenmiş<br />

olur. Her ikisinin de îmân etmeleri ve yeniden nikâhlanmaları lâzım olur.)<br />

Nikâhdan önce kızı görmek sünnetdir ve iyi geçinmeği sağlar. Sâliha, iyi huylu,<br />

çocuğu olan bir sülâleden ve asîl âile kızı aramalıdır. Dört kadından kaçınmalı<br />

demişlerdir:<br />

1 — Dul olup, eski zevci yanında râhat yaşamışdır. O râhat günleri hâtırladıkca,<br />

ah, of çekmekdedir.<br />

2 — Malı ile, mevkı’ı ile, babası ile öğünüp, başa kakan almamalı.<br />

3 — Kocasının malını, kendi akrabâsına, tanıdıklarına dağıtan kızı almamalı.<br />

4 — Kötü huy ve iffetsizlik ile adı çıkıp, kendini ve kocasını dillere düşüren kadından<br />

kaçınmalıdır. (Gübrelikde biten gülleri koklamayınız!) hadîs-i şerîfi, südü<br />

bozuk, ahlâksızlarla evlenmeği yasak etmekdedir. [Buhârâda Ahmed bin Hafs isminde<br />

bir genç evlenmişdi. Birinci gecesi, kız buna, (Hayz ilmini öğrendin mi?) dedi.<br />

Hayır deyince, kız (Allahü teâlâ, Kendinizi ve emrinizde olanları ateşden koruyun!<br />

buyurdu. Câhil olan nasıl koruyabilir?) dedi. Bu söz gence hoş geldi. Zevcesini<br />

Allaha emânet ederek, Mervde onbeş sene ilm tahsîl edip imâm-ı Muhammedden<br />

de ders aldı. Altı senede de bunları ezberledi. Âlim olarak, zevcesinin yanına<br />

döndü. Hocası, buna Ebû Hafs-i kebîr “rahmetullahi teâlâ aleyh” ismini koydu.]<br />

Nikâhlanmak istiyen, birkaç def’a istihâre etmeli. Hak teâlâya sığınmalı. Nefsin<br />

ve kötü kimselerin araya katılmasından koruması için, yalvarmalıdır.<br />

Nikâhın dört mezhebe de uygun yapılmasına çalışmalıdır. Şâfi’î ve Hanbelî ve<br />

Mâlikî mezheblerinde nikâhın doğru olması için, birinci şart, bâliga olan kıza da<br />

velînin izn vermesi lâzımdır. Velî, lugatda, dost demekdir. Akâid bilgisinde ârif-i<br />

billah demekdir. Fıkhda ise, erkek akrabâdır. Velî bu üç mezhebde babadır. Baba<br />

yoksa, babanın babası ve onun babasıdır. Bunlardan sonra, erkek kardeşdir. Bundan<br />

sonra, erkek kardeş oğlu, sonra onun oğludur. Sonra amca, sonra amca oğlu<br />

ve onun oğludur. Bunlar yoksa, kâdî [ya’nî Kur’ân-ı kerîme göre yaşayan âdil bir<br />

hâkim] velî olur. Nikâhda velî, mîrâs sırasına göredir. Ancak Şâfi’î mezhebinde oğul<br />

– 565 –


ve onun oğlu velî olmaz. İmâm-ı Muhammede göre ve Hanbelî mezhebinde, babadan<br />

ve dedelerden sonra, Şeyhayna göre ise bunlardan önce oğul ve torun velî<br />

olur. Hanefîde, âkıl ve bâlig olan kıza velînin izn vermesi şart değildir. Bâliga kızdan,<br />

nikâhdan önce izn istemek müstehabdır. İzn verilen, vekîl olmuş olur. İznsiz<br />

yapılan nikâhdan sonra kızın kabûl etmesi ise şartdır. Kız râzı olmazsa, nikâh sahîh<br />

olmaz. Kadını, kendisi veyâ vekîli yâhud velîsi evlendirir. [Erkek velîleri bulunmıyan<br />

yetîmleri, Hanefî mezhebinde, anaları tezvîc edebilir.]<br />

Nikâhın ikinci şartı, Hanefî mezhebinde, [fıskı belli olsa da] îcâb ve kabûl yapılırken,<br />

âkıl ve bâlig müslimân iki erkek veyâ bir erkekle iki kadın şâhid bulunmaları<br />

ve îcâb ile kabûlü işitmeleri lâzımdır. Şâfi’î ve Hanbelîde, şâhidlerin erkek<br />

olması ve fıskları belli olmaması şartdır. Hanefîde, vekîl veyâ velî ile birlikde ayrıca<br />

bir erkekle iki kadın da olabilir. Mâlikî mezhebinde, şâhid lâzım olmayıp, velînin<br />

bulunması ve nikâhın i’lân edilmesi, tanıdıklara bildirilmesi şartdır.<br />

Nikâhın üçüncü şartı, îcâb ve kabûldür. Ya’nî sözleşmedir. Şâfi’î ve Hanbelî mezheblerinde,<br />

iki erkek (nikâh veyâ zevc, zevce) kelimelerini veyâ bu ma’nâda olan<br />

başka kelimeleri kullanarak, sözleşme yapar. Erkeğin biri dâmâd veyâ vekîli,<br />

ikincisi kızın velîsi veyâ vekîlidir. Bu iki mezhebde, bâkire değilse, kadının izn vermesi<br />

de şartdır.<br />

(Ni’met-i islâm)da diyor ki, (Hanefî mezhebinde, hür ve bâlig erkekle kadın, iki<br />

şâhid yanında evlenebildikleri gibi, birinin veyâ ikisinin de vekîlleri, bunların nikâhlarını<br />

yapabilir. Vekîlin müslimân, âkıl ve temyîz edici olması şartdır. Bâlig ve erkek<br />

olması şart değildir. Vekîl yaparken, şâhide lüzûm yokdur. Bunun için, zevce zevcine,<br />

(Beni her ne zemân boşarsan, beni kendine tezvîce seni vekîl etdim) der, zevc de<br />

kabûl ederse, bir bâin talâk ile boşayınca, iki şâhid yanında, (Boşadığım filâneyi kendime<br />

nikâh etdim) derse, nikâh sahîh olur. [Meşhûr tecdîd-i îmân ve tecdîd-i nikâh<br />

düâsını cemâ’at ile okumak bu hükme dayanmakdadır.] Vekîl eden de bulunduğu zemân,<br />

vekîl şâhid yerine geçer. Kız hâzır olunca, bunun velîsi de, şâhid yerine geçer.<br />

Bir baba, kızı yok iken, onu mehrsiz nikâh etse, sonra söyleyince, kızı susarsa, sahîh<br />

ve mehr-i misl lâzım olur. Bir kimse iki tarafın da, velîsi veyâ vekîli yâhud birine velî,<br />

ötekine vekîl yâhud bir tarafdan asîl, öte tarafdan velî yâhud bir tarafdan asîl, öte<br />

tarafdan vekîl olabilir. İstediğini yap denilen vekîl, başkasını vekîl yapabilir. Bâlig<br />

olmıyan çocuğu, velîlerinden yakın olanı nikâhlar. Velî, asebelerdir. Asebe yoksa,<br />

ana velî olur. Vekîl olmıyan birinin [meselâ bâlig erkek veyâ kızın velîlerinden birinin<br />

veyâ yabancının] yapdığı nikâhı, asîl olan işitince red etmezse, sahîh olur. Çocuk<br />

bâlig olunca, baba ve dededen başka velîlerin yapdıkları nikâhı red edebilir).<br />

Hanefîde, tezvîc ve nikâh kelimelerini söylemek şart değildir. Hibe, hediyye etdim,<br />

verdim, sadaka etdim, satdım, satın aldım sözleri ile de nikâh sahîh olur. Yalnız,<br />

konuşan iki kişinin de fi’lleri mâzî, ya’nî .....dım (geçmiş zemân) olarak söylemesi<br />

lâzımdır. Birisi emr, öteki mâzî şeklinde söyleyince de olur. Velî, bâliga olmamış<br />

küçük kızı, izni olmadan küfvüne nikâh edebilir. Öteki üç mezhebde ise, yalnız,<br />

baba bâkire olan bâliga kızını da nikâh edebilir. Küçük olması şart değildir.<br />

(Mîzân-ül-kübrâ)da diyor ki, (Şâfi’î ve Hanbelîde, nikâhın sahîh olması için velînin<br />

bulunması şartdır. Kadın velî olmaz. Hanefîde, kadın velîsiz evlenebilir ve kendine<br />

birini vekîl yapabilir. Fekat küfvünden başkasına varırsa, velîsi mâni’ olabilir.<br />

Mâlikîde, kadın eşrâfdan ise ve zengin ise, velînin bulunması şartdır. Böyle değil<br />

ise, kadını vekîli evlendirebilir. Şâfi’îde ve Hanbelîde, fâsık velî olamaz. Hanefîde<br />

ve Mâlikîde olur. Şâfi’îde, yakın velî, sefer uzaklığında ise, uzak velî evlendirir.<br />

Diğer üç mezhebde, evlendiremez. Hanefîde ve Mâlikîde, yakın velînin gitdiği<br />

yer bilinmiyorsa, kızı birâderi evlendirir. Şâfi’îde evlendiremez. Şâfi’îde, baba<br />

ve dede, bâkire kızı, zor ile tezvîc edebilir. Mâlikîde ve Hanbelîde ced evlendirebilir<br />

ise de zorlıyamaz. Hanefîde bâliga kızı rızâsı olmadan kimse evlendiremez.<br />

Üç mezhebde, küçük kızı babasından başkası evlendiremez. Hanefîde ise, her ase-<br />

– 566 –


esi evlendirebilir ise de, bâliga olunca, red edebilir. Hanefîde ve Mâlikîde, velîsi<br />

kızı kendine nikâh edebilir. Hanbelîde, velî kendi vekîli vâsıtası ile yapabilir. Şâfi’îde,<br />

vekîl ile de yapamaz. Üç mezhebde kadın ve velîleri râzı olunca, küfvün gayrısı<br />

ile evlenebilir. Hanbelîde ise evlenemez. Şâfi’îde ve Mâlikîde bir velî, kadını<br />

arzûsu ile, küfvünün gayrısına veremez. Hanefîde verebilir.<br />

Şâfi’îde, küfv, nesebde, san’atda, dinde, aybsız olmakda ve hürriyyetde şartdır.<br />

Mâlikîde küfv yalnız dinde olur. Hanefîde dinde, nesebde ve malda olur. Bütün<br />

mezheblerde, erkeğin müslimân olması, kızın müşrik olmaması birinci şartdır. Hanefîde,<br />

küfvüne varmıyan kadını velîleri ayırabilir. Diğer üç mezhebde velîler buna<br />

râzı olmazlarsa, nikâh zâten sahîh olmaz. Mâlikîde, mehr-i mislden az mehr ile,<br />

küfvüne tâlib olan kadına velîleri mâni’ olabilir. Diğer imâmlara göre mâni’ olamaz.<br />

Üç mezhebde, uzak velînin, yakın velî yanında nikâh yapması sahîh olmaz.<br />

Mâlikîde ise, yalnız baba yanında bâkirenin nikâhını yapmaları sahîh olmaz.<br />

Erkek, filânca kadın zevcemdir der, kadın da tasdîk ederse, üç mezhebe göre<br />

kabûl edilir. Mâlikîde ise, nikâhları sâbit olmaz.<br />

Üç mezhebde şâhidsiz nikâh sahîh olmaz. Şâhid ile yapılınca, gizli tutulmaları<br />

câiz olur. Mâlikîde, sahîh olur ise de, tanıdıklara duyurmak lâzımdır. Şâfi’îde ve<br />

Hanbelîde iki şâhidin âdil erkek olmaları lâzımdır. Hanefîde bir erkekle iki kadın<br />

fâsıkın şâhidlikleri ile sahîh olur. Üç mezhebde, müslimân erkekle zimmînin nikâhında<br />

iki şâhidin müslimân olmaları lâzımdır. Hanefîde, ikisi de zimmî olabilir. Nikâhda,<br />

iki tarafın konuşmaları sünnetdir. Şâfi’îde ve Hanbelîde, tezvîc veyâ nikâh<br />

kelimelerini söylemek şartdır. Hanefîde temlîki bildiren her kelimeyi söylemekle<br />

sahîh olur. Mâlikî de, hanefî gibi ise de, mehri de söylemek lâzımdır.<br />

Kızımı filâna tezvîc etdim dese, o da, işitince, nikâhı kabûl etdim dese, bütün<br />

âlimlere göre sahîh olmaz. Ebû Yûsüfe “rahmetullahi aleyh” göre sahîh olur.<br />

Şâfi’îde, kızımı sana tezvîc etdim dese, o da kabûl etdim dese, (Nikâhını) veyâ<br />

(tezvîcini) kabûl etdim demese, sahîh olmaz. Hanefîde ve Hanbelîde ve İmâm-ı Şâfi’înin<br />

“rahmetullahi aleyh” diğer kavlinde sahîh olur.<br />

Üç mezheb imâmı “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, kitâblı kâfiri velîsinden<br />

almak câizdir dedi. Hanbelîde ise, câiz değildir.<br />

İlerde başka kadını da tezvîc etmemek veyâ başka yere götürmemek şartı ile evlenince,<br />

üç mezhebe göre, nikâh sahîh olup, şarta uymak lâzım olmaz. Mehr-i misl<br />

lâzım olur. İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel “rahmetullahi teâlâ aleyh” şarta uymak lâzım<br />

olur. Uymayınca, zevce nikâhı fesh edebilir dedi. Baba evlenmek isteyince, Hanefîde<br />

ve Mâlikîde, oğlu babasını evlendirmeğe mecbûr değildir. [Evlendirmesi iyi<br />

olur.] Şâfi’îde ve Hanbelîde, lâzımdır.<br />

Erkek vatyden âciz ise, Hanefîde kadın nikâhı fesh için husûmet hakkına mâlik<br />

olur. Diğer üç mezhebde ise, her ayb ve kusûr karşısında fesh edebilir. Nikâhdan<br />

sonra hâsıl olmalarında da, kadın nikâhı fesh edebilir. Kadında ayb hâsıl olursa, Hanbelîde<br />

ve Şâfi’înin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bir kavlinde, erkek nikâhı fesh edebilir.<br />

Mâlikîde ve Şâfi’înin diğer kavlinde fesh edemez). (Mîzân)dan terceme temâm<br />

oldu. Husûmet, da’vâ açmak demekdir. Kendinde mâni’ bulunmıyan kadın, zevcinin<br />

innîn olduğunu anlarsa, nikâhın feshi için, çok zemân sonra bile, da’vâ açabilir.<br />

Erkek inkâr ederse, hâkim bir ebeye mu’âyene etdirir. Zevceyi bâkire bulursa,<br />

bir sene sonra tekrâr mu’âyene etdirir. Yine bâkire bulunursa aralarını tefrîk eder.<br />

Tâm mehr ve iddet lâzım olur. Bir kerre cimâ’ yapınca kadının husûmet hakkı kalmaz<br />

ise de, birden fazlasını terk etmesi günâh olur. İnnîn, ihtiyârlık, tenâsül hastalığı<br />

veyâ sihr sebebi ile cimâ’ yapamıyandır. Başka bir sebeb ile, ayrılmak için<br />

da’vâ açamazlar. Nikâh önce bir şartın hâsıl olmasına bağlanırsa, sahîh olmadığı,<br />

(İbni Âbidîn)de ve (Hâniyye) ve (Tâtârhâniyye) ve (Ebülleys) fetvâlarında yazılıdır.<br />

(Babam râzı olmak şartı ile nikâhlandım) demek böyledir. (İbni Âbidîn)de<br />

– 567 –


(Muharremât) faslı sonunda diyor ki, (Babası meclisde hâzır olup râzı oldum derse,<br />

nikâhı sahîh olur). Bunun gibi, (İbni Âbidîn) ve (Kitâb-ül-fıkh alel-mezâhib-ilerbe’a)<br />

ve (Ni’met-i islâm)da, nikâh yapılmasını anlatırken diyorlar ki, (kadın, boşanmak<br />

benim elimde olmak üzere seninle evleniyorum der ve erkek de bunu kabûl<br />

etdim derse, hem nikâh sahîh olur, hem de, kadının boşanması kendi elinde de<br />

olur). Zevci ve mahremi olmıyan kadının sefere, meselâ hacca gidebilmesi için ve<br />

Hulle için evlenecek kadının böyle şart yapmaları uygun olur. Görülüyor ki, (İslâm<br />

dîninde boşamak yalnız erkeğin elindedir. Kadın erkeğin elinde oyuncak gibidir)<br />

gibi sözler doğru değildir. İslâm dînini bilmiyenler böyle yalan ve iftirâ ederek, gençleri<br />

müslimânlıkdan soğutuyorlar. Yukarıdaki yazı, nikâh yapılırken, boşanmak hakkının<br />

zevceye (Tefvîd) edileceğini, zevcenin de, dilediği zemân boşanabileceğini açıkca<br />

göstermekdedir. Talâk maddesi sonunda, (Tefvîd) kelimesine bakınız!<br />

Nikâh sözleşmesinde, fâsid bir şartın yapılması söylenirse, nikâh sahîh olup, şart<br />

bâtıl olur. Mehr vermemek üzere seni nikâh etdim derse, nikâh sahîh olur. Şart fâsid<br />

olup, mehr-i misl lâzım olur.<br />

MEHR — (Kitâb-ül-fıkh alel-mezâhib-il-erbe’a)da diyor ki, (Mehr, evlenecek<br />

erkeğin vereceği altın, gümüş, kâğıd para veyâ herhangi bir mal yâhud bir menfe’at<br />

demekdir. Mehr iki kısmdır. Birincisinin verilmesi, nikâh yapılınca vâcib olur ve yarısı<br />

veyâ hepsi sâkıt olabilir. Buna, (Mehr-i mu’accel) denir. İkincisinin mikdârı da<br />

nikâh yapılırken belli edilir ise de, verilmesi, üç şeyden biri hâsıl olunca vâcib<br />

olur ve hiçbir sebeble azalmaz. Buna, (Mehr-i müeccel) denir. Her iki mehr, nikâhda<br />

bildirilmedi ise, (Mehr-i misl) verilmesi lâzım olur. Zevce firkate, ya’nî ayrılmağa<br />

sebeb olan birşey yaparsa, meselâ irtidâd eder veyâ (Hurmet-i musâhere)ye sebeb<br />

olursa, mehr-i mu’accelin hepsi sâkıt olur, verilmez. Erkek boşarsa veyâ firkate<br />

sebeb olanı yaparsa, bunun yarısı sâkıt olup, yarısı verilir. Mehr-i müeccelin verilmesini<br />

vâcib kılan üç şey, vaty, halvet ve ikisinden birinin ölmesidir. Bu üçünden<br />

biri hâsıl olunca, ödenmemiş mu’accel mehr de sâkıt olmaz ve azalmaz. Vaty veyâ<br />

halvet hâsıl olunca, bütün mehr nikâhda karârlaşdırılan vakti gelince veyâ firkat hâlinde<br />

tâm olarak ödenir. Zevce ölünce, zevc, zevcenin vârislerine verir. Zevc ölünce,<br />

mîrâsından zevcesine verilir. Zevc ile zevce arasında olan meşrû’ halvet, yabancı<br />

kadın ile olan harâm halvet gibi değildir. Yanlarında hissen veyâ şer’an yâhud tabî’aten<br />

vatya mâni’ bir sebeb bulunursa, meşrû’ halvet olmaz. İkisinden birinin hasta<br />

olması, ihrâmlı olması, farz nemâzda, Ramezân orucunda olması, kadının hayz<br />

veyâ nifâs hâlinde olması, yanlarında akllı bir çocuk bulunması bu halvete mâni’ olur.<br />

Zevce, mehrini zevcine, ölmüş ise, vârislerine hediyye edebilir. Zevcenin babası,<br />

kızının mehrini dâmâdına hediyye edemez). (İbni Âbidîn)de diyor ki, (Zevce, alacaklısını<br />

mehri ile zevcine havâle edebilir. Mehrini başkasına hediyye edip, mehri<br />

kabz için onu vekîl edebilir. Çünki, alacak ancak borcluya hediyye edilir. Başkasına<br />

hediyye edebilmek için, kabz etmeğe onu vekîl etmesi lâzımdır).<br />

(Fetâvâ-yı Hindiyye)de diyor ki, (Nikâh akd edilirken tek mehr söylenip, ne kadarı<br />

mu’accel olduğu bildirilmedi ise, âdete ve zevcenin emsâline göre, söylenilenin<br />

bir mikdârı mu’accel olur. Mehrin hepsi mu’accel denildi ise, hepsi mu’accel olur.<br />

Hepsi belli târîhde verilmek üzere müeccel olup, ödeme târîhi gelince, zevce mehrini<br />

alabilmek için kendini zevcinden men’ edemez. Mehr bir sene sonra müeccel<br />

olup zevc bir seneden önce vatyı şart etmiş ise, mehr vermeksizin vaty câiz olur. Şart<br />

etmemiş ise, imâm-ı Muhammede “rahmetullahi teâlâ aleyh” göre yine böyledir.<br />

Mehr-i mu’acceli vermeden önce vatyı şart etmiş ise, câiz olur. Mehrin bir kısmı<br />

mu’accel, bir kısmı da müeccel ise, zevce vaty edilmiş olsa bile, mehr-i mu’accelin<br />

hepsini almadıkca, zevci ile sefere gitmeğe, vatye ve halvete mâni’ olabilir.<br />

Nikâh akd edilirken, mehr-i müeccelin belli bir târîhde ödenmesini şart etmek,<br />

söz birliği ile câizdir. Talâk olunca, mehrin ödeme târîhi beklenir. Ödeme târîhi<br />

belli değilse, boşarken hemen ödenir. Ric’î talâkda zevc ric’at edince, tekrâr<br />

– 568 –


müeccel olmaz. Küçük olsun, büyük olsun, bâkire olarak evlenen kızın mehrini,<br />

babası, dedesi ve kâdî, zevcden alabilirler. Bunlardan başkası alamaz. Bâkire kız<br />

olarak evlenen râzı olmazsa, bunlar da alamaz).<br />

(Rıyâdunnâsıhîn)deki hadîs-i şerîfde, (Mehr vermemek niyyeti ile nikâh yapan<br />

kimse, kıyâmet günü hırsızlar arasında haşr olunacakdır) buyuruldu.<br />

(Mehr) söylemeden, hattâ mehr vermemek şartı ile nikâh yapmak da sahîh, şart<br />

fâsid olur. Zevcin, (Mehr-i misl) vermesi vâcib olur. Kadının baba tarafından akrabâsına<br />

verilen kadar verir. Mehrin bir kısmı (Mehr-i mu’accel) ise, bunu, vatydan<br />

önce veyâ halvetden önce verir. Hepsi (Mehr-i müeccel) ise veyâ mu’accel ve müeccel<br />

kelimeleri söylenmedi ise, vatydan veyâ halvetden sonra, zevcenin istediği zemânda,<br />

eğer istemedi ise, ikisinden biri ölünce, verilmesi vâcibdir. Vârisleri verir veyâ<br />

alır. Mehrin değeri on dirhem gümüşden az olmaz. Bugün gümüş para kullanılmıyor.<br />

Altın karşılığı olan kâğıd liralar kullanılıyor. Bunun için on dirhem, ya’nî yedi<br />

miskal ağırlığındaki gümüş değerinde olan bir miskal [beş gram, ya’nî üçde iki lira]<br />

altından az olmamalıdır. Fârisî (Cevâhir-ül-fıkh) kitâbında, mehrin bir altından<br />

az olmaması yazılıdır. O zemân, bir altının bir miskal ağırlığında olduğu anlaşılıyor.<br />

Dahâ az söylerse, yine bir altın liranın üçde ikisi veyâ bu değerde söylemiş olduğu<br />

bir malı verir. Zevce, mehr-i mu’acceli almadıkça, düğünü, halveti ve birlikde sefere<br />

çıkmağı istemeyebilir. Bunları red edince, zevc, zevcesinin nafakasını kesemez.<br />

Mehrin hepsi müeccel [gecikebilir, sonra olacak] ise, zevce, mehri almadığı için bunları<br />

men’ edemez. Mehr-i mu’acceli almıyan kadın, zevcinden iznsiz evden çıkabilir<br />

ve başka bir mahremi ile sefere gidebilir. On altın mehrini zevcinden aldıkdan sonra,<br />

bunu zevcine geri verip hediyye etse, [fekat, mehrimi hediyye etdim demese], zevci<br />

de, halvetden önce bunu boşasa, kadının zevcine beş altın dahâ vermesi lâzım olur.<br />

Çünki, altın, ta’yîn ile te’ayyün etmediği için, bu on altını zevcine geri vermekle, mehr<br />

parası geri verilmiş olmaz. Boşamak halvetden evvel olduğu için, mehr parasının yarısı<br />

kadının hakkı olacağından, diğer yarısını erkeğe geri vermesi lâzım olur. Zevcden<br />

mehri almayıp ona halâl etseydi veyâ mehr, altın olmayıp, mal olsaydı, bu malı<br />

zevcinden aldıkdan sonra ve zevcine geri vererek hediyye etdikden sonra boşanınca,<br />

erkeğe birşey vermesi lâzım gelmezdi. Çünki, ta’yîn ile te’ayyün eden malı geri<br />

verince, kadın mehri teslîm almamış olur. [Bey’ ve şirâ bahsine bakınız!].<br />

Tekrâr bildirelim ki, nikâhın sahîh olması için, mehrin konuşulması şart değildir.<br />

Din câhili olan bir kimse, (İslâm dîninde, bir erkeğin evlenebilmesi için, kıza<br />

mehr parası vermesi lâzımdır. Kadın, pazar eşyâsı gibi, satılık mal olmakdadır) derse,<br />

islâmiyyete iftirâ etmiş olur. İslâmiyyetde mehr parası, evlenmek için değildir.<br />

Evliliğin düzenli, mes’ûd olarak devâm etmesi, kadının hak ve hürriyyetlerinin korunması,<br />

din câhili huysuz erkeğin elinde oyuncak olmaması içindir. Mehr parasını<br />

vermek ve çocukların nafaka paralarını her ay ödemek korkusundan erkek,<br />

zevcesini boşayamaz. Bu korkunun olmadığı yerlerde, mahkemeler boşanma<br />

da’vâları ile dolup taşmakdadır. Bunun için, evlenecek kızın, islâmın güzel ahlâkını<br />

ve kadına verdiği kıymeti bilen ve bunlara ehemmiyyet veren erkekden az mikdârda,<br />

böyle olmıyandan ise, fazla mikdârda mehr istemesi efdaldir.<br />

NİKÂHI CÂİZ OLMIYANLAR — Yirmibeş kadını nikâh etmek harâmdır.<br />

Bunlara (Mahrem) kimseler denir. Bunlardan onsekizi ebedî mahremdir. Bunların<br />

yedisi (Zî-rahm-i mahrem)dir. Ya’nî kan ile olan, nesebden, soydan akrabâdır:<br />

Anası ile, ananın, babanın anaları ile, kızı ve oğlunun ve kızının kızları ile, kız kardeşi<br />

ile, kız kardeşinin kızları ile, erkek kardeşinin kızları ile, hala ve teyze ile evlenmek,<br />

ebediyyen, ölünciye kadar harâmdır. Demek ki, bir kadın, babası ile,<br />

oğlu ile, kardeşi ile, amcası ile, dayısı ile ve kardeşlerinin oğulları ile hiçbir zemân<br />

evlenemez. Bu yedi kişi, soydan olmayıp, süt ile veyâ zinâ ile olursa, evlenmeleri<br />

yine ebedî harâm olur. Yalnız oğlunun süt kardeşi olan kız ile ve erkek kardeşin<br />

süt annesi ile evlenebilir. Hanbelîde, her yaşda içen, süt kardeş olur. Diğer üç<br />

– 569 –


mezheb imâmı “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, ikibuçuk yaşından yukarı iken<br />

içince, süt kardeş olmazlar dedi.<br />

Nikâh sebebi ile sonradan akrabâ olan dört kadınla da evlenmek ebedî, sonsuz<br />

harâmdır. Bir adam, nikâhlandığı veyâ zinâ etdiği kızın anası ile ve anasının, babasının<br />

anaları ile hiç evlenemez. Nikâhladığı kadın ile vaty olunca, bunun başka<br />

erkekden olan kızı ile hiç evlenemez. Babasının ve öz oğlunun nikâhladığı kadın<br />

ile, ya’nî üvey anası ve gelini ile hiç evlenemez. Çocuklarının gelinleri ile de evlenemez.<br />

Bir kadın, üvey babası ile, üvey oğlu ile, kayınpederi ve dâmâdı ile hiç evlenemez.<br />

(Âhıret kardeşi) ve (Âhıret anası) ile ve (Tarîkat kardeşi) ile evlenmek<br />

câizdir. Bunlar, kendi kardeşi, kendi anası gibi değildir. Bunların başlarını, saçlarını,<br />

görmesi, sohbet etmeleri, bir odada yalnız kalmaları, uzak yola gitmeleri, harâmdır.<br />

Hiçbir tarîkatde halâl değildir. Halâl diyen kâfir olur, zındık olur.<br />

Yedi kadın dahâ vardır ki, bunlarla muvakkat olarak evlenemez. Aradaki sebeb<br />

kalkınca, evlenmesi halâl olur. Bunlardan beşi, nikâh sebebi ile harâmdır. Bir<br />

adam, nikâhladığı kadının kız kardeşleri ile görüşemez ve evlenemez. Nikâhladığı<br />

kadın ölürse veyâ boşarsa, bunun kız kardeşi ile, sonra evlenebilir. Bu kızlara<br />

adamın baldızları denir. Bu adama kızların eniştesi denir. Bu adamın erkek kardeşleri,<br />

bu nikâhlı kızın kayın birâderleri olurlar. Bu kız da, bunların yengesi<br />

olur. Bir kadın, eniştelerinden ve kayın birâderlerinden herhangi birisi ile bir<br />

odada yalnız kalamaz, bunlarla sefere, meselâ hacca gidemez. Ya’nî eniştesi ve kayın<br />

birâderleri bu kadının mahrem akrabaları değildir.<br />

Bir kadın nikâhında iken, bu kadının halası veyâ teyzesini veyâ kardeşlerinin kızını<br />

da nikâhlamak harâmdır. Bunlar, süt ile olunca da harâmdır. Hanefî, Mâlikî ve<br />

Hanbelî mezheblerinde, vaty sebebi ile nikâh etmesi harâm olanlar, zinâ sebebi ile<br />

de harâm olurlar. Şâfi’î mezhebinde ise, zinâ sebebi ile harâm olmazlar. Zinâ etdiği<br />

kadını, kendisi veyâ başkaları nikâh ile alabilirler. Amca kızı, dayı kızı, hala kızı<br />

ve teyze kızı ve yenge, ya’nî kardeş zevcesi (Zî-rahm-i mahrem) değildir. Ya’nî<br />

bu beş kadın, yabancı demekdir. Bunların açık yerlerine bakmak, başı kolu açık iken<br />

konuşmak, halvet etmek harâmdır. (Halvet), bir evde ikisi yalnız kalmak demekdir.<br />

Kâfir kadınları ile ve başkasının câriyesi ile de halvet yapmak harâmdır. Bu beş<br />

kadın yabancı olduğundan, bunlarla evlenmek câizdir. Harâm değildir. Fekat, bunlardan<br />

ilk dördü ile evlenmek tenzîhen mekrûhdur. (Kimyâ-i se’âdet)de diyor ki, (Nikâh<br />

olunacak kadında bulunması sünnet olan sekiz sıfatdan sekizincisi, kadının yakın<br />

akrabâdan olmamasıdır. Hadîs-i şerîfde, (Bunların çocukları za’îf, hastalıklı olur)<br />

buyuruldu.) Türkçe (Mürşid-ül-müteehhilîn) kitâbında da bunun gibi yazılıdır. Bu<br />

dört kadının kızları ile evlenmek, mekrûh değildir. Hazret-i Alî “radıyallahü anh”,<br />

amcasının kızını almadı. Amcasının oğlunun kızını aldı. Mekrûh olmadı.<br />

Evlenmesi muvakkat harâm olan yedi kadından altıncısı, müşrik kadındır. Müşrik,<br />

kitâbsız kâfir demekdir. Hıristiyanlar, resmlere, heykellere ta’zîm ediyorlar, secde<br />

ediyorlar, yalvarıyorlar. Bunların bir kısmı, ellerindeki bozuk İncîllere, Tanrının<br />

Îsâya gönderdiği kitâbdır diyorlar. Îsâ, Tanrının resûlüdür. Onu çok seviyor. Her<br />

istediğini yaratıyor. Babanın oğlunu çok sevdiği için, Tanrıya baba, Îsâya oğul diyorlar.<br />

Kendilerine şefâ’at etmesi için, Îsâya yalvarıyorlar. Bunlara (Ehl-i kitâb) denir.<br />

Bunlar müşrik değildir. Hıristiyanların ikinci kısmı, Îsâda ülûhiyyet sıfatları vardır.<br />

Babası gibi, her dilediğini yaratır. Ebedî, ezelî olarak diridir diyorlar. Böyle inanarak<br />

yalvarmağa, ibâdet etmek, tapınmak denir. Böyle inanmağa (Şirk) denir. Böyle<br />

inanana (Müşrik) denir. Böyle ibâdet olunan resmler, heykeller, haçlar putdur.<br />

Komünistler ve masonlar, mürted, budist, berehmen ve mülhidler müşrikdir. Müşrik,<br />

müslimân veyâ kitâblı kâfir olursa, bununla evlenmek câiz olur. Bir müslimân<br />

erkek ve kız, evleneceği kimsenin müslimân olup olmadığını araşdırıp anlaması lâzımdır.<br />

Müslimân erkeğin kitâblı kâfiri, ya’nî (müşrik) olmıyan, hıristiyan ve yehûdî<br />

kadını ve bid’at ehli, mezhebsiz kadını, müşrik olmamış ise, nikâhlaması câ-<br />

– 570 –


iz ise de, zimmî ile evlenmek tenzîhen, harbî ile tahrîmen mekrûhdur. Müslimân<br />

kadın ile evli olanın da, bunları nikâhlaması câizdir. Müslimân kızın ise, müslimân<br />

olmıyan erkekle evlenmesi câiz değildir. Evlenmeğe karâr verirken mürted olur.<br />

(Nimet-i islâm)da diyor ki (Ehl-i kitâbın nikâhında şâhidlerin müslimân olmaları<br />

şart değildir. Bir müslimân, kitâbî olan zevcesini kiliseye gitmekden ve evde şerâb<br />

yapmakdan men’ edebilir. Hayz ve nifâs sonunda, gusl abdesti almağa cebr edemez.<br />

Tesettür etmesi iyi olur. Müslime üzerine kitâbiyye tezevvüc câizdir.)<br />

Muvakkat harâm olan kadınların yedincisi, hür kadın ile evli iken, câriye ile de<br />

nikâhlanmakdır. Câriye ile nikâhlı iken, hür kadını da nikâhlamak câizdir.<br />

Bu yedi kadına selâm vermek ve selâmlarına cevâb vermek câiz değildir.<br />

Başkasının zevcesini nikâh etmek câiz değildir. Kadın boşanmış ise ve iddet denilen<br />

zemân geçinceye kadar beklemiş ise, bunu nikâh etmek câiz olur. İddet bâbının<br />

sonunda diyor ki, gâib olan, [ya’nî uzak memleketde habs, esîr olan] zevcinin<br />

öldüğü veyâ üç talâk verdiği haberini âdil birinden öğrenen kadın, başkası ile<br />

evlenebilir. Hâkimin, doksan yaşını dolduran gâibin öldüğüne hükm edeceği<br />

(Mecelle)nin onuncu maddesi şerhinde yazılıdır. (Öldüğünü işitip veyâ boşadığını<br />

bildiren mektûbunu alıp, başkası ile evlendikden sonra, birinci zevci gelirse, ikinci<br />

nikâhı bâtıl olur [Ni’met-i islâm]). Hür erkeğin dörtden, kölenin ise ikiden<br />

çok kadın nikâhı altında bulundurması harâmdır. İkinci kadınla evlenmek için, birinci<br />

kadından izn almak lâzım değildir. Birinci kadın râzı olmazsa, hattâ kendimi<br />

öldürürüm dese de, erkek ikinci kadını nikâhlıyabilir. Fekat, birincinin gönlünü<br />

hoş etmesi, hattâ hoş etmek için ikinci nikâhdan vaz geçmesi iyi olur ve sevâb<br />

kazanır. Aralarında adâlet yapamazsa, zulm yaparsa, nafaka bulamazsa, bir evlenmek<br />

bile harâm olur. [Otuzdokuzuncu maddeye bakınız!] Şî’îler, dokuz kadınla,<br />

vehhâbîler on kadın ile evlenmek câiz diyorlar. Hamîdullah, (İslâma giriş) kitâbında,<br />

burasını da, yanlış yazmakdadır.<br />

Zinâdan hâmile kadını vad’-ı haml etmeden [doğurmadan] evvel nikâh etmek sahîhdir.<br />

Fekat, vad’-ı haml edinciye kadar vaty etmek câiz olmaz ve nafakası vâcib olmaz.<br />

Nikâhdan hâmile olan kadını, vad’-ı haml edinciye kadar, nikâh etmek sahîh değildir.<br />

Zinâ etdiği kadını, zânînin nikâh ve vaty etmesi halâldir ve nikâhdan altı ay<br />

sonra olan çocuk onun çocuğu olur. Altı aydan önce olursa, bu çocuk bendendir derse,<br />

yine onun olur. Zinâ olunmuş kadını başkasının, istibrâ etmeden nikâh ve vaty etmesi<br />

câiz olur. (Zinâ eden kadını, başka erkekler nikâh edemezler) meâlindeki<br />

âyet-i kerîme, Nisâ sûresinin üçüncü âyeti ile nesh edilmiş ve hadîs-i şerîf ile bildirilmişdir.<br />

Zevcesi zinâ eden kimse, iddet beklemeden bunu vaty edebilir.<br />

Sünnet üzere nikâh yapmak: İki veyâ dahâ çok sâlih müslimân erkek toplanır.<br />

Erkekler arasında hiçbir kadın bulunmamalıdır. Düğünde de, erkekler ayrı evde,<br />

kadınlar başka evde toplanmalıdır. Gelini, kapalı bile olsa, yabancı erkeğe göstermek<br />

harâmdır. Harâma ehemmiyyet vermiyen kâfir olur. Nikâh bozulur. Önce erkek<br />

ve kadın tarafından birer kişi konuşma yapmalıdır. Konuşmadan sonra, kadının<br />

vekîli mehr olacak altın sayısını söyler. Erkek kabûl etmezse, bir sayıda uyuşulur.<br />

Sonra, kadının velîsi veyâ müslimân olan vekîli:<br />

(Bismillâh velhamdülillah, vessalâtü alâ Resûlillah) dedikden sonra, dâmâda karşı:<br />

(......)nın kızı (......)yı, sana zevceliğe verdim. Velîsi [veyâ vekîli] bulunduğum<br />

(......) kızı (......)yı, [meselâ on Reşâd altını] (Mu’accel) [ya’nî peşin] mehr ile ve [meselâ<br />

yirmi Reşâd altını] (Müeccel) [ya’nî sonra vermek üzere] mehr ile, sana zevceliğe<br />

verdim der. Dâmâd yok ise, bunları dâmâdın vekîline söyler ve söylerken,<br />

sana demeyip, (......) oğlu (......)ya verdim der. Bu sözlere (îcâb) ya’nî teklîf denir.<br />

Sonra dâmâd şöyle cevâb verir: Ben bu nikâhı, söylenen bu mehr ile, kendim için<br />

kabûl etdim. Eğer dâmâd yoksa, vekîli cevâb vererek, ben bu nikâhı vekîli bulunduğum<br />

(.....) oğlu (......) için söylenen bu mehr ile kabûl etdim der. Mehr mikdârını<br />

söyleyerek cevâb verilmesi iyi olur. Bu cevâba (kabûl) denir. Böylece îcâb ve<br />

– 571 –


kabûl ile, islâm nikâhı olur. [Mehr parasını bir kâğıda yazıp ve dâmâd ile iki şâhid<br />

altını imzâlayıp zevceye teslîm etmek müstehabdır. Mehr parası kul hakkıdır.<br />

Erkek zevcesini boşarken, zevcenin bu hakkını ödemezse, dünyâda hapse, âhıretde<br />

de Cehenneme girecekdir. Meselâ yirmi altın lira veyâ bir Reşâd altını doksan<br />

bin lira kıymetinde olduğu zemân, iki milyona yakın kâğıd lira ödemek ve çocukların<br />

nafakaları için annelerine her ay geçim parası vermek, ya’nî ikinci bir evin<br />

geçim masrafını yüklenmek, çok kimsenin yapabileceği birşey değildir. Görülüyor<br />

ki, Allahü teâlâ boşamak hakkını erkeğe vermiş ise de, bir müslimânın bunu yapmasını<br />

çok ağır şarta bağlamış, hattâ imkânsız kılmışdır. Boşamak hakkı kadınlara<br />

bir göz dağı olmakdan ileri gitmemekde, ancak erkeğin ev idâresindeki vazîfelerini<br />

yapabilmesine kuvvet vermekde, yardımcı olmakdadır. Boşamak hakkı,<br />

zâhiren erkeğin elinde, hakîkatde ise, her zemân zevcenin elindedir. Bir mü’min<br />

zevcesini boşamak isteyince, çok az kimsenin kazanabileceği parayı ve senelerce<br />

devâm eden nafakaları ödemek veyâ dünyâda habshânede kalmak, âhıretde de Cehennemde<br />

yanmak korkusu, önüne dağ gibi dikilir. Kadın boşanmak isteyince, mehrini<br />

hediyye, halâl edip, nâ-hoş hareketleri ile zevcini talâk vermeğe mecbûr edebilir.<br />

Zevcenin boşanması bu kadar kolay olduğu hâlde, âile hayâtının kudsiyyetini<br />

ve zevcin zevcesi üzerindeki haklarını bilen bir müslimân kadını, mukaddes yuvasını<br />

yıkmak günâhına girmeği ve böylece dünyâda sefîl ve rezîl, âhıretde de azâba<br />

müstehak olmağı elbet istemez. Boşanan kadın, hiçkimseye birşey vermeğe mecbûr<br />

değildir. Ona zengin akrabâsı bakmağa mecbûrdur. Kimsesi yoksa, Beyt-ülmâl<br />

bakar. Sâlih bir mü’min ise, zevcesini boşayınca çocuklarına nafaka vermek<br />

ve yeni evini geçindirmek için devâmlı çalışıp, kazanmak mecbûriyyetindedir.<br />

Dinsizlerin, mezhebsizlerin ve câhillerin, islâmiyyete uymıyan yanlış, bozuk hareketlerini<br />

ileri sürerek, islâmiyyete dil uzatmamalıdır.]<br />

İslâm nikâhının sahîh olması için, dâmâdın ve gelinin müslimân olmaları şartdır.<br />

Ya’nî îmânın ve islâmın şartlarını bilmeleri ve inanmaları lâzımdır. Îmânları<br />

şübheli ise, nikâh yapacak olan kimse, Besmele, hamd ve salevât okudukdan sonra,<br />

îmânın altı ve islâmın beş şartını birer birer söyler. Herbirini dâmâda ve geline<br />

de söyletir. Allahü teâlânın sıfât-ı zâtiyyesini ve sıfât-ı sübûtiyyesini, Peygamberlerin,<br />

meleklerin mühim özelliklerini, kabr ve kıyâmet bilgilerini, sırası gelince,<br />

orada söyler ve tekrâr etdirir. Bunlara inandık, îmân etdik, mü’minim, müslimânım<br />

elhamdülillah dedirir. Sonra dâmâddan veyâ vekîlinden başlıyarak nikâhı<br />

kıymalıdır. (Redd-ül-muhtâr)da buyuruyor ki, (Bir arada bulunan kadınla erkeğin,<br />

yazı ile nikâh yapması câiz olmaz. Karşı karşıya olmayınca, birinin mektûb<br />

gönderip, ötekinin iki şâhid yanında mektûbu okuyup, söz ile kabûl etmesi câiz olur.<br />

İkisinin de, yazı ile bildirmesi olmaz. Erkekden gelen mektûbu, kadın, iki şâhide<br />

okur veyâ anlatır. Şâhid olunuz! Ona zevce olmağı kabûl etdim der. Kadının,<br />

mektûbu şâhidlere okuması, erkeğin şâhidler yanında söz ile teklîf etmesi gibi olur).<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, nikâh şâhidlerini anlatırken buyuruyor<br />

ki, (Bütün akdlerde [sözleşmelerde] olduğu gibi, nikâh için birini vekîl yaparken<br />

de, iki şâhid bulunması lâzım değildir. Fekat, her akdde iki şâhid müstehabdır. Nikâh<br />

yapılırken ise, şartdır, lâzımdır. Ödünc vermekde de, iki şâhid vâcibdir denildi.<br />

Ticâret, vekâlet ve bütün akdlerde sened yazmak şart değil ise de, ödünc vermekde<br />

lâzım, nikâhda da müstehabdır. Vekîl yapmakda ve nikâhda, şâhidlerin [ve<br />

vekîl yapılacak zâtın] kadını tanımaları lâzımdır. Yanında iseler, yüzünü görmeleri<br />

iyi olur. Başka odadan sesini duyarlarsa, kadın odada yalnız ise, câiz olur. Nikâh<br />

kıyılırken, velî veyâ vekîl şâhidlerin bildiği kadının yalnız ismini söyler. Şâhidlerin<br />

tanımadıkları kadının, babasının ve dedesinin adını da söylemesi lâzımdır. Tanımak,<br />

kimin kızı ve hangi kızı olduğunu bilmek demekdir. Şahsını, şeklini bilmek<br />

değildir. Küçük kızın babası, kızının nikâhını kıymak için, bir zâta emr eder. O vekîl<br />

olan da, bir başkası yanında nikâh yaparsa, baba da hâzır bulundu ise, câiz olur.<br />

– 572 –


Çünki, vekîlin nikâh yapması, babanın yerine olur. Kendi şâhid yerini tutar. Baba<br />

hâzır bulunmazsa, câiz olmaz. Büyük [bâliga] kızın babası veyâ başka bir vekîli, bir<br />

adam yanında, kızı nikâh yaparsa, kız da hâzır ise, câiz olur. Çünki, velînin ve vekîlin<br />

sözünü, kız söylemiş gibidir. Velî veyâ vekîl, şâhid yerine geçer. Bir adam bir<br />

kimseye, (Kızını bana zevce olarak verdin mi?) dese, o da (Evet) veyâ (Zevce olarak<br />

verdim) dese, nikâh olmaz. Birinci adamın tekrâr, (Kabûl etdim) demesi lâzımdır.<br />

Çünki, önce sormuşdu. Soru ile, süâl ile vekîl yapılmaz. (Kızını bana zevce olarak<br />

ver!) deseydi, olurdu. Çünki, emr ile vekîl yapmış olur. Bu vekîlin cevâbı, iki<br />

taraf adına söylenmiş olup, iki şâhid de varsa, nikâh temâm olur. Vekîl, kızın babasının<br />

adını yanlış söylerse, nikâh sahîh olmaz. Bir adam, birçok kimseyi, bir kızı<br />

almak için gönderse, içlerinden biri, kızın babasına söyleyip, babası veyâ velîsi<br />

verse, sahîh olur. Çünki, içlerinden söyliyen vekîl olmuş, ötekiler şâhid olmuşdur.<br />

Bir adam, bir kimseyi (Filân kızı, bana şu kadar altın mehr ile iste) diyerek vekîl<br />

etse, vekîl, dahâ çok mehr söyliyerek istese ve böylece nikâh yapılsa, fazlasını<br />

vermek lâzım gelmez. Adam, isterse fazlasını kabûl eder. İsterse nikâhı fesh e-<br />

der. Düğünden sonra haber alıp fesh ederse, (Mehr-i misl) vermesi lâzım olur. Allahü<br />

teâlâ ve Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şâhiddir diyerek yapılan nikâh<br />

sahîh olmaz. Küfr olur diyenler de vardır.)<br />

(Mecmû’a-i Zühdiyye)de diyor ki: İki erkek şâhidin yanında, erkek, seni zevceliğe<br />

aldım diye bir kâğıda yazsa, kız da kabûl etdim diye yazsa, nikâh olmaz. Söylemeleri<br />

lâzımdır. Bulunmıyan kimsenin, (Seni zevceliğe aldım) yazısını, şâhidlere<br />

okuyup da kabûl etdim derse, nikâh olur. Yazıyı okumayıp, yazılmış olduğunu<br />

söyleyip, kabûl etdim dese, nikâh yine olur. Bir erkek, zevce olması için, bir kıza,<br />

biri ile haber gönderip, kız da, habercinin sözünü işiten iki şâhid yanında kabûl etdim<br />

dese, nikâh olur. Nikâhda îcâb [ya’nî teklîf] ve kabûlün aynı meclisde [ya’nî<br />

buluşmada] yapılması şart olduğu hâlde, başka yerdeki birinden gelen îcâb mektûbunu,<br />

şâhidlere bir meclisde söyleyip, kabûl etdiğini başka meclisde söylemek<br />

câizdir. Bir kadın, kendisini bir adama zevce yapması için birini vekîl etse, vekîl,<br />

bu kadının yanında ve iki kadın şâhid varken nikâh yapsa, sahîh olur. Başka nikâhlısı<br />

olmadığını söyliyerek nikâhlanan kimsenin, başka zevcesi de olduğu anlaşılırsa,<br />

nikâh bozulmaz. Yalan olan her şart da böyledir. Bir kadın, kendi üstüne câriye<br />

tutmaması şartı ile, kendisini bir erkeğe nikâhlaması için birini vekîl etse, vekîl<br />

bu şartı söylemeden nikâh etse veyâ kadının bildirdiği erkekden başkasına nikâh<br />

etse, kadın nikâhı red edebilir. Küçük kızı, babası, ölüm hastalığında, şâhidler<br />

yanında bir erkeğe nikâh edebilir. Kendinden yakın velîsi bulunmıyan, amcasının<br />

kızını, kız küçük ise, kızdan iznsiz, büyük ise, izn alarak, kendine nikâh<br />

edebilir. Kızın izni ile babası, erkeğin de vekîli, iki şâhid yanında nikâhlarını yapabilirler.<br />

Bir kız, nişanlısı ile nikâhlanmağa zorlanamaz.<br />

Âkıl ve bâlig olan kızın nikâhını yapmak için, velîsinin vekîl olması şart değil ise<br />

de, müstehabdır. Bâlig olmıyan oğlan ve kızın nikâhı için, velîsinin vekîl olması veyâ<br />

izn vermesi lâzımdır. Velî, çocuğun mîrâsını almağa hakkı olan asebedir. Velînin<br />

yakınlık [kuvvet] sırası, Şeyhayne göre “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” oğul, oğlun<br />

oğlu, baba, dede, kardeş, amca, amca oğludur. Büyük kızı, velîsi iznsiz nikâh etse,<br />

kız işitince susarsa veyâ güler veyâ sessiz ağlarsa, kabûl etdiği anlaşılır. Nikâhdan<br />

önce izn istemekde de böyledir. İzni nikâhdan önce istemek sünnetdir. Sâlih<br />

olan baba ve büyük baba, küçük çocuğu nikâha zorlayabilir ve nikâh sahîh olur. Bu<br />

ikisinden başka erkek velîlerin yalnız mehr-i misl ile ve küfv olana sahîh olursa da,<br />

bâlig olunca hâkime bozdurabilirler. Erkek velî yok ise, önce ana, sonra babanın<br />

anası, sonra kızı, oğlunun kızı velî olur. Yakın velî hayâtda iken, uzak velî nikâha<br />

vekîl olamaz. Yakın velî, mehr-i misl ile ve küfv olana nikâh yapmaz ise, hâkim-i şer’<br />

nikâhı yapar. Erkek velî, küfvü olmıyana varan kadının nikâhını hâkime bozdurabilir.<br />

Bu nikâhın zâten sâhih olmadığı, (Fetâvâ-i Hayriyye)de yazılıdır. (Küfv), er-<br />

– 573 –


keğin soyda, malda, diyânâtda ve şerefde kadına uygun olması demekdir.<br />

(Ni’met-i islâm)da diyor ki, (Kefâet, kadının erkekde arayacağı şeydir. Erkek<br />

altı şeyde kadından üstün veyâ müsâvî olmalıdır. Aşağı san’atlı erkek, yukarı<br />

san’atlı kadına küfv olamaz. Ma’âş, ücret ile çalışmak da böyledir. Fıskı yayılmış<br />

olmasa da, fâsık erkek, sâliha kıza, hattâ sâlih kimsenin kızına küfv olamaz. Zevcin,<br />

mehr-i mu’acceli ve bir aylık nafakayı verecek iktidârda olması lâzımdır.<br />

Böyle erkek, dahâ zengin kadına küfvdür. Bu şartlar, nikâh yaparken bulunmalıdır.<br />

Sonra zâil olabilir. Köylü, şehrli kıza küfvdür. Mehr-i mislden az mehr ile nikâhlanan<br />

kızın velîsi, mehri temâmlatabilir veyâ hâkime nikâhı fesh etdirir).<br />

Vekîl olmıyan herhangi bir kimse, bir adamın nikâhını yapsa veyâ bunun zevcesini<br />

boşasa, adamın işitince kabûl veyâ red etmesine bakılır. Kölenin zevcesini,<br />

efendisi boşayamaz. Bir adam, zevcesini boşamak için, bizzat zevceyi veyâ başkasını<br />

vekîl edebilir. Bu da üç dürlü olur: Birincisi, (Temlîk) olup, zevc zevcesine, talâk<br />

niyyeti ile, (Sen nefsini ihtiyâr et) veyâ (İşin elinde olsun) yâhud niyyete lüzûm<br />

olmadan (Kendini boşa) der ve vakt bildirmezse, kadın o meclisde, vakt de bildirdi<br />

ise, o vakt içinde, kendini boşayabilir. 2. ve 3. cü için 36. cı maddeye bakınız!<br />

Nikâhda bulunanlara, şeker, meyve veyâ şerbet gibi tatlı verilmesi, düğünde ise,<br />

etli ve tatlı yemek vermek ve düğün ziyâfetine çağırılınca, yemeğe gitmek, def, davul<br />

çalarak düğünü tanıdıklara duyurmak sünnetdir.<br />

Nikâhda imâm bulunması, belli şeyler okuması şart değildir. Bu, imâm nikâhı<br />

değildir. İslâm nikâhıdır. Evlenecek bir müslimân, önce belediyede evlenme<br />

me’mûrluğuna başvurup, gerekli kanûnî muâmeleleri temâmlamalı, evlendiğini nüfûs<br />

cüzdanına yazdırmalıdır. Kanûna uygun işi bitirdikden sonra, düğünden önce,<br />

islâm nikâhı da yapılır. Allahü teâlânın emri yerine getirilmiş olur. Kanûna uygun<br />

evlenmiyen, suç işlemiş olur. İslâm nikâhı yapmıyan, günâh işlemiş olur. Bunlara<br />

aldırış etmiyenin cezâsı, katkat çok olur. Müslimân, suç ve günâh işlememelidir.<br />

Suç işliyerek cezâya çarpılmak da günâhdır.<br />

Osmânlılar zemânında, İstanbulda nikâh şöyle yapılırdı:<br />

Nikâh yapacak efendi, önce zevcenin adını, meselâ Fâtıma bint-i Ahmed yazar.<br />

Sonra zevcenin vekîlini, meselâ Alî bin Zeyd yazar. Sonra iki erkek şâhidin adını yazar.<br />

Sonra zevcin adını, meselâ Ömer bin Hüseyn diye yazar. Sonra, zevc yoksa zevcin<br />

vekîlinin adını yazar. Sonra, iki tarafa sorarak, uyuşdukları mehr-i müecceli yazar.<br />

Sonra, istigfâr okur. E’ûzü Besmele okur. (Elhamdülillahillezî zevvecel ervâha<br />

bil eşbâh ve ehallennikâha ve harremessifâh. Vessalâtü vesselâmü alâ resûlinâ<br />

Muhammedinillezî beyyene-l-harâme ve-l-mubâh ve alâ âlihi ve Eshâbi-hillezîne hüm<br />

ehlüssalâhi velfelâh) der. E’ûzü Besmele çekip, Nûr sûresinin otuzikinci âyetini okur.<br />

(Sadakallahül’azîm) deyip, kâle Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (En-nikâhü<br />

sünnetî femen ragibe an sünnetî feleyse minnî) sadaka Resûlullah. (Bismillâhi<br />

ve alâ sünnet-i resûlillah). Allahü teâlânın emr-i şerîfi ile ve Peygamberimiz hazret-i<br />

Muhammeden-il Mustafâ efendimizin sünnet-i seniyyesi ile ve amelde mezhebimizin<br />

imâmı, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ictihâdı ile ve hâzır olan müslimânların<br />

şehâdetleri ile, vekîli olduğun Fâtıma bint-i Ahmedi, ...... lira mehr-i müeccel<br />

ve aralarında ma’lûm olan mu’accel ile, tâlibi olan Ömer bin Hüseyne tezvîce,<br />

[halâllığa vermeğe] vekâletin hasebi ile, verdin mi der. Sonra zevcin vekîline dönüp,<br />

yine (Bismillâhi ve alâ)dan başlayıp okur. Sen dahî, Fâtıma bint-i Ahmedi, ......<br />

lira mehr-i müeccel ve aralarında ma’lûm olan mehr-i mu’accel ile, vekîli olduğun<br />

Ömer bin Hüseyne, vekâletin hasebi ile, aldın mı? der. Her ikisine üçer kerre sorar<br />

ve cevâb alır. Ben dahî akd-i nikâh etdim der. Sonra, şu düâyı okur:<br />

(Allahümmec’al hâzel akde meymûnen mubâreken vec’al beyne-hümâ ülfeten<br />

ve mehabbeten ve karârâ ve lâ tec’al beyne-hümâ nefreten ve fitneten ve firârâ.<br />

Allahümme ellif beynehümâ kemâ ellefte beyne Âdeme ve Havvâ. Ve kemâ ellefte<br />

beyne Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Hadîce-tel-kübrâ ve Âi-<br />

– 574 –


şe-te ümm-il mü’minîne “radıyallahü anhümâ”. Ve beyne Alîyyin “radıyallahü anh”<br />

ve Fâtıma-tez-zehrâ “radıyallahü anhâ”. Allahümme a’ti le-hümâ evlâden sâlihan<br />

ve ömren tavîlen ve rızkan vâsi’an. Rabbenâ heb lenâ min ezvâcinâ ve zürriyyâtinâ<br />

kurrete a’yünin vec’alnâ lil müttekîne imâmâ. Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten<br />

ve fil âhıreti haseneten ve kına azâbennâr. Sübhâne rabbike...). Sonra Fâtiha<br />

der. Bu düâyı Peygamber efendimiz ve bütün Âlimler, Velîler okudular. Bunu<br />

okuyunca, zevc ve zevce arasında, ölünciye kadar muhabbet mevcûd olur.<br />

Râhat ve huzûr içinde yaşarlardı. Evlerinden bereket eksik olmazdı. Nikâh yapan<br />

zât, zevc ve zevcenin nüfûs kâğıdını alıp, iki şâhid ile imâm efendiye gider. İmâm<br />

efendinin vereceği (Nikâh vesîkası)nı doldurup, kendisi ve iki şâhid imzâlar.<br />

İmâm efendi, vesîkaları tasdîk edip, bunları nüfûs kâğıdı ile âid olduğu nüfûs<br />

me’mûrluğuna gönderir. Nüfûs me’mûru vesîkadaki nikâh bilgisini kendi defterine<br />

ve nüfûs kâğıdına kayd eder. Nüfûs kâğıdını imâm efendiye gönderir. İmâm efendi,<br />

nüfûs kâğıdını zevcin kendisine ve zevcenin vekîline verir. Böylece, nikâh işi,<br />

tescîl edilmiş olur.<br />

Nikâh eden kimsenin niyyeti, zinâdan, harâma bakmakdan korunmak olmalıdır.<br />

Sâlih evlâd yetişdirmeği, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin çoğalmasını<br />

ve Onun nikâh sünnetine uymağı niyyet etmelidir. Evlendikden sonra, harâm<br />

mâl toplamağa kalkışmak, harâm kazanmağa çoluk çocuğu behâne etmek, nikâhın<br />

sünnet üzere yapılmadığını gösterir.<br />

(Müt’a) nikâhı ve (Muvakkat nikâh), dört mezhebde de harâmdır. Müt’a nikâhı,<br />

şâhidsiz olarak bir kadına belli para verip, belli zemân için berâber yaşamağı<br />

sözleşmek demekdir. Müt’a nikâhının harâm olduğunda bütün âlimlerin sözbirliği<br />

bulunduğu, (Mîzân-ül-kübrâ)da ve (İbni Âbidîn)de yazılıdır ve (İmâm-ı Mâlik<br />

câiz dedi) sözünde yanlışlık olduğunu bildirmekdedir. Muvakkat nikâh, yüz sene<br />

olsa bile, belli bir zemân sonra boşamağı söyliyerek, bütün şartlarına uygun yapılan<br />

nikâhdır. Söylemeyip, yalnız kalbinden geçirse, nikâh sahîh olur.<br />

Hacca götürecek erkeği olmıyan bir kadının, hacca gidebilmek için, hacca gitmekde<br />

olan bir erkek ile evlenmesi ve hacdan gelince boşanması da, muvakkat nikâh<br />

olduğu için harâmdır. Kadınların, hacca yalnız gitmeleri de harâmdır. Ebedî<br />

mahrem akrabâsından biri veyâ zevci yanında bulunmıyan kadının üç günlük yola<br />

gitmesi câiz değildir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfeden ve imâm-ı Ebû Yûsüfden<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” gelen habere göre, hür kadının bir günlük yere mahremsiz<br />

gitmesi mekrûhdur. Bir günden az mesâfeye sâlih erkekler arasında mahremsiz<br />

gidebileceği, (Fetâvâ-yı Hindiyye) beşinci cildde yazılıdır.<br />

(Ukûd-üd-dürriyye)de diyor ki, (Mehr olarak Kur’ân-ı kerîm öğretmeği söylemek<br />

sahîhdır. Çünki, karşılığında ücret alınması câiz olan şeyi mehr yapmak câizdir.<br />

Bir kimse, zevcesine nafakadan hâric birşey gönderince bunun mehr olduğunu<br />

söylerse, yemîn edince sözü kabûl edilir. Mehr söylemeden nikâh edilen kadın,<br />

halvet ve vaty olmadan önce boşanırsa, zevcin buna müt’a vermesi vâcib<br />

olur. Müt’a, antârî, manto ve baş örtüsü olup, kıymeti mehr-i mislin yarısından fazla<br />

olmaz. Zevci ölen kadın, mehr-i mu’accelin bir kısmını almadığını söylerse, bunu<br />

mîrâsdan alır. Mehr-i mu’accelin hepsini almadığını söylerse, birşey verilmez.<br />

Baba, kızına çehiz hâzırlayıp sıhhatde iken kendisine teslîm etdikden sonra ölse,<br />

vârisler bundan hak istiyemez. Kızın akrabâsının kızı teslîm etmek için, başlık olarak<br />

dâmâddan aldıkları şeyler rüşvet olur. Dâmâda geri vermeleri lâzım olur.<br />

Âkıl, bâlig olan kız, mehr-i misl ile küfvüne nikâhlanırsa, babası, anası ve hiç kimse,<br />

buna mâni’ olamaz. Bâkire olarak aldığı kızı, seyyibe [dul] bulduğunu söyliyenin<br />

sözü kabûl edilmez ve mehri geri verilmez. İki bayram arasında nikâh yapmak<br />

ve düğün yapmak câizdir.) (Hamza efendi risâlesi)nde ve (Fetâvel-hayriyye)de diyor<br />

ki, (Nikâh yapmak için, kızın akrabâsının zevcden başlık olarak birşey istemesi<br />

rüşvetdir. Alması harâmdır. Dâmâd da, va’d ederse, vermesi lâzım olmaz. Ver-<br />

– 575 –


miş ise, geri alabilir). (Bahr-ül-fetâvâ)da diyor ki, (Kadın nikâhdan sonra, zevcin<br />

cüzzam [miskin] hastası olduğunu anlasa, imâm-ı Muhammede göre nikâhını hâkime<br />

fesh etdirebilir. Bir kimse, kızına çehiz verdikden sonra, âriyet olarak vermişdim<br />

dese, iki şâhid gösteremese, sözü kabûl edilmez. Kızı ölürse, yemîn edince,<br />

kabûl edilip, bunları dâmâddan geri alabilir). (Feyziyye) fetvâsında diyor ki,<br />

(Mehr-i mu’accel, çehiz masrafı olarak düğünden önce verilir. Mangır [ya’nî fülûs]<br />

râyic [geçer akça] iken, mehr olarak şu kadar bin mangır diyerek nikâh yapdıkdan<br />

sonra, mangır kâsid [geçmez] olsa, zevce vefât etse, vârislerine kesâd günü olan kıymetleri<br />

kadar altın, gümüş kıymetleri verilir. Mangır adedince gümüş verilmez. [Kâğıd<br />

lira da, fülûs demekdir.] Zevc, nikâhdan sonra gönderdiği eşyâ için, mehr idi<br />

dese, zevce de, hediyye idi dese, şâhidleri yok ise, zevcin sözü kabûl edilir).<br />

Dünyâ geçicidir, burda kalınmaz,<br />

ne kadar mal olsa, murâd alınmaz,<br />

gâfil olma sakın, geri dönülmez!<br />

Yürü dünyâ yürü, sonun virândır,<br />

bin yılından sonra, âhır zemândır.<br />

Hâlıkın dururken, mahlûka tapma,<br />

şeytâna uyup da, yolundan sapma,<br />

harâmlara dalıp, dînini yıkma!<br />

Yürü dünyâ yürü, sonun virândır,<br />

bin yılından sonra, âhır zemândır!<br />

Azık topladın mı yola çıkmağa?<br />

Işık edindin mi aydınlanmağa?<br />

İki melek gelir süâl sormağa.<br />

Yürü dünyâ yürü, sonun virândır,<br />

bin yılından sonra, âhır zemândır!<br />

Ölünce, çözerler belin, kuşağın,<br />

gözüne görünmez, oğlun, uşağın,<br />

yakasız kefendir, örtün, döşeğin.<br />

Yürü dünyâ yürü, sonun virândır,<br />

bin yılından sonra, âhır zemândır!<br />

Paran, apartmanın arkada kalır,<br />

ummadığın gelir, hepsini alır,<br />

gayrılar yer, içer, senden sorulur.<br />

Yürü dünyâ yürü, sonun virândır,<br />

bin yılından sonra, âhır zemândır!<br />

Münker Nekir gelir, çınarlar gibi,<br />

gözleri yanıyor, şimşekler gibi,<br />

sorguya çekerler, gök gürler gibi,<br />

Yürü dünyâ yürü, sonun virândır,<br />

bin yılından sonra, âhır zemândır!<br />

Cehennemin, yedi dürlü yapısı,<br />

herbirinin ateşdendir kapısı,<br />

seksen yıllık yoldan gelir kokusu.<br />

Yürü dünyâ yürü, sonun virândır,<br />

bin yılından sonra, âhır zemândır!<br />

– 576 –


35 — KÂFİRİN EVLENMESİ<br />

Aşağıdaki yazı, (Dürr-ül-muhtâr)dan ve bunun şerhi olan İbni Âbidînden (Kâfirin<br />

nikâhı) bâbının tercemesidir:<br />

Burada üç şey bildirilecekdir:<br />

1 — Müslimânlar arasında sahîh olan her nikâh, kâfirler arasında da sahîhdir.<br />

2 — Şartı noksân olduğu için, meselâ şâhidler olmazsa veyâ kadın iddet zemânını<br />

doldurmamış ise, müslimânların nikâhı harâm olur. Hâlbuki, kendi dinlerine<br />

uygun olunca, kâfirlerin böyle nikâhları câiz olur.<br />

3 — Müslimânın nikâh etmesi harâm olan kadınları, kâfirin, kâfir kadınlardan<br />

alması câiz olur. Bunları alınca da nafaka vermeleri ve müslimân olunca, bunları<br />

kazf edenlere had vurulması lâzım olur. Fekat, müslimân olunca nikâhları bozulacak<br />

olanlar, birbirinden mîrâs alamaz.<br />

Üçüncü kısm nikâhla evlenmiş kâfirin ikisi de müslimân olursa, hâkim bunları<br />

ayırır. Mecûsî karı kocadan birisi veyâ kitâblı kâfirlerden kadın müslimân olursa,<br />

ikincisine de müslimân olması söylenir. O da müslimân olursa, nikâhları bozulmaz.<br />

Olmazsa, hâkim bunları ayırır. Mecûsî olan evlilerden, erkek müslimân olsa,<br />

kadın ise yehûdî veyâ hıristiyan olsa, nikâhları bozulmaz. Kitâblı kâfirlerden<br />

kadın veyâ erkek müslimân olup, Dâr-ül-islâma gelse, nikâhları bozulur. Çünki,<br />

Dâr-ül-harbdeki kâfirler, ölü demekdir. Ölü ile diri arasında nikâh olmaz. İkisi de<br />

zimmî olarak veyâ müslimân olarak Dâr-ül-islâma gelirse veyâ esîr alınırlarsa, nikâhları<br />

bozulmaz.<br />

Müslimân evliden biri mürted olsa, ya’nî müslimânlıkdan çıksa, nikâhları fesh<br />

olur, bozulur. Erkek mürted olur, sonra îmânı ve nikâhı yenilerse, câiz olur. Talâk<br />

olmadığı için, üçden fazla da ve iddet beklemeden de yenilemesi câiz olur ve<br />

mahkemeye lüzûm kalmaz. Erkek mürted olunca, iddet zemânı süresince, nafaka<br />

vermesi lâzım olur. Kadın mürted olunca, iddet için nafaka lâzım olmaz. Mürted<br />

kadın müslimân oluncıya ve hâkime nikâhını yeniletinceye kadar habs olunur.<br />

Habsdeki kadın, iznsiz evden giden kadın gibi olup, zevci nafaka ve kirâsını vermez.<br />

Mürted adam, iddet zemânında ölürse, müslimân olan zevcesi buna vâris olur.<br />

Kocasından boşanmak için mürted olan kadınların çoğaldığını gören Belh âlimleri,<br />

kadın mürted olunca, nikâh fesh olmaz dediler. [İkinci kısm, 15. ci madde sonuna<br />

bakınız!]<br />

Zâhir haberlere göre, mürted olan kadın, Dâr-ül-islâmda kaldıkça, câriye olarak<br />

kullanılmaz. Dâr-ül-harbe [ya’nî, Fransa, İngiltere gibi kâfir memleketine] giderse,<br />

yakalanıp Dâr-ül-islâma götürülünce, îmân ederse, câriye olur. Nevâdir haberlerine<br />

göre ise, Dâr-ül-islâmda da, câriye yapılır. Nevâdir haberine göre, mürted<br />

olan kadın, müslimânlara fey olur. Harbde kâfirlerden zorla alınan mala,<br />

(Ganîmet) denir. Ganîmetin beşde biri Beyt-ül-mâla verilir. Geri kalanı askere taksîm<br />

edilir. Muhârebe bitdikden sonra kâfirlerden zorla alınan mâla (Fey) denir. Feyin<br />

hepsi bütün müslimânlara verilir. Bunun için Beyt-ül-mâla konur. Harâc ve cizye,<br />

feydir. Mürted olan kadın fey olduğuna göre, kocası bunu bulup, hakkı ise, halîfeden<br />

ister, hakkı değil ise, halîfeden satın alır. Sonra müslimân olursa, câriyelikden<br />

kurtulmaz. Cengiz hân, Asyada islâm şehrlerini alıp, müslimânları şehîd etdi.<br />

Ahkâm-ı islâmiyyeyi yasak etdi. Aldığı şehrler Dâr-ül-harb oldu. Mürted olan<br />

kadını, kocası Dâr-ül-harbde yakalarsa, fey olmaz. Kendi câriyesi olur. Halîfeden<br />

satın alması lâzım olmaz. Çocuğu yoksa, bu câriyeyi başkasına satabilir. Bu ağır cezâlar,<br />

kadınların mürted olmasını önlemekdedir.<br />

[Câriye, ümm-i veled olsa da ve köle, efendilerinin izni ile evlenebilirler. Evli<br />

iken de efendilerinin hizmetlerini yaparlar. Ümm-i veled satılamaz. Efendi ölünce<br />

câriye ve köle mîrâs kalır. Ümm-i veled ise, hür olur. Câriyenin efendisinden<br />

olan çocuğu hür olur. Zevcinden olan çocuğu hür olmaz].<br />

– 577 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:37


Halîfe Ömer “radıyallahü anh”, bir çalgıcı, şarkıcı kadını görünce, kırbaçla<br />

başına vurdu. Baş örtüsü açıldı. (Yâ Emîr-el-mü’minîn! Kadının başı açıldı) dediler.<br />

(Allahü teâlânın harâm etdiği şeye ehemmiyyet vermiyen kimse, islâm şerefini<br />

gayb etmişdir. İslâmiyyet, şerefli kadınları örterek kıymetlendirir) buyurdu.<br />

Bunun içindir ki, büyük âlim kâdî Ebû Bekr-i Belhî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, nehr<br />

kenârında başları ve kolları açık kadınların yanından geçerken, (Açık kadınların<br />

yanından niçin geçdin?) dediklerinde, (Onlar kıymetsiz, hurmetsiz kadınlardır.<br />

Îmânları olduğu şübhelidir. Dâr-ül-harbdeki kâfir kadınları gibidirler) buyurdu.<br />

Bu sözü, fey olmuş câriye gibidirler demekdir. Câriyenin başı, kolları avret değildir.<br />

Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” şarkıcı kadınların islâm şerefini gayb etdiklerini<br />

söylediği gibi, yabancıların geçeceği yerde başları, kolları açık kadınların da,<br />

islâmın verdiği hurmeti, saygıyı gayb etdiklerini bildirdi. Çünki, bunların hâli, Allahü<br />

teâlânın emrlerine, yasaklarına aldırış etmediklerini, aşağı gördüklerini göstermekdedir.<br />

Bu ise, insanı hurmetden, kıymetden düşürür.<br />

Kâfir gibi olan, irtidâd eden kadınlar, zâhir haberlere göre, Dâr-ül-islâmda<br />

câriye olarak kullanılmaz demişdik. Nevâdir haberlerine göre, câriye olurlar ise<br />

de, mürted kadının, kocasına verilmesi için böyle yapılabileceğini açıklamışdık.<br />

Çünki, nevâdir haberleri za’îfdir, güvenilemez. Ancak fâideli olduğu hâllerde<br />

kullanılabilir. Nevâdir haberleri kullanılsa bile, islâmiyyete ehemmiyyet vermiyen<br />

kadınların, islâm şerefini gayb edeceklerini, bunların Dâr-ül-islâmda câriye gibi<br />

hurmetsiz, aşağı olup başlarına, kollarına bakmak câiz olacağını gösterir. Bunlara<br />

bakmak câiz diyerek, Dâr-ül-islâmda bunları yakalayıp, câriye gibi kullanmak,<br />

vaty, ya’nî cinsî münâsebetde bulunmak câiz olacağını sanmamalıdır. Çünki,<br />

başkasının câriyesine bakmak câiz ise de, onu nikâhsız vaty, câiz değildir. Bunun<br />

gibi, fuhş ve zinâ yapan genel ev kadınlarını, müslimânlık şereflerini gayb etdikleri<br />

için, câriye gibi vaty câiz sanmak çok yanlış ve çok çirkindir. Zinâ olur ve<br />

zinâya câiz demek küfr olur.<br />

Zevceynden, ya’nî karı kocadan biri gayb olsa, gayb olanın mürted olduğu haber<br />

verilse, haberi alan, başkası ile evlenebilir.<br />

İkisi de Dâr-ül-islâmda birlikde mürted olsalar, nikâh bozulmaz. Birlikde yine<br />

îmâna gelseler, yine bozulmaz. İkisi mürted olunca, biri Dâr-ül-harbe gitse, nikâh<br />

bozulur. Dârlar ayrılınca, nikâh bozulur. Birisi, ötekinden önce îmâna gelince de<br />

bozulur. Çocuğun dîni, yanında bulunan ana babasından, dîni dahâ iyi olanı gibidir.<br />

Veled-i zinâ için de böyledir. Yalnız, veled-i zinâya babası nafaka vermez ve<br />

baba tarafından mîrâs almaz. Çocuğun dîni, dedesinin dîni gibi olmaz. Müslimânın<br />

bâlig olan çocuğu îmânsız ise, mürted olur. Bu mürtedin büyük çocuğu da, îmânsız<br />

ise, kâfir olur. Mürted olmaz. Kitâblı kâfir olmuş ise, kesdiği yinir. Mecûsîler,<br />

ya’nî ateşe tapanlar ve vesenî olanlar, ya’nî heykellere tapınanlar ve bütün müşrikler,<br />

kitâblı kâfirlerden fenâdır. Kitâblılardan hıristiyanlar, müslimânlara, yehûdîlerden<br />

dahâ yakındır. Fekat hıristiyanlar, hayvanı kesmez. Mecûsîler gibi, boğarak<br />

öldürüp leş yapar. Âhıretde de dahâ çok azâb çekeceklerdir. Yehûdîler, kesilmemiş<br />

hayvanı yimez. Hıristiyanların küfrü dahâ çokdur. Yehûdîlerin islâma düşmanlığı<br />

dahâ çokdur. Bir kâfir için, başka kâfirden dahâ hayrlıdır demek küfr olur.<br />

Bunu anlatmak için, ötekinin bundan dahâ kötü olduğunu söylemelidir. Müslimânın<br />

nikâh etdiği hıristiyan küçük kızın anası ve babası, sonra mecûsî olsalar, Dârül-harbe<br />

gitmeseler bile, kızın nikâhı bozulur. Bu ikisinden biri, hıristiyan iken ölürse,<br />

kızın nikâhı bozulmaz. Çünki, ana babadan biri zimmî, müslimân veyâ mürted<br />

olarak ölse, geride kalan mecûsî olsa, çocuğun dîni ölenin dîni gibi olur. Çocuk mecûsî<br />

olmaz. Müslimân ana babadan biri mürted olarak ölse, geri kalanı da mürted<br />

olup Dâr-ül-harbe gitse, çocuk ölene tâbi’ olup, müslimân sayılır ve nikâhı bozulmaz.<br />

Çocuk ölürse, nemâzı kılınır. Çünki, Dâr-ül-islâmda bulunan mürted, islâma<br />

cebr olunacağı için, müslimân hükmündedir. Kitâblı kâfir olan ana babadan biri<br />

– 578 –


ölüp, kalanı müslimân olsa çocuk müslimân olur. Ölüye benzemez. Dahâ iyi olana<br />

benzer. Müslimân ana babanın ikisi birlikde mürted olsa, çocuğu Dâr-ül-harbe<br />

götürmezlerse, çocuk müslimân kalır. Üçü de giderse, çocuk da onlar gibi<br />

mürted olur. Çocuk bâlig oldukdan sonra deli olsa, sonra anası babası mürted olup,<br />

üçü de Dâr-ül-harbe gitseler, çocuk mürted olmaz. (Dâr-ül-harb), Allahü teâlânın<br />

emrlerinin okunmasının, öğretilmesinin, yapılmasının yasak edildiği yerdir.<br />

Mürted olan erkek ve kadın ile hiç kimsenin evlenmesi uygun değildir. Râfizî<br />

ile evlenmenin sahîh olmadığı, (Behce) ve (Feyziyye) fetvâlarında ve (Er-ravdurrâid<br />

fî-adem-i sıhhat-i nikâh-ı ehlisünneti lirrevâfıd) kitâbında yazılıdır.<br />

Dörtden fazla zevcesi olan veyâ iki kız kardeşle veyâ ana ve kız ile bir arada evli<br />

olan bir kâfir îmâna gelse, sonradan almış olduğunun nikâhı bâtıl olur.<br />

Anası babası müslimân oldukları için müslimân sayılan nikâhlı kız, bâliga olduğu<br />

zemân, îmânı ve islâmı bilmezse, anlatamazsa, mürted olur boş düşer. Belli dîni<br />

olmadığı için, milletsiz kâfir olur. Nasrânî kız, bir müslimân ile evli iken bâliga<br />

olsa, hiçbir dîni bilmese, milletsiz kâfir olup, nikâhı bozulur. Müslimân denilen bir<br />

kız âkıl bâlig olunca, müslimânlığı bilmezse, milletsiz [kitâbsız] kâfir olur. Böyle<br />

kızlara, bâlig olunca, îmânı ve islâmı anlatmalı, ona da söyletmelidir. Ya’nî Allahü<br />

teâlânın sıfatlarını ve îmânın altı şartını [Âmentüyü] anlatıp, (Böyle midir?) demelidir.<br />

(Evet) derse, müslimân olur. Öğreneyim de söylerim, şimdi söyleyemem<br />

derse, kâfir olur. Anladım, söylemiyeceğim derse, müslimân olur.<br />

Müslimân ana babanın çocuğu âkıl bâlig olduğu zemân, yalnız (Lâ ilâhe illallah<br />

Muhammedün resûlullah) demekle müslimân olmaz. Îmânı ve islâmı bilmesi, anlatması<br />

da lâzımdır. Îmânı anlatmak demek, inanılacak altı şeyi anlamak ve sorunca<br />

söylemek demekdir. İslâmı bilmek demek, Allahü teâlânın emrlerinin ve yasaklarının<br />

hepsini kabûl etmekdir. İbni Âbidînden terceme temâm oldu. [(Mecma’ulenhür)de<br />

Mürted bahsi.]<br />

Her müslimânın, çocuğuna Âmentüyü ezberletmesi ve ma’nâsını öğretmesi lâzımdır.<br />

Âkıl bâlig olunca îmânı, islâmı bilmiyen kimse, müslimân olmaz. Ben<br />

müslimânım demekle, müslimân olmaz. Evlenecek kadın veyâ erkek, alacağı<br />

kimseye îmânı, islâmı sormalı, söyletmeli veyâ islâm nikâhı yapan kimse, evlenecek<br />

kıza ve erkeğe, Âmentüyü ve ma’nâlarını ve islâmı söyletmeli. Bundan sonra<br />

nikâhlarını kıymalıdır. Îmânı, islâmı bilmiyenin islâm nikâhı kıyılamaz, ya’nî nikâh<br />

sahîh olmaz. Çocuklarına îmânı, islâmı öğretmiyen analar babalar, çocuklarını<br />

müslimân olmakdan mahrûm etmiş, kâfir olmalarına sebeb olmuş olurlar. Çocukları<br />

ile birlikde, kendileri de Cehennemde bunun cezâsını, azâbını çekerler. Nemâzları,<br />

orucları ve hacca gitmeleri, kendilerini bu azâbdan kurtaramaz. Çünki,<br />

başkasının ve hele kendi yavrularının kâfir olmasına sebeb olan kimse de, kâfir olur.<br />

15. ci madde sonuna bakınız! Büyük âlim seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî “rahmetullahi<br />

aleyh” hicrî kamerî 1362 [m. 1943] senesinde Ankarada vefât etdi. Bağlumda<br />

medfûndur. İstanbulda, Fâtih, Bâyezîd ve Eyyûb câmi’i şerîflerinde ve Beyoğlundaki<br />

Ağa câmi’inde 1925 den 1943 senesine kadar va’z ve irşâd ederken, (Evlâdın<br />

vâlideyni üzerinde üç hakkı vardır: Müslimân ismi koymak, âkıl oldukda kitâbet,<br />

ilm ve islâmiyyeti öğretmek, bâlig oldukda, dîni ve ahlâkı güzel bir müslimân<br />

ile evlendirmekdir) buyurdu. Kızlarını böyle evlendiren ana-baba ve akrabâsı,<br />

hattâ ahbâbı ve hattâ komşuları böyle evlendirince çok sevâb kazanırlar.<br />

Gençler, böyle bir se’âdet yuvası kurmak için, islâm bilgilerini ve islâmın güzel ahlâkını<br />

öğrenmek için çalışırlar. Müslimânların mikdârı artar. İslâm ni’meti her yere<br />

yayılır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin fârisî (İ’tikâdnâme) kitâbının, Söke medresesi<br />

müderrislerinden Kemahlı hâcı Feyzullah efendinin tercemesi olan (Herkese<br />

Lâzım Olan Îmân) kitâbını her müslimânın okuması lâzımdır. Bu kitâbda, îmânı<br />

ve islâmı bildiren hadîs-i şerîf, kısaca ve açık olarak çok güzel anlatılmakdadır.<br />

– 579 –


36 — İSLÂMİYYETDE TALÂK<br />

(Talâk) kelimesi, lügatde, bağlı birşeyi çözmek demekdir. Zevceyi boşamakda kullanılır.<br />

Ya’nî, nikâh bağını çözmekdir. Boşanmak için konulmuş olan kelimeleri erkeğin<br />

zevcesine karşı söylemesi ile talâk hâsıl olur. Bu kelimelerden birini söyler söylemez<br />

hâsıl olan ayırmağa (Talâk-ı bâin) denir. İddet zemânı geçdikden sonra hâsıl<br />

olan talâka, (Talâk-ı ric’î) denir. Talâk olması için, önce sahîh olan nikâhın bulunması<br />

lâzımdır. İslâm nikâhı bulunmıyan iki eş arasında talâk olmaz. Fâsid nikâhla<br />

evli olanın talâk vermesi sahîh olmaz. Ric’î olsun, bâin olsun, üçden az olarak boşanmış<br />

kadın, iddet zemânında iken ve birinin irtidâd etmesi ile olan feshde iddet<br />

zemânında iken, tekrâr talâk verilebilir. Fekat ebedî feshde, meselâ üvey oğlunu şehvetle<br />

öpen kadın ayrılınca, tekrâr talâk yapılamaz. (Ni’met-i islâm)da diyor ki,<br />

(Zevc, vaty olunmuş zevcesinin yanında iken, ona hitâben, (Sen benden boş ol), (Ben<br />

seni boşadım), (Sen boşsun benden) gibi, (Sarîh) açık olan, ya’nî yalnız boşamakda<br />

kullanılan bir sözü, şaka olarak veyâ şaşırarak da söylediği anda, yanında değil<br />

ise, mektûb veyâ vekîli ile bildirince, ma’nâsını bilmese dahî, bir talâk-ı ric’î vâkı’<br />

olur. (Babanın evine git!), (Benden git, murâdına er), (Örtün!), (Başını ört!), (Sen<br />

hürsün!), (Kendine koca ara!), (Cehenneme git!), (Sen bana hınzır gibisin), (Senin<br />

zevcin değilim), (Ben senden ayrıyım), (Sen benden bâinsin) gibi, başka yerlerde de<br />

kullanılan sözü, boşamak niyyeti ile söyleyince, veyâ (Sen bana harâmsın) deyince,<br />

bir talâk-ı bâin vâkı’ olur. Böyle, birkaç ma’nâda kullanılan kelimelere, (Kinâye) denir.<br />

Boşamak kelimesi sarîhdir. Bırakmak, terk etmek kelimeleri, kinâye iseler de,<br />

boşamak için kullanılmaları âdet olduğundan sarîhdirler. Zevcesinin babasına,<br />

(Ben senin kızını istemem, kime ister ise varsın) dese ve zevcesi gezmek için izn istedikde,<br />

(Ben seni ip ile bağlamadım. Boşsun, git) dese veyâ (Aramızda nikâh yokdur)<br />

veyâ (Senden geçdim) veyâ (İstediğin yere gidersin. Bana avret olmazsın) veyâ<br />

(Sana dört yol açıkdır. Hangi yolu ister isen anı tut) veyâ (Var yıkıl git) veyâ (Artık<br />

ben seni istemem. Babanın evine git!), yâhud (Seni boşamak istiyorum) gibi şeyler<br />

söylese, boşamak niyyet etmedikce, talâk olmaz. (Şart olsun), (Dilediğini yap!)<br />

sözleri, boşamak ma’nasına kullanılan yerlerde, zevcesine böyle söyleyince, niyyet<br />

etmese dahî, bir bâin talâk olur. Zevcesine, anam, kızım, kardeşim demekle talâk<br />

olmaz. (Şimdiden sonra anam yâhud kızkardeşim ol) demek, bir talâk-ı bâin olur.<br />

Vaty olunmuş zevceye sarîh sözle yapılan talâk, niyyet etse dahî, çirkinlik,<br />

çokluk bildiren kelime eklenmedikce bâin olmaz. Ric’î talâkda zevc, iddet zemânı<br />

içinde, söz ile veyâ fi’len, eski nikâha rücû’ edebilir. Ya’nî, zevce istemese dahî,<br />

nikâh yapmadan evliliğe devâm eder. Şâhid lâzım olmaz ise de, iki âdil şâhide<br />

haber vermesi, müstehab olur. Ric’î talâk iddeti zemânında zevc, zevcesinin odasına<br />

girebilir. Zevce süslenebilir. Bâin talâk iddetinde, zevcesinin odasına giremez.<br />

Zevce süslenemez. Yeniden nikâh lâzımdır.<br />

Ric’î veyâ bâin talâkda, aded söylemedikce veyâ parmakları ile işâret etmedikce,<br />

bir talâk vâkı’ olur. Üç veyâ fazla sayı söylerse, üç talâk ile boşamış olur. (Bedenimdeki<br />

kıllar adedince) veyâ (Denizdeki balıklar adedince) yâhud (Gökdeki<br />

yıldızlar kadar) deyince, talâk-ı selâse olur. Avucunun kılı kadar veyâ balık bulunmıyan<br />

havuzu göstererek, (Şu havuzdaki balıklar adedince benden boş ol!) derse,<br />

bir talâk-ı ric’î olur).<br />

Talâk veren erkeğin âkıl, bâlig ve uyanık olması lâzımdır. Kölenin, serhoşun, kâfirin,<br />

hastanın ve tehdîd edilen kimsenin sözü ile veyâ mektûbu ile talâk vâkı’ olur.<br />

Mektûb zevcenin eline vardığı ânda, boş olur. Delinin, çocuğun, bunağın, baygının,<br />

uyuyanın ve hastalıkla ve kızarak dalgın olanın söylemesi ile talâk olmaz. Kızarak<br />

dalgın olmak, söylediğini bilmemek demekdir. Bu da iki dürlü olur: Ma’nâsını<br />

bilmeden, kasd ve arzû etmeden söyleyince, talâk vâkı’ olmaz. Ma’nâsını bilerek<br />

ve istiyerek söyleyip, sonra söylediğini bilmemek, hâtırlamamakdır. Bu sö-<br />

– 580 –


zünü iki şâhid işitip, sonra söylerlerse, talâk vâkı’ olur.<br />

Hiç vaty veyâ halvet olunmamış zevce, bir kerre boşanınca, bâin olur. Zevcin<br />

buna hemen nısf mehr vermesi lâzım olur ve iddet beklemez. Boşandığı gün bile,<br />

başkası ile evlenebilir.<br />

Fesh etmek ve eşlerden birinin mürted olması ile hâkimin ayırması, talâk değildir.<br />

Bunlar fesh olur. [İkinci kısm, onbeşinci maddeyi okuyunuz!].<br />

Yaşlı, çirkin kadını boşamak mubâhdır. Ya’nî, günâh değildir. Zevcine veyâ başkalarına<br />

dili ile, hareketleri ile sıkıntı veren, herhangi bir farzı yapmıyan, meselâ<br />

farz nemâzları kılmıyan, fuhş şübhe olunan kadını boşamak müstehabdır. Farzı yapmıyan<br />

kadını boşamamak günâh değildir. Evlilik vazîfesini yapamıyan, meselâ sihr<br />

yapılmış, cimâ’dan âciz olan erkeğin zevcesi ayrılmak isterse, bunu boşaması vâcib<br />

olur. 567. ci sahîfeye bakınız! Zevceyi bid’at üzere boşamak harâmdır.<br />

Hangi lisânda olursa olsun, yalnız boşamakda kullanılan sözlere, (Sarîh) açık<br />

söz denir. Zevcesine karşı, (Seni boşadım), (Sen bana harâmsın) gibi sarîh söz söyleyince<br />

veyâ yazınca, niyyet etmese bile, bir talâk olur. Birincisi ric’î, ikincisi bâin<br />

olur. Erkek, başka şehrde olan zevcesine, (Mektûbu alınca benden boş ol!) yazarsa,<br />

mektûbu okuyunca boş olur. İki, üç derse veyâ demeyip niyyet ederse, iki<br />

veyâ üç talâk olur. Hem boşamada, hem başka yerde kullanılan sözlere, (Kinâye)<br />

söz denir. Kinâye söyleyince, boşamağa niyyet etdi ise veyâ öfkeli ise bir bâin talâk<br />

ile boşamış olur. Talâk verirken, inşâallah eklerse, talâk olmaz. Niyyet etmekle,<br />

mehrini vermekle boş olmaz.<br />

Boşamak, yalnız islâmiyyetin izn verdiği sebeblerle olur. Böyle sebeble boşamakda<br />

sünnet, vaty olunmuş zevceye hayzdan temizlendiği zemânda, vatydan<br />

önce, bir talâk vermekdir. Ya’nî, (Seni tatlîk etdim) veyâ (Seni boşadım) denir. Veyâ<br />

yazılır. Niyyet etmese, ma’nâsını bilmese de, söylediği sözün, talâk için kullanıldığını<br />

biliyorsa, bu açık söz ve yazı ile boşanır. Böyle boşayınca, bir (Ric’î talâk)<br />

olur. Ric’î talâkda nikâh büsbütün bozulmaz. Bu kadını, dört mezhebde de,<br />

iddet zemânı içinde, yeni bir nikâha lüzûm olmadan tekrâr alabilir. Tekrâr almak<br />

için, Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde, şâhide lüzûm olmadan, (Önceki nikâha rücû’<br />

etdim), (Önceki nikâha döndüm) demesi yetişir. Yâhud, önceki nikâha dönmek<br />

niyyeti ile öpmesi veyâ vaty etmesi yâhud şehvetle elinden tutması da yetişir.<br />

Nikâh tâzelenmiş olur. İmâm-ı Şâfi’î ve Ahmed bin Hanbel “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyhimâ” ise, iki şâhid yanında, (Önceki nikâha rücû’ etdim) demesi lâzımdır.<br />

Fekat, velînin bulunması ve izn vermesi lâzım değildir, dedi.<br />

Hür olan zevcesine, ric’î veyâ bâin üç talâk verirse, ya’nî başka başka üç zemânda<br />

birer kerre boşarsa veyâ bir def’a, (Üç kerre boşadım) derse, eski nikâh büsbütün<br />

bozulur. Bu kadını tekrâr alabilmek için, hulle lâzım olur. Bir kadın her nev’,<br />

iddet zemânı içinde, hiç kimse ile evlenemez. (Hulle) demek, kadın başka erkekle<br />

nikâhlanıp, düğün olup, vaty olup, o erkek de boşayıp ve bundan sonra, tekrâr<br />

iddet zemânı geçmek demekdir. Ancak bundan sonra, birinci kocası ve ancak yeni<br />

bir nikâh ile tekrâr alabilir. Bu ise, bir erkek için zilletdir, aşağılıkdır. Allahü teâlâ,<br />

erkeklere boşamak hakkını verdi ise de, bu hakkı gelişi güzel kullanmamaları<br />

ve kadınlar, erkeklerin elinde oyuncak olmamaları için, erkeklere bu hulle zilletini<br />

yüklemişdir. Hulle korkusundan müslimân bir erkek, talâk lâfını ağzına bile<br />

alamaz. Âile arasında boşanmak lâfı, şakası olamaz.<br />

İbni Âbidîn diyor ki, (Hulle lâzım olması için, dört mezhebde de, zevc ile zevce<br />

arasındaki nikâhın kendi mezhebine göre sahîh olması lâzımdır. Fâsid olan nikâhda,<br />

üç kerre boşayınca, dört mezhebde de, hulle lâzım olmaz. Meselâ, nikâh yapılırken,<br />

kızın velîsi bulunmayıp yalnız kız kabûl etmiş ise, yâhud nikâh kelimesi<br />

söylemeyip, meselâ hibe etdim denilmiş ise, yâhud iki şâhid fâsık iseler, ya’nî fâsık<br />

oldukları biliniyorsa, Şâfi’î mezhebi taklîd edilir. Şâfi’î mezhebine göre, bunların<br />

mevcûd nikâhları fâsid olduğu için, talâkları da sahîh olmaz. Hulleye lüzûm<br />

– 581 –


olmadan, Şâfi’î mezhebine uygun olarak yeniden nikâh yapmaları câiz olur. Şâfi’î<br />

mezhebini taklîde başladıkları ânda eski nikâhları bâtıl olur. Şâfi’î mezhebini<br />

taklîde başlamadan önce nikâhları bâtıl olmaz. Önceki evliliklerinin harâm olmadığı<br />

ve mevcûd çocukları habîs olmadıkları (Bezzâziyye) fetvâsında da yazılıdır.<br />

Nitekim, niyyet etmeden aldığı abdest ile öğleyi kılan hanefînin nemâzı sahîh<br />

olur. İkindiden sonra, Şâfi’î mezhebini taklîde başlarsa, niyyet ederek yeniden abdest<br />

alması lâzım olur ise de, öğle nemâzını kazâ etmesi lâzım olmaz).<br />

Bir kimsenin, boşamağı ve köle âzâd etmeği (Temlîk) etmesi, ya’nî mülke ve sebeb-i<br />

mülke bağlaması, Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde câizdir. İmâm-ı Şâfi’î ve<br />

Ahmed bin Hanbel “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” ise, câiz değildir dedi.<br />

(Mecmû’a-i Zühdiyye) kitâbında diyor ki, talâk, ipi çözmek demekdir. Bâin olan<br />

talâkda nikâh derhâl bozulur. Böyle boşanmada, erkek, iddet içinde nikâhı tâzeleyemez.<br />

Kadınla bir araya gelemez. Ric’î talâkda nikâh, iddet zemânı bitince bozulur.<br />

Zevc ve zevceden biri mürted olursa, nikâh fesh olur ki, buna talâk denmez.<br />

İslâmiyyete uymıyan, kötü huylu olan kadını boşamak câiz ise de, iyi kadını keyf<br />

için boşamağı, Allahü teâlâ beğenmez. Bir def’ada üç kerre talâk vermeğe, (Bid’at<br />

talâk) denir. Özrsüz üç talâkla boşamak harâmdır. Her talâkda iddet zemânı geçinceye<br />

kadar, erkeğin kadına nafaka [ev kirâsı, yiyecek, giyecek] vermesi farzdır.<br />

Bu zemânda, kadın başka erkekle evlenemez. Serhoşun ve işkence ile cebr olunan<br />

kimsenin ve şaka olarak söyliyenin sözü ile de kadın boşanmış olur. Cebr ile yazdırılan<br />

talâk mektûbu ile vâki’ olan talâkdan vazgeçilebilir. Serhoş iken ve şaka olarak<br />

yazılan mektûbla ise, boşanır. Şâfi’î mezhebinde, serhoşun sözü ile, talâk vâkı’<br />

olmaz.<br />

Maraz-ı mevtinde iken zevcesini bâin olarak boşarsa ve zevcesi bunu istemiyerek<br />

kabûl edip mehr-i müeccelini alırsa, kadın iddet içinde iken hasta ölürse, kadın,<br />

bunun mîrâsına vâris olur. Fekat, talâkı kadın istemiş olup ve bâin olarak veyâ<br />

üç talâkla boşamış ise veyâ kadına, istediğini yapacağım deyip, o da, beni boşa<br />

demiş ise, iddet içinde ölse de, vâris olamaz.<br />

Halvet olsun olmasın, hiç vaty olunmamış zevcesine, (Seni boşadım) derse veyâ<br />

vatydan sonra (Sen bâin olarak boşsun) veyâ (Sen elbette boşsun), (Benden çok<br />

uzaksın) derse veyâ (Çirkin talâk, şeytân talâkı, bid’at talâkı, en kötü talâk, dağ<br />

gibi talâk, şiddetli talâk) ve benzerleri gibi çokluk bildiren kelimelerle boşarsa, bir<br />

(Talâk-ı bâin) ile boşamış olur. Bâin, ayırıcı demekdir. Bunları söylerken iki veyâ<br />

üç niyyet ederse, iki veyâ üç kerre, (Üç kerre boşsun) deyince, üç kerre bâin boşamış<br />

olur. (Ben senden boşum) veyâ (Senden çok uzağım) demekle talâk olmaz.<br />

Çünki, kadına talâk verilir. Ya’nî nikâh bağının kadına olan ucu çözülür, erkeğe<br />

olanı çözülmez. Fekat, (Ben senden bâinim) veyâ (Sana harâmım) der ve niyyet<br />

ederse, bâin boşamış olur.<br />

(Ben sana zevc değilim) veyâ (Sen bana zevce değilsin) dese, yâhud kadın<br />

(Sen bana zevc değilsin) deyip de, erkek (Evet) dese, talâk niyyeti yoksa, boş olmaz.<br />

(Senin zevcen var mı?) diye sorulunca (Yok) dese, talâk olmaz. Fâsid olan<br />

nikâhın talâkı olmaz. O kadını, sonra sahîh nikâhla alabilir. Zevcesinin veyâ başkasının<br />

mal vermesi şartı ile boşamak câizdir ve talâk-ı bâin olur.<br />

Erkeğin talâk hakkını başkasına bırakması üç dürlü olur:<br />

1 — Tefvîd: Buna Temlîk de denir. Talâkı zevcenin mülküne bağlamakdır.<br />

Zevc, zevcesine (İşin, senin elinde olsun) veyâ (Kendini sen boşa) yâhud (Diler isen<br />

boşsun) gibi üç cümleden birini söylemesi ile olur. Kadın, ancak o meclisde kendisini<br />

boşayabilir. Erkek, sözünden vaz geçemez. Kadın, erkeği boşayamaz. Kendisine<br />

boşanmak hakkı verilen kadın, erkeğine, (Seni boşadım) derse, boşanmaz.<br />

(Kendimi boşadım) demesi lâzımdır. (Ni’met-i islâm)da diyor ki, (Tefvîd, zevcenin<br />

arzûsuna bırakılarak, (Ne zemân istersen) ilâve edilirse, o meclise mahsûs olmaz.<br />

Zevce, istediği zemân, kendini boşayabilir. Bir kadın, kendini bir erkeğe ni-<br />

– 582 –


kâh ederken, (Ne vakt istersem, kendimi senden boşamak üzere...) diyerek, şart<br />

ederse, erkek de, nikâh yapılırken, bu şartı kabûl etdim derse, böyle şartlı nikâh<br />

sahîh olur ve kadın da boşanmak hakkına mâlik olur. Kadının yapacağı talâkın bâin<br />

veyâ ric’î olması, zevcin sözüne bağlıdır. (Kendini dile!) yâhud (Senin işin kendi<br />

elinde olsun!) gibi kinâye söyleyip, talâk olmasını niyyet edince, bâin talâkı tefvîd<br />

etmiş olur. (Kendini boşa!) deyip, bâin olmasını niyyet etmezse, ric’î olur. (Sen<br />

ne vakt ister isen) yâhud (İstediğin vakt benden boşsun) demek de, kadının arzûsuna<br />

bırakılan tefvîd olup, zevce (Ben talâk hakkı istemem) dese de, hakkını red<br />

etmiş olmaz. O meclise mahsûs olmayıp, dilediği zemânlarda, bir ric’î talâk ile kendini<br />

boşayabilir. Talâk, bildirilmiş olan zemânda başlar. Bildirilen yerde başlamayıp,<br />

söylendiği anda, hemen vâkı’ olur). (Kâdîhân) fetvâsında diyor ki, (Ebülleys-i<br />

Semerkandî buyurdu ki, erkek nikâh yaparken, (Boşanmak senin elinde olmak<br />

üzere, seni nikâh etdim) derse, nikâh sahîh olup, boşanmak hakkı kadının elinde<br />

olmaz. Fekat, önce kadın, (İstediğim zemân, boşanmaklığım elimde olmak<br />

üzere sana nikâhlandım) der, erkek de, kabûl etdim derse, hem nikâh sahîh olur,<br />

hem de, boşanmak kadının elinde olur. Çünki, önce erkek söyleyince, tefvîd nikâhdan<br />

evvel olup, sahîh olmıyor. Önce kadın söyleyip erkek kabûl edince, tefvîd nikâhdan<br />

sonra olup, ikisi de sahîh oluyor. Ya’nî, erkek kabûl etdim deyince, kadının<br />

söylediklerini tekrâr etmiş olup, bunu kabûl etdiğini bildirmiş oluyor. Böylece<br />

nikâhdan sonra tefvîd yapmış oluyor).<br />

2 — Tevkîl etmekdir. Kadına, kendini boşamak için seni vekîl etdim demesidir.<br />

Kadın, vekîl kaldıkca, kendini boşayabilir. Erkek, vaz geçince, azl edebilir.<br />

3 — Temlîk haberini, başkası ile veyâ mektûbla, zevceye ulaşdırmakdır. Zevce,<br />

haberi aldığı meclisde, kendini boşayabilir.<br />

Talâkı bir sebebe bağlamak — Şart olan sebeb, devâmlı mevcûd olmamalı,<br />

yapılması ve yapılmaması câiz olmalıdır. Şartın, imkânsız şey olmaması da lâzımdır.<br />

Mülk olmıyan belli bir şey, şart olamaz. Meselâ, bir kadına, (Seni nikâh<br />

edersem, sen boşsun!) denemez. Çünki, kadın henüz nikâhında değildir. [Birinci<br />

kısmda, yemîn bahsine bakınız!].<br />

(Ni’met-i islâm)da diyor ki, (Talâkı şarta bağlamak, talâk üzerine yemîn etmek<br />

demekdir. Şart hâsıl olmadıkça, talâk vâkı’ olmaz. (Rakı içersem zevcem boş olsun!)<br />

diyen, bir kerre içince, zevcesi bir ric’î talâk ile boş olur. Söylerken, bâin olmasını<br />

niyyet etmiş ise yâhud, (İçersem halâlim harâm olsun) demiş ise, bâin talâk<br />

ile boş olur. (Filân işi işler isem [veyâ isen], benden üç talâk ile boş ol) deyince,<br />

bunun çâresi, zevcesine bir talâk verip, iddet zemânı temâm oldukdan sonra,<br />

o işi işlemek ve sonra onu tezvîc etmekdir. O işi tekrâr yaparsa, talâk vâkı’ olmaz.<br />

(Her yapdığım zemân) derse, her yapdığında boş olur. Yâhud, talâkdan sonra yapmayıp,<br />

ikinci nikâhdan sonra yaparsa, yine boş olur. Şarta bağlı talâk veren, bundan<br />

vazgeçemez.)<br />

(Mevkûfât)da diyor ki: Talâk üç dürlüdür. En iyisi, kadının temiz olduğu zemânda,<br />

cimâ’ yapmadan önce, bir talâk verilir. İddet bitinceye kadar, bir dahâ verilmez.<br />

Üç kerre boşamak için, iddet içindeki her üç temizlikde, birer talâk vermek<br />

sünnetdir. Mâlikî mezhebinde, üç kerre boşamak da câiz değildir.<br />

İbni Âbidînde diyor ki, (Bir temizlik içinde, bir sözle üç kerre veyâ ayrı ayrı üç<br />

kerre yâhud bir sözle iki kerre veyâ ayrı ayrı iki kerre boşamak veyâ temizlik zemânında<br />

vatydan sonra veyâ hayz zemânında bir kerre boşamak da bid’atdir.<br />

Ya’nî harâmdır. Hayz zemânında boşayan, günâhdan kurtulmak için rücû’ etmeli,<br />

temizlenince, isterse tekrâr boşamalıdır. Nifâs da, hayz gibidir. Bâin olarak boşamak<br />

her zemân bid’atdir. Hazret-i Ömerin hilâfetinden iki sene geçinceye kadar,<br />

(üç kerre boşadım) demekle bir talâk olurdu. Fekat üç talâk olmaz diyen hiç<br />

yokdu. Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin çoğu ve din imâmlarının hepsi, üç talâk olacağını<br />

bildirdiler. Üç talâk vâkı’ olacağını bildiren hadîs-i şerîfler, (Feth-ul-kadîr)de<br />

– 583 –


yazılıdır. Hazret-i Ömer, üç talâk olacağını bildirdiği zemân, hiçbir sahâbî i’tirâz<br />

etmedi. Bu da, bir talâk olduğunu nesh eden hadîs-i şerîfi öğrendiklerini veyâ o hükmün<br />

o zemân için olduğunu bildiklerini göstermekdedir. Bunun için, bir talâk olur<br />

diyenlere ehemmiyyet vermemelidir. Çünki, bu iş ictihâd yeri değildir. Hilâf olmuş<br />

ise de, ihtilâf yokdur).<br />

Üç talâkdan aşağı olup, bâin olmıyan boşamağa, (Talâk-ı ric’î) denir. Boşarken<br />

şiddetli derse, bâin derse, mal karşılığı boşarsa, (Talâk-ı bâin) olur. Ric’î olan talâkda,<br />

iddet zemânı bitince, talâk-ı bâin olur. Ya’nî, nikâh bozulur. İddetden sonra,<br />

bu kadınla yeniden evlenebilir. İster ric’î, ister bâin olsun, üç def’a boşanan ve<br />

iddet zemânı bitmiş olan kadını, hullesiz, tekrâr almak câiz değildir. Hulle ile almak<br />

câizdir. Boşanmış bir kadını, hulle için başkasının alması tahrîmen mekrûhdur.<br />

Mehr-i mislden az mehr ile evlenen kadını, velîsi hâkimle ayırabilir. Düğünden<br />

veyâ halvetden önce boşarsa veyâ kendi mürted olur veyâ zevcesinin anasını, kızını<br />

öperse, firkat olup, kadına mehrin yarısını vermesi lâzım olur. Kadının mürted<br />

olması veyâ üvey oğlunu şehvetle öpmesi gibi, zevcenin sebeb olduğu ayrılmalarda,<br />

mehrin hepsi sâkıt olur. Vermiş ise, zevc hepsini geri alır.<br />

Îlâ — Zevcesine, dört ay veyâ dahâ çok zemân veyâ zemân söylemiyerek, (Sana<br />

yaklaşmıyacağım) diye yemîn etmekdir. Dört ay içinde vaty olmazsa, bir talâk-ı bâin<br />

ile boşanırlar. Dört aydan az zemân için yemîn edince, îlâ olmaz. Dört ay içinde,<br />

yemîni bozarsa, zevcesi boş olmaz. Yemîn keffâreti verir. Bâin olarak bir kerre<br />

boş olan kadını, iddet bitince, yeniden nikâh edebilir. Nikâh ederse, îlâ da avdet<br />

eder. Böylece, üçüncü nikâhda da, yemînini bozmazsa, kadın (Talâk-ı selâse)<br />

ile boş olup, artık hullesiz alamaz.<br />

Hul’ — Mal karşılığı boşamak olup câizdir. Mehrden çok istemek mekrûhdur.<br />

Hul’ edince, bir bâin talâk vâkı’ olur.<br />

Zıhâr — Erkeğin, zevcesini veyâ yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, mahreminin bakması<br />

harâm olan yerine benzetmesidir. (Senin başın anamın sırtı gibidir) demek veyâ<br />

(Sen bana teyzemin uyluğu gibisin) demek gibi. Keffâret yapmadıkca, zevcesine<br />

sarılması, öpmesi ve vaty harâm olur. Zıhâr keffâreti, oruc keffâreti gibidir.<br />

Li’ân — Zevcesine, ey zânî veyâ türkçesini söylese veyâ bu çocuk benden değildir<br />

dese, zevcesi hâkimden li’ân isterse, hâkim, li’ân yapılmasını emr eder.<br />

Zevce, li’ân etmekden çekinirse, li’ân edinceye veyâ zevcin sözünü tasdîk edinceye<br />

kadar habs olunur. Tasdîk ederse, zevceye zinâ haddi vurulmaz. Zevc, sözünü<br />

geri alıncıya veyâ li’ân yapıncıya kadar habs olunur. Sözü geri alırsa, kazf haddi<br />

vurulur. Kazf haddi seksen sopadır. Li’ân yapmak için, önce erkek, (Sözüm doğrudur)<br />

diye yemîn eder. Dört kerre tekrâr eder. Beşincisinde, (Yalan söyliyorsam,<br />

Allahın la’neti benim üzerime olsun) der. Sonra kadın, dört def’a (Allah şâhid olsun<br />

ki, bu adam bana zânî demekle, yalan söyledi) diye yemîn eder. Beşincisinde,<br />

(Doğru söyledi ise, Allahın gadabı benim üzerime olsun) der. Sonra hâkim, bunları<br />

bir talâk-ı bâin ile ayırır. Li’ân yapıldıkdan sonra, adam sözünden dönerek veyâ<br />

başka bir afîf kadını kazf ederek had vurulmadıkca, bu kadınla tekrâr hiçbir zemân<br />

nikâhlanamaz.<br />

İddet — Talâkdan veyâ feshden veyâ kocası öldükden sonra, vaty veyâ halvet<br />

olunmuş zevcenin yeniden evlenmesi harâm olan zemândır. Hanefî ve Hanbelî mezheblerinde,<br />

ilk temizlik başından, üçüncü hayzın sonuna kadar olan zemândır. Şâfi’î<br />

ve Mâlikî mezheblerinde, üç temizlik geçinceye kadardır. Hayz görmiyorsa, talâk<br />

için üç ay, ölüm için dört ay on gündür. İddetin sonu kadının yemîn etmesi ile<br />

anlaşılır. Fekat altmış günden az olamaz. Hâmile kadının iddeti, çocuğu olunca temâm<br />

olur. Bâin talâk ve ölüm iddetlerinde, kadın süslenmez ve koku sürünmez.<br />

Her çeşid iddetde bulunan kadını nikâhlamağa tâlib olunmaz. Talâk iddetinde, gece<br />

ve gündüz evden çıkmaz. Evden çıkarsa nafaka alamaz. Ölüm iddetinde, nafa-<br />

– 584 –


ka verilmez. Kadın, zevcin evinde iddet bekler. Bâin talâkda, fâsık zevc, eve sokulmaz.<br />

Üçden az bâin talâkda iddetden önce veyâ sonra, yeni bir nikâhla tekrâr<br />

alabilir.<br />

Hıdâne — Ayrılıkda, çocuğu yetişdirmek, başkası ile evli olmayan ananın hakkıdır.<br />

Anadan sonra, anne anneye, sonra baba anneye verilir. Bundan sonra kız kardeşe,<br />

sonra teyzeye verilir. Çocuk kimde olursa olsun, nafakasını babası verir. Kadın<br />

fakîr ise, çocukla birlikde yiyebilir. Babası yoksa, çocuğun malından sarf edilir.<br />

Malı da yoksa, kendilerinin teberru’ etmeleri vâcib olur. Malı olmıyan yetîm<br />

kıza, anası ücret ile, halası parasız bakmak isterse, halasına verilir. Küçük kızı, başkası<br />

ile evli anası ve anasının teyzesi ve halası isteseler, hıdânesi için anasının teyzesine<br />

verilir. Oğlan yedi yaşına gelince, kız bâliga olunca, babasına zorla verilir.<br />

Babası yoksa, fâsık olmıyan asabeleri alabilir.<br />

TENBÎH — Erkek, nişan için gönderdiğim şeyler mehr idi dese, kadın ise, hediyye<br />

idi dese, yinecek şeyler hediyye olur. Başka şeyler, mehr olur. Kızın babasının<br />

veyâ akrabâsının, nikâha veyâ kızı vermeğe râzı olmaları için dâmâddan istedikleri<br />

para veyâ mal, rüşvet olur. Dâmâd, verdiklerini düğünden sonra, onlardan<br />

geri alabilir. Kendiliğinden düğün masrafı verirse, câiz olur. Verdiği, kız için<br />

sarf edilir. Bir kimse, kızına düğünlük verdiğini geri alamaz.<br />

Evlenmek istiyen bir erkeğin, nikâhın ehemmiyyetini, nasıl yapılacağını, alacağı<br />

kızı seçerken nelere dikkat etmek lâzım olduğunu ve zevcesine, çocuklarına ve<br />

akrabâsına karşı vazîfelerini, önceden öğrenmesi lâzımdır. Bunları öğrenmek<br />

için, Muhammed bin Kutbüddîn İznîkînin (Mürşid-ül-müteehhilîn) ve (Mürşid-ünnisâ)<br />

kitâblarını okuması çok fâidelidir.<br />

Zevceye karşı iyi huylu, güler yüzlü olmalı. Onun yanlış hareketlerine, akla uymıyan<br />

sözlerine ve işlerine sabr etmelidir. Onunla tatlı konuşmalı. Onun seviyyesine<br />

ve aklına uymalıdır. Onunla şakalaşmalı, oynamalıdır. Yimede, giyinmede, gücü<br />

yetdiği kadar eli açık olmalıdır. Dinde, müslimânlıkda, kadınların bilmesi farz<br />

olan şeyleri, elbette öğretmeli, islâmiyyete uyan, doğru din adamlarının yazmış olduğu<br />

ilmihâl kitâbı alıp, okutmalıdır. Çok zevcesi olan, aralarında adâlet, eşitlik<br />

yapmalıdır. Bunların hepsi sünnetdir. Zevcenin giyinmesinde, evden dışarı çıkmasında,<br />

çok sıkı davranmamalı ve başı boş da bırakmamalıdır. Kendini ve zevcesini<br />

şübheye, iftirâya düşürecek hâllerden sakınmağa çok önem vermelidir. Zevceyi,<br />

yabancı erkeklerin bulunduğu yerlere göndermemeli, yabancıları görmesine mâni’<br />

olmalıdır. Ev işleri ile vakt geçirmesi, onun zevkı olmalıdır. Ona sert davranmamalıdır.<br />

Şaka olarak da, kızgın olunca da, hiçbir zemân boşamak, ayrılmak lâfını<br />

ağza almamalı, bir def’a dahâ evlenmek lâfı etmemelidir.<br />

Hayâlin önümde, parlak ay gibi, zulmeti gideren mehtâba benzer,<br />

bu âlem görünür bir serây gibi, ışık olmayınca, zindâna benzer!<br />

Bu sesler yabancı, özler yabancı, bakışlar yabancı, gözler yabancı;<br />

dudaklar gülse de, ma’nâ yabancı, gördüğüm rü’yâlar, bir zanna benzer!<br />

Güllerin başkadır, ateşin başka, aşkınla tutuşan, bülbülün başka;<br />

şu elin güzeli değmiyor aşka, bir güzel görmedim, cânâna benzer!<br />

Bakdıkca yakından güneş yüzüne, dahâ çok inandım tatlı sözüne,<br />

şifâsın, rûhumun üzüntüsüne, sohbetin her derde dermâna benzer!<br />

Ayrılık yakıyor gece ve gündüz, geceden karanlık oluyor gündüz,<br />

bu yıl da gurbetde geçen ömrümüz, cefâsı bitmiyen, devrâna benzer!<br />

– 585 –


37 — SÜT KARDEŞLİK<br />

(Nikâye) kitâbının fârisî şerhinde buyuruyor ki, memeden süt emmeğe, (Rıdâ’)<br />

denir. İkibuçuk yaşından küçük çocuk, yabancı bir veyâ birkaç kadından, birer yudum<br />

süt emerse, hanefîde ve mâlikîde, bu kadınlar çocuğun süt annesi olur. Bu kadınların<br />

mahrem akrabâları, çocuğa (Mahrem) ya’nî evlenmeleri harâm olurlar.<br />

Kadının öz birâderi, çocuğun süt dayısı olur. Bu kadına, bu sütün gelmesine sebeb<br />

olan kocası da, süt babası olur. Bu adamın öz birâderi de, süt amcası olur. Fekat<br />

radî’ın mahremleri, süt anneye ve zevcine mahrem olmazlar. Şâfi’î ve hanbelîde,<br />

doyuncıya kadar, ayrı ayrı beş kerre emmezse, süt çocuğu olmaz. İmâm-ı Ebû Yûsüf<br />

ve Muhammed ve Şâfi’î “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, iki yaşından sonra<br />

süt çocukları olmaz buyurdular. İkibuçuk yaşından sonra emen, hanefî mezhebinin<br />

söz birliği ile, süt çocuğu olmaz. Bu yaşa gelen çocuğu emzirmek zarûrî olmadığı<br />

için, emzirmesi câiz olmaz denildi. Çünki, insan parçasını zarûretsiz kullanmak<br />

harâmdır.<br />

[(Dürr-ül-muhtâr)da diyor ki, (Zarûret olmadıkca insanın bir parçasını kullanmak<br />

harâmdır. Kullanması harâm olan şeyi ilâc olarak yimek ve içmek de câiz değildir).<br />

İbni Âbidîn burasını şöyle açıklıyor: (Kullanılması harâm olan şey, tâhir<br />

ya’nî temiz olsun, necs ya’nî pis olsun, ilâc olarak kullanmak harâmdır. Fekat, hastalığa<br />

iyi geleceği bilinir ise ve ondan başka ilâc yok ise, kullanılmasına izn verilmişdir.<br />

Müctehid olmıyan müslimâna, (Mukallid) denir. Mukallid olanların, müctehidin<br />

sözüne göre hareket etmesi vâcibdir. Delîlini bilmese de, müctehide uyması<br />

lâzımdır). Mütercim fakîrin anladığına göre, ölüm tehlükesi olduğu ve başka çâre<br />

bulunmadığı zemân, kadına ve erkeğe kan vermek câiz olur. Müslimân kanı tercîh<br />

edilmelidir. Libya hükûmetinin büyük müftîsi, Şeyh Tâhir-üz-Zâvî, fetvâsında<br />

diyor ki, (İslâm dîni, sıhhati korumağı ve bedenin selâmetini emr etmekdedir.<br />

Hastaya kan vermek, insânî vazîfedir. Çünki, hayâtı korumak, ba’zan kan verilmesine<br />

bağlı olmakdadır. Kan vermek, süt kardeşliğe sebeb olmaz. Nikâhı bozmaz).<br />

Bu fetvâ, Libyâda çıkan (Hedy-ül-islâmî) mecmû’asının 1973 Nisan sayısında yazılıdır].<br />

Çocuğun, süt anası ve süt babası ile ve bunların anaları, babaları ve kardeşleri<br />

ve çocukları ve her kuşakdan torunları ile evlenmesi, ebedî harâmdır. Bunlarla neseb<br />

ile akrabâ olsaydı, yine evlenemezdi. Bu çocuğun çocukları, bunun süt anası<br />

veyâ süt babası ile evlenemez. Çocuğun zevcesi, çocuğun süt babası ile ve çocuğun<br />

zevci de, çocuğun süt anası ile evlenemez. Aynı kadından emen oğlan ile kız, süt<br />

babaları başka olsa ve başka senelerde emmiş olsalar bile, birbiri ile ve birbirlerinin<br />

çocukları ve torunları ile evlenemez. (Dürer) kitâbının sâhibi “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” diyor ki, (Öz kardeşinin süt kızı ile evlenmek harâm olduğu gibi,<br />

süt kardeşinin öz kızı ile ve süt kardeşinin süt kızı ile de evlenmek harâmdır). Bir<br />

adam, kendi annesinden süt emen süt kardeşinin anası veyâ kız kardeşi ile evlenebilir.<br />

Fekat, baba bir kardeşinin annesi ile evlenemez. Ya’nî bir kimse, kendi öz<br />

kardeşinin yabancı kadından olan süt kardeşi ile evlenebilir. Bunun gibi baba bir<br />

birâderinin, ana bir kız kardeşi ile de evlenebilir. Bir adam, süt çocuğunun kız kardeşi<br />

ile evlenebilir. Fekat kendi çocuğunun ana bir kardeşi ile evlenemez. Süt babanın<br />

diğer zevceleri ile evlenilmez ve süt oğul zevceleri ile evlenilmez. Bu ikisi<br />

ile, neseb bakımından da evlenilmez. Süt sebebi ile mahrem olanları şu beyt göstermekdedir:<br />

Süt ana baba akrabâsının hepsi,<br />

süt çocuk evlâdı, zevc veyâ zevcesi.<br />

İhtikan, ya’nî kadın sütü ile lavman yapılmakla süt çocuğu olmaz. Kadın sütü<br />

ile pişmiş yemeği yimekle de, süt çocuğu olmaz. Pişmemiş ise, yarıdan çok olun-<br />

– 586 –


ca, süt çocuğu olur. İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi teâlâ aleyh”, süt yarıdan az olunca<br />

da, süt çocuğu olur dedi. Kadının sütü, çocuğun burnuna damlatılırsa, süt çocuğu<br />

olur. Ölünün ve dokuz yaşına gelmiş kızın sütü ile de olur.<br />

Süt emmek, mal ikrâr etmek gibi, evlenecek veyâ evli erkeğin söylemesi ve sözünde<br />

ısrâr etmesi ile veyâ âdil iki erkeğin ve bir erkekle iki kadının şâhid olmaları<br />

ile belli olur. Hâkim karârı ile veyâ anlaşarak ayrılırlar. İki erkek âdil değillerse<br />

veyâ iki kadın veyâ bir erkekle bir kadın yâhud yalnız âdil olan süt anne şâhid<br />

olmuş ise ve zevc tasdîk ederse, nikâh fâsid olur, ayrılırlar [İbni Nüceym<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh”]. Birinci kısm, ellialtıncı maddenin sonuna ve (İslâm<br />

Ahlâkı) kitâbının 484.cü sahîfesine bakınız!<br />

Viran oluyor gönlüm senden ayrı kaldıkca,<br />

sözlerinin tadını unutmam yaşadıkça.<br />

Halâl et de hakkını, öleyim ben râhatca,<br />

bîçâre gönlüm her an, sizi görmek istiyor!<br />

Hasret, deryâlar gibi, kesdi yolumu benim,<br />

yıllarca ayrı kalsam, seni dâim severim.<br />

Uzak yerlere düşdüm, bu mu benim kaderim,<br />

bîçâre gönlüm her an, sizi görmek istiyor!<br />

Sizden ayrı kalınca, uyduk hep nefsimize,<br />

yanlış yollara düşdük, bilmem ne oldu bize.<br />

Şeytân bakıp gülüyor, kararan kalbimize,<br />

bîçâre gönlüm her an, sizi görmek istiyor!<br />

Rûhum çılgına döndü, göklere çıkdı âhım,<br />

sizden pek uzak düşdüm, nedir benim günâhım?<br />

Yüzü kara olmakdan, koru beni Allahım!<br />

bîçâre gönlüm her an, sizi görmek istiyor!<br />

Doğar gelir inşâallah, gecelerin gündüzü,<br />

garîblerin o zemân, gülecek hemen yüzü.<br />

Odalarda kısıldı, mü’minin tekbîr sözü,<br />

bîçâre gönlüm her an, sizi görmek istiyor!<br />

Pusu kurmuş hâinler, yollarımı bekliyor,<br />

süslü, tatlı sözlerle, sen, bu yoldan dön diyor.<br />

Îmândan haberi yok, aptal bir şey bilmiyor,<br />

bîçâre gönlüm her an, sizi görmek istiyor!<br />

Hiç uğraşma ey câhil, dönmem billâhi geri,<br />

hedefim, maksadım hep, iyi yoldan ileri.<br />

Çok uğraşdı dünyâda, senin gibi serserî,<br />

bîçâre gönlüm her an, sizi görmek istiyor!<br />

Eserini görünce, önce kıymet vermedim,<br />

on altı yaşındaydım, kötü şeyler söylerdim.<br />

Rahmet saçdı Allahım, hakîkatı öğrendim,<br />

bîçâre gönlüm her an, sizi görmek istiyor!<br />

Bîçâre gönül sen de, durma çalış ilerle!<br />

doğru yolu gösteren o zâta bak ibretle.<br />

Sizi çok sevdiğimi, yazıyorum kalbime,<br />

bîçâre gönlüm her an, sizi görmek istiyor!<br />

Garîb İhsân senin de, ağlıyan kalbin var mı?<br />

Onun seveni çokdur, feryâdını duyar mı?<br />

Engeller çelik olsa, insan bundan korkar mı?<br />

Bîçâre gönlüm her an, sizi görmek istiyor!<br />

– 587 –


38 — NAFAKA VE KOMŞU HAKKI<br />

(Nikâye) kitâbının fârisî şerhinde buyuruyor ki:<br />

Nafaka, insanın yaşayabilmesi için lâzım olan şey demekdir. Bu da, yiyecek, giyecek<br />

ve ev olduğu (Hadîka)da ve (İbni Âbidîn)de, nafaka bâbında ve hac bahsi<br />

başında da yazılıdır. Ya’nî mutbah masrafı ve giyim eşyâsı masrafı ve ev kirâsı ile<br />

ev eşyâsı masrafıdır. Bu masraflar, şehrin âdetine, piyasaya ve akrabâ ve arkadaşlara<br />

göre ayârlanır. Zemâna ve hâle göre değişir. Her memleketde başkadır.<br />

[Te’mîn etmesi farz olan nafakayı fıkh âlimleri üçe ayırmışlardır. Birincisi, bedeni<br />

ve rûhu besleyen gıdâ ve hastalıklardan koruyan devâlardır. Rûhun ve kalbin<br />

gıdâsı ve devâsı, ilmdir. İslâm ilmleri ikiye ayrılır: Din bilgileri ve fen bilgileri.<br />

Din bilgileri, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbından öğrenilir. Bunlardan îmân ve<br />

fıkh bilgileri, her memleketde vardır. İslâmın gizli düşmanları, bilhâssa ingiliz câsûsları,<br />

islâmiyyeti içerden yıkmak için, uydurma din kitâbları yazıp dünyânın her<br />

yerine gönderiyorlar. Gençlerin bu yaldızlı kitâbları okuyup aldanmamaları çok<br />

mühîmdir. Elhamdülillah, Hakîkat Kitâbevi, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını<br />

bol bol basdırıp, bütün dünyâya göndermekdedir. Bu kitâblar kalblere, rûhlara gıdâ<br />

olmakda, islâm bilgilerini doğru olarak bütün memleketlere yaymakdadır.<br />

Müslimân evlâdları, fen bilgilerini de, müslimân fen adamlarının kitâblarından öğrenmeli,<br />

islâmiyyeti fenne düşman gibi gösteren masonların ve zındıkların kitâblarını<br />

okuyup aldanmamalıdır.]<br />

Nafakayı veyâ bunların parasını vermek, beş sebeble farz olur:<br />

1 — Zevcesi zengin olsa bile, bunun nafakasını vermek, zevc üzerine farzdır. Zevcesi<br />

kâfir ise, nafakası yine farzdır. Nafaka, nikâhdan sonra hemen farz olur. Zevc<br />

ve zevce fakîr iseler, fakîr nafakası verir. Zengin iseler, zengin nafakası vermesi lâzımdır.<br />

Zengin nafakasında, zevceye, ev işlerini yapdırması için bir hizmetci de tutması<br />

lâzımdır. İkisinden biri zengin olup, öteki fakîr ise, orta hâl nafakası verir.<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Nafaka, islâmiyyetde, ta’âm,<br />

kisve ve süknâ demekdir. Kitâbların çoğunda, yalnız ta’âm ma’nâsına kullanılmak<br />

âdet olmuşdur. Fakîr olan zevcin, zengin olan zevcesine, orta hâllilere âdet olan<br />

nafaka vermesi lâzımdır. Fakîr nafakası verip, aradaki farkı, zengin olunca öder.<br />

Zevce, zevcinin gücü olup da, nafaka vermediğini şikâyet ederse, hâkim nafaka<br />

ta’yîn edip vermesini emr eder. Yine vermezse, zevci habs edip malını satarak, zevcesinin<br />

nafakasına sarf eder. Malını bulamaz ise, fakîr olduğu anlaşılıncaya kadar<br />

habsde bırakır. Boşanmalarına karâr vermez. Fakîr olup veyâ gâib olup nafakanın<br />

üçünü de veremediği için de, aralarını ayırmaz ve habs de etmez. Şâfi’î mezhebinde,<br />

zevce isterse, hâkim fakîr olan zevcinden ayırır. Hanefî hâkim, aralarını<br />

ayırabilmek için, Şâfi’î olan bir hâkimi kendine vekîl yapar. Ayrılmak istiyen kadının<br />

dilekçesini buna verir. Zevce ve zevc mahkemeye getirilir. Zevce, nafaka vermediğini<br />

iki şâhid ile isbât eder ve zevc nafaka vermeğe gücü yetdiğini isbât edemezse,<br />

aralarını ayırır. Gâib olan zevcin fakîr olduğu anlaşılamıyacağı için, ayırmaz.<br />

Hanbelî mezhebinde, gâib olan zevcinden nafaka almadığını isbât eden zevceyi<br />

de hâkim ayırır.<br />

Hanefî mezhebindeki hâkim nafaka vermiyen fakîri ayırmaz ise de, aylık veyâ<br />

senelik nafaka parası tesbît edip, zevce zengin ise, kendi malından kullanmasını,<br />

fakîr ise, zevci ölmüş olsaydı, buna ve küçük çocuklarına nafaka vermeleri farz olan<br />

zevcin ve zevcenin mahrem akrabâlarına, buna şimdi ödünc vermelerini veyâ<br />

veresiye mal satmalarını emr eder. Ödünc vermiyenleri veyâ satmıyanları habs e-<br />

der. Böylece, zevcenin anası, babası, amcası, erkek kardeşi ve çocukların amcaları,<br />

erkek kardeşleri veyâ kendisi vermiş olduklarını, zevc zengin olunca bundan alırlar.<br />

[Ödünc, veresiye verecek zengin akrabâ yoksa, Beyt-ül-mâl, ya’nî devlet<br />

ödünc verir. Bu da vermezse, erkekle karışık olmıyan kadın işinde çalışır. Mese-<br />

– 588 –


lâ, hastahânede yalnız kadın hastalara bakar. Kadın ölüsünü yıkar. Süt annelik, ebelik,<br />

kızlara hocalık yapar.] Hâkim, bunları da zevcine ödetir. Talâk iddeti zemânında,<br />

nafaka sâkıt olmaz. Kadının iddet zemânı bitince, nafaka kesilir.)<br />

[Zarûret olmadan boşayarak evini barkını, yuvayı yıkmak, huzûru, se’âdeti kaçırmak<br />

ve boşadığı kadına mehr parasını ödemek, bir erkek için kolay şey değildir.<br />

Kadın, zevcine yemek hâzırlıyarak, çamaşırını yıkayarak, yırtıklarını dikerek, çocuklara<br />

din ve ahlâk bilgisi vererek, zevcinin râhat ve mes’ûd yaşamasını sağlar. Tatlı<br />

sözleri ile zevcini neşelendirir. Zevcesini boşayan erkek, bu ni’metlerden mahrûm<br />

kalır. Çünki, boşama âdeti olana kimse kızını vermez. Boşanılan kadının nafakasını<br />

vermek, babasına, babası yoksa, zengin akrabâsına farz olur. Zengin akrabâsı yoksa,<br />

islâmiyyete tâbi’ olan kadına, Beyt-ül-mâlın, ya’nî hükûmetin ma’âş vermesi lâzım<br />

olur. İslâmiyyetin bu emri yapılmazsa, kadın çalışıp kazanmağa mecbûr olur.<br />

Görülüyor ki, islâm dîninde, kadın değil, erkek acınacak hâldedir. Kız olsun, dul olsun,<br />

evli olmıyan fakîr kadına babası bakmağa mecbûrdur. Bakmazsa habs olunur.<br />

Babası yoksa veyâ fakîrse, zengin akrabâsı bakacakdır. Bunlar da yoksa, devlet ma’âş<br />

bağlıyacakdır. Müslimân kadının çalışıp kazanmağa hiç ihtiyâcı yokdur. İslâm dîni,<br />

kadının bütün ihtiyâclarını erkeğin sırtına yüklemişdir. Erkeğin bu ağır yüküne<br />

karşılık, mîrâsın hepsinin yalnız erkeğe verilmesi lâzım iken, Allahü teâlâ, kadınlara<br />

burada da ihsânda bulunarak, erkek kardeşlerinin yarısı kadar da mîrâs almalarını<br />

emr buyurmuşdur. 1029. cu sahîfeye bakınız! Zevc, zevcesini, evin içinde veyâ<br />

dışında çalışmağa zorlayamaz. Kadın arzû ederse ve zevci izn verirse, erkek bulunmıyan<br />

yerlerde, mestûre olarak çalışması câiz ise de, kazandığı kendi mülkü olur.<br />

Hiç kimse, bunları ve mîrâsdan eline geçeni, kadından zorla alamaz. Kendisinin ve<br />

çocukların ve evin herhangi bir ihtiyâcına sarf etmesi için zorlanamaz. Bunların hepsini<br />

zevcin alıp getirmesi farzdır. Şimdi, komünist memleketlerde, kadın da, erkeklerle<br />

birlikde, buğaz tokluğuna, hayvanlar gibi, en ağır işlerde zorla çalışdırılıyor.<br />

Hür dünyâ dedikleri hıristiyan memleketlerde ve islâm ülkeleri denilen arab memleketlerinde,<br />

(Hayât müşterekdir) denilerek, kadınlar da, fabrikalarda, tarlalarda,<br />

ticâretde, erkekler gibi çalışıyorlar. Çoğunun evlendiklerine pişmân oldukları,<br />

mahkemelerin boşanma da’vâları ile dolu olduğu, günlük gazetelerde sık sık görülmekdedir.<br />

Kadınlar, islâm dîninin kendilerine verdiği kıymeti, râhatı, huzûru, hürriyyeti<br />

ve boşanma hakkına mâlik olduklarını bilmiş olsalar, bütün dünyâ kadınları,<br />

hemen müslimân olurlar ve islâmiyyetin her memlekete yayılması için çalışırlar.<br />

Fekat, ne yazık ki, bu hakîkatleri anlıyamıyorlar. Allahü teâlâ, bütün insanlara, islâm<br />

dîninin ışıklı yolunu, doğru olarak öğrenmek nasîb eylesin!]<br />

(Bahr-ür-râık)da diyor ki, (Zevcin, zevcesine nafakayı temlîk etmesi farzdır. Zevcenin<br />

aldığı nafaka, mülkü olur. Bunu satabilir. Hediyye ve sadaka verebilir. Zengin<br />

olan zevc nafaka vermezse, hâkim bunun malını satıp nafakayı verir. Evini satmaz.<br />

Açıkda malı yoksa, bunu habs eder. Kisve, senede iki dır’ ve iki himâr ve iki<br />

milhafedir. Milhafe, kadının sokağa çıkarken giydiği bir şeydir. [Şimdi buna ferâce,<br />

saya, manto deniyor.] Bunların biri yazlık, biri kışlıkdır. Şimdi, bunlara iç donu,<br />

cübbe [kalın manto], yatak, yorgan da ilâve etmek lâzımdır. Kış mevsiminde,<br />

dır’ yünden, manto ve himâr ipekden olur. [Himâr, baş örtüsüdür.] Ayakkabı, mest<br />

sokağa çıkmak için olduklarından, nafakaya dâhil edilmemişdir. Fekat, zemânın<br />

ve memleketin âdetine göre dâhil edilirler. Dır’ göğsü açılabilen uzun gömlekdir.<br />

Kamîs, omuzu açılabilen uzun gömlek [ya’nî antâri]dir. Memleketin âdetine göre,<br />

kadına lâzım olan gıdâ, elbise ve ev eşyâsının hepsi nafakaya dâhil olur. Zevcin<br />

bunları getirmesi lâzımdır. Lâzım olduğu zemân getirmezse veyâ hıyânet ederse,<br />

zevce, zevcinin parası ile kendi satın alıp getirir. Yâhud, vekîl tutar. Bu vekîl<br />

satın alır. Lâzım olan şeylerin kadında bulunması, bunların nafakadan düşmesine<br />

sebeb olmaz. Kadın kendi malını kullanmağa zorlanamaz. Kullanırsa, zevc bunların<br />

parasını zevcesine öder. Herşeyi erkeğin getirmesi lâzımdır. Kadını çalışıp ka-<br />

– 589 –


zanmağa zorlaması harâmdır. Nâşize olan, ya’nî zevcinden kaçan zevceye nafaka<br />

verilmez. Geri gelince, nafaka da başlar. Üç günlük yoldan uzakda olan zevce, mahremi<br />

olmadığı için, zevcinin yanına gitmezse veyâ zevc, zevcesini böyle uzağa götürmek<br />

ister, o da gitmezse, nâşize olmaz. Zevc, kendi mülkü olan veyâ kirâladığı<br />

yâhud âriyet olarak aldığı evde zevcesini oturtur. Sâlih komşular arasında barındırması<br />

lâzımdır. Sâlih komşuları olmıyan ev, şer’î mesken değildir).<br />

[(Hindiyye)de diyor ki: (Ev zevcenin mülkü olup, zevcini evine sokmazsa, nafakası<br />

verilmez. Beni evine götür derse, zevc de götürmezse, kendi evine sokmadığı<br />

için nafakasını kesemez. Zevcinin gasb etdiği evde oturmak istemiyen kadının<br />

nafakası kesilmez. Kadın, nemâz kılmıyan zevcinden ayrılmaz. Zemânımızda,<br />

zevc, zevcesini başka memlekete götüremez. Zevc üç günden uzak memleketde<br />

olup, yol parası göndererek, zevcesini yanına çağırır, o da mahremi olmadığı için<br />

gidemezse ve zevcin evinde hastalanan kadının nafakaları kesilmez. Şâhidsiz nikâh<br />

ile yapılan izdivâcda nafaka lâzım olur. Zevce, yemek pişirmek için ücret istiyemez.<br />

Pişirmeğe de zorlanamaz ise de, zevci ona peynir, zeytin gibi şeyler getirir.<br />

Kadının zevcine karşı temiz ve zînetli olması vâcibdir).<br />

(Bezzâziyye)de diyor ki: (Babası hasta olup, bakacak kimse bulunamazsa, zevcinden<br />

iznsiz gidip hizmet eder. Zimmî baba da böyledir. Zengin olan oğul, zengin<br />

olan babasına bakmağa mecbûr değildir). Hediyyeleşmeleri sünnetdir. Anaya,<br />

babaya karşı gelmek, sert konuşmak, kalblerini incitmek harâmdır. İslâm kadını,<br />

her zemân bir milhafe ile örtünmüşdür. Bu da, geniş manto demekdir. İki parça<br />

olan çarşaf sonradan ortaya çıkmışdır. Şimdi çarşaf âdet olan yerlerde çarşafla,<br />

manto âdet olan yerde geniş manto ve kalın baş örtüsü ile örtünmelidir. Mubâh<br />

olan şeylerde âdete uymamak fitneye sebeb olur. Harâm olur].<br />

Zevcin izni ile zevcesi babasının evinde olunca, hasta olunca nafakası kesilmez.<br />

Zevcinin evinde kendisini teslîm etmezse, nafaka kesilmez. Borcu olduğu için habs<br />

edilmiş olan ve düğünden önce hasta olan ve başkası ile hacca giden kadına nafaka<br />

verilmez. Hacca zevci ile giden kadına, evdeki nafaka verilir. Seferî nafaka verilmez<br />

ve yol parasını vermek vâcib olmaz. Cenâze masrafı nafakaya dâhildir. Vefât<br />

eden kadının cenâze masrafını zevci verir. Kadının mirâsını alanlar vermez.<br />

Zevc nafaka vermezse veyâ fakîr olup, habsde, firârda olup vermezse, hâkim zevcesini<br />

ayırmaz. Zevcin ve zevcenin zengin olan mahrem akrabâsına, buna zevci adına<br />

ödünc olarak veyâ veresiye satarak vermelerini emr eder. Vermiyeni habs eder.<br />

Parayı, malı veren, sonra zevcden ister. Ödemezse, habs olunur. Mahkeme karârı<br />

olmadan, ödünc veyâ veresiye alırsa, zevcden istemez. İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”, hâkim zevceyi ayırır dedi. Kocasından nafaka alamıyan Hanefî<br />

bir kadın, boşanmak isterse, Şâfi’î mezhebindeki hâkime başvurur.<br />

Geçmiş zemânın nafakası, zevcden istenemez. Ancak, her ay vermeği sözleşirlerse<br />

veyâ hâkim emr etmiş ise, almadığı aylıkları, ölünciye kadar istiyebilir.<br />

Zevc, birkaç ay veyâ yıl için peşin verdiği nafakayı, zevce bu müddet bitmeden ölürse,<br />

geri alamaz. İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi teâlâ aleyh”, zevc hesâb ederek, geri<br />

kalan zemâna düşen nafakaları geri alır dedi.<br />

Zevcin akrabâsından hiç kimsenin evde bulunmasını istememek, zevcenin hakkıdır.<br />

Zevce izn verirse, zevc mahrem akrabâsını evinde bulundurabilir. Fakîr<br />

nafakası için, kilidi olan bir oda, mutbah ve halâ yetişir. Zevc, zevcesinin ana, baba<br />

ve kardeşlerini bile eve sokmıyabilir. Fekat görmelerine ve konuşmalarına<br />

mâni’ olamaz. Bunlardan sâlih olanlarına, haftada bir kerre, gelip oturmaları için<br />

mâni’ olmaması iyi olur. Diğer akrabâsının da, senede bir kerre gelip oturmalarına<br />

mâni’ olmamalıdır. [Zevcesinin sâlih olan akrabâsını, kendi de da’vet eder. Karşılar.<br />

Anasının, babasının ellerini öper. Yiyecek, içecek ikrâm eder. Onlarla sohbet<br />

eder. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münkerde bulunur. Başka şehrden gelmiş olanlarına,<br />

gece kalmalarını söyler. Onların kalblerini kazanmağa, hayrlı düâlarını al-<br />

– 590 –


mağa çalışır. Kendisinin ve zevcesinin akrabâsından fâsık olanlar [kötü kimseler],<br />

zevcesinin dînini, ahlâkını bozmak istiyenler varsa, onları evine almaz ve evlerine gitmez.<br />

Onlarla görüşmez ve zevcesini görüşdürmez. Fekat, onlara da ve hiçkimseye<br />

sert davranmaz. Hattâ, münâkaşa etmez. Fitne çıkmasına sebeb olmaz. Dinlerine ve<br />

dünyâlarına zarâr gelecek şeylerden sakınır. Herkese karşı, güler yüzlü olmalıdır.<br />

(Ukûd-üd-dürriyye)de diyor ki: (Zevc sefere çıkmak isteyince, zevcesi, nafaka<br />

vermiyeceğinden korkarak, bir aylık nafakası için, kefîl göstermesini hâkimden istiyebilir.<br />

Sefere çıkmıyan zevcinden kefîl istiyebilmesi için, nafaka mikdârının, hâkim<br />

tarafından veyâ ikisi aralarında anlaşarak tesbît edilmiş olması lâzımdır).<br />

(Behcet-ül-fetâvâ)da diyor ki: (Zeyd kızını Amre tezvîc edip, Amr zevcesini çağırmadığı<br />

için, zevcesinin babası evinde kaldığı zemânın nafakasını verir). (Feyziyye)de<br />

diyor ki: (Zevci zengin olan kadın, oğlundan nafaka istiyemez. Bâlig ise<br />

de, farz olan ilmleri tahsîl etdiği için fakîr olana, zengin olan babası bakar). (Bahrül-fetâvâ)da<br />

diyor ki: (Zevci nafaka bırakmadan, başka diyâra giden kadın, zevcinin<br />

emânet bırakmış olduğu maldan nafaka vermesi için, emânet bulunan kimseyi<br />

zorlıyamaz. Hâkim vâsıtası ile alabileceği, (Hindiyye)de yazılıdır. İnsan, hayvanına<br />

nafaka vermesi için, İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre cebr olunur.) Otuzdokuzuncu<br />

maddeye bakınız!]<br />

Bâin ve ric’î talâkla boşanan kadının, iddet zemânında, nafakasını zevcin vermesi<br />

farzdır. Mürted olmak veyâ üvey oğlunu şehvetle öpmek gibi suç ile ayrılarak<br />

veyâ kocası ölerek iddet bekliyen kadına nafaka vermesi farz değildir. Üç talâkda<br />

boş olan kadın, iddet zemânında mürted olursa, nafaka verilmez.<br />

[Şimdi, hayât müşterekdir diyenleri işitiyoruz. Bu sözleri doğrudur. Fekat, bu<br />

sözün ma’nâsı, onların anladıkları gibi değildir. Ya’nî, kadın da gitsin, para kazansın<br />

demek değildir. Bunun ma’nâsı, erkek gitsin, çalışsın, kazansın. Lüzûmlu şeyleri,<br />

dışardan alıp getirsin. Kadın da, hergün zevkınde gezmeyip, boş vakt geçirmeyip,<br />

ev içindeki kadınlık vazîfelerini yapsın demekdir. Erkeğin vazîfesi, dışardaki<br />

işleri, kadının vazîfesi içerdeki işleri yapmakdır.]<br />

2 — Fakîr çocuğun nafakasını yalnız babası verir. Babası fakîr ise, babasına<br />

ödetmek üzere, zengin olan anası verir. Anası da fakîr ise, zengin olan dedesi verir.<br />

Çocuk zengin ise, kendi malından nafakalanır. Malı olmıyan yetîmin anası, dayısı<br />

ve amca çocukları zengin olsalar, nafakasını anası verir. Babası gâib, anası fakîr,<br />

amcası zengin olan çocuğun nafakasını amcası verir. Yakın asebe gâib veyâ fakîr<br />

olunca, uzak olanı verir. Anadan başkası, çocuğa verdiği nafakayı babasından<br />

istiyemez. Anası, çocuğunu emzirmeğe zorlanamaz. Para ile emzirecek başka kadın<br />

bulunamazsa, ananın emzirmesi vâcib olur. Anaya ücret verilmez. Boşanan anayı,<br />

iddetden sonra, para ile süt anası tutmak câiz olur. Ana ücret ile, yabancı kadın<br />

parasız emzirmek istese, çocuk yabancıya emzirtilir.<br />

Erkek çocuğa, bâlig oluncaya kadar nafaka verilir. Kız çocuklara evleninciye kadar<br />

ve bâlig olan hasta oğula iyi oluncaya kadar babası bakar. Bunlar zengin ise,<br />

kendi malları ile nafakalanırlar. Veled-i zinâya babası nafaka vermez.<br />

(Lakît), geçim sıkıntısı veyâ nâmûs korkusu ile terkedilmiş çocuk demekdir. Çocuğu<br />

terk etmek günâh, görünce alıp ölümden kurtarmak şehrde sünnet, tenhâ yerde<br />

ise farzdır. Kuyuya düşecek a’mâyı kurtarmak da böyledir. Dâr-ül-islâmda<br />

bulunan çocuk, hür ve mü’min olur. Nafakası ve sultân nikâhını yapınca mehr parası<br />

çocuğun malından veyâ akrabâsından alınır. Bunlar yoksa, Beyt-ül-mâl verir.<br />

Çocuğu başkası bundan zorla alamaz. Benim çocuğumdur diyen bir adamın sözü<br />

kabûl edilir. Kadın söylerse, iki şâhid istenir. İlm öğretilir. Sonra san’ate verilir.<br />

Bulunduğu yerin mülkî âmirinden izn almadan sünnet etdirilemez ve malı satılamaz<br />

ve iznsiz yapılan masraflar, çocuğa teberru’, ya’nî hediyye olur.<br />

3 — Zengin olan çocukların, fakîr olan ana babalarına nafaka vermesi farzdır.<br />

Kız ve oğlan çocuklar eşit mikdârda verir. Anaya, babaya bakmak, bunlar öldük-<br />

– 591 –


de dahâ çok mîrâs alacak olana farz değildir. Bunlara dahâ yakın olana ve onların<br />

parçası olana farzdır. Oğlunun oğlu ile kızı bulunan anaya, babaya yalnız kızları<br />

bakar. Hâlbuki, mîrâsı kız ile torun yarı yarıya alır. Kızının çocuğu ile erkek<br />

kardeşi bulunana, torunu bakacakdır. Hâlbuki, mîrâsın hepsini erkek kardeş<br />

alır. Kızlarının çocuklarına hiç mîrâs düşmez. (Hazânet-ür-rivâyât) sâhibi “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” diyor ki, (Anadan babadan birine iyilik edince öteki incinirse,<br />

babaya hurmet, saygı, itâ’at etmeli, anaya hizmet ve yardım ve ihsân etmelidir.<br />

Babanın oğluna kızması, bağırması câizdir. Baba, çocuğuna vereceği emri,<br />

onun yapmıyacağını anlarsa, onu ısyân günâhından korumak için, emr etmemeli,<br />

bunu yaparsan iyi olur demelidir). (Fetâvâ-i Hayriyye) sâhibi “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” diyor ki: (Kazandığı, geçimini karşılayabilen fakîr kimsenin, fakîr babasına<br />

nafaka vermesi farz değildir. Fakîr olan anasını, babasını kendi evine alıp,<br />

birlikde geçinirler. Zevceyi döğmek, eziyyet etmek, nafakasını tam vermemek, onsuz<br />

başka şehre yerleşmek harâmdır. Büyük günâhdır. Kıyâmet günü, bunun süâli<br />

çok çetin, azâbı da, pek elîm olacakdır. Hâkim tarafından ta’zîr olunması, cezâlandırılması<br />

lâzımdır. Gücü yetdiği hâlde, üç cins nafakadan birini vermezse, habs<br />

olunur)].<br />

4 — Âkıl ve bâlig olmayan oğlan ve her yaşdaki evlenmemiş veyâ dul kız ve<br />

hasta veyâ kör adam fakîr olup, babaları yok ise, nafakalarını vermek, zengin olan<br />

zî rahm-i mahremleri üzerine, mîrâs mikdârı ile farz olur. Farz olması için, mahkemede<br />

da’vâ açması lâzım olduğu, (Fetâvâ-i Hayriyye)de yazılıdır. Herbiri, o gün<br />

için alması lâzım gelen mîrâs mikdârlarına göre ortaklaşa verirler. Bunlar, neseb<br />

(soy) bakımından nikâhı ebedî harâm olan yedi kişidir. Bunlardan zengin olanları,<br />

fakîr olan zî rahm-i mahremlerine ortaklaşa bakmağa mecbûrdurlar. Bir kimsenin<br />

dayısı ve amcasının oğlu olsa, bunun nafakasını, dayısı verecekdir. Çünki,<br />

bu kimse kadın farz edilirse, dayısı mahremdir. Amcası oğlu ise nâ-mahrem olur.<br />

Nâ-mahremin nafaka vermesi farz değildir. Mahrem, mîrâs almasa da, nafakayı<br />

mahrem verir. Fakîr olan küçük çocuğun anası ve kız kardeşi ve amcası zengin olsalar,<br />

nafakanın üçde birini anası, yarısını kardeşi, gerisini amcası verir. Fakîr bir<br />

kimsenin, zengin bir kız kardeşi ve baba bir kız kardeşi ve ana bir kız kardeşi varsa,<br />

bu kimseye üç kız kardeşi ortaklaşa bakar. Nafakanın beşde üçünü kız kardeşi,<br />

beşde birini baba bir kız kardeşi, beşde birini de, anadan kız kardeşi verir. Çünki,<br />

bu kimse ölseydi, mîrâsı bu oranda paylaşırlardı. (Behcet-ül-fetâvâ) da diyor<br />

ki, (Küçük çocuğun, anası ve iki kız kardeşleri ve amcası bulunsa ve hepsi zengin<br />

olsa, nafakayı altıda birer anası ve amcası verir. Kardeşleri de altıda ikişer verirler).<br />

Başka dinden olan, ya’nî müslimân olmıyan zî rahm-i mahrem akrabâya nafaka<br />

vermek farz değildir. Fekat, zimmî olan anaya, babaya, çocuklara ve zevceye<br />

nafaka vermek farzdır. Zevcden ve fakîr çocukları olan babadan başka hiçbir fakîrin<br />

nafaka vermesi farz değildir. Zevceden başka, hiçbir zengine nafaka verilmesi<br />

farz değildir. Kurban kesmek nisâbına mâlik olan kimse zengindir. Bu nisâba mâlik<br />

olmıyana fakîr denir. Baba kendi nafakası için oğlunun malını satabilir. Fekat,<br />

binâyı, toprağını satamaz. Ana ise, nafaka yapmak için oğlunun malını satamaz.<br />

Üçüncü kısmda, 3. maddenin sonuna bakınız!<br />

[Bir kadının, kızın, anası, babası ve mahrem akrabâsı yok ise veyâ mevcûd olup<br />

fakîr iseler ve Beyt-ül-mâl, ya’nî devlet de yardım etmez ve kimse ve hayr cem’iyyeti<br />

imdâd etmezse, bu kadın, kendinin, çocuklarının ve hastalık, ihtiyârlık sebebi<br />

ile çalışamıyan fakîr ana, babasının nafakalarını temîn etmek için çalışmak zorundadır.<br />

Erkekle karışık olmıyan kadın işlerinde çalışır. Erkek bulunmıyan iş yok<br />

ise, sıhhatini, dînini, nâmûsunu, müslimânlık haysiyyetini ve şerefini koruyacak<br />

kadar farz olan nafaka kazanmak için, yabancı erkeklerin bulunduğu yerde örtülü<br />

olarak çalışması câiz olur. Bu nafakayı kazanmasında mâni’ olunması, ikrâh olur.<br />

– 592 –


Böyle ihtiyâcdan fazla, orada kalması câiz olmaz. Dâr-ül-harbde zâlimler, çalışırken,<br />

başını, kollarını açması için ikrâh ederlerse, zorlarlarsa, açmazsan, burada<br />

çalışma, git derlerse, örtülü olarak çalışacak başka yer bulamayınca, kolları açık<br />

çalışması, Ebû Yûsüf kavline göre câiz olur. Kadının kulaklarından sarkan saçlarını<br />

örtmesi farz değildir diyen âlimlerin de mevcûd olduğu, (İbni Âbidîn)de ve<br />

(Hindiyye)de yazılıdır. Harac olduğu zemân, bu za’îf kavl ile amel etmek câiz olur.<br />

Başında bulunan saçları örtmenin farz olduğu sözbirliği ile bildirildi ise de, bunun<br />

açılması, ikrâh olunmak sebebi ile câiz olur. Üçüncü kısmda, (26). cı maddeye<br />

bakınız! Böyle ikrâh olunan kadın, her zemân, erkekle karışık olmıyan veyâ<br />

örtülü çalışacak yer aramalıdır. Bulunca, orada çalışması lâzım olur. Saçlarını, kollarını<br />

sokakda, gidip gelirken hep örtmelidir. Müslimân erkekle evlenince, bunun<br />

nafakasını zevci te’mîn etmeğe mecbûrdur. Zengin olmadığı için, anasına, babasına<br />

ve çocuklarına nafaka vermesi lâzım gelmez ise de, zevcinin izni ile çalışıp onlara<br />

bakması lâzımdır. Öğrenmesi farz ilmleri öğrenmek de, nafaka kazanmak gibidir.]<br />

5 — Kölenin, câriyenin nafakasını vermek, efendisine farzdır. Efendisi nafaka<br />

vermezse, kölesi, çalışıp kazandığından kendine nafaka yapar. Köle ve câriye<br />

çalışamıyacak hâlde ise, hâkim, efendiye, bunları satmasını emr eder.<br />

İbni Âbidîn beşinci cild, ikiyüzyirmiüçüncü sahîfede buyuruyor ki:<br />

(Avret yerini örtecek ve soğukdan, sıcakdan korunacak kadar giyinmek farzdır.<br />

Pamuk, keten ve yün kumaş iyidir. Erkek kamîsi, ya’nî antârisi ve paltosu bacağın<br />

ortasına kadar, kolları parmak ucuna kadar uzun olması sünnetdir. Kol ağzı bir<br />

karış olmalıdır. Orta hâlli giyinmeli, şöhretden sakınmalıdır. Ni’meti göstermek için<br />

iyi ve kıymetli giyinmek müstehabdır. Bayramlarda, topluluklarda, güzel, süslü giyinmek<br />

mubâhdır. Her zemân böyle giyinmek iyi değildir. Öğünmek için, gösteriş<br />

için giyinmek mekrûhdur. Beyâz ve siyâh giyinmek müstehabdır. Resûlullahın<br />

antârisi, gömleği ve donu beyâz pamuk bezdendi. [Mekkeyi feth eylediği gün, mubârek<br />

başlığının ve paltosunun siyâh olduğu, İbni Âbidîn, beşinci cildi, dörtyüzseksenbirinci<br />

sahîfesinde ve (Mecma’ul-enhür)de yazılıdır.] Yeşil giyinmek sünnetdir.<br />

Domuzdan başka yırtıcı hayvan leşlerinin postları, derileri dabaglanınca temiz<br />

olur. Besmele ile öldürülenlerin postları ve derileri temizdir. Derileri üzerinde<br />

nemâz kılınır. Bunlarla yapılan elbiseleri, kürkleri ve kürklü paltoları, başlıkları<br />

giymek erkeklere câizdir. Kadınların erkekler gibi giyinmeleri, erkek işleri yapmaları<br />

câiz değildir. Erkeklerin, donu, pantalonu ayaklarını örtecek kadar uzatması<br />

mekrûhdur. Nemâz dışında, pis elbise giymek mekrûhdur). [El, ayak, parmak,<br />

burun, diş, göz, kalb ve başka uzvlar bozulunca, kopunca yerlerine ma’den, plâstik<br />

koymak, diri ve ölü insandan organ nakl etmek câiz olduğu, Hindistân âlimlerinin<br />

neşr etdiği (El-muallim) mecmû’ası, 1406 nushasında yazılıdır. Çünki, bir organı<br />

kurtarmak, hayâtı kurtarmak gibi zarûrîdir. Diri insanın organını, etini yimek<br />

câiz değildir. Kanını nakl etmek câizdir. Kadınların ve erkeklerin traşda, tuvalet<br />

yapmakda ve giyinmekde birbirlerine benzemeleri harâmdır. Erkeklerin yanak üzerine<br />

saç uzatarak kadınlara benzemelerinin harâm olduğu (Hadîka) beşyüzellisekizinci<br />

sahîfesinde yazılıdır. Kadının, insan saçını, kendi saçı arasına örerek birleşdirmeyip<br />

de, kendi saçına iplikle, bez şeridle bağlamasının ve hayvan kılları eklemenin<br />

harâm olmadığı, (İbni Âbidîn) beşinci cildi, ikiyüzotuzsekizinci, (Hadîka)<br />

ikinci cildi, beşyüzyetmişdokuzuncu ve (Fetâvâ-i kübrâ)nın yüzyetmişdördüncü<br />

sahîfelerinde yazılıdır. İnsan ve hayvan kılından ve naylon gibi ipliklerden yapılmış<br />

olan, (Peruk) denilen takma saçları ve kirpikleri kullanmak câiz olduğu anlaşılıyor<br />

ise de, ihtiyâc ile zîneti birbirine karışdırmamalıdır. İhtiyâc için câiz olan<br />

şeyi, süs, gösteriş için takmak câiz değildir. Erkekler arasında başını açmak zarûreti<br />

olduğu zemân, kadının başını ve kendi saçlarını peruk takarak örtmesi câiz ve<br />

lâzım olur. Zarûret olunca, avret yerlerini mümkin olan herşeyle örtmek lâzımdır.<br />

– 593 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:38


Günâhı yalnız saçını vermiş olana ve bakanadır. İnsanın saçını ve herhangi bir organı<br />

satması harâmdır. Peruk takarak sokağa çıkmak, zarûret olmadan câiz değildir.<br />

Çünki, kadınların yabancılara süslenmeleri harâmdır. Zarûret ne demek olduğu,<br />

(Mecelle)nin 22 ve 42. ci maddeleri şerhlerinde bildirilmişdir.]<br />

(Uyûn-ül-besâir) kitâbının yüzondokuzuncu sahîfesinde diyor ki, (İnsanın kullandığı<br />

şeyler beşe ayrılır. Bunlar zarûret, ihtiyâc, menfe’at, zînet ve fudûldür. Kullanılmadığı<br />

zemân helâke sebeb olan yasak şeyi kullanmak zarûret olur. Kullanılmaması<br />

sıkıntıya, meşakkate sebeb olursa, ihtiyâc denir. [Fâidesi, menfe’ati olmayıp,<br />

yalnız gösteriş için kullanılan şeye, zînet denir.] İhtiyâc olunca, orucu bozmak<br />

câiz olur. [(Bahr-ür-râık)da diyor ki, (Bir ibâdete başlayınca, bunu özr olmadan<br />

bozmak harâmdır. Farz olan orucu bozmak için sekiz özr vardır: Hastalık, sefere<br />

çıkmak, ikrâh ya’nî zâlimin zorlaması, kadının hâmile olması, çocuk emzirmek, açlık,<br />

susuzluk ve ihtiyârlık). Kitâbda bildirilen ihtiyâc, bu sekiz özrden biri demekdir.]<br />

Buğday ekmeği, koyun eti, yağlı yimek, menfe’atdir. Tatlı yimek, zînetdir. Mubâhları<br />

kullanmakda taşkınlık, fudûldur. Zarûret olunca, yalan yere yemîn etmek<br />

câiz olmaz. Ta’rîz söylemek, ya’nî iki ma’nâlı kelime söyleyip yemîn edilir. Aç kalanın<br />

ölmiyecek kadar leş yimesi, zarûret olur. Abdest alırken elbiseye su sıçraması,<br />

hayvan idrâr yaparken, üstündekinin elbisesine sıçraması zarûretdir. Mecnûnun<br />

birden fazla evlenmesi câiz değildir. Çünki ihtiyâcı olmaz).<br />

[Harâm işlemek veyâ kullanmak, yalnız zarûret mikdârı câiz olur. Mubâh olan<br />

şeyleri, farzları yapabilecek kadar kullanmak zarûretdir ve farzdır. İhtiyâcı karşılamak<br />

için kullanmak, sünnetdir. İhtiyâcdan fazla olan şeyin menfe’ati varsa, menfe’ati<br />

için kullanmak câiz olur. Menfe’ati olmadığı zemân, zarârı da yoksa, zînet<br />

olur. Vekâr, hurmet ve sevgi hâsıl etmek ve çok şükr etmek niyyeti ile zînet eşyâsını<br />

kullanmanın müstehab olduğu, (İbni Âbidîn) ve (Bahr) son cildlerinin sonunda<br />

ve Muhammed Bağdâdînin (Hadîka)sının yüzonbeşinci sahîfesinde yazılıdır.<br />

(Hadîka) ikinci cildinin beşyüzseksenikinci sahîfesinde diyor ki, (Mubâhlarda, şehrin<br />

âdetine uymamak şöhret olur. Bu ise, tahrîmen mekrûhdur. Saç, sakal boyamak<br />

böyledir). Zînet eşyâsını kullanmak da böyledir. Dâr-ül-harbde, ya’nî Fransa<br />

gibi, kâfirlerin yaşadıkları memleketlerde, islâmın vekârını, şerefini korumak<br />

ve şöhretden, fitneden sakınmak vâcibdir. Zararlı olan şeye fudûl, abes ve mâlâya’nî<br />

denir. Bunu kullanmak tahrîmen mekrûh, farza mâni’ olursa, harâm, ya’nî<br />

büyük günâh olur. Birinci kısm, ellidördüncü madde sonuna bakınız!<br />

(Bahr-ür-râık)da, orucu bozmayan şeyleri bildirirken diyor ki, (Erkeğin tedâvî<br />

için sürme çekmesi câizdir. Zînet için çekmesi câiz değildir. (Cemâl) ve (Zînet)<br />

kelimelerini birbirleri ile karışdırmamalıdır. Cemâl, çirkinliği gidermek, vekâr sâhibi<br />

olmak ve şükr etmek için, ni’meti göstermek demekdir. Gösteriş için, öğünmek<br />

için, ni’meti göstermek, cemâl olmaz, kibr olur. Nefsin za’îf, azgın olduğunu<br />

gösterir. Cemâl ise, nefsin terbiye edilmiş, olgun olduğunu gösterir. (Allahü<br />

teâlâ cemîldir. Cemâl sâhiblerini sever) hadîs-i şerîfi, cemâl sâhibi olmağı medh<br />

etmekdedir. Cemâl için yapılan birşey, zînete de sebeb olursa, zarar vermez.<br />

Cemâl için, temiz, güzel giyinmek mubâhdır. Kibr için giyinmek ise, harâmdır. Böyle<br />

giyinince, hâlinde, başkalarına karşı davranışında bir değişiklik olması, kibr alâmeti<br />

olur). Görülüyor ki, cemâl, çirkinliğe, başkalarının iğrenmelerine, hakâret<br />

etmelerine sebeb olacak şeyleri yapmamak, bunları izâle etmekdir. Zînet, başkalarını<br />

imrendirecek, onlara üstünlük sağlıyacak, öğünecek şeyleri yapmakdır.<br />

Cemâl için, bulunduğu yerde âdet olan şeylerden, harâm olmıyan en iyilerini kullanmalıdır.]<br />

Erkeklere ipek giymek harâm olduğu, ikinci kısm, kırkbirinci madde sonunda<br />

bildirilmişdir. Elbisede ve başlıkda dört parmak genişliğinde ipek veyâ altın şeridlerin<br />

bulunması câizdir. Şerîdler uzun ve sayıları çok olabilir.<br />

Erkeklerin de her renk elbise giymeleri câiz ise de, kırmızı, sarı elbise giyme-<br />

– 594 –


leri tenzîhen mekrûh denildi. Başlık ve takkenin kırmızı ve sarı renklerde dahî mekrûh<br />

olmadığı sözbirliği ile bildirildi. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”<br />

ayakkabısının siyâh olduğu, (Şir’at-ül-islâm) şerhinde yazılıdır.<br />

(Dürr-ül-muhtâr)ın ve bunun (Tahtâvî) ve İbni Âbidîn hâşiyelerinin son cildleri<br />

sonunda diyor ki, (Tecemmül etmek, ya’nî en güzel elbise giymek müstehabdır.<br />

Halâl şeylerle zînetlenmek mubâhdır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe dörtyüz altın<br />

kıymetinde cübbe giyerdi. Talebelerine güzel giyinmelerini emr ederdi.<br />

İmâm-ı Muhammed nefîs elbise giyerdi. İmâm-ı a’zam buyurdu ki, imâm-ı Ömerin<br />

yamalı hırka giymesi, Emîr-ül-mü’minîn olduğu içindi. Güzel giyinseydi,<br />

me’mûrları da güzel giyinirler, fakîrleri, milletden zulm ile mal alırlardı. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” bin dirhem gümüş kıymetinde cübbe giyerdi).<br />

Büyüklere harâm olan şeyleri, çocuğuna yapdıran kimse, harâm işlemiş olur. Birinci<br />

kısmda, 18. ci maddeye bakınız!<br />

(Hadîka)da, bütün bedenle yapılan günâhların onbeşincisinde diyor ki, çocuğunu<br />

ve nafaka vermek lâzım olan akrabâsını aç bırakarak ve islâm terbiyesinden<br />

mahrûm ederek zâyı’ etmek günâhdır. Analardan, baba ve dedelerden ve çocuklardan,<br />

torunlardan başka olan yakınlara, (Akrabâ) denir. Zengin kimsenin fakîr<br />

ve çalışamıyacak hâlde olan akrabâsına nafaka vermesi vâcibdir. Çalışabilen erkek<br />

büyük akrabâya, fakîr olsalar da, nafaka verilmez. Fakîr olan yetîm çocukların<br />

ve dul kadınların nafakaları, sağlam olsalar da, zengin akrabâsına vâcib olur.<br />

Küçük çocukların anneleri ve amcaları bulunsa, yâhud anneleri ve ağabeğleri olsa,<br />

zengin iseler, çocukların nafakalarını, mîrâs oranında, ortaklaşa verirler. Babanın,<br />

çocuklarına ilm, edeb ve san’at öğretmesi farzdır. Önce, Kur’ân-ı kerîm okumasını<br />

öğretmelidir. Sonra îmânın ve islâmın şartlarını öğretmelidir. [Çocuk<br />

Kur’ân-ı kerîm okumasını ve din bilgisini öğrenmeden mektebe gönderilirse, artık<br />

bunları öğrenecek vakt bulamaz. Din düşmanlarının tuzaklarına düşerek, onların<br />

yalanlarına, iftirâlarına aldanır. Dinsiz ve islâm ahlâkından mahrûm olarak<br />

yetişir. Dünyâda ve âhıretde felâketlere sürüklenir. Cem’ıyyete ve millete zararlı<br />

olur. Kendine ve başkalarına yapacağı kötülüklerin günâhları, anasına babasına<br />

da yazılır. Çocuğunu, din bilgilerini öğretmeden önce, kâfirlerin, hıristiyanların<br />

mekteblerine göndermenin büyük zararları, (İrşâd-ül-hiyâra fî-tahzîr-il-müslimîn<br />

min medârisin-Nasârâ) kitâbında uzun yazılıdır. Bu kitâb, Ahmed Zeynî Dahlânın<br />

(Hulâsat-ül-kelâm) kitâbının ikinci cüz’i ile birlikde, Hakîkat Kitâbevi tarafından<br />

basdırılmışdır.]<br />

Ananın, babanın, okutmak ve terbiye etmek için çocuklarını zorlaması lâzımdır.<br />

Kadın çocuğunun okumasına, ahlâkına ehemmiyyet vermezse, kötü yetişdirirse,<br />

erkeğin, (Ben râzı değilim. Günâhı senin olsun!) demesi, kendisini kurtarmaz.<br />

Kötülüğe mâni’ olması lâzımdır. Kadın inâd ederek, fitne çıkarsa veyâ erkekden<br />

gizli yaparsa, erkek günâhdan kurtulur. Böyle kadını boşamalı diyemeyiz.<br />

Anaya, babaya itâ’at ve ihsân etmelidir. Tâ’at olan, mubâh olan ve günâh olmıyan<br />

şeylerdeki emrlerini yapmalıdır. Zevcenin de, zevcinin günâh olan emrlerini<br />

yapmaması lâzımdır. Her me’mûr ve ast için de böyledir. Hiç kimseye, günâh işlemeği<br />

emr etdiği için, karşı gelinmez. İsyân edilmez. Mubâh olan işler için verdikleri<br />

emrleri yapmak, vâcib değil ise de, câizdir. Tâ’at olan işlerdeki emrlerini<br />

yapmak vâcibdir. Yapması câiz olmıyan emrlerine karşı ısyân etmemeli, yumuşak,<br />

tatlı dil ile özr dilemelidir. Ana, baba, [ve âmir, müdîr], en kötü günâhı, hattâ küfrü<br />

bile emr etse veyâ kendileri kâfir ise, onlara karşı gelmek, yine câiz olmaz. Ana,<br />

baba âciz ve fakîr iseler, zimmî olsalar bile, nafakaları, çocuğa vâcibdir. Dedeler,<br />

nineler de, ana, baba gibidir. Harbî olanlarına nafaka verilmez. Zimmî ile harbînin<br />

birbirlerinden mîrâs almaları da böyledir. Ana, baba, zimmî olsalar da, hizmet<br />

etmek, ihsânda bulunmak vâcibdir. Küfre teşvîk edenlerine gidilmez.<br />

– 595 –


Anayı, babayı ve zî-rahm-i mahremleri ziyâret etmek vâcibdir. Hiç olmazsa, selâm<br />

göndererek, tatlı mektûb yazarak ve telefon ederek bu günâhlardan kurtulmalıdır.<br />

Selâmın, mektûbun ve sözle, para ile yardımın mikdârı ve zemânı yokdur. Lüzûm<br />

ve imkânı kadar yapılır. Zî-rahm-i mahrem olmıyanlara bunlar vâcib değildir.<br />

Bunlar önce anaya, sonra babaya, sonra evlâda, sonra ecdâda, sonra ceddâda,<br />

sonra erkek ve kız kardeşlere, amcalara, halalara, dayılara ve teyzelere yapılır. Bunlardan<br />

sonra, zî-rahm-i mahrem olmıyan amca oğluna, amca kızına ve hala, dayı ve<br />

teyze çocuklarına, sonra nikâh sebebi ile akrabâ olanlara, sonra komşulara yardım<br />

ve ihsân etmek çok sevâbdır. (Hadîka)dan terceme burada temâm oldu.<br />

(Bezzâziyye) fetvâsında, (Menâhî)yi anlatırken diyor ki, (Her çeşid çalgı dinlemek<br />

harâmdır. Fısk anlatan şi’r dinlemek mekrûhdur. Günâh işlemeği istemek<br />

günâh olmaz. İşlemeğe karâr verirse, yalnız karâr vermek günâhı yazılır. İşlemek<br />

günâhı yazılmaz. Küfr ve küfre sebeb olan şeyler böyle değildir. Bunlara karâr verince<br />

kâfir olur. Kâfir olan anaya babaya hizmet etmek, nafakalarını vermek, ziyâretlerine<br />

gitmek lâzımdır. Küfre sebeb olan şeyleri yapdıracaklarından korkulursa,<br />

ziyâretlerine gitmemelidir. Kâfirlerle birlikde yiyip içmek, bir iki kerre câizdir.<br />

Her zemân ise, mekrûh olur. Ücret karşılığı, şerâb yapmak için üzüm sıkmak<br />

mekrûhdur. Kilise ta’mîrinde çalışmak mekrûh değildir. Çünki, bu işin kendisi günâh<br />

değildir). Görülüyor ki, islâmiyyete uymağa gericilik diyen, ya’nî ibâdet yapmağı<br />

ve harâmlardan sakınmağı beğenmiyen ananın, babanın evine gidilmez.<br />

Böyle olan akrabânın evine de gitmek câiz değildir. Başka özrler, sebebler söyliyerek<br />

gitmemeli, kalb kıracak, fitne çıkaracak şeyler söylememelidir. Hiç kimse<br />

ile münâkaşa etmemelidir. Münâkaşa etmek, dostluğu giderir. Düşmanların çoğalmasına<br />

sebeb olur. Fitne çıkarmamalı, dost ile de, düşman ile de tatlı konuşmalı,<br />

herkese karşı güler yüzlü olmalıdır. Bu husûsda, Muhammed Ma’sûm (Mektûbât)ının,<br />

üçüncü cildinin 55. ci mektûbunda geniş bilgi vardır. Bu mektûbun tercemesi,<br />

(Hak Sözün Vesîkaları) kitâbımızın sonunda mevcûddur. Bid’at sâhiblerine<br />

ve açıkca günâh işliyenlere tatlı dil ve güler yüz câiz olmadığı için, zarûret olmadıkca,<br />

bunlarla karşılaşmamağa, görüşmemeğe çalışmalı, zarûret mikdârını<br />

aşmamalıdır.<br />

Anadan, babadan izn almadan cihâda ve tehlükeli olan yoldan bir yere, hattâ<br />

farz olan hacca gitmek câiz değildir. İznleri olmadan ilm tahsîline gitmek câizdir.<br />

Tecribeye, hesâba dayanmıyan, dayansa da dünyâya ve âhırete fâidesi olmıyan şeyleri<br />

öğrenmek böyle değildir. İslâmiyyete fâideli ilmler böyledir. İslâm düşmanlarının,<br />

bid’at sâhiblerinin, mezhebsizlerin mekteblerine din bilgisi öğrenmek<br />

için gitmek, hiçbir zemân câiz değildir. Ticâret, hac, ömre gibi, tehlükeli olmıyan<br />

yolculuklarda, ihtiyâcı olmıyan ana babanın iznini, rızâsını almak lâzım olmaz. Fekat,<br />

hava ve deniz yolculuğu ve tehlükeli olan kara yolculukları için ve cihâd için<br />

rızâlarını almak lâzımdır. İlm öğrenmek için gidilecek yolda ve yerde emniyyet varsa<br />

ve ananın, babanın yalnız kalarak helâk olmaları tehlükesi yoksa, rızâları olmasa<br />

da, gitmek câizdir. Düşman hücûm edip islâm askeri bozulduğu zemân, çocuk<br />

bâlig olmasa bile, ana babasının rızâsı olmayınca da düşmana karşı savaşa gitmesi<br />

câizdir. Fekat, hiçbir zemân ve hiçbir sebeble anaya, babaya ve hükûmet adamlarına<br />

karşı sert söylemek câiz değildir. Rızâları olmadan gitmek câiz olduğu zemân,<br />

gitdiği yerden sık sık tatlı mektûb ve selâm ve hediyye yollayarak rızâlarını<br />

almalıdır.<br />

KOMŞU HAKKI — Aşağıdaki yazılar, seyyid Alî zâdenin “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” (Şir’at-ül-islâm) şerhinden alınmışdır. (Her müslimânın, sâlih komşular [iyi<br />

insanlar] arasında ev araması lâzımdır. Hadîs-i şerîfde, (Ev satın almadan evvel, komşuların<br />

nasıl olduklarını araşdırınız! Yola çıkmadan evvel, yol arkadaşınızı seçiniz!)<br />

buyuruldu. Hadîs-i şerîfde, (Komşuya hurmet etmek, anaya hurmet etmek gibi lâzımdır)<br />

buyuruldu. Komşuya hurmet, onunla iyi geçinmekdir. Onun aç olduğunu bi-<br />

– 596 –


lerek, kendisi tok yatmamakdır. Allahü teâlânın kendisine ihsân etdiği rızklardan<br />

ona da vermelidir. Onu incitecek söz ve hareketde bulunmamalıdır. Hadîs-i şerîfde,<br />

(Komşusu, şerrinden emîn olmıyan kimse, Allahü teâlâya îmân etmemişdir)<br />

buyuruldu. Zimmî komşusuna dahî, mümkin olduğu kadar hediyye vermelidir. Hadîs-i<br />

şerîfde, (Zimmî komşunun bir hakkı, müslimân komşunun iki hakkı, akrabâ<br />

olan komşunun üç hakkı vardır) buyuruldu. Komşusunun evine, pencerelerine bakmamalıdır.<br />

[Kaç ev komşu sayılır? Bu evlerin adedi, zemânın şartlarına ve insanın<br />

yardım kudretine göre değişir. Her tarafdan birer, ikişer ve nihâyet] kırk ev komşuluk<br />

hakkına mâlik olur. Komşunun yapdığı eziyyetlere ve câhilce hareketlerine<br />

sabr etmeli, karşılık vermemelidir. [Alkollü içkinin ve kadınların, kızların başı,<br />

kolları açık sokağa çıkmalarının harâm olduğunu güler yüz ve tatlı dil ile anlatmalıdır.<br />

Komşular, günâh işlediklerini görüp de nasîhat vermiyen] ve kendileri ile<br />

görüşmiyen, [Cehennemden kurtulmaları için] yardım etmiyen komşularını, Kıyâmet<br />

günü, Allahü teâlâya şikâyet edecekler, [maddî ve ma’nevî] haklarını istiyeceklerdir.<br />

Komşunun çocuklarını eli ile okşamalı, nemâz kılmaları ve günâh işlememeleri<br />

için, tatlı dil ile nasîhat etmelidir. Hadîs-i şerîfde, (Evinizde pişen yemekden,<br />

komşunuzun hakkını veriniz!) buyuruldu. Ödünc olarak ve âriyet olarak<br />

istediğini hemen vermelidir. Komşusu hasta olunca, ziyâretine gitmelidir. Sıkıntıya<br />

düşünce, imdâdına yetişmelidir. Hadîs-i şerîfde, (Sıkıntıya düşen komşusuna<br />

yardım eden, sıkıntısını gideren kimseye, Allahü teâlâ kıyâmet günü kıymetli elbise<br />

giydirecekdir) buyuruldu. Cenâzesi olunca, (Ta’ziye) etmeli, ya’nî sabr etmesini<br />

söylemeli ve cenâzesinin hizmetine koşmalıdır. Komşusu sefere, uzak vazîfeye<br />

gidince, geride kalan âilesini, çocuklarını hırsızların, ahlâksızların şerlerinden,<br />

zarârlarından muhâfaza etmelidir. O yok iken, onun çoluk çocuklarına karşı<br />

davranışlarında, ona hiyânet etmekden çok sakınmalıdır. Onun evinin havasını,<br />

güneşini men’ edecek kadar, evine kat çıkarmamalı, buna zarûret olursa, ona<br />

anlatıp rızâsını aldıkdan sonra yapmalıdır. Ona veremiyeceği meyve, tatlı gibi şeyleri<br />

evine ondan gizli getirmelidir. Evini satacağı veyâ kirâya vereceği zemân, ona<br />

danışmalı, onun izn verdiği kimseye vermelidir. Komşunun mâl ve mülk hakları,<br />

(Mecelle) nin 1192. ci ve sonraki maddelerinde yazılıdır. Dünyâda en kıymetli şey,<br />

müslimân, sâlih, Allahü teâlânın ve mahlûkların haklarını bilen ve gözeten komşudur.<br />

Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, bir sâlih müslimânın hurmetine, komşularından<br />

binlerce belâyı, felâketi uzaklaşdırır) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde, (Kendisinin<br />

iyi mi, kötü mü olduğunu anlamak istiyen kimse, sâlih, hâlis olan komşularının kendisi<br />

hakkında ne dediklerini öğrensin! İyi kimsedir diyorlarsa, ind-i ilâhîde iyi olduğunu<br />

anlasın!) buyuruldu.)<br />

Herhangi bir kimseye yapılması harâm olan bir fenâlık, komşuya yapılırsa, günâhı<br />

katkat dahâ fazla olur. Herhangi bir kimseye yapılması sevâb olan bir iyilik,<br />

komşuya yapılırsa, sevâbı katkat dahâ fazla olur.<br />

Zâhidâ! Aç gözün, sahraya bak da, ibret al!<br />

Şu direksiz kubbe-i semâya bak da, ibret al!<br />

Görmek istersen, Cenâb-ı kibriyânın kudretin,<br />

her sabâh, seher vakti, dünyâya bak da ibret al!<br />

Pâdişâh olsan da, derler “er kişi niyyetine”,<br />

Var, musallada yatan mevtâya bak da, ibret al!<br />

Bir kefendir âkıbet, sermâye-i beğ ve fakîr,<br />

varlığa mağrur olan, mecnûn değil de, yâ nedir?<br />

– 597 –


39 — İSLÂMİYYET VE KADIN<br />

İslâm dîni, kadını en yüksek dereceye çıkarmışdır. İslâmiyyetin kadına verdiği<br />

kıymeti hiçbir din, hiçbir düşünce vermemişdir. Komünistler, kadının erkeğe eşit<br />

olduğunu söyleyip, kadın, erkeğin bütün haklarına mâlikdir deyip, kadına en ağır<br />

işleri yapdırdılar. Kadınları demir fabrikalarında, ma’den kuyularında, taş ocaklarında,<br />

Sibiryanın soğuk ormanlarında, demir yollarında, beton dökmekde, toprak<br />

kazmakda insâfsızca ve buğaz tokluğuna, zorla çalışdırdılar. İslâm kadınına, erkek<br />

akrabâsından, fıtra verecek kadar zengin olanlardan, en yakın bulunanı, bakmağa<br />

mecbûrdur. Yakın akrabâsı yoksa veyâ fakîr iseler, (Beyt-ül-mâl) ya’nî devlet her<br />

dürlü ihtiyâclarını vermeğe me’mûrdur. Evli kadına, zevci her şeyi getirmeğe ve ayrı<br />

bir ev tutmağa mecbûrdur. Kızın, babası evinde, her nesi varsa, hattâ kaç hizmetcisi<br />

varsa, kocasının, bunları alması lâzımdır. Şâfi’î mezhebinde tütün parasını vermesi<br />

bile lâzımdır. Hanefî mezhebinde, kahve ve tütün parası vermek lâzım olmadığı<br />

(Redd-ül-muhtâr)da yazılıdır. Zevci, kadına bakamıyacak kadar fakîr ise veyâ<br />

zengin olduğu hâlde, ihtiyâclarını almıyorsa, piyasa kıymetine göre kadının ihtiyâcını<br />

mahkeme ta’yîn ederek, yakın akrabânın bu parayı kadına borc vermesini<br />

emr eder. Erkeğin satılacak malı yoksa, çalışdırarak bu borcları erkeğe ödetir. Çalışmazsa<br />

habs eder. O hâlde, islâm kızı, islâm kadını geçim derdinden, düşüncesinden<br />

mu’afdır. O, çalışarak, didinerek para kazanmağa mecbûr değildir. Herşey<br />

onun ayağına gelecekdir. Dîn-i islâm, ona bu kıymeti vermişdir. Fekat, kadının, islâmiyyeti,<br />

dînini, îmânını, farzları, ibâdetleri, harâmları öğrenmesi farzdır. Babasının<br />

veyâ zevcinin, ona bu ilmleri öğretmesi lâzımdır. Öğretmezlerse, büyük günâha<br />

girerler. Kadının gidip dışardan öğrenmesi lâzım olur. Kadın, erkekden iznsiz hiçbir<br />

yere gidemez iken, bu din ilmlerini öğrenmek için gidebilir. İslâmiyyetin ilme<br />

ne kadar kıymet ve ehemmiyyet verdiği buradan da anlaşılmakdadır. Müslimân kadını<br />

ticâret, fen, san’at ve zirâ’at ile uğraşmağa mecbûr değil ise de, bunlarla meşgûl<br />

olması, para kazanması, yasak ve günâh değildir. Yalnız, bunlarla meşgûl olurken<br />

ve ilm öğrenirken, erkekler arasına girmemesi, onlara açık görünmemesi, harâmdan<br />

sakınması lâzımdır. Çünki, müslimân kadının başı, kolları, bacakları açık<br />

olarak sokağa çıkması, erkeklere göstermesi harâmdır, günâhdır. Ehemmiyyet<br />

vermezse, aldırış etmezse îmânı gider, kâfir [Allahın düşmanı] olur. Cehennem ateşinde<br />

sonsuz olarak yakılacağı bildirilmişdir. Sûre-i nisâ otuzbirinci âyet-i kerîmede,<br />

kadınların kesb edeceği kazanclarından nasîb alacaklarını, Allahü teâlâ bildirmekdedir.<br />

Hadîce-tül-kübrâ “radıyallahü anhâ”, islâmiyyetden evvel ve sonra, ticâretle<br />

meşgûl oluyordu, kâtibleri, me’mûrları, hizmetcileri çokdu. Hattâ bir kerre,<br />

Muhammed aleyhisselâmı ticâret kâfilesine reîs ta’yîn etmişdi. Kadının yapacağı<br />

günâhlardan, ona izn veren erkekleri de cezâ görecekdir. Hâlbuki, erkeğin günâhları,<br />

kadına zarar vermemekdedir. İslâmiyyetde, kadın, harbe de gitmez. Dünyâda<br />

râhat ve mes’ûd olduğu gibi, onun Cennete gitmesi de çok kolaydır. (Tenbîhul-gâfilîn)de<br />

yazılı hadîs-i şerîfde, (Dört şeyi yapan, ya’nî kocasına hıyânet etmiyen,<br />

beş vakt nemâz kılan, Ramezân-ı şerîfde oruc tutan ve [onsekiz erkekden] başkasına,<br />

[başı, saçı, kolları, bacakları] açık olarak görünmiyen kadın Cennete gidecekdir)<br />

buyuruldu. Çünki, doğru kılınan nemâz, insanı günâh işlemekden korur ve İslâmın<br />

şartlarını yerine getirmek sevgisini hâsıl eder. Onsekiz mahrem erkeğin kimler<br />

oldukları, ikinci kısm, otuzdördüncü maddede yazılıdır. (Tenbîh-ul-gâfilîn)de ve<br />

(Şir’a) şerhinde yazılı hadîs-i şerîfde, Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,<br />

(Bir kadın, beş vakt nemâzını kılar, Ramezân ayında oruc tutar, nâmûsunu<br />

korur ve zevcine itâ’at ederse, dilediği kapıdan Cennete girer) buyurdu. Ebû Mutî’<br />

Belhînin, (Lü’lü’iyyat) kitâbından alarak (Rıyâd-un-nâsıhîn)de yazılı hadîs-i<br />

şerîfde, (Beş şeyi yapan kadın Cehennemden kurtulur: Beş vakt nemâzını kılar, Ramezân<br />

ayında orucunu tutar, zevcini, anasını babasını üzmez, yüzünü ve saçlarını<br />

yabancı erkeklere göstermez, dünyâ sıkıntılarına sabr eder) buyuruldu.<br />

– 598 –


Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” hicretin onuncu yılı, son<br />

haccının hutbesindeki sözlerinden, son nasîhatlarından biri, (Kadınlarınıza eziyyet<br />

etmeyiniz! Onlar, Allahü teâlânın sizlere emânetidir. Onlara yumuşak olunuz,<br />

iyilik ediniz!) olmuşdur. İslâmiyyetde evlenmek, bir kızı mes’ûd etmek, ibâdetdir<br />

ve bütün nâfile ibâdetlerden dahâ sevâbdır.<br />

İslâmiyyetde dört kadına kadar almağa emr olunmamış, ancak izn verilmişdir.<br />

Ya’nî mubâhdır. Bunun da şartları vardır. Bu şartları taşımayan erkeğin, birden<br />

fazla evlenmesi günâhdır. Birinci şart, zevcelerinden herbirini mes’ûd etdirecek<br />

kadar zengin olmakdır. Diğer şartları, fıkh kitâblarında yazılıdır.<br />

(Ni’met-i islâm)da diyor ki, (Dörde kadar evlenmek, erkekler için kolaylık olduğu<br />

gibi, kadınlar için de, adedleri çok olduğundan kolaylıkdır. İslâmiyyetden önce,<br />

bir erkek dilediği kadar kadınla evlenirdi. İslâmiyyet bu sayıyı dörde indirmişdir.<br />

Birden fazla evlenmek vâcib olmadığı gibi, mendûb da değildir. Birden fazla<br />

evlenmemenin dahâ iyi olduğu bildirilmişdir). Devlet, mubâh olan birşeyi emr veyâ<br />

yasak ederse, buna uymak câiz olur. (Berîka)nın doksanbirinci sahîfesinde<br />

diyor ki, (Devletin islâmiyyete uygun emrlerini yapmak vâcibdir. İslâmiyyete uymıyan<br />

emrlerine ısyân etmek, fitneye, anarşiye sebeb olmak büyük günâhdır.<br />

Büyük zarardan kurtulmak için, küçük zararı yapmak lâzım olur. Fâidesini düşünerek<br />

devletin emr etdiği her mubâhı yapmak millete vâcib olur). Dokuzyüzyirmisekizinci<br />

sahîfede diyor ki, (Zâlim olan devlete karşı da ısyân etmek câiz değildir).<br />

(Hadîka)da, 143. cü sahîfede diyor ki, (Zâlim devlet mubâh işlemeği yasak<br />

ederse, buna itâ’at vâcib olur. Kendini tehlükeye atması câiz olmaz). İbni Âbidîn,<br />

kâdîlığı anlatırken diyor ki, (Kâfir memleketlerinde kâfir kanûnlarına itâ’at etmek<br />

zarûreti olduğundan, sulh ve hud’a yapılmış olur. Mallarına, canlarına, ırzlarına saldırmak<br />

da câiz değildir). Yaradılışda, kadınlar, erkeklerden çok olduğu gibi,<br />

harblerde, kazâlarda erkeklerin ölmesi, kadınların ölümünden dahâ çokdur, ya’nî<br />

erkek adedi, kadından azdır. İslâmiyyetin dörde kadar izn vermesi, kızların kocasız<br />

kalmaması, metres hayâtına, umûmî evlere düşmemesi ve şereflerini, nâmûslarını,<br />

se’âdetlerini te’mînat altına almak gâyesi iledir. Hıristiyanlıkda erkeğin bir<br />

kadından fazla alması yasak olduğu için, erkekler, metres hayâtı yaşıyor. Komşu,<br />

ahbâb kızlarını, talebelerini, işçileri igfâl ediyorlar. Birçok kadınla gizli evlilik bağı<br />

kuruyorlar. Bir yandan kadınlar, kızlar fuhşa, felâkete sürükleniyor, istikbâlleri<br />

mahv oluyor, bir yandan da, babası belirsiz milyonlarca çocuk, ya çöplüklere bırakılıyor.<br />

Yâhud, anasız, babasız, terbiyesiz yetişerek cem’ıyyete yük ve belâ oluyorlar.<br />

İslâmiyyetde zenginler dörde kadar evlenip, çocuklar, analı, babalı, terbiyeli<br />

yetişir. Evler, âile yuvaları çoğalır. Cem’ıyyet hayâtı kuvvetli ve düzenli olur.<br />

Çok evlenmek isteyenler de, zengin olmak için çalışır. İş hayâtı genişler. Ticâret,<br />

teknik ilerler.<br />

Erkeğin kadına karşı olan vazîfelerini (Mürşid-ül-müteehhilîn) kitâbı uzun<br />

yazmakdadır. (Ma’rifetnâme) kitâbında olanı aynen aşağıda bildiriyoruz:<br />

Ey azîz! Erkeğin zevcesi ile görüşmesinde, otuz şeyi yapması lâzımdır:<br />

1 — Ona karşı her zemân, güzel huylu olmalıdır. [Allahü teâlâ iyi huylu olanları<br />

sever. Huysuzları sevmez. Bir insanı incitmek harâmdır. İşkence yapanın evlenmesi<br />

harâmdır.]<br />

2 — Ona karşı her zemân, yumuşak davranmalıdır.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Müslimânların en iyisi,<br />

en fâidelisi, zevcesine karşı iyi ve fâideli olandır).<br />

3 — Eve gelince zevceye selâm vermeli, [ya’nî selâmün aleyküm demeli] ve nasılsın?<br />

diye hâtırını sormalıdır.<br />

4 — Onu tenhâda neş’eli görünce saçlarını tutup, okşamalı, gülerek, bûs etmeli<br />

ve sarılmalıdır.<br />

– 599 –


5 — Tenhâda üzüntülü görünce, onu çok sevdiğini, acıdığını söyleyip hâlini sormalı,<br />

tatlı şeyler söylemelidir.<br />

6 — Yapamıyacağı şeyleri bile söz vererek gönlünü almalıdır. Çünki o, evinde<br />

kapalı, başkalarından ümmîdsiz ve yalnız kendisine alışmış olan dostu, dert ortağı,<br />

ekmek vericisi, kendini neş’elendiricisi, çocuklarını yetişdiricisi ve ihtiyâclarını<br />

gidericisidir.<br />

7 — Çocukları terbiyede, ona yardım etmelidir. Çünki, bebek, anasına, gece<br />

gündüz ağlayıp, hiç râhat vermez. Onu insâfsızca üzen bir alacaklıdır. O hâlde, ona<br />

imdâd edene, Allahü teâlâ yardım eder.<br />

8 — Zevcesine, memleketde âdet olan elbisenin, çamaşırın en kıymetlisini giydirmelidir.<br />

Ev içinde, her istediği, güzel şeyleri giydirmelidir. Sokağa çıkarken, bunları<br />

da örtmeli, yabancıya göstermemelidir.<br />

9 — İyi şeyler yidirmelidir. Zengin ise, halâl olan herşeyi almalıdır. Ona geniş,<br />

kullanışlı, sıhhî ve islâm hanımına yakışan elbise ve nefîs ta’âm te’mîn etmeği, kendine<br />

borc bilmelidir. [İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh” (Kimyâ-i se’âdet)in yüzkırkbirinci<br />

sahîfesinde diyor ki, (Zevcenin nafakasını sıkmamalı, isrâf da etmemelidir.<br />

Âilenin nafakasına verilen paranın sevâbı, sadaka sevâbından dahâ çokdur.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Gazâ için sarf edilen,<br />

köle âzâd etmek için, fakîre sadaka vermek için ve evindekilerin nafakası için<br />

sarf edilen altınların en üstünü ve sevâbı çok olanı, evin nafakasına verilen altının<br />

sevâbıdır.) İbnî Sîrîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Hiç olmazsa haftada<br />

bir kerre tatlı yidirmelidir.) Nafaka te’mininden âciz olanın evlenmesi harâmdır.<br />

Yemeği yalnız yimemelidir. Çoluk çocukla yimek sevâbdır. En mühim şey, nafakayı<br />

halâlden kazanıp, halâlden yidirmekdir).]<br />

10 — Zevcesini döğmemelidir. (Dürr-ül-muhtâr) üçüncü cild, yüzseksensekizinci<br />

sahîfedeki suçlardan birini işlerse, onu ta’zîr etmesi, edeblendirmesi câiz olur<br />

ise de, yine vâcib olmaz.<br />

[Ba’zı kimseler, Nisâ sûresi otuzüçüncü âyetinde, kadınların döğülmesi emr olunuyor<br />

diyorlar. Hâlbuki, bu âyet-i kerîmede meâlen, (Erkekler, kadınlar üzerine<br />

hâkimdirler. Çünki, Allahü teâlâ, ba’zı kullarını ba’zısından üstün yaratmışdır. Hem<br />

de, erkekler, kendi mallarını, onlar için harc ederler. Kadınların iyileri, Allahü teâlâya<br />

itâ’at eder ve zevclerinin haklarını gözetirler. Zevcleri hâzır olmadıkları zemân,<br />

onların nâmûslarını ve mallarını, Allahın yardımı ile korurlar. Hıyânet etmesinden<br />

korkduğunuz kadınlara, zevc haklarını öğretin ve tatlı sözlerle nasîhat<br />

edin! Onları yatağınızdan ayırın. Yine uslanmaz iseler, hafîf döğün! Uslanırlarsa,<br />

onları üzecek şey yapmayın!) buyuruluyor. Görülüyor ki, mala ve nâmûsa hıyânet<br />

etmiyen kadınları döğmek değil, onları hiçbir sûretle üzmek câiz değildir. Hâin olanları<br />

da, yumruksuz açık el ile veyâ düğümsüz açık mendil ile hafîf vurarak islâh etmeğe<br />

izn verilmişdir. Nâmûsa ve mala hiyânet edenlere, her hükûmet, her kanûn,<br />

ağır cezâ yapmakdadır. İslâmiyyet, kadınlara, çok kıymet verdiği, çok acıdığı<br />

için, hâin olanlarını kanûn pençesine düşürmeden önce, hafîf vurmakla islâh edilmelerinin<br />

de tecribe olunmasını emr etmekdedir.<br />

Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir erkek, zevcesini döğerse, kıyâmetde ben<br />

onun da’vâcısı olurum). Dünyâ işlerindeki kusûru için, döğmek şöyle dursun,<br />

acı, sert bile söylememelidir.<br />

Kadınların kalbleri ince, nâzik ve hislerine tâbi’ olduğundan, birbirlerine hased<br />

edenleri çokdur. Bu bakımdan, bilhâssa yeni evliler, uyanık olmalı, ana, kız kardeş<br />

ve başka kadınların, zevcesini çekişdirmelerine aldanmamalı, böyle şeyler söylenmesine<br />

fırsat vermemelidir. Böyle sözlere uyarak zevcesini incitmekden çok çekinmelidir.<br />

Anası ve kız kardeşleri için zevcesinin söylediklerine karşı da uyanık olmalı. Ana-<br />

– 600 –


ya eziyyet olunmasına hiçbir sûretle göz yummamalıdır. Anasına, kendisi, zevcesi<br />

ve çocukları, herhâlde saygı göstermelidir. Ana babaya, kayın vâlide ve kayın<br />

pedere hurmet, hizmet edilmesi birinci vazîfe olmalıdır. Büyüklerin rızâsını, düâsını<br />

almağa çalışmalı, hayr düâlarını, büyük kazanc bilmelidir].<br />

11 — Allahü teâlânın emrlerini yapmak husûsunda olan kusûru için, bir günden<br />

çok dargın durmamalıdır.<br />

12 — Zevcesinin huysuzluklarını yumuşak karşılamalıdır. Çünki, kadınlar iğri<br />

kaburga kemiğinden yaratılmışdır. Aklları ve dinleri erkeklerden azdır. Erkeğe<br />

emânet olunmuşlardır. Gülerek, tatlılıkla geçinmek için alınmışlardır.<br />

[Aklı olan zevc ve zevce, birbirlerini üzmezler. Hayât arkadaşını üzmek, incitmek,<br />

ahmaklık alâmetidir. Zâlim, huysuz kimsenin hayât arkadaşı devâmlı üzülerek<br />

a’sâbı bozulur. Sinir hastası olur. Sinirler bozulunca, çeşidli hastalıklar hâsıl olur.<br />

Hayât arkadaşı hasta olan bir eş, mahv olmuşdur. Se’âdeti sona ermişdir. Eşinin<br />

hizmetinden, yardımlarından mahrûm kalmışdır. Ömrü, onun dertlerini dinlemekle,<br />

ona doktor aramakla, ona, alışmamış olduğu hizmetleri yapmakla geçer. Bütün<br />

bu felâketlere, bitmiyen sıkıntılara kendi huysuzluğu sebeb olmuşdur. Dizlerini<br />

döğmekde ise de, ne yazık ki, bu pişmânlığının fâidesi yokdur. O hâlde, ey müslimân!<br />

Hayât arkadaşına yapacağın huysuzlukların, işkencelerin zararlarının kendine<br />

de olacağını düşün! Ona karşı, hep güler yüzlü, tatlı dilli olmağa çalış! Bunu<br />

yapabilirsen, rahât ve huzûr içinde yaşar, Rabbinin rızâsını da kazanırsın!]<br />

13 — Zevcesinin ahlâkında bir değişiklik görürse, kabâhati kendinde bulup, ben<br />

iyi olsaydım, o da böyle olmazdı, diye düşünmelidir. Evliyâdan birinin zevcesi, huysuz<br />

idi. Buna hep sabr eder, soranlara derdi ki, eğer onu boşarsam, ona sabr edemiyen<br />

biri alır da, ikisinin birden felâkete düşmelerinden korkarım. Büyükler “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma’în” buyurmuş ki, (Bir kimse âilesinin huysuzluğuna<br />

sabr ederse, altı şey, ziyândan kurtulur: Çocuk dayakdan, tabak bardak, kırılmakdan,<br />

ahırdakiler döğülmekden, kedi sövülmekden, müsâfir gücendirilmekden,<br />

elbise yırtılmakdan kurtulur). Bunlar, (Şir’at-ül-islâm)da da yazılıdır.<br />

14 — Ehli kızınca, susmalıdır. Böylece kadın, pişmân olup, özr dilemeğe başlar.<br />

Çünki o, za’îfdir. Susunca mağlûb olur.<br />

15 — Ehlinin iyiliği çoğalıp, her işi seve seve yapınca, ona düâ etmeli ve Allahü<br />

teâlâya şükr etmelidir. Çünki, uygun bir kadın büyük ni’metdir.<br />

16 — Zevcesi ile öyle olmalıdır ki, zevcim beni herkesden çok seviyor, bilsin.<br />

17 — Bakkal, kasab, çarşı, pazar işlerini aslâ ona bırakmamalı, evin idâresinde<br />

onun fikrini sormalı, dışardaki, büyük işleri söyliyerek, onu üzmemelidir.<br />

18 — Zevcesinin câhilce hareketleri için dâimâ uyanık bulunmalıdır. Çünki,<br />

Âdem babamız “aleyhissalâtü vesselâm”, ehli, Havvâ anamızın da’veti üzerine, yanlış<br />

iş işledi.<br />

19 — Zevcesinin, günâh olmıyan kusûrlarını görmemezlikden gelmelidir. Günâh<br />

iş ve sözden vazgeçmesini ve nemâza, oruca ve gusl abdesti almağa devâm etmesini<br />

tatlı ve yumuşak sözlerle nasîhat etmelidir. Kıymetli elbise ve zînet eşyâsı<br />

alacağını va’d ederek ibâdetleri yapdırmalı, günâhlarını önlemelidir.<br />

20 — Zevcesinin ayblarını, sırlarını, herkesden gizlemelidir.<br />

21 — Zevcesine latîfe, şaka söylemeli ve kadın gibi olup, oyunlar yapmalıdır. Nitekim,<br />

Allahü teâlânın sevgilisi “sallallahü aleyhi ve sellem”, ezvâc-ı mütahherasına<br />

karşı, insanların en zarîfi idi. Hattâ bir kerre Âişe “radıyallahü anhâ” ile yarış<br />

etdi. Âişe vâldemiz geçdi. Bir dahâ yarış etdiklerinde, Server-i âlem “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” geçdi. Müslimânın ehli ile oynaması, boş ve günâh değildir,<br />

sevâbdır.<br />

İbni Âbidîn beşinci cild, 253. cü sahîfede diyor ki, (Lu’b, la’ib, lehv ve abes, hepsi<br />

oyun ile vakt geçirmekdir. Nerd, ya’nî tavla oynamak, satranc, ondört taş oyna-<br />

– 601 –


mak ve bütün çalgıları çalmak ve dinlemek, raks, dans etmek, hokkabazlık, şaklabanlık<br />

etmek, başkaları ile alay etmek, el çırpmak, hep oyun olup, tahrîmen mekrûhdurlar.<br />

Devâmlı yapılırsa veyâ farzları yapmağa mâni’ olurlarsa ve kumâr ile<br />

yapılırsa, sözbirliği ile harâm olurlar. Def ve kaval, ney çalmak ve dinlemek de böyledir.<br />

Hadîs-i şerîfde, (Her dürlü lehv harâmdır. Yalnız, zevce ile oynamak, at ve<br />

silâh ile ta’lîm, yarış yapmak câizdir) buyuruldu. Harbe hâzırlanmak için, güreş câizdir).<br />

Futbol oynamak, çeşidli bakımlardan harâm olmakdadır.<br />

22 — Zevcesini cadde üstünde, parklara, oyun yerlerine, spor sâhalarına, mekteblere<br />

karşı olan evlerde oturtmamalı, yabancı erkekleri görmesine, onlarla konuşmasına<br />

sebeb olmamalıdır. Mescide yakın ve sâlih müslimân komşular arasında<br />

oturtmalıdır. [38. ci maddeye bakınız!] Sâlih komşular, bunların birbirlerine<br />

zulm, işkence yapmalarına mâni’ olurlar. Nasîhat ederler. Yardımlarına koşarlar.<br />

Mahkemede, haklı olana şâhidlik yaparlar. Böyle mahalleye, böyle şehre hicret etmek<br />

vâcibdir. Müslimânlar, âilesini, iyi havalarda, çayırlara, su kenârlarına, harâm<br />

bulunmıyan, kalabalık olmıyan yerlere götürerek gezdirmeli, hava aldırmalıdır.<br />

Ta’til günlerinde, kalabalık zemânlarda gezdirmemelidir. Fısk meclislerine götürmemelidir.<br />

Birinci kısmda, ellisekizinci madde sonuna bakınız!<br />

23 — Zevcesini, islâmiyyetin yasak etdiği şeklde tahsîle, vazîfeye, fitneye sebeb<br />

olan yerlere göndermemelidir. (Behcet-ül-fetâvâ) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”<br />

diyor ki, (Kadınlar câmi’de, erkeklere verilen va’zı dinlemeğe gelirlerse, vazîfelilerin<br />

bunları men’ etmesi lâzım olur). [Mevlid dinlemeğe gelmeleri de böyledir.]<br />

(Hadîka)da, bütün bedenle yapılan günâhların otuzikincisinde diyor ki: Hür<br />

olan kadının, yanında zevci veyâ ebedî mahremlerinden biri olmadan yüzdört kilometre<br />

uzağa gitmesi harâmdır. Kadınlar çok olsa da harâmdır. Yâ Resûlallah, zevcem<br />

hacca gidiyor denildikde, (Sen de berâber git!) buyurdu. (Mahrem) demek, kadınla<br />

evlenmeleri ebedî harâm olan, soydan, sütden veyâ nikâhdan akrabâları demekdir.<br />

Kız kardeşin, teyzenin, halanın zevcleri mahrem değildirler. Çünki bu kadın,<br />

bunlarla evlenebilir. Birinci kısm, ellisekizinci maddeye bakınız! Zimmî mahremi<br />

de, müslimân mahremi gibidir. Fâsık olan [kötü kimse olan], emîn olmıyan ve<br />

bâlig olmamış küçük mahremi ile gitmesi câiz değildir. Bâlig olmamış gösterişli kızlar<br />

da, kadın gibidirler. Kadınların mahremsiz olarak sefere gitmelerinin harâm olduğunu<br />

hanefî âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Şâfi’î mezhebinde emîn olunan<br />

kadınların toplu olarak mahremsiz, yalnız hacca gitmeleri câizdir. Yanlarında hiçbir<br />

erkeğin bulunmaması ve fitne çıkmamasından emîn olmaları lâzımdır. [Hanefî<br />

mezhebinde olan kadınların Şâfi’î mezhebini taklîd ederek mahremsiz hacca gitmeleri<br />

câiz değildir. Bir hanefînin Şâfi’î mezhebini taklîd etmesi, ancak bir farzı yaparken<br />

veyâ harâmdan sakınırken karşılaşdığı haracdan, sıkıntıdan kurtulması için<br />

câiz olur. Câiz olduğu zemân da, taklîd edilen mezhebin bütün şartlarına uymak lâzım<br />

olur. Haccın hepsini Şâfi’î mezhebine göre yapmaları lâzım olur. Çünki, bir ibâdeti<br />

yaparken, harac [sıkıntı] yok iken, iki mezhebi karışdırmak (Telfîk) olur. Müleffikın<br />

ibâdeti sahîh olmaz. Bâtıl olur.] (Hadîka)dan terceme temâm oldu.<br />

24 — Zevcesine Kur’ân-ı kerîm okumasını, farzlardan, harâmlardan, ona lâzım<br />

olanları öğretmelidir. [Hakîkat Kitâbevinin kitâblarını eve getirip, okumasını<br />

te’mîn etmelidir.] Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını bilmiyen fâsık [kötü kimse]<br />

ve zevcesine ve çocuklarına öğretmiyen, Cehennemde azâb çekecekdir.<br />

25 — Ehlinden iznsiz, nutfeyi ondan azl etmemeli ve muvâka’ada, o râhatlanmayınca<br />

ferâgat etmemelidir. İbni Âbidîn “rahime-hullahü teâlâ” nikâhda kısmeti<br />

anlatırken diyor ki, (Bir kerre cimâ’ ile zevcenin hakkı ödenmiş olur. Tekrârlamak<br />

diyâneten vâcibdir. Kadâen vâcib olmaz. Ya’nî kadın, hâkime mürâceat edemez.<br />

Tekrârını taleb etmek zevcenin de hakkı olup, taleb edince zevc üzerine vâcib<br />

olur. Bu husûsda zemân ve adet bildirilmedi). İfrâtı bedene, tefrîti rûha zarar<br />

verir. Dört geceden fazla boş bırakmamalı, denildi. Hayz hâlinde, ya’nî âdet zemâ-<br />

– 602 –


nında, ona tekarrüb, ya’nî yaklaşmak harâmdır. Büyük günâhdır. Âdet (regle) on<br />

günden sonra kesilirse, gusl etmese bile, muvâka’a câiz olur. On günden önce, fekat<br />

âdet temâm olunca, kesilirse, gusl etdikden veyâ bir nemâz vakti geçdikden sonra<br />

câiz olur. On günden ve âdetden önce kesilirse, gusl etse dahî, âdeti olan günler<br />

temâm oluncıya kadar, âilesi ile cimâ’ câiz olmaz. Fekat, bu zemân içinde, nemâz<br />

kılması ve oruc tutması lâzımdır. Birinci kısmda, ellidördüncü maddeye bakınız!<br />

26 — Zevce, yalnız evde zevcine karşı süslenip, başka kimselere süslenmemelidir.<br />

Zevcesi ve kızları açık gezen erkekler, onlarla birlikde Cehenneme gidecek,<br />

çok acı azâb çekeceklerdir.<br />

(Halebî-yi kebîr)de diyor ki, (Hür kadının avuç içinden ve yüzünden ve ayaklarından<br />

başka bütün vücûdü avretdir. Çünki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem”, (Kadın avretdir. Açık olarak çıkarsa, şeytân gözlerini çok açarak ona<br />

bakar) buyurdu. Ayaklarına avret diyenler de oldu. Nûr sûresindeki âyet-i kerîmede<br />

meâlen, (Müslimân kadınlar, zînetlerini göstermesinler! İş yaparken zarûrî<br />

açılanlar günâh olmaz. Baş örtülerini yakalarına kadar örtsünler [Böylece, saçları,<br />

kulakları ve göğüsleri iyi örtülsün]) buyuruluyor. Âyet-i kerîmede (Zînet), ya’nî<br />

(süs)leri örtsünler demek, zînet takılan, süslenen yerlerinizi örtün demekdir.<br />

Açılması günâh olmıyan zînet yerlerinin, yüz ile el olduğunu, Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdi. Yine bu sûrede, (Kadınlar ayaklarını yere vurarak<br />

yürümesinler ki, ayaklarındaki örtülü zînetlerin sesleri işitilmesin) buyuruldu.<br />

Ayakların avret olduğu buradan anlaşılmakdadır). Kadınların örtünmeleri<br />

Kur’ân-ı kerîmde emr olundu. Bunu kıskanc olan ba’zı kocalar söylemişdir demek<br />

doğru değildir. Böyle sözler, din câhillerinin, hattâ din düşmanlarının, müslimân<br />

kadınlarını aldatmak için yapdıkları çirkin iftirâlardır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde<br />

herşeyi açıkca bildirmedi ki, din düşmanlarının bu iftirâlarının bir değeri olsun.<br />

Beş vakt nemâzın kaç rek’at oldukları, her rek’atda kaç secdenin farz olduğu<br />

ve dahâ nice farzlar Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilmedi. Bu farzları açık olarak,<br />

Peygamberimiz bildirmişdir. Peygamberimizin bildirdiği farzlar ve harâmlar<br />

da, Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilen farzlar, harâmlar gibi kıymetlidirler. Bunlara<br />

da inanmıyan, kabûl etmiyen dinden çıkar, kâfir olur. Çünki, Kur’ân-ı kerîmin<br />

onyedi yerinde meâl-i şerîfleri, (Allahı seviyorsanız bana tâbi’ olunuz! Bana<br />

tâbi’ olanları Allahü teâlâ sever) ve (Allaha ve Resûle itâ’at ediniz. İtâ’at etmezseniz,<br />

Allah kâfirleri elbet sevmez) olan âyet-i kerîmeler vardır. Bu onyedi<br />

âyet-i kerîme, (Hadîka)da ve (Berîka)da uzun yazılıdır. (Mecma’ul-enhür)deki hadîs-i<br />

şerîfde, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Hür kadının, yüzünden<br />

ve iki eli ayasından başka, bütün bedeni avretdir) buyurdu. Avret yeri açık olarak<br />

erkeklerin yanına çıkmak ve başkasının avret yerine şehvetsiz bile bakmak harâmdır.<br />

Yabancı kadının yüzüne de şehvet ile bakmak harâmdır. Hadîs-i şerîfde,<br />

(Kadının neresine olursa olsun, şehvet ile bakan kimsenin gözlerine kıyâmet günü<br />

erimiş kurşun dökülecek, sonra Cehenneme atılacakdır) buyuruldu. Yabancı<br />

genç kadının elini, yüzünü el ile, şehvetsiz bile tutmak harâmdır. Hadîs-i şerîfde,<br />

(Yabancı genc kadının elini tutan kimsenin eline kıyâmet günü ateş doldurulacakdır)<br />

buyuruldu. (Zevâcir)deki hadîs-i şerîflerde, (Zevcinin evinden başka yerde başını<br />

açan kadın, Rabbi ile kendi arasındaki perdeyi yırtmış olur) ve (Allaha ve Kıyâmet<br />

gününe inanan, hamâma gitmesin ve Allaha ve Kıyâmet gününe inanan, zevcesini<br />

hamâma göndermesin ve Allaha ve Kıyâmet gününe inanan, şerâb içmesin<br />

ve Allaha ve Kıyâmet gününe inanan, şerâb içilen sofrada oturmasın ve Allaha ve<br />

Kıyâmet gününe inanan, yabancı bir kadınla, yalnız kalıp halvet etmesin) ve<br />

(Âhır zemânda ümmetimin erkeklerinin, avret yerleri örtülü olarak da hamâma<br />

gitmeleri harâm olur. Çünki, orada avret mahalleri açık olanlar da bulunur. Avret<br />

yerlerini açanlara ve başkasının avret yerine bakanlara, Allah la’net eylesin!) ve<br />

– 603 –


(Göbekle dizkapağı arası avretdir) buyurdu. Hanefî mezhebinde, erkeğin dizi<br />

avretdir. Açması harâmdır. Şâfi’îde diz avret değildir. Mâlikî ve Hanbelî mezheblerinde,<br />

göbek de, diz de avret değildir. Bu iki mezhebde yalnız sev’eteyn avretdir.<br />

Bu hadîs-i şerîfler karşısında, müslimân hanımlarının örtünmeleri, çıplakların<br />

bulundukları yerlere gitmemeleri lâzımdır. [Müslimânların, apartman katlarında<br />

oturmayıp, bağçe içinde müstekıl evlerde oturmaları ve evlerindeki banyolarda yıkanmaları<br />

muvâfıkdır. Müslimân erkekler, toplu olarak, çıplakların bulunmadıkları<br />

tenhâ sâhillerde denize girer. Hanefî ve Şâfi’î mezhebinde olan erkeğin, gusl<br />

abdesti almak için veyâ nafakasını, hakkını kurtarmak için veyâ fitne çıkmasını önlemek<br />

için, sıkışık durumda kalınca, diğer iki mezhebi taklîd ederek dizlerini, uyluklarını<br />

örtmemesi câiz olur. Fekat sıkışık hâl geçince, bir dakîka bile açık kalması<br />

harâm olur. Kadınların sıkışık durumda, mezheb taklîd ederek, hiçbir yerlerini<br />

açmaları mümkin değildir. Çünki, dört mezhebde de, kadınların her yerlerini<br />

örtmeleri lâzımdır. Kadınları sıkışık duruma düşürecek sebeb de yokdur.<br />

(Tefsîr-i Mazherî) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Nûr sûresinin tefsîrinde diyor<br />

ki, (Kadın ancak zarûret olduğu zemân ve başı, saçları, boynu ve bütün bedeni<br />

örtülü olarak sokağa çıkmalıdır. Kadının sokağa çıkması için zarûret, ihtiyâc maddelerini<br />

alacak ve dînini öğretecek kimsesi bulunmamakdır. Baş örtüsü ile yüzünü<br />

de örterek ve bedenini örtecek her şeklde kumaş ile örtünerek çıkması câizdir.<br />

Burada, yüzünü kelimesi, başını demekdir. Çünki, yüzü açık çıkması, dört mezhebde<br />

de câizdir). Buradan anlaşılıyor ki, Osmânlı devletinin son zemânlarında kadınların<br />

örtündükleri çarşaf ile örtünmeleri şart değildir. Geniş ve dizden aşağı uzun<br />

manto, çorab ve baş örtüsü ile örtünmeleri de câizdir. Yüzaltmışbeşinci sahîfeye<br />

bakınız! İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, birinci cildin, üçyüzonüçüncü<br />

mektûbunda, (Bütün arab memleketlerinde, pîrâhen, ya’nî kamîs, ya’nî antârî denilen<br />

uzun gömlek giyen erkeklerin de, kadınların da çok olduğunu, kadın gömleklerinin<br />

yakası kapalı, erkek elbisesinin önü açık, kamîs olduğunu) yazmakdadır.<br />

Ahzâb sûresi, kadınların (Celâbîb)lerinden ba’zısı ile örtünmelerini emr etmekdedir.<br />

Celâbîb, cilbâblar demekdir. Ebüssü’ûd efendi tefsîrinde diyor ki, (Cilbâb,<br />

baş örtüsünden dahâ geniş ve gömlekden kısa olan örtüdür. Kadınlar bununla<br />

başlarını örterler. Yüzü ve bedeni örten her örtüye de denir). Türkçe (Tibyân)<br />

tefsîri sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, buna Milhafe, ya’nî dışa giyilen örtü diyor.<br />

(Mevâkib) tefsîrinde de ve (Lugat-ı Nâcî)de (câr, ya’nî ferâce uzun gömlek)<br />

olduğu yazılıdır ki, manto demekdirler. Bunun iki parçadan yapılmış çarşaf demek<br />

olduğu ve kadınların yalnız bu çarşafı giymeleri lâzım olduğu, tefsîrlerde ve fıkh<br />

kitâblarında yazılı değildir. Hattâ, (Harâmdan olan Cilbâb giyenin nemâzı kabûl<br />

olmaz!) hadîs-i şerîfindeki (Cilbâb) kelimesine, (Kitâb-ül-fıkh-ı alel-mezâhib-il erbe’a)da<br />

kamîs, ya’nî uzun gömlek ma’nâsı verilmişdir. (Müncid)de de, cilbâb,<br />

kamîs demekdir diyor. (Câliyet-ül-ekdâr)ın son sahîfesinde de, (Ya Rabbî! Bize<br />

hikmetinin celâbîbini giydir) demekdedir. Bu hadîs-i şerîf ve bu düâ, cilbâbı erkeklerin<br />

de kullandığını bildiriyor. Şâfi’î (El-envâr) kitâbının hâşiyesinde diyor ki, (Kadının<br />

nemâzda, geniş, uzun antârî ve baş örtüsü ile örtünmesi ve elbisesinin üstüne<br />

kalın cilbâb örtmesi müstehabdır. Cilbâb, milhafe [ferâce, manto denilen]<br />

uzun, geniş antârî örtü veyâ baş örtüsü demekdir). Âyet-i kerîmedeki cilbâb kelimesine,<br />

çarşaf diyerek, geniş ve uzun manto ile örtünmeği red etmek, Kur’ân-ı<br />

kerîmi kendi re’yi, kendi görüşü ile, yanlış tefsîr etmek olur.<br />

Şimdi zemân böyle. Zemâna uymadan olmıyor gibi sözler doğru değildir. Masonların<br />

yaydıkları yalanlardır. Komünistler, işkence yaparak, öldürerek müslimânları<br />

yok ediyor. Masonlar ise, yalan ve bozuk sözlerle okşıyarak müslimânları dinden<br />

çıkarıyorlar. Mezhebsizler [zındıklar] de, islâmiyyeti değişdiriyorlar. Âyet-i kerîme<br />

ve hadîs-i şerîflere yanlış ma’nâlar veriyorlar.]<br />

27 — Zevcesinden iznsiz sefere, hattâ nâfile hacca gitmemelidir.<br />

– 604 –


28 — Zevcesi nemâz kılıyor ve kendisine itâ’at ediyorsa ve yabancı erkeklere<br />

açık saçık görünmiyorsa, ondan başka evlenmemelidir. Zîrâ, zevceleri arasında adâlet<br />

ve müsâvât yapmıyanlar Cehenneme gideceklerdir. Peygamberimiz “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (İki zevcesi olup da, ikisine müsâvî bakmıyan kimse,<br />

kıyâmet günü, mahşer meydânına yarı iğrilmiş olarak gelecekdir).<br />

29 — Zevceye, gamını, kederini, düşmanlarını, borclarını söylememelidir.<br />

30 — Ona, yanında ve olmadığı zemânlarda, hep hayr düâ etmeli, fenâ düâ etmemelidir.<br />

Çünki, gece gündüz onun için çalışmakdadır. Onun ekmekcisi, aşçısı,<br />

terzisi ve hamâmcısı ve malının bekcisi ve yoldaşı ve mûnisi ve yârı ve nigârıdır.<br />

(Kimyâ-i se’âdet) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” yüzkırküçüncü sahîfesinde<br />

buyuruyor ki, (Erkeğin vazîfelerinden onikincisi, zevcesini boşamamakdır. Allahü<br />

teâlâ, bütün mubâhlar [ya’nî izn verdiği şeyler] içinde yalnız, talâk vermeği [ya’nî<br />

boşamağı] sevmez. Zarûret olmadıkca, birini incitmek câiz değildir).<br />

Dînini bilen ve seven erkekler, her hareketinde islâmiyyete uyarak, hem kendilerine,<br />

hem de âile ve akrabâlarına ve bütün mahlûklara hayrlı ve fâideli olur.<br />

Bunun için, kızını seven ve onun dünyâda ve âhıretde mes’ûd olmasını istiyen, onu<br />

açık sokağa çıkarmamalı, dîni ve ahlâkı bozan televizyonları, radyoları dinlemesine<br />

ve böyle olan sinemalara ve topluluklara gitmesine mâni’ olmalıdır. Müslimân<br />

olan kimse, kızını müslimân ve sâlih kimselere vermelidir. Mal ve apartman ve mevkı’<br />

sâhibi değil, din ve ahlâk sâhibi dâmâd aramalıdır. Kızını kâfire veren kimsenin<br />

kendisi de, kızı da kâfir olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu<br />

ki, (Bir kimse, kızını fâsıka [kötü kimseye] verirse, Allahü teâlânın emânetine<br />

hıyânet etmiş olur. Emânete hıyânet edenlerin gideceği yer, Cehennemdir).<br />

Bir hadîs-i şerîfde buyurdu ki, (Kızını fâsıka veren kimse, mel’ûndur). (Şir’a) şerhindeki<br />

hadîs-i şerîfde, (Şefâ’atime kavuşmak istiyen, kızını fâsıka vermesin!)<br />

buyuruldu. (Eşi’atül-lemeât)da, nemâzı gecikdirmemeli bâbındaki hadîs-i şerîfde,<br />

(Yâ Alî! Üç şeyi gecikdirme! Nemâzı evvel vaktinde kıl! Hâzırlanmış cenâzenin<br />

nemâzını hemen kıl! Dul veyâ kızı küfvü isteyince, hemen evlendir!) Ya’nî nemâzını<br />

kılan ve günâh işlemiyen ve nafakasını halâlden kazanan birini bulunca, hemen<br />

ona ver, buyurdu.<br />

Sun’î İlkâh: (El-halâl vel-harâm)da diyor ki, (Erkeğin menîsini, bir tüp veyâ başka<br />

şey içinde, nikâhlı zevcesi olmıyan yabancı bir kadının rahmine koyup, çocuk<br />

hâsıl olmasına, (Sun’î ilkâh) denir. Harâmdır. Çocuk, veled-i zinâ, piç olur).<br />

Süâl: Şer’î nikâhı bulunan bir âilenin çocuğu olmaz ise, (Sun’î ilkâh) ve (Tüp bebek)<br />

denilen üsûl ile, çocuk olmasına teşebbüs etmek câiz midir?<br />

Cevâb: Bir erkekle kızın şer’î nikâh yaparak, Allahü teâlâdan çocuk taleb etmelerini<br />

tergîb ve teşvîk buyuran hadîs-i şerîfler çokdur. Çocuğu olmıyan zevceynin,<br />

Silsile-i aliyyeyi vâsıta yaparak, düâ etmeleri ve meşrû’ sebeblere teşebbüs etmeleri<br />

lâzımdır. Zevceynin menîleri alınıp, bir tüpe konuyor. Tüpde ilkâh vâkı’ oldukdan<br />

sonra zevcenin rahmine konuyor. Buna (Sun’î ilkâh) ve (tüp bebek) deniyor.<br />

Bunun câiz olacağı anlaşılmakdadır. Ancak, buna zarûret olmadığı için, bu<br />

işi zevceynin kendilerinin yapmaları, tabîb, hemşîre, ebe gibi yabancıların, bunların<br />

avret mahallerini görmemeleri ve sun’î ilkâhın, nikâhsız olan erkekle kız arasında<br />

yapılmaması lâzımdır.<br />

(Mecelle)nin yediyüzaltmışikinci (762) maddesinde diyor ki: Güvenilen kimseye<br />

bırakılan mala (Emânet) denir. Emânet üçe ayrılır:<br />

1 — (Vedî’a), güvenilen kimseye saklamak için verilen maldır. Söz veyâ hâl ile<br />

yapılan îcâb ve kabûl ile hâsıl olur. Veren ve alan, diledikleri zemân fesh edebilir.<br />

Bâlig olmaları lâzım değildir. Parasız Vedî’a zâyı’ olursa, ödemez. Ödemesi şart<br />

edilirse, sözleşme bâtıl olur. Ücretli olan Vedî’a helâk olunca, ödenir. Mümkin ve<br />

fâideli şartla Vedî’a sözleşmesi câizdir. Vedî’a olan malı kendi malı gibi saklar. Ve-<br />

– 605 –


dî’a olan hayvanın nafakası, sâhibine âiddir. Vedî’a, sâhibinden iznsiz kullanılamaz<br />

ve vedî’a, âriyet, kirâ ve rehn ve ödünc verilemez ve sâhibinin borcunu,<br />

onun izni olmadan ödeyemez. Bunları izn ile yapabilir. Sâhibi isteyince aynen geri<br />

vermesi lâzımdır. Ödemezse gâsıb olur. Vedî’a olan paranın da kendisini verir.<br />

Başkasını veremez.<br />

2 — Kirâ veyâ âriyet olarak verilen emânetdir. Îcâb ve kabûl ile hâsıl olurlar.<br />

Bâlig olmaları şart değildir. (Âriyet), bedelsiz kullanmak demekdir. Âriyet hayvânın<br />

nafakası, kullanana âiddir. Zemân ve mekân ve istifâde şekli sınırlı olarak<br />

âriyet vermek câizdir. Şartsız âriyet verilen eve, dükkâna, tarlaya dilediğini koyabilir.<br />

Âriyet alan, bunu vedî’a verebilir. Kirâya ve rehne veremez. Sâhibi isteyince<br />

veyâ sözleşmedeki müddeti bitince, geri vermesi lâzım olur.<br />

3 — Sözleşme olmadan ele geçer. Meselâ, rüzgârın getirdiği mal emânet olur.<br />

Çık da, bir seyret dışarda, her tarafın rengini,<br />

kudret-i Hakkın cihânda, görünen âhengini!<br />

Bir temiz kan, bir yeşil can, yağdırıp kudret, yere,<br />

yemyeşil olmuş her tepe, neş’elenmiş dağ, dere.<br />

En kısır toprak doğurmuş, emzirir birçok nebât,<br />

fışkırır bir damlacık otdan, tutup sıksan, hayât!<br />

Dün kemikden dahâ katı idi, her çıplak fidan,<br />

bak, ne sağlam kan bugün, her birisinden damlıyan!<br />

Dün uykudaydı belli, milyarlarca canlı teni,<br />

silkinip kalkmış yatakdan, elbiseler hep yeni.<br />

Dün ne mâtemdeydi âlem, yer mahzûn, gökler mahzûn,<br />

şimdi, sevincden her bitki gülmekde uzun uzun.<br />

İşlemiş kırlarda yer yer, Allahın kudret eli,<br />

yalnız söylemekle olmaz, bir gidip de görmeli.<br />

Öyle amma, gördüğüm binbir hikmetin tersine,<br />

bende hâlâ, zevke benzer, duygu yok aslâ yine.<br />

Bir değil, yüzbin behârlar gökden indirseydi Hak,<br />

öyle kararmış ki kalbim, nerde birşey anlamak?<br />

Dem çeker bülbül, beynimde benim, baykuşlar öter.<br />

ne bu sersemlik, eyvâh, bana neler olmuş neler?<br />

Bir tanıdık yok, hayâlim konsa, en bildik yere,<br />

cedlerin rûhu ağlıyor, din düşmüş, yâd ellere.<br />

Atom, füze lâfı yok, yalnız (dinde reform) sesi,<br />

iktisad, teknik düşünmez, bir dinsizlik hevesi.<br />

Ahlâksızın, hayâsızın, zulmün dinde yok yeri,<br />

reform ister, bunun için ırz düşmanı serseri.<br />

Duygusuz olmak kadar dünyâda büyük derd yok,<br />

öyle salgınmış ki mel’un kurtulan bir ferd yok.<br />

Fende yüksek olsa da, dîni bozulmuş bir millet,<br />

çok baskı yapılsa da, yaşamaz, mahvolur elbet.<br />

Ey ölüm hâlindeki, topraklara hayât veren!<br />

ni’mete küfrân da etsek îmânın za’fı neden?<br />

Bir hâlim yok, bilirim şâyân olan ihsânına,<br />

ah, yükselsem de, bir düşsem, senin dâmânına!<br />

Bir esim ister, kımıldanmak için, canlar bugün,<br />

bir nesîm olsun ilâhî, canlansın kanlar bugün,<br />

İlkbehârın rûhu etsin, bir de bizlerden zuhûr,<br />

yoksa artık, Sûr-i İsrâfîle mi kaldı nüşûr!<br />

– 606 –


40 — HALÂL, HARÂM VE ŞÜBHELİ ŞEYLER<br />

(Kimyâ-i se’âdet)in ikinci rükn, dördüncü aslından terceme edilmişdir.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Halâl kazanmak her müslimâna<br />

farzdır). Halâl kazanabilmek için, önce halâli öğrenmek lâzımdır. Halâl ve<br />

harâm meydândadır. İkisi arasında şübheli olanları tanımak gücdür. Şübhelilerden<br />

sakınmıyan, harâma düşer. Bunu tanıtmak geniş bir ilmdir. (İhyâ-ül’-ulûm) ismindeki<br />

kitâbımızda etrâflı yazdık. Burada da, herkese çok lâzım olanları kısaca<br />

bildirelim. Hepsini dört bâb içinde sıralıyalım: [Burada üç bâb bildirilmişdir.]<br />

1 — Halâl kazanmanın üstünlüğü ve sevâbı: Mü’minûn sûresi, elliikinci [52] âyetinde<br />

meâlen, (Ey Peygamberlerim “salevâtullahi aleyhim ecma’în”. Halâl ve temiz<br />

yiyiniz ve bana lâyık ibâdetler yapınız!) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” bunun için, (Halâl kazanmak her müslimâna farzdır) buyurdu. Ve buyurdu<br />

ki, (Bir kimse, hiç harâm karışdırmadan, kırk gün halâl yirse, Allahü teâlâ,<br />

onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine, nehrler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini,<br />

kalbinden giderir). [Dünyâlık kazanmak için çalışmak günâh değildir.<br />

Dünyâlık sevgisi, dünyâya gönül bağlamak günâhdır.] Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü<br />

anh” dedi ki, (Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Düâ buyur da,<br />

Allahü teâlâ, benim her düâmı kabûl etsin!). Cevâbında buyurdular ki, (Düâ kabûl<br />

olmak için, halâl lokma yiyiniz!). Bir hadîs-i şerîfde, (Çok kimse vardır ki, yidikleri<br />

ve giydikleri harâmdır. Sonra ellerini kaldırıp düâ ederler. Böyle düâ, nasıl<br />

kabûl olunur?). Bir kerre de buyurdu ki, (Harâm yiyenlerin ne farzları, ne de<br />

sünnetleri kabûl olmaz). [Ya’nî sevâbına kavuşamazlar.] Yine buyurdu ki, (On liralık<br />

elbisenin, bir lirası harâm olsa, o elbise ile kılınan nemâzlar kabûl olmaz). Yine<br />

buyurdu ki, (Harâm ile beslenen vücûdün ateşde yanması dahâ iyidir). Yine buyurdu<br />

ki, (Malın halâlden mi, harâmdan mı geldiğini düşünmiyenler, Cehenneme,<br />

neresinden atılırsa atılsınlar, Allahü teâlâ, onlara acımıyacakdır). Yine buyurdu<br />

ki, (İbâdet on kısmdır, dokuz kısmı, halâl kazanmakdır). Bir def’a da buyurdu ki,<br />

(Halâl kazanmak için yorulup, evine dönen kimse, günâhsız olarak yatar. Allahü<br />

teâlânın sevdiği kimse olarak kalkar). Yine buyurdu ki, (Allahü teâlâ buyuruyor<br />

ki, harâmdan kaçınanlara hesâb sormağa utanırım). Ve buyurdu ki, (Bir dirhem<br />

fâiz [almak ve vermek], otuz zinâdan dahâ günâhdır). Ve buyurdu ki, (Harâm maldan<br />

verilen sadaka kabûl edilmez. Saklanırsa, Cehenneme gidinceye kadar, ona<br />

yolluk olur).<br />

Ebû Bekr “radıyallahü anh”, hizmetcisinin getirdiği sütü içdi. Sonra halâlden<br />

olmadığını anlayınca, parmağını buğazına sokarak kay etdi. O kadar zahmetle çıkardı<br />

ki, ölüyor sandılar. Sonra, (Yâ Rabbî! Elimden geleni yapdım. Mi’demde ve<br />

damarlarımda kalan zerrelerden sana sığınırım!) diye yalvardı. Ömer “radıyallahü<br />

anh” da, Beyt-ülmâla âid zekât develerinin sütünden, yanlışlıkla verilip içdiği<br />

zemân, böyle yapmışdı. Abdüllah bin Ömer “radıyallahü anhümâ” buyurdu ki,<br />

(Kanbur oluncıya kadar nemâz kılsanız ve kıl gibi oluncıya kadar oruc tutsanız, harâmdan<br />

kaçınmadıkca, kabûl edilmez, fâidesi olmaz). Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki,<br />

(Harâm para ile sadaka veren, câmi’ yapdıran, hayrât yapan kimse, kirlenmiş elbiseyi<br />

idrâr ile yıkıyan kimseye benzer ki, dahâ çok pislenir). Yahyâ bin Mu’âz buyuruyor<br />

ki, (Allahü teâlâya itâ’at etmek, bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı<br />

düâ, anahtarın dişleri de halâl lokmadır). Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî buyuruyor<br />

ki; (Hakîkî îmâna kavuşmak için, dört şey lâzımdır: Bütün farzları edeble yapmak,<br />

halâl yimek, görünen ve görünmiyen bütün harâmlardan sakınmak ve bu üçüne,<br />

ölünciye kadar devâm etmeğe sabr etmek). Büyükler buyuruyor ki, (Kırk<br />

gün şübheli lokma yiyenin kalbi kararır ve lekelenir). Abdüllah ibni Mübârek buyuruyor<br />

ki, (Şübheli olan bir kuruşu sâhibine geri vermeği, bin lira sadaka vermekden<br />

dahâ çok severim). Sehl bin Abdüllah Tüsterî buyuruyor ki, (Harâm yiyenle-<br />

– 607 –


in yedi a’zâsı, istese de, istemese de günâh işler. Halâl yiyenlerin a’zâsı, ibâdet e-<br />

der. Hayr işlemesi kolay ve tatlı gelir). Halâl kazanmanın ehemmiyyetini gösteren<br />

dahâ nice hadîs-i şerîfler ve büyüklerin sözleri vardır. Bunun içindir ki, vera’ sâhibleri<br />

harâmdan çok sakınmışlardır. Bunlardan biri Veheb ibni Verd “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” idi ki, nereden geldiğini anlamadan birşey yimezdi. Birgün annesi,<br />

buna bir bardak süt vermişdi. Sütü nereden aldığını ve parasını nereden verdiğini<br />

ve kimden aldığını sordu. Hepsini anlayınca, bu koyun nerede otlamış dedi.<br />

Müslimânların hakkı bulunan bir yerde otlamışdı. Sütü içmedi. Annesi, oğlum! Allah<br />

sana rahmet etsin, iç! dedi. Ona günâh işlemekle rahmetine kavuşmak istemem,<br />

dedi ve içmedi. Bişr-i Hâfîye “kuddise sirruh”, ne yiyip, nereden geçiniyorsun? dediklerinde,<br />

(Herkesin yidiği yerden. Ammâ, yiyip de gülen ile, yiyip de ağlıyan arasında<br />

çok fark vardır) buyurdu.<br />

2 — Halâl ve harâmda vera’ın dereceleri: Halâlin ve harâmın dereceleri vardır.<br />

Ba’zı şey halâldir, ba’zısı halâl ve güzeldir. Ba’zısı da dahâ güzeldir. Harâmların<br />

da ba’zısı çok fenâ, bir kısmı ise az fenâdır. Nitekim hastalığın dereceleri de<br />

çeşidlidir. İnsanların harâmdan ve şübhelilerden kaçınmaları, beş derecedir:<br />

Birinci derece — Bütün müslimânların vera’ıdır ki, islâmiyyetin harâm dediği<br />

şeylerden kaçınmakdır. Bu en aşağı derecedir. Bu derece vera’dan da nasîbi olmıyanların<br />

adâleti yokdur. Bunlara, (Âsî) ve (Fâsık) [kötü kimse] denir. Bunların da<br />

dereceleri vardır. Meselâ, birinin malını, fâsid bey’ ile, gönül rızâsı ile satın almak<br />

harâmdır. Fekat, zorla gasb etmek, dahâ harâmdır. Yetîmden, fakîrden almak ise,<br />

dahâ şiddetli harâmdır. Fâiz ile satın almak, hepsinden ziyâde harâmdır. Harâmın<br />

şiddeti ne kadar fazla ise, cezâsı da, o kadar çok olur. Afv olmak ihtimâli de, o derece<br />

az olur. Nitekim, diyabet hastasına bal zarar verir. Fekat şeker dahâ çok zararlıdır.<br />

Şekeri çok yimek, az yimekden dahâ zararlıdır. Halâllerin, harâmların hepsini,<br />

fıkh okuyanlar bilir. Bütün fıkhı okumak ise, herkese vâcib değildir. Meselâ,<br />

ganîmet malından ve cizye parasından hissesi olmıyanların ganîmet ve cizye ilmlerini<br />

okuması lâzım değildir. Fekat, buna muhtâc olanların, bu ilmleri okuması vâcib<br />

olur. Esnâfın, tüccârın, bey’ ve şirâ’ ilmlerini öğrenmesi lâzımdır. İşçi olanın<br />

ise, ücret, kirâ kısmlarını da bilmesi vâcib olur. Her san’atin bir ilmi vardır. Herkese,<br />

san’atinin ilmini öğrenmesi vâcibdir.<br />

İkinci derece — Sâlihlerin [iyi insanların] vera’ıdır ki, harâmlarla berâber,<br />

şübhelilerden de kaçınmakdır. Şübheliler de, üç kısmdır: Ba’zısından sakınmak vâcibdir.<br />

Ba’zısından, müstehabdır. Ba’zısından sakınmak ise, vesvesedir, kuruntudur<br />

ve fâidesizdir. Meselâ, belki birinin mülküdür diye av eti yimemek [ve belki<br />

Besmelesiz kesilmişdir veyâ kitâbsız kâfir ve mürted tarafından kesilmişdir diyerek,<br />

kasabdan et almamak] ve belki sâhibi ölüp vâris eline geçmişdir diye, âriyet,<br />

ya’nî ödünc aldığı evden çıkmak, hep kuruntudur. Bu şübheleri gösterecek bir nişân,<br />

alâmet olmadıkca, kuru düşünce, vesvese olup, hiç fâidesi yokdur.<br />

Üçüncü derece — Müttekîlerin vera’ıdır ki, harâm ve şübheli olmayıp, halâl olup,<br />

fekat şübheli veyâ harâma sebeb olmak korkusu olan şeylerden sakınmakdır. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir müslimân, tehlükeli olan şeyin<br />

korkusundan dolayı, tehlükesiz şeyden sakınmadıkca, müttekî olamaz!). Ömer<br />

“radıyallahü anh” buyurdu ki, (Bizler harâma düşmek korkusu ile, halâllerin onda<br />

dokuzundan kaçındık). Bunun içindir ki, yüz dirhem gümüş alacağı olan bir kimse,<br />

doksandokuz dirhem alırdı. Ağır gelmek korkusundan, temâmını alamazdı. Alî<br />

bin Ma’bed diyor ki, bir evde kirâcı idim. Birgün, birisine mektûb yazmışdım. Mektûbu<br />

dıvarın tozu ile kurutmak hâtırıma geldi. Sonra dedim ki, bu dıvar, benim malım<br />

değildir, kurutmamalıyım. Fekat, yine dedim ki, bu kadarcık şeyin zararı olmaz.<br />

Dıvârdan toprak alıp mürekkebi kurutdum. O gece rü’yâda, birisi dedi ki, (Dıvâr<br />

toprağının zararı olmaz diyenler, yarın kıyâmet gününde anlarlar). Bu derecede<br />

olanlar, en küçük şeyden sakınırlar. Belki, bu şey, büyük şeylere yol açar der-<br />

– 608 –


ler. Yâhud, âhıretde müttekîlerin derecesinden düşmemek için sakınırlar. Bunun<br />

içindir ki, Hasen bin Alî “radıyallahü anhümâ” çocuk iken zekât malından ağzına<br />

bir hurma koymuşdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Pis pis, onu at!)<br />

buyurmuşdu. Halîfe Ömer bin Abdül’azîzin yanına ganîmet eşyâsından misk getirdiler.<br />

Burnunu tıkadı. Bunun fâidesi kokusudur. Bu ise, müslimânların hakkıdır<br />

dedi. Büyüklerden biri, bir gece, bir hastanın başında bekliyordu. Hasta ölünce<br />

kandili söndürdü. Kandilin yağı, şimdi vârislerin hakkı oldu dedi. Halîfe Ömer<br />

“radıyallahü anh” ganîmet malından bir parça miski evine bırakmışdı. Birgün<br />

eve gelince, âilesinin baş örtüsünden misk kokusu duydu ve sordu. Miski yerine<br />

koyuyordum, elim kokdu. Elimi baş örtüme sürdüm deyince, Ömer “radıyallahü<br />

anh” baş örtüsünü alıp iyice yıkadı, kokusu kalmayınca geri verdi. Bunun zararı<br />

yok idi. Lâkin Ömer “radıyallahü anh”, âdet olmasını önlemek istedi. Harâm<br />

korkusu ile halâli terk ederek, müttekîler sevâbına kavuşmak istedi. Ahmed bin<br />

Hanbelden sordular ki, hadîs-i şerîf yazılı bir kâğıd bulan kimse, sâhibine sormadan,<br />

bunun kopyasını alabilir mi? Hayır dedi.<br />

İnsan, mubâh olan dünyâ işlerine çok dalarsa, şübheli olanları yapmağa başlar.<br />

Belki, halâlden çok yiyen, müttekîlerin derecesine eremez. Çünki, mi’de halâl ile<br />

dolunca, şehvet harekete gelir. Câiz olmıyan şeyler yapılabilir. Kadınlara, kızlara<br />

bakmak tehlükesi baş gösterir. Zenginlere, mal, mülk, mevkı’ sâhiblerine imrenerek<br />

bakmak da, dünyâ hırsını artdırır. Onlar gibi olmak ister. Harâm toplamağa<br />

başlar. Bunun içindir ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Dünyâya<br />

gönül bağlamak, günâhların başıdır) buyurdu. Ya’nî mubâh olan şeylere düşkün<br />

olmak, kalbi dünyâya çevirir. Çok mal toplamak ister. Bunu da, günâh işlemeden<br />

yapamaz. Mal toplamağı düşündükce, Allahü teâlâyı unutmağa başlar. Bütün<br />

kötülüklerin başı, kalbin Allahü teâlâdan gâfil olmasıdır. Süfyân-ı Sevrî, birisi<br />

ile birlikde evin kapısında duruyordu. Önlerinden, süslenmiş bir adam geçdi. Arkadaşı,<br />

bu adama bakarken, Süfyân mâni’ olup, eğer sizler bakmamış olsanız,<br />

böyle isrâf yapmaz idi. Bunun isrâf günâhına, siz de ortak oluyorsunuz buyurdu.<br />

[Kur’ân-ı kerîmi, mevlidleri mûsîki ile, gazel okur gibi okuyan hâfızların da, günâha<br />

girmelerine sebeb, onları dinliyenlerdir. Günâha sebeb olanlar, işliyenler gibi<br />

azâb görecekdir.]<br />

Dördüncü derece — Sıddîkların vera’ıdır. Sıddîklar, harâma sebeb olmak korkusu<br />

bulunmıyan halâllerden de sakınır. Bunları meydâna getiren sebeblerden birine<br />

harâm karışmış olmasından çekinirler. Meselâ, Bişr-i Hâfî “kaddesallahü<br />

teâlâ esrârehül’azîz”, sultânların veyâ adamlarının yapdırdığı çeşmelerden su içmezdi.<br />

Ba’zıları, hacca giderken, sultânların yapdırdığı su kanallarından sulanmış<br />

bağların üzümlerini yimezdi. Birinin yolda, na’lını kopmuşdu. Sultân geçiyordu.<br />

Gece, onun ışığı ile, na’lınını bağlamadı. Bir gece, bir kadın iplik iğriyordu. Sultân<br />

geçdi. İpliğini sultân ışığı ile bükmemek için, sultân geçinceye kadar işlemedi.<br />

Zünnûn-i Mısrîyi habs etmişlerdi “kaddesallahü teâlâ esrârehül’azîz”. Günlerce<br />

aç kalmışdı. Bir kadın, iplik parası ile hâzırladığı yemekden gönderdi. Yimedi.<br />

Kadın işitince, üzüldü. Halâl para ile yapdığımı biliyorsun, niçin yimedin dedi. Evet<br />

yemek halâl idi. Fekat, zâlimin tabağı içinde getirdiler buyurdu. Yemeği zindâncıların<br />

tabağında getirmişlerdi.<br />

Sıddîkların vera’ı, en yüksek derecededir. Fekat, bu derecede olmıyanlar, vesveseye<br />

düşer. Fâsıkların elinden birşey yimezler. İş böyle değildir. Fâsıkdan değil,<br />

zâlimden kaçınmak lâzımdır. Zâlim, başkasının hakkını kullanandır. Harâm yimekdedir.<br />

Fekat, meselâ zinâ yapan kimsenin kazancı zinâdan değildir ki, harâm olsun.<br />

Harâmdan sakınmak vera’dır. Yoksa çamaşır yıkarken, su kullanırken, acabâ<br />

temiz mi diye vesvese etmek, vera’ değildir. Sıddîklar, böyle vesvese yapmazdı.<br />

Her buldukları su ile abdest alırlardı. Elbisenin, suyun temizliğinde vesvese etmek,<br />

gösteriş yapmağa yaklaşır ve nefsin hoşuna gider. Hâlbuki, Sıddîkların ve-<br />

– 609 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:39


a’ı, kalb temizliğidir. Bunu insanlar görmez. Bunun için nefse güc gelir.<br />

Beşinci derece — Mukarrebler ve muvahhidler vera’ı olup, Allahü teâlâ için olmıyan<br />

herşeyden, yimekden, içmekden, yatmakdan, söylemekden sakınırlar. Yahyâ<br />

bin Mu’âz “kaddesallahü teâlâ esrârehül’azîz” ilâc içmişdi. Zevcesi, odada biraz<br />

dolaş dedi. Gezmeğe bir sebeb göremiyorum. Otuz senedir hesâb ediyorum.<br />

Allah rızâsı için olmıyan bir hareketde bulunmadım dedi. Bunlar, din için niyyet<br />

etmedikce hareket etmezler. Yimeleri, ibâdete lâzım olan aklı ve kuvveti bulmaları<br />

niyyeti iledir. Her sözleri, Allah içindir. Başka niyyetleri harâm bilirler.<br />

Bu dereceleri bildirmekden maksadımız, bunları okuyarak, duyarak, kendimizi<br />

anlıyalım. Birinci dereceden de ne kadar uzağız. Lâfa gelince, durmadan söyleriz.<br />

Meleklerden, göklerden, kıyâmetin nasıl olacağından, Allahü teâlânın sıfatlarından<br />

sorarız, konuşuruz. Halâle, harâma, islâmiyyetin emrlerine gelince, susarız.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (İnsanların en kötüsü,<br />

köşkler, çeşidli yemekler, renkli elbiseler içinde, boş oturup, herkese hoş gelen,<br />

lüzûmsuz sözlerle vakt geçirenlerdir).<br />

3 — Halâl ve harâmlar: Çok kimseler, dünyâ malını, hep harâm sanır. Ba’zısı<br />

da, dünyâdaki şeylerden çoğu harâmdır der. Burada, insanlar üç dürlüdür: Bir<br />

kısmı vera’da ileri gidip, yalnız meyve, balık, av eti gibi şübheli olmıyan şeyleri yiriz<br />

der. Bir kısmı da, tenbel, miskîn oturup, her istediğimizi yiriz, hiçbirşey ayırd<br />

etmeyiz der. Üçüncü kısm, herşey yimeli ammâ, lüzûmu kadar, der. Bunların üçü<br />

de yanılmakdadır. Doğrusu şöyledir ki; (Halâl meydândadır. Harâm meydândadır.<br />

Şübheliler ikisi arasındadır. Kıyâmete kadar böyledir). Nitekim, Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” böyle buyurmuşdur.<br />

Dünyâ malından çoğu harâm diyen yanılıyor. Evet, harâm çokdur. Fekat, dahâ<br />

çok değildir. Çok başkadır, dahâ çok, başkadır. Nitekim, hasta çokdur, tüccâr<br />

çokdur, asker çokdur. Fekat, insanların çoğu değildir. Zâlimler çokdur. Ammâ mazlûmlar<br />

dahâ çokdur. (İhyâ) kitâbımızda, bunu uzun bildirdik.<br />

Şunu iyi bilmelidir ki, insanlara, (Muhakkak halâl olan, Allahü teâlânın halâl<br />

bildiği şeyleri yiyiniz!) diye emr olunmadı. Bunu kimse yapamaz. Belki, (Halâl olduğunu<br />

bildiğinizi yiyiniz!) denildi. Harâm olduğu meydânda olmıyan şeyleri yiyiniz<br />

denildi ki, bunu herkes yapabilir. Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem”, bir müşrikin destisinden abdest aldı. Ömer “radıyallahü anh”, hıristiyan<br />

kadının destisinden abdest aldı. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, kâfirlerin verdiği<br />

suyu içerlerdi. Hâlbuki, pis, necs olan şeyleri yimek harâmdır. Kâfirler ise, çok<br />

kerre pis olur. Elleri ve kapları şerâblı olur. Hepsi leş yir. [Ya’nî, Besmelesiz kesilen<br />

veyâ kesilmeyip başka sûretle öldürülen hayvânları yirler.] Fekat, pisliği<br />

görülmedikce, temiz deyip yirlerdi. Aldıkları kâfir şehrlerinde, kitâblı kâfirlerden<br />

et, peynir satın alır, yirlerdi. Hâlbuki, o şehrlerde müslimân olmıyanlar arasında<br />

içki satan, fâiz alıp veren ve dünyâya gönül bağlıyan yok değildi. Bu bakımdan insanlar<br />

altı kısmdır:<br />

Birinci kısm — Yabancıdır. Sâlih mi, fâsık mı belli değildir. Meselâ, bir köye gidince,<br />

herkesle alış veriş etmek câizdir. Herkesin elinde bulunanın, kendi malı olduğunu<br />

kabûl etmelidir. Harâm olduğunu gösteren bir nişân bulunmadıkca, halâl<br />

bilmeli ve satın almalıdır. Böyle kimselerle alış veriş etmeyip, sâlih bildiği birisini<br />

aramak vera’ olur. Fekat vâcib değildir.<br />

İkinci kısm — Sâlih bildiğin kimselerdir. Bunların malını yimek câizdir. Yimemek<br />

vera’ olmaz. Belki vesvese olur. Yimediğin için, o kimse incinirse, yimemek<br />

günâh olur. Sâlih kimselere sû’i zan, ya’nî kötü gözle bakmak günâhdır.<br />

Üçüncü kısm — Zâlim kimselerdir. Yol kesiciler, hırsızlar, sultân adamları gibi<br />

kimselerden, malının hepsi veyâ çoğu harâmdan olan kimselerden birşey almak<br />

câiz değildir. Ancak, halâl olduğu bilinen veyâ halâl alâmeti bulunan kimsenin ma-<br />

– 610 –


lını satın almak câiz olur.<br />

(Hadîka) sonunda buyuruyor ki, (Vera’) ya’nî halâle, harâma dikkat etmek abdeste<br />

ve necâsete dikkat etmekden dahâ mühimdir. Fekat zemânımızda halâl ve<br />

harâmı gözetmek, hattâ Ebülleys-i Semerkandînin en kolay olan fetvâsına bile uymak<br />

çok güc oldu. Bu fetvâya göre, malının çoğunun halâl olduğu sanılan kimsenin<br />

verdiği hediyyeyi almak, onunla alış veriş ve kirâlamak câiz olur. Malının çoğu<br />

halâl olduğu sanılmıyan kimse ile bunlar câiz olmaz. Çünki, harâm olduğu bilinen<br />

mal elden ele geçince, harâmlığı yok olmaz. Harâm mâl vârise kalınca, buna<br />

halâl olur denildi ise de, bu kavl za’îfdir. (Kâdîhân) fetvâsında diyor ki, (Zemânımızda,<br />

şübheli maldan sakınmak imkânsız oldu. Şimdi, müslimânların, harâm olduğunu<br />

iyice bildiği şeyden sakınmaları vâcibdir). Şimdi ise, iş dahâ güc oldu. Çünki<br />

hadîs-i şerîfde, (Her yıl, kendinden önceki yıldan dahâ kötü olacakdır) buyuruldu.<br />

Bunun için, bugün vera’ ve takvâ, kalbi, dili ve bütün uzvları harâmdan korumakdır<br />

ve insanlara zulm yapmamakdır ve insanlara ve hayvânlara işkence<br />

yapmamakdır ve işçinin ücretini hemen vermekdir. Gönül rızâsı olmadan talebesine<br />

bile iş yapdırmamakdır.<br />

Herkesin elinde bulunan malı onun mülkü bilmekdir. Gasb, zulm, rüşvet, hırsızlık,<br />

fâiz, harâc ve hıyânet yollarından biri ile [ve alkollü içki satarak] ele geçdiği<br />

açıkca bilinen bir malı onun mülkü olmaz. Bunu ondan almak, kullanmak, yimek<br />

halâl olmaz. Başka malları, mülkü kabûl edilir. Onları verince almak harâm<br />

olmaz. Harâmdan topladığı malları, kendi halâl malı ile, yâhud birbirleri ile karışdırsa,<br />

(Mülk-i habîs) denir. Bu habîs karışımdan verince, harâm olduğunu tanımadığı<br />

malı, parayı almak câiz olur. Çünki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye göre, böyle<br />

harâmdan gelen [ve emânet olarak alınan] paraları kendi halâl malı ile veyâ birbirleri<br />

ile karışdırıp da ayıramazsa, hepsi habîs mülkü olur ve kendi halâl malından<br />

sâhiblerine tazmîn etmesi, ödemesi lâzım olur. Tazmînden sonra, bu habîs mülkünü<br />

kullanması câiz olur. Fâsid akd ile habîs mülk olan malı kullanmak ise, hiç<br />

câiz değildir. (Bezzâziyye)de, nemâz sonunda diyor ki, (Fakîrlere zekât vermek için,<br />

zenginlerin vekîli olan kimse, topladığı zekâtları birbirleri ile karışdırınca, hepsi<br />

kendi mülkü olur. Fakîrlere kendi malından sadaka vermiş olur. Zenginlerin zekâtları<br />

verilmiş olmaz. Zenginlerden aldıklarını onlara ödemesi lâzım olur. Fakîrler,<br />

önceden bu kimseye izn vermiş olsalardı, onların vekîlleri olarak toplamış olur,<br />

fakîrlerin mallarını birbirleri ile karışdırmış olurdu ve zekâtlar verilmiş olurdu).<br />

(Câmi’ul-fetâvâ)da diyor ki, (Bey’ ve şirâ’ bilgilerini öğrenmeden ticâret yapmak<br />

halâl olmaz. Her tâcirin bir fıkh âlimi bulup, işlerini buna danışarak yapması,<br />

böylece fâizden ve fâsid alış verişden kurtulması lâzımdır).<br />

İmâm-ı Kerhî fetvâsında, (Harâm semeni göstermeden satın alınan mebî’ müşteriye<br />

halâl olur. Eğer, söz kesilirken, harâm olduğu bilinen semen hâzır olup, buna<br />

işâret edilir ve bâyı’a bu semen verilirse, müşteri mebî’e habîs olarak mâlik olur).<br />

(Hadîka)da el âfetlerinin sonunda diyor ki, (Gasb edilmiş veyâ hırsızlık, hıyânet<br />

gibi harâm yoldan elde edilmiş olduğu bilinen bir malı, hediyye, sadaka, mebî’, semen<br />

ve ücret olarak almak, kirâ ile kullanmak halâl değildir. Yalnız vârisin, mal<br />

sâhiblerini bilmediği zemân, mîrâs kalan böyle malları alması halâl olur. Malın böyle<br />

harâm olduğu iyi bilinmezse, herkesin alması câiz olur).<br />

Dördüncü kısm — Malının çoğu halâl olup, harâm da karışık bulunan kimsedir.<br />

Meselâ köylü, sultâna da hizmet edip birşey almış ise veyâ tüccâr, sultân adamları<br />

ile de mu’âmele etdi ise, bunların malı halâldir. Bunlarla alış veriş etmek câiz ise<br />

de, etmemek kıymetli vera’dır. Abdüllah ibni Mübârekin vekîli, Basradan yazdı<br />

ki, sultân adamları ile mu’âmele yapan kimselerle alış veriş ediyoruz. Cevâbında<br />

buyurdu ki, başkaları ile mu’âmele etmiyorlar ise, bunlardan birşey almayınız. Başkaları<br />

ile de mu’âmele ediyorlar ise, mu’âmele yapınız!<br />

Beşinci kısm — Zâlim olduğu bilinmiyen, malı belli olmıyan, fekat üzerinde zâ-<br />

– 611 –


limler alâmeti bulunan, onların kıyâfetini taşıyanlardır. Ellerindeki malın halâl olduğu<br />

bilinmedikce, bunlarla alış veriş etmemelidir.<br />

Altıncı kısm — Zâlim kıyâfeti bulunmıyan, fekat fısk alâmeti bulunan kimselerdir.<br />

Meselâ, ipek elbise giyer, altın yüzük veyâ sâat gibi harâm kullanır. İçki içer.<br />

Yabancı kadınlarla konuşur. Yapdıklarının günâh olduğuna inanıyor, kendilerini<br />

suçlu biliyorlarsa, bunlarla mu’âmele harâm olmaz. Çünki, günâh işlemekle malları<br />

harâm olmaz. Ancak, günâhdan kaçmıyan, harâm maldan da kaçınmaz denilirse<br />

de, bu düşünce ile, malına harâm denilemez. Zâten, kimse günâhsız değildir.<br />

Günâh işleyip de, kul hakkından korkanlar çokdur.<br />

[Halâli, harâmı ayırd etmiyen, farzı yapmağa, harâmdan kaçınmağa ehemmiyyet<br />

vermiyen mürted [Allaha düşman] olur. Bununla alış veriş edilmez. Malı, mülkü,<br />

onun olmaz. Nikâhı sahîh olmaz. Müslimânlardan, mîrâs alamaz. Kelime-i şehâdet<br />

getirse, nemâz kılsa, ben müslimânım dese de, müslimân olmaz. Bu sözlerine<br />

ve ibâdetlerine inanılmaz. Dinden çıkmasına sebeb olan şeye pişmân olması, buna<br />

tevbe etmesi lâzımdır. (Dürr-ül-muhtâr) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor<br />

ki, karı koca mürted olup, Dâr-ül-harbe [ya’nî Amerika gibi, kâfir memleketine<br />

gidip] yerleşseler, orada çocukları ve torunları olsa, hepsini esîr alsak, kendileri<br />

ve çocukları müslimân olmağa zorlanır. Kadın ve çocukları öldürülmez. Torunları<br />

ise esîr edilir. Çünki, çocukları, babaları gibi mürteddir. Torunları, dedeye tâbi’<br />

olmaz. Kâfir oğlu kâfir gibi olurlar].<br />

İşte, buna göre alış veriş etmek lâzımdır. Bunlara dikkat etdiği hâlde harâma düşen<br />

kimse, günâhlı olmaz. Nitekim, necâsetle kılınan nemâz kabûl olmaz. Fekat,<br />

necâset olup da, bilmese kabûl olur. Necâset olduğunu nemâzdan sonra anlasa, kazâ<br />

etmek lâzım gelmez de demişlerdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, nemâz<br />

içinde, na’lınını çıkardı. (Cebrâîl) “aleyhisselâm”, (Na’lının kirli olduğunu haber<br />

verdi) buyurdu ve nemâzı kazâ etmedi.<br />

(Bu maldan kaçınmak lâzım değilse de, kıymetli vera’dır) dediğimiz yerlerde,<br />

bu malı nereden aldın demek câiz olur. Fekat, sorunca o kimse incinirse, sormak<br />

harâm olur. Çünki vera’, ihtiyâtlı olmakdır. Müslimânı incitmek ise harâmdır. O<br />

hâlde, güzellikle sormalı. İkrâm ediyorsa, bir behâne ile yimemelidir. Çâresiz kalırsa,<br />

incitmemek için yimelidir. Başkasına da sormamalıdır. Çünki, kendisi işitirse<br />

dahâ çok üzülür. Tecessüs ve gıybet ve sû’i zan olur ki, hepsi harâmdır. İhtiyâtlı<br />

davranmak için halâl olmazlar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” müsâfir<br />

olduğu zemân, ne verseler kabûl buyururdu. Nerden aldınız diye sormazdı. Hediyye<br />

de kabûl eder, sormazdı. Ancak şübheli olduğu meydânda ise, meselâ, Medîne-i<br />

münevvereye yeni teşrîf buyurduğu zemân, getirdikleri şeylere, hediyye mi,<br />

sadaka mı diye sorardı. Çünki, o zemân şübheli idi. Sorunca, kimse incinmezdi.<br />

Bir yerde, yağma edilmiş, çalınmış şeyler ve hayvânlar satılıyorsa, çoğunun<br />

harâm olduğunu bilen kimse, buradan birşey satın almamalıdır. Eğer ihtiyâcı<br />

çoksa, nereden aldın diye sormalı. Halâlden olduğu anlaşılanı almalıdır. Çoğunun<br />

harâm olmadığı biliniyorsa, sormadan almak câiz ise de, sormak vera’ olur.<br />

İnsan necâsetini yalnız başına satmak ve insandan ayrılan herşeyi satmak harâmdır.<br />

Hepsini gömmek lâzımdır. İnsan necâsetini yalnız başına da kullanmak câiz<br />

değildir. Toprak veyâ başka şeyle karışık satmak ve kullanmak sahîhdir. Hayvân<br />

gübresi, yalnız olarak da satılır ve kullanılır. Diğer üç mezheb imâmı “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma’în” hayvan gübresi satmak da câiz değildir dedi.<br />

Mekke-i mükerreme şehrinde, binâ, arsa, tarla satmak câizdir. Bunun gibi, bir<br />

kimsenin vakf erâzî üzerine yapdığı binâ mülkü olur. Bunu satması câiz olur.<br />

Mekkedeki binâları hac zemânında, hâcılara kirâya vermek harâmdır. Onlara<br />

ücretsiz olarak ikrâm olunur. (Bedâyı’)de, beşinci cild, 146. cı sahîfede diyor ki,<br />

(Mekkedeki evleri, hac zemânında, hâcılara kirâ ile vermek mekrûhdur).<br />

Şerâb yapan müslimâna üzüm ve şirâ satmak câizdir. Müslimânların şerâb sat-<br />

– 612 –


ması ve bundan aldığı para harâmdır. Hattâ borcunu ödemek için, müslimân şerâb<br />

satsa, alacaklının, bu parayı alması harâmdır. Zimmîdeki borcunu, şerâb parasından<br />

alması halâldir. Fekat, tenzîhen mekrûhdur. [İkinci kısmda, kırkıncı ve<br />

üçüncü kısmda, altıncı maddelere bakınız!]<br />

İbni Âbidîn, hayvân zekâtının sonunda ve Kâdî-zâde Ahmed efendi, (Birgivî vasıyyetnâmesi<br />

şerhi)nde diyor ki, (Bir kimse, elindeki kat’î harâm olan maldan sadaka<br />

verse, sevâb umsa, alan fakîr, harâmdan olduğunu bilerek, verene Allah râzı<br />

olsun dese, veren de veyâ başka bir kimse de âmîn dese, hepsi kâfir olur). İbni<br />

Âbidîn, burada buyuruyor ki, (Harâm olduğu bilinen belli mal ile câmi’ yapdırmak<br />

ve başka hayr yapdırmak ve bunlara karşılık sevâb beklemek de küfrdür).<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, zekât verilecek yerlerin sonunda buyuruyor<br />

ki, kendisine ve bakması vâcib olanlara lâzım olandan fazla malı bulunan kimsenin<br />

sadaka vermesi müstehabdır. Bakması vâcib olan kimsesi muhtâc iken, bunun<br />

sadaka vermesi günâhdır. Sıkıntıya sabr edemiyecek kimsenin, kendi muhtâc<br />

olduğu malı, parayı sadaka vermesi câiz değildir. Tahrîmen mekrûhdur. Sadaka veren<br />

kimsenin, sadaka sevâbını, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize<br />

ve bütün mü’minîn ve mü’minâta göndermeğe niyyet etmesi iyi olur. Çünki, kendi<br />

sevâbı azalmaz ve hepsine de ayrı ayrı, hep o kadar sevâb verilir.<br />

(Hadîka) sonunda diyor ki, (Bir kimse, sultândan hediyye, sadaka alsa ve bunun,<br />

birinden zulm ile alınmış olduğunu bilse, sultân, bu malı, kendi halâl malı ile<br />

veyâ başkasından zulm ile aldığı mal ile karışdırmış ise ve birbirlerinden ayrılamaz<br />

ise, alması câiz olur. Yalnız o malı verirse, alması câiz olmaz. Çünki, başka mal ile<br />

karışdırınca, hepsi sultânın mülkü olur. Sâhibinin o malda hakkı kalmaz. Sâhibine<br />

tazmîn etmesi, ya’nî malın benzerini, benzeri yoksa, aldığı gündeki kıymetini<br />

vermesi lâzım olur. Tazmîn etmeden kullanması halâl olmaz. Başka mal ile karışdırmazsa,<br />

mülkü olmaz. Sultân, zulm ile aldığı mal ile, gıdâ maddesi satın alıp, fakîre<br />

yidirse, yimesi halâl olur. Zulm ile aldığını bilmiyen kimsenin, zulm ile toplanan<br />

maldan yimesi câiz olup, bilmemesi özr olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” buyurdu ki, (İstemeden verilen şeyi alınız! Allahü teâlânın gönderdiği<br />

rızkdır). Hükûmet adamlarından hediyye almak câizdir. Bir kimse, bir ta’âm<br />

çalsa, zorla alsa, eline geçirmesi harâm ise de, malın sıfatı değişince de mülkü olur.<br />

Böyle bir ta’âmı pişirdikden sonra, tazmîn etmek şartı ile, yimesi, satsa veyâ hediyye<br />

etse, alanın da yimesi, câiz olur. Kıymetini vermeden satması, hediyye, sadaka<br />

vermesi harâm ise de, nâfiz [ya’nî sahîh] olur. Fâsid bey’ ile satın aldığı malı<br />

kullanmasına benzer. Satsa, bedeli halâl olur.) Hâlbuki, mırdar eti, ya’nî leş eti<br />

ve domuz eti ve şerâb gibi kendileri kat’î, açık delîl ile harâm olanlar, hiçbir zemân<br />

halâl olmaz. Sâhibi satsa, hediyye etse, halâl etse de, yimek câiz olmaz. Bunlara halâl<br />

diyen, yirken bilerek Besmele çeken kâfir olur. Kat’î harâmların hepsi böyledir.<br />

Meselâ, nikâhı harâm olan kadınlarla evlenmeğe halâl diyen kâfir olur.<br />

İbni Âbidîn, beşinci cildde buyuruyor ki, (Âlimlerin çoğuna göre, müslimân ölüp,<br />

şerâb parası bırakırsa, vârislerin bu parayı alması halâl olmaz. Gasb edilmiş mal<br />

ve zulm ile alınan ve rüşvet, çalgı, tegannî ücretleri, kumâr paraları da böyledir.<br />

Vârislerin, bu paraları sâhiblerine geri vermesi, sâhibi bilinmiyorsa, fakîrlere dağıtması<br />

lâzımdır. Kullanması harâm olur. Ölenin harâm kazandığını bilir, fekat hangi<br />

malın harâmdan geldiğini ayıramazlarsa, mîrâsın hepsi halâl olur ise de, fakîrlere<br />

vermeleri iyi olur. Kullanmaları harâm olan malı vererek satın aldıklarını yimeleri<br />

ve kullanmaları halâl olur. Sâhibleri bilinmiyen harâm malın vârislere halâl<br />

olacağı da bildirildi. Tegannî, çalgı ücretleri, pazarlıkla olmayıp, parasız okursa,<br />

hediyye olarak aldıkları para habîs olmaz. Halâl olur. Dilencinin birikdirdiği<br />

para ve mal habîsdir. Bir kimse, harâm olarak edindiği malı başkasına verse, o da,<br />

başka birine verse, harâmdan geldiğini bilenlerin bunu alması harâm olur. Fâsid<br />

satış müstesnâdır. Zevce, kocasının harâm para ile satın aldığını, harâm karışık ma-<br />

– 613 –


lını yirse, kullanırsa, câiz olur. Günâh kocasına olur.<br />

Herşey ile yarış etmek ve bilmece çözmek halâldir. Bunları kumâr ile yapmak<br />

harâmdır. Koşarak veyâ at ile ve silâh ile, ok ile hedefe atmak gibi harbde kullanılan<br />

şeylerle yapılan yarışlarda, bir tarafdan mal şart etmek de câiz olur. Ya’nî iki<br />

kişiden yalnız biri, sen kazanırsan, ben sana vereceğim. Ben kazanırsam, sen bana<br />

vermiyeceksin derse veyâ bir üçüncü kimse, yarışa katılan cemâ’at arasından<br />

kazanana ben vereceğim derse, câiz olur. Fekat harbe hâzırlık için yapılmaları lâzımdır.<br />

Oyun, gösteriş, övünmek için yapılan her yarış mekrûh olur. Nemâza mâni’<br />

olacak kadar devâm ederse, harâm olurlar. Harbde kullanılan şeyleri öğrenmek<br />

mendûbdur. 2. ci kısmda, 16. cı ve 31. ci maddelerin baş taraflarına bakınız! İki tarafın<br />

da mal vermesi şart edilirse, (kumâr) olur. Kumâr oynamak harâmdır. Bir<br />

üçüncü kimse de yarışa katılıp, ikisini de geçerse, ikisinden de alması, ikisini de geçemezse,<br />

ondan birşey alınmaması şartı ile, ikisinden geride kalanın, geçene mal<br />

vermesini şart etmek câiz olur. Kıbleye karşı atış mekrûhdur.<br />

İki ilm adamının bir konuda münâkaşa edip, bir taraflı mal şart etmeleri de câizdir.<br />

Birçok ilm adamından sözü doğru olana, hâricden birinin mal vermesi de câizdir.<br />

Fekat münâkaşaya katılanların birbirlerine mal vermeleri kumâr olur). Ahkâm-ı<br />

islâmiyyeye uygun, sahîh ve câiz olan satışlarda, sözkesilirken, müşteriye satın<br />

aldığı maldan başka bir şey de vermek şart edilmezse, satıcı tarafından hediyye<br />

olarak sonradan vermek câiz olur ve bunun için, müşteriler arasında kur’a<br />

çekmek harâm olmaz. Müslimân, ikrâmiyyeli mal satın almağı değil, ucuz ve iyi mal<br />

satın almağı düşünmelidir. Üçüncü kısmda, 4. cü madde sonuna ve 6. cı maddede,<br />

(Fâsid satışlar)a bakınız!<br />

(İbni Âbidîn), imâm seçimini anlatırken diyor ki, (Ahkâm-ı islâmiyyeye uygun<br />

olan şartlara müsâvî olarak mâlik olanlar arasından birini seçmek için, (Kur’a) yapılır).<br />

[Bir mekânın, bir malın, buna müşterek mâlik olan ortaklar arasında kur’â<br />

ile taksîm edileceğini de, (kısmet) bahsinde uzun bildirmekdedir. Kur’â çekmek<br />

câizdir ve sünnetdir. Mülk sâhiblerinin haklarının mikdârlarını değişdirmek veyâ<br />

ortaklardan birinin hakkını yok etmek yâhud hakkı olmıyana pay vermek için yapılan<br />

kur’â (piyango) harâm olur. İki veyâ çok kimse, aralarında para toplayarak<br />

bir emânetçiye bırakıp, aralarından seçdikleri birinin veyâ vekîlinin, bunu fakîrlere,<br />

hayr kuruluşlarına dağıtması câiz olduğu gibi, fakîrler arasında kur’â çekip<br />

kazananlarına dağıtması da câizdir. Kendi aralarında piyango çekip kazananların,<br />

vermiş oldukları paradan fazla almaları kumâr olur. Geri kalan kısmı hayr yere bağışlamaları,<br />

bu piyangoyu kumârlıkdan kurtarmaz. Herbirinin, kendi verdiğini geri<br />

alması câizdir. Kendi hissesini içlerinden birine hediyye edebilir. Emânetcinin<br />

ücretini, paraları oranında öderler. Emânetci emânet parayı kullanamaz. Bankaya<br />

yatıramaz. Banka emânetci olabilir. Kendilerinden biri de emânetci olabilir. Kumâr,<br />

yarışlarda olduğu gibi, tavla ile, dama taşları ile, iskambil kâğıdları ile yapılan<br />

her oyunda, futbol oyunlarında da olur. Bunların hepsinde ve ilm adamları arasındaki<br />

kumârda, sözleri, tahmînleri yanlış çıkanlar, tahmînleri doğru çıkanlara mal,<br />

para vermekdedir. Kumâra katılanların herbirinde, hem almak hem de vermek ihtimâli<br />

vardır. Kumâr oynatmak, yarışmak demek değil, tahmînde yanılıp yanılmamak<br />

demekdir. Bunun için, oynıyanlar arasında olduğu gibi, oynamayıp, yarışmayıp,<br />

yarışanlardan kazanacakları önceden tahmîn edenler arasında da kumâr olur.<br />

Hattâ yalnız bir kişinin yapdığı işin başarılı olup olmıyacağını, tahmîn edenler arasında<br />

da olur. Kumârda, sonu tahmîn edilen işin oyun olması, kazanclı, başarılı olması<br />

veyâ zararlı olması arasında fark yokdur. Canbazın düşüp düşmiyeceğini, geminin<br />

batıp batmıyacağını tahmîn edenlerin, birbirlerine para vermek için sözleşmeleri<br />

de kumâr olur. Bunun içindir ki, oyun, yarış yapılmaksızın, kumârcıların ismleri<br />

veyâ para ile aldıkları biletlerin numaraları arasında piyango çekerek, çekilen<br />

numara sâhiblerine, biletlerden toplanan paraların hepsini veyâ bir mikdârını<br />

– 614 –


dağıtmak kumâr olur. Çünki, piyangoya katılanların hepsi kendi numarasının çekileceğini<br />

ümmîd etmekdedir. Bu tahmînleri doğru çıkanlar, yanlış çıkanların<br />

önceden vermiş oldukları paralardan almakdadırlar. Aldıkları para ile, önceden<br />

bilete verdikleri paranın farkını, tahmînleri yanlış çıkanlardan almış olmakdadırlar.<br />

Tahmînleri yanlış çıkacaklardan para toplamak güç olacağı için ve bunlar<br />

önceden belli olmadıkları için, piyangoya katılanların hepsinden, önceden bilet ücreti<br />

ismi altında para toplanmakda, tahmîni doğru çıkanların vermiş oldukları, sonra<br />

kendilerine iâde edilmekdedir. Önceden toplanan paraların hepsini piyango sâhibi<br />

almakda, bundan aslan payını kendine ayırıp, geri kalanını tahmînleri doğru<br />

çıkanlara vermekdedir. Piyango sâhibi, kumâra iştirâk etmese bile, harâma sebeb<br />

olduğu için, büyük günâh işlemekde ve piyangoya iştirâk edenleri soymakda, sömürmekdedir.<br />

Harbe ve ilme yarayan mubâh yarışların ve hayr ve yardım işlerinin<br />

ve diğer mekrûh oyunların çoğu, kumâr veyâ başka harâmların karışmaları sebebi<br />

ile harâm olmakdadır. Spor-toto oynamak böyledir.]<br />

Bilerek Besmele çekerse denildi. Bundan maksad, yidiği şeyde, yapdığı işde,<br />

harâm bulunduğunu bilmesidir. Bunu bilmezse, ma’zûr olup, afv olur. İslâm<br />

memleketlerinde, hattâ bugün için, dünyânın her yerindeki müslimânların, ahkâm-ı<br />

islâmiyyeyi, ya’nî islâmiyyeti öğrenmesi kolay olup, lüzûmlu şeyleri öğrenmemek,<br />

bilmemek özr değil, suç olur. Fekat, tatbîkatde, yanlış yapmak, bilmiyerek<br />

yapmak özr olur. Meselâ, şerâb içmenin harâm olduğunu bilmek lâzımdır. Bilmemek<br />

özr değil, suçdur. Fekat, içinde şerâb karışık hoşafı veyâ ilâcı veyâ şerbeti,<br />

karışık olduğunu bilmiyerek içmek, günâh olmaz. Karışık olduğunu bilmemesi<br />

özr olur. Domuz etinin harâm olduğunu bilmemek özr değildir, suçdur. Koyun,<br />

sığır eti ile pişdi sanarak, domuz eti ile pişmiş yemeği yimek özr olur, afv olur.<br />

(Şir’at-ül-islâm) ikiyüzkırkaltıncı sahîfesindeki hadîs-i şerîfde, (Allaha ve Âhıret<br />

gününe inanan kimse, şerâb içilen sofraya oturmasın!) buyuruldu. Arkadaşlarının<br />

gönlünü hoş etmeği niyyet ederek oturup, şerâb içmemek câiz olur demek<br />

ve (Amel niyyete göre değerlenir) hadîs-i şerîfini söylemek, doğru değildir.<br />

Çünki niyyet, ibâdetlere ve mubâh işlere te’sîr eder. Harâm işler, iyi niyyet ile câiz<br />

olmaz. Yeğitlik göstermek veyâ para, mal kazanmak için gazâ eden kimse, cihâd<br />

sevâbı kazanmaz. Mubâhlar iyi niyyet ile yapılınca, hayr olup sevâb kazanılır.<br />

Fekat, mü’min kardeşinin gönlünü hoş etmek niyyeti ile harâm işlemek câiz<br />

olmaz ve (Mü’mini sevindireni, Allahü teâlâ sevindirir) hadîs-i şerîfine uyulmuş<br />

olmaz. Ancak zarûret ve fitne uyandırmamak için, içmemek şartı ile oturabilir ise<br />

de, önceden bundan sakınmak lâzımdır.<br />

Dâr-ül-harbde [ya’nî, İtalya, Fransa gibi kâfir memleketinde] îmâna gelen kimse,<br />

farzı, harâmı işitince, Dâr-ül-islâmda îmâna gelen veyâ bâlig olan da, o ânda,<br />

farzları yapması, harâmlardan kaçınması lâzım olur. Dâr-ül-islâmda farz olduğunu<br />

öğreninceye kadar, kılmadığı nemâzları ve tutmadığı orucları kazâ etmesi lâzım<br />

olur. Bilmemesi, terk etmek günâhından kurtulması için özr olur. Öğrenmeği<br />

terk etdi ise, hiç özr olmaz. İkinci kısm, 16. cı madde sonuna bakınız!<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” beşinci cild, ikiyüzyetmişikinci sahîfede<br />

buyuruyor ki, (Rüşvet olarak istenip alınan mal, insanın mülkü olmaz. Veren,<br />

geri isteyebilir. İstemeden verdi ise, geri isteyemez. Fekat alanın geri vermesi<br />

vâcib olur. Bir âlime, kendine şefâ’at etmesi veyâ zulmden kurtarması için, önceden<br />

verilen şey rüşvet olur. Fekat sonra verilen hediyyesini alması câiz olur. Önceden<br />

istemesi harâmdır. Önceden verilen hediyyeyi alması câizdir, denildi. Hocanın<br />

talebesinden hediyye alması da câiz denildi. Dînine, malına, cânına zarâr gelmesinden<br />

korkan kimsenin rüşvet vermesi câizdir. Dînini, malını ve cânını, zâlimlerin<br />

zulmünden korumak için ve hakkını kurtarmak için birşey vermek rüşvet olmaz.<br />

Alana günâh olur). Hac bahsinde bildirildiği gibi, farzları yapabilmek ve harâmlardan<br />

kurtulabilmek için verilen mal da rüşvet olmaz. Bunları almak günâh<br />

– 615 –


olur. Dördüncü cild, üçyüzüncü sahîfede hâkimin rüşvet alması harâm olduğunu<br />

anlatırken, rüşveti dörde ayırmakdadır: Müftî, hâkim, vâlî olmak için rüşvet vermek<br />

ve birinin, haklı dahî olsa, me’mûra, hâkime rüşvet vermesi ve bunların almaları<br />

harâmdır. Çünki zâten vâcib olan şeyi yapmak için birşey almak câiz değildir.<br />

Bu işleri yapdıkdan sonra, istemeden verilen hediyye, rüşvet olmaz. Me’mûrların<br />

zulmünden kurtulmak veyâ hakkını almak, malını, cânını, dînini, ırzını korumak<br />

için me’mûra veyâ aracıya vermek câizdir. Bunların alması harâmdır. Zulm yapılması<br />

için vermek ve almak harâmdır.<br />

Bir kimse, halâl mülkü olan mâlından hediyye verse, istenmeden verilen bu hediyyeyi<br />

kabûl etmek sünnetdir. (Hediyyeleşiniz, sevişiniz!) hadîs-i şerîfi, (Künûz-üddekâık)da<br />

yazılıdır. (Mektûbât-ı Ma’sûmiyye), ikinci cildinin otuzyedinci<br />

mektûbunda diyor ki, (Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Ömere<br />

hediyye gönderdi. Kabûl etmedi. Geri göndermesinin sebebini sordu. (İnsan için<br />

hayrlı olan, kimseden birşey almamakdır) buyurdunuz deyince, (İsteyip de almak<br />

için demişdim. İstemeden verilen şey, Allahü teâlânın gönderdiği rızkdır. Onu alınız!)<br />

buyurdu. Ömer de, (Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kimseden birşey istemiyeceğim<br />

ve istemeden verileni alacağım) dedi.) Hediyye kabûl etmenin tevekküle<br />

mâni’ olmadığı, (Makâmât-ı Mazheriyye)nin yirmisekizinci mektûbunda<br />

uzun yazılıdır.<br />

Hükûmetin piyasaya narh, [fiyât] koyması câiz değildir. [Hiçbirşeyin satışında<br />

kâr haddi yokdur. Herkes, istediği kadar kâr ile satabilir.] İbni Âbidîn “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”, beşinci cildde buyuruyor ki, (Enes bin Mâlik “radıyallahü anh”<br />

buyurdu ki, Medîne-i münevverede, pahâlılık oldu. Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem”! Fiyâtlar yükseliyor. Bize (Si’r) ya’nî kâr haddi koyunuz denildi.<br />

(Fiyâtları koyan Allahü teâlâdır. Rızkı genişleten, daraltan, gönderen yalnız Odur.<br />

Ben, Allahü teâlâdan bereket isterim) buyurdu. (Dürr-ül-muhtâr)daki hadîs-i şerîfde,<br />

(Kâr haddi koymayınız! Fiyât koyan, Allahü teâlâdır) buyurdu. Esnâfın<br />

hepsi fiyâtları, fâhiş olarak [mal oluş fiyâtının iki misline] artdırdığı, millete zarar<br />

ve zulm hâline geldiği zemân, hükûmetin, tüccârlara danışarak uygun bir narh, kâr<br />

haddi koyması câiz olur). [Hükûmetin koyduğu bu fiyâta uymak vâcibdir. Bunun<br />

gibi, adâleti, milletin haklarını, hürriyyetlerini koruyan kanûnlara uymak lâzımdır.<br />

Bunları korumak için, hükûmete yardımcı olmalı, mal, vergi kaçakçılığı yapmamalıdır.<br />

Dâr-ül-harbde, kâfir hükûmetlerin kanûnlarına da karşı gelmemelidir.]<br />

İbni Âbidîn, beşinci cild, ikiyüzellinci sahîfede diyor ki, (Küçük çocuğun muhtâc<br />

olduğu şeylerin, meselâ gıdâsının, elbisesinin, süt anne ücretinin fazlasını, çocuğu<br />

evinde beslemekde olan annesinin ve erkek kardeşinin, amcasının ve sokakda<br />

görerek alıp evinde besliyen kimsenin, çocukdan kendileri için satın almaları<br />

ve kendilerinin böyle mallarını çocuğa satmaları câizdir. Bunlardan yalnız annesi,<br />

evinde beslediği küçük çocuğunu, ücret ile çalışmağa da verebilir. İmâm-ı Ebû<br />

Yûsüfe göre, zî-rahm mahrem akrabâsından olan kadın veyâ erkek de, ecr-i misl<br />

ile verebilir). Hayreddîn-i Remlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, fetvâsında bu kavli<br />

tercîh etmişdir.<br />

(Dürer)de ve (İbni Âbidîn)de satışda îcâb ve kabûlü anlatırken ve Alî Haydar<br />

beğin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mecelle) şerhi 167, 263, 365 ve 974. cü maddelerinde<br />

diyor ki, fâsık, müsrif olmıyan baba, baba ölmüş ise babanın vasîsi, bu da<br />

ölmüş ise, ölürken vasıyyet etdiği kimse, bu ikinci vasî de yoksa, babanın âdil olan<br />

babası, bu da yoksa, dedenin vasîsi veyâ vasîsinin vasîsi, birinci derece velîdirler.<br />

Çocuk yanlarında olmasa dahî, çocuğun menkûl mallarını her zemân, binâları ise<br />

zarûret olunca, herkese, hattâ kendilerine satmaları, kirâya vermeleri ve herkesden<br />

ve kendi mallarından çocuğun parası ile, çocuk için satın almaları ve çocuğun<br />

malı ile ticâret yapmaları ve ticâret yapması için ona izn vermeleri, ücret ile ve ücretsiz<br />

çalışmağa vermeleri câizdir. Kardeş ve amca, çocuk kendi yanlarında olup<br />

– 616 –


akdıkları zemân, ancak çocuğun muhtâc olduğu şeyleri, ona alıp satabilirler.<br />

Vasî olmadıkları zemân, çocuğun malı ile çocuğun menfe’ati için, ticâret yapamazlar<br />

ve çocuğa ticâret yapması için izn veremezler. Çocuğa gelen hediyyeleri, çocuk<br />

için alırlar. Babanın, (Şu malımı küçük çocuğuma şu kadar liraya satdım) yâhud<br />

(Filân küçük çocuğumun malını şu kadar liraya kendim için satın aldım) demesi<br />

lâzımdır. Hem satması, hem alması için bir kimseyi vekîl edemez. (Oğlum ......nın<br />

malından bildiğini, dilediğin fiyât ile dilediğine satmak için) diyerek, birini vekîl<br />

eder.<br />

Vakf câmi’, binâ harâb olunca, işe yaramıyan parçaları satılıp, kendi ta’mîrine,<br />

tamîri mümkin değilse, yakın bulunan bir vakf binânın ta’mîrine, onun ihtiyâcına<br />

sarf edilir. Başka bir yere sarf edilemez. Üçüncü kısmda, altıncı maddeye bakınız!<br />

(İhtiyâr) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Tesbîh, tahmîd,<br />

tekbîr ve Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîf ve fıkh kitâbı okumak sevâbdır. Ahzâb sûresinin<br />

otuzbeşinci âyetinde meâlen, (Allahı çok zikr eden erkeklerin ve kadınların<br />

günâhları afv olur ve çok sevâb verilir) buyuruldu. Tüccârın, malını müşteriye<br />

gösterirken, bunları okuması ve kelime-i tevhîd, salevât okuması günâhdır. Bunları,<br />

para kazanmağa âlet etmek olur). İbni Âbidînin beşinci cildinde ve (Dürer)de<br />

diyor ki, (Bakkala borc para verip, o para bitinceye kadar ondan mal satın almak<br />

harâmdır. Çünki, istifâde etmek şartı ile ödünc vermek fâiz olur. Parayı bakkala<br />

emânet olarak vermelidir. Emânet verilen para helâk olursa, bakkal ödemez).<br />

Aşkın bağında açan güllere, bülbül olan,<br />

islâmın hasret ile, beklediği kahramân,<br />

ma’şûkunun aşkından yanıp yanıp kül olan,<br />

ağlasa yeri vardır, seni görmiyen zemân!<br />

İlmîle, irfânîle, sâhib olan (Sıla) ya,<br />

iki temel bilgiyi, vasleden bir araya,<br />

dalıp ucsuz bucaksız, o mu’azzam deryâya,<br />

ve bu Zikr deryâsından en büyük payı alan!<br />

Kimi sâhile gider ve bu bana yeter der;<br />

kimi uzakdan görür, mest olur, başı döner;<br />

kimi yalnız seyreder, kimi bir katre içer;<br />

bir sensin, bu deryâdan, içip içip de kanan!<br />

Kur’ândan, hadîslerden sonra, gelir eserin,<br />

rûhlara şifâ olan, o mubârek sözlerin,<br />

baş kumandanısın sen, velîlerin, erlerin!<br />

ve (Müceddid-i elf-i sânî) adını alan!<br />

Bize seni duyuran, fıtraten dostun olan,<br />

ve cihânda bir tekdir, senin izinde kalan,<br />

(Seyyid Abdülhakîm) O, senin aşkınla yanan,<br />

hurmetine nasîb et, bize şefâ’atından!<br />

Eserinle cihânı, yeniden tenvîr eden,<br />

sihirli bir kuvvetle, bizi kendine çeken,<br />

ondördüncü yüzyılın, zulmetini gideren,<br />

(Arvâs)ın ışığıdır, gerisi hayâl, yalan!<br />

Biz onun talebesi, o sizin tâlibiniz,<br />

muhakkak aks yapar, o nûrlu kalbleriniz,<br />

belli, birbirinize, âşıksınız ikiniz,<br />

ve size âşık olur, (Mektûbât)ı anlıyan!<br />

– 617 –


41 — YİMESİ ve KULLANMASI HARÂM<br />

OLAN ŞEYLER<br />

(Berîka)da, mi’de âfetlerinde diyor ki, (Yimesi, içmesi harâm olan şeyler şunlardır:<br />

1 — (Harâm-ı li-aynihi) denilen, kendileri harâm olan şeylerdir. Leş, hınzır eti,<br />

şerâb böyledir. Çok içince serhoş yapan sıvıların, azını içmek de harâmdır. Mahmasa<br />

hâlinde olan, ya’nî açlıkdan ölmek üzere olan ve ikrâh edilen, ya’nî öldürmekle<br />

korkutulan kimseden başkalarının bunları yimeleri, içmeleri harâmdır.<br />

2 — Kendileri harâm olmayıp, Dâr-ül-harbdeki kâfirlerden dahî gasb, sirkat,<br />

rüşvet yolu ile alınan veyâ Dâr-ül-islâmda kâfirden dahî fâsid akd, ya’nî şartlarına<br />

uymadan yapılan sözleşme ile satın alınan şey. Bu şey, mülk olur ise de, mülk-i habîsdir.<br />

Kullanması harâmdır. Geri vermek, alınmış olan bulunmazsa, fakîrlere sadaka<br />

olarak vermek lâzımdır.<br />

3 — Doydukdan sonra yimek harâmdır.<br />

4 — Toprak, çamur gibi zararlı şey yimek.<br />

5 — Zehrli şeyler. Bakır çalığı, zehr karışdırılmış yemek. Zehrli ot, kokmuş et.<br />

Kurdlanmış et, meyve, peynir de böyledir.<br />

6 — Alışkanlık yapan uyuşdurucu maddeler. Esrâr otu, afyon, morfin, benzin<br />

böyledir. Bunların ilâc olarak, tabîbin izn verdiği kadar kullanılması câizdir.<br />

7 — Necâset. İdrâr, damardan çıkıp akan kan, pislik böyledir.<br />

8 — Temiz, fekat iğrenç olan şeylerdir. Sümük, kurbağa, sinek, yengeç, midye<br />

gibi şeylerdir.)<br />

(Redd-ül-muhtâr) beşinci cild, ikiyüzonbeşinci sahîfede buyuruyor ki, açlığı giderecek<br />

kadar yimek ve avret yerini örtecek ve soğukdan, sıcakdan korunacak kadar<br />

giyinmek farzdır. Bunlara, (Nafaka) denir. Nafaka parasını kazanmak için çalışmak<br />

da farzdır. Halâlden bulmazsa, ölüm korkusu olunca, harâmdan da almak<br />

câiz olur. Ölmiyecek kadar şerâb, yoksa bevl içebilir. Ölmiyecek kadar leş, başkasının<br />

malını yiyebilir. [Üçüncü kısmda, altıncı maddeye bakınız!]. (Bezzâziyye) ve<br />

(Hulâsa)da diyor ki, (Birisi, aç olup yimek için leş dahî bulamayana, kolumdan kes<br />

de, yiyerek ölümden kurtul dese, kesmesi câiz olmaz. Zarûret hâlinde de, insan eti<br />

halâl olmaz). [Bu sözden, ölüm tehlükesi olana insan kanı verilemiyeceği ve insan<br />

organı takılamıyacağı anlaşılmamalıdır. Bu söz, insan etini yimeği yasaklamakdadır.<br />

Libya hükûmeti Evkaf idâresinin çıkardığı (El-Hedyül-islâmî) adındaki Mecellenin<br />

1393 Hicrî ve 1973 Mîlâdî senesi ikinci sayısında, Libya Müftîsi şeyh Tâhir-üz-Zâvî,<br />

fetvâsında diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, Allahü teâlânın her hastalık<br />

için ilâc yaratdığı bildirildi. Başka bir hadîs-i şerîfde, (Ey Allahın kulları! Hasta<br />

olunca, tedâvî etdiriniz! Çünki Allahü teâlâ, hastalık gönderince, ilâcını da gönderir)<br />

buyuruldu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, hastaların karantinaya<br />

alınmaları, perhiz yapmaları ve temizlenmeleri gibi birçok tedâvî yolları<br />

göstermişdir. Tıb ilmini öğrenmek ve tedâvî yapmak, farz-ı kifâyedir. Tıb ilmi,<br />

din bilgisinden önce gelmekdedir. Yeni ölen birinin kalbini ve başka organlarını<br />

diri insana takmak câizdir. Bu iş ölüye hakâret olmaz. Müslimânın kendini koruması<br />

lâzım olduğu gibi, din kardeşlerini koruması da lâzımdır. Düşman saldırınca<br />

ona karşı koymak, ya’nî cihâd etmek bunun için farzdır. Dirinin veyâ ölünün,<br />

diri için bir uzvunu vermesi, dirinin canını vermesinden, dahâ kolaydır. Zarûret<br />

olunca, bir çok yasaklar mubâh olmakdadır. Ölünün de bir yerini kesmek harâmdır.<br />

İnsana ölünce de kıymet vermek, saygı göstermek vâcibdir. Fekat, zarûret olunca,<br />

bu harâmlık kalkar. Müslimân mütehassıs tabîbler bir hastanın ölümden kurtulması<br />

için, kan, diriden veyâ ölüden organ naklinden başka çâre olmadığını bildirdikleri<br />

zemân, bunu yapmak câiz olur. Din ayrılığı gözetilmez).] (Eşbâh)ın sâ-<br />

– 618 –


hibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, yüzyirmiüç (123). cü sahîfesinde diyor ki, (Çocuğun<br />

yaşıyacağı ümmîd edildiği zemân, çocuğu anasının karnından çıkarmak için,<br />

ölmüş olan anasının karnını yarmak câiz olur. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, bu sebeb<br />

ile, bir kadının karnının yarılmasını emr etmiş, kurtarılan çocuk, çok yaşamışdır).<br />

(Ben öldükden sonra, kanımın ve organlarımın, hastalara, yaralılara verilmesini<br />

istiyorum) demek câiz değildir. Çünki bu söz, organlarını vakf etmek veyâ sadaka<br />

olarak vermek, yâhud vasıyyet etmek olur. Bunların üçünün de sahîh olabilmeleri<br />

için, mütekavvim mal ile yapılmaları lâzımdır. Hür insan ve hiçbir parçası mal<br />

değildir. Harbde esîr alınan kölenin ve câriyenin, yalnız canlı olan bütün bedenine<br />

mal denilmiş ise de, organları ve ölüleri mal değildir. (Ben öldükden sonra, kanımın,<br />

uzvlarımın bir müslimâna verilmesine zarûret olursa, verilmesi için, izn veriyorum)<br />

demek câiz olur.<br />

Yimeyip, içmeyip, açlıkdan, susuzlukdan ölen, günâha girer. Hâlbuki, ilâc almayıp<br />

ölen, günâha girmez. Nemâzı ayakda kılacak ve oruc tutacak kadar gıdâ almak<br />

farzdır. Doyuncaya kadar yiyip içmek mubâhdır. Doydukdan sonra yimek, içmek<br />

harâmdır. Yalnız sahûrda ve müsâfiri utandırmamak için harâm olmaz. Çeşidli meyve,<br />

tatlı yimek, içmek câiz ise de, vaz geçmek iyidir. Sofrada, lüzûmundan fazla,<br />

çeşidli yemekler bulundurmak isrâfdır. İbâdete kuvvetlenmek için ve müsâfir<br />

için bulundurmak, isrâf olmaz. Lüzûmundan fazla ekmek bulundurmak da böyledir.<br />

Domuz eti yimemelidir, şiddetli harâmdır. Ehlî eşek eti ve sütü tahrîmen mekrûhdur.<br />

Yalnız Mâlikî mezhebinde halâldir. Kasden, ya’nî hâtırında olduğu hâlde,<br />

bilerek besmele çekmeden kesilen hayvanı ve besmelesiz tutulan av hayvanını, kitâbsız<br />

kâfirlerin, mürtedlerin kesdiği, avladığı hayvanı yimek harâmdır. Böyle tutulan<br />

balığı yimek harâm değildir. Kesmeyip de, bir yerine bıçak saplıyarak, ensesine<br />

ve alnına vurarak veyâ boğarak veyâ ilâclıyarak, elektrikliyerek öldürülen<br />

kara hayvanları, leş olur. Bunları yimek harâm olur. Besmele ile gönderilen av köpeğinin<br />

ve doğan kuşunun yakalayıp, ısırarak yaralayıp öldürdüğü av hayvanı yinir.<br />

Diri getirdikleri av hayvanını kesmek lâzımdır. Köpeğin, yaralamayıp boğduğu<br />

ve yaralayıp etinden yidiği av, yinmez.<br />

Avını köpek dişi ile veyâ pençesi ile yakalayan hayvanın etini yimek harâmdır.<br />

Karada, suda yaşıyan haşerâtı yimek, halâl değildir. Meselâ, kertenkele, kaplumbağa,<br />

yılan, kurbağa, arı, pire, bit, sinek, akrep, midye, yengeç ve fare, köstebek,<br />

kirpi, sincap yimek halâl değildir. Avlanılan, yakalanan her balığı yimek halâl olduğu,<br />

Mâide sûresinde bildirilmekdedir. Su içinde kendiliğinden ölüp, karnı üst tarafda<br />

duran balık yinmez. Ağ ile, saçma ile, ilâc ile, sarsıntı ile ölen her balık yinir.<br />

Kitâblı kâfirlerin, kendi kitâblarına göre ve kendi dilleri ile Allahü teâlânın<br />

ismini söyliyerek kesdiklerini ve kadının, çocuğun ve cünüb olanın kesdiğini yimek<br />

câizdir. Besmele çekmesi unutularak kesileni ve avlananı yimek câizdir. Şâfi’î<br />

mezhebinde Besmelesiz kesileni yimek de câizdir. Mâlikî mezhebinde, Besmelesi<br />

unutulan da yinmez. Tiryâk denilen ilâcda, yılan eti, ispirto varsa, içmesi harâm,<br />

satması câizdir. Bunların bulunduğu bilinmiyorsa, içmek de câiz olur. İkinci kısm,<br />

kırkıncı maddeye bakınız! [Tiryâk, afyon demekdir. Afyona alışmış olanlara tiryâkî<br />

denir. Eski Yunan hakîmlerinin, zehrlenmelere karşı yapdıkları bir ilâca da<br />

denir. İçinde afyon, yılan eti ve ispirto vardır]. Müslimân kasabdan alınan bir etin,<br />

nasıl kesildiği bilinmiyorsa, halâl olmak ihtimâli varsa, [ya’nî, kesenler müslimân<br />

ve mürted karışık ise], yimek câiz olur. Harâm olduğu, görerek veyâ âdil bir müslimânın<br />

haber vermesi ile anlaşılarak bilinirse, yimemelidir. Fekat, sorup araşdırmak<br />

lâzım değildir. Dâr-ül-islâmda, müslimândan satın alınan şübheli eti yimeli,<br />

vesvese etmemelidir.<br />

Yabânî eşek eti ve sütü halâldir. Tezek ve başka necs şeyleri yiyen hayvânın eti<br />

kokarsa, yanına yaklaşınca pis koku gelirse, eti, sütü ve teri necs olup, yimesi mek-<br />

– 619 –


ûhdur. Temiz şey ile beslenip, pis kokusu kalmazsa câiz olur. Bunun için, tavuk<br />

üç gün, koyun dört, deve ve sığır on gün habs olunur denildi. At eti ve sütü temizdir,<br />

halâldir. Nesli azalmamak için, mekrûh denildi. Tavşan eti halâldir.<br />

(Bedâyı’) kitâbında diyor ki, (Abdüllah ibni Abbâs buyurdu ki, Resûlullahın yanında<br />

oturuyorduk. Bir köylü, tavşan kebâbı hediyye getirdi. Bize, (Yiyiniz!) buyurdu.<br />

Muhammed bin Safvân “radıyallahü teâlâ anhümâ” dedi ki, iki tavşan yakaladım,<br />

kesdim. Resûlullaha sordum. İkisini de yimemi emr buyurdu).<br />

(Kitâb-ül-irşâd) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Tavşan kanı, kelef<br />

denilen yüzdeki çillere ve Behak denilen esmer lekelere ve Beras, ya’nî abraş denilen<br />

beyâz lekelere iyi gelmekdedir. Kanı bu lekelere sürülür. Tavşan beyni yimek,<br />

hastalıklardan sonra hâsıl olan titremeğe iyi gelir. Çocukların diş etlerine sürülünce,<br />

diş gelmesine yardım eder. Tavşan yavrusunu kesip mi’desinden çıkan (Enfiha)<br />

denilen sıvı, sirke ile karışdırılıp üç gün öğleden sonra kadın içince, hâmile<br />

kalmasını önler ve sar’a illetine ve zehrlenmelere karşı iyi gelir). Eti yinen hayvânların<br />

idrârını içmek mekrûhdur. İnsan veyâ hayvân necâseti ile sulanmış sebzeleri<br />

yıkayıp yimek câizdir. Lağım suyu ile sulanmış sebzeleri yimek câiz değildir.<br />

Kadın ve erkeğin altın ve gümüş kap ile yimesi, içmesi, her dürlü kullanması tahrîmen<br />

mekrûhdur. Altın ve gümüş kaşık, sâat, kalem, abdest ibriği, bıçak, sandalya<br />

ve benzeri şeyleri kullanmaları da böyledir. Bunları kendi bedeni için kullanmayıp,<br />

başka yerde kullanmaları câiz olur. Meselâ yağı, balı gümüş bıçakla ekmeğe<br />

sürmek ve bu ekmeği eli ile yimek câizdir. Altın kapdaki ilâcı başına dökmek<br />

harâmdır. Fekat, buradan eline döküp, elindekini başına sürmek câizdir. Fekat, suyu<br />

ve ilâcı kullanmak için, önceden bu kablara koymak câiz değildir.<br />

Gümüş tasdan çorbayı tahta kaşıkla alıp yimek câiz olmaz. Çünki tas, zâten kaşıkla<br />

kullanılır. Gümüş tüpdeki merhemi ele sıkıp, el ile başa sürmek de böyledir.<br />

İbrikdeki suyu ele döküp, yüzü yıkamak da böyledir. Mevlidde, gümüş kapdan avuca<br />

gül suyu serpip, avucu yüze, elbiseye sürmek de, böyle câiz değildir.<br />

Altın ile gümüşü süs olarak takmak yalnız kadınlara halâldir. Fekat, bunları [meselâ,<br />

parmağındaki yüzüğünü] mahrem olmıyan erkeklere göstermeleri harâmdır.<br />

Altın ve gümüşü süs olarak takmak erkeklere harâm olup, yalnız gümüş kemer, yüzük<br />

ve sâatin, çakının zinciri gümüşden olmak câizdir. Altından olursa harâmdırlar.<br />

Taş, tunç, pirinç, plâtin, bakır ve diğer ma’denlerden zînet olarak yüzük takmaları<br />

kadınlara da harâmdır. Ma’denin rengi ve kaplaması değil, içi, cinsi mûteberdir.<br />

Bunun için, meselâ altın yaldızlı gümüş yüzük takmak erkeklere de câiz olur.<br />

Gümüş kaplı altın, bakır yüzük, altın, bakır sayılırsa da, altın, bakır görülmedikleri,<br />

gümüş göründüğü için, takılması câiz olur.<br />

(Redd-ül-muhtâr) kitâbı, beşinci cildde diyor ki, (Erkeklere yalnız gümüş yüzüğün<br />

halâl olduğu ve altın, demir ve sarı pirincden yüzük takmanın harâm olduğu,<br />

hadîs-i şerîf ile bildirilmişdir. Bunu Molla Hüsrev de yazmakdadır. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, vefât edinciye kadar, yalnız gümüş yüzük kullandı).<br />

Böyle olduğu, (Mevâhib-i ledünniyye)de de yazılıdır. Tirmizînin (Şemâil-i şerîfe)sinde,<br />

Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

yüzüğünü sağ eline takardı). Sol eline de takdığı görülmüşdür. Sağ ele de, sol<br />

ele de takmak câizdir. Küçük parmağa veyâ yanındaki parmağa takılır. Üzerinde<br />

yazı bulunan yüzüğü, halâya girerken, sol elden sağ ele geçirmek müstehabdır. Hâkim,<br />

vâlî ve müftîden başka erkeklerin yüzük takmamaları dahâ iyidir. Bayramlarda<br />

herkesin takması müstehabdır. Gösteriş için, öğünmek için takmak harâmdır.<br />

(Mevâhib-i ledünniyye) tercemesi, üçyüzyetmişikinci sahîfede diyor ki, (Erkeklerin<br />

altın yüzük takmaları, dört mezhebde de câiz değildir). (Cevhere)de ve (İbni<br />

Âbidîn)de, (Dürr-ül-müntekâ) ve (Fetâvâ-yı Hindiyye)de diyor ki, (Altından<br />

ve gümüşden başka ma’denlerden yüzük takmak, kadınlara da mekrûhdur.)<br />

– 620 –


(Bostân)da, yüzüncü bâbda buyuruyor ki, (Nu’mân bin Beşîr, Resûlullahın<br />

yanına geldi. Parmağında altın yüzük vardı. (Cennete girmeden önce, niçin Cennet<br />

zînetini kullanmışsın?) buyurdu. Demir yüzük kullanmağa başladı. Bunu görünce,<br />

(Niçin Cehennem eşyâsı taşıyorsun?) buyurdu. Bunu da çıkardı. Bronz, ya’nî<br />

tunçdan yüzük takdı. Bunu görünce, (Niçin sende put kokusu duyuyorum?) buyurdu.<br />

Nasıl yüzük kullanayım, yâ Resûlallah dedi. (Gümüş yüzük takabilirsin. Ağırlığı<br />

da bir miskâli geçmesin ve sağ eline tak!) buyurdu. Amr ibni Şu’âyb diyor ki,<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, altın ve demir yüzükleri çıkartır, gümüş<br />

yüzüklere mâni’ olmazdı). Bunlar, (Mevâhib-i ledünniyye)de de yazılıdır.<br />

Her taşdan ve ma’denden yüzük taşı yapmak câizdir.<br />

Şimdi, altın yüzük takanlar arasında, (Eshâb fakîr oldukları için, altın yüzük yasak<br />

edildi. Fakîrlere harâm ise de, zenginlere câizdir) diye fetvâ verenleri işitiyoruz.<br />

Bu sözleri, hiçbir esâsa dayanmamakdadır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

altın yüzüğü yasak ederken, sebebini de bildirdi. Fakîrlere değil, her erkeğe<br />

yasak etdi. Yalnız fakîrlere harâm olsaydı, fakîr kadınlara da harâm olurdu. Bundan<br />

başka, yalnız altını değil, çok ucuz olan başka ma’denlerden yüzük takmağı da<br />

yasak etmişdir. Şunu da bildirelim ki, gümüşden başka yüzüklerin erkeklere yasak<br />

edilmesi, Medînede iken oldu. Eshâb-ı kirâmın fakîr olduklarını bildiren haberler<br />

ise, hicretden önce Mekkede iken idi. Bedr gazâsında bulunan üçyüzbeş Sahâbîden<br />

altmış dört adedi Muhâcir olduğuna göre, Mekkede îmâna gelenlerin sayısı yüzden<br />

azdı. Medîneli Ensârın fakîr olanları ile Muhâcirlerin fakîrleri, (Mescid-i nebî)<br />

yanındaki (Soffa) denilen büyük çardak altında yaşarlar, ilm öğrenmek ve öğretmekle<br />

uğraşırlar, ömrlerinin çoğu Resûlullah ile birlikde cihâd etmekle geçerdi.<br />

Bunlara (Eshâb-ı soffa) denirdi. Sayıları değişirdi. Çok zemân yetmiş kişi olurdu.<br />

Çoğu şehîd oldu. Bunlardan başka bütün Eshâb zengin idi. İçlerinde çok zengin<br />

olanları az değildi. (Bostân) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” yetmişinci<br />

sahîfesinde diyor ki, (Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” ölünce, mîrâscılarının<br />

herbirine kırkbin dirhem gümüş kaldı. Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü<br />

teâlâ anh”, hastalığında boşamış olduğu zevcesine, mîrâsının yirmidörtde<br />

birinin verilmesini söylemişdi. Buna seksenüçbin altın verildi. Hazret-i Talhanın<br />

“radıyallahü teâlâ anh” günlük geliri, bin altın idi). Bunların üçü de Cennetle<br />

müjdelenmiş idi. Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” servetinin hesâbı bilinemedi.<br />

Zekât ve ganîmet ve ticâret sebebi ile Medînede fakîr kimse kalmadı. Altın<br />

yüzüğün yasak edilmesini fakîrliğe bağlamak istiyenlerin pek çürük ipe sarılmakda<br />

oldukları meydândadır. Dört mezhebde de harâm olan birşeyin harâm olduğuna<br />

inanmak lâzımdır. Bulunduğu mezhebin harâm dediğini değişdirmeğe<br />

kalkışarak, âyet-i kerîmelere veyâ hadîs-i şerîflere başka ma’nâ verenin mezhebsiz<br />

olduğu anlaşılır. Mezhebsiz olan da, yâ sapık veyâ kâfir olur. (Hadîka)da, dil âfetlerinde<br />

diyor ki, (Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yüzük taşında üç<br />

satır yazılı idi. Birinci satırda (Muhammed), ikincisinde (Resûl), üçüncüsünde<br />

(Allah) yazılı idi. Vefât edince, bunu hazret-i Ebû Bekr, bundan sonra hazret-i Ömer<br />

kullandı. Sonra Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” kullanırken, (Erîs) kuyusuna düşürdü.<br />

Çok mal sarf etdi ise de, bulunamadı. Bu iş fitne çıkmasına sebeb oldu).<br />

Hazret-i Ebû Bekrin yüzüğünde, (Ni’mel kâdir Allah) yazılı idi. Hazret-i Ömerin<br />

(Kefâ bil-mevt vâ’ızan yâ Ömer), hazret-i Osmânın (Le-nasbirenne), hazret-i<br />

Alînin (El-mülkü lillah) yazılı idi. Hazret-i Hasenin yüzüğünde, (El-izzetü lillah)<br />

yazılı idi. Hazret-i Mu’âviyenin yüzüğünde (Rabbigfir-lî), İbni Ebî Leylânın<br />

(Ed-dünyâ garûrün), İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin (Kul-il-hayr ve illâ fesküt),<br />

imâm-ı Ebû Yûsüfün (Men amile bi-re’yihî nedime), imâm-ı Muhammedin (Men<br />

sabere zafire), imâm-ı Şâfi’înin (El-Bereketü fil kanâ’a) yazılı idi. Yüzüklerini mühr<br />

olarak kullanırlardı. Osmânlı pâdişâhlarının mührlerine, (Tuğra) denir. Tuğraları<br />

yüzüklerinde değildi. Tuğrayı, buna mahsûs vezîr taşırdı. Her tuğrada pâdişâhın<br />

– 621 –


adı, bunun üstünde babasının adı, dahâ yukarıda (El-muzaffer dâimâ) yazılıdır. Osmânlılarda<br />

altın para basması, sultân Orhân zemânında başladı. Her pâdişâhın basdırdığı<br />

altın ve gümüş paraların bir yüzünde bir tuğra, arka yüzünde, basıldığı şehrin<br />

adı ile pâdişâhın tahta cülûs etdiği yıl yazılıdır. Tuğraların son şekli, ikinci sultân<br />

Mustafâ hân zemânında başlamışdır.<br />

Nişân yüzüğü takmak emr olunmadı. Âdete uyarak takılmakdadır. (Kimyâ-i<br />

se’âdet) kitâbında buyuruyor ki, (Parmağında altın yüzük takılı bir adamın bulunduğu<br />

sofraya oturmamalı ve birinci safda, böyle birisi yanında nemâz kılmayıp, ikinci<br />

safa kaçmalıdır. Başka harâmları kullananlardan da böyle uzaklaşmalıdır.)<br />

Altın, gümüş eşyâyı kullanmayıp süs olarak evde bulundurmak câizdir.<br />

Kalaysız bakır, pirinc ve tunc kaplarda yimek câiz değildir. Çanak, çömlek, porselen<br />

kaplar efdaldir. Kalaylı kapları, başka ma’denlerden yapılmış kapları ve cam,<br />

plâstik kapları kullanmak câizdir. Altın ve gümüş levhaları, parçaları yapışdırılarak<br />

veyâ tellerini sararak süslenmiş eşyâ da kullanılır. Altın ve gümüşlü yerlerini<br />

tutmak da câiz, fekat, buralarını ağza değdirmek, üzerine oturmak câiz değildir.<br />

Galvaniz, yaldız şeklinde çok ince ve yerinden ayıramıyacak şeklde yapılmış altın<br />

ve gümüş kaplı eşyâyı, kapları kullanmak câizdir.<br />

(Dürr-ül-muhtâr)da ve (Redd-ül-muhtâr)da buyuruyor ki, (Erkeklerin iç çamaşır<br />

ve dış elbise olarak ipek giymesi harâmdır. İpek, ipek böceğinin yapdığı ipliklerden<br />

örülmüş kumaş demekdir. [İpek böceği kozayı delerek çıkınca, elde edilen<br />

iplikler kısa ve kıymetsiz oluyor ise de, bunları hiçbir kitâb, uzun iplikden ayrı tutmamışdır.<br />

Bunlara halâl diyen olmamışdır. İpeğin her çeşidi harâmdır.]<br />

(Muhît-i Burhânî) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, deriye değmeyen<br />

dış elbisenin câiz olduğuna bir rivâyet bildiriyor ise de, başka kitâblarda böyle birşey<br />

yokdur. Deriye değsin, değmesin harâmdır. İki imâma göre yalnız harbde<br />

giymek câiz olur. Elbisenin ve başlığın astarını ipekden yapmak mekrûhdur. Elbisenin<br />

kol, etek, ceb, paça, yaka ve başlık gibi yerlerine, dört parmak enine kadar<br />

geniş ipek şerit dikmek câizdir. Birçok şerit dikilebilir. Herbirine ayrı ayrı bakılır.<br />

Genişliklerinin toplamına bakılmaz. Dört parmağa kadar altın iplikden örülmüş<br />

şeritler de câizdir. Kadınlara ipek elbise ve her mikdârda altın şerit câizdir.<br />

Erkek çocuklara ipek giydirmek mekrûhdur. Erkeklerin de, ipek cibinlik kullanması<br />

câizdir. İpekden bel bağı câiz denildi. Başa ipek takke giymek ve boyuna ipek<br />

kese asmak mekrûhdur. İpek seccâdede nemâz kılmak câizdir. İpek yorganla örtünmek<br />

câiz değildir. Sâat, anahtar, tesbîh ipleri ve cebe konulan kese, çantalar,<br />

mushaf kesesi ve boğçanın ipekden olması câizdir. Dıvarları ipek kumaş ve halı ile<br />

örtmek, kibr ve zînet için olmazsa, câizdir. İpek halı, yaygı kullanmak, üzerine oturmak<br />

câizdir. İpek yemek peşkiri, iç donu mekrûhdur. Abdest havlusu câizdir.<br />

Çözgüsü ipek olan, luhmesi ya’nî atkısı ipek olmıyan elbise erkeklere de harâm<br />

değildir. Çünki, kumaşın atkısı mühimdir. Çözgüsünün değeri yokdur. Atkısı<br />

ipek olup, çözgüsü ipek olmıyan elbise, sâf ipek gibi harâmdır. Sun’î ipek giymek<br />

erkeklere de halâldir. Çünki, bunlar parlak pamuk bileşikleridir. İpek böceğini öldürmek<br />

için kozayı güneşe koymak câizdir). Güneşde öldürmeyip de, ateşde ısıtarak,<br />

kaynar suya koyarak öldürmek câiz olmadığı, (Berîka)da yazılıdır.<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Hazar ve ibâha) kısmında diyor ki, (Bir<br />

mürted, bu eti yehûdîden satın aldım derse, inanılır ve yinir. Mürted olduğu bilinen<br />

kimseden aldığını söylerse yinmez. Çünki, (Mu’âmelât)da, meselâ alış verişde,<br />

îmân ve adâlet aranmaz. Çocuğun, kitâblı ve kitâbsız kâfirlerin sözüne inanılır.<br />

Sofradakiler, içeri gelen kimseyi yemeğe çağırsalar, âdil bir müslimân da, yidikleri<br />

eti mürted kesdi veyâ içdiklerinde şerâb karışık dese, çağıranlar âdil ise, oturur.<br />

Âdil değilseler oturmaz. İkisi âdil ise, yine oturur. Biri âdil ise, teharrî eder,<br />

– 622 –


ya’nî araşdırır. Karâr veremezse, oturup yir ve içer ve suları ile abdest alır.<br />

Temiz ve necs şey bulunan kaplar karışık olup, temizleri fazla ise, zarûret olsa<br />

da, olmasa da, temizlerini araşdırıp bunlardakini yir, içer ve abdest alır. Temizlerin<br />

adedi, necsler ile müsâvî veyâ temizler az ise, yalnız zarûret hâlinde, abdestden<br />

gayrisi için temizlerini araşdırıp kullanır. Kasabdaki hayvanlardan meşrû’ kesilmiş<br />

olanı, zarûret hâlinde araşdırıp alır. Zarûret yoksa, meşrû’ kesenler çok ise,<br />

araşdırıp alır. Müsâvî ise, almaz. Elbise, kumaş da böyledir. Kısacası, temiz adedi<br />

çok ise, iki hâlde de araşdırır. Müsâvî veyâ az ise, zarûret olmadığı zemân temizleri<br />

araşdırmaz. Zarûret hâlinde, yalnız abdest için, kapların temizlerini araşdırmaz.<br />

Diğerlerinde araşdırarak, temiz zan etdiklerini kullanır. Çünki, abdest yerine,<br />

teyemmüm edebilir. Setr-i avret ve yimek, içmek için ise, başka yapacak şey<br />

yokdur. Görülüyor ki, temizleri çok ise, hep araşdırıp seçer. Çok değilse, yalnız zarûret<br />

hâlinde ve abdestden gayrısı için araşdırır.)<br />

Seyyid Ahmed Hamevî, (Eşbâh) şerhi, üçüncü kâidesinde diyor ki, (Şek, şübhe<br />

üç dürlü olur: Aslı harâm olan, aslı mubâh olan, aslı bilinmiyen şeyde olur. İslâmiyyete<br />

uygun kesenlerin ve mürtedlerin bulundukları yerde, kesilmiş bir koyun<br />

görünce, bunun islâmiyyete uygun kesilmiş olduğunu bilmek lâzımdır. Çünki, aslı<br />

harâm olup, halâl olması şübhe edilmekdedir. Kesenler içinde mürted az ise, alıp<br />

yimek câiz olur. [Kasabdan satın alıp yimek de câiz olur.] Bozuk renkli, bulanık<br />

suyun temiz olduğu kabûl edilir. Çünki, suyun aslı temizdir. Necs olması ise, şübhelidir.<br />

Kazancının çoğu harâmdan olanın verdiği malın harâmdan olduğu yakîn<br />

olarak, kesin olarak bilinmediği zemân, bu malını satın almak harâm olmaz, mekrûh<br />

olur). Yüzkırkyedinci sahîfede diyor ki, (Malının çoğu halâl olanın hediyyesi<br />

alınır ve yinir. Çoğu harâm ise, halâl diyerek verdiği alınır. Verirken söylemedi<br />

ise, araşdırıp zannına göre amel eder. Satın alınan mallar da böyledir.) Kitâbsız<br />

kâfirin, mürtedin kesip satdığı et alınmaz. Bunu müslimân kesdi dese, halâl olduğunu<br />

haber vermiş olur ki, buna inanılmaz. Alkolsüz bira demek de böyledir.<br />

Çünki bira meşhûr olan alkollü bir içkinin ismidir. Bu sözleri, bevlin necs olmadığını<br />

söylemek gibidir. Necs olmıyan şeye bevl dememek, alkolsüz olan içkiye de<br />

bira dememek lâzımdır. (Mecelle)nin dokuzuncu maddesi, (Bir şeyin sıfatları devâm<br />

eder. Bunları değişdirdik diyenin sözü kabûl olunmaz). Onuncu maddesinde,<br />

(Bir zemânda mevcûd olan şeyin devâmı kabûl edilir. Aksini isbât etmeleri lâzım<br />

olur.) 42. ci maddesinde, (Meşhûr olana i’tibâr olunur. Maglûb ve nâdire olunmaz)<br />

ve 46. cı maddesinde, (Mâni’ ve muktadî birlikde olunca, mâni’ tercîh olunur) denilmekdedir.<br />

Müslimândan satın alınan eti, mürted kesdiğini, sonradan, âdil bir<br />

müslimân haber verse, yimek ve yidirmek câiz olmaz. Fekat parasını geri alamaz.<br />

Birinci kısm, ellialtıncı maddenin sonuna bakınız!<br />

(Merâkıl-felâh)da ve bunun Tahtâvî şerhinde, (Artıklar) faslından sonra diyor<br />

ki, (Bir âdil kimse, bu eti mecûsî kesdi dese, başka bir âdil de, müslimân kesdi dese,<br />

yimesi halâl olmaz. Ya’nî harâmlığı devâm eder. Çünki, kesilmiş görülen hayvanın<br />

harâm olması asldır. İslâmiyyete uygun kesilmiş olduğu tehakkuk edince halâl<br />

olur. İki haber ters düşünce, halâl olması tehakkuk etmeyip, anlaşılmayıp, harâmlığı<br />

devâm eder. Şek, şübhe etmek, iki haberin birbirlerine ters düşmesi gibidir.<br />

Aslı harâm olan şeyde şek olunursa, meselâ, müslimânların ve mecûsîlerin ya’nî<br />

kitâbsız kâfirlerin karışık bulundukları bir şehrde kesilmiş görülen hayvan, müslimânın<br />

kesdiği bilinmedikçe halâl olmaz. Zîrâ, hayvanın harâm yoldan ölmesi asldır.<br />

İslâmiyyete uygun kesilmiş olduğu ise şübhelidir. Şehrde müslimânlar çok ise,<br />

halâl kabûl edilir).<br />

(Makâmât-i mazheriyye)de, kerâmet faslında diyor ki, (Gulâm Haseni görünce,<br />

kâfir ta’âmı yimişsin. Kalbinde küfr zulmeti hâsıl olmuş, buyurdu. Evet, Hindûnun<br />

verdiğini yidim dedi). Küfr ve harâm alâmetleri bulunan yemekler, kalbi karartır<br />

ve kabrde çürümeğe sebeb olur.<br />

– 623 –


42 — ŞERÂB ve ALKOLLÜ İÇKİLER<br />

Alkollü içkilerin hepsi zehrdir. Bugün bu hakîkati, tıb kitâbları yazmakdadır.<br />

Liselerde okutulmakda olan kıymetli bir kimyâ kitâbında diyor ki: (Alkollü içkiler,<br />

eskiden beri keyf verici olarak içilir, az mikdârda alındığı zemân, vücûdde tenbîh<br />

edici te’sîr yapdığı, hazmı kolaylaşdırdığı gibi fâidelerden bahs edilirdi. Hâlbuki,<br />

bugün, alkolün pek az mikdârının bile, vücûd makinesini harâb etdiği ve zararlı<br />

te’sîrlerinin neslden nesle intikâl etdiği ilmî bir hakîkatdir).<br />

İbni Âbidîn, beşinci cild, ikiyüzseksendokuzuncu sahîfede buyuruyor ki:<br />

Şerâb [hamr, vin, wein] dört mezhebde de harâmdır. İçmesi ve her dürlü kullanılması<br />

günâhdır. Yalnız sirke yapılması ve susuzlukdan ölmek üzere olanın, ölmiyecek<br />

kadar, su yerine, içmesi câizdir. İçmesi harâm olan içkiler, dörtdür:<br />

1 — Birincisi, şerâbdır. Pişmemiş üzüm suyu, [şıra], havasız fıçılarda durmakla,<br />

gaz habbeleri ve köpük meydâna gelerek mayalanır. (Şerâb) hâline döner.<br />

[Ya’nî, üzüm kabuklarında yaşıyan ve şıraya geçen (bira mayası) adındaki mayanın<br />

(fermentin) çıkardığı (zimas) adındaki bir madde, şırada bulunan glikoz ve levüloz<br />

adındaki (Hekzoz) şekerlerini parçalar. Şekerler, ikiye parçalanarak ispirto<br />

(etil alkol) ve karbon dioksid maddeleri meydâna gelir:<br />

C 6<br />

H 12<br />

O 6<br />

2C 2<br />

H 5<br />

OH + 2 CO 2<br />

Şırada zemânla, şeker azalıp, ispirto çoğaldığı için, tadı şekerli iken, keskin ve<br />

yakıcı olmağa başlar. Meydâna gelen karbon dioksid gazı, kabarcıklar hâlinde dışarı<br />

çıkar. Bu gaz, ispirtolu sıvıda erimiyen tortuları, sıvının yüzüne sürükliyerek,<br />

bir köpük ile örtülür. Böylece şıra, şerâba dönmüş olur. Çeşidli şerâblarda, yüzde<br />

beş ile yirmi arasında ispirto bulunur. İki hektolitre, ya’nî ikiyüz litre yâhud yüzonbeş<br />

kilogram üzümden, yetmişbeş litre şıra çıkar. Şıranın beşde biri şekerdir. Onda<br />

biri tartarik asiddir. Şıradan kükürt dioksid gazı geçirilerek, sirke asidi mayası<br />

ve başka zararlı mayalar öldürülür. İlk mayalanma bir haftada temâm olur.]<br />

İspirtosu az olan şerâb da harâmdır. [İmâmeyne göre ve diğer üç mezhebde, köpürmese<br />

de, şerâb olur.] Serhoş etmese de, damlasını içmek harâmdır. Halâl diyen,<br />

kâfir [Allaha düşman] olur. Şerâb, idrâr gibi kaba necâsetdir. Her dürlü kullanmak,<br />

ilâc yapmak, çamur yapmak, hayvâna içirmek, ihtikân yapmak, buruna çekmek<br />

sözbirliği ile harâmdır. Satması câiz değildir. Parası harâmdır. Bir müslimânın,<br />

borcunu, şerâb satarak aldığı para ile ödemesi halâl olmaz. Bu para, alacaklıya<br />

da halâl olmaz. Bunun için içki satana ödünc vermemelidir. Az içene de had<br />

vurulur ki, seksen sopadır. Serhoş edici diğer üç içkiyi içene ise, ancak serhoş olursa<br />

had vurulur. Şerâb köpüklendikden sonra, kaynatılıp üçde ikisi gitse de geride<br />

kalanı ve inbiklenerek elde edilen ispirtonun, rakının şerâb gibi, necâset-i galîza<br />

olduğu sözbirliği ile bildirilmişdir. Bunların da damlasını içmek harâm olduğu,<br />

(Behcet-ül-fetâvâ)da yazılıdır. Rakıda yüzde kırkdan çok alkol bulunur. Şerâbdan<br />

elde edilen rakı, meşe ağacından fıçılarda birkaç sene bırakılınca, (Konyak) olur.<br />

2 — İkincisi, Tılâdır. Tâze şıra, ateşde veyâ güneşde ısıtılıp üçde ikisinden azı<br />

uçarsa, [üçde birinden çok kalırsa], bu kalana, (Tılâ) denir. Tılâ, gaz çıkararak kabarıp,<br />

tadı keskin olunca, serhoş eder. Şerâb gibi damlası harâm ve kaba necs olur.<br />

3 — Üçüncüsü Sekerdir. Hurmanın nakî’i, ya’nî maserasyonu, ya’nî su içinde<br />

ısıtmadan bırakılınca, köpüklenir ve tadı keskin olursa (Seker) denir, damlası harâmdır.<br />

4 — Dördüncüsü, kuru üzüm nakî’idir. Kuru üzüm, soğuk suda bırakılınca, şekeri<br />

suya geçer. Bu suya, (Kuru üzüm nakî’i) denir. Bu, gaz peydâ ederek köpüklenir<br />

ve tadı keskin olursa, damlası harâm olur. Tılâ, Seker ve kuru üzüm nakî’i (maserasyonu)<br />

gazlanmaz ve tadı keskin olmazsa, içmeleri, sözbirliği ile halâl olur. Se-<br />

– 624 –


ker ve Nakî’, hafîf necsdirler. İmâm-ı a’zama göre, Tılâ, Seker ve Nakî’in harâm<br />

olmaları için, köpüklenmeleri de lâzımdır. Bu üçünde, icmâ’ı ümmet hâsıl olmadığı<br />

için, harâm değildir diyen kâfir olmaz.<br />

İçmesi, İmâm-ı a’zama ve İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre halâl olan içkiler de dörtdür:<br />

1 — Kuru üzüm veyâ hurma, şekeri suya çıkıncaya kadar, soğuk suda bırakılır.<br />

Sonra hepsi, kaynayıncaya kadar ısıtılır. Soğuyunca süzülür. Bu sıvıya, (Nebîz)<br />

denir. Nebîzin tadı keskin olsa da, serhoş yapmadıkca, içmesi halâl olur. Isıtılmazsa,<br />

köpürünce ve tadı keskin olunca, harâm olur.<br />

2 — Kuru üzüm ve hurma birlikde, soğuk suda durup, hepsi, ısıtılıp süzülür. Tadı<br />

keskin olsa da, serhoş yapmadıkca, halâl olur. Buna, (Halîtan) denir.<br />

3 — Bal, incir, arpa, buğday, mısır, darı, erik, kayısı, elma ve benzerlerinden<br />

biri soğuk suda durup ısıtılmasa da, serhoş etmeyecek mikdârda halâldirler. Çünki<br />

hadîs-i şerîfde, (Şerâb, üzüm ve hurmadan olur) buyuruldu. [Serhoş ederlerse,<br />

harâm olurlar. Bira da böyledir. Hubûbâtdan elde edilen rakıya, İngilizler (Viski),<br />

Ruslar (Vodka) derler. Bunlar, yüzde elli, altmış alkolü hâvîdirler.]<br />

4 — Dördüncüsü, (Müselles)dir. Üzüm suyu, tâze iken, ya’nî gaz kabarcıkları<br />

çıkmadan, köpürmeden önce, ısıtılıp, üçde ikisi uçar, üçde biri kalırsa (Müselles)<br />

denir. Tadı keskin olsa da, serhoş etmiyecek kadar içmesi halâldir.<br />

Şıra kaynarken, içine (Pekmez toprağı) denilen temiz kireçtaşı tozu konursa,<br />

ekşiliği kalmaz, (Pekmez) olur. Fransızlar pekmeze, (Sapa) ve (Rob) derler. Pekmezde<br />

yüzde altmışdan çok glikoz vardır. Pekmeze yumurta akı koyup, karışdırarak<br />

kaynatılınca, koyulaşıp (Bulama=Raisiné) olur. Şira ya’nî tâze üzüm suyu [Moût]<br />

ve pekmez [Moût cuit] ve bulama [Raisiné] ve boza [Bosan] içmek halâldir. Boza<br />

yapmak için, bir kilo kadar bulgur yıkanır. Tencereye konur. Fazla su ilâve edilir.<br />

Yumuşayıncaya kadar birkaç sâat kaynatılır. Su ile yoğrularak tel süzgeçden<br />

süzülür. Şeker konup eritilir. Maya olarak içine bir su bardağı boza konur. Kapanıp<br />

soba yanında bırakılır. Ertesi gün ekşi olarak içmeğe başlanır.<br />

Bunlar kuvvet için, hazm için serhoş etmiyecek mikdârda halâl olup, serhoş ederlerse<br />

veyâ çalgı ile, keyf için az dahî içilirlerse, söz birliği ile harâm olurlar.<br />

İmâm-ı Muhammede göre, bu dört içki, gaz çıkarmış ve tadı keskin olmuş ise,<br />

serhoş etmiyecek kadar az içmesi de harâm olur. Fetvâ da böyledir. Diğer üç<br />

mezhebde de böyledir. Çünki, Peygamberimiz, (Çoğu serhoş eden içkinin, azını<br />

içmek de harâmdır) ve (Serhoş eden her içki şerâbdır ve hepsi harâmdır) buyurdu.<br />

Bu hadîs-i şerîf, hepsinin harâm olduğunu bildirmekdedir. Yapıları, bileşimleri<br />

aynıdır demek değildir. Çünki Muhammed “aleyhisselâm”, maddelerin hakîkatlerini,<br />

fen bilgilerini öğretmek için değil, bunların hükmlerini bildirmek için gönderilmişdir.<br />

Kısrak, inek, deve sütleri, mayalanıp, tadı keskin olunca, müselles gibi<br />

olurlar. Birincisine (Kumis) [kımız], diğer ikisine (Kefîr) denir. Bira gibi harâmdırlar.<br />

Bu husûsda, İskilibli M.Âtıf efendinin (Men’i müskirât) kitâbında geniş<br />

ma’lûmât vardır.<br />

[Bira yapmak için, arpalar ıslanıp bir hafta bırakılınca filizlenirler. Bu sırada<br />

(Amilaz) denilen maya da ürer. Filizlerin uzunluğu arpa boyuna yaklaşınca, arpalardan<br />

koparılıp ayrılır. Arpalar kurutulup un yapılır. Bu una, (Malt) denir. Malt,<br />

sarı toz veyâ şerbet hâlinde, (Skorbut) denilen kanama ve za’fiyyet hastalığında<br />

ve çocuk mamalarında kuvvet verici ve hazm için kullanılır. İçinde alkol yokdur.<br />

Malt, sıcak su ile karışdırılıp bırakılınca, içindeki amilaz, nişastayı mayalıyarak parçalar.<br />

(Maltoz) denilen şekere çevirir. Bu şekerli sıvıya şerbetci otu (Houblon) çiçekleri<br />

konup kaynatılır. Bu ot, biraya koku verir ve berrâk yapar. Soğutulup içine<br />

(Bira mayası) konur. Bu maya, maltoz şekerini mayalıyarak parçalar. Alkole<br />

çevirir. Bira hâsıl olur. Çeşidli biralarda yüzde ikibuçuk ile beş arasında alkol bu-<br />

– 625 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:40


lunur. Fazla içilince serhoş yapmakdadır. Bira mayası, sarı toz veyâ yoğurt gibi lapadır.<br />

Canlıdır. Çıkardığı sıvı mayalama yapar. Bira mayası, bira fabrikalarında kalan<br />

posadaki mayanın üretilmesi ile elde edilmekde, cild, hazm ve göğüs hastalıklarında<br />

da kullanılmakdadır. Ekmek hamurunda da vardır. Bira, gaz çıkardığı, köpük<br />

yapdığı için ve tadı acı, keskin olduğu için azı da çoğu da, her ne maksadla içilirse<br />

içilsin, imâm-ı Muhammede göre harâmdır. Fetvâ da böyledir. Almanyada yayınlanan<br />

(Der Stern) mecmû’ası, 1979 senesi ilk ayındaki nüshasında diyor ki, (Heidelberg<br />

kanser tedkîk merkezi tarafından yapılan araşdırmalarda, biranın kanser<br />

yapdığı anlaşılmışdır. Kansere sebeb olduğu bilinen (Nitroz-amin)lerin birada<br />

bol mikdârda bulunduğu görülmüşdür. Bira, alkol alışkanlığına da sebeb olmakdadır.<br />

Ağrı kesici olarak kullanılan (Piramidon) içinde fazla mikdârda Nitroz-amin<br />

bulunduğu anlaşıldığı için, bu ilâc sıhhiyye vekâletinin emri ile altı ay evvel piyasadan<br />

kaldırılmışdı. Orta mikdârda bira içen bir kimse, günde yetmiş piramidon<br />

hapı almış kadar Nitroz-amin almakdadır). Yengeç denilen hayvana ve kanser denilen<br />

tehlükeli şişlere arabîde (Seretân) denir. (Nüzhet-ül-ebdân) kitâbı, kanseri,<br />

içinde yengeç külü bulunan merhem ile tedâvî etmekdedir. (Teshîl-ül-menâfi’)de<br />

(Irk-ı medînî) denilen hastalık, kanserdir. Bildirdiği ilâclardan biri: (Bir avuc içi<br />

soyulmuş sarmısak, bir [litre] süt ile, akşam vakti, kaynatılır. Pelte hâline gelir. Sabâha<br />

kadar bağçede bırakılır. Havadan rutûbet alır. Süt ayrılıp aç iken içilir. Sarmısak<br />

yerine lübân [Günnük] veyâ sarısabır kullanılabilir.)]<br />

Yukarıda yazılı sekiz içkiden, şerâbdan başkasını satmak İmâm-ı a’zama “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” göre sahîhdir. Fekat, mekrûhdur. [Ya’nî, tahrîmen mekrûhdur.<br />

Bunları satan, harâm işlemiş gibi Cehenneme gider.] İmâmeyn “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhimâ”, bunların satılması da sahîh değildir dedi. Afyon, esrar ve başka<br />

uyuşdurucu [heroik] maddelerin satışı da böyledir. Necâset karışan suyu içmek<br />

harâmdır. (Cevhere)de diyor ki: (Tâze üzüm, suya konup mayalanmadan önce kaynatılırsa,<br />

suyun üçde ikisi uçmadıkca, halâl olmaz. Kuru üzüm veyâ hurma, suya<br />

konup biraz kaynatılınca, halâl olur. Buna, (Nebîz) denir. Tâze üzüm ile hurmanın<br />

veyâ tâze üzüm ile kuru üzümün karışımı suda ısıtılınca, üçde ikisi uçmadıkca<br />

halâl olmaz. Tâze üzüm suyu [şıra] ile, hurma bırakılmış su karışımı da böyledir.)<br />

Bevl [idrâr], pislik gibi necâsetleri içmek, yimek harâmdır.<br />

Mubâh olan içkileri, hattâ suyu, mûsikî ile, çalgı ile, kâfirler gibi, fâsıklar gibi<br />

içmek de harâmdır. (İbni Âbidîn) beşinci cild, ikiyüzotuzsekizinci sahîfedeki hadîs-i<br />

şerîfde, (Suyu, alkollü içki içenler gibi içmek harâmdır) buyuruldu. İbâdeti<br />

harâma benzetmek ise, küfre sebeb olur. Çalgı, içki, şarkı ile nemâz kılmak,<br />

Kur’ân-ı kerîm okumak böyledir. İkinci kısmda, 52. ci maddenin 7. ci sahîfesine<br />

bakınız!<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, üçüncü cild, yüzaltmışüçüncü ve beşinci<br />

cild, ikiyüzseksendokuzuncu sahîfede buyuruyor ki, (Arak-ı hamr [ya’nî rakı ve<br />

alkol]in, şerâb gibi kaba necâset olduğu ve serhoş edecek kadar içene had vurulması<br />

sözbirliği ile bildirildi. Damlasını içene de had vurulur diyenler çokdur. Alkollü<br />

meşrûbât içen fâsıkların [kötü kimselerin], (temizdir, içilmesi halâldir) demelerine<br />

aldanmamalıdır). Alkollü içkilerin hepsinde ispirto bulunduğundan, şerâblı<br />

su gibi kaba necs ve harâmdırlar. Bunun için deriye sürülen, tentürdiyod, alkol<br />

kamfre gibi, ispirtolu ilâcları ve kolonya gibi lüzûmsuz olanları nemâz kılmadan<br />

önce, yıkamak lâzımdır. Bunları hâricen kullanmak ve ispirtoyu yakıt olarak<br />

kullanmak ve bunun için satmak ve satın almak câizdir. Benzol, benzin, aseton ve<br />

dört klorlu karbon, gaz yağı gibi sıvılar, necs değildir. Bunları temizlemeden nemâz<br />

kılınır. Alkolün, teknikde, eritken olarak kullanılması günâh değildir.<br />

Modern tıbda iyi bir hâricî, (Dezenfektan) [Mikrob öldürücü] maddede aranılan<br />

iki vasf, aslî (kendisinden beklediğimiz) te’sîrinin tam ve şümûllü, tâlî (olma-<br />

– 626 –


sını arzû etmediğimiz) te’sîrinin ise asgarî olması, yâhud hiç olmamasıdır.<br />

a) Alkol, bakterilerin bir kısmına hiç te’sîr etmez. Geri kalanların da ancak vejetatif<br />

(fe’âl) hâlde olanlarını öldürebilir. Bakteriler, sâir zemânlarda spor denilen<br />

koruyucu bir tabakaya bürünürler. Müsâid şartlar bulunca, tekrâr vejetatif<br />

(fe’âl) hâle dönerler. Alkol, sporlu bakterileri de öldüremez. Hattâ piyasadaki alkoller<br />

içinde sporlu bakteriler mevcûddür. Son zemânlarda, tecribeler ifâde ediyor<br />

ki, cilde sürülen kesif alkol, civâr bakterilerin sathlarında kompakt bir tabaka<br />

hâsıl ediyor. Bunlara artık nüfûz edemiyor. O hâlde, tam ve şümûllü bir te’sîre<br />

mâlik değildir.<br />

b) Yine cilde sürülen kesîf alkol, cild nesclerini (dokularını), bakterilere olan<br />

zararlarından dahâ çok tahrîb eder. Hattâ, bu tahrîblerle, proteinlerden ibâret bir<br />

tabaka teşekkül eder. Bu ise, onun bakterilere te’sîrine sed çeker.<br />

Bu iki vasfı te’mîn edemediğinden, alkol iyi bir dezenfektan değildir. Alkolün<br />

mahzûrlarını bulundurmıyan, ondan çok dahâ mükemmel te’sîrlere mâlik yüzlerce<br />

madde vardır. Nitekim bugün birçok memleketlerde alkollü tentürdiyod yerine,<br />

te’sîri dahâ kuvvetli Mersol denilen ispirtosuz tentürdiyod kullanılmakdadır.<br />

Merküro-krom adındaki kırmızı tozdan iki gramı, yüz gram suda eritilerek yapıldığı<br />

gibi, eczâhânelerde mersol hâzır da satılmakdadır. Yapılan istatistiklere göre,<br />

Avrupa kliniklerinde, tıbbî olarak kullanılan alkol mikdârı, [m. 1900] senesine<br />

nazaran [m. 1934] senesinde on misli azalmışdır. Her geçen gün de azalmakdadır.<br />

Ancak alkolün, müskirât terkîbine girmesinden dolayı, çok mikdârda istihsâli,<br />

bol oluşu, onu tıbda da kullanmaya sevk eden belki yegâne sebebdir.<br />

Benc, ya’nî Ban otu ve kunneb, ya’nî Haşiş [esrar otu] ve Afyon gibi sulb [katı]<br />

cismlerin akla zarar veren çok mikdârları harâmdır. İlâç, ibtal-i his için kullanmak<br />

câiz olduğu İbni Âbidînde, (Eşribe) sonunda yazılıdır. Bunların fazlasına halâl<br />

diyen, kâfir olmazsa da (Mübtedi’), ya’nî bid’at sâhibi, sapık olur.<br />

[Serhoş olarak kılınan nemâz sahîh olmaz. Serhoş olmıyacak kadar az içkili olarak<br />

kılmak mekrûhdur. Çünki, alkollü içkilerden herhangi birini keyf için bir<br />

damla bile içmek harâmdır. Mi’desinde, elbisesinde azıcık harâm bulunan kimsenin<br />

nemâzı mekrûh olur. Gasb edilen yerde kılmak da böyledir. (Merec-ül-bahreyn)de,<br />

Ahmed Zerrûkdan alarak diyor ki, vecd ve hâl sâhibleri, şu’ûrlarını<br />

gayb ederlerse, sözlerinde ve işlerinde ma’zûr olurlar. Simâ’ esnâsında raks etmek,<br />

bağırmak da böyledir. Deli gibidirler. Fekat, bu tesavvuf serhoşluğu kendiliğinden<br />

olmayıp, aklları başlarında ise, şu’ûrları var ise, ma’zûr olmazlar. Günâha girerler.<br />

Şu’ûrsuz oldukları zemân, ibâdetleri kaçırmaları günâh olmaz ise de, aklları<br />

başlarına gelince, kaçırdıkları ibâdetleri hemen kazâ etmeleri lâzımdır. Çünki, bu<br />

şu’ûrsuzluğa kendileri sebeb olmuşdur. Böyle tesavvuf serhoşlarının, islâmiyyete<br />

uymayan sözlerine ve işlerine, başkalarının uymaları câiz değildir. Kendileri günâha<br />

girmezlerse de, bunlara uyanlar, günâha girerler. Alkollü ve uyuşdurucu maddelerle<br />

serhoş olanlar da böyledirler. Serhoş iken, irâde ve ihtiyârları olmadığından,<br />

ma’zûr olurlar ise de, bu hâle kendileri sebeb oldukları için, kaçırdıkları<br />

ibâdetleri kazâ etmeleri lâzım olur].<br />

(Rıyâd-un-nâsihîn) kitâbında diyor ki, hadîs-i şerîfde, (Çok içildiği zemân serhoş<br />

eden şeyin, az içilmesi de harâmdır) buyuruldu. [Bu hadîs-i şerîfi, (Zevâcir)<br />

ve (Künûzüddekâık) kitâbları da yazmakdadır.] Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki,<br />

(Şerâb içmek, büyük günâhların en büyüğüdür. Bütün kötülüklerin anasıdır, başıdır.<br />

Şerâb içen, nemâz kılmaz. Anası ile, halası ile, teyzesi ile zinâ eder). Bir hadîs-i<br />

şerîfde, (Şerâb içen ile arkadaşlık etmeyiniz! Cenâzesine gitmeyiniz! Buna kız<br />

vermeyiniz ve onun kızı ile evlenmeyiniz! Muhakkak biliniz ki, şerâb içen, kıyâmet<br />

günü, mezârdan yüzü kara, gözleri mâvi olarak kalkar. Dili sarkmış, pis kokulu<br />

olur. Herkes, bunun pis kokusundan kaçar) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Şerâb<br />

içen Cennete girmez) buyuruldu. Ehl-i sünnet mezhebine göre, büyük günâh<br />

– 627 –


işliyen kâfir olmaz. Îmânı gitmez. Bu hadîs-i şerîflerin ma’nâsı, halâl diyen veyâ<br />

kalbi, bunu kötü bilmiyen kimse demekdir. Yâhud, şerâb içmeği âdet edinen<br />

kimse, tevbe etmeden ölürse, son nefesde îmânı gider demekdir. Îmânla gitmek<br />

istiyen, şerâb içmemelidir. Şerâbı içene, getirene, taşıyana, hâzırlayana, satana ve<br />

i’mâl edene, Allahü teâlâ ve Resûlü la’net eder. Şerâb satanın aldığı para harâm<br />

olur. Dünyâda belâlardan kurtulmaz. Serhoş iken kıldığı nemâzları sahîh olsa<br />

da, kabûl olmaz, ya’nî sevâbı olmaz. Bir hadîs-i şerîfde, (Şerâb içmeği âdet eden,<br />

vesene tapan gibidir) buyuruldu.<br />

Tahtâvî, (İmdâd) şerhinde diyor ki, (Odundan, altından, gümüşden yapılmış insan<br />

heykeline, (Sanem) denir. Taşdan yapılan insan heykeline, (Vesen) denir. Kumaşa,<br />

dıvâra ve başka yerlere yapılmış cânlı ve cânsız resmlerine, (Sûret) veyâ (Tasvîr)<br />

denir. Yalnız cânlı resmlerine, (Timsâl) denir. Saneme, vesene, sûrete ve<br />

timsâle tapınmak, onların fâide ve zarâr yapacaklarına inanmak, şirk çeşidlerinden<br />

biri olur. Böyle tapınanlara, (Putperest) ve (Müşrik) denir).<br />

Bir hadîs-i şerîfde, (Bir yudum şerâb içene, Allahü teâlâ üç gün gadab eder) buyuruldu.<br />

Ya’nî, buna tevbe etmedikce, üç gün içindeki iyiliklerine sevâb verilmez<br />

ve günâhları afv edilmez. Üç gün içinde ölürse, îmânsız gitmesinden korkulur. Bir<br />

kadeh içene, Allahü teâlâ kırk gün gadab eder.<br />

Fıkh kitâblarında, meselâ (Hidâye)de diyor ki: Üzüm şerâbı sözbirliği ile harâmdır.<br />

Halâl diyen kâfir olur. Bir damla içene had vurmak vâcib olur. Sa’îd bin Müseyyib<br />

diyor ki, (Geçmiş ümmetlerin hıyânet yapmalarına, kâfir olmalarına sebeb,<br />

şerâb içmek idi). Emîr-ül-mü’minîn Osmân “radıyallahü anh”, Resûlullahın “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” minberinde hutbe okurken, (Ey insanlar! Şerâb içmekden<br />

sakınınız! Biliniz ki, şerâb içmek, bütün kötülüklerin anasıdır) buyurdu. Bir<br />

hadîs-i şerîfde, (Şerâbda devâ, ilâc hâssası yokdur. Hastalık yapar) buyuruldu.<br />

(Erba’în)de diyor ki: Abdüllah bin Mes’ûd buyurdu ki, (Şerâb içen kimse, tevbesiz<br />

ölürse, mezârını açınız! Yüzünü kıbleye karşı görürseniz, beni öldürünüz!).<br />

Şerâb içenler, beş fâidesi olduğunu söyliyor: 1- Kan yapar. Yüzü kızartır. Güzelleşdirir<br />

diyorlar. 2- Kuvvet verir diyorlar. 3- Hazmı kolaylaşdırır diyorlar. 4- Şehveti<br />

artdırır diyorlar. 5- Sıhhati korur diyorlar. Bu sözlerinin hepsi yanlışdır. Tecribeler,<br />

tersini göstermekdedir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Gece nemâz kılanların<br />

yüzü güzel olur). Şerâb içmekle, günâh işlemekle, yüz güzel olmaz. İbâdet,<br />

tâ’at etmekle güzel olur. Şerâb içenlerin, fâsıkların yüzleri çirkin, iğrenç oluyor.<br />

Allahü teâlâ, Enfâl sûresi, altmışaltıncı âyetinde meâlen, (Yüz mü’min, ikiyüz kâfire<br />

gâlip gelir) buyurdu. Ya’nî bir za’îf mü’min, iki kuvvetli kâfire gâlip gelir. Şerâb<br />

hazmı kolaylaşdırır. Evet öyledir. Fekat hazmı kolaylaşdıran ve fâideli olan,<br />

başka halâl şeyler de vardır. Sıhhati koruması doğru olmadığını dahâ önce, hadîs-i<br />

şerîfde bildirmişdik. Şerâb içmenin çeşidli hastalıklara yol açdığı meydândadır. Aklı<br />

azaltmakdadır. Kara ciğeri bozmakdadır. Beyni ve sinirleri harâb etmekdedir.<br />

[Eczâcılık bülteni [m. 1970-1] sayısında, (İçki kullananlarda ağız ve buğaz kanserinin<br />

iki misli olduğunu Fransız doktorları bildiriyor) demekdedir.] Şerâbın zararı<br />

fâidesinden, günâhı ise, her günâhdan çokdur. Şehveti artdırması da, birkaç seneye<br />

mahsûs olup, az zemân sonra azaltarak, zevcenin cimâ’ hakkına mâni’ olmakda,<br />

âile se’âdeti yıkılmakdadır. (Rıyâd-ün-nâsıhîn)den terceme temâm oldu.<br />

İstanbulda Enver Örenin neşr etdiği günlük Türkiye gazetesinin 17 Mart 1979<br />

nüshasında diyor ki, Birleşik Amerika sıhhat enstitüsünce yapılan açıklamada, alkollü<br />

içkilerin, bu memleketde, senede ikiyüzbeşbin kişinin ölümüne sebeb olduğu<br />

tesbît edilmişdir. Bunların çoğu karaciğer sirozundan ve içkili araba kullanmakdan<br />

ölmüşlerdir. Ondört ve onyedi yaşları arasında alkol ibtilâsının artdığı, bu sebebden,<br />

mekteblerde, vurucu, kırıcı saldırıların çoğaldığı da bildirilmişdir.<br />

– 628 –


43 — TÜTÜN GÜNÂH MIDIR?<br />

(Dürr-ül-muhtâr)ın beşinci cildinde buyuruyor ki:<br />

Şâfi’î mezhebindeki âlimlerden Necmeddîn-i Gazzî diyor ki: (Tütün, önceleri<br />

yok idi. İlk olarak, 1015 [m. 1606] de, Şâmda kullanıldı. İçenler, serhoş etmediğini<br />

iddi’â ediyorlar. Buna inanılsa bile, gevşeklik verdiği meydândadır. Bu ise,<br />

harâm olmağa sebeb olur. Çünki imâm-ı Ahmedin, Ümm-i Selemeden “radıyallahü<br />

anhâ” bildirdiği haberde, (Serhoş eden ve gevşeklik veren şeyler yasak edildi)<br />

buyuruldu. Bir iki kerre içmek günâh olmaz. Hükûmet yasak edince, harâm olur.<br />

Devâm edilirse, büyük günâh olur. Çünki, küçük günâhlara devâm etmek büyük<br />

günâhdır).<br />

Hanefî mezhebine gelince; büyük âlim İbni Nüceym-i Mısrî “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”, (Eşbâh) kitâbında buyuruyor ki, (Âyet-i kerîmede ve hadîs-i şerîflerde<br />

harâm olduğu bildirilmiyen şeyler, aslı üzere halâl olur. Veyâ halâl ve harâm<br />

diye hükm olunamaz. Hanefî ve Şâfi’î âlimlerinin çoğu “rahmetullahi teâlâ aleyhim<br />

ecma’în”, böyle şeyler halâl olur dedi. İbni Hümâm, (Tahrîr) kitâbında da böyle<br />

söylüyor. Bunun için, Besmele ile kesildiği bilinmiyen hayvâna ve zararı görülmiyen<br />

ota halâl denir). Tütün de böyledir. Âlimlerin çoğuna göre, halâldir. Birkaçına<br />

göre ise, hükm verilemez. [(Uyûn-ül-besâir)de, Hamevî (Eşbâh)ı şerh ederken,<br />

(Bundan, tütün içmenin halâl olduğu anlaşılmakdadır) buyuruyor.] Hanefî<br />

âlimlerinden, Şâm müftîsi, Abdürrahmân İmâdî, (Hediyye) adındaki kitâbında, (Tütün;<br />

soğan, sarmısak gibi mekrûhdur) buyurdu. İbni Âbidîn, bu satırları açıklarken<br />

buyuruyor ki:<br />

(Vehbâniyye) şerhinde, (Tütün içmek ve satmak yasak edilmelidir) diyor.<br />

[Dördüncü Murâd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, tütün içilmesini yasak etmişdi.<br />

Bunun zemânında bulunan Şernblâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” de, (Halîfe mubâhları<br />

yasak edince harâm olur) diyenler gibi, tütüne yasak demişdir. Dikkat edilirse,<br />

yasak edilmelidir, dediği hâlde, yine harâm veyâ mekrûh dememişdir.]<br />

Tütün içmek, orucu bozar. İsmâ’îl bin Abdülganî Nablüsî, (Dürer) şerhinde diyor<br />

ki, (Zevcenin soğan ve sarmısak gibi ağzı kokutan şeyleri yimesi yasak edilebilir.<br />

Tütün kokusunu sevmiyen kimse de, tütün içmesini men’ edebilir).<br />

Mısrda, Mâlikî âlimlerinin büyüklerinden Alî Echürî, tütünün halâl olduğunu<br />

bildiren kitâb yazmış, burada dört mezheb âlimlerinin, tütünün halâl olduğunu bildiren<br />

fetvâlarını nakl etmişdir. Allâme Abdülganî Nablüsî de tütünün mubâh olduğunu<br />

bildiren, (Essulh-u beynel-ihvân) kitâbını yazmışdır. Bu kitâb ve tercemesi,<br />

Nûr-i Osmâniyye kütübhânesinde vardır. Harâm ve mekrûh diyenlere cevâb vermekdedir.<br />

(Ba’zı kimselere zarar verirse, yalnız bunlara harâm olur. Başkalarına<br />

harâm olmaz demekde ve bal, safra hastasına zarar verir. Fekat, başkalarına harâm<br />

değildir. Hattâ şifâdır. Herşey aslında halâldir. Harâm veyâ mekrûh diyebilmek<br />

için, delîl lâzımdır. Şerâb habîslerin en kötüsü olduğu hâlde ve Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” islâmiyyetin bildiricisi olduğu hâlde, şerâba harâm diyemedi.<br />

Âyet-i kerîme ile yasak edilmesini bekledi. O hâlde, tütün içmek mubâhdır,<br />

halâldir. Kokusu mekrûhdur. Tab’an mekrûhdur. Şer’an mekrûh değildir) demekdedir.<br />

İbni Âbidîn, devâm ederek buyuruyor ki, (Tütün içmek Şâfi’î mezhebinde harâm<br />

değildir. Kitâblarında, tenzîhen mekrûh denilmekdedir. Hattâ, zevce tütünü<br />

bırakınca, zarar görmezse, meyve gibi olur. Zevcin, tütün parası vermesi lâzım olur.<br />

Tütünü bırakınca, kadın zarar görürse, ilâç gibi olur. Tütün parasını vermesi, vâcib<br />

olmaz dediler. Câmi’ içinde tütün içmek, soğan, sarmısak yimek harâmdır.)<br />

Tütüne harâm diyenlerin dayandığı, vesîka olarak ileri sürdükleri, (Berîka) kitâbının<br />

sâhibi Hâdimî “rahmetullahi teâlâ aleyh” seksenbeşinci sahîfesinde diyor<br />

ki: Âyet-i kerîmede, (Habîs olan şeyler harâmdır) buyuruldu. (Vâhidî) tefsîrinde,<br />

– 629 –


(Âyet-i kerîmedeki habîs, leş, kan ve domuz eti demekdir. Âyet-i kerîme, bu<br />

üçünü harâm etmekdedir) diyor. Hâlbuki, habîs olan herşey harâmdır. Her harâm<br />

habîsdir. Meselâ şirk, zulm, fâiz ve rüşvet habîsdir. İnsanın iğrendiği, pis dediği herşey<br />

habîsdir denildi. Buna göre tütün de habîs ve harâm olur.<br />

Yüzotuzüçüncü sahîfede diyor ki: İbâdet için, sevâb kazanmak için olmıyan<br />

bid’atlere, (Âdetde bid’at) denir. Un eleği, kaşık kullanmak gibi. Âdetde bid’at olan<br />

şeyleri yapmak, dalâlet, yoldan sapmak değildir. Vera’, takvâ sâhibleri de bunları<br />

zarûret olunca kullanır. Kullanması günâh değil ise de, kullanmamak iyi olur.<br />

Ba’zıları, (Tütün ve kahve kullanmak da, âdetde bid’atdir. İkisi de harâm değildir<br />

ve mekrûh da değildir. Doğrusu da budur. Bunlara harâm diyen, bid’at-i âdiyyeyi<br />

harâm etmiş olur. Sultânın yasak etmesine gelince, islâmiyyete uygun olan emrleri<br />

dinlenir. Tabî’atine ve nefsine uyarak verilen emrleri değil) dedi. Bize göre,<br />

kahve belki böyledir. Fekat, bunu da, kullanmamak dahâ iyidir. Çünki, hakkında<br />

söz birliği yokdur. Tütüne gelince, harâm olmadığı doğru ise de, mekrûh olduğunda<br />

şübhe yokdur. Çünki, halâl olmasında söz birliği yokdur. Sultân, umûmun fâidesi<br />

için, bir mubâh şeyi yasak edince, dinlemek vâcib olur. Söz birliği olmıyan şeyi<br />

yasak edince, elbette vâcib olur. (Telvîh) kitâbında diyor ki, (Şübhe edilen<br />

şeyler harâm olur).<br />

Binikiyüzkırküçüncü sahîfesinde diyor ki: Yimeği ve içmeği harâm eden sebebler<br />

altıdır: Serhoş edenler, şerâb gibi. Necs olanlar, bevl ve kan gibi. Zarar verenler,<br />

kum, toprak gibi. İğrenç olanlar, menî ve sümük gibi. Habîs olanlar, tahta kurusu<br />

[biti] gibi. Öldürücüler, zehrli maddeler gibi. Tütün içmeği âdet edinenlere<br />

gelince, tütün bunlara zarar verir denildi. Çoğunun hastalığa yakalandığı görülmekdedir.<br />

Böyle şeylerde, cinse, umûma bakarak karâr verilir. Birkaç kişiye göre karar<br />

verilmez. Tütün ba’zı hastalıklara fâideli olmakdadır. Meselâ balgam, safra sökmekdedir<br />

deniliyor. Fekat bu, câhillerin sözüdür. Doktorlar kullanmıyor. Mütehassıslar<br />

böyle yazmıyor. Tersini bildiriyorlar. Ba’zı doktorlardan işitdik ki, tütün<br />

olmasaydı, Âdem oğlu bin sene yaşardı demişlerdir. [Mütercim fakîr, doktorlardan<br />

nakl olunan bu sözü, akla uygun bulmamakda ve hayret etmekdedir. Çünki,<br />

tütün ortaya çıkmadan önce de, insanlar, tabî’î ömrlerine uygun olarak yaşamışdır.<br />

Asr-ı se’âdetden beri, bin sene yaşıyan bir kimse işitilmemişdir.]<br />

Tütün serhoş eder de denildi. Yeni başlıyanlarda böyledir. Yavaş yavaş alışanları<br />

serhoş etmiyor. Şerâb da böyledir. İmâm-ı Muhammed, çoğu harâm olanın, azı<br />

da harâmdır dedi. Ba’zıları, bu sebeble, tütüne harâm dedi. Ba’zıları da, içmemek<br />

iyi olur dedi. Ba’zıları, tütün içmek, başkalarını râhatsız ediyor. Başkasına eziyyet<br />

vermek harâmdır dedi. Ba’zısı da, tütün; (Soğan, sarmısak yiyen, mescidimize yaklaşmasın!)<br />

hadîs-i şerîfine girer dedi. Fıkh âlimleri dedi ki, pis kokan şeyleri mescidden<br />

çıkarmak lâzımdır. Tütüne bid’at denildi. Fekat, i’tikâdda, inanmakda ve<br />

ibâdetlerde olan bid’at [devrim, değişiklik] harâmdır. Âdetlerde olan bid’atler harâm<br />

değildir, mubâhdır. Sünnete ve sünnet olmakdaki sebebe uymıyan bid’atler<br />

yasakdır. Meselâ, misvâkın sünnet olması, ağızdaki pis kokuyu giderdiği içindir. Tütün<br />

ise, bu hikmeti bozmakdadır. Dîne fâideli olan bid’atler güzeldir. Tütün böyle<br />

değildir. Tütün habîsdir denildi. Selîm tabî’atli kimse, tütünden iğrenmekdedir.<br />

Oyun için, keyf için, kibr için içilir de denildi. Tütün aslında mubâh olsa da, bu sebeble<br />

harâm olur. Tütün isrâfdır denildi. Çünki, lüzûmlu değildir. Keyf için mal vermekdir.<br />

Çok mal verip alan da olur. İbâdetleri, meselâ cemâ’at ile nemâz kılmağı<br />

bırakmağa sebeb olur. Yalan, gıybet, nemîme, gevezelik gibi harâmlara da sebeb<br />

olur. Tütün içenlerin öldükden sonra rü’yâda görülmesi, mezârları açılınca, yüzlerinin,<br />

ağızlarının değişmiş olması, mezârı duman dolmuş olması da bu sözü kuvvetlendirmekdedir.<br />

Görülüyor ki, tütün için sözler ve fetvâlar başka başkadır. Değil<br />

câhiller, âlimler de, bu işin içinden çıkamamışdır. Ba’zıları halâldir, mubâhdır<br />

dedi. Ba’zıları tehlükelidir dedi. Halâl diyenlere göre, birşeyin harâm olması<br />

– 630 –


için, harâm olduğu açıkca bildirilmiş olmalı veyâ harâm olduğu kolay anlaşılmalıdır.<br />

Tütün, açıkca harâm edilmemişdir. Harâm olduğunu anlamak için de şimdi<br />

de müctehid yokdur. Eski müctehidlerin de, tütün için bir sözü yokdur. Müctehid<br />

olmıyanların, halâl veyâ harâm demesinin bir kıymeti olmaz. O hâlde tütün içmek,<br />

aslı üzere mubâhdır, halâldir. Tehlükeli diyenler ise, dahâ yukarda bildirilen sebebleri<br />

göz önünde tutmuşlardır. Tehlükeli diyenler, belki dahâ haklıdır. Çünki,<br />

bu sebeblerden birkaçı yanlış olsa bile, şübheden kurtulmaz. Hepsi bir araya gelince,<br />

kuvvetlenmiş olur. Şimdi müctehid kalmadı demek de, şübhelidir. Mutlak<br />

müctehid yok ise de, ictihâdları karşılaşdırabilecek (Mes’elelerde müctehid) şimdi<br />

belki vardır. Eski müctehidler, tütün için birşey bildirmedi ise de, tütün, onların<br />

açık bildirdiği karârlardan birine bağlanabilir. Müctehid olmıyan âlimler, bu<br />

işi yapabilir. Tütün içmek, nihâyet şübheli kalmakdadır. Şübheliler ise, harâm olur.<br />

Hadîs-i şerîfde, (Şübheli şeyleri yapan, harâm da işler) buyuruldu. Mubâh veyâ tehlükeli<br />

olan şeyi de çok yapmamak lâzımdır. Tütüne tehlükeli demek insâf olur. Mubâhlara<br />

fazla dalmak da, küçük günâh olur. Tütüne, aslında halâl desek bile, insan<br />

buna alışıyor. Mubâhlar için de, kıyâmetde hesâb vardır. Tütünü en çok fâsıklar<br />

içiyor. Başkaları, bunlardan görerek alışıyor. İhtiyâtlı davranmak her yerde iyidir.<br />

Binüçyüzkırkyedinci sahîfede diyor ki: Hadîs-i şerîfde, (Soğan, sarmısak yiyen,<br />

mescidimize gelmesin!) buyuruldu. Çünki, melekler pis kokudan incinir. Pırasa gibi<br />

pis kokulu şeyleri yiyenler ve cüzzâm, baras hastaları, yarası kokanlar, üzeri balık,<br />

et kokanlar da böyledir. Bunlar mescide sokulmaz. Mescide giderken çiğ soğan,<br />

sarmısak yimek, tenzîhen mekrûhdur. Pişmiş yimek mekrûh değildir. İlâc olarak<br />

yimek câizdir. (Yahyâ efendi fetvâsı), tütünü içmek de bunun için mekrûh olur<br />

dedi. Sâlih olan kimse, bu hadîs-i şerîfden korkarak tütün içmez. (Berîka) kitâbından<br />

terceme burada temâm oldu.<br />

(Hadîka)nın [1290] hicrî senesi İstanbul baskısı, yüzkırküçüncü sahîfesinde<br />

diyor ki, (Un eleği ve kaşık gibi şeyler zemân-ı se’âdetde yok idi. Sonradan meydâna<br />

çıkdılar. Böyle, Allahü teâlâya ibâdet etmek ve sevâb kazanmak niyyeti olmaksızın<br />

meydâna çıkarılan şeylere, (Âdetde bid’at) denir. Bunlar, hadîs-i şerîfde<br />

dalâlet, sapıklık olarak bildirilmiş olan bid’atlerden değildirler. Bunları yapanlara<br />

cezâ verilmiyecekdir. Vera’ sâhiblerinin yapmaması dahâ iyi olur. Erkeklerin<br />

fazla yiyerek yağ bağlaması da böyledir. İmâm-ı Münâvî, (Câmi’-us-sagîr)<br />

şerhinde, kıyâmet alâmetlerinden biri, erkeklerin yağlanmasıdır dedi. Âdetde<br />

bid’atlerden biri de, tütün ve kahve içmekdir. Zemânımızda iyi kötü her insan bunları<br />

kullanmakdadır. Bunlar için çeşidli şeyler söyleniyor ise de, sözün doğrusu, ikisine<br />

de harâm ve mekrûh dedirtecek bir sebeb yokdur. Her ikisi de, (Âdetde<br />

bid’at)dir. Herhangi bir sebeb göstererek bunlara harâm diyen kimse, âdetde<br />

bid’at olan şeye harâm demiş olur. Âdetde bid’ate harâm denilemiyeceğini, cumhûr-i<br />

ulemâ bildirmişdir. Sultânın emr ve yasak etmesine gelince, bunlar, Allahü<br />

teâlânın emr ve yasaklarına uygun olursa, itâ’at vâcib olur. Kendi düşüncesi, görüşü<br />

ile olana itâ’at vâcib değildir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bütün<br />

emr ve yasakları, Allahü teâlânın emr ve yasaklarına uygun idi. Kendiliğinden<br />

birşey bildirmedi. Böyle olmasaydı, Onun her sözüne itâ’at vâcib olmazdı. Sultânın,<br />

kendi aklı, düşüncesi ile verdiği emre itâ’at da, elbette vâcib olmaz. Ancak,<br />

emri veren, zulm, işkence yaparsa, milleti sıkışdırırsa, onun şerrinden, öldürmesinden<br />

korkan kimsenin, hele kan dökücü başkanın böyle mubâhları yasaklamasına<br />

itâ’at etmesi vâcib olur. Çünki, bir müslimânın kendini tehlükeye sokması câiz<br />

değildir. İşte, böyle yasaklandığı zemân, kahve, sigara içmemek vâcib olur. Fekat,<br />

yine, harâm veyâ mekrûh oldukları için değil, kanını, ırzını kurtarmak için içmemeğe<br />

niyyet etmek lâzımdır. Ülül-emre itâ’at demek, müslimân olan âmirlerin,<br />

hak üzere olan emr ve yasaklarına uymak demekdir).<br />

– 631 –


İsmâ’îl Hakkı hazretleri, ilk zemânlarında tütünün harâm olduğunu yazmışdı.<br />

Çünki, sultân Murâd, tütün içmeği yasak etmişdi. İçen öldürülüyordu. Bu âlim, tütünü<br />

değil, tütün içmeği, i’dâma sebeb olduğu için harâm demişdi. Hükûmet, tütün<br />

yasağını kaldırdıkdan sonra, yazdığı kitâbında, tütünün harâm olmadığını bildirmişdir.<br />

Mütercim fakîr, Bursada Orhân kütübhânesinde bu kitâbını gördüm.<br />

(Feth-ur-rahîm) kitâbının yirmidokuzuncu sahîfesinden başlıyarak diyor ki: Mâlikî<br />

âlimlerinden Alî Echürî (Gâyet-ül-beyân) kitâbında, şeyh Halîlden alarak buyuruyor<br />

ki, (Aklı götürüp hissi gidermiyen ve keyf veren maddeye (Müskir), ya’nî<br />

serhoş edici denir. Aklı giderip, hissi gidermez ve keyf vermezse (Müfsid), uyuşdurucu,<br />

heroik denir. Aklı da, hissi de gideren maddeye, (Mürkıd) veyâ (Münevvim),<br />

uyutucu, hipnotik denir. Serhoş eden maddeyi içene Had cezâsı vurulur ve serhoş<br />

etmiyen az mikdârını içmek de harâmdır ve bu maddeler necsdir. Abdüllah-i Menûfî,<br />

esrâr otu veyâ haşîş denilen, hind keneviri otunun yaprakları için, müskirdir,<br />

çünki, esrâr almak için evinin eşyâsını satıyorlar dedi. Keyf vermeseydi, böyle<br />

yapmazlardı dedi. Şâfi’î âlimlerinden Zerkeşî de böyle dedi. Esrârın azı da, çoğu da<br />

harâmdır dedi. Şeyh Ebül-Hasen “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Müdevvene) şerhinde<br />

ve allâme İbni Merzûk ve Şehâb Karâfî ise, esrârın, müfsid, uyuşdurucu olduğunu<br />

bildirdiler. Çünki, bunu alanlar kavga etmiyor, uyuşup kalıyorlar. Şâfi’î âlimlerinden<br />

İbni Dakîk-ul İyd “rahmetullahi teâlâ aleyh” de böyle söyledi ve haşhaşdan<br />

elde edilen afyon, esrârdan dahâ kuvvetlidir. Çünki, afyonun az mikdârı serhoş ediyor.<br />

Hâlbuki, necs olmadığında sözbirliği vardır dedi. Esrâr da necs değildir. Şerâbın<br />

serhoş etmiyen az mikdârını içmek harâm olduğu hâlde, esrârın serhoş etmiyen<br />

az mikdârının harâm olmadığını imâm-ı Nevevî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mühezzeb)<br />

şerhinde bildirdi. Benc ya’nî Jüskiyam [ban otu] ve afyon da, esrâr gibi olup,<br />

serhoş etmiyen az mikdârını yimek câizdir. [Fazla alındığı zemân, aklı ve a’sâbı bozan<br />

böyle otlardaki zararlı maddeleri ayırıp, bunları ve benzerlerini hap ve iğne hâlinde<br />

keyf ve zevk ilâcı ismi ile talebelere, işcilere ve futbolculara satıyorlar. Ahlâk,<br />

nâmûs, din ve îmân ve vatan sevgisi gibi mukaddes bağlarımızı koparan bu uyuşturucu<br />

maddeleri satın almak ve kullanmak harâmdır. Büyük günâhdır.]<br />

Tütün içmeğe gelince, aklı gidermiyor. Necs de değildir. Böyle olunca, tütün içmek<br />

harâm değildir. Başka dürlü zararlara sebeb olursa harâm olur. Zarar vermiyen<br />

kimseye harâm değildir. Güvenilen bir ârifin [ya’nî mütehassıs tabîbin] haber<br />

vermesi ile veyâ kendi tecribesi ile zarar verdiğini anlıyana harâm olur. İslâmiyyetin<br />

bildirmediği şeylerde ahkâm değişir. Zarar verince harâm olur. Zarar vermezse,<br />

harâm olmaz. Tütünü yeni içenlerde gevşeklik yapması, sıcak suya girende veyâ müshil<br />

ilâcı içende gevşeklik hâsıl olması gibidir. Yoksa, aklı giderdiği için değildir. Aklı<br />

giderdiği için gevşeklik yapıyor denilse bile, yine müskirdir denilemez. Çünki, keyf<br />

vermemekdedir. Afyonu, aklı gidermiyecek az mikdârda yimek câiz olduğu gibi, tütünü<br />

de aklı gidermiyecek mikdârda içmek câiz olur. Bu ise, insanlara göre ve içilen<br />

mikdâra göre değişir. Bir kimsenin aklını gideren mikdâr, başkasının aklını gidermez.<br />

Görülüyor ki, tütün harâmdır deyip, kesin söylenemez. Bunu ancak din câhili<br />

veyâ inâdcı, müte’assıb olan söyler. Aklı gidermeyince, halâl olduğu anlaşılmakdadır.<br />

Tütün, ispirto ile yıkanıp temizlendiği için necsdir de denilemez. Çünki bu<br />

söz, tütünün değil, ispirtonun harâm olduğunu göstermekdedir. İspirtosuz temizlenenlerin<br />

harâm olmadığı anlaşılır. Tütün, isrâf olduğu için harâmdır da denilemez.<br />

Çünki, mubâh olan şeyi almak için verilen mal isrâf olmaz. Zararlı olduğundan harâmdır<br />

demek de ilmî bir söz değildir. Çünki, zarar verene harâm olur. Zarar vermiyene<br />

harâm olmaz. Herkese zararlıdır demek ilme ve tecribeye uygun değildir.<br />

Ba’zı hastalıklara fâidesi olduğu da görülmüşdür. Hanefî âlimlerinden şeyh Muhammed<br />

Nihrîrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, tabîb-i müslim-i ârifin sözü ile veyâ<br />

tecribe ile zarar verdiğini anlıyan kimseye tütün içmek harâm olur. Böyle kesin anlaşılmadıkca,<br />

halâl olduğuna fetvâ vermişdir. Bir başka fetvâsında da, aklını gi-<br />

– 632 –


deren veyâ zarar veren kimseye harâm olur. Başkalarına harâm olmaz, demişdir.<br />

Tütün hakkında bir hadîs-i şerîf yokdur. (Pis kokulu ağaçdan yiyen, mescidimize<br />

yaklaşmasın! İnsanlara eziyyet veren şeyi melekler de sevmez) hadîsinde bildirilen<br />

ağacın, soğan, sarmısak olduğu (Eşi’a) üçyüzyirmisekizinci sahîfede yazılıdır.<br />

Şâfi’î âlimlerinden Alî bin Yahyâ Ziyâdî fetvâsında, aklını giderene harâm olur. Başkalarının<br />

içmeleri harâm olmaz dedi. Büyük Şâfi’î âlimi Abdür-Raûf-i Münâvî de<br />

böyle fetvâ verdi. Şâfi’î âlimlerinden Şems-üd-dîn Muhammed bin Ahmed Şevberî<br />

de böyle cevâb yazdı. Tütün, başka mubâhlar gibidir. Ya’nî kendisi harâm değildir.<br />

Aksini bildirenlerin ellerinde hiçbir vesîka yokdur. İnâd etmekdedirler dedi.<br />

Hanbelî âlimlerinden Mer’î bin Yûsüf Mukaddisî “rahmetullahi teâlâ aleyh”,<br />

(Tahkîk-ul-burhân fî-şân-id-duhân) kitâbında, başka zarar vermedikce tütünün harâm<br />

olmadığını, ateş dumanını ağza çekmek gibi olduğunu, bunun harâm olacağını<br />

ise kimsenin bildirmemiş olduğunu yazmakdadır.<br />

Yeni meydâna çıkan birşey, mubâha benzerse mubâh olur. Harâma benzerse harâm<br />

olur. Aklı olan bir din adamı, tütünü elbet mubâhlara benzetir. Zarara sebeb<br />

olmadıkca harâm diyemez.<br />

Abdür-Raûf-i Münâvî, tütünü kötüliyen bir hadîs-i şerîf yokdur dedi. Görülüyor<br />

ki, aklı gidermiyecek kadar tütün içmenin harâm olmadığını dört mezheb<br />

âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir). Alî Echürînin sözü burada temâm oldu.<br />

1355 [m. 1936] senesinde, İskenderiyyede basılan (Celâl-ül-hak fî keşf-i ahvâl-i<br />

şirâr-il-halk) kitâbında ve Zerkânînin (İzziyye) şerhinde diyorlar ki, Alî Echürîye<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” soruldu: Tütün için, (Şerâbdan ve yeşil otdan sakınınız!)<br />

hadîsi vardır. Çünki, Huzeyfe “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü<br />

teâlâ aleyhi ve sellem” ile gidiyorduk. Bir ot görüp başını salladı. Sebebini<br />

sordum. (Âhır zemânda, bu otun yapraklarını içecekler. Onunla serhoş olup, nemâz<br />

kılacaklar. Onlar kötü kimselerdir. Benden uzakdırlar. Allahü teâlâ onları sevmez)<br />

buyurdu. Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” bildirdiğine göre, (Onu içenler,<br />

Cehennemde sonsuz kalacaklardır. Şeytânın arkadaşıdırlar. Tütün içenle müsâfeha<br />

etmeyiniz! Boynuna sarılmayınız! Ona selâm vermeyiniz! Çünki o, benim<br />

ümmetimden değildir) buyurdu. Bir habere göre de, (Onlar, eshâb-ı şimâldendir.<br />

Tütün, şakîlerin içkisidir. İblîsin bevlinden yaratılmışdır. Allahü teâlâ, sevdiğim kullarımı<br />

aldatamazsın buyurunca, bevl yapmışdı. Ondan tütün otu hâsıl oldu) deniliyor.<br />

Bunlara ne dersiniz? Alî Echürî hazretleri, cevâbında buyurdu ki, (Bunların<br />

hiçbiri hadîs değildir. Hadîs âlimleri, bunların yalan ve iftirâ olduklarını bildirdiler.<br />

Hem de, bu sözlerin düzgün ve edebiyyâta uygun olmaması da, Resûlullahın mubârek<br />

ağzından çıkmadıklarını göstermekdedir. Rebî’ bin Haysem buyurdu ki,<br />

güneşde ışık olduğu gibi, hadîs-i şerîflerde de nûr vardır. İftirâ olarak uydurulan sözlerde<br />

ise, zulmet vardır. Hadîs uyduran, Cehenneme gidecekdir. (Buhârî) ve (Müslim)de<br />

yazılı hadîs-i şerîfde, (Söylemediğim birşeyi hadîs diyerek yalan söyliyen, Cehennemde<br />

ateşden kazık üzerine oturtulacakdır) buyuruldu. İmâm-ül-Haremeyn<br />

Abdülmelik “rahmetullahi teâlâ aleyh”, hadîs uyduran kâfir olur dedi ise de, küfr<br />

değil, büyük günâhdır. Tütün içmek aklını giderir veyâ zarar verirse yâhud nafakası<br />

vâcib olanın nafakasını terke veyâ nemâzın vaktini kaçırmağa sebeb olursa, bu<br />

kimseye harâm olur. Başkalarının içmesi harâm olmaz.)<br />

Müfsid, ya’nî uyuşdurucu olan maddelerin aklı gidermiyecek kadar az mikdârlarını<br />

satmak ve her ilâcı satmak câizdir. Tütünü de, aklını gidermiyen kimselere<br />

satmak câizdir.<br />

Yukarıdaki örnek yazılardan anlaşılıyor ki, tütün içmek, alkollü içkiler ve afyon,<br />

morfin, esrâr ve benzerleri uyuşdurucu maddeler gibi, harâm edilmemişdir. Bu fakîr,<br />

tütün dumanından hoşlanmıyorum. Hiç içmedim. Evimde bulunanlar da içmez.<br />

Fekat tabî’atim sevmiyor diye, harâm diyemem. Halâller belli, harâmlar bellidir.<br />

Müctehidlerin bildirdiği şübheliler de meydândadır. Şübheliler, müctehidlerden<br />

– 633 –


ir kısmının halâl, bir kısmının harâm dediği şeylerdir. Harâm diyenlerin, yapmaması<br />

lâzım olur. Câiz diyenlerin de yapmaması, iyi olur. Tütün böyle değildir. Müctehid<br />

olmıyanların, üsûl ilmlerini okumıyanların, halâli, harâmı bilmemesi, şübheli<br />

demek olmaz. (Müctehid olmıyanların sözü, delîl-i şer’î olmaz) buyurulduğu, (Berîka)nın<br />

94. cü sahîfesinde yazılıdır. Birşeyin halâl olması için delîl aranmaz. Fekat,<br />

harâm olması için aranır.<br />

Bir cinsden olan şeylerin bütünü, nass ile harâm edilmiş olursa, bunlardan birkaçına<br />

halâl diyebilmek için, ancak bu zemân, bunların halâl olmasına delîl aramak<br />

lâzım olur. Harâm olduğu bildirilmiyen birşeye, halâl denir. Buna harâm diyebilmek<br />

için, delîl aramak, isbât etmek lâzımdır. İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”, (Zebâ’ih) kısmında, En’âm sûresinin yüzkırkbeşinci âyetini ve (Allahü<br />

teâlânın, halâl ve harâm diye açıklamadığı şey, Allahü teâlânın afv etdiği şeylerdendir)<br />

hadîs-i şerîfini yazarak, harâm olduğu bildirilmiyen ve harâm edilmiş<br />

olanlara benzemiyen her şeyin mubâh olduğunu göstermekdedir. O hâlde, tütün<br />

için birşey bildirilmedi diyenlerin, tütüne harâm, mekrûh dememeleri, mubâh<br />

demeleri lâzımdır. Tütün hakkında hadîs-i şerîf denilen sözlerin iftirâ ve yalan oldukları<br />

açıkdır. Çünki, asr-ı se’âdetde Arabistânda tütün yokdu. İslâm memleketlerine<br />

1015 senesinde geldiğini yukarıda bildirmişdik.<br />

Din bilgisi olan bir kimse, tütüne tahrîmen mekrûh diyemez. Çünki, İbni Âbidîn,<br />

beşinci cildde (İmâm-ı Muhammed buyurdu ki, tahrîmen mekrûh demek, harâm<br />

demekdir. İki imâm ise, harâma yakındır dedi. Ya’nî, vâcibi terk eden gibi, Cehennemde<br />

azâb görür ise de, inanmıyan kâfir olmaz dedi. Şübheli şeyler de böyledir.<br />

Şübheli şey demek, müctehidin, muhkem olmıyan, açık olmıyan, te’vîl edilen<br />

âyet-i kerîmelerden veyâ hadîs-i şerîflerden, yâhud muhkem ise de, bir kişinin<br />

bildirmiş olduğu hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükm demekdir. Tehlükeli demek,<br />

islâmiyyetin yasak etdiği şey demekdir) diyor. Görülüyor ki, tütün içmeğe tehlükelidir<br />

de denilemez.<br />

Kötü alışkanlık, harâm işlemeğe alışmak demekdir. Harâm olmıyan şeyi kullanmağa<br />

kötü alışkanlık demek, din adamına yakışmaz. Câhil olan, cesûr olur. İslâmiyyetin<br />

izn vermediği sözleri, sıkılmadan söyler. Kendi tabî’atine, görüşüne uymadığı<br />

için, din büyüklerinin sözlerine saçma demekden, Allahü teâlâya sığınırız.<br />

Buğazına düşkün olanlar, yiyeceğe benzetilemez diyerek de tütünü kötülüyorlar.<br />

Tütün bitkisini yakıp, dumanını çekmek, ihtiyâc değildir, câiz olmaz diyorlar.<br />

Günnük, ud ağacı, tütsü otunu yakıp koklamağa, acabâ ne diyecekler? Bunlar,<br />

yinmez, içilmez, câiz olmaz mı diyecekler? Ölülerde ve dirilerde kullanılması<br />

sünnet olan şeyi de, yakılıp dumanı savruluyor diye, kötüliyecekler mi? Hâlbuki<br />

bunlar ve pis kokulu olan birçok otlar, A’râf sûresindeki, (Yerden çıkardığı zînet)<br />

kelimesine dâhil olunmuşdur. Fukahâ-i kirâm “aleyhimürrahme” menâzır-i<br />

hasene ve cevârî-yi cemîle ile tena’um etmeği bile, (Allahü teâlânın kulları için,<br />

yerden çıkardığı zînetleri harâm edecek kimdir?) meâlindeki âyet-i kerîmeye dâhil<br />

etmişdir. Bunun için, câizdir buyurmuşlardır [(Mültekâ), (Mecma’ul-enhür)].<br />

Pis kokulu olan sezâb, ya’nî sedef otunun, soğan kokusunu örtmesi için yinilmesi,<br />

(Şir’at-ül-islâm)da emr olunmakdadır. Tütün içmeği, günnük, tütsü otu yakmakdan<br />

ve sedef otundan ayırmak, te’assubdan başka ne olabilir? En’âm sûresinin ellidokuzuncu<br />

âyet-i kerîmesindeki (Kitâb), Levh-i mahfûz veyâ ilm-i ilâhî olduğu,<br />

bütün tefsîrlerde yazılıdır. Kur’ân-ı kerîmde de, o kitâbdaki bütün harâmlar bildirilmişdir.<br />

Herkes, ilm ve ihlâsı kadar görebilir. Sünnet, icmâ’ ve kıyâs, Kur’ân-ı kerîmde<br />

bulunmıyan şeyleri eklemek değildir. Bunlar, Kur’ân-ı kerîmin içinde kapalı<br />

olarak bulunan bilgileri meydâna çıkarmakdadır.<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Zebâ’ih) kısmı sonunda buyuruyor ki,<br />

(Habîs demek, Eshâb-ı kirâmın beğenmediği şey demekdir. Çünki Kur’ân-ı kerîm,<br />

bunu onlara bildiriyor. Onlardan sonra meydâna çıkan şeyler, onların iyi veyâ ha-<br />

– 634 –


îs dediklerinden hangisine benziyorsa, o da öyle olur). Tütün habîs değildir.<br />

Fıkh kitâbları, uyuşdurucu otlara bile habîs demiyor. (Redd-ül-muhtâr) beşinci cild,<br />

ikiyüzdoksanbeşinci sahîfede, (Çok yiyince serhoş eden katı maddelerin, otların<br />

aslı tâhirdir, temizdir, mubâhdır) diyor.<br />

Bir kimseye zarar veren mubâh şey, ona harâm olur. Zarar vermediği kimselere<br />

harâm olmaz. Tütünün zarar vermediği kimseler çokdur. Aşırı içen ba’zı kimselere<br />

zarar verirse, bunların çok içmesi harâm olur. Fekat, bunların az içmelerine<br />

ve zarar görmiyenlere de harâm olur denilemez. Çoğu zarar veren şeyin azı da<br />

harâm olur demek pek yanlışdır. Herşeyin çoğu zarar verir. Ekmeğin, suyun da çoğu,<br />

zarar verir. Bunun içindir ki, doydukdan sonra yimek harâmdır. Fekat, çoğu<br />

zarar veriyor diye, az yimek, içmek, harâm olur mu? Hattâ, ibâdet yapacak kadar<br />

yiyip içmek farzdır. Yukarıda yazılı yanlış söz, âlimlerin, (Çoğu serhoş eden şeyin<br />

azı harâm olur) sözünden, bir câhilin anladığı şey olabilir. Serhoş eden şeyler zararlıdır.<br />

Fekat, her zarar veren şey serhoş edici değildir. Bu inceliği anlamak lâzımdır.<br />

Kendi sevmediği için, kendi düşünüşü ile tütünü harâmların arasına karışdırmak,<br />

çok tehlükelidir. Kur’ân-ı kerîmi, kendi re’yi ile tefsîr etmek olur.<br />

(Hadîka) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, yimesi harâm olanları anlatırken<br />

buyuruyor ki, (Yimesi, içmesi zararlı olanlar üçe ayrılır: Birincilerinin zararını<br />

herkes bilir. Bunlar öldürücüdür. Her zehr ve cam tozu, demir ve cıva bileşikleri,<br />

kirec ve benzerleri böyledir. Bunları yimek, içmek harâmdır. İkincilerinin<br />

zararlı olduğu bilinir ise de, öldürücü değildirler. Toprak, çamur, kil ve benzerleri<br />

böyledir. Bunları çok yimek, içmek mekrûh olup, zararsız mikdârları mubâhdır.<br />

Üçüncüleri, organlarında za’fiyyet olanlara zarar verirler. Sağlam olanlara<br />

zarar vermezler. Ba’zı kimselere balık eti, süt [yumurta, pasdırma, turşu, konserve<br />

eti], bal, zeytin yağı, biber zarar verir. Bunlar, yalnız zarar verenlere harâm,<br />

mekrûh olur. Zarar vermiyenlere ise mubâhdırlar). Tütüne zararlıdır diyenler de,<br />

üçüncü kısmdan olduğunu söyliyebilmekdedirler. Her içeni öldürücü bir zehr<br />

olduğunu bildiren bir ilm adamı yokdur. Çünki, böyle olmadığını herkes bilmekdedir.<br />

Tütünde bulunan (Nikotin) maddesi zehrli olduğu için, günde bir iki sigara<br />

içmek de, zehrlenmek olur diyen de işitilmemişdir. Çünki bu söz, havada, boğucu<br />

olan karbon di-oksid gazı bulunduğu için, nefes almak zehrlenmek olur demeğe<br />

benzer. Nikotinden katkat dahâ zehrli olan siyanür asidi, acı bâdemdeki<br />

amigdalin glikozidinde vardır. Bu zehr bulunduğu için, acı bâdem zehrlidir diyen<br />

ve acı bâdem yimek harâmdır, mekrûhdur diyen yokdur. İstanbul diş hekimliği fakültesi<br />

öğretim üyelerinin 1972 senesi toplantısındaki konuşmada, (Günde birkaç<br />

sigara içmekle ağızda meydâna gelen nikotinin diş etlerini koruduğu, fazlasının ise<br />

zararlı olduğu) bildirilmişdir. Herşeyi fazla yimek, içmek zararlı olur. Aşırı mikdârda<br />

tütün içenlerin de zarar görecekleri şübhesizdir. Bunu işitenlerin, sigara zararlıdır,<br />

kansere sebeb oluyor diyerek, günde bir, iki sigaranın da zararlı olacağını<br />

sanmaları, bu yüzden harâm olur, mekrûh olur demeleri ilme ve akla uygun değildir.<br />

Hanefî âlimlerinden seyyid Ahmed Tahtâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Dürrül-muhtâr)<br />

hâşiyesinde diyor ki, (Necmüddîn Gazzî şâfi’î, tütün serhoş etmese de,<br />

gevşeklik verdiği için, harâm olur. Bir iki kerre içmek, büyük günâh olmaz dedi.<br />

Harâm demesi, küçük günâhdır demekdir. Şâfi’î âlimlerinin çoğu, tenzîhen mekrûh<br />

dedi. Hanefî mezhebinde, soğan, sarmısak gibi, tenzîhen mekrûhdur.)<br />

Tekrâr edelim ki, ictihâd, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

bildirmediği şeyleri bulup bildirmek değildir. İctihâd, âyet-i kerîmelerde ve<br />

hadîs-i şerîflerde kapalı bildirilenleri anlayıp meydâna çıkarmakdır. Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” ileride ümmetinin başına gelecek şeyleri bilmiyor mu idi?<br />

Yoksa, harâm şeylerin meydâna çıkacağını bilip de, bildirmedi mi? Hâlbuki bildir-<br />

– 635 –


mesi farzdır. Herşeyi bildirmesine lüzûm yokdur. Fekat harâmları bildirmesi vazîfesidir.<br />

Harâmların adını ayrı ayrı bildirmeğe de lüzûm yokdur. Tütünün, hadîs-i<br />

şerîflerde ve ictihâdlarda açıkca söylenmemesi, onların zemânında bulunmadığı<br />

için değildir. O zemânda bulunan birçok şeyin adı da, ayrı ayrı bildirilmedi. Müctehidler,<br />

kıyâmete kadar meydâna çıkacak herbirşeye halâl veyâ harâm diyebilmek<br />

için, umûmî üsûller, metodlar, kâ’ideler kurmuşdur. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i<br />

şerîflerde adı bildirilen şeyler, bu üsûlleri kurmağa yarayan temel ölçülerdir. Lüzûmu<br />

olmıyanlar bildirilmemişdir. İşte, Hanefî mezhebinin kavâid ve üsûl-i mezhebiyyesine<br />

göre, harâmlık şartlarını taşımıyan herşey mubâh olur. İbni Âbidîn,<br />

abdestin sünnetlerini ve üçüncü cildde, kâfirlerin islâm memleketlerini almasını<br />

anlatırken diyor ki, (Pezdevî) üsûlünde denildiği gibi, harâm olduğu açıkca bildirilmiyen<br />

herşey, sözbirliği ile mubâhdır. Çünki, Allahü teâlâ Bekara sûresinde,<br />

(Yerlerde olan herşeyi sizin için yaratdım) meâlindeki âyet-i kerîmede, hepsinin<br />

mubâh olduğunu bildirmekdedir. Harâm edilmiyen şeylerin mubâh olduğunu<br />

mu’tezilî olanlar söyler demek de, üsûl kitâblarına uygun değildir. (Tahrîr) kitâbında<br />

bildirildiği gibi, Hanefî ve Şâfi’î âlimlerinin çoğunluğuna göre, herşey yaratılışında<br />

halâldir. Ekmel-üd-dîn, (Pezdevî) şerhinde de böyle bildiriyor ve birşeyin<br />

harâm olduğunu işitmiyen kimselerin, o şeyi yimesi mubâhdır diyor. İmâm-ı<br />

Muhammed, (Leş ve şerâb, yasak edildikden sonra harâm oldu) diyerek, herşeyin<br />

aslında mubâh olduğunu, yasak edilince harâm olduklarını bildiriyor.<br />

Tütünü seven yok demek, güneş yok demeğe benzer. Milyonlarca insan seve seve<br />

içiyor ve övüyor, savunuyor. Tütünü beğenmek, ona karşı aşk i’lân etmek değildir.<br />

Zevk alarak içmek demekdir. Müftî, vâ’ız, imâm, âlim, câhil, fen adamı, devlet<br />

adamı, tabîb, kimyâger, beğ, paşa, her zümrenin, zevkle içdiği nasıl inkâr olunabilir?<br />

Milyonlarla sâlih müslimânın ve halîfe-i müslimînin, şeyh-ül-islâmların kullandığı<br />

şeye, kendi aklı ile ve kendi beğenmediği için, kötü alışkanlık demek, bunu<br />

harâmlara benzetmeğe kalkışmak, ancak câhillerin yapacağı işdir. İkinci Abdülhamîd<br />

hân “rahmetullahi aleyh” tütün içerdi. Kendisine Şemdinândan ve İskeçe<br />

şehrinden tütün gelirdi. İskeçe, Şemdinân ve Samsun tütünleri, kıyılmış hâlinde,<br />

birkaç karış uzun, sarı ve latîf kokmakdadır. Çubuğa koyup içerlerken, etrâfa<br />

hoş kokusu yayılmakdadır. Bozuk, karışık tütün içerken iyi kokmazsa, hâlis ve<br />

hoş kokulusu kötülenemez. Acı biberi sevmiyen kimse, tatlı biberi, hattâ acısını<br />

da kötüliyemez. Bunlara mekrûh diyemez. Eğer derse, sözünün kıymeti olmaz. Herkes,<br />

sevmediği şeye harâm, mekrûh derse, dîn-i islâm, hıristiyanlığa döner. Onun<br />

gibi karmakarışık olur.<br />

İsrâf, harâm olan kötü birşeydir. Ceffel kalem, tütün mutlak olarak isrâfdır demek,<br />

ne büyük cesâretdir. Din âlimlerinin sözlerine temâmen yersiz ve değersiz demek<br />

ise, aczin, cehâletin ifâdesi olur. Bunları önce anlamak, sonra birer birer vesîkalarla<br />

çürütmek gerekir. Evet, isrâfın islâmiyyetdeki îzâhını, kısmlarını anlamayıp,<br />

lügat ma’nâsı ile tasarlıyan bir kimse, isrâfın en fenâsı, tütün içmekdir deyip<br />

geçer. Çoluk çocuğun nafakasını kesmek suçdur. Bu durumda olanın suçu, niçin<br />

yalnız tütüne yükletiliyor da, en büyük sebeb olan tenbellik ve parayı çeşidli harâmlara,<br />

ihtiyâc olmıyan yerlere harc etmek kötülenmiyor? Zenginin günde bir iki<br />

dâne içdiği sigara veyâ fakîrin kendine ikrâm olunan bir sigarayı içmesine harâm<br />

diyebilmek için, fakîrin hergün nafakadan kesip tütün alması, sebeb olarak, neden<br />

ileri sürülüyor? Bu sözler, tütün düşmanlığını, koyu bir te’assubu göstermekdedir.<br />

Tütünü bırakmak nefs ile mücâdele sevâbı kazandırmaz. Bedene ihtiyâcını vermemek,<br />

zulm olur. Günâh olur. Nefs, ihtiyâca kavuşmakla doymaz. İhtiyâcdan fazlasını<br />

ve harâmları ister. O hâlde, nefsle mücâdele, harâmlardan ve mubâhların fazlasından<br />

sakınmakdır. Günde bir kerre tütün içmemek, nefsle mücâdele değildir.<br />

Tütünü, sıhhate ve keseye zararlı olacak mikdârda fazla içmemek mücâdeledir. Yalnız<br />

tütün ile değil, bütün mubâhlarla da nefs mücâdelesi böyle olmak gerekir.<br />

– 636 –


Tütünü, afyona benzetmek de, onun herkese harâm olacağını göstermez. Tersine<br />

olarak, zarar yapmıyacak kadar az içenlere mekrûh bile olmadığını, gösterir.<br />

Çünki, derin âlimler, ya’nî müctehidler, afyon gibi uyuşdurucu maddeleri, harâm<br />

olan içkilerden ayırmakdadır. (Dürr-ül-muhtâr) üçüncü cild, yüzaltmışaltıncı sahîfede,<br />

(Benc, ya’nî Ban otu denilen uyuşdurucu otu yimek mubâhdır. Çünki otdur.<br />

Bununla serhoş olmak harâmdır) diyor. (Hâd-id-dâllîn) kitâbına bakınız! Ban<br />

otuna tabâbetde jusquiame ve Hyoscyamus denilmekdedir. İnsana zararlı ve fâideli<br />

te’sîrleri Dr. A.Heraudun fransızca (Plantes medicinales 1927) kitâbında<br />

uzun yazılıdır. İbni Âbidîn bunu açıklarken buyuruyor ki, (İmâm-ı a’zam ile,<br />

İmâm-ı Ebû Yûsüf mubâh dedi. İmâm-ı Muhammede göre, çoğu serhoş edenin azı<br />

da harâm olur. Fetvâ da böyledir denildi. Fekat çoğu serhoş edenin azı da harâm<br />

olur sözü, sıvı olan içkiler içindir. Ba’zı kitâblar, böyle olduğunu açıkca bildirmekdedir.<br />

Böyle olmasaydı, safran, anber gibi, fazlası serhoş eden birçok katı maddelerin<br />

az mikdârını yimek de harâm olurdu. Bunlara harâm diyen hiçbir âlim görmedim.<br />

Hattâ şâfi’î âlimlerinden, çok içilince serhoş eden sıvıların, azını içene de<br />

had vurulur diyenler, yalnız sıvılar için söylemişlerdir. İmâm-ı Muhammede göre,<br />

Ban otu ve safran gibi maddelerin az mikdârını yimek harâm olsaydı, bunlar<br />

necs, pis olurdu. Çünki, imâm-ı Muhammede göre, çoğu serhoş edenin, azı da harâmdır<br />

ve necsdir. Hâlbuki, Ban otu ve benzerlerinin necs olduğunu hiçbir âlim bildirmedi.<br />

Ban otunun ilâc olarak kullanılması câizdir. Aklı giderip keyf verici olarak<br />

kullanılması câiz değildir. İmâm-ı Muhammedin sözü mâyı’, ya’nî sıvı hâldeki<br />

içkiler içindir. Ban otu ve benzerleri, katı oldukları için, ancak serhoş olmak için<br />

kullanılmaları harâm olur. Bu da, çok mikdârda kullanılmaları harâm olur demekdir.<br />

Az mikdârda kullanılmaları harâm olmaz. Meselâ, Anberi ve benzerlerini koku<br />

için ve Skamonya denilen zehrli mahmûde otunu müshil olarak kullanmak ve<br />

diğer katı zehrli ilâcları az mikdârda kullanmak harâm olmaz. Bunların az mikdârını<br />

kullanmak câizdir. Zarar veren çok mikdârlarını kullanmak harâmdır). Çok<br />

içilince serhoş eden sıvı hâlindeki içkilerin, serhoş etmiyen az mikdârlarını ilâc için<br />

kullanmak ise, böyle değildir. Sıvı içkilerin az mikdârını zarûret olmadan, ilâc olarak<br />

kullanmak, sözbirliği ile câiz değildir, harâmdır. Kırkbirinci maddede tiryâk<br />

kelimesine bakınız!<br />

Kötü alışkanlıkların islâmiyyetde yeri yokdur. Çünki, kötü alışkanlık, harâm işlemeğe<br />

alışmak demekdir. İçki, kumâr, zinâ alışkanlığı böyledir. Tütün harâm değildir<br />

ki, kötü alışkanlık olsun. Tütünün harâm, kötü olduğunu isbât için söyledikleri<br />

bütün sözlere dikkat edilirse, bunlar birer sebeb, vesîka olmayıp, tütünü zâten<br />

harâm kabûl ederek, peşin verilen hükmler olduğu hemen görülür. Böyle<br />

başlangıclar ise, mantık ilminde, delîl, sened olmakdan uzakdır.<br />

Tütün neden abes olsun? Abes, lehv ve la’b demekdir. Fâidesiz iş yapmağa, boşyere<br />

vakt geçirmeğe denir. Çalgı ile, oyun ile vakt geçirmek böyledir. Tütün, vakt<br />

öldüren bir iş değildir ki, abes denilsin. Tütün içmek, fâideli iş yapmağa mâni’ olmuyor.<br />

Tütün içerken kitâb okunur. Müsâfir ile sohbet edilir.<br />

Büyüklerin yanında, câmi’lerde, va’zlarda, muhterem yerlerde içilmemesi de,<br />

harâm veyâ mekrûh olacağını göstermez. Büyüklerin yanında yatılmaz. Bunlara<br />

ve Kâ’beye karşı ayak uzatılmaz. Va’zda, dersde meyve, ekmek bile yinmez. Böyle,<br />

birçok yerlerde ve sıkıntı duyanların yanında yapılmıyan çok şey vardır ki, başka<br />

yerlerde ve yalnız iken hiçbiri harâm veyâ mekrûh değildir. Câmi’de alış veriş<br />

etmek, yüksek sesle konuşmak, kan aldırmak mekrûhdur. [Birinci kısmda, yetmişbirinci<br />

maddeye bakınız!]. Fekat bunlar, câmi’ dışında mekrûh değildir. Hattâ dışarda<br />

alış veriş ibâdetdir. Kan aldırmak, mekrûh değil, sünnetdir. Tütüne abes denilemez.<br />

Nitekim, çatal, kaşık kullanmak, koku, esans sürünmek de abes değildir.<br />

İhtiyâc deyince yalnız mi’deye giren şeyleri anlamak, pek basît bir görüşdür. Bedenin,<br />

rûhun çeşidli ihtiyâcları olduğu, din kitâblarında da, aktüel anlayışda da yer<br />

– 637 –


almakdadır. Bütün duyu organlarımızın başka başka ihtiyâcları olduğu gibi, sinir<br />

sisteminin, hattâ her organın ayrı ihtiyâcları vardır. Bu ihtiyâcların, ekmek, su gibi<br />

mühim olduğu, bedîhiyyât hâlini almışdır. Fıkh kitâblarında, akla gelmiyen, çeşidli<br />

ihtiyâclar görüyoruz. Meselâ, (Dürr-ül-muhtâr)da, (Burnu ve teri silmek<br />

için mendil satın almak, ihtiyâc için olursa câizdir. Kibr, gösteriş için olursa, tahrîmen<br />

mekrûhdur) diyor. Görülüyor ki, birşeyi kullanmak bile, niyyete göre ihtiyâc<br />

olmakdadır. Doydukdan sonra yimek harâmdır. Fekat, oruc tutmak veyâ müsâfiri<br />

utandırmamak için olunca, halâl, hattâ sevâb oluyor. Müsâfire ikrâm için, harâm,<br />

halâl oluyor da, harâm olmıyan tütünü ikrâm etmek neden suç olsun? Tütünü<br />

kötüliyenler, bu hücûmlarını, keşki, islâmiyyetin harâm etdiği şeylere karşı yapsalardı,<br />

çok sevâb kazanırlardı. İslâma büyük hizmet etmiş olurlardı. Fekat, şeytân<br />

herkesi bir tarafdan yakalıyor. Hem islâmiyyete saldırtıyor, hem de, ibâdet yapdığını<br />

sanarak, kibre, ucba sürüklüyor. Bunları anlamadan konuşmak, dîne de, söz<br />

sâhibine de kusûr getirir. Din adamının önce iyi yetişmesi, bundan sonra konuşması<br />

ve yazması lâzımdır. Hissî konuşmak, ya’nî kendi görüşlerini, dînin emrleri<br />

ve yasakları durumunda göstermeğe kalkışmak ve yapılan işlerin, halâl mi, harâm<br />

mı olacağını ayırırken te’assuba kapılıp, nüsûsa dayanmamak, insanı hüsrâna götürür.<br />

Hele, tütüne harâm demek için, bunun fizyolojik, terapötik ve toksik te’sîrlerini,<br />

(Elbette şöyledir, elbette böyledir) diye kesin açıklamak, pek gülünc olmakdadır.<br />

Tütünün te’sîrlerini bildirmek için, almancadan terceme etdiğim ve Amerikan<br />

doktorlarının neşr etdiği mütehassıs raporları, üçüncü kısm, ellidördüncü<br />

madde sonuna doğru bildirildi. İyi okunursa, bu konudaki söz sâhiblerinin, tütüne<br />

kötü demediği, birkaç günde bir içilen bir iki sigaranın, alkol gibi zararlı olmadığı<br />

anlaşılır.<br />

Tütüne harâm diyen birkaç âlim ve mekrûh diyenler oldu. Dikkat edilirse, bütün<br />

bu kitâblarda, tütüne ba’zı şartlar (Nafakadan kesilmesi, dumanı ile başkasını<br />

râhatsız etmesi, çok içerek bedene zarar vermesi... gibi şeyler) bağlanmakda, bu<br />

şartlar için kötülenmekdedir. Yoksa, mücerred tütünün içilmesini kötüliyen hiçbir<br />

âlim yokdur. Hâdimînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Berîka) kitâbından yapdığım,<br />

yukarıda yazılı terceme bunu açık göstermekdedir. Dinde söz sâhibi olmıyan<br />

kimselerin, ilmî kıymetden mahrûm konuşmaları ve duhân risâleleri, şübhesiz,<br />

sözümüzün dışında kalmakdadır. O hâlde, sigara içmenin kötülenmesine sebeb<br />

olan şartları taşımıyan bir kimsenin az mikdârda tütün içmesine, harâm ve mekrûh<br />

dememek lâzım gelir. (El-Ukûd-üd-dürriyye)nin ve (Hadîka) ikinci cildinin<br />

sonunda, tütünün harâm olmadığı vesîkalarla isbât edilmişdir. Tahtâvînin (Merâkıl-felâh)<br />

hâşiyesi, orucu bozanlarda da uzun yazılıdır.<br />

Şâm âlimlerinden Mustafâ Rüşdünün [1318] senesinde İskenderiyyede basılan<br />

(Tuhfet-ül-ihvân mâ kîle fiddühân) kitâbında, insanın sıhhatini bozan, zarar veren<br />

şeyleri ve isrâfı uzun anlatıyor. Tütünün böyle olmadığını bildiriyor. Tütüne<br />

harâm demek, vera’ ve takvâ da olmaz. Vera’ sâhibleri, Allahü teâlânın harâm etmediği<br />

şeye, harâm diyemez diyor. Hanefî âlimlerinden allâme Abdüllah bin Muhammed<br />

Nihrîrî ve Şâfi’î âlimlerinden Alî bin Yahyâ Nevreddîn Ziyâdî ve Abdürraûf-i<br />

Münâvî ve şeyh Alî Şevberî ve şeyh İsmâ’îl-i Sencîdî ve Mâlikî âlimlerinden<br />

allâme Küllî ve Hanbelî âlimlerinden şeyh Mer’î “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”,<br />

tütünün harâm olmadığına fetvâ vermişlerdir diyor. Zararı ve lüzûmu<br />

olmıyan şey için mubâh, zihn durgunluğunu giderip, hâfızasını kuvvetlendirene<br />

mendûb, terk edince zarar verene vâcib, kullanınca zarar verene harâm, içmek istemiyene,<br />

tütün içmesi mekrûh olur, diyor. Şerâb böyle değildir. Şerâba alışan, tevbe<br />

etse, şerâbı terk etdiği için hasta olup, ölse, sevâb olur.<br />

Tütünü, alkollü içkilerden dahâ kötü bilenlere ve sigara içenleri sevmiyenlere<br />

doğru yolu göstermek için, uzun yazmak zorunda kaldım. Kendi hislerine aldanmamalı,<br />

âlimlerin çoğunun, meselâ şeyh-ul-islâm Ebülbekâ, Ahmed bin Alî Ha-<br />

– 638 –


îrî, İsmâ’îl Mer’aşî, kâdî Abdürrahîm, Ganîm bin Muhammed Bağdâdî, şeyh-ulislâm<br />

Behâî, Muhammed Tarsûsî, Muhammed Kehvâkî, Mısr âlimlerinden Yûsüf<br />

Decvî ve Muhammed bin Abdülbâkî Zerkânî, allâme Abdülganî Nablûsî, Abdürrahmân<br />

bin Muhammed İmâdî [978-1051], allâme Alî Echürî, Mahmûd-i Saminî,<br />

Osmân Bedreddîn, seyyid Abdülhakîm efendi ve büyük âlim, veliyy-i kâmil mevlânâ<br />

Hâlid-i Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” buyurdukları gibi,<br />

zarar ve alışkanlık yapmıyacak kadar az içilen tütüne harâm ve mekrûh demekden<br />

sakınmalı, kesesine ve sıhhatine zarar vermiyecek kadar az içenleri fâsık, günâhkâr<br />

bilmemelidir. Türkiye gazetesinin (İnsan ve Kâinât) dergisi, 1986 Mayıs nüshasında<br />

diyor ki, (78 Amerikan hastahânesinde, beşbin hastada yapılan tecribelerde<br />

anlaşıldı ki, fazla sigara içenlerde kalb hastalığı tehlükesi üç misli artmakda,<br />

sigarayı bırakdıkdan bir sene sonra, tehlüke yarıya inmekde, iki sene sonra hiç<br />

içmiyen gibi olmakdadır.)<br />

Teshîr edici gözler, neş’e verici sözler,<br />

hepsi hayâl oldular, ayrılık yamân oldu.<br />

Derin derin bakışlar, içli bir hayât gizler.<br />

dertliyim, görmiyeli, bir hayli zemân oldu.<br />

Tâli’ yüzüme gülüp, bana sevdirdi seni,<br />

hasret de, elem gibi, yakdı bitirdi beni.<br />

Ben geleceğim artık, bekleyemem gelmeni,<br />

kalbimi zulmet basdı, gözlerimde kan doldu.<br />

Mecnûn olmuş gezerim, aşkınla bunca yıldır,<br />

yâ bu aşkla öleyim, yâhud yanına aldır.<br />

Ayrılık perdelerin, bir bir gözümden kaldır,<br />

en kıymetli günlerim, ne çâre hicrân oldu.<br />

Seni kalbime koydum, yâd ellere bakmadım,<br />

en mu’allâ dost gibi, dilimden bırakmadım.<br />

Ben bir ma’sûm bir kulum, başka yola sapmadım,<br />

derim ki, candan yakın, bana bu cânân oldu.<br />

Hayâller perde perde, gelir geçer gözümden,<br />

hasretlik çizgileri, okunuyor yüzümden.<br />

Sizi sevdim diyorum, aslâ dönmem sözümden,<br />

ben râzıyım aşkımdan, bana bu, dermân oldu.<br />

Mâziyi eşme sakın, yüreğim kan ağlıyor,<br />

o eski hâtıralar, hep bir bir canlanıyor.<br />

Birçok tanımıyanlar, beni mecnûn sanıyor,<br />

ve diyorlar bu serây, vaktsiz vîrân oldu.<br />

Ayrı kalalı beri, dünyâ bana zındandır,<br />

kalbimde neş’e sürûr, eğer varsa, ondandır.<br />

Benim en azîz dostum, senelerce filândır,<br />

istemiyerek ism, bir kalıp (filân) oldu.<br />

Sevmenin sonu varmı? ben, yok zan ediyorum,<br />

ve benim gibi âşık, cihânda yok diyorum.<br />

Öyle temiz, öyle saf, bir aşkla seviyorum,<br />

kalbim, sessiz, dalgasız, engin bir ummân oldu.<br />

– 639 –


44 — İSRÂF, FÂİZ, TÜTÜN İÇMEK<br />

İslâm dîninde harâm olan, günâh olan isrâfın ne demek olduğunu ve çeşidlerini,<br />

imâm-ı Birgivînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” arabî (Tarîkat-i Muhammediyye)<br />

kitâbından terceme ediyorum:<br />

Tesavvuf, kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmak demekdir.<br />

Kötü huyları araşdırdım. Altmış olduğunu anladım. Altmış çeşid kötü huydan<br />

yirmiyedincisi, isrâf ve tebzîrdir. Tebzîr, tohumu tarlaya saçıp dağıtmak demekdir.<br />

Malı boş yere dağıtmağa da denilmekdedir.<br />

Malı, islâmiyyetin ve mürüvvetin uygun görmediği yerlere dağıtmağa (İsrâf) veyâ<br />

(Tebzîr) denir. (Mürüvvet), fâideli olmak, iyilik yapmak arzûsudur. (Fütüvvet),<br />

dahâ husûsî ma’nâya gelir ki, kötülük yapmamak, iyilik yapmak ve herkesin utanacak<br />

şeylerini örtmek ve kötülükleri afv etmekdir. İslâmiyyete uymıyan isrâf, harâmdır.<br />

Mürüvvete uymıyan isrâf, tenzîhen [hafîf, az] mekrûhdur.<br />

İsrâfı beş bahs içinde anlatacağız:<br />

BİRİNCİ BAHS — İsrâfın kötülüğü ve zararları: İsrâfın harâm olduğu muhakkakdır.<br />

Kalbin hastalığıdır. Kötü bir huydur. Dînimizin, hasîsliği, cimriliği, isrâfdan<br />

dahâ çok kötülemesi, isrâfın cimrilik kadar kötü olmadığını göstermez. Hasîsliğin<br />

dahâ çok kötülenmesi, insanların çoğu yaratılışdan, mal birikdirmeği sevdiği<br />

içindir. Bunun gibi, âlimlerimiz, idrârın şerâbdan dahâ pis ve dahâ çok harâm<br />

olduğunu söyledikleri hâlde, dînimiz bevli, şerâb kadar kötülememiş, şerâb içenlere,<br />

had denilen seksen sopa vurulması emr edildiği hâlde, bevl için, had emr edilmemişdir.<br />

Çünki, insanlar şerâb içmeğe düşkün oluyor. İdrâr içmek ise, kimsenin<br />

hâtırına gelmiyor. İsrâfın kötülüğünü göstermek için, Allahü teâlânın, (İsrâf etmeyiniz!<br />

Allahü teâlâ, isrâf edenleri sevmez) meâlindeki kelâmı yetişir. İsrâ sûresindeki<br />

âyet-i kerîmede de meâlen, (Tebzîr etme! Tebzîr edenler, şeytânların kardeşleridir)<br />

buyuruyor. Şeytânın kardeşi de, şeytân olur. Şeytân isminden dahâ kötü<br />

bir ism yokdur. İsrâfı, bundan dahâ çok kötüleyen birşey düşünülemez. Allahü teâlâ,<br />

mallarını isrâf edenlere birşey vermeyiniz diye emr ederken, bunları en kötü<br />

bir ism ile adlandırıyor. Nisâ sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, (Mallarınızı sefîhlere,<br />

alçaklara vermeyiniz!) buyuruyor. Kur’ân-ı kerîmde Fir’avnı kötülerken,<br />

(O, isrâf edenlerden idi) buyuruyor. Lût aleyhisselâmın kavmini de, (Belki siz, isrâf<br />

eden kavmsiniz!) diye kötülüyor.<br />

Doğru oldukları herkesce bilinen iki temel hadîs kitâbında, [(Buhârî) ve (Müslim)de]<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Malı boş yere saçmayınız!)<br />

buyuruyor. İmâm-ı Tirmizînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Ebî Berzeden<br />

“radıyallahü anh” getirerek yazdığı hadîs-i şerîfde, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” buyurdu ki, (Kıyâmet günü herkes, dört süâle cevâb vermedikce hesâbdan<br />

kurtulamıyacakdır: Ömrünü nasıl geçirdi. İlmi ile nasıl amel etdi. Malını<br />

nereden, nasıl kazandı ve nerelere harc etdi. Cismini, bedenini nerede yordu,<br />

hırpaladı?).<br />

İsrâfın kötülüğünü gösteren delîllerden biri de, fâizin harâm olmasıdır. Fâiz alıp<br />

vermek, büyük günâhdır. Buna da sebeb, insanların malını alış veriş yaparken ziyân<br />

olmakdan korumakdır. Fâizin dîn-i islâmdaki kötü derecesini göstermek için,<br />

Hamza efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” türkçe, (Bey’ ve şirâ) risâlesinin<br />

şerhinden, aşağıya birkaç misâl yazmak fâideli görüldü:<br />

(On şey, son nefesde îmânsız gitmeğe sebeb olur: 1- Allahü teâlânın emrlerini<br />

ve yasaklarını öğrenmemek, 2- Îmânını, Ehl-i sünnet i’tikâdına göre düzeltmemek,<br />

3- Dünyâ malına, rütbesine, şöhretine düşkün olmak, 4- İnsanlara, hayvanlara, kendine<br />

zulm, eziyyet etmek, 5- Allahü teâlâya ve iyilik gelmesine sebeb olanlara şükr<br />

etmemek, 6- Îmânsız olmakdan korkmamak, 7- Beş vakt nemâzı vaktinde kılmamak,<br />

8- Fâiz alıp vermek, 9- Dînine bağlı olan müslimânları aşağı görmek. Bun-<br />

– 640 –


lara gerici gibi şeyler söylemek, 10- Fuhş sözleri, yazıları ve resmleri söylemek, yazmak<br />

ve yapmak.)<br />

Allahü teâlâ fâizi harâm etdi. Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, fâiz alanları ve<br />

verenleri şiddetle korkutdu. Bekara sûresi, ikiyüzyetmişbeşinci âyetinde meâlen,<br />

(Fâiz yiyenler, kıyâmet günü mezârlarından, sar’a hastası gibi perişân kalkacaklardır)<br />

buyuruldu. Bundan sonraki âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ, fâiz alan<br />

ve verenlerin mallarının hepsini yok eder. İzini, eserini de bırakmaz. Zekât verenlerin<br />

malını elbette artdırır) buyurdu. Fârisî (Riyâd-un-nâsıhîn) kitâbında fâizin<br />

kırk nev’i ve zararları yazılıdır. Fâiz hakkında fazla bilgi almak için, üçüncü kısm,<br />

ondokuzuncu maddeyi okuyunuz.<br />

İsrâfın zararları: İsrâf edenlerin şeytâna, Fir’avna ve Lût aleyhisselâmın kötü<br />

kavmine benzetilmesi ve Allahü teâlânın bunları sevmemesi ve bunlara sefîh demesi<br />

ve âhıretde azâb çekmeleri, dünyâda aşağı, muhtâc duruma düşmeleri ve pişmân<br />

olmalarıdır.<br />

İKİNCİ BAHS — İsrâfın kötü olmasının birinci sebebi, malın kıymetli olmasıdır.<br />

Mal, Allahü teâlânın verdiği bir ni’metdir. Âhıreti kazanmak, mal ile olur. Dünyâ<br />

ve âhıret, mal ile intizâm bulur, râhat olur. Hac, cihâd sevâbı mal ile kazanılır.<br />

Bedenin sıhhat, kuvvet bulması, mal ile olur. Başkasına muhtâc olmakdan insanı<br />

koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabâyı dolaşmak, fakîrlerin imdâdına yetişmek<br />

mal ile olur. Mescidler, mektebler, hastahâneler, yollar, çeşmeler, köprüler yaparak,<br />

asker yetişdirerek insanlara hizmet de mal ile olur. Dînimiz, (İnsanların en iyisi,<br />

onlara fâidesi çok olanıdır) buyuruyor. İnsanlara yardım etmek için çalışıp<br />

para kazanmak, nâfile ibâdet etmekden dahâ çok sevâbdır. Cennetin yüksek derecelerine<br />

mal ile kavuşulur. İmâm-ı Tirmizînin, Ebû Kebşe-i Ensârîden “radıyallahü<br />

teâlâ anh” alarak bildirdiği bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, bir kuluna mal<br />

ve ilm verir. Bu kul da harâmlardan kaçınır. Akrabâsını sevindirir. Malından,<br />

hakkı olanları bilip verir ise, Cennetin yüksek derecesine gider) buyuruldu. (Buhârî)<br />

ve (Müslim) kitâbları, Abdüllah ibni Mes’ûdün “radıyallahü anh” haber<br />

verdiği şu hadîs-i şerîfi yazmakdadır: (İki şeyden birine kavuşan insana gıbta etmek,<br />

buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye islâm ilmlerini ihsân<br />

eder. Bu da, her hareketini, bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok<br />

mal verir. Bu kimse de malını, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yerlere<br />

harc eder). Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Amr ibni Âs “radıyallahü<br />

anh” için, (İyi kimseye malın iyisi, ne güzel yakışır) buyurdu. Enes bin Mâlik<br />

“radıyallahü anh” için de, (Yâ Rabbî! Buna çok mal ve çok çocuk ver ve bunlarla<br />

kendisini bereketlendir!) diye düâ buyurdu. Kâ’b “radıyallahü anh” malının hepsini<br />

sadaka vereceği zemân, (Malının bir kısmını kendine bıraksan, dahâ iyi olur)<br />

buyurdu. Bunların hepsi hadîs kitâblarında yazılıdır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde,<br />

mala (Hayrlı şey) ismini vermekdedir ve Habîbine “sallallahü aleyhi ve sellem”,<br />

verdiği ni’metleri hâtırlatırken: (Sen malsız idin, sana, kimseye muhtâc olmıyacak<br />

kadar, mal verdim) buyurmakdadır.<br />

Mezheb sâhibi müctehidlerden, büyük âlim Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki, (Bu zemânda<br />

mal, insanın silâhıdır). [Ya’nî, insan cânını, sıhhatini, dînini ve şerefini mal<br />

ile korur.] Medîne-i münevverenin yedi büyük âliminden biri olan Sa’îd bin Müseyyib<br />

buyuruyor ki, (Borclarını ödemek için ve ırzını, nâmûsunu korumak için ve<br />

ölünce, geride kalanlara mîrâs bırakmak için mal kazanmayan kimse, hayrsızdır).<br />

[Ya’nî kendine ve cem’ıyyete zararlıdır.] Büyük âlim ibni Cevzî “rahimehullah”<br />

buyurdu ki, (İyi niyyet ile mal kazanmak, mal kazanmamakdan iyidir).<br />

Malı ve dünyâlığı kötüliyen haberler de çokdur. Fekat, bu haberler, malı, dünyâlığı<br />

değil, bunların zararlı kullanılmasını kötülemekdedir. Meselâ, insanın azmasına,<br />

Allahü teâlâyı unutdurmasına, ibâdete mâni’ olmasına sebeb olan mal zararlıdır.<br />

Ölümü ve ölümden sonrasını unutduran mal da zararlıdır. Bu zararlar çok kim-<br />

– 641 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:41


selerde kendini göstermekdedir. Bu zararlardan kurtulan az olduğundan, malı kötüliyen<br />

haberler çok olmuşdur. Görülüyor ki, mal, birbirine zıd iki şeye sebebdir.<br />

Hayr ve şer. Hayra, iyiliğe sebeb olduğu için medh edilmekde olup, şerre, kötülüğe<br />

sebeb olduğu için de kötülenmişdir.<br />

Malın büyük bir ni’met olduğu anlaşıldı. Malı isrâf, Allahü teâlânın ni’metini<br />

hakîr görmek, ni’mete kıymet vermemek, ni’meti elden kaçırmak, kısaca küfrân-ı<br />

ni’met etmek, ya’nî şükr etmemek olur. Bu ise, ni’met verenin düşman<br />

mu’âmelesi yapmasına, azarlamasına ve azâb etmesine sebeb olacak büyük bir suçdur.<br />

Ni’metin kıymeti bilinmeyince, hakkı gözetilmeyince elden gider. Şükr edilince<br />

ve hakkı gözetilince elde kalır ve artar. İbrâhîm sûresi, yedinci âyetinde meâlen,<br />

(Şükr ederseniz, verdiğim ni’metleri elbette artdırırım) buyuruyor.<br />

ÜÇÜNCÜ BAHS — İsrâfın çeşidleri: İsrâf, malı helâk etmek, fâidesiz hâle getirmek,<br />

dîne ve dünyânın mubâh olan işlerine fâideli olmıyacak şeklde sarf etmekdir.<br />

Malı denize, kuyuya, ateşe ve elden çıkmasına sebeb olan yerlere atmak, onu<br />

helâk etmekdir. Kullanılmıyacak hâle sokmak, kırmak, kesmek, ağaçdan meyveyi<br />

toplamayıp çürütmek, tarlayı hasâd etmeyip, ekinin helâk olması, hayvanları soğukdan,<br />

düşmandan korunacak yere koymamak ve soğukdan, sıcakdan ve açlıkdan<br />

ölmelerini önliyecek kadar yidirmemek ve örtmemek de, helâk etmekdir. Bunların<br />

isrâf olduğu meydândadır.<br />

(Hadîka)da el âfetlerinde buyuruyor ki, (Başkasının malını helâk etmek, zulm<br />

olur. Ödemek lâzım olur. Kendi malını helâk etmek, isrâf olur. Günâh işlemek için<br />

ve günâh işlenilmesi için verilen mal ve paralar da isrâf olur).<br />

Herkesce bilinmiyen, hâtırlatılması lâzım olan isrâflar da vardır. Meselâ, meyve<br />

ve ekin toplandıkdan sonra, bunları iyi saklamayıp kendiliklerinden bozulmaları<br />

veyâ nem alarak, çürümeleri veyâ kurd, güve, fâre, karınca ve benzeri canlıların<br />

yimeleri hep isrâfdır. Ekmek, et, etsuyu, peynir gibi gıdâların ve hurma,<br />

karpuz, soğan gibi meyvelerin ve kuru incir, kuru üzüm, zerdâli gibi kuru meyvelerin<br />

ve buğday, arpa, mercimek gibi hubûbâtın ve elbise, kumaş, kitâb gibi eşyânın,<br />

böylece, isrâf edildikleri çok görülmekdedir.<br />

Yemek artıklarını dökmek, çatalı, kaşığı, tabağı, tası ekmekle veyâ parmakla<br />

sıyırıp yimeden önce, kapları ve parmakları yıkamak ve silmek isrâfdır. Sofra bezi<br />

ve masa üstüne düşen ekmek ve yemek kırıntılarını toplamayıp atmak da isrâfdır.<br />

Bu kırıntıları toplayıp kedi, köpek, koyun, sığır, karınca, kuş, tavuk gibi<br />

hayvanlara yidirmek isrâf olmaz. (Müslim) kitâbında, Câbir bin Abdüllah “radıyallahü<br />

anh” diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Tabakları parmakla,<br />

parmağı ağızla siliniz!) buyurdu. Bir kerre de, (Şeytân, her işinizde sizinle<br />

berâber bulunur. Hattâ, yimekde bile. Birinizin lokması düşerse, onu alıp tozunu<br />

temizleyip yisin. O lokmayı şeytâna bırakmasın! Yemek sonunda parmağını<br />

yalasın! Çünki, bereketin hangi lokmada olduğu bilinmez) buyurdu. Yine<br />

(Müslim)de, Enes bin Mâlik “radıyallahü anh” diyor ki, (Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, yemek sonunda üç parmağını mubârek ağzı ile silerdi.) Parmağı<br />

yalamak ve düşen lokmayı alıp yimek, insanı isrâfdan kurtardığı gibi, kibr ve<br />

riyâyı giderir. Berekete kavuşdurur. Bilhâssa Peygamberlerin “aleyhimüsselâm”<br />

efendisine uymak ve emrini yapmak şerefini kazandırır. Mevcûddan istifâdeye ve<br />

gelecek ni’metin artmasına sebeb olur. Fasülye, pirinç, nohud gibi şeyleri yıkarken<br />

dökmek ve dökülenleri toplamamak isrâfdır. Elbise, sarık, çorab, ayakkabı<br />

gibi giyim eşyâsını iyi kullanmayıp, çabuk eskitmek, onları yırtmak, yıkarken suyu,<br />

sabunu çok harcamak, lâmbayı, mûmu [elektriği, hava gazını] boş yere yakmak,<br />

hep isrâfdır.<br />

Malı kıymetinden aşağı fiyâtla satarak veyâ kirâya vererek ve kıymetinden<br />

yukarı fiyâtla satın alarak veyâ kirâlıyarak aldanmak isrâf olur. Aldanarak alış verişe<br />

zarûrî ihtiyâc olursa veyâ yardım, sadaka gibi niyyet ile böyle yaparsa isrâf ol-<br />

– 642 –


maz. Meyyitin kefenini mikdâr ve cins bakımından, ahkâm-ı islâmiyyede bildirilenden<br />

fazla yapmak isrâfdır. Abdestde ve guslde, suyu sünnet olandan fazla kullanmak<br />

isrâfdır. Ahmed ibni Hanbel “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Abdüllah ibni<br />

Ömerden haber veriyor: Sa’d “radıyallahü anhüm” abdest alırken, Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” gördü. (Yâ Sa’d! Suyu niçin isrâf ediyorsun?) buyurdu.<br />

Abdest alırken de isrâf olur mu dedikde, (Büyük nehrde de olsa, abdestde fazla<br />

su kullanmak isrâf olur) buyurdu.<br />

Doydukdan sonra fazla yimek de isrâfdır. Yalnız, müsâfir utanmasın diye,<br />

ta’âm sâhibinin fazla yimesi ve orucu râhat tutmak için sahûrda fazla yimek isrâf<br />

değildir.<br />

Acıkmadan önce, günde ikinci def’a yimek, isrâfdır. Ahmed Ebû Bekr-i Beyhekî<br />

“rahmetullahi aleyh” kitâbında, Âişe “radıyallahü anhâ” buyuruyor ki, günde<br />

ikinci def’a yemek yiyordum. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” görünce,<br />

(Yâ Âişe! Yalnız mi’deni doyurmak, sana her işden dahâ tatlı mı geliyor?<br />

Günde iki kerre yimek de isrâfdandır. Allahü teâlâ, isrâf edenleri sevmez!) buyurdu.<br />

Hâdimî merhûm “rahmetullahi teâlâ aleyh”, burayı şöyle açıklıyor: (Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, Âişenin “radıyallahü anhâ” ikinci yemeği, acıkmadan<br />

yidiğini anlayarak böyle buyurmuşdu. Yoksa, keffâretler için, günde iki kerre<br />

yidirmek lâzım olduğu meydândadır).<br />

Her istediğini yimek de isrâfdır. İbni Mâce ve imâm-ı Beyhekî ve Abdüllah ibni<br />

Ebiddünyâ “rahimehümullah” kitâblarında, Enes bin Mâlikden “radıyallahü<br />

anh” haber veriyorlar ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Her istediğini<br />

yimek isrâfdandır) buyurdu. Günde iki kerre yimek ve her istediğini yimek isrâf<br />

olması, doydukdan sonra veyâ hazm olmadan, acıkmadan tekrâr yimek isrâf<br />

olur demekdir. Çünki, gündüz ikinci olarak yimek, hele kısa günlerde ve çalışmıyan<br />

kimseler için, çok kerre, tam acıkmadan yimek olur. Bir sofrada, her istediğini<br />

yimek de, doydukdan sonra yimek olur. Bildirilen iki hadîs-i şerîfde, isrâf olduğunu<br />

açıkca anlatmadığından, isrâfa, harâma teşbîh buyurulması da mümkindir.<br />

Sofrada yemek çeşidlerini lüzûm yok iken artdırmak isrâfdır. Fekat, bir yemekden<br />

usanıp herbirinden biraz yiyerek ibâdet yapmak [meselâ oruc tutmak, halâl<br />

kazanmak için çalışmak veyâ müslimân kardeşlerine yardım etmek gibi ibâdetler]<br />

için kuvvetlenmek düşüncesi ile veyâ sofrada müsâfir bulundurmak niyyeti ile olursa,<br />

isrâf olmıyacağı, (Hulâsa) kitâbında ve başka kitâblarda yazılıdır. Kitâbların<br />

sözü, yemek çeşidleri, yalnız bu iki sebeble artdırılabilir demek değildir. Ziyân etmedikce<br />

ve başka bozuk niyyet ile olmadıkça, lezzet ve zevk için artdırmak da câiz<br />

olduğunu, A’râf sûresinin otuzbirinci âyeti ve Mâide sûresinin doksanıncı âyeti<br />

göstermekdedir. [Bu âyet-i kerîmeler ve ma’nâları, ikinci kısm, kırkbirinci maddede<br />

yazılıdır.] Bu iki âyet-i kerîmeye dayanarak, âlimlerimiz, her çeşid meyve yiyerek<br />

lezzet almağa câiz demişler ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” çeşidli<br />

meyve yidiğini haber vermişlerdir. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ”<br />

için buyurulan, (İstediğini yi, istediğini giyin! İnsanı yanlış yola götüren, isrâf<br />

ve tekebbürdür) hadîs-i şerîfi, (Buhârî)de yazılıdır.<br />

Ekmeğin pişkin yerini ve içini yiyip, kenâr ve kabuklarını atmak isrâfdır. Bırakılan<br />

kısmları başkası veyâ hayvan yirse, isrâf olmaz.<br />

Sofraya lüzûmundan fazla ekmek koyup, sonra bunları, tekrâr yimek için kaldırmamak<br />

isrâfdır. Ya’nî, yinmiyen ekmek parçalarını atmak ve riyâ, gösteriş, şöhret<br />

için fazla ekmek koymak isrâf olur.<br />

Nefîs yemekleri yimek, kıymetli, yeni elbise giymek, yüksek, büyük binâlar yapmak<br />

ve dînin sâhibinin harâm etmediği dahâ bu gibi şeyler, halâldan kazanıldığı,<br />

kibr ve öğünmek için olmadığı zemân isrâf değildir. Lüzûmundan fazla olun-<br />

– 643 –


ca tenzîhen [hafîf] mekrûh olurlar. Âhıreti kazanmak istiyenlere, lâzım olan ile kanâ’at<br />

edip, fazlasını sadaka vermek yakışır.<br />

DÖRDÜNCÜ BAHS — Sadaka vermekde de, isrâf vardır. İmâm-ı Mücâhid<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Bir kimse, Allahü teâlânın emr etdiği<br />

yerlere dağ kadar altın harc etse, isrâf olmaz. Bir dirhem [yaklaşık beş gram] gümüşü<br />

veyâ bir avuc buğdayı, harâm olan yere vermek isrâf olur). Hâtim-i Tâî, cömerdliği<br />

ile meşhûrdur. Bi’setden önce ölmüşdür. Çok verdiği için, (Malı isrâf etmekde<br />

hayr yokdur) dediklerinde, (Hayra verilen mal isrâf olmaz!) demişdir.<br />

Mücâhidin ve Hâtimin sözlerine bakarak, sadakada isrâf olmıyacağını sanan olmuş<br />

ise de, böyle zan etmek yanlışdır. Şimdi bunu açıklamağa çalışacağız:<br />

Cenâb-ı Hak, Mü’minûn sûresinde, meâl-i şerîfi, (Verdiğimiz rızklardan, sadaka<br />

verirler) olan âyet-i kerîme ile mü’minleri medh ediyor. Kâdî Beydâvî ve Zemahşerî<br />

ve Fahreddîn-i Râzî gibi büyük âlimlerin tefsîrlerinde ve dahâ birçok tefsîrlerde<br />

diyor ki, âyet-i kerîmede, (rızklardan) kelimesi, (rızkların ba’zısını, bir kısmını)<br />

demek olup, (sadaka verirken, harâm olan isrâfdan sakının!) demekdir.<br />

Bütün âlimlere göre, buradaki sadaka, malı hayra, islâmiyyetin gösterdiği yola sarf<br />

etmekdir. En’âm sûresi, yüzkırkbirinci âyetinde meâlen, (Ekini hasâd etdiğiniz zemân,<br />

fakîrlerin haklarını verin ve isrâf etmeyin. Allahü teâlâ, isrâf edenleri elbette<br />

sevmez) buyuruldu. Bu da, (Sadaka verirken isrâf etmeyin) demekdir. Çünki,<br />

Sâbit bin Kays “radıyallahü anh” bir günde beşyüz ağacın hurmalarını toplayıp hepsini<br />

sadaka vererek evi için hurma bırakmayınca, bu âyet-i kerîme inmişdi. Ya’nî,<br />

(Hepsini vermeyiniz!) buyuruldu. Abdürrezzak, Abdülmelik ibni Cüreycden haber<br />

veriyor ki, Mu’âz bin Cebelin “radıyallahü anh” bir hurma ağacı vardı. Hurmalarını<br />

toplayıp hepsini sadaka verdi. Kendine birşey kalmadı. Hemen (Fekat,<br />

isrâf etmeyin) âyet-i kerîmesi geldi. İsrâ sûresi, yirmidokuzuncu âyetinde meâlen,<br />

(Ey Habîbim! Malını, kendine kalmıyacak şeklde dağıtma!) buyuruldu. Câbir<br />

ve Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü anhümâ” buyuruyorlar ki, (Bir oğlan,<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize gelip, ba’zı lüzûmlu şeyleri saydı<br />

ve annem beni sana gönderip bunları istedi, dedi. Bugün bende bunların hiçbiri<br />

yok buyuruldukda, gömleğini bana ver dedi. Hemen, mubârek arkasından gömleğini<br />

çıkarıp çocuğa verdi ve evinde gömleksiz kaldı. Bilâl-i Habeşî ezân okuyunca,<br />

cemâ’at her zemân olduğu gibi, Resûlullahı beklediler. Gelmeyince merâk etdiler.<br />

Birkaçı evine bakıp, gömleksiz olduğundan gelemediğini anladı. O zemân,<br />

bu âyet-i kerîme geldi). (Buhârî) ve (Müslim)de, Ebû Hüreyre “radıyallahü anh”<br />

buyuruyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Sadakanın hayrlısı, ihtiyâcı<br />

olmıyanın verdiğidir) buyurdu. İmâm-ı Begavî, Ebû Hüreyreden “radıyallahü<br />

anh” haber veriyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize biri<br />

gelip, bir altınım var, ne yapayım dedi. (Bununla kendi ihtiyâclarını al) buyurdu.<br />

Bir altınım dahâ var dedi. (Onunla da çocuğuna lâzım olanları al) buyurdu. Bir<br />

dahâ var dedi. (Onu da, âilenin ihtiyâclarına sarf et) buyurdu. Bir altın dahâ var<br />

dedi. (Hizmetcinin ihtiyâclarına kullan) buyurdu. Bir dahâ var deyince, (Onu<br />

kullanacağın yeri sen dahâ iyi bilirsin) buyurdu. (Müslim)de, Câbir bin Abdüllah<br />

“radıyallahü anh” buyuruyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Paranız<br />

ile, önce kendi ihtiyâclarınızı alın. Artarsa, çoluk çocuğunuzun ihtiyâclarına sarf<br />

edin. Bundan da artarsa, akrabânıza yardım edin!) buyurdu. (Buhârî)de, Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kendisi veyâ çoluk çocuğu muhtâc iken veyâ borcu<br />

var iken verilen sadaka kabûl olmaz. Borc ödemek, sadaka vermekden ve köle<br />

âzâd etmekden ve hediyye vermekden dahâ mühimdir. Başkasının malını, sadaka<br />

vererek, zâyi’ olmasına sebeb olmayın!) buyurdu. Fıkh âlimi Ebülleys Semerkandînin<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” (Tenbîhül-gâfilîn) kitâbında, İbrâhîm bin<br />

Edhem “rahimehullah” buyuruyor ki, (Borcu olan kimse, ödemedikce yağlı ve sirkeli<br />

ta’âm yimemelidir). İbni Hacer-i Askalânî buyuruyor ki, İbni Battâl “rahime-<br />

– 644 –


hüllah”, (Borcu olanların sadaka vermesi ve borcunu ödememesi câiz değildir. Bunu<br />

bütün âlimler sözbirliği ile bildirmekdedir) buyurdu. Taberânî ve birçok âlimler<br />

buyuruyor ki, (Âlimlerin çoğuna göre, bir kimsenin vücûdü sağlam olur, aklı<br />

başında olur, bir yere borcu olmaz ve evli olmayıp malsızlığa sabr edebilirse veyâ<br />

evli olup da, çoluk çocuğu da sabr ederlerse, bu kimsenin bütün malını sadaka<br />

vermesi câiz olur. Bu saydığımız şartlardan biri eksik olursa, sadaka vermesi<br />

mekrûh olur. Ba’zı âlimler, sadakası kabûl olmaz buyurdu). Ömer “radıyallahü<br />

anh” da böyle buyurdu.<br />

Bu haberlerden anlaşılıyor ki, sadaka vermekde de isrâf olur. Borcundan çok<br />

malı olmıyan veyâ çoluk çocuğu sıkıntıya sabr edemediği hâlde, bunların ihtiyâcını<br />

karşılıyacak maldan fazlası bulunmıyan veyâ sıkıntıya katlanamadığı hâlde,<br />

kendisi muhtâc olan kimsenin sadaka vermesi isrâf olur. Ödünc vermekde de<br />

böyle isrâf olur.<br />

BEŞİNCİ BAHS — İsrâfın ilâcı üçdür:<br />

1 — İlm ile ilâc, anlatdığımız zararlarını bilmek ve bunları düşünmekdir.<br />

2 — İş ile, uğraşmakla ilâc, malı dağıtmamağa gayret etmek ve güvendiği birine<br />

bu derdini anlatıp, malına ve harclarına dikkat etmesini, isrâfını görünce, kendine<br />

hâtırlatmasını, hattâ zorla önlemesini ricâ etmekdir.<br />

3 — İsrâfın sebeblerini söküp atmak. İsrâfın sebebleri altıdır:<br />

Birinci sebeb, sefâhetdir. Çok kimseyi isrâfa alışdıran budur. Sefâhet, kalb<br />

hastalıklarının otuzbirincisidir. Sefîhlik, aklın az ve hafîf olmasıdır. Buna sefâhet<br />

veyâ rekâket de denir. Aksine, tersine, rüşd denir ki, aklın kuvvetli, temâm olmasıdır.<br />

Allahü teâlâ, (Mallarınızı sefîhlere vermeyiniz!) meâlindeki âyet-i kerîmeden<br />

sonra, (Onların hâlinde rüşd görürseniz, mallarını kendilerine teslîm ediniz!)<br />

meâlinde emr buyuruyor. Çok kimse, yaratılışda sefîh olur. Bu kötü hâlleri,<br />

ba’zı sebeblerle, zemân zemân artar. Çalışmadan, alın teri dökmeden eline mal girer,<br />

kötü arkadaşlar, bu mala konmak için, dağıtmasına, saklamanın, artdırmanın<br />

erkeklik, yiğitlik olmadığına kandırır. İsrâfa yol açarlar. Bunun içindir ki, kötü arkadaşlardan<br />

kaçmakla emr olunduk. Zengin çocuklarının çoğu, böyle isrâfa alışmakda<br />

ve sefîh olmakdadırlar. Sefâheti artdıran bir sebeb de, insanların çok hurmet,<br />

saygı göstermesi, yüz vermesi, medh eylemesidir. Âmirlerin, zenginlerin,<br />

mu’allimlerin çocukları bu yoldan sefâhete düşmekdedir.<br />

İkinci sebeb, isrâfı veyâ çeşidlerinden birkaçını tanımamakdır. İsrâf olduğunu<br />

bilmez, hattâ cömerdlik sanır. Lüzûmsuz yere, yasak, zararlı yerlere verilen mal,<br />

cömerdlik sanılır.<br />

Üçüncü sebeb, riyâ ve gösteriş yapmakdır.<br />

Dördüncü sebeb, gevşeklik ve tenbellikdir.<br />

Beşinci, hayâ, sıkılmakdır.<br />

Altıncısı, dîni kayırmamak, islâmiyyeti gözetmemekdir.<br />

Bu altı sebebin ilâclarını bildirelim:<br />

Birincisi: Yaradılışda bulunan sefâhetin ilâcı güçdür. Bunun için, islâmiyyet, bunlara<br />

mal vermeği yasak etmiş, hicr eylemiş, ya’nî mallarını kullanmalarına izn vermemişdir.<br />

İsrâf eden sefîhi hicr lâzımdır. Hâlbuki, hicr insanlık hakkını almak, hayvan,<br />

hattâ cansız gibi yapmakdır. İlâc kabûl edebileni kötü arkadaşlardan ayırmalı,<br />

akllı, tecribeli kimselerin yanında bulundurmalıdır. İsrâfın âfetlerini duyurmalı,<br />

zor ile, hattâ azarlıyarak, cânını yakarak, mal dağıtmakdan vazgeçirmelidir.<br />

İkincisi, cehlin ilâcını öğretmekdir.<br />

Üçüncüsü: Riyâ, kalb hastalığının dokuzuncusu olup, uzun anlatmış idik. [(İslâm<br />

Ahlâkı) kitâbımızda uzun yazılıdır.]<br />

Dördüncü ilâc, gevşeklik ve tenbellik için olup, kalb hastalıklarının otuzikinci-<br />

– 645 –


sidir. Bunun kötülüğünü anlamak için, Vennecmi sûresi, otuzdokuzuncu âyet-i kerîmesinin,<br />

(İnsan, ancak çalışdığının fâidesini görür) meâl-i şerîfi yetişir. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” tenbellikden Allahü teâlâya sığınmış, (Yâ Rabbî!<br />

Beni, keselden koru!) diye düâ etdiğini, Âişe “radıyallahü anhâ” ve Enes bin<br />

Mâlik, (Buhârî) ve (Müslim)de bildirmişlerdir. Tenbelliğin ilâcı, çalışkanlarla<br />

konuşmak, tenbel, uyuşuk kimselerden kaçınmak, Allahü teâlâdan hayâ etmek lâzım<br />

geldiğini ve azâbının şiddetli olduğunu düşünmekdir. Dînini iyi bilen ve her<br />

hareketi, bilgisine uygun olan sâlih kimselerle görüşmeli, günâh işliyen, Allahü teâlânın<br />

emr ve yasaklarına uymayıp, yalnız söz ile müslimânları okşayan, avutan yalancılardan,<br />

Ehl-i sünnet kitâblarındaki bilgileri öğrenmemiş câhillerden uzak<br />

olmalıdır.<br />

İsrâf çok kötü bir huydur. Çirkinliği meydândadır. Kalbi, durmayıp karartan,<br />

kemiren, tehlükeli bir hastalıkdır. Tedâvîsi de pek güçdür. Bu sıfat kalbi kaplamadan<br />

önce, giderilmesi için ve bu felâketden kurtulmak için bütün ilâclarına baş vurup<br />

uğraşmalıdır. Kurtarması için, Cenâb-ı Hakka yalvarmalı, düâ etmelidir. Allahü<br />

teâlâ, çalışana, her güçlüğü kolaylaşdırır. O, sığınılacak, güvenilecek, biricik<br />

yardımcı ve kurtarıcıdır. İmâm-ı Birgivînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Tarîkati<br />

Muhammediyye) kitâbındaki isrâf bahsi burada temâm oldu.<br />

Süâl: Tütün içmek isrâf mıdır?<br />

Cevâb: İsrâf, ister kendi için, ister başkası için olsun, malı harâm olan yere vermekdir.<br />

Azı da, çoğu da isrâf olur. Büyük günâh olur. İçki için, kumâr için, oyun<br />

için vermek böyledir. Sigara harâm olsaydı, buna az veyâ çok verilen para isrâf olurdu.<br />

Sigarayı az içmek harâm değildir, mubâhdır. Parayı, malı, halâl, mubâh olan<br />

yerlere vermek, iki dürlü olur:<br />

Birincisi: Kendi bedeni için, yimekde, içmekde, giyinmekde, ev kurmakda, tabî’atinin<br />

çekdiği şeye, ihtiyâcından fazla harc etmek, isrâf olur. Meselâ bir şeyi yimek,<br />

içmek isteyince, doydukdan sonra, fazlası isrâf olur. Bunun küçük günâh olduğu,<br />

(Redd-ül-muhtâr)da, nemâzın vâcibleri başında bildirilmekdedir.<br />

İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî “rahmetullahi aleyh”, üçüncü cild,<br />

elliikinci mektûbu, kitâbımızın üçüncü kısmının otuzsekizinci maddesinde yazılıdır.<br />

Bu mektûbda buyuruyor ki, (İnsan ve hayvanların bedeni dört şeyden yapılmışdır<br />

[toprak maddeleri, su, hava ve nâr, ya’nî harâret]. Birbirine benzemiyen,<br />

hattâ birbirinin aksi olan bu dört şeyin ihtiyâcları ve îcâbları vardır. Bedendeki harâretden<br />

[ısıdan] dolayı [ısı kudret kaynağı olduğu için], insan ve hayvanlar, kendini<br />

beğenmekde, üstün görmekdedir. Şehvet ve gadab kuvvetleri ve başka kötülükler,<br />

bu dört şeyden ileri gelmekdedir).<br />

İşte bu ihtiyâc ve îcâblar, hayvanların ve insan tabî’atinin çekdiği, istediği şeyler<br />

olup, sevk-ı tabî’î, [iç güdü] denilmekdedir. Aklı olan kimse, bu sevk-ı tabî’îleri<br />

islâmiyyetin emr etdiği, izn verdiği gibi kullanır ve günâh olmaz. Aklı dinlemiyenler<br />

ise, nefse uyarak, mubâhlardan dışarı taşar. Günâha girer. Çünki nefs,<br />

sevk-ı tabî’îleri, mubâhların dışına çıkarmağa zorlıyan, mubâhlardan başka şeyler<br />

de istiyen bir kuvvetdir. İnsanların duygu organları ve hareket sinirleri, kalb ismindeki<br />

bir kuvvetin emrindedir. Bedenin dört yapı maddesi ile nefs ve kalb kuvvetlerini<br />

bir arada tutan, çalışdıran kuvvet de, rûhdur. Kâfirlerin ve günâh işliyen<br />

mü’minlerin nefsleri azmış, kalbi ve rûhu kaplamışdır. Bu üç kuvvet birleşmiş gibi<br />

olup nefsin istediğini yapmakdadırlar. İslâmiyyete uyunca, bu üç kuvvet birbirinden<br />

ayrılıp, kalb ve rûh kuvvetlenir ve nefs za’îfliyerek, kalb ve rûh, nefsin baskısından,<br />

kumandasından kurtulur ve temizlenmeğe başlar. Her ikisi de, işlerini<br />

Allahü teâlânın rızâsı için, iyilik için yapar.<br />

Hayvanlarda, kalb, rûh ve nefs olmadığından, sevk-ı tabî’î ile hareket ederler.<br />

Meselâ acıkınca, doyuncaya kadar, bulduklarını yirler. İnsanlar ise, kalb ile hareket<br />

eder. Kalb, nefse uyarsa, bulduğu ile doymaz. Harâm olan şeyleri arar. Doy-<br />

– 646 –


dukdan sonra da yir. Meselâ, sıcakda, insanın tabî’ati, serin bir şey isteyince, kalb<br />

akla uyarsa, islâmiyyetin izn verdiği su, şerbet, limonata, gazoz ve dahâ birçok içecekleri<br />

ve lüzûmu kadar alır. Aklı dinlemeyip, nefse uyarsa, mubâhları ihtiyâc<br />

olan mikdârdan fazla ister ve nefsin istediği harâm içkilere de sapar. Nitekim,<br />

üçüncü cild, yirmiyedinci mektûbda buyuruyor ki, (İnsanın ba’zı arzûları, tabî’atinden<br />

ileri gelmekdedir. Beden sağ kaldıkca, hiç kimse bu isteklerden kurtulamaz. Meselâ,<br />

harâret artınca, insanın tabî’ati serin birşey içmek ister. Soğukda, sıcak birşey<br />

ister. Böyle istekleri yapmak günâh değildir ve nefse uymak değildir. Çünki, tabî’atimizin<br />

zarûrî istekleri mubâhdır. [Bunlara (ihtiyâc maddeleri) denir. İhtiyâc maddelerini<br />

lâzım olduğu kadar kullanmak sünnetdir. Çünki, bu tabî’î istekler] nefs-i<br />

emmârenin arzûlarının dışındadır. Nefs, mubâhların lüzûmundan fazlasını ve şübhelileri<br />

ve harâmları ister. Mubâhların zarûrî mikdârı ile doymaz). Üçüncü cild, seksenaltıncı<br />

mektûbda buyuruyor ki, (Riyâzet çekmek, mubâhları da azaltıp, zarûret<br />

mikdârı kullanmak demekdir).<br />

Görülüyor ki, malı, ihtiyâc olan mubâhlara harc etmek isrâf değildir. Günâh olmaz.<br />

Sigaraya alışmış kimsenin tabî’ati, ekmek ister gibi, tütünü istiyor. Böyle kimsenin,<br />

ihtiyâcı kadar kullanması isrâf olmaz. Fakîr bir kimsenin, çoluk çocuğuna<br />

ekmek parası bulması lâzım olduğu gibi, kendi tütün ihtiyâcını da karşılaması lâzım<br />

olur. Sigaraya alışmış bir kimsenin, (Çoluk çocuğunun nafakasını kesip de kendine<br />

sigara alması isrâf olmaz mı?) demek, (Kendine, doyuncıya kadar yimek<br />

için ekmek alması isrâf olmaz mı?) demeğe benzer. Hattâ böyle, fakîr birinin, su<br />

yerine, gazoz, limonata içmesi isrâf olup, tütün alması isrâf olmaz.<br />

Şunu da bildirelim ki, çoluk çocuğunun nafakasını karşılayacak kadar mal kazanmak<br />

için çalışmak farzdır. İhtiyâclarını karşılamak için, fazla çalışmak sünnetdir.<br />

Bunlar, ikinci kısm, 38. ci maddede bildirilmişdir. Çalışan kimse, nafakadan<br />

kesecek kadar fakîr olmaz. Nafakadan kesecek kadar fakîr kimse, tütün içdiği için<br />

değil, çalışmayıp, bu derece fakîr kaldığı için günâha girer.<br />

Sigaraya alışmamış fakîr kimsenin, tabî’ati çekmediği zemân, nafakadan kesip<br />

sigara alması, su yerine gazoz içmesi gibi, doğru olmaz. Fekat, bu derece fakîrlik,<br />

tenbellikden ileri gelir. Çalışmayıp fakîr düşerek, kendini ve çoluk çocuğunu<br />

zarûrî lâzım olanlardan, nafakadan mahrûm bırakmak harâmdır. İhtiyâc olanlardan<br />

mahrûm bırakmak mekrûh olur.<br />

İkincisi: Malı kendi bedeni için kullanmadığı zemân, hakkı, ya’nî lüzûmu olmayan<br />

yere, az da sarf etmek isrâf olur. Meselâ, malı ateşde yakmak, denize atmak<br />

böyledir. Lüzûmu olan yere, lüzûmundan fazla vermek de isrâf olur. [Meselâ, çoluk<br />

çocuğuna ihtiyâclarından fazla şeyler vermek isrâf olur. İhtiyâc, islâmiyyetin<br />

gösterdiği mikdârlar ile ve memleketin âdetine göre belli olur.] Görülüyor ki, malı<br />

sarf edecek yerleri ve kendi malındaki başkalarının hakkını öğrenmek lâzımdır.<br />

İnsanın, kendi malında bulunan, başkasının hakkını ödemesi, isrâf değildir.<br />

Bu hakları hemen vermek lâzımdır. Bu hakların en mühimmi, zekâtdır.<br />

Erenlerin sohbeti, ele giresi değil.<br />

Sohbete kavuşanlar, mahrûm kalası değil.<br />

Gezmek gerek her yeri, bulmak için, bir eri,<br />

sarraf tanır cevheri, magbûn bilesi değil.<br />

Akar suyun başına, kapalı desti konsa,<br />

kırk yıl, orda dursa da, âbı alası değil.<br />

Sohbet, kalbi eder pâk, ona imrenir eflâk,<br />

âdemi, ârif eden, tâcu hırkası değil.<br />

Önce îmân etmeli, harâmdan, el çekmeli,<br />

rûh gıdâsın bilmeli: Bâdem helvası değil!<br />

– 647 –


45 — YİMEK, İÇMEK ÂDÂBI<br />

Yimeğe ve içmeğe başlarken, (Besmele) okumalıdır. Yimek ve içmek sonunda<br />

(Elhamdülillah) demelidir. Bunları söylemek ve yimekden önce ve yimekden<br />

sonra el yıkamak ve sağ el ile yimek ve sağ el ile içmek sünnetdir. [Resûlullahın<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” yimekden sonra okuduğu ve okunmasını emr etdiği<br />

düâlar, (Şir’at-ül-islâm) şerhinde ve (Mevâhib-i ledünniyye)de yazılıdır.] Yimekden<br />

evvel el yıkarken, önce gençler, yimekden sonra, önce yaşlılar yıkar. Yimekden<br />

sonra elleri kâğıda silmek câiz olmadığı, (Fetâvâ-yı Hindiyye) beşinci cüz’de<br />

yazılıdır. Herkese hâtırlatmak için Besmele, yüksek sesle söylenebilir.<br />

Önce el kurulanmaz. Yimekden sonra yıkayınca bezle silip kurulanır. Önce el<br />

yıkarken ağzı da yıkamak sünnet değildir. Fekat cünübün, ağızını yıkamadan yimesi<br />

mekrûh olup, hâizin mekrûh değildir. Tuzluğu, tabağı ekmek üstüne koymak,<br />

elini, bıçağı ekmeğe silmek mekrûhdur. Bu ekmek yinirse, mekrûh olmaz. Otururken<br />

birşeye dayanmak ve başı açık yimek câizdir. [1] Ekmeğin içini yiyip kabuğunu<br />

bırakmak, pişkin yerini yiyip, gerisini bırakmak isrâfdır. Kalanı başkası veyâ hayvân<br />

yirse isrâf olmaz. Tabağın kenârından yimek, kendi önünden yimek, sağ ayağı<br />

dikip, sol ayak üstüne oturmak sünnetdir. Çeşidli meyve bulunan tabağın orta<br />

tarafından almak câizdir. [Fekat, başkasının önünden almak yine câiz değildir.] Çok<br />

sıcak şey yimemeli ve koklamamalıdır. İmâm-ı Ebû Yûsüf, buna sessiz üflemek câizdir<br />

dedi. Yirken hiç konuşmamak mekrûhdur. Ateşe tapanların âdetidir. Neş’eli<br />

konuşmalıdır. Tuz ile başlamak ve bitirmek sünnetdir ve şifâdır. [İlk ve son lokma<br />

ekmekle yapılır ve ekmekdeki tuza niyyet edilirse, bu sünnet yerine getirilmiş olur.]<br />

Parmakları yıkamadan önce veyâ bez ile silmeden önce yalamak sünnetdir.<br />

(Şir’at-ül-islâm) kitâbında diyor ki, yime ve içme bilgisini öğrenmek, ibâdet bilgisini<br />

öğrenmekden önce gelir. Buğday ekmeğine arpa karışdırmak sünnetdir ve<br />

bereketlidir. İslâmiyyetde, önce çıkan bid’atden biri, doyuncaya kadar yimekdir.<br />

Hergün et yimek, kalbe sıkıntı verir. Melekler sevmez. Eti az yimek ise ahlâkı bozar.<br />

Sofra, ya’nî yaygı üstünde yimek ve bunu yere sermek hoş olur. Sofra, deriden<br />

olur. Mendil üzerinde yimek, eski acemlerin âdetidir. Bitkisel yemek çok iyidir.<br />

Nebâtî yemek bulunmıyan sofra aklsız ihtiyâra benzer. İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık<br />

buyurdu ki, (Malı ve evlâdı çok olmak istiyen bitkisel yemek çok yisin!). Önce sofraya<br />

oturmalı, yemeği sonra getirmelidir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”,<br />

(Ben kulum. Kullar gibi, yere oturup yirim) buyurdu. Acıkmadan yimemeli,<br />

doymadan kalkmalı, şaşacak şey olmadan gülmemeli, gündüz [sünnet olan<br />

(Kaylûle)den fazla] uyumamalıdır. Hadîs-i şerîfde, (İyiliklerin başı açlıkdır. Kötülüklerin<br />

başı toklukdur) buyuruldu. Yemeğin tadı, açlığın çokluğu kadar artar. Tokluk,<br />

unutkanlık yapar. Kalbi kör eder, alkollü içkiler gibi, kanı bozar. Açlık, aklı<br />

temizler, kalbi parlatır. Fâsıklarla [kötülerle] birlikde yimemeli, içmemelidir. Kaynar<br />

yemekleri, örtülü olarak soğutmalıdır. Sabâh ve akşam yimelidir. Hadîs-i şerîfde,<br />

(Sağ el ile yiyiniz. Sağ el ile içiniz) buyuruldu. Üç parmakla yimek sünnetdir.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, ekmeği sağ eli ile alır, sonra karpuzu<br />

sol eli ile yirdi. Ekmeği bir eli ile değil, iki eli ile koparmalıdır. Lokma küçük olmalı<br />

ve iyi çiğnenmelidir. Sağına, soluna, havaya bakmamalı, lokmasına ve önüne<br />

bakmalıdır. Ağzını çok açmamalıdır. Sofrada elini, üstüne, başına sürmemelidir. Öksüreceği<br />

ve aksıracağı zemân, başını geriye çevirmelidir. Ekmek bıçakla kesilebilir.<br />

Dilimler bıçakla lokma yapılmaz. Eti bıçakla değil, el ile parçalamalıdır. Küflü<br />

ekmek, kokmuş yemek ve su mekrûhdur.<br />

Çağırılmayan sofraya oturmamalıdır. Sofrada herkesden çok yimemelidir. Karnı<br />

doyunca, bunu günâh işlemekde kullanmamak için düâ etmelidir. Bunun kıyâ-<br />

[1] Hediyyet-ül-mehdiyyîn<br />

– 648 –


metdeki hesâbını düşünmelidir. İbâdet yapmağa kuvvetlenmek niyyeti ile yimelidir.<br />

Aç iken de, yavaş yavaş yimelidir. Önce büyükler başlamalıdır. Üçden çok<br />

(yi) diyerek, kimseye sıkıntı vermemelidir. Ev sâhibinin sofraya oturmayıp hizmet<br />

etmesi câizdir. Birlikde yidiği zemân, müsâfirleri doymadan, yemekden elini çekmemelidir.<br />

Yemekde korkunç ve iğrenç şeyler söylememelidir. Ölümden, hastalıkdan,<br />

Cehennemden konuşmamalıdır. Sofraya gelen yemeklere bakmamalıdır.<br />

Bir lokmayı yutmadan önce, ikinciyi eline almamalıdır. Yemek arasında, birşey için,<br />

hattâ nemâz için, sofradan kalkmamalıdır. Nemâzı önce kılmalıdır. Eğer, hâzırlanmış<br />

yemekler soğuyacak veyâ bozulacak ise ve nemâz vakti, yemekden sonra kılmağa<br />

elverişli ise, nemâzdan önce yimelidir. Yemek kaldırıldıkdan sonra, sofradan<br />

kalkmalıdır. Yol üstünde, ayakda, yürürken yimemelidir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu<br />

ki, (İnsan kalbi, tarladaki ekin gibidir. Yemek, yağmur gibidir. Fazla su,<br />

ekini kurutduğu gibi, fazla gıdâ kalbi öldürür). Bir hadîs-i şerîfde, (Çok yiyeni, çok<br />

içeni Allahü teâlâ sevmez) buyurdu. Çok yimek, hastalıkların başı, az yimek<br />

[ya’nî perhîz etmek] ilâcların başıdır. Mi’denin üçde biri yemeklere, üçde biri<br />

içeceklere ayrılmalıdır. Üçde biri hava payı, ya’nî boş olmak en aşağı derecedir.<br />

En iyi derece, az yimek ve az uyumakdır. (Teshîl-ül-menâfi’)de diyor ki, (Yemek<br />

vaktleri olarak en fâidelisi, iki gün ve iki gecede üç kerre yimekdir). [Ya’nî, hergün<br />

üç kerre değil, iki günde üç kerre yimelidir. Ya’nî, sabâh, akşam, öğle, sabâh<br />

şeklinde bir aşırı vaktlerde yimelidir.] Bir kişilik yemek, iki kişiye yetişir. Müsâfir,<br />

ev sâhibinden tuz ile ekmekden başka şey beklememelidir. Ev sâhibi, müsâfire<br />

lokma uzatmalıdır. Eline su dökmelidir. Halîfe Hârûnürreşîd “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”, müsâfirinin eline ibrikle su dökerdi. Müsâfirin sevdiği şeyi, ağzına<br />

vermelidir. Temiz yere düşürdüğünü alıp ona vermelidir. Kirlendi ise, kediye ve<br />

başka hayvanlara bırakmalıdır. Böyle evin bereketi artar. Torunlarına bile ulaşır.<br />

Yere düşenler toplanmazsa şeytân yer. Kapda kalanı sıyırıp, yimek sünnetdir. Hoşaf,<br />

ayran gibi şey artığına su koyup, çalkalayıp içmek çok sevâbdır. Tabakda, bardakda<br />

artık bırakmak câizdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, mü’minin<br />

artığını yimesini severdi.<br />

Yimekden sonra dişleri misvak ile [kürdanla] temizlemek sünnetdir. Temizlikdir.<br />

Temizlik îmânı kuvvetlendirir. Dişler arasından hilâl [kürdan] ile çıkarılan şeyleri<br />

yutmamalıdır. [Bu temizliği musluk başında yapıp, diş arasından çıkan kırıntıları,<br />

delikli taşa atmalı, sofrada bulunanları iğrendirmemelidir.] Dil ile toplanan<br />

yutulabilir. Fesleğen, nar dalı ve kamış, incir, ılgın, süpürgeden hilâl olmaz. Yemekden<br />

sonra ev sâhibine, bereket, rahmet ve mağfiret ile düâ edilir. Sonra, gitmeğe<br />

izn istenir. Yemeğe da’vet edilir.<br />

Ağzında, elinde et, yemek kokusu varken yatmamalıdır. Çocukların elini de yıkamalıdır.<br />

Tok iken yatmamalıdır. Gıdâ maddelerini, lüzûmu kadar ölçerek almalı,<br />

ölçüsüz, çok almamalıdır. İsrâf olur. Yiyecek ve içecek kapları, kapaklı olmalıdır.<br />

Nehrden, havuzdan eğilip, ağız ile içmemelidir. İbrik, desti ağzından da içmemelidir.<br />

Fincânın, bardağın kırık yerinden içmemelidir. Sap olan yerinden de içmemelidir.<br />

Akşam yatarken yiyecek ve içecek kaplarının üstü örtülmelidir. Kapılar<br />

kapanmalıdır. Işıklar söndürülmelidir. Çocuklar eve gelmiş olmalıdır. Geceleri<br />

cinnîler yayılır. Sağ el ile içmelidir. İçdiği suya bakmalıdır. Üç nefesde içmelidir.<br />

Soluğu suya değil, bardağın dışına vermelidir. Yazın, serin içmelidir. Çok soğuk<br />

içmemelidir. [Dondurma yimemelidir.] Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” serin<br />

şerbet içmesini severdi. (Ayakda içmeyiniz!) buyururdu. Zemzem suyu, abdest<br />

aldıkdan sonra kalan su ve ilâc yutmak için içilen su ayakda içilebilir. Yolcu, her<br />

suyu ayakda içebilir denildi. Aç karna su içmemelidir. Suyu yavaş yavaş emerek<br />

içmelidir. Ağzı doldurarak içmemelidir. Nefes verirken bardağı ağızdan çekmelidir.<br />

Kaynar şeyi, soluyarak içmemeli. Soğutup, sonra içmelidir. Suya birşey düşerse,<br />

parmakla veyâ kürdanla almak kolaysa almalı, alınamazsa, suyun bir parçası-<br />

– 649 –


nı dışarı dökerek gidermelidir. Suyun hepsini bir solukda içmemelidir. Müslimânın<br />

ve hele sâlih insanların artığını içmek bereketlidir. Birkaç kişiye su verirken,<br />

önce âlimlere, sonra yaşlılara, en son çocuklara verilir. Yirken, yürürken, otururken<br />

de, bu sıra gözetilir. Kendisi sonra içmelidir. Yanında oturanlara birşey verirken,<br />

kendi sağında olandan başlanır. Sonra, onun sağındakine olarak devâm edilir.<br />

Sağdakinin izni ile önce soldakine verilebilir. Hadîs-i şerîfde, (Günâhı çok olan,<br />

çok su dağıtsın!) buyuruldu.<br />

Herîse, ya’nî keşkek pişirmesini, Peygamber efendimize, Cebrâîl “aleyhimesselâm”<br />

öğretdi. Herîse, insanı çok kuvvetlendirir. Bütün Peygamberler “aleyhimüsselâm”<br />

arpa ekmeği yimişdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kabak tatlısını<br />

ve mercimek çorbasını, av etini ve koyun etini severdi. Koyunun kol ve göğüs<br />

ve kürek tarafını severdi. Oğlağın kürek etini çok severdi. Oğlak etinin hazmı<br />

kolaydır. Herkes için uygundur. Erkek hayvan eti, dişiden ve esmer et beyâzdan<br />

dahâ kolay hazm olur. Hazmının kolaylığı ve lezzeti bakımından koyunun eti,<br />

ineğin sütü dahâ iyidir. Av etlerinin en iyisi geyik etidir. Tavşan eti halâldir. İdrâr<br />

söker, fazlası uykusuzluk yapar. Herkes için uygundur. Kuş, piliç eti herkes için iyidir.<br />

Kümes hayvanlarından eti en iyi olanı tavukdur. Sirke, en fâideli yemekdir. Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, (Sirke, ne güzel yiyecekdir) buyurdu.<br />

Hurma da yemekdir. Ya’nî ekmek ile yinir. Üzüm, hem yemekdir, hem de meyvedir.<br />

Üzümü ekmekle yimek sünnetdir. Hurmayı tek yimek sünnetdir. Kuru üzüm,<br />

ceviz, bâdem yimek sünnetdir. Balda şifâ vardır. Yetmiş Peygamber “aleyhimüsselâm”<br />

bala bereket ile düâ etmişdir. Resûl “aleyhisselâm”, hurmayı çok severdi.<br />

Hurma ile kavun, karpuzu birlikde yirdi. Kavun, karpuz böbrekleri temizler, baş<br />

ağrısını giderir. Solucan düşürür. Gözlere kuvvet verir. Serin şerbetleri çok severdi.<br />

Pilâv yirken salevât-i şerîfe okumalıdır. Hadîs-i şerîfde, baklayı kabuğu ile yimek<br />

medh edildi. Habbetüssevdâ, ya’nî şûniz [çörek otu] derdlere devâdır buyurdu.<br />

Cevizi peynirle yimek şifâdır. Bunları yalnız yimek zarardır. Bir şey ile berâber<br />

yimelidir. Üzüm çekirdeği zararlıdır. Üzüm salkımını sol eline alır, üzümü sağ<br />

el ile yirdi. Ayva, kalbden sıkıntıyı giderir. Hâmile kadın yirse, çocuğu güzel olur.<br />

[(Eczâcılık mecmû’ası) 1970 (11). ci sayısında diyor ki, (Elma yiyenlerde aklî bozuklukların<br />

ve teneffüs yolları râhatsızlıklarının azaldığı ve diş çürümesi nisbetinin<br />

yüzde otuzdan dahâ az olduğu İngilterede tesbît edildi).] Her kavun, karpuz<br />

ve narda bir damla Cennet suyu vardır. Bir narı yalnız yimeli, bir damlası boş yere<br />

gitmemelidir. Nar, çarpıntıya iyidir. Mi’deyi kuvvetlendirir. Et kısmı ile birlikde<br />

sıkılıp içilirse, safra söker, pekliği giderir. İncir, kalbe ferahlık verir. Kuluncu,<br />

sindirim organı sancılarını giderir. Yeşil hıyârı tuz ile yimek, cevzi hurma ile bal ile<br />

yimek sünnetdir. (Patlıcan, zarar niyyeti ile yinirse, zarar verir. Şifâ niyyeti ile yinirse,<br />

fâide verir) hadîsinin sahîh olmadığı, İbni Râvendînin sözü olduğu, (Fevâid-i<br />

câmi’a)da yazılıdır. Fekat, hadîs-i şerîfde, patlıcan medh olundu ve zeytin yağlı<br />

yapınız buyuruldu. Semizotunu da medh buyurdu. Kereviz, unutkanlığı giderir.<br />

İdrâr söker. Kan ve süt yapar. Kara ciğeri temizler. Harşef, ya’nî enginâr, safra taşını<br />

eritir, kanı temizler, damar sertliğine iyi gelir. Ter kokusunu da giderir. Tatlı<br />

yapılan kabak suyu, göz ağrısına sürülür. Zehrsiz ak mantar yimek câizdir. Bir memlekete<br />

gelenin, önce biraz çiğ soğan yimesi sıhhate iyidir. Soğan, mikroplara karşı<br />

koyma gücünü artdırır. Soğandan sonra kereviz yinirse, fenâ kokusunu giderir.<br />

Sedef otu yimekle de kokusu gider denildi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” son yidiği yemeğin içinde soğan vardı. (Soğan ve sarmısağı pişmiş olarak<br />

yiyiniz), buyururdu. Bunların kokusundan melekler incinir. Turup, idrâr söker. Hazmı<br />

kolaylaşdırır. Balçık, kil yimemelidir, harâmdır. Rengi ve kuvveti giderir. Alî<br />

“radıyallahü anh” buyurdu ki, (Üç şey ahmaklıkdır: Diş ile tırnak uçlarını yimek,<br />

sakal yolmak ve balçık yimek). Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, kuluna derd<br />

vermek isterse, sakalını yolmağı ve tırnağını ısırmağı âdet eder) buyuruldu. Koku<br />

verilen kimse almalı, koklamalıdır. Gül koklayınca, salevât-ı şerîfe getirmeli-<br />

– 650 –


dir. Çünki, mubârek teri, gül gibi kokardı. Hadîs-i şerîfde, (Üç şey, bedeni besler:<br />

Güzel koku, yumuşak kumaşdan güzel elbise ve bal yimek) buyuruldu. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” yumurta yirdi ve severdi. Akı yüze sürülürse, güneş<br />

yakmasını önler. Kümes hayvanları hastalanıp ölürse, içme sularına [bir teneke<br />

suya iki çay kaşığı] tentürdiyod koymalıdır. Hastalığı izâle eder.<br />

Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm-i Fârûkînin üçüncü oğlu, büyük âlim, üstün<br />

velî, mürevvic-üş-şerî’a Muhammed Ubeydüllah Serhendî “kaddesallahü teâlâ<br />

sirrehümâ”, (Hazînet-ül-me’ârif) kitâbında yüzkırkbeşinci mektûbda diyor ki,<br />

(Ebû Dâvüd, Mu’âz bin Cebelden ve Enes bin Mâlikden gelen şu hadîs-i şerîfi haber<br />

vermekdedir: (Bir kimse, yemek yidikden sonra, Elhamdülillahillezî at’amenî<br />

hâzet-ta’âm ve rezekanî-hi min gayri havlin minnî ve lâ-kuvvete derse, geçmiş<br />

ve gelecek günâhlarından çoğu afv olunur. Yeni bir elbise giydiği zemân, elhamdülillahillezî<br />

kesânî hâzessevb ve rezekanî-hi min gayri havlin minnî ve lâ kuvveh<br />

derse, geçmiş ve gelecek günâhlarından çoğu afv olunur).) Vehhâbîler ve bunların<br />

yolundaki mezhebsizler, yemekden sonra düâ etmek bid’atdir diyorlar. Bunlara<br />

cevâb olarak, yukarıdaki hadîs-i şerîf yetişir. Birinci kısmda, 64. cü maddenin<br />

sonuna bakınız! Fıkh bilgilerinin mütehassısı, ondördüncü asrın müceddidi, (Medresetül-mütehassısîn)de<br />

tesavvuf kürsîsi müderrisi seyyid Abdülhakîm efendi<br />

“kuddise sirrûh”, yemeklerden sonra, şu düâyı okurdu: (Elhamdülillahillezî eşbe’anâ<br />

ve ervânâ min-gayri-havlin minnâ ve lâ kuvveh. Allahümme at’im-hüm kemâ<br />

at’amûnâ!).<br />

Ârif-i kâmil kelâmın duymağa irfân gerek,<br />

sırr-ı muğlakdır gönülde zevk ile vicdân gerek!<br />

Bir hazînedir tesavvuf, mâlik olmaz her hasîs,<br />

bulmağa anı cihânda, bir yeğit sultân gerek!<br />

İnci taşıyan sedefe, kavuşmak kolay olmaz,<br />

bulunmaz nehr içinde, bahr-i bî pâyân gerek!<br />

Ma’rifet da’vâsı eden, sahtekâr bilmezmi ki,<br />

kalbdeki arzûya elde, huccet-ü burhân gerek!<br />

Ârif gezer halk içinde, herkes tanımaz onu,<br />

aşk ateşinde yanarak, hâk ile yeksân gerek!<br />

Şöhretle övünen kimse, Hakdan nasîb alamaz,<br />

bâtının umrânı için, zâhiri vîrân gerek!<br />

Ölmeden önce ölerek, kabri ve haşri görüp,<br />

Mâlik-ül-mülk huzûrunda, kalbi hem hayrân gerek!<br />

İslâmiyyet sırâtı ile, nefs ateşinden geçip,<br />

kalbi habâisden ârî, Ravda-i Rıdvân gerek!<br />

Söylediği, işitdiği, her dâim fikr etdiği,<br />

bî-kem ve bî-keyf olarak, hazret-i Rahmân gerek!<br />

Ey Niyâzî, Hakka vuslat, herkese olmaz nasîb,<br />

güneşden zıyâ alacak, ay gibi insan gerek!<br />

__________________<br />

Zi hicri dostân, hûn şüd derûn-ı sîne-i cân-ı men,<br />

firâk-ı hem-nişînân suht magz-ı istihân-ı men.<br />

– 651 –


46 — HASTA YEMEKLERİ<br />

Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, herşeyi sebeble yaratır. Birşeye kavuşmak için,<br />

bu şeyin yaratılmasına sebeb olan şeyi yapmak lâzımdır. Herşeyin yaratılmasında<br />

müşterek olan ma’nevî sebeb, sadaka vermek, yetmiş kerre (Estagfirullah min<br />

külli mâ kerihallah) düâsını okumakdır. Bu iki ma’nevî sebeb, maddî sebebleri bulmağa<br />

da yardım eder.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Allahü teâlâ, her hastalığın ilâcını<br />

yaratmışdır. Yalnız, ölüme çâre yokdur) ve (Hastalıkların başı, çok yimekdir. İlâcların<br />

başı, perhîzdir) ve (Hastalarınızı, sadaka vererek tedâvî ediniz!) buyurdu.<br />

Hastalıkların ilâclarını bildiren kitâblara, (Kitâb-ül-edviye), (formüler farmasötik)<br />

ve (Acrabadin) denir.<br />

İnsan hasta olmamağa dikkat etmelidir. Bunun için de, islâmiyyete uygun yaşamak<br />

lâzımdır. İslâmiyyete uymakda gevşek davranarak, hasta olan kimse, ilâc<br />

almalı, perhîz etmeli ve fakîrlere sadaka nezr etmeli ve sık sık sadaka vermelidir.<br />

Perhîz, ya’nî Regime [Rejim] yapmak câiz ve lâzım olduğunu, (Teyemmüm âyeti)<br />

göstermekdedir. (Su zarar verince, kullanmayın, teyemmüm edin!) meâlindeki<br />

âyet-i kerîme meşhûrdur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i<br />

Alî ile bir eve gitdi. Meyve getirdiler. Hazret-i Alînin gözleri ağrıyordu. Meyveden<br />

kendisi yidi. Hazret-i Alîye, (Sen yime! Göz ağrısına zarar verir) buyurdu. Pişmiş<br />

pazı ile arpa getirdiler. (Bundan yi! Gözüne fâide verir) buyurdu. Ödemi<br />

olanlara, (Su içmeyin! Suya perhîz ediniz!) buyururdu. İslâm âlimleri, tıb ve tedâvî<br />

üzerinde çok kitâb yazdı. Bunlardan Dâvüd-i Antâkînin, (Tezkiret-ü ülil-elbâb)<br />

kitâbı ve türkçe (Nusret efendi risâlesi) ve İbrâhîm Ezrakın, (Teshîl-ül-menâfi’) kitâbı<br />

ve Ebû Abdüllah Zehebînin, (Et-tıbbün Nebevî)si çok kıymetlidir. Son ikisi,<br />

1396 [m. 1976] da, İstanbulda, (Hakîkat kitâbevi) tarafından ofset yolu ile basdırılmışdır.<br />

Perhîzi, hadîs-i şerîflerden ve tecribeli kimselerden ve tabîbden öğrenmelidir.<br />

İlâc kullanmak ve perhîz yapmak sünnetdir. [Vâcib ve farz olduğu yerler<br />

de vardır. 130 ve 688. ci sahîfelere bakınız!] Bunun için, perhîze de çok lüzûm gösteren<br />

hastalıklardan, otuzaltı hastalıkda nasıl perhîz edileceği ve bunlara karşı hangi<br />

ilâcları kullanacağı aşağıda bildirilmişdir. Ayrıca, uçuk, dudak ve el çatlaması,<br />

kaşıntı, arı sokması, yanık ve arpacık için kısa tedâvî yolları gösterilmişdir.<br />

Aşağıdaki perhîzler, Fransada kullanılan, meşhûr Lemoine ve Gerardın, (Formulaire<br />

consultation medicales) adındaki fransızca kitâbından terceme edilmişdir.<br />

1 — ALBÜMİNÜRİ: İdrârda albümin bulunmasıdır. Böbrek iltihâbını gösterir.<br />

İdrâr bulanıkdır. Sancı ile çıkar. Kanlı olabilir. Ateşli hasta yalnız süt içmeli.<br />

İdrâr söken sıvılar içmelidir. Tuzsuz yemekler bile yimemelidir. Fazla su içmemelidir.<br />

Böbrekleri yorar. Ateş düşmeden, bacaklardaki şiş inmeden yimeğe başlamamalıdır.<br />

Bunlar kalmayınca, günde bir litre süt verilir. Sonra, muhallebi ve tuzsuz<br />

ekmeğe başlar. Dahâ sonra, patates haşlaması ve sütlâc verilir.<br />

Böbrekden olmıyan albümin çıkaranlara perhîz lâzım değildir. Fekat, konserve,<br />

bahârat, biber, turşu, koyu kahve verilmemelidir.<br />

Tansiyonu yüksek ise, tuzsuz perhîz yapmalı, su az içmelidir. Tuzsuz perhîz, yirmidokuzuncu<br />

sıradaki (ÖDEM) hastalığında bildirilmişdir. Her sebze serbestdir.<br />

Nekris [gut]da varsa, ekşi sebze ve meyve yimemelidir. Ba’zı hastaya, süt, şişkinlik<br />

yapıyor. Bunlara kaymağı alınmış süt vermelidir. Gayr-i müslimler kefîr veriyorlar.<br />

Bu olmazsa, sebze suyu verilir. Hafîf hastalara, et ve yumurta çok pişmiş<br />

olarak verilebilir. Hiçbir zemân çiğ süt vermemelidir. Haftada bir iki gün üzüm verilir.<br />

Sabâh, öğle, akşam birer kilo tâze üzüm yir. Başka birşey yimez. Böyle üzüm<br />

perhîzi, prostat ve karaciğer hastalarına da fâidelidir.<br />

Böbrek hastalığı hafîfleyince çok taze kasab hayvanı ve kümes hayvanı etleri verilir.<br />

Yağlı et ve iç yağı verilebilir. Çünki, bunlarda kolesterin çok azdır. Lipoidlerin<br />

hazmını da kolaylaşdırırlar. Bunlar da kolesterini eritir. Kolesterin kumun hâ-<br />

– 652 –


sıl olmasını önler. Hamur işi ve sebze de verilir. Meyve de verilir. Az mikdârda fasulye,<br />

mercimek, bakla, nohud verilir.<br />

YASAK OLANLAR — Et suyu, av hayvanları, akciğer, karaciğer, böbrek, beyin,<br />

paça, dalak, işkembe, her çeşid balık, et ve balık konserveleri, yağlı maddeler<br />

yasakdır. Yalnız tâze tereyağı ve bitki yağları verilebilir.<br />

Lahna, kuzu kulağı, kuşkonmaz, domates, mantar yasakdır. Biber, kereviz, hıyâr,<br />

sarmısak gibi bahârlı şeyler yasakdır. Sirke yerine limon kullanmalıdır. Mayalı<br />

bütün peynirler yasakdır. Yumurta az yiyebilir. Koyu kahve ve koyu çay yasakdır.<br />

Çilek, ağaç çileği denilen âhu dudu yasakdır. Alkollü içkiler yasakdır.<br />

Böbrekleri zedeliyebilecek ilâclar, meselâ piramidon, antipirin vermemelidir.<br />

FÂİDELİ GIDÂLAR — Sebze çorbaları, kızarmış et, haşlama et, çok taze balık,<br />

yağlı beyâz peynir, az mikdârda süt, meyveler verilir. Tuza izn verilir.<br />

YEMEK CEDVELİ — Sabâh: Açık çay, kızarmış ekmek, tereyağı, bal, meyve<br />

reçeli. Öğle yemeği: Bir et parçası, iki tabak sebze, meyve. Akşam yemeği: Haftada<br />

üç gün sebze çorbası, bir tabak hamur işi veyâ sebze, meyve. Öğle ve akşam<br />

yemeklerinden sonra, bir fincan papatya çayı içmeli. Sigara içmemelidir.<br />

İDRÂRDA ALBÜMİN ARAMAK — İdrâr, cam hunideki pamukdan süzülür.<br />

Deney tüpünün yarısına kadar, süzülmüş idrâr konur. Üzerine, beşde biri kadar,<br />

koyu tuzlu su konur. Çalkalanıp, yukarı kısmı, alevde ısıtılır.<br />

A) Bulanmazsa, birşey yok demekdir. Birkaç damla asid koyup, yine ısıtmalı.<br />

Yine bulanmamalıdır.<br />

B) Tuzlu su koyup ısıtınca, bulanırsa:<br />

1 — Bir damla asid asetik (sirke rûhu) konur. Bulanıklık tekrâr erirse, yirmide<br />

bir sulu nitrat asidi (HNO 3 ) damlatıp ısıtılır:<br />

a) Tekrâr bulanırsa, aseto-solübl albümin var demekdir.<br />

b) Bulanmazsa, önceki bulanıklığın fosfat olduğu anlaşılır.<br />

2 — Asetik asid damlatınca, bulanıklık erimezse, albümin bulunduğu anlaşılır.<br />

Sağlam insan idrârında da, yorgunluk ve başka sebeblerle albümin bulunabilir.<br />

Albümin bulunan kimsenin böbreklerini kontrol etmek lâzımdır. Bunun için, idrârda<br />

silindir ve kan serumunda üre aranır. [1]<br />

Süleymâniyye kütübhânesi (Lâleli) kısmında, [3735] sayılı kitâbda diyor ki,<br />

üç gün beşer gram Râvend tozu yutunca, mesâne taşını eritir ve idrâr yollarını temizler.<br />

Akkavak yaprağını çay gibi hâzırlayıp içmek de böyledir.<br />

2 — ANEMİ (kansızlık): Deri, dudaklar, göz kapakları solukdur. Çarpıntı, baş<br />

dönmesi, soluk alma, ağrılar, mi’de ağrısı olur. Kanda al yuvarlar azalır. Ak yuvarlar<br />

sayısı değişmez. Kan zâyı’ etmek, havasızlık, ışık azlığı, hareketsizlik ve ba’zı<br />

hastalıklar sebeb olur.<br />

İştihâ azdır. Sevdikleri yemeği vermelidir. Bıkdırasıya et yidirmek doğru değildir.<br />

Sebzeli yemekler, etden dahâ fâidelidir. Çünki mi’deyi bozmaz.<br />

Eti çeşidli şekllerde vermelidir. Beyin çok iyidir. Çünki, beyinde çelik vardır. Kan<br />

yapar. Kemik suyu ve iliği vermelidir. Kan yapmasını kolaylaşdırır. Sığır eti suyu,<br />

yumurta sarısı çok vermelidir. Karaciğer ve dalak ızgara kebabı çok yimelidir. Bu<br />

ikisi kan yapar. Sebze eksik etmemelidir. Tere, ıspanak, yeşil lahna, hindibâ, maydanoz,<br />

kuru meyveler, tavşan eti, tavuk katısı, yumurta sarısı, kuşkonmaz, bezelye,<br />

patates, fasulye, havuç ve mercimekde de çelik vardır. Çok fâidelidirler. Her meyveyi<br />

yimelidir. Et yiyemiyenleri zorlamamalıdır. Eti sebze, hamur işi ile vermelidir.<br />

Demiri, iodu bol şeyler, meselâ mersin balığı, orkinos [istavrit azması], hamsi, yılan<br />

balığı yimeli, tâze balık yağı içmelidir. Mi’de ve karaciğer hülâsaları, folik asid ve<br />

B 12 vitamini almak lâzımdır. (Minadeks) adındaki kuvvet şurubu da çok fâidelidir.<br />

3 — ARTERİO-SCLEROZ (Damar sertliği): Tansiyon artar. Nabz atması ya-<br />

[1] Albüminin, civa iyodürlü Tanret mi’yârı ile aranması çok kolaydır.<br />

– 653 –


tarken çokdur. Ayakda dururken azdır. Nefes darlığı, çarpıntı, geceleri idrara çok<br />

kalkmak, berrak ve bol idrâr, karaciğer kifâyetsizliği bu hastalığın alâmetleridir.<br />

Karaciğer, beden fabrikasının büyük bir laboratuvarıdır. Sağ kaburga kemiklerinin<br />

ve diyaframın altında bulunur. İnce bağırsaklardan gıdâ maddelerini ve bir mikdâr<br />

zehrli maddeleri almış olan kanı getiren kılcal damarlar, birleşerek bir toplar<br />

damar hâlinde karaciğere girer. Burada tekrâr kılcal damarlara ayrılır. Her birindeki<br />

kan, kalburdan süzülüyormuş gibi, karaciğer içinde yayılır. Sonra yine başka<br />

kılcal damarlara girer. Bunlar da birleşerek, ciğerden çıkan bir damar, bu kanı kalbin<br />

sağ kulakcığına götürür. Karaciğer, bağırsaklardan gelen kandaki karbon-hidrat<br />

maddelerini tutar. Kana lâzım olan, az mikdârını kalbe gönderir. Böylece karaciğer,<br />

ihtiyât şeker deposu vazîfesini görür. Yumurta akı maddelerine ve yağlara da<br />

te’sîr eder. Gelen tuzların bir kısmını kalbe gönderir. Bir kısmını da, sonradan yavaş<br />

yavaş gönderir. Bir kısmını safra ile tekrâr bağırsaklara gönderir. Bağırsakdan<br />

gelen zehrli maddeleri imhâ eder. Kan ile gelen protein parçalarından üre sentezi<br />

yapar ve yavaş yavaş böbreklere gönderir. Harâb olan al yuvarların kırmızı boya<br />

maddeleri artıklarından, safra boyası ve safra asidi yapar. Bu asid, yağların hazmına<br />

yarar. Bu iki madde, karaciğerde kolesterin denilen yağ gibi bir madde ile birleşir.<br />

Kolesterin esteri olur. Esterleşen kolesterinin, mecmû’ kolesterine nisbeti, normal<br />

olarak, yüzde yetmiş [0,70] dir. Bu nisbetin azalması, karaciğer kifâyetsizliğini<br />

gösterir. Bunun için karaciğer kolesterinle ilgili madde mübâdelesinde te’sîrli olur<br />

ki, atardamar sertleşmesinde mühimdir. Bu üç madde, safrayı meydâna getirir.<br />

Karaciğer, bu sıvıyı, devâmlı olarak safra kesesinde toplar. 977. ci sahîfeye bakınız!<br />

İnsan karaciğerinden, yirmidört sâatde, yediyüz litre kan geçmekdedir.<br />

Sıhhati yerinde bir insanın karaciğerinde çeşidli mikdârda yağ toplanır. Bu<br />

mikdâr, yinilen yağ mikdârına, yağların imtisâs ve karaciğere nakl temposuna ve<br />

karaciğerde yağların oksidlenme hızına bağlıdır. Fazla yağ yinildiği zemân karaciğerde<br />

nötr yağ mikdârı artar. Kolesterinli maddeler yinirse, yağ ve kolesterin toplanır.<br />

Karaciğerde yağ toplanırsa, karbonhidrat [glikojen] mikdârı azalır ve ciğer<br />

hücrelerinin çoğalma kuvveti bozulur. Açlıkda, yağlı dokulardan ayrılıp kana<br />

karışan yağ da karaciğerde toplanır. Şeker hastalarında, kanda yağ çoğaldığı için<br />

de, karaciğerde yağ toplanır. Sârî hastalıklarda ve fosfor, kloroform, dört klorlu<br />

karbon gibi karaciğer zehrleri alınmasında da yağ [Lipid] toplanır.<br />

Karaciğerde yağ toplanmasını azaltan ve yağları ciğerden çıkaran maddelere (Lipotropik)<br />

denir. Kolin, metiyonin, inositol ve B 12 lipotropikdirler. Çünki bu cismler,<br />

Fosfolipid metabolizmasını tanzîm ederler. Bu maddelerin değişmeleri bozulunca,<br />

kanda kolesterin çoğalır. Bundan da siroz, diyabet, nefrit, tansiyon artması,<br />

damar sertliği, kalb damarlarında hastalık hâsıl olur. Damarlarda lipoid birikir.<br />

Lipotropikler, karaciğerin zehrleri temizleme kuvvetini de artdırmakdadır.<br />

Damar sertliği hastalığı ikiye ayrılır: A) Damarların iç yüzleri kolesterin sıvası<br />

ile örtülür. Tansiyon yüksekdir. B) Karaciğer ve böbrekler kifâyetsizdir.<br />

Birinci hâl için, perhîz yapmalı, az su içmelidir. İkinci bakımdan, karaciğer ve<br />

böbrekleri zedelememek için, mi’de ve bağırsaklardan gelecek zehrleri çok azaltmalıdır.<br />

Bu iki hâli de karşılamak için, hastaya kolesterini az ve zehr giderici sütlü<br />

sebze perhîzi verilir. Zeytin yağlı enginâr yemeği kanda kolesterini azaltır. İod<br />

ve iod bileşikleri fâidelidir. Meselâ, potassium iodür, lipiodol, pepton iodé, (İodopepton<br />

Kâzım) verilir. (Sülfarlem), kolesterini eritir ve karaciğeri kuvvetlendirir.<br />

Kolesterini az perhîz, damar sertliğinde, gut (ya’nî nekris) de, ba’zı şekerlilerde,<br />

kandaki çok mikdârdaki kolesterini azaltmağa yarar. Kanda fazla kolesterin<br />

bulunursa, damar içi yüzeylerde toplanarak (aterom) denilen levhalar yapar.<br />

YASAK YEMEKLER — Yumurta, süt, beyâz peynir, bilhassa bayat peynir,<br />

kaymak, tereyağı, beyin, iç organ etleri, havyar, yağlı et, sun’î tereyağları, çikolata,<br />

katı bitki yağları, ceviz, fındık, badem, hurma gibi yağlı maddeler ve sigara yasakdır.<br />

Prof. Dr. Süleymân Yalçın, 16.7.1985 târîhli Türkiye gazetesindeki beyânâtında,<br />

– 654 –


(Domuz etinde yüksek mikdârda bulunan yağ ve kolesterol, damar sertliğine sebeb<br />

olmakdadır) demekdedir. 23 Mart 1988 târîhli Türkiye gazetesinde diyor ki, (Avrupanın<br />

en fazla okunan sıhhî mecmû’ası (Neuform kurier), domuz etinin deri hastalıklarına,<br />

kansere, tansiyonun artmasına, romatizma ve gribe sebeb olduğunu ve domuz<br />

etinde hiçbir vitamin bulunmadığını, zararının çok olduğunu bildirmekdedir.)<br />

Sıvı yağlar ve şekerli maddeler az mikdârda verilebilir. Tavada kızartmamalıdır.<br />

Böbrek iltihâbı da varsa, eti, sebzeyi azaltmalı, kuzu kulağı, kuş konmaz ve ekşi<br />

şeyler vermemelidir. Tansiyon yüksekliği, diyabet, şişmanlık varsa, bunların tedâvîsi<br />

de yapılmalıdır. Tansiyon artmasına karşı, tuzsuz perhîz iyidir.<br />

4 — KLOROZ (za’fiyet): Deri solgundur. Göz kapakları ve topuklar şişer. Nefes<br />

tıkanıklığı, çarpıntı, kadında âdet bozukluğu, sinir bozukluğu, histeri, iştihâsızlık,<br />

kabz ve kay görülür.<br />

Açık, havadar yerde ev tutmalıdır. Üzüntü, düşünce olmamalıdır. El işi hafîf olmalı,<br />

beden hareketi fazla olmamalıdır. Geç yatmamalı, dokuz sâat uyumalıdır.<br />

Çeşidli ve bol yimelidir. Süt, yumurta, et, yeşillik, püre (ezme), hamur işi yimelidir.<br />

Çok et yimeğe özenmemeli, beyâz eti tercîh etmelidir. Hamur işi, yeşil sebze<br />

çok yimelidir. Bunlarda, bilhassa ıspanakda çelik vardır. Kahve ve çay açık olmalıdır.<br />

Hubûbât, bilhassa mercimek, fasulye iyidir. Meyve çok yimelidir. Pilâv,<br />

sütlâç, dolma gibi pirinçli yimelidir. Yemek arasında sıcak şerbetler ve iştihâ getirici<br />

ot suları içmelidir. Paris Tıb Fakültesi profesörlerinden M.Loeper ve Saint<br />

Louis hastahânesi laboratuvar şefi J.Lesure tarafından hâzırlanmış olan fransızca<br />

tıbbî formülerde diyor ki, (Kına-kına kabuğu, kuvvetlendirici ve ateş düşürücüdür.<br />

Za’fiyyet hâllerinde, bilhassa veremden, şeker hastalığından, sıtmadan<br />

hâlsiz kalanlara ve tehlükeli hastalıklardan kurtulan kuvvetsiz ve kansız kalanlara<br />

çok fâidelidir. Toz hâlinde günde, 0,20 gramdan iki grama kadar kuvvet için verilir).<br />

Otuz gram kına-kına kabuğu ile yarım kilo kuru siyâh üzüm havanda ezilir.<br />

Sonra, birbuçuk kilo, ya’nî altı su bardağı kadar su ile yarım sâat kaynatıp, kevgirden<br />

veyâ tülbendden şişeye süzülür. Üç yemek arasında yarım fincan içilir.<br />

Kloroz hastalarının çoğu, kansız olduklarından, bunlar anemi perhîzi de yapmalıdır.<br />

Çelikli ilâclar çok fâidelidir.<br />

5 — SİROZ HEPATİK (Karaciğer sertleşmesi): Çeşidli şeklleri vardır. Alkol<br />

ve domuz eti, karaciğerin ve sinir sisteminin amansız düşmanıdır. Karaciğer şişer<br />

veyâ küçülür. (İstiska) olur. Ya’nî, karn su toplar. Bacaklarda ödem olur. Ba’zan<br />

mak’addan kan gelir. Mi’de ağrısı, kan dolaşımı bozukluğu olur. Yâhud sarılık, hâlsizlik,<br />

ateş, renkli idrâr, dalak şişmesi olur. Üremi hastalığı gibi de görünür.<br />

Bol et, az yağ vermelidir. B vitamini çok fâidelidir. Meselâ, bira mayası verilir.<br />

Bira mayası, bira değildir. Alkolü yokdur. C ve K vitamini bulunan ilâclar ve limon<br />

verilir. Karaciğer hülâsası, Bejektal veyâ (Vitamin B Complex) iğnesi yapılır.<br />

Hergün, bir litre süt verilir. Ekmek yiyebilir. Yeşil sebze, iyi pişmiş et verilir. Zehr<br />

hâsıl etmiyen şeyler yimesi esâsdır. Bunun için bayat yemekler, av eti yasakdır. Çok<br />

tâze balık yiyebilir. Bahârlı, ekşi, turşulu şeyler yimemelidir. Bayat peynir yasakdır.<br />

Sütlü-sebzeli gıdâ yimelidir. Çelikli ve arsenikli ilâclar almalıdır. Ödem perhîzi<br />

ve susuzluk perhîzi yapılmalıdır.<br />

6 — KONSTİPASİYON (Kabzlık): Halâya az ve katı çıkılır. Umûm bedende<br />

değişikliklere sebeb olur: İştihâsızlık, nefes darlığı, safra yolu nezlesi, baş ağrısı,<br />

tâkatsızlık, zehrlenme sebebi ile titreme ve ateş yükselmesi görülür.<br />

Kabzlığın muhtelif sebebleri vardır: 1- Bağırsak tıkanması, 2- Gıdâ sebebi.<br />

Sür’atli hazm edilen maddeleri yimek, 3- Mi’de usâresinin bozulması, 4- Bağırsak<br />

adalesinin hareket kuvvetinin azalması, 5- Mak’at halkasının teşennücü [spazmozu,<br />

kasılıp kalması] gibi. Kabzlık çekenler, hergün aynı sâatde halâya çıkmalıdır.<br />

Meselâ, sabâh kalkınca ve akşam yatarken çıkmalıdır. Bir kerre çıkmak yetişir. İki<br />

kerre, dahâ iyidir.<br />

Hazm edilemeyip geride kalan kısmı çok olan yemekleri yimelidir. Bu kısmlar,<br />

– 655 –


ağırsakları harekete getirir ve usâre akmasına sebeb olur. Bunun için, selülozu<br />

çok gıdâ (sebze, meyve) yimelidir. Yemekleri iyi çiğnemelidir.<br />

Yinecek şeyler - Öğle ve akşam, sebze çorbası. Sebze yemekleri, salatalar, hamur<br />

işi, bilhâssa yulaf unu ile yimelidir. Et, yalnız öğle vakti yinir.<br />

Her nev’ et, balık, bol tereyağı, esmer ekmek, çavdar ekmeği, peksimet, patates,<br />

mercimek, şalgam, havuç, nohud püreleri, bol sebze, salata, ıspanak, erik reçeli,<br />

râvend çok iyidirler. Çiğ ve pişmiş her meyve, bilhassa kuru meyveler, kuru<br />

incir, üzüm, erik, dut, cevz, bâdem, bal yimelidir. Seyyid Abdülhakîm efendi,<br />

(Keşkül) risâlesinde diyor ki, (İncir, tayyıp bir yemişdir. Latîf bir gıdâdır. Hazmı<br />

kolaydır. Menfe’atleri çok bir devâdır. Tabî’ate yumuşaklık verir. Balgamı eritir.<br />

Böbrekleri temizler. Mesânedeki kumları izâle eder. Karaciğerin ve dalağın tıkanmış<br />

olan deliklerini açar. Bedeni şişmanlatır. Bâsûru izâle eder. Nekrîse, romatizmaya<br />

fâidelidir.) İncirin arabcası (Tîn)dir. Tîn sûresinde Allahü teâlâ, inciri medh<br />

etmekdedir. Hem fâideli, hem mubârekdir. Tâze veyâ kurusu aç iken üç adedi birkaç<br />

gün yinirse, râhat ishâl yapar. Sabâh ve akşam yemeklerinden bir sâat evvel,<br />

iki, üç aded tâze veyâ kuru incir yimek, sancısız, ağrısız, râhat ishâl yapmakdadır.<br />

Çikolata ve madlen, bunlara zarar vermekdedir.<br />

Yasak olanlar - Yumurta kabz yapar. Çok az yimelidir. Pirinç, koyu çay, çikolata<br />

yasakdır. Yemek cedveli - Sabâh: Taze meyve, bir dilim ekmek doğranmış şekersiz<br />

ballı sıcak süt 300 gram ve bol tereyağı.<br />

Öğle: Bir tabak et, bir tabak sebze, beyâz peynir, turup, tereyağı, komposto.<br />

İkindi (sâat dörtde): Komposto, hafîf çay.<br />

Akşam yemeği: Sebze çorbası, makarna, patates ve meyve.<br />

Bağırsaklarda mayalanan, gaz yapan yemekler yimelidir. Meselâ, bayat et,<br />

kıymalı börek, mantar, bahârlı şeyler, bayat peynir, yoğurt yimelidir. Gazoz, limonata,<br />

bikarbonatlı su, açık kahve ve çay iyidir.<br />

Bağırsakları hareketsiz olanlar, sabâh aç karnına, olmuş meyve ile çavdar ekmeği<br />

yimelidir. Bununla, taze sebze yemeği yimek iyi olur. Bir kahve kaşığı Karbonat<br />

veyâ süzülmüş bal bir bardak ılık suda eritilerek sabâhları aç olarak içmelidir.<br />

Yâhud, iki kahve kaşığı Karlsbad tuzu bir bardak ılık suda eritilip sabâhları<br />

aç iken içmelidir. Hem safra söker, hem bağırsakları harekete getirir. Hiç ağrı,<br />

sancı yapmadan, su gibi ishâl yapar. Erbalax ve Bilagit habları da iyidir.<br />

Spazmdan olan kabzlılar, et yimemeli. Hamur işi, sebzeli yimelidir. Bahârlı yimemelidir.<br />

Kahve, çay, biber yimemelidir. Yağlı yemekleri de azaltmalıdır.<br />

(Duphalac), (Normacol), (Granocol) gibi kaydırıcı ilâclar çok fâidelidir. Bu şurublar,<br />

te’sîr etmezlerse, ertesi sabâh bir çorba kaşığı dahâ verilir. Sinâmeki, râvend,<br />

sarı-sabır, fenolftalein gibi tahrîş edici maddeleri fazla kullanmamalıdır. (Teshîl-ül-menâfi’)de<br />

diyor ki, (alınan gıdâ, bir sâatde dışarı çıkar. 24 sâatda çıkmazsa,<br />

hastalık alâmetidir.)<br />

7 — KOLEMİ (Sarılık): Safra boyası kana geçmiş olduğundan, derileri, yüzleri,<br />

gözleri sarıdır. Perhîz ile birlikde, vücûd hareketleri ve sıcak banyo da yapmak<br />

lâzımdır. Ağır hâllerde yatmalıdır.<br />

Yağsız süt, yağlı peynir, gravyer peyniri yimelidir. Yumurta az yimeli ve rafadan<br />

olmalı, ya’nî az pişmelidir. Hamur işi, pirinçli, patatesli yimelidir. Pişmiş salata,<br />

sebze yemeklerinin çoğu iyidir. Fekat, kuzu kulağı, ıspanak, semiz otu yimemelidir.<br />

Her olgun meyve, kızarmış ekmek, beyâz tereyağı iyidir.<br />

Vita yağı, sana yağı, margarin gibi yağlar, tereyağının yerini tutamaz. Evet<br />

bunlar, hakîkî yağdır. Fekat, sıvı yağlardaki oleik asid gibi çok karbonlu büyük moleküllerin,<br />

nikel katalizörü ile hidrogen verilerek doyurulması ile yapılıyorlar. Oleik<br />

asid, stearik asid hâline dönerek katı yağ, don yağı oluyor. Onsekiz karbonlu,<br />

büyük yağ molekülleri, sindirim mayaları tarafından kolay parçalanamıyor. Güç<br />

hazm oluyor. Tereyağındaki tri bütirin esteri ise, küçük molekül olduğundan çabuk<br />

hazm oluyor. Bundan başka, tereyağı emülsiyon (sübye) hâlindedir. Mayalar,<br />

– 656 –


tereyağı zerrelerini kolay hazm ediyor. Katılaşdırılmış yağlar ise, sübye hâlinde değildir.<br />

Beden sıcaklığında ergimiş hâle gelmiyor. Zerreler hâlinde dağılmış olmadığından<br />

mi’de ve bağırsaklarda, taş parçaları gibi katı kalıyorlar. Ancak, yüzeylerinden<br />

aşınarak güç hazm oluyorlar.<br />

[Margarin, ya’nî sun’î tereyağı piyasada çeşidli fantazi ismlerle mevcûddür.<br />

Margarin ilk olarak 1286 [m. 1870] da üçüncü Napolyonun arzûsu ile Pârisde<br />

Mege-Mourié tarafından oleomargarinden yapıldı. Oleomargarin, iç yağının sıcakda<br />

tazyîk ile süzülmesinden elde edilen sıvı yağdır. Otuz kısm oleomargarin, yirmibeş<br />

kısm kaymağı alınmış inek sütü ve ellibeş kısm su ile uzun zemân karışdırılıp<br />

emülsiyon, ya’nî sübye hâline getirilir. Tuz, boya konarak yapılırdı. Böylece<br />

otuzyedi derecede eriyen, hazmı kolay iyi margarin elde edilirdi. Bugün oleomargarin<br />

yerine mâyı’ nebâtî yağların ve balık yağlarının, hidrojenlenerek katılaşdırılmasından<br />

elde edilen stearin yağları kullanılıyor. Katılaşdırılmada vitaminler bozulduğu<br />

için, sonradan A ve D vitaminleri ilâve edilerek, gıdâ kıymeti iyi oluyor<br />

ise de, hazmları güc olmakda, tereyağı yerini tutamamakdadır. Margarin, rumca<br />

inci demek olan margaron kelimesinden alınmışdır].<br />

Yasak olanlar - İç yağı, yağlı et, bayat et, deniz ve av hayvanları, etli hamur işleri,<br />

tahn, lahna, ıspanak, semiz otu, kuzu kulağı, şalgam, bahârât, bayat peynir yasakdır.<br />

Yalnız öğle yemeğinde, yağsız et, kebab, tavuk, yağsız tâze balık, dil yiyebilir.<br />

Kuru sebze yemeği, çay, kahve yasakdır. Şekerli ve pastalar yimelidir. Karaciğer<br />

hülâsası iğnesi yapılır. Sabâh ve akşam bir kahve kaşığı (Sel le Karlsbat) bir bardak<br />

soğuk suda eritip içilir. Sıcak su ile içmek, kabza karşı çok fâidelidir. (Bilsan)<br />

habları safra yollarını temizler.<br />

8 — KALB HASTALIĞI — Kalb zedelenmemiş, ıslâhı kâbil ise, perhîze lüzûm<br />

yok gibidir. Bilhassa akşam yemekleri, hafîf olmalıdır. Çok su içmemeli, sulu<br />

yemek az olmalıdır. Av eti, konserve, bahârât, mayalanmış peynir yimemelidir.<br />

Kalbde ârıza varsa ve tâm giderilemezse çok sıkı perhîz lâzımdır. Et hiç yimemeli<br />

veyâ aralıklarla ve az mikdârda, iyi pişmiş yimelidir. Nefes darlığı varsa, tuzu<br />

azaltmalıdır. Akşamları az yimeli. Yemekden sonra yürümemelidir.<br />

Yağsız süt, yumurta, öğle vakti biraz söğüş, kızarmış ekmek, sebze, unlu, hamur<br />

işi, tâze peynir, meyve yimelidir.<br />

Günde bir litreden çok su içmemelidir. Hasta sık sık tartılmalıdır. Kilosu artınca<br />

vücûdda su toplandığı anlaşılır. Sulu şeyleri azaltması lâzım olur.<br />

9 — ASİSTOLİ (Kalb za’fiyeti): Kalb tam sıkışmayıp, toplar damarlardaki kanı<br />

çekemez. Akciğer toplar damarlarında ve ciğerlerde ve dahâ sonra, büyük dolaşımda<br />

kan hareketsiz kalır. Ayaklar şişer (ödem). Karnda su toplanır. İdrâr kesilir.<br />

Yatakda istirâhat etmeli. Heyecânlanmamalı, sinirlenmemelidir. <strong>Tam</strong> istirâhat<br />

etmelidir. Çok az yimelidir. Katı yemekler yasakdır. Sıvı yemekler de az olmalıdır.<br />

Böylece, kalbi yormamak lâzımdır. Bunun için, günde yedi def’a yimelidir.<br />

Sabâh sekizde: Elli gram nişasta ile yapılmış muhallebi. Sâat onda: Pişmiş elma<br />

veyâ reçeli. Onikide: Elli gram iyi pişmiş balık ile otuz gram ekmek. Ondörtde: Bir<br />

pişmiş elma veyâ reçeli. Onaltıda: Bir fincan süt. Yirmide: Hubûbât ezmesi veyâ<br />

hamur işi verilir.<br />

Günde dokuzyüz gramdan çok su içmemelidir. Bu perhîz bir iki ay yapılmalıdır.<br />

(Ödem perhîzi)ne bakınız!<br />

10 — DİYABET (Şeker hastalığı): İdrârda şeker bulunur. Sâlim insanın kanında,<br />

aç iken litrede bir gram glikoz bulunur. Litrede 1,30 gramı geçerse, hastalık alâmeti<br />

olur. 1,60 gram olunca, idrârda şeker bulunur. İdrâr artar. Susuzluk, açlık, za’îflemek,<br />

hâlsizlik, çıban, kaşıntı görülür. Diyabet iki dürlüdür:<br />

1 — Vücûdü eritmez. Yağlı ve mafsal ağrılı kimselerde çok olur. İdrârdaki şeker,<br />

gıdâdan olur.<br />

2 — Vücûdü eritir. Az rastlanır. Pankreas bozulmuşdur. İdrârdaki şeker, gıdâ-<br />

– 657 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:42


dan ve dokuların erimesinden hâsıl olur.<br />

Diyabetiklerde, hazmsızlık, albüminüri, bronşit, verem, çıban, antraks (şir pençe),<br />

gangren (parmak ve sâire çürümesi), kramp (adale tutulması), inâdcı nevralgi<br />

(sinir ağrısı), diabet koması (uzun bayılma) hâsıl olabilir.<br />

Haftada iki kerre, ılık hamam yapmalıdır. Yirmi dakîka yıkanıp, sonra havlu ile<br />

friksiyon (delk, uğma) yapmalıdır. Deniz ve soğuk su banyosu yasakdır. Sıcak elbise<br />

giymeli, sıcak yerlerde yaşamalıdır. Beden hareketi yapmalı, masaj, yürüyüş,<br />

bisiklet, eskrim fâidelidir. Nemâz kılmak, çok fâidelidir.<br />

Perhîz mühimdir. Dikkat etmelidir. Sinirlenmemeli, heyecânlanmamalıdır.<br />

Yağlı diabet perhîzi - Önce üç gün sulu perhîz (rejim) yapılır. Günde üç dört litre<br />

su verip, yatakdan kalkmaz. Sabâh müshil verilir. Böylece kan şekeri sür’atle<br />

azalıp normale iner. Bir litre kanda bir gram olur. Ya’nî, yüz gram kanda yüz miligram<br />

olur. Yâhud, üç gün, yeşil sebze yimelidir. Üç gün sonra az et verilir. Fazla<br />

et, asidoz ve aseton yapar ki, ikisi de tehlükelidir. Bol sebze yimelidir.<br />

Yasak olanlar - Şekerli ve nişastalı her madde yasakdır. Bunlara (karbonhidrat)<br />

denir. Her tatlı meyve, hamur işleri, karbon hidratlı sebzeler, meselâ havuç,<br />

şalgam, soğan, pancar, turup, bezelye ve benzerleri hubûbât yasakdır.<br />

Her dürlü et yiyebilir. Glikojen bulunduğu için karaciğer yasakdır. Her yemekde,<br />

elli gram ekmek yiyebilir. Kabuk dahâ iyidir. Alöron ve glüten ekmekleri yimelidir.<br />

Fazla protein (et) ve yağ asidoz yapar. Bu ise zehrdir. Yağ az yimelidir. Tereyağı ve<br />

zeytinyağı tercîh edilmelidir. Cevz, fındık, fıstık, bâdem gibi yağlı meyve yimelidir.<br />

Tere, mârul, salatalık, hindibâ, ıspanak, tâze fasulye gibi sebzeler ve lahna, karnabahar,<br />

işkorçina, enginâr, kereviz, kuşkonmaz, yer elması, yer mantarı yiyebilir.<br />

Patatesde % 17 (yüzde onyedi) nişasta bulunduğu hâlde, yiyebilir. Ekmek yerine,<br />

zeytinyağlı patates püresi verilir. Patatesde alkali tuzları bulunması fâideli olmakdadır.<br />

Yumurta, peynir yiyebilir. Şekersiz olarak süt içebilir.<br />

Limonata, gazoz yasakdır. Su ve ma’den suları, bikarbonatlı sular serbestdir. Şekersiz,<br />

çay ve kahve içilebilir. Şeker yerine sakkarin habları kullanmalıdır. Her susayışda,<br />

az su içmelidir. Çok su, mi’deyi bozar.<br />

Asidoz tehlükesi olduğu zemân, bir gün yulaf unu verilir. Yulaf unu, uzun zemân,<br />

az tuz ve tereyağı ile pişirilir. Soğuyunca yumurta akı ile karışdırılır. İkiyüzelli<br />

gram un, yüz gram yumurta akı ve üçyüz gram tereyağı karışımı bir günde yinecekdir.<br />

Bundan sonra üç gün, çeşidli sebze ve yumurta verilir. Albüminüri de varsa,<br />

fazla süt vermelidir. Şekeri değil, albümini düşürmek lâzımdır. Diabetle nekris<br />

[ya’nî mafsal ağrıları] birleşirse, beyâz ve yavru etleri yimemelidir. Az kırmızı<br />

et ve çok sebze yimelidir.<br />

Vücûdü eriten diabet - Za’îfletir. Yine çok et vermemelidir. Fazlası, aseton zehrlenmesi<br />

yapar. Tereyağı vermeli, balık yağı içirmelidir. Bol yeşil sebze yimelidir.<br />

Patates yimelidir. Karbon hidratlı (şekerli, nişastalı) maddeleri arada bir vermelidir.<br />

Bunlar, şekeri artdırır ise de, aseton zehri yapmazlar. Bunları, te’sîri ters olan<br />

et ile ayârlamak lâzım olur.<br />

Çalışan bir şekerliye günde ikiyüzelli gram glikoz [veyâ karbon hidratlı maddeler]<br />

ile yüz gram yağ ve altmış gram protein verilir. Hasta bu kadar glikoza tehammül<br />

etmezse, insülin iğnesi yapmak lâzım olur.<br />

Asidoz yok ise, her sabâh, kahvaltıdan yarım sâat önce (insülin protamin<br />

zink)den oniki ünite zerk edilir. İdrârda şeker gayb oluncıya kadar, dört günde bir,<br />

iki ünite artdırılır. Piyasada bulunan (Depot-insülin) veyâ (N.P.H. insülin organon)<br />

reçete ile alınır.<br />

Asidoz var ise, sabâh, öğle ve akşam yemeklerinden on dakîka önce, on ünite<br />

âdî insülin zerk edilir. Piyasada bulunan (İnsülin Horm sempl) reçete ile alınır. İdrârda<br />

şeker kesilinciye kadar onbeş günde bir beş ünite artdırılır. Her üç ayda bir<br />

kanda kolesterol, aseton ve glikoz ölçülmelidir. B 12 , C ve P vitaminleri verilir.<br />

– 658 –


Kanda aseton olursa, yatakda istirâhat etmeli. Yalnız süt vermelidir. Günde iki,<br />

üç litre verilir. Limon suyu, bikarbonatlı su içmelidir.<br />

İdrârda şeker aramak : Fehling mi’yârı ile aranır. Fekat Fehling eriyiği, uzun zemân<br />

saklanamaz. Bozulur. Tâze hâzırlamak lâzımdır. Dahâ kolay olarak, cam kapaklı<br />

şişeye % 5 (yüzde beş) bakır sülfat (CuSO 4 ) eriyiği konur. Lâstik veyâ mantar<br />

kapaklı başka bir şişeye % 10 (yüzde on) sodium hidroksid (Na OH) eriyiği konur.<br />

Bunlar, senelerce bozulmadan durur.<br />

Yirmidört sâatlik idrâr toplanıp bundan veyâ yemekden sonra alınan idrârdan<br />

deney tüpe, yarıdan fazla konup, kaynatılır. Sonra, iki üç damla asetik asid konur.<br />

Albümin çöker. Cam hunideki pamukdan veyâ kıvrılmış süzgeç kâğıdından süzülür.<br />

Süzülenden, bir deney tüpünün üçde birine kadar konur. Üzerine, aynı mikdârda<br />

sodium hidroksit eriyiği konur. Üzerine, bakır sülfat (göztaşı) eriyiği damlatılır.<br />

İdrârda şeker varsa, meydâna gelen mâvi bulanıklığın tekrâr eridiği görülür.<br />

İdrâr koyu mâvi olur. Bakır sülfat eriyiği, o kadar damlatılmalı ki, meydâna<br />

gelen mâvi (bakır iki hidroksid) Cu (OH) 2 çökeltisi, tüp çalkalanınca, artık erimez<br />

olsun ve biraz bulanıklık görülsün. Çökelti çok olmamalıdır. Bunun için, eriyiği fazla<br />

damlatmamalıdır. Koyu mâvi eriyik alevde ısıtılır. Kaynamadan önce, sarı (bakır<br />

bir hidroksid) Cu OH bulanıklığı olursa, şeker bulunduğu anlaşılır. Sarı turuncu<br />

bulanıklık yavaş yavaş hâsıl olursa, şekerin az olduğunu gösterir. Kaynayınca<br />

hâsıl olursa, şeker pek az demekdir.<br />

Helvada, pastada ve tatlılarda glikoz bulunup bulunmadığı da, böyle anlaşılır.<br />

Âdî şekerle [sakkarozla] yapılan tatlılar, sarı turuncu olmaz.<br />

Sağlam insanın idrârında şeker bulunmaz. İdrârın bir litresinde bulunan glikoz<br />

mikdârını bilmenin fâidesi yokdur. Yirmidört sâatde çıkan şeker mikdârı, hastalığın<br />

derecesini ve perhîzin nasıl olacağını gösterir. Hastalık olmayıp, fazla gıdâdan<br />

da glikozüri olabilir. Bunu anlamak için, sabâh aç karna, yüzelli gram glikoz<br />

şekerinin üçyüz gram suda eriyiği, birden içilir. Her sâat, idrârda şeker aranır. Şeker<br />

bulunursa, gıdâdan olduğu anlaşılır. Karaciğerin şeker tutmadığını gösterir.<br />

Hafîf diabetler, gıdâ şartları ile sükûnet bulur. Orta derecedeki, sıkı perhîzle idâre<br />

edilir.<br />

Ağır şekli, sıkı perhîz ve ilâc ile ve yatakda, tedâvî ister. Bunları ayırd etmek için,<br />

kanda glikoz mikdârını ölçmek, asidoz aramak, albüminüri aramak lâzımdır. Asidozu<br />

anlamak için, idrârda amonyak, aseton aranır ve akciğerlerdeki karbon dioksid<br />

basıncı ölçülür ve kanın rezerv alkaleni ta’yîn edilir.<br />

Sağlam insan idrârında iki santigram aseton bulunur. Açlıkda, mikdârı artar.<br />

Kanda aseton ve diasetik asid ve oksi bütir asidi bulunursa, asidoz denir. Asidoza,<br />

yağlar çok, albüminler az sebeb olur. Şeker ve nişastalı gıdâlar ise, asidozu azaltır.<br />

Asidozu olmıyan şeker hastalarında, açlık, sağlam insanda olduğu gibi, asidoz<br />

yapar. Asidozu çok hastada ise açlık, asidozu azaltır. Asidoz komasında olana, şekerli<br />

su içirilir. Bikarbonatlı su içirilir. Bir litre, yüzde üç eriyiği damara şırınga edilir.<br />

11 — DİYARRE (İshâl): Halâya sık ve sıvı hâlde çıkılır. Önce karın ağrısı olur.<br />

İnsanı za’îfletir. Anemiye (kansızlığa) sebeb olur. Diyarre, birçok hastalıkların alâmetidir.<br />

Meselâ, anterit (bağırsak iltihâbı) veyâ mi’de sıkıntısı, hazmsızlık, zehrlenme<br />

veyâ mikroblu hastalık olduğunu haber verir. Perhîz de, bu hastalıklara göre<br />

çeşidli olur.<br />

Mikroblu ishâllerde, sulu şeyler vermeli, fekat süt vermemelidir. Yalnız bağırsaklardaki<br />

mikroblardan veyâ asabî sebeble osmosun artmasından ise, tâze kızarmış<br />

et, çiğ veyâ rafadan (az pişmiş) yumurta, pirinç veyâ arpa unundan yapılmış<br />

şeyler, ayva kompostosu, pişkin bayat ekmek verilir. Çiğ elma, havuç, keçi boynuzu<br />

yimelidir.<br />

Önce bol su içilir. Kaynamış su, pirinç suyu veyâ ma’den suyu içirilir. Sonra kar-<br />

– 659 –


on hidratlı gıdâlar verilir. Sütlü şeyler iyi gelmez. Süt yerine sebze suyu verilir.<br />

Alüminium veyâ Bismütlü hablar verilir. Mikroblu ishâlleri durdurmak için (Siostéran)<br />

drajeleri veyâ (Diyareks) habları kullanılmakda ve iyi gelmekdedir. Bağırsakdaki<br />

zararlı mikrobları öldürmek için (Sülfamisetin) habları çok iyidir.<br />

Sebze suyu, buğday, arpa, kuru fasulye, nohud, mercimek gibi kuru sebzelerden<br />

birinden otuz gramı, üç litre suda, üç sâat kaynatılır. Sonra beş gram tuz konur. Süzülür.<br />

Bir litre kalır ki, bir günde içilir. Malt hulâsası da iyidir.<br />

Mikrobsuz ishâl, iki dürlüdür. I: Madde-i gâita, köpüklü, gazlı, sellüloz parçaları<br />

ve nişasta bulunursa, (Fermantasion)lu Kolopati denir. Bunlara tâze ekmek,<br />

patates, kuru sebze, hamur işi, peynir verilmez. Tatlı da azaltılır. II: Gâita esmer,<br />

çok kokulu, amonyaklı ise, (Pütrefaksion)lu Kolopati denir. Unlu ve şekerli gıdâlar<br />

verilir. Et suyu ve tavası verilmez. Beyâz et ve balık kebabları verilir.<br />

Az bal ve yoğurt verilir. Alkollü, bahârlı, çay, kahve gibi tahrîş ediciler verilmez.<br />

Lahna, karnabahar, domates, kabak, ıspanak gibi sellülozu fazla sebzeler de verilmez.<br />

Salata, kereviz, havuc, enginar verilir. Günlük yumurta, olgun meyvalar ve<br />

komposto verilir. Fermantasiona karşı, kalsium, Bismutlu tozlar verilir. Pütre-faksiona<br />

karşı Bismutlu tozlar iyidir.<br />

Şiddetli ishâlde albüminli su verilir. Bunun için, dört yumurta akı, bir litre suda<br />

çalkalanır. Biraz şeker ve çiçek suyu konur. Karın, pamuklu veyâ yün fanilâ ile<br />

sarılmalıdır. Ağır hâllerde yatmalıdır.<br />

12 — TEVESSÜ’İ Mİ’DE (Mi’de genişlemesi): Boş olduğu zemân küçülmiyen<br />

mi’de demekdir. Mi’deden çalkantı sesleri gelir. Yemeklerden sonra karın şişer.<br />

Geyirme, bol kay, kabz olur. Baş ağrısı yapar.<br />

Günde iki yemek yimelidir. Arada birşey yimemelidir. Gıdâ hacmi en az olmalıdır.<br />

Anormal fermantasyon (mayalanma)lardan sakınmalıdır. O hâlde, az su içmelidir.<br />

Gazoz ve gaz yapan sıvılar içmemelidir. Çiğ sebzeler, salata, çorba, sulu<br />

şeyler, mi’deyi şişiren her şey yasakdır. Kara ve kanlı et, konserve eti yimemelidir.<br />

Yağlı balık, iç yağı, kuyruk yağı, yağsız peynir yimemelidir. Simeko veyâ<br />

Kompensan hablarını çiğnemek, gaza ve ağrıya karşı iyi gelmekdedir.<br />

İyi pişmiş kırmızı ve beyâz et, nişastalı sebze püreleri, az mikdârda pişmiş yeşil<br />

sebze, pişkin kızarmış ekmek, yumurta, şekersiz meyve kompostoları yimelidir.<br />

Açık çay, ıhlamur içilir. Büsbütün susuz kalmak doğru değildir.<br />

Yemek iki dürlü olur: 1- Onbirde ve onsekizde iki kerre yinir. Arada, açlığa dayanamazsa,<br />

çörekle, bisküvi ile bir açık çay içmelidir. 2- Üç sâatde bir hafîf yimekdir.<br />

Öğle ve akşam, biraz kuvvetli olur. Yemek arasında sıcak su içmelidir. Sulu<br />

hiç yinmezse, idrâr yapılamaz. Mafsal (eklem) hastalığı olur.<br />

Yemeklerin mi’dede toplanmaması, ağırlık vermemesi için yemeklerden sonra,<br />

yarım sâat sağ yan üstüne yatmalıdır. Hastahâneye yatırmalıdır.<br />

13 — ASİDLİ DİSPEPSİ: Mi’de salgısının artmasından hâsıl olur. 1940 da<br />

Berlinde onüçüncü olarak basılmış, doktor Domarrusün (Grundriss der inneren<br />

Medizin) kitâbında diyor ki:<br />

Yemeklerden bir iki sâat sonra, mi’dede ağrı, kazıntı, yanma, tazyik hâsıl olur.<br />

Ekşi geğirmeler, ağızda, boğazda yanmalar [kabartılar] olur. Ba’zan, ekşi kusmalar<br />

olur. Mi’dedeki hazm sâatlerce sürer. İdrâr alkali ve ekseriyâ bulanıkdır. Asabî<br />

bozukluk olur ve vegetatif sinirlerin fe’âliyyetleri artar. Spasmik kabz olur. Ekseriyâ<br />

üzüntü, hüzn olur. Mi’de, düodenum ülserinde ve pilor stenozunda [daralmasında]<br />

ve müzmin appendisitde de asitli dispepsi hâsıl olur.<br />

Mi’de ifrâzını artdıran yemeklerden perhîz edilmelidir. Tuzlu, baharlı, şekerli<br />

yemekler, et konserveleri, ateşde, tavada kızartmalar, sirke, ekşi peynir, yoğurt,<br />

ispirtolu içkiler, hubûbât, ham meyvalar, salata, koyu çay, kahve ve ıspanak, çiğ soğan<br />

gibi sebzeler ve tütün, mi’de ifrâzını artdırırlar. Proteinli maddeler fâidelidir.<br />

Süt, bunların en iyisidir. Et, yalnız suda haşlama olarak ve ufak parçalar hâlinde<br />

– 660 –


verilir. Yumurta içilir. Tâze beyâz peynir, plasmon, sanatogen verilir. Uzun zemân<br />

az tuzlu yinir. Ya’nî, günde beş gram tuz kâfîdir. Fazla mikdârda karbon hidrat verilebilir.<br />

Meselâ, mısır unu, pirinç, patates püresi verilir. Yağ çok muvâfıkdır.<br />

Çünki, mi’de ifrâzını azaltır. Fekat, yalnız tereyağı, kaymak, bâdem sübyesi vermelidir.<br />

Üç yimekden sonra birer kaşık zeytinyağı muvâfıkdır. Bu, kabza da mâni’<br />

olur. Her lokma, ufak parçacıklar hâlinde olmalıdır. Az ve sık yimelidir. Çok<br />

ifrâz ve kay hâlinde su ve sulu şeyleri azaltmalıdır. İstirâhat etmeli ve tevekkül ederek<br />

üzülmemelidir. Bromlu ilâclar alarak sinirleri teskîn etmelidir. Magnesium oksid,<br />

calcium karbonat, sodium bicarbonat, belladonlu ilâclar almalıdır. Yatarken<br />

karlsbad mahlülü [litrede bir kahve kaşığı] içmelidir.<br />

Yemek cedveli - Sabâh: Süt, beyâz peynir, kızarmış ekmek verilir.<br />

Öğle yemeğinden bir sâat evvel, bir bardak süt içilir.<br />

Öğle ve akşam yemekleri: Haşlama köfte. Haşlama et veyâ tavuk, yâhud balık.<br />

Yanmamış yağ ile makarna, pilâv. İkindi vakti: Bir bardak süt verilir.<br />

Mi’de ülserine karşı çok iyi ilâc, iki (Kudret narı) doğranıp, şişedeki bir kilo zeytin<br />

yağına konur. Şişe, güneşde bırakılır. Birkaç hafta sonra, sabâhları aç iken, bir<br />

çorba kaşığı içirilip, bir sâat hareketsiz sırt üstü yatılır. Kudret narı, [Momardika<br />

Charantia, Bolsanaple] sarmaşık olup, çiçekleri küçük sarı, yaprakları çınar ağacının<br />

yaprağı gibidir. Meyvesi, üstü çıkıntılı, yeşil hıyâr gibidir. İçi beyâz ise de, kesilince,<br />

kırmızı olur. Kırmızı çekirdekleri saklanıp, Mayısda dikilir. Bu yağ, bâsur<br />

için de içilir. Derideki yaralara da sürülür. (Teshîl-ül-menâfî’), sahîfe 61 de diyor<br />

ki: (Biber gibi yakıcı, acı yiyince, mi’dede yanma olursa, Karha ya’nî ülser olduğu<br />

anlaşılır. Yalnız saf bal ve tâze ılık süt bol mikdârda içmekle de şifâ hâsıl olur).<br />

14 — ASİDSİZ DİSPEPSİ: Mi’de salgısında asidin az olmasından ileri gelen<br />

hazmsızlıklardır. Mi’dede hafîf felc veyâ genişleme olabilir. Yemeklerden sonra,<br />

hazm bitinciye kadar (bir iki sâat) mi’dede ağırlık olur. Geğirme, halâya çıkma pis<br />

kokulu olur. İshâl, ateş nöbetleri, baş ağrısı yapar.<br />

Beden hareketleri, açık hava, kır hayâtı iyidir. Mi’de üzerine masaj yapılır.<br />

Hiç süt vermemelidir. Mi’de, başka hiçbirşey kabûl etmezse, o zemân süt vermek<br />

lâzım olur. Her et verilir. İyi pişirmeli, kıyma ve püre hâlinde ve az vermelidir.<br />

Yumurta, rafadan, tavada pişmiş veyâ çorba içinde verilir. Yağsız balık (Barbunye,<br />

Kalkan gibi) verilir. Bayat kızarmış ekmek verilir. Nişastalı sebzeler, püre<br />

hâlinde verilir, yeşil sebze az verilir.<br />

Lahna, hıyâr, domates, kuzu kulağı yasakdır. Yağsız, çok tuzlu çorba verilir. Çok<br />

tuzlu yimeli, bahârât da kullanmalıdır. Tereyağı, kaymak, zeytinyağı yiyebilir. Tatlı<br />

meyve kompostosu, mayasız tâze peynir, ekşili olmayan meyve reçeli, tâze<br />

üzüm yiyebilir. Üzümün kabuğu ve çekirdeği çıkarılmalıdır.<br />

Açık kahve, çay, ıhlamur, papatya çayı, turunc çiçeği çayı içilir. Yemek, sabâh,<br />

öğle, akşam yinir. Sabâh ve akşam yemekleri hafîf olmalıdır. Yemeklerden sonra,<br />

yarım sâat, sağ yan üzerine yatmalıdır.<br />

Mi’dede ve bağırsaklarda gaz toplanmasına karşı sinir teskîn edici, meselâ<br />

(Belladonal) hapı alınır. Gaz emici tozlar ve (Alüjel), (Simeko) iyidir. (Festal) gibi<br />

maya te’sîri yapan ilâclarla hazmı kuvvetlendirmek de fâidelidir.<br />

Yemek cedveli - Sabâh: Bir rafadan yumurta, hafîf çay. Öğle ve akşam: Et, sulu<br />

veyâ yağlı çorba, bir tabak balık veyâ külbasdı, biftek (sığır külbasdısı), bonfile,<br />

bud, piliç, beyin, dalak veyâ karaciğer kebabı, sığır eti sövüşü verilir.<br />

Sebzeler - Patates, sebze püreleri, havuç, kereviz, ıspanak, pişmiş salata verilir.<br />

Pepsin ve klorür asidi verilir. Meselâ, (Asidol pepsin) tabletleri bu işi görür. Hıçkırığı<br />

durdurmak için, bir çorba kaşığı toz şekeri bir def’ada yutmak çok iyi geldiği<br />

1972 de altı numaralı eczâcılık mecmû’asında yazılıdır.<br />

15 — ANTERİT (Karn ağrısı): Kalın bağırsakların hafîf iltihâblanmasıdır. Bağırsak<br />

zarları bozulur. Asabî ve mafsal ağrılı kimselerde görülür. Ba’zan ishâl, ba’zan<br />

– 661 –


kabz olur. Madde-i gâita katıdır ve bir yabancı zarla örtülüdür. Veca’, sancı vardır.<br />

Veca’ zemânında ateş yükselir, kay eder.<br />

Asabiyyeti gidermek için sabâhları, ılık (35 derecede) hamâm yapmalı. Açık havada<br />

gezmeli. Evde beden hareketleri yapmalı, [kazâ nemâzları kılmalı].<br />

1 — Mi’de ve bağırsakların yükünü hafîfletmelidir.<br />

2 — Bu hastalara kabz çok zararlıdır. Kabz olmamak için, mi’de ve bağırsaklar<br />

boş kalmamalıdır. Bunun için ekmek yimelidir.<br />

Kasâb ve kümes hayvanları yinir. Tâze ve yağsız olmalıdır. Kebab olmalı, fekat<br />

kuru olmamalıdır. Konserve eti yasakdır. Erimiş tereyağ yiyebilir. Yağsız balık (Pisi,<br />

ala balık, turna balığı, mezgit, karagöz balığı gibi) yinilir.<br />

Nişastalı sebzelerin yağsız püresi yinir. Yeşil sebze güç hazm olur.<br />

Süt ve sütlü, hiç verilmez. Süt, kabz yapar. Süt yerine sebze suyu verilir. Yumurta<br />

da kabz yapdığı için yasakdır. Pişmiş peynir az verilir. Maya peyniri hiç verilmez.<br />

Hamur işleri verilir. Pirinc, ekmek verilir. Fekat, iyi pişmiş olmalıdır. Yalnız;<br />

tâze ve erimiş tereyağı konulabilir. Kekîk ve turunc çiçeğinden başka bütün bahârât,<br />

tuz ve biber yasakdır. Şeker ve pasta az verilir. Olmuş meyve yinir. Tatlı<br />

meyve kompostoları verilir. Ayva, dut, çilek gibi dâneli meyveler, kabz yapdıklarından<br />

yasakdır. Su serbestdir. Açık çay, ot çayları serbestdir. Yağlı et suları, ancak<br />

ekmek doğrayarak ve az verilir.<br />

Ağır hâllerde, sulu perhîz yapılır. Sebze suları verilir. Hafîfleyince, nişastalı, pirinç<br />

unu verilmeğe başlanır. Sonra patates, sonra umûmî perhîze göre yinir. Anterit<br />

için ve mikroblu, sancılı, kanlı ishâl için en iyi ilâc, (Sulfamysetine) hablarıdır.<br />

Sülfamisetin, sabâh, öğle ve akşam birer dâne alınır.<br />

Süleymâniyye kütübhânesi, (Lâleli) kısmında, [3735] sayılı kitâbda diyor ki, (Göbek<br />

ağrısı ve göbek kaçması ve göbekde su toplanmasına karşı, on gram şekeri, yirmi<br />

gram sâde yağ ile ezip karışdırılır, içirilir. Yâhud, arabîde Fak’ veyâ Arhûn denilen<br />

ak ve yumuşak tomlan mantarı, [Beletus] kurutulup dövülür. Bal mumu ile<br />

ısıtılır. Karışdırılır. Soğuyunca, göbek üzerine yakı olarak yapışdırılır. Yâhud<br />

Anason döğülüp sirke ile kaynatılır. Süzüp yanmış şap ile hamur yapılıp göbek üzerine<br />

yakı yapılır. Gâyet nâfi’dir, tecribe edilmişdir). Ağır birşey kaldıran, raf gibi<br />

yüksek yerlere uzanan veyâ çok üzülenlerde, (Göbek kaçması) hâsıl olur. Göbek<br />

üzerine parmak ile veyâ ayak topuğu ile basdırıldığı zemân, altındaki damarın<br />

atışı işitilmekdedir. Göbeği kaçanın, damar atması işitilmez. Başı döner. Mi’desi<br />

bulanır. İçine fenâlık gelir. Bayılacak gibi olur. Epigastralgie denilen karn ağrısı<br />

olur. Kesiklik, hâlsizlik olur. Göbek kaçmasına karşı, sabâh aç iken, sırt üstü<br />

yatıp, göbek açılıp, üzerine iki kat bez ve bunun üzerine, kaynar su dolu, dibi geniş<br />

çaydanlık oturtulur. Sapı bezle tutulur. Üzeri yorganla örtülür. Böyle yarım sâat<br />

yatılır. Göbek yerine gelinciye, ya’nî damar atması duyuluncaya kadar, birkaç<br />

sabâh, buna devâm edilir. (Fevâid-i Osmâniyye)deki mıska da iyidir.<br />

16 — GASTRİT (Mi’de nezlesi): İştihâsızlık, kirli dil, ishâl, sancı, göbek altında<br />

ağrı, 39 derece ateş olur. Hastalığı anlamak için radioloji veyâ gastroskopi<br />

yapmalıdır. Herşeyden önce çürük dişleri tedâvî etmelidir.<br />

Soğuk su iyidir. Azar azar, sık sık içilir. Karbonatlı su karışdırılmış süt içilir. Birkaç<br />

gün sonra, soğuk et suyu verilir. Sonra, yumurta sarısı, dahâ sonra, az pişmiş<br />

et verilir. Her dürlü sebze, kahve, çay, bahârlı, alkollü şeyler, karbonatlı sular, aspirin<br />

yasakdır. (Phenergam) iyi gelmekdedir. Mi’de ağrısını kesmek için, (Gastro-gut)<br />

suya damlatarak verilir. (Kitâb-ürrahme)de diyor ki, (Müsâvî mikdârda kereviz,<br />

hulbe tohumları ve kimyon kavrulup, toz edilir. Aç karna su ile içilir. Yeşil<br />

na’na’ toz toz edip, ekmek hamuru ile yoğrulur. Mi’de üzerine konur).<br />

17 — GUT (Nekris): Gıdâlarla alınan nükleo-protein maddelerinin hazm olunamamasından<br />

meydâna gelir. Vücûddaki mayaların te’sîri ile bozulup parçalanarak<br />

(Ürik asid) hâline dönerler. Sağlam insanda, (Asid ürik) dokularda parçala-<br />

– 662 –


nır. En çok, karaciğerde parçalanır. Parçalanmayan kısmı, idrâr ile dışarı atılır.<br />

Nekris hastasında, (Ürik asid) maddesi kanda toplanır. Bu (ürisemi) hâli, idrârla<br />

atılamadığını gösterir. Bunun sebebi, bu asidin, suda az eriyen, izomer bir aside<br />

dönmesidir. Sağlam insanın kanında ürik asid, litrede iki ile beş santigram<br />

arasındadır. Nekrisde ve böbrek taşı olanda ise, bir litre kanda yedi ile oniki santigram<br />

arasında olur. Önce ayak baş parmağında ve tabanda şiddetli ağrı, kriz olur.<br />

Kriz, geceleri artar. Sabâh azalır. Ayak baş parmağı kızarır, şişer. Deri parlar.<br />

Hastalık yerleşince, krizler [veca’ ve sızlama] başka mafsallara [eklemlere] yayılır.<br />

Şişer, şeklleri değişir. Hâlsizlik, baş ağrısı, böbrek taşı, damar hastalığı, kalb<br />

hastalığı, şeker hastalığı, böbrek hastalığı hâsıl olabilir.<br />

Kriz olan yer hiç hareket etmiyecek. Sülük koymamalı, tentürdiyot ve yakı kullanmamalıdır.<br />

Kuru fanilâ ile, pamukla sarmalıdır. Büyük mafsal şişerse, çok temiz<br />

iğne ile su almalıdır. Veca’ kesilir. Eskimiş hâllerde, beden hareketleri yapılır.<br />

Ilık su banyosu, friksiyon, masaj yapmalıdır.<br />

Ağrı zemânında: Yemek vermemelidir. Bol içecek vermelidir. Her yarım sâatde<br />

bir olarak, günde iki üç litre içmelidir. Kiraz sapı, keten tohumu, çayır güzeli,<br />

mısır püskülü çayları içilir. Limon suyu, şerbetler, sebze suları içilir. Nöbet atlatılınca,<br />

yağsız süt, iki litre süt, bir litre arpa suyu verilir. Hafîfleyince komposto,<br />

dahâ sonra, pırasa çorbası veyâ patates çorbası, nişasta, pişmiş salata verilir. Dahâ<br />

iyi olunca ete başlanır. İçecek olarak, limon suyu verilir.<br />

Hergün ihtikan (lavman) yapılır. Ağrı nöbeti bitince, müshil verilir.<br />

Nöbet olmadığı zemânlarda, karışan başka hastalıklar tedâvî edilir.<br />

Yasak olanlar - Fazla et, unlu, oksalik asidli, asetik ve laktik asidli, proteinli gıdâlar<br />

yasakdır. Ciğerci etleri, karaciğer, böbrek, beyin, dalak yasakdır. Av etleri,<br />

konserve etleri, yağlı balıklar, az pişmiş ekmek, kakao, çay, kahve, çikolata, nişastalı<br />

sebzeler (nohud, fasulye, bezelye, bakla, mercimek) yasakdır. Hamur işi az yiyebilir.<br />

Kuzu kulağı, râvend, yeşil fasulye, tere, patlıcan, mantar, kereviz, kakao,<br />

şalgam ve sirke, süt, yumurta, alkollü meşrûbât yasakdır. Çikolata, antibiotikler<br />

ve B 12 yasakdır.<br />

Zararsız olanlar - Balıklardan, pisi, dil, kalkan, merlan (mezit), stronkilos, su<br />

tavuğu, tâze morina, kaya balığı, turna, tatlı su hanyası, alabalığı, piliç yiyebilir. Yirmisekizinci<br />

sırada bildirdiğimiz za’îfleme perhîzi yapılmalıdır.<br />

Sebzelerden, patates, havuç, hindibâ, çiğ veyâ pişmiş limonlu salata, yer elması,<br />

enginar, karnabahar yiyebilir. Domates ile ıspanak az yimelidir.<br />

Yemek cedveli - Sabâh: Süt, kızarmış ekmek, tereyağı. Öğle: Turşu, turup, domates,<br />

patatesli külbasdı, makarna, pişerek yapılan bir peynir, meyve kompostosu,<br />

bisküvi, yüz gram kızarmış ekmek. Onaltıda: Hafîf çay, tereyağlı çörek. Akşam:<br />

Sebze çorbası, pirincli, pişmiş salata, portakal, yüz gram ekmek, en sonra sıcak bir<br />

ot çayı içilir.<br />

İlâc olarak sodium salicylat, aspirin, atofan, (Colchicine) komprimeleri verilir.<br />

(Butazolidine) drajeleri, (Sodofan) iğneleri verilir. Eczâhânelerde bulunan (Benemid)<br />

habları, yâhud (A.C.T.H.B’yla) iğneleri, (Amplivix) ve (Zyloric) tabletleri<br />

çok iyi gelmekdedir. Devâmlı incir yimelidir.<br />

Nekris hastalığını mafsal rumatizması ile karışdırmamalıdır. Mafsal rumatizması<br />

mikropdan veyâ zehrlenmeden olur. Toksik ise, antibiotik ve sülfamid verilir.<br />

İkincisinde Nekris tedâvîsi yapılır.<br />

Her çeşid rumatizma ve sinir ağrıları, bel, kol ve boyun tutulması için, 1. cm. (Finalgon)<br />

veyâ (Ben-gay) merhemi ile uğmak çok iyi gelmekdedir.<br />

18 — KUM SANCISI: Hücrelerde, gıdâ maddelerinin noksân yanmasından kum<br />

hâsıl olduğu gibi, azotlu maddelerin noksân parçalanmasından da asid ürik kumu<br />

hâsıl olur. Böbreklerde şiddetli veca’ olur. Ağrı bel ve karına yayılır. İdrâr az, bulanık,<br />

ba’zen kanlıdır. Kay olur. Ürat bulunan idrâr, sarı kırmızı olur. Isıtınca, ürat<br />

– 663 –


eriyip, berrak olur. Soğuyunca tekrâr bulanır.<br />

Ürik asidi en az yapan süt, yumurta, yeşil sebze ve tatlı meyvelerdir. Bilhâssa,<br />

kuru incir, çok fâidelidir. En çok yapan ise, genc hayvan etleri, jelatinli etler<br />

(baş, ayak, deri), ahşâ, beyn, karaciğer, böbrek, işkembedir. Bunlarda çok nüklein<br />

vardır. Nükleinin parçalanmasından, ürik asid kolay meydâna gelir. Ekmek ve<br />

et de oldukca ürik asid yapar.<br />

Yasak olanlar - Genc hayvanlar (dana, güvercin palazı, kuzu, oğlak, genc kuşlar,<br />

piliç yasakdır). Jelatinli etler (dana başı, paça, peltelenmiş et suyu), iç organ<br />

etleri (beyin, böbrek, dalak, karaciğer, işkembe, sucuk), konserve etleri, mantar,<br />

çikolata ve ekşi meyveler, sıcak meşrûbât, sıcak kompres koymak yasakdır.<br />

Ekmek, sebzeler (mercimek, fasulye, bakla, bezelye) az verilmelidir.<br />

Verilecek yemekler - Büyük hayvan etleri (sığır, koyun), tâze av etleri (tavşan<br />

gibi), kümes hayvanları, çok tâze balık, soğuk süt, yumurta verilir. Yeşil sebze, patates,<br />

tatlı meyve bilhâssa kuru incir verilir. Tâze peynir verilir. Kahve, gazoz yasakdır.<br />

Hafîf ılık çay verilir. Her gün iki üç litre bol su içmelidir. Limon suyu ve<br />

mi’de sodası vererek idrârın asitliği azaltılmalıdır. PH 6 dan aşağı olmamalıdır. İlâc<br />

olarak piperazine, (A.C.T.H.) ve (Cortisone) iğneleri fâidelidir. Süleymâniyye kütübhânesi<br />

(Lâleli) kısmında, [3735] sayılı kitâbda diyor ki, (Üç gün beşer gram Râvend-i<br />

Çîni tozu yutunca, incir, mesâne taşını eritir ve idrâr yollarını temizler. Akkavak<br />

yaprağını çay gibi hâzırlayıp içmek de böyledir. Kadın sütü bal ile karışdırılıp<br />

içilirse, mesânedeki taşları eritir).<br />

Almanyada yeni yapılan (Nieron) adındaki hablar, böbrek taşlarını parçalamakda,<br />

bunları ve kumları dökmekdedir. Bu ilâc, günde üç def’a yemeklerde birer hab<br />

alınmakdadır. İçinde, (verge d’or) denilen altın kamış otunun çiçeği ve (Ammi) denilen<br />

Mısr anasonu meyveleri ve (Saxifrage) denilen taşkıran otu ve (Souci) denilen<br />

Ayn-ı safâ otu ve (Bugrane) denilen kayış kıran otunun kırmızı çiçekleri ve<br />

(Garance) denilen kökboya kökü vardır. Bunları kaynatıp suyunu içmek de taş ve<br />

kum düşürür.<br />

19 — OKSALAT KUMU: Çok sebze yimekden hâsıl olur. Bilhâssa oksalat<br />

(hummâz) bulunan sebzeler yasakdır. Kuzu kulağı, ıspanak, beyâz fasulye, semizotu,<br />

elma, armud, frenk üzümü (ahû dudu), kiraz, vişne, çilek, yasakdır. Domatesin<br />

zararlı olmadığı anlaşılmışdır. Biber, çikolata, kakao yasakdır. Mesâne ve böbrek<br />

hastalığı yoksa, her et, bilhâssa beyâz et verilir. Kepeksiz beyâz ekmek yimelidir.<br />

Sultân dördüncü Muhammed hân zemânında hakîm başı iken 1081 [m. 1669] de<br />

Yenişehrde vefât eden doktor Sâlih efendinin (Gâyet-ül-itkân) kitâbını, Mustafâ<br />

Ebülfeyz efendi, 1141 [m. 1728] de, arabîden türkçeye terceme etdirerek (Nüzhetül-ebdân)<br />

adını vermişdir. Gâyet güzel hat ile yazılmış ve sekizyüzelli sahîfe olan<br />

bu kitâbın bir nüshası Türkiye gazetesi kitâblığında mevcûddur. Bu kitâbda diyor<br />

ki: Böbrek taşı yapan gıdâlardan perhîz etmelidir. Taş hâsıl olmasını men’ eden şeyler<br />

yimelidir. Buzağı eti ve oğlak eti, yumurta sarısı, kaya balığı, fıstık, acı bâdem,<br />

şam fıstığı, zerdâli ve kayısı çekirdeği, incîr, siyâh nohud yimelidir. Ebe gümeci,<br />

maydanoz, kuşkonmaz, hindibâ yimelidir. Yemeklere tarçın koymalıdır. Tatlı yimelidir.<br />

Ayda iki kerre müshil almalıdır. Müshillerden hıyarışenbih, kudret helvası,<br />

gül şurubu, râvend, terementi münâsibdir. Kırımtartarı râvendli şekerle vermelidir.<br />

Böbrek taşına karşı en iyi ilâc terementidir. Taşları paralar. Terementi dört<br />

gram ve râvend bir gram, tarçın yarım gram, meyankökü ve altın otu, ya’nî ipeka<br />

yirmişer santigram hab yapıp haftada bir kerre bir gram vermelidir. Sarı sabr bir<br />

dirhem ve râvend ile garikon birerbuçuk dirhem ve mahmûde, ya’nî skamone oniki<br />

santigram ve tarçın, sünbül ve mustakiden, ya’nî damla sakızından, meyankökünden<br />

yirmişer santigram, kâfî mikdâr terementi ile hab yapılıp, haftada bir<br />

kerre bir dirhem verilir. Yâhud dört gram hıyarışenbih balını iki gram terementi<br />

ve yarım gram meyankökü, kâfî mikdâr şeker ile karışdırıp bir def’ada içmelidir.<br />

– 664 –


Taşı parçalamak için, sassafras ağacı kabuğu, taragyon, ya’nî peninla zamkı, maydanoz,<br />

râziyâne, ventilla, turup, betonika, ya’nî yer pırasası, baldırı kara, yer sarmaşığı,<br />

yapışkan otu, altın otu, katır kuyruğu çiçeği, sarmaşık tohmu, acı bâdem,<br />

kara nohud, zerdâli çekirdeği, ağaç kavunu çekirdeği, kâküne, ya’nî güvey feneri<br />

veyâ frenk yâsemini, terementi, kâhrübâ, kırımtartar tuzu, tuzrûhlu su, zaçyağlı<br />

su, ağaçkavunu, limondan herhangi birini vermelidir. Terementiden cevz kadarını<br />

şekerle veyâ menekşe şerbeti ile içmek çok fâidelidir. Tecribe edilmişdir.<br />

Terementinin taş düşürdüğü fransızca tıb kitâblarında da yazılıdır. Yer sarmaşığı<br />

çayını veyâ tozunu her sabâh kullanmak da çok fâidelidir. Her sabâh oniki aded<br />

arı-ar, ya’nî ardıç tohmu yutmak ve hatmi kökünü üzümle kaynatıp içmek ve<br />

incir yimek de çok nâfi’dir. Tecribe edilmişdir.<br />

(Teshîl-ül-menâfi’)de, 27 ve 153. cü sahîfelerinde diyor ki, (Böbrek taşını parçalamak<br />

için şekerli karpuz suyu içmelidir. Mantar, kaymak, herîse ya’nî keşkek,<br />

cübün ya’nî beyâz peynir, balık, pelte ve sütlü şeyler böbreklerde taş ve<br />

kum yapar. Bunları yimemelidir. Tuzlu, kireçli su içmemelidir. Bayat et, sığır, tavşan<br />

eti, pirinçli yemekler yasakdır. Kara nohud suyu veyâ tarçın suyu veyâ mahleb,<br />

ya’nî andız otu, anason ve kimyon ve hulbe, ya’nî buy tohumu yinir veyâ suları<br />

içilirse ve çemen ekmek ile yinirse, böbrekdeki ve mesânedeki taşları parçalayıp<br />

döker. Siyâh turup rendelenip sıkılır. Suyu, aç iken birer çay bardağı, birkaç<br />

gün içilir. Büyük, küçük taşları eritir. Tecribe edilmişdir. Hulbe, dört def’a su ile<br />

kaynatılır. Her def’a suyu atılır. İnce toz edilip, havanda kuyruk yağı ile karışdırılır.<br />

Hafîf ısıtılıp, içine yüzerlik tohumu tozu ve şeker karışdırılır. Cilde sürülünce,<br />

mafsal ağrısı, şiş, öksürük, karın ağrısı, yara ve çiban iyi olur, yinirse, idrâr söker.<br />

Böbrek taşlarını parçalar. Öksürüğü keser.). 36. cı sayıda Bronşit kelimesine<br />

bakınız! Teshîl kitâbını Hakîkat Kitâbevi basdırmışdır. Sabâhları, aç iken bir fincan<br />

zeytin yağı içmek de, kum döker.<br />

1972 de Parisde basılmış olan (Dictionnaire pratique Thérapeutique) kitâbında<br />

Magnésium, Vitamine B 6 , aspirin, Bleu de metiléne tavsıye etmekdedir.<br />

20 — HEMOFİLİ (Kanama): Kendiliğinden veyâ yaradan, çibandan kan akmasıdır.<br />

Irsî veyâ sonradan olabilir. Ba’zan, deri altındaki damarcıklardan akar.<br />

Ba’zan, mafsal yerlerine akar. Ekseriyâ burun, diş etleri kanaması o kadar çok olur<br />

ki, ölüme sebeb olabilir. Bağırsak ve rahim kanaması nâdir görülür. Kanın alyuvarları<br />

azalmışdır. Formül lökositler normaldir. Kanın pıhtılaşma kâbiliyyeti azdır.<br />

Kanda hematoblast sayısı artmışdır.<br />

Sâhil yerlerde oturmalı, kuvvetli yimelidir. Tâze ve kanlı et yimelidir. Kemik suyu,<br />

sığır ayağı haşlaması vermelidir. Bunlarda jelâtin çokdur. Kanın pıhtılaşmasını<br />

artdırırlar. Tâze buğday, çavdar ekmeği, bulgur yimelidir. Mısr yasakdır.<br />

Yeşil sebze çok yimelidir. Bilhâssa tâze ıspanak, sirkeli salata yimelidir. Ekşi<br />

meyve iyidir. Frenk üzümü (âhu dudu), kiraz, limon, portakal yimelidir. Konserve,<br />

salamura (tuzlama) yasakdır. Suyu ve herşeyi az içmelidir. Burun kanamasında<br />

başı geriye eğmemeli, oturup ileri eğmelidir. Burun deliklerini birer birer silmelidir.<br />

Baş ve şehâdet parmaklar ile burnu sıkmalıdır. Bir pamuğa kan kesici toz<br />

serpip burna sokmalıdır. İlâc olarak, her iki ayda bir, deri altına yirmi santi-metreküb<br />

serum zerk edilir. Deri kanamalarında, önce tuzlu su ile yıkayıp temizlenir.<br />

Sonra, (Thrombase Rousel) denilen kutulardaki, ampuldeki sıvı, şişe ağzı kesilip,<br />

şişeye dökülür. Çalkalayıp, iyice eritilir. Gazlı bez veyâ pamuk, bununla ıslatılıp,<br />

kanayan yere konur. Buruna sokulur. Kanı keser. İki ampulluk kutu hâlinde satılmakdadır.<br />

Bayerin (Manetol) ampulleri erimiş, hâzır olarak satılır. Dahâ kolay<br />

kullanılır. Beş ampulluk kutu hâlinde satılmakdadır. (K) vitamini bulunan ilâclar,<br />

meselâ, (Vitabiyol K) da fâidelidir.<br />

(Hemerroid) denilen kanlı bâsûrda, mak’addan az veyâ çok kan akar. Bâsûr kanına<br />

karşı en iyi ilâc perhîzdir. Bahârât, biber, kabuklu hayvanlar, midye, tahan [tâ-<br />

– 665 –


hin], bayat av etleri, domuz eti, alkollü içkiler ve tavada, yağda kızartmalar, çay,<br />

kahve ve soğuk su yasakdır. Unlu az yimelidir. Ekmek ve patates zararlıdır. Sellülozu<br />

çok gıdâların hazmı güc olur. Bunun için, lahna, karnabahar, kuzu kulağı,<br />

ıspanak, domates, helvacı kabağı, pırasa, kuşkonmaz yimemelidir. Tâze yumurta,<br />

komposto, reçel, peynir, şeker, ılık meyve suyu, tereyağı, yağsız balık, tâze et, sebze,<br />

meyve yimelidir. Çok istirâhat etmelidir. Üzüntü, uykusuzluk ve dimâgî yorgunluk<br />

ve soğuk meşrûbât bâsûra zarar verir. Hafîf müshil olarak râvend, podofillin,<br />

hind yağı vermelidir. Müshil tuzları kullanmamalıdır. Otuzikinci sayıdaki,<br />

prostat perhîzine uymalıdır. Üzüm iyidir. Hergün sıcak su ile yıkanmalıdır. Kanı<br />

ve ağrıları kesmekde at kestânesi [maron dind] çok fâidelidir. At kestânesi rumatizmaya<br />

da iyi gelmekdedir. Birinci sultan Mahmûd hânın sertabîbi olan Hayâtî zâde<br />

Muhammed Emîn efendinin Velî-ahd üçüncü Osmâna verdiği bâsûr habı fâide<br />

vermişdi. Şöyle idi: Kara helîle [mirobalan] bir gram, sarı helîle bir gram, belîle veyâ<br />

belîlec bir gram, makul-i ezrak [Bdellium] denilen zamk altı gram, toz edilip pırasa<br />

ile kaynamış su ile hamur ve yirmi hab yapılır. Her gece yatarken iki hab yutulur.<br />

Yâhud elli gram kara helîle, kahve gibi kavrulup el değirmeninde toz edilir.<br />

Yatarken ve sabâh aç karna birer gram yutulur. İshâl yapıp pis kanları çıkarır.<br />

Bir dahâ kan gelmez. Ağrı kesilir.<br />

(Nüzhet-ül-ebdân) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Bâsûr akmaz ise,<br />

pis kanı akıtmalıdır. Yer fesleğeni, yapışkan otu, sığır dili, incir yaprağı, buhûr-ı Meryem<br />

kökü, ya’nî cyclame, kantaryun-ı sagîr kaynatıp içilir veyâ buğusuna oturulursa<br />

kanı akıtır. Bâsûrun ağrısını kesmek için, mak’ad üzerine kavak [Populeum] merhemi<br />

sürülür. Bu merhemin kavak tomurcuğundan nasıl yapıldığı fransızca formülerde<br />

yazılıdır. Tereyağı ve gül yağı sekizer dirhem, esfidâc ya’nî üstübec dört dirhem<br />

merhem yapıp sürmek de fâidelidir. Menekşe yağı ve gül yağı ve pamuk tohumu<br />

merhemi de iyidir. Ebegümeci yaprağı, papatya ve sığır kuyruğu, ya’nî bouillon<br />

blanc yaprağı ve keten tohumu su ile kaynatıp lapa yaparak sürmek veyâ buğusuna<br />

oturmak da ağrıyı keser). (Teshîl-ül-menâfi’)de, (sıcak şey [beze sarılı sıcak<br />

ince tuğla] üzerine devâmlı oturmak ağrıyı ve şişleri izâle eder) yazılıdır.<br />

Çok okuyanlarda, çok düşünenlerde mak’addan gelen kan fâidelidir. Dimâga<br />

toplanan kanın tazyîkini azaltarak, beyin kanamasına mâni’ olur. Kaba etler arasına<br />

pamuk koyup, yatılırsa, bu kan kesilir.<br />

Kan kusmada, hareket etdirilmez. Buzlu bir şey içirilir. Vitamin K, kardeş kanı<br />

kan kesicidir. Anti-koa-gülan ilâclar çok iyi, fekat tabîb nezâreti lâzımdır.<br />

21 — İKTER KATARAL (Safra yolu nezlesi ile sarılık): Deri ve zarlar, gözler<br />

sararır. Çünki safra, kana karışmışdır. Safra yolu az çok tıkanarak, safra yolunun<br />

spasmından veyâ nezlesinden (mikroblanmasından) hâsıl olur. Bağırsaklarda her<br />

zemân bulunan mikroblar safra yoluna geçerek, safra yollarında infeksiyon (fesâd)<br />

yapması ile olur. Ba’zı ilâcların çok kullanılması da karaciğeri bozmakdadır. Sülfamidler<br />

ve ba’zı antibiotikler böyledir.<br />

İdrâr koyu renklidir. Gâita renksizdir veyâ çok boyalıdır. Nabız yavaşdır. Kaşıntı<br />

ve hazmsızlık, kay ve kanama olur.<br />

Sağlam insanda, safra boyaları, bağırsakda redüklenerek idrobilirübin ve ürobilin<br />

hâline döner. Safra bağırsağa gelemezse, ürobilin hâsıl olmaz. Bu hâl ise nâdirdir.<br />

Sağlam idrârda, çok az ürobilin bulunur. Sarılıkda, mikdârı artar.<br />

Sağ böğürde ağrı olunca, idrârda safra boyası (bilirübin) aranır. İdrârda bilirübin<br />

bulunması, kana geçdiğini, sarılık olduğunu gösterir. İdrârda safra tuzları bulunur.<br />

Buna, boya ve tuz sarılığı denir. Bu sarılıkda kanda kolesterin mikdârı artar.<br />

İdrârda safra tuzları yoksa, yalnız boya sarılığıdır ki, safra ile ilgisi yokdur.<br />

Sağlam insan kanında bilirübin yokdur. Ba’zı kimselerde az bulunur ve bozukluk<br />

yapmaz. Safra yolu tıkanınca, kanda birikir. Ellibinde bir olunca idrâra geçer.<br />

Safra kesesi kuvvetsiz ise, safra sökdürücü maddeler verilir. Tâze tereyağı,<br />

– 666 –


kaymak, yumurta sarısı, zeytinyağı verilir. Yağlı, tavada kızartma, bahârât, alkollü<br />

içkiler, kahve, çay verilmez. Tavada kızartmalar çok zararlıdır.<br />

Spazm sebebi ile olan sarılıkda, safra sökdürücüler verilmez. Süt, kaymak, tereyağı,<br />

iç yağı, zeytinyağı, yumurta, fırında pişmeler, yağlı balık, pastalar, cevz, fındık,<br />

bâdem gibi yağlı meyveler, çiğ portakal ve şeftâli verilmez. (Buscopan),<br />

(Tribrom) gibi Antispasmodik ilâc verilir.<br />

Et ve yağ yinir. Sebze suyu, sebze püresi ve yeşil sebze yinir. Hamur işi verilir.<br />

Süt az verilir. Yumurta yasakdır. Süt fermantasion yapar. Pişmiş meyve verilir. En<br />

sonra, iyi pişmiş et yinir. Alkali, bikarbonatlı su içmeli, hergün müshil vermelidir.<br />

Her sabâh aç karna, bir su bardağı serin suda, bir kahve kaşığı dolusu (Karlsbad<br />

tuzu) eritip içmelidir. Safra yollarını açar. Yarım gram sodium salisilat ve yarım<br />

gram sodium bikarbonat karışımı paketlerden hergün üç adet, su ile yutmalıdır.<br />

Safra söker. Karaciğeri kuvvetlendirmek için (Bilsan) veyâ (Metikodin), (Dycholium)<br />

yâhud (Sülfarlem) veyâ tercîhan (Fosepar) habları vermelidir. (Bilagit)<br />

habları, (Boldo) otunun yaprakları kaynatılıp içilirse, safra yollarını açar ve hazmı<br />

kolaylaşdırır. Hazmı kolaylaşdırmak için ve gaz için (Festal) habları da iyidir.<br />

Kaşınan yerlere (Saltazinç) losyonu veyâ sirkeli su sürmelidir. (Doxergan) veyâ<br />

(Polaramine) habları almalıdır. [8 ve 39. ncu hastalıklara bakınız!].<br />

22 — İKTER HEMOLİTİK (Boya sarılığı): Karaciğerde bir bozukluk olmadığı<br />

hâlde, kan boyalarının değişmesi demekdir. Çok def’a zararsız ise de, vahîm sarılığa<br />

ve kansızlığa dönebilir. Dalak şişebilir. Hemati (alyuvarlar) çabuk harâb olur.<br />

İdrârda ürobilin bulunur. Deri saman sarısıdır. Gâita çok renklidir. Kaşıntı yokdur.<br />

Kanda kolesterin normaldir. Ya’nî 1,2 gram ile 1,8 gram arasındadır.<br />

Kolesterini bol şeyler yimelidir. Verem hastasının perhîzine bakınız. Sıcak su<br />

banyosu, friksiyon iyidir. Açık hava, istirâhat ve çelikli şurublar ve karaciğer hülâsası<br />

verilir.<br />

23 — VAHÎM SARILIK: Mikrobdan ileri gelir. Bulaşıcıdır. Kalb çok za’îfler.<br />

Herşeyden önce, kalbi kuvvetlendirmelidir. Kendiliğinden zehrlenmeği önlemelidir.<br />

Bunun için bağırsakları soğuk su ile yıkamalıdır. Çok su içmelidir. Yatakda<br />

istirâhat lâzımdır.<br />

Çok mikdârda (Extrait Hépatiue) ya’nî karaciğer hülâsası ve K vitamini ve cortisone<br />

(Kortizon) verilir. Hastalığa yakalanmamak için, eller, çamaşırlar ve halâ<br />

temiz olmalıdır. Kalçaya (Gamma-globuline) yapmak bir ay korumakdadır.<br />

24 — ENFEKSİYON (Sârî hastalıklar): Bulaşıcı hastalıklarda sindirim organı<br />

za’îfdir. Kolay hazm olan şeyler verilmezse, bağırsaklardan, kana mikrob girer. Bunun<br />

için süt perhîzi verilir. Süt de ağır gelirse, sebze suları, hubûbât suları verilir.<br />

Sütlü çay, sütlü kahve de verilir. Hastanın ateşi tabî’î hâle (37 0 C) düşünce, yumurta<br />

ve bol et verilir. Meselâ, beyin, dalak, çikolata, bonfile, piliç, dana gibi kolesterini<br />

bol şeyler, günde bir kerre verilir. Sonra, sütlü, tereyağlı hubûbât püreleri<br />

verilir. Püre ağır gelirse, muhallebi, sütlaç, nişastalı pelte verilir. Az mikdârda ve<br />

sık sık yimelidir. Dokuzyüzseksenikinci [982] sahîfeye bakınız!<br />

Yağlı et suyunda, kuvvet verici tuzlar vardır. İdrârda albümin yoksa, karaciğer<br />

ve kalb yıpranmamış ise, verilmelidir. Bulaşıcı hastalıklar ateş yapar. Ateşi düşürmek<br />

için (Piramidon) veyâ (Optalidon), (Veramon) habları verilir. Mikrobları öldürmek<br />

için (Ultra dizayin) veyâ (Diyazinol) gibi hablar veyâ (Antipen), (Penisilin)<br />

iğnesi yapılır. (Dürenat), (SP 3 ) ve (Sülfagenisil-V) habları çok iyidir.<br />

Sârî hastalıklardan korunmak için, aşı, serum yapdırmak, anti-biyotik, sülfamid<br />

kullanmak lâzımdır. Doğar doğmaz B.C.G. verem aşısına, üç aylık olunca, kabakulak,<br />

beş aylık olunca diğer aşılara başlanabilir. Yapılan aşılar, sıhhat karnesine<br />

yazılmalıdır. Cild ve böbrek hastalığı geçinceye kadar hiç aşı yapılmaz. Bir aşı yapılırken,<br />

başka aşı yapılmaz. Sârî hastalığa yakalanmış veyâ yeni kurtulmuş olana<br />

aşı yapılmaz. Aşıdan ateş olursa, aspirin verilir. Cild kızarır, şişerse, alkollü bez<br />

– 667 –


[kompres] konur. İnsan kanının (Gamma globülin) maddesi, sârî hastalıklar ve allerji<br />

hâlleri için aşı olarak kullanılmakdadır. Her yirmi günde bir yalnız adeleye yapılır.<br />

Çiçek aşısı 4 ile 12 ay arasında yapılmalıdır. Aşıdan 4 gün sonra kızartı (Papule),<br />

altıncı günde kabarcık (Vésicule), 8-11 inci günlerde kayh, cerâhatlanma<br />

(Pustule) ve ateş, bezlerin şişmesi (adénite) ve onbeşinci günde kabuk hâsıl olur.<br />

Ateşin artmaması için, çiçek aşısını yaz aylarında yapmamalıdır. Kabuk 21 inci günde<br />

düşer. Yedi ve yirmibir yaşlarında ve salgın zemânlarında tekrâr aşılanmalıdır.<br />

Ekzemalı kimselere ve lösemiklerde çiçek aşısı yapılmamalıdır. Çiçek aşısı 1176<br />

[m. 1762] de müslimân türkler tarafından keşf edildi. 1211 [m. 1796] de Jenner bu<br />

aşıyı avrupaya götürdü. Haksız olarak çiçek aşısını bulan kimse ünvânını aldı.<br />

25 — EKZEMA: Kaşıntılı, kanlı deri yarasıdır. Sulu veyâ kuru olur. Çabuk veyâ<br />

yavaş meydâna gelir. Deri kızarır. Su, cerâhat akar. Kabuklanır. Bir yerde olur<br />

veyâ bütün deriyi kaplıyabilir. Hazm bozulur. Kısa ateş yapar. Çok acı kaşınabilir.<br />

Bedenin her yerinde olabilir. Hastanın allerjisi ve allerjiye sebeb olan şey aranmalı,<br />

bunlar yok edilmelidir. Yapılan testlerle kat’î teşhîs elde edilememekdedir.<br />

Soğukdan korunmalıdır. Rivanol bindebir eriyiği ile ıslatılmış bez sarmalıdır.<br />

Su temâs etmemelidir. Mi’de ve bağırsak zarlarından zehrlenmeyi önliyecek perhîz<br />

yapmalıdır. Mi’de-bağırsak zarları ile, dış derimiz arasında, sıkı bağlılık vardır.<br />

Mi’de ve bağırsakdaki bozukluklar, dış derideki gösterileri ile tanınabilmekdedir.<br />

O hâlde, ekzema, sivilce, kaşıntı, sedef hastalığı, deri yağlanması, çıban prürigo (kaşıntılı<br />

kabarcıklar), deri kaşınması, kurdeşen ve baras gibi cild hastalıklarında, sindirim<br />

yollarından biraz zehrlenme yapabilecek gıdâlar yasak edilmelidir. Mi’dede,<br />

bozuk asidler meydâna gelmesine sebeb olacak gıdâlar da yimemelidir. Çok<br />

kimseler, balık, çilek ve harâm olan midye gibi maddelere karşı hassâs olur. Böyle<br />

şeyler verilmemelidir. Yavaş yavaş ve iyi çiğnemelidir. Yağsız, kızarmış et, piliç<br />

kebabı, patates, hamur işi, pirinç, yağsız pişmelidir. Sebze yağsız pişmeli, yirken<br />

tâze tereyağı koymalıdır. Pişmiş veyâ çok olgun meyve yimelidir. Yağlı ve yağda<br />

kızarmış vermemelidir. Lahna, bahârât, salça, turşu, mayalı peynir, çikolata, alkollü<br />

içkiler yasakdır. (Anti-histaminique) hablar, tedâvîye yardımcı olmakdadır.<br />

Onbinde bir permanganatlı su ile yıkamalıdır. Kunfüz, ya’nî kirpi eti yimenin<br />

yukarıda yazılı cild hastalıklarına ve gelincik, ya’nî fil hastalığına iyi geldiği, (Hayâtül-hayvân)<br />

kitâbında yazılıdır. Hanefî ve hanbelî mezheblerinde kirpi yimek harâmdır.<br />

Hasta, diğer iki mezhebden birini taklîd ederek yiyebilir. Kirpi suya konur.<br />

Başını sudan çıkarınca boynu kesilir.<br />

26 — MİGREN (Yarım baş ağrısı): Za’fiyyetden ileri gelir. En çok, sinirleri, hücre<br />

sindirimi za’îf olanlarda görülür. Başın yarısı şiddetli ağrır. İştihâsızlık, kay ve<br />

kabz olur. Ağrı durunca hiçbir şey yokdur. Gıdâların parçalanmasından hâsıl<br />

olan zehrleri dışarı atamaz.<br />

Ba’zı insanlarda, yumurta, süt, balık, peynir ve ba’zı gıdâlardan birine karşı anaflaksi,<br />

hassâsiyyet vardır. Bunu yiyince baş ağrısı ve öteki alâmetleri hâsıl olur. Albüminli<br />

gıdâlar yasakdır. Üç yemekden bir sâat önce yarım gram pepton vermelidir.<br />

Albümine karşı anaflaksiyi önler. Deriyi hergün ılık su ile uğmalı, haftada iki<br />

kerre ılık su ile hamâm yapmalıdır.<br />

Hazmsızlığı önlemelidir. En iyisi, sebze perhîzi yapmakdır. Sebze çorbası, püresi<br />

vermelidir. İyi pişmiş kırmızı et veyâ suyu verilebilir. Beyin, paça verilmez. Yağsız<br />

balık, meyve yimelidir. İyi pişmiş kızarmış ekmek, az yimelidir.<br />

Yasak olanlar - Yumurta, turşular, av hayvanı, hamur işi, salata, peynir, çörek,<br />

kızartmalar, bahârât, kaymak ve tereyağı yasakdır. Süt, çok def’a, iyi gelmez.<br />

Kahve, çay, alkollü meşrûbât vermemelidir. Deri altına (Histamine) yapılması, birçok<br />

hastaya iyi gelmekdedir. Kalsium bileşikleri tedâvîye yardımcı olmakdadır. Bellergal<br />

habları da iyi gelmekdedir.<br />

– 668 –


27 — NEVRASTENİ: Sinir hastalığıdır. Sinir sisteminin hepsi bozukdur. Çok<br />

yorulmakdan, sıkıntı ve heyecânlardan olur. İrsî de olur. Ağır hastalıkdan kalkınca<br />

da, ârıza olarak kalabilir. Yorgunluk, yatakdan hâlsiz kalkmak, başın tepesinde<br />

ağrı, gelip geçici ağrılar, evhâm, korku hâlleri, hazm za’fiyeti, bağları gevşiyerek<br />

bağırsakların düşmesi, kabz, hafîf uzun süren bağırsak nezlesi, unutganlık, umûmî<br />

za’fiyyet, hâlsizlik, damarları açıp büzen sinirlerin za’fiyyeti görülür. Yüzü, birdenbire<br />

kızarır veyâ solar. Elleri, ayakları soğur. Ba’zan çok terler. Kalb çarpıntısı,<br />

nefes darlığı, yürek sıkıntısı olur.<br />

Duş, hamâm, uğma iyidir. Zihnî ve bedenî istirâhat lâzımdır. Tenbîh edici, harekete<br />

getirici ve hazmı güç gıdâ yimemelidir. Açık yerlerde oturmalı, tesellî edici,<br />

kuvvet verici kimselerle konuşmalıdır. Fosfatlı, çelikli gıdâ ve ilâc vermelidir.<br />

Sabâh gevşekliğini gidermek için, (Validol)u şekere üç damla damlatıp, her sabâh<br />

yimelidir. Kınakına ile kuru üzüm kaynatıp, yemeklerden yarım sâat önce içmelidir.<br />

(Anxiété) denilen korku, sıkıntı için trankilisan hablar iyidir. Bromür, afyon<br />

ve morfin vermemelidir. (İberol) habları kanı ve sinirleri kuvvetlendirir. Rûhî tedâvî,<br />

nasîhat çok fâidelidir.<br />

Hergün yarım sâat istirâhatdan sonra, ılık banyo yapmalı, sonra gezmelidir. Yayla<br />

hayâtı iyidir. Deniz iklîmi iyi gelmiyor. Elektrik tedâvîsi de iyidir. Gaz yapıcı şeyler<br />

yimemeli, gazoz içmemelidir. Kahve ve tütün içmemelidir.<br />

Hergün çok def’a (Estagfirullah min külli mâ kerihallah) okumalıdır.<br />

28 — ŞİŞMANLIK: Şişmanların yüzde otuzu şeker hastalarıdır. Ağırlığı, normal<br />

ağırlıkdan yüzde on [% 10] dan fazla olan kimseye şişman denir. Boydan yüzelli<br />

santimetre çıkarıp kalan dörde bölünür. Bölüm yüzden çıkarılır. Kalanın<br />

boydan farkı, tabî’î ağırlığı gösterir. Kadının tabî’î ağırlığı, erkekden birkaç kilogram<br />

azdır. Boza, şira gibi mayalanmış şeyleri içmemelidir. Yağ yapan maddeleri<br />

(şekerli, unlu şeyleri) yimemelidir. Tuzsuz yimelidir. Tuz iştihâ açar. Diğer maddeleri<br />

az yiyebilir. Sıkı perhîz yapmamalıdır. Za’fiyyete sebeb olup hazm da bozulur.<br />

Bu da, kendi kendine zehrlenme yapar. Latîf şeyler yimelidir. Yalnız süt veyâ<br />

sebze perhîzi yapmamalıdır. Beş dürlü perhîz vardır:<br />

A) Çok yiyenlerin perhîzi - Günde iki kerre yimelidir. Bir yemekde: Sirkeli, limonlu<br />

salata, domates, kereviz, hıyâr, sirkeli sebzeler, turup. Hepsi yüz gramdır.<br />

İstediği şeklde bir yumurta, iyi pişmiş et veyâ balık. Et mikdârı, hastanın kilosu kadar<br />

gram olacakdır. Yağsız et suyu, pişmiş meyve yinir. Kuru meyve yasakdır.<br />

B) Az yiyenlerin perhîzi - Her yimekde: Bir tabak et, bir tabak sebze, bir tabak<br />

meyve. Karbonhidrat ihtiyâcı, tâze meyve ile alınmalıdır.<br />

C) Az şişmanların perhîzi - Her yimekde: Bir yumurta veyâ elli gram balık, bir<br />

tabak et, yeşil veyâ nişastalı sebze yüz gram. Meyve yimelidir. Sıcak su ile hamâm<br />

yapmalıdır.<br />

D) Çok şişmanların perhîzi - Birinci gün müshil verilir ve yalnız su ile perhîz yapılır.<br />

İkinci gün müshil verip sebze püresi, suyu verilir. Sonraki günlerde iki yemek<br />

verilir. Her yemekde: Sebzeli turşular, (Sirkeli sebze, domates, kereviz, hıyâr, salata,<br />

turup, hepsi yüz gramdır). Bir yumurta veyâ balık, bir et, sabâh sebze, akşam<br />

yüzyirmi gram kızarmamış patates, meyve ve kahve.<br />

İki yemekden sonra açlık olursa, kahve veyâ süt veyâ bir yumurta ve meyve yinebilir.<br />

Ekmek yasakdır. Yemek arasında su içmemeli, bir sâat önce yalnız su içilir.<br />

Yağ yapan şeyleri, meselâ, ekmek, hamur işi, tatlı, tereyağı yimemelidir.<br />

E) Normal kilosunda olanların perhîzi - Otuz gram tereyağlı ekmek ve sütlü kahve<br />

ile sabâh kahve altısı yapılır. Öğle ve akşam yemeklerinde: İki yumurta veyâ balık,<br />

seksen gram et, yeşil sebze veyâ yüz gram nişastalı sebzeler, yoğurt, yirmi gram<br />

tâze peynir. Arzû edilen bir meyve (muz yasakdır), kırk gram ekmek ve kahve.<br />

İkindi kahve altısı - Galeta ile çay. Su, yemek arasında içilir. Şurub içilmez.<br />

İstenilen ağırlığa ininceye kadar, bu perhîze dikkatle devâm etmelidir. Haftada,<br />

bir kilodan fazla za’îflememelidir. İştihâ kesici ilâc kullanmak fâideli değildir.<br />

– 669 –


Perhîz esnâsında, atar damar tansiyonu ondörtden aşağı düşmemelidir. Fransız tıp<br />

akademisi üyesi profesör doktor Andre de Gennes [1964] Nisan ayında yapdığı konuşmada,<br />

(Ağırlık, boydan otuz kilo fazla ise, kalb fazla yorulur. Tehlükeli olur.<br />

Veremden dahâ korkunç olur. Şişmanlık, her zemân, çok yimekden ileri gelmez.<br />

Yağ sindirimini düzenliyen sinir merkezinin bozulmasından hâsıl olabilir. İstirâhat<br />

lâzımdır. Gıdâ günde binbeşyüz kaloriyi aşmamalıdır) demekdedir.<br />

29 — ÖDEM (Deri altı su toplaması): Ödemlere perhîz yapmak için eskiden,<br />

sebeb olan hastalıklara, başka başka perhîz yapılırdı. Hâlbuki, ödemler, uzviyyetde<br />

sodium klorür (yemek tuzu) toplanmasından hâsıl oluyor. Hastalığın sebebi ne<br />

olursa olsun, dokularda suyun toplanmasına sebeb, bu tuz toplanmasıdır. O hâlde<br />

ödem, anasark (istiska, deri altı su toplanması), Ascite (habn, karnda su toplanması)<br />

için (Régime desodé), ya’nî tuzsuz perhîz lâzımdır.<br />

Tuzsuz perhîz (Régime déchlorure), böbrek hastalığından hâsıl olan ödemlere<br />

de iyi gelmekdedir. Önce, su giderici rejim (perhîz) yapılır. Sonra tuzsuz perhîz<br />

yapılır. Yâhud, ikisi birlikde yapılır. Tuzsuz perhîz yapan, hergün yarım kilo<br />

kadar hafîfler. Sütde, litrede birbuçuk gram (az) tuz olduğu için, böbrek hastaları,<br />

süt ile, tuzsuz perhîz yapar. Çiğ etde de az tuz vardır. Öğle yemeği: Tuzsuz ekmek<br />

200 gram, patates 700 gram, tereyağı elli gram. Akşam yemeği: Tuzsuz ekmek<br />

250 gram, patates 300 gram, pirinc 100 gram, şeker 100 gram, tereyağı 25 gram.<br />

Tuzu az gıdâlar: Patates, un, bezelye, sebze, meyve, tâze peynir, tereyağı, şeker,<br />

çay, kahve, çikolata, yumurta.<br />

Et suyu yasakdır. Kalb hastasına tuzsuz perhîz çok fâidelidir.<br />

Kızıl için, tuzsuz perhîz sütden dahâ iyidir ve hastanın hoşuna gider.<br />

Süleymâniyye kütübhânesi, (Es’ad efendi) “rahmetullahi teâlâ aleyh” kısmındaki<br />

[3697] sayılı kitâbda, yüzdokuzuncu sahîfedeki düâ yazılıp, Gelincik [Fil<br />

hastalığı] denilen hastalığa karşı, şişmiş yere sarılıp bağlanırsa şifâ bulur. Müslimânlara<br />

kolaylık olmak için, bu düâ, (Teshîl-ül-menâfi’) kitâbının sonuna da yazıldı.<br />

Bu kitâb, (Hakîkat Kitâbevi)nde satılmakdadır. Gelincik hastalığı bir nev’i<br />

istiska (hidropisi) olup, kollarda, bacaklarda su toplanarak şişer, ödem olur.<br />

30 — SU AZALTMA PERHÎZİ: Yatakda istirâhat. Beş gün, sabâh, öğle, ikindi,<br />

yatsıda 200 gram süt. İkinci beş günde, her gün 800 gram süt ile, birinci günü,<br />

sabâh bir yumurta, ikindi vakti bir bisküvi, ikinci gün iki yumurta, üçüncü günü bir<br />

parça da ekmek, dördüncü günü, kıymalı sebze ve sütlac da alır. Kalb hastası, süt<br />

alamazsa, sebze, patates, kaynamış havuc suyu günde 250-350 gr.lık üç tabak verilir.<br />

İkindi ve yatsıda 150 gram açık çayla bir bisküvi verilir.<br />

31 — FOSFATÜRİ: İdrârda fosfat bulunmasıdır. Fosfor bulunan organların meselâ<br />

sinir sisteminin iyi beslenmemesinden meydâna gelen bir hastalıkdır. İdrâr,<br />

turnsola karşı baz reaksiyonu gösterir. Alkali kum adı verilir. Çok et, az sebze verilir.<br />

Ya’nî fosfat verici gıdâlar yimelidir. Ma’den bileşikleri çok olan gıdâları<br />

vermek de fâidelidir. Kırmızı et (sığır, koyun) vermelidir. Beyâz etlerde fosfor azdır.<br />

Yağlı et suyu, beyin ve yağlı karaciğer, dalak, tarla kuşu, havyar, tavuk yumurtası<br />

yimelidir. Yumurta sarısında çok fosfor vardır. Fasulye, mercimek, bakla, şalgam,<br />

nohud, turup, kereviz, enginar bilhâssa tâze iken yimelidir. Her meyve iyidir.<br />

Hamur işi, şekerli, bahârlı, sirkeli yimemelidir. Süt ve kahve iyidir. Fosforlu<br />

ve amonium klorürlü ilâc verilir.<br />

32 — PROSTAT (İdrâr yolu bezi şişmesi): İdrâr yolunu halka gibi saran salgı<br />

bezinin uzun zemân mikrob alarak cerâhatlanması ve şişmesidir. İstibrâ yapmıyanlarda<br />

dahâ fazla hâsıl olur. İdrâr yapmak güç olur. Kat’î ilâcı ameliyyâtdır. Calcibronat<br />

gibi hafîf müsekkinler ve Magnesium bileşikleri gibi ilâclar, ağrıyı önlemeğe<br />

ve ameliyyâtı gecikdirmeğe yarar. Damar sertliği hâsıl olur. Damar sertliği<br />

perhîzine benzer. Kırmızı et, tâze kümes ve av eti, çok tâze yağsız balık yimelidir.<br />

Etler, salçasız, sâde olacak, garnitürlü (terbiyeli) olmıyacak. Tereyağı serbestdir.<br />

– 670 –


Hayvan yağı, vita, sana az verilir. Konserve ve tuzlama, yağlı balık, yağlı karaciğer<br />

böreği, bayat av eti, mayalı peynir, çay, kahve, alkollü meşrûbât, bahârât yasakdır.<br />

Ateşin artması, (Prostatit) alâmetidir. Antibiyotik ve sülfamid verilir.<br />

Düronat veyâ (Azo Gantrisin) tabletleri ve Almanyada yapılan (Sitosterin) habları,<br />

prostatit, sistit ve üretrit gibi idrâr yolları iltihâbları tedâvîsinde fâideli olmakdadır.<br />

Sebzeler bol verilmelidir. Unlu, aşırı gitmemeli. Çünki, besleyici kuvvetleri<br />

çokdur. Prostatlılara çok gıdâ vermek iyi değildir. Yeşil sebze, (yeşil fasülye, ıspanak)<br />

iyidir. Kuzu kulağı, domates, kuşkonmaz yasakdır. Tâze salata verilebilir. Fekat,<br />

biber ve sirke yasakdır. Meyve konserveleri, komposto yinir. Kırmızı meyve<br />

ve çilek yimemelidir. Hergün çok yürümelidir.<br />

Ekmek az yimeli, pasta, gevrek yimemeli, kuru pasta az yimelidir. Hamur işi yemekler<br />

serbestdir. Ma’den suları iyidir. Mi’deyi temizler.<br />

Kriz ve ateşli zemânlarda süt verilir. Yemek zemânları dışında birşey yimemeli.<br />

Yemeği iyi çiğnemelidir. Azotlu çok yimemelidir. Bunlar, idrârda kum yapar.<br />

Bahârât ve münebbihler yasakdır. Akşam yemeklerinde et az olmalıdır.<br />

33 — RAŞİTİZM (Kemik hastalığı): Küçük çocuklarda olur. Kemikler kıvrılır.<br />

Şeklleri değişir. Hazm yolları bozulur. Lenfa bezleri şişer. Sârî hastalıklardan<br />

sonra, kendiliğinden zehrlenme, frengi, verem veyâ iyi gıdâ alamamakdan meydâna<br />

gelir. Hayvan sütü verilen çocukların bağırsakları bozulmasından veyâ vaktinden<br />

önce, memeden kesilmeden de olur. Sebebini anlayıp, bu sebebi tedâvî etmelidir.<br />

Ana sütü verilmiyen çocuklara D 2 vitamini vermelidir. Hastalığa yakalananlara,<br />

ışık tedâvîsi, ultra-viole ışınları yapılır. Ergosterol hâlinde D vitamini verilir.<br />

D 2 vitamini, tabîb nezâreti altında verilmelidir.<br />

Kemik dokularda fosfat azalmışdır. Mi’de ve bağırsaklarda zehrlenme vardır. Bu<br />

ise, fosfatların hazm olunmasını güçleşdirir. Küçük çocukların ana sütü emmesi, bu<br />

iki şeyi düzeltir. Ana sütü olmazsa, fenne uygun süt verilmeli, pastörize veyâ kaynamış<br />

süt vermelidir. Sütden kesilmiş çocukların sütüne mısr ve yulaf unu katmalıdır.<br />

Bunlarda fosfat vardır. Yağ ve yumurta sarısı, lesitin, glisero-fosfat, fasulye<br />

ve mercimek püreleri de katmalıdır. Bu fosfatlı perhîze, kireçli gıdâlar da eklenmelidir.<br />

Gıdâsında, asid (hâmız) bulunmamalıdır. Sirkeli yemekler, eski peynir, limon,<br />

portakal vermemelidir. Hazm yollarında asid mayalanması olmamalıdır.<br />

Çocuk, sekiz ay yalnız ana sütü emmeli, sonra bir, dahâ sonra iki emzirme yerine,<br />

süt ve un bulamacı ile iki kerre doyurmalıdır. On-onbeş aylık iken, iki kerre<br />

bulamac yapıp, beş kerre de emzirmelidir. Onbeş-onsekiz ay arasında, üç bulamac<br />

vermeli, üç kerre de emzirmelidir. Onsekiz aydan sonra, yukarıda yazılı çeşidli<br />

şeylerle beslemelidir. Ayakda çok tutmamalı, yürütmemelidir. Güneşli ve havalı<br />

odada bulundurmalıdır. Deniz ıklîmi çok iyidir. Deniz ve kum banyosu, birinci<br />

ilâcdır. Haftada iki-üç tuzlu ılık banyo, bu işi görür. Müleyyin, lavman ile kabzı<br />

önlemelidir. Büyük çocuklara balık yağı, günde bir çorba kaşığı içirmelidir.<br />

34 — SPERMATORRE (Bel gevşekliği): Bu hastalık üç dürlüdür:<br />

1 — Hasta kuvvetli, sağlamdır. Rûhî bir kusûru da yokdur. Her gece ihtilâm<br />

olmakdadır. Yorgun kalkmakdadır. Halâya gidince, önünden birkaç damla muhât<br />

çıkmakdadır.<br />

2 — A’sâbı bozukdur. Nevrasteni vardır. Çok ihtilâm olur. Çok yorgun kalkar.<br />

Gündüz, hareketleri esnâsında akan muhâtı, çamaşırında görür.<br />

3 — Akıntının sebebi refleksdir. Ya’nî bir nev’î gıdıklanmadır. Avret yerine<br />

hafîf dokunma, varikosel, ya’nî zeker varisi, damarda kan birikmesi, hemorroid<br />

(kanlı bâsur), mak’ad kaşınması, kabzlık ve başka sebeblerle sarsılan sinirler,<br />

refleks ile, akıntı sinirlerini harekete getirerek olur. Birinci hâl fizyolojik, sıhhîdir.<br />

Birinci, ikinci hâlde, erken kalkmalı, yatak sert olmalı, yasdık kullanmamalı,<br />

yatağa kâfûrî serpmeli, sabâh akşam ılık su banyosu yapmalı.<br />

– 671 –


Tenbîh edici (sinirleri harekete getirici) gıdâlar, bahârât, biber, turşu, çay,<br />

kahve, konserve etleri, mayalanmış peynir yasakdır. Hazmı kolay şeyler yimelidir.<br />

Akşam yemeği yalnız su ve ıhlamur olmalıdır. Belladonlu, kâfûrîli ilâc alınır.<br />

Çocukların gece idrâr yapması, rûhî, asabî hastalıkdır. Büyüklerin idrâr kaçırması<br />

[Silis-ülbevl], bir hastalık değildir. Başka bir hastalığın alâmetidir. İdrâr kaçırmağa<br />

karşı, kıssâ ya’nî hiyârı suda kaynatıp suyu içilir. Hiyâr çekirdeği veyâ reyhan,<br />

ya’nî fesleğen tohumu da böyledir. Meşe palamutu toz edilip, hergün bir kaşık<br />

alınır. Sabâh aç karna nohud kadar günnük veyâ sarmısak yâhud kimyon, soğuk<br />

su ile yutmalıdır. Birinci kısmda, 52. ci madde sonuna bakınız!<br />

35 — TÜBERKÜLOZ (Verem): Veremlilere, hem besleyici, hem de za’îflemeği<br />

önleyici şeyler verilmelidir. Fazla doyurmak doğru değildir. Mi’de ve bağırsakları<br />

bozulur. Karaciğer, böbrek gibi uzvlar yıpranır. Hasta zemânla veyâ sür’atle<br />

zehrlenir. Zehrlenme ise, nefes darlığı, hazmsızlıkdan albüminüri, karaciğer şişmesi,<br />

tansiyon yükselmesi, kan tükürmesi gibi şeylere sebeb olur.<br />

Bugün (Pirampicine) veyâ (İsoniozide) ihtivâ eden müstahzarlar ve (Cyclocérine<br />

Roche) tabletleri ve (İso-Benzacyl Wander) komprimeleri veremi tedâvî etmekdedir.<br />

Bu hablar, tabîbin ta’rîfine göre, dikkatle yutulunca ve aşağıda yazılı perhîz<br />

yapılınca, verem hastalığı temâmen geçmekdedir. (Streptomycine) de iyi gelmekdedir.<br />

Vereme yakalanmamak için, (B.C.G.) aşısı ile aşılanmalıdır. Bacille de<br />

Calmette et Guérine kelimelerinin ilk harfi ile gösterilen bu aşı, yeni doğan çocuğa<br />

yapıldığı gibi, tüberkülin deneyi yapılarak, negatif bulunan büyüklere de yapılır.<br />

Tüberkülin deneyi, çiçek aşısı gibi kola yapılır. Kızarır, kabuklanırsa, pozitif<br />

demekdir. Bu kimseye aşı yapılmaz. Grip ve tüberkülozda öksürüğü kesmek için<br />

(Lüdikodin) veyâ (Perebron) şurubları veyâ habları iyi gelmekdedir.<br />

Herşey verilir. Fekat aşırı verilmez. İştihâsı olduğu kadar yimeli, kendini zorlamamalıdır.<br />

Kolesterini bol lipoid yağları yimelidir. Kolesterin maddeleri, verem<br />

basillerini ve toksinlerini çok iyi tahrîb etmekdedir.<br />

Damar sertliği, bunun aksinedir. Onlara kolesterin vermemelidir.<br />

Verilecek şeyler: Beyin ve karaciğerde çok kolesterinli lipoid vardır. Yumurta<br />

sarısı da böyle ise de, kabz yapar. Az vermelidir (günde iki, üç yumurta kâfîdir).<br />

Fazlası, zehrlenme yapabilir. Sütde de lipoid vardır. Bunu da, fazla vermemeli, yemeklerde<br />

su yerine içmemelidir. Yemekden uzak zemânda içilir.<br />

Balık tohumu ve havyarda, yağlı balıkda çok lipoid vardır. Bunları yimelidir. Balık<br />

yağı çok kıymetli gıdâlarıdır.<br />

Hayvan yağlarında lipoid azdır. Kolesterinleri de azdır. Hazmları güç olur.<br />

Et çok lâzımdır. Büyük hayvan kırmızı eti, tâze olarak verilmelidir. Genc ve beyâz<br />

etler sonra gelir. Kümes hayvanları yinir. Av hayvanları yimemelidir. Et suyu<br />

fâidelidir. İçinde ma’den bileşikleri çokdur.<br />

Ciğerci etleri, dalak, ciğer, böbrek çok lipoidlidir. Sık sık verilmelidir.<br />

Haşlama et, ancak iştihâsı olmıyan hastalara verilmelidir. Başka şey yiyebilenlere<br />

verilmemelidir.<br />

Hamur işi, nohud, mercimek, fasulye, bakla, kestane iyidir. Azot, fosfor ve<br />

karbon gaybını telâfî ederler. Bunların kurusunu vermek çok fâidelidir.<br />

Yeşil sebzeler, kabzlığı önler ve kalsium verir. Bunlarda manganez ve çelik de<br />

bulunduğundan kireç te’min eder ve kan yapımına yardım ederler.<br />

Çok ekşi olmıyan bütün meyveler serbestdir. Az çay verilir. Veremlilerin karaciğeri<br />

ârızalı olduğundan, bunlara da alkollü içki vermemelidir.<br />

Kan tükürenlere perhîz - Tansiyonu yüksek ve kanlı olanlara ve az kan tükürenlere<br />

et az verilir. Yumurta, beyn ve ciğerci etleri de, bunlara az verilmelidir. Böyle,<br />

artritik kimselerin lipoide çok ihtiyâcı yokdur. Bunlara dahâ çok, kuru sebze verilir.<br />

Ateşi olmıyanlara yalnız sebze ve az süt verilir. Ateşli olanlara, sebze suyu, sebze<br />

çorbası ve süt verilir. Ateş azalınca, patates ve meyve kompostosu verilir.<br />

– 672 –


Alkolik olanların karaciğerleri bozulur. Vereme çabuk yakalanırlar. Tedâvîleri<br />

de güçdür. Karaciğerleri, zehr temizleme vazîfesini göremez. Safraları az lipoid<br />

çıkardığından vücûdları mikroblara karşı dayanıksız olur. Bunlara, gıdâ zehrlenmesi<br />

az olan şeyler vermek lâzımdır. Et çok verilmez. Bunların lipoid ihtiyâcları<br />

çokdur. Beynli, ciğerli, ciğerci etleri ile sebze vermelidir. Hamur işi de verilir.<br />

Lipo, yağ demekdir. Lipoid, yağa benziyen demekdir. Yağları eriten, eter, benzol,<br />

kloroform gibi sıvılarda eriyen kolloid cismlerdir, ya’nî kimyevî yapıları başka<br />

olduğu hâlde, fizik özellikleri yağlara benziyen cismlerdir. Fosfatidler, sterinler<br />

lipoiddir. Sinir hücrelerinde bulunan miyelin de, lipoidlerin karışımıdır.<br />

36 — BRONCHİTE: İltihâb-ı kasabât denilen bu hastalık, nefes yolunun iltihâblanmasıdır.<br />

Öksürük ve renksiz, yâhud sarı koyu ifrâzât olur. Şiddetli hâllerinde<br />

nefes darlığı ve hırıltı, ses hâsıl olur. Sigaraya devâm edenlerde şiddetli olur.<br />

Ekseriyâ soğuk ve rütûbetli rüzgâr buna sebeb olmakdadır.<br />

Ağız ve diş iltihâblarını hemen izâle etmelidir. Her sene, sonbehârda antibakteriel<br />

ve anti-grippal aşı yapılmalıdır. Birkaç gün anti-biyotik vererek ağız ve<br />

bronche intânına mâni’ olmalıdır. Terpin, benzuat vererek, göğüs ifrâzâtının dışarı<br />

atılmasını kolaylaşdırmalıdır. 24 sâatda 1 ilâ 2 gram olarak ve 15 gün fâsıla ile<br />

3-4 gün antibiyotik vermelidir. Kloramfenikol vermemelidir. Öksürüğü kesmeli,<br />

fekat afyon sınıfı kullanmamalıdır.<br />

Rütûbetli, soğuk havadan, rüzgârdan ve soğuk su ve meşrûbâtdan çok sakınmalı.<br />

Göğüs ve boyun dâimâ örtülü olmalıdır. Astım ve nefes darlığına karşı, çok az<br />

kortikoid verilir. Kalb ve kan deverânı za’îflerse, tuzsuz perhîz yapılır. Su azaltılır,<br />

idrâr söken ilâclar, bilhassa asetazolamid verilir.<br />

Dâfi’-i sü’âl (Béchique) ilâclar, öksürük keserler. (Teshîl-ül-menâfi’)de diyor<br />

ki, yaş öksürüğü kesmek için, yüzotuz gram süzülmüş bal hafîf ateşde ısıtılır. İçine<br />

bir gram günnük, bir gram damla sakızı konup, karışdırılır. Bunlar eriyince ateşden<br />

indirilir. Katılaşmadan önce içine birer gram kavrulup toz edilmiş çörek otu<br />

ve hulbe tohumu ve zencefil ve karabiber konup karışdırılır. Sabâh aç karna ve yatarken<br />

ve öksürük artınca, bu ma’cûndan bir kahve kaşığı alınır. Yâhud yatarken beş<br />

aded karabiber yutulur. Soğukdan olan öksürükde saf bal yimemelidir. Bal, damarları<br />

ve adeleyi büzer ve safraya zarar verir. Safra kaşıntıya sebeb olur. Balgam sökmek<br />

için, ılık su içmelidir. Sıcak suda günnük eritip içmek ve sabâh aç karna kuru<br />

üzüm, bayat ekmek de söker. Kuru öksürük için, hulbe tohumu beş ayrı su ile<br />

kaynatılır, her def’asında suyu dökülür. Aynı mikdar un koyup, süt, şeker ve tereyağı<br />

ile ma’cûn yapılır. Sabâh, akşam bir çay kaşığı yinir. Zeytin yağı ve bâdem,<br />

muz ve tâze süt, meyan kökü balı iyidir. Hulbe, buy tohmu olup, tâze fasulye gibi<br />

olan meyvelerinin içinde, kırmızı, buğday gibi tohumlar bulunur. Fârisîde Şemlîz,<br />

fransızcası (Semence fenugrec)dur. Pastırmaların üstüne sürülen çemen ismindeki<br />

ma’cûn (sarmısak, kırmızı biber ve buy tohumu unu)dur. Bunun için hulbeye<br />

çemen otu da denir. Ekmek ile çemen yimek de öksürüğü keser. Hadîs-i şerîfde,<br />

(Ümmetim hulbenin fâidesini bilse, ağırlığı kadar altın verip, satın alırdı) buyuruldu.<br />

Teshîlden terceme temâm oldu. Ağız ve buğaz temizliği için, binde üç fenosalîl<br />

mahlûlu veyâ (fenol 1 gr, gliserin 10 gr, su 250 gr) ile sabâh ve akşam gargara<br />

yapılır. Müsâvî mikdârda (sığır kuyruğu, gelincik, hatmi, kedi ayağı, deve tabanı<br />

ve menekşe) çiçekleri karışımına (Espes pektoral) denir. Beş gramı bir litre<br />

su ile çay gibi hâzırlanıp içilirse, öksürüğü keser. (Kitâb-ürrahme)de diyor ki, (Öksürük<br />

için, Mürrü sâfî, günnük, damla sakızı ve kavrulup toz edilmiş hulbe tohumu<br />

birer gram, 120 gram zeytinyağı ile karışdırıp, hafîf ateşde eritilir. Yatarken bir<br />

kaşık alınır. Yâhud müsâvî mikdâr mürrü sâfî, hulbe ve şeker tozları karışdırıp, sabâh<br />

ve öksürünce, sıcak su ile birer kaşık yutulur. Hulbe tohumu, un, bal karışımı<br />

da iyidir. Hulbe, kereviz tohumları ve kimyon tozları karışımından [bir çay kaşığı],<br />

aç iken su ile içilince göğüs hırıltısına, mi’de ve karın ağrısına iyi gelir).<br />

– 673 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:43


37 — UÇUK: Fransızca (perléche) denir. Alt ve üst dudakların birleşdiği yerde<br />

çıkan ufak yaradır. Kabuk bağlar. Ağız hareket edince, kabuk çatlıyarak çok<br />

acı yapar. Dâhilî hastalıklardan veyâ mikrobdan hâsıl olur. Mikroba karşı iki<br />

gram gümüş nitrat, ya’nî Cehennem taşı, yüz gram inbik suyunda eritilir. Bu eriyik<br />

renkli şişede ve karanlık yerde senelerce saklanabilir. Bir pamuğa veyâ tülbende<br />

birkaç damla damlatıp, bu yaş bez bir dakîka kadar uçuk üstüne dokundurulur.<br />

İki üç gece yatarken bir kerre yapılır. Uçuk temâmen geçer. İlâcı çamaşıra damlatmamalıdır.<br />

Siyâh leke yapar. Antibiotikli merhem sürmeli, C ve B 12 vitaminleri<br />

vermelidir.<br />

38 — DUDAK ÇATLAMASI: Yatarken, yağlı krem ile uğulur.<br />

39 — EL ÇATLAMASI: Kış mevsiminde soğukdan, el, ayak derileri çatlar. Hattâ<br />

kanar. Küçük bir şişeye bir limon sıkılır. Üzerine iki misli gliserin konup çalkalanır.<br />

Gece yatarken, çatlak yerler bununla uğulur.<br />

40 — KAŞINTI: Kaşıntıya karşı bir fincana, birer kahve kaşığı asid salisilik ve<br />

boraks tozları konur. Üzeri çocuk pudrası ile doldurulur. Hepsi bir havanda iyice<br />

karışdırılır. Kaşınan yere ekilir. Eczâhânelerde muhtelif ismler ile satılmakdadır.<br />

(Doxergane) veyâ (Polaromine) habları ve (Volog) kremi kaşıntıya iyi gelmekdedir.<br />

[21. ci hastalıkdaki ilâclardan da almalıdır.]<br />

41 — ARI SOKMASI: Önce, iğnesi, pensle ucundan çekerek çıkarılır. Üç misli<br />

sulandırılan amonyakla ıslatılmış pamuk konur. Amonyak yoksa, bir kibrit çöpü<br />

yanarken söndürülür. Kıvılcımı kalmayınca, ucu kızgın iken yaraya basdırılır.<br />

42 — YANIK: İnşâat yerinden fındık kadar sönmüş kireç alınır. Bir fincan su<br />

ile çalkalanır. Durulunca berrak kireç suyu alınır. Üzerine, aynı mikdâr zeytinyağı<br />

konur, karışdırılır. Hâsıl olan merhem yanık üzerine sürülür.<br />

43 — ARPACIK: Göz kapakları çapaklanmasını ve arpacık denilen şişi gidermek<br />

için, bir cezve suda yarım çay kaşığı asid borik kaynatılır. Sıcak asid borikli<br />

suya pamuk batırılır. Sırt üstü yatan hastanın gözü üstüne konur. Soğuyuncıya kadar,<br />

iki üç dakîka, göz üstünde durur. Koyarken, pamuğun çok sıcak olması lâzımdır.<br />

Antibiotikli göz merhemi de iyidir. Göze ilâc koymak, orucu bozmaz.<br />

Başı açık güneşde, rüzgârda kalanın gözüne kan toplanırsa, sabâh akşam,<br />

göze bir damla tâze limon suyu damlatılır. Çok yakarsa da, acı bir dakîkada geçer.<br />

44 — SAÇ DÖKÜLMESİ: (Alopecie) denilen saç dökülmesinin çeşidli sebebleri<br />

vardır. Bulaşıcı hastalıkdan, ba’zı ilâclardan, hâmilelik veyâ thyroid salgısının<br />

az olmasından ve rûhî bozuklukdan dolayı saç dökülmesi az değildir. Seborrhé [Seborre]<br />

denilen yağlı, kepekli saçların dökülmesi de çokdur. Bunların ayrı ayrı tedâvîleri<br />

vardır. Müşterek, umûmî bir tedâvî yokdur. Saç dökülmesine karşı, başı<br />

esmer sabun, ya’nî yumuşak potas sabunu ile yıkamalıdır. Süleymâniyye kütübhânesi,<br />

(Lâleli) kısmında, [3735] sayılı kitâbda diyor ki, (Saçı dökülen kimse, sabâhakşam<br />

başına menekşe yağı sürse, saçı dökülmez ve yenisi gelir. Menekşe veyâ başka<br />

çiçeğin yağını yapmak için, fransızca (Dorvault)da diyor ki, yüz gram saf, ya’nî<br />

asidsiz zeytinyağı, yirmibeş gram çiçek ile karışdırılır. El ile yoğrulur. Yâhud havanda<br />

ezilir. Şişeye koyup ağzı kapanır. Ara sıra çalkalıyarak üç gün güneşde tutulur.<br />

Sonra, sıkarak yağı süzülür. Posa sıkılıp yağ iyice alınır. Posa atılır. Bu yağa<br />

tekrâr yirmibeş gram çiçek konup, yine üç gün güneşde tutulur. Böylece üç kerre<br />

yapılır. On günde kuvvetli çiçek yağı elde edilmiş olur. Yâhud, yüz gram yağa<br />

iki gram menekşe esansından koyup çalkalanır. Bunun gibi yapılan lavanta çiçeği<br />

yağı ile, baş ovulmasını, doktor Heraud, fransızca (Tıbbî nebâtlar) kitâbında yazmakdadır.<br />

Sinâmeki yaprağı kaynatıp içmek veyâ tozunu yutmak saçı çoğaltır. Hatmi çiçeğini<br />

kaynatıp, hamâmda, o su ile saçı yıkasalar, kıl diplerini kuvvetlendirir ve dökülmesini<br />

önler. Havuç yaprağı da böyledir). (Gâyet-ül-itkân)da diyor ki, (Saç dö-<br />

– 674 –


külmesi, kan bozukluğundan ise, kan aldırmalı ve müshil ilâclar vermelidir. Za’fiyyet<br />

var ise, kuvvetli gıdâ yimelidir. Mersin yaprağı yağı, sakız yağı veyâ lâdün ağacı<br />

[cistüs] yağı sürmelidir. İvadne, baldırı kara, gül, biberiye, sakız ağacı yaprakları<br />

kaynatılıp, bu su ile kıl biten yerleri yıkamalıdır. Kaysum, ya’nî kara pelin [Aurone]<br />

ve kamışkökü, labada, asaron, ya’nî çoban düdüğü, arı ve kirpi külü, fare tersi<br />

ve ayı yağı da kaynatıp sürmek veyâ yıkamak, saç dökülmesini önlemekdedir).<br />

45 — ÇIKIK ve BURKULMA: (Nüzhet-ül-ebdân)da diyor ki, insan düşünce veyâ<br />

bir yere çarpınca, iğri basınca, oynak kemiği yerinden çıkar. Buna, (çıkık) denir.<br />

Fransızcada, (Luxation) denir. Yerinden oynar, fekat çıkmazsa (burkulma) veyâ<br />

(Entorse) denir. Her ikisinde de, bu oynak yerini hiç hareket etdirmemelidir.<br />

Çıkan kemik başı yavaşça yerine oturtulmalıdır. Bunu oturtması için hemen doktora<br />

veyâ çıkıkcıya gitmelidir. Yerine oturunca ve burkulma üzerine kardeş kanı<br />

reçinesi, kilermeni, nar kabuğu ve çiçeği, günnük ve delice dânesinin unu ile yumurta<br />

akı karışdırıp yapılan lâpa sürülür. Üzeri bezle sarılır. Yetmişbeş gram sarı<br />

balmumu ve onbeş gram sakız ve onbeş gram râtinc, ya’nî reçine sıcakda eritilip<br />

yapılan lapayı koymak da iyi gelmekdedir. Bunlar bulunamazsa, bir bez üzerine<br />

et kıyması serip üzerine karabiber ekilir. Burkulan yer üzerine konup, üzeri<br />

sarılır. Ağrı, sızı birkaç sâat sonra kesilmezse, kemikde çatlama veyâ kırık ihtimâli<br />

olur ki, hastahâneye götürmelidir. Orada alçıya koyarak tedâvî edilir.<br />

46 — EZİK, BERE, CİLD MORARMASI, BEL TUTULMASI: İnsanın derisi<br />

bir yere sıkışınca, ezilince, oraya kan toplanır. Morarır. Çok acır, sızlar. Buna<br />

(Ezik) veyâ (Contüsion) denir. Kurşun suyu veyâ (Eaude Goulard) denilen süt gibi<br />

beyâz, bulanık su, eczâhânelerde bulunur. Bir gaz bezi bu su ile ıslatılıp, morarmış<br />

deri üzerine konur. Acı, sızı birkaç dakîkada kesilir, gider. Kurşun suyu yok<br />

ise, bir gaz bezi üzerine (Lasonil) denilen merhem sürüp, deri üzerine koymalı, üzeri<br />

sargı bezi ile bağlanmalıdır. Deri yırtılmış, kan çıkmış ise, bunları sürmemeli, yara<br />

(Oxigenli su) ile yıkanıp, üzerine (Tetra-cortril) veyâ (Cortril) merhemi sürülüp,<br />

üstü (Hansaplast) denilen gazlı bez ile örtülmelidir. Bel tutulması için, tüpden<br />

üç santimetre (Lasonil) veyâ (Ben-gay) merhemi çıkarıp, cild üzerine konup,<br />

iki avuç ile sürmeli, birkaç dakîka uvmalıdır. Sabâh akşam yapmalıdır.<br />

47 — DİZ KALÇA SIZLAMASI: Soğuk zemânlarda, tavşan tüyünden yapılmış<br />

diz örtüsü giyilir. Almanyadan gelmekdedir. Bulunamazsa, kalın yün fanilanın<br />

iki kolu omuzdan ayrılıp, bacaklara geçirilir. Hergün, 2-3 incir yimelidir.<br />

48 — ÇİBAN: Deri üzerinde, sivilce, çiban delinmemiş ise, gaz bezi üzerine mercimek<br />

kadar siyâh (ihtiyol merhemi) konup sivri yerine kapatılır. Gaz bezi üzerine<br />

pamuk konur. Üzeri filaster denilen yapışkan bez şerit ile örtülür. Şeridin iki<br />

ucu deriye yapışdırılır. Her akşam hepsi değişdirilir. Birkaç günde çibanın ucu delinir.<br />

Sonra, her açışda, oksijenli su damlatılmış pamukla delikdeki kıyh, cerâhat<br />

temizlenip ihtiyol merhemi ile kapatılır. Cerâhat hâsıl olmazsa, gaz bezine beyâz<br />

(oksid dü zenk) merhemi koyup, delik üzerine kapatılır. Gaz bezi üzerine filaster<br />

şerit konur. Bunlar da her akşam değişdirilir. Birkaç günde tedâvî temâm olur.<br />

49 — AKREB, YILAN SOKMASI: Sokulan yer, aleve tutulmuş veyâ ispirtoya<br />

sokup çıkarılmış jilet veyâ bıçak ile hafîf yarılıp, emilir ve tükürülür. Yukarı tarafa<br />

birşey sarıp hafîf sıkılır. Yarım sâatdan fazla sıkmamalıdır. Kızgın şey sürmek<br />

fâidesizdir. Hemen çok sulu [yüzde on] (Javel suyu) [ya’nî çamaşır suyu] veyâ [yüzdebir]<br />

(Permanganat) ile yıkamalı ve yaraya yakın (Serum antiscorbio), (Akreb<br />

Serumu) (Serum Anti-Venimeux) ya’nî (Yılan Serumu) deriye veyâ adaleye şırınga<br />

etmelidir. Serumun cinsi, yılanın cinsine göre değişir. Mikdârı, hastanın veznine<br />

ve aradan geçen zemâna göre değişir. Bir adam için, 20-30 c.c.dir. Önce 10. c.c.<br />

yapılıp, 2-3 dakîka fâsıla ile 1 c.c. yaparak, 10 dakîkada temâmlanır. Serum +4 derece<br />

serinde 5 sene muhâfaza edilir. Antibiotik ve ağrı kesici ilâc vermelidir. Afyonlu<br />

ilâclar verilmez. Lüzum görülürse (corticoide solouble forte) iğnesi yapılır.<br />

– 675 –


24 sâatde 1-2 gram Hemisuccsinate hydrocortisone uygundur.<br />

Hasta olmamak için ve hastalıkdan kurtulmak için, dört şey yapmak lâzımdır:<br />

1- Fazla yimemeli,<br />

2- Alkollü içkileri hiç içmemelidir.<br />

3- Üzülmemeli, asabîleşmemeli,<br />

4- Vücûdü, eşyâsı, yiyecekleri temiz olmalıdır.<br />

Grip hastalığını yapan virüsün, etrâfımızı çeviren hayvanlarda, bilhassa domuzda<br />

bulunduğu ve bunlarda ürediği Amerikada tesbît edilmiş olup, eczâcılık bülteni<br />

1974 senesi, 6. cı sayısında yazılıdır. Evlerde köpek bulundurmamalıdır.<br />

50 — VİTAMİNLER — Hayvan ve nebâtlarda bulunan ve gıdâlar vâsıtası ile<br />

insanlara gelen ve yaşamamız için lâzım olan uzvî maddelerdir. Günlük gıdâlarımızla,<br />

ağırlıklarının on milyonda biri kadar vitamin almakdayız. Vitaminler, yalnız<br />

nebâtlarda teşekkül eder. Hepsinin kimyâ yapıları anlaşılmış olup, ba’zıları sun’î<br />

yapılmakdadır. Vitaminler birer büyük harf ile gösterildiği gibi, husûsî ismleri de<br />

vardır. Vitaminlerin ilâc olarak kullanıldığı başlıca hastalıklar şunlardır:<br />

A — Bebeklerin, hâmile kadınların ve ihtiyarların za’fiyyet hâllerinde, görme<br />

za’îfliğinde, yaraların iyi olmasının gecikmesinde ve tansiyon yükselmesinde.<br />

B Komplex — Mi’de ve hücrelerdeki hazm bozukluğunda.<br />

B 1 — Sinir za’fiyyetinde, çarpıntıda, ödemde ve rumatizmada.<br />

B 2 — Dil ve deri hastalıklarında, adale gerilmesinde, konjonktivitde, tüberkülozda.<br />

B 3 — Hazm yolları iltihâblarında, karaciğer kifâyetsizliğinde, kurşun, barbitürik<br />

ve sülfamid zehrlenmesinde.<br />

B 4 — Agronülositosda, kan zehrlenmelerinde, rumatizmada.<br />

B 6 — Sinir hastalıklarında, adale tesennücünde, ispirto ile ve ispirtolu içkilerle<br />

zehrlenmelerde.<br />

B 12 — Kansızlıkda, sinir bozukluğunda.<br />

C — Skorbüt ve kanamalarda, soğuğa ve yorgunluğa mukavemeti az olanlarda,<br />

rumatizmada, rûh hastalıklarında.<br />

D — Kemik hastalıklarında, tüberkülozda, allergide.<br />

E — Cinsî za’fiyyetlerde, Âyise kadındaki asabî râhatsızlıklarda, kalb ve damar<br />

hastalığında, rumatizma ağrılarında.<br />

F ve H 1 — Cild hastalıklarında.<br />

H 2 — Ateşli cild hastalıklarında, nefes darlığında.<br />

I ve J — Karaciğer za’fiyyetinde.<br />

K — Kanamalarda.<br />

M — Cild sertleşmesi, siyatikde.<br />

N — Zehrlenmelere karşı mukâvemeti artdırır.<br />

O ve T — Hazmsızlıkda, kemik hastalığında.<br />

P — Damar za’fiyyetinde, bâsurda, ödemde, ekzemada.<br />

B 2 , B 6 , B 12 , C ve E vitaminleri, fazla alınırsa, zarar vermez. A vitamininin fazlası,<br />

kafada tansiyonu artdırıp, rûhî ve asabî bozukluk yapar ise de, alınmayınca<br />

düzelir. B 1 fazlası, hassasiyeti bozar. P nin fazlası, tansiyonu düşürür. D nin fazlası,<br />

kanda kalsiyumu artdırıp, bulantı, kusma, rûhî ve asabî bozukluk yapar. Fitate<br />

de sodyum verilerek, kalsiyumun kana geçmesi azaltılır.<br />

Dervîş Muhammed Nidâî efendinin 986 h. [m.1578] senesinde yazdığı, türkçe<br />

(Menâfi’un-nâs) kitâbında, hastalıklar ve ilâcları uzun bildirilmekdedir. Kitâb<br />

altmış bâb, 376 sahîfedir. 33.cü sahîfesinde diyor ki, (Baş ağrısı devâ ile gitmezse,<br />

Bekara sûresinin 196.cı âyetini, femen den ev-nüsük kadar yazıp, başında götüre,<br />

bi-iznillah şifâ bulur. Başına besmele ve sonuna üskün lillah yazılır). Abdestli olarak<br />

ve islâm harfleri ile yazmalıdır.<br />

– 676 –


47 — TEVEKKÜL<br />

İmâm-ı Muhammed Gazâlînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, fârisî (Kimyâ-i<br />

se’âdet) kitâbının [1281] senesinde Hindistân baskısı, beşyüzsekizinci sahîfesinde,<br />

dördüncü rükn, sekizinci aslı, aynen terceme edilerek aşağıya yazıldı:<br />

Cenâb-ı Hakka yaklaşanların geçdiği makâmlardan biri de, tevekküldür ve<br />

derecesi çok yüksekdir. Fekat, tevekkülü öğrenmek güc ve incedir. Yapması ise,<br />

dahâ gücdür. Çünki bir kimse, hareketlerde, işlerde, Allahü teâlâdan başkasının<br />

te’sîr etdiğini düşünse, bu kimsenin tevhîdi, noksân olur. Eğer, hiçbir sebeb lâzım<br />

değildir dese, islâmiyyetden ayrılmış olur. Eğer sebebleri araya koymak lâzım değildir<br />

derse, akla uymamış olur. Lâzımdır derse, sebebleri hâzırlıyana tevekkül etmiş<br />

olur ki, bu da tevhîdde noksânlık olur. Görülüyor ki, tevekkülü, hem akla, hem<br />

islâmiyyete, hem de tevhîde uyacak şeklde anlamak lâzımdır. Böyle anlıyabilmek<br />

için, derin bilgi ister. O hâlde, herkes anlıyamaz. Biz, önce, tevekkülün kıymetini,<br />

sonra ne demek olduğunu, dahâ sonra, nasıl elde edileceğini bildireceğiz:<br />

Tevekkülün fazîleti: Allahü teâlâ, herkese, tevekkülü emr eylemişdir. (Tevekkül<br />

îmânın şartıdır) meâlindeki âyet-i kerîme, bu emrlerden biridir. Sûre-i Mâidede,<br />

23.cü âyet-i kerîmede, (Eğer îmânınız varsa, Allahü teâlâya tevekkül ediniz!),<br />

sûre-i Âl-i İmrânda, 159.cu âyet-i kerîmede, (Allahü teâlâ, tevekkül edenleri elbette<br />

sever), sûre-i Talâkda, 3.cü âyet-i kerîmede, (Bir kimse, Allahü teâlâya tevekkül<br />

ederse, Allahü teâlâ, ona kâfîdir), sûre-i Zümerde, 36.cı âyet-i kerîmede, (Allahü<br />

teâlâ, kuluna kâfî değil midir?) meâllerinde dahâ nice âyet-i kerîme vardır.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Ümmetimden bir kısmını,<br />

bana gösterdiler. Dağları, sahrâları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına<br />

şaşdım ve sevindim. Sevindin mi, dediler, evet dedim. Bunlardan ancak yetmişbin<br />

adedi hesâbsız Cennete girer dediler. Bunlar hangileridir diye sordum. İşlerine sihr,<br />

büyü, dağlamak, fal karışdırmayıp, Allahü teâlâdan başkasına, tevekkül ve i’timâd<br />

etmiyenlerdir buyuruldu). Dinliyenler arasında Ukâşe “radıyallahü anh”, ayağa<br />

kalkıp, (Yâ Resûlallah! Düâ buyur da, onlardan olayım) deyince, (Yâ Rabbî!<br />

Bunu onlardan eyle!) buyurdu. Biri kalkıp, aynı düâyı isteyince, (Ukâşe senden çabuk<br />

davrandı) buyurdu.<br />

Bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâya tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği<br />

gibi, size de gönderirdi. Kuşlar, sabâh mi’deleri boş, aç gider. Akşam mi’deleri<br />

dolmuş, doymuş olarak döner) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, Allahü<br />

teâlâya sığınırsa, Allahü teâlâ, onun her işine yetişir. Hiç ummadığı yerden, ona<br />

rızk verir. Her kim, dünyâya güvenirse, onu dünyâda bırakır) buyurdu. İbrâhîm<br />

aleyhisselâmı mancınığa koyup, ateşe atarlarken (Hasbiyallah ve ni’melvekîl), ya’nî<br />

(Bana Allahım yetişir. O iyi vekîl, yardımcıdır) dedi. Ateşe düşerken, Cebrâîl “aleyhisselâm”<br />

gelip, (Bir dileğin var mı?) dedikde, (Var, amma sana değil) dedi. Böylece<br />

(Hasbiyallah) sözünün eri olduğunu gösterdi. Bunun için Vennecmi sûresinde,<br />

(Sözünün eri olan İbrâhîm) meâlindeki âyet-i kerîme ile medh buyuruldu. Allahü<br />

teâlâ, Dâvüd aleyhisselâma, (Bir kimse, herşeyden ümmîd kesip, yalnız bana<br />

güvenirse, yerde ve göklerde bulunanların hepsi, ona zarar yapmağa, aldatmağa<br />

uğraşsalar, onu elbette kurtarırım) meâlindeki âyet-i kerîme ile vahy gönderdi.<br />

Sa’îd bin Cübeyr diyor ki, elimi akreb sokmuşdu. Annem, elini uzat da, efsûn<br />

etsinler, ya’nî uydurma şeyler okusunlar diye and verdi. Diğer elimi uzatdım, efsûn<br />

okudular. Sa’îd elini okutmadı. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,<br />

(Efsûn yapan ve ateş ile dağlıyan kimse, Allahü teâlâya tevekkül etmemiş olur) buyurdu.<br />

İbrâhîm-i Edhem “kuddise sirruh”, bir papasa sordu ki, (Nerden geçiniyorsun?).<br />

(Nerden gönderdiğini, rızkımı verene sor, ben bilmem!) dedi. Birine sordular<br />

ki, (Hergün ibâdet ediyorsun. Ne yiyip, ne içiyorsun?). Cevâb olarak, dişlerini<br />

gösterdi. Ya’nî, (Değirmeni yapan, suyunu gönderir) demek istedi. Herem bin<br />

Hayyân, Üveys Karnîye [Veysel Karânî de denilir] sorup, (Nerede yerleşeyim?) de-<br />

– 677 –


dikde, (Şâmda) buyurdu. (Acabâ Şâmda geçim nasıldır?) deyince, Üveys, (Rızklarından<br />

şübhe eden kalblere yazıklar olsun! Bunlara, nasîhat fâide etmez!) buyurdu.<br />

Tevekkül, kalbin yapacağı bir işdir ve îmândan meydâna gelir. Îmânın çeşidleri<br />

vardır. Fekat tevekkül, bunlardan ikisine dayanmakdadır. Bunlar, tevhîde îmân<br />

ve lutf ve merhamet-i ilâhînin çokluğuna îmândır.<br />

Tevekkülün esâsı olan tevhîd: Tevhîdi anlatmak, uzun sürer ve tevhîd ilmi, bütün<br />

ilmlerin sonudur. Biz burada, yalnız tevekküle lâzım olacak kadarını göstereceğiz:<br />

Tevhîdin dört derecesi vardır. Ya’nî bir özü vardır ve özünün de özü vardır.<br />

Bir de kabuğu vardır ve kabuğun da kabuğu vardır. Demek ki, iki özü, iki de kabuğu<br />

vardır. Tevhîd, tâze cevz gibidir. Cevzin iki kabuğunu ve içini herkes bilir.<br />

Özünün özü de, yağıdır.<br />

Tevhîdin birinci derecesi, yalnız dil ile (Lâ ilâhe illallah) deyip, kalb ile inanmamakdır.<br />

Münâfıkların tevhîdi böyledir.<br />

İkinci derece: Bu kelime-i tevhîdin ma’nâsına, kalbin inanmasıdır. Bu inanış, yâ<br />

başkalarından görerek, işiterek olur ki, bizim gibi câhillerin inanışı böyledir. Yâhud<br />

delîl ile, aklın isbât etmesi ile inanır. Din âlimlerinin, kelâm ilmi üstâdlarının<br />

inanması böyledir.<br />

Üçüncü derece: Bir yaratanın, herşeyi yaratdığını görmek, her işin, tek bir fâ’il<br />

tarafından yapıldığını, başka kimsenin, hiçbirşey yapmadığını anlamakdır. Bu<br />

görüş ve anlayış için, kalbde bir nûrun parlaması lâzımdır. Böyle hâsıl olan îmân,<br />

câhillerin ve kelâm âlimlerinin îmânına benzemez. Onların îmânı, taklîd ve isbât<br />

hîleleri ile kalbe çekilen bir perde gibidir. Bu görüş ve anlayış ise, kalbin açılması,<br />

perdelerin kalkmasıdır. Meselâ, bir ev sâhibinin, evde bulunmasına inanmak üç<br />

dürlü olur:<br />

1 — Birisinden işiterek inanmakdır. Taklîd ile olan îmân, bunun gibidir.<br />

2 — Ev sâhibinin, hergün kullandığı binek hayvanını, başlığını, ayakkabılarını<br />

evde gördüğü için inanmakdır. Bu da kelâm âlimlerinin îmânına misâldir.<br />

3 — Ev sâhibini evde görerek inanmakdır. Bu, âriflerin tevhîdine misâldir. Böyle<br />

tevhîd, her ne kadar yüksek derece ise de, bunun sâhibi, mahlûkları görmekde<br />

ve Hâlıkı görmekde, bunların Hâlık tarafından yaratıldığını bilmekdedir. Mahlûkları<br />

gördüğü için, tevhîd tam olamaz.<br />

Dördüncü derece: Bir var görür. Birden başka birşey görmez. Tesavvufcular bu<br />

hâle, (Tevhîdde fenâ) derler.<br />

Yukarıdaki dört dereceden birincisi, münâfıkların tevhîdi olup, cevzin dış kabuğuna<br />

benzer. Cevzin dış kabuğu, acı olduğu gibi ve dış yüzü güzel yeşil ise de,<br />

iç yüzü çirkin göründüğü gibi ve yakılınca bol duman yaparak ateşi söndürdüğü gibi<br />

ve birkaç gün cevzi korumakdan başka, bir işe yaramadığı gibi, münâfık tevhîdi<br />

de, onu dünyâda öldürülmekden korumakdan başka, birşeye yaramaz. Ölümden<br />

sonra, beden çürüyüp, rûh yalnız kalınca, birşeye yaramaz. İkinci derece<br />

olan, câhillerin ve kelâm âlimlerinin tevhîdi, cevzin tahta kabuğu gibidir. Bu tahta<br />

kabuk cevzi birkaç zemân korumakdan başka işe yaramadığı gibi, bu derecedeki<br />

tevhîd de, yalnız insanı Cehennem ateşinden korumağa yarar. Üçüncü derece,<br />

cevzin özü gibidir. Öz, cevzin asl işe yarayan kısmı ise de, cevz yağı ile ölçersek,<br />

posayı taşıdığı görülür. Üçüncü derecede de, mahlûkları görmek, posa gibidir. Hakîkî<br />

tevhîd, dördüncü derecedir ki, Hakdan başka, birşey bulunmaz. Kendini de<br />

unutur.<br />

Süâl — Tevhîdin dördüncü derecesine kavuşmak gücdür. Herşeyi, bir varlık görmek<br />

nasıl olur. Çeşidli sebebler görüyoruz ve yeri, gökü, mahlûkları görüyoruz.<br />

Bunlar, aynı şey midir?<br />

– 678 –


Cevâb — Birinci, ikinci, üçüncü derece tevhîdleri anlamak kolaydır. Anlaması<br />

güc olan, dördüncü tevhîddir. Fekat, tevekkül için, bu tevhîde lüzûm yokdur. Bunu<br />

tatmıyana anlatmak gücdür. Kısaca şöyle diyebilirim ki, birçok farklı şeylerin<br />

bir bakımdan benzerliği olur. Bu bakımdan aynı birşey gibi düşünülebilir. İşte, bir<br />

ârif, herşeyi, hepsinde bulunan birşey olarak görünce, hepsini birşey görür. Meselâ,<br />

insanda et, deri, baş, ayak, göz, kulak, mi’de, ciğer gibi şeyler vardır. Fekat,<br />

insanlık bakımından, bir şeydir ve bir insanı düşününce, ayrı ayrı parçaları hâtıra<br />

gelmeyip, birşey olarak düşünürüz. Bize ne düşünüyorsun denirse, birşeyden başka<br />

düşünmüyorum deriz. Bir insanı görünce, birşeyden başkasını görmedim deriz.<br />

Tesavvufda, öyle bir ma’rifet [ya’nî bilgi] derecesi vardır ki, bu dereceye yetişen<br />

bir ârif, var olan her şeyi, bir bakımdan, birbirlerine bağlı görür. Dünyâdaki çeşidli<br />

cismleri, bir insanın uzvları gibi görür. Mahlûkların, yaratana karşı hâlini yalnız<br />

bir bakımdan görerek, insan uzvlarının akl ve rûh karşısındaki hâli gibi bulur. (Allahü<br />

teâlâ Âdemi, kendi sûretinde yaratdı), hadîs-i şerîfinin ma’nâsını anlamıyan<br />

kimse, bu sözlerimizi anlıyamaz. (Kimyâ-i se’âdet) kitâbının başında, bu hadîs-i<br />

şerîfi biraz açıklamışdık. Dahâ fazla açmağa gelmez. Akl ermez ve yanlış anlaşılır.<br />

Tevekkül için, tevhîdin üçüncü derecesi yetişir. Bu tevhîdi, (İhyâ-ül’ulûm) kitâbımızda<br />

uzun açıklamışdık. Oradan okuyabilirsiniz. (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında,<br />

şükr faslında bildirdiğimiz gibi, güneş, ay, yıldızlar, bulut, yağmur, rüzgâr ve<br />

tabî’atdeki bütün kuvvetler, hep Allahü teâlânın irâdesinde, emrindedir. Kâtibin<br />

elindeki kalem gibidir. Allahü teâlâ irâde etmeyince, hiçbirşey hareket etmez. O<br />

hâlde, işleri bu sebebler yapıyor demek doğru değildir. Bir müdîrin takdîr emrini,<br />

kâğıddan, kalemden bilmeğe benzer. İnsanın irâdesine, ihtiyârına bakarak, insanın<br />

elinde birşey vardır zan etmek de yanlışdır. Çünki, insana ihtiyârı veren de<br />

Allahü teâlâdır. İnsan, bir işi kudreti ile yapıyor. Kudreti de irâdesine bağlıdır. Fekat,<br />

[Eş’arî mezhebine göre], irâdesi nasıl yaratılırsa, onu ister. İrâde elinde olmadığı<br />

için, kudreti de, yapdığı iş de elinde olmaz. Bunu dahâ iyi anlamak için, insanların<br />

hareketlerini üçe ayıralım:<br />

1 — Tabî’î [Fizik] hareketleridir. Meselâ, suya basınca batmak, fizik hareketidir.<br />

2 — İrâdî hareket. Nefes almak gibi.<br />

3 — İhtiyârî hareket. Konuşmak, yürümek gibi.<br />

Tabî’î hareketler, insanın elinde değildir. Çünki, sudan ağır olan her cism gibi,<br />

insan da suya batar. Taşın suya batması, taşın istemesi ile olmadığı gibi, insanın batması<br />

da, arzûsu ile değildir.<br />

İrâdî hareketler, meselâ nefes almak da böyledir. Çünki, nefes almamak istesek<br />

yapamayız. Nefes almak irâdesi, kendiliğinden hâsıl olur. Bir insanın gözüne<br />

iğne uzatsak, ister istemez gözünü yumar. Gözleri kapamak elinde olmaz. Çünki<br />

o ânda gözlerini kapamak irâdesi kendiliğinden hâsıl olur. Tıpkı suda batmak gibi,<br />

tabî’î sebeblerle göz kendiliğinden kapanır. Demek ki insanlar, irâdî hareketlerinde<br />

mecbûrdur.<br />

Söylemek, yürümek gibi ihtiyârî hareketleri incelemek gücdür. Böyle hareketleri,<br />

insan isterse yapıyor, istemezse yapmıyor. Fekat, insanın istemesi için, o<br />

işi aklın beğenmesi, iyi demesi lâzımdır. Hattâ, yapıp yapmamağı, bir zemân düşünüp,<br />

iyi olduğunu bildikden sonra, irâde mecbûrî hâsıl olup, uzvlar hareket<br />

ediyor. İğneyi gören gözün kapanması gibi, a’zâ hareket ediyor. Şu kadar fark var<br />

ki, iğnenin göze zararı ve göz kapamanın fâidesi, her ân bilinmekde, düşünmeğe<br />

lüzûm kalmadan, irâde hâsıl olmakda, irâdeden kudret meydâna çıkmakdadır. Burada,<br />

düşünmek olmadığı için, gözün kapanması, suya batmak gibi olmakdadır. Meselâ,<br />

bir kimseyi sopa ile kovalasalar, kaçarken önüne uçurum çıksa, zararı az ola-<br />

– 679 –


nı yapar. Ya’nî, uçuruma atlamağı, sopa yemekden az zararlı görürse, atlayıp kaçar.<br />

Atlamağı tehlükeli görürse, ister istemez ayakları durur, gidemez. Görülüyor<br />

ki, hareket, irâdeye, irâde de akla bağlıdır. Nitekim, bir kimse kendini öldürmek<br />

istese, elinde silâh olduğu hâlde, öldüremez. Çünki, eli hareket etdiren kudret, irâdeye<br />

bağlı, irâde de, aklın vereceği karâra bağlıdır. Akl iyi ve fâideli deyince, irâde<br />

harekete geçer. Hâlbuki akl da serbest değildir. Akl, bir ayna gibidir. İyi olan<br />

şeyin sûreti, akl aynasında görünür. Fâideli olmazsa görülmez. İnsan bir belâya düşer,<br />

buna dayanamayıp, ölümü dahâ iyi bilirse, o zemân görünür. Böyle hareketlere<br />

ihtiyârî demenin sebebi, fâideli olduğu görüldüğü içindir. Yoksa, fâideli olduğu<br />

kendiliğinden, hemen hâsıl olsa, nefes almak, göz kapamak gibi, mecbûrî olur.<br />

Her ikisinin mecbûrluğu, suya batma gibi olur. İşte, sebebler birbirine bağlıdır. Sebebler<br />

zincirinin halkaları çokdur. Bunu (İhya-ül’ulûm) kitâbımızda dahâ geniş anlatdık.<br />

İnsanda yaratılmış olan kudret, bu zincirin halkalarından biridir. Görülüyor<br />

ki, insanın, iyi bir iş yapmakla öğünmesi doğru değildir. İyi işden insanın payı,<br />

ona mahal ve vâsıta olmakdan başka birşey değildir. Ya’nî fâideli işin yapılmasına<br />

sebeb olan ihtiyâr ve kudret, kendisinde yaratılmışdır. Ağaçda kudret ve ihtiyâr<br />

[ya’nî seçmek] yaratılmadığı için, ağacın rüzgârla sallanmasına zarûrî ve<br />

mecbûrî hareket diyoruz. Allahü teâlâ, herşeyi yaratırken, kudret-i ilâhiyyesi,<br />

kendinden başka hiçbirşeye bağlı olmadığından, Onun işlerine (İhtirâ’), ya’nî<br />

yaratmak denir. İnsan böyle olmayıp, kudret ve irâdesi, kendi elinde olmıyan<br />

başka sebeblere bağlı olduğundan ve işleri, Allahü teâlânın işlerine benzemediğinden,<br />

insanın işlerine halk etmek, ihtirâ’ denmez. Fekat insan, ağaç gibi de olmayıp,<br />

kendinde ister istemez hâsıl olan kudret ve irâdenin yeri olduğundan, insanın<br />

işine cebr, zor ile de denemez. Her iki çeşid işden ayırmak için, başka bir ism aramışlar,<br />

(Kesb) demişlerdir. Demek ki, insanın işi her ne kadar kendi ihtiyârı ile ise<br />

de, ihtiyârı elinde değildir. O hâlde, elinde birşey yokdur.<br />

[Allahü teâlânın emrleri iki nev’dir: Evâmir-i teklîfiyye, Evâmir-i tekvîniyye.<br />

Birinci emrler, insanlara ve cinne verdiği emrleri ve yasaklarıdır. Bunları, insanların,<br />

irâde etmelerinden, istemelerinden sonra, kendisi de diler ve yaratır. İkinci<br />

nev’ emrlerini, sebebleri ile birlikde hemen yaratmakdadır. Bütün tabî’at olayları<br />

böyledir. Meyvenin uzun zemânda olgunlaşması, bir anda yaratdıklarının<br />

topluluğudur.]<br />

Süâl — İnsanın elinde birşey yoksa, niçin sevâb ve azâb oluyor ve niçin dinler,<br />

şerî’atler gönderiliyor?<br />

Cevâb — Bu süâle (Şerî’atde tevhîd) ve (Tevhîdde şerî’at) denir ki, burada çok<br />

kimseler boğulmuşdur. Bu tehlükeden kurtulmak, ancak bu deryâ üzerinde gidebilenlere<br />

veyâ hiç olmazsa, yüzebilenlere nasîb olur. İnsanların çoğunun bu tehlükeden<br />

kurtulması, bu deryâya girmemeleri sâyesinde olmuşdur. Câhil halk, bu<br />

deryâda yüzmeği bilmediğinden, bunlara acıyıp, boğulmakdan korumak için, bu<br />

denizin kenârına bırakmamalıdır. Bunlardan, tevhîd deryâsına düşenlerin çoğu boğulmuşdur.<br />

Yüzmeği öğrenmesini de düşünmiyorlar. Çokları, bizim elimizde birşey<br />

yokdur. Herşeyi Allahü teâlâ yapıyor. (Şakî), ya’nî kâfir yazılan bir kimse, ne<br />

kadar uğraşsa, bunu değişdiremez. (Sa’îd), ya’nî Cennetlik yazılan kimsenin de,<br />

çalışmağa ihtiyâcı yokdur, diyerek boğulmakda, helâk olmakdadır. Bu sözler,<br />

hep câhillikden, yanlış düşünmekden ileri gelmekdedir. Bunların hakîkatini anlatmak,<br />

kitâblara yazmak her ne kadar uygun değilse de, söz bu yola döküldüğü için,<br />

az birşey bildirelim:<br />

Sevâb ve azâb nedendir, süâline karşı deriz ki: Azâb, kötü iş yapdığından dolayı,<br />

biri sana kızıp, intikam almak için, canını yakması değildir. Sevâb da, işini beğendiği<br />

için, mükâfât değildir. O gün, Allahü teâlâdan başka, intikam alacak kimse<br />

yokdur. İnsanın kanı, safrası bozulduğu veyâ başka zararlı şeyler vücûdde çoğaldığı<br />

zemân, bedendeki değişikliğe, hastalık dediğimiz gibi ve ilâc te’sîr etdiği ze-<br />

– 680 –


mân hâsıl olan hâle sıhhat dediğimiz gibi, insanda şehvet ve asabiyyet artınca, câna<br />

bir ateş düşer. İşte insanın felâketinin sebebi, bu ateşdir. Bunun için, hadîs-i şerîfde,<br />

(Gadab, ya’nî asabiyyet, Cehennem ateşinden bir parçadır) buyuruldu. Akl<br />

ışığı kuvvetlenip, şehvet ve asabiyyet ateşini söndürdüğü gibi, îmân nûru, Cehennem<br />

ateşini söndürür. Nitekim, Cehennem, mü’minlere: (Ey mü’min! Çabuk<br />

geç ki, nûrun ateşimi söndürüyor) diyecekdir. Bu söz, ses ile olmıyacak, su yangını<br />

söndürdüğü gibi, Cehennem, mü’minin nûruna dayanamayıp sönecekdir. Şehvet<br />

ateşi de, akl nûru ile söner. Kıyâmetde, sana azâb için başka yerden birşey getirmiyecekler.<br />

Nitekim, (Cehennem, dünyâda yapdığınız kötü işlerden başka birşey<br />

değildir. Bunların, size geri çevrilmesidir) buyuruldu. O hâlde, Cehennem ateşinin<br />

tohmu, insanın şehveti ve gadabıdır. Bunlar insanın içindedir. İlm-i yakîn ile<br />

bilen, bunları görebilir. Nitekim, sûre-i Tekâsürdeki 5.ci ve 6.cı âyet-i kerîmede<br />

meâlen, (İlm-i yakîn ile bilseydiniz, Cehennemi elbette görürdünüz) buyuruldu.<br />

Zehr insanı hasta yapar. Hastalık da, insanı mezâra sokar. Fekat, zehr ve hastalık<br />

insana kızmış ve intikam almış denilemez. Günâh ve şehvet de, kalbi hasta<br />

eder. Bu hastalık, kalbin ateşi olur. Bu ateş, Cehennem ateşi cinsinden olup, dünyâ<br />

ateşi gibi değildir. Miknâtis taşı, demir parçalarını kendine çekdiği gibi, Cehennem<br />

ateşi de, bu ateşi taşıyanları kendine çeker. [Cehennemin ve Cehennem zebânîlerinin,<br />

ya’nî azâb meleklerinin] kızması ve intikam alması olmaz. Sevâb işliyenlerin<br />

hâli de böyledir. Anlatması uzun sürer.<br />

[Allahü teâlâ, insanların yapdığı işleri iki kısma ayırdı. Bir kısmını beğendiğini,<br />

bunları yapanlardan râzı olduğunu, her iş karşılığında, bunlara ni’metler, râhatlıklar,<br />

iyilikler vereceğini va’d etdi. Va’d etdiği iyiliklerin ölçü birimine, (Ecr) ve<br />

(Sevâb) denir. Dünyâda yapılan her iyiliğe karşılık olarak, âhıretde çeşidli mikdârlarda<br />

ni’metler verilecekdir. Ni’metlerin verileceği yere, (Cennet) denir. Allahü<br />

teâlâ insanların yapdığı işlerden bir kısmını beğenmediğini, bunları yapanlardan<br />

râzı olmadığını, fekat pişmân olup tevbe edenleri veyâ şefâ’ate kavuşanları afv edeceğini,<br />

afv edilmiyenlerin kötü işlerine kıyâmetde, çok acı karşılıklar vereceğini,<br />

Cehennem ateşinde yakacağını bildirdi. Bu acı karşılıklara, (Azâb) denir. Azâbların<br />

şiddetlerini, çokluğunu bildiren ölçü birimine, (İsm) ve (Günâh) denir. Allahü<br />

teâlânın beğendiği şeylere (Hayrât, Hasenât), ya’nî iyi şeyler denir. Beğenmediklerine<br />

(Seyyiât), kötü şeyler denir. Allahü teâlâ, hangi işlerin Hasenât olduklarını,<br />

hangi işlerin de Seyyiât olduklarını bildirdi. Hasenât yapanlara sevâb vereceğini<br />

va’d etdi. Allahü teâlâ, va’dinde sâdıkdır. Sözünden hiç dönmez. O hâlde,<br />

Kıyâmet günü, ni’met ve azâb olarak, başka yerden birşey getirilmiyecek, dünyâda<br />

yapılanların karşılıklarına kavuşulacakdır.]<br />

İslâmiyyet niçin geldi? Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” neden<br />

gönderildi? Bu süâlin cevâbına gelince: Bunların gönderilmesi kahrdır, cebrdir. İnsanları<br />

cebr zinciri ile Cennete çekmek içindir. Nitekim (Zincirlerle Cennete çekilen<br />

insanlara hayret mi ediyorsun?) buyuruldu. İslâmiyyet, Cehenneme gitmemeleri<br />

için, insanları bağlıyan bir kemenddir. Nitekim (Siz, pervâne gibi, kendinizi<br />

ateşe atıyorsunuz. Ben kemerinizden tutup geriye çekiyorum) buyuruldu.<br />

Allahü teâlânın cebbârlık [her istediğini yapmak] zincirinin halkalarından biri de,<br />

Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” sözleridir. İnsanlar, doğru yolu, iğri yollardan,<br />

bu sözler ile ayırabilir. Onların gösterdiği tehlükeden, insanda korku hâsıl olur.<br />

Bu ayırış bilgisi ile korku, akl aynası üzerindeki tozları temizler. Akl cilâlanıp, âhıret<br />

yolunu tutmanın, dünyâ zevklerine kapılmakdan dahâ iyi olacağını anlar. Bu<br />

anlayış, âhıret için çalışmak irâdesini hâsıl eder. İnsanın uzvları, irâdesine tâbi’ olduğundan,<br />

uzvlar âhıret için çalışmağa başlar. Allahü teâlâ, bu zincir ile, seni<br />

zorla Cehennemden uzaklaşdırmış, Cennete sürüklemiş olur. Peygamberler “aleyhimüsselâm”,<br />

koyun sürüsünün çobanına benzer. Sürünün sağ tarafında çayır olsa,<br />

sol tarafında mağara bulunsa, mağarada kurdlar olsa, çoban, mağara tarafın-<br />

– 681 –


da durup, sopa sallayıp, koyunları korkutarak, çayır tarafına kovalar. İşte Peygamberlerin<br />

“aleyhimüsselâm” gönderilmesi de, buna benzer.<br />

Cehennemlik olanın çalışması ne fâide verir, süâline gelince: Bu söz, bir bakımdan<br />

doğru, bir bakımdan yanlışdır. Doğru olması şöyledir ki, bu söz, söyleyen kimsenin<br />

felâketine sebeb olur. Çünki, ezelde Cehennemlik yazılmış olmanın alâmeti,<br />

bu süâlin hâtıra gelmesi, bundan dolayı çalışmayıp, tohm ekmemesidir. Dünyâda<br />

tohm ekmiyen, âhıretde biçemez. Bir kimsenin açlıkdan ölmesi, ezelde takdîr edilmiş<br />

olmasına alâmet, (Ezelde açlıkdan ölmek alnıma yazılmış ise, yiyip içmek fâide<br />

vermez) düşüncesinin kalbine gelmesidir. Böyle düşündüğü için, yiyip içmez ve<br />

açlıkdan ölür. Bunun gibi, fakîrlik kaderim ise, çalışmanın ne fâidesi olur diyen biri<br />

de, çalışmaz, elbette fakîr kalır. Se’âdet, zenginlik kaderi olan kimseye de, şöyle<br />

düşünce verir ve der ki, (Zengin olması takdîr edilenler, çalışır, kazanır). Bu düşüncesi,<br />

onu çalışmağa sürükler. Demek ki, bu düşünceler boş değildir. Ezeldeki yazı<br />

sebebi ile, kalbe gelir. O yazının meydâna çıkmasına sebeb olur. Bir insan ne iş<br />

için yaratıldı ise, o işin sebeblerini onun önüne getirirler. Yoksa onu, sebebsiz olarak,<br />

o iş başına geçirmezler. Bunun içindir ki, (Çalışınız, herkes, ne iş için yaratılmış<br />

ise, o iş, ona kolaylaşdırılır!) buyuruldu. O hâlde, herkes, sürüklenmiş olduğu<br />

hâllerden ve işlerden, alnının yazısını ve âhıretde başına gelecekleri anlıyabilir. Derslerine<br />

çalışan, vazîfelerini yapan bir talebe, bu hâlini, sınıf geçeceği, ileride mevkı’<br />

sâhibi olacağı takdîr edilmiş olduğuna müjde ve alâmet bilmelidir. Yoksa eğer, kalbine<br />

(Câhil kalacağım alnıma yazılmış ise, ne kadar çalışsam fâidesi olmaz) düşüncesini<br />

getirirler, o da çalışmaz boş vakt geçirirse, alın yazısının câhil kalmaklığı olduğunu<br />

anlamalıdır. İşte âhıretdeki hâl için, kazâ ve kaderi de böyle bilmelidir. Nitekim<br />

sûre-i Lokmandaki 28.ci âyet-i kerîmede meâlen, (Hepinizin dünyâya getirilmesi<br />

ve âhıretde tekrâr diriltilmesi, bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir)<br />

ve sûre-i Câsiyedeki 21.ci âyet-i kerîmede meâlen, (Onların âhıretdeki hâlleri,<br />

dünyâdaki hâlleri gibidir) buyurulmuşdur. Bu yazdıklarımızı iyi anlıyanda, tevhîd<br />

hâsıl olur. İslâmiyyetin, aklın ve tevhîdin birbirine uygun olduğunu anlar.<br />

Tevekkülün temeli olan ikinci îmân, Allahü teâlânın rahîm, hakîm, latîf olduğuna<br />

inanmakdır. Onun inâyeti, şefkati, karıncadan insana kadar, her mahlûka yetişir.<br />

Kullarına olan merhameti, iyiliği, bir ananın, yavrusuna olan merhametinden<br />

dahâ çokdur. Böyle olduğu hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Lutfü, merhameti o kadar<br />

çokdur ki, dünyâyı ve dünyâda olan herşeyi en iyi şeklde yaratmışdır. Bundan<br />

dahâ iyisi mümkin değildir. Rahmetinden, lutfünden hiçbir mahlûku mahrûm bırakmamışdır.<br />

Yer yüzündeki akl sâhiblerinin hepsi bir araya gelip araşdırsa,<br />

Onun yaratdığı herhangi birşeyin, dahâ uygun, dahâ iyi bir şeklini bulamaz. Herşeyin,<br />

olması gerekdiği gibi yaratılmış olduğunu anlarlar. Çirkin yaratılan birşeyin,<br />

en uygun, en kâmil şekli, çirkin olmasıdır. Çirkin olmasa noksânlık olur, yersiz<br />

olurdu. Çünki, çirkinlik olmasaydı, meselâ güzelliğin kıymetini kimse bilemez,<br />

güzellik tatlı olmazdı. Kusûrlu şeyler olmasaydı, kusûrsuz şeylerin kıymeti bilinmez,<br />

kusûrsuzluk tatlı olmazdı. Çünki, kâmil ve nâkıs, birbiri ile ölçerek anlaşılır.<br />

Meselâ, baba olmasa, çocuk olmaz. Çocuğu olmıyan, baba olmaz. Böyle şeylerden,<br />

birinin var olması, ötekinin varlığı ile belli olur. Ölçmek, iki şey arasında olur. İkilik<br />

olmazsa, ölçü ve ölçmenin sonu elde edilemez. Allahü teâlânın işlerinin fâidesini,<br />

insanlar anlıyamıyabilir. Fekat, en fâideli, en iyi şeklin, Onun yaratdığı şekl<br />

olduğuna inanmak lâzımdır. Sözün kısası, dünyâda bulunan herşey, hastalık, kuvvetsizlik,<br />

hattâ günâhlar ve küfr, yok olmak, kusûr, derd ve elem, hikmetsiz, fâidesiz,<br />

yersiz değildir. Hepsi, en uygun, en fâideli şeklde yaratılmışdır. Fakîr yaratdığı<br />

bir kimseye, en uygun şey, fakîr olmakdır. Bu kimse zengin olsaydı, felâkete düşerdi.<br />

Zengin yaratdığı da, bunun gibidir. Bu da, tevhîd kısmı gibi, engin bir denize<br />

benzer. Çok kimse, bu deryâda boğulmuşdur. Bu da, kader mes’elesi gibi anlaşılmaz<br />

ve anlatmağa izn yokdur. Bu deryâya dalarsak, söz çok uzar. Fekat, buna,<br />

– 682 –


söylediğimiz kadar îmân etmek yetişir.<br />

Tevekkül, ne demekdir? Tevekkül, kalbde hâsıl olan bir hâldir. Tevhîde ve Allahü<br />

teâlânın lutf ve ihsânının pekçok olduğuna îmân etmekle hâsıl olur. Bu hâl,<br />

kalbin vekîle i’timâd etmesi, güvenmesi ve Ona inanması ve Onun ile râhat etmesidir.<br />

Böyle bir insan, dünyâ malına gönül bağlamaz. Dünyâ işlerinin bozulmasından<br />

üzülmez. Allahü teâlânın, rızkı göndereceğine güvenir. Dünyâda, bunun benzeri,<br />

bir kimseye iftirâ edip, mahkemeye verseler, kendine bir avukat tutar. Üç şeyde<br />

avukata güvenirse, bu kimsenin kalbi râhat olur. Biri, avukatın, iftirâyı, hîleyi<br />

iyi bilmesi. İkincisi, bildiğini iyi anlatmak için doğruyu söylemekden çekinmemesi<br />

ve iyi ve açık konuşabilmesi. Üçüncüsü, avukatın, buna acıyıp, hakkı kurtarmağa<br />

cândan uğraşmasıdır. Avukatına, böyle inanır, güvenirse, kendisi ayrıca uğraşmaz.<br />

Sûre-i Âl-i İmrândaki 173.cü âyet-i kerîmenin, (Allahü teâlâ bize yetişir. O,<br />

çok iyi vekîldir) meâlini iyi anlayıp, herşeyi Allahü teâlâ yapar. Ondan başkası birşey<br />

yapamaz diyen, ilminde, kudretinde noksân, kusûr olmadığına ve rahmetinin,<br />

iyiliğinin sonsuz, çok olduğuna inanan bir kimse, Allahü teâlânın fazlına i’timâd<br />

ederek tedbîre, sebeblere güvenmez. Rızk takdîr edilmiş, ayrılmışdır, vakti gelince<br />

bana yetişir der. Allahü teâlâ, bana, kendi büyüklüğüne, merhametine yakışacak<br />

işleri yapar der. Ba’zı kimseler, buna inanır. Ammâ, içinde bir korku, bir<br />

ümmîdsizlik bulunur. Çok kimse vardır ki, birşeye îmân eder, inanırlarsa da, tabî’atleri,<br />

îmânlarına uymayıp, evhâm ve hayâllere uyar. Hattâ bu hayâllerin yanlış<br />

olduğunu bildiği hâlde, yine bunlara tâbi’ olur. Meselâ, tatlı yirken, başka biri<br />

tatlıyı pis birşeye benzetirse yiyemez. Bu sözün yanlış olduğunu, pisliğe benzemediğini<br />

bildiği hâlde, yine yiyemez. Ve meselâ, ölü bulunan bir odada, yalnız yatamaz.<br />

Ölünün taş gibi olup hareket edemiyeceğini bildiği hâlde, yatamaz. Görülüyor<br />

ki, tevekkül için, hem kuvvetli îmân, hem de kuvvetli kalb lâzımdır. Böylece,<br />

kalbinde şübhe kalmaz. İ’timâd ve râhatlık tam olmadıkca, tevekkül tam olmaz.<br />

Çünki, tevekkül, kalbin, her işde, Allahü teâlâya i’timâd etmesi, güvenmesi demekdir.<br />

İbrâhîm aleyhisselâmın îmânı, yakîni tam idi. Fekat kalbinin râhat etmesi için,<br />

(Yâ Rabbî! Ölüleri nasıl diriltiyorsun? Bana göster!) dedi. Sûre-i Bekarada 260.cı<br />

âyet-i kerîmede bildirdiği gibi, (İnanmadın mı?) buyuruldukda, (İnandım. Fekat<br />

kalbim râhat etmek için istedim) dedi. Kalbinde yakîn vardı. Fekat, kalbinin, sükûnet,<br />

râhatlık bulmasını istedi. Çünki, kalbin râhat etmesi, önce his ve hayâle bağlı<br />

olup, sonra kalb de, yakîne tâbi’ olur ve artık açıkdan görmeğe muhtâc olmaz.<br />

TEVEKKÜLÜN DERECELERİ — Tevekkülün üç derecesi vardır:<br />

Birinci derecede olan, gayretli, açık konuşan, cesûr ve merhametli bir avukata<br />

güvenen bir kimse gibidir.<br />

İkinci derecede bulunan kimse, bir çocuğa benzer. Çocuk kendine verilen herşeyi,<br />

annesi gönderdi sanır. Acıkınca annesini arar. Korkunca annesine sığınır. Çocuğun<br />

bu hâli, kendiliğinden olup, başkasının öğretmesi ile, zorla değildir. İhtiyârı<br />

ile değildir. Bu derecede bulunan kimsenin, kendi tevekkülünden haberi olmaz.<br />

Çünki, vekîlini kendinden ayrı bilmez. Birinci derecede bulunan ise, tevekkülünü<br />

bilir ve zor ile, ihtiyârı ile tevekkül eder.<br />

Üçüncü derecede bulunan kimse, yıkayıcının elindeki, ölüye benzer. Kendisini,<br />

Allahü teâlânın kudreti ile hareket eden bir ölü gibi görür. Derd ve acılarla karşılaşırsa,<br />

kurtulmak için düâ bile etmez. Hâlbuki bebek, cânı acıyınca anasını çağırır.<br />

Bu, öyle bir çocuğa benzer ki, annesini çağırmaz. Çünki annesinin, hep ona<br />

bakdığını, imdâdına koşmağa hâzır olduğunu bilir.<br />

Bu üçüncü derecede bulunanların da ihtiyârları ellerinde değildir. Fekat, ikinci<br />

derecedekiler vekîle koşar, yalvarır. İhtiyâr, birinci derecede vardır ve vekîlin<br />

istediği âdetlere, sebeblere yapışmakdır. Meselâ, avukatın âdeti, bu bulunmadıkca<br />

ve dosya hâzır olmadıkca, mahkemeye gelmez ise, bu sebebleri hâzırladık-<br />

– 683 –


dan sonra işi avukata bırakır. Bundan sonra, herşeyi vekîlden bekler. Dosyayı hâzırladığını<br />

da, vekîlden bilir. Çünki, onun âdeti ve işâreti ile hâzırlamışdır. O hâlde,<br />

birinci derecede bulunanlar, ticâret, çiftçilik yapar. Bir san’at öğrenir. Allahü<br />

teâlânın âdeti olan sebeblere yapışır. Fekat, tevekkülü bırakmaz, çalışmasına güvenmeyip,<br />

Allahü teâlânın fadlına, keremine, ihsânına güvenir. Kendisini, baş vurduğu<br />

sebeblerle, maksada erişdirmesini, Ondan bekler. Nitekim, ticâreti, çiftçilik<br />

sebeblerini de, O gönderdi der. Sebeblere yapışıp eline geçeni Allahü teâlâdan bilir.<br />

İşte, sûre-i Kehfdeki 39.cu âyet-i kerîmede meâlen, (Herşeye kuvvet veren, ancak<br />

Allahü teâlâdır) buyruldu. Çünki havl, hareket demekdir. Kuvvet de, kudret<br />

[enerji] demekdir. Bir insan, kuvvetinin, kendinden olmayıp, Allahü teâlânın yaratdığını<br />

bilirse, herşeyi Ondan bekler. Hulâsa, işlerin meydâna gelmesinde, sebebleri<br />

arada görmiyen kimse, Allahü teâlâdan başka kimseden birşey beklemez,<br />

tevekkül etmiş olur.<br />

Tevekkülün en yüksek derecesini, âriflerin sultânı, Bâyezîd-i Bistâmî haber<br />

veriyor. Şöyle ki: Ebû Mûsâ Dîneverî “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, tevekkülün<br />

ne olduğunu Bâyezîde sordum. Sen, ne dersin? dedi. Âlimler buyuruyor ki,<br />

(Sağın, solun, her tarafın yılan, akreb dolu olsa, kalbine birşey gelmemesi tevekküldür)<br />

dedim. Buyurdu ki, bunu yapmak kolaydır. Benim yanımda tevekkül,<br />

(Kâfirlerin hepsini Cehennemde azâb içinde, mü’minlerin hepsini Cennetde<br />

ni’metler içinde görüp de, ikisi arasında hiç ayrılık bulmamakdır) buyurdu. Ebû Mûsânın<br />

dediği, tevekkülün yüksek derecesidir. Fekat bu, zarardan sakınmamak demek<br />

değildir. Ebû Bekr “radıyallahü anh” mağarada, yılanın deliğine mubârek ayağını<br />

dayıyarak, ondan korundu. Hâlbuki, onun tevekkülü dahâ üstündü. Fekat o,<br />

yılandan korkmuyordu. Yılanı yaratandan, Onun yılana kuvvet ve hareket vermesinden<br />

korkuyordu. Herşeyin kuvveti ve hareketi, ancak Allahü teâlâdan olduğunu<br />

görüyordu. Bâyezîdin sözü, tevekkülün aslı olan îmânı göstermekdedir ki, Allahü<br />

teâlânın adâletine, hikmetine, rahmetine ve ihsânına îmândır. Her yapdığının<br />

yerinde olduğuna îmândır. Böyle îmân sâhibi, azâb ile ni’met arasında fark görmez.<br />

TEVEKKÜL ETMEK NASIL OLUR? — Dinde bulunan her makâm, üç esâsa<br />

dayanır: İlm, hâl ve amel. Tevekkülün ne olduğunu bildirdik ve hâlini de anlatdık.<br />

Şimdi amelini, nasıl tevekkül edileceğini bildireceğiz. Çok kimse, tevekkülü, her işi<br />

oluruna bırakıp, ihtiyârı ile birşeyi yapmamak, para kazanmak için uğraşmamak, tesarruf<br />

yapmamak, yılandan, arslandan, zehrden sakınmamak, hasta olunca ilâc içmemek,<br />

dîni, islâmiyyeti öğrenmemek, din düşmanlarından sakınmamak sanır.<br />

[Din câhilleri, tevekküle, kanâ’at etmeğe, böyle ma’nâ vererek, islâmiyyet tenbellikdir.<br />

Din afyondur, diyor. İslâmiyyete hücûm ediyorlar. Gençleri aldatmağa, dinsiz,<br />

îmânsız yapmağa uğraşıyorlar. İslâmiyyete alçakca iftirâ ediyorlar.] Tevekkülü<br />

böyle düşünmek yanlışdır. İslâmiyyete uygun değildir. Hâlbuki, tevekkül, islâmiyyetin<br />

emr etdiği şeydir. İslâmiyyete uygun olmıyan şeyler, nasıl tevekkül olabilir?<br />

İhtiyârî, ya’nî istiyerek yapılan hareketlerde ve para, mal kazanmakda ve mevcûd<br />

parayı, malı tesarruf etmekde, zararlardan sakınmakda ve derdleri, hastaları<br />

tedâvî etmekde, ayrı ayrı tevekkül vardır. Bu dört tevekkülü sıra ile bildirelim:<br />

1 — Mal kazanmakda, fâideli şeyleri almakda tevekkül:<br />

Burada, bekârların, yalnız yaşıyanların tevekkülü ile evlilerin, bakacak kimsesi<br />

bulunanların tevekkülü birbirine benzemez.<br />

Bakacak kimsesi olmıyanların, mal kazanmasında, ihtiyâclarını gidermesinde<br />

tevekkül, sebeblere göre üç kısmdır:<br />

I — Birinci kısm sebebler: Allahü teâlânın birşeyi yaratması için [Yaratmak, hiç<br />

yokdan var etmek veyâ mevcûd şeyleri, fizik, şimik, fizyolojik veyâ metafizik kanûnlarla,<br />

bir şeklden başka hâssalı şekllere çevirmek demekdir], arada bulundurması,<br />

âdet-i ilâhiyyesi olan sebeblerdir. Bu sebebler, tecribe ile anlaşılır. Böyle se-<br />

– 684 –


eblere yapışmamak, tevekkül değil, delilik, ahmaklık olur. Meselâ, aç iken, birşey<br />

yimeyip, Allah isterse beni yimeden doyurur veyâ ben elimi sürmeden ekmeği,<br />

yemeği ağzıma gönderir demek ve nikâh etmeden, evlenmeden, bana çocuk verir<br />

demek, tevekkül değil, abdallıkdır. Tecribe ile anlaşılan, sebeblere bağlı işlerde<br />

tevekkül, sebebi bırakmak değildir. İlm ile ve hâl ile tevekkül etmekdir. İlm ile<br />

tevekkül, açlıkdan kurtulmak için sebebleri, ya’nî eli, ağzı, dişi, mi’deyi, hazm [sindirim]<br />

sebeblerini, yemekleri, ekmeği, fizyolojik hareketleri, hep Allahü teâlâ yaratmış<br />

olduğunu bilmekdir. Hâl ile tevekkül, kalbin, Allahü teâlânın ihsânına<br />

güvenmesi, yimeğe, ele, ağıza, sıhhate güvenmemesidir. El, bir ânda felc olabilir.<br />

İnsan birgün, hazm hastalıklarına tutulabilir. Yemek, fâideli olmıyabilir. O hâlde,<br />

gıdânın yaratılmasında ve önüne gelmesinde, hazm edilmesinde kendi hareketine,<br />

kuvvetine değil, Allahü teâlânın fazlına, iyiliğine güvenmelidir.<br />

II — İkinci kısm sebebler: Te’sîri yüzde yüz olmayan, fekat çok def’a lâzım olan<br />

sebeblerdir. Böyle sebebleri terk etmek de, tevekkül değildir. Meselâ, yola giderken<br />

yiyecek ve içeceği berâber almak, çok zemân fâideli ise de, ba’zan böyle sebeblere<br />

lüzûm kalmaz. Böyle sebeblere yapışmak, Peygamberimizin “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” sünneti ve âlimlerimizin âdeti idi. Tevekkül bu sebeblere güvenmemekdir<br />

ki, ba’zan fâideleri olmaz. Sebebleri yaratana ve gönderene güvenmelidir.<br />

Böyle sebebleri bırakmak günâh değildir. Tevekkülün çok olmasındandır. Demek<br />

ki, yimemek, içmemek günâhdır. Yolcunun yiyecek taşımaması günâh değildir.<br />

Fekat, günâh olmaması için iki şart vardır: Birkaç gün açlığa dayanabilecek kadar<br />

kuvvetli olması ve yolda bulunan şeyleri yimeğe alışık olmasıdır. İbrâhîm-i Havvâs<br />

“kuddise sirruh” tevekkül sâhibi idi. Uzak yolculukda, yiyecek almaz, fekat iğne,<br />

çakı, ip, kova alırdı. Çünki bunlar, yüzde yüz te’sîr eden, ya’nî her zemân fâidesi<br />

olan sebeblerdir. Çünki çölde, kuyudan su, ipsiz ve kovasız çıkmaz. Elbise yırtılınca<br />

iğnenin işini, başka birşey yapamaz. Tekrâr bildirelim ki, te’sîri kat’î olmıyan<br />

sebebleri de terk etmek tevekkül değildir. Sebebe yapışmak ve sebebe değil,<br />

Allahü teâlâya güvenmek tevekküldür. Demek ki, şehrlerden uzak, bir mağarada<br />

oturup tevekkül ediyorum demek harâmdır. Kendini ölüme atmak demekdir.<br />

Allahü teâlânın âdetine, kanûnuna karşı gelmek demekdir. Böyle kimsenin hâli,<br />

bir kimseye benzer ki, avukat tutar ve avukatının âdeti, dosyayı, kâğıdları okumadan<br />

mahkemeye gitmez olduğunu bildiği hâlde, dosyayı avukata vermeden, avukata<br />

tevekkül eder. Vaktîle bir kimse, zâhid olmak, dünyâdan el çekmek ister. Dağda<br />

bir mağaraya girip, tevekkül eder, rızk bekler. Günler geçdiği hâlde, birşey gelmez.<br />

Açlıkdan öleceği sırada, Allahü teâlâ, o zemânın Peygamberine “aleyhissalâtü<br />

vesselâm” emr eder ki, git, o ahmak adama söyle! Şehre girip insanlar arasına<br />

karışmazsa, onu açlıkdan öldürürüm. O, benim âdetimi bozmak mı istiyor? Peygamber<br />

haber verince, şehre gelir. Şehrde, her tarafdan birşey getirilir. (Kullarımın<br />

rızkını, doğrudan doğruya göndermeyip, kullarımın eli ile, onlara göndermeği<br />

severim) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Bir kimsenin, şehrde saklanıp veyâ<br />

evinde kapanarak, tevekkül etmesi harâmdır. Kat’î olan sebebleri bırakmak câiz<br />

değildir. Şehrde, evin kapısını kapamaz veyâ gelenlere açarsa, tevekkül etmiş<br />

olursa da, aklı kapıda olmamak, birşey getiren var mı diye düşünmemek lâzımdır.<br />

Kalbi Allahü teâlâ ile olmalı. İbâdet ile meşgûl olmalıdır. Hiçbir sebeb görünmese<br />

de, rızkın kesilmiyeceğini iyi bilmelidir. İnsan, rızkından kaçarsa, rızkı onu kovalar<br />

demişlerdir ki doğrudur. Bir kimse, cenâb-ı Hakka, yâ Rabbî! Bana rızk verme<br />

diye düâ etse, Allahü teâlâ buyurur ki, (Ey câhil! Seni yaratdım. Rızkını vermez<br />

miyim?). O hâlde, tevekkül etmek, sebeblere yapışmak, fekat sebeblere değil,<br />

sebebleri yaratana güvenmek demekdir. Herkes, Allahü teâlânın rızkını yimekdedir.<br />

Fekat, bir kısmı dilencilik zilletini, aşağılığını çekerek, bir kısmı da [meselâ<br />

esnâf, tüccâr] beklemek sıkıntısını çekerek, ba’zıları da [san’at sâhibleri, işçiler]<br />

yorularak, bir kısmı ise [meselâ ilm adamları], izzet ile, râhatca, Allahü teâlâdan<br />

– 685 –


aşka, kimseden beklemeden yiyorlar.<br />

III — Üçüncü kısm sebebler: Te’sîri kat’î olmadığı gibi, her vakt lâzım olmıyan<br />

ve düşünerek, arayarak ele geçirilebilen sebeblerdir ki, böyle sebeblerle para kazanmak,<br />

fal ile, efsûn ile, dağlamak ile, hasta tedâvî etmeğe benzer ki, Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, tevekkülü anlatırken, (Tevekkül edenler, falcılık,<br />

efsûn ve dağlamak ile hastalığı tedâvî etmez!) buyurdu. Yoksa, (Tevekkül<br />

edenler, çalışmaz, şehrde yaşamaz, dağlara gider) demedi.<br />

Sebeblere yapışmakda, tevekkül üç mertebedir:<br />

a) Tevekkülün yüksek mertebesinde olan bekâr bir kimse, kul hakkı altında kalmamak<br />

için şehrden uzak yaşar. Yanına birşey almaz. Acıkdığı zemân, eline geçeni<br />

yir. Yiyecek bulamazsa, aç ölmekden korkmaz. Açlıkdan ölecek olursa, bunu<br />

kendisi için hayrlı bilir. Çünki, yanına yiyecek alan yolcunun, yolda soyulması,<br />

hattâ öldürülmesi de çok olmuşdur. Bundan sakınmak ise, vâcib değildir.<br />

b) İkinci mertebede olan, para kazanmaz. Fekat, şehrleri terk etmez. Câmi’lerde<br />

ibâdet eder. Kimseden birşey beklemez. Allahü teâlâdan bekler. [İstemeden gelen<br />

hediyyeyi kabûl etmenin tevekküle mâni’ olmadığı, ikinci kısmın kırkıncı<br />

madde sonunda yazılıdır.]<br />

c) Üçüncü mertebede olan, para kazanmak için çalışır. Fekat, her hareketinde<br />

ahkâm-ı islâmiyyeyi, sünneti gözetir. Hîle yapmakdan, ince sebebler aramakdan,<br />

ticâret bilgileri ile uğraşmakdan sakınır. Bunlardan sakınmıyan kimse, üçüncü kısm<br />

sebeblere dalmış olup, tevekkül etmiş olmaz.<br />

Tevekkül etmek, çalışmamak demek değildir. Çünki Ebû Bekr “radıyallahü<br />

anh”, her işinde tevekkül sâhibi idi. Halîfe seçildiği zemân, çarşıda kumaş satıyordu.<br />

(Yâ Halîfe! Devlet idâre ederken, ticâret yapmak olur mu?) dediklerinde, (Çoluk<br />

çocuğuma bakmazsam, millete nasıl bakarım?) buyurdu. Bunun üzerine, halîfeye<br />

Beyt-ül-mâldan aylık vermeği uygun buldular. Bundan sonra, her sâat, millet<br />

işleri ile uğraşdı. Kendisi tevekkül edenlerin en yükseği iken, ticâret ederdi. Fekat,<br />

para kazanmağı düşünmezdi. Kazancını sermâyesinden, çalışmasından bilmez,<br />

Hak teâlâdan bilirdi. Malını, din kardeşlerinin malından dahâ çok sevmezdi.<br />

Tevekkül etmek için zühd lâzımdır. Zâhid olmak için ise, tevekkül lâzım değildir.<br />

Ebû Ca’fer-i Haddâd, Cüneyd-i Bağdâdînin hocası idi “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”.<br />

[Haddâd, demirci demekdir.] Çok tevekkül ederdi. Yirmi sene, tevekkül<br />

etdiğini, kimseye belli etmemişdi. Hergün, pazarda bir dînâr kazanırdı. [Dînâr, bir<br />

miskal altındır. Bir miskal, dört gram ve seksen santigramdır.] Hepsini fakîrlere<br />

sadaka verirdi. Cüneyd onun karşısında tevekkülden söylemezdi. (Onun yanında,<br />

Onda bulunan şeyden konuşmağa utanırdım) buyururdu.<br />

Tesavvuf adamlarının çarşıda, pazarda, halk arasında dolaşmaları, tevekkülün<br />

az olduğuna alâmetdir. Evlerinde oturmaları, Allahü teâlâdan beklemeleri lâzımdır.<br />

Meşhûr yerde, tekkede oturmaları da, çarşıda oturmak gibidir ki, kalblerinin<br />

râhat etmesinin, şöhretlerinden ileri geldiği tehlükesi vardır. Fekat, şöhret<br />

hâtırlarına gelmezse, çalışan insan gibi, tevekkül etmiş olurlar.<br />

Hulâsa, tevekkülün esâsı, insanlardan birşey beklememek, sebeblere güvenmemek,<br />

herşeyi, yalnız Allahü teâlâdan beklemekdir. İbrâhîm-i Havvâs “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Hızır aleyhisselâmı gördüm. Benimle arkadaşlık<br />

etmek istedi. Ben istemedim. Kalbimin ona güvenerek, tevekkülümün azalmasından<br />

korkdum). Ahmed ibni Hanbel “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bir işçi tutmuşdu.<br />

Talebesine, (İşçiye, gündeliğinden fazla birşey ver) dedi. İşçi, almadı. İşçi gidince,<br />

talebesine, (Arkasından gidip, o şeyi ver! Şimdi alır) dedi. Talebe, sebebini sordukda:<br />

(O zemân, birşey vereceğimizi kalbi umuyordu. Onun için almadı. Şimdi,<br />

giderken hiç ümmîdi kalmadığı için, alması, tevekkülüne zarar vermez) dedi.<br />

– 686 –


Demek ki, çalışanların tevekkülü, sermâyeye güvenmemekdir. Bunun alâmeti<br />

de, sermâye elden giderse, kalbinin hiç sıkılmaması, rızkdan ümmîdi kesilmemesidir.<br />

Çünki, Allahü teâlâya güvenen bir kimse, hiç ummadığı yerden rızk göndereceğini<br />

bilir. Eğer göndermezse, benim için böylesi hayrlı imiş der.<br />

Böyle bir tevekkül elde edebilmek kolay değildir. Bir kimsenin bütün malı çalınır<br />

veyâ felâkete uğrayıp da, kalbinin hiç değişmemesi, herkesin yapacağı şey değildir.<br />

Böyle tevekkül eden pek az bulunur ise de, yok değildir. Böyle tevekküle<br />

kavuşmak için, Allahü teâlânın fazl, rahmet ve ihsânının sonsuzluğuna ve kudretinin<br />

kemâl üzere büyük olduğuna, kalbin tam inanması, yakîn hâsıl etmesi lâzımdır.<br />

Birçok kimseye sermâyesiz rızk gönderdiğini, birçok sermâyenin de, felâkete<br />

sebeb olduğunu düşünmelidir. Kendi sermâyesinin elinden gitmesinin, hayrlı olduğunu<br />

bilmelidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir kimse<br />

geceyi, yarın yapacağı işleri düşünmekle geçirir. Hâlbuki o iş, bu kimsenin felâketine<br />

sebeb olacakdır. Allahü teâlâ, bu kuluna acıyıp, o işi yapdırmaz. O ise, iş<br />

olmadığı için, üzülür. Bu işim neden olmıyor. Kim yapdırmıyor. Bana kim düşmanlık<br />

ediyor diye arkadaşlarına kötü gözle bakmağa başlar. Hâlbuki, Allahü teâlâ,<br />

ona merhamet ederek felâketden korumuşdur). Bunun için, Ömer “radıyallahü<br />

anh”, (Yarın fakîr, muhtâc kalırsam hiç üzülmem. Zengin olmağı da, hiç düşünmem.<br />

Çünki, hangisinin benim için hayrlı olacağını bilmem) buyurdu.<br />

İkinci olarak, bilmesi lâzım olan şey, fakîrlikden korkmak, uğursuzluğa inanmak<br />

şeytândandır. Nitekim, sûre-i Bekaradaki 268.ci âyet-i kerîmede meâlen, (Şeytân,<br />

muhtâc hâle düşeceğinizi, size söz veriyor) buyruldu. Allahü teâlânın merhametine<br />

güvenmek, yüksek ma’rifetdir. Ummadık yerlerden, düşünmedik sebeblerle, bol<br />

rızk gönderdiği her zemân görülmekdedir. Fekat, gizli sebeblere de güvenmemeli,<br />

sebebleri yaratana sığınmalıdır. Tevekkül eden birisi, bir mescidde ibâdet ederdi.<br />

Mescidin imâmı, buna (Fakîrsin, bir iş tutsan iyi olur) dedi. Bu da, (Bir yehûdî<br />

komşum, hergün bana lâzım olan şeyleri gönderiyor) deyince, imâm: (Öyle ise,<br />

sen işini sağlama bağlamışsın, çalışmazsan zararı yok) dedi. Bu da, imâma: (Öyle<br />

ise, sen de, herkese imâm olmakdan vazgeç ki, yehûdînin sözünü, Allahü teâlânın<br />

sözünden üstün tutan, imâm olmağa lâyık değildir) dedi. Başka bir mescid imâmı<br />

da, cemâ’atden birine, (Nereden geçiniyorsun?) dedi, o da, (Dur! Önce senin arkanda<br />

kıldığım nemâzı yeniden kılayım) dedi. Ya’nî senin, Allahü teâlânın rızk göndereceğine<br />

inancın yok. Nemâzın kabûl olmaz, demek istedi. Böyle, tâm tevekkül<br />

eden, her zemân, hiç ummadık yerlerden rızklanmış, sûre-i Hûddaki 6.cı âyet-i kerîmenin,<br />

(Yer yüzündeki her cânlının rızkını, Allahü teâlâ, elbette gönderir) meâline<br />

îmânı kuvvetlenmişdir. Huzeyfe-i Mer’aşî, İbrâhîm-i Edheme hizmet ederdi.<br />

Sebebini sorduklarında, “Mekkeye giderken çok acıkmışdık. Kûfeye gelince,<br />

açlıkdan yürüyemez oldum. (Açlıkdan kuvvetsiz mi kaldın?) dedi. (Evet!) dedim.<br />

Hokka, kalem, kâğıd istedi. Bulup getirdim. Besmele ve (Her şeyde, her hâlde sana<br />

güvenilen Rabbim! Herşeyi veren sensin! Sana her ân hamd ve şükr ederim. Seni<br />

bir ân unutmam. Aç, susuz ve çıplak kaldım. İlk üçü, benim vazîfemdir. Elbette<br />

yaparım. Son üçünü sen söz verdin. Senden bekliyorum) yazıp, bana verdi ve (Dışarı<br />

git ve Allahü teâlâdan başka kimseden birşey umma ve ilk karşılaşdığın adama<br />

bu kâğıdı ver!) dedi. Dışarı çıkdım. İlk olarak, deve üstünde biri ile karşılaşdım.<br />

Kâğıdı ona verdim. Okudu, ağlamağa başladı. (Bunu kim yazdı?) dedi. (Câmi’de<br />

birisi) dedim. Bana bir kese altın verdi. İçinde altmış dînâr vardı. Bunun kim<br />

olduğunu sonradan, etrâfdakilere sordum. Nasrânîdir [ya’nî hıristiyandır] dediler.<br />

İbrâhîm-i Edheme bunları anlatdım. (Keseye elini sürme! Sâhibi şimdi gelir) buyurdu.<br />

Az zemân sonra, nasrânî geldi. İbrâhîmin ayaklarına düşüp, öpdü. Müslimân<br />

oldu.” Ebû Ya’kûb-i Basrî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, “Mekke-i<br />

mükerremede on gün aç kaldım. Dayanamaz bir hâle geldim. Sokağa atılmış<br />

bir şalgam gördüm. Almak istedim. İçimden, sanki bir ses: On gün sabr etdin de,<br />

– 687 –


şimdi çürümüş bir şalgamı mı yiyeceksin? dedi. Almadım. Mescid-i harâma girip<br />

oturdum. Biri gelip, önüme, yağda yeni kızarmış ekmek, şeker ve bâdem koydu ve<br />

(Denizde idim, fırtına çıkdı. Kurtulursam, ilk gördüğüm fakîre, bunları vermeği<br />

adadım) dedi. Her birinden bir avuç aldım. Artanı, sana hediyyem olsun dedim.<br />

Demek ki; Allahü teâlâ, bana rızk göndermek için, denizde fırtına çıkardı. Bu kimseyi<br />

kurtarıp, adak ile bana gönderdi diyerek şükr etdim. Sokakda rızk aradığıma<br />

pişmân oldum.” Îmânı kuvvetlendirmek için, böyle nâdir olayları okumak lâzımdır.<br />

Bekâr bir kimsenin îmânı kuvvetli olur, hiç günâh işlememek için para kazanmakdan<br />

kaçınırsa, rızk sebebleri onun önüne gelir. Çocuk, ana rahminde iken, çalışmakdan<br />

âciz olduğu için, göbeğinden ona rızk gönderiyor. Dünyâya gelince, anasının<br />

göğsünden gönderiyor. Birşey yiyebileceği yaşa gelince, dişleri yaratıyor. Anası,<br />

babası ölür, yetîm kalırsa, anasına babasına verdiği merhamet gibi, başkalarına<br />

da verip, herkesin kalbini, yetîme karşı merhametle dolduruyor. Önce, ona yalnız<br />

anası acırdı. Kimse bakmazdı. Anası ölünce, binlerce kişiyi, ona şefkatle bakdırıyor.<br />

Dahâ büyüyünce, çalışmak için kuvvet veriyor. Para kazanmak arzûsunu<br />

veriyor. Kendine karşı merhameti, şimdi içine yerleşdiriyor. Bir kimse, bu arzûdan<br />

vazgeçip, takvâ yolunu tutar, kendini yetîm hâline korsa, ona karşı kalbleri,<br />

yine şefkatle doldurur. Herkes, bu kimse Allah yolundadır. Herşeyin iyisini buna<br />

vermelidir der. Para kazanırken, kendine, yalnız kendi acırdı. Şimdi herkes acır.<br />

Fekat, takvâ yolundan ayrılır, nefsine uyar ve çalışmazsa, kalblerde ona karşı<br />

şefkat hâsıl etmez. Böyle kimselerin, tevekkül ediyorum diye çalışmaması, tenbel<br />

oturması, hiç câiz değildir. Kendini düşünen kimsenin, çalışıp, ihtiyâclarını elde etmeği<br />

de düşünmesi lâzımdır. Demek ki, Allah yolunda olup, yetîm gibi olana<br />

karşı, herkesin kalbinde şefkat, merhamet yaratır. Bunun için, Allah yolunda çalışan<br />

kimsenin, açlıkdan öldüğü görülmemişdir. Bir kimse, âlemlerin sâhibinin, herşeyi,<br />

ne büyük nizâm ve kemâl üzere yaratdığını anlarsa, Hûd sûresi 6.cı âyet-i kerîmesi<br />

olan, (Allahü teâlânın rızk vermediği, yer yüzünde bir mahlûk yokdur) meâlini<br />

pek kolay görür. Âlemi çok güzel idâre edip, kimseyi aç bırakmadığını bilir.<br />

Açlıkdan öldürdüğü pek az kimse varsa da, onlara hayrlı olduğu için öldürmüşdür.<br />

Yoksa, çalışmadıkları için değil. Çünki, çok mal kazanmış olanları da, ba’zan, malını<br />

alarak açlıkdan öldürür. Hasen-i Basrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bu inceliği<br />

açık gördüğü için, (Basra ehâlisinin hepsi, benim çocuğum olsa ve bir buğday dânesi<br />

bir dînâr olsa, hiç sıkıntı çekmem!) buyurmuşdur. Veheb bin Verd diyor ki,<br />

(Gök demir olsa, yer tunç kesilse, rızk için üzülürsem, kendimi müslimân bilmem!).<br />

Allahü teâlâ rızkı gökden göndermekdedir.<br />

[Bunu âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler açıkça haber veriyor. Bugün fen<br />

adamları, bu hakîkati anlamağa başlamışdır. Yağmurlu havalarda, şimşekler sebebi<br />

ile, havanın azot gazı, oksigen gazı ile kimyâca birleşerek, azot monoksid denilen,<br />

renksiz gaz hâsıl oluyor. Bu gaz havada serbest hâlde kalamaz. Tekrâr oksigenle<br />

birleşerek azot dioksid hâline dönüyor. Turuncu renkli ve boğucu olan bu<br />

gaz da, havadaki nem [su buhârı] ile birleşerek, nitrik asid [ya’nî kezzab ismi ile<br />

satılan mâyı’] teşekkül ediyor. Yine şimşeklerin te’sîri ile havadaki su buhârının<br />

parçalanmasından serbest hâle geçen hidrogen [müvellidülmâ’] gazı da, havanın<br />

azotu ile birleşerek amonyak gazı hâsıl oluyor ki, bu gaz, o esnâda hâsıl olan nitrat<br />

asidi ile ve havada zâten mevcûd olan karbondioksid gazı ile birleşerek amonium<br />

nitrat ve amonium karbonat tuzları meydâna geliyor. Bu iki tuz, diğer bütün<br />

alkali ma’denlerin tuzları gibi, suda eridiğinden, yağmurla toprağa iner. Toprak,<br />

bu maddeleri kalsium nitrat hâline çevirerek, nebâtlara verir. Nebâtlar, bu tuzları<br />

albüminli maddelere [proteinlere] çevirir. Proteinler, bitkiden, ot yiyen hayvanlara<br />

ve insanlara geçer. İnsanlar, nebâtâtdan ve ot yiyen hayvanlardan alır. Bu maddeler<br />

insanların ve hayvânların hücrelerinin yapı taşıdır. Kuru proteinlerin içinde<br />

– 688 –


% 14 [yüzde ondört] azot gazı vardır. İşte, yağmur suları vâsıtası ile toprağa, her<br />

sene dörtyüzmilyon tondan ziyâde hava azotunun gelerek gıdâ hâline döndüğü bugün<br />

hesâb edilmişdir. Denizlere gelen, elbette dahâ çokdur. Semâdan, bu sûretle<br />

rızk indiğini bugün fen yolu ile anlıyabiliyoruz. Dahâ nice şekllerde de inmekdedir.<br />

Fen, ileride bu yollardan ba’zısını da belki anlıyacakdır].<br />

Allahü teâlâ, herkesin rızkının gökden indirildiğini bildirmekle, kimsenin rızkına<br />

dokunulamıyacağını anlatıyor. Cüneyd-i Bağdâdîye “kuddise sirruh” (Rızkımızı<br />

arıyoruz) dediklerinde, (Nerde olduğunu biliyorsanız, orada arayınız!) buyurdu.<br />

(Allahü teâlâdan istiyoruz) dediklerinde, (Eğer, sizi unutmuş sanıyorsanız, hâtırlatınız!)<br />

buyurdu. (Tevekkül ediyoruz, bakalım ne gönderecek) dediklerinde,<br />

(İmtihân ederek, deneyerek tevekkül etmek, îmânda şübhe bulunmasını gösterir)<br />

buyurdu. (O hâlde ne yapalım?) dediklerinde, (Emr etdiği için çalışmalı, rızk<br />

için üzülmemeli, tedbîrlerin arkasında koşmamalıdır) buyurdu. Rızk için, Allahü<br />

teâlânın verdiği söze güvenmelidir. Emrine uyarak çalışanı, rızkına ulaşdırır.<br />

Evli olanların tevekkülü: Evli olanın, tevekkül etmek için, şehrlerden uzaklaşması<br />

doğru değildir. Çalışıp, sebeblere yapışması lâzımdır. Ya’nî, evli olanların tevekkülü,<br />

üçüncü mertebede olmak lâzımdır. Ya’nî, çalışmakla tevekkül etmelidir.<br />

Nitekim, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” çalışarak tevekkül etmişdi. Çünki,<br />

tevekkül iki kısmdır: Birisi açlığa sabr edip, bulduğunu yimekdir. İkincisi, açlık ve<br />

ölüm, başına yazılmış ise, kendisi için, bunun hayrlı olduğuna inanmakdır. Çoluğa,<br />

çocuğa bu iki tevekkülü emr etmek, kimseye câiz değildir. Hattâ, kendi sabr<br />

edemiyen kimsenin de, çalışmadan tevekkül etmesi câiz değildir. Eğer, çoluk çocuk<br />

da sabr etmeğe râzı iseler, çalışmadan tevekkül câiz olur. Kısaca deriz ki, kendini,<br />

sıkıntıya sabr etmeğe zorlamak câiz ise de, çoluk çocuğu zorlamak câiz değildir.<br />

2 — Mevcûd parayı, malı muhâfaza etmekde tevekkül:<br />

Burada da, kimsesi olmıyan bekârların tevekkülü ile bakacak kimsesi bulunanların<br />

tevekkülü başkadır.<br />

Bakacak kimsesi olmıyanların, bir senelik ihtiyâcını, önceden depo etmesi, tevekkülü<br />

bozar. Çünki, sebeblere güvenmiş olur. Doyacak kadar gıdâ ve giyinecek<br />

kadar elbise bulunduran bekâr kimse, tevekkül etmiş olur. Kırk günlük ihtiyâcı saklamakla<br />

tevekkül bozulmaz demişlerdir. Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî buyuruyor ki,<br />

(Bekâr bir kimsenin, gıdâ maddelerini ne kadar zemân olursa olsun saklaması tevekkülü<br />

bozar). Tesavvuf büyüklerinden, Ebû Tâlib-i Mekkî buyuruyor ki, (Sakladığına<br />

güvenmezse, kırk günden çok saklasa da, tevekkülü bozmaz). Bişr-i Hâfî,<br />

tesavvuf büyüklerindendir. Birgün, huzûruna bir müsâfir geldi. Talebesinden<br />

birine bir avuç gümüş verip, (İyi ve tatlı birşeyler alıp gel!) buyurdu. O zemâna kadar,<br />

böyle çok şey aldırdığı görülmemişdi. Müsâfir ile yidi. Müsâfir, artan yemekleri<br />

de alıp gitdi. Talebesinin, bu hâle şaşdığını görünce: (Bu müsâfir, Feth-i<br />

Mûsulî idi. Mûsuldan, bize ders vermeğe geldi. Tevekkülü sağlam olana, gıdâ<br />

saklamanın zarar vermiyeceğini gösterdi), buyurdu. Demek ki, tevekkül, ilerisi için<br />

zihni yormamakdır. Bunun için de, ilerisi için yığmamalı, sakladığını da, elinde olmayıp,<br />

Allahü teâlânın ileride göndereceği gibi bilmeli, ya’nî buna güvenmemelidir.<br />

Evli olanların tevekkülü: Çoluk çocuk sâhiblerinin bir senelik mal saklaması,<br />

tevekkülü bozmaz. Bir seneden fazlası bozar. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem”, evdekiler için, onların kalbleri dayanıksız olduğu için, bir senelik eşyâ bulundururdu.<br />

Kendisi için ise, bir günlük saklamazdı. Saklasaydı, tevekkülüne ziyân<br />

vermezdi. Çünki, olup olmaması müsâvî idi. Fekat, ümmetine ders vermek için,<br />

böyle yapardı. Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” biri vefât etdikde, cebinden<br />

iki altın çıkmışdı. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Bu iki azâb alâ-<br />

– 689 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:44


metidir) buyurdu. Bu azâb, Cennetde yüksek dereceye yetişememek acısı olsa gerekdir.<br />

Nitekim, başka biri vefât edince, (Kıyâmetde bunun yüzü, ayın ondördü gibi<br />

parlar. Eğer, yazlık elbisesini kışdan ve kışlığı yazdan hâzırlamasaydı, güneş gibi<br />

parlardı), buyurdu. Bir kerre de, (Size en az verilen şey, yakîn ve sabrdır) buyurdu.<br />

Ya’nî, elbiseyi, bir yıl önce hâzırlamak, yakînin az olmasındandır. Fekat,<br />

bütün büyükler, söz birliği ile buyuruyor ki, su kabları, su te’sîsâtı, sofra takımı,<br />

dikiş, temizlik vâsıtaları, ya’nî bir evde her zemân lâzım olan şeyleri saklamak câizdir<br />

ve lâzımdır ve tevekkülü bozmaz. Çünki, Allahü teâlâ, bu dünyâyı öyle yaratmışdır<br />

ki, gıdâ ve giyim eşyâsı her sene, tâze olarak husûle gelmekdedir. Allahü<br />

teâlânın âdetine uymamak câiz değildir. Fekat ev eşyâsı, her lâzım olduğu zemân<br />

ele geçmiyebilir.<br />

FASL: Bir kimse, gıdâsını ve elbisesini saklamayınca, kalbi râhat etmez, başkalarının<br />

getirmesini beklerse, böyle kimsenin saklaması, dahâ iyidir. Hattâ tarlası,<br />

tezgâhı, herhangi bir geliri olmayınca düşüncesiz, sıkıntısız ibâdet, zikr yapamıyan<br />

kimsenin, bir gelir edinmesi dahâ iyidir. Çünki, asl maksad, kalbin râhat, üzüntüsüz,<br />

Allahü teâlâyı düşünmesidir. Ba’zılarını, mal meşgûl eder. Malının hesâbını<br />

yapmakdan, râhat ibâdet edemez. Malı olmayınca düşüncesi, sıkıntısı kalmaz.<br />

Böyle kimselerin malı olmaması hayrlıdır. Ba’zıları da, geçinecek kadar malı<br />

olunca râhat eder. Bunların, geçinecek kadar gelir edinmesi dahâ iyidir. Fekat, geçinecek<br />

kadar mal ile râhat etmeyip, dahâ çoğu peşinde koşan, süs, keyf ve zevklerini<br />

düşünen kalbler, müslimânlığa bağlı olan kalblerden değildir. Bunları hesâba<br />

katmıyoruz.<br />

3 — Zararlardan sakınmakda tevekkül:<br />

İnsanı zarardan koruyan sebebler arasında da, te’sîri kat’î olan veyâ te’sîr ihtimâli<br />

çok olan sebebleri bırakmak, tevekkülün şartı değildir. Hırsız girmesin diye,<br />

evin kapısını kapamak, kilitlemek, tevekkülü bozmaz. Tehlükeli yerde silâh taşımak,<br />

düşmandan sakınmak da, tevekküle zararlı değildir. Üşümemek için fazla giyinmek<br />

de, tevekkülü bozmaz. Fekat, vücûdün ısınması için fazla kalori hâsıl olmak<br />

için, çok yimekle kışın ısınmak gibi ince düşünmek, böyle sebeblere baş vurmak,<br />

tevekkülü bozar. [Hasta olmamak için, sağlam insanı ateşle] dağlamak ve efsûn<br />

yapmak da böyledir. [Doktorun hastayı dağlaması câizdir.] Tevekkül etmek<br />

için, te’sîri kat’î olan ve herkesce bilinen sebebleri bırakmak lâzım değildir. Birgün,<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin yanına bir köylü geldi.<br />

(Deveni ne yapdın?) buyurdu. (Allaha tevekkül edip, kendi hâline bırakdım) deyince,<br />

(Bağla ve sonra tevekkül et!) buyurdu.<br />

Bir insandan gelen zararı önlemeyip buna sabr etmek, tevekküldür ve iyidir. Sûre-i<br />

Ahzâbda, (Kâfirlerin ve münâfıkların zararlarına, işkencelerine karşılıkda bulunma!<br />

Ben onların cezâsını veririm. Onlardan korunmak, kurtulmak için Allahü<br />

teâlâya tevekkül et!) meâlindeki 48.ci âyet-i kerîmesi ve sûre-i İbrâhîmde, (Yapdıkları<br />

işkencelere sabr ederiz. Tevekkül ediciler, yalnız Allahü teâlâya tevekkül<br />

etmelidir) meâlindeki 12.ci âyet-i kerîmesi bunu bildiriyorlar.<br />

Akreb, yılan, yırtıcı hayvânların zarar vermesini önlemek lâzımdır. Tevekkülü<br />

bozmaz. [Mikropların hastalık yapmasına sabr etmemeli, bunları her sûretle men’<br />

etmelidir. Mikroplu hastalığa yakalanınca, antiseptik ilâcları, antibiyotikleri, (penicilin<br />

ve benzerleri) kullanmalıdır.]<br />

Düşmandan sakınmak için silâh taşıyan bir kimse, kuvvetine ve silâhına güvenmezse,<br />

tevekkül etmiş olur. Kapıyı kilidlemelidir. Fekat kilide güvenmemelidir. Nitekim,<br />

hırsızlar, çok kilidleri kırmışdır. Tevekkül edenin alâmeti şudur ki, evine<br />

gelip, eşyânın çalındığını görünce üzülmez. Allahü teâlâ, böyle takdîr etmiş deyip,<br />

kazâya râzı olur. Kapıya kilid takarken, (Yâ Rabbî! Bu kilidi, senin kazânı değişdirmek<br />

için değil, senin emrine, âdetine uymak için takıyorum. Yâ Rabbî! Eğer ma-<br />

– 690 –


lıma, birini musallat edersen, senin takdîrine râzıyım! Bu malı, benim için mi yaratdın,<br />

yoksa başkası için yaratıp, bende emânet olarak mı bırakdın bilemem) diye<br />

kalbinden geçirmelidir. Bir kimse, kapısını kilidleyip gider ve gelince, eşyânın<br />

çalınmış olduğunu görüp de üzülürse, tevekkül sâhibi olmadığını anlamalıdır.<br />

Fekat, bağırıp çağırmaz, ortalığı, gürültüye boğmazsa, hiç olmazsa, sabr etmek derecesini<br />

kazanır. Eğer şikâyet eder, hırsızı araşdırırsa sabr derecesinden de düşer.<br />

Tevekkül sâhibi olmadığını, sabr edici olmadığını anlayıp da, kendini beğenmekden<br />

vaz geçerse, bu da, hırsızın sebeb olduğu fâide ve kazancıdır.<br />

Süâl — Bu eşyâya muhtâc olmasaydı, kapıyı kilidlemez, bunları saklamazdı. İnsan,<br />

ihtiyâcını gidermek için sakladığı şey çalınınca üzülmemesi elinde midir?<br />

Cevâb — Allahü teâlâ, bu eşyâyı kendine verince, bunların gelmesini, kendi için<br />

hayrlı bilmelidir. Allahü teâlânın verdiği herşeyde, bir hayr vardır demelidir. Bunun<br />

gibi eşyâsının gitmesini de, kendi için hayrlı bilmesi lâzımdır. Allahü teâlânın,<br />

vermesi gibi, alması da hayrlıdır. Verdiği zemân, eşyânın bulunması hayrlı olduğu<br />

gibi, aldığı zemân da, eşyânın bulunmaması hayrlıdır demelidir. Hayrlı olan şeylere<br />

sevinmek lâzımdır. İnsanlar, kendilerine hangi şeyin hayrlı, fâideli olacağını<br />

iyi bilemez. Allahü teâlâ, dahâ iyi bilir. Meselâ, bir hastanın babası, mütehassıs tabîb<br />

ise, babası buna etli, tatlı verince sevinip, iyi olmasaydım, bana bunları vermezdi<br />

der. Babası, etli, tatlı gibi yemekleri vermezse, yine sevinir. Hastalığımı tedâvî<br />

etmek için bunları vermiyor der. Allahü teâlânın da vermesine ve vermemesine<br />

böyle îmân olmadıkca, tevekkül sağlam olamaz.<br />

Tevekkül eden, malı korumakda, altı edebi gözetmelidir:<br />

1) Kapıyı kilidlemeli. Fekat başka tedbîrler almağa uğraşmamalı. Odaları, pencereleri<br />

kilidlememeli, komşulara nöbet bekletmemeli. İş yerlerine bekci, kapıcı<br />

tutmak, tevekkülü bozmaz. Mâlik bin Dînâr “rahmetullahi teâlâ aleyh”, kapısını<br />

ip ile bağlardı. Hayvan girmiyeceğini bilsem, bunu da bağlamam buyururdu.<br />

2) Kıymetli eşyâyı, hırsızı çeken şeyleri evde bulundurmamalı, bir din kardeşinin,<br />

hırsızlık günâhını işlemesine sebeb olmamalıdır. Mugayre, Mâlik bin Dînâra<br />

zekât gönderdi. Alıp tekrâr geri gönderdi. Şeytân, hırsız çalar diye kalbime vesvese<br />

getirdi. Vesvese etmeği ve bir müslimânın hırsızlık etmesine sebeb olmağı istemem<br />

dedi. Ebû Süleymân-i Dârânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bunu işitince, bu<br />

parayı geri çevirmesi, sôfîlerin kalblerinin za’îf olmasındandır. O, zâhiddir, kalbinde<br />

dünyânın yeri yokdur. Hırsız çalarsa, ona ne zararı olur buyurdu ki, Ebû Süleymânın<br />

bu sözü, görüşünün keskin olduğunu göstermekdedir.<br />

3) Evden çıkarken, şöyle niyyet etmelidir ki; eğer, eşyâmı hırsız çalarsa, onun<br />

olsun, ona halâl olsun! Hırsız belki fakîrdir. Bu eşyâ ile, bir hâcetini giderir. Eğer<br />

zengin ise, bu eşyâ ile gözü doyar da, başkasının malını çalmaz. Benim eşyâm, bir<br />

din kardeşimin cânının yanmasına mâni’ olur. Böyle niyyet etmekle, hem hırsıza,<br />

hem de bütün müslimânlara şefkat etmiş olur. Zâten müslimânlık da, mahlûklara<br />

şefkat etmekden ibâretdir. Böyle niyyet etmekle, Allahü teâlânın kazâ ve kaderi<br />

değişmez. Fekat, eşyâ çalınsa da, çalınmasa da, kendisine, bir lirası için, yediyüz<br />

lira sadaka vermiş gibi sevâb hâsıl olur. Bu niyyet, şuna benzer ki, bir hadîs-i<br />

şerîfde buyuruldu ki, (Bir kimse, âilesi ile buluşdukda, azl eylemez ise, ya’nî çocuk<br />

olmasına mâni’ olmazsa, çocuk olsa da olmasa da, bu kimseye, şehîd oluncıya<br />

kadar cihâd eden bir yeğid sevâbı verilir). Çünki bu kimse, elinden gelebilene<br />

yapışdı. Eğer çocuk cansız olarak dünyâya gelseydi, bu kimseye, işinin sevâbı hâsıl<br />

olurdu.<br />

4) Eşyâ çalınırsa üzülmemeli, malın gitmesinin, kendisi için hayrlı olduğunu bilmelidir.<br />

Eğer halâl ederse, malını aramamalı, geri verirlerse, almamalıdır. Fekat,<br />

geri alırsa, kendi mülküdür. Niyyet etmekle mülkünden çıkmaz. Yalnız tevekkülü<br />

tam yapmak için, geri alınmaz. Abdüllah ibni Ömerin “radıyallahü anhümâ” de-<br />

– 691 –


vesi çalındı. Çok aradı, bulamadı. Alana halâl olsun dedi. Mescide girip nemâz kıldı.<br />

Biri gelip, deven şuradadır dedi. Na’lınlarını giyip oraya giderken, geri döndü<br />

ve halâl etmişdim, artık alamam dedi. Büyüklerden biri, kardeşini rü’yâda gördü.<br />

Cennetde idi. Fekat, üzüntülü idi. Sebebini sordukda: Kıyâmete kadar, böyle<br />

üzüleceğim. Çünki, Cennetdeki yüksek derecemi gösterdiler. Böyle güzel derece<br />

yokdu. Oraya gitmek istedim. Bunu oraya bırakmayınız! Orası, Allah için bırakanlarındır<br />

diye bir ses işitdim. Allah için bırakmak nasıl olur dedim. Sen birgün, bu<br />

malım Allah için halâl olsun demişdin, sonra sözünde durmamışdın. Sen sözünde<br />

temâm dursaydın, burası da temâmen senin olacakdı dediler, dedi. Birisi Mekke<br />

şehrinde uyumuşdu. Uyanınca, para cüzdanını göremedi. Büyüklerden biri orada<br />

idi. Paramı sen aldın dedi. Bu zât, para sâhibini evine götürüp, paran ne kadardı<br />

dedi. Söylediği kadar altını kendisine verdi. Sokağa çıkınca, bir arkadaşının çantayı,<br />

şaka olarak almış olduğunu anladı. Geri dönüp altınları geri verdi ise de, sâhibi<br />

almadı. Bu altınları verirken, Allah rızâsı için sadaka niyyeti ile vermişdim dedi.<br />

Hepsini fakîrlere dağıtmasını söyledi. Bunun gibi, eskiden meselâ, bir fakîre ekmek<br />

götürselerdi ve fakîri bulamasalardı, bu ekmeği, eve geri getirmezler, başka<br />

bir fakîre verirlerdi.<br />

5) Zâlime ve hırsıza bed düâ etmemelidir. Bunlara fenâ düâ edince, hem tevekkülü<br />

bozulur, hem de zühd bozulur. Çünki, elinden birşey gidince üzülen kimse,<br />

zâhid olamaz. Rebî’ bin Haysemin “rahmetullahi teâlâ aleyh” birkaç bin dirhem<br />

değerinde, kıymetli bir atını çaldılar. (Çalınırken gördüm) dedi. (Göre göre, niçin<br />

ses çıkarmadın), dediklerinde, (Ondan dahâ çok sevdiğim ile berâberdim. Ondan<br />

ayrılamadım) dedi. Sonradan anladılar ki, nemâzda imiş. Hırsıza bed düâ etdiler.<br />

(Bed düâ etmeyiniz! Atımı ona halâl etdim) dedi. Zâlimin biri, büyüklerden birine<br />

zulm ederdi. Buna bed düâ et dediklerinde, o, bana değil, kendine düşmanlık<br />

etmekdedir. Kendine yapdığı bu zarar ona yetişir. Ayrıca bir zarar ilâve edemem<br />

buyurdu. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İnsan, kendine zulm edene bed düâ eder.<br />

Böylece, hakkını, dünyâda almış olur. Belki, zâlimin hakkı da, kendine geçmiş olur).<br />

6) Hırsıza acımalı, günâh işleyip azâba düşeceğine şefkat etmelidir. Kendinin<br />

zâlim olmayıp, mazlûm olduğuna şükr etmelidir. Dîninde noksân olacağına, malında<br />

noksânlık olduğuna sevinmelidir. Bir kimse, din kardeşinin günâh işlediğine<br />

üzülmezse, müslimânlara nasîhat ve şefkat etmemiş olur. Bişr-i Hâfînin “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” eşyâsını çaldılar. Ağlamağa başladı. Fudayl bin Iyâd, (Mal<br />

için ağlanır mı?) dedikde, (Mal için değil, hırsızın günâh işlediğini, kıyâmetde, bunun<br />

azâbını çekeceğini düşünüp ağlıyorum) dedi.<br />

4 — Hastanın tedâvî olmasında ve ilâc kullanmasında tevekkül:<br />

İlâc üç dürlüdür: Birinci kısm ilâcların te’sîri, fâidesi kat’îdir, meydândadır. Ekmeğin<br />

açlığı, suyun susuzluğu gidermesi böyledir. [Kinin bileşiklerinin sıtmaya, salicylatların<br />

rumatizmaya, aşı ve serumların, antibiyotiklerin ve sülfamidlerin de bakterilere<br />

karşı te’sîri böyledir. (İbni Âbidîn) “rahmetullahi aleyh” beşinci cild,<br />

215. ci sahîfede diyor ki, (Ölmiyecek kadar ve nemâzı ayakda kılabilecek kadar yimek,<br />

içmek farzdır. Bu kadar yimemek büyük günâhdır. İlâc kullanmayıp ölürse,<br />

günâh olmaz. Çünki, ilâcın fâidesi kat’î değildir.) Görülüyor ki, fâidesi kat’î olan<br />

ilâcları kullanmak farz olmakdadır. Te’sîri kat’î olan sebeblere yapışmanın vâcib<br />

olduğu ve bunları kullanmayıp zarar görmenin günâh olduğu, Muhammed Ma’sûm<br />

Fârûkînin “rahmetullahi aleyh” yüzseksenikinci mektûbunda ve (Hadîka)nın üçyüzkırküçüncü<br />

sahîfesinde de uzun yazılıdır.] Yangını su ile söndürmek de böyledir.<br />

Te’sîri muhakkak olan bu gibi ilâcları kullanmamak tevekkül değil, ahmaklıkdır<br />

ve harâmdır.<br />

İkinci kısm ilâcların te’sîri kat’î olmadığı gibi, zan ile de değildir. Fâide ihtimâli<br />

vardır. Efsûn ya’nî, fen yolu ile tecribe edilmemiş maddeler ve Kur’ân-ı kerîm-<br />

– 692 –


den olmayan, ma’nâsız yazılar kullanmak ve ateşle dağlamak ve fal bakarak,<br />

uğurlu sanarak kullanılan şeyler böyledir. Tevekkül etmek için, bunları kullanmamak<br />

lâzımdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, bunları kullanmak, sebeblere fazla düşkün<br />

olmak alâmetidir. Bu üçünden, fâide ihtimâli çok olan [sağlam insanı] dağlamakdır.<br />

[Falcılık hakkında (Bey’ ve şirâ) risâlesi sonunda geniş bilgi vardır.]<br />

Üçüncü kısm ilâclar, birinci ve ikinci kısm arasında olanlardır. Bunların fâideleri<br />

kat’î değilse de, fazla zan olunur. Damardan kan alma, deriden hacâmat yapmak,<br />

müshil almak, te’sîrleri şübheli olan [piyasada mevcûd yüzlerce] ilâcı kullanmak<br />

böyledir. Bunları kullanmamak, harâm değildir. Fekat, tevekkülün şartı da<br />

değildir. Çok kimseler için, bunları kullanmak dahâ iyidir. Ba’zan da, kullanmamak<br />

dahâ iyi olur. Tevekkül etmek için, bunları terk etmek lâzım değildir dedik.<br />

Çünki Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ey Allahın kulları! İlâc<br />

kullanın!) buyurdu. Bir kerre de, (Her hastalığın ilâcı vardır. Yalnız ölüme çâre<br />

yokdur) buyurdu. İlâc, kazâ ve kaderi değişdirir mi dediklerinde, (Kazâ ve kader,<br />

insana ilâcı kullandırır) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bütün Meleklerden işitdim<br />

ki, ümmetine söyle, hacâmat yapdırsınlar. Ya’nî kan aldırsınlar dediler) buyurdu.<br />

Bir hadîs-i şerîfde, (Arabî ayın onyedinci veyâ ondokuzuncu veyâ yirmibirinci günleri<br />

hacâmat olunuz ki, kan artarsa [ya’nî tansiyon yükselirse], ölüme sebeb olur)<br />

buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlânın ölüme sebeb yapdığı hastalıklardan<br />

birisi, kanın artmasıdır) buyurdu. Tansiyon artınca kan aldırmak ve tansiyon düşürücü<br />

ilâc almak ve mikrop hastalıklarında, antibiyotikler ve sülfamidler ve başka<br />

antiseptikler kullanmak ve dezenfekte, ya’nî mikrop imhâsı yapmak ile, elbisedeki,<br />

yatakdaki akrebi, yılanı öldürmek ve yangını söndürmek arasında bir<br />

fark yokdur. Çünki, hepsi insanı öldüren şeydir. Tevekkül için, bunları terk etmek<br />

lâzım değildir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Sa’d bin Mu’âz “radıyallahü<br />

anh” için, fasd ya’nî damardan kan aldırmasını emr buyurmuşdu. Hazret-i<br />

Alînin “radıyallahü anh” mubârek gözü ağrıdığı zemân da, tâze hurma yimemesini,<br />

pancar yaprağı, yoğurt ve pişmiş arpa yimesini söyledi. Suheyb-i Rûmînin<br />

“radıyallahü anh” gözü ağrıyordu. Bunu hurma yirken görüp, (Gözün ağrıdığı hâlde<br />

hurma yiyorsun) buyurdukda, ağrı olmıyan tarafda çiğniyorum demiş ve Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, bu cevâba gülmüş idi. Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, her gece sürme sürerdi. Her ay hacâmat olurdu. Her<br />

sene ilâc içerdi. Vahy geldiği zemân, mubârek başı ağrırdı. Mubârek başına kına<br />

bağlardı. Bir yeri yara olsa, oraya kına kordu. Birşey bulunmadığı zemân, temiz<br />

toprak tozu ekerdi. Dahâ nice ilâc kullanmışdır. (Tıbbınnebî) ismindeki kitâblarda,<br />

bunlar yazılıdır. [Bu kitâblardan birini imâm-ı Celâleddîn-i Süyûtî “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” yazmışdır. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci cildinde de, oldukça geniş<br />

yazılıdır.]<br />

Mûsâ “aleyhisselâm” hastalanmışdı. İlâcını söylediler. İlâc istemem, Allahü teâlâ<br />

şifâsını verir dedi. Hastalık uzadı ve ağırlaşdı. Bu hastalığın ilâcı meşhûrdur<br />

ve tecribe edilmişdir, az zemânda iyi olursunuz dediler. Hayır, ilâc istemem dedi<br />

ve hastalık artdı. O zemân vahy gelip, (İlâc kullanmazsan, şifâ ihsân etmem) buyurulunca,<br />

ilâcı içdi ve iyi oldu. Fekat kalbine birşey geldi. Vahy gelip, Allahü teâlâ<br />

buyurdu ki, (Sen tevekkül etmek için, benim âdetimi, hikmetimi değişdirmek<br />

istiyorsun. İlâclara, fâideli te’sîrleri kim verdi? Elbette ben yaratıyorum) buyurdu.<br />

Peygamberlerden biri “aleyhimüsselâm” za’îflikden şikâyet etmişdi. Vahy gelip,<br />

(Et yi ve süt iç!) buyuruldu. Bir zemânın mü’minleri, çocuklarının çirkin olduğundan<br />

Peygamberlerine “sallallahü teâlâ aleyhim ve sellem” şikâyet etmişdi.<br />

Vahy gelip, (Ümmetine söyle, çocuğu olacak kadınlar, ayva yisin!) buyuruldu. Hâmile<br />

iken ayva, çocuk olunca hurma yirlerdi.<br />

Bütün bu misâllerden anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ, ilâcları, şifâ için sebeb yap-<br />

– 693 –


mışdır. Ekmek ile suyu doyurmağa sebeb yapdığı gibi, ilâcları da, hastalıkları gidermeğe<br />

sebeb yapmışdır. Bütün sebebleri yaratan, bunlara te’sîr kuvveti veren,<br />

Allahü teâlâdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Mûsâ “aleyhisselâm”, Yâ Rabbî!<br />

Hastalığı yapan kimdir, hastalığı iyi eden kimdir, dedi. Cenâb-ı Hak, her ikisini de<br />

yapan benim, buyurdu. O hâlde, tabîbe ne lüzûm var deyince, onlar, şifâ için yaratdığım<br />

sebebleri bilir ve kullarıma verir. Ben de onlara, bu yoldan rızk ve sevâb<br />

veririm, buyurdu).<br />

Görülüyor ki, tabîbe gitmeli, ilâc kullanmalıdır. Fekat, doktora ve ilâca güvenmemeli,<br />

şifâyı Allahü teâlâdan istemelidir. İlâc içip de iyi olmıyan, ameliyyât<br />

masalarında kalıp can veren az değildir.<br />

FASL — Ateşle dağlamak, ba’zı yerlerde âdet hâlini almışdır. Hâlbuki, dağlamak,<br />

tevekkülü bozar. Hattâ islâmiyyet, bunu men’ etmişdir. Çünki, tehlükeli yaralara<br />

sebeb olabilir. Fâidesi de kat’î değildir. Dağlamanın fâidesi, başka ilâclarla<br />

da, te’mîn olunabilir. İmrân bin Husayn “radıyallahü anh” hastalandı. Dağlama<br />

yap dediler, yapmadı. Yalvardılar, dağladı ve iyi oldu. Sonra buyurdu ki, önce<br />

nûr görüyordum. Sesler duyuyordum. Melekler bana selâm veriyordu. Dağladıkdan<br />

sonra, bunlar olmadı. Çok tevbe ve istigfâr etdi. Cenâb-ı Hakkın, bunları<br />

tekrâr kendisine ihsân eylediğini, Mutrif bin Abdüllaha söylemişdi.<br />

FASL — Ba’zan, ilâc kullanmamak dahâ sevâb olur ve bu, Peygamber “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” efendimize uymamak olmaz. Büyüklerimizden çoğu ilâc kullanmadı.<br />

Süâl — İlâc kullanmamak kemâl olsaydı, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” ilâc kullanmazdı. Hâlbuki kullanmışdır.<br />

Cevâb — İlâc kullanmamak için altı sebeb vardır:<br />

1) Bir kimse, kalbi uyanık, keşf sâhibi olur. Ecelinin geldiğini anlar. İlâc kullanmaz.<br />

Nitekim doktorlar da, çabuk öleceği belli hastaya, ilâc ve perhîz vermiyor. Halîfe-i<br />

müslimîn, Ebû Bekr “radıyallahü anh” hasta olunca, (Tabîb getirelim) dediler.<br />

(Tabîb beni gördü ve ben, irâde etdiğimi yapacağım dedi) buyurdu.<br />

2) Hasta âhıret korkusu içindedir. İlâc düşünmez ve istemez. Ebüdderdâ “radıyallahü<br />

anh” hasta olunca inledi. Sebebini sorduklarında, günâhlarımı düşünüp,<br />

inliyorum buyurdu. Birşey istiyor musun dediler. Allahü teâlânın rahmetini istiyorum<br />

buyurdu. Tabîb çağıralım mı dediler. Beni tabîb hasta yapdı buyurdu. Ebû<br />

Zer-i Gıfârînin “radıyallahü anh” gözü ağrıyordu. İlâc yapmaz mısınız dediklerinde,<br />

ondan dahâ mühim işim var buyurdu. Bunların hâli, birini i’dâm etmeğe götürürlerken<br />

buna, yolda, yiyecek birşey ister misin diye sormağa benzer ki, aç olsa<br />

bile yimek acabâ hâtırına gelir mi? Sehl bin Abdüllah-i Tüsterîye, gıdân nedir dediler.<br />

Hayy ve kayyûm olanın zikridir dedi. Sana, kuvvetini nerden alıyorsun diyoruz,<br />

dediler. İlmden dedi. Gıdân nedir dediler. Fikr ve zikrdir dedi. Vücûdü besliyen<br />

gıdâ maddesini soruyoruz dediler. Vücûdü düşünmeyip, rızkı göndereni düşünmekdir<br />

dedi.<br />

3) Sebebi bilinmiyen müzmin bir hastalık olup, hasta, tesellî ilâclarını kullanmak<br />

istemez. Tıb bilgisi olmıyanlar, birçok ilâcları böyle sanır.<br />

4) Ba’zısı da, hastalığın sevâbından mahrûm kalmamak için, iyi olmak istememiş,<br />

sabr etmek sevâbına da kavuşmak istemiş, ilâc kullanmamışdır. Hadîs-i şerîfde<br />

buyuruldu ki, (Şübhe edilen altını, ateşle mu’âyene etdikleri gibi, Allahü teâlâ,<br />

insanları derd ile, belâ ile imtihân eder. Ba’zısı, belâ ateşinden hâlis olarak çıkar.<br />

Ba’zısı da, bozuk olarak çıkar). Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”, hastalara ilâc verir, kendisi ise kullanmazdı. Hastalığa sabr ederek, oturarak<br />

kılınan nemâz, sağlam olanın, ayakda kıldığı nemâzdan dahâ kıymetlidir,<br />

derdi.<br />

– 694 –


5) Günâhı çokdur. Hastalık çekmekle günâhlarının afv edilmesini ister. Hadîs-i<br />

şerîfde buyuruldu ki, (Sıtma hastalığı, insanın günâhlarının hepsini temizler. Dolu<br />

dânesinde toz olmadığı gibi, sıtmalının günâhı kalmaz). Îsâ “aleyhisselâm” buyurdu<br />

ki, (Hasta olup, musîbete, felâkete uğrayıp da, günâhları afv olacağı için sevinmiyen<br />

kimse, âlim değildir). Mûsâ “aleyhisselâm”, bir hastayı görüp: (Yâ Rabbî!<br />

Bu kuluna merhamet et!) dedikde, Allahü teâlâ: (Rahmetime kavuşması için,<br />

gönderdiğim sebebler içerisinde bulunan bir kuluma, nasıl rahmet edeyim. Çünki,<br />

onun günâhlarını, bu hastalıkla afv edeceğim. Cennetdeki derecesini, bununla<br />

artdıracağım) buyurdu.<br />

6) Sıhhatin hep yerinde olması, Allahü teâlâyı unutmağa, Ona ısyân etmeğe, harâm<br />

işlemeğe sebeb olacağını düşünüp, hasta kalmağı ister. Allahü teâlâ, acıdığı<br />

kullarını derd ile, hastalık ile, gafletden uyandırır. Nitekim, bir hadîs-i şerîfde buyuruldu<br />

ki, (Mü’minlerde, üç şeyden biri bulunur: Kıllet ya’nî fakîrlik, ıllet ya’nî<br />

hastalık, zillet, ya’nî i’tibârsızlık) ve buyurdu ki, (Allahü teâlâ buyurdu ki: Hastalık<br />

benim kemendim, tuzağımdır ve fakîrlik zındânımdır. Buralara sevdiklerimi sokarım).<br />

Sıhhat, günâh işlemeğe sebeb olur. Âfiyet hastalıkda olur. Alî “radıyallahü<br />

anh”, bir kalabalığı eğlence içinde görüp sordukda, bugün bayramımızdır dediler.<br />

Günâh işlemediğimiz günler de, bizim bayramımızdır buyurdu. Büyüklerden<br />

biri, rast geldiği birine, nasılsın dedikde, âfiyetdeyim dedi. O da, âfiyetde olduğun,<br />

günâh işlemediğin gündür. Günâh işlemekden dahâ tehlükeli hastalık yokdur<br />

buyurdu. Fir’avnın, herkesin kendine tapınmasını istemesine sebeb, dört yüz sene<br />

yaşamışdı. Bir kerre başı ağrımamış, ateşi olmamışdı. Bir kerre başı ağrısaydı,<br />

o saygısızlık hâtırına gelmezdi. Bir kimse, hasta olup tevbe etmezse, Azrâîl “aleyhisselâm”<br />

der ki, ey gâfil! Sana kaç def’a haberci gönderdim. Aklını başına toplamadın.<br />

Büyükler buyurur ki, mü’mine kırk gün içinde, her hâlde üzüntü veyâ hastalık<br />

veyâ korku yâhud malına ziyân gelir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,<br />

bir hanımı nikâh ile alacakdı. Bu kadın hiç hasta olmamışdır diye medh etdiler. Almakdan<br />

vaz geçdi. Birgün baş ağrısını söyliyordu. Bir köylü: Baş ağrısı nasıl olur?<br />

Benim başım hiç ağrımadı deyince, (Benden uzak ol! Cehennemlik görmek istiyen,<br />

buna baksın) buyurdu. Âişe “radıyallahü anhâ”, şehîdlerin derecesine yükselen<br />

olur mu? deyince: (Hergün yirmi kerre ölümü düşünen kimse, şehîdlerin derecesini<br />

bulur) buyurmuşdu. Şübhesiz, hastalar, ölümü çok hâtırlar. İşte, bu altı sebebden<br />

dolayı, ba’zıları ilâc kullanmamışdır.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu sebeblere muhtâc olmadığı için ilâc<br />

kullanırdı.<br />

(Dürr-ül-muhtâr)da ve bunu açıklıyan (İbni Âbidîn)de (Sular) kısmı sonunda<br />

buyuruyor ki: (Harâm olan şeylerin ilâc olarak içilmesi, bunun hastaya iyi geleceği<br />

bilinirse ve halâl olan ilâc bulunmazsa, câiz olur. (Buhârî)deki hadîs-i şerîfde,<br />

(Allahü teâlâ, harâm olan şeylerde, size şifâ yaratmamışdır) buyurulmuşdur. Bunun<br />

ma’nâsı, şifâsı olduğu tecribe edilen harâm maddeler, ilâc için halâl olur, demekdir.<br />

Nitekim, susuzlukdan ölecek kimseye, ölümden kurtaracak kadar şerâb<br />

içmek halâl olur. Harâm olan şeyde, şifâ bulunması, mütehassıs olan müslimân bir<br />

doktorun söylemesi ile anlaşılır. Yalnız, domuz eti ve yağı, şifâsı bulunsa da, ilâc<br />

olarak da kullanılmaz). Muhammed Zerkânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mevâhib-i<br />

ledünniyye) şerhi, sekizinci maksadda diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, tedâvî olunuz<br />

buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfe göre, ölüme veyâ bir farzı terk etmeğe mâni’ olacak<br />

tedâvî ve kalb hastalıklarının tedâvîsi farzdır. Başka hastalıkların tedâvîsi sünnetdir.)<br />

(Tâtârhâniyye)de diyor ki, (Başka çâre olmayınca, ölümden kurtulmak için ameliyyât<br />

olmak câizdir.)<br />

Son söz olarak deriz ki, hastalık sebeblerinden kaçınmak, tevekküle mâni’ de-<br />

– 695 –


ğildir. Halîfe Ömer “radıyallahü anh”, Şâma gidiyordu. Şâmda tâ’ûn [ya’nî vebâ hastalığı]<br />

olduğu işitildi. Yanında bulunanların ba’zısı, Şâma girmiyelim dedi. Bir kısmı<br />

da, Allahü teâlânın kaderinden kaçmıyalım dedi. Halîfe de, Allahü teâlânın kaderinden,<br />

yine Onun kaderine kaçalım, şehre girmiyelim. Birinizin bir çayırı ile, bir<br />

çıplak kayalığı olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü teâlânın takdîri ile göndermiş<br />

olur buyurdu. Abdürrahmân bin Avfı “radıyallahü anh” çağırıp, sen ne dersin?<br />

buyurdukda, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitdim. (Vebâ olan yere<br />

girmeyiniz ve vebâ olan bir yerden, başka yerlere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız!)<br />

buyurmuşdu, dedi. Halîfe de, elhamdülillah, benim sözüm, hadîs-i şerîfe uygun oldu<br />

deyip, Şâma girmediler. Vebâ bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine<br />

sebeb, sağlam olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Vebâlı<br />

yerde, kirli hava [ya’nî mikroblu hava, vebâ basilleri], herkesin içine yerleşince,<br />

kaçanlar, hastalıkdan kurtulamaz [ve hastalığı başka yerlere götürmüş, bulaşdırmış<br />

olurlar]. Hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki, (Vebâ hastalığı bulunan yerden kaçmak,<br />

muhârebede kâfir karşısından kaçmak gibi, büyük günâhdır). [Muhyiddîn-i Arabî<br />

“kuddise sirruh” (Fütûhât-ül-mekkiyye) kitâbında (Kazâ, belâ) bahsinde, (Belâlardan,<br />

tehlükelerden, gücünüz yetdiği kadar sakınınız. Çünki, tâkat getirilemiyen,<br />

dayanılamıyan şeylerden uzaklaşmak, Peygamberlerin âdetidir) buyurmakdadır.<br />

Eceli gelen hastanın ölmesine mâni’ olunamaz. Ancak, ölüm hastasının istigfâr<br />

okuması, hastalığın veca’larını gidereceği (Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) ikinci cild, 80.ci<br />

mektûbunda yazılıdır. Bu mektûb, (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbımızda mevcûddur.]<br />

(Redd-ül-muhtâr) beşinci cild sonunda ve (Bezzâziyye) fetvâsında diyor ki, (Kapalı<br />

yerde iken zelzele olursa, oradan açık bir yere kaçmak müstehabdır).<br />

FASL — Tevekkül etmek için, hastalığını herkese bildirmemek lâzımdır. Bildirmek<br />

ve şikâyet etmek mekrûhdur. Yalnız fâidesi olacaklara, [meselâ, doktora<br />

söylemek] veyâ aczini, zevallılığını bildirmek için söylemek mekrûh olmaz ve tevekkülü<br />

bozmaz. Nitekim Alî “radıyallahü anh” hastalanmışdı. Nasılsın, iyi misin<br />

dediklerinde, hayır dedi. Şaşıp birbirlerine bakışdılar. (Allahü teâlâya aczimi<br />

gösteriyorum) buyurdu. Bu söz onun hâline lâyık idi. O cesâret ve kuvveti, yeğitliği<br />

ile, aczini biliyordu ve (Yâ Rabbî! Bana sabr ihsân et!) derdi. Tevekkülün kıymeti,<br />

(Cevâb Veremedi) kitâbının 144.cü sahîfesinde yazılıdır.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlâdan âfiyet<br />

isteyiniz. Belâ istemeyiniz!). Hastalığı herkese söyleyip, hâlinden şikâyet etmek<br />

harâmdır. Şikâyet niyyeti ile değilse harâm olmaz. Fekat, söylememek iyidir.<br />

Çünki, çok söyleyerek, şikâyet şeklini alabilir.<br />

Hindistânda bulunan islâm âlimlerinin büyüklerinden Muhammed Bâkîbillah buyuruyor<br />

ki, (Tevekkül, sebeblere yapışmayıp, tenbel oturmak değildir. Çünki,<br />

böyle olmak, Allahü teâlâya karşı edebsizlik olur. Müslimânın, meşrû’ olan bir sebebe<br />

yapışması lâzımdır. Sebebe yapışdıkdan, çalışmağa başladıkdan sonra tevekkül<br />

edilir. Ya’nî istenilen şey, bunun hâsıl olmasına sebeb olan şeyden beklenilmez.<br />

Çünki, Allahü teâlâ sebebi, istenilen şeye kavuşdurmak için, bir kapı gibi yaratmışdır.<br />

Birşeyin hâsıl olmasına sebeb olan işi yapmayıp da, sebebsiz olarak gelmesini<br />

beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeğe benzer ki, edebsizlik olur.<br />

Allahü teâlâ, ihtiyâclarımıza kavuşmamız için kapıyı yaratmış ve açık bırakmışdır.<br />

Onu kapamamız doğru değildir. Bizim vazîfemiz kapıya gidip beklemekdir. Sonrasını<br />

O bilir. Çok zemân kapıdan gönderir. Dilediği zemân da pencereden atarak verir).<br />

Bâkî-billahın bu sözü (Berekât) kitâbında yazılıdır. Görülüyor ki, çalışmayıp,<br />

boş oturup, tevekkül ediyorum demek câiz değildir. Tesavvuf büyükleri, çalışmağa,<br />

sebebe yapışmağa başlayıp, bundan sonra tevekkül etmeli demişlerdir.<br />

Hindistânın büyük âlimlerinden Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh”, onüçüncü<br />

mektûbunda diyor ki, cebr ve ihtiyâr üzerinde âlimlerimiz çok şey yazdılar ise de,<br />

– 696 –


insanın zihnine yine şübheler gelmekdedir. Çünki akl, din bilgilerinden ba’zılarını<br />

anlıyamıyor. Eğer anlasaydı, insanların işlerinin fâideli ve iyi olması için, Peygamberlere<br />

vahy gönderilmesine lüzûm ve ihtiyâc olmazdı. İnsanda tam ihtiyâr vardır<br />

demek, ya’nî insan her dilediğini yapar demek ve insanın elinde birşey yokdur, kazâ<br />

ve kaderde olanı yapmağa mecbûrdur demek, kitâba ve sünnete inanmamak olur.<br />

Çünki, insanların amellerini de, cesedlerini de, ya’nî maddelerini de, işlerini, hareketlerini<br />

de Allahü teâlâ yaratmakdadır. Böyle olunca, tam ihtiyâr vardır denilebilir<br />

mi? Cebr ile, zorla yapdırılan iş için hesâba çekmek de zulm olur. Allahü teâlâ<br />

zulm yapmaz. O hâlde, insan mecbûrdur demek, nasıl doğru olabilir? İnsanların işlerinin<br />

bir titreme gibi cebren yapılmadığı meydândadır. İlm, irâde ve kudretimiz<br />

ile yapılmakdadırlar. İnsanın ihtiyârı [istekli hareketi], her üçünden hâsıl olmakdadır.<br />

Fekat, insanda bu üçünün hâsıl olması, insanın ihtiyârı ile değildir. Allahü teâlâ<br />

dilediği zemân, bunları insana gönderir. Cebr de, bu kadardır. İnsanda tam ihtiyâr<br />

ve tam cebr olmadığı için, insanın hareketleri, bu ikisinin arasında hâsıl olmakdadır.<br />

İşlerin böyle yapılmasına (Kesb) denir. İnsanın kesb etdiği işlerinde bu kadarcık<br />

ihtiyârın bulunması, Allahü teâlânın teklîflerine [emr ve yasaklarına] sebeb<br />

olmuşdur. İhtiyârımız za’îf, az olduğu için de, teklîfler hafîf olmuş, Allahü teâlânın<br />

mü’minlere olan rahmet sıfatı, onların âsîlerine olan gadab sıfatını aşmışdır. Diğer<br />

sıfatlarından hiçbiri, ötekilerini aşmış değildir. Allahü teâlânın fi’lleri de, ilmi, irâdesi<br />

ve kudreti ile olduğu için, bu bakımdan kulların işlerine benzemekdedir. Böyle<br />

işlerden dolayı, kullarını hesâba çekmesi adâlete uymuyor denilemez.<br />

[TENBÎH: Ölümden evvelki hayâta (Dünyâ hayâtı), ölümden sonraki hayâta<br />

(Âhıret hayâtı) denir. Âhıret hayâtı üçe ayrılır: Mezârdan kalkıncaya kadar,<br />

(Kabr hayâtı), tekrâr dirildikden, Cennete veyâ Cehenneme gidinceye kadar,<br />

(Kıyâmet hayâtı), üçüncüsü (Cennet ve Cehennem hayâtı)dır. Dünyâda yapılan<br />

her işden ve düşünceden, dünyâda ve âhıretde fâide veyâ zarar hâsıl olur. Fâide<br />

hâsıl olanlara (Hayr), zarar hâsıl olanlara (Şer) denir. Allahü teâlâ, hayrları, şerlerden<br />

ezelde ayırmışdır. Bunlar, birbirleri ile hiç karışmaz. Bu ayırmağa, (Kazâ)<br />

ve (Kader) denir. Kazâ, kader hiç değişmez. Allahü teâlâ hayr ve şer işlemekde insanları<br />

serbest bırakdı. İsteyen hayr işler, isteyen şer işler. Allahü teâlâ, merhamet<br />

ederek, hangi işlerin hayr, hangi işlerin şer olduğunu, Peygamberler vâsıtası ile kullarına<br />

bildirir. İnsanlar da, bunları, Peygamberlerden, aklları ile, ilmleri ile öğrenirler.<br />

Akl ve ilm sâhibleri akla, ilme uyarak, hayr işler. Aklı ve ilmi olmıyan ahmaklar,<br />

câhiller, nefslerine ve şeytânlara uyarak, şer ya’nî günâh işleyerek, dünyâda<br />

ve âhıretde azâba sürüklenir. Görülüyor ki, Peygamberlerin emrleri, ya’nî dinler,<br />

Allahü teâlânın ni’meti, büyük ihsânıdır. İslâmiyyete uyanlar, Cennete gidecekler,<br />

uymıyanlar Cehenneme gideceklerdir.]<br />

Bir kişide olmasa ger vecd-ü hâl,<br />

eylese islâmiyyete o imtisal.<br />

Dâimâ bid’atleri terk eylese,<br />

ehl-i sünnetden hiç ayrılmasa.<br />

O kişi, ehl-i se’âdetdir hemân,<br />

şer’i pâke iyi sarıl, ey civân.<br />

Ger islâmiyyetsiz olursa vecd-ü hâl,<br />

ehl-i istidrâc olur, ol bed fi’al.<br />

Uçsa da, aldanma öyle şeylere,<br />

kes kanâdı, tâ ki düşsün yerlere.<br />

Anlara aldanma, îmânın gider,<br />

şer’i pâki tutmıyan bulmaz zafer.<br />

– 697 –


48 — LEVH-İL-MAHFÛZ VE ÜMM-ÜL-KİTÂB<br />

Allâme Ahmed bin Süleymân bin Kemâl pâşanın “rahmetullahi teâlâ aleyhim<br />

ecma’în” (Levh-il-mahfûz ve Ümm-ül-kitâb) ismindeki risâlesi ile, Muhammed Akkermânînin<br />

(İhtiyâr-ı cüz’î) risâlesi ve Ebüssü’ûd efendinin (Kazâ kader) risâlesi,<br />

otuzbirinci Osmânlı pâdişâhı sultân Abdülmecîd hân “rahmetullahi aleyh”<br />

zemânında, [1264] senesinde, bir arada bir kitâb hâlinde, türkçe olarak, İstanbulda<br />

basılmışdır. Üçünü de sâdeleşdirerek, yazmayı uygun gördük:<br />

Ra’d sûresindeki, (Allahü teâlâ, dilediğini siler. Dilediğini değişdirmez. Ümmül-kitâb,<br />

Ondadır) meâlindeki âyet-i kerîmede, levh-i mahfûz bildirilmekdedir.<br />

Ümm-i kitâb, ezelî olan kelâm-ı ilâhînin ismidir. Melekler, bunu anlıyamaz. Zemânlı<br />

değildir. Ya’nî burada zemân yazılı değildir. Allahü teâlâdan başka, kimse<br />

bilmez. Hiç yok olmaz. Levh-i mahfûzda ise, değişiklik olur. Bunu melekler görür.<br />

İnsanın, işine göre, ömrü ve rızkı değişir. İyiler kötü, kötüler iyi olarak değişdirilebilir.<br />

Böylece birine ölümüne yakın, iyi işler yapdırıp, son nefesde îmân ile gönderir.<br />

Başkasına kötü amel işledip, îmânsız gönderir. Bunun için, Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” her zemân, (Allahümme, yâ mukallibelkulûb, sebbit<br />

kalbî, alâ dînik) düâsını okurdu [ki, Ey büyük Allahım! Kalbleri iyiden kötüye, kötüden<br />

iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dîninde sâbit kıl, ya’nî dîninden döndürme,<br />

ayırma! demekdir]. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” bunu işitince: (Yâ<br />

Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sen de, dönmekden korkuyor musun?)<br />

dediklerinde: (Mekr-i ilâhîden, beni kim te’mîn eder?) buyurdu. Çünki, hadîs-i kudsîde:<br />

(İnsanların kalbi Rahmânın kudretindedir. Kalbleri, dilediği gibi çevirir) buyurulmuşdur.<br />

Ya’nî, Celâl ve Cemâl sıfatları ile, kötüye ve iyiye çevirir. Levh-i mahfûza<br />

ilk olarak, (Benden başka Allah yokdur. Muhammed “aleyhisselâm” benim<br />

resûlümdür ve habîbimdir ve herşey benim mahlûkumdur. Herşeyin Rabbiyim, Hâlıkıyım)<br />

yazıldı. Sonra, Peygamberleri “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve kıyâmete<br />

kadar gelecek insanların iyileri, sa’îd olarak, kötüleri de, şakî olarak yazıldı.<br />

Kader değişmez. Kazâ, kadere uygun olarak meydâna gelir. Kazâ, hergün çok<br />

değişip, sonunda kadere uygun olunca yaratılır. Kazâ-i mu’allak şeklinde yaratılacağı<br />

yazılmış olan birşey, kulun iyi ameli ile değişip yaratılmaz. Evliyâ “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma’în”, kaderi anbara, kazâyı ölçeğe benzetmişdir.<br />

[(Kâmûs)da, kazâ kelimesinde diyor ki: (Kazâ, kaderin husûsî bir kısmıdır.<br />

Kader, anbara doldurulmuş buğday gibidir. Kazâ ise, onu ölçerek vermek gibidir.<br />

Ömer “radıyallahü anh”, Şâma geldi. Şehrde vebâ hastalığı olduğunu işitince,<br />

şehre girmedi. Allahü teâlânın kazâsından kaçıyor musun? dediklerinde, Allahü<br />

teâlânın kazâsından, kaderine kaçıyorum buyurdu ki, kader, kazâ şeklini almadıkca<br />

değişebilir. [Kader, ma’âş bordrosu gibidir. Kazâ ise, bu ma’âşın dağıtılmasıdır.]<br />

İbni Esîr dedi ki: Kazâ ve kader, birbirinden ayrılmaz, çünki, kader temel gibi, kazâ<br />

da üstündeki binâ gibidir). Kader kelimesinde diyor ki: (Kader, Allahü teâlânın,<br />

olacak şeyleri ezelde bilmesidir. Kazâ, kaderde bulunan şeyleri, zemânı gelince<br />

yaratmasıdır)].<br />

İmâm-ı Gazâlî, (İhyâ-ül’ulûm) kitâbında buyurdu ki, (Kazâ-i mu’allak, Levh-i<br />

mahfûzda yazılıdır. Eğer o kimse, iyi amel yapıp, düâsı kabûl olursa, o kazâ değişir).<br />

Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Kader, tedbîr ile, sakınmakla değişmez. Fekat<br />

kabûl olan düâ, o belâ gelirken korur). Düânın belâyı def’ etmesi de, kazâ ve kaderdendir.<br />

Kalkan, oka siper olduğu gibi, su, yerden otun yetişmesine [ve havanın<br />

oksigen gazı, canlının hücrelerindeki gıdâ maddelerini yakıp harâret meydâna gelmesine]<br />

sebeb olduğu gibi, düâ da, Allahü teâlânın merhametinin gelmesine sebebdir.<br />

Bir hadîs-i şerîfde, (Kazâ-i mu’allakı, hiçbirşey değişdiremez. Yalnız düâ değişdirir<br />

ve ömrü, yalnız, ihsân, iyilik artdırır) buyuruldu. Allahü teâlânın takdîri-<br />

– 698 –


nin, ya’nî kaderin, Levh-i mahfûzda yazılması kazâdır. Bir kimseye takdîr edilen<br />

belâ, kazâ-i mu’allak ise, ya’nî, o kimsenin düâ etmesi de, takdîr edilmiş ise, düâ<br />

eder, kabûl olunca, belâyı önler. (Ecel-i kazâ)yı da, iyilik etmek gecikdirir. Fekat,<br />

(Ecel-i müsemmâ) değişmez. Ecel-i kazâ denilen, meselâ, bir kimse, eğer iyi iş yapar,<br />

yâhud sadaka verir, hac ederse ömrü altmış sene, bunları yapmazsa kırk sene<br />

diye takdîr edilmesi gibidir. Vakt temâm olunca, eceli bir ân gecikmez. Birinin<br />

üç gün ömrü kalmış iken akrabâsını, Allah rızâsı için ziyâret etmesi ile, ömrü<br />

otuz seneye uzar. Otuz yıl ömrü olan kimse de, akrabâsını terk etdiği için, ömrü<br />

üç güne iner. (Lübâb-üt-te’vîl) [ya’nî (Tefsîr-i Hâzin)] kitâbında diyor ki, takdîr,<br />

ezelde Levh-i mahfûzda yazılmışdır. Sonradan birşey yazılmaz. Ya’nî, Levh-i<br />

mahfûzda olacak değişiklikler ve ömürlerin artması ve kısalması da, ceffelkalem<br />

[ya’nî ezelde] yazılmışdır ki, buna kazâ-i mu’allak denir. Allahü teâlânın kaderi,<br />

ya’nî ezelde ilmi nasıl ise, Levh-i mahfûzdaki değişiklikler, ona uygun olur. Ömer<br />

“radıyallahü anh” yaralanınca, Ka’bül-ahbâr buyurdu ki, Ömer “radıyallahü anh”<br />

dahâ yaşamak isteseydi, düâ ederdi. Zîrâ onun düâsı elbette kabûl olur. İşitenler<br />

şaşırıp, nasıl böyle söylüyorsun, Allahü teâlâ meâlen, (Ecel, bir ân gecikmez ve vaktinden<br />

önce gelmez) buyurdu, dediklerinde, (Evet, ecel hâzır olduğu vakt gecikmez.<br />

Fekat, ecel hâsıl olmadan önce, sadaka ile, düâ ile, amel-i sâlih ile, ömür uzar.<br />

Zîrâ Fâtır sûresinde meâlen, (Herkesin ömrü ve ömürlerin kısalması hep yazılıdır)<br />

buyurulmakdadır) dedi.<br />

Her sene, [Şa’bân ayının onbeşinci Berât gecesinde] o senede olacak şeyler, ameller,<br />

ömürler, ölüm sebebleri, yükselmeler, alçalmalar, ya’nî herşey Levh-i mahfûzda<br />

yazılır.<br />

Dâvüd aleyhisselâmın yanına iki kişi gelip, birbirinden şikâyet etdi. Dinleyip karâr<br />

verip giderken, Azrâîl “aleyhisselâm” gelip, (Bu iki kişiden, birincisinin eceline<br />

bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de, bir hafta önce bitmişdi, fekat ölmedi) dedi.<br />

Dâvüd “aleyhisselâm” şaşıp, sebebini sorunca, (İkincisinin bir akrabâsı vardı.<br />

Buna dargın idi. Bu gidip, onun gönlünü aldı. Bundan dolayı, Allahü teâlâ, buna<br />

yirmi yıl ömür takdîr buyurdu) dedi. [(Emâlî kasîdesi) altmışikinci beytinde, (Öldürülen<br />

kimsenin eceli, münkatı’ değildir). Ya’nî, o ânda, ömrü ortadan kesilmiş<br />

değildir. (Kâmûs) mütercimi Ahmed Âsım efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bu<br />

beyti şerh ederken diyor ki, (Ehl-i sünnete göre, öldürülen kimsenin, o ânda eceli<br />

gelmişdir. Ömrü ortadan kesilmemişdir. Herkesin eceli bir dânedir).] Görülüyor<br />

ki, müslimân olan ve islâmiyyete uygun akrabâyı ziyâret çok lâzımdır. Hiç olmazsa<br />

haftada veyâ ayda bir ziyâret etmeli, kırk günü geçirmemelidir. Uzak memleketde<br />

ise, mektûbla ve telefonla gönlünü almalıdır. Dargın, kinli ise de, vaz<br />

geçmemelidir. Akrabâsı gelmezse, cevâb vermezse de, giderek veyâ hediyye, selâm<br />

göndererek, yâhud mektûb ile ve telefon ile yoklamakdan vazgeçmemelidir.<br />

Allahü teâlâ, müslimân olan ve sâlih olan akrabâyı ziyâreti emr ediyor. Söylediğimiz<br />

gibi hareket ederek, bu emr yapılmış olur. (Berîka) ve (Hadîka) kitâblarında<br />

diyor ki, (Kat’-i rahm, ya’nî akrabâ ile ilişiği kesmek büyük günâhdır. Erkek olsun,<br />

kadın olsun zî rahm-i mahrem akrabâyı ziyâret etmek vâcibdir. Amca kızı gibi<br />

mahrem olmıyan zî rahm akrabâyı ve zî rahm olmıyan akrabâyı ziyâret vâcib değildir.<br />

Fekat bunlara da hediyye, selâm yollamak müstehâbdır). Yetîmlere de<br />

acımalı, gücendirmemelidir. Yetîmin başını sıvayana, hac sevâbı verilir. Allahü teâlâ<br />

bir kulunu severse, âhırete yarar işler, iyi, güzel ameller yapdırır. Allahü teâlâdan<br />

hidâyet olmazsa, yüzlerce kitâb okusa, nasîhat dinlese yola gelmez. Ya’nî terbiye<br />

kabûl etmiyen kimseye nasîhat vermek, öküze tecvîd okutmağa benzer.<br />

[Doktor bulmak ve ilâc bulmak da, takdîre bağlıdır. Allahü teâlâ, takdîrine göre<br />

sebebleri yaratmakdadır. Çok eskiden bilindiği gibi, bir yeri kesilen insanın eceli<br />

gelmedi ise, damarı bağlanır, ilâc verilir, ölmez. Eceli gelmiş ise, damarı bağlıyacak<br />

biri bulunamaz. Kanı akar, mikrop kapar, ölür. Yürek adalesi bozuk olan ağır<br />

– 699 –


hastaya, ölmek üzere olan bir başkasının sağlam yüreği takılıp takılmaması da, ecelin<br />

gelip gelmemesine bağlıdır. Kalbin değişdirilmesi de hastayı muhakkak iyi yapmıyor,<br />

çoklarının ölmesine sebeb olmakdadır.<br />

Kıyâmetde herkes, öldüğü zemândaki şekli, boyu ve organları ile mezârdan kalkacakdır.<br />

Herkesin kuyruk sokumu kemiği değişmiyecek, başka a’zâ, organlar, bu<br />

kemik üzerine yeniden yaratılacak, rûhlar bu yeni bedenlerini bulup, te’alluk<br />

edeceklerdir. Rûhların bu başka bedenlere te’alluk etmeleri, tenâsüh değildir. Tenâsüh<br />

dünyâda düşünülür. Âhıretde tenâsüh olmaz. İnsanın bedeni, organları<br />

dünyâda da değişiyor. Kırk yaşındaki insanın eti, yağı, derisi, kemikleri başkadır.<br />

Çocukluğunda bulunanlar başkadır. Fekat o, hep aynı insandır. Çünki insan, rûh<br />

demekdir. Beden değişiyor ise de, rûh değişmez. İnsanın parmak izi de hiç değişmez.<br />

Hiçbir insanın parmak izi, başkasının parmak izine benzemez. Bir insanın parmak<br />

uçlarındaki çizgilerin şekli, doğmadan önce, rûh bedene te’alluk etdiği sıralarda<br />

teşekkül eder. İnsan ölüp çürüyünciye kadar hiç değişmez. Beşbin yıllık mumyalarda<br />

aynen kaldıkları görülmüşdür. Parmak ucundaki çizgilerden herbiri, yanyana<br />

dizilmiş deliklerden meydâna gelmişdir. Her delikcikden, ter sızmakdadır. İnsan<br />

birşeyi tutunca, sızan ter, o şey üzerinde çizgilerin şekli gibi yapışıp kalır. Teri<br />

boyayan bir ilâc sürünce, o kimsenin parmak izi, o şey üzerinde görünür. Büyük<br />

âlim, imâm-ı Muhammed Gazâlî, fârisî (Kimyâ-yı se’âdet) kitâbının sekseninci sahîfesinde<br />

diyor ki, (Bir insanın çeşidli yaşlarındaki bedenleri başka başka oldukları<br />

gibi, aynı boy ve şeklde, fekat başka zerrelerden yapılmış bir bedenle kabrden<br />

kalkacakdır. Bu yazımız anlaşılınca, insan insanı yirse, yenilen organın, hangi insan<br />

ile yaratılacağı, yiyen ile mi, yoksa yenilen ile mi birlikde yaratılacağı gibi sorulara<br />

lüzûm kalmaz. Çünki, o uzvların kendi değil, benzerleri yaratılacakdır.)]<br />

Ah, meded Allahım sendendir, meded,<br />

aklım alındığı yerlere geldim.<br />

Düâmı kabûl edip, eyleme red,<br />

sînem delindiği yerlere geldim.<br />

Hep, âh ile zârdır, âşıkın işi,<br />

kan ile karışdı gözümün yaşı.<br />

İnci, mercan olmuş toprağı, taşı,<br />

cevher bulunduğu yerlere geldim.<br />

Dağların başına, bulutlar çıkar,<br />

bağrımın içinde, şimşekler çakar,<br />

Firdevs-i a’lâdan, bir servi çınar,<br />

çıkıp salındığı yerlere geldim.<br />

Sünbülün da’vâsı, servi dalîle,<br />

bülbülün sevdâsı, behâr gülîle,<br />

Muhabbet sunarken, Hakîm dilîle,<br />

gönlüm sızladığı yerlere geldim.<br />

Ah! Şimdi bir, ele geçse nigâhın,<br />

bilemedim kıymetini dergâhın.<br />

Âlem-i ervâhdan, bir şems-ü mâhın,<br />

nûrunu saçdığı yerlere geldim.<br />

– 700 –


49 — İRÂDE-İ CÜZ’İYYE<br />

İrâde-i cüz’iyye risâlesini Muhammed Akkermânî “rahmetullahi aleyh” yazmışdır:<br />

Dehr [veyâ İnsan] sûresindeki, (Siz, ancak Allahü teâlânın dilediğini arzû edersiniz!)<br />

meâlindeki âyet-i kerîmeden, Ebül-Hasen-i Eş’arî imâmımız “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” (Allahü teâlâ, sizin istemenizi dilemedikce, birşey isteyemezsiniz!)<br />

ma’nâsını anlamışdır. Ya’nî, Allahü teâlâ dilemedikce, kul, irâde-i cüz’iyyesini kullanamaz<br />

demişdir. Eş’arî mezhebine göre, kullar, irâde-i cüz’iyyelerini kullanmakda<br />

mecbûr oluyor. Çünki, Allahü teâlâ, bir kimsenin birşey yapmağa irâde-i<br />

cüz’iyyesini kullanmasını dileyince, o kimse irâde etmeğe, istemeğe mecbûr olur.<br />

İrâde-i cüz’iyye, mevcûd ve mahlûk oluyor. Böyle olunca, şeytân, insana: Ey kul!<br />

Niçin zahmet çekersin? Allahü teâlâ bir işini istemezse, sen o işi irâde edemezsin!<br />

derse, şeytâna cevâb verilemez. Kul fâil-i muhtâr olmaz. İbâdetlerine sevâb, kötülüklerine<br />

azâb vermeğe sebeb bulunmaz. Kul, Allahü teâlânın dilediğini dilemekde,<br />

o işin yapılmasına, âlet olmakdadır.<br />

Ebû Mensûr-i Mâtürîdî “rahmetullahi teâlâ aleyh” imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” anladığını açıklıyarak buyurdu ki, (İrâde-i cüz’iyye,<br />

bir varlık değildir. Var olmıyan şey, yaratılmış olmaz. İrâde-i cüz’iyye, kullarda<br />

bir hâldir. Kuvveti, birşeyi yapmak ve yapmamakda kullanmakdır. Kullar, irâde-i<br />

cüz’iyyelerini kullanmakda serbestdir. Mecbûr değildir). Bu mezhebe göre şeytâna:<br />

İrâde, bende bir hâldir. İyiliğe kullanırsam, Allahü teâlâ iyiliği yaratır. Kötülüğe<br />

sarf edersem, onu yaratır. Eğer sarf etmezsem, ikisini de yaratmaz, diye cevâb<br />

verilir. Allahü teâlânın, kul irâde etmeden de, yaratması câiz ise de, ihtiyârî<br />

olan işleri yaratmağa, kulların kalblerinin ihtiyâr ve irâde etmesini sebeb kılmışdır.<br />

İrâde-i cüz’iyyemizin sebeb olması da, Allahü teâlânın irâdesi iledir. Kul, bir<br />

iş yapmağı ihtiyâr ve irâde edince, ya’nî tercîh edip dileyince, Allahü teâlâ da, o<br />

işi irâde ederse o işi yaratır. Kul ihtiyâr ve irâde etmezse, ihtiyârî olan o işi yaratmaz.<br />

Şu hâlde, kul irâde-i cüz’iyyesini ibâdete sarf ederse, Allahü teâlâ, ibâdeti yaratır.<br />

Eğer günâhlara sarf ederse, günâhları yaratır. O zemân kul, dünyâda fenâ olur,<br />

âhıretde azâb görür. Böyle olduğunu bilen bir kimseye, şeytân birşey diyemez.<br />

Yukarıdaki âyet-i kerîmenin ma’nâsını, Ebû Mensûr-i Mâtürîdî “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” şöyle açıklıyor: (İhtiyârî işleriniz, yalnız sizin irâdenizle olmaz. Sizin<br />

irâdenizden sonra, Allahü teâlâ da, o işi irâde edip yaratır.) Görülüyor ki, işi<br />

yapmakda, kullar müstekıl değildir.<br />

Mu’tezile yolunda olanlar, insan bütün işlerini, kendisi yaratır diyorlar. Yaratmakda,<br />

kulları Allahü teâlâya şerîk ediyorlar. [Îrânda, kendilerine şî’î adını veren<br />

kimseler de, kazâ ve kadere, mu’tezile fırkası gibi inanıyor. Böylece Ehl-i sünnet<br />

âlimlerinin yolundan ayrılıyorlar. (Hak Sözün Vesîkaları) ve (Eshâb-ı Kirâm)<br />

kitâblarında, değerli kitâblardan alarak, bunların yazılarına uzun cevâb verilmiş<br />

ve kazâ kader bilgisi anlatılmışdır. (Mevâhib-i ledünniyye)de, Bedr gazâsını anlatırken,<br />

irâde-i cüz’iyye uzun bildirilmişdir. (Eshâb-ı Kirâm) kitâbında da büyük<br />

âlim, veliyy-i kâmil, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”de (İrâde-i<br />

cüz’iyye) risâlesi vardır. Mevlânânın kardeşi Mahmûd Sâhibin oğlu Muhammed<br />

Es’ad “rahmetullahi aleyhim”, (Bugyet-ül-vâcid) kitâbının dokuzuncu mektûbunda,<br />

bu risâleyi neşr etmişdir. Kitâb 1334 [m. 1915] de Şâmda basılmışdır. Kitâbda,<br />

risâlenin şerhleri ve şârihleri de bildirilmişdir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” (İkdül-cevherî) kitâbında kulun ihtiyârını ve irâde-i cüz’iyyesini<br />

uzun anlatmakdadır. Abdülhamîd Harpûtî, bunu şerh ederek (Simtul’ abkarî)<br />

ismini vermiş, 1305 [m. 1888] de İstanbulda basılmışdır.]<br />

İnsanın ihtiyârî hareketi, dört şeyle meydâna gelmekdedir: 1- O işi dimâgında<br />

tesavvur etmek, hâtırlamak. 2- O şeyden lezzet duymak. 3- Sonra, o işi yapmağı<br />

– 701 –


kalbi ile ihtiyâr etmek, seçmek ve irâde-i cüz’iyyeyi kullanmak. Ya’nî hareket etmeği<br />

dilemek. 4- Hareketin meydâna gelmesi. Birinci ile ikinciyi Allahü teâlâ yaratıyor.<br />

Çünki, tesavvur ile şevk, var olan şeylerdir. Var olan, yaratılmağa muhtâcdır.<br />

İhtiyâr ve İrâde-i cüz’iyye, kuldandır. Hareketi yaratan, Allahü teâlâdır. Kuldan<br />

ihtiyâr ve irâdenin meydâna gelmesi de, ancak önce tesavvur ve şevk yaratılması<br />

ile olur. Meselâ, bir kimse, sadaka vermeği ve sevâbını tesavvur eylese, kendisinde<br />

şevk veyâ nefret hâsıl olur. Bunu ihtiyâr ve irâde eder veyâ etmez. Şevk,<br />

irâde demek değildir. Nefret de, irâdeyi kullanmamak değildir.<br />

Allahü teâlânın kazâsı, takdîri ve Levh-i mahfûza yazması, ilm-i ezelîsine uygundur.<br />

Bilgisi de, bildiği şeylere tâbi’dir. Ya’nî herşeyi, ileride ne zemânda ve nasıl<br />

olacak ise veyâ olmıyacak ise, ezelde öylece bilmişdir. Bildiğini takdîr eder ve<br />

yazar. Bundan dolayı, cebr olmaz. İlerdeki şeyler, ilmine tâbi’ olsaydı, cebr lâzım<br />

gelirdi. Allahü teâlânın ilmi, eşyânın yaratılmasını ve sıfatlarını, hâllerini îcâb etseydi,<br />

cebr olurdu. Fekat, böyle değildir. Bunun aksinedir. Allahü teâlânın yardımı<br />

ile sözümüz temâm oldu.<br />

(Dürr-i yektâ) şerhinin sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (İnsanların<br />

kalbleri ile veyâ bedenleri ile yapdıkları her işin ve canlılarda ve cansız şeylerde<br />

meydâna gelen her işin, Allahü teâlânın ezelde bilmesi ve dilemesi ve halk etmesi<br />

ile olmalarına (Kader) ve (Takdîr) denir. İnsan birşeyi yapmağı veyâ terk etmeği<br />

ihtiyâr ve irâde eder ya’nî kuvvetini kullanır. Sonra, Allahü teâlâ da, bunu irâde<br />

eder, kudretini kullanırsa, bu şey olur. İlk ikisine (Kesb), son ikisine (Halk) denir.<br />

Bu şeyi Allahü teâlâ, beğenirse (Tâ’at) olur. Bunun için, insana âhıretde (Sevâb)<br />

verilir. Bir tâ’at yapılırken, sevâb kazanmak niyyet edilirse, (Kurbet) olur. Beğenmezse<br />

(Ma’sıyyet), ya’nî günâh olur. Âhıretde (İtâb) veyâ (İkab) olunur.<br />

Mekrûh işliyen veyâ müekked sünneti özrsüz terk etmeği âdet edinen, itâb olunur,<br />

azarlanır. Farzı terk eden veyâ harâm işliyen, tevbesiz ölür ve şefâ’ate, afva kavuşmazsa,<br />

ikab olunur, yanar. İnsanda ihtiyâr ve irâde ve kudret, ya’nî kesb bulunduğuna<br />

inanmıyan (Mürted) olur.)<br />

BİR İHTİYÂR MÜSLİMÂNIN, KIZINA NASÎHATI VE<br />

MÜNÂCÂTI<br />

1 — SE’ÂDET NEDİR?: Dünyâdaki bütün insânlar mes’ûd olmak ister. Fekat,<br />

mes’ûd olan, pek azdır. Neden bu böyledir? Çünki, se’âdetin neden ibâret olduğu<br />

bilinmiyor. Asl iş, se’âdetin ne olduğunu bilmekdedir. Se’âdet, yalnız dünyâ<br />

se’âdetinden ibâret değildir. Aksine, asl se’âdet âhıret se’âdetini elde etmekdir.<br />

Âhıret se’âdeti nasıl elde edilir? Âhıret se’âdeti için Allahü teâlânın kanûnlarına<br />

ve emrlerine [ya’nî Kur’ân-ı kerîme ve Peygamberimizin “aleyhisselâm” sözlerine]<br />

itâ’at etmek lâzımdır. Allahü teâlânın emrleri arasında: Öldükden sonra tekrâr<br />

dirilmek, (ya’nî âhırete) inanmak da vardır. Cenâb-ı Hak âhıretin nihâyetsiz<br />

olduğunu (ebedî olduğunu) bize bildiriyor. Dünyâ hayâtı ise, sayılı günlerden<br />

ibâretdir. O hâlde, se’âdet iki başlı demekdir. Biri âhıret se’âdeti, öteki dünyâ<br />

se’âdeti. Bu iki se’âdetden hangisi önemlidir? Bunu akl ve iz’ân sâhibi insanlar kolaylıkla<br />

anlıyabilir. Aklımız ve iz’ânımız âhıret hayâtının, dünyâ hayâtı ile mukâyese<br />

edilemiyecek kadar önemli olduğunu bize gösterir. Buna rağmen, insânların<br />

dünyâ için gösterdikleri gayret ve çalışmaların onda birini bile âhıret için göstermedikleri<br />

meydândadır. Bunun âkıbetinin ne kadar acı ve ne kadar korkunç olduğuna<br />

acabâ inanmıyor muyuz? İnanmıyorsak, kurtuluş ümmîdi yokdur. Allahü teâlâya<br />

inanmıyanların yeri ebedî olarak Cehennemde yanmakdır. Eğer inanıyorsak,<br />

Allahü teâlânın emrlerini yapmamak bir gaflet (bir nev’i uyku) ve bir dalâletdir.<br />

Bu uykudan uyanamıyanlara yazıklar olsun.<br />

Dünyâ se’âdeti için söz söyleyenler, kitâb yazanlar ve bunu dikkatle okuyanlar,<br />

– 702 –


dinleyenler çokdur. Âhıret se’âdetine gelince: Buna dâir Hakkın kitâbı (Kur’ân-ı<br />

kerîm) ve Peygamberimizin sözleri (hadîs-i şerîf) ve din âlimlerinin binlerce kitâbları<br />

vardır. Fekat, bugün artık bunları okuyan, bunları söyleyen, söyleyenleri ve<br />

yazanları dinleyen az insan kalmışdır. Çok ehemmiyyetli olan âhıret se’âdeti âdetâ<br />

unutulmuş, sanki böyle birşey yokmuş gibi bir gaflet içinde bulunmakdayız. Bu<br />

ise, felâketin en tehlükelisi ve âkıbetlerin en korkuncudur. İşte kızım, benim yazılarımın<br />

asl maksadı, seni bu korkunc felâketden kurtarmakdır. Ya’nî seni Cehennem<br />

denen büyük ateşden korumakdır. Sen idrâkin ve anlayışın nisbetinde, bu yazılarımdan<br />

hisse alacaksın. Cenâb-ı Hak seni hakîkati iyice anlayacaklardan ve bu<br />

anlayışa göre hareket edenlerden eylesin! Âmîn.<br />

Din âlimlerinin yazdıkları kitâblar var iken, ayrıca bu mevzûlarda çocuklara nasîhat<br />

vermenin lüzûmsuz olduğunu düşünmek doğru değildir. Çünki, çocuğunun<br />

se’âdetini isteyen bir baba, yalnız dünyânın kısa se’âdetini değil, âhıretin sonsuz<br />

se’âdetini de, çocuğuna bildirmekle vazîfelidir. Babaya bu vazîfeyi veren cenâb-ı<br />

Hakdır.<br />

Bir çocuk ne kadar kaydsız olursa olsun, babasının kendisi için yazdıklarını merâk<br />

ederek hiç değilse, bir kerre okur. Bu yazılardan ders alacak anlayış ve uyanıklığı<br />

da gösterirse, kendisini kurtarmış olur.<br />

Zemânımızda din bilgilerini veren kitâblarımız, öğretmenlerimiz kifâyetsizdir.<br />

Büyük şehrlerdeki ba’zı mekteb ve cem’ıyyet muhîtinin din ile ilgisi za’îf görünüyor.<br />

Bu şartlar içinde çocuğun doğru ve yeter derecede din bilgisi alması<br />

çok zorlaşmışdır. Bunun için, hiç değilse, müslimân dîninin temel kâ’idelerini ve<br />

özünü burada söylemek, çok ehemmiyyetli bir vazîfe hâline gelmiş bulunuyor. Temel<br />

kâ’ideler şunlardır: I- Îmânın (inanmanın) şartları: 1- Allahü teâlâya inanmak,<br />

2- Meleklere inanmak, 3- Kitâblara inanmak, 4- Peygamberlere inanmak, 5- Âhırete<br />

(öldükden sonra tekrâr dirilmeğe) inanmak, 6- Kaderin ya’nî, hayr ve şerrin<br />

Allahü teâlâdan geldiğine inanmak. II- Müslimânlığın şartları: 1- Kelime-i şehâdet,<br />

2- Nemâz, 3- Oruc, 4- Zekât, 5- Hac.<br />

2 — DÜNYÂ ve ÂHIRET: Günün birinde iki ellerimiz yanımıza gelecek ve<br />

dünyâdaki hayâtımız sona erecekdir. Bu dehşetli bir hakîkatdir. Bu hakîkat karşısında,<br />

hayât nedir? Ölüm nedir? diye düşünmeyen bir insan olmaması lâzımdır.<br />

O hâlde, hayâtın ne olduğunu, dünyâya niçin geldiğimizi, ölümün ötesi ne olduğunu<br />

bilmek ve öğrenmek, insan olmanın ilk şartıdır. Hayâta niçin geldiğimizi, hayâtın<br />

sâhibinden dahâ iyi bilen olur mu? Her şeyin olduğu gibi, hayâtımızın sâhibi<br />

de, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîminde, Vezzâriyât sûresi 56.cı âyetinde<br />

meâlen, (İnsanları ve cinnîleri ancak, Beni bilip, itâ’at, ibâdet etmeleri için<br />

yaratdım!) buyuruyor. Bu büyük hakîkati, yaşadığımız bu zemândaki insanların<br />

kaçda kaçı biliyor ve ona göre hareket ediyor? İnsanların büyük çoğunluğunun,<br />

bu hakîkati bilmediklerini, bilenlerin de, bu hakîkate göz yumduklarını veyâ<br />

ehemmiyyet vermediklerini görüyoruz. İşte felâket de, bu noktadan başlıyor. Bu<br />

hakîkati bilmemek veyâ bildiği hâlde, ona göre davranmamak, hele bu hakîkate<br />

inanmamak, bir insan için, (bilhâssa bir müslimân için) tasavvur edebileceğimiz en<br />

büyük bahtsızlık, en büyük fâcia, en büyük felâketdir. Çünki, Allahü teâlâ, kendi<br />

emrlerine inanmıyanları ebediyyen, inanıp da emrlerini yapmıyanları, irâde etdiği<br />

kadar Cehennem ateşinde yakacağını kitâb-ı kadîminde, bizlere bildiriyor. Allahü<br />

teâlâ, insanlar gibi yalan söylemez. Emrlerini mühimsemeyenleri mutlak<br />

cezâlandırır. Allahü teâlânın cezâsı çok ağırdır. Kendini bu cezâdan koruyamıyanlara<br />

yazıkdır. Dünyâdaki kısa hayâtımız için sonsuz âhıret hayâtımızı Cehennem<br />

içinde geçirmek, aklı başında bir insanın işi midir?<br />

3 — MÜSLİMÂNLIK NEDİR?: Müslimânlık, maddî ve ma’nevî temizlikdir,<br />

vücûd temizliğini ve kalb temizliğini emr eder.<br />

– 703 –


Müslimânlık, dünyâ ve âhıret se’âdetini sağlayan tek yoldur. Hakîkî müslimân<br />

(Allahü teâlânın kaderine inanan müslimân) dünyâda, dâimâ huzûr içindedir.<br />

Çünki bu müslimân, şuna inanmışdır: Kendisine gelen hayr ve şer Allahü teâlâdandır.<br />

Allahü teâlânın takdîridir. Allahü teâlâdan gelen herşeyin, kendisi için iyi olduğunu,<br />

fenâ zan etdiği şeyin sonunun, iyi olacağını düşünür ve böylelikle iç râhatlığını<br />

bozmaz. Felâketlere de, kolaylıkla göğüs gerer. İşte böyle bir insan, Allahü<br />

teâlânın sevgili kuludur. Bu sûretle, o insan, âhıret se’âdetine de ulaşmış olur.<br />

Müslimânlığın emrlerini yapan bir insan, dünyâda her dürlü kötülükden ve<br />

her dürlü zarardan kendisini korumuş olur.<br />

Müslimânlık ve islâmlık aynı terimlerdir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîminde, Zümer<br />

sûresi 3.cü âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın indinde din, islâm dînidir) buyurmuşdur.<br />

Bugün islâmlığın dışındaki dinler, Allahü teâlânın indinde, din değildir. Hıristiyanların<br />

ellerindeki İncîl, mûsevîlerin ellerindeki Tevrât, Peygamberimizden evvelki<br />

zemânların kitâblarıdır. Kur’ân-ı kerîm, bütün bunların hükmlerini kaldırmışdır.<br />

Müslimânlık, iyi ahlâk demekdir. Allahü teâlâ, Peygamberimize “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, (Ben seni iyi ahlâkı temâmlamak için yaratdım!) buyurmuşdur.<br />

Peygamberimizin “aleyhisselâm” her sözünde (hadîs-i şerîflerinde) büyük dersler,<br />

güzel ahlâk özellikleri vardır.<br />

4 — ÎMÂN ve İ’TİKÂD: Bir insanın müslimân olabilmesi için, îmân (i’tikâd)<br />

sâhibi olması, ya’nî müslimânlığın kanûnlarına ve emrlerine inanması şartdır.<br />

Hattâ, yalnız inanması kâfî değildir; bu emrleri beğenmesi ve sevmesi de lâzımdır.<br />

Bu da bir bilgi işidir. İnanma (îmân) çok mühimdir. Îmân, ufak bir şübheyi götürmez.<br />

Şübhesi olan, din âlimlerinden şübhesini sorarak ve öğrenerek, gidermelidir.<br />

Aksi takdirde, îmân ni’meti, elden gider.<br />

Îmânsız insan, dünyânın en bahtsız insanıdır. Çünki, ebediyyen Cehennem<br />

azâbında yanmaya mahkûmdur.<br />

Allahü teâlânın emrlerinin ve yasaklarının bir kısmına inanıp, bir kısmına<br />

inanmamak, doğru değildir. Îmân, tam olmalıdır.<br />

Îmân sâhibi olmak için, altı şart vardır: 1- Allahü teâlâya inanmak, 2- Meleklere<br />

inanmak, 3- Kitâblara inanmak, 4- Peygamberlere “aleyhimüsselâm” inanmak,<br />

5- Âhırete (öldükden sonra, tekrâr dirilmeğe) inanmak, 6- Kazâ ve kaderin<br />

Allahü teâlâdan geldiğine inanmak. Bunların birisine inanmıyan, îmânsızdır. Bu<br />

hâl ile ölürse (Allahü teâlâ cümlemizi muhâfaza buyursun!) ebediyyen Cehennemdedir.<br />

5 — ALLAHÜ TEÂLÂNIN VARLIĞINI İSBÂT: Allahü teâlânın zâtını<br />

görmüyoruz. Fekat, Allahü teâlânın eserlerini, yaratdıklarını, her zemân, her yerde<br />

görüyoruz. Güneş, ay, yıldızlar, denizler, dağlar, taşlar, insanlar, hayvanlar, ağaçlar,<br />

gece ve gündüz, yaz, kış, ..... ne görebiliyorsak, bütün bunların yaratıcısı hiç şübhesiz,<br />

Allahü teâlâdır. Çünki, Allahü teâlâdan başka, bir varlık, meselâ insanların<br />

en akllıları bir araya gelseler, bu muazzam eserlerden en küçüğünü, meselâ, bir karıncayı<br />

yaratabilirler mi? Bir Pastör, hiç yokdan bir mikrop yaratabilir mi? Bir Edison,<br />

güneş ışığına mu’âdil bir ışık îcâd edebilir mi? Bir Galile, dünyânın dönüşündeki<br />

intizâmı değişdirebilir mi? İnsanları göklerde ve deniz altında dolaşdıran, radyoları<br />

bulan bir insanın beynini yaratan kimdir? Bütün bu azametli varlığı yaratanı<br />

inkâr etmek için, insanın yâ ahmak olması, yâ koyu câhil olması veyâ kör bir inâdın<br />

kurbânı olması lâzımdır. Bu eserlere tabî’at (natür) diyenler var. Göklerdeki<br />

muazzam âlemleri, dünyâda gördüğümüz her eseri, dünyânın dönüşünü, gece ve gündüz<br />

hâdiselerini, mevsimleri ve herşeyi tabî’at kuvveti, tabî’at kanûnudur diyerek<br />

Allahü teâlâyı inkâr edenler var. Bunlara sormak lâzım: Bu muazzam eserlerin sâhibi<br />

yok mudur? İnsanların meydâna getirdikleri en ufak bir eser, insan şuûr ve zekâsının<br />

bir mahsûlü olduğunu kabûl ediyoruz. Bu, aklları durduran muazzam<br />

– 704 –


eserler, kendi kendine meydâna gelmiş olabilir mi? Bu eserlerdeki intizâmı ve muvâzeneyi,<br />

şuûrsuz ve donuk tabî’at mı meydâna getirmişdir? İnkârcıların bu sözlerini<br />

normal bir aklın, hattâ basît bir anlayışın dahî, kabûl etmesi mümkin değildir.<br />

6 — ALLAHÜ TEÂLÂDAN KORKMAK ve ALLAHÜ TEÂLÂYI<br />

SEVMEK:<br />

Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, ibâdetlerin en makbûlüdür.<br />

Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, bir bilgi işi olmakla berâber,<br />

aynı zemânda, bir çalışma, bir gayret işidir. Herkes kolaylıkla bunları elde<br />

edemiyor.<br />

Allahü teâlâ, istediklerine kendisini sevdirir. Korku ve haşyet verir. Bunu herkese<br />

nasîb etmiyor. Nasîb etdiği kulunu seviyor demekdir. Çok kimse, uzun gayret,<br />

telkînler, çalışmalar sonunda bu mertebeye erişiyor.<br />

Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek için pekçok sebeb vardır:<br />

Allahü teâlâdan korkmak için sebebler:<br />

Dünyâda insanın başına gelen felâketleri düşünelim: Hastalanmak, yaralanmak,<br />

vücûdün bir parçasından mahrûm olmak, aç kalmak, susuz kalmak, fakîr olmak,<br />

akldan mahrûm olmak, çoluk ve çocuğunun başına felâketler gelmek, yangınlar,<br />

zelzele.... gibi mahlûklar vâsıtasıyla veyâ doğrudan doğruya Allahü teâlâ tarafından<br />

insanlara takdîr edilen felâketler, elemler, Allahü teâlâdan gelmekdedir.<br />

Dünyâdaki elemler nihâyet geçicidir. Âhıretdeki ise, ebedîdir. Oradaki azâb, bitmeyen<br />

bir azâbdır. Yâhud, îmânla âhırete intikâl etmiş günâhkâr bir müslimân ise,<br />

Allahü teâlânın irâde etdiği kadar, azâb görecekdir. Âhıret azâbı, kabre girildiği<br />

ândan i’tibâren başlıyacakdır. Bütün bunlar Allahü teâlâdan korkmak için, yeter<br />

derecede sebebler değil midir?<br />

Allahü teâlâyı sevmek için de, sebebler pek çokdur: Evvelâ, müslimân olarak<br />

dünyâya gelmek. Ya’nî, bir müslimân ananın ve bir müslimân babanın evlâdı olarak<br />

dünyâya gelmek, bütün ömrümüzce, Allahü teâlâyı sevmek, Allahü teâlâya şükr<br />

ve hamd etmek için, tek başına en büyük sebebdir. Meselâ, hıristiyan ana-babadan<br />

dünyâya gelmiş olsaydık, artık müslimânlık yolunu bulmak, bizim için, çok zor<br />

veyâ imkânsız olurdu. Hıristiyan topluluğu içinde yaşar ve âhırete îmânsız olarak<br />

giderdik. Zemânımızda müslimân olarak doğmak da, kâfî değildir. Müslimânlığı<br />

sevmiş, elinden geldiği kadar müslimânlık yolunda yürümeğe gayret etmiş bir âilenin<br />

çocuğu olmak da ayrı bir tâli’dir. İsmi Ahmed veyâ Hadîce olup da, müslimânlık<br />

îcâblarını yapmayan, hattâ müslimânlığı hor gören, nice sözde müslimânlar<br />

var. Akl ve iz’ân sâhibi olmak, iyi ve kötüyü anlayabilecek bir tahsîl ve anlayış<br />

seviyesinde bulunmak da, Allahü teâlânın en büyük ni’metlerindendir. Bundan<br />

başka, insan haklarını tanıyan bir devletin ferdi olarak yaşamak, sıhhatde olmak,<br />

fakîr olmamak vesâire gibi binlerce ni’met hep Allahü teâlânın lutf ve ihsânıdır.<br />

Bu saydığımız ni’metlerden mahrûm olan milyonlarca insanın, milyonlarca<br />

müslimânın bulunduğunu düşünürsek, Allahü teâlâyı nasıl sevip, şükretmemiz lâzım<br />

geldiği kolayca anlaşılır.<br />

7 — ALLAHÜ TEÂLÂNIN KİTÂBI (KANÛNU): Allahü teâlânın kitâbına<br />

(Kur’ân-ı kerîme) inanmak, îmânın şartlarındandır. Bir âyetinden bile şübhe etmek,<br />

câiz değildir. Şübhe edenler, Allahü teâlâyı seven, doğru din adamlarının (islâm<br />

âlimlerinin) kitâblarını okuyarak, şübhesini gidermelidir.<br />

Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, emrlerini ve yasaklarını dünyâda işitmeyen<br />

insan kalmasın diye, yalnız Peygamber göndermemiş, ayrıca Kitâbını (kanûnunu)<br />

da göndermişdir. Müslimânların kitâbı Kur’ân-ı kerîmdir. Kur’ân-ı kerîm,<br />

Peygamberimizden “aleyhisselâm” evvel dünyâya gelen milletlere, Allahü teâlâ<br />

tarafından gönderilen kitâblardaki emrleri ve hükmleri de içinde topladığı için,<br />

bütün insanlara hitâb eden bir kitâbdır. Ya’nî, Kur’ân-ı kerîm bugünkü dünyâda<br />

– 705 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:45


mevcûd, hıristiyan, yehûdî, mecûsî, vesâire gibi çeşidli dinlere sapmış insanlara da,<br />

doğru yolu gösteren bir kitâbdır.<br />

Kur’ân-ı kerîme inanmayan müslimân sayılmaz. Müslimân olmayan da Allahü<br />

teâlânın ateşinden kurtulamıyacakdır.<br />

Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmıdır. Ya’nî, Kur’ân-ı kerîmdeki her söz ve<br />

her kelime Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimize “aleyhisselâm” bildirilmişdir.<br />

Peygamberimize “aleyhisselâm” bu sözler, vahy yoluyla ya’nî, meleklerin büyüklerinden<br />

Cebrâîl “aleyhisselâm” vâsıtası ile bildirilmişdir. Cebrâîl “aleyhisselâm”<br />

insan şekline girerek bunları Peygamberimize “aleyhisselâm” okumuş ve ezberletmişdir.<br />

Peygamberimize “aleyhisselâm” Kur’ân-ı kerîm parça parça (kısm kısm)<br />

gelmişdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlânın emrlerini<br />

alır almaz, hem kendileri ezberler, hem de kendi yakınlarına ezberletirdi. Vahy<br />

kâtiblerine de yazdırırlardı. Sonradan bunlar bir araya toplanarak Kur’ân-ı kerîm<br />

meydâna gelmişdir. Dünyânın her tarafındaki bütün Kur’ân-ı kerîmler birbirlerinin<br />

aynıdır. Bir kelime, hattâ bir harf bile değişik değildir. Hâlbuki hıristiyanların<br />

ellerindeki İncîller birbirlerini tutmuyor ve birbirlerine benzemiyor.<br />

Kur’ân-ı kerîmin her âyetine (her cümlesine) inanmak şartdır. İçinden birisine<br />

inanmamak, insanın îmânını giderir. Îmânsız insanın âhıreti husrândır.<br />

Allahü teâlânın emrleri münâkaşa edilemez. Herkesin kendi anlayışına göre<br />

ma’nâ vermesi veyâ işine geldiği şeklde anlaması câiz değildir. Kur’ân-ı kerîmi en<br />

iyi anlayan yalnız Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”dir. Peygamberimiz<br />

“aleyhisselâm” Kur’ân-ı kerîmin, bizim anlamadığımız taraflarını hadîs-i şerîfleri<br />

ile açıklamışdır. Ayrıca büyük din âlimleri, Kur’ân-ı kerîmi tefsîr etmişlerdir.<br />

Kur’ân-ı kerîmde pek çok âyetlerin çok geniş ma’nâları vardır. Onun için Kur’ân-ı<br />

kerîmi kelime kelime terceme etmekle tam ma’nâsı ifâde edilemez. Ancak, her âyetin<br />

salâhiyyetli büyük din âlimleri tarafından tefsîr ve îzâh edilmesi ile ma’nâsını<br />

öğrenmek mümkindir.<br />

Kur’ân-ı kerîmi, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sözleridir diyenler<br />

vardır. Bunu söyleyenler, hiç şübhesiz îmânsızdır, kâfirdir.<br />

Kur’ân-ı kerîm, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” âyet âyet gelmeğe<br />

başladığı zemân, o zemânın en meşhûr arab şâirleri ve edîbleri bir âyetinin benzerini<br />

söylemekden âciz kaldıklarını ifâde etmişlerdir. Bu bakımdan da Kur’ân-ı<br />

kerîme bir mu’cize denmekdedir. Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın insanlara en büyük<br />

ni’metidir. Çünki Kur’ân-ı kerîm, dünyâ ve âhıretde insanları se’âdete götürecek<br />

yolları açıklamışdır. Bu yolda gidenlere ne mutlu!..<br />

8 — PEYGAMBERLER: Allahü teâlâ, emrlerini ve yasaklarını insanlara<br />

Peygamberler “aleyhimüsselâm” vâsıtası ile bildirmişdir. Peygamberler de “aleyhimüsselâm”<br />

insandır. Fekat, Allahü teâlânın bilgili, ahlâklı ve kusûrsuz yaratdığı<br />

büyük insanlardır. Peygamberler ma’nen Allahü teâlâya yakın insanlar olduğu<br />

için, onların fikrlerine ve kalblerine bizimkilerden farklı ve dahâ geniş bilgiler ve<br />

ilhâmlar verilmişdir. Müslimân âlimlerinin bildirdiklerine göre, dünyânın yaratılışından<br />

bizim Peygamberimize “aleyhisselâm” kadar yüzyirmidört binden ziyâde<br />

Peygamber “aleyhimüsselâm” gelip geçmişdir. Bizim Peygamberimiz “aleyhisselâm”<br />

en son ve en büyük Peygamberdir. Bizim Peygamberimizden “aleyhisselâm”<br />

sonra artık dünyâya Peygamber gelmiyecekdir. Peygamberimiz “aleyhisselâm”,<br />

Allahü teâlânın en çok sevdiği kuludur. Allahü teâlâ, Peygamberimize<br />

“aleyhisselâm”, (Sen olmasaydın, bu âlemi [dünyâyı ve semâları] yaratmazdım!)<br />

buyurmuşdur. Peygamberimiz “aleyhisselâm”, Mekke-i mükerremede dünyâya gelmişdir.<br />

Bir üniversitede okumamışdır. Tahsîlleri yokdur. Ümmîdir. Fekat, dünyâdaki<br />

bütün insanların en akllısı, en bilgilisi, en hayrlısıdır. Çünki, Allahü teâlâ, Onu<br />

asrlarca artık Peygambersiz kalacak olan dünyânın son ışığı olarak yaratmışdır. Bu<br />

– 706 –


ışık, kıyâmete kadar nûrunu devâm etdirecekdir. Peygamberimize ve bütün Peygamberlere<br />

“aleyhimüsselâm” inanmak, îmânın şartlarındandır. Peygamberimize<br />

“aleyhisselâm” inanmıyan müslimân sayılmaz. Müslimân olmıyan da, ateşde ebedî<br />

yanacakdır. Bunu Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ, bizlere bildiriyor.<br />

9 — ÂHIRETE İNANMAK: Îmânın şartlarından birisidir. Öldükden sonra,<br />

tekrâr dirileceğimize inanmıyan îmânsız olur, kâfir olur. Âhırete böyle giderse, ebedî<br />

olarak Cehennem azâbına mahkûm olur. Bugünki insanların çoğunun buna inanmayan<br />

bir görünüşleri var. Bunlar, hayâtı yalnız dünyâda râhat etmek ve iyi yaşamakdan<br />

ibâret sanıyor. Gâye, sanki dünyâda eğlenmek, gezmek, râhat etmek, zengin<br />

olmakdan ibâretdir. Bu insanlar, öldükden sonra, tekrâr dirileceklerine ve hesâba<br />

çekileceklerine inanmıyor görünüyor. İnsanlar, bu derece hissizlik içinde yaşayamaz.<br />

Bu kadar kaydsızlığın ma’nâsı, bu olsa gerekdir.<br />

Öldükden ve toprak ve toz hâline geldikden sonra, tekrâr dirilmenin mümkin<br />

olmadığını söyleyenlerin sayısı az değildir. Bunu söyleyenler şübhesiz îmânsız, dinsiz,<br />

zevallı insanlardır. Tekrâr dirilmek mümkin değildir diyenlere verilecek mantıkî<br />

cevâblar vardır. Allahü teâlânın azameti, bir insânı hiç yokdan (bir damla sudan)<br />

yaratmağa muktedir de, ikinci def’a yaratmağa muktedir değil midir? Gözümüzün<br />

görebildiği âlemlerin ve dünyâdaki muhteşem eserlerin yaratıcısı, bir insanı<br />

tekrâr diriltmekden nasıl âciz olabilir? Ağaç, kışın yapraklarını döker. Kuru<br />

dallar ile cansız zannedilir. Bunlar, behâr gelince tekrâr canlanmıyor mu? Büyük<br />

mevlânâ Celâleddîn “kuddise sirruh”, (Toprağa ekilen hangi tohm toprağın yüzüne<br />

canlı olarak çıkmamışdır?) diyerek, toprağa gömülen insânların tekrâr canlanacaklarına<br />

işâret etmişdir. Bu mevzû’da hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” atfedilen<br />

aşağıdaki mantıkî muhâkeme ne kadar güzeldir. Ahmed, âhırete inanmışdır.<br />

Ahmedin arkadaşı Kaya, tekrâr dirileceğine inanmıyor. Ahmed, Kayayı iknâ’<br />

için, çok uğraşıyor. Muvaffak olamıyor. Nihâyet Ahmed, Kayaya şunları söyliyor:<br />

(Ben âhırete inanarak Allahü teâlânın bütün emrlerini yapıyorum. Allahü teâlânın<br />

emrlerini yapmak için, belki senden biraz fazla yoruluyorum, zahmet çekiyorum.<br />

Nemâz kılıyorum, oruc tutuyorum. Sen bunları yapmıyorsun. İkimiz de ihtiyârladık<br />

ve ikimiz de öldük. Dahâ mezâra girer girmez, âhıret var mı, yok mu, belli<br />

olacakdır. Eğer âhıret varsa, ben kazandım. Orada i’tibârım ve râhatım yerinde<br />

demekdir. Eğer âhıret yoksa, ben hiçbir şey gaybetmem, dünyâdaki yorgunluğumla<br />

kalırım. Sana gelince: Eğer âhıret yoksa, ne kârdasın, ne ziyândasın. Ammâ,<br />

âhıret var olduğuna göre, mahvoldun demekdir. Artık Allahü teâlânın bitmiyen,<br />

ebedî azâbı senin yakanı bırakmıyacakdır. Bu mantıkî muhâkemeye göre, hangimizin<br />

yolu doğru yoldur. Bunu senin anlayışına bırakıyorum). Bu muhâkeme tarzındaki<br />

mantıkın kuvveti karşısında, söylenecek tek söz yokdur. Şunu da işâret edelim<br />

ki, âhırete şübhe ile inanmak iyi bir inanış değildir. <strong>Tam</strong> ve şübhesiz inanmak<br />

lâzımdır.<br />

10 — KADERE, HAYR VE ŞERRE İNANMAK: Îmânın şartlarından biri de<br />

kadere ve hayr ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmakdır. Kaderin ma’nâsını<br />

türkcede (alın yazısı) diye ifâde ediyoruz. Allahü teâlâ, her kulunun başından<br />

geçecek herşeyi evvelden bilir. Kaderi değişdirmek kimsenin elinde değildir. Dilerse<br />

gene Allahü teâlâ değişdirir. Kader, Allahü teâlânın bir sırrıdır.<br />

Hayr ve şer Allahü teâlâdan gelir. Çünki, küllî irâde Allahü teâlâdadır. Allahü<br />

teâlâ, kullarına da cüz’î irâde vermişdir. İşte, bu cüz’î irâdeyi Allahü teâlânın<br />

emr etdiği yolda kullananlar, mükâfâtlanırlar. Fenâ yollarda kullananlar da, cezâlandırılır.<br />

İnsanları Cennete veyâ Cehenneme götüren, işte bu cüz’î irâdedir. Bir<br />

müslimânın içki içmesi, cüz’î irâdesini Allahü teâlânın emrine muhâlif olarak<br />

kullanmasıdır. Başka bir müslimânın içki içmemesi cüz’î irâdenin Allahü teâlânın<br />

emrine göre kullanılması demekdir. Bunun gibi bir insanın cüz’î irâdesini iyi veyâ<br />

kötü istikâmetde kullanması kendi elindedir.<br />

– 707 –


Kulun, cüz’î irâdesini kötü istikâmetde kullanması ile, Allahü teâlâ, o kula, şer<br />

getirir. O hâlde şerri hâzırlayan gene kuldur. Allahü teâlâ, zâlim değildir. Bil’akis<br />

Allahü teâlânın merhameti, bir annenin evlâdına olan merhametinden çok üstündür.<br />

Bununla berâber, sebebini bilmediğimiz şerrin hikmetini ancak Allahü teâlâ<br />

bilir. Allahü teâlânın her irâdesinin ve her tecellîsinin sebebini ve hikmetini anlamak,<br />

kullar için çok zemân mümkin olmaz.<br />

11 — NEMÂZIN FAZÎLETLERİ: Nemâzın maddî ve ma’nevî pek çok fâidesi<br />

vardır. Maddî fâideleri şunlardır: Hergün beş def’a abdest alan müslimân, temiz<br />

bir insan demekdir. Hergün, kırk def’a (kırk rek’at) Allahü teâlânın emri ile eğilerek<br />

secdeye kapanarak, ayağa kalkan bir insan, vücûdunun her uzvunu hareket<br />

etdiren bir idmâncı demekdir. Temiz ve hareketli bir insan ömrünün her yaşında<br />

sıhhatini muhâfaza edebilir. Dikkat edilirse, ömrü boyunca nemâz kılanların büyük<br />

bir ekseriyeti sağlam insanlardır.<br />

Nemâzın ma’nevî fâidesine gelince: Hergün beş def’a nemâz kılmak, ya’nî beş<br />

def’a Allahü teâlânın huzûruna çıkmak, Allahü teâlâyı sık sık hâtırlamak demekdir.<br />

Allahü teâlâya inanan, ondan korkan insan, onun emrlerinin dışına çıkmış<br />

ise, nemâz sâatlarında hatâsını anlar. O hatâyı tekrâr etmekden kaçınır, kendini<br />

islâh etmek yolunu arar ve bulur. Kendini islâh etmek belki ilk zemânlarda<br />

kolay olmaz. Fekat, nemâza devâm etdikce, Allahü teâlânın emrlerini yapar ve yasaklarından<br />

kaçınır. Böylelikle kâmil bir insan, sâlih bir müslimân olmak yoluna<br />

girer. Nemâz, insanları doğru yola götürmek için en güzel bir vâsıtadır. Nemâz, her<br />

müslimânı kusûrsuz bir insan hâline getirir. Böyle insanların meydâna getirdiği topluluk<br />

da, ne mutlu bir topluluk olur.<br />

Nemâz müslimânlığın temel taşıdır. Temelsiz bir binâ sağlam olmadığı gibi, nemâzsız<br />

müslimânlık da günün birinde yıkılmağa mahkûmdur.<br />

Nemâz, Allahü teâlâyı sık sık hâtırlamağa sebebdir, demişdik. Nemâzı terk<br />

etmek, Allahü teâlâyı unutmağa sebeb olur. Allahü teâlâ, kendisini unutanları afv<br />

etmiyor. Kendisini unutanlara Bekara sûresinin yedinci âyetinde, meâlen (onların<br />

kalblerini mühürledik) buyurdu. Bu hâle gelmekden Allahü teâlâ, cümlemizi<br />

korusun! Âmîn.<br />

(Nemâz, işlerimizi, kazancımızı aksatıyor. Bilhassa öğle ve ikindi nemâzlarında<br />

abdest almak ve nemâz kılmak zordur) diyenler var. Bunların bu sözleri yersizdir.<br />

Çünki, bütün medenî memleketlerde ve her iş yerinde öğle zemânında en<br />

az bir sâat, yemek zemânı ayrılmışdır. Bu zemânda abdest almak ve nemâz kılmak<br />

için, onbeş dakîka kâfîdir. İkindi zemânında ise, öğle abdesti ile, beş veyâ on dakîka<br />

içinde nemâzını kılmak mümkindir.<br />

Nemâz, dünyâ ve âhıret se’âdetlerinin kapısını açan bir anahtardır. Bu anahtarı<br />

ele geçirmek, herkesin elindedir. Nihâyet, Allahü teâlâya inanan ve tenbel olmayan<br />

bir müslimân, bu anahtarı, elde edebilir. Bu bir irâde ve azm işidir.<br />

Nemâzını kılan kimse, Allahü teâlâya samimiyyetle inandığının kuvvetli bir delîlini<br />

de göstermiş olmakdadır.<br />

Gösteriş için nemâz kılmak riyâkârlıkdır. Böyle nemâz kabûl edilmez. Zemânımızda<br />

gösteriş için nemâz kılan, hemen hemen kalmamış gibidir. Aksine, nemâz<br />

kıldığını saklayanlar çokdur. Çünki, zemânımızda, nemâz kılanları, gerici, yobaz,<br />

mürteci’, eski kafalı gibi tahkîr edici ve küçültücü sıfatlarla alaya almak ve onları<br />

horlamak gibi hâller almış yürümüşdür. Bunların şerrinden korunmak için, nemâz<br />

kılmağı, bu gibilerden saklamak câizdir.<br />

Nemâz kılmanın zevkine eren bir müslimân, artık onu bırakamaz.<br />

12 — ORUCUN FAZÎLETLERİ: Allahü teâlâ senede bir ay (Ramezân-ı şerîf<br />

ayında) gündüzleri oruc tutmayı emr etmişdir. Allahü teâlâ, bu emri sebebsiz<br />

vermemişdir. Oruc, insanlara hem maddî, hem de ma’nevî fâideler sağlar. Bütün<br />

– 708 –


ir sene, çeşidli yemekleri eritmek için, yorulan insan mi’desi ve bağırsakları, senede<br />

bir ay dinlenerek sağlığını korumuş olur. (İftârda çok yimemek şartıyla). Bu<br />

maddî fâidesidir. Ma’nevî fâidesi de şudur: Oruc tutan bir insan, aç kalmış bir insanın<br />

çekdiği ızdırâbı, bizzat his ederek fakîr insanlara yardım etmek ihtiyâcını duyar.<br />

Bu da, insanların birbirlerine yardım etmelerine sebeb olur. Birbirlerine yardım<br />

eden insan topluluğu arasında ise çekişmeler olmaz.<br />

Bundan başka, Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için gündüzleri bir ay oruc<br />

tutan bir müslimân, Allahü teâlânın emrlerini yapmak i’tiyâdını da kazanır. Böylelikle,<br />

Allahü teâlânın başka emrlerini yapmağa da isti’dâd peydâ eder.<br />

13 — KANÂ’AT, RIZÂ: Hergünkü hâlinden memnûn olmak, her hâlinden Allahü<br />

teâlâya şükr ve hamd etmek, kanâ’at sâhibi olmak demekdir. Kendinden dahâ<br />

iyi mevkı’de, kendinden dahâ zengin, kendinden dahâ kuvvetli, kendinden dahâ<br />

güzel bir insanı kıskanmıyarak kendi hâlinden memnûn ve râzı olan insanın evvelâ<br />

kalbi râhatdır. Sonra da, en mühimi Allahü teâlânın sevgili kuludur. Sevgili<br />

olmanın sebebi şudur: Allahü teâlânın kendisine verdiğinden memnûn ve râzıdır.<br />

Bunun için, Allahü teâlâ da, ondan râzıdır.<br />

Kanâ’at, bitmez tükenmez bir hazînedir. Kanâ’atkâr olmayan bir zengin, kanâ’atkâr<br />

olan bir fakîrden dahâ fenâ durumdadır. Çünki, o zenginin kalbi râhat değildir.<br />

Kanâ’atkâr olan fakîr ise, kalbi râhat olduğu için, sanki bir hazîne içinde yaşamakdadır.<br />

Rızâ demek, Allahü teâlâdan gelen herşeye râzı olmak demekdir. Allahü teâlâdan<br />

bir felâket gelse, ona da rızâ gösterir. Kimseye şikâyet etmez. Bu, her insanın<br />

yapabileceği bir iş değildir. Fekat, bunu yapabilen, büyük bir insandır. Böyle insanlarda,<br />

Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsûs sabr ve tehammül<br />

var demekdir. Allahü teâlânın büyüklüğüne inandığı derecede insan, bu tehammülü<br />

ve bu rızâyı gösterebilir. Gıbta edilecek bir meziyyetdir.<br />

14 — HASED (Kıskançlık): Başkasının, kendinden üstün olan herşeyini kıskanan,<br />

ya’nî ondaki üstünlüğün, yalnız kendinde olmasını isteyen insana, kıskanc denir.<br />

Bu hâl, insanlığın en kötü huylarından biridir. Kıskanç insan, ömrü boyunca<br />

râhatsız insandır. Böyle insanlar, kendinden aşağı olan insanı görmez de, kendinden<br />

yüksek ve varlıklı insanın her şeyini görür ve onu kıskanır. Kıskanç insan, Allahü<br />

teâlânın kendisine verdiği şeylere râzı olmayan insan demekdir. Allahü teâlânın<br />

verdiğine râzı olmayan insandan Allahü teâlâ da râzı olmaz. Allahü teâlânın bir<br />

insandan râzı olmaması ise, felâketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyâda da,<br />

âhıretde de hüsran içindedir. (Ya’nî zarardadır). Bunun için, kendisinde kıskançlık<br />

ve hased duygusu olduğunu görenler yavaş yavaş bu huylarından sıyrılmalıdır.<br />

Bu pek mümkindir. İnsanlar, kendilerini istedikleri kadar islâh edebilir. Kıskançlıkdan<br />

kurtulanlar râhat ve huzûra kavuşur. Bu iş, zenginlik ve fakîrlik işi değildir.<br />

Bu iş, kalbin zenginliği ve fakîrliği işidir. Nice fakîrler vardır ki, bir lokma ekmeği<br />

kazandığı zemân, Allahü teâlâya şükr eder ve zenginlerin hâlini düşünmez<br />

bile. Nice zenginler de vardır ki, milyonlarına dahâ birkaç milyon ekliyemediği için<br />

üzüntü içindedir. Kıskanç insan, başka bir insanın kendinden iyi giyinmesini, iyi<br />

yaşamasını hazm edemez. Ya’nî onun boyunu, posunu, güzelliğini, çalışkanlığını,<br />

başarısını kıskanır. Dahâ kötüsü, onun başına gelen fenâlıklara sevinir. İşte bu hâl,<br />

kıskançlığın en kötü derecesidir. Böyle insandan Allahü teâlânın yardımı kesilebilir.<br />

Dahâ da mahrûm olurlar. İyi kalbli ve herkesin iyiliğini isteyen insan, Allahü<br />

teâlânın himâyesinde demekdir. Büyük Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” çok güzel bir hadîs-i şerîfi var: (Bir müslimân, kendisine istediği bir iyiliği,<br />

başka bir müslimân için istemezse ve bir müslimân, kendisine gelecek bir kötülüğü,<br />

istemediği hâlde, o kötülüğü başka bir müslimân için isterse, onun îmânı<br />

tam değildir) buyurmuşdur. Ya’nî, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” yal-<br />

– 709 –


nız kendisini düşünenleri beğenmiyor. Başka müslimânları düşünenleri beğeniyor<br />

ve öyle yapmalarını istiyor. Düşünün bir kerre; bütün dünyâ, Peygamberimizin “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” bu emrlerini yapmış olsa, dünyâda kavga, gürültü kalır<br />

mı?<br />

15 — İNSANLARA, BİLHÂSSA MÜSLİMÂNLARA İYİLİK ETMEK-<br />

KALB KIRMAMAK: Bir insanın başka bir insana, bilhâssa müslimâna iyilik etmesi<br />

Allahü teâlânın en çok sevdiği bir hâldir. İyilik çeşidli olur. Para ile olur, vücûd<br />

yardımı ile, fikr yardımı ile ve muhtelif yollarla olur. İnsanın elinden hiçbir yardım<br />

gelmezse, Allahü teâlânın kuluna, güler yüz gösterirse, onun bile sevâbı vardır.<br />

[(Cevâb Veremedi) kitâbında, 147. ci mektûba ve (Mektûbât Tercemesi)nde<br />

98. ci mektûba bakınız!]<br />

Allahü teâlâ, (Benim kullarıma yardım edene, ben fazlasiyle yardım ederim) buyuruyor.<br />

Elinden yardım geldiği hâlde, yardımı esirgeyen insan, Allahü teâlânın<br />

indinde sevgili bir kul olabilir mi? İnsanların kalbini kırmak ise, Allahü teâlânın<br />

gadabını üzerine çekmek demekdir. Bundan çok kaçınmalıdır. İnsan kalbi, Allahü<br />

teâlânın sevgisinin tecelli etdiği bir yerdir. Oraya dokunmak, çok tehlükelidir.<br />

Hele o kalbde, Allahü teâlânın korkusu ve Allahü teâlânın sevgisi varsa, onu incitmekden,<br />

son derece kaçınmalıdır.<br />

16 — ANNE HAKKI: Dünyâda bir insan için, anne hakkından dahâ ehemmiyyetli<br />

bir hak yokdur. Düşünmeli ki anne, çocuğunu dokuz ay karnında taşıyor. Onu<br />

kendi kanıyla besliyor. Büyük bir ızdırab, büyük bir heyecânla onu dünyâya getiriyor.<br />

Bebek iken, onun için aylarca uykusuz kalıyor. Kendi sütü ile besliyor. Sonra,<br />

onun her yaşdaki yaramazlıklarını çekiyor. Bu zahmetler para ile, menfe’at ile<br />

olur işler değildir. Bu zahmetlere anne, ancak Allahü teâlânın verdiği şefkat duygusuyla<br />

tehammül edebiliyor. Bu büyük zahmet karşısında, çocuğun annesine<br />

neler borçlu olduğu meydândadır. Çok zemân çocuk, annesinin hakkını ödeyecek<br />

zemânı ve imkânı bulamıyor. Annesine isyânkâr olan bir çocuk, artık bir âsî, bir<br />

eşkiyâdan farksız bir insan demekdir. Bu çocuğun büyüdükden sonra, annesini dinlememesi,<br />

onu üzmesi, ona eziyyet etmesi, insanı çileden çıkardığı gibi, Allahü teâlânın<br />

gadabını, cezâsını kendi üzerine çekmiş olmaz mı? Ne yazık ki pek çok çocuklar,<br />

gençliğin verdiği hoyratlık ve kadr bilmemek yüzünden, annelerinin haklarını<br />

çiğniyorlar. Onları üzüyorlar, böyle anneler ba’zen zor durumda kalarak, çocuğu<br />

için Allahü teâlâdan bed düâ ederse, bu düâ kabûl olunabilir. O zemân çocuk,<br />

dünyâda iken bile, cezâsını çeker. Âhıretdeki cezâsı ise, tasavvur edilemiyecek<br />

derecede acıdır. Biraz idrâklı ve anlayışlı olan bir çocuk, annesinin hakkını düşünebilir<br />

ve onun dediklerini seve seve yapar. Onun gönlünü kazanmağa dikkat<br />

eder. Eğer çocuk, annesinin kalbini kırmış ise, hemen afv dilemeli, bir dahâ onu<br />

gücendirmemeli. İkinci veyâ üçüncü def’â annesinin kalbini kırmış ise, tekrâr afv<br />

dilemeli, artık bir dahâ gönlünü kırmamağa dikkat etmelidir. Anne hakkı üzerinde<br />

olarak âhırete gidenlerin âkıbeti çok acıdır.<br />

17 — İFFET (NÂMÛSKÂRLIK): Allahü teâlâ, insan neslini devâm etdirmek<br />

için, erkek ve kadınları birbirlerine karşı câzib kılmışdır. Aynı zemânda, bu kuvvetli<br />

duygu karşısında, insanları dünyâda çetin bir imtihâna tâbi’ tutmuşdur. Dünyâdaki<br />

kısa ömrümüz içinde, en zor imtihân iffet imtihânıdır. Bu imtihânda kazanan<br />

bir insan, dünyâ ve âhıretin kahramânıdır. İnsanların kemâli (ya’nî kusûrsuz<br />

olması) veyâ insanın düşüklüğü, dahâ ziyâde iffet işinde belli olur. Allahü teâlâ,<br />

Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, iffetini muhâfaza edenlere, büyük mükâfâtlar va’d<br />

etmiş ve müjdeler vermişdir. İffetini muhâfaza etmeyenlere de, Cehennem azâbını<br />

göstermişdir. (Allahü teâlâ, iffetsizleri, bir insânı öldüren bir kâtil ile bir tutmakdadır).<br />

İnsan günâhlarının belki de yüzde doksanı, iffet mevzû’u içindedir.<br />

– 710 –


İffetsiz insan, Allahü teâlânın indinde günâhkâr olduğu gibi, insan topluluğu içinde<br />

de, günâhkâr ve şerefsizdir. Bir fâhişenin cem’iyyet içindeki haysiyyet ve i’tibârı<br />

ile bir köpeğin i’tibârı arasında hemen hiçbir fark yok gibidir. Erkeklik ve dişilik<br />

duyguları insanlarda da, hayvânda da vardır. Hayvânlarda utanma hissi olmadığı<br />

için, onlar, bu duygularını gizlemezler. İnsanlar ise, (hayâ) şeref ve haysiyyet<br />

duygularına sâhib oldukları için, erkeklik ve dişilik hislerine karşı çeşidli ve meşrû’<br />

yolları ararlar.<br />

Bir insanın ve bir âilenin şerefi ve i’tibârı, bu duygu karşısındaki tutumu ile ölçülür.<br />

Zengin ve çok güzel bir kadın, eğer iffetsiz ise, şerefi yokdur. İ’tibârı kırıkdır.<br />

Cem’iyyet nazârında, o bir fâhişedir. Fakîr ve afîf bir kadın ise, her yerde, her<br />

zemân i’tibârlıdır. Hurmete lâyıkdır. Bu söylediklerimiz, normâl ve temiz bir<br />

cem’iyyetin iffet ölçüleridir. İffet kâidelerini ayaklar altına almış azgın bir hayvân<br />

sürüsü gibi, yalnız hayvânî hisleri peşinde koşan insan toplulukları, bu sözlerle alay<br />

ederler. Onlar için konuşulacak sözümüz yokdur. Yalnız onlara (Allahü teâlâ islâh<br />

etsin) diyebiliriz.<br />

Dünyâdaki pek çok rezâletler, cinâyetler, kavgalar, kıskançlıklar, hülâsa bütün<br />

fenâlıklar, iffetsizlik yüzünden meydâna gelmekdedir.<br />

İnsanların pek çoğu, iffetsizliğin fenâlıklarını bildikleri hâlde, kendilerini bu fenâ<br />

yollara sapmakdan alıkoyamazlar. Bu kuvvetli duygu karşısında, insanları<br />

zabt edecek, onları selâmet yoluna çıkaracak çâreler nelerdir? Bu, terbiye ve ahlâk<br />

mes’elesidir. Din, ahlâk demekdir demişdik. Bu mühim mevzû’da da yine din<br />

terbiyesi birinci plânda rol oynamakdadır. Allahü teâlâdan korkmasını öğrenmiş,<br />

hakîkaten Allahü teâlâdan korkan bir insan iffetsiz olamaz. O hâlde, çocuklarımıza<br />

Allahü teâlânın korkusunu öğretmeğe çalışmak bizim için en başda gelen vazîfe<br />

oluyor. Allahü teâlâdan korkmak için, Allahü teâlâyı iyi bilmek lâzımdır. Allahü<br />

teâlâyı bilmek için, onun büyüklüğünü ve sıfatlarını öğrenmek mecbûriyyetindeyiz.<br />

Allahü teâlâyı hiç düşünmeyen bir topluluk için, Allahü teâlânın korkusuna<br />

sâhib olmak kolay değildir. Allahü teâlâdan korkmak da, bir bilgi, bir çalışma<br />

ve bir gayret işidir. Durup dururken, Allahü teâlânın korkusu meydâna gelmez.<br />

Bu korkuyu, Allahü teâlâ dilediği kuluna kolaylıkla da verir. Allahü teâlâdan korkmak,<br />

bir insan için iyi alâmetdir.<br />

Bilhâssa büyük şehrlerde iffet işi tehlükeli bir istikâmetdedir. Bir genç kızın, kendi<br />

başına yalnız kendi aklı ve idrâki ile iffetini muhâfaza etmesi, cidden güçdür. O<br />

genç kız, (eğer biraz da güzelse), hâtıra ve hayâle gelmeyen tehlükelerle çevrilmiş<br />

demekdir. Bu tehlüke, mektebde, yollarda, otobüsde, komşularda, hattâ evinin içinde<br />

yakasını bırakmaz. Hele o kızcağız kadınlık duygusuna karşı koymasını bilmeyecek<br />

derecede za’îf ahlâklı ise, o zemân tehlüke iki misli artmış demekdir. İşte bunun<br />

içindir ki, genç kızın beş dakîkasını bile kontrolsüz bırakmak aslâ câiz değildir.<br />

Ev içinde anne kontrolu, ev dışında baba kontrolu onları, koruyucu melek gibi<br />

ta’kîb etmelidir.<br />

Kızım! Belki babanın ömrü, seni korumağa kifâyet etmeyecekdir. Annen, belki<br />

seni her yerde, her zemân ta’kîb edemiyecekdir. Bu takdîrde, sen sâhibsiz,<br />

tehlükeler karşısında âciz bir mahlûk olarak, ahlâksızların elinde bir oyuncak mı<br />

olacaksın? Allahü teâlâ, seni bu âkıbetden muhâfaza etsin! Âmîn. Seni evvelâ Allahü<br />

teâlânın büyüklüğüne ve Onun himâyesine emânet ederim. Ondan sonra da,<br />

yine Allahü teâlânın sana verdiği aklını kullanarak, bu tehlükelere düşmemeğe çalışmanı<br />

sana tavsiye ederim.<br />

Kızım, öyle bir zemânda, öyle bir mekânda yaşıyacaksın ki, herkesden, her yerde<br />

sana zarar gelebilir. Bu zarar, senin parana, puluna değil, iffet, şeref ve haysiyyetinedir.<br />

Paraya olan zarar telâfî edilebilir. Ma’nevî zarâr, yerine konamaz.<br />

Cem’iyyet içinde öyle haşarât (öyle ahlâksızlar) vardır ki, bunların içinde genç<br />

kadın ve genç kız için şerefi ile yaşamak cidden güç olur. Bunun güçlüğü, yalnız baş-<br />

– 711 –


kalarından değil, bizzat kendi varlığından gelmekdedir. Eğer sen de, kadınlık<br />

duygusunun te’sîri altında kalır ve kendine hâkim olamazsan, iffetsizliğin ve ahlâksızlığın<br />

çukuruna düşersin. Bu çukura düşenlerden kurtulabilen azdır.<br />

Sen kadınlık duyguna karşı haysiyyetli ve meşrû’ yolları aramalısın! Sen de, herkes<br />

gibi, evlenebilirsin. Ahlâkın güzel oldukdan sonra evlenmemek için, hiçbir sebeb<br />

yok demekdir. Evlenmeden evvel, birçok kızların yapdığı gibi, flört yapmağa<br />

aslâ heves etme! Bu tecrîbe mutlak tehlükelidir. Esâsen flört yapılan insanla evlenmek,<br />

çok zemân se’âdeti getirmez. İffeti muhâfaza için, ikinci bir çâre, genç erkek<br />

ve genç kızı zemânında evlendirmekdir. Üçüncü çâre, iffeti zedeliyecek her<br />

yerden uzaklaşmak yoludur. Meselâ kız ve erkek toplulukları, onlarla berâber gezintiler,<br />

danslar, plâja gitmek, erkekle berâber sinemaya gitmek, içki içmek, ahlâksız<br />

ve za’îf insanlarla arkadaşlık etmek vesâire gibi genç kız veyâ kadını başdan<br />

çıkarma yollarının her çeşidinden uzak durmak, tehlükeden uzaklaşmak demekdir.<br />

Gençliğin hakkı veyâ eğlence ismi altındaki bu gibi davranışlar, genç kızı veyâ<br />

kadını elde etmek için birer tuzakdır. Bunun tuzak olduğuna inanmayan bir genç<br />

kız, tuzağın içine düşdükden sonra, aklı başına gelir. Fekat iş işden geçmişdir. Yukarıda<br />

saydığımız eğlence veyâ tuzağın zâhirî güzelliğine ve câzibesine kapılan kızlar,<br />

erkeklerin elinde yavaş yavaş veyâ çabucak birer oyuncak hâline gelir. En kendine<br />

güvenen bir kız bile, onların karşısında sonuna kadar mukâvemet edemez. Yakışıklı<br />

bir erkeğin aldatıcı tebessümü karşısında, mağlûb olabilir. Artık o kız, tuzağa<br />

düşmüş demekdir. Hele bunu kız kendisi de istemiş ise, artık tehlükenin içine<br />

girmişdir. O tuzakdan kurtulan pek azdır veyâ yokdur. Hâlbuki, o tuzak dediğimiz<br />

eğlence yerlerine gitmemek dahâ kolay bir işdir. (Göz görmeyince, gönül tehammül<br />

eder) diye bir atasözü vardır. Oraya gitmeyen bir genç kız, oranın câzibesinden<br />

ve tehlükesinden kurtulmuş olur. Giderse, kurtulmak da kolay değildir.<br />

Bunu nasîhat olsun diye söylemiyoruz. Tecribelere güvenerek söylüyoruz.<br />

İffet, bir genç kızın veyâ kadının, değeri milyonlar eden, bir mücevheridir. Bu<br />

mücevheri ele geçirmek için, Allahü teâlâdan korkmayan her erkek bütün şeytânlığını<br />

kullanır. Ele geçirdikden sonra, maksadına erişmişdir. Artık o, mücevherlikden<br />

çıkmış, âdî bir taş olmuşdur. Sokağa atılıverir. Bu alışverişde, erkek, bir nâmûs<br />

hırsızıdır. Kadın ise, mücevherini çaldırmış, bir zevallıdır.<br />

18 — BİR GENÇ KIZIN GİYİNİŞİ NASIL OLMALI?: Genç kız, fazla göze<br />

çarpmıyacak tarzda temiz ve ciddî bir kıyâfetde görünmelidir.<br />

Kendini beğendirmek için, fazla süslenmek, ahlâk hakkında şübhe uyandırır.<br />

Erkeklere kendini beğendirmek için, kızın ba’zı uzvlarını, göğsünü veyâ bacaklarını<br />

teşhîr etmesi, düşük bir ahlâkın belirtisidir.<br />

Kendisinin ve âilesinin şeref ve haysiyyetini düşünen bir kızın, ciddî giyinmesi<br />

şartdır. Bir kızın göğsünü mümkin mertebe belirsiz bir hâlde gösterecek tarzda<br />

giyinmesi, elbisesinin ve etekliğinin pileli olması, onun bir ciddî ev kızı olduğuna<br />

delîl sayılır. Müslimân kızı nasıl giyinmelidir? Bunun cevâbı, birinci kısm, ellisekizinci<br />

maddede yazılıdır.<br />

19 — TOPLULUK İÇİNDE, YOLDA, BİR KIZIN HAREKET TARZI (Davranışı)<br />

NASIL OLMALI?: Yapmacıksız olarak mütevâzi’, iddi’âsız ve terbiyeli bir<br />

tavr, genç kıza en yakışan bir davranışdır.<br />

Bir genç kızın etrâfındaki insanları hiçe sayan saygısız ve küstah davranışları terbiyesizlik<br />

alâmetidir. İyi ahlâklı ve normal bir kız, bir erkeğe dikkatle ve alâka ile<br />

bakmaz. Mecbûriyyet yoksa ve mümkin ise, bakmamak en sâlim bir hareketdir. Bunu<br />

da, sun’î olarak değil, tabî’î olarak yapmalıdır.<br />

Bir kızın genç bir erkeğin yüzüne pervâsızca bakması, küstah ve mütecâviz erkeklere,<br />

bu tip kızlara musallat olmak için, cesâret verir.<br />

Kızın, bir erkeğe ümmîd verecek tarzda davranışı, o kıza felâket getirebilir. İn-<br />

– 712 –


sânların, yüzlerindeki değişiklik kadar huy ve ahlâkları da değişikdir. Güzel ve iyi<br />

yüzlü insan, mutlaka iyi ahlâklı insan demek değildir.<br />

Alâka toplamak ister gibi, değişik bir edâ ve hoppa bir tavır ile yürümek iyi bir<br />

intibâ’ bırakmaz. Böyleleri, alay mevzû’u ve gülünç olur.<br />

Bir kızın giyinişi, yürüyüşü ve hareket tarzları, onun dînî inanışı, ahlâkı ve karakteri<br />

hakkında, bir fikr verebilir.<br />

Yâ Rabbî! Senin lutf ve kerem ve inâyetinle, büyük sıkıntılar görmeden, uzun<br />

bir ömür yaşadım. Bu hayâtın içinde, sana karşı, pekçok günâh işledim. İrâde-i<br />

cüz’iyyemi, senin râzı olmadığın şeylere sarf etdim.<br />

Artık sana rücû’ etmek zemânım pek yakın. Bundan sonraki, dünyâ ve âhıret<br />

hayâtımın safhaları şu olacak:<br />

Dünyâ elemleri, sekerât-ül-mevt, kabr hayâtı, haşr âlemi, mükâfât ve mücâzât<br />

ihtimâlleri...<br />

Büyük günâhlarımla, bu tehlükeli geçidlerden, nasıl geçeceğimi bilmiyorum. Afvına<br />

kavuşamazsam, hâlim ne olacak?<br />

İstigfâr ve düâlarım, kabûle lâyık olacak mı bilmiyorum. Senin afv ve magfiret<br />

sıfatın, tek ümmîdim! Senden başka kime sığınabilirim?<br />

Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Kitâbında bildirdiğin gibi inanıyorum. Kitâbına ve<br />

Resûlüne “sallallahü aleyhi ve sellem” inanıyorum.<br />

Hudûdsuz büyüklüğünü anlatan kâinâtı, gözlerimle görüyorum. Azametini,<br />

bana ihsân etdiğin aklımla, anlıyorum. Günâhlarımın, afv ve magfiret deryân<br />

içinde, bir damla bile olmadığını da, biliyorum.<br />

İşlediğim günâhlardan pişmânlık duyuyorum. Pişmânlık duygularımı eksiltme!<br />

Bu duygularımı, elem derecesine çıkart yâ Rabbî!<br />

Yâ Rabbî! Sen afv etmeği seviyorsun. Beni de, afv etdiğin kulların içine al! Sen<br />

Gafûrürrahîmsin yâ Rabbî!<br />

Emekli tümgeneral<br />

Hayri Aytepe<br />

[Hayri Aytepe “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 1387 [m. 1967] yılı Eylülün ikinci Cumartesi<br />

günü vefât etmişdir. Edirnekapı kabristânındadır].<br />

Allah, İnsan ve Nemâz<br />

Bismillâhirrahmânirrahîm. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil’aliyyil’azîm.<br />

Herşeyi yaratan ve varlıkda durduran bir Allah vardır. Allah yok denirse, hiçbir<br />

şey var olamaz. [980.ci sahîfede (Hava) kelimesine bakınız!] Her insanın hayâtı<br />

üç zemâna ayrılır. Dünyâ, kabr ve âhıret hayâtı. Âhıret hayâtı Cennet ve Cehennem<br />

olarak ikidir. Allahın sevdikleri, Cennetde ni’metler içinde sonsuz yaşayacak,<br />

sevmedikleri ise, Cehennemde sonsuz yanacakdır. Allahü teâlâ, kendisinin<br />

var olduğuna inananları ve dünyâda her an Onu düşünenleri ve emrlerini yapanları<br />

sever. Her gün beş vakt nemâz kılan, Onu hiç unutmaz. Nemâz, insanı bu<br />

se’âdete kavuşdurur. Nemâz kılmıyan ve bunları kazâ etmiyen Cehennemde yanacakdır.<br />

Yüzüğünde ne yazılıydı, bilsen Süleymânın:<br />

Sakın aldanma, yokdur vefâsı dünyânın!<br />

Mes’ûd, o kimsedir ki, bütün kazandığını,<br />

yiye. Bırakıp, sevindirmeye düşmânın.<br />

– 713 –


50 — KAZÂ VE KADER<br />

Bu risâleyi, Ebüssü’ûd efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmışdır. Adının Mehmed<br />

olmayıp Ahmed olduğu, (Esmâ-ül-müellifîn) kitâbında açıklanmakdadır.<br />

(Kâmûs-ül-a’lâm) kitâbında da, Ahmed Ebüssü’ûd yazılıdır:<br />

Din bilgisi kuvvetli olan bir kimse, nefsine uyup, gece gündüz günâh işlese, tanıdıkları,<br />

kendisine, (Emr-i ma’rûf) ve nasîhat etdiklerinde, bunlara karşı: (Benim<br />

içki içeceğimi, Allahü teâlâ ezelde takdîr edip, (Levh-i mahfûz)da yazmışdır.<br />

Onun için, ister istemez, bu günâhları, bana yapdırmakdadır) dese, ya’nî, insan kazâ<br />

ve kadere mağlûb bir hâldedir. Kaderi yerine getirmeğe mecbûr ve günâh işlemekde<br />

ma’zûrdur dese ve bu sözünü akl ve nakl ile isbâta kalkışarak dese ki: Allahü<br />

teâlâ, hiçbirşeyi yaratmadan önce, yapacağı şeyleri biliyordu. Bunlar, elbette<br />

meydâna gelecekdir. Yaratmıyacağı şeyleri de, biliyordu. Bunlar da, elbette meydâna<br />

gelmiyecekdir. İnsanlar bunları, hiç değişdiremez. Allahü teâlânın ezelî kelâmı<br />

olan Kur’ân-ı kerîmde haber verdiği şeyler de, ister istemez meydâna gelecekdir.<br />

Âlimlerimizin büyüklerinden, Fahreddîn-i Râzî “rahmetullahi teâlâ aleyh”<br />

de böyle söylüyor. Yasîn sûresindeki, (Onların îmân etmiyeceklerini ezelde söyledik)<br />

meâlindeki ve Müddessir sûresindeki, (Onu yalnız yaratdım, sonra çok<br />

mal, her işine hâzır yardımcı çocuklar ve yüksek rütbe ve mevkı’ verdim. Fekat o,<br />

bunları az görüp dahâ istedi ise de, artdırmadım. Çünki, benim Kur’ânıma ve Peygamberime<br />

inanmadı, inâd etdi. Sonra, onu Cehennemde (Sa’ûd) adındaki ateşden<br />

tepelere koyacağım), (Ebû Lehebin elleri kurusun! Sonra kurudu) meâlindeki<br />

âyet-i kerîmede Allahü teâlâ, bir kimsenin îmân etmiyeceğini haber veriyor. Bunlar<br />

îmân ederse, kelâm-ı ilâhînin yanlış olmasına sebeb olur. Bu ise, olamaz. O hâlde,<br />

bunlar îmân edemez. Bunun gibi, kâfirlerin îmân etmiyeceklerini biliyordu. Bunlar<br />

îmân ederse, İlm-i ilâhînin yanlış olması îcâb eder. Kâfirler îmâna gelemez. Demek<br />

ki, insanlarda ihtiyâr, irâde-i cüz’iyye kalmıyor.<br />

Günâh işliyen o âlim, Fahreddîn-i Râzînin bu sözlerini bitirdikden sonra dese<br />

ki: İnsan, bir işi yapmağı, yapmamakdan iyi görür ve yapar. Bu görüşü, tercîhi, insandan<br />

değildir. O hâlde insan, işi yapmağa mecbûrdur. Nitekim, Fahreddîn-i<br />

Râzî, Bekara sûresinin baş tarafındaki, (Allahü teâlâ, onların kalblerini mühürlemişdir!)<br />

meâlindeki âyet-i kerîmeden de, cebr lâzım gelir. Çünki, Allahü teâlâ,<br />

kalbde küfr arzûsunu yaratınca, insan kâfir olmağa mecbûr olur, dedi. Demek ki,<br />

insanın her hareketi, yaprakların sallanması, ayın, güneşin hareketi gibidir. Nitekim,<br />

onlar da, canlı imiş gibi hareket ediyor. İnsan da, ihtiyârı ile hareket ediyormuş<br />

gibi görünüp, mecbûrî hareket etmekdedir. Nitekim, Mûsâ “aleyhisselâm”,<br />

Âdem “aleyhisselâm”a dedi ki, (Allahü teâlâ seni, kendi kudreti ile yaratdı. Rûhundan<br />

sana verdi. Melekleri sana karşı secde etdirdi. Seni Cennete koydu. Sonra,<br />

insanlar senin yüzünden Cennetden çıkdı). Âdem “aleyhisselâm” cevâb verip,<br />

(Allahü teâlâ, seni Peygamber yapdı. Sana levhalar hâlinde Tevrât gönderip, herşeyi<br />

bildirdi. Tevrât bu levhalara ne zemân yazıldı) deyince: (Seni yaratmadan önce)<br />

dedi. Bunun üzerine, Âdem “aleyhisselâm” sorup, (Benim Cennetde hatâ<br />

edip çıkarılacağım Tevrâtda yazılı mı?) deyince, (Evet) dedi. Âdem “aleyhisselâm”<br />

da, (O hâlde ben, Allahü teâlânın, kitâbında yazdığını yapdım) diyerek, hak kazandığını<br />

bildiren hadîs-i şerîf de, sözümün doğru olduğunu gösteriyor dese, bu kimseyi<br />

günâh işlemesine bırakmak câiz olur mu? Yoksa bunu, i’tikâdından vaz geçirip,<br />

tevbe etmesi emr olunur mu?<br />

Cevâb: Bunu o hâlde bırakmamalıdır. Sözlerinden anlaşıldığı gibi, (İnsan günâh<br />

işlemeğe mecbûr ve kötülüklerinde ma’zûrdur. İbâdetlere sevâb, günâhlara azâb<br />

olmaz) diye inanıyorsa, zındıkdır. Hemen öldürülmesi lâzımdır. Eğer ibâdetlere<br />

sevâb, günâhlara azâb vardır amma, insan bunları yapmağa mecbûrdur. Herkes kazâ<br />

kader elinde esîrdir diye, günâhlarına üzülüyorsa, bu bozuk i’tikâdını düzelt-<br />

– 714 –


mesi emr olunur. Sözlerinin yanlış olduğu bildirilir ve doğrusu anlatılır. Cevâb şöyle<br />

verilir: Yapılacak günâhları, Allahü teâlâ, ezelde biliyordu. Fekat, insanın iyiliği,<br />

kötülüğü, Cennetlik, Cehennemlik olacağı, son nefesde belli olur. Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir kimse, bütün ömrünce Cehennem<br />

ateşine götürecek günâhlar yapar. Bu kimse, ömrünün son günlerinde, Cennete<br />

götürecek iyilikler yaparak, Cennete gider). Bu günâh işliyen âlim, bu hâl üzere<br />

yaşayıp ömrü bu hâlde temâmlanacağını Allahü teâlânın bildiğini nereden anladı<br />

ki kendini, son nefese kadar, günâh işlemeğe mecbûr sanıp, iyi olmakdan ümmîdsiz<br />

bulunuyor. Birçok inâdcı, azgın kâfirlerin, son günlerinde, îmâna geldiği çok<br />

görülmüşdür. Kendinin de, böyle düzeleceğine niçin ihtimâl vermiyor. Niçin iyiliğe<br />

dönmüyor? Ölünciye kadar günâh işliyeceği, kendisine bildirildi mi? Belli bir<br />

kâfirin ebedî kâfir kalıp kalmıyacağını Allahü teâlâ bilir. Bunun muhakkak kâfir<br />

kalacağını, Allahü teâlânın bildiğini kimse söyleyemez. Kur’ân-ı kerîmde haber verilen<br />

kâfirlerin, küfre mecbûr olmaları ve bunların îmâna çağrılmaları, ellerinden<br />

gelmiyen bir işi istemek demek olacağı da, yanlış sözdür. Çünki ilm, ma’lûma tâbi’dir.<br />

Allahü teâlâ, olacak şeyleri, olacağı için biliyor. Kur’ân-ı kerîmde haber verilen<br />

şeyler de, olacakları için bildiriliyor. Bir ressâmın, at resmi yapması, at o şeklde<br />

olduğu içindir. Yoksa, atın o şeklde olması, ressâm öyle yapdığı için değildir.<br />

Allahü teâlânın, ba’zı kimselerin îmâna gelmiyeceklerini bilmesi ve Kur’ân-ı kerîmde<br />

haber vermesi, onlar, kendi arzûları ile küfr üzere kalmağı niyyet edip, îmân<br />

etmek istemedikleri içindir. Yoksa, bunların kâfir olması, Allahü teâlânın bunları<br />

kâfir bildiği ve haber verdiği için değildir. Eğer Allahü teâlâ bildiği için, kâfir olmağa<br />

mecbûr kalınsaydı, Allahü teâlânın kendi yaratmasında da irâde, ihtiyâr sâhibi<br />

olmayıp, mecbûr olması lâzım gelirdi. Çünki, kendi yaratacaklarını da, ezelde<br />

biliyordu. O hâlde bunlar, kendi irâde ve ihtiyârları ile kâfir oluyor. Allahü teâlâ,<br />

ezelde bildiği için, haber verdiği için, kâfir olmağa mecbûr değildirler. Îmâna<br />

çağrılmaları da, olmıyacak şeyi istemek değildir. Kur’ân-ı kerîme topluca îmân etmek<br />

yetişir. Her yerine ayrı ayrı îmân etmek istenmiyor ki, Kur’ân-ı kerîmde yazılı<br />

kâfirlerin, kendi îmânsızlıklarına da, îmân etmeleri lâzım gelsin.<br />

İrâde ile yapılan işleri yapmak arzûsunu, Allahü teâlânın yaratması da, cebr olmaz.<br />

O arzûyu Allahü teâlâ yaratır ise de, insan kesb etmekdedir. Allahü teâlânın<br />

irâdesi, birşeyi yalnız yaratmağa veyâ yalnız yaratmamağa mahsûs olmayıp, her ikisine<br />

de şâmil olduğu gibi, insanın irâdesi de böyledir. İşi yapmağı da, yapmamağı<br />

da irâde edebiliriz. Ya’nî, yapmağı istediğimiz ânda, yapmamağı da istiyebiliriz.<br />

Bir işi yaparken, hiç kimse, bu işi yapmamak elimde değildi demez. Âdem ve Mûsâ<br />

aleyhimesselâmın konuşmaları cebr göstermez. Mûsâ “aleyhisselâm”, bu kadar<br />

ihsân sâhibinin emrine karşı, irâdeni kullanırken, neden dikkat etmedin demiş.<br />

Âdem “aleyhisselâm” da, işin yapılmasını irâde ve ihtiyâr edeceğimi, Allahü teâlânın<br />

ezelde bildiğini Tevrâtda okuduğun hâlde ve bu işden meydâna gelecek nice<br />

fâideleri bildiğin hâlde, beni ayblamak sana yakışmaz demişdir. Herşeyin doğrusunu<br />

Allahü teâlâ bilir. [Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî, ne güzel söylemişdir:<br />

(Kazâ ve kader, bir cebr-i mütehakkim değildir. Bir ilm-i mütekaddimdir.)]<br />

O can ki, dostunu bilmez, niçin talebde değil,<br />

eğer bilirse onu, ya niçin tarebde değil?<br />

Perde olursa nefs-i emmâre, ona her dem,<br />

niçin, mücâhede-i düşmen-i la’înde değil?<br />

Aceb değil mi ki dil, tenbel ola dilberden,<br />

niçin mütâlebe-i dilber-i acebde değil?<br />

Ne hâil oldu, gönül bedrine hüsûf erdi,<br />

niçin şemsin ziyâsını, bu meh, talebde değil?<br />

– 715 –


51 — İKİNCİ CİLD, 33. cü MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Muhammed Sâlih-i Gülâbîye yazılmış olup, sevgilinin her işi sevileceği,<br />

hattâ sevgilinin eziyyetleri, iyiliklerinden dahâ tatlı olduğu ve (Hamd)in,<br />

(Şükr)den dahâ üstün olduğu bildirilmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği kullarına selâm olsun!<br />

Kıymetli kardeşim, mevlânâ Muhammed Sâlih! Biliniz ki, sevilen, sevenin gözünde,<br />

hattâ aslında, her zemân ve her hâlinde sevgilidir. İncitirse de sevilir. İyilik<br />

ederse de sevilir. Sevmek ni’meti ile şereflenenlerin, sevmenin tadını alanların<br />

çoğu, sevgilinin iyiliklerine kavuşunca, sevgileri artar. Yâhud incitmesinde de,<br />

iyiliğinde de, sevgileri değişmez. Hâlbuki, sevenler içinde pek azı vardır ki, sevgilinin<br />

incitmesi, sevgilerini artdırır. Bu en kıymetli ni’mete kavuşmak için, sevgiliye<br />

hüsn-i zan etmek, iyimsemek lâzımdır. Hattâ, sevgili, bıçağını, sevenin buğazına<br />

dayasa ve her uzvunu parça parça etse, seven, bunun kendi için hayrlı olduğunu<br />

bilmeli, bunu büyük iyilik ve se’âdet görmelidir. İşte, böyle hüsn-i zan ele geçerse,<br />

sevgilinin hiçbir hareketi çirkin gelmez ve (Muhabbet-i zâtiyye) ile şereflenir.<br />

Arada hiçbir sıfat, hiçbir nisbet, hiçbir i’tibâr [kayd, bir bakımdan] olmaksızın,<br />

yalnız Zât-ı ilâhiyyeyi [kendisini] sevmek, Habîb-i Rabbil’âlemîne “sallallahü teâlâ<br />

aleyhi ve sellem” mahsûsdur. Böyle sevmekle şereflenenlere, sevgilinin verdiği<br />

elemler, iyiliklerinden dahâ çok lezzet verir ve ferâhlandırır. Sanıyorum ki, bu<br />

makâm, Rızâ makâmından dahâ üstündür. Çünki, Rızâ makâmında olan, sevgilinin<br />

yapdığı elemi çirkin görmez. Bu makâmda ise, elemden lezzet almakdadır. Mahbûbun<br />

cefâsı artdıkca, sevenin ferâhı ve sevinci artmakdadır. Bu ikisi birbirine benzer<br />

mi? Sevgili, sevenin gözünde, belki aslında, her zemân ve her hâlde, sevgili olduğu<br />

için, sevenin gözünde, belki aslında mahbûb olur. Her zemân ve her hareketinde<br />

medhedilir, hamd olunur. Seven, onun elemini de, ni’metini de, hep medh e-<br />

der. Bunun için, sâdık olan âşıkların, (Elhamdülillahi Rabbil’âlemîn alâ küll-i<br />

hâl) demeleri doğru olur. Sıkıntılı ve neş’eli zemânlarında hep hamd eden, hâmidlerden<br />

olur. Hamd etmenin, şükr etmekden dahâ kıymetli olmasının sebebi belki<br />

de budur. Çünki, şükr etmekde, sevgilinin ni’metleri göz önündedir ki, sıfatlarından,<br />

hattâ işlerinden meydâna gelmekdedir. Hamd ederken ise, sevgilinin hüsn-i<br />

cemâli, ya’nî kendisi göz önündedir. Ya’nî zâtı da, sıfatları da, işleri de, ni’metleri<br />

de, elem vermesi de, hep sevilmekde, medh olunmakdadır. Çünki, Allahü teâlânın<br />

verdiği elemler, ni’metleri gibi güzeldir. Görülüyor ki, hamd, senâ etmenin, övmenin<br />

en üstün şeklidir ve hüsn-i cemâli, en toplu olarak göstermekdedir. Sevinç<br />

hâlinde de, sıkıntı hâlinde de hamd edilmekdedir. Şükr ise, ni’met zemânlarında<br />

olup, devâmlı değildir. Ni’met kalmayınca, ihsân bitince, şükr de kalmaz.<br />

Süâl: Ba’zı mektûblarda, rızâ derecesinin, sevmekden ve sevgi derecesinden üstün<br />

olduğunu bildirmişdiniz. Şimdi ise, sevmek makâmının rızâ derecesinden üstün<br />

olduğunu söyliyorsunuz. Bu iki söz arasını bulmak nasıl olur?<br />

Cevâb: Şimdi bildirdiğimiz muhabbet makâmı, o mektûblarda, yazmış olduğumuz<br />

muhabbet makâmından başkadır. O sevgide, az da olsa, çok da olsa, başka bağlılıklar<br />

ve görüşler de vardır. O sevgiye de, her ne kadar, muhabbet-i zâtiyye diyorlar<br />

ve yalnız kendisini sevmekdir biliyorlar ise de, yalnız zâta, kendine sevgi değildir.<br />

Çünki, o sevgi makâmında bulunan bağlılıklardan başka şeyleri de görmekden<br />

kurtulamıyor. Bu makâmda ise, hiçbir bağlılık, hiçbir başka görüş yokdur. Ba’zı<br />

mektûblarda, Rızâ makâmının üstünde, ancak, Peygamberlerin sonuncusuna<br />

“aleyhi ve aleyhim ve alâ âli küllinissalâtü vesselâm” yol vardır. Başka kimse buradan<br />

ileri geçemez demişdik. Herşeyin doğrusunu, özünü, Allahü sübhânehu<br />

bilir.<br />

Şunu bilmelidir ki, herhangi birşeyin, zâhire [nefse, bedene] çirkin gelmesi, bâtının,<br />

kalbin beğenmemesi demek olmaz. Görünüşde acı olması hakîkatde tatlı ol-<br />

– 716 –


masına mâni’ olmaz. Çünki, olgun olan bir ârifin şeklini, görünüşünü, herkes gibi<br />

bırakmışlardır. İnsanlık sıfatlarını, ondan almamışlardır. Böylece, onun kemâlini,<br />

başkalarının gözünden örtmüşlerdir. Dünyânın, tecribe, imtihân yeri olmasını<br />

sağlamışlardır. Doğru yolda olan ile, yoldan çıkan, birbirine karışmakda,<br />

benzemekdedir. Kâmil olan ârifin, görünüşü ve şekli yanında, içi ve özü tıpkı bir<br />

insanın, üzerindeki elbisesine bağlılığı gibidir. İnsanın kıymeti yanında, elbisenin<br />

ne kıymeti vardır? Onun sûretinin, hakîkati yanındaki kıymeti de böyledir. Câhiller,<br />

ârifin sûretini, dağ gibi görür. Kendi hakîkatsiz, özsüz sûretleri, görünüşleri gibi<br />

sanır. Bunun için, bu büyükleri inkâr eder, inanmazlar. Bunlardan istifâde<br />

edemez, mahrûm kalırlar. Allahü teâlâ, doğru yolda gidenlere ve Muhammed Mustafânın<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” izine yapışanlara selâmet versin! Âmîn.<br />

[Yukarıdaki mektûb, Vehhâbîlere tam bir cevâb vermekdedir. (Feth-ul-mecîd)<br />

adındaki vehhâbî kitâbının birçok yerinde, meselâ beşyüzüçüncü sahîfesinde,<br />

(Peygamberden, hattâ her diriden istişfâ’ etmek, ya’nî düâ istemek câizdir. Ölüye<br />

de düâ edilir. Fekat ölüden düâ istemek yasak edilmişdir. Allahü teâlâ, (İşitemiyenden<br />

ve cevâb vermiyenden istemek şirk olur!) buyurdu. Ölüler ve uzakda<br />

olanlar işitmezler ve cevâb vermezler. Eshâbdan ve âlimlerden hiçbiri, Peygamberlerin<br />

“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” kabrine gelip birşey istemediler) diyor.<br />

Bu sözlerin yanlış ve iftirâ olduğu, ikinci kısmın onyedinci maddesinde uzun yazılıdır.<br />

(Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının, (Müslimâna nasîhat) kısmında da, misâller<br />

ve vesîkalar ile isbât edilmişdir. Eshâb-ı kirâmın hepsi, bütün Evliyâdan dahâ yüksek<br />

idi. Hepsi, zât-ı ilâhînin sevgisine kavuşmuşdu. Allahü teâlânın kazâ ve kaderinden<br />

râzı idiler. Başlarına gelen acı, sıkıntılı şeylerden de zevk alırlardı. Bunun<br />

için kendilerine sıkıntı veren şeylerden kurtulmak için, ölüden de, diriden de<br />

düâ, şefâ’at istemezlerdi. İbâdete, cihâda, çalışmağa mâni’ olacak hastalıkdan şifâ<br />

için düâ ederlerdi. Hazret-i Ömer, Osmân ve Alî ve Hasen, Hüseyn “radıyallahü<br />

anhüm” şehîd olurlarken, Allahü teâlânın bu takdîrinden zevk aldıkları için, Resûlullahın<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek rûhundan yardım istemediler. İsteselerdi,<br />

Resûlullah elbet işitir, düâ ile veyâ kendisi hemen kurtarırdı. Kabrde işitdiğini<br />

hadîs-i şerîfleri bildiriyor. Vefâtından sonraki mu’cizelerini de, Eshâb-ı kirâm<br />

haber veriyor.<br />

Allahü teâlâ, kullarına acıdığı zemân, Peygamberlerini “aleyhimüssalevâtü<br />

vetteslîmât” ve Evliyâsını tanımaları için ve bunlara inanarak, severek, saygı göstererek<br />

feyz almaları, se’âdete kavuşmaları için, mu’cize ve kerâmetler yaratdı. Eshâb<br />

ve Tâbi’în zemânlarında, kalbler temiz, parlak olduğu için, müslimânlar, Evliyâyı<br />

hemen anlıyor, feyz alıyorlardı. Kerâmet yaratılmasına lüzûm kalmıyordu.<br />

Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânından uzaklaşınca, bid’atler,<br />

fısk, fücûr artarak, zulmetleri kalbleri karartdı. Evliyâsını tanıtmak için, bol kerâmetler<br />

yaratdı. Ancak, kullar böylece gafletden uyanıp, Evliyâdan feyz alabildiler.<br />

Bir Velîde kerâmetin çok görülmesi, dahâ yüksek olduğunu bildirmez].<br />

Şunlar kim, burada, gönüller yapar,<br />

zekâtını verir, hem, fakîre bakar.<br />

Alışda-verişde sünnete uyar,<br />

İslâmiyyeti gözeten eller yanar mı?<br />

Hevâ ve hevesden kendini kurtaran,<br />

Allah korkusundan benzi sararan,<br />

Nemâzın dünyâda tadını alan,<br />

Secdeye bükülen beller yanar mı?<br />

– 717 –


52 — TEGANNÎ VE MÜZİK<br />

Güzel san’atların bir kolu denilen müzik, hisleri ve düşünceleri seslerle ve hareketlerle<br />

anlatmak san’atıdır. Müzik, düzenlenmiş ses ve hareketdir. Seslerin melodi,<br />

armoni ve polifoni gibi şekllerde düzenlenmesidir. İlâhî dinler ve bunların bozulması<br />

ile meydâna çıkan, eski Mısr, Çin ve Yunan inançları ve Buda, Berehmen<br />

kâfirleri, Cennetde müzik olduğunu bildirmekdedir. Hattâ müzik kelimesi, yunanlıların<br />

büyük putları olan Zeüs’ün kızları sayılan Mousa (Müz) denilen dokuz heykelin<br />

adından hâsıl olmakdadır. Müziğin bütün dinlerde büyük günâh olduğu,<br />

(Dürr-ül-müntekâ)da yazılıdır. İncîlin yasak etdiği müziği, sonradan papasların hıristiyan<br />

dînine sokdukları Zerkânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mevâhib-i ledünniyye)<br />

şerhi, beşinci cildinde uzun yazılıdır. Bozuk dinler, kalbleri ve rûhları<br />

besliyemediği için, müziğin, her nev’ çalgı sesinin nefslere hoş gelmesi, nefsleri beslemesi<br />

rûhânî te’sîr sanıldı. Bugünkü batı müziği, kilise müziğinden doğdu. Bugün<br />

yeryüzünü kaplıyan bozuk dinlerin hemen hepsinde, müzik, ibâdet hâlini almışdır.<br />

Müzik ile, her nev’ çalgı ile nefsler keyflenmekde, şehvânî, hayvânî arzûlar kuvvetlenmekdedir.<br />

Rûhun gıdâsı olan, kalbleri temizliyen ve nefsleri ezip, harâmlara<br />

olan arzûlarını yok eden, ilâhî ibâdetler unutulmakdadır. (Mekâtîb-i şerîfe)nin<br />

doksanıncı ve doksandokuzuncu mektûbları sonunda diyor ki, (Şarkı, tegannî<br />

çok dinleme. Simâ’ kalbi öldürür. Nifâk hâsıl olur). Doksanaltıncı mektûbda diyor<br />

ki, (Kalbde Allah sevgisini artdıran şi’rleri, çalgısız ve fâsıklar olmaksızın<br />

dinlemek câizdir). Müzik, her nev’ çalgı, insanları, alkolikler ve morfinmanlar gibi<br />

gaflet içinde, uyuşuk yaşatmakdadır. Böylece, nefsleri azdırarak, se’âdet-i ebediyyeden<br />

mahrûm kalmasına sebeb olmakdadır. İslâm dîni, insanları bu âfetden,<br />

bu sonsuz felâketden korumak için, müziği kısmlara ayırmış, zararlı olanlarını harâm<br />

kılmış, yasak etmişdir.<br />

Müziğin Cennetde de bulunduğunu ve orada nasıl olduğunu, dünyâda erkeklere<br />

de, kadınlara da harâm olan kısmlarını bildiren hadîs-i şerîflerden birkaçı,<br />

(Kurret-ül’uyûn) kitâbının son bâbında yazılıdır. Bu kitâb, 1302 [m. 1884] de İstanbulda<br />

basılan (Muhtasar-ı tezkire-i Kurtubî) kitâbının kenârlarında basılmışdır. Her<br />

iki kitâb, Hakîkat Kitâbevi tarafından 1421 [m. 2001] de yeniden tab’ edilmişdir.<br />

(Hadîka)da diyor ki, (Tâtârhâniyye) fetvâ kitâbında, (Başkalarını hicv eden ve<br />

fuhş, içki anlatan ve şehveti harekete getiren şi’rleri tegannî ile, ya’nî ses dalgaları<br />

ile okumak, her dinde harâmdır. Harâma sebeb olan şeyler de harâm olur) demekdedir.<br />

Böyle, kat’î harâm olana güzel okudun diyen kâfir olur. Zinâ, ribâ, riyâ<br />

ve şerâb içmek gibi harâmlar için de böyledir. Va’z, hikmet, nasîhat, güzel ahlâk<br />

bildiren şi’r ve ilâhîleri tegannî ile okumak câizdir. Devâmlı, böyle vakt geçirmek<br />

mekrûh olur. Tarîkatcıların, câmi’lerde, tekkelerde ilâhî, zikr, tesbîh okuyarak,<br />

nefslerin şehvetlerini tahrîk etmeleri, dahâ büyük harâmdır. Böyle olduğu kat’î<br />

olarak bilinen toplantılara gitmemelidir. Böyle yerler, ibâdet yeri olmakdan çıkmış,<br />

fısk meclisi olmuşdur. Fekat, iyi bilinmedikce, sû-i zan etmemelidir. Kur’ân-ı kerîmi,<br />

zikri, düâyı, ezânı, tegannî ile okumak, sözbirliği ile harâmdır. Tegannî,<br />

harfleri, kelimeleri değişdirmekde, ma’nâyı bozmakdadır. Bunları kasd ile, bile bile<br />

değişdirmek harâm olur. Hatâ ile, tegannî ile ve bilmiyerek bozulunca harâm olmaması,<br />

bozulup bozulmıyacak yerleri öğrenmeğe çalışanlar içindir. Bunun için,<br />

tecvîd öğrenmek lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmi, zikri ve ilâhîleri, ma’nâyı bozmıyacak<br />

güzel ses ile okumak, müstehabdır. Bu da, tecvîde göre okumakla olur. Bunun kalbe,<br />

rûha te’sîri çok olur. Güzel ses ile okumak demek, nağme yapmak, çene oynatmak<br />

değil, Allah korkusu ile okumakdır. Enbiyâ “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în”<br />

ve Evliyâ “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” böyle güzel sesle okurlardı.<br />

Fâsıklar [kötü kimseler] ve Ehl-i kitâb gibi tegannî yaparak hazîn okumak ve<br />

bunu dinlemek hadîs-i şerîf ile men’ olundu. Elhân ile, ya’nî mûsikîye uyarak tecvîdi<br />

bozmak bid’at ve dinlemesi de büyük günâhdır.<br />

– 718 –


Tegannî, müzik üzerinde tâm bilgi edinmek için, Gazâlînin (Kimyâ-ı se’âdet) kitâbı,<br />

birinci rükn, sekizinci aslını terceme etmek, uygun görüldü. (Ahlâk-ı alâ’î) yüzseksenikinci<br />

sahîfesinde ve Zehebînin (Et-tıbbün-nebevî) kitâbının sonunda da tegannî<br />

için güzel ve geniş bilgi vardır. İmâm-ı Gazâlî buyuruyor ki:<br />

İnsanların yüreğinde kalb veyâ gönül denilen bir kuvvet vardır. Çelik, taşa<br />

sürtülünce ateş çıkdığı, [cam veyâ bakelit çubuk, yün parçasına sürtülünce, çubuk<br />

ucunda elektrik hâsıl olup, kâğıd parçalarını çekdiği] gibi, güzel ve âhenkli ses işitmek<br />

de, gönül denilen bu gizli kuvveti harekete getirir. Güzel ses, insanın elinde<br />

olmıyarak, kalbine te’sîr eder. Çünki, kalbin ve rûhun, Arşın üstündeki (Âlem-i<br />

ervâh) ile bağlılığı vardır. Maddesiz, ölçüsüz olan o âlem, hüsn-i cemâl, güzellik<br />

âlemidir. Güzelliğin temeli ise (tenâsüb, uygun, düzgün) olmakdır. Bu dünyâdaki<br />

bütün güzellikler, o âlemin güzelliğinden gelmekdedir. Güzel, düzgün, âhenkli<br />

sesler de, o âleme benzemekdedir. İslâmiyyete uyanların kalbi temiz olur. Kuvvetli<br />

olur. Böyle kalblerin (Âlem-i emr) ile bağlılıkları kuvvetlidir. Bunlara müzik<br />

te’sîr edip, harekete getirir. Böyle olan kalb, bir şeye tutulmuş ise, meşgûl olduğu<br />

şeyi harekete getirir. Rüzgârın ateşi tutuşdurmasına benzer. Kalbde, Allah<br />

sevgisi varsa, güzel ses, bu sevgiyi artdırır. Fâideli olur. Bir kimse islâmiyyete uymaz,<br />

Allahü teâlânın düşmanı olan nefsine uyarsa, kalbi bozulur. Çalgı dinlemek<br />

ve her günâhı işlemek nefsi kuvvetlendirir. Sâlim, temiz kalb müzikden zevk<br />

alamaz. Müzik nefsi kuvvetlendirip, harekete getirip zararlı olur. Kalbde Allah sevgisi<br />

olabileceğini anlamıyanlar, her güzel sese harâm der. Bunlar, insan kendi<br />

cinsini sevebilir. İnsanın kalbi, kendi cinsinden başka şeye bağlanamaz diyerek, Allah<br />

sevgisine inanmıyor. İslâmiyyet, Allah sevgisini emr ediyor denince, bundan<br />

maksad, emrlerini seve seve yapmakdır diyorlar. Güzel ses, kalbe, dışardan birşey<br />

getirmez. Sağlam kalbdeki halâl olan bağı harekete getirir. Hasta olmıyan kalbin<br />

tegannî dinlemesi halâl olur. Kalbde bir bağlılık yoksa, güzel sesden lezzet alması,<br />

kuş sesi dinlemek, yeşillik, akar su, çiçekler seyr etmek gibi olur. Bunları seyr,<br />

göze lezzet verdiği gibi, güzel koku, burna hoş geldiği gibi, lezzetli yemek ağza tatlı<br />

geldiği gibi ve lise bilgileri, fennî buluşlar, akla hoş geldiği gibi, güzel ses de, kulağa<br />

lezzet vermekde olup, onlar gibi mubâh olur.<br />

Kalbi hasta olanın ya’nî Allahdan başka birşeye bağlı olanın, ya’nî sevenin<br />

nefsi azar. Meselâ, yabancı bir kızı veyâ oğlanı ister. Çalgı, müzik dinlediği zemân,<br />

nefsinde onlara kavuşmak arzûsu artar. Kalbi bu yola hareket etdirir. Bunlarla buluşması<br />

harâm olduğundan, her çeşid çalgıyı dinlemesi de, harâma sebeb olur.<br />

Kalbi hasta olmıyan, ya’nî kalbinde yalnız Allah sevgisi bulunan kimse, kız, aşk,<br />

şehvet anlatan sesleri işitince, kalbi bunlardan zevk almaz. Sıkılır. Kalb hasta<br />

ise, bunlardan nefs zevk alıp, kalbi bu yola hareket etdirir. Böyle kimselerin müzik<br />

dinlemeleri harâm olur. Erkek ve kız, bütün gençler böyledir. İslâmiyyetin, sönmesini<br />

emr etdiği nefs ateşini tutuşduran herşey harâmdır. Hasta olmıyan kalbin,<br />

halâl şeylere olan sevgisini, bağını artdıran ve nefsi za’îfleten sesleri dinlemek de,<br />

ba’zı şartlarla mubâh olur.<br />

Hacca gidecek olanın Kâ’be, hac, Mekke, Medîne şarkılarını dinlemesi, askerlerin<br />

harb, kahramanlık şarkılarını dinlemesi mubâh, hattâ sevâb olur.<br />

(Mevâhib-i ledünniyye)de diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

Mekkeye girdiği zemân, önünde İbni Revâha beytler okuyarak gidiyordu. Ömer<br />

“radıyallahü anh” bunu görünce, Resûlullahın önünde şi’r okunur mu? diyerek darıldı.<br />

Resûlullah da, Bırak yâ Ömer. Mâni’ olma! Bu beytler kâfirlere, ok atmakdan<br />

dahâ çok te’sîrlidir buyurdu). Buradan anlaşılıyor ki, nefsi azdıran şi’rleri okumak<br />

câiz olmayıp, harbde kâfirlere zarar verici, onları üzücü şi’rleri okumak câizdir.<br />

Günâhları, kusûrları, azâbları anlatan kasîdeleri, ilâhîleri dinliyerek, üzülmek,<br />

tevbeye sebeb olmak sevâbdır. Fekat, ölüme, kazâ kadere karşı üzülmeğe sebeb<br />

– 719 –


olan ilâhîleri, kasîdeleri dinleyerek üzülmek harâm olur. [Bunun için, mevlidlerde<br />

vefât bahsini okumamalıdır.]<br />

Düğün, ziyâfet, sünnet, bayram, sefer dönüşü gibi sevinmesi lâzım olan yerlerde<br />

halâl olan ses ile neş’elenmek mubâhdır. Bu sesler, nefse değil, kalbe kuvvet verir.<br />

Kalbi kararmış olanların, kalbimde Allah sevgisi var diyerek ses, ilâhî dinlemeleri<br />

insanı ekseriyâ aldatır. Kalbin temiz, kuvvetli olup, nefsi ezmiş olduğunu,<br />

yâhud kalb hasta olup, nefsin azmış olduğunu ancak Veliyyi kâmiller “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma’în” anlar. [Bunun içindir ki, imâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”,<br />

ikiyüzaltmışaltıncı [266] mektûbunda, gençlerin toplanarak kasîde, ilâhî, mevlid<br />

okumalarını uygun görmemişdir.] Kalbinde hâller hâsıl olmıyan, hâsıl olsa<br />

da, nefsi şehvetden temâm kesilmemiş olan tesavvuf yolcularına güzel ses, nağme,<br />

fâideden ziyâde zarar verir. (Kimyâ-yı se’âdet)den terceme temâm oldu.<br />

(Reşehât)da, Sa’düddîn-i Kâşgarî, hâce Muhammed Pârisâ “kuddise sirrühümâ”dan<br />

işiterek buyuruyor ki, (İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaşdıran perdelerin en<br />

zararlısı, kalbin kararması, hasta olması, ya’nî dünyâ sevgisinin kalbe yerleşmesidir.<br />

Bu sevgi, kötü arkadaşlardan ve lüzûmsuz şeyler seyr etmekden hâsıl olur. Çok<br />

uğraşarak, bunları kalbden çıkarmalıdır. Fâidesiz kitâb, [roman, gazete, mecmû’a,<br />

hikâyeler] okumak, lüzûmsuz şeyler konuşmak, bu sevgiyi artdırır. Kadın ve<br />

kadın resmleri, [resmli mecmû’a, filmler, televizyon] seyr etmek, şarkı, çalgı, [kadın<br />

sesleri] dinlemek, bu sevgiyi kalbde yerleşdirir. Bunların hepsi, insanı Allahü<br />

teâlâdan uzaklaşdırır. Kalbin hasta olması, Allahü teâlâyı unutmasıdır. Birinci kısmda,<br />

46. cı maddenin sonuna bakınız! Allahü teâlâya kavuşmak istiyenlerin, bunlardan<br />

sakınması, nefsi kuvvetlendiren, azdıran herşeyden ictinâb etmesi lâzımdır. Allahü<br />

teâlânın âdeti şöyledir ki, kalbi temizlemeğe ve nefsi ezmeğe çalışmıyanlara,<br />

zevklerini, şehvetlerini bırakmıyanlara bu ni’meti ihsân etmez). [Kalb, muhabbet<br />

yeri, sevgi yeridir. Aşk, muhabbet bulunmıyan kalb ölmüş demekdir. Kalbde, yâ<br />

dünyâ sevgisi, yâhud Allah sevgisi bulunur. Burada dünyâ demek, harâm olan şeyler<br />

demekdir. Zikr, ibâdet yaparak, kalbden dünyâ sevgisi çıkarılınca, kalb temiz<br />

olur. Bu temiz kalbe, Allah sevgisi, kendiliğinden dolar. Günâh işleyince, kalb kararır,<br />

hasta olur. Dünyâ muhabbeti yerleşerek, Allah sevgisi gider. Kalbin bu hâli,<br />

bir şişeye benzer. Su doldurunca, havası çıkar. Suyu boşaltınca, hava kendiliğinden<br />

dolar.]<br />

Tesavvuf büyüklerinden Mahmûd-i İncirfagnevî “rahmetullahi teâlâ aleyh”<br />

buyuruyor ki, (Zikr-i alâniyye, ya’nî yüksek sesle zikr yapabilmek için, kalbinde<br />

yalan ve gıybet bulunmamak, buğazından harâm ve şübheli şey geçmemiş olmak,<br />

gönlü riyâdan ve süm’adan ve sırrı hazret-i Hakdan başka şeylere teveccühden pâk<br />

olmak lâzımdır). İşte, tegannî, simâ’ yalnız böyle kimselere fâideli olur. Fıkh<br />

âlimleri de, tegannînin, böyle olmıyanlar için ve çalgının herkes için, harâm olduğunu<br />

bildirmişlerdir. Beyt tercemesi:<br />

Sevgilimle geziyorduk el-ele,<br />

Haberim yok, bakmışım bir çiçeğe.<br />

Utanmadın mı dedi ve ekledi:<br />

Ben varken nasıl bakıyorsun güle?<br />

Bu beyt, tesavvufcuların, takvâ ehlinin hâlini göstermekdedir.<br />

Tegannînin mubâh olduğunu bildirdiğimiz yerde, beş şartı gözetmek lâzımdır:<br />

1 — Kadın, kız veyâ parlak oğlan sesini, yanında kendilerini görerek dinlemek,<br />

mahremleri olmıyan [yabancı] erkeklere harâmdır. Bunları görünce, temiz kalb sıkılır,<br />

kararır, hasta olur, za’îfler. Nefs zevk alır, kuvvetlenir, azar. Şeytân, nefsin,<br />

hareketine yardım eder. Nefs, kötü isteklerini, harâmları, kalbe yapdırır. Çünki,<br />

bütün a’zâlar kalbin emri ile hareket etmekdedir. Güzel olmıyan oğlanın sesi câiz<br />

ise de, çirkin kızın da sesini, yanında dinlemek harâmdır. Kızların, kadınların mev-<br />

– 720 –


lid, ilâhî gibi okuması câiz olan seslerini, kendilerini görmeden [Meselâ gramofondan,<br />

radyodan] yabancı erkeklerin dinlemesi, oğlanın yüzüne bakmak gibidir.<br />

Ya’nî, düşünceye göre, halâl veyâ harâm olup, mevlidi dinlemesi câiz, sesini dinlemesi<br />

harâm olur. Şübheli şeyden kaçınmalıdır.<br />

(Hadîka)da diyor ki, zarûret olmadan, erkeğin [yabancı kadın], kız ile konuşması<br />

harâmdır. Alış veriş gibi işlerde, zarûret mikdârı konuşmak câiz olur.<br />

2 — Ses dinlerken, ud, keman, ney, saz, kaval gibi hiçbir çalgı çalmamalıdır.<br />

Keyf için, eğlence için, her çalgıyı çalmak ve dinlemek harâmdır. Çalgı, içki içenlerin<br />

âdetidir. İçki ise, nefsi kuvvetlendirir. Kalbi za’îfletir. Yalnız muhârebede,<br />

askerin moralini kuvvetlendirmek için, bando, muzika çalmak ve bunlara sulh zemânında<br />

da hâzırlanmak ve düğünlerde davul, def çalmak, her müslimâna câizdir.<br />

[Siyâsî toplantılar da, harb sâhası demekdir.]<br />

Çalgı âletlerinin, kendileri harâm değildir. Bunları çalmak ve dinlemek harâmdır.<br />

3 — Güzel sesle fuhş, kadın, içki anlatan şi’rleri okumamalı ve bunları dinlememelidir.<br />

Müslimânı, din âlimlerini kötüliyen sesleri de dinlemek harâmdır.<br />

4 — Dinleyiciler arasında parlak oğlan, yabancı kadın bulunmamalıdır. Fısk,<br />

fuhş, livâta ve zinâ, nefsin istekleri, şehvetleridir. Nefsin kötü arzûlarına [ya’nî şehvete]<br />

aşk, muhabbet adı takmamalıdır. Aşk, muhabbet kalbde olur ve kıymetlidir.<br />

5 — Kalbinde mahlûk sevgisi, nefsinde şehvet hissi olmıyanların, zevk için, güzel<br />

ses dinlemeleri câiz ise de, devâmlı olmamalıdır. Ba’zı mubâhları, sık sık işlemek,<br />

lehv, la’b ve abes olur. Boş yere zemân öldürmek olur. Bunlar ise harâmdır.<br />

[Zâhir bilgilerinde derin âlim ve bâtın ma’rifetlerinde ârif ve kâmil olan Mazher-i<br />

Cân-ı Cânân “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Simâ’ ya’nî kasîde,<br />

ilâhî, mevlid dinlemek, hasta olmıyan kalbe rikkat verir, yumuşatır. Yumuşak kalbli<br />

müslimâna Allahü teâlâ merhamet eder. Allahü teâlânın merhametine sebeb olan<br />

şey niçin harâm olsun? Çalgıların, harâm olduğu sözbirliği ile bildirilmişdir. Yalnız,<br />

düğünlerde def [davul] çalmak mubâh ve ney çalmak mekrûh denildi. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, yolda giderken ney sesi işitdi. Mubârek kulaklarını<br />

kapadı. Yanında olan, Abdüllah bin Ömerin de kapamasını emr buyurmadı.<br />

Demek ki, işitmemek takvâdır, azîmetdir. Simâ’ için, âlimler arasında ihtilâf vardır.<br />

Câiz diyenler de, değil diyenler de oldu. [Fekat, çalgı çalmanın harâm olduğu,<br />

icmâ’ ile, sözbirliği ile bildirildi.] İhtilâf edilmiş olan birşeyi yapmamak dahâ<br />

iyidir. Takvâ ehli, bunun için, yüksek sesle zikr etmemiş, sessiz zikri âdet edinmişlerdir.)<br />

Mazher-i Cân-ı Cânânın bu sözleri, (Makâmât-ı Mazheriyye)de yazılıdır.]<br />

(Dürr-ül me’ârif)in dördüncü sahîfesinde diyor ki, (Simâ’ ancak, Allahü teâlâya<br />

müteveccih olanlara câizdir. Herşeyi Allahü teâlâdan bilirler. İhtiyârî olmıyan<br />

raksa (Vecd) denir. İrâdî ve ihtiyârî olarak raks etmeğe, (Tevâcüd) denir. Nizâmüddîn-i<br />

Evliyâ hazretlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” meclisinde, Simâ’ vardı, fekat<br />

çalgı yokdu. Kadın ve oğlan da yokdu. El şaklatmak bile yokdu. Âletsiz, çalgısız<br />

olan sese (Simâ’) [ya’nî (Tegannî)] denir. Âlet ile, çalgı ile birlikde olan insan<br />

sesine (Gınâ) [ya’nî (Müzik)] denir. Gınânın harâm olduğunu bütün âlimler<br />

sözbirliği ile bildirmişlerdir. İsrâ sûresinin altmışdördüncü âyetinin, gınâyı harâm<br />

etdiğini bildiren âlimler vardır. (İlk tegannî eden şeytândır) ve (Gınâ, kalbde nifâk<br />

hâsıl eder) hadîs-i şerîfleri de gınânın harâm olduğunu göstermekdedirler. Âlimler,<br />

simâ’ın harâm olmasında ihtilâf etdi. Gınânın harâm olduğunda ihtilâf yokdur.<br />

Kadın ve oğlan sesi gınâya dâhildir. Simâ’a halâl diyen âlimler de, buna şartlar bildirdiler.<br />

Bu şartlar bulunmıyan simâ’ da sözbirliği ile harâm olur.) (Dürr-ülme’ârif)den<br />

yapılan bu terceme de gösteriyor ki, islâmiyyetde müzik, çalgı yokdur.<br />

Son zemânlarda işitilen (Tesavvuf müziği) sözünün islâmiyyetde yeri olmadığı an-<br />

– 721 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:46


laşılıyor. Harâma halâl diyenin kâfir olacağı bildirildi. Bunun için, harâmı ibâdete<br />

karışdıranın, hem kâfir olacağı, hem de islâmiyyeti yıkmak, bozmak için uğraşan<br />

zındık olacağı hâtıra gelmekdedir. Kur’ân-ı kerîmi, tekbîrleri ve ilâhîleri çalgı<br />

ile, ney çalarak okumak, bunun için tehlükeli bid’atdir. Kur’ân-ı kerîmi güzel<br />

ses ile, tecvîd ile okumalıdır. Tegannî ile, kelimeleri değişdirip nağmeye uydurarak<br />

okumak harâmdır.<br />

Genç hâfızların, genç kadınlar, kızlar arasında, Kur’ân-ı kerîm, mevlid, ilâhî okuması<br />

da gınâ olur. Harâm olur. Bir kimse, bir yere şehvet ile bakarsa, kalbi de oraya<br />

takılıp lekelenir, hastalanır. Kalb hastalanınca, nefs kuvvet bulur, azar.<br />

Kalbinde yalnız Allah sevgisi olanların güzel ses dinlemesi câiz olup, yukarıda<br />

yazılı şartlara uygun olarak, oturup okurlar dedik ise de, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü<br />

teâlâ anhüm ecma’în” ve Tâbi’în-i ızâm “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”<br />

böyle yapmadı. Bid’at olduğu meydândadır. Fâidesi olduğundan câiz dedik.<br />

(Siyerül-aktâb)da, Hasen Basrî buyuruyor ki, (Allah sevgisi ile, simâ’ dinleyen,<br />

Sıddîk olur. Nefse tâbi’ olarak dinleyen, zındık olur).<br />

Kur’ân-ı kerîmi radyo ile ve ho-parlör ile okurken, çok def’a, harflere mahsûs<br />

ses, ya’nî ağızdaki mahrecleri değişip ma’nâ bozuluyor. Kur’ân-ı kerîm, bayağı,<br />

ma’nâsız, ses dalgaları hâlini alıp ibâdet değil, bir şarkıcının nağmeleri gibi, hissî<br />

bir zevk vâsıtası oluyor. Bundan başka, (Redd-ül-muhtâr), (Mecma’ul-enhür) ve<br />

(Dürr-ül-müntekâ)da ve Elmalılı Hamdi efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh”<br />

tefsîrinin üçüncü cildinin, 2361. ci sahîfesinde diyor ki, (Kur’ân-ı kerîm okumak<br />

demek, Kur’ân okuduğunu anlıyacak kadar aklı başında olan insanın okuması demekdir).<br />

Câ’miler, nemâz kılmak için yapılmışdır. Vâ’ız ve hâfızların sesi, radyolarla,<br />

ho-parlörlerle, her tarafa yayılınca, câmi’ içinde, nemâz kılacak yer bulunmıyor.<br />

Nemâz kılanlar şaşırıyor. (İbni Âbidîn)de, imâmın, yüksek sesle okuması<br />

vâcib olan yerde, başkalarını râhatsız edecek kadar bağırması günâh olduğu yazılıdır.<br />

Ho-parlörle okuyanlar, bu bakımdan da günâha giriyorlar.<br />

İbni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fetâvâ-yı kübrâ)sında, gusl abdesti<br />

başında buyuruyor ki, (Câmi’de Kur’ân-ı kerîm okumak büyük kurbetdir.<br />

Yüksek sesle okuyup, nemâz kılanları şaşırtan çocukları susdurmak lâzımdır. Hocaları<br />

susdurmazsa, yetkililer çocukları da, hocalarını da câmi’den çıkarmalıdır).<br />

[Süâl: Ezân, ho-parlörle okununca, uzaklardan da işitiliyor. Mü’minler ezân sesi<br />

duyuyor. Ho-parlör fâideli oluyor denirse:<br />

Cevâb: Ezân sesinin uzaklardan işitilmesi lâzım olsaydı, bu sözün bir kıymeti<br />

olurdu. Ezânın, insan sesinden fazla sesle okunması lâzım olsaydı, Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, bunun çâresini emr ederdi. Çünki, dinde lâzım olan<br />

herşeyi bildirmesi, yapdırması vazîfesi idi. Nemâz vaktlerinin geldiğini, hıristiyanlar<br />

gibi çan çalarak veyâ yehûdîler gibi boru ötdürerek uzaklara duyuralım diyenler<br />

oldu. Kabûl etmedi. (Biz böyle yapmayız. Yüksek yere çıkıp ezân okuyunuz!)<br />

buyurdu. Böylece, insan sesinin varamıyacağı yerlere tek bir ezân sesinin ulaşdırılmasına<br />

lüzûm olmadığı anlaşıldı. İbâdetlerde değişiklik yapmanın (Bid’at) olduğunu,<br />

büyük günâh olduğunu biliyoruz. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

kabûl etmediği, red etdiği birşeyi ibâdete karışdırmak ise, bid’atden dahâ büyük,<br />

ondan dahâ çirkin günâh olur. Birinci kısmda, otuzdördüncü maddede, ondokuzuncu<br />

mektûbda, (Bid’atler nûrlu parlak, fâideli görünseler de, hepsinden kaçınmak<br />

lâzımdır. Hiçbir bid’atde fâide yokdur) diyor. (Mektûbât Tercemesi)nde,<br />

yüzseksenaltıncı mektûbda diyor ki, (Bugün kalbler kararmış olduğundan, ba’zı<br />

bid’atler, güzel görülürse, kıyâmet günü, kalbler uyandıkları zemân, bid’atlerin hepsinin<br />

zararlı oldukları anlaşılacakdır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”,<br />

(Dîninizde yapılan her yenilik zararlıdır. Bunları atınız!) buyurdu) diyor. Allahü<br />

teâlâ, Bekara sûresinin ikiyüzonaltıncı âyetinde meâlen, (Ba’zı şeyleri sever, fâideli<br />

dersiniz. Hâlbuki o şeyler size zararlıdır) buyurdu. Görülüyor ki, ho-parlör-<br />

– 722 –


le ezân okumak bid’atini savunmak, bir müslimâna yakışacak şey değildir. Bundan<br />

başka, (Dürr-ül-muhtâr) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” yemîn kısmında, nezri<br />

anlatırken buyuruyor ki, (Her beldede, her mahallede mescid yapmak, hükûmet<br />

üzerine vâcibdir. Beyt-ül-mâl parasından yapdırılması lâzımdır. Hükûmet yapdırmazsa,<br />

müslimânların yapdırması vâcib olur). Birinci cild, dörtyüzsekseninci sahîfede<br />

diyor ki, (Ezân okunurken, câmi’den çıkmak harâmdır. Fekat, kendi mahallesindeki<br />

câmi’ cemâ’ati ile kılmak için çıkmak câizdir. Çünki, mahallesindeki câmi’de<br />

kılmak vâcibdir). Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, her mahallede mescid<br />

bulunması, mahalle mescidlerinin hepsinde ezân okunması, herkesin kendi mahallesi<br />

veyâ çarşısı câmi’inde okunan ezânı işitip, buradaki cemâ’ate gitmesi emr<br />

edilmişdir. Her mahallede câmi’ bulunacak, hepsinde ezân okunacak, herkes ezân<br />

sesi duyacakdır. Ho-parlörle uzaklara duyurmağa lüzûm yokdur. Şimdi, ezânı<br />

ho-parlör ile okuyorlar. Ho-parlör sesleri birbirine karışarak, ezân oyuncak hâlini<br />

alır. Görülüyor ki, ho-parlörle okumak, lüzûmsuz ve zararlı olmakdadır. İslâmiyyetin<br />

emrine uyarak her müezzin minâreye çıkıp, sünnete uygun ezân okuyunca,<br />

herkes kendine yakın ezânı çok iyi işitir. Uzaklardan ho-parlör sesini duymağa<br />

lüzûm olmaz. Ezânı ho-parlörle okuyarak, sesin uzaklardan işitilmesini istemek,<br />

ezânın bir yerde okunmasını, her câmi’de okunmamasını istemek demekdir.<br />

Beyhekînin bildirdiği ve (Künûz-üd-dekâık)da yazılı hadîs-i şerîfde, Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâbına “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hitâb<br />

ederek buyurdu ki, (Sizden sonra, bir zemân gelecekdir. O zemânda bulunan<br />

müslimânların en sefîlleri, en aşağıları, müezzinlerdir). Bu hadîs-i şerîf, tegannî<br />

ederek ve sünnete uymıyarak okuyan ve ibâdetlere bid’atler karışdıran kimselerin<br />

zuhûr edeceklerini haber vermekdedir. Allahü teâlâ, müezzin kardeşlerimizi,<br />

bu hadîs-i şerîfde kötülenen müezzinler gibi olmakdan muhâfaza buyursun!<br />

Âmîn.<br />

Zemânımızda, minâresine çıkılıp sünnete uygun ezân okunan bir câmi’ görünmez<br />

oldu. Minârede okumamak şehrlere de, köylere de yayıldı. Çok şükr, Diyânet<br />

işleri başkanlığı, müftîliklere gönderdiği 1.12.1981 târîh ve 19 numaralı ta’mîmi<br />

ile, müezzinlerin minâreye çıkarak ezân okumalarını mecbûrî hâle getirmişdir.<br />

Ezân okuyanın müslimân, âkıl ve sâlih olduğunun bilinmesi lâzımdır. Bunun için<br />

teypden ve radyodan okunan ezân sahîh olmaz. Minâreye çıkıp ho-parlörle okumak<br />

da, sünnete uygun değildir. Birinci kısmda, 61. maddenin sonuna bakınız! İbâdet<br />

ile âdeti ayırd etmek lâzımdır. İbâdet olmayan şeylerde, radyo, ho-parlör<br />

kullanılır. İslâmiyyet, buna birşey demez. Fekat, ibâdetlerde ufak değişiklik yapan<br />

mezhebsiz olur.<br />

Bütün fıkh kitâblarında, meselâ fârisî (Tergîbüssalât) kitâbında diyor ki, (Abdestsiz<br />

ve cünüb ve serhoş olanın ve fâsıkın ve çocuğun ve kadının ve mecnûnun ezân<br />

okumaları mekrûhdur. Serhoş, cünüb ve mecnûnun okudukları ezânı tekrâr okumak<br />

lâzım olduğu, sözbirliği ile bildirildi. Kâfir, nemâz vaktinde ezân okursa, müslimân<br />

olduğu anlaşılır. Çünki ezân, müslimânlığın şi’ârıdır, alâmetidir). Ezânı,<br />

ma’nâsını bilerek, inanarak ve severek okumak müslimân olmanın alâmetidir. Büyük<br />

günâh işliyene (Fâsık) [kötü kimse] denir. İçki içen, kumar oynıyan, kadınlarla,<br />

kızlarla arkadaşlık eden, her gün beş vakt nemâz kılmıyan, (Fâsık) olur. Kadınların<br />

ezân, Kur’ân, mevlid, ilâhî okuyarak seslerini erkeklere duyurmaları harâmdır.<br />

Hoparlör, radyo ve televizyon ile duyurmaları mekrûh olur. Bu âletlerin harâm<br />

sesler için kullanılmaları âdet olan yerlerde, (âlet-i lehv) eğlence âletleri olurlar. Bunlarla<br />

ibâdet yapmak, meselâ hoparlörle ezân okumak, fâsıkın okuması gibi, câiz olmaz.<br />

Fısk yapanlar gibi ezân okumanın harâm olduğu (Dürer)de yazılıdır.<br />

Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsının değişerek, küfre sebeb olmasının misâlleri çokdur.<br />

Burada birini bildirelim: Yasîn-i şerîf sûresinde seksenbirinci âyet-i kerîmenin sonunun<br />

meâli, (Onun yaratdıkları pek çokdur. O, herşeyi bilir)dir. Hâlbuki, bu âyet-i<br />

– 723 –


kerîme radyoda, ho-parlörde söylenirken ve lâtin harfleri ile okunurken, ma’nâsı<br />

bozularak, (O berberdir, herşeyi bilicidir), şeklini aldığı vâkı’ oluyor ki, okuyan<br />

ve dinleyip beğenen kâfir olur. Lâtin harfleri ile, bir dürlü yazılan, bir dürlü okunan<br />

(Hallâk) kelimesi, islâm harfleri ile yazılması ve okunması, farklı iki başka kelime<br />

olup, biri yaratıcı, öteki ise, berber demekdir. Arabîde üç (Z) harfi vardır. Bir<br />

kalın (Zı), ikinci ince okunan (Ze), üçüncüsü (Zâl)dır. Bunların üçü ayrı ayrı<br />

söylenir. İbni Âbidîn üçyüzotuzikinci sahîfede diyor ki, (Rükü’ tesbîhinde (Zı) ile<br />

(azîm) denir ki, Rabbim büyükdür demekdir. Eğer ince (Ze) ile (azîm) denilirse,<br />

Rabbim benim düşmanımdır demek olur ve nemâz bozulur). Kur’ân-ı kerîmi lâtin<br />

harfi ile öğrenip okuyan, bu üç harfi ayıramıyacağı için nemâzı sahîh olmaz.<br />

Kur’ân-ı kerîmi lâtin harfleri ile yazmak câiz olmadığı İbni Hacerin “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” (Fetâvâ-yı kübrâ)sının Necâset bahsinde ve Libyada (Câmi’at-ülislâmiyye)nin<br />

çıkardığı (El-hedy-ül-islâmî) kitâbının [m. 1966] baskısında altmışikinci<br />

[62] sahîfesindeki fetvâda yazılıdır. Hindistânda bulunan yüzlerce Ehl-i sünnet<br />

medresesinin büyüklerinden olan Keralada (Bâkıyâtüs-sâlihât) medresesi<br />

müderrislerinin neşr etdiği (El-muallim) aylık mecmû’asının 1406 [m. 1985] târîhli<br />

nüshasındaki fetvâda da uzun yazılıdır. İstanbulda (Hakîkat Kitâbevi)nin çıkardığı<br />

(El-edillet-ül-kavâtı’) hutbe kitâbında bu fetvânın bir sûreti mevcûddur.<br />

Radyodan ve ho-parlörden çıkan sesler, şimdi Hıristiyanların ve Yehûdîlerin ellerinde<br />

bulunan, İncîl ve Tevrâtlar gibi, Allah kelâmı değildir. Allahü teâlâ tarafından<br />

nesh edilmiş ve kullar tarafından değişdirilmiş olan mukaddes kitâblara hakâret<br />

etmek, alay etmek ve bunları okumak, dinlemek câiz olmadığı (Hadîka) kitâbının<br />

yüzonbeşinci sahîfesinde yazılıdır. Bunun için meyhânelerde, oyun yerlerinde,<br />

günâh işlenen topluluklarda, radyo ile Kur’ân-ı kerîm ve mevlid dinleyerek<br />

keyflenmek küfr olur ve küfre sebeb olan da, kâfir olur.<br />

Radyoda, Kur’ân-ı kerîmi ve mevlidi hurmetle dinliyenler, hâfızın nağmeleri ile<br />

ağlayanlar olur. Güzel ses, nağme, kalbi hastalanmış olanların nefsine te’sîr etmekdedir.<br />

Nefsi beslemekdedir. Nefs, insanı ağlatmakdadır. Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîm<br />

okumak sünnetdir. Harâma, hattâ mekrûha sebeb olan sünneti terk etmek lâzım<br />

olduğu, fıkhda, temel bilgilerden biridir. O hâlde, radyoda Kur’ân-ı kerîm ve<br />

mevlid okumamak dahâ doğru olmakdadır. Radyoda her dil ile, dîni bilgiler vermek,<br />

Ehl-i sünnet âlimlerinin, dünyâ bilginlerini hayrân bırakan, rûhlara gıdâ<br />

olan sözlerini insanlığa duyurmak lâzımdır. Böyle yayınlar çok fâideli ve çok sevâb<br />

olur.<br />

Süâl: Evet, uzak memleketlerdeki vericilerden dinlendiği zemân, ses net olarak<br />

gelemiyor. Fekat, bir şehrdeki vericiden alınan ses, tam hâfızın okuduğu gibi oluyor.<br />

Ma’nâsı da, iyi anlaşılıyor. Radyoda, teypde ve ho-parlörde işitilen bu seslere,<br />

Kur’ân-ı kerîm denilmez mi?<br />

Cevâb: Radyoda işitilen ses, fen bakımından (Aks-i sadâ) [sesin yankısı] da değildir.<br />

(Nakl-i sadâ) [sesin iletilmesi] de değildir. Nakl, sesin kendinin götürülmesi<br />

demekdir. Isı da, reyyonman, ışıma ve konveksiyon akımları ile yayıldığı gibi,<br />

nakl yolu ile de iletiliyor. Ateşe sokulan maşa, ısıyı değişdirmeden iletiyor. Isı, demirin<br />

kristallerinin birinden, ötekine geçerek yayılıyor. Hâfızın yanında, kendi sesini<br />

işitmemiz (Nakl-i sadâ)dır. Buğazdaki ses iplikcikleri [etden iki tel], konuşurken,<br />

gerilerek sertleşiyor. Ciğerden gelen hava, bunları titreşdirerek ses hâsıl<br />

oluyor. Titreşen tellerin hava moleküllerine çarpması, bu molekülleri titreşdiriyor.<br />

Bu titreşimler de, yanlarındaki hava moleküllerini titreşdirerek kulağımıza kadar<br />

ulaşıyor. Böylece sesi duyuyoruz. Ses hava içinde, müntezam küreler hâlinde dalgalarla<br />

yayılıyor. Havanın kendisi gitmiyor. Sesi iletmiş oluyor. Kuru hava, sesi,<br />

sâniyede üçyüzkırk metre hızla iletmekdedir. Su molekülleri de, sesi iletir. Sesin,<br />

sudaki hızı, sâniyede binbeşyüz metre kadardır. Katı cismler, sesi dahâ çabuk<br />

iletiyor. Sesin çelik ve camdaki hızı, sâniyede beşbin metredir.<br />

– 724 –


Havada, suda yayılmakda olan ses dalgaları, dıvar, kayalık gibi sert düz yüzeylere<br />

çarpınca, doğrultularını değişdirerek, tekrâr geriye döner. Geri dönen dalgalar,<br />

eşit özellikde, ikinci bir ses meydâna getirirler. Bu ikinci sese (Aks-i sadâ) veyâ<br />

(yankı) denir. Aks-i sadâ, kendini hâsıl eden birinci sesin özelliğinde olduğu hâlde,<br />

secde âyetinin, aks-i sadâsını işiten kimsenin, ma’nâsını anlasa bile, tilâvet secdesi<br />

yapması lâzım gelmiyor. Kur’ân-ı kerîmin aks-i sadâsı, Kur’ân-ı kerîm olmuyor.<br />

Bu sese, Allahü teâlânın kelâmı denmiyor. Radyoda işitilen ses, hâfızın sesinin<br />

(Nakl-i sadâ)sı, ya’nî sesin kendisi olmadığı gibi, (Aks-i sadâ)sı bile değildir.<br />

Hâfızın sesine benziyen, başka bir sesdir. Kadınların aynadan, sudan aks eden görüntülerine<br />

ve kâğıd, perde üzerindeki resmlerine bakmanın da, benzerlerine<br />

bakmak olduğunu, birinci kısmda, 58. ci maddenin son sahîfesinde bildirmişdik.<br />

Ses, mikrofona gelince gayb oluyor, bitiyor. Elektriğe, sonra miknâtıs dalgalarına<br />

çevriliyor. Bu elektro-manyetik dalgalar, antene gelip, radyoda, elektriğe ve sonra<br />

yeni bir sese çevriliyor. Ho-parlörde de böyle olmakdadır. Zâten ho-parlör, elektrik<br />

dalgalarını ses dalgalarına çeviren âlet demek olduğu, Fransızca (Larousse)da<br />

bile yazılıdır. Aks-i sadâya Kur’ân-ı kerîm okumak denilmiyor da, bu başka sese,<br />

nasıl Kur’ân okumak denilir.<br />

Süâl: Radyoda dinlenen ses, fen bakımından, hâfızın sesinin kendisi değilse de,<br />

sesinin tâm benzeridir. Ses bütün harmonikleri ile, farksız oluyor. Ma’nâsı da<br />

bozulmuyor. Bunu dinlemek, niçin câiz olmasın?<br />

Cevâb: Birşeyin benzeri, kendisi değildir. Sarı metal bileyzikler, altın bileyziklere<br />

tâm benziyor ise de, aynı değildirler. Altın yerine geçmezler. Radyodan, hoparlörden<br />

çıkan ses, hâfızın sesine çok benziyorsa da, insan sesi değildir. Metalik<br />

sesdir. Tınısı, yüksekliği, şiddeti ve harmonikleri başkadır. Kadının resmi de, kadına<br />

çok benziyor ise de, kendinin aynı değildir. Gayrı da değildir. Bunun içindir<br />

ki, kadının avret yerlerine şehvetsiz bakmak harâm olduğu hâlde, bunların resmlerine<br />

şehvetsiz bakmak harâm değildir. Fekat benzediği için, resmlerine bakmak<br />

mekrûhdur. Bunun gibi, sevilen şeyin benzerine de saygı göstermek lâzımdır.<br />

Çünki, aynı değil ise de, gayrı da değildir.<br />

Kâfirlerin kilisede org çalarak okudukları gibi, Kur’ân-ı kerîmi çalgı çalarak okumanın<br />

küfr olacağı, mu’teber kitâblarda yazılıdır. [İkinci kısm, kırkıncı [40] maddeye<br />

bakınız!]. Kur’ân-ı kerîmin radyoda ve ho-parlörde söylenen, okunan tâm benzerine<br />

de, böyle saygısızlık yapmak küfr olur. Eğer çalgısız ve tecvîd ile okunuyor<br />

ise, radyoda sâatlerce çalgı ve şehveti harekete getiren şeyler çalıp, birkaç dakîka<br />

Kur’ân-ı kerîm okunur, sonra yine günâh olan şeylere başlanırsa, bu hâl, kumar,<br />

içki, oyun ve açık kadın gibi günâh bulunan fısk meclisinde, bu kimselerin veyâ başka<br />

birinin, birkaç dakîka da Kur’ân-ı kerîmi veyâ bunun tâm benzerini okuması<br />

gibi olur. Böyle olan radyodaki Kur’ân-ı kerîmi dinlemek, fısk meclisinde okunan<br />

Kur’ânı dışardan dinlemeğe benzer. Bunun için, harâmları kesip, bu aralık zemânda,<br />

okumak da, bunu dinlemek de câiz olmaz. Günâh olur. (Mültekâ) şerhlerinde<br />

diyor ki, (Fısk meclislerinde, alay edenler arasında tesbîh, tehlîl, zikr, tekbîr, hadîs,<br />

fıkh ve benzerlerini okumak günâhdır). Çünki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem”, böyle okumağı yasak etmişdir. Meselâ, (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında<br />

diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Rebî’ bin Sü’ûdün evine geldi.<br />

Evde, küçük kızlar def çalıyordu ve şarkı söylüyorlardı. Şarkıyı, [çalgıyı] bırakıp,<br />

Resûlullahı medh etmeğe başladılar. (Beni söylemeyiniz! [Önce okuduğunuza<br />

devâm ediniz!]. Beni medh etmek [mevlid, ilâhî okumak] ibâdetdir. Def [çalgı]<br />

çalarken, eğlence, oyun arasında ibâdet câiz değildir) buyurdu. Def, çalgı çalarak<br />

veyâ başka la’b, ya’nî oyun oynayarak Kur’ân-ı kerîm okuyanın kâfir olacağı<br />

(Tergîb-üs-salât)da, cemâ’at ile nemâz bahsinde ve (Cevâhir-ül-fıkh)da yazılıdır.<br />

(Mîzân-ı Şa’rânî), abdesti anlatırken buyuruyor ki, (İslâm âlimleri, çirkin şeyler<br />

söyledikden sonra Kur’ân-ı kerîm okuyan kimse, Mıshafı pislik içine sokan kim-<br />

– 725 –


se gibidir. Bunun küfründe şübhe yokdur buyurdular).<br />

(Hadîka)da, dil âfetlerini anlatırken buyuruyor ki, hadîs-i şerîfde, (Nikâhı herkese<br />

duyurunuz! Bunun için de, câmi’lerde yapınız ve defler çalınız!) buyuruldu.<br />

İmâm-ı Münâvî, bunu açıklarken, (Mescidlerde def çalınmaz. Hadîs-i şerîf, deflerin<br />

mescidlerde çalınmasını emr etmiyor. Mescidlerin dışında çalınmasını, mescidde<br />

yalnız nikâh yapılmasını emr ediyor) diyor. (Hadîka)nın bu yazısından anlaşılıyor<br />

ki, çalınmasına açıkça izn verilmiş olan deflerin bile câmi’lerde çalınması yasak<br />

olunca, herhangi bir çalgının câmi’de çalınması hiç câiz olmaz.<br />

(Muhtasar-üt-Tezkire)deki hadîs-i şerîflerde, (Âhır zemânda, câhil din adamları<br />

ve fâsık hâfızlar çoğalır), (Öyle zemân gelecekdir ki, o zemânın din adamları,<br />

eşek leşinden dahâ çok bozulmuş, kokmuş olacaklardır) buyuruldu. Böyle hadîs-i<br />

şerîfler, Kıyâmet günü yaklaşınca, fâsık ve bozuk din adamlarının türeyeceklerini<br />

haber veriyor. Rusyada husûsî metodlarla yetişdirilmiş komünist ajanlara,<br />

anarşistlere, birer sarık ve cübbe giydirilerek, Türkmenistân, Azerbaycân müftîsi...<br />

hazretleri denildiğini işitdik. Milletler arası yapdıkları propaganda toplantılarını<br />

yayınlayan mecmû’alarında resmlerini gördük. Bu ajanları, din adamı olarak,<br />

halkları müslimân olan Afrika ve arab memleketlerine gönderdiler. Bunlarla<br />

anarşi hâzırladılar. Kardeşi kardeşe düşman yapdılar. (Sosyalist islâm cumhûriyyeti)<br />

denilen ülkeleri bu sûretle ele geçirdiler. Azîz yurdumuzda, şerefli milletimizin<br />

arasında böyle bozuk din adamlarının bulunmadığını şükrânla görmekdeyiz.<br />

Teyp bandına ve gramofon plâğına Kur’ân-ı kerîm almak, kâğıd üzerine yazmak<br />

gibidir. Teyp ve gramofon, müzik, şarkı, keyf, oyun ve eğlence için kullanılıyor ise<br />

de, kâğıd da, roman, açık resm, eğlence ve fuhş dergileri olmakdadır. Kur’ân-ı kerîm<br />

kâğıda yazılınca (Mushaf) olur. Mushaf, Kur’ân-ı kerîmin okunmasına ve<br />

öğrenmesine ve ezberlenmesine sebeb ve vâsıta olduğu için kıymetlidir. Mushaf<br />

yazmak ve hediyye etmek, bunun için, çok sevâbdır. Band ve plak da, Kur’ân-ı kerîmin<br />

benzerini işiterek öğrenilmesine ve ezberlenmesine vâsıta olmakdadırlar.<br />

Kur’ân-ı kerîmi, bu niyyet ile, teyp, plâk üzerine almak câiz olur. Bunlara da, Mushaf-ı<br />

şerîfe olduğu gibi hurmet etmek, bunlara başka şeyler doldurmamak, yükseğe<br />

koymak, üzerlerine birşey koymamak, abdestsiz tutmamak, kâfirlere, fâsıklara<br />

vermemek, başka şeyler bulunan bandlar ve plâklar arasına koymamak, fısk,<br />

oyun, eğlence yerlerinde çalmamak lâzımdır. Kur’ân-ı kerîm dinlemek için kullanılan<br />

gramofon ve teyp hiçbir zemân fısk meclislerine götürülmemeli, bunlarda hiçbir<br />

zemân, harâm olan çirkin şeyler çalınmamalıdır. Çalgı çalmakda kullanılan bir<br />

gramofonun ve teybin Kur’ân-ı kerîm dinlemek için de kullanılması, şarkı, gazel<br />

okuyan fâsık bir hâfızın okuduğu Kur’ân-ı kerîmi dinlemeğe benzer ki, bunun câiz<br />

olmadığı yukarıda bildirildi. Kısacası, Kur’ân-ı kerîm bulunan bandlar ve plâklar<br />

Mushaf-ı şerîf gibi kıymetlidirler. Bunlara da saygısızlık yapmak, küfre sebeb<br />

olur. Şu kadar var ki, bunlardan Kur’ân-ı kerîmi dinlemek, hâfız dinlemek olmaz.<br />

<strong>Tam</strong> benzerini dinlemek olur. Kur’ân-ı kerîmi dinlemek sevâbı hâsıl olmaz. Çünki,<br />

Kur’ân-ı kerîmi tilâvet etmek, ya’nî okumak demek, şu’ûrlu bir kimsenin,<br />

Kur’ân-ı kerîm okuduğunu bilen insanın okuması demek olduğu (Redd-ül-muhtâr)ın<br />

beşyüzonaltıncı sahîfesinde yazılıdır. Fekat, benzerini de saygı ile dinlemek<br />

farzdır. Küçük çocuğun şu’ûrsuz olarak okuduğunu dinlemenin de lâzım olduğu<br />

(Redd-ül-muhtâr)ın üçyüzaltmışaltıncı sahîfesinde yazılıdır.<br />

Radyoda islâmiyyetin yasak etdiği şeyler dinlenmez, hep fâideli ve sevâb şeyler<br />

dinlenirse, bunlar arasında okunan Kur’ân-ı kerîmi ve evde teypde, müslimâna<br />

yakışan şeylerin, nasîhatların, derslerin arasında okunan Kur’ân-ı kerîmi, öğrenmek<br />

için dinlemek câiz olur. Fekat, bunun Kur’ân-ı kerîmin aslını dinlemek olmadığı,<br />

Elmalılı Hamdi efendi tefsîrinin üçüncü cildinin 2361. ci sahîfesinde yazılıdır.<br />

Kur’ân-ı kerîmi, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı<br />

kirâmın okudukları gibi okumak ve dinlemek ibâdet olur. Başka dürlü okumak ve<br />

– 726 –


unu dinlemek, ibâdeti değişdirmek olur, bid’at olur. Bid’at ise, günâhların en büyüğüdür.<br />

[Kitâbımızın üçüncü kısmında, birinci maddeyi okuyunuz!].<br />

Hindistânda, ba’zı câmi’lerde, vehhâbîlerin imâmsız olarak cemâ’at ile nemâz<br />

kıldıkları bildiriliyor. Bu câmi’lerin, büyük câmi’e elektrik teli ile bağlı olup, oradaki<br />

imâmın sesini ho-parlör ile işiterek, o imâma uyulduğu bildirildi. Ho-parlör<br />

sesi ile imâma uyanların nemâzlarının sahîh olmıyacağı, birinci kısmın altmışdokuzuncu<br />

maddesinde bildirilmişdi. (Fetâvâ-yı Hindiyye)de diyor ki, (İmâma uymağa<br />

mâni’ olan sebeblerden biri, imâm ile cemâ’at arasında, kayık geçecek kadar nehr<br />

veyâ araba geçecek kadar yol yâhud sahrada kılarken, arada iki saflık boşluk bulunmakdır.<br />

Câmi’lerin içinde büyük boşluk arkasında, imâma uymak câizdir. Bir<br />

başka sebeb, mescidin üstünde veyâ dışında kılanın, imâmın veyâ cemâ’atden birinin<br />

seslerini işitmeğe yâhud imâmın veyâ cemâ’atın hareketlerini görmeğe mâni’<br />

büyük dıvar bulunmasıdır. [Ho-parlörün sesi, imâmın sesi değildir. Televizyondaki<br />

şeklleri de, hakîkî şekli değildir, benzerleridir.] Mescidin üstünde ve dıvar arkasında<br />

kılanın, imâmdan veyâ cemâ’atden birinden başkasına tâbi’ olması câiz değildir.<br />

Mescid kapıya kadar dolu ise, mescide bitişik kılanın imâma uyması sahîh<br />

olur. Kapıya kadar dolu değil ise, son saf ile arasında araba geçecek mesâfe yoksa<br />

yine sahîh olur. Bundan fazla mesâfe varsa [imâmın sesini işitse de] sahîh olmaz.<br />

(Kâdîhân)da da diyor ki, mescide bitişik binâda kılanın imâma iktidâ etmesi câizdir.<br />

Bu binânın üstünde ve mescide bitişik olmıyan binâlarda iktidâ câiz değildir).<br />

Bu açık hakîkat karşısında, müslimânlara imâmsız cemâ’at ile nemâz kıldıran bu<br />

din adamlarının ibâdete değil, felâkete önderlik etdikleri anlaşılmakdadır.<br />

Kâfirler, müslimânları hıristiyan yapmağa, câmi’leri kiliseye çevirmeğe uğraşıyorlar.<br />

Bu işi sinsice yapabilmek için, müslimân görünüyorlar. Câmi’lere ilerde masa<br />

sokabilmek için, secde yerlerini biraz yükseltmekle işe başlıyorlar. Basılan yere<br />

baş konulmaz. Hastalık olur diyorlar. Secde yerlerini uzun yıllarda yükselte yükselte,<br />

masaya yol açarız diyorlar. Câmi’lere müzik, org sokabilmek için, önce hoparlörden,<br />

teypden başlıyor, ibâdetlerin çalgı âletleri ile yapılmasına, yavaş yavaş<br />

alışdırmak istiyorlar. Yapılması günâh olmıyan, mubâh birşeyin ibâdet sanılması<br />

korkusu olursa, bu mubâh şeyi yapmak harâm olur. Büyük günâh işlemek olur. Bunun<br />

için, müslimânların çok uyanık olması, ibâdetleri Eshâb-ı kirâm gibi, dedeleri<br />

gibi yapmağa titizlikle ehemmiyyet vermeleri lâzımdır. Ho-parlör, teyp ve benzerleri<br />

ile ibâdet etmek, iyi ve fâideli görülse bile, bid’at olduğu için ve ibâdetleri<br />

değişdirmeğe yol açacağı için, câmi’lere sokulmamalı, islâm düşmanlarının<br />

plânlarına, tuzaklarına kapılmamağa dikkat etmelidir. Bekara sûresi ikiyüzonaltıncı<br />

âyetinde meâlen, (Beğendiğiniz, sevdiğiniz çok şey vardır ki, sizin için zararlıdır!)<br />

buyuruldu. İbâdetlerde yapılacak ufak bir değişiklik, çok fâideli görünse de,<br />

bunu yapmakdan kaçınmalıdır. Radyo ile, ho-parlör ile okunan ezân kabûl olmaz.<br />

İmâmın ve müezzinin kendi seslerini işitmeyip, radyo, ho-parlör sesleri ile hareket<br />

eden cemâ’atin nemâzlarının sahîh olmıyacağı, birinci kısm, altmışdokuzuncu<br />

maddede de bildirilmişdi.<br />

(Tergîb-üs-salât) kitâbında buyuruyor ki, (Kitâb-ül-kırâe) risâlesindeki hadîs-i<br />

şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kıyâmet alâmetlerini sayarken buyurdu<br />

ki, (Hâkimler rüşvet alarak haksız karâr verir. Adam öldürmek çoğalır.<br />

Gençler, ana babalarını, hısm akrabâsını aramaz, saymaz olur. Kur’ân-ı kerîm<br />

mizmârdan, ya’nî çalgı âletlerinden okunur. Tecvîd ile, güzel okuyanları, islâmiyyete<br />

uyan hâfızları dinlemeyip, mûsikî ile şarkı gibi okuyanları dinlerler.) Muhyiddîn-i<br />

Arabî hazretleri “kaddesallahü sirrehül’azîz” (Müsâmere) adındaki kitâbında<br />

diyor ki, Eshâb-ı kirâmdan Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” hazretlerinin haber<br />

verdiği hadîs-i şerîfde, (Bir zemân gelir ki, müslimânlar birbirlerinden ayrılır, parçalanırlar.<br />

İslâmiyyeti bırakıp, kendi düşüncelerine, görüşlerine uyarlar. Kur’ân-ı<br />

kerîmi mizmârlardan, ya’nî çalgılardan, şarkı gibi okurlar. Allah için değil, keyf<br />

– 727 –


için okurlar. Böyle okuyanlara ve dinleyenlere hiç sevâb verilmez. Allahü teâlâ bunlara<br />

la’net eder. Azâb verir!) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,<br />

bunlar gibi, dahâ nice hadîs-i şerîflerle, Kur’ân-ı kerîmin radyo, teyp ve gramofon<br />

ve ho-parlör gibi çalgı çalınan âletlerde okunacağını haber veriyor. Böyle<br />

okumanın günâh olduğunu bildiriyor. Derin âlim, şeyh-ul-islâm Ahmed ibni Kemâl<br />

efendinin kırk hadîsinin tercemesinde, otuzdokuzuncu hadîs-i şerîfde, (Mizmârları<br />

kırmak için ve hınzırları öldürmek için gönderildim) buyuruluyor. Bunu<br />

terceme ederken, (Mizmâr, düdük ve bütün çalgı âletleri demekdir. Bu hadîs-i şerîfin<br />

ma’nâsı, her çeşid çalgıyı ve domuz eti yimeği yasak etmek için emr olundum<br />

demekdir) diye ma’nâ verilmekdedir. Başka bir hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîmi<br />

arab şîvesi ile, onların sesi ile okuyunuz! Fâsıklar, şarkıcılar gibi okumayınız!) buyuruldu.<br />

Şarkı okur gibi okuyan kimsenin imâm olması harâmdır. Onun arkasında<br />

kılınan nemâz, sahîh olmaz. Çünki, sesi perdeye uydurmak, nağme yapmak için,<br />

harf eklemekdedir ki, bunlar, insan sözü olur. Kur’ân-ı kerîm olmaz.]<br />

TENBÎH: Yukarıda, Kur’ân-ı kerîmi radyoda okumak ve bunu dinlemek anlatılmakdadır.<br />

Radyo kullanmak için, radyo dinlemek için birşey yazılmamışdır. Bu<br />

ikisini birbiri ile karışdırmamalıdır. Radyo kullanılması, bir sahîfe sonra bildirilecekdir.<br />

(Kimyâ-i se’âdet)de buyuruyor ki, (Kur’ân-ı kerîm okumasını öğrenmek çok sevâbdır.<br />

Fekat, Kur’ân-ı kerîm okuyanların ve hâfızların, ona saygı göstermeleri lâzımdır.<br />

Bunun için de, her sözü, her işi Kur’ân-ı kerîme uygun olmalıdır. Onun edebi<br />

ile edeblenmelidir. Onun yasak etdiği şeylerden sakınmalıdır. Ona, böyle saygı<br />

göstermezse, Kur’ân-ı kerîm kendisine düşman olur. Resûlullah “aleyhisselâm” buyurdu<br />

ki, (Ümmetimdeki münâfıkların çoğu, Kur’ân-ı kerîm okuyanlardan olacakdır).<br />

Ebû Süleymân Dârânî buyuruyor ki, (Cehennemde azâb yapan, Zebânî adındaki<br />

melekler, puta tapan kâfirlerden önce, islâmiyyete uymayan hâfızlara saldıracaklardır).<br />

Para kazanmak için mevlid okuyan, mûsikî ile mevlid okuyan hâfızlar<br />

da böyledir. Şunu iyi bilmelidir ki, Kur’ân-ı kerîm, yalnız okumak için gönderilmedi.<br />

Gösterdiği yolda gitmek, islâmiyyete uymak için gönderildi). (Şir’a-tül-islâm) şerhinin<br />

sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmi şarkı söyler gibi<br />

okumak, bid’atlerin en çirkini, en kötüsüdür. Böyle okuyanlar cezâlandırılır).<br />

(Riyâd-un-nâsıhîn)de diyor ki, Kur’ân-ı kerîm, islâmiyyete uyan hâfızlara şefâ’at<br />

edecekdir. (Müslim) kitâbındaki hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîm, okuyanlarına, yâ<br />

şefâ’at edecek veyâ düşman olacakdır) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîm<br />

okuyan çok kimse vardır ki, Kur’ân-ı kerîm, onlara la’net eder) buyuruldu.<br />

Kur’ân-ı kerîmi abdestli olarak okumak, sağ el ile tutmak, dizden aşağı koymamak,<br />

bitirince açık bırakmamak, başka şey yaparken kapayıp yüksek bir yere koymak,<br />

okurken konuşmamak, konuşursa, tekrâr E’ûzü okuyarak başlamak lâzımdır.<br />

Mushafı [ve Kur’ân-ı kerîm bulunan teypi] ayağa kalkarak almalıdır.<br />

Radyoda Kur’ân-ı kerîm dinleyen de, hiç olmazsa, radyoyu yükseğe koymalı,<br />

bir iş yapmamalı, konuşmamalı, kıbleye karşı edeble oturmalıdır. Kur’ân-ı kerîmi<br />

ve mevlidi dinledikden sonra veyâ önce, çalgı, şarkı ve başka küfr ve harâm şeyleri<br />

dinlemek, bunlara saygısızlık olur. Kur’ân-ı kerîm, okunup da, kendisine saygı<br />

göstermiyenlere la’net eder. Okuyanlar ve söyliyenler için günâh olan herşey,<br />

okutanlar ve dinleyenler için de, günâhdır.<br />

Radyoda, hâfızın Kur’ân-ı kerîm okumasına sebeb olan dinleyiciler, bir canbazı<br />

seyr edenler gibi oluyor. Ya’nî, canbaz, oynarken ipden düşüp ölürse, seyrciler<br />

günâha girer. Çünki, onlar seyr etmeselerdi, canbaz oynamıyacak ve ölmiyecekdi.<br />

Evet, öldürülen kimse, eceli geldiği için ölür. Fekat, bunu öldüren de, cezâsını<br />

görür.<br />

Kur’ân-ı kerîmi, mevlidi ve ezânı mûsikî ile, tegannî ederek okumak da, ma’nâsını<br />

bozuyor ve zararlı oluyor. Meselâ, (Allahü ekber), Allahü teâlâ büyükdür, de-<br />

– 728 –


mekdir. Sesi uzatarak, meselâ (Aaaallahü ekber), şeklinde okunursa, Allah, acabâ<br />

büyük müdür? demek olur ki, böyle söyliyenlerin kâfir olacağı meydândadır.<br />

Bütün fıkh kitâblarında ve meselâ, (Halebî-yi sagîr)in sâhibi “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”, ikiyüzelliikinci sahîfesinde: (Kur’ân-ı kerîmi nağme ile, ya’nî sesi mûsikî<br />

perdelerine uydurarak okumak, harfleri bozmaz ise, âlimler mekrûh demişdir.<br />

Zîrâ fâsıkların nağmelerine teşebbühdür. Eğer harfler değişir ise, harâmdır.<br />

Okuması mekrûh olan birşeyi dinlemek de mekrûhdur. Okuması harâm olan şeyi,<br />

dinlemek de harâmdır. Kur’ân-ı kerîmi tegannî ile okuyan hâfızlara emr-i<br />

ma’rûf yapmak vâcibdir. İnâdlarına, düşmanlıklarına sebeb olacak ise, bunları dinlememeli,<br />

orayı terk etmelidir) demekdedir. (Halebî)nin ikiyüzdoksanyedinci<br />

sahîfesinde, (Tegannî ile okuyan bir imâm arkasında kılınan nemâzın i’âdesi,<br />

tekrâr kılınması lâzımdır). Başka bir sahîfesinde, (İş görenler ve yatanlar arasında,<br />

yüksek sesle Kur’ân-ı kerîm okunursa, okuyan günâha girer) yazılıdır.<br />

(Halebî-yi kebîr)de, dörtyüzdoksanaltıncı sahîfesinde diyor ki, (Yan yatarak<br />

ayakları birbirine bitişdirip, Kur’ân-ı kerîmi, içinden ezbere okumak veyâ yürüyerek,<br />

iş görerek, hamâmda, kabr başında oturup okumak câizdir. Kitâb okuyan,<br />

yazan, iş yapan yanında Kur’ân-ı kerîm okumağa başlamak, onlar dinlemedikleri<br />

zemân günâh olur. Câmi’de veyâ başka yerde, birkaç kişinin, bir zemânda,<br />

yüksek sesle Kur’ân-ı kerîm okumaları tahrîmen mekrûhdur. Birinin okuyup,<br />

başkalarının sessizce dinlemeleri lâzımdır. İşi olanların dinlemesi farz olmaz.<br />

Kur’ân-ı kerîmi dinlemek, farz-ı kifâyedir ve okunmasından ve nâfile ibâdetlerden<br />

dahâ sevâbdır. Kadın, Kur’ân-ı kerîmi kadından öğrenmelidir. Yabancı erkeklerden,<br />

a’mâdan bile öğrenmemelidir). Kur’ân-ı kerîmi öğrendikden sonra, unutmanın<br />

günâh olduğu, (Berîka)da ve (Hadîka)da yazılıdır. (Hulâsat-ül-fetâvâ) sâhibi<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (İş görürken ve yürürken, kalbi ile düşünerek,<br />

Kur’ân-ı kerîm okumak câizdir).<br />

Kur’ân-ı kerîmi doğru, güzel okumak için, mûsikî öğrenmeğe lüzûm yokdur. Tecvîd<br />

ilmini öğrenmeğe lüzûm vardır. Âlimlerin çoğuna göre, Tecvîd ilminde, harflerin<br />

ağızdaki yerleri, medler, harflerin uzatma mikdârları ve dahâ birçok şeyler<br />

öğrenmeden okunan Kur’ân-ı kerîm, doğru olmaz ve ezân ve nemâz sahîh olmaz.<br />

İkinci kısm, birinci maddeye bakınız!<br />

(Halebî-yi sagîr) kitâbında, tilâvet secdesi kısmından birkaç satır önce, buyuruyor<br />

ki, (Kur’ân-ı kerîmi okunamıyacak kadar küçük harflerle yazmak, böyle küçük<br />

Kur’ân-ı kerîm almak günâhdır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi okumak, dinlemek,<br />

içindekileri, öğrenip yapmak için gönderdi. Kur’ân-ı kerîmi okunamıyacak kadar<br />

küçük yazmak, ona hakâret etmek olur. Halîfe Ömer “radıyallahü anh”, böyle küçük<br />

yazan birisini cezâlandırmışdır). Böyle mushafları almak, taşımak, hıristiyanların<br />

putları gibi, altın mahfaza içinde boyuna takmak, fâidesizdir ve çok günâhdır.<br />

Âyet-i kerîmeleri ve Allahü teâlânın ismlerini, yerde serili şeyler ve seccâdeler<br />

üzerine yazmanın [Kâ’be-i muazzamanın resmini koymak da böyledir] tahrîmen<br />

mekrûh olduğu (Halebî)de yazılıdır. Paralar üzerine yazmanın mekrûh olduğu (İmdâd)ın<br />

Tahtâvî hâşiyesinde yazılıdır. Büyük âlim, seyyid Abdülhakîm efendi “kuddise<br />

sirruh”, bir mektûbunda buyuruyor ki; Eshâb-ı kirâm ve Tâbi’în-i ızâm “aleyhimürrıdvân”<br />

zemânlarında, paralar üzerine mubârek kelimeler yazılmadı. Çünki,<br />

para, alış veriş vâsıtası olduğundan, muhterem değildir, hakîrdir. Üzerlerine resm<br />

koymak câiz olur. Ehl-i sünnet olmıyan hükûmetler, meselâ Fâtımîler, Resûlîler<br />

gibi, mu’tezile mezhebinde olup, müslimân ismini taşıyan, fekat islâmiyyete uymıyan<br />

hükümdârlar, para üzerine âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf yazmışlardır. Milleti<br />

kandırmak, müslimân görünmek için yapdıkları hîlelerden biri de bu idi. Din âlimleri<br />

[ya’nî Fükahâ-ı ızâm], muhterem kelimeleri, paralara değil, mezâr taşlarına bile<br />

yazmağa izn vermemişdir. Böyle paraları abdestsiz tutmak mekrûh olduğu,<br />

(Fetâvâ-yi Hindiyye)de yazılıdır. Harâb olmuş mıshafı gömmek veyâ yakmak lâ-<br />

– 729 –


zım geldiği (Şir’a-tül-islâm) şerhinde yazılıdır.<br />

İbâdetleri, hoşa gidecek şekle değişdirmek olamaz. İnsanların beğendiği ibâdeti,<br />

Allahü teâlâ da beğenir zan etmek, pek yanlışdır. Böyle olsaydı, Peygamberlerin<br />

“aleyhimüsselâm” gönderilmesine lüzûm yokdu. Herkes, hoşuna gitdiği gibi ibâdet<br />

eder, Allahü teâlâ da, onu beğenirdi. Hâlbuki, ibâdetlerin kabûl olması için insanların<br />

hoşuna gitmesi, dinleyicilerin çok olması değil, insanların aklı ermese, fâidelerini<br />

anlamasalar bile, islâmiyyete uygun olması lâzımdır.<br />

Bu yazımız, dîni dünyâ kazanclarına âlet edenlerin hoşuna gitmiyebilir. Onlar<br />

için değil, hakîkati öğrenmek istiyenler için yazıyoruz.<br />

Süâl: Radyo dinlemek ve televizyon seyr etmek günâh mıdır?<br />

Cevâb: Bu süâl, sinemaya gitmek günâh mı demeğe benziyor. Bu iki süâli birlikde<br />

cevâblandıralım:<br />

Süâl: Sinemaya gitmek günâh mıdır?<br />

Cevâb: Radyo, sinema, televizyon neşr vâsıtasıdır. Kitâb, gazete, mecmû’a gibidir.<br />

Bunlar, tabanca gibi, bir vâsıta, bir âletdir. Tabancayı, bir kabâhatsiz, günâhsız,<br />

zararsız kimseye karşı kullanmak günâhdır. Muharebede, düşmana karşı kullanmak<br />

ise, çok sevâbdır. Görülüyor ki, tabanca kullanmak, hep günâhdır demek<br />

veyâ her zemân sevâbdır diye kesdirip atmak, doğru değildir.<br />

Bunun gibi, radyo ve filmler, iyi insanlar tarafından hâzırlanır, Allahü teâlânın<br />

beğendiği şeyleri bildirir, islâmiyyetin fâidelerini, ahlâk, ticâret, san’at, fabrikaların<br />

çalışması, târîh olayları, askerlik gibi din ve dünyâ bilgileri verirse, böyle radyoyu<br />

dinlemek, böyle filmleri ve televizyonları görmek günâh olmaz, mubâh olur.<br />

Fâideli kitâb ve mecmû’a okumak gibi, her müslimâna lâzım olur. [Birinci kısmda,<br />

68. ci maddenin 3. cü sahîfesine bakınız!]<br />

Fekat bunlar, din düşmanları, ahlâksızlar tarafından hâzırlanır, harâm, çirkin,<br />

şarkılar, çalgılar bulunursa ve zararlı şeylerin propagandası yapılırsa, böyle radyoları<br />

dinlemek, televizyonları görmek ve böyle film gösterilen sinemalara gitmek<br />

câiz olmaz. Böyle olan gazete ve kitâbları, romanları okumak gibi, harâm olur.<br />

(Hadîka) ve (Berîka)nın sonlarında diyor ki, (Def, tanbur ve her nev’ çalgıyı<br />

evinde, dükkânında bulundurmak, kendisi kullanmasa bile, satmak, hediyye, âriyet,<br />

kirâya vermek günâhdır). Mubâh ile günâh karışık olursa ve radyoda, televizyonda,<br />

filmde veyâ bunların görüldüğü, dinlenildiği yerde, harâm şeyler varsa, günâha<br />

girmemek için mubâhı, hattâ sevâbı terk etmek lâzım olur. Nitekim, mü’minin<br />

da’vetine gitmek sünnet olduğu hâlde, harâm bulunan da’vete gitmemeli, harâmdan,<br />

mekrûhdan sakınmak için sünneti terk etmelidir.<br />

(Ahlâk-ı alâ’î) kitâbında diyor ki, (Şi’r, veznli söze denir. Lahn ve nağme bulunmıyan<br />

güzel sesi dinlemek mutlaka mubâhdır. Sıkıntı gidermek için, nağme ile,<br />

kendi kendine okumak câiz diyenler vardır. Fekat, başkalarını eğlendirmek veyâ<br />

para kazanmak için okumak harâmdır. Nağme, ya’nî veznli ses üçdür:<br />

1 — İnsan sesi. Yukarıda uzun bildirdik.<br />

2 — Hayvan sesi. Kuşların ötmesi gibi. Bunları dinlemek, mutlaka halâldir.<br />

3 — Cansızlardan [bütün çalgılardan] vurmak, üflemek, sürtmekle çıkarılan sesleri<br />

dinlemek, mutlaka harâmdır. Suyun akması, dalgaların çarpması, rüzgâr, yaprak<br />

seslerini dinlemek günâh değildir. Bunları dinlemek fâidelidir. Sıkıntıyı giderir).<br />

(Eşi’at-ül-leme’ât) hadîs kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Beyân ve<br />

Şi’r) bâbında diyor ki, Âişe “radıyallahü anhâ”nın bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Şi’r,<br />

iyisi iyi olan, çirkini çirkin olan sözdür) buyuruldu. Ya’nî, vezn ve kâfiye, bir sözü<br />

çirkinleşdirmez. Şi’ri çirkin yapan, ma’nâsıdır.<br />

(Hadîka) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Harâm karışma-<br />

– 730 –


mış olan tegannî, sâlih insanın temiz kalbine, rûhuna tatlı geldiği gibi, harâm karışmış<br />

olan müzik de, fâsıkların nefslerine tatlı gelir). Onlar, bunların, bunlar da onların<br />

müziklerinden zevk almazlar, sıkılırlar. Çünki kalbe, rûha lezzet veren şey, nefse<br />

sıkıntı verir. Nefse tatlı gelen şey, temiz kalblere sıkıntı verir. Bunun içindir ki,<br />

kâfirlerin, fâsıkların Cennet hayâtı yaşadıkları yerler, müslimânlara, sâlihlere zındân<br />

olur. (Dünyâ, [ya’nî harâmların bulunduğu yerler, fısk meclisleri] mü’mine zındân,<br />

kâfire ise Cennetdir) hadîsi değişmez bir hakîkatdir. Bu hakîkati gözönüne alarak,<br />

herkes kendi kalbinin nasıl olduğunu kolayca anlıyabilir. Çok kimsenin nefsi,<br />

küfr alâmetlerini kullanmakla ve harâmları işlemekle kuvvet bulup, kalbi ve rûhu<br />

örtdüğünden, nağme nefse te’sîr edip azdırmakdadır. Rûhun, kalbin sıfatları mağlûb<br />

olduğundan, müteessir olmamakdadırlar. Nefsin duyduğu lezzet, kalbin, rûhun<br />

lezzeti sanılmakdadır. Nağmeden ba’zı hayvanlar da lezzet almakdadır.<br />

Sûre-i Lokmandaki (Lehvelhadîs) âyet-i kerîmesinin, mûsikînin men’i için olduğunu,<br />

tefsîrler meselâ, (Tefsîr-i medârik) bildirmekdedir. Fârisî (Mevâhib-i<br />

aliyye) ismindeki tefsîrde, bu âyet-i kerîme şöyle tefsîr ediliyor: (Ba’zı insanlar, dedikodu<br />

yaparak, yalan hikâyeler, romanlar söyliyerek ve yazarak ve para ile şarkıcı<br />

kadınlar tutup herkese ses nağmeleri dinleterek, Kur’ân-ı kerîm dinlemelerine,<br />

farzları, harâmları okuyup öğrenmelerine ve nemâz kılmalarına mâni’ olmağa,<br />

ya’nî gençleri islâmiyyetden uzaklaşdırmağa çalışıyor ve müslimânlarla ve<br />

Allahü teâlânın emrleri ile, alay ediyorlar. İslâmiyyete gerilik, müslimânlara da,<br />

anormal insan, ibtidâî, örümcek kafalı, hasta adam ve gerici gibi ismler takıyorlar.<br />

Bunlara, Allahü teâlânın emrleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözleri söylenince,<br />

kendilerine bir süs vererek, kibrle, gurûrla yüzlerini çevirerek, bu söylenenleri hiç<br />

duymuyormuş gibi aldırış etmezler. Onlara Cehennem ateşini, çok acı azâbları müjdele!).<br />

Bu tefsîr, türkçeye terceme edilmiş ve (Mevâkib tefsîri) ismi verilmişdir.<br />

(Dürr-ül-müntekâ) kitâbında buyuruyor ki, (Kur’ân-ı kerîmi ve ezânı tegannî ile<br />

okumak ve dinlemek harâmdır. Burhâneddîn-i Mergınânî “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” buyurdu ki, Kur’ân-ı kerîmi tegannî ile okuyan hâfıza, ne güzel okudun diyen<br />

kimsenin îmânı gider. Tecdîd-i îmân ve tecdîd-i nikâh etmesi lâzım gelir. Kuhistânî<br />

hazretleri de, böyle yazmakdadır. Kasîdeleri, ilâhîleri tegannî ile okuyarak,<br />

bunları dinliyerek vecde geliyoruz, kendimizden geçiyoruz diyenlerin sözleri doğru<br />

değildir. Dînimizde böyle birşey yokdur. Tekkelerde yapılan rakslar, tegannî<br />

ile okunan şeyler [ilâhîler, mevlidler] harâmdır. Buralara gidip oturmak, dinlemek<br />

câiz değildir. Tesavvuf büyükleri, böyle şeyler yapmadı. Bunlar sonradan uyduruldu.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” şi’r dinlemişdir. Fekat bu, şarkı,<br />

nağme dinlemeğe izn değildir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” şarkı<br />

dinleyip vecde geldi diyenler, yalan söyliyor). [Harâm olan tegannî, mûsikî<br />

perdelerine uyarak okumakdır. Sünnet olan tegannî, tecvîde uyarak okumakdır.]<br />

Raks ve simâ’ hakkında (Ukûd-üd-dürriyye) sonunda geniş bilgi vardır.<br />

(Dürr-ül-muhtâr) beşinci cild, ikiyüzyetmişinci sahîfede diyor ki, (Kur’ân-ı<br />

kerîm okurken, harf eklemiyecek, kelimeyi bozmıyacak şeklde tegannî etmek<br />

câiz ve güzeldir. Aksi takdîrde harâmdır. Böyle tegannî edene, ne güzel okudun<br />

demekde küfr korkusu vardır). İbni Âbidîn, şerh ederken buyuruyor ki, (Tegannî<br />

eden hâfıza, ne güzel okudun diyen kimse kâfir olur demişlerdir. Çünki, dört mezhebde<br />

de harâm olan birşeye, güzel diyen kâfir olur. Fekat, Kur’ân-ı kerîmin<br />

harflerini, kelimelerini değişdirdiği için, güzel okudun diyen kâfir olur. Yoksa, sesi,<br />

sadâsı, Kur’ân-ı kerîmi okuması güzel demek istiyen, elbette kâfir olmaz).<br />

Böyle kimse, bu hâfızın tegannî etmiyerek okuduğundan da zevk alır ve güzel okudu<br />

der. Bununla berâber, tegannî eden hâfızı dinlememelidir. Okuması da, dinlemesi<br />

de harâmdır. (Hadîka)da, dil âfetlerini anlatırken buyuruyor ki, (Kur’ân-ı kerîmi<br />

mûsikî perdelerine göre okuyarak hareke veyâ medleri değişdirmek ve bunu<br />

dinlemek harâmdır. Kur’ân-ı kerîmi tegannî ile süslemek demek, tecvîde uygun<br />

– 731 –


okumak demekdir).<br />

(Kimyâ-yı se’âdet) kitâbı, ikiyüzaltmışaltıncı sahîfesinde, çocuk terbiyesini anlatırken,<br />

(Çocuklara kadın, kız, aşk bulunan şi’rleri okutmamalı, böyle şi’rler rûhun<br />

gıdâsıdır diyen öğretmene göndermemelidir. Talebesine böyle söyliyen, [ve<br />

seks bilgileri veren öğretmen], üstâd değil, şeytândır. Çocuğun kalbini bozmakdadır)<br />

buyuruyor. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Gınâ kalbi karartır)<br />

buyurdu. Ya’nî insan sesi ile tegannî ve çalgılar kalbi karartır. [Bu hadîs-i şerîfi,<br />

İbni Âbidîn, beşinci cild, ikiyüzyirmiikinci sahîfede, îzâh etmekdedir.] Mûsikîye<br />

özenmemeli, hâsıl etdiği lezzete aldanmamalıdır. Bundan rûh değil, Allahü teâlânın<br />

düşmânı olan nefs lezzet almakdadır. Zevallı rûh, nefsin elinde esîr olduğundan,<br />

kendi lezzeti sanmakdadır. [Üçüncü kısm, otuzbeşinci maddeyi okuyunuz!].<br />

Mûsikînin tadı, zehrli bala, şekerlenmiş, yaldızlanmış necâsete [pisliğe] benzer.<br />

Mûsikînin harâm ve zararlı olduğunu bildirmekden maksadımız, buna tutulmuş<br />

olan binlerce insanı fâsık ve günâhlı olmakla lekelemek değildir. Şunu bildirmek<br />

isterim ki, bu satırları yazanın günâhları, okuyucularınınkinden katkat ziyâdedir.<br />

Ma’sûm, günâhsız olan, ancak Peygamberlerdir “aleyhimüsselâm”. Yayılmış olan<br />

günâhları bilmemek de, ayrıca günâhdır. Sözbirliği ile bildirilen harâmları, halâl sanarak,<br />

sıkılmadan işliyen kâfir olur. Günâhlarımızın çokluğunu düşünerek, Rabbimize<br />

karşı, her zemân mahcûb, boynu bükük olmalıyız. Hergün tevbe etmeliyiz!<br />

Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, Evliyânın büyüklerinden olan, Celâleddîn-i Rûmî<br />

“kuddise sirruh”, ney ve başka hiçbir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks<br />

etmedi. Ya’nî dans etmedi. Kırkyedibinden ziyâde beyti ile dünyâya nûr saçan<br />

(Mesnevî)sine, her memleketde, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmışdır.<br />

Bunlardan pek kıymetlisi ve lezzetlisi, mevlânâ Câmînin kitâbı olup, bunu da,<br />

birçok kimse, ayrıca şerh etmişdir. Bunların içinde de, Süleymân Neş’et efendinin<br />

şerhinden ellialtı sahîfesi, yalnız dört beytin şerhi olup, sultân Abdülmecîd hân zemânında,<br />

[1263] de matba’a-i Âmirede tab’ edilmişdir. Bu kitâbda, mevlânâ Câmî<br />

“kuddise sirruh” buyuruyor ki: (Mesnevînin birinci beytinde, [Dinle neyden,<br />

nasıl anlatıyor-ayrılıklardan şikâyet ediyor] ney, islâm dîninde yetişen kâmil,<br />

yüksek insan demekdir. Bunlar, kendilerini ve herşeyi unutmuşdur. Zihnleri, her<br />

ân, Allahü teâlânın rızâsını aramakdadır. Ney, fârisî dilinde, yok demekdir. Bunlar<br />

da, kendi varlıklarından yok olmuşdur. Ney denilen çalgı, içi boş bir çubuk olup,<br />

bundan çıkan her ses, onu çalan kimseden hâsıl olmakdadır. O büyükler de, kendi<br />

varlıklarından boşalıp, kendilerinden, Allahü teâlânın ahlâkı, sıfatları ve kemâlâtı<br />

zâhir olmakdadır. Neyin üçüncü ma’nâsı, kamış kalem demekdir ki, bundan<br />

da, insan-ı kâmil kasd edilmekdedir. Kalemin hareketi ve yazması kendinden olmadığı<br />

gibi, kâmil insanın hareketleri ve sözleri de, hep Allahü teâlânın ilhâmı iledir).<br />

Sultân İkinci Abdülhamîd hân zemânında Ankara vâlîsi olan Âbidîn Pâşa “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”, (Mesnevî şerhi)nde, neyin insan-ı kâmil olduğunu, dokuz<br />

dürlü isbât etmekdedir.<br />

Mevlevî şeyhleri de, âlim, sâlih zevât idi. Bunlardan Osmân efendi, (Tezkiye-i<br />

Ehl-i beyt) kitâbında, râfizîlerin (Hüsniyye) kitâbına vesîkalarla cevâb vererek, islâmiyyete<br />

büyük hizmet etmişdir. (Tezkiye-i Ehl-i beyt) kitâbının türkçesi, (Hak Sözün<br />

Vesîkaları) kitâbının üçüncü kısmı olarak, Hakîkat Kitâbevi tarafından neşr edilmişdir.<br />

Sonraları, ba’zı câhiller, neyi çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi, şeyler çalmağa,<br />

dans etmeğe başladılar. Oyun âletleri, o tesavvuf üstâdının türbesine konuldu. (Mesnevî<br />

şerhleri)ni okuyarak, o hakîkat güneşini yakından tanıyanlar, elbette aldanmaz.<br />

Celâleddîn-i Rûmî “kuddise sirruh”, yüksek sesle zikr bile yapmazdı. Nitekim<br />

(Mesnevî)sinde:<br />

Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb,<br />

bî leb-ü bî gâm mîgû, nâm-ı Rab!<br />

buyuruyor ki, (O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân-u gönülden iste. Dudağını ve da-<br />

– 732 –


mağını oynatmadan, Rabbin ismini [kalbinden] söyle!) demekdir. Sonradan gelen<br />

din câhilleri, ney, saz, def gibi çalgılar çalarak, gazel okuyup dönerek, dans ederek,<br />

nefslerini zevklendirmişlerdir. Bu günâhlara ibâdet adını verebilmek ve kendilerini<br />

din adamı tanıtabilmek için, Mevlânâ da böyle çalar ve oynardı. Biz mevlevîyiz,<br />

onun yolunda gidiyoruz diyerek, yalan söylemişlerdir.<br />

Zâhir ilmlerinde mütehassıs, tesavvuf derecelerinde çok yüksek olan, derin âlim,<br />

büyük velî Abdüllah-ı Dehlevî, yetmişdördüncü mektûbunda buyuruyor ki, (Tegannî,<br />

hazîn ses ve Allah sevgisini anlatan şi’rler ve Evliyâ-yı kirâmın hayâtını bildiren<br />

kasîdeler, kalbdeki bağlılığı harekete getirir. Hafîf sesle zikr etmek ve islâmiyyetin<br />

yasak etmediği şi’rleri dinlemek, Çeştiyye yolunda olanların kalblerini<br />

inceltir). Seksenbeşinci mektûbda buyuruyor ki, (Tesavvuf büyükleri güzel ses dinlediler.<br />

Fekat, çalgı ile değil idi. Oğlanlar ve kızlar yanında değil idi. Fâsıklar<br />

arasında değil idi. Çeştiyye yolunun büyüklerinden Sultân-ül-meşâyıh Nizâmüddîn-i<br />

Evliyâ hazretleri güzel ses dinlerdi. Fekat hiçbir zemân, hiçbir çalgı dinlemediği,<br />

(Fevâid-ül-füâd) ve (Siyer-ül-evliyâ) kitâblarında yazılıdır. (Simâ’),<br />

ya’nî güzel ses dinlemek, Evliyânın kalbindeki kabz [sıkıntı] hâlini bast [râhatlık]<br />

hâline çevirmek içindir. Gâfillerin güzel ses dinlemeleri, fıska yol açar. Hiçbir çalgı<br />

halâl değildir. Sekr hâlinde iken, câiz diyenler oldu ise de, bunlar ma’zûrdur. Bunları<br />

ileri sürerek câiz dememelidir. İslâmiyyete uygun şartları gözeterek, sesle zikr<br />

câiz ise de, sessiz zikr efdaldir. Ud, keman, saz, ney ve her çalgıyı ve gâfillerin şarkılarını<br />

dinlemek ve raks [dans] yapmak ve seyr etmek câiz değildir). Doksandokuzuncu<br />

mektûbda buyuruyor ki, (Kalbdeki kabzı, bulanıklığı gidermek için, güzel<br />

sesle, tecvîde uyarak okunan Kur’ân-ı kerîmi dinlemelidir. Eshâb-ı kirâm<br />

böyle yapardı. Kasîde ve şi’r dinlemezlerdi. Şarkı ve çalgı dinlemek ve yüksek sesle<br />

zikr yapmak, sonradan meydâna çıkdı. Ebül-Hasen-i Şâzilî ve Hammâd-i Debbâs<br />

gibi tesavvuf büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ” şiddetle inkâr etdiler.<br />

Abdülhak-ı Dehlevî “rahmetullahi aleyhim”, bunu uzun bildirmekdedir. Çalgısız<br />

olarak ve fâsıklar ve gâfiller arasında olmıyarak, Allah sevgisini anlatan<br />

şi’rleri dinliyen büyükler de vardı. Behâüddîn-i Buhârî hazretlerinin yanına ney ve<br />

saz getirdiklerinde, biz bunları dinlemeyiz. Dinliyen tesavvufcuları da inkâr etmeyiz<br />

buyurdu. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hiç dinlememişdir.<br />

Tarîkat-i müceddidiyyede, tegannî dinlemenin kalbe te’sîri yokdur. Kur’ân-ı kerîm<br />

dinlemek, safâ vermekde ve huzûru artdırmakdadır. Nağme ve saz dinlemek<br />

kalb seyrinde olanlara zevk verir. Hafîf sesle ve hazîn tegannî ile zikr, zevkı ve şevkı<br />

artdırır. İrâde ve ihtiyâr ile olmadan, derd ve hüzn ile içden gelen yüksek sesle<br />

zikr etmek yasak değildir. Fekat her zemân yapmamalıdır).<br />

(Eşi’at-ül-leme’ât)da, (Beyân ve Şi’r) bâbında diyor ki, Tâbi’înin büyüklerinden<br />

Nâfi’ buyurdu ki, Abdüllah bin Ömer “radıyallahü anhümâ” ile berâber gidiyorduk.<br />

Ney sesi işitdik. Abdüllah, kulaklarını parmakları ile kapadı. Oradan<br />

hızla uzaklaşdık. Ney sesi dahâ işitiliyor mu, dedi. Hayır işitilmiyor dedim. Parmaklarını<br />

kulaklarından ayırdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de böyle yapmışdı<br />

dedi. Nâfi’, sonra dedi ki, ben o zemân çocuk idim. Bundan anlaşılıyor ki,<br />

Nâfi’a kulaklarını kapamasını emr etmemesi, çocuk olduğu için idi. Yoksa, ney sesi<br />

dinlemek tahrîmen mekrûh olmayıp tenzîhen mekrûh olduğu için, Abdüllah vera’<br />

ve takvâsı sebebi ile kulaklarını kapatdı demek doğru değildir. Nâfi’, böyle yanlış<br />

anlaşılmaması için, çocuk olduğunu bildirdi. (Eşi’at-ül-leme’ât)dan terceme temâm<br />

oldu.<br />

Sultân Üçüncü Muhammed hân “rahimehullahü teâlâ” zemânında yaşamış<br />

olan Itrî efendi, bir din âlimi değildi. Meşhûr Beethoven gibi, bir mûsikî üstâdı idi.<br />

İslâm tekbîrini, segâh makâmına bestelemekle, islâmiyyete bir hizmet yapmamış,<br />

dîne bir bid’at karışdırmışdır. Müzik perdelerine uydurmak için, kelimeler değişdirilmekde,<br />

ma’nâları bozulmakdadır. İnsanlar, nağmenin kulaklara ve nefse olan<br />

– 733 –


te’sîrine kapılıp, tekbîrin ma’nâsı ve kalbe ve rûha olan te’sîri gayb olmuşdur.<br />

Kur’ân-ı kerîm ve mevlidler de, böyle mûsikî ile okununca, kelimeler bozularak<br />

ma’nâları değişiyor. Te’sîri ve sevâbı kalmıyor. Kur’ân-ı kerîmi güzel ses ile ve tecvîd<br />

ile okumalıdır. Bu vakt te’sîri ve sevâbı çok olur.<br />

(Berîka) kitâbında, dil âfetlerinin onyedincisi olarak gınâ, ya’nî tegannî uzun<br />

anlatılmakdadır. Şeyh-ul-islâm Ebüssü’ûd efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” fetvâsı<br />

da yazılıdır. Bu fetvâda halâl ve harâm olan tegannîler bildirilmekdedir. Çalgılar<br />

hakkında hiçbirşey yazılı değildir. Ney ve çalgı çalanların bu fetvâyı ileri sürmeleri,<br />

Ebüssü’ûd efendiye iftirâ olmakdadır.<br />

(İbni Âbidîn) dördüncü cildde, şâhidliği kabûl edilmiyenleri anlatırken buyuruyor<br />

ki, (Eğlence için ve para kazanmak için başkalarına şarkı söylemek, sözbirliği<br />

ile harâmdır. Çalgı çalarak dans etmek büyük günâhdır. Sıkıntısını gidermek için<br />

kendi kendine şarkı söylemek günâh değildir. Va’z ve hikmet bulunan şi’r dinlemek<br />

câizdir. Çalgı olarak, yalnız kadınların düğünlerde def çalması câizdir). Fekat, erkek<br />

kadın bir arada bulunmamalıdır. Tegannî ve çalgı hakkında (Mevâhib-i ledünniyye)<br />

ikinci kısm sonunda geniş bilgi vardır. (Hadîka)da, kulak âfetlerini anlatırken<br />

buyuruyor ki, (Fısk, içki meclislerinde ve kızları oynatarak çalgı çalmak ve bunu<br />

dinlemek harâmdır. Hadîs-i şerîfde yasak edilen, böyle çalınan çalgılardır. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” çobanın kavalını işitince, parmakları ile mubârek<br />

kulaklarını kapadı ise de, yanında bulunan Abdüllah bin Ömere kulaklarını<br />

kapamasını emr etmedi. Bu da, geçerken duymanın harâm olmadığını göstermekdedir).<br />

El âfetlerini bildirirken buyuruyor ki, (Çalgıyı, içki, oyun ve kadın bulunan<br />

yerlerde keyf için çalmak harâmdır. Düğünlerde def çalmak hadîs-i şerîfde emr edildi.<br />

Bu emrin erkeklere de şâmil olması esahdır. [Fekat, İbni Âbidînin yukarıdaki<br />

men’ eden yazısı tercih olunur.] Harbde, hac yolunda ve askerlikde davul ve benzeri<br />

âletleri çalmak câizdir). Mekteblerde, millî ve siyâsî toplantılarda ve bayramlarda<br />

bando, müzika çalmak câiz olduğu buradan anlaşılmakdadır.<br />

İmâm-ı Zehebînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Tıbb-ün-nebevî) kitâbının ve İbni<br />

Âbidînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Ukûd-üd-dürriyye) fetvâ kitâbının sonlarında,<br />

tegannînin harâm olan ve câiz olan kısmları arabî olarak uzun anlatılmakdadır.<br />

Bu kitâblardan birincisi, (Teshîl-ül-menâfi’) kitâbının kenârında olarak, ikincisinin<br />

yalnız tegannîyi anlatan yazıları, (El-Habl-ül-metin fî-ittibâ’is-selefis-sâlihîn)<br />

kitâbının sonuna ek olarak, İstanbulda, Hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır.<br />

Izdırâb dolu, rü’yâdır bu hayât,<br />

doğmuşuz ölmek üzere, değil mi?<br />

Zevk ile geçerse de, birkaç sâat,<br />

derd kovalar, zevklerin herbirini!<br />

Gideriz her an, cehl ve gafletle,<br />

ölüm denizi dibine hasretle.<br />

Dürlü mihnetle ve bin meşakkatle,<br />

mahvu perişân eder dünyâ bizi.<br />

Biz ise seyr eyleyip, bu bünyâdı,<br />

ararız halkı için, nedir bâdî.<br />

Hâlıkı, halkı ve sırr-ı îcâdı,<br />

bilmek isteriz Hakkın hikmetini.<br />

Fekat, Hakkın koyduğu sırrın halli,<br />

kulun aklı ile olamaz, bes belli.<br />

İnsâna acz ve gaflet ve cehli,<br />

etdirirler sehv içinde sehvi.<br />

– 734 –


53 — CİN HAKKINDA BİLGİ<br />

Aşağıdaki yazı, Osmânlı pâdişâhlarının otuzaltıncısı, sonuncusu, sultân Muhammed<br />

Vahîdeddîn hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında, medresetülmütehassısînde<br />

tesavvuf müderrisi olan seyyid Abdülhakîm efendinin “rahmetullahi<br />

aleyh” (Keşkül) ismindeki kitâbından alındı. Keşkül basılmamışdır.<br />

Cin var mı, diye soranlara, acele cevâb vermek îcâb eder. Çünki, Cinnin var olmasında<br />

şübhe etmek, pek tehlükelidir. Cevâb olarak, islâm âlimlerinin sağlam kitâblarından<br />

çıkardığım, aşağıdaki bilgileri, dikkatle ve insâf ile okumak ve doğru<br />

düşünerek, anlamak lâzımdır.<br />

Cin, cinnet, cinân, Cennet, cenân ve cenîn gibi C ve N harflerinden meydâna gelen<br />

kelimeler (örtülü) demekdir. Cennet denilen yer, meyveler, çiçekler, kokular<br />

ile örtülü olduğundan, bu ism verilmişdir. Delilere, mecnûn denilmesi de, aklının<br />

örtülü olduğu içindir. Geceye (Cünn-i leyl) denir. Çünki, karanlık, gün ışığını<br />

örtmüşdür. Cin denilen mahlûklar da, gözümüzden örtülü olduğu için, cin denilmişdir.<br />

Cin kelimesi, Cinnî isminin cem’idir. Cin, cinnîler demekdir. Peri, fârisîde,<br />

cin demekdir.<br />

Mahlûklar, görülen, görülmiyen diye iki kısmdır. Ayrıca, mekânsız, madde olmıyan<br />

mahlûklar da vardır. İmâm-ı Mâverdî diyor ki, (Cin, dört ana maddeden yapılmışdır:<br />

Su, toprak maddeleri, havadaki gazlar ve ateş. Bunlardan ateş; alev, ışık<br />

ve dumandır. Mâric denilen, alev kısmından yaratılan cinnîlerin mü’minleri, kâfirleri,<br />

fâsıkları vardır). Bugünkü fen bilgimize göre, bu dört ana madde, yüzbeş<br />

elementden (basît cismden) meydâna gelmekdedir. Şu hâlde bütün mahlûklar, elementlerden<br />

yapılmış olup, enerji (kudret) taşırlar. Normal fizik şartlarında, katı<br />

ve sıvı (mâyı’) hâlinde bulunan varlıkları ve renkli gazları görebildiğimiz için<br />

bunlardan yapılmış cismler görünür. Meselâ insanda katı maddeler ve su çok<br />

(yüzde yetmişden fazla) bulunduğundan, insan görünüyor. Otlar ve bütün hayvanlar<br />

da böyledir.<br />

Cinnîler, havadan ve nârdan [ya’nî ateşden] meydâna gelmişdir. [Ateşin alev kısmı<br />

görünmez, içindeki katı zerreler, sıcakda ışıklandığı için, parlak görünüyor.] Bunun<br />

için, cin de görünmez.<br />

Alev iki kısmdır: Biri zulmânî [görünmiyen], ikincisi nûrânî [bu da görünmez].<br />

Zulmânî olandan cin, nûrânî olandan ise melekler yaratılmışdır. İnsanlar, toprak<br />

maddelerinden yaratıldığı hâlde, Allahü teâlâ, bu maddeleri organik ve organize<br />

hâle, et ve kemiğe çevirdiği gibi, meleklerde ve cinde alev şekli değişerek, onlara<br />

mahsûs latîf, her şekle dönebilen bir hâle gelmişdir.<br />

Cinnin ta’rîfi şöyledir: Cin ya’nî peri, ateşin alev kısmından yapılmış cismler olup,<br />

her şekle girebilirler.<br />

Melekler ise, nûrânî cismlerdir. Muhtelif şekllere girebilirler. Melek ile cin, yaratılış<br />

bakımından birbirine yakındır. Melekler, muhteremdir, kıymetlidir. Cin, hakîrdir,<br />

kıymetsizdir. Melekde, nûr [ışık] kısmı, cinde ise, alev maddesi fazladır. Elbette<br />

nûr, zulmetden efdaldir. Meleklerin, cinnîlere yakınlığı, insanın hayvana yakınlığı gibidir.<br />

İnsanların üstün olanları, melekden kıymetli, cin de hayvandan kıymetlidir.<br />

İslâm âlimlerinin çoğu, meleklere cism dedi. Doğrusu da öyledir.<br />

Meleklerin varlığına inanmıyan kâfir olur. Cism olduklarına inanmıyan kâfir olmaz,<br />

bid’at sâhibi olur.<br />

Cinnin varlığına da inanmıyan kâfir olur. Eski felsefecilerden bir kısmı, Kaderiyye<br />

[ya’nî mu’tezile] fırkasının çoğu ve zındıklar, Cin ve şeytânlara inanmadı. Cin,<br />

zekî, dâhî insan demekdir. Şeytânlar da, kötü kimseler demekdir dediler. Din kitâblarını<br />

okumıyan ve islâm âlimlerinin sözlerini bilmiyen, elbette inanmaz. Fekat,<br />

Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildirildiği hâlde ve islâm büyüklerinin kitâbları<br />

– 735 –


dolu olduğu hâlde, Kaderiyye fırkasının inanmaması, şaşılacak şeydir. Çünki bunlar,<br />

Kur’ân-ı kerîme uyduklarını söylüyor. Demek ki, bu kadar uymakdadırlar. Hâlbuki,<br />

Cinnin var olması, akla uymıyan birşey değildir. Ya’nî aklın red edeceği birşey<br />

değildir. Çünki, Allahü teâlânın kudretinin yapamıyacağı birşey değildir. Bugün<br />

fen adamları, akl ve din sâhibleri, aklın imkânsız demediği şeyleri red etmiyor.<br />

Kur’ân-ı kerîmde bildirilen şeylere, kelimenin açık ve meşhûr ma’nâlarını vermek<br />

lâzımdır. Şeyh-i ekber [Muhyiddîn-i Arabî] “kuddise sirruh”, Cinnin var olduğunu,<br />

şu âyet-i kerîmeler ile gösteriyor:<br />

1 — Zâriyât sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (İnsanları ve Cinnîleri ancak,<br />

beni bilip itâ’at, ibâdet etmeleri için yaratdım) buyruluyor.<br />

2 — Errahmân sûresi, yetmişdördüncü âyetinde, Cinnin Cennete gireceği bildiriliyor.<br />

3 — Errahmân sûresinin otuzbirinci âyetinde (Sekalân) buyuruyor ki, (Ey insanlar<br />

ve cinnîler!) demekdir. Resûl-i sekaleyn, müftîyüssekaleyn, gavsüssekaleyn<br />

[ya’nî, insanların ve cinnin Peygamberi, müftîsi, velîsi] gibi ismler de, cinnin varlığını<br />

göstermekdedir.<br />

Kitâblı kâfirlerin hepsi, ateşe tapanlar, puta tapanlar, budistler, müşrikler ve Yunan<br />

felesoflarının çoğu ve tesavvuf büyükleri cinnin var olduğuna inanıyor. Süleymân<br />

aleyhisselâmın vak’ası da, cinnin varlığını göstermekdedir.<br />

Cinnîleri anlatan âyet-i kerîmelere, akllarına göre, başka ma’nâ verenler mürted<br />

olur. (Milel-nihal) kitâbında ve imâm-ı Muhammed Birgivînin “rahmetullahi<br />

aleyh” yazdığı (Tarîkat-i Muhammediyye) kitâbındaki fetvâ ve (Akâ’id-i Nesefî)<br />

şerhindeki açıklama, mürted olacaklarını bildirmekdedir. Fetvâ şudur:<br />

(Kur’ân-ı kerîmin âyetlerine, kelimelerin açık, meşhûr ma’nâları verilir. Bu<br />

ma’nâları değişdirerek, bâtınîlere [İsmâ’îlîlere] uyanlar kâfir olur).<br />

Kul-e’ûzü birabbinnâs sûresi ve Cin sûresi, cinnin varlığını açıkca haber vermekdedir.<br />

[Bilgileri noksân ba’zı kimselerin, cinnîleri hayâl (illüzyon) sanarak, yok demeleri<br />

kıymetsizdir. Korkudan, göz önünde hâsıl olan hayâller, elbette yokdur. Fekat,<br />

bu hayâlleri cin sanmak, cinden haberi olmamak demekdir. Birşeye yok diyebilmek<br />

için, o şeyi tanımak, kavramak lâzımdır. Tanımadan yok demek, çocukca<br />

lâf olur. Bu gibilere, ilm adamı demek, yersiz olur. Bütün Peygamberlerin haber<br />

verdiği ve hele, Peygamberlerin en üstününün “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”<br />

çeşidli zemânlarda haber verdiği bir bilgiye, akla, tecribeye dayanmadan,<br />

zan yolu ile, çala kalem yok demek, ilm adamına yakışır bir şey değildir. Cinne, meleklere,<br />

Cennete, Cehenneme hattâ Allahü teâlâya inanmıyanların biricik sözleri,<br />

(Kim gitmiş, kim görmüş. Var olsalardı görürdük. Görülmiyen şeye inanmak,<br />

abdallık olur) demeleridir. Gözün akla değil, aklın göze bağlı olması lâzım sanıyorlar.<br />

Hâlbuki akl, duygu organları üstünde bir kuvvetdir ve his edilen şeylerin<br />

doğrusunu, yanlışını ayıran bir hâkimdir. İnsanlar, göze tâbi’ olsaydı, insanlık<br />

şerefi, gözün kuvveti ile ölçülseydi, kedi, köpek ve fârenin insandan dahâ şerefli,<br />

dahâ kıymetli olması lâzım gelirdi. Çünki, bu hayvanlar, karanlıkda da görüyor,<br />

insan ise göremiyor. O hâlde, göremediğine inanmak istemiyen kimse, insanlığı,<br />

hayvandan aşağı düşürmekdedir. Demek ki, his organlarımız, aklın uşakları, âletleridir.<br />

Kumandan, hâkim, akldır. Akl, görünmiyen, duyulmıyan şeyleri red etmediği<br />

gibi, yokluğu isbât edilemiyen ve anlaşılamıyan şeylere de yok demez. Bunlara<br />

yok demek, akla uygun bir söz olmaz].<br />

Cinnin varlığı, dînin açıkca bildirdiği birşey olduğundan, inanmıyan müslimânlıkdan<br />

çıkar, hiçbir ibâdeti kabûl olmaz.<br />

Cinnin insanlara zarar verdikleri, yardım etdikleri, insanları isteklerine kavuşdurdukları,<br />

çeşidli zemânlarda, birçok müslimân ve kâfirler tarafından görül-<br />

– 736 –


müş ve haber verilmişdir. Buna karşılık, inanmıyanlar, pek azdır. Ya’nî yalnız felesof<br />

taklîdcileri ve tıb diploması alan birkaç kimsedir. Eski tecribeli doktorlar ve<br />

şimdi, tıbbı zevk edinip ihtisâs kazananların çoğu, yok deyip geçemiyor, müslimânlara<br />

uyuyorlar. İslâm âleminin en büyük doktoru olan İbni Sînâ, Yunan felesoflarının<br />

te’sîri altında kalıp, islâmiyyetden bir nasîb alamadığı hâlde, (Kanûn) ismindeki<br />

kitâbında, Sar’a hastalığını anlatırken, Cinden bahs etmekdedir. Meselâ diyor<br />

ki, (Hastalıklara birçok maddeler sebeb olduğu gibi, cinnin hâsıl etdiği hastalıklar<br />

da vardır ve meşhûrdur).<br />

[Cin hakkında bilgi, her Peygamberin kitâbında vardı. Süleymân aleyhisselâmın<br />

emri ile iş görürlerdi. İdrîs “aleyhisselâm” diri olarak Cennete çıkarılınca, onu çok<br />

sevenler, ayrılık acısına dayanamadı. Resmini yapıp seyr eyledi. Dahâ sonra gelenler,<br />

bu resmleri tanrı sandı. Çeşidli heykeller de yapılıp tapıldı. Böylece putperestlik<br />

meydâna çıkdı. Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” bin sene<br />

önce, Hicazdaki Huzâ’a hükûmetinin reîsi olan Amr bin Luhay, puta tapınmak dînini<br />

Şâmdan Mekkeye getirdi. Putlara tapanlar, putlardan ses işitirdi. Cin, putun,<br />

ya’nî heykelin içine girip söylerdi. Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”<br />

dünyâya teşrîf etdiği, islâmiyyetin başladığı, birçok putlardan işitilmişdi.<br />

Bu sözlerle, çok kimselerin müslimân olduğu, (Mir’ât-i Mekke) târîh kitâbında uzun<br />

yazılıdır. Şeytânlar, diri insanın içine de girer. İnsanın his ve hareket sinirlerine te’sîr<br />

ederek, hareket ve ses hâsıl ederler. İnsanın, bu kendi söz ve hareketinden haberi<br />

olmaz. Böylece vaktîle Romada ve Peştede, son zemânlarda Adanada konuşan<br />

çocuk ve hastalar görülmüşdür. Bunları konuşduran cin, uzak memleketlerdeki veyâ<br />

eski zemânlardaki şeyleri söylediklerinden, ba’zı kimseler, bu çocukların iki rûhlu<br />

olduğunu veyâ başka insanın rûhunu taşıdığını, ya’nî tenâsüh sanmışdır. Böyle<br />

zan etmenin yanlış olduğunu, dînimiz açıkca bildirmekdedir. Eskiden kâhinler,<br />

cinnîlerden ba’zı şeyler işiterek falcılık yapardı. Bunun için, puta tapanlar, cinnin<br />

varlığına inanır ve cinden korkardı. Cinnin var olduğunu, müslimânlar, putperestlerden<br />

işiterek öğrenmedi. Kur’ân-ı kerîmden ve Muhammed aleyhisselâmdan öğrendi.<br />

Müslimânlar, puta tapanlar gibi, cinden korkmaz. Muhâfaza melekleri, insanları<br />

cinden koruduğu gibi, âyet-i kerîme ve düâ okuyup, Allahü teâlâya sığınanlara<br />

da birşey yapamazlar].<br />

İnsanlar, ilk olarak, toprakdan yaratıldığı gibi, cin de, alevden yaratıldı. Cin de,<br />

erkek ve dişi olur. Evlenmeleri, evleri, yimeleri, içmeleri, üremeleri, ölmeleri<br />

hakkında ve Muhammed aleyhisselâmın onlara da Peygamber olduğu, Kur’ân-ı kerîmi<br />

dinledikleri, Mekke-i mükerremede ve Medîne-i münevverede toplandıkları<br />

ve Resûl-i ekremin “sallallahü aleyhi ve sellem” onlara Kur’ân-ı kerîm okuduğu,<br />

ibâdet etdikleri, sadaka verdikleri, iyi işlerine sevâb verildiği, cin kâfirlerinin<br />

Cehenneme gireceği, mü’minlerinin Cennete gireceği ve Cennetde Allahü teâlâyı<br />

görecekleri, Cinnin arkasında nemâz kılanın nemâzının sahîh olup olmıyacağı,<br />

Cum’a ve cemâ’atler onlar ile de olup olmıyacağı ve nemâz kılanın önünden geçmeleri<br />

câiz olduğu, çeşidli kitâblarda yazılıdır. İnsanın cin ile evlenmesinin câiz olduğu,<br />

cinnin insan kadınına te’arruz edince gusl abdesti lâzım olduğu, cin ile insan<br />

arasında hâsıl olan çocuğun nasıl olacağı [Belkıs gibi], Cinnin kesdiği hayvanın<br />

yimesi câiz olduğunu, cinnîlerin insan âlimlerine süâl sorup fetvâ aldıklarını,<br />

insanlara va’z etmelerini, insanlara şi’r söyleyip insanların işitmesini, insanlara, hastalık<br />

tedâvîsi, ilâc öğretdiklerini, insandan korkduklarını, insanlara itâ’at etdiklerini<br />

bildiren, âlimlerimizin çeşidli yazıları vardır. Bu kitâblar, cinnin varlığını<br />

göstermekdedir. Cinnîlerin insanlara olan zararlarına karşı tedbîr alınması, cinnin<br />

zararına karşı korunulması, cinnîlerin küçükleri yükseklerine ita’at etdikleri, insanların<br />

iyiliklerine karşı iyilik yapdıkları, kötülüğe karşı kötülük ve zarar yapdıkları,<br />

sar’a hastasının bedenine girip, hastanın hareketleri ve işlerinin, cinnin hareketi<br />

ve işi olduğu, böyle hastanın tedâvîsinde cin ile sorgu, süâl, cevâblaşma oldu-<br />

– 737 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:47


ğu, cinnin insanlarla alay etdikleri, cinnin insan gibi, nazarları değeceği, cinnin harb<br />

etdikleri, bilhâssa Ramezân ayında azdıkları, cinnin insanlarla ibâdet etdikleri, cinnin,<br />

hadîs-i şerîflerin sahîh olup olmamasında insanlarla müzâkerede bulunmaları,<br />

Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” Ümm-i Ma’bedin çadırında müsâfir<br />

olduğunu Mekke ehâlisine haber vermeleri, Ümm-i Ma’bedin müslimân olduğunu<br />

haber vermeleri, Bedr muhârebesini haber vermeleri, geçmiş şeyleri cinden<br />

sormak câiz olduğu, ileride olacak şeyleri sormak câiz olmadığı, müezzinlerin<br />

ezânlarına, kıyâmetde, cinnîlerin şâhid olacakları, Ebû Ubeyde ve arkadaşları<br />

vefât edince, cinnîlerin ağlayıp mâtem etdikleri, Ömer “radıyallahü anh” vefât<br />

etdiği zemân, mersiye okudukları, Osmân “radıyallahü anh” şehîd olunca, ağlayıp<br />

inledikleri, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” şehîd olduğunu haber verdikleri,<br />

Hüseyn “radıyallahü anh” şehîd olunca ağlayıp, bağırdıkları ve başka Sahâbîler<br />

şehîd olunca bildirdikleri, Ömer bin Abdül’azîzin vefâtını haber verdikleri,<br />

imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ve imâm-ı Şâfi’înin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”<br />

vefâtlarında ağladıkları, cinnin insan kalbine vesvese getirdiği ve dahâ pekçok<br />

meşhûr vak’a ve işler kıymetli kitâblarda yazılıdır. Bunların hepsi, cinnin<br />

varlığını göstermekdedir. [Keçi, yılan, kedi şekline girdikleri çok görülmüşdür. Mikrop<br />

şekline de girip, insanın damarlarında dolaşırlar.]<br />

Cinnîler yir, içer. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”; (Sağ el ile yiyiniz,<br />

sağ el ile içiniz! Çünki, şeytân, sol eli ile yir ve sol eli ile içer!) buyurdu. Şeytânların<br />

hepsi kâfirdir. İnsanları aldatmağa uğraşırlar. İbâdetleri unutdurup, günâhları<br />

iyi gösterirler. Nefsin arzûlarını kızışdırırlar. Şeytânlar da, ateş ile havadan<br />

yaratılmışdır. Fekat cinde hava, şeytânda ateş fazladır. Cin ve şeytânlar, en ufak<br />

yerden geçerler, insanın içine, damarlarına girerler.<br />

(Aynî târîhi)nde diyor ki, (Cinnîlerin sayısı, insanların on katından fazladır. Şeytânların<br />

sayısı, bu ikisinin on katlarından fazladır. Meleklerin sayısı da, bu üçünün<br />

sayılarının, on katından dahâ çokdur). [(Buhârî) şârihlerinden Mahmûd bin Ahmedin<br />

(Aynî târîhi) ondokuz cilddir.] Her insanın yanında, kâfir bir cinnî arkadaşı<br />

vardır. Fekat, melekler, insanları bunların kötülük yapmalarından korur. Cinden,<br />

Peygamber olmadığı (Eşbâh)da yazılıdır. Muhammed aleyhisselâmdan önce,<br />

cinnîlere Peygamber gelmediğini, imâm-ı Mukâtil bildirmekdedir.<br />

(Eşbâh) kitâbının sâhibi, bunun ikinci kısmında ve imâm-ı Hamevî “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhimâ”, bunun hâşiyesinde diyor ki: İlk insan toprakdan yaratıldı. Bütün<br />

insanların bedenleri toprak maddelerinden meydâna gelmekdedir. Fekat insanlar,<br />

etdir, kemikdir. Toprak değildir. Cin de, ateşden meydâna gelmiş ise de,<br />

ateş ve hava değildirler.<br />

(Kurtubî tezkiresi)nde buyuruyor ki, (Cinnin ölümü, yerde gâib olmakdır. İhtiyârları,<br />

gençleşmeyince ölmez. Ölecekleri zemân, çocukluk hâline döner ve yerde<br />

gâib olurlar. Cin üç sınıfdır: Bir sınıfı, rüzgâr ve hava gibidir. Bir kısmı yerdeki<br />

böcek ve hayvancıklar gibidir. Birinci kısmda, altmışsekizinci maddeye bakınız!<br />

Bir kısmı da emrlerle, ibâdetle vazîfelidir. Bunlara hesâb ve azâb vardır).<br />

Seyyid Ömer “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, bana bir cin kızı geldi. Benimle<br />

evlenmek istedi. Şemseddîn Hanefîden sordum. Hanefî mezhebinde câiz değildir<br />

dedi. Böyle söyledim. Beni aldı. Yer altına, evlerine götürdü. Büyüklerine söyledi.<br />

Büyükleri dedi ki, seyyid Şemseddînin cevâbı başımızın üstündedir. Fekat, cinnin<br />

insan ile evlenmesi, Şâfi’î mezhebinde câizdir. Biz Hanefî değiliz, Şâfi’îyiz.<br />

İnsanların çoğalması, menî iledir. Cinnin çoğalması ise gaz (hava) iledir. Ya’nî<br />

erkekden dişiye bir gaz geçerek bundan, yavru hâsıl olur. Bundan anlaşılıyor ki,<br />

insan ile cin evlenmesi, hayâl iledir. Hakîkî evlenmek olmaz. Fekat, âlimlerden çoğu,<br />

hakîkî evlenmek olmakdadır dedi ve gusl abdesti lâzım olur ve Belkıs, insan<br />

ile cin arasında hâsıl olmuşdur dediler. [Cin, insan şekline girip evlenmekdedir.]<br />

İnsan, cinni ve şeytânları, uyanık iken ve rü’yâda görebilir. Çünki, onlar her şek-<br />

– 738 –


le girebilir. Çok güzel sûretlere girerler. İhtilâma sebeb olurlar. Peygamberlerden<br />

“aleyhimüsselâm” ve Evliyâdan çoğu şeytânı görmüş ve konuşmuşdur. Her ne şeklde<br />

olursa olsun, cinni gören kimse, hep ona bakarsa cin şeklini değişdiremez.<br />

Gözden kaçamaz. Ona sorup cevâb alınabilir. Bir ân başka tarafa bakılırsa, hemen<br />

kendi şekline girip gayb olur. İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh”, (Cinni kendi şeklinde<br />

gördüğünü iddi’â eden kimsenin şâhidliği kabûl olmaz!) buyurdu. Çünki, hayâli<br />

kuvvetli olanlar, bulunmıyan şeyleri görüyorum sanır. Hayâlleri [illüziyonları]<br />

birşey sanır. Sihr yapılmış kimseler de, böyle hayâller görüp, bunları cism zan<br />

eder. Hayâli fazla olanlara, çirkin şeyler güzel görünür. Çirkin tarafları görünmez.<br />

Dünyâya düşkün olanlara, dünyânın herşeyi böyle görünür. Çirkinlikler, güzel görünür.<br />

Fekat uyanık olanlar, keskin görüşlüler, herşeyin doğrusunu görüp aldanmaz.<br />

İnsanın cin ile tanışması, arkadaş olması, kıymetli birşey değildir, zararlıdır. Onlarla<br />

konuşmak, fâsık insanla arkadaşlık etmek gibidir. Onlarla tanışan kimse, fâide<br />

görmemişdir. Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” (Fütûhât) kitâbının ellibirinci<br />

bâbında buyuruyor ki: (Hiçbir insan, cinden Allahü teâlâya âid bir bilgi<br />

edinmemişdir. Çünki, cinnin din bilgileri pek azdır. Onlardan dünyâ bilgileri edineceğini<br />

sanan kimse de, aldanmakdadır. Çünki, fâidesiz şeyle vakt geçirmeğe sebeb<br />

olurlar. Onlarla tanışanlar, kibrli olur. Hâlbuki, Allahü teâlâ, kibrli olanı<br />

sevmez). (Reşehât)da molla Câmî hazretlerinin halîfesi, Abdülgafûr-i Lârî, Muhyiddîn-i<br />

Arabînin bir risâlesinde şöyle buyurduğunu bildiriyor: (Cinnin ilk babaları<br />

İblîs değildir. İblîs, cin tâifesindendir. Cin, ateş ve havadan yaratıldığı için çok<br />

latîfdirler. Çabuk hareket ederler. İnsan bunlara hafîf çarpınca, hemen ölürler. Bunun<br />

için, ömrleri kısadır. Din bilgileri azdır. Kibrli olduklarından, birbirleri ile, hep<br />

mücâdele, muhârebe ederler. Ateşden müte’essir olmazlar. Cehennemlik olanları,<br />

Zemherîrde, ya’nî soğuk Cehennemde azâb göreceklerdir. İblîs ve çocukları, hak<br />

ve sevâb olan iyi şeyleri yapmağı da insana hâtırlatırlar. Fekat, bunları yaparken,<br />

nefsde ucb, riyâ hâsıl olarak veyâ farzın kaçırılmasına sebeb olarak, insan çok günâha<br />

girer). Cin ile tanışmağa özenmemeli, Evliyâ-i kirâmın rûhâniyyetlerinden<br />

istifâde etmeğe çalışmalıdır. Evliyânın rûhları, görünmeden de, kendi beşerî şeklinde<br />

görünerek de, sevdiklerine fâide verir ve belâlardan korur. Onları tanımağa,<br />

sevmeğe ve sevilmeğe uğraşmalıdır.<br />

(Hadîkat-ün-nediyye)de, bütün bedenin âfetlerini bildirirken, yazılı olan hadîs-i<br />

şerîfde buyuruluyor ki, (Tetayyur eden ve tetayyur olunan ve kâhinlik yapan ve<br />

kâhine giden ve sihr, büyü yapan ve yapdıran ve bunlara inanan, bizden değildir.<br />

Kur’ân-ı kerîme inanmamışdır). Tetayyur, uğursuzluğa inanmakdır. Kâhinlik,<br />

cinden bir arkadaş edinip, olmuş ve olacak şeyleri ona sorup, ondan öğrenmek ve<br />

bunları başkalarına bildirmekdir. Cinle tanışan falcılar ve yıldıznâmeye bakıp, sorulan<br />

herşeye cevâb verenler böyledir. Bunlara ve büyücülere gidip, söylediklerine,<br />

yapdıklarına inanmak, ba’zan doğru çıksa bile, Allahdan başkasının herşeyi<br />

bildiğine ve her dilediğini yapacağına inanmak olup, küfr olur.<br />

İbni Hacer-i Hiytemî, (Fetâvâ-yı hadîsiyye)nin yüzyirminci sahîfesinde diyor ki,<br />

(Birinin kolunu kesip, sonra yapışdırmak, kendi ağzına, bedenine bıçak, kama sokup<br />

çıkarmak gibi gösteriler yapan tarîkatcılar, bu gösterilerini sihr, göz boyamak<br />

şeklinde yapıp, kerâmet gösterdiğini söylerse, hâkim tarafından öldürülür. Başka<br />

şeklde yapıyorsa, öldürülmez. Fekat, ağır cezâlandırılır. Mâlikî âlimlerinden Abdüllah<br />

ibni Ebî Zeyd Kayrevânî “rahmetullahi aleyh” (İsbât-ü kerâmât-il-Evliyâ)<br />

kitâbında diyor ki, sihrinde küfre sebeb olacak şey yoksa, el çabukluğu yapıyorsa,<br />

fekat kerâmet ve tarîkatcılık şeklinde gösterirse, cezâlandırılır. Böyle tarîkatcıların<br />

yanlarına gitmek, seyr etmek câiz değildir. Bir kadın, zevcine, kendisinden<br />

veyâ başkasından soğuması için büyü yapdığını söyledi. Bunu öldürmediler. Cezâlandırdılar.<br />

İbni Ebî Zeyd “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Bir kimse, kitâ-<br />

– 739 –


a bakarak cin ile konuşduğunu, bu cinne emr ederek, sar’a yapan habîs cinni kovduğunu,<br />

büyü çözdüğünü, habîs cinni öldürdüğünü söylerse, buna inanmamalıdır).<br />

Cin ile arkadaşlık etdiğini, cin pâdişâhına hizmet etdiğini söyliyen kimsenin büyücü<br />

olduğu anlaşılır. Mısrdaki Fâtımî devletinin altıncı reîsi olan Hâkim bi-emrillah<br />

Mansûr, Dırâr ve bunun talebesi Hamzaya uyarak, cin ile tanışdı ve Cin pâdişâhına<br />

hizmet ederek, sapıtdı. Şeytânların maskarası oldu. Tanrılık da’vâsına<br />

kalkdı. İbni Ebî Zeyd diyor ki, (Cinci tarîkatcıya inanmak, insanı cinden kurtardığına<br />

inanarak, ona ücret vermek câiz değildir. Büyü çözene de para vermek câiz<br />

değildir). Kocasının muhabbet etmesi ve kendisine eziyyet etmemesi için, bir kadına,<br />

Kur’ân-ı kerîmden ve Selef-i sâlihînin bildirdikleri düâlardan muska yazmak,<br />

karşılık birşey istememek câizdir. Ne olduğu bilinmiyen şeyleri yazmak, okumak<br />

ve kendisine okutmak, bunları muska, tütsü yapmak harâmdır). Kâdî-zâde, (Birgivî<br />

vasıyyetnâmesi)ni açıklarken, Birgivînin, (Bir kimse, ben çalınanları, gayb olanları<br />

bilirim dese, böyle söyliyen ve buna inanan kâfir olur. Bana cin haber verir.<br />

Bunun için bilirim dese, yine kâfir olur. Zîrâ, cin de gaybı bilmez. Gaybı yalnız Allahü<br />

teâlâ bilir. Ondan başka kimse bilmez) yazısını, (Allahü teâlânın vahy ve ilhâm<br />

etdikleri bilir. Cin, herşeyi bilmez. Allahü teâlânın bildirdiğini ve görüp anladığını<br />

bilir. Cin, bu iki yoldan öğrendiğini haber verirse, bana cin haber verdi demekde<br />

zarar yokdur. Peygamberler kabrlerinde, bilmediğimiz bir hayât ile diridirler.<br />

Allahü teâlâ, onlara vahy, ilhâm ve keşf yolu ile, gayb ve gizli şeyleri bildirmişdir.<br />

Diri insanların işlerini ve hâllerini onlara ve dilediği mü’minlerin rûhlarına bildirmekdedir)<br />

şeklinde açıklamakdadır. Cinnin sâlih olanlarına da bildirmesi câizdir.<br />

Fekat, mü’min ve sâlih olmıyan, bid’at ehli ve fâsık tarîkatcıların, yobazların<br />

yalanlarına inanmamak, tuzaklarına düşerek, felâkete sürüklenmemek için, çok<br />

uyanık olmalıdır. 909.cu sahîfeye ve (El-münîre) kitâbına bakınız!<br />

(Dürr-ül-muhtâr)ın Tahtâvî ve İbni Âbidîn hâşiyelerinde, son cildin sonunda diyor<br />

ki, (İnsanın, bilmesi lâzım olmıyan şeyleri münâkaşa etmek mekrûhdur. Öğrenmesi<br />

emr edilmemiş olan şeyleri sormak câiz değildir. Meselâ, Lokman ve Zülkarneyn<br />

Peygamber midir, değil midir? Cebrâîl aleyhisselâm, Peygamberlere nasıl<br />

gelirdi? Melek ve Cin, insanlara ne şeklde görünürler? İnsan şeklinde görünürken,<br />

yine cin ve melek midirler? Cennet ve Cehennem nerededirler? Kıyâmet ne zemân<br />

kopacak? Îsâ aleyhisselâm, gökden ne zemân inecek? İsmâ’îl ve İshak aleyhimesselâmdan<br />

hangisi efdaldir ve hangisi kurban edildi? Fâtıma ve Âişeden “radıyallahü<br />

teâlâ anhümâ” hangisi dahâ efdaldir? Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

ana babaları ve Ebû Tâlib hangi dinde idiler? İbrâhîm aleyhisselâmın babası kim<br />

idi? Bunlar gibi şeyleri sormamalıdır. Bunları öğrenmekle emr olunmadık).<br />

(Hazînet-ül-esrâr) kitâbında diyor ki, Sar’a hastasından, rûhânînin def’ edilmesine<br />

ve hastanın şifâsına âid hadîs-i şerîfleri bildirelim: [(Lugat-ı Nâci)de cin kelimesinde<br />

diyor ki, (Rûhâniyyûn üç sınıfdır: Hep iyilik yapan, ahyâr. Melekler böyledir.<br />

Hep kötülük yapan eşrâr. Şeytânlar böyledir. İyilik de, kötülük de yapan evsât.<br />

Cinler böyledir.) (Herkese Lâzım Olan Îmân) 26.cı sahîfeye bakınız!]<br />

İmâm-ı Beyhekî (Delâil-ün-nübüvve) kitâbında ve imâm-ı Kurtubî (Tezkire)<br />

kitâbında bildiriyor ki, Ebû Dücâne “radıyallahü anh” buyurdu ki, yatıyordum. Değirmen<br />

sesi gibi ve ağaç yapraklarının sesi gibi, ses duydum ve şimşek gibi, parıltı gördüm.<br />

Başımı kaldırdım. Odanın ortasında, siyâh birşey yükseldiğini gördüm. Elimle<br />

yokladım. Kirpi derisi gibi idi. Yüzüme, kıvılcım gibi şeyler atmağa başladı. Hemen<br />

Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” gidip, anlatdım. Buyurdu ki, (Yâ Ebâ<br />

Dücâne! Allahü teâlâ, evine hayr ve bereket versin!). Kalem ve kâğıd istedi. Alîye<br />

“radıyallahü anh” bir mektûb yazdırdı. Mektûbu alıp, eve götürdüm. Başımın altına<br />

koyup, uyudum. Feryâd eden bir ses, beni uyandırdı. Diyordu ki, (Yâ Ebâ Dücâne!<br />

Bu mektûbla, bizi yakdın. Senin sâhibin, bizden elbette çok yüksekdir. Bu mektûbu,<br />

bizim karşımızdan kaldırmakdan başka, bizim için, kurtuluş yokdur. Artık, se-<br />

– 740 –


nin ve komşularının evine gelemiyeceğiz. Bu mektûbun bulunduğu yerlere gelemeyiz).<br />

Ona dedim ki, sâhibimden izn almadıkca bu mektûbu kaldırmam. Cin ağlamasından,<br />

feryâdından, o gece, bana çok uzun geldi. Sabâh nemâzını, mescidde kıldıkdan<br />

sonra, cinnin sözlerini anlatdım. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu<br />

ki, (O mektûbu kaldır. Yoksa, mektûbun acısını, kıyâmete kadar çekerler!).<br />

Kefevînin (Mecmû’a-tül-fevâid) kitâbında ve Demîrînin (Hayât-ül-hayvân)<br />

kitâbı, kaf harfindeki (Kunfez) kelimesinde diyor ki, (Bir kimse, bu mektûbu, yanında<br />

taşısa veyâ evinde bulundursa, bu kimseye, eve ve etrâfına cin gelmez ve dadanmış<br />

olup zarar veren cin de gider). Bu mektûb (Hazînet-ül-esrâr) ve (Hayâtül-hayvân)da<br />

yazılıdır. Süleymâniyye kütübhânesi, (Ayasofya) kısmında, [2912]<br />

sayıda (Hayât-ül-hayvân)ın fârisîsi, [1913] de ise türkçesi vardır. Müslimânlara kolaylık<br />

olmak için bu mektûb, (Teshîl-ül-menâfi’) kitâbının sonunda da [207.ci sahîfesinde<br />

de] yazılıdır. Bu kitâb, (Hakîkat Kitâbevi)nde satılmakdadır.<br />

Âyet-el-kürsî, İhlâs, Mu’avvizeteyn ve Fâtiha sûrelerini sıksık okumak da, insanı<br />

cinden muhâfaza eder. Bu âyet-i kerîmeleri okumakla ve bu mektûbu taşımakla<br />

ve şifâ âyetlerini okumakla ve yazıp suyunu içmekle fâidelenmek istiyenlerin<br />

Ehl-i sünnet i’tikâdına uygun olarak doğru îmân sâhibi olması lâzımdır. Bunları<br />

yazanın ve kullananın i’tikâdı doğru olmazsa ve küfr alâmetlerini kullanır, harâm<br />

işlerse, fâideleri görülmez.<br />

Fârisî (Şevâhid-ün-nübüvve) 163.cü sahîfesindeki hadîs-i şerîfde, (Yatarken<br />

Âyet-el kürsî okuyana, şeytân yaklaşamaz) buyuruldu.<br />

Kâdî Bedrüddîn-i Şeblînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Akâm-il-Mercân) kitâbı<br />

arabî olup büyükdür. Hep cinden bahs etmekdedir. Bir yerinde diyor ki, (Cinden,<br />

geçmiş, olmuş şeyleri sorup öğrenmek câizdir. Gelecekde olacak şeyleri sormak<br />

câiz değildir. Geçmiş şeyleri görüp, işitip bilirler. Sar’a hastasını ve başka cin<br />

çarpanları cinden kurtarmak için, küfre sebeb olan şeyleri yapmak câiz değildir.<br />

Cinden kurtulmak için en iyi on çâreyi [kısaltarak] yazıyoruz:<br />

1- E’ûzü Besmele ile Fâtiha sûresi okumalıdır. 2- E’ûzü Besmele ile iki Kul-e’ûzüyü<br />

okumalıdır. 3- E’ûzü Besmele ile Bekara sûresinin ilk beş âyetini okumalıdır.<br />

4- E’ûzü Besmele ile Âyet-el-kürsî okumalıdır. 5- E’ûzü Besmele ile Bekara sûresinin<br />

son iki âyetini okumalıdır. 6- E’ûzü Besmele ile Ha-Mîm Mü’mîn sûresinin<br />

başından (masîr)e kadar ve Âyet-el-kürsî okumalıdır. 7- (Lâ ilâhe illallahü vahdehü<br />

lâ şerîke leh lehülmülkü ve lehülhamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr) okumalıdır.<br />

8- Çok (Allah) demelidir. 9- Hep abdestli bulunmalı, farzları ve sünnetleri hiç<br />

terk etmemelidir. 10- Kadınlara bakmakdan, çok konuşmakdan, çok yimekden ve<br />

galabalıkdan sakınmalıdır). (Berekât) kitâbında, Muhammed Sa’îdi “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” anlatırken sonunda, imâm-ı Rabbânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”<br />

Cinden korunmak için, (Lâ havle velâ kuvvete illâ billah-il-aliyyil’azîm) okuduğunu<br />

yazıyor. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, yüzyetmişdördüncü mektûbunda, Cini<br />

def’ için bunu okumağı tavsiye etmekdedir. Buna, (Kelime-i temcîd) denir.<br />

Şeyh-ül-islâm İbni Hacer Hiytemînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Tezekkürü<br />

Âsâr-il-vâride) kitâbında da, cinden koruyan düâlar yazılıdır. Bu kitâb, Süleymâniyye<br />

kütübhânesi, (Reîs-ül-küttâb Mustafâ efendi) kısmında, [1150] sayı ile mevcûddur.<br />

(Hakîkat Kitâbevi) tarafından (Minha) sonunda basdırılmışdır.<br />

Cin ve şeytân şerrinden kurtulmak için ve sar’a hastalığına ve sihre karşı (Teshîl-ül-menâfi’)<br />

kitâbının sonundaki (âyât-ı hırz)ı yedi gün okumalı ve yazıp, üzerinde<br />

taşımalıdır.<br />

Celâleddîn-i Süyûtînin “rahmetullahi aleyh” (Kitâbürrahme fittıbb-i velhikme)<br />

kitâbında sihr, nazar ve cinden korunmak için kıymetli bilgi vardır. Yüzellinci bâbında<br />

buyuruyor ki, (Şeytânın vesvesesinden, sıkıntıdan kurtulmak için, hergün bu<br />

düâyı okumalıdır: Yâ Allah-ür-rakîb-ül-hafîz-ür-rahîm. Yâ Allah-ül-hayy-ül-ha-<br />

– 741 –


lîm-ül’azîm-ür-raûf-ül-kerîm. Yâ Allah-ül-hayy-ül-kayyüm-ül-kâimü alâ külli nefsin<br />

bimâ kesebet, hul beynî ve beyne adüvvî!). Yüzyetmişdördüncü maddesi sonunda<br />

diyor ki, (Hiltit veyâ şeytân tersi adındaki zamkı yanında taşıyan kimseye<br />

cin gelmez. Sar’a hastası, bunu koklarsa, iyi olur). Asa Foetide denilen bu zamk,<br />

esmer, pis kokulu, reçine olup, antispasmodique olarak, ya’nî sinirleri teskîn edici<br />

olarak Avrupada, toz, hap ve ihtikan şeklinde adale ve sinir gerginliğini gidermek<br />

için, kullanılmakdadır. (Ütrüc), ya’nî Ağaç-kavunu bulunan eve cin girmiyeceği,<br />

(Hayât-ül-hayvân)da ve (Kâmûs)da yazılıdır.<br />

İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, talebeleri ile, uzak bir yere gidiyordu.<br />

Gece, bir hânda kaldılar. (Bu gece, bu hânda bir belâ hâsıl olacak. Şu düâyı okuyunuz!)<br />

buyurdu: (Bismillâhillezî lâ-yedurru ma’ asmihî şey’ün fil-erdı velâ fissemâi<br />

ve hüves-semî’ul’alîm). Gece büyük yangın oldu. Bir odada eşyâlar yandı. Bu<br />

odaya haber verilmemişdi. Düâyı okuyanlara birşey olmadı. Bu düâ, (Umdet-ülislâm)<br />

ve (Berekât) kitâblarında yazılıdır. (Tergîb-üs-salât) kitâbında ve (Kıyâmet<br />

ve Âhıret) kitâbı 155.ci sahîfesinde hadîs-i şerîf olduğu da bildirilmekdedir. Derdlerden,<br />

belâlardan, fitne ve hastalıklardan korunmak için, sabâh ve akşam, İmâmın<br />

bu sözünü hâtırlayarak, üç kerre okumalıdır. Âyât-i hırz [koruyucu âyetler]<br />

da, okumalıdır.<br />

Âlemlerin Rabbinin mahbûbu Muhammeddir.<br />

Cismi pâk, ismi Ahmed, âlemlere rahmetdir.<br />

Hulk-i azîm sâhibi Levlâke.... muhâtabı,<br />

Menba-ı ilm, edeb, feyz, nûr ve muhabbetdir.<br />

Odur gerçek vâsıta, Hak’la kul arasına,<br />

Sözü şifâ rûhlara, adı gönül pasına.<br />

Odur hakîkî tabîb, me’yûs kalb hastasına,<br />

Değil kendi, ümmeti, meleklerden yüksekdir.<br />

Bu en seçkin kuluna, Hak yardımcılar verdi,<br />

En sevdiği kulları ona Eshâb eyledi.<br />

Resûlullah: yolları, benim yolumdur dedi,<br />

Asrların iyisi bu asrı göstermişdir.<br />

Muhammed Mustafâyı canından çok sevdiler,<br />

Mal, mülk, makâmlarını, uğruna terk etdiler.<br />

İslâmı yaymak için severek can verdiler,<br />

Yâ Rab, bu ne güzel hâl, yâ Rab, bu ne izzetdir.<br />

Onun bir sohbetinde nefsleri pâk oldu.<br />

Kalblerine ma’rifet, feyz, nûr, tecellî doldu.<br />

Evliyâ hâllerini onlar bir anda buldu,<br />

Ve hep Ona uydular, bu ne büyük şerefdir.<br />

Onlar hepsi âdildir, kimseye zulm etmezler,<br />

Nefsleri için aslâ, hilâfet istemezler.<br />

Bu yüzden harb etmezler, birbirini üzmezler,<br />

En yüksek makâmdalar ve hepsi müctehiddir.<br />

– 742 –


54 — RÛHLARIN HÂZIR OLMASI HAKKINDA<br />

MEKTÛB<br />

Bu mektûb, seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahi aleyh” tarafından yazılmış<br />

olup, Evliyâ rûhlarının, her yerde yardıma geldiklerini bildirmekdedir.<br />

İki cihân kardeşim Alî beğefendi!<br />

Son mektûbunuzu aldım. İstibşâr etdim. Hayrlı düâlarıma selâmlarımı terdif etdim.<br />

Mektûbunuzun sonunda, pek edeble birşey soruyorsunuz.<br />

Süâl: (Halebî) kitâbının tercemesi olan (Baba dağı)nda ve (Birgivî vasıyyetnâmesi)nde<br />

[ve (Bezzâziyye) fetvâsında] (Bir kimse, Evliyânın rûhları, burada hâzırdır,<br />

dese kâfir olur) diyor. Hâlbuki, tesavvufcular arasında, (Pîrimizin rûhu hâzırdır,<br />

nâzırdır) sözü de meşhûrdur. Bu iki sözün arasını bulmak nasıl olur?<br />

Cevâb: Efendim! Bu iki kitâbın dediği doğrudur. İki kitâb da kıymetlidir. Kâdî-zâde<br />

Ahmed Efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhinde,<br />

(Ervâh-ı meşâyıh hâzırdır, bilirler dese kâfir olur dediler) sözünü açıklarken,<br />

(Zîrâ, rûhların hâzır olması gaybdır. Gaybe hükm etdiği için kâfir olur) diyor. Görülüyor<br />

ki, küfre sebeb olan şey, rûhların hâzır olacağına inanmak değil, rûhların<br />

hâzır olduğunu söylemekdir. Ya’nî rûhların hâzır olduklarını bilmediği hâlde,<br />

hâzırdır diyerek, gaybden haber verdiği için kâfir olmakdadır. Allahü teâlâ hâzırdır<br />

ve nâzırdır. Böyle olduğunu bildirmek için, Allahü teâlâ, her zemânda ve her<br />

yerde hâzır ve nâzırdır derler. Hâlbuki, Allahü teâlâ, zemânlı değildir ve mekânlı<br />

değildir. O hâlde, bu söz, görünüş üzere kalmaz, mecâz olur. Ya’nî zemânsız ve<br />

mekânsız, ya’nî hiçbir yerde olmıyarak, hâzırdır [ya’nî bulunur] ve nâzırdır [ya’nî<br />

görür] demekdir. Böyle olmazsa, Allahü teâlâyı zemânlı ve mekânlı bilmek olur.<br />

Allahü teâlâ, hayy, alîm, kadîr ve mütekellim olarak ve sonsuz zemânlarda, hep<br />

hâzır ve nâzırdır. Hayât, ilm, kudret ve kelâm sıfatları zemânsız ve mekânsız olduğu<br />

gibi, hâzır ve nâzır olması da, zemân ile ve mekân ile değildir. Allahü teâlânın<br />

sıfatlarının hepsi böyledir. Böylece, hiçbirşey, Onun gibi değildir. Allahü teâlânın<br />

sıfatları, hep vardır. Önleri ve sonları, yokluk değildir. Meselâ, hâzırdır ve<br />

bu hâzır olmakdan önce, gâib değil idi. Bundan sonra, bir hayâtsızlık, ya’nî ölüm,<br />

câhillik olmıyacağı gibi, gâib olmak da, olmaz. Çünki sıfatları da, kendi gibi ezelî<br />

ve ebedîdir. Ya’nî, hep vardır. Hiçbir kimsenin sıfatları, Onun sıfatlarına benzemez.<br />

Melekler ve Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ve Evliyânın rûhları ve sâlih<br />

mü’minlerin rûhları, her kim nerede ve ne zemânda ve her ne hâlde çağırırsa, orada<br />

bulunur, yardım ederler. Hızır aleyhisselâmın, sıkıntıda olanların imdâdına<br />

yetişmesi böyledir. Fahr-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem”, ümmetinin her birine,<br />

hele ölüm zemânında, imdâda yetişmesi de böyledir. Azrâîl aleyhisselâm, rûh<br />

[cân] almak için her ânda, her yere gelmesi de, böyledir. Her Mürşid-i kâmilin, talebesine<br />

yetişmesi de böyledir ki, bunlar zemânlı ve mekânlıdır. Ezelî ve ebedî olarak<br />

değildir. Devâmlı da değildir. Hâzır olmalarından önce, yok idiler. Bir zemân<br />

sonra da, oradan tekrâr yok olurlar. Allahü teâlânın hâzır olması ile, rûhların hâzır<br />

olması arasında çok fark vardır. Allahü teâlânın hâzır olması gibi, kimse hâzır<br />

değildir. Allahü teâlânın sıfatlarının hepsi de böyledir. Ne bir melek, ne bir nebî<br />

ve ne de resûl ve velî ve sâlih, cenâb-ı Hakkın hiçbir sıfatına ortak değildir.<br />

Evliyâlık ilminin derecelerine yükselmemiş olana, büyüklerin rûhları, her nerede<br />

ve her ne zemân çağrılırsa, imdâda yetişir diye öğretilirdi. Rûh, orada hâzır<br />

olmadan önce, yok idi. Bir zemân sonra, orada yine bulunmaz. Cenâb-ı Hak,<br />

rûhların hâzır olduğu gibi hâzır olmaz. Çünki, böyle hâzır olmak, zemânlı ve mekânlıdır.<br />

Rûhlar da, Allahü teâlânın hâzır olduğu gibi hâzır olamaz. Çünki, cenâb-ı<br />

Hakkın hâzır olması, zemânlı ve mekânlı değildir, ezelîdir, ebedîdir.<br />

– 743 –


(Birgivî vasıyyetnâmesi) ve benzeri kıymetli kitâblar demek istiyor ki:<br />

Bir kimse eğer, benim üstâdım, dâimî ve ezelî ve ebedî olarak hâzır ve nâzırdır<br />

dese, kâfir olur. Fekat, bunlar diyor ki, Allahü teâlâ, benim üstâdımın rûhuna öyle<br />

bir kuvvet vermişdir ki, her nerede ve ne zemânda çağırır isem, imdâdıma hâzır<br />

olur.<br />

Görülüyor ki, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, yeryüzünün her tarafında,<br />

o zemândan bugüne kadar, ümmetinden herhangi biri ve hele, keşf, şühûd<br />

sâhibleri çağırınca, imdâdlarına yetişir. Hızır aleyhisselâmın rûhu, çağıranlardan<br />

ba’zılarının imdâdlarına geliyor. Melekler, rûh [can] almak için, bir ânda, istediği<br />

zemânda ve yerde bulunuyor. Şâziliyye yolunun reîsi, Ebül-Hasen Alî Şâzilînin<br />

“kuddise sirruh” (Her ân ve zemân, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

mubârek yüzü, gözümün önündedir) buyurduğu, (Mîzân-ı kübrâ)da yazılıdır.<br />

[Evliyânın rûhları çağrılınca, işiteceklerini ve çağrılan yerde hâzır olacaklarını,<br />

Allahü teâlâ, birinci kısmın kırkaltıncı maddesi sonunda yazılı hadîs-i kudsîde açıkca<br />

bildirmekdedir.]<br />

Kitâbların yazdığı doğrudur. Fekat, tesavvufcuların sözü, başkadır. Ya’nî, Evliyânın<br />

rûhları, Allahü teâlâ gibi hâzırdır demek küfrdür. Allahü teâlânın âlim, kâdir<br />

ve mütekellim ve hâzır olması gibi, hiç kimse, âlim, kâdir ve mütekellim ve hâzır<br />

değildir. Allahü teâlânın ilmi ve hayâtı ve kudreti ve kelâmı ve hâzır olması ve<br />

başka bütün sıfatları, Allahü teâlâya yakışan bir hayât, ilm ve kelâm ve kudret ve<br />

huzûrdur. Mahlûkların hayâtı, ilmi ve kudreti ve kelâmı ise, kendileri gibi, sonradan<br />

olma ve zemânlı ve mekânlı ve çabuk geçip biten ve çeşidli şeylere bağlıdır.<br />

Bununla berâber, Peygamberler “aleyhimüsselâm” ve Evliyâ “aleyhimürrıdvân”<br />

ve âlimler “aleyhimürrahme” ve bütün mü’minler “esle ha-hümüllah” âlimdir, haydır,<br />

kâdirdir, hâzırdır ve mevcûddur denir. Bunlar, Allahü teâlânın âlim, hay, kâdir,<br />

hâzır ve mevcûd olması gibi demek değildir. Allahü teâlânın hâzır olması ile<br />

Evliyânın rûhlarının hâzır olması arasında, çok fark vardır. O kitâbların yazıldığı<br />

zemânda, câhil tarîkatcılar, böyle sözler söylüyordu. Kendilerini tesavvuf adamı<br />

göstermek için, pîrimiz hâzır ve nâzırdır diyorlardı. Din âlimleri, fıkh kitâblarını<br />

yazanlar, bu büyük günâhın yayılmaması için, böylece yazarak önlemişlerdir.<br />

Bununla berâber, bunlardan dahâ büyük olan din imâmlarımız, bu işi dahâ umûmî,<br />

dahâ etrâflı ve gereği gibi anlatmışdır. Allahü teâlânın sıfatlarına, kimse şerîk<br />

değildir. Bunların hepsi (Lâ ilâhe illallah) kelimesinin içine girmekdedir. Ya’nî, ilâh<br />

olmağa, ibâdet olunmağa hakkı olan kimse yokdur. Ancak, hiçbir sıfatında şerîki<br />

bulunmıyan Allahü teâlâ vardır. Bu ma’nâ iyi ve derin düşünülürse, iş kökünden<br />

çözülmüş olur.<br />

Efendim! Bu cevâbı böyle uzun ve açık yazdım. Çünki, bu mes’ele, çok kimseleri<br />

şübheye düşürmüşdür. Tesavvuf büyüklerinin âlim olması lâzımdır ki, böyle<br />

şübheleri herkesin anlıyabileceği şeklde çözebilsin. Son zemânlarda, tekkeler câhillerin<br />

eline düşdü. Dinden, îmândan haberi olmıyanlara şeyh denildi. Din düşmanları<br />

da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak, dîne hurâfeler karışmışdır,<br />

islâm dîni bozulmuşdur dedi. Hâlbuki tarîkatcıların sözlerini, işlerini, din<br />

sanmak, bunları tesavvuf büyükleri ile karışdırmak, çok yanlışdır. Dîni bilmemek,<br />

anlamamakdır. Dinde söz sâhibi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin<br />

kitâblarını okuyup, iyi anlıyabilmek ve bildiğini yapmak lâzımdır. Böyle<br />

bir âlim bulunmazsa, din düşmanları, meydânı boş bulup, din adamı şekline girer.<br />

Va’zları ile, kitâbları ile, genclerin îmânını çalmağa saldırarak, milleti, memleketi<br />

felâkete götürür.<br />

Gel aldanma bu dünyâya, sonu virân olur, birgün,<br />

senin bu sürdüğün demler, elbet yalan olur, birgün.<br />

– 744 –


55 — İKİNCİ CİLD, 38. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, hâcı Muhammed Yûsüf Keşmîrî için yazılmışdır. Allah adamlarının<br />

gönlünde zerre kadar dünyâ düşüncesi olmadığı bildirilmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği kullarına selâm olsun! Kalbinde zerre<br />

kadar dünyâ sevgisi olan veyâ kalbinde dünyâ ile zerre kadar ilgisi bulunan yâhud<br />

kalbine zerre kadar dünyâ düşüncesi gelen kimseye Allahü teâlâyı tanımak nasîb<br />

olmaz. Böyle seçilmiş bir kimsenin zâhiri [ya’nî duygu organları ve düşünceleri],<br />

bâtınından [ya’nî kalbinden ve rûhundan] çok uzak ve ayrıdır. Âhıretden dünyâya<br />

gelmiş, başkalarına fâideli olmak için, insanlar arasına karışmışdır. Bunun dünyâ<br />

işlerinden konuşması ve dünyâ işlerinin sebeblerine yapışması kötü değildir. Hattâ<br />

çok iyidir. Böylece, kul haklarını yerine getirmekde ve insanlara fâideli olmakda<br />

ve onlardan fâidelenmekdedir. Böyle kimsenin bâtını, zâhirinden dahâ iyidir.<br />

Arpa satanlar pazarında buğday satan kimse gibidir. Herkes onu, kendileri gibi buğday<br />

pazarında arpa satıcısı gibi sanırlar. Onun zâhirini de, bâtınından dahâ iyi bilirler.<br />

Zâhirde Allah adamı görünüyor, gönlü dünyâ iledir derler. A’râf sûresinin<br />

seksendokuzuncu âyetinde meâlen, (Ey Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında<br />

sen hak olanı hükm et. Sen hükm edenlerin hayrlısısın!) buyruldu. Doğru yolda bulunanlara<br />

ve Muhammed Mustafânın “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” izinde<br />

olanlara selâm ederim.<br />

56 — İKİNCİ CİLD, 28. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, mevlânâ Sâdık Keşmîrîye yazılmış olup, rûhların cism şekline girebileceği<br />

ve tenâsüh olmadığı bildirilmekdedir:<br />

Cenâb-ı Hakka hamd ve Resûlüne salât ve sizlere düâ ederim. Kıymetli mektûbunuzu<br />

aldık. Güzel hâllerinizi anlayınca, sevindik. Allahü teâlâyı, aklın, ilmin,<br />

keşflerin, buluşların dışında, ötelerin ötesinde anlıyorum. Öyle anlaşıldı ki, sıfatlarının<br />

Onunla olduğuna inanamıyorum. Onu herşeyden, her varlıkdan uzak anlıyorum<br />

diyorsunuz. Buna çok sevindim.<br />

Süâl: (Reşehât) kitâbında, Bâbâ Âbrizin (Allahü teâlâ, dünyâda hiç insan yok<br />

iken, Âdem aleyhisselâmın çamurunun yoğurulmasını irâde etdiği vakt, ben de çamura<br />

su döküyordum) dediğini yazıyor. Bu sözü ile, ne demek istiyor, diyorsunuz.<br />

Cevâb: Âdem aleyhisselâmın çamurunu melekler yoğurmuş idi. Bu vazîfe, meleklere<br />

verildiği gibi, Bâbâ Âbrizin rûhuna da, su dökmek vazîfesi verilmiş olduğu<br />

anlaşılıyor. Kendi bedeni, dünyâya gelince, hattâ kendisi kemâle gelince, rûhunun<br />

bu vazîfeyi yapmış olduğu, kendisine bildirilmiş oluyor. Allahü teâlânın,<br />

rûhlara, bedene gelmeden önce veyâ bedenden ayrıldıkdan sonra, cism şekline girip,<br />

canlıların yapdığı işleri yapabilmeleri kudretini vermesi câizdir.<br />

Din büyüklerinden birkaçı dünyâya gelmeden asrlarca önce, mühim büyük işler<br />

yapmış olduklarını haber vermişdir ki, bunlar da, böyle olmuşdur. Ya’nî, bu işleri<br />

rûhları, bedensiz olarak yapmış, kendilerine dünyâya geldikden sonra, bildirilmişdir.<br />

Rûhların, cism şekli alarak iş görmelerini, ba’zı kimseler, tenâsüh sanmışdır. Hâşâ<br />

ve kellâ, hiç tenâsüh değildir. Ya’nî rûhlar, başka bir bedene girmemişdir. Bu<br />

hâl birçok câhillerin ayaklarının kaymasına sebeb olmuşdur. Bunun üzerine yazacak<br />

şey çokdur. Kalbime şaşılacak bilgiler gelmekdedir. Nasîb olursa yazarım. Şimdi,<br />

yazacak vaktim yok. İnşâallah yazmak nasîb olur.<br />

Selâm ve düâ ederim.<br />

Derdimi duyurdum, hepsini anlatamam, zîrâ,<br />

korkdum ki, incinirsin, yoksa sözüm çok sana!<br />

– 745 –


57 — İKİNCİ CİLD, 62. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, hân-ı hânân Abdürrahîm hâna “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmışdır.<br />

İnsan medenî olmak için yaratılmışdır. İnsan medenî olmak için ve yaşamak<br />

için, başka insanlara muhtâcdır. İnsanın üstünlüğü, bu ihtiyâcındandır. Buna benzer<br />

şeyleri de bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun!<br />

Görünen ve görünmiyen iyiliklere kavuşmanızı Allahü teâlâdan düâ ederim.<br />

Çünki, sizin iyi ve üstün olmanız, birçok müslimânın iyi ve rahât olmasıdır. Bunun<br />

için sizin iyiliğinize düâ etmek, birçok müslimânın iyi olmalarına düâ etmek demekdir.<br />

Allahü teâlâ, Peygamberlerin efendisi hurmetine “aleyhi ve aleyhim ve alâ<br />

Âl-i küllin minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ”, sizi, size lâyık olmıyan<br />

herşeyden korusun! Sizin, Resûlullahın vârisleri olan büyük âlimlere “kaddesallahü<br />

teâlâ esrârehüm” karşı sevginizin, bağlılığınızın ve ihlâsınızın tam ve olgun<br />

olduğunu bildiğim için şu yazılarımla başınızı ağrıtıyorum. Kıymetli efendim!<br />

Bu yüksek yolun yolcuları, bu memleketde [ya’nî Hindistânda] garîb oldular,<br />

azaldılar. Şimdiki tarîkatcıların yoluna bid’atler karışdığı için ve bu yolu bozdukları<br />

için, Resûlullahın sünnetine sarılmış olan büyükleri bu millet tanımaz oldu.<br />

Bu bilgisizlikden dolayı, bu yolun yolcularının çoğu da, kısa görüşlü oldukları<br />

için, bu yüksek yola da bid’atler karışdırdılar. Milletin kalblerini bu bid’atler sebebi<br />

ile kazanmağa çalışdılar. Böyle yapmakla, islâm dînini olgunlaşdırdıklarını<br />

sandılar. Hâşâ öyle değildir! Bunlar, bu yüksek yolu yıkmağa, elden kaçırmağa uğraşıyorlar.<br />

Bu yolun büyüklerinin nasıl olduklarını anlıyamamışlar. Allahü teâlâ,<br />

bunları doğru yola kavuşdursun! Şimdi, büyük âlimlerden bu memleketde pek<br />

az kalmışdır. Bu yolda olanların ve bu yolu sevenlerin, bu yolun büyüklerinin hakîkî<br />

kitâblarına ve bu yolun hakîkî talebesine yardım etmeleri, imdâdlarına koşmaları<br />

lâzımdır. Çünki insan, medenî yaşamak için yaratılmışdır. Medenî yaşayabilmesi<br />

için, başkalarına muhtâcdır. Allahü teâlâ, Enfâl sûresinin altmışdördüncü<br />

âyetinde meâlen, (Ey Peygamberim! Allahü teâlâ ve senin yolunda olan<br />

mü’minler, sana kâfîdirler!) buyurdu. Mü’minlerin, insanların en iyisinin işlerine<br />

kifâyet edeceğini, yardımcı olacaklarını bildirdi. Başkalarına yardımcı olmak da<br />

lâzım olduğu buradan anlaşılmakdadır. Zemânımızın zenginleri, dervişliği kimseye<br />

muhtâc olmamak sanırlar. Böyle anlamak yanlışdır. İnsan demek, muhtâc demekdir.<br />

Değil insanlar, her mahlûk muhtâcdır. Hattâ, insanın iyiliği, güzelliği, muhtâc<br />

olmasından ileri gelmekdedir. İnsanın kulluk yapması, gönlü kırık olması,<br />

hep bu ihtiyâcındandır. İnsan muhtâc olmasaydı, âsî, taşkın, azgın olurdu. İkra’ sûresindeki<br />

âyet-i kerîmede meâlen, (İnsan, ihtiyâcsız olunca, elbette azar!) buyuruldu.<br />

Mahlûklara gönül bağlamakdan kurtulmuş olan fakîrler, sebeblere yapışmağa<br />

muhtâc oldukları zemân, bu ihtiyâclarını, sebeblerin sâhibine, yaratıcısına<br />

söylerler. Sebeblere kavuşunca, Ondan bilirler. Gönderen de O, göndermiyen de<br />

O derler. Allahü teâlâ, birçok düzenler ve fâideler olması için, herşeyi sebeble yaratmakdadır.<br />

İyiliğe sebeb olanlara iyi, kötülüğe vâsıta olanlara kötü demişdir. Bu<br />

yolun büyükleri, bunun için, iyiliğe sebeb olanlara şükr, kötülüğe sebeb olanlardan<br />

şikâyet etmekdedir. İyiliği ve kötülüğü, görünüşe göre sebeblerden bilirler. Allahü<br />

teâlâ, herşeyi sebebsiz olarak, hemen yaratsaydı, âlemde nizâm, düzen kalmaz,<br />

karmakarışık olurdu. Yâ Rabbî! Sen hiçbirşeyi bozuk, karışık yaratmıyorsun!<br />

İslâmiyyetin koruyucusu, hakîkatleri bilen, ma’rifetler sâhibi, kıymetli kardeşim<br />

Seyyid mîr Muhammed Nu’mânın “rahmetullahi teâlâ aleyh” size yakın yerde<br />

bulunması, büyük ni’metdir. Onun düâsına ve teveccühüne kavuşmanın kıymetini<br />

biliniz! Öyle sanıyorum ki, devletinizin, kuvvetinizin temeli, dayanağı onun bereketleri,<br />

feyz ve teveccühleridir. Yanınızda iken ve uzakda iken, onu yardımcınız<br />

ve imdâdcınız görüyorum. Bir seneyi geçiyor, sizin iyi hâllerinizi hep bu fakîre yazmakdadır.<br />

Bu fakîre olan sevginizi ve ihlâsınızı her mektûbunda bildirmekdedir.<br />

– 746 –


Oranın idâresini bir başkasına vermiş olduklarını yazmışdı ve teveccüh, imdâd edilecek<br />

bir zemândır demişdi. O mektûbu okuyunca fakîr, bu yolda teveccüh eyledim.<br />

Sizin çok yüksek makâmda bulunduğunuz zâhir oldu. O anda, birisi yola çıkıyordu.<br />

O mektûba cevâb olarak ancak, Hân-ı hânân çok yüksek makâmda görülmekdedir<br />

yazıldı. Herşeyi yapan, yaratan yalnız Allahü teâlâdır! Vesselâm.<br />

58 — İKİNCİ CİLD, 25. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, hâce Şerefeddîn-i Hüseyne yazılmış olup, Resûlullaha uygun her işin,<br />

zikr olduğu bildirilmekdedir:<br />

Elhamdülillahi ve selâmün alâ ibâdihillezînestafâ. Azîz oğlumun, mevlânâ Abdürreşîd<br />

ve mevlânâ Cân Muhammed ile göndermiş olduğu mektûbu geldi. Adak<br />

meblağı da, berâber idi. Allahü teâlâ, karşılık olarak, en iyi şeyler ihsân buyursun!<br />

Sıhhat haberinizi duymakla çok sevindik.<br />

Ey oğlum! Bu zemânınız fırsatdır. Fırsat da, büyük ni’metdir. Sıhhat ile ve<br />

üzüntüsüz geçen vaktler, bulunmaz ganîmetdir. Her sâati Allahü teâlâyı zikr etmek<br />

ile geçirmelidir. Resûlullaha uygun olan her iş, hattâ alış veriş bile zikr olur. O hâlde,<br />

her hareketin, her duruşun, Resûlullaha uygun olması lâzımdır. Böylece, hepsi<br />

zikr olur. (Zikr) demek, gafleti tard etmekdir. Ya’nî, Allahü teâlâyı hâtırlamakdır.<br />

İnsan her hareketinde, her işinde, Allahü teâlânın emrini ve yasağını gözetince,<br />

emr ve yasakların sâhibini unutmakdan kurtulur ve dâim zikr etmiş olur.<br />

Hak irâde eyleyince, yol verir herkes sana,<br />

Halk eder sebeblerini, bol verir herşey sana.<br />

59 — MU’CİZE, KERÂMET, FİRÂSET VE SİHR<br />

Seyyid Abdülhakîm bin Mustafâ “rahmetullahi aleyh” bir mektûbunda buyuruyor<br />

ki:<br />

Vâridât-i ilâhiyyenin hepsi, âdet-i ilâhiyye içinde hâsıl olmakdadır. Ya’nî, Allahü<br />

teâlâ, herşeyi bir sebeb altında yaratmakdadır. Bu sebeblere, iş yapabilecek<br />

te’sîr, kuvvet vermişdir. Bu kuvvetlere, tabî’at kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji<br />

kanûnları diyoruz. Bir iş yapmamız, birşeyi elde etmemiz için, bu işin sebeblerine<br />

yapışmamız lâzımdır. Meselâ, buğday hâsıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek,<br />

ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu<br />

âdeti içinde meydâna gelmekdedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, iyilik, ikrâm olmak<br />

için ve azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara, (Hârik-ul’âde) olarak,<br />

ya’nî âdetini bozarak, sebebsiz şeyler yaratıyor. [Her insanda nefs vardır. Nefs, Allahın<br />

düşmanıdır. Hep kötülük yapmak ister. İslâmiyyete uymak istemez. İslâmiyyete<br />

uyanların nefsleri temizlenir, düşmanlıkları kalmaz. Açlık çeken, sıkıntılı yaşıyan<br />

kâfirlerin nefsleri ise za’îfler. Kötülük yapamaz. Bunun için, Evliyâda ve papaslarda<br />

Hârikul’âde işler hâsıl olur.]<br />

1 — Peygamberlerden “aleyhimüsselâm”, tam temiz oldukları için âdet-i ilâhiyye<br />

dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde şeyler meydâna gelir. Buna (Mu’cize) denir.<br />

Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mu’cize göstermesi<br />

lâzımdır.<br />

2 — Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ümmetlerinin Evliyâsında, nefslerinin<br />

kötülükleri kalmadığı için âdet dışı meydâna gelen şeylere, (Kerâmet) denir. İbni<br />

Âbidîn, Mürtedleri anlatırken diyor ki, [(Mu’tezile) ve (Vehhâbî)ler, kerâmete<br />

inanmadı. İmâm-ül-haremeyn ve İmâm-ı Ömer Nesefî ve birçok âlimler “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma’în”, kerâmetin câiz olduğunu isbât etmişlerdir.]<br />

Evliyânın kerâmet göstermesi lâzım değildir. Bunlar, kerâmet göstermek istemez.<br />

Allahü teâlâdan utanırlar.<br />

– 747 –


3 — Ümmet arasında, Velî olmıyanlardan meydâna gelen âdet dışı şeylere, (Firâset)<br />

denir.<br />

4 — Fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhûr ederse (İstidrâc) denir ki, derece<br />

derece, kıymetini indirmek demekdir.<br />

5 — Kâfirlerden zuhûr edenlere ise (Sihr), ya’nî büyü denir.<br />

60 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 86. cı MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Dervîş Habîb Hâdim için yazılmışdır. Hârikaların, kerâmetlerin çok<br />

veyâ az olmasının sebebi bildirilmekdedir:<br />

Mubâhların fudûlüne, ya’nî fazlasına dalmak, kerâmetin azalmasına sebeb<br />

olur. Hele, şübhelilere ulaşır ve Allah korusun, oradan da, harâmlara yaklaşırsa,<br />

kerâmet ve hârikalar yok olur. Mubâhlar az işlendikce ve zarûret mikdârı olunca,<br />

kerâmet ve hârikaların hâsıl olması artar. Hârikaların görünmesi, Peygamberlikde<br />

lâzımdır. Evliyâlıkda şart değildir. Çünki, Peygamberliği herkese bildirmek lâzımdır.<br />

Evliyâlığı bildirmek vâcib değildir. Hattâ, Evliyâlığı örtmek, gizlemek<br />

iyidir. Çünki Peygamberlik, insanları Allahü teâlâya çağırmakdır. Evliyâlık ise, Allahü<br />

teâlâya yaklaşmakdır. İnsanları çağırmak için ortaya çıkmak lâzım olduğunu<br />

herkes bilir. Yaklaşmak ise, gizli olur. Bir Velîde çok kerâmet görülmesi, onun, az<br />

kerâmeti görülen Velîlerden dahâ üstün olduğunu göstermez. Hiç kerâmeti görülmiyen<br />

Velî, hârikalar gösteren Evliyâdan dahâ yüksek olabilir. Evliyânın büyüklerinden<br />

(Avârif) kitâbının sâhibi, [Şihâbüddîn-i Sühreverdî “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” hazretleri], bunu uzun yazmışdır. Peygamberlerin hârikalar göstermeleri şart<br />

olduğu hâlde, az veyâ çok göstermeleri, dahâ üstün olup olmamalarını bildirmeyince,<br />

Evliyâlıkda, şart olmadığı hâlde, dahâ üstün olmağı nasıl bildirir? Öyle sanıyorum<br />

ki, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” riyâzetler ve mücâhedeler<br />

yapmaları ve mubâhları bile çok az kullanmaları, hârikalar göstermek içindi.<br />

Çünki, hârikalar göstermeleri vâcibdir ve Peygamberlikde şartdır. Yoksa, Allahü<br />

teâlâya yakın derecelere yükselmek için değildi. Çünki Peygamberler “aleyhimüssalevâtü<br />

vettehıyyât”, (İctibâ) yoluna seçilmiş, sevilmiş önderlerdir. Allahü<br />

teâlâ, onları muhabbet çengeline takarak kendisine çekmişdir. Yorulmadan, yakınlık<br />

derecelerine ulaşdırılırlar. Allahü teâlâya yakınlık derecelerine ulaşmak için,<br />

riyâzetler, mücâhedeler çekmek, uğraşmak, (İnâbet), (İrâdet) yolunda olur. Bu yol,<br />

(Tâlibler) yoludur. Peygamberlerin götürüldüğü ictibâ yolu ise, (Murâdlar) yoludur.<br />

Birinci yolda, sıkıntı çekerek yürürler. Murâdları nazlı nazlı, okşıyarak götürürler.<br />

Hiç sıkıntı çekdirmeden, yakınlık derecelerine ulaşdırırlar.<br />

İnâbet ve irâdet yolunda, riyâzetlere ve mücâhedelere katlanmak lâzımdır. İctibâ<br />

yolunda, bunlar şart değildir. Bununla berâber, fâideli olurlar. Bir kimseyi, okşıyarak,<br />

hizmetinde bulunarak götürürlerken, bu da çabalayıp, götürülmesini kolaylaşdırırsa,<br />

dahâ çabuk ulaşır ve dahâ yükseklere gider. Kendi de uğraşmazsa,<br />

ilerlemesi böyle kolay ve çabuk olmaz. Evet, Allahü teâlâ, dilediğini öyle çeker,<br />

öyle yükseltir ki, hepsinden çabuk götürür. Sözün kısası, ictibâ yolunda, uğraşmak,<br />

sıkıntılar çekmek, ulaşmak için şart olmadığı gibi, çabuk ve dahâ yükseklere kavuşmak<br />

için de şart değildir. Fekat, ba’zan bunların fâideleri olur. Riyâzet ve mücâhede<br />

demek, mubâhları zarûret mikdârı kullanmak [nefsin aşırı isteklerini yapmamak]<br />

demek olup, bunlar ictibâ yolunda olanlara, başka fâideler sağlar. (Cihâd-ı ekber)<br />

ve kalbin dünyâ pisliklerinden temizlenmesi, bu fâidelerdendir.<br />

İnsanın muhtâc olduğu şeyleri zarûret mikdârı kullanmak ve bunları elde etmek<br />

için çalışmak, dünyâya gönül bağlamak olmaz. (Fudûl), ya’nî ihtiyacdan fazla ve<br />

fâidesiz şeyler, dünyâdır. [Bunların da, Allahü teâlânın rızâsına uygun olarak elde<br />

edilmeleri ve sarf edilmeleri dünyâ olmaz.] Riyâzet çekmenin ve mubâhları zarûret<br />

mikdârı kullanmanın, büyük bir fâidesi de, Kıyâmet günü hesâbın kısa ve ko-<br />

– 748 –


lay olmasıdır. Âhıretdeki derecelerin yükselmesine de sebeb olur. Dünyâda ne kadar<br />

sıkıntı çekilirse, âhıretde o kadar çok râhatlık olacakdır. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü<br />

vetteslîmât”, bu bakımdan da, riyâzât ve mücâhedât çekmişlerdir.<br />

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, riyâzet çekmek ve mubâhları zarûret olduğu kadar<br />

kazanıp kullanmak, ictibâ yolunda şart olmamakla berâber, bunlar iyi ve fâideli<br />

şeylerdir. Fâidelerinin çokluğu düşünülünce zarûrî ve lâzım da diyebiliriz. Yâ<br />

Rabbî! Bizlere acı! İşlerimizin doğru ve fâideli olmasını nasîb eyle! Doğru yolda<br />

olanlara selâm olsun!<br />

61 — İKİNCİ CİLD, 92. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Seyyid mîr Muhammed Nu’mâna “kuddise sirruh” yazılmış olup,<br />

Evliyâlık, Allahü teâlâya yakınlık demekdir. Velî olmak için hârikalar ve kerâmetler<br />

şart olmadığı bildirilmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun. Onun beğendiği insanlara selâmlar olsun! Kardeşim,<br />

çok sevdiğim, Seyyid, mîr Muhammed Nu’mânın âfiyetde olmasına düâ ederim.<br />

Vilâyetin [ya’nî Evliyâlığın] hâsıl olması için, hârikaların, kerâmetlerin meydâna<br />

gelmesi lâzım değildir. Din âlimlerinin hârikalar göstermesi lâzım olmadığı<br />

gibi, Evliyânın da, hârikalar göstermesi şart değildir. Çünki vilâyet [ya’nî Velî olmak],<br />

kurb-i ilâhî [ya’nî Allahü teâlâya yakın olmak] demekdir. Allahü teâlâ, bu<br />

kurbu [ya’nî yakın olmağı] ise, Fenâdan sonra, [ya’nî Allahü teâlâdan başka, herşeyi<br />

unutdukdan sonra], Evliyâsına ihsân eder. Bir kimseye, bu kurb ihsân edilip<br />

de bu dünyâdaki, bilinmiyen şeyler haber verilmiyebilir. Bir başkasına, hem bu verilir,<br />

hem de gaybler bildirilir. Bir üçüncü kimseye ise, kurbdan birşey verilmeyip,<br />

gaybler bildirilir. Üçüncü kimse, istidrâc sâhibidir. Nefsi cilâlandığı için, bilinmiyen<br />

şeyler, kendisine keşf edilmekde, böylece, dalâlet uçurumuna düşürülmekdedir.<br />

Sûre-i Mücâdele, onsekizinci [18] âyet-i kerîmesinin: (Onlar iyi bir iş yapdıklarını<br />

sanıyor. Biliniz ki, çok yalancıdırlar. Şeytân onları aldatmış, yoldan çıkarmışdır.<br />

Allahü teâlâyı o kadar unutdurmuş ki, ne dillerine, ne de gönüllerine getirmezler.<br />

Şeytânın askeri, uşakları olmuşlardır. Biliniz ki, şeytânın gürûhü olan bunlar,<br />

bitmez tükenmez ni’metleri elden kaçırdı. Sonsuz azâblara yakalandı) meâli, böyle<br />

kimselerin hâlini bildirmekdedir. Kurb devleti ile şereflenmiş olan birinci ve ikinci<br />

şahslar Evliyâdır. Gaybdan haber vermek, bunların vilâyetini artdırmaz ve<br />

azaltmaz. İkisi arasındaki fark, kurb derecelerine göredir. Kendine gaybdan birşey<br />

gösterilmiyen Velî, kendine ihsân edilen kurbun üstünlüğü dolayısı ile, dahâ<br />

ileride ve dahâ üstün olur. (Avârif-ül-me’ârif) kitâbının sâhibi Şihâbüddîn Ömer<br />

Sühreverdî “kuddise sirruh”, Evliyânın büyüklerindendir. Velîlerin hepsi, kendisini<br />

sevmekdedir. Kitâbında kerâmetleri, hârikaları anlatdıkdan sonra, buyuruyor<br />

ki: (Evliyâdan, yüksek mertebede bulunan birine, hiçbir kerâmet ve hârika verilmiyebilir.<br />

Çünki, kerâmetler, yakîni [inanmayı] artdırmak için verilir. Yakîn ihsân<br />

edilen birinin kerâmetlere, hârikalara ihtiyâcı olmaz. Bütün bu kerâmetler, Zât-i<br />

ilâhîyi hâtırlamak ile kalbin zînetlenmesinden aşağıda kalır). Sôfiyye-i aliyyenin<br />

büyüklerinden, şeyh-ül-islâm, Hâce Abdüllah-i Ensârî “rahmetullahi aleyh”, (Menâzilüssâyirîn)<br />

kitâbında buyuruyor ki: (Firâset iki dürlüdür: Birincisi, ma’rifet sâhiblerinin<br />

firâseti olup, talebenin isti’dâdını keşf etmek, Allahü teâlânın Evliyâsını<br />

tanımakdır. İkincisi, riyâzet çeken, açlıkla nefslerini parlatanların firâseti<br />

olup, mahlûklara âid gizli şeyleri bilmekdir. İnsanların çoğu, Allahü teâlâyı hâtırlamayıp<br />

gece gündüz dünyâyı düşündüğünden, dünyâ işlerinden, ele geçirmek istedikleri<br />

şeylerden haber verenleri arıyor. Bunları büyük biliyor. Hattâ, bunları Evliyâ,<br />

Allahü teâlâya yakın sanıyorlar. Evliyânın me’ârifine, doğru, ince bilgilerine,<br />

dönüp de bakmıyorlar. Belki, bunlara dil uzatıp, bunlar Allahın sevgili kulu olsaydı,<br />

gayb olan şeylerimizi, gizli düşüncelerimizi bilirlerdi. Bizim hâlimizden haberi<br />

olmıyan bir kimse, mahlûkların üstündeki ince bilgileri hiç anlıyamaz diyerek,<br />

– 749 –


Evliyânın firâsetine, Zât-ı ilâhiye ve sıfatlarına olan bilgilerine inanmıyorlar.<br />

Böyle yanlış ölçüleri sebebi ile, o büyüklerin doğru ilm ve me’ârifinden mahrûm<br />

kalıyorlar. Bilmiyorlar ki, Allahü teâlâ, o büyükleri, câhillerin gözünden saklamış,<br />

kendine mahsûs kılmışdır. Evliyâsını dünyâ işleri ile meşgûl etmeyip, kendisi ile<br />

meşgûl etmişdir. Evliyâ, insanların hâllerine, işlerine bağlansalardı, Allahü teâlânın<br />

huzûruna lâyık olmazlardı). Abdüllah-i Ensârî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, buna<br />

benzer dahâ nice şeyler yazmışdır.<br />

Üstâdım hâce Muhammed Bâkî-billahdan “kuddise sirruh” işitdim. Buyurdu ki,<br />

şeyh Muhyiddîn-i Arabî “rahmetullahi aleyh” yazıyor ki, (Kerâmet ve hârikaları<br />

çok görülen Evliyâ, son nefeslerinde, bunları gösterdiklerine pişmân olmuşdur.<br />

Keşki hiç kerâmetimiz görülmeseydi demişlerdir). Evliyânın üstünlüğü, hârikaların<br />

görülmesi ile ölçülseydi, bunların görünmesine pişmân olmak yersiz olurdu.<br />

Süâl: Vilâyetde, hârika görünmesi şart olmayınca, hakîkî Velî ile, yalancı şeyhler<br />

birbirinden nasıl ayrılır?<br />

Cevâb: Bu dünyâda Evliyânın belli olması lâzım değildir. Doğru ile yalancının<br />

karışması lâzımdır. Bu dünyâda hak ile bâtılın, doğru ile yanlışın karışması lâzımdır.<br />

Velînin, kendi vilâyetini bilmesi de şart değildir. Kendi vilâyetini bilmiyen Evliyâ<br />

çok idi. Bunları, başkaları nasıl tanıyabilir? Tanımalarına lüzûm da yokdur.<br />

Evet, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” hârikalar göstermesi lâzımdır. Böylece,<br />

Nebî, Nebî olmıyandan ayrılır. Çünki, Nebînin Peygamberliğini tanımak herkese<br />

lâzımdır. Evliyâ, insanları, kendi Peygamberinin dînine çağırdığı için, Peygamberinin<br />

mu’cizeleri kendilerine yetişir. Evliyâ, eğer islâmiyyetden başka birşeye çağırmış<br />

olsaydı, o zemân, hârikalar göstermesi elbette lâzım olurdu. İslâmiyyete çağırdığı<br />

için, hârika göstermesi hiç lâzım değildir. Din âlimleri, herkesi, kitâblarda<br />

yazılan emrleri yapmağa çağırıyor. Evliyâ, hem buna çağırıyor, hem de islâmiyyetin<br />

bâtınına da’vet ediyor. Önce, islâmiyyete çağırıyor, sonra, Allahü teâlânın ismini<br />

zikr etmeği gösteriyor. Her zemân, aralıksız olarak, zikr-i ilâhî ile olmağı ehemmiyyetle<br />

istiyorlar. Böylece, vücûdü muhabbet kaplayıp, kalbde Allahü teâlâdan<br />

başka birşey bulundurulmaz. Herşey öyle unutulur ki, insan kendini ne kadar zorlasa,<br />

Allahü teâlâdan başka birşey hâtırlıyamaz. Bu iki dürlü da’vet için Evliyânın<br />

hârikalar göstermesine niçin lüzûm olsun? İrşâd etmek, bu iki da’veti yapmak demekdir.<br />

Hârikanın, kerâmetin burada hiç yeri yokdur. Şunu da söyliyelim ki, uyanık<br />

bir talebe, tesavvuf yolunda ilerlerken, üstâdının nice hârikalarını, kerâmetlerini<br />

his eder. O bilinmez yolda, her ân, onun mededine baş vurup, hep yardımına<br />

kavuşur. Evet, başkaları için hârikalar göstermesi lâzım değildir. Fekat, talebesine<br />

her ân kerâmet göstermekde, hârikalar, üst üste gelmekdedir. Talebesi, üstâdının<br />

hârikalarını his etmez olur mu ki, ölü olan kalbine hayât vermekdedir. Onu,<br />

müşâhedelere, keşflere kavuşdurmakdadır. Câhiller, ölüyü diriltip, mezârdan çıkarmağı,<br />

büyük kerâmet sanır. Büyükler ise, ölü kalbleri diriltmeğe, hasta rûhları<br />

tedâvî etmeğe ehemmiyyet verir. Sôfiyye-i aliyyenin büyüklerinden, hâce Muhammed<br />

Pârisâ: (İnsanların çoğu ölüleri dirilteni büyük bildiğinden, Allahü teâlâya<br />

yakın olanlar, bunu yapmak istemeyip, ölü rûhları diriltmişler, talebenin ölü kalblerini<br />

diriltmeğe çalışmışlardır. Doğrusu da, kalbleri, rûhları diriltmek yanında, ölüleri<br />

diriltmenin hiç kıymeti yokdur. Hattâ abes, ya’nî fâidesiz şeyle vakt gayb etmek<br />

olur. Çünki, ölüyü diriltmek ona birkaç günlük ömür kazandırır. Kalblerin diriltilmesi<br />

ise, sonsuz hayâta kavuşdurur. Zâten, Allahü teâlâya yakın olanların vücûdleri<br />

kerâmetdir. İnsanları Allahü teâlâya da’vet etmeleri, Hak teâlânın rahmetlerinden<br />

bir rahmetdir. Ölü kalbleri diriltmesi, hârikaların en büyüğüdür. İnsanların<br />

selâmeti, onların varlığı iledir. Mahlûkların en kıymetlisi onlardır. Allahü teâlâ,<br />

onlar ile rahmet yağdırıyor. Onlar sebebi ile rızk gönderiyor. Onların sözleri<br />

devâdır. Acıyarak bir bakışları şifâdır. Onlar, celîs-i ilâhîdir. Allahü teâlânın lutfları,<br />

ihsânları, onların bulunduğu yerden eksik olmaz. Yanlarında bulunanlar kö-<br />

– 750 –


tü olmaz. Onları tanıyanlar mahrûm kalmaz) buyuruyor.<br />

O büyükleri, yalancılardan ayıran farkların en açığı, her sözlerinin, hareketlerinin<br />

islâmiyyete uygun olması, yanlarında bulunanların kalblerinde, Allahü teâlânın<br />

korkusu ve sevgisi hâsıl olmasıdır ve başka şeylerden soğumalarıdır. Evliyâ ile<br />

münâsebeti olanlarda, bu alâmetler hâsıl olur. Münâsebetleri olmıyanlar, zâten herşeyden<br />

mahrûmdur. Fârisî beyt tercemesi:<br />

İyiliğe elverişli olmıyan kimse,<br />

fâidelenemez, Peygamberi de görse.<br />

[(Reşehât)da, Ubeydüllah-i Ahrâr “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” buyuruyor<br />

ki: ((Himmet etmek), Allahü teâlânın ismleri ile münâsebeti olan bir zâtın, kalbinde<br />

yalnız bir işin yapılmasını bulundurması demekdir. Bu şeye teveccüh eder.<br />

Kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez. Yalnız, o işin yapılmasını ister. Allahü<br />

teâlâ da o işi yaratır. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Kâfirlerin himmet etdikleri<br />

şeylerin de hâsıl oldukları görülmüşdür. Allahü teâlâ, bana bu kuvveti ihsân<br />

etmişdir. Fekat, bu makâmda edeb lâzımdır. Edeb de, bendenin kendisini Hak teâlânın<br />

irâdesine tâbi’ etmesidir. Hakkı kendi irâdesine tâbi’ etmemekdir. Hak teâlânın<br />

fermânına muntazır olmakdır. İrâdesi te’alluk edip fermân buyurunca,<br />

himmet etmekdir). Übeydüllah-i Ahrârın oğlu hâce Muhammed Yahyâ buyurdu<br />

ki: (Tesarruf sâhibleri üç nev’dir: Bir kısmı, Allahü teâlânın izni ile, her istedikleri<br />

zemânda, diledikleri kimselerin kalbinde tesarruf ederek, onu fenâ makâmına<br />

erişdirirler. Ba’zısı, Allahü teâlânın emri olmadan tesarruf etmez. Emr olunan<br />

kimseye teveccüh ederler. Bir kısmı ise, kendilerine bir sıfat, bir hâl geldiği zemân<br />

kalblere tesarruf ederler)].<br />

Kıymetli mektûbunuzda, zemânımız pâdişâhının islâmiyyete ehemmiyyet verdiğini,<br />

adâleti, Allahü teâlânın emrlerini yerine getirdiğini yazıyorsunuz. Bunları<br />

okuyunca, pek fazla sevindik. Allahü teâlâ, memleketleri, devlet reîslerinin<br />

adâlet ışığı ile nûrlandırdığı gibi, islâm dînini de, onların himâye ve yardımları ile<br />

kuvvetlendirir. Sevgili kardeşim! (İslâmiyyet, kılıncın himâyesi altında) buyuruldu.<br />

Ya’nî, islâm dîninin yayılması, yapılması, devlet reîslerinin yardım ve himâyesine<br />

bağlıdır. [Devlet kuvvetli oldukca, herkes malından, canından emîn olur.<br />

İbâdetlerini râhatlıkla, huzûr içinde yapar. Avrupa, Amerika gibi kâfir memleketlerinde<br />

insan haklarına mâlik olan, dînî vazîfelerini serbestce yapan müslimânların<br />

da, kendilerine hürriyyet veren devlete, kanûnlara karşı gelmemeleri, fitneye,<br />

anarşiye sebeb olmamaları, vergilerini, borçlarını zemânında ödemeleri, devlete<br />

yardımcı olmaları lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimleri böyle olmamızı emr etmekdedirler.]<br />

Ne yazık ki, Hindistânda, devletin müslimânları himâye etmesi, çok zemândan<br />

beri gevşemiş idi. Müslimânlık da za’îflemişdi. Hind kâfirleri, sıkılmadan, câmi’leri<br />

harâb etmiş, buraları, kendi tapınma ve oyun yerleri hâline çevirmişdi. Mubârek<br />

insanların mezârlarını yıkıp, yerlerini park yapmışlardı. Kâfirler, her günâhı,<br />

kâfirlik alâmetini açıkça işliyor, müslimânlar, Allahü teâlânın emrlerini yerine<br />

getirebilmek için, zorluklarla karşılaşıyordu. Hind kâfirlerinin bayramlarında,<br />

yimeleri, içmeleri yasak olduğundan, müslimân şehrlerinde, fırınların, aşçıların ekmek,<br />

yemek satmasına mâni’ oluyorlardı. Mubârek Ramezân ayında, umûmî yerlerde,<br />

oruclular karşısında, çılgınca yiyip içiyorlardı. Müslimânlar, birşey söyliyemiyordu.<br />

Yazıklar olsun ki, devlet adamları bizden olduğu hâlde, böyle za’îf ve zevallı<br />

hâle düşmüşdük. İdârecilerin kıymet verdikleri zemânlarda, islâmiyyet parlamış,<br />

âlimlerin yüksekleri, Sôfiyyenin büyükleri “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”,<br />

herkesden sevgi ve saygı görmüşdü. Devletden aldıkları kuvvet ile, islâmiyyetin<br />

yayılmasına çalışmışlardı. İşitdiğime göre, sâhibkran emîr Tîmûr “aleyhirrahme”,<br />

Buhârâ caddesinden geçerken, uzakda, birçok kimsenin halı silkdiklerini<br />

görüp, merâkla sormuş. Hâce Muhammed Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sir-<br />

– 751 –


uh” hânekâhı halıları olduğunu anlayınca, islâmiyyete olan sevgi ve saygısının çokluğundan,<br />

oraya yaklaşıp, halıların tozları içinde durmuş, misk ve anber sürünür<br />

gibi, hânekâhın tozlarını yüzüne gözüne sürerek, Allah yolunda olanların feyz ve<br />

bereketleri ile şereflenmek istemişdir. Allahü teâlâya yakın olanlara karşı gösterdiği<br />

sevgi ve saygı sâyesinde, îmânla gitdiği umulur. İşitdiğimize göre, Tîmûrun ölüm<br />

haberi duyulunca, o zemânda bulunan Evliyâdan birisi “kuddise sirruh”, (Tîmûr<br />

öldü. Îmânı da birlikde götürdü) buyurmuşdur.<br />

Cum’a günleri, hatîb efendiler, hutbe okurken, sultânların ismlerini, en aşağı basamağa<br />

inerek okuyorlar. Bunun sebebi, sultânlar kendilerinin, Server-i âlemden<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” ve dört halîfesinden aşağı olduklarını göstermek<br />

içindir. Kendi ismlerinin, o büyüklerin ismleri ile birlikde okunmasını uygun görmedikleri<br />

için böyle okutuyorlar.<br />

Secde, alnı yere koymakdır ki, küçüklüğü ve aşağılığı göstermekdir. Tevâzu’ ve<br />

saygının son derecesidir. Bunun için secde, ancak Allahü teâlâya ibâdet için yapılır.<br />

Ondan başkasına secde etmek câiz değildir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” birgün, bir yere gidiyordu. Bir köylü rast gelip, mu’cize gösterirsen<br />

îmân ederim dedi. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Karşıki<br />

ağaca git, de ki, Allahın Peygamberi seni çağırıyor!). Köylü, böyle söyleyince,<br />

ağaç yerinden ayrılıp Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” önüne geldi. Köylü<br />

bu hâli görünce, hemen müslimân oldu. (Yâ Resûlallah! İzn verirsen, sana secde<br />

edeceğim) dedi. (Allahü teâlâdan başka, hiçbirşeye secde edilmez. Başkasına<br />

secde etmek câiz olsaydı, kadınların, erkeklerine secde etmelerini emr ederdim)<br />

buyurdu. Fıkh âlimlerinden ba’zısı, sultânlara, selâm niyyeti ile, secde etmeğe<br />

izn vermiş ise de, sultânların bu işde, Allahü teâlâya karşı edebi gözetmeleri, Allahü<br />

teâlâdan başkasına secdeye izn vermemeleri lâyık olur. Allahü teâlâ, onları<br />

herşeye âmir ve hâkim yapmış, herkesi bunlara muhtâc kılmış. Bu büyük ni’mete<br />

şükr olarak, aczin, küçüklüğün son şekli olan secdeyi, Allahü teâlâya mahsûs<br />

edip, Ona şerîk olmamalıdırlar. Ba’zı âlimler izn vermiş ise de, kendileri, güzel tevâzu’ları<br />

sebebi ile, buna izn vermemelidir. İhsân edenlerin karşılığı, ancak ihsân<br />

olur. Görüşdüğümüz zemân, dahâ çok anlatırım. Doğru yolda bulunanlara, Muhammed<br />

Mustafânın “sallallahü aleyhi ve sellem” izinde yürüyenlere selâmlar olsun!<br />

Evliyânın efdali, Sıddîk-ı ekber, ba’dehu Fârûk,<br />

ve Zinnûreynden sonra, Alîdir ol Velîyullah.<br />

Kalan Eshâbı hem ki, cümlesinin zikri hayrolsun,<br />

cemî’i Âl-ü Eshâb-ı kirâmı severim fillah.<br />

Aşere-i mübeşşere ve Fâtıma, Hasen ve Hüseyn,<br />

bu ümmetden bunlara Cennet ile neşhedü billah.<br />

Ve gayri kimseye aynîle Cennetlik denilmez ki,<br />

o gaybe hükm olur, gaybi ne bilsin kimse gayrillah.<br />

Ve Eshâb-ı kirâmın cümlesinden sonra ümmetden,<br />

cemî’i Tâbi’în olmuşdur, efdalü Evliyâillah.<br />

– 752 –


62 — İKİNCİ CİLD, 8. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Hân-ı hânân Abdürrahîme “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmışdır.<br />

Havâssın, ya’nî seçilmişlerin ve câhillerin ve bu ikisi arasında olan tesavvufcuların<br />

gaybdan îmânları arasındaki farkı bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! Fârisî<br />

mısra’ tercemesi:<br />

Her ne olursa olsun, dostdan konuşmak dahâ tatlı!<br />

Bekara sûresinin yüzseksenaltıncı âyetinde meâlen, (Kullarım senden beni soruyorlar.<br />

Ben onlara çok yakınım!) ve Mücâdele sûresinin yedinci âyetinde meâlen,<br />

(Üç adam gizli konuşunca, Allah onların dördüncüsü olur. Beş kişi gizli konuşunca,<br />

Allah onların altıncısı olur. Dahâ az veyâ dahâ çok kimseler olunca da, her nerede<br />

olursa olsunlar, Allah onlarla berâberdir) buyuruldu. Allahü teâlânın yakın<br />

olması ve birlikde olması, kendisi gibi (Bî-çûn)dur. Ya’nî, bizim bildiğimiz ve<br />

anladığımız gibi değildir. Nasıl oldukları anlaşılamaz. His organlarının ve aklın yardımı<br />

ile anlayabilen insanlar, his edilmiyen ve akl ile düşünülemiyen şeyleri anlıyamaz.<br />

Yakın ve berâber denilince, aklımıza, düşüncemize ve anlayışımıza gelen<br />

ve Evliyânın keşf ve şühûd ile anladıkları herşeyden, Allahü teâlâ uzakdır. Bunlara<br />

hiç benzemez. Allahü teâlâyı böyle düşünmek, yetmişiki fırka içinde bulunan<br />

(Mücessime) denilen bozuk, sapık yola kaymağa sebeb olur. Allahü teâlânın bize<br />

yakın olduğuna ve bizimle berâber olduğuna îmân ederiz. Fekat, bu yakınlığın<br />

ve bu berâberliğin nasıl olduğunu anlıyamayız. Bu dünyâda, en büyük islâm âlimlerinin<br />

varabileceği şey, Allahü teâlânın kendisine ve sıfatlarına, gayb yolu ile, ya’nî<br />

anlamadan inanmakdır. Fârisî beyt tercemesi:<br />

Elestü... denildiği zemân, uyanık olanlar,<br />

O vardır! dediler. Fazla birşey söylemediler.<br />

Seçilmiş, sevilmiş olan yüksek âlimlerin gaybdan îmânları, câhillerin gayba<br />

olan îmânları gibi değildir. Câhiller, başkasından işiterek veyâ akl ile istidlâl ederek,<br />

gayba îmân şerefine kavuşmuşlardır. Seçilmişler, Allahü teâlânın cemâl ve celâl<br />

perdeleri ve tecellîler, zuhûrlar vâsıtası ile gaybın varlığını anlıyarak inanmışlardır.<br />

Bu iki kısmın arasında bulunan tesavvufcular ise, perdeleri ve tecellîleri görünce,<br />

gaybı anladık sanmışlar, (Îmân-ı gaybî) yerine, (Îmân-ı şuhûdî)ye kavuşduk<br />

demişlerdir. Bunlar, gaybî îmân, câhillerin, hattâ düşmanların îmânıdır sanırlar.<br />

Mü’minûn sûresinin ellidördüncü âyetinde ve Rûm sûresindeki bir âyet-i kerîmede<br />

meâlen, (Her fırkada bulunanlar, kendi anladıklarını doğru sanırlar) buyuruluyor.<br />

Sizi bu yazılarımla incitmemin bir sebebi de; mevlânâ Abdülgafûr ve mevlânâ<br />

hâcı Muhammed yakınlarımızdan ve sevdiklerimizdendir. Bunlara yapılacak<br />

her ihsân, biz fakîrleri de sevindirecekdir. Fârisî mısra’ tercemesi:<br />

İhsân sâhibleri ile iş görmek, üzücü olmaz!<br />

Selâm ederim.<br />

Gel ey âkıl visâl iste, uyan artık hevâdan geç!<br />

hemân rûyi cemâl iste, yeter, hubbi sivâdan geç!<br />

Gönül mülkün tertemiz et, gider kirleri, pasları,<br />

hülûs ile ibâdet et, ucub ile riyâdan geç!<br />

Bilirsin, bu fenâ mülkü, değildir kimseye bâkî,<br />

bekâyı lâ yezâl iste, bu mülkü bî vefâdan geç!<br />

Parâya pûla aldanma, seni avlamasın dünyâ!<br />

süs ve ziynetine bakma, çürük olan binâdan geç!<br />

– 753 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:48


63 — İKİNCİ CİLD, 13. cü MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Mirzâ Şemsüddîne yazılmışdır. Onun mektûbuna cevâb vermekde<br />

ve zâhir âlimlerinin ve tesavvufcuların ve Peygamberlerin vârisleri olan râsih<br />

ilmli âlimlerin hâlini bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun Peygamberine salât ve selâm olsun! Size ve<br />

doğru yolda olanlara düâlar ederim. İhsân ederek göndermiş olduğunuz şerefli mektûbunuzu<br />

kıymetli kardeşim şeyh Muhammed Tâhir getirdi. Okuyunca bizleri sevindirdi.<br />

Sizinle buluşuncıya kadar, (Mektûbât)daki nasîhat verici mektûbları okumakdayım<br />

diyorsunuz. Kıymetli efendim! Nasîhat vermek, dînimizin birinci vazîfesidir<br />

ve Peygamberlerin en üstününe uymakdır “Ona ve hepsine üstün düâlar ve<br />

her dürlü selâmlar olsun”. Âlimlerin dinden ellerine geçen şey ve Resûlullaha uymaları,<br />

önce i’tikâdlarını düzeltmekdir. Sonra, ahkâm-ı islâmiyye bilgilerini öğrenmek<br />

ve öğrendiklerini yapmakdır. Tesavvuf büyüklerinin ellerine geçen ise, âlimlerin<br />

kavuşdukları ile birlikde, hâller, vecdler ve tesavvuf bilgileri ve ma’rifetleridir.<br />

Peygamberlerin vârisleri oldukları müjdelenmiş olan (Ulemâ-i râsihîn)in dinden<br />

ve Resûlullaha uymakdan ellerine geçenlere gelince, bunlara din âlimlerinin ve<br />

tesavvufcuların kavuşdukları nasîb olduğu gibi, kendilerine nice gizli ve ince bilgiler<br />

de ihsân edilmişdir. Bu gizli ve ince bilgiler, Kur’ân-ı kerîmdeki (Müteşâbihât)<br />

denilen örtülü, kapalı âyetlerle gösterilmekdedir. Te’vîl ederek, ya’nî meâlen bildirilmişlerdir.<br />

[Ehl-i sünnet âlimleri, açık bildirilmemiş olan, ya’nî, ma’nâları şübheli<br />

olan âyet-i kerîmeleri (Te’vîl) etmişlerdir. Te’vîl, bir kelimenin muhtelif ma’nâlarından,<br />

islâmiyyete uygun olanı seçmekdir.] Resûlullaha tam uyan, bu râsih ilmli<br />

büyüklerdir. Peygamberlerin vârisleri, yalnız bunlardır. Resûlullaha tam uydukları<br />

için ve Peygamberlere vâris oldukları için, Peygamberlere ihsân olunan ni’metlerden<br />

bunlara da pay düşmekdedir. O büyüklerin gizli bilgileri, bunlara da duyurulmakdadır.<br />

Bunun için, (Ümmetimin âlimleri, İsrâîl oğullarının Peygamberleri gibidir!)<br />

müjdesi ile şereflenmişlerdir. [Bu hadîs-i şerîfin sahîh olduğu, kitâbımızın ikinci<br />

kısmının, beşinci maddesinde de yazılıdır.] O hâlde, siz de Peygamberlerin en üstününün<br />

ve âlemlerin Rabbinin sevgilisinin yoluna sarılınız! Böylece, se’âdet derecelerinin<br />

en yükseği olan, Ona vâris olmak derecesine kavuşmağa çalışınız!<br />

64 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 62. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, mubârek oğlu Muhammed Ma’sûm “medde zillühül’âlî” için yazılmışdır.<br />

İnsanın aslının adem olduğunu, ademde hiçbir iyilik bulunmadığını bildirmekdedir:<br />

İnsanın hakîkati, ya’nî zâtı, kendisi, onun nefsidir. Buna, (Nefs-i nâtıka) denir.<br />

İnsan, ben deyince, nefsini göstermekdedir. Bu nefs-i nâtıkanın hakîkati, aslı da,<br />

(Adem)dir. [Adem, yokluk demekdir.] Adem üzerine, vücûd [ya’nî varlık] ışıkları<br />

ve vücûdün sıfatları gelmiş olduğu için, kendini var sanmışdır. Kendini diri, âlim,<br />

kâdir sanmakdadır. Hayât, ilm gibi güzel sıfatları, kendinin sanmış, bunların bulunmasına<br />

kendisi sebeb oluyor sanmışdır. Bunun için, kendini kâmil ve iyi bilmekdedir.<br />

Bütün kötülüklerin kaynağı olan ademden kendisine gelmiş ve öz malı olmuş<br />

bulunan kötülükleri, kusûrları unutmuşdur. Bir kimse, Allahü teâlânın lutfüne,<br />

ihsânına kavuşarak, katmerli câhilliğinden ve yanlış inancından kurtulursa, kendinde<br />

bulunan iyiliklerin, güzelliklerin, kendi malı olmadığını, başka yerden geldiklerini,<br />

bunların varlıkda kalmalarına kendisinin sebeb olmadığını anlar. Kendi<br />

hakîkatinin, özünün, bütün kötülüklerin kaynağı olan adem olduğuna inanır. Allahü<br />

teâlâ ihsân ederek, bu inanışı kuvvetlenirse ve kendindeki kemâlleri, iyilikleri<br />

sâhibine geri verip, bu güzel emânetleri yerine teslîm ederse, kendini yalnız<br />

adem bilir. Kendinde hiçbir iyilik göremez. Bu zemân, kendinin ne adı kalır, ne nişânı,<br />

izi kalır. Ne maddesi kalır, ne eseri kalır. Çünki kendi, yalnız ademdir. Adem<br />

– 754 –


de hiçbir şey değildir. Her bakımdan yokdur. Çünki, herhangi bir bakımdan var<br />

olsa, güzelliklerin, iyiliklerin hepsinin onda bulunmadığını söylemez. Çünki, var<br />

olmak, bir güzellikdir. Hattâ bütün güzelliklerin başlangıcı, kaynağıdır.<br />

Bütün bu bildirilenlerden anlaşılıyor ki, insanda tam bir (Fenâ), ya’nî yokluk<br />

hâsıl olması için, kendinin yok olması lâzım değildir. Zâten var değildir ki, yok olması<br />

düşünülsün. Kendini var sanan bir yoklukdur. Bu yanlış zannından kurtulur<br />

ve kendini var bilmez ve görmezse, adem olduğunu anlar. Demek ki, fenâya kavuşmak<br />

için, (Zevâl-i şühûdî) lâzımdır. (Zevâl-i vücûdî) hiç lâzım değildir.<br />

[Ademin bütün kötülükleri, nefs-i emmârede toplanmışdır. Nefs-i emmâre,<br />

hiç iyilik yapmak istemez. Hep kötülük yapmak ister. Kendisine ve başkalarına zararlı<br />

olan şeyleri sever. İnsanın dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşması için, nefsine<br />

uymaması, onu za’îfletip, zarar yapamıyacak hâle düşürmesi lâzımdır. Nefsi<br />

za’îfletecek birinci ilâc, islâmiyyete uymakdır. Harâmların hepsi, dünyâ malına,<br />

mevkı’ine, zevklerine düşkün olmak, nefsin gıdâsıdır. Onu besler, kuvvetlendirirler.<br />

Nefs kuvvetlenince, bütün iyiliklerin, güzel ahlâkın, fennin ve medeniyyetin<br />

menbaı, kaynağı olan islâmiyyete saldırır. Din ile, îmân ile, Allahü teâlânın emrleri<br />

ile alay eder. Herkesin kendi gibi taşkın, şaşkın olmasını, haksızlık, kötülük,<br />

zulm yapmasını ister. Kendisi gibi olanlara ilerici, kendine uymıyanlara gerici<br />

der. İnsanın en büyük düşmanı, kendi nefsidir ve nefslerini beslemiş, azdırmış olan<br />

gâfil, câhil kimselerdir.]<br />

65 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 98. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, hâcı Abdüllatîf Hârezmî için yazılmışdır:<br />

Her nerede bulunursa bulunsun, güzellik, vücûddan, ya’nî hakîkî var olandandır.<br />

Vücûd, ya’nî var olmak, her iyiliğin, her güzelliğin kaynağıdır. Yalnız Allahü<br />

teâlâ vardır. Mümkinlerin, [ya’nî mahlûkların] vücûdları [ya’nî var olmaları], Allahü<br />

teâlâdan zıl yolu ile aks etmişdir. Mümkinlerin güzellikleri de, zıl yolu ile, o<br />

mukaddes varlıkdan gelmişdir. Mümkinlerin aslı, temeli, ademdir. [Adem, yokluk<br />

demekdir.] Adem, kötülükdür. Yokluk, bütün kötülüklerin kaynağıdır. Bunun için,<br />

mümkinlerin aslı, çirkinlikdir, kusûrdur. Mümkinlerde görünen güzellik, her ne kadar<br />

vücûddan gelmiş ise de, adem aynasında göründüğü için, adem aynası gibi olmuş,<br />

çirkinlikden ve kusûrdan pay almışdır. Mümkin aslında çirkin olduğu için,<br />

mümkinin mümkine güzel görünmesi, mümkindeki güzelliğe sebeb olan vücûdün<br />

hâlis güzelliğinden değildir. Çünki, o hâlis güzellikle ilişiği azdır. Ademe aks etmiş<br />

olan, bunun için çirkinleşmiş olan güzellikle ilgisi çok olup, bundan lezzet duymakdadır.<br />

Lağımcı, alışmış olduğu pis kokudan aldığı lezzeti, güzel kokudan almaz.<br />

İşitdiğimize göre, bir lağımcı, attarlar çarşısından geçerken, güzel kokular,<br />

kendine dokunarak bayılmış. Necâset koklatmışlar. Pis koku tatlı gelerek ayılmış.<br />

66 — İKİNCİ CİLD, 34. cü MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Nûr Muhammed Tehârî için yazılmışdır:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği kullarına selâm olsun! Şerefli mektûbunuz<br />

geldi. Hâllerinizin hep değişmekde olduğunu yazıyorsunuz. Biliniz ki, Allahü<br />

teâlâ, âlemin içinde olmadığı gibi, âlemin dışında da değildir. Âlemden ayrı olmadığı<br />

gibi, âlem ile bitişik de değildir. Allahü teâlâ vardır. Fekat, içerde, dışarda,<br />

bitişik ve ayrı değildir. Allahü teâlâyı böyle bilmeli, böyle aramalı ve böyle bulmalıdır.<br />

Eğer, pek az da olsa, böyle birşey anlaşılırsa, zıllere, görüntülere saplanıldığı<br />

anlaşılır. Allahü teâlâyı, hiçbirşeye benzemez, hiç anlaşılamaz olarak aramalıdır. O<br />

makâma, hiç anlaşılamıyacak bir şeklde kavuşmağa çalışmalıdır. Bu büyük ni’mete<br />

ancak büyük âlimin sohbeti ile kavuşulabilir. Söylemekle, yazmakla anlatılamaz<br />

ve anlaşılamaz. Vazîfenizi yapmağa çalışınız! Buluşmamıza kadar hâllerinizi yazınız!<br />

– 755 –


67 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 44. cü MEKTÛB<br />

Bu mektûb, mîr Muhammed Nu’mânın oğlu mîr Abdürrahmân için yazılmışdır.<br />

Cennetde Allahü teâlânın görüleceğine inanmıyanlara cevâb vermekdedir:<br />

Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlânın görüleceğine inanmıyanlar, Allahü<br />

teâlâ görülemez diyenler, sözlerini isbât etmek için, (Görülen şeyin, görenin karşısında<br />

olması lâzımdır. Allahü teâlâ, birşeyin karşısında olamaz. Çünki O, cihetsizdir.<br />

Cihetli olmak demek, sınırı, sonu, etrâfı olmak demekdir. Bunlar ise, Allahü<br />

teâlâ için kusûrdur, noksânlıkdır. İlâhda bu kusûrlar olamaz) diyorlar.<br />

Bunlara cevâb olarak deriz ki, Allahü teâlânın kudreti, kuvveti o kadar çokdur<br />

ki, bu geçici ve za’îf olan dünyâ hayâtında, hissiz, hareketsiz, içi boş iki sinir parçasına,<br />

karşısında olan şeyleri görebilmek kuvveti vermişdir. Sinirlere bu kuvveti<br />

veren yüce Allah, âhıretde, dahâ kuvvetli ve hiç yok olmıyacak olan bu iki sinir<br />

parçasına, karşısında olmıyanları, cihetsiz veyâ her cihetde olanları da görmek kuvvetini<br />

veremez mi? Çünki O, sonsuz kudret sâhibidir ve âhıretde his edilmesi ve<br />

görülmesi kâbildir. Ba’zı yerlerde ve zemânlarda, görmek için, karşılıklı ve belli<br />

yönde bulunmağı şart kılmış, başka yerlerde ve zemânlarda, bu şart olmadan<br />

görmek kuvveti vermişdir. Bu iki yer birbirine hiç benzemediği hâlde, birinde lâzım<br />

olan şartları, ötekinde de lâzımdır demek, doğrusu pek insâfsızlık olur. Mahlûkları<br />

yalnız bu görünen, ölçülen (Âlem-i mülk) olarak bilip, akl ile anlaşılmayan<br />

(Âlem-i melekût)daki şaşılacak varlıklara inanmamak olur.<br />

Süâl: Allahü teâlâ görülürse, çevresi olması ve gözle anlaşılması îcâb eder. Bu<br />

da, sonu, sınırlı olduğunu bildirir. Allahü teâlâda, bu kusûrlar olamaz.<br />

Cevâb: Allahü teâlânın görünmesi, fekat çevresi bulunmaması ve gözle anlaşılamaması<br />

câizdir. En’âm sûresinin yüzüçüncü âyetinde meâlen, (Onu gözler anlıyamaz.<br />

O ise, gözleri bilir, anlar. O, ihsân sâhibi bilicidir) buyruldu. Mü’minler,<br />

âhıretde Allahü teâlâyı görecekler, gördük diyeceklerdir. Görmekde hâsıl olan zevkı,<br />

lezzeti duyacaklardır. Fekat, görüneni anlıyamıyacaklardır. Görmekden birşey<br />

elde edemiyeceklerdir. Görmeği anlıyacaklar, görmenin tadını alacaklar, fekat gördüklerini<br />

anlamıyacaklardır. Fârisî beyt tercemesi:<br />

Ankâ avlanamaz, tuzağını topla!<br />

bu avdan tuzakda kalır ancak hava.<br />

Allahü teâlâ görülecek, fekat anlaşılamıyacakdır. Görmekde hiç kusûr olmıyacakdır.<br />

İhsân ve ikrâm ederek, âşıklarına kendini gösterecekdir. Kendini görmek<br />

lezzetini onlara bol bol verecekdir. Bundan, Ona hiç kusûr, noksânlık gelmez.<br />

Çevrilmiş, cihetlenmiş olmaz. Fârisî beyt tercemesi:<br />

O tarafdan kemâli noksân kabûl eylemez.<br />

Bu tarafdan şerefin, söze, ölçüye gelmez.<br />

Allahü teâlâyı görmek için, görenin karşısında bulunması, doğrultusunda olması<br />

şartdır denilirse, Allahü teâlânın görmesi için de bu şartların bulunması lâzım<br />

olur. Çünki, görülende bu şartların bulunması, görende de bulunması demekdir.<br />

Allahü teâlânın, mahlûkları görmesinde de bu şartların bulunması lâzım olup, görmemesi<br />

îcâb eder. Allahü teâlânın görmek sıfatı inkâr edilmiş olur. Kur’ân-ı kerîme<br />

inanılmamış olur. Çünki, Kur’ân-ı kerîmin birçok sûresinde, (Allahü teâlâ yapdıklarınızı<br />

görücüdür) ve (O, işitici ve görücüdür) ve (Allahü teâlâ amelinizi görür)<br />

meâllerinde âyetler vardır. Bundan başka, görmemek kusûrdur. İlâhlık sıfatından<br />

mahrûm olmakdır.<br />

Süâl: Allahü teâlânın görmesi, ilm sâhibi olması, herşeyi bilmesi demek değil midir?<br />

Allahü teâlânın ciheti, sınırı olmasını îcâb etdiren başka birşeyin de bulunduğunu<br />

söylemeğe lüzûm var mıdır?<br />

– 756 –


Cevâb: Görmek, bir güzel sıfatdır. Başka sıfatlardan başka olarak, Allahü teâlâda<br />

bu sıfatın da bulunduğunu Kur’ân-ı kerîm haber vermekdedir. Görmek, ilmden<br />

başka birşey değildir demek, Kur’ân-ı kerîme uygun olmaz. İlm denilince, bilinenin<br />

karşısında bulunmakdan kurtarılmış olmaz. İlm, sanki iki kısmdan hâsıl olur.<br />

Birincisinde, bilinen şey ile karşı karşıya olmak şart değildir. İkincisinde ise şartdır.<br />

Buna, (Rü’yet), ya’nî görmek denir. Mahlûklarda ilmin en kuvvetlisi, en yüksek<br />

derecesi, görmekdir. Ancak görmekle, kalbde itmi’nân, emniyyet hâsıl olur.<br />

Düşünülen, bilinen şeylere, insanın vehmi karşı çıkabilir. His ederek anlaşılan şeylere,<br />

vehm karşı koyamaz. Böyle şeyler, bu tehlükeden kurtulur. Bunun içindir ki,<br />

İbrâhîm Halîlürrahmân “alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”, Allahü teâlânın<br />

ölüleri dirilteceğine inandığı ve kalbinde yakîn bulunduğu hâlde, kalbinde<br />

(İtmi’nân), ya’nî emniyyet hâsıl olması için, ölülerin nasıl dirildiğini görmek istedi.<br />

Görmek gibi güzel bir sıfat Allahü teâlâda yokdur denirse, bu güzel sıfatın<br />

mahlûklara nereden geldiğini sorarız. Çünki, mahlûklarda bulunan her güzellik,<br />

Allahü teâlâda bulunan güzelliğin aksidir, zuhûrudur. Mahlûkda bulunan bir güzelliğin,<br />

iyiliğin, Vâcib-ül-vücûdda bulunmaması, olacak şey değildir. Çünki,<br />

mümkinler, kötülükden, noksânlıkdan başka birşey değildirler. Onlarda görülen<br />

her kemâl, her güzellik, vücûb mertebesinden âriyet olarak verilmişdir. Çünki vücûb<br />

mertebesi; yalnız kemâl, yalnız güzellikdir. Fârisî beyt tercemesi:<br />

Önceden, evden birşey getirmedim ben,<br />

ben de ve herşeyim de, sendendir senden!<br />

İlk süâle cevâb olarak, şöyle de deriz ki, ileri sürdüğünüz sebeb, Allahü teâlânın<br />

varlığı için de tehlükeli bir düşünüşdür. Onu görmek olamaz derken, Onun<br />

varlığı da olamaz demekdir. Bu ise, akla uygun düşünüş değildir. Çünki, Allahü<br />

teâlâ var olunca, bu âlemin bir cihetinde bulunması lâzım olur. Yukarıda veyâ<br />

aşağıda, önde yâhud arkada, sağda, solda olur. Bu ise, Onun çevrilmesi, sınırlanması<br />

demekdir ki, noksânlıkdır, kusûrdur. İlâhda hiçbir kusûr bulunmaması lâzımdır.<br />

Süâl: Onun varlığı, belki âlemin her cihetindedir. Böylece, çevrilmiş ve sınırlanmış<br />

olmaz mı?<br />

Cevâb: Âlemin her tarafında olmak, çevrilmiş, sınırlanmış olmakdan kurtarmaz.<br />

Âlemin dışında bulunması lâzım olur. Başka olan birşey, dışarda olur. İkilik, başka<br />

yerde olmakdır. Bu da, çevrilmiş, sınırlanmış olmakdır.<br />

Böyle yanlış ve aldatıcı düşüncelerden kurtulmak için, bilinmiyen şeyleri, bilinenler<br />

gibi sanmak hastalığından kurtulmak lâzımdır. Gâibi şâhide kıyâs etmemelidir.<br />

Görülen şeyde bulunan güzel bir hâl, görünmiyenin güzelliğini giderebilir.<br />

Çünki şartlar başka olunca, sıfatlar, hâller de başka olur. Hele, şartların başkalığı,<br />

ters olacak kadar çok ise, hâllerin başkalığı da ters olmağa kadar gider. Arabî<br />

mısra’ tercemesi:<br />

Tozlu, topraklı olan, temiz olana benzer mi?<br />

Allahü teâlâ akl ve insâf versin de, Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilmiş olan<br />

(Nass)lara karşı gelmesinler. Sahîh hadîsleri inkâr etmesinler. Bunlar gibi, açık bildirilmiş<br />

olanlara îmân etmek lâzımdır. Bunların nasıl olduklarını Allah bilir demelidir.<br />

Anlamadıkları için, aklım ermiyor demelidir. Kendi aklına güvenip, anlamadığına<br />

inanmamak, çok yanlış ve pek haksızdır. Doğru olan çok şey vardır ki, akl<br />

bunların doğru ve düzgün olduklarını anlıyamaz. Akl herşeyi doğru olarak kavrıyabilseydi,<br />

aklına güvenenlerin önderlerinden olan Ebû Alî Sînâ gibiler, herşeyi doğru<br />

olarak anlarlar, hiç yanılmazlardı. Hâlbuki, kendisi, (Birşeyden yalnız birşey meydâna<br />

gelir) diyerek öyle yanılmışdır ki, az düşünmekle hemen anlaşılmakdadır.<br />

– 757 –


İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî, onun bu sözüne çok sert çatmakda, (Bütün ömrünü, insanı<br />

yanlış düşünmekden koruyan ilmlerle uğraşmakla geçirmiş iken, bu en kıymetli<br />

ve önemli yerde, çocukları bile güldürecek kadar yanılmışdır) demekdedir.<br />

[(Ahlâk-ı Alâî) kitâbında diyor ki, (İbni Sînâ, (Mu’âd) kitâbında, kıyâmetde dirilmeği<br />

inkâr eyledi. Öleceğine yakın, gusl abdesti alıp, vezîr iken yapdığı zulmlere<br />

tevbe etdiği söyleniyor ise de, i’tikâdı bozuk olanın guslü, nemâzı ve düâsı kabûl<br />

olmaz buyuruldu). Eflâtun ve Aristo gibi eski Yunan felesoflarının da yanıldıklarını<br />

ve bu yüzden medeniyyetin asrlarca geri kalmasına sebeb olduklarını yirminci<br />

asrın fen adamları bildirmekdedir. Birinci kısmda, yirmidördüncü maddeye<br />

bakınız! Avrupada, bugünkü modern kimyânın babası denen Fransız kimyâgeri<br />

Lavoisier de öyle yanlış ve bozuk şeyler söyledi ki, mütehassısı olduğu kimyâ ilmine<br />

yapdığı zararlar hizmetlerini aşmış bulunuyor. İkinci kısmda, yirmisekizinci<br />

maddeye bakınız!<br />

İmâm-ı Gazâlî, (El-münkız) kitâbında, kendilerini akllı, ilm adamı ve hiç yanılmaz<br />

sanan dinsizleri üçe ayırmışdır: Birincisi, Dehriyyûn ve maddîciler olup, bunlar,<br />

Yunan felesoflarından asrlarca evvel vardı. [Bugün de, fen adamı geçinen ba’zı<br />

ahmaklar, komünistler, masonlar bu kısmdadır.] Bunlar, Allahü teâlânın varlığına<br />

inanmayıp, âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecekdir. Bunun yaratanı<br />

(Hâşâ) yokdur. Canlılar da, böyle birbirlerinden üreyip, sonsuz olarak sürecekdir,<br />

diyor. Dehrî olup da, müslimân görünerek, müslimânların dînini, îmânını<br />

bozmağa, islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışana (Zındık) ve (Fen yobazı) denir. İkinci<br />

kısmı, tabî’iyyeciler olup, canlılarda ve cansızlardaki, akllara hayret veren intizâmı<br />

ve incelikleri görerek, Allahü teâlânın varlığını söylemeğe mecbûr kalmışlarsa<br />

da, tekrâr dirilmeği, âhıreti, Cenneti ve Cehennemi inkâr etmişlerdir. Üçüncü<br />

kısm, sonra gelen Yunan felesofları ve bu arada Sokrat ile talebesi Eflâtun ve<br />

onun da talebesi Aristonun felsefeleridir. Bunlar dehrîleri ve tabî’iyyecileri red ederek,<br />

aldandıklarını ve alçaklıklarını bildirmek için, başkalarının sözlerine hâcet kalmıyacak<br />

kadar şeyler söyledi. Fekat bunlar da, küfrden kurtulamamışdır. Bu üç<br />

kısm da ve bunların yolunda gidenler de, hep kâfirdir. Ba’zı saf kimselerin, bunları<br />

din adamı sanması ve hattâ Peygamberlik derecesine yükseltmeleri, bu yolda<br />

hadîs bile uydurdukları hayretle işitilmekdedir. Kâfirler, herşey söyliyebilir. Fekat,<br />

müslimân görünenlerin îmân ile küfrü ayırd edememesi, çok acınacak bir hâldir.<br />

(Nebrâs) ve bunun Berhurdâr “rahmetullahi teâlâ aleyh” hâşiyesinde diyor ki:<br />

Mahlûkların hepsine (Âlem) denir. Âlem, ya’nî herşey yok idi. Allahü teâlâ, herşeyi<br />

yokdan var etdi. Dimokrat, (Âlem yok idi. Kendi kendine var oldu) dedi. Tabî’iyyecilerin<br />

çoğu da böyle dedi. Aristoya göre âlem Heyûlâ [madde]dan yapılmışdır.<br />

Şekl almış heyûlâya Sûret [cism] dedi. Cism de üç fizikî hâlinde [gaz, sıvı, katı]<br />

görünür. Âlem, böyle gelmiş, böyle gider dedi. Dört unsur [ateş, hava, su, toprak]<br />

ezelîdir, hep var idiler. Cismler, birbirlerinden hâsıl oluyor ise de, aslları olan<br />

bu dört madde kadîmdir dedi. Eflâtun, âlem önce yokdu. Sonradan var oldu diyerek,<br />

eski Peygamberlerin kitâblarından işitdiğini söyledi. Fisagors ve talebesi Sokrat<br />

da, Aristo gibi söylediler. Dimokrat, maddenin küçük zerrelerden [atomlardan]<br />

yapıldığını, bunların boşlukda hareket etdiklerini söyledi. Calinos ise, âlemin kadîm<br />

veyâ hâdis olduğunu anlıyamadığını söyledi. Onlara göre, (Ezelî bir yaratıcının,<br />

yaratdıkları da ezelî olur. Sonradan yaratmağa başladı demek, kudretinin önceden<br />

noksân olduğunu gösterir). Cevâb olarak deriz ki, (Ezelî olan irâdesi, isteyince<br />

yaratmağa başladı. Susamış kimsenin, iki bardak sudan birini seçip alması gibidir.<br />

Bu kimsede, dahâ önce irâde ve kudret yokdu denilemez. Şimdi de, irâde edince,<br />

yeni şeyler yaratdığını görüyoruz). (Âlem, önce yokdu demek, âlem yok iken,<br />

zemân vardı demekdir. Zemân da, âlemdendir. Âlem yok iken, âlemin bir parçasının<br />

var olmasını söylemek, olacak şey değildir) derlerse, biz (âlem yok iken, zemân<br />

– 758 –


vardı) demiyoruz. Bu husûsda (Akâid-i Celâliyye)de geniş bilgi vardır. Şimdi, bu<br />

âlemden sonsuza doğru, sonsuz uzunluk olduğunu söylemek gibi saçma olur.<br />

Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” diyor ki: (Âlem, ayn<br />

ya’nî madde ve araz ya’nî özellikden meydâna gelmişdir. Madde, boşlukda yer kaplıyan,<br />

araz ise, yalnız bulunamayıp, başkası ile birlikde bulunan şeydir. Şu’â’ ya’nî<br />

ışık arazdır. Cism olsaydı, camdan, sudan geçemezdi. Çünki, iki başka cism, aynı<br />

zemânda, aynı mekânda bulunamaz. Harâret [ısı] da böyledir. Madde, cevher-ülferdlerden<br />

[atomlardan] yapılmışdır. Madde, basît cevher [Element] veyâ mürekkeb<br />

[Bileşik] olur. Maddeyi meydâna getiren atomlar arasında, his edilemiyecek<br />

kadar küçük boşluklar vardır. Her cism [maddeler, atomlar] değişmekdedir. Değişen<br />

şeyler, hâdisdir [yok iken var olmuşdur]. O hâlde, âlem hâdisdir. Bu üç<br />

cümleden ilk ikisi mukaddemedir. Mantık ilminde, birincisine (Sugrâ), ikincisine<br />

(Kübrâ) denir. Üçüncüsü de (Netîce)dir. Madde ezelde var olsaydı, ezelde de değişirdi.<br />

Ezel, kendinden önce, başka şey yok demekdir. Ezelde, değişiklik yok demekdir.<br />

O hâlde, madde ezelî olamaz. Nebrâsdan terceme temâm oldu.<br />

Ahmed Âsım efendi, (Emâlî) kasîdesi şerhinde diyor ki: Âlem, bütün parçaları<br />

ile birlikde hâdisdir. Ya’nî, yok iken, sonradan var olmuşlardır. Yerler, gökler,<br />

herşey yok idi. Hıristiyanlar, yehûdîler ve mecûsîler de, böyle inanmakdadırlar.<br />

Aristo, Fârâbî ve İbni Sînâ, madde kadîmdir dediler. İslâm âlimleri diyor ki,<br />

(Ezelî olan şey değişmez. Maddenin [elementlerin] fizik ve kimyâ özellikleri, hep<br />

değişmekdedir. Maddeler, ezelde değişmemiş olsalardı, ebedî olarak, şimdi de, değişmezlerdi.<br />

Önceden değişmek yokdu. Sonradan değişmeler hâsıl oldu da denilemez.<br />

Çünki, değişmek için, bir kuvvetin te’sîr etmesi lâzımdır. Değişmek sonradan<br />

başlayınca, kuvvetin de, sonradan var olduğu, ezelî olmadığı anlaşılır). Ahmed<br />

Âsım efendinin yazısı temâm oldu. Görülüyor ki, maddenin ezelî olduğunu söylemek,<br />

tabî’at kuvvetlerinin hâdis olduklarını, ezelî olmadıklarını ortaya koymakdadır.<br />

Fen ve tabî’at âlimleri, birçok bitki ve hayvan nesllerinin tükenip yok olduklarını,<br />

birçok türlerin de, sonradan meydâna geldiklerini anlamışlardır. Canlı, cansız<br />

herşeyin bir ömrü vardır. Herşeyin ömrü, ya’nî varlıkda kalma zemânı başkadır.<br />

Ömrü sâniye ile ölçülen varlıklar olduğu gibi, asrlarca yaşıyanlar da vardır. En<br />

uzun ömrlü varlıklar, element denilen basît cismlerdir. Bunların ömrlerinin çok<br />

uzun olması, tabî’iyyecileri şaşırtmış, (Cismler yok olur, madde değişir. Fekat, madde<br />

yok olmaz) diyenler olmuşdur. Hâlbuki, maddenin, cismlerin değişmelerinin sonsuz<br />

olarak, böyle gelip, böyle gideceğini söylemek, ezelî ve ebedî olan varlığa inandığını<br />

söylemekdir. Allahü teâlânın varlığının, önceden sonsuz ve sonradan da sonsuz<br />

olduğunu, maddecilerin ve tabî’atcıların da inkâr edemiyeceklerini göstermekdedir.<br />

Bu ahmaklar, canlı cansız, herşeyin sonsuz olarak, birbirlerinden meydâna<br />

geldiklerini, bu arada, elementlerin hiç yok olmadıklarını söyliyorlar. Hâlbuki, elementler<br />

de atomlardan meydâna gelmişdir. Atom yığınıdırlar. Allahü teâlâ, atomları<br />

da yokdan var etdi. Elementler sonsuz öncelerde var olup, herşey bunların çeşidli<br />

birleşmelerinden, sonsuz öncelerde meydâna gelseydi, bunları birleşdirmek<br />

için, sonsuz öncelerde, mu’azzam enerjinin, sonsuz kudretin bulunması lâzım<br />

olurdu. Çünki, enerji olmadan, atomlar birleşemez. Sonsuz öncelerde bulunması<br />

lâzım olan o kudret, işte Allahü teâlânın kudretidir. Atomlar da, elementler de,<br />

sonsuz öncelerde yokdu. Sonsuz öncelerde, yalnız Allahü teâlâ vardı. Müslimânlar,<br />

Allahın, herşeyi yokdan meydâna getirdiğine inanıyor. Onların söylediğine göre,<br />

herşeyin var olması için, o şeyi meydâna getiren şeyin önceden var olması, bunun<br />

da var olması için, bunu meydâna getiren şeyin var olması lâzımdır. Sonsuz önce<br />

demek, ucu, başlangıcı yok demekdir. Başlangıcda birşey olmazsa, ondan meydâna<br />

gelecek şeyler de olmaz. Ya’nî, gördüğümüz, bildiğimiz şeylerin hiçbirinin var<br />

olmaması lâzım olur. O hâlde, herşeyin, önceden yok iken sonradan var edilmiş,<br />

– 759 –


yaratılmış olan tek birşeyden üremekde oldukları anlaşılmakdadır. Maddecilerin<br />

(sonsuz öncelerde var olmak) sözlerinin, maddeler, cismler için, mümkin olmadığı<br />

anlaşıldı ise de, bu sözleri, maddeleri yaratan, fekat madde olmıyan, bir yaratıcı<br />

için mümkin, hattâ lâzımdır. Böyle söylemek yukarıda bildirilen çelişgiye sebeb<br />

olmamakdadır. Görülüyor ki, sonsuz olan bir varlık vardır. Bu varlık, maddecilerin,<br />

tabî’atcıların, komünistlerin dedikleri gibi, câhil, âciz, kısa bir zemân varlıkda<br />

durabilen, sonra çürüyüp yok olan, bildiğimiz cismler gibi değildir. Bu sonsuz<br />

varlık, madde olmıyan, hiçbirşeye benzemiyen, herşeyi bilen, gören, herşeye<br />

gücü yeten, müslimânların inandıkları bir Allahdır. Herşeyi O yaratmışdır ve yaratmakdadır.<br />

Tabî’at dediğimiz bu maddeler, cismler, canlılar ve çeşidli enerjiler,<br />

onların zan etdikleri gibi, yaratıcı değildir. Bunların hepsini Allahü teâlâ yaratmış,<br />

birbirlerine te’sîr etmek kuvvetini, kendilerine vermiş, yenilerini yaratmasına eskilerini<br />

sebebler, vesîleler yapmışdır. Allahü teâlânın sebeblere, sebeblerin te’sîr<br />

etmelerine ihtiyâcı yokdur. Hiç sebeb olmadan da yaratabilir. Fekat, sebebleri, vâsıtaları<br />

araya koyarak yaratmakdadır. Sebebler ile yaratmasında hikmetler, kullarına<br />

fâideler vardır. Bu fâidelerden biri, insan oğlu, bu sebeblere verilmiş olan<br />

te’sîrleri, özellikleri görerek, başka kimselerden işiterek öğrenip, maddî ve ma’nevî<br />

sebebleri kullanır. Bir yandan, yeni sentezler, analizler yaparak, yeni maddelerin,<br />

cismlerin yaratılmasına sebeb olur. Çeşidli sanâyı’ tesîsleri, fabrikalar yapılır.<br />

Bir yandan da, kalb, ahlâk temizlenerek, insan melek gibi olur. Allahın Velîsi olur.<br />

Ma’rifet-ullaha kavuşur. İnsan, istediği şeyin sebebine yapışarak, ona kavuşur. Sebeblere<br />

yapışmak, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” âdetidir. İnsan<br />

zekâsı, insan gücü de, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olmakdadır. Sebebler<br />

zincirinin bir halkası olmakdadır. Tabî’atcıların, komünistlerin, sebebleri yaratıcı<br />

zan etmeleri, çocuğun, babası çukulata getirince, (çukulatayı babam yaratdı)<br />

demesine benzemekdedir. Çünki o, çukulatayı babasının verdiğini görmekde,<br />

başka birşey bilmemekdedir.<br />

Ahmed Âsım efendi, yine diyor ki: Allahü teâlâ, kadîm olmasaydı, hâdis olsaydı,<br />

onu yaratan bir yaratıcı bulunurdu. Bu yaratıcı kadîm ise, Allah odur. Hâdis ise,<br />

onu da yaratan biri lâzım olur. Böylece, kadîm olmıyan yaratıcılar zinciri mevcûd<br />

olur. Bu zincire, (Teselsül) denir. Teselsül ise, muhâldir, olacak şey değildir. Teselsülün<br />

muhâl olduğu, (Burhân-ı tatbîk) ile isbât olunur: Birşeyin sonsuz yaratıcılarını,<br />

birinciden başlıyarak, sonsuz olarak, yan yana dizelim. İkinci yaratıcıdan başlıyarak,<br />

ikinci bir sıra dahâ düşünelim. Sonsuza giden ikinci sıra, birinci sıradan bir<br />

noksân olduğu için, kısadır. Kısa olana sonsuz denilemez. İkinci sıra, sonsuz olamadığı<br />

için, bundan bir fazla olan birinci sıra da, sonsuz olamaz. Ya’nî, bir ucu sonsuza<br />

giden yarım doğru düşünülebilir. Fekat böyle birşey mevcûd olamaz. Teselsül<br />

olamaz. Sonsuz sayıda yaratıcılar olamaz. Sonsuz var olan bir yaratıcı olur. Bu<br />

tek yaratıcı, ezelîdir, ebedîdir, sonsuz olarak vardır. Varlığı kendindendir, başkasından<br />

değildir. Âkıl ve bâlig olan kimse, Allahü teâlânın sonsuz var olduğunu ve<br />

başka herşeyin yokdan var edildiklerini işitdikden sonra, aklını kullanmayıp, düşünmeyip,<br />

buna inanmazsa veyâ aklını kullanıp, düşünüp de, bunu akl kabûl etmez,<br />

fenne uygun değildir diyerek inanmazsa kâfir olur. Cehennemde sonsuz<br />

azâb görür, yanar. Ahmed Âsım efendinin yazısı temâm oldu. İnsan, işitmediği için<br />

düşünmezse ve düşünmediği için de, anlamaz, îmân etmez ise, yine kâfir olur. Cennete<br />

girmez. Fekat, Cehenneme de girmez. Kâfirlere yapılan azâb, buna yapılmaz.<br />

Hesâbı görüldükden sonra, hayvanlar gibi, toprak olur, yok olur. Allahü teâlâ, İsrâ<br />

sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (Peygamber göndermedikce azâb yapmayız!)<br />

buyurdu. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın var olduğunu,<br />

bir olduğunu anlamak için, tabî’atdaki nizâmı, düzeni incelemek, Peygamberlerin<br />

“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” haber vermelerinden ve bu haberleri işiterek, okuyarak<br />

öğrendikden sonra farz olmakdadır. İbni Âbidîn mürted bâbında buyuruyor<br />

ki, (Buhârâ âlimleri dediler ki, (Peygamber gönderilmeden, teblîg yapılmadan<br />

– 760 –


önce teklîf yapılmaz). Eş’arî mezhebi böyledir. Muhtâr olan kavl de budur. Bu âlimler,<br />

(Yerleri ve gökleri ve kendini gören, aklı başında bir kimsenin Allahü teâlânın<br />

varlığını anlamaması özr olmaz) sözünden murâd ve maksad, Peygamberlerden<br />

“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” işitdikden sonra, anlamaması özr olmaz demekdir,<br />

dediler). İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” de, 266. cı mektûbunda böyle<br />

buyurmuşdur.<br />

Eflâtunun Îsâ “aleyhisselâm” zemânında yaşadığı (Burhân-ı kâtı’) kitâbında yazılıdır.<br />

Avrupa kitâblarında, Eflâtunun, mîlâddan, ya’nî Îsâ aleyhisselâmın dünyâyı<br />

teşrîfinden [347] sene önce öldüğü yazılıdır. Platon ismi de verilen bu Yunan<br />

felesofunun dersleri meşhûr olduğundan, ölüm zemânına inanılırsa da, Îsâ “aleyhisselâm”,<br />

gizli dünyâya gelip ve dünyâda az kalıp, göke çıkarıldığından ve kendisini<br />

ancak oniki havârî bilip, Îsevîler az ve asrlarca gizli yaşadıklarından, mîlâd,<br />

ya’nî noel gecesi doğru anlaşılamamışdır. Mîlâdın, birinci kânûn [aralık] yirmibeşinde<br />

veyâ ikinci kânûn [ocak] altıncı veyâ başka gün olduğu sanıldığı gibi, bugünkü<br />

mîlâdî senenin beş sene fazla olduğu, çeşidli dillerdeki kitâblarda, meselâ Hasîb<br />

beğin 1333 [m. 1915] baskılı (Kozmografya) kitâbında ve (Takvîm-i Ebüzziyâ)da<br />

yazılıdır. O hâlde, mîlâdî sene, müslimânların senesi olan hicrî sene gibi doğru ve<br />

kat’î olmayıp, günü de, senesi de şübheli ve yanlışdır. İmâm-ı Rabbânînin “kuddise<br />

sirruh” ve (Burhân-ı kâtı’)ın bildirdiklerine göre, üçyüz seneden fazla olarak<br />

noksândır ve Îsâ “aleyhisselâm” ile Muhammed “aleyhisselâm” arasındaki zemân,<br />

bin seneden az değildir. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci cild, üçüncü faslda diyor ki:<br />

(İbni Asâkirin, Şa’bîden “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” haber verdiğine göre, Îsâ<br />

aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasında, [963] sene fark vardır).<br />

İmâm-ı Muhammed Gazâlî, imâm-ı Ahmed Rabbânî ve dahâ birçok islâm büyükleri,<br />

Yunan felsefesini inceleyip, didik didik etmiş ve o felsefecilerin, ne kadar<br />

câhil, ahmak ve kâfir olduklarını bildirmişlerdir. Müslimânların, böyle kâfirleri beğenmemelerini,<br />

onlara aldanmamalarını, birçok kitâblarında yazmışlardır.<br />

O hâlde, kâfirlerin, mürtedlerin, islâm düşmanlarının (İslâm âlimleri, tesavvuf<br />

adamları, Yunan felesoflarının, Roma tesavvufcularının, Batlemyus mektebinin<br />

te’sîri altında kalmış) demeleri temâmen yersiz ve yanlışdır. İslâm âlimlerini “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma’în”, onların talebesi ve taklîdcisi şekline sokarak, bunları<br />

küçültmek için, düşmanca yapılan iftirâlardır. Hâlbuki, islâm âlimleri, Yunan<br />

ve Roma felsefesini ve hukûkunu, çok ince ve kuvvetli bilgileri ile çürüterek yere<br />

sermiş, onların hukûk, ahlâk ve tıb üzerindeki sözlerinden doğru olanlarının, eski<br />

Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” kitâblarından çalma olduklarını<br />

bildirmişlerdir. Sôfiyye-i aliyyenin tesavvufa âid sözleri, câhillerin zan etdikleri<br />

gibi, kitâbdan okumakla, başkalarından öğrenmekle ve taklîd ile değil, keşf ile<br />

ya’nî mubârek kalblerine, temiz rûhlarına akıp gelmekle anladıkları ma’rifetlerdir.<br />

Bu hakîkatleri, (Mektûbât)ın birçok mektûbu, çok güzel bildirmekdedir.<br />

Eski Yunan felsefecileri ve şimdiki komünistler, herşeyi akl ile anlamağa, akla<br />

uydurmağa kalkışan ve yalnız aklın beğendiğine inanan kimselerdir. Bunlar, aklın<br />

erebileceği şeylerde doğruyu bulabilir ise de, aklın kavrıyamadığı, erişemediği<br />

birçok şeylerde yanılıyor, aldanıyorlar. Nitekim, eski Yunan felsefecilerinin sonra<br />

gelenleri, öncekilerinin yanlışlarını çıkarmış, birbirlerini beğenmemişlerdir.<br />

İslâm âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, zemânlarına kadar olan fen<br />

bilgilerini okuyup ve seksen bilgiyi iyi öğrendikden sonra, islâmiyyetin gösterdiği<br />

yolda, kalblerini açarak, nefslerini temizliyerek, aklın erişemediği bilgilerde de<br />

doğruyu bulmuşlar, hakîkate varmışlardır. İslâm âlimlerine felesof demek, bunları<br />

küçültmek olur. Felsefeciler, yanılıcı olan aklın esîri, mahkûmu kimselerdir.<br />

Bunlar tecribe etmeyip, akl ile söylediklerinde ve deneyleri açıklarken vehmlerine<br />

kapıldıkları zemânlarda aldanıyor, zararlı oluyorlar. Bunun için ve aklın üstüne<br />

çıkamadıkları için, bunlar, islâm âlimi gibi yüksek olamaz.<br />

– 761 –


Aklı olmıyan delidir. Aklını kullanmıyan sefîhdir. Akla uygun iş yapmamak sefâhetdir.<br />

Aklı az olan da ahmakdır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği<br />

şeylerde yanılan kimse, felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın<br />

ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur’ân-ı kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren<br />

yüksek insanlar da, islâm âlimleridir. O hâlde, islâmiyyetde felsefe yokdur,<br />

islâm felsefesi, islâm felesofu yokdur. Felsefenin üstünde olan islâm ilmleri ve felsefecilerin<br />

üstünde olan islâm âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” vardır.<br />

Akl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Ya’nî insanın aklı, gözü gibi za’îf yaratılmışdır.<br />

Gözümüz, maddeleri, cismleri karanlıkda göremiyor. Allahü teâlâ, görme<br />

âletimizden fâidelenmemiz için, güneşi, ışığı yaratmışdır. Güneşin ve çeşidli ışık<br />

kaynaklarının nûru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlükeli cismlerden, zararlı<br />

yerlerden kaçamaz, fâideli şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmıyan veyâ gözü<br />

bozuk olan, güneşden fâidelenemez. Fekat, bunların güneşe kabâhat bulmağa<br />

hakları olmaz.<br />

Aklımız da, yalnız başına ma’neviyyâtı, fâideli, zararlı şeyleri anlıyamıyor. Allahü<br />

teâlâ, aklımızdan fâidelenmemiz için, Peygamberleri, islâmiyyet ışığını yaratdı.<br />

Peygamberler, dünyâda ve âhıretde râhat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız<br />

bulamaz, işe yaramazdı. Tehlükelerden, zararlardan kurtulamazdık. Evet, islâmiyyete<br />

uymıyan veyâ aklı az olan kimseler ve milletler, Peygamberlerden fâidelenemez.<br />

Dünyâda ve âhıretde tehlükelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vâsıtaları,<br />

mevkı’, rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü<br />

vetteslîmât” gösterdiği yolda gitmedikce, hiçbir ferd, hiçbir cem’ıyyet mes’ûd<br />

olamaz. Ne kadar neş’eli, sevinçli görünseler de, içleri kan ağlamakdadır. Dünyâda<br />

da, âhıretde de râhat ve mes’ûd yaşayanlar, ancak, Peygamberlere uyanlardır.<br />

Râhata, se’âdete kavuşmak için, müslimân olduğunu söylemek, müslimân görünmek<br />

yetişmez. Müslimânlığı iyi öğrenmek ve emrlere, yasaklara uymak lâzımdır].<br />

Ehl-i sünnet âlimleri, dînimizin bildirdiklerini, akl ersin ermesin, isbât etdiler.<br />

Allahü teâlâ, onların çalışmalarına bol bol mükâfat versin! Bu bilgilerden hiçbirine,<br />

akl ermediği için, karşı gelmediler. Böylece, kabr azâbına, kabrde (Münker) ve<br />

(Nekîr) denilen iki meleğin süâl soracaklarına, sırat köprüsüne, kıyâmetdeki terâzîye<br />

hemen inandılar. Akl ermediği için, olmaz demediler. Çünki bu büyükler,<br />

Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uydular. Aklı bu iki temel kaynağa bağladılar.<br />

Anlıyabildiklerini anlatdılar. Anlıyamadıklarına öylece inandılar. Anlamadıklarına,<br />

aklımız ermediği için anlıyamadık dediler. Eski Yunan felsefecileri gibi yapmadılar.<br />

Onlar, akl eren şeylere inanıp, akllarının ermediklerine, anlıyamadıklarına<br />

inanmadılar. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilmeleri,<br />

Allahü teâlânın beğendiği şeylerden birçoğuna aklın eremediği için olduğunu bilemediler.<br />

Akl huccetdir. Fekat, tâm huccet değildir. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü<br />

vetteslîmât” gönderilmeleri ile tâm huccet olmuşdur. [Ya’nî, O büyüklerin<br />

gönderilmeleri ile, akl herşeyi öğrenebilmişdir.] İsrâ sûresinin onbeşinci<br />

âyetinde meâlen, (Biz, Peygamber göndermedikçe, azâb yapıcı değiliz) buyruldu.<br />

Yine sözümüze dönerek deriz ki, karşıda bulunan şeyi görmek için, aynı doğrultuda<br />

bulunmak lâzım ise de, yanında olmıyanı görmek için lâzım değildir.<br />

Uzakda olan birşey, insanın bir cihetinde olmadığı gibi, görülmesi de bir yanda olmaz.<br />

Görmeden önce, bir cihetde olmıyan şey, görürken de bir cihetde olmaz. Anlaşılamıyan<br />

birşeyi görmek de, anlaşılamıyacak hâlde olur. Maddeli olan, maddesiz<br />

olanı anlıyamaz. Arabî mısra’ tercemesi:<br />

Sultânın bol hediyyelerini, onun vâsıtaları taşıyabilir.<br />

Anlaşılamıyanın görülmesini, anladığımız şeylerin görülmelerine benzetmek yanlış<br />

olur. İnsafsızlık olur. İnsanı doğruluğa kavuşduran yalnız Allahü teâlâdır.<br />

– 762 –


68 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 39. cu MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Mevlânâ Muhammed Sâdık Keşmîrîye yazılmışdır. Tesavvufcuların<br />

(İlm-ül yakîn) bilgisi ile eski Yunan felsefecilerinin (İlm-ül yakîn) bilgisi arasındaki<br />

farkı açıklamakdadır:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! Tesavvufculara<br />

göre, (İlm-ül yakîn) demek, eserden müessiri, ya’nî işi görerek, bunu yapanı<br />

anlamakdır. Eski Yunan felsefecileri de, ya’nî herşeyi akl ile anlayıp beğenmek<br />

yolunda olanlar da, böyle söylüyorlar. Bu ikisi arasında ne fark vardır? Tesavvufcuların<br />

ilm-ül yakînleri niçin keşf ve şühûd ile olmakdadır? Tesavvufcu<br />

olmıyan din âlimlerinin ilm-ül yakînleri ise, niçin felsefecilerin anladığı gibidir? Bunları<br />

kısaca bildirelim. Her iki ilm-ül yakînde de, eseri, işi görmek lâzımdır. Görünmeyen<br />

müessire eserden yol bulunur. Eserden müessire insanı götüren yol, bu ikisi<br />

arasında olan bağlantıdır. Tesavvufcuların ilm-ül yakîninde, bu bağlantı da,<br />

keşf ve şühûd ile belli olmakdadır. Din âlimlerinin ve felsefecilerin ilm-ül yakîninde<br />

ise, bu bağlantı, akl ile düşünerek, inceliyerek anlaşılmakdadır. Bundan dolayı,<br />

tesavvufcuların eserden müessiri anlamaları, (Hadsî)dir. Ya’nî hemen, çabuk<br />

hâsıl olur. Hattâ (Bedîhî)dir. Ya’nî meydândadır, apaçıkdır. Ötekilerin, eseri görüp<br />

müessiri anlıyabilmeleri ise, düşünmekle, incelemekle olur. Görülüyor ki,<br />

tesavvufcuların ilm-ül yakîni keşf iledir, şühûd iledir. Ötekilerin ise, akl ile incelemedikce<br />

hâsıl olamaz. Tesavvufcuların ilm-ül yakînine de (İstidlâl), ya’nî düşünmek<br />

ve incelemek deniliyor ise de, eserden müessiri anlamağa bu ism verildiği için<br />

denilmişdir. Yoksa, istidlâl olmayıp, keşf ve şühûddur. Din âlimlerinin ilm-ül yakînleri,<br />

istidlâl iledir. Çok kimse, bu ince farkı anlıyamamışdır. Bunlardan ba’zıları,<br />

tesavvuf büyüklerine “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” dil uzatmışlardır.<br />

Herşeyin doğrusunu bildiren yalnız Allahü teâlâdır. Doğru yolda bulunanlara<br />

bizden selâm olsun!<br />

Müslimânım, gece gündüz, tapdığım dergâh bir,<br />

bir dakîka, tevhîdden ayrılmadım, Allah bir!<br />

69 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 50. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, kâdî Nasrullaha yazılmışdır. Ulemâ-i râsihîn ve diğer din âlimlerinin<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” istidlâlleri arasındaki farkı bildirmekdedir:<br />

(İstidlâl), eseri görerek, ya’nî yapılan işi görerek, müessiri, bu işi yapanı anlamak<br />

ve mahlûkları görerek, hâlıkı anlamak demekdir. (Ulemâ-i râsihîn) ve<br />

(Ulemâ-i zâhir), hep istidlâl yapmakda, mahlûkların hâlıkı bildirdiklerini söylemekdedirler.<br />

Peygamberlere vâris oldukları hadîs-i şerîfde bildirilen âlimlere<br />

ulemâ-i râsihîn denir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Din âlimlerinin<br />

hepsi böyle değildir. Râsih olmıyan âlimler, mahlûkların varlığını bilerek, hâlıkın<br />

varlığını anlarlar. Eserin varlığı, müessirin var olduğunu bildiriyor derler. Böylece<br />

müessirin var olduğuna îmân ederler. Ulemâ-i râsihîn ise, vilâyetin ya’nî evliyâlığın<br />

üstün derecelerinin hepsini geçip, Peygamberlere mahsûs olan da’vet<br />

makâmına kavuşmuşlardır. Kendilerine tecellîler ve müşâhedeler hâsıl oldukdan<br />

sonra, bunlar da, eserden müessiri istidlâl eder. Bu yoldan da hakîkî müessire,<br />

ya’nî Allahü teâlânın var olduğuna îmân ederler. Bunlar, nihâyete kavuşdukdan<br />

sonra anlarlar ki, müşâhede edilen ve tecellî olunan herşey, hakîkî varlık değildir.<br />

Hakîkî varlığın zıllerinden, görünüşlerinden bir zıldir. Bunlara hakîkî varlık<br />

diye îmân edilmez. Hakîkî varlığa istidlâlsiz îmân edilemez derler. İstidlâl yaparak,<br />

hakîkî varlığı, zıller araya karışmadan ararlar. Yalnız hakîkî varlığı sev-<br />

– 763 –


dikleri için ve başka herşeyi ona fedâ etdikleri için, böyle istidlâlleri ile, hakîkî<br />

var olana kavuşurlar. (Kişi, sevdiği ile berâber olur) hadîs-i şerîfinde bildirildiği<br />

gibi, zıllerle karışık olan tecellîlerin ve zuhûrların dışında, ötesinde olan hakîkî<br />

var olan asla kavuşurlar. Zâhir âlimlerinin bilgilerinin ulaşabildiği asla, bu<br />

büyükler, muhabbet bağı ile çekilerek, kendileri kavuşurlar. Nasıl olduğu anlaşılamıyan<br />

bir kavuşmak hâsıl olur. Bu iki kavuşmak arasındaki fark, muhabbetden<br />

hâsıl olmakdadır. Seven ve sevgiliden başka herşeyden kesilen, sevdiğine kavuşur.<br />

Böyle sevgisi olmıyan ise, bu kavuşmağı ancak öğrenir, bilir ve bu bilgisini<br />

büyük ni’met sanır. Hâlbuki, O büyüklerin kavuşdukları makâmı bunlar tâm<br />

bilemezler. Bilenleri, ancak O makâmın yolunu bilir. Vâsıl olan, kavuşan tâm kavuşmuşdur,<br />

berâber olmuşdur. O büyüklerden biri buyuruyor ki, fârisî mısra’ tercemesi:<br />

Kulun hakka kavuşması, şekerin sütle karışması gibidir.<br />

İşin başı, kul olmakdır. Ona kul olmakla, başka şeylerden kurtulmakdır.<br />

70 — İKİNCİ CİLD, 59. cu MEKTÛB<br />

Bu mektûb, hocasının oğlu hâce Muhammed Abdüllah için yazılmışdır “sellemehullahü<br />

teâlâ”. Akla, hayâle gelen ve keşf ile ve şühûd ile anlaşılan herşey, mahlûkdur.<br />

Bunlara (Mâ-sivâ) denildiği bildirilmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! Gözümün<br />

nûrunun göndermiş olduğu kıymetli mektûb geldi. Tesavvuf yolunun<br />

oyuncakları gibi yolcuları avutan şeylerin hepsi, Allahü teâlânın yardımı ile yok<br />

oldular. Hiçbirşey devâmlı olmuyor. Aklıma, hayâlime gelen herşey, (Lâ) derken<br />

yok oluyorlar diyorsunuz. Bunlar gibi dahâ birşeyler yazıyorsunuz. Bunların yok<br />

olması için uğraşdığınızı, ileride kendiliklerinden yok olacaklarını ümmîd etdiğinizi<br />

bildiriyorsunuz. Kıymetli yavrum! Akla, hayâle gelen herşey, hattâ keşf ve şühûd<br />

ile anlaşılan bilgiler, ister (Âfâkî) olsunlar, ya’nî insanın dışında bulunsunlar,<br />

ister (Enfüsî) olsunlar, ya’nî insanın içinde bulunsunlar, hepsi (Mâ-sivâ)dır.<br />

[Ya’nî Allahü teâlânın mahlûklarıdır.] Bunlara gönül bağlamak, oyun ve oyuncak<br />

gibi şeylerle boş yere vakt geçirmekdir. Fâidesiz şeylerle oynamakdır. Bunların<br />

yok olması, eğer uğraşmakla ise, bu iş, (İlm-ül yakîn)dir. Yok olmaları, uğraşmadan<br />

kendiliğinden ise, çalışmak yolundan kurtulmuş ve ilm sokağından çıkmış olur.<br />

(Fenâ) ile şereflenmiş olur. Bunları söylemek kolay ise de, kavuşmak çok güçdür.<br />

Ancak, Allahü teâlânın nasîb etdiği kimseler kavuşur. (Hakîkat) mertebesindeki<br />

işler dahâ sonra hâsıl olur. Fenâdan sonra, (İsbât) makâmına kavuşulur. İlmden<br />

sonra (Ayn) hâsıl olur. Hakîkatin yanında çalışmanın hiç değeri yokdur. İsbât<br />

etmenin [maksada, hakîkî varlığa kavuşmanın] yanında, (Nefy) etmenin<br />

[mahlûkların bilgisini, düşüncesini kalbden çıkarmanın] hiç i’tibârı yokdur. Çünki,<br />

nefy ederken, mahlûklarla uğraşılmakdadır. İsbât ederken ise, Allahü teâlâdan<br />

başka hiçbirşey yokdur. [(Âlem-i misâl)de] isbât yanında nefy, sonsuz deniz<br />

yanındaki bir damla gibi görünüyor. Nefy ve isbât hâsıl olunca, (Vilâyet-i hâssa)ya<br />

kavuşulur. Vilâyet-i hâssadan sonra, yâ (Urûc) eder, dahâ yükselir, yâhud (Nüzûl)<br />

edip geri döner, alçalır. Urûc ederse, sonra yine nüzûl etmesi lâzımdır. Yâ Rabbî!<br />

Bize ihsân etdiğin nûru artdır! Günâhlarımızı mağfiret et! Sen herşeyi yapabilirsin.<br />

Size ve doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafânın “aleyhissalâtü vesselâm”<br />

izinde olanlara selâm olsun!<br />

Dünyâda, çok şey gelir, câna tatlı,<br />

dostdan konuşmak ammâ, dahâ tatlı.<br />

– 764 –


71 — 61. ci MEKTÛB<br />

Büyük âlim Abdüllah-i Dehlevînin “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” (Mekâtib-i<br />

şerîfe) kitâbındaki altmışbirinci mektûb, hâce Hasen Mevdûda yazılmış olup,<br />

aşağıdadır:<br />

Üstünlüğünü gösteren kelimeleri yazmağa lüzûm olmıyan kıymetli hâce Hasen<br />

Sâhibin [Vahdet-i vücûdü bildiren] yazılarının hepsi doğru, akla uygun, lüzûmlu<br />

ve büyüklerin kabûl edeceği, kıymetli bilgilerdir. Evliyâ-yı kirâmın “rahmetullahi<br />

aleyhim” beğendikleri şeylerdir. O büyükler şiddetli sıkıntılar çekerek, canlarını<br />

tehlükelere atarak bu hâllere kavuşdular. Tevhîdin sırları, çok zikr ve murâkabe<br />

yaparak ve aşırı muhabbetden ortaya çıkmakdadırlar. Tevhîd hâllerini böyle<br />

açık yazmanız, bu fakîri çok sevindirdi. Allahü teâlâ sizi mubârek eylesin! Bu<br />

hizmetinize, iyi karşılıklar ihsân eylesin! Bu konuda bildiğimi yazmazsam, hakkınızı<br />

ödememiş olurum. Eğer yazarsam, büyük bir zâta karşı saygısızlık yapmış olurum.<br />

Büyüklerimiz, ihlâs ile olan süâllere cevâb vermeği emr buyurmuşlardır.<br />

Emre uymak, edebi gözetmekden önce gelir. Onun için yazıyorum. (Müceddidiyye)<br />

büyükleri, [ya’nî, imâm-ı Rabbânî talebelerinden tâ bu zemâna kadar gelenler]<br />

buyurdular ki, murâkabe ve zikr ederken, keyfiyyetlerin, hâllerin ve nûrların<br />

hâsıl olmasına (İlm-ül-yakîn) denir. Hadîs-i şerîfde bildirilen (İhsân) mertebesinden<br />

bir ışıkın kalbde parlamasına, (Ayn-ül-yakîn) denir. Allahü teâlânın ahlâkı ile<br />

huylanmağa da (Hakk-ul-yakîn) dediler. Zikr ederken, bunun ma’nâsını düşünmek<br />

lâzımdır. Bu ma’nâ insanın şu’ûrunu kaplayınca, kalb nûrlanır. Bu ma’nâ hâsıl<br />

oldu sanılır. Hak teâlâ ile ittihâd, birlik varmış görülür. Kıymetli efendim!<br />

Büyüklerin bu sözlerine kim karşı gelebilir? Ruzbehân-ı Baklî ve molla Aliyy-ülkârî,<br />

bu ma’rifeti red etmekde inâd etdiler. Bu fakîr, onlara cevâb olarak yazdım<br />

ki, Mecnûn-i Âmirî, Leylâya olan aşırı aşkından dolayı, yimez içmez oldu. Herşeyden<br />

yüzçevirdi. Leylâ adını dilinden düşürmedi. Sonra da Leylâyım demeğe başladı.<br />

Herşeyi Leylâ gördü. Çok riyâzetler [sıkıntılar] çekerek, nefs tasfiye bulunca,<br />

bedenin maddî özellikleri, te’sîrleri kalmaz, rûh hâline girer. Çok zikr edince,<br />

bunun ma’nâsı kendini kaplarsa, kendisini tenzîh mertebesi ile de birleşmiş görür.<br />

Hüseyn bin Mensûr “rahimehullah”, [böyle görünce], (enel-Hak) [ben Hakkım]<br />

dedi. Biz zevallılar, bu ince ma’rifet üzerinde duramayız. (Ben, mimsiz Ahmedim)<br />

[ya’nî Ehadim] ve (Ben, aynsız arabım) [ya’nî, ben Rabbim] gibi sözler, hadîs değildir.<br />

Tevhîd mertebesinde olanlara uyanların uydurdukları sözlerdir “Allahü teâlâ<br />

hepsini afv eylesin!”. (Nehc-ül-belâga) kitâbındaki, hazret-i Alînin hutbeleri<br />

denilerek yazılmış olanlar da doğru değildir.<br />

[(Nehc-ül-belâga) kitâbını Radî isminde bir şî’î yazmış olduğunu islâm âlimleri<br />

sözbirliği ile bildirdiler. Hindistân âlimlerinden Abdül’Azîz-i Dehlevî “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”, (Tuhfe-i isnâ aşeriyye) adındaki büyük kitâbında, bu kitâbı<br />

yazan Radînin yehûdî olduğunu uzun yazmakdadır. Hindistânda Rampur şehrinde,<br />

İmtiyâz Alî Arşî isminde bir şî’î 1389 [m. 1969] senesinde, (İstinâd) isminde<br />

kitâb yazarak, Nehc-ül-belâganın doğru olduğunu isbâta kalkışmış ise de, vesîka<br />

olarak ileri sürdükleri, Abdüh gibi masonlar ve belli şî’îlerdir. İstinâdın,<br />

1393 [m. 1973] de Tahranda ikinci baskısı yapılarak islâm memleketlerine dağıtılmakda,<br />

(Sünnî) olan gençler aldatılmağa çalışılmakdadır. İmâm-ı Zehebî ve İbni<br />

Hacer-i Askalânî gibi derin islâm âlimlerinin, (Bu kitâbı, şî’î Radî yazmışdır) dediklerini,<br />

İstinâd kitâbı da önsözünde yazıyor. Bu üç büyük âlimin her sözü huccetdir,<br />

sağlam vesîkadır. (Nehc-ül-belâga)nın bozuk olduğunu göstermek için,<br />

başka şâhid aramağa lüzûm yokdur. Müslimânlar böyle bozuk, şübheli kitâbları<br />

okumamalıdır. (Buhârî) ve (Müslim) ve benzerleri sağlam hadîs kitâblarını ve bunların<br />

şerhlerini [açıklamalarını] okumalıdır].<br />

(Tevhîd-i vücûdî)nin sırları, riyâzet çekenlerin ve muhabbet deryâsına dalmış<br />

– 765 –


olanların kalblerine doğmuşdur. Bu yüksek insanların sayısı o kadar çokdur ki, inanmamak<br />

imkânsızdır. O büyüklerin yolunda olanların, Onların sözlerini isbât etmek<br />

için, Kur’ân-ı kerîmin âyetlerine ve hadîs-i şerîflere, değişik ma’nâlar vermeğe kalkışmalarına<br />

lüzûm yokdur. Bu ma’rifetin varlığında kimsenin şübhesi yokdur.<br />

Fekat, bu ma’rifeti tesavvufun gâyesi ve seyr ve sülûkün nihâyeti sanmak, (İlmleri<br />

Ona varamaz!) meâlindeki Tâhâ sûresinin 110. cu âyet-i kerîmesi ile men’ olunmuşdur.<br />

Âlimler de bu ma’rifet üzerinde durmamışlardır. (Bu ma’rifete inanmıyan<br />

vâsıl olamaz!) sözünüzü açıklıyarak irşâd buyurmamışsınız. Bunun için, önce,<br />

vâsıl olmak ne demek olduğunu açıklamak da îcâb eder.<br />

72 — 85. ci MEKTÛB<br />

Büyük âlim Abdüllah-i Dehlevînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mekâtib-i şerîfe)<br />

kitâbının seksenbeşinci mektûbu aşağıdadır:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun! Onun sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma<br />

salât ve selâm olsun! Gulâm-ı Alî ismi ile meşhûr olan fakîr Abdüllah-i Kâdirî<br />

müceddidînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” mektûbudur. Hindistânda müslimânlar<br />

için yazmışdır. Allahü teâlâ, onun günâhlarını afv eylesin!<br />

(BÎ’AT), söz vermek ve bu sözünde durmak demekdir. Tesavvuf yolunda çok<br />

kullanılan bir kelimedir. Bunu kullanmak, Eshâb-ı kirâmın sünnetidir “radıyallahü<br />

teâlâ anhüm”. Bî’at, üç kısmdır: Birincisi, bir büyüğün önünde, günâh işlememek<br />

için söz vermekdir. Buna, (tevbe bî’ati) denir. Büyük günâhlardan biri işlenince,<br />

bu bî’at bozulur. Yeniden bî’at etmek lâzım olur. Gıybet edince bozulup,<br />

bozulmamasında şübhe edildi. Bir müslimânı tahkîr ederek, onu kötüleyerek gıybet<br />

yapmak, elbet büyük günâhdır. Yanlış söyliyen ve yazan din adamlarını ve bid’at<br />

i’tikâdında olan tarîkatcıları müslimânlara haber vermek, duyurmak gıybet olmaz.<br />

Müslimânların bunlara aldanmaması için bunları söylemek lâzımdır.<br />

Bî’atin ikincisi, intisâb etmek, bereketlenmek için bir Velîye “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” veyâ onun hakîkî mensûblarına bî’at etmekdir. Böylece, onlar için bildirilmiş<br />

olan müjdelere ve şefâ’atlarına kavuşulur. Meselâ, gavs-üs-sekaleyn Abdülkâdir-i<br />

Geylânî “kuddise sirruh”, (Benim talebelerim tevbe etmeden ölmezler)<br />

buyurmuşdur. Bu müjdeye kavuşmak için, bu yolun büyüklerinden birine bî’at olunur.<br />

Bu bî’ati tekrâr etmek lâzım değildir.<br />

Bî’atin üçüncüsü, Evliyânın feyzlerine kavuşmak, fâidelenmek için yapılır. Tesavvuf<br />

büyüklerinden birine bî’at edip, Onun gösterdiği vazîfeleri ve ihlâs derecelerini<br />

yapıp fâide elde edemezse, Üstâdı râzı olsa da ve olmasa da, başka birine<br />

intisâb etmesi, başka bir âlime bî’at etmesi câizdir. Fekat, birinci âlimi inkâr etmemesi<br />

lâzımdır. Ondan nasîbi, kısmeti yok demekdir. Üstâdının islâmiyyete uymakda<br />

gevşekliğini görürse ve zenginlere yanaşdığını, dünyâya düşkün olduğunu<br />

anlarsa, Allahü teâlânın feyzlerini, sevgisini ve ma’rifetini başka birinde aramalıdır.<br />

Çocuk iken bî’at etmiş olan, akl ve şü’ûr sâhibi olunca, onun hakîkî âlim olduğunu<br />

anlarsa, bî’atine ve vazîfelerine devâm eder. Yâhud beğendiği başka birine<br />

bî’at eder.<br />

İslâm âlimi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine [ya’nî islâmiyyete]<br />

tâbi’ olan, sımsıkı sarılan ve zâhir ve bâtın bid’atlerden kaçınan ve selef-i<br />

sâlihînin i’tikâdında olan kimsedir. Gavs-üs-sekaleyn Abdülkâdir-i Geylânî ve<br />

Şeyh-ül-islâm Ferîdeddîn-i Genc-i Şeker hazretlerinin doğru olan i’tikâdında<br />

olur. Fıkh bilgilerinden zarûrî lâzım olanları bilir. (Mişkât-i şerîf) hadîs kitâbını ve<br />

Kur’ân-ı kerîm tefsîrlerini çok okur. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin,<br />

(Minhâc-ül-Âbidîn) ve (Kimyâ-yı se’âdet) kitâbları gibi tesavvuf yolundakilerin<br />

yazdığı ahlâk kitâblarını ve tesavvuf büyüklerinin hâllerini ve sözlerini<br />

bildiren kitâbları okur. Bu kitâbları okumak, kalbin tasfiyesi ve tezkiyesi için<br />

– 766 –


çok fâidelidir. İslâm âlimi, dünyâya düşkün olmaz ve dünyâya düşkün olanlarla birlikde<br />

bulunmaz. İslâmiyyetin bildirdiği iyi işleri yapar. Çalışdıklarının dünyâdaki<br />

ve âhıretdeki karşılığını yalnız Allahdan bekler. Ondan başka kimseden birşey<br />

beklemez. Kur’ân-ı kerîmi çok okur. Evliyânın kalblerine gelen feyzlerden, ma’rifetlerden<br />

nasîb almışdır. Her işinde tevbe, inâbet, zühd, vera’, takvâ, sabr, kanâ’at,<br />

tevekkül ve rızâ yolunu tutar. Onu görenler Allahü teâlâyı hâtırlar. Dünyâ düşünceleri<br />

kalbinden kaçar. (Çeştiyye) yolunun büyükleri ile birlikde bulunan sâdık bir<br />

kimsede zevk, şevk, harâret, râhatlık, yalnızlık, ya’nî dünyâya düşkün olanlardan<br />

uzaklaşmak hâsıl olur. (Kâdirî) yolunun büyükleriyle berâber bulunmak, kalbde<br />

safâ hâsıl eder. Rûhlar ve melekler âlemi ile bağlılık hâsıl olur. Geçmiş ve gelecek<br />

şeylerden çoğu kendisine bildirilir. (Müceddidî) yolunun büyükleri ile berâber olanda<br />

huzûr ve cem’ıyyet ve yâd-i dâşt ve dünyâya şü’ûrsuzluk ve Allahü teâlânın cezbeleri<br />

hâsıl olur. Kalbine, rûhuna birçok şeyler ihsân edilir. İslâm âlimi müceddidî<br />

ise, bütün latîfelerinde keyfiyyetler, hâller, safâ ve letâfet ve nûrlar, sırlar hâsıl<br />

olur. Bu söylediklerimiz hâsıl olmazsa, sâdık olan tâlib, hakîkî âlime kavuşamadığı<br />

için ne kadar âh etse yeridir.<br />

(Tâlib), sâdık olan insan demekdir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve Onun sevgisine<br />

kavuşmak arzûsu ile yanmakdadır. Bilmediği, anlıyamadığı bir aşk ile şaşkın<br />

hâldedir. Uykusu kaçar, gözyaşları dinmez. Geçmişdeki günâhlarından utanarak<br />

başını kaldıramaz. Her işinde Allahdan korkar, titrer. Allahü teâlânın sevgisine kavuşduracak<br />

işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabr ve afv eder. Her geçimsizlikde,<br />

sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her nefesde Allahını düşünür. Gaflet ile<br />

yaşamaz. Kimseyle münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekden korkar. Kalbleri Allahü<br />

teâlânın evi bilir. Eshâb-ı kirâmın hepsini, “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”<br />

diyerek iyi bilir. Hepsinin iyi olduğunu söyler. [Şimdi, böyle hakîkî tâlib kalmadı.]<br />

Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâm arasında<br />

olan şeyleri konuşmamağı emr buyurdu. Sâlih müslimân, bunları konuşmaz, yazmaz<br />

ve okumaz. Böylece, o büyüklere karşı bir edebsizlikde bulunmakdan kendini<br />

korur. O büyükleri sevmek, Allahın Resûlünü “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”<br />

sevmenin nişânıdır, alâmetidir. Kendi bilgisi ile, kendi görüşü ile Evliyâ-yı kirâmı<br />

birbirinden aşağı ve yukarı diye ayırmaz. Birinin dahâ yüksek, dahâ üstün olduğu<br />

ancak âyet-i kerîme ile ve hadîs-i şerîf ile ve Sahâbe-i kirâmın sözbirliği ile bildirmeleri<br />

ile anlaşılır. Muhabbet serhoşluğu elbet başkadır. Aşk sâhibi ma’zûrdur.<br />

(Simâ’), bir kişinin veyâ birkaç kişinin okudukları dîni, îmânı kuvvetlendiren ve<br />

ahlâkı güzelleşdiren, şi’rleri, kasîdeleri, ilâhîleri ve mevlidleri dinlemek demekdir.<br />

Tesavvuf büyükleri, çalgısız olan ve kadın erkek karışık olmıyarak okunanları<br />

Simâ’ etmişler, dinlemişlerdir. Sultân-ı meşâyıh [Nizâmüddîn-i Dehlevî]nin sohbetinde,<br />

meclisinde hiçbir çalgı, hiçbir zemân görülmedi. O sohbetde bulunanlar, gizlice<br />

ağlar, ciğerleri yanardı. (Fevâid-ül-füâd) ve (Siyer-ül-Evliyâ) kitâbları bunu uzun<br />

anlatmakdadır. Tesavvuf büyüklerinin yolundan ayrılmak kalbi karartır. O büyükler,<br />

kalbde hâsıl olan kabzı, bast hâline çevirmek için veyâ inbisâtı ya’nî bast, râhatlık,<br />

ferahlık hâlini artdırmak için simâ’a izn vermişlerdir. Simâ’ kalbdeki Allah<br />

sevgisini ve rikkati artdırır buyurmuşlardır. Gâfillerin ya’nî kalblerinde Allah<br />

sevgisi bulunmıyanların simâ’ları câiz değildir. Böyle simâ’ meclisleri, toplantıları,<br />

fısk [günâh] meclisi olur. Her müslimân böyle simâ’lardan sakınmalıdır. Tesavvufculardan,<br />

ney gibi çalgılara câiz diyenler oldu ise de, bunu aşk ve muhabbet serhoşluğu<br />

hâlinde söylemişlerdir. İslâmiyyetin yasak etdiği böyle sözlere uyulmaz.<br />

[Tahtâvînin (Merâkıl-felâh) hâşiyesi yüzyetmişdört (174). cü sahîfesine bakınız!]<br />

Allah ismini yüksek sesle söylemek, kalb hastalığının ilâcıdır dediler. Fekat sessiz<br />

söylemek, dahâ fâidelidir. Sessiz yapılan zikrin dahâ efdal olduğu hadîs-i şerîfde<br />

bildirildi. Kalbdeki ateşi artdırmak ve gevşekliği gidermek için sesle söylemek<br />

câiz olabilir. Çok söyleyince ve riyâzetler çekilince, kalbde Allah sevgisi çoğalır,<br />

– 767 –


(Vahdet-i vücûd) sırları hâsıl olur. (Vahdet-i vücûd), mümkinâtı ya’nî mahlûkâtı<br />

tek bir varlık görmekdir. Yoksa, mahlûkları Allahü teâlâ bilmek değildir. Aşk-ı ilâhînin<br />

kalbde hâsıl etdiği hâl sâhiblerinin vahdet-i vücûd sözlerini işiterek, kendi görüşleri<br />

ile ve hayâlleri ile böyle konuşup kendini vahdet-i vücûd sâhibi göstermek<br />

akla da, islâmiyyete de uygun değildir. Rüknüd-dîn Alâüddevle-i Semnânî ve<br />

müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî “rahmetullahi aleyhimâ” ve bunların izinde<br />

giden büyükler, vahdet-i vücûd ma’rifetinden başka ve Peygamberlerin hepsinde<br />

hâsıl olan “aleyhimüssalevâtü vesselâm” me’ârif de bulunduğunu görmüşler ve anlamışlardır.<br />

(Tesavvuf), Allahü teâlâ ile olmak ve iyi ahlâk edinmek ve islâmiyyete uymakdır.<br />

Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbden çıkarıp bütün a’zânın Muhammed<br />

Mustafâ “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerine uymasıdır. Allahü teâlâ ile olmağa,<br />

(Hudûr) denir ki, hadîs-i şerîfde bildirilen (İhsân) mertebesidir. İnsanın kalbi<br />

bu mertebede olmalıdır. Bu ni’meti kime ihsân ederlerse, büyük se’âdet bilsin!<br />

(Tevhîd-i ef’âlî), mahlûkların bütün işlerini, bütün hareketlerini, tek bir yapıcının<br />

işlerinden olarak görmekdir.<br />

(Tevhîd-i sıfâtî), mahlûkların sıfatlarını, özelliklerini, Hak teâlânın sıfatlarının<br />

görüntüleri bilmek ve her varlığı Allahü teâlânın varlığında yok görmekdir. Evliyâyı<br />

kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” hep böyle idiler.<br />

(İcâzet) ve (Hilâfet), tâliblerin kalblerine ihlâs yerleşdirmesi için, olgun birisine<br />

izn vermek demekdir. Kendisine izn verilen zâta (Halîfe) veyâ (Vesîle) denir.<br />

Kendisine izn verilecek zâtın bâtınının [ya’nî kalbi ve diğer dört latîfesinin] nisbete<br />

ve hâllere kavuşmuş olması, kötü huylardan temizlenmiş, iyi huylarla süslenmiş<br />

olması ve sabr, tevekkül, kanâ’at, rızâ, teslîm sâhibi olması, dünyâya düşkün olmaması<br />

lâzımdır. Bu yüksek mertebe, ancak (Selef-i sâlihîn)e uymakla ele geçebilir.<br />

[Eshâb-ı kirâm ile Tâbi’în-i ızâma (Selef-i sâlihîn) denir. Üçüncü ve dördüncü<br />

asrlarda gelen islâm âlimlerine, (Halef-i sâdıkîn) denir.] Bu hâller ve keyfiyyetler<br />

kalbde hâsıl olmadan, va’z etmesi için izn vermek harâmdır. Tesavvuf büyüklerinin<br />

yolunu bozmak olur. Birisini mağrûr yapmak [kendini beğenmesine sebeb<br />

olmak], bir tâlibi, bir âşıkı da acemi ellere düşürerek mahrûm etmek, akla da, islâmiyyete<br />

de uygun değildir. [Şimdi Türkiyede hakîkî tarîkat, mürşid, mürîd,<br />

şeyh yokdur. Vardır diyenlere, şeyh olduğunu söyliyenlere inanmamalıdır. Sahte<br />

şeyhlerin, câhil tarîkatcıların tuzaklarına düşmemek için uyanık olmalıdır.]<br />

Nemâzı cemâ’at ile kılmak ve (Tümânînet) ile kılmak, rükü’dan sonra (Kavme)<br />

yapmak ve iki secde arasında (Celse) yapmak bizlere Allahın Peygamberi tarafından<br />

bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler vardır. Hanefî<br />

mezhebinin müftîlerinden (Kâdîhân), bu ikisinin vâcib olduğunu, ikisinden birisini<br />

unutunca (Secde-i sehv) yapmak vâcib olduğunu ve bilerek yapmıyanın nemâzı<br />

tekrâr kılmasını bildirmişdir. Müekked sünnet olduklarını bildirenler de, vâcibe<br />

yakın sünnet demişlerdir. Sünneti hafîf görerek, ehemmiyyet vermiyerek<br />

terk etmek küfrdür. Nemâzın kıyâmında, rükü’unda, kavmesinde, celsesinde,<br />

secdelerinde ve oturulduğu zemânında, ayrı ayrı, başka başka keyfiyyetler, hâller<br />

hâsıl olur. Bütün ibâdetler nemâz içinde toplanmışdır. Kur’ân-ı kerîm okumak, tesbîh<br />

söylemek [ya’nî sübhânallah demek], Resûlullaha salevât söylemek ve günâhlara<br />

istigfâr etmek ve ihtiyâcları yalnız Allahü teâlâdan istiyerek Ona düâ etmek<br />

nemâz içinde toplanmışdır. Ağaçlar, otlar, nemâzda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar,<br />

rükü’ hâlinde, cansızlar da nemâzda (Ka’de)de oturur gibi yere serilmişlerdir.<br />

Nemâz kılan, bunların ibâdetlerinin hepsini yapmakdadır. Nemâz kılmak,<br />

mi’râc gecesi farz oldu. O gece, mi’râc yapmakla şereflenen, Allahın sevgili Peygamberine<br />

uymağı düşünerek nemâz kılan bir müslimân, O yüce Peygamber gibi,<br />

Allahü teâlâya yaklaşdıran makâmlarda yükselir. Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne<br />

karşı edebi takınarak huzûr ile nemâz kılanlar, bu mertebelere yükseldikle-<br />

– 768 –


ini anlarlar. Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi, bu ümmete merhamet ederek, büyük<br />

ihsânda bulunmuşlar, nemâz kılmağı farz etmişlerdir. Bunun için Rabbimize<br />

hamd ve şükr olsun! Onun sevgili Peygamberine salevât ve tehıyyât ve düâlar ederiz!<br />

Nemâz kılarken hâsıl olan safâ ve huzûr şaşılacak şeydir. Üstâdım [Mazher-i<br />

Cân-ı Cânân] buyurdu ki, (Nemâz kılarken, Allahü teâlâyı görmek mümkin değil<br />

ise de, görür gibi bir hâl hâsıl olmakdadır). Bu hâlin hâsıl olduğunu tesavvuf büyükleri<br />

sözbirliği ile bildirmişlerdir. İslâmiyyetin başlangıcında nemâz Kudüse karşı<br />

kılınırdı. Beyt-ül-mukaddese karşı kılmağı bırakıp, İbrâhîm aleyhisselâmın kıblesine<br />

dönmek emr olunduğu zemân, Medînedeki yehûdîler kızdılar. (Beyt-ül-mukaddese<br />

karşı kılmış olduğunuz nemâzlar ne olacak?) dediler. Bekara sûresinin 143.<br />

cü âyet-i kerîmesi gelerek, (Allahü teâlâ îmânlarınızı zâyı’ eylemez!) meâlinde buyuruldu.<br />

Nemâzların karşılıksız kalmıyacakları bildirildi. Nemâz, îmân kelimesi ile<br />

bildirildi. Bundan anlaşılıyor ki, nemâzı sünnete uygun olarak kılmamak, îmânı zâyı’<br />

etmek olur. Resûlullah efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Gözümün<br />

nûru ve lezzeti nemâzdadır) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, (Allahü teâlâ nemâzda zuhûr<br />

ediyor, müşâhede olunuyor. Böylece gözüme râhatlık geliyor) demekdir. Bir<br />

hadîs-i şerîfde, (Yâ Bilâl “radıyallahü teâlâ anh”! Beni râhatlandır!) buyuruldu ki,<br />

(Ey Bilâl! Ezân okuyarak ve nemâzın ikâmetini söyliyerek, beni râhata kavuşdur)<br />

demekdir. Nemâzdan başka bir şeyde râhatlık arıyan bir kimse, makbûl değildir.<br />

Nemâzı zâyı’ eden, elden kaçıran, başka din işlerini dahâ çok kaçırır.<br />

Fâidesiz şeyler söylemek, müslimânları gıybet etmek, orucun sevâbını giderir.<br />

Gıybet etmek, ibâdetlerin sevâblarını yok eder. Gıybetden sakınmak vâcibdir. Zahmet<br />

çekerek, sıkıntılara katlanarak ibâdet yapıp da, bunun sevâbını yok etmek ne<br />

kadar aklsızlıkdır. İbâdetler Allahü teâlâya arz olunur. Gıybeti ve fâidesiz sözleri<br />

sâhibinin huzûruna çıkarmak, Ona karşı edebsizlikdir.<br />

Şarkı, çalgı ve tanbur dinlemek ve raks [dans] seyr etmek ve hazret-i Hasen ile<br />

Hüseynin “radıyallahü anhümâ” şehîd edilmelerini [Kerbelâ vak’asını] anlatmak,<br />

yazmak müslimânlığa yakışmaz. Zemânımız şeyhleri, tarîkatcılığı bunları yapmak<br />

şekline sokdular. Din büyüklerinin resmlerini yaparak ziyâret ediyorlar.<br />

Bunları ziyâret, Allahü teâlânın rızâsına kavuşdurur diyorlar. İslâmiyyetde böyle<br />

şeyler yokdur. Görmeden uydurma yapılan resmlere büyüklerin ismini koymak<br />

iftirâ olur. Allahü teâlâ bunlara tevbe etmek nasîb eylesin! Medîne-i münevverenin<br />

büyük âlimlerinden, hadîs ilmi mütehassısı seyyid İsmâ’îl efendi “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”, ulûm-i müceddidîye kavuşmak için Medîne-i münevvereden Hindistâna<br />

kadar bu fakîri görmeğe geldi. Bu zâtı (Âsâr-ı şerîf)i [ya’nî mukaddes emânetleri]<br />

ziyâret etmesi için büyük mescide [ya’nî Asyânın en büyük câmi’i olan Delhîdeki<br />

Şâh Cihân Câmi’ine] gönderdim. Hemen geri gelip, orada Resûlullahın “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” nûrları bulunmakla berâber, putların zulmeti de duyuluyor<br />

dedi. Câmi’deki vazîfelilerden araşdırdım. Odadaki bir sandıkda büyüklerin<br />

ismini taşıyan resmlerin bulunduğunu öğrendim. Seyyid İsmâ’îl efendinin, bu<br />

zulmetlerin te’sîri altında kaldığını anlamış oldum. Resûlullaha “sallallahü aleyhi<br />

ve âlihi ve sellem”, hazret-i İbrâhîm aleyhisselâmın resmini gösterdiklerinde, mübârek<br />

eli ile bu resmi yırtdı. Yûsüf sûresinin 106. cı âyetinin, (Onların çoğu Allahü<br />

teâlâya îmân ediyoruz derler. Fekat îmânsızdırlar. Başka şeylere ibâdet ederek<br />

müşrik olmuşlardır) meâl-i şerîfi, bu hâli haber vermekdedir. Horoz döğüşdürmek,<br />

güvercinle oynamak gibi her oyun harâmdır. Bir taşı yontarak, (Kadem-i şerîf) adını<br />

takıp, Peygamberin ayağının izidir demek de resmlere, putlara tapınmak gibidir.<br />

Nevruz günü [ve Noel gecesi] mecûsîler gibi bayram yapmak, kâfirlere teşebbüh<br />

olur. Tarîkatcılar, şeyhler bu çirkin işleri yapınca mürîdlerine nümûne olur.<br />

Sened olur. Onlar da bu felâkete, bu akıntıya kapılırlar. Hakîkî müslimânlık, takvâ<br />

ile olur. Şirkden ve harâmlardan sakınmakla olur. Kalbde hâllerin hâsıl olma-<br />

– 769 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 2-F:49


sı ve ba’zı şeylerin keşf olunması, görülmesi ve fen bilgilerinin dışında aklları şaşırtacak<br />

işlerin yapılması, kâfirlerde de hâsıl olur. Riyâzetler çekmek, belli şeyleri<br />

ibâdet olarak yapmak, muska yazmağı, hastaları, büyülenmiş olanları okumağı,<br />

üflemeyi, san’at hâline getirmek, din işleri değildir. Câhilleri, ahmakları toplamak<br />

ve dünyâlık ele geçirmek için yapılmakdadır. İslâmiyyetde bunların kıymeti<br />

ve ehemmiyyeti yokdur. İslâmiyyetde kıymeti olan ve ehemmiyyeti olan ve insanı<br />

Allahü teâlâya yaklaşdıran şey, ancak, Onun Resûlüne, Peygamberine “sallallahü<br />

aleyhi ve âlihi ve sellem” uymak, O yüce Peygamberin izinde bulunmakdır.<br />

Eshâb-ı kirâmın ve Ehl-i beyt-i ızâmın “radıyallahü anhüm” yolu budur.<br />

Kur’ân-ı kerîm bu yolu göstermek için gönderilmişdir. Allahü teâlâ, hepimizi sevgili<br />

Peygamberinin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın ve<br />

Ehl-i beyt-i ızâmın yolunda bulundursun! Âmîn.<br />

[(Dürr-ül-muhtâr) beşinci cild, 481. ci sahîfede diyor ki, (Nevruz veyâ Mihrican<br />

[Martın ve Eylülün yirminci] günlerinde, bunların ismlerini söyliyerek hediyye<br />

vermek harâmdır. Bu günleri bayram bilerek vermek, küfr olur. Bu günleri ta’zîm<br />

ederek kâfire yumurta veren kâfir olur. Bu günlerde birşey satın almak da böyledir.<br />

Her zemân aldığını satın alırsa, kâfir olmaz). (Bezzâziyye) fetvâsında diyor ki,<br />

(Nevruz günü, mecûsîlerin bayramıdır. O gün, mecûsîlerin yanına gidip, onların yapdıklarını<br />

yapmak küfrdür. O gün, bayram yapan müslimânın îmânı gider de haberi<br />

olmaz). Noel günü ve gecesinde ve kâfirlerin paskalya ve yortularında, onlar gibi<br />

bayram yapanın da kâfir olduğu bu fetvâdan anlaşılmakdadır.<br />

(Tefsîr-i Mazherî)de, Mâide sûresinin kırkdördüncü âyetinin tefsîrinde buyuruyor<br />

ki, (Hadîs-i şerîfde, (Îsâ aleyhisselâmın yapdığını yapmakda ben herkesden<br />

ilerideyim. Peygamberler “aleyhimüsselâm”, babaları bir olan kardeşler gibidirler.<br />

Anaları ayrıdır. Dinleri birdir) buyuruldu. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi<br />

aleyh”, bu hadîs-i şerîfe uyarak, önceki dinlerin, Muhammed “aleyhisselâm”<br />

tarafından değişdirilmemiş olan hükmleri ile amel etmemiz vâcibdir buyurdu.<br />

Ya’nî, geçmiş dinlerin hükmü olduğu, âyet-i kerîme veyâ hadîs-i şerîf ile bildirilmiş<br />

ve nesh edildiği bildirilmemiş olan hükmler ile amel edilir). Amel etmemiz lâzım<br />

olan böyle hükmlerin hepsini, fıkh âlimlerimiz tesbît etmişlerdir. Fıkh âlimlerinin<br />

izn verdiklerinden başka olan ibâdetlerine uymamız câiz değildir. Çünki,<br />

yehûdîlerin ve hıristiyanların şimdi yapmakda oldukları ibâdetlerin ba’zısını, sonradan<br />

kendileri uydurmuşlardır. Bunlara uymamız, küfr veyâ harâm veyâ mekrûh<br />

olur. Doğruyu, yanlışı, fıkh kitâblarından öğrenmeliyiz! İmâm-ı Şâfi’î “rahime-hullahü<br />

teâlâ aleyh” ise, önceki dinlerin hiçbir hükmü, bizim için huccet olmaz buyurdu.<br />

(Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhi, 115 ve 202. ci sahîfelerinde diyor ki, (Zünnâr denilen<br />

papas kuşağını bağlamak ve putlara, heykellere, meselâ haç, salîb denilen,<br />

Îsâ aleyhisselâmın asılmış hâli dedikleri, birbirine dik kesişen iki çubuğa tapınmak,<br />

boynuna asarak ta’zîm etmek ve islâmiyyeti bildiren din kitâblarından birini tahkîr<br />

etmek, islâm âlimlerinden birini istihzâ, alay etmek ve küfre sebeb olan bir söz<br />

söylemek ve yazmak ve ta’zîm etmemiz emr olunan birşeyi tahkîr ve tahkîr etmemiz<br />

emr olunan birşeyi ta’zîm etmek küfrdür. Bunları yapanın îmânı gider, kâfir<br />

olur. Fekat, büyük bir günâh işliyen, bu işin fenâ olduğunu düşünür, yapdığına pişmân<br />

olur, üzülür. Allahü teâlâdan utanırsa, îmânı gitmez, kâfir olmaz. İ’tikâdı sahîh<br />

olup, küfr alâmeti olmıyan büyük günâhı işliyen kâfir olmaz. Bu günâhına tevbe<br />

eder, Allahü teâlâdan afv dilerse, afv olur. Tevbe etmeden ölürse, Allahü teâlâ<br />

dilerse, yine afv eder. Dilerse, günâhı kadar azâb edip, sonra Cennete kor. Fekat<br />

îmânsız olarak ölen kâfir ve bid’at sâhibi, âhıretde hiç afv olunmıyacak, muhakkak<br />

Cehennemde yanacakdır. Kâfir, Cehennemden hiç çıkarılmıyacak, bid’at<br />

sâhibi, çıkarılacakdır).<br />

Îmânı olmayan kimsenin sonsuz olarak Cehennem ateşinde yanacağını Peygam-<br />

– 770 –


er efendimiz haber verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın<br />

var olduğuna, bir olduğuna inanmak gibi lâzımdır. Sonsuz olarak ateşde yanmak<br />

ne demekdir? Herhangi bir insan, sonsuz olarak ateşde yanmak felâketini düşünürse,<br />

korkudan aklını kaçırması lâzım gelir. Bu korkunç felâketden kurtulmak<br />

çâresini arar. Bunun çâresi ise, çok kolaydır. (Allahü teâlânın var ve bir olduğuna<br />

ve Muhammed aleyhisselâmın Onun son Peygamberi olduğuna ve Onun haber<br />

verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak) insanı bu sonsuz felâketden kurtarmakdadır.<br />

Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya inanmıyorum, bunun için böyle bir<br />

felâketden korkmuyorum, bu felâketden kurtulmak çâresini aramıyorum derse,<br />

buna deriz ki, (İnanmamak için elinde senedin, vesîkan var mı? Hangi ilm, hangi<br />

fen inanmana mâni’ oluyor?) Elbet vesîka gösteremiyecekdir. Senedi, vesîkası olmayan<br />

söze ilm, fen denir mi? Buna zan ve ihtimâl denir. Milyonda, milyarda bir<br />

ihtimâli olsa da, (sonsuz olarak ateşde yanmak) korkunç felâketinden sakınmak<br />

lâzım olmaz mı? Az bir aklı olan kimse bile, böyle felâketden sakınmaz mı? Sonsuz<br />

ateşde yanmak ihtimâlinden kurtulmak çâresini aramaz mı? Görülüyor ki, her<br />

akl sâhibinin îmân etmesi lâzımdır. Îmân etmek için vergi vermek, mal ödemek,<br />

yük taşımak, ibâdet zahmeti çekmek, zevkli tatlı şeylerden kaçınmak gibi sıkıntılara<br />

katlanmak lâzım değildir. Yalnız kalb ile, ihlâs ile, samîmî olarak inanmak kâfîdir.<br />

Bu inancını inanmayanlara bildirmek de şart değildir. İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü<br />

teâlâ” yetmişüçüncü mektûbda buyuruyor ki, (Sonsuz ateşde yanmaya<br />

inanmayanın, buna çok az da bir ihtimâl vermesi, zannetmesi akl îcâbıdır).<br />

Sonsuz olarak ateşde yanmak ihtimâli karşısında, bunun yegâne ve kat’î çâresi olan<br />

(ÎMÂN) ni’metinden kaçınmak, ahmaklık, hem de çok büyük şaşkınlık olmaz mı?]<br />

73 — 88. ci MEKTÛB<br />

Derin âlim, büyük Velî, Abdüllah-i Dehlevînin “rahmetullahi aleyh” (Mekâtib-i<br />

şerîfe) kitâbındaki seksensekizinci mektûbu onbir sahîfedir. Bu uzun mektûbun son<br />

kısmının fârisîden tercemesi, aşağıdadır:<br />

Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde öyle bilgiler vardır ki, bunlar te’vîl edilmeden<br />

anlaşılamaz. [Bir kelimenin, Allahü teâlâ ve Resûlullah tarafından, açık bildirilmemiş<br />

ma’nâlarından, islâmiyyete uygun olanı seçmeğe (Te’vîl) denir. Bunu<br />

herkes yapamaz.] Evliyânın sözlerini de te’vîl etmek, meâlen bildirmek lâzımdır.<br />

Te’vîl edilmezse, yanlış anlaşılır. Te’vîl edilince, Velîye iftirâ etmek tehlükesi olmaz.<br />

İftirâ etmek harâmdır. Evliyâ-yı kirâmın, sekr hâlinde [şu’ûrsuz] iken veyâ<br />

kavuşdukları ni’metleri anlatırken, yâhud talebesini teşvîk için veyâ maksadını anlatacak<br />

kelime bulamadıkları zemân, söyledikleri ba’zı kelimeleri te’vîle muhtâc<br />

olur. İmâm-ı Rabbânînin de, böyle kelimeleri vardır. Abdülhak-ı Dehlevî “rahime-hullah”,<br />

Abdülkâdir-i Geylânînin (Fütûh-ul-gayb) kitâbının fârisî şerhinde buyuruyor<br />

ki, (Âriflerin kalblerine ince ve anlaşılmaz bilgiler geldiği zemân, bunları<br />

anlatacak kelime bulamazlar. Böyle sözlerini işitince, (doğrusunu Allahü teâlâ<br />

bilir) demeli, inkâra kalkışmamalıdır). Tesavvuf yolundan maksad, Ehl-i sünnet<br />

âlimlerinin bildirdikleri doğru i’tikâda ve islâmın güzel ahlâkına ve fıkh kitâblarının<br />

gösterdiği işleri yapmağa ve bid’atlerden sakınmağa ve Allah dostlarının kalblerine<br />

gelen hâllere kavuşmakdır. Elhamdülillah bizim yolumuzda, bu ni’metler hâsıl<br />

olmakdadır. Allahü teâlâ bu yolun feyzlerini, bu fakîre de ve doğru yolu arayan<br />

bütün müslimânlara da nasîb eylesin! Bâtına [kalbe] gelen ni’metlerin sonsuz<br />

olduğu, bu zemân anlaşılır.<br />

Bir kimsenin maksadı bilinmeden, yalnız sözüne bakarak, ona kâfir denilemez.<br />

Bir müslimânın, bir sözünün, yetmiş ma’nâsı, küfrünü, bir ma’nâsı ise, îmânını gösterse,<br />

o kimseye kâfir denilmez. Hadîs-i şerîfde, (Küfrü açık bilinmiyen kimseye<br />

kâfir diyen, kâfir olur) buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî için, (Her zemân, Resûlullaha<br />

tâbi’ olmak lâzımdır diyorsunuz. Hâlbuki, Resûlullahın riyâzetleri, mücâhede-<br />

– 771 –


leri ve kâfirlerle cihâdları sizde hiç görülmiyor) diyenler var. Buna cevâb olarak<br />

deriz ki:<br />

Her müslimânın, farzlarda, vâciblerde ve müekked sünnetlerde, Resûlullaha tâbi’<br />

olması lâzımdır. Âciz olmak, mücâhede ve gazâ yapamamak için özrdür. Hem<br />

de, geceleri, mubârek ayakları şişinceye kadar teheccüd nemâzları kılması ve çok<br />

açlık çekmesi ve muhârebelerde kahramanlıklar göstermesi, Onun hasâisinden idi.<br />

Ya’nî yalnız Ona ihsan olunmuşdur. Allahın arslanı, emîr-ül-mü’minîn Alî “radıyallahü<br />

anh” buyuruyor ki, (Muhârebenin en şiddetli zemânlarında, Resûlullahın<br />

yanına sığınırdık). Cihâd-i asgar olan muhârebeler için ve cihâd-ı ekber olan,<br />

nefs ile mücâdele için, kuvvetli olmak şartdır. İmâm-ı Rabbânîye i’tirâz edenler de<br />

âcizdir. Hadîs-i şerîfde, (Kolay şeyleri yapınız! İşlerinizi güçleşdirmeyiniz! Gücünüz<br />

yetdiği şeyleri yapınız! Allahü teâlâ, kolay olanları yapmanızı istiyor) buyuruldu.<br />

Allahü teâlâ, mihnetlere, meşakkatlara katlanmağı kolaylaşdırmışdır. [Bunun<br />

için, derdlere, belâlara katlanmağı istiyor. Sabr edenleri seviyor.] İmâm-ı<br />

Rabbânî, (Resûlullahın her işine tâbi’ olmalıdır) demiyor. (İ’tikâdda, fıkh kitâblarında<br />

emr olunan işlerde, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyede ve kalb ile yapılan zikrlerde<br />

ve terakkîlerde tâbi’ olmalıdır) diyor. Siz de biliyorsunuz ki, bunlara tâbi’ olmıyan,<br />

Velî olamaz. İmâm-ı Rabbânîye i’tirâz edenler, onun sözlerini anlıyamıyanlardır.<br />

[İslâm âlimlerinin, kitâbımızdaki sözlerini anlıyamıyan câhiller de, dîni<br />

dünyâ kazançlarına âlet eden yobazlar gibi ve ingiliz câsûslarına satılmış olan<br />

hâinler gibi, kitâblarımızı kötülüyorlar. Allahü teâlâ, yavrularımızı, bu düşmanlara<br />

aldanmakdan muhâfaza buyursun! Âmîn.]<br />

Resûlullaha tâm tâbi’ olunca, insan Onun gibi olur. Tesavvuf büyükleri, bu hâle<br />

(Fenâ firresûl) demişlerdir. (Fenâ-fişşeyh) ve (Fenâ-fillah) demeleri de böyledir.<br />

Bu sözleri de, insanın sıfatları, mürşidin ve Allahü teâlânın kemâl sıfatları gibi<br />

olurlar demekdir. Câhiller, bu sözlerin ma’nâlarını anlamadıkları için, kendilerini<br />

ve her mahlûku, Allahü teâlâ ile birleşir sanıyor. Hâlbuki, şer’ı şerîf ve<br />

Kur’ân-ı mecîd, (Allah başkadır. Mahlûklar başkadır) diyor. Evliyânın sekr hâlindeki,<br />

şu’ûrsuz sözleri, bu hakîkati değişdiremez. Resûlullaha tam tâbi’ olanda, Allahü<br />

teâlânın kemâl sıfatlarından bir zerrenin zuhûrunu Allahü teâlâ ile birleşmek<br />

zan etmişlerdir. Büyüklerimiz, Muhammed aleyhisselâm gibi olmağa, Onunla ittihâd<br />

etmek, birleşmek dedi. Mahlûk, Allahü teâlâ gibi olamaz ki, Allah ile birleşmek<br />

denilsin. Mahlûk, mahlûk ile ittihâd etdi denilebilir. Mahlûk, hâlık ile birleşdi<br />

denilemez. Evliyânın sözleri misk gibidir. Güzel ma’nâ saçarlar. Yanlış ma’nâlar<br />

vermek, miski çalı, çöp ile örtmek gibidir. Çalı yığını, miskin güzel kokusunu<br />

örtemez.<br />

(Eskiden, tesavvufcular, fakîrliği zenginliğe tercîh ederlerdi. İmâm-ı Rabbânî<br />

ise, zenginliği ve malı, mülkü tercîh ediyor) demek de, çirkin iftirâdır. (Mektûbât)ın<br />

çok yerinde, (Fakîrlerin kapı önlerinde oturmaları, zenginlerin, süsler, zînetler içinde<br />

oturmalarından iyidir) yazılıdır. (Buradaki fakîrlerin, muayyen, devâmlı gelirleri<br />

yok ise de, Allahü teâlânın ezelde taksîm etdiği rızka güvenerek, râhat ve neşelidirler)<br />

buyurmakdadır. Zarûrî ihtiyâclarını karşılamak ve fakîrlere yardım<br />

etmek için, çalışıp, halâl kazanmak iyidir. Süleymân aleyhisselâm ve Eshâb-ı kirâmdan,<br />

emîr-ül-mü’minîn Osmân ve Abdürrahmân bin Avf ve diğerleri, Resûlullahdan<br />

sonra, mâl ve mülk sâhibi oldular. Bu servetleri, sahâbîlik derecelerinin azalmasına<br />

sebeb olmadı. Sabr eden fakîr ile şükr eden zenginden hangisinin dahâ üstün<br />

olduğunda, Ehl-i sünnet âlimleri ihtilâf etdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” fakîrliğin sıkıntısına katlanabildiği için, fakîrliği istedi. Hadîs-i şerîfde, (Geceleri,<br />

Rabbimin ziyâfetindeyim. Beni doyuruyor ve içiriyor) buyurdu. Fakîrlik,<br />

ibâdet yapmağı gücleşdirirse, ibâdete kuvvet veren zenginlik efdal olur. Böyle, şükr<br />

eden zenginlere dil uzatmak, Hadîd sûresinin yirmibirinci âyetinden gâfil olmağı<br />

gösterir. Bu âyet-i kerîme, meâlen, (Allahü teâlâ, bu üstünlüğü dilediğine ihsân<br />

– 772 –


eder)dir. [Bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf, kâfirlere, fâsıklara muhtâc olmamak<br />

için ve müslimânlara hizmet etmek için ve islâm ilmlerini yaymak için ve bunları<br />

yapanlara yardım etmek için lâzım olan parayı, mâlı kazanmanın çok sevâb olduğunu<br />

gösteriyor.]<br />

Yukardaki satırları yazan, Gulâm-ı Alî Abdüllah-i Dehlevî “rahmetullahi<br />

aleyh”, kâdiriyye ve çeştiyye âlimlerinden çok istifâde etdim ve Nakşibendî Müceddidî<br />

büyüklerinden feyz aldım. Allahü teâlâ, bu büyükler hurmetine, bu fakîrin<br />

yazılarına te’sîr ihsân eylesin! Okuyanlardan ve tâbi’ olanlardan râzı olsun ve<br />

cümlemize hüsn-i hâtime nasîb eylesin! Âmîn.<br />

Çün aşk denizi dalgalandı,<br />

ol dürr-i yetîm, zâhir oldu.<br />

Şânında buyurdu, Hâlıkı pâk,<br />

(levlâke levlâk lemâ halaktül eflâk).<br />

Mahmûdu Muhammedü mübeccel,<br />

mahbûb-i Hudâ, nebiyyi mürsel.<br />

Doğdukda, o şemsin ziyâsı,<br />

doldurdu bütün kâinatı.<br />

Gördü Onu, basîr olanlar,<br />

görmiyor, yalnız, kör olanlar.<br />

O gonca, Mekkede açıldı,<br />

kokusu dünyâya saçıldı.<br />

Zerredir, O güneşden el’ân,<br />

âlemdeki ilm ile irfân.<br />

Bugün dolduran, rûy-ı zemîni,<br />

ilmler, O gülün bir filizi,<br />

Ol güneşin olmasa berkı,<br />

kim parlatırdı şark-ı garbı?<br />

Olmasa, Endülüs okulu açık,<br />

kim Avrupaya tutardı ışık?<br />

İlm merkezi Semerkand, Bağdâd,<br />

etdi, yer yüzün cehlden âzâd.<br />

Böylece, kapladı her yeri,<br />

hızla envâr-ı Muhammedî.<br />

İnsâf et, ey inadcı insâf,<br />

meydânda değil mi, ilm-i eslâf?<br />

Kim eyledi Mustafâ gibi,<br />

tevhîd-i Cenâbı ezelî?<br />

Verdi mi, öyle dersi irfân,<br />

Hitit ve Âsûr, Roma, Yunân?<br />

Ölçülse, Tevrât, Zebûr, İncîl,<br />

üstün elbet, Kitâb-ı tenzîl.<br />

Bir mu’cizedir, nûr-i Kur’ân,<br />

değişmez hiç, durdukca cihân.<br />

Kıyâmete dek, olur mer’i,<br />

şübhe edene, (Fe’tû) emri.<br />

Yehûd, mason, komünist şimdi,<br />

Kur’âna, hep, hücûma geçdi.<br />

Her asrda böyle çatdı a’dâ,<br />

biri zafer bulmadı aslâ.<br />

– 773 –


Çünki, onu Cenâb-ı Bârî,<br />

değişikliklerden kıldı ârî.<br />

Şer’ ile yaydı, o Nebî,<br />

Yer yüzüne ilmi, edebi.<br />

Kim giderse onun izinde,<br />

iyilik bulur her işinde.<br />

Her kim ki, bu yola özenir,<br />

güzel sıfatlarla bezenir.<br />

Ümmîdir, eğerçi, o Nebî,<br />

ilm ile doldurdu heryeri.<br />

Ümmî ki, sözlerinde parlar,<br />

her mahlûka âid haklar.<br />

Ümmî idi, hocası yokdu,<br />

fenne uygun âyet okudu.<br />

Seçilmiş, sevgili iken o,<br />

dâim beğenirdi yokluğu.<br />

Emrine geçmişken memâlik,<br />

üç gömleğe değildi mâlik.<br />

Askeri olurken muzaffer,<br />

açlığı sever idi ekser.<br />

Çok mal bulunmazdı evinde,<br />

fevtinde, görüldü, zırhı rehinde.<br />

Vârını fakîre verirdi,<br />

yoksul olunca, sevinirdi.<br />

Ekser zemân gördüğü şeyler,<br />

yanında, dünyâ neye değer?<br />

İhsânları, herkese çokdu,<br />

birşey yok demek, onda yokdu.<br />

Ba’zan, o kadar çok verirdi,<br />

düşmânları hep, eğilirdi.<br />

Şefkati boldu, her leîme,<br />

müşfik babaydı, her yetîme.<br />

Her işinde vardı, çok hikmet,<br />

hiç etmedi kimseye minnet.<br />

Hastayı ziyâret ederdi,<br />

derdliyi şifâyâb ederdi.<br />

Teheccüdü hiç bırakmazdı,<br />

Allah korkusundan yatmazdı.<br />

Tutardı herkesi, Peygamber,<br />

hep kendi nefsîle berâber.<br />

İftihâr ederdi, kullukla,<br />

huylu idi, ilâhi hulkla.<br />

Bir mektebe oldu, müdâvim,<br />

Allahdı, zâtına muallim.<br />

Anlatmak için Rahmân, anı,<br />

Kur’ânda hoş etdi beyânı.<br />

Haşra dek, Şâh-ı enbiyâya,<br />

olsun salevât, bî nihâye!<br />

Olsun Âline, Eshâbına,<br />

salât, selâmı âcizâne!<br />

– 774 –


TAM İLMİHÂL<br />

SE’ÂDET-İ EBEDİYYE<br />

ÜÇÜNCÜ KISM<br />

1 — İKİNCİ CİLD, 23. cü MEKTÛB<br />

Bu mektûb, üstâdı Muhammed Bâkî Billahın “kuddise sirruh” oğlu Hâce Muhammed<br />

Abdüllaha “sellemehullahü ve ebkâhu ve evsalehu ilâ gâyeti mâ yetemennâhu”<br />

yazılmış olup, işin başı, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atden kaçmak<br />

olduğu ve sâireyi bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd ederim. Onun seçdiği insanlara selâmet ve iyilikler ihsân<br />

etmesini düâ ederim. Kıymetli oğlum “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”! Size ve diğer<br />

dostlara söyliyeceğim en birinci nasîhat, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve<br />

bid’atlerden kaçınmakdır. İslâm dîni, garîb olmağa, za’îflemeğe başladı. Müslimânlar,<br />

kimsesiz kaldı. Bundan sonra da, dahâ garîb olur gider. O dereceye gelir ki, yer<br />

yüzünde Allah “celle celâlüh” diyen kimse kalmaz. Kıyâmet, dünyâdaki iyi insanlar<br />

kalmayıp, heryeri kötülük kapladığı zemân kopar, buyuruldu.<br />

[Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Bir zemân gelecek<br />

ki, ümmetimde müslimânlığın yalnız adı kalacak. Mü’min olanlar, yalnız birkaç islâm<br />

âdetini yapacak. Îmânları kalmıyacak. Kur’ân-ı kerîm yalnız, okunacak. Emrlerinden,<br />

yasaklarından haberleri bile olmıyacak. Düşünceleri yalnız yiyip içmek<br />

olacak. Allahü teâlâyı unutacaklar. Yalnız paraya tapınacaklar. Kadınlara köle olacaklar.<br />

Az kazanmak ile kanâ’at etmiyecekler. Çok kazanınca doymıyacaklar).<br />

Abdülvehhâb-ı Şa’rânî “rahmetullahi aleyh”, (Tezkire-i Kurtubî) muhtasarında<br />

diyor ki: İbni Mâcenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Bir zemân gelecek. Elbisenin<br />

rengi, zîneti solduğu gibi, yer yüzünde islâmiyyet de solup kalkacak. Öyle olacak<br />

ki, nemâz, oruc, hac, sadaka unutulacak. Kur’ân-ı kerîmden yer yüzünde bir âyet<br />

kalmıyacak) buyuruldu. İmâm-ı Kurtubî buyuruyor ki, (İslâmın unutulması, Îsâ<br />

“aleyhisselâm” gökden inip, öldükden sonra olacakdır. Dahâ önce, müslimânlar<br />

garîb olacak. Kur’ân-ı kerîme uyulmıyacak ise de, büsbütün unutulmıyacakdır).<br />

(Ma’rifetnâme)de diyor ki, (Kıyâmet alâmetleri çokdur. Câmi’ler çok, cemâ’at az<br />

olacak. Binâlar yüksek, elbiseler ince, kadınlar emîr olacak. Erkekler kadınlaşacak)].<br />

En mes’ûd, en kazanclı kimse, dinsizliğin çoğaldığı bir zemânda, unutulmuş sünnetlerden<br />

birini meydâna çıkarandır ve yayılmış bid’atlerden birini yok eden<br />

kimsedir. Şimdi öyle bir zemândayız ki, insanların en iyisinden “aleyhi ve alâ âlihissalâtü<br />

vesselâm” bin sene geçmiş bulunuyor. Peygamberimizin “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” zemân-ı se’âdetinden uzaklaşdıkca, sünnetler örtülmekde, yalanlar<br />

çoğaldığı için, bid’at yayılmakdadır. Bir kahramân lâzımdır ki, sünnete<br />

– 775 –


yardım edip, bid’ati durdursun, kaçırsın. Bid’ati yaymak, dîn-i islâmı yıkmakdır.<br />

Bid’at çıkarana ve işleyenlere hurmet etmek, onları büyük bilmek, islâmiyyetin yok<br />

olmasına sebeb olur. Hadîs-i şerîfde, (Bid’at işliyenlere büyük diyen, müslimânlığı<br />

yıkmağa yardım etmiş olur) buyurulmuşdur. Bunun ne demek olduğunu iyi düşünmelidir.<br />

Bir sünneti meydâna çıkarmak ve bir bid’ati ortadan kaldırmak için,<br />

son gayretle çalışmak lâzımdır. Her zemân, hele müslimânlığın çok za’îflediği bu<br />

zemânda, islâmiyyeti kuvvetlendirmek için, sünnetleri yaymak ve bid’atleri yıkmak<br />

lâzımdır. Eskiden gelen islâm âlimleri, bid’atde bir güzellik görmüş olacaklar<br />

ki, bunlardan ba’zılarına, hasene [ya’nî güzel] ismini vermişlerdir. Fekat bu fakîr,<br />

bu noktada onlara uymuyorum ve bid’atlerden hiçbirini güzel görmüyorum.<br />

Hepsini karanlık ve bulanık görüyorum. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” (Bid’atlerin hepsi dalâletdir, yoldan çıkmakdır) buyurdu. Müslimânlığın<br />

za’îflediği bu zemânda, selâmet bulmak, Cehennemden kurtulmak, sünnete yapışmakla;<br />

dîni yıkmak ise, nasıl olursa olsun, herhangi bir bid’ate kapılmakla olduğunu<br />

görüyorum. Bid’atlerin herbirini, islâm binâsını yıkan bir kazma gibi, sünnetleri<br />

ise, karanlık gecede yol gösteren, parlak yıldızlar gibi anlıyorum. Zemânımız<br />

hocalarına Allahü teâlâ insâf versin de, hiçbir bid’ate güzel demesinler ve hiçbir<br />

bid’atin işlenmesine müsâ’ade etmesinler. Bid’at gün doğması gibi, karanlıkları parlatıcı<br />

görünürse de, bunlara göz yummasınlar! Çünki sünnetlerin dışında, şeytânlar,<br />

işlerini kolay görür. Eski zemânlarda, islâmiyyet kuvvetli olduğundan, bid’atlerin<br />

zulmeti belli olmuyordu ve belki de, o zulmetlerden ba’zıları, islâmiyyetin her<br />

tarafı kaplıyan kuvvetli zıyâsı arasında, parlak sanılıyordu. Bunun için, güzel deniliyordu.<br />

Hâlbuki, bu bid’atlerde de, hiçbir parlaklık ve güzellik yok idi. Şimdi ise,<br />

müslimânlık za’îflemiş, kâfirlerin âdetleri, hattâ kâfirlik alâmetleri, müslimânlar<br />

arasına yerleşmiş [moda olmuş] olduğundan, herbir bid’at, zararını göstermekde,<br />

kimsenin haberi olmadan, müslimânlık sıyrılıp gitmekdedir. Hocalarımız, bu husûsda<br />

çok uyanık olup, eski fetvâlara dayanarak şu câizdir, bunun zararı yokdur,<br />

diye bid’atlerin yayılmasına ön ayak olmamalıdır. Din zemân ile değişir sözünün<br />

yeri işte burasıdır. Yoksa, kâfirlerin [Allah düşmanlarının], müslimânlığı yıkmak,<br />

bid’atleri, küfrü yerleşdirmek için, bu sözü maşa olarak kullanmaları yanlışdır.<br />

Bu zemân, bid’atler dünyâyı kapladığından, karanlık bir gece gibi görünmekdedir.<br />

Sünnetler çok azalmakda, nûrları da, bir karanlık gecede, tektük uçan<br />

ateş böcekleri gibi parlamakdadır. Bid’at işlenmesi çoğaldıkca, gecenin karanlığı<br />

artmakda, sünnetin nûru azalmakdadır. Sünnetin işlenmesi ise, karanlığı azaltmakda,<br />

bu nûru çoğaltmakdadır. İstiyen, bid’at karanlığını çoğaltsın, şeytân fırkasını<br />

kuvvetlendirsin! İstiyen de sünnetin nûrunu artdırsın. Allahü teâlânın askerini<br />

kuvvetlendirsin! Şunu iyi biliniz ki, şeytân fırkasının sonu felâketdir, ziyândır.<br />

Allahü teâlânın fırkasında olan, se’âdet-i ebediyyeye erecekdir.<br />

[Tekrâr edelim ki, (Bid’at) demek, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

ve Onun dört halîfesinin “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” zemânlarında bulunmayıp<br />

da, dinde, sonradan meydâna çıkarılan, uydurulan inanışlara, sözlere, işlere,<br />

şekllere ve âdetlere denir. Bunların hepsini din diye, ibâdet diye uydurmak<br />

veyâ dînin ehemmiyyet verdiği şeyleri dinden ayrıdır, din buna karışmaz demek<br />

bid’atdir. Bid’atlerin ba’zıları küfrdür. Ba’zıları da büyük günâhdır. Kur’ân-ı kerîmi<br />

ve ezânı ho-parlörle okumak, radyoda okumak, bid’atdir.<br />

(Mektûbât) kitâbının arabî ve fârisî baskılarında, yüzseksenaltıncı mektûb hâşiyesinde<br />

diyor ki, (İslâm âlimlerinin çoğu, amelde bid’atleri ikiye ayırdı: Sünnete<br />

muhâlif olmıyan yeniliklere, reformlara, ya’nî birinci asrda aslı bulunanlara,<br />

Bid’at-i hasene dediler. Aslı bulunmıyanlara Bid’at-i seyyie dediler. İmâm-ı Rabbânî<br />

“kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” hazretleri ise, aslı bulunanlara, bid’at ismini<br />

bulaşdırmadı. Bunlara Sünnet-i hasene dedi. Mevlid okumak, minâre, türbe<br />

yapmak böyledir. Bid’at ismini, yalnız aslı bulunmıyanlara verdi. Vehhâbîler, bu<br />

– 776 –


id’at-i hasenelere de, bid’at-i seyyie dedi. Sünnet-i hasenelere de şirk dediler. Câhil<br />

din adamları da, bid’at-i seyyielerin çoğuna, bid’at-i hasene diyerek, kötü<br />

bid’atlerin yayılmalarına sebeb oldular. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bid’atleri kötülemekde,<br />

islâm âlimlerine karşı değil, câhil din adamlarına karşıdır.)]<br />

Zemânımızın tesavvuf adamları da, insâfa gelerek ve müslimânlığın za’îfliğini,<br />

uydurma şeylerin din ve ibâdet hâlini aldığını düşünerek, kendi pîrlerinin sünnete<br />

uymıyan sözlerini ve hareketlerini yapmamalıdır. Dinde bulunmıyan şeyleri, kendi<br />

pîrleri yapdı diye, kendilerine din ve ibâdet etmemelidir. Sünnete yapışmak, insanı<br />

elbette kurtarır ve iyiliklere, se’âdetlere kavuşdurur. Sünnetden başka şeyleri<br />

taklîd etmek, insanı tehlükelere, felâketlere götürür. Bizim vazîfemiz doğruyu<br />

bildirmekdir. Herkes istediğini yapar, yapdıklarının karşılığını da bulur. [Âkıl bâlig<br />

olan her erkek, kendi işinden, kendisi mes’ûldür.]<br />

Bizi yetişdiren büyüklerimize, Allahü teâlâ çok iyi mükâfât ihsân eylesin ki, bizim<br />

gibi câhilleri, bid’atlerden korudular. Kendilerine uyarak karanlık tehlükelere,<br />

uçurumlara sürüklemediler. Sünnetden başka bir yol göstermediler. Dînin<br />

sâhibine “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” uymakdan ve harâmlarla berâber şübhelilerden<br />

bile kaçmakdan başka yol göstermediler. Bunun için, bu büyüklerin kazancları<br />

pek fazladır. Kavuşdukları dereceler, çok yüksekdir. Bunlar, tegannî ve<br />

raksa dönüp de bakmamış, vecde, tevâcüde [ve kendinden geçmeğe] ehemmiyyet<br />

vermemişlerdir. Başkalarının kalbleri ile buldukları, gördükleri, büyüklük dedikleri<br />

hâlleri, maksaddan uzak, matlûbdan başka bilmişler, onların kapıldıkları hayâlleri,<br />

def’ ve tard etmişlerdir. Bunların işleri, görmekle, bulmakla, bilinmekle<br />

anlaşılacak şeylerden değildir. İlmin, hayâlin, tecellîlerin ve zuhûrların, keşflerin<br />

ve görüşlerin üstündedir. Başkaları, birşey bulmak, birşeye kavuşmak için uğraşıyor.<br />

Bu büyükler ise, Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyi istemiyor, hepsini kovuyor.<br />

Başkalarının Kelime-i tevhîdi tekrâr tekrâr söylemesi, Allahü teâlâya yaklaşmak<br />

içindir. Kelime-i tevhîdi söylemekle, Allahü teâlânın âciz bir mahlûku olan<br />

ve Onunla başka hiçbir münâsebeti bulunmıyan bütün bu kâinâtda, Hak teâlâyı<br />

bulmağa, görmeğe uğraşıyorlar. Bu büyükler ise; (Lâ ilâhe illallah) kelimesini, herşeyi<br />

yok bilmek, bütün görüşleri, buluşları, bilişleri ve hayâlleri, (Lâ) derken, red<br />

etmek, yok bilmek için tekrâr eder ve varlıkda birşey duyarlarsa, hepsini nefy e-<br />

der ve hâtırlarına hiçbirşey getirmezler. [Bu mektûbun yarısı terceme edildi. Son<br />

kısmı terceme edilmedi.]<br />

Cihânda iki dürlüdür, mürâi,<br />

ki aldatır bunlar, fakîri, bâyi.<br />

Birisi, yürür eski kisvetle,<br />

ki, zâhid sanılsın bu sûretle.<br />

Saf kimseleri bunlar, yimek ister,<br />

kendilerine dervîş denmek ister.<br />

Giyerler, yamalı, eski câme,<br />

dilerler böyle görünmek avâme.<br />

Haftalar geçer taramaz sakalın,<br />

ki, desinler, unutmuş kendi hâlin.<br />

İkincisi ise, ehl-i riyânın,<br />

işit imdi alâmetlerin ânın.<br />

Gider ardınca dâim nîk-i nâmın,<br />

diler makbûlü ola hâssu âmmın.<br />

Güzel kumaşları dikdirir ince,<br />

giyinir hergün moda âdetince.<br />

Nasîhat verir, kitâb yazar durmaz,<br />

âlim geçinir, nemâz bile kılmaz.<br />

– 777 –


2 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 41. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, bir sâliha hanıma “rahmetullahi teâlâ aleyhâ” yazılmış olup, kadınlara<br />

lâzım olan nasîhatleri bildirmekdedir:<br />

Kadınların, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” söz verdiklerini bildiren<br />

Mümtehine sûresindeki âyet-i kerîme, Mekke şehrinin alındığı gün inmişdir. Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” erkeklerle sözleşdikden sonra, kadınlarla<br />

sözleşmeğe başladı. Kadınlarla yalnız söz ile olup, mubârek eli, kadınların ellerine<br />

dokunmadı. Kötü huylar, kadınlarda, erkeklerden dahâ çok olduğundan, kadınlarla<br />

sözleşirken, erkeklerden dahâ fazla şart, araya kondu. Allahü teâlânın emrlerini<br />

yapmış olmak için, bunlardan kaçınmak lâzım geldiği bildirildi.<br />

Birinci şart: Allahü teâlâdan başka, hiçbirşeye ibâdet etmemekdir. Bir kimse,<br />

başkaları görmek için ibâdet eder veyâ Allahü teâlâ için eder ammâ, başkasının<br />

görmesi de hoşuna giderse veyâ ibâdetinde başkasından bir karşılık, meselâ, bir<br />

(Âferin!) sözü beklerse, o kimse, şirkden kurtulmuş olmaz ve hâlis muvahhid olmaz.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Küçük şirkden korununuz!).<br />

(Küçük şirk nedir?) diye soruldukda, (Riyâ) buyurdu. Ya’nî başkasına<br />

göstermek için ibâdet etmekdir.<br />

Kâfirlerin bayramlarında, onların yapdıklarını yapmak, hep şirkdir. Hem müslimânlığı,<br />

hem de kâfirlik ibâdetlerini yapan, (Müşrik)dir. Kâfirliği beğenen de müşrikdir.<br />

Müslimân olmak için, kâfirlikden kaçınmak lâzımdır. Mü’min olmak için,<br />

şirkden sıyrılmak şartdır.<br />

Hastalıkdan kurtulmak için, putlardan, heykellerden, papaslardan imdâd beklemek<br />

şirkdir ki, bu hâl müslimânlar arasında yayılmışdır. İhtiyâclarını putlardan,<br />

heykellerden istemek, kâfirlikdir [Allaha düşmanlıkdır]. Nisâ sûresi, ellidokuzuncu<br />

[59] âyetinde meâlen, (Onlara, kâfirlere inanmayınız dediğim hâlde, onlar kâfirlerin<br />

sözleri ile hareket ediyorlar. Şeytân onları aldatıyor) buyuruldu. Kadınların<br />

çoğu, bilmiyerek, bu belâya düşüyor. Ne oldukları bilinmiyen bir takım ismlerden<br />

meded bekleyip, bunlarla belâdan kurtulmak istiyorlar. Kâfirlerin âdetlerini,<br />

kâfirlik alâmetlerini yapıyorlar. Bilhâssa, çiçek hastalığı zemânında, bu belâ, iyilerinde<br />

de, fenâlarında da görülüyor. Bu şirkden kurtulabilen ve kâfirlik alâmetlerinden<br />

birini yapmıyan kadın, çok azdır. Hindûların bayram günlerine [ve ateşe<br />

tapınanların Nevruz günlerine ve hıristiyanların Noel gecelerine ve diğer paskalyalarına]<br />

hurmet etmek ve o zemânlarda, onların âdetlerini, onlar gibi yapmak,<br />

şirk olur. Küfre sebeb olur. Kâfirlerin bayramlarında, müslimânların câhilleri ve<br />

hele kadınlar, kâfirlerin yapdıklarını yapıyor ve bu günleri, müslimân bayramı zan<br />

ediyor ve kâfirler gibi, birbirlerine hediyye gönderiyorlar. Eşyâlarını, sofralarını<br />

kâfirlerin yapdığı gibi, süsliyorlar. O geceleri, başka gecelerden ayırd ediyorlar.<br />

Bunlar hep şirkdir, kâfirlikdir. Sûre-i Yûsüfdeki âyet-i kerîmede meâlen, (Biz, Allahü<br />

teâlânın varlığına, birliğine, herşeyi yaratan O olduğuna inandık, müslimân<br />

olduk diyenlerin çoğu, başkalarına ibâdet ve itâ’at ederek ve dahâ birçok hareketleri<br />

ve sözleri ile, müşrik oluyorlar) buyuruldu. [Üçüncü kısmda, 60. cı maddenin<br />

baş tarafına bakınız!]<br />

Şeyhler için, türbeler için kurban adıyorlar. Götürüp mezâr başında kesiyorlar.<br />

Fıkh kitâbları, bunu da şirk saymakdadır. Ba’zı kimseler, dahâ ileri giderek, böyle<br />

kurbanları, cin kurbanı oluyor diyorlar. Dînimiz bunu red ediyor ve şirk sayıyor.<br />

Adak yapmak, çok şeklde olur. Hayvân kesmeği adamağa ve bunu kesip cin<br />

kurbanlarından oldu demeğe ve cinlere tapanlara benzemeğe ne lüzûm var? [Birinci<br />

kısmda, seksenikinci maddeye ve (Hayât-ül-hayvân) kitâbına bakınız!].<br />

Şeyhler için tutdukları oruclar da böyledir. Bir takım ismler uydurup, o ismlere<br />

niyyet ediyor, iftâr zemânı her oruc için, husûsî yemekler şart ediyor ve gün de<br />

ta’yîn ediyorlar. İşleri, bu oruclar sâyesinde oluyor sanıyorlar. Bu da, ibâdetde şirk-<br />

– 778 –


dir. İşleri hâsıl olmak için, başkasına ibâdet etmekdir. Bunun çirkinliğini iyi anlamak<br />

lâzımdır. Hâlbuki hadîs-i kudsîde buyuruldu ki, (Oruc benim için tutulur. Onun<br />

karşılığını ben veririm!). Ya’nî oruc, yalnız benim için tutulur. Bana, orucda başkası<br />

şerîk olamaz. Hiçbir ibâdetde, Allahü teâlâya birşeyi ortak etmek câiz değil<br />

ise de, yalnız orucu buyurması, bunda şirk yapmamağa çok dikkat olunması içindir.<br />

Ba’zı kadınlar, hîle yaparak, bu orucları, Allah için tutuyoruz ve sevâbını şeyhlerimize<br />

hediyye ediyoruz diyor. Bu sözleri doğru ise, oruc için, niçin gün ta’yîn ediyorlar<br />

ve mu’ayyen iftârlık yiyor ve iftâr zemânında çirkin işler yapıyorlar? Çokları<br />

iftârda harâm işliyor. Bu şartları yapabilmek için, dilencilik bile yapıyor ve işlerinin<br />

bu harâmlar sâyesinde hâsıl olduğuna inanıyor. Bunlar, hep yoldan çıkmakdır.<br />

Şeytânın aldatmasıdır.<br />

[(Redd-ül-muhtâr)da (Zebâyıh)ı anlatırken, sonuna yakın diyor ki, (Makâm sâhibleri<br />

gelince, hayvan kesmek harâmdır. Çünki, Allahdan başkası için hayvan kesmek<br />

şirk olur. Keserken Allahü teâlânın ismini söylese de, harâmdır. Eğer gelene<br />

yidirmek için keserse, harâm olmaz. Çünki, müsâfire ziyâfet vermek, İbrâhîm<br />

aleyhisselâmın sünnetidir. Müsâfire ikrâm etmek sevâbdır. (İnsana ikrâm için<br />

kesmek, Allahdan başkası için kesmek olur. Bu ise halâl değildir) demenin doğru<br />

olmadığı (Bezzâziyye) fetvâsında yazılıdır. Böyle söylemek, Kur’ân-ı kerîme,<br />

hadîs-i şerîflere ve akla uygun değildir. Kassâb da, para kazanmak için kesiyor. Hâlbuki,<br />

kassâbdaki etlere harâm diyen hiç olmamışdır. Para kazanmak niyyeti ile kesilen<br />

hayvan necs olsaydı, hiçbir kassâb hayvan kesmezdi. Öyle söyliyen câhilin kassâbdan<br />

et almaması, düğün için, akîka için kesilen hayvan etinden yimemesi lâzım<br />

olur.<br />

Bir kimse gelince kesilen hayvan etinden, ona da ikrâm edilirse, ya’nî yidirilirse,<br />

hayvanı Allah için kesmiş, fâidesi müsâfire olmuş olur. Kassâbın kesdiği de Allah<br />

içindir. Fâidesi, kazancı, kassâbadır. Eğer etinden müsâfire yidirmez, hepsi başkalarına<br />

verilirse, Allahdan başkası için kesilmiş olur, harâm olur. Görülüyor ki,<br />

bir hayvanın insana ta’zîm için, Allahdan başkası için kesilmesi veyâ Allah rızâsı<br />

için kesilmesi, etinin kesilene yidirilip yidirilmemesi ile ayırd edilmekdedir. Bundan<br />

anlaşılıyor ki, temel atılırken, hastalık gelince, hasta iyi olunca hayvan kesmek<br />

halâl olmakdadır. Çünki, etleri fakîrlere yidirilmekdedir. Hamevî de böyle demekdedir.<br />

Dileği olursa Allah için hayvan kesmeği adak yapmanın da böyle olduğu,<br />

(Bahr-ür-râık)da yazılıdır. Fekat etlerinin yalnız fakîrlere verilmesi lâzımdır. Müsâfir<br />

gelince kesilen hayvan etinden o müsâfire yidirip yidirmemek mühimdir. Etlerin<br />

hepsini ona veyâ başkasına verip vermemek mühim değildir. Onun yidiği hayvanın<br />

etinden başkalarına da verilir. Kesen de alır. Bunun ehemmiyyeti yokdur.<br />

Ona yidirmek ve yidirmemek için, keserken yapılan niyyete bakılır. Keserken onu<br />

ta’zîm etmek niyyet edilmezse, ona bu etden yidirmeyip, başka şeyler yidirilmesi,<br />

harâm olmasına sebeb olmaz. Çünki, keserken ona yidirilmesi niyyet edilmişdir.<br />

Bundan anlaşılıyor ki, hükûmet adamı gelince, hayvanı keserken ona ta’zîm<br />

etmeği niyyet ederse, etinden ona yidirse de, halâl olmaz. Keserken ona ikrâm etmeği,<br />

yidirmeği niyyet ederse, etinden hiç yidirmeyip, başka şeyler yidirse de, halâl<br />

olur.<br />

Kesmek harâm olunca, küfr de olur mu, olmaz mı? İkisini de söyliyenler olduğu<br />

(Bezzâziyye)de yazılıdır. Niyyet gizli olduğu için, müslimâna kötü gözle bakmamak<br />

ve ihtilâflı konularda küfr damgası basmamak lâzımdır. Bir müslimânın bir<br />

kimseye yaklaşması, gözüne girmesi için ona ibâdet edeceği düşünülemez. Hayvan<br />

kesmesi, onu sevdiğini göstermek içindir. Sevdiğini anlatarak, ona yaklaşmak,<br />

dünyâlığa kavuşmak istemekdir. Allah için kesmeğe, insanı ta’zîm etmek karışınca,<br />

harâm olursa da, küfr denilemez. Harâm ile küfr birbirinden çok uzakdır)].<br />

Kadınlardan söz alınan ikinci şart: Hırsızlık etmemekdir. Hırsızlık, büyük günâhlardan<br />

biridir. Çok kadınlar, bu günâha yakalanmışdır. Hırsızlığın inceliklerin-<br />

– 779 –


den kurtulabilen kadın pek azdır. Bunun için, hırsızlıkdan kaçınmak, ikinci şart oldu.<br />

Kocalarının malını, kocalarının izni olmadan harc eden kadınlar hırsız oluyor.<br />

Bununla, büyük günâha girmiş oluyor. Bu hâl, hemen bütün kadınlarda var gibidir.<br />

Hepsinde bu hiyânet hâsıl olmakdadır. Ancak, Allahü teâlânın koruduğu az kimse<br />

bundan kurtulmakdadır. Keşki, bunun hırsızlık olduğunu, günâh olduğunu bilselerdi.<br />

Bunu, halâl bilenleri çokdur. Halâl bilenlerin kâfir olmaları korkusu çokdur. Allahü<br />

teâlâ, kadınları şirkden men’ etdikden sonra, ikinci olarak, hırsızlıkdan men’<br />

buyurdu. Çünki, bunu halâl sanarak, çoğu kâfir olur. Bundan dolayı, bu günâh, kadınlar<br />

için, başka günâhlardan dahâ büyük oldu. Böyle kadınlar, kocalarının mallarını<br />

her zemân alarak hıyânete alışdıklarından, böylece, başkasının malını kullanmanın<br />

çirkinliği kalblerinden kalkar. Başkalarının mallarını da, habersiz kullanmak<br />

kendilerine hafîf gelir. Çekinmeden başkalarının mallarına hıyânet ve hırsızlık eder.<br />

İyi düşünülürse, böyle olacağı açıkca anlaşılır. O hâlde, kadınları hırsızlıkdan men’<br />

etmek, dîn-i islâmda çok ehemmiyyetlidir. Şirkden sonra, onlar için ikinci çirkin şey<br />

bu oldu. [Bir mü’min, kendine sâdık ve emîn olan zevcesini bu büyük günâhdan kurtarmak<br />

için, malını istediği şeklde sarf etmesine önceden izn vermelidir.]<br />

İlâve: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” birgün Eshâb-ı kirâmına sorarak:<br />

(Hırsızların büyüğü kimdir bilir misiniz?) buyurdu. Bilmiyoruz. Siz buyurun!<br />

dediklerinde: (Hırsızların büyüğü, nemâzından çalandır ki, nemâzın erkânını<br />

temâm yapmaz!) buyurdu. Bu hırsızlıkdan da sakınmalıdır ve büyük hırsız olmakdan<br />

kurtulmalıdır. Kalbe hiçbir şey getirmiyerek, niyyet etmelidir. Niyyet doğru<br />

olmazsa, ibâdet sahîh olmaz. Kırâeti doğru okumalıdır. Rükü’ü, secdeleri,<br />

kavmeyi ve celseyi, itmînân ile yapmalıdır. Ya’nî, rükü’den kalkınca tam dikilip,<br />

bir tesbîh mikdârı durmalı ve iki secde arasında doğru oturup yine bir tesbîh<br />

mikdârı öyle durmalıdır. Böylece, kavmede ve celsede, itmînân [ya’nî tumânînet]<br />

hâsıl olur. Böyle yapmıyanlar, hırsızlardan olur ve çok azâblara yakalanır.<br />

[İbni Âbidîn, (Lukata) bahsinin sonunda buyuruyor ki, İbni Hacer ve Nevevî<br />

ve başkaları bildiriyor ki, gayb olan, çalınan birşeyi bulmak için, [hergün yirmibeş<br />

kerre] (Yâ câmi’annâsi li-yevmin lâ raybe fîhi innallahe lâ yuhlif-ül mî’âd icma’ beynî<br />

ve beyne...) düâsını okumalıdır. Buluncaya kadar okumalıdır. Noktaların yerinde,<br />

gayb olan şeyin ismini söylemelidir. (Fetâvâ-i kâri-ül-hidâye)de diyor ki, (Murâdı<br />

olan kimse, yatacağı zemân abdest almalı. Temiz bir örtü üzerinde oturup, üç<br />

def’a salevât okumalı. Sonra, herbirine Besmele çekerek on Fâtiha ve sonra onbir<br />

İhlâs okumalı. Sonra, üç salevât okumalı. Sonra sağ yanı üzere, yüzü kıbleye<br />

karşı olarak ve sağ elini sağ yanağı altına koyarak yatıp uyumalıdır. Niyyet etdiği<br />

şeyin nasıl olacağını, bi-iznillah rü’yâda görür). (Bostân-ül-ârifîn) sonunda diyor<br />

ki, İbni Ömer buyurdu ki, birşeyi gayb olan, çalınan kimse, hergün iki rek’at<br />

nemâz kılıp, selâmdan sonra, (Allahümme yâ Hâdî ve yâ Râddeddâlleti, erdid aleyye<br />

dâlletî bi-izzetike ve sultânike fe-innehâ min fadlike ve atâike) okumalıdır. 110.cu<br />

sahîfede yazılı olan istigfâr düâsını okumak da çok fâidelidir.]<br />

Kadınlardan istenilen üçüncü şart: Zinâ etmemekdir. Bu şartı, yalnız kadınlardan<br />

istemek, bu günâhın hâsıl olması, çok def’a onların râzı olmalarına bağlı olduğu<br />

içindir ve kendilerini gösterdikleri [erkeklerin kollarına atıldıkları] içindir.<br />

O hâlde, bu günâhın ilk sebebi onlardır. Bu işde, onların rızâları mu’teberdir.<br />

Bunun için, bu amelden, kadınların dahâ kuvvetli men’ edilmeleri îcâb etdi. Bundan<br />

dolayı, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, bu günâhda kadını erkekden evvel söyledi<br />

ve (Kadına ve erkeğe yüz sopa vurunuz!) buyurdu. Bu günâh insana, dünyâda<br />

ve âhıretde zarar verir ve bütün dinlerde yasak ve çirkin olmuşdur. Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Zinânın dünyâda üç fenâlığı vardır:<br />

Biri, güzelliği ve parlaklığı giderir. İkincisi, fakîrliğe sebeb olur. Üçüncüsü, ömrün<br />

kısalmasına sebeb olur. Âhıretdeki üç zararına gelince, Allahü teâlânın gadabına<br />

sebeb olur. İkincisi, süâlin, hesâbın fenâ geçmesine sebeb olur. Üçüncüsü, Ce-<br />

– 780 –


hennem ateşinde azâb çekmeğe sebeb olur). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Yabancı<br />

kadınlara bakmak, gözlerin zinâsıdır. Onları tutmak, ellerin zinâsıdır. Onlara<br />

gitmek, ayakların zinâsıdır). Nûr sûresindeki otuzuncu âyet-i kerîmede meâlen,<br />

(Mü’minlere söyle, yabancı kadınlara bakmasınlar ve zinâ etmesinler! Ve mü’min<br />

kadınlara söyle! Onlar da, yabancı erkeklere bakmasınlar ve zinâ etmesinler!) buyruldu.<br />

Kalb, göze tâbi’dir. Gözler harâmdan sakınmazsa, kalbi korumak güç olur.<br />

Kalb, harâma dalarsa, zinâdan sakınmak güç olur. O hâlde, îmânı olanların, Allahü<br />

teâlâdan korkanların, harâma bakmaması lâzımdır. Ancak bu sûretle, kendini korumak,<br />

dünyâ ve âhıretde zarardan kurtulmak mümkin olur. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde<br />

kadınların, kızların, yabancı erkeklerle yumuşak sesle, nezâketle konuşmalarını,<br />

böylece kötü adamların kalblerine fenâlık getirmelerini men’ buyurmakda,<br />

buna sebeb olmıyacak şeklde söylemelerini istemekdedir. Kadınların, yabancı erkeklere<br />

süslenmelerini yasak etmekdedir. Bileyziklerinin sesini duyurmamak için, yavaş,<br />

sessiz yürümelerini emr etmekdedir. Ya’nî fıska, günâha sebeb olan herşey de günâhdır.<br />

O hâlde günâha, harâma sebeb olan şeylerden kaçmak lâzımdır.<br />

(Safizm), ya’nî kadınların, yabancı kadınlara şehvet ile bakması ve dokunması,<br />

kadınların, kocasından başkasına, erkek ve kadın, kim olursa olsun, yabancıya<br />

süslenmeleri câiz değildir. Erkeklerin homoseksüel olması, ya’nî oğlanlara şehvet<br />

ile bakmaları ve dokunmaları harâm olduğu gibi, kadının da homoseksüel olması,<br />

ya’nî kadına şehvet ile dokunması ve bakması harâmdır. Dünyâda ve âhıretde<br />

felâketlerden kurtulmak için, bu incelikleri iyi gözetmek lâzımdır. Erkekle kadın,<br />

başka cinsden oldukları için, bir araya gelmeleri gücdür. Kadının kadına yaklaşması<br />

böyle olmayıp kolaydır. Bunun için kadının kadına bakmasını ve dokunmasını,<br />

erkeğin kadına ve kadının erkeğe bakmasından dahâ şiddetle men’ etmelidir.<br />

[(Pedérastie)nin, ya’nî gulâmpâreliğin Romalılarda ve eski Yunanlılarda ve İngilterede<br />

yaygın olduğu, doktor Fahreddîn Kerîmin 1343 [m. 1925] târîhli, (Gayr-i<br />

tabî’î aşklar) kitâbında uzun yazılıdır].<br />

Kadınlardan istenilen dördüncü şart: Çocuğunu öldürmemekdir. O zemân, kadınlar,<br />

fakîrlikden korkarak, kızlarını öldürürlerdi. Bu çirkin hareket, haksız yere<br />

câna kıymak olduğu gibi, evlâd hakkını da tanımamakdır ve her ikisi de büyük<br />

günâhdır. [Çocuk aldırmak da böyledir. İbni Âbidîn, beşinci cild, ikiyüzyetmişaltıncı<br />

[276] sahîfede diyor ki, (Özrsüz, çocuk düşürmek, herhâlinde harâmdır.<br />

Ananın veyâ süt emen diğer çocuğun ölümüne sebeb olan bir özr varsa, uzvları teşekkül<br />

etmeden düşürmek câiz olur.) Uzvlar yüzyirmi gün sonra teşekkül eder denildi.<br />

Cânlı çocuğu almak da, aldırmak da harâmdır. Çocuk olmaması için önceden<br />

tedbîr almak, meselâ prezervatif kullanmak câizdir. Fakîrlikden dolayı iyi bakamamak,<br />

besliyememek korkusu, çocuk düşürmek için özr olmaz. Din düşmanlarının<br />

yasaklamasından dolayı, din bilgisi verememek, islâm terbiyesi ile yetişdirememek<br />

korkusu özr olur. Çocuğun râhat tevellüd etmesi için (Bostân-ül-ârifîn)<br />

sonunda diyor ki, Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdu ki,<br />

bir tas, tabak içine (Bismillâhillezî lâ ilâhe illâ huv El-Halîm-ül Kerîm. Sübhâne<br />

Rabbil’ Arş-il’azîm Elhamdülillahi Rabbil’ âlemîn) ve sonra (Nâzi’ât) sûresinin son<br />

âyetini ve Ke-ennehüm’den i’tibâren (Ahkaf) sûresinin son âyetini islâm harfleri<br />

ile yazıp, eritip anasına içirmelidir.<br />

İbni Âbidîn, beşinci cild, 249. cu sahîfede ve (Berîka)da ve (Hadîka)da, ferc âfetlerinde<br />

diyor ki, (Kassâb hayvanlarını, semizlemeleri için, ihsâ etmek [kısırlaşdırmak]<br />

câizdir. Diğer hayvanları ve insânları ihsâ harâmdır.)]<br />

Kadınlardan istenilen beşinci şart: Bühtân ve iftirâ etmemekdir. Bu günâh, kadınlarda<br />

çok olduğundan onlara şart edildi. İftirâ büyük günâhdır ve çok fenâdır.<br />

Bunda yalan söylemek de vardır ki, yalan, her dinde harâmdır. İftirâda bir mü’mini<br />

incitmek de vardır ki, bu da, başkaca harâmdır. Bunlardan başka, iftirâ etmek,<br />

yeryüzünde fesâd çıkarmağa, ortalığı karışdırmağa sebeb olur ki, bu da harâmdır.<br />

– 781 –


Altıncı şart: Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin her emrine<br />

itâ’at etmekdir. Bu şart, bütün farzları, sünnetleri yapmak ve bütün yasaklardan<br />

kaçınmak demekdir ve islâmın beş şartını bildirmekdedir.<br />

İslâmın beş şartından biri, nemâzdır. Beş vakt nemâzı üşenmeden, seve seve kılmalıdır.<br />

Malın zekâtını, emr edilen yerine, hevesle vermelidir. Ramezân-ı şerîf orucu,<br />

bir senelik günâhların afvına sebebdir. Oruc tutmakdan zevk almalıdır. Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Hac edenin geçmiş günâhları afv<br />

olur!). Kâ’be-i mu’azzamaya gidip hac etmeği büyük kazanc bilmelidir. Vera’ ve<br />

takvâyı elden bırakmamalıdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu<br />

ki: (Dînin direği vera’dır). İçki içmemelidir. Serhoş yapan herşey, şerâb gibi harâmdır.<br />

Mûsikîden de kaçınmalıdır ki, lehv ve la’bdir. Ya’nî nefsin istediği fâidesiz<br />

işdir ve harâmdır. Bir hadîs-i şerîfde, (Mûsikî, zinâya yol açar) buyuruldu.<br />

Müslimânları gîbet etmek, ya’nî kötülemek niyyeti ile çekişdirmek, iki müslimân<br />

arasında söz taşımak, mûsikîden dahâ büyük harâmdır. [Zimmîyi gîbet etmenin de<br />

harâm olduğu, (Behcet-ül-fetâvâ)da yazılıdır.] Bunlardan kaçınmak lâzımdır.<br />

Müslimânla alay etmek, kalbini kırmak da harâm olup, sakınmak lâzımdır.<br />

Uğursuzluğa inanmamalı, te’sîr eder sanmamalıdır. (Rûh-ul-beyân)da, Tevbe<br />

sûresi, otuzyedinci âyetinin tefsîrinde diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” teşrîf edince, günlerin mü’minlere uğursuz olmaları kalmadı). Bir hastalığın<br />

sağlam insana elbette geçeceğini kabûl etmemelidir. Allahü teâlâ dilerse<br />

geçer, dilemezse geçmez. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki:<br />

(Müslimânlıkda, uğursuzluk ve hastalığın sağlam kimseye muhakkak geçmesi<br />

yokdur). [Bununla beraber, tehlükeli şeylerden, şübheli yerlerden kaçınmak vâcibdir.<br />

Hastalığa yakalanmamak için tedbîr almalıdır.] Kâhinlere, falcılara inanmamalıdır.<br />

Bilinmiyen şeyleri bunlara sormamalıdır. Bunları gaybleri bilir sanmamalıdır.<br />

[(Şerh-ı akâid) kitâbının başında diyor ki, (İnsanın birşeyi bilmesi, his organı<br />

ile, güvenilir haber ile veyâ akl ile olur. His organları beşdir. Güvenilir haber<br />

ikidir: Tevâtür ve Peygamber haberleri. Tevâtür, her asrın güvenilen insanlarının<br />

hepsinin söylemesidir. Akl ile bilmek de ikidir: Düşünmeden hemen bilinirse, (Bedîhî)<br />

denir. Düşünmekle bilinirse, (İstidlâlî) denir. Herşeyin, kendi parçasından<br />

büyük olduğu bedîhîdir. Hesâbla edinilen bilgiler istidlâlîdir. His organları ve<br />

akl ile birlikde hâsıl olan bilgiler, (Tecrübî)dir). Görülüyor ki, islâm dîninin, hesâbın<br />

ve tecribenin bildirmediği şeylere (Gayb) denir. Gaybi ancak, Allahü teâlâ<br />

ve Onun bildirdikleri bilir.]<br />

(Sihr), ya’nî büyü yapmamalıdır ve sihr yapdırmamalıdır, harâmdır ve küfre en<br />

yakın olan, en fenâ harâmdır. Sihre âid ufak birşey yapmamağa çok dikkat etmelidir.<br />

Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Müslimân sihr yapamaz. Allah saklasın îmânı<br />

gitdikden sonra, sihri te’sîr eder.) Sanki sihr yapınca, îmânı gider.<br />

[İmâm-ı Nevevî “rahmetullahi aleyh” dedi ki: (Sihr yaparken küfre sebeb olan<br />

kelime veyâ iş olursa, küfrdür. Böyle kelime veyâ iş bulunmazsa, büyük günâhdır).<br />

Sihr insanları hasta yapar. Sevgi veyâ muhabbetsizlik yapar. Ya’nî cesede ve rûha<br />

te’sîr eder. Sihr, kadınlara ve çocuklara dahâ çok te’sîr eder. Sihrin te’sîri<br />

kat’î değildir. İlâcın te’sîri gibi olup, Allahü teâlâ, isterse te’sîrini yaratır. İstemezse,<br />

hiç te’sîr etdirmez. Açlık çekerek, sıkıntılı işler yaparak, nefsini ezen, harâm<br />

işlemekden zevk alamaz hâle getiren kâfirlerin yapdığı sihr te’sîr etmekdedir.<br />

Böyle papasların sihr çözmeleri de te’sîrli olmakdadır. Şimdiki papaslar, dünyâ<br />

zevklerine düşkün ve nefsleri azgın olduğundan, sihr yapamaz ve bozamazlar.<br />

Bir sâhir, sihr ile istediğini elbette yapar, sihr muhakkak te’sîr eder diyen ve inanan<br />

kâfir olur. Sihr, Allahü teâlâ takdîr etmiş ise, te’sîr edebilir, demelidir. Büyü<br />

yapılmış olan kimse, (Mevâhib-i ledünniyye) tercemesi ikinci cildi, yüzseksenyedinci<br />

[187] sahîfedeki âyet-i kerîmeleri ve düâları ve arabî (Teshîl-ül-menâfi’)<br />

sonundaki (Âyât-i hırz)ı sabâh ve ikindi nemâzlarından sonra, yedi gün birer<br />

– 782 –


kerre okur ve boynuna asarsa, şifâ bulur. Bir mikdâr suya, (Âyet-el-kürsî) ve<br />

(İhlâs) ve (Mu’avvizeteyn) okumalı. Büyülenmiş kimse bundan üç yudum içmeli,<br />

kalan ile gusl abdesti almalıdır. Şifâ bulur. (İbni Âbidîn)de, hastalık sebebi ile<br />

boşanmakda, (Zerkânî)nin 7.ci cild, 104. cü sahîfesinde ve (Mevâhib-i ledünniyye)<br />

tercemesinde diyorlar ki, (Sidr ağacının yeşil yaprağından yedi adedi iki taş arasında<br />

ezilip su ile karışdırılır. Üzerine Âyet-el-kürsi, İhlâs ve Kul-e’ûzüler okunur.<br />

Üç yudum içip, gusl edilir). Sidr, Lotus denilen yabânî kiraz [Kâzib abanoz] ağacıdır.<br />

(Mekâtîb-i şerîfe)nin doksanaltıncı mektûbunda diyor ki, (Hâcetlere kavuşmak<br />

için, iki rek’at nemâz kılıp, sevâbını (silsile-i aliyye)nin rûhlarına hediyye etmeli,<br />

bunların hurmeti için diyerek düâ etmelidir).<br />

Mevlânâ Muhammed Osmân sâhib “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fevâid-i Osmâniyye)<br />

kitâbının yüzüçüncü sahîfesi sonunda buyuruyor ki, (Sihr ve cadı, ya’nî büyü<br />

âfetlerinden kurtulmak için, üç kerre Salevât-ı şerîfe okumalı, sonra yedi Fâtiha,<br />

yedi Âyet-el-kürsî, yedi Kâfirûn sûresi, yedi İhlâs-ı şerîf, yedi Felak ve yedi Nâs<br />

sûreleri okuyup kendi üzerine veyâ hasta üzerine üflemelidir. Bunları tekrâr okuyup,<br />

büyülenmiş olanın odasına, yatağına, evin her yerine, bağçesine üflemelidir.<br />

İnşâallahü teâlâ, büyüden halâs olur. [Buna karşılık ücret almamalıdır.] Bütün hastalıklar<br />

için de iyidir. Tarlaya bereket gelmesi için, mahsûlün uşrunu vermeli, sonra<br />

Eshâb-ı Kehfin ismleri dört kâğıda yazılıp, ayrı ayrı sarılıp, tarlanın ayak basmıyan<br />

dört köşesine defn edilmelidir. Sabâh ve yatsı nemâzlarından sonra büyük âlimlerin<br />

[silsile-i aliyyenin] ismlerini, sonra Fâtiha-i şerîfeyi okuyarak rûhlarına gönderip,<br />

onları vesîle ederek yapılan düânın kabûl olduğu tecribe edilmişdir). 148.ci<br />

sahîfesinde ve (Rûh-ul-beyân)da diyor ki, (Eshâb-ı Kehfin ismleri yazılı kâğıdı evinde,<br />

üstünde bulundurmak da, korur. Bereket verir). Roma imperatörlerinden Domityanus<br />

veyâ Dokyanus denilen kimse, çok rezîl, zâlim ve putperest idi. Tanrılığını<br />

i’lân etdi. 95 de öldürüldü. Efsus, ya’nî Tarsus şehrine gelince, yedi genç Îsâ aleyhisselâmın<br />

dînini bırakmayıp, şehrin onbeş kilometre şimâl garbîsinde bir mağarada<br />

saklandılar. Üçyüzdokuz sene devâmlı uyudular. İmperatör Teodos zemânında<br />

uyanıp Aryüsün talebeleri ile konuşdular. Tekrâr uyudular. Teodos putperestliği<br />

yıkdı. Nasrâniyyeti yaydı. Mağaraya gidip Eshâb-ı Kehf ile görüşdü. Düâlarını aldı.<br />

Mağara kapısında bir mescid yapdı. 395 de öldü. Abbâsî halîfelerinin yedincisi<br />

olan Me’mûn, Hârûn Reşîdin oğlu olup, kabri Tarsusdadır. (Eshâb-ı Kehfin<br />

ismleri), Yemlîhâ, Mekselînâ, Mislînâ, Mernûş, Debernûş, Şâzenûş, Kefeştatayyûş<br />

ve köpekleri Kıtmîrdir. Ehl-i Bedrin ismleri ile tevessül, şifâ ve bereket verdiği, Kabânînin<br />

(Esmâ-i Ehl-i Bedr) kitâbında yazılıdır. Bu kitâb Bombayda basılmışdır.<br />

Nazar değmesi hakdır. Ya’nî, göz değmesi doğrudur. Ba’zı kimseler, birşeye bakıp,<br />

beğendiği zemân, gözlerinden çıkan şuâ’ zararlı olup cânlı ve cânsız, herşeyin<br />

bozulmasına sebeb oluyor. Bunun misâlleri çokdur. Fen, belki birgün, bu<br />

şuâ’ları ve te’sîrlerini anlıyabilecekdir. Nazarı değen kimse, hattâ herkes, beğendiği<br />

birşeyi görünce (Mâşâallah) demeli, ondan sonra o şeyi söylemelidir. Önce<br />

Mâşâallah deyince, nazar değmez. Nazar değen veyâ korkan çocuk için, çöp yakıp<br />

etrâfında döndürerek tütsülemek veyâ ergimiş mumu başı üzerinde suya<br />

dökmek [ve kurşun dökmek] câiz olduğu, (Fetâvâ-yı Hindiyye)de yazılıdır. (Fâtiha,<br />

Âyet-el-kürsî ve E’ûzü bi-kelimâtillâhittâmmeti... okumak) hadîs-i şerîfde<br />

emr edildiği (Teshîl) 76.cı sahîfede yazılıdır. (Mevâhib)de ve (Medâric)de diyor<br />

ki, (İmâm-ı Mâlike göre “rahmetullahi teâlâ aleyh”, demirle, tuzla, iplik düğümlemekle<br />

ve mühr-i Süleymânla Rukye yapmak mekrûhdur).<br />

(Rukye), okuyup üflemek veyâ üzerinde taşımak demekdir. Âyet-i kerîme ile ve<br />

Resûlullahdan gelen düâlar ile Rukye yapmağa, (Ta’vîz) denir. Ta’vîz câizdir ve inanan,<br />

güvenen kimseye fâide verir. Ta’vîz yazılı muskayı [muşamba, naylon gibi su<br />

geçirmez şeylere] sarılı olarak cünübün taşıması ve halâya girilmesinin câiz olduğu<br />

(Halebî)de ve (Dürr-ül-muhtâr)da, tahâret bahsi sonunda [s. 119 da] yazılıdır.<br />

– 783 –


Ma’nâsı bilinmiyen veyâ küfre sebeb olan rukyeyi okumağa, (Efsûn) denir. Bunu<br />

veyâ nazarlık denilen şeyleri kendi üzerinde taşımağa, (Temîme) denir. Muhabbet<br />

hâsıl etmek için yapılan rukyelere, (Tivele) denir. İbni Âbidîn beşinci cild, ikiyüzotuzikinci<br />

[232] ve ikiyüzyetmişbeşinci [275] sahîfelerinde ve (Mevâhib)de ve<br />

(Medâric)de yazılı hadîs-i şerîfde, (Temîme ve Tivele şirkdir) buyuruldu. İbni<br />

Âbidîn burada, nazar değmemek için tarlaya kemik, hayvân kafası koymak câiz olduğunu<br />

bildirmekdedir. Bakan kimse, önce bunu görüp tarlayı sonra görür. Mâvi<br />

boncuk ve başka şeyleri bu niyyet ile taşımanın (Temîme) olmıyacağı, câiz olacağı<br />

buradan anlaşılmakdadır. Nazar değen kimseye şifâ için (Âyet-el-kürsî), (Fâtiha),<br />

(Mu’avvizeteyn) ve (Nûn sûresi)nin sonundaki iki âyeti okumak muhakkak iyi<br />

geldiği, fârisî (Medâric-ün-Nübüvve) kitâbında ve (Mevâhib-i ledünniyye) tercemesi<br />

ikinci cild, [179]. cu sahîfesinde yazılıdır. Bu iki kitâbdaki ve (Teshîl-ül-menâfi’)<br />

kitâbının ikiyüzüncü [200] sahîfesinde yazılı düâları okumak da fâidelidir. Düâların<br />

en kıymetlisi ve fâidelisi (Fâtiha) sûresidir. (Tefsîr-i Mazherî) son sahîfesinde<br />

diyor ki, (İbni Mâcede yazılı, hazret-i Alînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (İlâcların en<br />

iyisi Kur’ân-ı kerîmdir) buyuruldu. Hastaya okunursa, hastalığı hafîfler). Eceli<br />

gelmemiş ise, iyi olur. Eceli gelmiş ise, rûhunu teslîm etmesi kolay olur. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” gam, gussa, sıkıntıyı gidermek için, (Lâ ilâhe illallâhül’azîm-ül-halîm<br />

lâ ilâhe illallâhü Rabbül-Arş-il’azîm lâ ilâhe illallahü Rabbüs-semâvâti<br />

ve Rabbül-Erdı Rabbül’Arş-il-kerîm) okurdu. (Bismillâhirrahmânirrahîm<br />

ve lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ billâhil’ aliyyil’azîm) okumak, sinir hastalığına ve bütün<br />

hastalıklara iyi geldiğini Enes bin Mâlik haber vermişdir. Harâm işliyenin ve kalbi<br />

gâfil olanın düâsı kabûl olmaz. Mâide sûresinde Allahü teâlânın yaratması için,<br />

vesîleye, ya’nî sebeblere yapışmak emr olunmakdadır. Te’sîri kat’î olan sebeblere<br />

yapışmak farzdır. Meselâ, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için, islâmiyyete<br />

uymak ve düâ etmek emr olundu. Diğer sebebler ve te’sîrleri açıkca bildirilmediği<br />

için bunlara uymak sünnet oldu. Peygamberlerin ve Evliyânın rûhlarından ve<br />

ilâclardan şifâ beklemek ve dertlerden, belâlardan kurtulmak için bunları vesîle yapmak<br />

sünnet oldu. Vehhâbîler bu sünnete şirk, küfr diyerek, âyet-i kerîmeyi inkâr ediyorlar.<br />

Rûhların vesîle olduğu (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının ikiyüzyirmisekizinci<br />

ve sonraki sahîfelerinde açıkca yazılıdır. Ehl-i sünnet i’tikâdında olmıyanın düâsı fâide<br />

vermez. Allahü teâlâ, herşeyi bir sebeb ile yaratmakdadır. Birşeye kavuşmak istiyen,<br />

o şeyin sebebine kavuşmak için düâ etmelidir. Sebebine kavuşunca, bu sebebe<br />

yapışır. İnsana sıhhat, şifâ vermek için, düâ etmeği, sadaka vermeği ve ilâc kullanmağı<br />

sebeb yapmışdır. Âyet-i kerîme veyâ düâ bir çanağa yazılır. Yâhud kâğıda<br />

yazılıp, kâğıd çanağa konur. Üzerine su konur. Yazı eriyince, hergün içilir. Yâhud,<br />

bu kâğıdı muska yapıp, üzerinde taşır. Yâhud, bunları okuyup, iki avucuna üfürür.<br />

Avuçları ile vücûdünü sıvar. (Tibyân tefsîri) son sahîfesinde diyor ki, (Âişe vâldemiz<br />

buyurdu ki, Resûlullahın bir yerinde ağrı olsa iki Kûl e’ûzü sûresini okuyup, mubârek<br />

avucuna üfler, elini ağrı olan yere sürerdi). Düâ ve ilâc, ömrü uzatmaz. Eceli<br />

geleni ölümden kurtarmaz. Ömür, ecel bilinmediği için, düâ etmek, ilâc kullanmak<br />

lâzımdır. Eceli gelmemiş olan, sıhhata, kuvvete kavuşur. Şifâyı ilâcdan değil,<br />

Allahü teâlâdan beklemelidir. Muhammed Ma’sûm “rahmetullahi aleyh” (Mektûbât)da<br />

buyuruyor ki, (Murâd için âyet-i kerîme ve düâyı izn alarak okumalı demişlerdir).<br />

İzn veren, onu kendine vekil etmiş olur. Meşhûr bir Âlimin, Velînin kitâbında<br />

(okumalıdır) yazmış olması, izn vermek olur. İzn vereni ve iznini düşünerek okuyunca,<br />

o zât okumuş gibi fâideli, te’sîrli olur. Kur’ân-ı kerîmi ve düâyı ücret ile okumak,<br />

ya’nî okuması için, önceden birşey istemek büyük günâhdır. İstemesi ve alması<br />

harâm olur ve okuduğunun fâidesi olmaz. Birşey istemeyip, sonradan verilirse,<br />

hediyye olur. Hediyyeyi alması câiz olur. (Fetâvâ-i fıkhiyye)nin otuzyedinci [37]<br />

sahîfesinde diyor ki, (Kâfirlere gönderilen mektûbda Kur’ân-ı kerîmden bir iki<br />

âyet yazmak câizdir. Fazla yazılmaz. Bir iki âyet de, onlara va’z için veyâ huccet,<br />

vesîka olarak câiz olur. Kâfir, muskanın fâidesine inansa bile, ona âyet-i kerîme ile<br />

– 784 –


mubârek ismler ile muska yazmak câiz olmaz. Harâm olur. Harfleri ayrı ayrı yazmakla<br />

da câiz değildir. İster müslimân yazsın, ister kâfir yazmış olsun, bir muskayı<br />

kullanmak için, içinde küfr veyâ harâm olan yazının bulunmadığını bilmek lâzımdır).<br />

(Mevâhib-i ledünniyye)de diyor ki, (Üç şart bulununca, Rukye câiz olur:<br />

Âyet-i kerîme ile veyâ Allahü teâlânın ismleri ile olmakdır. Arabî lisânı ile veyâ<br />

ma’nâsı anlaşılan lisân ile olmalıdır. Rukyenin, ilâc gibi olup, Allahü teâlâ dilerse<br />

te’sîr edeceğine, te’sîrini Allahü teâlânın verdiğine inanmakdır. Göz değen kimseye,<br />

Peygamber efendimizin bildirdiği şu ta’vîzi okumalıdır: (E’ûzü bikelimâtillâhittâmmâti<br />

min şerri külli şeytânın ve hâmmatin ve min şerri külli aynin lâmmetin).<br />

Bu ta’vîz her sabâh ve akşam üç def’a okunup kendi üzerine veyâ yanındakilerin<br />

üzerine üflenirse, göz değmesinden ve şeytânların ve hayvanların zararından korur).<br />

Bir kimseye okurken, E’ûzü yerine (Ü’îzüke) denir. İki kişiye okurken (Ü’îzükümâ)<br />

denir. İkiden fazla kimseye okurken, (Ü’îzüküm) demelidir].<br />

Hulâsa, Muhbir-i sâdık [ya’nî hep doğru söyleyici] ne bildirdi ise ve Ehl-i sünnet<br />

âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” din kitâblarında ne yazdı ise, onları<br />

yapmağa canla başla çalışmalıdır. Bunların aksini şiddetli zehr bilmelidir ki,<br />

sonsuz ölüme sürüklerler. Ya’nî, ebedî ve çeşid çeşid azâblara sebeb olurlar.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin huzûrunda bulunan<br />

kadınlar, bunların hepsini kabûl etdi ve yalnız söz ile ahd etdiler. Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” bunlara hayr düâ etdi ve afvlarını diledi. Bu düâlarının<br />

kabûl olduğu tam umulur ve hepsinin afv olduğu ma’lûm olur. Ebû Süfyânın zevcesi<br />

ve Mu’âviyenin “radıyallahü anhümâ” annesi olan Hind “radıyallahü anhâ”<br />

bunların arasında idi ve hattâ başkanları idi. Kadınlar nâmına o konuşmuşdu. Bu<br />

ahdından ve bu istigfâr düâsına kavuşmasından dolayı, kazandığı çok umulur.<br />

Müslimân kadınlardan herhangisi de, bu şartları kabûl ederek, bunlara uyarsa,<br />

bu sözleşmeğe dâhil sayılır ve bu düâdan fâidelenir. Nisâ sûresi, yüzkırkyedinci [147]<br />

âyetinin meâl-i şerîfi: (Allahın ni’metlerine şükr eder ve îmân ederseniz, Allah size<br />

niçin azâb etsin?)dir. Ya’nî azâb etmez. Allahü teâlâya şükr etmek, Onun dînini<br />

kabûl etmek demekdir ve islâmiyyetin ahkâmını yapmak demekdir. [Bunu,<br />

102.ci sahîfedeki onyedinci [17] mektûb tercemesinde okuyunuz!]. Cehennemden<br />

kurtulmak için, i’tikâdda ve amelde, dînin sâhibine “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

uymakdan başka çâre yokdur. Üstâd aramakdan maksad, islâmiyyeti öğrenmekdir.<br />

Onlardan görerek, i’tikâdda ve islâmiyyete uymakda kolaylık elde etmekdir.<br />

Yoksa, istediğini yapıp, istediğini yiyip de, mürşidin eteğine yapışarak azâbdan kurtulmak<br />

yokdur. Böyle sanmak, tam bir hayâle kapılmakdır. Kıyâmetde izn verilmeden<br />

kimse, kimseye şefâ’at edemiyecekdir. İzn alan da, râzı olduğuna şefâ’at edecekdir.<br />

Râzı etmek için islâmiyyete uymak lâzımdır. Bundan sonra, insanlık îcâbı<br />

kusûru bulunursa, ancak böyle kusûrlar, şefâ’atle afv olacakdır.<br />

Süâl: Kusûrlu olan, günâhı olan kimseden râzı olurlar mı?<br />

Cevâb: Allahü teâlâ, onu afv etmek isterse ve afv için sebeb araya korsa, o kimse,<br />

görünüşde günâhı bulunsa bile, elbette râzı olunmuşlardan demekdir. Allahü<br />

teâlâ hepimizi râzı olduğu kullardan eyliye! Âmîn.<br />

TENBÎH: Sihr (Büyü): Cinlerin insanlarda yapdıkları hastalıklardır. Müslimân<br />

cinlerden insanlara zarar gelmez. Cinler her şeklde görünür. Kâfir cinler, sâlih insan<br />

şekline de girer. Kâfir insanlar gibi, bir iyilik yapınca, küfre, fıska da sebeb olurlar.<br />

Arkadaşlık etdiği insanın göstereceği kimselerde hastalık, sihr yaparlar. Bu hastalıkdan<br />

kurtulmak için, bu cinni öldürmek veyâ kovmak lâzımdır. Cinnin zararından<br />

kurtulmak için, en te’sîrli iki silâh, (Kelime-i temcîd) ve (İstigfâr düâsı)dır. Kelime-i<br />

temcîd, (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm)dir. Bunu okuyandan<br />

cinlerin kaçdığını, büyünün bozulduğunu, imâm-ı Rabbânî 174.cü mektûbunda<br />

ve istigfâr düâsının, derdlere devâ olduğu hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir.<br />

– 785 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:50


3 — İSLÂMİYYETDE KESB VE TİCÂRET<br />

Aşağıdaki yazı, (Rıyâd-un-nâsıhîn)den terceme edildi:<br />

Kesb, halâl mal kazanmak demekdir. Bütün ibâdetlerin kabûl olması, halâl<br />

lokmaya bağlıdır. Hadîs âlimi Ahmed bin Abdüllah İsfehânî, (Hilyet-ül-evliyâ) kitâbında<br />

diyor ki, (Büyüklerden çoğu buyurdu ki, ibâdetler on kısmdır: Dokuz<br />

kısmı halâl kazanmakdır. Bir kısmı da bildiğimiz bütün ibâdetlerdir). O hâlde,<br />

mü’minler halâl kazanmağa çalışmalıdır. Harâmdan ve şübhelilerden kaçınmalıdır.<br />

Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyuruyor ki, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” işitdim. Buyurdu ki, (Allahü teâlâ güzeldir. Yalnız güzel yapılan ibâdetleri<br />

kabûl eder. Allahü teâlâ, Peygamberlerine emr etdiğini, mü’minlere de emr<br />

etdi ve buyurdu ki, ey Peygamberlerim! Halâl yiyiniz ve sâlih, iyi işler yapınız!<br />

Mü’minlere de emr etdi ki, ey îmân edenler! Sizlere verdiğim rızklardan halâl olanları<br />

yiyiniz!). Resûl “aleyhisselâm” sözüne devâm ederek buyurdu ki, (Uzak yoldan<br />

gelmiş, saçı sakalı dağılmış, yüzü gözü toz içinde bir kimse, ellerini göke doğru<br />

uzatıp düâ ediyor. “Yâ Rabbî!” diye yalvarıyor. Hâlbuki yidiği harâm, içdiği harâm,<br />

gıdâsı hep harâm. Bunun düâsı nasıl kabûl olur?). Ya’nî harâm yiyenin düâsı<br />

kabûl olmaz buyurdu. İşte harâmı, halâli, şübhelileri ve fâizi bilmiyen, bunları<br />

birbirinden ayıramıyan, harâmdan kurtulamayıp, ibâdetleri boşuna gider.<br />

En üstün kesb yolu, silâhla ve kalemle cihâddır. İkinci derecede ticâret, üçüncüsü<br />

zirâ’at, dördüncüsü san’atdir. Demek ki, kıymetli kazanç yolu, bu dördüdür.<br />

[Cihâd, insanların islâmiyyeti işitmelerine ve müslimân olmalarına mâni’ olan<br />

zâlimleri, sömürücüleri ortadan kaldırarak, insanların müslimân olmakla şereflenmeleri<br />

için yâhud müslimânlara saldıran kâfir, zâlim ordularına karşı müslimânların<br />

mallarını, canlarını ve ırzlarını, nâmûslarını korumak için, can ile, mal ile, propaganda<br />

ile harb etmek, savaşmak demekdir. Cihâdı devlet yapar. Milleti sulh zemânında<br />

cihâda hâzırlamak, yetişdirmek, devletin vazîfesidir. Müslimânların cihâd<br />

yapması, cihâd sevâbına kavuşması, devletin cihâd yapmak veyâ cihâda hâzırlanmak<br />

için yapdığı da’vete, çağrıya ve kumandanların emrlerine itâ’at etmesi, askerlik<br />

vazîfesini yapması demekdir. Devletin izni ve kumandanının emri olmadan,<br />

herkesin başkasına saldırması, cihâd olmaz. Çapulculuk, eşkıyâlık olur. Büyük günâh<br />

olur. İbni Âbidîn diyor ki, (Devletin harb etmesi, bunun için de, zemânın en<br />

mükemmel silâhlarını yapması, milletin de, devlete yardım, itâ’at etmesi vâcibdir.<br />

Devletin, askerce ve silâhca dahâ üstün olan düşmana harb i’lân etmesi, câiz değildir.<br />

Düşman hücûm edince, herkesin cihâd etmeleri farz olur ise de, arzû edip<br />

de, devlet ve ordu, harb etmediği için veyâ men’ olunduğu için cihâd edememek<br />

günâh olmaz. Harb edince, boş yere ölecekleri, etmezlerse esîr olacakları biliniyorsa,<br />

harb etmeleri lâzım olmaz. Müslimânların herhangi sûret ile helâk olmalarından<br />

korkulursa, kâfirlere mal vererek sulh olunur). [Buradan anlaşılıyor ki, zulmden,<br />

fitneden kurtulmak için, mal vermek câiz olmakdadır.] Kâfirler istîlâ ederse,<br />

Dâr-ül-islâma hicret edilir. Hicret edemezse ve gelen kâfir devlet zulm ederse, zulm<br />

yapmıyan kâfir memleketine hicret edilir.<br />

(Fetâvâ-yı Hindiyye)de diyor ki, (Müslimânların adedi, kâfirlerin yarısından az<br />

değil ise ve silâhları var ise, kaçmaları halâl olmaz. Silâhları yok ise, silâhlı olan düşmandan<br />

kaçmaları câiz olur. [Meselâ füzesi yok ise, füzesi olan düşmandan kaçması<br />

câiz olur.] Bunun gibi, bir kişinin üç kişiden kaçması câiz olur. Adedleri onikibin<br />

olan ordunun, katkat fazla olan düşmandan kaçması halâl olmaz. Düşmanın<br />

silâh ateşi ile hedef aldığı yerden kaçmak câizdir).<br />

Cihâd hakkında, fıkh kitâblarında uzun bilgi verilmekdedir. Bilhâssa imâm-ı Muhammed<br />

Şeybânînin (Siyer-i kebîr) kitâbını, allâme, şems-ül-eimme Serahsî şerh<br />

etmiş ve bunu, Ayntablı Muhammed Münîb efendi türkceye terceme etmiş ve<br />

[1241] de basılmış olup, cihâda âid ince bilgileri hâvî büyük bir kitâbdır.<br />

– 786 –


Kesbin beşinci yolu, hizmetdir. Yûsüf “aleyhisselâm”, Enbiyâ-i ülil-emr-i velebsârdan<br />

olduğu hâlde, kulların sıkıntıda olduğunu görüp, hükûmet reîsi kâfir olduğu<br />

hâlde, ona giderek vazîfe istedi. Böylece, insanlara hizmet etdi. O hâlde, kullara<br />

hizmet edeceğini bilen ve bunu kendinden başka yapacak kimsenin bulunmadığını<br />

gören, bu vazîfeye bir zâlimin geçmesini önlemek ve müslimânlara hizmet<br />

etmek için, kâfir olan âmirden bile vazîfe istemelidir. Münhal imâmlığı, müftîliği,<br />

vâ’ızlığı, öğretmenliği, polisliği istid’â, ya’nî taleb etmelidir. Bir iyilik yapamasa da,<br />

hiç olmazsa, müslimânların zararına çalışmağı önlemek de ibâdet olur. Vazîfeden<br />

isti’fâ etmek de, bunun için, câiz değildir.<br />

Kesb, malı artdırır. Fekat, rızkı artdırmaz. Rızk, mukadderdir. İnsanlar (Müşevveş-üz-zihn)<br />

yaratıldığı için, kesb etmek emr olundu. Rızk, ma’âşa, mala, çalışmağa<br />

bağlı değildir. Böyle olmakla berâber, çalışmak lâzımdır. Çünki, ef’âl-i ilâhiyye,<br />

sebebler altında tecellî eder. Âdet-i ilâhiyye böyledir. Fekat, ba’zan, denenilen<br />

sebeb elde edilir de, fi’l hâsıl olmıyabilir. Yâhud, sebebsiz de, hâsıl olabilir].<br />

Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü anh” buyuruyor ki, alış veriş, ya’nî ticâret ilmini<br />

bilmiyen fâiz yir. İmâm-ı Begavî, (Mesâbîh) kitâbında bildiriyor ki, gasîl-ülmelâike<br />

adı ile şereflenmiş olan Hanzalanın oğlu Abdüllah “radıyallahü anhümâ”<br />

dedi ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Bile bile bir dirhem<br />

gümüş değerinde fâiz yimek, otuz zinâdan dahâ çok günâhdır).<br />

Mal mü’minin yardımcısıdır. Çalışınız, halâl kazanınız! Öyle bir zemânda bulunuyorsunuz<br />

ki, muhtâc olursanız, dîninizi verip alırsınız. Dîni verip de yimemek<br />

için, alın teri ile yimelidir. Hadîs-i şerîfde, (Elinin emeği, alnının teri ile yi, dînini<br />

satıp yime!) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Halâle, harâma dikkat ederek çalışıp<br />

kazanan kimseyi, Allahü teâlâ çok sever). Bir hadîs-i şerîfde, (Bir dirhem gümüş<br />

kıymetinde harâm alan kimseyi, yirmibeşbin sene Cehennemde bırakacaklardır)<br />

buyuruldu. (Muhît) kitâbında diyor ki, (Açlıkdan ölmek üzere olan kimse, ölmüş<br />

köpek ile başkasına âid koyun eti bulsa, ikisi de harâm ise de, başkasının malını<br />

yimeyip, köpeği yimesi lâzımdır. Köpek yok ise, başkasının malını, ölmiyecek<br />

kadar yiyebilir). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir zemân gelecek ki, insanlar,<br />

yalnız malın, paranın gelmesini düşünüp, halâlini, harâmını düşünmiyecekler). O<br />

hâlde, bir müslimân, her aldığını, halâl mi, harâm mı düşünmeli, harâm ise almamalıdır.<br />

Aldığı şeyde hakkı olanlara vermeği, fakîrlere, garîblere yardım etmeği<br />

düşünmelidir. Çünki, insanların iyisi, insanlara iyilik edendir. İnsanların kötüsü,<br />

insanlara kötülük edendir. İnsan, kazandığına kanâ’at etmeli, Allahü teâlânın<br />

taksîmine râzı olmalıdır. (Kanâ’at eden doyar) buyuruldu. Allahü teâlâ, beş şeyi,<br />

beş şey içine koymuşdur. Bu beş şeyi alan, içindekine kavuşur: İzzeti, şerefi, ibâdete;<br />

zilleti, sefâleti, günâha; ilmi, hikmeti, çok yimemeğe; heybeti, i’tibârı, gece<br />

nemâz kılmağa; zenginliği, kimseye muhtâc olmamağı da, kanâ’ate tâbi’ kılmışdır.<br />

(Buhârî)deki bir hadîs-i şerîfde buyuruluyor ki, (İnsanın yidiklerinin en hayrlısı,<br />

iyisi, bileği ile kazanıp yidiğidir. Allahü teâlânın Peygamberi Dâvüd “aleyhisselâm”<br />

elinin emeği ile kazanıp yirdi).<br />

Fârisî (Tezkiret-ül-Evliyâ) kitâbında diyor ki, İbrâhîm Edhem “kuddise sirruh”<br />

hazretlerine, falanca yerde bir genç var. Gece gündüz ibâdet ediyor. Vecde gelip<br />

kendinden geçiyor, dediler. Gencin yanına gidip, üç gün müsâfir kaldı. Dikkat etdi,<br />

söylediklerinden dahâ çok şeyler gördü. Kendinin soğuk, hâlsiz, habersiz, gencin<br />

ise, böyle uykusuz ve gayretli hâline şaşıp kaldı. Genci, şeytân aldatmış mıdır,<br />

yoksa hâlis ve doğru mudur anlamak istiyordu. Yidiğine dikkat etdi. Lokması halâlden<br />

değildi. (Allahü ekber, bu hâlleri hep şeytândandır) deyip, genci evine<br />

da’vet etdi. Kendi lokmalarından bir dâne yidirince, gencin hâli değişip, o aşkı, o<br />

arzûsu, o gayreti kalmadı. Genç, İbrâhîme sorup, (Bana ne yapdın?) deyince,<br />

(Lokmaların halâlden değildi. Yemek yirken, şeytân da mi’dene giriyordu. O hâller,<br />

şeytândan oluyordu. Halâl yiyince şeytân giremedi. Asl, doğru hâlin meydâ-<br />

– 787 –


na çıkdı) dedi. Harâm yimek, kalbi karartır, hasta eder. Aynı kitâbda Zünnûn-i Mısrî<br />

“kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” buyuruyor ki: Kalbin kararmasının dört alâmeti<br />

vardır: 1- İbâdetin tadını duymaz. 2- Allah korkusu, hâtırına gelmez. 3- Gördüklerinden<br />

ibret almaz. 4- Okuduklarını, öğrendiklerini anlamaz, kavrıyamaz.<br />

Ebû Süleymân-ı Dârânî “kuddise sirruh” buyurdu ki, halâlden bir lokma az yimeği,<br />

akşamdan sabâha kadar nemâz kılmakdan dahâ çok severim. Çünki, mi’de<br />

dolu olunca, kalbe gaflet basar. İnsan Rabbini unutur. Halâlin fazlası böyle yaparsa,<br />

mi’deyi harâm ile dolduranların hâli acabâ nasıl olur? Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî<br />

“kuddise sirruh” buyuruyor ki, yolumuzun esâsı üç şeydir: Halâl yimek, ahlâk<br />

ve amelde Resûl aleyhisselâma tâbi’ olmak ve (ihlâs) ya’nî her işi, yalnız Allah rızâsı<br />

için yapmakdır. (Risâle-i kuşeyriyye)de buyuruyor ki, İbrâhîm Edhem “kuddise<br />

sirruhümâ” buyurdu ki: Temiz ve halâl yi de, ister sabâha kadar ibâdet et, ister<br />

uyu ve ister, hergün oruc tut, ister tutma!<br />

(Kimyâ-i se’âdet) kitâbı, üçüncü aslında buyuruyor ki: Bu dünyâ, âhıret yolcularının<br />

bir konak yeridir. İnsana burada yiyecek ve giyecek lâzımdır. Bunlar ise çalışmadan<br />

ele geçmez. Her ân mal kazanmak için uğraşan aldanmışdır. Hem âhıret<br />

için hâzırlanmalı, hem de dünyâ ihtiyâclarını kazanmalıdır. Fekat, bunları da,<br />

âhıret yolculuğunda lâzım olduğunu düşünerek kazanmalıdır.<br />

Kendinin ve çoluk çocuğunun ihtiyâclarını halâlden kazanmak, kimseye muhtâc<br />

kalmamak, cihâd etmekdir. Birçok ibâdetlerden dahâ sevâbdır. Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, bir sabâh, Eshâbı ile konuşurken, kuvvetli bir genç, erkenden<br />

dükkânına doğru geçdi. Ba’zıları, erkenden dünyâlık kazanmağa gideceğine,<br />

buraya gelip birkaç şey öğrenseydi iyi olurdu, deyince, Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, (Öyle söylemeyiniz! Eğer kimseye muhtâc olmamak ve ana,<br />

baba, çoluk çocuğunu da muhtâc etmemek için gidiyorsa, her adımı ibâdetdir. Eğer,<br />

herkese öğünmek, keyf sürmek niyyetinde ise, şeytânla berâberdir) buyurdu. Bir<br />

hadîs-i şerîfde, (Bir müslimân, halâl kazanıp, kimseye muhtâc olmaz ve komşularına,<br />

akrabâsına yardım ederse, kıyâmet günü, ayın ondördü gibi parlak, nûrlu olacakdır).<br />

Bir hadîs-i şerîfde, (Doğru olan tüccâr, kıyâmetde sıddîklarla ve şehîdlerle<br />

berâber olacakdır). Bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, san’at sâhibi mü’mini sever).<br />

Bir hadîs-i şerîfde, (En halâl şey, san’at sâhibinin kazandığıdır). Bir hadîs-i<br />

şerîfde, (Ticâret yapınız! Rızkın onda dokuzu ticâretdedir). Bir hadîs-i şerîfde,<br />

(Kendini başkasından sadaka istiyecek hâle düşüreni, Allahü teâlâ yetmiş şeye muhtâc<br />

eder) buyurdu.<br />

[Bu hadîs-i şerîfler karşısında, din düşmanları utansın! İslâmiyyet ticârete,<br />

san’ate, ferdin istihsâl kapasitesinin genişlemesine, ekonomik sâhada ilerlememize<br />

mâni’ olmuş diye gençleri aldatmakdan vaz geçsinler!]<br />

Îsâ “aleyhisselâm” birine, (Ne iş yapıyorsun?) dedi. İbâdetle vakt geçiriyorum<br />

deyince, (Nerden yiyip geçiniyorsun?) buyurdu. Herşeyimi kardeşim veriyor,<br />

deyince, (O hâlde, kardeşin senden dahâ kıymetli ibâdet yapmakdadır) buyurdu.<br />

Ömer “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Çalışınız, kazanınız, Allahü teâlâ rızkımı<br />

çalışmadan gönderir, demeyiniz! Allahü teâlâ, gökden para yağdırmaz).<br />

Lokman hakîm, oğluna nasîhat verirken, (Çalış, kazan! Çalışmayıp, herkese muhtâc<br />

kalanların dîni ve aklı noksân olur ve iyilik etmekden mahrûm kalır ve herkesden<br />

hakâret görür) buyurdu. Büyüklerden birine sordular ki, özü sözü doğru<br />

olan tüccâr mı, yoksa geceleri nemâz kılan, gündüzleri oruc tutan âbid mi yüksekdir?<br />

(Emîn olan tüccâr dahâ kıymetlidir. Çünki, şeytânla her sâat cihâd etmekdedir.<br />

Şeytân, alışda, verişde, dartmada onu aldatmağa uğraşmakda, o ise Allahü teâlânın<br />

emrini, rızâsını gözetmekdedir) dedi. Ömer “radıyallahü anh” buyuruyor<br />

ki, (Alış veriş ederken, halâl kazanırken cân vermeği, başka şeklde ölmekden dahâ<br />

çok severim). İmâm-ı Ahmed ibni Hanbelden “rahmetullahi aleyh” sordular ki,<br />

hergün sabâhdan akşama kadar câmi’de ibâdet edip Allahü teâlâ, benim rızkımı<br />

– 788 –


nerden olsa gönderir diyen bir kimse nasıl bir adamdır? Cevâbında buyurdu ki, (Bu<br />

kimse câhildir. İslâmiyyetden haberi yokdur. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlâ benim rızkımı, süngümün ucuna koymuşdur).<br />

Ya’nî rızkım, islâm dînine ve müslimânlara saldıran kâfirlerle harb etmekle<br />

gelmekdedir). Görülüyor ki, harbde düşmandan alınan ganîmet ve sulhde, harbe<br />

hâzırlananların aldıkları ücret halâl rızkdır. İmâm-ı Evzâî, İbrâhîm Edhemi “rahmetullahi<br />

aleyhimâ” gördü ki, sırtında bir yığın odun götürüyor. Niçin bu kadar<br />

sıkıntı çekiyorsun? Kardeşlerin, seni hiçbirşeye muhtâc bırakmıyor dedi. İbrâhîm<br />

Edhem “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” buyurdu ki, öyle söyleme, hadîs-i şerîfde<br />

buyuruldu ki, (Halâl kazanmak için sıkıntı çekenlere Cennet vâcib olur).<br />

Süâl: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Bana, tüccâr ol,<br />

mal topla diye emr olunmadı. Fekat, Rabbini tesbîh et ve ona secde et. Rabbine<br />

ölünciye kadar ibâdet et! diye emr olundu). Bu hadîs-i şerîf, ibâdetin, mal kazanmakdan<br />

dahâ iyi olduğunu göstermiyor mu?<br />

Cevâb: Kendinin ve çoluk çocuğunun ihtiyâclarına mâlik olan zengin bir kimsenin,<br />

vaktlerini ibâdetle geçirmesi, para kazanmakdan dahâ sevâbdır. İhtiyâcı olmıyanların<br />

mal kazanmak için uğraşması sevâb değildir. Hattâ kalbini dünyâya bağlamak<br />

olur. Dünyâya bağlamak ise, bütün günâhların başıdır. Malı olmıyan, fekat,<br />

vazîfe görüp ma’âş alanların da, mal kazanmak için ayrıca uğraşmaması dahâ iyidir.<br />

Meselâ ilm adamlarının, millete ilm öğretmesi, ya’nî din âlimlerinin, tabîblik,<br />

hâkimlik, subaylık ve her dürlü fâideli ilmleri bilenlerin ve tesavvuf büyüklerinin,<br />

ya’nî kalb gözü açılmış olanların ihtiyâcları, hükûmetce veyâ hayr müesseseleri ve<br />

hayr sâhibleri tarafından istenmeden veriliyorsa, bunların halkı irşâd etmeleri, onlara<br />

yardım etmeleri, mal kazanmakdan dahâ sevâbdır. Fekat, zemân değişir,<br />

bunlara, istemeden, boyun bükmeden birşey verilmez olursa, bunların da çalışarak<br />

kazanması dahâ iyi olur. Çünki, istemek harâmdır. Ancak zarûret hâlinde mubâh<br />

olabilir. Mal kazanırken halâle, harâma dikkat edenin, ya’nî Allahü teâlâyı<br />

unutmıyanın, kesb etmesi dahâ iyidir. Çünki bütün ibâdetlerin rûhu, özü, Allahü<br />

teâlâyı hâtırlamakdır. (Kimyâ-i se’âdet)den terceme burada temâm oldu.<br />

(Hadîka)da, amelde iktisâd faslında diyor ki, (Kesb, yaşamak için lâzım olan malları<br />

halâlden kazanmağa çalışmak demekdir. Kendine, evlâdına ve ıyâline ve<br />

borclarını ödemeğe lâzım olanları kesb etmek farzdır. Bunun için çalışan sevâb kazanır.<br />

Özrsüz terk edene azâb yapılacakdır. Kendilerine nafaka verilmesi vâcib olanlara<br />

(Iyâl) denir. Borc ödemek farzdır. Ödeyemeden vefât edenin, ödemek niyyeti<br />

varsa, günâhlı olmaz. Hadîs-i şerîfde, (Beş vakt nemâzı kıldıkdan sonra, çalışıp<br />

halâl kazanmak, her müslimâna farzdır) buyuruldu. Peygamberlerin “aleyhimüsselâm”<br />

hepsi, çalışıp kazanmışlardır. Çalışmayıp, câmi’de oturarak, Allaha tevekkül<br />

ediyorum diyene inanmamalıdır. Bu, çalışmağı terk etdiği için, günâh işlemekdedir.<br />

Sâlih değil, fâsıkdır. Bunun kalbi, Allahü teâlâya değil, kulların mallarına<br />

bağlıdır. Önce sebebe yapışmak, sonra bu sebebin te’sîrini Allahü teâlâdan beklemek<br />

emr olundu. Muhtâc olduğu malı kazandıkdan sonra, fazla çalışmayıp,<br />

ibâdet etmek câizdir. Bunun için, çalışmayıp ibâdet edene sû-i zan ve tecessüs etmemelidir.<br />

İkisi de harâmdır. İhtiyâcdan fazla çalışıp, kazandıklarını, senelerce saklamak<br />

mubâhdır. Saklamayıp hayra, hasenâta sarf etmek müstehabdır. Nâfile<br />

ibâdetlerden dahâ sevâbdır. Hadîs-i şerîfde, (İnsanların iyisi, insanlara fâidesi<br />

olanlardır) buyuruldu. Öğünmek için, kibrlenmek için, ihtiyâcdan fazla kazanmak<br />

harâmdır). Görülüyor ki, ehlinin ve ıyâlinin nafakalarını ve borçlarını ödemek için<br />

çalışıp, halâl kazanmak, nâfile ibâdetleri yapmakdan katkat dahâ sevâbdır. (Râmûz-ül-ehâdîs)<br />

s. 105 deki hadîs-i şerîfde, (Eshâbım için fakîrlik se’âdetdir. Âhır<br />

zemândaki ümmetim için, zenginlik se’âdetdir) buyuruldu.<br />

Hakîkî islâm âlimi, büyük Velî Abdüllah Dehlevî “rahmetullahi teâlâ aleyh” seksensekizinci<br />

mektûbunda buyuruyor ki, (Çoluk çocuğunun ihtiyâclarını te’min için<br />

– 789 –


ve fukarâya yardım ve İslâmiyyete hizmet için, çalışıp halâl mal kazanmak, çok iyidir.<br />

Süleymân aleyhisselâm ve emîr-ül-mü’minîn Osmân ve Abdürrahmân bin<br />

Avf ve Eshâb-ı kirâmdan ba’zıları çok zengin idiler. Bu zenginlikleri, Allahü teâlâ<br />

indindeki derecelerinin azalmasına sebeb olmadı. Fukarâ-yı sâbirîn ve agniyâyı<br />

şâkirînden hangisinin efdal olduğu ihtilâflıdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” fakîrliği ihtiyâr etmişdi. (Rabbim, beni doyuruyor, içiriyor) buyururdu. Fakîrlik,<br />

ibâdete ve hizmete mâni’ olursa, tâ’at yapmağa kuvvet hâsıl etmek için, zengin<br />

olmak efdaldir. Böyle zenginlik büyük ni’metdir. Allahü teâlâ, bu ni’meti dilediğine<br />

ihsân eder).<br />

[Müslimân, dünyâyı sevdiği, dünyâya düşkün olduğu için değil, Allahü teâlâ, çalışmağı<br />

emr etdiği için çalışıp kazanır. Nefsinin kötü arzûlarına, zevklerine kavuşmak<br />

için çalışıp para kazanmak ve çalışırken halâli harâmdan ayırmamak, başkalarının<br />

haklarına saldırmak, onlara olan borçlarını ödememek, kanûnlara karşı gelmek,<br />

vergilerini vermemek, dünyâya düşkün olmağı gösterir. Dünyâya düşkün olmak,<br />

büyük günâhdır. Allahü teâlâ emr etdiği için çok çalışıp, çok kazanmak ve<br />

Onun emr etdiği gibi çalışıp, kazandığını, Onun emr etdiği yerlere sarf etmek, ibâdet<br />

yapmak olur. Çok sevâb olur.]<br />

(Hadîka), ikinci cild, ikiyüzaltmışyedinci [267] sahîfede diyor ki, (Zarûret olmadan<br />

birşey istemek harâm olduğu gibi, ücretsiz olarak başkasına iş gördürmek de<br />

harâmdır. Başkasının çocuğuna, kölesine iş gördürmek ise, dahâ büyük günâhdır.<br />

(Müslim)de Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” diyor ki, çocuklarla<br />

oynuyordum. Ansızın Resûlullah geldi. Kapı arkasına saklandım. Yanıma gelip,<br />

avucu ile sırtımı okşadı. (Git bana Mu’âviyeyi çağır) buyurdu. Bu hadîs-i şerîfe<br />

göre, çocukların, harâm olmıyan oyunları oynaması ve çocuğa birisini çağırmak<br />

için güvenilmesi ve ufak işlerin yapdırılması câizdir. Kendi küçük oğlunu ve<br />

kızını ve torunlarını bir işde kullanmak, fakîr olana veyâ çocuğu yetişdirmek için<br />

olursa câizdir. Çocuğun, babasına hizmet etmesi vâcibdir).<br />

Başkasından sadaka istemesi harâm olan kimsenin, zekât istemesi de harâm<br />

olur. Başkasında olan alacağını istemek, söz birliği ile câizdir. Zenginin fakîrdeki<br />

alacağını istemesi de böyledir. Fekat fakîrin, ödiyebilecek güce gelmesini beklemesi<br />

vâcibdir. Afv etmesi dahâ sevâbdır. Din adamlarının, hâfızların ve din düşmanları<br />

ile beden, söz ve kalemle cihâd edenlerin, müslimânların mallarını, cânlarını<br />

ve haklarını koruyan devlet adamlarının ve hâkimlerin, Beyt-ül-mâldan, geçinecek<br />

kadar para veyâ mal almak hakları vardır. Bu haklarını istemeleri câizdir.<br />

Kadının ev işlerini yapması, zevcine teberru’ ve ihsândır. Çok sevâbdır. Zevc,<br />

bunları zevcesine zorla yapdıramaz. Kadın tutup yapdırması lâzımdır. Kadın,<br />

zevcine karşı bu ihsânını esirgememeli, erkek de, zevcesine nafakadan fazla ihsânlarda<br />

bulunmalıdır. Allahü teâlâ ihsân edenleri çok sever. Resûlullah efendimizin<br />

zemânından bugüne kadar, müslimân kadınları zevclerine bu ihsânı yapmışlardır.<br />

Kadının vazîfesi ikidir: Kendini zevcine teslîm etmesi ve evden iznsiz ve örtüsüz<br />

sokağa çıkmamasıdır. Görülüyor ki, islâmiyyetde kadın, ev içinde de, evin<br />

dışında da çalışmağa, para kazanmağa mecbûr değildir. Evli ise kocası, evli değil<br />

ise babası, babası yoksa veyâ fakîr ise, zengin olan yakın akrabâsı çalışıp, kadına<br />

lâzım olan herşeyi getirmeğe mecbûrdur. Kimsesi olmıyan kadına, (Beyt-ül-mâl)<br />

denilen, devletin yardım sandığı bakar. İslâmiyyetde, karı koca arasında, hayât mücâdelesi,<br />

ya’nî para kazanmak, müşterek değildir. Erkek kadını tarlada, fabrikada,<br />

vel-hâsıl hiçbir yerde çalışmağa zorlıyamaz. Kadın isterse ve erkeği izn verirse,<br />

yabancı erkekler arasına karışmadan, kadın işi olan yerlerde çalışabilir. Fekat,<br />

kazandığı kadının olur. Erkek, ondan zorla birşey alamaz. Kadının kendi ihtiyâclarını<br />

kendisinin alması için de, onu zorlıyamaz. İslâmiyyetin kadına böyle hak<br />

tanıması ve onu erkeklerin elinde esîr, oyuncak olmakdan koruması, Allahü teâlâ-<br />

– 790 –


nın kadına çok kıymet verdiğini göstermekdedir.<br />

Kadın da, erkek de, para kazanmak için harâm işlememelidir ve hiçbir nemâzı<br />

kaçırmamalıdır. Ezelde ayrılmış olan rızk değişmez. Aynı rızk, halâlden istiyene<br />

halâl yoldan gelir. Harâm işliyerek istiyene de, harâm yoldan gelir. Câhillerin,<br />

(Bu zemânda kızım okumazsa aç kalır. Oğlum fâiz almazsa, işi bozulur) demeleri<br />

doğru değildir. Harâm işliyerek kazanmamalı demek, boş oturmalı, çalışmamalı<br />

demek değildir. Halâl yoldan çalışıp kazanmalı demekdir. Harâm yoldan kazanan,<br />

hem büyük günâhları işlemiş olur, hem de kazandıklarının hayrını görmez. Kazandıkları,<br />

hekime, hâkime ve düşmanlarına gider ve günâh işlemekde kullanılır,<br />

insanı felâkete sürükler. Kazançları şübheli olan, hediyyeleşmeli ve ödünc almalı,<br />

aldıklarını kullanmalıdır. Hediyye ve ödünc gelen şeyler halâldir.<br />

(Bey’ ve şirâ risâlesi) sonunda diyor ki, (Yetîm oğlana ücretsiz olarak, yalnız annesi<br />

iş yapdırabilir. Velîsi, akllı çocuğu, hocaya veyâ ustaya verip, buna öğret! Bu<br />

da sana hizmet etsin dese, bunlar çocuğa hafîf iş yapdırabilir. [İlm ve edeb öğreten<br />

velîsi de, hocası gibidir.] Fekat, yapdıracakları işin ve sokakdaki çeşmeden getireceği<br />

suyun, piyasaya göre ücretinin, öğretmek ücretinden fazla olmaması ve hizmet<br />

etmeği, velînin söylemiş olması lâzımdır. Âkıl, bâlig kimsenin kendisi gelip,<br />

bana öğret, ben de sana hizmet edeyim demesi de böyledir. Üçüncü kısmda, yirmialtıncı<br />

maddeye bakınız! Çocuğun kendisi ve malı için velîsi, ya’nî babası, baba<br />

yoksa babanın vasîsi, vasî yoksa dedesi, dedesi de yoksa, bunun vasîsi, bu da yoksa<br />

hâkim, ücret ile, hafîf işlerde çalışdırabilir. Ücret, yalnız çocuk için sarf edilir).<br />

Kadın, velî olamaz.<br />

Cânân elinden gelmişim, fânî mekânı neylerim,<br />

Ol mülke meylim salmışım, ben bu cihânı neylerim.<br />

Hep i’tibârım atmışım, âşıklığa el katmışım,<br />

Ben nefsi dosta satmışım, bu düşmanı neylerim.<br />

Aşkı tabîbim kılmışım, derdinde derman bulmuşum,<br />

Abdülhakîmi görmüşüm, yünâniyânı neylerim.<br />

Ma’rifet tadın almışım, fenâ tahtına varmışım,<br />

Mahfice sultân olmuşum, dünyâ varlığın neylerim.<br />

Her ne gelirse yahşîdir, zirâ o dostun bahşıdır,<br />

Çün cümle onun işidir, ben bed gümânı neylerim.<br />

Gerçi zemân devrân ile, pîr etdi cismim şân ile,<br />

Gönlüm civândır can ile, pir-ü civânı neylerim.<br />

Yâri bana bes görmüşüm, ağyârı dilden sürmüşüm,<br />

Ünsile tenhâ durmuşum, ben ins-ü cânı neylerim.<br />

Dilden dile bin tercümân, varken ne söyler bu lisân,<br />

Çün cân-ü dildir hem zebân, nutk-u beyânı neylerim.<br />

Şimdi! cemî’i halkdan, müstağniyim billâhi ben,<br />

Hallâk-ı âlem var iken, halk-ı zemânı neylerim?<br />

Allahümme yâ muhavvilel havli vel-ahvâl<br />

havvil hâlenâ ilâ ahsenil hâl!<br />

Ey! herkesin hâllerini değişdiren Allahım!<br />

bize iyi hâller ihsân eyle!<br />

– 791 –


4 — BEY’ VE ŞİRÂ<br />

İnsanlar birbirlerine muhtâc olup, birlikde yaşamağa mecbûrdurlar. Bey’ ve şirâ<br />

olmasaydı, yer yüzünde nizâm olmazdı. İslâmiyyetde bey’ ve şirâ, arz ve taleb<br />

esâsına göre yürür. İslâmiyyet, ferdin iktisâdî hürriyyetine saygı gösterir. Husûsî<br />

teşebbüslere ve sermâyeye salâhiyyet verir. Allahü teâlânın emr etdiği bu ticâret<br />

ahkâmı, Karl Marks ismli bir yehûdînin serhoş kafası ile ortaya koyduğu, sosyalizm<br />

adındaki, siyâsî bir iktisâd rejimi ile taban tabana zıddır. Hür dünyâ devletlerinde<br />

tatbîk edilmekde olan liberal iktisâd sistemi, islâmın ticâret ahkâmına<br />

yakındır. İslâmiyyetin gösterdiği iktisâd yolu, özel teşebbüsü ortadan kaldıran<br />

Markscı sosyalizm olmadığı gibi, devletin iktisâdî hayâta hiç dokunmamasını istiyen<br />

Adam Smith liberalizmi de değildir. Uşr, harâc, âşirin topladığı zekât, cizye,<br />

narh koymak, Beyt-ül-mâlın diğer gelirlerini toplamak ve sarf etmek, devletin<br />

elinde olduğu için, islâm iktisâdı, başı boş bir liberalizm değildir. İstihsalde mümkin<br />

olduğu kadar özel teşebbüsü, millî gelirin ferdlere taksîminde de, sosyal adâleti<br />

sağlıyan hükmlerdir.<br />

Bir kimse imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeden “rahmetullahi aleyh” sordu ki, (Vaktlerimi<br />

ibâdet ile geçirmek istiyorum. Bana birşey yaz da, hep onu yapayım!)<br />

İmâm-ı a’zam alış veriş bilgilerini yazıp verince, (Bu, tüccârlara lâzım olur. Ben<br />

evimde oturup ibâdet ile meşgûl olacağım) dedi. Cevâbında, (Yiyecek ve giyecek<br />

lâzım olmıyan kimse var mı? Ahkâm-ı islâmiyyenin alış veriş kısmını bilmiyen, harâm<br />

lokmadan kurtulamaz ve ibâdetlerin sevâbını bulamaz. Zahmetleri boşa gider<br />

ve azâba yakalanır ve çok pişmân olur) buyurdu. (Bezzâziyye)de diyor ki, (Alış<br />

veriş bilgisini öğrenmiyenin, ticâret yapması harâmdır. İmâm-ı Ebülleys de “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” böyle buyurmuşdur. İmâm-ı Muhammed Şeybânîye “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”, Zühd hakkında bir kitâb yaz dediklerinde, zühd için bey’<br />

bilgisi yetişir buyurdu).<br />

(Bey’), satmak demekdir. (Şirâ), satın almak demekdir. İslâmiyyetde bey’ ve şirâ,<br />

iki kişinin mallarını, râzı olarak, birbirlerine (Temlîk) etmeleri, ya’nî seve seve değişdirmelerine<br />

denir ki, türkçesi (Satış)dır. Bir kimse, Zeyde ve Amre, şu malımı<br />

size bin kuruşa satdım dese, yalnız Zeyd kabûl etse, bey’ sahîh olmaz. [Gazetelerde,<br />

radyolarda yapılan satış i’lânları, bey’ olmaz. Tâlib olanlar gelip, satın alınca,<br />

sahîh bey’ olur.] Bey’ ve şirâ ve bütün mu’âmelât bilgilerini Hanefî mezhebine göre<br />

bildireceğim. Bir kimseye zarûrî lâzım olan malı ona satmak vâcibdir. Bey’in sahîh<br />

olması için (Îcâb) ve (Kabûl) denilen tüccarlar arasında âdet olan sözlerin söylenmesi<br />

veyâ malların karşılıklı verilmesi lâzımdır. Alıcı ve satıcıdan, râzı olduğunu<br />

hangisi önce söylerse, buna (Îcâb) denir. İkincisinin sözüne, (Kabûl) denir.<br />

(Mal), insanın arzûladığı, ihtiyâc, ya’nî lâzım olunca, kullanmak için saklanabilen<br />

ayn, ya’nî madde, cism demekdir. Buğday dânesi mal değildir. Çünki, kimse<br />

saklamaz. Hür insan ve hür insanın her parçası, balık ve çekirgeden başka<br />

kendiliğinden ölmüş hayvân leşi ve kan ve yerinde bulunan toprak ve su mal değildir.<br />

Sülük ve yerinden alınıp götürülen toprak, su maldır.<br />

(Mülk), insanın mâlik olduğu, ya’nî başkasının rızâsını, iznini almadan kullanmağa<br />

hakkı olan şeye denir. Bu şey, maldır veyâ malın kendi değil, yalnız<br />

menfe’atidir. Bir kimsenin her malı [meselâ atı], onun mülküdür. Fekat her mülkü,<br />

meselâ kirâcının evi, [veyâ bir makinayı kullanma hakkı] malı değildir.<br />

(Mütekavvim mal) ya’nî (Kıymetli mal), kullanması mubâh ve mümkin olan maldır.<br />

Müslimânlar için, şerâb, domuz ve Besmelesiz kesilen veyâ kesmeden öldürülen<br />

hayvân, denizdeki balık (Kıymetli mal) değildirler. Bir buğday dânesi kıymetli<br />

ise de, mal değildir.<br />

Bey’in sahîh olması için, iki malın da mütekavvim olması lâzımdır.<br />

Bir yere götürülmesi mümkin olan mala (menkûl) denir. Vakf veyâ mîrî yer üze-<br />

– 792 –


indeki ağaçlar ve binâlar menkûl kabûl edilir.<br />

(Nakd), külçe veyâ meskûk, ya’nî basılmış para hâlindeki altın ve gümüşlere<br />

(Nakd), (Nakdeyn) ve (Nukûd) denir. Altını, gümüşü yarıdan fazla olan nukûddan;<br />

altını, gümüşü en çok olanına (Ceyyid), dahâ az olanlarına (Züyûf) denir. Altın<br />

ve gümüş eşyâ nakd değildir.<br />

Mal, ölçü birimine göre beşe ayrılır: Ağırlık ile, hacm ile, yüzey birimi ile,<br />

uzunluk birimi ile ve sayı ile ölçülenler.<br />

(Mekîl), kile ile, ölçek ile, ya’nî hacm ile ölçülen mal demekdir. Buğday, arpa,<br />

hurma ve tuz dâimâ mekîldir. Dartı ile kullanılmaları, mekîl olmalarını değişdirmez.<br />

Müsâvî olmaları lâzım olduğu zemân, hacmlarının müsâvî olması lâzım olur.<br />

(Mevzûn) veyâ (Veznî), vezn ile, ya’nî ağırlıkla ölçülen mal demekdir. Altın ile<br />

gümüş, dâimâ veznîdir. Bildirdiğimiz altı maldan başka şeylerin mekîl veyâ mevzûn<br />

olmaları, âdete bağlıdır. Çarşıda, pazarda nasıl ölçülüyorsa, öyle olduğu kabûl<br />

edilir.<br />

(Kadr), bir satışda kadr bulunması demek, karşılıklı değişdirilen iki malın ikisinin<br />

de mekîl veyâ ikisinin de mevzûn olmaları demekdir.<br />

(Cins), kullanıldıkları yerler arasında çok fark bulunmıyan şeylere ortak olarak<br />

verilmiş olan ismdir. Deve, hayvan sınıfının bir cinsidir. Tüylü deve, bu cinsden bir<br />

nev’dir. Aslı, kaynağı başka olan veyâ kullanıldığı yer çok farklı olan yâhud başka<br />

ism alacak kadar değişdirilmiş olan bir mal başka cinsden olur. Sığır eti koyun<br />

eti ile, keçi kılı koyun yünü ile ve ekmek un ile başka cinsdendir. Keçi eti veyâ sütü<br />

ise, koyun eti veyâ sütü ile bir cinsdendir.<br />

Mal, (Mislî) ve (Kıyemî) olur. Mislî malı telef eden, benzerini öder. Kıyemî malı<br />

telef eden, kıymetini öder. (Mislî), çarşıda aynı evsâfda benzeri bulunan mal olup,<br />

fiyâtları başka olmaz. Ağırlıkla, hacm ile ve uzunlukla ölçülenlerden fabrikada, tezgâhda<br />

yapılan şeyler ve sayı ile ölçülenlerden aynı büyüklükde olanlar böyledir.<br />

Yumurta, aynı büyüklükde karpuz, gibi.<br />

Altın ve gümüşden başka paralara (Fülûs) denir. Bunlar, meselâ başka metalden<br />

paralar ve kâğıd liralar, geçer akça iseler, nakd gibi mislîdirler. Geçmez iseler<br />

veyâ geçer oldukları hâlde, niyyet edilmekle urûz gibi kıyemî olurlar. Her iki<br />

hâlde de, âdete uyarak, [ağırlık ile veyâ] aded ile, ya’nî sayarak ölçülürler.<br />

(Kıyemî), ya’nî mislî olmıyan mal, çarşıda benzeri bulunmıyan, bulunsa da fiyâtları<br />

farklı olan maldır. Uzunlukla ölçülenlerden tarla, elde dokunan kumaş, halı<br />

ve elbise, ev, dükkân, yazma kitâb, irili ufaklı olan karpuz kıyemîdirler. Hayvândan<br />

başka, menkûl olan kıyemî mallara, (Urûz) denir. Bakır tencere ve başka cins<br />

ile karışık mislî mal urûzdur.<br />

Mal, (Ayn) ve (Deyn) olarak ikiye ayrılır: Ayn, lügatda madde, cism demekdir.<br />

Fekat, bey’ ve şirâ ilminde ayn, belli bir mal demekdir. Bey’ ve şirâda, bir ev, bir<br />

at, bir sandalye gibi kıyemî malların belli birer dânesine ve hâzır olup da gösterilenin<br />

hepsine veyâ ayrılmış parçasına, mislî olan mallardan da, hâzır olup gösterilen<br />

hepsine veyâ ayrı olarak gösterilen yâhud ayrılmamış belli mikdâr bir parçasına<br />

yâhud hâzır olmayıp, benzerlerinden ayrı ve yalnız olarak bulunduğu yeri ve<br />

cinsi bildirilen mala, (Ayn) denir. Ayrı olarak bulunduğu yer, çuval, sandık, oda,<br />

ev veyâ şehrdir. Buralarda bulunan malı müşterî biliyorsa veyâ ilk üç yerde bulunanı<br />

bilmiyor ise de, hep (Ayn) olur. Görülen bir yığın buğday, görülen bir mikdâr<br />

para ayndır. Bu para semen olunca deyn olur. (Deyn): Satış ve ödünc verme<br />

veyâ başka sebeblerle ödenmesi lâzım olan borcdur. Alış verişde ise, hâzır olmayıp<br />

ayrı olarak bulunduğu yeri bildirilmiyen her dürlü mala ve hâzır ise de, ayrı olarak<br />

gösterilmiyen kıyemî mal parçasına, (Deyn) denir. Ödünc alınan karz, deyndir.<br />

Fekat her deyn, ödünc alınan borc demek değildir.<br />

Bir malı (Ta’yîn etmek) demek, söz kesilirken bu malın ayn olması demekdir.<br />

– 793 –


(Te’ayyün etmek) demek, söz kesilirken ta’yîn edilince, ayn olarak kalmak, deyn<br />

hâline dönmemek demekdir. Te’ayyün eden malın kendisini vermek lâzımdır.<br />

Benzerini, hattâ dahâ iyisini alması için müşterîyi zorlayamaz. Rızâsı ile alırsa, yeniden<br />

mukâyada satışı yapmış olurlar. Teslîmden önce helâk olursa, bey’ fâsid olur.<br />

Te’ayyün etmeyen mal helâk olursa, bey’ fâsid olmaz. Çünki, bunun yerine, cinsi,<br />

mikdârı ve vasfı aynı olan, benzeri verilebilir.<br />

(Ribâ) veyâ (Fâiz), bir satışda kadr varsa veyâ iki mal aynı cins ise, bu satışda<br />

fâiz vardır denir. Yalnız, altın ve gümüşün, başka veznî bir mal ile değişdirilmesi<br />

bundan müstesnâdır. Bunun için, herhangi bir malın para karşılığı satışında fâiz<br />

olmaz. Fâizin iki şartı veyâ birisi bulunan satışın peşin olması lâzımdır. İki maldan<br />

biri veresiye olursa harâm olur. Altın ve gümüşün peşin olması, söz kesilince ayrılmadan<br />

önce kabz edilmeleri ile olur. Başka mallar, te’ayyün etmekle peşin<br />

olurlar. İki maldan yalnız biri ayn olursa da, bey’ câiz olur. Fekat, deyn olanın semen<br />

yapılması ve bunun ayrılmadan önce kabz olunması lâzım olur. Fâizin iki şartı<br />

birlikde bulunursa, peşin olmakla birlikde, iki malın mikdârlarının da müsâvî olması<br />

lâzımdır. Bu maddenin sondan üçüncü sahîfesine bakınız!<br />

(Mebî’) satılan maldır. Mebî’ ta’yîn edilir ve ta’yîn edilince, te’ayyün eder.<br />

(Semen): Mebî’e karşılık verilmesi lâzım olan mala, Semen [bedel] denir. Altın<br />

ile gümüş semen olarak yaratılmışdır. Her ne hâlde olurlarsa olsunlar, dâimâ<br />

semendirler. Külçe ve para hâlindeki altın ve gümüş ve ma’den ve kâğıd paralar,<br />

ta’yîn edilince, te’ayyün etmezler. İşlenmiş eşyâ hâlindeki altın ve gümüş ve piyasada<br />

geçmiyen ma’den ve kâğıd paralar ve semen yapılan başka mallar, ta’yîn edilince<br />

te’ayyün ederler.<br />

[(Hadîka)nın sonunda diyor ki, (Semen, para ta’yîn edilince, sahîh olan sözleşmelerde<br />

te’ayyün etmez. Ya’nî söz kesilirken ta’yîn edileni vermek lâzım değildir.<br />

Misli, benzeri verilebilir. Fâsid olan akdlerde ve sarf satışında te’ayyün eder.<br />

Mehrde ve nezrde ve vekîl yapmakda te’ayyün etmez. Emânet, hibe ve sadaka vermekde,<br />

şirketde, mudârebe şirketinde ve gasbda te’ayyün eder. Mebî’ her zemân<br />

te’ayyün eder.<br />

Bir satışda, söz kesilirken, semenin cinsi söylenmeyip, sonradan, harâm semen<br />

verilirse veyâ halâl olan semen söylenip yâhud harâm semen söylenip fekat<br />

gösterilmez ve harâm semen verilirse, hepsinde mebî’ halâl olur. Söz kesilirken harâm<br />

semen gösterilir ve bu verilirse, satın alınan şey harâm olur, mülk-i habîs olur.<br />

Gasb edilen veyâ vedî’a olan mal satılınca, ta’yîn edilmesi lâzım olduğu ve te’ayyün<br />

etdiği için, alınan semen harâm olur. Gasb edilen veyâ emânet olan paraya işâret<br />

olunup başka halâl para verilirse veyâ halâl semene işâret olunup yâhud işâret<br />

olunmayıp, emânet veyâ gasb olunan para verilirse, mebî’ halâl olur.)]<br />

Her satışda, söz kesilirken, iki maldan herbiri yâ ayn veyâ deyn olur. Bir satışda,<br />

mebî’in ve semenin ikisi de deyn olurlarsa, ayrılmadan önce kabz edilseler dahî,<br />

bey’ sahîh olmaz. Akd, ya’nî sözleşme bâtıl olur. Sarf satışı bundan müstesnâdır.<br />

Mebî’in ve semenin ayn veyâ deyn olmaları ve kabz edilmeleri bakımından dört<br />

dürlü bey’ vardır:<br />

1 — Mutlak bey’: Ayn olan malı, deyn karşılığı satmakdır. Ya’nî mebî’i ta’yîn<br />

etmek lâzımdır. Kabz etmek lâzım değildir. Semen ta’yîn edilmez. Semen peşin de,<br />

veresiye de olabilir. Bu satış meşhûr olduğu için, kısaca (Bey’) denilmekdedir. Bey’<br />

kelimesi yalnız olarak görüldüğü zemân, mutlak bey’ anlaşılmalıdır.<br />

2 — Sarf satışı: Nakd hâlindeki veyâ işlenmiş altını ve gümüşü, birbirleri karşılığında<br />

satmakdır. Ya’nî malın ikisi de semendir. Söz kesilirken ikisi de ayn veyâ<br />

deyn olabilirler. Ayrılmadan önce, ikisinin de kabz edilmeleri lâzımdır.<br />

3 — Selem satışı: Semen peşin olup, mebî’ veresiyedir. Semenin, söz kesilirken<br />

ta’yîn ve ayrılmadan önce kabz edilmesi lâzımdır. Mebî’, ta’yîn edilmez ve kabz edil-<br />

– 794 –


mez. Mevcûd olmıyan, mülkünde bulunmıyan mebî’, selem yolu ile satılır.<br />

4 — Mukâyada satışı: Altın ve gümüşden başka, ayn olan bir malı, yine ayn olan<br />

mal karşılığında satmakdır. Şu iki kile buğdayı, bu yüz yumurta karşılığında satdım<br />

demek böyledir. Malları, söz kesilirken ta’yîn etmek şart olup, kabz etmek şart<br />

değildir.<br />

Mebî’in piyasadaki fiyâtına, değeri (kıymeti) denir. Ya’nî kıymet, o maldan anlayan<br />

müşterîlerin verdikleri değer demekdir. Kıymete, (Semen-i misl) de denir.<br />

(Bâyı’) ile (Müşterî) arasında uyuşulan değerine, (Pazarlık semeni) veyâ (Alış Semeni)<br />

veyâ (Fiyâtı) denir. Alış fiyâtına, taşıma, işçilik ücretleri, vergi gibi masraflar<br />

eklenince, (Mâliyyet), ya’nî (Mal oluş) fiyâtı denir.<br />

Altın ile gümüşden başka eşyâdan, mislî olmıyanlar, meselâ elbise, ev, hayvan,<br />

tarla, arsa, mutlak bey’de dâimâ mebî’dirler.<br />

Mislî olanlar, altın veyâ gümüş ile veyâ kâğıd para ile değişdirilirken ta’yîn edilirse,<br />

mebî’ olurlar. Meselâ, filân yerdeki şu kadar kile buğdayımı, bu kadar altına<br />

sana satdım demek gibi. Eğer ta’yîn edilmez iseler, yine mebî’ olurlar. Fekat,<br />

satış (Selem) olur. Meselâ, şu kadar kile buğdayı, bu kadar liraya satın aldım deyince,<br />

selem olur.<br />

Mislî olanlar, mislî olmıyan, ya’nî kıyemî mal ile değişdirilirken, ta’yîn edilirler<br />

ise, bunlar da mebî’ olur ve (Mukâyada satışı) olur. Meselâ şu atı, bu yığın buğdaya<br />

veyâ bu yığın buğdayı, şu ata satdım demek gibi. Mislî mal ta’yîn edilmezse,<br />

iki dürlü olabilir: Mislî mal söylenirken, ismleri sonunda (ya, ile) gibi sözler söyleniyorsa,<br />

semen olur. Şu kuzuyu, on kile buğda(ya) satın aldım gibi. Eğer söylenmiyorsa,<br />

mebî’ olur ve satış selem olur. Bu kuzu (ile) on kile buğday satın aldım<br />

demek gibi.<br />

Mislî olan iki mal birbirleri ile değişdirildikleri zemân, ikisi de ayn ise, her ikisi<br />

de mebî’ olur. Satış (Mukâyada) olur. Biri ta’yîn edilirse, satış (Selem) olur.<br />

Yukarıda yazılı dört çeşid bey’den herbiri altı dürlü olabilir:<br />

(1) — (Sahîh olan bey’): Aslı ve sıfatı islâmiyyete uygun olan bey’ [satış]dir.<br />

(2) — (Bâtıl olan bey’): Aslı da, sıfatı da islâmiyyete uygun olmıyan bey’dir.<br />

(3) — (Fâsid olan bey’): Aslı islâmiyyete uygun, fekat sıfatı uygun değildir.<br />

(4) — (Mekrûh olan bey’): Aslı ve sıfatı islâmiyyete uygun ise de, kendisine,<br />

islâmiyyetin yasak etmiş olduğu birşey karışmış olan satışdır.<br />

(5) — (Mevkûf bey’): Aslı ve sıfatı sahîh ise de, başkasının hakkı karışan<br />

bey’dir.<br />

(6) — (Vefâ ile satış): Alıcı ve satıcının, satışdan vazgeçmek hakkı bulunan<br />

bey’dir.<br />

Bu satışları ayrı ayrı açıklıyalım:<br />

(1) — Sahîh bey’: Her çeşid bey’in sahîh olması için, alıcı ve satıcının aynı kimse<br />

olmaması, ya’nî bir kimsenin hem satıcıya, hem alıcıya vekîl olarak kendi kendine<br />

satış yapmaması, akllı olmaları, (Akd) yapılması, ya’nî birinin (Îcâb), ya’nî<br />

teklîf edip, karşısındakinin, onu, ayrılmadan önce (Kabûl) etmesi, ya’nî söz kesilmesi,<br />

mebî’in ve semenin mal olmaları ve mütekavvim olmaları lâzımdır. Mebî’in,<br />

bir felsin i’tibârî kıymetinden aşağı olmaması da lâzım olduğu, (Bahr-ür-râ’ık)da<br />

ve (Dürr-ül-muhtâr)da (Sarf)dan önce yazılıdır.<br />

Mutlak bey’in sahîh olması için, bu şartlardan başka, mebî’in dâimâ, semenin<br />

ise fâiz olduğu hâllerde ta’yîn edilmesi, pazarlık ederken hâzır olmayıp gösterilmiyen<br />

mebî’in ve semenin mikdârlarının söylenmesi, mebî’in mevcûd ve satanın<br />

mülkü ve müşterîye teslîmi mümkin olması ve semenin cinsinin belli olması lâzımdır.<br />

Her çeşid satışda, alıcı ve satıcının bâlig ve hür olmaları ve müslimân olmaları<br />

şart değildir. Semenin mevcûd olması ve mebî’in söz kesilen yerde hâzır olma-<br />

– 795 –


sı şart değildir. Mebî’in ayn olması ve semenin ayn olmaması lâzımdır. Tarlanın sınırlarını<br />

bildirmek, mikdârı, ölçüsü demekdir. Bunlardan biri noksân olunca,<br />

bey’ sahîh olmaz ve harâm olur.<br />

Bey’ sahîh olunca, akd yapıldığı vakt, semen bâyı’in mülkü olur. Mebî’ de müşterînin<br />

mülkü olur. Mebî’ sözleşme zemânında bâyı’in mülkünde değilse, sonra satın<br />

alarak teslîm etse de, bey’ sahîh olmaz. Mülkünde bulunmayıp da, sonra teslîm<br />

edeceği mebî’i satmak için, (Selem) satışı yapmalı, yâhud sözleşme yapmayıp,<br />

semeni emânet almalı, satacağı mal eline geçince, pazarlık ve sözleşme yapmalıdır.<br />

(Berâât satışı) ve imâm ve hoca efendilerin evkâfdan alacakları malın satışı ve<br />

(Câmekiyye) satışı câiz değildir. (Berâât), zekât toplıyan âmillerin köylüden alacakları<br />

zekât ve uşr cinsini ve mikdârını gösteren senedlerdir. Bunlarda yazılı mal,<br />

mevcûd değildir. İmâm ve hoca efendiler, evkâfda mevcûd haklarını teslîm almadıkca,<br />

mâlik olmazlar. Ganîmet, Dâr-i islâma nakl edildikden sonra askerin hakkı<br />

olursa da, taksîm edilmeden önce mülk olmaz ve askerin bu hakkını, mülk olmadan<br />

önce satması câiz olmaz. Câmekiyye, hizmet karşılığı alacağı ücretin,<br />

ma’âşın çeki, bonosudur. Bunları teslîm almadan önce satmak, câiz değildir. Ücret,<br />

hak edilmiş ise de, kabz edilmemiş, mülk olmamışdır. [Hem mülk değildir. Hem<br />

de deyndir.] Deyni peşin olarak, borcludan başkasına satmak câiz değildir. Veresiye<br />

olarak, borcluya da satılamaz.<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Görülmiyen mebî’de muhayyerlik)de<br />

diyor ki: (Söz kesilirken veyâ dahâ önce görülmiyen mebî’in satılması sahîh olur.<br />

Görülmiyen mebî’ bir cins ise ve hepsi bir yerde bulunuyorsa, [bunu ta’yîn etmekle,<br />

ya’nî] yerini bildirmekle bey’ câiz olur. Böylece mebî’in çok özellikleri tanınmış<br />

olur. Anlaşılamıyan ufak tefek yerleri de, (Muhayyer olmak)la düzeltilmekdedir).<br />

(Keşf-ü rümûz-i Gurer)de diyor ki: (Bey’in câiz olması için, mebî’in [ta’yîn<br />

edilmesi, ya’nî] kendisine veyâ bulunduğu yere işâret edilmesi lâzımdır. Mebî’in<br />

kendisine veyâ bulunduğu yere işâret edilmezse, bey’ sözbirliği ile câiz olmaz. O<br />

yerde, aynı ismde başka bir malın mebî’ ile birlikde bulunmaması lâzımdır). (Cevhere)de<br />

diyor ki: (Mutlak bey’de söz kesilirken, semenin cins ve mikdârının bildirilmesi<br />

ve mebî’in ta’yîn edilmesi lâzımdır. Bu ikisi yapılmazsa, yalnız îcâb ve kabûl<br />

ile bey’ sahîh olmaz). Şernblâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Dürer) hâşiyesinde,<br />

muhayyerliği anlatırken diyor ki: (Hâzır ise de, kapalı olduğu için veyâ hâzır<br />

olmadığı için görülmiyen mebî’ler, işâret edilerek tanıtılmazsa, sözbirliği ile bey’<br />

câiz olmaz).<br />

[Altından ve gümüşden başka ma’denlerden basılmış paralara, (Fülûs) denir. Eskiden,<br />

yalnız bakırdan, çeşidli ağırlıklarda fülûsler kullanılırdı. Fülûs, felsler demekdir.<br />

Bir felse, türkçede mangır, fârisîde (pul) denir. Bugünkü pul başkadır. Bir<br />

felsin ağırlığının bir santigramdan az olduğu, sekizyüzellidördüncü sahîfedeki yazıdan<br />

anlaşılmakdadır. Semen olarak kullanılan fülûsların i’tibârî kıymetleri, ya’nî râyic<br />

değerleri, şimdi kullanılan kâğıd paralarda olduğu gibi, kendi değerlerinden<br />

katkat fazladır ve hep değişmekdedir. Evvelce yüz felsin, ortalama, bir dirhem gümüş<br />

kıymetinde olduğu, İbni Âbidînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” fâiz kısmında, (Bezzâziyye)den<br />

alarak yazılıdır. Ahkâm-ı islâmiyyede yirmi miskal altın veyâ ikiyüz dirhem<br />

gümüş, fakîrlik ile zenginliği ayıran mal mikdârını gösterdiği için, bir miskal ağırlığındaki<br />

altın kıymetinin on dirhem ağırlığındaki gümüş kıymetine müsâvî olduğu<br />

ve bir altın liranın, bir buçuk miskal ağırlığında olduğu zekât bahsinde bildirilmişdi.<br />

On dirhemin ağırlığı, yedi miskalin ağırlığı kadar olduğu için, bir miskal altının kıymeti,<br />

ahkâm-ı islâmiyyede yedi miskal gümüşün kıymeti kadardır. Bir felsin i’tibârî<br />

kıymeti, şimdi bir altın liranın kıymeti olan kâğıd lira adedinin onbeşde biri kadar<br />

kuruş olmakdadır. Meselâ, en ucuz altın liranın kıymeti 30.000 kâğıd lira ise, bu fülûsün<br />

i’tibârî kıymeti 2000 kuruş olur. Buna göre 20 liradan aşağı olan bir malın sa-<br />

– 796 –


tılması câiz olmamakdadır. Bu kadar ucuz malın, bir fels değerinde olacak fazla<br />

mikdârı için veyâ başka cins mallar ile birlikde tek bir sözleşme yaparak topdan<br />

satmak câiz olur].<br />

Bey’in sahîh olması için, alıcı ve satıcının yalnız akllı olması şartdır dedik. Bâlig<br />

olan akllı insanın bey’i her zemân sahîhdir. Bâlig olmıyan akllı çocuğun bey’i,<br />

velîsinin izn vermesi ile sahîh olur. Hamza efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”,<br />

(Bey’ ve şirâ risâlesi şerhi) otuzdördüncü [34] sahîfede diyor ki: (Yirmiüçüncüsü<br />

budur ki, akllı olmuş bir çocuk, şeker, meyve gibi kendine yarar şey isterse, ona<br />

satmak câiz değildir. Çünki, velîsi izn vermemiş demekdir. Eğer tuz, pirinç gibi şey<br />

isterse, satmak sahîh olur. Çünki, velîsinin izn verdiği anlaşılır. Bunun izn ile alış<br />

veriş etmesi câizdir. Çocuk akllı olmamış ise, velîsinin izni olsa da, alış veriş etmesi<br />

sahîh olmaz. Velî, babasıdır. Baba olmaz ise, babanın vasî etdiğidir. Bu da olmaz<br />

ise, babanın babasıdır. Bu da yok ise bunun vasî etdiğidir. Bu da olmaz ise,<br />

kâdîdir veyâ kâdînin [ya’nî hâkimin] vasî ta’yîn etdiği kimsedir. Ana ve kardeş ve<br />

amca velî olmaz. Ancak, kâdî veyâ velîlerden biri bunları vasî yaparsa olabilirler.<br />

Çocuk, yedi yaşında akllı olur. Oniki yaşında olan oğlan ve dokuz yaşında olan kız,<br />

bâlig olduğunu söyleyince kabûl edilir. Onbeş yaşını doldurunca hayz ve menî olmasa<br />

da, bâlig sayılırlar. Yedi ile onbeş arasında iken, akllı çocuk denir).<br />

Mebî’, ya’nî satılık mal yedi dürlü olur:<br />

1 — Hâzır ve ayn olur. Satması sahîhdir.<br />

2 — Hâzır değildir. Fekat ayndır. Ya’nî ta’yîn edilmişdir ve teslîmi mümkindir.<br />

Hudûdü bildirilen arsa gibi. Satması sahîhdir.<br />

3 — Mülkdür. Fekat teslîmi mümkin olmaz. Firârî hayvânı, gayb olan eşyâyı<br />

satmak bâtıldır.<br />

4 — Teslîmi mümkin, fekat ayn değildir. Müşterî tanımaz. Fâsiddir. Bir sürüden<br />

bir koyun satmak gibi. Teslîmi mümkin, fekat zararlı olursa yine fâsiddir. Evin<br />

bir direğini satmak gibi.<br />

5 — Bir kimseye ödünc verilmişdir. Yalnız ona ve peşin satmak câiz olup, başkasına<br />

satmak fâsiddir.<br />

6 — Bir kimseye emânet, âriyet, yâhud kirâ veyâ rehn, yâhud sermâye olarak<br />

verilmişdir. O kimseye satmak câiz ise de, alıp, tekrâr teslîm etmek lâzımdır.<br />

7 — Mebî, gasb veyâ sirkat yâhut hıyânet sûreti ile müşterîde bulunur. Bu müşterîye<br />

satılabilir. İkinci teslîme ihtiyâc yokdur.<br />

Semen olan para veyâ mal sekiz dürlüdür:<br />

1 — Külçe hâlinde veyâ işlenmiş eşyâ hâlinde veyâ para olarak kesilmiş altın<br />

veyâ altın yerine kullanılan ma’den ve kâğıd paralar. Bunlar dâimâ semendirler.<br />

Bunlarla, herhangi bir mal satın alınırken, hiçbir zemân, fâiz olmaz. Bey’ fâsid olabilir.<br />

O hâlde, para ile yapılan alış verişde, harâmdan sakınmak için bey’in fâsid<br />

olmamasına dikkat etmelidir.<br />

2 — Külçe hâlinde veyâ işlenmiş eşyâ hâlinde veyâ para olarak kesilmiş gümüş<br />

veyâ gümüş yerine kullanılan ma’den ve kâğıd paralar, dâimâ semendirler.<br />

3 — Ölçek ile hacmi ölçülen şeyler. Cinsi, mikdârı ve sıfâtı bildirilmek şartı ile<br />

bunlarla peşin ve veresiye mal satın almak câizdir.<br />

4 — Dartılarak vezni ölçülen şeyler. Hacmi ölçülenler gibidir.<br />

5 — Uzunluğu ölçülen şeyler. Bunlardan tarla, arsa ve mislî olmıyan kumaş ile<br />

yalnız peşin olarak mal satın alınır. Mislî olan kumaş ile veresiye de alınır.<br />

6 — Sayılabilen şeylerin birbirine benziyenleri [mislî mal], hacmi ölçülenler gibidir.<br />

7 — Hayvândır. Hayvân ile yalnız peşin almak câizdir. Hayvân, binâ, tarla, köle<br />

gibi kıyemî mallar hiç deyn olamaz. Semen ayn olunca, bey’, Mukâyada satışı<br />

– 797 –


olur. Meselâ mu’ayyen bir atı, mu’ayyen bir at ile veyâ mu’ayyen bir halı ile değişdirmek<br />

gibi. Her iki mal, mebî’ olur. Satış, (Mukâyada) olur. Hayvânın selemde<br />

de semen olacağı, Alî Haydar beğin Mecelle şerhi, yüzellibeşinci maddesinde<br />

yazılıdır.<br />

8 — Binâdır. Binâ ile yalnız peşin olarak satın alınabilir. Satış, (Mukâyada) olur.<br />

Bey’, îcâb ya’nî teklîf ve teklîf olunan yerden ayrılmadan önce yapılan kabûl ile<br />

ya’nî sözleşme ile temâm olur. Sözleşme temâm olunca, mebî’ müşterînin mülkü<br />

olur. Semenin hepsi veyâ bir kısmı veresiye olduğu zemân, ileride verilecek taksîdleri<br />

de, söz kesildiği anda bâyı’in mülkü olur. Bunlar, müşterînin bâyı’a borcu<br />

olur. Bunların hepsi, bâyı’in zekâtının nisâbına katılır.<br />

(Îcâb), karşısındakinin anlıyacağı bir lisân ile, satdım, verdim, hediyye etdim gibi,<br />

(Kabûl)de, aldım, aynen kabûl etdim, râzı oldum gibi, mâdî, ya’nî geçmiş zemânı<br />

bildirecek şeklde söylenmelidir. Îcâb ve kabûlün ikisi de, o yerde âdet olan<br />

kelimelerle ve mâdî şeklinde olunca, niyyet etmeleri lâzım değildir. Biri mâdî, ikincisi<br />

hâl şeklinde söylenirse, mâdî şeklinde söylenende yine niyyete lüzûm olmaz<br />

ve bey’ sahîh olur. Hâl şeklinde söyliyenin niyyet etmesi lâzım olur. Teklîf eden,<br />

kabûlden önce vaz geçebilir veyâ teklîfi değişdirebilir. Bâyı’ al dese, müşterî, aynen<br />

aldım veyâ kabûl etdim dese, câiz olur. Kabûl edilen şeyin, îcâb, ya’nî teklîf<br />

olunanın aynı olması ve mebî’in ve semenin temâmının kabûl edilmesi lâzımdır.<br />

Kabûl îcâba benzemezse, yeni bir îcâb olur. Diğeri bunu kabûl ederse, ikinci bir<br />

sözleşme yapılmış olur.<br />

Yalnız bir tarafdan veyâ her iki tarafdan (Te’âtî) ya’nî teslîm etmek ile de akd<br />

yapılmış olur. Bâyı’, bu malı bin liraya sana satdım dese, müşterî dahî birşey söylemiyerek<br />

alsa, câiz olur. Ya’nî bey’ temâm olur. Bâyı’ malı verse, müşterî parasını<br />

verse, hiçbirşey söylemeden câiz olur.<br />

Bir kimse, bakkala, otuz liradan üç kilo patates dart dese, bakkal da, bir şey söylemiyerek<br />

dartsa, akd yapılmış olur. Ya’nî bey’ temâm olur.<br />

Müşterî bâyı’a beş lira verip, bu buğdayı kaça satıyorsun diyip, o da kilesi bir<br />

liraya dese, yâhud önce fiyâtını öğrenip, beş lirayı sonra verse, bundan sonra, bana<br />

beş kile ver dese, bâyı’ yarın veririm dese, bey’ akd edilmiş olur. Ertesi gün, fiyâtı<br />

değişse, beş lira için yine beş kile vermesi lâzım olur. Bu koyunun şurasından,<br />

bana şu kadar liralık dart dese veyâ hepsini dart dese, kassâb da dartsa, akd yapılmış<br />

olur. Parasını vermesi lâzım olur. Fekat, bu koyundan, şu kadar kilo dart dese,<br />

o da dartsa, müşterî kabz etmedikçe veyâ uzatdığı kaba koydurmadıkca, akd<br />

yapılmış olmaz. Çünki etin her yeri aynı değildir. Müşterî muhayyer olur. Bu<br />

hayvan üzerindeki odun yükü kaçadır dese, on liradır dedikde, evime sür dese, odun<br />

eve boşaltılıp semen verilmedikce, bey’ akd edilmiş olmaz. Çünki, îcâb ve kabûl<br />

sözleşmesi olmadığı gibi, te’âtî, ya’nî teslîm de yokdur.<br />

Bir kimse, yanında bulunmıyan birine malımı satdım dese, işitenlerden biri gidip<br />

ona söylese, câiz olmaz. Fekat satan ona birini gönderip, o da kabûl etse, bey’<br />

sahîh olur. Gönderilen adama (Resûl) veyâ (Haberci) denir.<br />

Bey’de ciddî söylemek şartdır. Şaka ile söylenirse câiz olmaz.<br />

Süâl şeklinde teklîf câiz olmaz. Şu malı bana şu kadar liraya satar mısın diyene,<br />

bâyı’ satdım dese, bey’, sahîh olmaz. Müşterî kabûl etdim dese, sahîh olur. Alırım,<br />

alıyorum ve satarım, satıyorum gibi mudâri’ ve hâl şeklinde ve emr şeklinde<br />

söylemekle de, bey’ sahîh olursa da, söylerken, şimdi diye niyyet etmeleri lâzımdır.<br />

Îcâb ile kabûl, söz ile olduğu gibi, bir tarafdan veyâ iki tarafdan mektûblaşma<br />

ile de veyâ adam göndermekle de olur. Meselâ, bir kimse, mu’ayyen bir malını, şu<br />

kadar liraya satdığını birisine mektûbla bildirse, o da, mektûbu okuyunca, kabûl<br />

etdim dese veyâ kabûl etdiğini mektûbla bildirse bey’ sahîh olur. Bey’de, kirâda,<br />

– 798 –


hediyye vermekde ve nikâhda mektûb, söz gibidir. Bir kimse, mu’ayyen malı, şu<br />

kadar liraya satın aldığını, birisine yazsa, o da okuyunca satdım dese veyâ mektûbla<br />

bildirse sahîh olur. Mektûb gitmeden veyâ gidip de kabûl edilmeden önce, birinci<br />

yazan vaz geçerse, bey’ bozulur.<br />

Bir kimse birisine, falan malını bana şu kadar liraya sat diye yazıp, o da, o malı<br />

satdım diye cevâb yazsa, bey’ olmaz. Birincisinin kabûl etdim diye tekrâr yazması<br />

lâzımdır. Bâyı’ teklîf edince, müşterî, bir kısmını kabûl etse, sahîh olmaz. Bâyı’in<br />

tekrâr, o kısmı verdim demesi veyâ önceden, o kısmın semenini, ya’nî bedelini<br />

ayrıca söylemiş olması lâzımdır. Ekmek, gazete gibi kıymeti ma’lûm birşeyi,<br />

bâyı’ verse, müşteri alsa, birşey söylemeseler, bey’ sahîh olur.<br />

Dellâl ya’nî komisyoncu, mal sâhibinin izni ile malı kendi satdığı zemân, komisyon<br />

ücretini bâyı’dan alır. Müşterîden birşey istiyemez. Çünki, hakîkatde malı satan<br />

kendisidir. Burada, tüccârlar arasındaki âdete bakılmaz. Eğer komisyoncu, bâyı’<br />

ile müşterî arasında aracılık yapıp, malı bâyı’ satarsa, komisyon ücretini, âdete<br />

göre bâyı’ veyâ müşterî yâhud her ikisi ortaklaşa verirler.<br />

Satışı teklîf eden, öteki kabûl etmeden önce vaz geçerse veyâ cevâb verilmeden,<br />

ikisinden biri kalkıp giderse veyâ bâyı’ vefât etse, îcâb bâtıl olur. Bir adam, hem<br />

bâyı’e, hem de müşterîye vekîl olup da, kendi kendine bey’ yapamaz. Bey’ ve şirâ,<br />

her lisân ile söylenebilir. Müşterî, (Filân malını şu fiyâta, bana satdın mı?) dese,<br />

bâyı’ de, (Evet) dese, bey’ sahîh olur ise de, evet yerine, işâret etse, meselâ başını<br />

ileri eğse, müşterî de aldım dese câiz olmaz. Alırım, satarım gibi mudâri’ fi’l<br />

söylenince hâl, ya’nî şimdi ma’nâsı düşünülürse câiz olup, istikbâl ma’nâsı düşünülür<br />

veyâ ma’nâ düşünülmezse câiz olmaz. Alacağım, satacağım gibi söz ile,<br />

bey’ olmaz.<br />

Müteaddid malların fiyâtlarını ayrı ayrı bildirip veyâ bildirmeksizin fiyâtların<br />

toplamı söylenerek, hepsini satdım demek sahîh ve müşterînin hepsini alması lâzım<br />

olur.<br />

Bey’ akd edilince, bâyı’ ve müşterîden biri, satışdan vaz geçemez. Fekat, ikisi<br />

birlikde fesh edebilirler. Söz kesildikden sonra, orada veyâ dahâ sonra, başka bir<br />

söz kesseler, ikincisi kabûl edilir.<br />

Sahîh bey’de müşterînin mebî’e mâlik olması için, teslîm alması şart değildir. Bir<br />

kimse, başka şehrde bulunan ma’lûm eşyâsını, ma’lûm semen ile birisine satdıkdan<br />

sonra pişmân olsa, müşterîye teslîm etmediği için bey’i bozamaz.<br />

Mutlak bey’ peşin ve mebî’ hâzır ve müşterî muhayyer değil olsalar bile, mebî’i<br />

ve te’cîli câiz olan semeni, söz keserken, kabz şart değildir. Akdden sonra, önce<br />

müşterî, peşin olan semeni bâyı’a teslîm etmeğe, sonra bâyı’ mebî’i müşterîye teslîm<br />

etmeğe, öteki de teslîm almağa mecbûr olur. Çünki, söz kesildiği zemân, mebî’<br />

müşterînin mülkü olur. Müşterînin izni olmadıkca, başka kimseye teslîm edemez.<br />

Müşterî peşin parayı temâm teslîm edinciye kadar, bâyı’ malı vermiyebilir.<br />

Peşin satışda, önce, mebî’in teslîm edilmesi şart edilirse, bey’ fâsid olur. Mebî’ hâzır<br />

değilse bâyı’ mebî’i hâzırlayıncaya kadar, müşterî semeni vermiyebilir. Hattâ,<br />

başka şehrdeki bir evi satın alan müşterî, semeni hemen vermeğe mecbûr olmaz.<br />

Bâyı’ veyâ vekîli oraya gidip, evin teslîme hâzır olduğunu müşterîye veyâ müşterînin<br />

vekîline gösterir. Semeni sonra alabilir.<br />

Bâyı’ üç şeyi yapınca, mebî’i müşterîye teslîm etmiş olur:<br />

1 — Bâyı’in veyâ vekîlinin, söz kesildikden sonra (Teslîm etdim) veyâ (Teslîm<br />

al) demesi.<br />

2 — Mebî’ müşterînin önünde olup, kolay tesellümüne mâni’ bulunmamak.<br />

3 — Başka maldan ayrı ve başkasının hakkı ile meşgûl edilmemiş olmak.<br />

Bu şartlar bulundukdan sonra, müşterî mebî’i teslîm almağa mecbûr olur. Almazsa<br />

telef olursa, bâyı’ ödemez. Çabuk bozulan şeyleri söz kesilirken teslîm et-<br />

– 799 –


mek lâzımdır. Hemen teslîm edilmezse, bey’ fâsid olur.<br />

Müşterî semeni vermeden önce gayb olursa, bâyı’ iki şâhidle isbât edince, hâkim<br />

menkûl olan mebî’i satarak, bâyı’a semeni verir. Müşterînin yeri ma’lûm ise,<br />

veyâ mebî’i teslîm almış ise yâhud mebî’ menkûl değil ise, mebî’ satılamaz. Mebî’<br />

durmakla bozulacak şey ise, bunu bâyı’ da başkasına satabilir. Peşin satışda, müşterî<br />

semeni vermeden, bâyı’dan iznsiz mebî’i alırsa, bâyı’ geri alabilir. İzn ile almış<br />

ise veyâ vedî’a, âriyet olarak müşterîde bulunuyorsa, bâyı’ semeni alıncıya kadar<br />

saklamak üzere, mebî’i müşterîden alamaz. Semeni hemen ister. Mebî’ telef<br />

olunca, müşterî teslîm almadan önce telef oldu, bâyı’ ise, teslîmden sonra telef oldu<br />

derlerse, müşterînin sözü kabûl edilir. İkisi de şâhid gösterirse, bâyı’ın şâhidleri<br />

kabûl edilir.<br />

(Sevm-ı şirâ), bâyı’ın ve müşterînin, mebî’a fiyât koymaları demekdir. Fiyâtda<br />

uyuşup, götür, beğenirsen al deyip, müşteri de, beğenirsem alırım diyerek, götürürken,<br />

mebî’ telef ve zâyı’ olsa, kıymetini veyâ mislini öder. Müşterî birşey söylemeden<br />

veyâ bu hayvanı beğenirsem, bin liraya alırım deyip, bâyı’ın cevâb vermeden<br />

hayvanı teslîm etmesi ile de olur. Teslîm ederken, müşteri tazmîn etmiyecekdir<br />

denilse bile, tazmîn eder. Müşterî vekîl ise, sâhibi kabûl etmeyip geri götürürken<br />

telef olsa, vekîl tazmîn eder. Sâhibinin emri ile oldu ise, sonra sâhibinden<br />

ister. Çünki, şirâ için olan emr, sevm-ı şirâ için emr olmaz. Mebî’ telef olmayıp,<br />

müşterî helâk etmiş ise, semenini verir. Semende uyuşmamışlar ise, bâyı’ın dediği<br />

semeni öder. Semen hiç söylenmemiş veyâ yalnız bâyı’ söyleyip müşterî, satın<br />

almak için değil de, incelemek veyâ başkasına göstermek için bâyı’in izni ile götürmüş<br />

ise, mebî’ müşterîde emânet olur.<br />

Veresiye olduğu söylenilen satışda, önce mebî’ teslîm edilir.<br />

Satışda söz kesilirken, mebî’in teslîm yerini söylemek şart değildir ve söylemedi<br />

ise, söz kesilirken mebî’ nerede ise orada teslîm edilir. Semen taşınacak birşey<br />

ise semenin teslîm yerini bildirmek şart olur. Mebî’in bulunduğu yer söylenince,<br />

müşterî sonradan, başka şehrde olduğunu duyunca, satışdan vaz geçebilir. Mebî’i<br />

teslîm yerinden kaldırmak müşterîye âiddir.<br />

Bey’, peşin semen ile câiz olduğu gibi, semenin te’cîli, ya’nî veresiye olması ile<br />

de câizdir. Te’cîl, ancak semen ile mebî’ aynı cinsden olmadıkları ve ikisi hacm ile<br />

veyâ dartarak ölçülmedikleri ve semen ayn olmayıp, deyn olduğu zemân ve mu’ayyen<br />

bir vakte kadar olmak şartı ile, câiz olur. Ayn olan semen te’cîl edilirse, bey’<br />

fâsid olur. Meselâ, şu keçimi, şu beş kile buğday karşılığı, bir ay veresiye satdım<br />

demek fâsid olur. Mebî’ dâimâ ayn olduğu için, mebî’in te’cîli olamaz. Meselâ, mebî’in<br />

bir ay sonra verilmesi şart edilirse, bey’ fâsid olur. Taksîtle bey’in sahîh olması<br />

için, taksît adedinin ve her taksît ödeme târîhlerinin ve her taksîtde ödenecek<br />

semen mikdârlarının belli olmaları lâzımdır. (Dürer-ül-hükkâm).<br />

Semen ile mebî’in ikisi de hacm ile ölçüldükleri zemân veyâ ikisi de dartı ile ölçüldükleri<br />

zemân yâhud ikisi de aynı cins mal oldukları zemân, satışda fâiz bulunur.<br />

Fâiz bulunan satışlar veresiye olamaz, ya’nî semen de te’cîl edilemez. Sözleşmede<br />

semenin de peşin olması lâzım olur. Deyn olan semenin peşin olması, kabz<br />

edilmesi ile olur. Ayn olan semen ise, zâten peşin demekdir. Aynın kabz edilmesi<br />

lâzım olmaz. Çünki, aynın te’cîli olmaz. Mebî’ ta’yîn edilmezse, ya’nî deyn<br />

olursa, bey’ fâsid olur. Yalnız selem satışı müstesnâdır. Selemde mebî’ deyn olduğu<br />

hâlde, selem câizdir. Fekat, selem şartlarına uymak lâzımdır. Semenin ve mebî’in<br />

ağırlıkla ölçüldükleri zemân, semenin te’cîli câiz olmaz ise de, altın veyâ gümüşün<br />

semen olması müstesnâ edilmişdir. Bunun için, para ile yapılan mal satışlarında<br />

fâiz olmaz. Peşin satış yapıp, semeni sonra te’cîl etmesi de câizdir. Falan<br />

zemâna te’cîl etdim demesi lâzımdır. Falan zemânda ver şeklinde emr etmekle te’cîl<br />

olmaz. Satışdaki te’cîl müddetini, bâyı’ ve müşterînin bilmesi şartdır. Ödeme<br />

müddeti, mebî’i teslîm târîhinden başlar. Hâcılar geldiği, yağmur yağdığı, gibi iyi<br />

– 800 –


elli olmıyan zemânlara te’cîl câiz değildir, fâsiddir. Meselâ, semenin yarısını peşin,<br />

yarısını da, yolcusu geldiği zemân vermek şartı ile satın almak fâsid olur.<br />

Yolcunun geleceği günü bildirirse sahîh olur. Peşin satışdan sonra yapılan borcun<br />

te’cîli zemânının iyi belli olması şart değildir. Veresiye satışda bâyı’ vakt gelmeden<br />

parayı istiyemez. Bunun için müşterînin bir sened veyâ bono yazıp bâyı’a vermesi<br />

iyi olur. Semen belli günlerde taksîdle olup, taksîdlerin biri vaktinde ödenmezse,<br />

sonrakilerin hepsi peşin olması şartı ile bey’ câizdir. (Bey’ ve şirâda fâiz)in<br />

sahîfe sonuna bakınız!<br />

Kirâ karşılığı ve mal telef etmek karşılığı olan borclar da, iyi belli zemâna<br />

te’cîl olunabilir ise de, ödünc verme ile olan borc veyâ sarf satışı bedeli ve ölünün<br />

borcu te’cîl olunamaz. Çünki borcun te’cîli, aynı cins malın, belli zemânda, veresiye<br />

bey’i olup, fâiz olur. Müşterî vefât ederse, te’cîl zemânı beklenmeden mîrâsından<br />

borcu hemen ödenir. Bâyı’ ölünce, vârisleri te’cîl zemânını beklemeğe<br />

mecbûrdur. Veresiye pazarlık edip, zemân bildirilmez ise, te’cîl bir ay sayılır. Nitekim<br />

selemde ve yemînde de bir ay kabûl olunur. Veresiye veyâ peşin olmasında,<br />

sonradan uyuşulmazsa, bâyı’in sözü kabûl edilir. Ya’nî peşin olduğu kabûl edilir.<br />

Te’cîl zemânında uyuşulmazsa, müşterînin sözü kabûl olunur. İstanbulda mal<br />

satın alıp, parasını Bursaya gidince gönderirim dese, ödeme günü belli olmadığı<br />

için câiz olmaz.<br />

Semenin cinsi söylenmedi ise, söz kesilirken orada kullanılan semen anlaşılır.<br />

Burada, piyasadaki paraların mâliyyeti, ya’nî hakîkî kıymeti ve revâcı, ya’nî geçer<br />

kıymeti müsâvî ise, bey’ sahîh olur. Müşterî hangi parayı isterse verebilir. Geçer<br />

kıymetleri farklı ise, en yükseğini verir. Geçer kıymetleri aynı olup, mâliyyetleri<br />

farklı ise, cinsi, sıfatı söylenemezse, bey’ fâsid olur.<br />

Söz kesilirken, şu kadar lira denildi ise, piyasada kullanılan yüzlük veyâ elliliklerden<br />

dilediğini verir. Fekat semenin cinsi söylendi ise, cinsi değişdirilemez. Meselâ<br />

Hamîd, Reşâd, İngiliz, Cumhûriyyet altını veyâ kâğıd lira denildi ise, o cinsi<br />

vermek lâzım olur. Değeri değişince, adedini değişdiremez. Ödünc ödemek de ve<br />

kirâ bedeli de böyle olup aynı cinsden ödemek lâzımdır. Ya’nî semenin kendi ta’yîn<br />

edilince, te’ayyün etmez ise de, cinsi, mikdârı ve vasfı ta’yîn edilince, bunlar<br />

te’ayyün ederler. Ma’den ve kâğıd paralar (Kesâd) olursa, ya’nî kıymetden düşerse,<br />

ya’nî geçmez olursa, imâm-ı Ebû Yûsüfe göre pazarlıkdaki, imâm-ı Muhammede<br />

göre, revâcdan kalkdığı zemândaki kıymeti verilir. İmâm-ı Ebû Yûsüf kavli ile<br />

hareket olunur. Bâyı’, geçer akçadan o kadar parayı almağa mecbûrdur.<br />

(Hadîka) sonunda diyor ki, (Bey’ ve şirâda ve icârede ve ödünc vermekde ve nikâhda<br />

altın ve gümüş mikdârını ağırlık olarak bildirmek lâzımdır. Semen sözleşme<br />

zemânında hâzır ise, göstermek yetişir. Mikdârını bildirmeğe lüzûm kalmaz. Altının,<br />

gümüşün mikdârları ağırlık olarak bildirilmezse, sözleşmeleri sahîh olmaz.<br />

Fâsid olur. Sayı ile bildirilince de sahîh olacağı imâm-ı Ebû Yûsüfden haber verildi<br />

ise de, bu haber za’îfdir. Buna uymak câiz olmaz. Tarafeyne göre, [ya’nî<br />

İmâm-ı a’zama ve imâm-ı Muhammede göre] nass olan yerde urf mu’teber değildir.<br />

Lâkin hükûmetler tarafından basılmış olan altınların ve gümüşlerin ağırlıkları<br />

bellidir. Söz kesilirken sayıları söylenince, belli olan ağırlıkları kasd olunmakdadır.<br />

Eshâb-ı kirâm ve Tâbi’în, sözleşmelerinde yalnız sayı söylerlerdi. Sayı söylemek,<br />

ağırlık söylemek yerine geçerdi. Bunun için, bugün de, söz kesilirken gösterilmiyen<br />

altın ve gümüş paralar sayı ile söylenince, ağırlıkları düşünülmelidir. Böyle<br />

düşünülerek yapılan sözleşmeler sahîh olur. [Bir altının, bir gümüşün kaç gram<br />

olduğunu bilmek ve ağırlığın mikdârını düşünmek şart değildir.] Yeryüzünde,<br />

altın ve gümüşden ilk para basan Âdem aleyhisselâmdır. İslâmiyyetde ilk para basan<br />

hazret-i Ömerdir. Hicretin onsekizinci senesinde, acem paralarının şeklini ve<br />

yazısını aynen basdırdı. Hazret-i Mu’âviyenin basdırdığı altınlar üzerinde, elinde<br />

kılınç bulunan resm vardı. İlk olarak yuvarlak gümüş parayı, Mekkede Abdüllah<br />

– 801 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:51


in Zübeyr basdırdı. Ondan evvelki paralar, kısa ve kalın parçalar hâlinde idi. [(Hadîka)da,<br />

Makrîzîden alarak, islâmiyyetde ilk basılan paralar hakkında geniş bilgi<br />

vardır. Ahmed bin Alî Makrîzî, islâm âlimi olmayıp, târîhci ve şî’î görüşlü olduğundan<br />

bu yazıları almak uygun görülmedi.] İslâmiyyetden evvel Mekkede, altın ve<br />

gümüş para vardı. Ağırlıkları, müslimân parasının iki misli idi. Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” ve hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”, bu paraları<br />

da kullandılar).<br />

(Uyûn-ül-besâir)de, zekât nisâbını anlatırken diyor ki: (Önceleri üç çeşid dirhem<br />

vardı. Bir dirhem gümüş yirmi kırât veyâ oniki kırât yâhud on kırât ağırlığında<br />

idi. Bunlara, onluk, altılık, beşlik dirhemler denir. Hazret-i Ömer, bu üç dirhemin<br />

kırâtlarını toplayıp kırkiki oldu. Bunu üçe bölüp ondört kırât ağırlığında ortalama<br />

bir dirhem yapdı. Buna yedilik dirhem denir. Çünki, on dirhemin ağırlığı,<br />

yedi miskalin ağırlığı kadar olmakdadır. [Bir miskal, yirmi kırât ağırlığındadır.] Dirhemler,<br />

önceleri çekirdek şeklinde idi. Bildiğimiz yuvarlak şeklde ilk baskı yapan,<br />

hazret-i Ömerdir sözü meşhûrdur. (Fetâvâ-i Zahîriyye)de de böyle yazılıdır).<br />

(Mir’ât-ül-haremeyn)in Mekke kısmında diyor ki, (Belli ağırlıkda basılmış olan altın<br />

ve gümüş paralara, (Meskûkât) denir. Altın paralara (Dînâr), gümüş paralara<br />

(Dirhem) denir. Târîhcilerin bulduğu en eski meskûkât, eski yûnânlılar zemânında<br />

basılandır. Eshâb-ı kirâm zemânında, eski arab meskûkâtı kullanıldığı gibi,<br />

basılmamış altın ve gümüş parçaları da, dartarak kullanılırdı. O zemân, ağırlıkları<br />

başka üç dürlü dirhem vardı. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”, ortalama ağırlıkda<br />

başka tek bir dirhem kabûl etdi. Kırâtın ağırlığını da değişdirip, dirhemin ağırlığının<br />

ondörtde birine bir kırât dedi. Yirmi kırâta bir miskâl dedi. Hazret-i Osmân,<br />

hicretin yirmisekizinci senesinde Taberistânda (Hertek) şehrinde, bu hesâb üzere<br />

altın ve gümüş basdı.<br />

İslâm devletlerinin çoğu, kendi zemânlarında çeşidli paralar basdılar. Osmânlılarda<br />

ilk zemânlarda Selçuklu sultânlarının paraları kullanıldı. Sultân Orhân<br />

hân 729 [m. 1329] senesinde ilk Osmânlı parasını basdırmışdır. Dahâ sonra çeşidli<br />

paralar basılmış ve bu işi düzene koyan çeşidli kanûnlar yapılmışdır). Miskâl ve<br />

dirhem ağırlıkları, Hanefî ve Şâfi’î mezheblerinde başka başkadır.<br />

1333 hicrî şemsî senesinde Tahranda basılmış olan (Ferheng-i fârisî)de, (Çav)<br />

kelimesini anlatırken diyor ki, (Çince bir kelimedir. Çok eskiden Çinde kullanılan<br />

kâğıd paradır. Îrân şâhlarından Keyhâtu, 693 hicrî kamerî senesinde Îrânda,<br />

Çinlilerin çav paraları gibi kâğıd para basdırıp, altın ve gümüş yerine kullanılmasını<br />

emr etdi ise de, halk kullanmadı. Terk edildi). (Burhân-ı kâtı’) tercemesinde<br />

diyor ki, (Çav ve çad denilen dikdörtgen şeklindeki mukavva parçaları, Cengizden<br />

sonraki Moğol sultânlarından biri tarafından ve sonra Azerbaycan sultânı İzzeddîn<br />

Muzaffer tarafından para olarak kullanıldı. Halk kabûl etmeyip, İzzeddîni öldürdüler).<br />

Osmânlı devletinde ilk kâğıd paranın 1256 hicrî senesinde kullanıldığı,<br />

sonra terk edildiği, birinci kısmda, zekât bahsinde bildirilmişdi. [İslâm devletleri<br />

ma’denî para kullanmağı tercîh etmişlerdir. Bunun bir sebebi de tesarruf idi.<br />

29 Mart 1986 târîhli Türkiye gazetesinde diyor ki, (Türkiyede tedâvülde bin ton<br />

kâğıd lira vardır. Bunlar, büyük masraf ile yapılmakdadır. Bunları, kullanırken harâb<br />

oldukları için, her sene dörtyüz ton tekrâr basılmakdadır. Bu büyük masrafdan<br />

kurtulabilmek için, hiç olmazsa bir kısmı yerine ma’denî liralıklar basılması<br />

için çalışılmakdadır.)]<br />

Semen, para olmayıp mal ise, hattâ altın veyâ gümüşden işlenmiş eşyâ ise, pazarlıkda<br />

ta’yîn edilince, mebî’ gibi te’ayyün eder. Satış da, (Mukâyada) olur.<br />

Ya’nî, onu aynen vermek îcâb eder. Meselâ müşterî, bir gümüş kaşığı gösterip, şu<br />

kaşık ile, bu horozu satın aldım dese, kaşığı vermesi lâzım olup, aynı ağırlıkda ve<br />

şeklde ve aynı kıymetde başka gümüş kaşık veremez. Nakd ve râyic olan diğer paralar<br />

da, emânetde ve şirketde ve vekâletde ve kirâ bedelinde ve hibede, ya’nî he-<br />

– 802 –


diyye vermekde ve zekât, sadaka ve satın almak için vekîl olmakda ve gasbda ta’yîn<br />

edilince, te’ayyün ederler. Ya’nî, emânetci, emânet bırakılan parayı aynen geri verir.<br />

Telef oldu ise, benzerini veremez, kıymetini öder. Satın alma vekîli, sâhibinin<br />

verdiği parayı kendi için kullanamaz. Kullanırsa, vekîlliği bozulur. Bir altın lira gasb<br />

eden, bunu, aynen öder. Bu yok ise, benzerini veremez. Kıymetini öder.<br />

Pazarlıkda peşin veyâ veresiye denilmezse, peşin demekdir. Fekat bu semen, âdete<br />

göre, gelecek hafta veyâ ay başında da verilebilir.<br />

Bâyı’in, sözleşme yerindeki malı veyâ adamı göstererek, bunu rehn veyâ kefîl<br />

isterim demesi câizdir. Müşterî kabûl etmezse, bey’ sahîh olmaz.<br />

Semenin teslîmi ve satış senedleri masrafları, müşterîye âiddir. Topdan olmıyan<br />

satışlarda, mebî’in ölçülmesi ve teslîmi masrafları bâyı’a âid ise de, topdan satışda<br />

mebî’in teslîm masrafları da müşterîye âiddir. Meselâ, bir mavna buğday veyâ<br />

odun satıldıkda, bunları mavnadan boşaltmak ve taşımak müşterîye âiddir.<br />

Mebî’in mikdârının bilinmesi bakımından, dört nev’ satış vardır:<br />

1 — Hacm ile, vezn ile, metre ile ve sayarak ölçülen mislî malın ölçü biriminin<br />

fiyâtı ile mebî’in mikdârı bildirilir. Âdet olan satışlar hep böyledir.<br />

2 — Mebî’ ile semen aynı cinsden değilseler, ölçmeden (Götürü) olarak, (Topdan)<br />

gösterilip verilebilir. Paket, kutu içinde, ölçmeden alınan şeyler, mikdârı<br />

yazılı olsa bile, söylenmedikce topdan satış demekdir. Hacm ve vezn, belli olmıyan<br />

herhangi bir ölçek veyâ taşla ölçülebilir. Selemde semeni böyle ölçmek câiz olmaz.<br />

3 — Bir teneke zeytinyağının bir litresinin fiyâtı söylenip, kaç litre olduğu söylenmezse,<br />

İmâm-ı a’zama göre, yalnız bir litresi satılmış olur. Sözleşme yerinde söylemekle<br />

veyâ ölçmekle mikdârı anlaşılırsa, hepsi satılmış olur. İmameyne göre, hiç<br />

ölçmeden sahîh olur. Fetvâ da böyledir. Koyun sürüsünde ise, sürü de ve bir koyun<br />

da satılmış olmaz. Çünki koyunlar birbirine benzemez. Kumaşda da olmaz. Karpuz<br />

gibi sayı ile satılan ve birbirinden farklı kıyemî şeyler de böyledir. (İmâmeyn)<br />

[ya’nî imâm-ı Ebû Yûsüf ile imâm-ı Muhammedin ikisi], bunlar da zeytinyağı<br />

gibidir buyurdular. Fetvâ da böyledir. Bağ, arsa, tarla satışları da böyledir.<br />

4 — Ölçü birimi kadar mikdârının fiyâtı bildirilmeyip temâmının mikdârı ve<br />

fiyâtı bildirilince, temâmı satılmış olur. Ölçülmesi lâzım olmaz. Birinci ve dördüncü<br />

nev’ satışlarda müşterî, mebî’i teslîm alınca ölçüp, noksân bulursa, dilerse fesh<br />

eder. Dilerse semenin farkını geri alır. Mebî’in farkını istiyemez. Çok fazla çıkarsa,<br />

farkını bâyı’a geri verir. Çünki, dâimâ söz kesilirken söylenen mikdâr mu’teber<br />

olur. Fark, binde beş dirhem gümüş veyâ bir habbe altın kıymetinden az ise,<br />

geri vermez. Dördüncü nev’ satışda vezn ile satılan ma’mûl eşyânın, meselâ bakır<br />

tencerenin ve uzunluk ile ölçülen şeylerin, meselâ kumaşın, arsanın farkı ayrılamıyacağı<br />

için, noksân çıkınca, müşterî muhayyer olup, dilerse fesh eder. Dilerse<br />

söz kesilen fiyât ile kabûl eder. Fazla çıkarsa bey’ lâzım olup, fazlası müşterînin olur.<br />

Birinci nev’ satışda, fazla çıkınca da müşterî muhayyer olur. Kıyemî mal dördüncü<br />

nev’ üzere satışında fazla veya noksan çıkarsa bey’ fâsid olur. Bu satış birinci<br />

nev’ üzere olsaydı, noksan olunca, müşterî muhayyer olup, dilerse bey’i fesh eder.<br />

Dilerse, noksanın kıymetini, bâyı’den geri alır. Fazla çıkarsa, bey’ fâsid olur. Yüz<br />

kile buğday yüz liraya satılsa câizdir. Fekat, müşterî ölçünce noksân çıksa, isterse<br />

noksân fiyâtı ile alır. İsterse hepsinden vaz geçebilir. Fazla çıkarsa, fazlası satanın<br />

olur. Vezn ile ve sayı ile ölçülen misilli şeyler ve ucuz kumaşlar da böyledir.<br />

Kıymetli kumaşda noksân çıkarsa, isterse fiyâtdan düşmeden alır. İsterse vaz geçer.<br />

Fazla çıkarsa müşterînin olur ve bâyı’ vaz geçemez. Kumaşın her metresinin<br />

değeri de söylendi ise, müşterî, noksân çıkarsa da, fazla çıkarsa da isterse fiyât farkı<br />

ile alır. İsterse vaz geçer. Tarla da böyledir. Yüz hisseli bir arsanın meselâ on hissesi<br />

satılabilir. Müşterî istediği tarafdan alır. Yüz dönüm arsanın, meselâ on dönümünü<br />

satmak câiz değildir. İmâmeyn ise, câiz olur buyurdu. Mislî olmayan şeyin<br />

– 803 –


adedi söylenerek topdan satılsa, meselâ, bir denk elbise, on elbise olarak hepsi bin<br />

liraya satılsa, noksân veyâ fazla çıksa, bey’ fâsid olur. Çünki mislî olmıyan şeyler<br />

birbirine benzemediği için, satılan şeyin herbiri başka değerde olur.<br />

Bir arsa satılınca, içindeki binâlar, anahtarlar da satılmış olur. Bir bağçe satılınca,<br />

içindeki ağaçlar da satılmış olur. Tarla satılınca, içindeki ekini, ağaç satılınca<br />

meyvesi, ev satılınca eşyâsı satılmış olmaz. Bâyı’ ekini ve meyveyi, eşyâyı toplayıp<br />

tahliye etmeğe mecbûr olur. Ekini ile, meyvesi ile derse, böylece satılmış<br />

olur. Bir ağacın tâm belirmiş meyvesini yiyecek hâlde olmasa bile satmak câizdir.<br />

Müşterî hemen toplar. Ağaçda kalmasını isterse, bey’ fâsid olur. Müşterî istemez,<br />

fekat bâyı’ izn verirse, iyi olur. Meyveyi satın aldıkdan sonra, toplamayıp ağacı kirâlasa,<br />

kirâlamak bâtıl olup, meyvenin büyümesi halâl olur. Satın aldığı ekini<br />

biçmemek için tarlayı kirâlamak da fâsid olur. Bu ekinin büyümesi, müşterîye iyi<br />

olmaz. Meyvesi satılan ağaç meyve toplamadan, yeniden meyve verse, bey’ fâsid<br />

olur. Eğer topladıkdan sonra verirse, yeni meyvede, bâyı’ ile müşterî ortak olur.<br />

Yalnız başına satılması câiz olan birşeyi, mebî’den ayırıp satmamak veyâ bu şeyi<br />

kendine bırakıp, geri kalanı satmak câizdir. Yalnız başına satılamıyan şey, mebî’den<br />

ayrılamaz. Ağaçda olan veyâ toplanmış olan meyvenin belli bir mikdârını bâyı’a<br />

bırakıp, geri kalanı topdan satmak câizdir. Buğdayı başağında iken, başka birşey<br />

karşılığı satmak câizdir. Bakla, pirinc ve susamı da, böylece, ya’nî başka şey karşılığı<br />

satmak câizdir. Bâdemi, fıstığı, cevizi, iç kabuğu ile satmak da böyledir. Kovandaki<br />

arıyı, ipek böceğini ve tohmunu, sülüğü, av köpeğini, avcı kediyi, kuşu, fili<br />

ve fâidesi olan her hayvânı satmak sahîhdir. (Hisse-i şâyı’a) ortağından izn almadan<br />

satılabilir.<br />

Mikdârı ile bir ölçüsünün fiyâtı bildirilerek satın alınan, kile ile veyâ vezn ederek<br />

veyâ sayarak ölçülen birşeyi [satın alırken veyâ sonra] ölçmeden yimek veyâ<br />

satmak câiz değildir. Pazarlıkdan sonra, satıcının, müşterî önünde ölçmesi kâfîdir.<br />

[Çocukla veyâ telefonla haber göndererek, bakkaldan ba’zı şeyler ve kassâbdan<br />

et istenip, çırak eve getirdiği zemân bunları evde dartmak güç olursa, her paketin<br />

üstünde fiyâtı yazılmış olmalı, her paketin ağırlığı düşünülmeyip, her biri götürü<br />

satın alınmalıdır. Böylece, ikinci bir akd, ya’nî sözleşme yapılmış, birinci akd<br />

fesh edilmiş olur. Evde dartmadan yimesi câiz olur.] Ağırlıkla ölçülen şeyleri, dara<br />

ile dartınca, daranın ağırlığını düşmek lâzımdır. Bunun için, darayı doldurmadan<br />

önce veyâ boşalınca dartmalıdır. Üçüncü kısm, altıncı maddeye bakınız! Kese<br />

kâğıdı ve benzerleri ile dartılan şeyden, kâğıdın darasını anlayıp düşmek güç olduğundan,<br />

harâm yimemek için, dartmadan önce sözleşme, ya’nî îcâb ve kabûl yapmamalıdır.<br />

Dartdıkdan sonra, (Buna ne vereceğim?) veyâ (Bu, kaç liradır?) deyip,<br />

o parayı verip topdan ya’nî götürü olarak satın almalıdır. Yâhud, fiyâtını<br />

sormadan, meselâ, (Şu kadar liralık peynir ver) demeli. Dartınca parasını verip almalıdır.<br />

Metre ile ölçülen şeyler böyle değildir. Müşterî bunları ölçmeden kullanabilir<br />

ve satabilir. Peşin veyâ veresiye satılan herhangi bir malı teslîm etdikden<br />

sonra, semeni almadan önce, bu malı bu müşterîden, dahâ ucuz veyâ dahâ uzun<br />

müddetle veresiye olarak, aynı cins semenle satın almak fâsiddir. Bu müşterî bu<br />

malı başkasına satmış veyâ hediyye etmiş ise, ondan satın almak câiz olur. Bâyı’<br />

semenin hepsini aldıkdan sonra veyâ satdığı fiyâta veyâ başka cins semenle farklı<br />

fiyâtla satın alması da câizdir.<br />

Nakl edilebilen birşey satın alındığı zemân, müşterînin veyâ vekîlinin bunu<br />

teslîm almadan önce, hiç kimseye, ya’nî ne bâyı’a, ne de başkasına satması câiz değildir.<br />

Fekat hediyye, sadaka veyâ ödünc vermesi câizdir. Bununla borc ödenmez.<br />

Peşin olan semeni ödenen binâyı teslîm almadan önce, ancak başkasına hediyye<br />

etmesi, satması câizdir. Fekat kirâya veremez. Her dürlü alacak, teslîm almadan,<br />

kimseye, veresiye satılamaz. Ya’nî deyn, deyn karşılığı satılamaz.<br />

Bâyı’, mislî olan her çeşid semeni, teslîm almadan ve ölçmeden evvel, semen ayn<br />

– 804 –


ise, dilediğine peşin satabilir, hediyye, vasıyyet edebilir. Kirâya verebilir. Deyn ise,<br />

yalnız müşterîye veyâ vekîline peşin olarak satabilir. Ya’nî müşterîden semen<br />

yerine başka mal peşin alabilir. Ona hediyye ve sadaka verebilir veyâ evini kirâlıyabilir.<br />

Yâhud semeni bir mikdâr azaltabilir ve müşterî kabûl ederse artdırabilir.<br />

Bâyı’ın semenden bir mikdârını müşterîye hibe etmesi şartı ile bey’ fâsiddir. Semen<br />

deyn ise, bâyı’ dilediği alacaklısını müşterîye havâle ve müşterîdeki alacağını<br />

vasıyyet edebilir. Satın alınan mebî’den ve sarf ve selemden başka, herhangi bir<br />

alacak, ayn ise, borcluya veyâ başkasına peşin olarak satılabilir. Deyn ise, teslîm<br />

almadan önce, peşin olarak, yalnız borcluya satabilir. Veyâ bununla borclusundan<br />

birşey satın alabilir. Başkasına satılamaz ve semen olarak verilemez. Deyni veresiye,<br />

ya’nî deyn karşılığı olarak borcluya da satmak bâtıldır. Ya’nî, alacağı yerine<br />

başka birşeyi ileride alması bâtıldır. Senedler, bonolar, alınacak deyni gösterdikleri<br />

için, para gibi kullanılmaz. Bunlarla, senedi verenden başka kimseden<br />

peşin dahî birşey satın alınamaz. Bu bonoyu bankaya kırdırmak da, deyni başkasına<br />

satmakdır. Yalnız havâle edilebilirler. Üçüncü kısmda, altıncı, onikinci ve ondördüncü<br />

maddelere bakınız!<br />

Alış verişde şâhid bulunması veyâ sened yazılması lâzım değildir. Fekat her ikisi<br />

de câizdir ve iyi olur. Sened ücreti müşterîye âiddir.<br />

Birisi, bir kimseye, bu malını bana bin liraya sat deyip, o da binyediyüz liradan<br />

aşağıya satmam dese, bir başkası da o kimseye, bin liraya ona sat, semeninden yediyüz<br />

lirasını ben veririm dese, satarsa, yediyüz lirayı, o başkasından alır.<br />

Allahü teâlâ, her insanın ve her hayvânın rızkını ezelde takdîr etmiş, ayırmışdır.<br />

İnsanların ve hayvânların ecelleri ve nefeslerinin sayısı belli olduğu gibi, her<br />

insanın bedeninin ve rûhunun rızkları da bellidir. Rızk hiç değişmez. Azalmaz ve<br />

çoğalmaz. Kimse kimsenin rızkını yiyemez. Kimse kendi rızkını yimeden, bitirmeden<br />

ölmez. Bir kimse, Allahü teâlâ emr etdiği için çalışır, rızkını halâl yoldan ararsa,<br />

ezelde belli olan rızkına kavuşur. Bu rızk, ona bereketli olur. Bu çalışmaları için<br />

de sevâb kazanır. Eğer, rızkını Allahü teâlânın yasak etdiği yerlerde ararsa, yine<br />

ezelde ayrılmış olan o belli rızka kavuşur. Fekat, bu rızk ona hayrsız, bereketsiz<br />

olur. Rızkına kavuşmak için kazandığı günâhlar da, onu felâketlere sürükler.<br />

Şimdi, zemâna, modaya uymadan olmuyor diyerek, çocuklarını ve hele kızlarını,<br />

para kazanmak için harâm yerlere gönderenler çoğalmakdadır. Aç kalmalarından<br />

korkarak, onlara dinlerini öğretmiyor, Kur’ân-ı kerîm okutmuyor, yavrularını<br />

câhillerin ellerine bırakıyorlar. Çocukları dinsiz, îmânsız yetişiyor. İstikbâllerini<br />

kazansınlar diyerek, nâmûsları, hayâları yok edilmesine hangi vicdan râzı<br />

olur? Sıkıntılar çekerek, ezelde ayrılmış olan rızklarına kavuşuyorlar. (Nemâz karın<br />

doyurmuyor, kızların ev işlerini öğrenmesi, ekmek parası getirmiyor. Zemâna<br />

uymazsak, dîne bağlı kalırsak sürünürüz) gibi çılgınca konuşanlar da oluyor. Hâlbuki,<br />

oğullarına, küçük iken dinleri, îmânları öğretilir. Kur’ân-ı kerîm okutulur.<br />

Bundan sonra da, Allahü teâlânın emrlerine uygun olarak para kazanmağa çalışdırılırsa,<br />

yine aynı rızka, hem de kolayca, râhatca kavuşurlar. Anaları, babaları ve<br />

çocuklar hem sevâb kazanır, hem de kazanclarının hayrını görürler. Dünyâda ve<br />

âhıretde mes’ûd olurlar. Aklımızı başımıza toplıyalım! Rızklarımızı halâl yoldan<br />

arıyalım!<br />

Biz Allahı severiz, her emrini dinleriz,<br />

Beş vakt nemâz kılar, Ona ısyân etmeyiz.<br />

Mü’min iyi huyludur, herkes ondan memnûndur.<br />

Kimseye zulm eylemez, kendi de huzûrludur.<br />

– 805 –


5 — ALIŞ VERİŞDE MUHAYYERLİK<br />

Bâyı’ veyâ müşterînin, alış verişden vaz geçebilmek hakkına, (Muhayyer olmak)<br />

denir. Muhayyerlik, sahîh ve fâsid bey’lerde câiz olup, üç dürlüdür:<br />

1 — Pazarlık ederken muhayyer olmağı şart koymakdır: Bu muhayyerlik üç<br />

günden fazla olamaz. Bu müddet söylenmez ise, muhayyerlik olmaz. İmâmeyne göre,<br />

müddet belli olmak şartı ile çok uzun zemân muhayyer olabilirler. Üç güne kadar<br />

parayı vermez isen, satmakdan vaz geçerim demek câizdir. Üç günden fazlası<br />

için söylerse, satış câiz olmaz. İmâm-ı Muhammed, câiz olur buyurdu. Bâyı’ muhayyerlik<br />

şart etdi ise, mal bâyı’in mülkünde kalır. Müşterî alıp da, onda helâk olursa,<br />

benzerini veyâ piyasadaki değerini verir. Müşterî muhayyer ise, mal bâyı’in mülkünden<br />

çıkar. Eğer müşterîde iken helâk olur veyâ zarar görürse, (Semen-i müsemmâ)yı,<br />

ya’nî uyuşdukları parayı verir. Muhayyer olan, kabûl etdiğini, uyuşduğu<br />

kimsenin yanında veyâ başka yerde söyliyebilir. Fekat red etdiğini ona söylemesi<br />

lâzımdır. İmâm-ı Ebû Yûsüf, başka yerde de red edebilir, dedi. Muhayyer olan<br />

ölürse, muhayyerlik biter. Ya’nî satış yapılır. Müddet bitince de satış lâzım olur.<br />

Bâyı’ veyâ müşterî başkasının, belli bir zemâna kadar muhayyer olmasını da şart<br />

edebilir. Eğer gün, ya’nî müddet ta’yîn olunmaz ise, bey’ sahîh olmaz. Şart edenin<br />

kendisi veyâ o başkası red veyâ kabûl edebilir. Biri red, biri kabûl ederse, önce bildirenin<br />

sözü yapılır. (Dürer-ül-hükkâm) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, üçyüzüncü<br />

maddede diyor ki, (Şart ile muhayyer olmak, söz kesildikden birkaç gün sonra<br />

da karârlaşdırılabilir. Fekat, akdden önce şart edilen muhayyerlik hükmsüzdür).<br />

İskân belgesi olmıyan evi satın alırken, belli zemâna kadar iskân belgesi alınacakdır<br />

deyip de, o zemân içinde alınmazsa, belediyyenin satışa izn vermediği anlaşılıp,<br />

bey’ fesh olur. Eğer zemân belli olmazsa, akd sahîh olmaz. Fâsid olur.<br />

Müşterînin, iki veyâ üç maldan birini seçmek için, üç gün veyâ dahâ ziyâde muhayyer<br />

olması câizdir. O şey üçden çok ise, câiz olmaz. Üç şeyden biri, mebî’<br />

olup ikisi, bâyı’in malı olur ve müşterîde emânet olur. Helâk olurlarsa, müşterî birini<br />

öder. Emânet olanları ödemesi lâzım değildir. Hepsini red edemez. Fekat hepsinde<br />

de muhayyerlik şart etdi ise, hepsini red edebilir. Müşterî muhayyerlik zemânı<br />

bitmeden ölürse, üç şeyden birini, vârisleri alır. İki kişi bir mal satın alıp muhayyer<br />

olduklarında, biri kabûl edince, ikinci red edemez.<br />

2 — Alırken görmediği şey için muhayyer olmakdır: Alış veriş esnâsında,<br />

mevcûd olduğu hâlde, bâyı’ın yanında bulunmıyan, ya’nî müşterî görmeden, ya’nî<br />

iyi tanımadan satış câizdir. Müşterî, malı görünce red edebilir. Görmeden önce semeni<br />

vermeğe zorlanamaz. Bu muhayyerlik, bir zemân ile sınırlı değildir. Görmediği<br />

için muhayyer olan müşterî, mebî’i görmeden önce de, bey’i fesh edebilir. Mebî’<br />

ayn olmazsa, ya’nî müşterînin görmediği mebî’in yerini, sıfatını, arsasının hudûdünü,<br />

cinsini, mikdârını bâyı’ bildirmezse, bey’ fâsid olur.<br />

Bir kimse, cinsini söyliyerek birşey satsa, bu şey başka cinsden çıksa, bey’ bâtıl<br />

olur. Meselâ karpuz tohumu olarak alıp, hıyâr tohumu çıksa, bâtıl olur. Müşterî,<br />

tohum mevcûd ise, geri verir. Mevcûd kalmamış ise, mislini verir. Semeni geri<br />

alır.<br />

Bir kimse, malını görmeden satsa, muhayyer olamaz. Ya’nî görünce, satışdan vaz<br />

geçemez. At, katır ve merkebin yüzünü ve sağrısını gören muhayyer olamaz. Et için<br />

koyun alırken el ile yoklamıyan muhayyer olur. Evin sofasını gören, odasını görmese<br />

de muhayyer olmaz. Fekat, imâm-ı Züfere göre “rahmetullahi teâlâ aleyh”,<br />

odaları da görmek lâzımdır ve fetvâ böyledir. Karışık bir malın bir kısmını gören<br />

müşterî, hepsini görünce muhayyerdir. Dartı ile veyâ ölçek ile ölçülen şeyin nümûnesini<br />

gören, o şeyin hepsini görünce muhayyer olmaz. Fekat nümûnesinden düşük<br />

ise, ayb sebebiyle muhayyer olur. Yinecek şeyleri tatmıyan muhayyer olur.<br />

Müşterînin, satın almak için vekîli veyâ satın aldığı malı teslîm almak için gön-<br />

– 806 –


derdiği vekîli, ya’nî [seni vekîl etdim dediği kimse] görünce, müşterî muhayyer olamaz.<br />

Fekat, müşterînin, görmeden satın aldığı malı teslîm almak için gönderdiği<br />

kimsenin görmesi ile, müşterînin muhayyer olmak hakkı gayb olmaz.<br />

A’mânın alıp satması câizdir. Satın aldığı şeyler dokunmakla veyâ koklamakla<br />

veyâ tadına bakmakla anlaşılırsa, bunları yapmadı ise muhayyer olur. Bir ev kendisine<br />

ta’rîf edildi ise, muhayyer olmaz. Bir kimse, iki elbiseden birini görüp, ikisini<br />

de satın aldıkdan sonra, ikincisini görünce, ikisini birden kabûl veyâ ikisini birden<br />

red etmekde muhayyer olur. Yalnız ikincisini red edemez.<br />

Birşeyi gördükden sonra, satın alan kimse, başka bulursa muhayyer olur. Bâyı’,<br />

farklı değil diye yemîn ederse, buna inanılır.<br />

Müşterî, görmemiş idim dese, bâyı’, görmüş idin dese, müşterîye inanılır.<br />

(Câmi’ul ezher) hocalarından allâme Abdürrahmân Cezîrînin riyâsetindeki, Mısr<br />

ulemâsından bir hey’et tarafından hâzırlanmış olan (Kitâb-ül-fıkh alel-mezâhibil-erbe’a)<br />

kitâbı beş cild olup, Mısrda 1392 [m. 1972] de yeniden basılmışdır. Hasen<br />

Ege tarafından Türkçeye terceme edilerek, Bahar kitâbevi tarafından 1971-1979<br />

da, yedi cild olarak basılmışdır. Arabîsinin ikinci cildinde diyor ki, (Görülmiyen<br />

bir şey için muhayyer olmak, Hanefî mezhebinde dört yerde vardır: Birincisi,<br />

ayn olan mal, ya’nî mebî’dir. Mebî’ deyn olursa satış selem olur. Selem satışında<br />

mebî’ için muhayyerlik olmaz. İkincisi, kirâlanan yer görüldüğü zemân red edilebilir.<br />

Üçüncüsü, bir ayn, ortaklar arasında bölündüğü zemân paylarını sonradan<br />

görenler red edebilirler. Mislî olan mal taksîm edilince muhayyerlik olmaz. Dördüncüsü,<br />

mal da’vâsında sulh olunca. Ya’nî, birinde alacağı olduğunu söyliyen görmediği<br />

bir malın verilmesine râzı olunca, bunu gördüğü zemân red edebilir).<br />

3 — Ayb, ya’nî kusûr sebebi ile muhayyerlik: Bir kimse, satın aldığı bir malda<br />

kusûr bulsa, tâm fiyâtı ile almakda veyâ red etmekde muhayyerdir. Bâyı’ râzı<br />

olur ise, fiyâtı kırabilir. Piyasada, fiyât düşmesine sebeb olan kusûr, (Ayb) sayılır.<br />

Müşteri satın alıp, kullanırken veyâ şeklini, sıfatını değişdirince, eskiden kalma<br />

bir ayb görse, fiyât farkını geri alır. Meselâ kumaş alıp, kesdikden sonra kusûr görürse,<br />

kumaşı red edemez. Fekat, bâyı’ kabûl ederse, red edebilir. Kumaşı dikmiş<br />

ise veyâ kumaşı boyamışsa, unu yağla yuğurmuş ise, eski ayblarını anlasa, fiyât farkını<br />

alır. Bâyı’ râzı olsa da, red edemez. Aldığı ta’âmı yise, elbiseyi giyip yırtsa, fiyât<br />

farkı istiyemez. İmâmeyn, ister dedi. Yumurta, cevz, kavun, karpuz ve kabak<br />

satın alıp, kırınca hepsi bozuk çıksa, işe yarar iseler, fiyât farkı alır. Bir işe yaramaz<br />

iseler geri verip parasını temâmen geri alır. İyi diyerek satın aldıklarının bozukları<br />

yüzde üç ise, bey’ sahîh olur. Çok ise fâsid olur. Hepsini verip, parasını geri<br />

alır.<br />

Bir kimse satın aldığı malı başkasına satmış iken, kusûrlu olduğundan mahkeme<br />

karârı ile kendisine i’âde edilse, birinci bâyı’a red edebilir. Fekat, mahkeme karârı<br />

ile değil de kendi arzûsu ile i’âde edildi ise, birinci bâyı’a red edemez. Bir kimse,<br />

satın aldığı şeyde kusûr bulunduğunu isbât etse veyâ bâyı’ kusûrsuz olduğuna<br />

yemîn edemese, müşterî parayı vermeğe mecbûr olmaz. Bunun gibi, pazarlık edilip,<br />

ölçülen şeyin mikdârında uyuşup, teslîm alınan mikdârda anlaşamasalar, müşterînin<br />

sözü kabûl edilir. Dartı ile veyâ ölçek ile satın alınan birşey, eve götürülünce,<br />

bir kısmı kusûrlu görülse, müşterî, hepsini almakda veyâ red etmekde serbestdir.<br />

Müşterî, satın aldığı birşeyin kusûrunu düzeltse, geri vermek hakkı kalmaz. Satın<br />

alınan bir hayvâna binmek, kabûl etmek demekdir.<br />

(Tagrîr) olunan, ya’nî yalan söylenmekle fâhiş aldatılan kimse, bey’i fesh edebilir.<br />

(Mecelle)nin yüzaltmışbeşinci [165] maddesinde diyor ki, sarraflıkda piyasadaki<br />

fiyâtların en yükseğinden, yüzde ikibuçuk [% 2,5] ve dahâ fazlası kadar yüksek<br />

fiyâtla satın alarak aldanmağa (Gaben-i fâhiş=çok aldanmak) denir. Bu mik-<br />

– 807 –


dâr, urûz için, ya’nî hayvândan başka menkûl mallar için yüzde beş, hayvân için yüzde<br />

on, binâ için yüzde yirmidir. Bu mikdârlardan az olan aldanmağa, (Gaben-i yesîr=az<br />

aldanmak) denir. Meselâ, bâyı’, bu mala, şu kadar lira veren oldu deyip satsa,<br />

piyasadaki en yüksek değerinden fâhiş aldanma kadar fazla olduğu ve başkası,<br />

o kadar lira vermediği anlaşılsa, müşterî bey’i fesh edebilir.<br />

Bâyı’ yalan söylemeden, fâhiş fiyâtla satsa, aldanan müşterî bey’i bozamaz. Çünki<br />

herkes malını, dilediği fiyâtla satabilir. İslâmiyyetde (kâr haddi) diye birşey yokdur.<br />

Yalnız, sıkışık durumda olanlara, yiyecek, giyecek ve barınacak lüzûmlu eşyâyı<br />

fâhiş, yüksek fiyâtla satmak harâmdır. [Altıncı maddede, 3 numarayı okuyunuz!].<br />

Yalan söylenerek, yesîr aldatılan kimse, bey’i bozamaz.<br />

Herkesin var bir kesi,<br />

ben bî kesin, yok kimsesi.<br />

Ben bî kesin, sen ol kesi,<br />

ey kimsesizler kimsesi!<br />

6 — BÂTIL, FÂSİD, MEKRÛH SATIŞLAR, SARRAFLIK<br />

Bey’ ve şirânın altı dürlü olduğunu, bundan evvelki maddenin baş tarafında belirtdik.<br />

Bunlardan birincisi olan Sahîh satışı yukarıda gördük. Bu maddede, bâtıl,<br />

fâsid, mekrûh, mevkûf, vefâ ile olan satışları ve sarf satışını kısaca anlatacağız:<br />

(2) — Bâtıl olan satışlar: Bâtıl satışlar, câiz değildir ve harâmdır. Büyük günâhdır.<br />

Bâtıl satışla, müşterî malı teslîm alsa bile mülkü olmaz. Bâyı’ın rızâsı ile almış<br />

olduğundan, müşterî elinde emânet olup telef olursa ödemez.<br />

Hiçbir dinde mal olmıyan şeylerin satılması ve bunlarla birşey satın alınması bâtıldır.<br />

Kan, kendi ölmüş hayvânın leşi ve hür insan mal değildir. Mütekavvim olmıyan<br />

bir malın para veyâ deyn karşılığı satılması da bâtıl olup, şerâbdan başkasının<br />

ayn olan mal karşılığı satılması fâsiddir. Şerâbın ayn karşılığı satılması da bâtıldır.<br />

Şerâb ile domuz ve kesmiyerek, meselâ boğarak, şişliyerek, vurarak, elektrikle<br />

öldürülen veyâ kitâbsız kâfirin kesdiği hayvânın leşi, mütekavvim olmıyan maldır.<br />

Bunlar ve iki imâma göre her içki alınmaz ve satılmaz. (Dürr-ül-muhtâr) beşinci<br />

cildde diyor ki: (Müslimân, şerâb satıp semeninden borcunu öderse, alana halâl<br />

olmaz. Çünki, bâtıl bey’in semeni, bâyı’ın mülkü olmaz. Gasb edilmiş mal gibidir.<br />

Bu parayı bâyı’den almak harâmdır). Müslimânlar, bağ, üzüm yetişdirir. Yaş<br />

ve kuru üzümü ve pekmezi ve sirkeyi kullanır ve satarlar. Bunlar dünyâ piyasasında<br />

çok rağbet görmekde ve millî serveti artdıran mühim bir kaynak teşkîl etmekdedir.<br />

Bu işle uğraşanlar, bu kaynağın ehemmiyyetini ve büyüklüğünü yakından<br />

bildikleri gibi, günlük neşriyyât ve istatistikler de, bu hakîkati herkese göstermekdedir.<br />

O hâlde, islâm düşmanlarının, gençleri kandırmak için, islâmiyyetde şerâb<br />

satışı olmadığından, bağcılığımız asrlarca geri kalmış, tabî’atin bu zengin veriminden<br />

istifâde edememekle, islâmiyyet millî servetimizin büyük bir gayba uğramasına<br />

sebeb olmuşdur, gibi sözlerine aldanmamalı, hakîkatleri düpedüz inkâr eden<br />

bu zevallılara acımalıdır.<br />

Besmele ile kesilmiş hayvân etini, leş ile birlikde satmak da bâtıldır. İmâmeyne<br />

göre, fiyâtları ayrı ayrı bildirilirse, Besmele ile kesilmiş olan câiz olur. Vakf olan<br />

herşeyi satmak câiz değildir. Çünki, vakf, mülk değildir. Vakf olmıyan yeri, vakf<br />

yerle birlikde satmak, vakf olmıyan kısmda câizdir. Vakf toprak üzerine yapılan<br />

binâyı satmak câizdir. Mülkü olmıyan şeyi satmak bâtıldır. Meselâ, havadaki kuşu,<br />

denizdeki balığı yakalamadan önce satmak bâtıldır. Bunlara akdden sonra<br />

mâlik olup müşterîye teslîm etse, sahîh olmaz. Bâtıl akdi fesh edip, mâlik olduğu<br />

mâl için yeniden akd veyâ teâtî yapmaları lâzımdır. Dünyâya gelmeden evvel<br />

– 808 –


yavruyu, memede olan sütü, tarlada yetişen yabanî otları biçmeden önce ve mülkünde<br />

bulunan kaynakdaki, nehrdeki suyu, bulunduğu yerde iken satmak bâtıldır.<br />

Çünki kendiliğinden yetişen otu, yerden çıkan suyu kullanmak ve birinin ateşinde<br />

ısınmak, herkesin hakkı olduğu hadîs-i şerîfde bildirildi. Fekat, bu hakkından<br />

istifâde için başkasının mülküne girilemez. Girmeğe izn vermesi veyâ otu, suyu getirmesi<br />

istenir. Birinin kazdırdığı kuyuda veyâ sarnıcında toplanan yağmur suyundan<br />

başkalarının hakkı olmadığı ve bu suları satabileceği, (Fetâvâ-i Hayriyye)de<br />

yazılıdır. Yine bu fetvâda, memedeki sütü satabilmek için diyor ki, (Sütü istiyen,<br />

hayvanın sâhibine, sütün değerine yakın bir malı ödünc verir. Hayvân sâhibi de ona,<br />

hayvânından çıkan sütü hergün ödünc al der. Sonra borçlarını takas yolu ile ödeşirler).<br />

Ağaçda belirmemiş olan meyveyi satmak bâtıldır. Akllı olmıyan küçük çocuğun<br />

alış verişi, ya’nî pazarlık edip söz kesmesi bâtıldır. Babasının dahâ önce yapdığı<br />

anlaşma ile alacağı malı, çocuğu gönderip aldırması câizdir. Deyni, deyn karşılığı<br />

satmak bâtıldır. Bunun için, her çeşid alacak, teslîm almadan önce, hiç kimseye<br />

veresiye satılamaz.<br />

Cânlı hayvânın etini dartı ile satmak ve koyun üstündeki yünü ve cânlı koyunun<br />

derisini satmak bâtıldır. İmâm-ı Ebû Yûsüf, koyun üstündeki yünü satmak ve<br />

ağaçdaki dut yaprağını satmak câizdir dedi. Cânlı hayvân etini dartı ile satmak veyâ<br />

satın almak istiyen kimse, pazarlık yerinde bile, hayvânı dartıp etini kilo üzerinden,<br />

kendi kendine hesâb edip çıkardığı fiyâta göre, cânlı hayvânı topdan pazarlık<br />

etmelidir. Satış, hayvân üzerinden yapılmalıdır. Satışdan gayri bir sebeble<br />

ileride eline geçecek birşeyi henüz almadan, yalnız borclusuna ve peşin satmak câiz<br />

olup, başkalarına peşin dahî satmak ve ileride yapacağı ayakkabıyı, henüz yapmadan<br />

satmak bâtıldır. (İstisnâ’), ya’nî ısmarlama sûreti ile yapmak câizdir. [Onbirinci<br />

maddeye bakınız!]. Mer’âların, çayırların ya’nî umûmî yerlerin satılması ve<br />

kirâya verilmesi bâtıldır. (Ümm-i veled) olan câriyeyi satmak bâtıldır. Hür kadının<br />

sütünü sağdıkdan sonra dahî ve domuzun kılını satmak bâtıldır. Domuz kılını,<br />

iğne yerine kullanıp ayakkabı dikmek zarûrî olunca ya’nî dikecek başka birşey<br />

bulamazsa kullanması ve parasız mâlik olamazsa, satın alması câiz olur. Buna satılması<br />

mekrûh olur. Leş yağı, bevl, insan sütü ve şerâbın, tıbda ve sanâyı’ için kullanılmaları<br />

da böyledir. İmâm-ı Muhammede göre bu kadar kıl temizdir. Kâfir de<br />

olsa, insan kılını ve her uzvunu, bevlini, necâsetini satmak bâtıldır. Kullanmak da<br />

câiz değildir. Yalnız, insan pisliği kullanılabilir ve toprakla karışık olarak satılabilir.<br />

Hayvân pisliklerini satmak ve gübre ve yakacak olarak kullanmak câizdir. Vedek,<br />

ya’nî leş yağını satmak ve kullanmak harâmdır.<br />

(Redd-ül-muhtâr)da beşinci cild, ikiyüzkırkdokuzuncu [249] sahîfede ve dördüncü<br />

cild, ikiyüzonbeşinci [215] sahîfede diyor ki:<br />

(Nihâye), (Hâniyye) ve (Tehzîb) kitâblarında, (Müsliman, mütehassıs tabîb, şifâ<br />

vereceğini ve başka ilâcı olmadığını söyleyince, hastanın idrâr, kan içmesi, leş<br />

yimesi câiz olur. Şerâb da böyledir denildi. Fekat ölümden kurtulmak için sözbirliği<br />

ile halâl olur) yazılıdır. Yüzonüçüncü [113] sahîfede diyor ki: (Câriyenin sütünü<br />

de satmak bâtıldır). (Feth-ul-kadîr) kitâbında, (Müslimân, mütehassıs tabîb,<br />

kadın sütünün muhakkak iyi edeceğini ve başka ilâcı olmadığını söylerse, hastanın,<br />

kadın sütü içmesi ve satın alması câiz olur denildi) yazılıdır. [Kan vermek de<br />

böyledir.]<br />

Leş derisini dabaglamadan satmak bâtıldır. Dabagladıkdan sonra câizdir. Leşin<br />

kemikleri, sinirleri, boynuzu, tüyü, kılı ve fil dişi satılır ve kullanılır. Domuzdan<br />

başka eti yinmiyen hayvânları ve haşerâtı ve balıkdan başka deniz hayvânlarını,<br />

ancak kullanmaları fâideli olduğu zemân satmak câiz olur. Fekat yimeleri yine<br />

harâmdır. Domuzdan başka eti yinmeyen hayvânlar Besmele ile kesilince veyâ<br />

avlayınca derisi sözbirliği ile temiz olur. Eti de temiz olur denildi. Fekat yimesi<br />

harâmdır. Deri ve etlerini satmak ve fâidelenmek câiz olur. Necâset karışmış yağ<br />

– 809 –


satılır ve kullanılır. Fekat yinmez. Domuzu veyâ şerâbı satmak veyâ satın almak<br />

için, müslimânın zimmîyi vekîl etmesi harâmdır. Satın alınan şerâbı sirke yapması<br />

veyâ dökmesi, domuzu başı boş bırakması ve bâyı’ın de semeni fakîrlere vermesi<br />

lâzım olur.<br />

Bir binânın üst katı yıkıldıkdan sonra, yalnız bu üst katını satmak bâtıldır.<br />

Çünki, mal kalmamışdır. Mevcûd olan mal satılır. Hak, yalnız olarak satılmaz. Bunun<br />

için, alınacak ma’âşı, erzâkı, almadan önce satmak, bunların çeklerini bankaya<br />

kırdırmak bâtıldır. Apartman katları, yapıldıkdan sonra satılır. Yapılmadan önce<br />

satmak bâtıldır. Bir kimse, kendi üstüne kat yapmak hakkını satabilir. Burada<br />

katın tavanı, üst kata taban olmak üzere satılmakdadır. Bu tavan ve taban ikisi arasında<br />

ortak olmakdadır. Yirminci maddede yazılı (Mülk şirketi) hâsıl olmakdadır.<br />

Dere, nehr satılmaz, zîrâ hudûdü belli değildir. Yol satılır. Çünki, eni, boyu bellidir.<br />

Bir yer satılınca, buradan veyâ buraya gelen yerden geçmek hakkı ve burayı<br />

sulamak hakkı da satılmış olur. Dişi koyunu, erkek diye satmak sahîh ise de, müşterî<br />

muhayyer olur. Parasız, meccânen mal satmak bâtıldır. Aynı cins malı, birbiri<br />

karşılığında veresiye satmak her zemân fâiz olur. Peşin satışda, hacm veyâ ağırlıkla<br />

ölçülüyorlar ise ve hacm veyâ ağırlıkları farklı ise yine fâiz olur. Ağırlıkları<br />

veyâ hacmleri ve vasfları, özellikleri de eşit ise, fâsid olur. Çünki, fâidesiz bir satış<br />

olur. Ağırlıkları veyâ hacmleri ve cinsleri eşit olup vasfları başka ise, peşin satış<br />

sahîh olur. Altın veyâ gümüş parayı kendi cinsi ile bozmak müstesnâ olup, peşin<br />

dâimâ sahîhdir. Bey’in sahîh ve bâtıl olmasında iki taraf uyuşmaz ise, bâtıl olduğu<br />

kabûl edilir.<br />

(3) — Fâsid olan satışlar: Fâsid satışlar, câiz değildir ve harâmdır. Büyük günâhdır.<br />

Fâsid satışla alınan mal, müşterî teslîm alınca, kendi mülkü olursa da, yimesi,<br />

giymesi, harâmdır. Alanın ve satanın bu satışı bozması, geri vermeleri vâcibdir.<br />

Geri çevirmezlerse, vâcibi terk etdikleri için günâha girerler. Fâsid satışla alınan<br />

mal, müşterî elinde helâk olursa, misli varsa, mislini verir. Misli yoksa, teslîm<br />

aldığı zemândaki piyasa kıymetini öder. Sahîh bey’lerde ise, kıymet değil, uyuşulan<br />

semeni verir.<br />

Fâsid bey’ geri çevrilince, önce, bâyı’ parayı verir. Sonra malı geriye alır. Bâyı’,<br />

semeni aldıkdan sonra, bey’ geri çevrilmeden evvel bundan istifâde etmesi câizdir.<br />

Fekat müşterînin maldan istifâde etmesi câiz değildir. Mebî’i, sadaka, hediyye<br />

etmesi sahîh olur ise de, vâcibi terk etdiği için tevbe etmesi lâzım olur. Kirâya<br />

vermesi sahîh olmaz. Satıp kazandı ise, kârı sadaka verir. İkinci müşterînin yiyip<br />

içmesi halâl olur.<br />

Fâsid satış, aslında sahîhdir, câizdir. Çünki, mütekavvim olan mal satışıdır.<br />

Fekat, sıfatı islâmiyyete uygun olmayıp sahîh değildir. Ya’nî semen, mütekavvim<br />

mal olmıyan veyâ mebî’ veyâ semenin mikdârı ve evsâfı veyâ veresiye satışda, semenin<br />

verileceği zemân bilinmiyen veyâ fâsid şartlar bulunan satışdır.<br />

Kıyemî olan bir malın iki dânesinden hangisini istersen al diyerek satmak fâsiddir.<br />

Müşterî hangisini istersem onu alırım derse, muhayyer olarak câiz olur.<br />

Semen belli olmazsa, meselâ, bu malı aldığım fiyâta veyâ hakîkî kıymetine veyâ<br />

piyasadaki kıymetine veyâ filân kimsenin aldığı fiyâta deyip de, cinsi ve mikdârı<br />

söylenmez ise, bey’ fâsid olur. Semen, göstermekle veyâ mikdârı ve cinsi<br />

söylenmekle ma’lûm olur. Yalnız, ekmek, gazete gibi, kıymeti i’lân edilen ve satanın<br />

arzûsu ile değişmiyen şeylerde, semeni bildirmeden bey’ sahîh olur. (Hadîka)da,<br />

yimesi harâm olanları anlatırken diyor ki: (Harâm olan semen ta’yîn edilmezse,<br />

bununla alınanın yinmesi halâl olur). İkinci kısm, 40. cı madde, 4. cü sahîfesine<br />

bakınız!<br />

Birşeyi [meselâ yağı], kab ile dartıp, kab için mu’ayyen bir mikdâr dara düşmeği<br />

şart etmek fâsiddir. Kabı boş dartıp, sonra darasını düşmek lâzımdır. Eğer kabın<br />

vezni kadar düşmek şart edilirse veyâ tenekedeki yağ, ölçmeden, topdan sa-<br />

– 810 –


tılırsa, câiz olur. Müşterî, boş kabı dartıp söyleyince, bâyı’ inanmazsa, müşterînin<br />

sözü kabûl olunur. [Dördüncü maddenin sonuna bakınız!]. Koçun dişiye katılmasını<br />

satmak fâsiddir.<br />

Ağacın vereceği meyveyi veyâ tarlanın vereceği mahsûlü, oluncıya kadar yerinden<br />

ayırmamak şartı ile, olmadan satın almak fâsiddir.<br />

Fakîrin, zekâtı teslîm almadan satması fâsiddir. Ganîmet malını taksîm edilmeden<br />

önce satmak fâsiddir.<br />

Hayvânı hayvâna veresiye satmak fâsiddir. Kurtlanmış, bozulmuş eti satmak bâtıldır.<br />

Kokmuş eti satmak fâsiddir. Veresiye pahâlı, peşin ucuz demek, ya’nî, meselâ<br />

peşin on liraya, veresiye, ya’nî taksîtle onbeş liraya vermek şeklinde iki şartlı<br />

satışın fâsid olduğu, (Mevkûfât)da, (Cevhere)de ve (Tuhfet-ül-fukahâ)da yazılıdır.<br />

Çünki, semen mechûldür. Hadîsle yasak edilmişdir. Yalnız toplamının fiyâtı<br />

söylenip satılan şeylerin [meselâ sürünün] sayısı az veyâ çok çıkarsa, fâsid olur.<br />

Yanında bulunmıyan şeyi müşterîye ta’rîf etmeden satmak fâsiddir. Müşterî, malı<br />

alırsam, bu para, malın semeni olsun, malı almazsam, parayı geri gönder derse,<br />

fâsid olur. Alacağını veresiye satmak fâsiddir. (Hamza efendi risâlesi şerhı)nde diyor<br />

ki “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”: (Yirmibeşincisi budur ki, bir kimsenin, bir<br />

kimsede ödünc olarak veyâ satın alarak veyâ mîrâs, hediyye, sadaka sûreti ile mal<br />

veyâ para alacağı olsa, bu ölçülü veyâ sayılı malı, teslîm almadan, ona veyâ başkasına,<br />

veresiye satmak câiz değildir. Satın almak sûreti ile alacağı şey ev, arsa gibi<br />

olmayıp, taşınabilen mal ise, bunu teslîm almadan, peşin satmak da, câiz değildir).<br />

[Dördüncü maddenin sonuna bakınız!]<br />

Muztar olana, ya’nî sıkışık durumda olana, meselâ aç, susuz, çıplak, evsiz kalana,<br />

bunları, semen-i mislinden, ya’nî piyasadaki en yüksek değerinden gaben-i fâhiş<br />

ile yüksek fiyâtla satmak fâsiddir. Nafakasını te’mîn etmek için, herhangi bir<br />

şeyini satmak zorunda kalan fakîr kimsenin satdığını, gaben-i fâhişle ucuz almak<br />

da fâsiddir. (Gaben-i fâhiş), beşinci madde sonunda bildirilmişdir.<br />

Kâfirin Kur’ân-ı kerîm satın alması sahîhdir. Fekat, satması için cebr edilir.<br />

Vakf olan eski, yırtık Kur’ân-ı kerîmi satıp, yenisini almak ve harâb mescidi satıp<br />

parasını başka mescide sarf etmek câizdir. Vakfı bir insan vakf eder. Evkâfın<br />

parası ile yapılan binâlar vakf değildir. Bir vakf binâ yıkılıp bunun parası ile başka<br />

binâ yapılırsa, bu, vakf olmaz. Beyt-ül-mâlın olur. Vakf binâ bağçesindeki<br />

meyveleri yimek harâmdır. Meyve, ot satılıp, parası ile binâ ta’mîr edilir. Ağacı satılamaz.<br />

Şartlı satış iki dürlü olur: Birincisi, falan şey olursa veyâ olmazsa, bu malı sana<br />

satdım veyâ senden aldım demesi ve diğerinin kabûl etmesi olup, satışı şarta<br />

(Ta’lîk) olur. Bir şarta ta’lîk ederek yapılan satış bâtıl olur. İkincisi, bu işi yapar<br />

isen, bu malı sana satdım veyâ senden aldım demesi ve diğerinin kabûl etmesi olup,<br />

satışı şarta (Takyîd) olur. Böyle şart câiz, müfsid veyâ lagv olur. Câiz olan şart yerine<br />

getirilir. Lagv olan şart ile yapılan bey’ de sahîh olur ise de, şart yerine getirilmez.<br />

Bey’in îcâb etdirdiği birşeyi, ya’nî şart edilmese de yapılması lâzım veyâ câiz<br />

yâhud âdet olan birşeyi şart etmek câizdir. Meselâ mal müşterînin olması gibi.<br />

Bey’in îcâb etdirmediği ve fekat alana ve satana fâidesi olmıyan şart lagv olur. Söz<br />

kesilirken, bey’in îcâb etdirmediği şart yapılır ve bu şart alana veyâ satana fâideli<br />

olur ise, bey’ fâsid olur. Alıcıdan ve satıcıdan başka bir kimseye fâideli olunca<br />

da, bey’ fâsid olur diyenler oldu. Fâsid şart, sözleşmeden sonra yapılırsa, iki imâma<br />

göre câiz olur. Fetvâ böyledir. Müşterînin başkasına satmaması veyâ satması<br />

veyâ hibe etmesi yâhud başka şehrde satması, hediyye etmemesi, çayıra salıvermemesi,<br />

kesmemesi, binmemesi, kendi yimemesi şartları lagv olur. Evini, ölünciye<br />

kadar içinde oturmak veyâ ölünciye kadar müşterînin kendisine bakması şartı<br />

ile satmak fâsid olur. Bu şart ile evini hediyye etmek câizdir ve evi teslîm etdik-<br />

– 811 –


den ve alan, ona bakmağa râzı oldukdan sonra, geri alamaz. [Mecelle, Madde 855.]<br />

Kadının, kendini veyâ kızını nikâh etmesi şartı ile, bir malı tekrâr kendisine satması<br />

şartı ile, arsanın hepsinin vergisini müşterînin ödemesi şartı ile yarısını satması,<br />

müşterîye olan borcundan ödenmemek şartı ile satmak, ağaçdaki meyveyi<br />

bâyı’ toplaması, buğdayı un yapması, mebî’i bir müddet müşterîye teslîm etmemesi,<br />

peşin olan semeni vermeden önce mebî’i teslîm etmesi, peşin olan semenin başka<br />

şehrde verilmesi, satılan evde bâyı’ın bir müddet oturması veyâ malı bir müddet<br />

sonra teslîm etmesi veyâ müşterînin bâyı’a birşey borc vermesi veyâ hediyye<br />

etmesi veyâ satması, kirâya vermesi, yâhud bâyı’ kumaşı dikdikden sonra vermesi<br />

şartı ile bey’, fâsiddir.<br />

(Hindiyye)de diyor ki, (Bu hayvânı sana bin liraya satdım. Şu hayvânını da, fazla<br />

olarak bana vermek şartı ile dese, câizdir. Müşterînin semeni artdırması olur.<br />

(Fazla olarak) demeseydi, hediyye olup, fâsid olurdu. Başka birine ödünc vermesini<br />

şart etmek câiz olur. Bâyı’in müşterîye veyâ müşterînin oğluna birşey hediyye<br />

etmesi, sadaka vermesi şartı ile satın almak fâsiddir. Hediyye edilecek şey, mebî’<br />

yapılırsa, ya’nî birinci mebî’ ile birlikde olarak satılırsa, bu satış fâsid olmaz. Bir<br />

evi mescid yapılması şartı ile satmak fâsiddir. Fakîrlere sadaka edilmesi için ta’âm<br />

satmak ve kabristân yapılması için arsa satmak fâsiddir. Müşterînin bâyı’a bir müddet<br />

hizmet etmesi şartı ile bey’ fâsiddir. Çünki, kirâ şartı bulunan bey’ olur. Evi,<br />

yıkması şartı ile satmak sahîh ve şart bâtıl olur. Semeni bâyı’in alacaklısına vermesi<br />

şartı ile satmak câizdir. Müşterînin bâyı’in alacaklısına kefîl olması şartı ile<br />

bey’ fâsiddir. Falandan alacağım olan para ile diyerek satın almak fâsiddir. [Borclusunun<br />

hâzırlayıp verdiği bono ile başkasından birşey satın almanın câiz olmadığı<br />

buradan da anlaşılmakdadır.] Semenin, bâyı’in göstereceği kimseye verilmesi<br />

şartı ile birşey satın almak fâsiddir. Semeninden tenzîl etmeği şart ederek satmak<br />

câizdir. Semeninden belli mikdâr hediyye vermeği şart ederek satmak câiz değildir.<br />

Bağçenin etrâfına bâyı’in dıvar çekmesi şartı ile meyveleri satın almak fâsiddir.<br />

Bâyı’, dıvar çekerim, meyveleri satın al demesi câizdir. Müşterî muhayyer olur.<br />

Buhârâda peşin satıp veyâ ödünc alıp, Semerkandda ödemeği şart etmek câiz<br />

değildir. Gebe olduğu şartı ile hayvân satmak fâsiddir. Sütü çokdur diyerek hayvân<br />

satmak câizdir. Karpuzu, kavunu tatlı olmak, kuşu güzel ötmek şartı ile satın<br />

almak fâsiddir.<br />

Fâsid bey’de müşterî bâyı’in izni ile kabz ederse, mülkü olur. Fekat geri vermesi<br />

lâzım olur. Kullanması ve başkasına temlîk etmesi harâm olur. Temlîki nâfiz olup,<br />

bâyı’in geri almak hakkı kalmaz. Kirâya vermesi ile bâyı’in hakkı gitmez.<br />

Zimmîlerin bey’ ve şirâ yapmaları, müslimânların yapmaları gibidir. Yalnız, birbirlerine<br />

şerâb ve domuz alıp vermeleri câiz olur. Sahîfe 810 başına bakınız! Çalgı<br />

âletlerini bunları çalanlara satmak, İmâmeyne göre câiz değildir. Kara ve deniz<br />

haşerâtını, yimek için satmak câiz değildir. Bunları tıbda ve sanâyı’da kullanmak<br />

için satmak câiz olur).<br />

(İbni Âbidîn) diyor ki, (Fâsid olan şart, sözleşmeden önce bildirilip, sonra bu<br />

şart üzerine sözleşilirse, bey’ fâsid olur). (Dürer-ül-hükkâm)da, (Mecelle)nin<br />

189. cu maddesini şerh ederken diyor ki, (Akdden önce fâsid şartı va’d edip, akd<br />

yaparken söylemezler ve akdden sonra va’dini yaparsa, bey’ fâsid olmaz).<br />

254. cü ve sonraki maddelerin şerhinde diyor ki, (Bâyı’, akdden sonra, orada veyâ<br />

başka yerde, mebî’i belli mikdârda artdırabilir. Yâhud, bu değerde başka bir mal<br />

vermeği va’d edebilir. Müşterî, bunu işitince, kabûl ederse, bâyı’in va’dini yapması<br />

lâzım olur. Pişmân olursa, yapmakdan vazgeçemez. Bâyı’ akdden sonra, semenin<br />

bir kısmını veyâ hepsini almış olsa dahî, semenin bir mikdârını müşterîye hediyye<br />

edebilir. Akdden sonra, bâyı’in mebî’ mikdârını artdırması veyâ semenin bir<br />

mikdârını azaltması asl akde dâhil olur. Ya’nî ilk akd, artan mebî’ ve azalan semen<br />

üzerinde yapılmış olur. Yirmi liraya, yirmi karpuz pazarlık edildikden sonra, bâ-<br />

– 812 –


yı’ şu kâseyi dahî verdim deyip, müşterî de bu meclisde kabûl ederse, câiz olur. Yirmi<br />

karpuz ile kâse, yirmi liraya satılmış olur. Bâyı’, bey’i câiz olmıyan ve ayblı, kusûrlu<br />

olan birşey ilâve ederse, bey’ fâsid olur. Bâyı’, akdden sonra, semenin bir kısmını<br />

veyâ hepsini müşterîye hediyye edebilir. Fekat bu, asl akde dâhil olmaz.<br />

Bâyı’in akdden evvel, semeni müşterîye hediyye etmesi sahîh olmaz). 958. ci<br />

madde şerhinde diyor ki, (Malını beyhûde yere sarf ve telef edene sefîh denir. Alışverişde<br />

aldanmak sefîh olmağı göstereceği gibi, hîle olarak kasden aldananlar da<br />

vardır). [Görülüyor ki, bâyı’ müşterîlere ayrıca hediyye vereceğini akdden evvel<br />

haber verip, akd esnâsında şart etmezler ise, akdden sonra bu va’dini söylemesi ve<br />

yerine getirmesi câiz olmakdadır. Fekat müşterîler arasında piyango çekerek,<br />

hediyyeyi yalnız kazananlarına vermek kumar olur, harâm olur. İkinci kısmda, kırkıncı<br />

madde sonuna bakınız!]<br />

(Bahr-ül-fetâvâ)da fâsid bey’i anlatırken diyor ki, (Kumar ile ele geçen, mülk<br />

olmadığı için, satılması ve satın alınması ve yinilmesi câiz olmaz. Fâsid şart, malın<br />

mal ile mübâdelesini ifsâd eder. Çünki fâsid şart, karşılıksız fazlalık olup, fâiz<br />

demekdir. Malın mal olmıyan ile mübâdelesini ve hediyyeyi ifsâd etmez). Kerâhiyyeti<br />

anlatırken diyor ki, (Bir kadının, kız kardeşinin zevcine [ya’nî eniştesine]<br />

görünmesi câiz değildir. Deniz hayvanlarından balıkdan başkasını yimek, hanefî<br />

mezhebinde tahrîmen mekrûhdur. Şartlarına uygun olarak, mevlid-in-Nebî okumak<br />

câiz ve sevâb olduğu ve Ehl-i sünnete muhâlif vâ’izleri [ve kitâbları] yasaklamak<br />

lâzım olduğu, (Behcet-ül-fetâvâ)da da uzun yazılıdır. Karşılık vermek şartı<br />

ile yapılan hediyye, karşılığı verilmedikce sahîh olmaz). Müşterînin kefîl göstermesi<br />

veyâ semeni havâle etmesi şartı ile bey’ câiz ise de, kefîlin ve havâleyi kabûl<br />

edenin sözleşme yerinde hâzır olup kabûl etmeleri lâzımdır.<br />

Fırından, bakkaldan veresiye alıp da, ay başında borcunu ödiyen kimsenin,<br />

herşeyi satın alırken, fiyâtını sorup anlaması lâzımdır. Satın aldığı gün, her birinin<br />

semeni belli olmazsa, bey’ fâsid olur. Semen belli olup da, müşterî her birini sorup<br />

anlamadan kabûl ederse, bey’ fâsid olmaz buyurmuşlardır. Bey’in sahîh ve fâsid<br />

olmasında iki taraf uyuşmaz ise, sahîh olduğu kabûl edilir.<br />

İmâm veyâ herhangi me’mûr, hava parası alarak, vazîfesini başkasına devr<br />

edebilir. Buna bey’ denmez. (Ferâg etmek) denir. Çünki, bey’de alınan ve verilen<br />

iki şeyin mal olmaları lâzımdır. Âmirin, ferâg işini kabûl etmesi şartdır. Hava parası<br />

alarak kirâcının binâyı devr etmesi câiz değildir. İkrâh ile, tehdîd ile istemiyerek<br />

satan kimse, satışı bozabilir. Zorlandığını iki şâhid ile isbât edince, mahkeme<br />

bozar.<br />

(4) — Mekrûh olan satış: Cum’a günü öğle ezânı ile imâm selâm verinciye kadar<br />

olan zemânda alışveriş yapmak mekrûhdur. Satın almıyacağı bir malın semenini,<br />

başka müşterîler arasında yükseltmek mekrûhdur. İki kişi bir malın fiyâtında<br />

uyuşmuş iken, bu malı, dahâ yüksek fiyâtla satın almak istemek mekrûhdur.<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh”, bâgîleri, âsîleri anlatırken buyuruyor ki, fitne<br />

yapanlara, âsîlere silâh satmak, tahrîmen mekrûhdur. Fekat, silâh yapmağa yarıyan<br />

eşyâyı, meselâ demir satmak mekrûh değildir. Ya’nî, günâh yapmakda kullanılan<br />

şeyin kendini satmak, tahrîmen mekrûh olur. Bu şeyi hâzırlamağa yarıyan<br />

maddeleri satmak ise, tenzîhen mekrûh olur. Çalgıları satmak da tahrîmen mekrûh<br />

olup, çalgı yapılan tahtayı, çalgıcıya satmak, tenzîhen mekrûh olur. Şarkıcı câriyeyi,<br />

döğüş horozunu da, fâsıklara satmak tenzîhen mekrûhdur. Çünki, câriye,<br />

hizmetci olarak satılır. Şarkı için satılmaz. Şerâb yapana üzüm satmak da tenzîhen<br />

mekrûhdur. Çünki, kendileri harâm işlemekde kullanılmaz. Harâm olan şeyin<br />

hâzırlanmasında kullanılır. Bunları, halâl olan yere satamıyan kimsenin, tenzîhen<br />

mekrûh olan yere satması câizdir.<br />

Bir şehre dışardan gelen gıdâ ve ihtiyâc eşyâsını, şehr hâricinde karşılayarak ucuz<br />

alıp, şehrde depo ederek pahâlı satmak harâmdır. Buna (İhtikâr) denir. Kıymeti<br />

– 813 –


uyuşulmadan önce, bir malı, yüksek fiyâtla almak istiyen başkasına satmak, mekrûh<br />

değildir.<br />

Mekrûh satışlar câizdir, ya’nî sahîhdir, lâkin mekrûhdur.<br />

(5) — Mevkûf satış: Bâyı’den başka bir kimsenin hakkı da bulunan bir malın<br />

satılması, o kimsenin izn vermesine mevkûfdur. Ya’nî izn vermezse müşterî o<br />

mala mâlik olamaz. İçinde kirâcı bulunan evi satın alan kimse, kirâ müddetinin bitmesini<br />

bekler. Veyâ kirâcının rızâsı ile çıkmasını te’mîn edebilir. Bâlig olmıyan akllı<br />

çocuğun alışverişi de, babasının iznine mevkûfdur. Rehnde olan, gasb edilmiş bulunan<br />

eşyânın ve müzâre’ada olan tarlanın bey’i de mevkûfdur.<br />

(6) — Vefâ ile bey’: Müşterî, semeni ne vakt bana geri verir isen, mebî’i sana<br />

geri vermekliğim üzere, şu kadar liraya satın aldım deyip, bâyı’ dahî öylece kabûl<br />

edip satsa veyâ bâyı’, semeni sana ne zemân red edersem, mebî’i bana red etmen<br />

üzere, şu kadar liraya satdım deyip, müşterî dahî aldım dese, vefâ ile satış olup, sahîh<br />

olur. Müşterî, mebî’i red edip, bâyı’den semeni geri alabilmesi de sahîh olur.<br />

Vefâ ile satılacak malın hisseli olmaması lâzımdır. Mebî’, rehn gibi olup, müşterî<br />

mebî’i, iznsiz başkasına satamaz. Vefâ ile satılan mebî’in menfe’atinden bir kısmının,<br />

müşterîye âid olması şart edilmedi ise, müşterî iznsiz kullanırsa öder. Kirâya<br />

verirse ödemez. Bâyı’ ve müşterîden biri ölürse hak, vârislerine geçer. Vefâlı<br />

bey’de, karârlaşdırılan zemân bitince, geri dönülmez.<br />

Vefâlı bey’, bir bakımdan sahîh, bir bakımdan fâsid bey’ler gibi, bir bakımdan<br />

da, rehn gibidir. Vefâ ile, ikrâh ile ve muhayyerlikle olmıyan şartsız satışlara,<br />

(Bat satışı) denir. Satın alınan mal, geri verilemez.<br />

SARF SATIŞI — Sarraflık, nakd, ya’nî para hâlinde veyâ her şekl eşyâ hâlindeki<br />

altını altına veyâ gümüşü gümüşe veyâ birbirlerine satmakdır. Satanın ve alanın<br />

sözleşmeden sonra, ayrılmadan kabz etmeleri, ya’nî eline veyâ cebine almaları<br />

lâzımdır. Çünki, altın ve gümüş dâimâ ağırlık ile ölçülür. Semen ile mebî’in ikisi<br />

de ağırlıkla veyâ hacm ile ölçülürse, bu satışda fâiz bulunur. Fâiz bulunan satış<br />

veresiye olamaz. Hep peşin olması lâzımdır. Peşin olmak da, iki malın te’ayyün etmesi<br />

ile olur. Deyn olan mal ve altın ile gümüş, ta’yîn etmekle değil, kabz etmekle<br />

te’ayyün eder. Bunun için, nakdleri ta’yîn etmek şart değildir. Bir altını bir altına<br />

sana satdım dese, öteki de kabûl etse, yanlarında altın bulunmasa, başkasından<br />

alıp ayrılmadan teslîm etseler sahîh olur. Kabz edilmezlerse, deynin deyn karşılığı<br />

satışı olur. Bu ise bâtıldır. Sarf satışı pazarlıkla olur. Muhayyerlik yokdur. İki<br />

taraf da te’cîl edemez. Ya’nî sonra veririm diyemez. İkisi de kabz etmeden biri ayrılırsa,<br />

akd bâtıl olur. Altını gümüşle değişdirirken, ağırlıklarının müsâvî olması<br />

lâzım değildir.<br />

Altını altın ile ve gümüşü gümüşle değişdirirken alınanla verilenin ağırlıklarının<br />

müsâvî olduğunu bilmeleri lâzımdır. Bilmezlerse, müsâvî olsalar bile câiz olmaz.<br />

San’at ve işçilik ile veyâ başka bir sebeb ile birinin kıymeti çok olsa bile, ağırlıklarının<br />

yine müsâvî olması lâzımdır. Hâlbuki başka ma’denler, işçilik sebebi ile,<br />

ağırlıkdan çıkıp, sayı ile ölçülebilirler. Verilen ve alınan altınların veyâ gümüşlerin<br />

ağırlıkları müsâvî değilse, hafîf olan ile birlikde, aradaki fark kadar kâğıd para<br />

da veyâ başka birşey de vermelidir. Birlikde verilenin değeri aradaki farkdan<br />

az ise, mekrûh olur. Yâhud, nakdi verip, karşılığında, değeri kadar kâğıd para almalı.<br />

Sonra ayrı bir pazarlıkla bu kâğıd para ile, istenilen nakdi ondan satın almalıdır.<br />

Sarfda ve selemde semen, kabz edilmeden kullanılamaz. On dirhem [gümüş] karşılığında<br />

bir dînâr [altın] satın alsa, kabz etmeden, bunlarla birşey satın alması fâsid<br />

olur. Eline almadan, bunları vasıyyet, hîbe (hediyye) etmesi de câiz olmaz.<br />

İki gümüş ile bir altını, iki altınla bir gümüşe satmak câizdir. Altınlar, gümüşlerin<br />

karşılığı olur. On gümüşle bir altını, onbir gümüşe satmak câiz olur.<br />

– 814 –


Üzerinde elli dirhem gümüş zîneti bulunan otuz dirhem değerindeki demir kılıncı<br />

satın alırken, elli dirhem veyâ dahâ fazla gümüşü peşin verip birşey söylemese<br />

veyâ bu, zînetin semenidir dese, gerisi borc kalsa, sahîh olur.<br />

Altının veyâ gümüşün bakırla olan alaşımlarında, bunların mikdârı yarıdan<br />

fazla ise, bu alaşımları, hâlisleri gibidir. Bunlarla kendi hâlislerini ancak eşit ağırlıkda<br />

satın almak câiz olur. Altını veyâ gümüşü yarıdan az olan bakırlı alaşımlar,<br />

urûz gibidir. Bu alaşımlarla kendilerindeki altından veyâ gümüşden dahâ çok<br />

ağırlıkdaki hâlislerini peşin satın almak câiz olur. Bunlar da, fülûs gibi para olarak,<br />

âdete göre dartı ile veyâ sayı ile kullanılırlar. Fekat bunların, söz kesilince, ayrılmadan<br />

önce kabz edilmeleri lâzımdır. Birbirleri ile, başka mikdârlarının satılmaları,<br />

ya’nî değişdirilmeleri câizdir. Çünki, birinin gümüşü, ötekinin bakırına karşılık<br />

olur. Bunlar da, para olarak kullanıldıkları zemân, ta’yîn edilince te’ayyün etmezler.<br />

Kullanılmadıkları zemân urûz gibi olup, ta’yîn edilince te’ayyün ederler.<br />

Fülûs denilen bakır, bronz paralar [ve kâğıd liralar], aynı sayıda, [ya’nî i’tibârî<br />

kıymetleri aynı olarak] kendi cinsleri veyâ altın gümüş karşılığında satılınca dâimâ<br />

semen olurlar. Nakdeyn karşılığında satılınca, fâizin iki şartı da yok ise de, iki<br />

karşılıkdan birisinin, ayrılmadan önce kabz edilmesi lâzımdır. Şernblâlî, (Gurer)<br />

hâşiyesinde buyuruyor ki, (Nakdleri birbirleri karşılığında satarken, ikisinin de kabz<br />

edilmesi nass ile şart edildi. Fülûs [ve kâğıd liralar] da semen iseler de, aslında urûz<br />

gibi kıyemî maldırlar. Nass bunlara şâmil olmaz. Bunun için, yalnız fülûsü veyâ bununla<br />

değişdirilecek semeni kabz etmekle bey’ sahîh olur. İkisinden biri kabz<br />

edilmezse, deyn deyn karşılığında satılmış olup, bey’ bâtıl olur). Fülûs aynı sayıda<br />

fülûs karşılığında satılınca, ya’nî kâğıd para bozdurulursa, ikisinin de, ayrılmadan<br />

önce kabz edilmeleri lâzımdır. [Çünki, burada fâizin iki şartından birisi bulunduğundan,<br />

ya’nî aynı cinsden oldukları için, veresiye satışı harâm olur. İkisinden<br />

birisi, peşin veremiyecek ise, diğeri buna ödünc verir. Bu da, para bulunca, ona öder.<br />

Aynı sayıda olmazsa semenlikden çıkacakları, fâiz bahsinde yazılıdır. Yüz liralık<br />

kâğıd parayı, tutarı yüz liradan az olarak bozmak câiz ise de, muhtâc olanın malını<br />

değerinden aşağı olarak ondan satın almak mekrûh olur.] (Fetâvâ-i Hindiyye)de<br />

diyor ki, (Gümüş verip fülûs satın alsa, bâyı’da fülûs yoksa, gümüşü aldıkdan<br />

sonra, ayrılıp, başkasından ödünc alıp verse, câiz olur. [Çünki, fâiz satışı değildir.]<br />

Fülûsü ayrılmadan alıp da, gümüşü sonra vermesi de câiz olur).<br />

Derdli oldum, ol Hudâdan derde dermân isterim,<br />

âcizim, bâb-i atâdan lutf-ü ihsân isterim.<br />

Yüzüm kara, günâhım çok, dâim isyân eyledim,<br />

ol Cenâb-ı Kibriyâdan afvü gufrân isterim.<br />

Doğru yolda bulunmağa, candan karâr vermişim,<br />

rızâsına erişmeğe ondan imkân isterim.<br />

İslâm dîni deryâsına dalan dalgıç olmuşum,<br />

bu denizden her dalışda inci, mercân isterim.<br />

Can kulağıma (Ene eşeddü şevkan) geleli,<br />

maddenin dışındaki âlemde seyrân isterim.<br />

Bir tanıyan yok cihânda, söyleyim ahvâlimi,<br />

hâlimi arz etmeğe bir ehl-i irfân isterim.<br />

Matematik, fizik, kimyâ, bu esrârı çözmiyor,<br />

ledünnî ilminde üstâd, bir Süleymân isterim.<br />

– 815 –


7 — HASTANIN SATIŞ YAPMASI<br />

Musûl vâlîsi, hâcı Reşîd pâşa, (Rûh-ul Mecelle) kitâbında buyuruyor ki: (Hastalık,<br />

iki nev’dir: Biri, âdî hastalık olup, şü’ûru yerinde oldukca, bütün malı için satışları<br />

câizdir. İkincisi, Maraz-ı mevt, ölüm hastalığı olup, borclarından geri kalan<br />

malının üçde birini satabilir. Borcları malından çok olsa bile, nafaka ve tedâvîsine<br />

masraf yapabilir). Burada, (Rûh-ul Mecelle)nin ilgili maddelerini yazacağız:<br />

Madde 1595 — Bir sene içinde ölüme sebeb olan hastalığa, (Maraz-ı mevt) denir.<br />

Bir yıldan uzun süren hastalık, tehlükeli hâl almadıkca, maraz-ı mevt olmaz.<br />

Böyle hastanın yapdığı alışveriş câiz olup, kimse karışamaz.<br />

Madde 1596 — Zevcesinden başka vârisi olmıyan, maraz-ı mevtinde iken bütün<br />

malını, zevcesine vasıyyet edebilir.<br />

Madde 1597 — Hasta iken vârislerinden birine mal ikrâr edip, sonra iyi olsa, bu<br />

ikrârı bozulmaz.<br />

Madde 1598 — Maraz-ı mevtinde, vârislerinden birine, ayn veyâ deyn ikrâr veyâ<br />

hediyye edip ölse, başka vârisler izn vermezse, [ölüm hastasının] bu sözleri yerine<br />

getirilemez.<br />

(Redd-ül-muhtâr) dördüncü cildde buyuruyor ki, (İhtiyâclarını te’mîn etmek için<br />

sokağa çıkamıyan hastaya, (Ölüm hastası) denir. Bir hastanın ba’zan sancısı, ağrısı<br />

olsa, çok zemân sokağa da çıksa, buna (Ölüm hastası) denmez. Sıtma, verem,<br />

za’fiyyet böyledir. Böyle hasta, bütün malını hediyye etse, emânet, başkasınındır<br />

dese, câiz olur. Vârislerinden birine birşey satabilir ve hediyye edebilir. Başka vârislerin<br />

buna izn vermesine lüzûm olmaz). Mîrâsının kendi arzûsuna göre taksîm<br />

edilmiyeceğini anlıyan kimse, dilediğine, dilediği mikdârda hediyye ederek, hepsini<br />

dağıtır.<br />

Madde 1600 — Maraz-ı mevtinde, sıhhatde iken yapmışdım dediği satış, alış, hediyye<br />

gibi sözleri, vârislerin tasdîk etmesine bağlıdır.<br />

Madde 1601 — Maraz-ı mevtinde, vârislerinden başkasına ayn ve deyn aldığını,<br />

verdiğini söylemesi kabûl olunur. Bunlara hediyyesi ise, kalan malın üçde birisinden<br />

az ise verilir.<br />

Madde 1604 — Maraz-ı mevtinde, alacaklılarından birine olan borcunu ödeyerek,<br />

ötekilerin haklarını çiğniyemez. Hasta iken yapdığı borcları ödiyebilir.<br />

Madde 393 — Maraz-ı mevtinde, vârislerinden birine birşey satsa, öldükden sonra,<br />

diğer vârisler râzı olmazlarsa, bey’ geri çevrilir. Vârislerinden birine mal vasıyyet<br />

etmesi bâtıldır.<br />

Madde 394 — Maraz-ı mevtinde, kendisine vâris olmıyacak birine, semen-i<br />

misli ile bir mal satması sahîh ve câiz olur. Semen-i mislinden ucuz satmış ise, semen-i<br />

mislinden olan noksânlık, semen-i mislin üçde birinden fazla ise, vârisleri<br />

semenin üçde ikiden farkını ve borcu ödenemezse, alacaklıları, semen-i mislden<br />

farkını müşterîden alırlar. Vermezse, satış bozulur.<br />

Madde 880 — Maraz-ı mevtinde, vârislere veyâ başkasına hediyye verse, ölünce,<br />

alacaklıları geri alıp paylaşırlar.<br />

(Mecmû’a-i cedîde)de diyor ki, (Sıhhatde iken vârislerinden birine mülkünü hediyye<br />

etse, ölünce diğer vârisler bunu bozamazlar).<br />

Gece gündüz dilimde, salât-ü selâm,<br />

o mübârek rûhuna, ey Fahr-ul-enâm!<br />

– 816 –


8 — ÇEŞİDLİ BİLGİLER<br />

Köpeği ve diğer işe yarıyan hayvânları, kuşları satmak câizdir. Zimmînin, ya’nî<br />

gayr-ı müslim vatandaşın alışverişi, müslimânlarınki gibidir. Yalnız onların şerâb<br />

ve domuzu da alıp satması câizdir.<br />

Müşterî, parayı vermeden ve malı almadan gayb olsa, o mal, başkasına satılır.<br />

Bir kimse satdığı malın semeni olarak bilmiyerek sahte para aldı ise, yanında ise,<br />

geri verip iyisini alır. Sahte parayı kullandı ise, iyisini isteyemez.<br />

Bir bağçede kuş yavrulasa veyâ yumurtlasa veyâ sâhibsiz hayvan girse, bunlar<br />

alanın olup, bağçe sâhibinin olmaz. Bağçe sâhibi görüp, kapıyı kaparsa onun olur.<br />

Bir yerde şeker veyâ para atılsa, kimin üstüne düşerse onun olur. Bir bağçeye arılar<br />

gelip bal yapsa veyâ ağaç çıksa veyâ sular kum getirip yığsa, bağçe sahibinin olur.<br />

Hoca, talebesinden [imâm veyâ müezzin, cemâ’atinden] hasır [veyâ bunlara vazîfelerinde<br />

lâzım olan başka birşey] satın almak için para toplasa, toplanan paranın<br />

bir kısmı ile o şeyleri satın alsa, artan parayı kendisi kullanması câiz olur. Çünki,<br />

topladığı paralar kendisine temlîk edilmişdir. İbni Âbidîn cild 5, s. 271. [Yardım<br />

derneklerine verilen paralar da böyle hibedir. Vekîl yaparak değildir.]<br />

(Lukata) yerde bulunup, sâhibi belli olmıyan maldır. Sâhibine vereceğinden emîn<br />

olanın, korumak için alması sünnetdir. Yerde helâk olacak ise, alması farz olur.<br />

(Arayan olursa bana gönderin!) diyerek iki kimseyi şâhid yapar ve galabalık bir<br />

yerde ta’rîf ederek sâhibini arar. Sâhibi çıkıncaya veyâ durmakla bozuluncaya kadar<br />

saklarken helâk olursa ödemez. Sâhibi çıkmıyacağını veyâ bozulacağını anlarsa,<br />

artık aramaz. Beyt-ül-mâla verir. Beyt-ül-mâl yoksa, zengin ise, fakîr olan<br />

anasına, babasına, evlâdına ve zevcesine sadaka verir. Bunlar, kendisine hediyye<br />

ederlerse, kendi de kullanabilir. Şâfi’îde, bunlara vermeden de kullanabilir. Fakîr<br />

ise, kendi kullanabilir. Sâhibi sonra çıkarsa, yâ kabûl eder. Yâhud, bulana veyâ fakîre<br />

tazmîn etdirir. Kabûl eden veyâ tazmîn eden sevâb kazanır. (Dürr-ül-müntekâ)da<br />

ve (Hindiyye)de, Lukata sonunda diyor ki, (Para, şeker serpilince, kapan,<br />

yerden ve başkasının üstünden alan, buna mâlik olur. Umûmî bir yerden çıkan,<br />

na’lın veyâ kundurasının alınmış olduğunu görse, yerine bırakılanı kullanması câiz<br />

olmaz. Bunu götürüp sadaka verir, fakîr de, buna hediyye ederse, câiz olur).<br />

Ağaçdan sokağa düşmüş meyveleri, köyde de, şehrde de, sâhibinin yasakladığı<br />

ma’lûm olmadıkca, herkesin alıp yimesi câizdir.<br />

Aşağıdaki bilgiler (Mecelle)den alınmışdır:<br />

Madde 912 — Birinin ayağı kayıp da düşerek başkasının malını telef etse öder.<br />

Madde 914 — Kendi malı sanarak, başkasının malını telef eden öder.<br />

Madde 915 — Başkasının elbisesini çekip de yırtan, temâm kıymetini öder. Elbiseyi<br />

tutup, sâhibi çekmekle yırtılsa, yarısını öder.<br />

Madde 916 — Çocuk, birinin malını telef etse, çocuğun malından ödenir. Malı<br />

yoksa, malı oluncaya kadar beklenir. Velîsi ödemez.<br />

Madde 918 — Birinin binâsını yıksa, sâhibi dilerse, enkâzı ona bırakıp binânın<br />

kıymetini alır. Yâhud enkâzı ve değer farkını birlikde alır. Ağaçlarını kesmek de<br />

böyledir.<br />

Madde 919 — Yangını durdurmak için bir evi, hükûmetin emri ile yıkan ödemez.<br />

Kendiliğinden yıkan öder.<br />

Madde 921 — Mazlûm olanın, başkasına zulm etmeğe hakkı yokdur. Her ikisi<br />

de öder. Meselâ sahte para alan, bunu başkasına veremez.<br />

Madde 922 — Birinin malının telef olmasına sebeb olan, öder. Ahırın kapısını<br />

açıp hayvân kaçarak zâyı’ olsa, öder. Hayvânı ürkütüp kaçıran da böyledir.<br />

Madde 924 — Yolda kuyu kazıp, birinin hayvânı düşerek ölse, öder. Kendi<br />

mülkünde kazmış ise, ödemez.<br />

– 817 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:52


Madde 926 — Yoldan geçene zarar veren, öder.<br />

Madde 927 — Hükûmetin izni olmadan yolda oturup satış yapılamaz.<br />

Madde 928 — Dıvârı yıkılıp, birinin malına zarar verirse, önceden, dıvârın yıkılacak,<br />

ta’mîr et gibi îkâz yapılmış ise, öder.<br />

Madde 929 — Başı boş bırakılmamış bir hayvânın kendiliğinden yapdığı zararı<br />

sâhibi ödemez. Sâhibi görüp, men’ etmezse veyâ hayvânın tehlükelidir çâresine<br />

bak denilmiş ise, öder.<br />

Madde 934 — Yolda hayvânı bağlamağa, aracını park yapmağa kimsenin hakkı<br />

yokdur. Park yerlerinde durdurabilirler.<br />

Madde 1013 — Bir binâya ortak olarak mâlik olan kimselere, (Hisse-i şâyı’a sâhibi)<br />

denir. Bir binânın yarısı Ahmedin, üçde biri Ömerin, altıda biri Alînin olsa,<br />

Ahmed hisse-i şâyı’asını satsa, Ömer ve Alî almak isteseler, yarısını Ömer, yarısını<br />

da Alî alır. Ömer, hissesine göre iki misli alamaz.<br />

Madde 1023 — Karşılıksız hediyye ve vasıyyet gibi karşılıksız temlîklerde şüf’a<br />

hakkı olmaz. [İkinci kısmda, yirmidokuzuncu madde sonuna bakınız!].<br />

Madde 1031 — Şüf’â hakkı bulunan kimsenin, satış yapıldığını işitince, hemen<br />

hakkını istemesi, iki şâhid yanında tekrâr söylemesi ve bir ay içinde mahkemeye<br />

başvurması lâzımdır.<br />

Madde 1036 — Müşterînin teslîm etmesi ile veyâ hâkimin karâr vermesi ile, şüf’a<br />

sâhibi satılan binâya mâlik olur.<br />

Madde 1198 — Komşusuna (Zarar-ı fâhiş) yapamaz. Kullanmağa mâni’ olan şeyler,<br />

zarar-ı fâhişdir. Demirci dükkânı, değirmen, bitişik binâyı sallarsa veyâ fırın<br />

dumanı, yağhânenin pis kokusu, harman tozları, bitişik evde oturulamıyacak kadar<br />

sıkıntı verirse, değirmenin, bostanın su yolu, evin temelini, dıvârını gevşetirse,<br />

çöplük bitişik evin dıvârını çürütürse, harman yerine bitişik yapılan yüksek binâ,<br />

harmanın rüzgârını keserse, manifaturacı dükkânı yanında yapılan aşcı dükkânının<br />

dumanları kumaşlara zarar verirse, lağım, kanalizasyon yollarının sızıntılarından<br />

komşu dıvârı zarar görürse, sonra yapılanlar zarar-ı fâhiş olup, men’ edilirler.<br />

Madde 1201 — Evin havasını, manzarasını, güneş görmesini kapatmak, zarar-ı<br />

fâhiş sayılmaz. Bir odanın zıyâsını temâmen kesmek, zarar-ı fâhiş olur.<br />

Madde 1202 — Mutbah, kuyu başı, ev aralığının görünmesi zarar-ı fâhişdir. Araya<br />

dıvâr, perde yapması lâzım olur.<br />

Madde 1210 — Arada müşterek olan dıvârı, biri ötekinin izni olmadıkca yükseltemez<br />

ve üzerine binâ yapamaz.<br />

Madde 1224 — Yol, su yolu, kanalizasyon zarar-ı fâhişi olmadıkca, eskiden kalanlarına<br />

dokunulamaz.<br />

Madde 1226 — Bir kimse, verdiği iznden vazgeçebilir. Meselâ tarlasından geçmeğe<br />

izn vermiş iken, men’ edebilir.<br />

Madde 1228 — Arsasından geçmekde olan su yolunun geçmesine ve arsaya girilip<br />

ta’mîr olunmasına mâni’ olamaz. Yeniden su yolu geçirilmesine mâni’ olabilir.<br />

Madde 1243 — Dağlardaki ağaçlar ve otlar herkese mubâhdır. Ağaçları kesen,<br />

mâlik olur.<br />

Madde 1249 — Mubâh olan şeyi ele geçiren ona mâlik olur. Ele geçirmek,<br />

kasd ile, niyyet etmekle olur.<br />

Madde 1255 — Mubâh şeyleri ele geçirmekde kimse kimseye mâni’ olamaz.<br />

Madde 1265 — Denizler, büyük göl ve nehrler, şehrlerden uzak sâhibsiz erâzî<br />

ve dağlar, herkese mubâhdır. Fekat, başkasına zarar vermemek şartdır.<br />

Madde 1281 — Şehrden uzak, sâhibsiz yerde kuyu kazan, bunun (Harîm)ine mâ-<br />

– 818 –


lik olur. Yirmi metre yarı çapındaki dâire içi, merkezindeki kuyunun harîmi olur.<br />

Madde 1291 — Şehr içindeki kuyunun harîmi olmaz. Herkes mülkünde kuyu kazabilir.<br />

Madde 1311 — Hâzır olan ortakdan ve hâzır olmıyan için hâkimden izn almadan<br />

ta’mîr eden ortak teberru’ etmiş olup, ortaklardan birşey istiyemez.<br />

Madde 1313 — Değirmen, hamâm, apartman gibi taksîm olunamıyan mülk<br />

harâb olup, ta’mîrini istemiyen ortak bulunursa, hâkimin izni ile ta’mîr edilip, sonra<br />

hissesine düşen para ondan alınır.<br />

Madde 1314 — Müşterek bir binâ yıkılınca, yeniden ortaklaşa yapılmasını istemiyen<br />

olursa, buna cebr olunmaz. Arsa taksîm edilir.<br />

Madde 1315 — Apartman yıkılınca, herkes kendi katını yapdırır. Altdaki yapdırmazsa,<br />

üstdekiler, hâkimin izni ile, hepsini yapdırıp, altdaki hissesini verinciye<br />

kadar, katını kullanamaz.<br />

Madde 1321 — Sâhibsiz nehrleri Beyt-ül-mâl ayıklar. Beyt-ül-mâlda para yoksa,<br />

masrafı oradan sulama yapanlardan alınır.<br />

Madde 1327 — Müşterek kanalizasyonu temizlemek masrafı, aşağıdan başlar.<br />

Şöyle ki, en aşağıdaki evden, arsadan başlayıp bunun masrafını hepsi öder. Yukardaki<br />

arsalardaki kısmların masraflarına aşağıdakiler iştirâk etmezler.<br />

9 — ŞART İLE SÖYLENEN ŞEYLER<br />

Fıkh kitâblarında, (Bey’ ve şirâ) sonunda diyor ki:<br />

Şart ile söylendiği zemân yapması câiz olmıyan şeyler ondörtdür:<br />

1 — Bey’: Meselâ, bir evi, bir ay oturmak şartı ile satmak fâsiddir.<br />

2 — İcâre: Borc vermesi şartı ile birisine birşey kirâya vermek fâsiddir.<br />

3 — Taksîm: Mîrâs bölünürken vârislerden birkaçının, ba’zı eşyânın ba’zı<br />

kimselere verilmesini şart etmesi câiz değildir.<br />

4 — İcâze: Birisi, bir kimsenin malını satsa, malın sâhibi buna, bana yüz lira borc<br />

veyâ bir hediyye verirsen satışı kabûl ederim dese, bu icâze ya’nî izn, bâtıl olur.<br />

5 — Ric’at: Boşadığı âilesinden para isteyerek tekrâr nikâh etmek olmaz.<br />

6 — Malı mal ile sulhdur: Evinde oturursam, alacağımı istemem demek.<br />

7 — Borcu afv etmek: Babam seferden gelirse, alacağımı istemem demek.<br />

8 — Vekîli azl: Bir hediyye verirsen, seni azl ederim demek.<br />

9 — İ’tikâf: Hastam iyi olursa, i’tikâf edeceğim demek câiz değildir. Hastam<br />

iyi olursa, Allah rızâsı için, şu kadar gün i’tikâf edeceğim demek, (Nezr) olur.<br />

10 — Müzâre’a: Borc verirsen, tarlamı işlet demek.<br />

11 — Müsâkât: Borc verirsen, ağacımı veyâ asmamı sana müsâkât eylerim demek<br />

gibi. (Müsâkât), meyvenin bir kısmını bakana verilmek karşılığında, ağacı veyâ<br />

asmayı, birinin bakımına bırakmak demekdir.<br />

12 — İkrâr: Para istiyerek, borcu olduğunu i’tirâf etmek.<br />

13 — Vakf: Falan yolcum gelirse, evimi vakf edeceğim gibi.<br />

14 — Tahkîm: Falan şey olursa, sen aramızda hâkim ol demek.<br />

Şart ile söylendiği zemân, yapılması câiz ve şartın yapılmaması lâzım olan şeyler<br />

yirmisekizdir:<br />

1 — Karz: Bir zemân hizmet şartı ile borc verilir ve hizmet yapılmaz.<br />

2 — Hibe: Yavrusu benim olmak şartı ile bu hayvânı sana hediyye ederim demek<br />

câizdir. Yavrusu da hediyye olur.<br />

3 — Sadaka: Bir zemân hizmet şartı ile sadaka veririm demek.<br />

– 819 –


4 — Nikâh: Mehr vermemek şartı ile nikâh sahîh olur. Mehr-i misl verilir.<br />

5 — Talâk: Evlenmemek şartı ile seni boşadım demek. Sonra, evlenebilirler.<br />

6 — Hul’: Bir kimse, zevcesine, bir ay muhayyer olmak şartı ile seni, hul’ eyledim<br />

dese, boşamış olur.<br />

7 — Atk [İtk da denir]: Köleye, üç gün muhayyer olmak şartı ile seni âzâd etdim<br />

deyince köle âzâd olur.<br />

[Köle, harbde alınan esîrleri öldürmeyip, hizmetçi yapmakdır. Esîrden başka,<br />

kimse köle olamaz. Köle âzâd etmek çok sevâbdır. İslâmiyyet, öldürmeğe gelen<br />

düşmândan başka, kimseyi köle yapmaz. Bu köleleri âzâd edenleri de, çok beğenir.<br />

İslâmiyyet, köle yapmak dîni değil, köle âzâd etmek dînidir.]<br />

8 — Rehn: Evimi sana rehn verdim, oturmaklığım şartı ile demek.<br />

9 — Îsâ: Seni vasî yapdım, kızımı alman şartı ile demek.<br />

10 — Vasıyyet: Filânca izn verirse, sana malımdan vasıyyet ederim demek gibi.<br />

İzn almadan vasıyyet edilmiş olur.<br />

11 — Şirket: Hediyye verirsen, seni ortak yaparım demek gibi.<br />

12 — Mudârebe: Babam yoldan gelirse, sana bin altın veririm, onun ile ticâret<br />

yap. Kâr yarı yarıya olsun demek gibi.<br />

13 — Kâdî olmak: Kimseyi azl etmemek şartı ile seni kâdî yapdım, gibi.<br />

14 — Vâlîlik: Ata binmemek şartı ile seni Van vâlîsi yapdım gibi.<br />

15 — Kefâlet: Hediyye verirsen, falanca borcluna kefîl olurum gibi.<br />

16 — Havâle: Seni, filân şeyle, filânca üzerine havâle eyledim, onun kahvesini<br />

içmemek şartı ile demek gibi.<br />

17 — Vekâlet: Borcumu afv edersen, seni vekîl etdim gibi.<br />

18 — İkâle: Para verirsen, bey’i ikâle etdim gibi.<br />

19 — Kitâbet: Bir efendi kölesine, seni bin liraya kitâbet etdim, bu şehrden çıkmamak<br />

şartı ile demek gibi.<br />

20 — Efendi kölesine, sana ticârete izn verdim, filân malı almamak şartı ile, demesi<br />

gibi.<br />

21 — Bir kimse câriyesine, bu çocuk bendendir, eğer zevcem râzı olursa gibi.<br />

22 — Kâtili afv: Amden öldürülen kimsenin velîsi, hediyye almak şartı ile, kâtili<br />

afv edince hediyye lâzım olmaz. Kâtil afv olur.<br />

23 — Yaralının afv etmesi: Yaralının, bir şart ile afv ederim demesi gibi.<br />

24 — Zimmîlik: Falan râzı olursa, seni zimmî yapdım diye bir kâfire söylemek.<br />

25 — Falanca râzı olursa, ayblı malını red ederim demek.<br />

26 — Falanca râzı olursa, şart etdiğim muhayyerlik ile malını red ederim demek.<br />

27 — Filân kimse isterse, kâdîyı azl ederim demek gibi.<br />

28 — Bey’: Bâyı’ ve müşterîye fâidesi olmıyan şartla bey’ sahîh olup, şart edilen<br />

şey yapılmaz. Meselâ, müşterînin, başkasına satmaması veyâ hediyye etmemesi<br />

veyâ çayıra salmaması veyâ binmemesi şartı ile bir hayvânı satmak. Müşterînin<br />

kendi giymemesi şartı ile elbise satmak. Müşterînin kendisi yimemesi veyâ başkasına<br />

satmaması şartı ile bir ta’âm satmak. Başkasına satmamak şartı ile satın almak,<br />

hep sahîh olup, bu şartların hepsi boşdur, yapılmaz.<br />

Kesmek şartı ile hayvân satın almak sahîhdir ve şart boşdur. Bir malı, bu şehrde<br />

satmamak şartı ile satın almak sahîh olup, şart bâtıldır.<br />

Bir kimseye fâidesi olmıyan, belki zararı olan şartla satış da sahîh olup şart bâtıldır.<br />

Meselâ, bir evi yıkmak şartı ile satın almak gibi.<br />

Bâyı’ ve müşterîden başkasına fâidesi olan şart da bâtıl olup, bey’ sahîh olur. Meselâ,<br />

müşterînin, başka birisine borc vermesi şartı ile satmak gibi ki, bey’ sahîh olup,<br />

– 820 –


orç vermesi lâzım değildir.<br />

Müşterîden başkasının, bâyı’a borc veyâ hediyye vermesi şartı ile bey’ sahîh olup,<br />

bunları vermesi lâzım değildir.<br />

Şart ile câiz olan şeyler (Mecelle)nin 82. ci maddesi şerhinde uzun yazılıdır.<br />

10 — SELEM İLE SATIŞ<br />

Belli mikdârda peşin semen ile, ma’lûm zemân sonra, ma’lûm yerde, ma’lûm bir<br />

mebî’i satın almak için sözleşmekdir. Mebî’ bâyı’ın deyni olur. Meselâ, şu evsâfda,<br />

yüz kile buğdayı, filân vakt ve filân yerde bana teslîm etmek üzere, elli liraya<br />

sana selem verdim deyip, bâyı’ de kabûl etdim demekle veyâ on litre veyâ on kilo<br />

cevzi, selem olarak sana, şu kadar kuruşa satdım, deyip, müşterî de aldım demekle<br />

selem vâkı’ olur. Semen hâzır ise de, mikdârı söylemek lâzımdır. Selem, söz<br />

kesilirken ve malı teslîm edinciye kadar geçen zemân içinde, çarşıda benzeri hep<br />

bulunan ve sıfatı ya’nî iyilik ve aşağılık derecesi ve mikdârı belli edilebilen, ya’nî<br />

hacm, vezn, metre ve sayı ile ölçülen ve ta’yîn edilince te’ayyün eden malda sahîh<br />

olur. Her deynde olduğu gibi, malın cinsi, ya’nî ismi, sıfatı, mikdârı bildirilerek selem<br />

olunur. Ya’nî peşin para ile, veresiye satılır. Ölçü birimi, herkesce bilinmelidir.<br />

Karpuz, bal kabağı, odun, balık, nar, ayva gibi irili ufaklı şeyler sayı ile selem<br />

yapılmaz. Vezn ve hacmle yapılır. İrili ufaklı olmayıp fiyâtları çok farklı olmıyan<br />

şeyler sayı ile ve hacm ile selem yapılır. Yumurta, cevz gibi şeylerde çürük bulunması,<br />

sayı ile ölçmeğe zarar vermez. Etin, sabunun, toprak eşyânın ve kâğıdın, kumaşın<br />

cinsi, nev’ ve sıfatlarını bildirmek lâzımdır. İpek kumaşın vezni de bildirilmelidir.<br />

Gelecek sene toprak mahsûlünün sıfatı ile, şimdi mevcûd benzerinin sıfatı<br />

başkadır. Bunun için, gelecek senenin buğdayını, çarşıda devâmlı mevcûd<br />

olmadığı için selem yapmak câiz olmaz. Belli bir köyün buğdayı selem yapılmaz.<br />

Belli bir şehrin buğdayı yapılır. Balıkdan başka hiçbir hayvân selem olmaz. Fekat<br />

hayvân, selemde semen olur. Aralarında fâiz bulunan şeylerde, selem câiz olmaz.<br />

Fekat, ağırlıkla ölçülen şeylerin para ile, ya’nî altın ve gümüş ile selem yapılmasına<br />

izn verilmişdir. Meselâ, demirin pamuk ile selem edilmesi câiz olmadığı hâlde,<br />

altın ile selem edilmesi câizdir. Altın ile gümüş işlendikden sonra da ağırlık ile<br />

ölçülür. Başka ma’denler işlendikden sonra sayı ile ölçülür. Bunun için, ağırlıkları<br />

başka olan bakır leğenin, bakır külçe ile peşin satılması câiz olur. Fekat, selem<br />

edilmesi câiz olmaz. Altın ve gümüş para, ta’yîn edilince, te’ayyün etmedikleri için<br />

mebî’ değildir, selem yapılmaz. Fekat bunlar, selemde semen olurlar. [İmâm-ı Muhammede<br />

göre “rahmetullahi teâlâ aleyh”, fülûs denilen bakır paralar da altın, gümüş<br />

gibidir. Fekat, Şeyhayne göre “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”, fülûs, niyyet edilmekle<br />

semenlikden çıkıp urûz gibi kıyemî mal olur. Ta’yîn edilince te’ayyün eder.<br />

Sayarak selem yapılırlar. Ya’nî altın ve gümüş ve başka mallar karşılığı, selem yolu<br />

ile satılırlar. Böylece, altın, gümüş paralarla ve zînet eşyâsı ile kâğıd liraları değişdirmek,<br />

ya’nî satın almak sahîh olur. Kâğıd liraları, bir aydan çok olmak şartı<br />

ile, belli zemân sonra almak, altını, gümüşü ise, söz kesilirken kabz etmek lâzım<br />

olur.] Selem yapılan mal, belli zemânlarda, taksît ile verilebilir. Semen ayn olsun,<br />

deyn olsun, pazarlık yerinde hepsi peşin teslîm edilmelidir. Bunun için, bu satışa<br />

(Selem) denilmişdir. Hepsi peşin verilmezse, selem sahîh olmaz. Borclusuna,<br />

(Senden alacağım şu kadar lira, şu kadar litre veyâ kilo buğday için, selem olsun)<br />

dese, selem sahîh olmaz. Çünki semen deyn olup, pazarlık yerinde kabz edilmemişdir.<br />

Selem müddeti en az bir aydır. Peşin selem câiz olmaz. Selemde muhayyerlik<br />

şart edilmez. Mebî’ görülünce de muhayyerlik yokdur. Selemden, iki taraf<br />

uyuşarak, vaz geçilebilir ve bâyı’ semeni veyâ mislini veyâ kıymetini geri verir. Selem<br />

olunan mal, teslîm vakti gelmeden önce çarşıda kalmazsa müşterî, isterse, piyasada<br />

bulununcıya kadar bekler. İsterse vaz geçerek parasını alır. Yerine başka<br />

şey almaz. Mebî’, başkasına havâle edilebilir. Bâyı’ semeni, müşterî de selem olu-<br />

– 821 –


nan malı teslîm almadan önce bey’ edemezler. Müşterî, selem malını, bâyı’ına satamaz.<br />

Hediyye edebilir. Semeni geri alır.<br />

11 — İSTİSNÂ’ (Ismarlama yapdırmak)<br />

Bir san’at sâhibine, birşey ta’rîf ederek, yapdırmakdır. Malzeme san’at sâhibine<br />

âid olur. Malzemeyi müşterî verirse, işçilik olur. Başkasının yapdığı şeyi verip,<br />

müşterî kabûl ederse, sahîh olur. İşin bitme zemânını ta’yîn etmek şart değildir.<br />

Bir aydan fazla müddet şart olunursa, Selem olur. Ayakkabı, elbise, kayık, dolap,<br />

ma’denî eşyâ ve binâ gibi ısmarlamak âdet olan şeylerde, zemân söylenmezse<br />

veyâ bir aydan az söylenirse, istisnâ’ sahîh olur. Âdet olmıyan şeylerde bir aydan<br />

çok zemân söylenirse, Selem olur. Selemde zemân söylenmezse, akd fâsid olur. İstisnâ’da<br />

parayı peşin vermek câiz olduğu gibi, belli olmıyan zemânlarda taksîtlerle<br />

ödemek de şart edilebilir. Belli zemânda ödenmesi şart edilirse, Selem olur. Müşterî,<br />

yapılan şeyi görüp beğenmezse vazgeçebilir. Selem olduğu zemân, iki taraf da<br />

muhayyer olamaz. İnşa’âta başlamadan evvel ikisi de vazgeçebilirler. Başladıkdan<br />

sonra, san’at sâhibi yine vazgeçebilir. Müşterîye gösterdikden sonra vazgeçemez.<br />

Müşterî görünce, ta’rîfe uygun bulmazsa, red edebilir. (Bahr-ür-râık) sâhibi “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” diyor ki, (Dülgere, bana bir ev yap dese ve evsâfını bildirse<br />

ve bir mukavvimin tesbît edeceği piyasa değerine göre kıymetini veririm dese,<br />

san’at sâhibi bu değerden dahâ fazla para istese, binâyı teslîm etmesi ve piyasa değerini<br />

kabûl etmesi lâzım olur). [Görülüyor ki, istisnâ’ sözleşmesi yapılırken, fiyâtın<br />

ta’yîn edilmesi şart değildir. Ta’yîn edilmiş ise, san’at sâhibinin, sonradan fazla<br />

para istemesi, câiz ise de, müşterî bunu kabûl etmezse, ehl-i vukûfun tesbît edeceği<br />

piyasa değerinde anlaşmaları lâzım olur.] İki tarafdan biri ölürse, istisnâ’ bâtıl<br />

olur. Ya’nî yok sayılır. Kirâ dahî, bunun gibi bâtıl olur.<br />

[Mevcûd olmıyan malı satmak câiz değildir. Bunun için, arsayı müte’ahhide verip<br />

de, buna karşılık, buraya yapacağı apartmandan kat almak câiz olmaz. Bunun<br />

gibi, bir müte’ahhidden, yapacağı binâ, yapılmadan satın alınamaz. Bu binâ ve<br />

apartman katı, yapılmadan önce, selem yolu ile de satın alınamaz. Çünki, malı vermek<br />

zemânı gelinciye kadar çarşıda bulunmıyan şey ve misli bulunmıyan şey selem<br />

yapılamaz. Fekat, binâyı müte’ahhide istisnâ’ yolu ile yapdırmak câizdir ve pek<br />

kolaydır. Çünki, (Mecelle) kitâbının otuzyedinci [37] maddesinde, (İnsanların<br />

kullanması, âdetleri, bir huccetdir. Buna uymak vâcib olur) yazılıdır. Ya’nî, islâmiyyetin<br />

yasak etmediği âdetlere uymak vâcibdir. Üçyüzseksendokuzuncu [389]<br />

maddesinde (İstisnâ’ yapılması âdet olan şeylerde istisnâ’ yapmak sahîhdir) denilmekdedir.<br />

Ya’nî binânın teslîm zemânı belli olmasa veyâ bir aydan az olsa, sözbirliği<br />

ile câizdir. Bir aydan çok olursa, iki imâma göre, istisnâ’ yine sahîh olur. Bu maddelere<br />

uyularak, arsanın belli bir kısmı, meselâ üçde ikisi, (Hisse-i şâyı’a) olarak<br />

müte’ahhide veresiyye olarak satılır. Müte’ahhidden alacağı olan paranın karşılığı<br />

olarak, istenilen kat, müte’ahhide istisnâ’ yolu ile yapdırılır. Çünki, kendi arsasına,<br />

projesine göre, istisnâ’ yolu ile apartman yapdırılması câizdir. İstisnâ’ yolu<br />

ile yapdırılacak apartmanın veyâ katın proje ve plânının ve kullanılacak her malzemenin<br />

cinsinin ve fabrikasının önceden söz kesilirken bilinmesi, karârlaşdırılması<br />

lâzımdır.<br />

(Fetâvâ-yı Feyziyye), (icâre) kısmında diyor ki, (Zeyd kendi arsasında kendi malzemesi<br />

ile, eni, boyu ve yüksekliği belli, bir oda yapması için, bir usta ile, belli ücret<br />

ile sözleşse ve ücretini peşin verse, odayı yapdıkdan sonra, ustanın dahâ para<br />

istemesi câiz olmaz. Usta kendi malzemesi ile yapsaydı, [ya’nî istisnâ’ sözleşmesi<br />

olsaydı] câiz olurdu). Bir kimsenin, kendi arsası üzerinde, istisnâ’ yolu ile ev yapdırmasının<br />

câiz olduğu bu misâlden anlaşılmakdadır.<br />

Arsası olmıyan kimsenin, bir apartman katını, inşâ edilmeden önce, peşin se-<br />

– 822 –


men ile satın alabilmesi için, yâ istisnâ’ yapılır. Yâhud semeni müte’ahhide emânet<br />

olarak verir. İnşâ’at temâm oldukdan sonra, satış sözleşmesi [Akd] yapılır. Müte’ahhidin,<br />

apartmandaki ve arsadaki hisse-i şâyı’asını birlikde olarak satmasının<br />

câiz olduğu, Mecellenin ikiyüzonbeşinci maddesinde yazılıdır. İkinci kısmın 38. ci<br />

maddesine de bakınız!<br />

Peşin semen ile yapılacak binâ temâmlanmadan önce zekât verme vakti gelirse,<br />

zekâtı verilmez. Müeccel semen ile olanın zekâtını san’at sâhibi, sarf etdiği paranın<br />

kırkda biri kadar verir.<br />

Günlük işlerde ahkâm-ı islâmiyyeye uygun davranabilmek için, her müslimânın<br />

(Mecelle) kitâbı başındaki yüz maddeyi ezberlemesi ve iyi anlaması lâzımdır.<br />

(Mecelle) kitâbında, bir başlangıc ile onaltı kısm vardır. Hepsi binsekizyüzellibir<br />

[1851] maddedir.<br />

Başlangıc, (Fıkh temel bilgileri) olup, yüz maddedir.<br />

Birinci kısm, (Bey’ ve şirâ) olup, yüzbirden 403. cü maddeye kadardır.<br />

İkinci kısm, (Kirâ) bilgileri olup, altıyüzonbirinci maddeye kadardır.<br />

Üçüncü kısm, (Kefîl olmak) bilgileridir. Altıyüzyetmişikinci maddeye kadardır.<br />

Dördüncü kısm, (Havâle) bilgisi, yediyüzüncü maddeye kadardır.<br />

Beşinci kısm, (Rehn) olup, yediyüzaltmışbirinci maddeye kadardır.<br />

Altıncı kısm, (Emânet)dir. Sekizyüzotuzikinci maddeye kadardır.<br />

Yedinci kısm, (Hibe) bağışlamakdır. Sekizyüzsekseninci maddeye kadardır.<br />

Sekizinci kısm, (Gasb ve Zarar)dır. Dokuzyüzkırkıncı maddeye kadardır.<br />

Dokuzuncu kısm, (Hicr ve İkrâh)dır. Binkırkdördüncü maddeye kadardır.<br />

Onuncu kısm, (Şirketler ve Sosyal bilgiler)dir. 1448. ci maddeye kadardır.<br />

Onbirinci kısm, (Vekâlet)dir. Binbeşyüzotuzuncu maddeye kadardır.<br />

Onikinci kısm, (Sulh ve Afv)dır. Binbeşyüzyetmişbirinci maddeye kadardır.<br />

Onüçüncü kısm, (İkrâr)dır. Binaltıyüzonikinci maddeye kadardır.<br />

Ondördüncü kısm, (Da’vâ)dır. Binaltıyüzyetmişbeşinci maddeye kadardır.<br />

Onbeşinci kısm, (İsbât ve Yemîn)dir. 1783. cü maddeye kadardır.<br />

Onaltıncı kısm, (Hâkimlik)dir. Binsekizyüzellibirinci maddeye kadardır.<br />

Tanınmış hukûkculardan Alî Haydar beğ ve Âtıf beğ ve hâcı Reşîd pâşa “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma’în”, (Mecelle)yi ayrı ayrı şerh etmişlerdir. Herbiri çeşidli<br />

cildler hâlinde basılmışdır. Bunları okuyan garb bilginleri, islâm hukûkuna ve<br />

islâmiyyetdeki sosyal bilgilerin inceliğine ve çokluğuna hayrân kalmakdadırlar.<br />

Âtıf beğ, (Mecelle)nin 1114 ve sonraki maddelerinde diyor ki:<br />

(Kısmet), hisse-i şâyıa ile müşterek olan kirâ malı, sâhiblerine bölmek demekdir.<br />

Ayn olan, aynı cinsden karışmış malın taksîminde uyuşamazlarsa, ortaklardan<br />

biri taleb edince, hâkim tarafından bölünür. Üçüncü kısm, ondokuzuncu maddede<br />

bildirildiği gibi, hacm veyâ vezn ile ölçülen şeyleri, ölçmeden bölmek fâiz olur.<br />

Deynin taksîmi sahîh olmaz. Başka cinslerden malların karışması ve taksîmi zararlı<br />

olan bir malın taksîmini hâkim yapmaz. Bunları uyuşarak bölebilirler. Yâhud satılıp,<br />

parası bölünür. Binâ kıymetlendirilerek, kıymetleri müsâvî olacak vech ile<br />

taksîm edilir. Kıymeti fazla kısmını alan, kıymeti az olanı alana, aradaki farkın yarısı<br />

kadar para verir. Müşterek bir ayn [mal] bâkî kalmak üzere, bunun menfe’atini<br />

taksîm etmeğe (Mühâyee) denir. Mislî eşyâda mühâyee olmaz. Ev, tarla,<br />

zemânla veyâ mekân ile mühâyee olunur. Mekânda ve öncelikle uyuşulmazsa, kur’a<br />

çekilir. Ağaç, yün, süt gibi ayn olan şeylerde mühâyee olmaz. Eğer, bunları mühâyee<br />

edip, hisselerinde hâsıl olan farkı halâllaşsalar, halâl olmaz.]<br />

Âlem içre, mu’teber bir nesne yok, devlet gibi.<br />

Olmaya devlet cihânda, bir nefes sıhhat gibi!<br />

– 823 –


12 — ÖDÜNC VERMEK<br />

Ödünc vermek, ya’nî (Karz-ı hasen) çok sevâbdır. Çarşıda misli, ya’nî benzeri<br />

bulunan herşeyi, belirsiz bir zemân sonra, misli geri verilmek üzere vermeğe,<br />

(Karz-ı hasen) denir. Ödünc vermek, îcâb ve kabûl ile [aldım, verdim gibi sözleşme<br />

ile] sahîh olur. Bir altın ödünc alan, bir altını öder. Değeri değişdi diyerek önceki<br />

veyâ sonraki değerde gümüş veyâ kâğıd lira veremez. Bunlar yerine altın da<br />

veremez. Alacaklı kabûl ederse câiz olur. Bir kimse gücü var iken borcunu ödemezse,<br />

alacaklı veyâ başkası, bundan zor ile alabilir. Borc ödenince, sened, borc<br />

verenin mülkü ise, ödendiğini bildiren vesîka verir. Ölüm hastasının çok alacaklısı<br />

varsa, hepsine taksîm eder. Borclu, yüz liralık senedimi ver, sana doksan lira<br />

vereyim dese, alacaklı senedi istemiyerek verse, on lira dahâ istiyebilir. Züyûf, ya’nî<br />

altın ve gümüşden başka para, meselâ kâğıd lira ödünc verdikden sonra, o kâğıdların<br />

kıymeti kalmasa, İmâmeyne göre, teslîm etdiği zemândaki kıymetinde altın<br />

veyâ bu kadar altın karşılığı geçer akça ile ödenir. Kıymeti değişirse, Ebû Yûsüfe<br />

göre, yine böyle olduğuna fetvâ verildiği, sarf kısmında yazılıdır. Hacm ile, vezn<br />

ile ölçülen her şeyin kıymetlerinin değişmeleri de böyledir. Bir kimse, birindeki<br />

alacağını, buna borcu olan başkasından istiyemez. Ev, dükkân, hayvan, elbise gibi<br />

kıyemî olan, ya’nî misli bulunmıyan şeyleri ödünc vermek fâsiddir ve hemen geri<br />

vermek lâzımdır. Kullanılması harâm olur. Satması, harâm ise de, sahîh olur. Çünki,<br />

kabz etmekle mülkü olmuşdur. Ödünc alınan kıyemî şeyin kıymetini ödemek<br />

lâzımdır. Ahmede yüz lira borcum var diyenin borclu olduğu anlaşılmaz. Ne sebeble,<br />

nasıl borclandığını da bildirmesi lâzımdır.<br />

(Hamza efendi risâlesi şerhı) ellidokuzuncu [59] sahîfesinde diyor ki: (Ödünc<br />

verirken, zemân ta’yîn etmemelidir. Çünki, zemân ta’yîn ederse, malı, misli ile veresiye<br />

satmış olur. Bu ise fâiz olur. Senede ödeme târîhi koymamakla, ödünc veren<br />

verdiğini geri almak hakkına her zemân mâlik olmakda, belli bir zemânı beklemek<br />

zorunda kalmamakdadır. Zemân ta’yîn etmeksizin ödünc vermeli ve arzû<br />

etdiği zemân isteyip geri almalıdır. Câhillerin, ödünc verilen şeyin ödenmesi istenirse,<br />

sevâbı kalmaz demeleri, doğru değildir. Kalb kırmıyarak, başa kakmıyarak,<br />

hakkını istemek câizdir. Kalb kırmak, ayrı bir günâhdır). Ödünc alan kimse, vereceği<br />

bonoya ödeme târîhi koymamalıdır. Birşey satın alan kimsenin vereceği bonoya<br />

ödeme târîhi koyması lâzımdır. Ödünc verdiği parayı geri alabilmek için, senedde<br />

ödeme târîhi bulunmak îcâb ediyorsa, ödünc vereceği kimseden kefîl ister.<br />

Kefîl ile, belli bir zemânda ödenmesine kefîl olması için anlaşır. Meselâ, kefîlden,<br />

ödeme târîhi belli bono alır. Borclunun da kefîlin ödemesi lâzım geldiği zemân ödemesi<br />

câiz olur denildi. Fekat kefîlin o zemân ödeyip, sonra borcludan alması dahâ<br />

iyi olur. Yâhud, borclu, borcunu kendine borcu olan birine havâle eder. Havâle<br />

olunanın borcunun ödeme zemânı, belli ise, alacaklıya da o zemânda öder.<br />

Belli zemânı yoksa, alacaklı havâleyi kabûl eden ile, belli bir zemânda, ödemesi<br />

için uyuşur. Bunun borcluya borcu yoksa, borclu, belli zemânda ödemek üzere buna<br />

borclandığını bildirir. Ya’nî bono verir. İki borc da aynı târîhde ödenir. Fekat,<br />

burada borclu, ödeme senedini alacaklıya vermiyor. Havâleyi kabûl edene veriyor.<br />

Alacaklı, ödeme târîhi yazılı bononun kendisine verilmesini isterse, ödünc vereceği<br />

parayı, emîn olduğu bir arkadaşına hediyye eder. Bu da bu parayı, ödünc istiyene<br />

verir. Borcunu para sâhibine havâle etmesini söyler. Para sâhibi havâleyi<br />

kabûl ederek dilediği ödeme târîhli bono yazıp, arkadaşına verir. Borclu da para<br />

sâhibine aynı târîh yazılı bono verir. Sonra, havâleyi alan, alacağını arkadaşına hediyye<br />

ederek, bonosunu geri verir. Yâhud ödünc istiyene, ödünc vereceği kadar fiyâtla<br />

ucuz birşeyi veresiye satar. Ondan bu satış için belli târîhli ödeme senedi alır.<br />

Sonra bu şeyi aynı fiyâtla, peşin olarak, ondan geri satın alır. [Altıncı madde sonuna<br />

bakınız!]. (Hadîka)da, altıyüzyirminci [620] sahîfede diyor ki: (Bir kimsenin,<br />

ödünc vereceği kimseye, hattâ bir kâğıd parçasını bin liraya bile satması câizdir.<br />

– 824 –


Mekrûh değildir). (Eşbâh)da diyor ki: (Ödünc verirken, senede ödeme târîhi koyabilmek<br />

yollarından biri de, Mâlikî mezhebini taklîd etmekdir. Mâlikî mezhebinde,<br />

ödünc verirken, ödeme zemânının bildirilmesi lâzımdır). (Mîzân-ül-kübrâ)da<br />

diyor ki: (Mâlikî mezhebinde, ödünc verilen malı ve satış semenini, ödeme zemânından<br />

önce veyâ sonra istiyemez. Zemânında istemesi lâzımdır). Fekat, başka mezhebi<br />

taklîd etmek, ancak, sıkışık durumlarda câiz olur. Taklîd edilen mezhebin bütün<br />

şartlarını öğrenip bunlara uymak lâzım olur. (Beydâvî)nin (Şeyhzâde) hâşiyesi,<br />

birinci cild, 590.cı sahîfesinde diyor ki, (Âyet-i kerîmedeki müdâyene ya’nî borçlanma<br />

kelimesi, muâmele ya’nî bey’ ve şirâ demekdir. Bu da, dört şeklde olabilir:<br />

Aynı ayna satmak, müdâyene değildir. Deyni deyne satmak da, bâtıldır. Aynı deyn<br />

karşılığı satmak, bildiğimiz veresiye satışdır. Deyni ayn karşılığı satmak, (selem)dir.<br />

Bu iki satışda, deynin belli vaktde ödenmesi için sened yazılır. Ödünç vermek,<br />

bu iki satışa dâhil değildir. Ödünç vermekde, belli vakt bildirmek, Hanefîde<br />

câiz değildir.) Vakt bildirilirse, fâiz olur.<br />

Ödünc verirken bir menfe’at şart koymak fâiz olur. Harâm olur. Şart koymadığı<br />

hâlde, öderken ayrıca birşey fazla vermek câizdir. İbni Âbidîn “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”, ödünc vermeği anlatmağa başlamadan buyuruyor ki, (Falana olan<br />

borcuma kefîl ol dese, o da kabûl edip ödese, kefîl borcluya, (Belli zemânda bana<br />

ödersin) diyebilir. Fekat, falana olan borcumu öde dese, o da kabûl edip ödese,<br />

borclunun bunu ona belli bir zemânda ödemesi câiz olmaz. Çünki, borclu için<br />

ödemiş, borclu şimdi buna borclu olmuşdur. Borcun belli bir zemânda ödenmesi<br />

ise câiz değildir).<br />

(El-Ukûd-üd-dürriyye) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Alacaklısına,<br />

evini verip ücretsiz otur demek, fâsiddir. Ecr-i misl lâzım olur. Alacaklısına evini<br />

rehn verip, ücretsiz oturmasına izn verse, ücret lâzım olmaz. Alacaklıya rehni<br />

kirâya verirse, rehn fâsid olur. Alacaklının rehnden istifâde etmesi tahrîmen mekrûhdur.<br />

Bir kadın, oğlunu evinde, ta’mîr etmek şartı ile oturtsa, senelerce oturup,<br />

ta’mîr etmeden çıksa, anasına ecr-i misl ödemesi lâzım olur).<br />

Büyük âlim Hayreddîn Remlî hanefî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fetâvâ-i<br />

Hayriyye)de diyor ki, (Zimmî zimmîye elli lira ödünc verip, fâizi ile birlikde ellibeş<br />

lira alsa, beş lirayı geri vermesi lâzımdır. Çünki, fâiz her dinde harâmdır.)<br />

Abdülvehhâb-ı Şa’rânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mîzân-ül-kübrâ) kitâbında<br />

diyor ki, (Dört mezhebde de ödünc vermek müstehabdır. Belli bir zemân sonra<br />

alacağı satış parasının bir kısmını, vaktinden önce almak için, geri kalandan vaz<br />

geçmesi câiz değildir. Bir kısmını vaktinden önce alıp, geri kalanı, vaktinden sonra,<br />

başka vakte bırakması da câiz değildir. Vaktinden önce, bir kısmını aynen, gerisini<br />

de, başka şey olarak almak câiz değildir. Vakti gelince, bir kısmını alıp, geri<br />

kalanı, başka vakte bırakması veyâ vaz geçmesi câizdir). Peşin olan satış semeni<br />

için, yarısını şimdi (veyâ yarın) verirsen, gerisi bir sene sonra olsun demek câizdir.<br />

Ödünc verirken veyâ verdikden sonra, alacağının taksîdler hâlinde ödenmesine<br />

râzı olmak câiz değildir. Taksîd ile, uzun zemânda ödenmesini kabûl eden<br />

alacaklı, bu sözünden vaz geçebilir. Hepsini birden peşin istiyebilir. Borclu, elinde<br />

taksîdle ödiyeceğini bildiren sened olduğu hâlde, gücü yeterse, hepsini birden<br />

ödemeğe mecbûrdur. Borclu bir kısmını inkâr ederse, mümkin olanı belli zemânda<br />

almak câiz olur. Mehr-i mu’accelin de te’cîli câiz değildir. Kadın veyâ vârisleri,<br />

hepsini hemen alır. Borcludan kefîl istemesi ve kefîlin belirli târîhlerde taksîdlerle<br />

ödemesi câizdir.<br />

Bir vakte kadar ödünc vermek câiz olmadığı gibi, bu vakti beklemeden, alacağını<br />

istemesi câizdir. (Mâlikî mezhebinde, ödünc verenin, şart olmasa dahî, borcludan<br />

hediyye alması, yemeğini yimesi ve ondan herhangi bir sûretle menfe’atlenmesi<br />

câiz değildir. Şâfi’î ve Hanbelî mezheblerinde, söz kesilirken şart edilmezse,<br />

– 825 –


câiz olur). Hanefî mezhebinde, ba’zı âlimler, şart etmeden alması câiz olur dedi ise<br />

de, ba’zıları, şartsız hediyye almak da câiz olmaz dedi. Birincisi, kendisine her zemân<br />

hediyye vermesi âdeti olan kimseden alması olup, fetvâ yoludur. İkincisi<br />

ise, takvâ sâhibleri içindir. Borc alanın âkıl ve hicr edilmemiş olması lâzımdır.<br />

Ödünc verirken şart edilmediği hâlde, borclunun, sonradan yüksek fiyâtla,<br />

alacaklıdan mal satın alması câiz ise de, mekrûhdur. Şems-ül-eimme Hulvânî harâm<br />

olur dedi. Fekat, ödünc verme sözleşmesi olmadan önce, meselâ bin lira değerindeki<br />

kumaşı binbeşyüz liraya satın alsa, ayrıldıkdan sonra, tekrâr gelip dörtbin<br />

lira da ödünc alsa, câiz olur ve satana beşbinbeşyüz lira borcu olur. Hâlbuki borcu<br />

beşbin olmak lâzımdır. (Dürr-ül-muhtâr)da diyor ki, böyle mu’âmeleye yüzde<br />

beşden fazla olmamak şartı ile câiz olur denildi. Yüzde beşden fazla farklı ödünc<br />

verirse, ya’nî ödünc vermeden önce, (Mu’âmele) ile, satacağı malın fiyâtı, ödünc<br />

verdiği paranın, yüzde beşinden fazla olursa, harâm olur ve böyle ödünc veren habs<br />

olunur. İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” (Dürr-ül-muhtâr)ın bu satırlarını geniş<br />

açıklıyor. Sultânın emri ile, yüzde onbeşe kadar mu’âmele ile satış fetvâsı verildiğini,<br />

buna câiz diyen âlimleri ve büyük fıkh kitâblarını bildiriyor. (Bezzâziyye) fetvâsında,<br />

sarf bahsinde diyor ki, (Ribh ile ödünc istiyen muhtâc kimse, buna bir malı<br />

on liraya satsa ve teslîm etse, ödünc verecek olan da, bu malı, sonra o kimseye<br />

on iki liraya satsa câiz olur. Satışı, ödünc verildikden sonra yapmak iyi olur. Mal,<br />

ödünc verenin ise, bunu ödünc isteyene, dilediği bir müddetle, meselâ oniki liraya,<br />

veresiye satar. Malı teslîm alınca, üçüncü kimseye on liraya satıp teslîm eder.<br />

Bu kimse, ödünc verene on liraya peşin satıp, malı buna verir. Aldığı on lirayı,<br />

ödünc isteyene vererek borcunu öder. (Bahr)de diyor ki, (On lira alacağı olan bir<br />

kimse, belli zemân sonra onüç lira almak isterse, borclusundan bir malı bu on lira<br />

karşılığı satın alıp, malı kabz etdikden sonra, belli zemân sonra ödemek üzere,<br />

ona onüç liraya satar).<br />

İslâm mahkemelerinde yüzde onbeşe kadar mu’âmele ile satış da’vâları kabûl<br />

ediliyordu. Meselâ, [1288] de basılan (Dürr-üs-sukûk) adındaki kitâbda, sultân Abdülmecîd<br />

hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânındaki şer’ıyye mahkemelerinin birkaçyüz<br />

karâr sûreti yazılıdır. İkinci cild, altmışbeşinci [65] sahîfede diyor ki: Alî<br />

ağa, Velî ağa karşısında ikrâr-ı kelâm ediyor. İşbu Velî ağa, malından bana üçbin<br />

kuruş ödünc teslîm etdikde, ben dahî teslîm aldım. Bu para ve semeni işbu târîhden<br />

bir sene temâmına değin müeccel, yine Velî ağadan satın aldığım bir cild<br />

(Kudûrî) kitâbı semeninden dahî dörtyüzelli kuruş ki, cem’an üçbindörtyüzelli kuruş<br />

deynimdir, dedikde, tasdîk olundu). Dörtyüzelli kuruş, üçbin kuruşun yüzde<br />

onbeşi olduğundan, câiz görülmüşdür.<br />

Fâiz günâhından kurtulmak için (Iyne) yolu ile de ödünc vermek câiz olur denilmişdir.<br />

İbni Âbidîn (Sarf) ve (Kefâlet) sonunda buyuruyor ki, (Iyne satışında<br />

zengin on lira değerindeki malı fakîre meselâ oniki liraya veresiye satar. Fakîr, malı<br />

alıp, başkasına, peşin on liraya satarak, on lira almış olur. Zengine oniki lira borclu<br />

olur. İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre câizdir. (Feth-ul-kadîr)de mekrûh bile olmadığı<br />

yazılıdır. İmâm-ı Muhammede göre câiz değildir.) (Hadîka) ve (Berîka) kitâblarında<br />

diyor ki, (Iyne, bir malı veresiye satıp, bunu aynı meclisde, bu müşterîden<br />

peşin ve ucuz satın almakdır. İkinci semen ayn, ya’nî peşin olduğu için, böyle satışa,<br />

(Iyne satışı) denildi. İki semen, önceden karârlaşdırılıp şart edilirse, sözbirliği<br />

ile harâmdır. Önceden şart edilmezse, Şâfi’îde câiz olur. Müşterî, bu malı aynı<br />

meclisde, başkasına satarsa, câizdir. Hadîs-i şerîfde, (Iyne satışı yaparsanız ve<br />

cihâdı terkedip, zirâ’at ile uğraşırsanız, Allahü teâlâ sizi zelîl eder. Dîninize dönmedikce,<br />

bu zilletden kurtulamazsınız!) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, harâm olan<br />

Iyne satışını bildirmekdedir. Eshâb-ı kirâm, halâl olan Iyne satışı yapardı. Meselâ,<br />

bir zengin, ödünc isteyen bir fakîre, bir malı ikibin liraya veresiye satar. Başkasını<br />

gönderip, bu da kendi için o malı fakîrden bin liraya peşin alır. Sonra zen-<br />

– 826 –


gine bin liraya satıp, fakîri zengine havâle eder. Zengin de, kendine havâle olunan<br />

bin lirayı fakîre öder. Günü gelince, fakîrden iki bin lira semeni alır. Böyle satışı,<br />

Resûlullah emr buyurmuşdur. (Kâdîhân)da yazılıdır).<br />

[(Bahr)da diyor ki, (Muhtâc olanın fâiz ile borc alması câizdir). Fekat, buna da<br />

fâiz ile ödünc vermek harâmdır [Eşbâh]. Nafakası olmayıp bulamıyanlara muhtâc<br />

denir. İslâmiyyet, bu ihtiyâcı zarûret kabûl etmekdedir [Eşbâh]. Böyle bir fakîr<br />

fâizsiz (Karz-ı hasen) bulamazsa, harâm olduğu için fâiz ile de ödünc veren bulunmazsa,<br />

bu fakîri telef olmakdan kurtarmak için, ihtiyâcı kadar mu’âmele ve îne<br />

yolu ile ödünc verilmesi câiz oldu. Nafakasından fazla mal, binâ sâhibi olmak için<br />

ve ticâretine sermâye yapmak için fâiz ile ödünc almak ve buna, mu’âmele ve îne<br />

yolları ile de ödünc vermek câiz değildir.] Sekizyüzelliüçüncü sahîfeye bakınız!<br />

Selem yolu ile ödünc vermek, ya’nî köylüye, ödünc parayı, çok ucuza selem semeni<br />

olarak peşin verip, sonra bu para karşılığı olarak, yeni senenin mahsûlünden<br />

çok fazla buğday veyâ pancar veyâ pamuk satın almak câiz değildir. Sözleşme zemânında<br />

çarşıda bulunmıyan gelecek sene mahsûlü selem yapılmaz. Köylüye,<br />

böyle câiz olmıyan, selem yolu ile para vermek, (Mu’âmele) ile ödünc vermekden<br />

ve (Iyne)den dahâ fenâdır. Köylüleri ve köyleri harâb etmekdedir.<br />

Âriyet diyerek verilen mal, ödünc verilmiş olur. Zâten ödünc vermek, âriyet vermek<br />

demekdir. Âriyet, bir malı, kullanmak için vermekdir. Malın kendi geri alınır.<br />

Ödünc verilen mal ise, geri alınırken, misli satılmış olup, semen alınmış olur.<br />

[(Mecelle)de diyor ki, (Âriyet), ücretsiz olarak kullanmak için verilen mala denir.]<br />

Al, sarf et diye verilip, hediyye olduğu söylenmiyen para, teslîm edilince, ödünc<br />

verilmiş olur. Al, giy diyerek verilen elbise, hediyye olur.<br />

Ödünc verileni kendisi veyâ vekîli teslîm alınca, ona mâlik olur. Veren, verdiğini<br />

geri istiyemez. (Fetâvâ-i Hindiyye)de diyor ki, (Ödünc alınanı kabz etmeden<br />

önce kullanmak câizdir). Borclu, ödünc aldığı malın veyâ paranın mislini, ya’nî benzerini<br />

ödemesi lâzımdır. Ödemeden önce, borcunu [ödünc aldığı şeyin kendisini değil]<br />

alacaklısından peşin satın alabilir ise de, veresiye satın alamaz. Ödünc aldığını<br />

alacaklısına satabilir. Bunun gibi, bir kimsenin, mal satmakdan veyâ ödünc vermekden<br />

veyâ mîrâs, hediyye, sadakadan ve ücretden ölçülebilen mal veyâ para alacağı<br />

olsa, bunu teslîm almadan önce, borclusuna veyâ başkasına veresiye satması<br />

câiz değildir, harâmdır. Pazarlık etdiği yerde semenini alsa, peşin satmış olur. Bu<br />

da, yalnız borclusuna câizdir. Altın veyâ gümüş, fülûs ile bozdururken birinin peşin<br />

kabz edilmesi lâzım olduğu buradan da anlaşılmakdadır. Yalnız, taşınabilen bir<br />

mal satın alındığı zemân, bunu teslîm almadan önce, peşin de olsa, hiç kimseye satmak<br />

câiz değildir. Görülüyor ki, ödünc mal alan kimse, ödemek için bunun benzerini<br />

bulamayınca, yerine başka mal veyâ parasını vermek için sözleşirlerse bunu, söz<br />

kesilen yerde, hemen peşin vermesi lâzım olur. Malı veyâ parayı ilerde vermek için<br />

sözleşmeleri harâm olur. Harâmdan kurtulmak için, borclusundan borc karşılığı az<br />

bir malı peşin satın alıp, kabz etdikden sonra, bu malı ona o paraya veresiye satar.<br />

Anlaşamazlarsa, benzeri bulununcıya kadar beklenir. Dördüncü madde sonuna bakınız!<br />

Buğday ödünc alsa, buğdayın fiyâtı çok değişse, yine aynı hacmde buğday ödemesi<br />

lâzımdır. Bir kimsenin, birisinden yüz lira alacağı varken, bu kimsenin, alacağı<br />

ile takas edilmemek şartı ile ondan yüz liraya mal satın alması fâsiddir.<br />

(Mecmû’a-i cedîde)de, (Kâdîhân)dan alarak diyor ki, (Ödünc almakla, gasb etmekle<br />

veyâ mal satın almakla yüz lira borclanan kimse, alacaklısına bir altın<br />

ödünc verse, bu alacaklarını [ya’nî yüz lira ile bir altını] birbirlerine satmaları câiz<br />

olur. Başka cinsden olan böyle borclarını birbirlerine satmaları, bu mallar ellerinde<br />

imiş de birbirlerine satıyorlarmış gibidir. Yüz lirayı ve bir altını birbirlerine<br />

teslîm etmiş gibi olurlar. Borclarını takas etmeleri, ellerindekilerini mubâdele<br />

gibidir. Bunun gibi, bir teneke dolusu buğday borcu olan kimse, alacaklısına bir<br />

teneke dolusu arpa ödünc verse, sonra bu buğday ile arpa borclarını birbirlerine<br />

– 827 –


satmaları câiz olur). Ondokuzuncu madde ortasına bakınız!<br />

Eti dartarak, ekmeği dartarak veyâ sayarak ödünc vermek câizdir.<br />

Alacaklı, borclunun malını görünce, borcun benzeri mal ise, onun rızâsı olmadan<br />

alabilir. Başka bir kimse de alıp, alacaklıya verebilir.<br />

Bir kimsenin, birisinde elli altın alacağı varken, borclu, alacaklıya elli altın<br />

emânet bırakırsa, her ikisi râzı olmadıkca borca sayılmaz.<br />

Bir kimsenin borcunu başkası ödiyebilir. Borc ödiyenin, borc senedi kendi<br />

mülkü ise, geri istiyebilir. Ödünc verilen borc, belli mikdâr ve belli zemânlarda taksîde<br />

bağlanamaz. Eline geçdiği zemân, geçdiği kadar ödiyerek borcunu bitirir. Fekat<br />

borcunu başkasına havâle ederse, havâleyi kabûl eden, belli taksîtlerle ödiyebilir.<br />

Ödünc alınan mal karşılığı olarak, iki tarafın uyuşduğu semen, para şeklinde peşin<br />

olarak ödenebilir. Bu sûretle, malı alacaklıdan peşin satın almış olur.<br />

Borclu, alacaklının senedi gayb etmesi ile borcu ödemekden kaçınamaz. Sâlih<br />

olan iki şâhid göstererek, alacaklı olduğunu mahkemede isbât eder. Bunun için,<br />

şâhid yanında ödünc vermelidir.<br />

Borclu borcunu, aldığı yerde veyâ alacaklının râzı olduğu yerde öder.<br />

Kefîl ve havâle olmadan, kimse başkasının borcunu ödemeğe zorlanamaz. Vâris,<br />

kendi malından, meyyitin borcunu ödemeğe zorlanamaz. Deliye ve çocuğa<br />

ödünc verilmez. (Bahr-ül-fetâvâ)da, Hibe bahsinde diyor ki, ([Hükûmetdeki işini<br />

ta’kîb etmesi için, borclusuna emr vermek fâiz olur]. Borclu bu işi yapınca, borcundan<br />

onu ibrâ eylemek rüşvet olur. Alacağını yine istiyebilir). (Fetâvâ-yı Feyziyye)de<br />

diyor ki, (Kendi malından zevcine verip, bunu sat! Semeni ile nafaka al<br />

dese, zevcini satmağa vekîl etmiş ve semeni ona âriyet vermiş olur. Âriyet olarak<br />

verilen mislî mal, karz olur).<br />

Ödünc verilecek parayı almak için (Vekîl) olunur. Birisinden ödünc istemek için<br />

vekîl olunmaz. Bunun için, yirmi kişiye verilen ödünc parayı almak için içlerinden<br />

birini vekîl yapsalar, aldığı paranın yirmide birini öder. Zengin, paranın hepsini<br />

sana vermişdim, hepsini sen ödiyeceksin diyemez. Birisinden ödünc istemek için<br />

(Resûl), ya’nî haberci göndermek câizdir. Malı zenginden isterken, kendi için isterse,<br />

vekîl olur ki, câiz değildir. Fakîr için ödünc verilmesini söylerse veyâ falanca<br />

kimse, senden ödünc istiyor diyerek alırsa, resûl olur. Falan kimse için bana<br />

ödünc ver, yâhud bana ödünc ver derse vekîl olur. Alışverişde de böyledir. Kendi<br />

için söz keserse, vekîl olur. Gönderen kimse için söz keserse, resûl olur.<br />

Malı olduğu hâlde, borcu az olsa dahî, ödememek harâmdır. Böyle kimse akrabâsı<br />

ve kadın, çocuk olsa bile, habs olunur. Yalnız ana, baba, çocuklarına borclu<br />

oldukları için habs olunmaz. Habsde bulunanın, cum’a, bayram, cenâze nemâzlarına,<br />

hacca, hastaya gitmesine izn verilmez. Ödeyinciye veyâ fakîr olduğunu isbât<br />

edinciye kadar habsde kalır.<br />

(Fetâvâ-i Hayriyye), ikinci kısm başında diyor ki, (Malı olan, borcunu ödemeyince<br />

habs olunur. Yine ödemezse, İmâm-ı a’zama göre, ödeyinciye kadar habsde<br />

bırakılır. İki imâma göre, kâdî malını, evini satarak öder. Sonra habsden çıkarır.<br />

Fetvâ da böyledir. Dayak atmak câiz değildir). Üst katın sâhibi, alt katı, sâhibinin<br />

izni ile ta’mîr etse, masrafını alt katın sâhibinden ister. Vermezse habs olunur.<br />

(Mecelle)nin altıyüzellialtıncı [656] maddesinde diyor ki: (Semenin ödeme günü<br />

gelmeden evvel borclu başka memlekete gitmek istese, alacaklı hâkime mürâce’at<br />

ederek, ondan kefîl veyâ rehn isteyince, bunu vermeğe mecbûr olur. Vermezse<br />

sefere gitmekden men’ olunur. Başka yere gitmiyen borcludan kefîl istenemez.<br />

Borclunun arzûsu ile kefîl olan da, borclu başka yere giderken, borcu bana veyâ<br />

alacaklıya öde! Yâhud alacaklıya beni afv etdir, sonra git diyebilir). Binaltıyüzdo-<br />

– 828 –


kuzuncu [1609] maddesinde diyor ki, (Bir kimse, kendisi yazıp yâhud bir kâtibe yazdırıp<br />

da, imzâlı yâhud mührlü olarak başkasına vermiş olduğu deyn senedi, üsûl<br />

ve âdete uygun olarak yazılmış ise, söylemesi gibi kıymetli olur. Senedin, kendisinin<br />

olduğunu söyleyip de, seneddeki borcu inkâr ederse, inkârı kabûl edilmez.<br />

Ödemesi lâzım olur).<br />

1296 [m. 1879] târîhli icrâ kanununun otuzikinci [32] maddesinde, (Borcunu ödemek<br />

istemiyen borclunun malı olduğu, vesîka veyâ ihbâr ile anlaşılırsa, mahkeme,<br />

borcluyu habs eder veyâ hacz etdirir). Altmışbeşinci [65] maddesinde, (Satılan eşyâ<br />

ve mülk parasından, önce icrâ masrafları, sonra borc ödenir). Damga kanûnunun<br />

onüçüncü [13] maddesinde, (Makbûz senedleri için damga vergisini, pul harcını,<br />

parayı alan öder) diyor. İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, hâkim ve müftîlerin<br />

sened ve evrâk yazmak için ücret almalarının câiz olduğunu açıklamasından<br />

anlaşılıyor ki, ödünc verme, sened ve başka masraflarını, âdete göre ödünc veren<br />

ve alandan herhangi birinin ödemesi câizdir.<br />

Ödünc istemek ancak lâzım olunca câiz olur. Lâzım olmak üç dürlüdür:<br />

1 — Lüzûm-i îcâbî. Nafakası olmıyanın veyâ kazancı şübheli olanın, halâl nafaka<br />

almak için, ödünc istemesidir. Setr-i avret için çamaşır parası da böyledir.<br />

2 — Lüzûm-i aklî. Evi olmıyan kimsenin, memleketin âdetine göre, kirâ veyâ<br />

satın almak için ödünc istemesidir. Soğukdan korunmak için, elbise parası da<br />

böyledir.<br />

3 — Lüzûm-i istihsânî. Mevkı’i, vazîfesi sebebi ile, âdete uygun giyinmek<br />

için, ödünc istemekdir. Bu üç lüzûm için, fâizsiz ödünc istemek câiz olur. Yalnız<br />

bunlara ödünc verilir. Başkalarına, zâlimlere, fâsıklara ödünc verilmez. İhtiyâcı olana<br />

ödünc verilir. İhtiyâcı olmıyana, malını lüzûmsuz yerlere, harâma harc edene<br />

verilmez. Başkasına ödünc vererek, kendini sıkıntıya düşürmek doğru değildir. Nisâba<br />

mâlik olmıyan kimsenin, kurban kesmek için ödünc istemesi câiz değildir.<br />

Çün ezelde, kün deyip ol perverdigâr,<br />

bir bedîa halk edip, o kirdigâr.<br />

Rûh deyû nâm eyledi, ol dilbere,<br />

künhünü bildirmedi âcizlere.<br />

Bu değildi, âlem-i halkdan, meğer,<br />

âlem-i emr-i Hudâdır mu’teber.<br />

Şöyle fermân eyledi, Rabb-i mu’în,<br />

âmir ol nefse, ona uyma sakın!<br />

Çünki rûh, emr-i Celîli dinledi,<br />

ol mübârek, gör ki, oldem neyledi:<br />

Tutdu fermân-ı Hudâyı, o latîf,<br />

başladı seyr-ü sülûke, ol şerîf.<br />

Aşk-ı Hakla, uçdu cevlân eyledi,<br />

çok âlemler gördü, seyrân eyledi.<br />

Buldu bir âlem ki, nâ mahdûd idi,<br />

mâ verâ-i Arşa dek, memdûd idi.<br />

Öyle vâsi’ ki, bulunmaz gâyeti,<br />

şâmil olmuş, Arş-ü nâr-ü Cenneti.<br />

Her hakâyık, orda etmişdi zuhûr,<br />

cism-ü cismânî değildi, cümle nûr.<br />

– 829 –


13 — KEFÂLET VE HAVÂLE<br />

(Kefîl olmak) veyâ (Dâmin olmak), birisinden belli bir veyâ birkaç kimsenin<br />

istedikleri bir şeyi, başkasının, kendisinin de ödiyeceğine söz vermesi demekdir.<br />

Ödenecek şey, ayn ve deyn olduğu gibi, insanın teslîm edilmesi de olur. Alacaklının<br />

ma’lûm olması şartdır. (Filâna kim ne satarsa kefîlim) demekle, kefâlet sahîh<br />

olmaz. Görülüyor ki, borc senedleri, bonolar yazılırken, sonraki alacaklılar<br />

belli olmadıkları için, kefâlet senedi olamazlar. Son alacaklı, bonoyu yazandan ve<br />

ciro [devr] edenlerden birşey istiyemez. Rehn, vedî’a, âriyet ve kirâya verilen gibi<br />

emânet olan mallar ve mebî’ telef olunca ödenmelerine kefîl olmak câiz değildir.<br />

Bu mallar mevcûd iken verilmeleri için câizdir. Telef olurlarsa, bedellerini ödemez.<br />

İcârede kirâcıya ve havâlede havâleyi kabûl edene de kefîl olmak câizdir. Semene<br />

ve mehr parasına kefîl olunur. Alacaklı isterse borcludan, isterse kefîlden<br />

hakkını alabilir. Müslimânın zimmîye kefîl olması câizdir. Filân kimsenin filân şahsa<br />

olan şu kadar borcuna kefîlim demekle şartsız kefîl olunduğu gibi, filân adamdaki<br />

alacağını o vermezse ben veririm diyerek şartlı kefîl olmak da câizdir. Üç mezhebde<br />

ve imâm-ı Ebû Yûsüfe göre, yalnız kefîlin söylemesi ile, kefâlet sahîh olur.<br />

Borclunun ve alacaklının kabûl etmeleri şart değildir. Fekat alacaklı, haber aldığı<br />

zemân, kefîli red edebilir. Borclunun kabûl etmediği kefîl, ödediğini borcludan<br />

istiyemez ve ödemediği için habs olunursa borcluyu habs etdiremez. (Tarafeyn)e<br />

göre, ya’nî İmâm-ı a’zam ile imâm-ı Muhammede göre, kefâletin sahîh olması için,<br />

kefîlin teklîf etmesi ve alacaklının veyâ vekîlinin, bunun yanında kabûl etmesi lâzımdır.<br />

Zarûret hâlinde imâm-ı Ebû Yûsüfe uyulur. Kefîle kefîl olmak da sahîhdir.<br />

Alacaklı, borcu üçünden de istiyebilir. Bir borcluya birkaç kişinin müstekılen<br />

veyâ müştereken kefîl olmaları da câizdir. İkrâh ile, ya’nî zorla kefîl yapılan, kefîl<br />

olmaz. Kefîl olunan malın cins ve mikdârının belli olması şart değildir. Rüşvet,<br />

kumar, leş ve hür adam semeni gibi ödemesi lâzım olmıyan borclara kefâlet sahîh<br />

değildir. Evin yıkılır ise ben kefîlim, yâhud, müsâfirine, hayvânın telef olursa<br />

ben kefîlim demekle kefîl olmaz. Asîlin, ya’nî borclunun ödememesi şart edilen<br />

kefâlet havâle olur. Borclunun emri ile kefîl olan, alacaklı ile uyuşup da aynı malı<br />

noksân öderse, ödediğini borcludan ister. Başka cins mal öderse, ödediğini değil,<br />

kefîl olduğunu borcludan ister.<br />

(Fetâvâ-i imâdiyye) sâhibi “rahmetullahi aleyh” diyor ki, (Kefîl olacağı malın<br />

ödeme şeklini kendi menfe’atine şarta bağlarsa, kefâlet bu şarta bağlı değilse, kefâlet<br />

sahîh, şart bâtıl olur. Kefâleti bu şarta bağlarsa, kefâlet de sahîh olmaz). Görülüyor<br />

ki, bana para veyâ bir mal verirsen veyâ benimle ortak olursan, kefîl olurum,<br />

yoksa olmam diyerek, kefîl olmak sahîh olmaz. Böylece, (Te’mînât mektûbu)<br />

vermek için alınan ücret câiz olmadığı gibi, kefâlet de sahîh olmaz. Dâr-ül-harbde<br />

kâfiri böyle kefîl yapmak, zarûret hâlinde câiz olup, verilen para rüşvet olur.<br />

Kefîlin, borcludan rehn istemesi câizdir. Borclu ödeme târîhinden önce ölürse, vârisleri<br />

hemen veyâ kefîl ödeme târîhinde öder. Kefîl ölürse, vârisleri hemen öder.<br />

Alacaklı ölürse, vârisleri ödeme târîhinde alır. Alacaklı borclusunu afv ederse veyâ<br />

peşin alacağını te’hîr ederse, kefîl de afv edilmiş veyâ ödemesi te’hîr edilmiş olur.<br />

Borclunun afv edilmesi şartı ile kefîl olmuş ise, havâle olacağından kefîl de afv edilmez.<br />

Kefîl afv edilir veyâ peşin borcu te’hîr olunursa, borclu afv edilmiş olmaz ve<br />

te’hîr edilmiş olmaz. Fekat kefîl, borcludan birşey istiyemez. Alacaklı borcu kefîle<br />

hediyye veyâ sadaka etdim derse, kefîl bunu borcludan istiyebilir.<br />

Her çeşid peşin borca, veresiye ödemek şartı ile kefîl olunabilir. Bu hâlde,<br />

borclunun yalnız ödünc verme borcunu yine peşin ödemesi lâzımdır. Kefîl, borcu<br />

birine havâle etse, alacaklı da bunu kabûl etse, kefîl de, borclu da ödemekden kurtulurlar.<br />

(Dürer-ül-hükkâm) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mecelle)nin binaltı-<br />

– 830 –


yüzondördüncü [1614] maddesini açıklarken diyor ki, (Bir malın edâsına, ya’nî<br />

ödenmesine kefîl olmak iki dürlüdür: Ayn olan mala kefîl olmak, Deyn olan mala<br />

kefîl olmak. Gasb edilmiş olan mal, ayndır. Ya’nî, hakîkaten maldır. Buna kefîl<br />

olunur. Ayn telef olursa, bedelini öder. Deyn ise, ele geçmeden önce hakîkaten<br />

mal değildir. Çünki, mevcûd olmayıp, saklaması mümkin değildir. Ele geçdikden<br />

sonra, mal olur. Kullanılması mümkin olur. Bunun için, borcluya hediyye edilmesi<br />

sahîh olup, kabûl etmesi şart değildir. Hiç ayn malı bulunmıyan bir kimsenin,<br />

başkalarından alacakları olsa, malı olmadığına yemîn etse, yemîninde sâdık olup<br />

hânis olmaz).<br />

Ukûbâtda kefâlet sahîh değildir. Birinin yerine, kefîli i’dâm edilmez. Belli bir<br />

zemân için kefîl olmak câizdir. Şartsız kefîl, kefâletden vaz geçemez. Kendinde emânet<br />

bırakmış olduğu maldan ödemek şartı ile, emânet sâhibine kefîl olmak sahîhdir.<br />

Alacaklı, emânet olan maldan fazlasını kefîlden istiyemez. Havâlede de böyledir.<br />

Borclu, ödeme vakti gelmeden, başka memlekete gidecek oldukda, alacaklı hâkime<br />

mürâce’at edip, borcludan kefîl veyâ rehn istiyebilir. Vermezse, hâkim onu<br />

seferden men’ edebilir. Borclunun emri ile kefîl olan da, borcluyu seferden men’<br />

etdirebilir. Borclunun emri [Haberi] olmadan kefîl olan, borcu ödeyince, bunu borcludan<br />

istiyemez. Banka (Temînât mektûbu) ile alış-veriş etmek, Dâr-ül-islâmda câiz<br />

değildir.<br />

HAVÂLE — Borclunun, alacaklıya, borcumu falan kimseden al deyip, bu<br />

ikinci kimsenin, ya’nî alacaklının, bu teklîfe, sözleşme yerinde râzı olmasına,<br />

(Havâle) etmek denir. Borclu ve borcu ödemeği kabûl eden üçüncü şahs sözleşirken,<br />

alacaklı hâzır bulunmazsa, haber alınca izn verse de, Tarafeyne göre, havâle<br />

sahîh olmaz. Sözleşme yerinde bulunup râzı olması lâzımdır. Mikdârı ve cinsi<br />

bilinen deyn havâle olunur. Aynı ve hakkı havâle etmek câiz değildir. Bir kimse,<br />

borclu olmadığı birine, falan kimsedeki alacağımı sen al dese, havâle olmaz. Onu,<br />

alacağını teslîm almak için, vekîl etmiş olur. Havâle eden birinci kimsenin havâleyi<br />

alana borclu olması, ya’nî havâle olunanın, ya’nî havâleyi alan ikinci kimsenin<br />

bundan alacağı olması lâzımdır. Havâleyi kabûl eden üçüncü kimse, havâle veren<br />

birinci kimseye borclu olur veyâ olmıyabilir.<br />

Havâle üç şeklde olabilir:<br />

1 — Mutlak havâle, havâleyi veren birinci kimsenin, havâleyi kabûl eden<br />

üçüncü kimseden alacağı veyâ onda vedî’ası olduğu bildirilmiyen havâledir. Alacağı<br />

veyâ onda vedî’ası olup da bildirmedi ise, havâleyi alan da, havâleyi veren de<br />

alacaklarını ondan isterler.<br />

2 — Kabûl edendeki alacağı paradan ödenmek üzere verilen havâledir.<br />

3 — Kabûl edende emânet bulunan veyâ gasb etdiği maldan, paradan ödenmek<br />

üzere verilen havâledir. Alacaklıya verilen banka çeki böyledir.<br />

İkinci ve üçüncü şekldeki havâlede, havâle kabûl edende, havâle verenin alacağı<br />

olmadığı anlaşılırsa veyâ vedî’a helâk olursa, havâle bâtıl olur. Sahîh olduğu<br />

zemân, havâleyi kabûl eden, borcu, yalnız havâleyi alan ikinci şahsa ödemeğe mecbûr<br />

olup, havâleyi verene öderse, havâle alana tazmîn etmesi lâzım gelir. Tazmînden<br />

sonra, havâle verenden bunu ister. Havâle kabûl edilince, havâleyi veren, alacağını,<br />

havâleyi kabûl edenden artık istiyemez. Buna hediyye etmesi de câiz olmaz.<br />

Havâle, verenin, alanın ve kabûl edenin üçünün de sözleşmesi ile olabileceği gibi,<br />

yalnız veren ile alanın veyâ veren ile kabûl edenin, yâhud alan ile kabûl eden<br />

arasındaki sözleşme [anlaşma] ile de olur. Ancak, veren ile kabûl edenin sözleşmesine,<br />

havâle alanın veyâ bunun vekîlinin, sözleşme yerinde izn vermesi, havâle<br />

verenin veyâ kabûl edenin bulunmadığı sözleşmenin sahîh olabilmesi için, bunların<br />

ayrıca havâleyi vermek veyâ almak için râzı olmaları lâzımdır. Havâle veren<br />

– 831 –


âzı olmazsa, havâleyi kabûl eden ödeyince, ödediğini, havâle verenden istiyemez.<br />

Ona olan borcuna da sayamaz. Bu üçüne zor ile yapdırılan havâle sahîh olmaz. Bir<br />

alacaklının, borclusuna, sendeki alacağımı, falancaya ver demesi ile havâle yapılmış<br />

olmaz. Borcunu almağa, falancayı vekîl etmiş olur.<br />

Havâleyi veren ile alanın akllı olması, kabûl edenin ise, hem âkıl, hem de bâlig<br />

olması lâzımdır. Fekat, bunların sözleşmesi ile yapılan havâle ile borcun ödenebilmesi<br />

için, havâle veren ve alan çocukların velîlerinin, sonradan izn vermeleri<br />

lâzımdır.<br />

Rüşvet, kumar borcu ve hür insan, leş ve kan satışı semenlerinin borcları, sahîh<br />

borc olmadıklarından, bunların havâle edilmesi sahîh olmaz. Fâsid satış bedeli için<br />

de, havâle sahîh değildir.<br />

Ödemekden ve ibrâ [afv]dan başka yol ile kurtuluş olmıyan borclara (Deyn-i sahîh),<br />

ya’nî, sahîh borc denir. Zekât borcu, deyn-i sahîh değildir. Çünki, borclu ölürse<br />

veyâ mal elinden çıkınca zekât vermesi afv olur. Böyle sahîh olmıyan borclar<br />

havâle edilemez. Rehn, âriyet, emânet, mudârebe, şirket ve kirâya verilmiş olan<br />

mallar, sahîh borc olmadıklarından, havâle edilemez. Çünki bunlar, deyn değildir,<br />

ayndır. Ayn olan mal, sahîh borc olmadığı gibi, havâle de edilemez. Hak da havâle<br />

edilmez. Meselâ ordu kumandanının, ganîmetden hakkı olan bir gâzîyi, başka<br />

birine havâle etmesi veyâ mâliyyenin bir me’mûra veyâ emekliye vereceği ma’âşı,<br />

bankaya havâlesi sahîh olmaz. Çünki, ganîmet ve ma’âş hakdır. Ele geçmeden önce<br />

mülk olmaz ve ordu kumandanı ve mâliyye, bunlara borclu olmaz. Kumandan<br />

ve mâliyye, bankayı veyâ başkasını, teslîme vekîl etmiş olur. Fekat, gâzînin veyâ<br />

emeklinin, bir alacaklısını, kumandan veyâ mâliyye üzerine havâlesi câizdir. Çünki,<br />

burada hak değil, bir kimseye olan borc havâle edilmekdedir. Satılan malın semeni,<br />

ya’nî bedeli, kirâ bedeli ve ödünc verilen [mislî] eşyâ, sahîh deyn [borc] olduklarından,<br />

havâle olunurlar.<br />

Havâle olunan borcun cinsi ve mikdârı ma’lûm olması lâzımdır. Meselâ, filânda<br />

olan alacağını, havâle olarak kabûl etdim dese, havâle sahîh olmaz.<br />

Havâle kabûl eden bir kimse, bu borcunu, bir dördüncü kimseye ve hattâ, havâleyi<br />

yapmış olan birinci borcluya da havâle edebilir. Ya’nî havâle ve kefâlet borcları<br />

da havâle olunabilir. Fekat bunu, havâleyi ve kefâleti kabûl eden, ya’nî borclanan<br />

havâle edebilir. [Bir şahs, bir alacaklısını, havâle yolu ile alacaklı olduğu kimseye<br />

havâle edemez. Ya’nî, tekrâr yapılması câiz olan havâlelerde, alacak şahs hiç<br />

değişmemekdedir. Bu şahsa ödiyecek olanlar değişmekdedirler.<br />

Şimdi bir kimse, mal satmak veyâ kirâ, ödünc vermek karşılığı alacaklı olunca,<br />

borclusu bir sened, ya’nî bono hâzırlayıp, bu kimseye veriyor. Bu kimse, bu bonoyu,<br />

borclu olduğu başka birisine verirse, buna olan borcunu, bonoyu hâzırlamış olana<br />

havâle etmiş oluyor. Bu havâle fâsiddir. Bu bonoyu alan üçüncü şahs da, bunu<br />

bir alacaklısına verince, bunu da, yine bonoyu hâzırlamış olana havâle etmiş oluyor.<br />

Bu ikinci havâle de câiz değildir. Çünki bono elden ele dolaşdıkca, alacaklılar<br />

değişiyor. Ödiyecek olan birinci şahs hiç değişmiyor. Havâlenin tekrâr havâlesinde<br />

ise, alacaklının değişmemesi, ödiyecek şahsların değişmeleri lâzım olduğu<br />

için, bir tüccârın bonosunun, havâle olarak elden ele dolaşmasının sahîh olmadığı<br />

anlaşılmakdadır.]<br />

Havâle yapıldığı zemân, havâleyi veren kimse ve bunun kefîli, borcdan berî olur,<br />

kurtulurlar. Havâleyi alan, alacağını bundan istiyemez. Hattâ, havâle veren ölürse,<br />

vârislerinden de istiyemez. Havâleyi kabûl edenden istemesi lâzım olur.<br />

Havâle alanın, alacağını, havâleyi verenden de istiyebilmesi şart edilebilir. Bu<br />

zemân, havâleyi kabûl eden kefîl yapılmış olur. Çünki, alacaklı, alacağını borcludan<br />

da, kefîlden de istiyebilir. Kabûl eden iki kimse ise, borcu yarı yarıya öderler.<br />

Havâle, iki sebeble bozulur, yok olur:<br />

– 832 –


1 — (Tevâ) ile. Ya’nî kabûl edendeki alacağın telef olması ile. (Telef) [ya’nî<br />

yok olmak] da, iki dürlü olur. Kabûl eden, sözünden döner. İnkâr eder ve yemîn<br />

eder. Havâleyi veren ve alan da, isbât edemez. Fekat, ikisinden birisi, sened veyâ<br />

şâhid ile isbât ederse, tevâ olmaz. Havâle kabûl eden, müflis olarak vefât edince<br />

de, tevâ hâsıl olur.<br />

2 — Havâle fesh edilmekle bozulur. Havâle veren ve alan birlikde fesh eder.<br />

Havâleyi veren bunu tekrâr başka birine havâle edince de, birincisi bozulur.<br />

Havâleyi alan ve kabûl eden (Muhayyer) olabilir. Önceden, bu şart ile râzı olmuşlar<br />

ise, ikisi de, yalnız başına fesh edebilir.<br />

Bâyı’ın, satmış olduğu mal karşılığı müşterîden alacağı semenden ödenmek<br />

üzere bir alacaklısına verdiği havâlede, mebî’ teslîmden önce helâk olarak, semeni<br />

vermek lâzım gelmese veyâ muhayyerlik sebebi ile, mebî’ bâyı’a i’âde olunsa yâhud<br />

bey’, ikâle [fesh] edilse, havâle bâtıl olmaz. Çünki, havâle sözü kesilirken, müşterî<br />

borclu idi. Müşterî ödediğini bâyı’dan alır. Fekat müşterî, bâyı’ı, borclusu üzerine<br />

havâle etse ve müşterînin borclusu bunu kabûl etse, mebî’ bâyı’a red olunduğu<br />

zemân, hâkim bu havâleyi ibtâl eder.<br />

Acele olması bildirilmiyen havâlede, borc eski hâli ile ödenir. Acele veyâ zemânı<br />

bildirilen havâlede ise, bu şarta göre ödenir.<br />

Belli zemânda ödenecek borc, aynı zemânda veyâ dahâ çok veyâ dahâ az zemânda<br />

ödenmek üzere havâle olunabilir. Acele borc, belli bir zemân sonra ödenmek<br />

üzere havâle olunabilir. Meselâ, bir kimse, ödünc aldığı birini, bir kimse üzerine<br />

bir sene sonra ödemek üzere havâle edebilir.<br />

Havâle kabûl eden, borcu ödemeden, havâle verenden istiyemez. Ödedikden<br />

sonra ister. (Dürr-ül-muhtâr)da Karz faslından hemen önce diyor ki, ödünc verilen<br />

alacak, borclu tarafından başkasına havâle edilince, alacaklının ta’yîn edeceği<br />

belli zemânda ödenmesi câiz olduğu gibi, borclunun belli zemânda alacaklı olduğu<br />

kimseye havâle olununca, havâlenin de, bu belli târîhde ödenmesi câiz olur.<br />

Ödünc verirken ödeme târîhi koyabilmek için, böyle havâle yapılır. Havâlenin sözleşmesinde,<br />

havâle veren de bulundu ise, havâleyi kabûl eden, başka mal ödemiş<br />

veyâ havâleyi alan, bunu ona hediyye etmiş, sadaka vermiş ise, havâle verenden<br />

havâle olunan malı veyâ kıymetini ister veyâ havâleyi verene olan borcu ile ödeşir.<br />

Havâle kabûl eden ile havâleyi alan uyuşarak, havâle olunan borcdan az verirse,<br />

havâle verenden, bu verdiği mikdârı istiyebilir. Havâle olunan mikdârı istiyemez.<br />

Havâleyi alan, kabûl edene ibrâ, ya’nî halâl ederse, havâleyi kabûl eden, havâle<br />

verenden birşey istiyemez. Fekat, havâleyi alan, kabûl edene hediyye ederse,<br />

kabûl eden, havâle verenden, havâle olunanı istiyebilir. Havâleyi ibrâ, ya’nî halâl<br />

ederse, havâle verenden birşey istiyemez.<br />

[Bundan anlaşılıyor ki, bankaların, tüccârların, bono, sened kırmaları câiz değildir.<br />

Banka bonoyu getirene az para verip, bonoyu yazandan, bu verdiğini değil,<br />

bonoda yazılı dahâ çok parayı alıyor ki, câiz olmadığı anlaşılmakdadır].<br />

Borcu, belli bir zemân sonra, kendine veyâ adı yazılı başka bir kimseye ödemesi<br />

için, alacaklının, borcluya gönderdiği mektûba, (Poliçe) denir.<br />

Bâyı’, semen ile ödenmek üzere bir alacaklısını, müşterîye havâle etmek şartı<br />

ile olan bey’, fâsiddir. Havâle de bâtıl olur. Müşterînin, bâyı’ı semen ile başkası üzerine<br />

havâle etmesi şartı ile yapılan bey’ sahîh olur. Fâsid satışa bakınız! Müşterînin<br />

bâyı’a, yalnız borclusunun hâzırladığı bonoyu vermesi ve bu bononun dahâ önce,<br />

havâle alanlar tarafından tekrâr havâle edilmiş olmaması lâzımdır. Elden ele<br />

dolaşan bonoların sahîh havâle olmadıkları, fülûs gibi semen olarak kullanıldıkları<br />

yukarıda bildirilmişdi.<br />

(Mecelle)nin binaltıyüzkırkıncı [1640] maddesinde, (Dâyine medyûnunun med-<br />

– 833 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:53


yûnu hasm olmaz) diyor. Meselâ ölendeki alacağını, ölüye borcu olandan istiyemez.<br />

Binaltıyüzkırkbirinci [1641] maddesinde, (Bâyı’a müşterînin müşterîsi hasm<br />

olmaz) diyor. Meselâ bir kimse satın aldığı malın parasını bâyı’a ödemeden, bu malı<br />

başkasına satsa, birinci bâyı’, ikinci müşterîye, (Bu malı sana satan kimse, benden<br />

satın almışdı ve parasını bana ödememişdi. Malımı veyâ parasını bana ver) diyemez.<br />

(Süftece) şeklinde havâle yapmak, tahrîmen mekrûhdur. Süftece, yolcuya borc<br />

verip, gitdiği yerde, falancaya ödiyeceksin demekdir. Borc, yolda tehlükeye uğrarsa,<br />

alacaklı, malını bu tehlükeden, böylece kurtarmış oluyor. Çünki, borclunun tehlüke<br />

olsa da, borc telef olsa da, gitdiği yerde ödemesi lâzımdır. Ödünc veren, o yerdeki<br />

falanca arkadaşını, ödünc verdiği yolcu üzerine, mektûb ile, havâle etmekdedir.<br />

Süftece şartı olmıyarak, yolcuya ödünc vermek câizdir.<br />

14 — VEKÂLET<br />

(Vekâlet), bir kimsenin, bir işi yapmak için, başkasını kendi yerine koyması [başkasına<br />

iş havâlesi] demekdir. Yerine geçirilen başka kimseye (Vekîl) denir. Vekîl<br />

edene (Sâhib) denir. Bir kimsenin sözünü başkasına götürene (Resûl) veyâ (Haberci)<br />

denir.<br />

Birini vekîl yapmak, îcâb ve kabûl ile olur. Ya’nî, (Seni vekîl yapdım) ve (Kabûl<br />

etdim) sözleri veyâ yazıları ile olur. Vekîl, cevâb vermeden, işi yapmağa başlasa,<br />

kabûl etmiş olur. İş habersiz yapıldıkdan sonra, sâhibinin, izn verdim demesi<br />

ile de, vekîl etmiş olur. Kirâcı kirâ ile, kirâdaki malı ta’mîr etmeğe vekîl yapılabilir.<br />

Bir iş için emr verince, ba’zan vekîl, ba’zan da haberci yapılır. (Zahîret-ül-<br />

Bürhâniyye) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Bir kimse, birisine yüz lira<br />

verip, bunu filâncaya ödünc vereceğim. Ona git! Bu parayı sana falan kimse<br />

ödünc yolladı de! Bunu verip karşılığında rehn al dese, bu da giderek yüz lirayı verip,<br />

rehn olarak bir mal alsa, bu (Haberci) olur. Emr eden kimse, rehni haberciden<br />

alabilir. Çünki haberci, emr eden kimse için konuşmuşdur. Kendi için konuşmamışdır.<br />

Sözleşmeden doğan haklar emr veren kimse için olur. Haberci, onun sözünü<br />

iletmiş, rehni onun için almış olmakdadır. Rehn habercinin elinde helâk olursa,<br />

emr veren kimsenin elinde helâk olmuş gibidir. Bu kimse, ona, seni vekîl etdim<br />

dese, o da, kabûl etdim dese, bu kimse rehni vekîlden alamaz. Çünki, vekîl, rehni<br />

kendi için istemişdir. Sözleşmesinin hakları vekîle olur. Rehni saklamak da bu<br />

haklardandır. Rehni veren, vekîl için vermişdir. Rehn vekîlin elinde helâk olursa,<br />

yine emr veren kimse öder. Çünki, rehn helâk olunca, deyni almış da, rehni geri<br />

vermiş gibi olur. Deyni geri alıp da, kendinde iken deyn helâk olsaydı, emr verene<br />

ödemezdi). Bir kimsenin emri ile, hizmetcisi gidip mal satın alsa, onun vekîli olmuşdur.<br />

O kimse, pazarlık etdiği malı almak için gönderse, efendisinin resûlü [habercisi]<br />

olur.<br />

Vekîl yapmak, ba’zan şartlı olur. Meselâ, [şu sâatimi yüz liraya satmağa seni vekîl<br />

etdim!] demek gibi.<br />

Vekîl edenin, işi yapabilecek kimse olması şartdır. Vekîlin âkıl olması şartdır.<br />

Bâlig olması şart değildir.<br />

Hediyye, âriyet, rehn, emânet, ödünc vermek ve da’vâ açmakda, şirket yapmakda,<br />

vekîl, sâhibinin adını söyliyerek iş görür. Söylemezse, işleri sahîh olmaz.<br />

Alışverişde, kirâya vermekde, da’vâcı ile uyuşmakda, kendi adına yapması da<br />

câiz olur ise de, o işin haklarından kendi mes’ûl olur. Aldığı şeyler sâhibinin olur.<br />

Sâhibinin adını söyliyerek yaparsa, haberci gibi olur. Habercinin yapdığı işlerin<br />

mes’ûliyyeti, sâhibinin üzerine olur. (Dürer) kitâbında, yimeği, içmeği anlatırken<br />

diyor ki, (Alışverişde ve vekîl etmekde, bir kişinin sözü kabûl edilir. Meselâ, bir<br />

– 834 –


kâfir, bir kadın, bir fâsık veyâ bir köle, bu eti müslimândan veyâ yehûdîden veyâ<br />

nasrânîden aldım dese, yimek halâl olur. Yalan zan ederse halâl olmaz. Ben, filânın<br />

vekîliyim dese, onun malını bundan satın almak câiz olur).<br />

Alışverişe, borc vermeğe veyâ ödemeğe vekîl olan kimsenin teslîm aldığı mallar,<br />

kendinde emânet olur. Kendisi sebeb olmadan helâk olunca ödemez. Habercide<br />

bulunan mal da emânet gibidir. Haberciyi gönderenin malı gitmiş olur.<br />

Bir kimse, iki kişiyi birlikde, bir işe vekîl etse, vekîller, yalnız başına iş göremez.<br />

Ancak avukatlardan ve emâneti, borcu ödemeğe vekîl olanlardan biri de yapabilir.<br />

Vekîl, sâhibinden ayrıca izn almadıkca veyâ (istediğini yap) diyerek (Umûmî<br />

vekîl) edilmedikce, başkasını kendine vekîl yapamaz. Yalnız, zekât vermek için olan<br />

vekîl, iznsiz olarak başkasını, o da başkasını vekîl yapabilirler. İkinci vekîl, doğrudan<br />

doğruya sâhibin vekîli olur.<br />

Vekîl ederken, ücret şart edildi ise, iş yapdığı zemân ücreti alır. Ücret şart<br />

edilmedi ise, teberru’ etmiş olup, ücret istiyemez.<br />

Alışverişde, malın cinsi, nev’i [veyâ fiyâtı] vekîle bildirilmelidir. (Umûmî vekîl)<br />

ise, bildirmeğe lüzûm olmaz. (Bana bir at al) demek sahîh olur. (Bana bir hayvân<br />

al) demek sahîh olmaz. Nasıl olursa olsun, nasıl istersen öyle al! deyince, (Umûmî<br />

vekîl) olur. Malın maddesi [pamuk veyâ yün olması], kullanma yeri, işçiliği ayrı<br />

olunca, cins ayrılır. Koyunun yünü ile derisi başka cinsdir. Başka cinsden aldığı<br />

mal, vekîle kalır. Sâhibinin olmaz. Koç al denilen vekîl, dişi koyun alırsa, vekîlin<br />

olur. Süt, pirinc gibi şeyleri al dese, piyasada bulunanı alması câiz olur. Ev alacak<br />

vekîle, mahalle ve fiyâtını söylemek yetişir. Ölçü ile alınan malın mikdârı veyâ<br />

fiyâtı söylenir. Evsâfını söylemek lâzım değildir.<br />

Süleymâniyye kütübhânesi (Es’ad efendi) kısmında [572] sayılı (Dürret-ülbeydâ)<br />

kitâbında diyor ki, (Yemeğe çağrılan kimseye, malımdan istediğin kadar<br />

yi ve al ve dilediğine ver, hepsi halâl olsun denilse, yidikleri halâl olur. Aldıkları<br />

ve başkasına verdikleri halâl olmaz. Çünki, mikdârı bilinmiyen ta’âmın yimesini<br />

halâl etmek câizdir. Fekat mikdârı bilinmiyen malı almak için vekîl etmek ve<br />

mechûl ve ayrı olarak teslîmi mümkin olan malı ayırmadan hediyye etmek sahîh<br />

değildir).<br />

Şartı olan vekîl, şarta uymazsa, aldığı mal, kendinde kalır. Şartı, sâhibinin lehine<br />

değişdirmesi câiz olur. Veresiye al deyince peşin alsa, mal, kendinde kalır. Peşin<br />

al deyip de, veresiye alsa, sâhibi için almış olur. Malın bir kısmını bulup alsa,<br />

bölmesi zararlı olan malda [kumaş gibi], sâhibi için olmaz. Zararsız ise [pirinc, şeker<br />

gibi] sâhibi için almış olur.<br />

Değeri bildirilmiyen malı, az aldanmak ile alabilir. Fekat, et, ekmek, şeker gibi<br />

kıymeti meşhûr şeylerde az aldanmak afv olmaz. Fâhiş aldanmakla alınan malı,<br />

sâhibi kabûl etmiyebilir.<br />

Belli malı satın almağa vekîl olan, o malı kendisi için satın alamaz. Kendim için<br />

aldım dese bile, sâhibinin olur. Sâhibi yanında iken aldığı mal, vekîlin olur.<br />

Vekîl, sâhibine kendi malını satamaz.<br />

Vekîl, veresiye satın aldığı malın semenini, sâhibinden peşin istiyemez. Peşin aldığı<br />

malın semenini, sâhibi te’cîl etdirse bile, peşin istiyebilir. Semeni almadan önce,<br />

malı sâhibine teslîm etmiyebilir. Fekat, bu zemân, mal telef olursa, vekîl başkasını<br />

satın alıp öder. Satın alma vekîli, bey’i ikâle edemez.<br />

Umûmî vekîl, sâhibinin malını, dilediği fiyâta satabilir. Fiyât söylenmiş ise,<br />

dahâ aşağı satamaz. Satarsa, öder. Vekîl, sâhibinin malını, kendine satın alamaz.<br />

Akrabâsına da satamaz. Ancak, bunlar, umûmî vekîl ise veyâ değerinden yüksek<br />

satabilir. Umûmî vekîl, peşin de, veresiye de satabilir. Fekat, peşin sat veyâ şu malımı<br />

sat da borcumu ver denildi ise, veresiye satamaz.<br />

– 835 –


Veresiye satdığı malın semeni için rehn veyâ kefîl alabilir ve bunlardan mes’ûl<br />

olmaz. Rehn ile, kefîl ile sat denildi ise, böyle satması lâzımdır.<br />

Vekîl, semeni almadan, sâhibine kendi malından vermeğe zorlanamaz. Semeni,<br />

müşterîden, sâhibi de alabilir. Ücretsiz vekîl, müşterîden semeni almağa mecbûr<br />

değildir. Fekat, semeni almak için, sâhibini vekîl etmesi lâzımdır. Dellâl ya’nî<br />

komisyoncu ve simsâr gibi, ücretli vekîller, semeni almağa mecbûrdur. Satmağa vekîl<br />

olan, alışverişi ikâle edebilir. Fekat bu ikâle, sâhibi için olmaz. Mal kendinin<br />

olup, semeni sâhibine öder.<br />

Borc ödeme vekîli, kendi malından ödese, sâhibinden bunu ister. Kâğıd lira ödemeğe<br />

me’mûr olan vekîl, kendi malından altın ödese, sâhibinden kâğıd lira alır. Altın<br />

ödemeğe vekîl olan, kâğıd ödese, kâğıd alır. Vekîli, alacaklıya kendi malını satıp,<br />

sâhibinin borcunu öderse, sâhibinden borc kadar alır.<br />

Filâna ödünc veyâ sadaka veyâ hediyye ver dese, vekîl bunu verince, emr edenden<br />

istiyemez. Sonra ben sana veririm dedi ise, istiyebilir.<br />

Herkes, ancak kendi mülkü için emr verebilir. Başkasının malını denize at dese,<br />

atılmaz. Atan öder. Borcumu, kendi malından öde dese, vekîl kabûl etse bile,<br />

ödemeğe mecbûr olmaz. Fekat, vekîlde alacağı veyâ emânet parası varsa, emri yapmağa<br />

[ödemeğe] mecbûrdur. Malımı satıp öde dese, bu emri, yalnız ücretli vekîl<br />

yapmağa mecbûr olur.<br />

Falan alacaklıma ver diye, vekîle para verse, bunu, sâhibin başka alacaklılarına<br />

veremez. Parayı alacaklıya vermeden, sâhibi ölse, para vârislerine geri verilir.<br />

Alacaklılar mîrâsdan isterler.<br />

Alacaklıma verip, senedin arkasına yazdır veyâ vesîka al diyerek vekîle para verse,<br />

vekîl ödeyip, vesîka almasa, alacaklı inkâr ederse, vekîl öder.<br />

Vekîle verilen para, ta’yîn ile te’ayyün eder. Bu para telef olsa, vekîl azl olur.<br />

Vekîl, aldığı parayı kendi için harc edip, sâhibinin istediği malı kendi parası ile satın<br />

alsa, aldığı mal kendisinin olur. (Dürer-ül-hükkâm).<br />

[1288] de İstanbulda basılan (Dürr-üs-sukûk) kitâbı, İstanbuldaki islâm mahkemelerinin<br />

ba’zı karârlarını bildirmekdedir. Birinci cildi, onbeşinci [15] sahîfesinde<br />

diyor ki: (Bir tüccâr, zekâtı olan beşyüz kuruş beyâz beşliği, hacca gitmekde<br />

olan Mûsâ efendiye teslîm eder. Bu zekâtı, Medîne-i münevvere şehrinde bulunan<br />

İbrâhîm efendiye teslîm etmesini ve kendi zekâtı olduğunu ona söylemesini<br />

emr ederek Mûsâ efendiyi vekîl yapar. Mûsâ efendi, vekîl olmağı kabûl edip, beşyüz<br />

kuruşu teslîm alır. Fekat, İbrâhîm efendi vefât etmiş olduğundan, Mûsâ efendi,<br />

bu zekâtı, Medînede bulunan başka fakîre verir. Vekîl, zekâtı, emre uygun vermediğinden,<br />

beşyüz kuruşu, sâhibi geri isteyince, sâhibine geri vermesi lâzım<br />

olur). Sadakayı belli bir fakîre vermeğe vekîl olan kimse, sadakayı başkasına verirse,<br />

sadakanın sâhibi sadakayı, vekîlden geri istiyemez.<br />

Da’vâcı ve zanlı, birbirinin gönlü olmasa bile, kendilerine avukat [ya’nî da’vâ<br />

vekîli] tutabilir. Avukat, sâhibi aleyhinde, mahkemede konuşabilir, başka yerde<br />

konuşamaz. Konuşursa dinlenmez ve vekîllikden çıkar. Aleyhe hiç konuşmamak<br />

üzere, avukat tutulabilir. Konuşursa azl olur.<br />

Avukat, mal almağa vekîl değildir. Mal almağa vekîl olan da, sâhibine avukatlık<br />

yapamaz.<br />

Sâhibi, başkasının hakkı karışan vekîlini azl edemez. Başkasının hakkı karışmadı<br />

ise azl edebilir. Bu takdîrde vekîl de kendini azl edebilir. Azl olunan vekîlin azl<br />

haberini alıncıya kadar yapdığı işler, câiz olur. Kendi kendini azl eden vekîl, sâhibine<br />

bildirinciye kadar iş yapar. Alacaklı, borclunun bildiği vekîlini, borclunun<br />

haberi olmadan azl edemez.<br />

Vekîlin işi bitince, vekîllik de biter. Sâhibin ölümü ile de, vekîllik biter ise de baş-<br />

– 836 –


kasının hakkı karışmış ise bitmez. Vekîlin ölmesi ile de, vekîllik biterek, vârisleri<br />

vekîl olamaz.<br />

Herşeye vekîlimsin denilen (Umûmî vekîl), talâk, hediyye, sadaka ve vakfdan<br />

başka herşeyi, sâhibi adına yapabilir.<br />

Birinden ödünc istemek için başkasını vekîl yapmak bâtıldır. Bunun için haberci<br />

göndermek sahîhdir. Ödünc istenilen malı almak için vekîl yapmak câizdir.<br />

(Fetâvâ-i Hayriyye)de diyor ki, (Zevcesini, sefer uzaklığında bulunan babasının<br />

[veyâ mahreminin] yanından alıp getirmek için, zevcin kendi kardeşini veyâ yabancı<br />

bir erkeği vekîl etmesi câizdir. Onlar, zevcenin bu vekîl ile gitmesine mâni’<br />

olamaz. Mâni’ olmaları günâhdır). Kırküçüncü sahîfesinde diyor ki: (Kıtlık zemânında,<br />

bir kadın, bir bileyziğini zevcine verip, bunu sat! Parası ile bize nafaka al!<br />

Sonra, aynı değerde bir bileyzik bana verirsin diyor. Sonra bileyziğin değerinde uyuşamıyorlar.<br />

Zevcin yemîn ederek söylediğine inanılır. Çünki, satmak için, zevcesinin<br />

vekîli olmuşdur. Satış vekîlinden bileyziğin benzerini geri istemesi sahîh<br />

değildir. Sat demeseydi, ödünc olurdu. O zemân, kıymeti kadar istemesi fâsid olurdu).<br />

(Fetâvâ-yı Hindiyye)de diyor ki, (Vekîlin, vekîl olmağı kabûl etmesi şart değildir.<br />

Red etmezse, kabûl etdiği anlaşılır. Dâr-ül-harbde bulunan mürted, Dâr-ülislâmda<br />

bulunan malını satmak için birini vekîl etse, câiz olmaz. Çünki, mürted Dârül-harbe<br />

[ya’nî, İtalya, Fransa gibi hıristiyan memleketine] gidince, malları mülkünden<br />

çıkar. Dâr-ül-islâmda bulunan müslimânın Dâr-ül-harbde bulunan kâfiri<br />

vekîl etmesi bâtıldır. Dâr-ül-harbde bulunan kâfirin Dâr-ül-islâmdaki müslimânı<br />

vekîl etmesi de bâtıldır. Dâr-ül-harbdeki kâfir, Dâr-ül-islâmdaki alacağını almak<br />

için, Dâr-ül-harbde bulunan bir müslimânı veyâ zimmîyi veyâ harbîyi, iki müslimân<br />

şâhid yanında vekîl etse, câiz olur. Bu işi alışveriş için yapması da câiz olur.<br />

Müslimân ve zimmî, Dâr-ül-islâmda bulunan harbîyi vekîl etseler câiz olur. Dârül-harbe<br />

giderse, vekîl olması biter. Mürtedi de vekîl etmeleri böyledir. Alışverişde,<br />

kirâya vermekde, nikâhda, talâkda, hul’da, uyuşmak, anlaşmakda, borc ödemekde<br />

ve rehnde vekîl tutmak câizdir. Herkes için mubâh olan odun kesmekde,<br />

ot toplamakda, yerden ma’den, petrol çıkarmakda câiz değildir. Ya’nî ele geçenler<br />

vekîlin olur. Hediyye, vedî’a, âriyet, ödünc ve rehn vermeğe vekîl olanın bunları<br />

geri almağa hakkı yokdur. Mutlak olan, ya’nî (İstediğini yap!) denilen vekîl başkasını<br />

da vekîl yapabilir. Bu yenisi, vekâlet sâhibinin vekîli olur. İkinci vekîl, bir<br />

üçüncü vekîl yapamaz. [İbni Âbidîn diyor ki, (Vekîl, sâhibinin izni ile, başkasını<br />

vekîl yapabilir. Kurban satın almağa vekîl olan, başkasını, bu da başkasını vekîl<br />

edip, sonuncu vekîl satın alsa, sâhibi izn verirse câiz olur. Zekât vermek vekîli, izne<br />

bağlı olmaksızın başkasını, bu da diğerini vekîl yapabilir. Sonuncu vekîlin vermesi<br />

câiz olur).] Vekîli zemân ve mekân ile sınırlamak câizdir. Müşterî, haberci olduğunu<br />

söyler, bâyı’ ise vekîlsin diyerek semeni isterse, müşterîye inanılır. Bâyı’ın<br />

sözünü isbât etmesi lâzım olur. Satmak için vekîl olan, kendisi için satın alamaz.<br />

Çünki, bir kimse hem alıcı, hem satıcı olamaz. Selem satışında bâyı’ vekîl tutamaz.<br />

Haberci ile sarf satışı yapılmaz, vekîl ile yapılır. Mu’ayyen bin lira ile birşey satın<br />

almak için vekîl edip, vekîl bu bin lirayı almadan önce başka bin lirasını alıp, o şeyi<br />

satın alsa câiz olur. O bin lirayı teslîm aldıkdan sonra başka bin lirası ile satın<br />

alsa câiz olmaz. İki kimse birisine para verip birşey satın alması için vekîl etseler,<br />

paraları birbiri ile karışdırırsa, vekîlliği kalmaz. [Aldığı şeyler kendinin olur. Paralarını<br />

geri vermesi lâzım olur.] Hediyye ve sadaka veren ve alan, vekîl ta’yîn edebilirler.<br />

Şerâb veyâ hınzır hediyyeleşen iki zimmîye müslimânların vekîl olması câizdir.<br />

Sendeki alacağımdan on altını benim için sadaka ver yâhud yemîn keffâretimi<br />

yap yâhud zekâtımı ver diyerek fakîri vekîl etmek sahîhdir. Bir zengin, bir fakîre,<br />

filâncada alacağım olan elli dirhemi, zekâtım olarak ondan al dese, fakîr de,<br />

o değerde altın alsa câiz olmaz. Falancadaki alacağımı sana hediyye etdim, ondan<br />

– 837 –


al dese, gümüş yerine altın alsa, câiz olur. Borclunun vekîli, borcu ödeyince, borcludan<br />

ister. Yemîn keffâreti veyâ zekât vermek için vekîl olan, verince, emr edenden<br />

istiyebilmesi için, emr verilirken, sonra sana öderim denilmesi lâzımdır. Filâna<br />

benim tarafımdan on altın ver dese, yâhud benim tarafımdan demeyip, ona olan<br />

borcumu dese, sonra vekîle ödemesi lâzım olur. Mâlımın zekâtı olarak veyâ sadakam<br />

olarak veyâ filâna hediyyem olarak ver dese, sonra öderim demezse, vekîl verdiğini<br />

âmirden istiyemez. Vekîl öderken Beyyine [ya’nî iki şâhid] bulunmazsa veyâ<br />

makbûz almazsa, mes’ûl olmaz. Emr verilirken, bunlar istenildi ise, mes’ûl<br />

olur. Falana olan borcumu ver diyerek vekîl etdikden sonra, alacaklı mürted olsa<br />

ve ölse, vekîl borclunun parasını öder. Çünki mürtede vermesi câiz değildir. Borcumu<br />

öde diyerek vekîline on altın verse, vekîl bunu vermeyip kendi parasından<br />

verse veyâ alacaklıya on altınlık mal satsa, yâhud ondan alacağı on altın ile takas<br />

etse [ödeşse] câiz olur. Ya’nî borclunun borcu ödenmiş olur. Dâr-ül-harbde harbînin<br />

vekîli olsa, biri veyâ ikisi müslimân olunca, vekâlet bâtıl olur. Sadaka için verilen<br />

parayı kendi ihtiyâcına sarf edip, sonra kendi parasından o kadar sadaka verse,<br />

câiz olmaz. Sarf etdiğini geri verir. Aldığı para yanında iken, kendi malından<br />

verirse câiz olur. Sendeki buğdayımı falana sadaka ver dese, falan da vekîle buğdayı<br />

sat parasını bana ver dese, buğday sâhibinin izni olmadan satamaz. Çünki, sadaka<br />

kabz edilmedikce mülk olmaz. Falandaki alacağımı alıp sadaka ver dese, vekîl<br />

de önce kendi malından sadaka verip, sonra borcludan alması câiz olur). (Fetâvâ-yı<br />

Kâdîhân)da diyor ki, (Birisine, herşeyde vekîlimsin dese, yalnız malını korumak<br />

için vekîl etmiş olur. Her şeyde vekîlimsin, emrin câizdir dese, bey’ ve şirâ<br />

ve hibe, ya’nî hediyye etmek ve sadaka gibi bütün alış verişde vekîl yapmış olur).<br />

İbni Âbidîn (Hibe)yi anlatırken diyor ki, (Hibe, ya’nî teberru’ ve hediyye, karşılık<br />

beklemeden, ayn olan malını, zengine vermekdir. Menfe’at hediyye edilmez.<br />

İ’âre edilir. Deyn, ya’nî alacak, ancak borcluya veyâ bundan almasını emr etmek<br />

şartı ile, başkalarına hediyye edilebilir. Verdiği malın, kendi malı ile meşgûl<br />

olmaması ve hisse-i şâyı’alı olmıyacak sûretde ayrı olarak kabz olunması lâzımdır.<br />

Kurban maddesine bakınız! Verenin, hediyye etdim, hibe etdim gibi âdet olan sözü<br />

söylemesi, alanın kabûl etdim demesi veyâ kabz etmesi ile temâm olur. Kabz<br />

edince, mülkü olur. Tabağı, hayvanı, evi hediyye ve teslîm edip de, yemeğini, semerini,<br />

evdeki eşyâyı hediyye etmez ise, câiz olmaz. Bunların aksi câiz olur. Çünki,<br />

yemek, semer ve eşyâ, verenin mülkü ile meşgûl değil, şâgildirler. Kısaca, şâgil<br />

hediyye edilir. Meşgûl hediyye edilmez. Yalnız, tarladaki ekin, ağaç şâgil oldukları<br />

hâlde, hibe edilemezler. Sadakanın ve rehnin kabz edilmeleri de böyledir. İki<br />

kimse, ortak oldukları bir evi birine hediyye etseler, câiz olur. Bir kimse, evini iki<br />

kişiye hediyye etse, câiz olmaz. Çünki, taksîmi mümkin olan şeyi, hisse-i şâyı’alı<br />

olarak vermek câiz değildir. On lirayı iki fakîre sadaka veyâ hediyye etmek câiz<br />

olur. Çünki, fakîre hediyye olarak verilen şey sadaka olur. Ya’nî, sadaka ahkâmına<br />

uymak lâzım olur. Sadakanın hisse-i şâyı’alı verilmesi câizdir ve sadakayı geri<br />

almak câiz değildir. On lirayı iki zengine sadaka veyâ hediyye etmek câiz değildir.<br />

Çünki zengine sadaka diyerek verilen şey hediyye olur ve hediyye ahkâmına uymak<br />

lâzım olur. Şüyû’ olmaması için, on lirayı ikiye ayırıp, herbirine beşer lira vermek<br />

lâzımdır. Hediyye verirken belli olmıyan birşey karşılık isterse, bu şart bâtıl<br />

olur. Belli birşey isterse, ikisinin de birlikde kabz etmesi lâzım olur. Kabzdan evvel<br />

hibe ahkâmı, kabzdan sonra bey’ ahkâmı cârî olur. Bunun için, kabzdan sonra,<br />

yalnız birisi vazgeçemez. Birisi kabz etmezse, herbiri vazgeçebilir).<br />

(İhtiyâr)da diyor ki, (Ömrî) denilen hibe câizdir. Ya’nî, ömrün boyunca evim<br />

senin olsun deyince, öldükden sonra ev, sâhibine, sâhibi ölmüş ise, vârislerine geri<br />

verilir. (Rukbî) denilen hibe, tarafeyne göre bâtıldır. Ya’nî, sen ölürsen benim<br />

olsun. Ben ölürsem senin olsun diyerek evini birisine vermek bâtıldır. Herbiri, ötekinin<br />

ölümünü terakkub etdiği, beklediği için, rukbî denilmişdir. Mülk edinmeği<br />

– 838 –


hatara, zarara ta’lîk etmek sahîh değildir. Bir kimseye giyecek gönderilse, hediyye<br />

olur. Kabz edince mülkü olur. Başkalarına verebilir. Bir kimseyi yemeğe çağırınca,<br />

önüne konan şey, hediyye edilmiş olmaz, (ibâha), yimesine izn vermek<br />

olur. Ancak yidiği mülkü olur. Ondan izn almadan, başkalarına veremez.<br />

(Fetâvâ-yı Bezzâziyye)de diyor ki, (Bunu sana hediyye etdim dese, o da kabûl<br />

etdim demeyip onun yanında alsa, yâhud almayıp, kabûl etdim dese sahîh olur. Falancadaki<br />

alacağımı sana hediyye etdim, ondan al derse câiz olur. Sana zekât<br />

verdim. Ondan al dese, câiz olmaz. Çünki zekât ayn olan maldan verilir. [Bunun<br />

için, zekât olarak kâğıd para vermek câiz olmaz. Çünki kâğıd paralar ayn olan mal<br />

değildir. Değerleri kadar mal ile değişdirilecek senedlerdir. Kâğıd paraların zekâtları<br />

altın verilir.] Sana borcum olan mehrini bana hediyye etmezsen, babanın evine<br />

hiç gidemezsin dese, zevcesi de hediyye etse, sahîh olmaz. Çünki kerhen, zor<br />

ile hediyye vermek sahîh olmaz. Mehri zevcine hediyye etmeği şarta bağlamak, meselâ<br />

şu işi yaparsan mehrim sana halâl olsun demek sahîh değildir. (Fetâvâ-yı<br />

Feyziyye)de diyor ki, (Eğer diyerek şarta bağlanan hibe, bâtıl olur. Üzere diyerek<br />

şarta bağlanan hibe sahîh olup, şartı mülâyım ise sahîh, muhâlif ise bâtıl olur. Bir<br />

işi yapmasını şart ederse, hibe olmaz. Onu ecîr yapmış olur). Küçük çocuğa verilen<br />

hediyyeyi babası kabz eder. Babası yok ise, babanın vasîsi, o da yoksa, dedesi<br />

kabûl eder. Dedesi de yoksa, dedesinin vasıyyet etdiği kabûl eder. Bu dördünden<br />

biri varken, çocuğa bakan akrabâsı bile alamaz. Bu dördünden biri yoksa, çocuğa<br />

evinde bakan kabûl eder. Aklı başında çocuğun kendisi kabûl edebilir. Sâlih<br />

olan oğlan ve kızlarına hediyyeyi, müsâvî mikdârda vermek efdaldir. Ölüm hastası<br />

olmıyanın malının hepsini oğluna hediyye etmek câiz olur ise de günâhdır. Çocuğun<br />

mülkü olur ise de babaya günâh olur [Hindiyye]. Reşîd ve sâlih veyâ ilm tahsîlinde<br />

olan çocuklarına dahâ çok vermek câizdir. Salâhları müsâvî ise, müsâvî dağıtmalıdır.<br />

Çocukları fâsık olanın mîrâs bırakmayıp, sâlihlere, hayrâta vermesi efdaldir.<br />

Çünki, günâha yardım etmemiş olur. [Üçüncü kısmda, yedinci maddeye bakınız!]<br />

Fâsık çocuğa nafakadan fazla yardım yapmamalıdır. Çocuğa gelen hediyyeden<br />

ananın babanın yimesi câizdir. Çocuğun yapdığı iyiliklerin sevâbı kendisinedir.<br />

Anasına babasına, öğretmek ve yapdırmak sevâbı verilir. Satılan malı teslîm<br />

etmek, hediyye olunanın ise kabz olunması da lâzımdır).<br />

Ey nazlı yavrum, unutmam seni,<br />

aylar, günler değil, geçse de yıllar!<br />

Yakdı, mahv eyledi, ayrılık beni,<br />

çıkar mı gönülden, o tatlı diller?<br />

Kıyamaz iken hiç, öpmeğe tenin,<br />

şimdi ne hâldedir, nâzik bedenin?<br />

Andıkca her zemân, gonca dihenin,<br />

yansın âhım ile, kül olsun güller!<br />

Tegayyürler gelip, güzel cismine,<br />

döküldü mü, siyâh kaşlar yüzüne?<br />

Sırma saçlar, dağıldı mı üstüne,<br />

sarardı mı, kokladığım sünbüller?<br />

Temiz rûhun, Cennetine uçdu mu?<br />

gül yanağın, tatlı yüzün soldu mu?<br />

Çürüyüp de, şimdi toprak oldu mu,<br />

öpüp kokladığım, o pamuk eller.<br />

– 839 –


15 — TİCÂRETDE ADÂLET VE İHTİKÂR<br />

Aşağıdaki yazı, (Kimyâ-i se’âdet)den terceme edildi:<br />

Bu kitâbımıza her zemân karşılaşılan şeyleri seçip yazdık. Bu kadarını bilmiyen,<br />

harâma ve fâize düşer de haberi olmaz. Sormasını da bilemez. Ahkâm-ı islâmiyyeye<br />

uygun birçok alışveriş yapanlar vardır ki, bunların müslimânlara zarar ve ziyânı<br />

da dokunuyor. Bunları yapanlar, la’net içinde kalıyor. Alışverişde müslimânlara ziyân<br />

yapmak iki dürlü olur: Birisi, herkese zararı dokunmak olup, bu da iki kısmdır:<br />

Biri ihtikârdır, [diğeri ise piyasaya kalp para sürmekdir]. İhtikâr eden mel’ûndur.<br />

(İhtikâr) demek, insan ve hayvân gıdâ maddelerini piyasadan toplayıp, yığıp, pahâlandığı<br />

zemân satmakdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu<br />

ki, (Bir kimse gıdâ maddelerini alıp, pahâlı olup da satmak için kırk gün saklarsa,<br />

hepsini fakîrlere parasız dağıtsa, günâhını ödiyemez). Yine buyurdu ki,<br />

(Bir kimse gıdâ maddelerini kırk gün saklarsa, Allahü teâlâ ona darılır. O, Allahü<br />

teâlâyı saymamış olur). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir kimse, hâricden<br />

gıdâ maddesi satın alıp, şehre getirir ve piyasaya göre satarsa, sadaka vermiş gibi<br />

sevâb kazanır veyâ köle âzâd etmiş gibi sevâb kazanır). İmâm-ı Alî “radıyallahü<br />

anh” buyuruyor ki, (Gıdâ maddelerini kırk gün saklıyanın kalbi kararır). Ona,<br />

bir muhtekiri haber verdiklerinde, emr etdi, sakladığı şeyleri yakdırdı. Âlimlerden<br />

birisi, tüccâr idi. Vâsıt şehrinden, Basraya gıdâ gönderip satılmasını vekîline emr<br />

etdi. Basrada ucuz olduğu için, vekîli bir hafta bekleyip, pahâlı satdı ve âlime müjde<br />

yazdı. Cevâbında buyurdu ki, (Biz, az kâr ile çok sevâb kazanmağı dahâ çok severiz.<br />

Fazla kazanmak için, dînimizi fedâ etmemeli idin. Çok büyük cinâyet yapmışsın.<br />

Bunu afv etdirmek için sermâyeyi ve kârı hemen sadaka olarak dağıt!). İhtikârın<br />

harâm olması, müslimânlara zararlı olduğu içindir. Çünki, gıdâ maddeleri,<br />

insanların ve hayvânların yaşıyabilmesi için lâzımdır. Satılınca, herkesin alması<br />

mubâhdır. Bir kişi alıp saklayınca, başkaları alamaz. Sanki çeşme suyunu saklayıp,<br />

herkesi susuz bırakmağa benzer. Gıdâ maddelerini bu niyyet ile satın almak<br />

günâhdır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, (Köylü, tarlasından<br />

aldığı gıdâ maddelerini istediği zemân satabilir. Acele satması vâcib değildir.<br />

Fekat, acele etmesi sevâbdır. Pahâlı olunca satmasını düşünmesi çirkindir.<br />

İlâclarda ve gıdâ maddesi olmıyan ve herkese lâzım olmıyan şeylerde ihtikâr harâm<br />

değildir. Ekmek ve benzerlerinde çok harâm olup, et, yağ gibilerde az harâmdır).<br />

İmâmeyne göre, bunların hepsi ihtikârdır. İnsanlara lâzım olan herşeyde<br />

ihtikâr harâmdır. Hükûmet, ihtikâr edeni, haber alınca, evine yetecek kadar bırakıp,<br />

fazlasını halka satmasını emr eder.<br />

[İmâm-ı a’zam “rahmetullahi aleyh”, ilâcların saklanarak yüksek fiyâtla satılmasını<br />

beklemek ihtikâr olmaz, buyurdu. İlâcların çoğu böyle ise de, kininin sıtmaya,<br />

ensülinin diyabete ve aşı ile serumların, belli mikroplara karşı kullanılması,<br />

ekmeğin açlığa karşı kullanılması gibi, muhakkak şifâya sebeb olduğundan, bu<br />

gibi, te’sîri kuvvetli ilâcları saklıyarak, ihtikâr [kara borsacılık] yapmak harâm olur].<br />

Gıdâ maddelerinde ihtikârın harâm olması, az bulundukları zemândadır. Çok<br />

olup, herkes kolay alabilirse, ihtikâr harâm olmaz. Fekat, böyle zemânlarda da,<br />

mekrûh olur. Çünki, insanların zararını beklemek, iyi değildir.<br />

Herkese yapılan zararın ikinci kısmı, (Kalp para sürmek)dir. Alan, anlamazsa,<br />

zulm edilmiş olur. Anlarsa, o da başkasını, başkası da, bir diğerini, zincirleme<br />

aldatırlar. Elden ele dolaşdıkca, günâhı, hep birinci kimseye de yazılır. Bunun için,<br />

(Bir sahte lira vermek, yüz lira çalmakdan dahâ fenâdır) buyurmuşlardır. Çünki,<br />

hırsızlığın günâhı bir kerredir. Bunun günâhı ise, öldükden sonra bile devâm e-<br />

der. En zavallı kimse, ölüp gitdiği hâlde, bırakdığı kötülük sebebi ile günâhı tükenmiyen<br />

kimsedir. Öldükden senelerce sonra günâhı yazılır ve azâbını çeker. Eline<br />

sahte para geçen, onu yok etmeli, kimseye vermemelidir. İnsan paraları iyi ta-<br />

– 840 –


nımalı ve aldanmamakdan ziyâde, kimseyi aldatmamağa dikkat etmelidir. Bilmiyerek<br />

alıp vermek de günâhdır. Çünki, (İnsanın, başına gelen her işin, dindeki ilmini<br />

öğrenmesi vâcibdir). Yok etmek niyyeti ile, kalp para almak sevâbdır. Ayârı<br />

bozuk ma’den paraları yok etmemeli, söyliyerek emîn kimselere, hükûmete vermelidir.<br />

Hîle edecek kimselere vermesi, silâhı yol kesene satmağa benzer ki, harâmdır.<br />

Ziyânın ikinci dürlüsü, alışveriş edilen kimseye yapılan zarardır. Zarar veren her<br />

iş, zulm olur. Zulm ise harâmdır. Her müslimân, kendisine yapılmasını istemediği<br />

birşeyi, kâfirlere dahî yapmamalıdır.<br />

Başlıca dört şey yapmamak lâzımdır:<br />

1 — Satılan malı, olduğundan aşırı medh etmemelidir. Çünki, hem yalan söylemiş,<br />

hem aldatmış, hem de zulm etmiş olur. Hattâ, doğru olarak da, müşterînin<br />

bildiği şeyi söylememelidir. Çünki, bu da fâidesiz söz olur. Kıyâmet günü her<br />

sözden süâl olunacakdır. Beyhûde söyliyenler, hiç özr bulamıyacakdır. Yemîn ile<br />

satmağa gelince, yalan yere yemîn etmek harâmdır. Ya’nî büyük günâhdır. Doğru<br />

yemîn ederse, az birşey için Allahü teâlânın ismini söylemek saygısızlık olur. Hadîs-i<br />

şerîfde buyuruldu ki, (Alışverişde vallahi böyledir, vallahi öyle değildir diye<br />

yemîn edenlere ve san’at sâhiblerinden, yarın gel, öbür gün gel diye sözünde durmıyanlara<br />

yazıklar olsun!). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Malını yemîn ederek<br />

beğendiren kimseye kıyâmet günü merhamet edilmiyecek, acınmıyacakdır). Yûnüs<br />

bin Abîd “rahmetullahi teâlâ aleyh” ipekli kumaş tüccârı idi. Malını satarken<br />

hiç medh etmezdi. Çırağı, birgün, kumaşı gösterirken, müşterînin yanında, (Yâ Rabbî!<br />

Bu Cennet kumaşından bana da nasîb et!) deyince, Yûnüs, bu sözün kumaşı<br />

medh etmek olacağını düşünerek, kumaşı kaldırıp satdırmadı.<br />

2 — Malın aybını, müşterîden gizlememeli, hepsini, olduğu gibi göstermelidir.<br />

Kusûru gizlemek, hıyânetdir. Mü’mine, nasîhat etmemekdir. Zâlim, âsî olmakdır.<br />

Malın iyi tarafını göstermek, karanlıkda göstermek zulm, hîle olur. Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” buğday satan birisinin buğdayına, mubârek parmaklarını<br />

sokup, içinin yaş olduğunu görünce, (Bu nedir?) buyurdu. Yağmur ıslatmışdır<br />

deyince, (Niçin saklayıp göstermiyorsun? Hîle eden, bizden değildir) buyurdu. Birisi,<br />

üçyüz dirhem gümüşe bir deve satdı. Devenin ayağında ârıza vardı. Eshâb-ı<br />

kirâmdan “aleyhimürrıdvân” Vâsile bin Eska’ orada idi. O ânda dalgın idi. Devenin<br />

satıldığını anlayınca, alanın arkasından koşup, devenin ayağı ârızalıdır dedi.<br />

Müşterî deveyi geri getirip, parasını aldı. Bâyı’, satışımı niçin bozdun? deyince, Vâsile<br />

dedi ki, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitdim. Buyurdu ki, (Satılan<br />

birşeyin kusûrunu gizlemek halâl değildir. O kusûru bilip söylememek de, kimseye<br />

halâl değildir.) Vâsile yine dedi ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

bizden söz aldı ki, müslimânlara nasîhat edelim. Onlara merhamet edelim. Malın<br />

kusûrunu saklamak, nasîhat etmemek olur. Satıcıların, kusûr saklamamaları çok<br />

gücdür. Büyük cihâd demekdir. Bu cihâdı kazanmak için, mal alırken dikkat etmeli,<br />

kusûrlu mal almamalıdır. Eğer kusûrlu mal alırsa, müşterîye söylemeği niyyet<br />

etmelidir. Eğer aldanırsa, ziyân etmiş olur. Başkasını da ziyâna sokmamalıdır. Kendisi,<br />

başkasına incinince, başkalarını da kendinden soğutmamalıdır. Şunu iyi bilmelidir<br />

ki, hîle ile rızk artmaz. Belki, malın bereketi gider. Hîle ile azar azar birikdirilen<br />

şeyler, ânsızın gelen bir felâketle, birden bire giderek geride yalnız günâhları<br />

kalır. Nitekim bir sütcü, süte su katardı. Birgün, ânsızın sel gelip, ineği boğdu.<br />

Adam şaşkın bir hâlde düşünürken, çocuğu dedi ki, katdığımız sular birikerek, gelip<br />

ineği götürdü. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Ticârete<br />

hıyânet karışınca, bereket gider). Bereket demek, az malın çok fâidesi olmak, çok<br />

işe yaramak demekdir. Az bir mal, bereketli olunca, çok kimsenin râhat etmesine,<br />

çok iyi işlerin yapılmasına yarar. Bereketli olmıyan, çok mal vardır ki, sâhibinin<br />

dünyâda ve âhıretde felâketine sebeb olur. O hâlde, malın çok olmasını de-<br />

– 841 –


ğil, bereketli olmasını istemelidir. Bereket, emîn olanlarda bulunur. Hattâ çokluk<br />

dahî emîn tüccârlarda bulunur. Çünki, her müşterî, emîn tüccâra gider. Hıyânet<br />

edenlere kimse gitmez. Bir tüccâr düşünmeli ki, ömrü yüz seneden çok değildir.<br />

Âhıretin ise, sonu yokdur. Birkaç günlük ömrünün altın ve gümüşünü artdırmak<br />

için, ebedî ömrünü ziyâna sokmağı kim ister? Böyle düşünen bir satıcı hıyânet yapamaz.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Lâ ilâhe illallah diyenler,<br />

dünyâyı dinden üstün tutmadıkca, Allahü teâlânın gadabından, azâbından<br />

kurtulurlar. Dîni bırakıp, dünyâya sarılırlarsa, bu kelime-i tevhîdi söyleyince,<br />

Allahü teâlâ, onlara, yalan söylüyorsun! buyurur).<br />

Her san’atde de hîle yapmamak farzdır. Çürük iş yapmak ve gizlemek harâmdır.<br />

İmâm-ı Ahmed ibni Hanbelden “rahmetullahi teâlâ aleyh”, gizli yama yapmağı<br />

sordular. Kendi giymesi ve müşterînin giymek istemesi ile câiz olup, hîle olarak<br />

yapmak, ya’nî gizli yamayı, yeni diye satmak günâhdır. Aldığı para harâmdır,<br />

buyurdu.<br />

[İnsanlar fâsıkdır, kâfirdir diyerek, hiyle, hıyânet yapmanın câiz olacağını sanmak<br />

doğru değildir. Hiyle, hıyânet ve başkalarının haklarına saldırmak harâmdır.<br />

Harâmlar, zarûret olmadıkca, hiçbir yerde, hiçbir sebeble halâl olmaz. İslâmın güzel<br />

ahlâkını her yerde tatbîk etmek lâzımdır. Güzel ahlâklı olmak sûreti ile müslimânlığı<br />

tanıtmak, Emr-i ma’rûf yapmak olur. Dâr-ül-harbde de, kâfirlerin haklarına<br />

dokunmamak, hükûmetlerinin kanûnlarına uymak, kimseyi dolandırmamak,<br />

müslimânlığın îcâbıdır. Hasen el-Bennâ ve Seyyid Kutb ve Mevdûdî gibi mezhebsizler,<br />

Hac sûresinin otuzdokuzuncu âyet-i kerîmesine yanlış ma’nâ vererek, gençleri<br />

hükûmete karşı ısyân etmeğe teşvîk etdiler. Kardeşi kardeşe, düşman yapdılar.<br />

Anarşiyi körüklediler. Hâlbuki, bu âyet-i kerîmenin meâli, (Mü’minlere saldıran<br />

zâlimlerle cihâd yapmağa izn verildi)dir. Mekkede kâfirler, müslimânlara<br />

zulm ediyorlar, yaralıyor, öldürüyorlardı. Bu zâlimlerle döğüşmek için, Resûlullahdan<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” tekrâr tekrâr izn istediler. İzn verilmedi. Zâlimlerin<br />

zulmünden kurtulamıyacak olanların, kâfir memleketi olan Habeşistâna<br />

hicret etmelerine izn verildi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîneye hicret<br />

edince, bu âyet-i kerîme gelerek, yeni kurulan islâm devletinin, Mekkedeki zâlimlerle<br />

cihâd yapmasına izn verildi. Bu âyet, müslimânların zâlim hükûmete<br />

karşı ısyân etmeleri için değil, islâm devletinin, insanların islâm dînini işitmelerine,<br />

müslimân olmalarına mâni’ olan, zâlim diktatörlerin orduları ile cihâd yapmasına<br />

izn vermekdedir. Görülüyor ki, müslimân olsun, kâfir olsun, âdil olsun, zâlim<br />

olsun, hiçbir hükûmete karşı, isyân etmek, kanûnlara karşı gelmek, hiçbir zemân<br />

câiz değildir. Fitne çıkarmamalı, fitne çıkaranların arasına karışmamalıdır. Komünist<br />

memleketde bulunan bir müslimân, zulm ve işkenceden usanır, islâmiyyete uygun<br />

yaşaması, ibâdetlerini yapabilmesi imkânsız olur ise, zâlimlere yine karşı gelmemeli,<br />

bir islâm memleketine, hicret etmelidir. İslâm memleketine hicret imkânı<br />

bulamazsa, insan haklarına, dîne, ibâdete saldırmıyan herhangi bir memlekete<br />

gitmelidir.]<br />

3 — Ölçüde hîle etmemeli, doğru dartmalıdır. Kur’ân-ı kerîmde, Mutaffifîn sûresi,<br />

birinci âyetinde meâlen, (Verirken noksân, alırken fazla ölçenlere acı azâblar<br />

yapacağım) buyuruldu. Büyüklerimiz, her aldıklarını biraz noksân, verdiklerini<br />

de, biraz fazla ölçerdi. Bu az fark, Cehennem ile aramızda perdedir derlerdi.<br />

Bunu tam doğru ölçememek korkusundan yaparlardı. Yedi kat yer ve yedi kat gökler<br />

genişliğinde olan Cenneti, birkaç kuruşa satanlar ne kadar ahmakdır ve birkaç<br />

arpa dânesi için, Cehennem azâbı ile müjdelenenler ne kadar ahmakdır, buyururlardı.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” her ne satın alsaydı, parasını biraz<br />

fazla verirdi. Fudayl bin İyâd “rahmetullahi teâlâ aleyh”, oğlunu, birşey satın<br />

alıp, vereceği altının kirlerini temizlerken görünce, (Ey oğlum! Bu yapdığın iş, sana<br />

iki nâfile hacdan ve iki umreden dahâ fâidelidir) buyurdu. Büyüklerimiz buyu-<br />

– 842 –


uyor ki, fâsıkların en kötüsü, alırken çok, satarken az ölçenlerdir. Manifaturacılardan,<br />

kumaşı alırken gevşek, satarken gergin tutup ölçenler de böyledir. Kemiğini,<br />

âdetden fazla koyan kasablar da böyledir. Hubûbât içine toz toprak karışdırıp<br />

satan köylüler de böyledir. Malın iyisi ile kötüsünü karışdırıp, hepsini iyi diye<br />

satan pazarcılar da böyledir. Bunların hepsini yapmak harâmdır. Vel-hâsıl, alışverişde<br />

herkese karşı doğru hareket etmek vâcibdir. Hattâ, kendine söylenmesini<br />

istemediği sözü başkalarına söylememelidir. Böyle harâmlardan kurtulmak<br />

için de, kendini, din kardeşinden üstün görmemek lâzımdır. Bunu da, herkesin yapması<br />

gücdür. Bunun için Allahü teâlâ, (Hepiniz Cehennemden geçeceksiniz!)<br />

buyuruyor. Ammâ, herkes Allahü teâlâdan korkusuna göre, oradan çabuk veyâ geç<br />

kurtulacakdır.<br />

4 — Satış fiyâtında hîle yapmamakdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”,<br />

(Müslimânların, şehre mal getiren köylüleri karşılayıp piyasa fiyâtını gizliyerek,<br />

ucuz satın almalarını) men’ buyurdu. Köylünün bu sûretle yapdığı satışdan<br />

vaz geçmesi câizdir. Köylü ucuz birşey getirince, bunu karşılıyarak, malı bana bırak,<br />

ben sonra yüksek fiyâtla satarım demekden de men’ buyurdu. Bir malın pahâlı<br />

satılması için, herkesin yanında, onu yüksek fiyâtla satın almakdan da men’<br />

buyurdu. Müşterîler, böyle bir satış olduğunu anlarsa, satışı bozabilir. Piyasayı bilmiyenlere<br />

yüksek fiyâtla mal satmak da harâmdır. Hattâ, acemi olup, ucuz satan<br />

veyâ pahâlı alanlar ile alışveriş etmemelidir. Bunlarla alışveriş sahîh ve câiz ise de,<br />

piyasadaki fiyâtı bunlardan gizlemek günâhdır. Basrada büyük bir tüccâr vardı.<br />

Îrânda, Süs şehrinde bulunan adamlarından biri, mektûb yazarak, bu sene şeker<br />

kamışı verimli olmadı. Başkaları duymadan, çok şeker al dedi. Tüccâr da, çok şeker<br />

satın alıp, şeker piyasadan çekilince, pahâlı satarak, otuzbin dirhem gümüş kâr<br />

etdi. Sonra, düşünüp, şeker kamışlarına âfet geldiğini müslimânlardan saklıyarak,<br />

onlara hıyânet etdim, bu nasıl müslimânlıkdır deyip, otuzbin dirhemi, şekerlerini<br />

almış olduğu kimselere götürdü. Her birine, bu para senindir dedi. Niçin, dediklerinde,<br />

yapdığı yanlış işi anlatdı. Hiçbiri almayıp, sana halâl olsun dediler. Akşam<br />

evinde düşündü ki, belki utanarak almamışlardır. Din kardeşlerime hıyânet etdim,<br />

diyerek, ertesi gün tekrâr götürdü. Her birine yalvararak otuzbin dirhem gümüşü<br />

taksîm etdi. Müşterîye doğru söylemeli, hiç hîle etmemelidir. Malda bir ârıza<br />

oldu ise, haber vermelidir. Malı, akrabâ veyâ ahbâbından, ona yardım olsun diye<br />

yüksek fiyâtla aldı ise, müşterîsine bunu söyliyerek, doğru değerini bildirmelidir.<br />

Meselâ, on lira etmiyen malı, on lira vererek aldı ise, o malı satarken, on liraya aldığını<br />

söylememelidir. Ucuz aldığı bir malın fiyâtı yükselip pahâlı satıyor ise, aldığı<br />

fiyâtı söylemelidir. Böyle misâller pekçokdur. Böyle hıyânetleri bilmiyerek yapan<br />

çokdur. Hıyânet yapmakdan kurtulmak için, herkes, kendine yapılmasını istemediği<br />

şeyleri, başkalarına yapmamalıdır. Çünki, herkes, dikkat ile, pazarlıkla<br />

uğraşarak, tam değerini verip aldığını sanır. O hâlde, aldatarak satmak, hıyânet ve<br />

dolandırıcılık olur.<br />

[(Mecelle)nin yirmialtıncı [26] maddesinde, (Çok kimseyi zarardan kurtarmak<br />

için, bir kimseye zarar yapılabilir) diyor. Gıdâ maddelerini satanlar, piyasadaki değerin<br />

iki misline satarak halka zarar verirlerse, hâkim piyasadaki değerine satdırır.<br />

Kıtlık zemânında, hükûmet, (İhtikâr) yapanın, ya’nî karaborsacıların yığdığı<br />

gıdâ maddelerini, uygun fiyât ile, aç kalanlara satdırabilir.<br />

Abdülganî Nablüsî hazretleri “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Hadîka) kitâbının ikiyüzyedinci<br />

[207] sahîfesinde buyuruyor ki, (Mezheblerin ruhsatlarını, ya’nî kolaylıklarını<br />

araşdırarak, işini bunlara uygun olarak yapan kimseye (Müleffık) denir.<br />

Böyle yapmak câiz değildir. Ahkâm-ı islâmiyyeye uymak istemiyenin yapacağı şeydir.<br />

İhtiyâcdan dolayı veyâ zarûret ile, bir işini veyâ her işini başka mezhebe uyarak<br />

yapmak câizdir. Kolaylık için başka mezhebe geçmek, nefse uymak olur. Câiz<br />

olmaz.<br />

– 843 –


Harâmı halâl ve halâli harâm yapmak için, yâhud birinin hakkına mâni’ olmak<br />

veyâ haksız mal ele geçirmek için, (Hîle-i bâtıla) yapmak câiz değildir. Hanefî ve<br />

Şâfi’î mezheblerinde, (Hîle-i şer’ıyye)nin câiz olması, harâm bir işi yapmağa izn<br />

vermek değildir. Bir hâkime, bir da’vâ geldiği zemân, bunda hîle olduğunu bilmezse,<br />

lâzım gelen hükmü vermesi câiz olur. Hîle olduğunu bilerek hükm verirse günâha<br />

girer. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “radıyallahü anh”, müslimânlara böyle hîle<br />

öğreten müftî hicr olunur dedi. Evet, İmâm-ı a’zam, hîle-i şer’ıyye yapılması câiz<br />

olur buyurmuşdur. Fekat bu söz, islâmiyyete uymıyan sebeblerin kullanılmasına<br />

izn vermek değildir. Böyle sebeb kullanınca, bundan hâsıl olacak hükm mu’teber<br />

olur demekdir. Meselâ fâsid bey’ yapmak câiz değildir, harâmdır. Fekat fâsid<br />

bey’ yapılınca, bunun ahkâmına uymak lâzım olur. Cum’a ezânı okununca bey’ yapılması<br />

da böyledir. Iyne satışının harâm kısmını yapmak da böyledir. Harâm sebeble<br />

yapılan hîleden hâsıl olan hükme uymak, Şâfi’î mezhebinde de lâzımdır. Mâlikîde<br />

ve Hanbelîde lâzım değildir. Nisâba mâlik kimsenin, bir sene temâm olmadan<br />

önce, mâlını güvendiği birine temlîk etmesi, sene temâm oldukdan sonra geri<br />

alması, böylece zekâtın farz olmasına mâni’ olmak için hîle yapması, Hanefîde<br />

de câiz değildir. Bir kimse, kadını nikâh etmişdim diyerek, iki yalancı şâhid gösterse,<br />

kadın inkâr etse de, onun zevcesi olur. Fekat, bu hükmün hâsıl olması için,<br />

yalancı şâhid kullanmak harâm olur. Ödünç vermekde fâizi, mu’âmele satışı şeklinde<br />

câiz yapmak da böyledir. Bid’atdir. [Ödünç alırken fâiz vermesi îcâb edenin,<br />

mu’âmele satışı yaparak fâiz cezâsından kurtulacağı, üçüncü kısmda, 12. ci maddenin<br />

üçüncü sahîfesinde bildirilmişdi. Bu fetvâ, nafaka temîninden âciz olup, fâizsiz<br />

karz-ı hasen vereni bulamıyan kimse içindir. Ya’nî, fâiz ile ödünç almak zarûreti<br />

bulunan fakîri fâiz günâhından korumak içindir. Yoksa, herkes mu’amele<br />

satışı yapmak sûreti ile, fâiz vererek ödünç alabilir demek değildir.] Böyle sözleşmelerde,<br />

elfâz değil, ma’nâ mu’teberdir. Harâmı halâl yapmak için (Hîle-i bâtıla)<br />

yapmak yehûdîlerin âdetidir.)<br />

(Fetâvâ-yı Hindiyye)de altıncı cüz’de diyor ki, (Harâmdan kurtulmak için, halâla<br />

kavuşmak için hîle-i şer’ıyye yapmak câizdir ve iyidir. Böyle hîlenin câiz olmasına<br />

sened, Sâd sûresinin kırkdördüncü âyetidir. Bu âyet-i kerîme, Eyyûb aleyhisselâm,<br />

zevcesine yüz sopa vurmağa yemîn edince, bu yemîni yapmakdan kurtulması<br />

için yapılacak hîle-i şer’iyyeyi bildirmekdedir.) (Eşi’at-ül-leme’ât)da had<br />

cezâlarında diyor ki: Sa’îd bin Sa’d dedi ki, babam Sa’d, Resûlullahın “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” yanına, hasta, sarsak birini getirdi. Bunu zinâ yaparken yakaladık<br />

dedi. (Buna, üzerinde yüz filiz bulunan bir dal ile bir kere vurunuz!) buyurdu.<br />

Böylece, bir vurmakla, yüz sopa vurulmuş, had cezâsı yapılmış olur. Eşi’a tercemesi,<br />

hîle-i şer’ıyyenin câiz ve lâzım olduğunu göstermekdedir.]<br />

Ey gönül, yakdı vücûdüm, o gizli nârın senin,<br />

fışkırıp çıkdı semâya ah ile zârın senin!<br />

Çok garîb bir divânesin, niçin hiç uslanmazsın?<br />

Herkesin rüsvâsı oldun, yokmudur ârın senin?<br />

Ebedî aşk tuzâğına düşdüğün günden beri,<br />

meyvemi verecek aceb, soldu behârın senin?<br />

Alamadı hiçbir kimse, sonsuz sırrından haber,<br />

saçmadı bûy-i letâfet, misk-i tâtârın senin.<br />

Haklısın sen! Kıssa-i cânânı izhâr eyleme!<br />

Tatmadan anlamaz aşkı, yâr-u agyârın senin!<br />

– 844 –


16 — TİCÂRETDE İHSÂN<br />

(Kimyâ-i se’âdet) kitâbı, üçüncü asl, dördüncü bâbda buyuruyor ki: Allahü<br />

teâlâ, adâlet yapmak emr etdiği gibi, ihsân etmeği de emr ediyor. Bundan evvelki<br />

bâbda, adâlet yapmağı bildirdik. Bunları öğrenen, zulm yapmakdan kurtulur.<br />

Şimdi ihsân nasıl yapılacağını anlatacağız: A’râf sûresi, ellibeşinci âyetinde meâlen,<br />

(İhsân edenlere, elbette rahmetim çok yakındır) buyuruldu. Yalnız adâlet yapanlar,<br />

dinde sermâyelerini kurtarmış olur. Amma kâr, ihsân edenleredir. Aklı olan,<br />

âhıret kârını hiç kaçırır mı? İhsân, emr edilmiyen iyiliği yapmakdır.<br />

[(Eşbâh) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, üçüncü kâ’ide (Îsâr)dır. Îsâr,<br />

muhtâc olduğu birşeyi almayıp, muhtâc olan din kardeşine bırakmakdır. İnsana lâzım<br />

olan şeylerde îsâr yapılır. Kurbet ve ibâdetlerde îsâr yapılmaz. Meselâ, tahâretlenecek<br />

kadar suyu, setr-i avret edecek kadar örtüsü olan, bunları kendi kullanır.<br />

Bunları muhtâc olana vermez. Birinci safdaki yerini başkasına vermez. Nemâz<br />

vakti gelince abdestsiz kimsenin abdest suyunu başkasına îsâr etmesi câiz değildir].<br />

Ticâretde ihsân, altı dürlü elde edilir:<br />

1 — Müşterî, fazla ihtiyâcı olduğu için, çok para vermeğe râzı olsa bile, çok kâr<br />

istememelidir. Sırrî Sekâtînin “kuddise sirruh” dükkânı vardı. Yüzde beşden ziyâde<br />

kâr istemezdi. Bir kerre, altmış altınlık bâdem içi almışdı. Bâdem fiyâtı ânsızın<br />

yükseldi. Dellâl, bâdem satmak için geldi. Altmışüç altına sat dedi. Dellâl, bugün,<br />

bu kadar bâdemi, doksan altına alıyorlar deyince, ben yüzde beşden fazla kâr<br />

almamağa karâr verdim. Karârımı değişdirmem buyurdu. Dellâl da, ben de senin<br />

malını aşağı fiyâtla satamam dedi ve satmadı. O da, yüksek fiyâtla satmağa râzı olmadı.<br />

Bâdemler satılamadı. İşte ihsân böyle olur. Muhammed bin Münkedir, din<br />

büyüklerindendi. Mağazası vardı. Çeşidli kumaş satıyordu. Kimisinin zrâ’ı [bir zrâ’<br />

0,48 metredir] beş altın, kimisinin, on altın idi. Birgün, kendisi yok iken, çırağı, bir<br />

köylüye, beş altınlık kumaşı, on altına satdı. Kendi gelip, haber alınca, akşama kadar<br />

köylüyü aratdı. Köylüyü görünce, bu kumaş beş altından ziyâde etmez dedi.<br />

Köylü, ben bunu, seve seve aldım deyince, ben kendime uygun görmediğimi din<br />

kardeşime de uygun görmem. Yâ satışdan vaz geç, beş altını geri al, yâhud da gel,<br />

on altınlık kumaşdan vereyim buyurdu. Köylü beş altını geri aldı. Sonra, birisine,<br />

bu merd kimdir diye sordu. Muhammed bin Münkedir dediler. Bu ismi duyunca<br />

(Sübhânallah! Bu, öyle kimsedir ki, çölde susuz kalınca yağmur düâsına çıkıp, onun<br />

adını söylediğimiz zemân rahmet yağıyor) dedi. Büyüklerimiz az kârla, çok iş yapar,<br />

bunu dahâ bereketli bulurlardı. Halîfe Alî “radıyallahü anh”, Kûfe şehri<br />

çarşısında dolaşarak, (Az kârı red etmeyiniz! Çok kârdan mahrûm kalırsınız!) buyururdu.<br />

Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” büyüklerinden Abdürrahmân bin<br />

Avf’a, o büyük serveti nasıl kazandın? dediler. Çok az kâra da râzı oldum. Hiçbir<br />

müşterîyi boş çevirmedim. Hattâ bir gün, bin deveyi sermâyesine satmışdım. Yalnız<br />

dizlerindeki ipleri kâr kalmışdı. Her ip, bir dirhem gümüş değerinde idi. O gün<br />

develerin yem parasını ben vermişdim. Kazancım ise, bin dirhem olmuşdu, buyurdu.<br />

[Hamza efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Bey’ ve şirâ risâlesi şerhı), yirmibeşinci<br />

sahîfesinde diyor ki: (Yedincisi: Yüksek fiyâtla satıp, bir kimseyi aldatmakdan<br />

sakınmalıdır. Zîrâ piyasada on liraya satılmakda olan bir malı, onbir liradan<br />

yukarıya satın almak gaben-i fâhiş ile aldanmakdır. Ya’nî çok aldanmakdır.<br />

Yalan söylemekle çok aldatılan bir müşterî, satışdan vaz geçebilir)].<br />

2 — Fakîrlerin malını fazla para ile almalı, onları sevindirmelidir. Meselâ, dul<br />

kadınların iğirdiği ipliğine, çocukların satdığı meyvelere çok para vermelidir. Bu<br />

sûretle çalışanlara yardım etmek, sadaka vermekden dahâ sevâbdır. Böyle yapanlar,<br />

Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” düâsına kavuşur. Çünki, (Alışveriş-<br />

– 845 –


de kolaylık gösterenlere, Allahü teâlâ merhamet eylesin!) diye düâ buyurmuşdur.<br />

Fekat, zenginden mal alırken aldanmak sevâb değildir ve iyi değildir. Malı zâyı’<br />

etmekdir. Belki pazarlık edip, ucuz almak lâzımdır. İmâm-ı Hasen ve Hüseyn “radıyallahü<br />

anhümâ”, her aldıklarında pazarlık eder, ucuz almağa uğraşırlardı.<br />

Kendilerine: Bir günde binlerle dirhem sadaka veriyorsunuz da, birşey satın alırken<br />

niçin uzun pazarlık ederek yoruluyorsunuz? dediklerinde, (Verdiklerimizi Allah<br />

rızâsı için veriyoruz. Ne kadar çok versek yine azdır. Fekat, alışverişde aldanmak,<br />

aklın ve malın noksân olmasıdır) buyururlardı.<br />

3 — Müşterîden para almakda üç dürlü ihsân olur: Fiyâtda ikrâm etmelidir. Eski,<br />

kirli paraları kabûl etmelidir. Peşin verdiği fiyâtla, veresiye vermelidir. [Veresiye<br />

vermek için, fiyâtı artdırmak şart edilirse, bey’ fâsid olur. Harâm olur.] Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Alışverişde kolaylık gösterenlere,<br />

Allahü teâlâ, her işinde kolaylık gösterir). İhsânın en büyüğü, en kıymetlisi,<br />

fakîrlere veresiye vermekdir. Parası, malı olmıyanın borcunu uzatmak, zâten vâcibdir.<br />

İhsân değil, adl ve vazîfedir. Fekat, malı olup da, ziyân ile satmadıkca veyâ<br />

muhtâc olduğu birşeyi satmadıkca, ödiyemiyecek bir hâlde olanların ödemesine<br />

zemân vermek ihsândır ve büyük sadakadır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

buyurdu ki, (Kıyâmetde bir kimseyi hesâba çekerler ki, çok günâh işlemiş,<br />

hiç iyilik yapmamış. Sen dünyâda hiç iyilik yapmadın mı? derler. Hayır, yalnız çırağıma<br />

derdim ki, (Fakîr olan borcluları sıkışdırma! Ne zemân ellerine geçerse, o<br />

zemân vermelerini söyle. İstediklerini yine ver. Boş çevirme!) Allahü teâlâ buyuracak<br />

ki, (Ey kulum! Bugün sen fakîr, muhtâcsın! Sen dünyâda benim kullarıma<br />

acıdığın gibi, bugün biz de sana acırız). Onu afv eder.) Hadîs-i şerîfde buyuruldu<br />

ki: (Bir müslimâna, Allah rızâsı için ödünc veren kimseye, hergün için sadaka sevâbı<br />

verilir. Fakîrden, alacağını çabuk istemiyene, hergün için malın hepsini sadaka<br />

vermiş gibi sevâb verilir). Büyüklerimizden öyle kimseler vardı ki, borcun getirilmesini<br />

arzû etmezdi. Hergün, o malı sadaka vermiş gibi sevâb kazanmağı tercîh<br />

ederlerdi. Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Sadaka verilen her dirhem için on<br />

sevâb, ödünc verilen her dirhem için ise, onsekiz sevâb vardır. Çünki, borc, ihtiyâcı<br />

olana verilir. Sadaka belki, ihtiyâcı olmayanın eline düşebilir). [Üçüncü<br />

kısmda, onikinci maddenin sonunu okuyunuz!].<br />

4 — Borc ödemekde ihsân, istemeğe vakt bırakmadan önce vermekdir ve paranın<br />

en iyisini vermek ve kendi eli ile ve ayağına gidip vermekdir. Onu, birisini<br />

göndermeğe mecbûr bırakmamakdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (En iyiniz,<br />

borcunu iyi ödiyeninizdir). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Ödünc alan bir kimse,<br />

iyice ödemeği niyyet ederse, borcunu ödemesi için, melekler ona düâ eder). Bir<br />

kimse, malı olduğu hâlde, borcunu ödemeği bir sâat gecikdirirse, zâlim ve âsî<br />

olur. Nemâz kılarken de, oruc tutarken de, uykuda da, ya’nî her ân, la’net altında<br />

bulunur. Borc ödememek öyle bir günâhdır ki, uykuda bile durmadan yazılır.<br />

Malı olmak, parası çok olmak demek değildir. Belki satılık birşeyi olup da, satmazsa,<br />

günâh işlemiş olur. Değeri düşük olan para veyâ işe yaramıyan mal vererek öder<br />

ve bunu hak sâhibi beğenmiyerek alırsa, yine günâh olur. Onu râzı etmedikce, ya’nî<br />

gönlünü almadıkca, günâhdan kurtulamaz. Çok kimseler bunu düşünmez, ammâ<br />

büyük günâhlardandır.<br />

5 — Alışveriş etdiği kimse pişmân olursa (İkâle etmek), ya’nî yapılan satışı geri<br />

çevirmekdir. [Birinin (vazgeçdim) demesi, ötekinin de (kabûl etdim) veyâ (ben<br />

de vazgeçdim) demesi ile ikâle yapılır. İkâlede, semenin artdırılması veyâ azaltılması<br />

şart edilirse, bu şart bâtıl olur. Ya’nî bu şart yerine getirilmez. Semenin helâk<br />

olması, ikâleye mâni’ olmaz. Mebî’in helâk olması mâni’ olur. Fâsid ve mekrûh<br />

olan satışlarda ve (Gaben-i fâhiş) ile aldatılan müşterînin istediği zemânda ikâle<br />

yapmak vâcib olur. Sahîh satışda, biri istediği zemân, ötekinin de yapması müstehabdır.]<br />

Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Bir kim-<br />

– 846 –


se [karşısındaki pişmân olunca] bey’i fesh eder, geri alırsa, Allahü teâlâ, onun günâhlarını<br />

afv eder). Yapılan satışı geri çevirmek vâcib değildir. Fekat, çok sevâbdır<br />

ve ihsân etmekdir.<br />

6 — Fakîrlere veresiye verip, parası olmıyandan, istememeği niyyet etmekdir.<br />

Borclusu ölünce halâl etmekdir. Büyüklerimizden ba’zısının dükkânında iki defter<br />

vardı. Birisine bilinmiyen ismler yazardı ki, hepsi fakîr idi. Ba’zı borclar karşısında<br />

ism de yazılı değildi. Böylece kendisi ölürse, kimse fakîrlerden birşey istiyemezdi.<br />

Fekat böyle tüccârlar da, en iyi sayılmazdı. En iyi olanlar, fakîrler<br />

için, hiç defter tutmıyanlardı. Bunlar, fakîr birşey getirirse alır, getirmiyenlerden<br />

birşey istemezlerdi. İşte, din büyükleri, böyle ticâret yapardı. Şübheli bir kuruşu<br />

kabûl eden, dinde merdlerden sayılmazdı.<br />

17 — TİCÂRETDE DÎNİNİ KAYIRMAK<br />

(Kimyâ-i se’âdet) kitâbında, beşinci bâbda buyuruyor ki: Bir kimsenin dünyâ<br />

ticâreti, âhıret ticâretine mâni’ olursa, bu kimse bedbahtdır, zevallıdır. Bir çömlek<br />

almak için, altın kupa verene ne denir? Dünyâ, saksı parçası gibidir. Hem kıymetsizdir,<br />

hem de çabuk kırılır. Âhıret ise, altından kupa gibidir ki, hem çok kıymetlidir,<br />

hem de dayanıklıdır, kırılmaz. Hattâ hiç tükenmez. Dünyâ ticâretinin âhırete<br />

yaraması için ve Cehenneme sürüklememesi için, çok uğraşmak lâzımdır. İnsanın<br />

sermâyesi, dîni ve âhıretidir. Bu sermâyeyi kapdırmamak için, çok uyanık olmak<br />

lâzımdır. Dînini kayırmak istiyenler yedi şeye dikkat etmelidir:<br />

1 — Her sabâh şöyle niyyet etmelidir ki, kendisinin ve evlâd ve âilesinin rızkını<br />

kazanmak, onları kimseye muhtâc bırakmamak, Allahü teâlâya râhat ve temiz<br />

ibâdet edebilmek, âhıret yolunda yürüyebilmek için, vazîfeme gidiyorum demelidir.<br />

O gün müslimânlara iyilik, yardım ve nasîhat, emr-i ma’rûf, nehy-i münker<br />

yapmağı, kalbinden geçirmelidir. Nemâzda kusûr edenlere, günâh işliyenlere,<br />

emr-i ma’rûf yapmalı, onlara göz yummamalıdır. Böyle niyyet eden bir tüccâr, bir<br />

me’mûr, bir muallim ve bir hâkim ve bir subay, vazîfesini yapdığı kadar, hep sevâb<br />

kazanır. Onun her işi, ibâdet olur. Dünyâda kazandığı şeyler de, caba olur.<br />

2 — En az, binlerle insan çalışmayacak olursa, kendisinin birgün bile yaşıyamıyacağını<br />

düşünmelidir. Meselâ, çiftçi, fırıncı, dokumacı, demirci, iplikci ve dahâ nice<br />

san’atkârlar, hep onun için çalışıyor. O hepsine muhtâcdır. Herkes onun için çalışıp,<br />

ona hâzırlayıp da, onun boş oturması, kimseye fâideli olmaması doğru olur mu?<br />

Bu dünyâda herkes yolcudur. Geldik gidiyoruz. Yolcuların birbirlerine yardım etmesi,<br />

el ele vermeleri, kardeş gibi olmaları lâzımdır. Her müslimân böyle düşünmelidir.<br />

Vazîfesine başlarken, müslimân kardeşlerime yardım etmek, onları râhat etdirmek<br />

için çalışacağım. Din kardeşlerim benim işimi gördükleri gibi, ben de, onlara<br />

hizmet edeceğim demelidir. Her müslimân iyi bilsin ki, bütün san’atler, farz-ı<br />

kifâyedir. Bunu düşünerek, bir san’ate yapışmak, ibâdet etmek olur. İster kitâblı kâfirler<br />

keşf etsin, ister kitâbsız kâfirler bulsun, her san’ati öğrenmek ve hele, harb vâsıtalarını<br />

en modern, en ileri şeklde yapmağa çalışmak farzdır. Bu vâsıtaları yapabilmek<br />

için, gerekli ilmleri, dersleri mekteblerde, bu niyyet ile okutmak ve okumak<br />

hep ibâdet olur. Nemâz kılan insanın bu niyyet ile, her işi ibâdet olur. Nemâz kılmıyanların<br />

her hareketi de günâh olur. O hâlde, her müslimân, nemâzını kılmalı, sonra<br />

farz olduğunu düşünerek, vazîfesini yapmalıdır. İş görürken niyyetin doğru olmasına<br />

alâmet, insanlara fâideli olan bir meslek, bir san’at seçmekdir. Ya’nî, öyle<br />

bir iş görmeli ki, eğer o iş olmasa, müslimânlar sıkıntı çekerdi. O hâlde, keyf, oyun<br />

ve benzerlerine, san’at dense de ve harâm işleyenlere san’atkâr ismi verilse de, bunları<br />

yapmak ibâdet olmaz. Hattâ, harâm olmıyan, mubâh olan, fekat insanlara lüzûmlu<br />

olmıyan san’atleri seçmemelidir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (En iyi ticâ-<br />

– 847 –


et, bezzâzlıkdır, kumaş satmakdır. En iyi san’at, terzilikdir).<br />

3 — Dünyâ işleri, âhıret için çalışmağa mâni’ olmamalıdır. Âhıret için ticâret<br />

yeri câmi’lerdir. Münâfıkûn sûresi, dokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Mallarınız<br />

ve çocuklarınız, Allahü teâlâyı, hâtırlamanıza mâni’ olmasın!) buyuruldu.<br />

Halîfe Ömer “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Ey tüccârlar! Önce âhıret rızkını kazanın!<br />

Sonra dünyâ rızkına çalışın!). Ticâretle meşgûl olan büyüklerimiz, sabâh ve<br />

akşamları âhıret için çalışır, Kur’ân-ı kerîm okur, ders dinler, tevbe ve düâ eder,<br />

ilm öğrenir ve gençlere öğretirlerdi. Kelle kebâbı, sabâh çorbası gibi şeyleri çocuklar<br />

ve zimmîler satardı. Çünki, müslimânlar, sabâh, akşam câmi’lerde bulunurdu.<br />

İnsanların amellerini yazan ikişer melek, her sabâh ve akşam değişmekdedir. Bir<br />

hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Melekler insanların amel defterlerini götürdükleri<br />

zemân, başında ve sonunda iyi iş yazılı ise, gün ortasında yapılanları ona bağışlarlar).<br />

Yine buyurdu ki, (Gündüz ve gece melekleri, sabâh ve akşam, gidip gelirken<br />

birbirleri ile karşılaşırlar. Hak teâlâ, [giden meleklere], kullarımı nasıl bırakdınız?<br />

buyurur. Yâ Rabbî! Nemâzda bulduk ve nemâz kılarken bırakdık, derler. Allahü<br />

teâlâ da, şâhid olun, onları afv etdim buyurur). Müslimân tüccârlar, san’at sâhibleri,<br />

gündüzleri de, ezân sesini duyunca, işini hemen bırakıp, câmi’e koşmalıdır. [Dînini<br />

seven ve kayıran bir imâm bulursa, ona uymalı, dînini dünyâya değişen, ibâdete<br />

harâm, bid’at karışdıran, müslimânlıkdan haberi olmıyan imâm ve hâfızların<br />

yanına, sesine, sözüne yanaşmamalıdır.] Büyüklerimiz, (Ticâretleri, satışları, Allahü<br />

teâlâyı unutmalarına sebeb olmaz) âyet-i kerîmesine ma’nâ verirken diyor ki,<br />

demirciler vardı. Demir döğerken, ezân okununca, çekici kaldırmış iken, demire<br />

vurmaz, bırakıp nemâza koşarlardı. Ve terziler vardı. İğneyi sokunca, ezân okunsaydı,<br />

o hâlde bırakıp, cemâ’ate koşarlardı.<br />

4 — Çarşıda, işde Allahü teâlâyı zikr, tesbîh etmeli, her ân Onu hâtırlamalıdır.<br />

Dili ve kalbi boş kalmamalıdır. İyi bilmelidir ki, o ânda kaçırdığını, bütün dünyâyı<br />

verse, bir dahâ eline geçiremez. Gâfiller arasındaki hâtırlamanın sevâbı çok<br />

olur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Gâfiller arasında Allahü<br />

teâlâyı zikr eden kimse, kurumuş ağaçlar arasında bulunan yeşil fidân gibidir<br />

ve ölüler arasındaki cânlı gibidir ve harbde kaçanlar arasında, arslan gibi döğüşenler<br />

gibidir). Bir kerre buyurdu ki, (Çarşıya giderken, lâ ilâhe illallah, vahde<br />

hü lâ şerîke leh, le hül mülkü ve le hül hamdü, yuhyî ve yümît, ve hüve hayyün lâ<br />

yemût, bi yedi-hil-hayr, ve hüve alâ külli şey’in kadîr diyen kimseye, iki milyon sevâb<br />

yazılır). [Bu hadîs-i şerîfde olduğu gibi, sevâb veyâ günâh mikdârını, göklerin<br />

büyüklüğünü, uzaklıklarını ve âhıretdeki zemânları ve dünyânın yaradılışını ve mahlûkların<br />

sayısını bildiren hadîs-i şerîflerdeki çeşidli rakamlar, mikdâr sayısını göstermek<br />

için değil, mikdârın çokluğunu anlatmak içindir. Meselâ bir kimseye, birkaç<br />

def’a, zahmet çekerek gidip bulamıyarak cânı sıkılan biri, o kimseyi görünce,<br />

seni on def’a aradım, bulamadım, demesi gibidir.] Cüneyd-i Bağdâdî “kuddise sirruh”<br />

buyurdu ki, (Pazarda çok kimse vardır ki, sôfîler halkasında oturanlardan dahâ<br />

kıymetlidir). Bir kerre de buyurdu ki: (Öyle kimse tanıyorum ki, pazarda hergün<br />

üçyüz rek’at nemâz kılmakda ve otuz bin tesbîh okumakdadır). Ba’zısı demişdir<br />

ki, bu kimse, kendisidir. Hulâsa, dîne, ibâdetine yardım niyyeti ile dünyâya çalışanlara,<br />

hep böyle sevâb vardır. Yalnız para kazanıp, dünyâ malı toplamak için<br />

çalışanlar, sevâbdan mahrûm kalır. Hattâ bunlar, câmi’de, nemâzda iken de, kalbleri<br />

dükkânın hesâbındadır. Fikrleri dağınıkdır.<br />

5 — Dünyâ işlerine çok düşkün olmamalıdır. Meselâ, çarşıya herkesden önce<br />

gidip, herkesden sonra çıkmamalı. Tehlükeli ve uzun yollara gitmemelidir. Mal kazanmak<br />

için, deniz [ve hava] yolculuklarına dalmamalıdır. Mu’âz bin Cebel “radıyallahü<br />

anh” buyuruyor ki, (Şeytân, pazarda, yalan, hîle, hıyânet ve yemîn etdirerek<br />

müslimânları günâha sokmağa çalışır. Önce gidip, geç çıkanlara dahâ çok asılır).<br />

Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Tüccârın, esnâfın en kötüsü, erken gidip, geç dö-<br />

– 848 –


nenlerdir). Sabâh nemâzı kılmadan ve kitâb okuyup birkaç şey öğrenmeden işe gitmemeği<br />

âdet edinmelidir. İhtiyâcı kadar dünyâlık kazanınca, âhıreti kazanmakla<br />

meşgûl olmalıdır. Çünki, âhıret hayâtı sonsuzdur ve ona ihtiyâc dahâ çokdur ve âhıret<br />

ticâretinde iflâs etmek üzeredir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin hocası Hammâd<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh”, ticâret yapardı. Baş örtüsü satardı. Hergün, iki habbe<br />

kazanınca eşyâyı toplar pazardan çıkardı. Büyüklerden ba’zısı dükkâna, haftada<br />

iki gün giderdi. Bir kısmı da, Cum’adan başka hergün gider, öğle nemâzında geri<br />

dönerdi. Bir kısmı nihâyet ikindiye kadar alışveriş ederdi. Hepsi ihtiyâcı kadar kazanınca<br />

câmi’e gider, ibâdetle, ilm öğrenmekle akşamı yapardı.<br />

6 — Şübheli şeylerden kaçınmalıdır. Harâma yaklaşan zâten âsî, fâsık olur.<br />

[Şübhe etdiği şeyleri, Ehl-i sünnet kitâblarından öğrenmelidir. Câhil hâfızlara, hocalara<br />

ve her kitâba güvenmemelidir.] Kalbine sıkıntı getiren şübheliyi almamalıdır.<br />

Zâlimlerle, hîle, hıyânet edenlerle, yemîn ile satanlarla, dükkânında harâm<br />

şey satanlarla alışveriş etmemelidir. Zâlimlere, fâsıklara veresiye satmamalıdır.<br />

Çünki, öldükleri zemân üzülür. Hâlbuki, zâlimler [ya’nî müslimânlara ve islâmiyyete<br />

eli ile, dili ile, kalemi ile zarar yapanlar] ölünce üzülmek günâhdır. Onlara<br />

yardım etmek câiz değildir. Meselâ, din ile alay edenlere, yalan yanlış kitâblar<br />

yazarak dîni yıkmağa uğraşanlara kâğıd satmak günâhdır. Velhâsıl, herkesle<br />

mu’âmele etmemelidir. Doğru insan aramalıdır. Bir zemân vardı ki, bir tâcir, her<br />

istediği ile mu’âmele edebilirdi. Çünki, herkes, alışveriş ilmini biliyor ve bildiğine<br />

göre hareket ediyordu. Sonraları öyle zemânlar geldi ki, birkaç kişi ile mu’âmele<br />

edilemezdi. Dahâ sonraları ise, ancak birkaç kimse ile mu’âmele edilebilir oldu.<br />

Bir zemân gelmek korkusu vardır ki, alışveriş edecek kimse bulunamıyacakdır.<br />

Bunu çok zemân önce, söylemişlerdir. Bizler, belki de, büyüklerimizin korkduğu<br />

o zemâna kaldık. Kim ile olursa olsun, alışveriş edilmekdedir. Câhil hâfızlar,<br />

yangına körükle gidip, (Bugün dünyânın her tarafı böyle oldu. Her yerdeki mala<br />

harâm karışdı. Harâmdan kurtulmak imkânsız oldu) diyorlar. Bu söz, çok yanlışdır.<br />

Hiç de dedikleri gibi değildir. Bunu, bundan sonraki faslda anlatacağız.<br />

7 — Alışveriş yapdığı kimse ile olan sözlerini, hareketlerini, aldığını, verdiğini<br />

iyi ve doğru hesâb etmelidir. Kıyâmetde, bunların hepsinden hesâb vereceğini<br />

bilmelidir. Büyüklerden biri, bir bakkalı rü’yâda görüp, Allahü teâlâ sana ne<br />

yapdı dedi. Önüme ellibin sahîfe koydular. Yâ Rabbî! Bu sahîfeler kimlerindir dedim.<br />

Ellibin kişi ile alışveriş yapmışsın. Her sahîfe, bunların birisi ile olan mu’âmeleni<br />

göstermekdedir dediler. Bakdım, her sahîfede bir kimse ile olan mu’âmelemin<br />

inceden inceye yazılmış olduğunu gördüm, dedi. Bir guruş hîle yapan, bir guruş<br />

hak yiyen, cezâsını çekecekdir ve hiçbirşeyin yardımı olmıyacakdır.<br />

İşte buraya kadar, büyüklerimizin hâllerini ve dînimizin yolunu göstermiş oluyoruz.<br />

Bugün bu yol unutulmuş, bilen de kalmamışdır. Bugün, bunlardan birisini yapana<br />

çok sevâb verilir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir zemân<br />

gelir ki, o zemânın müslimânları, bugün sizin yapdığınız ibâdetlerin onda birini yaparsa,<br />

âhıretde azâbdan kurtulurlar). Sebebini sorduklarında, (Çünki, sizler hayr işlemeğe<br />

çok yardımcı buluyorsunuz. Onlar yardımcı bulamıyacakları gibi, çeşidli engellerle<br />

de karşılaşacaklardır. Gâfiller, câhiller arasında garîb kalacaklardır) buyurdu.<br />

Bu hadîs-i şerîfi bildirmekden maksadımız, müslimânların, zemânın hâlini görüp,<br />

ümmîdsizliğe düşmemeleri içindir. O hâlde, bu zemânda, yukarıda yazılanların hepsini<br />

kim yapabilir diyerek ye’se düşmek doğru değildir. Ne kadar yapılabilirse çok kâr<br />

olur. Âhıretin dünyâdan dahâ iyi olduğuna inanan kimse, bunların hepsini de yapabilir.<br />

Bunların hepsini gözetmek, yapsa yapsa, insanı fakîr yapar. Sonsuz se’âdete, ebedî<br />

râhatlığa sebeb olacak, birkaç senelik fakîrliğe elbette katlanılır. Nitekim birçok<br />

kimse, birkaç şey kazanmak için, fırtınalı, karlı havalarda, sıkıntılı yolculuklara, bir<br />

rütbeye, dereceye yükselmek için de nice mahrûmiyyetlere katlanıyor. Hâlbuki,<br />

ölüm gelince, bütün kazancları elden çıkmakda, boşuna didinmiş olmakdadırlar.<br />

– 849 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:54


18 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 116. cı MEKTÛB<br />

Bu mektûb, hâce Ebülmekârim için yazılmışdır. Allahü teâlânın kullarına hizmet<br />

etmeği övmekdedir:<br />

Allahü teâlâ, aşırı hareketlerden korusun! Ortalama, adâlet üzere doğru yolda<br />

bulunmak nasîb etsin! Allahü teâlânın, bir kuluna, fâideli, güzel işler yapmağı, çok<br />

kimsenin ihtiyâclarını sağlamasını nasîb etmesi, çok kimsenin ona sığınması, bu kul<br />

için pek büyük bir ni’metdir! Allahü teâlâ, kullarına ıyâlim demiş, çok merhametli<br />

olduğu için, herkesin rızkını, nafakasını kendi üzerine almışdır. Allahü teâlâ, bu<br />

ıyâlinden birkaçının rızkları, nafakaları için ve bunların yetişmeleri, râhat yaşamaları<br />

için bir kulunu görevlendirirse, bu kuluna büyük ihsân etmiş olur. Bu büyük<br />

ni’mete kavuşup da, bunun için şükr etmesini bilen kimse, çok tâli’li, pek bahtiyârdır.<br />

Bunun kıymetini bilip, şükr etmek, kendi sâhibinin, Rabbinin ıyâline hizmet<br />

etmeği se’âdet ve şeref bilmek ve Rabbinin kullarını, kölelerini yetişdirmekle<br />

öğünmek, akl îcâbıdır. Allahü teâlâya hamd olsun ki, orada bulunanların hepsi, sizin<br />

iyiliklerinizi anlatmakdadırlar. İhsânlarınızın, yardımlarınızın söylentileri her<br />

yerde dolaşmakdadır.<br />

NEFS<br />

Bir ân gelir kabarır, atlasda dalga gibi,<br />

muhit olur rûhuna, kırılmaz halka gibi.<br />

Bir ân gelir, durulur, soğuk bir pınar olur,<br />

her sözü kabûl eden, en kıymetli yâr olur.<br />

Bir ân gelir, ah çeker, herşey benim olsa der,<br />

bütün dünyâyı versen, nankördür dahâ ister.<br />

Bir ân gelir inanır, mevlâsı sözlerine,<br />

nedâmet yaşı dolar, o âsî gözlerine.<br />

Bir ân gelir ki gürler, ufkunda şimşek çakar,<br />

yılların mahsûlünü, tutar bir ânda yakar.<br />

Bir ân gelir, dalgasız, sessiz bir ummân olur,<br />

bütün yapdıklarına, utanır, pişmân olur.<br />

Bir ân gelir, Fir’avn, Şeddâd ve Nemrûd olur,<br />

damarlarda dolaşan, Hannâs-ı merdûd olur.<br />

Bir ân gelir mutî’dir, herşeyi kabûl eder,<br />

dünyâ gözünde olmaz, dâim ibâdet ister.<br />

Bir ân gelir, şâhlanır, kükremiş arslan gibi,<br />

yâhud kana susamış, yaralı kaplan gibi.<br />

Bir ân gelir, uslanıp bir (seng-i miheng) olur,<br />

her arzûsu, Resûlün sözlerine denk olur.<br />

Bir ân gelir, zâlimdir, rûhu inletir zâr zâr,<br />

kendi kötü elîle, kendine mezâr kazar.<br />

Ey kalb, böyle bir nefse, uyarsan hâlin yaman!<br />

Onun hîlelerine, aldanma hiçbir zemân!<br />

– 850 –


19 — İSLÂMİYYETDE FÂİZ, BANKA VE VAKF<br />

İslâmiyyetde, banka kurmak, banka ile iş yapmak câiz midir? Önce şunu bildirelim.<br />

İslâmiyyetde fâiz harâmdır. Fâiz, yalnız islâmiyyetde değil, semâvî dinlerin,<br />

ya’nî hak olan, doğru olan dinlerin hepsinde harâmdır. Fâizin azı da, çoğu da harâmdır.<br />

En büyük günâhlardandır. Fâizin ve bankanın ne demek olduğunu iyi anlamak<br />

lâzımdır. Dînimiz ticârete ve büyük sınâ’î teşekküllerin meydâna gelmesine<br />

ve ferdin istihsâl kapasitesinin genişlemesine yarıyan ve fâiz ile alışveriş yapmıyan<br />

şirketlerin, bankaların kurulmasına izn, hattâ emr vermekdedir.<br />

Dînini iyi öğrenen bir müslimân, harâm işlemeden ve fâiz felâketine düşmeden<br />

her çeşid ticâreti yaparak halâl mal kazanır. Halâl ve bereketli kazancı ile millete<br />

ve memlekete çok fâideli olur. (Hadîka)da diyor ki, (İmâm-ı Muhammed Şeybânîye,<br />

mütehassıs olduğu tesavvuf bilgisinde niçin bir kitâb yazmadığını sorduklarında,<br />

zühd ve takvâ, ancak, bütün işlerde ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla, bâtıl,<br />

fâsid ve mekrûh sözleşmelerden sakınmakla elde edilebilir. Bunlar da, fıkh kitâblarından<br />

öğrenilir. Alışveriş ve başka sözleşmeleri yapacak kimsenin bunların<br />

sahîh ve halâl olması şartlarını öğrenmesi lâzımdır. Bunun için, bu işlerin ilmihâlini<br />

öğrenmek her mükellefe farz-ı ayndır. Bu farzın yerine getirilmesi için, bey’<br />

ve şirâ kitâbını yazdım buyurdu).<br />

FÂİZ NEDİR?: Bütün fıkh kitâbları diyor ki, fâiz, ödünc vermekde, rehnde ve<br />

alışverişde, alıcıdan veyâ vericiden birinin ötekine karşılıksız olarak vermesi şart<br />

edilen fazla mala denir. Başkasına verilmesi şart edilirse, fâiz olmaz. Fekat bey’ fâsid<br />

olur denildi. Bey’de, şart edilmeden verilen hediyye, fâiz olmaz. Hediyyenin<br />

ayrı bir mal olması ve ayrıca teslîm edilmesi îcâb eder. Meselâ bir kimse, bir altın<br />

lira verip dört çeyrek altın satın alsa ve ayrıca bir mikdâr para hediyye etse fâiz olmaz.<br />

Bey’ de fâsid olmaz. Çünki, satarken hediyye vermek şart edilmemişdir.<br />

Hediyye vermekde şart edilen fazla birşey de, fâiz olmaz. Bir ay bana hizmet etmek<br />

şartı ile, şu malı, meselâ evimi sana hediyye etdim dese, o da kabûl edip alsa,<br />

fâiz olmaz. Fekat, şart fâsid olup, hizmet etmesi lâzım gelmez. Hizmet ederse<br />

de, zararı olmaz. (Hediyye) veyâ (Hibe), mevcûd ve ma’lûm bir aynı birine karşılıksız<br />

temlîk etmekdir. Belli bir karşılık istiyerek vermek de câizdir. Deyni ya’nî<br />

alacağını borclusuna veyâ borclusundan başkasına hediyye câizdir. Fekat, başkasına<br />

hediyye ederken, kabz eylemesini de emr eylemesi ve onun kabz etmesi lâzımdır.<br />

Kabz edince, deyn ayn olmakdadır. Ya’nî yukarıdaki ta’rîfde bulunan<br />

(Ayn) kelimesi, (Sözleşmede veyâ sonradan ayn olan) demekdir. [Bey’ ve şirâda<br />

da, görülmiyen nakd, kabz edilince ayn olmakda, sözleşme yerinde lâzım olan ta’yîn<br />

hâsıl olmakdadır.] Hediyyeyi kabûl etmek sünnetdir. Mükellef olmak ve kendi mülkünü<br />

hediyye etmek şartdır. Hediyye, söz veyâ hâl ile olan (Îcâb) ve (Kabûl) ile<br />

hâsıl ve sözleşme yerinde kabz edilmekle temâm olur. Lüzûmsuz şartla bâtıl olmaz.<br />

Şartı yapsa da olur, yapmasa da olur. Hediyye verirken, belli birşeyi, karşılık istemek,<br />

birisine olan borcunu ödemesini şart etmek câizdir. Hediyyenin ve karşılığının,<br />

ayrılmadan önce verilmeleri lâzımdır. Ta’âm bulunan çantayı, eşyâ bulunan<br />

evi, yük bulunan hayvânı hediyye sahîh olmaz. Bunları boş iken veyâ yalnız<br />

yüklerini hediyye etmek sahîh olur. Ya’nî (Meşgûl) değil, (Şâgil) hediyye edilir.<br />

Koyundaki yün, dikili ağaç, ağaçdaki meyve, memedeki süt hediyye edilemez. Ayırması<br />

zarar verecek parça, ayrılarak hediyye edilemez. Bir liralık altını, dört çeyrek<br />

altın ile değişdirirken, iki karşılıkdan birinin ağırlığı fazla olur, bunu halâl ederse<br />

câiz olur. Çünki, ayırması zarar verecek şeyi ayırmadan hediyye etmiş olur. Eti,<br />

dahâ ağır ete satarak fazlasını hibe etmek ise, câiz olmaz. Çünki, fazlasını ayırmak<br />

zarar vermez. Alacağını borcluya hibe eden, artık bunu geri istiyemez. Yedi şeyden<br />

biri varsa, ayn olan hediyye de teslîmden sonra geri alınamaz. Bunlar bulunmazsa,<br />

hâkim karârı ile geri almak sahîh olur ise de, mekrûhdur. Yedi mâni’: Ve-<br />

– 851 –


ilen aynda kıymetini artdıran ziyâdelik hâsıl olmak, ikisinden birinin ölmesi,<br />

hediyyenin karşılığı olduğu bildirilerek bir hediyye vermek [bunu başkasının da<br />

vermesi rücû’a mâni’ olur], hediyye edilen malın alanın mülkünden çıkması, ikisi<br />

arasında nikâh bulunmak, aralarında nikâhı ebedî harâm eden akrabâlık bulunmak,<br />

hediyye edilen malın helâk olması, geri almağa mâni’ olurlar. Sadaka, fakîre<br />

verilen hediyyedir. Deyn olan hediyyeyi ve sadakayı geri almak hiç câiz değildir.<br />

Birinin borcunu ondan iznsiz ödeyerek, onu kendine borclu yapmak câiz değildir.<br />

Şâfi’î ve Mâlikî mezheblerinde, fâiz, yalnız gıdâ maddelerinde ve parada olur.<br />

1 — Ödünc alıp vermekde fâiz: İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî<br />

“kuddise sirruh” birinci cildin, yüzikinci mektûbunda buyuruyor ki: (Dahâ fazlasını<br />

ödemesi şartı ile ödünc vermek fâizdir. Ya’nî böyle olan sözleşme harâmdır.<br />

Harâm anlaşma ile ele geçen malın hepsi harâm olur. Meselâ, oniki kile ödemesi<br />

şartı ile, on kile buğday ödünc verilse, alınan oniki kilenin hepsi harâm olur.<br />

[Fazla olan iki kilesi kul hakkı olduğu için geri vermesi vâcib olur. On kilesi harâm<br />

olduğu için sadaka vermesi lâzımdır.] Fâiz ile ödünc vermek ve almak harâm<br />

olduğu, Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilmişdir. İhtiyâcı olanın da, olmıyanın da,<br />

fâizle ödünc alması harâmdır. İhtiyâcı olana fâiz harâm olmaz demek, Kur’ân-ı kerîmin<br />

emrini değişdirmek olur. (Kınye) kitâbı, Kur’ân-ı kerîmin emrini değişdiremez.<br />

Lâhor şehrinin büyük âlimlerinden olan mevlânâ Cemâl, (Kınye)nin birçok<br />

haberleri, kıymetli kitâblara uymamakdadır, böyle haberlerine güvenilmez buyururdu.<br />

[İbni Âbidîn de, (Kınye)nin birçok haberi za’îfdir, güvenilemez buyurmakdadır.<br />

Bu kitâbı, Zâhidî “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmışdır.] (Kınye)nin bu<br />

yazısını doğru kabûl etsek bile, buradaki ihtiyâc kelimesine, zarûret ve ölüm tehlükesi<br />

ma’nâsını vermek lâzımdır. Böylece, Mâide sûresinin, (Ölüme sebeb olan<br />

sıkışık hâle düşen) meâlindeki dördüncü âyetinin izninden istifâde edilmiş olur.<br />

Çünki, bu âyet-i kerîme harâmdan afv olunabilecek özrü beyân buyurmakdadır.<br />

Fâiz ile ödünc almak için her ihtiyâc özr olsaydı, fâizin harâm edilmesine sebeb kalmazdı.<br />

Çünki, fâiz ödemeği ancak ihtiyâcı olan kabûl eder. İhtiyâcı olmıyan kimse,<br />

açıkdan para vermek istemez. Allahü teâlânın bu yasak emri, yersiz, lüzûmsuz<br />

olurdu. Allahü teâlânın kitâbına, böyle iftirâ edilemez. Abes, yersiz birşey bulunması<br />

düşünülemez. Her ihtiyâcı olanın fâiz ile para alması câiz diye bir ân düşünsek,<br />

ihtiyâc da, bir nev’ zarûretdir. Zarûretin dereceleri vardır. Ziyâfet vermek için,<br />

fâiz ile para almak ihtiyâc değildir. Meyyitin bırakdığı malda meyyitin ihtiyâcı, kefen<br />

ve cenâze masrafı olduğu, kitâblarda bildiriliyor. Onun rûhu için ziyâfet vermeğe<br />

ihtiyâc denilmemişdir. Meyyit, sadakanın sevâbına, herkesden çok muhtâc<br />

olduğu hâlde, onun rûhu için yemek [helva] dağıtılmasını islâmiyyet emr etmemişdir.<br />

O hâlde, bunları yapmak, fâizle para almak için ihtiyâc, özr olur mu? Ölünün<br />

ihtiyâcı kabûl edilse bile, fâizle alınan para ile pişen yemekleri yimek halâl olur mu?<br />

Çoluk çocuğun çok olması, erkeğin askerde bulunması, özr, ihtiyâc sanılarak, fâizle<br />

para almak câiz ve halâl olur demek, bir müslimâna yakışmaz. Böyle belâya<br />

yakalanmış olanlara, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaparak, doğru yolu göstermek<br />

lâzımdır. Bir müslimân, nasıl olur da, böyle harâm işi yapabilir? İhtiyâcları<br />

halâlden te’mîn edecek yol çokdur. [Bu yolları aramak lâzımdır. Arayıp bulamazsa,<br />

ancak nafaka ihtiyâcı, ya’nî gıda, elbise ve mesken ihtiyâcı, zarûret hâlini alır.<br />

Bu da, ancak mesken için vâkı’ olmakdadır.]<br />

Bu zemânda, şübheli olmıyan kazanc kalmadı diyorsunuz. Evet öyledir. Fekat,<br />

elden geldiği kadar, şübhelilerden kaçınmak lâzımdır. Tarlayı abdestsiz sürmek,<br />

tohumunu abdestsiz ekmek, rızkın bereketini, tayyib [güzel] olmasını giderir demişlerdir.<br />

Hindistânda, böyle çalışan, hemen yok gibidir. Fekat, Allahü teâlâ, kulundan,<br />

elinden geldiği kadar yapmasını istemekdedir. Fâiz ile para alıp ziyâfet vermekden<br />

sakınmak, herkes için çok kolaydır. Halâle harâm, harâma halâl diyen kâ-<br />

– 852 –


fir olur. Fekat bu, kat’î, meydânda olan halâl ve harâmlar içindir. [Halâl, harâm<br />

oldukları, Nass ile açık bildirilmiş olan yâhud açık Nass yok ise de, dört mezhebde<br />

de sözbirliği ile bildirilenler içindir.] Zan olunanlar için değildir. Hanefî mezhebinde<br />

mubâh olan çok şey vardır ki, Şâfi’î mezhebinde mubâh değildir. Bunun<br />

aksi de vardır. Muhtâc olduğu şübheli olan birinin, fâizle para alması halâl olur demiyene,<br />

açık bildirilen harâma halâl diyemiyene dil uzatılmaz. Sapık, gerici denilmez.<br />

Halâl demesi için zorlanamaz. Onun haklı olması dahâ kuvvetlidir. Hattâ, haklı<br />

olduğu meydândadır. Ona dil uzatanlar haksızdır ve tehlükelidir. Mevlânâ Abdülfettâh,<br />

fâizsiz borc almak iyidir. Niçin fâiz ile alıyorlar demiş. Siz de, böyle söyleme,<br />

Halâli inkâr mı ediyorsun? diyerek onu tekdîr etmişsiniz. Yavrum, bu sözünüz,<br />

kat’î olan halâl için doğrudur. İhtiyâcı olanın, fâiz ile borc almasına halâl deseniz<br />

bile, bunu yapmamak, yine dahâ iyi olur. Vera’ sâhibleri, ruhsat, izn verilen<br />

şeyleri yapmamış, herkese, azîmet yolunu göstermişlerdir. Lâhor şehrindeki müftîler,<br />

ihtiyâcı olana câiz olur demiş ise de, ihtiyâcdan ihtiyâca fark vardır. Her ihtiyâc,<br />

özr sayılırsa, fâizin harâm olacağı yer kalmaz. Fâizin harâm edilmesi abes,<br />

lüzûmsuz bir emr olur. Oruc, yemîn keffâreti niyyeti ile de, fakîrleri doyurmak için,<br />

fâiz ile borc almak câiz değildir. Fakîr doyuramıyan, oruc tutar).<br />

2 — Rehnde fâiz: Rehn vermek, ya’nî ipotek (hypotéque) etmek demek, bir<br />

sebebden dolayı, birşeyi habs etmek, alıkoymak demekdir. İslâmiyyetde ise, ödenecek<br />

mal karşılığı olarak, bir malı, alacaklıda veyâ başka âdil bir kimsede, emânet<br />

bırakmak demekdir. Rehn ancak, mal borcu için verilir. Öldürmek, yemîn hakları,<br />

işçinin iyi çalışması, müsâfirin hırsızlık etmemesi için rehn istenmez. Rehn zor<br />

ile alınmaz. Rehn, akd ile, ya’nî îcâb ve kabûl ile, ya’nî sözleşme veyâ mektûblaşma<br />

ile yapılır. Rehni verip, almaları, ya’nî malın teslîm olunması da lâzımdır.<br />

Teslîm olunmadan önce, borclu rehni vermekden vazgeçebilir. Rehn bırakılan malın,<br />

satılmağa elverişli olması şartdır. Dartı ile, hacm ile ölçülen herşey, altın, gümüş<br />

eşyâ, para, rehn verilebilir. Ortak olan birşeydeki kendi payını rehn vermek<br />

câiz değildir. Ağaçdaki meyveyi ağacsız olarak, tarladaki ekini tarlasız olarak<br />

rehn vermek ve meyveli ağacı meyvesiz olarak, ekinli tarlayı ekinsiz rehn vermek<br />

câiz değildir. Evi, eşyâsı ile de rehn vermek câizdir. Hayvân, üzüm şırası rehn verilir.<br />

Alacaklı, rehnden vazgeçebilir. Borclu vazgeçemez. Rehn, borc ödeninceye<br />

kadar habs olunur. Önce, borc ödenir. Sonra, rehn geri verilir. Borclu ölürse,<br />

bunun vârisi, rehni satarak, parası ile borcu öder. Sonra, rehni alıp, müşterîye teslîm<br />

eder. Geri kalan parası, başka alacaklılara verilir. Satış semeninin ödeme zemânı<br />

gelince borclu, rehni satmak için, alacaklıyı veyâ başka bir âdil kimseyi vekîl<br />

edip satdırır veyâ kendi satar. Semenden borcu ödeyip, sonra rehn kurtarılır.<br />

Borclu, rehndeki malını, alacaklının izni olmadan satamaz. Satmak için, istiyemez.<br />

Alacaklı, rehni alırken, bunu ileride satmağa kendisinin vekîl edilmesini şart edebilir.<br />

Borclu bunu kabûl edince, sonra azl edemez. Borclu ölürse de, azl olmaz. Rehn<br />

helâk olursa, kıymeti az ise, aradaki farkı borcludan ister. Rehn, alacaklının borcu<br />

istemesine mâni’ olamaz. Malı olup da ödünc aldığını ödemezse, onu habs etdirmesine<br />

de mâni’ olamaz.<br />

Alacaklı, rehnin, borclunun mülkünden çıkmasına sebeb olamaz. Satamaz, kirâya<br />

veremez. Rehni, ancak borclunun izni ile kullanabilir. İkisinden biri, ötekinin<br />

izni ile, rehni başkasına âriyet verebilir. Sonra herbiri, onu yine rehn yapabilir.<br />

Alacaklı, kendisindeki rehni, rehni veren borclusuna da âriyet verebilir. Saklamıyarak<br />

veyâ kullanarak rehn helâk olursa, kıymetini öder. Bir kimsenin, rehnde<br />

bulunan malı satın alması sahîhdir. Alacaklı, elindeki rehn malı müşterîye<br />

vermiyebilir. Müşterî, borcun ödenerek, rehnin kurtarılmasına kadar bekler. Yâhud,<br />

bey’i, mahkeme ile fesh etdirir.<br />

Ödünc verirken, alacaklının rehnden istifâde etmesi için, izn verilmesi şart<br />

edilirse, fâiz olur. Meselâ, hayvânı veyâ tarlayı, elbiseyi kullanması, sütünü içme-<br />

– 853 –


si şart edilirse fâiz olur. Sonradan verilen izn ile, alacaklının rehni kullanması câiz<br />

olur.<br />

3 — Bey’ ve şirâda fâiz: Hanefî ve Hanbelî mezheblerine göre, bir satışda fâiz<br />

bulunması demek, aşağıda bildirilen iki şeyin veyâ birinin mebî’ ile semende ortak<br />

olarak bulunması demekdir. Şâfi’î ve Mâlikî mezheblerinde, bu iki şart ile berâber,<br />

altın veyâ gümüş yâhud gıdâ maddeleri olmaları da lâzımdır.<br />

1 — Kadr, ya’nî vezn veyâ hacm ile ölçülmeleri,<br />

2 — Bir cinsden olmaları.<br />

Fâiz bulunan satış veresiye yapılamaz. Dâimâ peşin olması lâzımdır. Satışın peşin<br />

olması için, mebî’in de, semenin de te’ayyün etmeleri lâzımdır.<br />

Buğday, arpa, hurma ve tuzun, her zemân ve heryerde, hacm ile ölçülmeleri, altın<br />

ve gümüşün de dartı ile ölçülmesi emr olundu. Bu altı maddeden başka şeylerin,<br />

nasıl ölçüldükleri, âdete göre anlaşılır. 4. cü maddeye bakınız!<br />

Bir satışda, fâiz şartının ikisi de bulunmazsa, bu satışda fâiz bulunmaz. Ya’nî birinin<br />

peşin fazla olması veyâ veresiye olması, fâiz olmaz. Meselâ, on metre pazeni,<br />

onbeş metre basmaya peşin ve veresiye satmak câizdir.<br />

Bu şartların ikisi de bulunursa, yalnız eşid mikdârda peşin satmak câiz olup, farklı<br />

mikdârda peşin ve aynı mikdârda olsa bile, birisini veresiye olarak satmak fâiz<br />

olur. Zâten, fazlası peşin harâm olan satışlar, veresiye, eşid mikdârda olsa bile, dâimâ<br />

harâm olur. Veresiye başkadır. Peşin pazarlık edip, semeni sonra te’cîl etmek<br />

başkadır. Bir teneke buğdayı bir teneke buğdaya peşin satışda, söz keserken ölçmek<br />

lâzımdır. Sonradan ölçülürse, eşid bulunsa bile câiz olmaz. Bir kile buğdayı,<br />

bir kile buğdaya veresiye veyâ bir kileden az veyâ fazla buğdaya peşin satmak fâiz<br />

olur. Ya’nî câiz değildir, harâmdır. Kadr ve cinsleri ortak bulunan iki malın eşid<br />

mikdârda peşin satışının câiz olması için, sıfatlarının başka olması lâzımdır. Para<br />

bozdurmak, bunun için, câiz olmakdadır. Sıfatları da aynı olursa, satışdan fâide olmıyacağı<br />

için bey’ sahîh olmaz.<br />

İki şartdan birisi bulunup, birisi bulunmazsa, farklı mikdârda peşin câiz olup,<br />

eşid mikdârda olsalar da, veresiye satmak yine fâiz olur. Bir kile buğdayı, iki kile<br />

arpaya veyâ beş yumurtayı altı yumurtaya peşin satmak [ve peşin kâğıd para bozmak]<br />

câiz olur. Fekat beş metre basmayı, beş metre basmaya ve bir kamyonu, başka<br />

bir kamyona veresiye satmak fâiz olur. Burada, yalnız, altın veyâ gümüş karşılığında<br />

dartarak ölçülen başka cinsleri veresiye satın almağa izn verilmişdir.<br />

Bunun için, para ile yapılan mal satışlarında fâiz yokdur. Kâğıd para karşılığında<br />

yapılan mal satışlarında da, hiç fâiz yokdur.<br />

Ağırlık ile ölçülen şeylerin her ikisi de bir habbe, ya’nî bir arpa ağırlığından az<br />

ise, hacm ile ölçülenlerin her ikisi de yarım sâ’dan az ise, bunlar ölçüye gelmez, ya’nî<br />

birinci şart yok kabûl edilmişdir. Bunun için, bir avuc buğdayı, iki avuc buğdaya<br />

ve bir felsi iki veyâ dahâ çok felse, peşin satmak câiz olur. Çünki, iki avuç içi, yarım<br />

sâ’dan azdır ve üç felsin ağırlığı, bir habbeden azdır. İki santigram altını,<br />

dört santigram altına peşin satmak fâiz olmaz. Bunları veresiye satmak fâiz olur.<br />

Bir kırât-ı şer’î, beş arpa olduğundan, bir habbe, beş santigramdır.<br />

Altını, gümüşü yarıdan fazla olan alaşımlar, sâf altın ve sâf gümüş gibidirler. Satışda<br />

ve ödünc vermekde bunların ağırlıklarına bakılır. Altını, gümüşü, yarıdan az<br />

olan alaşımlar, urûz gibidir. İçindeki hâlisin ağırlığından fazla hâlis ile ve kendi cinsinden,<br />

fazlası ile peşin satılabilirler. Çünki altının fazlası, karşılık maldaki başka<br />

ma’denin karşılığı olur. Böyle paralar ve fülûs denilen metal paralar, âdete göre,<br />

ağırlıkla da, aded ile de ölçülmekdedir. Fekat, altının ve gümüşün, dâimâ, ya’nî karışımdaki<br />

mikdârı az olsa da, kabz edilmeleri lâzımdır. Semen, ya’nî geçer akça olmadıkları<br />

zemân, ta’yîn edilince, te’ayyün ederler.<br />

Bir satışın peşin olması demek, pazarlık yerinden ayrılmadan önce, iki malın da<br />

– 854 –


ayn olması demekdir. Buna, te’ayyün etmek denir. Altından ve gümüşden başka<br />

mallar, söz kesilirken ta’yîn etmekle te’ayyün ederler. Bunların satışı (Mukâyada)<br />

olur. İki maldan yalnız birisi ta’yîn edilmiş ise, ayn olan, mebî’ olur. Deyn olan mal<br />

ve altın ve gümüş, ayrılmadan önce kabz olunmakla te’ayyün ederler.<br />

(Dürr-ül-muhtâr) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki: (Buğdayı, buğday<br />

karşılığında satınca, ikisi de ta’yîn edilirse, ya’nî ayn olurlarsa câizdir. Teslîm<br />

alınmaları lâzım gelmez. Çünki, sarfdan başka satışlarda, mallar, ta’yîn etmekle<br />

te’ayyün ederler. Te’ayyün edince, kendilerini vermek lâzım olur. Benzerleri verilemez.<br />

Ya’nî, ikisi de hacm ile veyâ dartı ile ölçülen, bir cins veyâ başka cins [altından<br />

ve gümüşden başka] iki malı birbiri karşılığında satmak için, söz kesilirken,<br />

ikisi de ayn olmalıdır. İster hâzır olsunlar, ister gâib olsunlar, ta’yîn edilmeleri yetişir.<br />

Sözleşme yerinden ayrılmadan önce teslîm alınmaları lâzım olmaz. Altın ve<br />

gümüşün ise, ayrılmadan önce kabz olunması şartdır. Ya’nî birbirinin eline, cebine<br />

vermek lâzımdır. Ayrıldıkdan bir iki dakîka sonra verse, sarf satışı sahîh olmaz.<br />

Sarf satışında, alacağı hâzır olup, vereceği yanında değilse, sözleşme etmeyip,<br />

hâzır olanı [ödünc veyâ] emânet almalı, vereceği eline geçince, o zemân pazarlık<br />

ve söz keserek, ayrılmadan bunu teslîm etmelidir.<br />

Fâiz bulunan satışdaki iki maldan biri ayn, karşılığı deyn ise, ayn olan mebî’, deyn<br />

olan semen olmak ve [söz kesilirken deyn olan] semeni, ayrılmadan önce kabz etmek<br />

şartı ile câiz olur. Çünki, deyn ancak teslîm alınmakla te’ayyün eder.<br />

Eğer, deyn mebî’ ise, söz kesilen meclisde hâzır olsa bile, bey’ câiz olmaz. (İle,<br />

ye) gibi bağ ile söylenen fâiz malı, semen olur. Bu bağlar ile söylenmiyen, mebî’<br />

olur. (Bu bir kile buğdayı, bir kile tâze buğdaYA satdım. Bu bir kile buğdayı, bir<br />

kile tâze arpaYA satdım) diyerek sözleşmeleri câiz olur. Çünki, her ikisinde de,<br />

ayn olan mal, mebî’dir ve deyn olan, semendir. Fekat, sözleşme yerinden ayrılmadan,<br />

deyni kabz etmek lâzımdır. Çünki, fâiz bulunan bey’in câiz olması için, ayrılmadan<br />

önce, mebî’ ile semenin ayn olmaları lâzımdır. Deynin [misâlimizde, semenin]<br />

te’ayyünü, kabz edilmekle olur. Aynı, kabz etmeden ayrılmaları câiz olur. Eğer<br />

(Bir kile iyi buğdayı senden, bu bir kile buğday İLE satın aldım) derse, yâhud (İki<br />

kile tâze arpayı senden, bu bir kile buğdaYA satın aldım) derse, deyn olan, meclisde<br />

hâzır bulundurulsa dahî, câiz olmaz. Çünki, deyn olan mal, mebî’ olmuş, ayn<br />

olmıyan şeyi satmışdır. Bu ise, câiz değildir.)<br />

Fâiz bakımından yeni ile eski, tâze ile bayat arasında fark yokdur. Meselâ, eski<br />

bakırı, yeni bakır ile aynı ağırlıkda ve peşin değişmelidir. Yeni bakır hafîf ise,<br />

bununla az mikdâr başka mal veyâ para da peşin vermelidir.<br />

Altın ve gümüşden başka ma’denlerde, san’at, işçilik farkı olabilir. Bir bakır semâveri,<br />

dahâ ağır bakır semâver karşılığı satmak câiz olur. Çünki altından ve gümüşden<br />

başka ma’denler, san’at te’sîri ile, ağırlık ölçüsünden çıkıp, aded ile satılabilir.<br />

Fekat bunları ağırlıkla satmak âdet olan yerlerde, ağırlık farkı yine fâiz olur.<br />

Altın, gümüş eşyâ, san’at te’sîri ile semenlikden çıkarak mebî’ olabilir. Ya’nî<br />

ta’yîn ile te’ayyün eder. Fekat, kabz edilmesi ve altını, gümüşü yarıdan fazla olanların<br />

dâimâ ağırlık ile ölçülmesi şartdır.<br />

(Bedâyı’) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, beşinci cüz, 236. cı sahîfesinde<br />

diyor ki, (Aynı sayıda fülûsü birbirleri ile değişdirirken [kâğıd veyâ metal<br />

para bozdururken] veyâ fülûs verip fülûsdan başka şey [altın, gümüş veyâ başka<br />

bir ayn] satın alırken, fülûs hep semen olur. Ta’yîn edilince te’ayyün etmez. Kabz<br />

edilmedikçe deyn olur. Nakdeyn ile değişdirilirken, ayrılmadan önce, iki karşılıkdan<br />

birinin kabz olunarak te’ayyün etmesi lâzımdır. Çünki, burada fâizin iki şartı<br />

da yok ise de, deynin deyn karşılığı satılması bâtıldır. Fülûs, aynı sayıda [ya’nî,<br />

i’tibârî kıymetleri aynı olarak] fülûs ile değişdirilirken, fâizin bir şartı bulunduğu<br />

için [veresiyesi harâm olacağından] iki karşılığın da kabz olunmaları lâzımdır.<br />

Fülûs, başka sayıda fülûs ile değişdirilirse, [bir yüzlük verip, kıymetlerinin topla-<br />

– 855 –


mı yüzden az olan ufaklık alınırsa], fâizden kurtulmak için, iki karşılığın da ta’yîn<br />

edilmeleri lâzımdır. Şeyhayne göre, ancak bu hâlde [ve selem satışında] niyyet etmekle<br />

fülûs semenlikden çıkar. Urûz gibi olurlar. Ta’yîn edilince, te’ayyün ederler.<br />

Fekat, yine aded ile ölçülürler. Fâizin bir şartı bulunduğu için, ya’nî aynı cins<br />

oldukları için, ta’yîn edilmekle, satışın peşin yapılması te’mîn edilmiş olur. Ta’yîn<br />

edilen malın kendisi verilir. Benzerleri verilemez). Birisinin ta’yîn edilmesi de kâfî<br />

ise de, deynin semen olması ve bunun ayrılmadan önce kabz edilmesi lâzım olur.<br />

Bankada, bono kırdırmanın câiz olmadığı buradan da anlaşılmakdadır.<br />

Zimmînin zimmîlerle ve müslimânlarla alışverişi, müslimânların birbirleri ile alışverişi<br />

gibidir. Yalnız kendi aralarında domuz ve şerâb satmaları da câizdir. Dârül-harbde<br />

[ya’nî, yehûdî, hıristiyan veyâ müşriklerin memleketlerinde] bulunan<br />

mürtedin malları onun mülkü değildir.<br />

Altın ve gümüş, ağırlıkla ölçülür. Basılı liraların ağırlığı belli olduğu için, liraları<br />

sayı ile de kullanmak câiz olur. Kullanırken, ağırlıklarını düşünmek lâzımdır.<br />

On dirhem gümüş para borcu olan kimse, alacaklısına, bunlar yerine bir altın<br />

verse, ya’nî on dirhem borcuna karşı, bir altını peşin olarak satsa câiz olur. Çünki<br />

gümüşler, semen yapılmış olup, te’ayyün etmeleri için, borclunun teslîm alması<br />

lâzımdır. Zâten borcluda bulundukları için, yeniden teslîm almasına lüzûm kalmamışdır.<br />

Çünki, mebî’in ve semenin birlikde te’ayyün etmeleri, veresiye olan satışda<br />

fâizden sakınmak için şart edilmişdir. Ödenip biten borcda, böyle fâiz olamaz.<br />

Borcda, ileride düşülecek fâiz tehlükesi olabilir. (Dürr-ül-muhtâr). Üçüncü kısm,<br />

onikinci maddesinin son sahîfesine bakınız! (Rıyâd-un-nâsıhîn)de diyor ki:<br />

Satışdaki ve ödünc vermekdeki fâiz için, Ömer Nesefînin “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” (Erba’în-i Selmânî) kitâbındaki otuzüç misâli aşağıya yazıyoruz:<br />

1 — Kile ile satılan birşey, kendi cinsine [meselâ buğdayı buğdaya] peşin satılırken,<br />

birinin hacmi ziyâde olursa, fâiz olur.<br />

2 — Hacmleri müsâvî, fekat biri veresiye [ya’nî söz kesilen yerden ayrılıncıya<br />

kadar te’ayyün etmez] ise, yine fâiz olur.<br />

3 — Dartarak satılan birşey, kendi cinsine [meselâ beşibiryerdeyi, altın liralar<br />

karşılığı] peşin satılırken, verilen ile alınanın ağırlığı müsâvî olmazsa, fâiz olur.<br />

4 — Veznleri müsâvî, fekat biri veresiye ise, fâiz olur. Vezn veyâ hacmleri müsâvî<br />

olmıyan peşin satışda, fâizden kurtulmak için, vezni veyâ hacmi az olan malın<br />

yanına, aynı cinsden olmıyan, başka az birşey de ilâve edip, iki şey bir arada iken,<br />

pazarlık etmelidir. Böylece fâizden kurtulunur ise de, ilâve edilen şeyin kıymeti az<br />

ise, harâma yakın mekrûh olur. O şeyi, pazarlıkdan sonra ilâve ederse câiz olmaz.<br />

5 — Kile ile satılan şeylerden, aynı cinsden olmıyanlar, birbiri ile [meselâ, arpayı<br />

buğdaya] satılırken, hacmleri aynı olsa da, veresiye satmak, ribâ [ya’nî fâiz]<br />

olup, hacmleri farklı olsa da, her ikisi peşin câizdir.<br />

6 — Dartılarak satılan şeylerden aynı cinsden olmıyanlar, birbiri ile [altın, gümüş<br />

ile] satılırken, ağırlıkları eşit olsa da, biri veresiye olunca fâiz olur. Ağırlıkları<br />

farklı olsa da, ikisi peşin [eline teslîm etmek] câiz olur. Altınlı ve gümüşlü eşyâyı,<br />

birbiri karşılığı veresiye satmak fâiz olur.<br />

7 — Vezn ile ve kile ile ölçülen ve ölçülmeyen herşey, kendi cinsi ile, veresiye<br />

satılınca, mikdârı aynı olsa da, fâiz olur.<br />

8 — Kile ile veyâ vezn ile ölçülen birşeyi, kendi cinsi karşılığı, ölçmeden topdan<br />

satmak fâiz olur. Mikdârları müsâvî ise de, fâiz olur. Çünki, böyle şeylerin satışında,<br />

söz kesilirken, ölçülerek, mikdârlarının aynı olduğunu bilmek, bey’in sahîh<br />

olması için, şartdır.<br />

9 — Birkaç kimse arasında müşterek olan, kile veyâ vezn ile ölçülen bir malı,<br />

ölçmeden paylaşmak fâiz olur. [Çünki, üçüncü kısm, yirminci maddede bildirildiği<br />

gibi herbiri, kendi payında bulunan diğerinin mülkünü, diğerinde kalan ken-<br />

– 856 –


di mülkü ile değişdirmiş olur. Ya’nî bunları birbirlerine ölçmeden satmış olurlar.<br />

Herbiri diğerlerine bir defter, ikincisi bir mendil gibi şeyler de verip halâllaşmalıdırlar.]<br />

10 — Hacm ile veyâ vezn ile ölçülen bir malı, ölçmeden ödünc vermek ve almak<br />

fâiz olur.<br />

11 — Başakdaki buğdayı, buğday ile, müsâvî mikdârda dahî satmak fâiz olur.<br />

12 — Başakdaki buğdayı, başakdaki buğdaya aynı mikdârda dahî satmak fâiz<br />

olur. Çünki, buğdayları başaksız ölçmek lâzımdır.<br />

13 — Ağaçdaki meyveyi, kopmuş aynı meyveye satmak fâiz olur.<br />

14 — Ağaçdaki meyveyi, ağaçdaki aynı meyve ile satmak fâiz olur.<br />

15 — Buğdayı, buğday ununa ve kavrulmuş buğdaya, aynı hacmde dahî satmak<br />

fâiz olur. Çünki, buğdaydan, aynı hacmde un hâsıl olmaz.<br />

16 — Unu ve buğdayı, ekmeğe satmak fâiz olmaz. Çünki ekmek, başka cinsden<br />

olmuşdur ve sayı ile ölçülür.<br />

17 — Menşe’leri veyâ kullanış yerleri aynı olmıyan veyâ insanlar tarafından sıfatları<br />

değişdirilen şeyler, aynı cinsden değildir. Meselâ hurma sirkesi ile üzüm sirkesi<br />

ve koyun eti ile sığır eti ve sütleri ve koyun yünü ile keçi kılı ve buğday ile ekmek<br />

aynı cinsden değildirler. Keçi ve koyun eti ve sütleri, fâiz bakımından aynı cinsdendir.<br />

18 — İmâm-ı Muhammede göre, ekmeği aded ile ve vezn ile ödünc vermek fâiz<br />

olmaz. İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre yalnız dartı ile fâiz olmaz.<br />

19 — Susam, zeytin, cevz gibi, yağ çıkarılan cismler, kendi yağları ile satıldığı<br />

zemân, yağ, cismdeki yağ mikdârından ziyâde ise câizdir ve yağın aynı mikdârı yağ<br />

karşılığı olup, ziyâdesi posa karşılığı olur. Ziyâde değilse, az veyâ müsâvî ise veyâ<br />

belli değilse fâiz olur.<br />

20 — Üzümü, şırası karşılığı ve koyunu yünü karşılığı ve meyveli ağacı aynı meyve<br />

karşılığı ve ekilmiş toprağı, çıplak toprak karşılığı ve başakda yetişmiş buğdayı,<br />

yetişmemiş buğday karşılığı, taşlı küpeyi taşsız küpe karşılığı, altınlı kılıncı veyâ<br />

kemeri altınsız aynı kılınc ve kemer karşılığı ve kabuklu pirinci kabuksuz pirinc<br />

ile satmak da, müsâvî veyâ az ise fâiz olur.<br />

21 — Bir malı, kendisi veyâ vekîli, meselâ on liraya satıp, müşterîye teslîm etdikden<br />

sonra, parayı teslîm almadan, malı müşterîden, meselâ dokuz liraya geri satın<br />

almak fâiz olur. Parayı temâm alınca, satın alabilir. Bir malı satdıkdan sonra,<br />

parasının hepsini temâm teslîm almadan, o mal ile birlikde başka birşeyi, aynı fiyâtla<br />

geri satın almak fâiz olur. Çünki, aynı fiyâtın bir kısmı, o başka şey için olup,<br />

o malı dahâ ucuza almış olur ve fâiz olur. O başka şeyi alması ise câizdir.<br />

22 — Bir malı, meselâ iki ay sonra teslîm etmek üzere satdıkdan sonra, noksân<br />

olarak, dahâ önce vermeği karârlaşdırmak fâiz olur.<br />

23 — İki kişi, birer çuval buğdayı, hacmini ölçmeden, karışdırıp un yapdırdıkdan<br />

sonra, unu ikiye taksîm etmeği karârlaşdırmak fâiz olur.<br />

24 — Unları karışdırıp, ekmek yaparak ekmeği ikiye bölmek de fâiz olur. Unların<br />

hacmini önceden ölçmek lâzım idi.<br />

25 — Cevzleri veyâ bâdemleri yâhud zeytinleri ölçmeden karışdırıp, yağ çıkardıkdan<br />

sonra yağı taksîm etmek de fâiz olur.<br />

26 — İki kişinin müşterek bir ineği olsa, sütü birgün senin, birgün benim diye<br />

taksîm etseler, fâiz olur.<br />

27 — İki kişi, meselâ bir öküz veyâ bir at veyâ bir otomobil veyâ bir dükkân veyâ<br />

tarlalarını veyâ tezgâhlarını, herbiri kullanmak üzere, mu’ayyen bir zemân<br />

için değişseler fâiz olur.<br />

28 — İçinde oturmak şartı ile bir evi, ekmek şartı ile tarlayı, kendi kullanmak<br />

– 857 –


şartı ile bir otomobili borcludan rehn istemek fâiz olur. Çünki, rehn alınırken, bunu<br />

kullanmağı şart etmek, rehnde fâiz olur.<br />

29 — Birşeyi ucuz satın almak veyâ ona pahâlı satmak şartı ile ödünc vermek<br />

fâiz olur.<br />

30 — Mahsûlün yarıdan fazlasına ortak olmak şartı ile, köylüye para veyâ<br />

tohm veyâ toprak verip onu çalışdırmak veyâ ona ödünc vererek tarlasını alıp işletip,<br />

mahsûlün yarıdan azını ona bırakmak fâiz olur. Çünki, kirâ mikdârının belli<br />

olması ve ödünc verilen malın aynı mikdârda benzerinin ödenmesi lâzımdır.<br />

31 — Az ücretle çalışdırmak, ondan hediyye almak, ziyâfet istemek üzere<br />

ödünc vermek fâiz olur.<br />

32 — Birşeyi, aldatarak pahâlı satmak veyâ ucuz almak da fâiz olur. [Gaben-i<br />

fâhişe bakınız!].<br />

33 — Satılan şeyin aybını ve satın alınan şeyin kıymetini gizleyerek aldatmak<br />

fâiz olur.<br />

34 — Libya büyük müftîsi şeyh Tâhir-uz-Zâvî, fetvâsında diyor ki: (Hükûmet,<br />

me’mûrlara ödünc mesken parası vererek, yüzde dört fazlası ile aylıklarından<br />

kesiyor. Bu, % 4 fazla aldığı, fâiz olur. Harâm olur. Müslimân olan hükûmetin bunu<br />

alması, vatandaşların da vermeleri harâmdır. Bu ödünc paranın, fâizsiz olarak,<br />

Allah rızâsı için verilmesi lâzımdır). Bu fetvâ, Libyada çıkan 1973 Nisan târîhli<br />

(Hedy-ül-islâmî) mecmû’ası sonunda yazılıdır. Yâhud, oturacak evi olmıyan, mesken<br />

parası almak için, bütün mu’âmeleleri yapdıkdan sonra, parayı alırken (Vekîliniz<br />

olarak, bu para ile ev yapdırmağı kabûl etdim) demeli. Parayı veren (Ben<br />

de kabûl etdim) demeli. Tapuyu alırken (Her ay ...... lira ödemek üzere ...... liraya<br />

bu evi satın aldım) demeli. Tapuyu veren de (Bu evi sana satdım) demelidir. Böylece<br />

halâl olur.<br />

(Dâr-ül-harb)de, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyenin tatbîk edilmediği İtalya, Fransa gibi<br />

putlara tapınılan yerlerde, müslimânın, kâfirlere ödünc vererek, onlardan fâiz<br />

almasının câiz olduğu bütün kitâblarda, fâiz bahsinin sonunda yazılıdır. Meselâ:<br />

İbni Âbidîn diyor ki, (Dâr-ül-harbde, kâfirlerin mallarını fâiz, kumar, fâsid<br />

bey’ ile almak halâldir. Bu yollarla müslimânın zarar etmesi halâl değildir).<br />

(Mültekâ) kitâbında, (İmâm-ı a’zam ile imâm-ı Muhammed “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyhimâ” buyurdu ki, Dâr-ül-harbde, müslimân ile kâfir arasında fâiz olmaz).<br />

(Mecmâ’ul-enhür)de diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, (Dâr-ül-harbde, müslimân<br />

ile kâfir arasında fâiz yokdur) buyuruldu. Orada, onların malını almak mubâhdır.<br />

Gönül rızâsı ile, gadr yapmadan almak câizdir. Diğer üç mezhebde hiç câiz değildir).<br />

(Dürer ve Gurer) kitâbında da bu hadîs-i şerîf yazılarak, Dâr-ül-harbde bir müslimânın<br />

fâiz ile ve fâsid bey’ ile [meselâ ikrâmiyyeli, piyangolu satış yaparak] kâfirden<br />

ve orada müslimân olandan mal çekmesi câizdir. Çünki, onların malını rızâları<br />

ile almak mubâhdır diyor. Fekat, mallarına saldırmak, zorla almak câiz değildir<br />

diyor. Şernblâlî, bunu açıklarken, (Kumar ile alması da câizdir) diyor. (Kudûrî), (Cevhere),<br />

(Vikâye), (Dürr-ül-muhtâr) ve (Redd-ül-muhtâr)da ve (Fetâvâyı Hindiyye)de<br />

de böyle yazılıdır. (Dâr-ül-harb)de bulunan müslimânların birbirleri ile ve zimmî kâfir<br />

ile yapdıkları sözleşmelerin ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olması lâzımdır.<br />

Kâdî zâde, (Feth-ul-kadîr) tekmilesinde yukarıdaki hadîs-i şerîfi açıklarken diyor<br />

ki: (Hicretden önce Kureyş müşrikleri, ehl-i kitâb olan rumların acem kâfirlerine<br />

yenilmelerine sevinmişlerdi. Rum sûresi nâzil olup, acemlerin az zemân sonra<br />

yenilecekleri bildirilince, Ebû Bekr-i Sıddîk, Kureyş kâfirleri ile sözleşme yapdı.<br />

Acemler yenildi. Ebû Bekr-i Sıddîk da sözleşilen develeri Kureyş kâfirlerinden<br />

aldı. Bu sözleşme kumar idi. Mekke şehri de, müşrik memleketi idi. Resûlullah,<br />

bu kumar sözleşmesine ve şart edilen develerin kâfirlerden alınmasına izn verdi).<br />

– 858 –


Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Dâr-ül-harbde ya’nî Avrupada, Amerikada, kâfirlerin<br />

kurduğu ve yalnız kâfirlerden fâiz alan bir bankaya para yatıran bir mü’minin,<br />

bu paranın fâizini bankadan alarak ihtiyâclarına harc etmesi halâldir. Bankaya<br />

para yatıran bir kimse, banka ile ortaklaşa, parasını fâiz ile işletmeğe vermiş oluyor.<br />

Bu bankadan ödünc para alıp fâiz verenlerin hepsi müslimân veyâ zimmî ise,<br />

bankaya yatırılan paranın fâizini almak harâm olur. Bankadan para alıp fâiz verenler,<br />

müslimân ve harbî kâfir karışık ise, o bankadan alınan fâiz ve hizmet karşılığı<br />

alınan ma’âş mekrûh olur. Müslimân veyâ zimmî müşterîsi çok ise, harâma<br />

yakın, harbî kâfir müşterîsi çok ise, halâle yakın mekrûh olur. Meşîhat-i islâmiyyenin<br />

İstanbulda çıkardığı (Cerîde-i ilmiyye) kitâbının 29 Şubat 1336 ve 9 Cemâzil-uhrâ<br />

1338 târîh ve ellibeşinci sayısının binyediyüzkırkdördüncü sahîfesinde yazılı<br />

fetvâda da, (Dâr-ül-harbde kâfir bankasına para yatırıp, bankadan fâiz almak,<br />

şer’an halâl olur) buyurulmuşdur. Bankada çalışarak ma’âş almak da, böyledir.<br />

Hiçbir memleketde, hiçbir kimseden ve bankadan ve kooperatifden, zarûret olmadıkca,<br />

hiçbir sebeb ile ödünc para alıp fâiz ödemek câiz değildir. Zarûret başkadır,<br />

ihtiyâc başkadır. Zarûret, kendinin veyâ nafakası lâzım olanların aç, susuz,<br />

çıplak veyâ sokakda kalarak hasta olması demekdir. Zarûret olunca, ya’nî ölümden<br />

veyâ hastalıkla, bir uzvun yok olmasından korku olunca, halâl yollardan, fâizsiz<br />

olarak, zarûretin giderilmesine çalışılır. Halâl yol bulunamazsa, fâizle ödünc<br />

alınıp, bununla zarûret giderilir ise de, sonra, ihtiyâcdan fazla birşeye para sarf etmeyip,<br />

borcunu bir ân önce ödiyerek fâizden kurtulması farzdır. Kirâ ile ev tutmak<br />

varken, ev satın almak zarûret değildir. Ticâret, san’at için sermâye bulmak da zarûret<br />

değildir. Zarûret hâlinde olana da fâiz ile ödünc vermek harâmdır [Eşbâh].<br />

Harâmdan kurtulmak için, buna mu’âmele ve îne yolları ile ödünc verilir, denilmişdir.<br />

Böyle, farzı yapmamakdan veyâ harâm işlemekden kurtuluş yolu aramağa<br />

(Hîle-i şer’ıyye) denir.<br />

Din câhilleri, gençleri aldatmak için, burada da yalan söylüyorlar. İslâmiyyetde<br />

fâiz vermek olmadığı için, müslimânlar, ecnebîlerden fâizle para alıp, millî servetimiz<br />

yabancılara gidiyordu diyorlar. Hâlbuki, müslimânlar, kimseden, fâizle<br />

ödünc almazdı. Bunun, zinâdan dahâ kötü, büyük günâh olduğunu bilirdi. Müslimânlar,<br />

birbirlerine, fâizsiz ödünc verirlerdi. Böylece, büyük şirketler ve fabrikalar<br />

kurulurdu. Kimse fâizle para almağa mecbûr kalmaz ve hâtırından bile geçirmezdi.<br />

Banka nedir? İslâmiyyetde banka olur mu?<br />

Banka, aşağıdaki işleri yapan bir şirketdir:<br />

1 — İstenildiği zemân ödemek şartı ile az bir fâizle (va’desiz) para alır.<br />

2 — Mu’ayyen bir zemân sonra ödemek üzere, va’desiz olandan fazla fâiz ile<br />

(va’deli) para alır.<br />

3 — Fâizini her ay başında ödemek üzere (taksîtli va’deli) para alır.<br />

4 — Merkez bankaları banknot, ya’nî kâğıd para çıkarmak vazîfesi de görür.<br />

5 — Fabrikalara, şirketlere hissedâr olur. Onlara sermâye te’mîn eder.<br />

6 — Arsa, bağ, tarla satın alıp satar ve binâ yapıp satar. İslâm bankası, her çeşid<br />

malı satın alıp, veresiye satar.<br />

7 — Kıymetli eşyâyı, aksiyon [ya’nî hisse senedi] ve obligasyon [tahvîl senedi]<br />

rehn alarak ve temeli atılmış binâlar, arsalar ve kredi [i’tibâr] karşılığı olarak<br />

fâiz ile ödünc para verir.<br />

8 — Va’deleri gelmemiş para senedlerini, bonoları, iskonto [tenzîl] yaparak<br />

öder. İslâm bankası bunu yapmaz. Çünki harâmdır.<br />

9 — Va’deleri gelen senedlerin paralarını borcludan toplayarak alacaklıya verir.<br />

10 — Değerli maddeleri saklamaları için, kasaları şahslara kirâya verir.<br />

– 859 –


11 — Şehrler ve memleketler arası para göndermeği te’mîn eder.<br />

12 — Tüccârların, poliçe veyâ çek ismi verilen te’diye emri senedlerini, bunların<br />

bankadaki parasından öder.<br />

13 — Bir tüccârın, diğer bir tüccârdan alacağını, borclunun hesâbından düşerek<br />

alacaklının hesâbına geçirmek sûretiyle tüccârlar arasındaki alışverişi kolaylaşdırır.<br />

14 — Borsalarda, hisse ve tahvîl senedleri alıp satar.<br />

15 — Devletin ve anonim şirketlerin tahvîl senedlerini piyasaya sürer.<br />

16 — Fabrikalar açar ve çalışdırır.<br />

17 — Nakl vâsıtaları işletir.<br />

Banka çalışmaları, hicretin altıncı asrında, İtalyada başlamış ve her memlekete<br />

yayılmışdır. Memleketimizde ilk olarak, 1279 [m. 1863] da Osmânlı bankası ve<br />

birkaç sene fâsıla ile, muhtelif ecnebî bankalar açılmış, gayr-i müslim vatandaşlar<br />

ve yabancılar, bunlarla fâizli alışveriş yapmışdır. Meşrûtiyyetin i’lânından sonra,<br />

1327 [m. 1909] de Türkiye Millî Bankası, 1328 [m. 1910] de Türkiye Bankası, aynı<br />

senede Millî Banka, 1329 [m. 1911] da İstanbul Bankası, 1331 [m. 1913] de İstanbul<br />

Emlâk Bankası ve 1332 [m. 1914] de Osmânlı Ticâret Bankası açılmışdır.<br />

Zirâ’at Bankasının, [1329] da sermâyesi 88.577.908 Osmânlı lirası, Emniyet Sandığının<br />

100.767 lira, Türkiye Millî Bankasının 1.000.000 lira idi.<br />

Bankaların yapdığı, yukarıda yazılı onyedi vazîfeden çoğu, islâmiyyetde yasak<br />

olmıyan, fâideli şeylerdir. Fâizin azı da, çoğu da harâmdır. Çoğuna harâm, azına<br />

halâl demek yanlışdır. Çiftçiye, tüccâra, san’at sâhiblerine yüksek fâizle ödünc veren<br />

ve düşük fâizle para toplayan bankalar, milleti sömüren, kapitalistliğe, komünistliğe<br />

sürükliyen teşekküllerdir.<br />

Bankaların zararlarından biri de, para sâhiblerini tenbelliğe ve sefâhete alışdırmalarıdır.<br />

Eline çok para geçen tenbeller, çalışmazlar. Çalışanlara yardım da etmezler.<br />

Paralarını bankaya yatırıp, aldıkları fâiz ile, keyf ve zevk içinde yaşarlar.<br />

Mâcerâ peşinde koşarlar. İşçiler, çiftçiler ve zor geçinen me’mûrlar ve hele işleri<br />

bozulup bankaya fâiz ödemek için, evini barkını, çiftini çubuğunu satan iş adamları,<br />

bu taşkınca, şaşkınca para saçan ve çalışanlara aşağı gözle bakan şımarık sömürücüleri<br />

görünce, bunlardan nefret ederler. Bu hâl, vatandaşlar arasında ayrılık<br />

ve kin hâsıl eder. Çalışanların gayretleri, hizmetleri gevşer. Memleketde iş sâhaları<br />

azalır. İşsizlik, anarşistlik artar. Sosyal adâlet lâfda kalır. Ekonomik ve<br />

ahlâkî çöküntülere sebeb olur.<br />

Fâiz ile alışveriş yapmıyarak, müşterîlerinin çalışmalarına, kârlarına, mudârebe,<br />

müzâre’a yolu ile ortak olan, ihtiyâcı olanlara, karz-ı hasen olarak ödünc verip<br />

iskonto ve fâiz adı ile birşey almayan, yalnız hizmeti ve masrafı karşılığı olarak<br />

ücret alan bir islâm bankasının millete çok fâideli olacağı meydândadır. Çünki,<br />

sened yazmak ücretini ve pul paralarını, ödünc alanın vermesi de câizdir.<br />

[Onüçüncü madde başına bakınız!] İslâm bankası, ödünc verirken kefîl ister. Kefîl<br />

ile anlaşma yaparken, ödeme târîhi koyar. Ödeme zemânı gelince borclu ödemezse,<br />

kefîlden alır. Böyle bankalara para yatıranlar, paralarının işletildiği yerlerin<br />

kâr ve zararlarına ortak olacaklarından, çalışanların heyecânlarını paylaşırlar.<br />

Onlara yardımcı olurlar. Herkes bunları sever. Memleket, maddî, ma’nevî kalkınır.<br />

İslâm bankası, ticâret, san’at ve inşâ’at yapanlara, ihtiyâcı olanlara, fâiz ile<br />

ödünc para vermez. Muhtâc oldukları malları, veresiye olarak taksît ile kendilerine<br />

satmak üzere, bunlarla anlaşır. Bunlar, muhtâc oldukları her nev’ menkûl ve<br />

gayr-ı menkûl malların cinsini, mikdârını ve evsâfını bankaya bildirirler. Banka,<br />

onları satın alıp, emânet olarak bunlara teslîm eder. Üzerine kâr koyarak, sonra,<br />

bunlarla veresiye satış akdi yapar. Uyuşdukları târîhlerde, borclarını bankaya, tak-<br />

– 860 –


sît ile öderler. Banka, mallara mâlik olmadan evvel, bunlarla akd yaparsa, bey’ bâtıl<br />

olur.<br />

[(Cemâleddîn-i Efgânînin talebelerinden, Mısrın ileri reformcularından Muhammed<br />

Abdüh, Câmi’ül-ezherin (m. 1963) senesinde ölen müdîri Şaltut ile yapdığı<br />

Kur’ân-ı kerîm tefsîrinde, banka fâizinin meşrû’ olduğuna fetvâ vermişdir. Dahâ<br />

sonra, din adamlarının ve çevresinin ağır baskısı altında kalarak, bu fetvâsından<br />

rücû’ eder görünmüşdür. Buna benzer teşebbüsler Hindistânda da yapılmışdır). Çalışdığı<br />

müessesenin fâiz ile verdiği mesken parasından istifâde etmek istiyen kimse,<br />

(Sizden ev satın almak istiyorum. Aldıkdan sonra, bedelinin ma’âşımdan taksîtlerle<br />

kesilmesini dilerim) demeli, müessese de, islâm bankasının yapdığı gibi, satın<br />

aldığı veyâ inşâ etdirdiği binâyı görünce, tesbît edecekleri semen ile, buna veresiye<br />

satmalıdır. Binâyı görüp sözleşmeden evvel ma’âşından kesilenleri müesseseye<br />

ödünc verir. Sonra bunlar semenden düşülür.]<br />

VAKF — Bir vakf mescid harâb olup ta’mîr eden bulunmaz ise veyâ etrâfında,<br />

ev, insan kalmayıp, kullanılmaz ise de, Tarafeyne göre yine vakf olarak kalır.<br />

İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre “rahmetullahi teâlâ aleyh”, hâkimin izni ile satılıp, parası,<br />

aynı cinsden olan başka bir vakfa sarf edilir. Bir kimsenin başka başka vakflarının<br />

gelirleri [paraları] birbirlerine sarf edilemez.<br />

Binâ, tarla, kuyu gibi nakl edilmiyen şeyler sözbirliği ile vakf olunur. Nakl<br />

edilmiyen şey ile birlikde buna lâzım olan nakl olunan şey de İmâmeyne [Ebû Yûsüf<br />

ve Muhammede] göre vakf olunur. Vakf edilmesi âdet olan nakl edilebilir şeyler,<br />

imâm-ı Muhammede göre, yalnız olarak da vakf olunur. Bu imâma göre, altın,<br />

gümüş [ya’nî para] da vakf olunur. Hacm ile ve vezn ile ölçülen herşey de böyledir.<br />

Tabut, teneşir, tabut örtüsü, Kur’ân-ı kerîm ve başka kitâblar gibi âdet<br />

olan vakflar da böyledir. Hacm ile, vezn ile ölçülen eşyâ satılıp, bedelleri ve vakf<br />

paraları fakîrlere ödünc verilir ve mudârebe yolu ile sermâye olarak tüccâra verilerek<br />

kâra ortak olunur. Vakfın hissesine düşen kârları, fukarâya sadaka olarak<br />

dağıtılır. Vakf olunan paranın misli, hep vakfın emrinde kalması lâzımdır. Bununla<br />

birşey satın alınamaz ve bir borc ödenemez. Buğdaylar, fakîr olan köylüye tohumluk<br />

ödünc verilip, yeni mahsûlden ödenmek şartı ile vakf olunur. Sütü fakîrlere<br />

verilmek üzere inek vakf olunur. Ev eşyâsı gibi vakfı âdet olmıyan şeyleri vakf<br />

câiz değildir. Vakfın gelirinden, önce ta’mîr, sonra hizmet edenlerin ve nâzırın ücretleri<br />

ödenir.<br />

İbni Âbidîn diyor ki, (Vakf, mükellef kimsenin, kendi mülkü olan ma’lûm mütekavvim<br />

malının menfe’atini, bir şarta bağlamadan, müslim veyâ zimmî, bütün veyâ<br />

belli fakîrlere terk etmesidir. İmâmeyne göre, vakf edilen mal, vakf edenin mülkünden<br />

çıkar. Vakf, ibâdet değil, kurbetdir. Sevâb kazanmak niyyeti ile yapılan mubâhlara<br />

(Kurbet) denir. Vakf edilen maldan yalnız veyâ en sonra bir mescidin veyâ<br />

fakîrlerin fâidelenmesini bildirmek şartdır. Âdete göre zenginler de istifâde edebilir.<br />

Malını vakf eden kimse, bunu hâkime tescîl etdirdikden yâhud mütevellîye<br />

teslîm etdikden sonra, vazgeçemez. Öldükden sonra vakf olmasını söyleyince, bırakacağı<br />

malın üçde birinden verilmesini vasıyyet etmiş olup vazgeçmesi câiz<br />

olur. Vakf binâların ta’mîrleri, içinde parasız oturmağa hakkı olanların malları ile<br />

yapılır. Yapamazlarsa, hâkim bunları çıkarıp, kirâya verip, ücretleri ile ta’mîr etdirip,<br />

sonra bunlara teslîm eder. Kirâcı bulunmazsa, hâkim tarafından (İstibdâl)<br />

olunur. Ya’nî, harâb binâyı satıp, semeni ile başkasını alıp, mütevellîye teslîm<br />

eder. Başkasını satın alamazsa, semenini fukarâya dağıtır. Mürted, müslimân<br />

olunca, mürted iken yapdığı vakf sahîh olur. Müslimân, mürted olunca, önce yapmış<br />

olduğu vakf bâtıl olup vârislerinin olur. Zimmîlerin de, müslimân veyâ zimmî<br />

fakîrler için vakf yapması câizdir. Kilise için ve harbî fakîrler için, zimmînin de vakf<br />

yapması câiz değildir. Vakf eden kimse, bir (Mütevellî) ta’yîn edip, malı buna teslîm<br />

eder. Vakf ebedî olmak lâzımdır. Bir dahâ geri alamaz. Osmânlı türklerinde al-<br />

– 861 –


tın, gümüş para vakfı âdet olduğu için, câiz olmakdadır. Birçok işlerde âdet, nass<br />

gibidir). Görülüyor ki, bir işin nasıl yapılacağı nass ile bildirilmemiş ise, müctehidlerin<br />

ictihâdları ile yapılır. Bir iş üzerinde çeşidli ictihâdlar varsa, müftî efendi, bunlar<br />

arasında, zemâna ve âdete uygun ve elverişli olanını seçer. Zemâna, âdete uymak,<br />

bu demekdir. Yoksa, zındıkların söyledikleri gibi, islâmiyyetin emrlerini<br />

değişdirmek, ibâdetleri bırakarak, harâmları işlemek demek değildir.<br />

(Fetâvâ-i Hayriyye)de diyor ki, (Vakfın nâzırı veyâ herhangi vazîfelisi, suç işlemedikce<br />

azl olunamazlar. Vakfı kirâya vermek, mütevellînin vazîfesidir. Hâkim,<br />

vâlî karışamaz. Bir vakfın, bir nâzırı ve bir mütevellîsi olsa, mütevellî nâzırın haberi<br />

olmadan birşey yapamaz. Kayyım, mütevellî ve nâzır aynı hakka mâlikdirler.<br />

Bir kimse bir çadırı veyâ vagonu mescid yapsa, muhtelif yerlere götürülüp, içinde<br />

nemâz kılınsa, böyle mescid olmaz. Mescidin yeri değişdirilemez. Nakl olunan<br />

şeyin vakfı, âdet olmadıkca câiz değildir. Fekat bunu yapana sevâb vardır. Mâni’<br />

olmamalıdır. Vâkıfın ta’yîn etdiği kimse nâzır ve mütevellî olur. Nâzır ve mütevellî<br />

vâkıfdan sonra ölürse, bunların vasıyyet etdiği olur. Bunlar yoksa, kâdî, ya’nî hâkim<br />

bir mütevellî ta’yîn eder. Bu ta’yînde, vâkıfın evlâd ve yakınlarından ehl<br />

olanların tercîh hakları vardır. Vakfın mütevellîsi emr eder, idâre eder. Akd yapar.<br />

Alışveriş yapar. Kâtib de, bunları yazar. Deftere geçirir. Mütevellî, yapacağını<br />

kâtibe sormaz. Yapdıklarını bildirir. Harâb olup istifâde edilemiyen bir vakfı,<br />

bundan dahâ fâideli olan başka bir mal ile veyâ altın, gümüş ile değişdirmek câizdir<br />

ve bunu ancak kâdî yapar. Hâkim-i şer’in, islâmiyyete uygun hükmü değişdirilemez.<br />

Çeşidli ictihâd yapılmış olan şeylerde, kâdînin ya’nî hâkimin hükmü, ihtilâfları<br />

ortadan kaldırır).<br />

(Behcet-ül fetâvâ) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Gelirinin sarf edileceği<br />

cihetleri belli olan vakf paradan hâsıl olan gelirin bir kısmı bu cihetlere verilip,<br />

bir kısmı da mütevellîde kalsa, bu para, aynı vâkıfın olsa bile, başka bir<br />

vakf câmi’in ihtiyâclarına sarf edilemez).<br />

(Fetâvâ-i Feyziyye)de diyor ki, (Bir kimse, sıhhatde iken evini vakf ve zevcesinin<br />

oturmasını, o vefât edince, kirâsının Medîne-i münevvere fukarâsına verilmesini<br />

şart etse, mütevellîye teslîm edip mahkemede tescîl etdirdikden sonra ölse,<br />

vârisleri bu vakfı bozamazlar. Bir kimse evini vakf edip, bunun satılarak parasının<br />

fakîrlere dağıtılmasını şart etse, böyle vakf câiz olmaz, bâtıl olur. Çünki, vakf<br />

malı satmak sahîh değildir. Mülkümü vakf etdim diyen kimse, tescîl etdirmeden<br />

önce vazgeçebilir. Tescîl etdirdikden sonra vazgeçemez. Bir kimse, birisinde olan<br />

alacağını bir cihete, [ya’nî bir yere] vakf etse, parayı alamadan önce ölse, vârisleri<br />

bu vakfı bozabilirler. Bir kimse, evini vakf edip kirâya verilmesini ve kirâsının,<br />

oğullarından yalnız Ahmede verilmesini şart etse, diğer çocuklarına birşey verilmez.<br />

Bir kimse, mütevellîsi bulunduğu vakf paranın bir kısmını tüccâra, esnâfa mudârebe<br />

ve sermâye olarak verip, birkaç sene bunlardan yalnız kârları alıp vakfın<br />

masraflarına harc etse, sonra yerine başkası mütevellî olsa, tüccârlar iflâs veyâ firâr<br />

etseler, yeni mütevellî, eskisine sermâyeleri tazmîn etdiremez. Vakf paranın<br />

mütevellîsi, bunları tüccârlara mu’âmele ile ödünc verse, sonra azl olsa, yeni gelen<br />

mütevellî bu paraları geri isteyince, buna vermeğe mecbûrdurlar. Rehn alarak<br />

mu’âmele ile ödünc vermesi şart edilmiş olan vakf parayı, mütevellîsi, rehnsiz ödünc<br />

verip, ödünc alan, iflâs ederek ölse, para geri alınmasa, bunu mütevellî öder. Bunun<br />

gibi, vekîl sâhibinin bildirdiği şarta uymıyarak zarara sebeb olursa, bu zararı<br />

tazmîn eder. Mütevellî, imâm-ı Ebû Yûsüfe göre “rahmetullahi teâlâ aleyh”, vakf<br />

sâhibinin vekîlidir. İmâm-ı Muhammede göre “rahmetullahi teâlâ aleyh”, fakîrlerin<br />

vekîlidir. Belli bir yerde saklanması şart edilmiş olmıyan vakf para, mütevellînin<br />

evinde yangında zâyı’ olsa, mütevellî ödemez. Bir vakf dükkânı, mütevellî,<br />

ecr-i misli ile kirâya verirken, kirâcıdan câize olarak, ya’nî hava parası da alsa, kirâcı<br />

bu câize parayı geri alabilir. Vakf parayı, eşkıyâ, mütevellîden zor ile alsa, mü-<br />

– 862 –


tevellî tazmîn etmez. Vedî’a olan eşyâ da böyledir. Mütevellî, vakfın kirâsını almak<br />

için birini vekîl etse, vekîl aldığı kirâyı kendi ihtiyâclarına sarf etse, bunu mütevellî<br />

değil, bu vekîl tazmîn eder. Kâdî, vakfda şart edilmiş olmıyan bir vazîfe ihdâs<br />

edemez. Meselâ, vakf câmi’de bir müezzin varken, ikinci müezzin berâtı veremez.<br />

Zeyd, bir vakfa birkaç sene mütevellî olup, kâdî o senelerin hesâblarını tedkîk<br />

ile kabûl ve tasdîk eylese, câiz olur. Şübhe eden olursa, cevâb taleb eder. Bir<br />

vakfın nâzırı, bunun tevliyetini de kendi üzerine alamaz. Vakf sâhibinin ta’yîn etdiği<br />

mütevellî, nâzırın bilgisi altında, vakfı idâre eder).<br />

(İbni Âbidîn)de diyor ki: (Şart-ı vâkıf, nass-ı şâri’ gibidir sözü meşhûrdur. Bu<br />

söz, kâdî, vâkıfın şartlarına uymıyan hükm veremez, herkesin bu şartlara uyması<br />

lâzımdır demekdir. Yalnız, yedi şart müstesnâdır. Bu yedi şartı kâdî değişdirebilir.<br />

Meselâ, hiyânet eden mütevellîyi ve nâzırı azl etmesi vâcib olur).<br />

(Dürr-üs-sukûk)de diyor ki, (Selânikde Abdürrahmân beğ, meclis-i şer’ı şerîfde,<br />

beşyüz kuruş vakf edip, bunu mütevellî ta’yîn etdiği Muhammed ağaya teslîm<br />

etdi. Şöyle şart ile ki, bu para her sene, onu onbirbuçuk kuruş olarak mütevellî tarafından<br />

muâmele yolu ile ödünc verilerek üretilecek, her sene hâsıl olan gelirden<br />

her gün onbeş akça sebîlciye verilip su dağıtılacak, her gün iki akça verilerek sebîlin<br />

su yolları ta’mîr edilecek. Mütevellîye hergün iki akça verilecek. Selânik müftîsi<br />

Mustafâ efendi, bu vakfa nâzır olup, her gün kendisine bir akça verilecek. Bu<br />

vakfın her sene teftîş olunacak muhâsebesini tutmak için, bir akça yevmiye ile muhâsebeci<br />

tutulacak. Muhammed ağa vefât edince, Selânik müftîleri tarafından<br />

seçilen dindâr, sâlih ve bu işe muktedir bir mütevellî bu vakfı idâre edecekdir. Yıllardan<br />

sonra bu şartlar yapılamazsa, vakf paranın hepsi fukarâya dağıtılacakdır.<br />

Mütevellî Muhammed ağa, tevliyeti kabûl ve beşyüz kuruşu teslîm alınca, vakf sâhibi,<br />

para vakfının üç imâma göre câiz olmadığını, vakfın red edilmesini istedi. Mütevellî<br />

ise, para vakfının, âdet olan yerlerde, imâm-ı Muhammede ve Züfere göre<br />

câiz olduğunu bildirerek, parayı vermek istemedi. Kâdî, vakfın sıhhatine ve tescîl<br />

edilmesine karâr verdi. Mahkeme hükmü ile, bu vakf sahîh oldu.<br />

Kayserinin Kermir köyünde, Devlet-i aliyye tebe’asının rum milletinden ve tüccârdan<br />

Aleksan, meclis-i şer’ı şerîfde der ki, Kayserîli merhûm hazînedâr Alî ağa<br />

vakfının berât ile mütevellîsi Ahmed efendi, bu vakf paradan bana beşbin kuruş<br />

ödünc verdi. Ben de bu parayı teslîm alıp kullandım. Bu beşbin kuruş ve bu vakfın<br />

malı olup Ahmed efendiden bir sene sonra ödemek üzere satın aldığım bir ceb<br />

sâatinin semeni olan yediyüzelli kuruş ki, cem’an beşbinyediyüzelli kuruş, bu<br />

vakf için Ahmed efendiye borcumdur dedikde, mütevellî Ahmed efendi ve aşağıda<br />

ismleri yazılı şâhidler ikrâr etdiler ve kefîller mal ile kefîl ve zâmin olup, birbirlerinin<br />

zimmetine kefîl olduklarını bildirdiler. Tasdîk ve tescîl olundu).<br />

Vakf hakkında buraya kadar bildirilenler gösteriyor ki, fâiz ile çalışan zararlı<br />

bankalar yerine, para, mal, mülk vakfları kurmak mümkindir. Böylece, din ve dünyâ<br />

zararları önlenebilecek, millete ve devlete çok fâideli olacakdır.<br />

Bankalar ba’zan milyonlarca lira ikrâmiyye dağıtıyorlar. Bunu bankaya fâiz ile<br />

para yatıranlar arasında kur’a çekerek, kazananlara veriyorlar. Hâlbuki, yılda yüzde<br />

onbeşe kadar mu’âmele ile ödünc vermenin câiz olduğunu onikinci maddede<br />

bildirmişdik. Bunun için, bankalar fâiz ödemeyip ve ikrâmiyye vermeyip, bu paralar<br />

ile, para yatıranlardan ucuz olan bir malı, yüksek fiyât ile satın alarak, bunlara<br />

fâiz yerine bu malın bedelini ödeseler ve bankadan ödünc para alanlara ucuz<br />

malı, meselâ verdikleri makbûzu, satarak, bunlardan fâiz yerine bu malın bedelini<br />

alsalar, böylece fâiz adı ile alıp verdikleri paraları, bu malların semenleri olarak<br />

alıp verseler, hem kendilerini, hem de milleti fâiz ve kumar günâhlarından kurtarırlar.<br />

Ticâretde ve bilhâssa sanâyı’de, nakl vâsıtalarında kullanılan büyük sermâyelere,<br />

oralarda veyâ başka yerlerde çalışan herkes ortak edilirse, böylece kâra or-<br />

– 863 –


tak olurlarsa, herkes parasını şirketlere yatırır. Bankalar fâizle para alamaz olur.<br />

Milleti sömüremez olur. İslâmiyyetin emr etdiği gibi çalışmağa mecbûr olurlar. Köylüyü,<br />

altından kalkılmaz fâiz borclarına, felâkete, tenbelliğe sürükliyen ve birkaç<br />

kişinin menfe’ati için kurulmuş olan bir bankayı, Allahü teâlânın emrlerine uygun,<br />

tüccârlara, san’at adamlarına, fabrikalara sermâye vererek ortak olan, binâ, te’sîsler<br />

yapıp satan, her cihetden verimli, fâideli islâm bankası şekline sokmak, pek<br />

mümkin ve çok kolaydır. Bankaların, böylece, milletlerin refâh ve se’âdetine,<br />

memleketlerin kalkınmasına çok hizmet edeceği muhakkakdır.<br />

Süâl: Ev yapdırmak için, hiç veyâ lüzûmu kadar parası olmıyan bir kimse, bankadan<br />

fâiz ile ödünc alıp ev yapdırıyor. Bir yuva sâhibi oluyor. Fekat, fâizi ödemek<br />

de çok zor oluyor. Ödiyemezse, borcu artıp, evi satılıp, emekleri boşa gidiyor. Sıkıntıdan<br />

kurtulamıyor. İslâm bankası, bunu nasıl fâideli şekle çevirebilir?<br />

Cevâb: İslâm bankası, buna fâiz ile para vermez. Ondan, istediği evin bütün evsâfını<br />

öğrenerek, kendi mühendisleri, ustaları ile ve en iyi malzeme ile, onun yapdırabileceğinden<br />

dahâ iyi, medenî ihtiyâcları da karşılayan ev yapdırır. Sonra, banka,<br />

bütün masraflarını ve kârını da katarak, bu evi ona taksît ile satar. O kimse, zahmetsizce,<br />

iyi bir eve kavuşduğu gibi, banka da, fâizsiz yardım yapmış, kendisi de<br />

halâl para kazanmış olur.<br />

Süâl: Dâr-ül-harbde, ya’nî Fransa gibi putlara tapınılan yerde bulunan ve müşterîleri<br />

kâfir olan bankaya para yatırıp fâiz almak câizdir. Herhangi bir bankadan,<br />

zarûret olmadan para çekip fâiz ödemek, her zemân ve her yerde harâmdır. Böyle<br />

olunca, kâfirler, bankadan yüzbinlerce lira çekip büyük işler yapıyor. Müslimân<br />

tüccâr, bankadan hiç para çekemediği için, büyük işler göremiyor. Ticâret kâfirlerin<br />

elinde kalıyor. Müslimân tüccâr, onların elinde oyuncak oluyor?<br />

Cevâb: Müslimân tüccâr, müslimân zenginlerden karz-ı hasen olarak, ödünc alır.<br />

Böylece, bankaya binlerce lira fâiz ödemekden kurtulur. Ödünc veren de, çok sevâb<br />

kazanır. Tüccâr, islâmiyyete uymazsa, emniyyet, güven kazanamaz. Kimseden<br />

ödünc birşey alamaz. Ödünc alamıyan bir tüccâr, hisse senedleri çıkarıp, müslimânları<br />

kendine ortak yapmalı. Kâra ortak olmak için, zenginler, tüccâra çok para verirler.<br />

Bankalar pek az fâiz verdiği için, paralarını bankaya değil, ticârete yatırırlar.<br />

Böylece, yurdda ticâret, san’at gelişir. Memleket kalkınır. Hem de, bankalar,<br />

zenginleri soyamaz, milleti sömüremez olurlar. Memleket refâha kavuşur.<br />

Süâl: Zenginler, tüccârlara ve san’at sâhiblerine ortak olmuyor. Paralarını bunlara<br />

fâiz ile ödünc vermek istiyorlar. Bunun çâresi nedir?<br />

Cevâb: İslâm dîninde herşeyin çâresi vardır. Her işde islâmiyyete uymak pek kolaydır.<br />

Bunun için, fıkh ilmini iyi öğrenmek veyâ iyi bilen bir Allah adamını bulup,<br />

ona sormak lâzımdır. Zengin, san’at veyâ ticâret sâhibine lâzım olan eşyâyı, makineleri,<br />

kendisi için satın alır. Sonra, uyuşacakları yüksek fiyâtla, veresiye olarak,<br />

bunlara satar. Belli zemânlar için ödeme senedi yaparlar. Böylece, san’at veyâ ticâret<br />

sâhibinin işi fâizsiz yapılmış, zengin de, banka fâizinden katkat çok kazanc<br />

sağlamış olur. Aralarına banka karışmamış olur.<br />

Süâl: San’at sâhibine lâzım olan demir eşyâ, makina ve benzerleri, zengine satılmıyor.<br />

Yalnız san’at sâhiblerine satılıyor. Bu durumda ne yapılabilir?<br />

Cevâb: İslâm dîni, her zorluğu kolaylaşdırıcıdır. İslâmiyyetde, çözülemiyecek<br />

hiçbir mes’ele yokdur. Ehl-i sünnet âlimleri, kıyâmete kadar yapılacak olan her işin,<br />

her yeniliğin, her buluşun, insanların se’âdetleri için kullanılabilmeleri yollarını,<br />

Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlar, kitâblarına yazmışlardır.<br />

Kendilerini müctehid sanan ve tanıtan ve yüksek islâm âlimleri ile boy ölçüşmeğe<br />

kalkışan din câhillerine, îmân hırsızlarına ve dinde reform istiyenlere, yapacak<br />

bir iş bırakmamışlardır. Müslimânların, dinde reform yapmaları, yeni yeni şeyler<br />

uydurmaları değil, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını anlamağa, öğrenmeğe ça-<br />

– 864 –


lışmaları, işlerini bunlara uygun yapmaları lâzımdır. Bu çalışmaları nefs ile cihâd<br />

olur. Felâketden, azâbdan kurtulmak istiyenler için, ya’nî Kur’ân-ı kerîme, islâmiyyete<br />

uymak istiyenler için, doğru yol budur. Kendi akllarına güvenerek, Kur’ân-ı kerîmden<br />

ve hadîs-i şerîflerden ma’nâ, hükm çıkarmağa kalkışanlar, yanılır, aldanır<br />

ve Ehl-i sünnetden ayrılırlar. Ehl-i sünnetden ayrılan da, yâ sapık olur, yâ kâfir olur.<br />

Kendisi için mal satın alamıyan bir zengin, para vermek istediği san’at sâhibini,<br />

(Şu para ile, şu malı almak için, seni umûmî vekîl yapdım) diyerek, vekîl yapar.<br />

San’at sâhibi de, vekîl olup, sened karşılığı, parayı zenginden alır. Bu para ile, bu<br />

malı, kendi adına satın alır. Zengine teslîm edip, senedini geri alır. Aralarındaki<br />

ikinci bir sözleşme ile, bu malı, zenginden veresiye, yüksek fiyâtla satın alır. Böylece,<br />

ikisi de, fâiz günâhından kurtulmuş ve dahâ çok kazanmış olurlar.<br />

Süâl: Bankalar, zenginlerin, hasîslerin sakladıkları paraları alıp, iş adamlarına<br />

veriyor. Kalkınmağa yardım ediyorlar. Müslimânlar, banka ile iş görmezse, bankalar<br />

kapanır. Bankada çalışan binlerce insan işsiz kalır. Bu zarar nasıl önlenebilir?<br />

Cevâb: Zengin, parasını az bir fâiz almak için bankaya yatırıyor. İş adamına verince,<br />

katkat çok kazanır. Elbet bunu tercîh eder. Banka, bunların arasına giremez,<br />

iş adamını sömüremez olur. Bankalar, her sene milyonlarca lirayı iş adamlarının<br />

cebinden alamayınca, önceki sahîfede bildirdiğimiz fâideli hizmetlerine hız verir.<br />

Fâizsiz kazanclarını artdırır. Hem kazanırlar, hem de kalkınmağa dahâ çok yardımcı<br />

olurlar. Bankada çalışanların ücretlerini bu halâl kazançlarından öderler.<br />

20 — ŞİRKETLER<br />

(İbni Âbidîn)de ve Âtıf beğin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mecelle)nin 1045 ve<br />

1060 ve 1329 uncu maddeleri ve sonrası şerhlerinde diyor ki:<br />

Şirket, ortaklık demekdir. İslâmiyyetde, şirketler iki kısmdır:<br />

1 — Mülk şirketi: İki veyâ dahâ çok kimsenin, mîrâs veyâ hediyye sûreti ile veyâ<br />

parasını belirli oranda verip satın alarak, ayn veyâ deyn olan bir mala berâber<br />

sâhib olmalarıdır. Yâhud, mallarını, ayrılamıyacak şeklde, karışdırıp ortak olmalarıdır.<br />

Birincisinde, ortak malın her parçasında, her dânesinde ortakdırlar. İkincisinde<br />

ise, her birinin dâneleri diğerinin dâneleri ile karışmışdır. Birincisinde, hisse-i<br />

şâyı’asını dilediğine satabilir. İkincisinde ise, ancak ortaklarına veyâ onlardan<br />

izn alarak dilediğine satabilir. Ortak binâdan ve tarladan, kendi malının mikdârı<br />

nisbetinde ve diğerlerinin hisselerine zarar vermiyecek şeklde, istifâde edebilir. İznsiz<br />

başkalarına kullandıramaz. İzn verenlerin hisselerini de kullanabilir. Mislî<br />

olanlardan hissesini fâiz olmıyacak şeklde ayırıp kullanabilir. Meyveden hissesini<br />

yiyebilir. Çürüyecek, bozulacak şeyleri satıp, semenini ortaklarına dağıtır. Hissesini<br />

iznsiz herkese satabilir. Satın al veyâ hisseni bana sat diye zorlanılmaz.<br />

Ortaklaşa sığır kurban edenlerin, bu kurban etinde olan hisseleri de, mülk şirketi<br />

olur. Üçüncü kısmda, onbirinci madde sonuna bakınız!<br />

Mülk şirketinin çeşidleri, ortakların hakları, düyûn-i müştereke, müşterek malın<br />

taksîmi, menfe’atlerin taksîmi, apartmanlarda oturanların müşterek hakları,<br />

(Mecelle)de binkırkbeşinci [1045] maddeden başlıyarak uzun yazılıdır.<br />

2 — Akd ile ya’nî sözleşerek kurulan şirketdir: Bir yazılı mukâvele yaparak,<br />

ortakların kabûl etmesi ile kurulur. Birinin vazgeçmesi ile şirket bozulur. A’zâdan<br />

birine, kârdan mu’ayyen birşey verilmesini şart koymak şirketi bozar. Sermâye mal<br />

olduğu zemân, sermâyenin, altın veyâ gümüş veyâ geçer her çeşid para olması ve<br />

mevcûd ve ma’lûm olması lâzımdır. Deyn [alacak] olan para ve urûz, ya’nî hacm<br />

ile, vezn ile, sayı ile ölçülen şeyler sermâye olamaz. Bunlar ve binâ önceden müşterek<br />

bulunurlarsa, imâm-ı Muhammede göre “rahmetullahi teâlâ aleyh”, sermâye<br />

olabilirler. Malları önceden müşterek değilse, müsâvî kıymetdeki mallarının ya-<br />

– 865 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:55


ılarını birbirlerine satarlar. Bir kimse malını başkasının dükkânında satmak şartı<br />

ile şirket fâsid olur. Kâr satıcının olmak ve dükkân sâhibine ücret vermek lâzımdır.<br />

Akd ile şirket yedi dürlü olur:<br />

A) Mufâvada, ya’nî müsâvât şirketi: Şirket malının hepsini kullanmak hakkı ve<br />

koydukları sermâyenin hisse mikdârı ve kâr taksîminin, bütün şerîkler için müsâvî<br />

olması ve şerîklerin müslimân olması şartdır. Herbirinin, sermâyesinden başka<br />

parası bulunmaması da şartdır. Bu dört şartdan biri bulunmazsa, ikinci kısm şirket<br />

(Inân şirketi) olur. Şerîklerden herbiri, diğerlerinin kefîli ve vekîlidir. Ortaklar,<br />

şirketin borclarından ve te’ahhüdlerinden müteselsilen ve bütün malları ile<br />

mes’ûldürler. Meselâ, bir şerîk, birşey satın alsa, satıcı, parasını diğer şerîklerden<br />

istiyebilir. İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre, zimmî [gayr-i müslim] de şerîk olabilir. Şirket<br />

nizâmnâmesine (Mufâvada) kelimesini yazmak veyâ bütün şartları sıralamak<br />

lâzımdır. Hisse bedellerini şirkete teslîm veyâ bunları karışdırmak şart değildir.<br />

Mufâvada ve Inân ve mudârebe şirketleri, altın, gümüş lira ve kuruşlarla, altın<br />

ile gümüş eşyânın para gibi geçdiği yerlerde, bu eşyâ ile ve [imâm-ı Muhammede<br />

göre] her geçer akça [meselâ kâğıd lira] ile kurulur veyâ vezn, hacm, aded ile ölçülen<br />

bir cins malı, müsâvî mikdârda karışdırdıkdan sonra kurulabilir. Malın herhangi<br />

parçası satılınca, parası ve kârı bütün şerîkler arasında müşterek olur. Avrupalılar,<br />

mufâvada şirketini müslimânlardan alıp, Kollektif şirket demişlerdir.<br />

B) Inân şirketi: Şerîklerin, birbirine vekîl olup, kefîl olmadıkları şirketdir. Kefîl<br />

olmaları da ayrıca şart edilebilir. Sermâye hisselerinin müsâvî olması şart değildir.<br />

Kârın nasıl taksîm edileceği bildirilmezse, şirket fâsid olur. Şirket, bir veyâ<br />

çeşidli ticâret yapar. Kâr nisbeti, hisseye göre değil, şartnâmeye göredir. Şerîklerden<br />

bir kısmı, şirketde çalışırsa, kârdan ayrıca ücret alır. Şerîklerin hepsinin veyâ<br />

bir kısmının çalışması şart edilirse: (Sermâyeler ve işleri müsâvî olup, ba’zılarına<br />

veyâ ba’zıları çalışıp, çalışanlara fazla nisbetde kâr vermek câiz olduğu gibi,<br />

sermâyeler farklı olup, sermâyesi az olanlar çalışıp, kârı müsâvî olarak bölmek câiz<br />

olur. Sermâyesi çok olanın çalışmasını şart etmek câiz olmaz ve kâr, sermâyeler<br />

nisbetinde bölünür. Şirketde çalışmıyanlara veyâ işi az olanlara, sermâye nisbetinde<br />

fazla kâr câiz değildir). Müşterîye karşı damânı, ya’nî mes’ûliyyeti kabûl<br />

etmek de, iş görmek sayılır. Bunun için, dükkân sâhibi veyâ usta, çırağının aldığı<br />

ücretden de pay alır.<br />

Şerîklerin çalışması şart edilmezse, kendiliklerinden iş görmüş olurlar. İş yapmıyanlar<br />

da, kârdan fazla nisbetde alabilirler. Yalnız sermâyesi çok olanların vazîfe<br />

almasını şart etmek câiz olur. Sermâyesi olan bir kimse, iki misli para da<br />

başkasından alıp, iş yaparak, kazancın bir kısmı kendine, iki katı, para verene olması<br />

câizdir. İş şart olmakla berâber, kârın dörtde üçü para verene olması câiz değildir.<br />

Sermâyeyi karışdırmak, burada da şart değildir. Kefîl olmadıkları için, dışarıya<br />

olan borcu, yalnız satın alan öder ve vekîl oldukları için de, şirket malından<br />

öder. Zararlar, âfetler, dâimâ sermâye nisbetinde bölünür. A ve B şirketlerinde şerîklerin,<br />

yabancılara şirketden sermâye, mudârebe ve emânet vermek, ücretle<br />

adam ve sâire tutmak ve vekîl tutmak hakkı vardır. Fekat başkasına borc ve hediyye<br />

veremezler. Şirket malı, şerîklerde emânet olduğundan, elinde helâk olunca<br />

tazmîn etmezler.<br />

C) Şirket-i a’mâl veyâ Sanâyı’ şirketi: İki veyâ dahâ ziyâde san’at sâhibleri<br />

başkasından iş kabûl edip ücretini veyâ bir fabrika kurup i’mâlât kârını taksîm ederler.<br />

İş, işçilik müsâvî, kâr farklı olabilir. Bir şirketin alacağı sipârişi, her şerîk yapar.<br />

Her şerîk iş kabûl eder ve satış yapar. Herbirinin kazancına ve zararına, her<br />

şerîk, sözleşmelerindeki oranda ortakdır. Sanâyı’ şirketi, mufâvada ve ınân şeklinde<br />

olabilir. Inân şeklinde, kârın bölünmesi, çalışma nisbetinde olmıyabilir.<br />

Dükkân birinin, âlât edavât ötekinin olmak üzere şirket sahîh olur. Hammâlların<br />

– 866 –


şirket kurmaları sahîh olur.<br />

D) Vücûh, ya’nî i’tibâr [kredi] şirketi: Sermâyesiz olup, halk arasında emniyyet<br />

ve i’tibârları ile veresiye mal alıp satmak üzere kurulan şirketdir. Kâr, malın<br />

helâki veyâ ziyândaki tazmîn nisbeti şartına göre taksîm edilir. Mufâvadada bu nisbet<br />

yarı yarıyadır ve şerîkler birbirine kefîl de olur. Mufâvada denmez ise, satın<br />

alınan malın tazmîni nisbeti, ınân şirketinde hangi nisbetde ise, kâr bu nisbet<br />

üzere bölünür. Inânda kâr, bu nisbet dışında da bölünüyordu. Burada ise, kâr nisbeti,<br />

tazmîn nisbetinden başka olamaz.<br />

Câiz olmıyan [fâsid] şirketler: Vekîl tutmak câiz olmıyan şeylerde, meselâ,<br />

odun, ot toplamak, yimek için avlamak, su dağıtmak için ve dağlardaki sâhibsiz<br />

ağaçlardan meyve toplamak ve umûma mubâh olan yerden tuz, ma’den çıkarmak<br />

ve böyle toprakdan yapılmış tuğla ve kiremidi pişirmek gibi mubâh olan şeyleri yapmak<br />

için şirket kurmak sahîh değildir. Herkesin topladığı kendisinin olur. Yardım<br />

eden olursa, ona ücret verir ve ücret, toplanan şeyin semeninin yarısını geçemez.<br />

Çünki, şirketde ortaklar birbirlerine vekîl olurlar. Vekîl yapmak demek, birşeyi<br />

tesarruf etmeğe hakkı olmıyan kimseye, bu şeyi tesarruf etmeğe, ya’nî kullanmağa<br />

hak vermek demekdir. Herkesin tesarruf etmeğe hakkı olan, ya’nî herkese mubâh<br />

olan şeylerde vekîl yapmak sahîh olmaz. Fâsid şirketlerde, kâr sermâye nisbetinde<br />

olur. Şerîklerin fesh etmesi ile şirket bozulur.<br />

E) Mudârebe şirketi: Mudârebe, yer yüzünde yürümek demekdir. Şerîklerden<br />

bir kısmı sermâye vermek, bir kısmı da iş yapmak üzere kurulur. İş yapanlara,<br />

(Mudârib) denir. Kâr, önceden sözleşilen oranda paylaşılır. Sermâye, iş yapanlarda<br />

emânetdir. Telef olursa ödemezler. Helâk olduğunu, yemîn ederek söyleyince,<br />

sözleri kabûl edilir. Sermâye verenler, iş yapamaz. Sermâyenin, altın, gümüş<br />

veyâ başka geçer para olması lâzımdır. Urûz verip, bunu sat, parası ile ticâret yap<br />

derse, satıp bedelini sermâye yapınca, mudârebe şirketi olur. Filândaki alacağım<br />

olan şu kadar lirayı al da, mudârebe ile kullan dese, sahîh olur.<br />

İbni Âbidîn, ınân şirketinde diyor ki, imâm-ı Zeyla’î buyuruyor ki: (Sermâye sâhibi,<br />

iş gören tarafından, parasının ödenmesini istiyorsa, paranın çoğunu ona<br />

ödünc verir. Sonra, az bir para vererek, iş yapmak şart edilmeksizin onunla ınân<br />

şirketi kurar. Fekat, mal sâhibi iş yapmaz. Kâr olursa, hâzırladıkları şartnâmeye<br />

göre taksîm ederler. Sermâye helâk, ziyân olursa, iş gören, borcunu öder). Burada,<br />

iş şart edilmeyip, borclu şartsız çalışıyor ve para sâhibi, kârın yarıdan fazlasını<br />

alabiliyor ve ayrıca borcunu da alıyor. İbni Âbidîn şirketler sonunda buyuruyor<br />

ki: Bir kimse, birisine bin altın verip, yarısını sana ödünc veriyorum, yarısını<br />

da mudârebe için veriyorum. Kâr yarı yarıya olsun! Veyâ yarısını borc verdim, yarı<br />

yarıya şirket kuralım. Kâr yarı yarıya olsun, derse câizdir. Kârın hepsi iş yapanlara<br />

şart olursa, sermâye bunlara borc verilmiş olur. Kâr mal sâhiblerine ise, iş yapan<br />

ücretsiz vekîl olur. Mudârebe fâsid olursa, iş yapan ücretli işçi olur. Kârın hepsi,<br />

sermâye sâhibinin olur. Sermâye sâhibi, buna, emsâlinin aldığı ücreti verir. Mudârebede,<br />

paranın iş yapana teslîm edilmesi ve sözleşirken kârın taksîm oranının<br />

belli edilmesi lâzımdır. Bir tarafa mu’ayyen bir kâr şart olursa, akd bozulur. Zarar,<br />

ziyân iş görenlere âid olmak şartı boşdur ve şirketi bozmaz. Zarar, mal sâhiblerine<br />

âiddir. Müddeti ve yeri şart olmazsa, iş yapanlar, malı, alışverişde kullanır,<br />

vekîl tutar, sefere çıkar. Emânet, rehn ve kirâya verir. Çünki, bunlarda hep kâr vardır.<br />

Fekat, borc alıp vermek, sadaka vermek, hediyye vermek, mal sâhiblerinin arzûsu<br />

ile olabilir. Mal sâhibleri, ticâreti bir şehrde ve bir cins eşyâ ticâretinde ve belli<br />

zemânda ve belli tüccârlar ile diye şart edince, işi yapanların buna uymaları lâzımdır.<br />

Uymayıp ve ziyân ederlerse öderler. Kâr ederlerse kendilerinin olur. İş yapanlar<br />

zarar ederse, ödemezler. İş görenler, sermâyeden kendilerine sarf edemezler.<br />

Sefer ederse, yime, içme ve yolluk alabilir, âdetden fazla alamaz. İş görecek<br />

olan kimse, aldığı parayı iş için kullanmayıp, kendi ihtiyâclarını karşılamak-<br />

– 867 –


da sarf ederse, bu hâl iki âdil şâhid ile isbât edilirse, tazmîn etdirilir. Para sâhibi,<br />

dilediği zemân, iş yapanı azl eder.<br />

F) Müzâre’a şirketi: Harman yapılan şeyleri yetişdirmek için, tarla ya’nî toprak<br />

birinden, işçilik diğerinden olmak ve mahsûlü, sözleşilen nisbetde paylaşmak<br />

üzere, iki kişi arasındaki şirketdir. Zirâ’at şirketi, imâm-ı Ebû Yûsüf ve Muhammede<br />

“rahimehümallahü teâlâ” göre, aşağıdaki ondört şartla yapılır:<br />

1 — Tarla zirâ’ate elverişli olmalıdır.<br />

2 — Şirket kuranlar, müslimân, âkıl ve bâlig olmalı. İmâm-ı a’zama göre bâlig<br />

olmaları şart değildir.<br />

3 — Şirket müddeti belli olmalıdır.<br />

4 — Tohum kimden olacağı belli olmalıdır.<br />

5 — Tohumun cinsi belli olmalıdır.<br />

6 — Tohum vermiyenin mahsûlden alacağı yüzde mikdârı belli olmalıdır.<br />

7 — Şerîklerden birine, mahsûlden belli bir mikdâr veyâ tarlanın mu’ayyen yerinden<br />

ayrılmıyacakdır.<br />

8 — Tarla sâhibi, tarlayı şerîkine teslîm edecekdir.<br />

9 — Mahsûl, tohumluk olarak bir mikdâr ayrılmadan taksîm olunacakdır.<br />

Mahsûlün uşrunu, taksîmden önce ayırmağı şart etmek câizdir.<br />

10 — Mahsûlün dâne kısmı taksîm edilecek, saman taksîm edilecek veyâ tohum<br />

sâhibinin olacakdır.<br />

11 — Tarladan alınan mahsûlü taşımak, biçmek, harman etmek, savurmak<br />

masrafları, taksîmden önce ayrılır. İşçilik yapan şerîke âid olmak da câizdir.<br />

12 — Mahsûlü almadan önce yapılan masraflar, işçilik eden şerîke âid olacakdır.<br />

13 — a) Tohum, toprak sâhibine, öküz veyâ makina ise, çalışana.<br />

b) Tohum ve öküz veyâ makina, çalışana.<br />

c) Tohum ve öküz veyâ makina, tarla sâhibine olmak câizdir.<br />

14 — a) Öküz veyâ makina, toprak sâhibine, tohum ise çalışana.<br />

b) Tarla sâhibi çalışıp, tohum ve öküz diğer şerîke.<br />

c) İş ve öküz, tarla sâhibine, yalnız tohum diğer şerîke câiz değildir.<br />

Yukarıdaki maddelere uymıyan şartlar şirketi bozar ve mahsûlün hepsi, tohum<br />

sâhibinin olup, diğerine ücret verilir. Ücreti, şartnâmedeki hissesini aşamaz.<br />

Müzâre’aya verilmiş toprağı, toprak sâhibi başkasına satarsa, müşterî toprak kurtuluncıya<br />

kadar bekler. Yâhud, mahkeme yolu ile bey’i fesh etdirir.<br />

G) Müsâkât şirketi: Bağda üzüm, bağçelerde meyve ve bostanlarda sebze yetişdirmek<br />

için, toprak sâhibi ile, çalışacak kimse arasında yapılan şirket olup,<br />

müzâre’a gibi olur. Çalışan hastalanırsa, şirket bozulur. Ağaç dikip yetişdirmek için<br />

şirket kurulmaz. Eğer kurulursa, yetişen ağaçlar, toprak sâhibinin olup, çalışana<br />

ücret verir.<br />

Aşk, öyle ateşdir ki, parlayınca,<br />

ma’şûkdan başka herşeyi yakdı.<br />

Hakdan başkasını öldür, (lâ) kılıncıyla,<br />

lâ dedikden sonra, bak ne kaldı.<br />

Yalnız (illallah) görürsün, bakınca,<br />

Sevin! Ortaklar, yandı kalmadı.<br />

– 868 –


21 — KİRÂ, ÜCRET<br />

İcâre, bir malın, kendini değil de, menfe’atini ya’nî kullanılmasını satmak olup,<br />

kirâya vermek demekdir. Îcâb ve kabûl ile yapılır. Bu satışın semenine (Kirâ, ücret)<br />

denir. Mal sâhibine (Âcir) veyâ (Mûcir), kirâcıya ve işverene, ya’nî ücreti ödeyene,<br />

(Müste’cir), kendi kuvvetini veyâ san’atini kirâya verene, ya’nî çalışan kimseye<br />

(Ecîr) denir. Müste’cir, mûcirin malından, ecîrin de kuvvetinden veyâ san’atinden<br />

fâidelenip, buna karşı ücret ödeyen kimsedir.<br />

(Dürr-ül-muhtâr)da ve (Redd-ül-muhtâr)da diyor ki, bir mal, şer’an ve aklen<br />

nerede kullanılabilirse, o maksadla kullanmak için kirâya verilir. Kumaşı, ev ve mutbah<br />

eşyâsını, süs, gösteriş olarak bulundurmak için; evi, oturmayıp, köleyi, altını,<br />

gümüşü ve otomobili kullanmayıp, başkalarına gösteriş yapmak için kirâ ile almak<br />

fâsid olur. Ücret vermesi lâzım gelmez. Çünki, bu mallar, îcâb eden yerlerde kullanmak<br />

için kirâya verilmemişdir. Bunlar yersiz kullanılsa bile, kirâ vermek lâzım<br />

olmaz. Koklamak için çiçeği, kokan şeyi ve okumak için kitâbı kirâya vermek câiz<br />

değildir. Ücreti ve zemânı söylenerek âriyet vermekle de kirâya verilmiş olur.<br />

Fekat ücreti söylemeden kirâya vermek âriyet olmaz. Fâsid icâre olur.<br />

İcârenin sahîh olması için, ücretin ve menfe’atin bildirilmesi şartdır. Mekânın<br />

ve tarlanın menfe’ati, zemân bildirmekle belli olur. San’at sâhiblerinin, menfe’ati,<br />

zemânı ve işi birlikde söylemekle, nakl vâsıtalarında ise, bu ikiden herhangi<br />

birini söylemekle belli olur. Vakfın, yetîmin, Beyt-ül-mâlın olan tarla, üç seneden,<br />

ev, dükkân ise, bir seneden fazla kirâya verilemez. Uzun zemân kirâya verilmeleri<br />

için, Hanbelî mezhebi taklîd edilmelidir. Fekat, kirâ şartlarının hepsinin Hanbelî<br />

mezhebine uygun olması lâzım olur. Kirâ süresi içinde bozulup telef olan veyâ<br />

kullanırken helâk olan şeyleri kirâya vermek câiz değildir. Meselâ para kirâya<br />

verilmez. Çünki, kullanırken elden gider. Sütü için hayvânı, meyvesi için ağacı veyâ<br />

asmayı, koyun otlatmak için tarlayı, yünü için hayvânı kirâya vermek câiz değildir,<br />

fâsiddir. Altından ve gümüşden zînet eşyâsı süs olarak kullanmak için ve elbise,<br />

kumaş, giymek için kirâya verilir. Kadınlar yalnız zevclerine karşı süslenebilirler.<br />

(Fetâvâ-yı Feyziyye)de diyor ki, (Bey’de olduğu gibi, icâre de, lâzım olmıyan şart<br />

ile fâsid olur. Meselâ, değeri ma’lûm olan malını gemi ile belli iskeleye götürmesi<br />

için, belli ücret ile sözleşirken, gemicinin malın gümrüğünü kendi malından vermesini<br />

şart etmek fâsid olur. Fâsid icârelerde, sözleşilen ücret değil, ecr-i misl verilir.<br />

Bey’de olduğu gibi, icâreyi de ikâle ve fesh etmek câizdir).<br />

Müslimânın [Dâr-ül-islâmda] kâfire ücret ile hizmet etmesi mekrûhdur. İbni Âbidîn<br />

beşinci cild, ikiyüzellibirinci sahîfede diyor ki, (Ücret ile kâfirin şerâbını taşımak,<br />

kilise ta’mîr etmek ve hıristiyana zünnâr gibi küfr alâmetlerini satmak<br />

İmâm-ı a’zama göre câizdir. Müslimân müşterîye mecûsî mesti yapmak veyâ fâsık<br />

elbisesi dikmek mekrûhdur. Çünki, mecûsîye ve fâsıklara benzemeğe sebeb olmakdır).<br />

Kâfir kadının müslimân çocuğa ve müslimân kadının kâfir çocuğa süt anne tutulması<br />

câizdir. [Buradan anlaşılıyor ki, ölümden kurtarabilmek için, müslimâna<br />

kâfir kanı da vermek câiz olur.] Bir menfe’ati, başka cins menfe’at karşılığı kirâya<br />

vermek câizdir. Meselâ evin kirâsı karşılığı olarak tarlayı kirâlamak câizdir. Fekat,<br />

elbiseyi kirâya verip, kirâ olarak başka elbise almak câiz olmaz. Bir yeri, nemâz<br />

kılmak için kirâya vermek câiz değildir. Bunun kirâsını almak harâm olur. Burasını<br />

bir iş yapmak için kirâlamalı ve nemâz da kılmalıdır.<br />

Tahtâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesi, son cildin sonunda<br />

diyor ki, (Zâlim sultânların uşr olarak milletden alıp kullandıkları malları,<br />

uşr denilse dahî, uşr olmaz. Divândan Câmekiyyelerini almış olurlar, ya’nî, millete<br />

hizmet edenlere, devletin vereceği ücretleri, milletden toplamış olurlar. Bu al-<br />

– 869 –


dıklarını, hizmet edenlere vermeleri lâzımdır. Tüccârdan aldıkları vergiler de<br />

böyledir.)<br />

Bir san’at sâhibine malzeme vererek birşey yapdırmak da, onu kirâ ile tutmak<br />

demekdir. Kirâ, deyn de, ayn da olabilir. Bey’de olduğu gibi, icâre de şart ile fâsid<br />

olur. (Mecmû’a-i Cedîde) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Vakf dükkânın<br />

kirâcısı, mütevellînin izni ile dükkânı başkasına ferâğ [devr] ederken, dükkândan<br />

ölünceye kadar çıkarmamağı şart eylese, bu ferâğ câiz olmaz. Dükkânı geri<br />

alabilir). Burada da, üç dürlü muhayyerlik vardır. İcâre de ikâle olunabilir.<br />

Söz kesilince, ücret vermek lâzım olmaz. Ya’nî, âcir ücrete mâlik olmaz. Fekat, kendiliğinden<br />

peşin verir ise veyâ sözleşirken peşin verilmesi şart edilmeyip de, ayrılmadan<br />

önce, peşin olması şart edilirse, ücret mûcirin mülkü olur. Kirâyı vermezse,<br />

malı teslîm etmez. Etmiş ise, kirâcıyı habs etdirebilir. Mukâveleyi fesh edebilir.<br />

Fekat, malını geri teslîm almadan satamaz. Söz kesilirken şart etmekle, kirâ peşin<br />

olmaz. Peşin olan ücret verilmezse, âcir malı vermekden, ecîr de işi görmekden<br />

vazgeçebilir. Ücretin, müddet bitince verilmesi de şart olunabilir. Mal sâhibi<br />

veyâ başkası, malı kirâcıdan zorla alırsa, kirâcı kullanamadığı zemânın kirâsını vermez.<br />

Mal sâhibi, kirâyı peşin alıp, malı teslîm etmezse, geçen zemânın ücretleri mülkünden<br />

çıkar. Kirâcıya geri vermesi lâzım olur. Peşin verilmiş böyle paranın zekâtını<br />

hangisinin vereceğini, (Fetâvâ-i hindiyye) şöyle anlatıyor: Kirâladığı evin on<br />

senelik kirâsı olarak bin lira peşin veriyor. Ev kendine teslîm edilmiyor. Âcir, bir<br />

sene sonra, elindeki bin liradan dokuzyüz lirasının zekâtını verir. İki sene sonra<br />

sekizyüz liranın verir. Her sene yüz lira noksânının ve ödediği zekât noksânının<br />

zekâtını verir. Müste’cir, bir ve iki sene sonra zekât vermez. Çünki, kendine geri<br />

verilecek para, nisâb mikdârını aşmaz. Üç sene sonra, üçyüz liranın, her sene, yüz<br />

lira fazladan, vermiş olduğu zekâtları düşerek kalanların zekâtlarını verir. Kirâ olarak,<br />

bin lira kıymetinde bir câriye vermiş olsaydı, âcir hiç zekât vermezdi. Çünki,<br />

aldığı câriye ticâret malı değildir. Müste’cir ise, eskisi gibi zekâtını verir. Ücret olarak<br />

hacm ile veyâ vezn ile ölçülen mal vermiş olsaydı, mal deyn ise, para gibidir.<br />

Ayn ise, câriye gibi olurdu. Âcir evi teslîm etmiş, parayı peşin almamış ise, zekât<br />

vermeleri aksine döner. Ya’nî âcir, müste’cir için yazdığımız gibi, müste’cir de, âcir<br />

gibi zekât verirler.<br />

Mal sâhibi, günlük kirâyı, her akşam istiyebilir. San’at sâhibleri, işçilik ücretini<br />

eşyânın sâhibinden alıncıya kadar, eşyâyı vermiyebilir. Eşyâ helâk olup, teslîm<br />

edemezse ücret alamaz. Kendisinin yapması şart edildi ise, başkasını çalışdıramaz.<br />

İşçiliği olmıyan hizmetlerde, meselâ hammâl, kayıkcı, şoför, ücret almadığı için eşyâyı<br />

habs edemez. Eşyâ helâk olursa ücretini alır.<br />

Ev ve dükkân kirâya verilirken içinde ne yapılacağı söylenmez ise, binâya zarar<br />

vermiyecek her iş yapılabilir. Kirâcı evi ve dükkânı teslîm almadan önce, başkasına<br />

da kirâya verebilir. Taşınabilen şeyleri veremez. Kirâya verilmiş malı, başka<br />

bir kimse kullansa, gasb etmiş olur. Kirâcı kirâ vermez.<br />

Velîsinin izni olmadan, çocuğa iş yapdıran, ücret vermeğe mecbûrdur.<br />

Kirâya verilen mal, kirâcıya teslîm edilince emânet olup, kirâcının elinde kasdsız<br />

telef olunca ödemez. Âdet hâricinde kullanmak kasd sayılır. Tarla kirâya verilirken,<br />

ne ekileceği bildirilmeli veyâ herşey ekilebilir demelidir. Tarla, binâ<br />

yapmak, ağaç dikmek üzere de kirâlanabilir. Müddet bitince, bunları kaldırmak<br />

veyâ tarla sâhibinin bunları satın alması lâzımdır. Yonca da ağaç gibidir. Ekin yetişmeden<br />

kirâ müddeti biterse, oluncıya kadar müddet uzatılır. Hayvân, binmek<br />

ve yük taşımak için, elbise, giymek için kirâlanır. Şarta uymayıp, hayvân, ev ve elbise<br />

zarar görürse, kirâcı tazmîn eder. Zarar vermiyen şeyleri şart ederse, yapmak<br />

lâzım olmaz. Meselâ, evde iki kişi oturacak denirse, üç, beş de oturabilir. Hayvâna,<br />

kamyona konacak eşyânın cinsi değil, ağırlık şart edilir. Fekat, zararlı şey<br />

– 870 –


yüklenmez. Hayvânı çekerek veyâ döğerek sakat ederse öder. Hammâl, kamyon,<br />

şart edilen yoldan gitmeyip, eşyâ telef olsa, gitdiği yol işlek değilse veyâ ârızalı<br />

ise öder. Böyle değilse ödemez. Mektûblaşma ile de kirâlamak câizdir. Kirâlamada<br />

cevâb vermemek, kabûl demekdir. Kirâcı, tarlaya buğday ekeceğim deyip<br />

de yonca ekerse, sâhibi kirâyı artdırabilir. Terzi, caket yerine pantalon dikse,<br />

kumaş sâhibi, isterse pantalonu alır, isterse kumaşı ödetir. Mal sâhibi, dahâ fazla<br />

kirâ veren bulunca, müddet bitmeden, mukâveleyi bozamaz. Kirâda bulunan malı<br />

satın alan başka kimse, kontratı bitmeden kirâcıyı çıkaramaz. Müşterî, kontrat<br />

bitinciye kadar bekler veyâ bey’i mahkeme ile fesh etdirir. Senelik kirâsı söylenip,<br />

müddet söylenmez ise, müddet bir sene olur. Müddet, söz kesildiği gün başlar. Ücret<br />

ise, malı teslîm aldığı gün başlar.<br />

Bir dükkânı kirâlayıp teslîm alan kimse, bir müddet iş yapmayıp, dükkân kapalı<br />

kalsa, kirâyı tam vermesi lâzımdır. Bir senelik olmak üzere, her aylığı şu kadar<br />

liraya olarak câiz olduğu gibi, senelik toptan söylemek de câizdir. Kirâcı, san’atını<br />

değişdirirse, iflâs ederse, başka şehre yerleşirse kirâ fesh olur.<br />

Bir evin, bir odası yâhud bir dıvârı yıkılsa, kirâcı çıkabilir veyâ tam ücret ile başka<br />

odasında oturur.<br />

Kirâdaki binânın ve eşyânın ta’mîri ve zemânla tıkanmış boruların ta’mîri ev sâhibine<br />

âiddir. Ta’mîr etmezse, kirâcı evden çıkabilir. Fekat, yapdırmağa ev sâhibini<br />

cebr edemez. Ev sâhibinin izni ile kendi yaparsa, parasını kesebilir. Kendiliğinden<br />

yaparsa, kesemez. Kullanmağa lâzım şeylerin [meselâ hamur ocağı] ta’mîr<br />

parasını kirâdan kesemez.<br />

Kirâcı, mala zarar verirse, mal sâhibi çıkaramaz. Fekat, mahkemeye verir.<br />

Habshâne ve gardıyan ücretini (Beyt-ül-mâl) öder. Beyt-ül-mâl yoksa, alacaklı<br />

öder. Mahkeme masraflarını, da’vâcı öder. Kirâ müddeti hitâmında, ev sâhibi gâib<br />

ise, kirâ müddeti, kendiliğinden bir misli uzar. Kirâcı gâib olunca da böyledir.<br />

Ya’nî, mal sâhibi, kirâcının çoluk çocuğunu evinden çıkaramaz. Fekat müddet bitmeden<br />

önce, başkasına kirâya vermiş ise, müddet sonunda, birinci akd biter.<br />

İkincisi başlar. Birinci kirâcının çoluk çocuğunu evden çıkarabilir. Müddet hitâmında,<br />

iki taraf da, icâreyi fesh edebilir. Fekat, akd yapılmış olanın yanında fesh<br />

edilmesi lâzımdır.<br />

Kirâ müddeti bitince, mal sâhibi uzatmaz ise, kirâcı çıkar. Malı, olduğu gibi teslîm<br />

etmesi lâzımdır. Teslîm etmezse, gasb etmiş olur. Fekat, kullanma sebebi ile,<br />

herkes için hâsıl olması âdet olan harâblık, kabâhat sayılmaz.<br />

Bir mahalden, bir mahalle gitmek üzere mu’ayyen bir hayvân, araba, motor,<br />

kamyon kirâlandığı gibi, mu’ayyen insanın veyâ eşyânın götürülmesi de sözleşilebilir.<br />

Vâsıta, yolda kalırsa, birinci şekldeki kirâlamada, müşterî muhayyer olup, dilerse,<br />

ta’mîr oluncıya kadar bekler, dilerse, vazgeçip oraya kadar olan parayı verir.<br />

İkinci sözleşme hâlinde ise, vâsıta sâhibi, başka vâsıta ile hemen götürmeğe mecbûrdur.<br />

Vâsıtadan eşyâyı indirmek de ona âid olur. Yol tehlükeli olup geri dönülürse,<br />

hiç ücret verilmez.<br />

Hamâm ve hacâmat parası almak câizdir. Erkek hayvânın dişiye aşması ücreti<br />

alınmaz, harâmdır. [Dişi, erkeğin köyüne götürülürse, aygırın sâhibine gıdâ ve<br />

hizmet masrafı ödenir.] Ustanın, yapdığı şeyi belli zemân için garanti etmesi, sahîh<br />

değildir. Bu zemân içinde bozulursa, ta’mîr etmez.<br />

(Hülâsa)da diyor ki, (Dinlemek için hâfızı ve okumak için kitâbı kirâlamak câiz<br />

değildir). Kur’ân-ı kerîm öğreten hocaya hediyye vermek lâzımdır.<br />

Ezân, imâmlık, Kur’ân-ı kerîm ve mevlid okumak, din bilgisi öğretmek için ücret<br />

almak câiz değil ise de, imâmlık, müezzinlik ve ilm öğretmek için almağa izn<br />

verilmişdir. Harâm işler için ücret almak câiz değildir.<br />

Her dürlü kirâyı, ücreti vermiyen habs olunur. [Her çeşid nakl vâsıtalarının üc-<br />

– 871 –


etini vermek, hiyle yapmamak lâzımdır. Umûmî hizmetlerde, emniyyet ve sıhhat<br />

işlerinde çalışan me’mûrların, işçilerin, idârecilerin ücretlerini hükûmetler, belediyeler<br />

vermekde ve her dürlü masraflarını karşılamakdadırlar. Bu ödemeleri, milletin<br />

vekîlleri olarak yapıyorlar. Bu paralara kaynak olmak için, milletden vergi<br />

alıyorlar. Bu vergileri ödememek veyâ hiyle yapmak, günâh olur. İbni Âbidîn “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” (Redd-ül-muhtâr)ın uşr bahsi sonunda ve (Bahr-ür-râık) sâhibi<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” Şurb fasllarında diyor ki, (Kimsenin mülkü olmıyan<br />

umûmî nehrin temizlenmesi masrafı, Beyt-ül-mâlın cizye ve harâc kısmından<br />

verilir. Zekât ve uşr kısmından verilmez. Çünki zekât paraları, yalnız fakîr olan müslimânlara<br />

verilir. Beyt-ül-mâlın bu kısmının geliri yoksa, oradaki insanlar temizler.<br />

Temizlemezlerse, fakîrler zor ile çalışdırılır. Zenginlerden de, para alınıp,<br />

masraflar karşılanır). (Mecelle)nin 1321. ci maddesinde de böyle yazılıdır. Uşr bahsi<br />

sonunda ve Beyt-ül-mâlı anlatırken bildirilen umûmî hizmetlerin masrafları da,<br />

hep böyle karşılanır. Görülüyor ki, hükûmetin ve belediyelerin, yapdıkları hizmetlerin<br />

masraflarını milletden istemeğe, hattâ zor ile almağa hakları vardır.]<br />

(Dürr-ül-muhtâr) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” beşinci cildde, icâreyi anlatırken,<br />

otuzdördüncü sahîfede diyor ki: Günâh işliyenleri, meselâ şarkı söyliyenleri,<br />

ölü için medhiyye söyleyip ağlıyanları ve çalgıcıları kirâ ile tutmak sahîh değildir.<br />

Oyun için davul çalmak da böyledir. Askerler için, düğün için davul çalmak<br />

câizdir. Şarkıcının, çalgıcının kazandığı parayı, sâhiblerine geri vermesi lâzımdır.<br />

Sâhibleri bilinmezse, fakîrlere sadaka vermelidir. Bunlar, kirâ ile tutulmayıp, önceden<br />

şart etmeyip, hediyye olarak verilirse, alması halâl olur. Fekat, yine tayyib,<br />

iyi para değildir. Çünki, âdet hâline gelen hediyyeler, şart edilen ücret gibidir.<br />

İbâdet yapmak için de adam kirâlamak ve nemâz kılmak için ev kirâlamak, Hanefî<br />

ve Hanbelî mezheblerinde sahîh değildir. Meselâ, ücret ile ezân okutmak, hacca<br />

göndermek, imâm tutmak, Kur’ân-ı kerîm öğretmek, din dersi öğretmek câiz<br />

değildir. Şâfi’î ve Mâlikî mezheblerinde, kabr başında ve sâhibinin yanında ücret<br />

ile Kur’ân-ı kerîm okutmak câizdir. Fekat, bu mezheblerde, beden ile yapılan ibâdetlerin<br />

sevâbları, başkalarının rûhuna gönderilemez. Sonradan gelen din âlimleri<br />

[din düşmanları değil], Kur’ân-ı kerîm ve din dersi öğretmek ve ezân, imâmlık<br />

için para ile adam tutmak câiz olur dedi. Bunlara, sözleşilen ücretin verilmesi lâzım<br />

olur. Vermiyen habs olunur. İbni Âbidîn bu satırları açıklarken buyuruyor ki:<br />

Aslında, ücret ile ibâdet yapdırmak câiz değildir. Çünki, hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı<br />

kerîm okuyunuz. Fekat, bunu geçim vâsıtası yapmayınız!) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde,<br />

(Ezân okuyun. Ezân için ücret almayın!) buyuruldu. Son zemânlarda, dinde<br />

gevşeklik olduğundan, Kur’ân-ı kerîmin ve din bilgilerinin unutulmaması ve<br />

imâmlığın, müezzinliğin yapılabilmesi için ücret ile yapdırılması zarûret hâline gelmişdir.<br />

Fekat bu fetvâ, bütün ibâdetlerin ücret ile yapılabileceğini göstermez.<br />

Yalnız saydıklarımız zarûret olup, mezhebin aslından dışarıda bırakılmakdadır. Hâfızlara<br />

ücret ile Kur’ân-ı kerîm okutmak zarûret olmadığı için, muhakkak câiz değildir.<br />

Tâc-üş-şerî’a, (Hidâye) şerhınde diyor ki, (Ücret ile okunan Kur’ân-ı kerîmden,<br />

ne ölüye, ne de okuyana sevâb hâsıl olmaz.) Aynî, (Hidâye) şerhınde diyor<br />

ki, (Hâfızlar, para için, mal için okumamalıdır. Hâfız da, parayı veren de günâha<br />

girer.) (Cevhere) kitâbında, (Ücret ile, belli bir zemân Kur’ân-ı kerîm okutmak câiz<br />

değil diyenler olduğu gibi, câiz diyenler de oldu. Doğrusu da budur) diyor. Burada,<br />

(Kur’ân-ı kerîm öğretmek) yerine, yanlışlıkla (Kur’ân-ı kerîm okutmak) yazıldığı<br />

hâtıra gelmekdedir. Nitekim (Cevhere)nin [1301] yılı İstanbul baskısında,<br />

(Câiz değildir diyenler haklıdır) diyor. Kur’ân-ı kerîm öğretmek ile Kur’ân-ı kerîm<br />

okumağı karışdırmamak lâzım olduğunu, şeyh-ul-islâm Hayreddîn-i Remlî açıklamakda<br />

ve (Kur’ân-ı kerîmi ücret ile okumak, bâtıldır, bid’atdir. Dört halîfe zemânında,<br />

hiç kimse bunu işlemedi. Kur’ân-ı kerîm öğretmeğe zarûret vardır. Mezâr<br />

başında, ücret ile Kur’ân-ı kerîm okutmak için ise zarûret yokdur) buyurmak-<br />

– 872 –


dadır. Câiz olup olmamak şübhesi, Kur’ân-ı kerîm öğretmek için alınan paradadır.<br />

Kur’ân-ı kerîm ve mevlid okumak için ücret almağa câiz diyen olmamışdır. Din<br />

kardeşinin kabrini ziyâret edip, rûhuna Kur’ân-ı kerîm okumak iyidir. Fekat,<br />

ölürken bunu vasıyyet etmek câiz değildir. Okuyana yardım niyyeti ile de câiz olmaz.<br />

Para vererek Kur’ân-ı kerîmden Rukye [muska] yazdırmak câiz buyurmuşlar<br />

ise de, bu, tedâvî ücretidir [ve kâğıd, mürekkeb ücretidir]. İbâdet ücreti değildir.<br />

İbni Âbidînden terceme temâm oldu.<br />

Hamza efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Bey’ ve Şirâ) risâlesinde diyor ki, (Para<br />

ile Kur’ân-ı kerîm ve başka şeyler [Mevlid] okutmak harâmdır. Bu parayı fakîrlere<br />

sadaka verip, sevâbını ölüye bağışlamalıdır. Ücret ile yalnız Kur’ân-ı kerîm,<br />

din dersi öğretmek, imâmlık, müezzinlik câiz görülmüşdür).<br />

[(Hadîka) ve (Berîka) son sahîfelerinde diyor ki, (Hâfız pazarlık etmeden, Allah<br />

rızâsı için hatm, cüz’ veyâ mevlid okursa, okutanın hediyye etdiğini alması câiz<br />

olur. İ’tirâz ederse, aldığı harâm olur). Okutanın da az vermesi câiz değildir.<br />

İmâm-ı Zâhidî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Hâvî) kitâbında, (Hatm okutmak için,<br />

hâfıza, kırkbeş dirhem [gümüş veyâ dörtbuçuk miskal, ya’nî bir liralık üç altın]den<br />

az hediyye vermek câiz değildir) buyuruyor. Ne kadar çok verirse, sevâbı<br />

o kadar çok olur. İbni Âbidîn, beşinci cild, ikiyüzkırkdokuzuncu sahîfede buyuruyor<br />

ki: (Hâkimlik gibi ibâdetleri, ücret şart etmeden kabûl edip işe başlamalı,<br />

sonra iş veren ne verirse almalıdır. Bu kadar para verirsen yaparım, vermezsen<br />

yapmam demek bâtıl olur, ücreti alması harâm olur). Hâfız, okumak için, çok veren<br />

ile az vereni ayırd etmemelidir. Ayırd ederse, para kazanmak için hâfız olmuş<br />

demekdir. Bu ise, harâmdır. Hâfızlar, Kur’ân-ı kerîm ve mevlid okumakla geçinmemeli.<br />

Bunları, para düşünmeden, Allah rızâsı için okumalıdır. İmâmlıkla,<br />

san’atle veyâ ticâretle geçinmelidirler. Kur’ân-ı kerîmi basdırıp satanlar, bunu kitâbcılık<br />

ticâretine âlet edenler, Kur’ân-ı kerîm öğretilmesine, okunmasına sebeb<br />

olmak niyyeti ile olursa, câiz ve sevâb olur. Aldığı satış parası halâl olur. Fekat, böyle<br />

niyyetin alâmeti vardır ki, mal oluş fiyâtına yakın, az bir kârla satmalıdır. Geçimi<br />

başka kitâblardan sağlanıyorsa, Kur’ân-ı kerîmi kârsız satmalıdır. (Şir’a)da diyor<br />

ki, (Mu’âz bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine, falanca, Kur’ân-ı kerîm<br />

yazıp satıyor dediklerinde, bu, Kur’ân-ı kerîm satmak değildir. Kâğıd ve işçilik<br />

ücreti istemekdir. Kur’ân-ı kerîmi satmak demek, onu para ile, ücret ile öğretmekdir<br />

buyurdu). Kur’ân-ı kerîmi, okuyarak geçim vâsıtası yapmak için ezberliyen<br />

hâfızlar ve tecvîd ile okumayıp, tegannî ile okuyan hâfızlar, gerçekden hamele-i<br />

Kur’ân değildir. (Çok hâfızlar vardır ki, Kur’ân-ı kerîm, bunlara la’net eder)<br />

hadîs-i şerîfinde bildirilenlerden olurlar].<br />

Kirâya verdiği malı teslîm etmezse, teslîm edinciye kadar habs olunur.<br />

Müşterek olan mal, ancak ortağa kirâya verilir. İmâmeyn başkasına da verilebilir<br />

buyurdu. Bir evi, birkaç kişiye kirâya vermek câizdir. Ma’lûm ücret ile süt ana<br />

tutmak câizdir. Çocuğu ve bezlerini yıkamak, yidirmek de ona âid olur. Erkek, âilesini<br />

süt analığa göndermiyebilir.<br />

Fâsid icâre: İpliğin bir kısmını, dokumacıya kirâ olarak bırakmak üzere dokutmak,<br />

eşyâdan bir kısmını, kirâ olarak vermek üzere taşıtmak için hayvân kirâlamak,<br />

unun bir kısmını, kirâ vermek üzere, buğday öğütmek fâsiddir. Bir kimse, birinin<br />

malını, iznsiz kullansa, ücret vermez.<br />

Ecîr-i müşterek: Serbest işçi demekdir. Ya’nî herkese işler. Yâhud, yalnız bir kişiye,<br />

zemân belli olmadan işler. Ancak işini bitirince, ücreti verilir. Eşyâ, elinde,<br />

emânet olup, helâk olursa ödemez. Fekat, helâk olmasına kendi sebeb olursa, kasd<br />

bulunmasa dahî öder. Doktor, dişci, eczâcı, fen hâricinde, yanlış iş yapıp, hasta zarar<br />

görürse öderler.<br />

Ecîr-i hâs: Belli zemânda, belli işi yapmak için husûsî tutulan işçidir. Elindeki<br />

mal, kasdsız helâk olursa, ödemez. İşçiye farklı ücret ile iki veyâ üç iş gösterilip,<br />

– 873 –


hangisini yaparsa onun ücretini vermek câizdir. Dört iş göstermek olmaz. Sözleşilen<br />

zemân iyi bilinmezse de, ücreti verilir. Ücret söylenmedi ise, tutulan kimse,<br />

işçi veyâ san’at sâhibi olarak çalışan biri ise, o memleketdeki ücret üzerinden hakkı<br />

verilir. Eğer böyle biri değilse, yardıma gelmiş olacağından birşey verilmez. Çağırmadan<br />

gelene de ücret verilmez.<br />

Bir işçi, kendi çalışması şart ise, yerine başkasını çalışdıramaz.<br />

Hammâl, yükü eve sokar. Fekat, yerine koyması lâzım değildir.<br />

Dellâl ve simsâr, işçi gibidir. Fekat, bunlar iş karşılığı değil, elindeki malı satarsa<br />

ücret alır. Ücreti alacağına karşı tutmak üzere, borclusunu ücret ile çalışdırmak<br />

câiz değildir. [(Dürr-ül-muhtâr)da vakf kısmı sonu.]<br />

Terziye kumaş verip, bir haftada dikersen yüz lira, iki haftada dikersen elli lira<br />

veririm demek, İmâmeyne göre câizdir. Dükkânda terzilik yaparsan, kirâsı<br />

yüz lira, demircilik yaparsan ikiyüz lira demek câizdir.<br />

Boyacıya kumaş veren kimse, kırmızı istemişdim, sen mavi boyamışsın dese, boyacı<br />

da, mâvi istemişdin dese, kumaş sâhibinin sözü kabûl olunur. Terzinin caket<br />

yerine pantalon dikmesi de böyledir. Bunların ücreti verilmez. Kumaşı da öderler<br />

veyâ sâhibi isterse yapılan şeyi alıp piyasaya göre işçilikden keser.<br />

Malın kullanılacak hâli kalmazsa, icâre fesh olur. Kirâcının özrü ile de fesh olur.<br />

Meselâ diş tabîbi ile pazarlık etdikden sonra, ağrının kesilmesi veyâ ticâret için dükkân<br />

kirâladıkdan sonra, sermâyesinin helâk olması veyâ borcu çıkıp ödeyecek başka<br />

malı bulunmaması gibi veyâ sefere gitmek için kamyon tutmuş iken, bir sebeble<br />

seferden vazgeçmesi gibi. Fekat, şoför seferden vazgeçerse, mukâveleyi bozamaz<br />

ise de, şoförün hastalanması özr olur. Bir tüccâr, san’atkâr iflâs ederse, çırağı<br />

ile mukavelesi bozulur. Başkasına çalışan san’atkâr böyle değildir. Kirâya verilen<br />

şeyin satılması da özr değildir. Ya’nî mukâvele bozulmaz. Kirâladığı dükkânda<br />

yapdığı san’atı bırakıp, başka san’ata başlamak özr olur. Bir ev kirâladıkdan sonra,<br />

sefere çıkmak da özr olur. İki tarafdan birinin ölmesi de özrdür. Bir kirâcı, kirâladığı<br />

şeyi, dahâ yüksek ücret ile kirâya vermesi câiz ise de, kirâ farkını sadaka<br />

vermesi lâzımdır. Müşterek bir malı, ortaklar, müşterek kirâya verebilir. Ayrı<br />

ayrı verirlerse fâsid, biri hissesini kirâya verirse, bâtıl olur.<br />

SİGORTA: İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh”, (Redd-ül-muhtâr) kitâbında, kâfirin<br />

emân ile, ya’nî izn verilerek islâm memleketine gelmesini anlatırken diyor ki,<br />

başka bir memlekete, onların izni ile giren kâfire (Müste’min kâfir) denir. Dâr-ülislâma<br />

müste’min olarak gelen bir kâfir, burada yaşamakda olan bir zimmî gibi,<br />

ya’nî bir gayr-i müslim vatandaş gibi korkusuz yaşar. Onun haklarına mâlik olur.<br />

Bunun malını da, fâsid sözleşme ile almamız câiz olmaz. Bu müste’mine veyâ<br />

zimmîye olan borcunu ödemiyen müslimân habs olunur. Şu kadar var ki, müste’mini<br />

öldürene kısâs yapılmaz. Yalnız, (Diyet) denilen para cezâsı alınır. İbni Âbidîn,<br />

(İstîlâd)ı anlatırken buyuruyor ki, (Kıyâmetde, zimmînin ve hayvânların hakları<br />

altından kurtulmak, müslimânın hakkından kurtulmakdan dahâ gücdür. Zimmînin<br />

malını gasb eden veyâ çalan bir müslimân, kıyâmetde bunun azâbını çekecekdir).<br />

Dâr-ül-harbde bulunan bir (Müste’min müslimân), meselâ, Türkiyeden Fransaya,<br />

ticâret için gitmiş olan bir müslimân, kâfirlerin malını, fâsid akd ile alabilir.<br />

Çünki, Dâr-ül-harbde bulunan müste’minin, kâfirlerin mallarını, onların rızâsı ile<br />

alması câizdir. Meselâ, onlara para verip fâiz alması, kumar oynayıp alması câiz olur.<br />

Çünki, onların malı, bizlere halâldir. Fekat, gadr, ya’nî sözümüzde durmamak, hıyânet<br />

etmek, her yerde harâmdır. Gönül rızâsı ile malını almak, gadr değildir. Malına,<br />

cânına, kadınına, kızına saldırmak gadr olur. Harâm olur. Fekat, müslimân<br />

memleketinde bulunan müste’min kâfirin malını, gönül rızâsı ile olsa bile, câiz olmıyacak<br />

yol ile almak, gadr olur. Çünki, islâm memleketinde, islâmiyyetin emrle-<br />

– 874 –


ine uygun hareket edilir. İslâm memleketinde, müste’min ile de, müslimânlar ile<br />

yapılması câiz olan sözleşmeler yapılır. Alması islâmiyyetde lâzım olmıyan malları<br />

alınamaz. Âdet olsa da, alması yine câiz olmaz. Meselâ Meryem anayı ziyâret<br />

için Kudüse gelenlerden ve turistlerden ayakbasdı parası veyâ başka ismlerle birşey<br />

almak câiz olmaz. Müslimân hâcıdan ayakbasdı parası almak da harâmdır.<br />

Dâr-ül-harbde bulunan müslimân esîrin, onların malına, cânına saldırması câizdir.<br />

Esîri serbest bıraksalar, râhat dolaşsa, çalışıp kazansa da, saldırması câiz olur.<br />

Çünki, onlara söz vermiş, müste’min olmuş değildir. Fekat, esîrin de, onların kadınlarına,<br />

kızlarına tecâvüz etmesi câiz değildir. Çünki, nikâhlı âileden ve satın alınan<br />

câriyeden başka bir kadını vaty etmek, hiçbir yerde câiz değildir. Bu ikisinden<br />

başka kadını vaty ederse, zinâ olur. Mükâteb ve iki kişi arasında müşterek olan ve<br />

başkasına nikâhlı olan câriyesini ve başkasının câriyesini vaty etmek câiz değildir.<br />

(Câriye), harbde düşmandan esîr alınıp, Dâr-ül-islâma getirilmiş olan kâfir kadını<br />

demekdir. Ganîmet malları gibi, gâzîlere taksîm olunurlar. Harbde esîr alınmıyan<br />

bir insanı satmak ve satın almak câiz değildir.<br />

Dâr-ül-harbde, meselâ bir hıristiyan ülkesinde bulunan müslimân müste’mine,<br />

onların hükûmeti gadr ederse, meselâ, kanûnsuz olarak, malını alırsa veyâ habs<br />

ederse, bu da, esîr gibi olur. Bu müslimânın da onlara gadr etmesi câiz olur.<br />

Sigorta parası almak da böyledir. Meselâ, müslimân tüccâr, malını bir harbînin,<br />

ya’nî Dâr-ül-harbde bulunan ecnebî, yabancı kâfirin gemisi ile gönderiyor. Gemi<br />

sâhibi olan kâfire, navlun, ya’nî yol kirâsı veriyor. Ayrıca, Dâr-ül-harbde meselâ<br />

Londrada bulunan bir harbîye, (Sikürte) ya’nî sigorta parası denilen, belli bir<br />

ücret de veriyor. Gemi yanar veyâ batar veyâ soyulursa veyâ başka şeklde, gemideki<br />

mal elden giderse, o harbî, bu malın bütün değerini, sigorta parası karşılığı<br />

olarak, müslimân tüccâra ödüyor. Bu câizdir. Fekat, harbînin, sultânın izni ile islâm<br />

memleketinde oturan müste’min bir vekîli de vardır. Tüccâr sigorta sözleşmesini<br />

bu vekîli ile yapıyor. Sigorta parasını, tüccârdan, bu vekîl olan kâfir alıyor. Denizde,<br />

tüccârın malından bir parça yok olursa, bu parçanın değerini temâmen, bu<br />

vekîl ödüyor. Anladığımıza göre, müslimân tüccârın, yok olan malının değerini bu<br />

vekîlden alması halâl olmaz. Çünki, bu para, dâr-ül-islâmda yapılan sözleşme ile<br />

islâmiyyetin izn vermediği bir alacakdır. [Kumar parası gibidir.]<br />

Süâl: Emânetci, mal sâhibinden emânet parası alınca, mal helâk olursa, malı ödemesi<br />

lâzım geliyor. [Kumar olmıyor.] Sigorta da böyle değil midir?<br />

Cevâb: Sigortacıdan alınan para, emânetcinin ödemesi gibi değildir. Çünki<br />

mal, sigortacıya teslîm edilmiş değildir. Gemiciye teslîm edilmişdir. Eğer, sigortacı,<br />

geminin sâhibi olursa, ecîr-i müşterek, ya’nî serbest, genel işçi olur. Mal<br />

elinde emânet olur. Verilen sigorta parası, emânetciye verilen para gibi olur.<br />

Bundan başka, emânetci ve ecîr-i müşterek, batma, ölüm ve benzerleri gibi, sakınılamıyacak<br />

sebeblerle elden çıkan malı ödemezler.<br />

Süâl: Kefâleti anlatmağa başlarken, deniliyor ki, bir kimse, birine, (Bu yoldan<br />

git! Bu yol emîndir, korkusuzdur) diyor. O da bu yoldan gidiyor. Yolda soyuluyor.<br />

Söyliyen kimse, bunun malını ödemez. (Bu yol emîndir. Eğer korkulu ise, soyulur<br />

isen öderim) derse, ödemesi lâzım olur. Sigorta da böyle değil midir?<br />

Cevâb: Yol emîndir demek, emîn olduğunu biliyorum demekdir. Bir kimse, bilmiş<br />

olduğunu söylemekle kefîl olmaz. (Eğer söylediğim gibi değilse, öderim) deyince<br />

kefîl olur. Kefîl olarak aldatırsa, ödemesi lâzım olur. (Yolda soyulur isen öderim)<br />

demediği için kefîl olmaz. Ödemesi lâzım gelmez. Kefîl olacağını söylemesi,<br />

aldatmadığına alâmetdir. Meselâ, değirmene buğday getiren köylüye, değirmenci,<br />

bu kovaya koy dese, köylü de koysa, kovanın deliğinden, buğdaylar suya dökülüp<br />

sürüklense, gitse, değirmenci, koy derken kovanın delik olduğunu biliyorsa,<br />

buğdayları öder. Çünki, söylerken aldatmış oldu. Demek ki, aldatmak demek<br />

için, söyliyenin, tehlüke bulunduğunu bilmesi ve karşısındakinin ise, bilmemesi lâ-<br />

– 875 –


zımdır. Köylü, kovanın delik olduğunu görerek, bilerek buğdayını koyarsa, malını,<br />

kendi isteği ile ziyân etmiş olur.<br />

Sigortacının, tüccârı aldatmak kasdı olmadığı meydândadır. Geminin batıp, batmıyacağını<br />

bilmez. Hırsızların, yol kesenlerin tehlükesi varsa, bunu, sigortacı gibi,<br />

tüccâr da bilir. Tüccârın sigorta parası vermesi de, yolda tehlüke olduğunu bilip,<br />

malı elden çıkınca, bedelini alabilmesi içindir. Sigorta işi, yolcunun veyâ köylünün<br />

aldatılmasına benzememekdedir.<br />

Müslimân tüccârın, Dâr-ül-harbde, [ya’nî İngiltere gibi putlara tapınılan bir memleketde]<br />

bulunan bir harbî ortağı olup, bu ortağı, orada, sigortacı ile sözleşme (anlaşma)<br />

yapar ve helâk olan malın bedelini, orada sigortacıdan alıp, buradaki müslimân<br />

ortağına gönderirse, müslimân tüccârın, gelen bu parayı alması halâl olur.<br />

Çünki, fâsid olan sözleşme, Dâr-ül-harbde ve iki harbî arasında olmuşdur. Onların<br />

malı, kendi istekleri ile, müslimâna gönderilmişdir. Alması günâh olmaz.<br />

Müslimân tâcirin, Dâr-ül-harbe gidip, sigortacı kâfir ile orada sözleşme yapması<br />

ve helâk olan malın değerini, Dâr-ül-islâmda, sigortacının vekîlinden alması câiz<br />

olur. Çünki, Dâr-ül-harbde bir harbî ile yapılan sözleşmenin kıymeti yokdur. Harbînin<br />

malını, onun rızâsı ile almış olur. Kâfir ile sözleşmeği Dâr-ül-islâmda yapıp,<br />

malın bedelini kâfirden Dâr-ül-harbde alırsa, kâfirin isteği ile olsa bile, alması halâl<br />

olmaz. Çünki, bu parayı Dâr-ül-islâmda yapılan fâsid akd, ya’nî sözleşme sonucu<br />

olarak almakdadır. Dâr-ül-islâmda yapılan her akd mu’teberdir. Şer’î hükmleri<br />

yapılır. Bu akd, fâsid olduğu için harâmdır. İbni Âbidînden terceme, burada<br />

temâm oldu.<br />

Son asrın büyük âlimlerinden Muhammed Bahît-ül-Mutî-î “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” (Sükertah) risâlesinin 24. cü sahîfesinde, (Te’mîn, ya’nî sigorta sözleşmesi,<br />

fâsid bir akddir. Çünki, muhtemel olan bir tehlükeye bağlanan bir sözleşmedir.<br />

Bu ise kumardır) diyor. Ahmed İbrâhîm efendi de, (Mecellet-üş-şübbân-il müslimîn)in<br />

1941 senesinin 3. cü sayısında, (Hayât sigortası, bir tehlükeye bağlanan bir<br />

kumardır) demekdedir. Bu âlimlere karşılık, doktor Sıddîk Muhammed Emîn<br />

Darîr, (Hedy-ül-islâmî)nin 1975 senesi altıncı sayısında, (Sigorta yardımlaşmadır.<br />

Bir kimseye gelen tehlükeyi, birçok kimsenin paylaşmasını te’mîn etmekdedir. Sigortacı<br />

bu yardımlaşmağa kefîl olmakdadır. Sigortalı ve sigortacı, alacakları ve verecekleri<br />

paradan emîndirler. Sigorta, tehlükenin zararından kurtulmak içindir. Kumar<br />

ise kendini tehlükeye atmakdır. Sigorta ciddî bir sözleşmedir. Kumar ise<br />

oyundur. Evet, sigorta, (Garer) bulunan, ya’nî sonu muhtemel ve şübheli olan bir<br />

(Akd)dir, bir sözleşmedir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, garer bulunan<br />

satışı yasak etmişdir. Yakalamadan önce balığı satmak böyledir. Sigortadaki garer,<br />

garer-i fâhişdir. Fekat umûmî ihtiyâc olunca ve başka çâre bulunmayınca, garer<br />

bulunan akdler câiz olur. İmâm-ı Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, ihtiyâcı şöyle<br />

ta’rîf etmekdedir: Memnû’ olanı kullanmazsa meşakkat hâsıl olacak hâldir.<br />

Fekat, kullanmazsa ölüm hâsıl olmaz). Tehlükeye, zarara düşen insanın, yardıma<br />

ihtiyâcı inkâr edilemez. Fekat, kâr, kazanc için kurulmuş olmıyan teberru’ yardım<br />

şirketleri bu işi görür. Kâr, kazanc için kurulmuş olan sigorta şirketlerine lüzûm<br />

yokdur. Yardım şirketlerini, teberru’ edenler arasından seçilenler veyâ hükûmetler<br />

idâre eder.<br />

Muhammed Emîn Darîr, kendi fikri ile, kendi mantıkı ile büyük fıkh âlimlerine<br />

karşı geliyor. Hâlbuki, fikri de, mantıkı da fıkh ilmine uygun değildir. Evvelâ<br />

kumara yardımlaşma diyor. Düşünmiyor ki, islâmiyyet, kumar şeklinde şübheli olan<br />

yardımlaşmayı harâm etmiş, kazâ, felâket gelene, hayr sâhiblerinin teberru’ ederek,<br />

yardım yapmalarını teşvîk etmişdir. Zarar görene, harâm yoldan değil, halâl<br />

yoldan yardım etmek lâzımdır. Sigortalı için, alacağından emîn olduğunu söylemesi,<br />

felâket geleceğini önceden bildiğini söylemek olur ki, bu sözü fıkh bilgisine ters<br />

düşdüğü gibi, îmâna da dokunmakdadır. Çünki, gaybı bilmek sözü insanı küfre gö-<br />

– 876 –


türür. Felâket gelirse alacağından emîndir demek istiyorsa, bu söz, sigortanın<br />

kumar olduğunu, harâm olduğunu söylemekdir ki, sigortayı savunurken, red etmiş<br />

olmakdadır. Birçok tüccâr, tehlükeli kazanc yollarına atılmakdadır. Bu tehlükeler<br />

ticâreti ve san’atı harâm etmemişdir. Hâlbuki, kumarda bu tehlükelerin hiçbiri<br />

yokdur. Hattâ kumar, tehlükesiz, zahmetsiz bir kazanc olduğu için harâm olmuşdur.<br />

Harbe hâzırlık yarışlarındaki ve ilm öğrenmekdeki kumara oyun demek<br />

ise, şaşılacak bir haksızlıkdır. Evet, oyunlarda kumar olur. Fekat her kumara<br />

oyun demek doğru değildir. Merhûm şeyh Ebû Zühre “rahmetullahi teâlâ aleyh”<br />

de, sigortanın kumar olduğunu, garer bulunduğunu ve tehlüke olunca, sigortacının,<br />

tehlüke olmayınca da sigortalının gaben-i fâhiş ile zarar etdiğini, her sözleşmede,<br />

iki tarafın zarar ve kârlarında müsâvât, adâlet bulunmasının esâs olduğunu<br />

bildiriyor. Hayât sigortasının ise, açık bir kumar ve fâiz olduğunu yazıyor.<br />

Ayrıca 1972 yılında Libyada Beydâ şehrinde toplanan konferansda, zarar ve tehlüke<br />

için olan sigortalar, dört mezhebin fıkh ilmlerine uymuyor ise de, âdet hâlini<br />

aldığından ve idhâlâtı artdırdığından câiz olacağına, hayât sigortasının ise açıkca<br />

kumar olup harâm olduğuna karâr verildiğini yazıyor. Bütün bunlardan anlaşılıyor<br />

ki, hiçbir sigorta halâl değildir. Tehlüke ve zarar sigortasına da câiz denilemez.<br />

Yardım sandıkları bu işi yapmakdadır. Fekat, yardım sandıklarına, hayr sâhibleri<br />

ve hükûmet para koyar. Buraya para koyan, bundan, istifâde edemez. İstifâdeye<br />

kalkışırsa kumar olur, harâm olur. Harâmların âdet hâlini alması, halâl<br />

olmalarına sebeb olamaz.<br />

Görülüyor ki, müslimân olsun, kâfir olsun, herhangi bir sigortacı ile Dâr-ül-islâmda<br />

yapılan sözleşme fâsiddir. Alınan ve verilen paralar harâmdır. Bir müslimânın,<br />

kâfir olan sigortacılar ile Dâr-ül-harbde sözleşme yapması ve ondan para alması<br />

halâl olur. Dâr-ül-islâmda semâvî, ya’nî kazâ ile âfet ile olan zararlar, sigorta<br />

şirketleri tarafından değil, (Yardım cem’iyyetleri) tarafından ödenmelidir.<br />

Böylece, hem millete hizmet olur. Hem, cem’iyyete teberru’ [bağış] yapan hayr sâhibleri<br />

sevâb kazanır. Hem de, millet büyük bir günâhdan kurtulur.<br />

Sigortaya arabîde (Te’mîn) denilmekdedir. Sosyalist darbe olmadan evvelki Libya<br />

kanûnlarının ve Mısr kanûnlarının 747. ci ve Sûdân kanûnunun 617. ci maddelerinde,<br />

(Ukûd-ül-garer) başlığı altında ve Libyâ evkâf bakanlığının çıkardığı<br />

(Hedy-ül-islâmî) mecellesinin 1395 [m. 1975] mart nüshasında sigortalar hakkında<br />

geniş bilgi vardır. Bu bilgilerin çoğunun islâmiyyete uygun olmadığı (Hedy-ülislâmî)nin<br />

1975 ve 1976 nüshalarında yazılıdır. İslâmiyyetde sigortanın hiçbir<br />

nev’i yokdur. İslâmiyyetde (Vakf) ve (Beyt-ül-mâl), (Yardım cem’ıyyetleri) vardır.<br />

İşçi sigortalarının ve emekli sandıklarının işlerini Beyt-ül-mâl yapar. Beyt-ülmâl,<br />

işçiden, me’mûrdan hiçbirşey almaz. Aylıklarından ve ücretlerinden, hiçbirşey<br />

kesmez. Çünki bunlar fakîrdirler. İşverenden, tüccârdan zekât alır. Bu işi hükûmet<br />

yapar. İşverenlerin, tüccârların defterlerini, hesâblarını inceliyerek zekâtlarını<br />

alır. Beyt-ül-mâla koyar. İşçilere, me’mûrlara, emeklilere buradan ev, ma’âş,<br />

geçim te’mîn eder. Böylece her müslimân, râhat, mes’ûd olarak yaşar. İşçi sigortalarında<br />

ve emânetcide toplanan ve ma’âşlardan kesilen malların, paraların (Lukata)<br />

hükmünde olduklarını, büyük âlim Abdülhakîm efendi, va’zlarında bildirmişdir.<br />

Lukata, yerde bulunan mal demekdir. Bunlar ve mâl-ı habîs, sâhiblerine<br />

geri verilir. Sâhibleri bulunmazsa, fakîrlere verilir. Eline geçen fakîrin mülkü<br />

olurlar. Hükûmet, ticâret, zirâ’at, hattâ fabrika, ağır sanâyı’ yapmaz. Bunları husûsî<br />

teşebbüs, ya’nî millet yapar. Her çeşid sigortanın harâm olduğu, Yûsüf Kardâvînin<br />

(El-halâl vel harâm) kitâbında vesîkaları ile yazılıdır.<br />

Kızılay, İhlâs vakfı gibi yardım teşkilâtı, dînin (Hibe) ahkâmına tâbi’dirler.<br />

Vakf değildirler. Çünki, altın ve kâğıd liralar vakf edilince, kimsenin mülkü olmazlar.<br />

Yardım cem’ıyyetlerine teberru’ edilen malları, paraları ise, alâkalı me’mûr kabz<br />

edince, cem’ıyyet reîsinin mülkü olur. Cem’ıyyetde çalışan me’mûrlar, cem’ıyyet<br />

– 877 –


eîsinin vekîlleridir. (Hindiyye)de diyor ki, (Birisine para verip, bunu falanca fakîre<br />

ver dese, o fakîre kendi parasından verirse, aldığı parayı tazmîn etmesi [mislini<br />

ödemesi] lâzım olur. O parayı başka fakîre verirse, tazmîn etmez. Verdiği hediyyeye<br />

ivez [karşılık] olarak az birşey [meselâ makbûz denilen kâğıd] verilince,<br />

hediyyesini geri istiyemez. Aldığı sadakayı harâma sarf etdiği veyâ muhtâc olmadığı<br />

bilinmiyen sâili boş çevirmemelidir. Verdiklerini muhtâclara dağıtacağım<br />

deyince, sadaka vermesi lâzım olur). Bunun için teberru’ alırken, (Bunları muhtâclara<br />

ve hayr yapanlara vereceğiz) demelidir. Hediyye veyâ sadaka vermeğe teberru’<br />

etmek denir. Alacağını afv etmeğe ibrâ denir.<br />

Yeni ilâc bulduk, diyor tabîbler,<br />

Lokman gibi, devâ bilse, ne fayda.<br />

Son nefesde söylemezse, bu diller,<br />

bülbül gibi dilin olsa, ne fayda.<br />

Milyonun olsa da, rızkını yersin,<br />

ecel şerbetini birgün içersin!<br />

Yalın ayak, başın açık gidersin,<br />

dünyâ dolu, malın olsa, ne fayda!<br />

İlmin, rütben çok olsa da kardeşim,<br />

îmânın yoksa, günâh ise işin,<br />

Secdeye hiç, koymadın ise, başın,<br />

dünyâya diktatör olsan, ne fayda.<br />

Sûr çalınıp, yıldızlar dökülünce,<br />

deniz kuruyup, sular çekilince,<br />

Dağlar da, pamuk gibi atılınca,<br />

harâmdan mal toplamışsan, ne fayda.<br />

Cehennem, uzakdan gösterilince,<br />

ateşin, mahşer yerine sürünce,<br />

Sırat köprüsüne, halk yürüyünce,<br />

arslan gibi gücün olsa, ne fayda?<br />

Halâl, harâm demez, toplarsın malı,<br />

yüzbin olsa, dersin milyon olmalı.<br />

Gözün aç, bu dünyâ fânîdir fânî!<br />

gidecek, sende çok dursa, ne fayda?<br />

Birgün olur, götürürler evinden,<br />

kurtuluş yok, Azrâilin elinden.<br />

(Allah) adını bırakma dilinden,<br />

bin yıl kadar ömrün olsa, ne fayda?<br />

Zahmetli iş yokdur, islâmiyyetde,<br />

kalbi, rûhu besler, ibâdetler de.<br />

Ne için müslimân olmazsın, sen de?<br />

kâfir, çok iyilik etse, ne fayda?<br />

– 878 –


22 — UKÛBÂT (Cezâlar)<br />

Fıkh ilmi dört büyük kısma ayrılır: (İbâdât), (Münâkehât), (Mu’âmelât), (Ukûbât).<br />

Kitâbımızda ilk üçünü, lüzûmu kadar yazdık. Aşağıda, ukûbâtı da kısaca bildireceğim.<br />

(Dürr-ül-muhtâr) üçüncü cüz’de buyuruyor ki:<br />

Döğerek, kolu keserek, recm ederek, ya’nî öldürünceye kadar taş atarak veyâ<br />

öldürerek yapılan cezâlara (Ukûbât) denir. Ukûbât, arkadan gelenler demekdir.<br />

Günâh işledikden sonra yapıldıkları için, bu ism verilmişdir. Ukûbât, (Had) ve<br />

(Ta’zîr) ve (Kısâs) olarak üçe ayrılır: (Had) mikdârı, islâmiyyetde kesin olarak bildirilmiş<br />

olan cezâdır. (Ta’zîr) cezâsı çeşidli olup, hâkimin dilediği kadar verilir. Had,<br />

şübhe ile afv olur. Ta’zîr ise, şübhe ile lâzım olur. Çocuğa had cezâsı verilmez. Ta’zîr<br />

cezâsı verilir. Had cezâsını yalnız hâkim verir. Ta’zîr cezâsını zevc ve günâh işleyeni<br />

gören her müslimân yapabilir. Had için kadın şâhid dinlenilmez. Had zanlısı<br />

habs olunur. Ta’zîr zanlısı habs olunmaz. Had cezâsı mahkemeye düşdükden sonra<br />

şefâ’at ve afv olunamaz. Ta’zîr cezâsı tevbe ile sâkıt olur. Hâkimin duymadığı<br />

günâhın had cezâsı da tevbe ile sâkıt olur.<br />

Beş günâh için had cezâsı vardır: Zinâ, şerâb içmek ve alkollü içki ile serhoş olmak,<br />

kazf, sirkat, yol kesicilik. Had cezâları, suç işleyince değil, hâkim karâr verince<br />

vâcib olur. Had, günâhın temizlenmesine sebeb olmaz. Günâhdan kurtulmak<br />

için tevbe etmesi de lâzımdır. Had, lügatde men’ demekdir. Kapıcıya haddâd denir.<br />

Çünki, herkesin içeri girmesine mâni’ olur.<br />

1 — ZİNÂ YAPARKEN YAKALANANIN HADDİ: Mükellef olan ve konuşabilen<br />

müslim veyâ gayr-ı müslim kimse, Dâr-ül-islâmda, tehdîd edilmeden arzûsu<br />

ile, serhoş iken veyâ ayık iken, zinâ yapar, yakalanırsa, kadın ve erkeğe had<br />

cezâsı lâzım olur. Dört erkek şâhidin birlikde ve hâkim huzûrunda zinâ hâlinde gördük<br />

demeleri ile veyâ kadın ve erkeğin, dört kerre i’tirâf etmeleri ile anlaşılır. İkisinden<br />

biri inkâr ederse, had lâzım olmaz. İkrârdan sonra vazgeçerlerse, sâkıt olur.<br />

[Ölüm cezâları, habs ve dayak cezâları, mahkeme tarafından emr edilir ve yalnız<br />

devletin bu iş için ta’yîn etdiği me’mûrlar tarafından yapılır. Hâkim karârı olmadan,<br />

kimse kimseyi öldüremez, döğemez. Malına, canına, ırzına, nâmûsuna, şerefine<br />

dokunamaz. Kâfirlere dahî dokunamaz. Harbi, cihâdı devlet yapar. Devletin,<br />

kumandanın emri olmadan, kimse harb yapamaz. Kâfire bile saldıramaz. Bunların<br />

hepsi büyük günâhdır. Hattâ, mü’minin kalbini incitmek, Kâ’beyi birkaç kerre<br />

yıkmakdan dahâ büyük günâhdır. Zinâ yapanları, o esnâda dört şâhidin birlikde<br />

görmeleri, olacak şey değildir. Ancak, umûmî yerlerde, açıkca yapılınca görebilirler.<br />

Bunun içindir ki, Osmânlılarda, altıyüz sene içinde, bir kerre zinâ şâhidliği<br />

yapılmamış, bu sebeb ile hiç kimse taşlanarak öldürülmemişdir. Buradan anlaşılıyor<br />

ki, gizli yapılan günâhı, başkalarına söylemek de, ayrı bir günâh olur. Bu<br />

cezâ, zinâ yapıldığı için değil, bu çirkin işin yayıldığı içindir. Fuhşa mâni’ olmak içindir.]<br />

Muhsan olan, ya’nî evli olan müslimân erkek ve kadının, boşanmış, dul olsalar<br />

bile, had cezâları, bir meydânda ölünciye kadar taşlamakdır. Önce şâhidlerin<br />

hepsinin taş atmaları şartdır. Şâhidlerden birisi ölerek, gâib olarak veyâ hâzır olup<br />

da, herhangi bir sebeble taş atmazsa, had sâkıt olur. Kendi ikrârları ile ise, önce<br />

hâkimin taş atması lâzımdır. Sonra ehâlî, herkes atar. Ölünce, yıkanır, kefenlenir,<br />

nemâzı kılınır.<br />

Muhsan olmıyan kimsenin had cezâsı, yüz sopa vurmakdır. Sopa, budaksız olmalıdır.<br />

Yaralıyacak kadar kuvvetli vurulmaz. Erkek, önce soyulur. Bir peştemâl<br />

ile bırakılır. Ayakda iken başından, yüzünden ve kasıklarından başka, her yerine<br />

vurulur. Kadının çamaşırları soyulmaz. Palto, manto gibi kalın elbisesi çıkarılır ve<br />

oturtularak döğülür. Dayakdan sonra, hâkim dilerse, bir sene şehrden çıkarır. Taşlama<br />

ve döğme birlikde yapılmaz.<br />

– 879 –


Zimmîye ukûbât cezâlarının üçü de yapılır. Yalnız içki haddi yapılmaz. Dâr-ülislâmdaki<br />

harbîye ise, yalnız kul hakkı bulunan kazf haddi ve kısâs yapılır.<br />

Zimmî, müslimân kadın ile zinâ etse, recm olunmaz, döğülür. Yatağında bulduğu<br />

kadını, zevcesi sanarak zinâ yapana ve harbî ile zinâ eden zimmî kadına ve harbî<br />

kadınla zinâ eden zimmî adama had lâzım olur. Bu ikisinde harbîlere lâzım olmaz.<br />

(Fetâvâ-yi Hindiyye)de diyor ki, (Ücret karşılığı zinâ yapana [meselâ genel<br />

evdeki fâhişe ile zinâ yapana], İmâm-ı a’zama göre had vurulmaz. Mehr-i misl vermesi<br />

lâzım olur. İkisi de şiddetli ta’zîr olunur ve tevbe edinceye kadar habs olunurlar.<br />

İmâmeyne göre, ikisine de had cezâsı yapılır. Şartsız olarak mal vererek zinâ<br />

yapana da had yapılır. Şu parayı al! Bunun karşılığı senden fâideleneyim derse,<br />

had yapılmaz. Çünki, mut’a nikâhı olur. Bu nikâh şübheli olduğu için had lâzım<br />

olmaz. Senin mehrin budur deyip para verirse, had îcâb etmez). Fekat hepsi<br />

harâmdır. Büyük günâhdır. Zinânın had cezâsı yapılmıyan kısmlarının da harâm<br />

olduğu (Berîka)da yazılıdır. Kadının aldığı ücret harâmdır [Şir’a]. (Pédèraste) olana,<br />

ya’nî livâta yapana had lâzım olmaz, habs ve darb ile ta’zîr olunur. Âdet eden<br />

öldürülür. Livâta yapılmak için tehdîd olunan, öldürmekden başka yol ile kurtulamayınca,<br />

öldürmesi câiz olacağı (Fetâvâ-i Hayriyye)de yazılıdır. Dâr-ül-harbde<br />

zinâ haddi yapılmaz.<br />

El ile istimnâ [Masturbation], zevk için olursa harâmdır. Ta’zîr olunur. Sükûnet<br />

bulmak için câiz, zinâ tehlükesi olursa, vâcib olur [İbni Âbidîn, orucu bozan<br />

şeyler]. Cennetde livâta yokdur. Cennetde habîs iş yokdur.<br />

[Hıristiyan memleketlerinde, kadınlar, kızlar, başları, kolları, bacakları açık geziyorlar.<br />

Erkekleri fuhşa, zinâya sürüklüyorlar. Evde, zevcesi yemek pişirirken, çamaşır<br />

yıkarken ve evi temizlerken, erkeği sokakda veyâ iş yerinde hoşuna giden<br />

çıplak bir kadınla zevk, safâ, hattâ zinâ yapıyor. Akşam evine düşünceli ve yıpranmış<br />

olarak geliyor. Kötü hayâllere dalarak, vaktîle beğenmiş, sevmiş, seçerek almış<br />

olduğu zevcesinin yüzüne bile bakmaz oluyor. Evdeki yorgunluğunu gidermek<br />

için, alâka ve neş’e bekliyen zevcesi, haklarına kavuşamayınca, asabî buhrânlar geçiriyor.<br />

Âile yuvası bozuluyor. Sokakdaki kadına bakan erkek, onu kirli çamaşır<br />

gibi bırakıyor. Bir başkası ile anlaşıyor. Böylece, her sene, binlerce kadın ve erkek<br />

ve çocukları perişân oluyor. Ahlâksız ve anarşist oluyorlar. Cem’iyyet, millet<br />

çürümeğe, çökmeğe sürükleniyor. Açık, kokulu, süslü dolaşan kadınların, gençlere,<br />

millete ve devlete zararları, alkollü içkilerden ve uyuşdurucu zehrlerden<br />

dahâ çok ve dahâ korkunç oluyor. Allahü teâlâ, kullarının dünyâda felâkete, âhıretde<br />

de şiddetli azâblara yakalanmamaları için, kadınların, kızların örtünmelerini<br />

emr etdi. Ne yazık ki, nefslerinin, şehvetlerinin esîri olan ba’zı kimseler, Allahü<br />

teâlânın emrlerine gericilik, kâfirlerin şaşkın, çılgın işlerine ilericilik diyor.<br />

Bu ilericilerden ba’zısı, meslekdaşları vâsıtası ile, bir diploma ele geçirmiş. Köşe<br />

başlarını paylaşmışlar. Baykuş gibi ötüyorlar. Her fırsatda islâmiyyete saldırıyorlar.<br />

Bu kahramanlıkları(!) ile târîhî düşmanımız olan hıristiyanlardan, yehûdîlerden<br />

ve komünistlerden alkış ve maddî yardımlar toplayarak güçleniyor, binbir<br />

hiyle ile, gençleri aldatıyorlar. Allahü teâlâ, kendilerine akl versin! Hakkı bâtıldan<br />

ayırmalarını nasîb eylesin!]<br />

2 — İÇKİYE HAD CEZÂSI: Bir damla şerâb içen müslimâna had cezâsı yapılması<br />

lâzım olur. Yarıdan fazla su katılmış olanı içen ve başka içkileri içen, serhoş<br />

olursa had lâzım olur. İspirtonun, şerâb gibi kaba necâset olduğu sözbirliği ile<br />

bildirildi. Fekat, buna şerâbın veyâ başka içkilerin haddinin yapılmasında ihtilâf<br />

olundu. (Müslim)deki hadîs-i şerîfde, (Serhoş eden her içki şerâb gibi harâmdır)<br />

buyuruldu. Her içkinin damlasını içmek harâmdır. Serhoş olarak görülen veyâ ağzı<br />

şerâb kokan bir kimsenin içki içdiği iki şâhidin haber vermesi ile veyâ kendinin<br />

ayık iken bir kerre söylemesi ile anlaşılırsa, buna, ayıldıkdan sonra had vurulur.<br />

İçki haddi, seksen sopa vurmakdır.<br />

– 880 –


Benc, ya’nî ban otu [jüskiyam] mubâhdır. Çünki otdur. Fekat bununla serhoş<br />

olmak harâmdır. Çoğu serhoş edenin, azı harâm olması, mâyı’ ya’nî akıcı, sıvı cismler<br />

içindir. Fazlası serhoş eden safran, anber gibi katı cismlerin az mikdârına harâm<br />

diyen bir âlim yokdur. Bunlara ve benc otuna necs, habîs diyen de olmamışdır.<br />

Fazlası zehrli otların azını kullanmak câiz, çok mikdârını kullanmak harâmdır.<br />

İçki ve zinâ hadleri yapıldıkdan sonra, suçun tekerrürü ile tekrâr yapılır. Vaktinde<br />

haber vermesi mümkin olan, bir aydan fazla eski bir suçun ihbârı, yalnız kazf<br />

haddi için ise, kabûl edilir. Suçlunun ikrârı her zemân kabûl edilir.<br />

3 — KAZF HADDİ: Kazf, fırlatmak, atmak demekdir. İslâmiyyetde muhsan<br />

olan erkek veyâ kadına zinâ lâfı atmak olup, büyük günâhdır. Kazf edilen kimsenin<br />

istemesi ile, kazf edene had vurulur. Ölüye kazf edene, babasının veyâ çocuğunun<br />

istemesi ile had vurulur. İsbâtı ve mikdârı, içki haddi gibidir. Müslimânı kazf<br />

eden harbî de had olunur. Birisi birisine yâ zânî dese, [veyâ türkcesini söylese] o<br />

da, sensin dese, ikisine de had vurulur.<br />

4 — SİRKAT HADDİ: Sirkat, başkasının birşeyini gizlice almak demekdir. Başkasının<br />

az veyâ çok malını, haksız olarak ve rızâsı olmıyarak almak, ya’nî çalmak<br />

veyâ gasb etmek harâmdır. Mükellef olan, ya’nî akllı ve bâlig olan erkek, kadın,<br />

köle, efendi, müslimân veyâ zimmî, gören ve konuşabilen bir kimse, on dirhem hâlis<br />

gümüş parayı veyâ değerinde olan ve her dinde mütekavvim olan ve durmakla<br />

bozulmıyan bir malı, müslimân veyâ zimmî olan sâhibinin mülkünden, ya’nî başkalarının<br />

iznsiz olarak açmaları veyâ girmeleri câiz olmadığı yerden, Dâr-ül-islâmda,<br />

hepsini bir def’ada gizlice alırsa ve mal sâhibi de da’vâ ederse, sağ eli bilek mafsalından<br />

kesilir ve kan akmaması için hemen kaynar yağ içine sokulur. Çok sıcak<br />

ve çok soğuk havalarda ve ağır hasta olunca kesilmez, habs olunur. Hava veyâ hasta<br />

iyi olunca kesilir. İkinci def’a çalanın sol ayağı da oynak yerinden kesilir. Üçüncüsünde<br />

bir yeri dahâ kesilmeyip, tevbe edinciye kadar habs olunur. Buradaki dirhem,<br />

ondört kırat veyâ 3,36 gramdır ki, on adedinin ağırlığı, yedi miskâl ağırlığındadır.<br />

Buna göre, sirkat nisâbı, otuzüç gram ve altmış santigram gümüş paradır.<br />

[Gümüş kullanılmayıp başka cins para kullanılan yerlerde yedi gram gümüşün<br />

kıymeti, bir gram altın değeri kadardır. Ya’nî altın, aynı ağırlıkdaki gümüşden, her<br />

zemân, yedi def’a dahâ kıymetlidir. 33,6 gram gümüşün kıymeti, 4,8 gram, ya’nî bir<br />

miskal altın olup, bir altın liranın üçde ikisi kıymetindedir. İmâm-ı Mâlike ve<br />

Ahmed bin Hanbel ve Şâfi’îye göre “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sirkat<br />

nisâbı üç dirhem, ya’nî yedi gram ve yirmialtı santigram gümüş veyâ rubu’ dînâr,<br />

ya’nî [0,87] gram altındır. Görülüyor ki, [0,87] gram altından aşağı değerdeki malı<br />

çalanın kolu hiçbir mezhebde kesilmez. Kesilirse, zulm yapılmış olur].<br />

Et, sebze, meyve, süt, çalınca el kesilmez. Çünki, bunlar, zemânla bozulur.<br />

Müslimân veyâ zimmî, müslimânın şerâbını, içkisini çalarsa kesilmez. Zimmî zimmînin<br />

içkisini, hınzırını, leşini çalarsa kesilmez.<br />

Bir kişi, birkaç kimseden, bir def’ada nisâb mikdârı çalarsa kesilir. İki kişi, bir<br />

kimseden nisâb mikdârı çalarlarsa kesilmez. Çünki, bir hırsızın hissesine nisâbdan<br />

az düşmekdedir. Her birine nisâb mikdârı düşerse, elleri kesilir. Babasının veyâ<br />

kendisine bakması lâzım olanın evinden çalarsa kesilmez.<br />

Hırsızlık, çalanın bir kerre söylemesi veyâ iki âdil erkek şâhidin haber vermesi<br />

ile belli olur. Soruşdurma yapıncıya kadar, sanık habs olunur. Çünki, had sanıkları<br />

kefîl ile bırakılmaz. Şübheli, sâbıkalı olanı, söyletmek için döğmek câizdir.<br />

İkrâr etmesi veyâ şâhid ile hırsızlık anlaşıldıkdan sonra, mal sâhibi, bu kimse benim<br />

malımı çalmadı veyâ ona hediyye, emânet etmişdim veyâ şâhidler yalan söylüyor<br />

dese kesilmez. Hâkimin, böyle söylemesini teklîf etmesi sünnetdir. Mal sâhibi<br />

afv etdim derse, kesilir. Çünki, had, Allahü teâlânın hakkıdır. Kul, bunu afv<br />

– 881 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:56


edemez. Müslimânın çaldığına iki kâfir şâhid olursa kesilmez. El kesilirken iki şâhidin<br />

de hâzır bulunması şartdır.<br />

Kıymetli taşlar çalınca kesilir. Kıymetsiz olan, parasız ele geçebilen, odun, ot,<br />

balık, kuş, hattâ tavuk, av hayvânı, kireç, kömür, tuz, saksı, cam [çünki ikisi çabuk<br />

kırılır], ekmek, süt, her ta’âm, içkiler, çalgılar, salîb, oyun âletleri, kapı, câmi’den<br />

ayakkabı, Kur’ân-ı kerîm, çocuk, her çeşid kitâb ve köpek çalmakla, mezâr soymakla,<br />

sahrâda saklı malı çıkarmakla, türbeyi, umûmî yerleri, vakf ve Beyt-ül-mâlı<br />

soymakla, alacaklısından alacağını veyâ benzerini çalmakla had lâzım gelmez.<br />

Meselâ, alacağı altın yerine, gümüş çalması câiz olur. İmâm-ı Şâfi’îye göre “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” parası yerine, borclusunun eline geçireceği, aynı kıymetdeki<br />

malını alabilir. Zarûret hâlinde Şâfi’î mezhebini taklîd etmek câiz olur.<br />

Zî-rahm-i mahrem olandan, başkasının malını dahî çalarsa kesilmez. Süt ile mahrem<br />

olandan çalarsa kesilir. Zî-rahm-i mahreminin malını, başkasının evinden çalarsa<br />

kesilir.<br />

Zevcesinden, zevcinden, zî-rahm-i mahrem kadın akrabâsının kocalarından<br />

ve zevcesinin zî-rahm-i mahrem erkek akrabâsından çalarsa kesilmez. Bu sonunculara<br />

(Ashâr) denir. Ganîmet malından, müşterîye açık olan hamamlardan ve dükkânlardan<br />

çalarsa, müsâfir ev sâhibinden çalarsa, bir hırsız çaldığı şeyi evden çıkarmadan<br />

yakalanırsa kesilmez.<br />

Umûmî yerlerde, meselâ mescidde, trende, vapurda, otobüsde sâhibinin yanında<br />

olan şeyi çalana, sâhibi uykuda iken bile olsa, had yapılır.<br />

Elini sandığa, birisinin yakasına, cebine, koluna sokarak çalanın kesilir. Hırsız<br />

eve girip eşyâyı toplasa, başkası da girip, hırsızı elinde olanlar ile birlikde yüklenip<br />

dışarı çıkarsa, yalnız hırsızın eli kesilir. Bunun gibi, nemâz kılan birinin üstüne,<br />

necâset bulaşık hayvân konsa, nemâzı bozulmaz. Çünki, necâset, nemâz kılanın<br />

üzerinde değil, hayvânın üzerindedir.<br />

Sağ eli kesildikden sonra, çaldığı bu malın bedelini ödemez. Mal mevcûd ise, sâhibine<br />

verilir. Satmış ise, yine sâhibine geri verilir. Sâhibi parasını müşterîye<br />

öder. Hırsızın, malı kullanması harâmdır. Müşterî kullanmış ise sâhibi müşterîden<br />

kıymetini ister. Müşterî de, hırsızdan fiyâtını geri ister.<br />

Eve hırsız gelip malı götürse, mal nisâb mikdârından az ise de, hırsızla döğüşmek<br />

câizdir. Malı bırakırsa döğüşülmez. Hırsızı öldürürse, yalnız diyet verir.<br />

5 — YOL KESMEK: Kadın, erkek, müslimân veyâ zimmî, bir veyâ çok kimse,<br />

gece veyâ gündüz, Dâr-ül-islâmda silâh kuvveti ile şehrler arası yollarda müslimân<br />

veyâ zimmîlere saldırırsa, bunlara kâtı’ı tarîk veyâ yol kesici veyâ eşkıyâ denir.<br />

Mal soymadan ve cân gaybı yapmadan ele geçerlerse, dövülür ve tevbe hâli görülünceye<br />

veyâ ölünceye kadar habs olunurlar.<br />

Eğer mal soymuş ve herbirine, sirkat nisâbı kadar düşmüş ise, had cezâsı olarak<br />

sağ eli ile sol ayağı veyâ tersleri kesilir.<br />

Eğer mal almayıp, insan öldürdüler ise, had cezâsı olarak öldürülürler. Meyyitin<br />

velîsi afv edemez. Çünki, had cezâsını kimse afv edemez. Afv etmek, Allahü<br />

teâlâya ısyân etmek olur.<br />

Hem nisâb mikdârı mal almış, hem de adam öldürmüş iseler, devlet reîsi, altı cezâdan<br />

dilediğini verebilir:<br />

1 — Bir eli ile bir ayağını keser, sonra öldürür.<br />

2 — Elini ayağını keser, sonra asar.<br />

3 — Elini ayağını kesmeden öldürür.<br />

4 — Öldürür, sonra asar.<br />

5 — Eli, ayağı kesilmeden asılır.<br />

6 — Yere bir direk diker. Buna, birbirlerine paralel, yatay iki direk takar. İki<br />

– 882 –


elini yukarıdaki, iki ayağını aşağıdaki yatay direğe bağlar. Karnına süngü sokup<br />

öldürülür. Öldükden üç gün sonra çıkarılıp, akrabâsına teslîm edilir. Kadın asılmaz.<br />

Mallar ele geçerse sâhiblerine geri verilir. Helâk olanları tazmîn etmezler.<br />

Eğer nisâb mikdârı mal almış ve yaralamış iseler, el ve ayak kesilir. Yaralama<br />

cezâsız kalır. Zîrâ kesmek ile tazmîn birlikde olmaz.<br />

Eğer nisâb mikdârı mal almamış ve öldürmemişler, yalnız yaralamışlar ise, hiç<br />

had yapılmaz. Nisâbdan az mal aldıkları zemân öldürseler bile, yine hiç had yapılmıyacağını<br />

imâm-ı Zeyla’î “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirmekdedir. Çünki, yol<br />

kesicilerin maksadı korkutarak mal almakdır. Mal almakla berâber öldürmek de<br />

olursa, mal almak için öldürmek zorunda kaldıkları anlaşılır. Hiç mal almadan öldürürlerse,<br />

maksadlarının, mal almayıp öldürmek olduğu anlaşılır ve ölüm haddi<br />

yapılır. Aldıkları mal nisâbdan az olup, öldürmek de bulunduğu zemân, maksadlarının<br />

öldürmek olmadığı anlaşılarak, hiç had yapılmaz ise de, öldürdükleri için<br />

kısâs veyâ diyet cezâsı verilmesi ve aldıkları malları tazmîn etmeleri lâzım gelir.<br />

Yol kesenler, döğüşürken öldürülürse, yıkanmaz ve nemâzları kılınmaz. Sonradan<br />

had ve kısâs cezâları ile öldürülünce, yıkanır ve nemâzları kılınır.<br />

Eğer mal almış ve öldürmüşler, fekat yakalanmadan önce tevbe etmişler ise, veyâ<br />

âkıl bâlig değilse veyâ yolculardan birinin zî-rahm-i mahremi ise veyâ yolculardan<br />

birkaçı, ötekileri soyarsa veyâ şehrde yol keserse had yapılmaz. Yapdıkları zararı<br />

tazmîn ederler, öderler. Ya’nî, katl ve yaralama varsa, velî kısâs isteyebilir. Mal<br />

zâyı’ olmamış ise geri verir, helâk olmuş ise, kıymetini öder.<br />

[(Mecelle)nin yetmişaltıncı maddesinde, (Mahkemede da’vâ açandan şâhid istenir.<br />

Da’vâlı inkâr ederse, yemîn etdirilir) diyor. Önce, da’vâcıya şikâyeti sorulur.<br />

Sonra, da’vâlının vereceği cevâb sorulur. Da’vâ olunan, suçunu ikrâr ederse,<br />

hâkim da’vâcıya hak verir. Da’vâ olunan, suçu inkâr ederse, hâkim da’vâcıdan iki<br />

şâhid ister. Şâhidlerle isbât ederse, hâkim da’vâ olunana, şâhidler için ne dersin,<br />

der. Kabûl ederse, da’vâcının haklı olduğuna karâr verilir. Şâhidler yalan söyliyor<br />

derse, hâkim, şâhidleri, güvendiği iki kişiden, önce mektûbla, sonra mahkemede<br />

sözlü olarak sorar. Şâhidlerin âdil oldukları anlaşılırsa, da’vâcı mahkemeyi kazanır.<br />

Âdil oldukları anlaşılmazsa, da’vâcıdan yeniden şâhid istenir. Da’vâcı şâhid bulamazsa,<br />

kendisine da’vâ olunandan yemîn ister misin denir. İsterse, hâkim da’vâ<br />

olunana yemîn etdirir. Yemîn istemezse veyâ da’vâcı yemîn ederse, hâkim da’vâyı<br />

red eder. Yemîn etmezse, da’vâcı mahkemeyi kazanır. Kâfir ve mürted ve münâfık,<br />

müslimâna karşı şâhid ve hâkim olamaz. Böyle hâkimin hükmü sahîh olmaz.<br />

Yetmişyedinci maddesinde, (Birşeyin değişdiğini söyliyenden şâhid istenir.<br />

Değişmedi diyene yemîn etdirilir) diyor. Mal gasb eden, malın telef olduğunu söyleyip,<br />

değerini vermek isteyince, mal sâhibi, telef olmadı, malımı isterim dese, gasb<br />

eden kimse, iki şâhid getirirse mahkemeyi kazanır.<br />

Yetmişdokuzuncu maddede, (Suçunu ikrâr eden, söyliyen kimse, cezâsını çeker.<br />

Sözümden vazgeçdim demesi dinlenmez) diyor. Binaltıyüzyetmişaltı [1676]. cı<br />

ve sonraki maddelerde diyor ki, (Beyyine, kuvvetli delîl, huccet demekdir. Tevâtür,<br />

yalan üzerinde birleşmeleri akla uymıyan cemâ’atin verdikleri haberdir. Tevâtürde<br />

adâlet aranmaz. Tevâtür ilm-i yakîn ifâde eder. Tahlîf, iki hasmdan birine<br />

yemîn etdirmekdir.<br />

Şehâdet, birinin başkasında hakkı bulunduğunu bildirmek için, hâkim karşısında<br />

ve iki hasmın yanında, şehâdet ederim diyerek haber vermekdir. Kul hakları için<br />

iki erkek veyâ bir erkekle iki kadın şehâdet eder. Şâhidlerin çok olmasının kıymeti<br />

yokdur. Muhâkeme dışında yapılan şehâdet mu’teber değildir. Şâhidlerin gördüklerini<br />

haber vermeleri lâzımdır. İşitdim diyerek, şâhid olmak câiz değildir.<br />

Kul haklarında şâhidlik yapabilmek için önce da’vâ açılmış olması şartdır. Tevâtür<br />

ile bilinene uymıyan beyyine kabûl olunmaz. Beyyine şâhid mevcûd olma-<br />

– 883 –


sı demekdir. Beyyine, bir hakkı bildirmek içindir. İnkâr olunan şey için şâhidlik<br />

yapılmaz. Şâhid ile da’vâlı arasında düşmanlık bulunmamak lâzımdır. Şâhidin<br />

âdil olması şartdır. Âdil, hasenâtı, seyyiâtına gâlib olan kimsedir. Şâhidlerin sözleri<br />

birbirine uymazsa, şehâdetleri makbûl olmaz. Şehâdet etdikden sonra vaz geçen<br />

şâhid ta’zîr olunur ve hükm olunan malı tazmîn eder.)]<br />

ŞÂHİDLİK: (Tercemet-ül-muhtasar) adındaki (Nikâye)nin fârisî şerhınde diyor<br />

ki: Birinin başkasında bulunan hakkını haber verene (Şâhid) denir. Şâhid, üzerinde<br />

hak bulunandan öğrendiği veyâ başkasından işitdiği hakkı, mahkemede şehâdet<br />

eder. İhbar üç dürlü olur: a) Yukarıda bildirdiğimiz şâhidlikdir. b) Kendinin<br />

başkasında bulunan hakkını haber vermekdir. Buna (Da’vâ açmak) denir. c)<br />

Başkasının kendinde olan hakkını, ihbâr etmekdir. Buna (İkrâr) etmek denir. Şâhidlik<br />

söz ile olur, yazı ile olmaz. [Vakf sonu.]<br />

Da’vâcının istediği zemân şâhid olmak vâcibdir. Bildiğini kâdîdan [ya’nî hâkimden]<br />

gizlemek câiz değildir. Had cezâlarında ise, bildiğini gizlemek efdaldir. Zinâ<br />

için dört erkek şâhid, kısâs için ve diğer had cezâları için iki erkek şâhid lâzımdır.<br />

Had ve kısâsda kadınların şâhidliği kabûl edilmez. Bekâret ve velâdet ve kadın aybları<br />

için bir kadın, başka haklar için iki erkek yâhud bir erkek ile iki kadın şâhid<br />

lâzımdır. Şâhidin âdil olması ve şehâdet ederim demesi lâzımdır. Büyük günâh işlemiyen<br />

ve küçük günâha devâm etmeyen ve hasenesi seyyiesinden çok olan müslimâna<br />

(Âdil) denir. Raks ile, söz ile [şarkı, çalgı ile] başkalarını eğlendirenin şâhid<br />

olamıyacağı, (Mecelle)nin 1705. ci maddesinde yazılıdır. Müslimânı seb’ etmek,<br />

kötülemek büyük günâhdır. Adâleti giderir. Bunun için, vehhâbîlerin ve şî’îlerin<br />

şâhidlikleri kabûl olmaz. Had ve kısâsdan başka şeylerde, başkasından işitmekle<br />

de şâhidlik yapılır. Böyle, şâhid sayısı iki kat olmak lâzımdır. Yalancı şâhidlik, büyük<br />

günâhdır. (Mecelle)nin 1660. cı maddesinde diyor ki, (Ödünc vermekden veyâ<br />

satışdan ve kirâdan, vedî’a, âriyet, vergi, mülk, akar ve mîrâsdan olan şahsî alacakları<br />

için, onbeş hicrî sene özrsüz terk edilmiş da’vâlar, borclu inkâr ederse, dinlenmez.<br />

Ya’nî mürûr-i zemâna uğrarlar. Fekat, alacaklıların hakkı zâyı’ olmaz.<br />

Ya’nî, borclu ikrâr edince, borcunu ödemesi her zemân lâzım olur).<br />

İki kimsenin, aralarında uyuşamadıkları kul hakkı için, bir veyâ birkaç müslimânı<br />

hâkim ta’yîn etmeleri câizdir. Buna, (Tahkîm) denir. Hâkimin âdil ve fıkh bilgisi<br />

olması şartdır. [Rûh-ul Mecelle 1793.] Bu hâkimin vereceği hükme itâat etmeleri<br />

lâzımdır. Ta’yîn etdikleri kimsenin kâdîlık şartlarına mâlik olması lâzımdır. Kâfir<br />

ve fâsık tahkîm edilmez. Kısâs ve hudûdda tahkîm câiz değildir. Bunun hükmü<br />

bir üçüncü şahsa şâmil olmaz. Meselâ, ayblı olan malın satıcıya reddine karâr verirse,<br />

bu satıcı da, kendine satana red edemez. İkisinden birinin ikrâr etmesi veyâ<br />

nükûl etmesi, ya’nî vazgeçmesi ile veyâ şâhidleri dinlemek ile karâr verir. Kardeş,<br />

ana, baba, evlâd ve zevcesi için hâkim olmak câiz değildir. Hükm vermeden<br />

evvel, herbiri hâkimi azl edebilir. Verdikden sonra azl edemez, meşrû’ ve fitneye<br />

sebeb olmıyan hükmünü red edemezler. [Mecelle 1841.]<br />

23 — TA’ZÎR<br />

Ta’zîr, edeblendirmek demekdir. İslâmiyyetde, hadden dahâ hafîf cezâ ile cezâlandırmakdır.<br />

Ta’zîr cezâları çeşidlidir. Tenbîh, ihtâr, tekdîr ve döğmek ve habs ve<br />

öldürmeğe kadar gider. Suça ve şahsa uygun olanı verilir. Haddin en hafîfi, kölenin<br />

cezâsı olan kırk sopadır. Bunun için ta’zîr, otuzdokuz sopaya kadar olur. En azı<br />

üç sopadır. Hâkim dilediği kadarını vurdurur. Âlimlere, yüksek me’mûrlara ihtâr<br />

etmek yetişir. Ba’zılarına, mahkemeye çağırıp tekdîr etmek yetişir. Kaba kimseler<br />

dayak ve habs ile ta’zîr olunur. Mal almakla ve para cezâsı ile ta’zîr olmaz. Ta’zîrin<br />

cinsini ve cezâsının mikdârını hâkim takdîr eder. Ta’zîrde sopa, had cezâlarından<br />

dahâ kuvvetli vurulur. Had cezâlarında, en kuvvetli sopa zinâda, sonra içki-<br />

– 884 –


de, en hafîf kazfde vurulur.<br />

Ta’zîr, katl etmekle de olur. Bir adamı yabancı kadınla zinâ hâlinde gören<br />

kimse, bağırmakla veyâ döğmekle ayıramıyacağını anlarsa, katli câiz olur. Kadın<br />

zinâya râzı olmuş ise, kadın da öldürülebilir. Zevcesini veyâ mahremini zinâ hâlinde<br />

gören, onu da, adamı da birlikde öldürür. Başka sûretle korkutmağa lüzûm<br />

yokdur. Bir kadın veyâ oğlan, kendisini zorlıyan adamı öldürebilir. Bütün bunlarda<br />

öldürenin isbât etmesi lâzımdır ki, kolay birşey değildir. Kadını aldatıp kocasından<br />

ayıran kimse, kadını verinciye veyâ ölünciye kadar habs olunur.<br />

Zulm ile, yol kesmekle, soygunculukla ve kul hakkı olan büyük günâhları, hırsızlık,<br />

lûtîlik yapmakla meşhûr olanları günâh işlerken görenler, başka şey ile<br />

mâni’ olamadıkları zemân, öldürmeleri herkese câiz, hattâ sevâbdır. Hâkimlerin<br />

öldürmesi ise vâcibdir.<br />

Ta’zîr, memleketden nefy ederek, sürerek ve evini yıkarak da olur. Halka eziyyet<br />

edenler, zinâyı âdet eden bekârlar nefy olunur. Çalgı çalınan evin hurmeti kalmaz.<br />

Halîfe Ömer “radıyallahü anh” şarkıcı kadının evine girip kamçı ile vurdu.<br />

Başı açıldı. Soruldukda, harâm işlemeği âdet edindiği için, hurmeti kalmamışdır.<br />

Câriye hâline gelmişdir buyurdu. Fıkh âlimlerinden Ebû Bekr-i Belhî “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”, bir köye gitdi. Dere kenârında, kadınlar, başları ve kolları açık<br />

toplanmışlardı. Niçin kadınların yanına geldin dediklerinde, bunların hurmetleri<br />

kalmamışdır. Îmânları şübhelidir. Kâfir kadınları gibidirler buyurdu. İkinci<br />

kısmda, otuzsekizinci maddeye bakınız!<br />

Her müslimân, günâh işlemekde olana ta’zîr yapar. İşledikden sonra ise, ancak<br />

hâkim yapar. Müslimân, şerâba tuz katdım. Sirke yapacağım dese de, şerâb şişesi<br />

kırılır. Zimmî, müslimânlar arasında şerâb satınca, bunun şişeleri de kırılır. Bu<br />

şişeleri ve çalgıları kıran tazmîn etmez. Hadîs-i şerîfde, (Günâh işliyeni gören, eli<br />

ile mâni’ olsun. Buna gücü yetmezse, dili ile mâni’ olsun!) buyuruldu. Kaba avret<br />

olmıyan yeri açık gezene nasîhat verilir. Fitne çıkacak ise, emr-i ma’rûf yapılmaz.<br />

Kaba avreti açık olana sert söylenir. İnâd ederse döğülür. Had cezâları böyle değildir.<br />

Bunları yalnız devlet yapar. Kul hakkı karışan günâhlarda da yalnız hâkim<br />

ta’zîr eder. Bunun için hak sâhibinin da’vâ açması lâzımdır. Yabancı kadına bakmak,<br />

dokunmak, halvet etmek, şerâb satmak, çalgı çalmak, fâiz alıp vermek bu günâhlardandır.<br />

[(Hadîka)da dil âfetlerini anlatırken diyor ki, (Emr-i ma’rûfu ve Nehy-i münkeri<br />

el ile yapmak, devlet adamlarına, dil ile yapmak, din adamlarına, kalb ile yapmak<br />

da her müslimâna farzdır. El ile yapmağa (İhtisâb) ve (Hisbet) denir. Dil ile<br />

yapmağa (Va’z) ve (Nasîhat) denir. Hisbet yaparak çalgıları, içki şişelerini kırmak<br />

yalnız devlet me’mûrlarının vazîfesi olduğu için, başkaları kırarsa tazmîn eder, öderler.<br />

Hisbet yapmak, din adamlarına farz değil ise de, günâh işlenirken mâni’ olmaları<br />

câizdir. Fekat, din adamı hisbet yaparken fitne uyandırmamalıdır. Ya’nî, kendinin<br />

ve müslimânların dînine veyâ dünyâsına zarar gelecek olursa, hisbeti terk etmesi<br />

vâcib olur. Hisbet yaparken kendinde kibr, riyâ, sû’i zan, meşhûr olmak düşüncelerinin<br />

hâsıl olması ve müslimânı hakâret, techîl etmesi, fitne olur. Câiz<br />

olan birşeyi yapmak harâm işlemeğe sebeb olursa, bunu yapmak da harâm olur.<br />

Zinâ ederken görünce öldürmek câiz olur denildi. Vâcib olur denilmedi. Bağırarak<br />

önlenemezse câiz olur ve öldürülünce, zinâ etmekde olduğunu iki şahîd ile isbât<br />

etmesi lâzım olur. Zinâ edenin ikisini de öldürmeyip, suçlarını örtmek dahâ iyi<br />

olur. Câiz olmak başkadır, vâcib olmak başkadır. Hadîs-i şerîflere, kendine göre<br />

ma’nâ vererek, vâcib olmıyan şeyi yapmağa kalkışmamalıdır. Fitne çıkarmamağa<br />

dikkat etmelidir. Öldürüleceğini muhakkak bilenin cihâd yapması câiz olmaz.<br />

Öldürüleceğini bilenin şartlarına uygun hisbet yapması câiz olur ve ölünce şehîd<br />

olur. Fekat, fitne çıkacağını bilenin hisbet yapması câiz olmaz. Zâlim devlet adamlarına,<br />

Allah rızâsı için, dil ile emr-i ma’rûf yapmak da böyledir)].<br />

– 885 –


(Behcet-ül-fetâvâ) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, hür çocukları, aldatıp,<br />

yakalayıp, bunları esîr diyerek, köle diyerek satan kimse, şiddetle döğülür,<br />

habs olunur. Bunu huy edinmiş ise, hâkim tarafından ölüm cezâsı verilir.<br />

Bir kimse, birini haksız döğerse, o da bu kimseyi döğerse, hâkim ikisini de<br />

ta’zîr eder. Ta’zîre, önce döğenden başlanır. Had cezâsı olmıyan suçlara tam karşılığını<br />

yapmak câizdir. Afv etmek ise, çok sevâb olur.<br />

Hâkim habsi ve bağlamağı ve döğmeği birlikde yapabilir.<br />

Müslimânları dili ile, eli ile, haksız inciten ta’zîr olunur. Kendi oğluna, kâfire söğen,<br />

kazf eden ta’zîr olunur. Malı toplayıp, dışarıya çıkarmadan yakalanan hırsız<br />

ta’zîr olunur. Tenbellikle nemâz kılmıyan, kan akıncaya kadar döğerek ta’zîr<br />

olunur. Kadın irtidâd ederse, otuzdokuz sopa vurarak ve habs ederek islâma gelmesi<br />

cebr olunur. Fısk ile meşhûr olana veyâ fıskı hâkim tarafından bilinen kimseye<br />

fâsık diyen ta’zîr olunmaz. Fâsık diyen, onun fıskını misâl ile isbât ederse yine<br />

ta’zîr olunmaz. Meselâ, yabancı kadını öpdüğünü iki şâhidle isbât etmelidir. Bu<br />

takdîrde, fâsık ta’zîr olunur.<br />

[TENBÎH: Allahü teâlânın hakkı bulunan bir günâhı işliyeni gören kimsenin,<br />

bir şâhid yanında ta’zîr yapması lâzımdır. Bir müslimâna fâsık diyen kimsenin ta’zîr<br />

edilmesi, o müslimânın hakkını korumak içindir. Bu kimse, kendini, o müslimânın<br />

hakkı olan ta’zîrden kurtarması için beyyine, ya’nî iki şâhid ile sözünü isbât etmesi<br />

lâzım olmakdadır.<br />

Bir müslimâna, yâ zânî veyâ bu ma’nâda türkce çirkin şeyler söyliyen kimse, kazf<br />

haddinden kurtulmak için, misâl göstermeden sözünün doğru olduğunu şâhid ile<br />

isbât ederse, kabûl edilir.<br />

Öğrenmesi farz veyâ vâcib olan fıkh bilgilerini öğrenmemek fıskdır. Fâsıkların<br />

şâhidliği kabûl olmadığı için, şâhidlere i’tirâz olunduğu zemân, hâkim şâhidlere fıkhdan<br />

sorar. Bilmezlerse, red olundukları gibi, ta’zîr de olunurlar. İbni Âbidîn önsözünde<br />

buyuruyor ki, (Kur’ân-ı kerîmden nemâz kılacak kadar ezberlemek farzdır.<br />

Bunu öğrendikden sonra, fıkh bilgilerinden farz-ı ayn olanları öğrenmek,<br />

Kur’ân-ı kerîmin fazlasını ezberlemekden dahâ iyidir. Çünki, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemek,<br />

ya’nî hâfız olmak farz-ı kifâyedir. İbâdetler ve mu’âmelât için lâzım olan<br />

fıkh bilgilerini öğrenmek ise farz-ı ayndır. Halâlden, harâmdan ikiyüzbin mes’eleyi<br />

ezberlemek lâzımdır. Bunların bir kısmı farz-ı ayndır. Bir kısmı da farz-ı kifâyedir.<br />

Herkese, işine göre, lüzûmlu olanlar farz-ı ayn olur. Fekat hepsini öğrenmek,<br />

Kur’ân-ı kerîmi ezberlemekden dahâ iyidir. Tefsîr ile vakt geçirmek doğru değildir.<br />

Çünki, tefsîr ile, va’z ve kıssa öğrenilir. Fıkh okuyarak, halâli, harâmı öğrenmelidir.<br />

Allahü teâlâ (Hikmet)i övdü. Tefsîr âlimlerinin çoğu (Hikmet, fıkhdır) dedi.<br />

Bir fıkh âlimi, bin zâhidden dahâ kıymetlidir. Fıkh bilgileri, dört mezhebin âlimlerinden<br />

öğrenilir. Dört mezhebden birinde bulunmıyan fıkh bilgisi câiz değildir.<br />

Tefsîr ilminin kâ’ideleri kurulmamış, kollara ayrılmamış, sonuna varılmamışdır. Her<br />

âyetin çok tefsîri vardır. Hepsini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez). (Hadîka)da,<br />

üçyüzyirmidördüncü sahîfeden başlıyarak buyuruyor ki, (Ehl-i sünnet i’tikâdını ve<br />

farzları, harâmları öğrenmek farzdır. Bunları öğretmek ve kendine lâzım olandan<br />

başka fıkh bilgilerini öğrenmek ve Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini ve hadîs ilmini öğrenmek<br />

farz-ı kifâyedir. Fıkh bilgileri, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden öğrenilmesi<br />

farz olan bilgilerdir. Fıkh kitâbı okuyan mukallidler, âyetden ve hadîsden<br />

hükm çıkarmak ihtiyâcından kurtulur. Farz-ı kifâye olanları bilen, yapan var<br />

iken, bunları öğrenmek müstehab olur. Bunları yapmak nâfile ibâdet olur. Yalnız,<br />

cenâze nemâzı böyle değildir. Velîsi kılınca, başkalarının tekrâr kılması câiz olmaz.<br />

Nemâz kılacak kadar Kur’ân-ı kerîm ezberliyen kimsenin, boş zemânlarında dahâ<br />

çok ezberlemesi, nâfile nemâz kılmasından dahâ çok sevâb olur. İbâdetlerinde<br />

ve günlük işlerinde lâzım olan fıkh bilgilerini öğrenmesi ise, bundan dahâ çok<br />

sevâb olur. Lüzûmundan fazla fıkh bilgilerini öğrenmek de, nâfile ibâdetlerden da-<br />

– 886 –


hâ sevâbdır. Lüzûmundan fazla fıkh bilgisi öğrenirken, tesavvuf bilgilerini ve hakîmlerin,<br />

ya’nî Allahü teâlâya ârif olanların sözlerini ve hâl tercemelerini öğrenmesi<br />

de müstehab olur. Bunları okumak, kalbde ihlâsı artdırır. Fıkh bilgilerini, derin<br />

âlimler, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlardır. Bunlar, ancak<br />

fıkh kitâblarından ve fıkh âlimlerinden “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”<br />

öğrenilir).<br />

Görülüyor ki, tefsîr okumak farz-ı kifâyedir. Fıkh kitâbları varken, din bilgilerini<br />

tefsîrlerden öğrenmeğe kalkışmak, nâfile ibâdet olur. Farz-ı ayn olan fıkh kitâblarını<br />

okumağı bırakıp, nâfile olan tefsîr okumak, câiz değildir. Zâten, bizim gibi<br />

mukallidlerin, tefsîrden fıkh bilgisi öğrenmesi imkânsızdır. Cehenneme gidecekleri<br />

bildirilen yetmişiki fırkanın âlimleri, tefsîrlerden yanlış ma’nâ anladıkları<br />

için, sapıtdılar. Âlimler sapıtınca, bizim gibi câhillerin tefsîrden ne anlıyabileceğimizi<br />

düşünmeliyiz! Doğru yazılmış tefsîrleri okuyan câhiller, böyle felâkete düşerse,<br />

Mehmed Abdüh, Ömer Rızâ ve Seyyid Kutb gibi dinde reformcuların tefsîr adındaki<br />

kitâblarını okuyan acabâ ne olur? (Feth-ul-mecîd) vehhâbî kitâbı, gençleri aldatmak<br />

için yazdığı yalanlara, iftirâlara vesîka olarak, birçok yerinde (İmâd ibni<br />

kesîr)in tefsîrini göstermekdedir. Şâmdaki âlimlerden üstâd Abdülganî, 1391 [m.<br />

1971] baskılı (Fadl-üz-zâkirîn) kitâbında, (İbni kesîr tefsîri)ni okumamalıdır. Çünki,<br />

içinde dalâlât-i kesîre vardır demekdedir. Seyyid Kutb, son zemânlarında yazdığı<br />

(Fî-zılâl-il Kur’ân) kitâbında, Abdüh masonunu övüyor. Üstâdım dediği o sapık<br />

kimsenin yolunda olduğunu, tefsîrine onun yazılarını, fikrlerini koyduğunu bildiriyor.<br />

Önceleri bir felsefeci, bir sosyalist iken, son zemânlarında islâm dînini değişdirmeğe,<br />

kendi hulyâ ve sapık görüşlerini din bilgisi olarak yazmağa başlıyan bu<br />

adamın, mezhebsiz bir dinde reformcu [bir zındık] olduğu, son yazdığı kitâblarında,<br />

açıkca görülmekdedir. Muhammed Alî Sâbûnî ismindeki bir kimse de, 1391 [m.<br />

1971] senesinde Mekke-i mükerremede hâzırladığı (Revâi’ul-beyân) kitâbını,<br />

Ehl-i sünnet âlimlerinin yazıları ile doldurmuş ve aralarına Muhammed Sıddîk Hasen<br />

hân Bühüpâlî, Mahmûd Âlûsî, Seyyid Kutb ve İbni Kesîrin vehhâbîliği tervîc<br />

eden fikrlerini de karışdırmışdır. Bu zehrli kitâbları okumamalı, çocuklarımıza da<br />

okutmamalıyız. Bunları piyasaya sürenlerin yaldızlı reklâmlarına aldanmamalıyız].<br />

Müslimâna, (Ey kâfir) diyen [veyâ, müslimâna mason diyen, komünist diyen]<br />

ta’zîr olunur. Onu kâfir i’tikâd ederse, kendisi kâfir olur. Müslimân, kendine kâfir<br />

diyene, efendim gibi kabûl gösteren cevâb verirse, o da kâfir olur.<br />

Ey habîs, ey sapık, ey fâcir diyen ta’zîr olunur. Fâcir, kavgacı, geçimsiz demekdir.<br />

Ey muhannes diyen ta’zîr olunur. Muhannes, kadın gibi olan erkeğe denir. Hâin<br />

diyen ta’zîr olunur. Hâin, emânete hıyânet eden, fenâlık eden kimsedir. Sefîh,<br />

pelîd, ahmak, mubâhî, avânî, lûtî, zındık, hırsız, deyyûs, kaltaban, ey şerâb içici,<br />

ey fâizci diyen ta’zîr olunur. Sefîh, parasını harâm yerlere saçan kimsedir. Pelîd,<br />

habîs, kötü demekdir. Ahmak, aklı az, kötü huylu demekdir. Mubâhî, harâmlara<br />

halâl diyendir. Avânî, suçsuzları, iftirâ ederek mahkemeye sürükliyendir. Zındık,<br />

müslimân görünen kitâbsız kâfir demekdir. Deyyûs, zevcesinin nâmûssuzluğunu<br />

hoş görendir. Buna kaltaban ve pezevenk de denir. Lûtî, pédèraste ya’nî puşt demekdir.<br />

Ey münâfık, ey yezîdî, mübtedi’, yehûdî, nasrânî, kahbenin oğlu diyen ta’zîr olunur.<br />

Münâfık, kâfir olduğu hâlde müslimân görünen kimsedir. Yezîdî, hazret-i Alîye<br />

düşman olan, şeytâna tapınandır. Mübtedi’, bid’at sâhibi olandır. Bid’at, Ehl-i<br />

sünnete uymıyan her inanış demekdir. Kahbe, ücretli fâhişe, genel ev kadını demekdir.<br />

İki imâma göre “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”, kahbenin oğlu demek, zâniye<br />

oğlu demek olup had vurulur. Orospu oğlu demek de böyledir.<br />

Nâmûssuzun oğlu, fâcirenin oğlu, kâfirin oğlu, fâsıkın oğlu, hırsızların yuvası,<br />

zânîlerin başı, harâmzâde, oğlancı diyen ta’zîr olunur. Piç diyene had vurulur.<br />

Kendine deyyûs diyen veyâ böyle meşhûr olan, bunu halâl bilmedikce öldürül-<br />

– 887 –


mez. Şiddetle ta’zîr olunur. Bir fâsık tevbe etse ve bir dahâ günâh işlersem, şu kimse<br />

râfızî olsun, kâfir olsun derse, günâh işleyince, o kimse kâfir olmaz. Söyliyenin<br />

yemîn keffâreti vermesi lâzım olur. Onun kâfir olmıyacağını bilmezse, kendisi kâfir<br />

olur. Çünki, başkasının küfrüne râzı olan kâfir olur.<br />

Eşek, domuz, köpek, maymun, öküz, ayı, yılan diyen ta’zîr olunmaz. Yalan olduğu<br />

meydânda olup, kendini kötülemekdedir. Kötülük, söyliyene râci’ olursa,<br />

ta’zîr yapılmaz. Çünki ta’zîr, harâm işleyene ve sözü ile, hareketi ile, işâreti ile, müslimâna<br />

haksız olarak eziyyet verene yapılır.<br />

Birisine hırsız deyip de isbât edemiyen, ta’zîr olunmaz. Birisine fâhişe, orospu<br />

deyip de isbât edemiyene kazf haddi lâzım olur.<br />

Ta’zîrin çoğunda, Allahü teâlânın hakkı ve kul hakkı birlikde vardır. Fekat kul<br />

hakkı dahâ çokdur. Kazfde de iki hak karışıkdır. Fekat, kazfde kul hakkı dahâ azdır.<br />

Bunun için, hadler afv edilmez. Ta’zîr ise, incitilen kimsenin afv etmesi ile sâkıt<br />

olur. Fekat, kul hakkını hâkim afv edemez. Bir kimse, birini çeşidli kelimelerle<br />

veyâ birkaç kişiyi bir kelime ile söğse, herbiri için ayrı ayrı ta’zîr olunur. Çünki<br />

kulların hakları birbirleri yerine geçmez. Had cezâları ise tedâhul eder. Ta’zîrde,<br />

söğen inkâr ederse, yemîni kabûl edilerek, afv olur.<br />

Yabancı kadını öpmek ve günâh işlenen yerde bulunmak gibi ta’zîr lâzım gelen<br />

ba’zı suçlarda, yalnız Allah hakkı bulunduğu için, ta’zîr edilmesi afv ve yemîni kabûl<br />

edilmez. Bunu yalnız devlet reîsi afv edebilir.<br />

Nemâz kılan biri, eli ile veyâ dili ile insanları incitiyorsa, bunu ıslâh için devlete<br />

haber vermek câizdir. Yalnız Allah hakkı olan ta’zîrlerde, âdil bir kimsenin haber<br />

vermesi ile hâkim ta’zîr eder. Çünki, kul hakkı karışmıyan suçlarda hâkim kendi<br />

bilgisi ile karâr verebilir. Haber, yazı ile verilebilir.<br />

Şerâb, içki satın alan, içen ve nemâz kılmıyan habs olunur ve döğülür, sonra çıkarılır.<br />

Adam öldürmekle, hırsızlıkla, insan döğmekle ittihâm olunan, tevbe etdiği<br />

hâlinden anlaşılıncaya kadar uzun süre habs olunur. Çünki, bunun zararı herkesedir.<br />

Öncekilerin ise, kendilerinedir. Zimmîye söğen müslimân ta’zîr olunur.<br />

Zimmîye söğmek günâhdır. Yehûdînin, mecûsînin yüzüne karşı, yâ kâfir demek günâhdır.<br />

Onlar kendilerini kâfir bilmiyor. Kâfir denilince inciniyorlar.<br />

Kadının, zevcine karşı, meşrû’ olan zînetlerini giyinerek, takarak güzel koku sürünerek<br />

süslenmesi lâzımdır ve çok sevâbdır. Bunu bildiren hadîs-i şerîfler,<br />

(Şir’atül-islâm şerhi) 465. ci sahîfesinde de yazılıdır. Süslenmezse ve gusl abdesti<br />

almazsa, haksız yere evden iznsiz çıkarsa, yatağına gelmezse, küçük çocuğunu<br />

ağlayınca, döğerse, zevci buna nasîhat verir. Nasîhati dinlemezse veyâ zevcine söğerse,<br />

nâ-mahreme yüzünü açarsa, âdetden fazla malını iznsiz verirse, had cezâsına<br />

girmiyen herhangi bir günâhı işlerse, zevcin bunu ta’zîr etmesi, ya’nî açık eli<br />

veyâ mendil ile hafîf vurması câiz olur. Başka sebeblerle hafîf dahî vuramaz. [Kadının<br />

yüzü avret değil ise de, fitneye sebeb olursa, örtmesi lâzım olur.] Nemâz kılmadığı<br />

için ta’zîr etmez. Çünki, nemâzın fâidesi zevc için değildir. Baba bâlig olmıyan<br />

oğlunu nemâz kılmadığı ve oruc tutmadığı için ta’zîr eder. Ana ve vasî de,<br />

baba gibidir. Büyük oğul, yabancı gibidir.<br />

Anası, babası günâh işliyen çocuk, bunlara bir kerre nasîhat eder. Kabûl etmezlerse,<br />

susar. Onlara düâ eder. Genç ve dul anası, düğünlere, fitne olan yerlere giderse,<br />

oğlu men’ etmez. Hâkime haber verir. Hâkim men’ eder.<br />

Çocuğun, Kur’ân-ı kerîmi, edebleri ve farzları, harâmları, Ehl-i sünnet i’tikâdını<br />

öğrenmesi için babası ikrâh eder, zorlar. Çocuğunu döğdüğü işlerde, yetîmi<br />

de döğebilir. Çocuk ve zevce sopa ile döğülmez. El ile, mendil ile vurulur. Ayakla,<br />

yumrukla vurulmaz. Kul hakkı olan suçlarda, çocuk ta’zîr olunur. İçki, zinâ, sirkat<br />

gibi, yalnız Allahü teâlânın hakkı olan suçlar için çocuk ta’zîr edilmez.<br />

Hâkimin had ve ta’zîr cezâsı verdiği suçlu, cezâlandırılırken ölürse, kimse<br />

– 888 –


mes’ûl olmaz. Zevc, zevcesini ve mu’allim talebesini ta’zîr ederken ölürse, tazmîn<br />

eder. Çünki, zevcin ta’zîri vâcib değil, mubâhdır. Ya’nî, islâmiyyet erkeğin zevcesini<br />

döğmesini aslâ emr etmemişdir. Hafîf vurmasına izn vermişdir. Zevcesini aşırı<br />

döğen zevc ve talebesini aşırı döğen mu’allim ta’zîr olunur. Haksız yere, hafîf döğerlerse<br />

de ta’zîr olunurlar. Dünyâ menfe’ati için, meselâ bir kız ile evlenebilmek<br />

için [veyâ midye gibi ve elektrikle öldürülerek leş olmuş hayvân gibi harâm şeyleri<br />

yiyebilmek için] mezhebini değişdiren ta’zîr olunur. Çünki, müctehid olmıyan<br />

kimsenin, dünyâ menfe’ati için, mezhebini değişdirmesi günâhdır. Dînini ve mezhebini<br />

beğenmemiş olur. Birinci kısm, 54. cü madde, 3. cü sahîfesine bakınız!<br />

İbni Âbidîn, (Redd-ül-muhtâr)ın ellibirinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Bir işin,<br />

bir ibâdetin sahîh olması için, dört mezhebden herhangi birine uygun olması lâzımdır.<br />

Ya’nî, o işin sahîh olması için, bir mezhebde uyulması lâzım olan şartların hepsine<br />

uygun olması lâzımdır. Bir ibâdeti yaparken, şartlarından biri bir mezhebe,<br />

başka biri de başka mezhebe uygun olursa, bu ibâdet sahîh olmaz. Meselâ, deriden<br />

kan akarsa, Hanefî mezhebinde abdest bozulur. Şâfi’î mezhebinde bozulmaz.<br />

Bir erkek, yabancı kadının derisine dokununca, Şâfi’îde, ikisinin de abdesti<br />

bozulur. Hanefîde ikisinin de bozulmaz. Derisinden kan aksa ve kadına da dokunsa,<br />

her iki mezhebe göre abdesti bozulur. Bu abdest ile kıldığı nemâz sahîh olmaz.<br />

(Bunun abdesti, bir mezhebe göre sahîh olmadığı zemân, diğer mezhebe göre<br />

sahîh oluyor. Nemâzı sahîh olur) denilemez. Bu kimse, iki mezhebi (Telfîk) etmekde,<br />

karışdırmakdadır. Böyle kimseye (Müleffık) denir. Müleffıkın ibâdetinin<br />

sahîh olmıyacağı sözbirliği ile bildirilmişdir. Bir ibâdetin bir şartı bir mezhebe, başka<br />

şartı da başka mezhebe göre sahîh olursa, bu ibâdet sahîh olmaz. Abdest alırken,<br />

başının bir parçasını mesh eden kimse, köpeğe değdikden sonra nemâz kılsa,<br />

bu nemâzı sahîh olmaz. Çünki, abdesti Mâlikîye göre sahîh değildir. Köpeğe dokununca,<br />

Şâfi’îye göre üstü necs olmuşdur. Bunun gibi, tehdîd ile, zor ile yapdırılan<br />

talâk Hanefîde sahîh olur. Boşadığı kadının kız kardeşini alabilir. Şâfi’îde ise<br />

sahîh olmaz. Bu adamın, her iki mezhebe uyarak, bu kızkardeşlerin ikisi ile birlikde<br />

evli yaşaması sahîh olmaz. Bunlar da (Telfîk) olur. Fekat bir kimse, bir ibâdeti,<br />

bir işi, bir mezhebin bütün şartlarına uyarak yapıp bitirdikden sonra, bunu tekrâr<br />

yaparken veyâ başka bir ibâdeti, başka bir işi yaparken, başka mezhebin şartlarına<br />

uyarak yapması, âlimlerin çoğuna göre sahîh olur. İhtiyâc olduğu zemân yapmak<br />

ise, sözbirliği ile sahîh olur. Hattâ bir mezhebin şartlarına uyarak yapılan bir<br />

işin, bir ibâdetin bu mezhebe göre sahîh olmadığı, başka bir mezhebe göre sahîh<br />

olduğu sonradan anlaşılsa, o mezhebe göre sahîh olduğunu düşününce, o mezhebi<br />

taklîd etmiş olur. O işi sahîh olur. [Çünki o ibâdeti kurtarmak için, mezheb taklîdine<br />

ihtiyâc hâsıl olmuşdur. Menfe’ati için, zevki için, çeşidli işlerini, çeşidli<br />

mezheblere uyarak yapmak telfîk olur. Bir ibâdeti kendi mezhebine göre yapmasına<br />

mâni’ olan bir özr hâsıl olunca, bu ibâdeti başka bir mezhebi taklîd ederek yapmak<br />

lâzım olduğu, gusl abdesti bahsinde bildirilmişdi. Başka mezhebi taklîd etmesine<br />

mâni’ olan ikinci bir özr de hâsıl olsa ve bu özr kendi mezhebine uymasına mâni’<br />

olmasa, bu ibâdeti, iki mezhebe göre de sahîh olmadığı hâlde, özr ile, ihtiyâc<br />

ile olduğu için, bu hâli telfîk olmaz. İbâdeti sahîh olur.] Başka bir mezheb taklîd<br />

edilirken, kendi mezhebinde mekrûh veyâ harâm olsa bile, o mezhebin farzlarına<br />

ve müfsidlerine uymak lâzımdır. Kendi mezhebinin harâm demesine bakılmaz).<br />

Mezhebleri telfîk eden ta’zîr olunur. (Seyf-ül-ebrâr) kitâbına bakınız!<br />

[Mâlikî mezhebinde, dokuz yaşına gelmiş kızın önünden, bir sebeb olmadan akan<br />

kırmızı, sarı veyâ bulanık kana (Hayz kanı) denir. Akmağa başlayınca, hayz olur.<br />

Devâm ederse, onbeş günden azı âdet olur. Fazlası istihâda olur. Sonraki ayda, âdeti<br />

değişirse, âdetlerinden en çoğunun üç gün fazlası hayz olur. Dahâ fazlası ve onbeş<br />

günden fazlası istihâda olur. Kürsüf kuru veyâ beyâz ıslak ise, hayzın kesildiği<br />

anlaşılır. Yetmiş yaşından sonra gelen kan hayz olmaz, istihâda olur. Kan, fâ-<br />

– 889 –


sılalarla devâm ederse, kesildiği günler temiz kabûl edilir. Temizliğin asgarî müddeti<br />

onbeş gündür. Onbeş günden evvel gelen kan, istihâda olur. Böyle temizlik<br />

müddeti sonsuzdur. Kesilip, onbeş gün sonra başlarsa hayz olur. Doğumdan evvel<br />

gelen kan, hayzdır. Karın yarılarak çocuk alınınca gelen kan nifâs olmaz. Nifâsın<br />

a’zamî müddeti altmış gündür. Onbeş gün kan kesilirse, tâhir olur. Sonra gelen<br />

hayz olur.]<br />

Kinâye, îmâ ile kazf eden ta’zîr olunur. Kinâye yolu ile söğen ta’zîr olunmaz. Birinin<br />

zevcesini aldatıp, nikâhlayan kimse, boşayıncıya veyâ ölünciye kadar habs olunur.<br />

Riyâ olarak vera’ ve takvâ gösteren ta’zîr olunur.<br />

Kul hakkı bulunan ta’zîr suçları, had suçları gibi, tevbe ile afv olmazlar.<br />

(Mecelle)nin ondokuzuncu maddesinde, (Birine zarar vermek ve zarar yapana<br />

karşılık olarak zarar yapmak câiz değildir) diyor. Mubâh işler, başkasına zarar verirse,<br />

câiz olmaz. Malı çalınan kimse, hırsızın veyâ başkalarının malını çalmağa hak<br />

kazanmaz. Zararları ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olarak gidermek hâkimin vazîfesidir.<br />

Zarar, kendi kadar veyâ dahâ çok zararla giderilmez.<br />

(Bahr-ül-fetâvâ)da diyor ki, (İçki satan müslimân, şiddetle ta’zîr olunur. Yolda<br />

bir kadını kucaklıyan, öpen ta’zîr olunur. Karşılığında had cezâsı bulunmıyan<br />

günâhları işliyen ta’zîr olunur. Ta’zîr cezâsı, yalnız don, gömlek ile ayakda iken sopa<br />

vurmak ile yapılır. Kocası ölen kadın, iddet zemânı temâm olmadan evlenirse,<br />

bunu bilerek alan kimse, şiddetle ta’zîr olunur. Zevci uzakda olan kadın ile evlenen<br />

kimse ta’zîr ve araları tefrîk olunur. Erkek şeklinde dolaşan kadın ve kadın<br />

şeklinde gezen erkek ta’zîr ve tevbe edinciye kadar habs olunurlar. Şarkıcı ve çalgıcı<br />

olan da böyledir. Birinin zevcesini zor ile kendi evine götüren, şiddetle ta’zîr<br />

olunur ve kadın kocasına teslîm edilir. Fâhişe kadını, komşuları evden, mahalleden<br />

atamazlar. Hâkim dayak ile veyâ habs ile ta’zîr eder.<br />

Sihr, büyü yapan ta’zîr olunur. İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” önsözde<br />

diyor ki, (Öğrenmesi harâm olan bilgilerden biri sihr ve kehânetdir. Sihr, ilme,<br />

fenne uymıyan gizli sebebler kullanarak, garîb işler yapmağı sağlıyan ilmdir. Sihri<br />

öğrenmek de, öğretmek de harâmdır. Müslimânları zarardan korumak için ve<br />

hayrlı işler yapmak için öğrenmek de harâmdır. [Demek ki, yapılmış büyüyü çözüp<br />

yok etmek, zevc ve zevce arasında muhabbet hâsıl etmek ve harbde düşmanı<br />

mağlûb etmek gibi fâideli işler için de sihr yapmak büyük günâhdır. Hayrlı iş<br />

yapmak için, bu büyük günâhı işlemenin câiz olmıyacağı (Hadîka)da, bütün bedene<br />

âid âfetler kısmında yazılıdır.] Zevcin zevcesini sevmesi için (Tivele) denilen<br />

sihri yapmak, hadîs-i şerîf ile nehy edilmişdir. Bunun harâm olduğu (Hâniye)<br />

fetvâsında da yazılıdır. Sihrde âyetlerden, me’sûr olan düâlardan başka şeyler yazılıdır.<br />

Sihrbazın ve zındıkın tevbeleri kabûl edilmez. Ben her istediğimi yaparım<br />

şeklinde küfre sebeb olan i’tikâdı olmasa dahî, fitne ve fesâda çalışdığı için, sâhirin<br />

hâkim tarafından ta’zîr olunması lâzımdır. Ta’zîri katl ile olur. Sihrde îmânı gideren<br />

birşey de yaparsa, kâfir olur. Kehânet, ileride olacak şeyleri haber vermekdir.<br />

Arrâf, falcı demekdir. Çalınan şeylerin yerlerini, çalanları ve sihr yapanları haber<br />

verir. Tecribe ile, hesâb ile değil, tahmîn ile, zan ile konuşurlar. Yâhud cinden<br />

öğreniyoruz derler).<br />

Kalbine, küfre sebeb olan şey gelen, bunu söylemese ve üzülse, îmânına zarar vermez.<br />

Îmânının kuvvetli olduğunu gösterir. Şeyhayne “radıyallahü teâlâ anhümâ” söğen,<br />

mürted olur. Katl olunur. Erkeklerin ipek giymeleri halâldir diyen kâfir olmaz.<br />

Zîrâ ihtilâflıdır. İslâmiyyete de mürâce’at edelim diyene, islâmiyyet ile işim yokdur<br />

diyen kâfir olur. Îmânını ve nikâhını tecdîd etmesi lâzım olur. Müslimânın hem islâmiyyete,<br />

hem de kanûna uyması lâzımdır. Mürted olup Dâr-ül-harbe gidenin<br />

malları vârislerine intikâl eder. Beyt-ül-mâlın olmaz. Müslimân oldum diyen zimmî<br />

tasdîk olunur. Kâfir, sünnet olmakla, müslimân olmaz. Müslimân câriyeyi satın<br />

alan zimmî şiddetle ta’zîr olunur. Câriyeyi müslimâna satması emr olunur. Müslimân-<br />

– 890 –


ların mahallesinde ev satın alan zimmînin, bu evi bir müslimâna satması emr olunur.<br />

Câmi’ civârındaki evlerini zimmîlere kirâya veren müslimâna, bunlardan<br />

alıp, nemâz kılanlara vermesi emr olunur. Zimmînin kâfir köle satın alması câizdir.<br />

Köle müslimân olursa, bunu müslimâna satması lâzım olur. Zimmî müslimân<br />

kadınla zinâ etse, yüz değnek had vurulur ve uzun zemân habs olunur. Bu kadın<br />

muhsan ise recm, değilse darb olunur. Gelini ile zinâ eden recm olunur).<br />

Fuhş söyliyen kimse ta’zîr olunur. Çünki, fuhş söylemek tahrîmen mekrûhdur.<br />

(Hadîka) kitâbında, dil âfetlerinin onbirincisinde diyor ki, fuhş, çirkin söz demekdir.<br />

Haddi aşan herşeye fâhiş denir. Burada, çirkin olan işleri başkalarına açık<br />

kelimelerle anlatmak demekdir. Cimâ’ için ve abdest bozmak için kullanılan kelimeleri<br />

söylemek böyledir. Bu kelimeleri söylemek fuhşdur ve tahrîmen mekrûhdur.<br />

Çünki bunları söylemek, mürüvvete ve diyânete uygun değildir ve hayâyı, utanmayı<br />

giderir ve başkalarını gücendirir. Mürüvvet, insanlık, erkeklik demekdir. Cimâ’ı<br />

ve abdest bozmağı anlatmak lâzım olduğu zemân, açık olarak söylememeli,<br />

kinâye olarak söylemelidir. (Kinâye), birşeyi, açık ma’nâları başka olan kelimelerle<br />

anlatmakdır. Edebli olan, sâlih olan, fuhş söylemeğe mecbûr olunca, kinâye<br />

olarak söyler. Meselâ, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, cimâ’ için dokunmak<br />

(lems) kelimesini söylemişdir. İbni Ebiddünyânın ve Ebû Nu’aymın “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhimâ” bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Fuhş söyliyenlerin Cennete girmeleri<br />

harâmdır) buyuruldu. Ya’nî, bunun azâbını çekmedikce Cennete girmezler.<br />

(Hadîka)dan terceme temâm oldu.<br />

(Berîka) kitâbında diyor ki, kalb âfetlerinin otuzaltıncısı, (Vekâhet)dir. Vekâhet,<br />

hayânın az olması demekdir. Hayâ, çirkin şey yapmakdan, ayblanmakdan çekinmekdir.<br />

Türkçede, utanmak, sıkılmak denir. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâdan<br />

hayâ ediniz!) buyuruldu. Allahü teâlâdan hayâ etmek, şehvetlerini, ya’nî<br />

nefsin isteklerini terk etmekle olur. Hayâsı olan, Allahü teâlâdan korkar. Onun,<br />

râzı olmadığı işlerden ve sözlerden kaçınır. Bir hadîs-i şerîfde, (Hayâ, îmândandır.<br />

Fuhş söylemek, cefâdandır. Îmân Cennete, cefâ Cehenneme götürür) buyuruldu.<br />

Hayâ ve îmân birlikde bulunur. Biri yok olursa, diğeri de yok olur. Kadın hayâsı,<br />

erkek hayâsından dokuz kat fazladır. Bir hadîs-i şerîfde, (Fuhş insanın lekesi, hayâ,<br />

zînetidir) buyuruldu. Hayânın en kıymetlisi, Allahü teâlâdan utanmakdır.<br />

Ondan sonra, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” hayâdır. Dahâ sonra, insanlardan<br />

hayâ etmekdir. (Berîka)dan terceme temâm oldu. Kâfirler, müslimânların<br />

îmânlarını yok etmek için, hayâlarını yok etmeğe çalışıyorlar. Pilâjlarda, futbol<br />

oyunlarında, sporlarda avret yerlerinin, edeb yerlerinin açılmasına önderlik yapıyorlar.<br />

Fuhş sözlere seks bilgisi diyorlar. Bu açıklıklara ve seks bilgilerine ilericilik<br />

ve lüzûmlu, fâideli diyerek gençleri hayâsız yapmak istiyorlar. Gençleri aldatmak<br />

için, medenî milletlerin yapdıklarını biz de yapacağız. Çağımıza ayak uyduracağız.<br />

Gericilikden kurtulacağız diyorlar. Kâfirler teknikde ilerledikleri, madde<br />

ve kuvvet üzerinde çok şey keşf etdikleri için, kâfirlik iyidir, fâidelidir denilebilir<br />

mi? Onların ibâdetlerini, kötülüklerini biz de yapalım denilebilir mi? Bir müslimân,<br />

Allahü teâlânın yasak etdiği şeyleri, kâfirlerin yapdıklarını ileri sürerek, övemez.<br />

Bunlar fâidelidir diyemez. Harâmlar hiçbir sebeble fâideli, iyi olamaz. Kâfirlerin<br />

yapdığı şeylerden islâm dîninin yasak etmediklerini, hattâ emr etdiklerini<br />

övmek ve yapmak ise, suç olmaz. Fen bilgileri, ağır sanâyı’ böyledir. Kâfirlere<br />

medenî etiketini koyduran da bu sâhadaki başarılarıdır. Müslimân, kâfirlerin bu<br />

başarılarını över. İslâm düşmanı ise, bu başarıları ileri sürerek, onların küfrlerini,<br />

ibâdetlerini, ahlâksızlıklarını ve islâmiyyetin yasak etdiği zararlı, kötü şeylerini över.<br />

Allahü teâlâ, din yolunda çalışanlara ve din bilgilerini, ma’rifetlerini, kerâmetleri,<br />

hârikaları öğretenlere râhat, huzûr veriyor. Dünyâ bilgilerinde, fende çalışanlara<br />

da aradıklarını veriyor. Kâfir milletler, yalnız fen bilgileri üzerinde çalışıyorlar.<br />

İslâm dînini insâf ile, temiz bir vicdân ile incelemiyorlar. Bunun için, fende iler-<br />

– 891 –


liyor, büyük endüstri kuruyorlar. Fekat, küfr pisliğinden, harâm ve kötü işlerinin<br />

zararlarından kurtulamıyorlar. Râhata, huzûra ve se’âdete kavuşamıyorlar. Fende<br />

ilerledikleri hâlde, râhat yaşıyamıyorlar. Çünki, küfrden ve harâm işlemekden,<br />

hep zarar, hep ziyân, hep fenâlık hâsıl olur. Sonu hep felâket olur. Îmândan, ibâdetlerden<br />

ve güzel ahlâkdan ise, dâimâ iyilik, râhatlık hâsıl olur. Fende ilerlediklerini<br />

ileri sürerek, kâfirlerin küfrlerini, islâmiyyete uymıyan işlerini övmek, câhillik<br />

ve şaşkınlıkdır. Müslimânlar, onlar gibi, fen bilgilerinde de çalışmağa, onlar<br />

gibi büyük fabrikalar kurmağa özenmelidir. Çünki, islâmiyyet bunu emr etmekdedir.<br />

İslâmiyyet, hem fen bilgilerinde çalışmağı, hem de güzel ahlâklı olmağı, herkese<br />

iyilik yapmağı emr etmekdedir. Müslimânlar, kâfirlerin, münâfıkların çıplak<br />

gezmelerini ve seks bilgisi adı altında fuhş söylemelerini fâideli zan etmemelidir.<br />

Bunları övmenin, müslimânların hayâlarını, îmânlarını çalmak için bir tuzak olduğunu<br />

bilmelidir. Bir işin, bir sözün fâideli veyâ zararlı olduğunu anlamak için, kâfirlerin<br />

yapıp yapmadıklarına değil, dînimizin emr veyâ yasak etdiğine bakmalıdır.<br />

24 — CİNÂYETLER<br />

(Redd-ül-muhtâr) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki: Cinâyet,<br />

yaralamak veyâ öldürmek demekdir.<br />

Katl, insan öldürmek demekdir. Öldürene kâtil, ölene maktûl denir. Beş dürlü<br />

katl harâmdır:<br />

1 — Amden, bilerek, istiyerek öldürmekdir. Öldürmek için, bir insanın herhangi<br />

yerine, bıçak, tabanca gibi öldürücü şeyle vurmakdır. Demirden olan herşey, bıçak<br />

demekdir. Her ma’den de demir gibidir. Ağaç, cam ve taşdan yapılan sivri, keskin<br />

şeyler de demir gibidir. Ateşde yakmak, ateşi sönmüş sıcak fırında, kaynar suda<br />

öldürmek de katldir. Ensesine, kalbine iğne sokup öldürmek, ağır şeyle döğerek<br />

öldürmek de iki imâma göre amden katldir.<br />

Amden adam öldürmek, küfre sebeb olan şeyleri [ihtiyârı ile] söylemekden dahâ<br />

büyük günâhdır. Çünki, küfr sözü söylemek için, ölüm ile zorlanan kimsenin,<br />

kalbi îmân ile dolu olarak söylemesi câizdir. Fekat, başkasını öldürmez isen seni<br />

öldürürüz deseler, ölümden kurtulmak için başkasını öldürmek câiz olmaz. Fekat,<br />

kalbinden mürted olmak, adam öldürmekden dahâ büyük günâhdır. Mü’mini<br />

amden katl eden kimse, kâfir olmaz. Mü’min olduğu için öldürürse veyâ öldürmek<br />

halâldir diyerek öldürürse, kâfir olur.<br />

Bir insanı haksız olarak, amden öldüren kimseye (Kaved) lâzım olur. Kaved, kısâs<br />

olarak, onu da öldürmek demekdir. Maktûlün velîlerinden biri afv ederse veyâ<br />

velî ile kâtil, belli bir mal, para ile uyuşurlarsa, kısâs yapılmaz. Uyuşulan mal<br />

alınır. (Berîka)da, (hıkd) kötü huyu anlatılırken yazılı hadîs-i şerîfde, (Kul haklarını<br />

ödeyen, her nemâzdan sonra onbir ihlâs-i şerîf okuyan ve kâtilini afv ederek<br />

ölen Cennete girecekdir) buyuruldu. Amden katlde, keffâret lâzım olmaz. Çünki,<br />

büyük günâhdır. Keffâret ise, ibâdetdir. İkisi bir araya gelemez. (Buhârî)deki<br />

hadîs-i şerîfde, (Ekber-i kebâir, birşeyi Allahü teâlâya ortak etmek, adam öldürmek,<br />

anaya, babaya karşı gelmek, yalancı şâhidlik yapmakdır) buyuruldu. Zinâ,<br />

sirkat ve fâiz alıp vermek de, böyle büyük günâhdır.<br />

(Tuhfet-ül-fükahâ) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, bir kimse, babasını<br />

birinin silâhla öldürdüğünü görse veyâ babasını öldürdüğünü iki şâhid yanında<br />

buna söylese, sonra: (O benim velîmi öldürmüşdü. Babanı kısâs için veyâ mürted<br />

olduğu için öldürdüm) dese, çocuk böyle olduğunu bilmese, bunu öldürmesi<br />

mubâh olur. İki âdil şâhid, birisine, falan kimse senin babanı öldürdü deseler, o kimseyi<br />

öldürmesi mubâh olmaz. Çünki şâhidlerin sözü ancak mahkemede huccet olur.<br />

Görmek veyâ ikrâr gibi insana huccet olmaz.<br />

– 892 –


2 — Harâm olan katlin ikincisi, şebehe olan, ya’nî amd ile öldürmeğe benzeyen<br />

katldir. Katl âletleri ile olmıyan öldürmekdir. Küçük taş, küçük sopa ile döğerek<br />

öldürmek böyledir. Büyük taş, büyük sopa ile öldürmek de, İmâm-ı a’zama<br />

göre, böyledir. Kuyuya atmak, dağdan, damdan aşağı atmak da böyledir. Burada<br />

kaved lâzım gelmez. Büyük günâhdır. Keffâret ve âkılesinin ağır diyet ödemesi lâzım<br />

olur. Şebeh ile öldürmek tekerrür ederse, kâtil öldürülür.<br />

Herhangi bir uzvu yok etmek şebeh sayılmaz. Herhangi bir uzv, nasıl yok edilirse<br />

edilsin, hep amd sayılır. Bunun için, her uzv karşılığında kısâs lâzım olur. Uyuşurlarsa,<br />

kâtilin malından ödenir. Ağır diyet, yüz deve demekdir. Âkıle, kâtilin yakınları<br />

demekdir. Âkılenin bu diyeti üç senede ödemesi lâzımdır. Amd ile öldürmeğe<br />

benziyen katlde ve hatâ ile katlde de, malı [veyâ parasını] âkıle öder.<br />

3 — Hatâ ile, yanlışlıkla öldürmek olup, iki dürlüdür:<br />

a) Kâtilin yanılmasıdır: Bir adamı, av veyâ düşman sanarak, atıp vurmakdır.<br />

b) Mermînin yanılmasıdır: Bir hedefe, bir ava atılan mermînin bir adama gitmesi<br />

veyâ hedefden adama sıçraması ile katldir. Elinden düşen odunun, yükün bir<br />

adamı öldürmesi de böyledir. Hatâ ile katlde, kâtilin âkılesinin diyet vermesi ve<br />

keffâret lâzım olur. Günâhı, birinci ve ikinci katl günâhlarından dahâ azdır.<br />

4 — Hatâya sebeb olan şeyle katldir. Yüksekden üstüne düşerek veyâ uyuyan<br />

kimsenin yuvarlanarak bir kimseyi öldürmesi böyledir. Bunun cezâsı da keffâret<br />

ve diyetdir. Bindiği atın insanı çiğniyerek öldürmesi, [motorlu vâsıtaların çiğnemesi]<br />

de böyledir.<br />

5 — Başka niyyet ile yapılan işin, ölüme sebeb olmasıdır. Mülkü olmıyan yere<br />

kazdığı kuyunun veyâ koyduğu taşın ölüme sebeb olması böyledir. Âkılesinin<br />

diyet vermesi lâzım olur. Keffâret lâzım olmaz. Katl günâhı olmaz. Başkasının mülkünde<br />

kuyu kazmak günâhı olur. Hükûmetin izni ile yapdı ise veyâ kendi mülkünde<br />

yapdı ise veyâ kuyu kazıldığını işitdikden sonra düşdü ise, birşey lâzım gelmez.<br />

İlk dört katlde, mükellef olan kâtil, mîrâsdan mahrûm olur. Beşinci katlde, mahrûm<br />

olmaz.<br />

KAVED KİMLERE LÂZIMDIR? — Kanı harâm olan kimseleri, Dâr-ül-islâmda,<br />

amden öldürene kaved lâzım olur. Ya’nî, kâtil, kısâs olarak öldürülür. Dâr-ülislâmda<br />

mü’minin ve zimmînin kanı harâmdır. Harbînin ve müste’min kâfirin ve<br />

zinâ eden muhsan kimsenin ve mürtedin kanı harâm değildir. Zimmîyi amden öldüren<br />

mükellef müslimâna kaved lâzım olur. Zimmînin malını çalan müslimânın<br />

eli kesilir. Deliyi, hastayı, çocuğu öldürene, a’mâyı, kadını, anasını, babasını, dedelerini<br />

öldürene kaved lâzım olur. Çocuğunu, torununu öldürene kaved lâzım olmaz.<br />

Babanın malından diyet lâzım olur. Çünki amd ile katlde âkılenin diyet vermesi<br />

lâzım değildir. Muhârebede, iki tarafın askeri karışdığı zemân, kâfir sanarak,<br />

müslimânı amden öldürene kaved lâzım olmaz. Keffâret ve diyet lâzım olur. Kâfirler<br />

arasındaki müslimânı hatâ ile öldürene birşey lâzım gelmez. Yılan gibi, öldürmesi<br />

câiz olan bir şekle girmiş cinnîyi öldürmek câizdir. Beyâz olup düz giden<br />

yılan cindir. Bunu öldürmeden önce (Çık, git bi-iznillah) demek iyi olur.<br />

Kaved ya’nî kâtili öldürmek, yalnız kılınc ile veyâ silâh ile yapılır. Başka dürlü<br />

öldürmek câiz değildir. Kuyuya atarak, taş ile ezerek, üzerine hayvân sürerek,<br />

ateşe atarak ve başka şekllerde öldüren ta’zîr olunur.<br />

Mahkeme karâr verdikden sonra, kâtili, maktûlün velîsi öldürür veyâ öldürmek<br />

için, başkasını vekîl eder. Velî hâzır olmadıkca, vekîli öldüremez. Kâtili, bunlardan<br />

başka bir kimse öldürse, bu kimseye kaved lâzım olur. Hatâ ile öldürse, âkılesinin<br />

diyet vermesi lâzım olur.<br />

İki velîden biri kâtili afv etse, ikincisi kısâs yapsa, afv etdiğini işitmemiş ise, birşey<br />

lâzım gelmez. İşitmiş ise, kâtili öldürmesi harâm olduğunu bilerek öldürdü ise,<br />

bu velîye kaved lâzım olur. Harâm olduğunu bilmiyordum derse, diyetini verme-<br />

– 893 –


si lâzım olur.<br />

Yaralı kimse, beni filânca yaralamadı dese, sonra ölse, vârisleri, filâncaya karşı<br />

da’vâ açamaz.<br />

Yaralı veyâ velîler, yaralayanı afv etseler, sonra yaralı ölse, afv câiz olur.<br />

Birisine zehr verse o da bilmiyerek içse ve ölse, zehri verene kısâs ve diyet lâzım<br />

olmaz. Yalnız, habs ve ta’zîr olunur. İmâm-ı a’zama göre “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”, yaralamıyan şeyle öldürmek, amden sayılmaz. Zor ile içirirse, kaved lâzım<br />

olur denildi. Fetvâ, kısâs lâzım olmaz, âkılesi üzerine diyet lâzım olur şeklindedir.<br />

Kürekle vursa, demir kısmı yaralayıp öldürse kaved lâzım olur. Yaralamadan<br />

öldürse veyâ ağaç kısmı yaralayıp öldürse şebeh-i amd olur. Boğazını sıkarak veyâ<br />

suya atarak boğsa, İmâm-ı a’zama göre şebeh-i amd olur. Boğmağı âdet ederse<br />

katl edilir. Mahkemeye düşdükden sonra tevbesi kabûl olmaz. Bir odada habs<br />

edip açlıkdan ölse, birşey lâzım olmaz. Fetvâ böyledir. İki imâma göre hepsinde<br />

diyet lâzım olur. Toprağa gömerek öldürse, âkılesi üzerine diyet lâzım olur.<br />

Bir adamı yırtıcı hayvânın önüne atsa veyâ yılanların, akreblerin arasına koysa<br />

ve o adam ölse, kaved ve diyet lâzım olmaz. Döğer, ölünciye kadar habs ederse,<br />

diyet de lâzım olur denildi. Çocuğa bunları yapsa veyâ güneşe, soğuğa bıraksa,<br />

âkılesi üzerine diyet lâzım olur.<br />

Ölüm hâlinde olanı öldürene kaved lâzım olur.<br />

Müslimânlara ve zimmîlere kılınc çeken kimsenin katli vâcib olur. Bunu öldürene<br />

birşey lâzım gelmez. Kılıncı kınına sokdukdan sonra öldürülmez.<br />

Bir kimseye, gece veyâ gündüz, her nerede olursa olsun, kılınc, silâh çekeni veyâ<br />

gece şehrde ve gündüz şehr dışında sopa ile tehdîd edeni öldürene de birşey lâzım<br />

gelmez. Deli veyâ çocuk silâh çekerse, bunu öldürene diyet vâcib olur. Saldıran<br />

hayvânı öldüren, kıymetini verir. Çocuk ve delinin amd ile öldürmesi, hatâ kabûl<br />

edilir. Âkılesi veyâ kendi diyet verir. Keffâret lâzım gelmez. Vâris olamazlar.<br />

Gece eve hırsız gelse, çaldığı malı götürse, ev sâhibi bağırınca bırakmazsa, arkasından<br />

gidip öldürse, birşey lâzım gelmez. Eve giren veyâ kapıyı, pencereyi zorlıyan<br />

hırsızı görse, bağırır. Kaçmazsa, öldürmesi câiz olur, kısâs lâzım olmaz.<br />

Bir kimseye, beni öldür dese, o da metal âletlerle öldürse, kâtilin malından diyet<br />

lâzım olur. Başka şeyle öldürse, âkılesi diyet verir. Kardeşimi, oğlumu, babamı<br />

öldür deyince de böyledir.<br />

Bir kimseye, elimi veyâ ayağımı kes denilse, o da kesse ve ölse, birşey lâzım gelmez.<br />

Çünki, el, ayak mal gibidir ve bunlar için emr, sahîh olur.<br />

Velînin kâtili afv etmesi, mal ile sulh yapmakdan dahâ iyidir. Mal ile uyuşmak<br />

da, kısâsdan dahâ iyidir. Kaved ve diyet, vârisin hakkıdır. Velî afv edince, kâtil dünyâda<br />

kavedden ve diyetden kurtulur. Yaralının afvı da böyledir.<br />

Kavede râzı olmadıkca, kâtilin tevbesi kabûl olmaz. Kısâs yapılmakla, velîlerin<br />

hakkından kurtulur. Maktûl, kıyâmetde hakkını ister.<br />

Kısâs hudûddan dokuz yerde ayrılmakdadır:<br />

1 — Hâkim kendi ilmi ile kısâs yapabilir. Hâlbuki, şâhidsiz had cezâsı veremez.<br />

2 — Kısâs yapmak hakkı vârislere geçer. Had hakkı, vârislere geçmez.<br />

3 — Kısâs afv olunabilir. Had afv olunmaz.<br />

4 — Katl şâhidliği, zemân geçmekle kıymetden düşmez. Kazfdan başka hadlerin<br />

şâhidliği, bir ay sonra kabûl olmaz. İçki haddinde ise, ağzından koku gidince<br />

kabûl olmaz.<br />

5 — Kısâs şâhidliği, dilsizin işâreti veyâ yazısı ile kabûl olur. Had için kabûl olmaz.<br />

6 — Kısâs için şefâ’at câizdir. Had suçu mahkemeye düşdükden sonra, şefâ’at<br />

kabûl olunmaz. Dahâ önce şefâ’at etmek câiz olur. Hadden başka günâhlarda, ıs-<br />

– 894 –


âr etmiyeni afv etmek iyi olur.<br />

7 — Kısâs için da’vâ açmak lâzımdır. Kazf ve sirkatden başka hadler için şâhidler,<br />

da’vâ açmadan dinlenebilir.<br />

8 — Had cezâsı yapılırken hâkimin hâzır bulunması lâzımdır. Kısâsda lâzım değildir.<br />

9 — Had suçunu söyleyen, sözünden vazgeçerse kabûl edilir.<br />

Kapıdan kafasını içeri sokup içeriye bakan kimseye taş atıp gözü çıkarsa, birşey<br />

lâzım gelmez.<br />

Eve gireni veyâ zevcesinin yanına girip halvet yapanı, başka şeyle kovmak<br />

mümkin iken, öldürmek veyâ gözünü çıkarmak câiz olmaz.<br />

Katlden başka şeylerde kaved: Karşılığı yapılabilen her yaralamada kısâs lâzım<br />

olur. Öldürmek suçundan başka yaralamalar, hangi âletle yapılırsa yapılsın amden<br />

demekdir. Bunlarda, ikinci kısm olan şebeh-i amd olmaz. Kol kesen adamın eli oynak<br />

yerinden kesilir. Ayak, burun, kulak ve göz çıkarmak da böyle kısâs olunur.<br />

Her şecce, ya’nî baş yarası için de kısâs olunur. Yalnız kemik kırmakda kısâs yapılmaz.<br />

Diş kırmakda kısâs yapılır. Diş kıranın dişi de, kırdığı kadar eğelenir. Kadınla<br />

erkek arasında yalnız katlde kısâs yapılır. Kısâs lâzım olan yaralamalarda,<br />

yara iyi olmadan önce kısâs yapılmaz. Çünki, ba’zı yaralar ölüme sebeb olabilir.<br />

Bu zemân katl kısâsı lâzım olur. Başka uzvlarında kısâs yapılmaz. Erş, ya’nî diyet<br />

alarak para öderler. Kadınlar arasında ve müslimân ile zimmî arasında kısâs yapılır.<br />

İyi olan yarada, dil, zeker kesilmesinde kısâs yapılmaz. Dudak kesilmesinde<br />

kısâs yapılır.<br />

Yaralı, yaralayandan kısâs veyâ diyet isteyebilir.<br />

Kâtilin ölmesi ile veyâ velîlerin afv etmesi ile veyâ mal vermekle anlaşmaları ile,<br />

kısâs sâkıt olur. Anlaşmada, mal az olsa da sâkıt olur. Fekat hatâ ile öldürmede olan<br />

diyet mikdârı, islâmiyyetde bildirildiğinden az olamaz. Fazlası da fâiz olur. Malı<br />

peşin ödemek lâzımdır. Uyuşurlarsa te’cîl olunur. Velîlerden birinin sulh veyâ afv<br />

etmesi ile de kısâs yapılmaz. Diğer vârisler, diyetden hisselerine düşeni, üç seneye<br />

kadar, kâtilden alırlar. Bir kaç kişi, bir kimsenin elini veyâ başka uzvunu kesseler,<br />

hiçbirine kısâs yapılmaz. Ortaklaşa diyet öderler. Öldürseler, hepsine kısâs<br />

yapılır.<br />

Evine giren kimse, zevcesi ile bir adamı zinâ yaparlarken görse, adamı öldürmesi<br />

halâl olur. Kadın da râzı olmuş ise, ikisini de öldürebilir. Bir kadın veyâ oğlanın,<br />

kendisine tecâvüz edeni öldürmesi halâldir.<br />

Hâkimin karârı ile, bir uzvu kısâs edilen kimse, bu yaradan ölürse, birşey lâzım<br />

gelmez. Hacâmat, sünnet, kan almak, iğne yapmak ehliyeti olanların ve tabîbin ve<br />

baytarın öldürmesi ile de, birşey lâzım olmaz. Çünki, vâcib olan işlerde selâmet şart<br />

değildir. Mubâh olan işleri yapmak ise, selâmet şartı ile câiz olur. Ananın, babanın,<br />

vasînin izni ile hocanın, çocuğu, öğretmek için döğmesi vâcibdir. Terbiye<br />

için döğmeleri ise mubâhdır. Vâcib olarak döğmekde, mikdârı, şiddeti ve vurduğu<br />

yer, âdet hârici olur ve çocuk ölürse, ödemek lâzım olur. Mubâh olan döğmekde,<br />

nasıl döğerse döğsün, ölürse ödemek lâzım olur. İki imâma göre “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhimâ”, te’dîb de ta’lîm gibi vâcibdir. Mu’allimin, talebesini, babasından<br />

iznsiz döğmesi vâcib değildir. Çocuk ölürse, sözbirliği ile tazmîn eder. Zevcin,<br />

zevcesini te’dîb için döğmesi de vâcib değil, mubâhdır.<br />

Pencereden düşen çocuğun kafası şişse, doktorlar, beyin ameliyyâtı yaparsak çocuk<br />

ölür dese, bir doktor ise, bugün kafası açılmazsa ölür dese ve açsa ve sonra çocuk<br />

ölse, izn ile ve fennin gösterdiği gibi açdı ise, birşey lâzım gelmez. İznsiz ve yanlış<br />

açdı ise, kısâs lâzım olur.<br />

Kâtile kısâs yapmağa hakkı olan velî, maktûlün vârisleridir.<br />

Babamı amden öldürdü diye huccet getiren bir kimsenin kardeşi gâib olsa,<br />

– 895 –


kardeşi gelinciye kadar, kâtile kısâs yapılmaz. İhbâr eden, habs olunur. Kardeşi gelince,<br />

huccet ile tekrâr isbât ederse, kısâs yapılır. Kâtil, kardeşinin afv etdiğini isbât<br />

ederse, kısâs yapılmaz.<br />

(Hadîka)da, göz âfetlerini anlatırken buyuruyor ki, (Fâsıklar, bid’at ehli sapıklar<br />

günâh işlerlerken, mâni’ olamıyan kimsenin bunlara bakması, zarûret olmadıkca,<br />

câiz değildir. Bunun için, zulm ile öldürülene, i’dâm edilene, eziyyet edilene bakmamalıdır.<br />

Zulm ile ölmek ihtimâli bulunduğu için, böyle cezâ verilirken hiç bakmamalıdır.<br />

Hadîs-i şerîfde, (Bir kimse zulm ile öldürülürken, orada bulunmayınız!<br />

Orada bulunup da, kurtarmıyana la’net yağar) buyuruldu. Bundan anlaşılıyor ki,<br />

islâmiyyetin emri ile öldürülürken veyâ döğülürken bulunmak, bakmak câiz olur.<br />

Yıldız kayarken bakmak da, göze zarar verdiği için, câiz değildir).<br />

25 — DİYET CEZÂLARI VE KEFFÂRET<br />

Diyet, kâtilin vereceği para cezâsıdır. Erş ise, ölümden başka cinâyetlerin para<br />

cezâsıdır. Şebeh-i amd ile öldürmenin cezâsı ağır diyet olup, yüz devedir. Yirmibeşi<br />

iki yaşına, yirmibeşi üç yaşına, yirmibeşi dört yaşına ve yirmibeşi de beş yaşına<br />

basmış dişi deve olacakdır. Âlimlerin birkaçı, bin dînâr altın da verilebilir dedi.<br />

Bir dînâr, bir miskâl basılmış altın demekdir. Hatâ ile öldürenin diyeti, yine yüz<br />

deve olup, adı geçen yavrulardan yirmişer ve yirmi de iki yaşına basmış erkek devedir.<br />

Yâhud, bin dînâr altın veyâ onbin dirhem gümüşdür. İki imâma göre “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhimâ”, bu üç çeşidden, yâhud ikiyüz sığır veyâ ikibin koyun,<br />

yâhud don ve gömlek [ceket ve pantalon] gibi iki parça ikiyüz elbiseden dilediğini<br />

verir.<br />

Bu iki katlin ve hatâya sebeb olan şeyle öldürmenin (Keffâret)i, mü’min olan<br />

bir köle âzâd etmekdir. Bunu yapamıyan, iki ay aralıksız oruc tutar. Burada fakîr<br />

doyurmak keffâreti yokdur. Öldürülen kadın için diyet, erkek diyetinin yarısıdır.<br />

Zimmî ve müste’min diyetleri, müslimân diyeti gibidir.<br />

İnsanın bir uzvunu veyâ güzelliğini gideren cinâyetlerin diyetleri de yukarıdaki<br />

katl diyetleridir. Burun, dil, zeker gibi tek olan a’zâ için tâm diyet verilir. Akl,<br />

rûh, işitme, tat alma, koklama, görme, söyleme, elin çolak kalması, idrâr tutamaması<br />

gibi duygu veyâ hareketlerden birinin bozulması için de tâm diyet verilir. Göz,<br />

kulak, kaş, dudak, el, kadın memesi ve ayak gibi çift organların ikisi için tâm bir<br />

diyet, birisi için yarım diyet verilir. Kirpik gibi dört olanın bir sırası için dörtde bir<br />

diyet, bir el veyâ ayak parmağı için onda bir diyet verilir. Bir diş için de, diyetin<br />

yirmide biri verilir. Saçı, sakalı, bir dahâ uzamıyacak şeklde kazıtmak için bir yıl<br />

sonra tâm diyet lâzım olur. Bir yıl sonra, tekrâr uzarsa, zor kullanarak kesdiren diyet<br />

vermez. Halâl olmıyan bir işi yapdığı için cezâlandırılır.<br />

Saç ve sakal için kısâs olmaz. Kadın dişinin diyeti, erkeğin yarısıdır.<br />

Hâmile kadına vurarak veyâ ilâc ile çocuğunu düşürenin âkılesi tâm diyetin yirmide<br />

birini verir. Diri düşüp sonra ölürse, tâm diyet verir.<br />

Zevcinden iznsiz çocuk aldıran veyâ ilâcla veyâ başka sûretle ölü olarak düşüren<br />

kadının âkılesi, diyetin yirmide birini ya’nî beşyüz dirhem gümüşü, kadının zevcine<br />

verir. Zevcin izni ile düşürürse, birşey lâzım gelmez.<br />

(Âkıle) demek, kâtilin cihâd yapdığı arkadaşları, yardımcıları demekdir. Böyle<br />

yardımcıları olmıyan kâtilin âkılesi, yardımcısı olan kabîlesi ve sonra akrabâsıdır.<br />

Köylüleri, şehrlileri, kabîle demekdir. Kâtilin diyeti bu yardımcılara taksîm edilir<br />

ve üç senede alınır. Üç senede, bir kimseden, dört dirhemden fazla alınamaz.<br />

Kadın ve çocuk ve deli, âkıleye katılmaz. Kâfir ile müslimân birbirine âkıle olmaz.<br />

Müslimân olan kâtilin âkılesi ve vârisi yoksa, diyetini Beyt-ül-mâl verir. Ya’nî<br />

hükûmet verir. Beyt-ül-mâl da yoksa, kendi üç senede öder. Zimmînin âkılesi<br />

yoksa, kendi üç senede öder. Dâr-ül-harbde müslimânı öldüren müslimân, diye-<br />

– 896 –


tini üç senede kendi malından öder. Dâr-ül-harbde âkıle olmaz. Acemin, ya’nî arabî<br />

olmıyanların âkılesi olmaz.<br />

Süleymâniyye Kütübhânesi (Lala İsmâ’îl) kısmında, [706] sayılı (Ebüssü’ûd efendi)<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” fetvâsında diyor ki, (Bir evde, dükkânda ölmüş, asılmış<br />

bulunan kimsenin diyetini, İmâm-ı a’zama göre mal sâhibi, imâm-ı Ebû Yûsüfe<br />

göre “rahmetullahi teâlâ aleyh” kirâcı öder. Fetvâ, Ebû Yûsüf kavline göredir).<br />

Âlimin bir nazarı, bulunmaz hazînedir,<br />

bir sohbeti, yıllarca, bitmez kütübhânedir.<br />

26 — İKRÂH (KORKUTMAK) ve HİCR<br />

(YASAKLAMAK)<br />

Mü’mini ve zimmîyi ikrâh etmek, korkutmak büyük günâhdır.<br />

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, beşinci cildde ve (Dürer-ül-hükkâm) 949.<br />

cu maddede buyuruyor ki, (İkrâh), bir insanı, istemediği birşeyi yapması için,<br />

haksız olarak zorlamak demekdir. Birini zorlamanın ikrâh olması için dört şart lâzımdır.<br />

Zorlayanın, korkutduğu şeyi yapabilecek kuvvetde olması, zorlananın<br />

korkutulan şeyin muhakkak yapılacağını bilmesi, korkutulan şeyin, ölüm veyâ bir<br />

uzvun kesilmesi veyâ üzücü birşey olması, zorlanan şeyin, yapılmaması gereken birşey<br />

olması lâzımdır. İkrâh iki dürlü olur: Mülcî olan ve mülcî olmıyan ikrâh.<br />

(Mülcî) tam, ağır olup, insanın rızâsını ve ihtiyârını yok eder. Zorlanan şeyin yapılması<br />

zarûrî olur. Bu da, ölüm, bir uzvun telef olması veyâ bu ikisine sebeb olacak<br />

habs ve dayakdır. Bütün malın telef edilmesi ile ikrâh olunmanın da (Mülcî)<br />

olacağı İbni Âbidînde yazılıdır. [Zarûrî olan nafakayı te’mîn etmek için çalışmağa<br />

mâni’ olunması ve başka çalışacak yer bulamamak korkusu, (mülcî olan ikrâh)<br />

sayılacağı buradan anlaşılmakdadır.] (Mülcî olmıyan) ikrâh, yalnız rızâyı yok eder<br />

ki, bir günden ziyâde habs veyâ şiddetli dayak ile korkutulmakdır. [Böyle ikrâh da,<br />

küfr-i hükmî için özr olur.] İlm, şeref sâhiblerini tekdîr etmek, sert söylemek, bunlar<br />

için ikrâh olur. Mahrem akrabânın habs edilmesi de ikrâh olur. Sultânın [Hükûmetin,<br />

kanûnların] emrleri ikrâh demekdir. İkrâh ile yapdırılması istenen şey<br />

birkaç çeşiddir:<br />

1 — Yapması câiz, yapmaması ise sevâb olan şeylerdir. Mülcî ikrâh ile küfre sebeb<br />

olan söz söylemek, Resûlullahı kötülemek böyledir. Fekat, bunları söylerken<br />

Tevriye etmesi, ya’nî Muhammed ismindeki başkasını düşünmesi, puta, heykele secde<br />

ederken, Allahü teâlâya secde etmeği düşünmesi lâzımdır. Böyle düşünerek de<br />

bunlara secde etmesi mekrûh olur. Tevriye etmek lâzım olduğunu hâtırlayıp da, etmezse,<br />

kâfir olur. Hâtırına gelmezse ma’zûr olur. Nemâz kılmamak ve Kur’ân-ı kerîmde<br />

bildirilen bütün emrler, kendinin ve başkasının malını telef ve müslimânı söğmek,<br />

iftirâ etmek ve kadının zinâ ile ikrâhı ve livâta böyledir. Başkasının malını almak<br />

zulmdür. Zulm, küfr gibi hiç halâl olmaz. Zimmînin dahî malını yimek, şerâb<br />

içmekden dahâ büyük harâmdır. İkrâh eden, malı öder. Sultândan başka birinin yapdığı<br />

ikrâhda, emr edenin veyâ me’mûrunun hâzır olması lâzımdır. Livâta, zinâdan<br />

dahâ büyük harâmdır. Zevcesini boşamak da, bu çeşid ikrâhdır. [Mülcî olmıyan ikrâh<br />

ile kadının başını açmasının câiz olacağı anlaşılmakdadır.]<br />

2 — Mülcî ikrâh ile yapması harâm olan şeylerdir. Bir müslimânı veyâ zimmîyi<br />

öldürmek veyâ bir uzvunu kesmek veyâ bunlara sebeb olacak kadar habs etmek<br />

ve döğmek, erkeğin zinâ için ikrâh edilmesi böyledir. Öldürürse, kısâsı ikrâh edene,<br />

günâhı ise öldürene olur. İkrâh edilmiyen bir kimse, kolunun kesilmesine izn<br />

verse, tıbbî lüzûm olmadıkca, bunun kolunu kesmek günâh olur. Öldürmek için<br />

ölüm ile tehdîd edilse, ölecek olan izn verirse, öldürülünce günâha girer. Devlet<br />

– 897 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:57


aşkanı el kesmek için ölüm ile tehdîd edince, kesmesi câiz olur. Kendi elini kesmesi<br />

için ölüm ile tehdîd edilenin, kendi elini kesmesi câiz olur. Kendini öldürmesi<br />

için ölüm ile tehdîd edilenin kendini öldürmesi câiz olmaz.<br />

[Buradan anlaşılıyor ki, düşmanın eline geçince, ırzlarına saldırılıp, işkence yapıldıkdan<br />

sonra öldürüleceklerini anlıyan kimsenin, kendini ve yakınlarını öldürmesi<br />

câiz değildir. Kadının ırzına dokunulması, önceki birinci çeşidde bildirildi].<br />

(Cihâd bahsi)nde, (Harb edince öldürüleceğini, etmezse esîr olacağını anlıyan,<br />

düşmana saldırmaz. Düşmana zarar vereceğini bilerek saldırıp öldürülürse, câiz<br />

olur. Düşmana zarar vermiyecek ise, saldırması câiz olmaz. Müslimân fâsıkları günâhdan<br />

men’ etmek böyle değildir) buyurulmakdadır. [Birinci kısmın kırkbirinci<br />

ve ikinci kısmın dördüncü ve (Mecelle)nin 1003. cü maddelerine bakınız! (Mektûbât-ı<br />

Ma’sûmiyye) üçüncü cildinin 55. ci mektûbunda, bu husûsda geniş bilgi vardır.]<br />

3 — Mülcî olan ikrâh ile yapması halâl, hattâ farz, yapmayıp ölmesi günâh olan<br />

şeylerdir. Şerâb, kan içmek, leş, domuz yimek böyledir. Çünki, mülcî ikrâh ile bunları<br />

yimek zarûret olur. Mülcî ikrâh ile başkasının malı telef edilince, ikrâh eden<br />

öder. Mülcî olmıyan ikrâhda ise, telef eden öder.<br />

Mülcî olan veyâ olmıyan bir ikrâh ile yapılan sözleşmeler [akd] sahîh olmaz. Çünki,<br />

sahîh olmaları için rızâları ile yapılması lâzımdır. Meselâ, malını satan veyâ birşeyi<br />

satın alan, kirâya veren, hediyye veren, borcunu ibrâ veyâ te’cîl eden, borcu<br />

olduğunu söyliyen kimse, korkudan kurtulunca, isterse bunlardan vaz geçebilir, isterse<br />

râzı olur. Zorla satdırılan malı alan kimse, bu mala mâlik olur. Çünki, böyle<br />

bey’ fâsiddir. [Suç ikrâr etmesi, evet demesi için karakolda polislerin ikrâh, işkence<br />

yapması câiz değildir. Böyle verdiği ifâdeyi, sonra red etmek hakkı vardır.]<br />

Mülcî olmıyan ikrâh ile de yapılan nikâh, talâk, nezr, yemîn, ric’at, ya’nî boşadığı<br />

kadını tekrâr alması sahîh olur. İkrâh bitince, nikâhdan ve talâkdan vazgeçebilir.<br />

Nezrden vazgeçemez. Nezr olarak verdiğini, ikrâh edenden istiyemez. İkrâh<br />

edilerek borclusunu afv etmesi ve mürted olması sahîh olmaz.<br />

Mülcî olmıyan ikrâh ile leş, kan, domuz yinmez. Şerâb içilmez ve müslimânın<br />

malı telef edilmez. Çünki, mülcî olmıyan ikrâh ile zarûret hâsıl olmaz. Ölmemek<br />

için leş, domuz yinir ve kan, şerâb içilir. Yimez, içmez de ölürse Cehenneme gider.<br />

Mülcî ikrâh ile, bu şerâbı iç, şu malını sat denilse, malını satar. İkrâh bitince, ister<br />

fesh eder, isterse kabûl eder. Şerâbı içmesi de câiz olur. Câiz olacağını bilmediği<br />

için, içmez ve satmaz da öldürülürse, şehîd olur. Sultânın müsâdere etmesi, ya’nî<br />

haksız olarak, zulm ile para, mal istemesi ikrâh olur. Bunları vermek câiz olur.<br />

HİCR — Ba’zı kimseleri, ba’zı sözleşmelerden ve işlerden men’ etmek demekdir.<br />

[(Mecelle)nin 941. ci ve sonraki maddelerine bakınız!]. Bir çocuk, satın alınan<br />

malın mülk olacağını ve satınca mülkden çıkacağını anlarsa, buna (Mümeyyiz),<br />

ya’nî akllı denir. Mümeyyiz olmıyan çocukların bütün sözleşmeleri bâtıldır.<br />

Mümeyyiz olan çocuğun zararlı olan işlerdeki sözleşmeleri, velîsi izn verse de, sahîh<br />

değildir. Talâk vermesi, köle âzâd etmesi, birine borçlu olduğunu söylemesi,<br />

ödünc, sadaka hediyye vermesi böyledir. Fâideli olan işler için sözleşmeleri velîsi<br />

izn vermese de sahîh olur. Hediyye, sadaka kabûl etmesi, ücret ile yapdığı işin<br />

ücretini alması böyledir. Başkasının vekîli olan akllı çocuğun, vekîli olduğu kimsenin<br />

malı için ve talâkı için olan sözleri kabûl edilir. Zararlı da, fâideli de olabilen<br />

sözleşmelerinin sahîh olması için, velîsinin izn vermesi lâzımdır. Kendi malı ile<br />

bey’ ve şirâsı böyledir. Bunamış olan ihtiyârlar da, mümeyyiz çocuk gibidir. Alışverişlerini,<br />

velîleri isterse kabûl, isterse red eder. Bir malı veyâ canı telef ederlerse,<br />

öderler. (Hadîka)da dil âfetlerinin yirmincisinde diyor ki: (Çocuğun kendi<br />

malını kullanması mahcûr olduğu gibi, başkasına hizmet etmesi de, ancak velîsinin<br />

izni ile câiz olur. Bir sabî, bir kabı havuzdan doldursa, sonra tekrâr havuza dökse,<br />

kimsenin bu havuzdan su içmesi halâl olmaz. Çünki, çocuk, havuzdaki, herke-<br />

– 898 –


se mubâh olan sudan doldurup aldığına mâlik olur. Bunu havuza dökünce, havuzdaki<br />

suya, çocuğun hakkı karışmışdır. Zengin olan anası, babası ve hiç kimse, bu<br />

havuzdan içemez ve kullanamaz. İçebilmeleri ve kullanabilmeleri için, bütün havuzu<br />

boşaltarak, tekrâr doldurmak [veyâ (Mecelle)nin 1128. ci maddesinde bildirilen<br />

(Şirket-i mülk) kısmeti, ya’nî dağılması hükmüne uyularak, havuzdan çocuğun<br />

dökdüğü su kadar su alıp velîsine vermek] lâzımdır. [Böyle yapılması (Bey’ ve<br />

şirâ risâlesi)nin sonunda da yazılıdır. Velî kendisine verilen suyu çocuk için kullanır.<br />

Çocuğun, umûmî çeşmeden alıp getirdiği su da böyledir. Velî, çocuğun malını<br />

kimseye hediyye edemez. Birine hediyye etmek isterse, evvelâ bunun kıymeti<br />

kadar parayı ona hediyye eder. O da, bu para ile çocuğun malını velîsinden satın<br />

alır. Bu para çocuğun olur. Velî, kendi parası ile, çocuğun kullanması için aldığı<br />

şeyleri dilediğine hediyye edebilir. Çocuk malını anasına babasına verse,<br />

bunların mülkü olmaz.]).<br />

İbni Âbidînde diyor ki, (İki imâma göre, sefîh olan ya’nî, nafaka te’mîn ederken,<br />

malını isrâf eden, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyenin ve aklın uygun görmediği lüzûmsuz yere<br />

harc eden ve harâmlara sarf eden âkıl ve bâlig kimse de, çocuk gibi, hâkim tarafından<br />

hicr edilir. Fetvâ da böyledir. Lüzûmsuz yere hayra da verse, meselâ câmi’<br />

yapmakda isrâf etse, sefîh olur. İçki, zinâ gibi mal sarfı olmıyan günâhları yapana sefîh<br />

denmez, fâsık denir. Alışverişde fazla aldanan da sefîh sayılır. İslâmiyyetden ayrılmak<br />

için hîle-i bâtıla öğreten hocalar, câhil tabîb ve eczâcılar ve hîleli iflâs yapan<br />

tüccârlar, câhil hâkimler, hîle yapan satıcılar, ihtikâr yapanlar, hicr edilir. İşlerinden<br />

men’ edilir. Câhil, fâsık müftîler de hicr edilir.) (Mecma’ul-enhür)de diyor ki, (İki<br />

imâma göre, borclu, alacaklının talebi üzerine, hicr olunur. Hâkim, borcluyu habs<br />

etdikden sonra, onu hicr eder. Sonra, onun bilgisi ile, onun mallarını satdırarak, nafakası<br />

lâzım olanların nafakasını öder. Geri kalan ile borclarını öder. Parası yetişmezse,<br />

ihtiyâcından fazla olan eşyâsını satar. Bu da yetişmezse, ihtiyâcından fazla<br />

olan binâlarını satar. Fetvâ böyledir). Hicr edilmiş olan, sefîh veyâ iflâs etmiş kimsenin,<br />

nikâhda ve talâkda sözü geçer. Çünki evlenmek masrafı, ihtiyâc eşyâsındandır.<br />

Zekât olarak malının kırkda birini ayırması için, kâdî [ya’nî hâkim], sefîhe malını<br />

teslîm eder. Fekat, bu arada, uygunsuz yere sarf etmemesi için, yanında emîn birini<br />

bulundurur. Hacca gitmesine de mâni’ olunmaz. Yol parasını isrâf etmesin diye,<br />

emîn birine teslîm olunur. Baba, ced, çocuğa velî olur, sefîh adama olmaz.<br />

Reşîd olmıyan çocuk, bâlig olunca, malını kullanmağa hak kazanır. Fekat, rüşdü<br />

ya’nî sefîh olmadığı görülmezse, yirmibeş yaşına kadar, malı kendine verilmez.<br />

İki imâma ve üç mezhebe göre, rüşdü görülmedikce, ihtiyârlasa dahî, malı verilmez.<br />

Malında tesarrufu, hâkimin izn verdiği kadar sahîh olur. Bir kimse reşîd olduğunu<br />

söylese, alacaklıları da, sefâhetden kurtulmadı deseler, iki taraf da şâhid<br />

gösterse, kâdî rüşdünü kabûl eder.<br />

Oniki yaşını dolduran oğlan ve dokuz yaşını dolduran kız, bâlig olduğunu söylerse,<br />

kabûl edilir. Söylemezlerse, onbeş yaşını doldurunca bâlig kabûl edilirler.<br />

Çocuğun velîsi, üçüncü kısm üçüncü ve dördüncü maddede bildirilmişdir.<br />

Ölüm hastası, küçük çocuğuna bırakacağı malını, bu çocuğun ihtiyâclarına sarf<br />

etmesi için birini vasî ta’yîn edince, çocuk âkıl bâlig oldukda, reşîd olmadıkca, vasîden<br />

malları alamaz. Vasînin, erkek çocuğu nikâh yapmağa hakkı olmadığı gibi,<br />

kız çocukla mahrem olamaz. Evlâdlık edinenlerin, buna dikkat etmeleri lâzımdır.<br />

Ölüm hastası, vasıyyetini yerine getirmek veyâ küçük çocuğuna bakmak için birini<br />

vasî ta’yîn etse, bu da vasî olmağı kabûl etse, hasta öldükden sonra, vasîlikden<br />

vazgeçemez. Yetîm için babasının veyâ ceddinin veyâ hâkimin ta’yîn etdiği vasî,<br />

yetîmi, yalnız malını tasarruf etmek için evlâd edinmiş olur. [Bir adam, bir kızı (Evlâd<br />

edinmek) ile, kendi kızı gibi olamaz. Her zemân kendisine yabancıdır. Büyüdüğü<br />

zemân, onun, elinden, yüzünden başka yerlerine bakamaz ve dokunamaz. Kızın,<br />

bu adamdan da örtünmesi lâzım olur. Bu adam bununla evlenebilir ve oğlu ile<br />

– 899 –


evlendirebilir. Bununla sefere gidemez ve halvet yapamaz. Birbirlerinden mîrâs<br />

alamazlar. Bir adamın evlâd edindiği oğlan da böyledir. Bâlig oldukdan sonra, bu<br />

adamın zevcesine ve kızına yabancı olur. Bu kızla evlenebilir. Bu oğlan evlenirse,<br />

zevcesi bu adamın gelini olmaz. Yabancı bir kadın olur. (El-halâl vel-harâm)da diyor<br />

ki, (Yabancı çocuğu kendi öz evlâdı olarak i’lân etmek harâmdır. Ahzâb sûresinin<br />

dördüncü âyeti ile yasak edilmişdir). (Kâdîhân)da diyor ki, (Bâliga kız veyâ<br />

velîsi, noksân mehr ile veyâ küfvü olmıyana nikâh için tehdîd edilse, sonra bunu<br />

fesh edebilirler).]<br />

(Eşbâh)da ve bunun şerhı olan (Uyûn-ül-besâir)de diyor ki: (Çocuğa hiçbir ibâdet,<br />

hattâ, Hanefîde zekât da farz değildir. Hiçbirşey harâm değildir. Çocuğa<br />

ta’zîr yapılır. Had vurulmaz. Kısâs yapılmaz. Amden öldürdüğü, hatâ kabûl edilir.<br />

Aklı olunca, îmân etmesi vâcib olur denildi. Sadaka-i fıtr ve kurbanın, kendi<br />

malından vâcib olması da ihtilâflıdır. Toprağı varsa, uşr ve harâc vermesi lâzımdır.<br />

Zengin ise, zevcesinin ve akrabâsının nafakalarını verir. Fâsid olmıyan ibâdetlerinin<br />

sevâblarına kavuşur. Çocuğa ilm öğretenlere, iyilik yapdıranlara çok sevâb<br />

verilir. Büyüklere imâm olamaz. Bir kimse, bir çocuğa imâm olunca, cemâ’at sevâbı<br />

hâsıl olur. Çocuk velî olamaz. Cum’a ve bayram hutbesi okuması câiz olur. Sultân,<br />

ya’nî devlet reîsi olabilir ise de, milleti idâre için bir vâlî ta’yîn eder. İzn verilince<br />

da’vâ açabilir ve yemîni kabûl edilir. Ezân okuması sahîh ise de, mekrûhdur.<br />

Farz-ı kifâyeyi yapması ile, büyüklerden sâkıt olmaz. Birşeyi yapması için çocuğa<br />

izn vermek câizdir. Çocuğun iznli olduğunu ve getirdiği şeyin hediyye olduğunu<br />

söylemesi kabûl edilir. Satdığı şeyi, iznli olduğunu sorup anladıkdan sonra,<br />

almak câiz olur. Çocuğun [başkasının malından] getirdiği hediyyeyi ve sadakayı<br />

almak da böyledir. Çocuğun iznli olduğunda şübhe edilirse, araşdırmak lâzım<br />

olur. Öğrenmesi için çocuğa Kur’ân-ı kerîm vermek câiz olur. Kız çocuğun küpe<br />

için kulağını delmek câizdir. Çocuğa gelen hediyyeyi, çocuğa zarûrî lâzım değilse,<br />

yalnız fakîr olan anası babası yiyebilir. [Başka fakîrlere de yidiremezler.] Ana baba<br />

fakîr değil, fekat kendilerinde bulunmayan birşey ise, yiyebilirler ve kıymetini<br />

çocuğa öderler. Anaya babaya hediyye etmek niyyeti ile getirilen şeyi, kıymetsiz<br />

olduğunu bildirmek için, çocuğa hediyye diyerek verilirse, anaya babaya getirilmiş<br />

olur. Bunu, zengin iseler de yiyebilirler ve dilediklerine verebilirler. Akllı<br />

çocuk, alış verişe ve zekât vermeğe vekîl yapılabilir. İznli olsa dahî kefîl olamaz.<br />

Çocuğun selâmına cevâb vermek vâcib olur. Çocuğa selâm vermek câizdir. Müslimân<br />

olması sahîh olup, mürted olması sahîh değildir. Mürted olmağa sebeb<br />

olunca öldürülmez. Besmele ile kesdiği yinir. Kadınlara bakması ve halveti câizdir.<br />

Küçük kız, mahrem olmıyan emîn kimse ile sefere çıkabilir. Çocuk kaçıran, kız<br />

kaçıran, birinin zevcesini kaçıran, bunları getirinciye veyâ ölüm haberleri gelinciye<br />

kadar habs olunur. Çocuğa tehlükeli iş yapdırınca çocuk ölürse, yapdıran diyetini<br />

öder. Çocuk çukura, suya düşüp ölürse, anası babası cezâlanmaz. Elinden<br />

düşürüp ölürse, keffâret lâzım olur ki, altmış gün oruc tutar. Çocuğun anasından,<br />

babasından iznsiz herhangi bir sefere çıkması câiz değildir. Ananın babanın, günâh<br />

olmıyan emrlerine itâ’at etmesi farz-ı ayndır. (Berîka)da, ayak âfetleri başındaki<br />

hadîs-i şerîfde, (Ananın, babanın yüzüne merhamet ile bakana, makbûl hac<br />

sevâbı verilir) buyuruldu. Bâlig olan çocuğun da, seferin tehlükeli olması veyâ kendisine<br />

muhtâc olmaları hâlinde, iznleri olmadan gitmesi câiz değildir. Ana baba olmazsa,<br />

ced ve cedde onların yerine geçer. Bunlardan iznsiz yapılan hac mekrûh olur.<br />

Ana-baba veyâ babanın terbiye için izn verdiği hoca, çocuğu elleri ile üç def’a vurarak<br />

terbiye edebilirler. Fakîr oğlunu da evlendirmek babaya vâcibdir. Çocuğun<br />

malını ona harc etmeğe, babası veyâ dedesi velî olur. Anası olmaz. Anası, kendi<br />

yanında kalan çocuğun ihtiyâcını onun parası ile satın alabilir.)<br />

(Hadîka), ikinci cild beşyüzdoksanbirinci sahîfede diyor ki, (Peygamberimiz “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâya ve âhıret gününe inanan kadının üç gün-<br />

– 900 –


lük yola, zevci veyâ zî-rahm-i mahreminden biri ile gitmesi halâl olur) buyurdu. Yâ<br />

Resûlallah! Zevcem hacca gidiyor. Ben cihâda gidiyorum. Yanında bulunamıyacağım<br />

denildi. Buna, (Cihâdı bırak. Zevcen ile birlikde hac yap!) buyurdu. Bu hadîs-i<br />

şerîfe göre, zevcesini hacca götürmek için, başka mahremi bulunmaz ise, zevcin<br />

cihâddan geri dönmesi lâzımdır. Çünki, zevceyi harâmdan korumak farz-ı<br />

ayndır. Kadının, mahremsiz sefere çıkması câiz olmadığı gibi, yabancı erkeklerin<br />

ve mahremleri ile giden kadınların da, bir kadını sefere götürmeleri câiz değildir.<br />

Kadının hacca gitmesi için de, yanında mahremi veyâ zevci bulunması lâzımdır. Kız<br />

kardeşinin zevci, ya’nî enişte ve teyzenin zevci, kadının mahremi değildir. [Bunların<br />

mahrem olmadıkları (Ni’met-i islâm)ın hac kısmında ve (Alî efendi fetvâsı)nda<br />

yazılıdır.] Mahremin emîn ve âkıl ve bâlig olması lâzımdır. Müslimân da, zimmî de<br />

olabilir. Mecûsî olamaz. Müslimân bir kadın, mecûsî olan mahremi ile ve emîn olmıyan<br />

mahremi ile ve bâlig olmamış akllı çocuk mahremi ile sefere çıkamaz.<br />

[Böyle çocuğun bulunması, halvete mâni’ olamaz.] Bâliga olmamış, gösterişli kız<br />

da, kadın gibidir. Ya’nî mahremsiz sefere çıkamaz. Hanefî mezhebinde, kadının<br />

mahremsiz sefere çıkması, sözbirliği ile harâmdır. Şâfi’î mezhebinde, kadının<br />

mahremi olmadan, emîn kadınlarla birlikde, yalnız hacca gitmesi câizdir). Hanefî<br />

kadın, Şâfi’îyi taklîd ederek, böyle hacca gidemez. Çünki, mezheb taklîdi, ancak<br />

emr olunan bir iş yapılırken, meşakkat, sıkıntı olduğu zemân, bu sıkıntıdan kurtulmak<br />

içindir. Mahrem bir erkeği bulunmıyan kadının hacca gitmesi emr olunmadı<br />

ki, Şâfi’îyi taklîd etmek lâzım olsun. Ya’nî, mahremi olmıyan kadına hacca<br />

gitmek farz olmaz.<br />

Aşağıdaki yazı (Dürer-ül-hükkâm) [176] maddesi ekinden alınmışdır:<br />

Âdil veyâ hâli belli olmıyan baba, mükellef olmıyan çocuğunun binâ ve her malını,<br />

piyasa fiyâtına veyâ aldanarak kendine ve başkalarına satabilir, parasını çocuğa<br />

ve fakîr ise, kendine de nafaka yapar. Fâsık ve isrâf eden baba, satamaz. Çocuk<br />

bâlig olunca, müşterîden bunları geri alabilir. Fekat, iki kat fiyâtla satması sahîh<br />

olup, semeni âdil birine emânet verilir. Fakîr baba, gâib olan büyük oğlunun<br />

yalnız menkûl mallarını, kendi nafakası için satabilir. Binâsını, toprağını satamaz.<br />

Baba yoksa, vasî de yoksa, babanın babası satabilir. Vasî, çocuğun yalnız menkûl<br />

mallarını, yalnız başkalarına satabilir. Vasî, meyyit tarafından ta’yîn edilmiş ise,<br />

çocuğun malını yüzde elli kârla kendine de satabilir. Hâkim tarafından ta’yîn<br />

edilmiş ise, kendisi hiç satın alamaz. Ammâ, yetîm çocuklarının nafakaları için, menkûl<br />

mallarını satabilir. Terekede menkûl mal varken, vasî, meyyitin deyni için, binâ<br />

ve toprak satamaz. Deynden fazla malını da satamaz.<br />

Meyyitin borcunu bir vârisi ödese, bunu terekeden alabilir. Meyyitin borclarını<br />

vârisler öderse, alacaklılar, terekeden ödenmesini istiyemezler. Borclar, terekeden<br />

fazla olunca, vârisler, tereke kadarını ödeyip, terekeyi kurtarırız diyemezler.<br />

Vâris olmıyan biri, bütün borcları ödeyip, tereke malları, alacaklılardan zorla<br />

alamaz.<br />

Borc, terekeden çok ise, dâyin, ya’nî garîm, ya’nî alacaklı bir ise, terekenin hepsi<br />

ona verilir. Çok iseler, tereke, alacakları ile orantılı olarak, hepsine dağıtılır. Vakf<br />

alacağının, diğer alacaklardan önceliği yokdur. Taksîmden sonra, başka bir garîm<br />

ortaya çıksa, yeniden hepsine bölünür. Vârisler, kendi malları ile, meyyitin borclarını<br />

ödemeğe zorlanamaz.<br />

İki şey vardır ki, bunların hasreti,<br />

kimler olursa olsun, yakar herkesi.<br />

Göz kan ağlasa, haklarını ödeyemez,<br />

birisi gençlik, biri de, din kardeşi!<br />

– 901 –


27 — İKİNCİ CİLD, 46. cı MEKTÛB<br />

Bu mektûb, mevlânâ Hamîd-i Bengâlîye gönderilmiş olup, Kelime-i tevhîdin üstünlüklerini<br />

ve islâmiyyetsiz Evliyâlık olamıyacağını bildirmekdedir:<br />

Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Bu güzel kelime, zılleri, hakîkati ve<br />

islâmiyyeti içinde taşımakdadır. Sâlik, nefy [ya’nî (Lâ)] makâmında bulundukca, tâlib<br />

[yolcu] mertebesindedir. (Lâ)yı temâmlayıp, Allahü teâlâdan başka hiçbirşey görmeyince,<br />

yolu temâmlamış ve (Fenâ) makâmına yetişmiş olur. Nefyden sonra, isbât<br />

makâmına [ya’nî (İllallah) diyerek sülûkden cezbeye geçince, hakîkat mertebesine]<br />

gelir ve (Bekâ) hâsıl olur. Bu nefy ve isbât ile [(Lâ ilâhe) ve (İllallah) demekle] ve<br />

yolculuk ve hakîkat ile ve bu Fenâ ve Bekâ ile ve bu sülûk ve cezbe ile, (Vilâyet) [Evliyâlık]<br />

ismine kavuşur. Nefs, emmârelikden kurtulup, itmînâna kavuşur. Müzekkâ<br />

ve mutahhar olur [temizlenir]. Demek ki, Evliyâlık, bu güzel kelimenin ilk yarısı olan<br />

(Nefy ve isbât) sâyesinde ele geçmekdedir. Bu kelimenin ikinci kısmı, Peygamberlerin<br />

“aleyhi ve aleyhimüssalevât” sonuncusunun, Peygamber olduğunu göstermekdedir.<br />

Bu ikinci kısm, islâmiyyeti hâsıl etmekde ve kemâle getirmekdedir. Seyrin<br />

başlangıcında ve ortasında hâsıl olan islâmiyyet, islâmiyyetin sûretidir. İsm ve şeklden<br />

başka birşey değildir. İslâmiyyetin aslı, özü, vilâyet hâsıl oldukdan sonra ele geçer.<br />

Bu zemân, Peygamberlerin “aleyhimüssalevât” tam izinde gidenlere, onlara mahsûs<br />

olan (Kemâlât-i nübüvvet) hâsıl olur. Vilâyetin iki parçası olan, yolculuk ve hakîkat,<br />

islâmiyyetin hakîkatini ele geçirebilmek için ve Kemâlat-i nübüvvete kavuşabilmek<br />

için, sanki iki şart gibidir. Vilâyet, sanki, nemâzın abdesti ve islâmiyyet, nemâz<br />

gibidir. İbtidâda, sanki hakîkî [görünen, maddî] necâsetler temizlenmekde,<br />

hakîkatde ise, hükmî [maddeli değil, görünmez] necâsetler temizlenmekdedir. Böyle<br />

tam tahâret sâyesinde, ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmağa elverişli olur. İnsanı Allahü<br />

teâlâya yaklaşdıran mertebelerin en sonu olan nemâzı kılabilecek bir hâl alır. Nemâz<br />

dînin direğidir ve mü’minin mi’râcıdır. Nemâz kılabilecek şekle girer.<br />

Bu güzel kelimenin, bu ikinci kısmını, sonsuz bir deniz gibi gördüm. Bunun yanında,<br />

birinci kısmı, bir damla gibi görünüyor. Elbet, Peygamberlik kemâlâtı yanında,<br />

Evliyâlık kemâlâtı hiçbirşey değildir. [Atomun, güneşe nazaran ağırlığı ne<br />

olabilir?.] Sübhânallah! Ba’zıları, şaşı gibi iğri görerek, Evliyâlığı, Peygamberlikden<br />

üstün sanmış ve özün özü olan islâmiyyeti, kabuk gibi görmüş. Ne yapsınlar,<br />

islâmiyyetin yalnız sûretini, dışardan görebilmişler. Özü, kabuk sanmışlar. Peygamberlerin<br />

halk ile meşgûl olmalarını, noksânlık bilmişler. Bu meşgûllüğü, insanların<br />

birbiri ile görüşmeleri gibi sanmışlar. Evliyâlığı, Allahü teâlâya doğru ilerlemek<br />

olduğundan, dahâ üstün görmüşler. Vilâyet, nübüvvetden dahâ üstündür<br />

demişler. Bunlar bilmiyor ki, kemâlât-i nübüvvetde de yükselirken, vilâyetde olduğu<br />

gibi, Allahü teâlâya doğru ilerlemek vardır. Hattâ, vilâyetdeki ilerleme,<br />

nübüvvetdeki ilerlemenin bir sûreti, görünüşüdür. Nüzûl ederken [ya’nî geri inerken],<br />

vilâyetde de, nübüvvetde de, halk ile [mahlûklar ile] meşgûl olmak vardır.<br />

Fekat, bu meşgûl olmaklar birbirine benzemez. Vilâyetde, (Zâhir), [ya’nî beden<br />

ve his uzvları] halk ile olup, (Bâtın) [kalb, rûh ve diğer latîfeler] Allahü teâlâ iledir.<br />

Hâlbuki, Peygamberlikde, nüzûl ederken, zâhir de, bâtın da, hep halk ile<br />

meşgûl olur. Bütün varlığı ile, kulları Allahü teâlâya çağırmakdadır. Bu nüzûl, vilâyetdeki<br />

nüzûlden, dahâ tam ve kâmildir.<br />

Bu büyüklerin halka teveccühleri, ya’nî halk ile görüşmeleri, halkın birbiri ile<br />

görüşmesi gibi değildir. Halk, birbiri ile görüşürken, birbirlerine, ya’nî Allahü teâlâdan<br />

başkasına, düşkün, bağlı bir hâldedir. Bu büyükler ise, halk ile görüşürken,<br />

bunlara bağlı değildir. Çünki, bu büyükler, dahâ ilk adımda, Allahü teâlâdan başka<br />

şeylere bağlı olmakdan kurtulmuş, halkın Hâlıkına bağlanmışlardır. Bunların<br />

halk ile görüşmesi, halkı, Hakka doğru çekmek içindir. Allahü teâlânın beğendiği<br />

yola getirmek içindir. İnsanları, Allahü teâlâdan başka şeylere kul, köle olmak-<br />

– 902 –


dan kurtarmak için, onlarla görüşmek, kendini Hak ile bulundurmak için olan görüşmekden<br />

elbet dahâ üstün, dahâ kıymetlidir. Meselâ, bir kimse, Allahü teâlânın<br />

ismini söylerken, bir kör geçse ve önünde kuyu olsa ve bir adım atınca kuyuya düşecek<br />

olsa, bu kimsenin, Allahü teâlânın ismini söylemeğe devâm etmesi mi efdaldir,<br />

yoksa söylemeği bırakıp, körü kuyudan kurtarması mı kıymetlidir? Şübhesiz<br />

körü kurtarması, zikr-i ilâhîden dahâ iyidir. Çünki, Allahü teâlânın, ona ve onun<br />

zikrine ihtiyâcı yokdur. Kör ise muhtâc bir kuldur. Bunu zarardan kurtarmak lâzımdır.<br />

Hele, kurtarmağı islâmiyyet de emr etdiği için, onu kurtarmak, zikrden dahâ<br />

mühimdir. Çünki, emre de uyulmuş olur. Zikr etmekde, yalnız Hak teâlânın hakkı<br />

vardır. Onun emri ile körü kurtarmakda, iki hak yerine getirilmiş olmakdadır.<br />

Biri kul hakkı, biri de Yaratanın hakkı. Hattâ bu hâlde zikre devâm etmek, belki<br />

günâh olur. Çünki zikr, her vakt iyi olmaz. Ba’zan, zikr etmemek güzel olur. Yasak<br />

edilen günlerde ve harâm olan vaktlerde oruc tutmamak ve nemâz kılmamak,<br />

oruc tutmakdan ve nemâz kılmakdan dahâ iyidir.<br />

[Din düşmanları, müslimânlar egoist, hodbîn olur sanıyor. Cennet ni’metlerine<br />

kavuşmağı düşünür. Başkalarına iyilik etmeği düşünmez, diye iftirâ ediyor. Yukarıdaki<br />

yazı, bu sözlerinin, yalan ve iftirâ olduğunu açıkca göstermekdedir].<br />

(Zikr) demek, kendini gafletden kurtarmak demekdir. [(Gaflet), Allahü teâlâyı<br />

unutmak demekdir.] Zikr, yalnız (Kelime-i tevhîdi) söylemek ve tekrâr tekrâr (Allah)<br />

demek değildir. Her ne şeklde olursa olsun, kendini gafletden kurtarmak,<br />

zikr olur. O hâlde, islâmiyyetin emrlerini yapmak ve yasaklarından sakınmak, hep<br />

zikrdir. İslâmiyyetin emrlerini gözeterek yapılan alışveriş zikrdir. İslâmiyyete uygun<br />

olarak yapılan nikâh, talâk [boşanma] zikr olur. Çünki, bunları yaparken,<br />

emrlerin, yasakların sâhibi hep hâtırlanmakdadır. Ya’nî gaflet gitmekdedir. Şu<br />

kadar var ki, Allahü teâlânın ismleri ve sıfatları ile yapılan zikr, çabuk te’sîr eder<br />

ve sevgisini hâsıl eder ve çabuk kavuşdurur. Emrlere, yasaklara yapışmakla hâsıl olan<br />

zikr, böyle değildir. Bununla berâber, böyle zikrlerden ba’zısının da, çabuk netîce<br />

verdiği, pek az olarak görülmüşdür. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî buyurdu ki,<br />

(Mevlânâ Zeyn-üd-dîn-i Taybâdî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” ilm ile Allahü<br />

teâlâya vâsıl olmuşdur). Bundan başka, ism ve sıfat ile yapılan zikr, islâmiyyete uymakla<br />

olan zikre sebeb olur. Çünki, dînin sâhibini tam sevmedikce, her işde islâmiyyeti<br />

gözetmek çok güc olur. <strong>Tam</strong> muhabbeti elde etmek için de, ism ve sıfatla olan<br />

zikr lâzımdır. O hâlde, islâmiyyete uyarak zikr ile şereflenmek için, önce ism ve sıfatla<br />

olan zikr lâzımdır. Evet, cenâb-ı Hakkın lutfü ve ihsânı ayrıdır. Hiç sebeb olmadan,<br />

dilediğini, dilediğine ihsân eder. Nitekim Şûrâ sûresinde, onüçüncü âyet-i<br />

kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ, dilediğini seçerek kendine kavuşdurur) buyruldu.<br />

[Mazher-i Cân-ı Cânân “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, (Makâmât-i Mazheriyye)deki<br />

onbirinci mektûbunda buyuruyor ki, (Üç dürlü zikr vardır:<br />

1— Kalb karışmadan, yalnız dil ile söylemekdir. Bunun fâidesi yokdur.<br />

2— Ağızla söylemeyip, yalnız kalb ile yapılan zikrdir. Zikrin nasıl yapılacağı<br />

(Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) c.2, sh.113 de yazılıdır. Buna, tesavvufda (Zikr-i hafî)<br />

denir. Bu da, yalnız Zât-ı ilâhiyyeyi zikrdir. Yâhud, sıfatlarını düşünerek yapılır.<br />

Ni’metleri de düşünülürse, buna (Tefekkür) denir.<br />

3— Kalb ile ve dil ile birlikde zikrdir. Dil ile kendi işitecek kadar söylenirse,<br />

islâmiyyetde (Zikr-i hafî) denir. Âyet-i kerîmede emr olunan, bu zikr-i hafîdir. Başkası<br />

da işitirse (Zikr-i cehrî) denir. Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, zikr-i hafînin<br />

zikr-i cehrîden efdâl olduğunu gösteriyor. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem”, hazret-i Alîye öğretdiği zikr-i cehrî, kendi işitecek kadar olan zikrdir ki,<br />

hakîkatde, zikr-i hafî demekdir. Zikrden önce kapıyı kapatdırması da, böyle olduğunu<br />

gösteriyor). (Tefsîr-i azîzî) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Dehr sûresini<br />

açıklarken diyor ki, (Zikr etmek, Allahdan başka şeylerin sevgisini, onlara düşkün<br />

olmağı kalbden çıkarmak içindir. Kalbin mahlûklara bağlılığını yok etmek için en<br />

– 903 –


iyi ilâcın zikr olduğu tecribelerle anlaşılmışdır. Hadîs-i şerîfde, (Zikr ederek,<br />

kalblerinin yükünü hafîfletenlerin yolunda olunuz!) buyuruldu. Bunun için, (Allaha,<br />

Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için, kalbin mahlûklara olan bağlantılarını<br />

kesmek, onu dünyâ zevklerine düşkün olmakdan kurtarmak lâzımdır. Kalbi kurtarmak<br />

için de, zikrden dahâ fâideli bir ilâc yokdur) demişlerdir). [Tesavvuf ehlinde<br />

meşhûr olan simâ’ ve raks iki nev’dir: Birincisi, kalbin ve nefsin fânî olmasından<br />

sonra, cemâl veyâ celâl sıfatlarının tecellîsinde hâsıl olur ki, bunda aklın ve nefsin<br />

müdâhalesi yokdur. Celâleddîn-i Rûmînin ve Sünbül Sinân efendinin zikr, simâ’<br />

ve raksları böyle idi. Şâh-ı Nakşibend “rahmetullahi aleyh” (Biz, bunu inkâr etmeyiz)<br />

buyurdu. İkincisi, ba’zı câhil ve gâfil tarîkatcıların, noksan akllarına ve azgın<br />

nefslerine uyarak, bağırmaları ve zıplamalarıdır. (Biz, bunları yapmayız) buyurdu.]<br />

Ra’d sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, (Biliniz ki kalbler, ancak Allahı zikr<br />

etmekle itmînâna kavuşur) buyuruldu. İtmînân, sükûn, râhat demekdir. Harf-i<br />

cerli olan zikr kelimesinin fi’lden evvel söylenmesi, hasrı ifâde eder. Ya’nî, itmînâna<br />

ancak, yalnız zikr ile kavuşulur denildi. Zikr, hâtırlamak demekdir. Allahü teâlâyı<br />

hâtırlamak, Onun ismini söylemekle veyâ çok sevdiği bir Velîsini görmekle<br />

olur. Çünki, hadîs-i şerîfde, (Onlar görüldüğü vakt, Allah hâtırlanır) buyuruldu. İsmini<br />

işitirken, söylerken, başka şey düşünülebilir. Onu hâtırlamak şübheli olur. Onu<br />

devâmlı hâtırlamak için, hergün binlerce söylemek lâzım olur. Evliyâyı severek, inanarak<br />

görünce, muhakkak hâtırlanacağı müjdelendi. Görmek göz ile olduğu gibi,<br />

Velînin şeklini, sûretini, kalbine, hayâline getirmekle de, görmüş gibi olup, Allahü<br />

teâlâyı hâtırlamağa sebeb olur. Böyle, kalb ile görmeğe (Râbıta) denir ki, kalbi,<br />

Allahü teâlâdan başka şeyleri sevmekden, onları düşünmekden kurtaran vâsıtadır.<br />

Yukarıdaki âyet-i kerîmede ve hadîs-i şerîfde bildirilen temiz kalbe, ihlâsa kavuşduran<br />

yoldur. Evet, islâmiyyete yapışmak, ya’nî emrleri yapmak ve harâmlardan<br />

sakınmak, insanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşdurur ise de, bunları<br />

ihlâs ile yapmak şartdır. Hem islâmiyyete uymalı, hem de, ihlâs elde etmelidir.]<br />

Yine sözümüze dönelim! Bu üçünün, ya’nî tarîkat, hakîkat ve islâmiyyetin dışında<br />

başka şey de vardır ve bunun yanında, o üçünün hiç kıymeti yokdur. Hakîkat mertebesinde,<br />

(İllallah) deyince hâsıl olan şey, bunun bir görünüşü, [hayâlidir] ve bu,<br />

o görünenlerin, hakîkati, aslıdır. Nitekim, önce herkesde, islâmiyyetin sûreti vardır.<br />

Tarîkat ve hakîkat hâsıl oldukdan sonra bu sûretin hakîkati hâsıl olur. İyi düşünmeli,<br />

öyle bir hakîkat ki, onun sûreti [görünüşü] hakîkat oluyor ve başlangıcı vilâyet<br />

oluyor. Bu hakîkat, kelime ile anlatılabilir mi? Eğer anlatılabilmiş olsa, kim<br />

ve ne anlıyabilir? Bu hakîkat, ancak ülül’azm [din sâhibi Peygamberler içinden, altı<br />

dâne, en büyükleri] Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât vettehıyyât<br />

velberekât” pek az, hem de pek çok az bulunan vârislerine ihsân olunan bir hakîkatdir.<br />

Ülül’azm Peygamberler az olunca, bunların vârisleri dahâ az olur.<br />

Süâl: Yukarıda bildirilenlerden anlaşılıyor ki, bu hakîkate kavuşan ârif, islâmiyyetden<br />

dışarı çıkmakdadır. Çünki, islâmiyyetin üstüne yükselmişdir.<br />

Cevâb: Ahkâm-ı islâmiyye, zâhirin [görünen uzvların] yapacağı ibâdetlerdir. Bu<br />

hakîkat ise, bu dünyâda bâtına [kalbe ve rûha] nasîb olmakdadır. Zâhir, her zemân,<br />

ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmağa mecbûrdur. Bâtın da, o hakîkatin işleri ile meşgûl<br />

olur. Bu dünyâda, amel, ibâdet lâzımdır. Bu amellerin, bâtına çok yardımı vardır.<br />

Ya’nî, bâtının ilerlemesi, zâhirin ahkâm-ı islâmiyyeye uymasına bağlıdır. O hâlde,<br />

bu dünyâda, her zemân, zâhir de, bâtın da ahkâm-ı islâmiyyeye muhtâcdır. Zâhirin<br />

işi, islâmiyyete uymak, bâtının işi de, islâmiyyetin meyvelerini, fâidelerini<br />

toplamakdır. İslâmiyyet, bütün kemâlâtın kaynağı, bütün makâmların temelidir.<br />

İslâmiyyetin, fâide, meyve vermesi, bu dünyâya mahsûs değildir. Âhıretin kemâlâtı<br />

ve sonsuz ni’metleri de, islâmiyyetin netîceleri, meyveleridir. Görülüyor ki, islâmiyyet<br />

öyle bir (Şecere-i tayyibe) [mubârek ağaç]dir ki, onun meyveleri ile, bütün<br />

âlem, dünyâda da, âhıretde de fâidelenmekdedir.<br />

– 904 –


Süâl: Demek ki, kemâlât-i nübüvvetde de, bâtın Hak ile, zâhir halk iledir. Başka<br />

mektûblarda, Peygamberlik makâmında, zâhir de, bâtın da halk iledir ve insanları<br />

bu sûretle da’vet etmekdedir deniyor. Bu iki sözü birleşdirmek nasıl olur?<br />

Cevâb: Kemâlât-i nübüvvet dediğimiz, urûcda, yükselirken erişilen kemâlâtdır.<br />

Peygamberlik makâmı ise, inişdedir. Yükselirken, bâtın Hak iledir. Zâhir halk ile<br />

olup, halkın hakları, islâmiyyete uygun olarak ödenir. Nüzûlde ise, zâhir de, bâtın<br />

da halk ile olup, zâhiri ve bâtını ile, onları Allahü teâlâya çağırmakdadır. O hâlde,<br />

iki sözün arasında uygunsuzluk yokdur. Halkla olmak, Hak ile olmak demekdir.<br />

Bekara sûresi, yüzonbeşinci âyetinde meâlen, (Nereye dönerseniz, orada Allahü<br />

teâlâyı bulursunuz!) buyuruldu. Fekat bu, mahlûklar Allah olur veyâ Allahü<br />

teâlânın aynalarıdır demek değildir. Mümkin, hiç Vâcib olur mu? Mahlûk, hiç<br />

Hâlık olur mu, Ona ayna olabilir mi? Belki, Vâcib, Mümkine ayna olur denebilir.<br />

Evet, nüzûl ederken [geri inerken] eşyâ, sıfât-ı ilâhiyyenin sûretlerine ayna olabilir.<br />

Çünki, mahlûkların aynasında görülen, meselâ sem’, basar, ilm ve kudret, bu<br />

mahlûkların aynası olan sem’, basar, ilm ve kudret sıfatlarının sûretleridir. Bunlar,<br />

aynanın sıfatlarıdır ki, görünen mahlûklarda zuhûr etmekdedir. Aynada görülen<br />

hayâller de aynanın sıfatlarının, eserlerinin aynalarıdır. Meselâ, ayna uzun<br />

ise, hayâller uzun görünür ve aynanın uzunluğunu gösteren ayna olurlar. Ayna küçük<br />

ise, hayâller, aynanın küçüklüğünü gösteren birer ayna gibidir.<br />

Urûc ederken, yükselirken, Allahü teâlânın aynasında, eşyâ görünüyor sanılır.<br />

Eşyâ aynada bulunuyor sanıldığı gibi olur. Hâlbuki, eşyânın hayâlleri, aynanın içinde<br />

değildir. Bunun gibi, mahlûklar, Allahü teâlânın aynasında değildir. Aynada birşey<br />

yokdur. Hayâller, aynada değil, hayâlimizdedir. Aynada hayâl yokdur. Hayâllerin<br />

bulunduğu yerde de ayna olamaz. Hayâller, vehm ve hayâlimizdedir. Yerleri<br />

varsa, vehm mertebesindedir. Zemânları varsa, hayâl mertebesindedir. Fekat,<br />

mahlûkların vücûdsüz olan bu görünüşü, Allahü teâlânın kudreti ile olduğundan,<br />

devâmlıdır. Âhıretin sonsuz azâb ve ni’metleri bunlara olacakdır.<br />

Dünyâ aynalarında, önce hayâller görünür. Aynayı görmek için, ayrıca dikkat<br />

etmek lâzımdır. Allahü teâlânın aynasında ise, görülen önce aynadır. Mahlûkları<br />

görmek için, ayrıca dikkat etmek lâzımdır. Velî, rücû’ etmeğe başlayınca, mahlûkların<br />

sıfât-ı ilâhî aynalarındaki hayâlleri görünmeğe başlar. Rücû’ ve nüzûl temâm<br />

olup, (Seyr der eşyâ) eşyâda seyr, hareket edince, şühûd-i ilâhî kalmaz, gayb hâlini<br />

alır. Îmân-ı şühûdî, îmân-ı gaybî hâlini alır. Da’vet vazîfesi temâm olup, vefât<br />

edince, gayb kalmaz. Yine şühûd hâsıl olur. Fekat, bu şühûd, rücû’dan önceki şühûdden<br />

kuvvetli, kâmildir. Âhıretdeki şühûd, dünyâdakinden kuvvetlidir.<br />

Demek ki, bir aynada görülen hayâller, aynada değildir. Varlıkları yalnız hayâldir.<br />

Ayna, bu hayâlleri ihâta etmiş, kaplamış denilebilir. Bu hayâllerle berâberdir<br />

deriz. Fekat, bu kurb [yakınlık], bu ihâta ve ma’ıyyet [berâberlik] cismin cisme olan<br />

veyâ cismin, kendi sıfatına [meselâ rengine] olan kurbu, ihâtası ve ma’ıyyeti gibi<br />

değildir. İnsan aklı, hayâllerin aynaya olan kurb, ihâta ve ma’ıyyetini düşünemiyor,<br />

kavrıyamıyor. Hayâllerin aynaya karîb, berâber ve ihâta edilmiş oldukları muhakkakdır.<br />

Fekat, nasıl olduğu anlatılamıyor. İşte Allahü teâlânın mahlûklara<br />

olan kurbu, ihâtası ve ma’ıyyeti de böyledir. Elbette vardırlar. Fekat, nasıl oldukları<br />

bilinmez. Bunlara inanırız. Fekat, nasıl olduklarını bilemeyiz. Çünki, Allahü<br />

teâlânın bu sıfatları, cismlerin sıfatlarına benzemiyor, mahlûkların sıfatları gibi değildir.<br />

Hakîkatin nümûnesi olan bu âlemde, bu sıfatlara misâl olarak, hayâller ile<br />

aynayı söyledik ki, aklı olan, bundan onu anlıyabilsin! Allahü teâlâ, doğru yolda<br />

olanlara selâmet versin! Âmîn.<br />

Kıl Allaha beş nemâzı,<br />

boş geçirme, kış ve yâzı!<br />

Hakka yaklaşmak istersen,<br />

temâm et, sünnet ve farzı!<br />

– 905 –


28 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 3. cü MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Seyyid mîr Muhibbullah-i Mankpûrîye yazılmış olup, kelime-i tevhîdin<br />

ma’nâsını bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâmlar, kusûrsuzluklar<br />

olsun! (Lâ ilâhe illallah!) Ya’nî ülûhiyyete, ma’bûdiyyete hakkı olan, yalnız<br />

Allahü teâlâdır. Şerîki, ortağı, benzeri yokdur. Vâcib-ül-vücûddür, varlığı,<br />

elbette lâzımdır. Noksânlık ve yaratılmak sıfatları, alâmetleri, Onda yokdur.<br />

(Ma’bûd), ibâdet olunan şey demekdir. (İbâdet), kulluk etmek, tapınmak, ya’nî hudû’<br />

ve tezellüldür. Ya’nî, kendini aşağılamak, alçaltmak demekdir. Bütün kemâlât,<br />

yükseklikler, iyilikler kendisinde bulunan, hiçbir noksânlığı olmıyan ve herşey,<br />

var olmak için ve varlıkda kalabilmek için, Ona muhtâc olan ve kendisi hiçbirşey<br />

için, hiçbirşeye muhtâc olmıyan ve herkese fâide ve zarar yalnız Ondan gelen<br />

ve Onun izni ve emri olmadıkca, hiçbirşeyin, hiçbirşeye zarar ve iyilik yapamıyacağı,<br />

Ondan başka herşeyin önü ve sonu yokluk olup, hep var olan bir kimseye<br />

ancak ibâdet olunur. İbâdet, yalnız böyle bir kimsenin hakkıdır. Allahü teâlâdan<br />

başka, böyle bir kimse yokdur ve olamaz. Bu yüksek sıfatlar başkasında da<br />

var dersek, Ona, başkası denilemez. Başka olmak için, farklı olmak lâzımdır.<br />

Böyle bir başkasını, ondan farklı, ayrı düşünürsek, ülûhiyyet ve ma’bûdluk şartları,<br />

bu ikincisinde noksân olur. Ülûhiyyet ve ma’bûdluk hakkı olamaz. Çünki, bunun,<br />

birinciden ayrı olması için, ma’bûdluk sıfatlarından birinin, bunda bulunmaması<br />

lâzımdır. Bunun için de, noksân olmuş olur. Bu ikincisinin, kemâl sıfatlarını<br />

temâm kabûl edip de, ayrılık olmak için, noksân sıfatlardan bir dânesini kendisinde<br />

bırakırsak, yine kendisi kusûrlu olmuş olur. Meselâ, herşey Ona muhtâc<br />

olmasa, muhtâc olmıyanların ibâdet etmesi niçin lâzım olur? Eğer, bir işde, birşeye<br />

muhtâc olursa, yine noksânlık olur. Eğer herşeye iyilik ve zarar Ondan olmasa,<br />

Ona ne lüzûm olur. İbâdete neden lâyık olur? Eğer, Onun izni, haberi olmadan,<br />

bir kimse, birşeye iyilik ve zarar yapabilirse, Ona yine lüzûm kalmaz. İbâdet<br />

olunmağa hakkı olmaz. Bütün kâmil sıfatları kendinde toplayan, ancak bir olmak,<br />

şerîki, ortağı bulunmamak lâzımdır. İbâdete hakkı olan, yalnız bir olmak lâzımdır.<br />

O da bir olan, Allahü teâlâdır.<br />

Süâl: Söylenilen şeklde farklı, ayrı ikinci bir ma’bûd olamaz ise de, belki bizim<br />

bilmediğimiz, başka sıfatları bulunan farklı bir ma’bûd dahâ bulunamaz mı? Böylece,<br />

O da noksân olmaz.<br />

Cevâb: O bilmediğimiz sıfatları da, yâ kâmil sıfatlardır veyâ noksân sıfatlardır.<br />

Her iki şeklde de, yine aynı mâni’ mevcûddur. O yine noksân olmuş olur. Allahü<br />

teâlâdan başkasının ibâdete hakkı olmadığını göstermek için, şunu da söyliyelim<br />

ki, Allahü teâlâ, herşeyin varlığı için, bütün ihtiyâclarına kâfî olunca ve her şeye<br />

fâide ve zarar Ondan gelince, başka bir ma’bûd işsiz kalır. Hiçbirşey, Ona muhtâc<br />

olmaz. O hâlde, Onun ibâdet edilmeğe niçin hakkı olur. Ya’nî, Ona karşı zillete<br />

ve alçak görünmeğe ne lüzûm olur? Kâfirler, Allahü teâlâdan başkasına ibâdet ediyor,<br />

yalvarıyor, ihtiyâclarını ondan umuyor. Kendi yapdıkları putlara, heykellere<br />

tapınıyor. Bunlar, kıyâmetde bize şefâ’at, yardım edecek diyorlar. Ne kadar aldanıyorlar.<br />

Bunların şefâ’at edebileceğini nereden anlıyorlar? Yalnız zan ile veyâ başkasına<br />

aldanmakla, birini, ibâdetde, Allahü teâlâya şerîk yapmak, ne büyük şaşkınlık,<br />

ne büyük zarardır. İbâdet, kolay ve ehemmiyyetsiz birşey değildir ki, ölüp<br />

giden bir insana, taşa, heykele kulluk edilsin. Elinden birşey gelmiyene, hattâ kendinden<br />

dahâ zevallı olana, ibâdet olunmak hakkı verilsin. Ülûhiyyet olmadıkca, ibâdet<br />

edilmeğe hak olmaz. (Ülûhiyyet sıfatları) bulunana ibâdet edilir. Bu sıfatları<br />

bulunmıyanın ibâdet olunmağa hakkı yokdur. Ülûhiyyetin birinci şartı ise, vücûb-i<br />

vücûddur. Ya’nî varlığı lâzım olmak, elbette var olması lâzım olmakdır. Varlığı<br />

lâzım olmıyan, ilâh olamaz ve ibâdete müstehak olamaz. Ne kadar ahmaklıkdır, şaş-<br />

– 906 –


kınlıkdır ki, varlığı lâzım olan, Allahü teâlâdan başka hiçbir şey yokdur, dedikleri<br />

hâlde, başkalarına tapınıyorlar. Bilmiyorlar ki, ma’bûd olmak için, ibâdet olunmak<br />

için, varlığın lâzım olması şartdır. Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım kimse<br />

olmayınca, ibâdete lâyık da, Ondan başkası bulunmaması îcâb eder. Ondan başkasına<br />

ibâdet etmek, başkasının vücûdünü de lâzım bilmek olur.<br />

İşte (Lâ ilâhe illallah) kelime-i tayyibesini tekrâr tekrâr söylemekle, vücûdü lâzım<br />

olanın Allahdan başkası olmadığı ve Ondan başkasının ibâdete hakkı bulunmadığı<br />

bildirilir. Bu ikisinden en fâidelisi, başkasının ibâdete hakkı olmadığıdır ki,<br />

bunu ancak Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirmişdir. Peygamberlere<br />

“aleyhimüssalevâtü vettehıyyât” uymayanlar da, Allahü teâlâdan başkasının<br />

vücûdü lâzım değildir diyor. Vâcib-ül-vücûd birdir diyorlarsa da, ibâdete müstehak<br />

olmakda aldanıyorlar. Allahü teâlâdan başka, ibâdet olunmağa lâyık kimse<br />

olmadığını anlıyamıyor, başkalarına tapınmakdan sıkılmıyorlar. Kilise yapmakdan<br />

çekinmiyorlar. Kiliseleri yıkan, putlara, heykellere, diri veyâ ölü bir insana<br />

tapınmağı önleyen, yalnız Peygamberlerdir “aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”.<br />

Bunlar, Allahü teâlâdan başkasına tapanlara (Müşrik) demişlerdir. Müşriklerin,<br />

(Allahü teâlâdan başkasının varlığı lâzım değildir. Ondan başkası, olsa da olur,<br />

olmasa da olur. Vâcib-ül-vücûd yalnız Odur) deseler de, başkasına tapdıkları<br />

için, yine müşrik olduklarını beyân buyurmuşlardır. Çünki, Allahü teâlâdan başkasına<br />

ibâdet olunmamasına ehemmiyyet vermişlerdir. Ya’nî söze değil, işe kıymet<br />

vermişlerdir. Çünki, Ondan başkasının ibâdete hakkı olmayınca, Ondan başka<br />

Vâcib-ül-vücûd yok demekdir. O hâlde, bir kimse, Peygamberlerin dînine uymadıkca,<br />

ya’nî Allahü teâlâdan başkasının ibâdete lâyık olmadığını bilmedikce, şirkden,<br />

müşrik olmakdan kurtulamaz. Şirkin kısmlarından ve insanın kendinde ve dışarda<br />

bulunan ilâhlara tapınmakdan sıyrılamaz. İnsanı bundan kurtaran, ancak Peygamberlerin<br />

“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” dinleridir. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü<br />

vetteslîmât” gönderilmesinden maksad da, insanları bu devlete, bu<br />

ni’mete kavuşdurmakdır. Bu büyüklere uymadıkca, şirkden kurtulmak nasîb olmaz.<br />

Onların milletine girmedikce, tevhîd mümkin olamaz. Nisâ sûresi, kırksekiz<br />

ve yüzonaltıncı âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Allahü teâlâ, müşriki afv etmiyecekdir)<br />

buyruldu. Burada, müşrik kâfir demekdir. Çünki, dinlere inanmamak küfrdür.<br />

Şirk, küfrün kısmlarından biridir. Bir kısmını söylemekle, hepsi söylenmiş oldu.<br />

Bunun için, şirk afv olmıyacağı gibi, islâmiyyetin herhangi bir hükmünü inkâr eden<br />

de kâfir olup afv olunmıyacakdır. O hâlde, (Niçin âyet-i kerîmede, yalnız şirk afv<br />

olunmaz, buyrulmuşdur?) demenin yeri yokdur.<br />

Allahü teâlâdan başkasının ibâdete hakkı olmadığı meydândadır. Hattâ hadsîdir.<br />

Ya’nî düşünmeğe lüzûm kalmadan, akla geliverir. Bir kimse, ibâdetin ma’nâsını<br />

iyi anlasa ve Allahü teâlânın yukarıda bildirdiğimiz sıfatlarını iyi düşünse, Ondan<br />

başkasının ibâdete hakkı olmadığını hemen bilir. Bunu bildirmek için söylenilenler,<br />

meydânda olan şeyleri haber vermek gibidir. Böyle haberlerin red olması,<br />

i’tirâz olunması, münâkaşa edilmesi olmaz. Bu haberlere lüzûm kalmadan,<br />

kendiliğinden görmek için, îmân nûru, îmân ışığı lâzımdır. Meydânda olan, bedîhî,<br />

çok şeyler vardır ki ahmaklar, kalın kafalılar göremez. A’zâsı hasta ve a’sâbı bozuk<br />

çok kimse vardır ki, göze çarpan ve çarpmıyan birçok âşikâr şeyleri göremez.<br />

Süâl: Tesavvuf büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrarehüm”, (Arzû etdiklerin,<br />

ma’bûdun olur) buyurmuşdur. Bunun ma’nâsı nedir ve doğrusu nasıldır?<br />

Cevâb: Bir insanın maksûdu, arzûsu, teveccüh etdiği, özendiği, sağ kaldıkca ele<br />

geçirmek istediği ve ele geçirmek için, her zillete, alçalmağa katlandığı, hiç vaz geçmediği<br />

şey ise, bu maksûdu, ma’bûdu olur ve bu hâli ibâdet olur. Çünki ibâdet, zilletin,<br />

inkisârın son derecesidir. Allahü teâlâdan başka ma’bûd tanımamak için, Ondan<br />

başka maksûd olmamak, Ondan başka murâd olmamak lâzımdır. Bunun için<br />

de, (Lâ ilâhe illallah) derken, Ondan başka maksûd olmadığını bilmek lâzımdır.<br />

– 907 –


Bu ma’nâ ile, bu kelimeyi o kadar çok tekrâr ederler ki, hiçbir maksûdları kalmaz.<br />

Ondan başka birşey arzû edilmez. Böylece, başka ma’bûdumuz yokdur, sözleri doğru<br />

olur ve çeşidli ilâhlardan kurtulmuş olurlar. Ondan başka maksûd bırakmamak<br />

sûreti ile, Ondan başka ma’bûd bırakmamağa kavuşmak, îmânın kâmil olması için<br />

şartdır ve Evliyâya mahsûsdur. İnsanın, kendinde bulunan ma’bûdlarından kurtulmasına<br />

bağlıdır. Nefs, itmînâna kavuşmadıkca, bu derece ele geçmez. Nefsin itmînân<br />

bulması ise, Fenâ ve Bekânın temâmlanmasından sonradır. Parlak olan islâm<br />

dîninin, ışıklı se’âdet-i ebediyye yolunun esâsı, temeli, kolaylık, hafîflik ve kulları<br />

zahmetden, yorulmakdan kurtarmakdır. Çünki, insanlar, za’îf, nâzik yaratılmışdır.<br />

Bunun için, islâmiyyet diyor ki, bir kimse, maksadına kavuşmak için, Allah<br />

göstermesin islâmiyyetin dışına çıkarsa, [farzlardan birini bırakır, bir harâm işlerse,<br />

meselâ nemâzı, orucu bırakır veyâ içki içer, çıplak gezerse], bu maksûdu, onun<br />

ma’bûdu olur, ilâhı olur. Maksûdu için islâmiyyetin dışına çıkmazsa, onu ele geçirmek<br />

için, harâm işlemezse, islâmiyyet, o maksûdu red etmez, men etmez ve onu<br />

maksûd bilmez. Onun maksûdu yalnız Allahü teâlâdır ve Onun dînini gözetmekdir,<br />

der. O maksûda karşı, o kimsede, yaradılış îcâbı, bir arzû hâsıl olmuşdur. Fekat,<br />

bu arzûsu, islâmiyyete olan arzûsunun mikdârına yetişememişdir.<br />

Tesavvuf bilgileri îmânı kemâle ulaşdırdıklarından, burada Allahü teâlâdan başka<br />

maksûd olmamak lâzımdır. Çünki, başka maksûd olursa, ba’zan, nefsin yardımı<br />

ile, bunun arzûsu, Allahü teâlânın maksûd olmasını aşabilir. Onu ele geçirmek,<br />

Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak arzûsunu basdırarak, ebedî, sonsuz felâkete sebeb<br />

olabilir. Bunun için, îmânın kâmil olmasında, başka maksûdların kalmaması,<br />

mutlaka lâzımdır. Böylece, îmânın azalması veyâ sönmesi önlenmiş, emniyyete alınmış<br />

olur. Evet, ba’zı bahtiyârlar, ihtiyâr ve irâdelerinden kurtuldukdan sonra, bunlara<br />

yeniden irâde ve ihtiyâr verilir. İrâde-i cüz’iyyeleri kendilerinden gitdikden<br />

sonra, bunları, irâde-i külliye ile şereflendirirler.<br />

[Tesavvuf bilgileri îmânı kemâle ulaşdırır dedik. Tesavvuf, Muhammed aleyhisselâmın<br />

yolunda, izinde yürümek demekdir. Ya’nî, her sözünde, her işinde, herşeyde<br />

islâmiyyete yapışmakdır. Ne yazık ki, uzun zemândan beri birçok câhiller, fâsıklar,<br />

alçak maksadlarına kavuşmak için, büyük âlimlerimizin ismlerini, âlet olarak<br />

kullanıp, çeşidli ocaklar kurmuş, islâmiyyetin, dînin bozulmasına, yıkılmasına sebeb<br />

olmuşlardır. Hele son zemânlarda, bid’atler ve harâmlar az veyâ çok, bütün tekkeleri<br />

kaplamış, tarîkatcilik, islâmiyyeti yıkmak için en te’sîrli bir âlet hâlini almışdı.<br />

Tekkelere müzik sokuldu. Çalgı çalarak, tegannî ederek, dans ederek yapılan<br />

taşkınlıklara ibâdet denildi. (Dînî türk mûsikîsi) diye bid’atler uyduruldu. Bunların<br />

bid’at olduğu, Kâdî-zâdenin (Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhinde uzun yazılıdır.<br />

Şeyh ve tarîkatcı olarak ortaya çıkan ba’zı kimselerin, ağızlarına ateş koyduklarını,<br />

ağızlarından alevler çıkdığını, bir yanağına bıçak, şiş sokarak öteki yanağından<br />

çıkdığını, sokak ortasına yatarak, üzerinden kamyon geçirildiği hâlde, kendilerine<br />

hiçbirşey olmadığını görenlerden işitiyoruz. Bunların kerâmet olduğunu söyliyorlar.<br />

Görenler de inanıyorlarmış. Allahü teâlâ bunların Mûsâ aleyhisselâm zemânında<br />

da bulunduğunu haber veriyor. Bunlara kerâmet değil, sihr diyor. Böyle,<br />

göz boyamaları, (Fetâvâ-yı hadîsiyye)nin yüzondokuzuncu sahîfesinde ve<br />

(Mektûbât)ın 266. cı mektûbu sonunda ve üçüncü cildinde uzun bildirilmiş, harâm<br />

olduklarına fetvâ verilmişdir. Bu büyücü, üfürükcü şeyhlerin, tarîkatcıların yalan<br />

sözleri, (Hadîka) ve (Berîka)da da uzun yazılıdır. Bunların din adamı değil, müslimânları<br />

aldatan şeytân oldukları acı acı bildirilmişdir. Bu gösterileri, din değildir.<br />

Dinsizlikdir. Avrupadaki, Japonyadaki kâfirler de, sahnelerde, sirklerde, bunlarınkinden<br />

dahâ acîb, dahâ garîb şeyler gösteriyorlar. İslâmiyyet, oyun, komedi,<br />

maskaralık, müzik dîni, sihrbazlık, canbazlık, hokkabazlık dîni değildir. İslâmiyyet,<br />

inanması, yapması, sakınması lâzım olan şeyleri, güzel ve çirkin huyları öğrenmek<br />

ve emrlere uymak, herkese iyilik yapmak dînidir. Şeyh-ul-islâm Ahmed ib-<br />

– 908 –


ni Kemâl efendinin (El-münîre) kitâbında diyor ki: Müslimâna ilk vâcib olan şey,<br />

ahkâm-ı islâmiyyeye uymakdır. Ahkâm-ı islâmiyye, Allahü teâlânın ve Resûlünün<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” emr ve yasak etdiği şeyler demekdir. Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Bir kimsenin havada uçduğunu ve deniz<br />

üzerinde yürüdüğünü yâhud ağzına ateş koyup yutduğunu görseniz, fekat islâmiyyete<br />

uymıyan bir iş yapsa, kerâmet sâhibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık<br />

ve insanları doğru yoldan sapdırıcı biliniz!). (El-münîre)den terceme temâm<br />

oldu. Bu hadîs-i şerîf hak yolda olan tesavvufcu ile, bâtıl yolda olan tarîkatcıları,<br />

birbirlerinden kesin olarak ayırmakdadır. Osmânlıların son senelerinde, memleketde,<br />

hadîs-i şerîfin haber verdiği sahte, câhil, fâsık tarîkatcılar türemişdi. Çok şükr<br />

olsun ki, Allahü teâlâ bunu önledi. Ebû Bekr-i Sıddîk ve Alî ibni Ebî Tâlib “radıyallahü<br />

anhümâ” ve seyyid Ahmed Rıfâ’î, seyyid şerîf Ahmed Bedevî, Ebül-Hasen<br />

Alî bin Abdüllah Şâzilî, seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî,<br />

Muhammed Behâeddîn-i Buhârî, hâcı Bayram-ı velî ve Ziyâüddîn-i Hâlid-i Bağdâdî<br />

gibi din büyüklerinin mubârek ismlerini, kâtı’ı tarîk-ı ilâhî olan câhillerin elinde<br />

ve dilinde oyuncak olmakdan kurtardı. Bugün memleketimizde ve bütün dünyâda<br />

bir Mürşid-i kâmil, bir Ârif-i mükemmil bulunduğunu bilmiyoruz. Evet,<br />

(Kutb-i medâr) her zemân bulunur. Şimdi de vardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” zemânında da vardı. Bunlara, (Kutb-ül-aktâb) da denir. Fekat, bunlara<br />

inzivâ lâzımdır. Bunları kimse tanımaz. Hattâ, ba’zan, kendileri bile kendilerini<br />

bilmez. (Kutb-i irşâd) ise, kayyûm-i âlemdir. Herkese rüşd ve îmân, bunun vâsıtası<br />

ile gelir. İslâmiyyeti korur. Dîn-i islâm başı boş kalmaz. Din düşmanları<br />

pervâsızca, dîni yıkmağa, değişdirmeğe saldıramaz. İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü<br />

sirrehül’azîz”, (Me’ârif-i ledünniyye) kitâbında, otuzbeşinci ma’rifetde buyuruyor<br />

ki: (Kutb-i ebdâl) [ya’nî Kutb-i medâr] âlemde, dünyâda herşeyin var olması<br />

ve varlıkda durabilmesi için feyz gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irşâd ise, âlemin<br />

irşâdı ve hidâyeti için feyzlerin gelmesine vâsıta olur. Herşeyin yaratılması, rızkların<br />

gönderilmesi, derdlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin<br />

âfiyetde olması, Kutb-i ebdâlin feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak, hidâyete<br />

kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara tevbe etmek ise, Kutb-i irşâdın feyzleri<br />

ile olur. Her zemânda, her asrda Kutb-i ebdâlin bulunması lâzımdır. Hiçbir zemân,<br />

bunsuz olamaz. Çünki, âlem bununla nizâm bulmakdadır. Bunlardan biri ölünce,<br />

bunun yerine başkası ta’yîn edilir. Fekat, Kutb-i irşâdın her zemân bulunması lâzım<br />

değildir. Öyle zemânlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetden büsbütün mahrûm<br />

kalır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, o zemânın Kutb-i irşâdı idi. O<br />

zemânın Kutb-i ebdâli de, Ömer “radıyallahü anh” ve Veysel-Karnî “kaddesallahü<br />

teâlâ sirrehül’azîz” idi. Kutb-i irşâd ile, bütün insanlara îmân ve hidâyet gelmekdedir.<br />

Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet, kötülük hâline döner. Şeker hastasına<br />

verilen kıymetli gıdâların, onun kanında zehr hâline dönmesine benzer. Yâhud<br />

safrası bozuk olana, tatlının acı gelmesine benzer. (Me’ârif) kitâbından terceme,<br />

temâm oldu.<br />

(Berîka)nın üçyüzseksenbeşinci sahîfesinde diyor ki, (Tesavvuf büyüklerinin<br />

çoğu derin âlim ve müctehid idiler. Kutb-i irşâdların hepsi böyle idi. (Buhârî)deki<br />

hadîs-i şerîfde, (İlm üstâddan öğrenilir) buyuruldu. Ma’rifet ise, keşf ve ilhâm ile<br />

hâsıl olur. İlm, keşf ile, ilhâm ile hâsıl olmaz. İlmin kaynağı Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i<br />

şerîflerdir). Üçyüzyetmişyedinci sahîfesinde diyor ki, (Tesavvuf büyüklerinin<br />

çoğu müctehid idi. Gazâlî, Sevrî ve İbrâhîm bin Edhem böyle idi. Kutb-i irşâdlar böyle<br />

idi). (Hadîka)nın üçyüzyetmişsekizinci sahîfesinde diyor ki, (Me’ârif-i ilâhiyye<br />

ve hakâyık-ı rabbâniyye bilgileri, keşfle ve ilhâm ile hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez.<br />

İbâdetlerin yapılması ve bütün islâmiyyet bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde<br />

edilir. İslâmiyyet bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın Peygamberler ve<br />

kitâblar göndermesine lüzûm olmazdı). Bugün ve bundan sonra, herhangi bir câhilin,<br />

büyüklerin kitâblarından çalarak ezberlediği yaldızlı sözlerine aldanma-<br />

– 909 –


mağa, câhil tarîkatcıların tuzağına tutulup, Ehl-i sünnetden ayrılmamağa çok<br />

dikkat etmelidir].<br />

Yâ Rabbî! Bizlere ihsân eylediğin îmân ve yakîn nûrunu artdır. İslâmiyyet ışığı<br />

ile aydınlanmamızı nasîb et. Kabâhatimizi ört. Günâhlarımızı afv eyle!<br />

29 — İKİNCİ CİLD, 37. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, (Mektûbât)ın ikinci kısmını toplamış olan [Allahü teâlâ ondan râzı<br />

olsun!] fakîr, hakîr Abdülhayy için yazılmış olup, (Lâ ilâhe illallah) Tevhîd kelimesinin<br />

üstünlüklerini bildirmekdedir:<br />

Rabbimizin “celle sultânüh” gazabını, intikâmını söndürmek için (Lâ ilâhe illallah)<br />

güzel kelimesinden dahâ fâideli birşey yokdur. Bu güzel kelime, Cehenneme<br />

götüren gazabı söndürünce, dahâ küçük olan başka gazablarını elbette söndürür.<br />

Niçin söndürmesin ki, bir kul, bu güzel kelimeyi tekrâr tekrâr söyleyince, Ondan<br />

başkasını yok bilmekde, herşeyden yüzçevirip, hak olan bir ma’bûda dönmekdedir.<br />

Gazabının sebebi, kullarının, Ondan başkasına dönmesi, bağlanmasıdır. Mecâz<br />

âlemi olan bu dünyâda da, bu hâli görüyoruz. Zengin bir kimse, hizmetcisine<br />

kırılır, ona kızar. Hizmetci de, kalbi iyi olduğu için, herkesden yüzçevirip, bütün<br />

varlığı ile, efendisinin emrlerine sarılırsa, efendisi, ister istemez yumuşar. Merhamete<br />

gelir. Gazabı söner. İşte bu güzel kelime de, kıyâmet için ayrılmış olan doksandokuz<br />

rahmet hazînesinin anahtarıdır. Küfr karanlıklarını, şirk pisliklerini temizlemek<br />

için, bu güzel kelimeden dahâ kuvvetli, hiçbir yardımcı yokdur. Bir kimse,<br />

bu kelimeye inanınca, îmânın zerresi hâsıl olur.<br />

Bu güzel kelimeye inanarak, kalbinde zerre kadar îmân hâsıl eden kimse, kâfirlerin<br />

âdetlerini ve şirk pisliklerini yaparsa, bu güzel kelimenin şefâ’ati sâyesinde<br />

Cehennemden çıkarılır. Azâbda sonsuz kalmakdan kurtulur. Bunun gibi, bu ümmetin<br />

büyük günâhlarına şefâ’at edip azâbdan kurtaracak en kuvvetli yardımcı, Muhammed<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”dir. Bu ümmetin büyük günâhları<br />

dedik. Çünki, önceki ümmetlerde büyük günâh işliyen pek az olurdu. Hattâ îmânını<br />

küfr âdetleri ile ve şirk pislikleri ile karışdıran da az idi. Şefâ’ate en çok ihtiyâcı<br />

olan bu ümmetdir. Önceki ümmetlerde, ba’zıları küfrde inâd etdi. Ba’zısı da,<br />

hâlis olarak îmâna gelip emrlere yapışdı.<br />

Bu güzel kelime ve Peygamberlerin sonuncusu “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”<br />

gibi bir şefâ’atcı olmasaydı, bu ümmetin günâhları kendilerini helâk ederdi.<br />

Bu ümmetin günâhları çokdur. Fekat, Allahü teâlânın afv ve magfireti de sonsuzdur.<br />

Allahü teâlâ, bu ümmete afv ve magfiretini o kadar saçacak ki, geçmiş ümmetlerden<br />

hiçbirine böyle merhamet etdiği bilinmiyor. Doksandokuz rahmetini,<br />

sanki bu günâhkâr ümmet için ayırmışdır. İkrâm, ihsân, kabâhatliler, günâhlılar<br />

içindir. Allahü teâlâ, afv etmeği ve magfiret etmeği sever. Kusûr ve kabâhati çok<br />

olan bu ümmet kadar afv ve magfirete uğrayacak hiçbirşey yokdur. Bunun için, bu<br />

ümmet, ümmetlerin en hayrlısı oldu. Bunların şefâ’at edicisi olan bu güzel kelime,<br />

kelimelerin en kıymetlisi oldu. Bunların şefâ’atcileri olan Peygamberleri, Peygamberlerin<br />

en üstünü oldu “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”. Furkân sûresi,<br />

yetmişinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın, günâhlarını iyiliklerle değişdireceği<br />

kimseler, onlardır. Allahü teâlânın magfireti, merhameti sonsuzdur) buyruldu.<br />

Kerîmler ile yapılacak her iş kolay olur.<br />

Bunu yapmak, Allahü teâlâ için çok kolaydır. Ey Rabbimiz! Günâhlarımızı ve<br />

işlerimizde yapdığımız isrâfı, taşkınlığı afv et. Bizi doğru yolda bulundur! Kâfirlere<br />

gâlib gelmemiz için yardım et! Bu kelimenin üstünlüklerini dinleyiniz:<br />

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve âlihi ve selleme ve bâreke” buyurdu ki:<br />

– 910 –


(Lâ ilâhe illallah diyen kimse Cennete girer). Görüşleri kısa olan kimseler, bu söze<br />

şaşar. Bir kerre Lâ ilâhe illallah demekle, Cennete girmek nasıl olur der. Bu güzel<br />

kelimenin bereketlerini, fâidelerini bilmiyorlar. Bu fakîr [ya’nî imâm-ı Rabbânî<br />

“rahmetullahi aleyh”] anlıyorum ki, bu güzel kelimeyi bir kerre söylemekle, bütün<br />

kâfirleri afv edip, Cennete gönderseler yeri vardır. Bu mukaddes kelimenin bereketlerini,<br />

fâidelerini, bütün mahlûklara, kıyâmete kadar bölseler, hepsini doyuracağını<br />

görüyorum. Hele, bu mukaddes, güzel kelimeye (Muhammedün Resûlullah)<br />

kelimesi de eklenerek, teblîg ve tevhîd, inci gibi, yanyana dizilirse ve risâlet<br />

vilâyete yaklaşdırılırsa, vilâyetin ve nübüvvetin bütün üstünlükleri ve yükseklikleri,<br />

bir araya toplanmış olur. Bu iki se’âdetin yoluna kavuşduran, bu kelimelerdir.<br />

Vilâyeti, zıllerin, akslerin karanlıklarından kurtaran, temizleyen, nübüvveti en<br />

yüksek dereceye ulaşdıran, bu kelimedir. Ey Allahımız! Bizi bu güzel kelimenin<br />

fâidelerinden mahrûm bırakma! Bizi bu kelimelerden ayırma! Bu kelimeyi tasdîk<br />

edici olduğumuz hâlde cânımızı al! Kıyâmet günü, bizleri bu kelimeyi tasdîk<br />

edenler arasında bulundur! Bu kelime hurmetine ve bu kelimeyi bildirenler “aleyhimüssalevât<br />

vetteslîmât vettehıyyât velberekât” hurmetine, bizleri Cennete sok!<br />

Âmîn.<br />

Görüşün ve gidişin âciz kaldığı ve arzû, himmet kanatlarının düşdüğü ve her bilgi<br />

ve buluşun dışına çıkıldığı zemân, insanı, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah)<br />

tevhîd kelimesinden başka, birşey ilerletemez. Bu kelimenin âgûşuna sığınmadan,<br />

oralarda yükselmek olamaz. Sâlik, bu güzel kelimeyi bir kerre söylemekle,<br />

o makâma yükseliyor. Bu yüksek kelimenin işâret etdiği hakîkat sâyesinde,<br />

o makâmdan yukarıya ilerliyor. Kendinden uzaklaşıp, Allahü teâlâya yaklaşıyor.<br />

O yolun en az bir parçası, bütün bu gökler küresinden katkat çokdur. Bu kelimenin<br />

üstünlüğünü buradan anlamalıdır. Bütün mahlûkların, bu kelime yanında<br />

varlığı hiç kalır. Duyulmaz bile. Büyük bir deniz yanında, bir damla kadar da<br />

değildir. Bu güzel kelimenin derecelerinin meydâna çıkması, söyleyenlerin derecelerine<br />

göre olur. Söyleyenin derecesi ne kadar yüksek ise, bu mukaddes kelimenin<br />

büyüklüğü, o kadar çok meydâna çıkar. Arabî şi’r tercemesi:<br />

Güzelliği o kadar çok görünür,<br />

ona bakış, ne kadar çok olursa.<br />

Dünyâda bundan dahâ kıymetli, dahâ üstün bir arzû olmaz ki, insan, her bulunduğu<br />

yerde, [her işinde, her vazîfesinde] bu güzel kelimeyi tekrâr tekrâr söylemekle<br />

lezzet alsın ve haz duysun. Ammâ ne yapılabilir ki, bütün arzûlar ele geçmiyor.<br />

İnsanlarla konuşmak ve gaflete düşmek çâresiz oluyor.<br />

30 — İKİNCİ CİLD, 94. cü MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Abdülkâdir-i Enbâlîye yazılmış olup, Fenâ ve Bekâyı anlatmakdadır:<br />

Âlemlerin, her mahlûkun rabbi olan Allahü teâlâya hamd ederim. Peygamberlerin<br />

seyyidine “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, en üstününe, salât, düâ ederim!<br />

Bu fakîrin anladığına göre, mahlûkların hakîkatleri, aslları, ademler ile ismlerin<br />

ve sıfatların, ilm-i ilâhîdeki sûretleri, görünüşleridir. Bu sûretler, ademlere aks<br />

etmiş, onlarda görünmüşdür. [Adem, yok demekdir.] Her kötülük, her kusûr<br />

ademlerden hâsıl olur. Bu ademler, felsefecilerin dediği Heyûlâ gibidir. Bunlara<br />

aks eden sûretler de, felsefecilerin sûret dediklerine benzer. Ademler, birbirlerinden,<br />

üzerlerine aks etmiş olan sûretler ile fark olunur, ayrılır. Bu akslerin, ademlerle<br />

birleşmesi, sûretin heyûlâda yerleşmesi gibidir. Bu aksler de, ademlerle birleşdikleri<br />

için, birbirlerinden farklı olmuşdur. Bunların birleşmesi, sıfatların cism<br />

ile birleşmesi gibi değildir. Sûretin, heyûlâ ile birleşmesi gibidir. Heyûlâ, sûret vâ-<br />

– 911 –


sıtası ile tanınabilmekdedir. Sâlik, zikr ve murâkabe vâsıtası ile, cenâb-ı Hakka teveccüh<br />

edince ve başka şeylerden her ân yüzçevirince, Allahü teâlânın ism ve sıfatlarının<br />

ilmde bulunan bu sûretleri, her ân kuvvetlenir. Arkadaşları olan ademlere<br />

gâlib gelmeğe başlar. Öyle bir hâl alır ki, bu akslerin aslı ve heyûlâsı gibi olan<br />

ademler, örtülmeğe, gayb olmağa başlar. Ya’nî sâlik, bunları göremez olur. Çünki,<br />

aynanın gayb olması lâzımdır. Bu hâle, (Fenâ makâmı) denir ve çok kıymetlidir.<br />

Fânî olan bu sâlike, Bekâ da ihsân ederek, bu âleme geri indirirlerse, kendi ademini,<br />

bedenini koruyan, sıkı elbise gibi görür. Ademden o kadar ayrılmışdır ki, bir<br />

elbise gibi ayrı görür ve kendinden başka bilir. Hâlbuki, adem ondan ayrılmamışdır.<br />

Kendisine (ben) dediği zemân, ona da işâret etmekdedir. Ancak, asl, öz, temel<br />

olmakdan çıkmış, tâbi’ olmuşdur. Hattâ, önce kendisi ile durmakda olan, akslerle<br />

durabilecek hâle düşmüşdür. Bu fakîr, bu makâmda senelerce kaldım. Kendi ademimi,<br />

kıldan bir palto gibi, kendimden ayrı gördüm. Fekat, Allahü teâlânın lutf-ü<br />

ihsânı imdâda gelince, o mağlûb hâldeki adem, büsbütün eriyip gitdi. O aksler sâyesinde<br />

olan görünüşü, temâmen yok oldu. Sanki, hakîkî ademe, aslına karışdı. Meselâ,<br />

alçıyı kalıba koyup, şekl verirler, alçı sertleşip o şekli muhâfaza edebilecek<br />

hâle gelince, kalıbı kırarlar. Kalıp yardımı ile o şeklde durmasına son verip, yalnız<br />

kendisini o şeklde durdururlar. Burada da, aksler, adem ile duruyordu. Şimdi,<br />

kendi kendilerine, hattâ kendi aslları ile durduklarını anlarlar. Bu zemân,<br />

(ben) deyince, yalnız bu aksleri ve bunların asllarını görür. Ademinin kendisi ile<br />

sanki bir ilişiği yokmuş gibi olur. Bu makâmda, Fenânın hakîkati hâsıl olur. Önceki<br />

fenâ, sanki bu fenânın sûreti idi. Bu makâmdan bekâya getirirler ve âleme geri<br />

döndürürlerse, vaktîle parçası iken ve gâlib ve hâkim iken, sonra ayrılmış olan<br />

ademi, yine getirirler, arkadaş yaparlar. Fekat, şimdi kendinden ayrıdır ve (ben)<br />

deyince, işe karışmaz. Ba’zı fâideler için, kıldan bir palto gibi, dışarıya giyilmiş bir<br />

hâlde bulunur. Adem geri gelmiş ise de, ismlerin ve sıfatların aksleri şimdi ona muhtâc<br />

değildir. Hattâ adem, onların sâyesinde durabilmekdedir. Nitekim, birinci<br />

bekâda da böyle olmuşdur. Oradaki bekâda bu hâl olunca hakîkî olan bu bekâda<br />

şübhesiz, dahâ temâm, dahâ mükemmel olur. Elbise giyilince insana te’sîr eder. Elbise<br />

sıcak ise, insan ısınır. Soğuk ise, insan üşür. Bunun gibi, bu adem de, elbise gibi,<br />

te’sîr eder. Te’sîri bütün bedende görülür. Fekat bu te’sîrlerin, dışardan geldiği,<br />

içerden olmadığı anlaşılır. Bu adem sebebi ile olan şer ve kusûrlar da, dışardan<br />

ve sonradan gelmekdedir. Kendinden değildir, sıfatın sıfat ile bulunmasıdır. Sıfat<br />

da, madde de, devâmlı değildir. Bu makâmda bulunanlar, insanlıkda, başkaları gibidir<br />

ve insanlık sıfatlarını gösterir. Fekat, bunların bu sıfatları, dışardan gelmekdedir.<br />

Kendilerinden değildir. Başkalarının sıfatları ise kendilerindendir.<br />

Aralarında çok fark var. Câhiller, bunları kendileri gibi görünce, büyükleri, hattâ<br />

Peygamberleri “aleyhimüsselâm” kendileri gibi sanır ve inanmaz, karşı koyarlar.<br />

Bunun için, o büyüklerden mahrûm kalırlar. Nitekim, Tegâbün sûresi, altıncı<br />

âyetinde meâlen, (Bizim gibi bir insan mı bize yol gösterecek, diyerek kâfir oldular)<br />

ve Furkân sûresinde, yedinci âyetinde meâlen, (Bu nasıl Peygamberdir? Bizim<br />

gibi yiyor ve sokaklarda dolaşıyor dediler) buyruldu ki, bunların hâlini göstermekdedir.<br />

Allahü teâlânın büyük ni’meti, ihsânı ile, temâmen ayrıldıkdan sonra,<br />

yine yaklaşan ademin sıfatlarını kendimde hiç göremiyorum. Allahü teâlâya sonsuz<br />

şükrler olsun!<br />

Ademin komşuluğundan hâsıl olan bu sıfatların insanda görünmesi, kırmızı elbise<br />

giyen kimsenin kırmızı görünmesine benzer. Ahmaklar, elbisenin kırmızılığını,<br />

insanın kırmızılığı sanır. Fârisî nazm tercemesi:<br />

Hikâye olarak dinleyen seni,<br />

bulur ancak, hikâye te’sîrini!<br />

Sözün özünü anlarsa bir kişi,<br />

fâide verir ona her dinleyişi.<br />

– 912 –


Berrak olarak akan Nil nehri,<br />

çingenenin gözüne kan göründü.<br />

Mûsâ aleyhisselâmın ümmeti,<br />

Nil-i mubâreki, kan değil, su gördü.<br />

Yâ Rabbî! Bize doğru yolu gösterdikden sonra, ayağımızın kaymasından koru!<br />

Sonu olmıyan rahmetinden, bizlere de serp! Merhamet ve ihsân sâhibi, ancak<br />

sensin! Doğru yolda gidenlere bizden selâm olsun!<br />

31 — İKİNCİ CİLD, 39. cu MEKTÛB<br />

Bu mektûb, seyyid Abdülbâkî Sârenkpûrîye yazılmış olup, Eshâb-ı yemîn ve Eshâb-ı<br />

şimâli ve Sâbıkları bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği kullara selâm olsun. Allahü teâlâ, sana<br />

doğru yolda ilerlemek nasîb eylesin!<br />

Zulmânî, karanlık perdeler arkasında kalanlara, (Eshâb-ı şimâl) denir. Bu perdeleri<br />

aşıp, nûrdan perdeler gerisinde bulunanlara (Eshâb-ı yemîn) denir. Nûrdan<br />

perdeleri de aşanlar (Sâbikûn)dur. Bunlar, mahlûkât perdelerini ve vücûb perdelerini<br />

aşarak asla varmışlardır. Zât-ı ilâhîden başka, ismleri, sıfatları, şü’ûn ve i’tibârları<br />

[ya’nî düşünülen şeyleri] istemezler. Eshâb-ı şimâl, kâfirler ve şakîlerdir.<br />

Eshâb-ı yemîn, müslimânlar ve Evliyâdır. Sâbikûn ise, Peygamberlerdir “aleyhimüssalevâtü<br />

vetteslîmât”. Bu büyüklerin izinde gidenlerden ba’zılarını da bu<br />

devletle şereflendirirler. Ümmetlerin böyle şereflileri, dahâ ziyâde, Eshâbın büyükleridir.<br />

Eshâbdan başkalarından pek azı da, şereflenmişdir. Bunlar da, Eshâb-ı<br />

kirâm arasında sayılır ve Peygamberlerin kemâlâtına kavuşmuşdur. Peygamberimiz<br />

“aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, belki de bunun için (Önce gelenleri<br />

mi dahâ hayrlıdır? Yoksa sonra gelenleri mi? Belli değil) buyurdu. Evet bir hadîs-i<br />

şerîfde, (Zemânların en hayrlısı benim zemânımdır) buyurmuşdur. Fekat, bunu,<br />

asrlar, zemânlar için, birincisini ise, şahslar için buyurdu. Ehl-i sünnet âlimleri,<br />

söz birliği ile diyor ki, (Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sonra,<br />

Ebû Bekr ile Ömerden dahâ üstün kimse yokdur ve Ebû Bekrden üstün kimse<br />

yokdur. Bu ümmetin üstünlerinin en üstünü odur). Ömer “radıyallahü anh”, Ebû<br />

Bekr-i Sıddîkın izinde gitdiği için üstün olmuş ve ona uyduğu için, başkalarını geçmişdir.<br />

Bunun için, Ömer-ül-Fârûka (Halîfe-i Sıddîk) denildi. Hutbelerde ismi (Halîfe-i<br />

halîfe-i Resûlillah) diye okundu. Bu yolda ilerliyen süvârî, hazret-i Ebû<br />

Bekr-i Sıddîkdır. Hazret-i Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anhümâ” onun seyisi ve redîfidir.<br />

Ne güzel seyisdir ki, süvârîye tam uymuş, bütün üstünlüklerde Ona ortak<br />

olmuşdur.<br />

Yine sözümüze dönelim! Sâbıklar, Eshâb-ı yemîne ve Eshâb-ı şimâle benzemez.<br />

Zulmetli ve nûrlu olan işlerin dışındadır. Bunların kitâbları [ya’nî amel defterleri]<br />

da, onların kitâbları gibi değildir. Kıyâmetdeki hesâbları da, onların hesâblarına<br />

benzemez. Bunlara husûsî mu’âmele yapılır. Kendilerine ayrıca iltifât ve ikrâm<br />

olunur. Çünki, Eshâb-ı yemîn de, Eshâb-ı şimâl gibi, bunların kemâlâtından<br />

çok uzakdır. Evliyâ da “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, diğer mü’minler gibi,<br />

bunların sırlarını anlıyamaz. Kur’ân-ı kerîmde ayrı harflerle gösterilen işâretler,<br />

bunlara mahsûs sırlardır. Kur’ân-ı kerîmin müteşâbihleri, onların erişdiği dereceleri<br />

bildiren hazînelerdir. Asla kavuşarak, zıllerden, hayâllerden kurtulmuşlardır.<br />

Zıllere yetişenlerin, bunlara mahsûs olan makâmlardan haberi yokdur.<br />

Mukarrebler, asla yakın olanlar bunlardır. Râhat ve rahmet, bunlar içindir. Kıyâmet<br />

gününün korkusundan emîn olanlar bunlardır. Kıyâmetin dehşetinden, başkaları<br />

gibi ürkmezler.<br />

Ey büyük Allahımız! Bizi onları sevenlerden eyle! Çünki, o gün herkes, sevdiği<br />

ile berâber olacakdır. Peygamberlerin efendisinin sadakası olarak, düâmızı ka-<br />

– 913 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:58


ûl eyle “aleyhi ve alâ âlihi ve aleyhim ve alâ âli küllin essalâtü vet-teslimâtü vettehıyyâtü<br />

vel-berekât”! Âmîn.<br />

32 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 45. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, sultân Serhendîye yazılmışdır. Mü’minin kalbinin kıymetini bildirmekde,<br />

kalbi incitmekden men’ etmekdedir. Bu mektûb arabî olarak yazılmışdır:<br />

Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun resûlü Muhammed<br />

aleyhisselâma ve bütün âline ve Eshâbına salât ve selâm olsun! Kalb, Allahü teâlânın<br />

komşusudur. Allahü teâlâya kalbin yakın olduğu kadar hiçbirşey yakın değildir.<br />

Mü’min olsun, âsî olsun, hiçbir insanın kalbini incitmemelidir. Çünki, âsî olan<br />

komşuyu da korumak lâzımdır. Sakınınız, sakınınız, kalb kırmakdan pek sakınınız!<br />

Allahü teâlâyı en ziyâde inciten küfrden sonra, kalb kırmak gibi büyük günâh<br />

yokdur. Çünki, Allahü teâlâya ulaşan şeylerin en yakın olanı kalbdir. İnsanların<br />

hepsi, Allahü teâlânın köleleridir. Herhangi bir kimsenin kölesi döğülür, incitilirse,<br />

onun efendisi elbette gücenir. Herşeyin biricik mâliki, sâhibi olan efendinin şânını,<br />

büyüklüğünü düşünmelidir. Onun mahlûkları, ancak izn verdiği, emr eylediği<br />

kadar kullanılabilir. İzni ile kullanmak, onları incitmek olmaz. Hattâ, onun emrini<br />

yapmak olur. Zinâ eden bâkire kıza yüz sopa vurmağı emr etmişdir. Buna bir<br />

sopa fazla vuran, zulm etmiş olur. Onu incitmiş olur.<br />

Kalb, ya’nî gönül, mahlûkların en üstünü, en şereflisidir. İnsan, (Âlem-i kebîr)de,<br />

ya’nî insanın dışında bulunan herşeyi kendinde topladığı için, mahlûkların en<br />

kıymetlisi olduğu gibi, kalb de, (Âlem-i sagîr)deki, ya’nî insanda bulunan herşeyi<br />

kendinde topladığı için ve çok basît ve hulâsa olduğu için çok kıymetlidir. Kendinde<br />

çok şey bulunan, Allahü teâlâya herşeyden dahâ yakındır. İnsanda bulunan<br />

şeylerin bir kısmı, (Âlem-i halk)dandır. Bir kısmı da, (Âlem-i emr)dendir. [Âlem-i<br />

halk, madde ve ölçü bulunan mahlûklardır. Âlem-i emr, madde olmıyan ve ölçülemiyen<br />

şeylerdir.] Kalb, bu iki âlem arasında (berzah)dır, vâsıtadır. İnsan tesavvuf<br />

yolunda ilerlerken, önce insanda bulunan latîfeler, (Âlem-i kebîr)deki asllarına<br />

yükselir. Meselâ, insan önce, kendindeki suyun aslına yükselir. Sonra, havanın<br />

aslına, sonra harâretin aslına, bundan sonra, (Âlem-i emr)in latîfelerinin asllarına,<br />

sonra kendinin rabbi olan [ya’nî terbiye edicisi, yetişdiricisi olan] bir ismin<br />

bir kısmına, sonra Allahü teâlânın bu isminin bütününe, sonra Allahü teâlânın dilediği<br />

derecelere yükselir. Kalb böyle değildir. Bunun yükseleceği, ulaşacağı bir<br />

aslı yokdur. O, doğruca zât-ı ilâhiye yükselir. Onun yükselmesi, bilinmeyen, anlaşılamıyan<br />

zâta olur. Fekat, yukarıda bildirilen yükselmeler olmaksızın, yalnız kalb<br />

yolundan yükselmek güçdür. Her yükselmeyi ayrı ayrı geçdikden sonra, kalb yolundan,<br />

doğruca ulaşmak kolay olur. Çünki, kalbin herşeyi kendinde bulundurması<br />

ve geniş olması da, o derecelere yükselmesinden sonra olur. Burada kalb dediğimiz,<br />

herşeyi kendinde toplıyan, herşeyden geniş olan latîfedir. Herkesin anladığı<br />

et parçası değildir.<br />

Hakâyık bahrinin ey cân, dürri yektâsıdır Ârif,<br />

meârif gülistânının, gülü ra’nâsıdır Ârif.<br />

Fesâhatde, belâgatde, letâfetde mükemmeldir,<br />

gizli olan ma’nâların, geniş deryâsıdır Ârif.<br />

Nefse köle olanlara, bunlar tekellüm eylemez,<br />

kalb ve rûh bilgilerinin, fekat üstâdıdır Ârif.<br />

Tesavvufdan eğerçi dem, vuran çokdur her tarafda,<br />

dîni, îmânı da bilmez, yalnız esmâsıdır Ârif.<br />

Ârif olmak için zîrâ, hayât-ı câvidân ister,<br />

karanlıklarda nûr salan, Hakkın mâhtâbıdır Ârif!<br />

– 914 –


33 — İKİNCİ CİLD, 76. cı MEKTÛB<br />

Bu mektûb, mevlânâ Hüseyne yazılmış olup, Arşı ve Kürsîyi bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun. Onun beğendiği, seçdiği kullarına selâm olsun!<br />

Arş-ı Mecîd, Allahü teâlânın şaşılacak mahlûklarından biridir. Âlem-i halk ile<br />

âlem-i emr arasındadır. Âlem-i kebîrdendir. Âlem-i halkın en büyüğüdür. Âlem-i<br />

halka da benzer, âlem-i emre de benzer. (Âlem-i halk), [madde âlemidir] yerler,<br />

dağlar, gökler olup, [bu âleme (Âlem-i şehâdet) de denir. (Âlem-i mülk) de denildiği,<br />

(Reşehât)da yazılıdır] bu âlem, altı günde yaratılmışdır. Fussılet sûresinde, dokuzuncu<br />

âyetde meâlen, (Yer küresini iki günde yaratdı) buyuruyor. Arş, âlem-i<br />

halkdan önce yaratıldı. Nitekim, Hûd sûresinde, yedinci âyet-i kerîmede meâlen,<br />

(Allahü teâlâ, gökleri ve yeri altı günde yaratdı ve Arşı, su üzerinde idi) buyuruldu.<br />

Bu âyet-i kerîme, suyun, yerden ve göklerden önce yaratıldığını gösteriyor. Demek<br />

ki Arş, yerin yapısında olmadığı gibi, göklerin yapısına da benzemez. Çünki<br />

Arş, âlem-i emre çok benzer. Bunlar ise, hiç benzemez. Arş, yerden ziyâde, göklere<br />

benzer. Bunun için göklerden sayılmakdadır. Fekat o, yer küresi olmadığı gibi,<br />

gök de değildir. O hâlde, yere ve göke benzer tarafı yokdur.<br />

Kürsîye gelince, Bekara sûresi, ikiyüzellibeşinci âyeti olan Âyet-el-kürsîde<br />

meâlen, (Onun Kürsîsi, göklerden ve yerden genişdir) buyuruldu. Demek ki,<br />

Kürsî de, göklerden başka bir şeydir. Kürsî, âlem-i emrden değildir. Çünki, Arşın<br />

altında olduğu söylenilmişdir. (Âlem-i emr) ise, Arşın üstündedir. [Maddeli ve zemânlı<br />

değildir. Âlem-i emre, (Âlem-i melekût) ve (Âlem-i ervâh) da denir.] Kürsî,<br />

âlem-i halkdan olunca ve göklerden ayrı olarak yaratıldığı için, bu altı günün<br />

dışında yaratılması lâzım geliyor. Nitekim, âlem-i halkdan olan su, altı günün dışında<br />

yaratıldı ve dahâ önce yaratıldı. Kürsî için bize birşey bildirilmediğinden onu<br />

başka zemâna bırakıyorum. Bilgi vermesini, Hak celle ve âlânın lutfünden, kereminden<br />

bekliyorum. Yâ Rabbî! Bilgimizi artdır!<br />

Yukarıdaki yazı, iki şübheyi aydınlatmış oldu: Biri, yer ile gökler olmayınca, altı<br />

gün nasıl belli olur? Pazar günü, pazartesiden nasıl ayırd edilir? Arşın göklerden<br />

önce yaratıldığı bilinince, zemânın belli olacağı anlaşılır ve günler hâsıl olur.<br />

[Gece gündüz olması lâzım değildir. Nitekim, kutublarda altı ay gündüz ve altı ay<br />

gece oluyor. Fekat altı aylık, ya’nî yüzseksen günlük zemân diyoruz.] Günlerin birbirinden<br />

ayrı olması için, güneşin doğup batması şart değildir. Nitekim, Cennetde<br />

günler ayrı ayrı olacakdır. Hâlbuki, Cennetde güneşin doğup batması yokdur.<br />

İkinci şübhe, bu fakîrin [ya’nî İmâm-ı Rabbânînin] bilgisine göredir. Allahü teâlâ,<br />

hadîs-i kudsîde, (Yere ve göke sığmam. Fekat, mü’min kulumun kalbine sığarım)<br />

buyurdu. Buradan anlaşılıyor ki, tam zuhûr, mü’min kulun kalbine mahsûsdur.<br />

Hâlbuki, birkaç mektûbda tam zuhûr, Arşa mahsûsdur demişdim ve kalbdeki<br />

zuhûr, Arşdaki zuhûrdan bir şuâ’ olduğunu bildirmişdim. [Kelimeleri Peygamberimizden<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, ma’nâları, Allahü teâlâdan olan<br />

hadîs-i şerîflere, (Hadîs-i kudsî) denir.] Yukarıda bildirilenden anlaşıldı ki, Arş-ı<br />

mecîdin hâli, hükmü, yerin ve göklerin hâli, hükmü gibi değildir. Mü’minin kalbine<br />

sığmaz ve Arşa sığar. Cevâbı şudur ki, yer ve gökler ve bunların içinde bulunan<br />

herşey, böyle geniş değildir. Yalnız mü’min kulun kalbinde bu genişlik vardır. Hadîs-i<br />

kudsîde, kalbin, yer ve göklere göre geniş olduğu bildirildi. Bütün mahlûkâta<br />

göre geniş buyurulmadı ki, Arş da hesâba katılmış olsun. O hâlde, başka mektûblardaki<br />

yazılarımız, hadîs-i kudsîye uymuyor denilemez.<br />

Arş-ı mecîde tam zuhûr vardır. Yeri ve gökleri, içindekilerle berâber, Arşın karşısına<br />

korsak, hemen yok olurlar ve eserleri bile kalmaz. Yalnız, mü’min insanın<br />

kalbi kalır. Çünki, ona benzemekdedir.<br />

Arşın üstündeki âlem-i emre olan zuhûr öyledir ki, Arş da bunun yanında hiç<br />

kalır. O hâlde, her üst makâma olan zuhûr, aşağısına göre hep böyledir. Âlem-i emr<br />

– 915 –


itince, hayret ve cehl âlemi başlar. Bu âlem için, ma’rifet olursa, mahlûkların aklına,<br />

anlayışına uymıyan, bilinmiyen bir ma’rifetdir.<br />

İnsanın ve kalbin kemâlini de biraz bildirelim: Arş-ı mecîd her ne kadar en genişdir<br />

ve tam zuhûra mâlikdir. Fekat, kavuşmuş olduğu bu ni’metden haberi yokdur.<br />

Bu kemâle şü’ûru olmaz. İnsan kalbi ise, şü’ûrludur. Kendini bilir. Kalbin bir<br />

ikinci şerefi, üstünlüğü de şudur ki, bir insanın hepsi (Âlem-i sagîr) [küçük mahlûk]dir.<br />

(Âlem-i halk) ile (Âlem-i emr)den meydâna gelmişdir. Bunların toplanması<br />

ile, bir hey’et, birlik hâsıl olmuşdur ki, ayrı bir ehemmiyyet, hükm taşır.<br />

(Âlem-i kebîr)de [insandan başka, bütün mahlûklarda] böyle bir hey’et yokdur.<br />

Eğer varsa, hakîkî değil, görünüşdedir. Bu hey’et yolu ile insana ve insanın kalbine<br />

gelen feyzler, fâideli şeyler, Âlem-i kebîre ve bu âlemin kalbi gibi olan Arşa pek<br />

az nasîb olur. İnsanda bulunan toprak maddeleri, bütün âlemin yapı taşıdır. Çok<br />

uzak olduğu hâlde, en çok onda zuhûr etmekdedir. Toprak maddelerinin kemâlâtı,<br />

âlem-i sagîrin [insanın] bütün hey’etine sirâyet etmişdir. Âlem-i kebîrde böyle<br />

bir hey’et [topluluk] bulunmadığından, orada sirâyet etmez. O hâlde, insan kalbi,<br />

bu kemâlâta da mâlikdir. Arş ise, mâlik değildir.<br />

Kalbe mahsûs olan bu kemâlât, bu üstünlükler, bir bakımdan olan üstünlükdür.<br />

Her bakımdan üstünlük, Arşa olan zuhûrdadır. Arşa, çölleri, ovaları aydınlatan,<br />

geniş bir ışık kaynağı dersek, kalb, o kaynakdan yakılmış bir kibrit gibidir. Şu kadar<br />

var ki, ba’zı şeyler katarak, bu kibritin ışığı başka dürlü parlatılmakdadır. Bu<br />

parlaklık, bir bakımdan olan bir üstünlükdür. Herşeyin hakîkatini, özünü doğru<br />

olarak, ancak Allahü teâlâ bilir. Yâ Rabbî! Bizlere verdiğin nûru temâmla, günâhlarımızı<br />

magfiret et! Sen herşeyi yapabilirsin! Efendimiz Muhammed aleyhisselâma<br />

ve Âline ve Eshâbına “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” ve Peygamberlerin<br />

ve yakın olan meleklerin hepsine “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, Allahü teâlâ<br />

iyilikler, selâmetler ve bereketler versin!<br />

Azrâil, başına geldiği zemân,<br />

kırılır ayakla kol, yavaş yavaş.<br />

Mevlâm nasîb etsin din ile îmân,<br />

akar gözlerinden sel, yavaş yavaş.<br />

Yüksek uçan gönül, yorulur birgün,<br />

ölçü terâzîsi, kurulur birgün.<br />

Herkesin yapdığı, sorulur birgün,<br />

döner mi, yâ Rabbî, dil yavaş yavaş.<br />

Hep nefsine uydun, tevbe etmedin,<br />

her bulduğun yidin, şükr etmedin.<br />

Nihâyet, bu kara toprağa geldin,<br />

çekilir dünyâdan el, yavaş yavaş.<br />

Kabrin üzerine dikerler taşı,<br />

bir avuç toprağa koyarsın başı.<br />

Baba, oğlun görmez, kardeş kardeşi,<br />

gider, geri dönmez yol, yavaş yavaş.<br />

Kâfûrlu, ılık suyu koyarlar,<br />

o nazlı bedeni, tekmîl soyarlar.<br />

Öldüğünü konu komşu duyarlar,<br />

gelir geri ahbâblar, yavaş yavaş.<br />

– 916 –


34 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 11. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, seyyid mîr Şemsüddîn Alî Halhalîye yazılmışdır. Âlem-i emrden ve<br />

âlem-i halkdan insanda bulunan on parçayı bildirmekde ve insan kalbinin Arşdan<br />

dahâ üstün olduğunu açıklamakdadır:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! İnsan,<br />

on parçadan meydâna gelmiş bir topluluk nümûnesidir. Bu on parça, (Anâsır-ı<br />

erbe’a) dedikleri, normal fizik şartları altında, sulb, mâyı’ ve gaz hâlinde bulunan<br />

maddeler ve enerji ve insanın nefsi, kalbi, rûhu, sır ve hafî ve ahfâ denilen<br />

latîfeleridir.<br />

[(Nebrâs)da ve bunun Muhammed Berhurdâr Mültânî “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” hâşiyesinde, yüzondördüncü sahîfesinde diyor ki: Abdüllah bin Ömerin “radıyallahü<br />

anhümâ” (Allahü teâlâ, mahlûkları, su, hava, nûr ve zulmetden yaratdı)<br />

dediği, (Taberânî)de yazılıdır. Buradaki nûr, [Yunan felsefecilerinin ateş dedikleri]<br />

ısı enerjisidir [ki, başka enerjilere dönebilir]. Zulmet dediği de, toprak maddeleridir.<br />

Bundan anlaşılıyor ki, bütün cismler, katı, sıvı ve gaz hâlindeki maddelerle<br />

enerjiden yapılmışdır. Ya’nî, her maddede enerji vardır.]<br />

İnsanda bulunan bütün organlar ve kuvvetler, hep bu on şeyden hâsıl olmakdadır.<br />

Bu on parça birbirine benzemez. Birbirine zıddır. [Birbirlerini kendi şekline<br />

sokmak isterler.] Başdan beş parçası, (Âlem-i halk)dandır. Ya’nî maddedirler. Bunlar,<br />

birbirlerine zıd oldukları gibi, (Âlem-i emr)den olan diğer beş parça da birbirlerine<br />

zıd olup herbirinin başka vazîfesi vardır. Bu on parçadan biri olan (Nefs-i nâtıka),<br />

ya’nî insanın nefsi, hep kendi isteklerinin yapılmasını ister. Başka hiçbirşeye<br />

boyun bükmez.<br />

Allahü teâlâ, birbirine zıd olan bu on parçayı bir araya toplamış, yeni bir özellik<br />

sâhibi, bir birlik meydâna getirmişdir. Buna insan şeklini vermişdir. İnsan bu<br />

on parçadan hâsıl olmuş bir birlik olduğu için, Allahü teâlânın yeryüzünde halîfesi<br />

olmak şerefine mâlik olmuşdur. İnsandan başka hiçbir mahlûk bu şerefe mâlik<br />

değildir. (Âlem-i kebîr) denilen, insandan başka bütün varlıklar, çok büyük oldukları<br />

hâlde, hiçbirinde bu on parça bir araya toplanmış değildir. Bütün insanlar,<br />

bu şerefde ortakdırlar. Âlem-i kebîrdeki mahlûkların en şereflisi Arşdır. Ona<br />

olan tecellî, başka mahlûklara olan tecellîlerden üstündür. Çünki, Arşa olan tecellî<br />

öteki tecellîlerin toplamıdır. Arşa olan tecellî, Allahü teâlânın bütün ismleri ile<br />

ve sıfatları iledir ve dâimî, kesiksiz tecellîdir. Kâmil bir insanın kalbi, birçok bakımdan<br />

Arş gibidir. Bunun için, öyle kalbe (Arşullah) denir. Bunun için, Arşa olan<br />

tecellîye yakın bir tecellîye kavuşur. Arşa olan tecellî, tamdır. Ârifin kalbine olan<br />

tecellî ise, bundan bir parçadır. Fekat, kalbde, Arşın mâlik olmadığı başka bir üstünlük<br />

vardır. Bu üstünlük, tecellî edene şu’ûrdur. Onu tanımakdır. Kalb, tecellî<br />

edene, zâhir olana tutulur, onu sever. Arşda böyle sevgi yokdur. Kalbde bu şu’ûr<br />

ve bu sevgi bulunduğu için, kalb ilerliyebilir, yükselebilir. Hem de yükselmekdedir.<br />

(İnsan, sevdiği ile berâber olur) hadîs-i şerîfi bunu bildirmekdedir. Kalb, sevgilisi<br />

ile berâber olmakdadır. Allahü teâlânın ismlerini ve sıfatlarını sevdi ise,<br />

onlarla berâber olur. Eğer zât-ı ilâhiyyeyi sevdi ise, ismleri ve sıfatları aşarak<br />

ötelere ulaşır. Arş, ismlerin ve sıfatların ötesindeki tecellîlere kavuşamaz. Vesselâm.<br />

Menba-ı feyzu meânî meclis-i Abdülhakîm,<br />

menzil-i kurb-ı ilâhî, sohbet-i Abdülhakîm.<br />

Melce-i bî-çâre-gândır, derde dermandır Hakîm.<br />

ma’den-i irfân, nûr-ı Sübhân, sırr-ı Kur’ândır Hakîm!<br />

– 917 –


35 — FENÂ-FİLLAH<br />

İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, (Me’ârif-i ledünniyye) kitâbında, yirmialtıncı<br />

ma’rifetde buyuruyor ki:<br />

(Fenâ) Allahü teâlâdan başka herşeyi unutmak demekdir. (Âlem-i emr)de bulunan<br />

beş latîfenin, insanda, birer sûreti, benzeri vardır. Bu beş latîfeye, (Kalb),<br />

(Rûh), (Sır), (Hafî) ve (Ahfâ) ismleri verilmişdir. Evliyânın çoğu, bunları birbirinden<br />

ayırd etmemiş, hepsine rûh demişlerdir. Rûh deyince, beşi de anlaşılmakdadır.<br />

İşte bu rûh, ya’nî latîfeler, bu bedene te’alluk etmeden, bununla birleşmeden<br />

önce, Allahü teâlâyı biliyordu. Allahü teâlâya karşı, biraz teveccühü, tanıması, sevgisi<br />

vardı. Kendisine ilerlemek, yükselmek kuvveti, hâssası verilmişdi. Fekat, bu<br />

bedenle birleşmeden önce bu bedene karşı muhabbet verildi. Sonra bu bedene doğru<br />

bırakıldı. Kendini bedene atdı. Çok latîf, yayılma kuvveti pek çok olduğundan,<br />

bedenin her yerine sindi, işledi. Bedende tanınmaz, bilinmez oldu. Kendini unutdu.<br />

Kendini beden sandı. Bedende fânî oldu. İşte insanların çoğu, kendini yalnız<br />

beden sanıyor. Rûhun varlığını bilmiyor ve rûha inanmıyorlar.<br />

Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, merhamet ederek, insanlara, ya’nî rûhlara,<br />

Peygamberlerle “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” haber gönderdi. Onları<br />

kendisine çağırdı. Bu karanlık bedene bağlanmalarını yasak etdi. Ezelde iyi olmaları<br />

takdîr edilmiş olanlar, bu emri dinleyip bedene olan bağlılığına son verir. Ona<br />

vedâ’ eder. Yükseklere döner. Bedenle birleşmeden önceki asla olan sevgisi, yavaş<br />

yavaş çoğalır. Geçici bir varlığa olan sevgisi azalır. Bu zulmânî, karanlık sevgilisini<br />

tam unutunca, onun sevgisi hiç kalmayınca, (Bedenin fenâsı)na kavuşmuş<br />

olur. Böylece, tesavvuf yolunun iki temel basamağından birincisi aşılmış olur.<br />

Bundan sonra, Allahü teâlâ, eğer ihsân ederse, nasîb ederse, buradan da ilerliyerek,<br />

kendini de unutmağa başlar. Bu unutkanlık artarak, büsbütün unutur. Allahü<br />

teâlâdan başka hiçbir varlığı bilmez olur. Böylece (Rûhun fenâsı)na da kavuşur.<br />

İkinci basamağı da atlamış olur. Rûhun bu dünyâya gelmesinin sebebi, bu ikinci<br />

fenâya kavuşmasıdır. Dünyâya gelmeksizin, buna kavuşamaz.<br />

(Hakîkat-i câmi’a) adı da verilen kalb latîfesi, eğer rûh ile birlikde, bu iki basamağı<br />

atlarsa, rûh ile birlikde kendi fenâsına kavuşur. Nefs de, bu yolculukda, kalb<br />

ile birlik olursa, bu da tezkiye bulur. Ya’nî fenâsına kavuşur. Fekat, nefs, kalbin<br />

makâmına gelince, kalb ile birlikde yükselmeyip orada kalırsa ve bu iki basamağı<br />

aşamazsa, nisyâna kavuşamaz. Mutmainne olamaz.<br />

Rûhun fenâsına kavuşan bir kimse, kalbin fenâsına kavuşmayabilir. Rûh kalbin<br />

babası gibidir. Nefs, kalbin anası gibidir. Kalbin, babası gibi olan rûha doğru bir<br />

isteği olur. Anası gibi olan nefsden yüzçevirir. Bu isteği çoğalıp, kalbi, babasına doğru<br />

çekerse, onun makâmına yetişir. Ya’nî iki basamağı atlar. Kalbin ve rûhun fânî<br />

olmaları ile, nefsin de fânî olması lâzım gelmez. Nefsin, oğluna muhabbeti, isteği<br />

hâsıl olur. Bu istek çoğalırsa ve babasının makâmına yükselmiş olan oğlunun<br />

yanına varırsa, onlar gibi olur. Sır, hafî ve ahfâ latîfelerinin fenâ bulmaları da böyledir.<br />

Kalbden hâtıraların, düşüncelerin gitmesi, silinmesi, onun Allahü teâlâdan<br />

başka şeyleri unutduğunu gösterir. Hiçbir şeyi hâtırlayamamak, bunlara olan ilmin<br />

gitmesi demekdir. Fenâda, ilmin zevâli, gitmesi lâzımdır.<br />

Niçin kılmazsın sen, farz-u sünneti,<br />

değil misin, Muhammedin ümmeti “aleyhisselâm”.<br />

Anmaz mısın, Cehennemi, Cenneti,<br />

Îmân sâhibi kul, böyle mi olur?<br />

– 918 –


36 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 123. cü MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Nûr Muhammed Tehârî için yazılmışdır. Allahü teâlâya kavuşduran<br />

yolların iki olduğunu bildirmekdedir:<br />

Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği<br />

kullarına selâm olsun! İnsanı Allahü teâlâya kavuşduran yollar ikidir: Birincisi<br />

peygamberlerin yakınlığı gibi olan (Nübüvvet yolu) olup, insanı aslın aslına ulaşdırır.<br />

Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve bunların sahâbîleri bu yoldan<br />

kavuşmuşlardır. Ümmetlerinden sahâbî olmıyanlar arasından dilediklerini de<br />

bu yoldan kavuşmakla şereflendirirler. Fekat bunlar pek azdır. Bu yolda vâsıta, aracı<br />

yokdur. Ya’nî vâsıl oldukdan sonra, doğrudan doğruya asldan feyz alırlar. Hiçbiri,<br />

ötekine vâsıta olmaz, perde olmaz. İkinci yol, (Vilâyet yolu)dur. Kutblar, evtâd,<br />

büdelâ ve nücebâ ve bütün Evliyâ hep bu yoldan kavuşmuşlardır. Bu yol, (Sülûk)<br />

yoludur. Evliyânın cezbeleri de, bu yolun cezbeleridir. Bu yoldan kavuşanlar,<br />

birbirlerine vâsıta ve perde olurlar. Bu yoldan vâsıl olanların önderi ve en üstünleri<br />

ve ötekilere vâsıta olanı, hazret-i Alî Mürtedâ “kerremallahü teâlâ vechehül-kerîm”dir.<br />

Bu yolda gelen feyzlerin kaynağı odur. Resûlullahdan “aleyhi ve alâ<br />

âlihissalâtü vesselâm” gelen feyzler, ma’rifetler hep onun vâsıtası ile gelir. Fâtımatüz-Zehrâ<br />

ve hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhüm”, bu makâmda,<br />

hazret-i Alî ile ortakdırlar. Öyle sanıyorum ki, hazret-i Alî, dünyâya gelmeden<br />

önce de, bu makâmda idi. Vefât etdikden sonra da, bu yolda her Velîye gelen<br />

feyzler, hidâyetler, yine onun vâsıtası ile gelmekdedir. Çünki kendisi, bu yolun<br />

en yüksek noktasında bulunuyor. Bu makâmın sâhibi Odur. Hazret-i Alî “radıyallahü<br />

teâlâ anh” vefât edince, ondan yayılan feyzler, hazret-i Hasen ve sonra<br />

hazret-i Hüseyn vâsıtası ile geldi. Dahâ sonra oniki imâmdan, sağ olanları da vâsıta<br />

oldular. Bunlardan sonra gelen Evliyâya feyzler, bu oniki imâm vâsıtası ile geldi.<br />

Kutblara, nücebâya da, hep bunlardan geldi. Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”,<br />

Velî oluncaya kadar hep böyle idi. Sonra, bu da bu vazîfeye kavuşdu. Ondan<br />

sonraki kutblara ve nücebâya ve bütün Evliyâya oniki imâmdan “kaddesallahü teâlâ<br />

esrârehümül’azîz” gelen feyzler, bunun vâsıtası ile geldi. Başka hiçbir Velî bu<br />

makâma kavuşamadı. Bunun içindir ki, (Önceki Velîlerin güneşleri batdı. Bizim<br />

güneşimiz üfk üzerinde sonsuz kalacakdır) buyurmuşdur. Hidâyet, irşâd feyzinin<br />

akmasını güneş ışıklarının yayılmasına benzetmişdir. Feyzin kesilmesine, güneşin<br />

batması demişdir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine oniki imâmın vazîfeleri verilmişdir.<br />

Rüşd ve hidâyete vâsıta olmuşdur. Kıyâmete kadar, her Velîye feyzler<br />

onun vâsıtası ile gelecekdir.<br />

Süâl: Müceddid-i elf-i sânî denilen, hicretin bin senesindeki büyük Velînin gelmesi<br />

ile, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin bu vazîfesi bitmez mi? Çünki, Mektûbâtın<br />

ikinci cildinin dördüncü mektûbunda, Müceddid-i elf-i sânî anlatılırken,<br />

ikinci bin senelerinde ümmetlere gelen her feyz, kutblara ve evtâda ve büdelâya<br />

ve nücebâya da olsa, hep müceddid vâsıtası ile gelir deniliyor?<br />

Cevâb: Müceddid-i elf-i sânî bu vazîfeyi Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin vekîli<br />

olarak yapmakdadır. Kamer, güneşden aldığı ışıkları saçdığı gibi olmakdadır.<br />

Süâl: Müceddid için böyle nasıl söylenebilir? Çünki, hazret-i Îsâ “alâ nebiyyinâ<br />

ve aleyhissalâtü vesselâm” gökden inecek ve müceddid olacakdır. Hazret-i Mehdî<br />

de “aleyhirrıdvân”, çıkacak ve müceddid olacakdır. Bunların, verecekleri feyzleri<br />

başkasından almaları düşünülebilir mi?<br />

Cevâb: Feyz için vâsıta olmak, yukarıda bildirdiğimiz iki yoldan yalnız ikincisindedir.<br />

Birinci yolda, ya’nî (Kurb-i nübüvvet) denilen yolda, feyz ve hidâyet, vâsıta<br />

ile gelmez. Bu yolda yükselen, arada vâsıta ve perde olmadan vâsıl olur. Kendisine<br />

hiçbir kimse vâsıta ve perde olmaksızın feyzlere ve bereketlere kavuşur. Vâsıta<br />

olmak ve perde olmak, (Kurb-i vilâyet) denilen yoldadır. Bu iki yolu birbiri-<br />

– 919 –


ne karışdırmamalıdır. Hazret-i Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” ve hazret-i<br />

Mehdî “aleyhirrıdvân”, nübüvvet yolu ile vâsıl olurlar. Şeyhayn, ya’nî hazret-i<br />

Ebû Bekr ile hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” da, nübüvvet yolu ile<br />

kavuşmuşlardır. Resûlullahın “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” himâyesi altındadırlar.<br />

Şânları çok yüksekdir.<br />

Tenbîh: Bir Velînin (Kurb-i vilâyet) yolundan ilerliyerek (Kurb-i nübüvvet) yoluna<br />

kavuşması, böylece her iki yoldan da feyz alması câizdir. Böyle olan Velîyi,<br />

Peygamberlerin ni’metlerinin artıklarına kavuşdururlar. Nübüvvet yolundan ulaşdırırlar.<br />

Onu, başkalarına feyz vermeğe vâsıta kılarlar. Her iki yolda da talebeyi<br />

yetişdirmek nasîb ederler. Fârisî mısra’ tercemesi:<br />

Bir kulunu herkesin yetişmesine sebeb kılar.<br />

Bu, Allahü teâlânın öyle bir ni’metidir ki, dilediğine ihsân eder. Allahü teâlânın<br />

ihsânı pek çokdur. [İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” böyle Velîlerdendir. Nübüvvet<br />

yolu ile kemâle gelmişdir. Vilâyet yolu ile de feyz vermekdedir.]<br />

Bu hâllerin, zevklerin, tercümânı Mektûbât,<br />

kitâbıdır ki, ondan neşr oluyor füyûzât.<br />

İlâhî nûrlar ondan yayılıyor cihâna,<br />

her ne müşkilin varsa, yalnız sen başvur ona.<br />

Onu çok oku dostum, bak nûrla dolacaksın,<br />

bizzat musannifinden, feyizyâb olacaksın.<br />

öyle kitâbdır ki o, misli islâmiyyetde,<br />

ne mâzîde yazılmış, ne yazılır âtîde.<br />

Kur’ândan, hadîslerden sonra gelir bu kitâb,<br />

herkese var içinde, kendine göre hitâb.<br />

İlm, ihlâs menba’ı, hârikalar diyârı,<br />

onda bulur arayan, eşi olmıyan yârı.<br />

Kayyûm-i âlem diyor, her mektûbu babamın,<br />

bir deryâ-yı muhîtdir, sonu görünmez ânın.<br />

Tarîkat ve islâmiyyet, vasl olmuşdur burada,<br />

Se’âdet menbaıdır, dünyâda ve ukbâda.<br />

Budur Tabîb-i hâzık, budur her derde devâ,<br />

budur kalblere şifâ, budur rûhlara gıdâ.<br />

Budur Hakkın sevdiği, sevgililerin sözü,<br />

budur islâmın aslı, hem de irfânın özü.<br />

Budur Evliyâların, çeşid çeşid lisânı,<br />

Ehl-i sünnet yolunun, gâyet açık beyânı!<br />

Aşkla yanan tâlibe, en iyi haber budur,<br />

bilinmiyen yollarda, sâlike rehber budur.<br />

Gece gündüz dâimâ, oku bu Mektûbâtı,<br />

gayret et duymak için, o lezzeti, o tadı.<br />

Oku, gülen gözlerin yaş doluncaya kadar,<br />

oku, hakîkî aşka, kavuşuncaya kadar.<br />

Oku, elbet o güzel, birgün rû-nümâ olur,<br />

muhabbetle okuyan mâsivâdan kurtulur.<br />

Sâatlerce, günlerce, hep onunla meşgûl ol,<br />

bu sözler te’sîriyle, açılır kalbe bir yol.<br />

Bir kalb ki, meşgûl olur, bu ma’nâyla her zemân,<br />

elbet imdâda gelir, birgün bunları yazan.<br />

– 920 –


37 — BİR TESAVVUF MÜTEHÂSSISININ MEKTÛBU<br />

Tesavvuf, kalbi sâf yapmak, temizlemek demekdir. Bu da, zikr-i ilâhî ile olur.<br />

Bütün insanların se’âdet-i ebediyyeye, ya’nî dünyâ ve âhıret iyiliklerine kavuşması,<br />

hakîkî sâhibimiz olan Allahü teâlânın ismini çok zikr etmekle hâsıl olur. Şu kadar<br />

var ki, zikri, bir Velîden veyâhud onun izn verdiği, ahkâm-ı islâmiyyenin ve hakîkatin<br />

edeblerini değişdirmiyen, bid’at karışdırmıyan, ona, doğru bağlanmış bulunan<br />

bir zâtdan öğrenmesi, ondan izn alması lâzımdır. Böyle öğrenmeksizin yapılan<br />

zikrin fâidesi pekaz olur, belki de hiç olmaz. Çünki, izn alarak yapılan zikr,<br />

mukarreblerin işidir. İznsiz zikr ise, ebrârın işidir. Bunun için, (Ebrârın ibâdetleri,<br />

iyilikleri, mukarreblere günâh, kusûrdur) buyurulmuşdur. [İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü<br />

teâlâ” yüzdoksanıncı ve Abdüllah Dehlevî doksandokuzuncu mektûbunda<br />

buyuruyorlar ki, (Zikrin fâideli olması ve te’sîr edebilmesi için ahkâm-ı<br />

islâmiyyeye uymak şartdır. Farzları ve sünnetleri yapmak ve harâmlardan ve şübheli<br />

olan şeylerden sakınmak lâzımdır. Bunları da sâlih olan Ehl-i sünnet âlimlerinden<br />

[veyâ bunların kitâblarından] öğrenmelidir). Zikri, bizim kitâblarımızda bildirdiğimiz<br />

gibi yapan kimse, izn alarak yapmış olur.]<br />

Zikri merâk etdiğinizi biliyorum. Bunun için açık yazıyorum. [1]<br />

Zikr, arabî bir kelimedir. Türkçede hâtırlamak, anmak demekdir. Hâtırlamak<br />

da, kalb ile olur. Söylemekle olmaz. Şimdi üç dürlü zikr bilinmekdedir:<br />

1— Dil ile söylemekle yapılan zikrdir. Söylerken, kalb birlikde hâtırlamaz. Yalnız<br />

dil ile söylenen zikrin kalbi temizlemekde fâidesi pek az olur. İbâdet sevâbı hâsıl<br />

olur. Zümer sûresinde, meâli, (Kalbleri Allahü teâlâyı zikr etmiyenlere azâb vardır)<br />

olan yirminci âyetinde bildirilen azâb bunlar içindir.<br />

2— Yalnız kalb ile yapılan zikrdir. Dil söylemez. İşte bizim yolumuza mahsûs<br />

olan zikr budur. A’râf sûresi ellidördüncü [54] âyetinde meâlen, (Rabbinizi, yalvararak<br />

ve gizli ve sessiz çağırınız) ve Ra’d sûresi, otuzuncu [30] âyetinde meâlen, (Biliniz<br />

ki, kalbler, yalnız Allahü teâlâyı zikr etmekle râhat bulur) ve A’râf sûresi ikiyüzdördüncü<br />

[204] âyetinde meâlen, (Rabbini, içinden zikr et!) buyuruldu ve başka<br />

birçok âyet-i kerîmede ve sayısız hadîs-i şerîflerde ve din büyüklerinin kitâblarında<br />

bu zikr bildirilmekdedir.<br />

3— Dil ile kalbin birlikde yapdığı zikrdir. Allah adamları, Evliyâ “kaddesallahü<br />

teâlâ esrârehümül’azîz”, yükseklere erişdikden sonra, böyle zikri yapabilirler.<br />

Kalb ile yapılan zikr, en önce Fahr-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” hicret<br />

gecesinde, Sevr dağındaki mağarada, Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü anh”, diz<br />

üstüne oturtup, gözlerini kapamasını emr ederek sessiz yapdırdığı zikrdir.<br />

Büyüklerin yolda bulunanlara öğretdikleri râbıta, Tevbe sûresinin yüzyirminci<br />

âyetinin, (Hep sâdıklarla birlikde bulunun!) ve En’âm sûresinin elliikinci âyetinin,<br />

(Rablerini istiyenlerle berâber olmağa çalış!) meâllerinde emr olunan berâberlikdir<br />

ve (Allahü teâlânın sevdiklerini hâtırlamak, rahmet etmesine sebeb<br />

olur) hadîs-i şerîfine uymakdır. Bunlar gibi, başka âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler<br />

de vardır. Asyada, Mâverâ-ün-nehr ve Buhârâda, oniki asrdan beri gelmiş<br />

bulunan Hanefî âlimlerinin büyükleri de, talebesine böyle yapdırmışlardır.<br />

Hergün âdet ederek, sabâh veyâ akşam nemâzından sonra, yâhud uygun gördükleri<br />

bir zemânda, abdestli, temiz bir yerde, yalnız olarak, kıbleye karşı oturulurdu.<br />

Gözler kapanırdı. Dil ile yirmibeş kerre (Estagfirullah) denir, herbirini söy-<br />

[1] (Bir kimse, bu mektûbu okuyup, seve seve yaparsa, ona izn verilmiş olur demişlerdir.<br />

Zikrden ve râbıtadan istifâde edebilmek için, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak ve farzları<br />

yapmak, harâmlardan sakınmak lâzım olduğu doksandördüncü ve yüzdoksanıncı<br />

mektûbların sonunda ve ikinci cildin kırkyedinci ve ellinci mektûbunda bildirilmişdir.<br />

Böyle olmıyanlarda, fâide yerine zarar olur) demişlerdir.<br />

– 921 –


lerken, (Günâhlarıma pişmân oldum. Bir dahâ yapmamağa söz veriyorum. Günâhlarımı<br />

afv eyle!) diye düşünülürdü. Sonra:<br />

Bir Fâtiha ile üç İhlâs okuyup, sevâbı, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

ile Muhammed Behâeddîn-i Buhârî ve Abdülkâdir-i Geylânînin “kaddesallahü teâlâ<br />

esrârehümül’azîz” rûhlarına hediyye edilir ve kalb ile düşünerek, rûhlarından yardım<br />

istenir. Beni de yolunuzun yolcuları arasında bulundurunuz diye yalvarılırdı.<br />

İhlâs-ı şerîf okumadan, yalnız bir Fâtiha dahâ okur, sevâbını Fahr-i âlem “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” ile imâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî<br />

Serhendî ve mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ”nin<br />

rûhlarına hediyye eder, bunların da rûhlarına kalb ile yalvararak, kendilerinin talebelerinden,<br />

mensûblarından saymalarını ricâ ederlerdi.<br />

Yalnız bir Fâtiha dahâ okunur. Sevâbını Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

ile seyyid Abdüllah ve seyyid Tâhâ “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ” rûhlarına<br />

hediyye eder, bâtınlarından kalb ile yardım ve feyz isterlerdi.<br />

Bir Fâtiha dahâ okuyarak, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” ile seyyid<br />

Muhammed Sâlih ve seyyid Fehîm-i Arvâsînin “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ”<br />

rûhlarına hediyye eder, rûhlarından kalb ile yardım ve feyz isterlerdi. [1]<br />

Bundan sonra, kısaca (Tezekkür-i mevt) ederlerdi. Ya’nî, kendini ölmüş ve teneşir<br />

tahtası üzerinde yıkanmış, kefene sarılmış ve tabuta konulmuş ve mezâra gömülmüş<br />

olarak düşünürlerdi. Mezârda olduğu hâlde, Allahü teâlâ ile arasında vesîle<br />

ve vâsıta olan zâtı [meselâ, yukarıda rûhlarına Fâtiha okuduğu Velîlerden birini]<br />

karşısında görür gibi, hayâline getirir, nûrlu alnına, ya’nî iki kaşı arasına<br />

edeb ile bakar gibi olurlardı. Herşeyi unutarak, dünyâ işlerini düşünmiyerek,<br />

sevgi ve saygı ile, onun mubârek yüzünü hayâlinde veyâ gönlünde durdururlardı.<br />

Buna, (Râbıta) demişlerdir. Mâide sûresi, otuzbeş [35]. ci âyetinde, (Ona kavuşmak<br />

için, vesîle, vâsıta arayınız!) emri ile ve başka âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîflerle<br />

ve islâm âlimlerinin kitâblarında bildirilmişdir. Tesavvufun bütün yollarında<br />

ve en çok büyüklerimizin yolunda en değerli ilerletme vâsıtası olduğu bildirilmişdir.<br />

Bu râbıta, en az onbeş dakîka sürer. Dahâ az olursa, te’sîri de az olur.<br />

Râbıtasız zikr etmek, insanı ilerletmez. Zikr etmeden râbıta yapmak, ilerletir<br />

buyurmuşlardır. Râbıta, her işde yardımcıdır. Zikr etmeğe yardımı ise, pekçokdur.<br />

Allahü teâlânın evi olan kalbi, nefsin pisliklerinden ve şeytânın aldatmasından temizler.<br />

Zikrin yerleşmesi için kalbi hâzırlar. Râbıta, üç kısmdır:<br />

1 — Velînin yüzünü, karşısında bulunuyormuş gibi, hâtırlamakdır. Böyle râbıta,<br />

zikre başlarken yapılırdı.<br />

2 — Yüzünü kendi kalbinde bulundurmakdır. Böyle râbıta, zikr ederken,<br />

kendiliğinden hâsıl olunca, kalbde durduğunu düşünerek, zikr etmek olurdu.<br />

3 — Kendisini, Velînin şeklinde, kıyâfetinde görmek, ya’nî böyle râbıta yapmakdır.<br />

Kur’ân-ı kerîm okurken ve dinlerken, ders, va’z dinlerken, nemâz kılarken,<br />

her ibâdeti yaparken, kendini o kıyâfetde düşünür. Bunları yapan, kendi değil,<br />

odur der. Böyle yapılan ibâdetlerden çok lezzet duyulurdu.<br />

Râbıta yapmakla çabuk ilerlerdi. Allahü teâlânın rızâsına kavuşurdu. Üçüncü<br />

kısma (<strong>Tam</strong> râbıta) denirdi.<br />

<strong>Tam</strong> râbıta yapan, kendi kalbini düşünürdü. Kalb, ya’nî gönül, sol memenin altında<br />

ve iki parmak aşağıda, yürek denilen bir parça etde bulunan nûrdan bir kuvvetdir.<br />

Yürek, yumurta veyâ kozalak gibidir. Buna, (Kalb-i sanevberî) denir. Burada<br />

bulunan nûrdan kuvvete, (Kalb-i hakîkî) denir. Kalb-i sanevberî, kalb-i hakîkînin<br />

yuvası gibidir.<br />

Kendine sıkıntı vermeden, nemâzda oturur gibi edeble otururlardı. Başını ve vü-<br />

[1] Bunlara, seyyid Abdülhakîm efendi de ilâve edilir.<br />

– 922 –


cûdünü azıcık kalbe eğer. Gözlerini yumar, ya’nî kaparlardı. Çünki göz, kalbin kılavuzu<br />

gibidir. Göz ne ile meşgûl olur ise, kalb de onunla meşgûl olur. [Bütün his<br />

organları da böyledir.] Bunun için, duygu organlarının hiçbiri birşey duymamalıdır.<br />

Hiçbir uzvunu oynatmazlardı. Dudaklar birbirine yapışırdı. Dil damağa değer,<br />

(Allah) kelimesini, hayâli ile, düşünerek, o (nûrdan kuvvet) üzerinden geçirir. Hayâl<br />

ile, zevk, şevk, saygı ile, (Onun gibi, hiçbirşey yokdur) âyet-i kerîmesine uyarak,<br />

hiçbirşeye benzemiyen bir zâtın ismi olan Allah, Allah, Allah derlerdi. Söylerken,<br />

hiçbir sıfatını düşünmez. Hattâ hâzır ve nâzır olduğunu bile hâtırlamazlardı.<br />

Tesbîhi alıp, sağ elinin baş parmağı ile Allah, Allah diyerek, tesbîh dânelerini atar.<br />

Kalbine bir düşünce gelmemesi için uygun göreceği gibi çabuk veyâ ağır ağır zikr<br />

ederlerdi. Zikrin, kalbin yakınında olması lâzımdır. Zikr günde, en az beşbindir. Ramezân-ı<br />

şerîfde onbeşbin, başka aylarda yedibin, mümkinse her zemân onbeşbin<br />

olurdu. Zikr, bu kadar anlatılabilir. Yapınca anlaşılır. İyi yapmak çok yapmakla olur.<br />

(Ölüm gelmeden önce zikr et! Çünki, kalbin temizliği zikr ile olur. Allahü teâlânın<br />

zikrinden başka, her ne olursa olsun, can çıkarmakdır) sözü meşhûrdur.<br />

Tesavvuf bilgilerinin mütehassısları, (Zikr etmekle kalb temizlenir. Zikr etmekle,<br />

Allahın sevgisi elde edilir. Zikr etmekle, ibâdetin tadı duyulur. Zikr etmekle,<br />

îmân kuvvetlenir. Zikr etmekle, nemâz kılmak hevesi artar. Zikr etmekle, ahkâm-ı<br />

islâmiyye kolaylıkla yapılır. Zikr etmekle, taklîdcilikden kurtulup, vicdânîliğe<br />

kavuşulur. Kur’ân-ı kerîmdeki (Allahü teâlâyı çok zikr ediniz!) emri bunu göstermekdedir)<br />

derlerdi. [Zikrin nasıl yapılacağı, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin,<br />

cild 2, 113.cü mektûbunda yazılıdır. Bu mektûbun tercemesi, (Kıyâmet ve Âhıret)<br />

kitâbı 165.ci sahîfede vardır.]<br />

Tesavvuf yolunda ilerlemek için, önce tevbe, sonra istihâre yapılırdı. Tevbe yapmak<br />

için kısaca, (Yâ Rabbî! Bulûğum ânından şimdiye kadar yapdığım günâhlara<br />

pişmân oldum. Şimdiden sonra da, inşâallahü teâlâ hiç günâh işlememeğe söz<br />

veriyorum) denir. Günâhlar ayrı ayrı sayılmaz. Sonra gusl abdesti alınır. Guslden<br />

sonra, o gece (İstihâreye niyyet etdim) diyerek iki rek’at nemâz kılıp, yatılırdı. Birinci<br />

rek’atde (Kâfirûn), ikinci rek’atde (İhlâs) sûresi okunurdu. Hergün, böyle zikr<br />

ederlerdi. Tevfîk Hak teâlâdandır derlerdi.<br />

İmâm-ı Birgivînin (Kırk hadîs)i, yirmibirinci hadîsine göre, her mü’minin istihâre<br />

yapması sünnetdir. İbni Âbidînde diyor ki, (İstihâre nemâzından sonra şu düâ<br />

okunur: Allahümme innî estehîrüke bi-ilmike ve estakdirüke bi-kudretike ve<br />

es’elüke min fadlikel’azîm fe inneke takdiru ve lâ akdiru ve ta’lemü velâ a’lemü<br />

ve ente allâmül-guyûb). Yedi gece böyle istihâre yapılır. Sonra, kalbe gelen şey yapılır.<br />

İstihâreden sonra, abdestli olarak, kıbleye dönüp yatılır. Rü’yâda beyâz veyâ<br />

yeşil görmek hayra alâmetdir. Siyâh veyâ kırmızı görmek şerre alâmetdir denildi.<br />

İstihâre nemâzını başkasına kıldırmak sünnet değildir. İstihâre yapmasını öğrenmeli,<br />

bu sünneti kendisi îfâ etmelidir. Bedenle yapılan ibâdetleri başkasına yapdırmak<br />

câiz değildir.<br />

31 Mayıs 1339 [1923] Zil-ka’de 1341<br />

Esseyyid Abdülhakîm<br />

Resûlullahın vârisi, müceddid-i elf-i sânî,<br />

İlm-i zâhirde müctehid, tesavvufda Veysel Karânî.<br />

Dîni yaydı yeryüzüne, nûrlar saçdı her mü’mine,<br />

Uyandırdı gâfilleri, yüce imâm-ı Rabbânî.<br />

İyi bildi ilm-i hâli, şer’a uygundu her hâli,<br />

Küfr sarmışken cihânı, oldu Ebû Bekr misâli.<br />

Sohbetinden feyz aldılar, hem kumandan, hem de vâlî,<br />

Ömer Fârûk soyundandır, buna şâhid oldu adlî.<br />

– 923 –


38 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 52. ci MEKTÛB<br />

Bu mektub, Mektûbâtın üçüncü cildini toplamış olan Muhammed Hâşim-i Keşmîye<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmışdır. Kalbin ve nefsin fenâsını ve ilm-i<br />

husûlînin ve ilm-i huzûrînin yok olmalarını bildirmekdedir:<br />

(Fenâ), mâ-sivâyı unutmak demekdir. (Mâ-sivâ), Allahü teâlâdan başka herşey<br />

demekdir. Mâ-sivâ, iki kısmdır: (Âfâk), insanın dışında olan mahlûklardır. (Enfüs),<br />

insanda bulunan şeylerdir. Âfâkı unutmak, âfâkı tanıtan ilm-i husûlînin yok olmasıdır.<br />

Enfüsü unutmak, enfüsü tanıtan ilm-i huzûrînin yok olmasıdır. Çünki âfâk,<br />

ilm-i hüsûlî ile bilinir. Enfüs, ilm-i huzûrî ile bilinir. İlm-i husûlînin yok olması, zordur<br />

ve Evliyâya nasîb olur. İlm-i huzûrînin yok olması, dahâ çok zordur ve Evliyâ<br />

“kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” içinden ancak çok yüksek olanlara nasîb<br />

olur. Yalnız akl ile iş görenlerin çoğu, buna inanmaz. Hattâ, böyle şeyi düşünmek<br />

bile imkânsızdır derler. İdrâk sâhibi bir kimsenin, kendini unutması, olacak<br />

şey değildir derler. Bir insanın kendini bilmesi lâzımdır. Bir insanın kendini bir an<br />

bile unutması olamaz, hele devâmlı, hep unutması hiç olamaz derler.<br />

İlm-i husûlînin yok olması, (Fenâ-yı kalb) denilen makâmda hâsıl olur. İlm-i huzûrî<br />

yok olunca, (Fenâ-yı nefs) hâsıl olur ki, bu tam fenâdır ve hakîkî fenâdır. Fenâ-yı<br />

kalb, fenâ-yı nefsin sûreti gibidir, gölgesi gibidir. Çünki ilm-i husûlî, ilm-i huzûrînin<br />

gölgesidir, görünüşüdür. Bunun için, ilm-i husûlînin fenâsı, ya’nî yok olması,<br />

ilm-i huzûrînin fenâsının gölgesi, sûreti olur. İlm-i huzûrî fenâ bulunca,<br />

nefs itmînân makâmına gelir. Allahü teâlâdan râzı olur. Allahü teâlâ da, ondan râzı<br />

olur. Bekâdan ve geriye rücû’dan sonra, tâlibleri irşâd etmek ve kemâle ulaşdırmak<br />

vazîfesi, nefse verilir. Bedende bulunan ve her birinin istek ve meylleri birbirine<br />

ters olan ve özellikleri başka başka olan ve her biri başka şey istiyen (Anâsır-ı<br />

erbe’a)nın dördü ile de cihâd ve gazâ yapmak nefse nasîb ve müyesser olur.<br />

Bedende bulunan diğer dokuz parçadan hiçbiri, bu ni’mete kavuşamaz. İnsanda<br />

bulunan enerjinin artması, güçlenmesi, insanı şeytâna çevirir. (Benim gibi bir dahâ<br />

var mı?) dedirir. Mutmainne olmuş olan nefs, cihâd ederek, insanı bu belâdan<br />

kurtarır. İnsanda bulunan şehvet ve gadab ve başka kötü sıfatlar, başka hayvanlarda<br />

da vardır. Nefs, bunları da terbiye ederek iyi hâle çevirir. Sübhânallah! Pek<br />

şaşılacak şeydir ki, on latîfenin en kötüsü olan nefs, en iyisi oluyor ve kötülüklerle<br />

cihâd ediyor. Bir hadîs-i şerîfde, (Câhiliyye zemânında iyi olanlarınız, müslimân<br />

olup din bilgilerini öğrenince de, en iyiniz olur!) buyuruldu.<br />

Tenbîh: Kalbin mâ-sivâyı unutmasının alâmeti, mâ-sivâyı hiç düşünmemesidir.<br />

Mâ-sivâyı düşünmek için kendini zorlasa, kalbine hiçbir düşünce gelmez.[Akl, dünyâ<br />

işleri ile meşgûl olduğu hâlde] kalb mâ-sivâ düşüncesini kabûl etmez. Nefsin<br />

ilm-i huzûrîsinin yok olduğunu bildiren alâmet, insanın yok olmasıdır. İnsan<br />

kendini ve sıfatlarını bilemez. Bu zemân ilm de, ma’lûm da yok olur. Çünki, ilm<br />

ve ma’lûm, insanın kendisidir. İnsanın kendisi yok olmadıkca, ilm ve ma’lûm yok<br />

olmazlar. Kalbin fenâsı, âfâkın fenâsıdır. Nefsin fenâsı, fenâ-yı enfüsdür ki, hakîkî<br />

fenâ budur.<br />

Gel ey gurbet diyârında, esîr olup kalan insan,<br />

gel ey dünyâ harâbında, yatıp gâfil olan insan!<br />

Gözün aç, etrâfa bir bak, nice beğler gelip geçdi,<br />

ne mecnûndur bu fânîye, gönül verip duran insan!<br />

Kafesde bülbüle şeker verirler, fekat hiç durmaz,<br />

aceb niçin karâr eder, bu zındâna giren insan!<br />

Aklını başına topla, elinde var iken fırsat,<br />

sonsuz azâb çekecekdir, (Adam sen de) diyen insan.<br />

– 924 –


39 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 63. cü MEKTÛB<br />

Bu mektûb, mîr Mensûr için yazılmışdır. Allahü teâlânın ihâta, kurb ve ma’ıyyet<br />

sıfatları üzerinde ince bilgiler vermekdedir:<br />

Allahü teâlâ için söylenen Kurb ve Ma’ıyyet ve İhâta ve Sereyân ve Vasl ve İttisâl<br />

ve Tevhîd ve İttihâd gibi sözler, Müteşâbihât ve Şathiyyât cinsindendirler. Bu<br />

sözlerle, bizim anladığımız şeyler bildirilmemişdir. Bu sözleri işitince, akla, hayâle<br />

gelen şeylerin hiçbiri Allahü teâlâda yokdur. Allahü teâlânın bunlarla hiçbir ilgisi,<br />

ilişiği yokdur. Tesavvuf yolunun sonuna doğru şu kadar anlaşıldı ki, Allahü<br />

teâlânın kurb ve ittisâli, aynada görülen şeylerin aynaya olan kurb ve ittisâli gibidir.<br />

Aynada görünen şeylerden hiçbiri aynada yokdur. Görüntüden başka birşey<br />

değildirler. Bunların aynaya olan kurb ve ittisâli, vehm olunan, hayâlde bulunan<br />

şeylerin, dışarda var olan şeylere yakın ve bitişik denilmeleridir. Allahü teâlâ, hakîkî<br />

vardır. Âlem ise, his ve vehm mertebesinde var görünmekdedir. Bunun için,<br />

Allahü teâlânın mahlûklara yakın olması ve bitişik olması, dışarda var olan şeyin,<br />

hayâlde bulunan, vehm olunan şeye yakın olması, bitişik olmasıdır. Bundan dolayı,<br />

kurb ve ma’ıyyet gibi sözleri, Allahü teâlâ için söylemek câiz olmakdadır. Pis,<br />

çirkin şeylerin aynada görünmesi ve aynanın bunlar ile kurb ve ihâtası bulunması,<br />

ayna için bir ayb ve kusûr olmaz. Çünki, ayna dışarda vardır. Aynada görünenler<br />

ise, dışarda yokdurlar. Yok olan şeyin kötülükleri, kusûrları, var olan şeye te’sîr<br />

etmez. Böyle olmakla berâber, Allahü teâlâ, âlemi his ve vehm mertebesinde yaratdığı<br />

hâlde, bunların geçici olmamalarını, sonsuz kalmalarını istedi. Bunun için,<br />

dışarda var olanın hâssalarını, özelliklerini bunlara verdi. Vehmde var olanlara,<br />

dışarda var olanın sıfatlarını, işlerini ihsân eyledi. Bunun için vehmde olan kurb,<br />

ihâta gibi şeyleri, dışarda bulunan kurb ve ihâta gibi yapdı. Hayâl olan şeyleri, hakîkat<br />

şekline sokdu. Bunu iyi anlatabilmek için, misâl olarak deriz ki, dışarda güzel<br />

birşeyi görmek tatlı geldiği gibi, onun aynadaki hayâlini görmek, vehmde bulundurmak<br />

da tatlı gelmekde, sevilmekdedir. Hâlbuki, o şeyin kendisi dışarda vardır.<br />

Aynada görmek ise, hayâl ve vehm olup, kendisi değildir. Fekat, te’sîrleri, işleri<br />

birbirlerine benzemekdedir. Allahü teâlâ, lutf ve ihsân ederek, mevhûm olan<br />

şeylerin te’sîrlerini, işlerini, mevcûd şeylerin te’sîrlerine, işlerine benzetdiği için,<br />

mevhûm olanlarda, mevcûda ihsân edilen ni’metlerden pay almak ümmîdi hâsıl oldu.<br />

Hakîkî var olana yakın olmak, kavuşmak devletinin müjdeleri belirdi. Arabî<br />

beyt tercemesi:<br />

Ni’mete kavuşanlara âfiyet olsun.<br />

Zevallı âşık da, birkaç damlayla doysun!<br />

Allahü teâlâ, bu çok kıymetli ni’metini dilediğine ihsân eder. Allahü teâlâ, büyük<br />

ni’metler sâhibidir.<br />

İyi biliniz ki, Kurb [yakın olmak] ve İttisâl [kavuşmak] gibi sözleri, yukarıda bildirdiğimizden<br />

başka dürlü anlamak, Allahü teâlâyı, mahlûklarına benzetmek,<br />

maddeleşdirmek olur. En iyisi, Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiş olan bu kelimelere inanmalı,<br />

nasıl olduklarını düşünmemelidir. Nasıl olduklarını araşdırmamalı, Allahü<br />

teâlâ bilir demelidir. Bunlar, yukarıda bildirdiğimiz gibi düşünülürse, müteşâbih<br />

olmakdan çıkar, mücmel ve müşkil olabilirler. Herşeyin doğrusunu yalnız Allahü<br />

teâlâ bilir.<br />

Resûlullah, gündüz olurdu sâim,<br />

Gece de, nemâza olurdu kâim.<br />

Ümmet isen, ol Müctebâya,<br />

Sünnete, mekrûha dikkat et dâim.<br />

– 925 –


40 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 68. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Mektûbâtın üçüncü cildinin toplayıcısı olan Muhammed Hâşim-i<br />

Keşmîye “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” yazılmışdır. Âlemin vehm mertebesinde<br />

yaratılmış olduğu bildirilmekdedir:<br />

Âlem mevhûmdur demek, vehmin yapdığı şeydir demek değildir. Vehm de<br />

âlemden bir parçadır. Kendi kendini nasıl var edebilir. Âlem mevhûmdur demek,<br />

Allahü teâlâ âlemi vehm mertebesinde yaratdı demekdir. Âlem yaratılırken<br />

vehm yokdu. Fekat, Allahü teâlânın ilminde vardı. (Mertebe-i vehm) demek, var<br />

olmayıp görünen demekdir. (Nokta-i cevvâle)den meydâna gelen dâirenin varlığı,<br />

vehm mertebesindedir. [Ya’nî, bir ipin ucuna bir taş bağlayıp, öteki ucundan<br />

tutup, ipi elimiz etrâfında çevirirsek, dönen taş, karşıdan dâire şeklinde görünür.<br />

Dönen taş nokta-i cevvâledir. Görünen dâire de, dâire-i mevhûmedir.] Dâire<br />

yokdur. Yalnız bir görünüşdür. Allahü teâlâ, bütün mahlûkları bu mertebede yaratdı.<br />

Fekat, görünüşlerini devâm etdirmekdedir. Böylece, var olmaları yanlış<br />

değil, doğrudur. Vehm mertebesinden kurtulup (Nefs-i emrî) olmuşlardır. Ya’nî,<br />

yalnız geçici bir görünüş olmayıp, kalıcı bir varlık olmuşlardır. Allahü teâlâ, dilerse,<br />

çirkinlikleri güzel yapar. Vehm mertebesi, şaşılacak bir varlıkdır. Nefs-i emr mertebesindeki<br />

varlığa benzemez. Onunla ilgisi, ilişiği yokdur. Zemân, mekân ve cihet<br />

bakımlarından onunla hiç bağlılığı yokdur. Onunla bitişik, Ona uzak değildir.<br />

Nokta-i cevvâle nefs-i emr mertebesinde vardır. Bundan hâsıl olan dâire ise,<br />

vehm mertebesindedir. Dâirenin bu nokta ile hiç ilgisi yokdur. Noktanın hiçbir cihetinde<br />

değildir. Dâire hâsıl olunca, bu nokta sınırlanmamışdır. Nokta, dâirenin<br />

sağındadır, solundadır veyâ önündedir, arkasındadır yâhud üstündedir, altındadır<br />

denilemez. Dâire için böyle şeyler, ancak onun gibi vehm mertebesinde bulunan<br />

varlıklar için söylenebilir. Başka mertebede bulunan varlıklarla dâire arasında böyle<br />

cihetler yokdur. Dâirenin meydâna gelmesi ile, bu nokta hiç sınırlanmamış ve<br />

bir sonu olmamışdır. Eskisi gibidir.<br />

Yukarıda bildirilen misâl iyi anlaşılınca, Allahü teâlânın bu âlem ile olan hâli<br />

anlaşılır. Bu âlemin yaratılması ile, Allahü teâlâ sınırlanmamış, bir sonu olmamışdır.<br />

Bir ciheti olmamışdır. Allahü teâlâ için böyle şeyler nasıl söylenebilir ki, o yüksek<br />

mertebede böyle şeyler yokdur. Kısa görüşlü birkaç uğursuz kimse, Allahü teâlâ<br />

ile mahlûklar arasında, böyle bağlılıklar hâsıl oldu sanmış, Allahü teâlâ için cihet<br />

olmuş demiş, bunun için, Kıyâmet günü Allahü teâlânın görüleceğine de inanmamışlardır.<br />

Böyle şey olamaz demişlerdir. Câhilliklerini ve yalan inanışlarını,<br />

Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden üstün tutmuşlardır. Allahü teâlâ görülürse,<br />

görenin bir cihetinde bulunur. Bu ise, Onun sınırlanması, bir sonu olması demekdir<br />

demişlerdir. Yukarıdaki misâlden ve açıklamadan anlaşıldı ki, Allahü teâlâ<br />

ile mahlûkları arasında böyle bir nisbet, bağlantı hiç yokdur. Görüleceğini söyleseler<br />

de, söylemeseler de, yokdur. Görülecek ve cihet olmıyacakdır. Bunu aşağıda<br />

dahâ açık anlatacağız. Bunlar anlıyamıyorlar ki, bu yanlış düşünceleri, mahlûkların<br />

yaratılmalarına da engel olmakdadır. Çünki, mahlûklar yaratılırken, Allahü<br />

teâlânın, mahlûkların bir cihetinde bulunması düşüncesi ortaya çıkar. Bu da,<br />

Onun sınırlı olmasını, sonu bulunmasını îcâb eder. Mahlûkların bir tarafında değil,<br />

her cihetdedir derlerse, yine sınırlanmış olur, bir sonu olur.<br />

Bu dar düşüncelerden kurtulmak için, tesavvuf büyükleri gibi söylemelidir.<br />

Bu büyükler, âleme mevhûm dediler. Böylece, Allahü teâlânın ciheti olması, sonu<br />

bulunması gibi dar düşüncelerden kurtuldular. Âleme mevhûm demenin hiç zararı<br />

yokdur. Bu mevhûmluk, hakîkî varlık gibidir. Sonsuz var olmak, sonsuz<br />

ni’metler ve azâblar olmak, bunlar içindir. Eski Yunan felsefecilerinden (Sofistâiyye)<br />

denilen ahmakların, âleme mevhûm demeleri böyle değildi. Vehmin yapma-<br />

– 926 –


sı, hayâlin var sanmasıdır demişlerdi. Bu iki (mevhûm olmak) arasında çok fark<br />

vardır.<br />

Tekrâr bildirelim ki, nokta-i cevvâleden hâsıl olan, mevhûm dâire, bu noktanın<br />

hiçbir cihetinde değildir. Nokta, dâirenin cihetlerinin dışındadır. Bu dâirenin<br />

hepsini göz olarak düşünsek, noktayı cihetsiz görür. Çünki, ikisi arasında cihet bağlantısı<br />

yokdur. Cennetde de, insanın her yeri göz olsa, Allahü teâlâyı cihetsiz görür.<br />

Bunda inanılmıyacak birşey yokdur. Cennetde, mü’minlerin her yeri göz<br />

olup görecekdir. Cihetsiz olarak göreceklerdir. Dünyâda, Velîler, Allahü teâlânın<br />

ahlâkı ile ahlâklandıkları için, her yerleri göz gibi olur. Dünyâda görülmez ise de,<br />

görmüş gibi olurlar. Çünki, (Allahü teâlânın kendisi hep görür, hep işitir, hep bilir)<br />

buyurdular. Onunla ahlâklanmış olan da, böyle olur. Sıfatlarının herbiri de göz<br />

olup görür. Başka mü’minlere bu ni’met, inşâallahü teâlâ Cennetde ihsân edilecekdir.<br />

Bunda inanılmıyacak birşey yokdur. Herşeyin doğrusunu yalnız Allahü teâlâ<br />

bilir [ve dilediğine bildirir].<br />

41 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 90. cı MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Muhammed Hâşim-i Keşmîye “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” yazılmış<br />

olup, âriflerin, kalbleri ile Allahü teâlâyı nasıl gördükleri anlatılmakdadır:<br />

Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği kullarına<br />

selâm olsun!<br />

Süâl: Tesavvuf büyüklerinden ba’zıları, kalb gözleri ile, Allahü teâlâyı gördüklerini<br />

söylemişdir. Meselâ, Şeyh-ul’ârif “kuddise sirruh” [Şihâbüddîn Ömer Sühreverdî]<br />

(Avârif-ül-me’ârif) kitâbında, (Allahü teâlâ, kalb gözü ile müşâhede<br />

olunur) diyor. Hâlbuki, Ebû İshak Gülâbâdî “kuddise sirruh” Sôfiyye-i aliyyenin<br />

eskilerinden ve reîslerindendir. (Te’arrüf) ismindeki kitâbında diyor ki, (Büyüklerimiz,<br />

söz birliği ile dedi ki, dünyâda Allahü teâlâ, baş gözü ile de, kalb ile de görülemez.<br />

Ancak, kalbde bir yakîn, kanâ’at hâsıl olur). Bu iki sözün arasını bulmak<br />

nasıl olur?<br />

Cevâb: Bu mes’elede, bu fakîr, (Te’arrüf) kitâbının sözünü beğenmekdeyim. Bu<br />

dünyâda, kalblerin Allahü teâlâdan nasîbi, yakîn hâsıl olmakdan başka değildir.<br />

Buna, ister rü’yet desinler, ister müşâhede desinler. Kalb göremeyince, göz elbette<br />

göremez. Bu dünyâda gözün Allahü teâlâyı görmesi mümkin değildir. Kalbde<br />

hâsıl olan yakîn, Âlem-i misâlde, rü’yet şeklinde görülmekdedir. Çünki, Âlem-i misâlde<br />

her düşüncenin, her ma’nânın bir şekli vardır. Bu dünyâda, insana en iyi yakîn<br />

hâsıl eden şey, rü’yetdir. Kalbdeki yakîn de, âlem-i misâlde, rü’yet şeklinde görünüyor.<br />

Kalbde hâsıl olan yakîn, rü’yet şeklinde görüldüğü için, yakîn hâsıl olunan şey<br />

de (görünen şey) şeklinde oluyor. Sâlik, bu yakîni, âlem-i misâl aynasında görünce,<br />

âlem-i misâlin ayna olduğunu unutarak, sûreti [görünüşü] hakîkat [asl] sanıyor.<br />

Rü’yet hâsıl oldu diyor. Yakînin sûretini gördüğünü anlıyamıyor. Bu hâl, tesavvufcuların<br />

meşhûr olan hatâlarından biridir. Âlem-i misâldeki sûreti görmek kuvvetlenirse,<br />

sâlik, gözümle gördüm zan ediyor. Hâlbuki göz ile de, kalb ile de görülemez.<br />

Sôfiyye-i aliyyenin çoğu, böyle yanılarak, kalb ile gördük sanmışlardır.<br />

Süâl: Kalbde kendisine yakîn hâsıl olan şeyin âlem-i misâlde sûreti bulununca,<br />

Allahü teâlânın sûreti, görünüşü olmak lâzım gelmez mi?<br />

Cevâb: Allahü teâlânın misli yokdur. Fekat, misâli vardır dediler. Âlem-i misâlde<br />

sûret görünür dediler. Nitekim (Füsûs) kitâbının sâhibi [Muhyiddîn-i Arabî]<br />

“rahmetullahi aleyh” Cennetde görmeği de, âlem-i misâldeki sûret olacak demişdir.<br />

Âlem-i misâldeki sûret, Allahü teâlânın âlem-i misâldeki sûreti değildir. Kalbde<br />

yakîn hâsıl olan şeyin sûretidir. Kalbde yakîn hâsıl olan, keşf olan ise, Zât-ı ilâhî<br />

değildir. Zât-ı ilâhînin, nisbetleri, i’tibârlarıdır. Ârifin işi, Zât ile olunca, böyle<br />

– 927 –


hayâller meydâna çıkar. Hiç rü’yet ve mer’î yokdur. Çünki, Zât-ı ilâhînin âlem-i<br />

misâlde sûreti yokdur. Yakînin sûretini, rü’yetin sûreti sanmışlardır.<br />

Âlem-i misâlde maddelerin, zâtların sûreti olmaz. Ma’nâların sûreti olur. Âlemler<br />

[mahlûklar], Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının görünüşleridir. Zâtlıkları,<br />

kendi varlıkları yokdur. Bunun için, âlemin hepsi, ma’nâ demekdir. [Âlemde<br />

madde yokdur.] Onun için, âlemin, âlem-i misâlde sûreti vardır. Allahü teâlânın<br />

ismleri ve sıfatları da, Zât-ı ilâhî ile durabildiği için, ma’nâ gibidirler. Bunların<br />

âlem-i misâlde sûretleri olabilir. Fekat, Zât-i ilâhînin hiç sûreti olamaz.<br />

Sûret, hudûdlü olur ve kaydlı olur. Âlemler, Onun mahlûkudur. Hiçbir mahlûk,<br />

Onu hudûdlayamaz. Bir kayd ile bağlıyamaz. Allahü teâlânın misâli var demek,<br />

yalnız zât-ı ilâhînin değil ba’zı bakımlardan, ba’zı cihetlerden misâli olur demekdir.<br />

Fekat, Zât-ı ilâhînin değil, ba’zı i’tibârlarla, ba’zı bakımlardan misâli olur demek,<br />

bu fakîre ağır geliyor. Belki, zıllerinden uzak bir zıllin misâli olabilir. Tekrâr<br />

edelim ki, âlem-i misâlde, sıfatların ve ma’nâların sûreti vardır. Zâtın sûreti yokdur.<br />

O hâlde, (Füsûs) kitâbının sâhibinin (Allahü teâlâ, Cennetde, âlem-i misâldeki<br />

sûreti olarak görünecekdir) demesi, Onu rü’yet değildir. Hattâ, sûretini bile rü’yet<br />

değildir. Çünki, Zât-ı ilâhînin sûreti yokdur ki görülebilsin. Âlem-i misâldeki sûret,<br />

Onun zıllerinden uzak bir zıllin sûretidir. Bunu görmek, Zât-ı ilâhînin rü’yeti<br />

değildir. Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”, Cennetde Allahü teâlânın görünmesine<br />

inanmamakda, mu’tezileden ve felsefecilerden geri kalmamakdadır. Cenâb-ı<br />

Hakkın görünmesini, öyle bir şeklde isbât etmiş oluyor ki, isbâtından, görülemiyeceği<br />

anlaşılıyor. Ya’nî görülemiyeceğini mükemmel isbât etmiş oluyor.<br />

Çünki, kinâye söz, açık sözden dahâ mükemmel anlatır. Fekat, mu’tezile ile felsefeciler,<br />

akllarına uyuyorlar, Muhyiddîn-i Arabî ise, yanlış olan keşfine uymakdadır.<br />

Belki de felsefecilerin ve mu’tezilenin delîlleri, şâhidleri, Muhyiddîn-i Arabînin<br />

hayâlinde yerleşerek, keşfinin yanlış olmasına ve onlara uymasına sebeb olmuşdur.<br />

Fekat, Ehl-i sünnetden olduğu için, bu keşfini, rü’yeti isbât olarak göstermişdir.<br />

(Te’arrüf) kitâbı sâhibinin “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” (söz birliği) demesi,<br />

zemânındaki tesavvufcuların söz birliği olsa gerekdir. Herşeyin doğrusunu Allahü<br />

teâlâ bilir.<br />

İlâhî nedir bu aşk, yakdı cismü cânımı?<br />

bundaki zevk başkadır, duyulur izhâr olmaz.<br />

Ne tarafa giderim, bırakıp sultânımı,<br />

Seni sevdi bu gönül, ölse ele yâr olmaz!<br />

Herkese nasîb olmaz, huzûrundaki ânlar,<br />

ebedî hâtıradır, bu bulunmaz zemânlar.<br />

Kadrinizi biz gibi, bir nebze anlayanlar,<br />

derler ki, bu devrde, sen gibi serdâr olmaz.<br />

Feth etdiniz kalbimi, gizli bir miftâh ile,<br />

bundan sonra, nefsimin ısyânları nâfile!<br />

Her bülbül âşık olur, böyle vefâlı güle,<br />

kim demiş zemherîrde, ılık bir behâr olmaz.<br />

Her sözünüz kalbime âb-ı hayât katresi,<br />

senden başka rûhumun yok kurtuluş çâresi.<br />

Ey! Cihânın şu ânda, bir teki, bir dânesi!<br />

biz günâhkârlar için, bundan büyük kâr olmaz!<br />

– 928 –


42 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 92. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, yine Muhammed Hâşim-i Keşmîye “kuddise sirruh” yazılmış olup,<br />

tesavvuf büyüklerinin Allahü teâlâ ile konuşmalarını bildirmekdedir:<br />

Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği kullarına<br />

selâm olsun!<br />

Süâl: Ba’zı Ârifler “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” diyor ki, Allahü teâlânın<br />

kelâmını işitiyoruz veyâ Hak teâlâya söylüyoruz. Meselâ, imâm-ı hümâm<br />

Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” buyurmuş ki, (Her âyet-i kerîmeyi sâhibinden [söyleyicisinden]<br />

işitdim). Bunun gibi, Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruhül’azîz, (Risâle-i<br />

gavsiyye)sinde böyle buyurmakdadır. Bunların ma’nâsı ne demekdir?<br />

Cevâb: Hak teâlânın kelâmı, Zâtı gibi ve diğer sıfatları gibi bîçûn ve bîçigûnedir.<br />

[Ya’nî hiçbirşeye benzemez, nasıl oldukları anlaşılamaz.] Bu bîçûn olan sözlerin<br />

işitilmesi de, bîçûn olur. Çünki, çûn olan [anlaşılabilen], bîçûnu bilemez. O<br />

hâlde, o sözü işitmek, kulak ile, [hava dalgaları, sinir sistemi ile] olmaz. Çünki, [bunların<br />

hepsi] çûndur. İnsan, bu sözü işitirse, ancak rûhunun alması ile işitir. Çünki,<br />

rûh, oldukca bîçûndur. Harf ve kelimeler olmaksızın duyulur. İnsanın Ona söylemesi<br />

de, rûh iledir ve harfsiz ve kelimesizdir. Bu sözler de, oldukca bîçûndur. Çünki,<br />

bîçûn olan işitmekdedir.<br />

Allahü teâlâ, insanların [ve her mahlûkun sözünü ve] sesini, bîçûn olarak işitmekdedir.<br />

Harf ve kelime olmaksızın ve önce, sonra sıralanmış olmaksızın duyar.<br />

Çünki, Allahü teâlâ üzerinden zemân geçmez. [Zemân yok iken O vardı. Zemânı<br />

sonradan yaratdı.] İnsan, o kelâmı işitiyorsa, her zerresi ile bütün varlığı ile duyar.<br />

Eğer söyliyorsa, bütün varlığı söyleyicidir. Herşeyi kulakdır. Herşeyi ağızdır.<br />

Mîsâk günü, çıkarılan zerreler, (Elestü bi-rabbi-küm?) süâlini, arada [hava, kulak<br />

zarı, sinirler gibi] hiçbirşey olmadan, bütün varlıkları ile duydular. Bütün varlıkları<br />

ile (Belâ) [Evet] dediler. Bütün kulak idiler. Bütün ağız idiler. Çünki, kulak,<br />

ağızdan ayrı olsaydı, işitmek ve söylemek, bîçûn olmazdı. Bîçûn ile konuşulmuş olmazdı.<br />

Mısrâ’:<br />

Sultânın eşyâsını, ancak kendi hayvânları taşır.<br />

Rûh ile alınan ma’nâ, insanın hayâlinde, harfler ve kelimeler şekline girer. İnsanın<br />

hayâli, Âlem-i kebîrdeki, Âlem-i misâle benzer. Burada, harf ve kelime<br />

şekline girince, kulak ile işitilmiş gibi olur. Çünki, her ma’nânın, o âlemde bir sûreti,<br />

görünüşü vardır. Ma’nâ bîçûn olsa bile, sûreti vardır. Fekat, orada çûn sûretinde<br />

görünerek anlaşılabilir.<br />

Sâlik, hayâlinde, sıraya dizilmiş harfleri ve kelimeleri bulunca, bu harfler ve kelimeler,<br />

asldan geldi sanır. Bunları oradan işitdim der. Bu harflerin ve kelimelerin,<br />

rûhun aldığı ma’nâların hayâldeki sûretleri olduğunu ve işitmenin ve işitilen<br />

Kelâm-ı lafzînin, bîçûn olan işitmenin ve bîçûn olan kelâmın timsâli [sûreti] olduğunu<br />

anlıyamaz. Ma’rifeti tam olan bir ârif, her mertebenin hükmünü birbirinden<br />

ayırır. Birbiri ile karışdırmaz. Görülüyor ki, bîçûn olan mertebenin kelâmı ve<br />

bunun işitilmesi, rûha bildirilmesi ve rûhun alması demekdir. Rûha gelen ma’nâları<br />

gösteren kelimeler ve harfler ise, bu ma’nâların, Âlem-i misâl gibi olan hayâldeki<br />

sûretleridir. Ba’zıları, harfleri ve kelimeleri, Allahü teâlâdan işitiyoruz sandı.<br />

Böyle zan edenler, iki dürlüdür: Birincileri, bu harfler ve kelimeler, hâdis<br />

[mahlûk] olup, ebedî olan Kelâm-ı nefsîyi bildiriyor diyorlar. İkincileri, doğrudan<br />

doğruya, Kelâm-ı ilâhîyi işitiyoruz diyorlar ve sıralı, dizili olan bu harfleri, kelimeleri,<br />

Kelâm-ı Hak sanıyorlar ve Allahü teâlâya lâyık olan [yakışan] ile lâyık olmıyanı<br />

ayırd edemiyorlar. Bunlardan birincileri dahâ iyidir. İkincileri ise, câhil, bozuk<br />

kimselerdir. Allahü teâlâ, insanların en iyisine ve Onun temiz olan Âline ve<br />

Eshâbına selâmet versin! Âmîn.<br />

– 929 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:59


43 — İKİNCİ CİLD, 98. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, gizli bilgilerin hazînesi oğulları Muhammed Sa’îd ve Muhammed<br />

Ma’sûma “rahmetullahi aleyhimâ” yazılmış olup, Allahü teâlânın mahlûklara<br />

yakın olmasını açıklamakda, ademin ve iblîsin kötülükleri arasındaki farkı bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd ederim. Onun seçdiği kullarına selâm ederim!<br />

Süâl: Âlimler diyor ki, Allahü teâlâ, bu âlemin içinde değildir. Dışında değildir.<br />

Âleme bitişik değildir. Ayrı değildir. Bunun açıklanması nasıl olur?<br />

Cevâb: İçinde, dışında olmak, bitişik ve ayrı olmak gibi şeyler, var olan iki şey<br />

arasında düşünülebilir. Hâlbuki süâlimizde, iki şey mevcûd değildir ki, bunlar düşünülebilsin.<br />

Çünki, Allahü teâlâ vardır. Âlem, ya’nî Ondan başka herşey vehm<br />

ve hayâldir. Âlemin var görünmesi, Allahü teâlânın kudreti ile devâmlı olup,<br />

vehm ve hayâlin kalkması ile yok olmuyor. Âhıretdeki sonsuz ni’metler ve azâblar<br />

bunlara oluyor. Fekat, âlemin varlığı vehm ve hayâldedir. [Ya’nî dışarda var<br />

olmayıp, vehme ve hayâle var görünmekdedir.] Vehm ve hayâlin dışında bir varlık<br />

değildirler. Allahü teâlânın kudreti, vehm olunan, hayâl olan bu görünüşleri devâm<br />

etdirmekdedir. [Hâricde varmış gibi, yok olmakdan korumakdadır.] Var gibi<br />

göstermekdedir. Görünüşe aldanan, varlıkda kaldıklarını görerek, var sanır. Var<br />

olan ikidir der. Bunun üzerinde, başka mektûblarda geniş bilgi verilmişdir.<br />

Hayâlde bulunan birşey, dışarda var olan birşeyle bitişikdir, onun içindedir denemez.<br />

Fekat, var olan, mevcûd olan birşey, hayâlde olan şeyin içinde değildir, dışında<br />

ve ayrı da değildir, bitişik de değildir denilebilir. Çünki, mevcûdün bulunduğu<br />

yerde, hayâldeki şey yokdur ki, birbirine göre yerleri söylenebilsin. Bu sözümüzü<br />

bir misâl ile açıklıyalım: Taş, demir gibi küçük birşeyi, bir ipe bağlayıp [parmağımızda<br />

zinciri döndürür gibi] elimizin etrâfında çevirelim. Bir dâire üzerinde<br />

dönen bu küçük cisme (Nokta-i cevvâle) denir. Nokta-i cevvâle, hızlı döndüğü için,<br />

uzakdan, bir dâire olarak görünür. Hâlbuki, hâricde mevcûd olan, noktadır. Hâricde<br />

dâire yokdur. Dâirenin varlığı vehmdedir. Dâirede, noktanın varlığı gibi bir<br />

varlık yokdur. Nokta, dâirenin içinde veyâ dışındadır denilemez. Birbirlerine bitişik<br />

ve ayrı da değildirler. Noktanın bulunduğu yerde, dâire yokdur ki, birbirlerine<br />

göre yerleri söylensin.<br />

Süâl: Allahü teâlâ, âleme yakınım, ihâta ediyorum buyuruyor. Bu nasıl oluyor?<br />

Cevâb: Bu kurb ve ihâta, cismin cisme yakın olması ve kaplaması gibi değildir.<br />

Bilinmiyen, anlaşılamıyan bir kurb ve kaplayışdır. Allahü teâlânın yakın olduğuna<br />

ve ihâta etdiğine inanırız. Fekat, nasıl olduğunu bilemeyiz. Ona, âlemin içindedir,<br />

dışındadır, bitişikdir, ayrıdır demeyiz. Çünki, islâmiyyet, bu dördünü bildirmemişdir.<br />

Misâlimizde nokta-i cevvâle, mevhûm olan dâireye yakındır. Onu kaplamışdır<br />

ve onunla berâberdir diyebiliriz. Fekat nasıl olduğunu bilemeyiz. Çünki,<br />

mevcûd olan yalnız noktadır. Bitişikdir, ayrıdır, içindedir, dışındadır deriz. Fekat<br />

bunlar nasıl olur bilinmez de diyebiliriz. Çünki, iki taraf arasında bulunan hâlin nasıl<br />

olduğu bilindiği zemân, iki tarafın da hâricde varlıkları lâzımdır. İki taraf arasında<br />

bulunan hâlin nasıl olduğu bilinmediği zemân, iki tarafın da var olması lâzım<br />

gelmez. Bilinmiyen şeyleri, bilinen şeyler gibi sanmak yanlışdır. Başka bir sözle<br />

(Gâibi, şâhide kıyâs etmek, bâtıldır).<br />

Tenbîh: Âlem mevhûmdur, hayâldeki varlıkdır dedik. Bunun ma’nâsı, âlem,<br />

vehm ve hayâl mertebesinde yaratılmışdır demekdir. His olunan ve idrâk edilen<br />

fekat hâricde bulunmıyan bir varlıkdır. Meselâ, dışarda bulunmayıp, yalnız hayâlde<br />

bulunan dâire, bu hâlde devâmlı durdurulabilse ve vehmler, hayâller yok olunca<br />

da, o hâlde kalsa, bu dâire, hâricde bulunmadığı hâlde, hâricde varmış gibi olur.<br />

Hâlbuki hâricde nokta bulunmazsa, dâire de olmaz. Fârisî beyt tercemesi:<br />

– 930 –


Ne hoş olur, güzellerin edâsı,<br />

başkaların sözünde yer alması.<br />

Dâire, noktanın görünmesini örtüyor denirse yeri vardır. Dâire, noktanın varlığını<br />

gösteren bir ayna gibidir denirse, yine doğru olur. Eğer noktanın varlığına<br />

alâmetdir denirse, yine olur. Noktayı örtüyor demek, câhillerin sözüdür. Aynadır<br />

demek Evliyâlığa uygundur ve buna (Îmân-ı şühûdî) denir. Alâmet ve işâret olduğunu<br />

söylemek, (Îmân-ı gaybî)ye mahsûsdur. Îmân-ı gaybî, îmân-ı şühûdîden dahâ<br />

kuvvetli, dahâ kıymetlidir. Çünki, şühûdde zıl [hayâl] görülür. Gaybde ise, bu<br />

hatâ yokdur. Îmân-ı gaybîde, ele birşey geçmez. Fekat vâsıldır, kavuşmuşdur.<br />

Şühûdde, ele birşeyler geçerse de, vâsıl değildir, başka şeye, zıllere, hayâllere<br />

bakmakdadır. Sözün kısası, şühûd, noksânlıkdır. Vüsûl ise kemâldir. Bu sözümüzü<br />

tesavvufcu geçinen herkes anlıyamaz. Bunlar, şühûdü, vüsûlden dahâ üstün sanır.<br />

Yunân felsefecilerinden, sôfistâiyye [Sophiste] denilen kimseler, âleme, hayâl,<br />

vehm dedi. İnsanın hayâlinde, bir görünüşdür. Vehm ve hayâl değişirse, bu görünüşler<br />

de değişir dedi. Meselâ, vehm, birşeyi tatlı görürse tatlı olur. Başka bir zemânda<br />

bu şeye acı derse, acıdır dediler. Ne kadar câhil, ne kadar aklsızlar ki, Allahü<br />

teâlânın yaratmasını göremediler. Hattâ inanmadılar. [Âlemin varlığının], hâricdeki<br />

varlığa olan yakınlığını anlamadılar. Böylece hâricdeki varlığa yakışan işlerin<br />

bu âlemde bulunduğuna ve böylece sonsuz azâb ve ni’metlere inanmadılar.<br />

Hâlbuki, Muhbir-i sâdık [hep doğru söyleyici] “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,<br />

bunları haber verdi. Elbet olacakdır. Bu felsefeciler, şeytânın askeridir. Mücâdele<br />

sûresinin, ondokuzuncu âyetinde meâlen, (Şeytânın askeri elbette mağlûb olacak,<br />

ziyân edecekdir) buyruldu.<br />

Süâl: Vehmde ve hayâlde olsa bile, âlemin varlığı, devâmlı olduğu ve bu varlığa<br />

sonsuz ni’metler ve azâblar olacağı hâlde, âleme niçin var denmiyor ve mevcûd<br />

bilinmiyor?<br />

Cevâb: Tesavvufculara göre vücûd, en şerefli, en kıymetli şeydir. Vücûd [ya’nî<br />

var olmak], bütün hayrların, üstünlüklerin başlangıcıdır. Herşeyden kıymetli olan<br />

vücûdü, Allahü teâlâdan başkasına yakışdıramıyorlar. Çünki, Ondan başka herşey<br />

noksân ve kötüdür. En kıymetli şey, kötüye verilebilir mi? Tesavvufcuların bu<br />

sözleri, keşfe ve firâsete dayanmakdadır. Keşflerine göre, vücûd, yalnız Allahü teâlâya<br />

mahsûsdur. Mevcûd [var] yalnız Odur. Ondan başkasına mevcûd demeleri,<br />

O varlığa, bilinmiyen bir bağlılıkları olduğu içindir. Gölge aslı sâyesinde durabildiği<br />

gibi, herşey O varlıkla durmakdadır. Vehm mertebesinde bulunan sübût [görünüş],<br />

O vücûdun zıllerinden bir zıldir. [Türkçede, vücûd deyince, beden sanıyoruz.<br />

Hâlbuki vücûd, madde, cism, beden demek değildir. Vücûd, var olmak demekdir.<br />

Ya’nî bir sıfatdır.] O vücûd, hâricde mevcûd olduğundan, Allahü teâlâ, hâricde<br />

mevcûddür. Devâm verilen vehm ve hayâl mertebesine de, hâric mertebesinin<br />

zıllerinden bir zıl dersek, ikisi de zıl olunca, vehmdeki sübûta, (Vücûd-i hâricî) demek<br />

uygun olabilir. Bu bakımdan, âleme de, hâricde mevcûd denebilir. Görülüyor<br />

ki, mümkin [ya’nî mahlûk] her neye mâlik ise, vücûd mertebesinden gelmekdedir.<br />

Ona, zıl olması düşünülmeden, hâricde var demek, doğru olmaz. Allahü teâlâya,<br />

vücûd sıfatında ortak edilmiş olur. Bu fakîr [ya’nî İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü<br />

teâlâ sirrehül’azîz”], âleme hâricde mevcûd demiş isem, bu ma’nâda anlamak<br />

lâzımdır. Kelâm âlimleri, vücûd ile sübût aynıdır diyor ki, iki kelimenin lügat<br />

ma’nâsı aynı demekdir. Yoksa, vücûd nerde, sübût nerde? Keşf ve şühûd sâhiblerinden<br />

çoğu ve âlimlerden çoğu, (Allahü teâlânın kendisi, vücûddür) dedi. Sübût<br />

ise, nazarî, aklın düşündüğü birşeydir.<br />

Fâide: Vücûd, her hayr ve kemâlin kaynağı ve her güzelliğin başlangıcı olduğu<br />

gibi, bunun karşılığı olan adem de, elbette her kötülüğün, her kusûrun kaynağı ve<br />

her çirkinliğin ve bozukluğun başlangıcıdır. Günâhlar, ondan hâsıl olmakda, yoldan<br />

çıkmağa, o sebeb olmakdadır. Buna karşılık, hünerleri, güzellikleri de vardır.<br />

– 931 –


Vücûd karşısında, kendini tâm yok etmek en büyük meziyyetidir. Vücûdun karşısında<br />

bulunarak, kötülükleri, kusûrları kendinde toplamak, hüneridir. Vücûde<br />

ayna olarak, onun kemâlâtını göstermek ve bu kemâlâtı, ilmin dışında, birbirlerinden<br />

ayırmak, onları icmâlden tafsîle getirmek, onun güzel sıfatıdır. Kısaca, vücûdun<br />

hizmetlerini görmekde, vücûdun hüsn-i cemâli, onun, kötülük, çirkinlik ve kusûr<br />

aynasında meydâna çıkmakdadır. Vücûdün gınâsı, bunun ihtiyâcından, onun<br />

izzeti bunun zilletinden, onun yüksekliği, bunun alçaklığından, onun efendiliği bunun<br />

köleliğinden anlaşılmakdadır. Fârisî beyt tercemesi:<br />

Hocamı üstâd yapan, ben oldum,<br />

beği âzâd eden köle, ben oldum.<br />

Her bozukluğun, her sapıklığın sebebi olan mel’ûn İblîs, ademden dahâ fenâdır.<br />

Ademde bulunan hünerlerin, onda hiçbiri yokdur. A’râf sûresi, onikinci âyetindeki,<br />

(Ben ondan dahâ hayrlıyım) sözü, ondaki iyilik sıfatlarını, söküp çıkarmış,<br />

onu herşeyden kötü yapmışdır. Adem, hiçbirşeye varamadığı, yok olduğu için, vücûde<br />

alâmet, güzelliklere ayna olmuşdur. Mel’ûn ise, varlık ve iyilik iddi’âsı ile, karşı<br />

gelerek tard edilmişdir. Güzel karşılamağı ademden öğrenmeli ki, varlığı yoklukla<br />

karşılamakda, kemâl karşısına, kusûr ile çıkmakdadır. İzzet ve celâl görününce<br />

zül ve inkisârını göstermekdedir. İblîs mel’ûnu, kibr ve inâd etdiği için, ademdeki<br />

kötülükleri sanki kendisine çekmiş, ademde iyilikden başka, sanki birşey kalmamış<br />

gibidir. Elbet iyiliğe ayna olabilmek için, iyi olmak lâzımdır. (Sultânın eşyâsını<br />

taşımak şerefi, ancak kendi hayvânlarına mahsûsdur) sözü meşhûrdur. İblîsin,<br />

kıymetli vazîfesi vardı. Mahlûkları kötülükden temizliyordu. Fekat, kendini<br />

beğendiği, büyük sandığı için, hizmetlerinin fâidesini göremedi. Dünyâda da, âhıretde<br />

de ziyân etdi. Adem ise, kusûrlu, kötü olduğu hâlde, yokluğu sâyesinde, mahrûm<br />

kalmadı. Vücûda ayna olmakla şereflendi. Fârisî beyt tercemesi:<br />

Kamış boşum dedi, şekerlendi,<br />

ağaç, yükseldi, baltayı yidi.<br />

Süâl: İblîse bu kötülük nereden geldi? Ademden başkası vücûddür. Bunda ise,<br />

kötülük yokdur. O hâlde, kötülük nereden geldi?<br />

Cevâb: Adem, vücûda ayna olup, onun hayrı ve kemâlini gösterdiği gibi, vücûd<br />

de, ademin aynasıdır ve onun kötülüğünü ve kusûrlarını göstermekdedir. [İblîs de,<br />

her mahlûk gibi adem ile vücûddan yapılmışdır.] İblîs kendi ademindeki kötülükleri<br />

aldığı gibi, vücûdüne ademden aks eden kötülükleri de almışdır. Hem kendinde<br />

olan hem de hâricden gelen kötülükleri yüklenmişdir. Kötülükleri aks etdiren<br />

vücûdünün kuruntuları, ademin iyi sıfatlarından olan yokluğunu, ona göstermedi.<br />

Vücûdün aynasında görünen kötülükler de meydâna çıkınca, sonsuz ziyâna girdi.<br />

Yâ Rabbî! Bize hidâyet verdikden sonra, kalblerimizi, düşmanlarının tarafına<br />

kaydırma! Bizlere merhametini bol eyle! Lutf, ihsân sâhibi ancak sensin!<br />

Kalbini, Cennet bağı yap, çeşme-i tevhîd ile,<br />

rûh bağçeni gülşen eyle, gonca-i tevhîd ile.<br />

Hem mekânsız, hem zemânsız, nihâyetsiz yolları,<br />

kat’ider gönül erbâbı, kuvvet-i tevhîd ile.<br />

Her ne kadar, yüz karası, yapdıysa ısyân sende,<br />

temizlenir her yerin, sâbûn-i tevhîd ile.<br />

İns ve cin âlemlerini, aşarak arşa çıkar,<br />

kim ki mi’râc eylediyse, cezbe-i tevhîd ile.<br />

Ey Niyâzî! Ârif-i billah gönülden kaldırır,<br />

yetmiş bin perdeyi hep, bir lem’a-i tevhîd ile.<br />

– 932 –


44 — İKİNCİ CİLD, 42. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Mirzâ Hüsâmeddînin oğlu hâce Cemâleddîn Hüseyne yazılmış<br />

olup, nihâyetin, âfâk ve enfüsün dışında olduğunu bildirmekdedir:<br />

Bismillâhirrahmânirrahîm. Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun.<br />

Âlemlere rahmet olarak gönderdiği O büyük Peygambere “sallallahü teâlâ aleyhi<br />

ve sellem” düâ ve selâm olsun. Onun kıymetli olan Âline, akrabâsına ve yüksek<br />

olan Eshâbına “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, kıyâmete kadar düâ ve<br />

selâm olsun!<br />

Bir sâlik niyyetini düzeltdikden ve kendini dünyâ arzûlarından kurtardıkdan sonra,<br />

Allahü teâlânın ismini zikr etmeğe başlar ve güc riyâzetler çeker [(Riyâzet) nefsin<br />

arzûlarını yapmamak demekdir] ve şiddetli, ağır mücâhedeler yapar [(Mücâhede)<br />

nefsin istemediği şeyleri yapmakdır] ve tezkiye hâsıl eder [ya’nî nefsi temizlenir]<br />

ve kötü huyları iyi huylara döner ve günâhlarına tevbe eder ve Allahü teâlâya<br />

dönmek nasîb olur, dünyâ sevgisi kalbinden çıkar ve sabr, tevekkül ve rızâ hâsıl<br />

olur ve bu kazandıklarının ma’nâlarını, işâretlerini yavaş yavaş ve sıra ile,<br />

âlem-i misâlde görmeğe başlar ve bu âlem-i misâl aynasında kendini insanlığın kirlerinden<br />

ve insanlık sıfatlarının aşağılıklarından temizlenmiş görürse, (Seyr-i âfâkî)yi<br />

[ya’nî kendinin dışında ilerlemeği] temâmlamış olur. Ba’zıları, bu yolculukda<br />

ihtiyâtlı davrandı. İnsanın yedi latîfesinden her birini âlem-i misâl aynasında,<br />

renkli bir nûr olarak gördüler. Her latîfenin temizlendiğini, kendi nûrunun, âlem-i<br />

misâlde görünmesiyle anladılar. Bu seyre [yürüyüşe] kalb ismindeki latîfeden<br />

başladılar. Yavaş yavaş ve sıra ile, latîfelerin sonuncusuna ilerlediler. Meselâ sâlikin<br />

kalbinin temizlendiğinin alâmeti olarak, (Âlem-i misâl) aynasında, kırmızı nûrun<br />

görünmesini kabûl etmişlerdir. Rûh ismindeki latîfenin temizliğinin alâmeti,<br />

sarı nûrdur. Böylece, beş latîfenin temizliğini gösteren beş nûr vardır. Demek<br />

oluyor ki, seyr-i âfâkîyi temâmlıyan bir sâlik, sıfatlarının ve ahlâkının değişmesini<br />

âlem-i misâl aynasında görüyor. Kendindeki zulmetleri, kötülükleri, o âlem aynasında<br />

his ederek temizlendiğini anlıyor. Sâlik bu yürüyüşde, her ân, hâllerindeki<br />

değişikliği, âlem-i misâlde görüyor. Kendindeki değişiklikleri haber veren o âlemdeki<br />

değişiklikleri görüyor. Âlem-i misâl âfâkdandır. [Ya’nî insanın dışında bulunan<br />

şeylerdendir.] Böylece insan, âfâkda ilerlemiş oluyor. Evet sâlik, hakîkatde kendinde<br />

seyr etmekde, değişiklik yapmakdadır. Ya’nî, onun sıfatlarında ve ahlâkında<br />

keyfî, kalitatif bir hareket olmakdadır. Fekat, o, bu hareketini âfâkda görmekdedir.<br />

Kendinden haberi yokdur. Bunun için, seyr-i âfâkî denilmişdir. Âfâkda olan<br />

bu seyr temâm olunca, seyr-i ilallah temâm olmuş olur. Fenâ hâsıl olmuş olur demişlerdir<br />

ve bu seyr-i ilallaha, (Sülûk) demişlerdir.<br />

Bundan sonra olan seyre, (Seyr-i enfüsî), (Seyr-i fillah) derler. Bu seyrde, (Bekâ-billah)<br />

hâsıl olur derler. Bu makâmda, sülûkden sonra, cezbe hâsıl oluyor derler.<br />

Sâlikin latîfeleri, birinci seyrde, tezkiye bulduğu, insanlık kusûrlarından temizlendiği<br />

için, bu latîfeler, sâlikin rabbi [terbiye edicisi, yetişdiricisi] olan ism-i<br />

ilâhînin akslerini, zıllerini, kendilerinde gösterecek bir ayna gibi olmuşlardır. Bu<br />

ismin çeşidli kısmlarının tecellîsine, görünmesine ayna olmuşlardır.<br />

İkinci seyre, enfüsî şunun için denir ki, sâlikin enfüsü, ya’nî kendisi, ismlerin akslerine,<br />

zıllerine ayna olmuşdur. Yoksa sâlik, kendinde seyr etmekde değildir. Nitekim<br />

seyr-i âfâkîye de, âlem-i misâl ayna olduğu için, Seyr-i âfâkî denmişdi.<br />

Yoksa, sâlik âfâkda seyr etmiyordu. Bu ikinci seyr, hakîkatde, enfüs aynalarında<br />

ismlerin zıllerinin, hayâllerinin seyridir. Hattâ bunun için, (Âşıkda ma’şûkun seyri)<br />

demişlerdir. Fârisî beyt tercemesi:<br />

Hareket eden, ayna değildir,<br />

aynadaki sûretlerdir.<br />

– 933 –


Bu seyre, seyr-i fillah da denmesine sebeb, sâlik bu seyrde, Allahü teâlânın sıfatları<br />

ile sıfatlanır. Bir sıfatdan bir sıfata geçer. Çünki, aynadaki sûretlerin sıfatlarının<br />

ba’zısından aynanın da nasîbi olur. Bundan dolayı, sanki Allahü teâlânın<br />

ismlerinde seyr etmiş gibidir.<br />

İşte tesavvufcuların sözlerinin ma’nâsı budur. Makâm sâhiblerinin hâli ve söz<br />

sâhiblerinin murâdı herkesin anladığı gibi olmaz. Herkes anladığı kadar söyler. Bu<br />

sözden, başkaları da anlayışı kadar ma’nâ çıkarır. Bir kimse, sözü ile birşeyler anlatmak<br />

ister. Dinleyenler, bu sözden başka şeyler anlıyabilir.<br />

Tesavvufcuların seyr-i enfüsîye sıkılmadan seyr-i fillah demeleri ve çekinmeden<br />

Bekâ-billah ismini vermeleri ve kavuşmak, yetişmek bilmeleri bu fakîre ağır geliyor.<br />

Bu sözlerine doğru ma’nâ vermek, düzeltmek için güçlük çekiliyor.<br />

Seyr-i âfâkîde, sanki, kötülüklerden temizlenmek ve seyr-i enfüsîde, iyi ahlâk<br />

ile ahlâklanmak vardır. Çünki, kötülüklerden ayrılmak, Fenâ makâmına uygundur.<br />

İyiliklere kavuşmak, Bekâ makâmına uygun olur. Bu seyr-i enfüsînin nihâyeti<br />

yok demişlerdir. İnsanın ömrü sonsuz olsa, bu seyr bitmez sanmışlardır. Çünki,<br />

mahlûkun sıfatlarının nihâyeti yok demişlerdir. Allahü teâlânın sonsuz sıfatları,<br />

sâlikin latîfeleri aynasında tecellî etmekde, Onun kemâlâtından bir kemâl görünmekdedir.<br />

O hâlde, bu seyr bitmez ve sonu gelmez.<br />

Seyr-i âfâkîde hâsıl olan Fenâ ile seyr-i enfüsîde hâsıl olan Bekânın ikisine birden,<br />

vilâyet [Evliyâ olmak] demişler ve kemâlin, yükselmenin sonu buraya kadardır<br />

sanmışlardır. Bundan sonra, seyr [yolculuk] olursa, geriye doğru olur ki buna<br />

(Seyr-i anillah) demişlerdir. Geriye inerken, bir dördüncü yolculuk vardır ki, buna<br />

da (Seyr-i fil-eşyâ) demişlerdir. Üçüncü ve dördüncü seyrler, başkalarını kemâle<br />

getirmek ve irşâd etmek içindir. İlk iki seyr, vilâyeti hâsıl etmek içindir, demişlerdir.<br />

Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ ile kul arasında, yetmişbin nûrdan perde ve yetmişbin<br />

zulmetden perde vardır) buyuruldu.<br />

Tesavvufculardan bir kısmına göre, seyr-i âfâkîde yetmişbin perde aşılmakdadır.<br />

Çünki, yedi latîfeden her birinde onbin perde geçilir dediler. Bu seyr temâm<br />

olunca, perdelerin hepsi aradan kalkmış olup, sâlik, seyr-i fillah yapmağa başlar<br />

ve (Vuslat) makâmına erişir sandılar.<br />

İşte, Evliyânın seyr ve sülûk dedikleri şeyler bunlardır. İnsanın kemâle gelmesi<br />

ve başkalarını da irşâd etmesi böyle olur derler.<br />

Allahü teâlânın lutf ederek, ihsân ederek, bu fakîre bu bilgilerden zâhir etdikleri<br />

ve ne sûretle yetişdirdiklerini, ni’meti bildirmek ve şükrünü yapmak maksadı<br />

ile, aşağıya yazıyorum. Kalbi uyanık olanlar istifâde eder.<br />

Hak teâlâ, bî-çûn ve bî-çigûnedir. Ya’nî hiçbirşeye benzemez. Nasıl olduğu<br />

anlaşılamaz. Âfâkda olmadığı gibi, enfüsde de bulunmaz. O hâlde, seyr-i âfâkîye,<br />

seyr-i ilallah demek ve seyr-i enfüsîye seyr-i fillah ismini vermek doğru olmaz.<br />

Bu her iki seyr de, (Seyr-i ilallah) olur. Seyr-i fillah, âfâk ve enfüs ile ilişiği olmıyan<br />

ötelerin ötesi bir seyrdir. Şaşılacak şeydir ki, seyr-i enfüsîye, seyr-i fillah demişler.<br />

Bu seyri bitmez tükenmez bilip, sonsuz olarak seyr edilse, temâmlanamaz<br />

sanmışlar. Hâlbuki, enfüs de, âfâk gibi mahlûk olduğundan, mahlûklarda seyr etmiş<br />

oluyorlar. Böylece, büyük hatâya, sonsuz husrâna düşüyorlar. Sonra, ebedî olarak<br />

Fenâ hâsıl olamayınca, Bekâ hiç hâsıl olmaz. Vüsûl, kavuşmak, nasıl olur? Yaklaşmak<br />

ve kemâl nasıl elde edilir? Sübhânallah! Tesavvuf büyükleri, böylece, serâbı<br />

su sanarak ve seyr-i ilallaha seyr-i fillah diyerek, mahlûku Hâlık düşünerek<br />

ve zemânlı mekânlı olana, bî-çûn diyerek kendilerini avutunca, küçüklerden ve görüşleri<br />

kısa olanlardan şikâyet etmeğe sıra gelir mi? Yazıklar olsun! Nasıl oluyor<br />

da, enfüse Hak teâlâ diyorlar. Hudûdü ve sonu olan bu seyri, nihâyetsiz sanıyorlar.<br />

Seyr-i enfüsîde sâlikin latîfeleri aynasında, Allahü teâlânın ismleri ve sıfatla-<br />

– 934 –


ı görünüyor diyorlar. Hâlbuki, bu görünenler, ismlerin ve sıfatların akslerinden,<br />

zıllerinden bir zıldir. İsmlerin ve sıfatların kendileri değildir. Burasını bu mektûbun<br />

sonunda dahâ açıklayacağız, inşâallahü teâlâ.<br />

Allahü teâlâ, bî-çûn ve bî-çigûnedir. Anlaşılabilen, düşünülebilen herşey, Ondan<br />

uzakdır. O hâlde, âfâk ve enfüs aynalarında yerleşemez. Bu aynalarda görülenler,<br />

zemânlı, mekânlı şeylerin görünüşüdür. Âfâk ve enfüsü geçerek, Onu,<br />

âfâk ve enfüsün ötesinde aramak lâzımdır. Âfâk olsun, enfüs olsun, Onun Zâtı,<br />

mahlûklar aynasına yerleşmiyeceği gibi, ismleri ve sıfatları da, bunlara yerleşmez.<br />

Buralara aks eden herşey, ismlerin ve sıfatların aksleri, zılleri ve misâlleridir.<br />

Hattâ, ismlerin ve sıfatların zılleri ve nümûneleri de, âfâk ve enfüsün dışındadır.<br />

Burada, kudretin görünmesinden başka birşey yokdur. Çünki, Allahü teâlânın ismleri<br />

ve sıfatları da, kendisi gibi bî-çûn ve bî-çigûnedir. Benzerleri ve nümûneleri<br />

yokdur. Âfâk ve enfüsden dışarı çıkılmadıkca, ismlerin ve sıfatların akslerinin ve<br />

zıllerinin ne demek olduğu anlaşılamaz. Nerde kaldı ki, ismler ve sıfatlar anlaşılmış<br />

olsun. Şaşılacak şeydir ki, bu fakîre bildirilenler, gösterilenler, o büyüklerin<br />

tatdıklarına ve gördüklerine hiç uymuyor. Bunlardan birini söylesem, kim inanır?<br />

Kim kabûl eder? Eğer söylemeyip saklasam, yanlışın doğru ile karışmasına ve Hak<br />

teâlâya câiz olmıyan şeylerin söylenmesine göz yummuş olurum. Onun için, ister<br />

istemez, doğrusunu ve Allahü teâlâya söylenmesi yakışanı bildireceğim. Uygun olmıyanları<br />

red edeceğim. İster inansınlar, ister inanmasınlar. Bunu düşünmüyorum<br />

ve üzülmüyorum. Kendi bilgisinden, keşflerinden şübhesi olan, başkalarının inanmamasından<br />

korkar. İşin doğrusu güneş gibi açıkda olunca, keşflerin doğruluğu,<br />

ayın ondördü gibi meydânda olunca ve akslerden, hayâllerden kurtulmuş ve misâllerin,<br />

nümûnelerin üstüne çıkarılmış olunca, bilgilerde hiç şübhe olur mu? Hocam<br />

[Muhammed Bâkî] “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Hâllerin doğru olmasına alâmet,<br />

bunlara tam bir yakîn ve inanmakdır). Bundan başka, Allahü teâlânın lutfü,<br />

ihsânı ile, bu büyüklerin söyledikleri hâllerin herbiri, ayrı ayrı bu fakîre [ya’nî<br />

İmâm-ı Rabbânîye “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz] bildirildi. Tevhîd, ittihâd, ihâta<br />

ve sereyân ma’rifetleri gösterildi. O büyüklere gösterilen ve bildirilenlerin içyüzü<br />

hâsıl oldu. İlmlerinin, ma’rifetlerinin incelikleri meydâna çıkarıldı. Bu makâmda<br />

çok zemân kaldım. Bütün bunların, azına çoğuna kavuşdum. Bunlarda artık<br />

şübhe ve tereddüd kalır mı?<br />

Nihâyet Allahü teâlânın lutfü ile anlaşıldı ki, bu görünenlerin, anlaşılanların hepsi,<br />

zıllerin, akslerin, hayâllerin oyunlarıdır, görünüşleridir. Misâllere, hayâllere kapılmakdan<br />

başka birşey değildir. Aranılan, bunların ötesindedir. İstenilen, bunlardan<br />

başkadır. Bunu anlayınca, çâresiz, bu ma’rifetlerin hepsinden yüzçevirdim.<br />

Bî-çûn olan Zât-ı ilâhîye teveccüh eyledim. Yeri, mikdârı ve sıfatı olan herşeyden<br />

uzaklaşdım. Hâlim böyle olmasaydı, büyüklere uymayan söz söyleyebilir mi idim?<br />

Bu ayrılık, Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında olmasaydı ve Allahü teâlânın takdîs<br />

ve tenzîhi için olmasaydı, bu büyüklere uymayan sözü yine söylemezdim. Ağzımı<br />

açamazdım. Çünki, onlara ihsân olunan ni’metlerin artıklarını toplayan bir<br />

dilenci gibi idim. Onların ni’met sofralarını temizleyen bir hizmetciyim. Yine<br />

söylüyorum ki, bu fakîri [ya’nî İmâm-ı Rabbânîyi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”],<br />

lutf ederek terbiye eden, yetişdiren onlardır. Katkat ihsânları ile fâidelendiren<br />

onlardır. Fekat, ne yapayım? Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında olduğundan<br />

ve Onun mukaddes cenâbına yakışmıyan kelimeler kullanıldığından, bunun<br />

karşısında susmak ve başkalarının inanmamasından korkmak, dîne ve diyânete<br />

sığmaz ve kulluğa uymaz.<br />

Vahdet-i vücûd ve benzeri ba’zı bilgilerde, âlimlerin tesavvufculardan ayrılması,<br />

akl yolu ile ve istidlâl iledir. Bu fakîrin ayrılması ise, keşf ve şühûd, ya’nî görmek<br />

iledir. Âlimler, tesavvufcuların bilgilerinin çirkin olduğunu söylüyor. Bu fakîr<br />

ise, güzel olduğunu, fekat maksadın, arzûnun bunlar olmadığını, bunları bıra-<br />

– 935 –


kıp ilerlemek lâzım geldiğini söylüyorum. Şeyh Alâüddevle “kaddesallahü teâlâ<br />

sirrehül’azîz” de, vahdet-i vücûd bilgilerine uymuyor. Âlimlerin bildiği gibi, çirkin<br />

biliyor. Buna şaşılır. Çünki, onun bilgisi, keşf yolu iledir. Keşf sâhibi, bu bilgileri<br />

çirkin bilmez. Çünki, vahdet-i vücûdda garîb hâller, şaşılacak ma’rifetler vardır.<br />

Bu bilgiler, çirkin değildir. Fekat bu bilgilere saplanıp kalmak da güzel değildir.<br />

Süâl: Bu sözlerden, tesavvuf büyüklerinin bâtıl bir yolda bulundukları ve hakîkatin,<br />

onların keşf ve buluşlarından başka olduğu anlaşılıyor.<br />

Cevâb: Bâtıl, hiçbir hakîkate dayanmıyan şey demekdir. Hâlbuki, bu hâller ve<br />

ma’rifetler, muhabbetin fazla olmasından hâsıl oluyor. Allahü teâlânın sevgisi, bu<br />

büyükleri o kadar kaplıyor ki, başka şeylerin ismi ve cismi hâtırlarına gelmiyor. Başka<br />

birşey görmiyorlar. İster istemez, sevmek serhoşluğu ile, üzerlerini bu hâlin kaplaması<br />

ile, başka şeyleri yok biliyorlar. Allahü teâlâdan başka birşey görmüyorlar.<br />

Bu hâle bâtıl denir mi? Burada bâtıl yokdur. Bunları, hak kaplamışdır. O büyükler,<br />

Allahü teâlânın sevgisine dalarak, kendilerini ve her şeyi yok etmişlerdir.<br />

Bâtıl, bunların yanına yaklaşabilir mi? Bunlar temâmen haklıdır ve hak içindirler.<br />

Yalnız görünüşü bilen âlimler, bunların hakîkatini anlayabilir mi? Görünüşde<br />

uygunsuzlukdan başka ne anlarlar? Onların büyüklüğünden ne elde edebilirler?<br />

Sözün doğrusu şudur ki, bu hâllerin ve ma’rifetlerin ötesinde, başka kemâller<br />

ve üstünlükler vardır ki, o kemâlâtın yanında bu hâller ve ma’rifetler, okyânus yanındaki<br />

bir damla su gibi kalır. Fârisî beyt tercemesi:<br />

Gök, Arşa bakınca, aşağıdır,<br />

fekat, toprağa nazaran çok yüksekdir.<br />

Yine sözümüze dönelim! Perdelerin yırtılmasında diyorlar ki, seyr-i âfâkîde nûrlu<br />

ve zulmetli perdelerin hepsi aradan kalkar. Bu fakîre göre, bu sözleri de yerinde<br />

değildir. Hattâ, temâmen başka dürlü anlıyorum. Görüyorum ki, zulmetli perdelerin<br />

kalkması için mahlûkların hepsini aşmak, ya’nî seyr-i âfâkîyi ve seyr-i<br />

enfüsîyi temâmlamak lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan kalkması için de, Allahü<br />

teâlânın ismlerinde ve sıfatlarında seyr etmek lâzımdır. Ya’nî ismleri, sıfatları,<br />

şânları ve i’tibârları hiç görmemelidir. Ancak bu zemân, nûrdan perdelerin hepsi<br />

kalkarak, (Vasl-ı uryânî) hâsıl olur. Böyle olanlar pek azdır. Seyr-i âfâkîde, zulmetden<br />

olan perdelerin yarısı bile aradan kalkmaz. Nûrdan perdeler hiç kalkar mı?<br />

Perdeler çok çeşidlidir. Onun için şaşırmışlardır. Meselâ, nefsin perdelerinin zulmeti,<br />

kalbin perdelerinin zulmetinden çokdur. Zulmeti az olan perdeler, nûrânî perde<br />

gibi görünmüşdür. Görüşü keskin olanlar, zulmânî perdeyi nûrânî perde ile karışdırmaz.<br />

Zulmete nûr demez. Bu, öyle bir ni’metdir ki, dilediğine ihsân eder. Allahü<br />

teâlâ, büyük ihsân sâhibidir.<br />

Bu fakîri [ya’nî İmâm-ı Rabbânîyi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”] yetişdirmek<br />

için şereflendirdikleri yolda hem cezbe, hem sülûk vardır. Latîfeleri [insanların<br />

kötü huylarından] temizlemek ve Allahü teâlânın sıfatları ile doldurmak, bir<br />

aradadır. Tasfiye [sülûk] ve tezkiye [cezbe], bu yolda berâberdir. Seyr-i enfüsîde,<br />

seyr-i âfâkî dahî yapılmış olur. Tasfiye içinde, tezkiye de hâsıl olur. Cezbe, sülûkü<br />

de hâsıl eder. Âfâk, enfüsün içinde bulunur. Fekat, latîfeleri temizlemek cezbeden<br />

önce ve tasfiye, tezkiyeden öncedir. Bu yolda, göz önünde olan enfüsdür.<br />

Âfâk değildir. Bunun için, bu yol ile çabuk varılır. Hattâ, diyebilirim ki, bu yol, elbette<br />

kavuşdurur. Kavuşdurmamak ihtimâli yokdur. Allahü teâlâdan istikâmet ve<br />

fırsat dilemek lâzımdır.<br />

Bu yol, elbette kavuşdurur dedim. Çünki, bu yolun başlangıcı cezbedir ki, elbette<br />

kavuşdurur. Sâlikleri yolda bırakan, yâ sülûk konaklarıdır veyâ sülûkü bulunmayan<br />

kuru cezbelerdir. Bu mâni’lerin ikisi de, bu yolda yokdur. Çünki, sülûk, cezbeye<br />

bağlıdır. Cezbe ile berâber, cezbenin içinde hâsıl olur. Burada, hâlis sülûk ol-<br />

– 936 –


madığı gibi, kuru cezbe de yokdur. Onun için, sâlikin yolu kesilmez. Bu yol, Peygamberlere<br />

“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsûs olan caddedir. Bu büyükler,<br />

çeşidli derecelerine göre, bu yoldan vâsıl olmuşlardır. Âfâkı ve enfüsü bir adımda<br />

geçmişler, ikinci adımı, âfâk ve enfüsün ilerisine koymuşlardır. Sülûk ve cezbeyi<br />

geride bırakmışlardır. Çünki, sülûkün nihâyeti, Seyr-i âfâkînin sonuna kadardır.<br />

Cezbenin nihâyeti, Seyr-i enfüsînin sonuna kadardır. Seyr-i âfâkî ve enfüsî temâm<br />

olunca, sülûk ve cezbe de temâm olur. Bundan sonra ne sülûk kalır ne cezbe.<br />

Bu sözümüzü sülûk ve cezbe sâhibleri anlıyamaz. Çünki, onlara göre, âfâk ve<br />

enfüsün üstünde yol yokdur. İnsanın ömrü sonsuz olup, hep seyr-i enfüsî yapsa, yine<br />

temâmlıyamaz. Bu büyüklerden biri buyuruyor ki, fârisî beyt tercemesi:<br />

Eğer bütün ömrünce yürüse de insan,<br />

Kendinden dışarı çıkmağa bulmaz imkân.<br />

Bu yolu bana gösterenler o kadar büyükdür ki, Onların sâyesinde gözümü açdım.<br />

Onların sâyesinde bunları söyliyebiliyorum. Tesavvufun elifbâsını Onlardan<br />

öğrendim. Mevleviyyet derecesine Onların teveccühü ile kavuşdum. Eğer ilmim<br />

varsa, Onların ilm deryâlarından birkaç damladır. Eğer ma’rifet sâhibi isem, Onların<br />

iltifâtlarının eseridir. Nihâyetin başlangıcda yerleşmiş bulunduğu yolu Onlardan<br />

öğrendim. Kayyûmluk cihetine çeken ipin ucunu Onlardan aldım. Onların<br />

bir bakışı ile, öyle şeylere kavuşdum ki, başkaları kırk gün çile çekmekle göremez.<br />

Onların sözünden öyle şeyler edindim ki, başkaları senelerle çalışmakla ele geçiremez.<br />

Fârisî iki beyt tercemesi:<br />

Şemseddînin bir bakışına Tebrîzde kavuşan kişi,<br />

Çile çıkaranlara güler, ayblar dâim herkesi.<br />

Nakşibendiyye, nasıl kâfile sürücüdür?<br />

Kâfilesini gizlice maksada götürür.<br />

Bu büyükler, yola, seyr-i enfüsîden başlıyor. Seyr-i âfâkîyi bununla berâber yapmış<br />

oluyor. Bu hâle, (Sefer der vatan) sözü ile işâret ediyorlar.<br />

Bu büyüklerin yolu pek kısadır. Maksada çabuk ulaşdırır. Başkalarının yolunun<br />

sonu, bu yolun başlangıcına varır. Bunun içindir ki, (Biz, nihâyeti, başlangıca<br />

yerleşdirdik) buyurmuşlardır. Velhâsıl, bu büyüklerin yolu, başka tesavvuf yollarından<br />

çok yüksekdir. Diyebilirim ki, bunların huzûru ve âgâh olmaları [Allahü teâlâ<br />

ile her ân beraber olmaları], Onların çoğunun huzûrunun üstündedir. Bunun<br />

içindir ki, (Bizim bağlılığımız, bütün bağlılıkların üstündedir) buyurmuşlardır. Fekat,<br />

âfâk ve enfüsün dışında ve sülûk ve cezbenin üstünde Evliyâya yol olmadığı<br />

için, bu büyükler de, ister istemez âfâk ve enfüsün ötesinden konuşmamışlar.<br />

Cezbe ve sülûkün dışından haber vermemişler. Evliyâlık kemâlâtına uygun olarak,<br />

(Evliyâ, Fenâ ve Bekâdan sonra herşeyi kendilerinde görür. Kendilerinde bulurlar)<br />

buyurmuşlardır. Kendilerinde seyr etdikleri için, Zâriyât sûresinin (Kendinizde<br />

bulunmakdadır, niçin görmüyorsunuz?) meâlindeki âyet-i kerîmesine uymuşlardır.<br />

Allahü teâlâya hamd ve şükrler olsun ki, bu büyükler, enfüsün dışından haber<br />

vermedi iseler de, enfüse bağlanıp kalmış da değildirler. Enfüsü de, âfâk gibi<br />

(Lâ) deyip yok etmek istiyorlar. Allahü teâlâdan başka olan herşey gibi, onu da<br />

yok biliyorlar. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” buyurdu ki,<br />

(Her gördüğün, her işitdiğin ve her bildiğin, O değildir. Bunların hepsini, (Lâ) derken,<br />

yok etmek lâzımdır). Fârisî beyt tercemesi:<br />

Nakşibenddirler fekat, her nakşa bağlanmazlar,<br />

insanlar, şaşkınlıkdan, başka nakş ararlar.<br />

Başka şeyleri yok etmek başkadır. Başka şeylerin yok olması başkadır.<br />

– 937 –


Evliyâlıkda cezbe ve sülûkdan ve âfâk ve enfüsden dışarı çıkılamaz dedik. Çünki,<br />

vilâyetin bu dört temelinin üstünde, (Kemâlât-i nübüvvet) başlar. Evliyâlık,<br />

buraya ulaşamaz. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Eshâbının çoğu<br />

ve Eshâb olmıyanlardan pek az bahtiyârlar, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü<br />

vettehıyyât” tam uydukları için, bu devlete kavuşmuşdur. Cezbe ve sülûkü içinde<br />

bulunduran bu yoldan seyr ederek ilerlemişler, sülûk ve cezbenin dışına çıkmışlardır.<br />

Zıllerden, hayâllerden kurtulmuşlar, enfüsü de, âfâk gibi, geride bırakmışlardır.<br />

Burada, başkalarına şimşek gibi çakıp biten (Tecellî-yi Zâtî)ler, devâmlı olmuşdur.<br />

Hattâ bunların işi, ister şimşek gibi olsun, ister devâmlı olsun, bütün tecellîlerin<br />

üstündedir. Çünki, bütün tecellîlerde [görünüşlerde] az da olsa, zıl, aks bulunur.<br />

Hâlbuki, bu büyüklere, nokta kadar zıl, büyük dağ gibi gelir. Bu büyüklerin<br />

kazanclarının başlangıcı, Zât-ı ilâhînin çekmesi ve sevgisidir. Cenâb-ı Hakkın lutfü<br />

ile, bu sevgi her ân artarak, başka şeylerin sevgisi yavaş yavaş azalır. Başka şeylere<br />

bağlılık, yavaş yavaş yok olur. Bir se’âdetli kimseyi, Allah sevgisi kaplıyarak,<br />

başka herşeyin sevgisi kalmayınca ve Allah sevgisi, bütün bu sevgilerin yerine yerleşince,<br />

onun aşağı sıfatları ve bütün kötü huyları yok olur. Seyr-i âfâkîde ele geçen<br />

şeylere, uzun bir sülûke ve sıkı riyâzetlere ve çetin mücâhedelere lüzûm kalmadan<br />

kavuşur. Çünki, sevmek, sevgiliye, itâ’at etmeği ister. Sevgi son haddini bulunca,<br />

itâ’at da temâm olur. Sevgiliye, insan gücünün yetişebildiği kadar, tam bir itâ’at hâsıl<br />

olunca (Makâmât-i aşere) ele geçer. [Makâmât-i aşere: Tevbe, zühd, vera’, sabr,<br />

fakr, şükr, havf, recâ, tevekkül ve rıdâ olduğu (Neşrül-mehâsin)de yazılıdır.] Bu<br />

(Seyr-i mahbûbî) ile, seyr-i âfâkî gibi, seyr-i enfüsî de temâmlanmış olur. Çünki, hep<br />

doğru söyleyici “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” (İnsan, sevdiği ile berâberdir)<br />

buyurdu. Sevgili, âfâk ve enfüsün dışında olduğundan seven de Onunla berâber olacağından<br />

âfâk ve enfüsün dışına çıkar. Böylece, seyr-i enfüsîyi de, geride bırakmış<br />

olur. Berâberlik devletine kavuşur. İşte, bu büyükler, muhabbet devleti sâyesinde,<br />

âfâk ve enfüs ile uğraşmazlar. Âfâk ve enfüs, onlara tâbi’ olur. Sülûk ile cezbe, bunların<br />

işlerine bağlı bulunur. Bu büyüklerin sermâyesi, muhabbetdir. Muhabbet,<br />

sevgiliye itâ’at etmeği ister. Sevgiliye itâ’at ise, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla olur.<br />

Çünki, sevgilinin beğendiği şey, yol, ahkâm-ı islâmiyyedir. O hâlde, muhabbetin çok<br />

olmasına alâmet, ahkâm-ı islâmiyyeye çok uymakdır. (Ahkâm-ı islâmiyye)ye uymak,<br />

farzları yapmak ve harâmlardan sakınmak demekdir. Ahkâm-ı islâmiyyeye tam uyabilmek<br />

ise, ilm, amel ve ihlâs ile olur. Her sözde, her işde, her hareketde, her duruşda,<br />

kendiliğinden hâsıl olan ihlâs, muhlas olan kimseye nasîb olur. Muhlisler, bu<br />

mu’ammâyı anlıyamaz. (Muhlisler, büyük tehlükededir) buyuruldu.<br />

Yine sözümüze dönelim! Seyr ve sülûkden maksad ve cezbe ve tasfiyeden<br />

beklenilen şey, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan temizlemekdir. Bu çirkin<br />

sıfatların başı, nefse düşkün olmak ve onun arzûlarına, isteklerine tutulmakdır.<br />

O hâlde, Seyr-i enfüsî lâzımdır. Kötü sıfatlardan güzel sıfatlara dönmek lâzımdır.<br />

Seyr-i âfâkî lüzûmlu değildir. Maksad, gâye bu seyre bağlı değildir. Çünki, âfâka<br />

düşkünlük, nefse düşkün olmakdan ileri gelir. İnsan, herşeyi, kendini sevdiği<br />

için sever. Çocuğunu, malını sevmek, onlardan istifâde edeceği içindir. Seyr-i<br />

enfüsîde, insanı, Allahü teâlânın sevgisi kaplıyarak, insan, kendini sevmekden kurtulduğu<br />

için evlâd ve mal sevgisi de, bununla berâber yok olur. O hâlde, seyr-i enfüsî<br />

muhakkak lâzımdır. Seyr-i âfâkî, buna bağlı olarak, bununla berâber müyesser<br />

olur. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” seyrleri, yalnız seyr-i enfüsî<br />

idi. Seyr-i âfâkî, bununla berâber yapılıyordu. Evet, seyr-i âfâkî de, ara yerde,<br />

hiç durmadan, devâmlı yapılır. Sonuna varılırsa, bu da iyidir. Fekat, arada takılıp<br />

kalınırsa ve sonuna varılmazsa, hemen hemen fâidesiz olur. İstenilen gâyeye<br />

mâni’ olan şeylerden biri sayılır.<br />

Seyr-i enfüsî ne kadar ilerlerse, o kadar kârlı olur. Bu seyri temâmlıyarak enfüsden<br />

dışarıya çıkmak, çok büyük ni’metdir. Enfüsdeki değişiklikleri âfâk ayna-<br />

– 938 –


sında görmeğe, kendindeki değişmeleri âfâkda görmeğe ne lüzûm var. Kalbin<br />

temizliğini âlem-i misâlde anlamak ve bu temizliği, âlem-i misâlde kırmızı nûr olarak<br />

görmek de böyledir. Niçin kendi vicdânına bırakmıyor ve değişikliklerini ve<br />

temizliğini kendi firâseti ile anlamıyor. Meşhûrdur ki, birisi oniki sene tabîbe<br />

muhtâc olmamış, hâllerindeki değişikliği kendi vicdânı ile anlamışdır. Sıhhatini ve<br />

hastalığını kendi firâseti ile bilmişdir. Evet, seyr-i âfâkîde, ilmler, ma’rifetler, tecellîler<br />

ve zuhûrlar çok olur. Fekat, bunların hepsi zıllerin görünüşüdür. Misâllerle,<br />

hayâllerle avunmakdır. Ba’zı mektûblarda bildirdiğimiz gibi, seyr-i enfüsî zıllere,<br />

akslere bağlıdır. O hâlde, Seyr-i âfâkî, zıllerin zılline bağlı olur. Çünki, âfâk,<br />

enfüsün zılleri gibidir ve enfüsü gösteren ayna gibidir. Enfüsdeki değişiklikleri, âfâk<br />

aynasında görmek ve latîfelerin temizlenmesini ve sıfât-ı ilâhiyye ile sıfatlanmasını<br />

âfâk aynasından anlamak, insanın rü’yâda, âlem-i misâlde kendini pâdişâh görmesine<br />

veyâ zemânın kutbu görmesine benzer. Hâlbuki, ne pâdişâhdır, ne de<br />

kutb olmuşdur. Bu rü’yâdan, onun, hâricde, uyanık iken de pâdişâh ve kutb olabileceği<br />

anlaşılır. Tezkiye [latîfelerin temizlenmesi] seyr-i enfüsîde olur. Seyr-i âfâkîde<br />

görülen bu tezkiyenin kâbil ve mümkin olmasını haber verir. Seyr-i enfüsîde<br />

kendini temiz görmedikce ve vicdânı ile, kendini temizlenmiş bulmadıkca,<br />

Fenâ hâsıl olmaz. Makâmât-i aşereye kavuşamaz. Yedi hâlden eline ancak hava<br />

girer. Görülüyor ki, Seyr-i enfüsî de, Seyr-i ilallahın içindedir. Seyr-i ilallahın temâmlanması<br />

ile, Fenânın hâsıl olması, Seyr-i enfüsînin temâm olmasına bağlıdır.<br />

Seyr-i fillah, Seyr-i enfüsîden çok sonra hâsıl olur.<br />

Ey mes’ûd insan! Seyr-i enfüsîde, insanın kendine olan bilgisi ve sevgisi kalmadığı<br />

için, kendine bağlılığı da kalmaz. Bunun sonucu olarak, başkalarına bağlılığı<br />

da yok olur. Çünki, kendine bağlı olduğu için, başkalarına da bağlanmışdır. O<br />

hâlde, Seyr-i âfâkî, Seyr-i enfüsînin altında yapılmakdadır. Sâlik, yalnız Seyr-i enfüsîyi<br />

yapınca, hem kendine bağlılıkdan, hem de başkalarına bağlanmakdan kurtulur.<br />

İşte bu söylediklerimizden, Seyr-i enfüsînin ve Seyr-i âfâkînin ma’nâsı kolayca<br />

anlaşıldı. Çünki, enfüsde seyr, âfâkda da seyrdir. Kendine olan bağlılıkları<br />

yavaş yavaş ortadan kaldırmak, enfüsde seyrdir. Seyr-i enfüsî yaparken, âfâka olan<br />

bağlılıkların çözülmesi de, seyr-i âfâkîdir. Hâlbuki başkalarının anlatdığı seyr-i âfâkî<br />

ve Seyr-i enfüsîyi açıklamak güçdür. Evet, doğru olan şeylerde güçlük olmaz.<br />

Seyr-i enfüsîde, sâlikin latîfeleri aynasında, Allahü teâlânın ismleri ve sıfatları<br />

görünüyor diyorlar. Buna tahliyeden [boşaltmakdan] sonra doldurmak diyorlar.<br />

Bu görünenler, hakîkatde ismlerin ve sıfatların zıllerinden bir zıllin görünüşüdür.<br />

Önce ismlerin ve sıfatların zıllerinden bir zıl, tâlibin aynasında görünür. Onun zulmetlerini<br />

ve kötülüklerini temizler. Ya’nî, tasfiye ve tezkiye yapar. Bu tasfiye ve<br />

tezkiye, Seyr-i enfüsî temâm olunca hâsıl olur. Latîfeler tahliye olup, ismlerin ve<br />

sıfatların görünmesine elverişli olur. Seyr-i enfüsîde elde edilen (Tahliye), tasfiye<br />

ve tezkiyenin temâm olmasına bağlıdır. Seyr-i âfâkîde görünen tahliye, hakîkî<br />

tahliye değildir. Bunun için, seyr-i enfüsîde ismler ve sıfatlar görülmez. Demek oluyor<br />

ki, zılle kavuşmak, sevgiliden başka herşeyden ayrılmakdan önce olur. Ya’nî,<br />

sevgilinin zıllerinden bir zıl, sâlikin aynasında görülmedikce, sevgiliden başka<br />

şeylerden kesilmek olamaz. Fekat, sevgiliye kavuşmak, başkalarından kesilmekden<br />

sonra hâsıl olur. Şu hâlde, tesavvuf büyüklerinden, kavuşmak [peyvesten] öncedir<br />

diyenler, bir zılle kavuşmağı demek istemişlerdir. Kavuşmak sonradır diyenler<br />

ise, asla kavuşmağı bildirmişlerdir. Böylece, her iki tarafın ayrılığı, yalnız kelimededir.<br />

Şeyh Ebû Sa’îd-i Harrâz “kuddise sirruh” burada başka dürlü söylüyor<br />

ve (Kurtulmadıkca bulamazsın ve bulmadıkca kurtulamazsın! Hangisi önce olduğunu<br />

bilmiyorum) demişdir. Anlaşılıyor ki, zılli bulmak, kurtulmakdan öncedir. Aslı<br />

bulmak kurtulmakdan sonradır. Burada şübhe edecek birşey yokdur. Nitekim sabâh<br />

vakti güneş doğmadan evvel, güneş ışınlarının zılleri görünüp, yer yüzünü karanlıkdan<br />

temizler. Zulmetler gidip, her taraf tasfiye buldukdan sonra, güneşin ken-<br />

– 939 –


di doğar. Burada da, güneşin zıllinin görünmesi, zulmetlerin gitmesinden öncedir<br />

ve güneşin doğması, zulmetlerin tahliyesinden ve zıllin tasfiyesinden sonradır. Fekat,<br />

burada zulmetlerin tahliyesi ve ortalığın tasfiyesi, zıllerin zuhûrundan önce olmuyor.<br />

45 — İKİNCİ CİLD, 35. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, hocası Muhammed Bâkînin [971-1012 Delhîde] “kuddise sirruh”<br />

oğlu, Muhammed Abdüllaha “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmış olup, iki süâline<br />

cevâb vermekde ve ayn-ül-yakîni anlatmakdadır:<br />

Allahü teâlâya hamd ve Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve sellem” salât<br />

ve size düâ ederim. Kıymetli mektûbunuz geldi. Okuyunca, bizi çok sevindirdi.<br />

Her ân hâtırladığınızı bildiriyorsunuz. Ne güzel, ne mubârekdir. Üç ayda sizin<br />

elinize geçen ni’met, başka yollarda, eğer on senede nasîb olursa, büyük kâr bilirler.<br />

Bu ni’mete şükr ediniz! Yaradılışınızın yüksek olduğunu ve böyle hâllerin kıymetini<br />

işitince, ucb, kibr ile lekelenmiyeceğinizi bildiğim için, bu ni’metin büyüklüğünü<br />

yazdım. (Şükr ederseniz, ni’metimi artdırırım) meâlindeki âyet-i kerîmeyi<br />

hiç unutmayınız!<br />

Önceden, tevhîd bilgileri hâsıl olmağa başladı diyorsunuz. Bunlar da, bereketli<br />

kazancdır. Bu hâlin hâsıl olmasını isteyiniz. Fekat islâmiyyetin edeblerini gözetmeğe<br />

çok gayret ediniz! Kulluk vazîfelerini yerine getiriniz! Eğer, bu hâller doğru<br />

ise, kusûrlu değil ise, sevgiliye muhabbetin çokluğundan hâsıl olur. Çünki,<br />

âşık nereye giderse gitsin, sevgiliden başka birşey görmez ve bilmez. Her nereden<br />

bir zevk, lezzet duyarsa, bunu sevgilisinden geliyor sanır. Bu hâlde olan âşık,<br />

mahlûkları görmekde, fekat hepsini, bir mahbûb sanmakdadır. Bu hâlde, Fenâ hâsıl<br />

olmaz. Çünki, Fenâ hâsıl olunca, bir mevcûdün görülmesi insanı kapladığından<br />

mahlûklar temâmen görünmez olur. Buna da Fenâ denilmesi, mahlûklar görülmediği<br />

içindir. Hakîkî Fenâ ise, sıfât-i ilâhînin ve ismlerinin ve hiçbir bağlılığın, ayrı<br />

bir görünüşün de, temâmen görülmediği zemân hâsıl olur. Zât-ı ilâhîden başka<br />

hiçbirşey görülmez ve düşünülmez. Seyr-i ilallah [Allah yolculuğu], işte burada sona<br />

erer. Zıllerin, görünüşlerin hepsinden temâmen kurtulmak, burada hâsıl olur.<br />

Ârif, bu zemân, aslların aslı iledir. Alâmetlerden geçip, kendisine kavuşmuşdur.<br />

İlm, ayn olmuşdur. İşitmek, erişmek hâlini almışdır. Vasl-ı uryânî [ancak Ona kavuşmak]<br />

se’âdeti ve neler neler ve neler neler olmuşdur. Bu makâm, bu üstün derece,<br />

ancak, işâret, sembol, şifre ile anlatılabilir. Bu da kapalı ve perdeli olabilir.<br />

Süâl: Kıymetli evlâd! Bizden, bu ayn-ül-yakînin anlatılmasını istiyor. Bu aynı<br />

anlaşılabilir mi sanıyor?<br />

Cevâb: Bunu anlatmak zor bir işdir. Ne yapayım? Ne söyliyeyim? Ne bildireyim?<br />

Akla nasıl uygun getireyim? Kıymetli yavrum! Ma’zûr görmenizi umarım. İşitmeği,<br />

öğrenmeği değil, edinmeği, hâllenmeği isteyiniz!<br />

Süâl: Kur’ân-ı kerîmdeki müteşâbihâtın ma’nâlarını, râsih olan âlimler bilir. Bu<br />

ma’nâlar nasıl anlaşılır?<br />

Cevâb: Bu süâlin cevâbı, birincinin cevâbından dahâ ince ve dahâ örtülü ve dahâ<br />

örtülmesi lâzımdır. Bu iki süâl, bu kıymetli yavrunun yaradılışının çok yüksek<br />

olduğunu göstermekdedir.<br />

Allahü teâlânın kitâblarındaki müteşâbihlerin ma’nâsını anlamak, ancak Peygamberlere<br />

mahsûsdur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Ümmetlerinden pekaz<br />

kimseye, onlara tâm uydukları, vârisleri olmakla şereflendikleri için, bu bilgiden<br />

bir yudum tatdırabilirler. O güzelin yüzündeki perdeyi, bu dünyâda, bunlar için de<br />

açarlar. Kıyâmetde, ümmetlerden, çok kimseleri, Peygamberlerine uydukları için,<br />

bu devlete kavuşduracakları umulur. Anladığıma göre, bu dünyâda da, o pekaz kimselerden<br />

başkalarını da, bu devletle şereflendirirler. Ammâ, bunlara işin iç yüzü-<br />

– 940 –


nü bildirmezler, ma’nâyı açmazlar. Ya’nî, müteşâbihlere, doğru ma’nâ verirler. Fekat<br />

bu ma’nâların ne olduğunu bilmezler. Müteşâbihât, mu’âmeleleri, hâlleri gösteren<br />

işâretlerdir. Bunlara, bu hâller hâsıl olabilir. Fekat, bu hâllerin ne olduğu bildirilmez.<br />

Sevdiklerimizin birinde bu hâli görmekdeyiz. Başkalarını, artık düşünün.<br />

Sizin, bundan süâliniz, ümmîd kapısını açmışdır.<br />

Yâ Rabbî! Bizlere ihsân eylediğin nûrumuzu artdır! Günâhlarımızı, kusûrlarımızı<br />

ört! Sen herşeyi yapabilirsin! Selâm ederim.<br />

46 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 77. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, kıymetli oğlu Muhammed Sa’îd “kuddise sirruh” hazretlerine yazılmış<br />

olup, Kâ’be-i mu’azzamanın hakîkatinde olan sırları ve nemâzın ve Kelime-i tevhîdin<br />

hakîkatlerindeki incelikleri bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize doğru yolu gösterdi. Eğer O, merhameti ile,<br />

doğru yolu bildirmeseydi, kim bulabilirdi? Rabbimizin Peygamberlerine inanırız<br />

“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. En yüksek mertebede yalnız nûr idi. [Bu nûr, nasıl<br />

olduğu bilinmiyen bir nûrdur.] Burayı, Kâ’benin hakîkati bulmuş ve yazmışdım.<br />

Bu mertebenin üstünde, dahâ yüksek bir mertebe var ki, Kur’ân-ı kerîmin hakîkatidir.<br />

Kâ’be-i mu’azzama, Kur’ân-ı kerîm sebebi ile, herkesin kıblesi olmuş ve<br />

kendine karşı secde olunmakla şereflenmişdir.<br />

İmâm, Kur’ândır. Önde Kur’ân-ı kerîmdir. Öne alınan ise, Kâ’bedir. Bu mertebe,<br />

Allahü teâlânın, nasıl olduğu bilinmiyen vüs’atinin başlangıcıdır. Anlaşılamıyan<br />

âlemin ayrıldığı derecedir. Bu pek yüksek mertebede vüs’at, uzunluğun ve<br />

genişliğin çokluğu ile değildir. Böyle vüs’at, mahlûkda olur ve noksânlık, kusûr alâmetidir.<br />

Orası, öyle bir makâmdır ki, yetişemiyen, tatmıyan anlayamaz. O mertebedeki<br />

ayrılık da, bildiğimiz iki başka şeyin ayrı olması, benzemedikleri için, ayrılmaları<br />

değildir ki, bunlar parçalanmakla, dağılmakla olur ve maddenin, cismin<br />

hâssasıdır. Allahü teâlâ, cism değildir. Orada, birşey ve başka başka iki şey düşünülemez.<br />

Çünki, orada ayrılık gayrılık ve ikilik yokdur. Düşünmek de olamaz. Fârisî<br />

iki beyt tercemesi:<br />

Bir kuş var ammâ, nasıl bildireyim sana,<br />

Çünki, Ankâ ile bulunur, her ân, yan yana.<br />

Ankânın adını duymuş herkes, bilmese de cismini,<br />

Bu kuşun ise, kimse duymamışdır ismini.<br />

Orada, her ne kadar, birşey düşünülemez ise de, birşey düşünülse ve bu şey incelense,<br />

o mertebede bu şeye mahsûs olacak ve başka birşeyde bulunmıyacak hiçbir<br />

hâl, hâsıl olmaz. Zâten orada, birşeyi incelemek de olmaz. Bununla berâber,<br />

düşünülen o iki şey arasında, ayrılık vardır. Biri diğerinden başkadır. İnsanlardan,<br />

kendisine hiçbir yol açmıyan, yalnız tanıyamamak, anlıyamamak yolunu açık bırakan<br />

Allahım! Sen, insanların düşünebilmesinden çok uzaksın! Onu anlıyamamak,<br />

anlaşılamıyacağını anlamak, Evliyânın en büyüklerine nasîb olur. Anlamamak başkadır,<br />

anlıyamamak başkadır. Meselâ, o mukaddes mertebede, ayrılık olmadığını<br />

söylemek ve Zât-ı ilâhînin her kemâlini, birbirlerinin aynı bulmak, ya’nî ilm, kudretin<br />

aynıdır demek ve kudret, irâdenin aynıdır demek, o mertebedeki ayrılığı anlamamakdır.<br />

Hâlbuki, o mertebede ayrılıklar olduğunu söylemek, fekat bu ayrılıkların<br />

nasıl olduğunu anlıyamadığını söylemek, o mertebedeki ayrılığı anlıyamamakdır.<br />

Anlamamak, cehâletdir. Anlamakdan acz ise, ya’nî anlıyamamak ise ilmdir.<br />

Anlıyamamak, hattâ iki ilmdir: Birisi, birşeyi bilmekdir. İkincisi, o şeyin özünü,<br />

büyüklüğünden dolayı anlıyamadığını bilmekdir. Bir üçüncü ilm dahâ da söyliyebiliriz<br />

ki, o da, kendinin kul olduğunu gösteren aczini ve kusûrunu bilmekdir. Bil-<br />

– 941 –


memek, cehldir demişdik. Ba’zan bu cehl, cehl-i mürekkeb olur ve bilmediğini bilmez<br />

de, biliyorum sanır. Bilememekde ise bu hastalık yokdur ve hattâ olamaz. Çünki,<br />

aczini, kusûrunu söylemekdedir. Bilmemek ile bilememek aynı olsaydı, bütün<br />

câhiller ârif olurdu ve cehlleri, kemâllerine, üstünlüklerine sebeb olurdu. Hattâ,<br />

o mertebede, cehli çok olan dahâ çok ârif olurdu. Çünki, orada ma’rifet, bilmemekdir.<br />

Hâlbuki bu söylediklerimiz, bilememek için doğrudur. Çünki, bilememesi<br />

çok olan, dahâ ârif olur. Bilememek, kötülemeğe benziyen bir medh, kusûra benziyen<br />

bir kemâldir. Bilmemek ise, tam bir kötülemekdir ki, medh etmenin kokusunu<br />

bile duymaz. Yâ Rabbî! Seni tanımakdan aczimizin büyüklüğünü, ya’nî tanıyamayacağımızın<br />

çokluğunu bilmemizi artdır! Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”,<br />

bu fakîre gösterilen bu farkı düşünseydi, ma’rifetden acze, ya’nî tanıyamamağa<br />

cehl demezdi ve (Bilen de ve “Anlamanın bilinememesi, anlamakdır” diyen<br />

câhil de, bizdendir) demezdi. Bundan sonra, birinci kısmın ilmlerini, ya’nî bilenlerin,<br />

bildiklerinden birşeyler söylemiş ve bununla mübâhât eylemiş, ya’nî öğünmüşdür.<br />

Bu ilmler, yalnız bana bildirildi deyip, Peygamberlerin sonuncusu “aleyhi<br />

ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bile bu bilgileri, Evliyânın sonuncusundan<br />

[ya’nî kendisinden] alıyor demişdir. Kendisine Evliyânın sonuncusu dedi. Bu sözlerinden<br />

dolayı, birçok kimseler onu beğenmiyor. Onu sevenlerden (Füsûs) kitâbını<br />

şerh edenler de, bu sözlere ma’nâ bulmak için, çok uğraşmışlardır. Bu fakîre<br />

göre, diyebilirim ki, Şeyh-i ekberin bu sözleri, ya’nî bu bilgileri, o aczden katkat<br />

aşağıdır. Belki o acz ile hiç ilişiği bile yokdur. Çünki, onun ilmi zıllere, sûretleredir.<br />

O acz ise, asldadır. Sübhânallah! Bu sözü söyliyen, Ebû Bekr-i Sıddîkdır<br />

“radıyallahü anh”. Bu acze mazhar olan odur ki, Âriflerin başı ve Sıddîkların reîsidir.<br />

Bu aczden ileride olan ilmin ne kıymeti vardır? Bu âcizden ileri, hangi kâdir<br />

vardır. Fekat o, Sıddîkın “radıyallahü anh” üstâdına “aleyhi ve alâ âlihissalâtü<br />

vesselâm” böyle söylenince, ona da bunu söylerse, ne denebilir? Ne tuhaf şey ki,<br />

Şeyh-i ekberi “kuddise sirruh” böyle sözleri ile ve câiz olmıyan bir çok bilgileri ile,<br />

yine makbûller, sevilenler arasında görüyorum. Evliyâ arasında bulunuyor. Fârisî<br />

mısra’ tercemesi:<br />

Kerîmler ile yapılan işler kolaydır.<br />

Evet, ba’zıları düâ edene gücenir. Bir kısmı da, söğene, kötüleyene güler. Şeyh-i<br />

ekberi red eden, beğenmiyen, tehlükededir. Onu, sözleri ile birlikde kabûl eden<br />

de, tehlükededir. Onu kabûl etmelidir. Fekat, islâmiyyete uymıyan sözlerini red<br />

etmelidir. Onu kabûl ve red etmek arasında orta yol da, bu fakîrin beğendiği ve<br />

gösterdiği, işte bu yoldur. Herşeyin doğrusunu, ancak Allahü teâlâ bilir.<br />

Yine sözümüze gelelim. Kur’ân-ı kerîmin hakîkati dediğimiz bu mukaddes<br />

mertebeye, nûr da denemez. Zât-i ilâhînin diğer kemâlâtı gibi, buraya da, nûr yanaşamaz.<br />

Burada, nasıl olduğu bilinemeyen bir vüs’atden ve anlaşılamıyan ayrılıklardan<br />

başka birşey bulunamaz.<br />

Bu mertebenin üstünde, dahâ yüksek bir mertebe vardır ki, bu da nemâzın hakîkatidir.<br />

Bunun âlem-i şehâdetdeki sûreti, nihâyete yetişmiş büyüklerin kıldığı nemâzdır.<br />

Bu mertebenin vüs’ati, pekçokdur. Bilinemiyen ayrılıkları, farklılıkları vardır.<br />

Çünki, Kâ’benin hakîkati, ondan bir parçadır. Kur’ân-ı kerîmin hakîkati,<br />

onun bir kısmıdır. Nemâzda, ibâdetlerin kemâlâtının hepsi bulunur. Hâlis ma’bûdluk<br />

olan aslın aslı ile berâberdir. Ya’nî, bütün ibâdetleri kendinde toplamış olan<br />

nemâzın, hakîkati bulunan mertebenin üstü, herşeyin aslıdır ve bağlandıkları<br />

mertebedir. Bu mertebede vüs’at da, kısalıkdır. Bilinemiyen ayrılık da yokdur.<br />

Ma’bûdluk ancak bu mertebenin hakkıdır.<br />

Peygamberlerin olgunları ve Evliyânın büyükleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”<br />

nemâzın hakîkati olan makâmın sonuna kadar yükselebilirler ki, burası ibâdet<br />

edenlerin, ibâdetlerinin mertebesinin nihâyetidir. Bu makâmın üstü, yalnız<br />

– 942 –


ma’bûdluk mertebesidir. Hiç kimse, hiçbir sûretle bu devlete ortak olamaz. Nerede<br />

kaldı ki dahâ yukarı çıkıla.<br />

İbâdet ve ibâdet edicilik bulaşan her mertebeyi, kalb gözü ile görmek mümkin<br />

olduğu gibi, buralara yükselmek de olabilir. Hâlis ma’bûdluk makâmına yükselmek<br />

olamaz. Tesavvuf yolu, oraya götürmez. Fekat, Allahü teâlâya hamd olsun ki,<br />

orayı göstermekden mahrûm bırakmadılar. İsti’dâda, kâbiliyyete göre müsâ’ade<br />

etdiler. Mi’râc gecesi (Dur yâ Muhammed!) buyurulması, belki bu hâlis mertebenin<br />

üstü, vücûd mertebesidir. Zât-i ilâhînin tecerrüd ve tenezzüh mertebesidir. Buraya<br />

yol yokdur. (Lâ ilâhe illallah) kelime-i tayyibesinin hakîkati, bu mertebededir<br />

ki, uydurma ma’bûdlara ibâdet edilmiyeceği hakîkati, buradadır. Ondan başka<br />

ibâdete lâyık ve müstehak kimse bulunmıyan hakîkî ma’bûdün isbâtı, bu makâmda<br />

hâsıl olur. Âbidlik ve ma’bûdluk arasındaki tâm ayrılık, burada âşikâr<br />

olur. Âbid, ma’bûdden, olduğu gibi, ayrılır. Nihâyete kavuşanlar (Lâ ilâhe illallah)<br />

kelimesini (Allahü teâlâdan başka ma’bûd yokdur) olarak bilirler ki, islâmiyyet de,<br />

böyle bildirmekdedir. Allahü teâlâdan başka mevcûd yokdur veyâ maksûd yokdur<br />

gibi ma’nâlar, başlangıçda ve yolun ortasında olanlar içindir. Maksûd yokdur<br />

ma’nâsı, mevcûd yokdur ve vücûd yokdur ma’nâlarından yüksek olup (Allahü teâlâdan<br />

başka ma’bûd yokdur) ma’nâsına dahâ yakındır.<br />

Şunu bilmelidir ki, bu mertebede, nazarın, görmenin ilerlemesi ve kalb gözünün<br />

kuvvetlenmesi, nemâz kılmakla olur. Nihâyete erenlerin ibâdetleri, hep nemâz<br />

kılmakdır. Başka ibâdetler, belki nemâzın kemâline yardımcı olurlar. Nemâzda<br />

bir kusûr olursa, onu temâmlarlar. Bunun için olabilir ki, (Nemâzın güzelliği,<br />

îmânın güzelliği gibi, kendisindendir. Başka ibâdetlerin güzellikleri, kendilerinden<br />

değildir) demişlerdir. Vesselâm.<br />

[İbâdet, Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmakdır. Ubûdiyyet, Allahü teâlânın<br />

işinden râzı olmakdır. Ubûdet, Allahü teâlânın, nelerden râzı olduğunu bilmekdir.<br />

(Reşehât)da, Ubeydüllah-i Ahrâr buyuruyor ki, (İbâdet, Allahü teâlânın<br />

emrlerini yapıp, yasaklarından kaçınmakdır. Ubûdiyyet, Allahü teâlâya teveccüh<br />

ve ikbâldir. Ya’nî, kalbin huzûru, âgâhlığıdır)].<br />

47 — İKİNCİ CİLD, 44. cü MEKTÛB<br />

Bu mektûb, hâce Muhammed Mü’minin oğlu Muhammed Sâdıka yazılmış<br />

olup, vahdet-i vücûd [panteizm]ü bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd ederim. Onun beğendiği, seçdiği kullarına selâmet vermesini<br />

düâ ederim! Soruyorsunuz ki, tesavvufcular, vahdet-i vücûd söylüyor. Âlimler<br />

ise, bu söze küfr ve zındıklık diyor. Hâlbuki, her iki taraf da Ehl-i sünnetdir.<br />

Siz bu işe ne dersiniz?<br />

Sevgili yavrum! Bu işi, birçok mektûblarımda ve risâlelerimde uzun uzun anlatmışdım.<br />

İki taraf arasında, kelime farkından başka bir ayrılık olmadığını bildirmişdim.<br />

Bununla berâber, mâdemki siz de soruyorsunuz, süâle cevâb lâzımdır. İster<br />

istemez birkaç kelime yazıyorum. Biliniz ki, Sôfiyye-i aliyyeden (Vahdet-i vücûd<br />

vardır ve herşeyde Hak teâlâyı görüyoruz ve herşey Odur) diyen, herşey, Hak teâlâ<br />

ile birleşmiş, O, herşeyden ayrı değil, herşeye benzer, bu âlem ile berâber ve<br />

birlikde var oldu, işte O görünüyor, gibi şeyler demek istemiyor. Böyle söyleyen,<br />

kâfir olur, zındık, dinsiz olur. Allahü teâlâ mahlûkları ile birleşik değildir. Onların<br />

aynı değildir. Onlara benzer değildir. O hep var idi, hep öyledir. Zâtında ve sıfatlarında,<br />

ismlerinde hiç değişiklik olmaz. Birşeyi yaratmakla, bunlarda değişiklik<br />

olmaz. O, hiçbir bakımdan mahlûklarına benzemez. Onun varlığı, lâzımdır. Ondan<br />

başkası, olsa da olur, olmasa da. O büyüklerin, (Herşey Odur) demeleri, hiçbirşey<br />

yokdur. Yalnız O vardır, demekdir. Meselâ, Hallâc-ı Mensûr, enelhak [ben<br />

Hakkım] dedi. Böylece, ben Hakkım, Hak teâlâ ile birleşdim demek istemedi. Böy-<br />

– 943 –


le diyen kâfir olur ve öldürülmesi lâzım olur. Onun sözünün ma’nâsı, (Ben yokum,<br />

Hak teâlâ vardır) demekdir. İşte sôfiyye, herşeyi, Hak teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının<br />

görünüşü, onların aynası bilir. Zâtın [kendisinin] bunlarla birleşdiğini, zâtında<br />

değişiklik olduğunu söylemez. Meselâ, bir insanın gölgesi, kendinden hâsıl<br />

oluyor. Gölge, o kimse ile birleşmiş, onun aynıdır veyâ o kimse inerek, o gölge şekline<br />

girmişdir, gibi şeyler söylenemez. O kimse, kendi kendinedir. Gölge, onun bir<br />

görünüşüdür. Bu kimseyi aşırı seven, gölgeyi filân görmez. Ondan başka birşey görmez.<br />

Gölge, o kimsenin aynıdır diyebilir. Ya’nî gölge yokdur, yalnız o insan vardır<br />

der. Bundan anlaşıldı ki, sôfiyye, eşyâya, Hak teâlâdan meydâna gelmişdir, Hak<br />

teâlâ değildir diyor. O hâlde, sôfiyyenin (Herşey Odur) sözleri, (Herşey Ondandır)<br />

demekdir ki, âlimler de böyle söylemekdedir. İki taraf arasında bir fark yokdur.<br />

Yalnız şu fark vardır ki, Sôfiyye, eşyâya, Hakkın görünüşü diyor. Âlimler bunu<br />

söylemekden çekiniyor. Eşyâ ile birleşmek, eşyânın içinde bulunmak anlaşılmasın<br />

diye, bu sözü söylemiyor.<br />

Süâl: Sôfiyye, eşyâya, Hak teâlânın görünüşü dedikleri gibi, bunları dışarda yok<br />

biliyor. Hâricde Allahü teâlâdan başka birşey yokdur, diyor. Âlimler ise, eşyâyı<br />

hâricde mevcûd biliyor. O hâlde, iki tarafın bilgisi de, kelimeleri gibi, farklı değil<br />

midir?<br />

Cevâb: Sôfiyye, hâricde birşey yokdur diyorsa da, eşyânın hâricde (Vücûd-i vehmî)<br />

ile var olduğunu söylüyor. Hâricde hiç yokdurlar demiyor. Hâricde kesret-i<br />

vehmiyye vardır, diyor. Fekat, hâricde görünen bu (Vücûd-i vehmî), bizim vehm<br />

ve hayâl ve düşüncelerimizde olan vücûd, ya’nî varlık gibi değildir. Çünki, vehm,<br />

hayâl ve düşüncemizi durdursak, bunlardaki varlıklar kalmaz, yok olur. Ya’nî,<br />

vehmlerimiz, hayâllerimiz devâmlı değildir. Hâlbuki, bu kâinâtın (Vücûd-i vehmî)leri<br />

ve hayâlî görünüşleri, bizim vehm ve hayâllerimizde olmayıp, Hak teâlânın<br />

yaratması ile ve Onun kâmil, [ya’nî sonsuz] kudreti ile olduğundan, yok olmuyor.<br />

Varlıkları devâm ediyor. Âhıretin ebedî, sonsuz işleri, dünyâdaki bu varlığa<br />

bağlı bulunuyor. Yunân feylesoflarından Sofistâî [sophiste] denilen mugâletacılar,<br />

safsatacılar, bu kâinâtı, evhâm ve hayâlât sandı. Hayâlimiz olmasa, bir şey olmazdı<br />

dedi. Eşyânın varlığı, bizim inancımıza bağlıdır, hakîkatde hiçbirşey yokdur.<br />

Gökleri yer kabûl edersek, yer olurlar, yerler de, i’tikâdımıza göre gök olur.<br />

Tatlıyı acı bilirsek, acı olur. Acılık, bizim inancımıza göre tatlı olur, dediler. Bu<br />

ahmaklar, ihtiyârı, isteği olan Yaratanı inkâr etdi. Aldandılar ve çoklarını aldatdılar.<br />

Sôfiyye-i aliyye, eşyâyı, hâricde, vücûd-i vehmî ile var biliyor. Böyle vücûd,<br />

devâmlıdır. Ya’nî bizim vehmimizin yok olması ile yok olmaz. Âhıretin sonsuz hayâtını,<br />

bu vücûda bağlı bilirler. Âlimler, eşyâyı hâricde mevcûd bilir. Âhıretin sonsuz<br />

hayâtı, bu eşyâya göre olacakdır der. Bununla berâber, eşyânın hâricde varlığını,<br />

Hak teâlânın varlığı yanında za’îf, kuvvetsiz ve hattâ, yok bilir. Görülüyor<br />

ki, her iki taraf da, eşyâya hâricde var diyor. Dünyâ ve âhıret işlerini, bu varlık üzerine<br />

kuruyor. Vehmin, hayâlin yok olması ile yok olmaz, diyor. Yalnız, sôfiyye, bu<br />

varlığa vehmî diyor. Çünki, bunlar, tesavvuf yolunda yükselirken, hiçbirşey görmiyor.<br />

Hak teâlânın varlığından başka, birşey gözlerine görünmiyor. Âlimler<br />

ise, bunların varlığına vehmî demekden kaçınıyor, câhillerin, yanlış anlayıp, hayâlin<br />

yok olması ile, yok olur sanacaklarından ve ebedî, sonsuz azâbı ve sevâbı inkâr<br />

etmelerinden korkuyorlar.<br />

Süâl: Sôfiyye, eşyânın vücûd-i vehmîsi vardır demekle, bu varlık devâmlı olmakla<br />

berâber, hakîkî değildir vehmdir diyor. Âlimler ise, eşyâ hâricde hakîkatde vardır<br />

diyor. Böylece, iki taraf arasında, yine ayrılık bulunmuyor mu?<br />

Cevâb: Vücûd-i vehmî ve hayâlde görünüş, vehm ve hayâlin yok olması ile<br />

yok olmadığından, hakîkatde var demekdir. Çünki, bu varlık, devâmlıdır. Bütün<br />

vehmlerin yok olması ile, yok olmuyor. Hakîkî varlık da, bu demekdir. Yalnız şu<br />

kadar varki, mahlûkların hakîkî varlıkları, Vâcib teâlânın hakîkî varlığı yanında,<br />

– 944 –


yok gibidir, vehm ve hayâl gibidir. Böylece, iki taraf arasında fark kalmamış olur.<br />

Süâl: Eşyânın vücûd-i vehmîsi hakîkî olunca, hakîkî var olan, birden çok olur.<br />

Bu ise vahdet-i vücûdü bozar. Vahdet-i vücûd, hakîkî var olanın bir olması değil<br />

midir?<br />

Cevâb: Her iki varlık da, hakîkîdir. Var olan hakîkat de ikidir: [Yaratan ve yaratılanlar.]<br />

Fekat, iki varlığın hakîkî olmaları, aynı bakımdan değildir. Meselâ, bir<br />

kimsenin şekli, aynada görülünce, aynada hakîkatde bir cism yokdur. Görünen şekl,<br />

aynanın ne üzerindedir, ne de içindedir. Aynadaki o şeklin varlığı, hayâlimizdedir.<br />

Bu vücûd-i vehmî ve hayâlî görünüş ise, bir rü’yâ değildir. Hakîkatde mevcûddur.<br />

Bir kimse, Ahmedi aynada gördüm dese, akl ve âdet ona inanır. Yemîn etse,<br />

günâha girmez. Görülüyor ki, Ahmed, hakîkatde aynada değildir. Vehm ve hayâl<br />

bakımından, aynada olması da hakîkatdir. Fekat, birincisi, her bakımdan hakîkî,<br />

ikincisi ise, vehm ve hayâl bakımından hakîkîdir. Şaşılacak şeydir ki, hakîkatin zıddı<br />

olan vehm ve hayâl, burada varlığı hakîkî yapmağa sebeb oluyor. Çünki, vehm<br />

ve hayâl bakımından demeseydik, aynadaki görünüş hakîkî olmıyacakdı. İkinci bir<br />

misâl de, (Noktâ-i cevvâle)dir. [Ya’nî, dâire şeklinde hızlı dönen, bir noktadır.]<br />

Vehm ve hayâl, bunu, hâricde dâire görür. Hâlbuki, hakîkatde, dâire yokdur.<br />

Nokta vardır. Fekat, vehm ve hayâl bakımından, hâricde dâirenin bulunması hakîkîdir.<br />

Şu kadar var ki, noktanın hâricde bulunması, her bakımdan hakîkî iken,<br />

bundan meydâna gelen dâirenin hâricde bulunması, yalnız vehm ve hayâl bakımından,<br />

hakîkîdir. İşte vahdet-i vücûd, her bakımdan hakîkîdir. Birden ziyâde varlık<br />

ise, vehm ve hayâl bakımından hakîkîdir. Bu iki varlıkdan birincisi (Her bakımdan),<br />

ikincisi de (Yalnız bir bakımdan) hakîkat oluyor. Zıd birşey olmuyorlar.<br />

Süâl: Vehm ve hayâl bakımından var olan birşey, vehm ve hayâl yok olunca, niçin<br />

yok olmuyor?<br />

Cevâb: Bu vücûd-i vehmî yalnız vehm tarafından hâsıl olmamışdır ki, vehm ile<br />

berâber o da yok olsun. Bunları, Allahü teâlâ vehm mertebesinde yaratmışdır. Fekat,<br />

sâbit, devâmlı olmuşlardır. Allahü teâlâ, bunları vehm ve hayâl mertebesinde<br />

yaratdığı için, Vücûd-i vehmî demişlerdir. Hangi mertebede olursa olsun, hattâ<br />

hakîkî varlık olmıyan mertebede olsa da, O yaratdığı için, o mertebede var olmaları,<br />

hakîkîdir. Allahü teâlâ, bu eşyâyı his ve vehm mertebesinde yaratmışdır<br />

demek, eşyâyı öyle bir mertebede yaratmışdır ki, o mertebe, yalnız his ve vehmde<br />

vardır. Hâricde yokdur. Meselâ bir hokkabaz, mevcûd olmıyan şeyleri, var imiş<br />

gibi, gösteriyor. Birşeyi, on dâne gösteriyor. Bu on dâne şey, hakîkatde yokdur. Yalnız,<br />

his ve vehmde vardır. Hakîkatde, yalnız birşey vardır. Görülen bu on şey, eğer<br />

Allahü teâlânın sonsuz kudreti ile kuvvet ve devâm kazanıp, çabuk gayb olmakdan<br />

korunursa, varlıkları, bu mertebe için hakîkî olur. Bu vakt bu on şey, hakîkatde<br />

hem vardır, hem de yokdur. Fekat, iki ayrı bakımdan düşünülmekdedir. Ya’nî<br />

his ve vehm mertebesini düşünmezsek, yokdurlar. His ve vehm düşünülürse, vardırlar.<br />

Hindistânda meşhûr olan bir hikâye vardır. Bir Hind şehrinde, hokkabazlar,<br />

pâdişâhın karşısında oyun yaparken, göz boyamakla, aynada bağçe ve ağaçlar<br />

gösterirler. Hakîkatde bulunmıyan bu ağaçların büyüyerek meyve verdiklerini<br />

gösterirler. Meyveleri koparıp sultâna ve seyrcilere yidirirler. O vakt, sultân emr<br />

eder. Oyuncuları hemen öldürürler. Çünki, oyun yaparken, hokkabazlar öldürülürse,<br />

görülen oyunlar, Allahü teâlânın kudreti ile, o hâlde kalır, yok olmazlar diye<br />

işitmiş, imiş, Hokkabazlar öldürülünce, o ağaçlar, aynada öylece kalır. Bu zemâna<br />

kadar durdukları, meyvelerini herkesin yidikleri söyleniyor. Bu hikâyenin<br />

hepsi veyâ bir kısmı doğru veyâ yanlış olması bir tarafa, sözümüzü aydınlatdığı için<br />

burada söyledik.<br />

Hâricde ve hakîkatde, Allahü teâlâdan başka, mevcûd yokdur. Allahü teâlâ, kudreti<br />

ile, kendi ismlerinin ve sıfatlarının kemâlâtını mümkinât sûretlerinin perdesinde<br />

göstermiş, ya’nî eşyâyı, kendi kemâlâtına uygun olarak, his ve vehm merte-<br />

– 945 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:60


esinde, îcâd etmiş, var etmişdir. Böylece, eşyâ, vehmde görünmekde, hayâlde devâm<br />

etmekdedir. O hâlde eşyâ, hayâlde göründüğü için vardır. Lâkin Allahü teâlâ,<br />

bu görünüşe devâm verdiği, yok olmakdan koruduğu eşyânın yapısına sağlamlık<br />

verdiği ve ebedî mu’âmeleyi de bunlara bağlı kıldığı için, vehmdeki varlık ve<br />

hayâldeki devâm da, hakîkî varlık olmuşdur. Bunun için, eşyâ hâricde [ilmde, hayâlde<br />

değil], bir bakımdan, hakîkaten vardır deriz. Bir bakımdan da yokdur diyebiliriz.<br />

Bu fakîrin babası, hakîkate varmış âlimlerden idi “kuddise sirruh”. Buyurdu<br />

ki, kâdî Celâleddîn-i Egrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, derin âlimlerden idi. Bir<br />

gün bana sordu ki, (Nefs-ül-emr, vahdet midir, yoksa kesret mi? Ya’nî hakîkatde<br />

var olan, bir mi, yoksa çok mu? Eğer bir ise, bu emrler, sevâblar, azâblar, kimedir?<br />

Bu âmirlik, me’mûrluk nedir? Yok eğer hakîkî var olan çok ise, sôfiyyenin vahdet-i<br />

vücûd sözleri yanlış olur). Pederim buyurmuş ki, (Her ikisi de, nefs-i emrîdir).<br />

Ya’nî hakîkatde, hem vahdet vardır, hem kesret. Ve bu cevâbı îzâh etdiler.<br />

Fekat neler söylediklerini, şimdi hâtırlamıyorum. Bu fakîrin kalbine akıtılan bilgileri<br />

size yazdım. Demek ki, Vahdet-i vücûd söyliyen tesavvufcular haklıdır.<br />

Âlimlerin kesret-i vücûd sözleri de haklıdır, ya’nî doğrudur. Tesavvufcuların hâli,<br />

vahdete uygundur. Âlimlerin hâli de, kesrete uygundur. Çünki, islâmiyyet kesret<br />

üzerine kurulmuşdur. Çeşidli emrler kesret ile olur. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü<br />

vetteslîmât” gönderilmesi, Cennet ni’metleri ve Cehennem azâbları,<br />

hep kesrete bağlıdır. Allahü teâlâ (Bilinmeyi, tanınmayı sevdim) buyurduğu için<br />

ve kesreti istediği için ve zâhir olmağı sevdiği için kesret mertebesine de inanmalıyız!<br />

Çünki, Allahü teâlâ, bu mertebeyi seçmiş, beğenmişdir. Büyük bir sultânın,<br />

hademeleri de, askerleri de vardır. Onun büyüklüğü, yalvaranların, titriyenlerin,<br />

Ona muhtâcların çokluğu ile ölçülür. Vahdet-i vücûd dahâ doğru ve kesret-i vücûd,<br />

bunun yanında, mecâzdır. Ya’nî hakîkate benzemekdedir. Bunun için, o âleme<br />

(Hakîkat âlemi) ve bu âleme (Âlem-i mecâz) derler. Fekat bu zuhûrâtı, Allahü<br />

teâlâ sevdiği için ve eşyânın varlığını sonsuz yapdığı için ve kudretine hikmet<br />

elbisesi giydirdiği ve kendi fi’lini, yaratmasını sebebler altında gizlediği için, o hakîkat,<br />

ikinci derecede kalmış ve bu mecâz, meşhûr olmuşdur. Hakîkatde var olan,<br />

nokta-i cevvâledir. Bunun dönmesinden görünen dâire, mecâzdır. Fekat, hakîkat<br />

gayb olmuş, mecâz görünmüş, tanınmışdır.<br />

(Allahü teâlâ bir kulunu severse, günâh işlemek ona zarar vermez) sözünün<br />

ma’nâsını soruyorsunuz. Şöyle biliniz ki, Allahü teâlâ, bir kulunu severse, onu günâh<br />

işlemekden korur. Evet onlar, günâh işliyebilir. Ya’nî Peygamberler “aleyhimüssalevâtü<br />

vetteslîmât” gibi değildirler. Çünki, Peygamberler günâh işlemekden<br />

ma’sûmdur, temizdir, günâh işliyemezler. İşte Evliyâ günâh işlemiyeceği için, günâhın<br />

zararından kurtulmuş olur. Bu sözdeki günâh, belki de evvelki günâhlar, ya’nî<br />

vilâyet derecesine varmadan önce işlediği günâhdır. Çünki, islâm, evvelki günâhları<br />

yok etmekdedir. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Yâ Rabbî! Unutarak,<br />

yanılarak söylediklerimizi ve yapdıklarımızı afv et! Bizi bunlar için cezâlandırma!<br />

Allahü teâlâ, size ve doğru yolda gidenlere selâmet versin. Âmîn.<br />

Üç nişan olur velîlerde, demiş, erbâb-ı dil,<br />

biri ol ki, görenin gönlü ona mâil olur.<br />

Onun ikinci nişânı, oldur ki, iyi bil,<br />

her ne dese, dinleyenler, sözüne kâil olur.<br />

Üçüncüsüne gelince, cümle a’zâsı anın,<br />

şer’ ile âdâb ile, her zemân, âmil olur.<br />

– 946 –


48 — İKİNCİ CİLD, 24. cü MEKTÛB<br />

Bu mektûb, hâcı Muhammed Firketîye yazılmış olup, hiçbir maddenin Allahü<br />

teâlâya ayna olamıyacağını bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun ve seçdiği, beğendiği kullarına selâm olsun!<br />

Bu fakîrlere karşı olan sevginizin, bağlılığınızın çokluğundan dolayı gönderdiğiniz<br />

kıymetli mektûb, bizleri pek sevindirdi. Bağlılığınız, sizi dâimâ, bağlandığınız<br />

ile berâber bulundurur. Onun nûrlarının size akmasına, aks etmesine sebeb olur.<br />

Bu büyük ni’mete, çok şükr etmelisiniz! (Kabz), ya’nî sıkıntı ve (Bast), ya’nî<br />

neş’e insanı uçuran iki kanad gibidir. Sıkıntı hâsıl olunca, üzülmeyiniz. Neş’eli olunca<br />

da, sevinmeyiniz!<br />

Her yerde, herşeyde Allahü teâlâyı görmek istediğinizi yazıyorsunuz.<br />

Sevgili yavrum! Kulun, kölenin arzûsu ve emrleri unutması olur mu? Kulun istekleri,<br />

kendi kısa görüşü kadar olur. Herşeyde Allahü teâlâyı görmek arzûsu, kısa<br />

görüşlü olmakdandır. Bu cismler, maddeler, Allahü teâlâya ayna olabilir mi? Bu<br />

mahlûklar aynasında görünen, ancak Onun sıfatlarının sayısız akslerinden biridir.<br />

Allahü teâlâyı, verâların verâsı [uzakların uzağı] olarak aramak lâzımdır. İnsanın<br />

içinden ve kendinden başka şeylerden uzakda, dışarda aramalıdır. Sizin şimdi<br />

ilerlediğiniz derece, arzûnuzun çok üstündedir. Sakın, başkalarına bakarak, geriye<br />

dönmeyiniz ve yüksekden, aşağıya düşmeyiniz! Bu büyüklerin yolu, çok yükseklere<br />

gider. Allahü teâlâ, yükselmek istiyenleri sever. Onu bir ân unutmamanıza<br />

ve herkesle iyi olmanıza düâ ederim!<br />

49 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 67. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, mîr Mensûr için yazılmışdır. Kâinâtın hakîkatini bildirmekde ve kendi<br />

keşfi ile Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin keşfi arasındaki farkı açıklamakdadır:<br />

Gördüğümüz ve geniş, düz, uzun ve yassı olarak anladığımız bu Kâinât, ya’nî bütün<br />

varlıklar, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine göre ve Onun izinde bulunanlara göre,<br />

hâricde mevcûd olan, var olan tek bir varlıkdır. Bu tek varlık Allahü teâlânın<br />

kendisidir. Kâinât, bu tek varlığın zuhûrudur, görünüşüdür derler. Bu kâinâta (Zâhir-i<br />

vücûd) dediler. Allahü teâlânın ilminde bulunan çeşidli sûretler, bu tek varlığa<br />

aks etmiş, burada çeşidli şekllerde görünmüşlerdir derler. İlmdeki bu şekllere<br />

(Bâtın-ı vücûd) ve (A’yân-ı sâbite) demişlerdir. Tek ve basît olan o varlık, geniş,<br />

uzun, yassı gibi şekllerde hayâl olunmakdadır. Câhil olsun, âlim olsun, herkesin<br />

gördüğü çeşidli şekller, Allahü teâlâdır. Câhiller bu görünenleri âlem sanır. Hâlbuki<br />

âlem, ilm-i ilâhîden dışarı hiç çıkmamışdır. Hâricde var değildirler. Çeşidli şekllerde,<br />

sûretlerde ilmde bulunan âlem, ayna gibi olan vücûd-i ilâhîye aks etmiş, hâricde<br />

görünmüşdür. Câhiller, bu görünenleri, âlemin kendisi sanmışlardır derler.<br />

Molla Abdürrahmân Câmî “aleyhirrahme”, böylece buyuruyor ki:<br />

Mahlûkları, eskidenberi,<br />

çeşid çeşid ayırmakdayız.<br />

Pek iyi anladık ki, hepsi,<br />

birdir, O da Zât-i ilâhî!<br />

Bu fakîrin [ya’nî imâm-ı Rabbânînin] keşfi ve i’tikâdı şöyledir ki, bu görünenler<br />

varlık değil, vehmdir. Allahü teâlâ, bu çeşidli mahlûklarını (Mertebe-i vehm)de<br />

yaratmışdır. Hepsini çeşidli şekllerde, bu mertebede durdurmakdadır. Görülen, duyulan,<br />

bilinen herşey, mahlûkdur. Tesavvuf yolcularından birçoğu, bunları vâcib,<br />

[ya’nî Allahü teâlânın kendisi] sanmış, hakîkî varlık olarak görmüşler ise de, hepsi<br />

âlemdir. Hepsi mahlûkdur. Allahü teâlâ, ötelerin ötesidir. Onu hiç göremeyiz,<br />

– 947 –


ilemeyiz. Keşf ile, şühûd ile bilinemez. Fârisî beyt tercemesi:<br />

Mahlûk, Onu nasıl görebilir?<br />

Hangi aynada görülebilir?<br />

Hâricde mevcûd olan, yalnız Allahü teâlâdır. Mahlûkların hepsi, vehm mertebesinde<br />

olup, Onun kudretinin görünüşleridir. Vehm mertebesi, hakîkî varlık<br />

mertebesinin zıllidir, görüntüsüdür. Vehm mertebesine, hâric mertebesinin zılli olduğu<br />

için, (Hâric) demek mümkindir. Bunun gibi, vücûdün zılli olduğu için, mevcûd<br />

denilebilir. Vehm mertebesindeki varlıklar [ya’nî mahlûklar], hâricdeki varlık<br />

gibi [ya’nî Allahü teâlâ gibi], (Nefs-ül emrî)dirler. [Ya’nî bir hayâl, bir düşünce<br />

olmayıp, kendileri vardır.] Sıfatları, işleri vardır. Sonsuz var olacaklardır.<br />

(Muhbir-i sâdık), ya’nî hep doğru söyleyici Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm”<br />

böyle olacağını haber vermişdir.<br />

Yukarıda bildirilen iki keşfden hangisinin, Allahü teâlâyı iyi tenzîh etdiğini, (ülûhiyyet<br />

sıfatları)na dahâ yakışır olduğunu iyi düşünmelidir. Hangisinin, tesavvuf yolunun<br />

başlangıcı ve ortası ile, hangisinin de yolun sonu ile ilgili olduğunu iyi anlamalıdır.<br />

Bu fakîr de, senelerce onlar gibi inanıyordum. Bu i’tikâda uygun, şaşılacak<br />

hâller ve garîb müşâhedeler hâsıl oluyordu. O makâmda çok lezzetler duyuyordum.<br />

Sonra, Allahü teâlâ lutf ederek, anlaşıldı ki, görülen, bilinen şeylerin hiçbiri,<br />

O değildi. Hepsini yok etmek lâzımdır. Cenâb-ı Hakkın ihsânı ile kendileri<br />

yok oldular. Hak sanılan bâtıl yok oldu. Gaybın sevgisi hâsıl oldu. Mevhûm, mevcûddan<br />

ayrıldı. Kadîm, hâdisden temizlendi.<br />

50 — İKİNCİ CİLD, 50. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Mirzâ Şemseddîne yazılmışdır. İslâmiyyetin bir sûreti, bir de hakîkati<br />

olduğu ve tesavvuf yolunun başında da, sonunda da islâmiyyete uymak lâzım<br />

olduğu bildirilmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! İslâmiyyetin<br />

bir sûreti, ya’nî dış görünüşü, bir de hakîkati, ya’nî aslı, özü vardır. İslâmiyyetin<br />

sûreti, Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne ve bu Resûlün Ondan getirdiği bilgilere<br />

inanmak ve islâmiyyetin ahkâmına uymakdır. [(İslâmiyyet), hükmler, emrler ve<br />

yasaklar demekdir. Ahkâma uymak demek, emr edilen şeyleri yapmak, yasak edilen<br />

şeylerden kaçınmakdır.] İnsanın nefs-i emmâresi îmân etmez ve islâmiyyetin sûretine<br />

uymak istemez. Onun yaratılışı böyledir. Bundan dolayı islâmiyyetin sûretine<br />

uyanların îmânı, îmânın sûretidir. Ya’nî, görünüşde îmândır. Nemâzları, orucları<br />

ve bütün ibâdetleri, ibâdetlerin sûretidir. Ya’nî, hep görünüşde ibâdetdirler.<br />

Çünki, insan deyince, insanın nefsi anlaşılır. Herkes (Ben) deyince nefsini bildirmekdedir.<br />

İnsan ibâdet yaparken, nefsi küfr hâlindedir. Yapdıklarının yerinde bir iş olduğunu<br />

inkâr etmekdedir. Böyle bir insanın îmânı ve ibâdetleri, hakîkî ve doğru olabilir<br />

mi? Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için îmânın ve ibâdetlerin sûretlerini,<br />

görünüşlerini, hakîkî olarak, doğru olarak kabûl buyuruyor. Böyle kullarını<br />

Cennete koyacağını söz veriyor, müjdeliyor. Cenneti ve Cennetde olan kullarını Allahü<br />

teâlâ sever. Onlardan râzıdır. Allahü teâlâ, sonsuz ihsân sâhibi olduğu için, yalnız<br />

kalbin tasdîk etmesini, inanmasını îmân olarak kabûl buyurmuşdur. Nefsin<br />

iz’ân etmesini, inanmasını istememişdir. Böyle olmakla berâber Cennetin de hem sûreti,<br />

hem de hakîkati vardır. Dünyâda islâmiyyetin yalnız sûretine kavuşanlar, Cennetin<br />

de yalnız sûretine kavuşacaklar, yalnız onun zevkıni, tadını alacaklardır. Dünyâda<br />

islâmiyyetin hakîkatine kavuşanlar, Cennetin de hakîkatine kavuşacaklardır.<br />

Cennetin yalnız sûretine ve yalnız hakîkatine kavuşanlar, aynı ni’metlerden meselâ<br />

aynı meyvesinden yidikleri hâlde, başka başka lezzet duyacaklardır. Resûlullahın<br />

zevceleri, mü’minlerin anneleri olup, Cennetde Resûlullahın yanında bulu-<br />

– 948 –


nacaklar, aynı meyveyi yiyecekler ise de, başka başka tad alacaklardır. Duydukları<br />

lezzet, hep aynı olsa idi, mü’minlerin annelerinin, bütün insanlardan dahâ üstün<br />

olmaları lâzım gelirdi “aleyhinnessalâtü vesselâm ve rıdvânullahi teâlâ aleyhinne”.<br />

Bunun gibi, her dahâ üstün olan kimsenin zevcesinin de, başkalarından dahâ üstün<br />

olması lâzım gelirdi. Çünki zevceler, Cennetde, zevclerinin yanında bulunacaklardır.<br />

İslâmiyyetin sûretine uyanlar, âhıretde azâbdan kurtulacak, sonsuz se’âdete kavuşacaklardır.<br />

Evliyâlık da, iki dürlüdür: (Vilâyet-i âmme) ve (Vilâyet-i hâssa), ya’nî,<br />

seçilmiş olanların vilâyeti. İslâmiyyetin yalnız sûretine uyanlar, vilâyet-i âmmeye<br />

kavuşmuş olurlar. Meâl-i şerîfi (Allahü teâlâ, îmân edenlerin velîsidir) olan âyet meşhûrdur.<br />

İslâmiyyetin sûretini elde eden, ya’nî vilâyet-i âmmeye, Allahü teâlânın sevgisine<br />

kavuşanlar, tarîkatda, ya’nî tesavvuf yolunda ilerliyerek, vilâyet-i hâssaya kavuşabilirler.<br />

Bu yolda ilerliyen müslimâna (Sâlik) denir. Sâlikin nefsi yavaş yavaş,<br />

emmârelikden kurtulup itmînâna, râhata kavuşur. Azgınlığı gider. Şunu iyi bilmelidir<br />

ki, vilâyet-i hâssaya kavuşmak için çalışan sâlikin, hep islâmiyyetin sûretine<br />

uyması şartdır. Tesavvuf yolunda en önemli vazîfe olan (Zikr-i ilâhî), islâmiyyetin<br />

emrlerinden biridir. İslâmiyyetin yasaklarından sakınmak da, bu yolda lâzımdır.<br />

Farzları yapmak, sâlikin ilerlemesini kolaylaşdırır. Tesavvuf yolunu iyi bilen<br />

ve sâlike yol gösteren âlim aramağı da islâmiyyet emr etmekdedir. Çünki, Mâide<br />

sûresinde, (Ona kavuşmak için vesîle arayınız!) buyurulmuşdur. [(Künûz-üd-dekâık)deki<br />

hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir),<br />

(Evliyâ ol kimselerdir ki, Onlar görülünce, Allah hâtırlanır), (Herşeyin hâsıl olduğu<br />

yer vardır. Takvânın elde edildiği yer, âriflerin kalbleridir), (Bâtın ilmi, Allahü<br />

teâlânın esrârından bir sırdır!). (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, müslimânların<br />

fakîrlerini vesîle ederek düâ ederdi), (Âlimin yüzüne bakmak ibâdetdir!),<br />

(Onlar, öyle kimselerdir ki, yanlarında bulunanlar şakî olmaz!), (Ümmetimin<br />

âlimlerine saygılı olunuz! Çünki onlar yeryüzünün yıldızlarıdır), (Allahın<br />

öyle kulları vardır ki, birşey için yemîn etseler, Allah o şeyi yaratır), (Âlimlerin yanında<br />

bulunmak ibâdetdir), (Talebesi arasında âlim, ümmeti arasında Peygamber<br />

gibidir), (Bir âlimin ölmesi, bir şehr halkının ölümünden dahâ büyük ziyândır), (Derecesi<br />

en üstün olanlar, Allahü teâlâyı zikr edenlerdir), (İnsanların en kıymetlisi,<br />

mü’minlerin âlimleridir), (Zikr etmek, nâfile oruc tutmakdan dahâ iyidir), (Allah<br />

sevgisinin alâmeti, Onu çok zikr etmekdir), (Resûlullah, Allahü teâlâyı çok zikr<br />

ederdi), (İnsan, sevdiğini çok zikr eder).]<br />

Görülüyor ki, islâmiyyetin hakîkatine kavuşmak için, islâmiyyetin sûretine uymak<br />

şartdır. Çünki, vilâyetin ve nübüvvetin bütün kemâlleri, islâmiyyetin sûreti<br />

üzerine kurulmuşdur. İslâmiyyetin yalnız sûretine uyan, vilâyetin kemâllerine<br />

kavuşur. Hem sûretine, hem de hakîkatine uyan ise, nübüvvetin kemâllerine de kavuşur.<br />

Bunu, aşağıda inşâallah dahâ açıklıyacağız.<br />

Vilâyete kavuşmak, tesavvuf yolunda çalışmakla olur. Vilâyete kavuşmak için,<br />

ya’nî Velî olmak için, mâ-sivâyı kalbden çıkarmak lâzımdır. (Mâ-sivâ), Allahdan<br />

başka şeyler demekdir. Ya’nî bütün mahlûklardır. Allahü teâlânın, lutfü ve ihsânı<br />

ile, mâ-sivânın hepsi, kalb gözünden silinince, ismleri bile unutulunca, (Fenâ)<br />

hâsıl oldu denir. (Seyr-i ilallah) temâm olur. Bundan sonra (Seyr-i fillah) denilen<br />

(İsbât) makâmına kavuşmak için çalışılır. Bu makâmda, kalb yalnız Allahü teâlâyı<br />

hâtırlamakdadır. Bu makâma (Bekâ) makâmı ve (Hakîkat) denir. Vilâyetin sonu,<br />

bekâ makâmıdır. Birincisinde fenâ makâmına ve hakîkatde bekâ makâmına kavuşan<br />

sâlik, vilâyete kavuşmuş, Velî olmuşdur. Nefs-i emmâresi mutmainne olmuş,<br />

küfrden, inkârdan kurtulup, Rabbinden râzı olmuşdur. Rabbi de ondan râzıdır. Yaratılışında<br />

bulunan kötülük, azgınlık yok olmuşdur. Tesavvuf büyükleri “kaddesallahü<br />

teâlâ esrârehümül’azîz” itmînâna kavuşan nefs, azgınlığından kurtulmaz<br />

demişler. Fârisî beyt tercemesi:<br />

– 949 –


Mutmainne olsa da nefs,<br />

kötülükleri hiç gitmez.<br />

demişler ve bir gazâdan dönüşde buyurulmuş olan (Küçük cihâddan döndük, büyük<br />

cihâda başlıyacağız!) hadîs-i şerîfinde bildirilen büyük cihâd, nefse karşı yapılan cihâddır<br />

demişlerdir. Bu fakîre keşf olunan ve vicdânım ile anladığım ise, bunların dediği<br />

gibi değildir. İtmînân hâsıl olunca, nefsde hiç azgınlık ve taşkınlık bulmuyorum.<br />

İslâmiyyete tam uyduğunu görüyorum. Öyle ki, nefs de, mâ-sivâyı temâmen unutmuş<br />

olan kalb gibi olmakda, Allahdan başka hiçbirşeyi görmez ve bilmez hâle gelmekdedir.<br />

Mevkı’ sevgisi, birşeye kavuşunca sevinmek, kaçırınca üzülmek onda hiç<br />

kalmıyor. Bunun islâmiyyete uymaması, azgınlık, taşkınlık yapması nasıl olabilir?<br />

İtmînâna kavuşmadan önce, islâmiyyetden kıl kadar ayrılmasına, azgınlık, taşkınlık<br />

derlerse, sözlerinin yeri vardır. Fekat, itmînâna kavuşdukdan sonra, islâmiyyete<br />

uymaması, taşkınlık yapması olamaz. Bu fakîr [ya’nî İmâm-ı Rabbânî hazretleri]<br />

çok inceledim. Bu bilmeceyi çözmek için pek uğraşdım. Nefs mutmainne olunca,<br />

kıl kadar azgınlık, taşkınlık yapamamakdadır. İslâmiyyete tam teslîm olmuş, her<br />

kötülüğü yok olmuşdur. Sâhibi için kendini yok etmişdir. Böyle olan nefsin islâmiyyete<br />

uymaması, olacak şey değildir. Nefs, Allahü teâlâdan râzı olunca, Allahü teâlâ<br />

da ondan râzı olunca, artık taşkınlık, azgınlık yapabilir mi? Azgın olandan râzı<br />

olunmaz. Allahü teâlânın râzı olduğu nefs, râzı olmıyacak bir şey yapabilir mi?<br />

Hadîs-i şerîfde bildirilen (Cihâd-ı ekber), bu fakîrin anladığına göre, bedene,<br />

cesede karşı yapılan cihâd olabilir. Çünki, insanın bedeni, birbirine zıd, ters olan<br />

dört dürlü maddelerden yapılmışdır. Her çeşid madde, başka şeyler istemekde ve<br />

başka şeylerden kaçmakdadırlar. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir. İnsanın<br />

şehvânî istekleri, bedenden doğmakdadır. Gazab etmesi, istememesi de<br />

bedenden ileri gelmekdedir. Hayvanlarda (Nefs-i nâtıka) yokdur. Onlarda da<br />

şehvet, gadab, hırs, hased vardır. İnsanda bu cihâdın sonu olmaz. Nefsin itmînâna<br />

ermesi, bu cihâdı ortadan kaldırmaz. Kalbin vilâyet makâmına kavuşması ile,<br />

bu cihâd yok olmaz. İnsanda bu cihâdın bulunması, çeşidli fâideler sağlamakdadır.<br />

Böylece, beden temizlenir. Âhıretde yüksek derecelere kavuşur. Dünyâ hayâtında,<br />

beden, kalbe tâbi’dir. Âhıretde, iş bunun tersinedir. Orada, kalb bedene<br />

tâbi’ olur. İnsan ölünce, âhıret hayâtı başlar. Bu cihâd da biter.<br />

Allahü teâlâ, lutf ederek, ihsân ederek, nefs itmînân makâmına gelince ve islâmiyyete<br />

uymakla şereflenince, (İslâm-ı hakîkî)ye kavuşulur ve îmânın hakîkati hâsıl<br />

olur. Bundan sonra yapılacak her iş, islâmiyyetin hakîkati olur. Nemâz kılınca,<br />

nemâzın hakîkati kılınmış olur. Oruc tutunca, orucun hakîkati tutulmuş olur. Hac<br />

yapınca, haccın hakîkati yapılmış olur. İslâmiyyetin bütün hükmlerine uymak da,<br />

hep böyledir. Görülüyor ki, ilk yol ile hakîkat, islâmiyyetin sûreti ile islâmiyyetin<br />

hakîkati arasında bir geçiddir. Vilâyet-i hâssa ile şereflenmedikce, islâm-ı mecâzîden<br />

kurtulup, islâm-ı hakîkîye kavuşulmaz. [İslâmiyyetin sûretine uymak, islâm-ı<br />

mecâzîdir. İslâmiyyetin hakîkatine uymak ise, hakîkî müslimânlıkdır.] Bir müslimân,<br />

Allahü teâlânın ihsânı ile, islâmiyyetin hakîkatine kavuşur, islâm-ı hakîkî ile<br />

şereflenirse, Peygamberlere tam uyarak ve O büyüklere vâris olarak, (Kemâlât-i<br />

nübüvvet) denilen makâma kavuşabilir. O yüksek derecenin ni’metlerini bol bol elde<br />

edebilir. İslâmiyyetin sûreti, kemâlât-ı vilâyet meyvelerini meydâna getiren<br />

mubârek bir ağaç olduğu gibi, nübüvvet kemâlleri de, mubârek bir ağaç gibi olan<br />

islâmiyyetin hakîkatinin meyveleri gibidir. Vilâyetin kemâlâtı, sûretin meyveleridir.<br />

Nübüvvet kemâlâtı ise, bu sûretin hakîkatinin meyveleridir. Bunun içindir ki,<br />

vilâyetin kemâlâtı, Peygamberlik kemâlâtının sûretleridir. Peygamberlik kemâlâtı,<br />

bu sûretlerin hakîkatleridir.<br />

Şunu iyi anlamalıdır ki, islâmiyyetin sûreti ile islâmiyyetin hakîkati, nefsden dolayı<br />

birbirinden ayrılmakdadır. İslâmiyyetin sûretine kavuşanın nefs-i emmâresi taşkınlık<br />

yapmakda ve inanmamakdadır. İslâmiyyetin hakîkatine kavuşunca, nefs<br />

– 950 –


mutmainne olmakdadır. Müslimân olmakla şereflenmekdedir. Bunun gibi, sûret<br />

gibi olan (Kemâlât-i vilâyet) ile, bu sûretlerin hakîkatleri gibi olan (Kemâlât-i nübüvvet)<br />

arasındaki ayrılık da, bedenden ileri gelmekdedir. Vilâyet makâmında, bedeni<br />

meydâna getiren dört dürlü maddeler, kendi isteklerinde, kendi azgınlıklarındadır.<br />

Meselâ, nefsi itmînâna kavuşmuş olan bir Velînin bedenindeki enerji, kudret,<br />

iyi olduğu, üstün olduğu da’vâsındadır. Bedendeki toprak maddeleri, kötülük<br />

ve aşağılık yapdırmak istemekdedir. Sıvı ve gaz hâlindeki maddeler de, fizik ve kimyâ<br />

özelliklerini ve reaksiyonlarını meydâna getirmek çabasındadır. Kemâlât-i<br />

nübüvvet makâmına kavuşunca, bedendeki maddelerin hepsi, adâlet, denge hâlini<br />

alır. Aşırı ve zararlı hâlleri kalmaz. Resûlullahın “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”<br />

(Şeytânım müslimân oldu), ya’nî teslîm oldu buyurması, belki de bu denge<br />

hâlini haber vermekdedir. Çünki, insanın dışında şeytân bulunduğu gibi, içinde<br />

de vardır. İnsanın içindeki şeytânı, onun kudretinin, enerjisinin taşkınlığıdır.<br />

Enerji artınca, insanda kibr ve yükseklik hâsıl olur. Kötü sıfatların en aşağısı da,<br />

bu kibr sıfatıdır. Enerjinin teslîm olması, selâmet bulması, bu kötülüğün ondan gitmesidir.<br />

(Kemâlât-i nübüvvet) hâsıl olan bir Velînin hem kalbi, hem de nefsi itmînâna<br />

kavuşmuşdur. Hem de bedendeki üç çeşid maddesi ve enerjisi denge hâline gelmişdir.<br />

Vilâyetde ise kalb temâmen, nefs de şöyle böyle itmînâna kavuşmuşdur.<br />

Nefsin itmînâna kavuşmasına şöyle böyle dedik. Ya’nî az çok, yaklaşık olarak dedik.<br />

Çünki, nefsin itmînâna tam olarak, olgun olarak kavuşması, beden maddelerinde<br />

denge hâsıl oldukdan sonra olur. İşte bundan dolayı vilâyet sâhiblerinin bedenlerindeki<br />

maddeler dengeye gelmedikleri zemân, mutmainne olan nefsin eski<br />

sıfatlarına döneceğini bildirmişlerdir. Bedendeki maddelerin i’tidâle gelmesinden<br />

sonra, itmînâna kavuşan nefs, eski sıfatlarına dönmez. Görülüyor ki, nefsin eski<br />

kötülüklerine dönmesini ve dönmemesini söylemek, makâm sâhiblerinin görüşlerinin<br />

başka olmalarından ileri gelmekdedir. Her Velî, kendi makâmına uygun olanı<br />

söylemişdir.<br />

Süâl: Bedendeki maddeler de dengeye geldikden ve islâmiyyete uymıyan taşkınlıkları<br />

kalmadıkdan sonra, bunlarla cihâd etmek nasıl olur? Mutmainne olan<br />

nefs ile cihâd yapılmadığı gibi, bu maddelere karşı da cihâd yapmak lüzûmu ortadan<br />

kalkmaz mı?<br />

Cevâb: Nefsin mutmainne olması ile bedendeki maddelerin dengeye gelmeleri,<br />

birbirine benzemez. Nefs mutmainne olunca, yok gibi olur. Âlem-i emrden olan<br />

beş latîfe nasıl yok gibi oluyorlarsa, nefs de böyle olur. Bedendeki maddelerin, dünyâda<br />

kaldıkca, islâmiyyetin ahkâmına uymaları lâzım olduğundan sekr ve istihlâk<br />

ile ilgileri yokdur. İstihlâk olanda, ya’nî benliği yok olanda, emre karşı durmak,<br />

taşkınlık etmek kalmaz. Sahv hâlinde olan, ya’nî benliği, şu’ûrü gitmiyen ise,<br />

emrlere uygunsuz davranabilir. Bu davranış her emre karşı değildir ve çeşidli fâidelere<br />

sebeb olmakdadır. Bu davranış, Allahü teâlânın lutf etmesi ve koruması<br />

ile, yalnız müstehabları yapmamak olup, bundan ileriye gitmez. Bundan dolayı, dengeye<br />

gelmiş olan beden maddelerine karşı cihâd yapılabilir. Mutmainne olan nefs<br />

ile cihâd yapmak ise câiz değildir. Bu bildirdiklerimi, Mektûbâtın birinci cildinde,<br />

büyük oğlum [Muhammed Sâdık “rahmetullahi aleyh”] için yazmış olduğum mektûbda<br />

[ikiyüzaltmışıncı mektûbda] dahâ uzun bildirmişdim. Anlaşılamıyan yer kaldı<br />

ise, o mektûba da bakınız!<br />

Allahü teâlâ, lutf ederek, ihsân ederek, islâmiyyetin hakîkatinin netîceleri ve<br />

meyveleri olan (Kemâlât-i nübüvvet) makâmları da aşılınca, artık ilerlemek, çalışmakla,<br />

ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla olmaz. O makâmlarda nasîb olan herşey,<br />

rahmân olan Allahü teâlânın yalnız lutf etmesi ile ve ihsânı ile olur. Bu makâmlarda<br />

îmânın, ilmin te’sîri yokdur. Kazanılanlar, yalnız ihsân ile, ikrâm iledir. Bu<br />

makâmlar, önceki makâmlardan pekçok dahâ yüksek ve pekçok genişdir. Öyle nûr-<br />

– 951 –


ludurlar ki, önceki makâmlarda bu nûrlar hiç bulunmaz. Bu makâm, yalnız<br />

(Ülül’azm) olan Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” verilmişdir.<br />

Bunlara tam uyan pek az seçilmişlere de ihsân ederler.<br />

İslâmiyyet, bütün bu yüce makâmların temelidir. Bütün kazancların sermâyesidir.<br />

Ağaç ne kadar dal budak verse de ve duvar ne kadar yükselse ve üzerine yüksek<br />

binâlar yapılsa da, köksüz ve temelsiz olamaz. Köke, temele her zemân muhtâc<br />

olurlar. Bir binâda ne kadar çok kat yükselirse yükselsin, aşağıdaki katlara hep<br />

muhtâcdırlar. Hiçbir kat, altındaki kata olan ihtiyâcından kurtulamaz. Aşağıdaki<br />

katlardan biri çürük olursa, yukardaki katların hepsi de çürük sayılır. Onlardan biri<br />

yıkılınca, yukardakiler de yıkılır. Demek ki, islâmiyyet her zemân ve her makâmda<br />

lâzımdır. Hangi makâmda olursa olsun, herkes islâmiyyete uymağa muhtâcdır.<br />

Allahü teâlâ, ihsân ederek, bu makâmdan da yukarı çıkılırsa, ele geçenler, ihsân ile<br />

değil, muhabbet ile olur. Bu makâmın bu yüksek derecesi, Peygamberlerin sonuncusu<br />

olan Muhammed aleyhisselâma mahsûsdur “aleyhi ve aleyhim ve alâ Âl-i küllinissalevâtü<br />

vetteslîmâtü vettehıyyâtü velberekât”. Bu yüce Peygambere tam<br />

uyanlardan ve izinde gidenlerden dilediklerini de bu ni’metle şereflendirirler. [Bu<br />

en yüksek makâm, âlem-i misâlde bir köşk şeklinde görünmekdedir.] Bu köşk<br />

çok yüksek görünüyor. Ebû Bekr-i Sıddîk, O yüce Peygambere tam uyduğu için, vâris<br />

olarak, bu köşkün içinde görünüyor. Hazret-i Ömer-ül-Fârûk da, bu ni’metle şereflenmişdir.<br />

Mü’minlerin annelerinden Hazret-i Hadîce ve Hazret-i Âişe-i Sıddîka<br />

da zevcelik bağı ile, bu köşkde görülmekdedir “radıyallahü anhüm ecma’în”. Her<br />

işin doğrusunu yalnız Allahü teâlâ bilir. Yâ Rabbî! Bize merhamet et! Bizleri doğru<br />

yola kavuşdur! Kıymetli kardeşim, ma’rifetler sâhibi şeyh Abdülhay, senelerce<br />

sohbetde bulundu. Şimdi memleketine gidiyor. Oraların makâmı kendisine verilmişdir.<br />

Bunu size birkaç satır ile bildirmek lâzım oldu. Ehlullah [ya’nî Allah adamları,<br />

ya’nî Evliyâ], hangi memleketde bulunursa, oradaki insanlar için büyük bir<br />

ni’metdir. Bunların se’âdete kavuşmaları için büyük müjdedir. Onları tanıyabilenlere,<br />

anlıyabilenlere ne mutlu!<br />

[İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, birinci cild, 97. ci mektûbunda buyuruyor<br />

ki, (İnsânın yaratılması, ibâdet yapmak içindir. İbâdet yapmak da, yakîn ya’nî<br />

hakîkî îmâna kavuşmak içindir. Hicr sûresinin son âyetindeki (hattâ) kelîmesi, belki<br />

de (için) demekdir. İbâdet yapmadan önceki îmân, sanki îmânın sûretidir. İbâdet<br />

yapınca, îmânın hakîkati hâsıl olur. (Vilâyet) ya’nî evliyâlık, Fenâ ve Bekâ demekdir.<br />

Fenâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı şeylerin, kalbden çıkmaları, kalbde<br />

kalmamalarıdır. Bekâ, yalnız Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği şeylerin<br />

kalbde bulunmasıdır). İbâdet, Resûlullahın sünnetine, yoluna tâbi’ olmak demekdir.<br />

Bu yola (İslâmiyyet) denir. İslâmiyyete tâbi’ olmak için, Ehl-i sünnet<br />

âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek, Allahü teâlânın emrlerini yapmak ve harâmlardan,<br />

bid’atlerden sakınmak lâzımdır. Harâmların en kötüsü, kul hakkıdır.<br />

Hükûmet adamları buna çok dikkat etmelidir. Adâlet yapmaları, islâmın en büyük<br />

düşmanı olan ingilizlere aldanmamaları, sulh zemânında, zevk ve safâya sapmayıp,<br />

düşmanlardaki silâhları temîn etmeleri, milleti tıb, ticâret, zırâat, san’at ve<br />

harb işlerinde yetişdirmeleri emr olundu. Bunlar, hakîkî bir âlimden öğrenilir. Bu<br />

âlime (Mürşid) denir. Bir mürşid bulup, onun sözlerinden, hâllerinden öğrenilir.<br />

Mürşid bulamazsa, bir mürşidin kitâbından öğrenilir. Mürşidin sohbeti veyâ kitâbı,<br />

en büyük bir ni’metdir. Ebedî se’âdete sebebdir. İnsân, bu sebebi çok sever. (İhsân<br />

sâhibini sevmek, insânların yaratılışında vardır) hadîs-i şerîfi meşhûrdur. İnsân,<br />

mürşidini sevdiği kadar, onun kalbinden feyz alır. Fenâ makâmına kavuşur.<br />

İbâdetlerini ihlâs ile yapmak nasîb olur. Her hareketi zikr olur. Kalb ile zikr söylemek<br />

de, fenâ makâmına kavuşdurur ise de, kalbine feyz gelerek kavuşmak, dahâ<br />

sür’atli olur.]<br />

– 952 –


51 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 121. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Mirzâ Hüsâmeddîn Ahmede yazılmışdır. Mektûbâtın üçüncü cildinin<br />

seksenyedinci mektûbundaki ince bilgilerden birkaçını açıklamakdadır:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği kullarına selâm olsun! Şefkat ve merhamet<br />

ederek bu fakîre [ya’nî İmâm-ı Rabbânîye “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”]<br />

gönderdiğiniz kıymetli mektûbu okuyarak şereflendim. Diyorsunuz<br />

ki, Ecmîrde iken yazmış olduğunuz mektûbun birkaç yerine buradaki büyüklerden<br />

biri karşı gelmekdedir. Bunları açıklayınız! O mektûbda şübheli görülen yerleri<br />

birkaç sevdiğimiz de bildirmişdi. Bu şübheleri çözmek için, Allahü teâlânın yardımı<br />

ile, birkaç önsöz yazıyorum. Allahü teâlâ hepimize doğru yolu göstersin!<br />

Kıymetli efendim! (Seyr-i murâdî) ve (Seyr-i mürîdî) denilen tesavvuf yolculukları,<br />

bu yolcuların vicdânları ile, ya’nî kalbleri ile anladıkları bir yolculukdur.<br />

Başkasına bildirilmesi, inandırılması lâzım olan şeylerden değildir. Bu sözleri isbât<br />

etmek için delîl göstermeğe lüzûm yokdur. Böyle olmakla berâber, keskin görüşlü,<br />

anlayışlı yaratılan bir kimse, böyle yolculukları söyleyenlerin hâllerini, gidişlerini<br />

inceler, bereketlerini, ilmlerini ve ma’rifetlerini görürse, onun (Seyr-i murâdî)<br />

dediği bir yoldan ilerlemiş, yükselmiş olduğunu hemen anlar. Sözünü isbât<br />

etmesini, delîl, sened göstermesini istemez. Gökde kamerin her gece doğuş ve batış<br />

yerlerini ve aldığı şeklleri gören anlayışlı bir kimsenin, ayın güneşden aldığı ışıkları<br />

yaydığını anlaması gibidir. Keskin görüşlü, bilgili olmıyanlar için, bu kadar görmek<br />

ve incelemek delîl olmaz. Üstâdım hâce Bâkî Billah hazretleri, bu fakîrin ilerlemesinin<br />

(Seyr-i murâdî) olduğunu dahâ başlangıçda bildirmişdi. Orada bulunan<br />

kardeşlerimiz arasında, bu müjdeyi işitmiş olanlar vardır. Mesnevînin aşağıdaki<br />

beytlerinin bu fakîrin hâline uygun olduğunu buyurmuşlardı. Fârisî mesnevî tercemesi:<br />

Ma’şukların sevgisi, gizlidir gizli,<br />

Âşıkın aşkı da, davul sesi gibi,<br />

Fekat aşk, âşıkları üzer eritir,<br />

Ma’şûkları ise, besler, sevindirir.<br />

Murâdlardan vâsıl olanlar, (Râh-i ictibâ) ile, [seçilmişlerin yolu ile] kavuşurlar.<br />

Bu yol, Peygamberlerin ilerledikleri yoldur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”.<br />

(Avârif) kitâbının sâhibi [Şihâbüddîn-i Sühreverdî] “kuddise sirruh”, (Meczûb-i<br />

sâlik) ve (Sâlik-i meczûb)ları anlatırken, bunu açıkca bildirmişdir. İkinci yola,<br />

(Râh-i mürîdân) ve murâdların yoluna (Râh-i ictibâ) demişdir. (Şûra) sûresindeki<br />

âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ, dilediğini kendine seçer, kendine kavuşmak<br />

isteyenlere de, kavuşduran yolu gösterir) buyruldu. Evet, ictibâ yolu, aslında<br />

Peygamberlere mahsûsdur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Ümmetlerinden<br />

onlara tâbi’ olanlara da, onlara mahsûs olan kemâllerden ihsân olunduğu gibi, bunu<br />

da nasîb ederler. Yoksa, ictibâ yolu, yalnız Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü<br />

vetteslîmât” mahsûs olup, ümmetlerinden hiç kimseye verilmez demek değildir.<br />

Böyle olduğu işitilmemişdir.<br />

Kıymetli efendim! Sâlike feyzlerin Resûlullah vâsıtası ile gelmesi “aleyhi ve alâ<br />

âlihissalâtü vesselâm”, (Muhammedî-meşreb) olan bu sâlikin hakîkatinin, (Hakîkat-i<br />

Muhammedî) ile birleşinceye kadardır. Resûlullaha tam uymakla, belki de Allahü<br />

teâlânın lutfü ve ihsânı ile urûc makâmlarında bu hakîkat, o hakîkat ile birleşince,<br />

Resûlullah artık vâsıta olmaz. Çünki, birşeyin başka birşeye vâsıta, aracı olması,<br />

bu iki şeyin başka başka oldukları zemândadır. İkisi birleşince, bunlar için, birbirlerine<br />

vâsıta olmak, perde olmak, perdelenmek gibi şeyler düşünülemez. İki şey<br />

birleşince, her işleri ortak olur. Sâlik, tâbi’ iken, uymakda iken, tufeylî iken, ikisi arasındaki<br />

işler, hizmetci ile hizmet olunan kimsenin işleri gibi başka başkadır.<br />

– 953 –


Sâlikin hakîkati, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hakîkati ile birleşir<br />

sözünü açıklıyalım: (Hakîkat-i Muhammedî) “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”,<br />

bütün hakîkatleri kendinde toplamakdadır. Bunun için, bu hakîkate (Hakîkat-ül-hakâik)<br />

de denir. Başkalarının hakîkatleri bu hakîkatin parçaları gibidirler.<br />

Muhammedî-meşreb olan sâlikin hakîkati, o hakîkatin bir parçasıdır ve onun<br />

özelliğindedir. Muhammed-il-meşreb olmıyan sâlikin hakîkati de, o hakîkatin<br />

bir parçası ise de, onun özelliği başkadır. Böyle sâlik, urûc ederken, yükselirken,<br />

hakîkati eğer hakîkat-i Muhammedî ile birleşirse, önce aynı özellikde olan bir Peygamberin<br />

hakîkati ile birleşir. O Peygamberin kemâlâtına ortak olur. Fekat, tekrâr<br />

bildirelim ki, bu ortaklık hizmetcinin hizmet olunana olan ortaklığı gibidir. Sâlik,<br />

Resûlullaha tam uyarsa, belki de yalnız Allahü teâlânın ihsânı ile, bunun hakîkatinde<br />

Resûlullahın hakîkatine karşı sevgi hâsıl olur. Onunla birleşmek ister,<br />

iki hakîkat birleşir. İki hakîkat arasındaki sevgi, Allahü teâlânın ihsânı ile, bu fakîrde<br />

hâsıl olmuşdu. Bu sevgi kapladığı zemân, (Allahü teâlâyı Muhammed aleyhisselâmın<br />

Rabbi olduğu için seviyorum) demişdim. Meyân şeyh Tâc ve başkaları,<br />

benim bu sözüme şaşırmışlardı. Sizin de, bunu hâtırlayacağınızı sanıyorum. Böyle<br />

fazla sevgi hâsıl olmadıkca, iki hakîkat birleşemez. Bu, Allahü teâlânın öyle bir<br />

ni’metidir ki, dilediğine ihsân eder. Allahü teâlâ, pek çok ihsân sâhibidir.<br />

Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, sâliklere feyz gelmesine vâsıta<br />

olmasını açıklıyorum. İyi dinleyiniz! (Cezbe) yolunda, Allahü teâlâ çekdiği<br />

için ve tâlibe çok ihsânda bulunduğu için, vesîleye, vâsıtaya lüzûm yokdur. (Sülûk)<br />

yolunda ise, tâlib ilerlemeğe çalışdığından, vâsıta lâzımdır. Cezbe yolunda vâsıta<br />

lâzım değil ise de, cezbenin temâm olması için sülûk lâzımdır. Sülûk, tevbe ve zühd<br />

ve başka belli şeyleri yapmağa çalışmakdır. Ya’nî islâmiyyete uymakdır. Sülûksüz<br />

olan cezbe, temâm olmaz, noksân kalır. Hind kâfirlerinden ve mülhidlerden, sapıklardan,<br />

cezbesi olan çoklarını gördüm. Fekat, bunlar, islâmiyyetin sâhibine uymadıkları<br />

için cezbeleri noksân ve bozukdur. Cezbeleri bir görünüşden ileri gidememişdir.<br />

Süâl: Cezbeye kavuşmak için, hiç olmazsa biraz seçilmiş ve sevilmiş olmak lâzımdır.<br />

Allahü teâlânın düşmanı olan kâfirlerde nasıl oluyor da cezbe bulunuyor?<br />

Cevâb: Kâfirlerden bir kısmının hakîkatlerinde biraz muhabbet bulunabilir. Bu<br />

yoldan, kendilerine cezbe hâsıl olabilir. Fekat, islâmiyyetin sâhibine “sallallahü teâlâ<br />

aleyhi ve sellem” uymadıkları için bu cezbelerinin sonu gelmez. Ellerinden kaçırırlar.<br />

Bu cezbeleri, onlar için huccet olacak, bu yoldan da sorguya çekileceklerdir.<br />

Cehl ve inâd ile bunu elden kaçırdıkları için, suçlanacaklardır. Allahü teâlâ,<br />

hiçbir kuluna zulm etmez. Onlar kendilerine zulm ediyorlar. Cezbe yolunda sülûk<br />

ederek, ya’nî islâmiyyetin sâhibine uymağa çalışarak kavuşanlar, arada vâsıta ve<br />

perde olmadan kavuşurlar. (Yerin dibine bir ip uzatsaydınız, Allahü teâlâya kavuşurdunuz!)<br />

sözü bunu göstermekdedir ki, Allahü teâlâya çekilirseniz, en bilinmiyen<br />

makâmlara varırsanız, sizinle Allahü teâlâ arasında bir vâsıta, bir perde bulunmaz<br />

demekdir. Belki hâtırlıyacaksınız, üstâdımız Bâkî-billah hazretleri “kuddise<br />

sirruh”, (Ma’ıyyet, ya’nî Allahü teâlâ ile berâber olmak yolundan kavuşmak<br />

nasîb olursa, aracı, vâsıta olmaksızın kavuşulur. Terbiye yolu ile, ya’nî sülûk ile kavuşmakda,<br />

aracı, vâsıta lâzımdır) buyurmuşdu. Ma’ıyyet yolu, cezbe yollarından<br />

biridir. (Kişi, sevdiği ile berâberdir) hadîs-i şerîfi bu sözümüzü kuvvetlendirmekdedir.<br />

Çünki bir kimse, sevdiği ile berâber olunca, aradan vâsıta kalkar. Dikkat buyurunuz!<br />

Her zıllın, görüntünün, kendi aslı ile bağlılığı vardır. İkisi arasında hiçbirşey<br />

perde olmaz. Allahü teâlâ lutf ederek, zıl aslına doğru çekilirse ve islâmiyyetin<br />

sâhibine uymak ni’metine de kavuşursa, bu zıl aslına ulaşır. Bu ulaşmak, aralarında<br />

vâsıtasız, perdesiz olur. Bu asl, Allahü teâlânın ismlerinden bir ism olduğu<br />

için, ism ile ismin sâhibi arasında da bir perde yokdur. Zıl böylece, aslının aslına,<br />

ya’nî ismin sâhibine kavuşur. Demek ki, Allahü teâlânın zâtına, kendisine, bî-<br />

– 954 –


çûn olarak, ya’nî bilinmiyen, anlaşılamıyan bir şeklde kavuşanlar için, vâsıta ve perde<br />

bulunmaz. Böyle kavuşana Allahü teâlânın sıfatları vâsıta ve perde olmayınca,<br />

başka şeyler perde olabilirler mi?<br />

Süâl: Allahü teâlânın sıfatları, kendisinden ayrı değildirler. Allahü teâlâya kavuşanlara<br />

sıfatların vâsıta, perde olmaması, nasıl olur?<br />

Cevâb: Sâlikin aslı, Allahü teâlânın ismlerinden bir ismdir. Sâlik, bu aslının zıllıdır,<br />

görüntüsüdür. Sâlik, bu aslına kavuşunca, kendisi ile zât-ı ilâhî arasında bir<br />

vâsıta, bir perde yokdur. Çünki ism ile ism sâhibi arasında bir vâsıta yokdur. Bunun<br />

için, sıfatların aradan kalkması lâzım gelmez. Bunu yukarıda, sâlikin hakîkatinin<br />

hakîkat-i Muhammedî ile birleşmesini anlatırken bildirmişdim. Zıllın aslına<br />

kavuşmasını bildirirken de biraz geçmişdi.<br />

Tenbîh: Cezbe yolunda aracı, vâsıta bulunmaz sözünden, ba’zı kimseler için Resûlullahın<br />

“aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” vâsıta olmasına lüzûm olmayacağı<br />

anlaşılmamalıdır. Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” uymalarına ihtiyâcları<br />

kalmıyacağı sanılmamalıdır! Böyle anlamak küfr ve ilhâd ve zındıklık ve<br />

Onun dînine inanmamak olur. Sülûk yapmadan, ya’nî islâmiyyete uymadan mevcûd<br />

olan cezbe noksân olur, bozuk olur ve ni’met şeklinde görünen azâb olur. Kıyâmetde<br />

hesâba çekilmesine, azâb yapılmasına sebeb olur. Doğru keşfler ve açık<br />

olan ilhâmlar, kesin olarak bildirmişdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve<br />

sellem” vâsıta olmadıkca ve Ona uymadıkca, tesavvuf yolunun hiçbir ma’rifetine<br />

kavuşulamaz. Başlangıçda ve yolda bulunanlar için olduğu gibi, sona varmış olanlar<br />

için de, O yüce Peygambere uymadıkca ve Ona nasîb olan ni’metlerin artıklarını<br />

toplamadıkca, tesavvuf yolunun hiçbir feyzi ve bereketi hâsıl olmaz. Fârisî beyt<br />

tercemesi:<br />

Ey Sa’dî! Safâ yolunda ilerlemek,<br />

Mustafâya uymakla nasîb olur hep!<br />

Ahmak Eflâtun, yapdığı mücâhedelerle ve riyâzetlerle nefsinde hâsıl olan safâyı<br />

görünce, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymak lâzım olmadığını<br />

sandı. (Biz temizlenmiş insanlarız. Temizleyicilere ihtiyâcımız kalmamışdır)<br />

dedi. Peygamberlere uymadan, yalnız riyâzet çekmekle hâsıl olan safânın, altın yaldızla<br />

örtülen bakır gibi veyâ şekerle kaplanan zehr gibi olduğunu anlıyamadı. Bakırla<br />

karışık altını saf hâlde ayırmak için ve nefsi, emmârelikden kurtarıp itmînâna<br />

kavuşdurmak için, Peygamberlere uymak lâzımdır “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”.<br />

Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini<br />

“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, nefs-i emmâreyi yıkmak, azgınlıkdan kurtarmak<br />

için gönderdi. Onu yıkmak, belki islâh etmek, kurtarmak için bu büyüklere<br />

“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymakdan başka çâre olmadığını bildirdi. Bu<br />

büyüklere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymadıkca, binlerle riyâzetler ve mücâhedeler<br />

yapılsa, onun emmâreliği kıl kadar azalmaz. Tersine, azgınlığı artar, onun<br />

hastalığını giderecek yegâne ilâc, Peygamberlerin dinleridir “aleyhimüssalevâtü<br />

vettehıyyât”. Bundan başka hiçbir şey, nefsi felâketden kurtaramaz!<br />

Cezbe için sülûk lâzımdır. İster cezbeden önce olsun, ister sonra olsun, sülûksüz<br />

cezbe fâidesizdir, kıymetsizdir. Cezbenin sülûkdan önce olması dahâ kıymetlidir.<br />

Böyle olunca, sülûk cezbeye yardımcı olur. Sülûkdan sonra olan cezbe ise,<br />

sülûke hizmetci olur. Sülûk ni’meti, onu cezbeye kavuşdurur. Cezbenin önce olması,<br />

böyle değildir. O önceden çekilmekdedir, da’vetlidir, (Murâd)dır. Sülûkü önce<br />

olan ise, (Tâlib)dir. Murâd olunanların başı ve sevilenlerin önderi Muhammed<br />

aleyhisselâmdır. Bu da’vet Ona yapılmış, önce O çağırılmışdır “aleyhi ve alâ âlihissalâtü<br />

vesselâm”. Başkaları, Ona tufeyl olarak, yanısıra kabûl olunmakdadırlar.<br />

İster murâd olsunlar, ister tâlib olsunlar, Onun arkasındadırlar. Hadîs-i kudsîde,<br />

(O olmasaydı, Allahü teâlâ mahlûkları elbette yaratmazdı ve rübûbiyyetini<br />

– 955 –


elli etmezdi) buyuruldu. Başkaları Onun gerisinde bulundukları için ve bu da’vet<br />

yalnız Ona yapıldığı için, herkes Ona muhtâcdır. Feyzlere, bereketlere Onun vâsıtası<br />

ile kavuşurlar. Bunun için, bütün insanlara Onun Âli denilse yeri vardır “aleyhi<br />

ve alâ âlihissalâtü vesselâm”. Bütün insanlar, Ondan sonradırlar ve arada O olmayınca<br />

kemâle kavuşamazlar. Hepsinin varlığı, Onun varlığına bağlı olunca,<br />

varlıkdan hâsıl olan kemâller, O vâsıta olmayınca nasıl hâsıl olabilir? Âlemlerin<br />

Rabbinin sevgilisi, elbet böyle olur “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”!<br />

İyi dinleyiniz! Keşf yolu ile anlaşıldı ki, Allahü teâlânın sevgilisi olması “aleyhi<br />

ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, zât-i ilâhîye muhabbeti iledir. Araya hiçbir sıfat<br />

ve şân ve i’tibâr karışık değildir. Allahü teâlâ, kendisini de bu muhabbet ile sevmekdedir.<br />

Başka kullarını sevmesi böyle değildir. Şuyûn ve i’tibârât ile veyâ esmâ<br />

ve sıfat ile, hattâ ismlerinin ve sıfatlarının zılleri ile sevmekdedir.<br />

Bunu dahâ açıklıyalım. Resûlullahın vâsıta olması, iki dürlüdür: Birincisinde, sâlik<br />

ile matlûb arasında perde olur. İkincisinde ise, sâlik Ona takılarak, Onu vâsıta<br />

ederek, Ona uyarak, matlûba kavuşur. Sülûk yolunda ve hakîkat-i Muhammedîye<br />

varmadan önce, vesîle olmanın bu iki dürlüsü de vardır. Öyle sanıyorum ki,<br />

bu yolda vâsıta olan âlim, sâlikin şühûduna vâsıta ve perde olmakdadır. Yolun sonunda,<br />

cezbe imdâda yetişmezse ve perde aradan kalkmazsa, çok yazık olur. Çünki,<br />

cezbe yolunda ve hakîkat-ül-hakâika kavuşdukdan sonra, yalnız ikinci dürlü vâsıta<br />

olmak vardır. Ya’nî, arkasına takılmakla ve uymakladır. Perde olmakla değildir.<br />

Ya’nî, şühûd ve müşâhede için ve bunların benzeri için, perde olmak yokdur.<br />

Süâl: Yalnız bir ma’nâda olsa bile, Resûlullahın vâsıta olmaması, Resûlullah için<br />

bir kusûr, bir noksânlık olmaz mı “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâmü vettehiyye”?<br />

Cevâb: Arada vâsıta olmaması, Resûlullahın “aleyhissalâtü vesselâm” kemâlini,<br />

üstünlüğünü gösterir. Onun için kusûr olmaz. Hattâ, arada vâsıta olması kusûr<br />

olur. Çünki, tâbi’ olunanın arkasına takılmakla, Ona uymakla, yüksek derecelerin<br />

hepsine kavuşmak, Onun kemâlini gösterir. Bu ise, Onun vâsıta olmamasında<br />

vardır. Vâsıta olduğu zemân, böyle değildir. Vâsıta olmadığı zemân, şühûd perdesizdir.<br />

Bu ise, kemâl derecelerinin en üstünüdür. Vâsıta olunca, hâsıl olan şühûd ise,<br />

perdelidir. Görülüyor ki, vâsıta olmamak kemâldir, üstünlükdür. Vâsıta olmak, kusûrdur,<br />

noksânlıkdır. Hizmet eden, her makâmda Ona uymakdadır. Ona uymakla,<br />

Onun ni’metlerine ortak olmakdadır. Bu ise, hizmet olunanın büyüklüğünü, şerefinin<br />

çokluğunu gösterir. Bunun içindir ki, Resûlullah “aleyhi ve alâ âlihissalâtü<br />

vesselâm”, (Ümmetimin âlimleri, İsrâil oğullarının Peygamberleri gibidir!) buyurdu.<br />

Âhıretde Allahü teâlâyı görmek de, vâsıtasız ve perdesiz olacakdır. Sahîh<br />

olan hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İnsan nemâza başlayınca, Allahü teâlâ ile kul arasında<br />

olan perde kalkar). Bunun için, nemâz mü’minin mi’râcıdır. Nemâzın mi’râc<br />

olması, tesavvuf yolunda sona kavuşanlar için tamdır. Çünki, perdenin kalkması,<br />

sonda olanlar içindir. Görülüyor ki, vâsıta ve perde aradan kalkmakdadır. Bu<br />

ma’rifet, Allahü teâlânın lutf ederek, ihsân ederek bu fakîre [ya’nî imâm-ı Rabbânîye]<br />

bildirilen ma’rifetlerin en incelerindendir. Fârisî beyt tercemesi:<br />

Ben o toprağım ki, behâr bulutları,<br />

saçıyor üzerime sâf damlaları.<br />

Şu beyt de ne güzel söylenmişdir:<br />

Fakîrin kapısına gelirse şâh,<br />

şaşırıp ey hoca, sakın çekme âh!<br />

Tesavvuf büyüklerinden çoğu, Resûlullah vâsıta olur dedi. Çoğu da, olmaz buyurdu.<br />

Hiçbiri sözlerini açıklamadı. Hangisinin kemâl, hangisinin kusûr olduğunu<br />

bildirmediler. Zâhir âlimleri, vâsıta olmaması tam îmân iken, buna küfr dedi-<br />

– 956 –


ler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vâsıta olmaz diyenler dalâlete düşer,<br />

sapık olur sandılar. Vâsıta olmağı, îmânın kemâli zan etdiler. Böyle söyliyenleri kâmil<br />

sandılar. Hâlbuki, Resûlullahın vâsıta olmaması, Ona uymanın tâm olduğunu<br />

gösterir. Vâsıta olması ise, Ona uymanın noksân olmasını bildirir. Böyle olduğunu<br />

yukarıda bildirmişdik. Bunlar, işin özünü anlamamışlardır. Yûnüs sûresindeki<br />

âyet-i kerîmede meâlen, (Belki anlamadıkları için inanmıyorlar. Onun sözünün özünü<br />

anlamadılar. Bunlardan önce olanlar da, böyle inanmamışlardı) buyruldu.<br />

Efendim! Tesavvufcuların (Üveysî) demeleri, üstâdı yokdur demek değildir.<br />

Çünki, üveysî demek, onun yetişmesinde rûhâniyânın da hizmeti olmuşdur demekdir.<br />

Hâce-i Ahrâr “kuddise sirruh” [Mevlânâ Ya’kûb-i Çerhînin hizmetinde yetişdiği<br />

hâlde], üstâdı bulunduğu hâlde, Behâüddîn-i Buhârînin rûhâniyyetinden de<br />

yardım gördüğü için, Hâce-i Ahrâra Üveysî denilir. Bunun gibi, Behâüddîn-i Buhârînin<br />

üstâdı, Seyyid Emîr Gilâl hazretleri idi. Fekat, ayrıca hâce Abdülhâlık<br />

Goncdüvânînin rûhâniyyetinden de istifâde etdiği için, Behâüddîn-i Buhârîye<br />

Üveysî denilmişdir. Bir kimse, üstâdı bulunduğunu söylemekle berâber, Üveysî olduğunu<br />

da bildirince, ona üstâdını inkâr ediyor demek şaşılacak insâfsızlık olur.<br />

[(Dürr-ül-me’ârif) kitâbının seksenyedinci sahîfesinde, Abdüllah Dehlevî hazretleri<br />

buyuruyor ki, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” veyâ Evliyâdan birine<br />

üveysî olmak için, hergün tenhâ bir yerde iki rek’at nemâz kılıp, bir Fâtiha okuyarak,<br />

sevâblarını onun mubârek rûhuna göndermeli, bir müddet oturup, hep<br />

onun rûhunu düşünmelidir. Birkaç gün sonra, onun üveysîsi olur. (Hüvelganî) risâlesi,<br />

(Makâmât-i Mazheriyye)nin sonunda Hindistânda basılmışdır. Bu risâlede,<br />

Abdüllah Dehlevî hazretlerinin melfûzâtında diyor ki, (Resûlullahın “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” üveysîsi olmak istiyen, yatsı nemâzından sonra, hayâlinde, Resûlullahın<br />

iki mubârek ellerini tutup, yâ Resûlallah! Beş şey için sana bî’at eyledim:<br />

Bunlar, Kelime-i şehâdet, nemâz kılmak, zekât vermek, Ramezân ayında oruc<br />

tutmak ve yola gücü yetenin hacca gitmesidir demelidir. Birkaç gece böyle yapınca,<br />

murâdına kavuşur. Bir Velînin üveysîsi olmak için, tenhâ bir yerde, iki rek’at<br />

nemâz kılıp, sevâbını O Velînin rûhuna göndermeli ve rûhunu düşünerek beklemelidir).<br />

Ehl-i sünnet i’tikâdında olup ahkâm-ı islâmiyyeye uyan, elbette O Velînin<br />

üveysîsi olur. (Mektûbât-ı ma’sûmiyye), ikinci kısm, otuzsekizinci mektûbunda<br />

diyor ki, (İnsanın Allahü teâlânın rızâsına kavuşmasına mâni’ olan en büyük hicâb,<br />

onun nefsidir. Nefsin aradan kalkması kitâb okumakla, işitmekle olmaz. İnsân-i<br />

kâmilin sohbeti lâzımdır. Bu sohbet nasîb olmazsa, uzaklardan kalb ona<br />

bağlanırsa, çok sevilirse, onun kalbinden, feyzler, bereketler, muhabbet mikdârınca,<br />

tâlibin kalbine akarak kemâle kavuşur. Hadîs-i şerîfde, (Kişi sevdiği ile berâberdir)<br />

buyuruldu.)]<br />

Efendim, (Abdülbâkî) sözü, bâkî olan Allahü teâlânın kulu, kölesi demekdir.<br />

Yoksa bir insanın ismi olarak söylenilmiş değildir. Bu söz her ne kadar insanların<br />

ismi olarak da kullanılmış ise de, benim mürşidim, Allahü teâlânın bir kulu ise de,<br />

beni terbiye eden, yetişdiren, bâkî olan Allahü teâlâdır demekdir. Burada kelimeyi<br />

değişdirmek ve edebe uygunsuz davranmak nasıl düşünülebilir?<br />

Efendim, Bâyezîd-i Bistâmî “kuddise sirruh”, sekr hâlinde, ya’nî şu’ûrsuz iken<br />

(Sübhânî) dedi. Bu söze kusûr denilse, bu kusûrun onda her zemân bulunması lâzım<br />

gelmez. Bunun için, başkasının ondan üstün olmasına sebeb olmaz. Çünki, Evliyâdan<br />

hâle, vakte göre ba’zı ma’rifetler hâsıl olur ise de, başka vaktde ve başka<br />

hâlde, o ma’rifetlerin noksânlık olduğunu anlıyarak, bunları bırakır. Bunların<br />

üstündeki ma’rifetlere ve makâmlara yükselir. Mektûbunuzda diyorsunuz ki, çok<br />

zemân sekr hâlinde bulunan Evliyânın böyle uygunsuz söylemeleri suç sayılmıyabilir.<br />

Fekat, sahv hâlinde bulunanların, ya’nî hep şu’ûrlu olanların böyle şeyler söylememeleri<br />

lâzımdır. Efendim, böyle şeyleri söyliyenlerin ve yazanların, sekr hâlinde<br />

oldukları anlaşılmalıdır! Sekr karışmıyan hâllerde böyle şeyler yazılamaz. Fe-<br />

– 957 –


kat, şunu da bilmelidir ki, sekrin çeşidli dereceleri, muhtelif mertebeleri vardır. Sekri<br />

çok olanın, sözlerindeki uygunsuzluk da çok olur. Bâyezîd-i Bistâmînin sekri çok<br />

olduğundan, (Benim bayrağım, Muhammed aleyhisselâmın bayrağından dahâ<br />

yüksekdir) demişdir. Sahv hâlinde olanlarda, sekr hiç bulunmaz sanmamalıdır.<br />

Sekrsiz olan sahv, noksânlıkdır. Hâlis, karışıksız sahv, avâmda bulunur. Sahv hâline<br />

kıymet verenler, sahvın çok olduğu hâli demişlerdir. Sekr bulunmıyan sahvı<br />

demek istememişlerdir. Sekre kıymet verenler de, sekrin dahâ çok bulunduğu hâli<br />

söylemişlerdir. Çünki, sahv karışmamış olan hâlis sekr, âfetdir, felâketdir. Cüneyd-i<br />

Bağdâdî “kuddise sirruh”, sahv sâhiblerinin reîsi olduğu hâlde ve sahv<br />

sekrden dahâ kıymetlidir dediği hâlde, sekr karışık olan o kadar sözleri vardır ki,<br />

saymakla bitmez. (Bilen de Odur. Bilinen de Odur) ve (Suyun rengi, içinde bulunduğu<br />

kabın rengidir) ve (Hâdis, kadîme yaklaşınca, eseri, izi kalmaz) sözlerini o<br />

söylemişdir. (Avârif) kitâbının sâhibi [Şihâbüddîn-i Sühreverdî], sahv sâhiblerinin<br />

üstünlerinden iken kitâbında sekr karışık o kadar çok ma’rifetler vardır ki, sayılmakla<br />

bitmez. Bu fakîr [ya’nî İmâm-ı Rabbânî hazretleri], onun sekr karışık<br />

ma’rifetlerinden birkaçını toplamışdım. Evliyânın gizli ma’rifetleri açığa vurmaları,<br />

hep sekr karışık hâllerinde olmuşdur. Övünmeleri, üstünlük göstermeleri<br />

de, hep sekrdendir. Kendisinin başkasından dahâ kıymetli olduğunu bildirmeleri,<br />

hep sekrden ileri gelmekdedir. Hâlis sahv hâlinde, esrârı meydâna çıkarmak, bu<br />

yolda küfr sayılır. Kendini başkasından üstün bilmek de, şirk olur. Sahv hâlinde<br />

biraz sekr bulunması, yemeğe lezzet vermek için tuz karışdırmağa benzer. Tuzsuz<br />

ta’âm, tadsız olur. Kimse beğenmez. Fârisî beyt tercemesi:<br />

Eğer aşk olmasaydı, aşk derdi olmasaydı,<br />

Bu kadar tatlı sözü, kim söyler, kim duyardı!<br />

Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” hazretlerinin, (iki ayağım, Evliyânın<br />

hepsinin boyunları üzerindedir) sözünü sekr hâlinde söylemiş olduğunu,<br />

(Avârif) kitâbının sâhibi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” bildiriyor. Böyle bildirmesi,<br />

bu sözün kusûr olduğunu anlatmak için değildir. Onu övmek içindir.<br />

Çünki bildiğini söylemişdir. Övünmeği, üstünlüğü bildiren böyle sözler, ancak sekr<br />

karışık hâllerde söylenir. Hiç sekr bulunmıyan sahv hâlinde böyle konuşamazlar.<br />

Bu fakîr [ya’nî imâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”], bütün yazılarımda,<br />

bu tâife-i aliyyenin ilmlerini, esrârını açıklamakdayım. Bütün bunların tam<br />

sahv hâlinde yazılmış oldukları hâtır-ı şerîfinize gelmesin! Hiç öyle değildir. Çünki,<br />

bunları açıklamak, bu yolda harâmdır ve çirkindir ve gevezelik olur. Çok kimseler<br />

vardır ki, hiç sekr karışmamış sahv hâlinde, çok konuşurlar. Bunlar, niçin böyle<br />

esrâr söylemezler? İnsanları hayrete düşürmezler? Fârisî beyt tercemesi:<br />

Hâfızın feryâdı boşuna değildir,<br />

Sözlerinde şaşılacak çok şey vardır!<br />

Efendim, esrârı ortaya dökmek olan böyle sözler, herkesin anladığı ma’nâ ile söylenmiş<br />

değildirler. Bu yolun büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, her zemân<br />

böyle şeyler söylediler. Bunları söylemek, bu büyüklerin âdeti olmuşdur. Bu fakîrin<br />

ortaya çıkardığı bir yenilik değildir. (Bu, islâmda ilk kırılan şişe değildir) sözünü<br />

burada tekrârlamak yerinde olur. O hâlde, bu gürültüler, bu sataşmalar niçindir?<br />

Eğer islâmiyyete uygun görünmiyen bir söz varsa, ufak bir yardımda bulunarak,<br />

ona islâmiyyete uygun ma’nâ verilebilir. Böylece, bir müslimâna kötü gözle bakmakdan<br />

kurtulmak lâzım olur. Kötü işleri yaymak ve fâsıkın yüz karasını ortaya koymak,<br />

dînimizde harâmdır ve çirkin bir işdir. Bir zan ile, bir şübhe ile, bir müslimâna<br />

kötü damgası basmak uygun mudur? Yer yer dolaşıp, onu sapık olarak yaymağa<br />

çalışmak bir din adamına yakışır mı? Müslimân olan ve müslimânları seven bir<br />

kimse, bir insandan islâmiyyete uygun görünmeyen bir söz işitince, bu söyliyeni incelemelidir.<br />

Söz sâhibi, sapık ve zındık ise, buna cevâb vermeli, doğrusunu söyle-<br />

– 958 –


meli, sözüne iyi ma’nâ aramamalıdır. O sözün sâhibi müslimân ise, Allaha ve Resûlüne<br />

îmân etmiş ise, onun sözünü düzeltmeğe çalışmalı, iyi ma’nâ vermeğe uğraşmalıdır.<br />

O söze iyi ma’nâ bulamazsa, söz sâhibinden sormalıdır. O da bulamazsa,<br />

kendisine nasîhat vermelidir. (Emr-i ma’rûf) ve (Nehy-i münker) islâmiyyetin<br />

emridir. [(Ahkâm-ı islâmiyye), Allahü teâlânın emr ve yasak etdiği şeyler demekdir.]<br />

Fekat bunun fâideli olması için, tatlı sözle ve yumuşak yapılması lâzımdır.<br />

Eğer fâideli olmak için değil de, bir müslimânı kötülemek için yapılıyorsa, buna<br />

birşey diyemem. Allahü teâlâ, hepimizi iyi yolda bulundursun! Şuna dahâ çok<br />

şaşdım ki, bu fakîrin mektûbunu [üçüncü cildin seksenyedinci mektûbunu] gösterip<br />

dedikodusunu yapanı görünce, sizin talebelerinizde de, bu fakîre karşı şübhe<br />

ve soğukluk hâsıl olduğu, şerefli mektûbunuzdan anlaşılmakdadır. Sakın bu hâl,<br />

onlara mürşidlerinden aksetmiş olmasın. Şübheli sanılan yerleri sizin çözmeniz, aydınlatmanız,<br />

işi bu fakîre kadar uzatmamanız lâzım gelirdi. Fitneyi söndürmeniz<br />

îcâb ederdi. Oradaki sevdiklerimize de ne diyeyim ki, şübheyi gidermeğe güçleri<br />

yetdiği hâlde, susmuşlar, yardım etmekden kaçınmışlardır. Yâ Rabbî! Bizlere acı,<br />

doğru yolda bulunmamızı nasîb eyle!<br />

52 — DÖRDÜNCÜ CİLD, 230. cu MEKTÛB<br />

Bu mektûbu, babasının üstâdı Muhammed Bâkî-billahın “kuddise sirruh” oğlu<br />

hâce Muhammed Ubeydüllahın mektûbuna cevâb olarak yazmış olup, vücûd-i<br />

ilâhînin, Zât ile aynı olup olmadığı ve fen taklîdcilerinin, tabî’atde var olan yok olmaz<br />

ve yok olan, var olmaz sözlerinin yanlış olduğu ve nemâzın kemâlâtı bildirilmekdedir:<br />

Âlemlerin Rabbi, yaratanı ve yetişdireni olan Allahü teâlâya hamd ederim. Onun<br />

sevgili Peygamberi Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” için ve Ona yakın olanların<br />

hepsi için düâlar ederim. O büyük insanın kıymetli oğlunun, lutf ve inâyet buyurduğu<br />

mubârek mektûbu, bu câhili şereflendirdi. Ey merhamet sâhibi, alçak gönüllü,<br />

yüksek efendim! (Vahdet-i vücûd) mes’elesi, bize dedelerimizden mîrâs kalan<br />

bir ilmdir. Bunu tekrâr bu muhtâca yazmanız, ma’lûmu i’lâm ve belli olan şeyi<br />

izhâr etmekdir. Bundan evvel sizi râhatsız etmekden maksad, vahdet-i vücûd bilgisinden<br />

dahâ yüksek, başka ilm de bulunduğunu bildirmek idi. Bu iki ilm arasındaki<br />

fark, cevzin kabuğu ile içi arasındaki fark gibidir. Demek ki, maksadımız anlaşılmadı.<br />

Yazdıklarımız, ma’nâsız, boş lâf sanılmış. Hasbünallah ve ni’mel-vekîl!<br />

(Zât-i ilâhî tecellî etdikden sonra, sıfatları tecellî etmeğe, görünmeğe başlar ki,<br />

bunların tecellîlerinin sonu yokdur) buyurmuşsunuz. Maksadı yüksek olan kimsenin,<br />

Tecellî-i zâtdan sonra, tecellîlerin arkasını bırakıp, tecellî eden Zâtı araması<br />

lâzımdır. Sıfatların tecellîlerine niçin tenezzül etsin? (Bu yolda nihâyete kadar<br />

yükseldikden ve geri dönüp temâmen indikden sonra, hiçbirşeye benzemiyen,<br />

hakîkî varlık, bu kâinâtın her zerresinde, her bakımdan münezzeh olarak, birşeye<br />

benzetilmiyerek görülür) demeğe cesâret etmek de, ne kadar ağır ve çirkindir.<br />

Her zerrede görülenin, mutlak-ı hakîkî olan zât-ı ilâhî olduğunu nerden anladınız?<br />

Fârisî mısra’ tercemesi:<br />

Rü’yâda meğer fare deve sanıldı!<br />

Kevser şerâbından elinize yalnız hava girmiş. Te’ayyünleri, hakîkî mutlak sanıp,<br />

bunları, başka şeylerden münezzeh bulmuşsunuz. Belki de hakîkî mutlakı, mukayyedlerin,<br />

ya’nî te’ayyünlerin içinde sanmışsınız. Bu hâl, Zât-ı ilâhiyyeyi yok bilmek<br />

olur. Nitekim bunu evvelki mektûbumda bildirmişdim. Böyle olsa bile, mutlak olan<br />

hakîkîye âşık kimse, mukayyedler Onun aynı olsa bile, mukayyedlere bağlanıp kalmaz.<br />

Mukayyedler, mutlakın aynı olsa da, herbiri ayrıdır, farklıdır. Bunları birbirlerine<br />

karışdırıp, birine tutulmağı, ötekine tutulmak bilmek, kısa görüşlülükdür.<br />

Evet orada ayrılık, farklılık yok ise de, fekat bu iki ibtilâ arasında çok fark vardır.<br />

– 959 –


Hayvân istiyen biri, her ikisi de hayvân olduğu hâlde, at yerine koyunu istemez.<br />

Hâlbuki, hayvânlık ikisinde de aynıdır. Hayvânlık mertebesinde ayrılık yokdur. Büyük<br />

üstâd Behâeddîn-i Buhârînin “kuddise sirruh” sözüne ma’nâ verirken, gayrı<br />

olmak, hakkın başkası değil, matlûbun başkasıdır, demişsiniz. Bu, yukarıdakine uygun<br />

olmuyor. Her zerrede hakîkî mutlakın varlığı görülünce, matlûbun başkası nasıl<br />

olur ve nasıl nefy ve red olunur? Gayr kelimesine, kullanılana uymıyan, bir ma’nâ<br />

vermek de doğru değildir. Evet o büyük üstâd yalnız vahdet-i vücûdü tadanlardan<br />

olsaydı, sözüne ma’nâ aramanın yeri olurdu. Mubârek sözlerinde bulunan, Mutlak<br />

[ya’nî her bakımdan mahlûklara benzemiyen] kelimesi, (Lâ te’ayyün) ve<br />

(Gayb-i hüviyyet) mertebesidir. Çünki, hakîkî mutlak, her bakımdan tecerrüd ve<br />

tenezzüh ile, bu mertebeye uygundur. İşte bu yolun büyükleri, ilmin, ma’rifetin ve<br />

müşâhedenin yetişemiyeceği, böyle münezzeh mertebeyi istemeği men’ ediyor ve<br />

bunu taleb etmeği vakt öldürmek sayıyorlar. O hâlde bunun her zerrede görülmesini<br />

söylemek, ma’nâsız olur. Onda ayrılık olmayınca ve her görülen O olunca,<br />

Onun şevki ve talebi men’ olunur mu? Eğer murâd, vahdet mertebesi ise, bu<br />

mertebe, bir bakımdan mutlakdır. Her bakımdan mutlak olan, dahâ üstündeki mertebedir.<br />

O hâlde, vahdet mertebesine, hakîkî mutlak demek, uygun değildir. Matlûb,<br />

bundan sonradır ve sâlik, henüz yoldadır. Böylece, matlûbu bırakıp da, yolda<br />

kalmak, tam bir isteğe uymaz. Her ne kadar bu te’ayyüne, müte’ayyinden başka<br />

demiyorlarsa da, te’ayyün, te’ayyündür. Himmeti, arzûsu yüksek olan, aldanıp<br />

burada kalmaz. Muhammed aleyhisselâmın yolunda yükselenler, bu yol, mahbûbluk,<br />

ma’şûkluk yolu olduğu için, burada kalmaz. Bu te’ayyünün, bütün eşyâ ile aynı<br />

olması ve gayrı olmaması sebebi ile, lâ te’ayyünün talebinden mahrûm kalmazlar.<br />

Fârisî beyt tercemesi:<br />

Dostun firâkı, az sürse de, az değildir,<br />

Gözde bir kılın bulunması çok ağır gelir!<br />

Süâl: Bu te’ayyün, müte’ayyinin kendisidir. O hâlde birini bulup görmek, ötekini<br />

bulmak, görmek olmaz mı?<br />

Cevâb: Bu te’ayyünü bulmak, Onu bulmuş olmak ise, niçin bunun üstünü aramakdan<br />

korkutuyor ve men’ ediyorlar. Demek ki, bu iki mertebeyi bulmak başka<br />

başkadır. O memnû’ oldu, bu ise men’ edilmedi.<br />

Süal: O mertebe bulunamaz ve kavuşulamaz olunca, niçin Ona âşık oluyorlar.<br />

Onu aramakla vakt gayb ediyorlar?<br />

Cevâb: Bu süâli kabûl edersek, cevâbımız şöyle olur ki, aşk ve muhabbet, insanın<br />

elinde değildir ki, aklın gösterdiği sebeblerle men’ olunabilsin ve sâdık olan âşık,<br />

kavuşulamıyacağı belli olan sevgilisini aramakdan vazgeçirilebilsin. Fârisî beyt tercemesi:<br />

Saçının kıvrımlarını pekçok seviyorum,<br />

Ele geçmezsin bilirim, yine de istiyorum.<br />

Zevallı âşıklar, sevgililerine kavuşmak için yanıp, kül olmak ister. Belki ismleri,<br />

nişânları unutulsun isterler. Ondan başkası ile râhat bulmazlar. Ondan ellerine<br />

birşey geçmezse de, azar işitseler de, red edilseler de, yine ma’şûku isterler. Şâ’ir<br />

bunu ne güzel anlatıyor. Fârisî beyt tercemesi:<br />

Elime geçmese eteğin bile,<br />

Başkasına bakmam, şekerim yine!<br />

Zevâllı âşıklara, sevgilinin, kendisini aradıklarını bilmesi se’âdeti yetişir. Bu bîçârelerin,<br />

ayrılık derdini çekdiklerini gördüğünü bilmeleri kâfî gelir. (Sen onu görmedin<br />

ise de, O seni elbette görüyor). Çok olur ki aşkdan maksad, dert ve gam çekmekdir.<br />

Kavuşmak hiç hâtıra gelmez. Bu aramak derdine, nasıl, vakt öldürmek de-<br />

– 960 –


nebilir ki, bu dert ve elem, o zevallı âşıkın ömrünün sermâyesi olmuşdur.<br />

Fârisî beyt tercemesi:<br />

Derd-i gamın olmadan geçen ömrüme yazık, yüzlerce!<br />

Keşki gamına yakalanmış olsaydım, dahâ evvelce!<br />

Bu ma’rifetin, tanımanın hâssaları, alâmetleri vardır, buyurmuşsunuz! Tevhîd,<br />

hakîkatde şühûdîdir, görmekledir. Vücûdî, ya’nî hakîkatde mevcûd değildir<br />

ki, bu alâmetlerin hâsıl olması lâzım gelsin. Tevhîd hâllerinin hepsi, sâlikin görüşüdür.<br />

Onun sıfatları değişmez. Allahü teâlânın sıfatları hâline dönmez. Hakîkatleri<br />

değişmez. Mümkinin, ya’nî mahlûkun sıfatları, Allahü teâlânın sıfatlarının aynı<br />

olabilseydi, Muhammed aleyhisselâmın hidâyeti, Allahü teâlânın hidâyeti olurdu.<br />

Hâlbuki Allahü teâlâ, (Ey Habîbim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sen, sevdiğini<br />

hidâyete, doğru yola getiremezsin. Fekat, Allahü teâlâ istediğine hidâyet ihsân<br />

eder) buyurdu. Bunun gibi, hadîs-i şerîfde, (Siz dünyâ işlerinizi dahâ iyi bilirsiniz!)<br />

buyuruldu. Bunlar ne demekdir? Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”,<br />

ilm-i ilâhî için bu sözü söyliyebilir mi idi? Bunun gibi, (Sen gaybi bilmiş olsaydın!)<br />

ve (Bana ve size ne yapacağını bilmem) meâlindeki âyet-i kerîmeler, bunu<br />

hikâye buyuruyor. Bunların hepsi mahlûkla Hâlıkın sıfatlarını ayırmıyor mu?<br />

Burada, elverişli olan sâliklere, çok fâideler vardır. Çünki, seyr-ü sülûkden, ya’nî<br />

tesavvuf yolunda yürümekden ve riyâzet, mücâhede, sıkıntı çekmekden maksad,<br />

Allahü teâlâdan başka, herşeyin sevgisinden kurtulmakdır. Bu da Tevhîd-i şühûdî<br />

ile hâsıl oluyor. Bütün bu uğraşmalar, kulluğun, aczin, zevallılığın meydâna çıkması<br />

ve hiç olduğumuzun anlaşılması içindir. Yoksa, kullukdan kurtulmak için ve<br />

(hâşâ) Allah olmak için ve Onun zâtının kemâlâtına kavuşmak için değildir. Bunları<br />

istemek benlik ve kendini büyük bilmek olur. Büyük üstâd buyurdu ki: (Kulluk<br />

ile sâhiblik, âmirlik ve me’mûrluk bir arada olamaz).<br />

(Vahdet mertebesinde hakîkî fânî olmak, bu yolun nihâyetidir) sözüne gelince;<br />

Vahdet-i vücûd erbâbı, hep enfüse âşık olduklarından, kemâl üzere fânî olacakları<br />

söylenebilir mi? Fânî olmak demek, Allahü teâlâdan başka, herşeyin sevgisinden<br />

kurtulmak demekdir. Hâlbuki bunlar, her ân, her zerreye âşıkdır. Her ne<br />

kadar zerreleri Ondan başka bilmezler ise de, hakîkatde O değildirler. Onun<br />

gayrısından temâmen ayrılmak ve yok olmak için, bu girdâbdan kurtulmak, Onu<br />

âfâk ve enfüsün dışında aramak lâzımdır. Yâhud şöyle cevâb veririz ki, bu hâssalara<br />

ve alâmetlere mâlik olmak, bu Fenâda olmıyor. Bekâ makâmında hâsıl oluyor.<br />

Çünki, Fenâ ve yok olmak zemânında, mahlûkat bilinmiyor. Mahlûklar,<br />

madde ve sıfat hâlinde olmıyor. O hâlde, tevhîd mertebesinin nihâyetine yetişip<br />

hakîkî Fenâ hâsıl olur da, kendisinde bu alâmetlerden hiçbirisi bulunmıyabilir. Bu<br />

alâmetlerin hâsıl olması, nihâyet ve kemâl olursa, Fenâ bulmağa nihâyet demek<br />

nasıl doğru olur?<br />

Asl sözümüze dönelim! Mümkinâtın, mahlûkatın varlığı olsaydı, o zemân (Fenâ-i<br />

vücûdî) olurdu. Hâlbuki, onların vücûdleri, yalnız görünüşdedir. Emânet bırakılan<br />

şey, emânetcinin olmaz, sâhibinindir. Burada ilmin değişmesinden başka<br />

birşey yokdur. Fekat (Kulumu, beni zan etdiği gibi karşılarım) buyurduğu için, burada<br />

da, bu tevhîd-i şühûdî olgunlaşdıkca, sâlike dahâ başka mu’âmele ederler. Bu<br />

alâmetleri, dahâ çok hâsıl ederler. Başkaları bu mu’âmelelere inanmıyabilir. Çünki<br />

onlar, tevhîd yolunda henüz ilerlemekdedir. Hâlbuki bunlar, tevhîdin hakîkatlerine<br />

varmış ve inceliklerine öyle dalmışlar ki, özüne işlemişler, yüksek derecesine<br />

ermişlerdir. Sonra, Allahü teâlânın imdâdı ile bu makâmı geçerek, Peygamberler<br />

“aleyhimüsselâm” için ayrılmış olan ilmlere kavuşmuşlardır.<br />

Ey merhametli kardeşim! Tevhîd-i vücûdî ma’rifetlerinden bildiklerinizi yazınız<br />

ki, bunlar kıymetli hâllerdir. Bunlara kim ne diyebilir? Evliyânın büyükleri, bundan<br />

çok şeyler söylemişdir. Her ne kadar muhabbet serhoşluğu ve aşkın çokluğu<br />

– 961 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:61


ile söylemişler ise de, onların söylemeleri, kıymetini göstermekdedir. Büyük pederim<br />

Abdül-Ehad “kuddise sirruh”, tevhîd-i vücûdde çok ileride idi. Bu yolda yüksek<br />

kitâblar yazmışdı. Bununla berâber, islâmiyyetin edeblerinden hiçbirini bırakmazdı.<br />

Hakîkati bilenlerin hepsi de böyle idi. Fekat, başka büyükleri beğenmemek,<br />

yalnız kendi bilgilerinin doğru olduğuna inanmak ve bunlardan başkasına kıymet<br />

vermemek, sizin gibi büyükler için, çok şaşılacak şeydir. Bunun gibi, Muhyiddîn-i<br />

Arabîyi “kuddise sirruh” Evliyânın sonu bilmek, kendi büyüklerimizin hepsinin<br />

Evliyâlığına inanmamak olur. Yüksek yaradılışlı olanların, böyle sözlere cesâret<br />

etmelerine doğrusu şaşılır. Bunlardan dahâ şaşırtıcı birşey de, İbni Sînâyı çok<br />

sevgi ile anlatıyorsunuz. Hâlbuki, onun bozuk inanışları, Ehl-i sünnet i’tikâdına<br />

uygun değildir ve kâfirliğine ve dalâletine sebeb olmuşdur. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi<br />

aleyh”, eski Yunan felsefecilerinin sözlerini bildirdikden sonra, (Onlar<br />

ve onların yolunda bulunanlar ve meselâ Fârâbî ve İbni Sînâ, kâfir olmuşlardır)<br />

diyor. [O hâlde, bu kâfirlerin ve Avrupadaki inkılâb önderlerinin kitâblarında ve<br />

tercemelerinde bulunan, din hakkındaki, câhilce uydurma, zehrli yazılara inanmamalı,<br />

aldanmamalıdır. İbni Sînânın, felsefeci görüşü ile yazdığı nemâz kitâbını okumamalıdır.<br />

İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Me’ârif-i ledünniyye) kitâbının<br />

sonunda, İbni Sînânın (Müstezâd) kitâbından parçalar yazarak, bunların<br />

küfr ve zındıklık olduğunu bildirmekdedir.] Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem”, büyüklerden birine rü’yâda, İbni Sînâ için, (Allahü teâlâ, onu ilmi ile dalâlete<br />

götürmüşdür) buyurmuşdur. Başka biri de, buna benzer rü’yâ görmüşdür.<br />

Böyle sözleri yabancılardan duysaydık, bu kadar şaşmazdık. Fekat, sizin gibi zâtlardan,<br />

bu gibi sözlerden az birşeyin, hurmetkârlarınızın kulaklarına çarpması, ne<br />

kadar şaşırtsa yeri vardır. Şaşkınlıkla bu yazılara cesâret olundu. Afv buyurmanızı<br />

ümmîd ederim. Efendim! Âriflerin reîsi olan, yüksek üstâdımız, dînin müeyyidi,<br />

vefât edecekleri zemân, buyurmuşdu ki, (İyi anladım ki, tevhîd dar bir yol imiş.<br />

Geniş cadde başka imiş). Mektûbunuzda, onlar [ya’nî Muhammed Bâkî “kuddise<br />

sirruh”] kesretde vahdeti görmek mertebesinde idi, buyuruyorsunuz. Şu hâlde,<br />

vefâtları sırasındaki bu sözlerini ne sebeble söylediklerini duymamış olacaksınız<br />

ki, buna başka ma’nâ vermeğe kalkışıyorsunuz. O hazret, yalnız bu sözü söylemedi<br />

ki, buna ma’nâ aranılsın. Zâten ma’nâsı meydândadır. Ma’nâsı meydânda olan<br />

bir söze başka ma’nâ verilmez. Sonra bu sözü de durup dururken söylemediler. Fârisî<br />

beyt tercemesi:<br />

Râhat bir gece ve hoş mehtâb bul bana!<br />

O zemân söyliyeyim bak, herşeyi sana!<br />

O böyle söyleyince ve bu makâmda olunca, sizin ona [ya’nî babanıza] herkesden<br />

dahâ çok uymanız lâzımdır. Keşfe, hâle kapılsanız da, üstâdınızın yolundan ayrılmamalısınız!<br />

(Bu ma’rifetler, bilgiler, akla da, nakl olunan haberlere de uygundur)<br />

buyuruyorsunuz. Burada gösterdiğiniz haberlerin çoğu müteşâbihât kısmındandır.<br />

[Ya’nî ma’nâları, diğer meşhûr haberlere uymayıp, başka ma’nâ verilmesi<br />

lâzım olan haberlerdir.] Aklın kabûl etmesi de, aklın ereceği, anlıyacağı<br />

şeylerdedir. Akl kuşu, tevhîd mertebesine uçamıyor ve buradan haber alamıyor.<br />

Derin âlimlerden Celâleddîn-i Devânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki,<br />

bu mes’ele, akl çerçevesinin dışındadır. Mevlânâ Abdürrahmân-ı Câmî “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” buyuruyor ki, aklın dışında olan şeyler, keşf ve müşâhede ile,<br />

[ya’nî kalb gözü ile] görülür, akl bunları anlıyamaz. His uzvları da, aklın anladığı<br />

şeyleri anlıyamıyor.<br />

İşte keşf ve müşâhede yolu ile anlaşılmışdır ki: Varlığı lâzım olan hakîkî varlık,<br />

ne küllîdir, ne de cüz’îdir [ya’nî ne parçalanamıyan bir zerredir, ne de parçalanabilen<br />

bir toplulukdur]. Maddîciler diyor ki, (Yok olan, var olmaz ve var olan da,<br />

yok olmaz. Bunu isbât etmeğe lüzûm bile yokdur, bunu herkes bulabilir). Bu<br />

sözleri insanlar için doğrudur. İnsanlar, elbette, birşeyi yokdan var edemez. Hiç-<br />

– 962 –


irşey yaratamaz. Fekat, bu sözü Allahü teâlâ için söylemek yanlışdır. Herkes değil,<br />

kimse böyle söylemez ve isbâta gelmez, vehm ve hayâldir. Allahü teâlânın kudretine<br />

inanmamakdır. Allahü teâlânın yokdan var etmesi ve bütün âlemleri hiçden<br />

yaratması ve hepsini yok etmesi, Onun kudretine göre, şaşılacak bir şey değildir.<br />

Bunu söylemek, âlemin kadîm olduğunu, yokdan, sonradan yaratılmadığını söylemek<br />

demekdir ki, küfrdür. Çünki, kâinâtın, bütün zerreleri ile yokdan var edildiğini,<br />

bütün dinler sözbirliği ile bildirmişdir. (İnsan düşünmüyor mu ki, biz onu<br />

önceden yaratdık. Hâlbuki o, birşey değildi) meâlindeki âyet-i kerîmeye de uygun<br />

değildir. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr eden büyüklerin başlarının tâcı, Kâdî Beydâvî<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh”, tefsîrinde, (İnsan, adem idi, ya’nî yok idi) diye ma’nâ<br />

vermişdir. Bu sözleri, hem de Allahü teâlânın birşey yapmıyacağını bildirir. Çünki,<br />

yok olanı var etmiyor diyorlar. Var olanın, var edilmesi de olmaz. Onların dedikleri<br />

gibi, var olan, yok olmaz ise, varlıkların varlıkda kalabilmeleri için de, Yaratana<br />

ihtiyâcları olmıyacakdır. Hattâ, Allahü teâlâ, eşyâyı yok edemiyecekdir. Bunlar,<br />

cismlerin hâssaları, hareketleri için acabâ ne diyecek? Bunların her zemân yeniden<br />

meydâna geldiklerini ve yok olduklarını herkes görüyor. Vel-hâsıl, bu sözü<br />

söylemek, Allahü teâlâyı inkâr etmekdir. Allahü teâlâ, böyle şeylerden çok yüksekdir.<br />

Allahü teâlânın sıfatları kendinin aynıdır demek de, Ehl-i sünnete uygun değildir.<br />

(Te’arrüf) kitâbının sâhibi [Şeyh Ebû Bekr Muhammed bin Ebî İshak Gülâbâdî<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh”], (Tesavvuf büyüklerinin hepsi, sıfatların, Onun<br />

kendi olmadığı gibi, ayrı da olmadığını söylemişlerdir) diyor. Bunu kabûl etsek bile,<br />

sıfatların mukâbili olan ademlerin [adem, yok olmak demekdir], ilm-i ilâhîdeki<br />

ayrılıkları bize yetişir. Vücûd [ya’nî var olmak] sıfatının, Zât-i ilâhîden ayrı olduğunu,<br />

evvelki mektûbumda uzun uzun bildirmişdim. Fekat, sırası gelmiş iken,<br />

burada da kısaca söyliyeyim. Muhterem kardeşim! Yaratılışı kusûrsuz olan ve yakînlığı<br />

arayan biri, sahîh vicdânına, ya’nî buluşlarına bakar ve iyi düşünürse, anlar<br />

ki, Allahü teâlâya, kendi varlığında, kendinden başkasına muhtâc olmasını ve<br />

kendisinde vücûd, varlık bulunmamasını, ayrıca vücûd sıfatına muhtâc olmasını lâyık<br />

görmez. Fekat, yine anlar ki, Allahü teâlânın kendi hakîkati ve mâhiyyeti, vücûdün,<br />

varlığın aynı değildir. Çünki, vücûdü, varlığı başkasına muhtâc olmadığı için,<br />

Allahü teâlânın hakîkati, o varlıkdan ibâretdir demek, ma’nâsızdır. Kendi varlığı<br />

ile hâricde mevcûd olan bir Zâta, başkalarına sıfat olan, başkaları ile bulunabilen<br />

bir kelimeyi ism vermeğe ne lüzûm vardır? İslâmiyyet de, bu ismi, zâten bildirmemişdir.<br />

Tesavvuf büyükleri, Allahü teâlânın zâtından, kendinden, bütün<br />

nisbetleri ve i’tibârları, düşünceleri ayırdıklarına göre, bunlardan birkaçı, niçin vücûdü<br />

de ayırmıyor? Allahü teâlânın Zâtından vücûdü ayırmak, Ona yokluk kondurmak<br />

olmaz. Zîrâ, yokluk da, bir nisbet, bir sıfatdır. Allahü teâlânın Zâtında hiçbir<br />

nisbet ve i’tibâr olmaz. Sonra bu büyükler, vücûd, Onun aynıdır demekle,<br />

vücûdu inkâr etmiyor. Allahü teâlâ kendisi vardır ve vücûd bir sözden başka birşey<br />

değildir, demiyorlar. Çünki, bu büyükler, Allahü teâlânın hakîkati, mutlak vücûddür<br />

biliyor. Vücûdü inkâr etmiş olurlar mı? Bir şeyin kendisi inkâr olunur mu?<br />

Doğrusu şöyledir ki, Allahü teâlânın hakîkati, kendisi, vücûdden başkadır. Kendi<br />

varlığında, vücûd sıfatına muhtâc değildir. Kendi kendine vardır. Onun vücûd<br />

sıfatına muhtâc olmadığını göstermek için, kendisi, vücûdün aynıdır demeğe lüzûm<br />

yokdur. Kendisi vücûd sıfatından dahâ yüksekdir desek ne olur?<br />

Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, hakîkat âleminde ne varsa, hepsinin nümûnesini<br />

ve misâlini bu mecâz ve görünüş âleminde göstermişdir. Böylece insan, bu sûretlerden<br />

hakîkatlere yol bulur. Allahü teâlânın, vücûd ile var olmayıp, kendi kendine<br />

var olmasının da, bu dünyâdaki örneği, vücûd sıfatıdır. Varlık sıfatı, kendiliğinden<br />

vardır. Ayrı bir vücûdle mevcûd değildir.<br />

Allahü teâlâ kendisi vardır, sözü de, ancak bir bildirmekdir. Yoksa, kendisi ile<br />

– 963 –


olabilen bir vücûd vardır, demek değildir. Şeyh Emân “rahmetullahi teâlâ aleyh”,<br />

(Allahü teâlânın hakîkati mevcûddür. Ondan başkası ademdir, yoklukdur. Adem<br />

ise, eşyânın başlangıcı olamaz. Çünki hakîkat değişmez. Ya’nî, varlığa sebeb olamaz.<br />

O hâlde, başlangıc da vücûddür. O da, tecezzî ile değil temessül iledir) diyor<br />

ki, birçok bakımdan, doğru değildir. Çünki, evvelâ deriz ki, Allahü teâlânın hakîkati<br />

vücûddür demek, Ehl-i sünnet i’tikâdına uygun değildir. İkinci cevâb olarak<br />

deriz ki, Allahü teâlânın sıfatları, Ehl-i sünnete göre, Zâtından ayrıdır. Bunun için,<br />

Allahü teâlâdan başkası, ancak ademdir demek doğru olmaz. Bu hâlde, belki sıfatlar,<br />

eşyâya başlangıcdır. Üçüncü cevâb da, adem, vücûd olursa, hakîkat değişmiş<br />

olur. Fekat eğer adem mevcûd olursa, birşey lâzım gelmez. Âlimler, vücûd yokdur<br />

demişlerdir ki, bu sözde hakîkat değişmesi hiç yokdur. Dördüncü nokta da şudur<br />

ki, adem mevcûd olursa, hakîkat değişmesi olur. Fekat, adem mevcûd görünürse,<br />

hakîkat değişmesi olmaz. Beşincisi de, yukarıdaki sözünde geçen başlangıc<br />

kelimesinden maksad, heyûlâ ve esîr denilen şeydir. Çünki bunu ancak parçalanarak<br />

ve şekl alarak başlangıc yapdı. Allahü teâlâya, kâinâtın heyûlâsı ve aslı demek<br />

kadar alçaklık olmaz.<br />

Îcâd edici, ya’nî yokdan var edici ma’nâsına başlangıc, Zât-i ilâhîdir. Fekat bu<br />

ma’nâda tecezzî ve temessül lâzım değildir. Yasîn sûresi, son âyetinin meâl-i şerîfi,<br />

(Biz istediğimiz şeye ol deriz, hemen var olur)dır. Altıncı nokta, Zât-ı ilâhînin<br />

mukâbili, zıddı ademdir demek, ma’nâsızdır. Zıddı adem olan vücûd başkadır<br />

ki, hâsıl olmak ma’nâsınadır. Yedinci nokta, vücûd, ademin zıddı değildir ki, izâfî<br />

adem [ya’nî her bakımdan değil de, ba’zı bakımlardan yok olan adem] kalmayınca,<br />

vücûd lâzım olsun. (İlm-i ilâhîde bulunan ademler de, eşyânın aslı olamazlar.<br />

Çünki, Allahü teâlânın ilmi, ilm-i huzûrîdir. Ya’nî ezelde bilmişdir. Orada değişiklik<br />

yokdur ki, ademler orada hâsıl olsun ve eşyânın aslı olsunlar. Bu ademler,<br />

ilme nereden geldi? Bir bakımdan mevcûd olmıyan şey, ilmde yer bulamaz) demişlerse<br />

de doğru değildir. Çünki, evvelâ, Allahü teâlânın ilmine, ister huzûrî desinler,<br />

ister başka ism versinler, Allahü teâlânın izâfî ademlere ilmi yokdur demek,<br />

bunları bilmez demekdir. Allahü teâlâya karşı böyle söylemek yakışmaz. Sonra,<br />

bir bakımdan mevcûd olmıyanın, ma’lûm olmıyacağını da kabûl etmeyiz. Çünki,<br />

birçok şeyleri düşünerek biliriz ki, hiçbiri yokdur. Üçüncü olarak, deriz ki, var olacak<br />

şeyler, yok iken, izâfî adem idi. Bunlara her bakımdan yok demek, doğru değildir.<br />

Sadreddîn-i Konevî “kuddise sirruh” buyuruyor ki, şey olmak, iki dürlüdür:<br />

Sâbit olan şey, mevcûd olan şey. Mevcûd olan şey, hâricde bulunan şeydir. Sâbit<br />

olan şey ise, ilmde bulunan, hâricde bulunmıyan şeydir ve bu şeyin bir yapıcısı yokdur.<br />

O hâlde, mutlak ma’dûm [ya’nî her bakımdan yok olan], şey değildir. Çünki<br />

sübûtü de, vücûdü de yokdur. Fekat izâfî ademler, sâbit olan şeydir. Bu şeylikden<br />

dolayı bunlara (Kün) [ya’nî (Ol!)] emri veriliyor ve hâricde var oluyorlar. Şeyh Konevî<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, Allahü teâlânın, var olacak şeyleri<br />

ademde iken bilmesi, ma’dûmu bilmesi değildir. Çünki, böyle sonsuz ademler,<br />

Ümm-ül-kitâbdadır. Kalem-i a’lâ, bunların ba’zısını almış, Levh-i mahfûz da bu<br />

ba’zıları, tafsîl etmişdir. Celâleddîn-i Devânî “rahimehullahü teâlâ” diyor ki,<br />

adem de, hakîkî vücûdün zuhûrlarındandır. Nitekim, imâm-ı Gazâlî “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”, ba’zı kitâblarında buyuruyor ki, (Kâinâtın aslı ademdir. Ademe merhamet<br />

edip, vücûde getirdiler. Adem aslında yok idi. Önce adem yaratıldı. Ademe<br />

kadîm dersek, onu, Allahü teâlâya kadîmlikde ortak etmiş oluruz. Demek ki,<br />

adem, kadîm değildir. Kâinâtın aslı olan adem kadîm olmayınca, kâinât da kadîm<br />

olmaz, hâdis olur. Ehl-i sünnetin (Ma’dûm, şey değildir) sözünün ma’nâsı işte budur).<br />

Dördüncü olarak deriz ki, bu söz, kendi kendini bozuyor. Çünki, izâfî ademler,<br />

ilmde bulunur. Eşyânın aslı olamazlar dedi. Sonra da, ilm, huzûrîdir diyerek,<br />

bu sözünü red etdi. Bir bakımdan sâbit olmıyan, ilmde bulunmaz diyerek de red<br />

etdi. Beşinci olarak deriz ki, Sôfiyye-i aliyye, a’yân-ı sâbiteye, izâfî ademlerdir demişdir.<br />

Bunları, mahlûkâtın hakîkatleri, aslları bilmişdir.<br />

– 964 –


Bundan sonra yazıyorsunuz ki, ilm-i ilâhîde bulunan şeylerin aslı vardır. Bu asl<br />

da, ilm ve belki âlimdir. Fekat, ademlerin aslı nedir? Cevâbında deriz ki, ademlerin<br />

aslı ve menşei, ilm-i ilâhîde birbirlerinden ayrılmış olan kemâlât-i ilâhîdir. Bu<br />

cevâbımız kime uygun gelmez?<br />

Yine yazıyorsunuz ki, hakîkî kulluk, Onu sevmek ve Ondan başka herşeyden<br />

vazgeçmekdir. Ya’nî dünyâ gibi, âhıreti de terk etmekdir. Evet böyledir. Fekat herkes<br />

böyle olduğunu söyler. Doğru ile yalancıları ayıran alâmet, islâmiyyete yapışmakdır.<br />

Bu sevginin çokluğuna alâmet, sünnete [ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeye] çok<br />

yapışmak ve bid’atden çok kaçmakdır. Bu alâmetler bulunmıyan lâfları beğenmezler.<br />

Herşeyden vazgeçdim demelerini, hepsine sarıldım anlarlar.<br />

Muhterem efendim! Düşüncelerin, vesveselerin çokluğundan şikâyet ediyorsunuz.<br />

Mahlûkâta ilm oldukca, vesvese de olur. Onları unutunca, vesveseler de kalmaz.<br />

O hâlde, eşyâyı bilmek ve unutmak üzerinde durmak lâzımdır. Herşeyden,<br />

her mahlûkdan Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Çünki, her mahlûkun kendisi<br />

ve sıfatları Onun kudretinin eseridir. Bu eserlerin sâhibini bulan uyanık bir kimse,<br />

o gizli yolu ve o ma’nevî bağı görür, anlar. Eşyânın Allahü teâlâya delâlet etmesi,<br />

Onu göstermesi için, Onunla ittihâd etmesi, birleşmesi niçin lâzım olsun? Duman<br />

ateşi haber verir ise de, ateşle ne münâsebeti, ne ittihâdı var? Allahü teâlâyı<br />

çok seven, az bir alâka ve işâret ile hemen Ona döner. Hiçbirşey Onu unutmasına<br />

sebeb olmaz. Her gördüğü şeyi, kudretin eseri görüp, eser sâhibine döner. Bunun<br />

için, hiçbirşey, ârifi kendine çağırmaz, eser sâhibine çağırır. Ârifin kalb gözünü,<br />

kendinden, sâhibine aks etdirir, çevirir. Hâlbuki Allahü teâlâyı eşyâ ile ittihâd<br />

etmiş bilen zevallıları, herşey kendilerine çağırır. Kendilerine tutulmasına sebeb<br />

olup çeker. Kendilerini mahbûb, ma’şûk olarak gösterirler. Her çirkin şeytân, cilve<br />

ile, nâz ile kendini ma’şûk yapıp, sedd-i İskender gibi perde olur. Fârisî beyt tercemesi:<br />

Güzeller yanaklarını saklamış, şeytân nâz ediyor,<br />

Şaşırdım kaldım, hayretden, aklım gidiyor.<br />

Mümkinin, mahlûkun varlığı ve kemâl sıfatları, o mukaddes mertebenin zılleri,<br />

aksleri ise, zılden asla yol vardır. Fekat zıl, asl değildir.<br />

Bu fakîr, ârif kemâle geldikden sonra, bunun eşyâya olan ilmine hiçbir zemân<br />

ilm-i huzûrî demedim. İlm-i husûlî değildir dedim ise de, bu, ilm-i huzûrîdir demek<br />

değildir. Çünki, Allahü teâlânın eşyâya olan ilmi [ya’nî herşeyi bilmesi] huzûrî ve<br />

husûlî ilmlerden değildir. İlm-i ilâhînin, yalnız bir inkişâfıdır ki, bilinen şeyleri birbirinden<br />

ayırır. İlmde hiçbirinin sûreti hâsıl olmaz. Allahü teâlânın ilminde bulunan<br />

şeyler demek, ilm-i ilâhî ile birbirlerinden ayrılan şeyler demekdir. Bu şeyler,<br />

her nerede bulunursa bulunsunlar, Allahü teâlâya münkeşifdir [ilmine açıkdır]. Allahü<br />

teâlânın eşyâyı bilmesine ilm-i huzûrî veyâ ilm-i husûlî demek, tevhîd-i vücûd<br />

erbâbına uygun gelir. İşte bir ârif kemâle geldikden sonra, bunun ilmi de böyle<br />

olur. Herşey, nerde olursa olsun, ârifin ilmine münkeşif olur. Ârifin zihninde,<br />

sûretleri hâsıl olmaz. Bu ilm de, ne husûlîdir, ne de huzûrî. Herşeyi akllarına uydurmak<br />

istiyen, bu söze inanmaz ve kabûl etmez ise de, biz zâten onlara söylemiyoruz.<br />

Bunlar, zevk ile, tadarak bilinen şeylerdir. Vicdânî [ya’nî kalb ile bulunan]<br />

şeylerdir. Anlatarak inandırılacak, ilzâmî şeyler değildir. Bu ma’rifetin şaşılacak<br />

tarafı şudur ki, ilm, huzûrî değildir. Bilinen şeyin sûreti de hâsıl olmaz. Tatmadan<br />

bunlar anlaşılamaz.<br />

Efendim! Nemâz, tecellîlerden, müşâhedelerden dahâ üstündür demenin sebebi<br />

şudur ki, muhakkak biliyoruz ki, Allahü teâlâ, bu tecellîden ve müşâhedelerden<br />

gayrıdır. Bunlara kapılıp kalmak, zıllere, hattâ benzerlere, misâllere bağlanıp kalmak<br />

olup, bunlar, matlûb değil, başka şeylerdir. Herşey, Allahü teâlânın aynıdır<br />

diyen, aşk serhoşudur. Matlûbun, maksadın kendinden haber veren, yalnız nemâz-<br />

– 965 –


dır. O nişânı olmıyanın, biricik nişânı nemâzdır. Nemâzda olan yakınlık, başka hiçbir<br />

yerde yokdur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Nemâzda,<br />

kul ile Allahü teâlâ arasındaki perdeler kalkar). Bunun için, nemâza, mi’râc buyurmuşdur.<br />

Onun için, nemâzı temâm kılmağa çok dikkat etmelidir. Nemâzın kemâline<br />

çalışmak, bu müşâhedeleri ve tecellîleri, Ona yaklaşdırmamakla olur. Bu büyük<br />

ihsânı, Allahü teâlâ dilediğine nasîb eder. Onun ihsânları büyükdür, boldur.<br />

Nemâzın kemâl üzere kılınması, nübüvvet yolundan yükselen büyüklere nasîb<br />

olur. Vilâyet yolunda bulunanların çoğu, bu dereceye yetişemez. O büyüklerin yakınlığı<br />

başkadır. İlmleri ve esrârı kendilerine mahsûsdur. Onları ulaşdıran yol, bu<br />

yola benzemez. Öyle bir caddedir ki, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü velberekât”<br />

ve onların Eshâbı ve bu ümmetden seçilmiş çok yüksek olanlar, matlûba bu<br />

yoldan yetişmişlerdir. Âriflerin reîsi olan üstâdımız [ya’nî Muhammed Bâkîbillah<br />

“rahmetullahi aleyh”], (Ana cadde başkadır) sözleri ile belki bu yola işâret buyurmuşlardır.<br />

Vilâyet yolundan da, bir kimsenin bu yüksek zirveye ulaşması mümkindir.<br />

Belki de olmuşdur. Nemâzı yalnız yatıp kalkmak sanmamalıdır. Nemâzın<br />

gayb âleminde bir hakîkati vardır ki, bütün hakîkatlerin üstündedir. O hakîkate<br />

kavuşanları tanımıyanlar, nemâzın kemâlinden ne anlar? Nemâz, gönülleri çeken<br />

bir güzeldir. Onun güzelliği bu mecâz âleminde, sanki bu şekl içine sokulmuşdur.<br />

O sevgilinin cilveleri, nemâzın huşû’ ve edebleri şeklinde bu dünyâda görünmekdedir.<br />

Nemâzın bu şekl ve sûretini sevmiyen, bunun hakîkatinden ne anlıyabilir?<br />

O güzelin cilve ve edâlarına âşık olmıyan, huşû’ ve tumânînetin kıymetini nasıl bilir?<br />

Velhâsıl, nemâzın letâfeti, güzelliği o kadar yüksekdir ki, saçma sapan sözlerimizle<br />

bildirilemez. Kıymetleri o kadar üstündür ki, bu kırık kalemim, ona tercümânlık<br />

edemez. Fekat, bu büyük devlete sâhib olanların, nefîs nefeslerine sığınıyorum!<br />

Onlara hizmet etmeğe ve sevmeğe karşılık olan müjdelere güveniyorum.<br />

Fârisî beyt tercemesi:<br />

O güzelin saçı, avucuma girse, misk saçılır elimden,<br />

O ay yüzlü, kucağıma gelse, gün doğar her yerimden.<br />

Yâ Rabbî! Sen, onların sandığı ve söylediği gibi değilsin! Seni bize haber veren,<br />

bildiren Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” selâmlar olsun, selâmetler<br />

olsun! Bu âlemleri yaratan, her ân varlıkda durduran, cesedlerin rızkını, rûhların<br />

gıdâsını, kalblerin nûrunu ihsân ederek, kullarının gelişmesini lutf eden Allahü<br />

teâlâya hamdler, şükrler olsun!<br />

Herkese yayılan merhamet ve ikrâmlarınızdan şunu umar ve istirhâm ederim<br />

ki, bundan sonra, Allahü teâlânın bu âsî ve insanlıkdan uzak kulunu aramayınız.<br />

Onu, ümmîdsizlik köşesinde yalnız bırakınız da, günâhlarının mâtemini tutmakla<br />

ve münâsebetsizliğinin acılarını tatmakla inliyebilsin! Allahü teâlâ, Peygamberlerin<br />

gösterdiği yolda yürüyenlere selâmet versin! Âmîn.<br />

53 — İKİNCİ CİLD, 45. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, hakîkatleri bilen, ma’rifetler sâhibi, hâce Hüsâmeddîn Ahmede yazılmış<br />

olup, bu kâinâtın hepsi, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının aynası olduğu,<br />

Zât-i ilâhîden ise, hiç nasîbleri olmadığı ve maddenin kendi kendine varlıkda<br />

duramıyacağı, maddenin hakîkî varlık olmadığı ve birçok şeyler bildirilmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd-ü senâlar olsun. Onun seçdiği, sevdiği kimselere selâmetler<br />

olsun! Muhterem efendim. Fârisî mısra’ tercemesi:<br />

Her ne olursa olsun, dostdan konuşmak dahâ tatlı!<br />

İşitilmemiş, duyulmamış ma’rifetleri yazıyorum. Lutfen iyi dinleyiniz! En yüksek<br />

insanların murâkabe yolunu bildiriyorum. Çok dikkatli okuyunuz! Biliniz ki,<br />

– 966 –


âlem [ya’nî herşey], Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının nümûnesi, örneği, aynasıdır.<br />

Mahlûkun hayâtı, Onun hayâtının aynası, bilgisi, Onun ilminin aynası, kudreti<br />

de, Onun kudretinin görünmesidir. Kulların herşeyi de böyledir. Fekat âlemde,<br />

Zât-i ilâhînin, [ya’nî kendisinin] aynası yokdur. Hattâ, Zât-i ilâhînin bu âlem<br />

ile hiç münâsebeti yokdur. Hiçbirşeyle ortaklığı yokdur. Ne ismde, ne de sûret ve<br />

görünüşde, iştirâk, benzerlik yokdur. O, âlemlerden ganîdir, [hiçbirşeye muhtâc<br />

değildir]. Hâlbuki, Onun ismleri ve sıfatları böyle değildir. Sıfatlarının bu âlem ile,<br />

ismleri münâsebetli ve sûretleri, görünüşleri müşterekdir. Allahü teâlâda ilm sıfatı<br />

vardır. Mahlûkda da, o ilmin sûreti, benzeri vardır. Onda, kudret sıfatı olduğu<br />

gibi, bunda da, o kudretin sûreti vardır. Zât-ı ilâhî, böyle değildir. Mahlûkların, bundan<br />

nasîbleri yokdur. Kendi kendilerine varlıkda kalabilmek, onlara verilmemişdir.<br />

Mahlûklar, Onun ismleri ve sıfatları sûretinde yaratıldıkları için, kendileri, sıfatdır.<br />

Hakîkatde hiçbiri madde değildir. Maddelikle alâkaları bile yokdur [ya’nî<br />

kendi kendilerine varlıkda durmuyorlar]. Varlıkda durabilmeleri, Zât-i ilâhî iledir.<br />

Fizikciler, kimyâgerler, eşyâyı, madde ve maddenin sıfatları, ya’nî hâssaları,<br />

özellikleri diye ikiye ayırıyor [ve yaratılmıyan, yok olmıyan sandıkları madde, varlıkda<br />

kendi kendine duruyor ve dünyânın temel taşını teşkîl ediyor diyorlar]. Bu<br />

sözleri, maddeyi bilmediklerindendir. [Bugünkü tecribeler de, Lavoisier, Dalton<br />

ve Robert Boylenin ve dahâ sonra gelen kimyâgerlerin anladıkları madde bilgisini,<br />

çok mühim bir şeklde değişdirmişdir. Bugünkü fiziğin temellerinden biri olan<br />

Einsteinin relativite nazariyyesine göre, enerjinin de, madde gibi, bir kütlesi vardır.<br />

Belki de madde, teksîf edilmiş kudretden başka birşey değildir.]<br />

Kimyâcılar der ki: Sıfat, ya’nî özellik yalnız başına bulunamaz. Hep madde ile birlikde<br />

bulunur ve maddenin nasıl olduğunu bildirir. Bunların, sıfat madde ile bulunur<br />

demeleri, hakîkatde, sıfatın sıfat ile bulunmasıdır. Sıfat da, madde de, Zât-i ilâhî<br />

ile kâim olmakda, varlıkda kalmakdadır. Kendi kendine duran madde yokdur.<br />

Bütün cismleri, herşeyi varlıkda durduran, ancak Odur. Ya’nî Allahü teâlâ, kayyûm-i<br />

âlemdir. Madde kendi kendine varlıkda durmuyor ki, sıfatları da onunla durabilsin.<br />

Sıfatlar, maddenin zâtı, kendisi olmadığı gibi ve yalnız madde ile bulunup,<br />

kendi kendilerine bulunamıyacakları gibi, bütün eşyâ da, madde de, Zât-i ilâhî ile<br />

bulunmakdadır. Hiçbirinin zâtı yokdur. Maddenin zâtı, [kendisi] olmayınca, sıfatları<br />

onunla bulunamaz. Zât, yalnız Allahü teâlânındır. Herşey, Onun zâtı ile varlıkdadır.<br />

Herkesin, kendine, zâtına, ben demesi, hakîkatde, herşeyi varlıkda durduran<br />

bir Zâtı göstermekdedir.<br />

(Ben) diyenler, neye işâret etdiğini bilse de, bilmese de, bu böyledir. Bununla<br />

berâber, Allahü teâlâ, hiçbir işâretle gösterilemez. Hiçbirşeyle birleşmiş değildir.<br />

Bu ince bilgileri iyi anlamıyan, tevhîd-i vücûdî ile karışdırmasın! Vahdet-i vücûdü<br />

söyliyen, bir zâtdan başka mevcûd yokdur der. Onun ismlerini ve sıfatlarını, nazarî<br />

kabûl edilmiş bilir. Mahlûkların hakîkatleri bile vücûd [varlık] görmemişdir.<br />

(A’yân [eşyâ], varlığın kokusunu duymamışdır) der. Hâlbuki bu fakîr, sıfât-i ilâhiyyeyi,<br />

hâricde [ya’nî ilmde değil, nazarî değil] ayrıca var bilirim. Ehl-i sünnet âlimleri<br />

de, böyle bilmekdedir. Esmâ ve sıfât-ı ilâhînin aynaları olan bu âlemi de mevcûd<br />

bilirim. Kendi kendine varlıkda durmağı, ya’nî maddeliği bu âlemde göremem.<br />

Herşeyin, Zât-i ilâhî ile kâim olduğunu [varlıkda durduğunu] iyi bilirim.<br />

Süâl: Demek ki, mahlûkların zâtı, Zât-i ilâhîden başka değildir. Herşey, Zât-i<br />

ilâhî ile birleşmişdir. Bu ise, olamaz. Mahlûk, kadîmin aynı olur mu?<br />

Cevâb: Mahlûkların zâtı, ya’nî mâhiyyet ve hakîkati, Allahü teâlânın ismlerinin<br />

ve sıfatlarının aynaları olan birçok a’râz, ya’nî hâllerdir ki, bunlar, Zât-i ilâhînin<br />

aynı değildir. Zât-i ilâhî ile birleşik değildir. Yalnız bu hâller, Zât-i ilâhî ile vardır.<br />

Herşeyin kayyûmu [varlıkda durdurucusu] Odur.<br />

Süâl: Herkes kendi zâtına ben deyince, Zât-i ilâhîyi gösterirse, mahlûkların zâtı,<br />

mâhiyyet ve hakîkatleri, Zât-i ilâhînin aynı olur. Çünki, herkes ben deyince, ken-<br />

– 967 –


di hakîkatini, mâhiyyetini gösterir. Tevhîd-i vücûdî sâhibleri de böyle demiyor mu?<br />

Cevâb: Evet, herkes, ben deyince, kendi hakîkatine işâret eder. Fekat, hakîkatleri,<br />

a’râz ya’nî hâller topluluğu olduğundan, bunlara işâret olunamaz. Çünki,<br />

hâllere, yalnız olarak işâret edilemez. İnsanın hakîkati, işâret kabûl etmeyince, bu<br />

işâret, bu hakîkatin kayyûmu olan Zât-i ilâhîye olur. O hâlde mahlûk başkadır. Hâlık<br />

başkadır. Tevhîd-i vücûdî sâhiblerinin sözü gibi değildir. Şaşılacak şeydir ki, mahlûkun<br />

ben demesi ile Hâlık teâlâya işâret edilmiş olmakla berâber, mahlûk, kendi<br />

hâlinde mahlûk olarak kalıyor. (Sübhânî) demek ve (Enelhak) demek doğru olmuyor.<br />

Belki de, ayrılığı görerek, bunları söyliyemiyor.<br />

Süâl: Mahlûkun Zât-i teâlâ ile varlıkda durabilmesi, Zât-i teâlâda değişiklik olması<br />

değil midir? Bu ise olamaz.<br />

Cevâb: Mahlûk, Zât-i teâlâya hulûl etmemiş, birleşmemişdir. Yalnız varlıkda kalması,<br />

Zât-i teâlâ iledir.<br />

Süâl: Mahlûklar hep a’râz, hâller ve sıfatlar olunca, bir yerde bulunması lâzımdır.<br />

Çünki hâl, kendi kendine bulunamaz dedik. Bu yer, Zât-i teâlâ olamaz. Adem<br />

[yokluk da] olamaz. Bu yer neresidir?<br />

Cevâb: A’râz [ya’nî hâller, özellikler] kendi kendine varlıkda kalamaz. Başka<br />

birşeyde bulunur. Fizikciler, bu berâberliği, hulûl şeklinde anladıklarından, a’râz<br />

için bir yer arar. A’râz [hâller] yersiz olmaz der. Hâlbuki, söylediğimiz ma’nâda<br />

varlıkda durmak için, yer lâzım değildir. Biz anlıyoruz ki, herşey, Zât-i teâlâ ile durmakdadır<br />

ve hulûl ve yer, hiç yokdur. Fizikciler, bu sözümüze ister inansın, ister<br />

inanmasın. Onların inanmaması, bizim gördüğümüzü, bildiğimizi değişdiremez.<br />

Böyle olduğunu biliyoruz. Onların şübhesi; bilgimizi bozamaz. Bu sözümüzü, bir<br />

misâl ile açıklıyalım: Hokkabazlar, birçok garîb şeyler gösterir. Herkes, bu gösterilerin,<br />

kendiliklerinden varlıkda durmadıklarını bilir. Hokkabaz ile durduklarını<br />

ve bir yerde de olmadıklarını bilir. Yine bilirler ki, bunlar hokkabaza hulûl etmemişdir.<br />

Yalnız onun ile varlıkda bulunuyorlar. İşte Hak teâlâ, eşyâyı his ve vehm<br />

mertebesinde yaratmışdır. Onları varlıkda durdurmakdadır. Ebedî işleri ve sonsuz<br />

azâb ve ni’metleri bunlara bağlı kılmışdır. Bu eşyâ, varlıkda kendi kendilerine<br />

durmuyor. Hulûl olmadan, birleşmeden, Zât-i ilâhî ile durmakdadır. İkinci bir<br />

misâl, bir dağın veyâ gök yüzünün, aynada görünmesidir. Aklı olmıyan, bunları cism<br />

sanır. Kendiliklerinden aynada duruyor der. Fekat birisi, aynadaki şeklleri sıfat sanır<br />

ve ayna ile bulunuyor der ve sıfat oldukları için, bunlara bir yer lâzımdır, bilirse,<br />

bu kimse de abdaldır ki, başkalarına uyarak, meydânda olan bilgisini inkâr<br />

etmekdedir. Çünki, aklı olan, bu şekllerin yeri olmadığını, yere muhtâc olmadıklarını<br />

bilir. İşte, keşf ve şühûd erbâbı, bütün eşyâyı, aynadaki sûretler gibi görür.<br />

Allahü teâlâ, bu sûretlere kuvvet vermiş, yok olmakdan korumuşdur. Âhıretdeki<br />

sonsuz işleri, bunlara bağlamışdır. Kelâm ilmi büyüklerinden ve mu’tezîle mezhebi<br />

âlimlerinden Nizâm, herşeyi sıfat bilmiş, maddeyi inkâr etmişdir. Kısa görüşlü<br />

olduğundan, bu sıfatların, Hak teâlâ ile durduğunu bilemedi. Aklı olanlar tarafından<br />

ayblandı. Çünki, sıfatın, başkası ile bulunması lâzımdır. Sôfiyye-i aliyyeden<br />

(Fütûhât-i Mekkiyye) kitâbının sâhibi [Muhyiddîn-i Arabî] “kuddise sirruh”, herşey<br />

sıfatdır ve hepsi, bir varlık ile durmakdadır demiş ve bu varlık da, Zât-i ilâhîdir<br />

demişdir. Fekat bu sıfatlar, bir ân için vardır ki, iki zemânda varlıkda duramaz.<br />

Âlem, her ân, yok olur ve bir benzeri yerine gelir. Her ân böyle olur demişdir. Bu<br />

fakîre göre, bu bir görüşdür. Hakîkat değildir. Bunu, (Şerh-i rubâ’ıyyât) hâşiyesinde<br />

açıklamışdım. Ya’nî, tesavvuf yolunda yürüyenler, nihâyete varmadan önce, bütün<br />

âlem gözünde gayb olmadan evvel, bir ânda âlemi yok görür, ikinci ânda var<br />

görür. Üçüncü zemânda yine yok görür. Dördüncü ânda yine var görür. Tâm Fenâ<br />

ile şerefleninceye kadar, ya’nî bütün âlemi her zemân yok görünceye kadar, böyle<br />

olur. Fenâ hâsıl olunca, âlemi hep yok bilir.<br />

– 968 –


BÜYÜK ÂLİMLER<br />

(Silsile-i aliyye)<br />

Nebî, Sıddîk ve Selmân, Kâsım, Ca’fer, Bistâmî,<br />

irfân kaynağı oldu, Ebül-Hasen Harkânî.<br />

Ebû Alî Fârmedî geldi sonra bu meydâna,<br />

çok Velî yetişdirdi, hem Yûsüf-i Hemedânî.<br />

Abdülhâlık Goncdüvânî, ma’rifetler semâsında,<br />

dünyâyı aydınlatdı, hem Ârif-i Rîvegerî.<br />

Mâverâ-ün-nehr ili, Tûr-i Sînâ gibi oldu,<br />

nûrlandıranlardan biri, Mahmûd-i İncirfagnevî.<br />

Alî Râmîtenîdir Azîzân ve pîr-i Nessâc,<br />

çok kerâmet gösterdi, Muhammed Bâbâ Semmâsî.<br />

Seyyid Emîr Gilâl de, ilm deryâsında sadef,<br />

andan meydâna geldi, Behâüddîn-i Buhârî.<br />

Alâ’üddîn-i Attâr, zemânının kutbu idi,<br />

Ya’kûb-ı Çerhîde oldu zâhir, envâr-ı rahmânî.<br />

Ubeydüllah-i Ahrâr ve Hâce Muhammed Zâhid,<br />

Dervîş Muhammed geldi ve Hâcegî Muhammed Emkenegî.<br />

Bâkî billahdan gelen, nûrlara kendi de katıp,<br />

binlerce kalb temizledi, imâm-ı Ahmed Rabbânî.<br />

Urvet-ül-vüskâ Ma’sûm ve Seyfeddînle seyyid Nûr,<br />

ve Mazherle Abdüllah, sonra Hâlid-i Bağdâdî.<br />

Feyz verdiler bunlar da, sonra bu nûru Abdüllah,<br />

Anadoluya yaydı, hem de Tâhâ-yı Hakkârî.<br />

Hem seyyid-i Sâlih de, kardeşin yerini tutup,<br />

fenâ-fillâha kavuşdu Sıbgatullâh-i Hîzânî.<br />

Bu üç Velînin sohbetlerinde yükselip,<br />

mürşid-i kâmil oldu, seyyid Fehîm-i Arvâsî.<br />

Bu otuzdört Velînin kalbleri, bir ayna gibi,<br />

yaydılar hep cihâna, envâr-ı Resûlillâhi.<br />

Bütün bu nûrlar en son, toplandı bir hazînede,<br />

ismi bu hazînenin: Abdülhakîm-i Arvâsî.<br />

Gelince kalblere müceddid-i elfin feyzi,<br />

yetişdi her yerde birer hakîkî Velî.<br />

Bu hâli görünce mason ile yehûdî,<br />

müslimânlara saldırdı, canavar gibi.<br />

Bu hücûmları, islâmı yok etmek içindi,<br />

bunu haber veriyor, Mâide sûresi.<br />

Hem bu sûre, islâma müşrikler saldıracak diyor,<br />

masonların müşrik olduklarını haber veriyor.<br />

Meşhûr yalanları ile aldatıp câhilleri,<br />

Ehl-i sünnetden ayırdılar, binlerce müslimânı.<br />

Hücûmlardan korunur, (Âyet-el kürsî) okuyan,<br />

hıfz-ı ilâhîde olur, (istigfâr düâsı) okuyan. [1]<br />

[1] İstigfâr düâsı, (Estagfirullahel’azîm, ellezî lâ ilâhe illâ huv elhayyel kayyûme ve etûbü<br />

ileyh)dir. İstigfâr, (Estagfirullah)dır. Ma’nâsı, (Beni afv et Allahım)dır. Urvet-ül<br />

vüskâ Ma’sûm-ı Müceddidî, beş vakt nemâzdan sonra, üç kerre istigfâr düâsı ve 67 kerre<br />

istigfâr okurdu ve yüzkırkbin talebesine okumasını emr ederdi.<br />

– 969 –


Resûlullah buyurdu ki, (Âhıretde azâb görmez,<br />

dünyâ işlerinde, bana tâbi’ olan).<br />

Se’âdete kavuşamaz, önderi şeytân olan!<br />

dostlar, ahbâblar kaldı mı, ne oldu anan baban?<br />

Bir hocamız, mason olmuş, dîne çatdı hiç durmadan,<br />

ingiliz diploması var, lâkin, kafası bomboş nâdân.<br />

Güler yüzle, tatlı dille, bol numara vermekle,<br />

arkadaşlarımı aldatdı, yalan sözlerle hemân.<br />

Îmânım var diyor, her bozuk inanan,<br />

Ehl-i sünnetdedir, iyi bil, hakîkî îmân!<br />

Çok şükr islâm âlimi gördüm, sözleri ilm ve irfân,<br />

dedi ki, (aldatılamaz, fen dersleri okuyan!)<br />

Dînimi ondan öğrendim, rûhu olsun şâdümân!<br />

Avrupa, hem Amerika, kısacası bütün cihân.<br />

Dinleri bozuk ise de, diyorlar vardır Nîrân!<br />

kâfirler yanacak, kurtulur ancak iyi insan!<br />

İyi insan olmak için, Muhammed aleyhisselâma inan,<br />

Cehenneme girmeyecek, bu son Peygambere uyan.<br />

Târîhi dikkat ile oku, ey körpecik Nev-civân!<br />

mala, makâma aldananın sonu olmuş âh, figân.<br />

Aman yâ Rabbî, el-aman! Garîb oldu âhır zemân!<br />

İslâmiyyet unutuldu, moda oldu harâm, yalan!<br />

Pârisde, Profesör olunca, Resûlullaha çatan,<br />

Hamîdullah kurtulamaz, ebedî azâbdan.<br />

(Fâideli Bilgiler) kitâbı, sözlerini yazıyor,<br />

Çok alçak olduğunu anlar, bunları okuyan.<br />

Seyyid Kutb denilen bir ahmak da, kendini müctehid zan ediyor,<br />

Mahv olur, doğru sanarak, sözlerine aldanan.<br />

Ömür geçer, herşey biter, kâfirlerin gideceği mekân.<br />

karanlık bir çukurdur, arkadaş olur yılan, çiyan,<br />

Hak teâlâ, bu vatanı pek kıymetlendirdi,<br />

toprağının çok yerine mü’minler secde etdi.<br />

Bu topraklardan gelen, ecdâdımızın seslerini duyan,<br />

anlar ki, Cennete kavuşur, Muhammed aleyhisselâma uyan.<br />

Yâ Rabbî! Bu vatanı koruyan kumandanlara yardım et,<br />

bu millete hizmet etmeği, herbirine nasîb et.<br />

Mü’minlere hizmet, çok büyük ni’metdir,<br />

bu ni’mete kavuşanın gideceği yer Cennetdir.<br />

Müslimânın kabri, Cennet bağçesi olur,<br />

bu ni’mete kavuşamaz, mü’minin kalbini kıran.<br />

Vandan gelen bir Velî İstanbulda, senelerce,<br />

bunları hep söyledi, yerleşdi hakîkî îmân.<br />

Ankaranın toprağı, binüçyüzaltmışikide,<br />

cem’i zıddeyn yaparak, şâd oldu Hâcı Bayram.<br />

Düâ edeceğin zemân, Silsileyi oku hemân!<br />

Sâlihleri söyleyince, yağar rahmet-i Rahmân!<br />

Selâm olsun, düâ olsun, bu yazardan dâimâ,<br />

Silsile-i aliyyenin ervâhına yâ Sübhân!<br />

Sonra, bir Fâtiha ile istigfâr düâsı okuyup, sevâbını Muhammed aleyhisselâmın<br />

mubârek rûhuna ve Enbiyânın ve Evliyânın ve Silsile-i aliyyenin ve Âbâ ve<br />

Ecdâdının ervâhına hediyye ve nûrlu kalblerine ilticâ etmelidir.<br />

1960 Erzincan.<br />

– 970 –


54 — MADDE ÜZERİNDE YENİ BİLGİLER<br />

Bundan önceki maddede yazılı mektûbla bağlılığı olduğu için ve Allahü teâlânın<br />

sonsuz kudretinin inceliklerini çok açık gösterdiği için, bugünkü tecrîbelerin<br />

meydâna çıkardığı, âlem ve madde üzerindeki yeni bilgileri din kardeşlerime burada<br />

kısaca yazmağı uygun gördüm. Bu maksadla, Almanca (Der Mensch) kitâbının<br />

[m. 1940] senesi baskısından mühim gördüğüm yerleri de aşağıya terceme<br />

ediyorum:<br />

Bu âlem, topraklar, cânlılar ve hava hep maddeden yapılmışdır. Terâzîde dartılan,<br />

ya’nî ağırlığı olan herşeye, (Madde) denir. Maddeler belirli, husûsî özellikleri<br />

ile birbirinden ayrılır. Her maddede enerji, kudret bulunur. Maddelerin şekl<br />

almış parçalarına, (Cism) denir. Anahtar, maşa, çivi, makas birer cismdir. Fekat<br />

hepsi, aynı demir maddesinden yapılmışdır. Bir maddeden yapılmış cismlere,<br />

(Sâf cism) denir. Sâf cismde, bir maddenin belirli özellikleri vardır. Bir sâf cismden,<br />

başka bir madde çıkarılamaz ise, bu maddeye (Basît cism, eleman) denir. Demir,<br />

bakır, kükürt, oksigen birer elemandır. Bugün, yüzbeş eleman biliyoruz. İki<br />

veyâ dahâ çok eleman, birbirleri ile birleşerek, başka sıfatları taşıyan, yeni bir madde<br />

meydâna getirilebilir ki, bu yeni maddeye (Mürekkeb veyâ bileşik cism) denir.<br />

Su, ispirto, şeker, tuz bileşik cismlerdir. Bileşik bir cismden başka başka, basît cismler<br />

çıkarılabilir. Başka maddelere ayrılabilen sâf cisme (Bileşik cism) denir. Bugün,<br />

yüzbinlerce bileşik cism bilinmekde ve elemanlar birleşdirilerek yenileri yapılmakdadır.<br />

Elemanları insanlar yapamaz, arar, bulur.<br />

Cismlerde, dâimâ değişiklik olduğunu görüyoruz. Su akıyor, rüzgâr esiyor, kuş<br />

uçuyor, çocuk büyüyor, yaprak sallanıyor, yüreğimiz işliyor, dünyâ dönüyor. Cismlerde<br />

meydâna gelen değişmelere, (Hâdise, olay) denir. İki dürlü hâdise vardır:<br />

1 — (Fizik hâdisesi): Bir cismde meydâna geldiği zemân, cismin özünü, yapısını<br />

değişdirmiyen hâdiselerdir. Kâğıdın yırtılması, fizik hâdisesidir. Çünki, kâğıdın<br />

şekli değişdi, fekat özü, yine kâğıddır.<br />

2 — (Kimyâ hâdisesi): Bir cism üzerinde meydâna geldiği vakt, cismin mâhiyyetini,<br />

yapısını değişdiren hâdiselerdir. Kâğıdın yanması, kimyâ hâdisesidir. Çünki,<br />

kâğıdın yapısı bozuldu. Kül oldu.<br />

Fizik hâdiselerini inceliyen ilme, fizik ilmi [hikmet] denir. Kimyâ hâdiselerini<br />

inceliyen ilme, kimyâ ilmi [şimi] denir.<br />

Bir madde üzerinde, bir fizik hâdisesinin meydâna gelmesi için, bu maddeye bir<br />

kuvvetin te’sîr etmesi lâzımdır. Suya, harâretin kuvveti te’sîr edince, buhâr hâline<br />

geçerek, fizik hâdisesi oluyor. Fizik hâdiseleri, bir madde üzerinde meydâna geliyor.<br />

İki şişe, birbirine çarparak kırılınca, bunların maddeleri birbirine te’sîr ederek<br />

kırılmıyor. Taşıdıkları enerji [Zinde kuvveti=1/2 m v 2 ] te’sîri ile kırılıyorlar.<br />

Kimyâ hâdiseleri ise, iki veyâ dahâ çok cism arasında, madde alışverişi sonucu<br />

olarak meydâna gelir. Bir bileşik cismden madde ayrılır veyâ madde eklenir. Basît<br />

cismler, birbiri ile veyâ bir bileşik cismle birleşir. Maddelerin birbirine te’sîr etmesine<br />

(Reaksiyon, tepkime) denir. Kimyâ reaksiyonlarında, maddelerin birbiri<br />

ile birleşen veyâ ayrılan en küçük parçasına (Atom) denir. Basît cism, yalnız bir<br />

cinsden atomların yığınıdır. Yüzbeş basît cism olduğu için, yüzbeş dürlü atom var<br />

demekdir. Bir atomun ağırlığı, bir miligramdan milyarlarla dahâ azdır. Yüzbeş atomun<br />

büyüklükleri ve ağırlıkları başka başkadır.<br />

Bir borudan su akdığı gibi, bir elektrik telinden de, elektrik dânecikleri akar.<br />

Su, borunun içinden akar. Elektrik dânecikleri ise, iletken telin dış yüzeyinden akar.<br />

Elektriğin, hiç bölünmiyen en küçük parçasına (Elektron) denir. Bir elektron, en<br />

küçük atom olan hidrogen atomundan binsekizyüzotuzbeş def’a dahâ hafîfdir.<br />

Ya’nî, elektronun ağırlığı, yok gibidir. Elektronlar, menfî, ya’nî eksi elektrikdir.<br />

Müsbet, ya’nî artı elektrik yokdur. Eksi elektrik noksânlığına artı elektrik denil-<br />

– 971 –


mişdir. Bir yerde eksi elektrik azalınca, müsbet elektrik artıyor diyoruz. Bir yerde<br />

elektrik sıfırsa, ya’nî yoksa, bu yerde bulunan eksi ve artı elektrik mikdârı, birbirinin<br />

aynıdır, eşitdir diyoruz.<br />

Erd denilen yer küremizi kaplıyan, nihâyetsiz sandığımız boşlukda [birinci<br />

gökde] yıldızlar yüzmekdedir. Bunlardan sekiz dânesi ve peykleri [uyduları] katı<br />

ve karanlıkdır. Geri kalan yüzbinlerle yıldızın herbiri, parlak bir güneşdir. Bu<br />

güneşlerin hepsi, bizim güneşimiz gibi, tâ merkezlerine kadar gaz hâlindedir.<br />

Hiçbirinde, ne su, ne de taş, toprak, ağaç, hayvân ve insan gibi katı cismler yokdur.<br />

Bu yıldızların arasındaki mesâfe, pek fazla olup (Zıyâ senesi) ile ölçülür. Bir<br />

zıyâ senesi, sâniyede üçyüzbin kilometre giden ışığın, bir senede gitdiği yoldur. Yıldızlar,<br />

birbirinden o kadar uzakdır ki, ışık bir yıldızdan, başka komşu bir yıldıza,<br />

yüzlerce ışık senesinde varabilir. Meselâ Atlas okyânusunda [Atlantikde] uçan bir<br />

tayyâre pilotunun, her üç sâatde bir nohud dânesini atdığını düşünürsek, yıldızların<br />

fezâ boşluğundaki büyüklük ve uzaklıkları, bu nohud dânelerinin, denizdeki<br />

hâli gibidir. Birbirlerinden bu kadar çok uzak olmakla berâber, fezâ dâhilinde, milyarlarca<br />

yıldız vardır. Bir kerre, fezânın [birinci semânın] büyüklüğünü düşünelim.<br />

Sonra da, vatanımız olan şu, küçük demeğe lâyık, Erdımıza bakalım. Erdımızın<br />

çapı, güneşin çapından yüzdokuz def’a dahâ küçükdür. Bu yıldızların hepsi, boşlukda,<br />

sâniyede ortalama yüz kilometre hızla gitmekdedir. Fekat, gelişi güzel,<br />

alabildiğine gitmeyip, birer helezon [spiral] içinde uçmakdadırlar. Yüzmilyonlarca<br />

yıldız, aynı bir helezonda bulunuyor. Bugün böyle, yüzbinlerle helezon biliyoruz.<br />

Bir helezonun çapı, onbinlerce zıyâ senesidir. Bizim güneşimiz de, böyle bir<br />

helezona mensûb bir yıldızdır. Güneşimizin helezonunun kıvrımını, geceleri, şerîd<br />

hâlinde görmekdeyiz ve saman yolu [Kehkeşân] ismini vermekdeyiz. Erd küremiz,<br />

büyüklüğü, kâinât yanında hardal tohmu kadar da diyemiyeceğimiz, karanlık<br />

bir cism olup, güneşimize yüzellimilyon kilometre uzakdadır. Güneşimizin<br />

etrâfında Erdımız gibi dönen, sekiz karanlık küre dahâ vardır ki, bunlar da, katıdır.<br />

Hiçbirinde hava, su, ot ve hayvân yokdur. Bu karanlık yıldızlar, güneşe yakınlık<br />

sırası ile; Utârid [Merkür], Zühre [Venüs], Erd, Merîh [Mars], Müşterî [Jüpiter],<br />

Zühal [Satürn], Uranüs, Neptün, Plütondur.<br />

Güneşimize, bu dokuz seyyâresi ile birlikde (Güneş manzûmesi, sistemi) diyoruz.<br />

FEZÂ GEMİSİ: Dünyâ etrâfında bir yörüngeye oturmak, bunu ta’kîben dünyâ<br />

ile ay ve ondan sonra da, dünyâmız ile güneş sistemindeki diğer gezegenler arasında<br />

seferler te’sîsi maksadı ile i’mâl edilmiş olan hava gemileridir. Fezâ seyâhati,<br />

[m. 1957] de fezâya atılan ilk fezâ gemisi Sputnik I ile birdenbire başladı. [m.<br />

1966] ya kadar, fezâya fırlatılan fezâ teknelerinin sayısı yüzotuzu geçmişdir. Fezâ<br />

tekneleri, dünyâ üzerindeki üslerden fezâya iki veyâ dahâ çok kademeli dev füzelerle<br />

yollanmakdadır. Bu füzelerin ateşleme ânındaki ilk hızı, sâatde 100 kilometre<br />

civârında olduğu hâlde, dünyâ etrâfındaki bir yörüngeye girebilmek için hızlarının<br />

sâatde 25.000 kilometreyi aşması şartdır. Yine dünyâ dışında yıldızlararası<br />

boşlukda, bir hedefe doğru yollanacak fezâ gemilerinin, yerçekiminden kurtulabilmeleri<br />

için hızlarının 40.000 kilometreye ulaşması lâzımdır. Ruslar ve Amerikalılar,<br />

aya, güneşe, merîh ve zühre yıldızına fezâ gemileri yollamışlar ve ikisi<br />

Amerikalı, dördü Rus olmak üzere dünyâ etrâfında çeşidli yörüngelere altı gemi<br />

oturtulmuşdur. Hâlen dünyâmıza üçyüzseksendörtbin [384.000] kilometre uzakda<br />

bulunan aya giden fezâ gemileri inşâ edilmekdedir. İlmî ve teknik bakımdan,<br />

fezâ gemileriyle güneş sistemindeki seyyâreler arasında seyâhat, artık imkân dâhiline<br />

girmişdir. Bununla berâber, kozmik ışınlar, meteor tehlükeleri ve dahâ<br />

birçok güçlükler vardır.<br />

Kâinâtdaki güneşler çok büyük olduğu gibi, elektronlar da düşünülemiyecek kadar<br />

küçükdür. Bir santimetre uzunluğu doldurmak için 10 26 dâne elektronu yan-<br />

– 972 –


yana dizmek lâzımdır. İnsan vücûdünün hulâsası olan insan dimâgı, ancak insan<br />

büyüklüğü nisbetinde düşünülebilir. Yıldızların birbirinden uzaklığını kavrıyamadığı<br />

gibi, milimetrenin milyarda biri kadar olan elektron mesâfelerini de şübhesiz<br />

anlıyamaz. Hele Peygamberlerin büyüklüğünü, Allahü teâlânın sıfatlarını hiç<br />

kavrıyamaz.<br />

ATOM: Elektronlar, fezâdaki yıldızlar gibi mecmû’alar meydâna getirir. Elektron<br />

manzûmelerine atom diyoruz. Güneş sisteminde olduğu gibi, atom da, karışık<br />

bir teşekküle mâlik ve atom çekirdeği dediğimiz, ortada bulunan bir güneş ile,<br />

bu güneş etrafında, seyyâreler gibi dönen, elektronlardan yapılmışdır. Çekirdeğin<br />

çapı, bütün atom çapından 100.000 def’a küçükdür. Bir elektronlu, iki veyâ üç veyâ<br />

sıra ile yüzbeş elektronlu atomlar vardır. Bu atom sistemlerinden herbiri, husûsî<br />

ve müstekıl hâssalara mâlik olup, birer basît cismi (Elemanı) meydâna getirir.<br />

Erd küresi yüzbeş muhtelif elemandan yapılmışdır. Atomlar, bir elektrondan<br />

binlerce dahâ büyük oldukları hâlde, tesavvur edilemiyecek kadar küçükdür. Hava<br />

balonlarının doldurulmasında kullanılan Hidrogen gazının bir gramında yüzellibin<br />

kerre trilyon [bilyon] atom vardır. Böyle bir rakamı yazmağı ve hattâ düşünmeği<br />

kim ister? Allahü teâlânın sayılamıyacak kadar çok olan hikmetlerinden biri<br />

de şudur ki, atomun insan büyüklüğü yanındaki hacmi, insanın güneş büyüklüğüne<br />

nisbeti gibi olup, bu nisbet 10 28 dir. Ya’nî 10 28 atom bir insanı, 10 28 dâne insan<br />

da, güneşi meydâna getirir. Demek ki, insanın kâinâtdaki mevkı’i, güneş büyüklüğü<br />

ile, atom büyüklüğü ortasındadır.<br />

Kimyâ reaksiyonlarında, hiçbir atom parçalanmıyor. Bunun için, elli sene evveline<br />

kadar, kimyâgerler (Atom, maddenin bölünemiyen en küçük parçasıdır) dedi.<br />

Hâlbuki bugün (Çekirdek reaksiyonları) denilen hâdiselerde, atomun çekirdeği<br />

parçalanıyor, atom bölünüyor. Bugün, bölünemiyen en küçük parçalar, atomların<br />

çekirdeğinin yapı taşı olan (Proton) ve (Nötron) ismindeki dâneciklerdir. Bölünemiyen<br />

parçanın var olduğunu, islâm âlimleri, asrlarca önce isbât etmiş ve<br />

böyle dâneciklerin varlığına inanmak lâzımdır demişlerdir. O hâlde bugün de, bölünemiyen<br />

parça, ya’nî (Cüz’i lâ yetecezzâ) vardır. Fekat bu, atom değil, proton<br />

ve nötrondur.<br />

ŞUÂ’LANMA (Strahlung): Bir seyyâre, güneşe ne kadar yakın ise, güneş etrâfında<br />

o kadar hızlı döndüğünü biliyoruz. Elektronlar da, atom çekirdeğine olan<br />

uzaklığına göre değişen hızla çekirdek etrâfında döner. Elektronların çekirdekden<br />

uzaklıkları, bir milimetrenin milyarda biri kadardır. Ya’nî çok az olduğundan, hızları,<br />

pek fazladır. Mahrekleri etrâfında bir kerre dönme müddeti, Erdımızın üçyüzaltmışbeş<br />

veyâ Utâridin seksensekiz gününe nazaran pekazdır. Ya’nî sâniyede<br />

1000-150.000 km yol alırlar ki, bu sür’atle giden bir tren, bir sâniyede Haydarpâşadan<br />

Erzuruma birkaç kerre gidip gelebilir. Demek ki, elektronlar, çekirdekleri<br />

etrâfındaki küçücük yollarında, bir sâniyede, milyarlarca def’a dönmekdedir.<br />

Atom çekirdeğinin çapı, en küçük elektron yörüngesinden yüzbin def’a küçük olduğundan,<br />

atomların içi boşdur. Bir nokta sâniyede enaz yirmi devr yapınca, hayâlimizde<br />

dâire gibi görünür. Elektronlar çok hızlı döndüğü için, atomların içi dolu<br />

sanılıyor. Boşluk olduğu hâlde, maddelerin hayâlimizde dolu sanıldığını ilk olarak<br />

yazan, İmâm-ı Rabbânî hazretleridir “rahmetullahi teâlâ aleyh”. Bir atom, devri<br />

milyonlarca olan, ya’nî mu’azzam kuvvetli bir dinamo demekdir. Bu kuvveti<br />

atomdan çıkarabilirsek, şimdiye kadar tanıdığımız kuvvetlerin üstünde bir enerjiye<br />

mâlik oluruz. Bir kuruş kadar bir bakır parçasının atomları, mikrodinamosunda<br />

mevcûd kudret ile, ellibin tonluk bir gemiye birkaç def’a devr-i âlem seyâhati<br />

yapdırabilir. Bir kahve kaşığı kömür tozunu yakmadan, atomunu parçalamak sûreti<br />

ile, bütün İstanbul şehri en soğuk bir kışda bir hafta ısıtılabilir. Atom dinamosundaki<br />

enerjinin elde edilmesi, ma’den kömürü ocakları fe’âliyyetine ve petrol<br />

sanâyi’ine son verecekdir. Bugün, keşf edilmiş olan atom enerjisi başkadır. Çekir-<br />

– 973 –


dekdeki enerjidir.<br />

Elektronlar, eksi elektrikdir demişdik. Atomların ortasındaki çekirdekler, hep<br />

artı elektrikdir. Artı elektrik, eksi elektriği çeker. Elektronlar, atomun ortasındaki<br />

çekirdek tarafından kuvvetle çekildikleri için, atomun dış halkasında bulunanları,<br />

dâhildeki halkalara sıçramak ister. Dış enerji katmanında bulunan bir elektronun,<br />

iç enerji katmanına sıçramasında, merkeze yaklaşan her cismde olduğu gibi,<br />

[meselâ su düşünce, ya’nî şelâlelerde görüldüğü gibi] bir enerji meydâna gelir.<br />

Bu enerji, atom etrâfındaki esîrin elektromanyetik gerilimini değişdirir. Bu değişme,<br />

dalgalar hâlinde, sâniyede, üçyüzbin kilometre hızla esîrin her tarafına yayılır.<br />

Bu dalgalara şuâ’ diyoruz.<br />

Bugün şuâ’ meydâna getirmek, tekniğin ve ilmin mühim bir şu’besi olmuşdur.<br />

Ampuller, triyod lâmbaları, radyo âletleri ve röntgen boruları, birer şuâ’ âletleridir.<br />

Şuâ’lar, kendilerini meydâna getiren dalgaların uzunluğuna göre, başka başka<br />

ism alır. Meselâ:<br />

Dalga uzunluğu binde bir milimetre olanlar (Isı şuâ’ları), dalga uzunluğu onbinde<br />

dört ile sekiz milimetre arasında olanlar (Işık şuâ’ları), dalga uzunluğu onmilyonda<br />

bir milimetre olanlar (Röntgen şuâ’ları), dalga uzunluğu onmilyarda bir milimetre<br />

olanlar, (Gamma şuâ’ları), dalga uzunluğu ontrilyonda bir milimetre<br />

olanlar (Kozmik şuâ’ları)dır.<br />

En uzun elektromanyetik dalgalar, radyoda kullanılan Hertz dalgaları olup, boyları<br />

kilometre ile ifâde olunur. Boyları milimetrenin ontrilyonda birinden başlıyarak<br />

kilometrelere kadar uzanan milyarlarca dalga cinsinden, yalnız 4/10.000 mm<br />

ile 8/10.000 mm arasında olanları, ışık hâlinde görebiliyoruz. Dahâ büyük ve dahâ<br />

küçük dalgalı şuâ’ları göremiyoruz. Bu, gözümüzün kabâhatidir.<br />

Gamma şuâ’ları: Radium atomunun çekirdeği, kendiliğinden parçalanarak<br />

gamma şuâ’ları neşr eder. Bir evde açıkda bırakılan bir radium kırıntısının gamma<br />

şuâ’ları bin metre uzağa yayılır ve aylarca devâm eder. Yüzelli metre mesâfedeki<br />

evlerde bulunanların ölümüne sebeb olur. Zîrâ, gamma şuâ’ları, insanları, hayvânları<br />

ve bitkileri öldürür.<br />

Kozmik şuâ’lar: Bugün bilinen şuâ’ların en kısa dalgalısı bunlardır. Bunlar,<br />

kâinât boşluğunun, bugün bilinmiyen derin noktalarından gelen şuâ’lardır.<br />

Bunlar, gamma şuâ’larından dahâ kuvvetli olup, çok sert ve kalın tabakalardan<br />

geçerler.<br />

Ölüm şuâ’ları: Bir milyon voltdan ziyâde gerilim ile çalışan modern röntgen makinaları<br />

ile, dalga boyları ve te’sîrleri, gamma şuâ’larına yakın olan şuâ’lar elde edilebilmekdedir.<br />

Bu şuâ’lar, kalın dıvârlardan geçerek arkalarındaki cânlıları öldürür.<br />

Bu sûretle kuş ve fâreler derhâl öldüğü gibi, bir öküz de, iki dakîkadan az bir<br />

şuâ’lama ile öldürülebilir. Harblerde kullanılabileceklerinden, bunlara ölüm<br />

şuâ’ları (Todesstrahlen) denir. Bu şuâ’larla çalışan bir fizikçi, farkında olmıyarak,<br />

kendini ve bir mahalle halkını zehrliyebilir. Bir milyon voltluk yüksek gerilimli röntgen<br />

mermileri, düşmana ve şehrlere atılarak ölüm şuâ’ları, yeni harblerde kullanılabilecekdir.<br />

Beşeriyyet, medeniyyete yaklaşır ve insânî düşüncelere dönerse, bu<br />

şuâ’lar, tarla fâreleri, yaban domuzları ve sıtma sinekleri gibi hayvânlara karşı kullanılacakdır.<br />

MOLEKÜL: Yıldızların binlerce derecelik sıcaklığında serbest hâlde uçan<br />

atomlar, erdımızın mu’tedil sıcaklığında, birbirleriyle birleşerek molekülleri vücûde<br />

getirmişlerdir. Molekül, az ve belirli sayıda ametal atomlarının, ortak elektron<br />

çiftleri vâsıtası ile, birbiri ile birleşmesinden meydâna gelen kapalı bir birlikdir.<br />

Metal bileşikleri molekül değildir. (Polar) denilen iyon şebekeleridir. Ya’nî,<br />

metal atomları, elektronlarını temâmen vermiş, ametal atomları da bu elektronları<br />

almışdır. Ortak elektronlar yokdur. Moleküller, cânlıların yapı taşıdır. Aynı<br />

– 974 –


atomların birbiri ile birleşmesinden meydâna gelen moleküllerden yapılan uçucu<br />

cismlere basît cism, birbirine benzemiyen atomların birleşmesinden de bileşik<br />

cism hâsıl olur. Meselâ, oksigen bir basît cism olup, gaz hâlindedir. Hidrogen gazı<br />

da, bir basît cismdir. Hidrogen atomları ile oksigen atomları birleşirse, su molekülleri<br />

meydâna gelir ki, Erdımızın dörtde üçü su ile örtülüdür. İnsan ve bitkilerin<br />

de dörtde üçü sudur. Su, serbest moleküllerden veyâ kolay kopan molekül<br />

zincirlerinden yapılmışdır. Ya’nî molekülleri birbirine çeken, bağlıyan kuvvet<br />

azdır. Bu kuvvetlere (Koheziyon) kuvvetleri denir. Böyle cismlere sıvı (Mâyı’) hâlindedir<br />

diyoruz. Soğukda, moleküller arasındaki koheziyon kuvvetleri artar.<br />

Moleküller, hareket edemeyip, grup hâlinde toplanarak, buz olur. Ya’nî katı<br />

(Sulb) hâl alır. Bileşik cismleri ikiye ayırıyoruz: Yapısında dâimâ karbon [ya’nî sâf<br />

kömür] ile hidrogen elemanları bulunanlara (Uzvî) [ya’nî organik] cism deriz. İçinde<br />

karbon ile hidrogen birlikde bulunmıyanlara (Ma’denî) [ya’nî anorganik] bileşikler<br />

deriz. Uzvî bileşiklerin hemen hepsi ve uzvî olmıyanlardan yalnız, sıcakda<br />

uçabilenler molekülden yapılmışdır. Çok sıcakda bile uçmayan anorganik bileşikler<br />

ise, molekülden yapılmamışdır. Bunlar iyon şebekesidir ve sulb ve billûr hâlindedir<br />

ve ısıtılınca parçalanır. İyon şebekesi, çok sayıda, artı ve eksi atomların, ya’nî<br />

iyonların dizisi demekdir.<br />

Bugün yüzbinlerle uzvî cism tanıyoruz. Bunların molekülleri çok büyük olabilir.<br />

Meselâ, kanımızın kırmızı boyası olan molekül, 16.669 atomdan yapılmışdır. [m.<br />

1936] yılında İstanbul Üniversitesinde ord. profesör F.Arnd yanında travay yapan<br />

Hüseyn <strong>Hilmi</strong> Işık “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fenil-siyan-nitro-metan metil esteri)<br />

isminde bir sentez yaparak, bunun her molekülü içinde yirmibir aded atom<br />

bulunduğunu tesbit etmişdir.<br />

HAYÂT NEDİR?: Bugün, bunun kat’î cevâbını veremiyoruz. Erdımızda hayâtın<br />

nasıl ve ne zemân başladığına Âdem oğlu akl erdiremiyor.<br />

İlk canlı madde (Protoplazma): Protoplazma, plâstik ya’nî balçık çamuru hâlindedir.<br />

Dışardan bakıldıkda bulanıkdır. Yumurta sarısı ortasındaki esmer leke, civcivin<br />

protoplazmasıdır. Protoplazma, muhtelif makinalardan müteşekkil bir organizasyon<br />

ve bundan dolayı uzviyyet ismini verdiğimiz fe’âl, cânlı bir teşekküldür.<br />

Hayâlimizde, bir cep sâatini, binlerce def’a küçültelim: Bir mercimek, bir kum, bir<br />

toz ve nihâyet görünmez şeklde düşünelim. Nokta kadar tesavvur etdiğimiz ve işlemekde<br />

olan sâate, mikroskopla bakdığımızı düşünürsek, bunu tekrâr binlerce<br />

def’a büyütmüş ve hiçbir parçası ve fe’âliyyeti değişmemiş bir hâlde görürüz. İşte,<br />

protoplazmayı böyle, ya’nî fevk-al’âde küçük ve mükemmel tanzîm olunmuş<br />

bir makine olarak düşüneceğiz. Bu makinanın, bugüne kadar mikroskopla ancak<br />

büyük parçalarını tanıyoruz.<br />

Protoplazmanın yarıdan ziyâdesi sudur. Ya’nî, cenâb-ı Hak, cânlıları sudan<br />

yaratmışdır. Bu su, sâf olmayıp, muhtelif tuzların bir eriyiğidir. Bu muhtelif tuzların<br />

muhtelif vazîfeleri vardır. Elektrik iletirler, osmotik basınc yaparak protoplazmayı<br />

gergin tutarlar. Eriyikdeki şeker yanarak, bu makinanın enerjisini te’mîn<br />

eder. Protoplazmanın demiri, teneffüse lâzım olan gazı içeri çeker. Kireç, protoplazmanın<br />

kanalizasyon teşkilâtını idâre eder... ve sâire...<br />

HÜCEYRE (Cellule): Cânsız âlemde, tuz, elmas gibi birçok cismler, billûr hâlinde<br />

bulundukları gibi, protoplazma da, mu’ayyen vazîfelere göre gruplanmış mikroskopik<br />

parçalar hâlinde bulunur. Bu parçalara, hüceyre diyoruz. Hüceyre hayâtın<br />

ilk müstekıl parçasıdır. Cânlılar, hüceyrelerden yapılmışdır. Hüceyre hayâtından<br />

başka hayât göremiyoruz. Bir buğday filizi, hüceyre kulesi, küçük hayvânlar<br />

bir hüceyre serâyı, insan da, büyük bir hüceyre şehri demekdir. Bir hüceyrenin genişliği,<br />

ortalama (0,02 mm)dir. Bir kesme şeker içinde ikiyüzellimilyon hüceyre yaşayabilir.<br />

Bir insan vücûdünde ortalama otuztrilyon hüceyre vardır. Mısr ehrâm-<br />

– 975 –


larının biri yerine, bir insan heykeli yapılsa idi ve birisi, o günden i’tibâren, hergün,<br />

bu heykelden, el parmaklarından başlıyarak her sâniyede birer hüceyre koparsa<br />

idi, bugün heykelin ancak bir elinin yarısı gitmiş bulunurdu. Zîrâ, bir senede<br />

otuzmilyon sâniye vardır. Bu heykel, cânlı olsa idi, her sâniyede bir hüceyre gayb<br />

etmesine rağmen, bugün yaşar ve cânlı bir târîh olurdu.<br />

Yukarıda söylediğimiz muhtelif şuâ’lar, birer enerji taşımakdadır. Şuâ’ alan,<br />

emen bir cism, enerji almış olur. Meselâ, ısınır. İnsan hüceyreleri ziyâ ve bilhâssa<br />

harâret dalgalarını alır. Bu sûretle kazandığı kudretle çalışır. Ya’nî insan hüceyresi,<br />

bir elektrik makinasına, bir radyoya benzer. Şu hâlde insan vücûdü otuztrilyon<br />

hüceyre motorundan yapılmış mu’azzam bir fabrikadır. Kimyâ reaksiyonlarında,<br />

atomların dışarı verdikleri enerjinin, kesik kesik, ya’nî küçük dânecikler hâlinde<br />

salındığı anlaşılmışdır. Bu enerji dâneciklerine (Kvant) denilir.<br />

KALB VE DAMARLAR: Vücûd fabrikasının çalışma merkezi kalbdir. Kalbin<br />

tekallüsü [kasılması], yumruk sıkmak gibi, basît bir sıkışma olmayıp, kanın hareketi<br />

istikâmetinde giderek kalbin ucunda nihâyetlenen bir titreşim dalgası şeklindedir.<br />

Böyle bir tekallüs dalgası, yarım sâniye devâm edip, sâniyenin altıda biri kadar<br />

süren bir aralıkla tekerrür eder. Bu tekerrürler, kalb fe’âliyyetinin nizâm ve<br />

âhengidir. Kalbimiz, günde yüzbin def’a çarpıp, yüzbin def’a, bir sâniyenin altıda<br />

biri kadar zemân istirâhat ediyor. Ya’nî, günde beş sâate yakın dinleniyor. Demek<br />

ki ortalama bir insan ömrü altmış sene kabûl edilirse, böyle bir insanın kalbi, oniki<br />

sene kadar istirâhatde kalıyor. Kalbimiz, her çarpışında 100 cm 3 kan çekerek,<br />

günde damarlara 10.000 litre kan gönderiyor. Buna göre kalb, her darbesinde, bir<br />

kilo ağırlığı yarım metreye kaldıracak kadar iş yapmakdadır ki, bir insan, kendi kalbinin<br />

kuvveti ile işlemekde olan bir asansörle, bir sâatde, yerden bir apartmanın<br />

beşinci katına çıkabilecekdir. Ya’nî insan kalbi 1/375 beygir kuvvetinde bir motördür.<br />

Parmaklarımızı, diğer kolumuzun baş parmak hizâsına korsak, nabz atmasını<br />

duyarız. Nabz atması, bize kalbin çarpmasını gösterir. Nabzın dakîkadaki adedi<br />

vücûdün kan ihtiyâcına tâbi’dir. Bu sebeble nabz, kuşlarda, dakîkada 200, insanda<br />

75, atda 35, filde 25 dir. Birkaç aylık çocuk kalbi bizimkinin iki misli çarpar.<br />

Nabz adedi, sıcak havada azalır. Kalb, bir otomobil gibi olmayıp, bir elektron motörü<br />

gibidir. Kanda erimiş tuzlardan biri olan potassium atomu radioaktifdir. Bir<br />

insanda otuz gram potassium olup, hergün birmilyar elektron neşr eder. Kalbin giriş<br />

kapısında bir sinir makinesi vardır. Bu makine tıpkı bayram yerlerinde çocukların<br />

atış tecribelerinde, mermî hedefe isâbet edince, hedef olan cismde hareket<br />

meydâna geldiği gibi, bir elektron isâbeti ile, kalbi harekete getirir. Kalbden çıkan<br />

kan, damarlarla, vücûdün her tarafına dağılır. Bu damarlar çok sağlamdır. Kalbe<br />

bağlı epher damarı [Aort], yirmi atmosfer basınca mukavemet eder. Lokomotifler,<br />

10-16 atmosferlik buhâr tazyîki ile işlediğinden, yanmakdan korunabildiği takdîrde<br />

bu damarlarla lokomotif boruları yapılabilecekdir. Damarlar, kalbden uzaklaşdıkca<br />

dallara ayrılır. Ya’nî incelir. En ince damarlara şa’rî damar [Kapiller] diyoruz.<br />

Kapiller bir kıldan elli def’a dahâ incedir.<br />

İğne kalınlığındaki bir et parçasında bin kapiller vardır. Bir insanda elli kilo adele<br />

bulunduğuna göre, kapiller adedi kolay hesâb olunabilir. Her kapiller, ortalama<br />

yarım milimetre uzunluğundadır. İnsandaki bütün kapiller ucuca konursa,<br />

dünyâyı dört def’a saracak bir boru elde edilir. Herbirinin ağız genişliği yanyana<br />

getirilirse 60000 m 2 bir sath meydâna gelir. Hâlbuki, en büyük olan epher damarının<br />

ağız genişliği beş santimetre karedir. Epherden ve tekmîl kapillerden aynı zemânda<br />

geçen kan mikdârı eşitdir. Zîrâ, epherdeki kan birkaç metre sür’atle akdığı<br />

hâlde, etrâfda sür’at azalarak, kapillerde hemen hemen sıfır olur. Kan, yarım milimetre<br />

uzunluğundaki kapillerden bir sâniyede geçer. Bu sâniye içinde gaz mübâdelesi<br />

vukû’ bulup, kan avdet eder. Kan, kalb içinden 1,5 sâniyede geçmekde, 5-<br />

7 sâniyede ciğerleri dolaşmakda, dimâgı 8 sâniyede, elleri ayakları 18 sâniyede do-<br />

– 976 –


laşmakdadır. Ya’nî bir kan hüceyresi, yirmidört sâatde, üçbin def’a kalbden vücûde<br />

gönderilmekdedir. İş esnâsında veyâ âteşli hastalıklarda, kalbin çarpma kuvveti<br />

azalınca, kan sür’ati iki misline kadar artar. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh!<br />

Beyt:<br />

Müntezamdır cümle ef’âlin senin,<br />

Aklı ermez, hikmetine kimsenin!<br />

KAN: Bir insanda beş-altı litre kan bulunur. Kanının üçde biri giden kimse tehlükesiz<br />

yaşıyabilir. Kan suyuna (Plasma) denir. Plasma içinde alyuvarlar [Hemati]<br />

ve akyuvarlar [Lökosit] yüzer. Bundan başka, (Fibrinogen) denilen azotlu bir<br />

madde, erimiş hâlde bulunur. Kesilen yerden çıkan kandaki fibrinogen, iplikler hâlinde<br />

pıhtılaşır. Bu pıhtıya (Fibrin) denir. Fibrin, kan akmasını durdurur. Fibrin<br />

çökelirken, kandaki yuvarlar da, pıhtı içinde çökelir. Bir cam tüpe alınan kan da,<br />

böyle pıhtılaşır. Pıhtı üstündeki berrâk sıvıya (Serum) denir. Serum içinde erimiş<br />

albümin maddesi, tuzlar bulunur. Bulaşıcı hastalık zemânlarında kanda hâsıl olan<br />

(Anti-toksin)ler de, serumda erir. Cam tüpe alınır alınmaz, içine pıhtılaşmayı<br />

önliyen madde [meselâ sodium sitrat tuzu eriyiği] konan kan, pıhtılaşmaz. Yalnız,<br />

kandaki yuvarlar çöker. Çökme hızı, serumdaki albüminin cinsine ve mikdârına<br />

göre değişir. Hastalıklar, serum albüminini değişdiriyor. Çökme hızı, birçok hastalığın<br />

tanınmasına yarıyor.<br />

Bir milimetreküp kanda, beşmilyon hemati vardır. Eritrosit de denilen bu alyuvarlar<br />

kemik iliğinde hâsıl olur ve otuz-kırk gün çalışdıkdan sonra, ihtiyâr olurlar.<br />

İhtiyâr eritrositleri, dalak, kandan alarak öldürür. Kan zâyı’ edince veyâ ba’zı hastalıklarda<br />

kandaki eritrosit sayısı azalır. Renk solar, iştihâ gider. Hâlsizlik, baş ağrısı,<br />

kulak çınlaması, kalb çarpıntısı, el, ayak soğuması olur. Bu hâle anemi (Kansızlık)<br />

denir. Hâlbuki, kan azalmamış, kandaki eritrosit azalmışdır. Çabuk ihtiyârlıyarak<br />

veyâ az hâsıl olarak, kanda azalıyorlar. Bâsur, mi’de, barsak gizli kanamaları,<br />

deriden, damardan, burundan ba’zan akan kanamadan dahâ tehlükeli olan anemilere<br />

sebeb olur. Çünki onlar hep akar. Yılan ve mantar zehri, eritrositleri öldürüyor<br />

ve hâsıl olmalarını azaltıyor. Kurşunla zehrlenme, sıtma ve başka birkaç bulaşıcı<br />

hastalık, barsak solucanı, ba’zı tehlükeli şişler [tümörler], ba’zı vitamin<br />

noksânlığı ve bebeğin iyi beslenmemesi, ba’zan çok yorulmak da eritrositleri<br />

azaltır. Başka sebebden meydâna geldiği için buna (segonder=bilvâsıta, ikinci<br />

anemi) denir. Bundan başka, primer veyâ essansiyel (asl hastalık) olan, kendiliğinden<br />

olan (Kloroz) ve (Pernisiyöz anemi) adında iki kansızlık hastalığı dahâ vardır.<br />

Kloroz, yetişgin kızlarda olur. Eritrosit sayısı değişmez veyâ azalması cüz’î olur.<br />

Lökositler, kanın polis me’mûrları gibidir. Sağlam insanın bir milimetreküp kanında,<br />

altıbin ile sekizbin arası lökosit vardır. Vücûde mikrop girince sayıları artar.<br />

Bir damla kandaki lökosit sayısından, vücûdde mikrop gavgası olup olmadığı<br />

anlaşılır. Lökositler de, kemik iliğinde hâsıl oluyor. Bunların lenfosit denen çeşidleri,<br />

lenfa bezlerinde hâsıl olmakdadır. Hastalığın cinsine göre, lökosit ve lenfosit<br />

artışları başka başka olur. Bir yarada bulunan kıyh [irin], akyuvar ölülerinin<br />

yığınıdır. Bunlar, mikrop savaşında ölmüşdür.<br />

Bilemediğimiz bir sebeble, kanda lökosit çoğalmasına (Lösemi) kan kanseri denir.<br />

Lökosit artması fazla ise, (Miyole lösemi) denir. Lenfosit artması dahâ çok ise<br />

(Lenfatik lösemi) denir. Bu hastalıkda, ateş, buğaz ağrısı, lenfa bezleri şişmesi, dalak<br />

şişmesi, diş etleri ve deri altı kanaması, hâlsizlik olur.<br />

Bir milimetreküp kanda, ikiyüz-üçyüzbin kadar (Trombosit) denen, çok küçük<br />

dânecikler de vardır. Bunlar da, kemik iliğinde hâsıl oluyor. Bunlar, kan çıkan yerde<br />

yığılarak, kanın pıhtılaşmasını kolaylaşdırıyor. Kanın ömrü yüziki gündür.<br />

Ya’nî, yüziki gün sonra, insanın kanı temâmen değişir.<br />

TANSİYON: Kan basıncı demekdir. Her boruda bulunan suyun basıncı vardır.<br />

– 977 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:62


Bağçe sularken hortumdaki deliklerden suyu fışkırtan, su basıncı olduğu gibi,<br />

damarlardaki kanın da bir basıncı vardır. Aortdaki kan basıncı, ince damardaki kanın<br />

basıncından çokdur. Kol atardamarında tansiyon onikidir. Ya’nî, oniki santimetre<br />

yüksekliğindeki cıvanın, tabanına yapdığı basınca eşitdir. Bu da 12x13,6=163<br />

gram/santimetre karedir. (Basınc), bir santimetrekare yüzey üzerine, dik etki<br />

eden kuvvet demekdir. Normal tansiyon mikdârı, yaşa göre ve insanın yapısına göre<br />

değişir. Bâzû atardamarı tansiyonu onaltı olan sağlam insan çokdur. Damar kireçlenerek<br />

veyâ üzülmek, kızmak sonucu sinir bozulması ile, kasları büzülerek<br />

[kramp] daralırsa, tansiyon artar. Nikotin gibi ba’zı zehrler ve böbrek hastalığında<br />

kana yayılan toksinler de, damarları daraltarak tansiyonu yükseltir.<br />

Kan tazyîkınin yükselmesi devâmlı ise, sebeblerini aramalı, bunları tedâvî etmelidir.<br />

Bedeni ve âsâbı yormamalı, üzülmemelidir. Âsâbı teskîn edici ilâc almalıdır.<br />

Kâfî mikdârda uyumalıdır. Az tuzlu ve az yağlı perhîz yapmalıdır. İdrâr söken<br />

ilâc vermelidir. Kramp, kabz olursa, potassium vermelidir. Baş ağrısına aspirin<br />

değil, antihistaminler vermelidir. Nöbet hâlinde, pirinc, meyve ve şekersiz<br />

perhîz yapılır. A vitamini, ökse otu [Gui], sarmısak fâidelidir. Menopose zemânında<br />

kadınlarda olan tazyîk artması mühim değildir. Tuzu az perhîz, ikinci kısmın<br />

kırkaltıncı maddesinin yirmidokuzuncu sırasında yazılıdır. Diyastolik tazyîk,<br />

ya’nî ölçü âletinin gösterdiği küçük tazyîk onüçden yukarı ise, kalb veyâ<br />

böbrek üzerinde durulur. Tuzsuz perhîz ve yatakda istirâhat lâzım olur. Tazyîk düşürücü<br />

ilâclar verilir. Böbrek, kalb, kebed, bağırsak hastalarında, bunlar tedâvî edilince,<br />

tansiyon normale iner. Bu tedâvîlerin tabîb tarafından yapılması lâzımdır.<br />

Bilhâssa kadınlarda, kan kaybını durdurmak için, sabâh akşam aç karna, nohud kadar<br />

damla sakızı yutmak ve (Sang-Dragon) kardeşkanı denilen kırmızı sakızdan<br />

1-5 gram kadar yimek fâidelidir. Altıyüzellidördüncü [654] sahîfeye bakınız!<br />

Tansiyon düşmesi de tehlükelidir. Düşük tansiyonu tabî’î hâle yükseltmek için<br />

tuzlu ayran ve bol su içmeli, yine düşerse tabîbe mürâce’at etmelidir.<br />

KAN GRUBLARI: Birinci cihân harbinden önce, kansız bir kimseye, başka bir<br />

insanın kanı şırınga edilince, ba’zan, hemen ölüyordu. Bunun önüne geçilemiyordu.<br />

Ba’zı kimselerin kanının serumunda, belli iki maddenin bulunduğu görüldü.<br />

Agglütinin denen bu maddeler birbirine benzemez. Biri α [alfa] ile ikincisi β [beta]<br />

ile gösterilir. Ba’zı kimsenin alyuvarlağında da, pıhtılaşabilen iki madde bulunuyor.<br />

Bunlar da, birbirine benzemez. Birine A, ikincisine B denir. Bir insana kan<br />

verildiği zemân, A özellikli alyuvarlar, α maddesi bulunan seruma gelince veyâ B<br />

özellikli alyuvarlar, β bulunan seruma gelince (Agglutination) olur. Ya’nî, dışardan<br />

gelen kandaki alyuvarlar bir araya yığılıp, pıhtı hâlinde çöker ve kan verilen<br />

kimse hemen ölür. Her insanın kan serumunda, kendi alyuvarlarındaki pıhtılaşabilen<br />

maddeyi pıhtılaşdırmıyan agglütinin bulunur. Yoksa, herkesin kanı, kendiliğinden<br />

pıhtılaşarak ölürdü. Bu bakımdan dört dürlü kan gurubu vardır:<br />

1 — 0 [sıfır] grubu: Bu grubda bulunanların alyuvarlarında A ve B maddeleri<br />

yokdur. Serumlarda α ve β vardır. Bunların alyuvarları hiç bir serumda pıhtılaşmaz.<br />

Herkese kan verebilirler. Verdikleri kan az olduğundan, serumla verilen α<br />

ve β agglütininleri, kan alan kimsenin alyuvarlarını pıhtılaşdırmaz. Bu grubdakiler,<br />

başka grubdakilerden kan alamazlar.<br />

2 — A grubu: Bu grubda olanların alyuvarlarında, yalnız A maddesi vardır. Serumlarında<br />

yalnız β bulunur. Bunlara yalnız kendi grublarında veyâ 0 grubunda<br />

bulunan kimselerin kanı verilebilir. Bunlar, yalnız kendi grublarında veyâ AB grubunda<br />

bulunanlara kan verebilirler.<br />

3 — B grubu: Bu grubda bulunanların alyuvarlarında yalnız B vardır. Serumlarında,<br />

yalnız α bulunur. Bu grubdan veyâ 0 grubundan kan alabilirler. Ancak kendi<br />

grubuna veyâ AB grubundakilere kan verebilirler.<br />

4 — AB grubu: Bu grubda olanların alyuvarlarında hem A ve hem de B bulu-<br />

– 978 –


nur. Serumlarında hem α hem β bulunmadığından, dışardan gelen alyuvarları<br />

çökdürmezler. Her grubdan kan alırlar. Çünki dışardan gelen α ve β agglütininleri<br />

hem azdır, hem de bunların kanında dağılarak dahâ te’sîrsiz kalıp, alyuvarları<br />

çökdürmez. Bunlar AB den başka grubdakilere kan veremezler.<br />

Bir insan bütün hayâtı boyunca, bu dört grubdan birisinde bulunur. Herkes kendi<br />

kan grubunu öğrenmeli, nüfûs cüzdanına yazılmalıdır. Fekat gebelik, lohusalık,<br />

narkoz, radioterapi ve arsenikli ilâcların, kan grubunu ba’zan değişdirdiği görülmekdedir.<br />

Yüz kişi üzerinde yapılan tecribede, kırkbeş kişi 0, onbir kişi A, kırk kişi B ve<br />

dört kişi AB grubunda bulunmuşdur.<br />

Kan grubu ölçülmesi, adlî işlerde de fâideli olmakdadır. Şübheli birinin elbisesinde<br />

görülen kan lekesinin grubu, bu kimsenin kan grubuna uygun bulunmazsa,<br />

(Elim kesildiği zemân üstüme kan damlamışdı) gibi sözünün yalan olduğunu<br />

meydâna çıkarır.<br />

Çocuğun kan grubu, babasının veyâ anasının kan grubuna benzer. Bir çocuğun<br />

kan grubu, anasının kan grubuna benzemezse, babasının kan grubunda olduğu anlaşılır.<br />

Bu çocuğun babası olduğu sanılan adamın kan grubu, çocuğun kan grubuna<br />

benzemezse, bunun babası olmadığı anlaşılır. Fekat, bu çocuğun grubunda<br />

olan bir adamın, bu çocuğun babası olduğu kesin olarak söylenemez. Çünki, aynı<br />

grubda bulunan, başka çok adam vardır.<br />

Grubu belli olan (test serum)dan, bir cam üzerine, bir damla konur. Üzerine bir<br />

damla % 10 luk sodium citrat eriyiği konur. Bir damla da kan konur. İki dakîka<br />

sonra berrâk kalırsa, agglütinasyon yokdur. Bulanırsa, vardır. (Test serum) piyasada<br />

satılmakdadır. Bozulmadan iki-üç ay saklanabilir.<br />

TENEFFÜS CİHÂZI: Sıhhatli bir insân, sâatde bin nefes alır. Vücûd fabrikasının<br />

mikrop ve gazlara karşı mühim kapısı, nefes yollarıdır. Ağız ve burun boşluğunu<br />

ciğerlere rabt eden onbeş santimetrelik hava borusu [Trake]nin yukarı ucu<br />

gırtlak [Hançere] olup, burada hava borusu, ses iplikleri vâsıtası ile daralmış, bir<br />

ince yarık hâline gelmişdir. Bu yarık, nefes yolunun otomatik kapanabilen kapısı<br />

olup, toz, balık kılçığı ve tahrîş edici gazların te’sîri ile kendiliğinden kapanır.<br />

İnsan arzû etse de, klor, amonyak ve diğer zehrli gazları teneffüs edemez. Hava<br />

borusu, göğüs boşluğunda, yarım milimetre inceliğinde, yirmibeşmilyon kadar<br />

ince kollara ayrılır. Her kol, yine 15-20 dâne son kollara ayrılır. Her son kolun ucu<br />

kese gibi şişkin olup, bu hava kesecikleri, kollar ucunda üzüm salkımına benzer.<br />

Bu hava keseciklerinin hepsine (Akciğer) diyoruz. Akciğerde, kalbden gelen kan<br />

damarları da, kollara ayrılır. Ayrıla ayrıla nihâyet ciğerde dörtyüzmilyon kapiller<br />

meydâna gelir. Bu kapiller, hava keseciklerini sarar. Gaz basıncından dolayı,<br />

kandaki CO 2 nin fazlası, hava kesesine ve kesedeki oksigen de kapillere, ya’nî kana<br />

geçer. Bu gaz mübâdelesi, bir sâniyede vukû’ bulur. Orta bir nefes almada, keselerin<br />

mecmû’ sathı yüzelli, derin teneffüsde dörtyüz metre karedir. Ciğerde birinci<br />

hâlde üç litre hava mevcûd olup, bunun yarım litresi, ya’nî altıda biri mübâdele<br />

olur. Bir insanın ciğerlerinden dakîkada yatarken sekiz, otururken onaltı, yürürken<br />

yirmidört, koşarken elli litre hava geçmekdedir. Harb maskeleri süzgeçlerinin<br />

mukavemeti ölçülerinde bu mikdâr, otuz litre kabûl edilmişdir. Devâmlı spor<br />

ve mümârese ile, ciğerlerde bir teneffüsde mübâdele edilen hava mikdârı, beşbuçuk<br />

litreye çıkabilmekdedir. Tecribeli dalgıçlar, su altında dörtbuçuk dakîka, nefes<br />

almadan durabilmekdedir. Bir hayvânın kanına oksigen verirsek, teneffüs yavaşlar,<br />

hattâ durur. Zîrâ dimâgdaki teneffüs merkezi, artık, göğsü karından ayıran<br />

perdeye hareket emri veremez. Kandaki karbon dioksid gazının artması ise, teneffüs<br />

merkezini îkâz ederek, teneffüsü hızlandırır.<br />

HAVA (ATMOSFER): Bir hava deryâsının dibinde yaşamakdayız. Hava, orta-<br />

– 979 –


lama yüz kilometre yükseklikde olup, yukarısında dahâ hafîf gaz tabakaları ile örtülüdür.<br />

Okyânusların sekizyüz metre derinliğinde yaşıyan balıklar, havaya çıkarılınca<br />

parçalandığı gibi, insanlar da, hava basıncı altından çıkarılınca yaşayamaz.<br />

Hava, deniz kenârında, bir santimetre kare satha, bir kilogram tazyîk yapmakdadır.<br />

Bu basınc mikdârına, bir (Atmosfer) denir ki, yetmişaltı santimetre [76 cm] yüksekliğindeki<br />

cıvanın basıncına eşitdir. Cıvanın özgül ağırlığı 13,6 gr/cm 3 olduğu için,<br />

binotuzüç santimetre [76x13,6=1033,6] suyun basıncı, ya’nî on metre ve otuzüç santimetre<br />

yüksekliğindeki suyun basıncı, bir atmosferdir. İnsan derisinin yüz ölçümü,<br />

ortalama birbuçuk metre kare olduğuna göre, hava, hepimizi onbeş ton kuvvetle<br />

ezmekdedir. Bu büyük kuvvet altında, pestil hâline gelmeyişimiz, teneffüs sâyesindedir.<br />

Teneffüs yolları, akciğer keseleri, kapiller ve kan damarları ile, vücûdümüzün<br />

bütün hüceyrelerine hava gitdiğinden, içimizde de, hâricdeki tazyîka müsâvî bir<br />

basınc mevcûddür. Sıcak havada tazyîk azalır, barometre düşer. Soğukda ise yükselir.<br />

Bu tazyîk tehavvülü, sıhhatimiz için çok mühimdir. Bu tehavvül olmasaydı,<br />

bildiğimiz hastalıkların dörtde biri mevcûd olmazdı. Sıhhî ıklîmler, kırların ve kışın<br />

yaylaların, ilkbehârda hâtt-ı üstüvâ [ekvator] adalarının ıklîmleridir.<br />

Hava ile yeryüzü, elektrik bakımından birbirine karşı, bir pilin kutupları vaz’ıyyetindedir.<br />

Hava artı, erd eksi yüklüdür. Bu iki kutup arasında yaşamakda olan insan<br />

elli litre tuzlu su taşıdığından, kuvvetli bir nâkildir. Üzerimiz yüzbinlerce kıl<br />

ile örtülü olduğundan bir verici istasyonu hâlindeyiz.<br />

Yüz litre havada, yetmişsekiz litre azot, yirmibir litre oksigen, bir litre argon gibi<br />

necîb gazlar ve 0,03 litre karbondioksid gazı [CO 2 ] bulunur. Hava, bu gazların<br />

karışımıdır. Havada gaz hâlinde bulunan azot, yumurta akı, ekmek, et gibi cismlerin<br />

yapı maddesidir. Böyle azotdan yapılmış maddelere (Protein) diyoruz. Proteinler,<br />

aminoasidlerin peptidleşmesinden hâsıl olan polipeptid yapısındadır.<br />

Bunlar, protoplazmanın yapı taşı olduğundan, proteinsiz, ya’nî azotsuz yaşanmaz.<br />

Yalnız yağ, şeker, nişasta gibi azotsuz gıdâlarla beslenen bir hayvân, yaşıyamaz.<br />

İnsan, hergün gıdâlardan sekiz gram azot almak mecbûriyyetindedir. Lâkin<br />

ne insan ve ne de hayvân ve ne de nebâtlar, havadaki azotu alamıyoruz. Zîrâ, azot<br />

moleküllerindeki ikişer atom, birbiri ile kuvvetli bağlı olup, kolay ayrılmıyor.<br />

Bileşik cism yapmak için atomlar birleşir demişdik.<br />

Havada oksijen bulunmasaydı veyâ oksijen mikdârı yüzde 21 den az veyâ çok<br />

olsaydı, zararlı olur, hiçbir canlı nefes alamaz, yaşayamazdı. Yer yüzünde hiçbir<br />

insan, hayvan, nebât bulunmazdı. Yağmurlu, karlı ve fırtınalı havalarda oksijen mikdârı<br />

hiç değişmiyor. Allahü teâlâ değişmekden muhâfaza ediyor. Allahü teâlâ, insanlara<br />

büyük ni’met olarak, Peygamberleri gönderip îmânı bildirdi. Havadaki oksijen<br />

mikdârını yüzde 21 olarak sâbit tutuyor. Bu ni’metlerin kıymetlerini anlamalı,<br />

her nefesde hamd etmeliyiz. Görmek, işitmek ve söylemek ni’metlerinin kıymetlerini<br />

hiç düşündünüz mü? Bu ni’metler için, gece gündüz durmadan hamd etsek<br />

karşılık yapabilir miyiz? Lâzım olan hamd ve şükr yapılmadığı için, bunları geri alıyor<br />

mu? Almıyor. Afv ediyor. Hamd ve şükr etmiyenlerin, hattâ inkâr edenlerin,<br />

dünyâ ni’metleri içinde, râhat ve mes’ûd yaşadıklarını, ba’zı sevilmişlerin de sıkıntılar<br />

çekdiklerini görüyoruz. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin zındanda işkence yapılarak<br />

öldürülmesi ve imâm-ı Rabbânînin üç oğlunun bir günde vefât etmeleri<br />

böyledir. Bunun sebebini ârifler anlamakda ve talebelerine bildirmekdedir. Bunlar<br />

sizi aldatmasın! Çünki, Allahü teâlânın afv ve sabr sıfatları, diğer sıfatları gibi<br />

sonsuzdur. Bizim gibi câhiller, böyle afv ve merhamet sâhibi Rabbimize karşı<br />

kusûrlarını bilmeli, Ona karşı şükrde hiç kusûr yapmamalı, emrlerine ve yasaklarına,<br />

ya’nî islâmiyyete bütün gayretimiz ile sarılmalıyız.<br />

Bir azot deryâsı olan hava içinde yaşadığımız ve hergün bin litre azot ciğerlerimize<br />

kadar girdiği hâlde, hayâtımıza çok lüzûmlu olan bu azotu, hüceyrelerimize<br />

havadan alamıyoruz. Mahlûkatı sıkan en büyük derdlerden biri açlıkdır. Her sene<br />

– 980 –


milyonlarca hayvân ve nebât açlık derdinden telef olmakdadır ve şu sâatde binlerce<br />

aç insan mevcûd olup, doyasıya yimeğe muvaffak olamamakdadır. Bu açlar, bilhâssa<br />

pahâlı olan protein maddelerine, ya’nî içinde yüzdükleri azot deryâsına, ciğerlerine<br />

kadar girmiş iken, istifâde etmekden âciz oldukları azot maddesine açdır.<br />

Bu hâl, insanların aczini göstermeğe kıymetli bir misâl teşkîl etmekdedir. Zîrâ, eğer<br />

teneffüs ile oksigen gazını alıp kanımıza katdığımız gibi, azot gazını da tutmak hâssası<br />

kanımıza bahş edilmiş olsaydı, yeryüzündeki bütün açlık ihtiyâcımız, bir soluma<br />

ile te’mîn edilebilecekdi ve artık aç kimse kalmıyacak, avcılık nihâyet bulup, milyonlarca<br />

cânlı, açlık sıkıntısından kurtulacak, açlık dolayısı ile ekmek ve et için insanlar<br />

birbirlerine saldırmıyacak, yeryüzü bir harb sâhası hâlinden çıkarak, bir Cennet<br />

ravzası hâline dönecekdi. Bunların hepsi, insanın hergün ciğerlerine giren bin<br />

litre azotdan, sekiz gram (yedi litre)sini uzviyyetine alabilmesi ile olacakdı.<br />

Havanın yüksek tabakaları hafîf ve oksigence fakîrdir. Böyle havada, hem teneffüs<br />

güçleşir, hem de rûhî teşevvüşler hâsıl olur. Teneffüs güclüğü, ya’nî oksigen<br />

azlığının te’sîri, alkolün te’sîrine benzer. Bu te’sîrler insanlara göre değişir.<br />

Dörtbin metreye kadar birşey duyulmaz. Bundan sonra nefes darlığı, boğulma hissi,<br />

baş ağrısı, ateş basması gibi dağ hastalığı alâmetleri başlar. Fekat, bu şartlara<br />

alışarak teessür zâil olur. Dokuzbin metreden sonra diğer ârızalar baş gösterir ki,<br />

vücûd bu şartlara uymaz. Bu zemân, oksigen bombaları ile sun’î hava verilmezse<br />

veyâ diğer tedbîrler alınmazsa ölüm hâsıl olur.<br />

Hüceyrelerimizde, oksigen, gıdâları yakınca, karbondioksid meydâna geliyor.<br />

Bu da, ciğerlerden havaya veriliyor. İnsan sâatde 20-40 ve günde 500-1000 litre karbondioksid<br />

gazı hâsıl ediyor. Şehr havasında (CO 2 ) mikdârı, binde bire ve hattâ dahâ<br />

yukarıya çıkar. Bu gaz, öldürücüdür. Yüzde yedi mikdârında teneffüs güçleşir.<br />

Yüzde ondört olunca öldürür. Kalküta şehrinde, bir odaya tıkılan 146 mahbûsdan<br />

123 ü, kendi (CO 2 )leri ile ölmüşdür. Karbondioksid gazı havadan ağır olduğundan<br />

çukurlarda, mahzende toplanır. Gazoz şişeleri açılınca, aşağı doğru köpük hâlinde,<br />

masa örtüsü üzerine akar. Bu gaz, ısıyı fenâ iletir. Hava tabakasının erd üzerinde<br />

sıcaklığı koruması, dahâ ziyâde karbondioksid sâyesindedir. Hava olmasaydı, yer<br />

yüzünün ortalama sıcaklığı (+15 0 C) yerine (—23 0 C) olacakdı. Bu otuzsekiz derece<br />

farkın yirmibir derecesi, havadaki onbinde üç karbondioksid sâyesindedir.<br />

İnsan vücûdü, içinde elli litre sıcak mâyı’ bulunan bir fıçı gibidir. Fıçının serbest<br />

sathı ciğerler olup, takrîben ikiyüz metrekaredir. Bu sıvı, bu yüzeyden ve bütün<br />

derimizden, buhârlaşır. Ağız ve burnumuzdan havaya su buhârı veriyoruz.<br />

MİKROP: Mikrop nedir? Mikroplar, dünyâmızda en ziyâde yayılmış mahlûklar<br />

olup, o kadar çokdur ki, diğer bütün cânlıların mecmû’ sayısı, bunların yanında<br />

sıfır gibidir. Üzerinde binlerle mikrop yaşamayan bir toprak parçası, havada,<br />

bir toz, bir su damlası, bir sinek ayağı ve hiçbir insan kılı mevcûd değildir. İnsan<br />

bir camı ağzına sürünce, cam üzerinde düzinelerle mikrop kümesi meydâna gelir.<br />

Her insan bûsesi, insanların birbirine binlerce mikrop vermesi demekdir. Masa üzerinde<br />

yürüyen bir sinek, karda gezen insanın izleri gibi, mikrop yığınları bırakır.<br />

Süt hayvândan bakraca akdığı zemân, her kahve kaşığında binlerce mikrop bulunur.<br />

Bu mikdâr, her sâatde katkat artar. Bir mikrobun yirmidört sâatde çoğalarak<br />

yetmiş milyona çıkdığı görülmüşdür. Tereyağındaki mikroplar, sütden on kat<br />

fazladır. İnsan ve hayvânların bulunduğu yerde, mikrop mikdârı fevk-al’âde artar.<br />

Bir kaşık nehr suyunda, şehre girmeden evvel otuzbin, şehrden çıkınca milyarlarca<br />

mikrop vardır. Mikroplar havada uçmaz. Havadaki herbir toz, yüzlerce mikrop<br />

taşıyan birer balondur. Mikroskop 998 [m. 1590] de keşf edildi.<br />

İNSAN VE MİKROP: Mikroplar, diğer hayvân ve nebâtlar gibi canlı mahlûklar<br />

olup, insanlara zararlı veyâ fâideli olmak gâyesinde değildir. Bunların, yegâne<br />

gâyesi, her cânlıda olduğu gibi, yaşamak arzûsudur. Birçok insan, mikrop deyince,<br />

– 981 –


yanlış olarak, insana düşman olan mahlûk zan eder. Hâlbuki Allahü teâlâ, çok şeyleri<br />

yaratmasına, mikropları sebeb ve vâsıta kılmışdır. Cenâb-ı Hakkın irâdesi ile,<br />

dilemesi ile, muhtelif işlerin yapılmasında vazîfe görüyorlarsa da, umûmî olarak zararsız,<br />

fâideli ve zararlı [pathogene] olmak üzere üç sınıfdırlar. Onbinlerce nev’leri<br />

olup, hemen yüzde sekseninin insanlarla alâkası yokdur. Yüzde iki kadarı, fâidelidir.<br />

Meselâ, bize, peynir, sirke, hamur, maya ve sâire yaparlar. Bir kısmı ile de, berâber<br />

yaşamakdayız. Her nefesde, binlercesi içimize girer. Bunlar, tavuk, kedi, köpek,<br />

koyun ve sâire gibi, ehlî hayvanlarımız gibidir. Lâkin bunlar, bize dahâ yakın<br />

olup kümesde, ahırda değil, hârice açık bulunan a’zâmızda ikâmet eder. Cild, ağız,<br />

burun, teneffüs yolları, mi’de, bağırsak ve sâire yerlerimiz bunlarla doludur. Bunlar,<br />

basît ve beceriksiz değildir. İçlerinde san’atkârları ve mütehassısları mevcûddür.<br />

Yalnız ağzımızda, elli çeşid mikrop çalışmakdadır. İnce bağırsaklarda da,<br />

muhtelif ihtisâslara mâlik yirmibeş dürlü mikrop nev’i vardır. İnsan, bu işçilerinin<br />

yevmiyesini gıdâ olarak verip, güc hazm olan gıdâların hazmını bunlara yapdırır.<br />

Bir def-i hâcetde, abdesthâneye, yüzbinlerce mikrop terk edilmekdedir.<br />

Her insanda mevcûd bu sayısız mikroplar, zararlı değildir. Hâricden durmadan<br />

vücûdümüze zararlı mikrop da girmekdedir. Hiçbir gün yokdur ki, hepimiz verem<br />

mikrobu yutmamış olalım. Süt ineklerinin yarıdan fazlası tüberkülozdur. Pastörize<br />

edilmiyen her sütde verem mikrobu üçbine kadar çıkdığı nâdir değildir. Hemen<br />

her tereyağının yüz gramında, binlerce verem mikrobu vardır. Öldüğü zemân vücûdünde<br />

verem hastalığı başlamamış insan, yok gibidir. Tüberkülozdan bademcikleri<br />

şişmemiş çocuk azdır. Diğer hastalık mikropları da, heryerde mevcûddür.<br />

Herkesin ağız ve burnunda difteri ve grip mikropları yaşamakdadır. Cildimizde,<br />

çıban mikropları, kanı zehrliyen mikroplar dâimî müsâfirimizdir. Hâlbuki üzerimizi<br />

saran bu düşmanlardan zarar görmiyoruz. Yalnız veremli sütden bir damla içen<br />

kimse birkaç haftada ölmeli idi. Bunun sebebi: Bir bardak sütde, meselâ üçbin verem<br />

mikrobu yanında, ayrıca kırk muhtelif nev’den milyarlarca zararsız mikrop vardır.<br />

Diğer mikropların yanında verem mikrobunun milyonda bir azlığı, olgun bir<br />

insan kalabalığını isyâna teşvîk etmek isteyip, birşey yapamıyan üç-beş fesâdcının<br />

azlığına benzer. Diğer tarafdan, uzviyyete giren zararlı mikroplar zarar yapamaz.<br />

Zîrâ durmadan ta’kîb olunurlar. Küçük çocuklarda bu ta’kîb kuvvetli olmadığından,<br />

bunlara kaynamamış süt vermemelidir. Lâkin büyükler senelerden beri hergün<br />

zararlı mikropları yuta yuta bunlarda, müdâfe’a vâsıtaları teşekkül etmişdir.<br />

Alışan insanın günde içdiği sigara mikdârını, birisi birdenbire içerse, hasta yapmasına<br />

benzer. Bizi zararlı mikroplardan koruyan üçüncü ve en mühim vâsıta, içimizdeki<br />

sâdık arkadaşlarımız olan mikropların, yabancı mikropları istememeleridir.<br />

Bunlar, yerlerini yabancı mikroplara bırakmak istemez. Demek ki, hastalığın insana<br />

geçmesi muhakkak olmıyor. Hadîs-i şerîfde de böyle buyurulmuşdur.<br />

SÂRÎ HASTALIKLAR NE ZEMÂN MEYDÂNA GELİR?: Bir tarafdan (İnfection)<br />

ya’nî hastalık mikrobunun gelmesi, diğer tarafdan, berâber yaşamakda olduğumuz<br />

mikropların azalması sebebiyle meydâna gelir. Ekmek üzerinde küflerin tufeylî<br />

olarak yaşadığı gibi, mikropların üzerinde yaşıyan parazitler de vardır. Bakteriophage<br />

denilen bu parazitler, mikropların za’îf zemânında çoğalır, büyük ve yardımcı<br />

mikroplarımızı yirler. Bu sûretle vücûdümüz, yardımcı mikroplardan fakîrleşir.<br />

Ada, yayla, sayfiye havalarında mikrop bulunmadığından, buralara seyâhat<br />

eden, bilhâssa gençlerde yardımcı mikroplar azalarak, mukavemet görmiyen, meselâ<br />

herkesde, her zemân mevcûd anjin mikropları fe’âliyyete geçerek, Klimatik<br />

anjin meydâna gelir. Yine bu sebebden, seyâhate çıkan gençlerde, şiddetli tüberküloz<br />

zuhûr eder. Ormanlık yaylalarda, meselâ bizim güzel Uludağımızın Kirazlı<br />

yaylasında, aslâ verem mikrobu yokdur. Lâkin genç seyyâh, çadırında yerde yatmakdadır.<br />

Burası ile, odada karyolasında yatmak arasındaki muhît şartları pek farklıdır.<br />

Gencin, Patojen mikroplara karşı müdâfe’asında, sâdık yardımcıları ve ön-<br />

– 982 –


cüleri olan kendi mikropları, bu şart değişmesinden müteessir olarak kuvvetden<br />

düşerler. Hava ve mevsim değişmelerinde sârî hastalıkların çoğalması da bu sebebdendir.<br />

Mevsim değişmesinden maksad, hava şartlarının bozulması değil, değişmesidir.<br />

Meselâ, latîf behâr mevsiminin ânsızın gelmesinde, yardımcı mikropların hayât<br />

şartları ânsızın değişerek, mukavemetleri bir müddet için sarsılır.<br />

Mikroplar pek küçükdür. Bir milimetreküp kanda beşmilyon kırmızı yuvarlar<br />

(Hematie) vardır. Bir hemati içine bir tifo basili kolayca yerleşir. Bir tifo basili içinde<br />

de, tüberküloz basili kolayca yerleşip gezebilir. Verem basili, mikropların en<br />

küçüğü değildir. Çubuk şeklindeki bir verem mikrobu üzerine, virüs sınıfından<br />

binüçyüz uzviyyet yerleşebilir. İnsanın vereme yakalanması için, asgarî bin tâze<br />

kuvvetli mikrobun ciğerlere girmesi lâzımdır. Bir tüberkülozlunun sabâh kahvaltısı<br />

yapdığı masa örtüsünde onbinlerce tükürük damlası ve her damlada binlerce<br />

mikrop görülmekdedir. Bir öksürükle meydâna gelen damlacıklar, mikrop mermîleri<br />

olup, üçbuçuk metre kadar uzağa gider. Bu mermîlere rastlıyan ve bilhâssa çocuklar,<br />

tehlükededir. Çocuklar, tüberküloza, büyüklerden on def’a dahâ kolay yakalanır.<br />

VİRÜS: Bir mikrop kümesi, Şamberlan [ya’nî pişmiş porselen] süzgecinden süzülürse,<br />

mikroplar geçmez. Bir sıvı süzülür. Difteri, dizanteri ve verem mikroplarından<br />

bu sûretle elde edilen mâyı’ler, hastalık hâsıl etmez. Fekat nezle, grip gibi<br />

mikroplardan elde edilen mâyı’ler hastalık yapar. Demek ki, böyle hastalıklar, yalnız<br />

mikroplar ile değil, süzülebilen, pek dahâ küçük virüs dediğimiz cismlerle bulaşır.<br />

Virüsler, mikropdan yirmibin def’a dahâ küçükdür. Bunlar da, mikroplar gibi,<br />

yetişir, ürer ve sirâyet eder. Bugün üçyüz çeşid virüs tanınmış ve bunlardan yirmibeşi<br />

görülmüşdür. Bunların, sâdece stoplazmadan ibâret oldukları anlaşılmışdır.<br />

Bugün virüsler dondurularak billûr hâle getirilebiliyor. Bu şekldeki virüs temâmen<br />

cânsız, bir kimyâ maddesi gibidir. Fekat, müsâid bir yere konduğu zemân,<br />

cânlılığını göstererek ürer ve hastalık yapar. Ancak, elektron mikroskopla görülebilir.<br />

Virüsle bulaşan hastalıklar, kızıl, kızamık, su çiçeği, nezle, grip, çocuk spinal<br />

felci, kuduz, papağan hastalığı, domuz vebâsı ve sâiredir. Virüsler, bu hastalıkların<br />

mikroplarını kuvvetlendirirler. Mikropları za’îfleten ve hattâ mahv eden virüsler<br />

de vardır ki, bunları yukarda bakteriofaj diye söylemişdik. Fen, bakteriofaj<br />

vermek sûreti ile belki birçok hastaları tedâvî etmeğe muvaffak olacakdır.<br />

TOXİN: Mikroplar insanlara çeşidli yoldan zarar verir. İnsanı bir eve benzetirsek,<br />

tüberküloz basilleri, bu evin dıvârlarını yıkar. Difteri basili, açık bırakılmış hava<br />

gazı musluğuna benzer. Bu basilin kendi birşey yapmaz. Bademciklerde oturup,<br />

beyâz ve kırmızı kana Toxin dediğimiz bir zehr gönderir. Bu zehr, kalb ve böbrekleri<br />

bozar. Tetanoz basili de, ufak bir yara üzerinde usluca oturup, vücûde tetanoz<br />

toksini gönderir. Bu toksin, en kuvvetli zehrlerden olan Strikninden ikiyüz def’a<br />

te’sîrli olup, bir gramı, yirmimilyon fâreyi veyâ dörtbin insanı öldürür. Vücûde yayılan<br />

bu toksin, mırdar iliği zehrliyerek, insan gerile gerile ölür.<br />

ANTİTOXİN: Vücûdümüz, içeri giren her yabancı maddeye karşı bir koruyucu<br />

madde (Antikor) husûle getirip, bununla kimyâca birleşdirerek, zararsız hâle<br />

sokmağa çalışır. İçeri bir toksin girince, antitoksinler meydâna gelerek, yeniden<br />

gelecek toksinlerle birleşirler. Kızıl, kızamık ve su çiçeğine karşı meydâna gelen<br />

antitoksinler, kanda dâimî kalıp, insan ikinci def’a bu hastalıklara yakalanmaz. Nezle,<br />

grip, difteri ve başka hastalıkların antitoksinleri ise, zemânla vücûdden dışarı<br />

atılır.<br />

Düşmanı mikropla yenmek, ikinci cihân harbinde düşünüldü. Mikrop silâhları<br />

ve koruma vâsıtaları üzerinde çalışıldı. Yer küremiz etrâfında dönen sun’î peykleri<br />

mahreklerine oturtan büyük füzeler gibi birkaç roketle, meselâ, İngiltereye saçılacak<br />

mikropların, kısa bir zemânda İngiliz milletinin üçde birini harb edemez<br />

hâle getireceği hesâblanmakdadır. Bu füzelerde, mikrop yüklü tüyler bulunacak,<br />

– 983 –


u tüyler havada dağılıp, çok geniş sâhaya, sârî hastalık mikropları saçacakdır. Bugün,<br />

mikrop silâhları üzerinde, çok çalışılmakdadır.<br />

YORGUNLUK: Zararlı maddeler, mikrop, toksin, virüs, zehrli gazlar gibi,<br />

vücûdümüze yalnız hâricden gelenler değildir. Adalelerimiz hareket ederken,<br />

vücûdümüzün derinliklerinde zehrli madde hâsıl olur. Yorgunluk hissini yapan bu<br />

zehr, süt asidi dediğimiz alfa oksi propiyonik asiddir. Yorgun bir adalede teşekkül<br />

etmiş olan bu asid dışarı çıkarılırsa, adale eski fe’âl hâlini alır. Yorulan bir uzvda<br />

diğer maddeler de teşekkül edip, kan ile her tarafa ve bilhâssa dimâga girerek<br />

yorar. Şu hâlde yorgunluk, süt asidi ve diğer toksinlerle kanın zehrlenmesinden ibâretdir.<br />

Bir köpek kuvvetden düşerek yatıp uyuyuncıya kadar çalışdırılır ve uyuyunca<br />

bundan kan alınarak, râhat ve keyfli bir köpeğe verilirse, bunun yorularak uyuduğu<br />

görülmekde ve bunun aksi de vukû’ bulmakdadır. Yorgun ve yıpranmış bir<br />

insana, râhat bir insanın kanı verilerek, fe’âl bir hâle getirilmekdedir. Fekat, yarının<br />

insanına verilerek bunu yorgunlukdan ve uykudan devâmlı kurtaracak, bütün<br />

ömrünü fe’âliyyet ve râhatlıkla geçirmesine yarıyacak bir antitoksin bulunacağı<br />

zan edilmemelidir. Zîrâ yorgunluk, yalnız bir kimyâ hâdisesi değil, diğer bütün<br />

vücûd hâdiseleri gibi, insanların anlıyamadığı , mübhem bir hayât hâdisesidir.<br />

Yorgunluğu gidermek, çalışmakdan meydâna gelen zehrleri temizlemekle berâber,<br />

hüceyreleri dinlendirmek de demekdir.<br />

Bir otomobil, ancak yakma tertîbatının, gazı patlatması ile hareket etdiği gibi,<br />

adale motorlarımız da, dimâgımızın sinir cereyânını vermesi ile hareket eder.<br />

Her adale parçası, bir tel, bir sinir ile dimâga bağlıdır. Yalnız hareket için, adaleleri<br />

dimâgımıza bağlıyan milyonlarca sinir olup, bunların milyarlarca ince kolları<br />

mevcûddür. Amerikadaki vahşîlerin oklarının ucuna sürdükleri Kürar [Curare]<br />

ismindeki zehr, bu sinirlerin uçlarını felce uğratır. Adale hareket edemez. Ağrı yapmadığından,<br />

insan zehrlendiğini anlamaz. Elini, ayağını oynatamıyarak yere yıkılır<br />

veyâ taş gibi dikili kalır. Görür ve işitir ise de, gözünü kırpamaz, dilini oynatıp<br />

bağıramaz. Kabr azâbı da bunun gibidir. Meyyit, elem, acı duyar. Fekat, kıpırdıyamaz.<br />

Kürar, zehrlerin en fenâsıdır. En son, teneffüs adaleleri uyuşarak, zevallı<br />

ses çıkaramadan ölür. Dünyâda tabî’î ve sun’î kötülükler çokdur. Bunların en kötüsü<br />

kürardır.<br />

ZEHR NEDİR?: Umûmî bir zehr ta’rîfi yapılamaz. Keçi, yirmi gram morfin yiyip,<br />

sıçramasına devâm eder. Şu hâlde morfin zehr değil midir? Ada tavşanları zevkle<br />

belladon yir de müteessir olmaz. Tuz rûhu zehr olamaz. Zîrâ mi’delerimiz bizzât<br />

bunu yapıyor ve hiçbir zararı olmıyor. Zehrli ve fâideli cismlerin tâm ta’rîfini<br />

yapmak çok gücdür. Zîrâ:<br />

a) Zehr, bunu alan cânlının nev’ine tâbi’dir. Keçiye zehr olmayan morfin, insan<br />

için zehrdir.<br />

b) Zehr, aynı nev’e mensûb cânlıların şahsiyyetine de tâbi’dir. Babaya zararsız<br />

olan sigara, üç yaşındaki çocuğunu öldürür.<br />

c) Zehr, alışmağa da tâbi’dir; alışmış bir ihtiyâra dokunmıyan sigara mikdârı, ilk<br />

def’a içen ihtiyârı öldürebilir.<br />

d) Zehr, alınan mikdâra tâbi’dir. Her cismin bir dayanabilecek mikdârı vardır.<br />

Ancak bu mikdârdan fazlası zehrdir. En şiddetli zehr bildiğimiz siyanürlerin kanda<br />

dolaşan mikdârı zehrlemez. Mi’deye doldurulan beş litre su ise, insanı öldüren<br />

zehrdir. Hattâ yeni doğan bir nevzâd için, bir bardak su zehrdir.<br />

e) Zehr, zemâna da tâbi’dir. Sabâh aç karna içilen bir büyük sigaranın zehr te’sîri,<br />

öğle yemeğinden sonra içilen aynı sigaranın te’sîrinin on katıdır.<br />

f) Zehr, berâber alındığı diğer maddelere de tâbi’dir. Aynı mikdâr kafeini hâvî<br />

çay ve kahvenin te’sîrleri başka başkadır. Aynı sûretle, aynı mikdârda ispirtoyu<br />

hâvî Absent ile şerâbın zehr te’sîrleri farklıdır.<br />

– 984 –


Bu altı misâl, dahâ başka dürlü 6x6 kadar çoğaltılabilir. Lâkin, zehrin ta’rîfinin<br />

güclüğünü anlatmağa bu kadarı da yetişir.<br />

TÜTÜN: Bugün fırın sayısında satış mağazaları bulunan ve hükûmetlerce reklâmları<br />

yapılarak değeri ekmeğin üstüne çıkmış bulunan tütünün müessir maddesi<br />

nikotindir. Korkunç zehrler arasında yer alan bu cismin bir damladan az mikdârı,<br />

insanı öldürür. Gagası önünde nikotine batırılan bir cam çubuk tutulan bir<br />

serçe, derhâl ölür. Bir sigara içinde bulunan nikotin, deri altına şırınga edildikde,<br />

iki insanı öldürür. Tütün dumanında nikotinden başka birçok şiddetli zehrler<br />

vardır. Meselâ, bir sigara dumanında bir miligram sîyan asidi, yüzde beş karbonmonoksid,<br />

amonyak, yüzde birbuçuk kükürtlü hidrogen mevcûddur. Tıbbî kitâblar,<br />

sigaranın fizyolojik te’sîrini îzâhdan evvel şu misâli söylüyor: Almanyada<br />

yüzsekiz yaşında bir ihtiyâr, yeni yaşını tebrîke gelenlere, yüz seneden beri durmadan<br />

sigara içdiğini ve şimdiki kuvvet ve zindeliğini sigaraya medyûn bulunduğunu<br />

söylemekdedir.<br />

Sigara içmek, tütünü kuru tebhîr etmek, ya’nî kuru cismleri damıtmak, gaz<br />

hâle geçirmek demekdir. Sigara yanarken nikotinin yüzde yirmibeşi harâb oluyor.<br />

Yüzde otuz kısmı dumanla havaya gidiyor. Yüzde kırkbeşi de sigara içinden ağza<br />

doğru çekiliyor ise de, bunun üçde ikisi sigaranın soğuk kısmında mâyı’ hâlde<br />

kalıp, ağza, sigaradaki nikotinin, ancak yüzde onbeşi dâhil oluyor. Sigaranın yanan<br />

mahalli ile ağız arasındaki mesâfe ne kadar az ise, vücûde o kadar çok nikotin<br />

gelir. Şu hâlde, ince uzun sigaralar, kısa kalın sigaralardan dahâ hafîfdir. Nikotin<br />

te’sîrinden korunmak istiyenler, sigarayı ağızda değil, elde tutmalıdır. Ağır sigaralar,<br />

nikotini çok sigaralar değil, içerken vücûde yüzde onbeşden çok nikotin<br />

veren sigaralardır. Kuru tütünler, yaşlarından fazla, gevşek sigaralar, sıkı ve sert<br />

sigaralardan fazla, hızlı çekenler, yavaş çekenlerden fazla, ciğerlerine çekenler, burna<br />

çekenlerden ve burna çekenler, dudak tiryâkilerinden fazla nikotin alır. Ağza<br />

giren nikotinin mühim bir kısmı, tükürük ile mi’deye gidip mi’de ifrâzını azaltarak<br />

iştihâyı keser. Şu hâlde, yemek yiyenlerin bulunduğu yerde sigara içmek ve oda<br />

havasını sigara dumanı ile karışdırmak büyük kabâhatdir. Bunun içindir ki, birçok<br />

fıkh kitâblarında, sigara, tab’an [şer’an değil] mekrûh denilmekdedir. Nikotin, ağız<br />

ve mi’de zarlarında kana karışır. Bunun da büyük kısmını, karaciğer tutarak parçalar<br />

ve asid üriğe çevirir. Bundan dolayı, fazla sigara içenler, nekris ve rumatizmaya<br />

yakalanabilir. Zâten herşeyin fazlası zararlıdır. Kanla dolaşan nikotin, böbrek<br />

üstü bezlerini tahrîş ederek adrenalin ifrâzı artıp kan tazyîki yükselir ve derideki<br />

damarlar sıkışarak, renk solar. Bağırsakları harekete getirip, ishâl yapar. Safra<br />

yollarını daraltdığından, safrası ve karaciğeri za’îf olan, fazla tütüne dayanamaz.<br />

Dimâga te’sîri henüz iyi bilinemiyor. Nikotin uzviyyetden çok yavaş atılır. Cum’a<br />

günü sigaraya başlayan insanın idrârında, ancak gelecek Cum’a nikotin görülmeğe<br />

başlar. Nikotinin en iyi tanıma vâsıtası sülükdür. Nikotine çok hassas olan bu<br />

hayvân, dörtmilyonda bir nikotinli suda bile büzülmeğe başlar. Sigarayı fazla içmenin<br />

zehr olduğu muhakkakdır. Birbirine rekâbetle tütün kullanan iki birâderin,<br />

onyedinci pipoda, birlikde öldüklerini, bir babanın sigara içdikden sonra, iki<br />

günlük çocuğu yirmi dakîka kucağında tutması ile, çocuğun nikotin tesemmümü<br />

ile ağır hastalandığını ecnebî kitâblar yazmakdadır. Bununla berâber, kendilerini<br />

zemânla ve yavaş alışdıran ve mu’tâdına göre kullanan büyüklere, hiç zarar vermemekdedir.<br />

Sigaranın tüberkülozu, kanseri ve damar sertliğini kolaylaşdırdığı hakkındaki<br />

korkunç hikâyelerin, temâmen yanlış olduğu tesbît edilmişdir. Bu hastalıklara<br />

yakalananlarda, sigara içmeyenlerin mikdârı içenlerden az olmadığı muhakkakdır.<br />

[m. 1964] yılı şubat ayında, Amerikada New-York eyâleti tıb derneğinde konuşan<br />

göğüs hastalıkları mütehassısı Dr. Alvan L.Barach, sigara içerken dumanı içeriye<br />

çekmiyenlerde akciğer kanseri yapdığını gösterecek bir delîl yokdur demiş-<br />

– 985 –


dir. Birleşik Amerika sağlık işleri bakanlığının yüzlerle tabîb ve kimyâger çalışdırarak<br />

aylarca yapdırdığı incelemelerin sonucu, [m. 1963] sonbehâr gazetelerinde<br />

devletce açıklandı. Bu yazıda, (Sigarayı çok içenlerde, kanser dahâ çok görülmüşdür.<br />

Kansere sebeb, tütün değil, sigara kâğıdının yanmasından hâsıl olan katran<br />

olduğu tesbît edilmişdir. Bunun için, tütünü, sigara şeklinde değil, tütün yaprağının<br />

sarması, pipo ve nargile, lüleli çubuk şeklinde içmelidir) denilmekdedir. Tütün<br />

dumanında, kanserojen bir maddenin, ya’nî kanser yapan bir prodüinin bulunduğu<br />

idantifiye edilememişdir. Fazla duman verilen hayvanlarda tümör tevlîd<br />

etmek kâbil olmamışdır. Bunun içindir ki, araşdırıcılar, işi istatistiklere dökmüşlerdir.<br />

Yukarıda yazılı Amerikan raporu da, tıbbî, fennî isbât sonucuna değil, istatistiklere<br />

dayanarak bildirilmişdir. O hâlde bu rapor, problemi îzâh ve hal etmiş<br />

değildir. Nitekim Avrupa ve Amerikada birçok doktorlar, bu raporu ve açıklamaları<br />

körü körüne kabûl etmemekdedirler. (Eczâcılık mecmû’ası), [m. 1970] yılı (12)<br />

ci sayısında diyor ki, (İnfarktüs) denilen kalb sektesinden sonra görülen ölümün,<br />

çok sigara içenlerde, sigara içmiyenlere nazaran onaltı def’a dahâ az olduğu Amerikada<br />

tesbît edildi. Nikotinin norepinefrin teşekkülüne te’sîr etdiği Amerikada<br />

görüldü. Bu da, sigaranın zihn yorulmasını önlediğini göstermekdedir.<br />

Ba’zı şahslar, nikotine karşı hassâs olabilir. Bu keyfiyyet, yumurtaya, çileğe karşı<br />

hassâs insanların bulunmasına benzer. Bunlar, sigara içince, hazm ve sinir bozukluğu,<br />

çarpıntı, damar tekallüsü, tansiyon yükselmesi gibi hâller görülür. Lâkin<br />

tütün içenlerin yüzde doksanında ve hele az içen büyüklerde hiçbirşey görülmemekdedir.<br />

O hâlde, büyük bir insanın az mikdârda içdiği tütüne, sıhhî bakımdan<br />

harâm denemez. Böyle bir iddi’â, tecribeye, fenne uygun olmaz.<br />

Doktor Gautier, Pârisde basılan fransızca (Formulaire)de koyu çayın ve kahvenin,<br />

sigaranın zararını giderdiğini yazmakda, tütünle zehrlenmeğe karşı, bir<br />

bardak suya bir kahve kaşığı tanen veyâ mazı tozu, yâhud bir damla tentürdiyod<br />

koyup içmeli ve yatıp çok örtünmelidir demekdedir.<br />

ZEHRLİ GAZLAR VE KORUNMA ÇÂRELERİ: Zehrli bir cismin harbde<br />

kullanılabilmesi için, bir takım taktik şartları da hâiz olması lâzımdır ki, bunları her<br />

zehrde toplamak kolay değildir. Bundan dolayı, kimyâ sanâyı’inin birinci cihân harbine<br />

verdiği üçbinden ziyâde zehrli maddeden, ancak otuzu kullanılmış ve bunlardan<br />

oniki kadarı işe yaramışdır. Bu savaşda gaz atışı, düşmana zâyi’ât verdirerek<br />

değil, rûhî te’sîr yapmak sûreti ile rol oynamışdır. Her yeni çıkan gaza karşı korunma<br />

vâsıtalarının bulunması ve kıt’alarda gaz disiplini meydâna gelmesi ile bu silâhın<br />

korkusu kalmamışdır.<br />

Bugün iyi korunma vâsıtalarına ve bunların kullanılması ta’lîm ve terbiyesine<br />

mâlik olan bir millet için gaz tehlükesi yokdur. İlerdeki harblerde, ilk olarak<br />

meydâna çıkarak, eldeki korunma vâsıtalarından geçecek olan her yeni bir silâh<br />

ve bomba, korunma çâresi bulununcıya kadar rol oynıyacak ve belki de savaş netîcesi<br />

üzerine mühim te’sîr yapacakdır.<br />

ELEKTRONİK ÂLETLER: Elektronik kelimesini,elektron kelimesi ile karışdırmamalıdır.<br />

Elektronik kelimesi, bir ilm koluna verilen ismdir. Bu ilm kolu, elektro-manyetik<br />

dalgaların üzerine kurulmuşdur.<br />

Bir endüksiyon makarasının ikinci makarasındaki ince bakır telden, çok sayıdaki<br />

sargıların iki ucu, iki küçük küreye bağlanır. Birbirine yakın olan iki kürenin<br />

biri antene [gerilmiş bakır tele], ikincisi, su borusuna, böylece toprağa bağlanır.<br />

Kalın bakır telden içerdeki az sayıda sargılara pilden akım verilince, iki küre arasında<br />

kıvılcım şeklinde elektron atlaması olur. Elektronlar, anten ile, toprak arasında,<br />

sâniyede milyonlarca def’a gidip gelir. Sâniyedeki gidip gelme sayısına<br />

(Titreşimli akımın frekansı) denir. Evlerimizde kullandığımız elektrik akımının frekansı<br />

ellidir. Frekansları onbinleri aşan alternatif akımlara, (Yüksek frekanslı) de-<br />

– 986 –


nir. Elektrik akımı geçen tellerin etrâfında, bir miknâtıs sâhası hâsıl olur. Anten<br />

ile toprak arasında hâsıl olan akım [elektrik titreşimi] de, kuvvetli miknâtıs meydâna<br />

getirir. Bu miknâtıs, dalgalar hâlinde, fezâda [boşlukda] her tarafa yayılır.<br />

(Elektro-manyetik dalga) denen bu dalgaların yönü ve şiddeti değişdiği için rast<br />

geldikleri kapalı devrelerde, meselâ antenlerde, endüksiyon akımı meydâna gelir.<br />

Bugün yüksek frekans alternatörleri ile ve triyod lâmbaları ile, elektrik titreşimleri<br />

ve böylece, elektro-manyetik dalgalar yapılmakda, bunlarla, telsizler, radyolar,<br />

radar ve elektronik beyinler çalışdırılmakdadır. Elektronik beyin [Computer]lerin<br />

iç yapısını, beşbin dânesi bir yüksüğe sığan küçük transistörler ve diodlar ve bunları<br />

bağlıyan binlerce karışık elektrik devreleri teşkîl eder. Bunların i’mâl ve tesbîti,<br />

elektronik beyin ve otomatik makinelerle yapılır.<br />

Elektronik beynin giriş kısmında, husûsî daktilolarda delinmiş ve üzerindeki delikler,<br />

belli harf veyâ işâreti bildiren kartlar veyâ delikli şerîtler yâhud da bir yazıcı<br />

daktilo ile yapılacak işi gösteren bir program, makineye verilir. Program,<br />

makinenin özel işâretleriyle ve istenen işi yapdıracak şeklde, mütehassıslar tarafından<br />

hâzırlanır. Bir kerre hâzırlanan program, belli bir iş için her seferinde kullanılabilen<br />

bir deste delikli kart olabilir. Programdan sonra ma’lûmât verilir. Girişde<br />

kullanılan vâsıtalarla, kısa zemânda netîce alınır. Kartdaki delikler, devrelerin<br />

açılıp kapanmasını sağlar.<br />

Elektronik beyin, kendisine verilen ma’lûmâtı ve programı hâfıza kısmı denen<br />

yerde kayd eder. Bu kısm, içinden tel geçen ferromagnetik halkalardan ibâret, kor<br />

denen, [Core: çekirdek] yüzbinlerce magnetik devreden ibâretdir. Altı kor birleşip,<br />

bir postahânedeki numaralı posta kutuları gibi düşünülebilen pozisyonları teşkîl<br />

eder. Her pozisyon, korlarındaki akımın yönüne göre magnetize olarak teyp gibi<br />

ma’lûmâtı kayd eder. Bunlara ma’lûmâtın girişi çıkışı, sâniyede beşbin def’a olabilir.<br />

İşlemler merkez kısmında yapılır. Sâniyede, bin ile dört bin arasında toplama,<br />

çıkarma, yirmibeş ile ikiyüzelli arasında çarpma, bölme, beşbin Lojik işlem yapabilir.<br />

Sekizyüz bilinmiyenli, sekizyüz denklemi bir insan, hiç yimeden, içmeden, ikiyüzelli<br />

senede, kompütür, ya’nî bilgisayar ise, birkaç sâatde yapar. Fen kollarındaki<br />

yeni keşfler için ve nemâz vaktlerini anlamak için lüzûmlu hesâbların yapılmasında,<br />

hastalıkların teşhîsinde, fabrikaların az mütehassısla çalışdırılmasında,<br />

elektronik âletlerle çalışan tertîbli [programlı] hesâb makinaları (Robot)lar kullanılıyor.<br />

Robot, makine adam demekdir. Bunlar, mekteblerde, evlerde öğretmen<br />

yerine ders vermekde, problem çözmekdedirler. Gemilerin, tayyârelerin yerlerini<br />

bulmakda, menzil hesâblarını yapmakda, harb gemilerinde atış kontrolünde, hava<br />

tahmînlerinde, tayyârelere ve rampadan atılan füzelere yol gösteren radar<br />

Beaconlarında hep elektronik âletler kullanılmakdadır. Telsizle idâre edilen tayyâreler,<br />

roketler, kıt’alar arası füzeler, elektronik bilgilerin kullanıldığı yerlerdir.<br />

Amerikalılar, 1975 de elektronik beyinle incelemeler yapan, (Viking 1 sonda cihâzı)nı<br />

Merîh yıldızına yolladılar. Bu cihâz, ellialtı milyon kilometrelik yolu onbir<br />

ayda kat’ etdikden sonra, 1976 temmuz ayında Merîh üzerine kondu. Çalışmağa<br />

başladı. Toprak alıp, biyolojik ve fizik ve kimyâ tahlîlleri yapıp, Pasadena ilm<br />

merkezine bildirdi. Merîh toprağında bol oksigen gazı olduğu ve radio-aktif karbon<br />

bulunduğu anlaşıldı. Pasadenadaki hayâtî tecribeler mütehassıslarından Dr.<br />

Herold Klein, Viking 1 cihâzının gönderdiği haberlerin çok heyecân verici olduğunu<br />

söylemişdir.<br />

Ruslar, askerî harcamalarının çoğunu, câsûsluk işlerinde kullandılar. Elektronik<br />

sanâyı’ın sırlarını, Amerikalılardan çaldıkları tesbît ve resmî raporlarla neşr<br />

edildi.<br />

– 987 –


55 — ÖLÜM, ÖLÜME HÂZIRLANMAK<br />

Aşağıdaki bilgiler, seyyid Abdülhakîm bin Mustafâ efendi “rahmetullahi<br />

aleyh”in (Sefer-i âhıret) risâlesinden alınmışdır. Bu risâle basılmamışdır:<br />

Îmânı olan ve aklı olan ve bâliğ olan erkek ve kadınlara, (Mükellef) denir. Mükellef<br />

olanların, ölümü çok hâtırlaması sünnetdir. Çünki, ölümü çok hâtırlamak,<br />

emrlere sarılmağa ve günâhlardan sakınmağa sebeb olur. Harâm işlemeğe cesâreti<br />

azaltır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Lezzetleri<br />

yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hâtırlayınız!). Tesavvufculardan ba’zıları,<br />

hergün bir kerre hâtırlamağı âdet edinmişdi. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî<br />

“kuddise sirruh” hergün yirmi kerre, kendini ölmüş, mezâra konmuş düşünürdü.<br />

Ölmek, yok olmak değildir. Varlığı bozmıyan bir işdir. Mevt, rûhun bedene olan<br />

bağlılığının sona ermesidir. Rûhun, bedenden ayrılmasıdır. Mevt, insanın bir hâlden<br />

başka bir hâle dönmesidir. Bir evden, bir eve göç etmekdir. Ömer bin Abdül’azîz<br />

“rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, (Sizler, ancak ebediyyet, sonsuzluk<br />

için yaratıldınız! Lâkin bir evden, bir eve göç edersiniz!). Mevt, mü’mine hediyyedir,<br />

ni’metdir. Günâhı olanlara musîbetdir. Fakîrlere râhat, zenginlere azâbdır.<br />

Akl, Allahü teâlânın hediyyesidir. Cehâlet, doğru yoldan çıkmağa sebebdir. Zulm,<br />

insanın çirkinliğidir. İbâdet, gözün nûru olan, sevinc ve neş’edir. Allah korkusundan<br />

ağlamak, kalbin cilâsıdır. Kahkaha ile gülmek, kalbin zehridir. İnsan, ölümü<br />

istemez. Hâlbuki mevt, fitneden hayrlıdır. İnsan yaşamağı sever. Hâlbuki mevt, ona<br />

hayrlıdır. Sâlih olan mü’min, mevt ile, dünyânın eziyyet ve yorgunluğundan kurtulur.<br />

Zâlimlerin ölümü ile, memleketler ve kullar râhata kavuşur. Din düşmanlarından<br />

bir zâlimin ölümünde, hâtıra gelen eski bir beyti buraya yazmak uygundur.<br />

Beyt:<br />

Ne kendi etdi râhat, ne âleme verdi huzûr,<br />

yıkıldı gitdi cihândan, dayansın ehl-i kubûr.<br />

Mü’minin rûhunun bedenden ayrılması, esîrin habsden kurtulması gibidir.<br />

Mü’min öldükden sonra, bu dünyâya geri gelmek istemez. Yalnız şehîdler, dünyâya<br />

geri gelip, bir dahâ şehîd olmak ister. Dünyânın iyiliği gitdi. Kederleri kaldı.<br />

Bundan dolayı ölüm, her müslimân için hediyyedir. Bir adamın dînini, ancak<br />

kabri korur. Mü’minlere yapılacak ikrâmlardan birincisi, ölümdeki sevincdir.<br />

Mü’mini râhatlandıran, ancak Allahü teâlâya kavuşmakdır. Her mü’mine mevt, hayâtından<br />

dahâ iyidir. Kâfirlere de mevt fâidelidir.<br />

Çabuk tükenen şeyin peşinde koşuyorsunuz. Sonsuz kalacak şeye bakmıyor, ondan<br />

kaçıyorsunuz! Bir kimsenin ölümünde hayr yok ise, hayâtında da hayr yokdur.<br />

Allahü teâlâya kavuşdurduğu için, mevt sevilir. Sevdiğim adamın kalmasını da severim.<br />

Ölmesini de severim. Dost dosta kavuşmak istemez mi? Azrâîl “aleyhisselâm”,<br />

İbrâhîm aleyhisselâmdan rûhunu almak için izn istedikde, (Dost, dostun cânını<br />

alır mı?) dedi. Allahü teâlâ, Azrâîl “aleyhisselâm” ile haber gönderip, (Dost<br />

dosta kavuşmakdan kaçınır mı?) buyurunca, (Yâ Rabbî! Rûhumu hemen al!) diye<br />

düâ eyledi.<br />

Allahü teâlânın emrlerine uyan bir mü’mine, ölümden dahâ sevincli birşey olmaz.<br />

Allahü teâlâya kavuşmağı seven mü’min, mevti ister. Mevt, dostu dosta kavuşduran<br />

bir köprüdür. Kavuşmak şevkı, büyük ve yüksek derecedir. Bu dereceye<br />

yükselen mü’min, mevtin gecikmesini istemez. Rabbine iştiyâkından dolayı, Ona<br />

kavuşmağı, Onu görmeği sever. Cenneti seven ve ona hâzırlanan insan mevti sever.<br />

Çünki, mevt olmayınca, Cennete girilmez.<br />

Bir kimsenin îmân ile öleceği son nefesde belli olur. Bir insan, bu devlete kavuşunca,<br />

Allahü teâlânın ihsânları başlar. Bu ânda, elbette sevinir. Se’âdet sâhibi<br />

ol kimsedir ki, Azrâîl “aleyhisselâm” gelip, (Korkma, Erhamürrâhimîne gidi-<br />

– 988 –


yorsun. Asl vatanına kavuşuyorsun. Büyük devlete erişiyorsun!) der. Böyle kimseye,<br />

bundan dahâ şerefli bir gün yokdur. Bu dünyâ, bir konakdır. O cihâna bakınca<br />

zindândır. Bu geçici varlık, bir görünüşdür. Gölge gibi, yavaş yavaş çekilmekde,<br />

geçip gitmekdedir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İnsanlar uykudadır, ölünce<br />

uyanırlar). Dünyâ hayâtı, rü’yâ gibidir. Mevt uyandırıp, rü’yâ bitecek, hakîkî hayât<br />

başlıyacakdır. Müslimânın ölümü, hayâtdır. Hem de, sonsuz hayât!<br />

Bir köylüye sen öleceksin demişler. O da, ölünce nereye giderim diye sormuş.<br />

Allahü teâlâya! cevâbını alınca, hayrı ancak kendisinde bulduğumuz Rabbime kavuşduracak<br />

olan ölümden korkum kalmamışdır der.<br />

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî “kuddise sirruh”, Azrâîl aleyhisselâmı görünce: (Çabuk<br />

gel, cânım çabuk gel. Beni Rabbime çabuk kavuşdur!) demişdir.<br />

Cân vermek acısı, dünyâ acılarının hepsinden dahâ acıdır. Fekat, âhıret azâblarının<br />

hepsinden dahâ hafîfdir. Mü’min, rûhunu teslîm edeceği vakt, rahmet meleklerini,<br />

Cennet hûrilerini görüp, onların zevkı ile, cân verme acısını duymaz. Rûhu,<br />

tereyağından kıl çeker gibi, kolay çıkar. Ni’metlere kavuşur.<br />

Her müslimânın, ölüme hâzırlanması lâzımdır. Bunun için de, tevbe etmelidir.<br />

Kul hakkı altında kalmamağa dikkat etmelidir. Ya’nî, hakları sâhiblerine verip halâllaşmalıdır.<br />

Allahü teâlânın haklarını da ödemek lâzımdır. Bu hakların en mühimmi,<br />

islâmın beş şartını yerine getirmekdir. Nemâz kılmıyan bir kimse, müslimânların<br />

hakkını da vermemiş oluyor. Çünki, her nemâzda oturunca, (Ve alâ<br />

ibâdillahissâlihîn) diyerek mü’minlere düâ etmek vazîfemizdir. Nemâz kılmıyanlar,<br />

mü’minleri bu düâdan mahrûm bırakıyor. Hakları olan bu düâyı yapmıyor.<br />

Borcları ödiyerek, emânetleri sâhiblerine vererek, ölüme hâzırlanmak ve vasıyyet<br />

yazmak vâcibdir. 816. cı ve 1028. ci sahîfelere bakınız!<br />

Ölüm, bir ânda gelebileceğinden, afvı kabûl olmıyan ve kabûl olabilir ise de, henüz<br />

afv edilmemiş olan (Had) ve (Ta’zîr) cezâlarının yapılmasına imkân bırakmak<br />

vâcibdir. Ya’nî, meydâna çıkmış olan günâhlarının dünyâdaki cezâlarının yerine<br />

getirilmesini te’mîn etmelidir. Afvı kabûl olmıyan suç, Server-i âlemi “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” sövmekdir. Afvı kabûl olan hadler, ya’nî cezâlar, zinâ, sirkat, iftirâ,<br />

içki içmek gibi suçların dünyâdaki cezâlarıdır.<br />

Hasta olanların, bu vâcibleri dahâ çabuk yerine getirmesi lâzımdır.<br />

Hastanın yatağı, çarşafı ve çamaşırları temiz olmalıdır. Sık sık değişdirmelidir. Çünki,<br />

temizliğin kalbe ve rûha büyük te’sîri vardır. Ölüm zemânında ise, temizliğin kalbe<br />

ve rûha te’sîri, başka zemânlardan dahâ mühimdir. Tedâvî câizdir. Fekat, şifâyı<br />

halk eden, devâda te’sîri yaratan Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, isterse, kullanılan ilâcda<br />

te’sîr halk etmez. Eğer öyle olmasaydı, her tedâvî edilen hasta, iyi olurdu.<br />

Ağır hastalara iğne yaparak tesellî ilâcları vermemelidir. Hastaya eziyyetdir. Câiz<br />

değildir. Ağır hastaları hastahâneye kaldırmamalıdır. Evde, âilesinin, sâlih<br />

kimselerin yanında, Kur’ân-ı kerîm okuyarak ve Kelime-i şehâdet telkîn ederek,<br />

cân vermesine çok uğraşmalıdır.<br />

Hastalıkda, îmân, i’tikâd bilgileri çok konuşulmalıdır. Gelen ziyâretciler, bunlardan<br />

konuşmalı, kimse gelmezse, hasta kendisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından<br />

âhıret bilgilerini okumalıdır. Kitâbdan okuyamazsa, düşünmelidir. Cenâb-ı<br />

Hakkın rahmetinin bol olduğunu gösteren hikâyeler söylenmeli, günâhların,<br />

Allahü teâlânın merhameti yanında hiç oldukları hâtırlatılmalıdır. Afv ve magfiret<br />

ümmîdi çok olmalıdır.<br />

Hasta, nemâzlarını geçirmemeğe, her zemândan dahâ çok dikkat etmelidir.<br />

Kalbini Allahü teâlânın sevgisi ile doldurmalı, Kelime-i tevhîdi çok söylemelidir.<br />

İslâmiyyetin emrlerini yapmağa dikkat etmelidir. Vasıyyet etmeli veyâ yazmalıdır.<br />

Hastaya, imâm-ı Alînin “radıyallahü anh” ve çocuklarının sevgisi pek lâzımdır.<br />

Çünki, Ehl-i beyti sevmek, son nefesde îmân ile gitmeğe sebeb olacağını, Ehl-i sün-<br />

– 989 –


net âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sözbirliği ile söylemekdedir.<br />

Ölüm hastası, İhlâs sûresini [ya’nî Kulhüvallahü ehad] çok okumalıdır. Yatağı<br />

karşısında (Kelime-i tevhîd) yazılı levha asılı olmalıdır.<br />

Karyola ve yatak yerini ve odayı değişdirmek, hastaya ferahlık verir. Kâbil ise<br />

hasta, abdestli olmalıdır. Hizmetci, aşçı, hemşîre kadınlar, mahrem olmadıklarından,<br />

çok büyük mahzûrdur. Hastaların, ihtiyârların kızı, âile yerini tutamaz. Mahrem<br />

hizmetleri yapamaz. İhtiyârların, hastaların harâmdan kurtulmak için, hizmet<br />

eden kadını nikâh etmeleri lâzımdır. Dedikoduya ehemmiyyet vermemeli, genç de<br />

olsa, hizmet edecek nikâhlı âile edinmelidir.<br />

Ziyâretciler, hasta yanında çok oturmamalıdır. Sevdiği insanlar olsa da, çabuk<br />

kalkmalıdır. Hasta teklîf ederse, biraz dahâ oturup, kalkmağa teşebbüs etmeli, tekrâr<br />

teklîf etmezse gitmelidir. Ağır hastanın yanına kimseyi sokmamak doğru değildir.<br />

Hasta istemese de, sâlih insanlar, gidip, bir İhlâs okuyacak kadar oturmalıdır.<br />

Doktor, kimse görüşmesin, konuşmasın dedi diyerek, hastayı mahrûm etmemelidir.<br />

Yanına sulehâ girip, Yasîn-i şerîf okumalıdır. Gizli okumak da fâidelidir.<br />

Hasta yanında, hastalığı artdıracak, merâklı sözler söylememeli, gazetelerden,<br />

hikâyelerden, mâl, ticâret, siyâset ve hükûmetden lâf açmamalıdır.<br />

Ölüm hastası halâlden ve mümkin olduğu kadar abdestli ve kalbi uyanık kimselerin<br />

Besmele ve düâ ile hâzırladığı şeyleri yimelidir.<br />

Hasta yanında, Velîlerin, âlimlerin ve sâlihlerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”<br />

hikâyeleri ve sözleri konuşulmalı, bunlara sevgisi artdırılmalıdır. Evliyâyı<br />

kirâmın “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” söylenmesi, rahmete sebeb olur.<br />

Ölüm alâmetleri görülünce, yanında, çocuk, cünüb, özrlü kadın bulundurulmamalıdır.<br />

Odada ve hattâ evde resm bulunmamasına çok dikkat etmelidir. Yanında<br />

âlim, sâlih birkaç kimse bulunup, zorlamamak üzere, Kelime-i tevhîd söylemesi<br />

te’mîn edilmelidir. Söylemesi için sıkışdırmamalıdır. Yanındakiler söyleyip ona<br />

duyurmalı, usandırmamalıdır. Bir kerre söyler ise, bir dahâ söyletmemeli, başka<br />

şey söyler ise, Kelime-i tevhîdi bir dahâ söylemesi hâtırlatılmalıdır. Ya’nî, son sözü,<br />

Kelime-i tevhîd olmalıdır. Zorlamadan, bir kerre, (Lâ ilâhe illallah) demek, yanındakilere<br />

sünnetdir. Kelime-i tevhîdi hâtırlatanların, hastanın düşmanı, vârisi olmaması<br />

uygundur. Kimse yok ise, vâris hâtırlatır.<br />

Hasta yanında (Yasîn) sûre-i şerîfesini okumak mühim sünnetdir. Hadîs-i şerîfde<br />

buyuruldu ki, (Yanında Yasîn-i şerîf okunan hasta, suya doymuş olarak vefât<br />

eder ve doymuş olarak kabre girer). Ya’nî, cân vermenin hâsıl edeceği susuzluğu<br />

duymaz. Yasîn sûre-i şerîfesi, kıyâmetde olan şeyleri, dünyânın geçici olduğunu,<br />

Cennet ni’metlerini ve Cehennemdeki azâbları bildirdiğinden, hasta yanında okununca,<br />

îmân ile gitmeğe sebeb olan şeyleri işitmiş olur. (Ra’d) sûresini okumak, rûhun<br />

çıkmasını kolaylaşdırır. İnsan ölünce, Hanefîde necs olur. Kur’ân-ı kerîm, yanında<br />

değil, karşısında ve sessiz okunabilir. Diğer üç mezhebe göre necs olmaz.<br />

Kur’ân-ı kerîmi, ölüler de işitir ve fâidelenir. Cenâze taşıyanların, kabr ziyâret<br />

edenlerin, maddî bir karşılık düşünmiyerek, Kur’ân-ı kerîmden bir parçayı, Allah<br />

rızâsı için okuyarak, sevâbını meyyitin rûhuna hediyye etmeleri sünnetdir.<br />

Ölüm hâlinde su içirmek sünnetdir. İhtiyâcı görülürse vâcib olur. İçince ferahladığı<br />

görülürse vâcibliği artar. O ânda şeytân, sâf su gösterip, senden başka<br />

ma’bûdüm yokdur dersen, sana içiririm dediği, hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir. Yasîn<br />

sûre-i şerîfesini okumanın on fâidesi vardır:<br />

1 — Aç olan, tok olur. Ya’nî, ummadığı yerden rızk gelir.<br />

2 — Susuz olan, kanıncıya dek su bulur.<br />

3 — Elbisesi olmıyan, elbise bulur.<br />

4 — Eceli gelmiyen hasta şifâ bulur.<br />

– 990 –


5 — Eceli gelen hasta ölüm acısı duymaz.<br />

6 — Ölürken, Cennet melekleri gelip, görünür.<br />

7 — İnsan korkduğundan emîn olur.<br />

8 — Müsâfir ve garîb yardımcı bulur.<br />

9 — Bekârların evlenmesi kolay olur.<br />

10 — Gayb olan şey bulunur.<br />

Fekat bunlara niyyet ederek ve inanarak okumak lâzımdır.<br />

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Ölüm hastası yanında,<br />

bir sûre okununca, her harfi için bir melek gelip, rûhun kolay çıkmasına düâ<br />

eder. Yıkanırken yanında bulunurlar. Cenâzesi ile birlikde giderler. Nemâzında<br />

bulunurlar. Gömülürken bulunurlar. Hep düâ ederler). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu<br />

ki, (Müslimân bir hasta yanında Yasîn-i şerîf okunursa, Rıdvân ismindeki melek<br />

Cennet şerbeti getirir. Suya doymuş olarak rûh teslîm eder. Doymuş olarak kabre<br />

girer. Suya ihtiyâcı olmaz.)<br />

Hasta, Allahü teâlânın afvına, merhametine güvenmeli, Rabbim beni magfiret<br />

eder demelidir. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde buyuruyor ki, (Kulum, beni nasıl umarsa,<br />

onu öyle karşılarım. Öyle ise, benden hep iyilik bekleyiniz!). Server-i âlem “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, vefâtından üç gün önce buyurdu ki, (Allahü teâlâdan iyilik<br />

umarak cân veriniz!). Hasta yanındakilerin, iyilik ümmîdini artdıracak şeyler<br />

söylemesi, Rabbimizin rahmetini umduğumuzu hâtırlatmaları sünnetdir. Ölüm hâli<br />

görülünce, rahmet ümmîdini artdıracak şeyler söylemek vâcib olur. Kılmamış nemâzları<br />

varsa, tevbe etmesine teşvîk eylemek sünnetdir.<br />

Ölür ölmez, borclarını bir ân önce ödemelidir. Borcları ödenmedikce, rûhu, iyiler<br />

derecesine kavuşamaz. Zevcesine, vaktîle ödemediği (Mehr), ya’nî nikâh parası<br />

da, borcudur. Verilmemiş, birikmiş zekât, fıtra da borcdur. Hırsızlık etmesi,<br />

zor ile alması da borcudur. Kabre koymadan, borclarını ödemek mümkin olmaz<br />

ise, meyyitin velîlerinden [ya’nî yakın akrabâsından] biri, borcu (Havâle üsûlü) ile,<br />

kendi üzerine alır. Ya’nî borclar bunun olur. Böylece, hak sâhiblerinin kabûl etmesi<br />

ile, meyyit borcdan kurtulmuş olur. Borclar, velî üzerinde kalır. Bu yol, havâle<br />

üsûlüne tam uymuyor ise de, meyyitin ihtiyâcı çok olduğu için, islâmiyyet izn<br />

vermişdir. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” borclu olan birinin nemâzını<br />

kılmak istemedi. Ebû Katâde-i Ensârî “radıyallahü anh” ismindeki bir sahâbî,<br />

borcunu, bu üsûl ile, kendi üzerine alarak kabûl edince, cenâze nemâzını kılmağı<br />

kabûl buyurdu. Bu meyyitin borcu iki dînâr, ya’nî iki miskâl [4,8 gramlık sikkeli,<br />

ya’nî kesilmiş, ölçülü iki altın] olup, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ebû<br />

Katâdeye, (Bu iki altın borc, senin üzerine oldu mu ve meyyit borcdan kurtuldu<br />

mu?) buyurdu. Ebû Katâde (Evet) deyince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,<br />

cenâzenin nemâzını kıldı. Görülüyor ki, yabancı bir kimse de borcu kendi<br />

üzerine alırsa, meyyit borcdan kurtulmakdadır. Borcu üzerine alan kimsenin alacaklıya<br />

(Meyyiti halâl et!) demesi uygun olur. Böyle halâllaşma ile, meyyit borcdan<br />

temâmen kurtulur.<br />

Gerek böylece, gerekse, islâmiyyetin gösterdiği başka yollar ile, meyyit, haklardan<br />

kurtarıldıkdan sonra, vasıyyeti yerine getirmek lâzımdır. Günâh olan birşeyi<br />

yapmak için vasıyyet etmek sahîh olmaz. Böyle vasıyyetler yerine getirilmez.<br />

Böylece, meyyit, vasıyyetden hâsıl olan sevâbdan ve düâdan mahrûm bırakılmamış<br />

olur.<br />

Hastalıkdan ve dünyâ sıkıntılarından kurtulmak için ölümü istemek câiz değildir.<br />

Dinde sıkıntı ve fitnelerden korkarak, Allahü teâlâdan ölümü istemek sünnetdir.<br />

Allah yolunda şehîd olmağı istemek de böyledir. Mekke-i mükerremede ve Medîne-i<br />

münevverede olduğu zemânda ve Evliyâ-yı kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”<br />

türbelerinin yanında ölümü istemek de câizdir.<br />

– 991 –


Allahü teâlâya kavuşmağı sevdiği için ölümü istemek müstehabdır. Hadîs-i şerîfde<br />

buyuruldu ki, (Bir kimse, Allahü teâlâya kavuşmağı severse, Allahü teâlâ da<br />

ona kavuşmağı sever).<br />

Tedâvî, ya’nî doktora gitmek, ilâc kullanmak sünnetdir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu<br />

ki, (Hastalığınızı tedâvî ediniz! Çünki, Allahü teâlâ, ölümden başka her hastalık<br />

için, devâ, ilâc yaratmışdır).<br />

(Mevâhib-i ledünniyye) ikinci cildde diyor ki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” üç dürlü ilâc kullanırdı: Kur’ân-ı kerîm veyâ düâ okurdu. Fen ile bulunan<br />

ilâcları kullanırdı. Her ikisini karışık kullanırdı. (Kur’ân-ı kerîmden şifâ beklemiyene<br />

şifâ nasîb olmaz) buyururdu. (Fâtiha) sûresini okumanın, hastalıklara şifâ<br />

olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler (Beydâvî) ve (Çerhî) tefsîrlerinde ve Senâullah-ı<br />

Dehlevî “rahmetullahi aleyh”nin yazdığı (Tefsîr-i Mazherî)de yazılıdır.<br />

İmâm-ı Kuşeyrî “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki, Kur’ân-ı kerîmdeki altı şifâ<br />

âyetini bir tabağa yazıp, su koyarak eritilir. Hasta içerse Allahü teâlâ şifâ ihsân e-<br />

der. Âyet-i kerîme ve düâ elbette şifâ verir. Fekat şartların gözetilmesi de lâzımdır.<br />

Okuyanın veyâ yazanın ve hastanın buna inanması şartdır. Hastanın, zararlı<br />

olan gıdâlardan, şübheli ilâclardan perhîz etmesi, soğukdan sakınması, lüzûmlu şeyleri<br />

yapması, harâmdan, zulmden sakınması lâzımdır. Hadîs-i şerîfde, (Allahü<br />

teâlâyı unutarak, gafletle edilen düâ kabûl olmaz) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” efendimiz hasta olunca, (Kul e’ûzü)leri okuyup, kendi<br />

üzerine üflerdi.<br />

(Şifâ âyetleri) şunlardır: Tevbe sûresi, ondördüncü âyetinin sonu, Yûnüs sûresi,<br />

elliyedinci âyetinin ortası, Nahl sûresi, altmışdokuzuncu âyetinin orta kısmı, İsrâ<br />

sûresi, seksenikinci âyetinin baş tarafı, Şü’ârâ sûresinin sekseninci âyeti, Fussilet<br />

sûresi, kırkdördüncü âyetinin orta yeridir. Bunlar, safranlı su gibi, renkli bir<br />

sıvı ile bir çanağa yazılıp, yağmur suyunda eritilir. Zevceden mehr parasından hediyye<br />

isteyip, bu para ile bal alınır. Balı bu su ile karışdırıp içmelidir. Şifâ âyetlerini,<br />

abdestli olarak, bir kâğıda yazıp, bu kâğıdı, bir kapdaki suya koymak da<br />

olur.<br />

(Tuhfe) kitâbının sonlarında, şî’îlerin onüçüncü te’assublarını anlatırken buyuruyor<br />

ki, imâm-ı Alî Rızâ hazretleri Nîşâpûra gelince, Ehl-i sünnetden yirmibinden<br />

çok âlim ve talebe, kendisini karşıladı. Dedelerinden gelen bir hadîs-i şerîf okuması<br />

için yalvardılar. İmâm hazretleri, bütün dedelerinin ismlerini sayarak, şu kudsî<br />

hadîsi okudu: (Lâ ilâhe illallah kal’amdır. Bunu okuyan, kal’ama girmiş olur.<br />

Kal’ama giren de, azâbımdan kurtulur). İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel hazretleri buyurdu<br />

ki, bu hadîs-i şerîf, bildirenlerin ismleri ile berâber, deliye okunursa, aklı başına<br />

gelir. Hastaya okunursa, şifâ bulur. Böyle olduğunu, İbni Esîr “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” de, (Kâmil) kitâbında bildiriyor. Bu hadîs-i şerîfin hastaya nasıl okunacağı<br />

(Hak Sözün Vesîkaları) kitâbının (Birleşelim-Sevişelim) kısmında bildirilmişdir.<br />

Yirmibeş kerre (Estagfirullah) denir. Sonuncusunda (ve etûbü ileyh)e kadar okunur.<br />

Sonra, onbir (İhlâs) ve yedi kerre (Fâtiha-i şerîfe) ve otuzüç kerre (Allahümme<br />

salli ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed) okuyup<br />

sevâbını Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi<br />

aleyhim ecma’în” ve Evliyânın “rahmetullahi aleyhim ecma’în” rûhlarına<br />

ve sonra büyük âlimlerin ismlerini söyleyip, bu büyüklerin rûhlarına hediyye<br />

edilir. Bu büyükler hurmetine şifâ vermesi için Allahü teâlâya düâ edilir. Hergün<br />

sabâh ve akşam böyle düâ edilir ve gerekli ilâc alınıp, perhîz yapılır. Büyük âlim<br />

Abdüllah-i Dehlevî, (Mekâtîb) kitâbının yirmisekizinci mektûbunda buyuruyor ki,<br />

(Düâ istiyorsunuz. Büyüklerimizin ismlerini gönderiyorum. Birincisindeki ismlerin<br />

rûhlarına, başka zemânda da, ikincisindeki büyüklerin rûhlarına Fâtiha okur,<br />

bunların vâsıtası ile Allahü teâlâya düâ edersiniz!). Yüzonyedinci mektûbda bu-<br />

– 992 –


yuruyor ki, (Her işiniz için, büyüklerin temiz rûhlarını vesîle ederek, Allahü teâlâya<br />

yalvarınız! Ona sığınınız! Allahü teâlâ sevdiklerinin vâsıtası ile yapılan düâları<br />

kabûl ederek, din ve dünyâ ihtiyâclarınızı ihsân eder). Yâ, doğruca şifâ ihsân e-<br />

der, yâhud, şifâ için sebeb yapdığı tabîbi, ilâcı karşınıza çıkarıp, onun vâsıtası ile<br />

şifâ verir. Çünki, sebebler vâsıtası ile yaratmak âdetidir. Bunun için, sebeblere yapışmak<br />

sünnetdir. (Silsile-i aliyye), ya’nî büyük âlimlerin ismleri, üçüncü kısm, elliüçüncü<br />

madde sonunda yazılıdır. Şifâ için (Kasîde-i Bürde) okumanın çok fâideli<br />

olduğu, (Kıyâmet ve Âhıret) 126.cı sahîfesinde uzun yazılıdır.<br />

(Tefsîr-i Azîzî) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, kırk gün sabâh nemâzının<br />

sünneti ile farzı arasında kırkbir kerre Fâtiha okunur. Besmelenin sonundaki<br />

Mîmi Fâtihanın Lam harfi ile birlikde okunur. [Ya’nî (Rahîm-ilhamdü) denir.]<br />

Sonra yapılan düâ kabûl olur. Suya üfleyip hasta veyâ büyülenmiş kimseye içirilirse,<br />

[eceli gelmemiş olan hasta] şifâ bulur ve büyü çözülür. Baş, diş, mi’de ve her<br />

ağrı için, yedi Fâtiha okuyup, üflemelidir. Bir Fâtiha okuyup edilen düâ kabûl olur.<br />

(Tefsîr-i Mazherî) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Talâk) sûresinin üçüncü<br />

âyetinin tefsîrinde buyuruyor ki, (İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”,<br />

din ve dünyâ zararlarından kurtulmak için, hergün beşyüz kerre (Lâ havle velâ kuvvete<br />

illâ billah) okurdu. Buna (Kelime-i temcîd) denir. [İkinci kısm, onbirinci<br />

maddeye bakınız!] Okumağa başlarken ve okudukdan sonra da yüzer kerre (Salevât)<br />

okurdu. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlânın bir ni’met vermesini ve bunun devâmlı<br />

olmasını isteyen, Lâ havle velâ kuvvete illâ billah çok okusun!) buyuruldu. (Sahîhayn)daki<br />

hadîs-i şerîfde, (Bu, Cennet hazînelerinden bir hazînedir!) buyuruldu.<br />

Bir hadîs-i şerîfde de, (Lâ havle velâ kuvvete okumak, doksandokuz derde devâdır.<br />

Bunların en hafîfi, hemmdir) buyuruldu. Hemm, gam, hüzn, sıkıntı demekdir.)<br />

(Fevâid-i Osmâniyye) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Fâtiha),<br />

(Âyet-el-kürsî) ve (Dört Kul) yedişer kerre okunup hastaya üflenirse, bütün âfetler,<br />

derdler için ve sihr, nazar için ve hayvân sokması ve ısırması için iyi gelir. Tuz<br />

üzerine okunup, suda eritip içirmek ve ısırılan yere sürmek de tecribe edilmişdir.<br />

Dört Kul, Kâfirûn, İhlâs ve Mu’avvizeteyn sûreleridir. Süleymâniyye kütübhânesi<br />

Lâleli kısmında, 3653 sayılı risâlenin 211.ci sahîfesinde diyor ki, (Cum’a günü seher<br />

vaktinde sağ elinin avucuna şu âyet yazılıp, sonra dili ile yalayıp yutulur.<br />

Kırk senelik sihr dahî olursa, def’ olur. Zâil olur. Nisâ sûresi 99.cu âyeti (ve men<br />

yahruc)den (rahîmâ)ya kadardır.)<br />

(Bostân-ül-Ârifin) sonunda diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Osmân<br />

bin Ebil’âsı “radıyallahü teâlâ anh” ziyârete geldi. Hasta idi. Çok ağrısı ve sancısı<br />

vardı. (Ağıran yeri sağ elin ile yedi kerre mesh eyle! Her def’asında E’ûzü bi’izzetillahi<br />

ve kudretihi min şerri mâ-ecidü ve ühâzirü oku!) buyurdu. Osmân diyor<br />

ki, buyurduğu gibi yapdım. Hastalığım hiç kalmadı. Abdüllah ibni Mes’ûd buyurdu<br />

ki: Bir kimse sabâh ve akşâm, Bekara sûresinin başından dört âyet ve Âyet-elkürsî<br />

ile sonraki iki âyeti ve bu sûrenin sonundaki üç âyeti okursa, evine şeytân girmez.<br />

Mecnûn üzerine okunursa, iyi olur. Sıkıntısı olan kimse, çok (istigfâr) okusun!<br />

(Hazînet-ül-esrâr)da diyor ki: Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Resûlullah<br />

“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Yağmur suyunu toplayıp,<br />

üzerine, Fâtiha-i şerîfe, Âyet-el-kürsi, İhlâs-ı şerîf ve Kul-e’ûzü sûreleri yetmişer kerre<br />

okunur. Bu sudan aralıksız yedi sabâh içenlerin hastalıkları, ağrıları zâil olur.). [Beş,<br />

on sâlih müslimân toplanıp, okuyup, suya üflemelidirler.] İmâm-ı Ahmed ve Tirmüzî<br />

ve Nesâî ve Hâkim ve Beyhekî bildirdiler ki, Sa’d ibni Mâlik “radıyallahü teâlâ<br />

anh” dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Yûnüs aleyhisselâm<br />

balığın karnında, Enbiyâ sûresinin 87. ci âyetini söyliyerek düâ etdi. [Düâsını<br />

kabûl eyledi ve kıyâmete kadar bunu okuyan mü’minlerin düâlarını kabûl edeceğini<br />

bildirdi.] Bir müslimân, bu âyet-i kerîmeyi okuyup düâ edince, Allahü teâlâ<br />

düâsını muhakkak kabûl eder). Kırk kerre okumalıdır. 1249.cu sahîfeye bakınız!<br />

– 993 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:63


56 — MEYYİTE YAPILACAK DÎNÎ VAZÎFE, KEFEN<br />

Aşağıdaki yazılar, (Dürr-ül-muhtâr) kitâbından ve bunun (İbni Âbidîn) hâşiyesinden<br />

terceme edilmişdir:<br />

Cenâze, ölü, ya’nî meyyit demekdir. Bugün, içinde meyyit bulunan tabuta, cenâze<br />

diyoruz. Cinâze, teneşir tahtası demekdir. Mevt, ölüm demekdir.<br />

Ölümün yaklaşdığına alâmet, ayakların gevşeyip uzaması, burnun kıvrılması, şakakların<br />

çukurlaşmasıdır. Böyle bir hasta, sağ yanı üzere yatırılıp, yüzü kıbleye çevrilir.<br />

Böyle yatırmak sünnetdir. Ayakları kıbleye doğru, sırt üstü yatırmak da câizdir.<br />

Şimdi böyle yapılmakdadır. Fekat, baş altına birşey koymalıdır. Böylece yüzü<br />

kıbleye karşı olur. Bunlar güc olursa, kolayına gelecek şeklde yatırmak da câiz<br />

olur.<br />

Kelime-i tevhîd telkîn ederken (Muhammedün resûlullah) da söylemek iyi<br />

olur. Fekat bir kâfirin îmâna gelmesi için (Eşhedü) ile başlaması ve (Muhammeden<br />

abdühü ve resûlüh) de demesi şartdır.<br />

Ölüm başladığı, hayâtdan ümmîd kesildiği zemân, tevbe kabûl olabilir ise de,<br />

kâfirin îmâna gelmesi kabûl olmaz.<br />

Ölüm hâlinde iken küfre sebeb olan şey söyleyen kimse, mü’min kabûl edilir.<br />

Çünki, o anda aklı başında değildir.<br />

Ölüm alâmeti, sertleşme, soğumak ve kokmakdır. Bu alâmetlerden önce de ölüm<br />

anlaşılınca [soluğun kesilmesi, ağzına tutulan aynanın buğulanmaması ile, kalbin<br />

durduğu, nabz ile anlaşılır] gözlerini kapamak ve çenesini bağlamak sünnetdir. Çenesi,<br />

geniş bez ile başı üstüne bağlanır. Gözlerini kaparken (Bismillâh ve alâ millet-i<br />

resûlillah) demek ve düâsını okumak sünnetdir. Soğumadan önce, el parmaklarını,<br />

dirseklerini, dizlerini açıp kapayıp, kollarını ve bacaklarını düz bırakmak<br />

sünnetdir. Böylece, yıkaması ve kefene sarması kolay olur.<br />

Soğumadan önce, elbisesi çıkarılıp, geniş, hafîf bir çarşaf ile örtülür. Çarşafın<br />

bir ucu başının altına, diğer ucu ayakları altına sokulur. Karnı üzerine, çarşafın üstüne<br />

veyâ altına, birşey [bıçak veyâ başka demir] konup, şişmesi önlenir. Yüz gramdan<br />

çok olması uygundur. Muhterem ilmlerin kitâblarını koymamalıdır. Elden geldiği<br />

kadar, cenâzeyi çabuk kokutacak, çürütecek şeylerden korumak lâzımdır. Rûhu<br />

çıkarken, yatağı yanında (Behûr) denilen koku yakılmalıdır. Ölüm haberi<br />

komşulara ve akrabâya, ahbâba, hemen bildirilmelidir.<br />

Meyyit yıkanmadan evvel yanında Kur’ân-ı kerîm okumak mekrûh diyenler varsa<br />

da, üzeri örtülü iken ve yatağına bitişik olmıyarak, sessiz okumak câizdir.<br />

Ölüm belli olunca, acele etmek sünnetdir. Bozulmak, kokmak ihtimâli varsa, acele<br />

etmek vâcib olur. Ölüm belli olmaz, şübheli olursa, belli oluncıya kadar beklenir.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” cenâzenin, ehli, âilesi arasında kalmasını<br />

uygun görmezdi. Kalb sektesi ile ölenleri, soğumak, kokmak ile öldüğü iyi anlaşılıncıya<br />

kadar gecikdirmek vâcibdir.<br />

Serîr, ya’nî teneşîr etrâfında, önce (Behûr) yakılıp üç def’a dolaşdırılır. Beş def’a<br />

da olur. Behûr bir otdur. Buna öd ağacı talaşları ve günnük denilen ağacın zamkı<br />

da karışdırılıp, bir kapdaki ateşe koyup, teneşir, çıkan dumanlara tutulur.<br />

Cenâze, örtülü olarak, tütsülenmiş serîr üzerine, sırt üstü veyâ kolay olan şeklde<br />

yatırılır. Göbek ile diz arası örtülü olarak yıkanır. Çünki, kadının kadınlar için<br />

avret yeri, erkeğin erkekler için olan avret yeri gibidir. Serîr üzerinde kıbleye karşı<br />

yatırmak sünnetdir. Gömleği uzun ise, gömlek içinde yıkanır.<br />

Yıkamak, kefenlemek, cenâze nemâzı kılmak ve gömmek farz-ı kifâyedir.<br />

Ya’nî, lüzûmu kadar kimse tarafından yapılınca, başkalarına farz olmaz. [Bu farzları,<br />

ücretsiz olarak, Allah rızâsı için yapmak lâzımdır. Böyle yapanlara farz sevâbı<br />

verilir ki, bütün hayrâta, hasenâta verilen sevâblardan katkat dahâ çokdur.<br />

– 994 –


Bu farzları yapan olmazsa, haber alıp da gelmiyenlerin hepsi günâha girer, fâsık<br />

olurlar. Bu farzları vazîfe bilmiyenin, ehemmiyyet vermiyenin îmânı gider, mürted<br />

olur.] Çocuğun yıkaması da câizdir. Kâfir, yıkanmaz. Bir beze sarılıp, gömülür.<br />

Kadın bulunmadığı zemân, kadını erkek yıkayamaz. Fekat, cenâze başdan ayağa<br />

örtülü olarak, akrabâsı, akrabâ yoksa, başkası, eline bez sararak, elini örtü altına<br />

sokup, teyemmüm yapdırır. Çünki, ölünün avreti, dirinin avreti gibidir. Bakması<br />

harâm olan yere dokunmak da, harâmdır. Dahâ iyisi, çocuğa öğretilip, yıkatılır.<br />

Serîr, göbeğe kadar yüksek ve az eğik olmalıdır. Su, pek sıcak olmamalı, tuzlu<br />

olmalıdır. Serin ve tuzlu su, çürümeği gecikdirir. Meyyit, çocuk da olsa, önce abdest<br />

aldırılır. Fekat, ağzına, burnuna su verilmeyip, bez ile temizlenir. Ağzına su<br />

kaçarsa çabuk çürümesine sebeb olur. Önce yüzü yıkanır. Sonra kolları yıkanıp,<br />

başı, kulakları ve ensesi mesh edilir ve ayakları yıkanır. Sedr ağacı yaprağı veyâ<br />

çevgen, ya’nî sabun otu ile kaynatılıp ılıtılmış veyâ kâfûr (Camphre) denilen beyâz,<br />

kokulu şey konmuş su ile, bunlar yok ise, yalnız su dökerek, başı ve sakalı, hatmi<br />

veyâ sabun ile yıkanır. Sonra sol yanına çevrilip, sağ yanına su dökülür. Su, teneşir<br />

tahtasına değen yerlerine kadar akıtılmalıdır. Sonra, sağ yanına yatırılıp, sol<br />

tarafına, omuzdan ayağa kadar su dökülür. Sonra oturtulup, karnı hafîfce basdırılır.<br />

Birşey çıkarsa, yıkanır [ya’nî su döküp giderilir]. Sonra sol yanına yatırıp, sağ<br />

yanı tekrâr yıkanır [ya’nî omuzdan ayağa kadar su dökülür]. Böylece sünnete<br />

uygun, ya’nî üç kerre yıkanmış olur. Her yan yıkanırken, üç def’a su dökülür.<br />

Hasta, cünüb olarak vefât ederse, yine bir kerre yıkanır. Yıkandıkdan sonra, abdesti<br />

bozan şeyler çıkarsa, tekrâr yıkanmaz ve abdest aldırılmaz. Yalnız çıkan şeyler,<br />

su dökerek giderilir. Meyyiti yıkarken niyyet etmek sünnetdir. Niyyetsiz, temiz<br />

olur ise de, farz sâkıt olmaz.<br />

Meleklerin ve cinnin yıkadığı anlaşılırsa, yine yıkanır. Yıkama yerine, yıkayandan<br />

ve yardımcıdan başkası girmez. Yıkayanlar, emîn kimse olmalıdır. Cenâzede<br />

gördüğü se’âdet alâmetlerini söyler, şekâvet alâmetlerini söylemez. Meyyitin aybını<br />

açığa çıkarmaz. Velî içeri girebilir.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizi, Abbâsın oğlu Fadl ile Alî<br />

“radıyallahü anhüm” yıkadı. Üsâme “radıyallahü anh” su döküyordu. Abbâs “radıyallahü<br />

anh” girip çıkıyordu.<br />

Cânlıya eziyyet veren şey, ölüye de verir. Bunun için, çok soğuk ve çok sıcak su<br />

ile yıkanmaz. [Kokmaması için buzhâneye de konmaz. Kokmaması için, çabuk gömmeli,<br />

yolcu gelecek diye bekletmemelidir.] Zemzem suyu ile yıkamak câiz değildir.<br />

Saçları dökülürse, kefeni içine konur. Çünki, insanın her parçası muhteremdir,<br />

gömülür. Diri insandan düşen ve kesilen tırnakları, saçları ve dişleri de defn<br />

etmek sünnetdir.<br />

Yıkandıkdan sonra, teneşir üzerinde, bez ile kurulanır. Saçları ve sakalı arasına,<br />

hanût denilen kokulu şeylerin karışımı veyâ kâfûrî konur. Safran koymak<br />

mekrûhdur. Secde etdiği uzvlarına [alnına, burnuna, dizlerine, el, ayak parmaklarına],<br />

kâfûrî serpilmiş pamuk konur.<br />

Meyyitin saçlarını taramak, saç, sakal, bıyık ve tırnaklarını kesmek, Hanefî mezhebinde<br />

câiz değildir. Ağzı, burnu, kulağı deliğine, gözlere pamuk koymak câizdir.<br />

Hanefî mezhebinde, kadını, efendisi yıkayamaz ve dokunamaz. Çünki, kadın<br />

ölünce, nikâh hemen bozulur. Bakması, câizdir. Kadını, zevci yıkaması, diğer üç<br />

mezhebde câizdir. Kadının, zevcini yıkaması, Hanefîde de câizdir. Çünki, zevcin<br />

vefâtından sonra, nikâh, iddet bitinceye kadar [dört ay] devâm eder. Kadını erkek,<br />

erkeği kadın yıkayamaz. Eline bez sarıp teyemmüm yapar. Teyemmüm yapan<br />

– 995 –


erkek, yabancı kadının kollarına bakamaz. Akrabâsı ise, eline bez sarmak istemez.<br />

Çünki, mahrem olan akrabâsının kollarına ve yüzüne bakması ve dokunması câizdir.<br />

İnsanın yalnız başı veyâ bedenin yarısı ele geçerse, yıkanmaz ve nemâzı kılınmaz.<br />

Öylece gömülür. Bedenin yarıdan fazlası, başı olmasa bile veyâ bedenin yarısı<br />

ve başı bulunursa, yıkanır ve nemâzı kılınır.<br />

Parasız yıkamak çok sevâbdır. Para istemek de câiz ise de, parasız yıkayan<br />

başkası yok iken para istemek câiz olmaz. Cenâze taşımak, kabr kazmak ücreti de<br />

böyledir. Suda boğulan da, üç kerre yıkanır veyâ yıkamak niyyeti ile, suda üç kerre<br />

hareket etdirilir. Yağmurda ıslanan da yıkanır.<br />

Meyyiti yıkamak, her dinde var idi. Âdem aleyhisselâmı melekler yıkadı. (Ölülerinizi<br />

böyle yıkayınız) dediler.<br />

Sâhibsiz bir ölü bulunsa ve müslimân veyâ kâfir olduğu bilinmese, islâm alâmeti<br />

varsa, yıkanır ve nemâzı kılınır. İslâm alâmeti, sünnet olmak, sakal boyamak ve<br />

kasık traş etmekdir. Bugün, bunların üçü de islâm alâmeti olmakdan çıkmışdır. İslâm<br />

alâmeti yoksa, islâm memleketinde ise, müslimân kabûl edilir.<br />

Müslimân ve kâfir cenâzeleri karışık ise ve alâmetleri yok ise, çoğu müslimân<br />

ise, hepsinin nemâzı kılınır. Hepsi müslimân mezârlığına gömülür. Müsâvî sayıda<br />

veyâ azı müslimân ise, hepsi yıkanır. Kefenlenir, nemâzları, müslimân olanları niyyet<br />

edilerek kılınır. Hepsi kâfir mezârlığına gömülür.<br />

Su bulunmadığı zemân, teyemmüm yapdırılıp, nemâzı kılınır. Sonra su bulunursa,<br />

yıkanır. Fekat, nemâzı tekrâr kılınmaz. Diri insan da, su bulunca tekrâr kılmaz.<br />

Ölü yıkayacak kimsenin, önce gusl abdesti alması müstehabdır. Cünübün ve özrlü<br />

kadının yıkaması mekrûhdur. Cenâze yıkanmış su, (Mâ-i müsta’mel) olur.<br />

Necs, pis olur. Bunun için, yıkayanların üstüne sıçramaması, peştemâl sarınmaları<br />

lâzımdır. Cenâze, yıkandıkdan sonra temiz olur.<br />

(Bahr-ür-râık)da diyor ki, meyyitin kefeni, diri iken giydiği gibi yapılır. Bunun<br />

için fakîr kadınlara (Kefen-i kifâye) olarak izâr, lifâfe ve himâr sarılır. (Tebyîn-ülhakâik)da<br />

diyor ki, (Kadının kefen-i kifâyesi, izâr, lifâfe ve himârdır. Çünki, hayâtda<br />

iken, en az giydiği bunlardır. Bunlarla nemâz kılması, kerâhetsiz câizdir). (Halebî-i<br />

kebîr)de diyor ki, (Kadınlar Der’ ile örtünürdü. Önü göğse kadar açıkdı.<br />

Ayaklara kadar uzundu). [Görülüyor ki, Selef-i sâlihîn zemânında, müslimân kadınları,<br />

antâri, geniş uzun manto ve baş örtüsü ile örtünürlerdi. Çarşaf dediğimiz<br />

iki parça ile örtünmezlerdi.] Erkeğin kefeni üç parça olmak sünnetdir:<br />

1 — İzâr: Başdan ayağa kadardır. Genişliği bir metreden fazladır.<br />

2 — Kamîs [antâri gibi uzun gömlek]: Bunun uzunluğu omuzlardan ayaklara<br />

kadar olan uzunluğun iki katıdır. Bu uzunluk, ortadan ikiye katlanıp, kat yerinden,<br />

baş geçecek kadar, düz kesilir. Kol ve etek yerleri kesilmez.<br />

3 — Lifâfe: Başdan ve ayaklardan aşırı uzunlukda olup, dahâ genişdir. Baş üstünden<br />

ve ayak altından ucları büzülüp, bezle bağlanacakdır.<br />

(Berekât)da diyor ki, (Meyyitin başına imâme [sarık] sarmanın mekrûh olduğu,<br />

seyyid Şerîf Cürcânînin (Şerh-ı Sirâcî)sinde de yazılıdır. Tabut üzerine sarık sarmak<br />

ve süslü şeyler koymak da mekrûhdur. Kefenin üçden fazla olması câiz olur<br />

ve olmaz demişlerdir. İmâm-ı Rabbânî bid’at olur buyurmakdadır. Kefenin, yeni,<br />

temiz, kıymetli olması sünnetdir. Zenginliğine uygun kefen yapılır. Beyâz pamuklu<br />

[patiska] olması sünnetdir. Erkeğe ipek kefen harâmdır. Tabutunu da ipekle<br />

örtmek harâmdır. Kadınlara ipek câizdir. Kefenin, meyyitin kendi halâl malından<br />

olması, başkasının vermesinden dahâ iyidir. Diri iken halâl kefen hâzırlamak<br />

iyidir. Zemzem ile yıkanmış kefen Hanefîde câiz, Şâfi’î mezhebinde harâmdır. Hanefî<br />

mezhebinde, kuruyunca zemzemin hepsi gider. Şâfi’îde ise, eseri kalıp, meyyitin<br />

kanı, irini ile kirletmeğe sebeb olur. Besmele-i şerîfeyi, âyet-i kerîmeleri, muh-<br />

– 996 –


terem ismleri kefene yazmak ve kabre koymak câiz değildir. Sâlihlerin, Velîlerin<br />

çamaşırından, elbisesinden kefen yapmak veyâ kefen içine, yüzüne, göğsüne koymak<br />

fâideli olduğu (Ma’sûmiyye) cild 1, üçüncü mektûbunda da yazılıdır.<br />

Kadının kefeni beş parça olmak sünnetdir: Kamîs, izâr, lifâfe, himâr ve göğüs<br />

bezi. Himâr, baş örtüsü olup, yetmişbeş santim kadar uzundur. Uçları yüze sarkıkdır,<br />

başa sarılmaz. Göğüs bezi: Omuzdan dize kadardır.<br />

Fakîr olan veyâ çok borcu olan erkeklere (Kefen-i kifâye) olarak izâr ve lifâfe,<br />

kadınlara kamîs, lifâfe ve baş örtüsü câiz olur ise de, dahâ azı mekrûhdur. Zarûret<br />

hâlinde, erkeğe ve kadına yalnız lifâfe lâzımdır. Meyyitin malı yoksa, başkalarının,<br />

Beyt-ül-mâlın [ya’nî devletin] vermesi farzdır. Avret yerini örtmesi kâfi değildir.<br />

Bez küçük ise, açık kalan kısmlar, yaprakla, otla örtülür.<br />

Tabutun içine, önce lifâfe serilir. Sonra üzerine izâr yayılır. Kamîs de, tabutun<br />

içine konur. Kadınlarda, izârdan önce veyâ sonra göğüs bezi serilir. Sonra, tabutun<br />

etrâfında üç veyâ beş kerre behûr dolaşdırılır. Behûr, tütsüdür. [Meselâ, bir kürek<br />

içindeki ateşe öd ağacı, günnük, misk, sandal ağacı, çendene [candana], zerîre,<br />

aselbend gibi kokulu maddeler koyup dumanı çıkarılır.] Kefenleri tabuta koymadan,<br />

herbirini ayrıca tütsülemek dahâ iyidir. Böyle tütsüleme, rûhu çıkarken ve<br />

yıkamağa başlarken de yapılır. Cenâze taşırken ve kabre koyarken yapılmaz.<br />

[(Fetâvâ-i fıkhiyye)de yazılı hadîs-i şerîfde, (Âdem “aleyhisselâm” vefât edince,<br />

melekler Cennetden hanût ve kefen getirdiler. Su ve sedr yaprağı ile yıkadılar.<br />

Üçüncüsünde kâfûr koydular. Üç kefen ile kefenlediler. Nemâzını kıldılar. Lahd<br />

yapdılar. Defn etdiler. Sonra çocuklarına dönerek, ey Âdem oğulları! Ölülerinize<br />

böyle yapınız dediler) buyuruldu].<br />

Kefen yeni olursa da, önceden yıkanmış olarak hâzır bulundurulmalıdır. Kefeni<br />

önceden hâzırlamak lâzımdır. Kefenlerin her üçü üzerine de hanût serpilir.<br />

Meyyit kurulandıkdan sonra, kamîs tabutdan alınarak, başından geçirilip, yarısı<br />

önünden, yarısı arkasından, ayaklarına kadar uzatılır. Tabutun içine, izârın üstüne<br />

Besmele ile yatırılır. İzârın önce sol tarafı, sonra sağ tarafı, meyyit üzerine kapatılır.<br />

Lifâfe de böyle kapatılır. Ya’nî sağ kenârları sol kenârlarının üstüne kapatılır.<br />

Nitekim diri iken de, ceket, gömlek ve sâire böyle kapatılır.<br />

Kadınların kamîsi kapandıkdan sonra, saçları ikiye bölünüp, iki yandan göğsü<br />

üzerine, kamîs üstüne konur. Saçları üstüne hımâr konup, üzerine izâr kapatılır.<br />

İzârdan önce veyâ sonra göğüs bezi sarılır. Sonra lifâfe kapatılır. Lifâfenin baş ve<br />

ayak uçları ve ortası [ya’nî mi’de hizâsından] bir bezle sararak bağlanır. Büyük oğlan,<br />

adam gibi kefenlenir. Büyük kız, kadın gibi kefenlenir. Küçük oğlan bir, küçük<br />

kız, iki parça kefene sarılır. Ölü doğan çocuk, düşük ve insan uzvu [meselâ kolu]<br />

kefenlenmez, bir beze sarılıp gömülür.<br />

Mezârdan çıkarılmış, çıplak görülen bir ölü, kokmamış ise, sünnet üzere kefenlenip<br />

gömülür. Kokmuş ise, bir beze sarılıp gömülür.<br />

Sünnet mikdârı kefen, meyyitin malından alınır. Borcundan, vasıyyetinden ve<br />

mîrâsından önce, kefen parası ayrılır. Malı olmıyan meyyitin kefenini, nafakasını<br />

vermek vâcib olan akrabâsı, mîrâs mikdârları hesâbı kadar ortaklaşa alır. Nitekim,<br />

diri iken nafakasını da mîrâs mikdârları nisbetinde verirler. Fekat, oğulları<br />

ve kızları varsa, bunlar müsâvî mikdârda verir. Çünki, çocukların nafaka vermesi,<br />

mîrâsa göre olmayıp, müsâvî mikdârdadır.<br />

Babası ve oğlu kalan kimsenin kefenini yalnız oğlu verir. Kadının kefenini, kadın<br />

zengin olsa bile, zevci verir. Nafakasını verecek kimsesi olmıyan meyyitin kefenini,<br />

Beyt-ül-mâl verir. Beyt-ül-mâl müntezam işlemiyorsa, haberi olan her<br />

müslimânın vermesi, farz-ı kifâye olur. Haberi olanlar fakîr ise, başkalarından zarûret<br />

kefeni, ya’nî bir kefenlik bez isterler. İstanbulda kefen için, erkeklere yedi<br />

metre, kadınlara sekiz metre patiska almak âdetdir. Eni 130-140 santimetredir. Ta-<br />

– 997 –


ut kapatılıp, üzeri yeni bir yatak çarşafı ile sarılıp, çamaşır ipi ile bağlanır. Bu ip,<br />

tabutu kabre indirirken de işe yarar. Üzerine yeşil ve yazılı örtü konup bunun kenârları<br />

iğnelerle çarşafa rabt edilir. Kadınlarda, bu örtünün baş tarafına üç köşe<br />

yemeni de örtülür. Tabutun, çivisiz, tahtadan geçme olması lâzımdır. Kısa bir<br />

düâ ve hak halâl edildikden sonra, musallâya götürülüp nemâzı kılınır.<br />

Üç dürlü (Şehîd) vardır: 1- Cünüb, hâiz olmıyan, âkıl ve bâlig bir müslimân, zulm<br />

ile, haksız olarak, vurucu veyâ kesici vâsıtalarla öldürülünce ve harbde din düşmanları<br />

ile, Allah için cihâd ederken, düşman tarafından, sulhda âsîler, yol kesiciler,<br />

şehr eşkıyâları, gece hırsız tarafından, herhangi bir vâsıta ile öldürülünce, hemen<br />

ölürlerse veyâ müslimânların ve ehl-i zimmetin cânlarını, mallarını korumak<br />

için olan çarpışma yerinde bulunan ölü üzerinde yara, kan akması gibi öldürülme<br />

alâmetleri görülürse veyâ şehrde öldürülmüş bulunup, kâtili bilinir ve kısâs yapılması<br />

lâzım gelirse, bunlara (Dünyâ ve âhıret şehîdi) ve (Tâm şehîd) denir. Tâm şehîd<br />

yıkanmaz. Kefene sarılmaz. Kefen mikdârından fazla olan elbisesi soyulup, çamaşırı<br />

ile defn olunur. Cenâze nemâzı, Hanefîde kılınır. Şâfi’î mezhebinde kılınmaz.<br />

Âhıretde de şehîd sevâbına kavuşurlar. 2- Allah rızâsı için cihâd yapmağa niyyet<br />

etmeyip, dünyâ kazancı için harb eden, yalnız (Dünyâ şehîdi) olur. Bunlar, yıkanmaz<br />

ve kefenlenmez. Fekat, âhıretde şehîd sevâbına nâil olmazlar. 3- Allah için<br />

olan cihâdın hâzırlığı ta’lîmlerinde ölürse, zulm ile öldürülünce veyâ cihâdda ve<br />

eşkıyâ, âsî, yol kesici, gece hırsız savaşında yaralanınca, hemen ölmez, bir nemâz<br />

vakti çıkıncaya kadar aklı başında kalır veyâ başka yere götürülüp orada ölürse veyâ<br />

cünüb, hâiz iseler, yalnız (Âhıret şehîdi) olurlar. Bunlar yıkanır ve kefenlenirler.<br />

Had, ta’zîr, kısâs cezâları ile öldürülenler [kurşuna dizilenler, i’dâm edilenler]<br />

ve hayvan tarafından öldürülenler de yıkanırlar.<br />

Boğularak, yanarak, garîb, kimsesiz olarak, dıvâr ve enkâz altında kalarak<br />

ölenler ve ishâlden, tâ’ûndan [sârî hastalıklardan], lohusalıkda, sar’a hastalığında,<br />

Cum’a gecesinde ve gününde, din bilgilerini öğrenmekde, öğretmekde ve yaymakda<br />

iken ölenler ve âşık olup, aşkını, iffetini, nâmûsunu saklarken ölenler, zulm ile<br />

habs olunup ölenler, Allah rızâsı için müezzinlik yaparken, islâmiyyete uygun ticâret<br />

yaparken, çoluk çocuğuna din bilgisi öğretirken ve ibâdet yapmaları için çalışırken<br />

vefât edenler, hergün yirmibeş kerre (Allahümme bârik lî filmevt ve fî-mâ<br />

ba’d-el-mevt) okuyanlar, Duhâ ya’nî kuşluk nemâzı kılanlar, her ay üç gün oruc<br />

tutanlar, yolculukda da vitr nemâzını terk etmiyenler, ölüm hastalığında, kırk<br />

kerre (Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü min-ez-zâlimîn) okuyanlar, her gece<br />

Yasîn okuyanlar, abdestli olarak yatanlar, devâmlı olarak mudârâ edenler<br />

[ya’nî dîni korumak için dünyâlık verenler], gıdâ maddeleri getirip ucuza satanlar,<br />

soğukda gusl abdesti alınca hastalanıp ölenler, her sabâh veyâ akşam devâmlı olarak<br />

üç kerre (E’ûzü billâhissemî’il’alîmi mineş-şeytânirracîm) ile (Haşr) sûresinin<br />

sonunu [Hüvallahüllezî..yi] okuyanlar (Âhıret şehîdi) olurlar. [Hiç harâm lokma<br />

yimemiş, (Takvâ ehli) çürümez. Başka sebeble çürümemenin, şehîdlik ile alâkası<br />

yokdur.]<br />

Mâlikî âlimlerinden Alî Echürî diyor ki, (Yol kesici haydûd, suda boğulursa ve<br />

çaldığı at üzerinde cihâd ederken öldürülen kimse ve bir odada günâh işliyenler üzerine<br />

ev çökse, bunların hepsi şehîd olur. Çünki, günâh sebebi ile ölenler şehîd olmaz.<br />

Günâh işlerken, şehîdliğe sebeb olan bir sebeble ölürse, Âhıret şehîdi olur ve<br />

günâhının cezâsını da yüklenir. Bunun gibi, şerâb içip çatlayan şehîd olmaz. Fekat<br />

şerâb içip, serhoş hâlde iken, zulm ile öldürülen kimse şehîd olur. Çünki, şerâbdan<br />

ölmemiş, başka sebeble ölmüşdür. Fekat, şerâb günâhını da yüklenir.). Bunlar İbni<br />

Âbidînde yazılıdır. İbni Nüceymin (Eşbâh) kitâbının şârihlerinden Hayreddîn-i<br />

Remlînin ve Müeyyed zâde Abdürrahmân efendinin “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyhim” Fetâvâlarında da diyor ki, (Şerâb içen kimse, serhoş iken öldürülse, şehîd<br />

olur. Şerâb içmek büyük günâhdır. Fekat şehîd olmağa mâni’ olmaz).<br />

– 998 –


57 — CENÂZE NEMÂZI<br />

Bir mü’minin vefât etdiğini haber alan erkeklere, erkek yoksa, kadınlara cenâze<br />

nemâzı kılmak, gasl, techiz ve defn farz-ı kifâyedir. Ehemmiyyet vermiyen, kâfir<br />

olur. Cenâze nemâzını bir kadının yalnız kılması ve çok kadının cemâ’at ile kılmaları<br />

mekrûh olmaz. Nemâzın kabûl olması için, altı şart lâzımdır:<br />

1 — Meyyit müslimân olmalıdır.<br />

2 — Yıkanmış olmalıdır. Yıkanmadan gömülen, üzerine toprak atılmamış<br />

ise, çıkarılıp yıkanır, sonra nemâzı kılınır. Cenâzenin ve imâmın bulunduğu yerin<br />

temiz olması lâzımdır. Cemâ’atinki şart değildir. Çünki, yalnız imâmın kılması ile,<br />

farz yapılmış olur. Elbise, ayakkabı ve basılan yer necs ise nemâz sahîh olmaz. (Tahtâvî)<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” (İmdâd) hâşiyesinde diyor ki, (Meyyit temiz tabut<br />

içinde ise ve üst yüzü temiz olan ayakkabı çıkarılıp, üzerine basılırsa, yerin necs<br />

olması zarar vermez). Kadının, câriyenin imâm olması ile, farz yapılmış olur.<br />

Çünki, kadına uyan erkeklerin nemâzı kabûl olmaz ise de, kadının cenâze nemâzı<br />

kabûl olur ve bir kişinin kılması ile farz yerine gelmiş olur. Çocuğun, cenâze yıkaması<br />

câiz ise de, nemâzını kıldırması câiz değildir.<br />

3 — Cenâzenin veyâ bedeninin yarısı ile başının veyâ başsız yarıdan fazla bedenin,<br />

imâmın önünde bulunması lâzımdır.<br />

4 — Cenâze, yerde veyâ yere yakın, ellerle tutulmuş veyâ taşa konmuş olmalıdır.<br />

Başka bir yerde bulunan veyâ hayvân üstünde veyâ el ile yüksekde tutulan<br />

cenâzenin nemâzı kabûl olmaz. Cenâzenin başı, imâmın sağına, ayağı soluna gelecekdir.<br />

Tersine koymak günâhdır.<br />

5 — Cenâze, imâmın önünde hâzır olmalıdır.<br />

6 — Cenâzenin ve imâmın avreti örtülü olmalıdır.<br />

Cenâze nemâzının farzı ikidir:<br />

1 — Dört kerre tekbîr getirmekdir.<br />

2 — Ayakda kılmakdır. Özrsüz, oturarak veyâ hayvân üstünde kılmak câiz değildir.<br />

Yağmurdan, çamurdan dolayı hayvândan inemezse câiz olur.<br />

Cenâze nemâzının sünneti üçdür:<br />

1 — Sübhâneke okumak.<br />

2 — Salevât okumakdır. Çünki, düâdan önce salevât okumak, düânın sünnetidir.<br />

3 — Kendine ve meyyite ve bütün müslimânlara afv ve magfiret için bildirilmiş<br />

olan düâlardan bildiğini okumak.<br />

Dört müslimânın nemâzı kılınmaz:<br />

1 — Bâgî, ya’nî âsîlerin, ya’nî haksız olarak halîfeye ısyân edenler, döğüşürken<br />

öldürülünce, nemâzı kılınmaz. Bunları yıkamak da lâzım değildir.<br />

2 — Müslimânların yolunu kesen hırsızlar, döğüşürken öldürülünce, yıkanmaz<br />

ve nemâzları kılınmaz.<br />

Bâgîler ve yol kesenler, kaçarak sonradan (Had) ve (Kısâs) cezâları ile ölürlerse,<br />

yıkanır ve nemâzları kılınır.<br />

3 — Zulm ile meşhûr olan kabîleler, döğüşürken ölünce, nemâzı kılınmaz.<br />

4 — Silâh ile ev basan kimse, o zemân öldürülürse, nemâzı kılınmaz.<br />

İntihâr eden, ya’nî kendini öldüren kimse, hemen ölse bile, yıkanır ve nemâzı<br />

kılınır. İntihâr etmenin, başkasını öldürmekden dahâ büyük günâh olduğu (Hindiyye)de<br />

yazılıdır.<br />

Anasını, babasını öldüren kimse, kısâs ile öldürülünce, nemâzı kılınmaz.<br />

Cenâze nemâzının dört tekbîrinden herbiri, bir rek’at gibidir. Dört tekbîrin yal-<br />

– 999 –


nız birincisinde eller kulaklara kaldırılır. İndirilince, göbek altına bağlanır. Sonraki<br />

üç tekbîrde eller kaldırılmaz. İki el bağlanınca (Sübhâneke) okunur ve okunurken<br />

(Ve celle senâüke) de denir. Fâtiha okunmaz. İkinci tekbîrden sonra, teşehhüdde<br />

otururken okunan salevât okunur. Üçüncü tekbîrden sonra, cenâze<br />

düâsı okunur. Dördüncü tekbîrden sonra, hemen sağa ve sonra sola selâm verilir.<br />

[Ellerin ne zemân indirileceğini, kitâblarda bulamadık. (Dürer) ve (Halebî-yi sagîr)<br />

hâşiyelerinde, (Ayakda, okurken eller bağlanır. Okumak yoksa, eller indirilir.<br />

Evvelâ eller indirilir. Sonra iki tarafa selâm verilir) diyor. Büyüklerimizin, sağa<br />

selâm verirken, sağ ellerini, sola selâm verirken, sol ellerini salıverdiklerini gördük.<br />

Selâm vermeden evvel, iki elin birlikde indirileceği de anlaşılmakdadır.] Selâm<br />

verirken, cenâzeye ve cemâ’ate niyyet edilir. İmâm yalnız dört tekbîri ve iki<br />

omuza selâmı, yüksek sesle söyler, başkalarını içinden okur. [Cenâze düâsı yerine,<br />

Rabbenâ âti-nâ..., veyâ yalnız Allahüm-magfir leh demek veyâhud düâ niyyeti<br />

ile besmelesiz Fâtiha-i şerîfe okumak da olur. Düâ okumak, meyyitin afvına sebeb<br />

olur. Peygamberlerin ve çocukların derecelerinin yükselmesine sebeb olur. Kırk<br />

yâhud yüz kişi üç saf olarak kılarsa, meyyitin afvına sebeb olur. Gömmeden önce<br />

kılınır.] Son safda kılmak dahâ sevâbdır.<br />

İmâm dördüncü tekbîrde selâm vermeyip beşinci tekbîri söylerse, cemâ’at söylemez.<br />

Sessizce bekleyip, imâmla birlikde selâm verirler.<br />

İmâm, cenâzenin göğsü hizâsında durur. Nemâza geç yetişen hemen durmaz.<br />

Bekleyip, imâm herhangi bir tekbîri getirirken, berâber tekbîr getirip nemâza başlar.<br />

Bu tekbîre (İftitâh tekbîri) olarak niyyet eder. İmâm selâm verdikden sonra,<br />

kaçırdığı tekbîrleri birbiri arkasından söyleyip, birşey okumadan selâm verir.<br />

Dördüncü tekbîre yetişemiyen, nemâzı kaçırmış olur.<br />

Birkaç cenâze birlikde ise, herbirinin nemâzını ayrı kılmak efdaldir. Hepsi için<br />

bir nemâz kılması da câizdir. Bunun için, birinin başı ötekinin ayağına gelmek üzere<br />

sıralanır. İmâm, derecesi yüksek olanın önünde durarak kılar. Cenâzelerin bir<br />

kısmı imâmın sağında, bir kısmı da imâmın solunda bulunur. Yâhud, hepsini imâmın<br />

önünde olarak yan yana koyup, imâm hepsinin göğsü hizâsında durur. Önce<br />

erkekler, sonra oğlan, sonra kadın, en sonra kız cenâzesi konur. [Bunlar için niyyet<br />

ederken, erkek veyâ kadın olduklarını söylemek şart değildir.]<br />

Cenâze nemâzını, devlet reîsi kıldırır. O yoksa, hükûmet reîsi, o yoksa vâlî, sonra<br />

hâkim, sonra kaymakam, sonra bunun vekîli, sonra hâkim vekîli, sonra mahalle<br />

imâmı kıldırır. Meyyitin velîsi sâlih ise, imâm yerine, velî kıldırır. Velî, erkek olur.<br />

Kadın olmaz. Çocuk da olamaz. Velî, kan ile olan yakınlarıdır. Zevc de velî olmaz.<br />

Ancak başka velîsi hâzır bulunmaz ise, zevc de, imâm olabilir. Küçük çocuğun nikâhını<br />

kıydırmağa, evlendirmeğe hakkı olanlar, velîdir. Baba, oğuldan önce velîdir,<br />

ya’nî sâhibidir, koruyucusudur. Oğul, kardeş, amca, dayı ve nihâyet zevci de<br />

yoksa, komşuları imâm olur. Velîler, herhangi bir yabancıyı vekîl edebilir. İznsiz<br />

imâm olurlarsa, velî tekrâr kıldırabilir.<br />

Nemâzı kılınmadan veyâ yıkanmamış olarak nemâzı kılınan, gömülüp toprak<br />

örtülmüş ise, kokduğu zan edilmedikce, kabri üstünde nemâzı kılınır. Kokmağa başlama<br />

zemânı, toprağın cinsine, mevsimine, sıcaklığa, soğukluğa, za’îf, şişman olmasına<br />

göre değişir. Üç gün ile bir ay arasında değişir.<br />

[Kırkıncı gün burnu düşmesi, elliüçüncü gecesi çürümeğe başlaması ve bu gecelerde<br />

mevlid okutmalı gibi sözler doğru değildir. Ahmed isminde bir türbedârın<br />

rü’yâda gördüm diye söylediği şeylerdir. Meyyite yapılan her hizmet ibâdetdir.<br />

İbâdetler, yalnız âyet-i kerîme, hadîs-i şerîfler ve müctehidlerin sözü ile belli<br />

olur. Şunun, bunun emri ile, rü’yâ ile ibâdetler değişdirilemez. İbâdetleri değişdirmek,<br />

bozmak istiyenler kâfir olur. Ölülere Kur’ân-ı kerîm okumak, sadaka vermek,<br />

düâ etmek gibi yardımları yapmak için, elliüçüncü gecesini beklememeli, birinci<br />

günü yaparak, imdâdına bir ân önce yetişmelidir. Bu yardımları, yedinci, kırkın-<br />

– 1000 –


cı, elliüçüncü gecelere bırakmak, boğulmak üzere olan birine, biraz bekle yardıma<br />

birkaç gün sonra geleceğim demeğe benzer. Muhammed Ma’sûm hazretleri<br />

(Mektûbât)ının birinci cildi, onbirinci mektûbunda buyuruyor ki, (Âdet olarak, riyâ,<br />

gösteriş olarak değil de, Allah rızâsı için, fakîrlere yemek, sadaka verip, sevâblarını<br />

meyyitin rûhuna göndermek, iyi olur ve büyük ibâdet olur. Fekat, bunun belli<br />

gün veyâ gecede yapılması için güvenilir bir haber yokdur. Ya’nî aslı yokdur).<br />

İstanbul gazetelerinde, hıristiyan ölülerine, kırkıncı günlerinde mezârlıklarında âyîn<br />

yapılacağını, tanıdıklarını oraya çağırdıklarını çok okudum. Onlara sordum. Kırkıncı<br />

gün ölüye yardım yapmak âdetimizdir dediler. Ölüler için sadaka, mevlid gibi<br />

hayrâtın belli günlerde yapılmasının müslimânlara hıristiyanlardan sirâyet etmiş<br />

olduğu anlaşılmakdadır.]<br />

Meyyiti câmi’ içine koyup nemâzını kılmak Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde harâmdır.<br />

Cenâze dışarda, cemâ’atin bir kısmı câmi’de olursa, mekrûh olmaz diyenler<br />

varsa da, böyle de kılmak harâm olur. Cemâ’at de dışarda kılmalıdır. Çünki, câmi’ler<br />

beş vakt nemâz kılmak için ve buna bağlı olan sünnet ve nâfile [ve kazâ] nemâzları<br />

kılmak için ve okumak, va’z, ders için yapılmışdır. Yağmur, fırtına ve hastalık<br />

gibi özrlerle, cenâze nemâzı câmi’de kılınabilir. Fekat, cenâze câmi’e sokulamaz.<br />

Doğdukdan sonra hemen ölen çocuk yıkanır ve nemâzı kılınır ve vâris olur ve<br />

mîrâsı kalır ve ismi konur. Cânsız doğan çocuk, dört aylık değil ise, yıkanmaz ve<br />

nemâzı kılınmaz. Dört aylık olmuş ise, yıkanıp bir kefene sarılıp gömülür, nemâzı<br />

yine kılınmaz. Anası, babası ile birlikde esîr alınan çocuk ve esîr alınan büyük<br />

deli de ölünce böyle yapılır. Bunlar Cehenneme girmez ise de, dünyâda kâfir<br />

mu’âmelesi yapılır. Anasız ve babasız esîr alınan çocuk veyâ anası, babası ile alınıp<br />

da ana, babasından biri islâma gelen veyâ akllı, ya’nî yedi yaşında olarak<br />

kendi îmâna gelen çocuk ölünce, nemâzı kılınır. Bir kâfirin îmâna gelmesi için, Kelime-i<br />

şehâdeti temâm söylemesi ve îmânın altı şartını [ya’nî Âmentü...yü] işitince<br />

inanması lâzımdır.<br />

Câhillere, îmânın, islâmın şartını sormamalı, ona, bunları sayıp, söyleyip, bunlara<br />

inandın mı? demelidir. Evet inandım deyince müslimân olduğu anlaşılır. Câhile<br />

îmân ve islâm sorulduğu vakt, cevâb vermezse, zararı olmaz. Çünki, bunun cevâbını,<br />

belli, müntezam kelimeleri söylemek sanarak, bilmiyorum derler. Ya’nî îmânı<br />

bilmiyorum değil de, îmânın nasıl söyleneceğini bilmiyorum derler. Müslimânın,<br />

kâfiri yıkaması, kefenlemesi ve gömmesi vâcib değildir. Kâfirlere verilir. Kâfirler<br />

yoksa, kirli çamaşır yıkar gibi yıkayıp bir beze sararak kâfir mezârlığına gömmek<br />

câiz olur. Mürted ölüsü ise, yıkanmaz, kefenlenmez, hangi dîne geçdi ise, onlara<br />

da verilmeyip, köpek ölüsü gibi, bir çukura bırakılır. Kâfirlerin ve müslimânın,<br />

hiç kimsenin ölüsü yakılmaz. Külü saklanmaz. Kâfir ölüsünün bile kemiğini<br />

kırmak, kesmek câiz değildir.<br />

Müslimânın, kâfir olan akrabâsı tarafından yıkanması câiz değildir.<br />

Birinci kısm altmışıncı maddede, üç vaktde nemâz kılmak câiz olmadığı bildirilmişdi.<br />

Bu vaktlerden önce hâzırlanmış olan cenâzenin nemâzını, bu vaktlere gecikdirmek<br />

câiz değildir. (Merâkıl-felâh)da diyor ki, (Bu vaktlerde cenâze defn etmek<br />

mekrûh değildir, câizdir). Günün her vaktinde cenâze nemâzı kılmak câizdir.<br />

Beş vakt nemâzdan sonraya bırakmak şart değildir.<br />

Cenâze nemâzı bir kerre kılınır. Bir kadın kıldıkdan sonra bile, tekrâr kılınırsa,<br />

nâfile olur. Cenâze nemâzını nâfile olarak kılmak mekrûhdur.<br />

Cenâze nemâzı ve gasli ve techîzi, tekfîni, defni, farz-ı kifâye, bayram nemâzı<br />

ise vâcib ise de, cemâ’ate geç gelenlerin bunu bayram nemâzı sanarak şaşırmamaları<br />

için önce bayram nemâzı kılınır. Hâzır olan cenâzenin nemâzı, bayramın hutbesinden<br />

ve akşamın, Cum’anın, yatsının ve öğlenin son sünnetlerinden önce kılınacağı,<br />

Bayram nemâzları anlatılırken bildirilmekdedir. Fekat (Hilye) ve (Bahr)<br />

– 1001 –


kitâblarının sâhibleri “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” da, önce son sünnetlerin farz<br />

ile birlikde kılınmaları lâzımdır diyor. Techîz, tekfîn ve nemâzı çabuk yapmak mendûbdur.<br />

[Görülüyor ki, cenâze nemâzı, sünnetlerden önce veyâ sonra kılınır denilmişdir.<br />

Fekat, cenâze nemâzı için sünnetin terk edileceğini hiçbir âlim bildirmemişdir.<br />

Bunun için, cenâze nemâzı kılınacağı zemân, câmi’lerde tesbîhleri terk etmemelidir.<br />

Cenâze nemâzını acele kılmak vâcib olduğu için tesbîhleri terk ediyoruz<br />

diyenler yanılıyorlar. Cenâze nemâzını acele kılmak vâcib değildir, müstehabdır.<br />

Cenâze nemâzını, cemâ’at çok olsun diyerek bekletmek mekrûh olduğu hâlde, cemâ’at<br />

çok olmak için, cenâzeyi sâatlerce bekletip, sonra acele etmek vâcib diyerek,<br />

Âyet-el-kürsîyi ve nemâz tesbîhlerini terk etmek pek yanlışdır. Bu yanlış âdeti<br />

ortadan kaldırarak, cenâze olunca da Âyet-el-kürsîyi ve tesbîhleri okuyan müezzin<br />

efendilere müjdeler olsun. Birinci kısm, 64. cü madde sonundaki düâ bahsine<br />

bakınız!].<br />

Cenâze nemâzı kılındıkdan sonra tabutun yanında düâ etmek câiz değildir.<br />

(Zübdet-ül-makâmât)da diyor ki, (İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”<br />

hazretlerinin cenâze nemâzı kılındıkdan sonra, durup düâ yapılmadı. Hemen<br />

mezârlığa götürüldü. Cenâze nemâzından sonra, ayakda düâ etmenin mekrûh<br />

olduğu, fıkh kitâblarında yazılıdır. Ba’zı imâmlar yapıyorlar ise de, sünnete uygun<br />

değildir.) [Câiz olmadığı (Bezzâziyye) fetvâsında da yazılıdır.]<br />

Gözlerimi kapayıp, derin düşünüyorum,<br />

hayâlimde, rûhumda, bir delîl görüyorum.<br />

Kalbleri temizliyen, bakışlar önündeyim,<br />

fekat bu, rü’yâ değil, bilmiyorum nerdeyim.<br />

Bir teveccühle, gaflet perdelerini gideren,<br />

bir tebessümle, sonsuz se’âdetleri veren.<br />

İlm, irfân, kerâmet, hârikalar menba’ı,<br />

bu dünyâ nazarında, sanki örümcek ağı.<br />

Âşıkları ma’şûka, bu delîl kavuşdurmuş,<br />

onun ardından giden, ebedî sultân olmuş.<br />

Her sözünde rûhlara, âb-ı hayât damlıyor,<br />

her kelâmı, kalblerden, pasları kaldırıyor.<br />

Yalnız bir arzûsu var, bir mahbûb peşindedir,<br />

tecellî ile yanan, dağın ateşindedir.<br />

Sohbeti, ehl-i soffa, huzûru andırıyor,<br />

derdlere devâ olan, tiryâki dağıtıyor.<br />

(İnsanların üstünü, doğru yolun rehberi,<br />

hayât sırrını çözen, âriflerin serveri.<br />

Güzellerin güzeli, rûhların tek matlûbu,<br />

değil mahlûkun yalnız, Hâlıkın da mahbûbu).<br />

Ya’nî, Resûlullahı, gösteren aynadır bu!<br />

hadîsde bildirilen, (Sıla) sâhibidir bu!<br />

İkibin müceddidi, o vâris-i enbiyâ,<br />

hurmeti için yâ Rab, bizi ondan ayırma.<br />

– 1002 –


58 — CENÂZE TAŞIMAK VE DEFN<br />

Cenâze taşımakda önce ön tarafda, meyyitin sağ tarafı, sağ omuza alınıp, on adım<br />

taşınır. Sonra, arka sağ bacak tarafı sağ omuzda, on adım taşınır. Sonra meyyitin<br />

sol tarafına, ya’nî arkadan bakıldığına göre, tabutun sağ tarafına geçip, sol omuzda,<br />

on adım önde, on adım arkada taşınır. Hepsi kırk adım eder. Hadîs-i şerîfde<br />

buyuruldu ki: (Cenâzeyi kırk adım taşıyanın kırk büyük günâhı afv olur.)<br />

Dükkânda, kahvede olan müslimânlar, bir cenâze görünce, gidip hiç olmazsa kırk<br />

adım taşımalı ve biraz arkasından yürümeli, rûhuna Fâtiha ve düâ okumalıdır. Cenâzeyi<br />

görünce, olduğu yerde ona karşı dikilip beklemenin tahrîmen mekrûh olduğu,<br />

(Merâkıl-felâh)da ve (Halebî-i kebîr)de yazılıdır. Cenâzeyi taşıdıkdan sonra,<br />

arkasından yürümelidir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Sa’d bin<br />

Mu’âzın “radıyallahü anh” cenâzesini taşıdı. Ne büyük bahtiyârlık!<br />

Cenâzeyi (Beynel’amûdeyn) taşımak, ya’nî sedye gibi, biri önde, biri arkada olmak<br />

mekrûhdur. (Terbî’) şeklinde, ya’nî omuzda, kolundan el ile tutarak dört kişinin<br />

taşıması sünnetdir. Omuz, kolu altına geçirilmez. Tabutun kolu el ile tutulup<br />

omuz üstüne alınır. Cenâzeyi sırtda ve hayvân üstünde taşımak câiz değildir.<br />

[Cenâzeyi, zarûret olmadıkca kâfirlerin âdetine göre, araba ve otomobil ile götürmek<br />

kerîhdir ve meyyite zulmet ve zarar verir. Taşıyanlara günâh olur. İbâdet<br />

yaparken, İslâm âdetlerini bırakıp, ecnebî âdetlerini almak büyük günâhdır. Peygamberimizin<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân”<br />

zemânlarında, cenâze yalnız terbî’ sûretinde taşınırdı. Hükûmet, kanûn, arabada<br />

taşımağı emr ederse, emre uyulur. Üçüncü kısmda, 26. cı maddeye bakınız!]<br />

Süt çocuğunu ve biraz büyüğünü, bir kişi iki eli üzerinde götürür. Bu kişi, hayvân<br />

üzerinde de olabilir. Büyük çocuklar, tabut ile götürülür.<br />

Cenâzeyi, meyyiti sarsmıyacak kadar, hızlı götürmelidir.<br />

Cemâ’at çok olsun diye Cum’a nemâzından sonraya bırakmak mekrûhdur. Cenâzeyi<br />

gömerken, Cum’a nemâzını kaçırmak tehlükesi olursa, bu zemân cenâze nemâzı,<br />

Cum’a nemâzından sonraya bırakılabilir. [Uzak yerlerdeki akrabâsının yetişmesi<br />

için, cenâzeyi bir veyâ birkaç gün sonra kaldırmak câiz değildir.]<br />

Bayram nemâzı cenâze nemâzından önce, hâzır olan cenâzenin nemâzı da bayram<br />

hutbesinden önce kılınır. Musallâda cenâze nemâzı için bekliyenler, cenâze<br />

yere konmadan önce ayağa kalkmazlar. (Surret-ül-fetâvâ) sâhibi “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh” diyor ki, (Musallâda oturanlar, cenâze gelince, ayağa kalkmamalıdır.)<br />

Cenâzede bulunanlar, arkasında ve ona yakın yürümelidir. Cenâzede bulunmak<br />

sünnet-i müekkededir. Şâfi’î mezhebinde cenâzenin önünde gidilir. Kadınlar cenâzede<br />

bulunmaz. Sessiz götürülür. Yüksek sesle tekbîr, tehlîl, ilâhîler okumak<br />

bid’at ve günâh olduğu (Halebî-i kebîr) ve (Merâkıl-felâh) ve Tahtâvî hâşiyesinde<br />

ve (Ni’met-i islâm)da ve (Şir’atül-islâm şerhi) sonunda uzun yazılıdır. Câhillerin<br />

yapmalarına ve yazmalarına aldanmamalıdır. Böyle bid’atler bulunan cenâzeyi<br />

terk etmemeli, mümkin ise, mâni’ olmalıdır. Fekat, bid’at bulunan ziyâfeti terk<br />

etmek lâzımdır. Cenâzenin ön ve yan taraflarında yürümek câiz ise de, arkasında<br />

gitmek dahâ iyidir.<br />

Hayâtda iken, kendi için kabr kazdırmak câizdir. Kendi mülkünde ise, ona<br />

mahsûs olur. Kendi mülkünde değil ise ve kabristânda yerini satın almamış ise, başkası<br />

da oraya gömülebilir.<br />

Meyyiti büyük mezârlıkda gömmek lâzım ve sünnet ve çok fâidelidir. Sâlihlere<br />

ve Evliyâya “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yakın defn etmelidir. Fâsıkların,<br />

fâcirlerin ve hele kâfir ve mürtedlerin kabrlerinden uzak olmalıdır. Rutûbetli<br />

yerlerde defn etmek iyi değildir. Mümkin olduğu kadar kuru yerlere defn etmelidir.<br />

Nemli yerde defn, çabuk çürümesine sebeb olur. Dîn-i islâmda, meyyitin geç<br />

– 1003 –


çürümesi lâzımdır. Toprak nemli veyâ gevşek olursa, tabut ile gömmek iyi olur.<br />

Cenâze ile çiçek ve çelenk götürmek ve bunları mezâr üstüne koymak ve mâtem<br />

alâmetleri taşımak, yakaya rozet, resm gibi şeyler takmak, kâfirlerin âdetidir.<br />

Müslimânların bunları yapması harâmdır ve meyyit için zararlıdır. (Künûz-üd-dekâık)da<br />

yazılı ibni Mâcenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Cenâzeyi yüksek sesle ve ateş,<br />

ışık ve başka şeyler taşıyarak götürmeyiniz!) buyuruldu. Türbe, oda içindeki kabr<br />

üzerine ipekli veyâ başka bez serip üzerine gül serpmek, böylece türbenin güzel<br />

kokmasını sağlamak iyi olur. Bunun câiz olduğu, Ahmed Sa’îd-i Serhendînin<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” fârisî (Tahkîk-ul-hakk-ıl-mübîn) kitâbında yazılıdır.<br />

Kabr kazıp, kabrin içine defn etmek farz-ı kifâyedir. [Defn için lâzım olan<br />

müslimân bulunmazsa, bunu haber alan her müslimânın defnde bulunması farz olur.<br />

Hizmet eden bulunmayıp, ücret vererek mezârcılara defn etdirmek lâzım olursa,<br />

haberi olup hizmet etmiyen bütün müslimânlar günâha girer. Fâsık olurlar. Ölüyü<br />

defn etmek, cenâze nemâzı kılmak gibi, ibâdetdir. Bu ibâdeti de ücretsiz yapmak<br />

farzdır. Alınan ücret harâm olur. Ücretsiz yapan bulunmadığı zemân, bu farzın<br />

yapılması ve müslimânların ölülerinin açıkda kalmaması için, fakîrlerin bu farzı<br />

ücret ile yapması câiz olur. Bunun alacağı ücret halâl olur ise de, ücretsiz hizmetden<br />

kaçanlar günâhdan, fıskdan kurtulamazlar. Meyyiti toprağa gömmek farz<br />

olduğu için, bu farza ehemmiyyet vermiyerek hizmetden kaçanın ve ilmi, fenni ileri<br />

sürerek, ölüleri gömmek gericilikdir. Buda, Berehmen, komünist kâfirleri gibi,<br />

ölüleri yakmak dahâ iyidir diyenin îmânı gider. Mürted olur.]<br />

Toprağı kazmayıp, yer yüzüne, binâ içine, mermerler içine koymak câiz değildir.<br />

Gemide ölen, karaya götürülemezse, gömmek farz olmaz. Zarûret olmadıkca,<br />

bir kabre, iki kişi gömülmez. Bir ölü çürüyüp, kemikleri toprak olmadan, bu<br />

mezâra başkası gömülemez. Başka mezâr kazılamazsa, kemikler toplanıp, mezâr<br />

içinde, toprakla örtülerek, başkası, toprağın öte yanına gömülebilir. Meyyit çürüyüp,<br />

toprak olunca, bu mezâra başkası defn olunabilir. Toprak vakf olmayıp birinin<br />

mülkü ise, mâliki tarafından kabr üzerine tarla ve ev yapılabilir. Fetvâ da böyledir.<br />

(Hadîka)da, el âfetlerinde diyor ki, (Meyyit çürüyüp toprak oldukdan sonra,<br />

buraya başkasını gömmek veyâ toprak üzerine tarla, binâ yapmak câiz olur. Mezârlar,<br />

sel, nehr suları altında kalırsa, çıkarıp başka yere gömmek câiz değildir).<br />

Eski kâfir mezârlarında, kâfirlerin alâmetleri kalmayınca, buraya mü’minler gömülebilir<br />

ve câmi’ yapılabilir. Nitekim, Medîne-i münevverede (Mescid-i nebî)nin<br />

yeri önce kâfirlerin kabristânı idi. Kazılıp, kemikler başka yere götürülüp,<br />

buraya mescid yapıldı.<br />

(Câmi’-ul-fetâvâ)da diyor ki, (Kabrin derinliği, insanın göğsüne kadar olmalıdır.<br />

Adam boyunca olması dahâ iyidir.) Kabr, su girmemesi, koku çıkmaması ve<br />

hayvanların açmaması için, derin olmalıdır. Uzunluğu meyyitin boyu kadar, genişliği,<br />

boyunun yarısı olmalıdır. Kabrin uzunluğuna istikâmeti, kıble ciheti ile dik açı<br />

yapacak şeklde olmalıdır. Lahd yapmak sünnetdir. Lahd, kabr kazıldıkdan sonra,<br />

kabrin taban sathından kıble cihetine ve kabr boyunca, içine meyyit sığacak kadar<br />

genişlik ve yükseklikde kazılan yerdir. Meyyit, lahd içine, sağ yanı üzere konur.<br />

Şak yapılmaz. Ya’nî kabr kazıldıkdan sonra ortasına çukur açıp, meyyit buraya<br />

konmaz. Toprak çürük, nemli ise, erkeği lahdin veyâ doğruca kabrin içine tabut<br />

ile koymak câiz olur. Toprak kuru ve sağlam ise, erkeği tabut ile gömmek mekrûh<br />

olur. Meyyitin altına keçe, hasır gibi şeyler sermek de mekrûhdur. Tabut ile<br />

gömünce tabut içine biraz toprak konur. Kadınları, her zemân tabut ile gömmek<br />

efdaldir.<br />

Gemide ölen kimse, karaya gidinceye kadar kokacak ise, yıkanır, kefenlenir, nemâzı<br />

kılınır. Kâfir memleketi yakın ise, ağır birşey bağlıyarak denize bırakılır. İslâm<br />

sâhili yakın ise, ağır şey bağlanmaz.<br />

Öldüğü odayı kazıp, buraya gömmek câiz değildir. Mekteb, tekke yanına da göm-<br />

– 1004 –


meyip, islâm mezârlığına götürmelidir.<br />

(Şir’at-ül-islâm)da diyor ki: (Cenâzeyi kabr başına koyunca, iş yapmıyanlar oturmalı<br />

veyâ çömelmelidir. Yehûdîler ve hıristiyânlar gibi ayakda durmamalıdır.<br />

Meyyit defn edilirken, yedi sûreyi okumak müstehabdır. Bu yedi sûre, İnnâ enzelnâ<br />

ve Kâfirûn, İzâ câe, İhlâs, iki Kul e’ûzü ve Fâtiha sûreleridir. Defnden sonra bir<br />

hafta hergün sadaka verip, sevâbını meyyitin rûhuna hediyye etmek de müstehabdır.)<br />

Kabre tek veyâ çift sayıda kimse girip, kıbleye dönüp, kabrin kıble tarafına ve<br />

kabre muvâzî [paralel] olarak bırakılmış olan meyyiti alıp, kabr içine veyâ lahd içine,<br />

yüzü kıbleye karşı korlar. Koyarken, (Bismillâh ve billah ve alâ millet-i Resûlillah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”) derler. Ezân okumazlar. Meyyitin yüzü, lahdin<br />

içine doğru olup, arkasına toprak ve kerpiç konur. Sonra mezârın içi toprakla<br />

doldurulur. Ters konmuş meyyiti kıbleye çevirmek için mezâr açmak câiz değildir.<br />

Çünki, mezârı açmak harâmdır. Kabrde unutulan bir malı almak için açılabilir.<br />

Kabrde kefenin uçları çözülür.<br />

(Mîzân-ül-kübrâ) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Dört mezheb<br />

sözbirliği ile bildiriyor ki, lahdin kabr tarafı, kerpiç dizerek veyâ hasırla kapatılır.<br />

Burasını pişmiş tuğla ile, tahta ile kapatmak mekrûhdur. [Çivi, tuğla gibi fırınlanmış<br />

şeyler, zînet eşyâsıdır. Bunları kabrin içinde kullanmak mekrûhdur.] Kabrin<br />

üstünü, dışardan tuğla, ağaç ve mermerle örtmek câizdir. Resûlullahın “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” mubârek lahdi, dokuz dâne kerpiç ile kapatılmışdır. Kadınlar<br />

kabre tabutsuz konurken, büyük bez ile perde tutulur.)<br />

Kabr toprakla örtülür. Kabr bir karışdan yüksek olmamalıdır. Kabr üzerine baş<br />

tarafından üç avuc toprak atmak müstehabdır.<br />

Defn etdikden sonra, birkaç dakîka etrâfında oturup veyâ çömelip, Bekara<br />

sûresinin başını ve sonunu okumak, meyyit için düâ ve istigfâr etmek müstehabdır.<br />

[Papaslar, kabr yanında ayakda okuyorlar. Müslimânlar papas gibi ayakda okumamalı,<br />

çömelip okumalıdır.] Sâlih müslimânlar, aralarında paylaşıp, bir evde toplanarak<br />

veyâ herkes kendi evinde, ücretsiz olarak hatm ve hatm-i tehlîl okumaları<br />

ve sevâbını meyyitin rûhuna göndermeleri çok fâidelidir. [Kabr yanında nutk söylemek<br />

kâfirlerin âdetidir. Kâfirler gibi nutk söylemek, meyyiti kendinde bulunmıyan<br />

şeylerle övmek câiz değildir. Kendinde bulunan sıfatlar ile de övmekde fâide<br />

ve lüzûm yokdur. Meyyit için sessiz ağlamak câizdir. (Şerh-us-sudûr) ve (Berekât)da,<br />

(Mü’minin ölümüne gökler ağlar) yazılıdır. Meyyit için yüksek sesle ağlamak,<br />

mâtem tutmak, siyâh elbise giymek, siyâh perdeler ve rozetler, işâretler asmak,<br />

mâtem işâretleri, resmini taşımak câiz değildir. (Hazânet-ür-rivâyât) sâhibi<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Cenâzeye ve cenâze çıkan yere siyâh örtmek<br />

ve siyâh giyinmek câiz değildir.)]<br />

Kabr üzerine su dökmek sünnetdir. Kabrin üzerine terbî’ yapmak, ya’nî düz yapmak<br />

Hanefîde sünnet değildir. Müsennem, ya’nî balık sırtı gibi yuvarlak yapmak<br />

sünnetdir. Kabr içini kireç ve çimento ile sıvamak câiz değildir. Âlimlerin, büyüklerin<br />

kabrlerini korumak için, türbe, binâ yapmanın, Hanefî mezhebinde câiz olduğu,<br />

(Halebî-yi kebîr) sonunda bildirilmişdir. (Mîzân)da ve (Ukûd-üd-dürriyye)<br />

sonunda da yazılıdır. Fekat, süs için yapmak harâmdır. Kabr üzerine taş, çimento,<br />

demir parmaklık yaparak korumak câizdir.<br />

Mezâr taşı dikmek câizdir. Taş üzerine âyet-i kerîme, mubârek ismler, şi’r,<br />

medhiye gibi şeyler, Fâtiha kelimesini yazmak, resmini koymak câiz değildir.<br />

Asrlardan beri yazılıyor ise de, kötü bir bid’atdir. Kötü âdetler, câiz olmağı göstermez.<br />

Mezâr taşına, ism ve ölüm hicrî senesi yazılabilir dediler.<br />

Hâmile kadın ölünce, çocuk diri ise, batnı sol tarafdan yarılıp, çocuk çıkarılır.<br />

Hâmile bir kadının çocuğu ölmüş ise ve anasının ölümüne sebeb olacaksa, ebe eli-<br />

– 1005 –


ni ferce sokup âlet ile çocuğu parçalayıp çıkarır. Çocuk diri iken, anasının ölümüne<br />

sebeb olacak ise, çocuğu parçalamak [öldürmek] câiz olmaz. Çünki, anasının<br />

ölümüne sebeb olacağı kat’î değildir. Zan ve ihtimâldir. Zan edilen bir tehlüke için<br />

insan öldürmek câiz değildir. Birinin malını yutup ölen kimsenin, ödeyecek malı<br />

yoksa, karnı yarılıp malı çıkarılır. Komşusunun, akrabâsının, arkadaşının cenâzesine<br />

gitmek, erkekler için nâfile ibâdet yapmakdan dahâ çok sevâbdır.<br />

Cenâzeyi, bulunduğu şehrde gömmek müstehabdır. İki veyâ dört kilometreden<br />

az uzağa götürmek sözbirliği ile câizdir. Dahâ uzağa götürmek ihtilâflıdır. Ya’kûb<br />

ve Yûsüf aleyhimesselâmın cenâzeleri Mısrdan Şâma nakl edildi ise de, onların dinlerinde<br />

nakl câiz idi. Defnden sonra câiz değildir. (Redd-ül-muhtâr) beşinci cild.<br />

Başka yere götürülmesini vasıyyet etmek bâtıldır.<br />

Meyyit sâhiblerinden büyük, küçük erkeklere ve yaşlı kadınlara rast gelince,<br />

ta’ziye etmek, ya’nî, başın sağ olsun demek gibi, sabr tavsıye etmek müstehabdır.<br />

Ta’ziye için, (A’zamallahü ecrek ve ahsene azâek ve gafere limeyyitik) denir ki,<br />

(Allahü teâlâ, sevâbını, dereceni artdırsın ve güzel sabr etmeni nasîb eylesin ve meyyitinin<br />

günâhlarını afv eylesin) demekdir. Musîbetlere, elemlere sevâb olmaz.<br />

Bunlara sabr etmeğe sevâb verilir. Fekat, elemlere sabr edilmese de, günâhların<br />

afvına sebeb olurlar. Hastalık da musîbetdir. Meyyit sâhibinin, ta’ziye için, üç günden<br />

az, bir yerde bulunması câiz ise de, câmi’de beklemesi ve kadınların hiçbir yerde<br />

beklemeleri câiz değildir. Defnden sonra düâ edilir. Sessiz olarak Kur’ân-ı kerîm<br />

okunur. Yüksek sesle okumak mekrûhdur. Sonra cemâ’at ve meyyit sâhibi, işleri<br />

başına dağılmalıdır. Üç günden sonra ta’ziye yapmak mekrûhdur. Ancak<br />

uzakda olanlar ve yakın olup da, geç haber alanlar için mekrûh olmaz. İki kerre<br />

ta’ziye etmek ve kabr başında ve meyyit sâhiblerinin kapılarında ta’ziye mekrûhdur.<br />

Ta’ziye, mektûb ile de olur. Cenâze çıkan eve komşuların ve yakında oturan<br />

akrabânın, bir gün ve gecelik yemek göndermeleri müstehabdır. Ca’fer-i Tayyâr<br />

“radıyallahü anh” yetmişden ziyâde kılınc ve ok yarası alarak şehîd olunca, Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” bunun evine yemek gönderilmesini emr buyurdu.<br />

Ölü evinden yemek, helva dağıtılması mekrûh ve çirkin bir bid’atdir. Birinci,<br />

üçüncü, yedinci [kırkıncı ve elliüçüncü] gibi günlerde helva, çörek gibi şeyler<br />

yapmak ve kabr başında yemek dağıtmak ve hâfızları, hocaları, mevlidcileri toplayıp,<br />

okutup yemek vermek mekrûhdur. Bunların çoğu, gösteriş için, şöhret için<br />

yapılmakdadır. Bu bid’atler yapılırken, araya nice harâmlar da karışmakdadır. Bunların<br />

yapılmasını vasıyyet etmek de bâtıldır. Dinlenmez ve günâhdır. Kırkıncı<br />

günü beklememeli, düâ, hatm, sadaka ve kadın ile erkek karışık olmıyarak mevlid<br />

okutmak gibi ibâdetler, hemen yapılıp, sevâbları meyyitin rûhuna hediyye<br />

edilmelidir. Câmi’lerde, ölüler için, islâmiyyete uymıyan toplantılar yapmak günâhdır.<br />

Dışarda, kadın erkek birlikde oturmak günâh olduğu gibi, mevlid için bir<br />

araya toplanmaları dahâ fenâdır. İbâdet şeklinde günâh işlemek, başka yerde işlemekden<br />

dahâ günâhdır. Üç harâm sâatde nemâz kılmak yasak olması da bunun<br />

gibidir. Yasak olan zemânda ve yerde kılınan nemâzın sevâbı olmaz. Günâh da olur.<br />

Çünki, yasak edildiği hâlde yapılmakdadır. Kadınların, örtülü olarak dahî, yabancı<br />

erkeklerle karışık oturmaları yasak edilmişdir. Bu yasak, ibâdethâne olan câmi’lerde<br />

ibâdet şeklinde olursa, dahâ büyük günâh olur.<br />

Defnden sonra [kabre ve kıbleye karşı ayakda durarak] telkîn vermek sünnetdir.<br />

Verilmese de olur denildi. (Mecmâ’ul-enhür)de diyor ki, (Öldükden sonra da<br />

telkîn verilir denildi. Çünki, rûhu ve aklı geri verilir ve yapılan telkîni anlar. Şâfi’î<br />

mezhebinde de böyledir. Telkîn emr olunmadı, yasak da olunmadı, câiz değil<br />

diyenler de oldu ise de, yapılması iyi olur). Kabrdeki meyyite telkîn yapmanın meşru’<br />

olduğu (Cevhere)de yazılıdır. (Nûr-ul yakîn fî mebhas-it telkîn) kitâbında, telkînin<br />

sünnet olduğu çeşidli delîller ile isbât edilmekdedir. (Cilâ-ül-kulûb)de ve (Gâliyye)de<br />

diyor ki: (Resûlullah “aleyhissalâtü vesselâm”, defnden sonra telkîn ver-<br />

– 1006 –


meği emr eyledi. Kendisi de telkîn verdi). Kâdî-zâdenin (Birgivî vasıyyetnâmesi)<br />

şerhinde (Telkîn)in nasıl verileceği uzun yazılıdır. Kabr süâli olmıyan kimselere<br />

telkîn verilmeğe lüzûm yokdur. (Sirâc)da diyor ki, (Bütün insanlara kabr süâli olacağını,<br />

Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildirmekdedir. Sabî iken ölene de cenâb-ı<br />

Hak, cevâb vermesini ilhâm edecekdir). İbni Abdül-Berr ve imâm-ı Süyûtî<br />

(Mü’min ve münâfık olan ehl-i kıbleye süâl vardır) buyurdu. Buna göre, hazret-i<br />

Ömere kabr süâli olduğunu ve verdiği cevâbı bildiren haber doğru olmakdadır. Süyûtînin<br />

talebesi olan Muhammed bin Alkamî, hicretin 929. cu senesi vefât etdi. Hocasının<br />

(Câmi’us-sagîr) hadîs kitâbını şerh ederken diyor ki, (Kâfirlere kabr süâli<br />

olmaz. Mü’minlerden dokuz kimseye de süâl olmaz: Şehîd, düşmân karşısında nöbetde<br />

iken ölen, vebâ, kolera gibi bulaşıcı hastalıkdan ölen, böyle hastalıklar yayıldığı<br />

zemân kaçmayıp, sabr ederek başka sebeble ölen, Sıddîklar, bâlig olmıyan<br />

çocuklar, Cum’a günü veyâ gecesi ölenler, her gece (Tebâreke) sûresi [ve Secde<br />

sûresini] okuyanlar ve ölüm hastalığında (İhlâs) sûresi okuyanlara kabr süâli olmaz.<br />

Peygamberler “aleyhimüsselâm” da, Sıddîklara dâhildir). Birkaç gün tabutda<br />

kalan mevtâya tabutda iken süâl olmaz. Süâl kabrde olur. Kâdî-zâde Ahmed<br />

efendi, (Ferâid-ül-fevâid) ismindeki (Âmentü şerhı)nde diyor ki, (Kabr süâli,<br />

ba’zı akâidden veyâ akâidin hepsinden, yâhud çeşidli akâid ile amelden veyâ herkese<br />

başka şeylerden olur denildi). Müderris Muhammed Demir hâfızın (Îmân ve<br />

İbâdet) kitâbı 1344 [m. 1926] da basılmış ve diyânet reîsliği tedkîk heyetince tasdîk<br />

edilmişdir. Bu kitâbda diyor ki, (Kabrde Münker ve Nekîr meleklerine cevâb<br />

olarak şunları ezberlemelidir: Rabbim Allahü teâlâ, Peygamberim Muhammed<br />

aleyhisselâm, dînim dîn-i islâm, kitâbım Kur’ân-ı azîmüşşân, kıblem Kâ’be-i şerîf,<br />

i’tikâdda mezhebim Ehl-i sünnet vel-cemâ’at, amelde mezhebim imâm-ı a’zam Ebû<br />

Hanîfedir). Ahmed Âsım efendi, (Emâlî) şerhinde diyor ki: (Bir kimseyi kurtlar<br />

parçalayıp yiseler yâhud ateşde yaksalar, denizde çürüse, süâl olunup, kabr azâbını<br />

veyâ ni’metini bulur. Kâfirlere ve tevbesiz ölen fâsıklara kabrde azâb yapılır.<br />

Hadîs-i şerîflerde, (Kabr, Cennet bağçelerinden bir bağçe yâhud Cehennem çukurlarından<br />

bir çukurdur) ve (Kabr azâbından Allaha sığınırız) ve (Üzerinize idrâr<br />

sıçratmayınız! Çok kimseye kabr azâbı bundan olacakdır) ve (Meyyit, ehlinin,<br />

evlâdının ağlamalarından azâb duyar) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem”, iki kabr yanında durup, (Bunlardan biri, idrâr sıçramasından sakınmadığı<br />

için, diğeri ise, müslimânlar arasında söz taşıdığı için, kabr azâbı çekiyorlar) buyurdu).<br />

Ölürken kaç yaşında olursa olsun, Cennetde erkekler de, kadınlar da, hep<br />

otuzüç yaşında olacakdır.<br />

(Necât-ül-müsallî)de diyor ki, (Hısn-ül-hasîn)de diyor ki, hadîs-i şerîfde, (Bir<br />

hasta, lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimîn kırk def’a okursa, şehîd<br />

olarak vefât eder. Şifâ bulursa, günâhları afv olur) buyuruldu.<br />

Ey, yerin gökün sâhibi, ey vasfı Allahüssamed!<br />

sayısız ısyânla geldim, kapına, beni kılma red!<br />

Lutfunla bu bîçâreye, fadlınla bu âvâreye,<br />

afvınla yüzü kâreye, ey Rabbim sen eyle meded!<br />

Âsîlere gufrân senden, derdlilere dermân senden,<br />

adâletle ihsân senden, rahmetine yokdur aded!<br />

Sen canların cânânısın, derdlilerin dermânısın,<br />

âlemlerin sultânısın, ben bir garîb-i hâcetmend!<br />

Derdime kılmazsan devâ, senden başka kime varam,<br />

her iyilik ancak senden, hâlık, ma’bûd Allah ehad!<br />

– 1007 –


59 — KABR ZİYÂRETİ ve KUR’ÂN-I KERÎM<br />

OKUMAK<br />

İmâm-ı Birgivî “rahmetullahi aleyh” (Etfâl-ül müslimîn) kitâbında buyuruyor<br />

ki, müslimânların kabrlerini ziyâret etmek sünnetdir. (İhyâ-ül-ulûm)de diyor ki,<br />

(Ölümü hâtırlamak ve ölüden ibret almak için kabr ziyâret etmek ve Sâlihlerin, Velîlerin<br />

kabrlerinden bereketlenmek müstehabdır). İbret almak için, meyyitin çürüdüğü,<br />

yanaklarının, dudaklarının döküldüğü, ağzından pis sular akdığı, karnının<br />

şişip patladığı, içine kurtların, böceklerin dolduğu düşünülür. Hâtim-i Esâm diyor<br />

ki, (Kabristândan geçen kimse, onları düşünmezse ve düâ etmezse, kendine ve onlara<br />

hıyânet etmiş olur). Erkeklerin kabr ziyâret etmeleri emr olundu. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, kabr ziyâret eden kadınlara la’net etdi. Sonradan izn<br />

verdi diyenler vardır. Ba’zıları da mekrûhdur dedi. Kadınların cenâze götürmeleri<br />

sözbirliği ile câiz değildir. Fâtıma “radıyallahü anhâ”, hazret-i Hamzanın kabrini<br />

her sene ziyâret eder, düzeltir, ta’mîr ederdi. Hadîs-i şerîfde, (Ana-babasının<br />

veyâ ikisinden birinin kabrini her Cum’a günleri ziyâret edenin günâhları afv<br />

olur. Haklarını ödemiş olur) buyuruldu. Muhammed bin Vâsi’, her Cum’a kabr ziyâret<br />

ederdi. Pazartesi günleri ziyâret etsen dahâ iyi olmaz mı? dediklerinde,<br />

(Meyyitler, Cum’a, Perşembe ve Cumartesi günleri kendilerini ziyâret edenleri tanırlar)<br />

buyurdu. Dahhâk diyor ki, (Cumartesi günü güneş doğmadan önce kabr ziyâret<br />

edeni meyyit tanır. Bu, Cum’a gününün fazîletini göstermekdedir.) Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem”, mü’min olan akrabâsının ve Eshâbının kabrlerini<br />

ziyâret ederdi. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir mü’minin kabrini ziyâret ederken,<br />

Allahümme innî es’elüke-bi-hurmet-i Muhammed aleyhisselâm en lâ tü’azzibe<br />

hâzelmeyyit derse, o meyyitin azâbı kıyâmete kadar ref’ olur). (Şir’a)da diyor<br />

ki, (Sünnete uygun ziyâret yapmak için, abdest alınır. İki rek’at nemâz kılıp,<br />

sevâbı meyyitin rûhuna gönderilir. Kabristâna gelince ve aleyküm selâm denir. Yukarıda<br />

yazılı düâ okunup, meyyitin yüzüne karşı oturulur. Yasîn-i şerîf veyâ bildiği<br />

sûreleri okur. Tesbîh okuyup, meyyit için düâ eder). Ebül Kâsım diyor ki, (Kabr<br />

yanında Kur’ân-ı kerîm okununca, meyyit sesi işiterek râhat eder). Hadîs-i şerîfde<br />

buyuruldu ki, (Bir kimse, tanıdığının kabri yanından geçerken selâm verirse,<br />

meyyit bunu tanır ve selâmına cevâb verir). Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü anh”,<br />

bunun için, bir kabr yanından geçerken durup selâm verirdi. Nâfi’ diyor ki, Abdüllah<br />

ibni Ömer, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kabri yanına gelir, (Esselâmü<br />

alennebiyy, esselâmü alâ Ebî Bekr, esselâmü alâ Ebî) derdi. Böyle söylediğini<br />

yüzden fazla gördüm. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh”, (İhyâ) kitâbında<br />

buyuruyor ki, (Kabr ziyâret ederken, kıbleyi arkada bırakıp, meyyitin yüzüne<br />

karşı oturup selâm vermek müstehabdır. Kabre el, yüz sürülmez, öpülmez). Kıbleyi<br />

arkada bırakıp, ayak tarafında, ayakda durmak efdaldir (İbni Âbidîn). Hadîs-i<br />

şerîfde buyuruldu ki, (Bir kimse, kabristândan geçerken, onbir kerre İhlâs sûresi<br />

okuyup sevâbını meyyitlere hediyye ederse, kendisine ölüler adedince sevâb verilir).<br />

Ahmed bin Hanbel “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, (Kabristâna girince,<br />

Fâtiha, Kul-e’ûzüler ve İhlâs sûrelerini okuyunuz! Sevâbını meyyitlere<br />

gönderiniz! Sevâbı hepsine vâsıl olur.)<br />

İbâdetler üçe ayrılır: Birincisi, yalnız mal ile yapılır. Zekât, sadaka böyledir. İkincisi,<br />

hem mal ile ve hem beden ile yapılır. Hac ve cihâd böyledir. Üçüncüsü, yalnız<br />

beden ile yapılır. Kur’ân-ı kerîm okumak, nemâz kılmak, tesbîh, tehlîl ve tahmîd<br />

okumak ve düâ etmek böyledir. Birincilerin sevâbını meyyitlere hediyye etmenin<br />

câiz olduğunu, sevâbın onlara vâsıl olup fâide vereceğini, Ehl-i sünnet<br />

âlimleri sözbirliği ile bildirdiler. Üçüncüden düâ da böyledir. İkincilerin de böyle<br />

olduğunu âlimlerin çoğu bildirdi. Üçüncüden düâdan başkası için dört mezheb<br />

arasında ayrılık oldu. Hanefî ve Hanbelî mezhebinde, üçüncüler de birinciler gi-<br />

– 1008 –


idir. Hasen “rahmetullahi aleyh” diyor ki, (Kabristâna girince, Allahümme<br />

Rabbel-ecsâdil bâliyeh vel’izâmin-nahiret-illetî harecet mineddünyâ ve hiye bike<br />

mü’minetün. Edhil aleyhâ ravhan min indike ve selâmen minnî okursa, meyyitlerin<br />

sayısı kadar sevâb verilir). (Etfâl-ül-müslimîn)den terceme temâm oldu.<br />

İmâm-i Şâfi’î ve imâm-ı Mâlik “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”, yalnız beden ile yapılan<br />

ibâdetlerin sevâbları meyyite vâsıl olmaz dediler. Fekat, sonradan gelen şâfi’î<br />

âlimleri, meyyitin yanında okuyup hediyye edince veyâ uzakda okuyup sonra,<br />

(Yâ Rabbî! Okuduğumdan hâsıl olan sevâbın mislini vâsıl et!) gibi düâ edince, vâsıl<br />

olur dediler.<br />

(Şir’at-ül-islâm) şerhindeki hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin yapdığı ibâdetlerin<br />

en kıymetlisi, Kur’ân-ı kerîmi, Mushafa bakarak okumakdır) buyuruldu. (Kitâbüt-tibyân)da,<br />

(Kur’ân-ı kerîm okumanın en efdali, nemâzda okumakdır) buyuruldu.<br />

[Muhammed Ma’sûm hazretlerinin (Mektûbât)ının üçüncü cildi, doksanüçüncü<br />

mektûbunda yazılı hadîs-i şerîfde, (Nemâzda okunan Kur’ân, nemâz dışında<br />

okunan Kur’ândan dahâ hayrlıdır) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, senedleri ile birlikde,<br />

(Hazînet-ül-esrâr)da da yazılıdır.] Hazret-i Alî “radıyallahü anh” buyurdu<br />

ki, (Nemâzda ayakda iken okunan Kur’ânın her harfi için yüz sevâb verilir. Nemâz<br />

dışında abdestli okuyunca, her harfi için yirmibeş sevâb verilir. Abdestsiz okuyunca,<br />

on sevâb verilir. Yürürken ve iş yaparken okuyunca, dahâ az sevâb verilir.)<br />

Ma’nâsını düşünerek bir âyet okumak, başka şey düşünerek, bütün Kur’ânı hatm<br />

etmekden dahâ çok sevâbdır. Son zemânlarda, hâfızların, Kur’ân-ı kerîmi tegannî<br />

ederek mûsikî perdelerine uyarak okumaları, çok çirkin bid’atdir. Çok günâhdır.<br />

Kur’ân-ı kerîmi, güzel ses ile, Allahdan korkarak ve hüzn ile okumalıdır.<br />

Kerderî, (Bezzâziyye fetvâsı)nda diyor ki, (Tegannî ile, şarkı söyler gibi Kur’ân okuyana<br />

sevâb verilmez). Sûre veyâ âyet okumağa başlarken E’ûzü okumak vâcibdir.<br />

Fâtiha okumağa başlarken Besmele okumak da vâcibdir. Diğer sûrelere başlarken<br />

Besmele okumak sünnetdir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Kur’ân-ı kerîmi tecvîd<br />

bilgisine uyarak okuyunca, her harfine yirmi sevâb verilir. Tecvîde uymazsa, on sevâb<br />

verilir). Bir âyeti ezberledikden sonra unutmak, en büyük günâhlardandır.<br />

(Kur’ân-ı kerîm okunan evden, Arşa kadar nûr yükselir) hadîs-i şerîfdir. Ebû<br />

Hüreyre “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Kur’ân okunan eve, bereket, iyilik gelir.<br />

Melekler oraya toplanır. Şeytânlar oradan kaçar). Kur’ân-ı kerîmi dinlemek çok<br />

sevâbdır. Hadîs-i şerîfde, (İnsanın dinlediği bir âyet, kıyâmetde kendine nûr olur)<br />

buyuruldu. Kur’ân-ı kerîm okumağı geçim vâsıtası yapmamalıdır. Hadîs-i şerîfde,<br />

(Kur’ân-ı kerîm okuyunca, Allahü teâlânın rızâsını ve Cenneti isteyiniz! Dünyâlık<br />

istemeyiniz! Bir zemân gelir ki, hâfızlar, Kur’ân-ı kerîmi, insanlara yaklaşmak<br />

için vâsıta yaparlar) buyuruldu.<br />

(Şir’a)da diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmi kırk günde hatm etmek, ya’nî başından<br />

sonuna kadar okumak müstehâbdır. Üç günden önce hatm etmek câiz değildir.<br />

Hatm sonunda yapılan düâ kabûl olur. Hatm düâsında bulunmağa çalışmalıdır.<br />

Hatm bitince, yeniden hatme başlamak niyyeti ile Fâtiha okumalıdır. Hadîs-i şerîfde,<br />

(İnsanların en iyisi, hatmi bitirince, yeniden başlıyandır) buyruldu. (Kadîhân),<br />

nemâzda kırâeti anlatırken diyor ki, Ramezânda ve başka zemânlarda cemâ’at<br />

ile hatm düâsı yapmak mekrûhdur diyenler vardır. Sonra gelen âlimler ise iyi<br />

olur dedi. Buna mâni’ olmamalıdır.)<br />

(Tenbîh-ül-gâfilîn)deki hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîm okuyanın ana-babası kâfir<br />

olsalar bile, azâbları hafîfler) buyuruldu. Haberde bildirildi ki: (Cennet derecelerinin<br />

sayısı, Kur’ân-ı kerîmin âyetlerinin sayısıncadır. Kur’ân-ı kerîmi hatm eden<br />

kimse, bütün derecelere kavuşur). (Künûz-üd-dekâ’ık)da yazılı, Taberânînin ve<br />

İbni Hibbânın bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîmi hatm edenin düâsı kabûl<br />

olunur) buyuruldu. (Kitâb-üt-tibyân)da diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmin hatm edildiği<br />

yere rahmet yağar. Hatmden sonra düâ etmek müstehabdır. Kur’ân-ı kerîm<br />

– 1009 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:64


hatm olunurken toplanmak müstehabdır. Abdüllah ibni Abbâs hazretleri, hatm<br />

okuyan kimsenin yanında adamını bulundururdu. Hatm biteceği zemânı işitince,<br />

kendi de hâzır olurdu. Enes bin Mâlik hazretleri, hatm etdiği zemân, çoluk çocuğunu<br />

toplayıp düâ yapardı. Hatm bitince, ikincisine başlamak müstehabdır. Hadîs-i şerîfde,<br />

(İbâdetlerin en iyisi, hatm okuyup, bitince yenisine başlamakdır) buyuruldu).<br />

(Hazînet-ül-esrâr)daki hadîs-i şerîflerde, (Kur’ân-ı kerîmi hatm eden kimseye<br />

altmışbin melek hayr düâ eder) ve (Hatm düâsı yapılan yerde bulunan, ganîmet<br />

dağılırken bulunan kimse gibidir. Hatme başlanan yerde bulunan, cihâd eden<br />

kimse gibidir. İkisinde de bulunan, iki sevâba da kavuşur ve şeytânı rezîl eder) buyuruldu.<br />

Sa’d ibni Ebî Vakkâs buyurdu ki, (Bir kimse, gündüz hatm okursa, melekler<br />

ona akşama kadar düâ eder. Gece okunursa, sabâha kadar düâ ederler).<br />

(Künûz-üd-dekâ’ık)da yazılı, Deylemînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîmi<br />

tecvîde uygun okuyana şehîd sevâbı verilir) buyuruldu.<br />

Görülüyor ki, her âyetini okumağa ayrı sevâblar vardır. Kur’ân-ı kerîmin hepsini<br />

hatm edene verilen sevâb, dahâ çokdur. Nemâz kılmak, oruc tutmak ve<br />

Kur’ân-ı kerîm okumak ve zikr etmek, yalnız bedenle yapılan ibâdet oldukları için<br />

bunları herkesin kendisi yapması lâzımdır. Başkasını vekîl edip yapdırmak câiz değildir.<br />

Bunun için (Behcet-ül-fetâvâ)da diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmi Fâtihadan başlayıp<br />

Fil sûresine veyâ İhlâs sûresine kadar okuyup, sonra olan birkaç sûreyi başkasına<br />

emr edip okutsa, o da birinciye vekîl olarak kalan sûreleri okursa, Kur’ân-ı<br />

kerîmi başından beri okumuş olan, (Hatm) okumuş olmaz. Bunlardan birisini<br />

dinleyen kimseler, hatm dinlemiş olmazlar. Hiçbiri hatm sevâbına kavuşamazlar).<br />

Okumuş olanlar, sevâbını, meyyitlerin rûhlarına ayrı ayrı hediyye etseler veyâ birisi,<br />

hepsi için hediyye etse, ya’nî hatm düâsı yapsa, okuyanlar da (Âmîn) deseler,<br />

âyetlerin sevâblarının toplamı, meyyitlere de verilir. Fekat, hatm için va’d olunan<br />

sevâba kavuşamazlar. Bir hatmi, yalnız bir kişinin okuması ve sevâbını, bunun bağışlaması<br />

lâzımdır. Meyyit için, çeşidli kimselerin sessiz olarak çeşidli cüz’ler<br />

okuyup, Kur’ân-ı kerîmi hatm etmeleri ve herbirinin okuduğunun sevâbını ölünün<br />

rûhuna göndermeleri veyâ birinin hepsi için hediyye etmesi, ya’nî hatm düâsını yapması,<br />

okuyanların da (Âmîn) demeleri câiz olur ve çok fâideli olur. Fekat, bu sûretle<br />

hatm sevâbı hâsıl olmaz. Hatmi bir kişinin okuması veyâ bir kişi, evvelce okumuş<br />

olduğu hatmin sevâbını hediyye etmesi lâzımdır. Secde âyetini okumak da böyledir.<br />

(Dürr-ül-muhtâr) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Birkaç kişiden<br />

herbiri, secde âyetinden birer kelime okusalar, bunu işitenlere tilâvet secdesi<br />

yapmak lâzım olmaz. Çünki, secde âyetini bir kişi okuyunca, bunu işitenlerin<br />

secde yapması vâcib olur). Çeşidli kimselerin okudukları kelimeler toplanarak, bir<br />

kişi bütün âyeti okumuş gibi yapılamaz. Çünki, Kur’ân-ı kerîm okumak için, kimse<br />

başkası yerine vekîl yapılamaz.<br />

(Hülâsat-ül-fetâvâ) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmin<br />

hatmi sonunda, ayrıca üç İhlâs okumağı, Irâk âlimleri iyi bulmamışlardır).<br />

İbni Âbidîn buyuruyor ki, (Mevtâ, Cum’a günü kabrini ziyâret edeni tanır.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” her sene Uhud dağındaki şehîdleri ziyâret<br />

edip, (Esselâmü aleyküm bi-mâ sabertüm fe-ni’me ukbeddâr) okurdu. Hâcılar<br />

burasını perşembe, sabâh erken ziyâret edip, öğle nemâzını (Mescid-i Nebî)de<br />

kılmalıdırlar. Uzak kabrleri ziyâretin mendûb olduğu buradan anlaşılmakdadır.<br />

Halîl-ür-rahmân, seyyid Ahmed-i Bedevî gibi Evliyâ bunun için ziyâret<br />

edilmekdedir. İmâm-ı Gazâlî diyor ki, hadîs-i şerîfde, (Üç mescidden başka mescidlere<br />

ziyâret için gidilmez) buyuruldu. Çünki, başka mescidlerin fazîletleri birbiri<br />

gibidir. Fekat, Evliyânın Allahü teâlâya kurbları hep bir değildir. Ziyâret<br />

edenler, herbirinden başka başka fâidelere kavuşurlar. İbni Hacer fetvâlarında, günâh<br />

işliyenler bulunsa da, (Kurbet)leri terk etmemeli, gitmeli, bid’at işliyenler görülürse,<br />

onlara mâni’ olmalıdır buyurdu. Cenâzede bulunmak da böyledir). Hâfız<br />

– 1010 –


Ahmed ibni Teymiyye, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” rûhuna, ancak<br />

islâmiyyetin izn verdiği şey, meselâ, salevât ve ezân düâsı okunur. Kur’ân-ı<br />

kerîm okunamaz dedi ise de, (Fetâvâ-i fıkhiyye) kitâbında buyuruyor ki, sevâb hediyye<br />

etmek için, izn lâzım değildir. Nitekim, Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü<br />

anhümâ”, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” için, vefâtından sonra, ömre<br />

yapdı. Hâlbuki, ömre yapmasını vasıyyet etmemişdi. Bunun gibi, İbnül-muvaffık,<br />

Cüneyd-i Bağdâdî için yetmiş hac yapdı. İbni Serrâc, Peygamberimiz “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” için, onbinden fazla hatm okudu ve kurban kesdi. (Fetâvâ-i<br />

hadîsiyye) sâhibi buyuruyor ki, ümmetin hediyyeleri sebebi ile Resûlullahın<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” derecesi yükselir. Nitekim, kendisi, (Yâ Rabbî! İlmimi<br />

artdır!) diye düâ buyururdu.<br />

Kabr ziyâret ederken, kabr üzerinde oturmak, uyumak mekrûhdur. Mezârlıkdaki<br />

yolu, kabrler üzerinde, sonradan yapılmış zan eden kimse, bu yoldan geçmez.<br />

Bir kabre Kur’ân-ı kerîm okumak için, yanındaki eski kabrlerin üstüne basmak ve<br />

oturmak îcâb ederse, mekrûh olmaz. Yeni kabr üzerine, yine oturulmaz.<br />

Mezârlıkdaki yeşil otları, dalları koparmak da mekrûhdur. Kuru otları koparmak<br />

câizdir. Kabr üzerine çiçek ve ağaç dikmek meyyite fâidelidir, iyidir. Buna verilecek<br />

parayı, nemâz kılan fakîre sadaka vermek dahâ iyidir.<br />

(Fetâvâ-ı Hindiyye)de, Kerâhiyyet kısmının onbirinci bâbında diyor ki, (Kabristânda<br />

bulunan ağaç, orası kabristân yapılmadan evvel yetişmiş ise, toprak sâhibinin<br />

mülkü olur. Ağacı ve meyvelerini dilediğine verir. Sâhibsiz toprak olup, halk<br />

tarafından kabristân yapılmış ise, ağaçlar, meyveler ve toprak, önceden gelen<br />

âdete göre kullanılır. Ağaçlar, kabristân yapıldıkdan sonra yetişmiş ise, bunları diken<br />

ma’lûm ise, o kimsenin mülkü olurlar. Bunları ve meyvelerini fakîrlere sadaka<br />

verir. Ağaçlar, kendiliklerinden yetişmiş iseler, diken kimse bilinmiyorsa, hâkimin<br />

karârı ile amel olunur. İsterse, satdırıp, parasını kabristânın ihtiyâclarına sarf<br />

etdirir. Şehrde olsun, köyde olsun, ağaçdan sokağa düşmüş, ceviz gibi çürümiyen<br />

meyveleri, sâhibinin izn vermiş olduğu haber alınırsa, alıp yimek câiz olur. Çürüyecek<br />

meyve ise, sâhibinin yasak etdiği bilinmedikce alıp yinilebilir. Alıp, evine<br />

götürmek câiz değildir. Nehrin götürdüğü meyveleri, tahta parçalarını alıp toplamak<br />

câizdir. Sokakda çeşidli yerlerden toplanan ceviz dâneleri, satılabilecek mikdârı<br />

bulsa dahî, halâl olur. Hepsini birlikde, bir yerde bulursa, (lukata) olur).<br />

Vakf kabristândaki ağaçlar, meyveler, vakfın şartına göre kullanılır. Şartı bilinmiyorsa,<br />

hâkimin karârı ile amel olunur. (Hindiyye)de ve (Kâdîhân)da, lukata ve vakf<br />

bahsleri sonuna bakınız!<br />

Cenâzeyi gündüz gömmek müstehab olup, gece gömmek de câizdir.<br />

Kemikleri kırmak, açıkda bırakmak, yakmak, diriye olduğu gibi, ölüye de eziyyet<br />

verir, harâmdır. Zimmînin, ya’nî gayr-i müslim vatandaşların da kemiklerini kırmak,<br />

yakmak câiz değildir. Çünki bunları, diri iken incitmek harâm olduğu gibi, ölülerini<br />

de incitmek câiz olmaz. Ehl-i harbin kabrini açmak câizdir. Onların ölüsünü<br />

de yakmak câiz değildir. (Kâmûs-ül-a’lâm)da diyor ki, (Hindistânda, Berehmen<br />

kâfirleri, mevtâlarını Ganj [Kenk] nehrine atıyorlar. Timsahlar parçalıyor, yiyorlar.<br />

Pis kokular ve kolera gibi, sârî hastalıklar hâsıl olduğundan, ma’bedlerinde yakıp,<br />

küllerini bu nehre atmağa başladılar.) Abdül’Azîz Dehlevî “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”, Abese sûresinin tefsîrinde diyor ki, (Allahü teâlâ, meyyitin toprağa gömülmesini<br />

emr eyledi. Hindû kâfirleri ölülerini yakıyorlar. Ölü yakılınca, beden gözden<br />

gayb oluyor. Rûhun beden ile bağlılığı hiç kalmıyor. Ölü gömülünce, rûh bedene<br />

ve bedenin bulunduğu mezâra bağlı kalır. Rûhun bağlı bulunduğu belli yer<br />

olur. İnsanlar burasını ziyâret ederek, rûhları meyyitin rûhu ile tanışırlar. Fâideleşirler.<br />

Okunan âyetlerin, düâların ve sadakaların sevâbları rûha kolay vâsıl olur.<br />

Dirilerin de, Evliyânın, sâlihlerin rûhlarından istifâdeleri kolay olur). Bundan<br />

sonraki, altmışıncı maddede, bu konu dahâ geniş açıklanmışdır.<br />

– 1011 –


Meyyit için gözyaşı ile ağlamak câizdir. Sesle ağlamak, meyyite azâb yapar.<br />

Meyyitin başına, kefenine (ahdnâme) yazmak, ya’nî dîni, îmânı bildiren yazı, düâ<br />

ve sûreler yazmak ve yazılı kâğıd veyâ başka şey koymak fâideli olur diyen âlimler<br />

var ise de, meyyitin kanı, irini ile bulaşacağı için câiz değildir. Peygamberimiz<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında yazıldığı bildirilmemişdir. Paraların, câmi’<br />

mihrâbının, dıvârlarının ve yerdeki halıların üzerine Kur’ân-ı kerîmi ve Allahü<br />

teâlânın ismlerini yazmak câiz olmadığı gibi, mezâra koymak da, elbet câiz olmaz.<br />

Çünki, buraya yazmakda, hurmetsizlik ve hakâret dahâ çokdur. Meyyitin alnına<br />

ve göğsü üzerine kalem ile yazmayıp, gaslden sonra parmak ile, Kelime-i tevhîd<br />

ve Besmele yazar gibi yapmak câizdir.<br />

Gönlüm nûru, feyz kaynağım, oldu bizden irak,<br />

zulmet-i hicrânda kaldı rûhum pür iftirâk.<br />

Göz yumup dâr-ı fenâdan baş açık, çıplak endâm,<br />

can atıp dâr-ı bekâya eyledi azm-i hirâm.<br />

Etdi ol sabî, genc gibi, zîr-i zemînde durak,<br />

söylerim alevlenince canda nâr-ı iştiyak.<br />

Hasret kaldım, hep karardım, oldum nûrumdan cüdâ,<br />

feyz kaynağım, el-vedâ’, âh el-vedâ’, âh el-vedâ’.<br />

Uğrayıp bâd-i hazân, gitdi bizden ol bî-bedel,<br />

sohbetine mahrûm kaldım, götürdü bir soğuk yel.<br />

Uçdu çün ol rûh-ı ma’sûm, bizlere verdi melel,<br />

kapdı nâ-geh ol kuzuyu sürüden gürk-i ecel.<br />

Gam çölünde vâlüh-ü hayrân kaldım pür kesel,<br />

dâr-ı ukbâda haşr ede onu bizle Lem-yezel.<br />

Nûr haznesi, mahmel-i tâbûta olunca sürûr,<br />

menzil-i aslına azm etdi o rûh-ı pür-nûr.<br />

Kaldı dil, râh-i felâket içinde bî-kes-ü zâr,<br />

âteş-i hasret yakıp etdi vücûdüm hâk-i sâr.<br />

Netdiğim, ne söylediğim bilmezem mecnûn gibi,<br />

gözlerim yaşı akar, selle olur bî-ihtiyâr.<br />

Zilhicce başlamışdı, giydi kefen ihrâmını,<br />

dedi lebbeyk, işitince ecelin peygâmını.<br />

Bakmadı dünyâ-yı denîye, fehm etdi encâmını,<br />

sa’y edip, kurb-i hudâda eyledi bayrâmını.<br />

Dilerim Safâ üzre bula Hakkın in’âmını,<br />

cânını kurban edip, nûş etdi mevtin camını.<br />

Hâfız-ı Kur’ân olmuşdu oniki yaşındayken,<br />

şâfi’î Zinnûreyn Osmân, yoldaşı gılmân ola,<br />

Hem de o yaşda kavuşdu bir Velî nazarına,<br />

bağ-ı Cennetde makâmı ravda-i Rıdvân ola.<br />

Sohbeti olmadıkca, dünyâ bana zından ola,<br />

kabri içre mûnisi îmân ola, Kur’ân ola.<br />

Kabr-i pâkin her Cum’a varıp ziyâret edelim,<br />

meşhedi tâşına yüz sürüp, kanâ’at edelim.<br />

– 1012 –


Kur’ân-ı kerîmi rûh-ı pâkine tilâvet edelim,<br />

rûz-u şeb hayr ile yâd etmeği âdet edelim.<br />

Îş-ü nûşundan fânî dehrin ferâgât edelim,<br />

çünki takdîr-i Hudâdır buna itâ’at edelim.<br />

Şiddetli ecel rüzgârı buldu, o körpe dalı,<br />

kara toprak aldı altına o feyz menba’ını.<br />

Ağla ey Dâ’î kaçırdın kalbinin devâsını,<br />

Resûlullahdan gelen silsilenin halkasını.<br />

Göz yaşların gam değil, yıkarsa dehrin çarkını,<br />

diyelim hasretle her ân, âh ölüm târîhini (1057).<br />

Hasret kaldım, hep karardım, oldum nûrumdan cüdâ,<br />

feyz kaynağım, elvedâ’, âh elvedâ, âh elvedâ’.<br />

[Yukarıdaki şi’r Nevha-tül-uşşakdan alınmışdır.]<br />

Devâmı 1038. ci sahîfededir.<br />

60 — KABR ZİYÂRETİNİN FÂİDESİ<br />

Mezhebsizler, ölüden fâide ve zarar gelmez diyorlar. (Feth-ul-mecîd) kitâblarının<br />

ikiyüzdoksandokuzuncu sahîfesinde, (Allah, takvâ sâhibi olan mü’min kullarının<br />

elinde kerâmet hâsıl eder. Onların düâsı veyâ sâlih amelleri ile kerâmet hâsıl<br />

olur) diyor. Beşyüzüncü sahîfesinde, (Peygamberden veyâ sâlih olan her<br />

mü’minden diri iken düâ istenebilir. Fekat, ölüden düâ istenmez. Ölüye düâ edilir)<br />

diyor. İkiyüzsekizinci sahîfesinde, (Ölüden birşey, yardım istemek şirkdir.<br />

Ölü, fâide ve zarar yapmaz. Allahdan şefâ’at istiyemez. Ondan şefâ’at istiyen<br />

müşrik olur) diyor. Dörtyüzseksenbeşinci sahîfesinde, (Kabr ziyâret edilir. Ölüye<br />

düâ edilir. Şimdi müşrikler bunu tersine çevirdi. Kabrlere tapıyorlar. Ondan düâ<br />

istiyorlar. Ondan yardım bekliyorlar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Medîne<br />

kabristânına geldi. Kabrlere karşı durup, (Esselâmü aleyküm yâ ehlel-kubûr!<br />

Allah, bizi ve sizleri mağfiret etsin! Siz önce gitdiniz. Biz sonraya kaldık) dedi. Ümmetine<br />

de, böyle ziyâret yapmalarını bildirdi) diyor. Hemen sonra da, (Selef-i sâlih,<br />

Resûlullahı ziyâret ederdi. Selâm verdikden sonra kabre arkasını dönüp, kıbleye<br />

karşı düâ ederdi. Dört mezhebin imâmları böyle bildirdi) diyor. İkiyüzyetmişikinci<br />

sahîfesinde, (Evliyâdan diri iken de, öldükden sonra da yardım istiyorlar. Kerâmet<br />

olarak fâide ve zarar yapacaklarına inanıyorlar. Bunun gibi taşkınlıklar, Allahdan<br />

başkasına ibâdet etmekdir) diyor. İkiyüzellisekizinci sahîfesinde, (Her<br />

nerede bana salevât okursanız, bana bildirilir. Nemâz kılmak için mescide girenin,<br />

selâm vermek için Resûlullahın kabrine gelmesi yasakdır. Eshâbdan kimse, selâm<br />

vermek için Peygamberin kabri önünde durmadı) diyor. Görülüyor ki, kitâbın yazıları<br />

birbirini tutmamakda, dört mezheb imâmlarına da “rahmetullahi teâlâ aleyhim<br />

ecma’în” iftirâ etmekdedir.<br />

Mezhebsizlerin bu yalanlarına karşı Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyhim ecma’în” vesîkalarla, misâllerle cevâb verdiler. Âlûsî bile (Gâliyye) kitâbında,<br />

(Kabrim yanında salevât okuyanı işitirim. Uzakda okuyanları, melek bana<br />

haber verir) hadîsini bildiriyor. (Câmi’u-kerâmât-il-evliyâ)dan alınan aşağıdaki yazıları,<br />

anlayışlı ve insâflı olan, okuyunca, yapıcı ile yıkıcıyı kolayca ayırabilir:<br />

Fahr-üd-dîn-i Râzî, tefsîrinde, Sûre-i Kehfde diyor ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın cenâzesini,<br />

vasıyyeti üzerine, Resûlullahın kabri yanına getirdiler. Selâm verip, kapına<br />

gelen Ebû Bekrdir yâ Resûlallah dediler. Türbenin kapısı açıldı. İçerden (Sevgiliyi<br />

sevgilinin yanına koyunuz!) sesi işitildi. Beyhekî, Abdüllah-i Ensârîden bildiriyor<br />

ki: Sâbit bin Kays, Yemâme cenginde şehîd oldu. Kabre korken, (Muham-<br />

– 1013 –


medün resûlullah ve Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-i şehîd ve Osmân-ı rahîm) sesini<br />

duyduk. Ebû Nu’aym ve İbni Asâkir bildiriyorlar ki, (Bir sapık, hazret-i Hasenin<br />

kabri üzerine pisledi. Hemen deli oldu. Sonra öldü) Beyhekî ve Vâkıdî bildiriyorlar<br />

ki, Fâtıma-i Huzâ’ıyye, hazret-i Hamzanın kabrini ziyâret etdi. Selâm<br />

verince, (Ve aleyküm selâm) denildiğini işitdi. Şeyh Mahmûd-i Kürdî, hazret-i Hamzanın<br />

kabrini ziyâret edip selâm verince, kabrden (Ve aleyküm selâm. Oğlunun ismini<br />

Hamza koy!) sesini işitdi. Evine gelince, oğlu oldu. Adını Hamza koydu.<br />

(Üsüd-ül-gâbe)de diyor ki, Resûlullahın kölesi Sefîne gemide idi. Gemi batdı. Bir<br />

tahtaya sarıldı. Dalgalar sâhile getirdi. Karaya çıkınca, bir arslan gördü. (Ey arslan!<br />

Ben Resûlullahın kölesi Sefîneyim) dedi. Arslan, koyun gibi, Sefîneyi yola kadar<br />

götürdü. Kuyruğunu sallayıp vedâ’ etdi. İbni Mende, Talha bin Ubeydüllahdan<br />

haber veriyor: Talha, bir gece, Abdüllah bin Amr bin Hirâmın kabrini ziyâret<br />

etdi. Kabrden Kur’ân sesi işitdi. Gelip Resûlullaha söyledi. (O Abdüllahdır. Allahü<br />

teâlâ, şehîdlerin rûhlarını Cennete koyar. Her gece rûhları bedenleri ile buluşur.<br />

Sabâh olunca, yine Cennetde olurlar) buyurdu. Beyhekî, Sa’îd bin Müseyyibden<br />

haber veriyor ki, hazret-i Alî ile Medîne kabristânına geldik. Selâm verip,<br />

(Hâlinizi bize bildirir misiniz? Yoksa, biz mi hâlimizi haber verelim?) dedi. Bir ses<br />

işitdik: (Ve aleykesselâm yâ Emîr-el mü’minîn. Bizden sonra olanları sen söyle!)<br />

dedi. İbni Ebiddünyâ diyor ki, hazret-i Ömer kabristâna gelip selâm verince, (Yâ<br />

Ömer! Dünyâda yapdıklarımızın karşılığını bulduk) sesi işitildi. İbni Asâkir diyor<br />

ki, hazret-i Ömer, bir gencin kabri yanına gelip selâm verdi. (Allahdan korkarak<br />

harâmdan sakınan için iki Cennet vardır) dedi. Kabrden bir ses gelip, (Yâ Ömer!<br />

Rabbim bana iki Cenneti de ihsân eyledi) dedi. Sehâvî diyor ki, bir kimse, Amr ibni<br />

Âs hazretlerinin kabrini ziyârete geldi. Orada duran birine kabrin yerini sordu.<br />

O da, ayağını uzatarak gösterdi. Ayağına felc gelip yürüyemedi. Beyhekî, Ya’lâ bin<br />

Mürreden haber veriyor: Ya’lâ, Resûlullah ile bir kabr yanına geldi. Kabrde azâb<br />

olduğunu işitip, Resûlullaha haber verdi. Resûlullah, (Ben de işitdim. Söz taşıdığı<br />

ve üzerine idrâr sıçratdığı için, azâb yapılmakdadır) buyurdu.<br />

Büyük islâm âlimi Ahmed bin Süleymân bin Kemâl pâşa “rahmetullahi aleyh”<br />

hazretlerinin [934] hicrî yılında yazdığı kırk hadîs-i şerîf, [979] yılında, seyyid pîr<br />

Muhammed Nitâî “rahmetullahi teâlâ aleyh” tarafından türkçeye çevrilmişdir.<br />

[1316] da İstanbulda basılan bu tercemenin onsekizinci hadîs-i şerîfinde, (Bir işinizde<br />

şaşırırsanız ölmüşlerden yardım isteyiniz!) buyuruldu. Şeyh-ul-islâm Ahmed<br />

efendi, bu hadîs-i şerîfi açıklarken diyor ki:<br />

Rûhun bedene bağlanması, kuvvetli bir aşk ile olmuşdur. İnsanın ölmesi, rûhun<br />

bedenden ayrılması demekdir. Fekat, rûh ayrıldıkdan sonra, bu aşkı bitmez. Rûhun<br />

bedene olan sevgisi, kuvvetli çekmesi, öldükden sonra, uzun zemân bitmez.<br />

Bunun içindir ki, ölülerin kemiğini kırmak, mezârı üstüne basmak yasakdır.<br />

Bir insan, kuvvetli, olgun ve te’sîri çok olan bir zâtın mezârı yanında durup, o<br />

toprağı ve o zâtın bedenini düşünse, o zâtın rûhunun, bedenine ve dolayısı ile, o<br />

toprağa bağlılığı olduğundan, bu iki rûh karşılaşır. Gelen insanın rûhu, o zâtın rûhundan<br />

çok şeyler edinir ve güzelleşir, olgunlaşır. İşte bu fâideden dolayı, kabr ziyâretine<br />

izn verilmişdir. Bundan başka sebebler de yok değildir. İmâm-ı Fahreddîn-i<br />

Râzî “rahmetullahi aleyh”, (Metâlib-i âliyye) ve (Zâd-ı Me’âd) kitâblarında<br />

diyor ki, (Gelen insanın rûhu ile, kabrdeki zâtın rûhu, birer ayna gibidir. Birbirinin<br />

karşısına gelince, herbirinin ışığı, ötekinde aks eder, yansır. Gelen kimse, o toprağa<br />

bakıp, Hak teâlânın büyüklüğünü, öldürmesini, diriltmesini düşünüp, kazâ ve<br />

kaderine râzı olup, nefsi kırılırsa, rûhunda ma’rifet, feyz hâsıl olur. Bunlar, o zâtın<br />

rûhuna sirâyet eder. Bunun gibi, o zât, öldükden sonra, rûh âleminden ve<br />

rahmet-i ilâhîden ona gelmiş olan ilmler, kuvvetli eserler, onun rûhundan, gelen<br />

insanın rûhuna sirâyet eder, geçer.)<br />

(El a’lâm) kitâbının sâhibi diyor ki, Peygamberlerin rûhları “aleyhimüsselâm”<br />

– 1014 –


göklerde ve diledikleri yerlerde ve kabrlerinde zuhûr eder. Kabrlerinde her ân bulunmadıkları<br />

gibi, hep de ayrı kalmazlar. Kabrleri ile ilişkileri ve o toprağa ayrı bir<br />

bağlılıkları vardır. Bunun nasıl olduğu bilinemez. Bunun için, onları ziyâret etmek<br />

müstehabdır. Her müslimânın rûhu ile kabri arasında, devâmlı bir bağlılık vardır.<br />

Kendilerini ziyâret edenleri anlarlar. Selâmlarına cevâb verirler. Bunun içindir ki,<br />

hâfız Abdülhak-ı İşbîlînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Âkıbet) kitâbındaki hadîs-i<br />

şerîfde, (Bir mü’min, tanıdığı bir mü’minin kabrine gelip selâm verince, onu tanır<br />

ve cevâb verir) buyuruldu. Onsekizinci hadîs-i şerîfin açıklaması temâm oldu.<br />

(Râbıta-i şerîfe) kitâbının [1324] hicrî yılında yapılan ikinci baskısının yirminci<br />

sahîfesinde diyor ki, (Büyük bir zâtın kabrini ziyâret eden kimse, ona râbıta ederse,<br />

ya’nî dünyâ işlerini hiç düşünmeyip, kalbine hiçbirşey getirmeyip, o zâtın rûhunu,<br />

his organları ile anlaşılamıyan bir nûr farz ederek, bunu kalbinde bulundurursa,<br />

o rûhdan, kendi kalbine birşeyler akmağa başlar. O zâtın feyzlerinden bir<br />

feyz ve hâllerinden bir hâl, kendinde hâsıl oluncıya kadar, bu nûru kalbinde saklamalıdır.<br />

Çünki, Evliyânın rûhları, feyzlerin kaynağıdır. Kaynağı kalbine koyan,<br />

bunun feyzine, ni’metine, bilinmeyen ihsânlarına elbette kavuşur. Rûhu kuvvetlenir,<br />

olgunlaşır. Kabr yanına gelince, önce selâm verilir. Mezârın sağ yanına,<br />

ya’nî kıble tarafına, ayak ucuna yakın durur. Tanıdığı gibi, şeklini, sûretini hâtırına<br />

getirir. E’ûzü ve besmele ile bir Fâtiha ve onbir İhlâs okur. Sevâbını Resûlullah<br />

efendimizin ve bütün Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ve Eshâb-ı kirâmın<br />

ve Evliyâ-i izâmın “aleyhimürrıdvân” rûhlarına ve bu zâtın rûhuna hediyye eder.<br />

Sonra oturur. Onun rûhunu, gönlünde bulundurur. Kalbinde birşey hâsıl oluncıya<br />

kadar durur. Gelen kimse almasını bilir ise, o zât da vermeğe ehl, olgun bir Velî<br />

ise ve şartları gözeterek beklerse, elbette birşey ele geçer. Bu şartlar, o zâtın kendisini<br />

tanıdığına, selâmını işitip cevâb verdiğine, rûhunun, kâmil, olgun olduğuna,<br />

rûhunun bir zemâna ve yere bağlı olmadığına, nerede hâtırlarsa, orada imiş gibi<br />

feyz vereceğine, Allahü teâlâ, feyzini, rûhun gıdâsını, onun rûhu ile gönderdiğine<br />

inanmakdır. Üzüm istiyen, bağa gidip asmadan koparır. Erik ağacına gitmez. Su<br />

istiyen, kaynağa, çeşmeye gider. Ağaca veyâ sobaya gitmez. Buğday istiyen, tarlasını<br />

sürer, eker, biçer. Çocuk istiyen, evlenir. İlâc istiyen bir hasta, tabîbe ve eczâhâneye<br />

gider. Bakkala, avukata gitmez. Kalbin gıdâsını, rûhun temizliğini istiyen<br />

de, Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” kalbine, rûhuna başvurur.<br />

Allahü teâlâ, bu ni’metlerini, Evliyânın kalbinden göndermekdedir. Herşeyi<br />

yaratan, gönderen, yalnız Allahü teâlâdır. Fekat, herşeyi belli bir sebeble göndermek,<br />

Onun âdetidir. Onun ni’metine kavuşmak istiyenin, Onun âdetine uyması, sebebi<br />

arayıp, bulup, öğrenip, Onun sebebine yapışması lâzımdır. Sebebleri aramamak<br />

ve öğrenmek istememek, Allahü teâlânın âdetini bozmak olur. Fen derslerini,<br />

fen bilgilerini öğrenmek, Onun âdetine uymak, sebebleri öğrenmek demekdir.<br />

Bir kabrden feyz almak için, o zâta karşı, diri imiş gibi, edeb ve saygı göstermek,<br />

kabri üzerine basmamak da lâzımdır. O zât, mürşid-i kâmil ise, kalbdeki nisbet, geç<br />

hâsıl olup, uzun zemân kalır. Mürşid olmıyan Velî ise, hâsıl olan feyz ve nisbet, keskin<br />

ve çabuk gelip geçici olur. Bu hâlleri bilmiyenler, yukarıdaki hadîs-i şerîfe inanmaz,<br />

mevdû’dur derler. Üsûl-i hadîs âlimleri, bir hadîsin sahîh olması için koydukları<br />

şartları taşımıyan bir hadîse (Mevdû’) der ki, (Benim ictihâdıma göre sahîh olmamışdır)<br />

demekdir. Hadîs değildir demezler.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin mubârek rûhundan feyz almağa<br />

ermiş olan bir zât, bulunduğu yerden Ona teveccüh edince, Resûl-i ekrem<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin mubârek rûhu, Medîne-i münevverede<br />

bulunan kabr-i se’âdetinden, bu zâta feyz verir. Bunun gibi, ehl olan, başarabilen<br />

de, Evliyânın rûhlarından fâide görür.) Kırkıncı sahîfede buyuruyor ki, (Hanbelî<br />

mezhebi âlimlerinden Şemseddîn ibn-ül-Kayyım-ı Cevziyye (Kitâb-ür-rûh)<br />

adındaki kitâbında diyor ki, (Rûhun bedendeki hâlinden başka hâlleri vardır.<br />

– 1015 –


Mü’min öldükden sonra, rûhu, Refîk-i a’lâ denilen mertebede bulunur. Bedene ilgisi<br />

de vardır. Bir kimse, mezârdaki bedene selâm verse, Refîk-i a’lâda bulunan rûhu,<br />

bu kimseye selâm verir). [Mezhebsizleri red etmek için, İbn-ül-Kayyımın bu<br />

yazısı yetişir. Çünki, (Feth-ul-mecîd) kitâblarında, buna (Allâme) diyerek, yazılarını<br />

sened olarak göstermekdedirler.] İmâm-ı Süyûtî de, (Kitâb-ül-müncelî)de,<br />

İbn-ül-Kayyım gibi yazmakdadır. [Rûhun işitdiği ve cevâb verdiği, İstanbulda<br />

Hakîkat Kitâbevi tarafından müteaddid baskıları yapılan arabca (Minhâtül-vehbiyye<br />

fî redd-il-vehhâbiyye) kitâbında ve bunun tercemesi (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının<br />

(Müslimâna Nasîhat) kısmının 24.cü maddesinde yazılıdır.] Evliyâ vefât etdikden<br />

sonra bir nev’ tesarrufa, iş yapmağa sâhib olur demişlerdir. (Muhtasar) kitâbının<br />

sâhibi, Mâlikî âlimlerinden şeyh Halîl “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki,<br />

(Allahü teâlâ, Evliyânın rûhlarına öyle bir kuvvet verir ki, çeşidli şekllerde görünebilirler.<br />

Bedenleri mezârdan çıkmaz. Rûhları şekl alıp görünür).)<br />

Alâüddevle Ahmed-i Semnânîden “rahmetullahi teâlâ aleyh” sordular ki, mezârdaki<br />

beden rûhsuzdur. İşitmez. Rûh ise, mekânsızdır. Her yerde hâzır olabilir.<br />

Evliyânın mezârına gidip, ziyâret etmeğe ne lüzûm var? Nerde olursa olsun, bir Velînin<br />

rûhuna teveccüh olunursa, rûhu orada hâzır olmaz mı?<br />

Cevâbında buyurdu ki, kabr başına gitmenin çok fâidesi vardır: Evliyâyı ziyârete<br />

giden kimse, yolda hep onu düşünür. Ona teveccühü, her adımda artar. Mezâr<br />

başına gelip, toprağını görünce, hep onunla meşgûl olur. Teveccühü çok artar.<br />

Teveccühü artdıkca, ondan fâidesi de artar. Evet rûhlar için bir mâni’, perde yokdur.<br />

Onlar için, her yer birdir. Fekat, dünyâda iken, yıllarca berâber bulunduğu ve<br />

âhıretde sonsuz olarak berâber kalacağı beden, o toprakdadır. Onun için, rûhun<br />

bu toprağa uğraması, nazarı ve te’alluku, bağlılığı, başka yerlere olandan dahâ çokdur.<br />

Alâüddevle diyor ki, birgün, Cüneyd-i Bağdâdînin “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”<br />

vaktîle çile çekmiş olduğu odaya girdim. Burada çok zevklendim. Sonra,<br />

Cüneydin mezârına gitdim. Orada, önceki zevkı bulamadım. Sebebini mürşidime<br />

sordum. O zevkler, Cüneyd sebebi ile mi hâsıl oldu? dedi. Evet dedim. Ömründe<br />

birkaç gün kaldığı yerde zevk hâsıl olduğuna göre, senelerle birlikde bulunduğu<br />

bedeni yanına gidince, elbette dahâ çok zevk hâsıl olmak lâzım gelir. Belki,<br />

mezârı başında başka şeyleri görerek, ona teveccühün azalmış olabilir dedi. Bir kimse,<br />

kendi memleketinde iken, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” rûhâniyyetine<br />

teveccüh ederse, fâide bulur. Fekat Medîne-i münevvereye giderse, Resûlullahın<br />

rûhâniyyetinin, onun yolculuğundan ve yolda çekdiği zahmetlerden haberi<br />

olur. Oraya erişip, Ravda-i pâkini görünce, teveccühü tam olur. Fâidelenmesi<br />

de öyle çok olur ki, memleketinde iken olan fâide, onun yanında hiç kalır. Evliyâ-i<br />

kirâm, bu bildirdiğimizi kalbleri ile duyarak anlamakdadır.<br />

Celâleddîn-i Rûmî “kuddise sirruh”, son hastalığında buyurdu ki, (Ben ölünce<br />

üzülmeyiniz! Her yerde benimle olunuz, beni düşününüz! İmdâdınıza yetişir, size<br />

yardım ederim. Rûhumun, bu dünyâda iki dürlü bağlılığı vardır: Biri, bedenime olan<br />

bağlılığı, ikincisi, sizlere olan bağlılığı. Allahü teâlânın inâyeti ile, ferd ve mücerred<br />

olunca, ya’nî rûhum bedenden ayrılınca, bedene olan bağlılığı da, size olur.)<br />

Evliyânın büyüklerinden Abdüllah-ı Dehlevî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”,<br />

(Mekâtib-i şerîfe) kitâbının sekizinci mektûbunda buyuruyor ki, (Bâtındaki, ya’nî<br />

kalbindeki nisbetin [bağlılığın] artmasına çalış! Allah ismini, ba’zan da Kelime-i<br />

tehlîli çok zikr ederek, ba’zan salevât okuyarak, Kur’ân-ı kerîm okuyarak, Allahü<br />

teâlâya yaklaşmağa uğraş! Bu çalışmalarda gevşeklik olursa, bu fakîrin rûhaniyyetine<br />

teveccüh ediniz! Yâhud, Mirzâ Mazher-i Cân-ı Cânânın kabrine geliniz!<br />

Ona teveccüh edince, çok terakkî edilir. Ondan hâsıl olan fâide, bin dirinin fâidesinden<br />

dahâ çokdur. Gavs-üs-sekaleyn Abdülkâdir-i Geylânî ile ve Behâeddîn-i Buhârî<br />

ile de murâkabe ediniz!) Sâlihlerin kabrlerini ziyâret ve bunlara tevessül ve<br />

istigâse etmenin câiz olduğu, (Et-Tevessülü bin Nebî ve bis-sâlihîn) kitâbında<br />

– 1016 –


ve mevlânâ Hamdullah Sehârenpûrînin (El-besâir-li-münkirit-tevessül-i bi-ehl-ilmekâbir)<br />

kitâbında uzun yazılıdır. Bu iki kitâb 1395 [m. 1975] de İstanbulda arabî<br />

olarak neşr edilmişdir.<br />

61 — RESÛLULLAHIN (Sallallahü aleyhi ve sellem)<br />

TA’ZİYE MEKTÛBU<br />

Bu mektûb, Allahü teâlânın Peygamberi, Muhammed “aleyhisselâm” tarafından,<br />

Mu’âz bin Cebele “radıyallahü teâlâ anh” yazdırılmışdır:<br />

Allahü teâlâ sana selâmet versin!<br />

Ona hamd ederim. Herkese iyilik ve zarar, yalnız Ondan gelir. O dilemedikce,<br />

kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz.<br />

Allahü teâlâ, sana çok sevâb versin. Sabr etmeni nasîb eylesin! Onun ni’metlerine<br />

şükr etmenizi ihsân eylesin!<br />

Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz, kadınlarımız<br />

ve çocuklarımız, Allahü teâlânın, sayısız ni’metlerinden, tatlı ve fâideli ihsânlarındandır.<br />

Bu ni’metleri, bizde sonsuz kalmak için değil, emânet olarak kullanmak,<br />

sonra geri almak için vermişdir. Bunlardan, belli bir zemânda fâideleniriz. Vakti<br />

gelince, hepsini geri alacakdır.<br />

Allahü teâlâ, ni’metlerini bize vererek sevindirdiği zemân, şükr etmemizi, vakti<br />

gelip geri alarak üzüldüğümüz zemân da, sabr etmemizi emr eyledi. Senin bu oğlun,<br />

Allahü teâlânın tatlı, fâideli ni’metlerinden idi. Geri almak için sana emânet<br />

bırakmış idi. Seni, oğlun ile fâidelendirdi. Herkesi imrendirecek şeklde sevindirdi,<br />

neş’elendirdi. Şimdi, geri alırken de, sana çok sevâb, iyilik verecek, acıyarak,<br />

doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsân edecekdir. Bu merhamete, ihsâna kavuşabilmek<br />

için sabr etmeli. Onun yapdığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan,<br />

sevâba, merhamete kavuşamazsın ve sonunda pişmân olursun. İyi bil ki, ağlamak,<br />

sızlamak, derdi belâyı geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar<br />

başa gelecekdir. Sabr etmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır.<br />

Allahü teâlâ, hepinize selâmet versin! Âmîn.<br />

Kabristândan geçer idim,<br />

dedim burda, kimler yatır.<br />

Etrâfına şanlar saçan,<br />

kimbilir ne erler yatır.<br />

Kimi yiğit, kimi koca,<br />

kimi vekîl, kimi paşa.<br />

Kimi doçent, kimi hoca,<br />

zengin nice beğler yatır.<br />

Sırma gibiydi saçları,<br />

hergün yıkanır başları.<br />

Renkli, parlak kumaşları,<br />

devşiren gelinler yatır.<br />

Liseyi, tıbbiyeyi hep,<br />

okumuş, yıllar uğraşmış.<br />

Çok hastaya, şifâ veren,<br />

professör hekimler yatır.<br />

Allah, Resûlullah için,<br />

îmânı korumak için.<br />

Kahbe düşmana saldıran,<br />

arslan Mehmedcikler yatır.<br />

– 1017 –


62 — BİRİNCİ CİLD, 104. cü MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Perkene şehri kâdîlarına yazılmış olup, baş sağlığı dilemekdedir:<br />

Merhûm hazretin ölümünün acısı, her ne kadar pek şiddetli ve çok çetin ise de,<br />

kul için, sâhibinin işinden râzı olmakdan başka çâre yokdur. İnsan, bu dünyâda kalmak<br />

için yaratılmadı. Dünyâda iş yapmak, çalışmak için yaratıldık. Çalışmalıyız!<br />

Çalışıp da, kazanıp da ölen bir kimse için korkacak birşey yokdur. Hattâ, böyle ölmek,<br />

bir devlet ele geçirmekdir. Ölüm bir köprü gibidir. Sevgiliyi sevgiliye kavuşdurur.<br />

Ölmek, felâket değildir. Öldükden sonra başına gelecekleri bilmemek felâketdir.<br />

Ölülere, düâ ile, istigfâr etmekle, onun için sadaka vermekle yardım etmek,<br />

imdâdlarına yetişmek lâzımdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu<br />

ki: (Ölünün mezârdaki hâli, imdâd diye bağıran, denize düşmüş kimseye benzer.<br />

Boğulmak üzere olan kimse, kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit<br />

de, babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir düâyı gözler.<br />

Kendisine bir düâ gelince, dünyânın hepsi kendine verilmiş gibi sevinmekden<br />

dahâ çok sevinir. Allahü teâlâ, yaşıyanların düâları sebebi ile, ölülere dağlar gibi<br />

çok rahmet verir. Dirilerin de ölülere hediyyesi, onlar için düâ ve istigfâr etmekdir.)<br />

[(Düâ), istemek demekdir. Aç bir adamın, iştihâlı olduğu bir zemânda yiyecek<br />

istemesi gibidir. Îmân ile ölenlere hatm-i tehlîl yapmak, ya’nî yetmişbin Kelime-i<br />

tevhîd okuyup, sevâbını rûhuna hediyye etmek çok fâidelidir. Fekat, bu zemânda<br />

îmân ile giden pekazdır. (Makâmât-i Mazheriyye)de diyor ki: (Hadîs-i şerîfde, (Bir<br />

kimse, kendisi için veyâ başkası için yetmişbin aded Kelime-i tevhîd okursa, günâhları<br />

afv olur) buyuruldu. Mazher-i Cân-ı Cânân “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”<br />

hazretleri, fâhişe bir kadının kabri yanına oturmuşdu. Kabre teveccüh eyledi.<br />

[Ya’nî hâtırına başka hiçbirşey getirmeyip; yalnız onu düşündü.] Bu mezârda<br />

Cehennem ateşi var. Kadının îmânlı olmasında şübhe ediyorum. Rûhuna<br />

(Hatm-i tehlîl) sevâbı bağışlıyacağım. Îmânı varsa, afv olur buyurdu. Hatm-i tehlîlin<br />

sevâbını bağışladıkdan sonra, elhamdülillah îmânı varmış, Kelime-i tayyibe<br />

te’sîrini gösterip azâbdan kurtuldu buyurdu.) (Menâhic-ül-ibâd)da diyor ki: (Yetmişbin<br />

Kelime-i tevhîdi bir kimse veyâ birkaç kimse okur). (Mekâtîb-i şerîfe) yüzyirminci<br />

mektûbunda, (Hatm-i tehlîlin dirilere de fâidesi çokdur) buyurmakdadır.<br />

Süleymâniyye kütübhânesi İbrâhîm efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” kısmında,<br />

[520] sayılı fetvâ kitâbında diyor ki, (Düâ sessiz olur. Cum’a nemâzından sonra cemâ’at<br />

ile düâ yapmak câhillikdir. Vâ’zdan sonra toplanarak vâ’ızın yüksek sesle<br />

düâ yapması bid’atdir. Selefden böyle bir haber gelmemişdir. Böyle yapmak, yehûdîlerden<br />

ve hıristiyanlardan sirâyet etmişdir)].<br />

Göç zemânıdır dedi mevt, ammâ ki cân duymıyor,<br />

asker-i a’zâya lerze düşdü, sultân duymıyor.<br />

Düşdü ömür binâsından, hergün bir taşı yere,<br />

can yatır gâfil, binâsı oldu vîrân duymıyor.<br />

Gönlüm kalmak, dostum almak istiyor bu bedenim,<br />

bir devâsız derde düşdüm, âh ki Lokman görmiyor.<br />

Bir ticâret yapamadım, ömr sermâyesi bitdi,<br />

yola geldim, gemi kalkdı, beni kaptan görmiyor.<br />

Azığım yok, yazığım çok, yolda dürlü korku var,<br />

âh-u figân eyliyorum, dîv-ü şeytân duymıyor.<br />

Yol eri yolda gerekdir, çok sıkıntı çekse de,<br />

ey Niyâzî uyan sen de, sanma cânân görmiyor!<br />

– 1018 –


63 — MEYYİT İÇİN İSKÂT<br />

(Nûr-ül-îzâh)da ve bunun (Tahtâvî) hâşiyesinde ve (Halebî) ile (Dürr-ül-muhtâr)da,<br />

nemâzların kazâsı sonunda, (Mültekâ)da ve (Dürr-ül-müntekâ)da ve (Vikâye)de,<br />

(Dürer)de ve (Cevhere)de ve Kâdî-zâdenin (Birgivî vasıyyetnâmesi)<br />

şerhinin sonunda ve başka kıymetli kitâblarda, meyyit için iskât ve devr yapmak,<br />

hanefî mezhebinde lâzım olduğu yazılıdır. Meselâ, (Tahtâvî) hâşiyesinde diyor ki,<br />

(Tutulmamış orucların fidye vererek iskât edilmesi için nass vardır. Nemâz orucdan<br />

dahâ mühim olduğundan, şer’î bir özr ile kılınamamış ve kazâ etmek istediği<br />

hâlde, ölüm hastalığına yakalanmış bir kimsenin, kazâ edemediği nemâzları için<br />

de, orucda yapdığı gibi iskât yapılması için, bütün âlimlerin sözbirliği vardır. Nemâzın<br />

iskâtı olmaz diyen kimse câhildir. Çünki, mezheblerin sözbirliğine karşı gelmekdedir.<br />

Hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, başkası yerine oruc tutamaz ve nemâz kılamaz.<br />

Fekat, onun orucu ve nemâzı için fakîri doyurur) buyuruldu). Ehl-i sünnet<br />

âlimlerinin üstünlüklerini anlıyamayan ve mezheb imâmlarımızı da, kendileri gibi<br />

hayâl ile konuşuyor sanan ba’zı kimselerin, (İslâmiyyetde iskât ve devr yokdur.<br />

İskât, hıristiyanların günâh çıkartmasına benziyor) gibi şeyler söylediklerini işitiyoruz.<br />

Bu gibi sözleri, kendilerini tehlükeli duruma düşürmekdedir. Çünki, Peygamber<br />

efendimiz, (Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez) ve (Mü’minlerin güzel<br />

gördüğü şey, Allah indinde de güzeldir) buyurdu. Bu hadîs-i şerîfler, (Berîka)nın<br />

94. cü sahîfesinde yazılıdır ve devr yapmanın elbette doğru olduğunu gösteriyor<br />

demekdedir. Devr yapmağa inanmıyan, bu hadîs-i şerîflere inanmamış olur. İbni<br />

Âbidîn, vitr nemâzını anlatırken, (Dinde zarûrî olan, ya’nî câhillerin de bildikleri<br />

icmâ’ bilgilerine inanmıyan kimse, kâfir olur) buyuruyor. (İcmâ), müctehidlerin<br />

sözbirliği demekdir. İskât, günâh çıkartmağa nasıl benzetilebilir? Papaslar, günâh<br />

çıkartıyoruz diyerek, insanları soyuyorlar. Hâlbuki, islâmiyyetde din adamları<br />

iskât yapamaz. İskâtı yalnız ölünün vasîsi, vasıyyeti yoksa, vârisi yapabilir ve<br />

para din adamlarına değil, fakîrlere verilir.<br />

Bugün, hemen her yerde, iskât ve devr işleri islâmiyyete uygun yapılmamakdadır.<br />

İslâmiyyetde iskât yokdur diyenler, böyle söylemeyip de, bugün yapılmakda<br />

olan iskât ve devrler islâmiyyete uygun değildir deselerdi, çok iyi olurdu. Biz de<br />

kendilerini desteklerdik. Böyle söylemeleri ile, hem korkunç bir tehlükeye düşmekden<br />

kurtulurlardı, hem de islâmiyyete hizmet etmiş olurlardı. İskât ve devrlerin<br />

nasıl yapılacağı İbni Âbidîn, kazâ nemâzlarının sonunda geniş yazılıdır.<br />

Fâite nemâzları olan [ya’nî özr ile kaçırıp, kazâya kalmış nemâzları bulunan] bir<br />

kimse, bunları îmâ ile de kılmağa gücü yeter iken kılmamış ise, öleceği zemân, keffâretinin<br />

iskât edilmesi için vasıyyet etmesi vâcibdir. Kazâya gücü yetmemiş ise,<br />

vasıyyet etmesi lâzım olmaz. Ramezân-ı şerîfde oruc yiyen müsâfir ve hasta da, kazâ<br />

edecek zemân bulmadan ölürse, vasıyyet etmeleri lâzım gelmez. Allahü teâlâ,<br />

bunların özrlerini kabûl eder. Hastanın keffâretlerinin iskâtı, öldükden sonra velîsi<br />

tarafından yapılır. Ölmeden önce yapılmaz. Diri insanın, kendi için iskât yapdırması<br />

câiz değildir. Şâfi’î (Envâr) kitâbında, (Meyyitin kılmadığı nemâzlar için<br />

fidye vermek, şâfi’î mezhebinde vâcib değildir. Verilirse, iskât olmaz) diyor. Hanefî<br />

âlimlerinden imâm-ı Birgivî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Cilâ-ül-kulûb) kitâbında<br />

diyor ki, (Üzerinde Allahü teâlânın hakkı veyâ kul hakkı bulunan kimsenin,<br />

iki şâhid yanında vasıyyet söylemesi veyâ yazmış olduğunu bunlara okuması vâcibdir.<br />

Üzerinde hak bulunmıyanın vasıyyet etmesi müstehabdır.)<br />

Keffâret iskâti için vasıyyet eden meyyitin velîsi, ya’nî mîrâsını yerlerine sarf için<br />

vasıyyet etdiği vasîsi, vasî yoksa vârisi olan kimse, mîrâsın üçde birinden, herbir<br />

vakt nemâz için ve vitr nemâzı için ve kazâ edilmesi lâzım olan bir günlük oruc için,<br />

birer fıtra mikdârı, ya’nî yarım sâ’ [beşyüzyirmi dirhem veyâ binyediyüzelli gram]<br />

buğdayı fakîrlere [veyâ fakîrlerin vekîllerine] fidye olarak sadaka verir.<br />

– 1019 –


Vasıyyet etmedi ise, velînin keffâret iskâtı yapması, Hanefîde lâzım olmaz.<br />

Şâfi’î mezhebindeki (Nef’ul-enâm fî-iskâtissalâti vessıyâm)da diyor ki, (Bâcûrî [1] ,<br />

İbni Kâsımın, Ebû Şücâ metni şerhinin hâşiyesinde diyor ki, meyyitin kılmadığı nemâzları<br />

için fidye verilmez. Verilir kavli de vardır. Hanefîyi taklîd ederek, iskâtının<br />

yapılması iyi olur. Şâfi’înin kavl-i kadîmine göre, velîsi meyyitin nemâz ve oruclarını<br />

kazâ eder.) Kul hakkını, vasıyyet olmasa da, meyyitin bırakdığı maldan velînin<br />

ödemesi, her mezhebde lâzımdır. Hattâ alacaklılar, mîrâsı ele geçirince,<br />

mahkemesiz alabilirler. Kazâya kalan orucların fidyesini, ya’nî mal ile ödenmesini<br />

vasıyyet etdi ise, bunu yerine getirmek vâcibdir. Çünki, islâmiyyet emr etmekdedir.<br />

Vasıyyet etmedi ise, vârisi kendi malı ile yapabilir. Nemâzı vasıyyet etdi ise,<br />

nemâz fidyesini vermek vâcib değil, câiz olur. Bu son ikisi kabûl olmaz ise, hiç olmazsa<br />

sadaka sevâbı hâsıl olup, günâhlarını temizlemeğe yardım eder. İmâm-ı Muhammed<br />

böyle buyurmuşdur. (Mecma’ul-enhür)de diyor ki, (Nefsine ve şeytâna<br />

uyarak nemâzlarını kılmamış, ömrünün sonuna doğru buna pişmân [olup kılmağa<br />

ve kazâ etmeğe başlamış] olanın, kazâ edemediği nemâzlarının iskâtının yapılması<br />

için vasıyyet etmesi câiz olduğu (Müstasfâ)da yazılıdır.)<br />

(Cilâ-ül-kulûb)da diyor ki: (Kul hakları, ödenecek borçlar, emânet, gasb, sirkat,<br />

ücret ve bey’ sebebi ile verecekler ve döğmek, yaralamak, haksız olarak kullanmak<br />

gibi beden hakları ve söğmek, alay, gîbet, iftirâ gibi kalb haklarıdır.)<br />

Vasıyyet eden meyyitin malının üçde biri iskât yapmağa kifâyet ediyorsa, velînin<br />

bu mal ile fidye vermesi lâzımdır. Kifâyet etmiyorsa, sülüsden fazlasını vârisin<br />

teberru’ etmesi câiz olduğu, (Feth-ul-kadîr)de yazılıdır. Bunun gibi, farz olan<br />

haccının yapılması için vasıyyet etse, vârisi veyâ başka biri, hac parasını hediyye<br />

verse, câiz olmaz. Ölmeden vasıyyet etmeyip, vârisi kendi parası ile iskât yapsa veyâ<br />

hacca gitse, meyyitin borcu ödenmiş olur. Vârisden başkasının parası ile bunlar<br />

câiz olmaz diyenler varsa da, (Dürr-ül-muhtâr) ve (Merâkıl-felâh) ve (Cilâ-ülkulûb)<br />

kitâblarının sâhibleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” olur dediler.<br />

Keffâret iskâtı, yalnız hanefîde, buğday yerine un veyâ bir sâ’ arpa, hurma, üzüm<br />

ile de hesâb edilerek, bunlar da verilebilir. [Çünki, bunlar buğdaydan dahâ kıymetli<br />

oldukları için, fakîre dahâ fâidelidirler.] Hepsi yerine kıymetleri olan altın veyâ<br />

gümüş de verilebilir. Diğer üç mezhebin hanefîyi taklîd etmeleri câizdir. [Kâğıd<br />

para ile iskât yapılmaz.] Secde-i tilâvet için fidye vermek lâzım değildir.<br />

Fidye parası, mîrâsın üçde birini aşarsa, vârisler izn vermedikce, velî üçde birden<br />

fazlasını sarf edemez. (Kınye) kitâbında diyor ki, meyyitin borcu da olsa, alacaklısı,<br />

vasıyyetin yapılmasına izn verse de, vasıyyetin yapılması câiz olmaz. Çünki,<br />

islâmiyyet, önce borcun ödenmesini emr etmekdedir. Borcu ödemek, alacaklının<br />

râzı olması ile sonraya bırakılamaz. Bütün nemâzların iskât edilmesi için vasıyyet<br />

eden kimsenin kaç yaşında öldüğü bilinmiyorsa, bırakdığı mîrâsın üçde biri,<br />

nemâzlarının iskâtına yetişmediği zemân, bu vasıyyeti câiz olur. Mîrâsın üçde<br />

biri, iskât için yetişir ve artarsa, bu vasıyyeti câiz olmaz, bâtıl olur. Çünki, malın<br />

üçde biri, iskâta yetişmediği zemân, üçde biri ile iskât edilecek nemâzların sayısı<br />

belli olduğundan, vasıyyeti bu nemâzları için sahîh olur. Geri kalan nemâzları için<br />

olan vasıyyeti, lagv, ya’nî boş lâf olur. Üçde biri, çok olduğu zemân, ömrü ve dolayısı<br />

ile nemâz sayısı belli olmadığı için, vasıyyeti bâtıl olur. Kâdî-zâde, (Birgivî)<br />

şerhinde diyor ki:<br />

Kerâhet ve fesâd bulunması ihtimâlinden dolayı, bütün nemâzlarının iskâtı<br />

için vasıyyet eden meyyitin hiç malı yoksa veyâ üçde biri, vasıyyete yetişmiyorsa<br />

veyâ hiç vasıyyet etmemiş olup, velî kendi malı ile iskât yapmak istiyorsa, (Devr)<br />

yapar. Fekat velî devr yapmağa mecbûr değildir. Devr yapmak için, velî, bir aylık<br />

veyâ bir senelik iskât için lâzım olan altın liralık veyâ beşibiryerde veyâ bileyzik,<br />

[1] Bâcûrî İbrâhîm, Câmi’ul-ezherde müderris idi. 1276 [m. 1859] da vefât etdi.<br />

– 1020 –


yüzük veyâ gümüş geçer para ödünc alır. Meyyit erkek ise, yaşından oniki sene, kadın<br />

ise dokuz sene düşerek, kaç sene borcu olduğunu hesâblar. Bir kız 9 yaşına, bir<br />

oğlan 12 yaşına gelince (Âkıl ve bâlig) olur. Buna (Mükellef) de denir. [9 yaşını bitiren<br />

kız ve 12 yaşını bitiren oğlan, bâlig olduğunu söylerse, (Âkıl-bâlig) oldu denir.<br />

Bu çocuk (Mükellef) olur. Ya’nî islâmiyyete uyması lâzım olur. Dört mezhebde<br />

de harâm olan bir şeyi severek, beğenerek yapan, söyleyen kâfir olur. Mecbûr<br />

olarak, âdete uyarak, nefsine uyarak veyâ nafaka te’mîni için, istemiyerek, üzülerek<br />

yaparsa, kâfir olmaz. Fekat, tevbe etmezse, harâm işlemek azâbını çekecekdir.<br />

Hürriyyet bulunan memleketde halâli, harâmı bilmemek özr değildir. Dizleri açık<br />

olan sporcuları, hanbelî mezhebi küfrden kurtarmakdadır. Liseli ve üniversiteli kızlar,<br />

mektebi bitirip, tevbe edince, harâmdan kurtulur. Me’mûr olan kadınlar da böyledir.<br />

Harâmı inkâr eden kâfir olur. Harâma devâm edenin kâfir olma tehlükesi vardır.]<br />

Hanefî mezhebinde, bir günlük altı nemâz için, onbuçuk kilo, bir güneş yılı için,<br />

üçbinsekizyüz kilo buğday vermek lâzımdır. Meselâ, bir kilo buğday yüz seksen kuruş<br />

olduğu zemân, bir senelik nemâz iskâtı altıbinsekizyüzdoksansekiz veyâ kısaca<br />

altıbindokuzyüz lira olur. Bir altın lira [yedi gram ve yirmi santigram olup], buğdayın<br />

kilosu yüzseksen kuruş olduğu zemân yüzyirmi lira idi. Ya’nî bir kilo buğday<br />

bedeli, bir gram altın kıymetinin takrîben onda biri [9,26 da biri]dir. Bir aylık<br />

nemâz iskâtı için dört ve üç çeyrek, bir senelik için elliyedi buçuk veyâ ihtiyâtlı olarak<br />

altmış altın lâzım olur. Bir aylık nemâz iskâtı için, beş altın lira vermek lâzım<br />

demekdir. Meyyitin velîsi beş altın lira veyâ bu ağırlıkda [36 gr] bileyzik ödünc alsa<br />

ve dünyâya düşkün olmıyan, dînini bilen ve seven bir veyâ birkaç, meselâ dört<br />

fakîr bulsa: [Bunların fıtra veremiyecek, ya’nî zekât alabilecek fakîr olmaları şartdır.<br />

Fakîr olmazlar ise, iskât kabûl olmaz.] Meyyitin velîsi, ya’nî vasıyyet etdiği kimse<br />

veyâ vârislerinden biri veyâ bunlardan birinin vekîl etdiği kimse, (Merhûm<br />

.................. efendinin iskât-ı salâtı için, bedel olarak, bu beş altını sana verdim) diyerek,<br />

beş altını birinci fakîre sadaka niyyet ederek verir. Sadakayı fakîre verirken<br />

(hediyye ediyorum) demek câizdir. Sonra fakîr, (Aldım, kabûl etdim. Sana hediyye<br />

ediyorum) diyerek bunu vârise veyâ vârisin vekîline hediyye eder. O da teslîm<br />

alır. Sonra, yine buna veyâ ikinci fakîre verir ve hediyye olarak ondan geri teslîm<br />

alır. Böylece, aynı fakîre dört kerre veyâ dört fakîre birer kerre verip ve almakla<br />

bir devr olur. Bir devrde, yirmi altınlık nemâz keffâreti iskât edilmiş olur. Meyyit<br />

erkek ve altmış yaşında ise, kırksekiz senelik nemâz için, 48x60=2880 altın vermek<br />

lâzım olur. Bunun için de, 2880:20=144 kerre devr yapar. Altın adedi on veyâ<br />

bunların ağırlığında bileyzik ise, 72 devr; altın yirmi ise, 36 devr yapar.<br />

Fakîr adedi on ve altın adedi de on ise, 48 senelik nemâz keffâretinin iskâtı için,<br />

yirmidokuz devr yapar. Çünki:<br />

Nemâz kılmadığı yıllar x bir yıllık altın sayısı = fakîr sayısı x bir fakîre verilen<br />

altın sayısı x devr sayısıdır. Misâlimizde yaklaşık olarak:<br />

48 x 60 = 4 x 5 x 144 = 4 x 10 x 72 = 4 x 20 x 36 = 10 x 10 x 29 dur.<br />

Görülüyor ki, nemâz iskâtında, devr sayısını bulmak için, bir yıllık altın sayısı<br />

ile meyyitin nemâz borcu yılı çarpılır. Ayrıca, devr olunan altın lira sayısı ile, fakîr<br />

sayısı da çarpılır. Birinci çarpım, ikinci çarpıma bölünür. Bölüm, devr sayısı olur.<br />

Buğdayın ve altının kâğıd lira karşılığı değerleri her zemân yaklaşık olarak aynı<br />

oranda değişmekdedir. Ya’nî, iskat için, bir yıllık buğday mikdârı değişmediği gibi,<br />

altının kıymeti, dünyâ piyasasına bağlanarak, aşırı yükselmediği zemânlarda,<br />

bir yıllık altın sayısı da, ya’nî hanefî mezhebi için, yukarda bulduğumuz altmış altın<br />

lira da hemen hemen aynı olmakdadır. Bunun için, böyle fevkal’âde hâller hâricinde:<br />

Bir aylık nemâz iskâtı beş altındır.<br />

Bir aylık Ramezân orucu iskâtı takrîben bir altındır.<br />

kabûl edilmekdedir. Devr edilecek altın lira ve devr sayısı, buradan bulunur.<br />

– 1021 –


Altın lira yok ise, velî, bileyzik, yüzük gibi altın eşyâ, bir hanımdan ödünc alır.<br />

Bundan, (nemâz kılmadığı sene adedi x 7,2) gram dartılıp, bir mendile konur. Mendilde,<br />

nemâz kılmadığı sene adedi kadar altın lira vardır. 60 adedi, devre oturan<br />

fakîr adedine bölününce, devr adedi ma’lûm olur. Altın az ise, birincidekinin yarısı<br />

kadar dartılır. Devr adedi, birincinin iki misli olur. Misâlimizde, 48 x 7,2 = 350<br />

gram altın ve on fakîr ile altı devr, 70 gram altın ile otuz devr yapılır. Devr bitince,<br />

sondaki fakîr, elindeki altınları velîye hediyye eder. Bu da borcunu öder. Velîde<br />

altın liralar varsa, nemâz kılmadığı seneler adedince, altın lira ile devr yapılır.<br />

60 adedi, devre oturan fakîr adedine bölününce, devr adedi ma’lûm olur. Altın<br />

adedi, nemâz borcu olan seneler adedinden birkaç def’a az olursa, devr adedi,<br />

o kadar def’a çok olur. Yukarıdaki misâlde, 48 altın lira ve bir fakîr ile 60 devr ve<br />

4 fakîr ile 15 devr, 10 fakîr ile 6 devr yapılır. Altın lira 10 aded ise, 48 yerine 50 kabûl<br />

edip, 4 fakîr ile 75 devr yapılır. Fakîr adedi de 10 olursa, 30 devr yapılır.<br />

Nemâz iskâtı bitdikden sonra, tutulmıyan, kazâ edilmeleri lâzım olan, 48 senelik,<br />

orucların iskâtı için, beş altını dört fakîre üç kerre devr eder. Çünki, bir senelik<br />

ya’nî, otuz günlük oruc keffâret iskâtı, elliikibuçuk kilo buğday veyâ 5,25 gram<br />

altın, ya’nî 0,73 aded altın lira olmakdadır. Görülüyor ki, hanefîde bir altın bir senelik<br />

oruc keffâretini iskât eder ve kırksekiz sene için kırksekiz altın vermek lâzım<br />

olur. Beş altın ile, dört fakîre bir devr yapınca, yirmi altın verilmiş oluyor. Kazâ edilmeleri<br />

lâzım olan orucların iskâtı yapıldıkdan sonra, zekât için, sonra kurban ve sadaka-i<br />

fıtr, nezr ve vârisleri bilinmeyen kul hakları için de birkaç devr yapılır.<br />

Mâlikî ve şâfi’î mezheblerinde, nemâz için de fidye verilir kavline göre, vitr nemâzı<br />

sünnet olduğu için, bir günde beş nemâz fidyesi verilir. Bu iki mezhebde, bir<br />

nemâz ve bir oruc fidyesi olarak bir müd’ buğday verileceği (El-Envâr) ve (Nef’ulenâm)da<br />

yazılıdır. Bir müd’ 173,3 dirhem olup, bir günlük beş nemâz fidyesi 2,1<br />

kgr. bir ay için 63 kgr. buğday, ya’nî 0,875 aded altın lira, bir sene için 705 kgr. buğday<br />

veyâ 10,5 aded altın ve bir aylık oruc fidyesi 5,2 kgr. buğday, 0,07 aded altın<br />

olur. Mâlikî ve şâfi’îler, hanefî mezhebini taklîd ederken, bir aylık nemâz fidyesi<br />

5 altın, bir aylık oruc fidyesi bir altın hesâb eder.<br />

Bir yemîn keffâreti için, bir günde on fakîr ve özrsüz bozulup keffâret lâzım olan<br />

bir günlük oruc keffâreti için, bir günde altmış fakîr lâzımdır ve bir fakîre bir günde,<br />

yarım sâ’ buğdaydan fazla verilemez. Ya’nî, birkaç yemîn keffâreti bir günde<br />

on fakîre verilemez. O hâlde, yemîn ve oruc keffâretleri için bir günde devr yapılamaz.<br />

Birinci kısm, 83. cü maddeye bakınız! Yemîn vasıyyeti varsa, bir yemîn için,<br />

bir günde on fakîrin herbirine ikişer kilo buğday veyâ un veyâ bu değerde herhangi<br />

bir mal, altın, gümüş verilir. Bunları, bir fakîre, on gün arka arkaya vermek de<br />

olur. Yâhud bir fakîre kâğıd para verip, (Seni vekîl ediyorum. Bu para ile, hergün,<br />

sabâh ve akşam olmak üzere, iki kerre on gün karnını doyuracaksın!) demelidir.<br />

Karnını böyle on gün doyurmayıp, kahve, gazete parası yaparsa, câiz olmaz. En iyisi,<br />

bir aşcı ile pazarlık edip, on günlük parayı aşçıya verip, fakîr, bu aşçıda, hergün,<br />

sabâh ve akşam olmak üzere iki kerre on gün karnını doyurmalıdır. Niyyet etdikden<br />

sonra bozulan oruc ve zıhâr keffâretleri de böyle olup, bu ikisinde, bir günün<br />

keffâreti için, altmış fakîre bir gün veyâ bir fakîre altmış gün yarım sâ’ buğday veyâ<br />

bu değerde başka mal vermek veyâ hergün iki kerre doyurmak lâzımdır.<br />

Vasıyyet edilmiyen zekât iskâtı yapılması lâzım değildir. Vârisin, zekât iskâtı için<br />

de, kendiliğinden devr yapabileceğine fetvâ verilmişdir.<br />

Velî, altınları fakîrlere her verişde, nemâz veyâ oruc iskâtı diye niyyet etmelidir.<br />

Fakîr de, velîye geri verirken, hediyye ediyorum demeli ve velî teslîm aldım<br />

demelidir. (Eşi’at-ül lemeât)da, sadaka, zekât alması câiz olmıyanı anlatırken diyor<br />

ki, (Âişe “radıyallahü anhâ” buyurdu ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

odama geldi. Çömlekde et kaynıyordu. Ekmek ile evde bulunan birşey ikrâm<br />

etdim. (Et pişdiğini gördüm) buyurdu. Hizmetçimiz Berîreye sadaka verilen et idi.<br />

– 1022 –


Siz sadaka [zekât] yimediğiniz için, bundan vermedim dedim. (Bu et Berîre için sadakadır.<br />

Onun bize verdiği ise hediyye olur) buyurdu). Fakîr aldığı zekâtı, zengine<br />

verebilir. Verdiği hediyye olur. Zenginin bunu alması halâl olur. Çünki fakîr kendi<br />

mülkünden vermişdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zengin, fakîr ayırmadan,<br />

herkesin hediyyesini kabûl eder, hepsine, dahâ fazla karşılığını verirdi.) [Velî,<br />

iskât yapamıyacak hâlde ise, o meyyitin iskâtlarını yapmak için yabancı birini<br />

vekîl eder. İskâtları, devri, başkalarına tercîhen bu vekîl yapar].<br />

[İmâm-ı Birgivînin (Vasıyyetnâme) kitâbının sonunda ve bunun Kâdî zâde<br />

Ahmed efendi şerhınde “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” diyor ki, fakîrlerin nisâba<br />

mâlik olmaması şartdır. Meyyitin akrabâsından olsa, câizdir. Fakîre verirken,<br />

(Falancanın şu kadar nemâzının iskâtı için, şunu sana verdim) demesi lâzımdır. Fakîr<br />

de, (Kabûl etdim) demelidir ve altınları alınca, kendinin mülkü olduğunu bilmesi<br />

lâzımdır. Bilmezse, önceden öğretmelidir. Bu fakîr de lutf edip, kendi isteği<br />

ile (Falancanın nemâzının iskâtı için, bedel olarak şunu sana verdim) diyerek<br />

başka fakîre verir. O fakîr de, eline alıp, (Kabûl etdim) demelidir. Alınca, kendi<br />

mülkü olduğunu bilmelidir. Emânet, ödünc gibi alırsa devr kabûl olmaz. Bu ikinci<br />

fakîr de, (Aldım, kabûl etdim) dedikden sonra, (Ol vech ile sana verdim) diyerek<br />

üçüncü fakîre verir. Böylece nemâz, oruc, zekât, kurban, sadaka-i fıtr, adak ve<br />

kul hakları, hayvân hakları için devr yapmalıdır. Fâsid ve bâtıl alışveriş de, kul hakları<br />

içindedir. Yemîn ve oruc keffâretleri için devr yapmak câiz değildir.<br />

Ondan sonra, altınlar hangi fakîrde kalırsa, lutf edip, arzûsu ve rızâsı ile, velîye<br />

hediyye eder. Velî alıp, kabûl etdim der. Eğer fakîr hediyye etmezse, kendi malıdır,<br />

zor ile alınmaz. Velî bir mikdâr altını veyâ kâğıd para veyâ meyyitin eşyâsından<br />

bu fakîrlere verip, bu sadaka sevâbını da meyyitin rûhuna hediyye eder. Borcu<br />

olan fakîr ve bâlig olmamış çocuk devr yapmağa katılmamalıdır. Çünki borclunun,<br />

eline geçen altınlar ile borcunu ödemesi farzdır. Bu farzı yapmayıp, altınları<br />

meyyitin keffâreti için yanındaki fakîre hediyye vermesi câiz olmaz. Devr kabûl<br />

olur ise de, kendisi hiç sevâb kazanmaz. Hattâ günâha girer. Çocuğun da hediyye<br />

vermesi sahîh olmadığı İbni Âbidînde “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” yazılıdır.]<br />

Malı olmıyan meyyit, devr yapılmasını vasıyyet ederse, velînin devr yapması vâcib<br />

olmaz. Meyyitin keffâretlerini iskât edecek kadar malının hepsini, mîrâsın üçde<br />

birini aşmamak üzere vasıyyet etmesi vâcib olur. Böylece, devre lüzûm kalmadan, iskât<br />

yapılır. Üçde biri iskâta yetişdiği hâlde, üçde birinden az malın devr edilmesini<br />

vasıyyet ederse, günâha girer. İbni Âbidîn, beşinci cild, ikiyüzyetmişüçüncü [273] sahîfede<br />

buyuruyor ki, (Küçük çocukları olan veyâ fakîr olup mîrâsa muhtâc hâlde bâlig<br />

çocukları sâlih olan hastanın, nâfile olan hayrât ve hasenâtı vasıyyet etmeyip, sâlih<br />

çocuklarına bırakması dahâ iyidir). (Bezzâziyye)de, hediyyeyi anlatırken diyor ki,<br />

(Malını hayrâta sarf edip, fâsık olan çocuğuna mîrâs bırakmamalıdır. Çünki, günâha<br />

yardım etmek olur. Fâsık çocuğa da nafakadan fazla para, mal vermemelidir.)<br />

Çok sayıda nemâz, oruc, zekât, kurban ve yemîn borcları olup da, bunlar için,<br />

mîrâsın üçde birinden az bir malın devr edilmesini ve geri kalan mal ile, Kur’ân-ı<br />

kerîm, hatm-i tehlîl ve mevlid okutulmasını vasıyyet etmek câiz değildir. Bunları<br />

okumak için para veren ve alan günâha girer. Kur’ân-ı kerîm öğretmek için para<br />

alıp vermek câizdir. Okumak için câiz değildir.<br />

Meyyitin borclu olduğu nemâzları, orucları, vârislerin ve herhangi bir kimsenin<br />

kazâ etmesi câiz değildir. Fekat, nâfile nemâz kılıp, oruc tutup, sevâbını meyyitin<br />

rûhuna hediyye etmek câiz ve iyi olur.<br />

Meyyitin borcu olan haccını, vekîl etdiği kimsenin, meyyitin parası ile kazâ etmesi<br />

câiz olur. Ya’nî, meyyiti borcdan kurtarır. Çünki hac, hem beden ile, hem de<br />

mal ile yapılan ibâdetdir. Nâfile hac, başkası yerine her zemân yapılır. Farz hac ise,<br />

ancak ölünciye kadar hacca gidemiyecek kimse yerine, vekîli tarafından yapılır.<br />

(Mecma’ul-enhür)de ve (Dürr-ül-müntekâ)da diyor ki, (Meyyitin iskâtını defn-<br />

– 1023 –


den önce yapmalıdır.) Defnden sonra da câiz olduğu, (Kuhistânî)de yazılıdır.<br />

Meyyit için yapılan nemâz, oruc, zekât, kurban keffâretlerinin iskâtında, bir fakîre<br />

nisâbdan fazla verilebilir. Hattâ, altınların hepsi, bir fakîre verilebilir.<br />

Ölüm hastasının, kılmadığı nemâzların fidyesini vermesi câiz değildir. Oruc tutamıyacak<br />

kadar ihtiyâr olanın, tutamadığı orucların fidyesini vermesi câizdir. Hastanın,<br />

nemâzlarını başı ile îmâ ederek de kılması lâzımdır. Böyle îmâ ile bir günden<br />

fazla nemâz kılamıyacak hastanın, kılamadığı nemâzları afv olur. İyi olursa,<br />

bunları kazâ etmesi lâzım gelmez. Tutamadığı orucları, iyi olunca tutması lâzımdır.<br />

İyi olmayıp, vefât ederse, bu orucları afv olur.<br />

Şimdi, İstanbulda, bir kimse ölünce, hemen nüfûs kâğıdı ve iki şâhid ile, belediyye<br />

tabîbliğine gidilip, (Defn ruhsatiyyesi) alınır. Mezârlıklar müdürlüğüne götürülür.<br />

Buraya, yıkama, cenâze arabası ve mezâr ücreti yatırılır. Buradan, mezârlıkdaki<br />

me’mûra hitâben defn emri alınır. Meyyit, yâ evde yıkanır. Yâhud mezârlıklar<br />

müdürlüğü yıkatır. Her iki şeklde de, cenâze arabası, meyyiti evden alır. Câmi’ye<br />

ve sonra mezârlığa götürür.<br />

Hemen kabristâna gidilip, mümkin olduğu kadar derin bir mezâr kazdırılır.<br />

Verâset i’lâmı lâzım ise, mahkemeye, şöyle bir dilekçe verilir. Meselâ:<br />

İstanbul sulh hukûk nöbetci hâkimliğine<br />

Da’vâcı: Nefîse Sîret Işık — Fâtih, Şeyh resmî mah.<br />

Müstakîm zâde sokak No. 23.<br />

Annem Sü’adâ Akışık, dul olarak, 1.9.1958 târîhinde, vefât ile benden başka mîrâscısı<br />

bulunmadığından ve işin mühim ve müsta’cel mevâddan bulunması hasebîle,<br />

her ne kadar, adlî ta’tîl ise de, fekat bu verâsetin alınmasında, acele mühim bir iş zuhûr<br />

etmiş bulunduğundan, müsta’celiyyet karârı ile, da’vânın kabûlünün ve bu sûretle,<br />

verâset vesîkası verilmesine müsâ’ade buyurulmasını saygı ile diler, arz eylerim.<br />

Bu dilekçe, doğruca hâkime verilip, imzâdan sonra kalem odasına verilir. Kayd<br />

etdirilip üzerine yazılan para, mahkeme veznesine yatırılır. Tekrâr kalem odasına<br />

gelip, dilekçe nüfûs me’mûrluğuna havâle etdirilir. Nüfûs me’mûrluğuna götürülüp,<br />

tasdîkli nüfûs sûreti alınarak mahkemeye getirilir. Mahkemenin bildireceği günde,<br />

iki şâhid ile mahkemeye gelip, muhâkemeden sonra, kalem odasından üç aded<br />

verâset i’lâmı istenir. Parası vezneye yatırılıp bildirilen günde, gidip alınır.<br />

Bu işleri sıcağı sıcağına, derhâl yapmalıdır. Hemen yapılmazsa, senelerle sürüncemede<br />

kalır ve birçok işlerin yapılması, bu yüzden geri kalır. Verâset i’lâmı birçok<br />

işler için lâzım ise, noterlikden, lâzım olduğu kadar sûret çıkarmalıdır.<br />

Ölüm vardır, gâfil olma, sakın meyl etme dünyâya!<br />

Kapılma mal-ü emlâke, sakın aldanma dünyâya.<br />

Çalış emr-i ilâhîyi yetdikçe icrâya!<br />

Gelenler hep sefer eyler, muhakkak dâr-ı ukbaya!<br />

Yüzün dön, ilticâ eyle, Cenâb-ı Zât-i Mevlâya!<br />

Bu dünyâ bir köprüdür, her gelen bir bir geçer durmaz!<br />

Hani âbâ-ü ecdâdın, ne oldu, kimseler sormaz.<br />

Hani annen, baban nerde, bu dünyâ kimseye kalmaz.<br />

Gelenler hep sefer eyler muhakkak dâr-ı ukbaya.<br />

Yüzün dön, ilticâ eyle, Cenâb-ı Zât-i Mevlâya!<br />

Ecel bir gelir, ondan aceb kurtulan var mı?<br />

Hiç ölmem diyenler ölmüş, bakın hiç kurtulan var mı?<br />

Hani şahlar ve sultânlar, bakın hiç nişan var mı?<br />

Gelenler hep sefer eyler muhakkak dâr-ı ukbâya,<br />

Yüzün dön, ilticâ eyle, Cenâb-ı Zât-ı Mevlâya.<br />

– 1024 –


64 — FERÂİZ BİLGİSİ<br />

Vefât eden kimsenin bırakdığı malın kimlere verileceğini ve nasıl dağıtılacağını<br />

öğreten ilme, (İlm-i ferâiz) denir. Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde, en açık ve<br />

en geniş bildirdiği şey, meyyitden kalan mîrâsın nasıl dağıtılacağıdır. Burada yapılacak<br />

işlerin çoğu farz olarak emr olunduğu için, hepsine (Ferâiz ilmi) denilmişdir.<br />

(Tezkire-i Kurtubî) muhtasarında, İbni Mâce ve Dâre Kutnînin “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma’în “bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Ferâiz ilmini öğrenmeğe çalışınız!<br />

Bu ilmi gençlere öğretiniz! Ferâiz ilmi, din bilgisinin yarısı demekdir. Ümmetimin<br />

en önce unutacağı, bırakacağı şey, bu ilm olacakdır) buyuruldu.<br />

(Dürr-ül-müntekâ) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki: (Gayb olan kimse,<br />

hükmen öldü sayılır. Ana rahminde öldürülüp diyeti verilen cenîn, takdîren ölü<br />

sayılır. Bu ikisinin de malları vârislerine taksîm edilir. Ölüm zemânında ana rahminde<br />

bulunan vâris, takdîren diri sayılır. Bu cenîn, bir oğlan veyâ bir kız imiş gibi<br />

iki dürlü ferâiz hesâbı yapılıp, ikisinden hissesi çok olanı ayrılıp, geri kalan, diğer<br />

vârislere taksîm edilir. Bu cenîn iki seneden önce, diri olarak doğarsa, hemen<br />

ölse bile vâris olur ve ölünce mîrâs bırakır.) (İbni Âbidîn)de ve (Dürr-ül-müntekâ)da<br />

diyor ki, (İki kardeşden biri Çinde, diğeri Endülüsde, aynı gün, güneş doğarken<br />

ölseler, Endülüsde ölen, diğerine vâris olur. Çünki, [Erd küresi garbdan şarka<br />

doğru döndüğü için], güneş şarkda dahâ önce doğmakdadır.)<br />

1 — Meyyitin bırakdığı maldan ve mülkden, sıra ile, yıkama, kefenleme, defn<br />

masrafları ve sonra kul borcları ayrılıp verilir. Geriye kalan mal, mülk, piyasaya<br />

göre değerlendirilip, üçe bölünür. Bir kısmı ile, islâmiyyete uygun olan vasıyyetleri<br />

yerine getirilir. Diğer iki kısm eşyânın, değerlerine göre kendileri veyâ satılıp<br />

paraları vârislerine şöyle dağıtılır:<br />

(1): Önce, eshâb-ı ferâiz denilen oniki kişiye, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen hakları<br />

verilir. Bu haklara, (Farz) adı da verilmişdir. Bunlardan dördü erkekdir.<br />

(2): Eshâb-ı ferâizden artan mal, asabe denilen akrabâdan meyyite en yakın olanına<br />

verilir. Asabelerin ismi sonra bildirilecekdir. Asabe yok ise, bu artanlar da,<br />

eshâb-ı ferâize dağıtılır. Fekat, zevc ve zevceye, bu sefer verilmez.<br />

(3): Eshâb-ı ferâizden ve asabelerden kimse yok ise, zevil-erhâm denilen akrabâya<br />

verilir. Zevil-erhâm beş sınıfdır. İsmleri, üçüncü kısm, 65. madde sonuna doğru<br />

yazılıdır.<br />

(4): Zevil-erhâmdan da kimse yoksa, mevlel-muvâlât denilen adama verilir. [On<br />

numaraya bakınız!] Bu da yok ise, kardeşimdir demesi gibi, bir vâsıta ile soyu olduğunu<br />

söylediği, fekat o vâsıtanın kabûl etmediği kimseye verilir.<br />

(5): Yukarıdaki vârislerden hiçbiri yok ise, mîrâsın üçde ikisi dahî, vasıyyete harcanır.<br />

Vasıyyeti de yok ise, meyyit zimmî olsa bile, Beyt-ül-mâl alır.<br />

2 — Eshâb-ı ferâizi Kur’ân-ı kerîm altı sınıfa ayırmışdır: Her sınıfın hissesini<br />

[farzını] şöyle bildirmişdir:<br />

NISF: Mîrâs kalan maldan vasıyyet edilen mikdârı ayrıldıkdan sonra, geriye kalanın<br />

yarısını, aşağıdaki beş cins insandan biri alır. Şöyle ki, ilk dört cinsin birinden<br />

bir kişi varsa, o ve zevc alır. Bu dört cinsden ikisi bir arada bulunamaz.<br />

Kızı: Meyyitin oğlu yok ise, kızı yarısını alır.<br />

Oğlunun kızı: Çocuğu [ya’nî oğlu ve kızı] ve oğlunun oğlu yok ise, yarısını alır.<br />

Kız kardeşi: Meyyitin çocuğu, oğlunun çocuğu ve erkek kardeşi veyâ babası olmadığı<br />

zemân, yarısını alır.<br />

Babadan kız kardeş: Kız kardeşi olmadığı vakt, onun yerine, yarısını alır.<br />

Zevc: Meyyitin çocuğu veyâ oğlunun çocuğu olmadığı zemân yarım alır.<br />

Bu beş kimseden ilk dördü, kendi erkek kardeşi ile birlikde olunca, farzını<br />

– 1025 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:65


alamaz. Yalnız asabe olur. Asabe olunca, erkek, kız kardeşinin iki katını alır.<br />

Bunun sebebi, 588. ci sahîfede îzâh edilmişdir. Bu dört cinsin birinden birden fazla<br />

bulunursa, nısf yerine Sülüsân alıp paylaşırlar.<br />

RUBU’: Dörtde birini alacak olanlardır. Bunlar iki kimsedir:<br />

Zevc: Çocuğu veyâ oğlunun çocuğu varsa, zevc dörtde bir alır.<br />

Zevce: Çocuğu veyâ oğlunun çocuğu olmadığı zemân rubu’ alır.<br />

Zevc ve zevce, talâk-ı ric’îde, kadının iddet zemânında, birbirlerine vâris olurlar.<br />

SÜMÜN: Sekizde birini alacak olan, yalnız bir kimsedir.<br />

Zevce: Çocuğu veyâ oğlunun çocuğu olduğu zemân sekizde bir alır.<br />

SÜLÜSÂN, ya’nî üçde iki: Hissesi nısf olanlardan zevcden başka birinden,<br />

birden fazla olunca, üçde ikiyi alıp aralarında müsâvî olarak bölerler.<br />

SÜLÜS, ya’nî üçde birini iki kimse alır:<br />

Anası: Meyyitin çocuğu, oğlunun çocuğu veyâ her dürlü kardeşden birden fazla<br />

yok ise, anası, üçde birini alır. Babası ve zevc veyâ zevcesi de varsa, anası, zevc<br />

veyâ zevceden ve babadan kalanın üçde birini alır. Baba yerine ced varsa, ana tekmîl<br />

malın üçde birini alır.<br />

Anadan kardeşler: Bunlara, (Benûl-ahyâf) denir. Birden fazla oldukları zemân,<br />

üçde birini alıp aralarında paylaşırlar. Erkeği ve kadını hep aynı mikdârda alır. Meyyitin<br />

çocuğu veyâ oğlunun çocuğu yâhud babası, dedesi var ise, benûl-ahyâf mîrâs<br />

alamaz.<br />

SÜDÜS, ya’nî altıda birini yedi kimse alır:<br />

Babası: Meyyitin çocuğu veyâ oğlunun çocuğu olduğu zemân, baba altıda birini<br />

alır.<br />

Anası: Meyyitin çocuğu, oğlunun çocuğu veyâ her dürlü kardeşden birden fazla<br />

varsa, anası altıda birini alır.<br />

Sahîh dede ve nineler: Meyyitin babası olmaz, oğlu varsa, ced ve ceddeler, altıda<br />

bir alır.<br />

Oğlunun kızları: Meyyitin bir kızı ile birlikde bulundukları zemân, oğlunun kızları<br />

altıda bir alıp paylaşırlar.<br />

Babadan kız kardeşi: Meyyitin bir kız kardeşi ile birlikde olduğu zemân, südüs<br />

alır.<br />

Anadan kardeş: Anadan kız veyâ erkek kardeşi bir dâne ise, südüs alır.<br />

İhtâr: Baba altıda bir aldığı zemân, önce baba südüs alıp, geri kalanın üçde birini<br />

ana alır. Ana olmazsa, nineler yine südüs alır. Ana yerine geçemeyip, sülüs alamazlar.<br />

3 — Erkek vâris on kişi olup, dokuzu asabedir. Zevc, asabe olamaz.<br />

Baba: Meyyitin çocuğu veyâ oğlunun çocuğu yoksa, baba yalnız asabe olur. Kızı<br />

veyâ oğlunun kızı varsa, hem eshâb-ı ferâizden olur, hem de asabe olur. Oğlu veyâ<br />

oğlunun oğlu varsa, yalnız südüs alır.<br />

Sahîh ced: Meyyite ana taraflarından bağlı olmıyan dedeler demekdir. Meyyitin<br />

çocuğu ve babası bulunmazsa, baba yerine asabe olur. Oğlu bulunursa, baba<br />

yerine yalnız südüs alır. Baba varsa, hiç vâris olamaz.<br />

Oğul: En kuvvetli asabe olup, oğul bulunduğu zemân, diğer asabelerin hiçbiri<br />

asabe olamaz. Dünyâya gelecek çocuk varsa, oğul kabûl edilerek hissesi ayrılır.<br />

Oğlunun oğlu: Meyyitin oğlu bulunmadığı zemân, oğlunun oğlu, en kuvvetli asabe<br />

olur ve başka asabeler, asabe olamaz.<br />

Birâder: Şakîk, yalnız babadan, yalnız anadan birâder olmak üzere üç dürlüdür:<br />

– 1026 –


Şakîk, ya’nî anadan ve babadan erkek kardeş, birâder veyâ baba bir birâder,<br />

meyyitin oğlu, oğlunun oğlu, babası ve dedeleri bulunmadığı zemân asabe olurlar.<br />

Birâder oğlu, amca ve babadan amca veyâ babanın amcası ve bunların oğulları<br />

ve meyyit âzâd olmuş köle veyâ câriye ise, bunu âzâd eden adam, kendilerinden<br />

dahâ kuvvetli asabe bulunmazsa, sıra ile asabe olurlar.<br />

Zevc: Yalnız eshâb-ı ferâizdendir. Asabe olmaz.<br />

4 — Kadın vâris yedi kişidir: Meyyitin kızı, oğlunun kızı, anası, sahîh ceddeleri,<br />

üç dürlü kız kardeşi, zevcesi, meyyit âzâd olmuş köle veyâ câriye ise, bunu âzâd<br />

eden kadın. Birden fazla zevce bir farz alarak paylaşırlar.<br />

5 — Meyyitin kızı birden çok olursa, oğlunun kızları vâris olamaz. Fekat, oğlu<br />

olmıyarak, oğlunun oğlu da bulunursa, oğlunun kızları, bununla birlikde asabe<br />

olarak, kızlardan artanı, oğlunun oğulları ile, oğlunun kızları arasında, erkeğe iki<br />

kat olarak taksîm edilir. Oğul varsa, oğul çocukları vâris olamaz.<br />

6 — (Benûl-a’yân), ya’nî şakîkler, ya’nî ana baba bir erkek kardeşler ve (Benûl’allât),<br />

ya’nî yalnız baba bir kardeşler; oğul, oğul oğlu, baba, dededen biri bulunduğu<br />

zemân vâris olamazlar.<br />

Kız kardeşler; meyyitin kızı veyâ oğlunun kızı bulunduğu zemân veyâ kendi birâderi<br />

bulunduğu zemân, yalnız asabe olurlar. Oğul, oğlun oğlu veyâ baba varsa,<br />

vâris olamazlar.<br />

Meyyitin şakîkası, ya’nî ana baba bir kız kardeşi birden fazla ise, babadan kızkardeşleri,<br />

yalnız iken vâris olamaz. Fekat, babadan birâderi de varsa, babadan kızkardeşleri<br />

asabe yaparlar ve meyyitin kız kardeşlerinden artan mal, baba bir kardeşler<br />

arasında, erkeğe iki kat olmak üzere taksîm edilir.<br />

Babadan kız kardeşler; meyyitin kızı veyâ oğlunun kızı bulunduğu zemân veyâ<br />

kendi erkek kardeşi bulunduğu zemân, yalnız asabe olurlar ise de, meyyitin iki<br />

kız kardeşi, oğul, oğlun oğlu veyâ baba varsa, vâris olamazlar. Meyyitin ana baba<br />

bir kardeşlerinin bulunması, anadan olan kardeşleri vâris olmakdan çıkarmaz. Ya’nî<br />

benûl-ahyâf, benûl-a’yân sebebi ile vârislikden düşmez.<br />

7 — Meyyitin zevcesinden veyâ câriyesinden olan oğlu ve kızı, babası, anası,<br />

zevci ve zevcesi, mîrâsdan hiç mahrûm kalmaz. Bunlardan başka asabelerden, meyyite<br />

bir kişi ile bağlı olan kimse, bu kişi bulunduğu zemân, vâris olamaz. Meyyite<br />

yakın olanlar, uzak olanları mahrûm bırakır. [Meselâ, kız kardeş asabe olduğu zemân,<br />

amcası veyâ erkek kardeşin oğlu asabe olamaz.] Yalnız, ana bir kardeşler bundan<br />

müstesnâdır. İki yakınlığı olan, bir yakınlığı olanı mahrûm eder. Meselâ, baba<br />

bir birâderler, ana ve baba bir erkek kardeş bulununca, mîrâs alamazlar. Baba<br />

bir kız kardeşler, asabe oldukları zemân, meyyitin erkek kardeşi bulununca, asabelikden<br />

düşerler. Bunun gibi, meyyitin kızı bulunduğu zemân, baba bir erkek kardeşi<br />

düşürmeyip, anadan kardeşi düşürür.<br />

Eshâb-ı ferâiz, bir sahîfe önce yazılı olan şartlara göre, mîrâs alabilir.<br />

8 — Ceddelerin, ya’nî büyük annelerin hepsi, meyyitin anası bulunduğu zemân,<br />

mîrâsdan düşerler. Baba tarafından olan ceddeler, baba bulunması ile de, düşerler.<br />

Fekat, ceddin bulunması ile düşmezler.<br />

9 — Köle, meyyiti öldüren, başka dinden olanlar ve mürtedler mîrâs alamaz.<br />

[Şu hâlde, müslimân evlâdı olduğu hâlde, halâle, harâma, farzlara, meselâ, nemâza,<br />

gusl abdesti almağa ehemmiyyet vermiyen, oruc tutmak istemiyen, günâh işleyince<br />

pişmân olmayan mürted olur, müslimândan mîrâs alamaz.] Babası sâhib<br />

çıkmıyan veled-i zinâ, babasına vâris olamaz. Hâlbuki, müslimânın kâfire, kâfirin<br />

de müslimâna mal vasıyyet etmeleri câizdir.<br />

10 — Bir zimmî [ya’nî gayr-i müslim vatandaş] veyâ harbî [ya’nî vatandaşımız<br />

olmıyan kâfirler], bir müslimânın yardımı ile îmâna gelir ve bu müslimânı velî kabûl<br />

ederse, ya’nî onun emrine girerse ve bu müslimân da, bunun ile muvâlâtı ka-<br />

– 1027 –


ûl ederse, ya’nî bunun borclarını ödemeği kabûl ederse, bu müslimân, onun<br />

(Mevlel-muvâlâtı) olur.<br />

Birinci kısmda, yetmişsekizinci maddede, toprak mahsûlleri zekâtını bildirirken,<br />

erâzî kanûnu şerhınde, beş nev’ toprak olduğunu yazmışdık. Birincisi mülk olan<br />

topraklar idi. Bunların sâhibi vefât edince, toprak satılıp, parası ile, sâhibinin<br />

borcu ödenebilir. Kalanın üçde birinden vasıyyeti yapılır. Üçde ikisi vârislerine,<br />

mîrâsları mikdârında verilir. İkinci nev’ topraklar, Beyt-ül-mâlın olan mîrî topraklardır.<br />

Bunlar, şahslara peşin para karşılığı, tapu senedi ile kirâya verilir. Alanın<br />

mülkü olmaz. Sâhibi ölünce, satılıp borcu ödenmez, vasıyyeti yapılmaz. Vârislerine<br />

mîrâs olmaz. Başkasına kirâya verilir. Fekat, millete iyilik olmak için, sâhibinin<br />

mîrî toprağı, para karşılığı başkasına devr etmesi veyâ hediyye etmesi ve<br />

ölünce, peşin para almadan çocuklarına devr olunması devletce kabûl edilmişdi.<br />

Tapunun, çocuklarına devr edilmesi mîrâs olmayıp, devletin ihsânıdır. Vârise<br />

mülk olmaz. Kirâ ile verilmiş olur. Kanûnun ellidördüncü ve sonraki maddelerine<br />

göre, tapu sâhibi ölünce, toprak, erkek ve kız çocuklarına müsâvî olarak verilir.<br />

Çocukları yok ise, torunlarına, bunlar da yok ise, babasına, baba da yok ise, anasına<br />

parasız verilir. Fekat, devr hakkı babaya veyâ anaya verilirken, dörtde biri zevc<br />

veyâ zevceye verilip, dörtde üçü baba veyâ anaya verilir. Çocuk veyâ torun varken,<br />

zevc veyâ zevce, mîrî toprakdan pay alamaz. Meyyitin torunları, çocukları ile<br />

birlikde eşit pay alırlar. Şimdi mîrî toprak kalmamış, herkesin mülkü olmuşdur. Şimdi,<br />

mîrâs gibi bölünmeleri lâzımdır. (Berîka) ve (Hadîka) kitâblarının sonuna<br />

bakınız!<br />

Her müslimân, ölüm hastalığında bir (Vasıyyet) yazmalıdır. (Mâ-lâ-büdde)de<br />

diyor ki, (Vasıyyetnâmeyi maraz-ı mevtde yazmak vâcib, sıhhatde iken yazıp,<br />

yanında taşımak müstehabdır.) Burada evlâdına, ahbâbına son nasîhatini yapmalıdır.<br />

Kendinde hakkı bulunanlardan, halâllaşmalarını, alacaklarını, vereceklerini,<br />

borcların ödenmesini, iskât yapılmasını, hac borcu varsa, vekîl gönderilmesini<br />

istemeli, cenâze hizmetindeki ve defnden sonraki isteklerini bildirmelidir. Zevcesine<br />

olan (Mehr-i müeccel) borcunun ödenmesi için vasıyyet etmesini unutmamalıdır.<br />

Bu isteklerinin ahkâm-ı islâmiyyeye uygun yapılması için, âdil iki şâhid yanında<br />

bir vasî seçmelidir. (Kâdîhân) “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Tarlasının<br />

kabristân yapılması veyâ malının üçde biri ile yolcular için hân, mescid yapılması<br />

yâhud yolcular için çeşme yapılması, müslimânlara kefen, tabut alınması,<br />

kabr kazdırılması, bir mescide sarf edilmesi için vasıyyet etmek, imâm-ı Muhammede<br />

göre “rahmetullahi teâlâ aleyh” câizdir. Malının sülüsü ile habshâne yapılmasını<br />

vasıyyet câiz değildir. Bunu yapdırmak hükûmetin vazîfesidir. Hac yapılmasını<br />

vasıyyet edince, bulunduğu şehrden gönderilir. Malı az ise, malının yetişeceği<br />

yerden gönderilir. Gazâ edilmesi için vasıyyet edince, harb edenlere ve harb<br />

malzemesi için verilir. Ehl-i kitâb kâfirlerin fakîrlerine verilmek için vasıyyet câizdir.<br />

Kilise yapmaları için vasıyyet câiz değildir. Kâtilinin afv edilmesini vasıyyet<br />

bâtıldır. Yalnız ev bırakan kimsenin, birinin evde oturmasını vasıyyet etmesi câizdir.<br />

Ölünciye kadar evde oturur. Maraz-ı mevt hâsıl olmadan önce, çocuklarından<br />

birine, fazla hizmet etdiği veyâ muhtâc olduğu için, birşey hediyye etmek câizdir.<br />

Malının sülüsünün bir şehrdeki fakîrlere dağıtılmasını vasıyyet edince, başka<br />

şehrdeki fakîrlere dağıtılması câiz olur. Bu parayı on fakîre dağıt denilip, hepsinin<br />

bir fakîre verilmesi ve bunun aksi de câiz olur. On günde dağıt denilip, hepsini<br />

bir günde dağıtsa câiz olur. Malımın sülüsünü akrabâma dağıtın dese, vârislerin<br />

gayrısına dağıtılır. Vârisler arasında küçükler olsa veyâ meyyitin borcu olsa da,<br />

büyükler mîrâsdan yiyebilirler. (Şirketler) maddesine bakınız! Bir kimse vasıyyetini<br />

ibtâl edebilir. Vasıyyetini inkâr etmesi, ibtâl olmaz. Vasıyyeti kabûl eden vasî,<br />

hasta öldükden sonra vazgeçemez. Emîn olmıyan fâsık veyâ zimmî vasî yapılırsa,<br />

hâkim bunları değişdirir. Ücret ile vasî yapmak câiz değildir. Fekat, söylediği<br />

– 1028 –


ücret, ona vasıyyet edilmiş olup, onu alır ve vasî olur. Vasî ta’yîn etmiyenin babası<br />

küçük torunlarına vasî olur ise de, borc ödemek için birşey satamaz. Vasî ve baba,<br />

yetîmin malını ödünc veremezler. Hâkim verebilir. Vasî, meyyitin borclarını<br />

yetîmin malı ile ödeyemez. Onun fıtrasını veremez. Kurbanını kesdiremez. Baba,<br />

ödeyebilir. Vasî muhtâc olunca, yetîmin malından yiyebilir. Kimseye hibe edemez.<br />

Helâk ederse, azl olunur. Vasî, yetîmin malından kendi için kullanıp sonra benzerini<br />

yerine korsa, câiz olmaz. Büyüdüğünde vermesi lâzım olur.) [1288] târîhli<br />

(Dürr-üs-sukûk) kitâbında şer’î mahkeme karârları yazılıdır. Vasî ta’yînini bildiren<br />

huccetlerden biri şöyledir:<br />

İslâmbol şehrinde Gedikpâşa yakınında, filân mahallede oturan bezzâz [manifaturacı]<br />

Osmân efendi meclis-i şer’ı şerîf-i enverde ve Ahmed ağanın yanında der<br />

ki, Allahü teâlânın emri ile vefât etdiğim zemân, bırakdığım malın hepsi ve bütün<br />

alacaklarım alınarak, önce âdet üzere techîz ve tekfînim yapılıp, sonra, borcum çıkarsa,<br />

bunları ödeyip geriye kalanın üçde biri ayrılsın. Bu ayrılan sülüs içinden şu<br />

kadar kuruşu ile nemâz iskâtı ve oruc, yemîn ve adaklarım için keffâretlerim yapılsın.<br />

Ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olarak iskât yapılarak müslimân fakîrlere dağıtılsın.<br />

Şu kadar kuruşu ile de tatlı [helva ve lokma] pişirip, fakîrlere yidirilsin. Şu<br />

kadar kuruşu ile kabrim yapılsın! Bu ayrılan sülüs malımın arta kalanını da, seçdiğim<br />

vasîm, dilediği hayrât ve hasenâta harc etsin, diye vasıyyet etdi. Bu vasıyyetimi<br />

yerine getirmeğe yanımdaki Ahmed ağayı seçdim ve ta’yîn eyledim dedi.<br />

Ahmed ağa da bu vasıyyeti dinleyip kabûl etdi ve hepsini en iyi şeklde yapmağı üzerine<br />

aldı. Biz de hâzır bulunup gördük, işitdik, şâhid olduk.<br />

İmzâ İmzâ Şâhid Şâhid<br />

Hasen oğlu Osmân Alî oğlu Ahmed Süleymân oğlu Ömer Velî oğlu Bekr<br />

(Behcet-ül-fetâvâ)da diyor ki, (Malının üçde birini hayrlı işlerde kullanması için<br />

biri vasî ta’yîn edilip, vasî de bu kadar malı hayrlı işlere verse, ölünün vârisleri, bu<br />

malı nerelere verdin diye vasîye soramazlar.)<br />

Vasî ta’yîn etmeden ölen kimsenin vasıyyetini yerine getirmek için, hâkim bir<br />

vasî ta’yîn eder.<br />

(Redd-ül-muhtâr) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” fâsid bey’leri anlatırken buyuruyor<br />

ki, (Vârisler, mîrâs kalan malda, başkalarının hakkı bulunduğunu bildiği<br />

zemân, hak sâhiblerini de biliyorlarsa, bunlara haklarını vermek lâzımdır. Bu<br />

mal, vârislere harâm olur. Hak sâhiblerini bilmiyorlarsa, fekat başkasının olan malı<br />

ayırd edebiliyorlarsa, bu belli mal, vârislere yine harâm olur. Sevâbı sâhibine olmak<br />

niyyeti ile, bunu fakîrlere sadaka vermelidir. Bu mal, meyyitin halâl malı ile<br />

karışmış ise ve sâhibi de belli değilse, vârislerine halâl olur, denildi. [Bir me’mûr<br />

vefât ederken, vârislerden birine, tazmînât veyâ ma’âş olarak, para verirse, bu para,<br />

alanın mülkü olur. Diğer vârisler, bu paradan bir hak taleb edemez.]<br />

Zulm ile, rüşvet ile, gasb ile, sirkat ile edindiği veyâ alacakları böyle harâm para<br />

ile ödendiği bilinen bir kimsenin yemeğini yimek câizdir. Yemeğin kendisi harâmdan<br />

geldiği bilinirse, câiz olmaz. Kadının, zevcinin getirdiğini yimesi de böyledir.<br />

Borcları, bırakdığı maldan çok olan meyyitin vârisleri, kalan malı satdırmayıp,<br />

kıymetlerini, alacaklılara kendi mallarından ödiyebilirler. Alacaklılar, borcun<br />

hepsini ödemezseniz, malları size bırakmayız diyemezler.)<br />

Mîrâs bölünürken, erkek çocuklara kız çocukların iki katı verilmesi, ba’zı kimselerin<br />

yanlış düşünmesine sebeb oluyor. Din câhilleri, buradan da islâmiyyete saldırıyorlar.<br />

Müslimânlıkda kadınların hakkı çiğneniyor diyorlar. Ziyâ Gökalpin bu<br />

yolda düzdüğü çok aşağı bir şi’ri (Fâideli Bilgiler) kitâbının (Doğru Söze İnan, Bölücüye<br />

Aldanma) kısmında, kırkbirinci maddesinde yazılıdır. Hâlbuki, islâmiy-<br />

– 1029 –


yetde kadın, mîrâsdan hiçbirşey almağa muhtâc bırakılmamışdır. Onun bütün<br />

ihtiyâclarını, kocası, babası, erkek kardeş ve amca gibi mahrem yakınları, çalışıp,<br />

kazanıp, ona vermeğe mecbûr tutulmuşdur. Erkeklerin, bu güc vazîfelerinden<br />

dolayı, mîrâsın hepsini almaları lâzım gelirken, islâmiyyet kadınlara iltimâs ederek,<br />

erkeğe verilenin yarısını da onlara vermekdedir. Erkek, kadına bakmağa<br />

mecbûr, kadının ise, kendine bile bakması lâzım olmadığı hâlde, islâmiyyet kadını<br />

kayırmakda, ona ayrıca mîrâs da vermekdedir. İslâmiyyetde kadınların çok kıymetli<br />

oldukları, buradan da anlaşılmakdadır. Bir kız, (Ben, erkek kardeşim kadar<br />

isterim) derse, mîrâsı altı kısma bölerek, erkek dört kısmı, kız iki kısmı alıp, (Allahü<br />

teâlânın bu emrine râzı olduk) derler. Sonra erkek dört hisseden birini kız kardeşine<br />

hediyye eder.<br />

65 — FERÂİZ HESÂBLARI<br />

Ferâiz problemlerini çözebilmek için, bundan evvelki maddede bildirilmiş olan<br />

on bilgiyi iyi anlamak ve ezberlemek lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmde açıkca emr edilmiş<br />

olan, yukarıda, ikinci numarada yazılı, altı farzdan, nısf, rubu’, sümün cinslerine<br />

(Birinci nev’), sülüsân, sülüs ve südüs cinslerine (İkinci nev’) denir. Ferâiz hesâbı<br />

iki kısma ayrılır:<br />

BİRİNCİ KISM: Eshâb-ı ferâiz ve asabe, birlikde mevcûddür. Bu kısmda beş<br />

hâl olabilir:<br />

1 — Nısf, ikinci nev’ ile birlikde bulunursa, mîrâs altıya bölünür. Buna,<br />

mes’elenin [problemin] aslı altıdan oldu denir.<br />

Meselâ, zevc ve iki aded anadan kız kardeş ve bir aded amca varsa, problemin<br />

aslı altıdan olup, zevc üç hisse, anadan iki hemşîre iki hisse alıp, geri kalan bir hisse<br />

amcaya verilir. Bir kadın ölünce dokuzbin liralık mal bıraksa, kadının zevci: 9000<br />

x 3 / 6 = 4500 lira, anadan iki hemşîre: 9000 x 2 / 6 = 3000 lira, amca: 9000 x 1 / 6 =<br />

1500 lira alır. Kız kardeşin herbirine binbeşyüz lira düşer.<br />

İkinci misâl: Zevc, ana ve ced bulunduğu zemân, zevc üç hisse, ana iki hisse alıp,<br />

geri kalan bir hisse dedenin olur.<br />

2 — Rubu’, ikinci nev’ ile birlikde bulunursa, mes’elenin aslı onikiden olur.<br />

Meselâ, zevce ve ana ve iki kız kardeş ve anadan iki kız kardeş bulunduğu zemân,<br />

mîrâs onikiye taksîm edilip, zevceye üç hisse, anaya iki hisse, iki kız kardeşe<br />

sekiz hisse [herbirine dört hisse], ana bir kız kardeşe dört hisse [herbirine ikişer<br />

hisse] verilir ki, hisseler mecmû’u onyedi oluyor. Şu hâlde, mes’elenin aslı onyediye<br />

(Avl) etdi denir ve mîrâs onyediye taksîm edilir.<br />

İkinci misâl: Meyyitin zevcesi, babasının anası ve babadan amcası kaldığı zemân,<br />

oniki hisseden üç hisse zevceye, iki hisse ceddeye ve geri kalan yedi hisse, asabe<br />

olan babadan amcaya verilir.<br />

3 — Sümün, ikinci nev’ ile birlikde bulunduğu zemân, mes’elenin aslı yirmidörtden<br />

olur. Meselâ, zevce, iki kız, ana ve amca bulunduğu zemân, problemin aslı<br />

yirmidörtden olup, [24 x 1 / 8 = 3] üç hisse zevceye, [24 x 2 / 3 = 16] onaltı hisse<br />

iki kıza, dört hisse anaya verilip, geri kalan bir hisse amcanın olur.<br />

İkinci misâl: Zevce, kız, oğul kızı, ana ve kız kardeş bulunduğu zemân, yirmidört<br />

hisseden üç hisse zevceye, dört hisse oğul kızına, dört hisse anaya, oniki hisse<br />

kıza ve geri kalan bir hisse de asabe olan kız kardeşe verilir.<br />

4 — Bir hisse, birkaç kişiye bölünemezse, mes’elenin aslı, bu kişilerin sayısı ile<br />

çarpılarak, mes’elenin yeni aslı elde edilir. Mîrâs, bu yeni asla bölünür.<br />

Meselâ, zevc ve beş kız kardeş bulunduğu zemân, mes’elenin aslı altıdan ise de,<br />

hisselerin toplamı yediye avl ediyor [ya’nî hisselerin toplamı yedi oluyor] ve beş<br />

– 1030 –


kız kardeşe, dört hisse düşüyor. Dört hisse, beş kız kardeşe bölünemiyeceği için,<br />

mes’elenin aslı, 5 x 7 = 35 olur. Beş kıza, [4 x 5 = 20] yirmi hisse verilir. Zevc, [3 x<br />

5 = 15] onbeş hisse alır.<br />

5 — Birkaç hisse, bu hisselerin sâhiblerine bölünemezse, böyle hisselerin sâhiblerinin<br />

sayılarının en küçük ortak katı ile, mes’elenin aslı çarpılarak, yeni asl<br />

bulunur. Mîrâs, bu yeni asla bölünür.<br />

Meselâ, üç kız ve üç amca bulunduğu zemân, mes’elenin aslı üç olup, kızlara iki,<br />

amcalara bir hisse düşerse de, hisseler, şahs adedine bölünemediği için, mes’elenin<br />

aslı, [3 x 3 = 9] dokuz olup, [9 x 2 / 3 = 6] altı hisse kızlara ve [9 x 1 / 3 = 3] üç<br />

hisse amcalara verilir.<br />

İkinci misâl: İki zevce, on kız, altı cedde, yedi amca bulunduğu zemân, mes’elenin<br />

aslı yirmidört olup, üç hisse zevcelere, onaltı hisse kızlara, dört hisse büyük annelere<br />

verilip, geri kalan bir hisse amcaların olur ise de, hisse sâhiblerinin sayısı,<br />

hisse sayısı ile bölünemediğinden iki, on, altı ve yedinin en küçük ortak katı olan<br />

(ikiyüzon) adedi mes’elenin aslı olan (yirmidört) ile çarpılarak, mes’elenin aslı, [24<br />

x 210 = 5040] beşbinkırk bulunur. Zevceler [5040 x 1 / 8 = 630] altıyüzotuz hisse,<br />

kızlar [5040 x 2 / 3 = 3360] üçbinüçyüzaltmış hisse, nineler [5040 x 1 / 6 = 840] sekizyüzkırk<br />

hisse ve amcalar [5040 x 1 / 24 = 210] ikiyüzon hisse alırlar. Böylece, bir<br />

zevce 315 hisse, bir kız 336 hisse, bir cedde 140 hisse ve bir amca 30 hisse alır.<br />

İKİNCİ KISM: Yalnız eshâb-ı ferâiz vardır. Asabe yokdur. Asabe bulunmadığı<br />

için eshâb-ı ferâizden geri kalan mal, yine eshâb-ı ferâize, hisseleri oranında bölünür.<br />

Ya’nî eshâb-ı ferâize geri verilir, red olunur. Fekat, zevc ile zevceye geri verilmez.<br />

Bu ikisine, (Red olunmıyanlar) denir. Zevc ve zevceden başka eshâb-ı ferâize,<br />

(Red olunanlar) ya’nî tekrâr verilenler denir. İkinci kısm problemlere,<br />

(Reddiyye mes’eleleri) denir. Reddiyye mes’elelerinde iki hâl vardır:<br />

1 — Reddiyye mes’elesinde red olunmıyan bulunmazsa, iki şekl vardır:<br />

A: Red olunanlar, bir sınıfdan farz sâhibi oldukları zemân, mes’elenin aslı ikiden<br />

olur.<br />

Meselâ, iki kız kardeş bulunduğu zemân, herbiri, mîrâsın yarısını alır.<br />

İkinci misâl: Cedde ve anadan kız kardeş bulunduğu zemân, herbiri yarısını alır.<br />

Çünki, her ikisinin farzı da südüsdür.<br />

B: Red olunanlar, aynı sınıfdan farz sâhibi olmadıkları zemân, reddiyye mes’elesinin<br />

aslı, hisse sayılarının toplamı olur.<br />

Meselâ, mes’elede sülüs ve südüs sınıfları varsa, mes’elenin aslı altıdan olacakdı<br />

ve farzı sülüs olanın hissesi 6 x 1 / 3 = 2, farzı südüs olanın 6 x 1 / 6 = 1 olacakdı.<br />

Fekat, asabe bulunmadığı için, mes’elemiz, reddiyye mes’elesi olur. Mes’elenin<br />

aslı altı yerine [2 + 1 = 3] üç olur. Ana ve anadan iki kız kardeş gibi ki, burada<br />

ananın farzı südüs, anadan iki kız kardeşin farzı sülüs olduğundan, bu reddiyye<br />

mes’elesinin aslı üç olup, iki hissesi kardeşlere, bir hissesi anaya verilir.<br />

İkinci misâl: Reddiyye mes’elesinde, nısf ve südüs sınıfları varsa, mes’elenin aslı<br />

altı olacakdı. Farzı nısf olanın hissesi 6 x 1 / 2= 3 ve farzı südüs olanın hissesi 6<br />

x 1 / 6 = 1 olacakdı. Reddiyye mes’elesinin aslı ise [3 + 1 = 4] dört olur. Kız ve oğul<br />

kızı bulunduğu zemân üç hisse kız için, bir hisse oğul kızı için olur.<br />

Üçüncü misâl: Reddiyye mes’elesinde, nısf ve sülüs yâhud südüsân [iki aded altıda<br />

bir] ve nısf veyâhud sülüsân [iki aded üçde bir] ve südüs varsa, mes’elenin aslı,<br />

altı yerine, beşden olur. Kız kardeş ve anadan iki kız kardeş bulunduğu zemân,<br />

reddiyye mes’elesinin aslı [3 + 2 = 5] beş olup, üç hisse kız kardeşe, iki hisse anadan<br />

iki kız kardeşe verilir.<br />

2 — Reddiyye mes’elesinde, red olunmayan da bulunuyorsa, yine iki şekl<br />

vardır:<br />

A: Red olunanlar, bir sınıfdan farz sâhibi iseler, iki hâl vardır:<br />

– 1031 –


Birinci hâl: Red olunmıyan, hissesini aldıkdan sonra, geri kalan mal, red olunanlar<br />

sayısına bölünebiliyor ise, red olunmıyan, hissesini alır, geri kalan, red olunanlar<br />

sayısına bölünür.<br />

Meselâ, zevc ve üç kız bulunduğu zemân, zevc dörtde bir hisse alıp, geri kalan<br />

üç hisse, kızlara taksîm olunur.<br />

İkinci hâl: Red olunmıyan hissesini aldıkdan sonra, geri kalan mal, red olunanlar<br />

sayısına bölünemezse, red olunan kimselerin sayısı, red olunmıyanın farzının<br />

[hissesinin] paydası ile çarpılarak, mes’elenin aslı elde edilir.<br />

Meselâ, zevc ve beş kız bulunduğu zemân, zevc rubu’ alıp, geri kalan üç hisse,<br />

beş kıza bölünemediğinden, mes’elenin aslı, [4x5=20] yirmi olup, zevc beş hisse,<br />

kızlar onbeş hisse alır. Bir kıza üç hisse verilir.<br />

B: Red olunanlar, iki veyâ üç ayrı sınıfdan farz sâhibi iseler, red olunmıyan kimse,<br />

hissesini alır. Geri kalan mal, reddiyye mes’elesi gibi çözülür. Burada da, iki hâl<br />

vardır:<br />

Birinci hâl: Red olunmıyanlardan kalan hisseler, reddiyye mes’elesinin aslına<br />

bölünebiliyor ise, mes’elenin aslını bulmak için, red olunan ve red olunmıyan<br />

kimselerin sayılarının en küçük ortak katı ile, red olunmıyan farzının [hissesinin]<br />

paydası çarpılır.<br />

Meselâ, bir zevce, dört cedde ya’nî büyük anne, anadan altı kardeş varsa, zevce<br />

rubu’ alınca, geriye üç hisse kalır. Red olunanların mes’elesinin aslı ise, ceddelerin<br />

hissesi 6 x 1 / 6 = 1, kardeşlerin hissesi 6 x 1 / 3 = 2 olduğundan 1 + 2 = 3 olur.<br />

Geri kalmış olan üç hisse, reddiyye mes’elesinin aslı olan üçe bölündüğünden,<br />

mes’elenin aslı, [12 x 4 = 48] kırksekiz olur. Çünki, cedde sayısı olan dört ile, kardeş<br />

adedi olan altının en küçük ortak katı onikidir. Zevceye 48 x 1 / 4 = 12 hisse,<br />

dört ceddeye 1 x 12 = 12 hisse ve birine üç hisse, altı kardeşe 2 x 12 = 24 hisse ve<br />

her birine dört hisse düşer.<br />

İkinci hâl: Red olunmıyan, hissesini aldıkdan sonra, geri kalan hisseler, reddiyye<br />

mes’elesinin aslına bölünemiyor ise, mes’elenin aslını bulmak için, reddiyye<br />

mes’elesinin aslı ile, red olunmıyan farzının paydası [ya’nî kesrin mahreci] çarpılıp,<br />

bulunan aded ile, tekrâr, red olunan ve red olunmıyan kimselerin sayılarının<br />

en küçük ortak katı çarpılır.<br />

Meselâ, dört zevce, dokuz kız, altı cedde bulunduğunu farz edersek, zevceler sümün<br />

alıp, geriye yedi hisse kalır. Reddiyye mes’elesinin aslı ise, dokuz kız 6 x 2 /<br />

3 = 4 hisse, altı cedde 6 x 1 / 6 = 1 hisse alacağı için, 4 + 1 = 5 olur. Geri kalan yedi<br />

hisse, reddiyye mes’elesinin aslı olan beş sayısına bölünemediğinden, mes’elenin<br />

aslı, [5 x 8 x 36 = 1440] bindörtyüzkırk olup, zevcelere [1440 : 8 = 180] yüzseksen<br />

hisse, kızlara [(1440 - 180) x 4 / 5 = 1008] binsekiz hisse, ceddelere [(1440 - 180)<br />

x 1 / 5 = 252] ikiyüzelliiki hisse verilir ki, herbir zevceye kırkbeş hisse, her kıza [1008<br />

: 9 = 112] yüzoniki hisse, her ceddeye [252 : 6 = 42] kırkiki hisse verilir.<br />

(Kâdîhân) “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, vefât eden kadının yalnız zevci<br />

kalsa ve malının yarısını yabancı birine vasıyyet etmiş olsa, malın yarısını bu yabancı<br />

alır. Üçde birini zevci alır. Altıda biri de Beyt-ül-mâle kalır. Çünki, yabancı<br />

kimse önce üçde birini alacakdır. Kalan üçde ikinin yarısını zevc alır ki, mîrâsın<br />

üçde biridir. Geriye mîrâsın üçde biri kalır. Bunun altıda biri yabancıya verilerek,<br />

buna vasıyyet edilmiş olan mîrâsın yarısı temâmlanır. Geriye kalan altıda<br />

biri de Beyt-ül-mâlın olur. Çünki kalan, zevc’e veyâ zevceye verilmez. Malının yarısını<br />

zevcine vasıyyet etseydi, mîrâsın hepsi zevcin olurdu.<br />

(Fetâvâ-yı Hindiyye)de diyor ki, meyyitenin zevci, kızkardeşi ve babadan kızkardeşi<br />

olsa, zevc yarısını ve kızkardeş de yarısını, babadan kızkardeş altıda birini<br />

alıp, mes’elenin aslı, altıdan yediye avl eder. Babadan erkek kardeş de bulunsaydı,<br />

babadan kızkardeşi, farz hissesinden düşürüp asabe yapardı. Zevcden ve kız-<br />

– 1032 –


kardeşden geriye birşey kalmadığı için, babadan kızkardeş, hiçbirşey alamazdı.<br />

ZEVİL-ERHÂM<br />

1 — Eshâb-ı ferâizden ve asabelerden kimse bulunmazsa veyâ bunlardan yalnız<br />

zevc, zevce varsa, mîrâs zevil-erhâma verilir. Mîrâsdan, cenâze kaldırma, ya’nî<br />

yıkama, kefenleme, defn ve kul borclarını ödeme masrafları çıkdıkdan sonra, geri<br />

kalanın üçde birinden vasıyyetler yapılır. Geri kalan üçde ikisi, zevil-erhâmdan<br />

en yakın olana verilir. (Zevil-erhâm) beş sınıf olup, meyyitin yakınlık sırası ile şunlardır:<br />

I — Birinci sınıf, meyyitin Fürû’udur. Fürû’, fer’ler, çocuklar demekdir. Bu sınıfda,<br />

kızlarının çocukları ve oğlunun kızlarının çocukları ve bunların çocukları vardır.<br />

II — İkinci sınıf, meyyitin aslıdır. Bunlar, fâsid cedler ve fâsid ceddeler ve<br />

bunların anaları ve babalarıdır. Meyyitin anasının babası ve bunun babası veyâ anası<br />

bunlardandır.<br />

III — Üçüncü sınıf, meyyitin babasının fürû’udur. Her nev’ kızkardeş çocukları<br />

veyâ torunları ve anadan erkek kardeş çocukları ve her nev’ erkek kardeş kızları<br />

veyâ torunları bunlardandır.<br />

IV — Dördüncü sınıf, ceddin ve ceddenin fürû’udur. Halalar, teyzeler, dayılar<br />

ve anadan amcalar bu sınıfdandır. Anadan amca, babanın anadan erkek kardeşidir.<br />

Babanın ana-baba bir kardeşi ve baba bir kardeşi olan amcalar, asabedir. Her<br />

nev’ amca kızları ve hepsinin çocukları da dördüncü sınıfdandır.<br />

V — Beşinci sınıf, babanın ve ananın ceddinin fürû’udur. Ananın veyâ babanın<br />

halaları, teyzeleri, dayıları, babanın anadan amcaları, ananın amcaları, ananın ve<br />

babanın amcalarının kızları, ananın amcalarının çocukları beşinci sınıfdandırlar.<br />

2 — Zevil-erhâmdan, bir kişi bulunur ve başka hiç vâris bulunmazsa, mîrâsın<br />

hepsini bu alır. Zevil-erhâmın beş sınıfından birinde bulunanlardan bir kişi varsa,<br />

bundan sonraki sınıflarda bulunanlar, meyyite dahâ yakın olsalar bile, vâris olamazlar.<br />

Bir sınıfdan birkaç kişi varsa, bunlardan meyyite dahâ yakın derecede olan,<br />

uzak derecede olanları mîrâsdan mahrûm eder. Meselâ, ananın babası bulununca,<br />

bunun anası veyâ babası vâris olamaz. Bunun gibi, dayı ve dayı oğlu bulunursa,<br />

dayının oğlu mîrâs alamaz. Bundan sonra, meyyite iki yoldan yakın olan, bir cihetden<br />

yakın olanı mahrûm eder. Meselâ ana baba bir olan dayı varken, yalnız baba<br />

cihetinden olan dayı vâris olamaz. Bunlar dahî müsâvî olursa, meyyite vâris ile<br />

bağlanan vâris olur. Meselâ, oğul kızının kızı bulunursa, kız kızının oğlu vâris olamaz.<br />

Çünki birinci, farz sâhibinin çocuğudur.<br />

3 — Yakınlık ciheti farklı ise, meselâ baba anasının babası ile, ana babasının<br />

babası birlikde bulunduğu zemân, babası cihetinden olan, üçde iki alır. Anası cihetinden<br />

olan, üçde bir alır.<br />

4 — Meyyite yakınlık dereceleri ve yakınlık kuvvetleri ve cihetleri berâber olursa<br />

ve içlerinde vâris ile bağlanan yoksa, erkekler, kadınların iki katı olarak bölünür.<br />

Kızın oğlu ile kızın kızı bulunduğu zemân böyledir.<br />

Katle yardım eden de, kâtil gibi mîrâs alamaz. Bunların âkıl ve bâlig olmaları<br />

da şartdır. Mürtede vâris olunur. Fekat mürted, müslimâna vâris olamaz.<br />

(Hadîka) ve (Berîka) sonunda ve (Seyf-üs-sârim) ve (İnkaz-ül-hâlikin) ve (Cilâ-ül-kulûb)<br />

kitâblarında diyor ki, (Bir kimse, altın veyâ gümüş vakf etse ve bunlarla<br />

Kur’ân-ı kerîm okunmasını veyâ nâfile nemâz kılınmasını, tesbîh, tehlîl,<br />

mevlid, salevât okutulmasını, bunların sevâblarını kendisinin veyâ ismlerini bildirdiği<br />

kimselerin rûhlarına hediyye edilmesini şart etse, böyle vakf, vasıyyet sahîh<br />

değildir, bid’atdir. Sevâbları onlara vâsıl olmaz. Bunların karşılığı olarak alınan para,<br />

ibâdetin ücreti olur, harâm olur. Bu tâatları kendiliklerinden yapıp, sevâbları-<br />

– 1033 –


nı ölü veyâ diri, dilediklerine hediyye ederlerse, sevâbları onlara da vâsıl olur. Bunlara<br />

karşılık olarak pazarlıksız, hediyye olarak verileni almaları halâl olur. Böyle<br />

vakf sahîh olur.)<br />

İstanbul barosu avukatlarından Toma Andonyaki beg, 1310 [m. 1892] târîhinde<br />

İstanbulda neşr etdiği büyük (Kâmûs-i kavânîn) kitâbında, Osmânlı kanûnlarını<br />

bildirmekde, mîrâs taksîmi hakkında mufassal ma’lûmât vermekdedir. Adanalı<br />

avukat Kasbaryan beg de 1312 [m. 1894] de İstanbulda basılan (Cüzdân-ı kavânîn-i<br />

Osmâniyye) kitâbında, (Mecelle)yi ve diğer ondört Osmânlı kanûnunu madde<br />

madde yazmakdadır.<br />

66 — İKİNCİ CİLD, 16. cı MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Bedî’uddîn-i Sehârenpûrîye yazılmış olup, kabr hayâtını ve tâ’ûn<br />

sevâbını bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği iyi insanlara selâm olsun! Kıymetli<br />

mektûbunuz geldi. O taraflarda, iki korkunç hâdise başladığını, birinin tâ’ûn<br />

[ya’nî vebâ hastalığı], ötekinin de kaht [ya’nî kıtlık, gıdâ maddelerinin azlığı] olduğunu<br />

yazıyorsunuz. Allahü teâlâ, bizi ve sizi belâlardan korusun. Hepimize<br />

âfiyet versin!<br />

Bu büyük sıkıntı arasında, gece gündüz ibâdet ve murâkabe etmekdeyiz. Kalbimiz<br />

her ân Onun iledir yazıyorsunuz. Bunu okuyunca, Allahü teâlâya hamd eyledik.<br />

Böyle zemânlarda dört (Kul)u çok okuyunuz! [Ya’nî, Kul yâ eyyühel kâfirûn<br />

ve Kul hüvallahü ve Kul e’ûzüleri okuyunuz! Cinnin ve insanların şerrinden<br />

korur!].<br />

Erkeklerin kefeni, üç parça olmak sünnetdir. Sarık sarmak bid’at olur. (Ahdnâme)<br />

denilen [süâl meleklerine verilecek cevâbları ve düâ ve istigfâr] yazılı kâğıdı,<br />

kabre koymamalıdır. Mubârek yazıların, ismlerin, meyyitin pislikleri ile karışmasına<br />

sebeb olur ve [islâmiyyetin dört delîlinden] bir sened ile bildirilmemişdir.<br />

Mâverâ-ün-nehr [Aral gölüne akan Seyhûn ve Ceyhûn nehrleri arasındaki şehrler]<br />

âlimleri, böyle birşey yapmamışdır. Meyyite kamîs yerine, bir âlimin gömleğini<br />

giydirmek iyi olur. Şehîdlerin kefenleri, elbiseleridir. [Silâh yarası alarak<br />

ölen şehîdler yıkanmaz ve kefenlenmez. Muhârebede yara almadan ölen ve sulhda,<br />

sârî hastalık ve âfetlerle ölenler, şehîd sevâbı kazanırsa da, bunlar yıkanır ve<br />

kefenlenir.] Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, (Beni, bu iki çamaşırım ile kefenleyiniz!)<br />

buyurmuşdu.<br />

Kabrdeki hayât, bir bakımdan, dünyâ hayâtına benzediği için, meyyit terakkî<br />

eder, derecesi yükselir. Kabr hayâtı, insanlara göre değişir. Peygamberler “aleyhimüsselâm”,<br />

kabrlerinde nemâz kılar buyuruldu. Peygamberimiz “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, mi’râc gecesinde, Mûsâ aleyhisselâmın kabri yanından geçerken,<br />

mezârda nemâz kılarken gördü. O ânda göke çıkınca, Mûsâ aleyhisselâmı gökde<br />

gördü. Kabr hayâtı, şaşılacak birşeydir. Bu günlerde, merhûm büyük oğlum [Muhammed<br />

Sâdık “rahmetullahi aleyh”] dolayısı ile, kabr hayâtına bakarak, şaşılacak<br />

gizli şeyler görülüyor. Bunlardan az birşey bildirsem, akl ermez. Fitnelere, karışıklığa<br />

sebeb olur. Cennetin tavanı, Arşdır. Fekat, kabr de, Cennet bağçelerinden<br />

bir bağçedir. Akl gözü bunu göremiyor. Kabrdeki şaşılacak şeyler, başka bir<br />

gözle görülüyor. Evet îmân [inanmak], nasıl olursa olsun, azâbdan kurtulmağa sebebdir.<br />

Fekat, o güzel kelimenin [Kelime-i tevhîd] Hak teâlâ tarafından kabûlü için,<br />

[dünyâda islâmiyyete uymak], sâlih amelleri işlemek lâzımdır.<br />

Ölmemek için, vebâ hastalığı bulunan yerden kaçmak büyük günâhdır. Muhârebede,<br />

düşmân karşısından kaçmak gibidir. Vebâ bulunan yerden kaçmayıp sabr<br />

eden kimse, ölünce, şehîdlerin sevâbına kavuşur. Kabr sıkıntısı çekmez. Sabr<br />

eden kimse, ölmezse, gâzîler sevâbına kavuşur.<br />

– 1034 –


67 — İKİNCİ CİLD, 17. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, Mirzâ Hüsâmeddîn Ahmede gönderilmiş olup, bu dünyâ sıkıntıları,<br />

acı görünse de, insanı yükseltirler ve tâ’ûndan ölmenin kıymetini bildirmekdedir:<br />

Önce, Allahü teâlâya hamd ve Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” salevât<br />

eder, size de düâ ederim. Yazılarımla sizi râhatsız ediyorum. Başımıza gelenlere<br />

sabr tavsıye buyurduğunuz, kıymetli mektûbu, şeyh Mustafâ getirdi. Okumakla<br />

şereflendik. Hepimiz, Allahü teâlânın mülküyüz. Hepimiz, Onun huzûruna gideceğiz!<br />

Başımıza gelenler, görünüşde çok yakıcı, çok acıdır. Fekat, hakîkatde ilerletici,<br />

yükseltici ilâclardır. [İlâclar, elbette acı olur.] Bu acıların, dünyâda sebeb olduğu<br />

fâideler, âhıretde beklediğimiz ni’metlerin yüzde biri olamaz. O hâlde evlâd,<br />

Allahü teâlânın büyük bir ihsânıdır. Yaşadıkları müddetce, insan, çok fâidelerini<br />

görür. Ölümleri de, sevâb kazanmağa, yükselmeğe sebeb olur. Büyük âlim, Muhyissünne<br />

[Nevevî] “rahmetullahi aleyh” (Hilyet-ül-ebrâr) ismindeki kitâbında<br />

diyor ki: (Abdüllah ibni Zübeyr “radıyallahü anhümâ” halîfe iken, tâ’ûn hastalığı<br />

oldu. Bu tâ’ûnda, Enes bin Mâlikin “radıyallahü anh” seksenüç çocuğu öldü. Kendisi,<br />

Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” hizmetcisi idi ve bereket,<br />

bolluk için düâsını almışdı. Bu tâ’ûnda, Abdürrahmân bin Ebû Bekr Sıddîkin<br />

“radıyallahü anhümâ” kırk çocuğu ölmüşdü). İnsanların en iyisi, en kıymetlisi olan<br />

Eshâb-ı kirâma “aleyhimürrıdvân” böyle yapılınca, bizler gibi günâhı çok olanlar,<br />

hesâba dâhil olur mu? Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Tâ’ûn, eski ümmetlere, azâb<br />

olarak gönderildi. Bu ümmet için şehîd olmağa sebebdir). Doğrusu, bu vebâda ölenler,<br />

şaşılacak bir huzûr, Allahü teâlâya teveccüh içinde ölüyor. Bu belâ gününde,<br />

insan, bu mubârek cemâ’ate karışmağa hevesleniyor. Onlarla birlikde, dünyâdan<br />

ayrılıp, âhırete gitmeğe özeniyor. Tâ’ûn belâsı, bu ümmete gazab, azâb gibi görünmekde<br />

ise de, iç yüzü rahmetdir. Meyân şeyh Tâhir dedi ki, tâ’ûn günlerinde, Lâhorda,<br />

bir kimse sesler duyduğunu ve, (Bu günlerde ölmiyene yazıklar olsun!) dediklerini<br />

söyledi. Evet öyledir! Bu şehîdlerin hâline dikkat olunduğu zemân, şaşılacak<br />

hâller, anlaşılamıyan işler görülüyor. Böyle ikrâmlar, yalnız Allah için<br />

cânını fedâ edenlere mahsûsdur.<br />

Efendim! Çok sevgili oğlumun ayrılığı, pek büyük musîbet oldu. Beni yakdı. Bu<br />

kadar yakan bir elem, kimsenin başına gelmemişdir. Fekat, Allahü teâlânın, bu felâket<br />

karşısında, kalbi za’îf olan bu fakîre ihsân eylediği sabr ve şükr ni’meti de,<br />

en büyük ihsânlarından olmuşdur. Allahü teâlâdan dilerim ki, bu musîbetin karşılığını<br />

dünyâda vermesin. Hepsini âhıretde versin! Bu dileğin de, yüreğimin darlığından<br />

olduğunu bilmez değilim. Çünki, Onun rahmeti sonsuz, merhameti boldur.<br />

Dünyâda da, âhıretde de bol bol vericidir. Kardeşlerimizden umarız ki, son<br />

nefesde îmân ile gitmemize ve insanlık îcâbı yapdığımız kusûrların afv edilmesine<br />

düâ buyurarak yardım ve imdâd edeler. Yâ Rabbî! Bizi afv et, doğru yoldan ayırma!<br />

Kâfirlere karşı korunmakda yardımcımız ol! Âmîn. Size ve hidâyetde olanlara<br />

selâm ederim.<br />

68 — İKİNCİ CİLD, 88. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, molla Bedî’uddîne yazılmışdır. Kazâya râzı olmağı ve sâhibinin yapdığından<br />

lezzet duymak lâzım olduğunu bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! İyi<br />

kul, sâhibinin yapdıklarından râzı olan, onları beğenen kuldur. Kendi isteklerini<br />

beğenen kimse, kendine kuldur. Sâhibi, kulunun buğazına bıçak dayasa, kulun bundan<br />

râzı olması, sevinmesi lâzımdır. Allah korusun, eğer bunu beğenmez, istemezse,<br />

Onun kulluğundan çıkmış olur. Sâhibinden uzaklaşmış olur. Tâ’ûn [gibi sârî ve<br />

tehlükeli hastalıklar], Allahü teâlânın dilemesi ile gelmekdedir. Kendi isteği ile gel-<br />

– 1035 –


miş gibi sevinmek lâzımdır. Tâ’ûn [ya’nî vebâ ve her bulaşıcı hastalık] gelince, kızmamalı,<br />

üzülmemelidir. Sevgilinin yapdığı şey olduğunu düşünerek sevinmelidir.<br />

Herkesin belli bir eceli, ya’nî ölüm zemânı vardır. Bu zemân hiç değişmez. Onun<br />

için, hastalıkda sıkılmamalı, telâşa düşmemelidir. Böyle derd ve belâlar gelince,<br />

Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için düâ etmeli, Ona yalvarmalıdır.<br />

Allahü teâlâ düâ edenleri, sıhhat ve selâmet istiyenleri sever. Mü’min sûresindeki<br />

âyet-i kerîmede meâlen, (Düâ ediniz! Düânızı kabûl ederim!) buyuruyor.<br />

[Bunun için her nemâzda, fâtiha okurken, Allahü teâlâdan hidâyet istiyoruz.]<br />

Allahü teâlâ, sizi, görünür ve görünmez belâlardan korusun! Âmîn.<br />

[Ya’kûb bin Seyyid Alî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Şir’a-tül-islâm) şerhinde diyor<br />

ki, hadîs-i şerîfde, (Düâ etmek, ibâdetdir) buyuruldu. Kabûl olmazsa da, sevâb<br />

hâsıl olur. Düânın kabûl olması için şartlar vardır: Halâl yimelidir. Harâm lokma<br />

yiyenin düâsı kırk gün kabûl olmaz. Düâ ihtiyâcı gideren, se’âdete kavuşduran<br />

kapının anahtarıdır. Bu anahtarın dişleri, halâl lokmadır. Giydiği de tîb olmalıdır.<br />

Hazar olmayan, men’ edilmiş olmayan mala halâl denir. Hazer olmıyan, ya’nî şübheli<br />

olmıyan mala tîb denir. Düâ ederken, kalb uyanık olmalı, kabûl edileceğine<br />

inanmalıdır. Söylediğinden haberi olmıyan gâfilin düâsı kabûl olmaz. Düâdan<br />

evvel tevbe ve istigfâr etmelidir. Düânın kabûlü için acele etmemelidir. Düâya devâm<br />

etmeli, usanmamalıdır. Allahü teâlâ, düâ etmeği ve düâ edeni sever. Kabûl<br />

etdiği hâlde, istenileni vermeği gecikdirerek, düânın ve sevâbının çok olmasını ister.<br />

Düâyı, hiç olmazsa, yedi kerre tekrâr etmelidir. Râhat ve huzûr zemânlarında<br />

çok düâ edenin, derd ve belâ zemânlarındaki düâları çabuk kabûl olur. Düâdan<br />

evvel, Allahü teâlâya hamd ve Resûlullaha salât ve selâm söylemelidir. Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” düâya başlarken, (Sübhâne Rabbiyel aliyyil a’lel-<br />

Vehhâb) derdi. Evvelâ, günâhlarına tevbe etmeli, sonra bütün mü’minlerin sıhhat<br />

ve selâmetleri için düâ etmeli ve her dileğini söyleyip, vermesini cân ve gönülden<br />

istemelidir. Akla ve şer’a uymıyan şey istememeli, meselâ, Cennetin sağ tarafında<br />

beyâz bir köşk ver dememelidir. Kalbine gelen hayrlı şeyi istemeli, söylediğinin<br />

ma’nâsını öğrenmelidir. Düâ, bir temennî olmamalı, istediği şeye kavuşduracak<br />

sebeblere yapışmalıdır. Meselâ, önce tâ’at ve ibâdâta sarılmalı, sonra Allahın<br />

rızâsına kavuşmak için düâ etmelidir. Tâ’atler, ibâdetler, rızânın, muhabbetin<br />

sebebleridir. Sebeblere yapışmadan yapılan düâ kabûl olmaz. Buna düâ denmez.<br />

Fâidesiz temennî denir. Ümmîd edilmiyen şeyi istemeğe temennî denir. Ümmîd<br />

edilen şeyi istemeğe recâ denir. İstenilen şeyin sebeblerine kavuşdurmasını dilemelidir.<br />

Hadîs-i şerîfde, (Çalışmadan düâ eden, silâhsız harbe giden gibidir) buyuruldu.<br />

Abdest alıp, diz üstüne, kıbleye karşı oturup, elleri göğüs hizâsında ileri<br />

uzatıp, avuçları [semâya karşı] açıp, Peygamberlere ve Evliyâya tevessül ederek,<br />

Onların hâtırları ve hurmetleri için istemeli, sonunda (Âmîn) demelidir. Herşeyden<br />

önce, afv ve mağfiret ve âfiyet için düâ etmelidir. Bunların hepsini ihtivâ eden<br />

çok kıymetli düâ, (Allahümme rabbenâ âti-nâ fiddünyâ haseneten ve fil-âhıreti haseneten<br />

ve kı-nâ azâbennâr)dır. Kendisi, ehli ve evlâdı için zararlı düâ yapmamalı,<br />

[meselâ (Yâ Rabbî! Canımı al) dememelidir]. Kabûl olursa, pişmânlık fâide vermez.<br />

Şir’a şerhinden terceme temâm oldu.]<br />

69 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 15. ci MEKTÛB<br />

Bu mektûb, mîr Muhammed Nu’mâna “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” yazılmış<br />

olup, sevgiliden gelen sıkıntıların, acıların, seven kimseye, Onun ni’metlerinden,<br />

tatlılarından dahâ tatlı olduğunu bildirmekdedir:<br />

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kimselere selâmlar olsun!<br />

Kıymetli seyyid kardeşim! Dikkatle dinleyiniz! İyi düşünceli olan kardeşlerimizin<br />

derdlerden kurtulmamız için, her çâreye baş vurduklarını, hiçbirinin fâide vermediğini<br />

haber aldım. (Allahü teâlânın yaratdıklarında, gönderdiklerinde hayr, iyi-<br />

– 1036 –


lik vardır) hadîs-i şerîfi meşhûrdur. İnsan olduğumuz için, başımıza gelenlerden,<br />

bir aralık üzülmüşdük. İçimiz sıkılmışdı. Birkaç gün sonra, Allahü teâlânın lutfü<br />

ile, üzüntü ve sıkıntılar gitdi, hiç kalmadı. Onların yerine sevinc, genişlik geldi ki,<br />

bizimle uğraşanlar, Allahü teâlânın istediğini istemekde ve yapmakdadırlar. Böyle<br />

olunca, sıkılmanın, üzülmenin yersiz olduğu, Allahü teâlâyı seviyorum diyenin<br />

böyle olmaması gerekdiği anlaşıldı. Çünki, sevene, sevgilinin gönderdiği acıların<br />

da, Ondan gelen iyilikler gibi sevgili ve tatlı olması lâzımdır. Sevgilinin iyilikleri<br />

tatlı geldiği gibi, Onun acıtması da tatlı gelmelidir. Hattâ, Ondan gelen acılarda,<br />

tatlılardan dahâ çok lezzet bulmalıdır. Çünki, acılar, sıkıntılar nefse tatlı gelmez.<br />

Nefs, böyle şeyleri istemez. Her bakımdan güzel olan, herşeyi güzel olan Allahü<br />

teâlâ, bir kulunu incitmek dileyince, Onun irâdesi, isteği, bu kula elbette güzel gelmelidir.<br />

Dahâ doğrusu, bundan zevk almalıdır. Bizimle uğraşanların diledikleri,<br />

istedikleri, Allahü teâlânın dilediğine uygun olduğu için ve bunların dilekleri, O<br />

sevgilinin dilediğini gösterdiği için, bunların diledikleri ve yapdıkları da, elbette<br />

güzeldir ve tatlı gelmekdedir. Sevgilinin işini gösteren bir kimsenin işi de, sevene<br />

sevgilinin işi gibi, sevimli ve tatlı gelir. Bunun için bu kimse de, sevene sevgili olur.<br />

Şaşılacak şeydir ki, bu kimsenin vereceği acılar, sıkıntılar, ne kadar çok olursa, sevenin<br />

gözüne o kadar çok tatlı görünür. Çünki, onun verdiği sıkıntılar, sevgilinin<br />

düşman gibi olduğunu göstermekdedir. Bu yolda aklı gidenlerin işlerine akl ermez.<br />

Demek ki, o kimseye karşılık yapmak, onu kötü bilmek, sevgiliyi sevmeğe uymaz.<br />

Çünki, o kimse, sevgilinin işlerini gösteren bir ayna gibidir. Bizimle uğraşanlar, incitenler,<br />

başkalarından dahâ sevimli görünüyorlar. Kardeşlerimize, dostlarımıza<br />

söyleyiniz! Bizim için üzülmesinler, sıkılmasınlar. Bizi incitenleri kötü bilmesinler.<br />

Onlara kötülük yapmasınlar! Bunların yapdıklarına sevinseler, yeridir. Evet,<br />

düâ etmekle emr olunduk. Allahü teâlâ, düâ edenleri, Ona boyun bükenleri ve yalvaranları,<br />

sızlıyanları sever. Böyle yapmak, Ona tatlı gelir. Belâların, sıkıntıların<br />

gitmesi için düâ ediniz! Afv ve âfiyet için yalvarınız!<br />

O kimsenin incitmesi, sevgiliyi düşman gibi göstermekdedir dedim. Evet çünki,<br />

sevgilinin düşmanlığı, düşmanlar içindir. Dostlarına düşmanlığı, görünüşdedir.<br />

Bu ise, merhametini, acımasını bildirmekdedir. Böyle düşman görünmesinin, sevene<br />

nice fâideleri vardır ki, anlatılmakla bitmez. Bundan başka, dostlarına düşmanlık<br />

gibi görünen işler yapması, bunlara inanmıyanları harâb etmekde, onların<br />

belâlarına sebeb olmakdadır. Muhyiddîn-i Arabî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”,<br />

(Ârifin niyyeti, maksadı olmaz) buyuruyor. Ya’nî, Allahü teâlâyı tanıyan<br />

kimse, belâdan kurtulmak için birşeye başvurmaz demekdir. Bu sözün ne demek<br />

olduğunu iyi anlamalıdır. Çünki, derd ve belâların, sevgiliden geldiğini,<br />

Onun dileği olduğunu bilmekdedir. Dostun gönderdiği şeyden ayrılmak ister mi<br />

ve o şeyin geri gitmesini özler mi? Evet düâ ederek, gitmesini söyler. Fekat, düâ<br />

etmeğe emr olunduğu için, bu emre uymakdadır. Yoksa, gitmesini hiç istemez. Ondan<br />

gelen herşeyi de sever, hepsi kendine tatlı gelir. Doğru yolda bulunanlara, Allahü<br />

teâlâ selâmet versin! Âmîn.<br />

[(Miftâh-un-necât) da yazılı hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, mü’minler için, hergün<br />

yirmibeş kerre, istigfâr okursa, Allahü teâlâ, bu kimsenin kalbinden gıl ve hasedi<br />

çıkarır. İsmi, Ebdâl ismleri arasına yazılır. Ona, bütün mü’minler adedince, sevâb<br />

yazılır. Kıyâmet günü, bütün mü’minler: Yâ Rabbî, bu kulun bizim için, istigfâr<br />

okurdu. Sen de onu afv eyle! derler) buyuruldu. Gıl, hîyle demekdir. Ebdâl,<br />

Evliyâdan bir sınıfın ismidir. Hergün (Allahümmagfir lî ve li-vâlideyye ve lilmü’minîne<br />

vel-mü’minât vel-müslimîne vel-müslimât el-ahyâ-i minhüm vel-emvât<br />

bi-rahmetike yâ Erhamerrâhimîn) okumalıdır. Bu düâ, (Kitâbüssalât) kitâbımızda<br />

da yazılıdır.]<br />

– 1037 –


MÜNÂCÂT<br />

Gel ey Dâ’î, hemen başla düâya,<br />

elin aç bârgâh-i kibriyâya.<br />

Nice zemânların âh boşuna geçdi,<br />

yapdıkların hep mâzîye karışdı.<br />

Şimdiden sonra insâfa gel bârî,<br />

tevbe et, yalvar da, afv ede Bârî.<br />

Kalbimden söyledim (Estagfirullah),<br />

rücû’ etdim dedim (Tübtü ilallah).<br />

Olup nâdim elim çekdim hevâdan,<br />

pâk etdim kalbimi hubb-i sivâdan.<br />

Hevây-i nefse ve şeytâna uydum,<br />

hatâ etdim ilâhî, şimdi duydum.<br />

İnâbet eyleyip geldim kapına,<br />

yüzüm yere sürüp durdum bâbına.<br />

Yüzüm kara, günâhım çok, elim boş,<br />

lâfa geldikde ammâ sözlerim hoş.<br />

Beni gören sanır ki bir Velîyim,<br />

fekat bilmez ki, bir ahmak deliyim.<br />

Eğer bende olaydı akl-i kâmil,<br />

muhakkak olmaz idim böyle gâfil.<br />

Temizler rahmetinin suyu İlâhî,<br />

benim gibi nice rûy-ı siyâhı.<br />

Ümmîdim kesmem hiç senden İlâhî,<br />

ki Sensin cümle mahlûkun penâhı.<br />

Yüzüm karasına bakma İlâhî,<br />

Cehennem nârında yakma İlâhî.<br />

Yüzüm yokdur, sözüm yokdur İlâhî,<br />

yaşım çokdur, gamım çokdur İlâhî.<br />

Bu Beykozlu Dâ’î kapında bir aç,<br />

fakîrim, bî-kesem gufrâna muhtâc.<br />

Atâ eyle, ganîsin yâ İlâhî,<br />

ki Sensin pâdişâhlar pâdişâhı.<br />

Beni sen yokdan var etdin yâ Rabbî,<br />

nice ni’metler lutf etdin yâ Rabbî.<br />

Aldandım ins ve cin şeytânlarına,<br />

uyamadım Habîbinin yoluna.<br />

Nasîb oldu şimdi bana hidâyet,<br />

gelip sığındım afvına nihâyet.<br />

Niyâz edip, yüzüm sürmeğe geldim,<br />

merhamet için yalvarmağa geldim.<br />

Düâma eyle yâ Rabbî icâbet,<br />

hem dahî şu dileğimi kabûl et.<br />

Kanâ’at ver, tâ olmasın gözüm aç,<br />

senden gayrıya yâ Rab etme muhtâc.<br />

Boyun eğdirme yâ Rab bir habîse,<br />

şükr edeyim lutfuna her ne ise.<br />

– 1038 –


Rızkımı halâl yoldan nasîb eyle,<br />

rızânı her işime karîb eyle.<br />

Azrâîle verdiğin zemân fermân,<br />

beni hıfz et ki, aldatmaya şeytân.<br />

Vereyim îmân ve Kur’ânla cânı,<br />

göreyim fadlınla dâr-ı cinânı.<br />

Eyleme kabrimi hufre-i nîrân,<br />

beni o kara yerde etme hayrân.<br />

Gelince Münker ve Nekîr melekler,<br />

yine Senden budur o dem dilekler.<br />

Bana yumuşak etsinler süâli,<br />

vereyim lutfunla doğru cevâbı.<br />

Geldiğinde (Men Rabbüke) hitâbı,<br />

kolayca diyeyim (Allahü Rabbî).<br />

Hem, (Men nebiyyüke) deyince bana,<br />

(Muhammed nebiyyî) diyeyim ona.<br />

Sorduklarında dîn-i mübîni,<br />

diyeyim avninle (vel-islâmü dînî).<br />

Diyem sordukda kıblemle imâmım,<br />

ki, kıblem Kâ’bedir, Kur’ân imâmım.<br />

Sen et yâ Rab bana o zemân telkîn,<br />

ede o iki melek beni tahsîn.<br />

Diyem ol demde Münkerle Nekîre,<br />

Senin ihsânın ile bu fakîre.<br />

Hayâtımda bunu her vakt der idim,<br />

nice mevtâya telkîn eyler idim.<br />

Diyeler bana ol dem (tâbe mesvâh)<br />

(henîen lek) murâdın verdi Allah.<br />

Râhat et, tâ olunca rûz-i mahşer,<br />

ede Hak kabrini vâsi’ münevver.<br />

Yâ Rab! Kabrimi (Ravda-i Cennet) et,<br />

yalnız bırakma, refîkım rahmet et.<br />

Hem et âbâ ve ecdâdıma rahmet,<br />

olalar, tâ cinânın içre râhat.<br />

Husûsâ vâlideynim eyle magfûr,<br />

ola her birisinin kabri pür nûr.<br />

Ölen ma’sûmlarıma magfiret et,<br />

bana onları mahşerde şefî’ et.<br />

Kimin evinde yidimse bir kez nân,<br />

nasîb eyle ona da âb-ı cinân.<br />

Kelâmında buyurdun çünki ey Hak,<br />

(Ücîbü da’veteddâ’) muhakkak.<br />

Dahî evlâdımı, ey yüce Hâlık,<br />

hatâdan hıfz eyle beynel-halâyık.<br />

Önümde bunları izzü şeref kıl,<br />

sonunda her birin hayrül-halef kıl.<br />

Masûn et sû-i ef’âlden İlâhî,<br />

nasîb eyle râzı olduğun râhi.<br />

– 1039 –


Edeler dâimâ tahsîl-i irfân,<br />

olalar herbiri bir kâmil insân.<br />

İlâhî eyledim sana emânet,<br />

kimse etmeye kasd-i hiyânet.<br />

Edip sâlih amellerle mu’ammer,<br />

rızân et bunlara her ân müyesser.<br />

Bu Dâ’îden edenler istifâde,<br />

irişe iki âlemde murâde.<br />

Husûsâ Muhammed ve Mustafâya,<br />

rahmetler eyle bî-nihâye.<br />

Ayırmadın cihânda birbirinden,<br />

ayırma hem cinânda birbirinden.<br />

Olunca yâ İlâhî rûz-i mahşer,<br />

gele karşıma o iki birâder.<br />

Mülâkat nasîb et Cennetde yâ Rab,<br />

ola yanımda her iki müeddeb.<br />

Hele Muhammedin kalbi pür nûrdu,<br />

ledünnî bir ilmle konuşurdu.<br />

Onbeş yaşındayken o fener söndü,<br />

hak âşıkları hep mecnûna döndü.<br />

Kamu üstâdıma hem rahmet eyle,<br />

her birinin makamın Cennet eyle.<br />

Cenâbından budur bir dahî maksûd,<br />

atâ kıl anı da, ey Hayyu Ma’bûd.<br />

Bu günlerdir husûsâ ıyd-i edhâ,<br />

dolacak rahmetinle hâk-i Bathâ.<br />

Bu günlerde açıkdır bâb-ı rahmet,<br />

düâmı red etme yâ Rab rahmet et.<br />

Bu aşkla dökdüm gözyaşını bol bol,<br />

benim bu nevhamı sen eyle makbûl!<br />

[Yukarıdaki münâcât, Beykozda muallim Muhammed bin Receb efendinin 1059 [m. 1649]<br />

da yazdığı (Nevha-tül-uşşak) kitâbından alınmışdır.]<br />

70 — SE’ÂDET-İ EBEDİYYENİN SON SÖZÜ<br />

Etrâfımızı beş duygu organımız ile tanıyoruz. His organlarımız olmasaydı, hiçbir<br />

şeyden haberimiz olmıyacakdı. Kendimizi bile bilemiyecekdik. Yürüyemiyecek,<br />

birşey yapamıyacak, yaşıyamıyacakdık. Anamız, babamız olamıyacak, var olamıyacakdık.<br />

Rûhumuza tatlı gelen güzelleri göremiyecek, güzel sesleri duyamıyacak,<br />

onları sevemiyecekdik. Allahımıza yalnız duygu organlarımız için, durmadan<br />

şükr etsek, şükrünü ödemiş olamayız.<br />

Duygu organlarımıza etki eden herşeye (Varlık) veyâ (Mevcûd) diyoruz. Kum,<br />

su, güneş birer mevcûddür. Çünki, bunları görüyoruz. Ses de bir mevcûddür. Çünki,<br />

işitiyoruz. Hava, bir mevcûddür. Çünki, elimizi açıp yelpâze gibi sallayınca, havanın<br />

elimize çarpdığını duyuyoruz. Rüzgâr da yüzümüze çarpıyor. Bunun gibi, sıcaklık,<br />

soğukluk da birer mevcûddür. Çünki, derimizle bunları duyuyoruz. Elektrik,<br />

harâret, ya’nî ısı ve miknâtıs gibi enerjilerin [kudretlerin] de mevcûd olduklarına<br />

inanıyoruz. Çünki, elektrik akımının harâret ve miknâtıs veyâ kimyâ reaksiyonları<br />

meydâna getirdiğini, ısı gelince sıcaklık olduğunu, ısı azalınca soğukluk<br />

– 1040 –


olduğunu ve miknâtısın demiri çekdiğini his ediyoruz, anlıyoruz. (Ben havanın, ısının,<br />

elektriğin mevcûd olduklarına inanmam. Çünki, bunları görmiyorum) sözüne<br />

yanlışdır diyoruz. Çünki, bunlar görülemezlerse de, kendilerini veyâ yapdıkları<br />

işleri, duygu organlarımız ile anlıyoruz. Bunun için de, görülemiyen birçok<br />

varlıklara inanıyoruz. Göremediğimiz için, yok olmaları lâzım gelmez diyoruz. Bunun<br />

gibi, (Ben Allaha inanmam. Melek, cin gibi şeyler yokdur. Var olsalardı görürdüm)<br />

sözü de doğru değildir. Akla, fenne uygun olmıyan bir sözdür.<br />

Fen dersleri bildiriyor ki, ağırlığı ve hacmi olan varlıklara (Madde) denir. Buna<br />

göre, hava, su, taş, tahta maddedirler. Işık, elektrik akımı birer varlık iseler de,<br />

madde değildirler. Maddenin şekl almış parçalarına, (Cism) denir. Çivi, kürek, maşa,<br />

iğne birer cismdirler. Hepsi, aynı demir maddesinden yapılmışlardır. Duran bir<br />

cismi harekete getiren, hareketde olan bir cismi durduran veyâ hareketini değişdiren<br />

sebebe (Kuvvet) denir. Duran bir cisme kuvvet etki etmezse, hep durur. Hareket<br />

eden bir cisme, kuvvet etki etmezse, hareketi değişmez ve hiç durmaz.<br />

Maddelerin, cismlerin ve maddelerde bulunan enerjilerin hepsine (Âlem) veyâ<br />

(Tabî’at) denir. Âlemde her cism hareket etmekde, değişmekdedir. Demek ki,<br />

her cisme, her ân çeşidli kuvvetler te’sîr etmekde, değişiklik hâsıl olmakdadır. Cismlerde<br />

meydâna gelen değişikliğe (Hâdise) veyâ (Olay) denir.<br />

Cismlerin yok olduklarını, başka cismlerin meydâna geldiklerini görüyoruz. Dedelerimiz,<br />

eski milletler yok olmuşlar, binâlar, şehrler yok olmuş. Bizden sonra da<br />

başkaları meydâna gelecek. Fen bilgimize göre, bu mu’azzam değişiklikleri yapan<br />

kuvvetler vardır. Allaha inanmıyanlar, (Bunları tabî’at yapıyor. Herşeyi tabî’at kuvvetleri<br />

yaratıyor) diyorlar. Bunlara deriz ki, bir otomobilin parçaları, tabî’at kuvvetleri<br />

ile mi bir araya gelmişdir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan soldan çarpan<br />

dalgaların te’sîri ile biraraya yığılan çöp kümesi gibi biraraya yığılmışlar mıdır? Otomobil<br />

tabî’at kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket etmekdedir? Bize gülerek,<br />

hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akl ile, hesâb ile, plân ile, birçok kimselerin, titizlikle<br />

çalışarak yapdıkları bir san’at eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akl, fikr<br />

yorarak, hem de trafik kâ’idelerine uyarak, şoför tarafından yürütülmekdedir<br />

demez mi? Tabî’atdeki her varlık da, böyle bir san’at eseridir. Bir yaprak parçası,<br />

mu’azzam bir fabrikadır. Bir kum dânesi, bir cânlı hücre, fennin bugün biraz anlıyabildiği<br />

ince san’atlerin birer meşheri, sergisidir. Bugün fennin buluşları, başarıları<br />

diye öğündüklerimiz, bu tabî’at san’atlerinden birkaçını görebilmek ve taklîd<br />

edebilmekdir. İslâm düşmânlarının, kendilerine önder olarak gösterdikleri, İngiliz<br />

doktoru Darwin bile, (Gözün yapısındaki san’at inceliğini düşündükce, hayretimden<br />

tepem atacak gibi oluyor) demişdir. Bir otomobilin tabî’at kuvvetleri ile,<br />

tesâdüfen hâsıl olacağını kabûl etmiyen kimse, başdan başa bir san’at eseri olan<br />

bu âlemi tabî’at yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesâblı, plânlı, ilmli,<br />

sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yapdığına inanmaz mı? Tabî’at yaratmışdır. Tesâdüfen<br />

var olmuşdur demek, câhillik, ahmaklık olmaz mı?<br />

Allahü teâlâ herşeyi en güzel ve en fâideli olarak yaratdı. Meselâ, Erd küresini<br />

güneşden yüzelli milyon kilometre uzakda yaratdı. Dahâ uzakda yaratsaydı, hiç<br />

sıcak mevsim olmaz, çok soğukdan ölürdük. Dahâ yakın yaratsaydı, çok sıcak olur,<br />

hiç bir canlı yaşayamazdı. Etrâfımızı saran hava, hacmen yüzde yirmibir oksijen,<br />

yüzde yetmişsekiz azot ve onbinde üç karbondioksid gazlarının karışımıdır. Oksijen<br />

hücrelerimize kadar girip, oraya gelmiş olan gıdâ maddelerini yakarak, bize kuvvet,<br />

kudret veriyor. Oksijenin havadaki mikdârı dahâ çok olsaydı, hücrelerimizi de<br />

yakar, hepimiz kül olurduk. Mikdârı 21 den az olsaydı, gıdâlarımızı yakamazdı. Yine,<br />

hiçbir canlı yaşayamazdı. Yağmurlu, şimşekli havalarda, oksijen azotla birleşerek,<br />

havada nitrat tuzları hâsıl olup, yağmurla toprağa iniyor. Bunlar, nebâtâtı<br />

besliyor. Nebâtlar da, hayvanlara, hayvanlar da insanlara gıdâ oluyor. Görülüyor<br />

ki, rızkımız semâda hâsıl olmakda, göklerden yağmakdadır. Havadaki karbon dioksid<br />

gazı, dimâgçedeki kalb ve teneffüs merkezlerini tenbîh ediyor, çalışdırıyor.<br />

– 1041 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:66


Havadaki karbon dioksid mikdârı azalırsa, kalbimiz durur ve nefes alamayız.<br />

Mikdârı artarsa boğuluruz. Karbon dioksid mikdârının hiç değişmemesi lâzımdır.<br />

Bunun için de, denizleri yaratdı. Karbon dioksid mikdârı artınca, kısmî tazyîki de<br />

artıp, fazlası denizlerde eriyerek, sudaki karbonat ile birleşerek, onu bi-karbonat<br />

hâline çeviriyor. Bu da, dibe çökerek deryâların dibinde çamur tabakası hâsıl<br />

oluyor. Havada azalınca, çamurdan ayrılıp suya ve sudan havaya geçiyor. Bütün<br />

canlılar havasız yaşayamaz. Bunun için, havayı, her yerde, her canlıya çalışmadan,<br />

parasız veriyor ve ciğere kadar gönderiyor. Susuz da yaşayamayız. Suyu da heryerde<br />

yaratdı. Fekat, susuzluğa dahâ fazla tehammül edildiği için, bunu arayıp bulacak,<br />

taşıyacak şeklde yaratdı. Fe-tebârekâllahü ahsenül-hâlikîn! İnsanlar, bunları<br />

yapmak şöyle dursun görebilenlere, anlayabilenlere ne mutlu!<br />

Allahü teâlânın, sayamıyacağımız kadar çok nizâm ve âhenk içinde, halk etdiği<br />

sayılamıyacak kadar çok varlıklar tesâdüfen olmuşdur diyenlerin sözleri câhilcedir.<br />

Şöyle ki: Üzeri birden ona kadar numaralanmış on taşı bir torbaya koyalım. Bunları<br />

elimizde torbadan birer birer çıkararak, sıra ile, ya’nî önce bir numaralı, sonra<br />

iki numaralı ve nihâyet on numaralı olacak şeklde çıkarmağa çalışalım. Çıkarılan bir<br />

taşın numarasının sıraya uymadığı görülürse, çıkarılmış olan taşların hepsi hemen<br />

torbaya atılacak ve yeniden bir numaradan başlamak üzere çıkarmağa çalışılacakdır.<br />

Böylece, on taşı numaraları sırası ile ardarda çıkarabilmek ihtimâli onmilyarda<br />

birdir. On aded taşın bir sıra dâhilinde dizilme ihtimâli bu kadar az olursa, kâinatdaki<br />

sayısız düzenin tesâdüfen meydâna gelmesine imkân ve ihtimâl yokdur.<br />

Daktilo ile yazmasını bilmeyen bir kimse, bir daktilonun tuşlarına gelişigüzel<br />

meselâ beş kerre bassa, elde edilen beş harfli kelimenin türkçe veyâ başka bir dilde<br />

bir ma’nâ ifâde etmesi acabâ ne derece mümkindir? Şâyed gelişigüzel tuşlara<br />

basmakla bir cümle yazmak istenilse idi, bir ma’nâ ifâde eden bir cümle yazılabilecek<br />

mi idi? Kaldı ki, bir sahîfe yazı veyâ kitâb teşkîl edilse, sahîfenin ve kitâbın,<br />

tesâdüfen belli bir konusu bulunacağını sanan kimseye akllı denilebilir mi?<br />

Cismler yok oluyor. Bunlardan, başka cismler meydâna geliyor ise de, bu işde,<br />

yüzbeş madde hiç yok olmuyor. Yalnız yapıları değişiyor denilirse, radioaktif bozulmalar,<br />

elementlerin ve hattâ atomların da yok olduklarını, maddenin enerjiye<br />

döndüğünü haber vermekdedir. Hattâ, Einstein adındaki Alman fizikcisi, bu dönüşmenin<br />

matematiksel formülünü ortaya koymuşdur.<br />

Cismlerin, maddelerin durmadan değişmeleri, birbirlerinden hâsıl olmaları,<br />

sonsuz olarak gelmiş değildir. Ya’nî, böyle gelmiş böyle gider denilemez. Bu değişmelerin<br />

bir başlangıcı vardır. Değişmelerin başlangıcı vardır demek, maddelerin<br />

var oluşlarının başlangıcı vardır demekdir. Ya’nî hiçbirşey yok iken, hepsi yokdan<br />

yaratılmışdır demekdir. İlk, ya’nî birinci olarak maddeler yokdan yaratılmış<br />

olmasalardı ve birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz öncelere doğru uzasaydı,<br />

şimdi bu âlemin yok olması lâzımdı. Çünki, âlemin sonsuz öncelerde var olabilmesi<br />

için, bunu meydâna getiren maddelerin dahâ önce var olmaları, bunların da var<br />

olabilmeleri için, başkalarının bunlardan önce var olmaları lâzım olacakdır. Sonrakinin<br />

var olması, öncekinin var olmasına bağlıdır. Önceki var olmazsa, sonraki<br />

de var olmıyacakdır. Sonsuz önce demek, bir başlangıç yok demekdir. Sonsuz öncelerde<br />

var olmak demek, ilk, ya’nî, başlangıç olan bir varlık yok demekdir. İlk,<br />

ya’nî birinci varlık olmayınca, sonraki varlıklar da olamaz. Herşeyin her zemân yok<br />

olması lâzım gelir. Ya’nî, herbirinin var olması için, bir öncekinin var olması lâzım<br />

olan sonsuz sayıda varlıklar dizisi olamaz. Hepsinin yok olmaları lâzım olur.<br />

Âlemin şimdi var olması, sonsuzdan var olarak gelmediğini, yokdan var edilmiş<br />

bir ilk varlığın bulunduğunu göstermekde olduğu anlaşıldı. Âlemin yokdan var edilmiş<br />

olduğunu, o ilk âlemden hâsıl ola ola, bugünki âlemin var olduğunu anladık.<br />

Âlemi yokdan var eden bir yaratıcının bulunduğunu ve bu yaratıcının kadîm olması,<br />

ya’nî hep var olması, hiç değişmeden, sonsuz var olması lâzım geldiğini,<br />

– 1042 –


(Şerh-i mevâkıf) kitâbı, beşinci mevkıfın birinci mersadında uzun isbât etmekdedir.<br />

Kısacası şöyledir ki, değişmek, başka şey olmak demekdir. Yaratıcı değişince, başka<br />

olur. Yaratıcılığı bozulur. Kitâbımızın üçüncü kısm, 28. ci maddenin 2. ci sahîfesinde<br />

bildirildiği gibi, yaratıcının değişmemesi, hep aynı kalması lâzımdır. Âlemin<br />

sonsuz olamıyacağını anlatdığımız gibi düşünürsek, değişmiyen yaratıcının kadîm olması,<br />

sonsuz var olması lâzımdır. Bunun için, hiç değişmiyen sonsuz var olan bir yaratıcı<br />

vardır. Bu hiç değişmiyen bir yaratıcının ismi (Allah)dır. Allahü teâlâ, kendini<br />

tanıtmak için, insanlara Peygamberler göndermişdir. Son ve en üstün Peygamberi<br />

olan Muhammed aleyhisselâmın hayâtını, üstünlüklerini, doğru yazılmış kitâblardan<br />

okuyan anlayışlı ve insâflı bir kimse, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed<br />

aleyhisselâmın Onun Peygamberi olduğunu hemen anlar. Seve seve müslimân<br />

olur. Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselâmın<br />

Onun Peygamberi olduğuna ve Peygamberlerinin en üstünü olduğuna ve bunun her<br />

sözünün doğru, fâideli olduğuna inanmağa (Îmân etmek) ve (Müslimân olmak)<br />

denir. Böyle inanan kimseye (Mü’min) ve (Müslimân) denir. Muhammed aleyhisselâmın<br />

sözlerine (Hadîs-i şerîf) denir. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık<br />

olarak bildirilenlerden birine bile inanmıyana (Kâfir) denir. Aslları Hak teâlânın kelâmı<br />

olan ve sonradan değişdirilip, birer târîh kitâbı hâline çevrilmiş bulunan, Tevrât,<br />

Zebûr ve İncîli, Allah kelâmı zan eden kâfirlere (Ehl-i kitâb), kitâblı kâfir denir.<br />

Yehûdîlerin ve Hıristiyanların çoğu kitâblı kâfirdir. Kendisinde ülûhiyyet sıfatı<br />

bulunduğuna inandıkları bir insanın heykeli, mezârı karşısında secde ederek,<br />

onun herşeyi yapacağına inananlara (Müşrik) veyâ (Putperest) denir. Berehmen, Budist<br />

ve Ateşperestler böyledir. Yehûdîlerin ve hıristiyanların bir kısmı, büyük Kostantinden<br />

sonra, müşrik oldu. Hiçbir dîne inanmayanlara (Ateist) ve (Dehrî) denir.<br />

Komünistler ve Masonlar ve bunların tuzaklarına düşen din câhilleri böyledir.<br />

Müslimânın öğrenmesi lâzım olan ilmlere (Ulûm-i islâmiyye) denir. İslâm bilgileri,<br />

iki kısmdır: Birinci kısmı, (Din bilgileri)dir. Bunlara (Ulûm-i nakliyye) denir.<br />

Ulûm-i nakliyye de ikiye ayrılır: Zâhirî ilmler ve bâtınî ilmler. Birincilere, (Îmân<br />

bilgileri) ve (Fıkh bilgileri) veyâ (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. Îmân ve ahkâm-ı islâmiyye<br />

bilgileri, Tefsîr, Kelâm, Fıkh ve ahlâk kitâblarında yazılıdırlar. İkincisi,<br />

(Ulûm-i bâtınıyye), kalb bilgileridir. Bunlar, Resûlullahın mubârek kalbinden çıkıp,<br />

Evliyânın kalblerine gelen bilgilerdir. Bu bilgilere (Tesavvuf) denir. Ahkâm-ı<br />

islâmiyye ve tesavvuf bilgileri, hiç değişmez. İkinci kısmı, (Fen bilgileri) veyâ<br />

(Ulûm-i akliyye)dir. Bunlar, maddelerin, cismlerin yapılarını, değişmelerini inceler.<br />

Tecribe ve hesâb ile öğrenilir. Bu bilgiler, zemân ile değişir. Birinci kısm,<br />

11.ci ve ikinci kısm, 5.ci maddeye bakınız! Din bilgilerini, fen bilgilerine göre değişdiren<br />

kâfirlere (Felesof) ve (Dinde reformcu) denir. Bunlar nakle değil, akla<br />

inanırlar. Din bilgilerini, fen bilgileri ile isbât eden mü’minlere (Hukemâ) denir.<br />

Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmemiş, şübheli bilgilere islâm<br />

âlimleri muhtelif ma’nâlar verdi. Böylece, îmân edilecek şeylere, birbirlerinden<br />

farklı inanan yetmişüç fırka meydâna geldi. Bunlardan îmânları doğru olan bir fırkaya<br />

(Ehl-i sünnet) ve (Sünnî) denildi. Yanlış ma’nâ verenlere (Bid’at ehli) ve sapık<br />

denir. Şî’îler ve Vehhâbîler böyledir. Fen bilgilerine yanlış ma’nâ vererek müslimânın<br />

îmânını bozana (Zındık) ve (Fen yobazı) denir.<br />

Allahü teâlâ, Cenneti ve Cehennemi yaratdı. Her ikisini de dolduracağını bildirdi.<br />

İnsanların ve cinnin çoğu Cehenneme girecekdir. Fekat, mahlûklarının çoğunu<br />

Cennete koyacak, rahmeti gazabını aşacakdır. Çünki, cinnîler, bütün insanların<br />

on katından dahâ çokdur. Melekler de, cinnîlerin on katından dahâ çokdur.<br />

Meleklerin hepsi Cennetde olduğundan, Cennetdekiler dahâ çok oluyor.<br />

Cehennemde kimler sonsuz kalacak? Nemâz kılmıyanlar mı? Günâh işliyenler<br />

mi? Hayır! Cehennemde, Allahü teâlânın düşmânları, sonsuz yanacakdır. Günâh<br />

işliyen müslimânlar, Allahü teâlânın düşmanı değildir. Kabâhatli kullarıdır. Bunlar,<br />

yaramaz, suçlu çocuğa benzer. Yaramaz çocuğa, anası, babası düşman olur mu?<br />

– 1043 –


Cehennem yedi tabakadır. Birinci tabaka, en hafîfdir. Fekat, dünyâ ateşinden<br />

yetmiş kat dahâ şiddetlidir. Adı (Cehennem)dir. Burada, müslimânlardan bir<br />

kısmı yanıp, günâhlarından temizleneceklerdir. Bid’at sâhibi olanlar, muhakkak<br />

Cehennemde bir müddet yanacaklardır.<br />

İmâm-ı Muhammed Birgivînin (Vasıyyetnâmesi)ni şerh eden Kâdî zâde Ahmed<br />

Emîn efendi diyor ki, (Cehennemden en son çıkacak mü’min, yedibin âhıret senesi<br />

yanacakdır. Âhıretin bir günü, dünyânın bin senesi kadar uzundur.)<br />

Cehennemin ikinci tabakası dahâ şiddetlidir. Adı (Sa’îr)dir. Burada, Tevrâtı değişdirenler<br />

yanacak [İbni Âbidîn]. Bunlar, Allahın Peygamberi olan Îsâ aleyhisselâma<br />

da inanmıyor ve bu büyük Peygambere, (Bilinmeyen babanın çocuğu) diye iftirâ<br />

ediyorlar. Tevrâtı değişdirip, Allahü teâlânın kitâbını bozdular ve Mûsâ aleyhisselâmdan<br />

sonra, kendilerine nasîhat için gönderilen bin Peygamberi şehîd etdiler.<br />

Cehennemin üçüncü tabakası dahâ şiddetli olup, adı (Sekar)dır. Burada İncîli<br />

değişdirenler yanacakdır. Çünki bunlar, Îsâ aleyhisselâma inanmamış oldukları gibi,<br />

onda (ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanıyorlar. Tanrı üçdür. Îsâ tanrıdır<br />

[ba’zıları ise, Îsâ tanrının oğludur] diyerek, yehûdîlerden kötü oluyor, müşrik<br />

oluyorlar [İbni Âbidîn]. Hıristiyanlık çıkmadan ve putlara tapınmak başlamadan<br />

önce, Îsevîler mü’min idi. Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için, kitâblı kâfir<br />

oldular. Yehûdîler, islâmiyyete, bunlardan dahâ uzakdır. [(Ma’rifetnâme) ve<br />

(Tezkire-i Kurtubî)]<br />

Dördüncü tabakanın adı da (Cahîm)dir. Burada, güneşe, yıldızlara tapanlar, (Hutame)<br />

denilen beşincisinde, ateşe, ineğe tapanlar, müşrik olan Budistler, Berehmenler<br />

yanacak. Altıncı tabakası, (Lazy)dir. Burada hiç dîni olmıyanlar, müşrikler<br />

yanacak.<br />

Cehennemin yedinci tabakası, en dibi, en şiddetli tabakası olup, adı (Hâviye)dir.<br />

Burada münâfıklar, mürtedler yanacak. Bu yedi tabakanın ismlerinin sırası,<br />

(Tefsîr-i Mazherî)de ve (Gâliyye)de başka dürlü yazılıdır. Bir kimsenin Cehenneme<br />

gideceği ve îmânsız olduğu, son nefesinde belli olur. Bir kâfir, müslimân olursa<br />

ve günâhı, suçu çok olan veyâ bid’at sâhibi olan bir müslimân tevbe ederse, tertemiz<br />

müslimân olurlar. Cehenneme girmekden kurtulurlar.<br />

Mürtedler, anaları, babaları müslimân olduğu hâlde, islâm terbiyesi ile büyüdüğü<br />

hâlde, câhil veyâ okuyup, diploma alıp, kendilerini âlim, fen adamı sanan dinsizlerdir.<br />

İlm, fen denizinden bir damla tatmakla, deryâyı yutduk sanan bu zevallıların<br />

islâm âlimlerinden, din bilgilerinden haberleri olmadığı için, küçük yaşda işitdikleri<br />

kelimelere, hayâlleri ile ma’nâlar uydurarak, müslimânlık bunlardır sanıyor, islâmiyyeti<br />

inkâr ediyorlar. Analarına, dedelerine örümcek kafalı, müslimânlara gerici<br />

diyorlar. Nefslerine uyarak yalnız dünyâ arkasında koşanlara, zevk ve safâya dalanlara,<br />

aydın, ilerici diyor. Dünyâ ile berâber âhıreti de düşünenlere, başkalarının<br />

hakkını gözetenlere yobaz, ahmak diyor. Bu dünyâ böyle gelmiş, böyle gider. Cennet,<br />

Cehennem boş lâfdır, kim görmüş, burada ne yaparsan kârdır diyorlar. Başkaları<br />

ne olursa olsun, yalnız kendi kazançlarını, nefslerini, şehvetlerini düşünüyorlar.<br />

Herkesi aldatmak için ve geçinmek için de, iyiliği, insanlığı dillerinden düşürmüyorlar.<br />

En fecî’, en alçak suç olarak da, gençleri, islâm yavrularını aldatmağa, bunların<br />

dinlerini, îmânlarını çalarak, kendileri gibi felâkete sürüklemeğe uğraşıyorlar.<br />

İslâm dîninin inançlarını, emrlerini ve yasaklarını bildiren binlerce kıymetli kitâb<br />

yazılmış, bunların çoğu, yabancı dillere çevrilerek, her memlekete yayılmışdır.<br />

Buna karşılık, bozuk düşünceli, kısa görüşlü kimseler, her zemân, islâmın fâideli,<br />

feyzli ve ışıklı prensiplerine saldırmış, onu lekelemeğe, değişdirmeğe, müslimânları<br />

aldatmağa uğraşmışlardır. Dahâ çocuk iken, böyle yanlış yolda olanlara acırdım.<br />

Niçin doğruyu göremediklerine, İslâm dîninin yüksekliğini anlıyamadıklarına<br />

şaşardım. Herkesin doğru yolu bulmasını, dalâletden, dünyâ ve âhıret felâketlerinden<br />

kurtulmalarını istiyordum. Bu yolda, insanlara hizmet için çırpınıyordum.<br />

– 1044 –


Kıymetli gençleri, asîl ve temiz yavruları, şehîd evlâdlarını, bozuk yazılardan ve<br />

sözlerden koruması için ve müslimânlığın tam ve doğru ve ana kaynaklarına uygun<br />

olarak anlaşılması için, Allahü teâlâya yalvarıyordum.<br />

Din câhilleri, islâmiyyete ilm ile, fen ile, ahlâk ile, sıhhat ile, temizlik ile saldıramadıklarından,<br />

yalan söyliyerek, nâmerdce hücûm ediyorlar.<br />

İslâmiyyete ilm ile nasıl karşı durulabilir? İslâmiyyet, ilmin tâ kendisidir.<br />

Kur’ân-ı kerîmin birçok yeri, ilmi emr etmekde, ilm adamlarını övmekdedir. Meselâ<br />

Zümer sûresi, dokuzuncu âyetinde meâlen, (Bilen ile bilmiyen hiç bir olur mu?<br />

Bilen elbette kıymetlidir) buyruldu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ilmi<br />

öven ve teşvîk buyuran sözleri o kadar çokdur ve meşhûrdur ki, düşmanlarımız<br />

da, bunları biliyor. Meselâ (İhyâ-ül’ulûm) ve (Mevdû’ât-ül’ulûm) kitâblarında, ilmin<br />

fazîleti anlatılırken, (İlmi, Çinde de olsa, alınız!) hadîs-i şerîfi yazılıdır. Ya’nî<br />

dünyânın en uzak yerinde ve kâfirlerde de olsa, gidip ilm öğreniniz! Bu gâvur îcâdıdır,<br />

istemem, demeyiniz. Bir hadîs-i şerîfde de, (Beşikden mezâra kadar ilm öğreniniz,<br />

çalışınız!) buyuruldu. Ya’nî, bir ayağı mezârda olan seksenlik ihtiyârın da<br />

çalışması lâzımdır. Öğrenmesi ibâdetdir. Bir def’a da, (Yarın ölecekmiş gibi âhırete<br />

ve hiç ölmiyecekmiş gibi dünyâ işlerine çalışınız!) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde,<br />

(Bilerek yapılan az bir ibâdet, bilmiyerek yapılan çok ibâdetden dahâ iyidir!) buyurdu.<br />

Bir kerre, (Şeytânın bir âlimden korkması, câhil olan bin âbidden korkmasından<br />

dahâ çokdur!) buyurdu. İslâm dîninde kadın, kocasının izni olmadan nâfile<br />

hacca gidemez. Sefere, müsâfirliğe gidemez. Fekat, kocası öğretmezse ve izn vermezse,<br />

ondan iznsiz, ilm öğrenmeğe gidebilir. Görülüyor ki, büyük ibâdet olan hacca<br />

iznsiz gitmesi günâh olduğu hâlde, ilm öğrenmeğe iznsiz gitmesi günâh olmuyor.<br />

O hâlde, kâfirler, islâmiyyete ilm ile nasıl saldırabilir? İlm, ilmi kötüler mi? Elbette<br />

beğenir. Kıymetlendirir. İslâmiyyete, ilm ile saldıran, mağlûb olur.<br />

Fen ile de saldıramazlar. Fen (Mahlûkları, hâdiseleri görmek, inceleyip anlamak<br />

ve deneyip benzerini yapmak) demekdir ki, bu üçünü de, Kur’ân-ı kerîm emr etmekdedir.<br />

Fen bilgilerine, san’ate, en modern harb silâhlarını yapmağa uğraşmak,<br />

farz-ı kifâyedir. Düşmanlardan dahâ çok çalışmamızı, dînimiz emr etmekdedir. Resûlullahın<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” fenni emr eden pek cânlı sözlerinden birini<br />

kitâbımın birinci kısm, 11. ci madde, ikinci sahîfesinde bildirmişdim. O hâlde,<br />

islâmiyyet, fenni, tecribeyi, müsbet çalışmayı emr eden dinamik bir dindir.<br />

İslâm dînine karşı olanlar, ona doktorluk ile de saldıramıyor. Peygamberimiz “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem”, tıb bilgisini çeşidli şekllerde medh buyurdu. Meselâ, (İlm<br />

ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi). Ya’nî ilmler içinde en lüzûmlusu, rûhu koruyan din<br />

bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir diyerek, herşeyden önce, rûhun ve bedenin<br />

zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emr buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, (Riyâd-unnâsıhîn)<br />

üçyüzseksenbirinci [381] sahîfesinde yazılıdır ve (Zübdet-ül-ahbâr)dan<br />

aldığını bildirmekdedir. Bunun, imâm-ı Şâfi’înin “rahmetullahi teâlâ aleyh” sözü olduğunu<br />

bildirenler de vardır. Bu yüce imâmın her sözü, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin<br />

açıklamasıdır. İslâmiyyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeği emr<br />

ediyor. Çünki, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir.<br />

Bugün, bütün üniversitelerde okutuluyor ki, doktorluk iki kısmdır: Biri hijiyen,<br />

ya’nî sıhhati korumak. İkincisi, terapötik, ya’nî hastaları, iyi etmekdir. Bunlardan<br />

birincisi başda gelmekdedir. İnsanları hastalıkdan korumak, sağlam kalmağı sağlamak,<br />

tıbbın birinci vazîfesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kerre, ârızalı, çürük<br />

kalır. İşte islâmiyyet, tabâbetin birinci vazîfesini, hijiyeni garanti etmiş, te’mînât<br />

altına almışdır. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci kısmda, Kur’ân-ı kerîmin, tıbbın<br />

iki kısmını da teşvîk buyurduğu, âyet-i kerîmeler gösterilerek isbât edilmekdedir.<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Rum imperatörü Herakliüs ile mektûblaşırdı.<br />

Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Her iki tarafın sözlerini, mektûblarını,<br />

kitâblarda okuyoruz. (Mevâhib-i ledünniyye) tercemesi, ikiyüzotuzsekizinci [238]<br />

– 1045 –


sahîfesinde mektûbların aslı da var. Sefîrlerin ismleri, hayâtları, vak’aları ile meydânda<br />

iken, bindörtyüz sene sonra, bunlar yalandır demek, hangi ilm, hangi iz’ân<br />

sâhibine yakışır. Din düşmanlığı, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize<br />

karşı kinleri, akllarını örtmüş, muhâkemelerini işlemez hâle getirmiş olacak<br />

ki, gençleri aldatmak için, vak’aları, senedleri, vesîkaları göremiyor, açık yalanlar<br />

söylemekden de çekinmiyorlar. Yalan, iftirâ, insanı herkese karşı rezîl eder, yüz<br />

karasını meydâna çıkarır! Yâ Rabbî! Senin adâletin tâm yerindedir. İslâmiyyete,<br />

insanların se’âdetine saldıranlar, sonsuz azâbları hak etmekdedir!<br />

Bir def’a, Herakliüs birkaç hediyye göndermişdi. Bu hediyyelerden biri, bir doktor<br />

idi. Doktor gelince dedi ki, (Efendim! İmperatör hazretleri, beni, size hizmet<br />

için gönderdi. Hastalarınıza bedâva bakacağım!). Resûlullah “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem”, kabûl buyurdu. Emr eyledi, bir ev verdiler. Hergün nefîs yiyecek, içecek<br />

götürdüler. Günler, aylar geçdi. Bir müslimân, doktora gelmedi. Doktor, utanıp<br />

gelerek, (Efendim! Buraya, size hizmet etmeğe geldim. Bugüne kadar, bir hasta<br />

gelmedi. Boş oturdum, yiyip içip, râhat etdim. Artık gideyim) diye izn isteyince,<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” tebessüm buyurdu. (Sen bilirsin! Eğer dahâ<br />

kalırsan, müsâfire hizmet etmek, ona ikrâm etmek, müslimânların başda gelen<br />

vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun! Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan,<br />

sana kimse gelmez. Çünki, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu<br />

göstermişdir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkca birşey yimez<br />

ve sofradan, doymadan önce kalkar!) dedi. Görülüyor ki, müslimân, ya’nî islâmiyyetin<br />

emrlerine uyan, hastalık çekmez. Müslimânlardan hastalık çekenler, emrleri<br />

öğrenmiyenler ve yapmıyanlardır. Evet, ölüm hastalığı herkese gelecekdir. Bu<br />

hastalık mü’minlere bir ni’metdir. Âhıret yolculuğunun habercisidir. Hâzırlanmak,<br />

tevbe, vasıyyet etmek için, alârm işâretidir. Cenâb-ı Hak, çeşidli hastalıkları, ölüme<br />

sebeb kılmışdır. Eceli gelen, bir hastalığa yakalanacakdır:<br />

Ecel geldi cihâna,<br />

baş ağrısı behâne.<br />

Ahkâm-ı islâmiyyeye uyan, ya’nî islâmiyyetin gösterdiği yolda giden kimsenin<br />

hayâtı hastalıkla geçmez. Fekat, Peygamberlerden başka herkes, nefsine uyabilir.<br />

Günâh işliyebilir. Cenâb-ı Hak, günâh işliyen müslimânları, illet, kıllet veyâ zilletle<br />

îkâz etmekde, gafletden uyandırmakdadır.<br />

Din câhilleri, islâmiyyete temizlik ile de hiç saldıramıyor. Çünki, Tâbi’înden<br />

gençler, Eshâb-ı kirâma “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Allahü teâlâ sizi çok<br />

seviyor. Kur’ân-ı kerîmde sizi övüyor. Bunun sebebi nedir? Bize söyleyin de, biz<br />

de, sizin gibi olalım, bizi de çok sevsin dediklerinde, (Bizi çok seviyor. Çünki biz,<br />

temizliğe çok dikkat ederiz) diye cevâb verdiler. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde<br />

çeşidli yerlerde, (Temiz olanları severim!) buyuruyor. Resûlullahın “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” o güzel nûrlu yüzünü gören kimseye, (Sahâbî) denir. Birkaç dânesine<br />

(Eshâb) denir. O güzeli göremeyip de, yalnız, Sahâbîyi görenlere (Tâbi’în) denir.<br />

Müslimânlar, câmi’lere, evlere ayakkabı ile girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz,<br />

temiz olur. Her müslimânın evinde hamâm olur. Kendileri, çamaşırları, yemekleri<br />

hep temiz olur. Onun için, mikrop ve hastalık bulunmaz. Fransızların dünyâya<br />

övündükleri Versay serâyında bir hamâm yok. Kâfirler pis oluyor.<br />

İslâmiyyete, ahlâk, fazîlet, adâlet, insanlık meziyyetleri ile de, hiç saldıramıyorlar.<br />

İslâm dîni, başdan başa ahlâk ve fazîletdir. İslâm dîninin, dostlara ve düşmanlara<br />

karşı yapılmasını emr etdiği iyilik, adâlet, cömertlik, aklları şaşırtacak derecede<br />

yüksekdir. Ondört asrlık hâdiseler, bunu düşmanlara da, pek iyi göstermişdir.<br />

Sayılamıyacak kadar çok vesîkalardan hâtıra geleni bildirelim:<br />

Bursa müzesi arşivinde [ya’nî evrâk mahzeninde] ikiyüz sene öncesine âid bir<br />

mahkeme kaydında diyor ki, Altıparmakdaki yehûdî mahallesi yanında bir arsaya<br />

müslimânlar câmi’ yapıyor. Yehûdîler, arsa bizimdir, yapamazsınız diyerek, iş,<br />

– 1046 –


mahkemeye düşüyor. Arsanın yehûdîlere âid olduğu anlaşılarak, mahkeme, câmi’in<br />

yıkılmasına, arsanın yehûdîlere verilmesine karâr veriyor. Adâlete bakınız!<br />

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (İyi huyları temâmlamak,<br />

iyi ahlâkı dünyâya yaymak için gönderildim). Bir hadîs-i şerîfde, (Îmânı yüksek olanınız,<br />

ahlâkı güzel olanınızdır!) buyuruldu. Îmân bile, ahlâk ile ölçülmekdedir! (İslâm<br />

ahlâkı) kitâbında, islâmın güzel ahlâkı yazılıdır.<br />

İslâmiyyete karşı olan câhiller, ahlâkla da hiç hücûm edemedikleri için, müslimân<br />

yavrularını aldatmak, bu ma’sûmların îmânını çalmak için, (İngiliz üsûlü) ile,<br />

ya’nî yalan ile, iftirâ ile, alçakca hücûm ediyorlar. Çok def’a, müslimân şekline girip<br />

abdestsiz, guslsüz nemâz kılarak, câmi’ yapılırken para vererek, müslimân<br />

görünüyorlar. Yalanlarına, hîle ve uydurmalarına inandırmağa çalışıyorlar.<br />

Mevkı’i, etiketi ne olursa olsun, dîne saldıranların, din câhili oldukları, islâmiyyetden<br />

birşey bilmedikleri anlaşılır.<br />

Kâfirlerin tuzaklarına düşmemek için ne lâzım olduğunu Peygamberimiz bildiriyor:<br />

(Nerede ilm varsa, orada müslimânlık vardır. Nerede ilm yoksa, orada kâfirlik<br />

vardır!) buyuruyor. İşte burada da, ilmi emr etmekdedir.<br />

O hâlde, kâfirlere aldanmamak için dînimizi öğrenmekden başka çâre yokdur.<br />

Dînimizi nereden öğreneceğiz? Gençleri aldatmak için iftirâ ve yalanlarla hâzırlanan<br />

veyâ papas, mason kitâblarından terceme edilmiş olan süslü yazılardan,<br />

radyolardan, filmlerden, gazetelerden mi? Yoksa, para kazanmak için yanlış kitâbları,<br />

Kur’ân tercemeleri yazan câhillerden mi? 1960 senesi Ramezân-ı şerîfinde<br />

de Moskova radyosu, çok iğrenç, pek alçak yalanlarla, islâmiyyete küstâhca saldırdı.<br />

Düşman filmleri, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hayâtını,<br />

islâm târîhini, yanlış, iğrenç olarak gösteriyor, uydurma resmler yapıyorlar. Müslimânlar,<br />

bu bozuk filmleri, doğru sanarak, seyr ediyor. Dinleri, îmânları bozuluyor.<br />

Düşmanların radyosu, filmleri, mecmû’aları, böyle yaylım ateşine devâm etmekdedir.<br />

Bu hücûmlardan korunmak için, dînimizi nereden öğrenelim!<br />

Gözü ağrıyan kime baş vurur? Çöpçüye mi, avukata mı, matematik öğretmenine<br />

mi, yoksa göz mütehassısı olan doktora mı? Elbet, mütehassısa gidip, çâresini öğrenir.<br />

Dînini, îmânını kurtarmak için çâre arayanın da, avukata, matematikçiye, gazeteye,<br />

sinemaya değil, din mütehassısına baş vurması lâzımdır. Din mütehassısı nerede<br />

ve kim? Beyrutda, Mısrda, Sûriyede, Irâkda arabca öğrenen tercümânlar mı?<br />

Hayır. Din mütehassısları, şimdi toprak altında! Dünyâda bulmak çok güc!<br />

Din âlimi olmak için, edebiyyât ve fen üzerinde, fen ve edebiyyât fakültelerinden<br />

diploma almış olanlar kadar bilgi sâhibi olmak, Kur’ân-ı kerîmi ve ma’nâlarını<br />

ezberden bilmek, binlerle hadîs-i şerîfi ve ma’nâlarını ezber bilmek, islâmın<br />

yirmi ana ilminde mütehassıs olmak ve bunların kolları olan seksen ilmi iyi bilmek,<br />

dört mezhebin inceliklerine vâkıf olmak, bu ilmlerde ictihâd derecesine yükselmek,<br />

tesavvufun en yüksek derecesi olan (Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye) denilen kemâle<br />

yetişmiş olmak lâzımdır. Böyle bir âlim şimdi nerede? Şimdi, din adamı tanınanlar,<br />

mükemmel arabca bilenler, acabâ bu büyüklerin kitâblarını okuyabilir<br />

ve anlıyabilir mi? Şimdi böyle bir âlim meydâna çıksa idi, kimse dîne saldıramaz,<br />

hayâsızca iftirâlar savuran kahramânlar(!) kaçacak yer arardı. Eskiden medreselerde,<br />

câmi’lerde, zemânın fen bilgileri de okutulurdu. İslâm âlimleri fen bilgilerini<br />

öğrenmiş olarak yetişirdi. Sultân Abdülmecîd zemânında, mason Reşîd pâşanın,<br />

ingiliz sefîri ile berâber hâzırladığı ve 26 Şa’bân 1255 [m. 1839] da i’lân etdiği<br />

tanzîmât kanûnu, fen derslerinin medreselerde okutulmasını yasakladı. Böylece,<br />

din adamlarının câhil olmalarına ilk adım atıldı.<br />

Hakîkî din âlimi, vaktîle çok vardı. Bunlardan biri, imâm-ı Muhammed Gazâlîdir<br />

“rahmetullahi aleyh”. Din bilgilerindeki derinliğine, ictihâdda derecesinin yüksekliğine,<br />

eserleri şâhiddir. Bu eserleri okuyup anlıyabilen, onu tanır. Onu tanıyamıyan,<br />

kendi kusûrunu Ona yüklemeğe yeltenir. Âlimi tanımak için, âlim olmak<br />

– 1047 –


lâzımdır. O, zemânının bütün fen bilgilerinde de, mütehassıs idi. Bağdâd Üniversitesinin<br />

rektörü idi. O zemânın ikinci dili olan rumcayı iki senede öğrenmiş, eski<br />

Yunân ve Roma felsefesini, fennini incelemiş, yanlışlarını, yüz karalarını kitâblarında<br />

bildirmişdir. Dünyânın döndüğünü, maddenin yapısını, ay, güneş tutulmasının<br />

hesâblarını, dahâ nice teknik ve sosyal bilgileri yazmışdır.<br />

İslâm âlimlerinden biri de, İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkîdir “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”. Bunun din bilgilerindeki derinliği ve ictihâd derecesinin yüksekliği,<br />

hele tesavvufdaki, vilâyetdeki kemâli, aklın, idrâkin üstünde olduğunu, dinde<br />

söz sâhibi olanlar, ittifakla söylediği gibi, Amerikada yeni çıkan kitâblar da, bu<br />

se’âdet güneşinin ışıkları ile aydınlanmağa başlamışdır. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi<br />

aleyh”, zemânının fen bilgilerinde de mütehassıs idi. (Mektûbât)ın birinci<br />

kısmının ikiyüzaltmışaltıncı mektûbunda, (Oğlum Muhammed Ma’sûm “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”, bugünlerde, (Şerh-ı mevâkıf) kitâbını temâmladı. Derslerinde,<br />

Yunân felsefecilerinin hatâlarını anladı) buyuruyor. Bu kitâb, islâm medreselerinin,<br />

yüksek [Üniversite] kısmında son zemânlara kadar okutulan bir fen kitâbıdır.<br />

Kâdî Adûd yazmış, seyyid şerîf Alî Cürcânî “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”<br />

şerh etmişdir. Bin sahîfe kadar olup, o zemânın fen bilgilerini anlatmakdadır.<br />

Kitâb, altı mevkıfe ayrılmış olup, her birinde mersadlar vardır. Dördüncü mevkıf,<br />

birinci mersad üçüncü kısm, ikinci maksadda yer küresinin yuvarlak olduğunu, altıncı<br />

maksadda da, batıdan doğuya doğru döndüğünü isbât etmekde, atomu, maddenin<br />

çeşidli hâllerini, kuvvetleri ve psikolojik olayları bildirmekdedir.<br />

Avrupalılar, fen bilgilerinin çoğunu ve hepsinin temelini islâm kitâblarından aldı.<br />

Avrupalılar, dünyâ tepsi gibi düz, etrâfı dıvar çevrili zan ederken, müslimânlar<br />

yer küresinin yuvarlak olup döndüğünü buldular. (Şerh-i mevâkıf) ve (Ma’rifetnâme)<br />

kitâbları, bunu uzun yazmakdadır. Mûsul ve Diyâr-ı Bekr arasındaki Sincâr<br />

sahrâsında, meridyenin uzunluğunu ölçdüler ve bugünkü gibi buldular. 581 [m.<br />

1185] de vefât eden Nûr-üd-dîn Batrûcî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Endülüs İslâm<br />

Üniversitesinde astronomi profesörü idi. (El-hayât) kitâbında bugünkü astronomiyi<br />

yazmakdadır. Galile, Kopernik, Newton, dünyânın döndüğünü müslimân<br />

kitâblarından öğrenip söyleyince, bu sözleri suç sayıldı. Galile, papaslar tarafından<br />

muhâkeme edilip habs olundu. Tanzîmâta kadar medreselerde fen dersleri okutuluyordu.<br />

Aydın din adamları yetişiyordu. Dünyâya önderlik ediyorlardı. Fen dersleri<br />

kaldırılınca, keşfler, buluşlar da durdu. Batı, doğuyu geçmeğe başladı.<br />

Bugün, dînimizi, o büyük âlimlerin kitâblarından okuyup, öğreneceğiz! Din bilgileri,<br />

Ehl-i sünnet âlimlerinden veyâ bunların kitâblarından öğrenilir. Keşf ile, ilhâm<br />

ile, ilm elde edilmez. Bunların kitâblarını okuyan, hem ilm öğrenir, hem de<br />

kalbleri temizlenir.<br />

İnsânların, sıhhatli, sağlam ve râhat, neş’eli yaşamalarına ve âhıretde sonsuz<br />

se’âdete kavuşmalarına sebeb olan fâideli şeylere (Ni’met) denir. Allahü teâlâ, çok<br />

merhametli olduğu için, kullarına lâzım olan bütün ni’metleri yaratdı. Bunlardan nasıl<br />

istifâde edileceğini, nasıl kullanacağımızı, Peygamberleri ile gönderdiği kitâblarında<br />

bildirdi. Bu bilgilere (Din) ve (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. Müslimân olsun, kâfir<br />

olsun, herhangi bir insan, bu kitâblara uygun yaşarsa, dünyâda râhat ve huzûr içinde<br />

olur. Meselâ, bir eczâhânede yüzlerce fâideli ilâc vardır. Her ilâcın kutusunda târifnâmesi<br />

vardır. İlâcı, târifeye uygun kullanan, fâidesini görür. Târifeye uymayan<br />

ilâcdan zarar görür. Kur’ân-ı kerîme uygun yaşayan da ni’metlerden fâide görür.<br />

Dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşmak, râhat ve neşeli yaşamak için müslimân<br />

olmak lâzımdır. Îmânı olan ve ahkâm-ı islâmiyyeye uyan, ya’nî harâmlardan sakınıp<br />

ve ibâdetlerini yapan kimseye, müslimân denir. Îmân, belli altı şeye ve bütün<br />

emr ve yasakların hepsine inanmak demekdir. Allahü teâlâ hakîkî müslimândan<br />

râzı olur. Onu sever. Hakîkî müslimân olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri<br />

gibi îmân etmek ve ibâdetlerini doğru ve (İhlâs) ile yapmak lâzımdır. Al-<br />

– 1048 –


lahü teâlâ doğru ve ihlâs ile ibâdet yapanları seveceğini, bunların kalblerine dünyâda<br />

feyzler, nûrlar vereceğini, âhıretde de (Sevâb), ya’nî iyilik vereceğini va’d etdi.<br />

(İbâdet), emrleri yapmak, (Takvâ) harâmlardan, yasak edilmiş olanlardan sakınmak<br />

demekdir. İbâdetlerin doğru olması için, nasıl yapılacaklarını öğrenmek<br />

ve öğrendiklerine uygun olarak yapmak lâzımdır. (İhlâs), gerek beden ile, gerek<br />

mal ile yapılan farz veyâ nâfile bütün ibâdetleri, meselâ hayrât ve hasenât yapmağı,<br />

müslimânları sevindirmeği, onları sıkıntıdan kurtarmağı, zikri, istigfârı Allah rızâsı<br />

için yapmakdır. Mal, mevkı’, hurmet, şöhret kazanmak için yapılan ibâdetde<br />

ihlâs olmaz, riyâ olur. Böyle ibâdete sevâb verilmez. Günâh olur, azâb yapılır. Bid’at<br />

işliyenlerin, harâm işliyenlerin ve böyle kimselerle ve kâfirlerle, mezhebsizlerle arkadaşlık,<br />

komşuluk yapanların kalblerinde, ihlâs kalmaz. Zulmet, kara lekeler hâsıl<br />

olur. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh” birinci cildin elli dokuzuncu mektûbunda<br />

buyuruyor ki, (Bütün mü’minler ibâdet yaparken, Allahü teâlâ emr etdiği<br />

ve beğendiği için yapmağa niyyet ediyorlar. Böylece ihlâs ile yapıyorlar. Fekat<br />

bütün işlerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması ve bu ihlâsın kalbe hemen gelmesi<br />

lâzımdır. Ba’zı kimselerde, ibâdetlere başlarken yapılan niyyet, ihlâs, zahmet çekerek,<br />

kendini zorlıyarak hâsıl oluyor ve kısa bir zemân devâm ediyor. Sonra kalbe<br />

nefsin arzûları geliyor. Devâmlı ihlâs sâhiblerine (Muhlas) denir. Zahmet çekerek<br />

elde edilen, devâmsız ihlâsın sâhiblerine (Muhlis) denir. Muhlas olana, ibâdet<br />

yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünki bunlarda, nefslerinin arzûsu ve şeytânın vesvesesi<br />

kalmamışdır. Böyle ihlâs, insanın kalbine ancak bir Velînin kalbinden gelir).<br />

İbâdete başlarken nefs ve şeytân ile mücâdele ederek, devâmsız olan ihlâs elde<br />

edilebilince, böyle ihlâs ile yapılan ibâdetler de, zemânla nefsi za’îfletir, devâmlı<br />

ihlâs elde etmeğe sebeb olur. Fekat buna kavuşmak senelerce sürer.<br />

Şimdi biliyoruz ki, ültra viyole şuâ’lar, mikropları öldürüyor. Verem hastaları<br />

senatoryumlarda şuâ’ tedâvîsi ile ciğerlerini temizliyor. Ültra viyole ışınlar, ciğerleri<br />

temizlediği gibi, kalb aynasını temizleyen, kalbi hastalıkdan kurtaran şuâ’lar<br />

da vardır. Bu şuâ’lara (Nûr), (Feyz) denir. Kalbin hasta olması, nefse uyarak harâmları<br />

beğenmesi, bunlara düşkün olması demekdir. Ültra viyole ışınlarını güneş<br />

yayıyor. Nûrların saçıldığı kaynak ise, Evliyânın kalbleridir. Evliyânın kalbleri, ondördüncü<br />

ay gibidir. Ay güneşden aldığı ışıkları saçıyor. Velîlerin kalbi de, Resûlullahın<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” güneş gibi nûr saçan mubârek kalbinden saçılıp,<br />

kendilerine gelen nûrları cihâna yaymakdadır. Evliyâ, öldü. Bugün bulunanın<br />

da nerede olduğu bilinmiyor. Fekat, insan ölünce, kalb ve rûh ölmez. Hattâ, beden<br />

kafesinden kurtulduğu için, dahâ kuvvetli olur. Bugün, her yerde, her odada<br />

elektro manyetik dalgalar var. Fekat, haberimiz olmuyor. Bunları almak, duymak<br />

için, alıcı kuvvet, meselâ radyo lâzım. Her yerde nûr şuâ’ları da vardır. Fekat, bunlardan<br />

da haberimiz yok. Bunları almak, fâidelenmek için de, bir kuvvet, bir âlet<br />

lâzımdır. Bu alıcı kuvvet, yine kalbdir. Kalbler, fosforessans hâssası olan madde<br />

gibidir. Aldığı nûrları, karanlık kalblere saçarak, onları parlatır. Mü’min çok yaşayıp,<br />

ibâdetleri ve takvâsı artdıkca, kalbinin alabileceği nûr mikdârı da artar. Fekat,<br />

bu nûrları, feyzleri çabuk ve çok alabilmek için, bir Velîyi sevmek lâzımdır. Sohbetinde,<br />

yanında bulunarak, onun sevgisini de kazanırsa, dahâ çok feyz alır.<br />

Kalb, göğsümüzün sol tarafındaki et parçası demek değildir. Ona yürek denir.<br />

Yürek, hayvanda da bulunur. İnsana mahsûs olan kalbe (gönül) diyoruz. Kalb, bir<br />

kuvvetdir, görünmez. Te’sîrleri ile, eserleri ile tanınır. Elektrik cereyânı da görünmiyor.<br />

Ampulden geçdiği zemân, rezistans telini ısıtarak, ışık saçdırdığı için, ampulde<br />

bulunduğunu anlıyoruz. Hâlbuki, elektrik madde değildir. Bir yer kaplamaz.<br />

Kalb dediğimiz kuvvet de, madde değildir. Yer kaplamaz. Yürek denilen et parçasında<br />

eserleri göründüğü için, kalbin yeri yürekdir diyoruz.<br />

[Kalb adalesi veyâ kapakları bozuk olup ameliyyat ile düzeltilemiyen kimsenin<br />

yüreği çıkartılarak, ölüm hâline gelmiş olan başkasının sağlam yüreği buna takılmakdadır.<br />

Kalb takılanların birkaç günde öldüklerini işitiyoruz. Yaşıyacaklarını dü-<br />

– 1049 –


şünürsek, bunların gönül dediğimiz kalb latîfesi değişmemekde, kalbinde ve rûhunda<br />

bir değişiklik olmamakdadır. Yürek veyâ başka bir organ takılan kimse gençleşmez.<br />

Yaşı ilerlemesine devâm eder.]<br />

Elektrik, bakır tel ile iletiliyor. Radyo vericisi ile alıcısı, birbirine elektromanyetik<br />

titreşimlerle bağlanıyor. Kalbleri birbirine bağlıyan bağın da, muhabbet olduğu<br />

(Mektûbât)ın dördüncü cildinin yirmibirinci mektûbunda yazılıdır. Bir insan,<br />

bir Velîyi görüp konuşarak veyâ kitâblarını okuyarak, onun islâmiyyete tâm bağlı<br />

olduğunu, deryâ gibi ilm sâhibi olduğunu, güzel ahlâkını, herkese iyilik yapdığını<br />

anlayıp sever. Resûlullahı çok sevdiği için, Onun izinde bulunanı da sever. Fekat,<br />

bu güzel sıfatları sevmesi yetişmez. Bu sıfatların sâhibini iyi tanıyıp sevmesi<br />

lâzımdır. Çünki, bu sıfatlar münâfıklarda, kâfirlerde, masonlarda da görülebilir.<br />

Bunun için, mürşid olduğunu anlayıp, onu görmekden ve kendini göremeyince, şeklini,<br />

sûretini kalbine, hayâline getirmekden zevk almak lâzımdır. Bu hâle (Râbıta)<br />

yapmak denir. Ona her zemân râbıta yaparak, görmüş gibi olur. His uzvlarına<br />

te’sîr eden herşey kalbe de te’sîr eder. Güzel birşeyi görmek kalbe te’sîr etdiği gibi,<br />

o şeyi düşünmek de kalbe te’sîr eder. Ya’nî, (Râbıta) yapmak, yanında bulunmak<br />

gibi olur. Ne kadar çok sevişirlerse, o kadar çok feyz alır. Ubeydüllah-ı Ahrâr,<br />

(Kalbi, mala, mülke ve her çeşid dünyâ işlerine bağlamak suç olmuyor da, bir<br />

mü’mine bağlamak niçin suç olsun?) buyurmuşdur.<br />

Güneşin karşısına bir ayna koyalım. Bu ayna karşısına, ikinci bir ayna, bunun<br />

karşısına da üçüncü bir ayna, bunun karşısına dördüncü, böylece otuzuncu aynaya<br />

bakınca, güneş bu aynada görünür. Çünki, her ayna birbirine güneşi göstermekdedir.<br />

Bunun gibi, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsinin kalbi, Resûlullahın<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek kalbinden saçılan nûrların te’sîri ile, ayna<br />

gibi cilâlandı. Çünki Onu, çok, pekçok seviyorlardı. Onun güzel ahlâkını, tatlı<br />

sözlerini ve mu’cizelerini ve nûrlu yüzünü görerek, kendisine âşık olmuşlardı. Her<br />

işlerinde Onun gibi olmağa çalışıyorlardı. Herbiri, canını, Onun bir işâreti ile fedâ<br />

ediyordu. Onu iyi anlayıp, çok severek ve sohbetinde bulunarak, bol bol aldıkları<br />

nûrları, kendilerine âşık olan, bağlanan genç kalblere yayıp, bunları temizlediler.<br />

Bu nûrlar, bu kalblerden de, bunlara bağlanan başka gençlerin kalbine geldi.<br />

Böylece, binüçyüz sene kadar, aynı nûrlar, Evliyânın kalbinden saçılarak, her<br />

asrda, bu kalblere bağlanan kalbleri temizleyip ayna gibi yapdılar. Ya’nî, kalb gözleri<br />

açıldı. Bu se’âdete kavuşan bahtiyârlara, (Velî), (Evliyâ) denildi. Evliyânın büyüklerinden,<br />

zemânının kutbu, Mazher-i Cân-ı Cânân buyuruyor ki, (Bütün kazanclarıma,<br />

mürşidlerimi çok sevmekle kavuşdum. Se’âdetlerin anahtarı, Allahü teâlânın<br />

sevdiklerini sevmekdir). Alî Râmîtenî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” hazretleri<br />

buyurdu ki, (Allah adamlarının kalbleri, Hakkın nazargâhıdır. O kalblere<br />

girmiş olanlara da, o nazardan nasîb erişir.)<br />

Kalb, hem nefse, hem his uzvlarına bağlıdır. His uzvları ne ile meşgûl olursa, kalb<br />

ona bağlanır. İnsan güzel bir şeyi görünce, güzel bir ses duyunca, tatlı birşey alınca,<br />

kalb bunlara bağlanır. Bu sevgi insanın elinde olmaz. İnsan güzel birşey okuyunca,<br />

kalb, bunların ma’nâlarına, yazarına bağlanır. Güzel, tatlı demek, kalbe güzel,<br />

tatlı gelen şey demekdir. İnsan, çok def’a hakîkî güzelliği anlıyamaz. Nefse güzel<br />

gelen ile, kalbe güzel geleni birbiri ile karışdırır. Kalb kuvvetli ise, hakîkî güzelliği<br />

anlayıp, onu sever, bağlanır. Âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîfler, Evliyânın sözleri,<br />

düâ, tesbîh gibi kıymetli şeyler, aslında güzeldir. Çok tatlıdır. Kalbin nefse bağlılığı<br />

azalınca ve nefsin elinden kurtulunca, bunları okuduğu, duyduğu zemân, bunların<br />

güzelliğini anlar ve bağlanır da, insanın haberi olmaz. Kur’ân-ı kerîm okuyunca<br />

veyâ dinleyince, zikr yapınca, ibâdetleri yapınca, Allahü teâlâyı sever. Kalbi,<br />

nefsin elinden, baskısından kurtarmak için, nefsi ezmek, kalbi uyandırıp kuvvetlendirmek<br />

lâzımdır. Bu da, Resûlullaha uymakla olur. Muhammed aleyhisselâma<br />

uyarak, kalbini nefsinin pençesinden kurtaran bir kimse, bir Velîyi incelerse,<br />

onun Resûlullahın vârisi, Allahın sevgili kulu olduğunu anlar. Allahü teâlâyı<br />

– 1050 –


çok sevdiği için, Allahın sevdiğini de çok sever. Fekat, sevebilmek kolay birşey değildir.<br />

Nefsin sevdiklerini, kalbin sevdiği hakîkî güzellikler sanarak aldananlar çok<br />

olmuş, felâkete sürüklenmişlerdir.<br />

Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için çalışana (Sâlih) denir. Bu sevgiye kavuşmuş<br />

olana (Ârif) veyâ (Velî) denir. Başkalarının da kavuşmalarına vâsıta olana<br />

(Vesîle) ve (Mürşid), bunların üçüne de (Sâdık) denir. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân<br />

sûresinin otuzbirinci âyetinde, meâlen buyuruyor ki, (Onlara söyle! Eğer Allahı seviyorsanız,<br />

bana tâbi’ olunuz! Allah, bana tâbi’ olanları sever). Allahü teâlâyı sevmenin<br />

alâmeti, Onun Resûlüne tâbi’ olmakdır. Tâbi’ olmak, emrlerine ve yasaklarına<br />

uymak demekdir. Onun emrlerine ve yasaklarına (İslâmiyyet) ve (Ahkâm-ı islâmiyye)<br />

denir. Allahü teâlâyı seviyorum diyenin, islâmiyyete uyması lâzımdır. İslâmiyyete<br />

uyan kimseye (Müslimân) denir. Allahü teâlâ, müslimânların, birbirlerini<br />

sevmelerini emr etdi. Kâfirleri ve münâfıkları ve mürtedleri sevmemeği emr etdi.<br />

Bunun için, (Hubb-i fillah), ya’nî Allahı sevenleri sevmek ve (Bugd-ı fillah) ya’nî<br />

Allahü teâlânın düşmanlarını sevmemek, îmânın şartı oldu. Müslimân olmıyana (Kâfir)<br />

denir. Müslimânlıkdan ayrılıp, kâfir olana (Mürted) denir. Müslimân olmıyan,<br />

fekat, müslimân görünen kâfire (Münâfık) denir. Bunların üçünü de sevmemek, îmânın<br />

şartıdır. Tevbe sûresi, yüzyirminci âyetinde meâlen, (Ey mü’minler! Dâimâ, her<br />

zemân, sâdıklar ile birlikde bulunun!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, berâber olmağı<br />

emr etmekdedir. Bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlânın, kalbime akıtdığı, doldurduğu<br />

feyzlerin, nûrların hepsini Ebû Bekrin kalbine akıtdım!) buyuruyor. Ebû Bekr<br />

“radıyallahü teâlâ anh”, takvâsı ve ibâdetleri herkesden çok olduğu için ve Resûlullahın<br />

büyüklüğünü ve Ona nazaran kendinin hiç olduğunu herkesden çok anladığı<br />

ve Resûlullahın sevgisini herkesden çok kazandığı için, feyzler, Ona başkalarına<br />

gelenden dahâ çok geldi ve gelen feyzlerin hepsini aldı. Bunlardan ve benzerlerinden<br />

anlaşılıyor ki, dînimiz, Evliyâ ile berâber bulunmağı, Resûlullahın yolunu<br />

bunlardan öğrenmeği istemekdedir.<br />

Eshâb-ı kirâm ile Tâbi’în-i izâma (Selef-i sâlihîn) denir. Bunlardan sonra, hicretin<br />

dörtyüz senesi sonuna kadar gelen Ehl-i sünnet âlimlerine, (Halef-i sâdıkîn) denir.<br />

Halef-i sâdıkîn, îmân ve amel bilgilerinde ve kalb ma’rifetlerinde, hep Selef-i<br />

sâlihîne tâbi’ olmuşlar, bunların yolundan hiç ayrılmamışlardır. Dörtyüz senesinden<br />

sonra, mutlak müctehid kalmadığı gibi, bindörtyüz senesinden sonra da, insân-ı kâmil<br />

görülemez oldu. İnsân-ı kâmil olmıyan, Evliyâ ve müctehid olmıyan müceddidler<br />

“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, kıyâmete kadar, yeryüzünde bulunacakdır.<br />

Bu müceddidler, müctehidlerin kitâblarını her tarafa yayacaklar, unutulmuş<br />

olan hak yolunu, Ehl-i sünnet bilgilerini insanlara bildireceklerdir. Dünyâya yayılmış<br />

olan, bid’at sâhiblerinin ve sahte tarîkatcıların ve zındıkların, fen ve din yobazlarının,<br />

yalanlarına, iftirâlarına cevâblar vereceklerdir. Bunların yazdıkları doğru<br />

kitâbları bulup okuyanlar, dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşacaklardır.<br />

Büyük islâm devleti olan Gaznevî imperatorluğunun kurucusu, sultân Mahmûd-i<br />

Gaznevî, Ebül-Hasen-i Harkânîye, (Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zât idi?) diye<br />

sordu. Cevâbında, (Bâyezîd, öyle kâmil bir Velî idi ki, Onu görenler hidâyete kavuşurdu.<br />

Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu) dedi. Sultân Mahmûd, bu<br />

cevâbı beğenmedi. (Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” nice kerre gördüler. Bunlar hidâyete gelmedi de,<br />

Bâyezîdi görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun? O, Resûlullahdan<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” dahâ yüksek mi ki, iki cihânın efendisini, üstünlerin üstünü<br />

olan, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfrden kurtulamadı da, Bâyezîdi<br />

görenler nasıl kurtulur?) dedi. Ebül-Hasen “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki,<br />

(Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” görmediler. Ebû Tâlibin yetîmi, Abdüllahın oğlu Muhammedi<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” gördüler. O gözle bakdılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk<br />

gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıkdan, küfrden kurtulur,<br />

– 1051 –


Onun gibi kemâle gelirlerdi). Meâl-i şerîfi, (Onların sana bakdıklarını görürsün. Onlar,<br />

seni anlıyamıyorlar. Üstünlüğünü göremiyorlar) olan A’râf sûresinin yüzdoksanyedinci<br />

[197] âyeti bu inceliği bildirmekdedir. Sultân Mahmûd hân “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh” bu cevâbı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi artdı.<br />

(Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong>) kitâbını okuyarak anlıyan bahtiyâr bir kimse, hem din bilgilerini<br />

öğrenir, hem de İmâm-ı Rabbânîyi “rahmetullahi aleyh” tanıyarak, kalbi Ona<br />

meyl eder, bağlanır. Onun bütün dünyâya saçdığı nûrları alıp, olgunlaşmağa, kemâle<br />

gelmeğe başlar da haberi olmaz. Ham bir karpuz, güneşin ışıkları karşısında zemânla<br />

olgunlaşdığı, tatlılaşdığı gibi yetişerek kâmil bir insan olur. Bu dünyâyı, hayâtı<br />

görüşünde değişiklikler olduğunu his eder. Hâller, zevkler, tatlı rü’yâlar görmeğe<br />

başlar. İmâm-ı Rabbânîyi, Evliyâyı, Eshâb-ı kirâmı ve Resûlullahı “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” rü’yâda görmeğe, uyanık iken rûhlarını insan şeklinde görmeğe, bunlarla<br />

konuşmağa başlar. Nefsi de gafletden kurtulup, nemâzın tadını duymağa, ibâdetlerden<br />

zevk almağa başlar. Günâhlardan, harâm olan şeylerden, kötü huylardan<br />

nefret duyar. İyi huylar onun âdeti olur. Herkese iyilik eder. Cem’iyyete, millete fâideli<br />

olur. Se’âdet-i ebediyyeye kavuşur ve başkalarını da kavuşdurur. Hanefî mezhebinin<br />

büyük âlimlerinden seyyid Şerîf Cürcânî hazretleri, (Şerh-i mevâkıf) sonlarında<br />

ve (Şerh-ul-metâli’ hâşiyesi) baş tarafında ve (Berîka)nın ikiyüzyetmişinci sahîfesinde<br />

buyurduğu gibi, Evliyânın sûretleri, öldükden sonra da talebesine görünüp<br />

feyz verirler. Fekat, bunları görebilmek ve rûhlarından feyz alabilmek kolay değildir.<br />

Ehl-i sünnet i’tikâdını ve ahkâm-ı islâmiyyeyi, kitâblardan öğrenmek ve öğrendiklerine<br />

uymak ve Evliyâyı sevmek, saygılı olmak lâzımdır. (Merec-ül-bahreyn)de<br />

diyor ki: (Tesavvuf büyüklerinin hepsi, Ehl-i sünnet idi. Bid’at sâhiblerinden hiçbiri,<br />

Allahü teâlânın ma’rifetine yaklaşamamışdır. Vilâyet nûrları, bunların kalblerine<br />

girmemişdir. Amelde ve i’tikâdda olan bid’atin zulmeti, vilâyet nûrunun kalbe girmesine<br />

mâni’ olur. Kalb, bid’at pisliklerinden temizlenmedikce ve Ehl-i sünnet i’tikâdı<br />

ile süslenmedikce, hakîkat güneşinin ışıkları oraya giremez. O kalb, yakîn nûru<br />

ile aydınlanamaz). (Mekâtîb-i şerîfe)de altmışdokuzuncu mektûba bakınız!<br />

(İrşâd-üt-tâlibîn)de diyor ki, (Büyük âlim vefât edince, feyz vermesi kesilmez.<br />

Hattâ artar. Fekat [kalb hastalıklarına şifâ olan bakışları ve sözleri devâm etmediği<br />

için] bir insanın meyyit ile olan bağlılığı, diri ile olan gibi olamaz. Bunun için,<br />

(Üveysî) olmak, ya’nî meyyitin rûhâniyyetinden feyz almak az olur. Fenâ ve Bekâya<br />

yükselen dirilerin meyyit ile irtibâtları, diri iken olduğu kadar değil ise de,<br />

çok olur ve bunlar meyyitden çok feyz alırlar. Fekat, diri iken dahâ fazla alırlar.<br />

Çünki diriler, yanındakilerin ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmalarını sağlar. Bütün<br />

hâlleri ve sözleri ile kalblerine te’sîr ederek, muhabbetin artmasına, böylece dahâ<br />

çok feyz almalarına sebeb olurlar). Görülüyor ki, bir Mürşid aramak lâzımdır.<br />

Sâdık ve temiz bir müslimân, Evliyâ diri iken de, kabrde iken de, rûhlarından feyz<br />

alır ise de, diri olan Evliyâ, bunun yapması lâzım olan vazîfeleri söyler. Hatâlarını<br />

düzeltir. Böylece, feyz alması kolaylaşır ve çok olur. Ölüler ise birşey söyliyemez.<br />

Yol gösteremez. Kusûrlarını bildiremez. Feyz alması azalır veyâ durur. İlhâm<br />

ve rü’yâ ile meyyitden ders almak da olamaz. Çünki, ilhâmlara ve rü’yâlara,<br />

vehm, hayâl ve şeytân karışabilir. Karışmamış olanları da, te’vîlli, ta’bîrli olabilir.<br />

Doğruları, iğrilerinden ayırd edilemez. Kazanç pek kıymetli ise de, zarar da, o derece<br />

tehlükelidir. Böyle olmakla berâber, hakîkî âlim bulunmadığı zemânlarda,<br />

mürşid geçinen câhillere aldanmayıp, mevtâların rûhlarından feyz almağa çalışmalıdır.<br />

Buna kavuşmak için, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak ve ahkâm-ı islâmiyyeye<br />

uymak ve hakîkî âlimlerin kitâblarını okumak ve okuyan ile sohbet etmek<br />

şartdır. Küçük çocuk, en çok anasını sever ve ona sığınır. Aklı başına gelince, babasına<br />

dahâ çok güvenir, buna sığınır ve bundan fâidelenir. Mektebe veyâ san’ata<br />

başlayınca, hocasına, ustasına sarılır. Bunlardan fâidelenir. Allahü teâlânın âdeti<br />

böyledir. Rûhun kazançları da, bunun gibi, önce ana, baba ve âlim, sonra Resûlullah<br />

“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vâsıtası ile alınıyor.<br />

– 1052 –


Süâl: Hicrî ondördüncü asrın yarısından sonra, dünyânın hiçbir yerinde Velî görülemediğine<br />

göre, eski Velîlerin sözlerini okuyup, onları tanıyarak, kalbimizi, kalblerine<br />

bağlayacağımıza, niçin doğruca, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin<br />

kalbine bağlamıyor, Onun kuvvetli olan nûrunu almıyoruz. Ona intisâb,<br />

ya’nî bağlanmak, ya’nî inanmak ve sevmek, zâten îmânın şartı değil midir?<br />

Cevâb: Doğruca Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, vefâtından sonra<br />

da, mubârek rûhuna bağlanmak, elbet dahâ fâideli, hattâ lâzım ve vâcibdir. (Mekâtîb-i<br />

şerîfe)nin seksenbirinci mektûbunda diyor ki, (Evliyâyı bir gözlük olarak düşünüp,<br />

Resûlullaha ve Allahü teâlâya bu gözlük ile bakmalıdır.) Bir Velîyi veyâ kitâblarını<br />

bulup, bunu tanımak, buna râbıta yapmak, Resûlullahın “sallallahü teâlâ<br />

aleyhi ve sellem” mubârek rûhuna bağlanmak içindir. Bir insânın hiç görmediği kimsenin<br />

şeklini, sûretini, yalnız işitmekle, okumakla öğrenerek, hayâline getirmesi çok<br />

zordur. Onun kendisi değil, başkası görünebilir. Bunun için, Resûlullaha râbıta<br />

yapılmaz. Çünki, başkasının Resûlullah olduğuna inanmak küfr olur. Evliyâyı düşünmekde,<br />

bu tehlüke yokdur. Bir Velîyi düşünen, gönül gözü ile, onun mubârek kalbine<br />

bakmış olur. Orada Resûlullahın mubârek kalbini görür. Böylece, Resûlullaha<br />

bağlanmış olur. Bizim gibi câhillerin, gâfillerin, Resûlullahı düşünmemiz ancak<br />

böyle olur. Bu sûret ile, Ondan feyz aldıkdan sonra, doğruca kendisine bağlanmak<br />

ve Evliyânın kabrlerinden, rûhlarından feyz almak, mümkin ve kolay olur. Resûlullaha<br />

bağlanarak feyz alan kimse, Onu çok sever. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi<br />

aleyh” (Eyyühel-veled) kitâbının sonunda buyuruyor ki, (Her müslimân, terbiye edici<br />

bir üstâda muhtâcdır. Üstâd onu terbiye ederek, kötü huylardan kurtarır. Bunların<br />

yerine iyi huyları yerleşdirir. Terbiye etmek, çiftçinin tarladaki dikenleri, zararlı<br />

otları temizliyerek ekdiği tohumların kuvvetli, iyi olmasına çalışması gibidir. Allahü<br />

teâlâ, kullarına doğru yolu göstermek için, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

gönderdi. Peygamber vefât edince, Ona vekîl olarak Evliyâyı yaratdı. Velînin<br />

alâmeti şunlardır: ..........) Bu kitâbın arabî olan aslı ile türkçe ve fransızca tercemeleri<br />

Hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır. Velî, Resûlullahı “sallallahü teâlâ<br />

aleyhi ve sellem” iyi tanıdığı ve bağlandığı için, Onun mubârek kalbinden feyz almakda<br />

ve bu feyzler, bunun kalbinden, kendisine bağlananların kalblerine akmakdadır.<br />

[Feyz gelen kalbler temizlenir. Ahlâkı güzel olur.] İmâm-ı Rabbânî “kuddise<br />

sirruh” ikiyüzaltmışıncı mektûbda diyor ki, (Velînin kalbindeki feyzler, nûrlar,<br />

güneşin ziyâsı gibi, her yere yayılmakdadır. Ahkâm-ı islâmiyyeye uyan ve Onu seven<br />

müslimânların kalblerine akar. Onların bu feyzleri aldıklarından haberleri olmaz.<br />

Kalblerinin temizlendiğini anlarlar. Karpuzun güneş karşısında olgunlaşdığı gibi,<br />

kemâle gelirler. Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Resûlullahın<br />

“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sohbetinde, böyle kemâle geldiler. Müslimânın<br />

feyz almasına mâni’ olan en zararlı şey, bid’at sâhibi olmasıdır.) Altmışbirinci<br />

mektûbda diyor ki, (İnsanda Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak arzûsunu yok eden<br />

en zararlı şey, yalancı, câhil tarîkatcılardır. Bunların kitâbları, sözleri, kalbleri karartır.<br />

Bunların tuzaklarına düşen kimse, sahte, câhil doktora giden hastaya benzer.)<br />

Hakîkî Velîyi, yalancı sahte şeyhden ayıran en açık alâmet, hakîkî Velînin vera’ ve<br />

takvâ sâhibi olmasıdır. (Takvâ), Ehl-i sünnet i’tikâdına uygun olarak îmân edip, harâmlardan<br />

sakınmak demekdir. Şübheli olan şeylerden de sakınmağa (Vera’) denir.<br />

Ehl-i sünnet âlimleri, vera’ ve takvâ sâhibleri idi. Muhammed Ma’sûm “rahmetullahi<br />

aleyh” (Mektûbât)ının ikinci cildinin 112. ci mektûbundaki hadîs-i şerîfde,<br />

(Vera’ sâhibi ile birlikde oturmak ibâdetdir) buyuruldu. Böyle islâm âlimleri küfre<br />

sebeb olan şeyleri ve harâmları ve şübheli olanları bildiren çok kitâb yazdılar. İbni<br />

Nüceym-i Mısrînin “rahmetullahi aleyh” (El-kebâir) kitâbı meşhûrdur. Türkçe<br />

tercemesi ile birlikde, 1304 de İstanbulda basdırılmışdır. Seyyid Abdülhakîm Arvâsînin<br />

“rahmetullahi aleyh” (Küfr ve kebâir) risâlesinde, üçyüzüç büyük günâh ile yüzonbir<br />

küfre sebeb olan şey yazılıdır.<br />

Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gelen din bilgileri, ikiye ayrılır:<br />

– 1053 –


Beden bilgileri ve kalb bilgileri. Beden bilgilerini, ya’nî kalb ile inanılması ve yapılması<br />

ve beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan îmân ve ibâdet bilgilerinin hepsini<br />

Eshâbının hepsine teblîg etmek, öğretmek vazîfesi idi. Bunları bizzât ve bilvâsıta<br />

bildirdi. Ma’rifet ve tesavvuf denilen kalb bilgileri ise, güneş şuâ’ları gibi, mubârek<br />

kalbinden her ân etrâfa yayılıyordu. Bunlara (Nûr) ve (Feyz) denir. Her Sahâbî,<br />

kendi kalbine gelen feyzlerden [akanlardan] kendi isti’dâdı, kâbiliyyeti kadarının hepsine<br />

hemen kavuşdu. Resûlullaha muhabbetleri pekçok olduğu için, yayılan nûrlardan<br />

isti’dâdları kadarına hemen kavuşdular. Kavuşdukları nûrlar, ihlâslarının çabuk<br />

ve çok artmasına sebeb oldu. Birinci kısm, 46. cı maddenin sonuna bakınız! Beden bilgileri<br />

(Edille-i şer’ıyye) denilen dört kaynakdan öğrenilmiş, fıkh kitâbları vâsıtası ile<br />

bizlere gelmişdir. Resûlullaha uymak istiyenlerin, fıkh kitâblarının bildirdiği ve mürşid-i<br />

kâmilin söylediği gibi ibâdet etmeleri lâzımdır. Kalb bilgileri ise, bizlere Evliyânın<br />

kalbleri vâsıtası ile gelmişdir. Resûlullahın mubârek kalbinden bu bilgileri almak<br />

istiyenin, bir Velînin yanında bulunarak, bunun kalbinden alması lâzımdır. Velî, insanın<br />

kalbi ile, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek kalbi arasında,<br />

bir vâsıtadır, yoldur. Kalb bilgilerine, tesavvuf kitâblarını okumakla kavuşulamaz.<br />

Bu bilgileri sunan menba’, âriflerin kalbleridir. Böyle olduğu, (Semerât-ül-füâd) kitâbının<br />

sonunda da yazılıdır. Her Sahâbî de, Resûlullahdan aldıkları, beden ve kalb<br />

bilgilerini, istiyen müslimânlara bildirdiler. Dahâ sonra gelen müslimânlar da, beden<br />

bilgilerini fıkh kitâblarından, kalb bilgilerini, Evliyânın kalblerinden aldılar. (Ben, beden<br />

bilgilerini, doğruca Resûlullahın sözlerinden, ya’nî hadîs-i şerîflerden öğreneceğim)<br />

diyenler, hadîs-i şerîfleri yanlış anlıyarak, nefsin ve şeytânın tuzaklarına düşdükleri<br />

gibi, (Ben kalb bilgilerini doğruca Resûlullahın kalbinden alacağım) diyenler de,<br />

nefsin ve şeytânın tuzaklarına düşmüşlerdir. Beden bilgilerinin, Ehl-i sünnet âlimlerinin<br />

sözlerinden veyâ kitâblarından, kalb bilgilerinin de, bu âlimlerin, hayâtda olanlarının<br />

kalblerinden, vefâtlarından sonra da, rûhlarından alınması lâzımdır. Bu bilgilerin<br />

mütehassısları, ya’nî Müctehidler ve Velîler, böyle söylemişlerdir. (Künûz-üddekâık)da<br />

yazılı olan, (Talebesi arasında âlim, Eshâbı arasındaki Peygamber gibidir),<br />

(Âlimin talebesinden üstünlüğü, Peygamberin ümmetinden üstünlüğü gibidir), (Herşeyin<br />

bir kaynağı vardır. Takvânın menba’ı âriflerin kalbleridir), (Fıkh dersinde bulunmak,<br />

bir sene ibâdet yapmakdan dahâ iyidir), (Âlimin yüzüne bakmak ibâdetdir)<br />

hadîs-i şerîfleri, yukarıdaki yazımızın vesîkasıdır. Allahü teâlâ, islâm dîninin kıyâmete<br />

kadar devâm edeceğini va’d etdi. Beden bilgilerini muhâfaza için Osmânlı devletini,<br />

kalb bilgilerini muhâfaza için Evliyâyı yaratdı. İslâmın en büyük düşmanı olan<br />

ingiliz devleti asrlarca çalışarak, bu iki muhâfızı yok etdi. Allahü teâlâ, yeni muhâfızlar<br />

yaratmakda, islâmiyyet devâm etmekdedir.<br />

Şunu da bildirelim ki, kalbin, rûhun hastalığı, herkesde başkadır ve herkesin (İdiosynkrasie=Überempfindlichkeit<br />

gegen bestimmte Reize) denilen hassâsiyyeti,<br />

isti’dâdı ayrıdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” yalnız kalbin hastalıklarını<br />

ve tedâvîsini bildirmekle kalmamış, ferdlere, âilelere, cem’iyyetlere, harblere,<br />

mîrâs hesâblarına, ya’nî her çeşid dünyâ ve âhıret işlerine âid yüzbinlerle bilgiyi söylemişdir.<br />

Kendi hastalığını ve kalbinin ilâcını bilmiyen bizim gibi câhillerin, bu hadîs-i<br />

şerîflerden kendine uygun olanları seçip alması imkânsız gibidir. İkinci cild,<br />

54. cü mektûbda diyor ki, (Şimdi hadîsler unutuldu. Bid’atler yayıldı. Doğru ve iğri<br />

kitâblar birbirine karışdı.) Evliyâ, kalb, rûh mütehassısları olup, herkesin bünyesine<br />

ve hastalığına ve zemânının zulmetine ve fesâdına uygun rûh ilâclarını, hadîs-i<br />

şerîflerden seçerek söylemişler ve yazmışlardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem”, dünyâ eczâhânesine yüzbinlerce ilâc hâzırlayan baş tabîb olup, Evliyâ<br />

da, bu hâzır ilâcları, hastaların derdlerine göre dağıtan, emrindeki yardımcı tabîbler<br />

gibidir. Yüzondokuzuncu mektûba bakınız! Hastalığımızı bilemediğimiz, ilâcları<br />

tanımadığımız için, yüzbinlerce hadîs içinden, kendimize ilâc aramağa kalkarsak,<br />

(Allergie) aks-i te’sîr hâsıl olarak, câhilliğimizin cezâsını çeker, fâide yerine<br />

zarar görürüz. İşte bunun için, hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîmi kendi anladığına<br />

göre tefsîr eden kâfir olur) buyuruldu. Mezhebsizler, bu inceliği anlıyamadık-<br />

– 1054 –


ları için, (Herkes Kur’ân ve hadîs okumalı, dînini bunlardan kendi anlamalı, mezheb<br />

kitâblarını okumamalıdır) diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarının okunmasını<br />

yasak ediyorlar. Bütün müslimânları felâkete sürükliyorlar. Fârisî (Redd-i<br />

vehhâbî) kitâbı, mezhebsizlerin bu iftirâlarına, çok güzel cevâb vermekdedir.<br />

İmâm-ı Rabbânî de, ikinci cildin, 97. ci mektûbunda, cevâb vermekdedir.<br />

Sonsöz olarak, yine bildireyim ki, Velî demek, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine<br />

kavuşmuş olan, Ehl-i sünnet âlimi demekdir. (Ehl-i sünnet) demek, Kur’ân-ı kerîmin<br />

ve hadîs-i şerîflerin gösterdiği yol demekdir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu yolu Eshâb-ı<br />

kirâmdan öğrendiler. Kendi anladıklarına değil, Eshâb-ı kirâmdan işitdiklerine sarıldılar.<br />

Ehl-i sünnetden ayrılmak, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin doğru yolundan<br />

ayrılmak olur. Ehl-i sünnetden ayrılanlar arasında, Kur’ân-ı kerîmdeki ve mütevâtir<br />

olan hadîs-i şerîflerdeki açıkca anlaşılamıyan delîlleri yanlış te’vîl edenler, kâfir<br />

olmazlar ise de, bid’at sâhibi oluyorlar. Bu delîllerden çıkardıkları yanlış ve bozuk<br />

bilgilere, (Kur’ân yolu), (Eshâb yolu) diyerek, ahmakları, câhilleri aldatıyorlar.<br />

Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için, ihlâs, kalb-i selîm sâhibi olmak<br />

lâzımdır. Kalb de, ancak Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” inanmak, Onu sevmek<br />

ve Ona tâbi’ olmakla temizlenir. Bunun için, birinci yol, hayâtda olan bir Velîyi<br />

tanıyıp, Onun sözlerinden, kitâblarından Ehl-i sünnet i’tikâdını, ahkâm-ı islâmiyyeyi<br />

ve tesavvufun edeblerini öğrenmek ve bunlara uymak şartı ile, Ona (Râbıta)<br />

yapmak, ya’nî kalbini Onun kalbine bağlamakdır. Bir Velî, kendi üstâdlarından<br />

almış olduğu yazılı vesîkadan ve bütün sözlerinin, hareketlerinin ahkâm-ı islâmiyyeye<br />

uygun olmasından anlaşılır. Böyle bir Velî görülemediği zemân, herhangi bir<br />

Velîye râbıta yapan Onun (Üveysî)si olur. Birinci cildde ikiyüzseksenaltıncı ve<br />

ikinci cildde seksendokuzuncu mektûbda diyor ki, (Bir Ârifin sohbetine kavuşamıyana,<br />

büyüklerin rûhlarından feyz almak nasîb olur. Allahü teâlâ onun ilerlemesi için,<br />

bunların rûhlarını vâsıta yapar.) Ârifler, Velîler, birinci kısmın kırkaltıncı maddesinin<br />

sonunda bildirdiğimiz hadîs-i kudsîde, Allahü teâlânın va’d etdiği müjdeye kavuşdukları<br />

için, öldükden sonra da, tâliblere feyz verirler. İkinci kısmda, ellidördüncü<br />

maddeye bakınız! Ve ikiyüzdoksanbirinci mektûba da bakınız! Vefât etmiş olan<br />

Velînin rûhundan nasıl feyz alınacağı, ikinci kısmın, onyedinci maddesinde bildirildi.<br />

Muhammed Masûm-i Fârûkî “rahmetullahi aleyh” üçüncü cildin yüzkırkikinci<br />

mektûbunda buyuruyor ki, (İmâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” kabr-i şerîfini ziyâret<br />

niyyeti ile Serhend şehrine gelmeniz çok iyi olur. Buradaki feyzlere ve bereketlere<br />

kavuşursunuz. Medîne-i münevveredeki menba’dan buraya gelen nûrlardan<br />

ve esrârdan istifâde edersiniz. Hindistândaki küfr ve isyân zulmetleri, kalbleri karartmakda,<br />

rûhları hasta yapmakda ise de, rûhlara hayât veren ve kalbleri temizliyen<br />

şifâlı su, karanlık ormanlarda bulunduğu gibi, bugün Serhend şehri, Medîne-i<br />

münevveredeki kaynakdan [Evliyânın mubârek kalbleri vâsıtası ile] gelen feyzlerin,<br />

nûrların yayıldığı yerdir. Burasını Hindistânın küfr, zulm yerleri gibi sanmayınız. Burası,<br />

[insanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşduran] vilâyet yolunun kapısıdır.<br />

Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek kalbinden gelen<br />

envâr ve esrâr, buradan fışkırmakdadır. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak istiyenler,<br />

inanarak bu mezârı ziyâret ediyor, sevgileri nisbetinde, bu feyzlere, bereketlere<br />

kavuşuyorlar. Bu mubârek makâmda bulunanların çoğu, inanmadıkları, kıymetini<br />

bilmedikleri için, bu ni’metden mahrûmdurlar. Misk bulunan odaya giren, güzel<br />

kokuyu duyar. Miski, nezle hastasının burnuna soksan, kokusunu duyamaz.) Bunların,<br />

Eşrefzâde Abdüllah Rûmînin, (Müzekkin-nüfûs) kitâbının sonunda da yazılı<br />

olduğu, arabî (Tuhfet-ül-uşşak)da bildirilmekdedir. (Tuhfe), (El-münkız) sonunda<br />

basılmışdır. Sohbetde feyzler, ma’rifetler bol bol alındığı hâlde, Üveysîler damla<br />

damla alabilir. Fekat bunun tek damlası, bütün dünyâ kazançlarından dahâ kıymetli<br />

ve pek lezzetlidir. Kabrini ziyâret etmek, damlaların artmasına, mezhebsizlerin,<br />

sapıkların ve sahte, yalancı şeyhlerin tuzaklarına düşmek de, büsbütün kesilmesine<br />

sebeb olur. Kalblerin, rûhların arasındaki bağ, inanmak, sevmek ve istemekdir.<br />

– 1055 –


Bir müslimân, bir Velînin sohbetine kavuşursa veyâ hep onu düşünürse, ya’nî<br />

onun sûretini, yüzünü hayâline getirirse, yâhud hayâtını, sözlerini öğrenip, severek,<br />

ağlayarak düşünürse, onun kalbindeki feyzler, ma’rifetler, bunun kalbine<br />

akar. Yalnız uzakdan düşünerek yetişmiş, Velî olmuş mes’ûd, bahtiyâr zatlar çok<br />

vardı. Bu kazançlarını ve kavuşdukları yüksek dereceleri, kitâblarında bildirmişlerdir.<br />

Allahü teâlânın bu merhameti, bu ihsânı, kıyâmete kadar devâm edecekdir.<br />

Bir kimseyi seviyorum deyince, ona karşı sûrî, mecâzî muhabbeti olduğu anlaşılır.<br />

Câhil ve bid’at sâhibi ve sâlih ve sâdık her müslimân, Resûlullahı böyle sevmekdedir.<br />

Müslimân olmak için de, bu kadar muhabbet kâfîdir. Feyz getiren hakîkî<br />

sevginin hâsıl olması için, onun sözlerini, işlerini, hâllerini ve ahlâkını öğrenmesi<br />

ve bunları sevmesi lâzımdır. Sevilene itâ’at edilir. Herşeyde ona tâbi’ olunur.<br />

Hakîkî sevgi pekçok olursa, sevdiğinden başka herşeyi unutur. Bu unutmağa (Fenâ-yi<br />

kalb) denir. Hattâ kendini de unutur. Kendini de unutmağa (Fenâ-yı nefs)<br />

denir. (Mekâtîb-i şerîfe)nin doksanıncı mektûbunda diyor ki, (Fenâ-yi kalb hâsıl<br />

olunca, kalbde hatara [mahlûkların düşüncesi] kalmaz. Fekat dimâgdan gitmezler.<br />

Fenâ-yi nefs olunca, dimâgdan da giderler. Bu yazımızı tesavvuf ehli anlar. Liselerde,<br />

üniversitelerde okumakla öğrenilmez.) Böylece, (Fenâ) hâsıl olunca,<br />

ya’nî bir Ârif böyle çok sevilince, onun kalbine Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi<br />

ve sellem” gelmiş olan feyzler, ilâhî ma’rifetler, nûrlar, sevenin kalbine akarak,<br />

hakîkî ihlâsa kavuşur. Böylece hakîkî ibâdet yapmak nasîb olarak, Allahü teâlânın<br />

rızâsına, sevgisine kavuşur. Bundan sonra (Fenâ fir-Resûl) hâsıl olur. Ya’nî Resûlullahı<br />

“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hakîkî muhabbet ile severek, feyzleri<br />

doğruca Onun mubârek kalbinden alır. Artık, vesîleye ihtiyâc kalmaz.<br />

Dünyâ ve âhıret se’âdetine kavuşmak için biricik yol, müslimân olmakdır.<br />

Müslimân olmak için, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna, herşeyi gördüğüne,<br />

bildiğine, herşeyi Onun yapdığına [yaratdığına] ve Muhammed aleyhisselâmın<br />

Peygamber olduğuna ve öldükden sonra, Cennet denilen yerde sonsuz ni’metler,<br />

tatlı hayât olduğuna ve Cehennem denilen yerde sonsuz olarak ateşde yanmak<br />

olduğuna ve müslimân olanın Cennete gideceğine, müslimân olmıyanın, ya’nî<br />

işitdikden sonra inanmayanın, inkâr edenin, Cehennemde sonsuz olarak yanacağına<br />

inanmak lâzımdır. Dünyâ nüfûsunun yüzde doksandan fazlası, ya’nî bütün hıristiyanlar,<br />

bütün yehûdîler, Avrupadaki, Amerikadaki bütün siyâset ve devlet<br />

adamları, bütün fen adamları, kumandanlar, berehmenler, budistler, ateşe, putlara<br />

tapanlar, öldükden sonra tekrâr dirileceğimize, Cehennemde sonsuz azâb olduğuna<br />

inanıyor. İnanmamak, dünyâdaki bütün ilm, fen ve siyâset adamlarına uymamak<br />

olur. Böyle kimse tam gerici ve ahmakdır. İnanmak yalnız laf ile olmaz.<br />

Kalb ile olur. Kalbde îmân bulunduğunun iki alâmeti vardır: Söz ve iş.<br />

İslâm dîninden, islâmın güzel ahlâkından ve insan haklarından haberi olmıyan<br />

ba’zı câhilleri, ahmakları işitiyoruz. Gündüzleri spor sâhalarında, plajlarda,<br />

geceleri de eğlence yerlerinde, kızlarla, oğlanlarla, zevk, safâ, fuhş içinde, çalgı,<br />

oyun, kumar, içki ile ömrlerini ziyân ediyorlar. Zevkleri için lâzım olan parayı, hak,<br />

hukuk, kanûn tanımadan topluyorlar. Bu taşkınlıkları, hîleleri, azgınlıkları ile<br />

hem kendilerine, hem de cem’iyyete, insanlara, canlara, ırzlara zarar veriyorlar.<br />

Dinsizliğe, îmânsızlığa (ilericilik), (aydın gençlik) diyorlar. Aklı olan böyle yaşar<br />

diyorlar. Böyle yapmakla Avrupalılara, Amerikalılara benziyoruz diyerek<br />

övünüyorlar. Dîni, îmânı, temiz ahlâkı olan, herkesin hakkını tanıyan, doğru,<br />

nâmûslu müslimânlara, gerici, yobaz diyorlar. Böylece kendilerini avutuyorlar.<br />

Bütün Avrupalılar, Amerikalılar, dinlerine bağlı oldukları için, aklsız da, yalnız bunlar<br />

mı akllı? Felâket yolunda olduklarını, birkaç senelik zevk için, sonsuz azâblara<br />

sürüklendiklerini anlıyamıyorlar. Târîhden de ibret almıyorlar. Hâlbuki islâmiyyet,<br />

dünyâ zevklerinden hiçbirini yasak etmemişdir. Bunların, hayvanlar gibi,<br />

açıkca, azgınca, zararlı olarak yapılmasını men’ etmişdir. Bunların tuzaklarına<br />

düşenlere, ancak acınır! Dünyâ zevklerine düşkün, gâfil, can yakan ve başkasının<br />

– 1056 –


malına, nâmûsuna saldıranlar islâm dînini gençlerden saklıyorlar ise de, aklı olan<br />

bir insanın, fen, biyoloji ve astronomi bilgilerini öğrenince, dinleri inceliyerek, akla,<br />

ilme uygun olan islâm dînini seçmesi îcâb eder. Bunu başaramıyanın da, bütün<br />

dünyânın inandığı, Cehennemde sonsuz yanmak tehlükesi karşısında, korkarak,<br />

titriyerek hemen müslimân olması lâzımdır. Yine inanmazsa, akla uymamış olur.<br />

Hulâsa, dünyâ ve âhıret se’âdetlerinin başı, en iyisi, Allahü teâlânın rızâsına, sevmesine<br />

kavuşmakdır. Allahü teâlâya yakın olmak, Onun sevmesine kavuşmak<br />

demekdir. Bu se’âdete kavuşana (Velî) ve (Ârif) denir. Velî olmak için, farzları yapmak<br />

lâzımdır. Farzlar, sıra ile, evvelâ Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân<br />

etmek, sonra harâmlardan sakınmak, farz olan ibâdetleri yapmak ve sâlih olan<br />

mü’minleri sevmekdir. İhlâs ile yapılmıyan ibâdetin fâidesi olmaz, sevâbı olmaz.<br />

(İhlâs), herşeyi yalnız Allah rızâsı için yapmakdır. İhlâs, Allahü teâlâdan başka hiçbir<br />

şeyi sevmemekle, yalnız Onu sevmekle, kendiliğinden hâsıl olur. Kalbin yalnız<br />

Onu sevmesine (Kalbin tasfiyesi), (Kalbin itmînânı) veyâ (Fenâ fillah) denir. Kalbin<br />

itmînâna kavuşması, ancak Onu çok hâtırlamakla, büyüklüğünü, ni’metlerini<br />

düşünmekle olacağını, Ra’d sûresinin yirmisekizinci âyeti bildirmekdedir. İnsanda,<br />

akl, kalb ve nefs denilen üç kuvvet vardır. Aklın ve nefsin yeri dimâgdır. Kalbin<br />

yeri yürekdir. Akl, mekteb dersleri, san’at hesâbları, mâl sâhibi olmak, âhıreti<br />

kazanmak yolları gibi şeyleri düşünür. İsterse düşünür. İstemezse düşünmez. Aklın<br />

bu düşünceleri ve insanın bunlara kavuşmak için çalışması câizdir. Hattâ, çok<br />

sevâb olur. Bunların kalbe sirâyet etmeleri zararlıdır. Nefs dâimâ harâmları, zararlı<br />

şeyleri yapmağı düşünür. Kalbin kendinde hiç düşünce yokdur. Ona, aklın ve nefsin<br />

ve his uzvlarından dimâga ve dimâgdan kalbe ulaşan harâm şeylerin düşünceleri<br />

gelerek hasta yapar. Kalbi bu hataralardan kurtarmak güçdür. Bu düşüncelerden<br />

kurtulursa, Allahü teâlâyı hâtırlar, düşünür. Ya’nî kalb, hiç düşüncesiz kalmaz. Kalbin<br />

hataralardan kurtulması Allahü teâlânın ismini çok söylemekle veyâ bir Velîyi<br />

severek görmek ile olur. Bir Velî bulamazsa, ismini işitdiği bir Velînin hayâtını<br />

okuyup öğrenir. Onu çok sever. Hep onu düşünür. Bir Velîyi görmek, Allahü<br />

teâlâyı hâtırlamağa sebeb olacağı, (Onlar görüldükleri zemân, Allahü teâlâ zikr edilmiş<br />

olur) hadîs-i şerîfi ile bildirilmişdir. Bu hadîs-i şerîf, (İrşâd-üt-tâlibîn), (İbni<br />

Mâce), (Ezkâr) ve Abdülhakîm efendinin (Râbıta-i şerîfe)sinde ve Dost Muhammed<br />

Kandihârînin onbirinci mektûbunda vardır. Bir insan, kendisine islâmiyyeti<br />

doğru olarak öğreten, kendisini dünyâ ve âhıretde felâketlerden kurtaran, ebedî<br />

se’âdete kavuşduran vesîleyi görerek veyâ kitâblarından tanıyarak, onu cânı gibi<br />

sever. Onu görünce, göremezse, severek düşündükce, Resûlullahdan ona gelen feyzler<br />

bunun kalbine de akar. (Makâmât-i Mazheriyye), 74. cü sahîfesinde diyor ki,<br />

(Mükerrem hân öleceği zemân, başına Ubeydüllah-ı Ahrârın takkesini koydular.<br />

Onu alın! Yerine üstâdımın külâhını geçirin! Çünki, beni se’âdetlere kavuşduran<br />

odur, dedi). Düşünülen şeklin, Velînin tam kendisi olması şart değildir. Hergün,<br />

sabâh ve akşam gözleri kapatıp, beş-on dakîka aynı sûret düşünülürse, bir müddet<br />

sonra, bu Velînin rûhu, o sûretde görünerek, rü’yâda olduğu gibi, konuşmağa<br />

başlar. İhsânlarda bulunur. İkinci kısmın 17. ci maddesinde bildirdiğimiz hadîs-i kudsîden<br />

anlaşılıyor ki, bir müslimân, sohbetlerinde bulunarak veyâ kitâblardan okuyarak,<br />

tanıdığı ve sevdiği, uzakda veyâ kabrde bulunan bir Velîyi, ismi ile çağırır<br />

ve yalvarırsa, Allahü teâlâ, o Velîye işitdirir. Velî de, ona imdâd eder. Bir Velî, olmuş<br />

veyâ ilerde olacak birşeyi öğrenmek isterse, Allahü teâlâ, ona bildirir. Allahü<br />

teâlânın, Velîlere olan, bunlar gibi ihsânlarına, ikrâmlarına (Kerâmet) denir. Bedreddîn-i<br />

Serhendî, (Hadarât-ül-kuds) kitâbında, imâm-ı Rabbânînin kerâmetlerinden<br />

binlerce gördüğünü ve işitdiğini yazıyor ve bunlardan yüzden fazlasını bildiriyor.<br />

Kalb fânî olunca, ya’nî hiçbirşeyi hâtırlamayınca, aklın, fikrin ve hâfızanın<br />

da dünyâ işlerini unutması îcâb etmez. Kalb, fânî iken de, bütün organlara, akla,<br />

fikre, hâfızaya, her nev’ dünyâ işlerini yapdırır, başka insanlar gibi dünyâ işlerine<br />

de çalışır. Bütün insanlık vazîfesini, her iyiliği Allah rızâsı için yapar. Bütün yapdıkları<br />

ibâdet olur. Birinci kısmda, 46. cı madde sonuna bakınız!<br />

– 1057 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:67


ALLAH VARDIR:<br />

Ulemâ-i meşhûreden şeyh Muhammed Rebhâmî, (Riyâd-ün-nâsıhîn) sahîfe<br />

15.de diyor ki: (Zâd-ül-mukvîn) kitâbında diyor ki, Rûm kayseri, yedinci Abbâsî<br />

halîfesi Me’mûn bin Hârûna bir haberci gönderdi. Bunun yanında, heybetli, kendini<br />

beğenmiş biri vardı. Haberci, halîfeye, (Bu adam dinsiz, kâfirdir. Bir yaratıcı<br />

olduğuna inanmıyor. Rûm papasları buna cevâb veremedi. İslâm âlimleri bunu<br />

susdurursa, milyonlarca hıristiyanı ve müslimânı sevindirecekdir) dedi. Bağdâd<br />

âlimleri, buna ancak Ahmed Nişâpûrî cevâb verir, dediler. Halîfe serâyda, belli gün<br />

ve sâatde âlimlerin toplanmasını emr etdi. Nişâpûrî meclise geç geldi ve (yolda, acâib,<br />

şaşılacak birşey gördüm. Onu seyr edince, buraya geç kaldım. Dicle kenârında<br />

gemi bekliyordum. Yerden büyük bir ağaç çıkdı. Sonra yıkıldı, parçalandı.<br />

Tahtalar hâsıl oldu. Sonra tahtalar birleşerek, bir gemi oldu. Gemici olmadan, suda<br />

hareket etdi) dedi. Rûm kâfiri bu sözleri işitince, yerinden fırladı ve (bu adam<br />

deli olmuş. Hiç böyle şey olur mu? Böyle söyliyen, yalancıdır ve buna aklı olmıyanlar<br />

inanır) dedi. Nişâpûrî, söze karışarak, (Bunlar, kendi kendine olamayınca,<br />

yer yüzündeki şaşılacak şeyler, kendi kendilerine nasıl var olur? Bunları yaratan<br />

biri olmadığını söyleyen dahâ ahmak ve alçak olmaz mı?) dedi. Kâfir, (Her şeyin<br />

bir yaratıcısı olduğunu şimdi anladım ve buna inandım) diyerek LÂ İLÂHE İL-<br />

LALLAH diyerek müslimân oldu. Böyle bir hâdisenin, imâm-ı Gazâlî zemânında<br />

da vâki’ olduğu rivâyet edilmekdedir. Halîfe Me’mûn, hicretin 218.ci senesinde<br />

vefât etdi.<br />

KALB TEMİZLİĞİ:<br />

Tenbîh: İnsanda iki dürlü kalb vardır. Birisi, bildiğimiz, göğsümüzdeki et parçasıdır.<br />

Buna (Yürek) diyoruz. İkincisi, bu et parçasında bulunan bir kuvvetdir. Buna<br />

(Gönül) diyoruz. Biz, kalb deyince, bu gönlü bildireceğiz. İnanmak ve inanmamak,<br />

muhabbet ve düşmanlık bu kalbde olur. İnsanın a’zâları bu kalbin emrindedir.<br />

Temiz kalbin sâhibi akla uyar, hep iyi işler yapar. Kalbi bozuk, hasta olan, nefse<br />

uyar, hep zararlı işler yapar. İhlâs ile yapılan ibâdetler, bilhâssa nemâz kılmak,<br />

kalbi temizler. Allahü teâlâ, kalbi bozan, hasta yapan şeyleri harâm etmişdir.<br />

Günâh işliyenin kalbi hasta olur. Günâhın büyüklüğüne göre, hastalık hafîf veyâ<br />

ağır olur. Kalb hasta olunca, ibâdet yapmak güç olur. Kalb hastalığının birinci ilâcı,<br />

tevbe ve istigfârdır. Tevbenin kabûl olması için, günâhı terk etmek ve ibâdet yapmak<br />

lâzımdır. Kalb hastalığının ilâcı olan tevbenin kabûl olması için, en fâideli ibâdet,<br />

nemâz kılmakdır. Hergün bir kerre nemâz kılmak, çok kolaydır. Hergün beş<br />

kerre nemâz kılmak, kalbi hasta olanlara güç gelir. Hâlbuki, nemâz çok kılınırsa,<br />

kalbde Allah sevgisi hâsıl olur. Allah sevgisi zemânla kalbi doldurur. Se’âdetlerin<br />

en büyüğü, kalbe Allah sevgisini yerleşdirmekdir. [Dünyâ işleri ile uğraşanların ve<br />

geçici olan dünyâ ni’metlerine ve lezzetlerine kavuşmağı düşünenlerin kalblerinde<br />

Allah sevgisi kalmaz. İnsanı bu felâketden kurtaran en kuvvetli ilâc, kelime-i<br />

tevhîd okumakdır. Bunun için, Allahü teâlâ, sonsuz merhametinden dolayı, hergün<br />

bir vakt değil, beş vakt nemâz kılmağı emr buyurmuşdur. Allahü teâlânın bu<br />

emri, insanlara sıkıntı vermek için değil, onları kalb hastalığından kurtarmak<br />

içindir.]<br />

Nemâz dînin temelidir. Nemâz kılanın dîni sağlam olur.<br />

Nemâz kılmıyanın dîni yıkılır, yok olur.<br />

Osmânlılar zemânında gençler, dinlerini ve vatan sevgisini öğrenmek için, bir<br />

âlimin, bir velînin etrâfına toplanırlardı. Büyük âlimlerin gösterdiği yola (Tarîkat)<br />

denildi. Tarîkatlar etrâfa yayıldı. Müslimânlar ve vatan sevgisini öğrenen gençler,<br />

çoğaldı. Hükûmetleri ele geçiren masonlar, bu hâli görünce, tarîkatlara dinsiz, soysuz<br />

kimseleri karışdırdılar. Hakîkî müslimânlar azalıp, kalmayınca, tarîkatlar,<br />

dinsizlerin, ahlâksızların elinde kaldı.<br />

– 1058 –


SE’ÂDET-İ EBEDİYYE KİTÂBINDA<br />

ADI GEÇENLERİN HÂL TERCEMELERİ<br />

Kitâbda yazılı binyirmi [1020] ism, harf sırası ile aşağıdadır. Herbirinin kitâbda<br />

bulunduğu sahîfelerin numarası, hâl tercemelerinin sonuna yazılmışdır. Târîhler<br />

hicrî seneye göredir. Başında (m.) bulunanlar mîlâdî senedir.<br />

1 — ABBÂS “radıyallahü anh”: Abdülmuttalibin en küçük oğludur. Resûlullahın<br />

amcasıdır. Üç yaş büyükdür. Bedr gazâsında düşman askeri arasında idi. Müslimânların<br />

eline esîr düşdü. Kendisi için ve kardeşlerinin oğulları Ukayl ve Nevfel<br />

bin Hâris için para verip kurtuldular. O sene îmân etdi. En son hicret eden budur.<br />

Mekkenin fethinde ve Huneyn gazâsında Resûlullahın yanında bulundu. 32 [m. 652]<br />

senesinde seksensekiz yaşında vefât etdi. Bakî’de medfûndur. Uzun boylu, beyâz<br />

ve güzel idi. Abbâsî halîfeleri hazret-i Abbâsın soyundandır. Abbâsî devletinin bayrağının<br />

rengi siyâh idi. Me’mûn yeşile çevirdi. (Eshâb-ı Kirâm) kitâbında geniş bilgi<br />

vardır. 62, 350, 376, 389, 447, 450, 506, 995, 1065, 1068, 1098, 1129, 1185.<br />

2 — ABDUH: Muhammed Abduh, islâm âlimlerinin büyüklüğünü, üstünlüklerini<br />

anlıyamıyan bir din adamıdır. Kâhire mason locası reîsi olan Cemâleddîn-i Efgânînin<br />

(din adamı perdesi altında islâmı içerden yıkmak) propagandalarına aldanmışdır.<br />

1265 [m. 1849] de Mısrda tevellüd, 1323 [m. 1905] de vefât etdi. (Fâideli Bilgiler)<br />

kitâbında Abduh hakkında geniş bilgi verilmişdir. 195.ci sırada Cemâleddîn ismine<br />

bakınız! 461, 462, 765, 861, 887, 1086, 1117, 1140, 1141, 1154, 1160, 1162, 1169, 1192.<br />

3 — ABDÜL’AZÎM-İ MÜNZİRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hâfız Abdül’azîm-i<br />

Münzirî Kayrivânî, Mısrlıdır. Şâfi’î mezhebindendir. 581 [m. 1185] de<br />

tevellüd, 656 [m. 1258] de vefât etdi. (Ettergîb vetterhîb) hadîs kitâbı çok kıymetlidir.<br />

Türkçe tercemesi, yedi cild hâlinde, İstanbulda (Hikmet Kitâbevi) tarafından<br />

m.1993 de neşr edilmişdir. 313, 419, 458.<br />

4 — ABDÜL’AZÎZ HÂN: Osmânlı pâdişâhlarının otuzikincisi ve islâm halîfelerinin<br />

doksanyedincisidir. Sultân ikinci Mahmûdun ikinci oğludur. 1245 [m. 1830]<br />

de tevellüd edip, 25 Hazîran 1277 [m. 1861] de halîfe oldu. 1288 [m. 1871] de tramvay<br />

işletdi. 1292 [m. 1875] de galata tünelini yapdırdı. 1293 [m. 1876] de Dolmabağçe<br />

serâyından alınıp, Topkapı serâyına habs edildi. Birkaç gün sonra Midhat<br />

pâşa ve serasker [savunma bakanı] Hüseyn Avnî pâşa ve arkadaşları tarafından,<br />

Fer’ıyye serâyında Kur’ân-ı kerîm okurken bilek damarları kesdirilerek şehîd<br />

edildiği, sultân Vahîdeddînin baş kâtibi Alî Fuad beğin hâtıralarında yazılıdır.<br />

Fer’ıyye serâyı, Beşiktaş ile Ortaköy arasında, Galata-serây lisesinin orta kısmı olan<br />

yalıdır. Sultân Mahmûd türbesindedir. Sultân Murâd, bu ölümü işitince, korkudan<br />

aklı bozuldu. (Eshâb-ı Kirâm) kitâbında Abdül’azîz ismine bakınız! Vâlidesi Pertevniyal<br />

Vâlide Sultân olup, İstanbulda Akserâyda bir mescid ve bir mekteb yapdırmışdır.<br />

Kabri mescidin yanındadır. 51, 1063, 1153, 1161, 1197.<br />

5 — ABDÜL’AZÎZ-İ DEHLEVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Abdül’azîz bin<br />

Hamîdeddîn-i Dehlevî, 741 [m. 1340] senesinde Hindistânda vefât etdi. Fârisî<br />

(Umde-tül-islâm) kitâbı çok kıymetlidir. m.1989 da, Hakîkat Kitâbevi basdırmışdır.<br />

Abdürrahmân bin Yûsüf bunu 950 [m. 1543] de türkçeye çevirmiş ve (İmâdül-islâm)<br />

adı ile 1290 [m. 1872] da İstanbulda basılmışdır.<br />

6 — ABDÜL’AZÎZ-İ DEHLEVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şâh Abdül’azîz Gulâm<br />

Halîm-i Fârûkî Dehlevî, 1159 [m. 1745] da Delhîde tevellüd, 1239 [m. 1824] senesinde<br />

orada vefât etdi. Hind âlimlerinin büyüklerindendir. Meşhûr şâh Veliyyullah<br />

Ahmed Sâhib Dehlevînin oğludur. Derin hadîs âlimidir. Çok kitâb yazdı. Eserlerinin<br />

en kıymetlisi (Tuhfe-i isnâ aşeriyye)dir. Fârisî olup, bin sahîfeye yakındır. 1266<br />

[m. 1849] senesinde Delhîde basılmışdır. İstanbul Üniversite ve Süleymâniyye ve Bursa<br />

kütübhânelerinde vardır. Yeniden tab’ edilerek, m.1988 de, Hakîkat Kitâbevi ta-<br />

– 1059 –


afından neşr edilmişdir. Şî’î adındaki kimselerin yanlış yazılarına vesîkalarla cevâb<br />

vermekdedir. 1227 [m. 1811] senesinde, Hindistânda hâfız Muhammed bin Muhyiddîn<br />

Eslemî tarafından arabîye terceme edildi. Bu arabîyi Irâk âlimlerinden Ebülfevz<br />

Muhammed Emîn bin Alî Süveydî ve ayrıca seyyid Mahmûd Şükri Âlûsî 1301 [m.<br />

1883] de arabî olarak kısaltmışlardır. (Muhtasar-ı Tuhfe) adındaki ikincisi, 1315 [m.<br />

1896] de Bombayda ve 1373 [m. 1953] de Kâhirede ve 1396 [m. 1976] da, ofset yolu<br />

ile İstanbulda basıldı. Bekara sûresinin yüzseksendördüncü âyetine kadar ve<br />

yirmidokuzuncu ve otuzuncu cüz’lerin fârisî tefsîri olan (Tefsîr-i Azîzî)si de çok kıymetlidir.<br />

1386 [m. 1966] da Kâbil şehrinde basılmışdır. 455, 765, 903, 993, 1011.<br />

7 — ABDÜL’AZÎZ BİN SÜ’ÛD: Sü’ûd oğullarından iki Abdül’azîz vardır. Birincisi<br />

Abdül’azîz bin Muhammed bin Sü’ûd olup, 1134 [m. 1721] de tevellüd, 1217<br />

[m. 1802] de Der’ıyye câmi’inde bir şî’î tarafından hançerle öldürüldü. 1178 [m. 1765]<br />

de vehhâbîlerin ikinci reîsi oldu. 1217 [m. 1802] de Tâifde Ehl-i sünnet âlimlerini ve<br />

kadın, çocuk, binlerce müslimânı katl etdi. Açlıkdan ölenler de çokdu.<br />

İkincisi, Abdül’azîz bin Abdürrahmân bin Faysal olup, 1297 [m. 1880] de Rıyâdda<br />

tevellüd, 1372 [m. 1953] de vefât etdi. Sü’ûdî hükûmetinin ondokuzuncu reîsidir.<br />

Birinci cihân harbinde İngilizlerle birlikde Osmânlılara karşı harb etdi. O zemân<br />

Necdde bundan başka, ibn-ür-Reşîd kabîlesi de vardı. İbn-ür-Reşîd, Osmânlılara<br />

sâdık kalıp, Türklerle birlikde İngilizlere ve Sü’ûd oğullarına karşı<br />

harb etdi. Sulh oldukdan sonra, Abdül’azîz, İbn-ür-Reşîdi öldürtdü. 13 Ramezân<br />

1338, 1 Hazîran 1920 târîhli İstanbul gazetelerinde şu haber okundu:<br />

(Arabistânın başlıca iki hâkiminden biri olan Necd emîri İbn-ür-Reşîdin öldürüldüğünü<br />

on Mayıs târîhli The Times gazetesi yazmışdır. Harb esnâsında İbn-ür-<br />

Reşîd Türkiye ile işbirliği yapmışdı. İbn-üs Sü’ûd ise, İngilizlerle birlikde İbn-ür-<br />

Reşîde ve Türklere karşı harb etmişdi.) 1337 [m. 1919] ilk aylarında Kuwaitden Riyâda<br />

gelerek vehhâbîlerin başına geçdi. 1342 [m. 1924] de İngilizler Tâifi ve Mekkeyi,<br />

şerîf Hüseyn efendiden alarak, buna verdiler. 1351 [m. 1932] de Sü’ûdî hükûmeti<br />

kurmasını sağladılar. 9 Eylül 1926 da İstanbulda çıkan Son Sâat gazetesi<br />

şu haberi vermişdi:<br />

MEDÎNE BOMBARDIMANI<br />

Abdül’azîz tarafından Medîne-i münevverenin bombardıman edilmesi, Hindistân<br />

halkı arasında galeyân yapdığını yazmışdık. Hindistânda çıkan (The Times of<br />

India) diyor ki: Son zemânlarda Medîneye hücûm ve Kabr-i Nebevîyi bombardıman<br />

haberlerinin Hind müslimânlarında husûle getirdiği te’sîri hiçbir hâdise vücûde<br />

getirmemişdir. Hindistânın her tarafında bulunan müslimânlar, bu hâdise dolayısı<br />

ile o makâm-ı mukaddese ne derece hurmetkâr olduklarını göstermişlerdir.<br />

Hindistânda ve Îrândaki bu mühim teessürât, hiç şübhesiz İbni Sü’ûd üzerinde te’sîr<br />

yapacak ve onu bütün İslâm memleketlerinin nefretini kazanmamak için, böyle hareketlerde<br />

bulunmakdan men’ edecekdir. Hind müslimânları, İbn-üs-Sü’ûde bu fikrlerini<br />

açıkça bildirmişlerdir. 461.<br />

8 — ABDÜLBEHÂ ABBÂS: Behâullahın büyük oğludur. Bu da zındık idi. Sultân<br />

Hamîd hân, hal’ oluncaya kadar Akkada habs edildi. Hayfaya yerleşdi. Mısr, Avrupa<br />

ve Amerikaya giderek Behâîliği yaydı. 1339 [m. 1921] da öldü. Hayfaya gömüldü.<br />

Bâbın kemikleri de Îrândan buraya getirildi. Yerine, oğlu Şevkî geçdi. 483, 1179.<br />

9 — ABDÜL EHAD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâm-ı Rabbânînin babasıdır.<br />

[927] de tevellüd etdi. Genç iken, Hindistânın büyük Evliyâsından olan Abdülkuddüs<br />

“kuddise sirruh” hazretlerinin sohbetinde bulundu. İlm öğrenmesini emr<br />

etdi. Tahsîlden dönünce, hocası [944] de ölmüşdü. Oğlu olan Rükneddîn-i Çeştî<br />

“kuddise sirruh” hazretlerinin sohbetinde yetişdi. Kâdirî ve Çeştî yolunda kemâle<br />

erdi. Seksen yaşında iken 1007 [m. 1598] senesinde vefât etdi. Serhend şehri dışında<br />

şimâl tarafında medfûndur. Yedi oğlu vardı. Dördüncüsü, İmâm-ı Rabbânî<br />

– 1060 –


hazretleri idi. 93, 946, 962, 1064, 1163.<br />

10 — ABDÜLFETTÂH-I BAĞDÂDÎ AKRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hâlid-i<br />

Bağdâdînin talebelerindendir. Senelerce İstanbul halkını irşâd etdi. Binikiyüzseksenbir<br />

1281 [m. 1865] Muharrem ayının dokuzuncu Cum’a günü vefât etdi.<br />

Üsküdârda Eski vâlide câmi’inden Karaca-Ahmed mezârlığına çıkan yol ile (Selîmiye-Bağlarbaşı)<br />

caddesinin kesişdiği köşedeki, Şeyh-ul-islâm Ârif Hikmet beğin<br />

kabristânındadır. Ârif Hikmet beğ yüzbeşinci şeyh-ul-islâm olup, 1275 [m. 1858]<br />

de vefât etmişdir. Dedesi vezîr İsmâ’îl Râif pâşa ile, babası kadı-asker İsmet<br />

efendi de bu kabristândadır. Medînede, büyük kütübhâne yapdırmışdır. 1198.<br />

11 — ABDÜLGANÎ NABLÜSÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası İsmâ’îl<br />

Nablüsîdir. 1050 [m. 1640] de Şâmda tevellüd, 1143 [m. 1731] de vefât etdi. Şâmdadır.<br />

Fıkh, tefsîr ve hadîs ilmlerinde ve tesavvufda çok derin âlim idi.Alâüddîn Attârın<br />

“kuddise sirruh” rûhâniyyetinden de feyz aldı. İstanbulda, Mısrda ve Hicâzda<br />

da ders verdi. Yüzden fazla değerli kitâb yazdı. (Hadîka) kitâbı, Birgivînin (Tarîkat-i<br />

Muhammediyye)sinin şerhıdir. (Keşf-ün-nûr an eshâb-il-kubûr) kitâbında,<br />

Tâcüddîn-i Hindînin, râbıtayı isbât eden (Tâciyye) risâlesine yapdığı şerhde, Evliyânın<br />

öldükden sonra da kerâmet sâhibi olduklarını ve rûhlarından istigâse ve istifâde<br />

edileceğini çok güzel anlatmakdadır. Birinci kitâb, Süleymâniyye kütübhânesinde<br />

(Es’ad efendi) kısmında [3601] sayı ile mevcûddur. (Hulâsat-üt-tahkik) kitâbı,<br />

mezheblerin birleşdirilemiyeceğini isbât etmekdedir. (Keşf-ün-nûr) ve (Hülâsat-üt-tahkîk)<br />

kitâbları, Hakîkat Kitâbevi tarafından yeniden tab’ edilmişdir. Şâm<br />

matba’asında ilk basılan, bunun (Evrâd) kitâbıdır. 248, 419, 438, 458, 463, 497, 629,<br />

635, 639, 730, 843, 1074, 1083, 1132, 1153, 1159, 1191.<br />

12 — ABDÜLHAK-I DEHLEVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Seyfeddîndir.<br />

Hindistânın büyük âlimlerindendir. 958 [m. 1551] de tevellüd, 1052 [m. 1642]<br />

de vefât etdi. Muhammed Bâkî-billahın talebelerindendir. Hicâzda hadîs âlimi oldu.<br />

Delhîdedir. Çok kitâb yazdı. (Medâric-ün-nübüvve) ve (Merec-ül-bahreyn) ve<br />

(Eşi’at-ül-leme’ât) ismindeki (Mişkât) şerhı kitâbları fârisî olup, Hindistânda basılmışdır.<br />

278, 349, 357, 426, 455, 456, 457, 478, 730, 733, 771.<br />

13 — ABDÜLHAK-I SÜCÂDİL SERHENDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”:<br />

Muhammed Ma’sûm-i Fârûkînin yetişdirdiği büyüklerdendir. Urvetül-vüskâ Muhammed<br />

Ma’sûmu gasl etdi. Fârisî (Şerh-ı Vikâye) ve (Mesâil-i şerh-ı Vikâye) fıkh<br />

kitâbları meşhûr olup, her ikisi de Hindistânda basılmışdır. 181.<br />

14 — ABDÜLHAKÎM EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Zâhir ve bâtın ilmlerinde<br />

kâmil ve dört mezhebin de fıkh bilgilerinde mâhir, veliy-yi kâmil idi. Rûh bilgilerinin<br />

mütehassısı idi. Binikiyüzseksenbir 1281 [m. 1865] senesinde Van vilâyetinin<br />

Başkale şehrinde tevellüd, 1362 [m. 1943] de, Eyyûbde Murtedâ efendi tekkesi<br />

câmi’i imâmı iken, tevkîf edilip, Ankarada vefât etdi. Bağlumda medfûndur. Babası<br />

seyyid Mustafâ, seyyid Tâhâ-i Hakkârînin “kuddise sirruh” oğlu olan, seyyid<br />

Ubeydüllahın talebesi idi. Seyyid Mustafâ çok kâmil idi. Gördüğü kimsenin, hangi<br />

nemâzı kılmadığını, yüzünden anlardı. Bunun babası, seyyid Muhyiddîndir. Onun<br />

babası, seyyid Muhammed, bunun babası da, seyyid Abdürrahmândır. İmâm-ı Alî<br />

Rızâ bin Mûsâ Kâzım soyundan olup, Seyyid oldukları, Irâkdaki şer’î mahkeme defterlerinde<br />

yazılı olduğu gibi, seyyid Abdülkâdir-i Geylânînin torunu olan seyyid Abdürrezzakın<br />

mübârek el yazısı ile de tasdîk edilmiş olduğu, Van mebûsu İbrâhîm Arvâsın<br />

1371 [m. 1952] de basdırdığı (Seyâhatnâme-i Kâsım-ı Bağdâdî) kitâbında yazılıdır.<br />

4, 10, 33, 46, 50, 73, 76, 146, 238, 260, 276, 291, 334, 378, 386, 393, 402, 413, 421,<br />

454, 462, 486, 534, 579, 617, 639, 651, 656, 715, 729, 735, 743, 747, 791, 877, 917, 922,<br />

923, 969, 988, 1053, 1057, 1075, 1112, 1134, 1169, 1171, 1191, 1193.<br />

15 — ABDÜLHAKÎM-İ SİYALKÛTÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâm-ı Rabbânî<br />

hazretlerinin sınıf arkadaşı idi. Hocaları mevlânâ Kemâleddîn-i Kişmîrî idi. Ba-<br />

– 1061 –


ası Şemseddîn Muhammeddir. 1067 [m. 1656] senesinde, Siyâlküt şehrinde vefât<br />

etdi. Hanefî fıkh ve kelâm âlimidir. (Beydâvî)ye hâşiyesi, Sa’deddîn-i Teftâzânînin<br />

(Şerh-ı akâ’id)ine hâşiyesi ve Ahmed Hayâlînin Teftâzânî şerhıne yapdığı hâşiyenin<br />

de (Siyalkûtî hâşiyesi) ve Teftâzânînin (Mevâkıf şerhı)ne ve (Mutavvel) adındaki<br />

Beyân ve Me’ânî kitâbına hâşiyesi ve (Ed-Dürret-üssemîne fî-isbât-il-vâcib-i<br />

teâlâ) kitâbı meşhûrdur. 864. cü isme bakınız! 456, 1124.<br />

16 — ABDÜLHÂLIK-I GONCDÜVÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Vilâyet<br />

yolunun rehberlerindendir. İslâm âlimlerinin büyüklerindendir. Buhârâda Goncdüvân<br />

köyünde tevellüd ve 575 [m. 1180] de orada vefât etdi. Yirmiiki yaşında iken<br />

Buhârâda Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin sohbetinde kemâle geldi. İmâm-ı Mâlik<br />

soyundandır. Babası Abdülcemîl, Malatyalı idi. Hızır aleyhisselâmdan ders aldı.<br />

Tesavvufda meşhûr olan (Onbir temel kelime) Abdülhâlık Goncdüvânînin sözlerindendir.<br />

(Vasıyyetnâme) kitâbında diyor ki, (Sana vasıyyet eylerim ey oğul ki,<br />

her hâlinde ilm ve edeb ve takvâ üzere ol! İslâm âlimlerinin kitâblarını oku! Fıkh<br />

ve hadîs öğren! Câhil tarîkatcılardan sakın! Şöhret yapma! Şöhretde âfet vardır.<br />

Çok simâ’ eyleme! Çok simâ’, kalbde nifak yapar, kalbi öldürür. Simâ’ı inkâr da<br />

etme ki, büyüklerin çoğu simâ’ yapmışlardır. Arslandan kaçar gibi, câhillerden kaç!<br />

Bid’at sâhibi, sapıklar ile ve dünyâya düşkün olanlar ile arkadaşlık etme! Halâldan<br />

yi! Çok gülme! Kahkaha ile gülmek, gönlü öldürür. Herkese, şefkat ve merhamet<br />

et! Kimseyi hakîr görme! Kimse ile münâkaşa, mücâdele etme! Kimseden<br />

birşey isteme! Tesavvuf büyüklerine dil uzatma! Onları inkâr eden felâkete düşer.<br />

Mayan fıkh ve evin mescid olsun!) Pencere camı bunun zemânında keşf edildi. 957,<br />

969, 1098, 1105, 1191, 1193.<br />

17 — ABDÜLHAMÎD HÂN-I “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Osmânlı pâdişâhlarının<br />

yirmiyedincisi ve islâm halîfelerinin doksanikincisidir. Sultân üçüncü Ahmedin<br />

oğlu, sultân dördüncü Mustafâ ile, sultân ikinci Mahmûdun babalarıdır. 1137<br />

[m. 1725] de tevellüd etdi. 1187 [m. 1773] de halîfe oldu. 1203 [m. 1789] de vefât<br />

etdi. Sirkecide, dördüncü vakf hânı karşısında, köşedeki türbededir. Oğlu dördüncü<br />

Mustafâ hân da bu türbededir. Türbede, Yeni câmi’ tarafındaki dıvardaki dolaba<br />

yerleşdirilmiş taşda Resûlullahın mubârek ayaklarının izleri mevcûddur.<br />

Türbe yanındaki ince san’atlı olan sebili, cumhûriyyet devrinde Gülhâne parkı kapısı<br />

karşısına nakl edilmişdir. Yerine üçüncü Selîm hân geçdi. Vâlidesi Râbi’a sultânın<br />

rûhu için, [1192] de, Beğlerbeğinde, deniz kenârında, bir minâreli câmi’<br />

yapdırdı. İkinci minâresini sultân Mahmûd yapdırdı. Emîrgân câmi’ini de birinci<br />

Abdülhamîd hân yapdırmışdır. Eski ismi Emîrgün idi. Çünki, dördüncü Murâd hân<br />

Revân [Erivan] kal’asını feth edince, kal’a kumandanı Mirgün oğlu, afv diledi. Kabûl<br />

edilip, şî’îlik propagandası yapmamak şartı ile, pâşalık rütbesi ve ayrıca Emîrgânda<br />

bir serây kendine verildi. Mirgün oğlu burada kaldı. Fekat, sultân Murâd vefât<br />

edince, yerine geçen kardeşi, sultân İbrâhîm hân zemânında, kızılbaşlık propagandasına<br />

başlayıp, müslimânları aldatdığı görülünce, başı kesildi. Halk arasında<br />

kesikbaş denilen mezârda, işte bu hurûfî babası yatmakdadır. Hurûfîler ve mülhîdler,<br />

bundan dolayı sultân İbrâhîme düşman oldular. Bu mubârek Türk sultânına<br />

deli İbrâhîm dediler. Gençler de, bu yalana ve uydurma hikâyelere inanıyor. Bu<br />

temiz sultâna ve afîfe zevcesi Turhân sultâna bilmiyerek dil uzatıyorlar. Sultân İbrâhîm,<br />

amcası Mustafâ hânın Ayasofyadaki türbesindedir. Emîrgân korusu şimdi<br />

belediyenin olup halk için umûmî bağçedir. 850 dönüm olup Mısr Hidîvi İsmâ’îl<br />

pâşanın bağçesi idi. Köşkü, tepededir. İsmâ’îl pâşa, İbrâhîm pâşanın oğlu olup, 1246<br />

[m. 1830] da tevellüd ve 1313 [m. 1895] de vefât etdi. 1279 [m. 1863] da hidîv oldu.<br />

1296 [m. 1879] da azl edildi. Yerine oğlu Tevfîk pâşa geçdi. Bu, yirmialtı yaşında<br />

idi. İngilizler bunun zemânında Mısrın idâresine karışdı. 1309 [m. 1892] da<br />

vefât etdi. Yerine oğlu Abbâs <strong>Hilmi</strong> pâşa geçdi. Onsekiz yaşında idi. Çubukludaki<br />

köşk ve koru bunun idi. Bunun yerine, 1332 [m. 1914] de İsmâ’îl pâşanın oğlu<br />

– 1062 –


Hüseyn Kâmil pâşa geçip, ittihâdcılara karşı oldu. 1335 [m. 1917] de Mısrda vefât<br />

etdi. Yerine kardeşi Ahmed Füâd geçip, 1340 [m. 1922] da, türklerden ayrılarak,<br />

devlet reîsi demek olan melik adını aldı. 1354 [m. 1936] de vefât etdi. Yerine oğlu<br />

Fârûk melik oldu ise de, 1371 [m. 1952] de, askerî ihtilâl olarak yurd dışına çıkarıldı.<br />

347, 1119, 1120, 1131, 1167, 1184.<br />

18 — ABDÜLHAMÎD HÂN-II “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Osmânlı pâdişâhlarının<br />

otuzdördüncüsü ve islâm halîfelerinin doksandokuzuncusudur. Sultân Abdülmecîd<br />

hânın ikinci oğludur. 21 Eylül 1258 [m. 1842] de tevellüd, 1 Şubat 1336<br />

[m. 1918] da Beğlerbeği serâyında vefât etdi. Çenberlitaşda, dedesi sultân ikinci<br />

Mahmûdun türbesindedir. Sultân Abdül’azîz hânı şehîd eden Midhat pâşa ve arkadaşları<br />

30 Mayıs 1293 [m. 1876] günü serây hazînesini ve sultân Azîz hânın şahsî<br />

servetini de yağma etdikden sonra, sultân Abdülmecîdin Şevk-efzâ vâlide sultândan<br />

olan birinci oğlu beşinci Murâdı o gün halîfe yapdılar. Otuzaltı yaşında idi. Beş<br />

gün sonra, 4 Hazîran 1293 [m. 1876] de sultân Abdül’azîz Fer’ıyye serâyında şehîd<br />

edilince, sultân Murâdın şü’ûru bozuldu. Üç ay ve bir gün süren saltanatından sonra,<br />

31 Ağustos günü tahtdan indirildi. Çırağan serâyına götürüldü. Yirmisekiz sene<br />

dahâ burada yaşadı. 29 Ağustos 1322 [m. 1904] de vefât edince, Eminönünde Turhân<br />

vâlide sultân türbesine defn edildi. 11 Şa’bân 1293 ve 31 Ağustos 1876 da ikinci<br />

Abdülhamîd hânı halîfe yapdılar ve devlet işlerine karışmaması, yalnız millet meclisinin<br />

çıkaracağı kanûnlara göre hareket etmesi için söz aldılar. (Tanzîmât-i hayriyye)ye<br />

sâdık kalacağını bildiren (Kanûn-ı esâsî)yi i’lân etdirdiler. Abdülmecîd hânın<br />

ikinci oğlu olan sultân Abdülhamîd onbir yaşında iken annesi Tîr-i Müjgân ikinci<br />

kadın efendi vefât etmişdi. Dördüncü kadın efendi Perestu sultân tarafından büyütüldü.<br />

Pâdişâh olunca, bunu Valîde sultân i’lân etdi. Büyük kardeşi ile berâber<br />

tahsîl gördü. Arabca, farsca, fransızca ve dînî ilmlerde çok iyi yetişdirildi. (Türkiye<br />

târîhi)nde diyor ki, (İkinci Abdülhamîd hân, ittihâdcıların propaganda etdikleri<br />

gibi câhil değil, onların hemen hepsinden dahâ bilgili idi.)Merkezi Selânikde<br />

bulunan üçüncü ordunun genç subayları, İstanbula gelerek, 1327 [m. 1909] de halîfeyi<br />

tahtından indirip, Selâniğe götürdü. Mâbeyn başkâtibi Es’ad beğ (Hâtırât-ı<br />

Abdülhamîd hân) kitâbında, ikinci Abdülhamîd hânın memlekete hizmetlerini uzun<br />

yazmakdadır. 377, 399, 542, 636, 732, 1072, 1078, 1083, 1097, 1098, 1138, 1140, 1154,<br />

1189, 1196, 1197.<br />

19 — ABDÜLHAYY “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hindistânda Safâ şehrindendir.<br />

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetinde yıllarca bulundu. Çok feyzlere kavuşdu.<br />

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin emrleri ile, (Mektûbât)ın ikinci cildini<br />

topladı. Tesavvufu âşıklara bildirmek için, Pütne şehrine gönderildi. Orada bulunanları<br />

irşâd eyledi. Velîler, halîfeler yetişdirdi. Kutb olduğu müjdelendi. Abdülhayy<br />

Luknevî için 82. ci isme bakınız! 910, 952.<br />

20 — ABDÜLKÂDİR-İ GEYLÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhyiddîn<br />

Ebû Muhammed bin Ebû Sâlih Mûsâ Cengî dost, Îrânın Geylân şehrinde, 471 [m.<br />

1078] de tevellüd, 561 [m. 1166] de Bağdâdda vefât etdi. Babası hazret-i Hasenin<br />

oğlu Hasen-i müsennânın oğlu Abdüllahın soyundandır. Hazret-i Hüseynin kızı<br />

Fâtımanın Abdüllahın vâlidesi olduğu (Kısas-ı Enbiyâ)da yazılıdır. Bunun için Abdülkâdir-i<br />

Geylânî, hem seyyid, hem de şerîfdir. Anası Fâtıma binti Ebû Abdüllah<br />

seyyidedir. Fıkh ve hadîs ilmlerinde müctehid idi. Önceden Şâfi’î mezhebinde<br />

idi. Hanbelî mezhebi unutulmak üzere olduğundan, Hanbelî mezhebine geçdi.<br />

Böylece, bu mezheb yayıldı. Önceleri ders verirdi. Çok meşhûr oldu. Sonra tesavvufa<br />

daldı. Cüneyd-i Bağdâdî yolundaki Ebû Sa’îd Alî Mahzûmîden feyz aldı.<br />

İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşduran yol ikidir: Birisi (Nübüvvet yolu)<br />

olup, aslın aslına kavuşdurur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, bu yoldan vâsıl oldular. Sonra<br />

gelenlerden pekaz zevât da, bu yoldan ermişdir. Bu yolda sebebe, vâsıtaya lü-<br />

– 1063 –


zûm yokdur. Bir kâmil ve mükemmilin sohbetinde kemâle geldikden sonra, feyzi<br />

asldan alıp ilerlerler. İkinci yol, (Vilâyet yolu)dur. Kutblar, Evtâd, Nücebâ, Büdelâ<br />

ve bütün Evliyâ bu yoldan vâsıl olmuşdur. Bu yola, (Sülûk yolu) da denir. Bu<br />

yolda, vâsıta, aracı lâzımdır. Her iki yolun reîsi ve rehberi Resûlullahdır. Vilâyet<br />

yolunun imâmı, feyz kaynağı, hazret-i Alîdir. Bu yolda, Resûlullah onu vekîl etmişdir.<br />

Hazret-i Fâtıma ve Hasen ile Hüseyn onunla ortakdırlar. Bu yolda gidenlerin<br />

hepsine feyz ve hidâyet, hazret-i Alînin aracılığı ile gelir. Ondan sonra hazret-i<br />

Hasen ve Hüseyn bu vazîfeyi teslîm aldı. Bunlardan sonra, sıra ile, oniki imâmın<br />

evlâdına verildi. Sonları olan Muhammed Mehdîden sonra, başkasına verilmedi.<br />

Bütün Evliyâya feyz ve hidâyet bunlardan gelmeğe devâm etdi. Abdülkâdir-i<br />

Geylânî kemâle gelince, bu mansıb, ona verildi. Bundan sonra da, kimseye verilmediği<br />

keşf ve müşâhede ile anlaşılmakdadır. Vefâtından sonra da, kıyâmete kadar,<br />

herkese, feyz, rüşd ve hidâyet, onun rûhâniyyetinden gelmekdedir. Her asrda<br />

gelen müceddidler, onun vekîlleridir. İmâm-ı Rabbânî (Nübüvvet yolu) ile<br />

vâsıl olduğundan, vâsıtaya ihtiyâcları yokdur. Ebû Bekr-i Sıddîk, nübüvvet yolunda<br />

Resûlullahın vekîlidir. 50, 60, 66, 90, 91, 120, 278, 281, 357, 456, 458, 509, 511,<br />

766, 771, 909, 919, 922, 929, 958, 1016, 1061, 1164, 1169, 1171, 1180, 1181, 1193.<br />

21 — ABDÜLKERÎM “radıyallahü anh”: Eshâb-ı kirâmdandır. Mu’âviye<br />

“radıyallahü anh”ın İstanbulu feth etmek için, gönderdiği askerler arasında iken<br />

hastalanarak, Akyazı ile Pazarköy arasında vefât etmişdir.<br />

22 — ABDÜLKERÎM-İ RÂFİ’Î “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Muhammeddir.<br />

623 [m. 1226] de Kazvinde vefât etdi. Şâfi’î âlimlerindendir. (Muharrer)<br />

adındaki fıkh kitâbı meşhûrdur. Bunu birçok âlimler şerh etmişdir. İmâm-ı Nevevînin<br />

(Minhâc) adındaki muhtasarı çok kıymetlidir. (Minhâc)ı da şerh etmişlerdir.<br />

Bunların en kıymetlisi İbni Hacer-i Mekkînin (Tuhfe-tül-muhtâc) adındaki şerhıdir.<br />

Dört cilddir. 415, 1156.<br />

23 — ABDÜLKUDDÜS: Babası Abdüllahdır. Muhammed bin Muhammed Ârif<br />

Çeştînin ve Derviş Muhammed Sühreverdînin halîfesi, imâm-ı Rabbânînin babası<br />

Abdül-Ehad hazretlerinin üstâdı idi. Çok kitâbı vardır. Bunlardan (Envârül-uyûn)<br />

meşhûrdur. Buyururdu ki, (Hataralar, vesveseler iki dürlüdür: Birincisi, ibtilâ ve<br />

imtihân için gelir. Bunlara günâh, cezâ olmaz. Yükselmeğe sebeb olurlar. İkincisi,<br />

sonsuz felâkete sebeb olur.) Oğlu ve halîfesi Rükneddîne yazdığı mektûbda buyuruyor<br />

ki, (Vaktin kıymetini bil! Gece gündüz ilm öğrenmeğe çalış! Her zemân<br />

abdestli bulun! Beş vakt nemâzı, sünnetleri ile ve ta’dîl-i erkân ile, huzûr ve huşû’<br />

ile ve dînin sâhibinin bildirdiği gibi kılmağa çalış! Bunları yapınca, dünyâda ve<br />

âhıretde, sayısız ni’metlere kavuşursun. İlm öğrenmek, ibâdet yapmak içindir. Kıyâmet<br />

günü, işden sorulacak, çok ilm öğrendin mi diye sorulmıyacakdır. İş ve ibâdet<br />

de, ihlâs elde etmek içindir. İhlâs da, hakîkî ma’bûd ve kaydsız, şartsız var olan<br />

sevgiliyi sevmek içindir.) 944 [m. 1538] de, Hindistânda, Kenküh şehrinde vefât etdi.<br />

Hâcı Abdülvehhâb-ı Buhârî bir tefsîr yazmışdı. Abdülkuddüs hazretlerine<br />

gönderdi. Bir yerini açınca, Ehl-i beytin temizliğini bildirirken, (Fâtıma son nefesinden<br />

emîn idi. Onun sonu, elbette hayrlı idi) yazılmış gördü. Bunun kenârına, (Bu<br />

yazı, Ehl-i sünnet mezhebine uygun değildir) yazıp geri gönderdi. Abdülkuddüsün<br />

yazısının doğru olduğu anlaşıldı. Hâl tercemesi, 1036 da te’lîf ve 1336 da tab’<br />

edilen fârisî (Siyer-ül-aktâb) kitâbında yazılıdır. 1060, 1163.<br />

24 — ABDÜLLAH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Resûlullahın Hadîce-tül-kübrâdan<br />

olan son çocuğudur. Nübüvvetden sonra tevellüd edip, memede iken vefât<br />

etdi. Tayyib ve Tâhir de denilir. Abdüllah vefât edince, Âs bin Vâil (Muhammed<br />

ebter oldu) ya’nî soyu kesildi dedi. (İnnâ a’taynâ) sûresi gelerek, Âs kâfirine Allahü<br />

teâlâ cevâb verdi.<br />

25 — ABDÜLLAH AĞA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Üçüncü Murâd hânın bostancı<br />

başıdır. 1000 [m. 1591] de Kısıklı câmi’ini yapdırdı. Beğlerbeğinde ıstavroz<br />

– 1064 –


câmi’i ve Langada da bir câmi’i vardır. Kabri Kısıklı câmi’inin yanındadır.<br />

26 — ABDÜLLAH BİN ABBÂS “radıyallahü anhümâ”: Resûlullahın en küçük<br />

amcası olan Abbâsın oğludur. Hicretden üç yıl önce Mekkede tevellüd, 68 [m.<br />

687] de, Tâifde vefât etdi. Uzun boylu, beyâz, güzel idi. 3, 71, 82, 208, 210, 376, 383,<br />

387, 391, 392, 416, 452, 467, 505, 514, 516, 553, 620, 643, 781, 790, 1010, 1070,<br />

1116, 1139, 1165.<br />

27 — ABDÜLLAH BİN ABDÜLMUTTALİB “rahmetullahi teâlâ aleyh”:<br />

Muhammed aleyhisselâmın mubârek babasıdır. Babasının onuncu oğludur. Onsekiz<br />

veyâ yirmibeş yaşında iken, hazret-i Âmine ile evlendi. Birkaç ay sonra, Medîneye<br />

giderken yolda, Resûlullah efendimiz dünyâya gelmeden yedi ay önce vefât<br />

etdi. Hazret-i Hamza, Abdüllahdan, hazret-i Abbâs da, Hamzadan dahâ küçük<br />

idi. 350, 375, 376, 378, 390, 391, 1051, 1068, 1078, 1139.<br />

28 — ABDÜLLAH BİN CAHŞ “radıyallahü anh”: Resûlullahın halası Ümeyme<br />

ile Cahşın oğludur. Zevcât-ı tâhirâtdan Zeyneb binti Cahşın kardeşidir. Habeşe<br />

iki kerre hicret etdi. Birkaç kerre ordu kumandanı yapıldı. Bedr gazâsı esîrleri<br />

için, Resûlullah hazret-i Ebû Bekre ve Ömere ve buna danışmışdı. Uhudda şehîd<br />

olup, dayısı olan hazret-i Hamza ile bir mezâra defn edildi. 1196.<br />

29 — ABDÜLLAH BİN EBÎ EVFÂ “radıyallahü anh”: Eshâb-ı kirâmdan, Kûfe<br />

şehrinde, en son vefât eden budur. 86 [m. 705] senesinde vefât etdi. 441.<br />

30 — ABDÜLLAH BİN FAYSAL: Terkînin torunudur. 1306 [m. 1888] da<br />

Vehhâbî emîri idi. Babası Faysal zemânında, 1271 [m. 1854] senesinde, Ummâna<br />

karşı harb ederek, vergiye bağlamışdı. Medîne şimâlindeki (Hâil)de bulunan Muhammed<br />

ibnür-Reşîde mağlûb ve esîr oldu. 447.<br />

31 — ABDÜLLAH BİN HANZALA “radıyallahü anhümâ”: Ensâr-ı kirâmın<br />

büyüklerindendir. Uhud gazâsından bir yıl sonra dünyâya geldi. [63] yaşında Abdüllah<br />

bin Zübeyr vak’asında Medînede şehîd oldu. Babası Hanzala, Uhud gazâsına<br />

çıkılacağı gece evlenmişdi. Ertesi gün şehîd olup, melekler yıkamışdı. Bunun<br />

için (Gasîl-ül-melâike) ismi ile şereflenmişdi. 787.<br />

32 — ABDÜLLAH BİN KEVÂ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Tâbi’îndendir. Deve<br />

vak’asında Alî “radıyallahü anh”ın yanında idi. 510.<br />

33 — ABDÜLLAH BİN MAHMÛD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Mecdeddîn-i<br />

Mûsulî denir. Hanefî mezhebi fıkh âlimlerindendir. [599] da tevellüd, 683 [m. 1285]<br />

de vefât etdi. (Muhtâr) ve bunun şerhı olan (İhtiyâr) kitâbları meşhûrdur. 444, 617.<br />

34 — ABDÜLLAH BİN MES’ÛD “radıyallahü anh”: İslâma gelenlerin altıncısıdır.<br />

Genç iken îmân etdi. Kur’ân-ı kerîmi ve çok hadîs-i şerîf ezberledi. İki kerre<br />

Habeşe ve Medîneye hicret etdi. Bütün gazâlarda ve Yermük muhârebesinde<br />

bulundu. Cennetle müjdelendi. 32 [m. 651] senesinde vefât etdi. Bakî’dedir. 3, 95,<br />

268, 439, 440, 447, 628, 641, 644, 787, 993, 1077, 1185.<br />

35 — ABDÜLLAH BİN MUBÂREK “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Tebe’i tâbi’înin<br />

büyüklerindendir. Hanefî, hadîs ve fıkh âlimidir. [118] de tevellüd, 181 [m.<br />

797] de vefât etdi. 99, 211, 467, 607, 611.<br />

36 — ABDÜLLAH BİN MUHAMMED BİTÛŞÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”:<br />

Bağdâd şimâlinde Zûr şehrinde tevellüd ve 1211 [m. 1796] senesinde Basrada vefât<br />

etdi. (Hadîkatüs-serâir) kitâbı meşhûrdur.<br />

37 — ABDÜLLAH BİN ÖMER “radıyallahü anhümâ”: Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir.<br />

Hicretden ondört sene önce tevellüd ve 73 [m. 692] senesinde Mekkede<br />

vefât etdi. Babası ile birlikde îmân etdi. Çocuk olduğundan en önce Hendek<br />

gazâsında bulundu. Çok müttekî idi. Hilâfet için, bir tarafa karışmamağa ictihâd<br />

etmişdir. (Kısas-ı Enbiyâ)da, Hayber gazâsını anlatırken diyor ki, (Eshâb-ı kirâm<br />

arasında, en çok hadîs bilen, Abdüllah bin Ömer idi. İşitdiklerini yazardı. Ondan<br />

– 1065 –


sonra, en çok hadîs bilen, Ebû Hüreyre idi). 209, 258, 287, 457, 477, 607, 643, 691,<br />

721, 733, 734, 780, 917, 1008, 1011, 1092.<br />

38 — ABDÜLLAH BİN SÂLİH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: 900. cü sırada, Tâhâ-yı<br />

Hakkârî ismine bakınız!<br />

39 — ABDÜLLAH BİN SELÂM “radıyallahü anh”: Ensâr-ı kirâmın büyüklerindendir.<br />

Yehûdî âlimlerinden idi. Fahr-i âlemi “sallallahü aleyhi ve sellem” işitince,<br />

yanına gitdi. Bunu, nübüvvet nûru ile tanıyıp, (Sen Medîne âlimi İbni Selâm<br />

mısın?) buyurdu ve İhlâs-ı şerîf okudu. Abdüllah, hemen (Tevrâtın haber verdiği<br />

âhır zemân Peygamberi budur) diyerek, îmân etdi. Osmân “radıyallahü anh”<br />

vak’asında âsîlere çok nasîhat etmişdi. [43] senesinde vefât etdi. 364.<br />

40 — ABDÜLLAH BİN SÜ’ÛD: Sultân ikinci Mahmûd hân zemânında, [1231]<br />

de vehhâbî emîri oldu. Ehl-i sünnete çok zulm yapdı. 1233 [m. 1818] de yakalanarak<br />

Mısra ve sonra İstanbula getirilip i’dâm edildi.<br />

41 — ABDÜLLAH BİN TÂHİR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Me’mûn halîfe zemânında<br />

Horâsân vâlîsi idi. Onyedi sene adâlet ile idâre edip, 230 [m. 844] da Nişâpûrda<br />

vefât etdi. 211.<br />

42 — ABDÜLLAH BİN ZEYD “radıyallahü anhümâ”: Tâbi’înin büyüklerindendir.<br />

Ensârdan Zeyd bin Erkamın “radıyallahü anh” oğludur. Babası Zeyd bin<br />

Erkam, küçük olduğundan Uhud gazâsına götürülmemiş, diğer gazâların hepsinde<br />

hâzır bulunmuşdu. 61 [m. 680] senesinde Kûfede vefât etmişdi. 392.<br />

43 — ABDÜLLAH BİN ZÜBEYR “radıyallahü anhümâ”: Aşere-i mübeşşereden<br />

olan Zübeyr bin Avvâmın oğludur. Ebû Bekr-i Sıddîkın kızı Esmânın oğludur.<br />

Medînede Muhâcirlerden ilk önce dünyâya gelen çocuk budur. Çok cesûr<br />

idi. Çok ibâdet ederdi. Tunus muhârebesinin kazanılmasına sebeb olmuşdu. Deve<br />

harbinde babası ile birlikde, Âişe “radıyallahü anhüm” yanında idi. Yezîde bî’at<br />

etmedi. Hazret-i Hüseyn şehîd olunca, Mekkede halîfe oldu. Yezîdin vefâtından<br />

sonra da, dokuz sene halîfelik yapdı. Abdülmelikin gönderdiği Haccâc bin Yûsüf<br />

tarafından 73 [m. 692] de yetmişüç yaşında şehîd edildi. 172, 801, 1035, 1135.<br />

44 — ABDÜLLAH BİN ZÜBEYR “radıyallahü anh”: Abdül-Muttalibin<br />

oğlu Zübeyr, babası hayâtda iken vefât etdi. Oğlu Abdüllah îmâna gelip, Huneyn<br />

gazâsında Resûlullahın yanından hiç ayrılmadı. Hazret-i Ebû Bekr zemânında<br />

Filistinde (Ecnâdeyn) muhârebesinde çok kahramânlık gösterip, şehîd oldu.<br />

Cesedini on rum ölüsü arasında buldular. Hepsini bunun öldürdüğü anlaşıldı.<br />

1065.<br />

45 — ABDÜLLAH BOSNEVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Abdüllah Abdî<br />

bin Muhammed, Bayrâmiyye meşâyıhinden olup, 1054 [m. 1645] de Konyada vefât<br />

etdi.<br />

46 — ABDÜLLAH HÂŞİMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ürdün Emîri idi.<br />

Şerîf Hüseynin oğludur. 1299 [m. 1882] da tevellüd, 1370 [m. 1951] de mescidde şehîd<br />

edildi. Yerine oğlu Talâl geçdi ise de, [m. 1953] de yerini oğlu Hüseyne terk etdi.<br />

Emîr Hüseyn 1354 [m. 1936] de tevellüd etdi. Ürdün devletini çok iyi idâre etmişdir.<br />

Komünist komandolarla mücâdele edip zafer kazanmışdı. m. 1999 da vefât<br />

etmişdir. 376.<br />

47 — ABDÜLLAH-İ DÂRİMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İkiyüzdokuzuncu<br />

[209. cu] sırada, Dârimî ismine bakınız!<br />

48 — ABDÜLLAH-İ DEHLEVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Seyyiddir. Babası<br />

şâh Abdüllatîf, rü’yâda hazret-i Alînin emri ile adını Alî koymuşdur. Kendisi Gulâm-ı<br />

Alî yapdı. Tesavvuf mütehassıslarının büyüklerindendir. Müslimânların gözbebeğidir.<br />

1158 [m. 1744] de Hindistânın Pencâb şehrinde tevellüd, 1180 [m. 1765]<br />

de, Mazher-i Cân-ı Cânân ile teşerrüf eyledi. Çok kerâmetleri görüldü. En büyük<br />

– 1066 –


kerâmeti, gelen sâdık kimselerin kalblerine bir teveccüh ederek feyz ve bereketle<br />

doldururdu. Binlerce âşıkı, bir bakışda cezbelere ve vâridât-i ilâhiyyeye kavuşdururdu.<br />

1240 [m. 1824] da Delhîde vefât eyledi. Şâhcihân câmi’i yakınındaki kendi<br />

Dergâhında, çok san’atle yapılmış mermer dıvâr içinde üstâdının yanında ve onun<br />

garb tarafında medfûndur. Çeşidli memleketlere göndermiş olduğu mektûblarından<br />

yüzyirmibeş adedi talebelerinden Rauf Ahmed müceddidî tarafından toplanarak<br />

(Mekâtîb-i şerîfe) ismi verilmiş ve önce 1334 [m. 1915] senesinde Madrasda ve<br />

sonra binüçyüzyetmişbir 1371 [m. 1951] senesinde Lâhorda ve 1396 [m. 1976] senesinde,<br />

İstanbulda, basılmışdır. Şâh Rauf Ahmed, bir sene içinde işitdiklerini de bir<br />

kitâb hâlinde toplamış, buna (Dürr-ül-me’ârif) ismini vermişdir. 1394 [m. 1974] senesinde<br />

İstanbulda yeniden tab’ edilmişdir. Rauf Ahmed, İmâm-ı Rabbânînin küçük<br />

oğlu Muhammed Yahyâ soyundan olup, 1253 [m. 1837] de hacca giderken, Yemende,<br />

denizde şehîd oldu. Behûpal şehrinde irşâd ile meşhûr idi. 459, 466, 486, 733,<br />

765, 766, 771, 773, 789, 921, 957, 969, 992, 1016, 1072, 1073, 1086, 1095, 1105, 1121,<br />

1133, 1143.<br />

49 — ABDÜLLAH-İ ENSÂRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası, Muhammed<br />

bin Alîdir. 396 [m. 1005] da Hirâtda tevellüd, 481 [m. 1088] de orada vefât etdi.<br />

Şeyh-ul-islâm idi. Hanbelî idi. (Te’arrüf) kitâbına şerhı ve (Menâzil-üs-sâyirîn) kitâbı<br />

meşhûrdur. 91, 92, 312, 749, 750, 1013.<br />

50 — ABDÜLLAH-İ KURTUBÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: 551. ci sırada Kurtubî<br />

ismine bakınız!<br />

51 — ABDÜLLAH-İ NESEFÎ: 717. ci sırada Nesefî ismine bakınız!<br />

52 — ABDÜLLAH-İ RÛMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Yeni-şehrli Abdüllah<br />

efendi, 1130 [m. 1717] da şeyh-ul-islâm oldu. Buğaziçinde Kanlıcada 1156 [m.<br />

1743] senesinde vefât etdi. Kanlıcada, İskender pâşa câmi’i yanındadır. (Behcetül-fetâvâ)<br />

fetvâ kitâbının sâhibidir. 319, 390, 392, 490, 542, 592, 602, 862, 886.<br />

53 — ABDÜLLAH-İ TERCÜMÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Akdenizde Balear<br />

adalarının büyüğü olan Mayorka adasında bir hıristiyanın tek çocuğudur. Asl ismi<br />

Anselmo Turmeda olup bir İspanyol papası idi. Nebuniye şehrinde, en meşhûr papas<br />

olan Nikola Mertilin yanında yetişdi. İncîli ezberledi. Bu papasın yol göstermesi<br />

ile Tunusa geldi. Müslimân oldu. Arabcayı ve islâm ilmlerini iyi öğrendi. Hıristiyanlığın<br />

iç yüzünü, nasıl bozulduğunu gösteren (Tuhfe-tül-erîb) adında bir kitâb yazdı.<br />

Kitâbı 823 [m. 1420] de temâmladı. 1290 [m. 1873] da Londrada ve (Elmünkız) kitâbı<br />

ile birlikde 1402 [m. 1981] de Hakîkat Kitâbevi tarafından, İstanbulda basdırılmışdır.<br />

Hâcı Zihnî efendi türkçeye çevirdi. Oğlu Abdül-Halîm, bu kitâbı arabca kısaltmışdır.<br />

Yazması Berlin kütübhânesindedir. Türkçesi, Osmânlılar zemânında İstanbulda<br />

basıldığı gibi, lâtin harfleri ile, 1385 [m. 1965] de tekrâr basdırılmışdır.<br />

54 — ABDÜLLATÎF-İ HARPÛTÎ: 1330 [m. 1912] senesinde İstanbul Dâr-ülfünûnunda<br />

(İlm-i kelâm) mu’allimi [profesörü] idi. (Tenkîh-ul kelâm) adındaki kitâbında,<br />

islâm dînini ilm, akl ve fen ile çok güzel müdâfe’a etmekdedir. 543.<br />

55 — ABDÜLMECÎD HÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Osmânlı pâdişâhlarının<br />

otuzbirincisi ve islâm halîfelerinin doksanaltıncısıdır. Sultân ikinci Mahmûdun<br />

oğludur. Sekiz oğlundan dördü pâdişâh oldu. 1237 [m. 1821] de doğdu. 1255 [m. 1839]<br />

de pâdişâh oldu. 24 Hazîran 1277 [m. 1861] de vefât etdi. Sultân Selîm câmi’i bağçesindedir.<br />

Dolmabağçe serâyını ve galata köprüsünü yapdırdı. (Eshâb-ı kirâm) kitâbında<br />

geniş bilgi vardır. 538, 698, 732, 826, 1047, 1063, 1083, 1131, 1153, 1167, 1187.<br />

56 — ABDÜLMESÎH: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize<br />

süâl sormak için Necrandan gelen hıristiyanların reîsi idi. 369, 370.<br />

57 — ABDÜLMUTTALİB: İsmi Şeybedir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

efendimizin dedesidir. Kureyş kabîlesinin reîsi idi. Hâşimin oğludur. Amcası<br />

Muttalib, Mekkelilere bunu, kölesi olarak tanıtdığı için, Abdülmuttalib ismi ile<br />

– 1067 –


şöhret bulmuşdur. Hazret-i İsmâ’îlden kalmış olan zemzem kuyusu, Cürhüm hükûmeti<br />

zemânında gayb olmuşdu. Bu kuyuyu bularak temizletdi. Oniki oğlu ve altı<br />

kızı vardı. En büyükleri Ebû Tâlib, en küçükleri Abbâs idi. Abdüllah, Resûlullahın<br />

tevellüdünden yedi ay önce vefât etdiği için, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” dedesinin yanında büyüdü. Sekiz yaşında iken dedesi de vefât etdi. İsmâ’îl<br />

aleyhisselâmın dînine göre ibâdet ederdi. 378, 390, 1059.<br />

58 — ABDÜLVEHHÂB-İ ŞA’RÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Aliy-yül-Havâsın<br />

talebesidir. 973 [m. 1565] de vefât etdi. Dört mezhebin fıkh bilgilerini anlatan<br />

(Mîzân-ül-kübrâ) kitâbı iki cilddir. [1275] de Mısrda basılmışdır. (Letâif-ülminen)<br />

kitâbının birinci cildi 56. cı sahîfesinden i’tibâren kimyâ ilmini ve Câbir<br />

bin Hayyânı uzun anlatmakdadır. Buna (Minen-ül kübrâ) da denir. 1357 de basılmışdır.<br />

Kenârında Tâcüddîn-i İskenderînin (Letâif-ül minen) ve (Miftâh-ul-felâh)<br />

kitâbları vardır. (Envâr-ül-kudsiyye)si, (Tabakât-ül-kübrâ)sının kenârında<br />

basılmışdır. Hadîs ve Şâfi’î fıkh âlimidir. Çok kitâbı vardır. 80, 388, 458, 775, 825,<br />

1005, 1129.<br />

59 — ABDÜ-MENÂF: Resûlullahın ikinci dedesi olan Hâşim, Abdü-Şems, Muttalib<br />

ve Nevfelin babaları ve Kusayyin oğludur. İsmi Mugîredir. Menâf, Kureyş ve<br />

Huzeyl kabîlelerinin bir putu idi. Abd-üd-dâr ve Abd-ül-Uzzâ adındaki kardeşleri<br />

arasında en şereflisi ve Kâ’be bekçisi oldu. Kâ’benin anahtarı Abd-üd-dâr oğullarında<br />

idi. 390.<br />

60 — ABDÜRRAHÎM: Tütün içmenin günâh olmadığını bildirmişdir. 639.<br />

61 — ABDÜRRAHÎM SEMERKANDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû<br />

Bekr-i İmâdînin oğlu olup, Mergınânî, Fergânî ve Semerkandî lakabları ile meşhûrdur.<br />

Hanefî fıkh âlimidir. (Hidâye) kitâbının sâhibi olan Burhân-üd-dîn Alînin<br />

torunudur. Altıyüzellibir 651 [m. 1253] de hayâtda idi. (Füsûl-i imâdî) fıkh kitâbı<br />

meşhûrdur.<br />

62 — ABDÜRRAHMÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Zebid müftîsi idi. Seyyiddir.<br />

(Vehhâbîleri Reddiyye)si çok kıymetlidir. 454.<br />

63 — ABDÜRRAHMÂN BİN AVF “radıyallahü anh”: Abd-i Avf bin Hars bin<br />

Zühre bin Kusay torunudur. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve aşere-i mübeşşeredendir.<br />

Önce îmân eden sekiz kişiden biridir. Uzun boylu, beyâz idi. Bütün gazâlarda<br />

bulundu. Uhudda iki kâfir öldürdü. Hazret-i Ömerin halîfe olmak için seçdiği<br />

altı kişiden biridir. Uhud gazâsında yirmi yerinden yaralandı. Topal oldu ve<br />

oniki dişi düşdü. Çok zengin idi. Çok sadaka verirdi. [31] senesinde, yetmişbeş yaşında<br />

vefât etdi. Beyâz, iri, güzel idi. 133, 510, 621, 696, 772, 790, 845, 1095.<br />

64 — ABDÜRRAHMÂN BİN EBÛ BEKR “radıyallahü anhümâ”: Babası, dedesi<br />

ve oğlu hep Eshâbdandırlar. Bedr ve Uhudda düşman ordusunda idi. Hudeybiyede<br />

müslimân oldu. Yemâme cenginde çok kahramânlık etdi. Yedi kâfiri öldürdü.<br />

Deve günü, kız kardeşi Âişenin “radıyallahü anhümâ” yanında idi. 53 [m. 673]<br />

senesinde vefât etdi. Mekkededir. 506, 1035.<br />

65 — ABDÜRRAHMÂN BİN MUHAMMED “rahmetullahi teâlâ aleyh”:<br />

Gelibolulu Süleymân efendinin torunudur. Şeyhîzâde denir. Dâmâd adı ile meşhûrdur.<br />

Rumeli kâdî-askeri idi. Şeyh-ul-islâmın dâmâdı idi. 1078 [m. 1668] de vefât<br />

etdi. (Mecma’ul-enhür) adındaki (Mültekâ şerhı) meşhûrdur.<br />

66 — ABDÜRRAHMÂN CEVZÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Alîdir.<br />

Hanbelî fıkh âlimidir. [508] de tevellüd, 597 [m. 1202] de Bağdâdda vefât etdi. Ebülferec<br />

ibni Cevzî adı ile meşhûrdur. Tefsîr, hadîs ve Hanbelî fıkh ve târîh bilgilerinde<br />

derin âlim idi. Yüzden fazla kitâb yazdı. (El-mugnî) tefsîri meşhûrdur. 210,<br />

311, 442, 457, 458, 494, 497, 641, 1070.<br />

67 — ABDÜRRAHMÂN İMÂDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Mu-<br />

– 1068 –


hammed Imâd-üd-dîndir. Şâm müftîsi idi. 978 [m. 1571] de tevellüd, 1051 [m.<br />

1641] de vefât etdi. Hanefî fıkh âlimlerindendir. (El-hediyye fil-ibârât-il-fıkhiyye)<br />

kitâbı meşhûrdur. 487, 629, 639.<br />

68 — ABDÜRREZZAK KÂŞÎ: Tesavvuf ve fıkh âlimidir. Tefsîr, Füsûs şerhı<br />

ve kıymetli eserleri vardır. 730 da vefât etdi.<br />

69 — ÂBİDÎN PÂŞA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: [1259] da tevellüd, 1324 [m.<br />

1906] de vefât etdi. Fâtih câmi’i şerîfi bağçesindedir. Ankara vâlîsi iken (Mesnevî)yi<br />

şerh etmişdir. 732.<br />

70 — ADAM SMİTH: İngiliz iktisâdcısıdır. 1135 [m. 1723] de İskoçyada tevellüd,<br />

1214 [m. 1799] de vefât etdi. Yirmibir yaşında iken Glaskow üniversitesine mantık<br />

profesörü oldu. [m. 1759] da yazdığı (Ahlâk duyguları teorisi) kitâbı ile devrinin<br />

filozofları arasına girdi. [m. 1776] da neşr etdiği (Milletlerin tabî’atleri ve<br />

zenginlikleri) kitâbında, ticâretde serbest rekâbeti ve iktisâdda liberalizmi savundu.<br />

(Servetin kaynağı çalışmakdır. Paranın değeri, arz ve taleb üzerine kurulmuşdur.<br />

Bunlar hükûmetler tarafından zorlanamaz) dedi. 792.<br />

71 — ADDÂS “radıyallahü anh”: Mekkede Utbe ve Şeybe kâfirlerinin kölesi,<br />

Nusaybinli nasrânî idi. Resûlullahı bir görüşde îmân etdi. 353.<br />

72 — ÂDEM “aleyhisselâm”: Yeryüzünde yaratılan ilk insandır ve ilk Peygamberdir.<br />

Bütün insanların babasıdır. Çeşidli memleketlerden getirilen toprakları melekler<br />

su ile çamur yapıp, insan şekline koydu. Mekke ile Tâif arasında kırk sene<br />

yatıp (Salsâl) oldu. Pişmiş gibi kurudu. Önce Muhammed aleyhisselâmın nûru alnına<br />

kondu. Sonra Muharremin onuncu Cum’a günü rûh verildi. Herşeyin ismi ve<br />

fâidesi bildirildi. Boyu ve yaşı kesin olarak bildirilmedi. Bir rivâyetde boyu beşyüz<br />

zrâ’ [ikiyüzelli metre] idi. Cennetden çıkınca altmış zrâ’ oldu. Allahü teâlânın<br />

emri ile, bütün melekler, Âdeme doğru secde etdi. Meleklerin hocası olan İblîs,<br />

emri dinlemedi. Secde etmedi. Kırk yaşında iken (Firdevs) adındaki Cennete götürüldü.<br />

Cennetde yâhud dahâ önce, Mekke dışında uyurken sol kaburga kemiğinden,<br />

hazret-i Havvâ yaratıldı. Allahü teâlâ, bunları nikâh etdi. Cennetde, bin sene<br />

kadar yaşayıp, yasak edilen ağaçdan unutarak, önce Havvâ, sonra kendisi,<br />

buğday yidikleri için çıkarıldılar. Âdem “aleyhisselâm”, Hindistânda, Seylân (Serendip)<br />

adasına, Havvâ ise, Ciddeye indirildi. İkiyüz sene ağlayıp yalvardıkdan sonra,<br />

tevbe ve düâları kabûl olup, hacca gelmesi emr olundu. Arafât ovasında, Havvâ<br />

ile buluşdu. Kâ’beyi yapdı. Her sene hac yapdı. Arafât meydânında veyâ başka<br />

meydânda, kıyâmete kadar gelecek çocukları, belinden zerreler hâlinde çıkdı.<br />

(Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) soruldu. Hepsi (Evet) dedi. Sonra, hepsi zerreler<br />

hâline gelip, beline girdiler. Yâhud, belinden yalnız kendi çocukları çıkdı. Her<br />

çocuğun belinden, bunun çocukları çıkdı. Böylece, herkes, kendi babasından zâhir<br />

oldu. Sonra Şâma geldiler. Burada yirmi def’a ikiz evlâdı, bir def’a da yalnız Şît<br />

“aleyhisselâm” oldu. Neslinden kırkbin kişiyi gördü. Binbeşyüz yaşında iken evlâdına<br />

Peygamber oldu. Evlâdı çeşidli dil ile konuşdu. Cebrâîl “aleyhisselâm”<br />

oniki kerre gelmişdir. Oruc, her gün bir vakt nemâz, gusl abdesti emr edildi. Kitâb<br />

gelip, fizik, kimyâ, tıb, eczâcılık, matematik bilgileri öğretildi. Süryânî, İbrânî<br />

ve Arabî diller ile kerpiç üstünde çok kitâb yazıldı. Hiç sakalı yok idi. İlk sakalı<br />

çıkan Şît aleyhisselâmdır. Çok güzel idi. Siyâh saçlı, buğday renkli idi. Havvâ da<br />

böyle idi. Bir rivâyete göre, ikibin yaşına gelince, onbir gün hasta olup, Cum’a günü<br />

vefât etdi. Havvâ, kırk sene sonra Ciddede vefât etdi. Kabrleri, Kudüsde veyâ<br />

Minâda mescid-i Hîfde veyâ Arafâtdadır. Hayâtlarını bildiren rivâyetler de çok<br />

farklıdırlar. 3, 18, 26, 57, 64, 79, 80, 81, 83, 84, 95, 106, 208, 210, 265, 290, 344, 354,<br />

355, 356, 364, 378, 379, 387, 390, 391, 440, 442, 450, 451, 482, 488, 501, 502, 507, 519,<br />

525, 541, 544, 545, 574, 601, 679, 714, 715, 745, 801, 996, 997, 1109, 1157, 1180, 1188.<br />

73 — ADNÂN: Resûlullahın yirmibirinci babasıdır. Alnında Resûlullahın nû-<br />

– 1069 –


u parlıyordu. Hicâzda bulunan arab kabîleleri hep bunun soyundandır. Resûlullahın<br />

bundan önceki dedelerinin adı kesin olarak belli değildir. Abdüllah ibni Abbâs<br />

buyurdu ki, (Adnân ile İsmâ’îl “aleyhisselâm” arasında otuz baba vardır. Fekat,<br />

kimler oldukları belli değildir). 390, 1157.<br />

74 — AHMED ÂSIM “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ayntablıdır. Seyyiddir. 1235<br />

[m. 1820] de İstanbulda vefât etdi. Üsküdârda Nûh kuyusundadır. Fîrûzâbâdînin<br />

arabî (Kâmûs) ve fârisî (Burhân-ı kâtı’) lügat kitâblarını türkceye terceme, (Emâlî<br />

kasîdesi)ni türkce şerh etmişdir. Üçü de basılmışdır. 699, 759, 760, 1007.<br />

75 — AHMED BABA: Hurûfî babalarındandır. Samatyada hurûfî şeyhi olan<br />

Halîl babanın çömezi idi. Merdiven köyündeki tekkeyi kurmuşdur. 501.<br />

76 — AHMED-İ BEDEVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Alî efendidir. Şerîflerdendir.<br />

596 [m. 1199] da Fasda tevellüd, 675 [m. 1276] de Mısrda Tantada vefât<br />

etdi. Yüzüne peçe örterdi. (Câmi’u kerâmât-il-evliyâ)da diyor ki, (Ahmed<br />

Bedevî, hem seyyiddir, hem şerîfdir. Mısrdaki Evliyâ arasında, imâm-ı Şâfi’îden<br />

sonra en üstünü Ahmed-i Bedevîdir. Ondan sonra seyyidet Nefîsedir. Sonra Şerefeddîn-i<br />

Kürdî, sonra Abdüllah Menûfî Şâzilîdir.) (Mir’ât-ı Medîne)de diyor ki,<br />

(Kutb-i rabbânî seyyid Ahmed Bedevî hazretlerinin vefâtından altmışbeş sene sonra,<br />

Tantadaki türbesinin bulunduğu câmi’i şerîfde her sene, Rebî’ulevvel ayının birinci<br />

Cum’a gecesi mevlid okumak âdet olmuşdur. Bu mevlide her memleketden<br />

binlerce âlim, Velî toplanır. Bir hafta sürer. İmâm-ı Bedevî, şeyh Berînin, bu da<br />

Alî bin Nu’aym Bağdâdînin, bu da seyyid Ahmed Rıfâ’înin halîfesidir.) Allahü teâlâ,<br />

Evliyâsının kimine az, kimine çok kerâmet vermişdir. Ahmed Bedevî hazretlerine,<br />

vefâtından sonra da çok kerâmet vermişdir. 331, 909, 1010.<br />

77 — AHMED-İ BEZZÂR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Amrdır. Hadîs<br />

âlimlerindendir. 292 [m. 905] de Remle kasabasında vefât etdi. (Müsned) kitâbı<br />

meşhûrdur. 340, 424.<br />

78 — AHMED BİN ABDÜLLAH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Nu’aym Isfehânî<br />

adı ile meşhûrdur. Şâfi’îdir. Hadîs âlimidir. 336 [m. 948] da tevellüd, 430 [m.<br />

1039] da vefât etdi. Kıymetli kitâbları vardır. (Hilye-tül-Evliyâ)sı Beyrutda, (Mekteb-üt-ticârî)<br />

tarafından ve Berlinde basılmışdır. 70, 208, 786, 891, 1014.<br />

79 — AHMED BİN ATÂULLAH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sekizyüzdoksanaltıncı<br />

[896] sırada Tâcüddîn-i İskenderî ismine bakınız!<br />

80 — AHMED BİN HANBEL “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hanbelî mezhebinin<br />

reîsidir. Dedesi Hanbeldir. 164 senesinde Bağdâdda tevellüd, 241 [m. 855] de<br />

orada vefât etdi. Üçyüzbinden fazla hadîs ezberlemişdi. İmâm-ı Şâfi’înin talebesidir.<br />

Hâl tercemesini, Beyhekî ve İbni Cevzî ve başka âlimler yazmışlardır. (El-<br />

Müsned) hadîs kitâbında otuzbin hadîs-i şerîf vardır. Mu’tezile fırkası ile çok<br />

mücâdele ve onları rezîl etdiği için, Me’mûn tarafından habs edildi. 50, 211, 415,<br />

424, 458, 476, 567, 581, 582, 609, 629, 643, 686, 788, 842, 881, 992, 993, 1008, 1184.<br />

Ahmed bin Muhammed Nâtıfî Taberî başka olup, 446 da vefât etmişdir.<br />

81 — AHMED CÂMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebül-Hasen Ahmed bin<br />

Alî Nâmıkî Câmî, büyük âlim ve büyük velîdir. Eshâb-ı kirâmdan Cerîr bin Abdüllah<br />

soyundandır. Cerîr “radıyallahü anh”, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” vefât edeceği sene îmân etmişdi. Çok güzel, boylu idi. Ahmed Câmînin<br />

otuzdokuz oğlu vardı. Ölünce, ondördü kaldı. Hepsi de derin âlim ve âmil ve kâmil<br />

idi. Çok kitâb yazmışlardı. [441] de tevellüd ve 536 [m. 1142] da vefât etdi. Altıyüzbin<br />

kimsenin îmâna gelmesine sebeb oldu. (Miftâh-un-necât) ve (Üns-üt-tâibîn)<br />

kitâbları basılmışdır. (Miftâh-un-necât) kitâbı, Hakîkat Kitâbevi tarafından<br />

yeniden basılmışdır. 61, 419, 1197.<br />

82 — AHMED DAHLÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed bin Seyyid Zey-<br />

– 1070 –


nî Dahlân, Mekkenin müftîsi ve reîs-ül-ulemâsı ve Şâfi’î şeyh-ul-hutebâsı idi. 1231<br />

[m. 1816] de Mekkede tevellüd, 1304 [m. 1886] de Medînede vefât etdi. Birçok eserleri<br />

olup (Hulâsat-ül-kelâm fî beyân-i umerâ-i beled-il-harâm), (Firredd-i alelvehhâbiyye-ti-etbâ-ı<br />

mezheb-i İbni Teymiyye) ve (Ed-Dürer-üs-seniyye firredd-i<br />

alel-vehhâbiyye) kitâblarında vehhâbîlerin, yanlış yolda olduklarını âyet-i kerîme<br />

ve hadîs-i şerîflerle göstermekdedir. (Hulâsat-ül-kelâm)ın ikinci cüz’ü ve (Ed-<br />

Dürer-üs-seniyye) ve (El-Fütûhât-ül-İslâmiyye) kitâbının bir parçası olan (Fitne)<br />

ismlerindeki eserleri Hakîkat Kitâbevi tarafından ofset yolu ile basdırılmışlardır.<br />

Hindli Muhammed Beşîr bin Bedreddîn, (Sıyânet-ül insân) kitâbında, Ahmed<br />

Dahlâna reddiyye yazdı ise de, mevlânâ Abdülhay bin Abdülhalîm Lüknevî, Beşîri<br />

rezîl etmişdir. Abdülhay Lüknevî binüçyüzdört, Beşîr binüçyüzyirmiüç 1323 [m.<br />

1905] senelerinde vefât etdi. 450, 453, 454, 458, 460, 595.<br />

83 — AHMED HAMEVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Muhammed<br />

Mekkîdir. Seyyiddir. Hanefî fıkh âlimidir. Mısrda müderris [profesör] idi. 1098 [m.<br />

1686] de vefât etdi. Çok sayıda kitâb yazmışdır. (Uyûn-ül-besâir) ismindeki (Eşbâh)<br />

şerhi ve (Nefehât-ül-kurb vel-ittisâl bi-isbâtittesarrufi li-evliyâ ba’del-intikal)<br />

kitâbları çok kıymetlidir. 245, 250, 388, 443, 460, 623, 629, 738, 779.<br />

84 — AHMED HÂN-I “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İslâm halîfelerinin yetmişdokuzuncusu<br />

ve Osmânlı pâdişâhlarının ondördüncüsüdür. Binoniki 1012 [m.<br />

1603] de halîfe oldu. 1026 [m. 1617] da, yirmisekiz yaşında vefât etdi. Nemçe ile ya’nî<br />

Avusturya ile ve Îrânla ve Celâlî eşkıyâsı ile harb edip gâlib geldi. Akllı ve iyi idâreli<br />

idi. Devlet idâresindeki başarılarında zevcesi Mâhpeyker sultânın çok yardımı<br />

olmuşdur. At meydânında, sultân Ahmed Câmi’ini, mekteb ve imâretini yapdırmışdır.<br />

Câmi’in altı minâresi, dördünde üçer olmak üzere, onaltı şerefesi vardır.<br />

İki kerre Edirneye, bir kerre de Bursaya seyâhat etdi. Câmi’ yanındaki türbededir.<br />

Beytullahın ve Hucre-i se’âdetin perdeleri Mısrda dokunurdu. Ahmed<br />

hân, İstanbulda dokutup saygı ile göndermişdir. 1119, 1125, 1128, 1132, 1135,<br />

1144, 1150, 1158.<br />

85 — AHMED HÂN-III “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İslâm halîfelerinin seksensekizinci<br />

ve Osmânlı pâdişâhlarının yirmiüçüncüsüdür. [1084] de tevellüd, 1149 [m.<br />

1736] da vefât etdi. Turhân sultân türbesindedir. 1115 [m. 1703] de cülûs edip, 1143<br />

[m. 1730] de hal’ edildi. İsveç kralı onikinci Şarl, ruslara mağlûb olarak, Ahmed<br />

hâna sığınmışdır. Bunun üzerine başlıyan Osmânlı-Rus harbinde ruslar bozguna<br />

uğramış, büyük Petro, zor kurtulmuşdur.<br />

Üçüncü Ahmed hânın ve ikinci Mustafâ hânın vâlideleri (Gülnûş Emetullah)<br />

sultân, 1109 [m. 1696] da (Galata yeni câmi’) demekle meşhûr (Vâlide câmi’i)ni<br />

yapdırdı. Üsküdârda (Yeni vâlide câmi’i), vâlide sultân için, 1120 [m. 1707] senesinde,<br />

Ahmed hân tarafından yapdırılmışdır. Bu vâlide sultân 1127 [m. 1714] de,<br />

Edirnede vefât etdi. Üsküdâra getirilip, câmi’i önüne defn edildi. Ahmed hânın kızı<br />

Zeyneb sultân Gülhâne parkı karşısındaki mescidi yapdırdı. 1062, 1092, 1099,<br />

1100, 1119, 1123, 1126, 1153, 1184, 1191.<br />

86 — AHMED İBNİ KEMÂL “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şemseddîn Ahmed<br />

efendi, Süleymân efendinin oğludur. Dedesi, Kemâl pâşadır. Kânûnî sultân<br />

Süleymân hân zemânında, 932 [m. 1526] den 940 [m. 1534] senesine kadar Osmânlıların<br />

dokuzuncu şeyh-ul-islâmı idi. Cinnîlere de fetvâ verirdi. Bunun için (Müfti-yüs-sekaleyn)<br />

adı ile meşhûr oldu. Edirnelidir. İstanbulda Edirnekapı mezârlığındadır.<br />

Buğaz köprüsünün çevre yolu yapılırken, etrâfındaki kabrler nakl<br />

edilmiş, kendi kabri, on metre kadar geri alınmışdır. Tefsîr, hadîs ve fıkhda derin<br />

âlim idi. Çok kitâb yazdı. Fetvâları ve arabîden fârisîye lügat kitâbı ve (El-münîre)si<br />

ve (Hadîs-i erba’în) şerhi çok kıymetlidir. 940 [m. 1534] da vefât etdi. 234, 286,<br />

365, 444, 476, 698, 728, 908, 1014, 1164.<br />

– 1071 –


87 — AHMED KÂDIYÂNÎ: Hindistânda Pençabda, 1296 [m. 1879] da, ingilizlerin<br />

yardımı ile, (Kâdıyâniyye) veyâ (Ahmediyye) adında yeni bir din kurdu. Peygamber<br />

olduğunu söyledi. İstanbulda ofset baskısı yapılan (El-mütenebbî) kitâbında<br />

uzun bilgi vardır. 1326 [m. 1908] de öldü. 484, 485, 486.<br />

88 — AHMED NA’ÎM EFENDİ: Mustafâ Zihnî pâşanın oğludur. Babanzâde<br />

adı ile meşhûrdur. 1290 [m. 1872] da tevellüd, 14 Ağustos 1352 [m. 1934] de kalb<br />

sektesinden vefât etdi. Edirnekapıdadır. Galataserây Lisesinde ve mülkiyye mektebinde<br />

okudu. Orta boylu, sakallı idi. Galataserâyda ders verdi. Felsefe üzerinde<br />

fransızcadan tercemeler yapdı. 1346 [m. 1928] da (Buhârî hulâsası)nı terceme<br />

ve iki cildini neşr etdi. Dâr-ül-fünûnda yirmiiki sene profesörlük yapdı. 1351 [m.<br />

1933] de dârülfünûn lâğv edilince, kıymeti bilinmiyerek açıkda bırakıldı. Tâm ve<br />

hâlis müslimân idi. Arabî ve fransızca iyi bilirdi. Felsefe âlimi idi. Tevfik Fikretle<br />

Abdüllah Cevdetin islâm düşmanlıklarını hiç beğenmezdi. Kuru mütercim değil,<br />

mütefekkirdi. Tevfik Fikret için (Ma’nevî en büyük destekden mahrûm, bedbaht,<br />

ölmeğe mahkûm bir kimsedir) derdi. Garb felesoflarından iki üç kimseden<br />

başka hiçbir felesofun ulûhiyyeti inkâr etmediğini söylerdi. Fikretin niçin dalâlete<br />

düşdüğüne şaşardı. Onu felsefede olgunlaşmamış sayardı. Na’îm beğin eserleri:<br />

(Ahlâk-ı islâmiyye esâsları), (Buhârî tercemesi), (Da’vâ-yı kavmiyyet), (Felsefe<br />

dersleri), Nevevînin (Hadîs-i erba’în) i tercemesi, (İlm-ün-nefs) [psikoloji],<br />

(Mantık), (Temrînât) ve sâiredir. 422.<br />

89 — AHMED RIFÂ’Î “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebül Abbâs Ahmed bin Ebül<br />

Hüseyn Alî, seyyiddir. Evliyânın büyüklerindendir. Basra civârında [512] de tevellüd,<br />

578 [m. 1183] de Mısrda vefât etdi. Şâfi’î idi. Türbesi ve mescidi, ikinci Abdülhamîd<br />

hân tarafından ta’mîr edilmişdir. 909, 1070, 1093.<br />

90 — AHMED SA’ÎD-İ FÂRÛKÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed Sa’îd ibni<br />

Ebî Sa’îd bin Safî bin Azîz bin Muhammed Îsâ bin muhtesib-ül-ümme şeyh Seyfeddîn-i<br />

Fârûkî Serhendî “rahmetullahi aleyhim”, hicretin [1217] senesinde Hindistânda<br />

Rampur şehrinde tevellüd ve 1277 [m. 1861] de Medîne-i münevverede<br />

vefât etdi. Bakî’ kabristânında, Osmân “radıyallahü anh” türbesi yanındadır.<br />

Ahmed Sa’îd hazretlerinin üç oğlu vardı. Birinci Muhammed Mazher, binikiyüzkırksekiz<br />

[1248] de tevellüd ve 1301 [m. 1884] de Medîne-i münevverede vefât etdi.<br />

Babasının yanındadır. 1277 senesinde yazdığı (Makâmât-ı sa’îdiyye) kitâbı<br />

fârisî olup, babası Ahmed Sa’îdin ve mürşidlerinin “kuddise sirruhüm” hâllerini<br />

ve yüksek makâmlarını bildirmekdedir. Kitâb 1281 de Delhîde basdırılmışdır.<br />

İmâm-ı Rabbânîyi bildiren risâlesi (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbında basılmışdır.<br />

Mekkede seyyid Fehîm Efendi ile sohbet eylemişdir.<br />

İkinci oğlu mevlânâ Ebüsse’âdet Muhammed Ömer, binikiyüzkırkdört [1244]<br />

de tevellüd ve binikiyüzdoksansekiz 1298 [m. 1881] de Rampurda vefât etdi. Oğlu<br />

Ebülhayrın mürşidi idi. Ebülhayr, binüçyüzkırkbir [1341] de Delhîde vefât etdi.<br />

Kabri, Abdüllah-i Dehlevî dergâhında, dedesi Ebû Sa’îdin yanındadır. Mermerden<br />

tabut şeklindeki dört kabr, mermerden pek san’atli dört dıvâr içinde ve Dergâhın<br />

ortasındadırlar. Ebülhayrın oğlu Ebül-Hasen Zeyd-i Fârûkî, 1324 [m. 1906]<br />

senesinde, Delhîde Abdüllah-i Dehlevî dergâhında tevellüd etdi. Bu dergâhda vefât<br />

etdi. 1391 [m. 1971] Şa’bân ayında Delhîyi ziyâretimde, sohbeti ile iki def’a şereflendim.<br />

1376 [m. 1957] da basdırmış olduğu fârisî (Menâhic-üs-seyr) kitâbını bu<br />

fakîre hediyye etdi. Câmi’ul-ezherde okuduğunu, Mısrda şeyh-ül-islâm Mustafâ<br />

Sabrî efendi ile çok sohbet etdiğini de söyledi. 1394 [m. 1974] de, Kandihârda basdırdığı,<br />

fârisî (Makâmât-i ahyâr) kitâbında dedelerini uzun anlatmakdadır. Zeyd<br />

efendi, kitâbında diyor ki, babam, Peygamberimizi rü’yâda görmüş. Çok üzüntülü<br />

imiş, sebebini sormuş. (Türkler benim halîfemi bugün makâmından ayırdılar.<br />

Bunun cezâsını çok acı çekeceklerdir) buyurmuş.<br />

– 1072 –


Üçüncü oğlu Mevlânâ Abdürreşîd, binikiyüzotuzyedi [1237] de Lucknowda<br />

tevellüd ve binikiyüzseksenyedi 1287 [m. 1870] de Mekke-i mükerremede vefât etdi.<br />

Bu da, oğlu Şâh Muhammed Ma’sûm-i Ömerînin mürşidi idi. Muhammed<br />

Ma’sûm [1263] de Abdüllah-i Dehlevî hazretlerinin tekkesinde tevellüd etdi.<br />

1274 [m. 1858] de İngilizler Delhîde büyük fitne çıkardı. Sultân ikinci Behâdır şâhı,<br />

iki zevcesi ve iki oğlu ile Kalkuteye götürüp habs etdiler. Hindistânın her tarafında<br />

müslimânlar şehîd edildi. Müslimânlar, Medîne-i münevvereye hicret etdi.<br />

[1290] da Hindistâna döndü. Otuzüç sene sonra akrabâ ve talebesinden altmış<br />

kişi ile [1323] de Medîneye döndü. Burada İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin (Mebde’<br />

ve me’âd) kitâbını arabîye terceme etdi ve çok kitâb yazdı. Bunlardan (Ahsenül-kelâm<br />

fî-isbât-i mevlid-i vel-kıyâm) kitâbı, Hindistânın Urdu dilinde olup,<br />

vehhâbîleri red ve rezîl etmekdedir. Hindistânda basılmış ve arabîye terceme<br />

edilmişdir. (Es-sebe’ul-esrâr fî medâric-il-ahyâr) kitâbı, tesavvufu çok açık anlatmakdadır.<br />

Urdu dilindedir. Oğlu Muhammed Abdülkâdir Medenî tarafından<br />

[1329] da arabîye terceme edilmiş, 1331 [m. 1913] de İstanbulda basılmışdır. İkinci<br />

oğlu şeyh Ebülfeyz Muhammed Abdürrahmânın kitâbın başına yazdığı takrîz<br />

çok istifâdelidir. Mütercim, önsözünde buyuruyor ki, (Şâh Veliyyullah muhaddis<br />

Ahmed-i Dehlevî (Mukaddeme-tüs-seniyye fî isbât-i mezheb-is-sünniyye) kitâbında,<br />

İmâm-ı Rabbânîyi uzun övmekde ve mü’minler onu sever, münâfıklar, şakîler<br />

ise kötüler demekdedir). Şâh Muhammed Ma’sûm, 1341 [m. 1923] de Mekke-i mükerremede<br />

vefât etdi.<br />

Ahmed Sa’îd-i Serhendî, babası ile birlikde Abdüllah-ı Dehlevî hazretlerinin sohbetinde<br />

bulunup, on yaşına varmadan tarîkat-i Nakşibendiyyeye intisâb etdi. Onbeş<br />

yaşına kadar bu sohbetde kemâle geldi. Abdüllah-i Dehlevî hazretleri evlenmemiş<br />

idi. Bunu oğulluğa kabûl buyurdu. Hilâfet-i mutlaka ile şereflendirdi. Çok<br />

Velî yetişdirdi. Çok kitâb yazdı. (El-hakk-ul-mübîn fî-redd-i alelvehhâbîn) kitâbı<br />

vehhâbîlere cevâb vermekdedir. (Mektûbât-i Ahmediyye)si çok kıymetlidir. (Tahkîk-ul-hakkılmübîn)<br />

kitâbı 1386 senesinde Karaşide basılmış olup, (Mesâil-i erba’în)e<br />

cevâb vermekdedir. 455, 459, 1004, 1095, 1146.<br />

91 — AHMED-İ YEKDEST “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Dokuzyüzaltmışsekizinci<br />

[968] sırada, Yekdest ismine bakınız!<br />

92 — AHMED-İ ZERRÛK “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şihâb-üd-dîn Ahmed bin<br />

Ahmed Fâsî, 846 [m. 1442] da Trablus-garbda tevellüd, 899 [m. 1493] da orada vefât<br />

etdi. Mâlikî fıkh âlimi ve tesavvuf büyüklerindendir. Çok sayıda kıymetli eserleri<br />

vardır. (Şerh-ı hizb-il-bahr) ve (Kavâ-id-üttarîka fil-cem’-i beyneşşerî’at-i velhakîka)<br />

ve (Kavâid-üt-tesavvuf) kitâbları meşhûrdur. Sonuncusu büyük olup,<br />

Mısrda basılmışdır. 50, 456, 458, 627, 1187.<br />

93 — AHMED-İ ZEYNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Seksenikinci [82] sayıda<br />

Ahmed Dahlân ismine bakınız!<br />

94 — ÂİŞE “radıyallahü anhâ”: Resûlullahın zevce-i mutahherasıdır. Ebû<br />

Bekr-i Sıddîkın kızıdır. Çok akllı, zekî, âlime, edîbe ve afîfe ve sâliha idi. Hâfızası<br />

pek kuvvetli olduğu için, Eshâb-ı kirâm, birçok şeyleri ondan sorup öğrenirdi.<br />

Âyet-i kerîme ile medh edildi. İctihâdı hazret-i Alîye uymadığı için, Deve vak’asında<br />

hazret-i Alî ile harb eden Eshâb-ı kirâm ile birlikde idi. Hazret-i Alî şehîd edilince<br />

pek üzüldü. Şî’îler kendisine çok iftirâ ediyor. Hazret-i Alîyi sevmezdi diyorlar.<br />

Hâlbuki (Alîyi sevmek îmândandır) hadîs-i şerîfini, hazret-i Âişe haber verdi.<br />

Böylece, onu sevdiğini ve herkesin de sevmesi lâzım geldiğini bildirdi. Hicretden<br />

sekiz sene önce tevellüd, üç sene evvel nikâh ve ikinci yıl Şevvâl ayında zifâf,<br />

57 [m. 676] senesinde Medînede vefâtı vâkı’ oldu. 60, 349, 380, 381, 382, 398, 457,<br />

473, 503, 574, 601, 643, 646, 695, 730, 740, 784, 952, 1022, 1066, 1068, 1077, 1169,<br />

1197, 1198.<br />

– 1073 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:68


95 — ÂİŞE HANIM: Hüseyn <strong>Hilmi</strong> Işıkın vâlidesidir. 1374 [m. 1954] de vefât<br />

etdi. Ankarada Bağlûmdadır.<br />

96 — AKKERMÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Mustafâ<br />

1174 [m. 1760] de Mekke-i mükerremede kâdî iken vefât etdi. Akkermân, Karadeniz<br />

sâhilinde Dinyester nehri yakınındadır. Çok kitâb yazdı. 698, 701.<br />

97 — AKREME (yâhud İkrime) “radıyallahü anh”: Resûlullahın en büyük<br />

düşmanı olan Ebû Cehlin oğludur. Önceden, babası gibi düşman idi. Mekke feth<br />

edildiği gün öldürülmesi emr olunan sekiz erkek ile dört kadından biri idi. Gemiye<br />

binip Yemene kaçdı. Yolda fırtına çıkıp gemi batıyordu. (Kurtulursak, Resûlullahın<br />

ayaklarına kapanacağım) diye niyyet etdi. Kurtuldular. Yemende müslimân<br />

oldu. Zevcesi ve amcasının kızı olan Ümm-ül-Hakîm bint-il Hâris dahâ önce<br />

müslimân olmuşdu. Medînede onun için emân aldı. Yemene gidip, (İnsanların<br />

en halîmi ve kerîmi olan zât tarafından sana emân getirdim) dedi. Müslimân oldukdan<br />

sonra, Eshâb-ı kirâmın kahramânlarından oldu. Ummanda, Yemende cihâd<br />

edip, 13 [m. 634] senesinde, Yermük muhârebesinde şehîd oldu. 383, 1090.<br />

98 — AKŞEMSEDDÎN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Hamza, Şihâbüddîn-i<br />

Sühreverdî neslindendir. Şâmda tevellüd etmişdir. Hâcı Bayram-ı velînin<br />

halîfesi olup, Göynükde yerleşdi. İstanbulun fethinde bulunup, hazret-i Hâlidin<br />

kabrini keşf etdi. 864 [m. 1460] de Göynükde, ya’nî Torbalıda vefât etdi. (Risâlet-ün-nûriyye)<br />

ve (Maddet-ül-hayât) kitâbları vardır. İstanbulda, Hırka-i şerîf<br />

câmi’i civârında mescidi ve sübyan mektebi ve mahallesi vardır. 1092.<br />

99 — ALÂÜDDEVLE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Rükneddîn Ahmed, Semnân<br />

pâdişâhının oğludur. Tesavvufa intisâb etdi. Kübreviyye tarîkatinde kemâle<br />

geldi. 659 [m. 1260] da Semnânda tevellüd, 736 [m. 1335] senesinde vefât etdi. Sofî<br />

Âbâd şehrindedir. 112, 768, 936, 1016, 1076. [(Mesmû’ât)da sahîfe 110.]<br />

100 — ALÂ’ÜDDÎN-İ ATTÂR: Muhammed bin Muhammed Buhârî, Muhammed<br />

Behâ-üddîn-i Buhârî hazretlerinin dâmâdı ve talebesi idi. Zemânının<br />

kutb-i irşâdı idi. Buhâranın Cağanyân nâhiyesinde sekizyüziki 802 [m. 1400] de vefât<br />

etdi.(Evliyânın kabrlerini ziyâret etmenin te’sîri çokdur. Rûhlarına teveccüh<br />

etmek dahâ fâidelidir) buyururdu. Abdülganî Nablüsînin, bunun mubârek rûhundan<br />

çok feyz aldığı (İrgâmül-merîd) de yazılıdır. Büyük âlim Seyyid Şerîf-i Cürcânî<br />

diyor ki, (Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetine kavuşunca, Rabbimi tanıyabildim).<br />

458, 480, 969, 1061, 1098, 1137, 1163, 1171, 1185, 1190.<br />

101 — ALÂ’ÜDDÎN-İ BAĞDÂDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Alî bin Muhammed,<br />

Şâfi’î fıkh ve tefsîr âlimidir. [678] de Bağdâdda tevellüd, 741 [m. 1340] senesinde<br />

Halebde vefât etdi. (Hâzin) tefsîrini yazmışdır. 418.<br />

102 — ALÂ’ÜDDÎN-İ HASKEFÎ: Muhammed bin Alî, [1021] de Haskefde tevellüd,<br />

1088 [m. 1677] de vefât etdi. Şâm müftîsi idi. (Dürr-ül-muhtâr) kitâbına İbni<br />

Âbidîn, Burhâneddîn İbrâhîm bin Mustafâ Halebî ve Ahmed Tahtâvî hâşiyeler<br />

yapmışlardır. 292, 299, 318, 392, 612, 723, 855, 872, 1010, 1020, 1025, 1109.<br />

103 — ALB ARSLAN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Dâvüd 425<br />

[m. 1033] de tevellüd etdi. Selçûkî sultânlarının ikincisidir. 455 [m. 1063] de amcası<br />

Tuğrul beğ vefât edince, tahta çıkdı. İstanbul imperatoru Diyojenin ordusunu Malazgirdde<br />

[463] hicrî, [1071] mîlâdî yılında mağlûb etdi. Rey şehrindeki Selçûkî devleti,<br />

429 [m. 1037] dan 590 [m. 1193] senesine kadar devâm etdi. Konyadaki Selçûkîler<br />

477 [m. 1083] den 699 [m. 1299] a kadar devâm etdi. 533, 1107, 1134, 1157.<br />

104 — ALEKSANDRUS: Mîlâdın [325]. ci senesinde büyük Kostantinin İznikde<br />

topladığı üçyüzonsekiz papasın başkanı idi. İskenderiyye patrîki idi. [Bu ism,<br />

(Fâideli Bilgiler) kitâbındadır.]<br />

105 — ÂLEMGÎR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed Evrenkzîb, Şâhcihâ-<br />

– 1074 –


nın üçüncü oğlu olup, 1028 [m. 1619] de tevellüd ve 1118 [m. 1707] de vefât etdi. Birinci<br />

oğlu Dârâ Şekve çok âlim ve kâdirî idi. (Hasenât-ül-ebrâr) kitâbında islâmiyyeti<br />

Hindû dîni ile birleşdirdiği için, 1069 [m. 1658] da Evrenkzîb tarafından i’dâm<br />

edildi. Fârisî (Sefînet-ül-Evliyâ) kitâbı (Pişâver)de basılmışdır. Âlemgîr, 1068 [m.<br />

1657] de babasını habs edip, tahta çıkdı. Çok müttekî ve âlimleri severdi. Berehmenlerle<br />

ve şî’îlerle mücâdele etdi. Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî ve oğlu Muhammed<br />

Seyf-üd-dîn hazretlerinden feyz aldı. Elli sene adâletle hükm sürdü. Şeyh Nizâm Muînüddîn-i<br />

Nakşibendî başkanlığındaki bir hey’ete, Hanefî mezhebi üzerine (Fetâvâ-i<br />

hindiyye) adındaki çok kıymetli fetvâ kitâbını hâzırlatdı. Binüçyüzon 1310 [m.<br />

1891] da Mısrda basılmış, 1393 [m. 1972] de üçüncü baskısı yapılmışdır. Daken şehrlerini<br />

de ele geçirdi. Ölünce, yerine oğlu birinci Şâh-ı âlem Behâdır tahta çıkdı.<br />

106 — ALÎ “radıyallahü anh”: Resûlullahın amcası olan Ebû Tâlibin oğlu idi.<br />

İslâm halîfelerinin ve Cennetle müjdelenen on kişinin dördüncüsüdür. Resûlullahın<br />

dâmâdıdır. Ehl-i beytin birincisidir. Hicretden yirmiüç yıl önce Mekkede tevellüd<br />

etdi. On yaşında iken îmân etdi. Bütün gazâlarda kahramânlıklar gösterdi.<br />

Yalnız Uhudda onaltı yerinden yaralandı. Otuzbeş [35] senesinin Zilhicce ayında<br />

halîfe oldu. 40 [m. 660] da, Ramezân-ı şerîf ayı onyedinci Cum’a günü sabâh nemâzına<br />

giderken Abdürrahmân ibni Mülcem isminde bir hâricî tarafından kılıncla<br />

alnına vurularak şehîd edildi. Kûfede ya’nî Necef denilen yerde medfûndur. Buğday<br />

benizli, uzun gerdanlı, güler yüzlü, iri ve siyâh gözlü, geniş göğüslü, iri yapılı<br />

idi. Sakalı sık idi. Muhârebe zemânlarında uzatırdı ve omuzlarına kadar yayılırdı.<br />

Son zemânlarda saçı ve sakalı pamuk gibi beyâz olmuşdu. Evliyânın büyüğü,<br />

Vilâyet yolunun reîsidir. Her tarîkatde herkese Vilâyetin feyzleri ve ma’rifetleri<br />

hazret-i Alîden gelmekdedir. 18, 27, 59, 60, 61, 62, 85, 98, 109, 114, 258, 278, 281,<br />

311, 328, 356, 357, 367, 381, 384, 388, 390, 392, 393, 408, 412, 421, 441, 442, 443, 449,<br />

472, 473, 487, 489, 497, 498, 501, 502, 503, 504, 506, 509, 510, 511, 512, 513, 514, 516,<br />

570, 605, 620, 621, 633, 650, 652, 693, 695, 696, 707, 717, 738, 740, 752, 765, 772, 784,<br />

840, 845, 887, 903, 909, 919, 989, 995, 1009, 1014, 1064, 1065, 1066, 1073, 1077, 1082,<br />

1084, 1085, 1087, 1088, 1091, 1094, 1096, 1100, 1107, 1108, 1111, 1114, 1116, 1117,<br />

1138, 1142, 1160, 1176, 1180, 1182, 1185, 1186, 1188, 1189, 1196, 1198.<br />

107 — ALÎ BİN AHMED HÎTÎ: (Seyf-ül-bâtir li-rikâbişşî’at-i verrâfıda-til-kevâfir)<br />

kitâbı çok kıymetlidir. Bu kitâbı 1025 [m. 1616] da İstanbulda yazmışdır.<br />

108 — ALÎ BİN EMRULLAH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: 916 [m. 1509] da tevellüd,<br />

979 [m. 1571] da Edirnede vefât etdi. (Ahlâk-ı Alâî) kitâbını yazdı. Tefsîr,<br />

kelâm ve fıkh şerhleri de vardır. 758.<br />

109 — ALÎ BİN HÜSEYN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hüseyn vâ’ız-ı Kâşifînin<br />

oğludur. Fahrüddîn ve Safî ismleri ile meşhûrdur. 867 [m. 1462] de tevellüd ve 939<br />

[m. 1533] senesinde Hirâtda vefât etdi. Fârisî eserleri arasında (Reşehât) kitâbı çok<br />

kıymetlidir. Şeyh Ahmed Allân-ı Mekkî ve sonra Muhammed Murâd-ı Kazânî tarafından<br />

arabîye terceme edilmişdir. Üçüncü Murâd hân zemânında, 993 [m. 1584]<br />

senesinde, Muhammed Şerîf-i Abbâsî tarafından türkceye terceme edilmişdir.<br />

Türkcesi çeşidli târîhlerde basılmışdır. Binikiyüzdoksanbirde İstanbulda taşbasması<br />

harekeli olup, sonunda mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin arabî (İrâde-i cüz’iyye)<br />

kitâbı ve kenârında, mevlânâ-i mezkûrün (Râbıta) risâlesinin arabîsi ve ayrıca türkcesi<br />

ve yine onun (Âdâb-ı tarîkat) risâlesinin türkcesi ve fârisî (Silsile-i aliyye)si<br />

ve ayrıca İsmâ’îl Hakkı Bursevînin (Huccet-ül bâliga) risâlesi ve (Hatm-i hâcegân)<br />

ve Niyâzî Mısrînin (Süâl-cevâb) risâlesi ve şeyh Sâdık efendinin (Abdestin âdâbı)<br />

ve (İnsân-ı kâmil) ve Edirne müftîsi Feyzi efendinin (Ayn-ül hakîka) adındaki çok<br />

kıymetli kitâbları ve hazret-i Alînin “radıyallahü anh” kırk sözü ve tercemeleri vardır.<br />

Sözün kısası, Reşehât tercemesinin bu baskısı bir hazînedir. Eline geçip okuyan,<br />

dünyânın en tâli’li insanıdır. Abdülhakîm efendi, (Reşehât okumak, insanın<br />

ihlâsını artdırır) buyururdu.<br />

– 1075 –


110 — ALÎ BİN İSMÂ’ÎL “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Alâüddîn Konevî olup,<br />

[668] de tevellüd ve 729 [m. 1329] da vefât etdi. Şâfi’î fıkh âlimidir. Mısrda ders verdi.<br />

Şâmda kâdîlık yapdı. (El a’lâm fî-hayât-il-Enbiyâ aleyhimüssalâtü vesselâm)<br />

ve (Hâvî) ile (Te’arrüf) şerhleri ve (Minhâc) muhtasarı meşhûrdur.<br />

111 — ALÎ BİN MA’BED “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâm-ı Muhammedin talebesidir.<br />

Onun (Câmi’ul-kebîr) ve (Câmi’üs-sagîr) kitâblarını rivâyet etmişdir.<br />

Mervden Mısra geldi. 218 [m. 833] Ramezânında vefât etdi. 608.<br />

112 — ALÎ BİN YÛSÜF: Nûreddîn 741 [m. 1340] senesinde vefât etdi.<br />

113 — ALÎ CÜRCÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Abdül’azîzdir. 392<br />

[m. 1001] senesinde Cürcânda vefât etdi. Şâfi’î fıkh ve tefsîr âlimidir. Rey şehrinde<br />

kâdî idi. 375.<br />

114 — ALÎ ECHÜRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İkiyüzdoksanbirinci [291] sırada,<br />

Echürî Alî ismine bakınız! 398, 629, 632, 633, 639, 998.<br />

115 — ALÎ EFENDİ “Çatalcalı” “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Osmânlı Şeyh-ülislâmlarının<br />

kırküçüncüsüdür. 1041 de Çatalcada doğdu. Dördüncü Muhammed<br />

hân zemânında, 1084 [m. 1673] de Şeyh-ül-islâm oldu. Onüç sene sonra azl edildi.<br />

1103 [m. 1692] de vefât etdi. (Alî efendi fetvâsı) meşhûrdur. 167, 901.<br />

116 — ALÎ HAYDAR BEĞ: Ahiskalı hoca Emîn efendi zâde, temyîz mahkemesi<br />

a’zâlığında ve başkanlığında, fetvâhâne-i âlî emînliğinde ve adliye nezâretinde<br />

bulunmuşdur. Dâr-ül-fünûn hukûk fakültesinde ve medresetül-kuddâtda ve mülkiye<br />

[siyâsal bilgiler] okulunda müderrislik ya’nî profesörlük yapdı. (Mecelle) kitâbına<br />

yapdığı (Dürer-ül-hükkâm) adındaki şerhi çok kıymetlidir. Bu şerhin 1323<br />

[m. 1905] de basılan (Kitâb-ül-kefâle) sonunda bildirildiği gibi, (Erâzî kanûnu şerhı)<br />

ve (Evkâfda muvâda’a) ve (Risâle-i mefkûd) ve (İntikâl kanûnu)na şerhı vardır.<br />

1355 [m. 1937] de vefât etdi. 1321 [m. 1903] de vefât ederek Üsküdârda Nesûhî<br />

kabristânına defn edilmiş olan büyük Alî Haydar beğ başkadır. O da, hukuk fakültesinde<br />

usûl-i fıkh ve mecelle profesörlüğü yapmışdı. 616, 798, 806, 823, 830.<br />

117 — ALÎ HULLÎ: Babası Hasendir. [601] de vefât etdi. 418.<br />

118 — ALÎ KUŞCU “rahmetullahi aleyh”: Alâüddîn bin Muhammed, Semerkandda<br />

Ulug beğin doğancı başısı idi. İstanbula geldi. Ayasofya medresesine müderris<br />

oldu. Akâid ve astronomi kitâbları vardır. 879 [m. 1474] de vefât etdi. Eyyûbdedir.<br />

119 — ÂLİM BİN ALÂ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hanefî fıkh âlimidir. 688<br />

[m. 1289] de vefât etdi. Büyük tatâr hânı için hâzırladığı (Tatârhâniyye) adındaki<br />

fetvâ kitâbı çok kıymetli olup, (Zâd-ül-müsâfir) adı ile meşhûrdur. 299.<br />

120 — ALÎ RÂMİTENÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İslâm âlimlerinin büyüklerindendir.<br />

(Hâce azîzân) ve (Pîr-i nessâc) ismleri ile meşhûrdur. Mahmûd-i İncîr-fagnevînin<br />

talebesidir. Dokumacılık yapardı. Şeyh Alâüddevle-i Semnânî ile<br />

mektûblaşırdı. Celâlüddîn-i Rûmî ile sohbet etdiği (İrgâm-ül-merîd) de yazılıdır.<br />

Buhârânın Râmiten köyünde tevellüd ve yediyüzyirmibir 721 [m. 1320] de yüzotuz<br />

yaşında Hârezm şehrinde vefât etdi. Eshâb-ı hâcât ziyâret edip teberrük etmekdedir.<br />

449, 969, 1050, 1105, 1141.<br />

121 — ALÎ RIZÂ: Yediyüzyetmişikinci [772] sırada Rızâ ismine bakınız!<br />

122 — ALÎ ÛŞÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Osmândır. [569] da (Sirâciyye)<br />

fetvâ kitâbını ve ayrıca Ehl-i sünnet i’tikâdını bildiren (Emâlî kasîdesi)ni<br />

yazdı. Fergânelidir. 575 [m. 1180] de vefât etdi.<br />

123 — ALÎ-ÜL-A’LÂ: Hurûfî babalarındandır. Fadlullah-ı Hurûfînin mürîdlerinden<br />

idi. Tîmûr hândan kaçıp, Kırşehre geldi. Bektâşî şekline girdi. Bektâşîlik<br />

tarîkâtini, islâm düşmanlığı hâline çevirdi. (Câvidân) kitâbını Anadoluya, el altından<br />

yaydı. Binlerle müslimânın dinden, îmândan çıkmasına sebeb oldu. 500.<br />

– 1076 –


124 — ALİYY-ÜL-KÂRÎ: Hirâtlıdır. Babası Muhammeddir. Yazıcılıkla geçinirdi.<br />

Çok kitâb terceme ve şerh etdi. (Ehâdîs-ül-mevdû’ât) adındaki kitâbında,<br />

sahîh hadîslere mevdû’ demekdedir. İmâm-ı a’zamın (Fıkh-ı ekber)ini şerh ederken,<br />

Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek ana ve babasının kadr ve<br />

kıymetlerini küçültücü yazılarından ve tesavvuf büyüklerinin şânlarına yakışmıyacak<br />

iftirâlarından dolayı islâm âlimlerinin gözlerinden düşmüşdür. 1014 [m. 1606]<br />

de Mekke-i mükerremede vefât etdi. Fıkh-ı ekberin (El-Kavl-ül-fasl) adındaki şerhinde,<br />

böyle saygısız yazı yokdur. (El-Müstened-ül-mu’temed) kitâbında ve<br />

(Mektûbât-ı Ahmediyye)nin altmışüçüncü mektûbunda, Aliyy-ül-kârîye cevâb verilmişdir.<br />

(Fâideli Bilgiler) kitâbına bakınız! (Mektûbât-i Ahmediyye) kitâbı,<br />

1372 [m. 1953] senesinde, Karaşide basdırılmışdır.<br />

(Turub-ül-emâsil bi-terâcim-il-efâdıl) kitâbının sonunda diyor ki, (Alî Hirevî,<br />

Hiratda doğdu. Mekkede yerleşdi. İbni Hacer-i Hiytemîden de okudu. Çok eser<br />

bırakdı ise de, din büyüklerine i’tirâzları çirkin oldu. İmâm-ı Şâfi’înin ve imâm-ı<br />

Mâlikin ictihâdlarına dil uzatdı. Büyük âlim Muhammed Miskin, ona lâyık olan reddiyyeyi<br />

yazdı. (Sedâd-üd-dîn fî-isbâtin-necât-i lil-vâlideyn)de diyor ki, (Aliyyül-kârî,<br />

Fıkh-ı ekberi şerh ederken, Resûlullahın vâlideynine dil uzatmış, bu yetmiyormuş<br />

gibi, ayrıca bir risâle de yazmışdır. Şifâ kitâbını şerh ederken, küfrlerini<br />

bildiren risâle yazmış olduğunu, öğünerek bildirmişdir. Mekke-i mükerreme müftîsi<br />

iken, 1033 de vefât eden İmâm-ı Abdülkâdir Taberî, o risâleyi red için bir risâle<br />

yazmışdır.) (Turub-ül-emâsil) 1393 [m. 1973] de Karaşide basılmışdır. 391, 418,<br />

442, 765, 1156.<br />

125 — ALKAMA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Kaysdır. İbrâhîm-i Nehâînin<br />

dayısı idi. Abdüllah ibni Mes’ûddan ve Alî ve Âişe “radıyallahü anhüm”den<br />

ders almışdır. 62 [m. 681] senesinde vefât etdi. 268, 439.<br />

126 — ÂLÛSÎ: Şihâbüddîn seyyid Mahmûd bin Abdüllah Âlûsî-i kebîr Bağdâdî,<br />

Bağdâdda müftî idi. Şâfi’î âlimlerindendir. 1217 [m. 1803] de Bağdâdda tevellüd,<br />

1270 [m. 1853] de orada vefât etdi. İstanbula da geldi. Şî’îlere cevâb olarak,<br />

(El-ecvibe-tül-Irâkıyye anil es’iletil-Îrâniyye) kitâbı ve (Nehc-üs-selâme) ve (Elecvibe-tül-Irâkıyye<br />

anil-es’ile-til-Lâhûriyye), (Nefehât-ül-kudsiyye fî-mebâhîsil-imâmiyye)<br />

kitâblarını yazmışdır. Birincisi 1317 [m. 1899] de İstanbulda sanâyı’<br />

mektebinde, üçüncüsü 1301 [m. 1883] de Bağdâdda basılmışdır. (Rûh-ul-me’ânî)<br />

adındaki tefsîri, dokuz cilddir. Gençler arasında şöhret bulan bu tefsîr, din âlimleri<br />

arasında bir kıymet kazanamamışdır. İçindeki haberlerden ba’zısının doğru olmadığı,<br />

(Dürerüs-seniyye)de yazılıdır. İbni Teymiyyenin fikrlerini benimsemişdir.<br />

349, 887.<br />

127 — ÂLÛSÎ: Seyyid Mahmûd Şükrî bin Abdüllah, şî’îlere cevâb olarak,<br />

(Minhatül-ilâhiyye muhtasar-ı tuhfe-i isnâ aşeriyye) ve (Se’âdetül-dâreyn) ve<br />

(Süyûf-i müşrika) ve (Sabbül’azâb) kitâbları yazmışdır. Alûsî-i kebîrin torunudur.<br />

İbni Teymiyyecidir. [6]. cı sırada Abdül’azîz ismine bakınız! 1060, 1181.<br />

128 — ÂLÛSÎ: Nu’mân bin Mahmûd bin Abdüllah Âlûsî, Bağdâdda [1252] de<br />

tevellüd, 1317 [m. 1899] de vefât etdi. Mevtâ işitmez derdi. (Cilâ-ül-ayneyn) kitâbında<br />

İbni Teymiyyeyi övmekde, İbni Hacer-i Mekkî hazretlerine dil uzatmakdadır.<br />

Yûsüf Nebhânî (Şevâhid-ül-hak) kitâbında, bunun haksız olduğunu isbât etmekdedir.<br />

(Gâliyye-tül-mevâ’ız) kitâbında dört mezheb imâmlarını çok övüyor ve<br />

İmâm-ı a’zamı müjdeliyen hadîs-i şerîfleri yazıyor ve Hanefî fıkh kitâblarından bilgiler<br />

bildiriyor ise de, yüzondokuzuncu [119] sahîfesinde, Evliyânın kabrini ziyâret<br />

için (Cilâ-ül-ayneyn) kitâbını tavsiye etmekdedir. 60, 349, 450, 467, 469, 1013,<br />

1159.<br />

129 — ÂMİDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Seyf-üddîn Alî bin Muhammed,<br />

şâfi’î fıkh ve kelâm âlimidir. 551 de Âmid, ya’nî Diyâr-ı Bekrde tevellüd, 631 [m.<br />

– 1077 –


1234] de Şâmda vefât etdi. 490.<br />

130 — ÂMİNE “rahmetullahi teâlâ aleyhâ”: Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” muhterem annesidir. Veheb bin Abd-i Menâf bin Zühre bin Kilâb kızıdır.<br />

Ondört yaşında iken Abdüllah ile evlendi. Abdüllahın alnındaki nûr, Âminenin<br />

alnına geçip parladı. İki ay sonra Abdüllah vefât etdi. Yirmi yaşında iken, Medîne<br />

ile Mekke arasında, (Ebvâ) denilen yerde vefât etdi. [Kusayy adına bakınız!].<br />

375, 376, 378, 387, 1065, 1129.<br />

131 — AMR İBNİ ÂS “radıyallahü anh”: Âs bin Vâil-i Sehmînin oğludur. Eshâb-ı<br />

kirâmın meşhûrlarındandır. Hicretin sekizinci [8] senesinde, Mekkenin fethinden<br />

altı ay önce, Hâlid bin Velîd ile birlikde Medîneye gelerek müslimân olmuşlardır.<br />

Fethden önce îmâna gelenlerin şereflerine ve yüksek derecelerine kavuşmuşlardır.<br />

Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Ummânda vâlîsi idi. Hiç<br />

azl olunmadı. Ebû Bekr-i Sıddîk tarafından Şâmın fethine gönderildi. Mısra vâlî<br />

yapıldı. Doksan yaşında iken 43 [m. 663] senesinde Mısrda vefât etdi. Çok zekî idi.<br />

Meşhûr dâhîlerden idi. (Amr ibni Âs, Kureyşin sâlihlerindendir) hadîs-i şerîfi (Medâric-ün-nübüvve)de<br />

yazılıdır. 469, 641, 1014, 1090, 1094, 1104, 1142.<br />

132 — AMR İBNİ LUHAY: Hicâzda Huzâ’a hükûmetinin reîsi idi. Şâmdaki puta<br />

tapınma dînini Mekkeye getirdi. Hicretden bin sene önce öldü. 737.<br />

133 — A’RÂBÎ PÂŞA: Mısrda millî cebhe reîsi idi. İngilizlerin zulmüne karşı<br />

mücâdele etdi. 1329 [m.1911]de vefât etdi.<br />

134 — ARFECE “radıyallahü anh”: Arfece bin Es’ad Temîmî, Eshâb-ı kirâmdandır.<br />

Altın burun takmasına izn verilmişdir. 133, 1090.<br />

135 — ÂRİF-İ RÎVEGERÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Buhârânın Rîvgir köyündendir.<br />

İslâm âlimlerinin büyüklerindendir. Çok yaşadı. 616 [m. 1219] da Rîvgirde<br />

vefât etdi. 969.<br />

136 — ARİSTO: Yunan felesoflarındandır. Mîlâddan [384] sene önce doğdu. Babası<br />

tabîb idi. Eflâtunun talebesi idi. İskenderin hocası oldu. Sonra, Atinada Lisyonda<br />

mekteb yapdı. Onun için mekteblere lise denildi. Altmışiki yaşında Agriboz<br />

adasında öldü. Rûh kadîmdir, derdi. Tecribeden ziyâde, aklına dayandığından,<br />

yanılmışdı. Orta çağda unutuldu. Eserleri, sonradan arabcadan lâtinceye çevrildi.<br />

41, 539, 758, 759, 1097, 1123.<br />

137 — ARND: Yirminci asrın büyük kimyâgerlerindendir. Sultân ikinci Abdülhamîd<br />

hân zemânında İstanbul Dâr-ül-fünûnunda, uzun yıllar kimyâ profesörü idi.<br />

[m. 1934] de İstanbul üniversitesine tekrâr getirildi. Fritz Arnd iyi türkçe konuşurdu.<br />

[m. 1969] sonunda Hamburgda öldü. Kıymetli din kitâbları yazarlığı ile tanınmış<br />

Hüseyn <strong>Hilmi</strong> Işık, [m. 1936] senesinde, Arndın yanında çalışarak organik bir<br />

cism keşf etdi. Bu buluş, İstanbul fen fakültesi dergisi, 1937 senesi, ikinci cildin ikinci<br />

sayısında ve Berlinde çıkan [m. 1937] yıl ve [2519] sayılı almanca (Zentrall<br />

Blatt) kimyâ kitâbında (Işık <strong>Hilmi</strong>) adı ile yazılıdır. 41, 975.<br />

138 — ARŞİMED: Eski yunan fizik ve matematikcisidir. Mîlâddan [278] sene<br />

önce, Sicilya adasında doğdu. [212] sene önce öldürüldü. İskenderiyyede Öklidin<br />

talebesi idi. Kaldıraclar üzerinde çok uğraşdı. (Bana bir destek noktası veriniz! Dünyâyı<br />

yerinden oynatayım) demişdir. Kitâbları Me’mûn zemânında arabcaya çevrildi.<br />

433.<br />

139 — ARYÜS: Mîlâdın [270] senesinde doğdu. [336] da öldürüldü. Büyük Kostantinin<br />

mîlâdın üçyüzyirmibeşinde [325] İznikde topladığı üçyüzonsekiz [318] papasa<br />

karşı, yeni yapılan (İncîl)in yanlış olduğunu, Barnabas İncîlinin doğru olduğunu,<br />

orada Allah birdir denildiğini söyledi. Mısra kaçdı. 43, 411, 783, 1080, 1099,<br />

1128.<br />

140 — ÂTIF BEĞ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kuyucaklı zâde Âtıf beğ, mül-<br />

– 1078 –


kiyye mektebi [siyâsal bilgiler okulu] mecelle [hukûk] mu’allimi idi. 1316 [m.<br />

1898] da, Bağdâdın Süleymâniyye kazâsında vefât etdi. 305, 535, 823, 865.<br />

141 — ATTİLÂ: (Kâmûs-ül a’lâm)da diyor ki, (Orta çağlarda, Avrupayı basan<br />

vahşî Hunların reîsi idi. Mîlâdın [432] senesinde idâreyi ele aldı. Çok zâlim ve kan<br />

dökücü bir kumandan idi. [451] de Galyaya, ya’nî Fransaya girdi. [453] de içki içerken<br />

öldü. Allahın gadabı denirdi). 431, 532, 533, 1135.<br />

142 — AYNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: (Buhârî) şârihidir. Bedreddîn Mahmûd<br />

bin Ahmeddir. (Hidâye şerhı) ve (Akd-ül-cümân) adındaki ondokuz cild târîhi<br />

ve (Keşf-ül-lisân) adındaki İbni Hişâm şerhı meşhûrdur. 760 [m. 1359] da Ayntâbda<br />

tevellüd, 855 [m. 1451] de Kâhirede kâdî iken vefât etdi. 738, 872, 1114.<br />

143 — AYNÜLKUDÂT HEMEDÂNÎ: Sôfiyyedendir. İmâm-ı Gazâlî ile sohbet<br />

etmişdir. 533 [m. 1138] de vefât etdi.<br />

144 — ÂZER: İbrâhîm aleyhisselâmın amcası ve üvey babası idi. Kâfir idi. İbrâhîm<br />

aleyhisselâmın kendi babası Târuh idi. 375, 387, 389, 390, 391, 1118, 1182.<br />

145 — BÂBÂ ÂBRİZ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: (Reşehât) kitâbında diyor ki,<br />

(Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin dedelerinden Ömer Dağistânî, Hasen-i Bulgârînin,<br />

bu da Muhammed Râzînin, bu da Hasen-i Sekânın, bu da Ebünnecîb-i Sühreverdînin<br />

talebesidir. Bâbâ Âbriz, şeyh Ömerin talebesi olup, çok kerâmetleri görülmüşdür.)<br />

745.<br />

146 — BÂBERTÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Altıyüzkırkyedinci [647] sırada,<br />

Muhammed bin Mahmûd Bâbertî ismine bakınız!<br />

147 — BÂBÜR ŞÂH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Emîr Tîmûr Gürgân hânın oğlu<br />

olan Esterâbâd fâtihi Mîrân şâhın torunu sultân Ebû Sa’îdin torunudur. Sultân<br />

Ebû Sa’îd, Ubeydüllah Ahrârın düâsını almışdı. Bâbür, 888 [m. 1482] de tevellüd,<br />

933 [m. 1526] de Hindistânı alıp büyük bir islâm devleti kurdu. Bu devlet 1274 [m.<br />

1858] senesinde ingilizlerin işgâline kadar, 342 sene sürdü. 937 [m. 1530] de vefât<br />

etdi. Kâbildedir. Âlim, âdil ve edîb idi. Hayâtını kendi yazdı. (Tüzük Bâbürî) dediği<br />

bu kitâbı, Ekber şâh zemanında Çagatay dilinden fârisîye, sonra ingilizceye<br />

terceme ve neşr edildi. Bâbürün kurduğu (Tîmûr oğulları) veyâ (Gürgâniyye) devletinin<br />

onyedi hükümdârı vardır. 1097.<br />

148 — BACON: İngilterenin büyük fizikcisi idi. Fransisken tarîkatinde papas<br />

idi. 610 [m. 1214] da tevellüd, 691 [m. 1292] de vefât etdi. 27.<br />

149 — BÂKÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Nûreddîn Mahmûd Bâkânî Kâdirî,<br />

Hanefî fıkh âlimidir. Dokuzyüzseksenyedi 987 [m. 1579] de vefât etmiş olan allâme<br />

şeyh-ul-islâm Muhammed Behnesînin talebesidir. (Mecrel-enhür) adındaki<br />

(Mültekâ) şerhı çok kıymetlidir. Bu şerhıni dokuzyüzdoksanbeş 995 [m. 1577] de<br />

temâmlamışdır. (Risâletü-fişşürût-is-salât-il-cum’a) ve (Şerh-ün-nikâye-muhtasaril-vikâye)<br />

kitâbları da vardır. 1003 [m. 1594] senesinde vefât etdi. 269, 1084.<br />

150 — BÂKÎ EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Mahmûd Abdülbâkî efendi,<br />

hem şâ’ir, hem âlim idi. 933 [m. 1526] de tevellüd, 1008 [m. 1600] de vefât etdi.<br />

Edirnekapıdadır. Nişâncı pâşayı cedîd yanında (Bâkî efendi mescidi)ni yapdırdı.<br />

Kâdîasker iken vefât eyledi. Önce sarâc çırağı idi. Sonra ilm adamı oldu. Müderrislik<br />

yapdı. Hazret-i Hâlid bin Zeydin bildirdiği hadîs-i şerîfleri toplamışdır.<br />

374.<br />

151 — BARNABAS: Pâkistânda çıkan (Müslimmerks) mecmû’ası 1393 [m. 1973]<br />

târîhli nüshasında diyor ki: (Joseph Barnabas, Kıbrısda doğdu. Yehûdî idi. Îsâ aleyhisselâma<br />

îmân etdi. Eshâbından oldu. Fekat oniki Havârîsinden olup olmadığı belli<br />

değildir. Îsâ aleyhisselâma inandığı ve çok sevdiği için, Havârîler, ona (Barnabas)<br />

ismini verdiler. Fransızlar (Saint Barnabe) diyorlar. 11 Hazîranda yortusunu<br />

yapıyorlar. Yunan felsefesine saplanmış olan Bolüs, buna yanaşdı. Yıkıcı fikrleri-<br />

– 1079 –


ni aşılamak için, kendisi ile senelerce arkadaşlık yapdı. Avlıyamıyacağını anlayınca,<br />

düşmanlığını açığa vurdu. İkisinin tarafdârları çoğalarak Îsevîler ikiye ayrıldı.<br />

Polcüler Avrupa krallarını elde edip kuvvetlendiler. Barnabacıların ise sayıları artdı.<br />

Bunlardan Antakya piskoposu Lucian, teslîse inanmadığı için 312 de öldürüldü.<br />

Bunun talebesi, Libyalı Ariusa, İskenderiyye piskoposu Peter tarafından kilisede<br />

vazîfe verildi. Sonra aforoz edildi. Çünki, bu da, Barnabas gibi, Îsâ insandır.<br />

Ona tapılmaz diyordu. Büyük Kostantinin zevcesi Polcü, kızkardeşi Kostantinia<br />

ise Ariuscu olmuşdu. İskenderiyyenin yeni piskoposu Aleksander ile Ariusun<br />

düşmanlığı, Kostantinin milletini ikiye bölüyordu. İznik toplantısında Ariusun aforoz<br />

edilmesine ve Barnabas İncîlinin yok edilmesine ve bu İncîli okuyanların öldürülmelerine<br />

karâr verildi. Ariuscular yok edilmeğe başlandı. Kostantin pişmân<br />

olup, Ariusu İstanbula da’vet etdi ise de, gelirken öldürüldü. F.P. Sozzini 1562<br />

de bir kitâb yazarak teslîsi red etdi. 1578 de Transilvanyada Kalusenberge gitdi.<br />

Buranın hükümdârı Ariuscu idi. Buranın piskoposu Francis David de [1510-1579]<br />

teslîse karşı idi.<br />

Barnabasın yazdığı İncîl, mîlâdın 325. ci senesine kadar İskenderiyye kiliselerinde<br />

okunuyordu. 383 senesinde Papa bu İncîlden bir nüsha elde ederek husûsî<br />

kütübhânesine koydu. Papa beşinci Sixtus, (1585-1590) arasındaki papalık zemânında,<br />

arkadaşı F.O. Marinoya bunu ibrâniceden italyancaya terceme etdirdi.<br />

Prusya kralının müşâviri J.F. Gramer, bunu bulup 1713 de, Osmânlılarla yapdığı<br />

mühârebeleri ile meşhûr olan, kitâb meraklısı prens Eugene hediyye etdi. Prens<br />

1149 [m. 1736] da öldükden iki sene sonra, kütübhânesi Viyana (Hofbibliyothek)<br />

kütübhânesine katıldı. Bu el yazma İncîl, Viyana imperatorluk kütübhânesinde,<br />

hâlâ durmakdadır. Aynı senelerde, Madridde bir italyanca nüsha dahâ bulundu<br />

ise de, kilise baskısı ile yok edildi. Viyanadaki İncîl, 1325 [m. 1907] de Oxfordda,<br />

Ragg ve hanımı tarafından ingilizceye terceme edildi. Bu tercemenin birçok<br />

nüshaları da, ingilizler tarafından yok edildi. Bu nüshadan foto-ofset yolu ile,<br />

1973 de Pâkistânda ikibin nüsha basılmışdır. İkiyüzelli sahîfedir. S.Alî Yûsüf,<br />

P.O.Box 2120, Karachi -18- den istiyenlere gönderilmekdedir.) 42, 43, 411, 1078,<br />

1109, 1122, 1128, 1161.<br />

152 — BATLEMYÜS: Buna Batlemyus ve Ptolemee de denir. Mısrda Sa’îdde<br />

tevellüd ve mîlâdın [167] senesinde İskenderiyyede vefât etdi. Astronomi, târîh ve<br />

coğrafya ile uğraşdı. (Dünyâ duruyor, gökler dönüyor) derdi. Astronomi üzerinde<br />

eski yunanca yazdığı Mecistî kitâbı meşhûrdur. (Mecistî), ekber [büyük] demekdir.<br />

Arabîye terceme edilmişdir. Arabîden de lâtinceye çevrilmişdir. 538, 761.<br />

153 — BATTÂL GÂZÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Seyyid Battâl gâzî, islâm mücâhidlerindendir.<br />

Rumlarla çok cihâd etdi. Mesleme kumandasındaki ordu ile, doksanaltı<br />

96 [m. 715] senesinde İstanbula geldi. Yüzyirmibir [121] senesinde şehîd oldu.<br />

Eskişehrin Seyyid gâzî kazâsındadır. 1136.<br />

154 — BÂYEZÎD-I “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Yıldırım sultân Bâyezîd, Osmânlı<br />

pâdişâhlarının dördüncüsüdür. Murâd-ı Hüdâvendigârın oğlu ve Çelebî sultân Muhammedin<br />

babasıdır. 761 [m. 1360] de tevellüd etdi. 791 [m. 1388] de, babası şehîd<br />

olunca, tahta çıkdı. Rumelide ve Anadoluda çok şehrler aldı. Macaristana kadar feth<br />

etdi. İstanbulu almak için Anadolu hisârını yapdı ise de, 791 [m. 1388] de İstanbul<br />

imperatörü, senede onbin altın cizye vermeği ve şehrde bir müslimân mahalle ve<br />

câmi’ yapmağı istedi. Fekat üç sene sonra, bunları yıkdı. Yıldırım, şehri on sene muhâsara<br />

etdi. Alman, Macar, Fransız orduları yardıma gelirken, 799 [m. 1396] da Yıldırım<br />

hücûm ederek Niğboluda hepsini perişân etdi. 805 [m. 1402] de, Ankarada<br />

Tîmûr ile harb ederken, oğlu Süleymân efendinin emrindeki asker Tîmûr tarafına<br />

geçince, mağlûb ve esîr oldu. Tîmûr çok i’zâz ve ikrâm etdi ise de, kederinden sekiz<br />

ay sonra nefes darlığından vefât etdi. Bursaya defn edildi. Tîmûr, Yıldırımın ölümünü<br />

işitince, (Yazık oldu. Büyük bir mücâhid gayb etdik) dedi. Çok cesûr ve âdil<br />

– 1080 –


idi. İslâm düşmanları, bu kahramân mücâhidi lekelemek için, içki içerdi diye iftirâ<br />

etdi ise de, bunu bildiren hiç bir vesîka yokdur. 797 [m. 1394] de Bursada yapdırdığı<br />

(Câmi’-i kebîr), islâmiyyete olan bağlılığının büyük bir vesîkasıdır. 1097, 1149,<br />

1175, 1183.<br />

155 — BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Evliyânın büyüklerindendir.<br />

Üveysî idi. [136] veyâ [188] senesinde Îrânda, Hazer denizi kenârında,<br />

Bistâmda tevellüd, 231 [m. 846] veyâ 261 [m. 875] senesinde burada vefât etdi. Adı<br />

Tayfur, babası Îsâ idi. İmâm-ı Ca’fer-i Sâdıkın vefâtından kırk sene sonra tevellüd<br />

ederek, imâm-ı Alî Rızânın sohbetinden ve bunun bereketi ile imâm-ı Ca’ferin<br />

rûhâniyyetinden istifâde etmişdir. (Şerh-ı mevâkıf) altıyüzonyedinci [617] sahîfesinde<br />

diyor ki, (Ebû Yezîd, imâm-ı Ca’fer-i Sâdık zemânında yokdu. Fekat, imâmın<br />

rûhundan istifâde etdi. Bundan feyz alması ile meşhûr oldu.) Bu husûsda Ebûlesfâr<br />

Alî Muhammed Belhînin (Târîh-u evliyâ) kitâbında geniş ma’lûmât vardır.<br />

Otuz sene Şâm civârında dolaşmış, yüzonüç Velî ile sohbet etmişdir. 50, 94, 503,<br />

564, 684, 957, 958, 969, 1051, 1093, 1094, 1162, 1178.<br />

— Bedr Gazâsı: Hicretin ikinci senesinde Ramezân ayında Cum’a günü oldu.<br />

Müslimânlar 313, Kureyşliler bin kişi idi. Yüzü süvârî idi. 14 Sahâbî şehîd oldu. Ebû<br />

Cehl ile yetmiş kâfir katl edildi. 506.cı sahîfeye bakınız!<br />

156 — BEDRÜDDÎN-İ LÜ’LÜ: Mûsul atabeklerinden Nûreddîn-i Arslan şâhın<br />

kölelerinden idi. 607 [m. 1210] senesinde, şâh ölünce oğlu adına idâreyi ele aldı.<br />

Elli sene hükm sürdü. Hülâgüye itâ’at etdi. 657 [m. 1259] de öldü. 489, 1120.<br />

157 — BEDRÜDDÎN SAMÂVNEVÎ: Samavne kâdîsi oğlu Mahmûd Bedreddîn,<br />

Mısrda okuyup, sultân Ferruh bin Berkuka hoca olmuş, şeyh Hüseyn Ahlâtîden<br />

tesavvuf öğrenmişdir. Tebrîzde Tîmûrun sohbetlerinde bulundu. Edirnede<br />

Mûsâ çelebînin kâdî-askeri oldu. Mehmed çelebî, Mûsâ çelebîyi öldürünce, bunu<br />

afv edip, İznikde vazîfe verdi. Buradan İsfendiyar beğe kaçdı. Sonra ilhâda sapıp,<br />

mürîdleri halkın îmânlarını bozmağa başladılar. Üzerlerine Bâyezîd pâşa gönderilip<br />

dağıtıldılar. Kendisi Bosnaya kaçdı. Mürîdler topladı. Yine sapık yol tutdular.<br />

Üzerlerine yine asker gönderildi. Tevbe eden mürîdleri tarafından yakalanıp<br />

teslîm edildi. Mevlânâ Hayder Hirevînin başkanlığındaki ilm heyeti tarafından<br />

muhâkeme olunarak, verdikleri fetvâ ile, sekizyüzonsekiz 818 [m. 1415]<br />

veyâ 823 [m. 1420] de Serezde i’dâm edildi. 504, 1144.<br />

158 — BEETHOVEN: Almandır. Mûsîkîcidir. Dokuz symphonisi meşhûrdur.<br />

1184 [m. 1770] de tevellüd, 1243 [m. 1827] de vefât etdi. 46, 733.<br />

159 — BEGAVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hüseyn bin Mes’ûd, Muhyissünne<br />

denir. Horâsânda (Bâg) şehrinde tevellüd ve 516 [m. 1122] da vefât etdi. Şâfi’î<br />

fıkh âlimidir. (Me’âlim-üt-tenzîl) adındaki tefsîri ile, (Mesâbih) hadîs, (Tehzîb) fıkh<br />

kitâbı meşhûrdur. 389, 391, 412, 507, 644, 787, 1141.<br />

160 — BEHÂEDDÎN MUHAMMED BİN MUHAMMED BUHÂRÎ “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyh”: Şâh-ı Nakşibend denir. Evliyânın büyüklerindendir. Müslimânların<br />

gözbebeğidir. Seyyiddir. Buhârâda (Kasr-ı ârifân) şehrinde 718 [m. 1318] de<br />

tevellüd ve 791 [m. 1389] de orada vefât etdi. İki def’a hacca gitdi. Çok evliyâ yetişdirdi.<br />

(Evrâd), (Tuhfe) ve (Hediyye) kitâbları çok kıymetlidir. Hâl tercemesi ve<br />

kerâmetleri, fârisî (Enîs-üt-tâlibîn) de uzun yazılıdır. Bu kitâb, Fâtihde, Hakîkat Kitâbevi<br />

tarafından m.1993 de, ofset ile basdırılmışdır. İzzî Süleymân efendi türkçeye<br />

terceme ve tab’ edilmiş ve 1168 [m. 1851] de vefât etmişdir. Murâd-i Münzâvî kabristânındadır.<br />

(Mekâtîb-i şerîfe)nin seksenyedinci mektûbunda da, uzun yazılıdır.<br />

Muhammed Huccetullah Nakşibend-i sânî, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin oğlu<br />

olup, 1115 [m. 1703] de vefât etdi. Serhenddedir. 89, 106, 112, 459, 733, 751, 903,<br />

904, 909, 922, 937, 957, 960, 969, 988, 1016, 1074, 1098, 1134, 1146, 1190, 1197.<br />

161 — BEHÂÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Osmânlı şeyh-ul-islâmlarının otuzi-<br />

– 1081 –


kincisidir. 1064 [m. 1654] de vefât etdi. Tütün câiz derdi ve içerdi. 639.<br />

162 — BEHÂULLAH: Mirzâ Hüseyn Alî Nûrî denir. 1232 [m. 1817] de Îrânda<br />

Nûr kasabasında doğdu. 1309 [m. 1892] da Akkâda öldü. Bunun için Filistin Behâîlerin<br />

mukaddes yeridir. Elbâb Alî Muhammed adında bir acemin talebesi idi.<br />

Hocasının düşüncelerini, yüzden fazla mektûb ve kitâbları ile dünyâya yaydı. Bu<br />

fikrlere (Behâîlik) dedi. Îrânda, habs edilip, Bağdâda kaçdı. Bağdâddan İstanbula,<br />

buradan da Akkâya sürüldü. Burada yirmidört sene habsde kaldı. (Hüvallah)<br />

adındaki kitâbı 1326 [m. 1908] senesinde Petersburgda basılmışdır. 483, 484, 1060.<br />

163 — BEL’AM BİN BÂÛRÂ: Mûsâ “aleyhisselâm” zemânında idi. İsm-i<br />

a’zamı biliyor, her düâsı kabûl oluyordu. Bulunduğu Belka şehrinin vâlîsi Belâk,<br />

Mûsâ aleyhisselâmın askerinin şehre girmemesi için, düâ etmesini istedi. Ölüm ile<br />

tehdîd etdi. Cân korkusu ile ve halkın verdiği rüşvete aldanarak, Mûsâ aleyhisselâma<br />

karşı düâ etdi. Mûsâ aleyhisselâmın askeri tarafından öldürüldü. (A’râf) sûresinde<br />

soluyan köpeğe benzetildi. 64.<br />

164 — BELKIS: Yemende Sebe’ şehrinde hükûmet süren Himyerîlerden bir kadın<br />

sultândır. Süleymân “aleyhisselâm” bunu Filistine çağırdı. Geldi ve îmân etdi.<br />

Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından beşyüzotuzbeş sene sonra, Dâvüd “aleyhisselâm”<br />

vefât edince, oniki yaşındaki oğlu Süleymân “aleyhisselâm” babasının yerine<br />

geçdi. Sultân ve sonra Peygamber oldu. Dört sene sonra, Mescid-i aksâyı yapmağa<br />

başladı. Yedi senede temâmlandı. Sonra hükûmet serâyına başladı. Bu da<br />

onüç senede yapıldı. Bundan bir sene sonra, Belkıs gelip, görüşdüler. Süleymân<br />

“aleyhisselâm” kırk sene hükûmet eyledikden sonra, vefât etdi. Belkısın Süleymân<br />

“aleyhisselâm” ile mektûblaşması ve Kudüse gelmesi, Kur’ân-ı kerîmde Neml<br />

sûresinde uzun beyân olunmakdadır. 737, 738, 1172.<br />

165 — BERÂ’ BİN ÂZİB “radıyallahü anh”: Eshâb-ı kirâmdandır. Ensârdandır.<br />

Bedr gazâsında çocuk idi. Diğer gazâlarda bulundu. Hazret-i Alî ile birlikde<br />

Cemel, Sıffîn ve Hâricî savaşlarında bulundu. 72 [m. 691] de Kûfede vefât etdi. 394.<br />

166 — BERGSON: Fransız fikr adamıdır. 1275 [m. 1859] de tevellüd, 1360 [m.<br />

1941] da vefât etdi. (Madde ve hâfıza), (Din ve ahlâkın iki kaynağı), (Şu’ûrun vergileri)<br />

kitâbları meşhûrdur. 27, 405.<br />

167 — BEŞÎR AĞA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: 1129 [m. 1717] da Dâr-üs-seâde<br />

ağası, ya’nî İstanbul vâlîsi olmuş, otuz sene bu vazîfede bulunmuşdur. 1159 [m.<br />

1746] da, doksanaltı yaşında vefât etmişdir. Bâb-ı âlîde bir câmi’ ve burada ve Eyyûbde<br />

Baba-Haydarda mekteb, kütübhâne ve çeşme yapdırmışdır. Ahmed Yekdestin<br />

talebesidir. Kabri Eyyûb sultân türbesinin kapısı yanındadır. 1191.<br />

168 — BEYDÂVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kâdî Abdüllah bin Ömer, Şîrâz<br />

civârında Beydâ şehrinde tevellüd, 685 [m. 1286] senesinde Tebrîzde vefât etdi. Şîrâzda<br />

kâdî idi. Tefsîr ilminin büyük üstâdıdır. (Envârüttenzîl) tefsîr kitâbı çok kıymetlidir.<br />

Şâfi’î mezhebinde fıkh âlimidir. İlminden, takvâsından bir parçası (Mevdû’ât-ül-ulûm)da<br />

yazılıdır. Okuyup anlıyan, onun tefsîrine dil uzatamaz. Fıkh ve<br />

ahlâk ilminde de kitâbları vardır. (Tavâli’ul-envâr) ismindeki kelâm kitâbında, eski<br />

yunan felesoflarının birçok yazılarını bildirip, bunlara cevâblar vermişdir. Bu<br />

kitâbı gören câhiller, (İmâm-ı Beydâvî, kitâblarına yunan felsefecilerinin yazılarını,<br />

fikrlerini karışdırmışdır) demişlerdir. Hâlbuki, onların fikrlerini benimsememiş,<br />

onları cevâblandırmış, red etmişdir. Tefsîrinde, onların fikrleri hiç mevcûd değildir.<br />

389, 392, 416, 417, 475, 479, 490, 491, 537, 644, 963, 1179.<br />

169 — BEYHEKÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Nişâpûrun Beyhek kasabasında<br />

384 [m. 994] de tevellüd ve 458 [m. 1066] de orada vefât etdi. Ebû Bekr Ahmed bin<br />

Hüseyn, hadîs ve Şâfi’î fıkh âlimi idi. Kitâblarının adedi binden fazladır. Bunlar<br />

arasında (Delâil), (Sünen) ve (Şu’abül-îmân) kitâbları çok kıymetlidir. 164, 279,<br />

313, 419, 424, 465, 511, 643, 723, 740, 993, 1013, 1014, 1070.<br />

– 1082 –


170 — BEZM-İ ÂLEM SULTÂN “rahmetullahi teâlâ aleyhâ”: Abdülmecîd hânın<br />

vâlidesidir. Câmi’, çeşme ve mekteb gibi çok hayrâtı vardır. Topkapıda (Gurebâ<br />

hastahânesi)ni ve Dolma-bağçe serâyı yanındaki vâlide câmi’ini yapdırdı. 1269<br />

[m. 1852] de vefât etdi. Sultân Mahmûd türbesindedir. 1143.<br />

171 — BİLÂL-İ HABEŞÎ “radıyallahü anh”: Babası Ribâhdır. Resûlullahın müezzini<br />

idi. Umeyye bin Halefin kölesi idi. Müslimân olduğu için karnına taş bağlayıp<br />

kızgın kum üzerinde iple, ayağından çekerlerdi. Ebû Bekr-i Sıddîk satın<br />

alıp azâd etdi. Her gazâda bulundu. [20] senesinde Şâmda vefât etdi. Sesi çok güzeldi.<br />

Ezân okurken, herkes ağlardı. 204, 376, 511, 644, 769.<br />

172 — BİRGİVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Zeyn-üd-dîn-i Muhammed efendi.<br />

Babası Alîdir. 928 [m. 1521] de Balıkesirde tevellüd, 981 [m. 1573] de (Birgi)de<br />

tâ’ûndan vefât etdi. (Vasıyyetnâme), (Tarîkat-ül-Muhammediyye), (Avâmil) ve<br />

(İzhâr) kitâbları ve (Etfâl-ül-müslimîn) risâlesi ve kadınların hayz hâllerini bildiren<br />

(Zuh-rul-müteehhilîn) risâlesi çok kıymetlidir. İbni Âbidîn (Zuhr)u şerh ederek<br />

(Menhel-ülvâridîn) ismini vermişdir. (Tarîkat)i Abdülganî ve Hâdimî şerh, Süleymân<br />

Fadıl efendi, ihtisâr etmişlerdir. Bu muhtasara (Miftâh-ul-felâh) ismini vermiş,<br />

bu üçünü ve (Menhel)i Hakîkat Kitâbevi ofset ile basdırmışdır. (Ziyâret-ülkubûr)<br />

risâlesine, (İgâse-tül-lehfân)daki sapık yazılardan karışdırmışdır. 449,<br />

640, 646, 736, 740, 923, 1008, 1019, 1023, 1044, 1061, 1164.<br />

173 — BİŞR-İ HÂFÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Evliyânın büyüklerindendir.<br />

150 [m. 767] de Mervde tevellüd, 227 [m. 841] de Bağdâdda vefât etdi. 564, 565, 608,<br />

609, 689, 692, 1101.<br />

174 — BOHR: Danimarkalı fizikcidir. [m. 1885] de doğdu. 1340 [m. 1922] da<br />

atomların devâmlı değil, kesik kesik enerji verdiklerini tesbit ederek, enerjinin ve<br />

atomun yapısının son şeklini gösterdi. Nobel mükâfâtı aldı. 550.<br />

175 — BOLÜS: Yediyüzellidördüncü [754] sırada Paulus ismine bakınız! 42.<br />

176 — BOYLE: Robert Boyle İngiliz fizikçisi ve kimyâgeridir. 1034 [m. 1624]<br />

de tevellüd, 1102 [m. 1691] de vefât etdi. Fransız fizikcisi olan Mariot ile aynı zemânda<br />

gazların basıncı kanûnunu buldu. 967.<br />

177 — BROCKELMANN: Alman müsteşrikidir. Arabî din kitâblarının kılavuzunu<br />

almanca olarak yazmışdır. 1362 [m. 1943] de Hollandada Leiden şehrinde basılmışdır.<br />

22.<br />

178 — BUHÂRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin İsmâ’îl 194 [m.<br />

810] de Buhârâda tevellüd, 256 [m. 870] da Semerkandda vefât etdi. Kur’ân-ı kerîmden<br />

sonra dünyânın en kıymetli kitâbı olan (Câmi-i sahîh) hadîs kitâbı, (Buharî-i<br />

şerîf) adı ile meşhûrdur. İçinde [7275] sahîh hadîs vardır. Bunları altıyüzbin<br />

hadîs-i şerîf arasından seçmişdir. Bu kitâbını onaltı senede vücûde getirmişdir. Çok<br />

şerhleri ve baskıları yapılmışdır. 1312 [m. 1894] senesinde sultân Abdülhamîd hân<br />

tarafından Mısrda yapdırılan iki cild baskısı, pek nefîs cildlenmiş, altın tugra ve<br />

nukûş ile tezyîn edilmişdir. 1315 senesinde, İstanbulda (Matbaa-i âmire) baskısı<br />

da latîf olup, 1413 [m. 1992] de ziyâ üsûlü ile teksîr edilmişdir. Başka çok kitâbları<br />

da vardır. Zeyn-üd-dîn Ahmed Zübeydînin 889 da hâzırladığı, iki cild, Buhârî<br />

muhtasarı, (Tecrîd-i sarîh) ismi ile, 1347 de Mısrda basılmış, 1390 [m. 1970] da<br />

Beyrutda ofset baskısı yapılmışdır. 423, 449, 1152.<br />

179 — BUHTUNNASAR: Nabuchodonosor, Âsûrî devletinin en meşhûr hükümdârıdır.<br />

Mîlâddan [603] sene önce, Filistini alıp Kudüsü yıkdı. Tevrât nüshalarını<br />

imhâ etdi. Yehûdî âlimlerini ve Danyal aleyhisselâmı Bâbilde esîr etdi.<br />

Esîrlik yetmiş sene sürmüşdür. Sûriye ve Mısrı da çöllere kadar aldı. Mîlâddan [562]<br />

sene önce vefât etdi. Ateşe tapardı. 62.<br />

180 — BURHÂNEDDÎN-İ BUHÂRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Beşyüzyet-<br />

– 1083 –


mişdördüncü [574] sırada, Mahmûd-i Buhârî ismine bakınız!<br />

181 — BURHÂNEDDÎN-İ MERGINÂNÎ: Burhâneddîn Alî bin Ebî Bekr, Fergâne<br />

kasabalarından Mergınânda tevellüd ve 593 [m. 1197] de Cengiz askeri tarafından<br />

şehîd edildi. Çok kitâb yazdı. Bunlardan (Hidâye) ve (Tecnîs) meşhûrdur.<br />

Cengizin Buhâra şehrini tahrîb ve ehâlisini katl etmesi 616 hicrî senesinde olduğu<br />

ve Burhâneddîn Mahmûd Buhârînin bu esnâda şehîd olduğu (Kısas-ı enbiyâ)<br />

ve (Kâmûs-ul-a’lâm)da yazılıdır. (Hidâye)si Milton tarafından ingilizcesi ile birlikde<br />

1206 [m. 1791] de basıldı. (Hidâye) şerhleri çokdur. Talebesi, Hüseyn bin Alî<br />

Hüsâmeddîn Sagnâkî, yapdığı şerhe (Nihâye) ismini vermiş, 710 [m. 1309] da vefât<br />

etmişdir. Ekmeleddîn-i Bâbertînin (İnâye) adındaki şerhıne Sa’dî Çelebînin hâşiyesi<br />

meşhûrdur. 392, 393, 444, 731, 1068.<br />

182 — BURHÂN-ÜŞ-ŞERÎ’A “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Mahmûd bin Sadrüş-şerî’a-tül-evvel<br />

Ahmed bin Ubeydüllah Mahbûbî, 673 [m. 1274] de Moğol askerlerinin<br />

işkencelerinde yüzlerce âlimler ile birlikde şehîd oldu. (Vikâye) kitâbı<br />

meşhûrdur. (Vikâye) kitâbını, kızının oğlu olan Sadr-üş-şerî’a-i sânî Ubeydüllah<br />

bin Mes’ûd için yazmışdır. (Hidâye) kitâbından önemli gördüğü yerleri alarak<br />

yazmışdır. Bu da, (Vikâye)yi kendisi hem şerh etmiş, hem de ihtisâr etmişdir. Şerhı<br />

(Sadr-üş-şerî’a şerhı) adı ile meşhûrdur. (Muhtasar)ına da, (Muhtasar-ı Vikâye)<br />

veyâ (Nikâye) adını vermişdir. (Nikâye)nin çeşidli arabî şerhleri vardır. Bâkânînin<br />

şerhı ve Kuhistânînin (Câmi’ur-rümûz) adındaki şerhı en meşhûrlarındandır.<br />

(Nikâye)nin fârisî şerhlerinden, Celâleddîn Mahmûd bin Ebû Bekrin (Terceme-tül-muhtasar)<br />

adındaki şerhı 1317 [m. 1898] de İstanbulda basılmışdır.<br />

Mahmûd bin Ubeydüllah, Burhâneddîn-i Mergınânînin torunlarındandır. Dâmâdı,<br />

Mes’ûd bin Tâc-üş-şerî’a Ömerdir. (Vikâye)nin şerhleri arasında İznik<br />

medresesinde müderris Alâüddîn Alî bin Ömerin (İnâye) adındaki şerhı meşhûrdur.<br />

(Vikâye)nin Sadr-üş-şerî’a şerhıne yapılan hâşiyeler arasında Ehî Çelebînin<br />

(Zahîre-tül-ukba)sı ve Şeyhülislâm Mevlânâ İsâmeddîn İsferâyînin hâşiyesi çok kıymetlidir.<br />

İsâmeddîn İbrâhîm bin Muhammed 944 [m. 1536] de Semerkandda vefât<br />

etdi. 1164, 1181.<br />

183 — BUSAYRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâm-ı Muhammed bin Sa’îd Şeref-üd-dîn,<br />

büyük islâm şâ’iridir. Hadîs ilminde ve hattâtlıkda mâhir idi. Ebül Abbâs-ı<br />

Mürsînin talebesidir. 609 [m. 1213] da Mısrda Busayr şehrinde tevellüd ve 695<br />

[m. 1295] de Mısrda vefât etdi. (Bürde) ve (Hemziyye) kasîdeleri olup, çeşidli dillerde<br />

doksandan fazla şerhleri vardır. 386, 1093.<br />

184 — CÂBİR BİN ABDÜLLAH “radıyallahü anh”: Eshâb-ı kirâmdandır. İstanbulu<br />

muhâsara ederken, 74 [m. 693] senesinde şehîd olduğu ve Koca Mustafâ<br />

pâşada bulunduğu sanılmakda ise de, kitâblar Medîne-i münevverede vefât etdiğini<br />

yazmakdadır. 210, 313, 384, 507, 642, 644.<br />

185 — CÂBİR BİN SÜMRE “radıyallahü anh”: Eshâb-ı kirâmdan olup, Sa’d<br />

ibni Ebî Vakkâs hazretlerinin hemşîresi Hâlidenin oğludur. Kûfede yerleşdi. 66 [m.<br />

685] senesinde vefât etdi. 384.<br />

186 — CA’FER-İ SÂDIK “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Abdüllah da denir.<br />

Hazret-i Alînin torununun torunudur. Muhammed Bâkırın oğlu ve Mûsâ Kâzımın<br />

babasıdır. Oniki imâmın altıncısıdır. [83] de Medînede tevellüd, 148 [m. 765] de orada<br />

vefât etdi. İmâm-ı a’zam ve kimyâger Câbir, bunun talebesi idiler. Büyük oğlu<br />

İsmâ’îl, babasından önce vefât etdi. Yedinci imâm İsmâ’îldir ve ondan sonra çocuklarıdır<br />

diyen sapıklara (İsmâ’îlî) denir. Şî’îler, kendilerine (Ca’ferî) diyor.<br />

Hâlbuki, bu büyük imâm, Ehl-i sünnet idi. Ehl-i sünnet âlimlerinin ve Evliyânın<br />

üstâdı idi. Büyük islâm âlimlerinin gözbebeğidir. Din bilgisi üzerinde hiç kitâb yazmadı.<br />

Şî’îlerin dört esâs kitâbı olan Küleynînin (Kâfî)si, İbni Bâbeveyh Ebû<br />

Ca’fer Muhammed bin Ahmed Alî Kummînin (Menlâ yahdur)u, Ebû Ca’fer Mu-<br />

– 1084 –


hammed bin Hasen Tûsînin (Tehzîb) ve (İstibsâr) kitâblarında, imâm-ı Ca’fer Sâdıkdan<br />

emrler, haberler yazılı ise de, bunları bildirenlerin sağlam ve sahîh olmadıklarını<br />

kendileri de bildirmekdedir. İmâmiyyenin otuzikinci fırkasına (Ca’feriyye)<br />

denilir. Bunlar, Hasen-i Askerî öldükden sonra, kardeşi Ca’fer bin Alî imâm<br />

oldu. Hasen-i Askerînin evlâdı yokdu derler. Bu Ca’ferîlerin, imâm-ı Ca’fer Sâdıkla<br />

bir ilgileri yokdur. Şî’îlerin bugün ellerinde bulunan hadîs ve fıkh kitâblarını<br />

Ebû Ca’fer Muhammed bin Ya’kûb Küleynî ile Ebû Ca’fer Muhammed bin Hasen<br />

Kummî yazdıkları için, kendilerine Ca’ferî diyorlar. 62, 361, 416, 441, 488, 538,<br />

648, 929, 969, 1081, 1126, 1141, 1152.<br />

187 — CA’FER TAYYÂR “radıyallahü anh”: Ebû Tâlibin oğludur. Hazret-i Alîden<br />

on yaş büyük, hazret-i Ukaylden on yaş küçük idi. Habeşe hicret edip, Hayber<br />

günü avdet buyurmuşdu. Hicretin sekizinci [8] senesinde, üçbin askerle, Şâm<br />

civârında (Mü’te)de rumlarla harb ederken, çok hücûm etdi ve kırkbir yaşında şehîd<br />

oldu. O gün yetmişden fazla yara almışdı. Resûlullaha çok benziyen yedi kişiden<br />

biri bu idi. 350, 1006, 1094, 1100, 1195.<br />

188 — CALVİN: Kalven, protestanlığı kuran papaslardandır. 914 [m. 1509] de<br />

tevellüd, 971 [m. 1564] de ölmüşdür. 43.<br />

189 — CÂMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: 615.ci sırada Molla Câmî ismine bakınız!<br />

190 — CÂMÎ AHMED: Seksenbirinci [81] sırada Ahmed Câmîye bakınız!<br />

191 — CELÂLEDDÎN-İ DEVÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed<br />

Es’ad, büyük âlimdir. 833 [m. 1426] de tevellüd, 908 [m. 1502] de vefât etdi. Şîrazda<br />

yaşadı. Çok kitâb yazdı. (Akâid-i Adûdiyye) şerhı meşhûrdur. (Levâmi’ul işrak)<br />

ismindeki (Ahlâk-ı celâlî) kitâbı ingilizceye terceme edilmişdir. 962, 964, 1117, 1124.<br />

192 — CELÂLEDDÎN-İ EGRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hindistânda kâdî<br />

idi. Derin âlim idi. 946.<br />

193 — CELÂLEDDÎN-İ HİNDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin<br />

Mahmûd Celâleddîn-i kebîr pânî-pütî, Çeştiyye meşâyıhindendir. Hazret-i Osmân<br />

soyundandır. Şems-üddîn-i pânî-pütînin halîfesidir. O da, hâce mahdûm Alî Sâbirin,<br />

bu da Ferîdeddîn Genc şekerin halîfesidir. Yediyüzaltmışbeş 765 [m. 1363] de<br />

vefât etdi. Pânî-püt şehrinde büyük türbesi vardır. (Fevâid-ül-füâd) ve (Zâd-ül-ebrâr)<br />

kitâbları çok kıymetlidir. Senâüllah-i pânî-pütî ismine bakınız! 1168.<br />

194 — CELÂLEDDÎN MUHAMMED RÛMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”:<br />

Evliyânın büyüklerindendir. (Mekâtîb-i şerîfe)nin yüzyedinci mektûbunda diyor<br />

ki, (Mevlânâ Celâlüddîn Rûmî, Ehl-i sünnet Evliyâsının büyüklerindendir.) Kâdirî<br />

tarîkatinde idi. 604 [m. 1207] de Belh şehrinde tevellüd, 672 [m. 1273] de Konyada<br />

vefât etdi. Babası sultân-ül-Ulemâ Muhammed Behâeddîn-i Veled büyük âlim<br />

ve Velî idi. Dahâ çocuk iken babasının kalbindeki feyzlere kavuşdu. (Nefehât)da<br />

diyor ki, (Beş yaşında iken kirâmen kâtibîn meleklerini, Evliyânın rûhlarını ve sokakda<br />

dolaşan cinnîleri görürdü.) Pederi, oğlu ile Hicâza, sonra Şâma ve Konyaya<br />

geldi. Babası ölünce, oğlu ders verirdi. Önce Pederinin halîfesi olan Seyyid Bürhâneddîn<br />

Tirmüzîden dokuz sene feyz aldı. Seyyid Bürhâneddîn Kayseride medfûndur.<br />

Bundan sonra, Şemseddîn-i Tebrîzî gelip irşâd eyledi. Ney ve dümbelek<br />

çalmadı. Dönmedi, raks etmedi. Bunları, sonra gelen câhiller uydurdu. Dîvânında<br />

otuzbin, (Mesnevî)sinde kırkyedibin beyt vardır. Fârisîdirler. Türkce şerhleri<br />

çokdur. Oğlu Behâüddîn Ahmed sultân Veled, 712 [m. 1311] de Konyada vefât etdi.<br />

Torunlarına çelebî denir. Yerine Husameddîn Çelebî ve sonra oğlu sultân Muhammed<br />

Burhâneddîn Veled çelebî halîfe oldu. Nakşibendî tarîkatinin büyüklerinden<br />

Abdüllah-i Dehlevî hazretleri, (Üç kitâbın eşi yokdur. Bunlar, (Kur’ân-ı kerîm)<br />

ve (Buhârî-i şerîf) ve Celâleddîn-i Rûmînin (Mesnevî)sidir) buyurdu. Ya’nî,<br />

Evliyâlık yolunun kemâlâtını bildiren kitâbların en üstünü (Mesnevî)dir. Evliyâ-<br />

– 1085 –


lık ve nübüvvet yollarının kemâlâtını ve inceliklerini bildirmekde ise, imâm-ı<br />

Rabbânînin (Mektûbât)ının eşi yokdur. Görülüyor ki, tesavvuf büyükleri, birbirlerini<br />

sever ve överlerdi. Abdüllah-ı Dehlevî hazretleri, yüzyedinci mektûbda<br />

buyuruyor ki, (Mollâyı Rûm, Evliyânın büyüklerinden ve Ehl-i sünnet ve cemâ’at<br />

âlimlerinden idi.) 50, 93, 388, 707, 732, 904, 909, 989, 1016, 1076, 1164, 1178.<br />

195 — CEMÂLEDDÎN-İ EFGÂNÎ: Mason idi. Mısrlı Edîb İshak, (Ed-dürer)<br />

kitâbında, bunun Kâhire mason locası reîsi olduğunu yazmakdadır. 1380 [m.<br />

1960] de Fransada basılan, fransızca (Les franco-maçons) kitâbının yüzyirmiyedinci<br />

sahîfesinde, (Mısrda kurulan mason localarının başına Cemâleddîn Efgânî ve ondan<br />

sonra Muhammed Abdüh getirildi. Bunlar, müslimânlar arasında masonluğun<br />

yayılmasına çok yardım etdiler) diyor. Bu sahîfesinde, bir şarklının mason locası<br />

başkanlık elbisesi ile büyük bir resmi de vardır. Erzurum üniversitesi profesörlerinden<br />

M.Kaya Bilgegil (Ziyâ pâşa) adındaki kitâbında, Ziyâ pâşanın ve Cemâleddîn-i<br />

Efgânînin mason olduklarını yazmakdadır. Bütün masonlar gibi, çeşidli kılıklara<br />

girerek, islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışmışdır. 1254 [m. 1838] de Efganistânda<br />

tevellüd ve 1314 [m. 1897] de İstanbulda vefât etdi. Din bilgisi azdı. Zındıkların<br />

kitâblarını okuyarak dinden çıkmışdır. Bir aralık ruslar tarafından satın alınarak,<br />

ana vatanı olan Efganistâna karşı câsûsluk yapdı. Dînine ve vatanına hiyânet<br />

etmekden çekinmedi. İngiliz masonları ile de işbirliği yaparak zengin oldu ise<br />

de, Osmânlı şeyh-ul-islâmı Hasen Fehmî efendi, onun câhilliğini ve zındıklığını ortaya<br />

koydu. (Fâideli Bilgiler) kitâbında hâl tercemesi uzun yazılıdır. 1944 senesinde,<br />

kemikleri, İstanbuldan, Kâbile nakl edildi. Abdüh ismine bakınız! 461, 861, 1059.<br />

196 — CEMŞÎD: Cem de denir. Îrânda ilk hükûmet kuran Pişdânî oğullarının<br />

dördüncü hükmdârı olup, sekizyüz sene saltanat sürmüş, beşyüz sene Îrânda kimse<br />

hasta olmamış. Bunun için, milleti kendine tapdırmışdır. Martın yirminci günü<br />

tahta çıkdığı için, bugüne Nevruz diyerek yılbaşı ve dînî bayram yapmışdır. Bu kâfir<br />

bayramı, Îrânda bugün de kutlanmakdadır. Câhiller, Îrânda ve başka islâm memleketlerinde,<br />

islâmiyyetden önce yaşamış olan kâfirlerin âdetlerini, tapınmalarını,<br />

bugün meydâna çıkararak, ecdâd yâdigârı diyor, millete bunları yapdırıp, dinden<br />

çıkarıyorlar. İngilizler de, bu islâm düşmanlığını körüklüyorlar. Cemşîd bin<br />

yaşında iken, Şeddâdın birâderzâdesi olan Dahhâk ile muhârebede yakalanmış, destere<br />

gibi olan balık kemiği ile ikiye biçilmişdir. 53, 405.<br />

197 — CENGİZ HÂN [Dechingis-chan]: Cengiz veyâ Timoçin denir. Türk değildir.<br />

Moğol olduğu bütün dillerdeki târîhlerde yazılıdır. Kitâbsız kâfir olduğu, (Kısas-ı<br />

Enbiyâ)nın sekizyüzonbirinci sahîfesinde yazılıdır. 551 [m. 1155] da tevellüd,<br />

624 [m. 1227] de vefât etdi. (Kâmûs-ül-a’lâm)da diyor ki, Cengiz, dünyânın en büyük<br />

cihângirlerinden ve en meşhûr zâlim ve kan dökücülerindendir. Moğoldur. İslâmiyyete<br />

çok zararı dokunmuş olan bu adam, bir kabîle reîsi iken, 599 [m. 1202]<br />

da (Kara-kurum)da moğol ve tatâr hânlarının başı, ya’nî hakânı oldu. Câhil ve vahşî<br />

moğollardan ve tatârlardan büyük bir ordu, dahâ doğrusu yağmacılar gürûhu toplayıp,<br />

doğu Türkistânı, Çini aldı. 616 [m. 1219] da, sultân Kutb-üd-dîn Muhammed<br />

Hârizm şâhın memleketine saldırdı. Horâsân, Kandihar, Mültan gibi medeniyyet<br />

merkezlerini yakdı, yıkdı. Milyonlarca müslimânı öldürdü. Çoğunu câmi’lerde kılıncdan<br />

geçirdi. 290.cı sahîfeye bakınız! 119, 377, 577, 802, 1084, 1101, 1110, 1154,<br />

1157, 1158.<br />

198 — CEVDET PÂŞA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed Cevdet pâşa 1238<br />

[m. 1823] de Lofcada tevellüd, 1312 [m. 1894] de vefât etdi. Fâtih câmi’i şerîfi bağçesinde<br />

mermer kabri vardır. Bütün milletlerin çok kıymet verdiği (Mecelle)<br />

adındaki kitâbı hâzırlamakla, islâmiyyete büyük hizmet etmişdir. (Kısas-ı Enbiyâ)<br />

ve (Ma’lûmât-i nâfi’a) kitâbları meşhûrdur. 514, 515, 528.<br />

199 — CEZÛLÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Altıyüzellibirinci [651] sırada Muhammed<br />

bin Süleymân Cezûlî ismine bakınız!<br />

– 1086 –


200 — CİHÂNGÎR ŞÂH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sekizyüzonikinci [812] sırada<br />

Selîm şâh ismine bakınız!<br />

201— CİRCİS: İbnül’amîd, rûm târîhcilerindendir. 601 [m. 1205] de tevellüd,<br />

671 [m. 1273] de Şâmda vefât etdi. Bu ism, (Fâideli Bilgiler) kitâbında geçmekdedir.<br />

202 — CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Seyyid-üt tâife ismi<br />

ile meşhûrdur. Babası Muhammed Zeccâcdır. Hanefîdir. 207 [m. 821] de Nehâvendde<br />

tevellüd, 298 [m. 910] de Bağdâdda vefât etdi. Dayısı ve mürşidi Sırrî Sekâtînin<br />

yanındadır. Sırrî Sekâtînin mürşidi Ma’rûf-i Kerhîdir. Ma’rûf-i Kerhî,<br />

imâm-ı Alî Rızâdan ve Dâvüd-i Tâîden feyz almışdır.<br />

Tarîkatlerin çeşidli ismler alması, başka başka olduklarını göstermez. Aynı<br />

Velînin talebeleri, birbirlerini tanımak ve üstâdları ile öğünmek için, bulundukları<br />

yola, üstâdlarının ismini vermişlerdir. Tarîkatler başlıca ikidir: (Zikr-i hafî),<br />

ya’nî sessiz zikr yapan ve (Zikr-i cehrî), ya’nî yüksek sesle zikr yapan tarîkatler.<br />

Birincisi hazret-i Ebû Bekrden gelmiş olup, üstâdlarının adına göre, (Tayfûriyye),<br />

(Yeseviyye), (Medâriyye), hakîkî olan (Bektâşiyye), (Ahrâriyye), (Ahmediyye-i<br />

müceddidiyye) ve (Hâlidiyye) gibi ismler almışlardır.<br />

Zikr-i cehrî hazret-i Alîden oniki imâm vâsıtası ile gelmişdir. Bunlardan sekizincisi<br />

olan imâm-ı Alî Rızâdan Ma’rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdînin çeşidli<br />

halîfelerinin silsilelerinde bulunan meşhûr Velîlerin ismi verilerek, kollara ayrılmışdır.<br />

Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan (Kâdirî) ile (Şâzilî), (Sa’dî) ve (Rıfâ’î),<br />

Ebû Alî Rodbârî yolundan Ahmed Gazâlî ve Dıyâ-üd-dîn Ebû-Necîb-i Sühreverdî<br />

vâsıtaları ile (Kübrevî), Mimşâd-i Dîneverî yolundan yine Ebû Necîb-i Sühreverdî<br />

meydâna gelmişdir. İmâm-ı Alîden Hasen-i Basrî vâsıtası ile (Edhemî) ve<br />

bundan (Çeştî) hâsıl olmuşdur. (Bedeviyye), Rıfâ’iyyeden hâsıl olmuşdur.<br />

Ebû Necîb-i Sühreverdî, Şihâbüddîn Ömer-i Sühreverdînin mürşidi ve amcası idi.<br />

[563] de Bağdâdda vefât etdi. Şihâbüddînden (Sühreverdî) hâsıl olmuş, Ebû Necîbden<br />

bir kol da Rükn-üd-dîn Muhammed Sencâsîye gelmiş, bundan Şems-i Tebrîzî<br />

ile Rükneddîn İbrâhîm-i Zâhid feyz almışlardır. Birincisinden (Mevlevî) meydâna<br />

gelmiş, ikincisi ikiye ayrılmışdır. Birincisinden Safiyyeddîn Erdebîlî yolu ile (Bayrâmî)<br />

ve bundan da (Celvetî)ler hâsıl olmuş, ikincisinden Muhammed bin Nûr Halvetî<br />

yolu ile (Halvetî) ve (Zeyniyye) meydâna gelmişdir. Halvetîlerden seyyid Yahyâ<br />

Şirvânî hâsıl olup, 868 [m. 1464] senesinde vefât etmişdir. Bunun bir talebesinden<br />

(Gülşenî) meydâna geldi. Şirvânînin diğer talebesi pîr Muhammed Erzincânî 876<br />

[m. 1472] da vefât etmişdir. Bundan ayrılan bir koldan (Niyâzî Mısrî), (Ümmî Sinân)<br />

ve (Cerrâhî) tarîkatleri hâsıl oldu. Cerrâhî pîri olan Nûreddîn Cerrâhî, Kara-gümrükde<br />

Kedhudâ câmi’i yanındaki tekkede onsekiz sene vazîfe yapıp, 1133 [m. 1720]<br />

senesinde orada vefât etdi. Pîr Muhammedin diğer halîfesi Çelebî halîfe Muhammed<br />

Cemâleddîn efendinin bir talebesinden (Şa’bâniyye) hâsıl oldu. İkinci talebesi Sünbül<br />

Sinân Yûsüf efendidir. 852.ci sırada bu isme bakınız! Topkapıda otobüs durak<br />

yerinin ismi olan Pazar tekkesinin şeyhi Ümmî Sinân efendi 958 [m. 1551] senesinde<br />

vefât etmiş ve Eyyûbde talebesi Nasûh dedenin Düğmecilerdeki tekkesine defn<br />

edilmişdir. Bunun yerine, talebesi Kazzâz Muhammed Harîrî efendi şeyh olmuş, bu<br />

makâmda doksan sene kalarak, 1050 [m. 1639] de vefât etmişdir. Bu tekke ile kürkcübaşı<br />

Ahmed beğ câmi’i arasındaki türbesindedir. Tekke yerinde şimdi benzin istasyonu<br />

vardır. Eyyûbdeki Ümmî Sinân tekkesinin son şeyhi Yahyâ Gâlib, dedelerinin<br />

yolundan ayrıldı. Halk partisine girerek, Kırşehir vâlîsi ve sonra meb’ûs oldu.<br />

İslâmın son halîfesi Vahîdeddîn hâna Ankaradan gönderdiği iğrenç tehdîd mektûbları<br />

ile halîfeyi İstanbulu terke mecbûr etdiğini, Cumhûriyyet gazetesinde neşr etdiği<br />

hâtırâtında yazmakdadır. İngiliz askerleri, halîfeyi yatağından kaldırarak, harb<br />

gemisi ile, Malta adasına götürdü. Vahîdeddîn hân 1344 [m. 1926]de vefât etdi. Yahyâ<br />

Gâlib 1359 [m. 1940] da öldü. Eyyûbde, Bahâriyyededir.<br />

– 1087 –


Hâcı Bayram-ı Velînin talebesi Ömer Sekînînin talebesi Hızır Dede, Üftâde efendiye<br />

rûhsat verdi. Bunun talebesi de, Hüdâyî Azîz Mahmûd efendidir.<br />

(Uşâkî) yolunun reîsi Hasen Hüsâmeddîn efendidir. Buhârâda seyyid Ahmed-i<br />

Semerkandîden feyz aldı. Uşakda yerleşdiği için Uşâkî denildi. 1003 [m.<br />

1594] de Konyada vefât etdi. (Ticânî) yolu, Afrikanın batısında yayılmışdır. Ticânî<br />

ismine bakınız! 50, 94, 312, 686, 689, 848, 958, 1011, 1016, 1063, 1090, 1091,<br />

1094, 1119, 1156, 1171, 1172.<br />

203 — CÜVEYRİYYE “radıyallahü anhâ”: Benî Mustalak kabîlesi reîsi olan<br />

Hârisin kızı idi. Hicretin beşinci senesinde yapılan (Müreysi’) gazvesinde esîr<br />

alınmışdı. Amcasının oğlu olan zevci muhârebede katl edildi. Yirmi yaşında, çok<br />

hasnâ idi. Cüveyriyye satılığa çıkarıldıkda, bir rivâyetde babası satın almak için Medîneye<br />

bir sürü deve getirdi. İki a’lâ deveye kıyamayıp şehr dışında sakladı. Resûl<br />

“aleyhisselâm”, filân yerde sakladığın iki deveyi de getir dedi. Hâris, şaşırıp,<br />

iki oğlu ve dahâ nice kimse ile îmân etdi. Resûl “aleyhisselâm” develeri alıp, kızını<br />

geri verdi. Kız da îmâna geldi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Cüveyriyyeyi<br />

babasından isteyip nikâh buyurdu. Hicretin ellialtı 56 [m. 675] senesinde<br />

vefât etdi. 381, 1106.<br />

204 — DAHHÂK “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Dahhâk bin Kays, Tâbi’îndendir.<br />

Cemel harbine karışmadı. Sıffînde hazret-i Alî ile birlikde idi. Hazret-i Mu’âviyenin<br />

huzûrunda pek acı konuşduğu hâlde, hazret-i Mu’âviye, riâyeti ve hurmeti bırakmayıp,<br />

buna yine ihsân ederdi. 37 [m. 657] senesinde, yetmiş yaşlarında vefât<br />

etdi. Semerkandın fethinde bir gözü sakatlandı. Tefsîr sâhibi Dahhâk-i Belhî 102<br />

de vefât etdi. 391, 537, 1008.<br />

205 — DALTON: İngiliz fizikcisi ve kimyâgeridir. 1179 [m. 1766] da tevellüd,<br />

1260 [m. 1844] da vefât etdi. 967.<br />

206 — DANYAL “aleyhisselâm”: Hazret-i Dâvüd evlâdından bir Peygamberdir.<br />

Mîlâddan [606] sene önce Bâbile götürülüp, Buhtunnasar serâyında büyüdü.<br />

1083.<br />

207 — DÂRÂ: Eski Îrânın Kiyâniyân şâhlarının dokuzuncusu ve sonuncusudur.<br />

Mîlâddan önce [342] den [330] senesine kadar hükm sürdü. Erbilde İskendere mağlûb<br />

olup kaçarken öldü. Sonra İşkâniyân, dahâ sonra Sâsâniyân devletleri kurulmuşdur.<br />

1123.<br />

208 — DÂRE KUTNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Alî bin Ömer, hadîs âlimidir.<br />

306 [m. 918] senesinde Bağdâdda Dâre kutnda tevellüd, 385 [m. 995] de vefât<br />

etdi. (Sünen) kitâbı meşhûrdur. 424, 1025.<br />

209 — DÂRİMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Abdüllah bin Abdürrahmân hâfız<br />

Ebû Muhammed, 181 [m. 798] de Semerkandda tevellüd, 255 [m. 869] de vefât etdi.<br />

Hadîs âlimidir. (Müsned) adındaki kitâbı çok kıymetlidir. 61, 424, 465.<br />

210 — DARWİN: İngiliz tabî’iyyecisidir. 1224 [m. 1809] de doğdu. 1299 [m. 1882]<br />

da öldü. 81, 540, 1041.<br />

211 — DAVENPORT: John Davenport. Ondokuzuncu asrın sonunda yaşamış<br />

olan lord Davenport, İngiliz müşteşriklerindendir. (Hazret-i Muhammed ve<br />

Kur’ân-ı kerîm) adındaki ingilizce kitâbı, önce Londrada, sonra birkaç kerre de<br />

Hindistânda basılmışdır. 1346 [m. 1928] da Ömer Rızâ tarafından türkcesi neşr<br />

edilmişdir. [m. 1966] sonunda türkcesi latin harfleri ile basılmışdır. Misyonerlerin<br />

[m. 1925] de çıkardıkları (The Islamic World Today) ya’nî (Bugünkü islâm âlemi)<br />

adındaki kitâbın yirminci faslında Davenport ve kitâbı hakkında geniş bilgi<br />

vardır. 534.<br />

212 — DÂVÜD “aleyhisselâm”: Hem Nebî, hem sultân idi. Mîlâddan [1086] sene<br />

önce Kudüsde tevellüd, [1016] sene önce orada vefât etdi. Kumandanlarından<br />

– 1088 –


Urya, muhârebede öldürülünce bunun zevcesini alıp, bundan Süleymân “aleyhisselâm”<br />

tevellüd etdi. Çok güzel ve te’sîrli sesi vardı. Kendisine ibrânî dilinde<br />

(Zebûr) kitâbı geldi. 381, 479, 482, 545, 677, 699, 787, 1082, 1088, 1130, 1135,<br />

1172, 1182, 1189.<br />

213 — DÂVÜD BİN SÜLEYMÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hâlid-i Bağdâdînin<br />

talebelerindendir. 1222 [m. 1807] de Bağdâdda tevellüd, 1299 [m. 1881] da<br />

orada vefât etdi. Onsekiz sene Mekkede kaldı. (Minhat-ül-vehbiyye fî reddil-<br />

Vehhâbiyye) kitâbı [1305] de Bombayda ve [1389] da İstanbulda basıldı. Arabîdir.<br />

Türkcesi (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının (Müslimâna nasîhat) kısmındadır. 453.<br />

214 — DÂVÜD-İ TÂÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Süleymân Dâvüd bin<br />

Nasîr, Hanefî fıkh âlimi ve çok zâhid idi. Horâsânlıdır. İmâm-ı a’zamın talebesi ve<br />

Habîb-i Acemînin halîfesi idi. 165 [m. 781] de vefât etdi. 211, 1087, 1103.<br />

215 — DÂVÜD-İ ZÂHİRÎ: Dörtyüzkırkbeşinci [445] sırada İbni Hazm ismine<br />

bakınız!<br />

216 — DEBBÛSÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Zeyd Ubeydüllah bin Ömer,<br />

Buhârânın meşhûr yedi kâdîsından biridir. Debbûs, Semerkandda bir kasabadır.<br />

Hanefî fıkh âlimlerindendir. 432 [m. 1039] de Buhârâda vefât etdi. (Te’sîs) fıkh kitâbı<br />

Mısrda basılmışdır. (Esrâr fil-üsûl-i vel-fürû’) kitâbı, (Hazâne) fetvâ kitâbı ve<br />

imâm-ı Muhammedin (Câmi’ul-kebîr)ine şerhı vardır. 308<br />

217 — DEMÎRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kemâleddîn Muhammed bin Îsâ,<br />

Mısr Şâfi’î âlimlerindendir. [742] de tevellüd, 808 [m. 1405] de vefât etdi. (Hayâtül-hayvân)<br />

kitâbı Beyrutda (Mektebe-tül-ticârî)de satılmakdadır. İki cilddir. Kenârında<br />

Zekeriyyâ Kazvînînin (Acâib-ül-mahlûkât) kitâbı vardır. 418, 741.<br />

218 — DERVÎŞ MUHAMMED “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Evliyânın büyüklerindendir.<br />

Rûh ilmlerinin mütehassısı idi. Dayısı Muhammed Zâhid hazretlerinden<br />

feyz aldı. Dayısının vefâtından sonra, bu da Semerkandda dalâlet ve bid’atleri<br />

yok etdi. Önce onbeş sene zühd ve riyâzetle, zikr ve fikrle çalışdı. Sonra Hızır<br />

aleyhisselâmın tavsiyesi ile hâce Muhammed Zâhid hazretlerinin sohbetine kavuşup<br />

kemâle erdi. Çok Velî yetişdirdi. Hicretin dokuzyüzyetmiş 970 [m. 1562] senesinde<br />

Mâverâünnehrde Büster nâhiyesinin Dasferâr köyünde vefât etdi. Silsile-i<br />

aliyyenin yirminci ferd-i kâmilidir. 969, 1148.<br />

219 — DEYLEMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şehrdâr bin Ebû Şücâ’ Şîreveyh<br />

[483] de Hemedânda tevellüd, 558 [m. 1163] senesinde vefât etdi. Ebû Nasr Deylemî,<br />

hadîs âlimidir. (Müsned-ül-firdevs) kitâbı meşhûrdur. 89, 419, 420, 452, 465,<br />

476, 1010.<br />

220 — DIHYE-İ KELBÎ: Geç îmâna geldi. Zengin tüccâr idi. Müslimân olmadan<br />

önce de Resûlullahı sever, uzakdan geldikce hediyye getirirdi. Müslimân<br />

olunca, Resûlullah çok sevindi. İyi rumca bilirdi. Rum devletine sefîr olarak gönderildi.<br />

Yermük ve Şâm savaşlarında bulundu. 50 [m. 670] senesinde vefât etdi. 376.<br />

221 — DİOSKORÜS: İskenderiyye patrîki idi. [m. 451] senesinde Kadıköyünde<br />

toplanan beşinci meclisde, fikrleri red edildi. Fikrlerine (Monofisiyye) veyâ<br />

(Ya’kûbiyye) denir. 490.<br />

222 — DIRÂR: Mısrda, Fâtımîler zemânında bulunan bir yehûdî dönmesidir.<br />

Halîfe Hâkimi aldatdı. İslâmiyyeti yıkmağa uğraşdı. Bunun ve talebesi Hamzanın<br />

yolunda olanlara (Derezî) veyâ (Dürzî) denir. 487, 740, 1104.<br />

223 — DRAPER: William Draper, hıristiyan dînine düşmânlığı ile meşhûr ingilizdir.<br />

1226 [m. 1811] da tevellüd ve 1299 [m. 1881] da vefât etdi. 537.<br />

224 — EBÛ ABDÜLLAH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Mûsâ<br />

bin Nu’mân Merâkişî Tilimsânî, tesavvuf büyüklerindendir. Mâlikîdir. 683 [m. 1284]<br />

de vefât etdi. (Misbâh-uz-zulâm) kitâbı çok kıymetlidir. 458.<br />

– 1089 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:69


225 — EBÛ ALÎ DEKKAK “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Adı, Hasen bin Muhammeddir.<br />

Ebül-Kâsım Kuşeyrînin kayın pederi ve üstâdı idi. 405 [m. 1014] senesinde<br />

Nîşâpûrda vefât etdi. 265.<br />

226 — EBÛ ALÎ FÂRMEDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Adı Fadl bin Muhammeddir.<br />

Ebül-Kâsım Kuşeyrînin talebesi ve Ebül-Kâsım Gürgânî ile Ebül-<br />

Hasen Harkânînin halîfesidir. Ebül Kâsım da, Ebû Osmân-ı Magribînin, bu da Cüneyd-i<br />

Bağdâdînin halîfesidir. Rûh ilmlerinin mütehassısı idi. Ebû Sa’îd-i Ebül-Hayr<br />

hazretlerinden de feyz aldı. Zâhir ilmlerinde derin âlim idi. İmâm-ı Gazâlînin ve Yûsüf-i<br />

Hemedânînin mürşididir. Dörtyüzotuzdörtde [434] tevellüd ve dörtyüzyetmişyedide<br />

477 [m. 1085] Meşhedde, ya’nî Tusda vefât etdi. 969, 1193.<br />

227 — EBÛ BEKR BİN ALÎ HADDÂD-İ YEMENÎ “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”: Hanefîdir. 800 [m. 1397] senesinde vefât etdi. (Kudûrî Muhtasarı)nı şerh<br />

etdi. Bu şerhı üç cild olup, (Sirâc-ül-vehhâc) adını vermişdir. Bunu ihtisâr ederek<br />

(Cevheretün-neyyire) demişdir. İbrâhîm İbnül-Lakânînin ilm-i kelâmda yazdığı<br />

(Cevhere-tüt-tevhîd) başkadır. İbrâhîm Lakânî Mâlikî kelâm âlimi ve büyük Velî<br />

olup, 1041 [m. 1632] senesinde vefât etmişdir. Abdülganî ganîmî Meydânînin (Ellübâb)<br />

ismindeki Kudûrî şerhı meşhûrdur. İbni Âbidînin talebesi olup, 1274 [m.<br />

1857] de vefât etmişdir.<br />

228 — EBÛ BEKR-İ BÂKILLÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kâdî Muhammed<br />

bin Tayyib, Basrada tevellüd, 403 [m. 1013] de Bağdâdda vefât etdi. Kelâm<br />

âlimi idi. Eş’arî mezhebinde idi. İlmi ve zekâsı çok idi. İstanbula elçi gönderildi.<br />

Çok kıymetli eserleri vardı. 431.<br />

229 — EBÛ BEKR-İ BELHÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hamîdeddîn-i Belhî,<br />

Belh kâdîsı idi. Babası, Ömer bin Mahmûddur. 559 [m. 1165] senesinde vefât etdi.<br />

Fârisî (Makâmât) kitâbı meşhûrdur. 578, 885.<br />

230 — EBÛ BEKR-İ SIDDÎK “radıyallahü anh”: Adı Abdüllah bin Ebû Kuhâfe<br />

bin Âmir bin Amr bin Kâ’b bin Sa’d bin Teym bin Mürredir. İlk îmâna gelen<br />

hür adamdır. Büyük tüccâr idi. Bütün malını, evini, barkını Resûlullah uğruna verdi.<br />

Gençlikde de arkadaş idiler. Müslimânların birinci halîfesidir. Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” âhırete teşrîf edince, Mekkeden ve Medîneden ve Tâifden<br />

başka, bütün Arabistân mürted oldu. Halîfe, önce Medîneye yakın dört kabîle<br />

üzerine yürüyüp, bunları itâ’ate getirdi. Sonra, onbir kabîleye bölükler gönderdi.<br />

Bunlardan İkrime emrindeki asker, Yemâmede, Müseylemenin kırkbin askerine<br />

karşı gelemedi. Halîfe, Hâlid bin Velîdi imdâda gönderdi. Hâlid, Talîha ve Sücâh<br />

ve Mâlik bin Nüveyreyi perîşan edip Medîneye dönmüşdü. Yemâmede de büyük<br />

zafer kazandı. Yirmibin mürted öldürdü. İki bine yakın müslimân şehîd oldu.<br />

Amr ibni Âs da, Huzâ’a kabîlesini îmâna getirdi. Alâ bin Hadremî, Bahreynde çetin<br />

muhârebeler yapıp mürtedleri dağıtdı. Huzeyfe ve Arfece ve İkrime, Ummân<br />

ve Bahreynde birleşip, mürtedleri bozdular. Onbin mürted öldürdüler. Halîfe, Hâlid<br />

bin Velîdi Irâk tarafına gönderdi. Hîreden yüzbin altın cizye aldı. Hürmüz kumandasındaki<br />

Îrân ordusunu bozdu. Basrada otuzbin kişilik orduyu perîşan etdi.<br />

İmdâda gelen büyük ordudan yetmiş bin kâfir öldürüldü. Sonra, çeşidli muhârebelerle,<br />

büyük şehrler aldı. Halîfe, Medînede ordu toplayıp, Ebû Ubeyde kumandasında<br />

Şâm tarafına, Amr ibni Âsı da Filistine gönderdi. Sonra Yezîd bin Ebû<br />

Süfyânı Şâma yardımcı gönderdi. Sonra asker toplayıp, hazret-i Mu’âviye kumandasında,<br />

kardeşi Yezîde yardıma gönderdi. Hâlid bin Velîdi de, Irâkdan Şâma<br />

gönderdi. Hâlid, askerin bir kısmını Müsennâya bırakıp, birçok muhârebe ve zaferlerle<br />

Sûriyeye geldi. İslâm askerleri birleşerek (Ecnâdeyn)de büyük rum ordusunu<br />

yendiler. Sonra, (Yermük)de kırkaltı bin islâm askeri, Herakliüsün ikiyüzkırk<br />

bin askeri ile uzun ve çok çetin savaşlar yapıp gâlib geldi. Yüzbinden ziyâde rum<br />

askeri öldürüldü. Üçbin müslimân şehîd oldu. Bu muhârebede islâm kadınları da<br />

harb etdi. Başkumandan Hâlid bin Velîdin ve tümen komutanı İkrimenin şaşıla-<br />

– 1090 –


cak kahramanlıkları görüldü. Bütün bu zaferler, halîfenin cesâreti, dehâsı ve güzel<br />

idâresi ve bereketi ile oldu. Yermük savaşı yapılırken, halîfe Medînede vefât<br />

etdi.<br />

Hazret-i Ebû Bekr, Aşere-i mübeşşerenin birincisidir. Peygamberlerden sonra,<br />

bütün insanların en üstünüdür. Bütün gazâlarda bulundu. Âyet-i kerîmeler ile<br />

medh olundu. Kur’ân-ı kerîmi kitâb hâlinde ilk toplıyan budur. 13 [m. 634] senesinin<br />

Cemâzil-âhır yirmisekizinci salı gecesi, altmışüç yaşında vefât etdi. Resûlullahın<br />

yanındadır. Beyâz idi. Yüzü ve göğdesi za’îf, yanakları üstünde sakalları az,<br />

gözleri çukurca, alnı yumruca idi. 44, 45, 59, 60, 89, 98, 108, 109, 114, 210, 249, 252,<br />

307, 349, 354, 355, 379, 380, 381, 442, 447, 452, 473, 480, 503, 506, 507, 508, 509, 510,<br />

511, 514, 516, 607, 621, 684, 686, 689, 694, 752, 802, 858, 909, 913, 920, 921, 923, 942,<br />

952, 969, 1013, 1014, 1034, 1035, 1051, 1064, 1065, 1066, 1073, 1078, 1083, 1087, 1098,<br />

1126, 1129, 1138, 1144, 1152, 1158, 1160, 1163, 1168, 1180, 1182, 1186.<br />

231 — EBÛ BEKR-İ ŞİBLÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Evliyânın büyüklerindendir.<br />

Adı Ca’fer bin Yûnüsdür. 247 [m. 861] de Samrâda tevellüd, 334 [m. 945]<br />

de Bağdâdda vefât etdi. Mâlikî idi. Cüneyd-i Bağdâdînin talebelerindendir. 50, 60,<br />

109, 1087.<br />

232 — EBÛ BERZE “radıyallahü anh”: Adı Fadl bin Muhammed Eslemîdir.<br />

Eshâb-ı kirâmdandır. Gazâlarda bulundu. Hazret-i Alî ile birlikde hâricîlerle<br />

harb etdi. Horasanda, çok yaşlı iken vefât etdi. 640.<br />

233 — EBÛ CA’FER “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Haddâd denir. Cüneyd-i<br />

Bağdâdînin hocalarından idi. 686.<br />

234 — EBÛ CA’FER-İ MENSÛR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası, Muhammed<br />

bin Alî bin Abdüllah bin Abbâsdır. Abbâsî hükümdârlarının ikincisi, islâm<br />

halîfelerinin yirmibirincisidir. [95] senesinde tevellüd, 158 [m. 775] senesinde<br />

Mekkede vefât etdi. [136] da, kardeşi Abdüllah ölünce, halîfe oldu. [137] de, devletin<br />

kurucusu olan Ebâ Müslimi öldürdü. [145] de Bağdâd şehrini yapdı. 441, 444,<br />

1092, 1106.<br />

235 — EBÛ CEHL: Adı Amr bin Hişâm bin Mugîre bin Abdüllah bin Amr bin<br />

Mahzûmdur. Ebû Hakem ve İbni Hanzala da denir. İslâmiyyetin en azılı düşmanı<br />

idi. Bedr gazâsında yetmiş yaşında iken öldürüldü. 376, 509, 513, 1051, 1074, 1081,<br />

1104, 1188.<br />

236 — EBÛ DÂVÜD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sekizyüzotuzdördüncü [834]<br />

sırada, Sicstânî ismine bakınız! 164.<br />

237 — EBÜDDERDÂ “radıyallahü anh”: Eshâb-ı kirâmdandır. Hazrec kabîlesindendir.<br />

Bedrden sonraki gazâlarda bulundu. 33 [m. 653] senesinde Şâmda vefât<br />

etdi. 694.<br />

238 — EBÛ DÜCÂNE “radıyallahü anh”: Hazrec kabîlesindendir. Bedr ve<br />

Uhud gazâlarında ve Yemâme cenginde çok kahramanlık yapdı. 11 senesinde, Hâlid<br />

bin Velîdin idâresinde, Müseylemetül-kezzâb ile yapılan Yemâme cenginde şehîd<br />

oldu. Bu cengde müslimânlardan iki bin, mürtedlerden yirmi binden ziyâde telef<br />

oldu. 740, 1152.<br />

239 — EBÛ EYYÛB-İ ENSÂRÎ “radıyallahü anh”: Hâlid bin Zeyddir. Eshâb-ı<br />

kirâmın büyüklerindendir. Resûlullah Medîneye hicret edince, bunun<br />

evinde yedi ay müsâfir oldu. Bütün gazâlarda bulundu. Yüzelli hadîs-i şerîf bildirmişdir.<br />

50 [m. 670] de, Süfyân bin Avf emrinde İstanbula gelen ve içlerinde<br />

Yezîdin de bulunduğu asker arasında otuzüç Sahâbî vardı. Bunlardan hazret-i<br />

Hâlid dizanteriden vefât etdi. Fâtih sultân Muhammedin hocalarından Akşemseddîn<br />

efendi kabrini keşf etdi. Üzerine güzel türbe ile bir câmi’ yapıldı. Ramezânlarda<br />

câmi’lere mahya kurulması emr olununca, 1136 [m. 1723] da uzun iki<br />

– 1091 –


minâre yapıldı. (Mir’at-ülharemeyn) sekizyüzikinci sahîfede diyor ki, (Çifte minâreli<br />

câmi’lere mahya kurulması, sultân üçüncü Ahmed hân devrinde oniki sene<br />

kadar sadr-ı a’zamlık yapmış olan dâmâd İbrâhîm pâşanın 1132 [m. 1719] senesinde<br />

ihdas eylediği bid’atdir.) Eyyûb sultân câmi’i, üçüncü Selîm hân tarafından<br />

1215 [m. 1800] de yeniden yapıldı. İlk Cum’a nemâzında sultân da bulundu.<br />

Câmi’in son ta’mîrini 1380 [m. 1960] de başvekîl şehîd Adnan Menderes yapdırmışdır.<br />

Türbenin son ta’mîrini ikinci Mahmûd hân yapdırmışdır. Sanduka üzerindeki<br />

yazılar, sultânın el yazısıdır. Türbede asılı levhadaki iki beyti üçüncü Selîm<br />

hân söylemiş, Yesârîzâde yazmışdır. Nakş-i kadem-i Peygamberî, Birinci Mahmûd<br />

hânın emri ile 1044 [m. 1634] de serâydan türbeye getirildi. Türbe civârındaki<br />

kabrler, (Hadîkat-ül-cevâmi’) de uzun yazılıdır. 333, 1074, 1079, 1105, 1131.<br />

240 — EBÛ EYYÛB-İ SAHTIYÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Bekr-il<br />

Basrî, Tâbi’înin büyüklerinden ve fıkh âlimlerindendir. Çok kerâmetleri görüldü.<br />

Basrada deri satardı. Yüzotuzbir 131 [m. 748] senesinde tâ’ûndan, altmışbeş yaşında<br />

vefât etdi. 211, 1098.<br />

241 — EBÛ EYYÛB-İ SÜLEYMÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Medîne-i<br />

münevverede bulunan yedi büyük âlimlerden biridir. 104 [m. 722] de vefât etdi. 66.<br />

242 — EBÛ HANÎFE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâm-ı a’zam Nu’mân bin Sâbit,<br />

İslâm âlimlerinin en büyüklerindendir. 80 [m. 699] senesinde Kûfede tevellüd,<br />

150 [m. 767] de Bağdâdda şehîd edildi. İkinci Abbâsî halîfesi Ebû Ca’fer Mensûr<br />

zâlim idi. İmâmı, hergün on sopa artdırarak, zındanda döğdürdü. Sopa adedi yüz<br />

olduğu gün, İmâm yıkıldı. Yatarken ağzına zehr akıtdılar, şehîd oldu. Fıkh bilgilerini,<br />

Ehl-i sünnet i’tikâdını topladı. Yüzlerce talebesine öğretip, kitâblara geçirilmesine<br />

sebeb oldu. Müslimânlar tarafından kâğıd i’mâli bunun zemânında başladı.<br />

22, 23, 49, 50, 59, 95, 106, 114, 115, 120, 125, 126, 133, 134, 136, 137, 144, 149,<br />

155, 176, 178, 179, 194, 215, 223, 228, 229, 231, 234, 244, 258, 260, 268, 270, 271, 273,<br />

294, 303, 304, 307, 318, 321, 322, 324, 339, 349, 352, 388, 393, 408, 435, (437), 439,<br />

440, 441, 442, 443, 444, 451, 455, 457, 466, 467, 470, 490, 491, 503, 513, 574, 575, 595,<br />

611, 619, 621, 625, 626, 637, 701, 738, 770, 792, 801, 803, 828, 830, 840, 844, 849, 858,<br />

868, 869, 880, 893, 894, 897, 980, 1007, 1077, 1084, 1089, 1094, 1097, 1106, 1107, 1108,<br />

1119, 1127, 1142, 1147, 1156, 1175, 1191, 1193, 1194, 1198.<br />

243 — EBÛ HASEN-İ SÜBKÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Alî bin Abdülkâfî hâfız<br />

Takıyyüddîn Sübkî, 683 [m. 1284] de Mısrda Sübk kasabasında tevellüd, 756 [m.<br />

1355] da Kâhirede vefât etdi. Tâc-üddîn-i İskenderînin talebesidir. Mısrda ve Şâmda<br />

Şâfi’î âlimlerinin reîsi idi. Şâmda kâdıl-kudât ya’nî temyîz reîsi iken imâm-ı Nevevînin<br />

evini ziyâret etdiği zemân, Nevevînin mubârek ayakları basmışdır diyerek<br />

halılara yüzünü, sakalını sürmüşdü. Yüzelliden fazla kitâb yazdı. İbni Teymiyyeye<br />

çok nasîhat etdi. Ona reddiyye olan kitâblarından (Şifâ-üs-sikâm), Beyrutda (Dârül-âfâk-ı<br />

Cedîde) kitâbevi tarafından ve ofset yolu ile İstanbulda yeniden basılmışdır.<br />

Oğlu Abdülvehhâb Tâc-üddîn-i Sübkî, Şâfi’î âlimlerinden olup, 771 [m. 1370]<br />

de Şâmda vefât etmişdir. 136, 341, 348, 360, 448, 450, 454, 458, 496, 498, 499, 1117,<br />

1156, 1181.<br />

244 — EBÛ HÂTİM-İ TEMÎMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Dörtyüzkırkaltıncı<br />

[446] sırada İbni Hibbân ismine bakınız!<br />

245 — EBÛ HÜREYRE “radıyallahü anh”: Adı Abdürrahmândır. Hayberde<br />

müslimân oldu. Hazret-i Ömer zemânında Bahreyn vâlîsi, hazret-i Osmân zemânında<br />

Mekke kâdîsi ve hazret-i Mu’âviye zemânında Medîne vâlîsi oldu. 57 [m. 676] senesinde,<br />

yetmişsekiz yaşında Medînede vefât etdi. Abdüllah bin Ömerden sonra, en<br />

çok hadîs bilen budur. 99, 289, 313, 350, 383, 415, 419, 449, 644, 727, 786, 1009, 1066.<br />

246 — EBÛ HUZEYFE BİN UTBE “radıyallahü anh”: Babası Utbe bin Rebî’a<br />

bin Abd-i Şems, Bedr gazâsında Kureyş ordusunun kumandanlarından idi. Ut-<br />

– 1092 –


e, kardeşi Şeybe ve oğlu Velîd ile birlikde katl edilmişdi. Ebû Huzeyfe ise ilk îmâna<br />

gelenlerdendir. Gazâların çoğunda bulundu. Bedr gazâsında, babası Utbeye ve<br />

kardeşi Velîde karşı harb etdi. Yemâme harbinde ellidört yaşında şehîd oldu.<br />

Uzun boylu, beyâz, çok güzeldi. Utbe ismine bakınız! 506, 1152, 1185, 1188.<br />

247 — EBÛ İSHAK GÜLÂBÂDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Bekr Muhammed<br />

bin İbrâhîm Buhârî Gülâbâdî, Sôfiyye-i aliyyedendir. 380 [m. 990] senesinde<br />

vefât etdi. (Te’arrüf) kitâbı çok kıymetlidir. İsmâ’îl bin Muhammed tarafından<br />

yapılan fârisî şerhi 1330 [m. 1912] de Lüknovda basılmışdır. Şârih 434 [m. 1042]<br />

de vefât etmişdir. 1388 [m. 1969] de Câmi’ul-ezherde basılmışdır. 927, 928, 963.<br />

248 — EBÛ İSHAK ŞÎRÂZÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İbrâhîm bin Alî, Şâfi’î<br />

fıkh âlimlerindendir. 476 [m. 1082] da Bağdâdda vefât etdi. Ebû İshak İbrâhîm İsferâînî<br />

418 [m. 1026] de Nişâpûrda vefât etdi. (El-Mühezzeb) kitâbı meşhûrdur. 1193.<br />

249 — EBÛ KATÂDE “radıyallahü anh”: Ensâr-ı kirâmdan olup, süvârilerden<br />

idi. 45 [m. 665] de yetmiş yaşında, Medînede veyâ Kûfede vefât etdi. 991.<br />

250 — EBÛ KEBŞE “radıyallahü anh”: Ensâr-i kirâmdan idi. 641.<br />

251 — EBÜL ABBÂS-I MÜRSÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed bin Ömeril-ensârî,<br />

Mâlikî olup, zemânının kutbu idi. Ebül-Hasen-i Şâzilînin halîfesi ve<br />

Tâc-üddîn-i İskenderî ile İmâm-ı Busayrînin ve Abdüllah-i İsfehânînin mürşidleridir.<br />

686 [m. 1287] da İskenderiyyede vefât etdi. 386, 419, 1084, 1181.<br />

252 — EBÜL-BEKÂ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şeyh-ül-islâm idi. Tütün günâh<br />

değildir derdi. Ebülbekâ Muhammed bin Ahmed bin Diyâüddîn Sâgânî başkadır.<br />

Yediyüzseksendokuzda tevellüd, sekizyüzellidört 854 [m. 1450] senesinde<br />

vefât etmişdir. (Kâfî) şerhı olan (Şâfî) ve Nesefînin (Vâfî)sine şerhı ve (Diyâülma’neviyye<br />

alâ mukaddime-til-gazneviyye) ve (Mecma’ul-bahreyn) şerhı ve (Menâkıb-ül-İmâm-il-a’zam)<br />

kitâbları meşhûrdur. 638.<br />

253 — EBÜLBEREKÂT NESEFÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Yediyüzonyedinci<br />

[717] sırada, Nesefî Abdüllah ismine bakınız!<br />

254 — EBÜLHÂRİS BİN ALKAMA: Necrandan Resûlullaha gelen altmış hıristiyanın<br />

en âlimi idi. 369.<br />

255 — EBÜL-HASEN-İ ALÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Alî bin Müzeyyen<br />

idi. Sôfiyye-i aliyyedendir. 323 [m. 934] de Mekkede vefât etdi. 91.<br />

256 — EBÜL-HASEN-İ EŞ’ARÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Adı Alî bin İsmâ’îldir.<br />

Ehl-i sünnetin i’tikâddaki iki imâmından biridir. 260 veyâ 266 [m. 879] da Basrada<br />

tevellüd, 324 veyâ 330 [m. 941] da Bağdâdda vefât etdi. (Kitâb-ül’ulûm)u<br />

[1953] de ingilizceye terceme edilmişdir. 22, 60, 409, 491, 492, 701.<br />

257 — EBÜL-HASEN-İ HARKÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sôfiyye-i<br />

aliyyenin büyüklerindendir. Hâl tercemesi (Reşehât)da ve (Tezkiret-ül Evliyâ)da<br />

ve (Nefehât)da yazılıdır. Adı, Alî bin Ca’ferdir. Bâyezîd-i Bistâmînin rûhâniyyetinden<br />

terbiye gördü. (Esrâr-ı sülûk) kitâbını Salâhâddîn-i Uşâkî türkceye çevirmişdir.<br />

(Beşâret-nâme) kitâbı çok kıymetlidir. 425 [m. 1034] de Harkanda vefât etdi.<br />

395, 969, 1051, 1090.<br />

258 — EBÜL-HASEN-İ ŞÂZİLÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Nûr-üddîn Alî bin<br />

Abdüllah şerîfdir. Mâlikîdir. 592 [m. 1196] de Tûnusda Şâzile kasabasında tevellüd<br />

etdi. Silsilesi, Sırrî Sekâtîden gelmekdedir. Bir yoldan da, seyyid Ahmed Rıfâ’îye<br />

bağlanmakdadır. İskenderiyyede Şâzilî tarîkatini te’sîs etdi. (Her istediğim<br />

zemân, Resûlullahı baş gözümle görmezsem, kendimi Onun ümmeti saymam)<br />

buyururdu. (Hizb-ülbahr) düâ kitâbı meşhûrdur. Mekke yolunda 654 [m. 1256] de<br />

vefât etdi. Ebül Hasen Alî bin Nâsirüddîn Şâzilî Mâlikî başkadır. 386, 497, 733, 744,<br />

909.<br />

259 — EBÜL-HÜSEYN BİN SEM’ÛN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed<br />

– 1093 –


in Ahmeddir. (Nâtık-ı bil-hikme) adı ile meşhûrdur. Birgün Bağdâdda, minberde<br />

va’z veriyordu. Minberin önünde oturanlardan biri uyudu. İbni Sem’ûn hemen<br />

susdu. Uyandığı zemân (Resûlullahı rü’yâda gördün değil mi?) dedi. Evet gördüm<br />

dedi. (Seni uyandırıp da, tatlı rü’yânı yarıda bırakmamak için susdum) buyurdu.<br />

Zâhid olmağı, dünyâya gönül bağlamamağı söylüyorsun, kendin yeni, şık giyiniyorsun<br />

ve çeşidli yemekler yiyorsun dediklerinde, Allahü teâlâyı, islâmiyyetin emr<br />

etdiği gibi bilen kimseye, dünyâ malı zarar vermez buyurdu. (Allahü teâlânın adı<br />

bulunmıyan söz, kıymetsizdir. Allahü teâlâyı hâtırlamadan susmak, boşuna vakt<br />

geçirmekdir. İbret almadan bakmak fâidesizdir) buyururdu. 387 [m. 997] senesinde<br />

vefât etdi. Evinin bağçesine defn edildi. Otuz dokuz sene sonra kabristâna nakl<br />

etmek îcâb etdi. Kefeni hiç solmamış, yepyeni görüldü. 92.<br />

260 — EBÜL-HÜSEYN MÜSLİM “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Altıyüzdoksanyedinci<br />

[697] sırada Müslim ismine bakınız!<br />

261 — EBÜL-HÜSEYN-İ NÛRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed bin Muhammed,<br />

Cüneyd-i Bağdâdînin arkadaşı idi. 295 [m. 907] de ölünce, Cüneyd, (İlmin<br />

yarısı gitdi) buyurdu. 564.<br />

262 — EBÛ LEHEB: Resûlullahın amcası idi. Düşmanı idi. Bedr gazâsından yedi<br />

gün sonra çiçek hastalığından Mekkede öldü. Kokdu. Karısı Ümm-ı Cemîl, Ebû<br />

Süfyân bin Harbin hemşîresi idi. 376, 378, 389, 391, 509, 513, 714, 1051, 1162,<br />

1186.<br />

263 — EBÜL-KÂSIM-I SEMERKANDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed<br />

bin Yûsüf, Hanefî fıkh âlimlerindendir. 556 [m. 1161] senesinde vefât etdi. (Câmi’ul-fetâvâ)<br />

kitâbı meşhûrdur. Buna (Câmi’ul kebîr) de denir. (Mültekıt) ve<br />

başka kitâbları da vardır. 286.<br />

264 — EBÜLLEYS-İ SEMERKANDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Nasr bin Muhammed,<br />

hanefî fıkh ve tefsîr âlimidir. (Bostân-ül’Ârifîn), (Tenbîh-ül-gâfilîn), (Mukaddime)<br />

kitâbları meşhûrdur. (Ebülleys tefsîri)nin türkçe Mûsâ İznikî tercemesi<br />

m. 1983 de basılmışdır. 373 [m. 983] de vefat etdi. 45, 268, 583, 611, 644, 792.<br />

265 — EBÜLVEFÂ: Ebülvefâ bin Ma’rûf Hamevî, halvetî meşâyihindendir.<br />

1016 [m. 1607] da Hamâda vefât etdi. Tâc-ül-ârifîn Muhammed Ebül-Vefâ 501 h.<br />

[m. 1107] de Irâkda vefât etdi. Şeyh Müslih-uddîn Mustafâ Vefâ bin Ahmed, 896<br />

[m. 1490] da İstanbulda vefât etdi. Abdüllatîf-i Kudsînin, bu da Zeyn-üddîn-i<br />

Hâfînin halîfesidir. Hocası Bursada Zeynîlerde, kendisi Vefâdadır. 1197.<br />

266 — EBÛ MENSÛR-I MÂTÜRÎDÎ: Muhammed bin Mahmûd, Ehl-i sünnetin<br />

iki i’tikâd imâmından birincisidir. Hocası Ebû Nasr-ı İyâd, Ebû Bekr-i Cürcânînin<br />

talebesi idi. Bu da imâm-ı Muhammed Şeybânînin talebesi idi. 333 [m. 944]<br />

de Semerkandda vefât etdi. Kabrini bir yehûdî ruslardan satın alarak eğlence<br />

yeri yapdı. İstanbuldan gelen İhlâs şirketi, bu çirkin hâli görünce, 1416 h.k. [1996<br />

m.]de, [yehûdîden 30000] dolara satın alarak kıymetlendirdi. İmâm-ı a’zam Ebû<br />

Hanîfeden gelen kelâm bilgilerini kitâblara geçirdi. Îzâh ve isbât etdi. 22, 439, 491,<br />

492, 701.<br />

267 — EBÛ MÛSÂ DÎNEVERÎ: Bâyezîd-i Bistâmînin talebesinden idi. Adı Ahmed<br />

bin Dâvüddür. Çok kitâb yazdı. 281 [m. 894] senesinde vefât etdi. 684.<br />

268 — EBÛ MÛSEL-EŞ’ARÎ “radıyallahü anh”: Abdüllah bin Kays, Eshâb-ı<br />

kirâmdandır. Hicret-i seniyyeden evvel, Yemenden iki kardeşi ve arkadaşları ile<br />

Habeşistâna gitdi. Orada Ca’fer-i Tayyar “radıyallahü anh” ile konuşarak müslimân<br />

oldu. Hayberin fethinde Medîne-i münevvereye geldi. Resûlullahın “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” Zebîd, Aden ve Yemende vâlîsi idi. Ömer “radıyallahü anh”<br />

zemânında da Basra ve Kûfe vâlîliklerinde bulundu. Çok memleketler feth etdi.<br />

Sıffîn muhârebesinden sonra, sulh için hazret-i Alînin “radıyallahü anh” vekîli idi.<br />

Hazret-i Mu’âviyenin vekîli olan Amr ibni Âsın “radıyallahü anhümâ” dehâsı kar-<br />

– 1094 –


şısında mağlûb olmuşdu. Kırkiki 42 [m. 662] senesinde Kûfede veyâ Mekke-i mükerremede<br />

vefât etdi. Yazılarda islâm târîhini ilk kullanan budur.<br />

269 — EBÛ NASR-I AKTA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed bin Muhammed,<br />

fıkh âlimidir. 474 [m. 1082] senesinde İsfehânda, Ram Hürmüz şehrinde vefât<br />

etdi. 161.<br />

270 — EBÛ NU’AYM: Yetmişsekizinci [78] sırada, Ahmed ismine bakınız!<br />

271 — EBÛ SA’ÎD-İ FÂRÛKÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: [1196] da Rampurda<br />

tevellüd ve binikiyüzelli 1250 [m. 1834] senesinde fıtr bayramında, hacdan dönerken<br />

(Tonk) şehrinde vefât etdi. Delhîye getirilip, mürşidi Abdüllah-i Dehlevînin<br />

yanına defn edildi. Fârisî (Hidâyet-üt-tâlibîn) kitâbı çok kıymetlidir. Urdu<br />

tercemesi ile birlikde 1385 [m. 1965] de Karaşinin Nâzımâbâd kasabasında basılmışdır.<br />

Bunun babası Safiyyülkadr, [1165] de tevellüd ve 1236 [m. 1820] senesinde<br />

(Lucknow)da vefât etdi. Ebû Sa’îd hazretlerinin üç oğlu vardı. Birincisi Ahmed<br />

Sa’îddir. [Bu isme bakınız!] İkincisi Abdülganî Müceddidî, [1235] de tevellüd ve<br />

binikiyüzdoksanaltı 1296 [m. 1879] da Medîne-i münevverede vefât eyledi. (Hüvelganî)<br />

adındaki Abdüllah-i Dehlevî hazretlerinin makâmâtını fârisî olarak yazmışdır.<br />

Bu eseri [1296] da Hindistânda basılmışdır. Üçüncü oğlu, Abdülmugnî, 1291<br />

[m. 1874] de Medîne-i münevverede vefât etdi.<br />

272 — EBÛ SA’ÎD-İ HAREZMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin<br />

Mensûr, üçüncü selçûkî sultânı Melikşâhın vezîrlerindendir. 494 [m. 1101] senesinde<br />

vefât etmişdir. Mirzâ Ebû Sa’îd bin Muhammed başka olup, Mîrân şâhın torunu<br />

idi. Ubeydüllah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetinde bulundu. Düâsını alıp, Semerkand<br />

sultânı oldu. 873 [m. 1468] senesinde Uzun Hasenle harb ederken şehîd<br />

oldu. Yerine geçen oğlu mirzâ Ahmed de, Ubeydüllah hazretlerinden feyz almış<br />

ve 899 [m. 1494] senesinde vefât etmişdir. 441.<br />

273 — EBÛ SA’ÎD-İ HARRÂZ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed bin Îsâ, Sôfiyye-i<br />

aliyyedendir. 277 [m. 890] de Bağdâdda vefât etdi. 91, 420, 939.<br />

274 — EBÛ SA’ÎD-İ HUDRÎ “radıyallahü anh”: İsmi Sa’ddır. Kendisi ve babası<br />

Mâlik bin Sinân Sahâbedendir. Babası Uhud gazâsında şehîd olmuşdu. Uhudda<br />

onüç yaşında idi. Diğer gazâlarda bulundu. 64 [m. 683] senesinde vefât etdi. İstanbulda<br />

Ka’riyye câmi’i yanında denilmekdedir. 383, 392.<br />

275 — EBÛ SA’ÎD KÜKBÛRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Erbil meliki idi. İsmi<br />

El-Muzaffer ibnü Zeynüddîn-i Alî bin Büktekindir. Salâhüddîn-i Eyyûbînin eniştesidir.<br />

Mevlid gecelerinde yapdığı büyük ziyâfetleri meşhûrdur. 630 [m. 1232] da<br />

haçlı ordularına karşı Akkâ kal’ası cihâdında şehîd olmuşdur. 378, 1120.<br />

276 — EBÛ SELEME “radıyallahü anh”: Resûlullahın halası Berre ile Abdül-<br />

Esed bin Hilâl Mahzûmînin oğludur. İsmi Abdüllahdır. Resûlullahın ve hazret-i<br />

Hamzanın Süveybeden süt kardeşidir. Habeşistâna ve Medîneye zevcesi ile ilk hicret<br />

eden budur. Bedr ve Uhud gazâlarında akrabâları olan Mahzûm oğullarına karşı<br />

kahramanca cihâd etdi. Uhudda aldığı yaradan kan akarken, Resûlullah mubârek<br />

elleri ile gözlerini kapayıp hayr düâ etdi. Böylece şehîd oldu. 1186.<br />

277 — EBÛ SELEME “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Aşere-i mübeşşereden Abdürrahmân<br />

bin Avfın oğludur. Tâbi’înin büyüklerindendir. Yirmiiki [22] senesinde<br />

tevellüd, 94 [m. 713] senesinde vefât etdi. 66.<br />

278 — EBÜSSÜ’ÛD EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed bin Mustafâ,<br />

onüçüncü şeyh-ul-islâmdır. Cinnîlere de fetvâ verirdi. Eyyûbde yazılı medresedeki<br />

odası, şimdi de duruyor. 896 [m. 1490] da tevellüd, 982 [m. 1574] de vefât<br />

etdi. Eyyûb câmi’i karşısındadır. 952 [m. 1544] de şeyh-ul-islâm oldu. Tefsîri ve fetvâları<br />

çok kıymetlidir. 156, 233, 244, 248, 249, 271, 297, 305, 464, 604, 698, 714, 734,<br />

897, 1125, 1171.<br />

– 1095 –


279 — EBÛ SÜFYÂN BİN HARB “radıyallahü anh”: Dedesi Ümeyye bin<br />

Abd-i Şems bin Abd-i Menâfdır. Hazret-i Mu’âviyenin babasıdır. İslâmın büyük düşmanı<br />

idi. Kureyş ordusunun baş kumandanı olup, çok müslimân şehîd etdi. Resûlullahın<br />

kayın pederi idi. Mekke feth olunacağı zemân islâm ordusuna gelip müslimân<br />

oldu. Tâif gazâsında bir gözü, Yermük harbinde ikinci gözü şehîd oldu. 31 [m.<br />

651] senesinde seksensekiz yaşında vefât etdi. 380, 785, 1094, 1110, 1129, 1138, 1186.<br />

280 — EBÛ SÜFYÂN BİN HÂRİS “radıyallahü anh”: Resûlullahın amcası oğlu<br />

ve süt kardeşidir. Önce çok severken, Nebî olduğunu bildirince çok düşman oldu.<br />

Mekke fethine gidilirken yolda îmâna geldi. Yapdıklarına utandığından Resûlullahın<br />

yanında başını eğer, mubârek yüzüne bakamazdı. Huneyn gazâsında Resûlullahın<br />

yanından hiç ayrılmadı. Düşmana kılınç sallarken, Resûlullahın mubârek<br />

ayağını öper, afv dilerdi. (Ebû Süfyân Cennet yiğitlerindendir) hadîs-i şerîfi<br />

ile şereflendi. 20 [m. 641] senesinde Medînede vefât etdi. Resûlullaha çok benziyen<br />

yedi kişiden biri bu idi. 506.<br />

281 — EBÛ SÜLEYMÂN-I DÂRÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Abdürrahmân<br />

bin Ahmed, âlim ve müttekî idi. 205 [m. 820] senesinde Şâmda vefât etdi. 691,<br />

728, 788.<br />

282 — EBÛ TÂLİB: Resûlullahın amcası ve hazret-i Alînin babası idi. Resûlullah<br />

sekiz yaşında iken dedesi vefât edince, Ebû Tâlibin yanında kaldı. İslâma<br />

düşmanlık etmedi. Hicretden üç sene önce, seksen yaşını aşmış olarak vefât etdi.<br />

Diriltilerek îmân etdiği, İbni Hacer-i Mekkînin (Ni’met-ül-kübrâ) mevlid kitâbında<br />

ve (Mir’ât-i Mekke) 1096 sahîfesinde yazılıdır. Dört oğlu ve Ümm-i hânî<br />

ve başka bir kızı vardır. 353, 388, 389, 740, 1051, 1068, 1075, 1085, 1100, 1139,<br />

1185, 1186.<br />

283 — EBÛ TÂLİB-İ MEKKÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Alî<br />

mâlikî, Sôfiyye-i aliyyenin meşhûrlarındandır. 386 [m. 996] senesinde Bağdâdda<br />

vefât etdi. (Kût-ül-kulûb) kitâbı meşhûrdur. 689.<br />

284 — EBÜTTUFEYL ÂMİR BİN VÂSİLE “radıyallahü anh”: Uhud günü tevellüd,<br />

100 [m. 718] senesinde Mekkede vefât etdi. Eshâb-ı kirâmdan en son vefât<br />

eden budur. 441.<br />

285 — EBÛ UBEYDE BİN CERRÂH “radıyallahü anh”: Âmir bin Abdüllah<br />

bin Cerrâh bin Kâ’b bin Dabbe bin Hars bin Fehr, bütün gazâlarda bulundu. Çok<br />

kahramân idi. Bedrde pederini katl etdi. Uhudda Resûlullahın yanağına batan iki<br />

demir halkayı dişleri ile çekip çıkardı. Rumlar ile olan muhârebede, senelerce nefer<br />

olarak savaşırken, halîfe Ömer “radıyallahü anh” tarafından Şâm ordularına<br />

baş kumandan yapıldı. Adâleti ile rum halkını hayretde bırakdı. Şâmlıların seve<br />

seve îmân etmelerine sebeb oldu. Onsekiz [18] senesinde, ellisekiz yaşında, Kudüs<br />

ile Remle arasında tâ’ûndan vefât etdi. 370, 510, 738, 1090.<br />

286 — EBÛ ÜMÂME “radıyallahü anh”: Sadî bin Aclân-i Bâhilî, sahâbîdir. Yüzelli<br />

hadîs-i şerîf haber vermişdir. Mısrda yerleşdi. Humsda, 81 [m. 700] senesinde<br />

vefât etdi. Şâmda en son vefât eden budur. 164, 365.<br />

287 — EBÛ YA’KÛB-İ BASRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sôfiyyedendir.<br />

687.<br />

288 — EBÛ YA’LÂ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed bin Alî, hadîs âlimidir.<br />

(Müsned) kitâbı meşhûrdur. [210] da tevellüd, 307 [m. 920] senesinde Mûsulda vefât<br />

etdi. 392, 424.<br />

289 — EBÛ YÛSÜF “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ya’kûb bin İbrâhîm Ensârî, Ebû<br />

Hanîfenin talebesinin en büyüğüdür. Hanefî mezhebinde ilk kitâb yazan budur. 113<br />

[m. 731] senesinde Kûfede tevellüd, 182 [m. 798] de Bağdâdda vefât etdi. (Kitâbül-harâc)ı<br />

fransızcaya terceme edilmişdir. 72, 120, 132, 133, 137, 139, 155, 167, 202,<br />

– 1096 –


231, 234, 240, 268, 288, 293, 294, 300, 301, 304, 324, 414, 415, 439, 444, 567, 575, 586,<br />

591, 593, 616, 621, 625, 637, 648, 801, 803, 806, 809, 824, 826, 830, 857, 861, 862, 866,<br />

868, 897.<br />

290 — EBÛ ZER-İ GIFÂRÎ “radıyallahü anh”: Müncidde Zer kelimesinde Gaffârî<br />

yazıyor. İlk müslimân olanlardandır. Hendekden sonra Medîneye geldi. 32 [m.<br />

652] senesinde Medîneye yakın Rebzede vefât etdi. Hadîs-i şerîf ile medh edilmişdir.<br />

364, 447, 694.<br />

291 — ECHÜRÎ ALÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Mısrdaki Mâlikî âlimlerinin<br />

büyüklerindendir. [967] de tevellüd, 1066 [m. 1656] da vefât etdi. Tütün içmenin<br />

mubâh olduğuna fetvâ verdi. 398, 629, 632, 633, 639, 998.<br />

292 — EDİSON: Thomas, Amerikalı fizikcidir. 1263 [m. 1847] de tevellüd,<br />

1350 [m. 1931] de vefât etdi. Phonograph, megaphon, elektrik ampulüne son şeklini<br />

vermişdir. 433, 704.<br />

293 — EFLÂTUN: Platon, eski yunan felsefecisidir. Sokratın talebesi, Aristonun<br />

hocasıdır. Avrupalılar, mîlâddan [429] sene önce tevellüd etmiş diyorlar ise<br />

de, Îsâ “aleyhisselâm” zemânında yaşadığı (Burhân-ı kâtı)da yazılıdır. Mısra da gitdi.<br />

Sekseniki yaşında vefât etdi. Çok kitâb yazdı. Tenâsüha inanırdı. (Trinite) denilen<br />

(Teslîs) inancını ilk olarak ortaya çıkaran budur. Îsâ “aleyhisselâm” göke çıkarıldıkdan<br />

sonra, dört İncîli yazanlar, bu inancı karışdırarak, beşeriyyeti büyük<br />

felâkete sürüklediler. 43, 758, 761, 955, 1078, 1128, 1171.<br />

294 — EHÎ ÇELEBÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Dokuzyüzyetmişdokuzuncu<br />

[979] sırada Yûsüf bin Cüneyd ismine bakınız! 90, 454, 467, 1084.<br />

295 — EİNSTEİN: Aynştayn, Alman fizikçisi bir yehûdîdir. 1296 [m. 1879] da<br />

tevellüd, 1375 [m. 1955] de vefât etdi. 539, 554, 967, 968, 1042.<br />

296 — EKBER ŞÂH: Celâleddîn Muhammed, Hindistânda Bâbür şâhın torunu<br />

ve Hümâyûn şâhın oğludur. 949 [m. 1542] da tevellüd, 1014 [m. 1605] de vefât etdi.<br />

[963] de hükûmet reîsi oldu. Mecûsî, Berehmen ve Hıristiyanlara hürriyyet tanır.<br />

Müslimânlara zulm, işkence ederdi. Egrede büyük türbesi vardır. 1079, 1106, 1167.<br />

297 — EKMELÜDDÎN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Altıyüzkırkyedinci [647] sırada<br />

Muhammed bin Mahmûd ismine bakınız! 636.<br />

298 — ELBÂB ALÎ: Alî Muhammed, Îrânda 1236 [m. 1821] da tevellüd etdi.<br />

Tesavvuf ile felsefeyi karışdıranlardan (Ahmed Zeyneddîn İhsâî)nin talebesi idi.<br />

Îrân ve Hindistânda dolaşdı. Birkaç def’a hacca gitdi. [1260] da Şîrâzda yeni bir din<br />

kurdu. Şîrâzda bir büyük câmi’, Kâ’be ve kıble yapdı. Yalnız iki rek’at sabâh nemâzı<br />

ile senede bir ay oruc farzdır dedi. (Bâbî) denilen bu dîne girmiyenleri öldürmek<br />

halâldir dedi. Öldürüldükden sonra, Kurre-tül-ayn adında bir acem kızı, bu<br />

dîni yaymağa çalışdı. Mini etek ve çıplak gezmek modasını çıkardı. Yakalanıp diri<br />

olarak yakıldı. Bâb fikrlerini, yirmiüç kitâbda bildirdi. Buna Behâîlik denildi.<br />

1266 [m. 1850] da Îrân hükûmeti tarafından, Tebrîzde kurşuna dizildi. 483, 1082.<br />

299 — ELMALILI HAMDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed Hamdi bin<br />

Nu’mân, Antalyanın Elmalı kazâsında [1294] de tevellüd, 1361 [m. 1942] de, İstanbulda<br />

vefât etdi. Erenköydedir. Sultân ikinci Abdülhamîd hân zemânında yetişen<br />

din adamıdır. Zemânının âlimi idi. Tefsîri meşhûrdur. 198, 207, 216, 461, 722, 726.<br />

300 — EMÎR GİLÂL “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Seyyiddir. Muhammed Buhârînin<br />

üstâdıdır. Buhârânın Sûhârî kasabasında tevellüd, 772 [m. 1370] de orada<br />

vefât etdi. Hâce Bâbâ Semmâsînin talebesi idi. Gençliğinde güreş yapardı. Sonra,<br />

çömlekcilik yapdığı için Gilâl ismi ile meşhûr olmuşdur. 89, 957, 969.<br />

301 — EMÎR SULTÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Adı Muhammed Şemsüddîndir.<br />

Buhârâda tevellüd etdi ve oradaki Evliyâdan feyz aldı. Kerâmetleri görüldü.<br />

Bursada molla Fenârîden okudu. Yıldırım Bâyezîde dâmâd oldu. 833 [m. 1430]<br />

– 1097 –


de vefât etdi. İsmi ile anılan câmi’ yanındaki türbesindedir. 1103, 1138.<br />

302 — ENES BİN MÂLİK BİN NADR “radıyallahü anh”: Ebû Hamza Ensârî<br />

Huzrecîdir. Dokuz yaşında Resûlullaha hizmete başlayıp, vefâtlarına kadar<br />

ayrılmadı. Yüz yaşlarında, [91] de vefât etdi. İmâm-ı Mâlikin babası Enes başkadır.<br />

374, 383, 384, 441, 616, 641, 642, 643, 646, 651, 784, 1010, 1035, 1106.<br />

303 — ENGELS: Fredirik Engels bir Alman fabrikatörünün oğludur. 1235 [m.<br />

1820] de tevellüd, 1313 [m. 1895] de vefât etdi. Carl Marx ile birlikde komünist beyânnâmesini<br />

neşr etdi. 523, 1126.<br />

304 — ENVER PÂŞA: (İslâm Ahlâkı) 474.cü sahîfeye bakınız!<br />

305 — ENVER ÖREN: Hüseyn <strong>Hilmi</strong> Işıkın en çok sevdiği talebesi ve dâmâdıdır.<br />

1939 da Denizlide tevellüd etdi. İhlâs Holdingin ve Türkiye gazetesinin sâhibi<br />

idi. 1434 [m. 2013] de vefât etdi. Kaşgârî dergâhı yakınında, çok sevdiği hocası<br />

Hüseyn <strong>Hilmi</strong> Işık “rahmetullahi aleyh” yanında medfûndur. Ehl-i sünnet bilgilerinin<br />

basılmasına ve yayılmasına çok hizmet etmişdir. 628<br />

306 — ESÎRÜDDÎN-İ EBHERÎ: Müfaddal bin Ömer, matematik, astronomi,<br />

fizik ve mantık âlimi idi. Mûsulda ve Anadoluda bulundu. (Hidâye) fizik kitâbını<br />

yazmış, Hüseyn Kâdî mîr bunu şerh etmişdir. (Îsâgûcî) mantık kitâbı da meşhûrdur.<br />

Îsâgûcî yunancada başlangıç demekdir. 663 [m. 1265] de vefât etdi. Esîreddîn<br />

Muhammed Ebû Hayyân Endülüsî 745 [m. 1344] de Mısrda vefât etdi. 538.<br />

307 — ESMÂ “radıyallahü anhâ”: Hazret-i Ebû Bekrin büyük kızı, aşere-i<br />

mübeşşereden Zübeyr bin Avvâmın zevcesi idi. 73 [m. 692] senesinde, yüz yaşında<br />

vefât etdi. 1066, 1185.<br />

308 — EŞREFZÂDE-İ RÛMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Abdüllah bin Eşref<br />

bin Muhammed Mısrî, babasının ismi ile şöhret bulmuşdur. Kâdirî meşâyıhindendir.<br />

Çok kitâb yazdı. (Müzekkin-nüfûs) kitâbı meşhûrdur. Sekizyüzseksendokuz<br />

889 [m. 1484] senesinde İznikde vefât etdi. 1055.<br />

309 — EVZÂÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Abdürrahmân bin Amr Evzâî, 88 [m.<br />

707] de Ba’lebekde tevellüd, 157 [m. 774] de vefât etdi. Şâmın en büyük fıkh âlimi<br />

idi. Beyrutun cenûbunda, kendi adını taşıyan câmi’ kıblesindedir. 219, 789.<br />

310 — EYYÛB “aleyhisselâm”: Benî-Îsrâîl Peygamberlerindendir. Yedi kişi îmân<br />

etdi. Çok malı ve on oğlu vardı. Çocukları öldü. Malı, mülkü gitdi. Hasta oldu. Hep<br />

şükr etdi. Yaralarının kurtlandığını büyük âlim Alâüddîn-i Attâr yazmakdadır. Yeniden<br />

sıhhat verildi. Çok malı ve çocukları oldu. Yüzkırk sene yaşadı. 356, 482, 844.<br />

311 — EYYÛB SABRİ PÂŞA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İkinci Abdülhamîd<br />

hânın amirallerinden idi. 1308 [m. 1890] de vefât etdi. Türkçe (Mir’ât-ül-Haremeyn)<br />

târîh kitâbı beş cilddir. Türkçe (Târîh-i Vehhâbiyân) kitâbı 1296 [m. 1879] da İstanbulda<br />

basdırılmışdır. 377, 458, 525.<br />

312 — EYYÛB-İ SAHTİYÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İkiyüzkırkıncı<br />

[240] sırada, Ebû Eyyûb ismine bakınız! 211.<br />

313 — FADL “radıyallahü anh”: Resûlullahın amcası olan hazret-i Abbâsın büyük<br />

oğludur. Annesi, Meymûne vâlidemizin hemşîresi olan Lübâbe idi. Huneynde<br />

çok kahramânlık gösterdi. Resûlullah yıkanırken su döküyordu. Çok güzel idi.<br />

Yermük gazâsında şehîd oldu. 995.<br />

314 — FADL BİN RUZBEHÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İsfehânlıdır. Ehl-i<br />

sünnet âlimlerindendir. Şî’îlerden İbnül-Mutahhiri red eden (İbtâl-ül-menhec-il-bâtıl)<br />

kitâbı çok kıymetlidir. 852 [m. 1448] senesinde yazmışdır. Abdül-Hâlık-ı Goncdüvânînin<br />

vasıyyetlerini şerh eden (Şerh-ul-vasâyâ) kitâbı da meşhûrdur.<br />

315 — FADLULLAH-I HURÛFÎ: Fadlullah bin Abdürrahmân Tebrîzî, hurûfîlik<br />

denilen sapık inançların kurucusudur. Bir acem yehûdîsidir. 741 [m. 1340] de Îrâ-<br />

– 1098 –


nın kuzeyinde Esterâbâd şehrinde tevellüd, 796 [m. 1393] da Tîmûr hânın oğlu Mîrân<br />

şâh tarafından, babasının emri ile öldürüldü. Karâmıtî fırkasının döküntülerinden<br />

idi. (Câvidân) adında fârisî büyük bir kitâb yazdı. Burada Kur’ân-ı kerîmdeki<br />

harflere ma’nâlar vererek, kendisinin tanrı olduğunu bildirdi. Bütün dinleri inkâr<br />

ve islâmiyyet ile alay etdi. Talebesinden Şemseddîn adındaki hurûfînin halîfesi<br />

Bâyezîdin talebesinden olan Ferişteh oğlu denilen Abdülmecîd İzzeddîn (Aşknâme)<br />

adı ile, bu kitâbı genişletdi. Kitâblarında dinsizlik, ahlâksızlık olduğundan ve herşeye<br />

halâl dediklerinden gizli tutarlar. (Sır) derler. Tîmûr hân, Fadlullahı öldürtdü.<br />

Tekkelerini dağıtdı. Esterâbâd şehrini yakdı, yıkdı. İslâmiyyeti bu sapıklardan temizledi.<br />

Yavuz sultân Selîm hân, şî’îliğin yayılmasını önlediği gibi, Tîmûr hân da bu<br />

din ve ırz düşmanlarının yayılmasını önleyerek, islâmiyyete çok büyük hizmet etmişdir.<br />

Hurûfîlik sonradan bektâşî tekkelerine yayıldı. Bektâşî adını müslimânlardan<br />

alarak, kendilerine mâl etdiler. 500, 501, 502, 503, 1076, 1101, 1155, 1183.<br />

316 — FAHRÜDDÎN-İ RÂZÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin<br />

Ömer, büyük islâm âlimidir. Tefsîr, kelâm, fıkh, fizik, matematik ve tıb üzerinde<br />

çok kitâb yazmışdır. Tefsîr ve Şâfi’î fıkh âlimidir. Allâme ve şeyh-ul-islâm ismleri<br />

verilmişdir. 544 [m. 1149] de Rey şehrinde tevellüd, 606 [m. 1209] da Hiratda vefât<br />

etdi. 370, 371, 391, 417, 458, 480, 490, 491, 537, 538, 644, 714, 758, 1013, 1014.<br />

317 — FAHR-UL-İSLÂM “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Alî bin Muhammed<br />

Pezdevî, Hanefî fıkh âlimlerindendir. 400 senesinde tevellüd, 482 [m. 1089] de Semerkandda<br />

vefât etdi. Çok kitâb yazdı. 444, 636.<br />

318 — FÂRÂBÎ: Muhammed bin Turhân, felsefeci ve mûsikî üstâdı idi. 259 [m.<br />

873] da Seyhûn nehrine yakın Fârâb kasabasında tevellüd, 339 [m. 950] da Şâmda<br />

vefât etdi. Çok kitâb yazdı. 759, 962.<br />

319 — FÂTİH MUHAMMED HÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Osmânlı pâdişâhlarının<br />

yedincisidir. Halîfe değildi. İkinci Murâd hânın oğlu, ikinci Bâyezîd<br />

hânın babasıdır. 833 [m. 1429] de Edirnede tevellüd, 886 [m. 1481] da Gebzede vefât<br />

etdi. Türbesi Fâtih câmi’i yanındadır. 855 [m. 1451] de pâdişâh oldu. Bosna Herseği<br />

ve birçok yerleri aldı. 857 [m. 1453] Mayıs ayının yirmidokuzuncu Salı günü İstanbulu<br />

Bizans rumlarından alarak, orta çağa son verdi. Ayasofya kilisesini câmi’<br />

yapdı. Kıyâmete kadar câmi’ kalmasını yazılı vasıyyet ve vakf eyledi. Fekat, 1354<br />

[m. 1935] Ramezân ayında müze yapıldı. 1990 Ramezân ayında, bir kısmı ibâdete<br />

açıldı. Ayasofya [Sainte Sophie] câmi’i, İstanbulda, Topkapı serâyı yanındadır. Mîlâdın<br />

325 senesinde, büyük Kostantin tarafından ahşap olarak yapıldığı, Aryüs mezhebinde<br />

olup, 408 de vefât eden Arkadyus zemânında yandığı, bunun oğlu Teodosyusun<br />

yeniden yapdırdığı, Jüstinyanus zemânındaki ihtilâlde yine yandığı, bunun<br />

tarafından şimdiki binânın yapdırıldığı (Kâmûs-ül-a’lâm)da yazılıdır. Justinyanus,<br />

565 de ölmüşdür. Bunun zemânında, zelzelede kubbesi yıkılmış, şimdiki kubbe<br />

548 de yapılmışdır. Şarkdan garba 81, şimâlden cenûba 73, yüksekliği 57 metredir.<br />

Makedonyalı Vasil [Balis I.] ve Roman ve Andronik zemânlarında tâmir edilmişdir.<br />

Fâtih, bir tuğla minâre yapdırmışdır. Serây kapısı köşesindeki minâreyi ikinci<br />

Bâyezîd, diğer iki minâreyi ikinci Selîm hân yapdırmışdır. Şadırvanı birinci<br />

Mahmûd hân, büyük top kandili üçüncü Ahmed hân yapdırmışdır. Bağçesinde, ikinci<br />

Selîmin, üçüncü Murâdın, üçüncü Muhammedin, birinci Mustafânın ve üçüncü<br />

Murâd şahzâdelerinin olarak beş türbe vardır. Kumkapıdaki küçük Ayasofyayı da<br />

Jüstinyanus yapdırmışdır. Sultân Mahmûd türbesi yanındaki kırmızı mermerden<br />

(Çemberli taş)ı büyük Kostantin Romadan getirmişdir. Üzerinde Apolonun heykeli<br />

vardı. Sonra Jülyanus ve Teodosyüs heykellerini koydurdular. Komnus zemânında<br />

yıldırım heykelleri yıkdı, yerlerine haç kondu. Bu da yandı. Demir çemberlerle<br />

bağladılar. Fâtih câmi’i, Yedikule câmi’i, Kireç iskelesi câmi’i, Şehremini câmi’i<br />

ve Rumeli-hisârı, Fâtih sultân Muhammedin türklere bırakdığı yâdigârlarının<br />

en kıymetlilerindendir. Rumeli-hisârı câmi’ini hâcı Kemâleddîn efendi yapdırmış-<br />

– 1099 –


dır. Kabri de oradadır. 1159 [m. 1746] da yandığı için birinci Mahmûd hân yeniden<br />

yapdırdı. Ayvanserâyda Tahta-minâre ve Akserâyda Horhor çeşmelerine bitişik Hindiler<br />

tekkesi mescidlerini de Fâtih yapdırdı. Havan topunu ilk yapdıran Fâtihdir.<br />

Fâtih sultân Muhammedin vezîrlerinden Murâd pâşa, 870 [m. 1465] de Akserâyda<br />

Murâd pâşa câmi’ini yapdırdı. 879 [m. 1474] de Ak-koyunlu uzun Hasen ile<br />

harb ederken Diyâr-ı Bekrde şehîd oldu. Şadırvanını yapdıran Kara Dâvüd pâşa<br />

ikinci Osmân hânı şehîd eden zorbalarla işbirliği yapdığından, i’dâm olunup Murâd<br />

pâşa câmi’i yanına defn edilmişdir. Sadr-ı a’zam Mesîh Alî pâşa ve şeyh-ul-islâm<br />

pîrî zâde Osmân Sâhib efendi de oradadır. Fâtih sultân Muhammed, Kâsım pâşada<br />

Dîvânhâne mescidini de yapdırmışdır. Sultân Süleymân, bu câmi’in etrâfına<br />

bir serây ve bir dîvânhâne yapdı. Osmânlılarda ilk tersâneyi 922 [m. 1516] de<br />

Yavuz sultân Selîm hân yapmışdır. Okmeydânı câmi’ini de Fâtih yapdırmışdır. İstanbulu<br />

kuşatınca, yetmiş gemiyi Balta limanından kızaklarla karadan Kâsım pâşaya<br />

indirdi. Bir sene sonra Bâyezîd kulesinin olduğu yerde, ilk türk serâyını<br />

yapdırdı. Bu büyük serâya (Eski serây) denir. 25, 1092, 1103, 1128, 1132, 1137, 1138,<br />

1168, 1174, 1183, 1185, 1189.<br />

320 — FÂTIMA “radıyallahü anhâ”: Resûlullahın dördüncü kızı, hazret-i Alînin<br />

zevcesi ve hazret-i Ömerin kayın vâlidesidir. Nikâh yapılırken onbeş yaşında<br />

idi. Mehri dörtyüz miskal gümüş olduğu (Mevâhib-i ledünniyye)de Sevîk gazvesinde<br />

yazılıdır. 57,14 miskal altın demekdir. Bugün için 38 altın liradır. Alî “radıyallahü<br />

anh” yirmibeş yaşında idi. Ehl-i beytdendir. Beyâz, çok güzel idi. Hicretden<br />

onüç sene önce, Mekkede tevellüd, onbirinci [11] senede yirmidört yaşında vefât<br />

etdi. Hasen, Hüseyn ve Muhsîn adında üç oğlu ile Ümm-i Gülsüm ve Zeyneb<br />

adında iki kızı oldu. Resûlullahın soyu, Fâtımadan türedi. Zeyneb, Abdüllah bin<br />

Ca’fer Tayyâr ile nikâhlanıp, Alî ve Ümm-i Gülsüm ve zürriyyetleri oldu. Bunlara<br />

(Şerîf-i Ca’ferî) denir. 60, 349, 519, 575, 740, 752, 919, 1008, 1063, 1064.<br />

321 — FÂTIMA BİNTİ ESED “radıyallahü anhâ”: Ebû Tâlibin zevcesi, Alî,<br />

Ukayl ve Ca’fer Tayyâr hazretlerinin annesidir. Mekkede müslimân oldu. Medîneye<br />

hicret etdi. Resûlullaha annelik etdi. Çok iyi bakdı. Medînede vefât etdi. Resûlullah<br />

nemâzını kıldırdı. Elleri ile kabre koydu. 449.<br />

322 — FÂTIMA SULTÂN “rahmetullahi teâlâ aleyhâ”: Üçüncü Ahmed hânın<br />

kızıdır. [1140] da Bâb-ı âlîde bir câmi’ yapdırmışdır. İbrâhîm pâşanın zevcesi idi.<br />

1145 [m. 1732] de vefât edip, Turhân sultân türbesinin hâricine defn edildi.<br />

323 — FÂTIMA SULTÂN “rahmetullahi teâlâ aleyhâ”: Yâvuz sultân Selîm hânın<br />

kerîmesidir. Topkapıda, zevci kara Ahmed pâşanın câmi’ine yakın (Fâtıma sultân<br />

mescidi)ni yapdırmışdır. Kara Ahmed pâşanın yapdırdığı (Topkapı câmi’i), (Pazartekke<br />

mescidi)nin yanındadır. Ahmed pâşa dokuzyüzaltmışiki 962 [m. 1554] senesinde<br />

şehîd edilince, inşâsı yarım kalmışdı. Dokuzyüzyetmişikide [972], kardeşi<br />

Rüstem pâşa temâmlamağa başladı. Yedi senede temâm oldu. Ahmed pâşa câmi’i<br />

yanındaki türbededir. Zevcesi Fâtıma sultân, bu türbenin yanındadır.<br />

324 — FAYSAL: Sü’ûdî devlet reîslerindendir. İkinci Abdül’azîzin oğludur. Kardeşi<br />

Sü’ûd müsrif hareketleri ile memleketi felâkete götürdüğünden, 1384 [m. 1964]<br />

de tahtdan indirildi. Yerine, ellisekiz yaşındaki Faysal geçdi. m.1975 de, serâyında<br />

yeğeni tarafından öldürüldü. Yerine kardeşi Hâlid geçdi. Hâlid de, 1402 [m. 1982]<br />

de öldü. Yerine kardeşi Fahd geçdi. 1174.<br />

325 — FEHÎM-İ ARVÂSÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sekizyüzyirmialtıncı [826]<br />

numarada, seyyid Fehîm kelimesine bakınız!<br />

326 — FENÂRÎ ŞEMSÜDDÎN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin<br />

Hamza, Osmânlı şeyh-ul-islâmlarının birincisidir. 751 de tevellüd, 834 [m. 1431]<br />

de vefât etmişdir. Bursada, Keşiş dağı eteğindeki mescidi yanındadır. Din ve fen<br />

bilgilerinde, zemânının en meşhûru idi. Çok talebe yetişdirdi. Kütübhânesinde on-<br />

– 1100 –


inden fazla kitâb vardı. Tesavvufda yüksek dereceye kavuşmuşdu. İki oğlu da, kendisi<br />

gibi âlim idi. Soyundan Alî bin Yûsüf, Akserâyda vatan caddesindeki kiliseyi<br />

câmi’ yapmışdır. İmâmı, Îsâ efendi, câmi’e çok vakf yapdığından, (Fenârî Îsâ)<br />

mescidi denilmişdir. Bursada kâdî iken 903 de vefât etmişdir. Ahfâdından Muhyiddîn<br />

bin Muhammed Fenârî, onüçüncü şeyh-ul-islâm olup, Beykoza bağlı (Dere-seki)de<br />

ve Rumeli-hisârında birer mescid yapdırmış, dokuzyüzellidört [954] de<br />

vefât etmişdir. Eyyûb sultândadır. 1097, 1124, 1127, 1146, 1164.<br />

327 — FERİDÜDDÎN-İ ATTÂR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin<br />

İbrâhîm, Sôfiyye-i aliyyedendir. (Mantık-ut-tayr) kitâbında, tesavvufu kuşlar ağzından<br />

anlatmakdadır. Fârisî (Tezkiret-ül-Evliyâ)sından bir kısmı (Hakîkat Kitâbevi)<br />

tarafından (Akâid-i Nizâmiyye) içinde tab’ edilmişdir. [513] de Nîşâpûrda tevellüd,<br />

627 [m. 1230] de Cengiz askeri tarafından, orada şehîd edildi. Babası attâr<br />

idi. Ya’nî, ilâc, esans satardı. Ferîdeddîn-i Genc-i şeker başkadır. Sekizyüzaltmışdokuzuncu<br />

[869] sırada Şeker Genç ismine bakınız! 312.<br />

328 — FERİŞTEH OĞLU: Hurûfî babalarındandır. Hurûfîliğin kurucusu olan<br />

Fadlullah-ı Hurûfînin müridlerindendir. Adı Abdülmecid İzzeddîndir. 874 [m.<br />

1469] de öldü. Hurûfî dedelerinin dinden çıkmalarına sebeb olan (Aşknâme) kitâbını<br />

yazmışdır. 500, 501, 1099.<br />

329 — FERRÛH SÎR ŞÂH: Hind sultânlarının dokuzuncusu Ferrûh Sîr Şâh 1122<br />

[m. 1710] de vefât etdi. Muhammed Ma’sûmun oğlu Muhammed Sıddîkın mürîdi<br />

idi. [(Umdetül-makâmât) sahîfe 395.]<br />

330 — FETH-İ MÛSULÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Alî efendidir.<br />

Bişr-i Hâfînin arkadaşı idi. 220 [m. 835] senesinde Bağdâdda vefât etdi. 689.<br />

331 — FEYZULLAH EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Erzurumludur. Şemseddîn-i<br />

Tebrîzî soyundandır. Osmânlı şeyh-ul-islâmlarının kırkaltıncısıdır. Edirnede<br />

1115 [m. 1703] senesinde şehîd edildi. Medrese, kütübhâne, mektebler yapdırdı.<br />

Feyzullah Erzincânî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin (İ’tikâdnâme) kitâbını türkçeye<br />

terceme etmiş, (Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbının birinci risâlesi olarak<br />

basılmışdır. 1323 [m. 1905] de vefât etmişdir. 579.<br />

332 — FİHR: Resûlullahın onbirinci babasıdır. Mâlikin oğlu, Gâlibin babasıdır.<br />

Fihr, avuc dolusu taş demekdir. İsmi Kureyşdir. Bunun soyundan olanlara (Kureyşî)<br />

denir. Kureyş, köpek balığı demekdir ve cem’ olmak ve toplanmak demekdir.<br />

Hac için Mekkede toplandıkları için Kureyş denildi. 390, 1128.<br />

333 — FİR’AVN: Eski Mısr hükümdârlarına verilen ismdir. Yirmialtı Fir’avn sülâlesi<br />

vardır. Her sülâlede çeşidli Fir’avnlar asrlarca hükümdârlık etdi. Çoğu, insanları<br />

kendilerine tapındırdı. Mûsâ “aleyhisselâm” zemânındaki Fir’avn, Muharrem<br />

ayının onuncu günü, askeri ile birlikde bahr-i ahmerin Süveyş kısmında boğuldu.<br />

Îmânı kabûl olmadı. 105, 356, 452, 485, 525, 640, 641, 695, 850, 1105, 1123, 1151.<br />

334 — FÎRÛZÂBÂDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Ya’kûb, (Kâmûs)<br />

lügâtini yazmışdır. Îrânda Şîrâzın cenûbunda, Fîrûz-âbâdda, 729 [m. 1329] da<br />

tevellüd, 816 [m. 1414] da Yemende Zebîdde kâdî iken vefât etdi. Tefsîr, hadîs, fıkh<br />

ve lügât âlimi idi. Yıldırım ve Tîmûr ile görüşüp ihsânlarına kavuşdu. 390, 1070, 1164.<br />

335 — FÎRÛZ ŞÂH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Delhîde hükm süren Tuğluk sülâlesindendir.<br />

[752] de tahta çıkdı. Çok âdil idi. Bendler, barajlar, kal’a ve mektebler<br />

yapdı. Çeştiyye meşâyıhından Kutb-ı zemân Celâl-i Buhârînin halîfesi idi.<br />

Mürşidinin emri ile Serhend şehrini yapdı. 790 [m. 1388] da, seksen yaşında vefât<br />

etdi. Yapdırdığı su yolu, Serhend kısmını sulamakdadır. İkiyüzkırk kilometre<br />

uzunluğundadır. Geçdiği yerleri sulamakdadır. 1121, 1129.<br />

336 — FUDAYL BİN IYÂD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Evliyânın büyüklerindendir.<br />

[107] de tevellüd, 187 [m. 803] senesinde Mekkede vefât etdi. Sırrî-yi Se-<br />

– 1101 –


kâtînin mürşidlerindendir. (Hicâb-ül-aktâr) kitâbı Pârisdedir. 90, 497, 692, 842, 1171.<br />

337 — GALİLE: İtalyan astronomlarındandır. 981 [m. 1574] de Pizede tevellüd,<br />

1051 [m. 1642] de vefât etdi. Yirmiiki yaşında, Üniversite matematik profesörü oldu.<br />

Dünyâ dönüyor dediği için, yetmiş yaşında habs edildi. Habshânede gözleri kör<br />

oldu. 704, 1048.<br />

338 — GANÎM-İ BAĞDÂDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Muhammeddir.<br />

Hanefî âlimlerindendir. Çok kitâb yazdı. Tütün içmenin harâm olmadığına fetvâ<br />

verdi. 1030 [m. 1621] da vefât etdi. 639.<br />

339 — GAZÂLÎ MUHAMMED “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin<br />

Muhammed Gazâlî, islâm âlimlerinin en büyüklerindendir. 450 [m. 1058] senesinde,<br />

Îrânın Tus ya’nî Meşhed şehrinin Gazâl kariyyesinde tevellüd, 505 [m. 1111]<br />

de orada vefât etdi. Müctehid idi. İctihâdı, Şâfi’î mezhebine uygun oldu. O kadar<br />

çok kitâb yazdı ki, ömrüne bölününce, bir güne onsekiz sahîfe düşmekdedir. [484]<br />

de Bağdâdda Nizâmiyye üniversitesine profesör oldu. Hacca gidip gelince, Şâmda<br />

profesörlük yapdı. Sonra Nişâpûrda profesörlüğü zorla kabûl etdi. Kitâbları çok<br />

kıymetlidir. Garb dillerine çevrilmekdedir. (Eyyühel-veled) kitâbı arabîdir. Fârisî<br />

tercemesi, Bursada, Orhân câmi’i kütübhânesinde mevcûddür. Bu kitâbı, 1364<br />

[m. 1945] de kurulmuş olan milletler arası ilm yayma (Unesco) teşkilâtı tarafından<br />

1370 [m. 1951] de fransızcaya, ingilizceye ve ispanyolcaya terceme edilerek, hepsi<br />

basılmışdır. [m. 1959] da, dört alman ordinaryüs profesörünün, Gazâlînin kitâblarını<br />

okuyarak, islâm dînine âşık olduklarını ve imâmın kitâblarını almancaya çevirmekde<br />

olduklarını gazetelerde okuduk.<br />

İmâm-ı Gazâlîye islâm felesofu diyenler oluyor. Bu büyük imâm, felesof değildir.<br />

Bir islâm âlimi, bir müctehid idi. Onun kitâblarında mevdu’ hadîs var sanan kimse,<br />

yâ onu tanımıyan, din imâmı ve müctehid ne demek olduğunu bilmiyen câhillerdendir.<br />

Yâhud Ehl-i sünnete düşman olan vehhâbîlerin tuzağına düşmüş bir zevallıdır.<br />

İslâm âlimlerinin hiçbiri felesof değildir. Felesof, islâm âlimi olamaz. Nasıl<br />

ki, cam parçası pırlanta olamaz. İslâm felesofu diye birşey yokdur. İslâmiyyetde<br />

felsefe yokdur. Binüçyüzseksenüç 1383 [m. 1963] senesinde Pâkistânda basılan<br />

(Me’ârif-üs-sünen) adındaki yedi cild kitâbın birinci cildinde de (İslâm âlimlerine<br />

göre rûh cismdir. Eski yunan felsefecileri rûh cism değildir dedi. İmâm-ı Gazâlî<br />

de böyle dedi. Onun felsefeye bağlılığı birçok yerde kendine hâkim olmuşdur)<br />

diyor. Mücessimeden olan İbni Teymiyyenin rûh hakkındaki sözlerini, islâm âlimlerinin<br />

sözü diye yazarak koca Gazâlîyi küçümsemek gafletine düşmekdedir. Arabî<br />

beş cild (İhyâ-ül-ulûm) kitâbı 1387 [m. 1968] senesinde Beyrutda ve fârisî bir cild<br />

(Kimyâ-i se’âdet) kitâbı Muhammed Şâh Rızâ Pehlevî zemânında 1374 [m. 1955]<br />

de Tahranda ve 1398 [m. 1977] de İstanbulda basılmışdır. Bu Ehl-i sünnet kitâbının<br />

ve benzerlerinin Tahranda basılması ve Îrânda Ehl-i sünnet medrese ve tekkelerinin<br />

açılması sebebi ile taşkın şî’îler, Humeynî ismindeki bir âhundun teşvîkı<br />

ile şâha karşı isyân ederek, Îrânda Şî’î Cumhûriyyeti kurdular. (Dürret-ül-fâhire)<br />

kitâbının arabîden türkçeye tercemesi, (Kıyâmet ve Âhıret hâlleri) ismi ile basılmışdır.<br />

Îsâ aleyhisselâmın, Allahü teâlânın kulu ve Peygamberi olduğunu vesîkalarla<br />

isbât eden (Er-reddül-cemîl li-ülûhiyyet-i Îsâ bi-sarîh-il İncîl) kitâbı, fransızca<br />

tercemesi ile birlikde, 1359 [m. 1939] senesinde Robert Chidiac tarafından Parisde<br />

basdırılmış, 1407 [m. 1986] da İstanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından, ikisi<br />

de ofset ile basdırılmışdır. 18, 26, 34, 42, 82, 105, 108, 116, 120, 132, 279, 412, 415,<br />

418, 419, 420, 430, 455, 470, 490, 491, 497, 600, 605, 677, 698, 700, 719, 758, 761, 766,<br />

909, 962, 964, 1008, 1010, 1047, 1053, 1058, 1079, 1090, 1103, 1116, 1118, 1173, 1184.<br />

— Gazevât-ı Peygamberî: (İslâm Ahlâkı) sahîfe 195 e bakınız!<br />

340 — GÖTE (Goethe): Ünlü alman şâ’iridir. 1162 [m. 1749] de tevellüd, 1248<br />

[m. 1832] de vefât etdi. Hikâye ve tiyatro kitâbları yazdı. Faust tiyatrosu çok<br />

– 1102 –


meşhûr oldu. Kur’ân-ı kerîmin büyüklüğünü söylerdi. 543.<br />

341 — GÜLŞENÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İbrâhîm bin Muhammed Gülşenî,<br />

tanınan velîlerdendir. [830] da Azerbaycanda tevellüd, 940 [m. 1534] senesinde<br />

Mısrda vefât etdi. Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî halîfelerinden Ömer Rûşenîden feyz<br />

aldı. Şâh İsmâ’îlin işkenceleri zemânında Mısra gitdi. (Ma’nevî) adındaki kırkbin<br />

beytlik mesnevîsinin bir kısmını halîfelerinden Muhammed Fenâî efendi türkceye<br />

terceme etmişdir. Bu terceme ve sonunda Gülşenî hazretleri ile Gülşenî meşâyıhinden<br />

Hasen Sezâî efendinin mektûbâtı ve hâl tercemelerini eklemişdir. 1289<br />

[m. 1871] da İstanbulda basılmışdır. Sezâî efendi, Edirnede Muhammed Sırrî<br />

efendiden ve sonra Fenâî efendiden feyz alıp, 1151 [m. 1737] de vefât etmişdir. Torunları<br />

asrlarca Edirnede irşâdda bulundular. 1087.<br />

342 — HABÎB-İ ACEMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Dâvüd-i Tâînin mürşidi<br />

ve Hasen-i Basrînin halîfesidir. 120 [m. 739] senesinde vefât etdi. 1089.<br />

343 — HÂCEGÎ MUHAMMED İMKENEGÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hicretin<br />

dokuzyüzonsekiz [918] senesinde Buhârânın İmkene kasabasında tevellüd,<br />

binsekiz 1008 [m. 1600] de orada vefât etdi. Rûh ilmlerinin mütehassısı idi. Babası,<br />

Derviş Muhammed hazretlerinden feyz aldı. Çok Velî yetişdirdi. 969, 1141.<br />

344 — HÂCE-ZÂDE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muslih-uddîn Mustafâ bin Yûsüf,<br />

Bursalıdır. Fâtih sultân Muhammed hânın hocası ve İstanbul kâdîsı oldu.<br />

Fâtihin emri ile, Gazâlînin (Tehâfüt-ül-felâsife)si ile, İbnür-Rüşdün buna olan reddiyyesini<br />

incelemiş, Gazâlînin haklı olduğunu bildiren kıymetli bir kitâb yazmışdır.<br />

893 [m. 1487] de vefât etdi. Bursada, Emîr Sultân kabristânındadır.<br />

345 — HÂCI BAYRAM-I VELÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sôfiyye-i aliyyedendir.<br />

Ankarada Zülfadl [Sol-Fasol] köyünde tevellüd ve orada 833 [m. 1429] senesinde<br />

vefât etdi. Kayseride Somuncu baba denilen Hamîdüddîn Hâmid-i Akserâyîden<br />

feyz aldı. Edirnede eski câmi’de va’z etdi. Ankaradadır. 909, 970, 1074,<br />

1088, 1132, 1164.<br />

346 — HÂCI BEKTÂŞ-I VELÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Adı seyyid Muhammed<br />

bin İbrâhîm Atadır. Hicrî [680] senesinde Horâsânın Nîşâpûr şehrinde tevellüd<br />

etdi. 738 [m. 1338] de vefât etdiği (Kısas-ı Enbiyâ)da yazılıdır. Anadoluda Kırşehrdedir.<br />

Şeyh Lokmân-ı Horâsânînin halîfesi idi. Bu da, şeyh Ahmed-i Yesevînin,<br />

bu da, Yûsüf-i Hemedânînin halîfesi idi. Hâcı Bektâş-ı Velî hazretleri, sultân<br />

Orhân ile sohbet etdi. Yeniçeri askeri kurulurken düâ etdi. Bundan feyz alanlara<br />

Bektâşî denildi. Bu temiz, iyi bektâşîler, zemânla azaldı. Hurûfî denilen zındıklar,<br />

bu mubârek ismi kendilerine mal edindi. 499, 500, 501, 502, 503, 504.<br />

347 — HADÎCE SULTÂN “rahmetullahi teâlâ aleyhâ”: Dördüncü Muhammed<br />

hânın kerîmesidir. Binyüzellibirde [1151] Defterdâr ile Ayvânserây arasında<br />

(Sultân câmi’i)ni yapdırdı. Buna (Yâ-Vedûd câmi’i) de denir. Çünki, önceden şeyh<br />

Abdül-Vedûd yapdırmışdı. Kendisi, Buhârâdan, İstanbulu almak için gelenlerdendir.<br />

860 [m. 1456] senesinde vefât edip, orada defn olundu. Sonra, halîfelerinden<br />

Tokmak dede, vakfını ta’yîn etdi. Bu da orada medfûndur. Bunun için oradaki<br />

kabristâna (Tokmaktepe) denir. Hadîce sultân, buradaki sâhil serâyları yerine çeşme,<br />

sebil ve mekteb ve mektebin altında Muhammed Ensârînin “radıyallahü anh”<br />

türbesini yapdırırken, bu mescidi yeniden yapdırmışdır. Rumeli-kavağı câmi’ini de<br />

Hadîce Turhân sultân yapdırmışdır. 1156 [m. 1743] da vefât etdi. Turhân sultân türbesindedir.<br />

Zevci Hasen pâşa, Üsküdârda (Nesûhî tekkesi mescidi)ni yapdırmışdır.<br />

348 — HADÎCE-TÜL-KÜBRÂ “radıyallahü anhâ”: Huveylid bin Esed bin Abdil-Uzza<br />

bin Kusayy kızıdır. Resûlullahın ilk zevcesidir. Çok zengin ve âlim ve âkıl<br />

idi. Bütün malını Resûlullaha bağışladı. Yirmibeş sene çok iyi hizmet etdi. Hicretden<br />

üç yıl önce, altmışbeş yaşında Mekkede vefât etdi. İlk îmâna gelen hür kadındır.<br />

Resûlullahın bütün kızlarının ve iki oğlunun annesidir. 379, 380, 388, 574,<br />

– 1103 –


598, 952, 1064, 1126, 1139, 1164, 1195, 1196, 1198.<br />

349 — HÂDİMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Mustafâ, Konyanın<br />

Hâdim kasabasında tevellüd, 1176 [m. 1762] da, orada vefât etdi. 264, 629, 638,<br />

643, 1083.<br />

350 — HAFÎDZÂDE SÂDIK “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Altıyüzyetmişüçüncü<br />

[673] sırada Muhammed Sâdık ismine bakınız!<br />

351 — HÂFIZ-I ŞÎRÂZÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şemseddîn Muhammed<br />

bin Kemâleddîn, [720] de Şîrâzda tevellüd, 791 [m. 1389] de orada vefât etdi. Büyük<br />

islâm şâ’iridir. Nakşibendî idi. Tîmûr hân ile görüşdü. Dîvânı fârisîden garb<br />

dillerine terceme edildi. 958.<br />

352 — HÂFIZ ES’AD: Kanlı bir ihtilâl ile Sûriye devlet reîsi oldu. Şî’îlerin en<br />

kötüsü olan Nusayrî fırkasındandır. Çok zâlim idi. Yalnız Hamâ şehrinde binlerce<br />

Ehl-i sünnet müslimânı öldürdü. 1421 [m.2000] de öldü.<br />

353 — HAFSA “radıyallahü anhâ”: Hazret-i Ömerin kerîmesi idi. Zevci ile Habeşistâna<br />

ve Medîneye hicret etmişdi. İlk zevci Huneys bin Huzâfe Bedrde bulundu.<br />

Sonra vefât etdi. Hicretden iki buçuk sene sonra Resûlullaha zevce olmakla şereflendi.<br />

Kırkbeş 45 [m. 665] senesinde altmış yaşında iken vefât etdi. 380, 381.<br />

354 — HAHN: Atom çekirdek enerjisini ve bombasını bulanlardandır. Alman<br />

kimyâgeridir. 1296 [m. 1879] da Frankfurtda tevellüd etdi. Nobel mükâfâtı aldı. 563.<br />

355 — HÂKİM-Bİ-EMRİLLAH: Altıncı Fâtımî hükümdârıdır. Babası Azîzdir.<br />

375 [m. 985] de tevellüd etdi. Onbir yaşında tahta çıkdı. 411 [m. 1020] senesinde<br />

öldürüldü. Dırâra aldanarak, dînini sapıtdı. Tanrılık da’vâsına kalkışdı. 487, 740,<br />

1106.<br />

356 — HÂKİM NÎŞÂPÛRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Abdüllah<br />

hadîs âlimlerindendir. [321] de tevellüd ve 405 [m. 1014] senesinde Nîşâpûrda<br />

vefât etdi. (Buhârî)de ve (Müslim)de bulunmıyan sahîh hadîsleri toplıyarak meydâna<br />

getirdiği (Müstedrek) kitâbı çok kıymetlidir. Beyrutda (Mekteb-üt-ticârî)de<br />

satılmakdadır. 164, 194, 450, 993.<br />

357 — HÂKİM-İ ŞEHÎD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Muhammed<br />

bin Ahmed, fıkh âlimidir. 334 [m. 946] senesinde şehîd edildi. (Gurer),<br />

(Kâfî) ve (Müntekâ) kitâbları meşhûrdur. 268.<br />

358 — HAKÎM-İ TİRMİZÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Abdüllah Muhammed<br />

bin Alî, hadîs imâmlarındandır. 320 [m. 932] senesinde şehîd edildi. Çok kitâb<br />

yazdı. (Nevâdir-ül-üsûl) kitâbı çok kıymetlidir. 515.<br />

359 — HALEBÎ İBRÂHÎM “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İbrâhîm bin Muhammed,<br />

fıkh âlimidir. [866] da Halebde tevellüd ve 956 [m. 1549] da vefât etdi. İstanbulda<br />

Fâtih câmi’inin imâmı idi. Edirnekapı kabristânından, Buğaz köprüsü yolu<br />

yapılırken, yanındaki Sakızağacı kabristânına nakl edilmişdir. (Mültekâ) kitâbı<br />

fransızcaya terceme edilmişdir. (Halebî) kitâbı meşhûrdur. Ayasofya ders-i-âmlarından<br />

ve nakşî meşâyıhından Alî Yektâ efendi, buna hâşiye yapmışdır. Siyer sâhibleri<br />

Nûreddîn Alî Halebî Hanefî 1044 [m. 1633] de ve Burhâneddîn Alî Halebî<br />

şâfi’î 1014 [m. 1604] de vefât etmişlerdir. 269, 274, 729, 1074.<br />

360 — HALEBÎ MUHAMMED: 439.cu sırada, İbni Emîr ismine bakınız!<br />

361 — HÂLİD BİN VELÎD “radıyallahü anh”: Velîd bin Mugîre bin Abdüllah<br />

bin Amr bin Mahzûm oğludur. Ebû Cehl bin Hişâm ile ve Velîd bin Abd-i Şems<br />

ile kardeş çocuklarıdır. Velîd bin Velîdin kardeşidir. Kardeşi Velîd, Bedrde esîr olup<br />

fidye ile kurtulunca, Mekkeye gitdikden sonra îmâna gelmiş, Medîneye hicret etmişdi.<br />

Hâlid, Mekkenin fethinden evvel kardeşi Velîdin tavsıyesi ile, Amr ibni Âs<br />

ile berâber Medîneye gelip îmân etdiler. Uhudda ve Hudeybiyyede düşman ordusunda<br />

idi. Mekkenin fethinde Resûlullahın yanında idi. Mûte gazâsında üçbin<br />

– 1104 –


kişi ile yüzbin rûma gâlib geldi ve (Seyf-ullah) ismi ile şereflendi. Yemâme cenginde<br />

ve Îrân, Rûm gazâlarında hep zafer kazandı. Hicretin yirmibirinde [21] Humsda<br />

vefât etdi. 1078, 1090, 1091, 1129, 1152, 1187, 1195.<br />

362 — HÂLİD KARSIALAN: Hâlid pâşa, Kars fâtihidir. Meclis kürsîsinde konuşma<br />

yaparken, vurularak şehîd edildi.<br />

363 — HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sôfiyye-i aliyyenin büyüklerindendir.<br />

İslâm bilgilerinin mütehassıslarındandır. Hayâtı, (Mecd-i tâlid) ve<br />

(Şems-üş-şümûs)da ve hesâb, hendese ve heyet ilmlerinde ve (Rub-ı-dâire) üzerinde<br />

mâhir olduğu (El-Hadâik-ul-verdiyye)de yazılıdır. Yüzlerce büyük âlim yetişdirdi.<br />

Bağdâdın şimâlinde Zûr şehrinde 1192 de tevellüd ve Şâmda 1242 [m. 1826] de<br />

vefât etdi. Cenâze nemâzını allâme İbni Âbidîn kıldırdı. Ehl-i sünnet düşmanları, bu<br />

büyük âlime kürd asllı diyor. Bu sözleri, temâmen yanlış ve iftirâdır. Üçüncü halîfe<br />

Osmân “radıyallahü anh” soyundan olduğu vesîkalarla sâbitdir. 1224 [m. 1809] de<br />

Bağdâddan hareket ederek, bir senede Dehlîye geldi. Abdüllah-ı Dehlevîden dokuz<br />

ay feyz aldı, 1226 da Bağdâda avdet etdi. (İkdül-cevherî) kitâbında irâde-i cüz’iyyeyi<br />

uzun yazmakdadır. (İ’tikâdnâme) kitâbı, fârisî olarak, hadîs-i Cibrîlin şerhidir. Arabî<br />

tercemesi, (El-îmân vel-islâm) ismi ile 1981 de İstanbulda basılmışdır. Türkçe tercemesi<br />

ve arabî (Câliyet-ül-ekdâr) düâ kitâbı Hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır.<br />

Fârisî dîvânı çok kıymetlidir. 188, 460, 506, 579, 639, 701, 909, 922, 969,<br />

1061, 1075, 1089, 1112, 1121, 1132, 1143, 1158, 1169, 1174, 1181, 1187, 1198.<br />

364 — HALÎL (ŞEYH) “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Mâlikî fıkh âlimlerindendir.<br />

Babası İshakdır. 767 de vefât etdi. (Muhtasar)ı meşhûrdur. 458, 632, 1016.<br />

365 — HALÎL BİN OSMÂN: Kârî’lerdendir. 811 [m. 1408] de vefât etdi. 418.<br />

366 — HALÎMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hüseyn bin Hasen bin Muhammed<br />

bin Halîm Cürcânî, Şâfi’î fıkh ve hadîs âlimidir. 338 de tevellüd ve 403 [m. 1012]<br />

de vefât etdi. (Minhâc-üd-dîn) kitâbı meşhûrdur. 242, 465.<br />

367 — HALLÂC-I MENSÛR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sôfiyye-i aliyyedendir.<br />

Tarîkat serhoşluğunda gördüklerini, islâmiyyete uymıyan kelimelerle söylediğinden<br />

306 [m. 919] da Bağdâdda şehîd edildi. Alî Râmitenî hazretleri buyurdu ki,<br />

(Hüseyn Mensûr zemânında, hâce Abdülhâlık-ı Goncdüvânînin oğullarından biri<br />

bulunsaydı, Mensûr i’dâm edilmezdi.) Hâcenin ma’nevî oğullarından biri bulunsaydı,<br />

Hüseyn Mensûru terbiye ederek, o makâmdan geçirirdi. 94, 497, 765, 943.<br />

368 — HALVÂNÎ: Dörtyüzonbeşinci [415] sırada, Hulvânî ismine bakınız!<br />

369 — HÂMÂN: Fir’avnın vezîri idi. Îmâna gelmesine mâni’ oldu. Âsiyenin şehîd<br />

edilmesine sebeb oldu. Mûsâ aleyhisselâmın da öldürülmesini istedi.<br />

370 — HAMDAN KURMUT: Karmat da denir. Gözleri kırmızı demekdir.<br />

İsmâ’îlî mezhebinde iken, mürîdleri çoğalınca (Kurmutî) tarîkatını kurdu. Kûfe şehrinde<br />

tüccâr idi. (Dâr-ül-hicre) adında bir tekke yapdı. 277 [m. 890] senesinde öldü.<br />

(Karamıta) devletini kurdu. Müslimânlara çok zulm yapdılar. 488.<br />

371 — HAMDİ AKSEKİ: Diyânet işleri reîsi idi. Mezhebsiz Reşîd Rızânın (Muhâverât)<br />

kitâbını türkçeye terceme ederek (Mezheblerin telfîkı) ismini vermişdir.<br />

1162.<br />

372 — HAMEVÎ AHMED ve HAMEVÎ SA’DEDDÎN: [83] numarada, Ahmed-i<br />

Hamevî ve [784] de Sa’düddîn Hamevî ismlerine bakınız!<br />

373 — HAMÎDULLAH: 1326 [m. 1908] senesinde Hindistânın güneyinde Haydarâbâtda<br />

tevellüd etdi. [m. 1971] de İstanbulda kendisi ile konuşuldu. İslâm<br />

âlimlerine, Selef-i sâlihîne güvenmediğini, Haydarâbâtdaki hocasının sözlerine uymıyan<br />

bilgilere inanmadığını söyledi. Orada Osmâniye üniversitesinde okudu. Devletler<br />

hukûku üzerinde doktora yapdı. [m. 1947] de Hindistân hükûmeti kendisini<br />

vatandaşlıkdan çıkardı. Pârisde CNRS ilmî araşdırma a’zâsı idi. İsmâ’îlî mezhe-<br />

– 1105 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:70


inde, koyu Ehl-i sünnet düşmanı olarak yetişdi. Açıkca ve sinsice, islâmiyyeti bozmağa,<br />

Ehl-i sünnet âlimlerini lekelemeğe çalışdı. (İslâma Giriş) ve (İslâm Peygamberi)<br />

kitâblarında, bozuk düşüncelerini açığa vurmakdadır. Sebe’ sûresinin yirmisekizinci<br />

[28] âyetinin meâl-i şerîfi, (Seni bütün insanlara Peygamber gönderdim)dir.<br />

O ise, kitâbına, yalnız müslimânların Peygamberi olduğunu anlatan ism<br />

takmışdır. Kâfirlerin çoğunun inançları böyledir. (Fâideli Bilgiler) kitâbımızın sonundaki<br />

63.cü maddede, bozuk yazılarına cevâblar verilerek, azgın bir islâm düşmanı<br />

olduğu, isbât edilmişdir. 1424 [m. 2003] de öldü. 307, 310, 410, 462, 571, 970.<br />

374 — HAMMÂD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû İsmâ’îl bin Ebî Süleymân<br />

Müslim, İmâm-ı a’zamın hocasıdır. İbrâhîm-i Neha’înin ve Enes bin Mâlikin talebeleridir.<br />

120 [m. 738] senesinde vefât etdi. 268, 439, 440, 441, 443, 849, 1119.<br />

375 — HAMZA “radıyallahü anh”: Resûlullahın amcasıdır. Hicretden yedi yıl önce<br />

îmâna geldi. Bedr gazâsında çok kahramânlık gösterdi. Uhud gazâsında Vahşî tarafından<br />

şehîd edildi. Uhud gazâsında şehîd olanların ismleri (Mir’ât-i Medîne)de<br />

yazılıdır. (Vahşîye niçin bed düâ etmiyorsunuz) dediklerinde, (Mi’râc gecesi, Hamza<br />

ile Vahşîyi kolkola Cennete giderken gördüm) buyuruldu. Uhud gazâsı, hicretin<br />

üçüncü senesi Şevvâl ayında oldu. Kâfir ordusu üçbin [3000] kişi olup, yediyüzü zırhlı<br />

ve ikiyüzü atlı idi. Onbeş de kadın olup def çalar, şarkı söylerlerdi. Düşmandan<br />

otuza yakın kişi öldürüldü. İslâm askeri yediyüz [700] olup, yüzü zırhlı idi. İki at vardı.<br />

Eshâb-ı kirâmdan yetmiş kişi şehîd oldu. Altısı Muhâcirlerden, kalanı Ensârdan<br />

idi. Uhud gazâsından dört ay sonra, Necd halkına da’vet için, yetmiş genc gönderildi.<br />

(Bi’ri Me’ûne) denilen yerde, hücûm edip, hepsini şehîd etdiler. Yalnız, iki sahâbî<br />

kurtuldu. 1008, 1014, 1065, 1095, 1110, 1152, 1179, 1185, 1186, 1187.<br />

376 — HAMZA BİN AHMED: Derezîlerin bozuk inanışlarını yayan, Mısrlı bir<br />

sapıkdır. Fâtımî hükmdârı olan Hâkim-bi-emrillah da, bunun yalanlarına aldanarak,<br />

yoldan çıkdı. 487, 740, 1089.<br />

377 — HAMZA EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: (Bey’ ve şirâ risâlesi) çok<br />

istifâdelidir. Bu kitâbı İsmâ’îl bin Osmân şerh etmiş, 1306 [m. 1890] da İstanbulda<br />

basılmışdır. 640, 797, 811, 845, 873.<br />

378 — HÂN-I HÂNÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Mirzâ Azîz Abdürrahîm,<br />

Ekber şâhın ve Selîm şâhın devlet adamlarındandır. Şâ’ir idi. Gücerat vâlîsi iken<br />

1036 [m. 1627] da vefât etdi. Delhîdeki büyük türbesi harâbe hâlindedir. İmâm-ı<br />

Rabbânî hazretlerini çok severdi. Hân-ı a’zam ise, 1033 de vefât etmişdir. 54, 97,<br />

746, 747, 753, 1147.<br />

379 — HÂRİCE TEBNİ-ZEYD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Tâbi’înden ve fukahâ-i<br />

seb’a [yedi büyük âlim]dan idi. Doksandokuz 99 [m. 717] senesinde Medînede<br />

vefât etdi. Babası Zeyd bin Sâbit, Sahâbenin büyüklerinden idi. 66.<br />

380 — HARÎRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed bin Alî, Halvetî idi. Tütün<br />

içmenin harâm olmadığını bildirdi. 1048 [m. 1639] de vefât etdi. 638.<br />

381 — HÂRİS “radıyallahü anh”: Arabistânda Benî-Mustalak kabîlesinin reîsi<br />

idi. Hicretin beş veyâ altıncı yılında, islâmiyyeti kabûl etmediğinden harb edilerek<br />

esîr alındı. Mu’cize görünce müslimân oldu. Kızı Cüveyriyyeyi Resûlullaha<br />

nikâh eyledi. 381, 1088.<br />

382 — HÂRÛN “aleyhisselâm”: Beni-İsrâîl Peygamberlerindendir. Mûsâ aleyhisselâmın<br />

büyük kardeşi idi. Mûsâ aleyhisselâmdan üç sene önce, yüzyirmiüç yaşında,<br />

yolda vefât etdi. 482, 1151, 1152.<br />

383 — HÂRÛNÜRREŞÎD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed Mehdînin<br />

oğlu, Ebû Ca’fer-i Mensûrun torunu idi. Beşinci Abbâsî halîfesi idi. [148] de tevellüd,<br />

193 [m. 809] de Tus ya’nî Meşhed şehrinde vefât etdi. [170] de büyük kardeşi<br />

Mûsâ Hâdînin yerine halîfe oldu. Orduları ile Üsküdâra kadar geldi. Fransa kra-<br />

– 1106 –


lı birinci Şarl, ya’nî büyük Şarlmanla mektûblaşırdı. Ona bir dıvâr sâati hediyye göndermişdi.<br />

Avrupalılar, sâatin kendi kendine işlediğini görünce, içinde şeytân var<br />

diyecek kadar câhil idiler. Çalar sâat 516 [m. 1022] de yapıldı. Muhammed bin Alî<br />

ibni Sââtî, sâat i’mâlinde mâhir idi. Rakkaslı sâati, ilk olarak papa ikinci Silvestr<br />

Endülüs müslimânlarında görerek Avrupaya getirdi. 1003 [m. 1594] de öldü. 172,<br />

300, 465, 467, 649, 783, 1115, 1127, 1152, 1177.<br />

384 — HASEN ADVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hasen bin Advî Hamzâvî Mısrî,<br />

Mâlikî âlimlerindendir. 1220 [m. 1806] de Advede tevellüd, 1303 [m. 1885] de<br />

vefât etdi. Câmi’ul-ezherde yetişdi ve müderris oldu. Çok kitâb yazdı. (İrşâd-ülmürîd<br />

fî-hulâsa-ti ilmi tevhîd) ve (En-nefehât-üş-şâziliyye fî şerh-ı Burde-til-Busayriyye)<br />

kitâbları çok kıymetlidir. 458.<br />

385 — HASEN BİN ALÎ “radıyallahü anhümâ”: Resûlullahın kızı hazret-i Fâtımanın<br />

oğludur. Beyâz ve güzel yüzlü olup, yüzü Resûlullahın yüzüne çok benziyen<br />

yedi kişiden biri bu idi. Resûlullaha bundan dahâ çok benziyen kimse yokdu. Oniki<br />

imâmın ikincisi, islâm halîfelerinin beşincisidir. Hicretin üçüncü [3] senesi, Medînede<br />

tevellüd, [49] da Medînede vefât etdi. Babası hazret-i Alî şehîd olunca, kırk<br />

[40] senesinde Kûfede halîfe seçildi. Kûfe, Basra, Irâk, Horâsân, Mekke, Medîne,<br />

Hicâz ve Yemen ehâlisine, pederi gibi halîfe oldu. Diğer memleketler, hazret-i<br />

Mu’âviyenin elinde idi. Yedi ay sonra, Bağdâd yanında Anbar denilen yerde, ikisinin<br />

ordusu harbe hâzır iken, müslimân kanı dökülmemesi için, hilâfeti hazret-i<br />

Mu’âviyeye bırakdı. Hazret-i Mu’âviye kendisine dörtyüzbin akça gümüş para hediyye<br />

gönderdi. Sonra hazret-i Hasen Medîneye geldi. Ölünciye kadar orada yaşadı.<br />

Hazret-i Mu’âviye, kendisinden sonra hazret-i Hasenin halîfe olmasına karâr verdi.<br />

Bu haber her tarafa yayıldı. Fekat, hazret-i Hasen, kadın yüzünden, zevcesi tarafından<br />

zehrlendi. Soyundan olanlara (Şerîf) denir. 60, 62, 377, 381, 421, 511, 513,<br />

514, 609, 621, 717, 752, 769, 846, 919, 1014, 1063, 1064, 1100, 1118, 1138, 1171.<br />

386 — HASEN BİN ALÎ ASKERÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Oniki imâmın<br />

onbirincisi, Alî Nakînin oğludur. [232] de Medînede tevellüd, 261 [m. 875] senesinde<br />

Bağdâdda vefât etdi. 62, 487, 1116.<br />

387 — HASEN BİN SABBÂH: Yemen âmirlerinden Yûsüf-i Humeyrî neslindendir.<br />

Nizâm-ül-mülk ve Ömer Hayyâm ile birlikde, imâm-ı Muvaffak-ı Nîşâpûrînin<br />

talebesi idiler. Alb Arslanın hâcibi oldu. [472] de Nizâm-ül-mülkle arası<br />

açılarak Mısra kaçdı. Şî’î olduğu için, Fâtımî hükümdârı Müstansırdan iltifât gördü.<br />

Orada İsmâ’îl bin Ca’fer Sâdık torunlarından birisi ile tanışıp, İsmâ’îliyye<br />

yolunu tutdu. Tevellüd yeri olan Rey şehrine geldi. Câhilleri aldatdı. Yol kesiciliğe,<br />

eşkıyâlığa, meşhûr adamlara pusu kurup öldürmeğe başladı. [473] de Selçûkîlere<br />

ısyân edip birkaç kal’a aldı. İsmâ’îliyye devletini kurdu. Afrikadaki (İsmâ’îliyye)<br />

devletinden ayırmak için, buna (Şarkî), doğu devleti denir. [654] senesine<br />

kadar sekiz hükümdâr geldi. Hasen, kırkbeş sene hükm sürüp, 518 [m. 1124] de vefât<br />

etdi. İsmâ’îlî fırkasını yaymak için çok zulm yapdılar. Ortalığı kana boyadılar.<br />

Ehl-i sünnet âlimlerini şehîd etdiler. [498] de Hind, Türkistân ve Horâsân hâcılarının,<br />

Rey yakınında, yollarını kesip öldürdüler. 488, 500, 1110.<br />

388 — HASEN BİN ZİYÂD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hanefî fıkh âlimlerindendir.<br />

204 [m. 819] senesinde vefât etdi. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin talebesinin<br />

meşhûrlarındandır. İbni Ziyâd şâfi’î Yemenî başkadır. 120, 268, 439.<br />

389 — HASEN HULÛSÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Karadeniz sâhilindeki Çarşamba<br />

kasabası müftîsi idi. Türkçe (Mecma’ul-âdâb) kitâbı meşhûrdur. 392.<br />

390 — HASEN-İ BASRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Tâbi’înin en büyüğüdür.<br />

Babası, Eshâb-ı kirâmdan Zeyd bin Sâbitin kölesi olan Ca’fer idi. Annesi de,<br />

Ümm-i Seleme “radıyallahü anhâ” vâlidemizin câriyesi idi. Hadîs ve fıkhda çok derin<br />

idi. [21] de tevellüd, yüzon 110 [m. 728] da vefât etdi. Basradadır. Alî “radıyal-<br />

– 1107 –


lahü anh” ile sohbet etdiği (Fetâvâ-yı hadîsiyye)de uzun yazılıdır. 99, 688, 722, 1087,<br />

1103, 1161, 1188.<br />

391 — HASEN-İ BERKÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hindistânda Ahmed-i Berkînin<br />

talebesidir. İmâm-ı Rabbânînin bereket-i sohbeti ile şereflenmişdir. Öleceği<br />

zemân buyurdu ki, bana bağlı olanların afv olunacakları müjdesini aldım. Dahâ<br />

fazla istedim. Sana inananlar mağfûrdur denildi. Dahâ ziyâdesini istedim. Seni işitip<br />

de sevenler, kıyâmete kadar mağfûrdurlar buyuruldu. [Ya’nî kalbi yumuşıyarak<br />

tevbe eder ve Cennete girmeğe sebeb olan sâlih amelleri yapması nasîb olur.] 397.<br />

392 — HASSÂF “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Bekr Ahmed bin Ömer, fıkh<br />

âlimidir. (Edeb-ül-kâdî) kitâbı meşhûrdur. 261 [m. 874] de Bağdâdda vefât etdi. 444.<br />

393 — HÂŞİM: Resûlullahın üçüncü babasıdır. İsmi Amrdır. Mekkede Tirid çorbasını<br />

ilk yapdığı için Hâşim denildi. Kureyşlilerin Şâmda ticâret yapmaları için<br />

Kayserden izn aldı. Nevfelin, Muttalibin ve Benî-Ümeyyenin ceddi olan Abd-i Şemsin<br />

birâderidir. Abd-i Şems ile ikiz olarak tevellüd etmişlerdir. Abd-i Şemsin oğlu<br />

Ümeyye, Kureyş kabîlesinin büyüklerinden idi. Resûlullahın ve amcalarının oğullarına<br />

(Hâşimî) veyâ (Benî-Hâşim) denir. 386, 390, 1067, 1068, 1175, 1178.<br />

394 — HÂŞİM-İ KEŞMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: 660. cı sırada, Muhammed<br />

Hâşime bakınız!<br />

395 — HATÎB-İ BAĞDÂDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hâfız Ahmed bin Alî,<br />

hadîs âlimlerindendir. Çok sayıda, kıymetli kitâb yazdı. Şâfi’î idi. 392 [m. 1002] de<br />

Bağdâdda tevellüd, 463 [m. 1071] de orada vefât etdi. İmâm-ı a’zama ve imâm-ı Ahmede<br />

dil uzatdı ise de, mağlûb edildi. 392, 472, 476.<br />

396 — HÂTİM-İ ESÂM “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İsmi Ebû Abdürrahmân<br />

bin Alvân olup, Sôfiyye-i aliyyedendir. Şakîk-i Belhînin eshâbındandır. Belh şehrinde<br />

tevellüd ve ikiyüzotuzyedi 237 [m. 852] de vefât etmişdir. 1008.<br />

397 — HÂTİM-İ TÂÎ: Cömertliği ile meşhûr bir şâ’irdir. Dîvânı ilk olarak<br />

1289 [m. 1872] da Londrada, sonra 1315 [m. 1897] de almanca tercemesi ile basıldı.<br />

Bi’setden önce ölmüşdür. 644.<br />

398 — HATTÂT HÂFIZ OSMÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hattât şeyh<br />

Hamdullahın talebesi olup, hocasını geçmişdir. Ayasofyada bulunan mushafından<br />

foto-kopiler yapılarak çoğaltılmışdır. 1110 [m. 1699] da vefât etmişdir. Koca Mustafâ<br />

pâşa câmi’i bağçesindedir.<br />

399 — HAVÂRÎLER: Îsâ aleyhisselâmın Eshâbı, ya’nî kendisini görüp de<br />

îmân edenler azdı. Kendisinden sonra Îsevîliği dünyâya yaymak için, Eshâbı arasından<br />

seçdiği oniki mü’mine (Havârî) denir. Fransızlar (Douze Apotres), Almanlar<br />

(Apostel), Müncid ise, (Resûller) diyor. Bunlar; 1- (Petrus) veyâ (Pierre)<br />

olup, asl ismi Kâmûsda (Şem’ûn), Lexiconda (Simon), Müncidde ise (Sim’ân)<br />

olarak yazılıdır. Çok kimseleri îmâna getirdi. Antakyada büyük bir ma’bed yapdı.<br />

Kırkıncı senede Romaya gitdi. Birkaç kerre Kudüse geldi. Altmışbeşde, Neron<br />

tarafından haça gerilerek i’dâm edildi. Îsâ aleyhisselâm sanarak (Yehûdâ)yı da böyle<br />

çarmıha germişlerdi. Papaların birincisi sayılmakdadır. Mezârı üzerine (Saint pierre)<br />

kilisesi yapılmışdır. Hazîranın yirmidokuzunda yortusu yapılır. 2- (Andreas),<br />

Petrusun kardeşidir. (André) de denir. X şeklindeki çarmıha gerilerek öldürüldü.<br />

İkinci teşrînin [kasım] otuzunda yortusu yapılır. 3- (Yuhannâ) olup, (Yahyâ) demekdir.<br />

Buna (Johannes), (Jean) ve (Jani) de denir. Ortodokslar (Juvan), İngilizler<br />

(John), ermeniler de (Ohannes) derler. Yüz senesinde Efesde ölmüşdür. Onikinci<br />

ayın yirmiyedisinde yortusu yapılır. 4- (Büyük Ya’kûb)dur. İngilizler (James),<br />

Fransızlar (Jacque) diyor. Yuhannânın kardeşidir. Temmuzun yirmibeşinde yortusu<br />

yapılmakdadır. 5- (Filip), Anadoluda öldü. Mayısın birinci günü yortusu yapılmakdadır.<br />

6- (Toma), yâhud (Thomas), Îrân ve Hind taraflarına gidip, oralarda<br />

şehîd edilmiş, Urfaya getirilmişdir. Son ayın yirmibirinde yortusu yapılır. Barnabas<br />

İncîlinde bunun ismi yazılı değildir. 7- (Bartelemi) veyâ (Bartolome), 71 se-<br />

– 1108 –


nesinde Erzurumda şehîd edildi. Ağustosun yirmidördünde yortusunu yaparlar.<br />

8- (Matthias) veyâ (Mathias) olup, mürted olan ve Îsâ aleyhisselâmın bulunduğu<br />

yeri yehûdîlere haber veren ve onun şekline çevrilerek çarmıha gerilen (Yudas İsharyot)<br />

[Yehûdâ]nın yerine, havârîler tarafından havârî seçilmişdir. Habeşe ve Îrâna<br />

gitmiş, 61 de Îrânda şehîd edilmişdir. Şubâtın yirmidördünde yortusu yapılır.<br />

Îsâ aleyhisselâmdan sekiz sene sonra, ondan işitdiklerini yazmış olan (Mettâ)<br />

[Matthaus=Mattieu] başka olup, havârîlerden değildir ve yortusu eylülün yirmibirindedir.<br />

9- (Küçük Ya’kûb) veyâ (Jacque), altmışiki senesinde şehîd edildi. Mayısın<br />

ilk günü yortusu yapılır. 10- (Simon) veyâ (Şem’ûn), hazret-i Meryemin<br />

hemşîresinin oğlu olduğu ve yüzyedi senesinde şehîd edildiği (Kâmûs)da yazılıdır.<br />

(Müncid)de buna (Sim’ân) denilmekdedir. Yirmisekiz ekimde yortusu yapılmakdadır.<br />

11- (Yehûdâ) veyâ (Yudas), küçük Ya’kûbun kardeşidir. Yirmisekiz ekimde<br />

yortusu yapılmakdadır. 12- (Taddeus) [Thaddaus]un havârî olduğu Markusun<br />

İncîlinde yazılıdır. Lukanın İncîlinde, bunun yerine, (Judas Yakobi) yazılıdır.<br />

Mettânın İncîlinde ise (Lebbaus) denildiğini Knaurs Lexikon bildiriyor.<br />

Îsâ aleyhisselâmdan gördüklerini ve işitdiklerini doğru olarak yazmış olan (Barnabas),<br />

kendisinin oniki Havârîden biri olduğunu bildiriyor. Hâlbuki hıristiyan kitâblarında<br />

bunun yerinde Thomas yazılıdır. Îsâ aleyhisselâmdan işitdik dediklerini<br />

yazmış olan (Marko) ve (Luka)nın Havârî olmadıkları ve (Yuhannâ)nın Havârî<br />

olduğu bellidir. 42, 389, 448, 534, 761, 1079, 1122, 1152, 1161, 1190, 1192.<br />

400 — HAVVÂ: Âdem aleyhisselâmın zevcesidir. Cenâb-ı Hak, Âdem aleyhisselâmı<br />

toprakdan halk buyurdukdan sonra, sol kaburga kemiğinden hazret-i Havvâyı<br />

yaratdı. İkisini Cennete koydu. İblîs, Havvâyı aldatıp, yasak edilen meyveden<br />

yediler. Cennetden çıkarıldılar. İbni İshak, kırkbir erkek, kırk kızı oldu diyor. Kitâbların<br />

çoğunda ise, yirmi def’a ikiz evlâdı, bir def’a da yalnız Şît “aleyhisselâm”<br />

olmuşdur denilmekdedir. Âdem aleyhisselâmdan sonra Ciddede vefât etdi. 344,<br />

386, 387, 574, 601, 1069.<br />

401 — HAYÂLÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed bin Mûsâ, büyük âlimlerdendir.<br />

İzniklidir. Mısra gitdi. 870 [m. 1465] senesinde Bursada vefât etdi. (Şerh-i<br />

akâid hâşiyesi) çok kıymetlidir. 1062, 1147.<br />

402 — HAYÂTÎ HALÎL EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Elbüstânlı seyyid<br />

Halîl bin Hayâtî, 1267 [m. 1851] de vefât etdi. 538, 1138.<br />

403 — HAYREDDÎN-İ REMLÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Ahmeddir.<br />

Hanefî mezhebinde büyük fıkh âlimidir. 993 [m. 1585] de Remlede tevellüd, 1081<br />

[m. 1670] de orada vefât etdi. Fetvâları, İstanbulda Süleymâniyye kütübhânesi, Yeni<br />

Câmi’ kısmında vardır. 1300 senesinde Mısrda Bulakda, gâyet nefîs basılmış, 1974<br />

de Beyrutda ofset baskısı yapılmışdır. (Levâih-ul-envâr) ismindeki (Minah-ul-Gaffâr)<br />

hâşiyesi ve (Eşbâh) hâşiyesi çok kıymetlidir. (Dürr-ül-muhtâr) sâhibi Alâ-üddîn-i<br />

Haskefînin hocasıdır. 393, 395, 398, 591, 616, 825, 872, 998, 1162.<br />

404 — HEİSENBERG “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Atomun yapısı ile uğraşdı.<br />

Müslimân oldu. 1376 [m. 1956] da İstanbulda konferans verdi. 563.<br />

— Hempher: (İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları) kitâbındadır.<br />

405 — HERAKLİÜS: Rum imperatörü idi. Resûlullah ile mektûblaşırdı. Karşılıklı<br />

elçi ve hediyye gönderirlerdi. Îmâna gelmedi. 20 [m. 641] senesinde, otuz bir<br />

yaşında öldü. 376, 1045, 1046, 1091, 1118.<br />

406 — HERDER (Von): Alman dinler târîhi profesörü idi. 1157 [m. 1744] de<br />

tevellüd, 1218 [m. 1803] de vefât etdi. Dünyâ çapında bir teolog idi. İnsanlık târîhinin<br />

felsefesi üzerinde uğraşdı. Hıristiyanlığa karşı yapılan düşmanlığın, körü körüne<br />

islâmiyyete de yapılmasının yanlış olacağı fikrini ortaya koydu.<br />

407 — HEREM BİN HAYYÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Veysel Karânîyi<br />

gördü. Ondan çok nasîhat aldı. 677.<br />

– 1109 –


408 — HEROD (Büyük): Romalıların emrinde Filistin vâlisi idi. Yehûdî idi. Îsâ<br />

aleyhisselâmı çocuk iken, öldürmek için emr verdi. Hazret-i Meryem bunu işitince,<br />

oğlunu Mısra götürdü. 1190.<br />

409 — HİND “radıyallahü anhâ”: Mekke kâfirlerinden Utbe bin Rebî’a bin<br />

Abd-i Şems bin Abd-i Menâf kızı, Ebû Süfyânın zevcesi idi. Uhud gazâsında düşmân<br />

askerlerine cesâret veriyordu. Hazret-i Hamzanın şehîd edilmesine sebeb oldu.<br />

Mekke fethinde müslimân oldu. Kadınlar adına Resûlullah ile sözleşme yapdı.<br />

Hayrlı düâya mazhar oldu. 11 senesinde yapılan Yermük gazâsında, islâm ordusunda<br />

bulunup, askeri harbe teşvîk etdi. Onüç [13] senesinde vefât etdi. Hazret-i<br />

Mu’âviyenin annesidir. 785, 1138, 1185, 1186, 1187.<br />

410 — HİTLER: 1307 [m. 1889] da tevellüd etdi. 1353 [m. 1934] de alman devlet<br />

başkanı oldu. Çok sayıda yehûdî öldürdü. 1358 [m. 1939] Eylül ayında ikinci dünyâ<br />

harbini açdı. İspanyadan başka bütün Avrupayı, Balkanları, Libyayı aldı. Moskovaya<br />

kadar yayıldı. Sonra mağlûb oldu. 1364 [m. 1945] de intihâr etdi.<br />

411 — HIZIR: İbrâhîm aleyhisselâmdan sonra yaşamış bir Nebî veyâ Velîdir. Zülkarneyn<br />

askerinin reîsi idi. Mûsâ aleyhisselâm ile yolculuk etdi. Ümmet-i Muhammedden<br />

değildir. Fekat rûhu, ba’zı Velîlere feyz vermişdir. Öldükden sonra, rûhu insan şeklinde<br />

görünüp garîblere yardım etmekdedir. 686, 743, 744, 1062, 1089, 1123, 1193.<br />

412 — HÛD “aleyhisselâm”: Yemende bulunan Âd kavmine Peygamber idi.<br />

İnanmadılar. Rüzgâr ile helâk oldular. Hûd “aleyhisselâm”, îmân edenlerle Mekkeye<br />

gelmişdi. Orada vefât etdi. İbni Âbidîn, ön sözünde diyor ki, (Şâmda Ümeyye<br />

câmi’inin kıble dıvarının yeri, Hûd aleyhisselâmın makâmı idi. (Kurtubî tefsîri)nde,<br />

Câmi’-i Ümeyyeyi Velîd bin Abdülmelik yapdırmadan önce, burası zeytinlik<br />

idi. Vaktîle Hûd aleyhisselâmın bostanı idi yazılıdır. Bu câmi’in dört dıvarını<br />

ilk önce Hûd “aleyhisselâm”, bostan dıvarı olarak yapmışdır.) 142, 482, 1128.<br />

413 — HUGO DE VRİES: Hollandalı nebâtâtcıdır. Mutasyon teorisini kurdu.<br />

1264 [m. 1848] de tevellüd, 1353 [m. 1934] de vefât etdi. 540.<br />

414 — HÜLÂGÜ HÂN: Cengizin torunudur. Onun gibi kâfir idi. Îrânda ilhânî<br />

devletini kurdu. 656 [m. 1258] da Bağdâdı yakdı, yıkdı. Sekizyüzbin müslimân<br />

öldürdü. Buna karşılık, Hasen Sabbâhın kurmuş olduğu İsmâ’îliyye devletinin son<br />

reîsleri olan Rükneddîni öldürdü. Horâsân ve Azerbaycândaki İsmâ’îliyye eşkıyâlarını<br />

kılıncdan geçirdi. Yüzlerce kal’a ve sığnaklarını yıkdı. Müslimânları büyük<br />

bir felâketden kurtardı. Yalnız Süriyedeki kal’a ve tekkeleri kaldı. 663 [m. 1265]<br />

senesinde Îrânda Merâgada öldü. 377, 388, 1081.<br />

415 — HULVÂNÎ ŞEMS-ÜL-EİMME “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sekizyüzyetmişbeşinci<br />

[875] sırada, Şems-ül-eimme-i Hulvanî ismine bakınız! Halvânî de<br />

denir. Halvânî, tatlıcı demekdir. 216, 223, 271, 309, 444, 826.<br />

416 — HÜMÂYÛN ŞÂH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hindistândaki büyük islâm<br />

devletinin ikinci sultânıdır. 913 [m. 1508] de Kâbilde tevellüd edip, [937] de<br />

tahta çıkdı. [947] de hükûmetden ayrılıp, Îrâna ilticâ etdi. [962] de Efganlılarla harb<br />

edip, Delhîde tekrâr hükümdâr oldu. 963 [m. 1556] de vefât etdi. Delhîde türbesi,<br />

müze hâlindedir. Âlim ve âdil olup, islâmiyyete çok hizmet etdi. 1097.<br />

417 — HÜSÂMEDDÎN AHMED “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kâdî Nizâmüddîn<br />

Bedahşînin oğludur. Hindistânda Hâce Bâkî-billahın eshâbındandır. İmâm-ı<br />

Rabbânî hazretlerinin büyüklüğünü de herkesden iyi bilirdi. İmâm-ı Rabbânî vefât<br />

edince, Muhammed Hâşim-i Keşmîye yazdığı başsağlığında, (Allahü teâlâ, o<br />

sûrî ve ma’nevî kemâllerin, fazîletlerin, toplandığı yer olan zâtı, dostların kalblerinin<br />

ve gözlerinin ışığı eylesin! O Evliyâların sığınağının ayrılık acısı hangi kelime<br />

ile anlatılabilir ki, yalnız onu tanıyanlara değil, bütün müslimânlara yazık oldu.<br />

Îmânı olan herkes, ciğerleri yakan bu olaydan ağlamalı, sızlamalıdır) demişdir.<br />

Her tanıdığını, imâm-ı Rabbânînin hizmetine, sohbetine, derslerine sarılmağa<br />

teşvîk ederdi. Binkırküç 1043 [m. 1634] de vefât etdi. Kabri, Delhîde hâce Bâ-<br />

– 1110 –


kî-billah türbesinin yanındadır. 398, 933, 953, 966, 1035.<br />

418 — HÜSÂMEDDÎN ÖMER “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ömer bin Abdül’azîz,<br />

Hanefî fıkh âlimidir. [483] de tevellüd, 536 [m. 1142] da Semerkandda şehîd<br />

oldu. Sadr-üş-şehîd de denir. Muhammed Şeybânînin kitâblarını şerh etdi. (Fetâvâ-i<br />

kübrâ)sı ve (Umdetül-müftî)si çok kıymetlidir.<br />

419 — HÜSÂMEDDÎN-İ RÂZÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hanefî fıkh âlimidir.<br />

Adı, Alî bin Ahmeddir. 598 [m. 1203] senesinde Şâmda vefât etdi.<br />

420 — HÜSEYN “radıyallahü anh”: Resûlullahın torunu, hazret-i Alînin ikinci<br />

oğludur. Oniki imâmın üçüncüsü, Ehl-i beytin beşincisidir. Bunun soyundan olanlara<br />

(Seyyid) denir. Hicretin altıncı [6] senesinde tevellüd, 61 [m. 680] senesinin Muharrem<br />

ayının onuncu günü Kerbelâda şehîd oldu. Mubârek başı, Mısrda, Karâfe kabristânındadır.<br />

Resûlullahın torunu ve çok sevdiği olduğu için, Ehl-i sünnetin gözbebeğidir.<br />

Şî’îler, kendisini, hazret-i Alînin oğlu olduğu için, aşırı seviyoruz diyerek,<br />

Muharremin onuncu günü mâtem tutuyorlar. 60, 62, 356, 377, 421, 513, 514, 538, 717,<br />

738, 752, 769, 846, 919, 1063, 1064, 1066, 1100, 1126, 1141, 1171, 1191, 1196.<br />

421 — HÜSEYN BİN ALÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şerîf Hüseyn, Mekke<br />

emîri idi. [1268] de tevellüd, 1349 [m. 1930] da vefât etdi. Birinci cihân harbinde,<br />

ingilizler Arabistân çöllerinde yaşıyan câhilleri silâhlandırıp, Mekkeye saldırtdı.<br />

Şerîf Hüseyni, seni koruyacağız diye aldatıp, Kıbrısda bir otele habs etdi. Hicâz [m.<br />

1924] de vehhâbîlerin eline geçince, Kıbrısdan çıkardı. Otel parasını da kendisinden<br />

aldılar. 461, 1060, 1066.<br />

422 — HÜSEYN HİLMİ IŞIK “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Nâm-ı müsteârı<br />

(Sıddîk Gümüş)dür. Babası Sa’îd, dedesi Lofcanın Tepova köyünden İbrâhîm<br />

Pehlivândır. İkisi de Eyyûb Sultânda medfûndur. Balkan harbinde şehîd olduğu<br />

tepeye ismi verilen Bursalı Kâmil efendi ile hemşîresi Âişe hanımın anneleri Fâtıma<br />

hanım İbrâhîm Pehlivânın birâderinin kızıdır. Çeşidli din ve fen kitâblarının<br />

yazarıdır. Türkçe, arabî, fârisî, fransızca, almanca ve ingilizce kitâbları neşr etmişdir.<br />

Kitâbları bütün memleketlerde okunmakdadır. Teğmenlikden albaylığa kadar<br />

türk ordusunda zehrli gazlar mütehassıslığı ve kimyâ öğretmenliği yapmış, çok<br />

subay yetişdirmişdir. İstanbul üniversitesinde çalışarak, (Phenyl-ciyan-nitrometan)<br />

cisminin sentezini yapmış ve formülünü bulmuşdur. Bunu bildiren raporunu Fen<br />

fakültesi 1937 de, (Fritz Arndt, Lotte Loewe, <strong>Hilmi</strong> Işık) ismleri ile Devlet matbaasında,<br />

ingilizce olarak, 2.ci cild numarası ile basdırmışdır. Ayrıca fen fakültesinin<br />

1937 senesi ikinci kânûn târîhli (Fen fakültesi mecmu’asında) 139.cu sahîfesinde<br />

neşr edilmişdir. Bu başarılarından dolayı çok tebrîkler almışdır. Din bilgilerinde<br />

derin âlim ve tesavvuf ma’rifetlerinde kâmil ve mükemmil olan, kerâmetler,<br />

hârikalar sâhibi seyyid Abdülhakîm efendinin yetişdirdiği salâhiyyetli bir din<br />

adamıdır. 1929 dan 1362 [m. 1943] senesine kadar o büyük zâtdan ders almış,<br />

arabî ve fârisî tercemeler yaparak gençliğe hizmet için çalışmışdır. (Hakîkat Kitâbevi)nde,<br />

1415 hicrî ve 1995 mîlâdî senesinde, kendi hâzırladığı 60 arabî ve 25 fârisî<br />

ve 14 türkçe ve bunlardan terceme etdirdiği, fransızca, ingilizce, almanca, rusca<br />

ve arnavudca ve diğer dillerdeki kitâbların mikdârı yüzden fazladır. Vehhâbî,<br />

râfızî ve teblîg-ı cemâ’at denilen Ehl-i sünnet düşmanlarını rezîl etmişdir. Hakîkat<br />

Kitâbevinin basdırdığı kitâblar, (İnternet) vâsıtası ile bütün dünyâya dağılmakdadır.<br />

(Çok kitâb okudum. Ehl-i sünnet âlimlerinin yükseklikleri yanında, pek câhil,<br />

bir hiç olduğumu anladım. Onları tanıyabilmek, yollarında bulunmak, büyük<br />

ni’metdir. Resûlullahın yolu, onların gösterdikleri yoldur. Resûlullahın güzel ahlâkı,<br />

onların ahlâkıdır. Dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşmak isteyen, o büyüklerin<br />

yoluna, sımsıkı sarılsın!) derdi. 1911 de, Eyyûb Sultânda, (Vezîr tekkesi)nde<br />

tevellüd etdi. İlk tahsîlini Eyyûb sultân Reşâdiye nümûne mektebinde, lise tahsîlini<br />

Halıcıoğlu askerî lisesinde yapdı. 1960 da tekâ’üd oldu. 2000 ve sonraki senelerde<br />

Boğaziçinde Sarıyerdeki yalısında, kitâblarına ilâveler yaparak ve tevbe ve<br />

istigfâr ile vaktlerini kıymetlendirdi. Talebelerinden başka hiç kimse ile görüşmez-<br />

– 1111 –


di. Hüseyn <strong>Hilmi</strong> Işıkın “rahmetullahi aleyh” babası Sa’îd efendi 1929 senesinde Eyyûb<br />

Sultânda vefât etmiş, Eyyûb Sultân kabristânında medfûndur. Annesi Âişe hanım,<br />

Mamakda vefât etmiş, Bağlumda medfûndur. Büyük birâderi Mustafâ efendi,<br />

astsubay mektebini bitirip, bu mektebde öğretmen iken, Şifâ yokuşundaki babasının<br />

evinde hastalanarak vefât etmiş, Eyyûbde defn edilmişdir. Diğer birâderi<br />

İbrâhîm efendi, deniz astsubay mektebini bitirip, Almanyada ihtisâs yapdıkdan sonra,<br />

Karaköyde polis me’mûru iken, bir kazâ kurşunuyla şehîd olmuş ve karakol civârındaki<br />

kabristâna defn edilmişdir. Küçük birâderi, Mehmed Sedâd efendi, Türkiye<br />

gazetesinde yazar iken, 1997 de vefât etmiş, Kaşgârî dergâhı yanında medfûndur.<br />

Hemşîreleri Zehrâ, Fâika ve Nazîme hanımlar evlenmemiş, Zehrâ ve Nazîme<br />

hanımlar İstanbulda vefât etmişler, Fâika hanım, Fâtihdeki evinde oturmakda<br />

iken, 1424 [m.2003]de vefât etmişdir. Mehmed Sedâd beğin hanımı Fâtıma hanım,<br />

Fâtihdeki evinde oturmakdadır. Hüseyn <strong>Hilmi</strong> Işıkın amcası Halîl efendi, Ca’fer ve<br />

Mustafâ efendiler vefât etmişlerdir. İki teyzesi, Cemîle ve Fevziye hanımlardır. Fevziye<br />

hanımın oğlu Şemi’ beğ ve kızı Suhandan hanımdır. Şemi’ beğin üç kızı ile Suhandan<br />

hanım Fâtihde oturmakdadırlar. [Hüseyn <strong>Hilmi</strong> Işık “rahmetullahi aleyh”<br />

26 Ekim 2001 [9 Şa’bân 1422]de vefât etmiş olup, Kaşgârî dergâhı yanında medfûndur.<br />

Kıymetli insan Abdülhakîm Işık, 25 Mart 2001 [30 Zilhicce 1421]de vefât etmiş<br />

olup, kabri babasının yanındadır.] 89, 359, 975, 1078, 1145, 1193.<br />

423 — HÜSEYN-İ BUHÂRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Yahyâdır. 400<br />

[m. 1010] senesinde vefât etdi. 466.<br />

424 — HÜSEYN VÂ’IZ-I KÂŞİFÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hüseyn bin Alî<br />

Hirâtda vâ’ız idi. 910 [m. 1505] da orada vefât etdi. Çok kitâb yazdı. Fârisî (Mevâhib-i<br />

aliyye) tefsîri meşhûrdur. [1246] da İsmâ’îl Ferrûh Kırîmî, türkceye çevirmiş,<br />

(Mevâkib) ismini vermişdir. Muhammed Bitlîsî [vefâtı 982] başka bir tercemesini yapmışdır.<br />

(Ahlâk-ı Muhsinî) kitâbı ingilizceye terceme edilmişdir. 70, 392, 1075.<br />

425 — HUSRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed Alî bin İbrâhîm Husrî<br />

Basrada tevellüd etdi. Hanbelî idi. Bağdâdda büyük Velî Ebû Bekr Muhammed<br />

Şiblînin talebesinden idi. 371 [m. 981] de vefât etdi. 92.<br />

426 — HUZEYFE-İ MER’AŞÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İbrâhîm Edhemin<br />

talebesindendir. 207 [m. 822] de vefât etdi. Mer’aş Şâmdadır. (Sohbet az da olsa,<br />

te’sîr eder) hadîsini okur. Dünyâ ehlinin sohbetinden kaçınırdı. 687.<br />

427 — HUZEYFE-TÜBNİ YEMÂN “radıyallahü anh”: Babası Yemân ile berâber<br />

Medîneye gelip müslimân oldu. Uhud gazâsında bulundu. Münâfıkları yalnız<br />

bu bilirdi. Îrân fütûhâtında bulundu. Nusaybin vâlîsi oldu. Hazret-i Osmânın<br />

şehâdetinden kırk gün sonra vefât etdi. 415, 633, 1090.<br />

428 — İBNİ ABDİLBERR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hâfız Cemâleddîn Ebû<br />

Ömer Yûsüf bin Abdüllah, Mâlikî fıkh ve hadîs âlimidir. 368 [m. 978] de Kurtubada<br />

tevellüd, 463 [m. 1071] de Şâtıbede vefât etdi. (El-isti’âb fî-ma’rife-til-eshâb)<br />

kitâbı iki cild olup, Hindistânda basılmışdır. Berlinde el yazısı ile mevcûddür. 1328<br />

de Mısrda basılan (El-isâbe fî-temyîz-is-sahâbe) kitâbının kenârında da vardır. Beyrutda<br />

ofsetle yeniden basılmışdır. 1007.<br />

429 — İBNİ ÂBİDÎN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Seyyid Muhammed Emîn bin<br />

Ömer bin Abdül’azîz fıkh âlimlerindendir. 1198 [m. 1784] de Şâmda tevellüd,<br />

1252 [m. 1836] de orada vefât etdi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin sohbeti ile şereflenerek<br />

kemâle geldi. O vilâyet güneşinin Şâmda cenâze nemâzını bu kıldırdı. Çok<br />

kitâb yazdı. (Dürr-ül-muhtâr)a yapdığı hâşiyesi beş cild olup, (Redd-ül-muhtâr)<br />

adı ile, birkaç def’a basılmışdır. Hanefîde en sağlam fıkh kitâbıdır. (Se’âdet-i<br />

ebediyye) kitâbının her üç kısmındaki yüzotuz madde tutan fıkh bilgilerinin çoğu<br />

bu hâşiyenin [1272] hicrî senesinde Mısrda, Bulak matba’asında basılan beş cildinden<br />

terceme edilmişdir. Fetvâları da basılmışdır. 9, 19, 20, 21, 34, 35, 52, 53, 72, 96,<br />

97, 113, 120, 125, 130, 132, 134, 142, 143, 145, 148, 151, 154, 157, 158, 159, 163, 167,<br />

– 1112 –


177, 181, 194, 207, 208, 210, 215, 216, 221, 237, 245, 248, 249, 257, 258, 259, 260, 268,<br />

278, 279, 282, 284, 285, 287, 292, 293, 294, 295, 296, 297, 298, 300, 302, 304, 307, 308,<br />

309, 310, 311, 315, 317, 319, 320, 322, 323, 324, 325, 326, 330, 333, 335, 336, 337, 351,<br />

357, 364, 365, 382, 388, 393, 407, 409, 418, 421, 432, 434, 435, 437, 439, 450, 454, 462,<br />

465, 471, 472, 473, 477, 479, 487, 546, 572, 581, 586, 588, 599, 602, 613, 614, 615, 616,<br />

622, 626, 629, 634, 636, 637, 692, 731, 732, 734, 747, 761, 780, 786, 796, 812, 813, 825,<br />

826, 829, 837, 838, 852, 858, 861, 863, 867, 872, 874, 886, 889, 890, 897, 899, 1010,<br />

1019, 1023, 1074, 1083, 1090, 1105, 1110, 1115, 1190.<br />

430 — İBNİ ADÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Ahmed Abdüllah ibnül’adî,<br />

hadîs imâmlarındandır. [242] de Cürcânda tevellüd, 323 [m. 935] de Esterâbâdda<br />

vefât etdi. Hadîs-i şerîf toplamak için, Irâk, Mısr, Şâm ve Hicâzı dolaşdı. 61, 465.<br />

431 — İBNİ ASÂKİR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Alî bin Hasen fıkh ve hadîs<br />

âlimidir. 499 [m. 1105] da Şâmda tevellüd, 571 [m. 1176] de orada vefât etdi. Seksen<br />

cild (Şâm târîhi) yazmışdır. 511, 761, 1014.<br />

432 — İBNİ BATTÂL: Alî bin Halef, Kurtubada Mâlikî âlimlerindendir. 449<br />

[m. 1057] senesinde Valensiyada vefât etdi. (Buhârî)yi şerh etmişdir. 644.<br />

433 — İBNİ CERÎR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sekizyüzdoksanbeşinci [895]<br />

sırada Taberî ismine bakınız! 391.<br />

434 — İBNİ CEVZÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Altmışaltıncı [66] sırada Abdürrahmân<br />

Cevzî kelimesine bakınız! 210, 311, 442, 457, 458, 494, 497, 641, 1070.<br />

435 — İBNİ CEZERÎ: Şemseddîn Muhammed bin Muhammed bin Alî, Şâfi’î<br />

âlimlerindendir. 751 [m. 1350] de Şâmda tevellüd, 833 [m. 1429] de Şîrâzda vefât<br />

etdi. Yıldırımdan ve Tîmûr hândan çok iltifât gördü. (Hısn-ül-hasîn) düâ kitâbı,<br />

arabî ve fârisî şerhleri ile birlikde basılmışdır. Bunu okuyan hastanın iyi olacağı,<br />

(Hadarât-ül-kuds) 191. ci sahîfesinde yazılıdır. 1249.<br />

436 — İBNİ CÜREYC “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Abdülmelik bin Abdül’azîz<br />

Kureyşî ve Emevî, [80] senesinde tevellüd, 149 [m. 766] senesinde, Mekkede vefât<br />

etdi. İslâmda, ilk kitâb yazan budur. (Tefsîr) ve (Sünen) kitâbı vardır. 644.<br />

437 — İBNİ EBİDDÜNYÂ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Bekr Abdüllah bin<br />

Muhammed, târîhcidir. Üçyüze yakın kitâb yazdı. 208 [m. 823] de tevellüd, 281 [m.<br />

894] de Bağdâdda vefât etdi. Kureyşlidir. Şâfi’î idi. 418, 643, 891, 1014.<br />

438 — İBNİ EBÎ ŞEYBE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Bekr Abdüllah bin<br />

Muhammed, hâfız idi. Yüzbin hadîs-i şerîfi râvîleri ile birlikde, ezber bilene (Hâfız)<br />

denir. 234 [m. 850] senesinde vefât etdi. (Müsned) kitâbı meşhûrdur. 392, 457,<br />

476, 477.<br />

439 — İBNİ EMÎR HÂC HALEBÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin<br />

Emîr hâc Muhammed bin Muhammed Halebî, Hanefî âlimlerindendir. İbni Hümâmın<br />

talebesidir. Kâdî idi. 879 [m. 1474] da vefât etdi. İbni Hümâmın (Tahrîr)<br />

adındaki fıkh kitâbını ve (Münyetül-musallî) fıkh kitâbını ve (Muhtâr) fıkh kitâbını<br />

şerh etmişdir. Birincisine (Takrîr), ikincisine (Hilye-tül-mücellî) adını vermişdir.<br />

134, 148, 1001.<br />

440 — İBNİ ESÎR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebül-Hasen İzzeddîn Alî bin Ebilkerem<br />

Cezrî 555 [m. 1160] de Cezîre-i İbni Ömerde tevellüd, 630 [m. 1232] da Mûsulda<br />

vefât etdi. Hadîs âlimi ve târîhci idi. (Kâmil) adındaki târîhi 1282 [m. 1866]<br />

de Felemenkde Leiden şehrinde ve Beyrutda basıldı. (Üsüd-ül-gâbe) kitâbı, beş<br />

cild olup, yedibinbeşyüz Sahâbînin hâl tercemesini bildirmekdedir. 698, 992.<br />

441 — İBNİ HACER-İ ASKALÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şihâbüddîn Ahmed<br />

bin Alî, hadîs imâmı ve Şâfi’î fıkh âlimidir. 773 [m. 1371] de Mısrda tevellüd,<br />

852 [m. 1448] de orada vefât etdi. Yüzelliden çok kitâbı vardır. (El-isâbe fî-temyîzissahâbe)<br />

kitâbı İbni Esîrin (Üsüd-ül-gâbe) kitâbından dahâ mükemmeldir.<br />

Dört cilddir. [1280] de Hindistânda ve [1328] de Mısrda ve Beyrutda basılmışdır.<br />

– 1113 –


(Buluğ-ul-merâm) kitâbının ve bunun (Sübül-ü-selâm) adındaki arabî şerhınin 1379<br />

[m. 1960] senesinde Beyrutda ofsetle dördüncü baskısı yapılmışdır. Beyrutda<br />

(Mekteb-üt-ticârî)de satılmakdadır. 442, 458, 500, 644, 765, 1117, 1155.<br />

442 — İBNİ HACER-İ MEKKÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şihâbüddîn Ahmed<br />

bin Muhammed Hiytemî, Mekke-i mükerremenin büyük âlimi ve Şâfi’î fükahâsından<br />

idi. 899 [m. 1494] da tevellüd, 974 [m. 1566] de Mekkede vefât etdi. Fetvâları ve<br />

(Savâ’ık) kitâbı ve (Minhâc) şerhı olan (Tuhfe)si ve (Zevâcir)i ve (Kalâid-ül-ukbân)<br />

kitâbı çok kıymetlidir. (Savâ’ık-ul muhrıka)sı, Mısrda ikinci def’a olarak, 1385 [m.<br />

1965] de basılmışdır. (Hayrât-ül-Hisân) kitâbı 1304 de Mısrda ve Urdu tercemesi Pâkistânda<br />

ve Hakîkat Kitâbevi tarafından İstanbulda, (El-i’lâm bi-kavâti’il-islâm)ı,<br />

(Zevâcir)inin ve (Sebîl-ün-necât)ın sonlarında basdırılmışdır. 47, 63, 172, 238, 247,<br />

280, 297, 390, 391, 420, 441, 442, 443, 449, 452, 453, 457, 458, 469, 477, 496, 498, 722,<br />

724, 739, 741, 780, 1010, 1064, 1077, 1096, 1116, 1117, 1123, 1134, 1144, 1156, 1162.<br />

443 — İBNİ HALDUN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Abdürrahmân bin Muhammed<br />

büyük islâm târîhcisidir. 732 [m. 1332] de Tûnusda tevellüd, 808 [m.<br />

1406] de vefât etdi. Târîhi yedi büyük cilddir. Türkçeye ve Avrupa lisânlarına terceme<br />

edilmişdir. 541.<br />

444 — İBNİ HANEFİYYE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Hanefiyye,<br />

hazret-i Alînin oğludur. Annesi Havle binti Ca’fer bin Kays-il-Hanefiyye olduğu<br />

için, İbni Hanefiyye denilir. Hicretin yirmibirinde [21] tevellüd, 71 [m. 690]<br />

senesinde de, Medînede vefât etdi. Verâ’ ve takvâsı çokdu. Çok cesûr idi. 452.<br />

445 — İBNİ HAZM: Ebû Muhammed Alî bin Ahmed, Endülüs felsefeci ve âlimlerindendir.<br />

Vezîr [bakan] idi. 384 [m. 994] de Kurtubada tevellüd, 456 [m. 1064]<br />

da vefât etdi. Çok kitâb yazdı. Selef-i sâlihîni beğenmeyip, doğru yoldan çıkdığı,<br />

(Keşf-üz-zünûn)da, (Milel-nihal) kelimesinde yazılıdır. (Zâhiriyye) mezhebinde<br />

olduğu, Dâvüd-i Bağdâdînin (Eşeddül-cihâd) kitâbı sonunda yazılıdır. Bu mezhebin<br />

kurucusu Dâvüd bin Alî İsfehânî olup, 202 [m. 817] de Kûfede tevellüd, 270<br />

[m. 883] de Bağdâdda vefât etmişdir. Şâfi’î idi. Fekat taklîde ve kıyâsa karşı idi.<br />

Mezhebi tutunamamış, kalmamışdır. 272, 463, 467, 532, 538, 1089, 1184.<br />

446 — İBNİ HİBBÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Hâtim Muhammed bin<br />

Ahmed Temîmî, hadîs imâmı ve Şâfi’îdir. Semerkand kâdîsı idi. Sicstânda Bust kasabasında<br />

tevellüd ve 354 [m. 966] de Semerkandda vefât etdi. 391, 392, 450, 1009.<br />

447 — İBNİ HİŞÂM “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Muhammed Abdülmelik<br />

bin Hişâm-i Humeyrî, Basrada tevellüd, 218 [m. 833] senesinde Mısrda, Füstat şehrinde<br />

vefât etdi. Resûlullahın hayâtını anlatan (İbni İshak sîreti)nin şerhı olan (Sîret-i<br />

İbni Hişâm) kitâbı çok kıymetlidir. (Sîret-i İbni Hişâm) târîhini çok kimseler<br />

şerh etmişdir. Bu şerhler arasında Süheylînin (Ravd-ül-enf)i ve (Aynî şerhı) meşhûrdur.<br />

374, 1079.<br />

448 — İBNİ HÜMÂM “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kemâleddîn Muhammed bin<br />

Abdülvâhid Sîvâsî, Hanefî fıkh âlimlerindendir. 790 [m. 1388] da tevellüd, 861 [m.<br />

1456] de vefât etdi. (Hidâye) şerhı olan (Feth-ul kadîr) kitâbı ve (Tahrîr) kitâbı çok<br />

kıymetlidir. [988] de vefât eden onaltıncı şeyh-ul-islâm Kâdî zâde Şemsüddîn<br />

Ahmed efendi (Feth-ul-Kadîr)e hâşiye yapmışdır. Sekiz cild olup Mısrda basılmışdır.<br />

1006 [m. 1597] da vefât eden, halvetî meşâyıhinden Ahmed Şemsüddîn bin Muhammed<br />

Sîvâsî başka olup, (İrşâd-ül-avâm) ve (Mevlid-ün Nebî) kitâbları meşhûrdur.<br />

120, 136, 271, 275, 629, 1113.<br />

449 — İBNİ İSHAK: Muhammed bin İshak, ilk islâm târîhcisidir. 151 [m. 768]<br />

senesinde Bağdâdda vefât etdi. (Sîret-i Resûl) kitâbını İbni Hişâm şerh ederek (Tezhîb-i<br />

siyer-i İbni İshak) demiş, alman Westenfeld basdırmışdır. (Sîret-i Resûl) târîhini<br />

çok kimseler şerh etmişdir. Bunlar arasında (Aynî) ve (Süheylî) meşhûrdur.<br />

Süheylî şerhine (Ravd-ül-enf) denir. Abdürrahmân bin Abdüllah-i Süheylî 508 de<br />

Endülüsde tevellüd ve beşyüzseksenbir 581 [m. 1186] senesinde Merrâküşde ve-<br />

– 1114 –


fât etmişdir. Başka kitâbları da vardır. Hadîs âlimi İbni İshak başkadır. 374, 391,<br />

1109, 1189.<br />

450 — İBNİ İSHAK-I KİNDÎ: Ebû Yûsüf Ya’kûb bin İshak-ı Kindî, meşhûr felsefecidir.<br />

Tıb ve matematikde yüzlerce kitâb yazdı. 260 [m. 873] de vefât etdi. Babası,<br />

Mehdî ve Hârûn-ür-Reşîd zemânlarında Kûfe emîri idi. Büyük dedesi Eş’as<br />

bin Kays Sahâbedendir. 361, 409.<br />

451 — İBNİ KAYYIM-İ CEVZİYYE: Ebû Abdüllah Muhammed bin Ebû<br />

Bekr Zer’î, Şâmda ibni Teymiyyenin yetişdirdiği, Hanbelî âlimlerindendir. 691 [m.<br />

1292] de tevellüd, 751 [m. 1350] de vefât etdi. Hocasının bozuk fikrlerine kapılmışdır.<br />

Çok sayıda kıymetli kitâbları da vardır. Tesavvuf büyüklerinin keşflerini, aklı<br />

ile çözmeğe kalkmış, (Hed-yün-Nebevî) ismi ile meşhûr olan (Zâd-ül-me’âd) kitâbında<br />

Ehl-i sünnetden ayrılmışdır. Kâfirlere Cehennemde azâb sonsuz değildir,<br />

derdi. 349, 454, 459, 463, 467, 469, 490, 491, 1015, 1016, 1172.<br />

452 — İBNİ KESÎR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İsmâ’îl bin Ömer, Şâfi’î hadîs<br />

âlimidir. 774 [m. 1372] de Şâmda vefât etdi. On cild tefsîrini hadîs-i şerîflerle<br />

açıklamış ve kendi görüşlerini de karışdırmış olduğu (Keşf-üz-zunûn)da yazılıdır.<br />

887.<br />

453 — İBNİ MÂCE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Abdüllah Muhammed bin<br />

Yezîd, hadîs âlimlerindendir. (Sünen) kitâbı çok kıymetlidir. 209 [m. 824] da<br />

Kazvinde tevellüd, 273 [m. 886] de vefât etdi. 424, 449, 467, 643, 775, 784, 1004, 1025.<br />

454 — İBNİ MELEK (veyâ MELİK) “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Adı Abdüllatîfdir.<br />

Hanefî fıkh âlimlerindendir. İzmirin (Tire) kasabasında ders verirdi. 801<br />

[m. 1399] de vefât etdi. (Üsûl-i fıkh) kitâbı olan (Menâr) şerhı meşhûrdur. 279, 473.<br />

455 — İBNİ MENDE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Abdüllah Muhammed<br />

bin İshak bin Muhammed bin Yahyâ bin Mende, hadîs âlimidir. Üçyüzonda tevellüd<br />

ve üçyüzdoksanbeş 395 [m. 1005] senesinde vefât etdi. (Esmâ-üs-sahâbe) ve (Târîh-i<br />

isbehân) kitâbları meşhûrdur. 1014.<br />

456 — İBNİ MERZÛK “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Ahmed bin<br />

Merzûk Şemseddîn Ebû Abdüllah Tilmsânî, Mâlikî fıkh âlimidir. 711 [m. 1311] de<br />

Tilmsânda tevellüd ve 781 [m. 1379] de vefât etdi. İBNİ MERZÛK, Muhammed<br />

bin Ahmed bin Muhammed, birincinin torunu olup, 842 de Kâhirede vefât etdi. Çok<br />

kitâb yazdı. İBNİ MERZÛK, Osmân bin Merzûk, tesavvuf büyüklerinden ve<br />

Hanbelî idi. 564 de Mısrda vefât etdi. 632.<br />

457 — İBNİ MUVAFFIK: Alî bin Muvaffık Bağdâdî, Zünnûn-i Mısrînin arkadaşı<br />

idi. Yetmişdört hac yapdı. 265 [m. 879] senesinde vefât etdi. 1011.<br />

458 — İBNİ NASR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Nasr bin İbrâhîm bin Nasr<br />

Mukaddesî Şâmda hadîs ve Şâfi’î reîs-ül-ulemâsı idi. 490 [m. 1097] senesinde vefât<br />

etdi. (Hucce) kitâbı meşhûrdur. Çok âlim, müttekî idi. 465.<br />

459 — İBNİ NÜCEYM-İ ÖMER “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ömer bin İbrâhîm<br />

ibni Nüceym-i Mısrî, Hanefî fıkh âlimidir. 1005 [m. 1597] senesinde Mısrda vefât<br />

etdi. Büyük kardeşi ve hocası olan Zeynel’âbidîn ibni Nüceym-i Mısrî yanındadır.<br />

İmâm-ı Nesefînin (Kenz) fıkh kitâbını şerh ederek, (Nehr-ül-fâık) adını vermişdir.<br />

460 — İBNİ NÜCEYM ZEYNÜL’ÂBİDÎN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Zeynel’âbidîn<br />

bin İbrâhîm ibni Nüceym-i Mısrî, [926] da tevellüd ve 970 [m. 1562] de<br />

Mısrda vefât etdi. Hanefî fıkh âlimidir. (Eşbâh), (Zeyniyye), (Kebâir) kitâbları ve<br />

üsûl-i fıkhdan (Menâr) şerhı meşhûrdur. (Kenz) kitâbını şerh ederek (Bahr-ür-râık)<br />

adını vermişdir. Yedi cild olup, bir cild tekmilesi ile ve İbni Âbidînin bunlara<br />

Hâşiyesi ile birlikde 1311 de Mısrda ve 1393 [m. 1973] de Beyrutda basılmışdır. 219,<br />

282, 284, 310, 316, 318, 319, 341, 365, 587, 619, 629, 822, 845, 872, 998, 1001, 1053.<br />

– 1115 –


461 — İBNİ NUSAYR: Onbirinci imâm olan Hasen bin Alî Askerînin adamlarından<br />

olduğunu söylemişdir. Buna inananlar, kendilerine (Nusayrî) dediler. Îrânda,<br />

Irâkda ve Sûriyede çokdurlar. Şî’îlerin bir fırkası olduğu (Milel ve Nihal)de yazılıdır.<br />

Allah, hazret-i Alîye ve çocuklarına hulûl etmişdir. Onların şeklinde görünmüşdür.<br />

Bâtın esrârını ancak onlar bilir dedi. 259 [m. 873] da öldü. 487.<br />

462 — İBNİ RÂVENDÎ: Ahmed bin Yahyâ, İsfehanlı bir yehûdî dönmesinin<br />

oğludur. Bağdâdda Mu’tezilî fırkasında iken, taşkınlık yaparak mülhid olmuşdur.<br />

Ya’nî mezhebsizdir. Çok hadîs uydurmuşdur. Yehûdîlerden para alarak müslimânları<br />

aldatıcı kitâblar yazardı. 293 [m. 906] senesinde öldü. 650.<br />

463 — İBNİ SÎNÂ: Ebû Alî Hüseyn bin Abdüllah, felesof ve tabîb idi. 370 [m.<br />

980] de Buhârâ civârında tevellüd, 428 [m. 1037] de Hemedânda vefât etdi. Arabî<br />

ve fârisî, çok kitâb yazdı. Vezîr iken, işlediği haksız işlerine hastalandığında tevbe<br />

etdi ise de, eski Yunan felesoflarının küfre sebeb olan fikrlerinden sıyrılamadığı,<br />

(Mu’âd) ve (Müstezâd) kitâblarından anlaşıldığı, imâm-ı Rabbânînin 245. ci<br />

ve 266. cı mektûblarında ve imâm-ı Gazâlînin (El münkız) kitâbında bildirilmekdedir.<br />

81, 497, 737, 757, 758, 759, 962.<br />

464 — İBNİ SÎRÎN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Bekr Muhammed bin Sîrîn<br />

Tâbi’îndendir. Basralıdır. [33] de tevellüd, 110 [m. 729] senesinde vefât etdi.<br />

Hadîs âlimi ve rü’yâ ta’bîrcisi idi. 600.<br />

465 — İBNİSSÂ’ATÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed bin Alî Ba’lebekî, hanefî<br />

fıkh âlimidir. 694 [m. 1294] senesinde vefât etdi. (Mecma’ul-bahreyn ve Mültekânehreyn)<br />

ve bunun şerhi meşhûrdur. İbni Sâatî Muhammed bin Alî başka olup,<br />

sâat i’mâlinde mâhir idi. Sultân Nûreddîn Zengînin emri ile, Şâmda câmi’i kebîr<br />

kapısındaki sâatları yapmış, 628 [m. 1230] da vefât etmişdir. 444.<br />

466 — İBNİSSERRÂC “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Bekr Muhammed bin<br />

Sırrı nahv âlimi idi. 316 [m. 928] senesinde vefât etdi. Bir de Muhammed bin<br />

Sa’îd vardır ki, Endülüsde tevellüd, 549 [m. 1155] senesinde Mısrda vefât etdi. Mâlikî<br />

idi. Nahv âlimi idi. 478, 1011.<br />

467 — İBNİ TEYMİYYE: Ahmed bin Abdülhalîm Harrânî, Şâmda hanbelî fıkh<br />

ve hadîs âlimi idi. 661 [m. 1263] de Harrânda tevellüd, 728 [m. 1328] de Şâmda<br />

kal’ada habsde iken, hastalanarak vefât etdi. Çok kitâb yazdı. Şî’îleri ve eski Yûnân<br />

felesoflarını red etdi. Ehl-i sünnete uymıyan yazılarından dolayı Mısrda iki def’a<br />

habs edildi. (El-ubûdiyyet) kitâbında, Allahü teâlânın ismini zikr etmenin bid’at<br />

ve dalâlet olduğunu bildirmekde ve tesavvuf âlimlerine çirkin iftirâlar yapmakdadır.<br />

Bu kitâbını, Pâkistânda Sadrüddîn sâhib isminde bir vehhâbî, urdu diline terceme<br />

etmiş ve 1401 [m. 1981] de, (Hakîkat-i ubûdiyyet) ismi ile neşr edilmişdir. Merdan<br />

şehrinin kâdısı, allâme Habîb-ül-Hak Permûlî, buna bir reddiyye yazarak, (Zikrullah)<br />

ismi ile neşr eylemişdir. Bu reddiyyeye Pâkistân âlimleri, takrîzler, tasdîkler<br />

yazmışlardır. İbni Teymiyyeden önce vefât etmiş olan, Tâcüddîn Ahmed ibni<br />

Atâullah İskenderânînin (Miftâh-ul-felâh fî-zikrillah) kitâbı da, bu iftirâları, kuvvetli<br />

delîllerle, vesîkalarla red etmekdedir. Allâme İbni Hacer-i Mekkî hazretleri<br />

(Fetâvâ-yı hadîsiyye) kitâbında, buna, (Allahü teâlânın, sapıtmasına ilmini sebeb<br />

etdiği kimsedir) buyurdu. Câmi’ul-ezherdeki hanefî âlimlerinden Muhammed<br />

Bahîtin (Tathîr-ül-füâd min-denisil i’tikâd) kitâbı ve (Et-Tevessülü bin Nebî ve bis-<br />

Sâlihîn) ve (Şevâhid-ül-hak) ve (Cevâhir-ül-bihâr) kitâbları, İbni Teymiyyenin dalâlete<br />

düşdüğünü vesîkalarla isbât etmekdedirler. İlk iki kitâb, 1396 [m. 1976] senesinde,<br />

İstanbulda, ofset yolu ile basdırılmışdır. İkinci kitâb (Berâet-ül-Eş’ariyyîn)<br />

adı ile Şâmda basılmışdır. (Cevâhir)in bu kısmı, (En-ni’met-ül-kübrâ) mevlid<br />

kitâbına ek olarak, İstanbulda basdırılmışdır. (Essırât-ul-müstekîm) kitâbında,<br />

Abdüllah ibni Abbâs gibi büyük sahâbîleri tekfîr etdiği (Keşfüzzünûn)da yazılıdır.<br />

Hindistândaki büyük âlimlerden Muhammed Abdül’azîz Ferhârevî, (Nebrâs)<br />

– 1116 –


ismindeki, şerh-i Akâid şerhınin hâşiyesi, yüzonaltıncı sahîfesinde diyor ki: İbni<br />

Hacer Askâlânî, (Ed-dürer-ül-kâmine)de diyor ki, (İbni Teymiyye, kabrin-Nebîyi<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” ziyâret için sefere çıkmak harâmdır dedi. Alî “radıyallahü<br />

anh” îmân etdiği zemân çocuk olduğu için müslimânlığı sahîh olmadı dedi.<br />

Osmân ibni Affân “radıyallahü anh”, malı çok severdi dedi. (Sünen) kitâblarındaki<br />

hadîslerden za’îf olanları bile red etdi. Âlimler, bunun hakkında ihtilâf etdiler.)<br />

Onu övenlerden, imâm-ı Zehebî bile, (O da insandır. Günâhları, hatâları<br />

elbet olacakdır) dedi. Allâme Ahmed ibni Hacer-i Mekkî (El-cevher-ül-munzam)da<br />

diyor ki, (İbni Teymiyye öyle bir kimsedir ki, bozuk sözlerine ve çürük vesîkalarına,<br />

büyük âlimler cevâb vermişler ve düşüncelerinin çirkinliğini ortaya koymuşlardır.<br />

[Şâm, Mısr ve Kudüsde kâdîlık yapmış olan şâfi’î fıkh ve hadîs âlimlerinden<br />

Muhammed] İzz-ibni Cemâ’a, onun için, Allahü teâlânın dalâlete sürüklediği,<br />

azdırdığı ve zillet gömleği giydirdiği kimsedir. İslâm âlimlerine ve bilhâssa Hulefâ-i<br />

râşidîne karşı ahmakca i’tirâzlarda bulunmuşdur demişdir. Aklı noksan<br />

olan kimsede irfân bulunur mu?). İmâm-ı Ebül-Hasen Sübkî diyor ki, (İbni Teymiyye,<br />

ilmi aklından çok olan bir kimsedir. Ona Şeyh-ul-islâm diyenin kâfir olacağını<br />

söyliyenler vardır.) Celâlüddîn-i Devânî (Akâid-i Adudiyye şerhı)nde diyor<br />

ki, (İbni Teymiyyenin ba’zı kitâblarında, Arş kadîmdir dediğini gördüm.)<br />

Celâlîye yapılan hâşiyede, (İbni Teymiyyenin sapık sözleri haddi aşınca, Kâhirede<br />

Kal’a-i Cebelde, Kadilkudât Zeynüddîn-i Mâlikî başkanlığında, derin âlimler<br />

toplandı. İbni Teymiyye bunlara cevâb veremedi. Yediyüzbeş senesi idi. Habsine<br />

karâr verildi. Şâmda ve başka yerlerde, (İbni Teymiyyeye uyanın malı ve canı halâldir)<br />

denildiği (Mirâtül-cenân)da yazılıdır. Yediyüzyedide tevbe edip, serbest bırakıldı.<br />

Sözünde durmadı. Tekrâr habs edildi. Yine tevbe etdi. Şâmda yerleşdi.)<br />

Nebrâsın hâşiyesinden terceme temâm oldu. İbni Teymiyyenin (Kazâ nemâzı kılmak<br />

lâzım değildir. Her hayrlı iş kazâ nemâzı olur) sözü, dalâletinin büyük şâhididir.<br />

Büyük âlim Cemâlüddîn Muhammed Muzcâcî, (Hidâyet-ül-hâlik) kitâbında,<br />

Muhyiddîn-i Arabî hazretlerini medh ve müdâfe’a ve İbni Teymiyyeyi red ve ibtâl<br />

etmekdedir. Bu kitâb, İstanbulda Süleymâniyye umûmî kütübhânesinde, Vehbî<br />

efendi kısmında altıyüzkırkaltı [646] numarada mevcûddur.<br />

İbni Teymiyye, Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklüğünü anlamamış, tesavvufu inkâr<br />

etmiş, Ehl-i sünnetden ayrılmışdır. Kitâbları, kendilerine (Selefiyye)ci diyen<br />

mezhebsizlere kaynak olmakdadır. Mezhebsizler, onu övmekde, islâm müceddidlerinin<br />

pîri demekdedirler. İbni Teymiyyenin şakî ve dalâletde olduğu (Seyf-ül-Cebbâr)<br />

ve fârisî (Ta’lîm-üs-sübyân)da da yazılıdır. Abdürrâzık pâşa diyor ki, (Vehhâbîlik,<br />

bir bakımdan ibni Teymiyyeye bağlı olduğu gibi, son asrın islâm müceddidi<br />

bilinen Muhammed Abdühdeki dinde reform fikrleri de, bir bakımdan, ibni<br />

Teymiyyeye bağlıdır.) Abdürrâzık pâşa, 1366 [m. 1946] da öldü. Hocası Abdühün<br />

ve yardımcısı Reşîd Rızânın Câmi’ul-ezherde yaydıkları yıkıcı fikrleri yerleşdirmek<br />

için uğraşmaları başarısız kaldı. Sudândaki mâlikî âlimlerinden Tâhir Muhammed<br />

Süleymân, (Zahîretül-fıkhil-kübrâ) kitâbında diyor ki, (İbni Teymiyyenin sözlerinin<br />

kıymeti yokdur. O, dalâletdedir ve müslimânları dalâlete sürüklemekdedir.<br />

Müslimânların icmâ’ından ayrılmış, bid’at yolunu tutmuşdur. İslâm âlimleri,<br />

onun dalâletde [sapık] olduğunu, sözbirliği ile bildirdi. Kutbüd-Berdîrî, (Şerh-i<br />

Muhtasar)da, bunu uzun yazmakdadır). (Zahîre)nin ikinci baskısı, 1409 [m.1989]da<br />

yapılmışdır. Dâl ve mudil olduğu, (Sâvî tefsîri) 107.ci sahîfesinde de yazılıdır.<br />

Dahâ çok bilgi almak için ikinci kısmda, onyedinci maddeyi ve (Fâideli Bilgiler)<br />

kitâbını okuyunuz!<br />

Yukarıda adı geçen, bid’at sâhibi Ahmed ibni Teymiyye ile Ehl-i sünnet olan Fahrüddîn<br />

Muhammed bin Ebilkâsım ibni Teymiyyeyi birbiri ile karışdırmamalıdır. Bu,<br />

542 [m. 1146] de Harrânda tevellüd ve 621 [m. 1223] de vefât etmişdir. Hanbelî fıkh<br />

– 1117 –


kitâbı ve tefsîri vardır. 58, 131, 262, 272, 280, 310, 348, 349, 408, 419, 442, 447, 448, 450,<br />

453, 454, 459, 461, 462, 463, 467, 469, 482, 490, 491, 492, 494, 496, 497, 498, 499, 531, 1011,<br />

1077, 1092, 1102, 1115, 1127, 1136, 1148, 1168, 1179, 1181, 1183, 1184, 1192, 1194, 1198.<br />

468 — İBNİ VERDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Zeyneddîn Ömer ibni Verdî<br />

Halebî, edîb ve Şâfi’î fıkh âlimidir. 688 [m. 1289] de tevellüd, 749 [m. 1348] da Halebde<br />

vefât etdi. (Lâmiyye) kasîdesi meşhûrdur. 1136.<br />

469 — İBNÜRRÜŞD: Kâdî Muhammed bin Ahmed ibnürrüşd, âlim değil, Endülüsde<br />

yetişen bir felesof idi. 514 [m. 1120] de Kurtubada tevellüd, 595 [m. 1198]<br />

de Merrâküşde vefât etmişdir. Çok kitâb yazdı. Kitâbları latinceye terceme edilmişdir.<br />

Fransız (Ernest Renan), bunun hayâtını, fikrlerini yazmış, bu kitâbı üçüncü<br />

olarak 1272 [m. 1856] de Pârisde basılmışdır. Din bilgilerini, kendi görüşüne göre<br />

anlatmış, imâm-ı Gazâlîye karşı, felsefecileri müdâfe’ada bulunmuşdur. Ehl-i<br />

sünnet âlimi olan Muhammed İbnürrüşd, bunun dedesi idi. 462, 463, 532, 1103.<br />

470 — İBN-ÜS-SAKKÂ: 982. ci sırada Yûsüf Hemedânî ismine bakınız!<br />

471 — İBRÂHÎM “aleyhisselâm”: Muhammed aleyhisselâmın dedelerindendir.<br />

Ondan sonra, Peygamberlerin en üstünüdür. Halîlullahdır. İshak aleyhisselâmın<br />

babasıdır. İshak aleyhisselâmın annesi Sârâ idi. İsmâ’îl aleyhisselâmın da babasıdır.<br />

Bunun annesi Hâcer idi. İbrâhîm aleyhisselâmın babası, Târuh adında bir<br />

mü’min idi. Kâfir olan Âzer, üvey babası ve amcası idi. Irâkda, eskiden hükûmet<br />

süren Geldânîler yıldızlara tapardı. Cenâb-ı Hak, bunlara İbrâhîm aleyhisselâmı<br />

peygamber olarak gönderdi. Ona on suhûf [forma] indirdi. Bunlar Süryânî konuşurdu.<br />

Süryânî yazısı, islâm yazısına benzemekdedir. Başşehrleri Bâbil idi. İnanmadılar.<br />

Başları olan Nemrud, onu ateşe atdı. Ateş, onu yakmadı. İbrâhîm “aleyhisselâm”,<br />

kardeşinin oğlu Lût “aleyhisselâm” ile amcasının kızı ve zevcesi Sârâyı<br />

ve kendisine inananları alıp önce Şâma, sonra Mısra ve oradan Ken’ân iline gitdi.<br />

İsmâ’îl “aleyhisselâm” ile birlikde Kâ’be-i mu’azzamayı yeniden yapdılar.<br />

Yüzyetmişbeş yaşında vefât edip, Kudüsde Halîlürrahmân civârına defn edildi. 30,<br />

343, 354, 356, 364, 373, 375, 379, 386, 387, 389, 390, 391, 420, 482, 488, 677, 683, 740,<br />

757, 769, 779, 988, 1079, 1110, 1122, 1123, 1130, 1139, 1154, 1182.<br />

472 — İBRÂHÎM “radıyallahü anh”: Resûlullahın oğullarının üçüncüsü ve<br />

bütün çocuklarının sonuncusudur. Herakliüsun Mısr vâlîsi olan Mukavkasin hediyye<br />

gönderdiği Mâriyenin oğludur. Hicretin sekizinci [8] senesi tevellüd edip, birbuçuk<br />

yaşında iken, vefât etdi. Hasta iken, Resûlullah kucağına alıp mubârek gözlerinden<br />

yaş akardı. Vefâtı için güneş tutuldu dediler. Resûlullah “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” bunu işitince, (Ay ve güneş Allahü teâlânın varlığını ve birliğini gösteren<br />

iki mahlûkudur. Kimsenin ölmesi, kalması ile tutulmazlar. Onları görünce<br />

Allahı hâtırlayınız!) buyurdu. İbrâhîm vefât edince, (Yâ İbrâhîm! Ölümüne çok<br />

üzüldük. Gözlerimiz ağlıyor, kalbimiz sızlıyor. Fekat, Rabbimizi gücendirecek birşey<br />

söylemeyiz) buyurdu. Mâriye hâtun müslimân olup, hicretin onaltısında Medînede<br />

vefât etdi. Cenâze nemâzını Ömer “radıyallahü anh” kıldırdı. 329, 453.<br />

473 — İBRÂHÎM AĞA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Üçüncü Murâd hânın bâbüsse’âde<br />

ağasıdır. Haydarpâşa ile Koşuyolu arasında bir mescidi vardır. 988 [m.<br />

1580] senesinde yapılmışdır. Sürre alayları hacca giderken, burada veda’laşırlardı.<br />

474 — İBRÂHÎM BİN ABDÜLLAH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâm-ı Hasenin<br />

soyundandır. Halîfe olmak istedi. Mensûr askeri ile yapdığı savaşda 145 [m.<br />

763] senesinde şehîd edildi. 444.<br />

475 — İBRÂHÎM BİN EDHEM: Belh pâdişâhının veyâ kızının oğludur. Babası<br />

Edhemdir. Ömerül-Fârûk neslindendir. Şâmda Çeştiyye Evliyâsının büyüklerindendir.<br />

[96] da tevellüd, 162 [m. 779] senesinde vefât etdi. 73, 644, 677, 687, 787,<br />

788, 789, 909, 1112.<br />

– 1118 –


476 — İBRÂHÎM BİN ŞEYBÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kazvinlidir. Sôfiyye-i<br />

aliyyedendir. İbrâhîm-i Havvâsın arkadaşı idi. 337 [m. 949] de vefât etdi.<br />

477 — İBRÂHÎM HAKKI “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sôfiyye-i aliyyedendir.<br />

Erzurumda, Hasen kal’a kasabasında tevellüd, 1195 [m. 1781] senesinde Si’ridde,<br />

Tilloda vefât etdi. Kâdirî idi. Fakîrullah İsmâ’îl Tilevînin halîfesidir. (Ma’rifetnâme)<br />

kitâbı ve 1263 [m. 1846] de divânı basılmışdır. 187, 541.<br />

478 — İBRÂHÎM HÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sultân İbrâhîm, İslâm halîfelerinin<br />

seksenüçüncüsü ve Osmânlı pâdişâhlarının onsekizincisidir. Birinci<br />

Ahmed hân ile Mâh-ı peyker kösem Sultânın oğludur. Binyirmidörtde tevellüd etdi.<br />

Binkırkdokuz 1049 [m. 1640] da halîfe oldu. 1058 [m. 1648] de şehîd edildi. Girid<br />

adasının fâtihidir. Dînine çok bağlı olduğu için, kâfirler, bunu çok kötülediler.<br />

Yalan hikâyeler uydurdular. Gençleri aldatdılar. Onyedinci sırada, Abdülhamîd<br />

hân (I) ismine bakınız! 1062, 1132, 1144, 1184.<br />

479 — İBRÂHÎM-İ HAVVÂS “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Cüneyd-i Bağdâdînin<br />

eshâbından idi. 291 [m. 903] de Rey şehrinde câmi’de vefât etdi. Babası İsmâ’îldir.<br />

Havvâs, hurma yaprağından, zenbil dokuyucu demekdir. 685, 686.<br />

480 — İBRÂHÎM-İ MÜTEFERRİKA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Macar iken<br />

islâm dînini tercîh etmiş, müslimân olmuşdur. [1139] da ruhsat alıp, metal harfler<br />

dökerek ilk islâm matba’asını kurmuşdur. En önce (Vankuli) lügatini basdı. İlm<br />

ve fen adamı idi. Latinceden tercemeleri ve fennî kitâbları vardır. 1158 [m. 1744]<br />

senesinde vefat etdi. 542.<br />

481 — İBRÂHÎM-İ NEHA’Î “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Fıkh âlimlerindendir.<br />

Hammâdın hocası idi. Hammâd da, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin hocası idi. 96 [m.<br />

715] senesinde Kûfede vefât etdi. 211, 268, 439, 1077, 1106.<br />

482 — İBRÂHÎM PÂŞA (Dâmâd) “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Bosnalıdır. 991<br />

[m. 1582] de Mısr vâlîsi oldu. Derezîleri terbiye etdi. 992 [m. 1583] de sultân<br />

üçüncü Murâdın dâmâdı oldu. 1004 [m. 1595] de sultân üçüncü Muhammedin<br />

sadr-ı a’zamı [Başvekîli] oldu. 1010 [m. 1601] senesinde vefât etdi. Şâhzâde câmi’i<br />

şerîfi yanındaki türbededir. 487.<br />

483 — İBRÂHÎM PÂŞA (Dâmâd) “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Nevşehrlidir.<br />

Üçüncü Ahmed hânın dâmâdı ve sadr-ı a’zamı idi. 1143 [m. 1730] de, patrona Halîl<br />

ısyânında şehîd edildi. Şâhzâde başında yapdırmış olduğu mescid yanındadır.<br />

Çengelköyünde, kuleli lisesi önündeki câmi’i İbrâhîm pâşanın dâmâdı, kaptan-ı deryâ<br />

Kaymak Mustafâ pâşa 1137 [m. 1724] de yapdırdı. 1143 [m. 1730] de patrona Halîl<br />

ısyânında şehîd edildi. Divân yolunda Parmakkapı Kara Mustafâ pâşa medresesi<br />

kabristânındadır. Üsküdârda (Kaptan pâşa câmi’i)ni de 1140 [m. 1727] da bu<br />

yapdırmışdır. 1092, 1100.<br />

484 — İBRÂHÎM PÂŞA (Kavalalı) “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Mehmed Alî pâşanın<br />

büyük oğlu idi. 1204 [m. 1789] de Kavalada tevellüd, 1265 [m. 1848] de Mısrda<br />

vefât etdi. Cidde vâlîsi oldu. Sultân Mahmûd hânın emri ile vehhâbîlerle harb etdi. 1233<br />

[m. 1818] sonunda, başşehrleri Der’iyyeyi aldı. Vehhâbîler, sonra Riyâdı hükûmet merkezi<br />

yapdılar. Sonra Mora isyânını basdırdı. 1247 [m. 1831] de de sultân ikinci Mahmûda<br />

ısyân ederek Sûriyeyi aldı. Kütahyaya kadar geldi. 1248 [m. 1832] de Sûriye ve<br />

Adana, Mısra verildi. 1264 [m. 1847] de tekrâr ısyân etdi ve ilerledi ise de, İngiltere<br />

işe karışıp Sûriyeyi Osmânlılara bırakdı. 1262 [m. 1845] de, babası Mısrın idâresini buna<br />

bırakdı. 1265 [m. 1848] de halîfeden, müstekıl vâlî demek olan (Hidîv) unvânını aldı<br />

ise de, o senede babasından birkaç ay evvel vefât etdi. Yerine Tosun pâşanın oğlu<br />

birinci Abbâs hidîv oldu. Bu da 1271 [m. 1854] de vefât edince, yerine İbrâhîm pâşanın<br />

oğlu Sa’îd pâşa geçdi. Sa’îd pâşa 1238 [m. 1822] de tevellüd etdi. Süveyş kanalını<br />

ve Port Sa’îd şehrini yapdırdı. 1280 [m. 1863] de vefât etdi. Yerine kardeşi İsmâ’îl<br />

pâşa hidîv oldu. Onyedinci [17] sırada Abdülhamîd hân (I) adına bakınız! 1062.<br />

– 1119 –


485 — İDRÎS “aleyhisselâm”: Şît aleyhisselâmın torunlarındandır. Allahü teâlâ,<br />

buna otuz sahîfe [forma] gönderdi. Eski Yunânlıların Hermens dedikleri<br />

kimse ve dahâ sonraki felesofları, fizik, kimyâ ve tıb bilgilerini, İdrîs aleyhisselâmın<br />

kitâbından çaldılar. Kalem ile kitâblar yazan ve iğne ile dikiş diken budur. Dahâ<br />

önce, deriden elbise giyilirdi. Diri olarak göke kaldırıldı. 79, 81, 356, 482, 525,<br />

737, 1157.<br />

486 — İLYÂS: Resûlullahın onyedinci babasıdır. Kâ’beye sel basınca ye’se<br />

düşdüğü için İlyâs denildi. Kâ’beye kurban kesmek bundan kalmışdır. Hac yaparken<br />

belinde Resûlullahın tekbîr, telbiye sesini işitirdi. 390.<br />

487 — İMÂD İBNİ KESÎR: Ebül-fidâ İsmâ’îl bin Ömer 774 [m. 1372] de vefât<br />

etdi. Şâfi’îdir. Dörtyüzelliikinci sırada, İbni Kesîr ismine bakınız! 887.<br />

488 — İMÂDÜDDÎN-İ ZENGÎ: Atabek sultânlarından üçünün ismidir. Birincisi,<br />

Mûsulda ve Halebde hükûmet süren Atabek devletinin kurucusudur. Selçuk<br />

hükümdârı sultân Mahmûd bin Muhammed bin Melikşâhın Mûsulda vâlîsi iken 521<br />

[m. 1127] de Halebi aldı. 524 [m. 1130] de Haçlılarla harb edip gâlib geldi. Ondokuz<br />

yıl hükûmet sürüp 540 [m. 1146] senesinde vefât etdi. Mülkü ikiye ayrıldı. Oğlu<br />

Nûreddîn Mahmûd Zengî Haleb sultânı oldu. Diğer oğlu, Kütbüddîn Mevdûd,<br />

Mûsul sultânı oldu. İkinci İmâdüddîn bin Kutbüddîn Mevdûd Zengînin babası,<br />

beşyüzaltmışbeş [565] de ölünce, kardeşi Seyfüddîn bin Kutbüddîn, sonra diğer<br />

kardeşi İzzeddîn Mes’ûd, Mûsul sultânı, İmâdüddîn de Sincâr sultânı oldular.<br />

Haleb sultânı İsmâ’îl Sâlih bin Nûreddîn beşyüzyetmişyedi [577] de vefât edince,<br />

İmâdüddîn Haleb sultânı oldu. Beşyüzdoksaniki [592] de vefât edince, yerine oğlu<br />

Kutbüddîn Muhammed geçdi. İzzeddîn Mes’ûd beşyüzseksendokuz [589] da vefât<br />

edince, oğlu Nûreddîn Arslan Şâh, Mûsul sultânı oldu. Bedreddîn Lülü, bunun<br />

kölesi idi. Bu da altıyüzyedi 607 [m. 1210] de vefât edince, yerine oğlu Kahir İzzeddîn<br />

Mes’ûd geçdi. Bu da altıyüzonyedi 617 [m. 1220] senesinde vefât etdi. Yerine<br />

oğlu ikinci Arslan Şâh geçdi. Bu on yaşında olduğundan, Lülü idâreyi eline<br />

aldı. Az zemânda Arslan Şâh ölünce, oğlu üçüncü İmâdüddîn, Nusaybin ve Hakkârîde<br />

sultân oldu. İmâdüddînin zevcesi, Erbil hâkimi Muzafferüddîn Ebû Sa’îd<br />

Kükbûrînin kızı idi. Kükbûrî, mevlid cem’ıyyetleri yapmakla meşhûrdur. Bunun<br />

zevcesi Rabî’a hâtun, Salâhuddîn-i Eyyûbînin hemşîresi idi. İmâdüddîn ile birleşerek<br />

Bedreddîni mağlûb etdiler. İmâdüddînin mülkü genişledi. Bedreddîn Lülü<br />

şeyh Hasen-i Yezîdî üzerine gönderildi. Yezîdîler dağıldı. 489.<br />

489 — İMÂM-I RABBÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed bin Abdülehad,<br />

derin âlim, büyük Velî idi. Müctehid idi. İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. Tesavvuf<br />

bilgilerinin mütehassısı idi. Âlimlerin önderi, Velîlerin baş tâcı idi. (Mektûbât) kitâbı,<br />

üç cild olup, beşyüzotuzaltı mektûbunun toplanmasından meydâna gelmişdir.<br />

Kelâm, fıkh bilgilerini ve Resûlullahın güzel ahlâkını açıklıyan bir deryâdır.<br />

Bu deryâdan inci mercan çıkarmak, ancak usta dalgıclara nasîb olur. Fârisî aslı Hindistânda<br />

ve Efganistânda basılmış ise de, 1392 [m. 1972] senesinde Pâkistânda basılmış<br />

olanı pek nefîsdir. Bu fârisî baskının, foto-kopisi 1397 [m. 1976] senesinde,<br />

İstanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından gâyet nefîs olarak basdırılmışdır. Birinci<br />

cildi türkçeye terceme edilerek (Mektûbât Tercemesi) adı ile basdırıldı. Fârisî<br />

el yazması, İstanbul Bâyezîd kütübhânesinde [1790] sayıda ve Süleymâniyyenin çeşidli<br />

kısmlarında vardır. 971 [m. 1563] de Hindistânda, Serhend şehrinde tevellüd<br />

etdi. Ömrünün sonuna doğru, mezhebsizlerin iftirâları üzerine, 1027 senesinde Selîm<br />

şâh tarafından Gwaliyar şehrinde habs edildi. [1029] da çıkarıldı. Bin rupye ihsân<br />

olunup, iki sene dahâ askerde kaldı. Kış aylarında nefes darlığı olurdu. [1624]<br />

Kanûn-ı evvel [aralık] ayının onuncu ve binotuzdört 1034 Safer ayı yirmidokuzuncu<br />

salı günü, Serhendde vefât etdi. Evinin yanına defn edildi. Efganistân pâdişâhı<br />

Şâh-i zemân, imâm için büyük ve çok san’atli bir türbe yapdırdı. İki oğlu Muhammed<br />

Sâdık ve Muhammed Sa’îd de bu türbededirler. Şâh-i zemân, on metre<br />

– 1120 –


uzakdaki türbede zevcesi ile birlikdedir.<br />

(Mektûbât) kitâbını Muhammed Murâd-ı Kazânî fârisî dilinden arabîye terceme<br />

etmişdir. Bundan seçilen yüzdoksandört ve fârisî (Mektûbât)dan seçilen yüzelliüç<br />

mektûb (Müntehabât) adı ile iki kitâb hâlinde basdırılmışdır. İmâm-ı Rabbânî<br />

hazretlerinin hâl tercemesi, Muhammed Hâşim-i Keşmî tarafından fârisî olarak<br />

yazılmış, buna (Berekât) veyâ (Makâmât-i Ahmediyye) ve (Zübde-tül-makâmât)<br />

denilmişdir. Muhammed Ma’sûm-i Fârûkînin torununun oğlu olan Gulâm Muhammed<br />

Ma’sûmun torununun torunu hâce Muhammed Fadlullah, (Umde-tülmakâmât)<br />

adındaki fârisî kitâbında, dedelerinin hayâtlarını uzun bildirmekdedir.<br />

1397 de Kâbilde ve 1416 [m.1996] da İstanbulda basılmışdır. 99.cu sahîfesinde diyor<br />

ki, (İmâm-ı Rabbânînin ondördüncü dedesi Şihâbüddîn Alî Ferrûh Şâh, Gaznevî<br />

sultânlarının Kâbil vâlîsi idi. Gaznevî hükûmeti yıkılınca, Kâbilde hükûmet reîsi<br />

oldu. Birkaç sene sonra, hükûmeti terk ederek, tesavvufda çalışarak büyük velî<br />

oldu. Kâbil civârında medfûndur. Mahdûm-ı cihâniyân seyyid Celâlüddîn-i Buhârî<br />

Buhârâdan Hindistâna gelirken, dâmâdı ve halîfesi olan imâm-ı Refî’üddîni berâber<br />

getirdi. İmâm-ı Refî’üddîn, imâm-ı Rabbânînin altıncı ceddidir. Delhî sultânı<br />

Firûz Şâhın emri ile, ormanlık olan Serhendi şehr hâline koydu. Şehr hâricindeki<br />

türbededir. İmâm-ı Rabbânînin valîdesi de burada medfûndur). Hakîkat Kitâbevinin<br />

İstanbulda neşr etdiği (Documents of the Right Word) kitâbında, ingilizce<br />

olarak yazılıdır. Muhammed Fadlullah, [1238] de Kandihârda vefât etdi. Bedrüddîn-i<br />

Serhendînin fârisî (Hadarât-ül-kuds) kitâbında da, hâl tercemesi uzun yazılıdır.<br />

Bu kitâb 1391 [m. 1971] de Pâkistânda çok güzel basılmışdır. İstanbul Bâyezîd<br />

kütübhânesinde [1788] sayıda el yazısı ile vardır. Hâce zâde Ahmed <strong>Hilmi</strong> efendinin<br />

İstanbulda [1318] de basılan türkçe (Hadîka-tül-evliyâ) kitâbı da, İmâm-ı Rabbânînin<br />

ve üstâdlarının hayâtlarını ve kerâmetlerini uzun bildirmekdedir.<br />

Şâh-ı Dehlevî Gulâm Alî Abdüllah “kuddise sirruh”, talebesinin büyüklerinden<br />

mevlânâ Hâlid-i Bağdâdîye “kuddise sirruh” gönderdikleri bir mektûbda, Mevlânânın<br />

derece ve fazîletlerini uzun uzun anlatdıkdan sonra, İmâm-ı Rabbânî “kuddise<br />

sirruh” hakkında şöyle buyuruyor: (Âlimler ve ârifler söylemişler ve yazmışlardır<br />

ki, imâm-ı Rabbânîyi sevenler, mü’min ve müttekî olanlardır. Sevmiyenler<br />

de, münâfık ve şakîlerdir. İslâm memleketleri hazret-i Müceddidin feyz ve nûrları<br />

ile doldu. Bütün müslimânlara, hazret-i Müceddidin “rahmetullahi aleyh”<br />

ni’metlerine şükr ve hamd etmesi vâcib oldu.) Başka bir mektûbunda, (İnsanda bulunabilecek<br />

her kemâli, her üstünlüğü, Allahü teâlâ, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine<br />

vermişdir. Vermediği yalnız Peygamberlik makâmı kalmışdır) demiş ve aşağıdaki<br />

rubâ’îyi yazmışdır:<br />

Her letâfet ki, nihân bûd pes-i perde-i gayb,<br />

heme der sûret-i hûb-i tû ıyân sâhte end,<br />

Herçi ber safha-i endîşe keşed kilk-i hıyâl,<br />

şekl-i matbû’i tû zîbâ-ter ezân sâhte end.<br />

1394 [m. 1974] senesinde, Pâkistânın Şeyhûfûre şehrinde, Urdu dili ile basılmış<br />

olan (Meslek-i Müceddid) kitâbında ve (El-Hadâik-ul-verdiyye) kitâbında da,<br />

imâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâl tercemesi yazılıdır. Bu iki kitâbdaki hâl tercemeleri<br />

bir arada olarak, 1396 [m. 1976] senesinde, İstanbulda ofset yolu ile basdırılmışdır.<br />

(Hak Sözün Vesîkaları)nda da çok güzel yazılıdır.<br />

Muhammed bin yâr Muhammed Burhânpûrînin (Atıyyet-ül-vehhâb El-fâsılatü<br />

beynel-hakkı vessavâb firreddi alelmu’terıdı aleşşeyhi Ahmed-el-Fârûkî) kitâbında<br />

kerâmetleri yazılıdır. Bu kitâb, arabî mektûbâtın üçüncü cildi hâşiyesinde<br />

basılmışdır. Muhammed beg 1110 [m. 1698] da vefât etdi.<br />

İmâm-ı Rabbânînin fârisî (Redd-i revâfıd) kitâbı ve türkçe tercemesi ve (İsbâtün-nübüvvet)<br />

ve (Mebde ve me’âd) kitâbı İstanbulda neşr edilmişdir. (Âdâb-ül-<br />

– 1121 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:71


mürîdîn), (Ta’lîkât-ül-avârif), (Tehlîliyye), (Şerh-ı rubâ’ıyyât-i Abd-il-Bâkî),<br />

(Me’ârif-i ledünniyye), (Mükâşefât-i gaybiyye) ve başka eserleri de vardır. (Çehl<br />

hadîs-i mubârek) risâlesi, (Mükâşefât) kitâbının sonunda basılmışdır. 9, 10, 11, 16,<br />

20, 33, 43, 50, 70, 78, 84, 120, 125, 135, 148, 215, 263, 280, 282, 314, 365, 372, 398,<br />

400, 404, 419, 438, 462, 509, 510, 604, 646, 713, 720, 741, 742, 761, 765, 768, 771, 772,<br />

776, 777, 785, 852, 909, 911, 915, 918, 920, 921, 922, 923, 931, 935, 936, 947, 950, 952,<br />

953, 956, 958, 962, 969, 973, 980, 993, 996, 1002, 1048, 1049, 1052, 1053, 1055,<br />

1057, 1060, 1061, 1063, 1064, 1067, 1072, 1073, 1086, 1106, 1108, 1111, 1116, 1129,<br />

1134, 1141, 1142, 1144, 1145, 1146, 1147, 1148, 1149, 1154, 1163, 1165, 1167, 1182,<br />

1195.<br />

490 — İMÂM-ÜL-HAREMEYN: İki dânedir. Biri, hanefî âlimlerinden Ebû<br />

Muzaffer Yûsüf Cürcânîdir. İkincisi, Abdülmelik bin Abdüllah Nîşâpûrî olup, Şâfi’î<br />

hadîs ve fıkh âlimidir. [419] da Nîşâpûrda tevellüd ve 478 [m. 1085] de orada<br />

vefât etdi. Uzun zemân Bağdâdda, Mekkede ve Medînede bulundu. Vezîr Nizâmül-mülk<br />

bunun için Nîşâpûrda medrese yapdı. 465, 633, 747.<br />

491 — ÎSÂ “aleyhisselâm”: İnsan idi. Peygamber idi. Allahü teâlâ, Onu babasız<br />

yaratdı. Annesi hazret-i Meryem, Hunnenin kızı idi. Hunne, Imrânın hem<br />

üvey kızı, hem zevcesi idi. Kudüsün Beyt-i Lahm kasabasında tevellüd etdi. Annesi<br />

yirmi yaşında idi. Rum Kayserinin Şâmda vâlîsi olan Herdüs, babasız doğduğu<br />

için, ikisini öldürmek istedi. Meryemin amcası oğlu Yûsüf Neccar, bunları<br />

Mısra götürdü. Oniki sene sonra, Herdüsün öldüğünü haber alınca, Şâmın Nâsıra<br />

kasabasında cebel-i Halîl köyüne getirdi. Otuz yaşında Peygamber oldu. Otuzüç<br />

yaşında, diri olarak göke kaldırıldığı, bütün islâm kitâblarında yazılıdır. Kendisine<br />

az kimse inandı. Kıyâmet yaklaşınca Şâmda, Ümeyye câmi’i minâresine inecek,<br />

evlenecek, çocukları olacak, hazret-i Mehdî ile buluşacak, kırk sene yaşayıp,<br />

Medînede vefât edip, Hucre-i se’âdete defn edilecekdir. Allahü teâlâ, buna (İncîl)<br />

kitâbını gönderdi. İncîlde Allahü teâlânın bir olduğu, Îsâ aleyhisselâmın, Allahın<br />

kulu ve Peygamberi olduğu, âhır zemânda, Ahmed isminde bir Peygamber<br />

geleceği yazılı idi. Bolüs [Pavlos] isminde bir yehûdî, Îsevî görünüp, Havârîler arasına<br />

karışdı. Îsâ aleyhisselâmdan sonra, ilk işi, hakîkî İncîli yok etmek oldu. Havârîlerden<br />

olan Barnabas, Îsâ aleyhisselâmdan gördüklerini ve işitdiklerini doğru<br />

olarak yazdı ise de, Bolüs bunun yayılmasına mâni’ oldu. Dahâ sonra, bozuk İncîl<br />

kitâbları her yere yayıldı. Kitâbın sonundaki ism cedvelinde Barnabas ismine<br />

bakınız! Şimdi elde bulunan İncîller birbirlerine benzemiyor. Katolikler, ortodokslar<br />

ve protestanlar, hep başka başka İncîller okuyorlar. Birbirlerini beğenmiyorlar.<br />

Îsâ aleyhisselâm kendisine inananlar arasından oniki kişiyi seçdi. Bunlara<br />

(Havârî) denir. Yehûdîlerin çoğu inanmadı. Kendisine ve annesine çok kötü şeyler<br />

söylediler. Îsâ aleyhisselâm göke çıkarıldıkdan kırk sene sonra, Romalılar<br />

Kudüse hücûm etdi. Yehûdîlerin çoğunu öldürdü, bir kısmını da esîr etdiler. Şehri<br />

yağma etdiler. Kitâblarını yakdılar. Yehûdîler, sonra hakîr, zelîl oldular. 22, 36,<br />

38, 42, 43, 49, 57, 62, 63, 106, 256, 327, 334, 355, 356, 358, 369, 370, 371, 372, 379,<br />

388, 389, 411, 482, 484, 485, 486, 488, 490, 501, 545, 564, 570, 695, 740, 761, 770, 775,<br />

783, 788, 919, 920, 1044, 1079, 1080, 1097, 1102, 1108, 1109, 1110, 1128, 1130,<br />

1133, 1134, 1135, 1136, 1151, 1155, 1161, 1189, 1190, 1191, 1192, 1194.<br />

492 — İSHAK “aleyhisselâm”: İbrâhîm aleyhisselâmın ikinci oğludur. İshak, (gülüyor)<br />

demekdir. Annesi Sârânın gençlikde çocuğu olmamışdı. İhtiyârlıkda, çocuğu<br />

olacağı, Allah tarafından müjdelenince, şaşırıp güldüğü için oğluna bu ism verilmişdi.<br />

Bunun da, İys ve Ya’kûb adında iki oğlu oldu. 389, 740, 1118, 1190.<br />

493 — İSHAK BİN RÂHEVEYH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hanefî âlimlerindendir.<br />

[161] de tevellüd, 233 [m. 848] senesinde vefât etdi. 211.<br />

494 — İSHAK EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Tokatlıdır. Şeyh-ul-islâm<br />

Mustafâ Sabri efendinin amca zâdesidir. Onun gibi Kayseri medresesinde Divrik-<br />

– 1122 –


li hâcı Emîn efendiden ders okumuşdur. Hurûfîlerin iç yüzünü bildiren türkçe (Kâşif-ül-esrâr)<br />

kitâbı ve yetmişiki fırak-ı dâlleyi açıklıyan kitâbı meşhûrdur. 499, 501.<br />

495 — İSHAK EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Harputludur. 1309 [m. 1891]<br />

de vefât etdi. Hıristiyanlara cevâb olarak, (Dıyâ-ül-kulûb) ve (Şems-ül-hakîka) kitâblarını<br />

yazmışdır. Birincisi türkce olup, (Cevâb veremedi) ismi ile, ingilizceye terceme<br />

edilmiş, her iki dilde, Hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır.<br />

496 — İSKENDER: Üç İskender vardır: 1- Makedonya kralı Filipin oğludur. Mîlâddan<br />

[356] sene önce tevellüd, [323] sene önce otuzüç yaşında vefât etdi. Onüç<br />

yaşında Aristonun terbiyesine bırakıldı. Yirmi yaşında hükümdâr oldu. Yunanistânı,<br />

Îrân ve Anadoluyu aldı. Ayaş yanında Dârâyı esîr aldı. Sûriye ve Mısrı aldı.<br />

İskenderiye şehrini yapdı. Erbilde Dârâyı ikinci def’a bozguna uğratdı. Dârâ kaçarken<br />

öldü. Horâsân, Hirât ve Belhi de aldı. Bu zaferleri, ahlâkını bozdu. Zulme<br />

başladı. İşret ve sefâhetle öldü. 2- İkinci İskender, çok eski Yemen hükümdârı olup,<br />

birinci İskenderden ikibin sene önce idi. Çine kadar gitmişdi. Adı Münzir idi. 3-<br />

Üçüncü İskender, Kur’ân-ı kerîmde Zülkarneyn adı ile bildirilen, mubârek bir zâtdır.<br />

Peygamber veyâ Evliyâdandır. Doğuya ve batıya gitdiği için Zülkarneyn denildi.<br />

Yâfes soyundan idi. Hızır “aleyhisselâm” bunun kumandanlarından idi ve teyzesinin<br />

oğlu idi. Birinci ve ikinci İskenderlerden önce idi. Hazret-i İbrâhîm ile görüşdü.<br />

Düâsını aldı. Avrupa ve Asya kıt’alarının bir kısmına mâlik oldu. Asyanın<br />

şark şimâlindeki, ya’nî kuzey doğusundaki mü’min türklerin ricâsı üzerine Ye’cûc<br />

ve Me’cûc kavminden korunmak için büyük dıvar yapdı. Bu sed, iki dağ arasında,<br />

altı kilometre uzunluğunda, yirmibeş metre genişlik ve yüz metre yükseklikde idi.<br />

Taş ve demirden yapıldı. Bugün, bilinen Çin seddi başkadır. Ye’cûc ve Me’cûc sed<br />

arkasında kaldı. Sedden dışarı kalanlar, türklerdir. Târîhler, hattâ ba’zı tefsîrler,<br />

bu üç İskenderi birbiri ile karışdırmakdadır. 62, 740, 1078.<br />

497 — İSMÂ’ÎL “aleyhisselâm”: İbrâhîm aleyhisselâmın büyük oğludur. Annesi,<br />

Fir’avnın hediyye etmiş olduğu Hâcer adındaki câriyedir. Hâceri oğlu ile Kudüsden<br />

Mekkeye götürdü. Kendi geri döndü. Annesi su ararken, yatan çocuğu tepindi.<br />

Ayaklarının vurduğu, yâhud Cebrâîl aleyhisselâmın vurduğu yerden Zemzem<br />

suyu çıkdı. Konuşmağa başlayınca, bunu kesmesi için İbrâhîm aleyhisselâma<br />

emr verildi. Bıçak buğazını kesmedi. Üzülüp taşa vurdu. Taşı kesdi. Sonra gökden<br />

gönderilen koçu kurban etdi. Büyüdükde babası ile birlikde Kâ’benin yerini bulup,<br />

temelinden yapdılar. Sonra, Mekkeye Yemenden Cürhüm kabîlesi gelip yerleşdi.<br />

Bunlardan kız aldı. Bunlara Peygamber oldu. Bunun dîni, islâmiyyete kadar<br />

doğru olarak, devâm etdi. Muhammed aleyhisselâmın bütün dedeleri, bunun soyundan<br />

ve bunun dîninden idi. İsmâ’îl aleyhisselâmın ve vâlidesi hazret-i Hâcerin,<br />

Kâ’be-i muazzama şimâl dıvarı önündeki Hatîm denilen yerde medfûn oldukları,<br />

(Dürr-ül-muhtâr)da yazılıdır. 241, 386, 387, 389, 390, 391, 492, 740, 1068, 1070, 1118,<br />

1128, 1129.<br />

498 — İSMÂ’ÎL AĞA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Üçüncü Ahmed hân zemânında,<br />

ellialtıncı Şeyh-ul-islâm idi. Alâiyyelidir. Binyüzotuzaltıda [1136], Fâtih Çarşambasında<br />

(İsmâ’îl ağa câmi’i)ni yapdırmışdır. Binyüzotuzyedide 1137 [m. 1724]<br />

de vefât etmişdir. Câmi’in yanındadır. İsmâ’îl ağa mescidi, iki kat olup, eni, boyu<br />

ve yüksekliği Kâ’benin eni, boyu ve yüksekliği kadardır.<br />

499 — İSMÂ’ÎL BİN ABDÜLGANÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Nablüslüdür.<br />

Önce Şâfi’î idi. Sonra Hanefî oldu. 1062 [m. 1652] de vefât etdi. Hanefîde oniki cild<br />

(Dürer şerhi) ve Şâfi’îde, İbni Hacerin (Tuhfe)sine hâşiyesi vardır. 629, 1061.<br />

500 — İSMÂ’ÎL HAKKI “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sôfiyye-i aliyyeden, Celvetî<br />

meşâyıhındandır. 1063 [m. 1652] de Aydosda tevellüd edip, Üsküdarda Atpazarında<br />

Osmân efendiden hilâfet aldı. 1137 [m. 1725] de Bursada vefât etdi. Çok<br />

kitâb yazdı. (Kenz-i mahfî)si meşhûrdur. Tütün içmeğe önceleri harâm diyordu.<br />

– 1123 –


Sonra, mubâh dedi. (Rûh-ul-beyân) tefsîri on cild olup, Beyrutda ve İstanbulda 1389<br />

da basdırılmışdır. Üsküdârdaki Ahmediyye câmi’inde Cum’a vâ’ızı idi. Bu câmi’i<br />

[1134] de tersâne emîni Ahmed ağa yapdırmışdır. 433, 500, 501, 632, 1075, 1155.<br />

501 — İSMÂ’ÎL İSFEHÂNÎ: İsmâ’îl bin Muhammed Kavvâmüssünne, hadîs âlimidir.<br />

[459] da tevellüd, 535 [m. 1141] senesinde vefât etdi. Çok kitâb yazdı. 419.<br />

502 — İSMÂ’ÎL MER’AŞÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Fıkh âlimlerindendir. Tütün<br />

içmek harâm değildir derdi. 639.<br />

503 — İSMÂ’ÎL NABLÜSÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Dörtyüzdoksandokuzuncu<br />

[499] sırada İsmâ’îl bin Abdülganî ismine bakınız! 629.<br />

504 — İSMÂ’ÎL PÂŞA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Bağdâdlıdır. Jandarma genel<br />

kumandanlığı ikinci şu’be müdîrliğinden emekli iken 1339 [m. 1921] da vefât<br />

etdi. (Keşf-üz-zünûn) kitâbına iki zeyl [ek] yapmış, ayrıca iki cild (Esmâ-ül-müellifîn)<br />

kitâbını yazmışdır. Hepsi arabîdir. 1941-1955 de İstanbulda basılmışdırlar.<br />

Bunlar için otuz seneden fazla çalışmışdır. 22.<br />

505 — İSMÂ’ÎL RÛMÎ: 576. cı sırada Mahmûd Hân-II ismine bakınız!<br />

506 — İSMÂ’ÎL SİVÂSÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şeyh Şemseddîn-i Sivâsînin<br />

kardeşinin torunudur. 1048 [m. 1639] senesinde vefât etdi. 365.<br />

507 — İŞBÎLÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Abdülhak, Endülüsde Mâlikî âlimlerindendir.<br />

[510] da tevellüd, 582 [m. 1187] senesinde vefât etdi. 1015.<br />

508 — İTKANÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Lutfullah bin Emîr Ömer, Hanefî<br />

fıkh âlimlerindendir. [685] de tevellüd, 758 [m. 1356] de Mısrda Kâhirede vefât etdi.<br />

(Gâyet-ül-beyân) adındaki (Hidâye) şerhı meşhûrdur. 144.<br />

509 — ITRÎ: Mustafâ Itrî efendi, sultân üçüncü Muhammed hân zemânında bulunan<br />

mûsikî meraklısı idi. Tekbîri segâh makâmına besteledi. 1039 [m. 1630] senesinde<br />

vefât etdi. Edirnekapıda Eyyûb sultâna inen yolun sağındadır. 733.<br />

510 — KÂ’B “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Resûlullahın sekizinci babasıdır. Lüvey’in<br />

oğlu ve Gâlibin torunudur. İlk olarak Cum’a günleri Kureyşlileri toplayıp<br />

hutbe okuyan budur. Kendi soyundan Peygamber geleceğini söyler, ona yetişeceklerin<br />

îmân etmelerini emr ederdi. Söylediği şi’r ve sözleri meşhûrdur. 390, 1129,<br />

1151.<br />

511 — KÂ’B “radıyallahü anh”: Eshâb-ı kirâmdandır. 641.<br />

512 — KA’B-ÜL-AHBÂR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Tâbi’îndendir. Yemen<br />

yehûdîsi iken îmâna geldi. Tevrât âlimi idi. 32 [m. 652] senesinde Humusda vefât<br />

etdi. 699.<br />

513 — KÂDÎ ADÛD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Abdürrahmân bin Ahmed<br />

Adûd-üd-dîn-i Îcî [700] senesinde Şîrâzda Îc kasabasında tevellüd, Fâris vilâyetinde<br />

kâdî [hâkim] oldu. 756 [m. 1354] da vefât etdi. (Mevâkıf) kitâbını seyyid Şerîf-i<br />

Cürcânî şerh etdi. Hasen Çelebî, Kara Kemâl ve Celâleddîn-i Devânî ve Abdülhakîm-i<br />

Siyalkûtî birer hâşiye yapdı. Kendi (Mevâkıf)ını kendisi kısaltarak, (Cevâhir)<br />

adını vermişdir. Şemseddîn-i Fenârî, (Cevâhir)i şerh etdi. 1048.<br />

514 — KÂDÎ BEDRÜDDÎN MUHAMMED: Kâdî Bedrüddîn Muhammed bin<br />

Abdüllah-i Şeblî, Trablusda ve Şâmda Hanefî kâdîsı idi. Yediyüzaltmışdokuz 769<br />

[m. 1367] da vefât etdi. (Akâm-ül-mercân) ve başka kitâbları vardır. 741.<br />

515 — KÂDÎ HÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hasen bin Mensûr Fergânî, 592<br />

[m. 1196] de vefât etdi. Şerhleri ve (Hâniyye) isminde bir fetvâ kitâbı meşhûrdur.<br />

Hanefî fıkh âlimidir. Fetâvâsı çok kıymetli olup, (Fetâvâyı Hâniyye) ve (Mecmû’ayı<br />

Hâniyye) de denir. 1310 hicrî senesinde Mısrda basılan (Fetâvâ-yı Hindiyye)nin<br />

kenârında basılmışdır. 1393 [m. 1973] de ofset tarîkı ile yeniden basılmışdır.<br />

133, 247, 282, 444, 768, 1028, 1032.<br />

– 1124 –


516 — KÂDÎ IYÂD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Mûsâdır. Mâlikîdir. Hadîs<br />

âlimidir. [476] da tevellüd, 544 [m. 1150] de Merrâküşde vefât etdi. Çok kitâb<br />

yazdı. (Meşârik-ul-envâr) adındaki hadîs kitâbı ile (Şifâ) kitâbı pek kıymetlidir.<br />

Çeşidli şerhleri yapılmışdır. 262, 458.<br />

517 — KÂDÎ-ZÂDE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed Emîn bin Abdüllah,<br />

[1133] de tevellüd, 1197 [m. 1783] senesinde vefât etdi. (Birgivî vasıyyetnâmesi)ni<br />

şerh etdi. (Âmentü şerhı) olan (Ferâid) kitâbını yazdı. İkisi de çok kıymetlidir. 108,<br />

110, 140, 164, 395, 431, 434, 435, 462, 613, 740, 743, 908, 1007, 1019, 1020, 1023, 1044,<br />

1170.<br />

518 — KÂDÎ-ZÂDE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şemseddîn Ahmed bin Mahmûd<br />

efendi, Osmânlı şeyh-ul-islâmlarının onaltıncısıdır. Dokuzyüzonsekizde tevellüd,<br />

dokuzyüzseksensekiz 988 [m. 1580] senesinde vefât etdi. Kabri küçük Karamandadır.<br />

Çivi-zâdeden ve Ebüssü’ûd efendiden okudu. (Hidâye) şerhı olan<br />

(Feth-ul-kadîr)e tekmilesi, (Miftâh) ve (Tecrîd) şerhlerine hâşiyeleri çok kıymetlidir.<br />

(Feth-ul-kadîr), (Vekâlet) bahsine kadar olup, sonra (Tekmile) başlamakdadır.<br />

İkisi birlikde sekiz cild hâlinde 1318 de Mısrda basılmış ve 1388 [m. 1968]<br />

de Beyrutda foto-kopisi yapılmışdır. Kenârına da, (İnâye) kitâbı ve Sa’dî Çelebînin<br />

buna yapdığı hâşiye basılmışdır. 858, 1114.<br />

519 — KÂDÎ-ZÂDE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed Ârif efendi,<br />

1173 [m. 1759] senesinde vefât etdi.<br />

520 — KARABAŞ EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Karabaş Tecvîd kitâbının<br />

sâhibi olarak üç kişi vardır. Bunlardan birincisi, Kastamonili şeyh Şa’bân-ı<br />

Velî silsilesinden Alî efendidir. Bindoksanyedi 1097 [m. 1685] senesinde vefât etmişdir.<br />

İkincisi, Ahmed efendi, Eyyûbde Şâh sultân türbesinin Eyyûb tarafında,<br />

Defterdâr caddesi üzerindeki türbesindedir. Başvekîl Adnan Menderes, Câmi’leri<br />

ve türbeleri ta’mîr ederken, bunu da yenilemişdir. Üçüncüsü, Abdürrahmân Karabaş<br />

efendidir. Karagümrükde Karabaş mescidini yapdırdı. Dokuzyüzkırk 940 [m.<br />

1534] senesinde vefât etdi. Mihrâbı önündeki türbesindedir. Bu mescid yanında,<br />

Öküz Mehmed pâşa câmi’i vardı. Câmi’ yapılırken, taş taşıyan arabanın öküzü sakatlanınca,<br />

pâşa yerine girip arabayı çekdiği için, bu ismle şeref duymuşdur. Birinci<br />

Ahmed hânın Sadr-ı a’zamı idi. 1029 [m. 1620] da Halebde vefât etdi. 1156.<br />

521 — KARÂFÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şihâb-üddîn Ahmed bin İdrîs Karâfî,<br />

Mâlikî fıkh âlimidir. [626] da tevellüd ve 684 [m. 1285] de Mısrda vefât etdi.<br />

Çok kitâb yazdı. 632.<br />

522 — KARAMÂNÎ KEMÂLEDDÎN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İsmâ’îl Kemâleddîn,<br />

Hanefî âlimlerindendir. 920 [m. 1514] de vefât etdi. (Şerh-i mevâkıf)a<br />

ve (Vikâye)ye hâşiyesi ve (Beydâvî tefsîri)ne ve (Keşşâf)a şerhleri meşhûrdur.<br />

523 — KARLAYL [Carlyle]: İngiliz müsteşriklerindendir. Aleksi Karlayl 1176<br />

[m. 1762] da tevellüd, 1220 [m. 1805] de vefât etdi. Arabîyi Bağdâdda öğrendi.<br />

Kembric üniversitesinde arabî profesörü idi.<br />

524 — KARLAYL [Carlyle]: İngiliz yazarlarındandır. Thomas Karlayl 1210 [m.<br />

1795] da tevellüd, 1298 [m. 1881] de vefât etdi. Fransız ihtilâlini, büyük Friedrich<br />

târîhini yazdı. (Kahramânlar ve kahramânlara saygı) kitâbında, Muhammed aleyhisselâmın<br />

üstünlüğünü, başarılarını uzun yazmakda ve çok övmekdedir.<br />

525 — KARL MARX: Sosyalizm rejimini ortaya çıkartan bir Alman yehûdîsidir.<br />

1233 [m. 1818] de tevellüd etdi. 1300 [m. 1883] de öldü. Sosyalizm, bir iktisâdî<br />

metod diyerek kuruldu. Tatbîkâtde tiranlığa, diktatörlüğe döndü. Komünistliğe<br />

yol açdı. Sosyalizm, işçinin, çiftçinin doymasını sağlamadı. Şarlatanların, nutk<br />

çekenlerin, akademik aydınların yüksek mevkı’, bol ma’âş almalarına yaradı.<br />

Bunlar da dizgini ellerinden kaçırmamak için, dîne, islâmiyyete, âileye, cem’ıyyetlerin<br />

cânlı kaynaklarına saldırdılar. İnsan haklarını yok etmek için çalışdılar. İlk<br />

– 1125 –


sosyalist devlet olan Rusyada, kendi milletini ve bütün dünyâyı aldatmak ve korkutmak<br />

için, ağır sanâyı’, aya gitmek gibi ilerlemeler gösterilmekdedir. Fekat, iktisâdın<br />

asl gâyesi olan (sosyal refâh) elde edilememişdir. Sovyet rejimi, fezâya insan<br />

yollıyabilmek için, halkın günlük çorbasını azaltdı. Millete leş yidirdi. Doymıyan<br />

halk, Gagarin ve Sputnikden önce, ne yiyeceğini, ne cezâya çarpdırılacağını<br />

düşündü. Ferdin her hakkını elinden alarak, herşeyi devlet kapitalizminin eline vermeği<br />

istiyen Marx usûlü, Rusyada da, liberalizmden alınan çârelerle değişdirildi.<br />

Sovyet idârecileri, Marksist iktisâdî gidişe (geri dön) emrini vermek zorunda kaldılar.<br />

Birçok fabrikalar, liberal nizâmda olduğu gibi, kâr esâsına göre çalışmağa başladı.<br />

[m. 1917] den beri Moskova meydânlarında Marksın, Engelsin ve Leninin dev<br />

gibi heykellerinde putlaşan komünizm, silinmekde, yerini ilâhî hak dînin gösterdiği<br />

ticâret ahkâmına yakın olan liberalizme bırakmakdadır. Hak gelmekde, bâtıl<br />

uzaklaşmakdadır. 523, 524, 526, 792, 1098, 1126, 1130.<br />

526 — KÂRÛN: Mûsâ aleyhisselâmın ümmetinden ve akrabâsından idi. Ondan<br />

kimyâ öğrenerek, çok mal mülk sâhibi oldu. (Tevrât)ı pek iyi okurdu. Fakîr iken<br />

iyi huylu idi. Zengin olunca kibrli oldu. Emr olunan zekâtı vermedi. Mûsâ benimle<br />

zinâ etdi demesi için bir kadına iki kese altın verdi. Kadın, herkesin arasında,<br />

Allahdan korkarak doğruyu söyledi. Kârûn, bütün malı ile yere batdı. 64.<br />

527 — KÂSIM “radıyallahü anh”: Resûlullahın üç oğlundan birincisidir. Bunun<br />

için, Resûlullaha (Ebül-Kâsım) denildi. Nübüvvetden önce Mekkede dünyâya<br />

geldi. Annesi, Hadîcet-ül-kübrâdır. Onyedi aylık iken vefât etdi. 1139.<br />

528 — KÂSIM BİN MUHAMMED “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Bekr-i Sıddîkın<br />

torunudur. (Reşehât)da diyor ki, (Îrândaki Sâsânî devletinin yirmidokuz hükümdârından<br />

sonuncusu, üçüncü Yezdecerdin orduları Kadsiye ve Nehâvendde<br />

mağlûb olunca, halîfe Ömer “radıyallahü teâlâ anh” esîrler arasında bulunan şâhın<br />

üç kızını, Hüseyn bin Alîye, Muhammed bin Ebû Bekre ve oğlu Abdüllaha verdi.<br />

Bu üç câriyeden, Zeynel’âbidîn, Kâsım ve Sâlim tevellüd etdi.) Buradan, Kâsımın<br />

19. cu senede tevellüd etdiği anlaşılmakdadır. Tâbi’înin büyüklerinden,<br />

Medîne-i münevveredeki yedi âlimdendir. Selmân-ı Fârisînin teveccühleri ile kemâle<br />

geldi. 106 [m. 725] senesinde Mekke ile Medîne arasında Kudeyd denilen yerde<br />

vefât etdi. İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretleri, bunun sohbetinden feyz aldı. 66, 969.<br />

529 — KÂSIM PÂŞA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kânûnî sultân Süleymân hânın<br />

serâyında terbiye olup, dokuzyüzyirmidokuz 929 [m. 1523]da Mısr vâlîsi olmuşdur.<br />

(Güzelce Kâsım Pâşa) câmi’ini yapdırmış, bunun için Halicin bu tarafına Kâsımpâşa<br />

adı verilmişdir. Üçüncü Ahmed hân zemânında ta’mîr edildi.<br />

530 — KASTALÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâm-ı Ahmed bin Muhammed<br />

Şihâbüddîn, Şâfi’î âlimlerindendir. 821 [m. 1418] de tevellüd, 923 [m. 1517]<br />

de Mısrda vefât etdi. Çok kitâb yazdı. (Mevâhib-i ledünniyye)si türkçeye terceme<br />

edilmiş [1313] ve 1392 [m. 1972] senelerinde İstanbulda basılmışdır. 374, 458,<br />

1195.<br />

531 — KÂŞÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Bekr bin Mes’ûd Alâüddîn-i<br />

Şâşî, Türkistânda Kâşânda tevellüd, 587 [m. 1191] senesinde Halebde vefât etdi. Hocası<br />

Alâüddîn Muhammed bin Ahmed Semerkandînin, (Tuhfe-tül-fükahâ) fıkh kitâbını<br />

şerh ederek (Bedâyı-us-sanâyı’ fî-tertîb-iş-şerâyı’) adını vermişdir. Bu kitâbı<br />

1328 [m. 1910] senesinde Mısrda basılmışdır. Üç cilddir. Semerkandîye dâmâd<br />

olmuşdur. 855.<br />

532 — KÂTİB ÇELEBÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Mustafâ bin Abdüllah, büyük<br />

târîhcidir. Hâcı halîfe ismi ile meşhûrdur. 1017 [m. 1608] de İstanbulda tevellüd,<br />

1067 [m. 1656] de vefât etdi. Kabri, Vefâdan Unkapanındaki Mahmûdiyye Köprüsüne<br />

inen büyük caddenin sağ kenârındadır. Târîh kitâbları ve (Keşf-üz-zünûn)u<br />

çok kıymetlidir. (Keşf-üz-zünûn)da onbine yakın islâm kitâbını ve yazarla-<br />

– 1126 –


ını tanıtmakdadır. Mısrda, İstanbulda ve Almanyada basıldı. Lâtinceye de terceme<br />

ve tab’ edildi. Arabîsi Beyrutda (Mekteb-üt-ticârî)de satılmakdadır. 22.<br />

533 — KEFEVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hüseyn bin Rüstem, Mekkede<br />

Hanefî kâdîsı idi. 1010 [m. 1601] da vefât etdi. 741.<br />

534 — KEHVÂKÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed Kehvâkî fıkh âlimlerinden<br />

idi. Tütün günâh değil buyurdu. 639.<br />

535 — KELEBÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebün-Nasr Muhammed bin Sâib,<br />

Tâbi’îndendir. 146 [m. 764] da Kûfede vefât etdi. Abdüllah bin Sebe’ ile çok sohbet<br />

etdiğinden, tefsîri sağlam sayılmaz. Oğlu Hişâm ibnül-Kelbî şî’î idi. 391, 537,<br />

1165.<br />

536 — KEMÂLEDDÎN MUHAMMED “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Taşköprü<br />

zâde Muhammed bin Ahmed Usâm-üd-dîn, [959] da tevellüd, 1032 [m. 1623] de<br />

İstanbulda vefât etdi. (Mevdû’ât-ül-ulûm) tercemesi meşhûrdur. 22, 1182.<br />

537 — KERDERÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İbn-ül-Bezzâz Muhammed bin<br />

Muhammed Kerderî, hanefî fıkh âlimidir. (Müncid) lügat kitâbında Bizzâz denilmekdedir.<br />

Bursada molla Fenârî ile çok sohbet etdi. 827 [m. 1424] de vefât etdi.<br />

(Bezzâziyye) fetvâsı (Fetâvâ-yı Hindiyye) ile bir arada 1310 da ve 1393 [m. 1973]<br />

de Mısrda basılmışdır. (Menâkıb-i imâm-ı Ebî Hanîfe)si meşhûrdur. 309, 1009.<br />

538 — KERHÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ubeydüllah bin Hüseyn Ebül-Hasen,<br />

Hanefî fıkh âlimlerindendir. [260] da tevellüd, 340 [m. 952] senesinde Bağdâdda<br />

vefât etdi. (Câmi’us-sagîr), (Câmi’ul-kebîr) ve (Muhtasar) kitâbları çok kıymetlidir.<br />

(Muhtasar)ı Kudûrî şerh etmişdir. 97, 444, 611.<br />

539 — KİLÂB “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İsmi Hakîmdir. Resûlullahın altıncı<br />

babasıdır. Mürrenin oğludur. 390, 1129.<br />

540 — KİLÂ’Î “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Süleymân bin Mûsâ, Mâlikî hadîs âlimidir.<br />

567 [m. 1172] de Gırnatada tevellüd, 634 [m. 1237] de cihâd ederken şehîd<br />

oldu. İmâm ve kâdî idi. Çok kitâb yazdı. (Misbâh-uz-zulâm fil-müstegîsîn bi-hayril-enâm)<br />

kitâbını okuyan, İbni Teymiyyenin bozuk ve sapık düşüncelere aldanarak<br />

doğru yoldan ayrıldığını iyi anlar. 458.<br />

541 — KILINC ALÎ PÂŞA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Üçüncü Murâd hân ve<br />

babası zemânlarında kaptan-ı deryâ idi. Dokuzyüzseksensekiz 988 [m. 1580] de Tophânede<br />

kendi adına câmi’ yapdı. 995 de vefât etdi. Câmi’i yanındadır. Birinci<br />

Mahmûd hân bu câmi’ yanında 1145 [m. 1732] de güzel bir çeşme yapdı.<br />

542 — KİRMÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Rükn-üd-dîn Ebû Bekr Muhammed<br />

bin Abdürreşîd, Hanefî fıkh âlimidir. İshak-ı Kirmânî soyundan olup, Abdürrahmân-ı<br />

Kirmânînin talebesidir. Beşyüzaltmışbeş 565 [m. 1169] senesinde<br />

vefât etdi. (Cevâhir-ül-fetâvâ)sı meşhûrdur. 457.<br />

543 — KİSÂÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Alî bin Hamza, kurrâ-i seb’a ya’nî yedi<br />

meşhûr hâfızdan biridir. Hârûn Reşîd ile Rey şehrinde iken 189 [m. 805] senesinde<br />

vefât etdi. Nahv ve lügat âlimi idi. 418.<br />

544 — KLAUDİUS: İkinci Klaudius Roma imperatörlerindendir. Mîlâdın<br />

[215] senesinde tevellüd, [m. 271] de vefât etdi. 1192.<br />

545 — KOPERNİK: Polonyalı astronomi âlimidir. 877 [m. 1473] de Prusyada<br />

tevellüd, 949 [m. 1543] da vefât etdi. Fraynburg şehrinde papas idi. Dünyânın ve<br />

diğer seyyârelerin güneş etrafında döndüğünü islâm kitâblarından okuyarak, isbât<br />

etdiğinden, buna Kopernik Usûlü dediler. Beğenilmez diyerek, bunu çok zemân<br />

açıklıyamamışdır. Ömrünün sonlarında yazdı. 27, 1048.<br />

546 — KOSTANTİN: Avrupalılar buna Constantine derler. İstanbuldaki Roma<br />

imperatörlerinin birincisidir. Mîlâdın [274]. cü senesinde Sırbistânda Niş şehrin-<br />

– 1127 –


de tevellüd etdi. m.306 da imperatör oldu. m.337 de vefât etdi. Yerine üç oğlundan<br />

ikincisi olan Kostans bizans imperatörü oldu ve m.361 de öldü. Ayasofya cami’ini<br />

360 da bunun yapdırdığı söylenilmekde ise de bu, babasının yapdığını tevsi’<br />

etmişdir. Büyük Kostantin Galyayı, ya’nî Fransayı, İngiltereyi, İtalyayı, Afrikanın<br />

şimâlini, Yunânistânı aldı. Bayrağına haç resmi koydu. m.325 de İznikde üçyüzonsekiz<br />

papas toplayıp, yeni İncîl yazdırdı. Îsâ aleyhisselâmın dînine sonradan<br />

karışdırılmış olan, Eflâtunun ortaya çıkarmış olduğu teslîs [Trinite] inancını bu yeni<br />

İncîle de koydurdu. Bu dinde teslîs bulunmadığını, Allahın bir olduğunu söyliyen<br />

Aryüsü aforoz etdirdi. Doğru olan Barnabas İncîlini yasak etdi. Noel gecesini<br />

bayram i’lân etdi. m.330 da Bizans kasabasını büyültüp, Kostantîniyye ismini<br />

verdi. Sonradan İstanbul, İstambol, İslâmbol, Derseâdet ismleri de verilmişdir.<br />

İstanbul şehrini (Sûr) denilen büyük bir dıvar ile çevirdi. Sonra gelen kayserler tarafından<br />

ta’mîr edilmişdir. Kara tarafında yedi, deniz tarafında dokuz kapusu<br />

vardır. Yedi Kule zındanları, sur ile birlikde yapılmışdır. Asrlar boyunca, binlerce<br />

hıristiyana, zulm, işkence yapılmış olan bu zındanlar, Fâtih tarafından kapatıldı.<br />

Hiçbir pâdişâh zemânında kullanılmadı. Osmânlı sultânlarının onaltıncısı olan<br />

ikinci Osmân bin birinci Ahmed hân, onsekiz yaşında iken, 1031 [m. 1622] senesinde<br />

bu zındanda şehîd edilmişdir. Şehîd eden sadr-ı a’zam Bosnalı Dâvüd pâşa<br />

da, bir sene sonra bu zındanda katl edilip, Akserâydaki Murâd pâşa câmi’ine<br />

defn edilmişdir. 42, 43, 53, 535, 1043, 1074, 1078, 1080, 1099, 1138, 1176.<br />

547 — KUDÛRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebül-Hüseyn Ahmed bin Muhammed<br />

Bağdâdî, hanefî fıkh âlimlerindendir. 362 [m. 973] de tevellüd, 428 [m. 1037]<br />

de Bağdâdda vefât etdi. (Muhtasar) kitâbı meşhûrdur. Şerhleri ve türkçesi vardır.<br />

1127.<br />

548 — KUDSÎ: Altıyüzonyedinci [617] sırada Molla Kudsî ismine bakınız!<br />

549 — KUHİSTÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şemseddîn Muhammed bin Hüsâmeddîn,<br />

Hanefî fıkh âlimi ve Buhârâ müftîsi idi. 962 [m. 1555] de Buhârâda vefât<br />

etdi. (Câmi’ur-rumûz) adındaki (Nikâye) şerhi ve (Câmi’ul-mebânî) adındaki<br />

fârisî (Fıkh-ı Gîdânî) şerhı meşhûrdur. 731, 1024, 1084.<br />

550 — KUREYŞ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kureyş, Resûlullahın onbirinci babası<br />

olan Fihrin ismidir. Nûh aleyhisselâmdan sonra Arabistân yarım adasında yerleşenlere<br />

(Arab-ı bâide) denir. Âd, Semûd ve Amâlika bunlardandır. Hûd aleyhisselâm<br />

Âd kavmine, Sâlih aleyhisselâm Semûd kavmine gelmişlerdir. Hepsi<br />

(Sâm) soyundandır. Bunlardan sonra, gelip Yemene yerleşen (Kahtân) evlâdlarına<br />

(Arab-ı âribe) denir. Bunlar Yemende (Himyer) devletini kurdu. Bu devlet<br />

çökünce, önce Habeşliler, sonra Îrânlılar Yemene vâlî ta’yîn etdiler. Etrâfa dağılan<br />

Himyerîlerden Medînede (Evs) ve (Hazrec) kabîleleri meydâna geldi. Şâm tarafına<br />

gelenler, (Gassân) devletini kurup hıristiyan oldular. Irâka gelenler (Hîre)<br />

devletini kurdu. İsmâ’îl aleyhisselâmın oniki evlâdının (Arab-ı âribe) ile karışmasından<br />

(Arab-ı müsta’ribe) meydâna geldi. Arablar, islâmiyyetden sonra yabancılarla<br />

karışdı. Lisânları değişerek (arab-ı müsta’cime) meydâna geldi.<br />

Arab-ı müsta’ribeden (Benî Adnân) ve bunlar arasında da (Mudar) ve (Rebîa)<br />

kabîleleri meşhûr oldu. (Benî Mudar)dan (Kenâne), (Kureyş), (Hevâzîn), (Sakîf),<br />

(Temîm) ve (Müzeyne) kabîleleri meydâna geldi. Bunlardan (Kureyş) Mekkede<br />

yerleşmekle ayrıca şeref kazandı. Kabîle reîsleri, mühim işlerde anlaşmak için, Mekkede<br />

(Dâr-ün-nedve) denilen yerde toplanıp meşveret ederlerdi.<br />

Kureyş kabîlesi de, (Hâşimî), (Emevî), (Nevfel), (Abdüddâr), (Esed), (Teym),<br />

(Mahzûm), (Adîy), (Cumah) ve (Sehm) adında on kola ayrılmışdı. Zemzem dağıtmak<br />

ve Kâ’beyi ta’mîr ve tezyîn, Hâşimîlere, Kâ’be kapısını açmak, Abdüddâr oğullarına,<br />

Ukâh denilen Kureyş sancağını taşımak Emevîlere, hac zemânı ziyâfet<br />

vermek Nevfel oğullarına, Dârünnedve reîsliği Benî Esede, mahkeme hâkimliği<br />

– 1128 –


Teym oğullarına, asker toplamak Benî-Mahzûma, başka kabîlelerle görüşmek, anlaşmak<br />

Adîy kabîlesine, (Ezlâm) denilen kur’a ve fal işleri Cumah kabîlesine, putlara<br />

adak yapmak da Benî-Sehme mahsûs vazîfeler idi. Kureyşden Abbâs, Teymden<br />

Ebû Bekr, Adîyden Ömer-ül-Fârûk, Mahzûmdan Hâlid bin Velîd, Umeyyeden<br />

Ebû Süfyân bu vazîfeleri yapıyorlardı. Teym, Mürrenin oğlu olup, hazret-i Ebû<br />

Bekrin ceddidir. Adî, Kâ’b bin Lüvey oğlu olup, hazret-i Ömerin ceddidir. (Mahzûm)<br />

kabîlesi, Mürrenin oğlu (Yakaza)dan meydâna gelmişdir. 386, 1068, 1101.<br />

551 — KURTUBÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Abdüllah Muhammed bin Ahmed,<br />

Endülüs âlimlerinin büyüklerindendir. Ensâr-ı kirâm sülâlesindendir. 671 [m.<br />

1272] de vefât etdi. Mâlikî mezhebi âlimlerindendir. (Câmi’ul-ahkâm) adındaki tefsîri<br />

ve birçok kıymetli eserleri vardır. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, bunun (Tezkire) kitâbını<br />

ihtisar etmiş, (Muhtasar) ismini vermişdir. 1302 [m. 1884] de Mısrda ve (Hakîkat<br />

Kitâbevi) tarafından 1421 [m. 2000] de İstanbulda basılmışdır. Ebül-Abbâs Ahmed Kurtubî,<br />

(Müslim) şârihi olup, 656 [m. 1258] da vefât etmişdir. 80, 388, 740, 775.<br />

552 — KUS BİN SA’ÎDE: İslâmiyyetden evvel Arabistânda bulunan hatîblerdendir.<br />

Allahın bir olduğuna inanır. Herkesi İsmâ’îl aleyhisselâmın dînine çağırırdı.<br />

Konuşurken kılınca veyâ bastona dayanırdı. 367.<br />

553 — KUSAYY “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kilâbın oğludur. İsmi Mücemmi’dir.<br />

Çünki, dağılmış olan Kureyşlileri toplayıp Mekkede bir kuvvet meydâna<br />

getirdi ve bunun reîsi oldu. Kâ’benin hizmeti, İsmâ’îl oğullarından Cürhüm kabîlesine<br />

ve sonra Huzâ’a kabîlesine geçmişdi. Kusayy, bu şerefli vazîfeyi Huzâ’adan<br />

aldı. (Dâr-ün-nedve) denilen danışma evini kurdu. Kusayyin Zühre ismindeki<br />

kardeşi soyundan Âmine hazretleri oldu. 390, 1068, 1078.<br />

554 — KUŞEYRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebül-Kâsım Abdülkerîm bin<br />

Hevâzın, 376 [m. 986] da tevellüd, 465 [m. 1072] de Nîşâpûrda vefât etdi. Şâfi’î âlimidir.<br />

(Risâle-i Kuşeyrîyye)si 1379 [m. 1959] da Mısrda basılmışdır. 992.<br />

555 — KUTB-I ZEMÂN: Bendegî mahdûm-i cihâniyân seyyid Celâl-i Buhârî,<br />

707 de tevellüd, 785 [m. 1383] de Küceratın Ahmedâbâd şehrinde vefât etdi. Hindistânda<br />

Çeştiyye ve Sühreverdiyye Evliyâsının büyüklerindendir. Şeyh Nasîreddîn-i<br />

Mahmûd Dehlevînin halîfesidir. Bu da, Nizâmüddîn Evliyânın halîfesidir. (Hazâne-i<br />

Celâlî) kitâbı meşhûrdur. İmâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının ellidördüncü<br />

mektûbunda kitâbları tavsiye olunmakdadır. İmâm-ı Rabbânînin altıncı ceddi<br />

imâm-ı Refî’uddînin ve Delhî sultânı Fîrûz şâh Tuglukun mürşidleridir. Hâl tercemesi,<br />

fârisî (Ahbâr-ül-ahyâr)da uzun yazılıdır. Fîrûz şâh ismine bakınız! 1101.<br />

556 — KUTBÜDDÎN-İ İZNÎKÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Muhammed<br />

Rûmî, Hanefî fıkh âlimi ve tesavvuf büyüklerindendir. Tîmûr hân kendisine<br />

çok saygı göstermişdir. Sekizyüzyirmibir 821 [m. 1418] senesinde İznikde vefât<br />

etdi. Türkçe (Râhat-ül-kulûb) kitâbı Ayasofya, (Mukaddime-tüs-salât)ı Nûr-ı<br />

Osmâniyye kütübhânesindedir. Tefsîri ve başka eserleri de vardır. Oğlu Muhammed<br />

İznîkî de derin âlim idi. Çok kitâb yazdı. Sekizyüzseksenbeş 885 [m. 1480]de<br />

Edirnede vefât etdi. Meşhûr (Mürşid-ül-müteehhilîn) kitâbını ve (Mızraklı ilmihâl)<br />

de denilen (Miftâh-ül-Cennet) kitâbını oğlu yazmışdır. 585.<br />

557 — LAKÂNÎ: 227. ci sırada Ebû Bekr bin Alî ismine bakınız! Muhammed<br />

Nâsır Lakânî mâlikî 958 [m. 1551] de vefât etmişdir. 1090.<br />

558 — LAMARCK: Fransız doktorudur. 1157 [m. 1744] de tevellüd, 1244 [m.<br />

1829] de vefât etdi. Cânlıların basîtden mükemmele doğru değişdiğini ilk yazan budur.<br />

540.<br />

559 — LÂMİ’Î: Bursada tevellüd ve 938 de orada vefât etdi. (Şevâhid-ün-nübüvve)<br />

ön sözüne bakınız! 1137.<br />

560 — LAWE: Alman fizikçisidir. 1269 [m. 1852] da tevellüd etdi. Işığın dalga<br />

– 1129 –


oylarının ayrılmasını [tayf] buldu. [m. 1914] de Nobel mükâfatı aldı. 550.<br />

561 — LAVOİSİER: Fransız kimyâgeridir. 1156 [m. 1743] da tevellüd etdi. 1209<br />

[m. 1794] da cumhûriyyetci ihtilâlciler tarafından giyotinle başı kesildi. Kimyâ<br />

reaksiyonlarında, maddenin yok olmadığını ve yaratılmadığını, insanların birşeyi<br />

yok edemiyeceklerini ve yaratıcı olmadıklarını deney ile açıklamışdır. 539, 758,<br />

967.<br />

562 — LEMOİNE ve GERARD: İki Fransız doktorudur. Birlikde (Formulaire<br />

medicales) doktorluk kitâbını yazdılar. 652.<br />

563 — LENİN: Vladimir Lenin, Rusyadaki biricik siyâsî parti olan komünist partisinin<br />

kurucusudur. Karl Marx’ın ortaya koyduğu sosyalist fikrlerin ilk tatbikcisidir.<br />

1286 [m. 1870] da tevellüd, 1342 [m. 1924] de vefât etdi. Rus tatârıdır. [m. 1900]<br />

den beri Rusyada sınıf kavgalarını hâzırladı. [m. 1917] de Alman orduları Rusyaya<br />

girince, Stalin ile birlikde bolşevik ihtilâlini çıkardı. Komünist idâresini kurdu.<br />

Ölünciye kadar kan dökdü. Lenine göre komünizmin başarılı olması için, kullanacağı<br />

birinci vâsıta (yalan) söylemek, aldatmakdır. Ne kadar büyük yalan söylerseniz,<br />

o kadar muvaffak olmuş sayılırsınız demişdir. Çok yalancı ve o kadar da çok<br />

zâlim ve kan kusdurucu idi. Yedi senelik iktidârı içinde, otuzikimilyon insanın cânına<br />

kıydı. 2 Aralık 1917 de, Stalinle birlikde, Rusyadaki müslimânlara (Çarlar ve<br />

zâlimler tarafından dinleri tahkîr edilen müslimânlar! Dîninizin ve kültür müesseselerinizin<br />

serbest olduğunu bildiriyoruz) dedi. Anayasaya da din ve vicdân<br />

hürriyyetini koydu. Hâlbuki, kitâblarında, (Din ile mücâdele edeceğiz. Dinleri yok<br />

etmek materyalizmin, marksizmin alfabesidir) diyordu. Ateistler birliğini kurdu.<br />

Leninizm denilen, din düşmanlığı, önce yalan ve yaldızlı sözlerle aldatmak, sonra<br />

zulm ve işkence ile yok etmek prensibine dayanmakdadır. 524, 526, 1126, 1172.<br />

564 — LOKMAN HAKÎM “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Peygamber veyâ Velîdir.<br />

Dâvüd “aleyhisselâm” zemânında idi. Arabistânın Ummân tarafında idi. Ahlâkî<br />

sözleri meşhûrdur. 99, 482, 740, 788, 878, 1018.<br />

565 — LOTHER MEYER: Alman kimyâgeridir. 1245 [m. 1830] de tevellüd, 1312<br />

[m. 1895]de vefât etdi. Elementlerin periyodik sistemini bulanlardandır. 549.<br />

566 — LUİ [LOUİS]: Fransa kralı yedinci Lui, altıncı şişman Luinin oğludur.<br />

514 [m. 1120] de doğdu. 576 [m. 1180] da öldü. Vitri şehrini alınca, kiliseyi ateşe<br />

verdi. İçindeki binüçyüz kişiyi yakdı. Pişmân olup, buna karşılık, kendi askerlerini<br />

öldürdü.<br />

567 — LUKA: Antakyalı bir papasdır. Îsâ aleyhisselâmı görmedi. Göke çıkarıldıkdan<br />

sonra, yehûdî dönmesi olan Bolüs tarafından Îsevî dînine alınmışdır. Bolüsün<br />

zehrli fikrleri ile aşılanarak, şimdi elde bulunan dört (İncîl)den, en yanlışını<br />

yazmışdır. 1109, 1161.<br />

568 — LÛT “aleyhisselâm”: Peygamberdir. İbrâhîm aleyhisselâmın kardeşinin<br />

oğludur. Lût gölü yanında Sedum şehri halkına Peygamber oldu. Onları çirkin işlerinden<br />

men’ etdi. Karısı da dinlemedi. Kendisi şehrden çıkdı. Şehr yerin dibine<br />

geçdi. Seksen yaşında Hicâzda vefât etdi. Yehûdîlerin ve hıristiyanların (Mukaddes<br />

kitâb) dedikleri ve her memlekete yaymağa çalışdıkları kitâbın (Ahd-i atîk)<br />

kısmındaki (Genesis) veyâ (Tekvîn)in ondokuzuncu bâbının otuzuncu ve sonraki<br />

âyetlerinde diyor ki, (Lut şehrden çıkıp iki kızı ile berâber dağda sâkin oldu. Büyük<br />

kızı küçüğe dedi ki, pederimiz ihtiyâr oldu. Yer yüzünde erkek dahî kalmadı.<br />

Gel, pederimize şerâb içirip, onun ile yatarak, pederimizden zürriyyet peydâ edelim.<br />

O gece pederine şerâb içirerek pederi ile yatdı. O dahî onu tanımadı. Ertesi<br />

gece pederlerine yine şerâb içirdiler ve küçük kız onun ile yatdı. Lûtun iki kızı babalarından<br />

hâmile oldular. Büyük kız oğluna (Muâb), küçük kız da oğluna (Amî)<br />

ismini koydu. Muvâbî ve Amûnî denilen kimselerin cedleri bu iki çocukdur.) Kitâb-ı<br />

mukaddesin bu yazısı, açık bir fuhş hikâyesidir. Bu yazı, bugün, dünyânın<br />

– 1130 –


her yerinde pornografi [müstehcen] neşriyyât sınıfına girer ve neşr edilmesi yasaklanır.<br />

Kitâbı mukaddesde buna benzer dahâ birçok gayr-i ahlâkî bahsler vardır. İslâm<br />

âlimleri bunları bulup açıklıyarak, bugünki Tevrât ve İncîl denilen kitâbların<br />

Allah kelâmı olmadıklarını, sonradan insanlar tarafından değişdirmeler ve ilâveler<br />

yapılarak ortaya çıkarıldıklarını, bu sûretle de isbât etmişlerdir. Bu kıymetli islâm<br />

kitâblarından birkaçının ismleri, birinci kısm, 93. cü madde sonunda yazılıdır.<br />

Bunlardan (Tuhfe-tül-erîb) arâbî ve (Mîzân-ül-mevâzîn) fârisî olup, İstanbulda,<br />

Hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır. 140, 482, 640, 641, 1118.<br />

569 — LUTHER MARTİN: Alman papasıdır. Protestanlığı kurdu. 888 [m.<br />

1483] de tevellüd, 953 [m. 1546] de öldü. İtalyadaki papa onuncu Leon ile arası açıldı.<br />

Tel’în edildi. 931 [m. 1524] de Nürnbergde protestanlığı i’lân etdi. Çok kitâbı<br />

vardır. İslâmiyyete karşı çirkin hücûmları vardır. Katoliklerle protestanlar birbirlerine<br />

düşmandırlar. 43.<br />

570 — LUTFULLAH EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Lutfullah bin Abdüllah,<br />

Kastamonilidir. Latîfî ismi ile meşhûrdur. 990 [m. 1582] da vefât etdi.<br />

(Tezkire-tüş-şu’ara) kitâbı basılmışdır. 1155.<br />

571 — MAHDÛM-İ CİHÂNİYÂN: (Kutb-i zemân) ismine bakınız! 1129.<br />

572 — MAHMÛD BİN MUHAMMED BUHÂRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”:<br />

Ebülmehâmid Mahmûd bin Muhammed bin Dâvüd Buhârî, fıkh âlimlerindendir.<br />

671 [m. 1272] de Buhârâda vefât etdi. (Hakâyık-i manzûme) kitâbı meşhûrdur. Bu<br />

kitâb, (Manzûme-i Nesefî) şerhı olup iki cilddir. Fıkh kitâbıdır.<br />

573 — MAHMÛD BİN SADR-ÜŞ-ŞERÎ’A “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Yüzseksenikinci<br />

[182] sırada Burhân-üş-şerî’a ismine bakınız!<br />

574 — MAHMÛD BUHÂRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Burhâneddîn Mahmûd<br />

bin Tâc-üd-dîn Ahmed bin Abdül’azîz Buhârî, Hanefî âlimlerindendir. 551 [m.<br />

1156] de tevellüd, 616 [m. 1219] da şehîd oldu. (Tecrîd), (Muhît-i Burhânî), (Zahîre),<br />

(Fetâvâ-i Burhânî) ve (Vâkı’ât) kitâbları meşhûrdur. 622.<br />

575 — MAHMÛD GAZNEVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Sübektekin, Buhârâdaki<br />

Sâmânî devletinin Horâsândaki vâlîsinin kölesi iken, vâlî ölünce, yerine vâlî<br />

oldu. Sultân Mahmûd 357 [m. 967] de tevellüd etdi. Horâsân vâlîsi oldu. Babası ölünce,<br />

387 [m. 997] de hükûmet kurdu. Türkistânı, Irâkın bir kısmını, Lâhoru, Delhîyi<br />

aldı. Çok kiliseleri câmi’ yapdı. Hindûların hazînelerini Haremeyn-i şerîfeyne [Mekkeye<br />

ve Medîneye] hediyye etdi. Berehmenlerin, kadınların, kocalarının cenâzesi ile<br />

birlikde, diri diri yakılması, ölülerin nehre atılması gibi, insanlığa yakışmayan âdetlerini<br />

yasak etdi. Âlimleri, edîbleri severdi. Çok kitâb yazdırdı. Firdevsînin (Şâh-nâme)si<br />

bunlardan biridir. Ehl-i sünnet âlimleri yetişdirdi. 421 [m. 1030] de Gaznede<br />

vefât etdi. Devleti 543 [m. 1148] senesine kadar devâm etdi. 1051, 1052.<br />

576 — MAHMÛD HÂN-II “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İslâm halîfelerinin doksanbeşincisi<br />

ve Osmânlı pâdişâhlarının otuzuncusudur. Birinci Abdülhamîd hânın<br />

oğlu, sultân Abdülmecîd hânın babasıdır. 1199 [m. 1785] de tevellüd, 1255 [m. 1839]<br />

de vefât etdi. 1223 [m. 1808] de halîfe oldu. Yeniçerileri kaldırdı. Vehhâbîleri Hicâzdan<br />

çıkardı. Harbiyye ve tıbbiyye-i mülkiyye mekteblerini vücûde getirdi. 1241<br />

[m. 1826] de Tophânede Nusratiyye câmi’ini yapdırdı. 1244 [m. 1828] de Bâyezîdde<br />

Eski serây bağçesine yangın kulesi yapdırdı. 1253 [m. 1837] de Unkapanı ile Azapkapı<br />

arasında (Mahmûdiyye) köprüsünü yapdırdı. 1247 [m. 1831] de İstanbulda ilk<br />

gazete çıkarıldı. Dünyâda ilk gazete 1051 [m. 1641] de çıkarıldı. 1253 [m. 1837] de<br />

mâliye nezâretini kurdu. 1254 [m. 1838] de karantina vücûde getirdi. Bağçekapıda<br />

(Hidâyet câmi’i), Üsküdârda Şemsi pâşa câmi’i yanında, 1232 [m. 1816] de (Adliye)<br />

câmi’ini, yağlı boyalı ahşâb Beğlerbeyi ve Çırağan serâylarını yapdırdı. 1235 [m. 1819]<br />

de hazret-i Hâlidin türbesini ta’mîr etdi. Sandûkası pûşîdesi üzerindeki kendi el yazılarıdır.<br />

1241 [m. 1825] de hurûfî tekkelerini kapatdı. 1235 [m. 1819] de Beyoğlun-<br />

– 1131 –


da Galata-serây lise binâsını yapdırdı. Burası 1250 [m. 1834] de Tıbbiyye mektebi<br />

yapıldı ise de, 1266 [m. 1850] da yandı. 1267 [m. 1851] de (Tıbbiyye-i şâhâne) yapdırdı.<br />

Arnavutköy sâhilinde (Tevfîkiyye) câmi’ini yapdırdı. Çeşidli yerlerde çeşmeler<br />

yapdırdı. Tophânede Kâdirî câmi’ ve tekkesini Tosyalı İsmâ’îl Rûmî yapdı ve 1053<br />

[m. 1644] de vefât etdi. İkinci Mahmûd hân 1239 [m. 1823] da yeniden yapdı. Türbesi<br />

Çenberlitaşdadır. 461, 500, 533, 1059, 1062, 1063, 1066, 1067, 1083, 1092, 1119,<br />

1168, 1174, 1189.<br />

577 — MAHMÛD HÜDÂYÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Azîz Mahmûd Hüdâyî<br />

efendi, Celvetiyye meşâyıhindendir. Koçhisârlıdır. Bursada, hâcı Bayram-ı Velînin<br />

halîfelerinden, Muhammed Üftâde hazretlerinden feyz aldı. 1007 de Üsküdârda<br />

câmi’ ve tekke yapdı. Dördüncü Murâd hân tahta çıkınca Eyyûbde kılıncını<br />

Hüdâyî efendi takdı. 1038 [m. 1628] de vefât etdi. Tekkesi yanındaki türbesindedir.<br />

Üftâde efendi 989 [m. 1581] da Bursada vefât etmişdir. 1088, 1191.<br />

578 — MAHMÛD İNCİRFAGNEVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İslâm âlimlerinin<br />

büyüklerinden bir ferd-i kâmildir. Buhârânın Fagne köyünde tevellüd<br />

edip, Akbenî nâhiyesinde yerleşdi. Mi’mârlık ile geçinirdi. Yediyüzonbeş 715 [m.<br />

1315] de vefât etdiği (Sebe’ul-esrâr) ve (Tâc-ül-asfiyâ)da yazılıdır. 720, 969, 1076.<br />

579 — MAHMÛD KİRMÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Tâc-ül-Kurrâ Mahmûd<br />

bin Hamza Kirmânî 500 [m. 1106] senesinde vefât etdi. 419.<br />

580 — MAHMÛD-İ KÜRD-İ ŞEYHÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: (Câmi’u<br />

kerâmât-i Evliyâ)da diyor ki, (Mahmûd-i Kürdî, Medîneye yerleşdi. Abdülganî<br />

Nablusî diyor ki, (1205 [m. 1790] senesinde Medînede Mahmûd-i Kürdîyi gördüm.<br />

Beni evine götürdü. Uyanık iken Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

çok gördüm dedi. Kıymetli sözlerinden ve güzel hâllerinden doğru söylediğini anladım.)<br />

Uykuda iken de, uyanık iken de Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

görüldüğünü ve görenleri (Se’âdet-üd-dâreyn) kitâbında uzun bildirdim). 1014.<br />

581 — MAHMÛD NÛREDDÎN ZENGÎ: Mahmûd Nûreddîn Zengî, Haleb sultânı<br />

idi. 569 [m. 1173] de vefât etdi. Salâhuddîn-i Eyyûbî, bunun kumandanlarından<br />

idi. Şâmda Eyyûbî devletini kurmuş, 589 [m. 1193] de vefât etmişdir.<br />

582 — MAHMÛD PÂŞA: Fâtih sultân Muhammed zemânında iki def’a sadr-ı<br />

a’zâm olmuşdur. Nûr-i Osmâniyyede câmi’ ile hamâm ve yokuşda çarşısı vardır. Sofyada<br />

da büyük bir câmi’i vardır. 878 [m. 1473] de vefât etmişdir.<br />

583 — MAHMÛD SÂMİNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Alî Septînin sohbetinde<br />

kemâle gelmişdir. Alî Septînin İcâzetnâmesi Mahmûd Sâhib tarafından hâzırlanıp<br />

mevlânâ Hâlid tarafından tasdîk edilerek, Abdüllah-i Mekkî ile kendisine gönderilmişdir.<br />

Mahmûd Sâminî, seyyiddir. Palu kasabasının Hun köyünde tevellüd<br />

ve 1313 [m. 1895] senesinde Paluda vefât etdi. Kabri Murâd suyu kenârındadır. Şâfi’î<br />

mezhebinde ve tesavvufda mütehassıs idi. Ârif-i billah idi. Alî Septîye onüç sene<br />

hizmet yapdı. Tütün içerdi. Birisi buna, kalbinden i’tirâz edince, (Bizim çubuğumuzu<br />

düşüneceğine, Allahü teâlâyı zikr et. Başka birşey düşünme!) buyurdu. Yirmiye<br />

yakın ârif yetişdirdi. Bunlardan Harputlu Osmân Bedreddîn efendi ve o zemân<br />

Erzurumun kazâsı olan Kiğı kasabasında hâcı Yûsüf efendi ile oğlu Muhammed<br />

efendi ve Kiğı müftîsi Muhammed Nûreddîn efendi meşhûrdur. Nûreddîn<br />

efendi [m. 1964] yılında Antalyada vefât etdi. Alî Septî 1287 [m. 1870] de Paluda<br />

vefât etdi. Kabri bir tepede mescidinin yanındadır. Bunun torunu Sa’îd efendi<br />

1926 da Diyârıbekrde vefât etdi. 639, 1158.<br />

584 — MÂHPEYKER SULTÂN “rahmetullahi teâlâ aleyhâ”: Sultân Ahmed<br />

hânın zevcesi ve sultân dördüncü Murâd ile Sultân İbrâhîmin vâlidesidir. (Kösem<br />

sultân) da denir. 1000 [m. 1592] de tevellüd, 1061 [m. 1651] de şehîd edildi.<br />

Hüsn-i cemâli, aklı ve zekâsı ve hayrât ve hasenâtı ile meşhûr sâliha ve afîfe bir<br />

sultân idi. Yeni câmi’in temelini atdı. Çarşambadaki (Vâlide medresesi mescidi)<br />

– 1132 –


ve 1050 [m. 1640] de Üsküdârda Çinili câmi’ini yapdırdı. Çakmakcılar yokuşunda<br />

büyük vâlide hânı ile içindeki mescid de, bunun eseridir. Rumelinde milyonlar<br />

değerinde vakfları ve hayrâtı vardır. Otuz sene, devletin idâresinde hizmetleri<br />

oldu. Âsîler ve şakîler tarafından serâyda şehîd edildi. Sultân Ahmed türbesindedir.<br />

Sultân dördüncü Murâdın kızı Safiyye sultân da bu türbededir. Hayrât<br />

ve hasenâtı ile millete hizmetleri (Naîmâ Târîhi)nde uzun yazılıdır. 1033 [m.<br />

1623] de, Anadolu kavağı câmi’ini yapdırmışdır. Bu mescid şimdi gazinodur.<br />

İki kavağın kal’aları da 1033 [m. 1623] de yapılmışdır. 1071, 1119, 1150, 1184.<br />

585 — MAKDONYUS: Papas idi. Îsâ aleyhisselâma tapılmaz. O mahlûkdur, diyordu.<br />

Mîlâdın [381]. ci senesinde İstanbulda kurulan ikinci meclisde, tel’în edildi.<br />

586 — MÂLİK: Resûlullahın onikinci babasıdır. Nadrın oğludur. Nadr, altun<br />

demekdir. Nadrın ismi Kaysdır. Nadr, Kinânenin oğludur. 390.<br />

587 — MÂLİK BİN DÎNÂR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Âlim ve velî idi. 131<br />

[m. 748] senesinde Basrada vefât etdi. 691.<br />

588 — MÂLİK BİN ENES: Ebû Abdüllah Mâlik bin Enes bin Mâlik bin Ebî<br />

Âmir bin Umeyr Teymî Esbahî Humeyrî, Cennet ile müjdelenmiş olan (Ehl-i<br />

sünnet vel-cemâ’at)in dört büyük mezhebinden biri olan (Mâlikî) mezhebinin<br />

reîsidir. Doksan [90] senesinde Medînede tevellüd, 179 [m. 795] da orada vefât etdiği<br />

(İbni Âbidîn) mukaddemesinde yazılıdır. Bir hadîs-i şerîf okumak için abdest<br />

alır, edeble diz çökerdi. Medînede hayvana binmezdi. Haksız bir fetvâyı vermediği<br />

için, yetmiş kırbaç vuruldu. Abdesti sık bozulan hastalar ve ihtiyârlar için ve<br />

necâsetden tahâret için çok kolaylık gösterdiğinden, diğer üç mezhebde olan<br />

müslimânlar, Mâlikî mezhebini de taklîd ederek, ibâdetlerini râhatlıkla yapmakdadırlar.<br />

(Muvattâ) adındaki hadîs kitâbı çok kıymetlidir. 50, 125, 132, 159, 172,<br />

251, 288, 423, 465, 466, 467, 575, 783, 881, 1009, 1062, 1077, 1098, 1175, 1195.<br />

— MANASTIRLI İSMÂ’ÎL HAKKI: Ehl-i sünnet âlimi olduğu meşhûr ise de,<br />

sinsi bir mason idi.<br />

589 — MARKO: St. Marc, dört (İncîl)den birini yazmışdır. Îsâ “aleyhisselâm”<br />

göke çıkarıldıkdan sonra Îsevî oldu. Petrosdan işitdiklerini Romada Yunanca<br />

yazmış, bu yazılarına (İncîl) denilmişdir. [68] senesinde Mısrda âyin yaparken tutulup<br />

öldürüldü. Meşhûr Marko pâşa, [1874] den 1309 [m. 1891] e kadar İstanbulda<br />

Tıbbiyye mektebi nâzırı idi. (Derdini Marko pâşaya anlat) sözü meşhûrdur. 1109.<br />

590 — MARCONİ: İtalyan fizikcisidir. 1874 de tevellüd, 1355 [m. 1937] de vefât<br />

etdi. Telsiz-telgrafa son şeklini verenlerdendir. 1910 da nobel mükâfâtı aldı.<br />

591 — MA’RÛF-İ KERHÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâm-ı Alî Rızânın<br />

halîfesi ve Sırrî Sekâtînin mürşidi idi. İkiyüzde Bağdâdda vefât etdi. 120, 448, 456,<br />

1087, 1171.<br />

592 — MÂVERDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Alî bin Muhammed Mâverdî, 364<br />

[m. 974] de Basrada tevellüd, 450 [m. 1058] de Bağdâdda vefât etdi. Şâfi’î fıkh ve<br />

tefsîr âlimidir. (Hâvî) fıkh kitâbı çok kıymetlidir. (Ahkâm-üs-sultâniyye) adındaki<br />

sosyal kitâbı Mısrda ve 1269 [m. 1853] da Almanyada Bonn şehrinde basıldı.<br />

Mısrda ikinci baskısı 1386 [m. 1966] da yapıldı. 735.<br />

593 — MAZHER-İ CÂN-I CÂNÂN: Şemsüddîn Habîbullah seyyiddir. Tesavvuf<br />

mütehassıslarının büyüklerindendir. Müslimânların gözbebeğidir. 1111 [m.<br />

1699] de Hindistânda Ramezân-ı şerîfin onbirinci Cum’a günü tevellüd ve 1195 [m.<br />

1781] de şehîd edildi. Abdüllah-ı Dehlevî kabrinin yanındadır. Şâhcihân câmi’inin<br />

civârında, Dergâh câmi’indeki dört kabrden birincisidir. Yirmiiki yaşında iken, Seyyid<br />

Muhammed Nûr-i Bedevânî hazretlerinin vâris-i ekmeli oldu. Seyyid Abdüllah-ı<br />

Dehlevînin üstâdıdır. Yetişdirdiklerinden biri de kâdî allâme Muhammed Senâullah-ı<br />

Dehlevî hazretleridir. Abdüllah-ı Dehlevî hazretleri, (Makâmât-i maz-<br />

– 1133 –


heriyye) kitâbında diyor ki, Hadîs âlimi Şâh Veliyyullah buyurdu ki, (Allahü teâlâ,<br />

bize sahîh keşfler ihsân eyledi. Bu zemânda, hiçbir yerde mirzâ Cân-ı Cânânın<br />

benzeri yokdur. Makâmlarda ilerlemek istiyen onun hizmetine gelsin!) Hadîs<br />

öğrenmek için kendisine gelenleri istifâde etmek için, Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerine<br />

gönderirdi. Ona yazdığı mektûblarda, (Allahü teâlâ, fazîletlerin tecellî<br />

yeri olan sizlere uzun zemân selâmet versin ve bütün müslimânları bereketlerinize<br />

kavuşdursun!) derdi. (Makâmât-ı Mazheriyye)de, Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise<br />

sirruh” buyuruyor ki, Evliyânın mezârlarını ziyâret edip, cem’iyyet için feyz<br />

dilemelidir. Meşâyıh-ı kirâmın rûhlarına fâtiha ve salevât sevâbı göndererek, onları<br />

Allahü teâlâya kavuşmak için vesîle yapmalıdır. Zâhir ve bâtın se’âdetlerine<br />

ancak onların güzel ahlâkına sarılmak ile kavuşulur. Başlangıcda olan sâliklerin,<br />

kalbleri tasfiye bulmadan, temizlenmeden önce, Evliyânın kabrlerinden feyz almaları<br />

güçdür. Bunun için Behâeddîn-i Buhârî “kaddesallahü sirrehül’azîz”, (İslâmın<br />

güzel ahlâkına mâlik bir kimse ile olmak, Evliyânın kabrleri ile olmakdan<br />

dahâ iyidir) buyurdu. İkinci kısmda, dörtyüzellidokuzuncu sahîfedeki yazı böylece<br />

açıklanmış oluyor. Fârisî (Kelimât-i tayyıbât) denilen kitâbda 87 mektûbu ve<br />

melfûzâtı vardır. 38, 113, 366, 410, 412, 459, 462, 466, 696, 721, 769, 903, 969,<br />

1016, 1018, 1050, 1066, 1168, 1171, 1176.<br />

594 — MEHDÎ: Hazret-i Mehdî, âhır zemânda dünyâya gelecekdir. Adı, Muhammed,<br />

babasının adı Abdüllahdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin<br />

soyundan olacakdır. Îsâ aleyhisselâmla buluşacak, mezhebleri kaldıracak, yalnız onun<br />

mezhebi kalacak, her yeri alacak, her yerde adâlet olacak, Eshâb-ı Kehf, uyanıp mağaradan<br />

çıkarak, Mehdînin askeri olacakdır. Ba’zı saf kimseler, büyük zan etdikleri<br />

kimselere Mehdî demekdedir. Mehdînin alâmetlerini Resûlullah “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem” efendimiz bildirmişdir. İbni Hacer-i Mekkînin (Alâmet-ül-Mehdî) kitâbında<br />

ve Süyûtînin (Cüz’ün minel ehâdîs velâsâril vârideti fî alâmetil mehdî) kitâbında<br />

bunlardan ikiyüze yakın alâmet yazılıdır. (El-fütûhât-ül-islâmiyye), ikinci cüz, ikiyüzdoksanyedinci<br />

sahîfesinde diyor ki, (Beklenilen Mehdî, hazret-i Fâtımanın soyundan<br />

olacakdır. Mekkede zuhûr edecekdir. O zemân, müslimânlar halîfesiz olacakdır. İstemediği<br />

hâlde, zor ile halîfe yapılacakdır. Zuhûr edeceği zemân ve yaşı ve ömrü kesin<br />

belli değildir.) Mehdî çıkacağı zemân yeryüzünde halîfe bulunmıyacağı ve Mehdîliklerini<br />

i’lân edenlerin Mehdî olmadıkları, buradan anlaşılmakdadır. İmâm-ı Rabbânî<br />

hazretleri, birinci cildin ikiyüzellibeşinci mektûbunda, Mehdînin Medînedeki sapık<br />

din adamlarını öldüreceğini yazmakdadır. 62, 63, 398, 484, 485, 488, 919, 920, 1122.<br />

595 — MEKKÎ EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed Mekkî efendi,<br />

âlim, ârif, veliy-i kâmil olan seyyid Abdülhakîm efendinin büyük oğludur. Annesi,<br />

büyük velî, kerâmetler sâhibi seyyid Fehîm efendinin torunu Âişe hanımdır. Mekkî<br />

Üç-Işık, [1314] de tevellüd, 1387 [m. 1967] de vefât etdi. Medrese tahsîlini bitirdikden<br />

sonra, peder-i âlîlerinden ulûm-i zâhirenin inceliklerini alarak icâzetle şereflenmiş,<br />

yüksek teveccühlerine ve himmetlerine mazhar olarak, tesavvuf bilgilerinde<br />

de kemâle gelmişdir. Son derece edeb ve şaşılacak bir tevâzu’ ile, kendilerini<br />

agyârdan setr ederdi. Sâf kalbli, temiz rûhlu olan yüzlerce genci ilm ve fazîletle<br />

süsledi. Cenâb-ı Hak, bu feyz ve bereket kaynağından, İstanbul halkını, yıllarca fâidelendirdi.<br />

Edirnekapı kabristânında iken Ankarada Bağluma nakl edildi. 2, 5, 376.<br />

596 — MELİKŞÂH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Celâlüddîn, Selçûkî pâdişâhlarından<br />

üçüncüsüdür. Alb Arslanın oğludur. 447 [m. 1054] de tevellüd, 485 [m. 1091] de<br />

Bağdâdda zehr verilerek vefât etdi. İsfehânda defn edildi. Babası şehîd olunca, vezîr<br />

Nizâm ül mülkün yardımı ile 465 [m. 1072] de sultân oldu. Mâverâünnehri, Şâmı, Mısrı,<br />

Anadolunun çoğunu aldı. Abbâsî halîfesini emrine aldı. Çok hayrât yapdı. [471] hicrî<br />

senesinde, güneş takvîmi yapdırdı. Buna (Takvîm-i Celâlî) denir. 441, 1095, 1157.<br />

— ME’MÛN BİN HÂRÛN: Yedinci Abbâsî halîfesidir. 218 [m. 832] de vefât etdi.<br />

597 — MENDELEYEF: Dimitri, Rus kimyâgeri olup, 1249 [m. 1834] da tevel-<br />

– 1134 –


lüd, 1325 [m. 1907] de öldü. Elementlerin devrî [Periyodik] sistemini bulanlardandır.<br />

Petrollerin teşekkülü teorisi meşhûrdur. 549.<br />

598 — MERGINÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Yüzseksenbirinci [181] sırada,<br />

Burhâneddîn-i Mergınânî ismine bakınız!<br />

599 — MER’Î “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Mer’î bin Yûsüf Mukaddisî, Hanbelî<br />

fıkh âlimlerindendir. 1033 [m. 1623] de vefât etdi. Çok kitâb yazdı. (Tahkîk-ul<br />

burhân fî şân-id-duhân) ve (El-Kevâkib-üd-dürriyye fî menâkıb-il-imâm-ı İbni Teymiyye)<br />

kitâbları meşhûrdur. 633, 638.<br />

600 — MERKEZ EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muslih-ud-dîn Mûsâ<br />

efendi, Kütahyadan İstanbula gelip molla Hızır beğ oğlu Ahmed pâşadan okurken,<br />

Halvetî Sünbül Sinân yanında yetişdi. Önce Koğacı tekkesinde, sonra Eyyûbde Şâh<br />

sultân tekkesinde iken, Sultân Süleymânın Topkapı dışında, vâlidesi nâmına yapdırdığı<br />

tekkede yerleşdi. Sünbül efendi, 936 [m. 1529] da vefât edince, Koca Mustafâ<br />

pâşadaki yerine geçdi. 959 [m. 1551] da vefât etdi. Türbesi karşısındaki mektebi<br />

Abdülbâkî pâşa yapdırdı. Tokat vâlîsi iken 1034 [m. 1625] senesinde vefât edince,<br />

İstanbula getirilip, mektebi yanına defn edilmişdir.<br />

Merkez efendi vefât edince, yerine oğlu ve halîfesi seyyid Ahmed efendi, bundan<br />

sonra da, şeyh Ya’kûb efendi geçdi. Ya’kûb efendi, Sünbül Sinân efendinin halîfesidir.<br />

Bu da, 978 [m. 1570] de vefât edince, oğlu Yûsüf Sinân efendi şeyh oldu<br />

ise de, altı sene sonra, Medîne-i münevverede Şeyh-ul-harem oldu ve 989 [m. 1580]<br />

da vefât etdi. Bakî’dedir. Bunun yerine Hasen Necmüddîn efendi şeyh oldu. Alaca-hisârlıdır.<br />

Ya’kûb efendinin halîfesidir. Eğri seferinde bulundu. Sonra hacca ve<br />

Yemene gitdi. Orada, mevlid gecesi, 1019 [m. 1610] senesinde vefât etdi. Mevlid<br />

geceleri minârede kandil yakmak âdeti idi. Sultân birinci Ahmed hân beğenerek<br />

bütün câmi’lerde kandil yakılmasını fermân eyledi. 1167, 1174.<br />

601 — MERKYÂNUS: Bizans ya’nî şarkî Roma devleti kırallarındandır. Buna<br />

Marsiyanus da denir. Mîlâdî [391] senesinde tevellüd etdi. Asker iken, ilerliyerek<br />

senatör oldu. İkinci Teodosyus [m. 450] de ölünce yerine kız kardeşi Polherya<br />

kraliçe oldu. Merkyânus bununla evlendi. Bu kadın ölünce, kral oldu. Cesûr idi.<br />

Attilânın tehdîdlerine cevâb verip, geri çevirdi. Rumlar kendisi ile zevcesi için, Şubatın<br />

onyedisinde yortu yapıyorlar. [Bu ism, (Fâideli Bilgiler) kitâbındadır.]<br />

602 — MERVÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası, Hakem bin Ebil’âs bin<br />

Ümeyye bin Abd-i Şems bin Abd-i Menâfdır. Mekkenin fethinde îmân etdiler.<br />

Emevî halîfelerinin dördüncüsüdür. Hicretin ikinci yılında tevellüd etdi. 65 [m. 683]<br />

senesinde boğduruldu. Yerine, büyük oğlu Abdülmelik geçdi. Hazret-i Osmân bin<br />

Affânın amcası oğlu ve dâmâdı ve baş kâtibi idi. Çocuk iken, babası Tâife sürülüp,<br />

oraya götürüldü. Sohbetden mahrûm kaldı. Hazret-i Osmân halîfe olunca, babasını<br />

afv etdi. Babası ile Medîneye geldi. Halîfeye kâtib oldu. Deve harbinde, hazret-i<br />

Talhayı kazârâ şehîd etdi. Hazret-i Mu’âviye zemânında Medîne vâlîsi olup,<br />

[48] de azl edildi. [64] de İkinci Mu’âviye halîfelikden çekilince, Abdüllah bin Zübeyr<br />

ile harb ederek, halîfe oldu. Zâlim idi. Kardeşi Abdürrahmân bin Hakem ve<br />

ikinci oğlu Abdül’azîz bin Mervân âdil ve sâlih idiler. 1159, 1196.<br />

603 — MERVÂN BİN MUHAMMED: Mervân bin Hakemin torunudur. Emevî<br />

devletinin ondördüncü ve son halîfesi idi. [72] senesinde tevellüd, [127] de halîfe<br />

oldu. 132 [m. 750] senesinde, Abbâsîler tarafından Mısrda yakalanıp öldürüldü.<br />

441, 1191.<br />

604 — MERYEM: Îsâ aleyhisselâmın annesidir. Dâvüd “aleyhisselâm” soyundan<br />

olan İmrân ile Hunnenin kızı idi. Annesi ölünce, Kudüsde Beyt-ül-mukaddesin<br />

imâmı Zekeriyyâ aleyhisselâmın zevcesi olan teyzesi Îsâ’nın yanında büyüdü.<br />

Onbeş yaşında iken, amcasının oğlu Yûsüf-i Neccârla nişânlandı ise de, onunla hiç<br />

evlenmemişdi. Allahü teâlâ, buna babasız olarak Îsâ aleyhisselâmı verdi. Îsâ “aley-<br />

– 1135 –


hisselâm” (Beyt-ül-lahm)da tevellüd etdi. Rum kayserinin Şâmda bulunan vâlîsi,<br />

zinâ etdiğini zan ederek, ikisini de öldürmek istedi. Yûsüf-i Neccâr, bunları Mısra<br />

götürdü. Oniki sene orada kaldılar. Sonra, Kudüse gelip (Nâsıra) kasabasında<br />

yerleşdiler. Îsâ “aleyhisselâm” göke çıkarıldıkdan altı sene sonra, elliüç yaşında vefât<br />

etdi. Kudüsdedir. Yehûdîler, bunu kötüliyor. Hıristiyanlar da, Allahın anası, bir<br />

kısmı da Allahın zevcesi diyor. 334, 448, 875, 1109, 1110, 1122, 1155, 1189, 1194.<br />

605 — MESLEME “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Abdülmelik bin Mervânın oğludur.<br />

122 [m. 740] de Şâmda vefât etdi. Seyyid gâzî ile Muhammed Battâl gâzî de<br />

bu senede vefât etdiler. Başkumandan olarak çok cihâd yapdı. 86 [m. 704] senesinde<br />

Erzurumu ve Trabzonu feth etdi. Emevî halîfelerinin altıncısı, kardeşi Velîd bin<br />

Abdülmelikin emri ile, hicretin doksanaltıncı 96 [m. 714] senesinde büyük bir ordu<br />

ile Ankara, Eskişehr ve Amûriyyede kanlı savaşlar yapıp, Çanakkal’adan Gelibolu<br />

ve Edirneye, sonra İstanbula geldi. Kardeşi Süleymân da denizden gemilerle<br />

geldi. Bizans imperatörünü korkutdu. Galatayı elegeçirdi. İmperatör ile yapdığı<br />

sözleşme ile Ayasofyada nemâz kıldı. Halic kenârında (Arab câmi’i)ni yapdı. İstanbulda<br />

yedi sene kalıp geri döndü. Hastalık ve sıkıntı yüzünden, Câmi’in bulunduğu<br />

yere (Kahr köyü) adını verdi. Şimdi Kara-köy deniliyor. Muhyiddîn-i Arabî<br />

hazretleri (Musâmere) kitâbında Meslemenin İstanbul seferini uzun anlatmakdadır.<br />

Mesleme çekilince, Rumlar verdikleri sözü bozup câmi’i kilise yapdılar. Dördüncü<br />

Murâd hân zemânına kadar kilise olarak kalıp, 1046 [m. 1637] da eski yeri<br />

keşf olunarak mescide çevrildiği 1288 [m. 1870] de İstanbulda basılmış olan (Fezleke-i<br />

târîh-i Osmânî)nin yüzaltmışaltıncı [166] sahîfesinde yazılıdır. Birinci Mahmûd<br />

hânın vâlidesi Sâliha sultân, câmi’i 1147 [m. 1734] de yeniledi. Binikiyüzyirmiiki<br />

yangınında yanıp yeniden ta’mîr edildi.<br />

Karaköydeki Yeraltı câmi’inin adı (Kurşunlu Mahzen) câmi’idir. Mesleme tarafından<br />

yapılmış bir mescid iken sonra depo olarak kullanılmışdır. Sadr-ı a’zam<br />

Mustafâ pâşa 1166 [m. 1749] senesinde mahzeni temizletmiş, içinde birkaç kabr olduğu<br />

görülmüşdür. Bin seneden fazla kapısı kapanarak kilidine kurşun akıtılmış,<br />

terk edilmiş idi. Birinci Sultân Mahmûd hân tarafından câmi’ hâline getirilmiş, sonradan<br />

minâre de yapılmışdır. Sultân Mahmûd hân ilk Cum’a nemâzında bulunmuşdur.<br />

Mustafâ pâşaya samur kürk hediyye etmişdir. Câmi’de üç kabr vardır. Şehîd<br />

Alî pâşa önceden 1128 [m. 1812] de câmi’ üstüne bir binâ yapmışdı. Bu binâ,<br />

1237 [m. 1821] de yenilenmişdir. 1080.<br />

606 — MES’ÛD KANÂVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Seyyid Mes’ûd bin Hasen<br />

Kanâvî, Mısrda şâfi’î âlimlerindendir. 1205 [m. 1790] hicrî senesinde yazdığı<br />

(Feth-ur-rahîm) kitâbında İbnül-Verdînin (Lâmiyye) kasîdesini şerh etmekdedir.<br />

Bu kitâbı Mısrda [1281] ve 1315 [m. 1897] senesinde basılmışdır. Burada, tütünün<br />

harâm olmadığını yazmakdadır. 632.<br />

607 — MEVDÛDÎ: Hicretin [1321]. ci senesinde Hindistânda tevellüd ve<br />

1399 [m. 1979] da Amerikada vefât etdi. İbni Teymiyyenin fikrlerine saplanmışdır.<br />

Siyâsî düşüncelerini islâmiyyet olarak tanıtarak (Cemâ’at-ül İslâmiyye) dediği<br />

bir islâm fırkası meydâna getirdi. Mevdûd-i Çeştî hazretlerinin soyundandır.<br />

Mevdûd-i Çeştî, 527 [m. 1133] de vefât etdi. İstanbul yüksek islâm enstitüsü eski<br />

müdîri ve öğretim üyesi Ahmed Dâvüdoğlu (Din tahrîbcileri) kitâbında,<br />

(Mevdûdî bir felesofdur, şaşırabilir) diyor. Hindistânda molla İlyâsın kurmuş olduğu<br />

(Teblîgul-cemâ’at)cılar da Mevdûdî gibidirler. Her ikisinin sapık fikrlerine<br />

(El-üstâd-ül Mevdûdî) ve (Fâideli Bilgiler) kitâblarında uzun yazılmış ve<br />

cevâb verilmişdir. 310, 399, 410, 462, 499, 842, 1176.<br />

608 — MEYMÛNE “radıyallahü teâlâ anhâ”: Resûlullahın zevcelerindendir. İsmi<br />

Birre iken Resûlullah Meymûne yapdı. Hayberin fethinden sonra Mekkeye ömre<br />

için gidildikde Meymûnenin zevci vefât etmişdi. Resûlullahın nikâhı ile şereflendi.<br />

53 [m. 673] senesinde Mekkede hastalandı. (Beni Mekkeden çıkarınız!<br />

– 1136 –


Çünki, Resûlullah benim Mekkenin dışında vefât edeceğimi haber verdi) dedi. Çıkardılar.<br />

Resûlullaha nikâhı yapılmış olduğu yerde vefât etdi. 1098.<br />

609 — MİDHAT PÂŞA: İngiliz masonudur. Tâifde sürgünde iken, ingilizler tarafından<br />

boğduruldu. 51, 1059, 1063. (Eshâb-ı Kirâm) sahîfe: 370<br />

610 — MİHAEL KİROLARIUS: Ortodoks kilisesinin kurucusudur. İstanbul<br />

patrîki iken, hicretin [446]. cı ve mîlâdın [1054]. cü senesinde Romadaki papadan<br />

ayrıldı. Şark kiliselerine ortodoks denildi. Mihael-i Süryânî başkadır. 490.<br />

611 — MİHR-İ MÂH SULTÂN “rahmetullahi teâlâ aleyhâ”: Kânûnî sultân Süleymân<br />

hânın kızıdır. Zevci Rüstem pâşa, Eminönü ile Unkapanı arasındaki meşhûr<br />

câmi’i yapmışdır. Mihr-i Mâh sultân da, Edirnekapı yanında büyük câmi’i ve<br />

954 [m. 1546] senesinde Üsküdâr iskelesindeki Mihri-Mâh câmi’ini yapdırmışdır.<br />

985 [m. 1578] senesinde vefât etmişdir. Süleymâniyyede babasının türbesindedir.<br />

Rüstem pâşanın kardeşi kapdân-ı deryâ Sinân pâşa, Beşiktaş iskelesi yanında<br />

meşhûr câmi’i yapdırdı. 961 [m. 1553] senesinde vefât edip, Üsküdârda Mihr-i Mâh<br />

sultân câmi’i mihrâbı önüne defn edildi. Câmi’i Rüstem pâşa 963 [m. 1555] de temâmladı.<br />

Rüstem pâşa 968 [m. 1560] de vefât etdi. Şâhzâde câmi’i bağçesindeki türbesindedir.<br />

953 [m. 1545] de kapdân-ı deryâ olan Barbaros Hayreddîn pâşa, Akdenize<br />

gideceği vakt, gemileri bağlamak için, sâhile beş taş direk yapdırmışdı. Buraya<br />

zemânla Beşiktaş denildi.<br />

612 — MİHR-İ ŞÂH SULTÂN “rahmetullahi teâlâ aleyhâ”: Üçüncü Selîm hânın<br />

vâlidesidir. Halıcıoğlu kışlası ile yeni köprü arasındaki câmi’i yapdırmışdır. Eyyûb<br />

câmi’i ile Bostan iskelesi arasında 1210 [m. 1796] da yapdırdığı türbesindedir.<br />

Kızı Hadîce sultân da yanındadır. 1145, 1184.<br />

613 — MİLTON: İngilterenin büyük şâ’irlerindendir. [m. 1608] de Londrada doğdu.<br />

1085 [m. 1674] da öldü. Meşhûr Kromwell bunu genel sekreter yapınca şöhreti<br />

artdı. Onun ölümünden sonra bir kenâra çekildi. İki gözü kör oldu. Çok kıymet<br />

verilen (Gâib olmuş se’âdet) şi’rini zevcesine ve iki kızına yazdırdı. Târîh, lügat ve<br />

mantık üzerine eserleri vardır. Kur’ân-ı kerîmi incelemiş ve çok övmüşdür. 535, 1084.<br />

614 — MÎRÂN ŞÂH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Tîmûr hânın üçüncü oğludur.<br />

[769] da tevellüd, 810 [m. 1407] da Âzerbaycânda Karakoyunlu Yûsüfle harb<br />

ederken şehîd oldu. Tîmûrden sonra üç sene saltanat sürdü. Delhîdeki Gürgâniyye<br />

sultânları bunun soyundandır. 500, 1079, 1095, 1099, 1183.<br />

615 — MOLLA CÂMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Abdürrahmân bin Nizâmeddîn<br />

Ahmed Nûreddîn-i Câmî, şeyh-ul-islâm idi. Âlim, veliy-yi kâmil idi. 817 [m.<br />

1414] de, Îrânda Câm kasabasında tevellüd, 898 [m. 1492] Muharreminin onsekizinci<br />

günü, Cum’a ezânı okunurken, Hirâtda vefât etdi. İmâm-ı Muhammed Şeybânî<br />

hazretlerinin soyundandır. Beş yaşında iken Muhammed Pârisâ hazretlerinin<br />

huzûruna götürülüp teveccühüne mazhar oldu. Ubeydüllah hazretlerine yazdığı<br />

mektûblardan ikisi (Reşehât)da mevcûddur. Mevlânâ Sa’düddîn-i Kaşgarîden<br />

feyz alarak kemâle geldi ve irşâda me’zûn oldu. Sa’düddîn hazretleri, Nizâmeddîn-i<br />

Hâmûşün halîfesi olup, sekizyüzaltmış senesinde Hirâtda vefât etmişdir.<br />

Nizâmüddîn-i Hâmûş hazretleri, Alâ’üddîn-i Attâr hazretlerinin halîfelerinin<br />

en üstünü idi. Molla Câmî hazretleri çok kitâb yazdı. (Şevâhid-ün-nübüvve) kitâbı,<br />

Mahmûd bin Osmân Lâmi’î ve Ehî-zâde Abdülhalîm tarafından, farscadan<br />

türkceye terceme edilmiş ve fârisîsi ve türkçe tercemesi Hakîkat Kitâbevi tarafından<br />

basdırılmışdır. Kerâmetleri görüldü. Fâtih sultân Muhammed, kendisini İstanbula<br />

da’vet etdi. Konyaya kadar geldi. Fâtihin vefâtını haber alarak geri döndü.<br />

387, 732, 739, 947, 962, 1085, 1156, 1163, 1185, 1192.<br />

616 — MOLLA HÜSREV “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed efendi,<br />

Osmânlıların üçüncü şeyh-ul-islâmı idi. Hanefî fıkh âlimidir. Babası dönme idi. Bir<br />

düğünde, Fâtih sultân Muhammed, molla Gürânîyi sağ yanına, molla Hüsrevi sol<br />

– 1137 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:72


yanına aldı. [865] de şeyh-ul-islâm oldu. Yirmi sene, bu vazîfeyi çok iyi yaparken<br />

885 [m. 1480] de vefât etdi. Nemâzı Fâtih câmi’inde kılınıp, Bursaya götürülüp, Emîr<br />

Sultânın doğusunda defn edildi. (Dürer ve gurer) fıkh kitâbı, çok kıymetlidir.<br />

1319 [m. 1900] da İstanbulda, Şernblâlî şerhı basılmışdır. Vefâda Ekmekci medresesi<br />

yanında mescidi vardır. 138, 285, 393, 586, 620.<br />

617 — MOLLA KUDSÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hindli Abbâs kulu molla<br />

Kudsî, arabî (Esrâr-ı melekût) astronomi kitâbının sâhibidir. 1262 [m. 1846] senesinde<br />

Mekke-i mükerremede vefât etdi. Bu kitâbı Elbüstânlı Hayâtî zâde Halîl Şeref<br />

efendi türkceye terceme ederek (Efkâr-ül-ceberût) adını vermişdir. Şeref<br />

efendi [1211] de Elbüstânda tevellüd, 1267 [m. 1851] de orada vefât etmişdir.<br />

538.<br />

618 — MOLYER: Moliére, Fransız komedi yazarıdır. 1031 [m. 1622] de Pârisde<br />

tevellüd, 1083 [m. 1673] de vefât etdi. Tiyatroculuk yapdı. Yazdığı komedileri<br />

oynardı. 46.<br />

619 — MOSELEY: Henri Mosli, ingiliz fizikcisidir. 1304 [m. 1887] de tevellüd,<br />

1334 [m. 1916] de vefât etdi. [m. 1913] de Mosli kanûnunu buldu. Buna göre, bir<br />

elementin hâsıl etdiği Röntgen şuâ’larının frekanslarının kare kökleri, bu elementin<br />

periyodik sistemdeki sıra numarası [atom numarası] ile orantılıdır. Mosli,<br />

böylece, elementlerin atomlarındaki proton sayısını hesâblamış oldu. Mosli [m.<br />

1916] da İngiliz subayı olarak Çanakkalede Türklere karşı harb etdi. 549, 550.<br />

620 — MOZART: Avusturyalı bestekârdır. 1169 [m. 1756] da tevellüd, 1205 [m.<br />

1791] de vefât etdi. Kilise müziğine hizmet etdi. Figaronun evlenmesi meşhûrdur.<br />

46.<br />

621 — MU’ÂVİYE “radıyallahü anh”: Babası Ebû Süfyân bin Harb bin Ümeyyedir.<br />

Annesi Hind bint-i Utbe bin Rebî’a bin Abd-i Şemsdir. Hicretden ondokuz<br />

sene önce tevellüd, 60 [m. 680] senesinde, Receb ayında vefât etdi. Mekkenin feth<br />

edildiği gün, babası ile berâber, Resûlullahın önünde müslimân oldu. Eshâb-ı kirâmın<br />

büyüklerindendir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vahy kâtibi ve<br />

kayınbirâderi idi. Hazret-i Ömer zemânında dört yıl, Osmân zemânında oniki yıl,<br />

Alî zemânında beş yıl, imâm-ı Hasen zemânında altı ay olarak Şâmda yirmibirbuçuk<br />

sene vâlî oldu. [41]. ci senede, Şevvâl ayında Kûfede halîfe seçildi. Ondokuz sene,<br />

dört ay halîfelik yapdı. Bir islâm devletinin reîsine (Halîfe) denir. İslâmiyyetde<br />

ilk seçilen halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîkdır. Bundan sonra sıra ile Ömer, Osmân, Alî,<br />

Hasen ve Mu’âviyedir. Emevî ve Abbâsî halîfelerinin ismleri, (Eshâb-ı Kirâm) ve<br />

(Fâideli Bilgiler) kitâblarında yazılıdır. Aklı, zekâsı, fesâhatı, sabrı, yumuşaklığı,<br />

ikrâmı, cömertliği fevkal’âde çok idi. Müslimânların başına geçeceği, hadîs-i şerîfde<br />

bildirilmişdi. Kendisinden çok hadîs-i şerîf alınmış, kitâblara yazılmışdır. Bu da,<br />

büyüklüğünü ve kendisine güvenildiğini göstermekdedir. Şâmdaki Emevî devletinin<br />

kurucusudur. Şâmda medfûndur. Hicretin 42 senesinde Sicistânı, 43 de Sudanı,<br />

44 de Efganistânı ve Kâbil şehrini ve Hindistânın şimâl kısmını, 45 de Tunusda<br />

Efrîkıyye şehrini aldı. 48 de gemilerle kendisi Kıbrısa giderek Bizans devletinden<br />

feth etdi. [Ada 586 [m. 1191] de İngilizlerin ve 878 [m. 1473] de Venediklilerin eline<br />

geçdi. 978 [m. 1570] de İkinci Selîm hân tarafından feth edildi. 1295 [m. 1878]<br />

Ayastefanos muâhedesi ile Balkan yarım adası ve Anadolunun mühim kısmları Ruslara<br />

verilince, ikinci Abdülhamîd hân, devletin idâresini eline alıp, ingilizleri Kıbrısın<br />

idâresine ortak ederek, Berlin muâhedesini hâzırladı. Bütün toprakları kurtardı.<br />

Balkan harbinin fecî’ bozgunundan sonra, 1331 [m. 1913] de Londra muâhedesinde,<br />

İttihâdcılar, bütün Rumeliyi ve Kıbrısı, Edirneyi düşmanlara terk etdi.] Hazret-i<br />

Mu’âviye, 50 de Îrânda büyük Kuhistan şehrini aldı. Yine 50 [m. 670] senesinde,<br />

Bizans imperatoru dördüncü Kostantin zemânında, oğlu Yezîdi büyük bir ordu<br />

ile İstanbula cihâd etmeğe gönderdi. Her sene büyük vergi almak şartı ile sulh<br />

yapıldı. 54 de Ubeydüllah bin Ziyâdı Horâsândaki orduya kumandan yapıp, Cey-<br />

– 1138 –


hûn nehrini develerle geçerek, Buhârâyı aldı. Kudüs-i şerîfi hazret-i Ömer feth etmişdi.<br />

Sonra, kâfirler geri almışlardı. Hazret-i Mu’âviye tekrâr feth etdi. Yemen,<br />

Mısr, Kayruvan, Irâk, Azerbaycan, Anadolu, Horâsân ve Mâverâ-ün-nehr şehrlerine<br />

hâkim oldu. Bütün millete kendini sevdirdi. Büyük saltanata nâil oldu. Resûlullahın<br />

sohbetinin ve hayrlı düâlarının bereketi ile islâmiyyetden hiç ayrılmadı. 114,<br />

204, 469, 472, 489, 502, 509, 510, 511, 512, 513, 514, 621, 785, 790, 801, 1064, 1088,<br />

1090, 1092, 1094, 1096, 1107, 1110, 1135, 1160, 1185, 1186, 1191.<br />

622 — MU’ÂZ BİN CEBEL “radıyallahü anh”: Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir.<br />

İkinci Akabede îmân eden yetmiş Ensârdandır. Bütün gazâlarda bulundu. Onsekiz<br />

yaşında îmân etdi. 18 [m. 639] senesinde tâ’ûndan vefât etdi. Resûlullahın Yemende<br />

vâlîsi idi. 474, 644, 651, 848, 873, 1017.<br />

623 — MÜCÂHİD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası, Cebr-i Mahzûmîdir. Tâbi’înin<br />

ve tefsîr imâmlarının büyüklerindendir. [24] senesinde tevellüd, 104 [m. 723]<br />

senesinde Mekkede, nemâzda secdede vefât etdi. Abdüllah ibni Abbâsın talebesi<br />

idi. Tefsîri vardır. 99, 391, 644.<br />

624 — MUDAR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Resûlullahın onsekizinci babasıdır.<br />

Nizârın oğludur. Mudarın sesi çok güzel idi. Deve yanında okuyup onu harekete<br />

getirmek Mudardan kalmışdır. İbrâhîm aleyhisselâmın islâm dîninde idi.<br />

390.<br />

625 — MÜDRİKE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Resûlullahın onaltıncı babasıdır.<br />

İsmi Amr idi. Tavşan arkasından koşup yakaladığı için, babası buna Müdrike<br />

demişdi. Dedelerinin şereflerini kendinde topladığı için de Müdrike denilmişdir.<br />

390.<br />

626 — MUHAMMED “aleyhisselâm”: Allahü teâlânın Resûlüdür. Habîbidir.<br />

Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur. Babası Abdüllahdır. Mîlâdın beşyüzyetmişbir<br />

[571] senesi nisan ayının yirmisine rastlayan, Rebî’ul-evvel ayının onikinci<br />

pazartesi gecesi, sabâha karşı, Mekkede tevellüd etdi. Babası, dahâ önce vefât<br />

etmiş idi. Altı yaşında iken annesi, sekiz yaşında iken dedesi vefât etdi. Sonra,<br />

amcası Ebû Tâlibin yanında büyüdü. Yirmibeş yaşında iken, Hadîce-tül-kübrâ<br />

ile evlendi. Bundan dört kızı, iki oğlu oldu. İlk oğlunun adı Kâsım idi. Bundan<br />

dolayı, kendisine (Ebül-Kâsım) da denir. Kırk yaşında iken, bütün insanlara ve cinne<br />

Peygamber olduğu bildirildi. Üç sene sonra, herkesi îmâna çağırmağa başladı.<br />

Elliiki yaşında iken, bir gece Mekkeden Kudüse ve oradan göklere götürülüp<br />

getirildi. Bu yolculuğuna (Mi’râc) denir. Mi’râcda, Cennetleri, Cehennemleri ve<br />

Allahü teâlâyı gördü. Beş vakt nemâz, bu gece farz oldu. Târîhcilere göre mîlâdın<br />

622 senesinde, Allahü teâlânın emri ile, Mekkeden Medîneye gitdi. Bu yolculuğuna<br />

(Hicret) denir. Medîne şehrinin Kubâ köyüne geldiği, Rebî’ul-evvel ayının sekizinci<br />

pazartesi gününe tesâdüf eden efrencî Eylül ayının yirminci günü müslimânların<br />

(Hicrî şemsî) târîh başlangıcı oldu. Müslimânların (Hicrî kamerî) seneleri de,<br />

o senenin Muharrem ayından başlar ve gökdeki ayın, dünyâ etrafında oniki def’a<br />

dönmesi bir kamerî sene olur. Hicrî 11 [m. 632] senesinde, Rebî’ul-evvel ayının onikinci<br />

pazartesi günü, öğleden evvel vefât etdi. Salıyı çarşambaya bağlıyan gece [Çarşamba<br />

gecesi] yarısı, vefât etmiş olduğu odaya defn edildi. Vefâtında, kamerî 63,<br />

şemsî seneye göre 61 yaşında idi.<br />

Muhammed “aleyhisselâm” beyâz idi. Bütün insanların en güzeli idi. Güzelliğini,<br />

herkese belli etmezdi. Onun güzelliğini bir kerre gören, hattâ rü’yâda gören<br />

kimsenin ömrü, lezzet ve neş’e ile geçmekdedir. O, her zemânda, dünyânın her yerinde<br />

olan ve gelecek olan her insandan, her bakımdan üstündür. Aklı, fikri, güzel<br />

huyları, bütün organlarının kuvveti her insandan ziyâde idi.<br />

Çocuk iken iki kerre, ticâret edenlerle Şâm tarafına gitdi ve Busrâ denilen<br />

yerden geri döndüler. Ondört veyâ onyedi yaşında amcası Zübeyr ile Yemene git-<br />

– 1139 –


di. Başka hiçbir zemân, hiçbir yere gitmedi. Ümmî idi. Ya’nî hiç mektebe gitmedi.<br />

Kimseden ders almadı. Fekat, herşeyi biliyordu. Ya’nî her neyi düşünse, her neyi<br />

bilmek istese, Allahü teâlâ Ona bildiriyordu. Cebrâîl “aleyhisselâm” adındaki melek<br />

gelip, Ona her istediğini söylüyordu. Mubârek kalbi, güneş gibi, nûr saçıyordu.<br />

Onun saçdığı ilm, ma’rifet nûrları, radyo dalgaları gibi, yerlere, göklere, heryere saçılıyordu.<br />

Şimdi, kabrinden de yaymakdadır. Yayma kuvveti, her ân artmakdadır.<br />

Elektro-manyetik dalgaları almak için, radyo alıcısı lâzım olduğu gibi, Onun nûrlarını<br />

almak için de, Ona inanan ve seven ve gösterdiği yolda giderek temizlenen kalb<br />

lâzımdır. Böyle kalbi olan insan, bu nûrları alır ve bu da, etrâfa neşr eder, yayar. Böyle<br />

büyük insanlara (Velî) denir. Bu Velîyi tanıyan, inanan ve seven kimse, bunun<br />

karşısında edeble oturur veyâ uzakda, onu edeb ile, sevgi ile düşünürse, bu kimsenin<br />

de kalbi, nûr, feyz almağa, temizlenmeğe, olgunlaşmağa başlar. Allahü teâlâ, bedenimizi,<br />

maddemizi, yetişdirmek için güneş enerjisini sebeb kıldığı gibi, rûhlarımızı,<br />

kalblerimizi olgunlaşdırmak, insanlıkda yükseltmek için de, Muhammed aleyhisselâmın<br />

kalbini, oradan fışkıran nûrları sebeb kılmışdır. İnsanı besliyen, yapısını<br />

ve enerjisini sağlıyan bütün besi maddeleri, güneş enerjisi, özümleme ile hâsıl oldukları<br />

gibi, kalbe, rûha gıdâ olan, Evliyânın sohbetleri, sözleri ve yazıları da, hep<br />

Resûlullahın mubârek kalbinden fışkıran nûrlarla hâsıl olmuşdur.<br />

Allahü teâlâ, Cebrâîl “aleyhisselâm” adındaki bir melek ile, Muhammed aleyhisselâma<br />

(Kur’ân-ı kerîm)i gönderdi. İnsanlara dünyâda ve âhıretde lüzûmlu, fâideli<br />

olan şeyleri emr etdi. Zararlı olanları yasak etdi. Bu emrlerin ve yasakların<br />

hepsine (İslâm dîni) veyâ (İslâmiyyet) denir.<br />

Muhammed aleyhisselâmın her sözü doğrudur, kıymetlidir, fâidelidir. Böyle olduğuna<br />

inanan kimseye (Mü’min) ve (Müslimân) denir. Muhammed aleyhisselâmın<br />

sözlerinden birine inanmıyan, beğenmiyen kimseye kâfir denir. Allahü teâlâ,<br />

mü’min olanı sever. Bunu Cehennemde sonsuz olarak bırakmaz. Yâ Cehenneme<br />

hiç sokmaz, yâhud, kabâhati için, soksa da, sonra Cehennemden çıkarır. Kâfir olan<br />

kimse, Cennete giremez. Doğru Cehenneme girer ve oradan hiç çıkmaz. Ona<br />

inanmak, Onu sevmek, bütün se’âdetlerin, râhatlıkların, iyiliklerin başıdır. Onun<br />

Peygamber olduğuna inanmamak ise, bütün felâketlerin, sıkıntıların, kötülüklerin<br />

başıdır. Aklı, zekâsı, güzel ahlâkı ve deryâ gibi olan her nev’ ilmi ve mu’cizeleri,<br />

islâmiyyetin hak din olduğunu gösteren vesîkalardır. 4, 9, 17, 18, 21, 22, 23, 24,<br />

32, 33, 36, 40, 41, 43, 44, 45, 47, 48, 49, 51, 52, 53, 56, 57, 59, 60, 65, 66, 69, 71, 89,<br />

94, 98, 99, 102, 103, 104, 106, 109, 166, 209, 229, 263, 267, 274, 276, 285, 289, 311,<br />

313, 327, 329, 332, 337, 352, 353, 354, 355, 356, 358, 364, 367, 368, 369, 370, 372, 373,<br />

(374), 378, 380, 383, 384, 385, 386, 387, 388, 390, 393, 399, 404, 407, 408, 411, 435,<br />

449, 450, 451, 457, 475, 479, 480, 482, 485, 486, 488, 489, 493, 495, 501, 509, 510, 512,<br />

525, 528, 531, 535, 564, 575, 598, 625, 698, 717, 737, 738, 761, 770, 771, 908, 910, 943,<br />

952, 954, 955, 960, 961, 969, 995, 1008, 1017, 1043, 1050, 1051, 1056, 1065, 1069, 1070,<br />

1075, 1118, 1123, 1125, 1157.<br />

627 — MUHAMMED ÂKİF “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Osmânlı şâ’irlerindendir.<br />

1290 [m. 1873] da tevellüd, 1354 [m. 1936] de İstanbulda vefât etdi. Edirnekapı<br />

kabristânındadır. Fâtih rüşdiyesinden sonra, mülkiye i’dâdîsini bitirdi. Baytar<br />

mektebini okuyup, veteriner oldu. Dînî, millî şi’rleri çok heyecânlıdır. Her müslimân<br />

türkün kalbine yerleşmiş olup ve her evde saygı ve sevgi ile okunan türk istiklâl<br />

marşının yazarıdır. (Safahât) kitâbı heyecânlı şi’rlerle dolu ise de, seksenaltıncı<br />

sahîfesinde (İstibdâd) adındaki yazısında ve dörtyüzbeşinci sahîfesinde,<br />

müslimânların halîfesi ve islâmiyyetin bekçisi olan sultân ikinci Abdülhamîd hânın<br />

şânını ve kıymetini zedeleyen çok çirkin ve bayağı iftirâları ve Mısr müftîsi sicilli<br />

mason, Muhammed Abdühü öven ve bir çalgıcıyı, çalgısının seslerini nidâ-yı<br />

ilâhîye benzeterek öven şi’rleri kendisini lekelemekde, îmânlı kalblerde nefret hâsıl<br />

etmekdedir. İstanbuldaki yüksek islâm enstitüsü eski müdîrlerinden ve öğretim<br />

– 1140 –


üyelerinden Ahmed Dâvüdoğlu, 1394 [m. 1974] senesinde İstanbulda basılan (Dîni<br />

ta’mîr da’vâsında din tahrîbcileri) kitâbında, Muhammed Âkifin de sâir reformcular<br />

gibi, ilhâmı doğrudan doğruya Kur’ân-ı kerîmden almak istediğini bildirmekdedir.<br />

44, 1160, 1170.<br />

628 — MUHAMMED AKKERMÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Doksanaltıncı<br />

[96] sırada, Akkermânî ismine bakınız!<br />

629 — MUHAMMED ALÎ PÂŞA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: 1183 [m. 1769]<br />

de Kavalada tevellüd, 1266 [m. 1849] da Mısrda vefât etdi. [1215] de Mısr vâlîsi oldu.<br />

Dînine bağlı iyi adam idi. Bundan sonra, Mısr bozuldu. 461, 1119, 1184.<br />

630 — MUHAMMED ARABÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Tebbânî<br />

Magribî, (İfâde-tül-ahyâr) kitâbının yazarıdır. Bu kitâbı iki cilddir. Mekkede<br />

basılmışdır. Burada, Abdühün Ehl-i sünnete karşı yapdığı haksız hücûmları açıklamakda,<br />

herbirine cevâb vermekdedir. 461.<br />

631 — MUHAMMED BÂBÂ SEMMÂSÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İslâm<br />

âlimlerinin büyüklerindendir. Râmîten ile Buhârâ arasında Semmâs köyünde tevellüd,<br />

755 [m. 1354] de orada vefât etdi. Alî Râmitenînin halîfesidir. Çok kerâmetleri<br />

görüldü. 969, 1097.<br />

632 — MUHAMMED BÂKÎ-BİLLAH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası<br />

kâdî Abdüsselâm Semerkandîdir. Sôfiyye-i aliyyenin büyüklerindendir. Rûh ilmlerinin<br />

mütehassısı idi. İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkînin “kuddise sirruhümâ”<br />

üstâdıdır. 971 [m. 1563] senesinde Kâbil şehrinde tevellüd etdi. Kâbilden Semerkanda<br />

gidip, zâhir ilmlerinde yüksek dereceye yetişdikden sonra, hâce İmkenegî<br />

hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile de şereflenerek vilâyetin yüksek mertebelerine<br />

kavuşdu. Şâh-ı Nakşîbend ve Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin rûhâniyyetlerinden<br />

de feyz alarak (Üveysî) oldu. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eshâbından<br />

mevlânâ Bedreddîn-i Serhendî (Hadarât-ül-kuds) adındaki fârisî kitâbında, hayâtını<br />

ve kerâmetlerini uzun yazmakdadır. Bu kitâb, fârisî olup, Bâyezîd kütübhânesi<br />

(Veliyyeddîn) kısmında [1788] sayıda mevcûddür. Muhammed Bâkî-billah,<br />

Delhîde 1012 [m. 1603] senesinde vefât etdi. Kutabrol denilen yerdeki mescidinin<br />

yanında ziyâret edilmekdedir. Türbesinin şarkında vâlidesi ile oğlu Ubeydüllah,<br />

garbında diğer oğlu Abdüllah medfûndur. 1387 [m. 1967] de Lâhorda basılan<br />

(Külliyât-i Bâkî-billah) kitâbında, hayâtı ve mektûbları yazılıdır. (Hadarât-ülkuds)<br />

kitâbı da, 1391 [m. 1971] de Lâhorda basılmışdır. 312 sahîfedir. 696, 750, 775,<br />

935, 940, 953, 954, 959, 962, 966, 969, 1061, 1111, 1179.<br />

633 — MUHAMMED BÂKIR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Oniki imâmın beşincisidir.<br />

Zeynel’âbidîn Alî bin imâm-ı Hüseynin oğlu, imâm-ı Ca’fer-i Sâdıkın babasıdır.<br />

[57] senesinde Medînede tevellüd, 113 [m. 732] senesinde vefât etdi. Medînede,<br />

Bakî’de, babasının yanındadır. 62, 442, 1084, 1197.<br />

634 — MUHAMMED BÂKIR-I LÂHORÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası<br />

Şerefeddîndir. Muhammed Ma’sûm Fârûkînin halîfelerindendir. İmâm-ı Rabbânî<br />

hazretlerinin (Mektûbât)ını 1080 [m. 1669] senesinde fârisî olarak hulâsa etmiş,<br />

(Kenz-ül-hidâyât) adını vermişdir. Ayrıca fârisî (Ürve-tül-vüskâ) kitâbını<br />

yazmışdır. 1080 [m. 1669]de vefât etmişdir.<br />

635 — MUHAMMED BEDEVÂNÎ: Seyyid Nûr ismine bakınız! 1170.<br />

636 — MUHAMMED BEHÂEDDÎN-İ BUHÂRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”:<br />

Yüzaltmışıncı [160] sırada Behâeddîn-i Buhârî ismine bakınız!<br />

637 — MUHAMMED BİN ABDÜLLAH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Veliyyüddîn<br />

hatîb-i Tebrîzî, şâfi’î hadîs âlimlerindendir. 749 [m. 1348] senesinde vefât etdi.<br />

İmâm-ı Begavînin (Mesâbîh) kitâbına ek ve açıklamalar yaparak (Mişkât-ül-<br />

Mesâbîh) adını verdiği kitâbı meşhûrdur. 458.<br />

– 1141 –


638 — MUHAMMED BİN ABDÜLVEHHÂB: 1111 [m. 1699] senesinde,<br />

Necdde, Hureymile kasabasında tevellüd, 1206 [m. 1791] da öldü. Genç yaşında<br />

iken, 1125 [m. 1713] de Basrada, Hempher isminde bir ingiliz câsûsunun tuzağına<br />

düşdü. Ehl-i sünnet i’tikâdından ve islâmın güzel ahlâkından ayrıldı. İngilizlerin<br />

(İslâmiyyeti yok etmek) çalışmalarına âlet oldu. Hempherin yazdırdığı bozuk<br />

şeyleri, 1150 [m. 1737] de (Vehhâbîlik) ismi ile neşr eyledi. (İngiliz Câsûsunun<br />

İ’tirâfları) kitâbımızda, vehhâbîliğin kurulması uzun yazılıdır. 447, 449, 454,<br />

459, 468, 472, 1172, 1176.<br />

639 — MUHAMMED BİN ABDÜRRESÛL: Berzencî âlimlerindendir. Seyyiddir.<br />

[1040] da Zûr şehrinde tevellüd, 1103 [m. 1692] de Medînede vefât etmişdir.<br />

Şî’îleri red eden mirzâ Mahdûmun (Nevâkıd) kitâbını ihtisâr etmişdir. Çok bilgili<br />

olduğu hâlde, tesavvufdan nasîbi olmamışdır. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine karşı<br />

edeb dışı hücûmlarda bulunmuşdur. (Makâmât-i Mazherî)de diyor ki, (İmâm-ı<br />

Rabbânînin “rahmetullahi aleyh” torunlarından Muhammed Ferruh Şâh bin Muhammed<br />

Sa’îd, çok âlim idi. Hacca gitdi. Muhammed Berzencî bunu mahcûb etmek<br />

için, Medîneden Mekkeye gitmek istedi. Ağır hastalandı. Muhammed Ferruh,<br />

Medîneyi de ziyâret edip gemi ile Hindistâna döndü. Berzencî iyi oldu. Kayıkla gemiye<br />

yetişmek istedi. Yolda boğuldu.)<br />

640 — MUHAMMED BİN AHMED EBŞÎHÎ: Behâeddîn Muhammed, [790]<br />

senesinde tevellüd, 850 [m. 1446] de Mısrda vefât etdi. (Mustatraf) kitâbı, Rat tarafından<br />

fransızcaya terceme edilmiş, [m. 1902] de Pârisde basılmışdır. 418.<br />

641 — MUHAMMED BİN AHMED SEMERKANDÎ “rahmetullahi teâlâ<br />

aleyh”: Alâüddîn-i Semerkandî 540 [m. 1145] da vefât etdi. 531. ci isme bakınız!<br />

642 — MUHAMMED BİN AHMED ZÂHİD “rahmetullahi teâlâ aleyh”:<br />

Hindistânda 632 [m. 1234] de vefât etdi. Hanefî fıkh âlimlerindendir. (Tergîb-üssalât)<br />

kitâbı meşhûrdur. Nûr-i Osmâniyye kütübhânesinde vardır. 283.<br />

643 — MUHAMMED BİN EBÛ BEKR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Onuncu<br />

[10] senede, Vedâ’ haccına giderken tevellüd etdi. 38 [m. 659]. ci senede işkence<br />

ile öldürüldü. Sahâbî değildir. Tâbi’îndendir. Hazret-i Osmânı şehîd edenler arasında<br />

idi. Deve ve Sıffîn harblerinde hazret-i Alî ile birlikde idi. Hazret-i Alî tarafından<br />

Mısr vâlîsi yapıldı. Amr ibni Âs ile yapdığı muhârebede şehîd oldu.<br />

1126.<br />

644 — MUHAMMED BİN EBÎ BEKR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâmzâde<br />

ve Rükn-ül-islâm denir. Buhârâda müftî idi. 573 [m. 1178] senesinde vefât etdi. Bunun<br />

(Şir’atül-islâm) kitâbını Ya’kûb bin Seyyid Alî şerh etmişdir. 392.<br />

645 — MUHAMMED İBNİ HANEFİYYE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Dörtyüzkırkdördüncü<br />

[444] sırada İbni Hanefiyye ismine bakınız!<br />

646 — MUHAMMED BİN İSHAK “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Dedesi Huzeymedir.<br />

[223] yılında tevellüd, 311 [m. 923] senesinde Nîşâpûrda vefât etdi. İmâmül-eimme<br />

denir. Yüzkırkdan fazla kitâbı vardır. Hadîs âlimidir. 313, 391.<br />

647 — MUHAMMED BİN MAHMÛD BÂBERTÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”:<br />

Ekmelüddîn-i Mısrî, Hanefî fıkh âlimidir. 712 [m. 1312] de Bağdâdın Bâberta<br />

kasabasında tevellüd ve 786 [m. 1384] da, Mısrda vefât etdi. (Tercîh-u mezheb-i<br />

İmâm-ı a’zam) risâlesi ve (İrşâd) ismindeki (Fıkh-ı ekber) şerhı ve (Envâr) isminde<br />

(Menâr) şerhı ve (Tuhfe-tül-ebrâr) ismindeki (Meşârık) şerhı ve (Takrîr) ismindeki<br />

(Pezdevî usûli) şerhı ve (İnâye) isminde (Hidâye) şerhı ve dahâ şerhleri ve<br />

tefsîri vardır. Sa’dî Çelebînin bu (İnâye)ye hâşiyesi vardır. 636, 1084.<br />

648 — MUHAMMED BİN MAHMÛD HAREZMÎ: İmâm-ı a’zamın (Müsned)ini<br />

toplamışdır. 665 [m. 1266] de vefât etmişdir. Celâlüddîn-i Pânî-pütî, başka olup,<br />

yüzdoksanüçüncü sırada bildirilmişdir. 1085.<br />

– 1142 –


649 — MUHAMMED BİN MÜNKEDİR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sôfiyye-i<br />

aliyyedendir. Bezzâz idi. 130 [m. 748] senesinde Medînede vefât etdi. 845.<br />

650 — MUHAMMED BİN SÜLEYMÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Medîne-i<br />

münevverenin Şâfi’î âlimlerinden idi. 1124 [m. 1712] de Şâmda tevellüd,<br />

1194 [m. 1780] de Medînede vefât etdi. Çok kitâb yazdı. İki cild fetvâsı meşhûrdur.<br />

Vehhâbîlerin i’tikâdlarının bozuk olduklarına fetvâ verdi. 453.<br />

651 — MUHAMMED BİN SÜLEYMÂN CEZÛLÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”:<br />

Ebû Abdüllah Cezûlî [veyâ Cüzûlî], hadîs âlimidir. Şerîflerdendir. Fasda yetişdi.<br />

Şâzilî tarîkatinde yükseldi. 870 [m. 1465] senesinde zehrlenerek Fasda şehîd edildi.<br />

Yetmişyedi sene sonra Merrâküşe nakl edildi. Bunun (Delâil-ül-hayrât) salevât<br />

kitâbını Kara Dâvüd Muhammed bin Kemâl İzmîtî türkçeye terceme ve şerh<br />

etmiş, 948 [m. 1541] de Bursada vefât etmişdir. 1087.<br />

652 — MUHAMMED BİN SÜ’ÛD: Arabistânda, Necd çölünde kabîle reîsi idi.<br />

Vehhâbîlik meydâna çıkınca, hâkimiyyetini artdırmak için vehhâbî oldu. İngilizlerin<br />

yardımı ile herkesi zorla vehhâbî yapdı. Vehhâbî olmıyan çok müslimânı öldürdü.<br />

Birinci Vehhâbî Sü’ûdî devletini kurdu. 1178 [m. 1765] de öldü. 447, 1060.<br />

653 — MUHAMMED BUHÂRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin<br />

Mensûr Nevkadî, Semerkand müftîsi iken 434 [m. 1043] de ve Kâdî Muhammed<br />

Zahîrüddîn Buhârî 619 [m. 1222] de ve Muhammed bin Abdürrahmân Zâhid Buhârî<br />

546 [m. 1151] de vefât etdi.<br />

654 — MUHAMMED CEVÂD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Oniki imâmın dokuzuncusudur.<br />

Takıy ismi ile meşhûrdur. İmâm-ı Alî Rızânın oğludur. Yüzdoksanbeş<br />

[195] senesinde Medînede tevellüd ve ikiyüzyirmi 220 [m. 835] senesinde<br />

Bağdâdda vefât etdi. Zevcesi Ümm-ül-fadlın amcası olan Mu’tesım halîfe ile görüşmek<br />

için Bağdâda gidince vefât etmişdir. Zevcesi serâya alınmışdır. 62, 1162.<br />

655 — MUHAMMED ES’AD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâmzâde Muhammed<br />

bin Abdüllah, Konyalı olup, İstanbulda tevellüd etdi. 1267 [m. 1851] de vefât<br />

etdi. (Dürr-i yektâ) ve (Hilyetün-nâcî) fıkh kitâbları İstanbulda basılmışdır. 392, 702.<br />

656 — MUHAMMED ES’AD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Seyyiddir. Nakîb-üleşrâf<br />

idi. (Sahhâflar şeyhi zâde) adı ile meşhûrdur. 1264 [m. 1848] senesinde,<br />

meclis-i me’ârif-i umûmiyye reîsi iken vefât etmişdir. Ayasofya câmi’i yanındaki<br />

meşhûr (Es’ad efendi) kütübhânesi, şimdi Süleymâniyye umûmî kitâblığındadır.<br />

Yeniçeri askerinin ilgâsını anlatan (Üss-i zafer) târîh kitâbı çok kıymetlidir. Başka<br />

eserleri de vardır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin seyyid Es’ad efendiye yazdığı<br />

arabî mektûb, türkce tercemesi ile berâber, (Reşehât) kitâbının kenârında basılmışdır.<br />

(Ulemâ-ül-müslimîn ve Vehhâbiyyûn) kitâbının sonunda da vardır. 282, 283,<br />

420, 670, 701, 835.<br />

657 — MUHAMMED HAKKI “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Seyyid Muhammed<br />

Hakkı bin Alî, Hanefîdir. Nâzillide tevellüd, Mekke-i mükerremede 1301 [m.<br />

1884] de vefât etdi. Üstâdları Ödemişli Halîl efendi ve Muhammed Cân Mekkî vâsıtası<br />

ile Abdüllah-i Dehlevîye vâsıl olmakdadır. Bezm-i âlem sultân, Muhammed<br />

Cân için Mekkede bir tekke yapdırmışdır. (Sakal-bıyık risâlesi), (Hazîne-tül-esrâr)<br />

arabî olup, Beyrutda (Mekteb-üt-ticâri)de satılmakdadır. 418.<br />

658 — MUHAMMED HÂN-I “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Osmânlı pâdişâhlarının<br />

beşincisi ve Osmânlı devletinin ikinci kurucusudur. Tîmûr bozgununda esîr<br />

olmadan Amasyaya geldi. Pederinin vefâtından sonra, burada saltanatını i’lân<br />

etdi. Bursadaki Îsâ çelebiye ve sonra Rumelide Mûsâ çelebîye gâlib geldi. Oniki<br />

sene aralıkdan sonra 816 [m. 1413] da Osmânlı sultânı oldu. Anadoludaki isyânları<br />

basdırdı. Rumelide Macaristâna kadar aldı. Herekeyi ve Gebzeyi de Bizansdan<br />

aldı. Serezde ilhâd ve isyân çıkaran Samâvne kâdîsı oğlu denilen şeyh Bedreddîni<br />

yakalayıp i’dâm etdi. 824 [m. 1421] senesinde Edirnede vefât edip Bursaya ge-<br />

– 1143 –


tirildi. Haremeyne her sene Surre alayı göndermek güzel âdetini çıkarmışdır.<br />

1080, 1081.<br />

659 — MUHAMMED HÂN-III: İslâm halîfelerinin yetmişsekizincisidir ve<br />

Osmânlı pâdişâhlarının onüçüncüsüdür. Üçüncü Murâd hânın oğlu ve birinci Ahmed<br />

hânın babasıdır. Eğri fâtihidir. 974 [m. 1566] de tevellüd, 1012 [m. 1603] de<br />

vefât etdi. Ayasofya câmi’i bağçesindeki türbesindedir. Bu türbede, Ahmed hânın<br />

vâlidesi Handan sultân ve Ahmed hânın üç şâhzâdesi ile altı kerîmesi ve Murâd hânın<br />

onbeş kerîmesi olmak üzere yirmialtı sandûka vardır. Türbenin hâricinde de<br />

Murâd hânın dört kerîmesi vardır. Üçüncü Muhammed hânın oğlu, birinci Mustafâ<br />

hân, babasının türbesi yanındaki türbesindedir. Sultân Mustafâ türbesinde onbeş<br />

sanduka olup, birâder zâdesi İbrâhîm hân ve dördüncü Murâd hânın kerîmesi<br />

İsmihân sultân ve şâhzâde ve sultânlar vardır. 1003 [m. 1593] de halîfe oldu. Celâlî<br />

eşkıyâsı ile ve Macarlarla uğraşdı. İçkiyi sıkı yasak edip, bütün meyhâneleri kapatdı.<br />

Bunun zemânında, 1012 [m. 1603] de tütün içilmeğe başlandı. 733, 1099, 1119,<br />

1124, 1149, 1150.<br />

660 — MUHAMMED HÂŞİM-İ KEŞMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Asyada<br />

Bedahşânın Keşm kasabasındandır. Seyyid Muhammed Nu’mân hazretlerinin huzûrunda<br />

tevbe ve inâbet eyledi. Sohbetinde yetişip, Seyyid hazretlerinin işâreti ile,<br />

[1031] senesinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbeti ile şereflendi. İmâm-ı Rabbânî<br />

iki sene askerde kaldığı zemân hep hizmetinde bulunup, teveccüh ve ihsânlarına<br />

kavuşdu. Hâşim-i Keşmî diyor ki, seyyidim Muhammed Nu’mân buyurdu<br />

ki, Burhânpur şehrinin câmi’inde Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” dört<br />

halîfesi ile rü’yâda gördüm. Beni görünce, hazret-i Sıddîk-ı ekbere karşı buyurdu<br />

ki, (Şeyh Ahmedin kabûl etdiği kimseyi biz de ve Allahü teâlâ da kabûl ederiz.<br />

Şeyh Ahmedin red etdiği kimseyi, biz de ve Allahü teâlâ da red ederiz.) Bu<br />

sözü işitince, İmâm-ı Rabbânînin makbûllerinden olduğum için, Cenâb-ı Hakka<br />

şükr eyledim.<br />

Hâşim-i Keşmî, hazerde ve seferde, İmâm-ı Rabbânînin meclis-i şerîfinde bulunmakla<br />

şereflendi. Binotuzüç senesinde (Mektûbât)ın üçüncü cildini toplamağa<br />

başladı. 1040 da temâm oldu. [1037] hicrî senesinde (Berekât) veyâ (Zübde-tülmakâmât)<br />

ismlerini verdiği kitâbı yazarak, bu se’âdet güneşinin ve üstâdlarından<br />

ve talebesinden meşhûr olanların kerâmetlerini, hâl tercemelerini insanlığa duyurdu.<br />

(Berekât) kitâbı, fârisî olup, Bombayda basılmışdır. İstanbulda (Murâd molla)<br />

kütübhânesinde, [1317] numarada (Makâmât-i Ahmediyye) adı ile, el yazması<br />

mevcûddür. Binüçyüziki ve binüçyüzyedi senelerinde Hindistânın Rampur ve<br />

Lüknov şehrlerinde basılmış, 1396 [m. 1976] da İstanbulda ikincisi ofset yolu ile<br />

tekrâr basılmışdır. İkinci cildin altmışbeşinci mektûbu buna yazılmışdır. 1054 [m.<br />

1645] de Burhânpur şehrinde vefât etdi. Muhammed Hâşim sâhib cân başkadır. 905,<br />

924, 926, 927, 929, 1111, 1121.<br />

661 — MUHAMMED HAYÂT “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şeyh Muhammed<br />

Hayât muhaddis Medenî Sindî 1163 [m. 1749] de Medînede vefât etdi. Babası İbrâhîmdir.<br />

Hanefî fıkh âlimidir. Nevevînin (Erba’în)ini, Münzirînin (Tergîb)ini<br />

ve (Hikem-i Atâıyye)yi şerh, İbni Hacerin (Zevâcir)ini ihtisâr etmişdir. Mezheb<br />

taklîdini bildiren (Gâyet-üt-tahkîk) ve (Nihâyet-üt-tedkîk) risâlesini 1413 [m.<br />

1992] de, Hakîkat Kitâbevi basdırmışdır. 208, 466. (Misbâh)ın 103.cü sahîfesi.<br />

662 — MUHAMMED KASSÂB : Sôfiyye-i aliyyedendir. Dâmeganda va’z verirdi.<br />

(Kör olanlar yalnız sıfata bakar. Ni’metleri, ihsânları görür. Sôfiyye ise, zâta,<br />

ihsân yapana bakar. Zâtdan başka olan şeyler perdedir, mâni’ olur) derdi.<br />

663 — MUHAMMED MA’SÛM-İ FÂRÛKÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”:<br />

İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruhümâ” hazretlerinin üçüncü oğludur. [1007] yılında<br />

Serhendde tevellüd, binyetmişdokuz 1079 [m. 1668] da orada vefât etdi. Mu-<br />

– 1144 –


ârek babası türbesinin birkaçyüz metre şimâlindeki büyük türbededir.<br />

[1068] de hacca gitdi. Hacdaki hâlleri (Yevâkît-ül-Haremeyn) kitâbında ve<br />

Yüsûf-i Nebhânînin (Câmi’u kerâmât-il-evliyâ) kitâbında yazılıdır. İmâm-ı Rabbânînin<br />

mescidini Şâh-ı Cihân mermerden yenilemiş, yanında Muhammed Ma’sûm<br />

hazretleri için bir oda yapdırmışdır. (Urve-tül-vüskâ) adı ile meşhûrdur. İmâm-ı<br />

Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed-i Fârûkî Serhendînin “kuddise sirruhümâ”<br />

halef-üs-sıdk ve vâris-i a’zamı idi. Aklî ve naklî ilmlerin, sûrî ve ma’nevî kemâlâtın<br />

câmi’iyyetini edinmiş idi. (Kutbiyyet) makâmına ve (Kayyûmiyyet) mansıbına,<br />

yüce pederinden beşâretler almış idi. Tarîk-i Ahmedînin nisbetini, pederinin<br />

teveccühlerinden, bütün âleme yaymış idi. Uzak memleketlerden kendine bağlı<br />

olanlara, filân (Vilâyet-i Mûseviyye)ye kavuşmuşdur, filân (Vilâyet-i Muhammediyye)<br />

ile şereflenmişdir diye bildirirdi. Dokuzyüzbin kişi, onun vâsıtası ile, (Allah)ı<br />

irâde etmişlerdir. Yüzkırkbin talebesini vilâyet mertebesi, yedibin kimseyi<br />

hilâfet makâmı ile mümtâz eyledi. Hizmetlerinde ve huzûr-ı âlîlerinde, tâlibler<br />

ba’zan bir ayda, ba’zan bir haftada kemâlât-i vilâyete erişirlerdi. Ba’zılarını, bir teveccühde,<br />

makâmların hepsine ulaşdırırlardı. Makâmları, keşfleri ve kerâmetleri,<br />

bu yüksek hânedânın hâllerini bildiren kitâblarda uzun uzun yazılı olduğundan,<br />

burada açıklamağa lüzûm görülmedi. Bu kitâblar arasında beşi, her memlekete yayılmışdır.<br />

Birincisi, Muhammed Hâşim-i Bedahşînin (Berekât) kitâbı olup, fârisîdir.<br />

(Zübde-tül-makâmât) adı ile Murâd molla kütübhânesinde [1317] sayıda ve<br />

Süleymâniyye Pertevniyâl kısmında [406] sayı ile mevcûddür. Hindistânda Kanpur<br />

şehrinde 1307 senesinde ve İstanbulda (Hakîkat Kitâbevi) tarafından 1408 [m.<br />

1988] de tab’ ve neşr edilmişdir. İkincisi Bedreddîn-i Serhendînin (Hadarât-ül-kuds)<br />

kitâbıdır. 1391 [m. 1971] de Lâhorda çok güzel basılmışdır. Üçüncüsü (El-hadâikul-verdiyye<br />

fî hakâik-ı ecellâ-in nakşibendiyye) olup basılmışdır. Dördüncüsü, (Hadîkat-ül-evliyâ)<br />

türkçedir. [1318] hicrî senesinde İstanbulda basılmışdır. Beşincisi<br />

(Umdet-ül-makâmât) kitâbıdır. Hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır.<br />

Altı oğlu ve bütün nesl-i necîbleri, zemânlarının kutbu olmuşdu. Bütün islâm<br />

memleketleri, kalblerinden saçılan nûrlarla nûrlanmışdı. Cenâb-ı müstetabının vârisleri,<br />

yer yüzünde meşhûr olmuşlardır. Hidâyet ve irşâdda yüksek derece kazanmışlardır.<br />

İrfân ehlinin ve yakîn sâhiblerinin anladıkları gibi, feyz kaynakları, bu<br />

âna gelinceye kadar, akmakdadır. İnşâallah, âhır zemâna kadar da, böylece cârî<br />

olacakdır. Üç cild olan fârisî (Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) kitâbı 1396 [m. 1976] senesinde<br />

Pâkistânın Karaşi şehrinde basdırılmışdır. Bu üç cildin içinde bulunan altıyüzelliiki<br />

mektûbdan yüzaltmışbeş adedi seçilerek, (Müntehabât-i Ma’sûmiyye)<br />

adı ile, 1979 senesinde İstanbulda ofset baskısı yapılmışdır. Bunun sonunda, Hüseyn<br />

<strong>Hilmi</strong> Işıkın eserleri bildirilmekdedir. Muhammed Ma’sûmun altı kızının her<br />

biri velî idi. [(Umdet-ül-makâmât) sahîfe 395.] 11, 65, 89, 110, 113, 118, 181, 219,<br />

427, 472, 512, 596, 651, 692, 754, 784, 923, 930, 969, 1001, 1009, 1048, 1053, 1055,<br />

1061, 1063, 1075, 1081, 1121, 1141, 1142, 1150, 1169, 1185, 1190, 1198.<br />

664 — MUHAMMED MA’SÛM-İ ÖMERÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Doksanıncı<br />

[90] sırada Ahmed Sa’îd ismine bakınız!<br />

665 — MUHAMMED MER’AŞÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kâdı Muhammed<br />

bin Reşîd Mer’aşî İstanbulda yerleşmişdir. Hanefîdir. Vehbî ve Sünbülzâde ismleri<br />

ile meşhûrdur. 1224 [m. 1809] de vefât etdi. (Tuhfe-i Vehbî) lügati çok basılmışdır.<br />

Eyyûb câmi’i ile Bostan iskelesi arasındaki Mihr-i şâh sultânın türbesi ve<br />

imâreti dışında yazılı kasîdeler bunun olup, Yesârî-zâdenin yazısıdır. 1174.<br />

666 — MUHAMMED MURÂD-I KAZÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: [1272]<br />

hicrî senesinde Rusyada, Kazan vilâyetinin Ufa kasabasında tevellüd etdi. Memleketinde<br />

medrese tahsîlini bitirip, 1293 [m. 1876] de Buhârâya geldi. Buhârâ ve<br />

Taşkendde tahsîlini temâmlayıp 1295 [m. 1878] de Hindistâna ve Hicâza geldi. Medîne-i<br />

münevverede tarîkat-ı Nakşibendiyyeye intisâb edip, rûh âleminde terak-<br />

– 1145 –


kî etdi. 1352 [m. 1933] de vefât etdi.<br />

1302 [m. 1884] de (Reşehât) kitâbını ve sonra, İmâm-ı Rabbânînin (Mektûbât)ını<br />

fârisîden arabîye terceme etdi. (Mektûbât)ın arabîsine (Dürer-ül-meknûnât) adını<br />

verdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâl tercemesini de arabî uzun yazıp, 1317<br />

[m. 1898] de Mekke-i mükerremede (Mîriyye) matba’asında, (Mektûbât)ın kenârında<br />

basıldı. İstanbulda Bâyezîdde belediye kütübhânesinde elliüç [53] numarada<br />

mevcûddür. Bunun foto-kopisi 1383 [m. 1963] de İstanbulda basılmışdır. Bu baskılardaki<br />

hâl tercemesinin uzun bir kısmı (Eshâb-ı Kirâm) ve (Hak Sözün Vesîkaları)<br />

kitâblarında mevcûddur. Bu arabî mektûbâtdan yüzdoksandört mektûb seçilerek,<br />

(El-Müntehabât) ismi ile 1392 [m. 1972] senesinde İstanbulda ofset yolu<br />

ile basdırılmışdır. 1075, 1121.<br />

667 — MUHAMMED NU’MÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Mîr Muhammed<br />

Nu’mân bin Seyyid Şemseddîn, 977 [m. 1567] senesinde Semerkandda tevellüd etdi.<br />

Binaltmış 1060 [m. 1650] senesinde Egre şehrinde vefât etdi. Hindistâna gelip,<br />

hâce Bâkîbillah hazretlerinin sohbeti ile şereflendi. Vefâtına kadar Delhîde hizmetinde<br />

bulundu. Hâce hazretlerinin vefâtında, İmâm-ı Rabbânî Dehlîye teşrîf etmişdi.<br />

Merhamet buyurup, seyyid Nu’mânı, Serhende götürdü. Uzun zemân hizmet<br />

ve sohbetde bulundukdan sonra, talebe yetişdirmesi için Burhânpura gönderildi.<br />

101, 267, 481, 515, 746, 749, 756, 1036, 1144, 1148.<br />

668 — MUHAMMED OSMÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hâcı Muhammed<br />

Osmân Sâhib, Hindistânda yetişen Evliyânın büyüklerindendir. Hicretin binikiyüzkırkdört<br />

[1244] senesinde Pencâbın Loni kasabasında tevellüd, 1314 [m. 1896]<br />

de Pencâb Musâ zey kasabasında vefât etdi. Binikiyüzaltmışaltı senesinde, Ahmed<br />

Sa’îd-i Serhendî hazretlerinin talebesinden hâcı Dost Muhammed Kandihârînin<br />

sohbetine kavuşdu. Onsekiz sene feyz aldı. Zâhir ve bâtın ilmlerinde kemâle geldi.<br />

Üstâdı [1284] senesinde vefât edince yerine geçmekle şereflendi. Binlerle Velî<br />

yetişdirdi. Yirmidokuz sene, tâlibleri irşâd eyledi. Vefâtından bir sene sonra, babasının<br />

yerinde onyedi yaşında irşâda başlayan oğlu Muhammed Sirâcüddînin emri<br />

ile talebelerinden seyyid Ekber Alî Dehlevînin yazdığı (Fevâid-i Osmâniyye) kitâbında<br />

mektûbları ve kerâmetleri uzun bildirilmişdir. 1382 [m. 1962] de Mültanda<br />

basılmışdır. Siracüddîn binüçyüzotuzüç 1333 [m. 1915] senesinde vefât edince,<br />

oğlu Muhammed Zâhid “rahmetullahi aleyh” zâhir ve bâtın ilmlerinin menbaı oldu.<br />

Sirâcüddînin halîfelerinden Muhammed Fadl Alî Şâh 1354 [m. 1935] de vefât<br />

etdi. Yerinde irşâda başlıyan Muhammed Sa’îd Kureyşî Ahmed purî de 1363 [m.<br />

1944] de Pânî-püt şehrinde vefât etdi. Dost Muhammed Kandihârînin (Mektûbât)ındaki<br />

otuz mektûbu Muhammed Âdil toplamış, Muhammed Zâhid bin Sirâcüddînin<br />

emri ile Atâ Muhammed tarafından 1383 [m. 1964] de Mültanda basılmışdır.<br />

783, 1198.<br />

669 — MUHAMMED PÂRİSÂ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin<br />

Muhammed bin Mahmûd [756] da Buhârâda tevellüd, 822 [m. 1419] de Medînede<br />

vefât etdi. Nemâzını, Molla Fenârî kıldırdı. (Umdet-ül-makâmât)da diyor ki,<br />

(Zeyneddîn Hâfî, kabr taşını Mısrdan gönderdi. Taş 1212 de yerinde idi. 1225 de<br />

görmedim. Vehhâbîler kırmış.) Medrese tahsîlini bitirip, hadîs ve fıkh bilgilerinde<br />

ihtisâsını ilerletdi. Sonra Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin sohbet<br />

ve teveccühlerine kavuşarak kemâle geldi. (Risâle-i kudsiyye), (Tuhfe-tüssâlikîn),<br />

(Tahkîkât) ve (Faslül-hitâb) kitâbları meşhûrdur. Hepsi de fârisîdir. (Tuhfe)si<br />

1390 [m. 1970] senesinde Delhîde basılmışdır. 49, 106, 470, 720, 750, 1137,<br />

1185.<br />

670 — MUHAMMED REBHÂMÎ : “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hindistânın fıkh<br />

âlimlerindendir. 835 [m. 1432] de yazdığı fârisî (Riyâd-un-nâsıhîn) ismindeki ilmihâl<br />

kitâbı 1313 de Bombayda basılmış, 1981 de İstanbulda ofset baskısı yapılmış-<br />

– 1146 –


dır. Bunu dörtyüzkırkdört kitâbdan toplamışdır. 210, 420, 1058.<br />

671 — MUHAMMED SÂDIK “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin<br />

birinci oğludur. Vilâyet bostanının meyveli ağacı idi. Bin [1000] senesinde<br />

Serhendde tevellüd, 1025 [m. 1616] senesinde tâ’ûndan, orada vefât etdi. Babası,<br />

kabri üzerine kubbe yapdırdı. [1008] senesinde, pederi ile birlikde hâce Muhammed<br />

Bâkî ile teşerrüf edip, zikr almakla, murâkabe, cezbe ve nisbet-i şerîfe ile<br />

şereflendi. İsti’dâdı ve fıtrati yüksek olduğundan, onların terbiyesi ve merhametli<br />

nazarlarının bereketleri sâyesinde kıymetli hâllere ve büyük işlere kavuşdu. Dahâ<br />

çocuk iken, uzak yerlerdeki şeyleri, mezârdaki hâlleri keşf ederdi. Sonra, kendi<br />

peder-i âlîsinden feyz alarak kemâl mertebelerinin sonuna erişdi. Babasının esrârına<br />

mahrem oldu. Hazret-i Îşân her Cum’a nemâzlarından sonra, kabr-i şerîfine<br />

gelip, bir müddet mürâkabe buyururdu. 951, 1034, 1121.<br />

672 — MUHAMMED SÂDIK “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Alîdir. Sakızlıdır.<br />

1059 [m. 1649] senesinde vefât etdi. (Surre-tül-fetâvâ) kitâbı meşhûrdur.<br />

1003.<br />

673 — MUHAMMED SÂDIK EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hafîdzâde<br />

Muhammed Sâdık bin Muhammed efendi 1230 [m. 1815] da vefât etdi. (Nevâdir-i<br />

fıkhiyye) kitâbı meşhûrdur. 282.<br />

674 — MUHAMMED SA’ÎD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâm-ı Rabbânî<br />

hazretlerinin ikinci mahdûmudur. [1005] senesinde tevellüd, 1070 [m. 1660] senesinde<br />

vefât etdi. Babasının türbesindedir. Ahlâkının güzelliği, fazîletlerinin çokluğu,<br />

güler yüzü, yumuşak sözü, işlerinin hâlis olması ile zînetlenmişdi. Tahsîlini<br />

genç yaşında bitirdi. Aklî ve naklî bilgilerde mütehassıs oldu. Babasının tesarrufu<br />

ve teveccühleri sâyesinde, büyüklerinin nisbetine ve yüksek hâllere kavuşdu. Onyedi<br />

yaşında sûrî ve ma’nevî kemâlâta vâsıl oldu. Birçok kıymetli kitâblara ta’lîkler<br />

ve hâşiyeler yapdı. (Mişkât-i Mesâbîh) ve Hayâlî hâşiyesine ta’lîkleri çok kıymetlidir.<br />

Nemâzda otururken parmak kaldırmamak için, Hanefî mezhebine göre<br />

yazdığı risâlesi şâh-eserdir. Parmak kaldırmamanın dahâ iyi olduğunu isbât etmişdir.<br />

Pederinin garîb sırlarına, acîb ma’rifetlerine mahrem idi. (Mektûbât-i Sa’îdiyye)<br />

kitâbında yüz mektûb vardır. 1385 [m. 1965] de Pâkistânda basılmışdır. 271, 425,<br />

741, 930, 941, 1121.<br />

675 — MUHAMMED SIDDÎK “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hidâye ismi ile meşhûrdur.<br />

Bedahşânın Keşm kasabasındandır. Küçük iken, Hân-ı Hânân Abdürrahîmin<br />

sohbetinde bulundu. Bunun vâsıtası ile, Hâce Bâkî-billahın sohbeti ile şereflendi.<br />

Vefâtından sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbet ve hizmetine kavuşdu.<br />

Vilâyet-i hâssa ile müşerref oldu. 1032 [m. 1622] de izn alarak hacca gitdi.<br />

Hicâzda iken, İmâm-ı Rabbânî buyurdu ki, (Şimdi, uzakda olan kardeşlerimizden<br />

ba’zısının ahvâline müteveccih idim. Mevlânâ Muhammed Sıddîk göründü. <strong>Tam</strong><br />

bir sevgi ve ihlâs ile bize müteveccihdir. Şu ânda Mâverâ’ün-nehrde, Bedahşânda<br />

yolcudur. Hâli hoş olsun!). 1019 senesinde, İmâm-ı Rabbânînin (Mebde’ ve<br />

me’âd) risâlesini toplamışdır. Fârisî olup, Urdu tercemesi ile birlikde, 1388 [m. 1968]<br />

de Pâkistânda basılmış, 1977 de İstanbulda ofset baskısı yapılmışdır.<br />

676 — MUHAMMED ŞEYBÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâm-ı a’zam Ebû<br />

Hanîfenin derslerinde yetişen islâm âlimlerinin en üstünlerindendir. Büyük müctehid<br />

idi. İmâm-ı a’zamın derslerini, sözlerini kitâblara geçiren budur. Adı, Muhammed<br />

bin Hasen bin Abdüllah bin Tâvus bin Hürmüzdür. Bu Hürmüz, imâm-ı<br />

a’zam Ebû Hanîfenin ceddi olup, Bağdâd sultânı idi. Hazret-i Ömerin elinde îmân<br />

etmiş idi. 135 [m. 752] senesinde Vâsıt şehrinde tevellüd, 189 [m. 805] senesinde Reyde<br />

vefât etdi. 120, 133, 134, 137, 138, 144, 154, 155, 231, 234, 268, 269, 285, 293, 294,<br />

301, 303, 304, 324, 325, 340, 413, 415, 439, 443, 444, 565, 566, 568, 576, 586, 595, 621,<br />

625, 626, 630, 634, 636, 637, 786, 792, 801, 803, 806, 809, 821, 826, 830, 851, 857, 858,<br />

– 1147 –


861, 862, 863, 865, 866, 868, 1020, 1028, 1076, 1089, 1094, 1111, 1137, 1178, 1194, 1196.<br />

677 — MUHAMMED TARSÛSÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin<br />

Ahmed bin Muhammed, Hanefî âlimlerindendir. 1117 [m. 1705] senesinde vefât<br />

etdi. Birçok kitâblara hâşiyesi vardır. Tütün harâm değildir, derdi. 639.<br />

678 — MUHAMMED ZÂHİD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hâce Muhammed<br />

Zâhid-i Semerkandî, derin âlim ve veliy-yi kâmil idi. Rûh bilgilerinin mütehassısı<br />

idi. Dokuzyüzotuzaltı 936 [m. 1530] senesinde Hisârın Vahş köyünde vefât etdi.<br />

Önce çok riyâzet ve mücâhede yapdı ise de, Ubeydüllah-i Ahrâr “kuddise sirruh”<br />

hazretlerinin teveccühü ile birinci sohbetinde kemâle kavuşdu. Ya’kûb-i<br />

Çerhî hazretlerinin kızının oğludur. (El-Hadâik-ul-verdiyye) kitâbında kerâmetleri<br />

yazılıdır. Mevlânâ Muhammed Kâdînın (Silsile-tül’ârifîn) kitâbı meşhûrdur.<br />

(Mesmû’ât) kitâbı Mîr Abdülevvele âid olup, Süleymâniyye kütübhânesi (Es’ad<br />

efendi) kısmında [1715] sayıda mevcûddur. (Hakîkat Kitâbevi) tarafından 1414 [m.<br />

1993] de neşr edilmişdir.Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin fârisî sözleridir. Yetişdirdiği<br />

Velîler arasında, hemşîresinin oğlu mevlânâ Dervîş Muhammed, bu silsilenin<br />

büyüklerindendir. 969, 1089, 1184.<br />

679 — MUHAMMED ZİHNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hâcı Zihnî efendi, Osmânlı<br />

devleti me’ârif meclisi a’zâsından idi. [1262] de tevellüd, 1332 [m. 1914] senesinde<br />

vefât etdi. Beğlerbeği küplücesindedir. (Ni’met-i İslâm) kitâbı, (Kimyâ-i<br />

se’âdet mukaddimesi) ile (Elmünkızü aniddalâl) tercemeleri meşhûrdur. 462, 1067.<br />

680 — MUHİBBULLAH-I MANKPÛRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hindistânda,<br />

Burhânpurda, şeyh Muhammed bin Fadlullah sohbetine devâm ile halîfe olmuş,<br />

irşâda icâzet almış iken, seyyid Muhammed Nu’mânın hizmetine devâm etmiş,<br />

burada İmâm-ı Rabbânînin ismini işiterek ve (Mektûbât)ı dinliyerek aşk ve<br />

şevk ile Serhende gelmişdir. Hizmet ederek, icâzet aldı. Mankpûra irşâda gönderildi.<br />

401, 426, 906.<br />

681 — MUHYİDDÎN-İ ARABÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Bekr ibnü<br />

Arabî ismi ile de meşhûrdur. Sôfiyye-i aliyyenin büyüklerindendir. Adı şeyh-i ekber<br />

Ebû Bekr-i Muhammed bin Alîdir. 560 [m. 1165] da, Endülüsde Mürsiye kasabasında<br />

tevellüd, 638 [m. 1240] de Şâmda vefât etdi. Büyük Velî ve müctehid<br />

idi. Konyaya gelip, Sadreddîn-i Konevînin üvey babası oldu. Nakl etdiği bilgilerin<br />

hepsi, birer vesîkadır. Devlet ve mevkı’ sâhiblerinden çok hediyye gelir, hepsini<br />

fakîrlere dağıtırdı. Beşyüzden fazla kitâb yazdı. Câhiller, buna zındık dedi.<br />

İbni Teymiyye gibiler kâfir dedi. Âlimler, Ârifler ise, veliy-yi kâmil olduğunu anladı.<br />

(Fütûhât-i Mekkiyye)si dört büyük cild hâlinde 1393 [m. 1973] de Beyrutda<br />

basılmışdır. 50, 79, 84, 90, 93, 94, 279, 388, 414, 458, 497, 696, 727, 736, 739, 750,<br />

927, 928, 942, 947, 962, 968, 1037, 1117, 1136, 1164, 1193.<br />

İbn-ül-arabî ismi ile meşhûr olan Kâdî Ebû Bekr ibn-ül-arabî başkadır. İsmi Muhammed<br />

bin Abdüllahdır. Endülüsde 468 [m. 1076] de tevellüd etmiş, 543 [m. 1149]<br />

de Fasda vefât etmişdir. Mâlikîdir. 391, 431.<br />

Muhyiddîn Muhammed bin Behâüddîn başka olup, (El-Kavl-ül-fasl) ismindeki<br />

(Fıkh-ı ekber) şerhı çok kıymetlidir. Bu şerh, yeniden yazdırılıp 1979 da, Hakîkat<br />

Kitâbevi tarafından İstanbulda basdırılmışdır. Dokuzyüzellialtıda vefât etmişdir.<br />

1077.<br />

682 — MU’ÎNÜDDÎN-İ ÇEŞTÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hindistânda yetişen<br />

Evliyânın büyüklerindendir. Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyârın üstâdıdır. Hâce<br />

Osmân-ı Hârûnîden Bağdâdda feyz alıp, Hâce hazretleri altıyüzonyedi 617 [m.<br />

1220] senesinde vefât edinciye kadar hizmetinde bulundu. [1312] de Hindistânda<br />

basılan (Enîs-ül-ervâh) kitâbında, hocasının sohbetini anlatmakdadır. Kitâb<br />

otuzaltı sahîfe olup fârisîdir. Hâce Osmân-i Hârûnî, hâce Şerîf-i Zendenînin, bu<br />

– 1148 –


da Mevdûd-i Çeştînin talebesidir. Mu’în-üd-dîn-i Çeştî, [531] de tevellüd, 633 [m.<br />

1235] senesinde Ecmîrde vefât etdi. Çeşt, Hirâta bir sâat mesâfede bir kariyyedir.<br />

İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî “kuddise sirruh” hicretin binotuzüç [1033]<br />

senesinde Ecmîr şehrine gitmişdi. Orada hâce Mu’înüddîn-i Çeştînin kabrini ziyâret<br />

etdi. (Hoca hazretleri merhamet eyledi. İhsânda bulundu. Husûsî bereketlerinden<br />

ziyâfetde bulundu. Çok konuşduk. Esrâr açıldı. Bana, asker arasında kalmamak<br />

için uğraşma! Allahü teâlânın rızâsına tâbi’ ol dedi) buyurdu. Kabre bakan<br />

türbedârlar gelip, kabr üzerinden kaldırılmış olan örtüyü hediyye verdiler. Kabûl<br />

ederek, (Hâce hazretleri en yakın elbisesini bize ihsân etdi. Bunu kefenim olmak<br />

için saklıyalım) dedi. Bir sene sonra, buna kefenlendi. 90.<br />

683 — MUKÂTİL “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâm-ı Mukâtil bin Süleymân,<br />

tefsîr âlimlerindendir. Belhde tevellüd edip, Mervde yetişdi. Basrada yerleşdi. 150<br />

[m. 767] de orada vefât etdi. Tefsîri meşhûr olup, Londrada basılmışdır. 391, 738.<br />

684 — MÜNÂVÎ [veyâ Menâvî]: Abdürraûf-i Münâvî Şâfi’î âlimi idi. 924 [m.<br />

1518] de tevellüd, 1031 [m. 1621] de Kâhirede vefât etdi. Çok kitâb yazdı. (Künûzüd-dekâ’ık)<br />

kitâbı, [1285] de İstanbulda basılmışdır. İçinde onbin hadîs-i şerîf<br />

vardır. 398, 419, 420, 448, 458, 465, 469, 631, 633, 638, 726.<br />

685 — MÜNÎB EFENDİ: Hâce Muhammed Münîb efendi, Ayntablıdır. [1182]<br />

de İstanbula geldi. Anadolu kâdî-askeri oldu. (Siyer-i kebîr) şerhini türkçeye<br />

terceme etmişdir. 1238 [m. 1823] senesinde Aydın Güzelhisârında vefât etdi. 786.<br />

686 — MURÂD HÂN-I “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sultân Murâd-ı Hüdâvendigâr,<br />

Osmânlı pâdişâhlarının üçüncüsüdür. Sultân Orhânın oğlu, Yıldırım sultân<br />

Bâyezîdin babasıdır. 726 [m. 1326] da tevellüd etdi. Bursa vâlîsi oldu. Babası zemânında<br />

altın para basılmasında hizmeti görüldü. 763 [m. 1362] de, pederi vefât<br />

edince tahta çıkdı. Selçûkî devleti parçalanınca Ankarada bir devlet kuran Ehîlerin,<br />

Konyadaki Karaman oğulları ile, Osmânlı aleyhine birleşdikleri işitilince,<br />

763 de Ankarayı aldı. Lala Şâhin pâşayı ilk serdâr ve sadr-ı a’zam yapdı. Çorlu, Keşân,<br />

Edirne, Gümülcineyi alıp Bursaya döndü. Bigayı aldı. Haçlı ordusu geldiğinden<br />

Rumeliye geçip (Sırp Sındığı) muhârebesini kazandı. Tunaya kadar aldı. İkiyüzbin<br />

kişilik ikinci haçlı ordusu geldi. Kosova ovasında çetin savaşı kazandı.<br />

Sırb Kralı Lazari ve kumandanları öldü. Sırb devleti yok edildi. 791 [m. 1389] de,<br />

bir yaralı sırbın hâlini sorarken şehîd edildi. Bursada Çekirgede defn edildi. Dîni<br />

bütün, âdil, merhametli, fazîletli idi. Otuzyedi gazâ etdi. 1080, 1155.<br />

687 — MURÂD HÂN-III “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İslâm halîfelerinin yetmişyedincisi,<br />

Osmânlı pâdişâhlarının onikincisidir. İkinci Selîm hânın oğlu, sultân<br />

üçüncü Muhammed hânın babasıdır. 953 [m. 1546] de tevellüd, 1003 [m. 1595] de<br />

vefât etdi. Türbesi Ayasofya câmi’i yanındaki, babası ikinci Selîm hân türbesinin<br />

yanındadır. Selim hânın türbesinde kırkdört sandûka olup, üçüncü Murâd hânın<br />

vâlidesi Nûr Bânû sultân ve iki pâdişâhın şâhzâdeleri ve kerîmeleri vardır. 1288 [m.<br />

1871] de beşinci baskısı yapılan (Fezleke-i Târîh-i Osmânî) kitâbında diyor ki: (İkinci<br />

Selîm hân, serâydaki yangında yanıp yeniden yapılan dâireleri ve hamâmı gezerken,<br />

ayağı kayıp mermerler üzerine düşdü. Bu kazâ, ölümüne sebeb oldu.) İslâm<br />

düşmânları, (Sarı Selîm hamâmda zevk, safâ yaparken serhoş olduğundan düşüp<br />

öldü) diye gençleri aldatıyorlar. Uydurma târîh kitâblarına da, bu yalan ve çirkin<br />

iftirâları yazarak ecdâdımızı lekeliyorlar. Evlâdları, babalarına düşman yapıyorlar.<br />

Hâlbuki, ikinci Selîm hân halvetiyye meşâyıhinden Süleymân Âmedîden<br />

feyz almış, sâlih müslimân idi. Murâd hânın türbesinde ellidört sandûka olup, Muhammed<br />

hânın vâlidesi Safiyye sultân ve şâhzâde ve sultânlar buradadır. 982 [m.<br />

1574] de halîfe oldu. Tûnusu aldı. Azerbaycânı, Tebrîzi aldı. Âlimleri çok severdi.<br />

Nakşibendî meşâyıhinden hâce Ahmed Sâdık Kâbilîden feyz alarak kemâle geldi.<br />

Rasadhâne ve astronomik araştırmalar ile logaritma hesâbları yapdırdı. Toptaşı<br />

tımarhânesini yapdı. Çok hayrât yapdı. Mescid-i harâma kârgir kubbeler yap-<br />

– 1149 –


dırdı. Çok para sarf ederek su da getirtdi. Türkçe dîvânını Şems-üd-dîn-i Sîvâsî şerh<br />

etmişdir.<br />

Murâd hânın vâlidesi Nûr Bânû sultân 991 [m. 1582] senesinde Üsküdârda<br />

Zeyneb Kâmil çocuk hastahânesi yakınında bulunan Atîk Vâlide câmi’ini yapdırmışdır.<br />

İki minârelidir. Nûr Bânû sultân 991 [m. 1582] de vefât etmişdir. Bu câmi’in<br />

artıklarından Dabaklar mescidini yapmışdır. Câmi’e yakın olarak bir de (Dâr-üşşifâ)<br />

mescidi yapdırmışdır. 267, 487, 1064, 1075, 1099, 1118, 1119, 1127, 1144,<br />

1156, 1171.<br />

688 — MURÂD HÂN-IV “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İslâm halîfelerinin seksenikincisi,<br />

Osmânlı pâdişâhlarının onyedincisidir. 1018 [m. 1609] de tevellüd, 1049<br />

[m. 1640] da vefât etdi. Babası, birinci Ahmed hânın türbesindedir. Kardeşi ikinci<br />

Osmân hân da buradadır. 1032 [m. 1623] de halîfe oldu. Yavuz gibi cesûr idi. Annesi<br />

Mâhpeyker Kösem sultânın yardımı ile, iş başına, kıymetli adamlar getirerek,<br />

ortalığı düzeltdi. Şâh Abbâs Bağdâdı alıp, otuzbin Ehl-i sünneti kadın, çocuk<br />

ayırmadan kesdi. Sadr-ı a’zam hâfız Ahmed pâşa Bağdâdı geri aldı. Îrân askeri telef<br />

oldu. Tütün, enfiye ve içkiyi yasak etdi. Kendi harbe giderek Tebrîzi geri aldı.<br />

İkinci def’a giderek Bağdâdı tekrâr aldı. Kâ’be-i mu’azzamayı yeniden yapdırdı.<br />

Hâfız Ahmed pâşa, Fâtihde Malta çarşısındaki câmi’inin kıble dıvarı önündedir.<br />

Murâd hân, Revân seferine çıkarken Kandillide bir serây yapılmasını emr eyledi.<br />

1042 [m. 1632] de seferden dönüşde bu serâya yerleşdi. Burada Muhammed<br />

adında oğlu oldu. Yedi gece kandiller asılıp şenlik yapıldı. Bu sebeble, buraya, Kandilli<br />

denildi. Kandilli câmi’ini, 1165 [m. 1751] de birinci Mahmûd hân yapdırmışdır.<br />

Birinci cihân harbinden sonra yeniden yapıldı. Topkapı serâyında Bağdâd köşkünü<br />

de yapdırdı. 1033 [m. 1623] de Kavaklardaki kal’aları yapdırdı. 347, 629, 632,<br />

1062, 1132, 1133, 1136, 1144.<br />

689 — MURÂD-İ MÜNZÂVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed Murâd<br />

bin Alî Keşmîrî, İstanbuldaki meşâyıhin büyüklerindendir. Buhârâda 1054 [m. 1643]<br />

de tevellüd etdi. Şâm ve Hicâz taraflarında çok seyâhat etdi. Hindistânda Serhend<br />

şehrinde Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerinden feyz aldı. Kemâle erip hilâfetle<br />

şereflendi. Şâmda yerleşip, bir medrese yapdı. 1092 [m. 1680] de İstanbula<br />

geldi. Eyyûbde beş sene kalıp, Şâma ve hacca gitdi. 1120 [m. 1707] de İstanbula<br />

geldi. Sultân Selîmde yerleşdi. Çorlulu Alî pâşa tarafından Bursaya sürüldü. 1129<br />

[m. 1716] da tekrâr İstanbula gelip, Eyyûbde reîs-ül-etibbâ Nûh efendi yalısında<br />

ikrâm edildi. 1132 [m. 1719] senesinde vefât etdi. Edirnekapı dışında, Münzevî câmi’i<br />

karşısında, birinci sultân Mahmûd hân şeyh-ül-islâmlarından Ahmed Ebül-hayr<br />

efendinin kabri yanındaki türbesini ziyâret edenler, mubârek rûhundan feyz almakdadırlar.<br />

Türkçe (Âdâb-ı tarîkatin-nakşibendiyye) risâlesi meşhûrdur. (El-müfredât-ül-Kur’âniyye)<br />

tefsîri çok kıymetlidir. Tefsîrler, arabî, fârisî ve türkce bir<br />

aradadır. Ebül-hayr efendi 1154 [m. 1741] senesinde vefât etmişdir. 666. cı sırada<br />

Muhammed Murâd bin Abdüllah Kazânî ismine bakınız! 1081.<br />

690 — MURÂD MOLLA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Dâmâd zâde Murâd efendi,<br />

İstanbulda Çarşambada 1189 [m. 1775] da bir tekke ve bir büyük kütübhâne yapmışdır.<br />

[1332] deki sayımda, burada [2276] kıymetli kitâb vardı. 248, 271, 1144, 1145.<br />

691 — MURÂD PÂŞA: Nemçe, ya’nî Avusturya muhârebesinden başarı ile dönünce,<br />

1015 [m. 1605] de Sadr-ı a’zam oldu. Üçüncü Muhammed hânın son senesi<br />

1012 [m. 1602] de Şâh Abbâsa yenilen ordunun kaçakları, hurûfî kızılbaşları ile<br />

birlikde Celâlî ısyânı çıkardılar. Bu ısyân Anadolunun yarısına yayıldığından,<br />

Murâd pâşa, 1017 [m. 1607] de bunların üzerine yürüdü. Reîsleri Canpolad, Kalenderzâde<br />

ve Kara Saîd gibi şakîleri ve otuzbinden ziyâde kızılbaşı, çoğunu kuyulara<br />

gömerek öldürdü. Doğu Karahisârdaki yuvalarını da basarak, yüzbin âsiyi<br />

imhâ etdi. 1019 [m. 1610] da Îrâna yürüdü. Zafer kazandıkdan sonra, hastala-<br />

– 1150 –


narak 1020 [m. 1610] senesinde vefât etdi. İstanbula getirilip medresesine defn edildi.<br />

Doksan yaşında idi. Gayretli, dindâr, Nakşibendî idi. Üçyüzondokuzuncu<br />

[319] sırada Fâtih ismine bakınız! 1100.<br />

692 — MÜRRE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Resûlullahın yedinci babasıdır.<br />

Kâ’bın oğludur. 390, 1127, 1129.<br />

693 — MÛSÂ “aleyhisselâm”: Büyük Peygamberdir. Benî İsrâîle gelen Resûldür.<br />

Avrupalılar, buna Möise, Moşe der. Ya’kûb aleyhisselâmın soyundandır. İmrân<br />

adında bir zâtın oğludur. Yûsüf aleyhisselâmdan sonra, Benî İsrâîl, Mısrda çoğaldı.<br />

Dinlerine sarılıp, ibâdet ederlerdi. Fekat, zulm ve hakâret görürlerdi. Îsâ aleyhisselâmdan<br />

bir rivâyete göre, binyediyüzbeş [1705] sene önce, Mûsâ “aleyhisselâm”<br />

tevellüd etdi. Annesi bunu bir beşiğe koyup, Nil nehrine bırakdı. Beşik<br />

Fir’avnın serâyı önünden geçerken, Fir’avnın zevcesi (Âsiye) bunu alıp büyütdü.<br />

Kırk yaşına gelince, akrabâlarını öğrenip, onların yanına gitdi. Kendisinden üç yaş<br />

büyük olan Hârûn ile buluşdu. Birgün, bir Mısrlı kâfirin [kıptînin], Benî-İsrâîlden<br />

birine işkence etdiğini gördü. Kurtarırken, kıptî öldü. Korkup, Medyen şehrine gitdi.<br />

Orada Şu’ayb aleyhisselâmın kızı ile evlendi. Ona, on sene hizmet etdi. Mısra<br />

dönmek için yola çıkdı. Yolda Tûr dağında, Allahü teâlâ ile konuşdu. Mısra gelip<br />

Fir’avnı dîne da’vet etdi, Benî İsrâîle serbestlik verilmesini istedi. Fir’avn kabûl<br />

etmedi. (Mûsâ büyük sihrbâzdır. Bizi aldatıp, memleketimizi elimizden almak istiyor)<br />

dedi. Yanındaki vezîrlere sordu. Onlar da, (Sihrbâzları topla, onu mağlûb<br />

etsinler) dediler. Sihrbâzlar geldiler. Mısr halkı önünde, ipleri yere atdılar. Her ip,<br />

yılan görünüp, Mûsâ aleyhisselâma doğru yürüdü. Mûsâ “aleyhisselâm” asâsını yere<br />

bırakdı. Büyük yılan oldu. İpleri yutdu. Sihrbâzlar şaşırdı. Îmân etdiler. Fir’avn<br />

kızdı. (O, sizin ustanız imiş. Ellerinizi, ayaklarınızı keseceğim. Hepinizi hurma dallarına<br />

asacağım) dedi. (Biz Mûsâya inandık. Onun Rabbine sığınıyoruz. Yalnız<br />

Onun afv ve merhametini isteriz) dediler. Kâfirlerin suları kan oldu. Kurbağa yağdı.<br />

Cild hastalıkları ve üç gün karanlık oldu. Fir’avn, bu mu’cizeleri görünce korkdu.<br />

İzn verdi. Mûsâ aleyhisselâm, Benî İsrâîl ile, Mısrdan çıkıp, Kudüse doğru giderken,<br />

Fir’avn pişmân oldu. Askerleri ile arkalarına düşdü. Süveyş körfezi açılıp,<br />

mü’minler karşıya geçdi. Fir’avn geçerken, deniz kapandı. Fir’avn askeri ile birlikde<br />

boğuldu. Benî İsrâîl, yolda öküze tapanları gördüler. (Biz de böyle tanrı isteriz)<br />

dediler. Mûsâ aleyhisselâm, (Allahdan başka ma’bûd yokdur. Allah sizi<br />

kurtardı) dedi. Sonra Tîh çölüne düşdüler. Yolu şaşırdılar. Aç ve susuz kaldılar.<br />

Gökden (Men) ve (Selva) inerdi. Bunları yirlerdi. Asâsı ile yere vurdu. Su çıkdı.<br />

Bundan içerlerdi. (Helva ile etden bıkdık. Bakla, soğan gibi şeyler isteriz) dediler.<br />

Mûsâ aleyhisselâmı gücendirdiler. Bunun için, kırk sene çölde kaldılar. Mûsâ<br />

“aleyhisselâm”, Hârûn “aleyhisselâm”ı vekîl bırakıp, Tûr dağına gitdi. Orada<br />

kırk gün ibâdet etdi. Allahü teâlânın kelâmını işitdi. (Tevrât) kitâbı kendisine indirildi.<br />

Tîh çölünde, Sâmirî adında bir münâfık, herkesdeki altınları, süs eşyâsını<br />

eritip, bunlardan bir buzağı yapdı. (Mûsânın ilâhı budur. Buna tapınız!) dedi.<br />

Tapmağa başladılar. Hârûn aleyhisselâmı dinlemediler. Mûsâ “aleyhisselâm” Tûrdan<br />

gelip bu hâli görünce çok kızdı. Sâmirîye la’net etdi. Kardeşinin sakalından tutup<br />

darıldı. Pişmân olup kendisine yalvardılar. (Tevrât)a göre ibâdet etmeğe başladılar.<br />

Mûsâ “aleyhisselâm” ümmeti ile Lût gölünün cenûb tarafına geldi. (Üc bin<br />

Unk) adında bir melik ile harb etdi. Şerî’a nehri şarkındaki yerleri ele geçirdi. Erîha<br />

şehri karşısındaki dağa çıkdı. Ken’ân ilini uzakdan gördü. Yerine Yûşa’ aleyhisselâmı<br />

halîfe bırakıp, yüzyirmi [120] yaşında, orada vefât etdi. Erîha şehrini, sonra<br />

Kudüsü, Amâlika kâfirlerinden Yûşa’ “aleyhisselâm” ele geçirdi. Yûşa’ “aleyhisselâm”,<br />

Mûsâ aleyhisselâmın hemşîresinin oğludur. Yûsüf aleyhisselâmın soyundan<br />

olan (Nûn)un oğludur. Mısrda dünyâya gelmişdir. İstanbula geldiği ma’lûm değildir.<br />

Mûsâ aleyhisselâmdan yirmiyedi sene sonra, yüzyirmiyedi [127] yaşında vefât<br />

etdi. Kabri Nablüs şehrinde veyâ Halebe yakın Me’arre şehrinde veyâ İstan-<br />

– 1151 –


uldadır. Hıristiyanlar buna Yeşû’ diyor.<br />

(Hadîka-tül-cevâmi’) de diyor ki: (İstanbulda, Beykoz tepelerinden birinde<br />

ziyâret edilmekde olan kabrin, Yûşa’ Nebî olduğu söyleniyor ise de, târîhî bilgilere<br />

uygun değildir. Bir Velî veyâ havârîlerden birinin kabri olabilir. Böyle ise, yine<br />

kıymetlidir. Yûşa’ Nebînin kabri olup olmadığını kesin olarak söylemek câiz değildir.<br />

Buradaki mescidi, 1169 [m. 1755] da üçüncü Osmân hânın sadr-ı a’zamı Muhammed<br />

Sa’îd pâşa yapdırdı. Mescidde sık sık mevlid okunur. Dinlemeğe akın akın<br />

gidilirdi. Çok toplanıldığından, üçüncü Selîm hân, fitneye sebeb olmamak için, burada<br />

meşâyıhın zikr yapmasını men’ ve yalnız mevlid okunmasına izn verdi.)<br />

Mûsâ aleyhisselâmdan sonra yine bozuldular. Yetmişbir fırkaya ayrıldılar.<br />

Tevrâtı değişdirdiler. (Talmud) denilen din kitâbı yazdılar ki, (Mişnâ) ve (Gamârâ)<br />

diye iki kısmdır. (Mîzân-ül-mevâzîn) kitâbı, yehûdîlerin ve hıristiyanların ellerindeki<br />

Tevrât ve İncîl dedikleri kitâbların Allah kelâmı olmadıklarını isbât<br />

etmekdedir. Kitâb fârisîdir. Hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır. İkiyüzelliyedinci<br />

sahîfesinde diyor ki, (Yehûdî i’tikâdına göre, Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma,<br />

Tûr dağında Tevrât kitâbını verdiği gibi, ba’zı ilmleri de ilhâm eylemiş. Mûsâ,<br />

bu ilmleri Hârûna, Yûşa’a ve El-Ye’âzâra bildirmiş. Bunlar da, sonra gelen peygamberlere<br />

ve nihâyet mukaddes Yehûdâya bildirmişler. Bu da, mîlâdın ikinci asrında,<br />

bu ilmleri, kırk senede, bir kitâb hâline getirmiş. Bu kitâba (Mişnâ) denilmiş.<br />

Mîlâdın üçüncü asrında Kudüsde ve altıncı asrında Bâbilde Mişnâya birer şerh<br />

yazılmış. Bu şerhlere (Gamârâ) denilmiş. Mişnâ ile iki Gamârâdan birini, bir kitâb<br />

hâline getirip, bu kitâba (Talmud) demişlerdir. Kudüs Gamârâsından meydâna<br />

gelen Talmuda (Kudüs Talmudu), Bâbil Gamârâsından meydâna gelene (Bâbil<br />

Talmudu) demişlerdir. Hıristiyanlar bu üç kitâba düşmandır. Bu düşmanlıklarının<br />

sebeblerinden birisi, Îsâ aleyhisselâmı asmak için hâzırladıkları çarmıhı taşıyan<br />

ve çarmıha gerilme hâdisesinde bulunan Şem’un, Mişnâyı rivâyet edenler arasındadır<br />

derler. Talmudda müslimânların inandığı şeyler de bulunduğu için, hıristiyanlar,<br />

müslimânları bu bakımdan da inkâr ediyorlar.) Yehûdîler kendi din<br />

adamlarına (Haham) derler. El-Ye’âzâr, Şuayb aleyhisselâmın oğlu idi. 22, 43, 64,<br />

92, 99, 105, 356, 370, 372, 379, 389, 448, 452, 482, 488, 501, 522, 545, 693, 694, 695,<br />

714, 715, 908, 913, 1034, 1044, 1082, 1101, 1105, 1106, 1110, 1126.<br />

694 — MÛSÂ CÂRULLAH BEYKIYEF: Rusyada dinde reformcudur. Ehl-i<br />

sünnet düşmanıdır. (Fâideli Bilgiler) kitâbımıza bakınız!<br />

695 — MÛSÂ KÂZIM: Oniki imâmın yedincisidir. Ca’fer-i Sâdıkın oğlu,<br />

imâm-ı Alî Rızânın babasıdır. 128 [m. 745] de Medînede tevellüd ve 183 [m.<br />

799] de Bağdâdda habshânede vefât etdi. Kâzimiyyededir. Mehdî, sonra Hârûn<br />

Reşîd kendisini Medîneden Bağdâda getirip habs etdiler. İsmâ’îliyye fırkası bunun<br />

imâmlığını inkâr etdi. 62, 455, 1061, 1084, 1162, 1175.<br />

696 — MÜSEYLEME-TÜL KEZZÂB: Yemâmede, Peygamber olduğunu iddi’â<br />

eden bir yalancıdır. Önce îmâna gelmişdi. Mürted oldu. Ebû Bekr-i Sıddîkın<br />

“radıyallahü anh” hilâfetinin ikinci senesinde, Hâlid bin Velîdin askeri ile Yemâmede<br />

büyük muhârebe yapdı. Mürtedlerden yirmibin, müslimânlardan ikibin kişi<br />

öldü. Müseyleme askeri mağlûb oldu. Hazret-i Hamzanın “radıyallahü anh” kâtili<br />

olan Vahşî, hazret-i Hamzayı şehîd etmiş olduğu kılınc ile Müseylemeyi öldürdü.<br />

Hazret-i Ömerin büyük kardeşi Zeyd bin Hattâb bu muhârebede bayrak taşıyordu.<br />

Bu ve hatîb-i nebevî Sâbit bin Kays Ensârî ve Ebû Dücâne ve Ebû Huzeyfe-tebni<br />

Utbe ve üçyüzaltmış Muhâcir ve o kadar Ensâr ve binden fazla Tâbi’în<br />

şehîd oldu. Yetmişden ziyâdesi kurrâ hâfız idi. 423, 1090, 1091, 1187.<br />

697 — MÜSLİM “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebül-Hüseyn Müslim bin Haccâc<br />

Kuşeyrî, Şâfi’îdir. Hadîs âlimlerinin en üstünlerindendir. 206 [m. 821] da Nîşâpûrda<br />

tevellüd, 261 [m. 875] de orada vefât etdi. (Sahîh-i Müslim) kitâbı, (Buhâ-<br />

– 1152 –


î)den sonra, müslimânların en kıymetli temel kitâbıdır. İçinde yedibinikiyüzyetmişbeş<br />

[7275] hadîs vardır. Bu iki kitâba (Sahîhayn) denir. İmâm-ı Buhârî ile<br />

Nîşâpûrda buluşdu. 386, 423, 476.<br />

698 — MUSTAFÂ ÂTIF: Defterdâr Mustafâ Âtıf efendi, İstanbulludur. [1104]<br />

de Vefâda kütübhâne yapdı. 1155 [m. 1742] senesinde vefât etdi.<br />

699 — MUSTAFÂ BEKRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kutb-üd-dîn Mustafâ bin<br />

Kemâlüddîn 1099 [m. 1688] da Şâmda tevellüd, 1162 [m. 1749] de orada vefât etdi.<br />

Fıkhı Abdülganî Nablüsîden, tesavvufu Abdüllatîf-i Halvetîden aldı. Yazdığı<br />

kitâblar [222] yi aşmakdadır. (El-hikem-ül-ilâhiyye vel-mevârid-ül-behiyye) ve (Elvasıyyet-ül-celiyye)<br />

ve (Ber-ül-eskâm) kitâbları çok kıymetlidir. 458.<br />

700 — MUSTAFÂ HÂN-II: Sultân dördüncü Muhammedin oğlu, birinci Mahmûd<br />

ile sultân üçüncü Osmânın babalarıdır. 1074 [m. 1664] de tevellüd, 1115 [m. 1703]<br />

de vefât etdi. 1106 [m. 1695] da halîfe oldu. Yeni Câmi’ yanında, Turhân sultân türbesindedir.<br />

Babası da bu türbededir. Mustafâ hânın silâhdârı olan Çorlulu Alî pâşa<br />

tarafından tersâne içinde iki katlı bir câmi’ yapılmışdır. Mihrâbı üstünde Kâ’be<br />

taşı yerleşdirilmişdir. İkinci Mustafâ hânın zevcesi Sâliha sultân, oğlu Birinci Mahmûd<br />

hân zemânında, Azâbkapısı dâhilinde sebîl ve çeşme, hamâm, mekteb yapmış<br />

ve Arab câmi’ini tecdîd ve tevsî’ eylemişdir. Ta’mîr târîhinin 1147 [m. 1734] olduğu,<br />

şâdırvânı etrâfındaki beytlerde yazılıdır. 347, 622, 1071, 1184, 1188, 1191.<br />

701 — MUSTAFÂ HÂN-III: Sultân üçüncü Ahmedin oğlu, üçüncü Selîm hânın<br />

babasıdır. 1129 [m. 1717] da tevellüd, 1187 [m. 1774] de vefât etdi. 1171 [m. 1757]<br />

de halîfe oldu. Yapdırmış olduğu Lâleli câmi’inin yanındaki türbededir. Dört kerîmesi<br />

ile iki oğlu da buradadır. Fâtih câmi’ini yeniden yapdırdı. Çakmakçılar yokuşunda<br />

kendi adında bir câmi’i vardır. [1174] de Kâdî-köy İskele câmi’ini yapdırdı.<br />

1177 [m. 1763] de Pâşabağçe İncirliköy câmi’ini yapdırdı. Üsküdârda Ayazma<br />

câmi’ini de 1174 [m. 1760] de yapdırmışdır. 1167, 1176, 1184.<br />

702 — MUSTAFÂ KEMÂL PÂŞA: 1881 de Selânikde doğdu. Osmânlı ordusunda<br />

subay oldu. 1923 de Lozan antlaşması ile Osmânlı devletine son verip,<br />

Türkiye Cumhûriyyetini kurdu. 1934 de Atatürk soyadını aldı. 1938 de İstanbulda<br />

vefât etdi. Ankaradadır.<br />

703 — MUSTAFÂ NÂİLÎ: Sultân Abdül’azîz hân zemânında sadr-ı a’zam<br />

[Baş vekîl] idi. Kabri Fâtih Câmi’i yanındadır.<br />

704 — MUSTAFÂ REŞÎD PÂŞA: 1262 [m. 1846] da sadr-ı a’zam oldu. 1274 [m.<br />

1857] de öldü. 1252 [m. 1836] de Londra sefîri iken mason oldu. Bir sene sonra hâriciye<br />

nâzırı oldu. İngilterenin Osmânlı sefîri lord Redcliffe ile berâber hâzırladıkları<br />

(Tanzîmât fermânı)nı sultân Abdülmecîd hâna tasdîk etdirerek, Osmânlı<br />

türklerinin din, ahlâk, fen, teknikdeki muvâffakıyyetlerine büyük darbe indirdi.<br />

26 Şa’bân 1255 [m. 1839] da Gülhâne meydânında okunan bu fermâna göre, birçok<br />

şehrlerde mason locaları açılarak, gençler dinsiz yetişdirilmeğe başlandı.<br />

Medreselerden fen dersleri kaldırılarak, din adamları câhil bırakıldı. İktisâd doktoru<br />

profesör Ömer Aksu, 22 Ocak 1989 târîhli Türkiye gazetesine verdiği beyânâtda,<br />

(Bizde batılılaşma hareketinin başlangıcı olarak, 1839 Tanzîmât fermânı gösterilir.<br />

Biz, batıdan almamız gereken şeyin teknoloji olduğunu, kültürün ise millî<br />

olması gerekdiğini görememişiz. Batılılaşma hareketine, hıristiyanlığı benimseme<br />

olarak bakmışız. Mustafâ Reşîd Pâşanın, ingilizlerle yapdığı ticâret anlaşması,<br />

sanâyileşmemize büyük darbe vurmuşdur) demekdedir. 1047.<br />

705 — MUSTAFÂ SABRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İslâm halîfelerinin sonuncusu<br />

olan sultân Vahîdeddîn hân zemânındaki islâm âlimlerindendir. Tokad<br />

meb’ûsu idi. 4 Mart 1337 [m. 1919] de şeyh-ul-islâm oldu. Yedi ay sonra yerine Hayderî<br />

zâde İbrâhîm efendi geçdi. 31 Temmuz 1920 de ikinci def’a şeyh-ul-islâm olup,<br />

iki ay sonra yerine, son şeyh-ul-islâm olan Medenî Mehmed Nûrî efendi geçdi. Kay-<br />

– 1153 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:73


seri medresesinde Divrikli hâcı Emîn efendiden ders okudu. [1277] de Tokadda tevellüd,<br />

1373 [m. 1954] de Mısrda vefât etdi. 1340 [m. 1922] senesinde, İstanbuldan<br />

Kâhireye hicret etdi. Orada yazdığı arabî eserleri ile, zemânının âlimlerini hayretde<br />

bırakdı. (Mevkıf-ül’akl) kitâbı dört cilddir. Burada Abdühün islâmı yıkmak için<br />

çalışdığını göstermekde, fikrlerini red etmekdedir. 399, 461, 485, 1072, 1122, 1193.<br />

706 — MUTRİF BİN ABDÜLLAH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Tâbi’îndendir.<br />

Çok takvâ sâhibi idi. Doksanbeş 95 [m. 714] senesinde vefât etdi. 694.<br />

707 — NÂBÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Yûsüf Nâbî efendi Osmânlı şâ’irlerindendir.<br />

Urfalıdır. 1124 [m. 1712] senesinde vefât etdi. 44.<br />

708 — NÂMIK KEMÂL: Yenişehrli Mustafâ Âsım beğin oğlu, Râtıb bin Osmân<br />

pâşanın torunudur. İstanbulda doğmuş, 1306 [m. 1889] da Sakız adasında ölmüşdür.<br />

Anası Arnavuddur. Tanınmış masonlardandır. Bir yandan, ikinci Abdülhamîd<br />

hâna, (Zemânımızın kutbu, asrımızın imâm-ı Rabbânîsi) diye mektûblar<br />

yazar ve Ziyâ pâşa gibi mesâî arkadaşlarını jurnal ederdi. Öte yandan da, halîfeyi<br />

kötüleyici yazılar yazıp hürriyyet kahramanı olmağa çalışırdı. Riyâkârca yazdığı<br />

mektûb ve jurnallarından birçoğu, İstanbulda başvekâlet arşivinde mevcûddur.<br />

709 — NAPOLYON: Bonapart âilesinin birincisidir. 1182 [m. 1769] de Korsika<br />

adasında tevellüd, 1236 [m. 1821] da öldü. Ondokuz sene sonra kemikleri<br />

Fransaya götürüldü. General ve kumandan iken, kendinden kat kat fazla Avusturya<br />

ordularını mağlûb etdi. İngilizlere karşı gönderilmek istendi ise de, önce Hindistânın<br />

yolunu kesmek için Mısrı almak lâzım dedi ve 1212 [m. 1798] de Mısra geldi.<br />

Şâma da yürüdü. Sayda vâlîsi Cezzâr Ahmed pâşa Akkâ kal’asını kahramanca<br />

müdâfe’a edip, Napolyonun ordusu dağıldı, kaçdı. Ahmed pâşa Şâm vâlîsi yapıldı.<br />

1219 da Şâmda vefât etdi. Napolyon, [m. 1804] de Fransız imperatörü oldu.<br />

[m. 1812] de Moskovaya kadar ilerledi. [m. 1814] de mağlûb olup hükûmetden çekildi.<br />

Tekrâr iş başına geldi ise de, Belçikada Vaterlo muhârebesini gayb edip, çekildi.<br />

Yerini oğlu ikinci Napolyona bırakdı. İngiliz harb gemisine sığındı. İngilizler,<br />

iyi karşılamadı. (Sent Halen) adasına habs etdiler. Orada öldü. 406, 460.<br />

710 — NASREDDÎN HOCA: Latîfe sözleri ve hikâyeleri ile meşhûrdur. Akşehirde<br />

683 [m. 1284] de vefât etdi. 1183.<br />

711 — NECÂŞÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Habeş pâdişâhlarının hepsine<br />

(Necâşî) denir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânındaki Necâşînin adı<br />

Eshame idi. Nasrânî iken müslimân oldu. Cenâze nemâzını Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” Medînede kıldırdı. 380, 1186.<br />

712 — NECMEDDÎN-İ GAZZÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin<br />

Muhammed Gazzî, Şâfi’î fıkh âlimlerindendir. [977] de tevellüd, 1061 [m. 1651] senesinde<br />

vefât etdi. 629, 635.<br />

713 — NECMEDDÎN-İ KÜBRÂ: Ahmed bin Ömer, Hârezmlidir. Bir kimseye<br />

teveccüh edince, vilâyet derecesine yükselirdi. Amcası olan Ebû Necîb-i Sühreverdîden<br />

ve Mısrda şeyh Rûz-i Behân hazretlerinden feyz aldı. 539 [m. 1145] da<br />

tevellüd etdi. 618 [m. 1221] senesinde Hârezme Cengiz askeri tatârlar hücûm<br />

edince, talebelerine: (Memleketinize gidiniz! Şarkdan fitne ateşi geliyor. Her tarafı<br />

yakacakdır. İslâmiyyetde bu kadar fitne görülmemişdir) dedi. (Düâ buyursanız,<br />

bu belâ müslimân memleketlerinden uzaklaşsın) dediler. Bu, (Kazâ-i mübremdir.<br />

Düâ bunu gideremez) buyurdu. Eshâbı Horâsâna gitdi. Kâfirler şehre girince<br />

cihâda çıkdı. Şehîd oldu. Kübreviyye veyâ Zehebiyye tarîkatinin reîsidir. 1163.<br />

714 — NEMRÛD: Keldânî pâdişâhlarına denir. Birinci Nemrûd, Nûh aleyhisselâmın<br />

oğlu Hâm soyundandır. Bâbil şehrini yapdı. Heykellere tapardı. İbrâhîm<br />

aleyhisselâmı ateşe atdı. Sivri sineklerle öldü. 62, 356, 391, 850, 1118.<br />

– 1154 –


715 — NERON: Roma imperatörlerinin beşincisidir. Mîlâdın [37]. ci senesinde<br />

doğdu. [m. 68] de vatan hâini i’lân edildi. Mağarada saklanıp kama ile intihâr<br />

etdi. [m. 54] de üvey babası birinci Klavdiyos ölünce tahta çıkdı. Çok zulm yapardı.<br />

Tiyatrolarda oynardı. [m. 64] de, tiyatro piyesi hâzırlamak için Romanın büyük<br />

bir kısmını yakdı. Kendi annesini öldürdü. Etrâfına nâmûssuzları topladı. Zevcesini<br />

de öldürdü. Çok işkence yapdı. Çok adam öldürdü. 1108, 1161.<br />

716 — NESÂÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Abdürrahmân Ahmed bin Alî,<br />

215 [m. 829] de Horâsânda, Nesâ şehrinde tevellüd, 303 [m. 915] de Remle şehrinde<br />

vefât etdi. Hadîs âlimidir. (Sünen-i kebîr) ve (Sünen-i sagîr) adında iki hadîs kitâbı<br />

çok kıymetlidir. (Sünen-i sagîr) kütüb-i sittedendir. 424, 993.<br />

717 — NESEFÎ ABDÜLLAH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebülberekât Hâfızüddîn<br />

Abdüllah bin Ahmed, Hanefî fıkh âlimidir. 710 [m. 1310] da Bağdâdda vefât<br />

etdi. (Vâfî) ve bunun şerhı (Kâfî) ve (Kenz-üd-dekâık) kitâbları ve (Medârik) tefsîri<br />

ile (Menâr) adında üsûl-i fıkh kitâbı meşhûrdur. Ömer Nesefînin (Manzûme)sini<br />

şerh edip, (Müstasfâ) adını vermişdir. (Umde-tül-akâid) kitâbı, William Courton<br />

tarafından 1259 [m. 1843] da Londrada basılmışdır. 229, 1067, 1093, 1115.<br />

718 — NESEFÎ LÜTFULLAH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hanefîdir. (Hulâsa-i<br />

Gîdânî) fıkh kitâbı meşhûrdur. 750 [m. 1349] de vefât etmişdir.<br />

719 — NESEFÎ ÖMER: Necm-üd-dîn Ebû Hafs Ömer bin Muhammed, Îrânın<br />

Fâris vilâyetinde, Nesef kasabasında 461 [m. 1068] de tevellüd, 537 [m. 1143] de Semerkandda<br />

vefât etdi. (Akâid-i Nesefî) kitâbı ve Teftâzânînin şerhi ve Abdül’azîz<br />

Ferhârevî Hindînin bu şerhe yapdığı (Nebrâs) hâşiyesi çok kıymetlidir. Çeşidli şerhleri<br />

vardır. (Zahîre) fıkh kitâbı ve (Manzûme)si meşhûrdur. 48, 292, 747, 856.<br />

720 — NESEFÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Meymûn bin Muhammed Nesefî,<br />

Hanefîdir. (Temhîd) akâid kitâbı meşhûrdur. Beşyüzsekiz 508 [m. 1114] senesinde<br />

vefât etmişdir. Ebû Şekür Muhammed Sülemînin (Temhîd)i başkadır.<br />

721 — NESÎMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Seyyid İmâd-üddîn-i Nesîmî, şâir ve<br />

tesavvuf ehlinden idi. (Kâmûsül-a’lâm)da, Bağdâdın Nesim nâhiyesinde doğduğu<br />

yazılıdır. Sultân birinci Murâd-ı Hüdâvendigâr zemânında Bursaya geldi. Mısrdaki<br />

Çerkes sultânlarının elinde bulunan Haleb şehrinde yerleşdi. Orada iken, Vahdet-i<br />

vücûd serhoşluğundaki ba’zı yazıları ve sözleri, islâmiyyete uygun görülmiyerek,<br />

820 [m. 1417] de i’dâm edildi. Mesnevî şârihlerinden sarı Abdüllah efendi, (Semerât-ül-füâd)<br />

kitâbında ve İsmâ’îl Hakkı efendi, (Rûh-ul-beyân) tefsîrinde, kendisinin<br />

Ehl-i sünnet ve ehl-i tarîk olduğunu yazmakdadırlar. (Müncid)de ve 990 da<br />

ölen, Tokatlı şâir Lutfullah efendinin türkçe (Tezkiret-üş-şu’arâ)sında, Nesîmînin<br />

hurûfî zındıklarından olduğu bildirilmekdedir. Alî Cânib beğ, (Edebiyyât) kitâbında<br />

diyor ki, (Bu türk şâiri hakkında en mevsûk ma’lûmâtı, kendi asrında yaşamış olan<br />

meşhûr âlim İbni Hacer-i Askalânî vermekdedir. İbni Hacere göre, seyyid Nesîmî<br />

Tebrîzlidir. Asl ismi şeyh Nesîmeddîndir. Hurûfîlik denilen yolun müessisi Fadlullah<br />

Esterâbâdînin talebesidir. Dîvânının en doğru olanı Bâyezîd kütübhânesindedir.<br />

Âzerî lehcesi ile yazmışdır.) Önce hurûfî olduğu, sonra tevbe etdiği anlaşılıyor. Sarı<br />

Abdüllah efendinin hâl tercemesi, (Mesnevî) şerhinin önsözünde yazılıdır. 504.<br />

722 — NESLİ ŞÂH SULTÂN: 813. cü sırada Selîm hân I ismine bakınız!<br />

723 — NESTORİUS: Hıristiyanlığın Nestûriyye fırkasını kurdu. Mîlâdın [428].<br />

ci senesinde, Kostantîniyye patrîki oldu. [m. 421] senesinde, İstanbulda yapılan toplantıda,<br />

bunun kitâbı incelendi. Kabûl edildi. Buna göre, Allah birdir. Bunun vücûd,<br />

hayât ve ilm sıfatlarından, ilm uknûmu [kelime] Îsâya hulûl etmiş, ilâh olmuşdur.<br />

Meryem, ilâh anası değil, insan anasıdır. Îsâ, Allahın oğludur diyordu. Bu fikrleri,<br />

şark memleketlerinde yayıldı. [m. 431] senesinde, Efesus [Efes]de, dördüncü<br />

papas meclisi kurulup, Nestorius red ve tekfîr edildi. Mısra gitdi. [m. 439] da orada<br />

öldü.<br />

– 1155 –


724 — NESÛHÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Nesûh, Halvetî meşâyıhindendir.<br />

Kastamonili şeyh Şa’bân-i Velî torunlarındandır. Şa’bân-ı Velî silsilesinden<br />

Karabaş tecvîd sâhibi Alî efendinin halîfesidir. 1130 [m. 1717] Ramezânında<br />

vefât etdi. Üsküdârda, Doğancılarda, 1099 [m. 1687] senesinde Dördüncü<br />

Muhammed hânın dâmâdı Hasen pâşanın yapdırdığı câmi’ yanında medfûndur.<br />

On cild tefsîri, Niyâzî Mısrî gazelinin şerhı ve çeşidli risâleleri vardır. 1087.<br />

725 — NEŞ’ET EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hoca Süleymân Neş’et<br />

efendi, Osmânlı âlim ve şâ’irlerindendir. 1148 [m. 1735] de Edirnede tevellüd, 1222<br />

[m. 1807] de İstanbulda vefât etdi. (Mesnevî) dersi verirdi. Mesnevînin iki beytine<br />

Molla Câmî tarafından yapılan fârisî manzum şerhı türkçeye terceme etmişdir.<br />

Bu şerh ve tercemesi, [1263] de basılmışdır. Dîvânı vardır. 732.<br />

726 — NEVEVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Yahyâ bin Şeref Nevevî, büyük islâm<br />

âlimlerindendir. Şâfi’îdir. 631 [m. 1233] de tevellüd, 676 [m. 1277] da Şâmda<br />

vefât etdi. Çok kitâb yazdı. (Minhâc-üt-tâlibîn) fıkh kitâbı, Râfi’înin (El-muharrer)inin<br />

muhtasarıdır. Minhâcın çok şerhleri vardır. Sübkînin ve Süyûtînin ve<br />

ibni Hacer Mekkînin ve Celâlüddîn Mehallînin şerhleri ile Nevreddîn Alî bin Yahyâ<br />

Ziyâdînin Mehallî şerhine hâşiyesi meşhûrdur. (Ravda-tüt-tâlibîn), (Rıyâd-ussâlihîn)<br />

ve (Hilye-tül-ebrâr) da denilen (Ezkâr) kitâbları çok kıymetlidir. 47,<br />

113, 243, 248, 352, 415, 422, 434, 513, 632, 780, 782, 1035, 1064, 1072, 1092, 1144,<br />

1162.<br />

727 — NEWTON: İngiliz matematik ve fizikcisidir. 1052 [m. 1642] de tevellüd,<br />

1140 [m. 1727] da vefât etdi. Yer çekimi kanûnunu buldu. Işık üzerinde de buluşları<br />

vardır. Bir gök dürbünü yapdı. 539, 545, 551, 1048.<br />

728 — NİŞÂNCI MUHAMMED PÂŞA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Haleb<br />

kâdîsi pîr Ahmed efendinin oğludur. Üçüncü Murâd hânın nişancısı iken bindört<br />

1004 [m. 1596] de vefât etdi. Fâtih ile Kara-gümrük arasında yapdırdığı Nişancı câmi’i<br />

yanındaki türbesindedir. Câmi’, harâb olmakda iken, 1380 [m. 1960] de başvekil<br />

Adnan Menderes tarafından temelden ta’mîr ve tezyîn edilmişdir.<br />

729 — NİŞÂNCI ZÂDE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Ahmed<br />

bin Muhammed bin Ramezân, Edirnede kâdî idi. [898] de tevellüd etdiğini<br />

(Mir’ât-i kâinât) kitâbında yazmışdır. 1031 [m. 1622] de Edirne yolunda vefât etdi.<br />

(Mir’ât-i kâinât) ve (Fetâvâ-i rûmiyye) ve başka eserleri vardır.<br />

730 — NİYÂZÎ-İ MISRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sôfiyyenin meşhûrlarından,<br />

Halvetî meşâyıhindendir. Anadoluda Soğanlıda tevellüd, Mısrda tahsîl etdi.<br />

Bursada yaşadı. Midilliye nefy edildi. 1105 [m. 1693] de Limni adasında vefât etdi.<br />

Türkçe divânı çok yanık ve tatlı olup, birkaç kerre basılmışdır. Ba’zı yazarlar,<br />

bunun için, sonradan sapıtdı diyorlar. (Peygamberimiz Muhammed Mustafâ hepimizden<br />

üstündür. Âli güzel, Eshâbı çok temizdir) beytleri, sapık olmadığını<br />

göstermekdedir. İkiyüzikinci [202] sırada Cüneyd-i Bağdâdî ismine bakınız! 220,<br />

504, 651, 932, 1018, 1075, 1087.<br />

731 — NİZÂMÜDDÎN EVLİYÂ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sultân-ül meşâyıh<br />

Evrenk-Âbâdîdir. Babası Buhârâdan Hindistâna gelip, Bedâyün kasabasında<br />

yerleşmişdir. Kendisi 633 de tevellüd, yediyüzyirmibeş 725 [m. 1325] de vefât etdi.<br />

Delhî civârında Gıyâspurda, Emîr Hüsrev Dehlevî türbesine yakın büyük türbesi<br />

ziyâret edilmekdedir. Yirmi yaşında iken Çeştiyye meşâyıhinden Ferîdeddîn-i<br />

Genc-i şekere intisâb ederek kemâle gelmişdir. (Ferâid-ül-fevâid) ve (Râhat-ül-muhibbîn)<br />

kitâbları vardır. Talebesinden Hasen Sencerînin yazdığı (Fevâid-ül-füâd)<br />

kitâbında hâl tercemesi uzun bildirilmişdir. Talebesinden M.Fahrüddîn, İmâm-ı a’zamın<br />

(Fıkh-ı ekber)inin Molla Aliyy-ül-kârî tarafından yapılan şerhini kısaltarak fârisî<br />

ve urdu dillerine terceme ederek (Akâid-i nizâmiyye) ismini vermiş, (Hakîkat Kitâbevi)<br />

tarafından 1993 de baskısı yapılmışdır. 721, 733, 767, 1129, 1171, 1177.<br />

– 1156 –


732 — NİZÂM-ÜL-MÜLK “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hâce Kıvâm-üd-dîn Ebû<br />

Alî Hasen bin Alî, Îrân Selçûkîlerinden Alb Arslanın ve oğlu Melikşâhın vezîridir.<br />

408 [m. 1018] de Tus şehrinde tevellüd, 485 [m. 1092] de Nihâvendde Hasen<br />

Sabbâhın adamı tarafından şehîd edildi. Fıkh ve hadîs âlimi idi. Akl, tedbir ve adâleti<br />

ile devleti idâre etdi. Âlimlere, zâhidlere çok ihsân ederdi. Çok sayıda câmi’,<br />

medrese, hayrât yapdı. Bağdâdda (Medrese-i nizâmiyye) adında bir üniversite yapdı.<br />

İsfehânda da büyük mekteb yapdı. 1107, 1122, 1134.<br />

733 — NİZÂR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Resûlullahın ondokuzuncu babasıdır.<br />

Nizâr, az demekdir. Dünyâya gelince, babası Me’add, bunun alnındaki nûru<br />

gördü. Çok sevinip, büyük bir ziyâfet vermişdi. Böyle oğul için, bu kadar ziyâfet<br />

az birşey demişdi. Bunun için oğlunun ismi Nizâr kaldı. Bu nûr, Âdem aleyhisselâmdan<br />

beri oğuldan oğula gelmiş, nihâyet, asl sâhibi olan Muhammed aleyhisselâmda<br />

kalmışdır. Böylece Adnân oğulları arasında, nûrlu bir soy vardır. Her asrda,<br />

bu soydan olan zât, alnındaki nûrdan belli olurdu. Bu zât hangi kabîlede ise,<br />

o kabîle şerefli olurdu. Nizâr oğulları arasında bu şeref, Mudar ve İlyâs kabîlesinde<br />

bulundu. Sonra Kureyş kabîlesinde kaldı. 387, 390, 1139.<br />

734 — NÛH “aleyhisselâm”: İdrîs “aleyhisselâm” göke çıkarıldıkdan sonra, insanlar<br />

azdı. Doğru yoldan ayrıldı. Putlara ya’nî heykellere tapmağa başladılar. Cenâb-ı<br />

Hak, bunlara Nûh aleyhisselâmı gönderdi. O zemân, elli yaşında idi. Nice yıl,<br />

onları dîne da’vet etdi. Yalnız oğulları Sâm, Hâm, Yâfes ile az kimse îmân etdi. Çoğu<br />

kulak asmadı. Kendi oğlu Yâm, ya’nî Ken’ân bile îmân etmedi. Alay ve işkence<br />

etdiler. Onlara bed düâ etdi. Beşyüz yaşından sonra, gemi yapması emr olundu.<br />

Gemi bitince, tûfân oldu. Mü’minler ile gemiye bindi. Gemiye binenlerin<br />

seksen kişi olduğu ve geminin üç kat olduğu (Arâis-ül-mecâlis)de yazılıdır. Bu kitâb<br />

Mısrda basılmışdır. Her hayvandan da birer çift aldı. Oğlu Ken’ânı da gemiye<br />

çağırdı. Ben, dağa çıkar kurtulurum dedi. Bir dalga geldi. Oğlunu alıp boğdu.<br />

Sular dağları aşdı. İnsanlar ve hayvanlar telef oldu. Altı ay sonra, yağmurlar durdu.<br />

Sular çekildi. Gemi, Hakkârîde Cûdî dağına oturdu. İnsanlar, üç oğlundan üredi.<br />

Nûh aleyhisselâma ikinci Âdem “aleyhisselâm” denildi. Sâmdan arab, fars ve<br />

rum, Hâmdan Hindistân, Habeş ve Afrika halkı, Yâfesden de Asyalılar ve türkler<br />

meydâna geldi. Behreng buğazından Amerikaya da geçip yerleşenler oldu. Nûh<br />

“aleyhisselâm”, bin yaşında vefât etdi. 26, 62, 81, 83, 106, 354, 356, 377, 379, 431,<br />

482, 483, 488, 525, 1128, 1154, 1166, 1180, 1189.<br />

735 — NÛH BİN MUSTAFÂ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Allâme Nûh efendi,<br />

Konyalıdır. Mısra gitdi. 1070 [m. 1659] de Kâhirede vefât etdi. 416, 1180.<br />

736 — NÜZHET “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Me’ârif mektûbcusu idi. 1244 de<br />

İstanbulda tevellüd ve 1304 [m. 1886] de, Sivâsda vefât etdi. Hıristiyanlara cevâb<br />

olan (İzhâr-ul hak) kitâbının birinci kısmını türkceye terceme ederek (Îzâh-ul-hak)<br />

ismini vermişdir. 1161.<br />

737 — OĞUZ HÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Eski türkler, şark ve garb<br />

türkleri diye ikiye ayrılmışdı. Şark türkleri, beş, garb türkleri, onbeş kabîle idi. Uygurlar<br />

şark, Oğuz ve Kırgızlar da, garb türklerinden idi. Hicretden beşbin sene önce,<br />

Hind, Îrân ve Irâka yayılmışlardı.<br />

Oğuz türkleri hicretden binüçyüz sene önce, Oğuz hânın kumandasında, Şâma<br />

kadar gelmişdi. İslâmiyyet yayılınca, Mâverâünnehr ve Buhârâ tarafları (Horâsân)<br />

emâretine verildi. Me’mûn halîfe tarafından buraya vâlî ta’yîn edilen Sâmân oğulları,<br />

sonra [261] de hükûmet kurdu. Merkezleri Buhârâ idi. Oğuz türkleri ve Selçuk<br />

türkleri, Abbâsî halîfesi Mutî’ zemânında [334] de müslimân oldu. Oğuzların<br />

en kıymetlisi, Kayı hânın kabîlesi idi. Bunun torunlarından Süleymân şâh, Cengiz<br />

zemânında Anadolu tarafına gelip, 626 [m. 1229] senesinde Fıratda boğuldu.<br />

Dört oğlu kaldı. Bunlardan Ertuğrul beğ, Cengizlerden uzaklaşmak için, kabîle-<br />

– 1157 –


si ile Sivâs tarafına geldi. Bir tatâr ordusu ile, Selçuk sultânı Alâ’üddîn harb ediyordu.<br />

Selçuklulara yardım etdi. Sultân, Ertuğrul beğin Kayı hân kabîlesini Ankara<br />

civârına yerleşdirdi. Sonra, beşyüz kişi ile Söğüde yerleşdi. 680 [m. 1281] senesinde<br />

vefât etdi. Üç oğlundan küçüğü olan Osmân beğ, babası yerine emîr seçildi.<br />

699 [m. 1299] da Osmânlı devletini kurdu. 533.<br />

738 — OSMÂN AĞA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sultân Ahmed hân-ı evvelin<br />

bâb-üs-seâde ağası idi. Binyirmibir 1021 [m. 1612] senesinde Kadıköyünde Osmân<br />

ağa câmi’ini yapdı. Bunun yerinde kadı Muhammed efendi câmi’i vardı. Bunun için<br />

oraya Kadı-köyü denilmişdir.<br />

739 — OSMÂN BEDREDDÎN: Seyyid Selmân efendinin oğludur. 1274 [m. 1857]<br />

de Erzurumda tevellüd, 1340 [m. 1922] da Harputda vefât etdi. 1293 [m. 1875] de Karsda<br />

üçüncü tabur imâmı oldu. O yıllarda seyyid Tâhânın oğlu ve halîfesi seyyid Ubeydüllah<br />

ile ve mevlânâ Hâlidin halîfelerinden Kufrevî şeyh Muhammed ve Gümüşhâneli<br />

Ahmed Ziyâeddînin ve Erzincanlı Terzi baba demekle meşhûr Vehbî Hayyâtın<br />

talebelerinden hâcı Fehmi efendilerle sohbet eyledi. 1297 [m. 1879] de Palu<br />

kasabasında yirmisekizinci alayın üçüncü tabur imâmı iken seyyid Mahmûd-i Sâminî<br />

ile mülâkî oldu. Sâminî, sekizinci müceddid demekdir. Onsekiz günde icâzet<br />

aldı. 1325 [m. 1906] de emekli olunca, Harputda birçok zevâtı sülûk ile, bir kısmını<br />

da yalnız sohbet ile cehâletden kurtardı. İkiyüzbine yakın teşnedilân, çeşme-i<br />

feyzinden sîrâb olmuşdur. 1327 [m. 1908] de Hicâz seferinde, Şâm, Mekke ve<br />

Medîne âlimlerinin ta’zîm ve tekrîmlerine mazhar olmuşdur. (Gülzâr-ı Sâminî)<br />

adındaki mektûbâtı ve (Gülbün-i irşâd) ve (Mecâlis-i sâminiyye) adındaki beş cild<br />

kasîdeleri vardır. Beyâz fes üzerine beyâz sarık sarardı. Oğulları Nûreddîn ve Ziyâeddîn<br />

Uz birer cevher idi. 639, 1132.<br />

740 — OSMÂN BİN AFFÂN “radıyallahü anh”: Ebul’âs bin Ümeyye bin<br />

Abd-i Şems bin Abd-i Menâf torunudur. Aşere-i mübeşşeredendir. Üçüncü halîfedir.<br />

Resûlullahın iki kızını aldığı için (Zinnûreyn) denir. Önce müslimân olanların<br />

beşincisidir. Zevcesi Rukayye “radıyallahü anhâ” ile iki kerre Habeşistâna ve<br />

sonra Medîne-i münevvereye hicret etdi. Çok zengin tüccâr idi. Bütün malını,<br />

dîn-i islâm için sarf etdi. Hilm ve hayâ ile meşhûrdur. Hicretin yirmidördüncü [24]<br />

sene başı olan Muharremin birinci günü halîfe seçildi. Kıbrıs adasının ilk fâtihidir.<br />

[35]. ci senenin Zil-hicce ayında, Kur’ân-ı kerîm okurken şehîd edildi. Mubarek kanı<br />

bulunan Kur’ân-ı kerîm için, 388. ci sahîfeye bakınız! Hadîs-i şerîflerle medh-u<br />

senâ edilmişdir. Orta boylu, gür sakallı, sarışın güzel yüzlü, doğan burunlu idi. Sallanan<br />

dişlerini altın tel ile sardırmışdı. Bedr gazâsından başka her gazâda bulundu.<br />

Bedrin fazîletine de dâhil edildi. Nemâzda bir rek’atde bütün Kur’ân-ı kerîmi<br />

okuyan dört kimseden biridir. Çok okumakdan iki mushaf eskitdi. Hazret-i Ebû<br />

Bekrin topladığı bir Kur’ân-ı kerîmden altı nüsha dahâ yazdırıp, altı vilâyete gönderdi.<br />

44, 47, 59, 60, 114, 204, 242, 261, 350, 376, 380, 381, 388, 440, 510, 511, 621,<br />

628, 717, 738, 752, 772, 790, 802, 1012, 1014, 1066, 1072, 1085, 1092, 1105, 1112, 1117,<br />

1135, 1138, 1142, 1162, 1163, 1165, 1168, 1186, 1187.<br />

741 — OSMÂN GÂZÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sultân birinci Osmân hân,<br />

Ertuğrul beğin oğlu ve Süleymân şâhın torunudur. Süleymân şâh, Cengiz fitnesinde<br />

Ahlat taraflarına yerleşmişdi. Osmân hân, Osmânlı devletinin kurucusudur. 656<br />

[m. 1258] da Söğüdde tevellüd, 726 [m. 1326] da Söğüdde vefât etdi. Bursadadır.<br />

680 [m. 1281] de babası Ertuğrul beğ vefât edince yerine geçdi. İnegölü, Karacahisârı<br />

rumlardan aldı. 699 [m. 1299] da Konyadaki Selçûk sultânı üçüncü Alâüddîn<br />

Keykûbâd, Gazân hâna esîr olunca, Yenişehrde Osmânlı devletini kurdu.<br />

Cesûr, zekî ve tam bir müslimân idi. Çok cömerd idi. Şeyh Edebâlî hazretlerinin<br />

kızı ile teehhül edip, bundan Alâüddîn pâşa oldu. Ömer beğin kızı Bâlâ hâtundan<br />

da sultân Orhân oldu. Konya Selçûkî sultânı Alâüddîn şâhın altıyüzseksensekiz<br />

[688] senesinde sultân Osmâna gönderdiği takdîr ve iltifât ve nasîhatlerle dolu uzun<br />

– 1158 –


mektûbu ve sultân Osmânın edeb ve nezâket dolu cevâbı, (Mir’ât-i kâinât) kitâbında<br />

yazılıdır. Ömrü, rum kâfirleri ile savaşmakla ve islâmiyyeti yaymakla geçdi.<br />

Müslimânları râhata, huzûra kavuşdurmak için çalışdı. Vefât edeceği zemân,<br />

oğlu Orhân beğe gönderdiği vasıyyetnâmesi, islâmiyyete olan sevgi ve saygısını ve<br />

türk milletinin râhat ve huzûrunu düşündüğünü ve insan haklarına olan gönülden<br />

bağlılığını açıkça bildirmekdedir. Vasıyyetnâmenin özü şöyledir:<br />

(Allahü teâlânın emrlerine muhâlif bir iş işlemiyesin! Bilmediğini islâm ulemâsından<br />

sorup anlıyasın! İyice bilmeyince bir işe başlamıyasın! Sana itâ’at edenleri<br />

hoş tutasın! Askerine in’âmı, ihsânı eksik etmiyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır.<br />

Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir. Ve Allah için cihâdı terk etmiyerek beni<br />

şâd et! Ulemâya ri’âyet eyle ki, ahkâm-ı islâmiyye işleri nizâm bulsun! Nerede<br />

bir ilm ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurûr<br />

getirip, islâmiyyet ehlinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız<br />

Allahın dînini yaymakdır. Yoksa, kuru gavga ve cihângirlik da’vâsı değildir.<br />

Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini<br />

noksânsız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum.) Osmânlı sultânları, bu<br />

vasıyyetnâmeye cândan sarılmış, devletin altıyüz sene hiç değişmiyen anayasası olmuşdur.<br />

532.<br />

742 — OSMÂN HÂN-III: İslâm halîfelerinin doksanıncısı ve Osmânlı pâdişâhlarının<br />

yirmibeşincisidir. Binyüzaltmışsekiz 1168 [m. 1754] de cülûs etdi. Binyüzyetmişbir<br />

1171 [m. 1757]de vefât etdi. Yeni câmi’ yanında, Turhân sultân türbesindedir. Kardeşi<br />

birinci Mahmûd hân da buradadır. 1169 [m. 1755] da Üsküdârda (İhsâniyye câmi’i)<br />

ile (İhsâniyye mescidi)ni ve aynı senede İstanbulda (Nûr-i Osmâniyye) câmi’ini<br />

yapdırmışdır. Bu câmi’i, kardeşi birinci Mahmûd hân yapdırmağa başlamışdı.<br />

Vâlidesi Şâhsuvâr sultân, câmi’ yanındaki türbededir. 666, 1152, 1153, 1184.<br />

743 — OSMÂN HOPAVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Babası Hasendir. 1241 [m.<br />

1825] de vefât etdi. (Dürre-tün-nâsıhîn) tefsîri ve hadîs kitâbları vardır. 419, 732.<br />

744 — OSMÂN KARABIYIK: Hüseyn <strong>Hilmi</strong> Işıkın talebesi ve Hakîkat Kitâbevinin<br />

müdîridir. İslâm kitâblarının basılması ve yayılmasına çok hizmet etmişdir.<br />

745 — OSMÂNLI SULTÂNLARI “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”: Osmânlı<br />

devleti 699 [m. 1299] da kuruldu. Dîn-i islâm ile idâre edildi. Osmânlı sultânları<br />

923 [m. 1517] den i’tibâren bütün müslimânların halîfeleri oldular. Her işlerinde<br />

islâmiyyete uydular. Altıyüzyirmiüç sene islâmiyyete hizmet etdiler. Ehl-i sünnet<br />

olup, hanefî mezhebinde idiler. Üçüncü kısm, 65. ci maddenin sonuna bakınız!<br />

İslâmiyyeti yaymak ve müslimânları korumak için kâfirlerle cihâd yapdılar. İslâmiyyeti<br />

bozmak, müslimânları bölmek için saldıran mezhebsizleri terbiye etmek için<br />

çok uğraşdılar. Âlûsî (Gâliyye)nin doksanbeşinci sahîfesinde diyor ki, (Yeryüzünü<br />

sâlih kullarıma mîrâs bırakırım) meâlindeki âyet-i kerîmenin Osmânlı sultânlarını<br />

övdüğünü Abdülganî Nablûsî bildirmekdedir. (Burhân) kitâbı da bunu yazmakdadır.<br />

940 [m. 1534] da Hindistân sâhillerine gitdiler. Masonların ve İngilizlerin<br />

oyunları ile 1326 [m. 1908] da halîfelerin salâhiyyetleri sınırlandı. 1340 [m.<br />

1922] da Devlete ve 3 Mart 1342 [m. 1924] de hilâfete son verildi. Azgın islâm düşmanlarından<br />

İngiliz câsûsu Lawrence’in bu işlerde çok te’sîri oldu. Osmânlı toprakları<br />

üzerinde kurulan küçük arab devletleri, Avrupalıların kontrolu altında kaldı.<br />

İkinci cihân harbinden sonra da, başlarına geçen din câhili devlet adamları, islâmiyyeti<br />

içerden yıkdılar. Doktor Muhammed Harb tarafından 1413 h. [m. 1991]de Şamda<br />

üçüncü baskısı yapılan arabî (Müzekkiratü sultân Abdülhamîd) kitâbında Osmânlı<br />

devletinin yıkılması ve islâmiyyetin yok edilmesi için, ingilizlerin hîleleri ve<br />

askerî hücûmları uzun yazılıdır. 350, 441, 460, 532, 621, 802.<br />

746 — ÖMER BİN ABDÜL’AZÎZ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Mervân bin Ha-<br />

– 1159 –


kemin torunudur. Emevî halîfelerinin sekizincisidir. Annesi, Ömer bin Hattâbın<br />

oğlu Âsımın kızıdır. [60] senesinde Medînede tevellüd, 101 [m. 720] senesinde zehrlenerek<br />

şehîd edildi. [99] da halîfe oldu. Amcası olan halîfe Abdülmelikin dâmâdı<br />

idi. Adâletde ikinci Ömer idi. Hazret-i Mu’âviyeden sonra hutbelerde, Ehl-i beyte<br />

la’net edilmeğe başlanmışdı. Bu kötü âdeti kaldırdı. Beyâz, ince ve nâzik yüzlü,<br />

za’îf, güzel sakallı, sevimli bir zât idi. İmâmlığı, Resûlullah efendimize çok benzerdi.<br />

Malatyayı rumlardan, yüzbin esîr karşılığı satın aldı. 120, 350, 465, 512,<br />

513, 609, 738, 988.<br />

747 — ÖMER BİN ALÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İbni Mülkın Sirâcüddîn Ebû<br />

Hafs Mısrî, Şâfi’î hadîs ve fıkh âlimlerindendir. [723] de tevellüd, 804 [m. 1401] senesinde<br />

vefât etdi. Çok kitâb yazdı.<br />

748 — ÖMER BİN FÂRID “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Tesavvuf büyüklerinden<br />

ve Resûlullahın âşıklarındandır. Benî-Sa’d kabîlesindendir. 576 [m. 1180] da<br />

Mısrda tevellüd, 636 [m. 1238] da orada vefât etdi. (Kurâfe)dedir. Onbeş sene Hicâzda<br />

kaldı. (Hamriyye) ve (Tâiyye) kasîdeleri çok makbûldür. (Tâiyye)sinde<br />

din bilgilerinin hakîkatini ve Evliyânın zevklerini toplamışdır. Böyle olgun kasîde<br />

yazmak başkasına nasîb olmamışdır. Yediyüzelli beyt kadardır. 497.<br />

749 — ÖMER BİN HATTÂB “radıyallahü anh”: Resûlullahın ikinci halîfesidir.<br />

Aşere-i mübeşşeredendir. Hicret-i Nebeviyyede kırk yaşında idi. Kureyşin eşrâfından<br />

idi. Önce, islâma düşman oldu. Bi’setin altıncı yılında, kırkıncı veyâ<br />

kırkbeşinci olarak îmâna geldi. Bununla müslimânlar çok kuvvetlendi. Silâhlı<br />

olarak, açıkca hicret etdi. Resûlullahın gelmekde olduğunu Medînedeki müslimânlara<br />

müjdeledi. Bütün gazâlarda bulundu. Çok kahramânlık gösterdi. Fârûk adını<br />

aldı. Ebû Bekri halîfe yaparak, karışıklık çıkmasını önledi. Onüçüncü yılın Cemâzil’âhır<br />

ayı yirmisekizinci Salı günü halîfe seçildi. Çok memleket aldı. İslâmın<br />

adâletini bütün dünyâya tanıtdı. Yirmiüçüncü [23] senenin son ayında, câmi’de sabâh<br />

nemâzına durunca, Mugîre bin Şu’benin kölesi Ebû Lü’lü Fîruz kâfiri tarafından<br />

bıçakla, karnından yaralanıp yirmidört sâat sonra vefât etdi. Resûlullahın yanına<br />

defn edildi. Oğluna, islâmiyyetin emr etdiği kadar değnek vurulmasını emr<br />

etdi. Eshâb-ı kirâm yalvardığı hâlde, bir değnek az vurulmasına izn vermedi.<br />

Dayakdan oğlu bayıldı. Çok üzüldü ise de, pişmân olmadı. Çok hadîs-i şerîf ile<br />

medh edildi. Bunların çoğunu hazret-i Alî haber vermişdir. İri yarı, buğday renkli,<br />

uzun boylu, gözleri kızıl, bıyıklarının ucu sarı idi. Üzüntülü veyâ düşünceli olunca<br />

uclarını bükerdi. Sakalı ve bıyıkları sık idi. Yanaklarının üzerinde az idi. Sol elini,<br />

sağ eli gibi iyi kullanırdı. Eğere dokunmadan ata binerdi. Çok heybetli, yüreği<br />

çok kuvvetli idi. Edebinden, hayâsından, Resûlullahın huzûrunda o kadar yavaş<br />

konuşurdu ki, (Yüksek söyle yâ Ömer! İşitmiyorum) buyurulurdu. Resûlullahın<br />

kayın pederi idi. Hazret-i Alînin dâmâdı idi. Benî-Adiy kabîlesi büyüklerinden<br />

olup, soyu Hattâb bin Nüfeyl bin Abdül’uzza bin Rebâh bin Abdüllah bin Kurat<br />

bin Rezâh bin Adiy bin Kâ’bdır. 21, 28, 44, 45, 59, 60, 71, 108, 109, 114, 204, 235,<br />

249, 252, 259, 263, 347, 349, 350, 379, 380, 381, 388, 442, 447, 448, 450, 452, 457, 471,<br />

473, 478, 497, 498, 505, 506, 507, 508, 509, 510, 511, 516, 532, 578, 583, 584, 595, 607,<br />

608, 609, 610, 616, 621, 645, 687, 696, 698, 699, 717, 719, 729, 738, 752, 788, 801, 802,<br />

848, 885, 909, 913, 920, 923, 952, 993, 1014, 1065, 1068, 1092, 1094, 1096, 1100, 1104,<br />

1118, 1126, 1129, 1138, 1139, 1147, 1152, 1165, 1168, 1169, 1176, 1180, 1186, 1189,<br />

1195, 1197.<br />

750 — ÖMER FEHMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Seyyid Ömer Fehmî bin Hasen<br />

1292 [m. 1875] de (İzhâr-ül-hak) ikinci kısmını terceme ederek, (İbrâz-ül-hak)<br />

ismini vermişdir. 1161.<br />

751 — ÖMER RIZÂ: Şâ’ir Muhammed Âkifin dâmâdıdır. 1310 [m. 1893] da Kâhirede<br />

tevellüd, 1371 [m. 1952] de İstanbulda vefât etdi. Edirne-kapıdadır. Câmi’ulezherde<br />

okudu. Muhammed Abduhun reformcu fikrlerine saplandı. Mu-<br />

– 1160 –


hammed Alî ismindeki bir Kadyânînin ingilizce tefsîrini türkçeye terceme ederek<br />

(Tanrı buyruğu) ismini verdi. Burada, Îsâ aleyhisselâmın babası vardır demekde<br />

ve Nahl sûresinin altmışsekizinci âyetine verdiği ma’nâ da küfre sebeb olmakdadır.<br />

İngilizceden çevirdiği (Asr-ı se’âdet târîhi) de, onun gibi düşünen bir zümre<br />

tarafından halkın önüne sürülmekdedir. 468, 499, 887, 1088.<br />

— PÂNİ-PÜTÎ: Senâüllah ismine bakınız!<br />

752 — PASKAL: Fransız fizikcisidir. 1032 [m. 1623] de tevellüd, 1072 [m. 1662]<br />

de vefât etdi. Papas idi. Fizikde sıvıların basınc kanûnu ile ve geometride bilhâssa<br />

koniler üzerindeki buluşları ile meşhûrdur. Dahâ onsekiz yaşında iken bir hesâb<br />

makinesi yapmışdır. Dînî düşünceleri fransız papasları ve papa tarafından kabûl edilmemişdir.<br />

Hıristiyanlık dîni, ilm ve fen adamlarını kabûl etmemekdedir. 27.<br />

753 — PASTÖR: Fransız kimyâgeridir. 1237 [m. 1822] de tevellüd, 1312 [m. 1895]<br />

de vefât etdi. Bulaşıcı hastalıklar, mikroblar ve aşılar üzerine keşfleri vardır. Cenâzesinin<br />

hıristiyan merâsimi ile kaldırılmasını vasıyyet etmişdir. 27, 704.<br />

754 — PAULUS: Bolüs adında bir yehûdî idi. Fransızlar (Saint Paul) derler. Mîlâdın<br />

ikinci yılında Tarsusda doğdu. Îsevî görünüp, kendini din âlimi tanıtdı. Îsâ<br />

aleyhisselâmdan sonra ilk işi, semâdan inen İncîli yok etdirmek oldu. Îsâ, Allahın<br />

oğludur dedi. Şerâbı ve domuzu halâl etdi. Kıblelerini Kâ’beden şarka, güneşin doğduğu<br />

tarafa döndürdü. Allahın kendisi birdir. Sıfatları üç dürlüdür dedi. Bu sıfatlara<br />

(Uknûm) dedi. Dönme yehûdînin bu sözleri ilk yazılan dört (İncîl)e, bilhâssa<br />

Lukanın İncîline karışdı. Havârîlerden olan Barnabas, bunun yalanlarına aldanmadı.<br />

Îsâ aleyhisselâmdan gördüklerini ve işitdiklerini doğru olarak yazdı. Fekat<br />

bozuk dört İncîle aldananlar, fırka fırka ayrıldı. Birbirine uymaz yetmişiki fırka hâsıl<br />

oldu. Paulusün düşmanlığı anlaşılarak Kudüsde iki kerre habs edildi. Sonra Romaya<br />

götürüldü. Mîlâdın altmışyedinci [67] senesinde Neron tarafından orada başı<br />

kesildi. Kemikleri, Sen Piyer kilisesindedir. Hazîranın yirmidokuzunda yortusu<br />

yapılır. 42, 1079, 1083, 1122, 1130.<br />

755 — PETRUS: Sen Piyer de denir. Eski ismi Şem’ûn idi. Havârîlerdendir. Andriyasın<br />

kardeşidir. Üçyüzdoksandokuzuncu [399] sırada (Havârîler) ismine bakınız!<br />

1108, 1133.<br />

756 — PEZDEVÎ: Üçyüzonyedinci [317] sırada Fahr-ul-islâm ismine bakınız!<br />

757 — PİSAGOR: Eski yunan filosofudur. Bunun felsefesine (İşrâkıyyun) denir.<br />

758 — RÂBİ’A-İ ADVİYYE “rahmetullahi teâlâ aleyhâ”: Babası İsmâ’îldir.<br />

Zühd ve salâh ile meşhûr bir hâtundur. Basralıdır. Süfyân-ı Sevrî ve Hasen-i Basrî,<br />

Râbi’adan feyz alırlardı. 135 [m. 752] de Kudüs civârında vefât etdi. 212.<br />

759 — RÂFİ’Î: Yirmiikinci [22] sırada Abdülkerîm-i Râfi’î ismine bakınız!<br />

760 — RAHMETULLAH EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Rahmetullah<br />

bin Halîl-ür-rahmân Hindî, Hanefî fıkh âlimidir. Delhîde yetişdi. Abdül’azîz hân<br />

kendisini İstanbula da’vet etdi. Madalya verdi. Ma’âş bağladı. Hıristiyanlara bir<br />

reddiye yazmasını istedi. İstanbulda, arabca (İzhâr-ül-hak) kitâbını yazdı. Kitâb<br />

dört cilddir. Mekke baskısı pek nefîsdir. Londradan Hindistâna gelen protestân papasları<br />

ile yapdığı mücâdelesini ve onları kaçırdığı yazılıdır. Kitâbı Sultân Abdül’azîz<br />

Hân için yazmışdır. İngiliz gazeteleri, (Bu kitâb yayılırsa, hıristiyanlık mahv<br />

olur) yazmışlardır. Nüzhet efendi bunun birinci kısmını, Ömer Fehmî efendi de ikinci<br />

kısmını türkceye terceme etdi. Delhîde hıristiyan papasları ile mücâdele edip,<br />

hepsini mağlûb etdi. Bu mücâdeleleri (Beyân-ül-hak) kitâbında ve türkce tercemesinde<br />

yazılıdır. 1306 [m. 1889] da 75 yaşında iken Mekkede vefât etdi. 389.<br />

761 — RÂKIM EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Mustafâ Râkım efendi,<br />

meşhûr hattâtlardandır. Yedi-kulelinin talebesidir. 1181 [m. 1767] de vefât etmişdir.<br />

Merkez efendidedir. Yüz kadar Mıshaf-ı şerîf yazdı.<br />

– 1161 –


762 — RÂKIM EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Meşhûr hattâtdır. Anadolu<br />

kâdı-askeri idi. 1242 [m. 1826] de vefât etdi. Kara-gümrükde Zincirli kuyu civârındadır.<br />

Mezâr taşındaki yazı kendisinindir.<br />

763 — RÂSİM EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Eğri kapılı Muhammed Râsim<br />

efendi, hattât ve şâ’irdir. 1099 da İstanbulda tevellüd, 1185 [m. 1771] de vefât<br />

etmişdir. Ahmed Yekdest hazretlerinin talebesi olan Tatâr Ahmed efendiden<br />

feyz almışdır. Nûr-i Osmâniyye câmi’i şerîfi orta kapı hâricindeki âyet-i kerîmeler<br />

bunun yazısıdır. Câmi’in târîhini gösteren (Humâyûn ola bu nev’u câmi’i sultân<br />

Osmânın) beytini de bu yazmışdır. Kabri İğri kapı hâricinde, kapıya karşı parmaklık<br />

içindeki Eshâb-ı kirâmdan Abdüs-Sâdık Âmir bin Ubâdenin ayak tarafındadır.<br />

764 — RAT: Fransız müsteşriki olup, kıymetli islâm kitâblarını fransızcaya<br />

terceme etmişdir. 1142.<br />

765 — REBÎ’ BİN HAYSEM “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Zühd ve takvâsı ile<br />

meşhûrdur. 68 [m. 687] de Tus şehrinde vefât etdi. 633, 692.<br />

766 — REMLÎ HANEFÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Dörtyüzüçüncü [403] sırada<br />

Hayreddîn-i Remlî ismine bakınız! 825.<br />

767 — REMLÎ ŞÂFİ’Î “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed bin Hüseyn Şihâbüddîn-i<br />

Remlî, Şâfi’î olup, 753 de tevellüd, 844 [m. 1440] de vefât etmişdir.<br />

768 — REMLÎ ŞÂFİ’Î “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed bin Ahmed Şihâbüddîn-i<br />

Remlî, şâfi’î âlimlerinden olup, 973 [m. 1565] de vefât etmişdir.<br />

769 — REMLÎ ŞEMSÜDDÎN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Allâme Şemseddîn<br />

Muhammed bin Ahmed bin Ahmed Menûfî, 919 da tevellüd ve 1004 [m. 1596] de<br />

vefât etmişdir. Çok eser yazmış ve babasının fetvâlarını toplamışdır. Bu fetvâlar,<br />

İbni Hacerin (Fetâvâ-yı kübrâ)sı kenarında Mısrda 1357 de basılmışdır. Nevevînin<br />

(Minhâc)ını da şerh etmişdir. 223, 323.<br />

770 — REŞÎD PÂŞA: Şerîf Ahmed Reşîd bin seyyid Nu’mân Fikri, Mûsul vâlîsi<br />

idi. Tekaüd olunca, 1325 [m. 1907] de (Rûh-ul-Mecelle) kitâbını, sekiz cild olarak,<br />

İstanbulda, bir senede yazmış, bu ve (Dîn-i mübîn-i islâm) kitâbı basılmışdır.<br />

367, 816, 823.<br />

771 — REŞÎD RIZÂ: Muhammed Reşîd Rızâ, 1281 [m. 1865] de Lübnânda Kalemun<br />

kasabasında tevellüd ve 1354 [m. 1935] de vefât etdi. Muhammed Abdühün<br />

talebesi olduğu (Müncid)de de yazılıdır. Hocasının dinde reformcu fikrlerini yaymak<br />

için Mısrda (El-Menâr) mecmû’asını çıkardı. (Elda’vetü vel-irşâd) medresesinde<br />

hocalık yapdı. (El-muhâverât) kitâbında, Ehl-i sünnet mezhebine ve fıkh kitâblarına<br />

saldırdı. Diyânet işleri reîslerinden Hamdi Akseki bu kitâbı türkçeye çevirmişdir.<br />

(Fâideli Bilgiler) kitâbında, buna cevâb verilmişdir. 310, 1105, 1117.<br />

772 — RIZÂ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâm-ı Alî Rızâ, oniki imâmın sekizincisidir.<br />

İmâm-ı Mûsâ Kâzımın oğlu ve Muhammed Cevâd Takînin babasıdır. 153<br />

[m. 770] de Medînede tevellüd ve 203 [m. 818] de Tus, ya’nî Meşhedde vefât etdi.<br />

Nemâzını halîfe kıldırdı. Me’mûn halîfe, İmâm hazretlerini çok sever ve sayardı.<br />

İmâmı dâmâd yapdı. Yerine halîfe olmasını emr ve i’lân edip, paralara ismini<br />

yazdı. Bayrağı ve asker elbisesini siyâh yerine yeşil yapdı. Fekat, İmâm önce vefât<br />

etdi. Bâyezîd-i Bistâmî, İmâmın sohbeti ile şereflendi. 62, 992, 1061, 1081,<br />

1087, 1133, 1143, 1152.<br />

773 — RİŞLİÖ: Fransada onüçüncü Louisnin başvekîli idi. 993 [m. 1585] de tevellüd,<br />

1052 [m. 1642] de vefât etdi. Papas idi. Kardinal olmuşdu. Protestan düşmanı<br />

idi. Çok kurnaz ve zâlim idi. 27.<br />

774 — RUKAYYE “radıyallahü anhâ”: Resûlullahın kızıdır. Otuzüç yaşında iken<br />

tevellüd eyledi. Çok güzel idi. Ebû Lehebin oğlu Utbeye nikâh edildi. (Tebbet ye-<br />

– 1162 –


dâ) sûresi gelince Utbe, düğünden önce boşadı. Vahy gelerek hazret-i Osmâna nikâh<br />

edildi. Birlikde iki kerre Habeşistâna hicret etdiler. Yirmiiki yaşında iken, Bedr<br />

gazâsında hasta oldu. Hazret-i Osmâna Bedre gelmeyip zevcesine hizmet etmesi<br />

emr olundu. Bedr zaferinin müjdesi Medîneye geldiği gün defn olundu. 1158,<br />

1186.<br />

775 — RUTHERFORD: 1288 [m. 1871] de Yeni Zelândada tevellüd, 1356 [m.<br />

1937] de vefât etdi. Fizikcidir. Radio-aktif şu’âların üç çeşid olduğunu buldu.<br />

Atomun yapısını keşf etdi. Gazların ionisation teorisini kurdu. 1326 [m. 1908] da<br />

Nobel mükâfâtını aldı. 549, 550.<br />

776 — RUZBEHÂN-I BAKLÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şeyh Ebû Muhammed<br />

Şîrâzî, Kübrevîyye meşâyıhindendir. Necmüddîn-i Kübrânın mürşididir. Ebû<br />

Necîb-i Sühreverdînin halîfesi olan Ammâr Yâserin halîfesidir. Altıyüzaltı 606 [m.<br />

1209] târîhinde Şîrâzda vefât etdi. (Tefsîr-i arâyis), (Kitâb-ül envâr) ve (Şerh-ulşathiyyât)<br />

kitâbları vardır. 765, 1154.<br />

777 — RÜKNEDDÎN-İ ÇEŞTÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâm-ı Rabbânînin<br />

“kuddise sirruh” babası olan Abdül-Ehadın üstâdıdır. Şeyh Abdül-kuddüsün<br />

ikinci oğlu ve halîfesidir. Tesavvufun ve islâmiyyetin esrârını bildiren (Merec-ülbahreyn)<br />

kitâbı ve (Mektûbât)ı çok kıymetlidir. 983 [m. 1575] senesinde vefât etdi.<br />

Hindistânda babasının yanındadır. 93, 1060, 1064.<br />

778 — RÜKNEDDÎN-İ HÂFÎ: (Mesmû’at) 99.cu sahîfesinde ismi geçmekdedir.<br />

99.cu sırada Alaüddevle ismine bakınız!<br />

779 — SÂBİT BİN KAYS “radıyallahü anh”: Ensâr-ı kirâmdandır. Resûlullahın<br />

hatîbi idi. Bütün gazâlarda bulundu. Hazret-i Ebû Bekr zemânında, Arabistânın<br />

ortasındaki Yemâme cenginde şehîd oldu. 644, 1013, 1152.<br />

780 — SA’D BİN EBÎ VAKKÂS “radıyallahü anh”: Mâlik bin Übeyd bin<br />

Abd-i Menâf bin Kâ’b bin Zühre bin Hakîm bin Mürre torunudur. İlk müslimân<br />

olanların yedincisidir. Cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Onyedi yaşında müslimân<br />

oldu. Mekkede nemâz kılarlarken, alay eden kâfirin başına deve kemiği atarak<br />

ilk kâfir kanı akıtan bu oldu. Bütün gazâlarda bulundu. Düşmana ilk ok atan<br />

budur. Îrânı alan, Kadsiye zaferini kazanan ordunun başkumandanı idi. Sonra Irâk<br />

vâlîsi oldu. Hazret-i Osmân zemânında Kûfe vâlîsi oldu. Deve ve Sıffîn muhârebelerine<br />

karışmadı. Ellibeş 55 [m. 675] senesinde vefât etdi. Medîne-i münevverededir.<br />

510, 607, 643, 1010, 1084.<br />

781 — SA’D BİN MU’ÂZ “radıyallahü anh”: Evs kabîlesinin reîsi idi. Hicretden<br />

evvel Medînede îmân etdi. Bedr, Uhud ve Hendek gazâlarında bulundu. Beşinci<br />

yılda, Hendekde aldığı yaradan vefât etdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

buna çok ağladı. Cenâze nemâzını kendisi kıldırdı. Hadîs-i şerîflerle medh<br />

edilmişdir. 506, 693, 1003.<br />

782 — SA’DÜDDÎN-İ CEBÂVÎ: Sa’dî tarîkatinin reîsidir. Babası, Mûsâ Şeybânîdir.<br />

Şâmda Havran ile Kuds arasında Cebâ kasabasındandır. Üç vâsıta ile Ebû<br />

Medyen-i Magribîden feyz almışdır. Yediyüz 700 [m. 1300] senesinde vefât etmişdir.<br />

783 — SA’DÜDDÎN-İ KAŞGARÎ: Molla Câmî’nin üstâdı, Nizâm-i Hâmûşun<br />

halîfesidir. Bu da, Alâüddîn-i Attârın talebesi idi. Vefâtı 860 dadır. 720, 1137.<br />

784 — SA’DÜDDÎN-İ MUHAMMED HAMEVÎ: Büyük Velîdir. Necmüddîn-i<br />

kübrâdan feyz almışdır. Sadr-eddîn-i Konevî ile de sohbet etmişdir. (Mahbûbül-muhibbîn)<br />

kitâbı meşhûrdur. 650 [m. 1252] senesinde vefât etmişdir.<br />

785 — SA’DÜDDÎN-İ TEFTÂZÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Mes’ûd bin<br />

Ömer, en büyük şâfi’î âlimlerindendir. 722 [m. 1322] de Horâsânda, Teftâzânda tevellüd,<br />

792 [m. 1389] de Semerkandda vefât etdi. (Mutavvel) kitâbı, (Telhîs) şer-<br />

– 1163 –


hi olup, bedî, beyân, me’âni ve belâgat ilmlerini bildirmekdedir. 1309 İstanbul baskısı<br />

nefîsdir. (Telhîs)i Celâlüddîn Muhammed Kazvîni yazmış, 739 da vefât etmişdir.<br />

(Akâid-i Nesefî şerhı) meşhûrdur. Sadr-üş-şerî’anın (Tenvîh) kitâbına şerhı<br />

olan (Telvîh) kitâbından, imâm-ı Rabbânînin ders verdiği, (Berekât)da, Bedî’uddîn<br />

isminde yazılıdır. İlm-i kelâmda yazdığı (Mekâsıd) kitâbı ve buna yapdığı<br />

şerhı çok kıymetlidir. 1062, 1183.<br />

786 — SA’DÎ ÇELEBÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sa’dullah bin Îsâ, Kastamonilidir.<br />

İstanbul kâdîsı ve müftîsi idi. Kemâl pâşa zâdeden sonra, onuncu Şeyh-ulislâm<br />

oldu. 945 [m. 1539] de vefât etdi. Eyyûbdedir. Beydâvî tefsîrine ve (İnâye)<br />

adındaki Hidâye şerhine ve Fîrûzâbâdî Kâmûsuna yapdığı hâşiyeleri çok kıymetlidir.<br />

518. ci sıraya bakınız! 1084, 1125.<br />

787 — SA’DÎ ŞÎRÂZÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Müslih-ud-dîn şeyh Sa’dî,<br />

Ehl-i sünnet âlimlerindendir. Tesavvuf büyüklerindendir. 589 [m. 1193] da Şîrâzda<br />

tevellüd ve 691 [m. 1292] de orada vefât etdi. Abdülkâdir-i Geylânînin halîfesinin<br />

talebesidir. İlm öğrenmekle, tâlibleri irşâdla ve kâfirlerle cihâdla uğraşdı. Nazm<br />

ve nesr üzere kitâblar yazdı. (Gülistân) kitâbında Etabekler devletinin beşinci sultânı<br />

Ebû Bekr bin Sa’di çok medh etmekdedir. (Gülistân) ve (Bostân) kitâbları çeşidli<br />

dillere terceme edilmişdir. Ondört kerre hacca gitdi. Haçlı ordularına esîr düşdü.<br />

Şîrâzdaki Etabekler devleti 543 den 662 ye kadar devâm etdi. 621, 955.<br />

788 — SADREDDÎN-İ KONEVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebülme’âlî Muhammed<br />

bin İshak, Sôfiyye-i aliyyeden ve şâfi’î kelâm âlimlerindendir. Konyalıdır.<br />

Üvey babası olan Muhyiddîn-i Arabîden feyz aldı. Celâleddîn-i Rûmînin ve<br />

Sa’îdeddîn-i Fergânînin hocaları idi. 671 [m. 1272] senesinde vefât etdi. Konyadadır.<br />

964, 1148, 1163, 1165.<br />

789 — SADR-ÜŞ-ŞEHÎD HÜSÂMEDDÎN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Dörtyüzonsekizinci<br />

[418] sırada Hüsâmeddîn Ömere bakınız!<br />

790 — SADR-ÜŞ-ŞERÎ’A-İ SÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ubeydüllah bin<br />

Mes’ûd bin Tâc-üş-şerî’a Ömer, Burhân-üş-şerî’a Mahmûd bin Ubeydüllahın kızının<br />

oğludur. Birinci Sadr-üş-şerî’a Ahmed bin Ubeydüllah, anasının da, babasının da dedesidir.<br />

Dedesinin (Vikâye) kitâbını hem şerh etmiş, hem de kısaltmışdır. Kısaltdığına<br />

(Muhtasar-ı Vikâye) veyâ (Nikâye) adını vermişdir. Bunun (Vikâye şerhı)ne çeşidli<br />

hâşiyeler yapılmışdır. Bunlar arasında, Ehî Çelebînin ve Hasen Çelebînin ve<br />

imâm-ı Birgivînin hâşiyeleri meşhûrdur. (Tenkîh) ve bunun şerhi (Tevdîh) üsûl kitâbları<br />

çok kıymetlidir. 750 [m. 1349] de Buhârâda vefât etdi. Hasen bin Muhammed<br />

Çelebî, molla Fenârî neslinden olup, 886 [m. 1480] da vefât etmişdir. 1084.<br />

791 — SAFİYYE “radıyallahü anhâ”: Resûlullahın halasıdır. Halaları arasında<br />

yalnız bu îmâna geldi. Zevci Hâris, nübüvvetden evvel ölmüş, Hadîce-tül-kübrânın<br />

kardeşi Avvâm ile nikâhlanmış, Zübeyr tevellüd etmişdi. Safiyye, Hendek<br />

gazvesinde bir yehûdî öldürüp, ganîmetden hisse aldı. 20 [m. 641] senesinde yetmişüç<br />

yaşında Medînede vefât etdi. 1198.<br />

792 — SAFİYYE “radıyallahü anhâ”: Hayber yehûdîlerinin başı olan Huyey ibni<br />

Ahtabın kızı idi. Hayberde bir yehûdîye nişanlı idi. Sonra çok zengin olan Kenâne<br />

bin Hakîk ile evlenmişdi. Hicretin yedinci senesinde Hayber feth olundukda Safiyye<br />

de esîr edilmişdi. Resûlullahın hissesine düşüp âzâd buyurdu. Îmân eyledi ve<br />

Resûlullahın nikâhı ile şereflendi. 50 [m. 670] senesinde Medînede vefât etdi. 166.<br />

793 — SAFİYYÜDDÎN-İ ERDEBÎLÎ: Tanınmış tesavvufculardandır. Muhammed<br />

Geylânîden feyz almışdır. Yediyüzotuzbeş 735 [m. 1335] senesinde Erdebilde<br />

vefât etdi. Hâcı Bayram-ı velînin feyzi, Erdebîlî yolundan gelmekdedir. Erdebil,<br />

Tebrîz civârında bir kasabadır. 1087, 1175.<br />

794 — SALÂH [İbni]: İbni Salâh Osmân şâfi’î şehr-i zûrî, 643 [m. 1277] de vefât<br />

etdi.<br />

– 1164 –


795 — SA’ÎD BİN CÜBEYR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Tâbi’înin büyüklerindendir.<br />

Hadîs ve tefsîrde bir dâne idi. 95 [m. 714] de Vâsıtda vefât etdi. 440, 677.<br />

796 — SA’ÎD EFENDİ: Hüseyn <strong>Hilmi</strong> Işıkın pederidir. Eyyûb sultânda Vezîr<br />

tekke mahallesinin eşrâfından idi. 1929 da vefât etdi.<br />

797 — SA’ÎD BİN MENSÛR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hadîs âlimlerindendir.<br />

Horâsânlıdır. 229 [m. 844] senesinde Mekkede vefât etdi. 392.<br />

798 — SA’ÎD BİN MÜSEYYİB “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Muhammed<br />

Medenî, Tâbi’înin büyüklerinden ve Medînedeki yedi büyük âlimdendir. Onbeşinci<br />

[15] senede tevellüd, 91 [m. 710] senesinde Medînede vefât etdi. Kırk hac yapdı.<br />

66, 628, 641, 1014.<br />

799 — SA’ÎD BİN ZEYD “radıyallahü anh”: Aşere-i mübeşşeredendir. Dedesi<br />

Amr, hazret-i Ömerin amcasıdır. Yine bunun kayın birâderi ve eniştesi idi.<br />

Bedrden başka gazâlarda bulundu. Yermük muhârebesinde ve Şâmın fethinde bulundu.<br />

51 [m. 671] senesinde vefât etdi. 510.<br />

800 — SA’ÎDEDDÎN-İ FERGÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin<br />

Ahmed, Sôfiyye-i aliyyeden ve fıkh âlimlerindendir. Necîbeddîn Alî Şîrâzîden, bu<br />

da Şihâbüddîn-i Sühreverdîden ve Sadreddîn-i Konevîden feyz aldı. 699 [m. 1299]<br />

senesinde vefât etdi. (Füsûs)u şerh etmişdir. (Menâhic-ül-ibâd) fıkh kitâbını dört<br />

mezhebe göre fârisî yazmışdır. 1409 [m. 1988] senesinde, Hakîkat Kitâbevi tarafından,<br />

ofset baskısı yapılarak neşr edilmişdir. 1164.<br />

801 — SA’LEBE: Sa’lebe bin Ebî Hâtıb, Ensârdan idi. Bedr gazâsında bulunmadı.<br />

Tefsîrlerin çoğuna göre, (Hazret-i Osmân zemânında vefât etdi. Malının çok<br />

olması için düâ istedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kanâ’at et!) buyurdu.<br />

Düâ için, tekrâr tekrâr isrâr etdi. Düâ buyurunca malı, hayvânları çoğaldı.<br />

Onlarla uğraşıp nemâza gelmez oldu. Resûlullahın gönderdiği zekât toplama<br />

me’mûrlarına zekât vermedi. Hakkında Tevbe sûresinin yetmişaltıncı [76] âyeti nâzil<br />

oldu. Bunu işitince, sadakasını getirip yalvardı ise de, kabûl buyurulmadı.<br />

(Sa’lebeye yazıklar olsun!) hadîs-i şerîfine hedef olmak felâketine dûçâr oldu.) Yukarıdaki<br />

âyet-i kerîmenin çeşidli kimseler hakkında geldiği ve bunlardan Sa’lebe<br />

bin Ebî Hâtıbın meşhûr olduğu (Beydâvî) hâşiyesinin tercemesi olan (Tibyân) tefsîrinde<br />

ve (Hüseynî), (Ebüssü’ûd) ve (Râzî) tefsîrlerinde uzun yazılıdır. (El-isâbe<br />

fî-temyîz-is-sahâbe)de birinci cüz, yüzdoksansekizinci sahîfede diyor ki, (Münâfık<br />

olan Sa’lebe, Bedr gazâsında bulunan Sa’lebe “radıyallahü anh” değildir. Çünki,<br />

Bedr gazâsında bulunan Sa’lebenin Uhud gazâsında şehîd olduğunu İbni Kelbî<br />

bildirmekdedir. Bundan başka, Ahmed bin Mûsâ ibni Merdeveyh tefsîrinde yazdığı<br />

üzere, ibni Abbâs “radıyallahü anh”, Sa’lebenin zekât vermediğini anlatırken,<br />

Sa’lebe bin Ebî Hâtıb demekdedir. Bedr gazâsında bulunan ise Sa’lebe bin Hâtıbdır.<br />

Bundan başka, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Bedr gazâsında ve<br />

Hudeybiyede bulunanların hiçbiri Cehenneme girmez!) buyurdu. Bunlardan biri<br />

münâfık olabilir mi?) Bunun gibi, iki Hâtıb vardır. (Tefsîr-i Mazherî)de, Nisâ sûresinin<br />

altmışbeşinci âyetinde diyor ki, (Hâtıb ibni Ebî Beltea muhâcirînden idi.<br />

Bedr gazâsında bulundu. [Otuz senesinde vefât etdi.] İkincisi, Hâtıb ibni Beltea<br />

ise, Ensârın arasında olup, bir münâfık idi.) Eshâb-ı kirâmın hepsi Cennete gireceklerdir.<br />

Allahü teâlâ, hepsinden râzı olduğunu bildirmişdir. Bu müjde, hepsinin<br />

îmân ile öleceklerini haber vermekdedir. Fekat, Aşere-i mübeşşereden başkasının<br />

îmân ile öleceği önceden bilinemezdi. Çünki, aralarına karışmış olan münâfıkları<br />

Resûlullahdan başka kimse bilmezdi. Bu münâfıklar îmânsız gitdi. Resûlullahın<br />

vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri mürted olmadı. Hepsi Sahâbî olarak<br />

öldü. Cennete gitdiler. 64.<br />

802 — SA’LEBÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû İshak Ahmed bin Muhammed,<br />

fıkh âlimidir. Nîşâpûrda tevellüd, 427 [m. 1035] de orada vefât etdi. 416.<br />

– 1165 –


803 — SÂLİH GÜLÂBÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâm-ı Rabbânî “kuddise<br />

sirruh” hazretlerinin eshâbındandır. İbrik tutmak hizmetini görürdü. Kemâle<br />

yetişdi. İrşâda izn verildi. Mevlânâ Muhammed Sâlih bir mektûbunda diyor ki: (O<br />

mukaddes makâmın süpürgecilerinin en aşağısı olan Muhammed Sâlih, o kapının<br />

hizmetcilerine arz ederim ki, bu garîb zerre, o makâmın kölelerinin sadakasına kavuşarak,<br />

muhlislerinize ihsân buyurduğunuz hâller içindeyim. Hep tecellîlerle<br />

şereflenmekdeyim. Her tecellîde, başka bir fenâ hâsıl olmakdadır. Bir tecellîde,<br />

bundan başka tecellî olmaz sanıyorum. Bu sonsuz tecellîlerden anlaşılıyor ki,<br />

ismlerde ve sıfatlarda ayrı ayrı seyr edip ilerlemek nasîb olmakdadır. Böyle ayrı<br />

ayrı tecellîlerle, bu yolda ilerlemek pek güc olacakdır. O hakîkî kıblenin kapısına<br />

sığınarak, bu hiçbirşeye yaramıyan beceriksizi, alçak olan yerinden kaldırdığınız,<br />

böyle şerefli hâllere ulaşdırdığınız ve bu alçağın hâtırına, hayâline bile gelmiyen<br />

ni’metlere kavuşdurduğunuz gibi, lutf ve ihsân buyurarak, husûsî bir teveccühünüz<br />

ile, bu yolun sonuna ulaşdırmanızı, noksânlıkdan, yolda kalmakdan kurtarmanızı,<br />

kendi murâdlarından, isteklerinden vaz geçerek, Allahü teâlânın rızâsından<br />

başka hiçbirşey söylememek, yapmamak ve düşünmemek se’âdetine kavuşdurmanızı,<br />

yalvarırım. Arayanların özlediği o yüksek teveccühünüz ve ihsânınız<br />

olmadıkça, bunlara kavuşmak imkânsızdır. Ucu bucağı olmıyan, o merhamet deryânızdan<br />

bu fakîre birkaç damla serpmekle şereflendireceğinizi ümmîd ediyorum.<br />

Bunları yazmak, bunları istemek, bu alçak için çok yersiz olduğunu düşünüyorum.<br />

Bu garîbi, doğru olarak, size lâyık olarak sevebilmekle şereflendiriniz. İnsanı, bütün<br />

se’âdetlere, bütün yüksekliklere kavuşduracak, ancak, sizi böyle sevebilmekdir.<br />

Allahü teâlâ, sizin yetişdirme, yükseltme gölgenizi, bütün insanların başları üstünden<br />

ayırmasın! Âmîn.)<br />

Mevlânâ Sâlih, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hergün ve her gece yapdığı ibâdetleri<br />

ve vazîfeleri, mubârek oğullarının işâret ve emrleri üzerine, toplamış ve yazmışdır.<br />

Bir yerinde diyor ki, (İbâdetlerinin, vazîfelerinin hepsini yapmaklığım<br />

için izn vermelerini ricâ etdim. Yapılacak, uyulacak iş yalnız Resûlullahın “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” yapdıklarıdır. Bunları, hadîs kitâblarından öğrenip, hepsini<br />

yapmağa çalışmalı buyurdu. Efendim sizin her hareketiniz, her işiniz, o insanların<br />

ve cinnin en yükseğinin işleri gibidir dedim. Evet öyledir. Ammâ, her yapacağınızı<br />

iyi düşününüz! Sünnete uygun olan her sözü, her işi yapınız. Uygun olmıyanı<br />

yapmayınız, buyurdu.) Mevlânâ Sâlih, 1038 [m. 1628] senesinde Hindistânda<br />

vefât etdi. 716.<br />

804 — SÂLİH “aleyhisselâm”: Semûd kavmine gönderilen Peygamberdi. Bunlar,<br />

Hicâz ile Şâm arasında idi. Âd kavminden sonra idiler. Putlara, heykellere tapıyorlardı.<br />

Dinlemediler, inanmadılar. Kayadan deve çıkdı, yavruladı. Yine inanmadılar.<br />

Deveyi öldürdüler. Dağları, taşları oyup, sağlam sığınaklar yapdılar. Sâlih<br />

“aleyhisselâm”, îmân eden birkaç kişi ile, Mekkeye veyâ Kudüse gitdi. Kâfirlere<br />

gökden azâb gelip helâk oldular. 482, 1128.<br />

805 — SÂM: Nûh aleyhisselâmın büyük oğlu idi. Keldânîler, Âsûrîler, Süryânîler,<br />

Finikeliler, İbrânîler ve Arablar, bunun soyundandır. 1128, 1157.<br />

806 — SAN’ÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Abdüllah bin Îsâ, Yemen âlimlerindendir.<br />

(Seyf-ül-hindî fî-ibâneti tarîkatiş-şeyhinnecdî) kitâbında vehhâbîleri red<br />

etmekdedir. Bu kitâbı 1218 [m. 1803] senesinde yazmışdır.<br />

807 — SAN’ÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Abdürrezzak Ebû Bekr San’ânî,<br />

fıkh âlimidir. Yüzyirmiyedide [127] tevellüd ve 211 [m. 826] de vefât etmişdir. (Elmusannef)<br />

kitâbı 1392 [m. 1972] de Beyrutda basılmışdır. Altı cilddir.<br />

808 — SEDİDEDDÎN-İ KAŞGARÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed,<br />

705 [m. 1305] de vefât etdi. (Münye-tül-musallî) fıkh kitâbı meşhûrdur.<br />

809 — SEHL-İ TÜSTERÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Muhammed Sehl bin<br />

– 1166 –


Abdüllah, Sôfiyye-i aliyyedendir. 200 [m. 815] senesinde tevellüd, 283 [m. 896] de<br />

Basrada vefât etdi. 22, 607, 689, 694, 788, 1198.<br />

810 — SEHL BİN SA’D “radıyallahü anh”: Ensârî ve Sâ’idî, Eshâb-ı kirâmdandır.<br />

Resûlullahın vefâtında onbeş yaşında idi. Seksensekiz 88 [m. 707] senesinde<br />

vefât etdi. Medîne-i münevverede en son vefât eden Sahâbî budur. 441.<br />

811 — SELÂMÎ EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Selâmî Alî efendi, İstanköy<br />

müftîsi iken Zâkirzâde Abdüllah efendiden hilâfet almışdır. Kısıklıda tekke,<br />

Selâmsızda ve Acıbâdemde ve Bulgurluda birer câmi’ ve Bursada bir tekke yapdırmışdır.<br />

1104 [m. 1693] senesinde vefât edip Kısıklıda defn edilmişdir. Pîrdâşi olan<br />

seyyid Osmân efendi, Üsküdâr Atpazarında bir câmi’ yapdırmışdır. 1103 [m. 1692]<br />

de vefât etmişdir. Selâmî efendinin halîfesi Kütâhyalı seyyid Alî Fenâyî efendi, eski<br />

vâlide câmi’ine yakın bir tekke ve mescid yapmışdır. Mağnisâda da bir câmi’i<br />

vardır. Baltacı Muhammed pâşanın Rusya seferinde bulunarak bayrak taşımışdır.<br />

1151 [m. 1738] de vefât etmişdir. Kendi adındaki câmi’i yanındadır.<br />

812 — SELÎM CİHÂNGÎR ŞÂH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hindistândaki Tîmûr<br />

sultânlarının dördüncüsüdür. Ekber şâhın oğlu, Hurrem Şâhcihânın babasıdır.<br />

977 [m. 1569] de tevellüd edip, [1014] de babasının yerine geçdi. 1037 [m. 1627] de<br />

vefât etdi. Lâhordadır. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini 1027 [m. 1617] de habs etdi. İki<br />

sene sonra pişmân olup özr diledi. Fekat iki sene dahâ askerde bırakdı. Hindistânda<br />

ingilizlere ilk ticâret te’sisleri veren budur. Yerine geçen oğlu, otuzbir sene hükûmet<br />

sürmüş ve sekiz sene Egrede habs olmuşdur. Zevcesi için burada yapdırmış<br />

olduğu (Tâc mahal) türbesine 1076 [m. 1665] da defn edilmişdir. 400, 1087, 1106, 1120.<br />

813 — SELÎM HÂN-I “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İslâm halîfelerinin yetmişdördüncüsü<br />

ve Osmânlı pâdişâhlarının dokuzuncusudur. İkinci Bâyezîd hânın oğlu, sultân<br />

Süleymân hânın babasıdır. Hilâfeti Osmânlı pâdişâhlarına bağlıyan budur. 875<br />

[m. 1470] de tevellüd, 926 [m. 1520] da vefât etdi. Fâtihde sultân Selîm câmi’i bağçesindedir.<br />

920 [m. 1514] de Çaldıranda Îrân şâhı İsmâ’îl-i Safevîyi mağlûb ederek,<br />

bozuk inanışlarının yayılmasını önledi. Böylece islâmiyyete büyük hizmet etdi.<br />

Tebrîzi de aldı. 922 [m. 1516] de İstanbulda ilk tersâneyi yapdı. Burada gemiler inşâ<br />

edildi. 923 [m. 1517] de Mısrı aldı. Haremeyn-i şerîfeyn de ele girmiş oldu. Hutbelerde,<br />

(Mekke ve Medînenin hizmetcisi) diye ismini okutdu. Mısrdaki son Abbâsî<br />

halîfesi olan Ya’kûb bin Müstemsîk-billahdan emânetleri alarak halîfe oldu. Büyük<br />

donanma yapdı. 926 [m. 1520] da Çorlu ovasında hastalanarak vefât etdi. Sekiz<br />

buçuk senede devleti iki kat büyütdü. Yavûz adını kazandı. Türbesinin yanındaki<br />

bir türbede, kızı Hadîce sultân ile bunun da kızı Hânım sultân vardır. Başka bir türbede,<br />

sultân Süleymânın vâlidesi Hafsa sultân ile sultân Süleymânın üç oğlu Murâd,<br />

Mahmûd ve Abdüllah efendiler vardır. Bir türbede de sultân Abdülmecîd hân<br />

medfûndur. Kızı Şâh sultân, Dâvüdpâşada bir câmi’ ve tekke ve Eyyûbde Bahâriyye<br />

caddesi ile deniz arasında (Şâh Sultân câmi’i)ni ve yanında, ilk şeyhi Merkez efendi<br />

olan tekkesini 963 [m. 1555] de yapdırmış olup, bu câmi’ yanındaki türbededir.<br />

Selîm hânın kızkardeşi Gevher Mülûk sultânın kızı Nesli-şâh sultân, Edirnekapıda<br />

ve İstinyede birer câmi’ yapdırmışdır. Zevci İskender beğ ile birlikde Eyyûbde<br />

zâl Mahmûd pâşa câmi’i yanındadır. Gevher Mülûk sultân ve zevci Muhammed<br />

beğ de buradadır. 487, 500, 504, 1100, 1173, 1175, 1176, 1195.<br />

Çaldıran bozgununda Anadoluya dağılan kızılbaşlardan yirmibin kadarı Bozok<br />

şeyhi Celâl adında bir sapık yanında toplanarak Turhalda ısyân etdiler. Ankaraya<br />

yürüdüler. Mer’aş vâlîsi Şâhsuvâr oğlu Alî beğ, 926 da bunları imhâ etdi. Böyle<br />

kızılbaş ısyânlarına (Celâlî vak’ası) denildi. 1099.<br />

814 — SELÎM HÂN-III “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İslâm halîfelerinin doksanüçüncüsü<br />

ve Osmânlı pâdişâhlarının yirmisekizincisidir. Sultân üçüncü Mustafânın<br />

oğludur. 1175 de tevellüd etdi. 1203 [m. 1789] de amcası birinci Abdülhamîd<br />

– 1167 –


hândan sonra halîfe oldu. 1222 [m. 1807] de ingiliz câsûslarının teşvîki ile, yeniçeri<br />

zorbaları ısyân ederek tahtdan indirildi. 1223 [m. 1808] de Topkapı serâyında şehîd<br />

edildi. Halîm, selîm ve çok zekî idi. Dâhilde, hâricde düşmanların saldırdığı sırada<br />

tahta çıkdı. Vehhâbîlik bunun zemânında ortaya çıkdı. Yeni, modern ordu kurmağa<br />

başladı. 1205 [m. 1791] de Bahriye mektebi ve Halıcıoğlunda mühendis ve<br />

topçu mektebleri yapdı. Üsküdârda Selimiyye kışlasını ve 1220 [m. 1805] de Selimiyye<br />

câmi’ini ve Çiçekçi câmi’ini yapdı. Eyyûb câmi’ini yeniden büyük olarak yapdı.<br />

Bunu önce Fâtih, küçük yapdırmışdı. Karaca-Ahmedde Miskînler tekkesi denilen<br />

(Dedeler Mescidi)ni yapdı. Küçük Mustafâ pâşada (Gül câmi’i)ni kiliseden<br />

çevirdi. Yeni bölükler kurdu. Tâm islâhata başlıyacağı sırada şehîd edildi. Lâleli<br />

câmi’i yanında, babasının türbesindedir. Yerine amcasının oğlu sultân dördüncü<br />

Mustafâ hân ve bir yıl sonra bunun kardeşi, ikinci Mahmûd hân geçdi. 406, 460, 461,<br />

1062, 1092, 1137, 1152, 1153, 1173.<br />

815 — SELMÂN-I FÂRİSÎ “radıyallahü anh” İsfehânlı idi. Mecûsî idi. Îrânda<br />

iken kiliseye girip hıristiyan oldu. Anadoluya kaçıp, kiliselerde hizmet etdi. Şâma<br />

geldi. Medînede âhır-zemân Peygamberinin çıkacağını bir papasdan işitdi. (İncîl)i<br />

öğrendi. Âlim oldu. Medîneye girerken, köle yapdılar. Hicretden sonra,<br />

Medîneye gelerek, evvelce işitmiş olduğu alâmetleri gördü. Hemen îmân etdi. Çok<br />

hâlis müslimân oldu. Ehl-i beytden sayıldı. Hendek gazâsında, hendek kazılmasını<br />

istedi. Ondan sonraki gazâların hepsinde bulundu. Hazret-i Ömer zemânında<br />

Medâyn vâlîsi oldu. Resûlullahın huzûrunda ve sohbetinde kemâle geldi. Zâhir<br />

ve bâtın ilmlerinde çok yüksek derecelere kavuşdu. Eshâb-ı kirâmın hepsi de<br />

böyle olmuşdu. Fekat, Resûlullahdan herkes, kendi kâbiliyyeti ve kapasitesi kadar<br />

feyz alırdı. Hazret-i Ebû Bekrin kavuşduğu derecelere hiçbir Sahâbî kavuşamadı.<br />

Selmân-ı Fârisî, Resûlullahdan sonra, hazret-i Ebû Bekrin sohbetinde ve<br />

hizmetinde de çok bulunarak, hazret-i Ebû Bekrin almış olduğu kemâlâtdan da<br />

ba’zılarına kavuşdu. Resûlullaha kendi kalbi ile bağlanmış olduğu gibi, hazret-i<br />

Ebû Bekrin dahâ parlak olan kalb aynası ile de bağlanarak, dahâ çok feyzlere,<br />

ma’rifetlere kavuşdu. İkiyüzelli yaşında Medâynda, bir rivâyete göre, 33 senesinde<br />

vefât etdi. 47, 313, 487, 969, 1126.<br />

816 — SEMHÛDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Nûr-üd-dîn Alî bin Abdüllah, 844<br />

[m. 1440] de Mısrda tevellüd, 911 [m. 1506] de Medînede vefât etdi. Şâfi’îdir. Şerîflerdendir.<br />

Mescid-i Nebînin ta’mîri, kütübhâne inşâsı ile uğraşdı. Çok kitâb yazdı.<br />

(Hulâsat-ül-vefâ) ve (Cevâhir-ul-akdeyn) kitâblarını okuyan, İbni Teymiyyenin<br />

ve Vehhâbîlerin bozuk yola sapmış olduklarını iyi anlar. 458.<br />

817 — SEMNÂNÎ: Doksandokuzuncu sırada, Alâüddevle ismine bakınız!<br />

818 — SENÂÜLLAH-İ PÂNÎ-PÜTÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed Senâüllah,<br />

Şeyh Celâl-i kebîr-i Çeştînin onikinci torunudur. Hazret-i Osmân bin Affân<br />

soyundandır. Hanefî, Mazherîdir. 1143 [m. 1730] senesinde Hindistânda Pânî-püt<br />

şehrinde tevellüd etdi. Yedi yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Naklî ve aklî ilmlerde<br />

ihtisâs kazandı. Delhîye giderek Şâh Veliyyullah-i Dehlevîden hadîs ilminde kemâle<br />

geldi. Önce mevlânâ Muhammed Âbid-i Semânînin, bundan sonra, Mazher-i Cân-ı Cânânın<br />

teveccühleri ile büyük Velî oldu. Sonra, vatanına gidip, ölünceye kadar kâdîlık<br />

ile hizmet etdi. 1225 [m. 1810] de Pânî-püt şehrinde vefât etdi. Mazher-i Cân-ı Cânân<br />

hazretlerinin zevcesinin kabri yanındadır. Şeyh Celâlüddîn de orada büyük bir türbededir.<br />

Otuzdan fazla kitâb yazmışdır. (Tefsîr-i Mazherî)si arabîdir. 1384 [m. 1964] senesinde<br />

Delhîde basılmışdır. On cilddir. Büyük fıkh kitâbı ve (İrşâd-üt-tâlibîn) tesavvuf<br />

kitâbı da çok kıymetlidir. (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbı, 290.cı sahîfeye bakınız! Fârisî<br />

(Mâ-lâ-büdde) fıkh kitâbı 1409 [m. 1989] da Hakîkat Kitâbevi tarafından da basdırılmışdır.<br />

(İbn-ül-hüdâ) adı ile meşhûr oldu. Mazher-i Cân-ı Cânân buyurdu ki,<br />

(Kıyâmet günü, bana, ne getirdin denilince, Senâ-üllah-ı pânîpütîyi getirdim, diyeceğim.)<br />

Muhammed Âbid hazretleri, Abdül-ehad hazretlerinin talebesidir. Abdül-ehad<br />

– 1168 –


hazretleri de, Muhammed Sa’îd-i Fârûkî hazretlerinin oğlu ve talebesi olup, 1126<br />

[m. 1714] de vefât etmişdir. (Gülşen-i vahdet) adındaki fârisî mektûbâtı, 1386 [m. 1966]<br />

da Karaşide basılmışdır. 165, 263, 390, 461, 604, 992, 993, 1085, 1133.<br />

819 — SERAHSÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şems-ül-eimme Ebû Bekr Muhammed<br />

bin Ahmed, Türkistândaki islâm âlimlerindendir. 483 [m. 1090] de vefât etdi.<br />

On sene habsde kaldı. Habsde iken yazdığı (Usûl) kitâbı ve (Câmi’-i kebîr) ve<br />

(Câmi’-i sagîr) ve (Siyer-i kebîr), (Muhtasar-ı Tahâvî) şerhleri ve (Mebsût) adındaki<br />

(Kâfî şerhi) ve (Muhît) kitâbları meşhûrdur. 444, 786.<br />

820 — SEVDE “radıyallahü anhâ”: Sevde binti Zem’a, Resûlullahın üçüncü zevcesidir.<br />

Zevci ile îmâna gelip Habeşistâna hicret etmişlerdi. Mekkeye dönünce zevci<br />

vefât etdi. Resûlullah önce hazret-i Âişeyi, sonra Sevdeyi nikâhladı. Sevdeyi Mekkede,<br />

hazret-i Âişeyi ise Medînede evine aldı. Yaşlı olduğundan Medînede sırasını<br />

hazret-i Âişeye bağışladı. Hazret-i Ömer zemânında vefât etdi. 349.<br />

821 — SEYF BİN ZİLYEZEN: Habeş pâdişâhı iken, Abdülmuttalibi Yemende<br />

serâyına da’vet etdi. Konuşmaları, (Şevâhid-ün-nübüvve)de yazılıdır.<br />

822 — SEYFEDDÎN-İ FÂRÛKÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed<br />

Ma’sûm-i Fârûkînin altı oğlu da kemâle gelmiş, vilâyet-i hâssa-i Muhammediyyeye<br />

kavuşmakla şereflenmişlerdir. Bunlardan Muhammed Seyfeddîn, tesavvuf<br />

bilgilerinin mütehassısı idi. (Muhyis-sünne) adı ile meşhûr oldu. Binkırkdokuz<br />

[1049] senesinde Serhend şehrinde tevellüd, 1096 [m. 1684] da orada vefât etdi.<br />

Mubârek babasının türbesinin birkaçyüz metre cenûbundaki büyük türbededir.<br />

Çok kerâmetleri görüldü. (Açlık çekmeğe lüzûm yokdur. Açlık ve nefsle mücâhede<br />

hârika ve kerâmeti artdırır. Evliyânın sohbeti ise, kalbe zikr etmeği yerleşdirir.<br />

Sünnete tâbi’ olmağı kolaylaşdırır) buyururdu. Her sâat emr-i ma’rûf yapardı.<br />

Bindörtyüz Velî yetişdirdi. (Mektûbât-ı Seyfiyye) adındaki kitâbı, 1331 [m.<br />

1913] de Haydarâbâdda basılmışdır. İçinde yüzdoksan [190] mektûb vardır. 969,<br />

1075, 1170.<br />

823 — SEYYİD ABDÜLHAKÎM EFENDİ: 14. cü sıradadır.<br />

824 — SEYYİD ABDÜLLAH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Abdüllah-i Şemdînî,<br />

Hâlid-i Bağdâdînin Süleymâniyye kazâsındaki medresede arkadaşı ve talebesinin<br />

büyüklerindendir. 1229 [m. 1813] da ruhsat aldı. Abdülkâdir-i Geylânînin<br />

onuncu torunu ve Tâhâ-i Hakkârînin amcasıdır. Şemdinanın Nehri köyünde medfûndur.<br />

922, 969, 1181.<br />

825 — SEYYÎD EMÎR GİLÂL “rahmetullahi teâlâ aleyh”: 300. cü sırada,<br />

Emîr Gilâl ismine bakınız!<br />

826 — SEYYİD FEHÎM EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İslâm âlimlerinin<br />

büyüklerinden ve Sôfiyye-i aliyyedendir. Tâhâ-i Hakkârînin sohbetinde kemâle<br />

geldi. Seyyid Tâhâ “kuddise sirruh”, 1269 [m. 1852] de vefât edince, kardeşi olan<br />

seyyid Muhammed Sâlihi ziyâret ederdi. Muhammed Sâlih [1281] de vefât etdi.<br />

Nehride Seyyid Tâhâ yanındadır. Fazla bilgi almak için, (Abdülhakîm Efendi) ve<br />

(Tâhâ-yı Hakkârî) “rahmetullahi teâlâ aleyh” ismlerini ve (Eshâb-ı Kirâm) kitâbında,<br />

bu ismleri okuyunuz! Seyyid Fehîm efendi [1241] de tevellüd, 1313 [m. 1895]<br />

de vefât etdi. Vanda, Müküs kazâsının Arvâs köyünde medfûndur. Babası, molla<br />

Abdülhamîd efendidir. Vâlidesi Âmine hânım, hâcı İbrâhîm efendinin kızıdır.<br />

Dedesi seyyid Abdürrahmân, seyyid Abdülhakîm efendinin dedesinin dedesidir.<br />

Seyyid Fehîm efendinin kardeşi Molla Safiyyüddînin torunu Abdülhamîd efendi<br />

[m. 1967] de hayâtda idi. 291, 922, 969, 1072, 1134, 1171.<br />

827 — SEYYİD KUTB: 1321 [m. 1903] de Mısrda doğdu. Kâhire ilm enstitüsünde<br />

okudu. Önce sosyalist fikrlerini yaydı. Sonra din adamı şekline girerek, eski Kâhire<br />

müftîsi ve mason locası başkanı olan Abduhun dinde reformist yolunu tutdu.<br />

Bütün kitâblarında olduğu gibi, (Fî-zılâl-il-Kur’ân) ismindeki tefsîrinin birinci<br />

– 1169 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:74


cildinde de, cihâdın bir kısmını kabûl, esâs kısmını inkâr etmekde, (İnsanların dîne<br />

girmelerini kolaylaşdırmak için cihâd edilmez) demekdedir. Seyyid Kutb hakkında<br />

bize sorulanları ve cevâbları, (Fâideli Bilgiler) kitâbında uzun yazılıdır.<br />

Lütfen oradan okuyunuz! (Cihâd, zulm edenlere ve zâlimlere karşıdır) meâlindeki<br />

âyet-i kerîmeyi ileri sürerek hükûmetlere karşı ayaklanmağa, ısyâna ve fitne çıkarmağa<br />

kışkırtmakdadır. Hâlbuki, zâlim sultânlara, hattâ kâfir hükûmetlere bile<br />

ayaklanmağı dînimiz yasak etmekdedir. Böyle ayaklanmak, cihâd değil, ahmaklıkdır.<br />

Böyle zemânlarda yapılacak cihâd, islâm bilgilerini yaymak, îmânlı<br />

gençlik yetişmesine çalışmakdır. Hac sûresinin otuzdokuzuncu âyetinde meâlen,<br />

(Mü’minlere saldıran zâlimlerle cihâd etmeğe izn verildi) buyruldu. Mekkede kâfirler,<br />

müslimânlara, zulm edip, öldürünce, bunlarla döğüşmek için, tekrâr tekrâr<br />

izn istediler. İzn verilmedi. Medîneye hicret edince, bu âyet gelerek, yeni kurulan<br />

islâm devletinin, Mekkedeki zâlimler ile cihâd etmesine izn verildi. Bu âyet, müslimânların<br />

kâfir, zâlim hükûmete isyân etmesi için değil, islâm devletinin, insanların<br />

islâm dînini işitmelerine, müslimân olmalarına mâni’ olan, zâlim diktatörlerin<br />

orduları ile cihâd etmesine izn vermekdedir. Seyyid Kutbun bu câhilce, ahmakca<br />

yazıları, Mısrda fitne çıkarmasına, onbinlerce müslimânın zindânlarda çürümelerine,<br />

çoklarının ölmesine sebeb oldu. Bu fâci’a ve fitnelerin cezâsını kıyâmetde çekecekdir.<br />

Câhilce davranışları ve gâfilce yazıları ile devlete karşı ihtilâle sebeb olduğu<br />

için, kendisi de 1386 [m. 1966] da i’dâm edildi. İlmi, aklı ve ihlâsı olmıyan din<br />

adamları târîh boyunca, hep böyle felâketlere sebeb olmuşlardır. İslâm bilgilerini<br />

sessizce yayan ilmli ve akllı din âlimleri, hep başarı sağlamışlardır. Kâdî zâde Ahmed<br />

efendi, (Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhinde 200. cü sahîfesinde buyuruyor ki, (El<br />

ile, güc kullanarak emr-i ma’rûf ve nehyi münker yapmak, ya’nî günâh işliyene mâni’<br />

olmak; devlet adamlarının vazîfesidir. Söz ile, yazı ile cihâd etmek, âlimlerin vazîfesidir.<br />

Kalb ile, düâ etmekle mâni’ olmak ise, her mü’minin vazîfesidir. Te’sîrli,<br />

başarılı olacağı zan olunursa, bu vazîfeleri yapmak vâcib olur. Fitneye sebeb olacağı<br />

zan olunursa, terk etmek vâcib olur. Fitne bulunan mahalle zarûretsiz varmak<br />

câiz değildir. Eğer dînini korumak için hicret ederse, güzel olur. Cennete girmeğe<br />

lâyık olur. Şefâ’ate mazhar olur. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaparken niyyetin<br />

hâlis olması ve işi anlayıp, Allahü teâlânın buradaki emrini iyi bilmesi ve sabrlı<br />

olup münâkaşa ve kavga etmemesi, yumuşak ve tatlı dil ve yazı ile yapması lâzımdır.)<br />

Görülüyor ki, zor kullanarak cihâdı devlet yapar. Cihâd, Seyyid Kutbun<br />

anladığı gibi değildir. Eğer cihâd ile emr-i ma’rûfu iyi anlamış olsaydı, kendi başını<br />

yimez ve kırkbinden fazla müslimânı felâkete sürüklemezdi. İstanbuldaki yüksek<br />

islâm enstitüsü eski müdîrlerinden ve öğretim üyelerinden Ahmed Dâvüdoğlu,<br />

1394 [m. 1974] de İstanbulda basılan (Dîni ta’mîr da’vâsında din tahrîbcileri) kitâbında,<br />

(Seyyid Kutb bir edîbdir. Biraz dînî kültürü vardır. Mehmed Âkife benzemekdedir.<br />

Sözü dinde sened olamaz. Çünki, din âlimi değildir) demekdedir. Seyyid<br />

Kutb, Zümer sûresinin üçüncü âyetinin tefsîrinde, (Tevhîd ve ihlâs sâhibi, Allahdan<br />

başka kimseden birşey istemez. Hiçbir mahlûka i’timâd etmez. İnsanlar, islâmiyyetin<br />

bildirdiği tevhîdden ayrıldı. Bugün bütün islâm memleketlerinde Evliyâya<br />

ibâdet ediliyor. Câhiliyye zemânındaki arabların meleklere, heykellere tapınmaları<br />

gibi, onlardan şefâ’at istiyorlar. Tevhîd ve ihlâs sâhibleri, Allah ile kul arasına<br />

vâsıta koymaz. Kimseden şefâ’at istemez) diyor. Bu sözleri ve Ehl-i sünnet âlimlerinin<br />

bunlara verdikleri cevâblar (Fâideli Bilgiler) kitâbımızın ve arabî olarak (Fitne-tül-vehhâbiyye)<br />

kitâbımızın sonunda da yazılıdır. Bu sözleri ile de, vehhâbî, mezhebsiz<br />

olduğunu i’lân etmekdedir. 310, 399, 409, 452, 461, 462, 842, 887, 970.<br />

828 — SEYYİD NÛR: Muhammed Bedâyûnî, Berillî şehrine yakın Bedâyûn kasabasındandır.<br />

Zâhir ve bâtın ilmlerinde mütehassıs idi. Seyf-üd-dîn-i Fârûkînin<br />

talebesi ve Mazher-i Cân-ı Cânânın üstâdıdır. Kerâmetleri şöhret bulmuşdu. 1135<br />

[m. 1722] senesinde vefât etdi. Türbesi, Delhînin cenûbunda, Nizâmeddîn-i Evli-<br />

– 1170 –


yânın garbındadır. Bir teveccühü ile tâliblerin kalbleri zikre başlardı. Tecellî-i sıfat<br />

hâsıl olurdu. (Sokakda fâsıkla karşılaşmak, kalbde zulmet hâsıl eder) buyurur,<br />

talebesinin hangi fıskı işliyenle karşılaşdığını haber verirdi. 969, 1133.<br />

829 — SEYYİD SÂLİH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin<br />

onbirinci torunu ve seyyid Tâhâ-i Hakkârînin kardeşidir. 1281 [m. 1865]<br />

de Nehrîde vefât etdi. Halîfelerinden şeyh Ezrâ’î, Giride ve oradan Brezilyaya hicret<br />

edip, orada islâmiyyeti neşr etdi. Şeyh Ezrâ’înin kerîmesi, seyyid Fehîm Arvâsînin<br />

zevcesi ve seyyid Reşîdin annesidir. Bir halîfesi de, seyyid Fehîm-i Arvâsî olup,<br />

seyyid Abdülhakîm-i Arvâsînin mürşididir. 922, 969, 1181.<br />

830 — SEYYİD ŞERÎF-İ CÜRCÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Alî bin Muhammed<br />

Cürcânî, 740 [m. 1339] da Cürcânda tevellüd, 816 [m. 1413] da Şîrâzda vefât<br />

etdi. Hanefî âlimlerindendir. Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetinde bulundu.<br />

Çok kitâb yazdı. 42, 411, 489, 996, 1048, 1052, 1074, 1124.<br />

831 — SEYYİDET NEFÎSE “rahmetullahi teâlâ aleyhâ”: Hazret-i Hasenin oğlu<br />

Zeydin oğlu Hasenin kızıdır. [145] de Mekkede tevellüd, Medînede ikâmet, Mısra<br />

hicret edip, 208 [m. 823] senesinde Mısrda vefât etdi. İshak bin Ca’fer Sâdıkın<br />

zevcesi idi. Velî idi. Çok kerâmeti görüldü. Buna nezr olunarak yapılan düâ kabul<br />

olunmakdadır. (Tabakât-ül-kübrâ)ya, 1290 senesinde Mısrda basılmış olan (Nûrul-ebsâr)<br />

kitâbının 188. ci ve kenârındaki (İs’âf) kitâbının 212. ci sahîfelerine bakınız!<br />

479, 1070.<br />

832 — SEYYİDET SÜKEYNE: Hazret-i Hüseynin kızı idi. Aklı, zekâsı, ilmi ve<br />

şi’rleri ve edebi ve hüsn-i cemâli ile meşhûrdur. 117 [m. 735] de Mısrda vefât etdi. 538.<br />

833 — SIBGATULLÂH-İ HÎZÂNÎ: Seyyid Tâhâ-i Hakkârînin halîfelerindendir.<br />

(Eshâb-ı Kirâm) kitâbına bakınız! 969.<br />

834 — SİCSTÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hâfız Ebû Dâvüd Süleymân<br />

bin Eş’âs, hadîs âlimlerindendir. Hanbelî mezhebindendir. 202 [m. 817] de tevellüd,<br />

275 [m. 888] de Basrada vefât etdi. (Sünen) ve (Delâil-ün-nübüvve) kitâbları<br />

meşhûrdur. 164, 338, 364, 424, 452, 651, 1091.<br />

835 — SIRRI PÂŞA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Muhammed<br />

Sâlih, Osmânlı vâlî ve ilm adamlarındandır. [1260] da Giridde tevellüd, 1312 [m.<br />

1895] de vefât etdi. Sultân Mahmûd türbesi kabristânındadır. (Şerh-i akâid) tercemesi<br />

ve (Sırr-ül-Furkân) tefsîri basılmışdır. 367, 368.<br />

836 — SIRRÎ-Yİ SEKÂTÎ: Ebül-Hasen denir. Sôfiyye-i aliyyedendir. Ma’rûf-i<br />

Kerhîden ve Fudayl bin Iyâddan feyz aldı. Cüneyd-i Bağdâdînin dayısı ve mürşididir.<br />

251 [m. 865] de Bağdâdda vefât etdi. 312, 845, 1087, 1093, 1102, 1133.<br />

837 — SÎRET NEFÎSE: Hüseyn <strong>Hilmi</strong> Işıkın zevcesidir. Annesi Sü’adâ hânım,<br />

babası Yûsüf Ziyâ Akışıkdır. 1024.<br />

838 — SOKRAT: Eski yunan hakîmlerindendir. Mîlâddan [470] yıl önce Atinada<br />

tevellüd etmiş, yetmiş yaşında habs olunarak, zehr içirilerek öldürülmüşdür.<br />

Bir yaratanın bulunduğuna inanmış ise de, madde ve rûha kadîm demiş, küfrden<br />

sıyrılamamışdır. Hiç kitâb yazmadı. Eflâtun, Ksenefon ve Oklidis, Sokratın talebeleridir.<br />

Kendisi de, Fisagorsun talebesidir. Din bilgilerini, eski Peygamberlerin<br />

kitâblarından ve kendi zemânına kadar ağızdan ağıza gelen sözlerden öğrenmişdir.<br />

377, 758, 1097.<br />

839 — SOKULLU MUHAMMED PÂŞA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kânûnî<br />

sultân Süleymân hân ve ikinci Selîm hân ve üçüncü Murâd hân zemânlarında onbeş<br />

sene kadar Sadr-ı a’zamlık yapmışdır. Bosnanın Sokol kasabasındandır. [969]<br />

da dâmâd-ı şehriyârî olmuşdur. [972] de Sadr-ı a’zam olmuş, [985] de Azâbkapı câmi’ini<br />

yapdırmış, 987 [m. 1579] de dîvân kurmuş iken, bir meczûb tarafından şehîd<br />

edilmişdir. Eyyûbde Şeyh-ul-islâm Ebüssü’ûd efendinin kabri yanındaki tür-<br />

– 1171 –


esindedir. Türbesi yanındaki (Yazılı medrese)yi de kendisi yapdırmışdır. Zevcesi<br />

İsmi-hân sultân, ikinci Selîm hânın kızıdır. Sultân Ahmed câmi’i ile Kumkapı arasındaki<br />

Muhammed pâşa câmi’ini, Sokullu, zevcesi İsmi-hân sultân için yapdırmışdır.<br />

Orta kapısı, mihrâbı ve minber kapısı üstlerinde birer (Hacer-i esved) taşı parçaları<br />

vardır. Câmi’ [979] da yapılmışdır. Sultânın kabri, Ayasofyada babasının türbesindedir.<br />

840 — STALİN: Josef Cugaşvilî, 1295 [m. 1879] de Rusyada tevellüd, 1371<br />

[m. 1952] de Moskovada vefât etdi. Teflisde yetişmişdir. [m. 1920] de komünist partisinin<br />

genel sekreteri oldu. [m. 1924] de, Lenin ölünce, Rusyanın idâresini eline<br />

aldı. Ölünciye kadar Rus milletini ve hele Rusyadaki müslimânları işkence altında<br />

inletdi. Yirmisekiz sene içinde ellibeşmilyon vatandaşın cânına kıydı. Milleti kendine<br />

tapındırdı. Ölümünden sonra, heykelleri yıkıldı. Resimleri her yerden kaldırıldı.<br />

Stalingrad dediği büyük şehrin adı Volga-grad yapıldı. Rus târîhlerine kötü<br />

adam diye yazıldı. Cugaşvilî, gürcü lisânında, yehûdî oğlu demekdir. 524, 526, 1130.<br />

841 — SÜ’ADÂ AKIŞIK: Hüseyn <strong>Hilmi</strong> Işıkın kayın vâlidesi olup, 1958 de vefât<br />

etmişdir. Edirnekapı kabristânında, zevci Yûsüf Ziyâ Akışıkın yanında medfûn<br />

iken, 2000 senesinde, Eyyûbde Kaşgârî dergâhı yanındaki kabrlerine nakl edilmişlerdir.<br />

1024.<br />

842 — SÜBKÎ: İkiyüzkırküçüncü [243] sırada, Ebû Hasen ismine bakınız! 136,<br />

341, 348.<br />

843 — SÜFYÂN BİN UYEYNE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Muhammed,<br />

müctehid idi. Mezhebi zemânla unutuldu. [107] de Kûfede tevellüd, 198<br />

[m. 813] senesinde Mekke-i mükerremede vefât etdi. 91, 443.<br />

844 — SÜFYÂN-I SEVRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Abdüllah bin Sa’îd,<br />

büyük islâm âlimlerindendir. Müctehid idi. Mezhebi zemânla unutuldu. 95 [m. 713]<br />

senesinde Kûfede tevellüd, 161 [m. 778] de Basrada vefât etdi. Cüneyd-i Bağdâdî<br />

bunun mezhebinde idi. 50, 565, 607, 609, 641, 909, 1161.<br />

845 — SÜHEYB-İ RÛMÎ “radıyallahü anh”: Ebû Yahyâ Süheyb bin Sinân, ilk<br />

islâma gelenlerdendir. Rumların elinde köle idi. Bütün gazâlarda bulundu. Hadîs-i<br />

şerîfle medh olundu. Otuzsekiz 38 [m. 659] senesinde, yetmiş yaşında, Medîne-i<br />

münevverede vefât etdi. İyi rumca bilirdi. 693.<br />

846 — SÜLEMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Abdürrahmân Muhammed bin<br />

Hüseyn, Nîşâpûrludur. [330] da tevellüd, 412 [m. 1021] de vefât etdi. Tefsîr, hadîs<br />

ve tesavvuf âlimidir. (Tabakât-i sôfiyye)si ve (Hakâyık) tefsîri meşhûrdur. Hâl tercemesi<br />

(Nefehât)da yazılıdır. (Temhîd) kitâbının sâhibi olan Ebû Şekûr Muhammed<br />

Ebû Bekr Sülemî başkadır. 415.<br />

847 — SÜLEYMÂN “aleyhisselâm”: Dâvüd aleyhisselâmın oğludur. Hem<br />

Peygamber, hem sultân idi. Kudüsde, Mescid-i aksâyı yedi yılda, çok san’atlı yapdı.<br />

Serâylar yapdırdı. Akabe körfezinden Fırat kenârına kadar kırk sene adâletle<br />

hükûmet sürdü. Ticâret gemileri yapdı. Kızıl deniz ve Ummân denizinde ticâret<br />

yapdırdı. Yemendeki Sebe’ sultânı olan Belkıs ile evlendi. Vezîri (Âsâf) çok<br />

akllı ve hakîm idi. 62, 381, 482, 736, 737, 772, 790, 1082, 1089, 1194.<br />

848 — SÜLEYMÂN BİN ABDÜLVEHHÂB “rahmetullahi teâlâ aleyh”:<br />

Ehl-i sünnet âlimlerinden idi. Kardeşi Mehmedin kitâblarına reddiyyeler yazdı.<br />

Bunlardan (Savâik-ul-ilâhiyye firredd-i alel-vehhâbiyye) kitâbında diyor ki, (İbnül-kayyım-ı<br />

Cevziyye (Şerh-ul-menâzil) kitâbında, Allahü teâlâ bir kimseyi bir bakımdan<br />

sever, başka bir bakımdan sevmez diyor. Böylece bir kimsede îmân ile küfr<br />

birlikde bulunur. Peygamberlere inanmazsa, îmânının fâidesi olmaz. Peygamberlere<br />

inanmış ise, çeşidli şirkleri onu îmândan çıkarmaz, diyor. Vehhâbîlerin her<br />

biri, bir müslimânda başka başka küfr bulunduğunu söylüyor. Her birine göre, bir<br />

müslimâna başka çeşid kâfir diyenlerin kendilerinin de kâfir olmaları lâzım ge-<br />

– 1172 –


lir. Vehhâbîler, kendilerinin Hanbelî mezhebinde olduklarını söylüyorlar. Hanbelî<br />

mezhebinin çok kıymetli (İknâ’) kitâbında, Peygamberlerin ve Evliyânın mezârlarına<br />

ilticâ ve istigâse etmenin mekrûh olduğu yazılıdır. Küfr, şirk diyen hiç<br />

yokdur. Vehhâbîler ise, mezârlardan istigâse eden müşrik olur diyor. Kendi kendilerini<br />

yalanlıyorlar.) Süleymân hazretleri, ölünciye kadar onlarla mücâdele etdi.<br />

Onları tasvîb eden bir eser bırakmadı. 454.<br />

849 — SÜLEYMÂN BİN CEZÂ’ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Birçok kitâbdan<br />

ve en çok hüccet-ül-islâm imâm-ı Gazâlînin kitâblarından toplıyarak hâzırladığı (Ey<br />

oğul) ilm-i hâl kitâbını 960 [m. 1552] senesinde yazmışdır. Çok kıymetlidir. Hakîkat<br />

Kitâbevi tarafından (İslâm Ahlâkı) kitâbının üçüncü kısmı olarak çeşidli baskıları<br />

yapılmışdır. Yanlış olarak (Huccet-ül-islâm) adı ile de sık sık basılmakdadır.<br />

850 — SÜLEYMÂN ÇELEBÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Süleymân bin Ivez<br />

pâşa bin Mahmûd, meşhûr türkce mevlidin yazarıdır. Mevlidin asl adı (Vesîle-tünnecât)dır.<br />

Süleymân Çelebî 800 [m. 1398] senesinde Bursada vefât etdi. Çekirgededir.<br />

Dedesi Mahmûd beğ, 738 [m. 1338] senesinde, Süleymân pâşa ile, Rumeliye<br />

sal ile geçenlerdendir. Mevlid cem’iyyeti, ilk olarak 604 [m. 1207] de yapıldı. 386.<br />

851 — SÜLEYMÂN HÂN-I “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kânûnî sultân Süleymân,<br />

islâm halîfelerinin yetmişbeşincisi ve Osmânlı pâdişâhlarının onuncusudur.<br />

Yavuz sultân Selîm hânın oğlu, ikinci Selîm hânın babasıdır. Dokuzyüz 900 [m.<br />

1494] senesinde tevellüd, 974 [m. 1566] de vefât etdi. Süleymâniyye câmi’i yanındaki<br />

türbededir. İkinci Süleymân ve ikinci Ahmed hân da bu türbededirler. 926 [m.<br />

1520] de halîfe oldu. Onüç kerre cihâd yapdı. Hepsinde zafer kazandı. Yapdığı donanma,<br />

Avrupada birinci idi. Atlas okyânusundan Ummân denizine kadar ve<br />

Macaristân, Kırım ve Kazandan Habeşistâna kadar geniş yerleri, Allahü teâlânın<br />

dîni ile, adâlet ile idâre etdi. Almanya İmperatoru ve İspanya kralı olan Şarlkent<br />

ya’nî beşinci Şarl 932 [m. 1526] senesinde Fransaya saldırdığı zemân, Fransızlar Osmânlı<br />

devletinden yardım istedi. Sultân Süleymân, Barbaros Hayreddîn pâşayı büyük<br />

bir donanma ile imdâda gönderdi. Şarlkent, Fransa ile sulh yapmağa mecbûr<br />

oldu. Karada da, sultân Süleymânın idâre etdiği Osmânlı ordusuna mağlûb oldu.<br />

Sultân Süleymân hân pekçok hayr ve hasenât yapdı. Sultân Selîm, Şâhzâdebaşı,<br />

Cihângir ve Süleymâniyye câmi’lerini ve Anadolu ve Rumelinin her yerinde, Rodos<br />

ve başka adalarda müzeyyen câmi’ler, medrese, hastahâneler, aşhâneler, yollar, köprüler<br />

yapdı. Kızları, dâmâdları, kumandanları da sayılamıyacak kadar çok hayrlı eserler<br />

bırakdı. 969 [m. 1561] da İstanbulda kahve içilmesine başlandı. Kur’ân-ı kerîmi<br />

sekiz kerre yazdı. 932 [m. 1526] de Fransa hükûmeti, sultân Süleymâna sığındı.<br />

945 [m. 1539] de Osmânlı donanması, Avrupalıların birleşik deniz kuvvetlerini<br />

bozguna uğratdı. 963 [m. 1555] de Süleymâniyye câmi’i ve külliyesi yapıldı. 967 [m.<br />

1559] de Avrupalıların donanmaları ikinci bozguna uğradı. Eyyûbde (Baba Haydar)<br />

câmi’ini yapdırdı. Baba Haydar, Ubeydüllah-ı Ahrâr halîfelerinden olup, 957 [m.<br />

1549] de vefât etdi. Edirne-kapı mezârlığında, Münzevîye giden yol üzerinde (Emîr<br />

Buhârî Tekkesi) mescidini yapdırdı. Bu tekkenin ilk şeyhi Mahmûd Çelebî efendi,<br />

câmi’in karşısında medfûndur. Seyyid Ahmed-i Buhârînin dâmâdıdır. Kayınpederi<br />

vefât edince, yerine geçerek Maltadaki Emîr Buhârî tekkesine nakl etdi. 1391 [m.<br />

1971] de Buğaz köprüsü çevre yolu yapılırken, tekke ve kabrler yıkılıp kaldırıldı. Süleymâniyye<br />

câmi’ini ve Edirnedeki Selîmiye câmi’ini mi’mâr Sinân yapdı.<br />

(Kâmûs-ul a’lâm)da diyor ki, (Sultân Süleymânın torunu ve sultân ikinci Selîm<br />

hânın kızı Şâh sultân ile dâmâdı Zâl Mahmûd pâşa, Eyyûbde Defterdâr caddesinde<br />

büyük bir câmi’ yapmışlardır. İkisi de 988 [m. 1580] senesinde vefât etdiler.) Câmi’<br />

yanındaki türbededirler. Sultân üçüncü Selîm hânın büyük hemşîresi Şâh sultân<br />

bu câmi’in yanına bir mekteb ve kendi için bir türbe yapdırdı. Türbede zevci<br />

Mustafâ pâşa ile vâlidesi sultân da vardır. Sultân Mahmûd hân ve son olarak<br />

1380 [m. 1960] de, başvekîl Adnân Menderes, câmi’i ve türbeyi ta’mîr etdiler.<br />

– 1173 –


Oğlu sultân Cihângirin rûhu için, 967 [m. 1559] de Cihângir câmi’ini yapdı. Cihângir<br />

960 [m. 1552] da Halebde vefât etmiş, Şâhzâde câmi’i yanında ağabeğsi Muhammed<br />

sultânın türbesine defn edilmişdir. Cihângir câmi’i üç def’a yandı. Son olarak,<br />

ikinci Mahmûd hânın sadr-ı a’zamı silâhdar Alî pâşa 1239 [m. 1823] da yapdırmışdır.<br />

978 [m. 1570] de, İskender pâşa, Kanlıca câmi’ini yapdırdı. Aynı senede<br />

Kıbrısda Magosa kal’asını feth etdikden iki gün sonra orada vefât etdi. Câmi’i<br />

önündeki türbede hangi İskender pâşa olduğu kesinlikle belli değildir. Câmi’in sağ<br />

tarafında Yenişehrli Abdüllah efendi medfûndur. 297, 504, 1071, 1100, 1126, 1135,<br />

1137, 1167, 1171, 1176, 1185, 1190, 1195.<br />

852 — SÜNBÜL SİNÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şeyh Sinân-üd-dîn-i Yûsüf<br />

efendi, Merzifonludur. Halvetî tarîkatinin Sünbülî kolunun reîsidir. Çelebî halîfe<br />

Muhammed Cemâleddîn efendinin halîfesi ve Merkez efendinin mürşididir. 936<br />

[m. 1529] da vefât etdi. Koca Mustafâ pâşadaki tekkesindedir. Çelebî halîfe, sultân<br />

Bâyezîd-i Velî vezîrlerinden Koca Mustafâ pâşanın da mürşididir. Pâşa bir câmi’<br />

ve tekke yapdı. Fâtih sultân Muhammedin oğlu Cem sultânı Napolide, Koca<br />

Mustafâ pâşa veyâ papa zehrledi. Pâşa 918 [m. 1511] de Bursada katl edildi.<br />

Sünbül Sinân efendi, önce Efdâlzâdeden ilm tahsîl eyledi. Sonra Mısra gitdi. Mürşidi<br />

hacca giderken, kendisini Koca-Mustafâ pâşadaki tekkesine halîfe bırakdı. Mürşidinin<br />

kızı Safiyye hânımı aldı. 936 [m. 1529] da vefât edince, yerine Şâh sultân tekkesindeki<br />

Merkez efendi geldi. Simâ’ ve raksın ve cenâze taşırken, cehren ilâhî, zikr<br />

okumanın efdal olduğunu bildiren (Tahkîkiyye) risâlesi vardır. Büyük âlim, büyük<br />

velî Ya’kûb-i Çerhî ve Sa’îdeddîn-i Fergânî “rahmetullahi aleyhimâ”nın (Ünsiyye)<br />

ve (Menâhic-ül ’ibâd) kitâblarında, simâ’ hakkında geniş bilgi verilmekdedir.<br />

Üçüncü kısm, 27. ci maddeye ve (Mektûbât Tercemesi)nde 286.cı mektûba bakınız!<br />

Efdâlzâde Hamîdüddîn efendi, yedinci şeyh-ul-islâm olup, 908 [m. 1501] de vefât<br />

etdi. Eyyûbdedir. Fâtih Maltasında medresesi vardır. 904, 1087, 1135.<br />

853 — SÜNBÜLZÂDE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Altıyüzaltmışbeşinci [665]<br />

sırada Muhammed Mer’aşî ismine bakınız!<br />

854 — SÜ’ÛD: Sü’ûd bin Abdül’azîz, iki kimsedir. Birincisi Sü’ûdî Arabistânın<br />

üçüncü meliki olup, 1217 [m. 1802] de idâreyi ele aldı. Çok müslimân kanı dökdü.<br />

[1231] de öldü. İkincisi, yirminci melikidir. 1372 [m. 1953] de hükûmet reîsi oldu.<br />

Ehl-i sünnete işkence yapdı. Zevk ve safâya daldı. 1384 [m. 1964] de tahtdan indirildi.<br />

Yunanistâna gidip, Atinada içkili, kadınlı kötü hayât geçirdi. 1388 [m.<br />

1968] de orada öldü. Yerine kardeşi, ellisekiz yaşındaki Faysal getirildi. 1100.<br />

855 — SÜVEYDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed Emîn bin Şeyh Alî,<br />

Şâfi’î fıkh âlimlerinden ve Hâlid-i Bağdâdînin talebelerindendir. 1246 [m. 1830] da<br />

hacdan dönerken Necdde Büreyde şehrinde vefât etdi. Çok kitâb yazdı. (El-cevâhir<br />

vel-yevâkît fî ma’rifetil-kıbleti vel-mevâkît) ve (Behce-tül-merdıyye fî ihtisâril-tuhfe-til-isnâ<br />

aşeriyye) kitâbları çok kıymetlidir. 1060.<br />

856 — SÜVEYDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şeyh Alî bin Muhammed, Şâfi’î<br />

âlimlerindendir. Bağdâdda tevellüd, 1237 [m. 1821] senesinde Şâmda vefât etdi.<br />

(Reddü alel-imâmiyye) kitâbı çok kıymetlidir.<br />

857 — SÜVEYDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Abdüllah bin Hüseyn Bağdâdî,<br />

Şâfi’î fıkh âlimidir. 1104 [m. 1692] de tevellüd, 1174 [m. 1760] de vefât etdi. Nâdir<br />

şâh tarafından hâzırlanan meclisde, yetmiş şî’î âlimi ile münâzara edip, aldandıklarını<br />

hepsine tasdîk etdirdi. O meclisdeki konuşmaları (Hucec-i kat’ıyye) kitâbında<br />

yazmışdır. Arabca olup, 1323 [m. 1905] ve 1981 senelerinde Mısrda ve İstanbulda<br />

basdırılmışdır. Yine kendisi tarafından Türkceye terceme edilip, [1326] da<br />

Mısrda ve (Hak Sözün Vesîkaları) ismi ile İstanbulda (Hakîkat Kitâbevi) tarafından<br />

basdırılmışdır. Nâdîr şâh, 1148 de Îrân şâhı oldu. 1160 da vefât etdi.<br />

858 — SÜYÛTÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Celâleddîn Abdürrahmân bin<br />

Muhammed, şâfi’î âlimlerinin büyüklerindendir. Hadîs imâmı, müctehid idi. 849<br />

– 1174 –


[m. 1445] da Mısrda tevellüd, 911 [m. 1505] de orada vefât etdi. Her biri çok kıymetli<br />

olan, beşyüzden fazla kitâb yazdı. Çoğu Mısrda ve Avrupada ve İstanbulda<br />

basıldı. Dahâ yirmiiki yaşında iken, Celâleddîn Muhammed bin Ahmed Mehallînin<br />

İsrâ sûresine kadar yapdığı ve [864] de vefât edince, yarıda bırakdığı tefsîri temâmladı.<br />

Bunun için (Celâleyn tefsîri) denildi. Ahmed Sâvînin bu tefsîre hâşiyesi<br />

meşhûrdur. Almanca (Meyer Lexikon) adındaki kitâbda, (Yorulmadan, yılmadan<br />

yazan Süyûtînin üçyüzden fazla eseri vardır) diyor. Yetîm olarak büyüdü. Sekiz<br />

yaşında hâfız oldu. Tefsîr, hadîs, fıkh, nahv, me’ânî, beyân, bedî’ ve lügat ilmlerinde<br />

mütehassıs oldu. Şâma, Hicâza, Yemene, Hindistâna, Fasa gitdi. 45, 63, 120,<br />

390, 391, 418, 421, 442, 445, 450, 458, 463, 465, 467, 469, 504, 693, 741, 876, 1007,<br />

1016, 1134, 1156.<br />

859 — ŞA’BÂN-I VELÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kastamonilidir. Hayreddîn-i<br />

Tokâdî 941 [m. 1535] de vefât edince, halîfesi olmuşdur. Hayreddîn efendi<br />

de, Çelebî halîfe Muhammed Cemâleddîn efendinin halîfesidir. Çelebî halîfe, 899<br />

[m. 1493] de, hacca giderken Şâmda vefât etmişdir. 1125, 1156.<br />

860 — ŞA’BÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Amr Âmir, Tâbi’înin büyüklerindendir.<br />

Kûfenin en büyük âlimi idi. İmâm-ı a’zamın hocalarındandır. Yirminci<br />

[20] senede Basrada tevellüd, 104 [m. 723] senesinde Kûfede vefât etdi. (El-Kifâye)<br />

kitâbı meşhûrdur. 504, 761.<br />

861 — ŞÂFİ’Î “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâm-ı Ebû Abdüllah Muhammed<br />

bin İdrîsin dedesinin dedesi Şâfi’, Kureyş kabîlesinden ve Eshâb-ı kirâmdan olduğu<br />

için, Şâfi’î adı ile meşhûr olmuşdur. Şâfi’in dedesinin dedesi de Hâşim bin<br />

Abd-i Menâfdır. Büyük müctehid ve mezheb reîsidir. 150 [m. 767] senesinde Gazzede<br />

tevellüd, 204 [m. 820] de Mısrda vefât etdi. Kurâfe kabristânındadır. İki yaşında<br />

Medîneye götürüldü. İmâm-ı Mâlikden okudu. Yedi yaşında hâfız oldu.<br />

Hadîs, fıkh, lügat ve edebiyyâtda çok yükseldi. Vera’, takvâ ve salâhda eşi yok idi.<br />

İmâm-ı Ahmedin hocasıdır. [195] de Bağdâda, [197] de Mekkeye, [199] da Mısra<br />

geldi. Üsûl-i fıkh ilmini ilk yazandır. Hadîsde (Sünen) ve (Müsned)i, fıkhda (Kitâb-ül-ümm)ü<br />

çok kıymetlidir. 49, 50, 59, 60, 120, 223, 251, 288, 340, 341, 352, 408,<br />

414, 415, 439, 443, 453, 455, 491, 512, 516, 567, 581, 582, 586, 587, 590, 621, 738, 739,<br />

770, 881, 882, 1009, 1045, 1070, 1077.<br />

862 — ŞÂH İSMÂ’ÎL: Şeyh Safiyyeddînin torunlarından olduğu için, Safevî denir.<br />

Îrânda, Tebrîzde 908 [m. 1502] de Safevî şî’î hükûmetini kurdu. İmâm-ı Mûsâ<br />

Kâzım “rahmetullahi aleyh” soyundan olduğunu söylerdi. Fekat, Hüseyn Şirvânînin,<br />

(Ahkâm-üd-dîniyye) kitâbında, bu sözü tekzîb ve red etdiği (Kâmûs-üla’lâm)da<br />

yazılıdır. Hatay denilen türk kabîlesindendir. Babası şeyh Haydar, Îrânın<br />

Erdebîl şehrinde yerleşen Hatay kabîlesinden şeyh Cüneydin oğlu olup, kızıl başlık<br />

giyerdi. 1355 [m. 1937] yılında Îrânın edebiyyât târîhini yazan ingiliz Eduard Braun<br />

(Yavûz sultân Selîm mektûblarında, kendisini efsânevî Îrân şâhlarına, şâh İsmâ’îli<br />

ise, türk Efrâsyâba benzetiyordu. Şâh İsmâ’îlin ordusu, Mûsullu, Şâmlı, Rumlu gibi<br />

türk kabîlelerinden askerlerle dolu idi. Türkçe konuşuyorlardı) diyor. [Efrâsyâb,<br />

eski Tûrân hükümdârı idi. Îrân şâhlarından Ferîdûnün oğlunun torunu idi. Îrânı aldı.<br />

Çıkarıldı. Tekrâr aldı. Zâl oğlu Rüstemin kahramânlıkları ile yine çıkarıldı. Nihâyet<br />

Keyhusrev tarafından öldürüldü. (Şâhnâme)de uzun yazılıdır.] Şâh İsmâ’îlin<br />

türkce şi’rleri, el yazma dîvânı, Erdebîlde türbesindedir. [892] de tevellüd etdi. Babasından<br />

kalan Hataylı tekkesinde şeyh oldu. [905] de, mürîdleri ile Şirvâna saldırdı.<br />

Şî’îliği i’lân edince, Ehl-i sünneti öldürdü. Bunu haber alan Yavuz Selîm hân,<br />

920 [m. 1514] senesinde, Çaldıranda şâhı ve askerlerini perîşan etdi. Kaçdılar. 930<br />

[m. 1524] da Erdebîlin Serab kasabasında öldü. İntikâmcı, sefîh, alçak bir zındık idi.<br />

(Mir’ât-i kâinât)da diyor ki, Yıldırım Bâyezîd zemânındaki Evliyâdan Abdürrahmân-ı<br />

Erzincânî, Safiyyeddîn-i Erdebîlî hazretlerinin halîfelerinden idi. Amasyada,<br />

bir sabâh çok üzgün olup, sebebi soruldukda, (Erdebîlî oğullarının i’tikâd ve tak-<br />

– 1175 –


vâları güzel idi. Şimdi şeytân onları doğru yoldan sapdırdı) buyurdu. Sonra, şeyh<br />

Haydarın şî’î olduğu haberi geldi. 61, 500, 502, 504, 515, 1103, 1167.<br />

863 — ŞÂH SULTÂN “rahmetullahi teâlâ aleyhinne”: Osmânlı pâdişâhlarından,<br />

birinci Selîm hânın ve birinci Süleymân hânın ve üçüncü Mustafâ hânın kızlarıdır.<br />

Selîm hân ve Süleymân hân ismlerine bakınız! 1167, 1173.<br />

864 — ŞÂH VELİYYULLAH-I DEHLEVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed<br />

bin Abdürrahîm, 1114 [m. 1702] de Delhîde tevellüd, 1176 [m. 1762] da Delhîde<br />

vefât etdi. Babası, hazret-i Ömer, vâlidesi hazret-i Alî soyundandır. Mevdûdînin<br />

yazdığı gibi, mezhebsiz değildir. Ehl-i sünnet âlimi idi. (Fâideli Bilgiler) kitâbına<br />

bakınız! Büyük Velî, Mazher-i Cân-ı Cânân buyurdu ki, (Şâh Velîyyullah derin hadîs<br />

âlimidir. Ma’rifet esrârının tahkîkinde ve ilmin inceliklerini bildirmekde, yeni<br />

bir çığır açmışdır. Bütün bu bilgileri ve üstünlükleri ile birlikde, doğru yolun âlimlerindendir.)<br />

Çok kitâb yazdı. Eserleri Pâkistânda yeniden basılmakdadır. Şî’îlere<br />

karşı (Kurretül ayneyn fî tafdîl-i şeyhayn) ve (İzâle-tül hafâ an hilâfet-il-hulefâ)<br />

kitâblarından birincisi türkçe kısaltılarak (Müslimânların iki gözbebeği) adı ile<br />

(Eshâb-ı kirâm) kitâbının içinde, 1394 [m. 1974] de İstanbulda neşr edilmişdir.<br />

Şâh Veliyyullah-ı Dehlevînin dört oğlu oldu. Birincisi, Şâh Abdül’Azîz [1159-<br />

1239] olup, hâl tercemesi altıncı sırada bildirilmişdir. Bunun kızının oğlu Muhammed<br />

İshak bin Muhammed Efdal, Nezîr Hüseyn Dehlevînin hocasıdır. (1262<br />

[m. 1845]). (Mesâil-i erba’în) kitâbı, vehhâbî olduğunu gösteriyor. Şâh Refî’uddîn<br />

(1163-1233) ile Şâh Abdülkâdir (vefâtı 1230) de büyük âlim idiler. Dördüncü oğlu<br />

Şâh Abdülganî (vefâtı 1227) genç iken vefât etdi. Bunun oğlu Şâh İsmâ’îl 1195<br />

[m. 1781] de Delhîde tevellüd etdi. Büyük ehl-i sünnet âlimi olan dedesinin yolundan<br />

ayrılarak vehhâbî oldu. Vehhâbîlik inançlarının Hindistânda yayılmasına önderlik<br />

yapdı. Bu fitnenin başı olan Muhammed bin Abdülvehhâb-ı Necdînin (Kitâb-üt-tevhîd)ini<br />

urdu diline terceme ederek (Takviyet-ül îmân) ismi ile basdırdı.<br />

Böylece, vehhâbîliğin Hindistânda yayılmasına önayak oldu. 1396 [m. 1976] da Pakistânda,<br />

fârisîye terceme edilip, (Takvîm-ül beyân) ismi ile basdırıldı. (Sırât-ı müstekîm)<br />

ve başka kitâblar da neşr etdi ise de, ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi<br />

teâlâ aleyhim ecma’în” reddiyyeleri karşısında, 1243 [m. 1828] senesinde Pişâvur<br />

şehrine kaçdı. Müslimânlara önder olmak düşüncesi ile, orada Sîh (Sikhs)lere<br />

cihâd i’lân etdi. Çok müslimânın telef olmasına sebeb oldu. Kendisi de bu<br />

harbde, 1246 [m. 1831] târîhinde öldürüldü. Dedesinin şöhretine aldanarak, bunun<br />

tuzağına düşmüş olanlardan Abdüllah-ı Gaznevî ve Nezîr Hüseyn Dehlevî ve<br />

Muhammed Sıddık Hasen hân Pühüvâlî ve Reşîd Ahmed Kenkühî ve Diyobend<br />

şehrindeki medresenin ba’zı hocaları, vehhâbîliğe kendi düşüncelerini de karışdırıp,<br />

kitâblar neşr ederek, Hindistânda vehhâbîlik ismi altında, yeni bir çığır açdılar.<br />

Vehhâbîler, islâmiyyeti içerden yıkmak için ve sapık düşüncelerini bütün islâm<br />

memleketlerine yaymak için, şimdi (Râbıtat-ül-âlem-il-islâmî) teşkîlâtı te’sîs<br />

etdiler. Her memleketde, bilhâssa Afrikada câhil din adamlarını aldatarak satın<br />

alıyorlar. Bu din adamları, bunların sapık kitâblarını kendi dillerine terceme edip<br />

parasız dağıtıyorlar. Böylece, islâmiyyetin kal’ası olan, Ehl-i sünnet mezhebini içerden<br />

yıkmağa çalışarak islâm düşmanlarının ekmeklerine yağ sürüyorlar. 165, 263,<br />

467, 1059, 1073, 1134, 1168, 1184, 1194.<br />

865 — ŞÂHZÂDE SULTÂN MUHAMMED “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kânûnî<br />

sultân Süleymânın oğludur. 949 [m. 1541] da vefât etdi. Sultân Süleymân, bunun<br />

adına Şâhzâde câmi’ini yapdı. Câmi’ 955 [m. 1547] de temâm oldu. Câmi’ yanındaki<br />

türbesindedir. Bu türbede, sağında birâderi Cihângir sultân, sol yanında da kızı<br />

Hümâ şâh sultân yatmakdadır. Şâhzade Cihângîr Halebde 960 [m. 1552] da vefât edip<br />

İstanbula getirildi. Babası, bunun için Beyoğlunda Cihângîr câmi’ini yapdırdı. 1173.<br />

866 — ŞARL: Fransa, Almanya, İngiltere, İsveç, Napoli, Sicilya, Navara ve Sardenya<br />

kralları arasında çok Charle vardır. Fransadaki onbir Şarl şunlardır:<br />

– 1176 –


Şarl Martel 69 [m. 689] dan 124 [m. 741] e kadar yaşadı. 113 [m. 732] senesinde<br />

Puvatiyye yakınında Endülüs müslimânlarına gâlip gelmiş ve papa üçüncü<br />

Greguvar [Grégoire] tarafından tebrîk edilmişdir.<br />

1. ci Şarl, buna Şarlman, ya’nî büyük Şarl denir. Şarl Martelin torunudur. [m.<br />

742-814] Endülüs müslimânlarına mağlûb oldu. Almanyanın çoğunu aldı. Hârûnürreşîd<br />

buna sâat ve başka hediyyeler göndermişdir. Senelerin, mîlâd gününden<br />

başlanmasını, ilk olarak 192 [m. 808] de, bunun kabûl etdiği, sonra Kostantin tarafından<br />

kânunlaşdırıldığı Hasîb beğin Kozmoğrafya kitâbında yazılıdır. 761,<br />

1107.<br />

2. ci Şarl [m. 823-877] âciz idi. Ömrü, kardeşleri ile harb etmekle geçdi.<br />

3. cü Şarl [m. 879-929], ömrü iç harblerle geçdi ve harbde öldü.<br />

4. cü Şarl [m. 1294-1328], güzel Filipin oğludur. İngiliz kralı ikinci Edvard bunun<br />

eniştesi idi. Edvarda hiyânet edip, öldürülmesine sebeb oldu.<br />

5. ci Şarl [m. 1368-1380], Fransayı İngiliz işgâlinden kurtardı. 1173.<br />

6. ci Şarl [m. 1368-1422] zemânında, İngiltere kralı beşinci Hanri Fransayı alıp<br />

Fransa krallığını i’lân etdi.<br />

7. ci Şarl [m. 1403-1461], Jandark isminde bir kızın yardımı ile Fransayı İngiliz<br />

işgâlinden kurtardı.<br />

8. ci Şarl [m. 1470-1498], Napoliyi almış, yine gayb etmişdir.<br />

9. cu Şarl [m. 1550-1574], on yaşında kral oldu. Annesi Katerina saltanat sürüp,<br />

kadınlar saltanatı Fransayı karışdırdı. Katoliklerle protestanlar arasında<br />

harbler oldu. Kral, hemşîresini, protestan olan Navara prensi dördüncü Hanriye<br />

verdi ise de, düğünde [Sent Bartelemi] yortusu gecesi, Fransadaki protestanların<br />

öldürülmesini emr etdi. Kendisi de, serây penceresinden silâh atmışdır. Sefâhat içinde<br />

öldü. 358, 534.<br />

10. cu Şarl Filip [m. 1757-1836], onbeşinci Louinin torunu ve onaltıncı Loui ile<br />

onsekizinci Louinin birâderidir. 1203 [m. 1789] ihtilâlinde Fransadan kaçdı. 1795<br />

de İngilizlerin yardımı ile Fransaya girmek istedi ise de, 1824 de girebildi. 1830 da<br />

zâlim idâresine karşı isyân çıkararak yine kaçdı.<br />

Şarl-kent başka olup, Alman imperatörleri olan yedi Şarlden beşincisidir. Bütün<br />

Avrupayı aldı ise de, 932 [m. 1526] de Osmânlılara mağlub oldu. 1071.<br />

867 — ŞÂZİLÎ: İkiyüzellisekizinci [258] sırada Ebül-Hasen ismine bakınız!<br />

868 — ŞEHÂBÜDDÎN SÜHREVERDÎ: 888. ci sırada (Şihâbüddîn-i Sühreverdi)<br />

ismine bakınız!<br />

869 — ŞEKER-GENC “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ferîd-üd-dîn Mes’ûd<br />

Genc-i şeker, Hindistândaki Çeştiyye Evliyâsındandır. 569 [m.1173] da Delhîde<br />

tevellüd, 664 [m. 1265] de Mültanda vefât etdi. Kutbeddîn-i Bahtiyârın talebesi<br />

ve Nizâm-üd-dîn-i Evliyânın üstâdıdır. Bahtiyâr Üşî, 633 [m. 1234] de Delhîde<br />

vefât etdi. Ağzına aldığı taş, toprak, çömlek parçaları şeker gibi tatlı olurmuş.<br />

Bunun için, (Şeker hazînesi) demek olan Genc-i şeker adı ile meşhûr olmuşdur.<br />

Fârisî (Râhat-ül-kulûb) ve (Fevâid-üs-sâlikîn) kitâbları ve başka eserleri ve kerâmetleri<br />

bilinmekdedir. Hicretin binellialtı [1056] senesinde yazılıp 1331 [m.<br />

1913] de Lüknov şehrinde basılmış olan (Siyer-ül-Evliyâ) kitâbında hâl tercemesi<br />

fârisî olarak uzun yazılıdır. (Mültân şeyhı) adı ile her sene, Muharremin beşinde<br />

kabri ziyâret edilmekdedir. 766, 1085.<br />

870 — ŞEMSÜDDÎN SÂMÎ: 1266 [m. 1850] da Arnavutlukda tevellüd, 1322 [m.<br />

1904] de İstanbulda vefât etdi. Erenköydedir. Fransızcadan türkceye resmli lügât<br />

kitâbı ve altı cild (Kâmûs-ül-a’lâm)ı basılmışdır. 388, 431, 441, 514.<br />

871 — ŞEMSÜDDÎN SEHÂVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Ab-<br />

– 1177 –


dürrahmân-ı Sehâvî, 830 [m. 1427] da Mısrda Sehâ kasabasında tevellüd, 902 [m.<br />

1496] de Medîne-i münevverede vefât etdi. Şâfi’î idi. Çok kitâb yazdı. 415, 1014.<br />

872 — ŞEMSÜDDÎN TÎMÛRTÂŞÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şemsüddîn Muhammed<br />

bin Abdüllah Gazzî, Hanefî fıkh âlimlerindendir. 1004 [m. 1595] de<br />

Gazzede vefât etdi. (Tenvîr-ül-ebsâr) kitâbı ile (Kenz) ve (Vikâye) ve (Minah-ulgaffâr)<br />

adını verdiği (Tenvîr-ül-ebsâr) şerhleri meşhûrdur. Gazze, Filistindedir. Hâşim<br />

bin Abd-i Menâf oradadır. 462, 1183.<br />

873 — ŞEMS-İ TEBRÎZÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Mevlânâ Muhammed bin<br />

Alî, ilk mektebe giderken Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” aşkından, yimez,<br />

içmez olmuşdu. Ebû Bekr-i Kermânîden ve Bâbâ Kemâl-i Cündîden de feyz<br />

aldı. Bâbâ Kemâlin yanında şeyh Fahreddîn-i Irâkî de yetişmekde idi. Şeyh Fahreddîn,<br />

her keşf ve hâlini, şi’rler hâlinde, Bâbâ Kemâle bildirirdi. Bâbâ Kemâl, Şemseddîne,<br />

(Sana bu esrârdan ve hakîkatlerden birşey hâsıl olmıyor mu? Neden hiç<br />

söylemiyorsun?) dedi. (Ondan dahâ çok oluyor. Fekat, ben onun gibi şi’r söyliyemiyorum)<br />

dedi. Bâbâ Kemâl buyurdu ki, (Allahü teâlâ, sana öyle bir arkadaş ihsân<br />

eder ki, o senin adına her ma’rifet ve hakîkatleri söyler) buyurdu. 642 [m. 1244]<br />

de Konyaya geldi. Şekerrîzân hânına yerleşdi. Celâleddîn-i Rûmî talebesi ile geçerken<br />

karşılaşdılar. Celâleddîne Resûlullah ile Bâyezîdin derecelerini sordu.<br />

Aldığı cevâblardan bayıldı. Birgün, Mevlânâ havz kenârında idi. Yanında kitâblar<br />

vardı. Şemseddîn gelip, kitâbları sordu. (Sen bunları anlamazsın) dedi. Şemseddîn<br />

kitâbları suya atdı. Mevlânâ, âh babamın bulunmaz yazıları gitdi, diyerek<br />

çok üzüldü. Şemseddîn elini uzatıp herbirini aldı. Hiçbiri ıslanmamış görüldü. Mevlânâ<br />

(Bu nasıl işdir?) dedi. (Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın) buyurdu. Bir kâfir,<br />

Allah nerede, kendisi ve bulunduğu yer bilinmeyen şey yok demekdir. O hâlde<br />

Allah yokdur dedi. Şeyh hazretleri, elindeki kerpiçi kâfirin başına atdı. Başı çok<br />

acıdı. Seni mahkemeye vereceğim dedi. Ağrıyı ve başının neresinde olduğunu göster,<br />

sana hak vereyim buyurdu. Kâfir bunları gösteremeyince, Allahın var olduğuna<br />

inandım deyip, müslimân oldu. 645 [m. 1247] de, bir gece Mevlânâ ile otururken,<br />

yedi kişi gelip dışarı çağırdılar ve şehîd etdiler. Bunlardan biri, Mevlânânın<br />

oğlu Alâüddîn Muhammed idi. Kuyuya atdılar. Mevlânânın diğer oğlu Behâüddîn<br />

Sultân veled rü’yâda görüp çıkardı. Mevlânânın medresesinde defn edildi. Sultân<br />

Veled 712 [m. 1311] de vefât edip, oraya defn edildi. 937, 1085, 1101.<br />

874 — ŞEMSİ AHMED PÂŞA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: 988 [m. 1580] de Üsküdârda,<br />

Şemsi pâşa câmi’ini yapdırmışdır.<br />

875 — ŞEMS-ÜL-EİMME HULVÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Abdül’azîz<br />

bin Ahmed, Hanefî fıkh âlimidir. 456 [m. 1064] da Buhârâda vefât etdi. Muhammed<br />

Şeybânînin (Câmi’ul-kebîr) ve (Siyer-ül-kebîr)ini şerh etmiş, (Nevâdir),<br />

(Mebsût), (Vâkı’ât) ve başka kitâblar yazmışdır. 216, 223, 271, 309, 444, 826.<br />

876 — ŞEMS-ÜL-EİMME-İ SERAHSÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sekizyüzondokuzuncu<br />

[819] sırada Serahsî ismine bakınız!<br />

877 — ŞEREFÜDDÎN AHMED MÜNÎRÎ: Babası Yahyâdır. Fârisî mektûbâtı<br />

vardır. 782 [m. 1380] de Bihârda vefât etdi. (Ahbâr-ül-Ahyâr) da hâl tercemesi<br />

yazılıdır. (Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbının 72.ci sahîfesine bakınız!<br />

878 — ŞERHABÎL “radıyallahü anh”: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

ile konuşmak için Necrandan gelen altmış süvârî hıristiyanın en âlimi idi. Buna<br />

Seyyid derlerdi. Sonradan müslimân oldu. Sohbet ile şereflendi. 370.<br />

879 — ŞERNBLÂLÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebül-İhlâs Hasen bin Ammâr<br />

Şernblâlî, Hanefî fıkh âlimidir. Şürnblâlî de denir. Câmi’ul-ezherde müderris idi.<br />

(Câmi’ul-ezher), Mısrda Fâtımîler zemânında [361] de yapılan câmi’ olup, medrese<br />

olarak kullanılmakdadır. [994] de tevellüd, 1069 [m. 1658] da Mısrda vefât etdi.<br />

(Nûr-ül-îzâh) ve bunun şerhı olan (İmdâd-ül-Fettâh) veyâ (Merâkıl-felâh)<br />

– 1178 –


ismlerindeki kitâbı ve kelâm ilminde (Merak-ıs-se’âde) kitâbı ve (Dürer) hâşiyesi<br />

çok kıymetlidir. 97, 269, 279, 298, 316, 356, 393, 629, 796, 815, 858, 1020.<br />

880 — ŞEVBERÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şems-üd-dîn Muhammed bin<br />

Ahmed Şevberî, Şâfi’î fıkh âlimidir. [977] de Şevberde tevellüd, 1069 [m. 1658] da<br />

vefât etdi. Kıymetli kitâbları vardır. Şevber Mısrdadır. 633, 638.<br />

881 — ŞEVKÂNÎ: Kâdî Muhammed bin Alî Şevkânî, 1173 [m. 1759] de San’a şehrinin<br />

Şevkân kasabasında tevellüd, 1250 [m. 1834] de San’ada vefât etdi. San’ada kâdî<br />

idi. Babasından ve başkalarından (Ezhâr-ül-fıdda) ve (Bahr-ül-zehhâr) şî’î kitâblarının<br />

şerhlerini senelerce okuyarak, şî’î mezhebinde yetişdirildiği, (Feth-ul-kadîr)<br />

tefsîri Mısrda basılırken eklenen önsözde yazılıdır. Şî’îlerin Zeydî fırkasından olduğu<br />

Kuveyt müftîsi Muhammed bin Ahmed Halefin (Cevâb-üs-sâil) kitâbının 69. cu<br />

sahîfesinde yazılıdır. Zeydî mezhebinde olduğunu saklar, hanefî görünürdü. Şî’îler,<br />

gitdikleri şehrlerdeki mezhebden olduklarını söylerler. Kendi mezheblerini saklarlar.<br />

Şevkânî de hanefî olduğunu söyler, fekat zeydî mezhebine göre fetvâ verirdi. Böylece<br />

şî’î mezhebini yaymağa çalışırdı. Şî’îler böyledir. Bu yola (Takıyye) yapmak denir.<br />

Çok sayıda, istifâdeli kitâbları vardır. Ehl-i sünnete uymıyan yazıları zararlıdır.<br />

1976 senesinde Pâkistânda Siyalküt şehrinde urdu dilinde basılmış olan (Vehhâbî<br />

mezhebinin iç yüzü) kitâbında, İbni Teymiyyenin ve Şevkânînin mezhebsiz oldukları,<br />

vesîkalarla isbât edilmekdedir. Hindistânın büyük âlimlerinden Abdülhay<br />

Lüknevînin, Şevkânî için (Şevkânînin kötü hâllerini ve bozuk kitâblarını öğrenmek<br />

istiyen, benim (Ferhat-ül-müderrisîn bi-zikril-müellefât-i vel-müellifîn) kitâbımı okusun!<br />

Burada İbni Teymiyyenin (Minhâc-üssünne) kitâbını anlatırken, Şevkânînin de<br />

İbni Teymiyye gibi olduğunu, onun gibi ilmi çok ve aklı az olduğunu ve ondan da<br />

aşağı olduğunu uzun bildirdim) dediğini yazmakdadır. Abdülhay Lüknevî (Fevâidül-behiyye)<br />

kitâbının sâhibidir. 415, 416, 417, 492.<br />

882 — ŞEVKÎ: Behâîlik dinsizliğini yaymağa uğraşanlardan biridir. Babası<br />

Abdülbehâ Abbâs 1339 [m. 1921] da Hayfada öleceği zemân büyük oğlu Şevkîyı,<br />

ilâhî emrin reîsi olarak rûhânî reis ve Behâîliğin açıklayıcısı ta’yîn etdi. Şevkî, 1315<br />

[m. 1897] de Akkâda doğdu. Oksford üniversitesinde okudu. Amerikalı bir kızla<br />

evlendi. Her yerde Behâî teşkîlâtının ve ma’bedlerinin kurulmasına çalışdı. 1377<br />

[m. 1957] de Londrada öldü. 483, 1060.<br />

883 — ŞEYBE: Rebî’anın oğlu, Utbenin kardeşi ve Abd-i Şems bin Abd-i Menâfın<br />

torunu idi. Ümeyyenin kardeşi oğlu [yeğeni] idi. Bedr gazâsında hazret-i Hamza<br />

tarafından öldürüldü. 353, 506, 1069, 1093, 1186.<br />

884 — ŞEYH EMÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sôfiyyedendir. 964.<br />

— Şeyh Müzzemmil: (Mektûbât Tercemesi) sahîfe 236 ya bakınız!<br />

885 — ŞEYH-İ NECDÎ: Şeytânın ismidir. Muhammedi öldürmek lâzım, bu işi<br />

Şeyh-i Necdî yapar dedi. (Fâideli Bilgiler) kitâbının 84.cü sahîfesine bakınız!<br />

886 — ŞEYH TÂCEDDÎN BİN ZEKERİYYÂ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hindistân<br />

asîlzâdelerinden idi. Delhî köylerinden birinde Şeyhullah Bahş hazretlerinden<br />

icâzeti olduğu hâlde, hâce Muhammed Bâkî-billah “kuddise sirruh” Mâverâün-nehr<br />

seferinden dönüp irşâda başlayınca, sohbetine koşdu. Tevâzu’ ve insâfına<br />

karşılık teveccühe ve husûsî ve mahrem halvetlere kavuşdu. Kemâle erdi.<br />

Tekrâr icâzet aldı. Hazret-i Hâce vefât edince, şeyh Tâc, şaşkına döndü. Seyâhate<br />

çıkdı. Hacca gitdi. Hicâzda çok kimselere nasîhat etdi. Mekke âlimlerinden Ahmed<br />

ibni Allân, (Reşehât) kitâbını arabîye terceme etmişdi. Şeyh Tâcın sohbeti ile<br />

şereflendi. Kemâle erdi. 1031 [m. 1621] senesinde vefât etdi. Şeyh Tâceddîn, arabî<br />

olarak çeşidli kitâb yazdı. Tesavvuf büyüklerinin fârisî kitâblarını arabîye çevirdi.<br />

Bu büyüklere dil uzatan din adamlarına, güzel cevâb yazdı. (Reşehât) ve (Nefehât)ı<br />

arabîye terceme etdi. 1050 [m. 1641] de vefât etdi. 954.<br />

887 — ŞEYHZÂDE MUHAMMED “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed<br />

– 1179 –


in Mustafâ, Hanefî âlimlerindendir. Müderris idi. 951 [m. 1544] de vefât etdi. Beydâvînin<br />

(Envâr-üt-tenzîl) tefsîrine hâşiyesi çok kıymetli olup, hicretin 1306 [m. 1888]<br />

senesinde İstanbulda matba’a-i Osmâniyyede basılmış ve Hakîkat Kitâbevi tarafından,<br />

dört cüz hâlinde basdırılmışdır. (Kasîde-i bürde), (Meşârık) ve (Vikâye)<br />

şerhleri meşhûrdur. Babası şeyh Mustafâ Müslih-uddîn efendi, Bâyezîd-i Velî<br />

zemânı meşâyıhından olup, Abdüllah-i ilâhînin halîfesi idi ve Hırka-i şerîfde<br />

(Müslih-uddîn) mescidini yapdırmışdır. Buna Tahta minâreli mescid de denir.<br />

Kabri, câmi’inin yanındadır. 491, 825.<br />

888 — ŞİHÂBÜDDÎN-İ SÜHREVERDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Hafs<br />

Ömer bin Muhammed, Şâfi’î fıkh âlimi ve Sôfiyye-i aliyyedendir. Ebû Bekr-i Sıddîkın<br />

soyundandır. 539 [m. 1145] da tevellüd, 632 [m. 1234] de, Bağdâdda vefât etdi.<br />

Ebû Necîb Sühreverdînin halîfesidir. Abdülkâdir-i Geylânînin sohbeti ile şereflenip<br />

kemâle erdi. Kitâbları arasında (Avârif-ül-me’ârif) kitâbı Beyrutda (Mektebüt-ticârî)<br />

kitâbevinde satılmakdadır. Ayrıca Beyrutda (Dâr-ül-ma’rife) tarafından<br />

basdırılan (İhyâ-ül-ulûm) beşinci cildine de ilâve edilmişdir. Tesavvuf bilgilerini<br />

çok iyi bildirmekdedir. Şihâbeddîn Yahyâ bin Hüseyn Sühreverdî başka olup,<br />

felsefeye bağlanmışdı. 586 [m. 1189] da, Salâhaddîn-i Eyyûbînin emri ile Halebde<br />

katl edildi. 748, 749, 927, 953, 958, 1074, 1087, 1165.<br />

889 — ŞİHRİSTÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebül Feth Muhammed bin Abdülkerîm,<br />

fıkh ve kelâm âlimidir. 479 [m. 1086] da Horâsânda tevellüd, 548 [m. 1154]<br />

de Bağdâdda vefât etdi. Eş’arî mezhebinde idi. Yetmişüç islâm fırkasını geniş anlatan<br />

(Milel-nihal) kitâbı 1070 [m. 1660] senesinde vefât eden Nûh bin Mustafâ tarafından<br />

Mısrda türkceye terceme edildiği gibi, çeşidli Avrupa dillerine de çevrilmişdir.<br />

Arabîsi Beyrutda (Mekteb-üt-ticârî)de satılmakdadır. 416.<br />

890 — ŞİLLER: Alman doktoru ve şâ’iridir. 1172 [m. 1759] de tevellüd, 1219 [m.<br />

1805] da vefât etdi. Papaslar elinde din terbiyesi ile büyüdü ise de, hıristiyanlıkda,<br />

akl ve ilm dışı olan bozuklukları görerek, fâci’a [trajedi] tiyatro şi’rleri yazarak<br />

şöhret kazanmışdır. 27.<br />

891 — ŞÎT “aleyhisselâm”: Âdem aleyhisselâmın oğludur. Babası ölünce, Peygamber<br />

oldu. Allahü teâlâ, buna elli suhuf (forma) gönderdi. Kâ’beyi taşdan yapdı.<br />

Nûh “aleyhisselâm” bunun soyundan olduğu için tûfândan kurtulanlar ve bütün<br />

insanlar bunun çocukları olmakdadırlar. Bunun için, ikinci Âdem sayılır. 81,<br />

386, 387, 482, 1069, 1109, 1120.<br />

892 — ŞOPEN: Chopin Polonyalı müzikcidir. 1225 [m. 1810] de tevellüd, 1265<br />

[m. 1849] de vefât etdi. Romantizm üzerinde idi. (Polonya) yazısı meşhûrdur. 46.<br />

893 — ŞÜREYH (KÂDÎ) “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Ümeyye bin Hars,<br />

Tâbi’înin büyüklerindendir. Kırk yaşında iken hazret-i Ömer tarafından Kûfeye<br />

kâdî [hâkim] yapıldı. Hazret-i Alî halîfe iken, bunun karşısında, bir zimmî yehûdî<br />

ile muhâkeme edilmişdi. Çok âdil idi. Fıkhda ve tecribî ilmlerde çok bilgisi vardı.<br />

Yetmişdokuz 79 [m. 698] senesinde, yüzyirmi yaşında vefât etdi. Babasının adı<br />

Hani idi. Elçi olarak Medîneye gelmişdi. Resûlullahı görünce, müslimân oldu. Resûlullah,<br />

buna Ebû Şüreyh diye soy adı verdi. Kâdî Şüreyk başkadır.<br />

894 — TABERÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Süleymân bin Ahmed Taberânî,<br />

hadîs âlimidir. Şâmda Taberiyyede [260] da tevellüd, 360 [m. 971] da orada vefât<br />

etdi. (Kebîr), (Evsat) ve (Sagîr) hadîs kitâblarını yazmak için, otuzüç sene, Irâk,<br />

Hicâz, Yemen, Mısr ve başka yerleri dolaşdı. 289, 386, 392, 450, 452, 472, 476, 645,<br />

917, 1009.<br />

895 — TABERÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Ca’fer Muhammed bin Cerîr,<br />

tefsîr ve hadîs ve Şâfi’î fıkh âlimidir. 224 [m. 839] de Taberistânda tevellüd ve 310<br />

[m. 923] da Bağdâdda vefât etdi. (Târîh-ul-ümem) ve yirmiüç cild (Câmi’ul-beyân)<br />

tefsîri çok kıymetlidir. Alî bin Muhammed Şimşâtî adında bir şî’î bu târîhi ihtisâr<br />

– 1180 –


etmiş, bu şî’î kitâbı, (Taberî târîhi) adı ile türkceye terceme edilmişdir. Okuyanlar<br />

aldanmakdadır. Muhammed bin Cerîr bin Rüstem Taberînin şî’î olduğu, Âlûsînin<br />

(Tuhfe-i isnâ-aşeriyye muhtasarı) kitâbının altmışsekizinci [68] sahîfesinde<br />

yazılıdır. Muhammed bin Ebil-Kâsım Taberînin de şî’î olduğu (Esmâ-ül-müellifîn)de<br />

yazılıdır. Bunları İbni Cerîr hazretleri ile karışdırmamalıdır. 548 [m. 1153]<br />

de vefât eden imâmiyye fırkasından Fadl bin Hasen Taberînin (Mecma’ul-beyân)<br />

adındaki (Tabersî) şî’î tefsîri de, (Taberî) tefsîri ile karışdırılmakdadır. Muhibbuddîn<br />

Ahmed Taberî şâfi’î 694 de vefât etdi. 391, 445.<br />

896 — TÂC-ÜD-DÎN-İ İSKENDERÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed bin<br />

Muhammed, İbni Atâullah İskenderî adı ile meşhûr olmuşdur. Mâlikî âlimlerinin<br />

ve Şâzilî tarîkatinin büyüklerindendir. Ebül Abbâs-ı Mürsînin talebesi ve Ebül-Hasen-i<br />

Sübkînin mürşididir. 709 [m. 1309] senesinde Mısrda vefât etdi. Kurâfe kabristânındadır.<br />

(Hikem-i Atâ-iyye) ve (Letâif-ül-minen) kitâbları ve İbni Teymiyyeye<br />

reddiyyesi meşhûrdur. [Hindli şeyh Tâc-üd-dîn-i Nakşibendî başka olup,<br />

râbıtayı isbât eden (Tâciyye risâlesi), Hâlid-i Bağdâdînin (Tahkîk-ı râbıta)<br />

risâlesinde mevcûddur. Bu risâle (İslâm Âlimleri) kitâbının sonunda basdırılmışdır.<br />

Tâcüddin 1050 de Mekkede vefât etmişdir.] 1061, 1068, 1070, 1092, 1093.<br />

897 — TÂC-ÜD-DÎN-İ SÜBKÎ: İkiyüzkırküçüncü [243] sırada Ebû Hasen-i Sübkî<br />

ismine bakınız! 496, 498, 1092.<br />

898 — TÂC-ÜŞ-ŞERÎ’A “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ömer bin Sadr-üşşerî’atül-evvel<br />

Ahmed bin Ubeydüllah Mahbûbî, Burhân-üş-şerî’a Mahmûdun kardeşidir.<br />

Tâc-üş-şerî’a Ömerin oğlu Mes’ûd, amcası olan Burhân-üş-şerî’a Mahmûdun<br />

dâmâdıdır. Tâc-üş-şerî’a, Buhârâda Hanefî fıkh âlimi idi. 673 [m. 1274] de, Moğol<br />

fitnesinde şehîd oldu. (Hidâye)yi şerh edip (Nihâye-tül-kifâye) adını vermişdir. 872.<br />

899 — TAHÂVÎ: Ebû Ca’fer Ahmed bin Muhammed, Hanefî fıkh âlimidir. 238<br />

de Mısrda tevellüd, 321 [m. 933] de orada vefât etdi. 264, 307, 444.<br />

900 — TÂHÂ-İ HAKKÂRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Seyyid Tâhâ, Abdülkâdir-i<br />

Geylânî hazretlerinin onbirinci torunudur. Ya’nî Peygamberimizin soyundan<br />

seyyid olup, kürdlükle bir ilgisi yokdur. Hâlid-i Bağdâdînin talebelerinin büyüklerindendir.<br />

Rûh bilgilerinin mütehassısıdır. Mevlânâ Hâlidin halîfesi olan seyyid<br />

Abdüllahın kardeşi molla Ahmedin oğludur. Seyyid Abdüllah, ma’kûl ve menkûl ilmlerde<br />

mâhir idi. 1229 da Bağdâda gelerek, tesavvufda da kemâle erdi. Seyyid Tâhâ,<br />

Nehri kasabasında ders vermeğe me’mûr edildi. 1269 [m. 1853] senesinde orada vefât<br />

etdi. Bütün hocaları gibi, islâmın güzel ahlâkını yaymış, siyâsete karışmamış, müslimânları<br />

hükûmete hizmet, kanûnlara itâat etmeğe ve herkese iyilik yapmağa teşvîk<br />

eylemişdir. Hâl tercemesi, Hakîkat Kitâbevinin İstanbulda neşr etdiği (The<br />

proof of prophethood) kitâbında ingilizce olarak yazılıdır. Oğlu, seyyid Ubeydüllah,<br />

Mekkede vefât etdi. Bunun dört oğlundan seyyid Abdülkâdir efendi İstanbulda a’yân<br />

[Senato] başkanı idi. 1344 [m. 1926] de Diyâr-ı Bekrde oğlu seyyid Muhammed ile<br />

birlikde şehîd oldu. Seyyid Muhammedin iki oğlundan seyyid Mûsâ, 1391 [m. 1971]<br />

de Şâh Rızâ Pehlevînin izni ve yardımı ile, Îrânın Rıdâiyye şehrinde Ehl-i sünnet bilgilerini<br />

ve tesavvuf ma’rifetlerini neşr etmekde idi. İkinci oğlu Ahmed Hıdır beğ Amerikada<br />

yüksek mühendislik tahsîli yapdı. Seyyid Ubeydüllah efendinin ikinci oğlu Muhammed<br />

Sıddîk efendi, Şemdinanda Katûne köyünde medfûndur. Bunun dört oğlu<br />

Râşid, Tâhâ, Şemseddîn ve Müslihüddîndir. Abdülkâdir efendinin ikinci oğlu Abdüllah<br />

efendi Rıdâiyyede neşr-i ilm ederken [m. 1969] da vefât etdi. Dize kasabasındadır.<br />

İki oğlundan Abdülkâdir efendi Rıdâiyyededir. Büyük oğlu Abdül’azîz efendi,<br />

1401 [m. 1981] de şî’î lideri Humeynî tarafından Îrândan çıkarıldı. Bağdâddadır.<br />

Seyyid Tâhânın babası Ahmed ve dedesi Seyyid Sâlih ve bunun babası Seyyid İbrâhîm,<br />

Nehridedirler. 922, 969, 1061, 1158, 1169, 1171.<br />

901 — TÂHİR-İ BEDAHŞÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Önce subay idi. Bir kal’a<br />

– 1181 –


almağa giderlerken, rü’yâda Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buna, (Bu muhârebeden<br />

dönüşde askerlikden ayrıl, tesavvuf büyüklerinin sohbetinde bulun!)<br />

buyurdu. Seferden dönüşde, askerliği bırakdı. Delhîye geldi. Sorup, araşdırıp,<br />

İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” hazretlerinin sohbetine kavuşdu. Yalvardı.<br />

Cân ve gönülden hizmet etdi. Yüce İmâmın merhametine kavuşdu. Nasîbini aldı.<br />

Uyanık iken, tenhâda ve galabalıkda, hergün Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem”<br />

görürdü. Sâf ve temiz rûhlu idi. Ba’zı keşflerini ve hâllerini, öylece bildirir,<br />

İmâm hazretlerini güldürürdü. Yüksek ma’rifetleri işitirken, (Evet öyledir, evet<br />

doğrudur) buyurur, mubârek başını sallardı. Tâliblere ta’lîm için icâzet verilip, Cumbura<br />

gönderildi. 287.<br />

902 — TAHTÂVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed bin Muhammed bin İsmâ’îl,<br />

Kâhirede Hanefî müftîsi idi. 1231 [m. 1815] de vefât etdi. (Dürr-ül-muhtâr)a<br />

ve (Merâkıl-felâh)a hâşiyeleri basılmışdır. Dürr-ül-muhtâr hâşiyesini Ayntablı Abdürrahîm<br />

efendi, arabîden türkçeye terceme etmiş ve basılmışdır. 134, 135, 142, 143,<br />

181, 186, 200, 201, 238, 250, 262, 269, 278, 281, 283, 298, 316, 317, 318, 330, 344, 364,<br />

468, 628, 635, 638, 767, 869, 999, 1074.<br />

903 — TALHA “radıyallahü anh”: Talha bin Ubeydüllah bin Osmân bin Amr,<br />

ilk îmâna gelenlerden ve aşere-i mübeşşeredendir. Dedesi, Ebû Bekr-i Sıddîkın dedesinin<br />

kardeşidir. Bedr gazâsında, Şâm tarafında vazîfede idi. Diğer gazâlarda bulundu.<br />

Uhudda Resûlullahı korumak için çok yara aldı. Arkasında taşıyarak kayaya<br />

çıkardı. (Talha ile Zübeyr, Cennetde komşularımdır) hadîs-i şerîfi ile medh<br />

edildi. Çok zengin olup bütün malını Allah yolunda dağıtdı. Deve harbinde hazret-i<br />

Alîye karşı idi. Orada, ok ile şehîd oldu. Hazret-i Alî, buna çok üzüldü. Ağlıyarak,<br />

mubârek eli ile, yüzünden toprağı sildi. Nemâzını kendi kıldırdı. 510,<br />

621, 1014, 1135, 1198.<br />

904 — TÂLÛT: Benî-İsrâîlin ilk hükümdârı idi. İşmôîl “aleyhisselâm” ta’yîn buyurmuşdu.<br />

Filistinliler ve Amâlika ile harb edip, gâlib geldi. Askeri arasında bulunan<br />

Dâvüd “aleyhisselâm”, onsekiz yaşında idi. Filistin ordusundaki, cesûr ve çok<br />

kuvvetli olan Câlûtu öldürdü. İşmôîl “aleyhisselâm” Tâlût yerine Dâvüd aleyhisselâmı<br />

hükûmet reîsi yapdı. O sırada Tâlût, harbde öldü. Kırk sene hükûmet sürdü.<br />

Yerine Dâvüd “aleyhisselâm” melik oldu. 510.<br />

905 — TARSÛSÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Ahmed, Hanefî<br />

fıkh âlimlerindendir. 1117 [m. 1705] de vefât etdi. (Üsûl) ilminde (Mir’ât) kitâbına<br />

hâşiyesi meşhûrdur. 639.<br />

906 — TÂRUH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İbrâhîm aleyhisselâmın asl babası<br />

idi. Mü’min idi. (Mir’ât-i kâinât)da ve (Tefsîr-i teysîr)de ve molla Miskîn<br />

Mu’înin fârisî (Me’âric-ün-nübüvve) kitâbında ve tefsîrlerde, İbrâhîm aleyhisselâmın<br />

babası Târuhdur yazılıdır. Kâfir olan Âzer, İbrâhîm aleyhisselâmın öz babası<br />

değildi. Amcası idi. Târuh ölünce Âzer, İbrâhîm aleyhisselâmın annesini aldı.<br />

Böylece, üvey babası oldu. Târuh ile Âzer, iki kardeş idi. Âzerin (Tevrât)daki<br />

adı Târuh idi demek yanlışdır. 375, 389, 390, 391, 1079, 1118.<br />

907 — TAŞKÖPRÜ ZÂDE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed bin Mustafâ,<br />

Osmânlı âlimlerindendir. 901 [m. 1495] de Bursada tevellüd, 968 [m. 1561] de İstanbulda<br />

Âşıkpâşa mahallesinde vefât etdi. (Şakâ’ik-i Nu’mâniyye) târîh kitâbı ile<br />

(Miftâh-üs-se’âde) kitâbı meşhûrdur. Oğlu Kemâleddîn Muhammed, (Miftâh)ı<br />

türkçeye terceme ederek (Mevdû’ât-ül ulûm) ismini vermişdir. 22, 299, 442, 1127.<br />

908 — TAYYIBÎ: Şerefüddîn Hasen bin Muhammed 743 [m. 1342] de vefât etdi.<br />

(Mişkât) şerhi meşhûrdur.<br />

909 — TEFTÂZÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Yediyüzseksenbeşinci [785]<br />

sırada Sa’düddîn ismine bakınız!<br />

910 — TEMÎM-İ DÂRÎ “radıyallahü anh”: Ensâr-ı kirâmdandır. Nasrânî âlim-<br />

– 1182 –


lerinden idi. Hicretin dokuzuncu senesinde Filistinden Medîneye gelip, Resûlullahı<br />

görünce, hemen îmân etdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Filistindeki<br />

Hebron, ya’nî Halîl-rahmân idâresini buna vermişdi. Şimdiki idârecileri bunun<br />

soyundandır. Şâmda vefât etdi. 440.<br />

911 — TERMAN: Amerikalı felsefeci ve fikr adamıdır. 1380 [m. 1960] senesinde<br />

hayâtda idi. 405.<br />

912 — TEZVEREN DEDE: Sultân Mahmûd türbesinden, Nûr-i Osmâniyye caddesine<br />

giden yolda, solda ufak bir türbededir. Fâtih sultân Muhammed zemânında<br />

idi. İstanbul halkı, hâcetlerinin hâsıl olması için, bu türbeye adak yapar idi. Bursada<br />

medfun olan seyyid Atâullah hazretlerine de Tezveren dede denilmekdedir. 334.<br />

913 — TİCÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebül’ Abbâs Ahmed ticânî, büyük<br />

tesavvuf âlimidir. Ahmed bin İdrîs hazretlerinin halîfesidir. Cezâirin cenûbunda<br />

(Ayn-ı mâdî) denilen yerde 1150 [m. 1737] de tevellüd ve Fasda 1230 [m. 1815] da<br />

vefât etdi. Halvetînin bir kolu olan (Ticânî) tarîkatinin reîsidir. (Cevheret-üt-hakâık<br />

fissalât-i alâ hayril-halâik) ve (Cevâhir-ül-me’ânî) ve (Kitâb-ür-remâh) ve (Fiddifâ’an<br />

turuk-ı ehl-il-hüdâ) ve (Câmi’u-kerâmât-il-Evliyâ) ve (Nasara-tüz-zâkirîn)<br />

kitâblarında ve (Gâyet-ül-emânî) kitâbında kendisi ve tarîkati uzun anlatılmakdadır.<br />

İlk ikisi birlikde 1344 [m. 1926] da Mısrda, diğerleri Beyrutda basılmışdır. 1088.<br />

914 — TİMOÇİN: Cengizin adıdır. 197. ci sırada Cengiz ismine bakınız! 1086.<br />

915 — TÎMÛR HÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Emîr Tîmûr Gürgân, 736 [m.<br />

1336] da Mâverâ-ün-nehrde, Semerkandla Belh arasında, Keş kasabasında tevellüd,<br />

807 [m. 1405] de vefât etdi. Semerkanddadır. Cengiz gibi Moğol soyundandır. 770<br />

[m. 1369] de Belhi alıp, hânlığını i’lân etdi. Çok harb etdi. Hep gâlib geldi. Çine ve<br />

Delhîye kadar bütün Asyayı, Irâk, Sûriye ve İzmire kadar Anadoluyu aldı. İkiyüzbin<br />

kişi ile Çine giderken vefât etdi. Âlimleri severdi. Çok medrese ve kütübhâneler<br />

yapdı. Kanûnlar çıkardı. Kendi târîhini kendi yazdı. Teftâzânî gibi büyük âlimleri<br />

meclisinde bulundurur, nasîhatlerini dinlerdi. Nasreddîn hoca ile sohbeti vâki’<br />

değildir. Yıldırım ile harb etdiği için, Osmânlı târîhleri bunu haksız olarak kötülemekde,<br />

harb sâhasında ölenleri, zulm ve ortalığı kana boyamak şeklinde bildirmekdedir.<br />

Dört oğlundan ikisi kaldı. Biri Mîrân şâh olup, üç sene sonra, Kara-koyunlu<br />

askeri ile harb ederken öldürüldü. İkinci oğlu Mu’în-üddîn Şâhruh 779 [m. 1377] da<br />

Semerkandda tevellüd etdi. Babasının devletine hâkim oldu. 850 [m. 1445] de vefât<br />

etdi. Bunun oğlu Uluğ beğ 797 [m. 1395] de Semerkandda tevellüd etdi. Semerkand<br />

vâlîsi idi. İlme, fenne çok hizmet etdi. Babası ölünce, idâreyi ele aldı ise de, 853<br />

[m. 1448] de, oğlu Abdüllatîf tarafından öldürüldü. Bu da, altı ay sonra öldürüldü.<br />

Tîmûr hân, hurûfîliği kuran Fadlullah-ı Tebrîzîyi öldürterek ve yanındakileri dağıtarak,<br />

çoğalmalarını önleyerek, islâmiyyete büyük hizmet etmişdir. 500, 751, 752,<br />

1076, 1079, 1080, 1081, 1099, 1101, 1104, 1113, 1129, 1137, 1143.<br />

916 — TÎMÛRTÂŞÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: 872. ci sırada, Şemseddîn Tîmûrtâşî<br />

ve dokuzyüzseksenyedinci [987] sırada Zahîrüddîn Hârezmî ismlerine<br />

bakınız! Doğrusu Tümürtaş olup, Hârezm şehrinde bir kasabadır. 1178.<br />

917 — TİRMÜZÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Îsâ, hadîs âlimlerindendir.<br />

Buhârânın cenûbunda, Ceyhûn nehri kenârında Tirmüz kasabasında<br />

209 [m. 824] da tevellüd, 279 [m. 892] da Boğ şehrinde vefât etdi. (Sahîh-i Tirmizî)<br />

ve (Şemâil-i şerîfe) kitâbları çok kıymetlidir. (Şemâil) kitâbını Hüsâmeddîn-i Nakşibendî<br />

1248 [m. 1832] de türkceye çevirmiş, tekrâr tekrâr basılmışdır. (Sünen-i Tirmizî)<br />

adındaki sahîhinin, Hindistânda, Diyobend şehrindeki (Dâr-ül-ulûm) müderrislerinden<br />

Muhammed Enver şâh Keşmîrî tarafından arabî şerhı yapılmış, (Me’ârifüs-sünen)<br />

adı verilerek 1383 [m. 1963] senesinde, Muhammed Yûsüf Benûrî tarafından<br />

Pâkistânda basılmışdır. Altı cilddir. Enver şâh, burada İbni Teymiyyeyi<br />

mezheb imâmları derecesine çıkararak, onun sapık fikrlerine de yer vermiş, hattâ<br />

– 1183 –


irinci cildde, rûhun madde olduğunu söyliyerek, imâm-ı Gazâlînin madde değildir<br />

demesini felsefeye kaymakla ithâm etmişdir. Hâlbuki, çok övdüğü Şâh Veliyyullah-ı<br />

Dehlevî, (İzâle-tül-hafâ) kitâbının ikinci cildinde, Gazâlînin fıkh âlimi olduğunu,<br />

beşinci yüzyılın müceddidi olduğunu bildirmekde, onu çok övmekdedir.<br />

Yûsüf-i Benûrî, altıncı cildin yüzkırkdokuzuncu sahîfesinde, (İbni Teymiyyenin, kendi<br />

mezheb imâmı olan Ahmed bin Hanbelden ayrılarak, Dâvüd-i Zâhirî mezhebini<br />

tutduğunu) ve (İbni Teymiyye, birçok üsûl ve fürû’ mes’elesinde Ehl-i sünnet âlimlerinden<br />

ayrılmış, asrının âlimleri ve sonra gelenler, onu red etmişlerdir) diyerek,<br />

(Me’ârif-üs-sünen) kitâbının kıymet kazanmasını sağlamışdır. 194, 338, 386, 424, 620,<br />

640, 641, 993.<br />

918 — TOKÂDLI EMÎN EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed<br />

Emîn efendi, İstanbulda bulunan meşâyıhın büyüklerindendir. Mekke-i mükerremede<br />

Ahmed Yekdest-i Cüryânîden 1114 [m. 1701] senesinde icâzet almakla şereflendi.<br />

Üç sene sonra İstanbula geldi. Ayvanserâydaki Emîr Buhârî tekkesinin<br />

şeyhi olan Kırîmî Ahmed efendi 1156 [m. 1743] da vefât edince, buna halef oldu<br />

ve 1158 [m. 1745] de vefât etdi. (Savâ’ık-ı Muhrika)yı türkceye terceme etdi. Unkapanına<br />

inen cadde ile Zeyrek yokuşunun kesişdiği tepe üzerinde Soğuk kuyu Pîrî<br />

pâşa medresesi kabristânında, âşıkları ziyâret edip feyz almakda, murâdlarına<br />

kavuşmakdadırlar. Talebesi Müstekîmzâde de orada medfûndur. Muhammed<br />

Emîn efendi kahve ve tütün içerdi. 419, 1190.<br />

919 — TOSUN PÂŞA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Mısr hâkimi Kavalalı Mehmed<br />

Alî pâşanın oğludur. Vehhâbîler Mekke ve Medîneyi ele geçirip yedi sene Ehl-i sünnet<br />

hâcılarını Mekkeye sokmadı. Tosun pâşa 1226 [m. 1811] de Mısrdan gönderildi<br />

ise de, muvaffak olamadı. Sonra Mısrda vefât etdi. 461, 1119.<br />

920 — TURHÂN SULTÂN “rahmetullahi teâlâ aleyhâ”: Sultân İbrâhîmin<br />

zevcesi ve dördüncü sultân Muhammedin vâlidesidir. Hadîce Turhân sultân, sâliha<br />

ve hayrı sever bir hânım idi. Eminönünde büyük Yeni câmi’in temelini Mâhpeyker<br />

Kösem sultân atmışdı. Turhân sultân temâmlatıp, 1074 [m. 1664] de ibâdete<br />

açıldı. Mekteb, medrese, imârethâne, kütübhâneler, çeşmeler yapdırdı. 1094 [m.<br />

1682] de vefât etdi. Yeni câmi’ yanındaki, Turhân sultân türbesindedir. Oğlu sultân<br />

dördüncü Muhammed ile torunları sultân ikinci Mustafâ ve üçüncü sultân Ahmed<br />

ve birinci sultân Mahmûd ve sultân üçüncü Osmân hân ve sultân beşinci Murâd<br />

ve sultân Mahmûdun vâlidesi Sâliha sultân ve diğer şâhzâdeler de buradadırlar.<br />

Üçüncü Mustafâ hânın vâlidesi Mihr-i şâh Emîne sultân ile birinci Abdülhamîd<br />

hânın vâlidesi Râbi’a sultân da buradadır. 1062, 1071, 1100, 1103, 1153.<br />

921 — TÜR-PÜŞTÎ: Fadlullah bin Hasen, hanefî fıkh âlimlerinden olduğu<br />

(Esmâ-ül-müellifîn)de yazılıdır. 661 [m. 1262] senesinde vefât etdi. Tesavvufda<br />

(Tuhfe-tüs-sâlikîn) kitâbı ve (Müyessir) adındaki (Mesâbîh) şerhı çok kıymetlidir.<br />

(El-mu’temed fil-mu’tekad) adındaki akâid risâlesini Hakîkat Kitâbevi 1990 da basdırmışdır.<br />

(Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbında, 53.cü sahîfeyi okuyunuz!<br />

922 — UBEYDÜLLAH-İ AHRÂR “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ubeydüllah bin<br />

Mahmûd bin Şehâbüddîn, Sôfiyye-i aliyyenin büyüklerindendir. Müslimânların gözbebeğidir.<br />

Sekizyüzaltı [806] da Taşkendde tevellüd, 895 [m. 1490] de Semerkandda<br />

vefât etdi. Ya’kûb-i Çerhînin talebesi, Mevlânâ Hâce Muhammed Zâhid<br />

hazretlerinin üstâdı idi. Zâhirî ve bâtınî ilmlerin hazînesi idi. Dahâ çocuk iken kerâmetleri<br />

görülüyordu. Halâl kazanmak için, zirâ’at ile meşgûl olurdu. O kadar bereket<br />

oldu ki, binüçyüzden fazla çiftliği vardı. Herbirinde üçbin amele çalışırdı. Her<br />

sene sekizyüzbin batman zahîre uşr verirdi. (Tesavvuf bilgilerinin maksad ve netîcesi,<br />

kendini zorlamadan, uğraşmadan, her ân Allahü teâlâya teveccüh ve ikbâldir.<br />

Ya’nî, her ân, Allahü teâlâyı hâtırlamakdır) ve (Bir kimse, erbâb-ı cem’iyyet<br />

sohbetinde oturup, gönlünü Hak teâlâya verebilirse, ona zikr yapmağa ihtiyâc yokdur)<br />

buyururdu. (Râbıta edenler için, bedenin uzak olması, ma’nevî yakınlığa<br />

– 1184 –


mâni’ olmaz) derdi. (Çok açlık ve çok uykusuzluk dimâgı yorar. Hakîkatleri ve ince<br />

bilgileri anlamağı önler. Bunun için, riyâzet çekenlerin keşfleri hatâlı olur) ve<br />

(Zikr ve murâkaba, bir müslimâna hizmet yapılamadığı zemânda olur. Gönül kabûlüne<br />

sebeb olan hizmet, zikr ve murâkabadan önce gelir) buyururdu.<br />

Ubeydüllah-i Ahrârın talebelerinden biri, Abdüllah-i İlâhîdir. Simavlıdır. İlm<br />

edindikden sonra Semerkanda, Buhârâya giderek feyz aldı. İcâzetle şereflenip<br />

Ubeydüllah-i Ahrâra intisâbı bulunan Emîr Ahmed-i Buhârî ile İstanbula geldi.<br />

Yolda Molla Câmî ile sohbet eyledi. Zeyrek kilise câmi’inde va’z ve halkı irşâd etdi.<br />

Emîr Buhârîye icâzet verdi. Vardar Yenicesinde 896 [m. 1491] da vefât etdi.<br />

Ubeydüllah-i Ahrârın bir talebesi de Abdüllah-i Semerkandîdir. Önce, Ya’kûb-i<br />

Çerhîye intisâb etmiş ve Alâüddîn-i Attârın halîfelerinden olan Nizâmeddîn-i Hâmûşdan<br />

da feyz almışdır. Uluğ beğ medresesinde müderris idi. Yûsüf-i Nebhânî diyor<br />

ki, (Sokakda giderken, ansızın atını istedi. Eshâbı ile Semerkandın dışına çıkdı.<br />

Onlardan ayrılıp, çok zemân sonra yanlarına geldi. Türk sultânı Muhammed hân,<br />

kâfirlerle harb ediyordu. Onun yardımına gitdim. Gâlib geldi dedi.) Fâtih, İstanbulu<br />

bu sûretle aldı. Sekizyüzyetmişbeş 875 [m. 1470] de vefât etdi. Ubeydüllah-i<br />

Ahrârın bir talebesi de Haydar babadır. Kırk sene devâmlı Eyyûb câmi’inde i’tikâf<br />

etdi. Sultân Süleymân bu zâtın üstün hâllerini işitince, Eyyûb Nişâncası ile Halic<br />

arasında, Cezrî Kâsım pâşa câmi’ine inen yol üzerinde (Haydar baba mescidi)ni<br />

yapdırdı. Haydar baba, 957 [m. 1550] de vefât etdi. Mescide girerken soldadır.<br />

Muhammed Ma’sûm-i Fârûkînin oğlu Muhammed Ubeydüllah 1083 de, bunun<br />

oğlu Muhammed Pârisâ 1142 de vefât etdi. 93, 95, 112, 388, 751, 943, 957, 969, 1050,<br />

1057, 1079, 1095, 1137, 1141, 1148, 1173.<br />

923 — UBEYDÜLLAH BİN CAHŞ: Resûlullahın halası Ümeymenin oğludur.<br />

Önce îmâna geldi, Eshâbdan oldu. Zevcesi Ümm-i Habîbe ve kardeşi Abdüllah ile<br />

Habeşistâna hicret etdi. Orada, mal ve mevkı’ için, mürted oldu ve öldü. 380, 1186.<br />

924 — UBEYDÜLLAH BİN MES’ÛD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Yediyüzdoksanıncı<br />

[790] sırada Sadrüşşerî’a ismine bakınız! 1163.<br />

925 — UBEYDÜLLAH BİN UTBE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Abdüllah<br />

Ubeydüllah bin Mes’ûd bin Abdüllah bin Utbe, Tâbi’înin büyüklerinden ve Medînedeki<br />

yedi fıkh âlimlerindendir. Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü anh” hazretlerinin<br />

kardeşi olan Utbenin torunudur. 102 [m. 721] senesinde Medînede vefât etdi. 66.<br />

— Uhud Gazvesi: Hamza ismine bakınız!<br />

926 — UKÂŞE “radıyallahü anh”: Ebû Muhsin Esedîdir. Bedr gazâsında kılıncı<br />

kırıldı. Resûlullahın verdiği hurma dalı ile harb edip, çok kâfir katl etdi. Bütün<br />

gazâlarda bulundu. Çok yerinden yaralandı. Cennetle müjdelendi. Bir muhârebede<br />

Tuhayla bin Huveylid ismindeki bir papas tarafından sırtından hançerlenerek,<br />

kırkbeş yaşında şehîd edildi. Beyâz ve çok güzel idi. Kabri, Gâzîayntabda Nûrdağı<br />

kazâsı, Durmuşlar köyündedir. 677.<br />

927 — UKAYL “radıyallahü anh”: Ebû Tâlibin dört oğlundan ikincisidir. Bedr<br />

gazâsında esîr oldu. Hazret-i Abbâs kendisi ile bunun fidyelerini verip Mekkeye<br />

gitdiler. Hudeybiyyeden önce Medîneye gelip îmân etdi. Gazâlarda bulunup, iltifâta<br />

mazhar oldu. Neseb bilgisi çok idi. Kardeşi hazret-i Alîye karşı hazret-i<br />

Mu’âviye ile birlikde idi. 506, 1059, 1085, 1100.<br />

928 — URVE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Urve-tebniz-Zübeyr, Tâbi’înin büyüklerinden<br />

ve Medînedeki yedi büyük âlimden biridir. Zübeyr bin Avvâmın oğludur.<br />

Annesi, Esmâ bint-i Ebû Bekrdir. Yirmiikinci [22] senede tevellüd, 94 [m.<br />

712] senesinde Medîne yanında Fer’ ovasında vefât etdi. 66.<br />

929 — UTBE: Utbe bin Rebî’a bin Abd-i Şems bin Abd-i Menâf, Bedrde Kureyş<br />

ordusunun reîslerinden idi. Velîdin ve Ebû Huzeyfenin ve Hindin babası<br />

idi. Hind de, hazret-i Mu’âviyenin annesidir. Babası Rebî’a, Ümeyyenin kardeşi<br />

– 1185 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:75


idi. Âyet-i kerîmeleri işitince, (Bu söz şi’r değil, sihr değil, kehânet değildir. Ey Kureyşliler!<br />

Beni dinlerseniz, bu adama dokunmayınız!) demişdi. Bedrde, kardeşi Şeybe<br />

ile birlikde, hazret-i Hamza tarafından öldürüldü. 353, 506, 1069, 1093, 1110,<br />

1179, 1188.<br />

930 — ÜMM-İ GÜLSÜM “radıyallahü anhâ”: Resûlullahın kızıdır. Ebû Lehebin<br />

ikinci oğlu Uteybeye nikâhlandı ise de, (Tebbet yedâ) sûresi gelince, dahâ düğünleri<br />

olmadan boşadı ve Resûlullaha üzücü sözler söyledi. Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” da, (Yâ Rabbî! Buna canavarlarından birini musallat et!) diye<br />

beddüâ eyledi. Şâm yolunda bir arslan bunu parçaladı. Rukayye öldükden<br />

sonra vahy gelerek, Ümm-i Gülsüm hazret-i Osmâna “radıyallahü anhüm” nikâhlandı.<br />

Hicretin dokuzunda [9] vefât etdi. Nemâzını Resûlullah kıldırıp, defn olunurken<br />

kabri yanında durup, mübârek gözlerinden yaş akardı.<br />

931 — ÜMM-İ HABÎBE “radıyallahü anhâ”: Ebû Süfyân bin Harb bin Ümeyyenin<br />

kızı idi. Hazret-i Mu’âviyenin kız kardeşi idi. Annesi Hind idi. Zevci Ubeydüllah<br />

bin Cahş ile birlikde müslimân olup, Habeşistâna hicret etdiler. Zevci,<br />

orada papaslara aldanıp mürted oldu ve öldü. Bu, yalnız, garîb, fakîr kaldı. Resûlullahın<br />

dîninden ayrılmam, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onu sevindirmek<br />

için nikâh etmek istedi. Necâşîye, ya’nî Habeş sultânına hicretin yedinci<br />

[7] senesinde mektûb yazdı. Necâşî, bu emr-i nebevî üzerine, bunu Resûl-i ekreme<br />

nikâh etdi ve Medîneye gönderdi. Babası Ebû Süfyân, o zemân, henüz îmâna<br />

gelmemişdi. Mekke kâfirlerinin reîsi idi. 44 [m. 664] senesinde Medînede vefât<br />

etdi. 380, 1185.<br />

932 — ÜMM-İ HÂNÎ “radıyallahü anhâ”: Ebû Tâlibin kızı ve hazret-i Alînin<br />

“radıyallahü anh” kızkardeşidir. Hübeyre bin Amrin zevcesi idi. Öz adı Fâkite idi.<br />

Mekke-i mükerremenin feth edildiği gün, Hübeyre kaçdığı zemân, kendisi îmâna<br />

geldi. Resûlullah, bunun evinde gusl abdesti alıp, sekiz rek’at duhâ ya’nî kuşluk<br />

nemâzı kıldı ve su ile ekmek ıslatıp tuz ve sirke koyup yidi. (Ey Ümm-i Hânî!<br />

Sirke ne iyi yemekdir. Sirke bulunan ev fakîr olmaz!) buyurdu. 353, 354,<br />

1096.<br />

933 — ÜMM-İ MA’BED “radıyallahü anhâ”: Adı Âtike idi. Resûl “aleyhisselâm”,<br />

Hicretde bunun çadırına uğrayıp, za’îf koyunu sağınca, çok süt çıkmışdı. Bu<br />

mu’cizeyi zevcine söyledi. Sonra ikisi de, Medîneye gelip müslimân oldu. 738.<br />

934 — ÜMM-İ SELEME “radıyallahü anhâ”: Adı Hind idi. Zevci Ebû Seleme<br />

ile Habeşistâna ilk olarak hicret etdiler. Ebû Seleme, Resûlullahın halası Berrenin<br />

oğlu olup, Medînede, hicretin dördüncü [4] senesi Uhud gazâsında aldığı yaradan<br />

vefât etdi. Ümmü Seleme, Ebû Bekr ve Ömerin “radıyallahü anhümâ” nikâh taleblerini<br />

kabûl etmedi. Resûlullahın nikâhı ile şereflendi. 59 [m. 678] senesinde Medînede<br />

seksendört yaşında vefât etdi. Son vefât eden zevceleri bu idi. 629, 1107.<br />

935 — ÜMRİ-ÜL-KAYS: İslâmiyyetden önce yaşayan şâ’irlerdendir. Hîre hükümdârının<br />

oğludur. Ankarada, kralın Kayseriden gönderdiği zehrli gömleği giymekle<br />

vefât etdi. Kâ’beye asılan şi’ri edebî san’at bakımından çok kıymetlidir. Oğulları,<br />

zemân-ı se’âdete yetişmişdir. Şi’rleri Avrupa lisânlarına çevrilmiş, ilk olarak<br />

1294 [m. 1877] de Pârisde basılmışdır. 367.<br />

936 — ÜSÂME BİN ZEYD “radıyallahü anh”: Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir.<br />

Anası Ümm-i Eymen ve babası, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” âzâdlılarındandır.<br />

Onsekiz yaşında iken, bir birliğe kumandan yapıldı. [54] veyâ 59 [m.<br />

678] senesinde Medînede vefât etdi. 376, 995, 1195, 1196.<br />

937 — ÜSTÜVÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Ahmed, Hanefî<br />

âlimlerindendir. Şâmda tevellüd ve 1072 [m. 1662] de orada vefât etdi. Ayasofya<br />

câmi’inde yıllarca va’z etdi. Fıkhda (Üstüvânî risâlesi) meşhûrdur. 207.<br />

938 — VAHÎDEDDÎN HÂN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sultân altıncı Muham-<br />

– 1186 –


med, İslâm halîfelerinin yüzbirincisi ve sonuncusudur. Osmânlı pâdişâhlarının otuzaltıncı<br />

ve sonuncusudur. Sultân Abdülmecîd hânın en küçük oğludur. 1277 [m.<br />

1861] de tevellüd, 1344 [m. 1926] de, İtalyada San Remoda vefât etdi. Şâmda, sultân<br />

Selîm câmi’i kabristânındadır. 4 Temmuz 1336 [m. 1918] da büyük kardeşi sultân<br />

Reşâdın öldüğü gün halîfe oldu. İngilizlerin türk ve islâm düşmanı olduğunu<br />

iyi biliyordu. İsmâ’îl Hâmî Danişmend, (Osmânlı Târîhi Kronolojisi) kitâbının dördüncü<br />

cildinde, Vahîdeddîn hân hakkında geniş bilgi vermekdedir. 735, 1059,<br />

1087, 1153, 1193.<br />

939 — VÂHİDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebül-Hasen Alî bin Ahmed, tefsîr<br />

âlimi idi. (Basît), (Vesît), (Vecîz) adında üç tefsîri meşhûrdur. 468 [m. 1075] de,<br />

Nîşâpûrda vefât etdi. 416, 629.<br />

940 — VAHŞÎ “radıyallahü anh”: Vahşî bin Harb Habeşî, hazret-i Hamzanın<br />

Bedr gazâsında öldürdüğü Tu’avme adındaki kâfirin kardeşinin oğlu Cübeyr bin<br />

Mut’imin kölesi idi. Uhud gazâsında, Cübeyr, buna, Hamzayı öldürürsen âzâd ol<br />

demişdi. Hind de babasının ve amcasının intikâmı için, Hamzayı öldürene çok altın<br />

va’d etmişdi. Bunlar için Vahşî, hazret-i Hamzayı, ok atarak ağır yaraladı ve kılıncı<br />

ile şehîd etdi. Ciğerlerini çıkarıp Hinde götürdü. Her ikisi de, dünyâ zîneti için,<br />

bu işi yapdı. Uhudda, Resûlullah, birkaç kâfire beddüâ etmişdi. Vahşîye niçin la’net<br />

etmiyorsun dediklerinde, (Mi’râc gecesi, Hamza ile Vahşîyi kolkola, birlikde<br />

Cennete girerlerken görmüşdüm) buyurdu. Mekkenin fethinden sonra, Vahşî,<br />

Tâiflilerle birlikde Medînede mescide gelip, îmân etdi. Afva kavuşdu. Fekat, Yemâme<br />

tarafına gitmesi emr olundu. Resûlullaha karşı çok mahcûb olup, başı<br />

önünde yaşadı. Bir dahâ Medîneye gelmedi. (Muhammediyye) kitâbında (Adı da<br />

Vahşî, kendi de vahşî) yazısı, müslimân olmadan önce Vahşî olduğunu bildiriyor.<br />

Îmân edince, tertemiz oldu. Bütün Evliyâdan yüksek oldu. Hicretin onbirinci<br />

[11] senesi Yemâmede mürtedler ile çok şiddetli harb oldu. Müseyleme ordusundan<br />

yirmibin, Hâlid ibni Velîd askerinden ikibin kişi öldü. Önce müslimânlar bozuldu.<br />

Sonra, Vahşî hazretleri kahramanca saldırıp, hazret-i Hamzayı şehîd etmiş<br />

olduğu kılınç ile Müseyleme-tül-kezzâbı öldürdü. Bunu gören müslimânlar hücûm<br />

edip, zafer elde edildi. Resûlullahın vaktîle, Vahşîyi Yemâme tarafına göndermesinin,<br />

büyük mu’cize olduğu böylece meydâna çıkdı. Yermük gazâsında da bulunup,<br />

rumlara karşı çok kahramânlıkları görüldü. Humsda yerleşdi. Hazret-i Osmân<br />

zemânında orada vefât etdi. Vahşînin îmân etdikden sonra, şerâb içdiğini ve bu yüzden<br />

had cezâsı verildiğini söyliyenler oluyor. Bu haberlere sahîh diyemeyiz. Sahîh<br />

desek bile, bu yüzden bir sahâbîye hattâ herhangi bir müslimâna dil uzatmak câiz<br />

olmaz. Her müslimânı ve Eshâb-ı kirâmın hepsini iyilikle yâd etmemiz emr olundu.<br />

Büyük âlim ve onüçüncü asrın müceddidlerinden mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî,<br />

(Âdâb-ı tarîka-i aliyye) kitâbında buyuruyor ki, (Ehl-ullaha i’tirâz eden kimsenin<br />

küfr üzere öleceğini gösteren hadîs-i şerîfler vardır. Velînin ma’sûm olması şart değildir.<br />

Eshâb-ı kirâm arasında had cezâsı verilen ve eli kesilen oldu. Hâlbuki, Sahâbenin<br />

en aşağı derecede olanı da Velî idi. Hepsi, Sahâbî olmıyan Velîlerin hepsinden<br />

dahâ yüksek idiler. Velîlerin hepsi, günâha devâm etmekden mahfûzdurlar.<br />

Hepsi tevbe ve istigfâr eder. Belki, ba’zan günâh işlediği için pişmânlıkları, ağlamaları,<br />

Allahü teâlâya yalvarmaları dahâ çok olur. Dereceleri artar. Bu sebeble,<br />

(Hikem-i Atâiyye)de, (Zillet ve inkisâra sebeb olan günâh, izzet-i nefse ve kibre<br />

sebeb olan tâ’atden dahâ hayrlıdır) denilmişdir. Amelleri ve sıfatları müsâvî olan<br />

iki Velîden, tevbesi dahâ çok olanın, ma’sûm olandan dahâ üstün olduğu bildirildi.)<br />

(Buhârî)de diyor ki, (Eshâb-ı kirâmdan Abdüllah adında birine, şerâb içdiği<br />

için had cezâsı verildi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, buna la’net edildiğini<br />

işitince, (Ona la’net etmeyiniz! Çünki O, Allahı ve Resûlünü sevmekdedir)<br />

buyurdu.) (Merec-ül-bahreyn)de, Ahmed Zerrûkdan alarak diyor ki, (Ma’sûm olmak,<br />

kusûrsuz olmak, Peygamberlere mahsûsdur. Velînin ma’sûm olması şart de-<br />

– 1187 –


ğildir. İsrâr ve devâm olmadan, büyük günâh işlemek, vilâyeti bozmaz. Velî, günâhından<br />

vazgeçer ve tevbe eder. Günâh işlemek, insanı helâk etmez. Günâha devâm<br />

etmek, tevbeyi terk etmek, helâk eder. Âdem aleyhisselâmın zellesi ile, İblîsin<br />

ısyânı, bundan dolayı farklı oldular.) Eshâb-ı kirâmın hepsini sevmekle ve hepsine<br />

saygılı olmakla emr olunduk. Sevilmeleri az veyâ çok olabilir. Fekat, hiçbirine<br />

dil uzatmamız, kötü bilmemiz câiz değildir. Kendi kusûrlarımıza bakmamız, hiçbir<br />

müslimânı gıybet etmememiz lâzımdır. 1106, 1152.<br />

941 — VÂNÎ MUHAMMED EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kendisi<br />

Vanlıdır. Fâzıl Ahmed pâşa 1072 [m. 1661] senesinde Vandan getirmişdir. Serâyda<br />

sultân dördüncü Muhammed hâna, va’z ederdi. İkinci Mustafâ hânın hocası oldu.<br />

Binyetmişaltı 1076 [m. 1665] da Mevlevîlerin simâ’larını ve Halvetîlerin rakslarını<br />

yasak etdirdi. Babaeskideki Hurûfî tekkesini yıkdırdı. Binseksenbir 1081<br />

[m. 1670] de, şerâb satılmasını yasak etdirdi. Yeni câmi’de ilk Cum’a va’zı yapan<br />

budur. 1094 [m. 1682] de, sadr-ı a’zam Merzifonlu kara Mustafâ pâşa Viyanada<br />

haçlı orduları karşısında bozguna uğradığında, Vânî Muhammed efendi ordu<br />

şeyhi idi. Bunun için, Bursada Kestel köyüne sürüldü. Kestelde büyük câmi’ ve<br />

mekteb yapdırdı. 1096 [m. 1684] da orada vefât etdi. Boğaziçinde Vaniköy câmi’ini<br />

de yapdırmışdır.<br />

942 — VÂSIL BİN ATÂ: Mu’tezile fırkasının kurucusudur. 80 [m. 699] de<br />

Medînede tevellüd, 131 [m. 748] de vefât etdi. Hasen-i Basrî hazretlerinin talebesi<br />

idi. Bunu dersinden kovdu.<br />

943 — VÂSİLE BİN ESKA’ “radıyallahü anh”: Eshâb-ı kirâmdan idi. Tebük<br />

gazâsından önce îmâna geldi. Bu gazâda bulundu. 841.<br />

944 — VEHBÎ: Muhammed Vehbî bin Hüseyn Çelik, [1280] hicrî yılında, Konyanın<br />

Hâdim kazâsında tevellüd, 1362 [m. 1943] de Konyada vefât etdi. Siyâsî hayâta<br />

atıldı. Şer’ıyye vekîli iken, hilâfetin ilgâsı için fetvâ vermişdir. 45.<br />

945 — VEHBÎ EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Altıyüzaltmışbeşinci [665]<br />

sırada Muhammed Mer’aşî ismine bakınız!<br />

946 — VEHEB BİN VERD MEKKÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: 153 [m. 770]<br />

senesinde vefât etdi. 608, 688.<br />

947 — VELÎD BİN MUGÎRE: Kureyş kâfirlerinin ileri gelenlerindendir. Ebû Cehlin<br />

amcasıdır. Babasına Mugayre de denir. Birgün Resûlullahın yanına gelip, bana<br />

bir mikdâr Kur’ân oku dinleyeyim dedi. Dinledi. Çok tatlı, latîf, derin ve çok fâideli,<br />

bunu insan söyliyemez, dedi. Kâfirlerin yanına gidip, içinizde, şi’ri benden iyi bilen<br />

yokdur. Muhammedin okuduğu kelâm, insan ve cin şi’rlerine benzemiyor. O kâhin<br />

değildir. Sözleri kâhin sözüne benzemiyor. Deli dersek kimse inanmaz. Onda cünûn<br />

alâmeti yokdur. Şâ’ir de değildir. Sihirbâz da diyemeyiz. Sihre benziyen bir işi<br />

yok. Okuyup, üflemiyor, düğüm bağlamıyor, dedi. Öyle ise, ne diyelim, dediler. Velîd,<br />

ne demeli bilmem. Fekat, şu sözlerimizin hiçbiri yakışmıyor. Hangisini söylesek<br />

inanılmaz dedi. Diyecek birşey bulamadılar. Çünki, Peygamberdir demekden başka<br />

birşey yakışdıramadılar. Hicretin birinci [1] senesinde Mekkede öldü.<br />

948 — VELÎD BİN UTBE: Kureyş kâfirlerinden Utbenin oğludur. Babası gibi,<br />

İslâm düşmanı idi. Kardeşi Ebû Huzeyfe ise, hâlis müslimân olup, bütün gazâlarda<br />

bulundu. Velîd, Bedrde babası ve amcası ile, meydâna yürüdü. Hazret-i Alî<br />

çıkıp, Velîdi bir hamlede katl eyledi. 506, 1093, 1185.<br />

949 — VELİYYÜDDÎN TEBRÎZÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Altıyüzotuzyedinci<br />

[637] sırada Muhammed bin Abdüllah ismine bakınız!<br />

950 — VELİYYULLAH DEHLEVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Sekizyüzaltmışdördüncü<br />

[864] sırada Şâh Veliyyullah ismine bakınız!<br />

951 — VELVÂLİCÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kâdî Zahîrüddîn Abdürreşîd<br />

– 1188 –


467 de Bedahşânın Velvâlc kasabasında tevellüd ve 540 [m. 1146] da vefât etmişdir.<br />

Semerkandda kâdî idi. Fıkhda (Emâlî) kasîdesi ve fetvâları vardır.<br />

952 — VEYSEL KARÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Üveys bin Âmir Karnî<br />

de denir. Tâbi’înin büyüklerinden olduğu hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Yemenlidir.<br />

Resûlullah sağ iken, görmediği hâlde müslimân oldu. Fekat, Sahâbî olamadı.<br />

Hazret-i Ömer zemânında Medîneye geldi. Çok hurmet gördü. Basrada yaşadı. Sıffîn<br />

muhârebesinde hazret-i Alînin yanında bulundu ve 37 [m. 657] de şehîd oldu.<br />

Anadoluya hiç gelmemişdir. Veysel Karânîye hediyye edilen hırka-i se’âdet, Van<br />

civârında İrisân beğlerine kadar gelmiş ve bunlardan Şükrüllah efendi, 1027 [m.<br />

1618] senesinde, halîfe-i müslimîn ikinci Osmân hâna getirip hediyye etmişdir. Abdülmecîd<br />

hân, bu hırka-i se’âdet için, Fâtih civârında (Hırka-i şerîf) câmi’ini yapdırmışdır.<br />

Her sene Ramezân-ı şerîfde camekân içinde olarak Şükrüllah efendinin<br />

torunları tarafından halka ziyâret etdirilmekdedir. İstanbuldaki bütün câmi’ler hakkında,<br />

geniş bilgi veren (Hadîkatül-cevâmi’) kitâbında (Akseki mescidi)ni anlatırken<br />

diyor ki, (Bu mescidi Kemâleddîn efendi yapmışdır. Fâtih sultân Muhammed<br />

hân ile gelenlerdendir. Mescidin karşısında, Çorlulu Alî pâşanın yapdırdığı<br />

binâda (Hırka-i şerîf) ziyâret edilmekdedir. Binânın yanına bir imâret ve çeşme<br />

de yapmışdır. Sultân Mahmûd-i Adlî, binikiyüzkırkaltı [1246] da, bu binâyı yeniden<br />

yapdı.) Bu kitâb 1193 [m. 1779] de te’lîf ve 1253 de tevsî’ ve 1281 [m. 1864] de<br />

tab’ edilmişdir. Rûhların terbiye etdiği kimseye (Üveysî) denir. 677, 678, 909,<br />

923, 1110.<br />

953 — VOLTER: Fransız şâ’irdir. 1105 [m. 1694] de tevellüd etdi. 1192 [m. 1778]<br />

de öldü. İslâm düşmanı idi. Resûlullahın hazret-i Zeynebi nikâh etmesini, tiyatro<br />

olarak yazmış, âdî, alçak iftirâlar etmişdir. Bu yüzden, düşmanı olan papadan<br />

tebrîk mektûbu almışdır. İkinci Abdülhamîd hân, bu tiyatronun Avrupada oynatılmasına,<br />

çok şiddet göstererek mâni’ olmuşdur. 381, 1197.<br />

954 — WEGENER: Meteoroloji âlimi ve kutub kâşifidir. 1297 [m. 1880] de tevellüd,<br />

1348 [m. 1930] de vefât etdi. Grönland seyâhatinde, buzlar arasında öldü.<br />

Kayaların kayması teorisini kurdu. 83.<br />

955 — WESTENFELD: Alman müsteşriklerindendir. İbni İshakın (Sîret-i Resûlillah)<br />

kitâbını basdırmışdır. 374, 1115.<br />

956 — WILLIAM CEYMS: Amerikalı felsefecidir. 1258 [m. 1842] de tevellüd<br />

etdi. 1328 [m. 1910] de öldü. (Pragmatizm)in kurucusudur. (Dînî tecribeler) ve başka<br />

kitâblarında, îmânlı olmağı övmüşdür. 27.<br />

957 — WILLIAM STERN: Alman psikolog ve pedagoglarındandır. 1287 [m.<br />

1871] de tevellüd etdi. Zekâyı ta’rîf ederken, zekâ, düşünceyi hayâtın yeni şartlarına<br />

uydurmakdır, demişdir. 405.<br />

958 — YÂFES: Nûh aleyhisselâmın üç oğlundan biridir. Çin, rus, slav ve türkler,<br />

bunun soyundandır. Yâfes beşyüz yaşında suda boğuldu. Binlerle torunu,<br />

Asyaya ve o zemân mevcûd olan kara yolları ile, okyânus adalarına yayıldılar. Nûh<br />

aleyhisselâmın ve Yâfesin dînini ve nasîhatlerini unutarak, yıldızlara, güneşe,<br />

heykellere tapınmağa başladılar. 62, 377, 431, 483, 1123, 1157.<br />

959 — YÂFİ’Î “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Afîf-üddîn Abdüllah bin Es’ad Yâfi’î,<br />

Şâfi’î mezhebi âlimlerindendir. 698 [m. 1298] senesinde Yemende tevellüd etdi.<br />

Mekkede yerleşdi. Kutb-i Mekke denir. 768 [m. 1367] de Mekkede vefât etdi.<br />

(Ravd-ur-rıyâhîn), (Neşr-ül-mehâsin-il-gâliyye) ve (Menâkıb-i Abdülkâdir) kitâbları<br />

meşhûrdur. (Neşr-ül-Mehâsin)de (Makâmât-i aşere)yi anlatmakdadır. Bu kitâbı,<br />

(Câmi’ul Kerâmât) kenârında basılmışdır. 419, 458.<br />

960 — YAHYÂ “aleyhisselâm”: Zekeriyyâ aleyhisselâmın oğludur. Annesi<br />

Elisâ, İmrânın kızı idi. Hıristiyanlar Elizabeth diyor. Hazret-i Meryemin teyzesi<br />

oğlu idi. Dâvüd “aleyhisselâm” soyundandır. (Tevrât)da yazılı olan Îsâ aleyhisse-<br />

– 1189 –


lâmın geleceğini haber verdi. Îsâ “aleyhisselâm” göke çıkarıldıkdan sonra, (İncîl)e<br />

uyduğu için, zâlim yehûdî hükümdârı büyük Herodun torunu, birinci Herod tarafından<br />

şehîd edildi. Mubârek bedeninin parçaları başka şehrlerdedir. İbni Âbidîn,<br />

önsözünde diyor ki, (Mubârek başı, Şâmda Ümeyye câmi’indedir.) 482, 507, 1194.<br />

961 — YAHYÂ BİN MU’ÂZ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Zekeriyyâ Sôfiyyedendir.<br />

Rey şehrinde tevellüd etdiği için Râzî denir. 258 [m. 872] senesinde<br />

Nîşâpûrda vefât etdi. 419, 607, 610.<br />

962 — YAHYÂ BİN MUHAMMED “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Kâdî İbn-ül-<br />

Hâşim-il-Bağdâdî [228] de tevellüd, 318 [m. 930] de vefât etdi. Fıkh ve hadîs âlimidir.<br />

(Kitâb-ül-kırâet) ve fıkhda (Sünen) ve hadîsde (Müsned) kitâbları vardır.<br />

963 — YAHYÂ EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Beşiktaş ile Ortaköy arasındaki<br />

câmi’i şerîfi yapdı. Amasyalıdır. Dokuzyüz [900] de Trabzonda tevellüd,<br />

977 [m. 1569] de vefât etdi. Kabri üzerine ikinci Selîm hân tarafından türbe yapıldı.<br />

Tıb, matematik ve fizik bilgisi çok idi. Trabzonda vâlî olan sultân Süleymân ile<br />

süt kardeşi idi. Sultân Süleymân halîfe olunca, İstanbulda meşhûr olan yere yerleşdirdi.<br />

Babası Şâmlı Ömer efendi Trabzonda kâdî iken tevellüd etdi. Şi’r ve dîvânı<br />

vardır. Üveysîdir. Türbesinde dört erkek, dört kadın dahâ vardır. Yanındaki<br />

üç türbenin herbirinde birer Alî pâşa yatmakdadır. Yanında bir de niyyet kuyusu<br />

vardır.Bir niyyet kuyusu da, Eyyûbde Kaşgarî dergâhı yokuşunda 16 numaralı<br />

evin bağçesindedir.<br />

Fetvâ sâhibi Minkârî-zâde Yahyâ efendi başkadır. Kırkikinci şeyh-ul-islâm idi.<br />

1088 [m. 1677] de vefât etdi. Üsküdârda medresesi yanındadır. 250, 339, 631.<br />

964 — YA’KÛB “aleyhisselâm”: İshak aleyhisselâmın oğlu, Yûsüf aleyhisselâmın<br />

babasıdır. Adı İsrâîl idi. Oniki oğlunun torunlarına (Benî-İsrâîl), ya’nî İsrâîl<br />

oğulları denir. Sonradan yehûdî denildi. Şâmdadır. İshak aleyhisselâmın ikinci<br />

oğlu İys idi. Bunun oğlu Rûm sarışın olduğu için bunun soyundan olanlara (Rûm)<br />

veyâ (Benî-Asfer) denildi. 356, 389, 390, 391, 482, 1006, 1122, 1151.<br />

965 — YA’KÛB BİN SEYYİD ALÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Edirnede kâdî<br />

idi. Sonra Bursada müderris iken 931 [m. 1525] senesinde vefât etdi. (Gülistân)<br />

şerhı ve (Mefâtîh-ul-cinân) ismindeki (Şir’a-tül-islâm) şerhı meşhûrdur. Bu şerh<br />

1288 [m. 1871]de İstanbulda basılmış ve Hakîkat Kitâbevi tarafından 1413 [m. 1992]<br />

de İstanbulda ofset baskısı yapılmışdır. 392, 596, 1036, 1142.<br />

966 — YA’KÛB-İ ÇERHÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin<br />

talebelerinin büyüklerindendir. Derin âlim, veliy-yi kâmil idi. Gaznede<br />

Çerh köyünde tevellüd ve 851 [m. 1447] de Hülfetûda vefât eyledi. Hirâtda ve Mısrda<br />

tahsîl edip, Buhârâda Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin sohbeti ve teveccühleri<br />

ile şereflendi. Tebâreke ve Amme cüz’lerinin tefsîri ve fârisî (Risâle-i ünsiyye)<br />

kitâbı Hindistânda basılmışdır. 957, 969, 1148, 1174, 1184, 1185.<br />

967 — YEHÛDÂ: Îsâ aleyhisselâma îmân eden oniki havârîden biridir. Bunun<br />

mürted olup, Îsâ aleyhisselâmı otuz dirhem gümüş karşılığında yehûdîlere haber<br />

verdiği söylenmekdedir. Yudas İsharyot da denilmekdedir. Üçyüzdoksandokuzuncu<br />

[399] sırada (Havârîler) ismine bakınız! 1108, 1109.<br />

968 — YEKDEST “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed Yekdest Cüryânî, Buhârânın<br />

Cüryân kasabasında tevellüd etdi. 1069 [m. 1658] da ticâret için Hindistâna<br />

giderken Cüryândaki tâ’ûnda çoluk çocuğunun öldüklerini işitdi. Yolda eşkıyâlar<br />

basıp mallarını aldılar ve sol kolunu kesdiler. Çok üzüntülü Serhend şehrine geldi.<br />

1069 [m. 1658] senesinde Muhammed Ma’sûm-i Fârûkînin hizmeti ile şereflendi.<br />

Onbir sene kahvesini pişirdi. Sonra hilâfet verilip Mekke-i mükerremede irşâda<br />

emr olundu. Otuzdokuz sene bu vazîfeyi yapdıkdan sonra 1119 [m. 1707] da Mekkede<br />

vefât etdi. Şeyh Ahmed Yekdest hazretlerinin çok talebesi vardır. Bunlardan<br />

biri, Muhammed Emîn Tokâdî hazretleridir. Bir talebesi de, Eğrikapı dâhilinde Emîr<br />

– 1190 –


Buhârî mescidi tekkesindeki tatâr Ahmed efendidir. 1156 [m. 1743] da vefât etmişdir.<br />

Bu mescid, İvez pâşa câmi’inden Ayvanserâya inerken sağda sed üzerinde olup,<br />

1384 [m. 1964] de kasden yakılmış, dört dıvârı ve mihrâbı dışındaki tatâr Ahmed<br />

efendinin ve başka birkaç taş kabr kalmışdır. Ahmed Yekdestin bir talebesi de, seyyid<br />

Abdülhakîm efendi hazretlerinin ikâmet etdiği, İdrîs köşkü civârındaki evi, Kaşgarî<br />

tekkesini ve câmi’i yapdıran, hâcı Murtezâ efendi olup, hesâb uzmanı idi. 1160<br />

[m. 1747] da vefât etmişdir. Bu tekkenin bağçesinde medfûndur. Bunları 1158<br />

[m. 1745] de yapdırmışdır. Tekkenin ilk şeyhi olan Abdüllah-i Kaşgârî, ondört sene<br />

sonra 1174 [m. 1760] de vefât etmişdir. Birinci sultân Mahmûd zemânındaki altmışüçüncü<br />

şeyh-ul-islâm seyyid Mustafâ efendi de, 1112 [m. 1699] de Ahmed<br />

Yekdest hazretlerine intisâb etmişdir. 1090 [m. 1678] da tevellüd ve 1158 [m.<br />

1745] de vefât edip Üsküdârda medfûndur. 1157 [m. 1744] de, Eyyûb Nişâncasında<br />

şeyh-ul-islâm tekkesini ve mescidini yapdırdı. Bu mescid kapısında ve ayrıca Sarâchânede<br />

birer çeşmesi vardır. Ahmed Yekdestin bir halîfesi de dördüncü Muhammed<br />

hânın baş çuhâdârı Kahramân ağadır. 1147 [m. 1734] de vefât eden târîhci Muhammed<br />

Râşid efendi, bunun halîfesi Emîr ağaya mensûbdur. İki cild târîh kitâbı<br />

çok kıymetlidir. Kahramân ağanın bir halîfesi de, Enderûnlu Sührâb efendi olup,<br />

sonra Abdülganî Nablüsîden de feyz almışdır. Üsküdârda Azîz Mahmûd-i Hüdâî<br />

tekkesindeki mürşidlerden Mudanyalı zâde Muhammed Revşen efendi, Sührâb<br />

efendiden feyz almışdır. Ahmed Yekdestin halîfelerinden biri, kâdî Zıyâüddîn efendi,<br />

biri de rûznâmeci başı Muhammed Kumul beğdir. 1132 [m. 1719] de vefât etmişdir.<br />

Fındıklıda sâhilde molla Çelebî câmi’i yanında, 1121 [m. 1708] de vefât eden<br />

şeyh-ul-islâm Muhammed Sâdık efendinin kabri yanındadır. Sâdık efendi, kırksekizinci<br />

şeyh-ul-islâm olup, ikinci Ahmed hân zemânında, 1105 [m. 1691] de şeyhul-islâm<br />

olmuş, dokuz ay sonra, ikinci Mustafâ hân tarafından azl edilmişdir.<br />

Üçüncü Ahmed hân zemânında tekrâr şeyh-ul-islâm yapılmış, ihtiyâr olduğundan<br />

bir sene sonra azl edilmişdir. Bu câmi’i yapdıran Molla Muhammed Çelebî, İstanbul<br />

kâdîsı [hâkimi] idi. 998 [m. 1590] de vefât etdi. Eyyûbde Defterdâr caddesi ile<br />

Kızılmescidden gelen yolun kesişdiği yerde büyük türbededir. Ahmed-i Yekdestin<br />

bir talebesi de, 1117 [m. 1704] de vefât edip, Karaca Ahmed kabristânında defn<br />

edilen Muhammed Semerkandîdir. Bir talebesi de, Dâr-üs-se’âde ağası [ya’nî İstanbul<br />

vâlîsi] Beşîr ağadır. Bu isme bakınız! 1073, 1082, 1162, 1184.<br />

969 — YESEVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed bin Muhammed Yesevî, Yûsüf-i<br />

Hemedânînin üçüncü halîfesidir. Türkistânda Yesi kasabasında tevellüd, 590<br />

[m. 1194] da orada vefât etdi. Hâce Atâ-i Yesevî denir. Nevâyî dilinde (Atâ), baba<br />

demek ise de türkler meşâyıh ulularına (Atâ) derler. Buhârâda irşâd edip, sonra Türkistâna<br />

gitdi. Vedâ’ ederken, hâce Abdülhâlık-ı Goncdüvânîye tâbi’ olmaları için<br />

talebesine vasıyyet etdi. Türkistân meşâyıhının birincisidir. 503, 1103, 1193.<br />

970 — YEZÎD: Emevî halîfelerinin ikincisidir. Hazret-i Mu’âviyenin oğludur.<br />

Yirmialtıncı [26] yılda Şâmda tevellüd etdi. [64] de vefât etdi. [60] senesinde halîfe<br />

oldu. 61 [m. 681] senesinin Muharrem ayında Kerbelâ fâci’ası oldu. Yezîd buna<br />

üzüldü. (Allah ibni Mercâneye la’net eylesin! Hüseynin istediklerini kabûl<br />

etmeyip de, onu katl etdirdi. Böylece, beni kötü tanıtdı) dedi. İbni Mercâne,<br />

Ubeydüllah bin Ziyâdın adıdır. Yezîd, müslimân idi. Nemâz kılardı. İslâmiyyete<br />

düşmân değildi. Yüzüğünün taşı üzerinde (Rabbünallah) yazılı idi. 490, 1066,<br />

1092, 1139.<br />

971 — YEZÎD BİN AMR HÜBEYRE: Emevîlerin son halîfesi olan Mervân bin<br />

Muhammed zemânında Irâk ve Horâsân vâlîsi idi. Ebâ Müslim ile çok harb etdi.<br />

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfeyi habs etdi. Başına kamçı vurdurdu. 132 [m. 750] senesinde<br />

Ca’fer Mensûr tarafından öldürüldü. 441, 443.<br />

972 — YUHANNÂ: Îsâ aleyhisselâma îmân eden oniki havârîden biridir. İbrânî<br />

dilinde Yahyâ demekdir. Rumcada Yohannes, yâhud Yani, ermenilerde Ohan-<br />

– 1191 –


nes, ingilizlerde Con, fransızcada Jan denir. Dört İncîl yazanlardan biridir. Îsâ aleyhisselâmın<br />

teyzesinin oğlu idi. Üçyüzdoksandokuzuncu [399] sırada, (Havârîler)<br />

ismine bakınız! 372, 1109.<br />

973 — YÛNÜS “aleyhisselâm”: Yûnüs bin Metâ, Mûsul yanındaki Nineve<br />

ehâlîsine Peygamber idi. Dinlemediler. Heykellere tapmakdan vazgeçmediler. Yûnüs<br />

“aleyhisselâm” üzüldü. Dicle kenârına geldi. Gemiye bindi. Hâlbuki, Allahü<br />

teâlâ, böyle emr vermemişdi. Gemi yürümedi. Kur’a çekdiler. Buna isâbet etdi. Suçlu<br />

benim buyurdu. Denize atdılar. Balık yutdu. Tevbe etdi. Balık, bunu bir kenâra<br />

çıkardı. Ölüm hâlinde idi. Tekrâr kuvvet buldu. Tekrâr Nineveye gitmesi emr<br />

olundu. Yûnüs “aleyhisselâm” gelmeden önce, hava kararmış, her yeri kara duman<br />

kaplamışdı. Kavmi korkup, tevbe etmiş, tevbeleri kabûl olup, azâb geri alınmışdı.<br />

Gelince sözlerini dinlediler. Yıllar geçdi. Şarkda Midyalılar Bâbilde Keldânîler<br />

meydâna geldi. 353, 356, 427, 482, 993.<br />

974 — YÛNÜS BİN ABÎD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Takvâ ehli idi. Bezzâz<br />

idi. Ya’nî kumaş tüccârı idi. 841.<br />

975 — YÛNÜS EMRE “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Tesavvuf ehli ve halk şâ’iridir.<br />

Boluludur. Porsuk çayının Sakaryaya karışdığı mahalde türbesi vardır. Tapdık<br />

Emreden feyz aldı. 843 [m. 1439] de vefât etdi. İlâhîleri zevkle okunmakdadır.<br />

976 — YÛNÜS ŞEMMÂS: Roma İmperatörlerinden ikinci Klaudius zemânında<br />

[m. 268-270] Antakya patrîki idi. Allahü teâlânın bir olduğunu, Îsâ aleyhisselâmın<br />

Onun kulu ve Peygamberi olduğunu i’lân etdi. Çok kimseleri doğru yola getirdi.<br />

(Kâmûs)da Şemmâs kelimesinde diyor ki, (Hıristiyanlıkda, Patrîk, müctehid,<br />

mezheb sâhibidir. Papa, halîfedir. Matrân, Kâdî, hâkimdir. Üskuf, müftîdir. Kıssîs,<br />

hâfız, okuyucudur. Câsilîk, imâmdır. Şemmâs, müezzindir.)<br />

977 — YÛSÜF “aleyhisselâm”: Yâ’kûb “aleyhisselâm” oniki oğlundan en çok<br />

Yûsüfü severdi. Kardeşleri, onu kıra götürüp kuyuya atdı. Onu kurt yidi dediler.<br />

Fekat Allahü teâlâ Onu korudu. Hem Peygamber yapdı, hem de Mısra hükümdâr<br />

yapdı. Dahâ çok bilgi için, (Eshâb-ı Kirâm) kitâbına bakınız! 356, 482, 522, 787,<br />

1006, 1151, 1190.<br />

978 — YÛSÜF BİN AHMED SİCSTÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: (Münyetül-müftî)<br />

ve (Gunye-tül-fükahâ) kitâblarını yazmışdır. Altıyüzotuzsekiz 638 [m.<br />

1240] senesinden sonra Sivâsda vefât etmişdir.<br />

979 — YÛSÜF BİN CÜNEYD “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ehî Çelebî denir.<br />

İkinci Bâyezîd hân devri âlimlerindendir. Tokatlıdır. Bursada, Edirnede ve İstanbulda<br />

müderrislik yapdı. Vikâyenin (Sadr-üş-şerî’a-şerhı)ne hâşiye yaparak (Zahîret-ül-Ukbâ)<br />

ismini vermişdir. Bu hâşiyesi ve (Hediyyet-ül-mehdiyyîn) adındaki<br />

(Elfâz-ı küfr) kitâbı ve (Beydâvî hâşiyesi) meşhûrdur. (Hediyyet-ül-mehdiyyîn)<br />

kitâbı da arabî olup, Hakîkat Kitâbevi tarafından 1394 [m. 1973] de İstanbulda basdırılmışdır.<br />

Akserây ile Topkapı arasında (Ehî zâde) câmi’ini yapdı. 905 [m. 1499]<br />

de vefât etdi. Câmi’i yanındadır. Kızının torunu Ehî-zâde Abdülhalîm bin Muhammedin<br />

(Riyâdüssâdâd fî-isbât-il-kerâmât lil-Evliyâ-i hâlel-hayât ve ba’del-memât)<br />

kitâbı ve Molla Câmînin fârisî (Şevâhid-ün-nübüvve) kitâbının tercemesi meşhûrdur.<br />

85, 90, 454, 467, 1084, 1097, 1164.<br />

980 — YÛSÜF BİN ÖMER “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hanefî fıkh âlimlerindendir.<br />

832 [m. 1429] de vefât etdi. (Kudûrî muhtasarı)nı şerh edenlerdendir. Bu<br />

şerhıne (Câmi’ul-mudmerât) veyâ kısaca (Mudmerât) denir. Yûsüf bin Ömer Sakafî<br />

başka olup, Emevîlerin Irâk vâlîsi idi.<br />

981 — YÛSÜF DECVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Decve, Mısrda Dimyât<br />

yakınındadır. Fıkh âlimidir. İbni Teymiyyeyi ve Muhammed Abdühü red etmekdedir.<br />

Tütün içmek harâm değildir derdi. 1365 [m. 1945] de vefât etdi. 366, 461, 639.<br />

– 1192 –


982 — YÛSÜF-İ HEMEDÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Ya’kûb Yûsüf bin<br />

Eyyûb Hemedânî, Ehl-i sünnet âlimlerinden ve Evliyânın büyüklerindendir. Büyük<br />

âlimlerdendir. (Umdet-ül-makâmât)da diyor ki, (Piyâde olarak otuzyedi hac yapdı.<br />

Kur’ân-ı kerîmi binlerce hatm eyledi. Gece nemâzlarında, her rek’atde, bir cüz’<br />

okurdu. Tefsîr, hadîs, kelâm ve fıkhdan yediyüz cüz’ ezberinde idi. İkiyüzonüç<br />

mürşid-i kâmilden istifâde etdi. Yedibin kâfirin îmâna gelmesine sebeb oldu. Hızır<br />

aleyhisselâm ile çok sohbet etdi. Hastalara ve nazar değenlere ta’vîz ve mıska yazardı.<br />

İmâm-ı a’zam soyundan idi). [440] da Hemedânda tevellüd, 535 [m. 1141] senesinde<br />

Hirâtda vefât etdi. Merv şehrindedir. Onsekiz yaşında Bağdâda gelip, Ebû İshak-ı<br />

Şîrâzîden okudu. Hanefî fıkh ve münâzara âlimi oldu. Ebû Alî Fârmedîden feyz<br />

alıp, kemâle geldi. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri bir kitâbında diyor ki, [602] senesinde<br />

şeyh Evhâd-eddîn-i Hâmid Kezmânî Konyaya geldi. Hemedânda Yûsüf-i Hemedânî,<br />

altmış yıldan ziyâde irşâd etmişdir. Birgün bir yere gitmek istedi. Hayvânın<br />

yularını serbest bırakdı. Hayvân bunu, şehr hâricinde bir mescide götürdü. Mescidde<br />

bir genç, buna birşey sordu. Cevâbını verdi, dedi. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri,<br />

burada buyuruyor ki, (Sâdık olan talebe üstâdı kendi yanına çeker.) (Fetâvâ-i hadîsiyye)<br />

sonunda diyor ki, (Ebû Sa’îd Abdüllah ve İbn-üs-sakkâ ve Abdülkâdir-i Geylânî<br />

hazretleri, ilm tahsîli için Bağdâda gelmişlerdi. Yûsüf-i Hemedânî Bağdâdda,<br />

Nizâmiyye medresesinde va’z ediyordu. İbn-üs-sakkâ adındaki meşhûr derin âlim,<br />

kalkıp birşey sordu. Otur, senin sözünden küfr kokusu geliyor buyurdu. Hakîkaten<br />

İstanbula sefîr olarak gidip, orada hıristiyan oldu.) Abdülhâlık-i Goncdüvânî ve Ahmed-i<br />

Yesevî gibi büyük Velîler yetişdirdi. (Zînet-ül-hayât), (Menâzil-üs-sâyirîn) ve<br />

(Menâzil-üs-sâlikîn) kitâbları meşhûrdur. 969, 1062, 1090, 1103, 1191.<br />

983 — YÛSÜF NEBHÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Yûsüf bin İsmâ’îl bin Yûsüf<br />

Nebhânî, Hayfada Eczîm kariyyesinde 1265 [m. 1849] de tevellüd, 1350 [m. 1932]<br />

Ramezân ayında Beyrutda vefât etdi. Ondördüncü asrın büyük âlimlerindendir.<br />

Câmi’ul-ezheri bitirdi. Çok kitâb yazdı. Bunlardan 46 sının ismleri, vehhâbîleri red<br />

eden (Şevâhid-ül-hak) kitâbının başında yazılıdır. Bunların hepsi basılmışdır.<br />

Fazla bilgi için (Eshâb-ı kirâm) kitâbına bakınız! 454, 458, 459, 469, 1077, 1185.<br />

984 — YÛSÜF ZİYÂ AKIŞIK “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Bosnada, Foçalıdır.<br />

[1303] de tevellüd, 1378 [m. 1958] de Fâtihde vefât etdi. Edirne-kapı kabristânında iken,<br />

mubârek cesedi m. 2000 senesinde, zevcesi Sü’adâ hanımın cesedi ile birlikde, Eyyûbde<br />

Kaşgârî dergâhı yanındaki kabrlerine nakl edilmişdir. Ahmed bin hâcı Sâlih bin Zülfikâr<br />

pâşa oğludur. Zülfikâr pâşa, Akkoyunlu soyundandır. Yûsüf Ziyâ beğ, Vefâda<br />

Karamürsel kumaş fabrikası müdîri idi. Yüzlerce müslimân fakîrin sığınağı idi. Yüzlerce<br />

gencin hidâyete kavuşmasına sebeb oldu. Seyyid Abdülhakîm efendinin sohbeti<br />

ve hizmeti ile şereflenmiş, teveccüh ve feyzlerine mazhar olmuş, derece-i kemâle vâsıl<br />

olmuşdur. Halk içinde, Hak ile idi. Seyyid Abdülhakîm efendi, 1348 [m. 1929] de<br />

Ziyâ beğe hediyye etdiği (Mektûbât) kitâbı iç kapağına (Bu kitâb, Yûsüf Ziyâ ibni Ahmede,<br />

din kardeşi hattâ babası yerindeki Abdülhakîm vâsıtası ile, Allahü teâlâ tarafından<br />

ihsân edilmişdir) yazmışdır. Bu kitâbı, altı cild bir arada, fârisî olarak, 1166 [m.<br />

1752] da Fâtihde Mesîh pâşa câmi’i civârındaki (Hâcı İlyâs Mescidi) imâmı Vâsık İbrâhîm<br />

efendi, çok nefîs olarak yazmışdır. Hüseyn <strong>Hilmi</strong> Işık, Ziyâ beğin dâmâdıdır.<br />

— YÛŞA’: Mûsâ aleyhisselâmın dînini yayan peygamberlerdendir. Kur’ân-ı kerîmde<br />

ismi yazılı değildir. Mûsâ aleyhisselâmın hemşîresinin oğludur. Kabri, İstanbulda,<br />

Beykozda Yûşa’ tepesinde olduğu söylenmekdedir. 482, 1152.<br />

985 — ZÂHİDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhtâr bin Mahmûd, Hanefî fıkh<br />

âlimlerindendir. Îrânda Hârezmde tevellüd, 658 [m. 1259] senesinde vefât etdi. (Hâvî),<br />

(Müctebâ), (Kudûrî şerhı) kitâbları çok kıymetlidir. (Kınye-tül-fetâvâ) kitâbında<br />

za’îf bilgiler de vardır. 269, 375, 852, 873.<br />

986 — ZÂHİD-ÜL-KEVSERÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed Zâhid bin<br />

Hasen, sultân Vahîdeddîn hân zemânında, şeyh-ul-islâm Mustafâ Sabrî efendinin<br />

– 1193 –


ders vekîli idi. Kafkasyalı çerkesdir. 1295 [m. 1878] de tevellüd, 1370 [m. 1951] de<br />

Mısrda vefât etdi. Zemânının tefsîr, hadîs ve fıkh âlimi idi. Vehhâbîliği red eden (Esseyf-üs-sakîl)<br />

kitâbı ile (Makâlât)ı çok kıymetlidir. (El-işfâk alâ ahkâm-ıt talâk) kitâbı<br />

Kâhirede ve (İrgâmül-merîd) kitâbı Hakîkat Kitâbevi tarafından İstanbulda basılmışdır.<br />

(Hüsn-üt-tekâdî) kitâbında Şâh Veliyyullahı tenkîd etmekdedir. 454.<br />

987 — ZAHÎRÜDDÎN-İ HÂREZMÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed bin<br />

İsmâ’îl Zahîrüddîn-i Tîmûr-tâşî Hârezmî, 601 [m. 1204] de vefât etmişdir. Hanefî<br />

fıkh âlimlerindendir. İmâm-ı Muhammedin (Câmi’us-sagîr)ini şerh etmişdir. 1183.<br />

988 — ZAHÎREDDÎN-İ İSHÂK: Ebül Mekârim Velvâlicî. (Velvâliciyye fetvâsı)<br />

İstanbulda basılmışdır. 710 [m. 1310] da vefât etdi.<br />

989 — ZEBÎDÎ [Zübeydî]:Ahmed bin Ahmed, 893 [m. 1488] de vefât etdi. (Tecrîd-üs-sarîh)<br />

adındaki iki cild (Buhârî) muhtasarı meşhûrdur. Şerkâvî ve İbni Kâsım-ı<br />

Gazzînin hâşiyeleri ile birlikde 1347 [m. 1928] de Mısrda basılmışdır. 1083.<br />

990 — ZEHEBÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: İmâm-ı Ebû Abdüllah Şemseddîn<br />

Muhammed bin Ahmed bin Osmân bin Kaymaz Türkmânî Mısrî, hadîs ve târîh âlimlerindendir.<br />

673 [m. 1274] de Şâmda tevellüd, 748 [m. 1348] de Mısrda vefât etdi.<br />

Eserlerinden (Mîzân-ül i’tidâl), oniki cild (Târîh-ül-islâm), (Tecrîd fî-esmâ-i Sahâbe)<br />

ve (Es-sahîfe fî-menâkıb-i Ebî Hanîfe) kitâbları vardır. (Et-tıbbün-Nebevî) çok<br />

fâideli olup, İbrâhîm Ezrakın (Teshîl-ül-menâfî’)i hâmişinde olarak Mısrda ve<br />

1396 [m. 1975] da İstanbulda basılmışdır. (Tecrîd) Beyrutda, (Mekteb-üt-ticârî)de<br />

satılmakdadır. İbni Teymiyyenin talebesidir. 442, 443, 652, 719, 734, 765, 1117.<br />

991 — ZEKERİYYÂ “aleyhisselâm”: Süleymân aleyhisselâmın soyundandır.<br />

Kudüsde Beyt-i mukaddesde (Tevrât) yazmağı, kurban kesmeği idâre ederdi.<br />

Zevcesi Îsâ’ hâtûn veyâ Elîsa’, hazret-i Meryemin hemşîresi idi. Babaları İmrân idi.<br />

İmrân, önce Îsâ’ hâtûnun annesi ile, sonra bunun başka erkekden olan kızı Hunne<br />

ile evlenmişdi. Hazret-i Meryemin annesi Hunne, (Cenâb-ı Hak bana bir oğul<br />

ihsân ederse, Beyt-ül-mukaddese hizmetci yapacağım) diye adadı. Kızı oldu. Adını<br />

Meryem koydu. Hazret-i Meryem dünyâya gelmeden önce, babası İmrân vefât<br />

etdi. Hunne, kızını Beyt-ül-mukaddese hediyye etdi. Zekeriyyâ “aleyhisselâm”, onu<br />

evine götürdü. Teyzesi Îsâ’ büyütdü. Sonra, ona Beyt-ül-mukaddesde oda yapdırdı.<br />

Hazret-i Meryem, bu odada ibâdet ederdi. Yanına Zekeriyyâ aleyhisselâmdan<br />

başka kimse giremezdi. Cebrâîl “aleyhisselâm”, Zekeriyyâ aleyhisselâma gelip, Îsâdan<br />

Yahyâ adında oğlu olacağını haber verdi. Yahyâ aleyhisselâmdan altı ay sonra,<br />

(Beyt-üllahm) denilen yerde, hazret-i Meryemin oğlu Îsâ “aleyhisselâm” tevellüd<br />

etdi. Yehûdîler, Zekeriyyâ aleyhisselâma iftirâ etdiler. Sonra, şehîd etdiler, şehîd<br />

olurken, yüz yaşında idi. 482, 507, 1135, 1189.<br />

992 — ZEMÂHŞERÎ: Zimâhşerî de denir. Allâme Ebül-Kâsım Mahmûd Cârullah<br />

bin Ömer, tefsîr, fıkh ve lügat âlimi idi. Mu’tezile mezhebinde idi. Ölürken tevbe<br />

etdiği söylenmekdedir. 467 [m. 1074] de Hârezmde Zemâhşer kasabasında tevellüd,<br />

538 [m. 1144] de arefe gecesinde Cürcâniyyede vefât etdi. Belâgat ilminde<br />

çok yüksek idi. (Esâs-ül-belâga) kitâbı iki cilddir. Mısrda basılmışdır. (Mukaddeme-tül<br />

edeb) lügat kitâbı, [1117] de Bursada Murâdiyye medresesi müderrisi tarafından<br />

türkceye terceme edilmiş, İstanbulda basılmışdır. (Keşşâf tefsîri) Kur’ân-ı<br />

kerîmin belâgatini göstermekde bir şâheserdir. Hanefî mezhebine göre ibâdet<br />

ederdi. (Kudûrî muhtasarı)nı şerh etdi. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin menâkıbını<br />

yazdı. Ayasofya câmi’i hakkında da bir risâlesi vardır. Bir ayağı kırık, takma idi.<br />

Mekke-i mükerremede beş yıl kaldı. Bunun için Cârullah denir. 416, 417, 644.<br />

993 — ZEMÂN ŞÂH “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Şâh-ı zemân da denir. Efganistân<br />

hükümdârlarındandır. Ahmed Şâh-ı Ebdalînin torunu ve Tîmûr Şâhın oğludur.<br />

1207 [m. 1793] de pederi ölünce, Kâbilde hükümdâr oldu. 1210 da Lahore<br />

ve Delhîye ziyârete giderken Hirât hâkimi küçük kardeşi Mahmûd şâh Kâbile te-<br />

– 1194 –


câvüz edince, geri döndü. 1214 de Mahmûda mağlûb oldu. 1255 [m. 1839] de ingilizler,<br />

Kâbile en küçük kardeşi şâh Şücâ’ı getirdiler ise de, 1258 de Şâh-ı zemân<br />

hükûmeti tekrâr eline aldı. Serhend şehrinde imâm-ı Rabbânî hazretlerinin küçük<br />

türbesini ta’mîr edip üzerine büyük, çok müzeyyen, mermerden bir türbe yapdırdı.<br />

Bunun yanındaki türbede zevcesi ile birlikde medfûndur. 1120.<br />

994 — ZENBİLLİ ALÎ EFENDİ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Osmânlı Şeyh-ulislâmlarının<br />

sekizincisidir. Karamanlıdır. Mevlânâ Muslih-uddîn efendinin talebesi<br />

ve dâmâdıdır. 908 [m. 1502] de Şeyh-ul-islâm oldu. 932 [m. 1526] de vefât edinciye<br />

kadar ikinci Bâyezîd ve Yavuz sultân Selîm ve Kânûnî sultân Süleymân zemânlarında,<br />

bu makâmda başarı ile çalışdı. Yavuz sultân Selîmin şiddetli hareketlerini<br />

bile teskîne muvaffak oldu. Zühd ve takvâsı ve istikâmeti ile şöhret yapdı. İbni<br />

Kemâl Ahmed Şemseddîn efendi, kendisine halef oldu. Cemâlî ismini kullanırdı.<br />

(El-muhtârât) fıkh kitâbı çok kıymetlidir. Zeyrek yokuşundaki türbesindedir.<br />

995 — ZENON: Eski yunan filosofudur. Bunun felsefesine (Revakuyyun) denir.<br />

996 — ZERDÜŞT: Mecûsî ya’nî ateşe tapma dîninin kurucusudur. Mîlâddan altıyüz<br />

[600] sene önce Hindistânda doğdu. Berehmen din adamları tarafından kovuldu.<br />

Belhde Mecûsî dînini yaydı. İyilik tanrısı (Îzed) veyâ (Ormüzd) ile kötülük<br />

ve karanlık tanrısı (Ehrimen) olmak üzere iki tanrı vardır dedi. (Zend) kitâbı ve<br />

(Avesta) denilen şerhı Avrupada basılmışdır. Îrân şâhı İsfendiyâr, bu dîni yaymak<br />

için Tûranlılarla çok harb etdi. Mejdek, Mecûsîliğe (İştirâkiyye) i’tikâdını da katdı.<br />

Ondan önce Îrânlılar (Sâbi’î) idi. Güneşe ve yıldızlara taparlardı. Hazret-i<br />

Ömer Îrânı alınca, acemler müslimân oldu. Mecûsî dîni Hindistânda kaldı. Bugün,<br />

Îrânlılar, eski millî âdetler diye mecûsî âyinlerini ve sayılı günlerini ortaya çıkarıyorlar.<br />

528.<br />

997 — ZERKÂNÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Muhammed bin Abdülbâkî<br />

Ezherî, Mısrda, Mâlikî hadîs ve fıkh âlimlerindendir. Babası gibi, Zerkânî adı ile<br />

meşhûrdur. 1055 [m. 1645] de Zerkânda tevellüd, 1122 [m. 1710] de vefât etdi.<br />

İmâm-ı Mâlikin (Muvattâ)ını ve Kastalânînin (Mevâhib)ini şerh etdi. Bu, sekiz<br />

cild olup, 1329 [m. 1911] senesinde Mısrda ve 1393 [m. 1973] de Lübnanda basılmışdır.<br />

43, 281, 378, 387, 391, 458, 633, 639, 695, 718, 783.<br />

998 — ZERKEŞÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Bedreddîn Muhammed bin Behâdır,<br />

Şâfi’î fıkh âlimidir. 745 [m. 1344] de tevellüd, 794 [m. 1391] de Mısrda vefât<br />

etdi. Şâmda kâdî idi. (Ukûd-ül-cemân fî-vefiyyât-il-a’yan)ı meşhûrdur. 419, 632.<br />

999 — ZEYD BİN HÂRİSE “radıyallahü anh”: Resûlullahın kölelerinin en sevgilisi<br />

idi. Hazret-i Hadîcenin kölesi idi. Resûlullaha hediyye etdi. O zemân sekiz<br />

yaşında idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” âzâd edip, evlâd edindi. Babası<br />

yıllarca oğlunu aramış, haber alınca Mekkeye gelip oğlunu istemişdi. Resûlullah,<br />

(Çocuğun re’yine bırakalım. Kimi isterse, onun olsun) buyurdu. Zeydi getirip<br />

sordular. Benim anam babam budur diyerek, Resûlullahın yanından ayrılmak<br />

istemedi. Resûlullah, bunun üzerine, (Zeyd benim oğlumdur) buyurdu. Babası ve<br />

amcası, sevinip geri döndüler. İlk îmân edenlerdendir. Bütün gazâlarda kahramânlık<br />

gösterdi. Resûlullah, Zeydi, kendi âzâdlısı Ümm-i Eymen ile nikâhladı. Üsâme<br />

tevellüd etdi. Sonra, Resûlullah kendi halası Ümeymenin kızı Zeyneb bint-i<br />

Cahşı da, Zeyde nikâh etdi. Zeyd, Zeynebin ri’âyetine kâdir olamayıp, hicretin<br />

üçüncü [3] senesinde, arzûları ile ayrıldılar. Hicretin sekizinci [8] senesinde, Şâm<br />

civârında Mu’te denilen yerde üçbin islâm askeri, yüzbinden ziyâde ve tam techîzâtlı<br />

rum ordusu ile cihâd ederken kumandan idi. Şehîd oldu. Yerine Ca’fer bin Ebî<br />

Tâlib kumandayı ele aldı. O da şehîd oldu. Sonra sancağı Abdüllah ibni Revâha<br />

eline aldı. O da şehîd oldu. Sonra Hâlid bin Velîd, kumandan oldu. Ansızın hücûm<br />

etdi. Elinde dokuz kılınc kırıldı. Düşman bozuldu. Resûlullah, Medînede Mesci-<br />

– 1195 –


dinde, bu hâli görüyor. Eshâbına haber veriyordu. Eshâbının şehîd olduğuna çok<br />

üzüldü. Zeydden başka hiçbir Sahâbînin ismi, Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilmemişdir.<br />

Zeyd beyâz, güzel idi. Üsâme ise esmer idi. Çünki, Ümm-i Eymen, Resûlullaha<br />

annesinden mîrâs kalan habeşî câriye idi. 353, 381.<br />

1000 — ZEYD BİN SÂBİT “radıyallahü anh”: Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir.<br />

Hazrec kabîlesindendir. Hicretde on yaşında idi. Babası dört sene önce ölmüşdü.<br />

Hendek ve sonraki gazâlarda bulundu. Ferâiz ilminde derin bilgisi vardı. Süryânî<br />

öğrenmesi emr olundu. Resûlullahın komşusu idi. Vahy gelince, Resûlullah<br />

buna adam gönderir, çağırır, vahyi yazardı. Deve ve Sıffînde ictihâdı, hazret-i Alînin<br />

ictihâdına uymadı. Kur’ân-ı kerîm toplanırken, kendisi yazdı. [45] veyâ 55 [m.<br />

674] de vefat etdi. Nemâzını Mervân bin Hakem kıldırdı. 440, 534, 1106, 1107.<br />

1001 — ZEYD BİN VEHB “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebû Süleymân Cühnî,<br />

Resûlullahı uzakdan işitip îmâna geldi. Cemâlini görmekle şereflenmeğe gelirken<br />

vefât etdiğini yolda haber aldı. Tâbi’înin büyüklerinden oldu. Kûfede yerleşdi. Hazret-i<br />

Alînin sohbetinde bulundu. 289.<br />

1002 — ZEYD BİN ZEYNEL’ÂBİDÎN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Hazret-i Hüseynin<br />

torunudur. Hişâm bin Abdülmelik zemânında, Kûfeliler Zeyde, halîfe olursan<br />

sana kırkbin asker veririz dediler. Fekat, sözlerinde durmadılar. Ehl-i beyte hıyânet<br />

etdiler. Bunların sözlerine aldanarak, yüzyirmiiki 122 [m. 739] de Kûfede halîfeliğini<br />

i’lân etdi. Irâk vâlîsi Yûsüf bin Âmirin askeri ile harb ederken yanındakilerin<br />

çoğu dağıldı. Zeyd şehîd oldu. (Eshâb-ı Kirâm) kitâbına bakınız! 61, 1197.<br />

1003 — ZEYLA’Î: Osmân bin Alî, Hanefî fıkh âlimlerindendir. 743 [m. 1343]<br />

de Mısrda vefât etdi. İmâm-ı Muhammedin (Câmi’ul-kebîr)ini şerh etmiş ve<br />

(Kenz) kitâbını şerh ederek (Tebyîn-ül-hakâık) adını vermişdir. (Tebyîn) kitâbı,<br />

Ahmed bin Muhammed Şelbînin hâşiyesi ile birlikde 1313 [m. 1895] senesinde Mısrda<br />

ve sonra Beyrutda basılmışdır. Şelbî 1031 [m. 1621] de Mısrda vefât etmişdir.<br />

284, 323, 867, 883.<br />

1004 — ZEYNEB “radıyallahü anhâ”: Resûlullahın dört kızından birincisidir.<br />

Otuz yaşında iken tevellüd etdi. Nübüvvetden önce, annesi Hadîcenin hemşîrezâdesi<br />

Ebul’âs bin Rebî’ ile evlendi. Ebul’âs îmân etmedi. Bedr gazâsında esîr olup,<br />

zevcesini Medîneye göndermek şartı ile bırakıldı. Kendi kardeşi ile gönderdi ise<br />

de, kâfirler Zeynebi yolda geri çevirdi. Resûl “aleyhisselâm” Zeyd bin Hâriseyi<br />

Mekkeye gönderip Zeynebi gece Medîneye kaçırdı. Ebul’âs, Hudeybiye gazâsından<br />

sonra îmâna geldi. Zeyneb tekrâr kendisine verildi. Hicretin sekizinci [8] senesinde<br />

otuzbir yaşında vefât etdi. Oğlu Alî, Mekkenin fethinde Resûlullahın<br />

devesinde ve arkasında idi. Zeynebin kızı Ümâmeyi hazret-i Alî kendine nikâh eyledi.<br />

1005 — ZEYNEB BİNT-İ CAHŞ “radıyallahü anhâ”: Resûlullahın halası olan<br />

Ümeymenin kızı, Abdüllah bin Cahşın kardeşi idi. Babasının adı Burre idi. Îmân<br />

etmediği için, Cahş denildi. Zeyneb ilk îmân edenlerdendir. Resûlullah “sallallahü<br />

aleyhi ve sellem” bunu, önce, oğulluğu olan Zeyd bin Hâriseye nikâh etdi. Zeyd,<br />

Zeynebin hakkını gözetemediğinden, hicretin üçüncü [3] senesinde ayrıldılar.<br />

Resûl “aleyhisselâm” nikâh etmek istedi. Zeyneb bunu işitince, sevincinden iki<br />

rek’at nemâz kılıp, (Yâ Rabbî! Senin Resûlün beni istiyor. Eğer Onun zevceliği ile<br />

şereflenmemi takdîr buyurdun ise, beni Ona sen ver!) diye düâ etdi. Düâsı kabûl<br />

olup, Ahzâb sûresinin, (Zeyd, onun hakkında istediğini yapdıkdan sonra [ya’nî Zeynebi<br />

boşadıkdan sonra], biz, onu sana zevce eyledik), meâl-i şerîfinde olan otuzyedinci<br />

âyeti nâzil oldu. Zeynebin nikâhını Allahü teâlâ yapdığı için, Resûlullah<br />

“sallallahü aleyhi ve sellem” ayrıca nikâh yapmadı. Hazret-i Zeyneb “radıyallahü<br />

anhâ” bununla her an öğünür ve her kadını babası evlendirir. Beni ise, Allahü<br />

teâlâ nikâhladı, derdi. O zemân otuzsekiz yaşında idi. Hicretin yirminci [20] yılın-<br />

– 1196 –


da, elliüç yaşında vefât etdi. Hayrı, ihsânı, sadakayı pekçok severdi. El işlerinde<br />

de mâhir idi. İşlediği şeyleri ve eline geçen herşeyi akrabâsına ve fakîrlere verirdi.<br />

Hattâ, halîfe Ömer “radıyallahü anh” Ezvâc-ı Mutahherâtın herbirine onikibin<br />

dirhem verirdi. Bu, alır almaz hepsini sadaka eder, dağıtırdı. Resûlullahdan sonra,<br />

Zevcât-i tâhirât arasında, en önce vefât eden budur. Hazret-i Âişe, bunu çok<br />

medh ve senâ eyledi. (Zevcelerim arasında, bana en önce kavuşacak olanı, eli uzun<br />

olanıdır) hadîs-i şerîfi, bunun önce vefât edeceğini haber vermişdi. Çünki, en çok<br />

sadaka veren bu idi. Fransız edebsiz şâ’iri Volter, Resûlullahın “sallallahü aleyhi<br />

ve sellem” hazret-i Zeynebi “radıyallahü anhâ” zevceliğe kabûl buyurmasını, târîhlere,<br />

vak’a ve haberlere taban tabana zıd ve uydurma, alçak iftirâlarla, şi’r düzerek<br />

bir tiyatro kitâbı yazmışdır. Edebiyyât ve fikr adamına yakışmıyan bu çirkin,<br />

iğrenç yazısı, kendisini aforoz etmiş olan, büyük düşmanı papanın hoşuna gitmiş,<br />

kendisini okşayıcı mektûb yazmışdır. Müslimânların halîfesi, sultân ikinci Abdülhamîd<br />

hân, bu piyesin sahnede oynatılacağını işitince, Fransa ve İngiltere hükûmetlerine<br />

ültimatom vererek hemen önlemiş, bütün insanlığı, yüz kızartıcı,<br />

aşağılıklardan kurtarmışdır. 381, 1065, 1189, 1195.<br />

1006 — ZEYNEB BİNT-İ HUZEYME “radıyallahü anhâ”: Resûlullahın zevcelerindendir.<br />

Çok ibâdet eder, çok sadaka verirdi. Önce Abdüllah bin Cahşın zevcesi<br />

idi. Abdüllah, Resûlullahın halası Ümeymenin oğlu idi. Uhud gazâsında şehîd<br />

oldu. Resûlullahın nikâhı ile şereflendi ise de, sekiz ay sonra vefât etdi. 381.<br />

1007 — ZEYNEL’ÂBİDÎN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Oniki imâmın dördüncüsüdür.<br />

Zeydin ve Muhammed Bâkırın babalarıdır. Alî bin Hüseyn bin hazret-i<br />

Alîdir. Bir ismi de Seccâddır. 46 da tevellüd, doksandört 94 [m. 713] de halîfe<br />

Velîdin emri ile, Medîne vâlîsi Osmân bin Hayyân tarafından zehrletilerek şehîd<br />

edildi. Mubârek başının, Mısrda Kurâfe kabristânında olduğu, (Tezkîre-i<br />

Kurtûbî muhtasarı)nda yazılı ise de, bunun Zeynel’âbidîn hazretlerinin oğlu Zeydin<br />

mübârek başı olduğu (Tuhfetürrâgıb fî sîreti cemâ’ati min ayânı Ehl-i beytil<br />

atayib) kitâbının 31. sahîfesinde tashîh edilmekdedir. 62, 1126, 1141.<br />

1008 — ZEYNÜDDÎN-İ HÂFÎ: İsmi Ebû Bekr Muhammeddir. Büyük Velîlerdendir.<br />

Nûreddîn Abdürrahmân Mısrînin halîfesi ve Abdüllatîf Kudsî Bursavînin<br />

mürşididir. [Nefehât.] Bu da, İstanbuldaki Ebül Vefâ hazretlerinin mürşididir. Halvetiyye<br />

kolundan Zeyniyye tarîkatinin müessisidir. 838 [m. 1435] de vefât etdi. Horasânın<br />

Haf kasabasındandır. [(Mesmû’ât)da sahîfe 110.] 1094, 1146.<br />

1009 — ZEYNÜDDÎN-İ TAYBÂDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Mevlânâ<br />

Zeyneddîn-i Ebû Bekr, mevlânâ Nizâmeddîn-i Hirevînin talebesi idi. İslâmiyyete<br />

yapışmakla, sünnete uymakla, bâtınî ilmlere kavuşdu. Evliyânın hâlleri, makâmları<br />

ihsân olundu. Üveysî idi. Şeyh-ul-islâm Ahmed-i Nâmıkî Câmînin rûhâniyyetinden<br />

feyz aldı. Onun türbesine çok gitdi. Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî<br />

hazretleri hacca giderken, Hirâtdan geçdi. Taybâda uğrayıp, mevlânâ Zeyneddîn<br />

ile görüşdü. 791 [m. 1388] senesinde vefât etdi. 903.<br />

— ZİYÂ BEĞ: 984 numarada YÛSÜF ZİYÂ ismine bakınız!<br />

1010 — ZİYÂDÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Nûr-üd-dîn Alî bin Yahyâ Ziyâdî,<br />

Mısrdaki Şâfi’î âlimlerindendir. 1024 [m. 1615] de vefât etdi. (Minhâc şerhı)ne<br />

hâşiyesi, âlimler arasında çok makbûldür. (Muharrer)i şerh etmişdir. 633.<br />

1011 — ZİYÂ PÂŞA: Osmânlı devlet adamlarından ve şâ’irlerindendir. Erzurumludur.<br />

Abdül’azîz hân zemânında Mâ-beyn kâtibi idi. İkinci Abdülhamîd hân<br />

zemânında Adana vâlîsi oldu ise de, İstanbuldan ayrı kalmak zor geldi. 1295 [m. 1878]<br />

de vefât etdi. Kabri Adanadadır. Mason olduğu meydâna çıkmışdır. 1086, 1154.<br />

1012 — ZİYÂ-ÜD-DÎN-İ GÜMÜŞHÂNEVÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed<br />

Ziyâ-üd-dîn efendi, [1235] de Gümüşhânenin Emîrler mahallesinde tevellüd<br />

ve 1311 [m. 1893] de İstanbulda vefât etdi. Süleymâniyye câmi’i bağçesindedir. Hâ-<br />

– 1197 –


lid-i Bağdâdînin talebelerinden Ahmed bin Süleymân Ervâdîden [1264] de icâzet<br />

aldı. İcâzet alırken, Hâlid-i Bağdâdînin talebelerinden veliy-yi kâmil Abdülfettâh-i<br />

Akrî hâzır idi. Bâb-ı âlîde Fâtıma sultân câmi’i yanında ders verirdi.<br />

Çok kitâb yazdı. (Râmûz-ül-ehâdîs) hadîs kitâbı çok kıymetlidir. 399, 460, 1158.<br />

1013 — ZÜBEYR BİN AVVÂM “radıyallahü anh”: Huveyled bin Esed bin<br />

Abdil’uzzâ bin Kusay torunudur. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve aşere-i<br />

mübeşşeredendir. Hazret-i Hadîcenin erkek kardeşinin ve Resûlullahın halası olan<br />

hazret-i Safiyyenin oğludur. Onsekiz yaşında dördüncü olarak îmâna geldi. İslâmda<br />

ilk kılınc çeken budur. Bütün gazâlarda bulundu. Çok yaralandı. Mısrın fethinde<br />

de bulundu. Zengin idi. Bütün malını Allah için dağıtdı. Eshâb-ı kirâm şehîd<br />

olunca, yetîmlerine vasî olur, onları beslerdi. Deve vak’asında hazret-i Talha ve<br />

hazret-i Âişe ile birlikde, hazret-i Alîye karşı idi. Harbden çekilip nemâz kılarken,<br />

İbni Cermuz tarafından [36]. cı senede, şehîd edildi. Altmışyedi yaşında idi.<br />

Hazret-i Alî bunu işitince, çok üzüldü. Nemâzını kendi kıldırdı. Zübeyr bin<br />

Ebül’ulâ müceddidî, Muhammed Nakşibend-i sânînin hafîdi olup 1152 de Serhendde<br />

vefât etdi. 133, 509, 510, 621, 1066, 1098, 1164, 1182.<br />

1014 — ZÜFER “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Züfer bin Hüzeyl, Hanefî fıkh âlimlerindendir.<br />

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin talebesindendir. [110] da İsfehânda<br />

tevellüd, 158 [m. 775] de Basrada vefât etdi. Zarûret hâlinde imâm-ı Züferin sözü<br />

ile amel câizdir. 120, 304, 439, 443, 806, 863.<br />

1015 — ZÜHDÜ PÂŞA “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ahmed Zühdü pâşa seyyiddir.<br />

Me’ârif nâzırı idi. 1319 [m. 1901] da vefât etdi. Türkçe (Mecmû’at-üz-<br />

Zühdiyye) fıkh kitâbı çok fâidelidir. 1311 de İstanbulda basılmışdır.<br />

1016 — ZÜLKARNEYN: 496. cı sırada, İskender ismine bakınız! 62, 740,<br />

1110.<br />

1017 — ZÜLYEDEYN: Resûlullahın bir öğle veyâ ikindi nemâzında, ikinci<br />

rek’atde selâm verdiğini edeble soran, bu zâtdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve<br />

sellem”, sonra kalkıp iki rek’at dahâ kıldı ve secde-i sehv yapdı. 506.<br />

1018 — ZÜNNÛN-İ MISRÎ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Ebülfadl Sevbân bin İbrâhîm,<br />

Sôfiyye-i aliyyedendir. Sehl-i Tüsterînin mürşididir. Mısrda, tesavvufu ilk<br />

olarak açıklıyan bu zâtdır. 245 [m. 860] de vefât etdi. 609, 788, 1115.<br />

1019 — ZÜVVÂR HÜSEYN “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Pâkistânda Karaşi<br />

şehrinin Nâzımâbâd kısmında, 1401 [m. 1981] de vefât etmişdir. Pâkistânda Haydarâbâd<br />

üniversitesi profesörlerinden gulâm Mustafâ hânın mürşididir. Muhammed<br />

Sa’îd-i Kureyşînin halîfesidir. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkînin “rahmetullahi<br />

aleyh” üç cild fârisî (Mektûbât) kitâbını 1392 [m. 1972] senesinde ve<br />

Muhammed Ma’sûm-i Fârûkînin “rahmetullahi aleyh”, üç cild fârisî (Mektûbât)ını<br />

1396 [m. 1976] senesinde, Pâkistânda Karaşi şehrinde tab’ etdirdi. İstanbulda<br />

Hakîkat Kitâbevi, birincinin hepsini 1397 [m. 1977] de ofset yolu ile basdırmış,<br />

bu üç cildden seçdiği yüzelliüç mektûbu ve arabîlerinden seçdiği yüzdoksandört<br />

mektûbu (El-müntehabât) ismi ile ayrı birer kitâb hâlinde basdırmışdır.<br />

Ma’sûmiyyeden seçdiği yüzaltmışbeş mektûbu da, (Müntehabât-i Ma’sûmiyye) ismi<br />

ile, 1399 [m. 1979] da basdırmışdır. Altıyüzaltmışsekizinci sırada Muhammed<br />

Osmân ismine bakınız! 1146.<br />

1020 — ZÜVÂVÎ ÎSÂ “rahmetullahi teâlâ aleyh”: Mâlikî fıkh âlimidir. İbni Teymiyyeyi<br />

red eden risâlesi ve (Müdevvene) şerhı meşhûrdur. 743 [m. 1342] de<br />

Kâhirede vefât etdi.<br />

___________________<br />

Yâ Allah! Yâ Rahmân! Yâ Rahîm! Yâ Afüvvü yâ Kerîm! Fa’fü annâ, vagfirlenâ,<br />

verhamnâ, vensurnâ alel-kavmil kâfirîn!<br />

– 1198 –


Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> kitâb›na ilâve edilen meflhûr insanlar›n ismleri ve kitâbdaki<br />

sahîfe numaralar› afla¤›dad›r. Parantez içindeki rakamlar, vefât târîhleridir:<br />

– A –<br />

Abbâs <strong>Hilmi</strong> Pâfla (1332), 1062.<br />

Abdal Mûsâ (hurûfî babas›) 502.<br />

Abd-i Yesû (1318), 367.<br />

Abdüddâr 1068.<br />

Abdül’azîz Bâz vehhâbî 471, 1218.<br />

Abdül’azîz bin Abdüllah 1181.<br />

Abdül’azîz bin ‹brâhîm (1222), 489.<br />

Abdül’azîz Debbâg (1131 Fasda)<br />

Abdül’azîz Dîrî (694), 1209.<br />

Abdül’azîz Ferhârevî (1239), 511, 1116, 1155.<br />

Abdül’azîz Menâfî (703 Kâhire).<br />

Abdül’azîz Mervân (85), 1135.<br />

Abdülcebbâr Râzî Esterâbâdî (415), 409.<br />

Abdül Ehad (1007), 94, 946, 962, 1064, 1162.<br />

Abdül Ehad müceddidî 1169.<br />

Abdül Ehad Nûrî Sivâsî (1061), 390.<br />

Abdülesed bin Hilâl Mahzûmî 1095.<br />

Abdülgafûr-i Lârî (912), 739.<br />

Abdülganî 887.<br />

Abdülganî Müceddidî (1296), 1095.<br />

Abdülhakîm Arvâsî 1061.<br />

Abdülhamîd Harpûtî (1320), 701.<br />

Abdülhalîm (Abdüllah-i Tercümân›n o¤lu) 1067.<br />

Abdülkâdir Cezâirî (1301 [m. 1883] fiâmda)<br />

Abdülkâdir efendi (seyyid flehîd) 399, 1181.<br />

Abdülkâdir Enbâlî 911.<br />

Abdülkâdir Gazzî (1005), 308.<br />

Abdülkâdir Taberî (1033), 1077.<br />

Abdülkâhir Ebû Mensûr Ba¤dâdî (429).<br />

Abdülkerîm ibni Sem’anî (562), 419.<br />

Abdülkerîm Muhammed (1405), 1195, 1216.<br />

Abdüllah (hazret-i Mehdînin babas›) 1134.<br />

Abdüllah (Kânûnînin o¤lu) 1167.<br />

Abdüllah Abdî bin Destân Mustafâ Manâstrî (1303),<br />

1213.<br />

Abdüllah bin Abdürrahmân 1210, 1216.<br />

Abdüllah bin Ebî Zeyd mâlikî (386), 739.<br />

Abdüllah bin ‹bâd 489.<br />

Abdüllah bin Sebe’ 61,62, 1127.<br />

Abdüllah bin Zeyd bin Sa’lebe 204.<br />

Abdüllah Desûkî 366.<br />

Abdüllah Geylânî Hakkârî (1383), 1181.<br />

Abdüllah Efendi [sar›] (1071 [m. 1661]), 1155, 1174.<br />

Abdüllah Efendi “Yeniflehrli” (1156), 542, 1067.<br />

Abdüllah-i Gaznevî 1176.<br />

Abdüllah-i ‹lâhî (896), 1185.<br />

Abdüllah-i Kâflgârî (1174), 1191.<br />

Abdüllah-i Mekkî 1132.<br />

Abdüllah-i Menûfî fiâzilî 632, 1070.<br />

Abdüllah-i Semerkandî (875), 1185.<br />

Abdüllatîf Harezmî 755.<br />

Abdüllatîf Halvetî Halebî 1153.<br />

Abdülmecîd bin Muhammed Hânî (1319 ‹stanbul).<br />

Abdülmelîk bin Abdüllah (478), 1122.<br />

Abdülmelîk bin Mervân (86), 204, 1066, 1159.<br />

Abdülmugnî (1291), 1095.<br />

Abdülvehhâb-› Buhârî 1064.<br />

Abdürrahîm Ayntabl› (1303), 1182.<br />

Abdürrahmân (III. Endülüs sultân›) (350), 532.<br />

Abdürrahmân Abdüllah-i Süheylî (581), 1115.<br />

Abdürrahmân bin Ebî Bekr (53), 506.<br />

Abdürrahmân bin Muhammed ‹mâdî 639.<br />

Abdürrahmân bin Yûsüf 1059.<br />

Abdürrahmân Cezîrî (1384), 807.<br />

Abdürrahmân Erzincânî 1175.<br />

Abdürrahmân Hasen-i Vehhâbî (1258), 447.<br />

Abdürrahmân ibni ebû Leylâ (83).<br />

Abdürrahmân fieref 297.<br />

Abdürraûf Münâvî (1031), 398, 419, 448, 465, 631,<br />

1149.<br />

Abdürrâz›k Pâfla 1117.<br />

Abdürreflîd ‹brâhîm efendi (1363 Japonyada) 484.<br />

Abdürrezzak (Seyyid) (603), 1061.<br />

Abdüssâd›k Âmir bin Ubâde 1162.<br />

Abdüssamed Sultânpûrî 429.<br />

Abdüsselâm Semerkandî 1141.<br />

Abdüsselâm kadyânî 310, 462, 499.<br />

Âdem Benûrî müceddidî (1054 Medînede).<br />

Adî (Yezîdîli¤i yayan Suriyeli) 489.<br />

Adnan Menderes (1381), 1092, 1125, 1156, 1173.<br />

Ahmed Allân-i Mekkî (1031), 1075.<br />

Ahmed Berkî (1028), 1108.<br />

Ahmed bin Alî Harîrî (1048), 638.<br />

Ahmed bin Alî Makrîzî (845), 802.<br />

Ahmed bin ‹drîs (1253 Yemen) 1183.<br />

Ahmed bin Muhammed Niflâpûrî (427).<br />

Ahmed bin Muhammed fielbî (1301), 1196.<br />

Ahmed bin Mûsâ ibni Merdeveyh (410), 1165.<br />

Ahmed bin Süleymân Ervâdî (1264), 1198.<br />

Ahmed Dâvüdo¤lu (1403 [m. 1983]), 9, 1136, 1141.<br />

Ahmed Didad 310, 462, 499.<br />

Ahmed Efendi (Tecvîd yazar›) 1125.<br />

Ahmed Gazâlî (520), 1087.<br />

Ahmed Hamdi Akseki [m. 1951], 1162.<br />

Ahmed R›zâ Hân Berîlevî (1340), 455, 472.<br />

Ahmed Sâvî Mâlikî halvetî (1241), 209, 1175.<br />

Ahmed Zeyneddîn ‹hsânî (1241), 1097.<br />

Ahmed Ziyâ Be¤ (1355), 171, 178, 185, 187, 197,<br />

198, 361, 379.<br />

Ahmed Ziyâeddîn (Gümüflhânevî) (1311), 399, 460,<br />

1197.<br />

Ahterî Mustafâ bin fiemsüddîn (968).<br />

Alâ bin Hadremî (14), 1090.<br />

Alan Bean 553.<br />

Alâüddîn Keykûbat (700), 1158.<br />

Alâüddîn Muhammed Semerkandî (540), 1126.<br />

Alâüddîn Pâfla (737), 1158.<br />

Aleksandr “birinci” (1241), 533.<br />

Aleksandr (‹skenderiyenin yeni baflpiskoposu) 1080.<br />

Alevî flâfi’î (1008 Mekke).<br />

Alî Arflî “flî’î” 765.<br />

Alî bin Ebil Hazm (687), 538.<br />

Alî bin Muhammed hanefî (1184).<br />

Alî bin Muhammed fiimflâtî (380), 1180.<br />

Alî bin Müzeyyen 91.<br />

Alî bin Nu’aym Ba¤dâdî 1070.<br />

Alî bin Osmân Ba¤dâdî 187, 1246.<br />

Alî bin Yahyâ Ziyâdî (1024), 633, 638, 1156.<br />

Alî Fuâd Be¤ 1059.<br />

Alî Harâzem<br />

Alî Mahfûz (1361), 219, 366.<br />

Alî Muhammed Beblâvî 469.<br />

Alî Nakî (254), 62, 1107.<br />

Alî Pâfla “silâhdâr” (1244), 1174.<br />

Alî Septî 1132.<br />

Alî fievberî 633, 638.<br />

Alî Yektâ efendi (1320), 1104.<br />

Aliyyül Havâs 1068.<br />

Allâme Abdül’azîz Ferhârevî (1239), 511, 1117, 1155.<br />

Allâme Abdürrahmân (fiâm müftisi) 487.<br />

Allâme Kullî 638.<br />

Allâme Muhammed Abdülhayy Ketânî ‹drîsî Fâsî<br />

469.<br />

– 1199 –


Allâme Muhammed Beflîr 350.<br />

Allâme Seyyid Ahmed Be¤ flâfi’î 469.<br />

Allâme fieyh Muhammed Halebî flâfi’î 469.<br />

Amr (hazret-i Ömerin amcas›) 1165.<br />

Amr bin Abdürrahmân-i Kirmânî (458), 538.<br />

Amr bin fiuayb 621.<br />

Amr Câhiz Basrî 409.<br />

Andriyas 1161.<br />

Arbeyrry 544.<br />

Ârif Hikmet Be¤ (1275), 1061.<br />

Ârif Allâme Süleymân fiübrâvî flâfi’î 469.<br />

Âsâf (Süleymân aleyhisselâm›n vezîri) 1172.<br />

Âsiye (Fir’avn›n zevcesi) 1105, 1151.<br />

Âs bin Vâil-i Sehmî 1078.<br />

Âfl›k efendi “küçük” 460.<br />

Âfl›k Pâfla (710), 1182.<br />

Atâ bin Ebî Rebâh (115), 391.<br />

Ât›f be¤ 535, 823, 865.<br />

Âtike 1186.<br />

Atâüllah fieyhul-islâm (1228), 454.<br />

Attâbî Ahmed Buhârî (586), 255.<br />

Avnî Pâfla (1293), 1059.<br />

– B –<br />

Baba Haydar (957), 1082, 1173.<br />

Baba Kemâl Cündî halîf-i Necmeddîn-i Kübrâ 1178.<br />

Bâcûrî ‹brâhîm (1256 Kâhire), 1020.<br />

Bagirof 527.<br />

Bahtiyâr Uflî Buhârî (633 Delhî), 1177.<br />

Baltac› Muhammed Pâfla (1124), 1167.<br />

Barbaros Hayreddîn Pâfla (952), 1137, 1173.<br />

Bâyezîd Hân II. (918), 504, 1099, 1167, 1174, 1180,<br />

1192, 1195.<br />

Bedîuddîn Sehârenpûrî 1034.<br />

Bedî’uz zemân Hibetullah Usturlâbî Ba¤dâdî (534).<br />

Bedrüddîn-i Serhendî 1057, 1121, 1141, 1145.<br />

Behâullah 483.<br />

Behlül Dânâ (190 Ba¤dâd)<br />

Bekrî Muhammed Tevfik Sadefî (1350), 469.<br />

Belkînî Ömer flâfi’î (805).<br />

Beowart-Smith 543.<br />

Berre (Resûlullah›n halas›) 1095.<br />

Berzencî Ca’fer flâfi’î (1317 Medîne)<br />

Beflîr (Kâdiyânînin o¤lu) (1385), 484, 485.<br />

Bezzâr Ahmed Remlî (292), 340, 424.<br />

Bezzâz Muhammed kerderî 1127.<br />

Bilâl bin Hâris (60), 451.<br />

Bosnal› ‹brâhîm Pâfla (1010), 487.<br />

Brejnev (1983), 524.<br />

Bryan Williyam Jennings (1925), 584.<br />

Bunsen (1317), 549.<br />

Burhânüddîn ‹brâhîm Halebî (1190), 1074.<br />

Bükâ’î ‹brâhîm flâfi’î (885).<br />

– C –<br />

Câbir bin Hayyân (160), 538, 1068, 1084.<br />

Câh›z mu’tezilî (255), 409.<br />

Câlût 479, 1182.<br />

Cehm bin Safvân (124), 65.<br />

Celâleddîn Melikflâh 1134.<br />

Celâleddîn Muhammed M›srî (864), 1174.<br />

Cemâleddîn Hüseyn 933.<br />

Cemâleddîn ‹sfehânî (589), 350.<br />

Cemâleddîn Muhammed Müzcâc› 1117.<br />

Cemil S›dk› Zehâvî (1357), 459.<br />

Cem sultân (900 Bursada), 1174.<br />

Cezerî 1213, 1249.<br />

Cezzâr Ahmed Pâfla (1219), 1154.<br />

Cihângir sultân (960), 1173, 1176.<br />

Claparede 405.<br />

Cübeyr bin Mut’im (57), 1187.<br />

– Ç –<br />

Çelebi Halîfe Muhammed Cemâlî 1087, 1174.<br />

Çelebi Sultân Muhammed 1080.<br />

Çivizâde Muhyiddîn (954), 1125.<br />

Çorlulu Alî Pâfla (1112), 1150, 1153.<br />

Çörçil (1384), 27.<br />

– D –<br />

Dârâ fiekve 1074.<br />

Dârendeli <strong>Hilmi</strong> efendi 460.<br />

Dâtâ Genc Bahfl Alî (465), 1192.<br />

Dâvüd-i Antâkî (1008), 652.<br />

Dâvüd-i Ba¤dâdî (1299), 1114.<br />

Dâvüd bin Alî ‹sfehânî (270), 1114.<br />

Dâvüd Pâfla (1032), 1167.<br />

Demir hâf›z Muhammed Efendi 1007.<br />

Dervifl Habîb Hâdim 748.<br />

Derd›r Ahmed Mâlikî (1201).<br />

Desûkî ‹brâhîm (676).<br />

Desûkî Muhammed Mâlikî (1230).<br />

D›râr bin Amr 66.<br />

Diyâuddîn Ebû Necib-i Sühreverdî (563), 1087.<br />

Dr. Alvan L.Barache 985.<br />

Dr. Domarrus 660.<br />

Dr. Gautier 986.<br />

Dr. Muhammed Harb 1159.<br />

Dr. Necmüddîn Ârif be¤ 21.<br />

Dr. Sâlih Efendi (1081), 664.<br />

Domityanus (Dokyanus) 783.<br />

Dost Muhammed Kandihârî (1284), 1057, 1146.<br />

– E –<br />

Ebâ Müslim Horâsânî (137), 1091.<br />

Ebbân bin Osmân (86), 204.<br />

Ebû Abdüllah Muhammed fiemsüddîn Ukaylî<br />

Behnesî (1001), 47.<br />

Ebû Abdürrahmân Sülemî (412), 1172.<br />

Ebû Alî Cübbâî (303), 409.<br />

Ebû Alî Ahmed Rodbârî (321 M›sr), 1087.<br />

Ebû Âmir fia’bî (104), 392.<br />

Ebû Âs›m Muhammed (458), 465.<br />

Ebû Azîz (eshâb-› kirâmdan) 506.<br />

Ebû Bekr Ahmed Râzî (370), 82, 444, 538.<br />

Ebû Bekr bin Sa’d bin Zengî (638), 1164.<br />

Ebû Bekr Cürcânî 439, 1094.<br />

Ebû Bekr Muhammed ibnül’arabî mâlikî (543), 391.<br />

Ebû Bekr ibni Ebî fieybe (234), 211.<br />

Ebû Bekr Kermânî (697), 1178.<br />

Ebû Bekr Muhammed Gülâbâdî 963.<br />

Ebû Bekr Muhammed Râzî (311), 538.<br />

Ebû Bekr [Muhammed bin] Râzî hanefî (660).<br />

Ebû Bekr fiatâ (fieyh-i Ezher 1310), 1191.<br />

Ebû Berze (61), 640.<br />

Ebû Ca’fer Mensûr (158), 441, 444.<br />

Ebû Ca’fer Muhammed bin Hasen (460), 1085.<br />

Ebû Ca’fer Muhammed Kummî (381), 1085.<br />

Ebû Ca’fer Muhammed Ya’kûb Kuleynî (329), 1085.<br />

Ebû Emâme (81), 365.<br />

Ebû Hafs-› Kebîr Ahmed (217 Buhârâda), 565.<br />

Ebû Hâmid bin Merzûk 459, 468.<br />

Ebû Hayyân Esîrüddîn Muhammed (745), 497.<br />

Ebû ‹shak Kâzrûnî (426).<br />

Ebû ‹shâk-› fiîrâzî (476), 1193.<br />

Ebû Lübâbe 349.<br />

Ebû Lü’lü Fîruz (23), 1160.<br />

Ebû Medyen fiu’ayb Endülüsî (594).<br />

Ebû Muhammed Abdüllah bin Sa’îd 409.<br />

Ebû Muhammed Halîl 458.<br />

Ebû Muhammed Viltôrî 1213.<br />

Ebû Muhammed Yûsüf Cürcânî 1122.<br />

– 1200 –


Ebû Mutî’ Belhî 598.<br />

Ebû Nasr-› Iyâd 439, 1094.<br />

Ebû Necîb-i Sühreverdî (563), 1079, 1087, 1163.<br />

Ebû Osmân Magribî (373), 1090.<br />

Ebû Sa’îd Abdüllah 1193.<br />

Ebû Sa’îd Ebül-hayr (440), 1090.<br />

Ebû Sa’îd Muzafferüddîn Kükbûrî (630), 378, 1120.<br />

Ebû se’âdet Muhammed Ömer (1258), 1072.<br />

Ebû Süleymân Mûsâ Cürcânî (201), 439.<br />

Ebû fia’bî 392.<br />

Ebû fiâme Abdürrahmân flâfi’î (665).<br />

Ebû fiekür Muhammed Sülemî 1155.<br />

Ebû Tâhir Süleymân K›rm›tî (332).<br />

Ebû Tâhir Muhammed Enbârî (596).<br />

Ebû Zühre 453, 494, 877.<br />

Ebû Zur’a Irâkî Râzî Ahmed (375).<br />

Ebûl Abbâs-› Hadremî 456.<br />

Ebûl Âs bin Rebî (12), 506, 1198.<br />

Ebûl-Esfâr Alî (1370 [m. 1935]), 1081.<br />

Ebûl Hasen Alî bin Muhammed Müzeyyen 91.<br />

Ebûl Hasen Bahâd›r 505.<br />

Ebülhattâb Ömer Endülüsî (633).<br />

Ebûl Hayr Ahmed Efendi (1154), 1150.<br />

Ebülhayr müceddidi 1072.<br />

Ebûl Kâs›m Gürgânî (450), 1090.<br />

Ebûl Kâs›m Abdülkerîm Kufleyrî (465), 1008, 1090.<br />

Ebûl Kâs›m Ahmed Saffâr (336).<br />

Ebûl Yesr Muhammed Pezdevî (493), 409.<br />

Ebünnecîb Sühreverdî (563), 1079.<br />

Edebâlî (726 Bilecikde), 1158.<br />

Edîb ‹shak (1302), 1086.<br />

Efdalzâde Hamîdüddîn Efendi (908), 1174.<br />

Ehî-zâde Abdülhalîm (1013), 85, 1192.<br />

Elkâî Hibetullah flâfi’î (418), 458.<br />

Emîr Ahmed Buhârî (922), 1185.<br />

Emîr Hüsrev Dehlevî (725), 1156.<br />

Enver Ören 628.<br />

Enver fiâh (1352), 486.<br />

Ertu¤rul Gâzî (680), 1158.<br />

Eflref Kaytbay (901), 350, 504.<br />

Evhâdeddîn-i Hâmid Kezmânî 1193.<br />

Ezrâ’î Ahmed flâfi’î (783).<br />

– F –<br />

Fâd›l Allâme fieyh Sa’îd-i Mûcî flâfi’î 469.<br />

Fadl bin Hasen Taberî (554), 1181.<br />

Fadl-ül-Hak çefltî (1278), 1210.<br />

Fadl-ür-Resûl Bedâyûnî (1289), 458, 1218.<br />

Fahreddîn-i Irâkî (709), 1178.<br />

Fahreddîn Kerîm (Dr) 781.<br />

Fâkihânî Ömer mâlikî (734), 1210.<br />

Fât›ma-i Huzâiyye bint-i Hamza 1014.<br />

Fâz›l Ahmed Pâfla (1087), 1188.<br />

F.D. Ruzvilt (h. 1366), 27.<br />

Fehmi efendi 399.<br />

Ferezdak Hümâm flâir (110).<br />

Ferîdûn Ahmed be¤ [târîhci] (991).<br />

Feriflteh o¤lu Abdüllatîf 500.<br />

Feriflteh o¤lu Abdülmecid (874), 500, 1099.<br />

Ferrûh fiâh Kâbilî 1121.<br />

Feth Hân 288.<br />

Feyzi Efendi (1302), 1075.<br />

Feyzullah Kemâhl› (1323), 579.<br />

Firdevsî 1131.<br />

Fisagors 758.<br />

F.P. Sozzini 1080.<br />

Francis David (h. 987), 1080.<br />

Gagarin 1126.<br />

– G –<br />

Gâlib bin Fihr (Kureyfl) 390, 1101, 1124.<br />

Gazân Hân (703), 1158.<br />

Gevher Mülûk Sultân 1167.<br />

Gelenbevî ‹smâ’îl (1205), 185.<br />

Genç Osmân Hân (1031), 1128.<br />

Gregoryos 533.<br />

Greguvar (h. 124), 1177.<br />

Gülâbâdî Muhammed bin Ebû ‹shak Buhârî 927,<br />

928, 963.<br />

Gulâm Muhammed Ma’sûm (1161), 1121.<br />

Gülnûfl Emetullah (1127), 1071.<br />

– H –<br />

Habîb bin Abdürrahmân 204.<br />

Habîb-ül-Hak permûlî Hindistânî 1116.<br />

Haccâc bin Yûsüf (95), 172, 1066.<br />

Hâce Ahmed Sâd›k Kâbilî 1150.<br />

Hâce Cemâleddîn Hüseyn 933.<br />

Hâce Ebûl Mekârîm 850.<br />

Hâce Hasen Mevdûdî 765.<br />

Hâce Kudbiddîn Bahtiyâr (635), 1148.<br />

Hâce Mahdûm Alî Sâbîr (664), 1085.<br />

Hâce Muhammed Abdüllah 764, 775.<br />

Hâce Muhammed Eflref (1117), 425.<br />

Hâce Muhammed Fadlullah (1238), 1121.<br />

Hâce Muhammed Sa’îd 425.<br />

Hâce Muhammed Ubeydullah (1083), 959.<br />

Hâce Muhammed Yahyâ 751.<br />

Hâce Osmân-› Hârûnî 1148, 1149.<br />

Hâcer 1118, 1123.<br />

Hâce fierâfeddîn Hüseyn 77, 100, 747.<br />

Hâce fierîf Zendenî 1149.<br />

Hâc› Emîn Efendi (Divrikli) 1122, 1153.<br />

Hâc› Firketi 947.<br />

Hâc› Kemâleddîn Efendi 1100.<br />

Hâc› Mürtazâ Efendi (1160), 1191.<br />

Hâc› Yûsüf 209.<br />

Hadîce Sultân (Yavuz Sultân Selîmin k›z›) 1167.<br />

Hafâcî Ahmed hanefî (1069).<br />

Hafsa Sultân 1167.<br />

Hâf›z Ahmed Pâfla (1040), 1150.<br />

Hâherzâde Muhammed Kerderî (651).<br />

Hâherzâde Muhammed Ebû Bekr Buhârî (483).<br />

Hakem bin Ebil’ As 1135.<br />

Hakem bin Uteybe 211.<br />

Hakîm Nureddîn (1332), 484.<br />

Hakîm Muhammed Tirmüzî (320 de flehîd oldu).<br />

Haldene 81.<br />

Hâlide 1084.<br />

Halîl <strong>Hilmi</strong> Efendi 1143.<br />

Halîl Si’ridî flâfi’î (1259), 135, 155, 1214, 1217.<br />

Halîme-i Sa’diyye 378.<br />

Halve bint-i Ca’fer bin Kays›l Hanefiyye 1114.<br />

Hâm 1157.<br />

Hâmid-i Akserâyî (Somuncu baba) 1103.<br />

Hammâd [‹mâm-› a’zam›n o¤lu] 444.<br />

Hammâd-i Debbâs 733.<br />

Hamza Efendi 1208.<br />

Hân-› Cihân 54, 425.<br />

Han›m Sultân 1167.<br />

Hârizmî Muhammed bin Mahmûd (665), 442.<br />

Hasen bin Ammâre 467.<br />

Hasen bin Muhammed Çelebî (866), 1164.<br />

Hasen bin Muhammed Nîflâpûrî (728).<br />

Hasen bin Zeyd bin Zeynel’âbidîn 1171.<br />

Hasen-i Bulgârî 1079.<br />

Hasen el-Bennâ (1949), 409, 842.<br />

Hasen Can Fârûkî (1349), 454, 455.<br />

Hasen Fehmî (1294), 1086.<br />

Hasen Hayrullah Efendi (1316), 147, 870.<br />

Hasen Hüsâmeddîn Efendi 202.<br />

Hasen Hüsâmeddîn Uflâkî (1003), 1088.<br />

– 1201 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:76


Hasen Hüsnü Erdem 46.<br />

Hasen Necmüddîn (1019), 1135.<br />

Hasen Sabbâh (518), 488, 1157.<br />

Hasen-i Sekân 1079.<br />

Hasen Sencerî (707), 1156.<br />

Hasen Sezâî 1103.<br />

Hasîb be¤ 183, 358, 761, 1177.<br />

Hasnî Ebû Bekr flâfi’î (839).<br />

Hatîb hoca (Burdurda) 463.<br />

Hattât fieyh Hamdullah (920), 1108.<br />

Haydar Baba (957), 1082, 1173.<br />

Hayâtî zâde M.Emîn Efendi (1160), 666.<br />

Hayderî-zâde ‹brâhîm Fasîh (1299), 1153.<br />

Hayderî-zâde ‹brâhîm (1352 [m. 1933]).<br />

Hayri Aytepe (1387 m. 1966]), 713.<br />

Hayri Ürgüblü (1921), 399.<br />

Hayyât-i Vehbî Abdülvehhâb Erzincânî (1264).<br />

Hempher (‹ngiliz câsûsu) 447.<br />

Hezargradl› Hasen fievki 187.<br />

H›snî Ebû Bekr flâfi’î flâmî (829).<br />

H›z›r Dede 1088.<br />

Hindüvânî Muhammed (362 Buhârâda) 250.<br />

Hocazâde Ahmed <strong>Hilmi</strong> 1121.<br />

Humeynî (1409 [m. 1989]), 1102, 1181.<br />

Hüneys bin Huzâfe 1104.<br />

Hunne 1135.<br />

Hurrem fiâh Cihân 1167.<br />

Husrev Pervîz flâh (6), 382.<br />

Hübeyre bin Amr 1186.<br />

Hümâ fiâh Sultân 1176.<br />

Hürmüz 1090.<br />

Hüsâmeddîn Bursâvî (1925 ‹st. Kozlu) 399.<br />

Hüsâmeddîn-i Nakflibendî (1282), 202, 1183.<br />

Hüseyn Ahlâtî 1081.<br />

Hüseyn bin Talâl 1066.<br />

Hüseyn Cürcânî 242.<br />

Hüseyn <strong>Hilmi</strong> Ifl›k 1111.<br />

Hüseyn Kâmil Pâfla (1335), 1062.<br />

Hüseyn Mensûr (306), 1105.<br />

Hüzeyme 390, 1142.<br />

– ‹ –<br />

‹bni Abdil Hâdî Muhammed (774), 469.<br />

‹bni Abdüsselâm Sülemî (660), 448.<br />

‹bni Bâdis (1358), 410.<br />

‹bni Batûta Muhammed (780).<br />

‹bni Cermus 1198.<br />

‹bni Dakîk Tak›yyüddîn 314.<br />

‹bni Dakîk-ul-Iyd (702), 632.<br />

‹bni Ebî Hâtem Nîflâpûrî (320).<br />

‹bni Ebî Leylâ (83), 621.<br />

‹bni Ebî fieybe Muhammed (234), 392, 457.<br />

‹bni Ebî Zeyd Kayrevânî (386), 739, 740.<br />

‹bni Hâcib Osmân Mâlikî (646), 465.<br />

‹bni Halîfe Alivî 494.<br />

‹bni Hibbân Muhammed (354).<br />

‹bni Hilligân 378.<br />

‹bni Huzeyme Muhammed (311).<br />

‹bni Kâs›m flâfi’î Ezherî Ahmed (994), 1020.<br />

‹bni Kesîr ‹mâd 1120.<br />

‹bni Mercâne Ubeydullah (67), 1191.<br />

‹bni Merdeveyh Ahmed Isfehânî (410).<br />

‹bni Merzûk Hanbelî (564).<br />

‹bni Müflih Muhammed hanbelî (762).<br />

‹bni Mülcem (40), 1075.<br />

‹bni Mulkim Sirâcüddîn Ömer (804).<br />

‹bni Nâs›r-üd-dîn 388.<br />

‹bni Revâha 719.<br />

‹bni Rüsülan Ahmed Remlî (844).<br />

‹bni Sabbâg Abdüsseyyid fiâfi’î (477).<br />

‹bni Sa’d Muhammed Basrî (320).<br />

‹bni Salâh Osmân flâfi’î (643).<br />

‹bni Sebe’ 62, 1127.<br />

‹bni Seb’în Abdülhak Endülüsî (699 Mekkede), 497.<br />

‹bni fiâhin Ömer (385).<br />

‹bni fiât›r (777), 188, 1210.<br />

‹bni Ukayl Abdüllah hanbelî (769), 497.<br />

‹bni Uyeyne Süfyân (198 Mekkede)<br />

‹bni Veheb Abdüllah mâlikî (197).<br />

‹bni Zemlikânî Muhammed (727).<br />

‹bni Ziyâd 1107.<br />

‹bnül’amîd Circîs (671), 1087.<br />

‹bnül Arabî (fieyh Muhyiddîn Arabî), 1148.<br />

‹bnülhâc Muhammed Mâlikî (737).<br />

‹bnüli’mâd Abdürrahmân (1051).<br />

‹bnül-Kâs›m Abdürrahmân Mâlikî (191), 159.<br />

‹bni Kayy›m Cevziyye 1015.<br />

‹bnül-münzir Muhammed flâfi’î (318).<br />

‹bn-ün-nefîs (687), 538.<br />

‹brâhîm Arvâs (1965), 1061.<br />

‹brâhîm Esterâbâdî (958), 61.<br />

‹brâhîm Ezrak (895), 652, 1194.<br />

‹brâhîm Fasîh Hayderî (1299), 1210, 1219.<br />

‹brâhîm Fezârî Ba¤dâdî 1246.<br />

‹brâhîm Muhammed Neflat 272.<br />

‹dris Büdlîsî (930), 1212.<br />

‹lyâs Dehlevî 499.<br />

‹mâm-› Muvaffak Nîflâpûrî 1107.<br />

‹mâm-› Refî’üddîn 1121, 1129.<br />

‹mrân (Hazret-i Mûsân›n babas›) 1151.<br />

‹mrân (Hazret-i Meryemin babas›) 1135.<br />

‹mrân bin Husayn 471, 694.<br />

Îsâ Çelebî Sultân 1143.<br />

Îsâ Efendi 1101.<br />

‹sâmüddîn ‹brâhîm ‹sferâyîni 1084.<br />

‹sfehânî Ahmed Ebû Nu’aym 1070.<br />

‹sfendiyâr Be¤ (864) 1081.<br />

‹sfendiyâr fiâh Îrânî [m.ö. 549] 1195.<br />

‹shâk Dehlevî vehhâbî 1176.<br />

‹skender Be¤ (Nesli flâh›n babas›) 1167.<br />

‹skender Pâfla 1174.<br />

‹skilipli Ât›f Efendi (1926), 110, 625.<br />

‹smâ’îl bin Ca’fer Sâd›k 488, 1107.<br />

‹smâ’îl bin Osmân 1106.<br />

‹smâ’îl Cîlâtî (749), 489.<br />

‹smâ’îl Dehlevî vehhâbî 1176.<br />

‹smâ’îl Fehîm bin ‹brâhîm Hakk› 185.<br />

‹smâ’îl Ferrûh K›rîmî (1256), 1112.<br />

‹smâ’îl Hâmî Dan›flmend 1187.<br />

‹smâ’îl Süddî 391.<br />

‹smihân Sultân 1144, 1172.<br />

‹stikrârî 409.<br />

‹ys (‹shak aleyhisselâm›n o¤lu) 1122, 1190.<br />

‹zzeddîn ibni Cemâ’a (733), 1117.<br />

‹zzeddîn Abdül’Azîz bin Abdisselâm (660), 136.<br />

‹zzeddîn Muzaffer 802.<br />

Jûles Masserman 544.<br />

Juryö (1125), 534.<br />

– J –<br />

– K –<br />

Kabakç› Mustafâ (1223), 461.<br />

Kâ’bi Mu’tezilî 409.<br />

Kâdî Abdüllah bin Ömer (696), 1082.<br />

Kâdî Bedrüddîn Muhammed fieblî (769), 741, 1081.<br />

Kadîbüllân Hasen Mûsulî (570 h.)<br />

Kâdî Ebû Bekr Bâk›llânî (403), 431.<br />

Kâdî Hüseyn flâfi’î (462), 243, 465.<br />

Kâdî imâm-› Ebû Zeyd Debbûsî (432), 279.<br />

– 1202 –


Kâdî Nasrullah 763.<br />

Kâdî fiüreyk (87), 1180.<br />

Kâdî-zâde Muhammed Ârif Erzurûmî (1173), 1208.<br />

Kahramân A¤a 1191.<br />

Kara Ahmed Pâfla (962), 1100.<br />

Kara Çelebî-zâde Abdül’azîz (1068), 275.<br />

Kara Dâvüd Muhammed Efendi 1143.<br />

Kara Dâvüd Pâfla (1032), 1100.<br />

Kara Kemâl ‹smâ’îl Kemâli (920), 1124.<br />

Karakoyunlu Yûsüf (923), 1137.<br />

Kara Mustafâ Pâfla (1053), 1119.<br />

Kara Sa’îd 1150.<br />

Kardâvî Yûsüf 262, 263, 877.<br />

Kâs›m bin Katlûbuga hanefî M›srî (879), 136.<br />

Katerine (Kraliçe) (997 [m. 1589]), 534.<br />

Kaya Bilgegil 1086.<br />

Kay› Hân (‹ys bin ‹shak) 1190.<br />

Kays 1077.<br />

Kazzaz Muhammed Harîrî (1050), 1087.<br />

Kedüsî 171, 187.<br />

Kemâl Pâfla 1071.<br />

Kemâleddîn Efendi (Fâtih zemân›) 1189.<br />

Kemâleddîn Kiflmîrî 1061.<br />

Kenâne Hakîk 1164.<br />

Kepler (alman 1040 h, 1630 m), 184, 545.<br />

Keyhâtu (Îrân flâhlar›ndan) 802.<br />

Keyhüsrev (m. dan 530 y›l önce) 1175.<br />

K›z›ldeli (hurûfi babas›) 502.<br />

Kirchof [1304 (m. 1887)], 549.<br />

Kinâne (Resûlullah›n dedelerinden) 390, 1133.<br />

Kindî Ya’kûb 361, 409.<br />

Klavdiyos (m. 54), 1155.<br />

Klâvun Sâlihî (689), 350.<br />

Koca Mustafâ Pâfla (918 Bursada), 1174.<br />

Kromwell (h. 1068), 1137.<br />

Krutçef 524.<br />

Ksenefon (m.dan 355 y›l önce), 377, 1171.<br />

Kubat (Îrân flâh›) (m. 531), 527.<br />

Kufrevî fieyh Muhammed 1158.<br />

Kurretül’Ayn (1288) 1097.<br />

Kutbeddîn Bahtiyâr Ûflî (633), 1177.<br />

Kutbüddîn Muhammed ibnü Seb’în 497.<br />

Kürkçübafl› Ahmed Be¤ 1087.<br />

– L –<br />

Lala fiâhin Pâfla 1149.<br />

Lalkâî Ebülkâs›m H›betullah (418).<br />

Lamartine 544.<br />

Lâmi’î Mahmûd 1137.<br />

Lawrence (1343 [m. 1925]), 473, 1159.<br />

Leibniz 545.<br />

Leylâ 482, 522, 765.<br />

Leys bin Sa’d (175 Kurâfe)<br />

Lokmân-› Horâsânî 503, 1103.<br />

Lübâbe 1098.<br />

Lüveyy bin Gâlib 390, 1124.<br />

– M –<br />

Mahmûd Bedreddîn 1081.<br />

Mahmûd bin Ahmed (855), 738.<br />

Mahmûd bin Ebû Bekr 1084.<br />

Mahmûd Çelebî (938), 1173.<br />

Mahmûd Hân I (1168), 666, 1092, 1100, 1127, 1150.<br />

Mahmûd Piflâvürî 443.<br />

Mahmûd Sâhib (Hindistân âlimlerinden) 459.<br />

Mâhpeyker Kösem Sultân 1119, 1132.<br />

Makkarî Ahmed Mâlikî (1041).<br />

Maksimilyan Bütner 489.<br />

Malenkov 526.<br />

Mâlik bin Nüveyre 1090.<br />

Mâlik bin Sinân (Uhûd flehîdi) 1095.<br />

Marmaduke Pisthall 544.<br />

Mariot (1096 [m. 1684]) 1083.<br />

Markos (‹ncîl yazar›) 1109.<br />

Max planck (m. 1947), 494, 544, 545.<br />

Me’add bin Adnân 387, 390.<br />

Mecnûn Hays 482, 765.<br />

Medenî Mehmed Efendi 1153.<br />

Medîneli Osmân Efendi (1387 [m. 1967]), 82.<br />

Mege-Mourié 657.<br />

Mehdî (Abbâsî halîfesi) 348, 350,<br />

Mejdek mecûsî 528.<br />

Melîk Eflref Kaytebay (901), 504.<br />

Melîk Nâs›r Muhammed (741), 204.<br />

Me’mûn bin Hârûn (218), 52, 350, 538, 783, 1059,<br />

1066, 1070.<br />

Mensûr Halîfe (158), 444, 1092.<br />

Merzifonlu Kara Mustafâ Pâfla (1059), 1188.<br />

Mesîh Hâdim Alî Pâfla (917), 1100.<br />

Mesleme bin Mahled (62), 204.<br />

Mes’ud bin Tâcüflflerî’a Ömer 1084.<br />

Mevdûd-i Çefltî (527), 1149.<br />

Mevlânâ Abdülfettâh 853.<br />

Mevlânâ Abdülgafûr 753.<br />

Mevlânâ Abdürreflîd (1287), 1072.<br />

Mevlânâ Alîmullah 267.<br />

Mevlânâ Bingâlî 902.<br />

Mevlânâ Hâc› Muhammed 753.<br />

Mevlânâ Hamdullah Sehârenpûrî 1017.<br />

Mevlânâ Hâmid Ahmedî 116.<br />

Mevlânâ Haydar Hirevî 1081.<br />

Mevlânâ Hüseyn 915.<br />

Mevlânâ Nizâmeddîn-i Hirevî 1197.<br />

Mevlânâ Sâd›k Kiflmîrî (1018), 745, 763.<br />

Meyân fieyh Tâhir 1035.<br />

Michael H.Hart 544.<br />

Midhat Pâfla (1300 [m. 1883]), 1059, 1063.<br />

Mihâel-i Süryânî (594 [m. 1199]), 490, 1137.<br />

Mi’mâr Sinân Kayserili (996) 1173.<br />

Mimflâd-› Dîneverî (299), 1087.<br />

Mirgün o¤lu Yûsüf Pâfla (1049), 1062.<br />

Mîr Abdürrahmân 756.<br />

Mîr Muhammed Emîn 115.<br />

Mîr Mensûr 925, 947.<br />

Mîr Muhibbullah 69, 79.<br />

Mirzâ Ahmed (899), 1095.<br />

Mirzâ Ebû Sa’îd bin Muhammed (873), 1095.<br />

Mirzâ K›l›cullah 427.<br />

Mirzâ Mahdûm 1142.<br />

Mirzâ Menû Cehr 116.<br />

Mirzâ Muzaffer Hân 427.<br />

Mirzâ fiemseddîn 754, 948.<br />

Mirzâ Ubeydullah 90.<br />

Miskîn Mu’în Muhammed (954), 1182.<br />

M.Leoper 655.<br />

Molla Ahmed Ciyû Hindî (1130), 1218.<br />

Molla Ahmed fiemdînî 1181.<br />

Molla Alî Keflmî 428.<br />

Molla Maksûd Alî Tebrîzî 70.<br />

Molla Arab Bursavî (938), 504.<br />

Molla Ârif-i Hutenî 372.<br />

Molla Bedi’uddîn 1035.<br />

Molla Bedreddîn-i Serhendî 87.<br />

Molla Fenârî (834), 1101.<br />

Molla Gürânî Ahmed (893), 1138.<br />

Molla Halîl Si’ridî 135, 155,<br />

Molla H›z›r be¤ o¤lu Ahmed Pâfla 1135.<br />

Molla ‹brâhîm 68.<br />

Molla Muhammed Çelebî (998), 1191.<br />

Müeyyed-zâde Arvâsî (922).<br />

Mugayre 691.<br />

Mugîre bin fiu’be (50), 1160.<br />

– 1203 –


Muhammed Abdüllah 764, 940.<br />

Muhammed Abîd-i Semânî (1160), 1168, 1169.<br />

Muhammed Abdülkâdir Medenî 1073.<br />

Muhammed Abdürrahmân 1073.<br />

Muhammed Abdürrahmân Silhetî 459, 1217.<br />

Muhammed Alî Kadyânî 1160.<br />

Muhammed Alî Zemlikânî (727), 454.<br />

Muhammed Âfl›k Çelebî Nitâ’î (979), 1014.<br />

Muhammed Atâullah (1226), 454.<br />

Muhammed Bahît hanefî Ezherî (1354), 495, 876,<br />

1116.<br />

Muhammed Berhurdâr Mültânî 917.<br />

Muhammed Berzencî (1103), 1142.<br />

Muhammed Beflîr bin Bedreddîn (1323), 1071.<br />

Muhammed bin Abdül’azîm (1051).<br />

Muhammed bin Abdüllah Cevzakî (388), 1210.<br />

Muhammed bin Abdülvehhâb Necdî 447, 1141.<br />

Muhammed bin Ahmed Halef 1179.<br />

Muhammed bin Alî 1067.<br />

Muhammed bin Alî (386), 1096.<br />

Muhammed bin Alkamî (929), 1007.<br />

Muhammed bin Allân (1031), 1179.<br />

Muhammed bin Ebil Kâs›m Taberî (525), 1180.<br />

Muhammed bin Hamza Ayntâbî (1111), 1219.<br />

Muhammed bin Hasen ibni Haysem (430), 538.<br />

Muhammed bin Hasen fieybânî (183), 413.<br />

Muhammed bin Hîsûm 409.<br />

Muhammed bin ‹brâhîm (318).<br />

Muhammed bin Mensûr Buhârî 1209.<br />

Muhammed bin Muhammed Hânî (306), 187.<br />

Muhammed bin Muhyiddîn Eslemî 1060.<br />

Muhammed bin Nasr Merûzî (294 Semerkand).<br />

Muhammed bin Nûr Halvetî 1087.<br />

Muhammed bin Ömer (320), 1213.<br />

Muhammed bin Receb Beykozlu (1070), 1040.<br />

Muhammed bin Safvân 620.<br />

Muhammed bin Sa’îd (549), 1116.<br />

Muhammed bin Süleymân-› Ba¤dâdî (1234), 453.<br />

Muhammed bin Vâsi’ (112), 1008.<br />

Muhammed bin Yâr Muhammed (1160), 1121.<br />

Muhammed bin Yûsüf (942), 443.<br />

Muhammed Bitlîsî (982), 1112.<br />

Muhammed Cemâleddîn Efendi (899), 1175.<br />

Muhammed Cân Mekkî Bâcûrî (1266), 1143.<br />

Muhammed Demir Hâf›z 1007.<br />

Muhammed Ebû Bekr Semerkandî (552).<br />

Muhammed Efendi 1132.<br />

Muhammed Emîn Darîr 876.<br />

Muhammed Ensârî 1103.<br />

Muhammed Enver fiâh (1352), 485, 486, 1183.<br />

Muhammed Es’ad 702.<br />

Muhammed Es’ad bin Mahmûd Sâhib (1347 [m.<br />

1928]) 701.<br />

Muhammed Fadl Alî fiâh (1354), 1146.<br />

Muhammed Fadl-› Hak Hayr-âbâdî<br />

Muhammed Fadlullah 1121.<br />

Muhammed Fenâ’î 1103.<br />

Muhammed Ferruh müceddidî (1122), 1142.<br />

Muhammed Geylânî 1164.<br />

Muhammed Hân IV. 664, 1076, 1103, 1153, 1184,<br />

1188.<br />

Muhammed Hanîf Kâbilî (1075), 118, 119.<br />

Muhammed Hamîd 460.<br />

Muhammed Hasen Cân Serhendî (1349), 454, 455.<br />

Muhammed Hâflim Sâhib 1144.<br />

Muhammed H›z›r Efendi 1181.<br />

Muhammed <strong>Hilmi</strong> (1334), 460.<br />

Muhammed ibnür-reflîd (1338), 1060, 1065.<br />

Muhammed ibnür-rüfld (520), 1118.<br />

Muhammed ‹shak (1262), 1176.<br />

Muhammed Kandihârî (1284), 1146.<br />

Muhammed Kehvâkî 639.<br />

Muhammed Kutty (Kerelada Prof.) 460.<br />

Muhammed Mâzerî 497.<br />

Muhammed Mazhar Fârûkî (1301), 1072.<br />

Muhammed Mazhar Vânî (m. 1962), 157.<br />

Muhammed Mehdî (64), 62, 1064.<br />

Muhammed Mü’min 943.<br />

Muhammed Miskîn (954), 1077.<br />

Muhammed Murâd-› Bedahflî 289.<br />

Muhammed Murâd Kâzânî (1352), 1121.<br />

Muhammed Münib Efendi (1238), 786.<br />

Muhammed Nureddîn Efendi (1384), 1132.<br />

Muhammed Râzî 1079.<br />

Muhammed Sâd›k 281, 943.<br />

Muhammed Sa’îd Kureyflî (1363), 1146.<br />

Muhammed Sa’îd Pâfla (1172), 1152.<br />

Muhammed Semerkandi (1117), 892, 1191.<br />

Muhammed S›ddîk Hasen hân (1307), 410, 484,<br />

887, 1176.<br />

Muhammed Sirâcüddîn (1333), 1146.<br />

Muhammed flâh (1161 Delhî)<br />

Muhammed fierîf-i Abbâsî (1002), 1075.<br />

Muhammed Ubeydüllah Serhendî (1083), 651.<br />

Muhammed Üftâde (989), 1088, 1132.<br />

Muhammed Takî 79, 480.<br />

Muhammed Tarsûsî 638.<br />

Muhammed Vâsi’ 477.<br />

Muhammed Viltorî 259.<br />

Muhammed Yahyâ bin imâm-› Rabbânî (1098), 1067.<br />

Muhammed Yûsüf Benûrî (1398), 485, 486, 1183.<br />

Muhammed Yûsüf Dehlevî 499.<br />

Muhammed Yûsüf Keflmîrî 745.<br />

Muhammed Zeccâc 1087.<br />

Muhsin bin Alî 1100.<br />

Muhyiddîn bin Muhammed Fenârî (954), 1101.<br />

Muhyiddîn Muhammed (956), 1148.<br />

Muhyissünne Begavî Hüseyn (516), 1141.<br />

Mü’inüddîn-i fiahrûh (850), 1183.<br />

Müjdek Niflâpûrî (m. 531), 528.<br />

Mukavkas (17), 1118.<br />

Münzirî Abdül’azîm (656), 1059, 1144.<br />

Murâd Hân II. (855), 1099.<br />

Murâd Hân V. (1321 [m. 1904]), 1059, 1184.<br />

Mürtedâ Alî (436), 61.<br />

Mürtedâ efendi (1160), 1061, 1191.<br />

Mus’ab bin Umayr 506.<br />

Mûsâ bin Hüseyn ‹znikî (850), 1094.<br />

Mûsâ Çelebî (816), 1081, 1143.<br />

Mûsâ Hâdî (170), 1107.<br />

Mûsâ Kâz›m (1920), 147, 399.<br />

Mûsâ fieybânî 1163.<br />

Mustafâ Âs›m (Nam›k Kemâlin babas›) 1154.<br />

Mustafâ bin ‹brâhîm Siyâmî 459.<br />

Mustafâ Ebülfeyz 664, 666.<br />

Mustafâ Fehîm bin Osmân Akflehrî 1216.<br />

Mustafâ Fevzi (1934), 399.<br />

Mustafâ Hân I. (1048), 1144.<br />

Mustafâ Hân III. (1178), 1167, 1176, 1184.<br />

Mustafâ <strong>Hilmi</strong> 187.<br />

Mustafâ K›rîmî (1164), 453.<br />

Mustafâ Pâfla (1175), 1136, 1174.<br />

Mustafâ Rüfldü (1260), 638.<br />

Mustafâ Sabri (1954), 399, 461, 486.<br />

Mustafâ fiatti Hanbelî 458.<br />

Mustafâ Zihnî Pâfla 1072.<br />

Mustans›r (Fât›mî hükümdâr›) (487), 1107.<br />

Müstekîmzâde Süleymân (1202), 10, 1184.<br />

Mü’tes›m bin Hârûn (227), 1143.<br />

Müneccimbafl› Mustafâ efendi 194.<br />

Müstagfirî Ca’fer (432).<br />

Mutî Halîfe (364), 1157.<br />

Muttalib (Abdülmuttalibin amcas›) 1067,<br />

– 1204 –


Muzafferüddîn Kükbûrî (630), 378, 1095, 1120.<br />

Müzenî Bekr flâfi’î (264), 443.<br />

– N –<br />

Nâdir fiâh (1160), 1174.<br />

Nadr bin Kinâne 390, 1133.<br />

Nâfi’ 733, 1008.<br />

Nahc›vânî Ni’metullah (920), 1219.<br />

Napier (1026 [m. 1617]), 171, 190.<br />

Napolyon III. (1290 [m. 1873]), 657.<br />

Nâs›r Salâhuddîn 204.<br />

Nâs›reddîn Mahmûd Dehlevî (757), 1129.<br />

Nâs›r-üddîn Seyyid Ebülkâs›m Semerkandî 286.<br />

Nasr-ül Mukaddesî (490), 465.<br />

Nasr bin Muhammed (373), 1094.<br />

Nasreddîn hoca (683), 1154, 1183.<br />

Nasûh Dede 1087.<br />

Nazzâm ‹brâhîm Mu’tezilî (231), 409.<br />

Neccâr Hüseyn bin Muhammed (230), 66.<br />

Neccârzâde Mustafâ R›dâüddîn (1159). Hâl tercemesi<br />

(Eshâb-› kirâm) kitâb›m›zdad›r.<br />

Necibeddîn-i Alî fiirâzî 1165.<br />

Nesli-flâh sultân 1167.<br />

Nevfel bin Abd-i Menâf 1068.<br />

Nevreddîn Alî Ziyâdî (1024), 1156.<br />

Nevfel bin Hâris (15), 506, 1059.<br />

Nezîr Hüseyn Dehlevî (1320), 1176.<br />

Nîflâpûrî ‹mâmül haremeyn Abdülmelik Nuaym bin<br />

Hammâd Merâzî (229).<br />

Nizâmeddîn-i Hâmûfl (830), 1185.<br />

Nu’mân bin Beflîr Ensârî (64), 621.<br />

Nûr Abdürrahmân 756.<br />

Nûreddîn Alî flâfi’î (749), 458.<br />

Nûreddîn Alî bin Abdüllah (654), 1093.<br />

Nûreddîn Arslan flâh (607), 1081, 1120.<br />

Nûreddîn Batrûcî (581), 1048.<br />

Nûreddîn flehîd sultân 1116, 1131.<br />

Nûreddîn Cerrâhî (1133), 1087.<br />

Nûr Muhammed Tehârî 755, 919.<br />

Nusret Efendi (1208), 1216.<br />

Nûflirvân (m. 593), 528.<br />

– O –<br />

Orhân Hân (761), 622, 802, 1103, 1149, 1158.<br />

Osmân bin Ebil’âs 993.<br />

Osmân bin Huneyf “rad›yallahü anh” (56), 450.<br />

Osmân efendi (At pazarl›) (1103), 1123, 1167.<br />

Osmân sultân II. (1031) 1100, 1128, 1189.<br />

– Ö –<br />

Öklid 1171.<br />

Ömer Da¤›stânî 1079.<br />

Ömer Fehmi efendi 1161.<br />

Ömer Fûlî 1214.<br />

Ömer ibni Nüceym (1005), 1115.<br />

Ömer Hayyâm (517), 1107.<br />

Ömer Rûflenî (892), 1103.<br />

Ömer Sekî 1088.<br />

– P –<br />

Papa v. sixtüs 1080.<br />

Patrona Halîl (1143), 1119.<br />

Perestû sultân 1063.<br />

Peter 1080.<br />

Petro (deli) (1725), 1071.<br />

Pir Muhammed Erzincânî (976), 1087.<br />

Pîrî zâde Osmân Sâhib (1183), 1100.<br />

Polherya (m. 453), 1135.<br />

Prens Eugen (1149), 1080.<br />

Ptolema (m. 167), 1080.<br />

– R –<br />

Râbi’a sultân 1062, 1184.<br />

Radî bin Tâhir “flî’î” (406), 61, 765.<br />

Rag 1080.<br />

Râg›b-› Isfehânî Hüseyn (500).<br />

Râmizül-mülk 287.<br />

Râflid efendi 1181.<br />

Rât›b bin Osmân (1175), 1154.<br />

Raûf Ahmed (1253), 1067.<br />

Rebîa 353.<br />

Reîs-ül-küttâb Mustafâ efendi 390, 741.<br />

Reflîd Ahmed Kenkuhî (1323), 1176.<br />

R›zâ Nûr (m. 1943), 21.<br />

Ribâh 1083.<br />

Riflliyö 27.<br />

Romen Diojen (463 [m. 1071], 533, 1074.<br />

Rozen 538.<br />

Rûm (‹ys o¤lu. ‹shak aleyhisselâm›n torunu) 1190.<br />

Rükneddîn ‹brâhîm-i Zâhid 1087.<br />

Rükneddîn Muhammed Sencâsi 1087.<br />

Rüstem Pâfla (968), 1100, 1137.<br />

Rüstem (Zalo¤lu) 1175.<br />

Rûz-i behân (606), 1154.<br />

– S –<br />

Sâbit (‹mâm-› a’zam›n babas›) 441.<br />

Sâbunî Ahmed Buhârî (580), 1208.<br />

Sa’d bin Mu’az (5), 1003, 1163.<br />

Sâd›k Keflmîrî (1018), 745, 763.<br />

Sadr-üfl flerî’a Ahmed bin Ubeydullah (630), 1164.<br />

Sa’düddîn-i Kaflgârî (860), 720, 1137.<br />

Sa’dül Haremeyn 350.<br />

Safiyye Sultân 1133, 1149.<br />

Sa’îd bin ‹smâ’îl-i Ebû Osmân (298), 449.<br />

Sa’îd bin Müseyyib (93), 66, 628, 1165.<br />

Sa’îd bin Sa’d 844.<br />

Salâh bin Mubârek 1210.<br />

Sâliha Sultân 1136, 1153, 1184.<br />

Sâm 1157.<br />

Sâmirî 1151.<br />

Sârâ 1118, 1122.<br />

Sar› Abdüllah Efendi (1071), 1155.<br />

Sâriye 447, 448.<br />

Sefîne “rad›yallahü anh” 1014.<br />

Sehâvî fiemsüddîn Muhammed (902), 415, 1012,<br />

1178.<br />

Selâhaddîn-i Eyyûbî (589 fiâmda), 1131, 1180.<br />

Selîm Hân II (982), 1149, 1173.<br />

Sersem Alî (hurûfi) 502.<br />

Seyfeddîn-i Fârûkî (1096), 967, 1169.<br />

Seyyid Ahmed (Molla Ahmed) 1181.<br />

Seyyid Ahmed Buhârî (922), 1173.<br />

Seyyid Ahmed Efendi 1134.<br />

Seyyid Ahmed Rif’at be¤ 500.<br />

Seyyid Ahmed-i Semerkandî 1088.<br />

Seyyid Abdülbâkî Sârenkpûrî 913.<br />

Seyyid Abdülkâdir Efendi (1344), 1181.<br />

Seyyid Abdürrahmân 1061.<br />

Seyyid Alevî 458.<br />

Seyyid Alî Fenâî (1151), 1167.<br />

Seyyid Ekber Alî Dehlevî 1146.<br />

Seyyid Gâzî (122), 1136.<br />

Seyyid ‹brâhîm 1181.<br />

Seyyid ‹smâ’îl Efendi 769.<br />

Seyyid Muhammed Ârif 176, 177, 185.<br />

Seyyid Muhammed Sâlih (1281), 922, 967.<br />

Seyyid Mürtezâ Hanefî 458.<br />

– 1205 –


Seyyid Mustafâ Efendi (1158), 1191.<br />

Seyyid Osmân Efendi (1103), 1123, 1167.<br />

Seyyid Ömer 738.<br />

Seyyid Ubeydullah 1181.<br />

Seyyid Ubeydullah 1061, 1158.<br />

Seyyid Yahyâ-i fiirvânî (868), 1087, 1103.<br />

Sîbeveyh Amr nahvî (194).<br />

S›ddîk Hasen Hân (1307), 410, 887, 1176.<br />

S›ddîk Muhammed Emîn Dar›r 876.<br />

Sinân Pâfla (Kaptân-› Deryâ) (961), 1137.<br />

Somuncu Baba (815 Akserâyda), 1103.<br />

Spinoza (1089 [m. 1677]), 93.<br />

Sultân II. Bâhâd›r fiâh (1274), 1073.<br />

Sultân Cihangîr bin Süleymân (960), 1173.<br />

Sultân Muhammed Burhâneddîn 1085.<br />

Sultân Muhammed Hârizm fiâh (617), 1086.<br />

Sultân Mustafâ IV. (1223), 1062.<br />

Sultân Orhân Hân (761), 622, 802, 1103, 1149,<br />

1158.<br />

Sultân Sâlih Mensûr (793), 204.<br />

Sultân Serhendî 914.<br />

Sultân-ul-meflây›h 1156.<br />

Sultân Veled Çelebî (712), 1085.<br />

Sun’ullah-› Halebî 455.<br />

Sücâd, imâm-› zeynel’Âbidîn 1197.<br />

Süddî ‹smâ’îl “müfessir” (127), 391.<br />

Süfyân bin Avf 1092.<br />

Süheylî Abdürrahmân (581), 1114.<br />

Süleymân Amedî 1149.<br />

Süleymân bin Abdüllah Si’rîdî 155.<br />

Süleymân bin Hasen 489.<br />

Süleymân Cezûlî (870 Merâkeflde), 1143.<br />

Süleymân Efendi (Gelibolulu) 1068.<br />

Süleymân Efendi (Kemâlpâflazâde) 1071.<br />

Süleymân Fad›l bin Ahmed (1134), 1083.<br />

Süleymân (Y›ld›r›m o¤lu) (813), 1080.<br />

Süleymân Pâfla (626), 1158.<br />

Süveybe 378, 1095.<br />

– fi –<br />

fiâh Abbâs (fiâh ‹smâ’îlin torunu) (1038), 1150.<br />

fiâh Abdül’azîz (1239), 1176.<br />

fiâh Abdülganî (1227), 1176.<br />

fiâh Abdülkâdir (1230), 1176.<br />

fiâh Abdüllatîf 1066.<br />

fiâh Ahmed Sa’îd-i Dehlevî (1277), 455.<br />

fiâh Behik bin Zeki bin Ebû Hanîf bin Abdül’ehad bin<br />

Muhammed Saîd Fârûkî 113.<br />

fiâh-› Âlem Behâd›r (1124), 1075.<br />

fiâh-› Cihân (1076), 769, 1074, 1104.<br />

fiâh Ferîdûn (Cemflîdin torunu) 1175.<br />

fiâh ‹smâ’îl bin Abdülganî Dehlevî (1246), 1176.<br />

fiâh Refi’uddîn (1233), 1176.<br />

fiâh R›zâ Pehlevî (1401), 60, 1102, 1181.<br />

fiahsuvar o¤lu Alî Be¤ (926), 1167.<br />

fiahsuvar Sultân 1159.<br />

fiakik-i Belhî (174), 1108.<br />

fialtut “câmi’ulezherde” 861.<br />

fiarlkent (966 [m. 1558]), 1177.<br />

fiarlman (199 [m. 814]), 1107.<br />

fiarl Russel (1334 [m. 1916]),490.<br />

fieddâd 850, 1086.<br />

fiehîd Alî Pâfla (1128, mezâr› Belgradda), 1136.<br />

fiehrdâr bin Ebû fiücâ’ (558), 1020, 1089.<br />

fielbî (1031), 218, 1196.<br />

fiemseddîn Ahmed Efendi (940), 1071.<br />

fiemseddîn Ahmed Sürûcî Hanefî (710).<br />

fiemseddîn Alî Halhalî 917.<br />

fiemseddîn Efendi 1181.<br />

fiemseddîn Günaltay (1961), 399.<br />

fiemseddîn Hanefî 738.<br />

fiemseddîn Hurûfî 1099.<br />

fiemseddîn Muhammed bin Kemâleddîn (791), 1104.<br />

fiemseddîn Sivâsî (1006), 1114, 1150.<br />

fiemseddîn Türk Çefltî (715 Pânîpütde), 1085.<br />

fierefüddîn Hüseyn 77, 100, 425, 747.<br />

fierefüddîn Kürdî (701), 1070.<br />

fierhabîl bin Âmir 204.<br />

fierîf Hüseyn bin Alî (1349 [m. 1931]), 1111.<br />

fievk-efzâ vâlide Sultân 1063.<br />

fieybe (2), 353.<br />

fieyh Abdüllah 68.<br />

fieyh Abdülkerîm Râfi’î 469.<br />

fieyh Abdülvedûd (860), 1103.<br />

fieyh Abdürrahmân fierbînî 469.<br />

fieyh Ahmed Besyânî Hanbelî 469.<br />

fieyh Ahmed Hüseyn fiâfi’î 469.<br />

fieyh Alî Mahfûz 219, 366.<br />

fieyh Bedreddîn (823), 504, 1144.<br />

fieyh Ber’î 1070.<br />

fieyh Cüneyd (760), 1175.<br />

fieyh Ebülfeyz Muhammed Abdürrahmân 1073.<br />

fieyh Ebülhasen 632.<br />

fieyh Ebû Zühre 453, 494, 877.<br />

fieyh Ezrâ’î 1171.<br />

fieyh Hasen Yezîdî 489.<br />

fieyh Haydar 1175.<br />

fieyh ‹smâ’îl Sencidî 638.<br />

fieyh Muhammed bin Fadlullah 1148.<br />

fieyh Muhammed Nihrîrî 632, 638.<br />

fieyh Muhammed Tâhir (1040), 754.<br />

fieyh Mustafâ 1035.<br />

fieyh Mustafâ Muslihüddîn 1179.<br />

fieyh Nizâm Mu’înüddîn-i Nakflibendî 319, 1075,<br />

1211.<br />

fieyh Ömer 1079.<br />

fieyh Resülan (540 fiâmda).<br />

fieyh Rükneddîn-i Sencâsî 1087.<br />

fieyh Sâd›k Efendi 1075.<br />

fieyh Sa’îd-i Mûcî fiâfi’î 469.<br />

fieyh fia’bân-› Velî (977), 1156, 1175.<br />

fieyh Tâhir-üz Zâvî 586, 618, 858.<br />

fieyh Üdebâlî (726), 1158.<br />

fieyh-ül-islâm Ârif Sühreverdî (632), 927, 1180.<br />

fieyh-ül-islâm Muhammed Atâüllah (1126), 454,<br />

1218.<br />

fieyh-ül-islâm Muhammed Behnesî (987), 1079.<br />

fiiblî Ebû Bekr Muhammed (334), 1112.<br />

fiiblî Nu’mânî Hindî 499.<br />

fiihâbüddîn Haffâcî 458.<br />

fiu’ayb Aleyhisselâm 1151.<br />

fiücâ’eddîn (hurûfî babas›) 502.<br />

– T –<br />

Tâcüddîn-i Nakflibendî (1050), 1181.<br />

Tâhâ Efendi 1181.<br />

Tâhâ Habîb (Nûrül-islâm mecellesi yazar›) mezhebsizdir.<br />

Tâhir Müneccimbafl› 185.<br />

Tâhir Sünbül 458.<br />

Tak›yyüddîn Husnî fiâmî (829).<br />

Talâl bin Abdüllah Hâflimî 1066.<br />

Tabd›k Emre 1192.<br />

Tahsin Y›lmaz Öztuna 1219.<br />

Tatar Ahmed Efendi (1156), 1161, 1191.<br />

Teodos II. (m. 450), 783, 1099, 1135.<br />

Terkî 1065.<br />

Terzi Baba (Hayyât-› Vehbî) (1264), 1128.<br />

Tevfik Fikret (1332), 1072.<br />

Tevfîk Pâfla (Hidiv) (1309), 1062.<br />

Thomas (Havârîlerden) 1109.<br />

– 1206 –


Timürtafl Pâfla 52, 379.<br />

Tu¤rul Be¤ Selçûkî (455), 1074.<br />

Tuhayla bin Hüveylid 1185.<br />

Turtûflî 497.<br />

Tüsterî Sehl bin Abdüllah 22, 1166.<br />

– U –<br />

Ubeydullah Serhendî (1083), 651, 1185.<br />

Ubeyye ‹bnül-Ka’b-il Hazrecî (22), 440.<br />

Ulu¤ Be¤ bin fiahrûh (853), 361, 362, 1076, 1183.<br />

Uteybe bin Ebî Leheb 1186.<br />

Utîhâ 490.<br />

Uzun Hasen (Akkoyunlu) (882), 1095, 1100.<br />

– Ü –<br />

Übeyy ibni Halef 479.<br />

Üc bin Unk 1151.<br />

Üftâde Efendi (989), 1088, 1132.<br />

Ümeyye bint-i Abdülmuttalib 1065, 1196.<br />

Ümeyye bin Abd-i fiems 1108, 1179, 1186.<br />

Ümeyye bin Halef (2), 1083.<br />

Ümm-i Eymen 1158.<br />

Ümm-i Hirâm (Eshâb-› kîram kitab›nda).<br />

Ümm-i Sinân Muhammed (1068), 1087.<br />

Ümmül Fadl 1143.<br />

Ümmül Hakîm binti Hâris bin Hiflâm 1074.<br />

Üstüvânî Muhammed (1072), 1186.<br />

– V –<br />

Vahîdüzzemân Hindû vehhâbî (1338), 1212.<br />

Vâk›dî Muhammed (207), 1014.<br />

Vâs›tî Abdürrahmân fiâfi’î Rufâ’î (734).<br />

Vâs›tî Ebû Bekr Muhammed bin Mûsâ (320).<br />

Veheb bin Abdümenâf 1078.<br />

Veki’ Muhammed (306 Ba¤dâd).<br />

Velîd bin Abdülmelik (96), 348, 350, 1110, 1136.<br />

Velîd bin Velîd 1104.<br />

William Courton 1155.<br />

– W –<br />

– Y –<br />

Yahyâ Gâlip (1360 [m. 1941]), 399, 1087.<br />

Yahyâ Tevfîk 281.<br />

Yakaza bin Mürre 1129.<br />

Ya’kûb-i Berdeî (m. 578), 490.<br />

Ya’kûb Kindî 361, 409.<br />

Yâm (Ken’ân) 1157.<br />

Yâ-Vedûd=Abdülvedûd 1103.<br />

Yesârî-zâde 1092, 1145.<br />

Yezdi-cerd 1126.<br />

Yezîd bin Ebî Süfyân (19), 1090.<br />

Yezîd Enîse 489.<br />

Yezîd-i fieyh Emâvî 489, 490.<br />

Yûsüf Benûrî (1398), 485, 486, 1183.<br />

Yûsüf Erdebilî fiâfi’î (799), 1210.<br />

Yûsüf-i Kardâvî 262, 263, 877.<br />

Yûsüf-i Neccâr 485, 1136.<br />

Yûsüf-i Sekafî 62.<br />

Yûsüf Sinân Efendi (989), 1135.<br />

Yûfla’ aleyhisselâm 482, 1151, 1152.<br />

– Z –<br />

Zâhidî, Tergîb kitâb› müellifidir 1219.<br />

Zâkirzâde Abdüllah 1167.<br />

Zâti Efendi (876), 213.<br />

Zekeriyyâ Ensârî fiâfi’î (926),<br />

Zekeriyyâ Kazvînî (765), 1089.<br />

Zelihâ 522.<br />

Zendevistî Hüseyn (400), 466.<br />

Zeyd bin Erkam (61), 1066.<br />

Zeyd bin Hattâb (11), 1152.<br />

Zeyneb Sultân bint-i Ahmed-i Sâlis 1071.<br />

Zeyn-üddin Alî bin Ahmed Ermevî 68.<br />

Zihnî Efendi (1332 [m. 1914]), 1067.<br />

Ziyâ Gökalp (1341), 1029.<br />

Zübeyr bin Harb 211.<br />

Muhammed Zübeyr bin Hucetullah-i Nakflibend bin<br />

M.Ma’sûm 1152 de vefât etdi. Tabûtü Delhîden<br />

Serhende götürüldü.<br />

Zühre bin Kilâb 1129.<br />

Çok mühim ilâve: Peygamberler vâsıtası ile, Allah tarafından bildirilmiş olan<br />

yaşamak yoluna (Din) denir. İnsanların yapdığı yaşamak yoluna (Kanûn) denir.<br />

Din, anadan, babadan ve kitâbdan öğrenilir. Dinsiz insan olamaz. Her insan,<br />

dîninin emrlerine uygun olarak yaşar. Dînine uyanın, dünyâda râhat yaşayacağına<br />

ve âhıretde Cennete giderek, sonsuz se’âdete kavuşacağına, başka dinde<br />

olanların, dünyâda sıkıntı çekeceklerine ve âhıretde Cehennem ateşinde sonsuz<br />

yaşayacaklarına inanır. Herkes, dînini övmekdedir. Propagandalarla, reklâmlarla<br />

herkesi kendi dînine çağırmakda, böylece kendi dîninin doğru olduğuna<br />

inanmakda ve herkesi inandırmakdadır. İnsanın dünyâ ve âhıret se’âdeti, dînine<br />

bağlı olduğu için, insan, anasından, babasından öğrendiği dînine bağlı<br />

kalmamalı ve propagandalara ve reklâmlara aldanmamalı, mevcûd dinlerin<br />

hepsini incelemeli, doğru olduğunu anladığı dîne sarılmalıdır.<br />

Hakîkat Kitâbevinin çıkardığı kitâblar, bütün dinleri tarafsız olarak bildiriyor.<br />

Uzun senelerin tedkîki netîcesinde, bütün dinleri okuyucularına haber<br />

veriyor. İslâm dîninin ise, hiç değişdirilmemiş hak din olduğunu, bütün insanlara<br />

se’âdet yolunu gösterdiğini, inanılacak dînin yalnız islâmiyyet olduğunu bildiriyor.<br />

Tahsîlli, akllı her gencin, Hakîkat Kitâbevinin kitâblarını muhakkak okumalarını<br />

tavsiye ederiz. Aklı ile, ilmi ile, vicdânı ile karâr vererek, se’âdete kavuşmaları,<br />

yalan ve hîleli yazılar ile okuyucularını aldatanların tuzaklarına<br />

düşmemeleri, dünyâda ve âhıretde felâketlere, sonsuz azâblara uğramamaları<br />

için düâ ederiz.<br />

– 1207 –


SE’ÂDET-İ EBEDİYYE KİTÂBINDA ADI GEÇEN KİTÂBLAR<br />

Kitâb isimlerinin karşısındaki rakamlar sahîfe numarasıdır.<br />

Her kitâbın müellifi parantez içinde yazılıdır.<br />

Bir âlim kitâb yazarsa, bu kitâba (te’lîf), yazana (müellif) denir. Bunu kendi veyâ başkası<br />

açıklarsa, buna (şerh) ve açıklıyana (şârih) ve bu kitâba (metn) denir. Şerh de açıklanırsa,<br />

(hâşiye) olur. Hâşiyeyi yazana (Muhaşşî) denir. Kur’ân-ı kerîm âyetlerini yalnız<br />

Peygamber efendimiz açıklar. Bu açıklamalara (Tefsîr) denir. Tefsîrleri de islâm âlimleri<br />

açıklar. Bu açıklamalara (Meâl) denir.<br />

– A –<br />

Abdülhakîm Arvâsî kasîdesi 291, 917.<br />

Abdestin âdâb› (fieyh Sâd›k Efendi) 1075.<br />

acâ’ib-ül-Kur’ân (Mahmûd) 419.<br />

acâ’ib-ül-mahlûkât (Zekeriyyâ Kazvînî) 360, 1089.<br />

âdâb-ül müridîn (imâm-› Rabbânî) 1121.<br />

âdâb-› tarîkat (Hâlid-i Ba¤dâdî) 1075, 1187.<br />

âdâb-› tarîkatin-nakflibendiyye (Murâd-› Münzâvî)<br />

1150.<br />

ahbâr-ül-ahyâr (Abdülhak Dehlevî) 1129, 1178.<br />

âh›rül iflârât (‹bni Sînâ) 497.<br />

âh›retnâme (hurûfî babas›) 503.<br />

ahlâk-› alâî (Alî bin Emrullah) 719, 730, 758, 1075.<br />

ahlâk-› celâlî (Celâleddîn-i Devânî) 1085.<br />

ahlâk-› islâmiyye esâslar› (Ahmed Na’îm) 1072.<br />

ahlâk-› muhsinî (Hüseyn vâ’›z) 1112.<br />

ahkâm-üd-dîniyye (Hüseyn fiirvânî) 1175.<br />

ahkâm-üs-sultâniyye (Mâverdî) 1133.<br />

ahsen-ül kelâm fî isbât-› mevlid-i vel-k›yam (flâh<br />

Muhammed Ma’sûm-i Ömerî) 1073.<br />

ahterî lugat kitâb› (Mustafâ) 1199.<br />

ahvâl-i etfâl-il-müslimîn (Birgivî) 388, 449, 1008,<br />

1083.<br />

akâid-i Adudiyye flerhi (Celâleddîn-i Devânî) 1085,<br />

1117.<br />

akâid-i Celâliyye (........) 759.<br />

akâid-i nesefiyye (Nesefi Ömer) 48, 736, 1155, 1164.<br />

akâid-i nizâmiyye (M. Fahrüddîn) 1101, 1156.<br />

akâm-ül-mercân (Kâdî Bedrüddîn fieblî) 741, 1124.<br />

akdes (Behâullah) 483.<br />

akdül-cümân (Aynî) 1079.<br />

âk›bet (‹flbilî) 1015.<br />

akîdet-ül-islâm (Enver fiâh Keflmîrî) 485.<br />

akîdet-ün-necâh (.....) 284.<br />

akîdetüs-selef-i vel halef (‹bni Halîfe) 494.<br />

alâmet-ül Mehdî (‹bni Hacer-i Mekkî) 63, 1134.<br />

âlem-i islâm (Abdürreflîd) 484.<br />

alî efendi fetvâs› 167, 901, 1076.<br />

amelî cerrâhî (Necmüddîn Ârif) 21.<br />

âmentü flerhi (Kâdî-zâde Ahmed) 108, 110, 1007,<br />

1125.<br />

ankaravî fetvâs› (Muhammed bin Hüseyn)<br />

arâis-ül-mecâlis (Ahmed Nîflâpûrî) 1157.<br />

asr-› se’âdet târîhi (Ömer R›zâ) 499, 1161.<br />

aflk kasîdesi 173, 446, 585, 639, 928.<br />

aflknâme (Feriflteh o¤lu) 500, 503, 1099, 1101.<br />

at›yyet-ül vehhâb firreddi alel mu’ter›d› Ahmed-el<br />

Fârûkî (Muhammed Burhan pûrî) 1121.<br />

avâmil (Abdül-kâhir Cürcânî) (474).<br />

avâmil (Muhammed bin Alî Birgivî) 1083.<br />

avârifül me’ârif (fiihâbüddîn) 748, 749, 927, 953,<br />

958, 1180.<br />

aynî [(Kenz) ve (Hidâye) flerhleri] (Aynî) 269, 1114.<br />

aynî târîhi (Aynî Mahmûd) 738.<br />

aynül-hakîka (Fevzi Efendi) 1075.<br />

azîziyye Vikâye tercemesi (Fehîm pâfla) 1214.<br />

– B –<br />

Baba da¤› (‹brâhîm bin Abdüllah) 743.<br />

bahr-ül-fetâvâ (Kâdî-zâde Muhammed Ârif) 167,<br />

207, 576, 591, 813, 828, 890.<br />

bahr-ül-mevrûd (Abdülvehhâb-i fia’rânî) 458.<br />

– 1208 –<br />

bahr-ür-râ’›k (ibni Nüceym) 135, 264, 286, 315, 316,<br />

317, 318, 319, 320, 355, 589, 594, 779, 795,<br />

822, 826, 827, 872, 996, 1001, 1115.<br />

bahr-üz-zehhâr (Ahmed bin Yahyâ) 1179.<br />

barnabas incîli (Barnabas) 42, 1079, 1109.<br />

basîret-üs-sâlikîn (Muhammed Osmân) 82, 421.<br />

basît (Vâhidî) 1187.<br />

battâlgâzî (Hurûfîler) 501.<br />

bedây›’ (Kâflânî) 258, 260, 321, 337, 612, 620, 855,<br />

1126.<br />

behcet-ül-esrâr (Alî bin Yûsüf) 420.<br />

behcet-ül-fetevâ (Abdüllah-› Rûmi) 224, 237, 319,<br />

328, 392, 393, 394, 395, 490, 541, 542, 579,<br />

591, 592, 602, 624, 782, 813, 862, 886, 1010,<br />

1029, 1067.<br />

behcet-ül-merd›yye (Süveydî) 1174.<br />

bektâflî s›rr› (A.R›fk›) 503.<br />

berâet-ül efl’ariyyîn (Ebû Hamîd bin Merzûk) 459,<br />

468, 1116.<br />

berâhîm-ül ahmediyye (Ahmed Kad›yâni) 486.<br />

berekât (Muhammed Hâflim-i Keflmî) 696, 741, 742,<br />

1005, 1121, 1144, 1145, 1164.<br />

berekât-i ma’sûmiyye (Sefer Ahmed) [(Umdet-ül<br />

makâmât) sahîfe 387].<br />

beflâretnâme (Ebul Hasen Harkânî) 1093.<br />

berîka (Hâdimî) 21, 23, 39, 70, 72, 123, 135, 164,<br />

205, 206, 219, 226, 237, 241, 242, 243, 246,<br />

252, 263, 264, 280, 365, 397, 398, 414, 436,<br />

442, 461, 462, 465, 490, 599, 603, 618, 622,<br />

629, 631, 634, 638, 699, 729, 730, 734, 781,<br />

826, 873, 880, 891, 892, 900, 908, 909, 1019,<br />

1028, 1033, 1052.<br />

ber’ul-eskâm (Mustafâ Bekrî) 458, 1153.<br />

ber’üs-sâ’a (Ebû Bekr-i Râzî) 538.<br />

beyân-ül-hak (Rahmetullah Hindî) 389, 1161.<br />

beydâvî hâfliyesi (Abdülhakîm-i Siyalkûtî) 1062.<br />

beydâvî hâfliyesi (Burhâneddîn-i Merg›nânî) 1084.<br />

beydâvî hâfliyesi (Ehî Çelebi) 1192.<br />

bey’ ve flirâ risâlesi (Hamza Efendi) 640, 693, 791,<br />

797, 845, 873, 899, 1106.<br />

bidâye muhtasar-› hidâye (Sâbûnî)<br />

birgivî vas›yyetnâmesi (Birgivî) 52, 433, 477, 740,<br />

743, 744.<br />

birgivî vas›yyetnâmesi flerhi (Kâdî-zâde) 89, 110,<br />

140, 164, 431, 434, 435, 462, 613, 740, 743,<br />

770, 908, 1007, 1019, 1020, 1125, 1170.<br />

bostân (Sa’dî fiîrâzî) 621, 1164.<br />

bostân-ül-ârifîn (Ebülleys) 44, 780, 781, 993, 1094.<br />

bugünkü islâm âlemi (The ‹slamic World today)<br />

1089.<br />

bugyet-ül-ahkâm (Nureddîn Alî) 458.<br />

bugyet-ül-vâcid (Muhammed Es’ad) 701.<br />

buhârî-yi flerîf (Buhârî Muhammed bin ‹smâ’îl) 20,<br />

210, 300, 313, 386, 407, 423, 442, 447, 449,<br />

451, 467, 470, 476, 502, 633, 641, 643, 644,<br />

646, 695, 737, 765, 787, 892, 909, 1079, 1083,<br />

1085, 1104, 1152, 1187.<br />

buhârî tercemesi (Ahmed Na’îm) 1072.<br />

burhân-› kât›’ (Hüseyn bin Halef) 528, 761, 802,<br />

1070, 1097.<br />

bülû¤-ul merâm (‹bni Hacer Askalânî) 1114.<br />

bürde kasîdesi (Busayrî) 1084.


– C –<br />

Câliyet-ül-ekdâr (Hâlid Ba¤dâdî) 332, 506, 604,<br />

1105.<br />

câmi’ul-beyân (Taberî) 1180.<br />

câmi’ul-fetâvâ (Ebul-Kâs›m-› Semerkandî) 275, 307,<br />

452, 611, 1004, 1094.<br />

câmi’ul-kebîr “f›kh” (Muhammed fieybânî) 1076,<br />

1089, 1178.<br />

câmi’ul kebîr flerhi (Debbûsî) 1089.<br />

câmi’ul kebîr “hadîs” (Süyûtî) 418.<br />

câmi’ul-kebîr (Serahsî) 1169.<br />

câmi’ul-kebîr (Kerhî) 1127.<br />

câmi’ul-kebîr flerhi (Zeylâ’î) 1196.<br />

câmi’u-kerâmât-il-Evliyâ (Yûsüf Nebhânî) 456, 469,<br />

1013, 1070, 1132, 1145, 1183, 1189.<br />

câmi’ul-mebânî (Kuhistânî) 1128.<br />

câmi’ul-mudmerât (Yûsüf bin Ömer) 1192.<br />

câmi’ur-rümûz (Kuhistânî) 143, 216, 218, 269, 299,<br />

1084, 1128.<br />

câmi’us-sagîr (Kerhî) 1127.<br />

câmi’us-sagîr “f›kh” (Muhammed fieybânî) 268,<br />

1076, 1178, 1194.<br />

câmi’us-sagîr “hadîs” (Süyûtî) 418, 458, 465, 1007.<br />

câmi’us-sagîr (Serahsî) 268, 1169.<br />

câmi’us-sagîr flerhî (Münâvî) 448, 631.<br />

câmi’us-sahîh “hadîs” (Buhârî) 423, 1083.<br />

câmi’us-sahîh “hadîs” (Müslîm) 423.<br />

câmi’us-sahîh “hadîs” (Tirmüzî) 424.<br />

câmi’ul-ezher mecellesi (Yûsüf-i Decvî) 461.<br />

câvidân (Fadlullah-› Hurûfî) 500, 501, 502, 503, 504,<br />

1076, 1099.<br />

celâl-ül hak (‹skenderiyyede) 633.<br />

cem’ül-esrâr (Abdülganî Nablüsî) 458.<br />

cennete götüren ilmihâl (Muhammed bin Kudbüddîn)<br />

1129.<br />

cerîde-i ilmiyye (Meflîhat-i islâmiyye) 859.<br />

cevâb-üs-sâil ve delîl-ül âk›l (Muhammed-ül Müftî)<br />

1179.<br />

cevâb veremedi (‹shak efendi) 41, 89, 368, 371,<br />

372, 400, 696, 710, 1123.<br />

cevâhir (Kâdî Adûd) 1124.<br />

cevâhir-ül akdeyn (Semhûdî) 458, 1168.<br />

cevâhir-ül-bihâr (Yûsüf Nebhânî) 1116.<br />

cevâhir-ül fetâvâ (Kirmânî) 247, 1127.<br />

cevâhir-ül-f›kh (Muhammed bin Mensûr Buhârî) 569,<br />

725.<br />

cevâhir-ül-me’ânî (Alî Ticânî) 1183.<br />

cevâhir-üz-zekiyye (Ahmed bin Türkî) 296.<br />

cevâzüt-tevessül (Ahmed bin Zeynî Dahlân) 460.<br />

cevhere-tün-neyyire (Ebû Bekri Alî) 69, 140, 168,<br />

206, 222, 275, 279, 281, 283, 294, 319, 323,<br />

325, 328, 344, 620, 626, 796, 811, 858, 872,<br />

1006, 1019, 1090.<br />

cevheret-üt-hakâik (.....) 1183.<br />

cevhere-üt-tevhîd (Lakânî) 1090.<br />

cezb-ül-kulûb (Abdülhak-› Dehlevî) 349, 350, 457.<br />

cihân sulhu ve islâm (Seyyid Kutb) 310.<br />

cilâ-ül-ayneyn (Âlûsî Nu’mân) 469, 1077.<br />

cilâ-ül-kulûb (Birgivî) 1006, 1019, 1020, 1033.<br />

cilâ-üz-zulâm (Seyyid Alevî bin Ahmed) 458.<br />

cürcâniyyât (Muhammed fieybânî) 268.<br />

cüzdân-› kavânîn-i Osmâniyye (Kasbaryan) 1034.<br />

cüz’ün minel-ehâdîs (Süyûtî) 63, 1134.<br />

– Ç –<br />

çehl hadîs (‹mâm-› Rabbânî) 1122.<br />

– D –<br />

Da’vây› kavmiyyet (Ahmed Na’îm) 1072.<br />

dâmâd (Abdürrahmân bin Muhammed) 294, 337.<br />

delâil-ül-hayrât (Cezûlî) 332, 420, 1143.<br />

delâil-ün-nübüvve (Müstagfirî)<br />

delâil-ün-nübüvve (Beyhekî) 740, 1082.<br />

delâil-ün-nübüvve (Sicstânî) 1171.<br />

der Mensch (Almanca) 971.<br />

der stern mecmû’as› 626.<br />

der Strom (Max Planck) 494, 545.<br />

dictionnaire thérapeutique (L.Perlemuter) 665.<br />

dîn-i mübîn-i islâm (Reflîd Pâfla) 1162.<br />

din tahrîbcileri (A.Dâvüdo¤lu) 1136, 1141, 1170.<br />

din ve ahlâk (Bergson) 27, 1082.<br />

dînî sözlük (Türkiye gazetesi) 1994 de ‹stanbulda bas›lm›fld›r.<br />

dînî tecribeler (William Ceyms) 27, 1189.<br />

dîvân-› cezrî (Ahmed bin Muhammed) (1050).<br />

dîvân-› mevlânâ Hâlid 1105.<br />

diyâ-ül-kulûb (Harputlu ‹shak efendi) 372, 1123.<br />

diyâ-ül-ma’nevî (Ebülbekâ) 309, 440, 1093.<br />

dürer (Molla Husrev) 127, 232, 239, 285, 316, 338,<br />

586, 616, 617, 723, 834, 858, 1019, 1138.<br />

dürer hâfliyesi (fiernblâlî) 97, 279, 393, 796, 1000,<br />

1179.<br />

dürer flerhi (‹smâ’îl Nablüsî) 629, 1123.<br />

dürer-ül-hükkâm (Alî Haydar Be¤) 28, 800, 806,<br />

812, 830, 836, 897, 901, 1076.<br />

dürer-ül-meknûnât (Murâd-› Kazânî) 1146.<br />

dürer-üs-seniyye (Ahmed Zeynî) 349, 450, 453,<br />

1071, 1077.<br />

dürerüs-seniyye fî-fedâil-i devletil-Osmâniyye<br />

(Muhammed bin Velî ‹zmir müftîsi) (1165).<br />

dürer-ül-mültek›te (Abdül’Azîz Dîrî) 166.<br />

dürret-ül-beydâ (Muhammed Berdûsî-zâde) 835.<br />

dürret-ül-fâhire (‹mâm-› Gazâlî) 18, 108, 1102.<br />

dürret-ül-madiyye firred-i alâ ibni Teymiyye<br />

(Muhammed ibni Zemlikânî) 454.<br />

dürret-ün-nâs›hîn (Osmân Hopavî) 419, 1159.<br />

dürr-i yektâ (Muhammed Es’ad) 59, 110, 119, 136,<br />

186, 300, 307, 308, 392, 393, 702, 1143.<br />

dürr-ül-me’ârif (Abdüllah-› Dehlevî) 721, 957, 1019,<br />

1067.<br />

dürr-ül-muhtâr (Alâ-üd-dîn-i Haskefî) 20, 39, 72,<br />

133, 148, 154, 159, 160, 167, 204, 210, 217,<br />

218, 219, 224, 226, 229, 231, 236, 241, 246,<br />

249, 260, 262, 269, 272, 275, 278, 279, 282,<br />

284, 285, 294, 297, 300, 307, 315, 318, 321,<br />

323, 333, 335, 336, 339, 348, 392, 393, 434,<br />

437, 440, 441, 442, 445, 462, 477, 490, 577,<br />

586, 595, 600, 612, 616, 622, 629, 637, 638,<br />

695, 723, 731, 740, 770, 783, 795, 808, 826,<br />

833, 855, 856, 858, 869, 872, 874, 879, 994,<br />

1010, 1019, 1020, 1074, 1109, 1112, 1123.<br />

dürr-ül muhtâr hâfliyesi (Tahtâvî) 134, 286, 468,<br />

595, 635, 740, 869, 1182.<br />

dürr-ül-müntekâ (Alâ-üd-dîn-i Haskefî) 141, 143,<br />

226, 229, 275, 281, 292, 294, 299, 342, 620,<br />

718, 722, 731, 817, 1023, 1025.<br />

dürr-üs-sukûk (Muhammed Azîz) 826, 836, 863, 1029.<br />

– E –<br />

ecvibe (Muhammed Necmüddîn G›tî)<br />

ecvibet-ül merdiyye (Abdülvehhâb-› fia’rânî) 458.<br />

eczâc›l›k mecmû’as› 650, 661, 986.<br />

edebiyyât (Alî Cânib be¤) 1155.<br />

edeb-ül-kâdî (Hassâf) 1108.<br />

ed-da’ve mecmû’as› 350.<br />

ed-dürer (Edîb ‹shâk) 1086.<br />

ed-dürer ül-kâmine (‹bni Hacer Askalânî) 1117.<br />

ed-dürret-üs semine fî isbât-il vâcib-i teâlâ (Abdülhakîm-i<br />

Siyalkûtî) 1062.<br />

efkâr-› ceberût (Hayâtî Zâde Halîl) 538, 1138.<br />

ehâdîs-ül-mevdû’at (Alî-ül-kârî) 418, 1077.<br />

ehl-i sünnet kasîdesi 114.<br />

el-akâidüssahîha (Hasen Cân) 454.<br />

el-a’lâm (Alî bin ‹smâ’îl) 1014, 1076.<br />

el-berâet-ül-efl’ariyyûn (Ebû Hâmid) 459, 468.<br />

el-besâir (Hamdullah-› Hindî) 459, 468, 1017.<br />

el-burhân (Süyûtî) 1159.<br />

– 1209 –


el-câmi’ (Hatîb-i Ba¤dâdî) 472.<br />

el-câmi’ul kebîr (imâm-› Muhammed) 268.<br />

el-câmi’us-sagîr (imâm-› Muhammed) 268.<br />

el-cevâhir (Süveydî) 1174.<br />

el-cevher-ül-munzam (‹bni Hacer-i Mekkî) 458, 1117.<br />

el-cürcâniyyât (imâm-› Muhammed) 268.<br />

el-ecvibe-tül ›râk›yye (Âlûsî) 1077.<br />

el-ecvibe-tül-irâniyye (Âlûsî) 1077.<br />

el-edilletül-kavât›’ (Muhammed Viltorî) 259, 724.<br />

el-envâr (Yûsüf Erdebîlî) 181, 192, 250, 296, 323,<br />

604, 1019, 1022.<br />

el-esmâ’i Ehl-i Bedr (Abdürrahmân) 506.<br />

el-fârûk (fiiblî Nu’mânî) 499.<br />

el-fasl (‹bni Hazm Alî bin Ahmed) 538.<br />

el-fâz-› küfr (Ehî Çelebi) 1192.<br />

el-feth-ul kebîr (Yûsüf Nebhânî) 469.<br />

el-fecr-üs-sâd›k firredd-i alel-münkir-i-tevessül-i<br />

vel havâr›k (Cemil S›dk›) 459.<br />

el-f›kh-u alel-mezâhib-il erbe’a (Abdürrahmân Cezîrî)<br />

130, 155, 158, 163, 212, 221, 229, 238, 250,<br />

271, 568, 604, 807.<br />

el-fütûhât-ül islâmiyye (Dahlân) 454, 1071, 1134.<br />

el-habl-ül-metîn (Sa’îd-ürrahmân) 455, 734.<br />

el-hakâikul-‹slâmiyye (Mâlik bin Dâvüd Beh) 460.<br />

el-hakk-ul-mübîn (Ahmed Sa’îd) 455, 457, 1004,<br />

1073.<br />

el-halâl-vel-harâm (Y.Kardâvî) 262, 263, 605, 877,<br />

900.<br />

el-hâmil-ül-fil-fülk (Abdülganî Nablüsî) 419.<br />

el-hârûniyyât (imâm-i Muhammed) 268.<br />

el-hayât (N.Batrûcî) 1048.<br />

el-hediyye fil ibârât-il f›khiyye (Abdürrahmân ‹mâdî)<br />

1069.<br />

el-hedy-ül-islâmî (Câmi’a-tül-islâmiyye) 618, 724.<br />

el-hikem-ül Atâiyye (Tâcüddîn) 279.<br />

el-hikem-ül-ilâhiyye ve mevârîd-ül behiyye (Mustafâ<br />

Bekrî) 1153.<br />

el ibdâ’ (Alî Mahfûz) 219, 338, 366.<br />

el-i’lâm (ibni Hacer-i Mekkî) 1114.<br />

el îmân (Hâlid-i Ba¤dâdî) 1105.<br />

el-insâf (fiâh Veliyyullah) 467.<br />

el-intisâr (Tâhir Sünbül) 458.<br />

el-lübâb (Abdülganî ganîmî Meydânî) 1090.<br />

el-isâbe (‹bni Hacer-i Askalânî) 1112, 1113, 1165.<br />

el-isti’âb fî ma’rife-til-eshâb (‹bni Abdülberr) 1112.<br />

el-iflfâk alâ ahkâm-› talâk (Zâhid-ül Kevserî) 1194.<br />

el-kavl-ül-fasl (Muhyiddîn Muhammed) 491, 1077,<br />

1148.<br />

el-kavl-ül muhtasar (ibni Hacer) 63, 1134.<br />

el-kevâkib-üd-dürriyye fî menâk›b-il ibni Teymiyye<br />

(Mer’î bin Yûsüf) 1135.<br />

el-kîsâniyyât (imâm-i Muhammed) 268.<br />

el-kitâbül-madnûn (Gazâlî) 497.<br />

el-makâmât-i Harîrî (Kâs›m bin Alî) (516).<br />

el-mebsût (imâm-› Muhammed) 268.<br />

el-medâricüsseniyye firred-i alel vehhâbiyye (Âmirül-kâdir<br />

Pakistânî) 351, 455.<br />

el-mekâs›d-fî-fedâil-il-mesâcîd (Molla Arab) 504.<br />

el-mekâs›d-ül-hasene (Sehâvî) 415, 465.<br />

el-mesâil-ül müntehabe (Kâdî Habîbülhak) 455.<br />

el-metâlib-ül-âliyye (Fahrüddîn-i Râzî) 480.<br />

el-mevrid fî-amelil-mevlid (fâkihânî) 1201.<br />

el-muallim (Hindistân âlimleri) 46, 250, 593, 724.<br />

el-müdevvene (‹bnül-Kâs›m Abdürrahmân) 159.<br />

el-müfredât-ül Kur’âniyye (Murâd-› Münzâvî) 1150.<br />

el-mugnî (ibni Cevzî) 210, 1068.<br />

el-muhâverât (Reflîd R›zâ) 1162.<br />

el-mukaddemet-ül-hadremiyye (Abdüllah bin Abdürrahmân)<br />

221, 250, 296.<br />

el-mukaddemet-ül-izziyye (Ebül-Hasen Alî bin<br />

Nâs›rüddîn fiâzilî Mâlikî) 146, 192.<br />

el-mühezzeb (Ebû ‹shak ‹brâhîm) 1093.<br />

el-münk›zü aniddalâl (Gazâlî) 41, 105, 116, 758,1055,<br />

1116, 1148.<br />

el-münîre (Ahmed ibni Kemâl) 740, 909, 1071.<br />

el-müsannef (San’ânî) 1166.<br />

el-müstened (A.R›zâ hân) 391, 468, 1077.<br />

el-mütenebbi-ül-kâd›yânî (Müfti Mahmûd) 486, 1072.<br />

el-müttefak (Muhammed bin Abdüllah)<br />

el-muhtârât (Zenbilli Alî Efendi) 1195.<br />

el-mu’temed (Türpüfltî) 1184.<br />

el-tebsire filhey-e (Muhammed Merûzî) (533).<br />

el-ubûdiyyet (ibni Teymiyye) 1116.<br />

el-üstâd-ül-Mevdûdî (M.Yûsüf Benûrî) 1136.<br />

el-varakat fil’amel-i bi-rub’il-mukantarât (Abdüllah<br />

Mardîni) (779), 1245.<br />

el-vasiyyet-ül-celiyye (Mustafâ Bekrî) 1153.<br />

el-vas›yyet (Ahmed Kad›yânî) 484.<br />

el-yevâkît (fia’rânî) 388, 458.<br />

emâlî “f›kh” (Velvâlicî) 1189.<br />

emâlî “f›kh” (Ebû Yûsüf) 268.<br />

emâlî kasîdesi (Alî Ûflî) 4, 89, 479, 699, 758, 1070,<br />

1076.<br />

emâlî flerh› (Tahâvî) 307.<br />

emâlî flerh› (Ahmed Âs›m) 699, 758, 1007, 1070.<br />

enbâ-› fadl (ibni Hacer-i Askalânî) 500.<br />

endless Bliss (Hakîkat Kitâbevi) 9.<br />

enîs-ül-celîs (Alî Hullî) 418.<br />

enîs-ül-ervâh (M.Çefltî) 1148.<br />

enîs-ül-va’›zîn (Hindli Ebû Bekr) 355.<br />

enîs-üt-tâlibîn fî-menâk›b-i fiâh-› nakflibend Behâüddîn<br />

(Salâh bin Mubârek Buhârî 793), 1081.<br />

en-nâhiye (Abdül’azîz) 511.<br />

en-nefehât-üfl-flâziliyye (Hasen-i Advî) 458, 1107.<br />

en-nef’ul’âm fil’amel-i birrub’ittâm il-mevâlît-il-islâm<br />

(‹bni fiât›r) (777), 188.<br />

en-ni’met-ül-kübrâ (ibni Hacer-i Mekkî) 390, 459,<br />

1096, 1116.<br />

envâr (Bâbertî) 1142.<br />

envâr li-a’mâl-il-ebrâr (Yûsüf Erdebîlî) 181, 192,<br />

250, 296, 323, 604, 1019, 1022.<br />

envâr-ül Muhammediyye (Yûsüf-i Nebhânî) 33, 374,<br />

390, 450.<br />

envâr-ül kudsiyye (Abdülvehhâb-› fia’rânî) 1068.<br />

envâr-ül-uyûn (Abdülkuddüs) 1064.<br />

envâr-üt-tenzîl (Beydâvî) 1082, 1180.<br />

erâzî kanûnu (Ât›f Be¤) 305, 1076.<br />

erâzî kanûnu flerh› (Alî Haydar Be¤) 1076.<br />

erba’în (Nevevî) 628, 1144.<br />

erba’în-i selmânî (Nesefî Ömer) 856.<br />

erravdurrâid (Alî bin Muhammed Hanefî) 579.<br />

erreddü alel-imâmiyye (Süveydî) 1174.<br />

erreddü li-ibni Teymiyye (Sübkî) 348.<br />

erreddül cemîl (Gazâlî) 372, 1102.<br />

erriyâd-ut tesavvufiyye (Abdülhakîm Efendi) 486.<br />

erruk›yyât (imâm-› Muhammed) 268.<br />

esâs-ül-belâga (Zemahflerî) 1194.<br />

eshâb-› kirâm (Abdülhakîm Efendi) 50, 61, 348, 387,<br />

434, 454, 516, 701, 1059, 1067, 1146, 1176,<br />

1192, 1193, 1196.<br />

eshâb-› kirâm kitâb› 1212.<br />

esmâ-i ehl-i bedr (Kabânî) 506, 783.<br />

esmâ-ül-müellifîn (‹smâ’îl Pâfla) 22, 61, 714, 1124,<br />

1181, 1184.<br />

esmâ-üs-sahâbe (ibni Mende) 1115.<br />

esnel-metâlib (ibni Hacer-i Mekkî) 420.<br />

esrâr (Debbûsî) 1089.<br />

esrâr-› melekût (Molla Kudsî) 538, 1138.<br />

esrâr-› sülûk (Ebül-Hasen Harkânî) 1093.<br />

es-sahîfe fî-menâk›b-i Ebî Hanîfe (Zehebî) 443, 1194.<br />

es-seâdetül-ebediyye (Abdülmecîd bin Muhammed)<br />

(1319). 103.<br />

es-sebe’ül-esrâr fî medâric-il-ahyâr (fiâh Muhammed<br />

Ma’sûm bin Abdürreflîd) 1073, 1132.<br />

– 1210 –


es sedât-fî fedâil-il-cihâd (Molla Arab) 504.<br />

es-sevretül-Hindiyye (M.Fadlül-Hak Hayr-âbâdî)<br />

esseyf-üs-sakîl (Zâhid-i Kevserî) 454, 1194.<br />

ess›rât-ul-müstekîm (ibni Teymiyye) 1116.<br />

es-s›rât-ul-müstekîm (‹brâhîm Hayderî) 372.<br />

es-sihâm-üs-sâibe (Yûsüf-i Nebhânî) 454.<br />

es-sîretünnebeviyye (fiiblî Nu’mânî) 499.<br />

es-siyer-üs-sagîr (imâm-› Muhammed) 268.<br />

es-siyer-ül-kebîr (imâm-› Muhammed) 268, 1149.<br />

essulhu beynel-ihvân (Nablüsî) 629.<br />

eflbâh (ibni Nüceym) 154, 167, 282, 284, 285, 301,<br />

310, 321, 324, 334, 341, 344, 443, 618, 629,<br />

737, 825, 827, 845, 859, 900, 998, 1115.<br />

eflbâh hâfliyesi (Abdülkâdir Gazzî) 308.<br />

eflbâh hâfliyesi (Hayreddîn Remlî) 1109.<br />

eflbâh flerh› (Karaçelebizâde) 275.<br />

eflbâh flerh› (Hamevî) 245, 250, 388, 623, 629, 1071.<br />

efledd-ül-cihâd (Dâvüd bin Süleymân) 1114.<br />

efli’at-ül-leme’ât (Abdülhak-› Dehlevî) 252, 258, 263,<br />

314, 422, 456, 605, 633, 730, 733, 844, 1022,<br />

1061.<br />

efl-flakîkân 499.<br />

eflflihâb mecmû’as› 287.<br />

etfâl-ül-müslimîn (Birgivî) 449, 1008, 1083.<br />

et-te’akkub-ül-müfîd (Ebû Hâmid) 459.<br />

ettergîb vetterhîb (Abdül-azîm) 313, 419, 458, 1059.<br />

ettergîb vetterhîb (‹smâ’îl ‹sfehânî) 419.<br />

et-tevessülü bin nebî (Ebû Hâmid) 459, 468, 492,<br />

1016, 1116.<br />

et-t›bb-ün-nebevî (Zehebî) 652, 715, 1194.<br />

evkâfda muvâda’a (Alî Haydar) 1076.<br />

evrâd (Behâeddîn-i Buhârî) 1081.<br />

evrâd (Abdülganî Nablüsî) 1061.<br />

evsat (Taberânî) 289, 1180.<br />

ey o¤ul ilmihâli (Süleymân bin Cezâ’) 110, 132,<br />

1173.<br />

eyyühel veled (imâm-› Gazâlî) 1053, 1102.<br />

ezhâr-ül F›dda 1179.<br />

ezkâr (Nevevî) 47, 352, 1057, 1156.<br />

ez-zehîre lil kurâfî (Ahmed) (684), 159.<br />

ez-ziyâdât (imâm-› Muhammed) 268.<br />

– F –<br />

Fadl-üz-zâkirîn (Abdülganî) 887.<br />

fâideli bilgiler (A.Cevdet Pâfla) 27, 89, 113, 165,<br />

310, 348, 391, 412, 417, 448, 458, 466, 499, 970,<br />

1029, 1059, 1074, 1077, 1086, 1087, 1106, 1117,<br />

1135, 1136, 1138, 1152, 1162, 1170, 1176, 1179.<br />

faslül-hitâb (Muhammed Pârisâ) 1146.<br />

faust (Göte) 1103.<br />

felsefe dersleri (Ahmed Na’îm) 1072.<br />

fenn-i hitân (R›zâ Nûr) (1943), 21.<br />

ferâid (imâm-› A’zam Ebû Hanîfe) 441.<br />

ferâid-ül fevâid (Kâdî-zâde) 395, 1007, 1125.<br />

ferâid-ül fevâid (Nizâmüddîn-i Evliyâ) 1156.<br />

ferâid-us-sirâciyye (Muhammed Sicâvendî)<br />

ferhat-ül müderrisîn (Abdülhay Lüknevî) 1179.<br />

ferhengi fârisî (Dr. Muhammed Mükrî) 802.<br />

fetâvâ-i Alî Efendi 167, 901.<br />

fetâvâ-i attâbî (Ahmed Attâbî) (586), 255.<br />

fetâvâ-i bezzâziyye (Muhammed Kerderî) 143, 154,<br />

167, 168, 206, 220, 227, 234, 241, 269, 292,<br />

303, 308, 309, 338, 395, 410, 413, 414, 434,<br />

582, 590, 596, 611, 618, 696, 743, 770, 779,<br />

792, 796, 826, 839, 1002, 1009, 1023, 1127.<br />

fetâvâ-i burhânî (Mahmûd Buhârî) 1131.<br />

fetâvâ-i ebülleys (Ebülleys) 567.<br />

fetâvâ-i Ebüssü’ûd (Ebüssü’ûd) 156, 233, 244, 248,<br />

271, 305, 897.<br />

fetâvâ-i feyziyye (fieyh-ül-islâm Feyzullah efendi)<br />

241, 536, 576, 579, 591, 822, 828, 839, 862,<br />

869.<br />

fetâvâ-i f›khiyye (ibni Hacer-i Mekkî) 47, 172, 245,<br />

– 1211 –<br />

280, 297, 453, 477, 784, 996, 1010, 1011.<br />

fetâvâ-i garâib (Ahmed bin Muhammed) 268.<br />

fetâvâ-i hadîsiyye (ibni Hacer-i Mekkî) 135, 458,<br />

496, 498, 739, 908, 1011, 1108, 1116, 1193.<br />

fetâvâ-i hâmidiyye (Hâmid Konevî) 471.<br />

fetâvâ-i hâniyye (Kâdîhân) 241, 568, 808, 890, 1124.<br />

fetâvâ-i haremeyn (Ahmed R›zâ Hân) 455, 472.<br />

fetâvâ-i hassî (Yûsüf Hârezmî) (634).<br />

fetâvâ-i hayriyye (Hayreddîn-i Remlî) 39, 128, 135,<br />

164, 330, 390, 393, 395, 487, 536, 573, 575,<br />

591, 592, 616, 809, 825, 828, 837, 862, 880.<br />

fetâvâ-i hindiyye (fieyh Nizâm) 143, 205, 207, 219,<br />

226, 228, 240, 241, 242, 245, 247, 259, 260,<br />

292, 294, 301, 315, 316, 318, 319, 395, 409,<br />

434, 462, 465, 466, 568, 575, 590, 591, 620,<br />

648, 727, 729, 783, 786, 812, 815, 817, 827,<br />

837, 839, 844, 858, 870, 878, 880, 999, 1011,<br />

1032, 1075, 1124.<br />

fetâvâ-i ibni nüceym (ibni Nüceym) 998.<br />

fetâvâ-i imâdiyye (Abdürrahmân-› Semerkandî) 487,<br />

830.<br />

fetâvâ-i Kâdîhân (Kâdîhân) 133, 158, 163, 226, 281,<br />

245, 315, 316, 435, 583, 611, 827, 838, 900,<br />

1011, 1028, 1032.<br />

fetâvâ-i kâri-ül hidâye (Ömer bin ‹shak) 247, 366,<br />

780.<br />

fetâvâ-i kerhî (imâm-› Kerhî) 611.<br />

fetâvâ-i kübrâ (Hüsâmeddîn Ömer) 593, 1111.<br />

fetâvâ-i kübrâ (ibni Hacer) 223, 284, 722, 724, 1162.<br />

fetâvâ-i Müeyyed-zâde (Abdürrahmân Arvâsî) 993.<br />

fetâvâ-i Radeviyye (Ahmed R›dâ hân) 472, 1207.<br />

fetâvâ-i rûmiyye (Niflânc›-zâde) 1156.<br />

fetâvâ-i sirâciyye (Alî Ûflî) 148, 242, 243, 269, 364,<br />

1076.<br />

fetâvâ-i flemseddîn (fiemseddîn-i Remlî) 183, 323.<br />

fetâvâ-i tatârhâniyye (Âlim bin Alâ) 216, 242, 264,<br />

287, 299, 448, 465, 477, 567, 695, 718, 1076.<br />

fetâvâ-i zahîriyye (Kâdî Muhammed bin Ahmed Zahîreddîn-i<br />

Buhârî) (619), 802.<br />

fetâvel-Rüstagfenî (Alî Saîd hanefî)<br />

feth-ûl bârî (ibni Hacer-i Askalânî) 458.<br />

feth-ul kadîr (ibni Hümâm) 43, 120, 134, 154, 207,<br />

262, 274, 583, 809, 826, 858, 1020, 1114, 1125.<br />

feth-ul-mecîd (Vehhâbî Abdürrahmân) 442, 447,<br />

450, 451, 453, 454, 457, 484, 717, 887, 1013,<br />

1016.<br />

feth-ur-rahîm (Mes’ûd Kânevî) 632, 1136.<br />

fethurrahmân (Bir kelimenin hangi âyetde oldu¤unu<br />

bildirir. Feyzullah. 1323 h. Beyrut)<br />

fetvâ (Muhammed ibni Süleymân) 453.<br />

fevâid-i câmi’a (Abdül’azîz Dehlevî) 650.<br />

fevâid-i Ebî Hafs-il kebîr (Ahmed 217), 565.<br />

fevâid-i Osmâniyye (Muhammed Osmân müceddidî)<br />

662, 783, 993, 1146.<br />

fevâid-ül behiyye (Muhammed Abdülhay Lüknevî)<br />

1179.<br />

fevâid-ül-füad (Muhammed bin Mahmûd Celâleddîn<br />

Pâni-putî) (765), 733, 767, 1085, 1156.<br />

fevâid-üs-sâlikîn (Ferîdüddîn Genc-i fieker) 1177.<br />

fezleke-i Târîh-i Osmânî (Matbaa-i âmire) 1136,<br />

1149.<br />

f›kh-› ekber (Ebû Hanîfe) 388, 490, 491, 1077, 1148.<br />

f›kh-› gîdânî (Lutfullah) 127, 419.<br />

f›kh-› gîdânî flerh› (Kuhistânî) 127, 419, 1128.<br />

fid-difâ’an turuk-› ehl-il-hüdâ (Muhammed Ticânî)<br />

1183.<br />

filozofi zoolojik (Lamarck) 540.<br />

fir redd-il vehhâbiyye (Dâvüd bin Süleymân) 453.<br />

fir redd-i alel vehhâbiyye (Ahmed Zeynî Dahlân)<br />

450, 1071.<br />

fir redd-i ales-sübkî (‹bni Abdül-Hâdî) 469.<br />

fitnet-ül vehhâbiyye (Ahmed Zeynî Dahlân) 250,<br />

1071, 1170.


fî-zilâl-il-Kur’ân (Seyyid Kutb) 409, 410, 887, 1170.<br />

formulaire (Doktor Gautier) 986.<br />

formulaire medical (Lemoine) 652, 1130.<br />

friedrich târîhi (Karlayl) 1125.<br />

furûk nîflâpûrî (Es’ad) (539).<br />

füsûl-i imâdî (Abdürrahîm) 1068.<br />

füsûl-i sitte (Muhammed Pârîsâ) 106.<br />

füsûs (Muhyiddîn-i Arabî) 93, 388, 390, 927, 928,<br />

1165.<br />

fütûhât-› mekkiyye (Muhyiddîn-i Arabî) 79, 388, 696,<br />

739, 970, 1148.<br />

fütûh-ul-gayb (Geylânî) 278, 357, 771.<br />

fütûh-ul gayb flerhi (Abdülhak-› Dehlevî) 357.<br />

– G –<br />

Gadâ-ül-mülâhazât (papas kitâb›) 41.<br />

gâliyye-tül-mevâ’iz (Âlûsî) 60, 349, 441, 443, 450,<br />

467, 1006, 1013, 1044, 1077, 1159.<br />

gavsiyye (Abdülkâdir-i Geylânî) 929.<br />

gâyet-ül beyân (‹tkânî) 1124.<br />

gâyet-ül beyân (Alî Echürî) 632.<br />

gâyet-ül-emânî (....) 1183.<br />

gâyet-ül-itkân (Doktor Sâlih efendi) 664, 674.<br />

gâyetüt-tahkîk (M.Hayât Sindî) 208, 1144.<br />

gayri tabî’i aflklar (F.Kerîm Gökay) 781.<br />

gerçek islâmiyyet (Beflîr Kad›yânî) 484.<br />

geschichte (Brockelmann) 22.<br />

g›yâs›yye (Dâvüd bin Yûsüf) 269.<br />

grundriss der inneren medzin (Dr. Domarrus) 660.<br />

gunyet-ül-fükahâ (Sicstânî) 1192.<br />

gunyet-üt-tâlibîn (Abdülkâdir Geylânî) 60, 66, 90,<br />

132, 510.<br />

gurer (Hâkim ve Molla Hüsrev) 138, 338, 1104.<br />

gurer flerhi (fiernblâlî) 815.<br />

gülbün-i irflâd (Osmân Bedreddîn) 1158.<br />

gülistân (Sa’dî) 1164, 1190.<br />

gülflen-i vahdet (Abdülehad Serhendî) 1169.<br />

gülzâr-› sâminî (Osmân Bedreddîn) 1158.<br />

– H –<br />

hadâik-ül-hakâik (Ömer bin Alî) 383.<br />

hadarât-ül-kuds (Bedreddîn-i Serhendî) 20, 1057,<br />

1113, 1121, 1141, 1145.<br />

hadâik-ül-verdiyye (Abdülmecid bin Muhammed<br />

Hânî 1319 ‹stanbul). 188, 1105, 1121, 1145, 1148.<br />

hâd-id-dâllîn (hâc› Tûsî) 70, 208, 637.<br />

hadd-i fâs›l der hak ve bât›l (Muhammed Ferruh)<br />

1142.<br />

hadîka (Abdülganî Nablüsî) 8, 19, 21, 23, 45, 70, 72,<br />

90, 96, 113, 123, 135, 142, 155, 168, 211, 226,<br />

237, 238, 239, 241, 248, 249, 252, 263, 264,<br />

280, 281, 310, 338, 340, 365, 394, 397, 408,<br />

409, 413, 414, 434, 435, 436, 438, 448, 449,<br />

465, 468, 469, 470, 471, 490, 497, 536, 546,<br />

588, 593, 594, 595, 596, 599, 602, 603, 611,<br />

621, 631, 635, 638, 642, 692, 699, 718, 721,<br />

724, 726, 729, 730, 731, 734, 739, 781, 789,<br />

790, 794, 801, 802, 810, 824, 826, 843, 851,<br />

873, 885, 886, 890, 891, 896, 898, 900, 908,<br />

909, 1004, 1005, 1028, 1033, 1061.<br />

hadîka-tün-nediyye (Muhammed Ba¤dâdî) 594.<br />

hadîkat-ül-cevâmi’ (Hüseyn bin Alî) 1092, 1152,<br />

1189.<br />

hadîkat-ül evliyâ (A.<strong>Hilmi</strong>) 1121, 1145.<br />

hadîkat-üs-serâir (Abdüllah Bîtûflî) 1065.<br />

hadîs-i erba’în (Nevevî) 113, 422.<br />

hadîs-i erba’în tercemesi (Ahmed Na’îm) 422, 1072.<br />

hâdîyyi mudillîn (Hâc› baba ‹brâhîm Tûsî) (1044).<br />

hakây›k-› manzûme (Mahmûd bin Muhammed<br />

Buhârî) 352, 1131.<br />

hakîkat-ül-yehûd (Füâd efendi: Kuveytde mektebetü-Sahâbet-il-islâmiyyede)<br />

hakîkatnâme (hurûfîler) 503.<br />

– 1212 –<br />

hak sözün vesîkalar› (Süveydî) 61, 94, 110, 434,<br />

596, 696, 701, 992, 1072, 1121, 1146, 1174.<br />

halebî-yi kebîr (Halebî ‹brâhîm) 127, 133, 153, 154,<br />

166, 175, 207, 216, 217, 223, 235, 237, 240,<br />

241, 244, 248, 251, 252, 266, 272, 274, 281,<br />

285, 603, 729, 743, 996, 1003, 1005, 1104.<br />

halebî-yi sagîr (Halebî ‹brâhîm) 122, 123, 125, 149,<br />

156, 212, 217, 222, 237, 249, 270, 274, 275,<br />

283, 284, 729, 743, 784, 1000, 1019.<br />

hâlid-i ba¤dâdî divân› (H.Ba¤dâdî) 4,<br />

halîmî (Hüseyn bin Hasen Cürcânî) 243,<br />

hamriyye kasîdesi (Ömer bin Fâr›d) 1160.<br />

hamza efendi risâlesi [Bey’ ve flirâ risâlesi] 575,<br />

811, 824.<br />

hamzanâme (hurûfîler) 501.<br />

hâniyye (Kâdîhân) 241, 567, 809, 890, 1124.<br />

hasenât-ül-ebrâr (Dârâ flekve) 1075.<br />

hâtem-ün-nebiyyîn (Enver flâh Keflmirî) 485.<br />

hât›rât-› Abdülhamîd hân-› sânî (Es’ad be¤) 1063.<br />

hatm-i hâcegân (Hâlid-i Ba¤dâdî) 1075.<br />

havenet-ül islâm (Aga fiûrifl Keflmîrî) 486.<br />

hâvî (flâfi’î) (Mâverdî) 241, 1133.<br />

hâvî (hanefî) (Zâhidi) 241, 873, 1193.<br />

hâvî flerhi (Alî bin ‹smâ’îl) 1076.<br />

hayât-ül hayvân (Demîrî) 418, 668, 741, 742, 778,<br />

1089.<br />

hayâtüssahâbe (Muhammed Yûsüf) 499.<br />

hayrât-ül hisân (ibni Hacer-i Mekkî) 440, 442, 443,<br />

1114.<br />

hazâne (Debbûsî) 1089.<br />

hazâne-i Celâlî (Kutb-i zemân) 1129.<br />

hazânet-ül f›kh (Ebülleys Semerkandî)<br />

hazânet-ül-müftîn (Hüseyn bin Muhammed) 324,<br />

440.<br />

hazânet-ür-rivâyât (Kâdî Hindî) 269, 592, 1005.<br />

hazînet-ül-esrâr (Muhammed Hakk›) 277, 279, 395,<br />

418, 740, 741, 993, 1009, 1010, 1143.<br />

hazînet-ül-me’ârif (Ubeydullah Serhendî) 207, 651.<br />

hazret-i Muhammed (Davenport) 534, 1088.<br />

hediyye (Muhammed Behâeddîn-i Buhârî) 1081.<br />

hediyye (‹mâdî) 629.<br />

hediyye-tül-ihvân türkçe zikr (Muhammed Saîd)<br />

hediyyet-ül-mehdiyyîn (Ehî Çelebî) 90, 467, 648, 1192.<br />

hediyyet-ül-mühdî (Vahîdüz-zemân)<br />

hedy-ül-islâmî (Libya evkâf dâiresi) 586, 858, 876,<br />

877.<br />

hest behiflt (‹drîs Büdlîsî) Osmânl› târihî<br />

hemziyye (Busayrî) 390, 1084.<br />

herkese lâz›m olan îmân (Feyzullah) 32, 34, 368,<br />

482, 499, 579, 740, 1178, 1184.<br />

hey’et-i felekiyye (Mustafâ <strong>Hilmi</strong>) 187, 1245.<br />

hicâb-ül-aktâr (Fudayl bin ‹yâd) 1102.<br />

hidâye “f›kh” (Burhâneddîn-i Merg›nânî) 20, 224,<br />

271, 392, 444, 477, 628, 1084, 1114, 1181.<br />

hidâye “fizik” (Esîreddîn-i Ebherî) 538, 1098.<br />

hidâyet-ül-hâl›k (Celâleddîn Muhammed) 1117.<br />

hidâyet-ül ibâd (Molla Arab) 504.<br />

hidâyet-ül-mübtedî fî-ma’rifetil-evkat (Alî bin Osmân)<br />

187, 1246.<br />

hidâye flerhî (Aynî, Tacüfl-flerî’a) 872, 1078, 1181.<br />

hidâyet-üt-tâlibîn (Ebû Sa’îd) 1095.<br />

hikem-i atâiyye (Tâcüddîn) 1144, 1181, 1187.<br />

hikmetül’ayn fil-mant›k (Alî Kazvînî) (675).<br />

hilye-tül-mücellî (ibni Emîr Hâc) 134, 1001, 1113.<br />

hilye-tül-ebrâr (Nevevî) 1035, 1156.<br />

hilyet-ül-Evliyâ (Ahmed bin Abdüllah) 70, 208, 786,<br />

1070.<br />

hilyet-ül-Evliyâ (Ebû Muhammed Halîl) 458.<br />

hilyet-ün-nâcî (Muhammed Es’ad) 1143.<br />

hindistânda ingiliz hâkimiyyeti (W.J.Bryan) 484.<br />

hindiyye (Fetâvâ-i hindiyye) 226, 228, 240, 241, 245,<br />

260, 294, 301, 315, 316, 318, 325, 327, 328, 337,<br />

395, 434, 435, 462, 465, 568, 575, 590, 591, 620,


727, 729, 786, 812, 815, 817, 827, 837, 839, 844,<br />

858, 870, 878, 880, 999, 1011, 1032.<br />

h›ristiyanl›k (‹ncîl hey’eti) 42, 372.<br />

h›sn-ül-hasîn (‹bni Cezerî) 449, 457, 1007, 1113,<br />

1249.<br />

hizb-ül-bahr (fiâzilî) 497, 1093.<br />

hizb-ül-kebîr (fiâzilî) 497.<br />

hucce (ibni Nasr) 448, 465, 1115.<br />

huccet-ül-bâliga (‹smâ’îl Hakk›) 433, 500, 501, 1075.<br />

hucce-tüllahi alel’alemîn (Yûsüf Nebhânî) 43, 62,<br />

374, 378, 458, 459.<br />

hucec-ül-beyyinât (Alî Belhî) Hadîka ile cildlidir.<br />

hucec-i kat’iyye (Süveydî) 1174.<br />

huccet-ül-islâm (Mahmûd Piflâvürî) 443.<br />

hukûkul-islâm (Senâüllah-i Pâniputî)<br />

hulâsa-i gîdânî (Nesefî Lutfullah) 1155.<br />

hulâsat-ül-fetâvâ (Tâhir-i Buhârî) 134, 269, 464,<br />

618, 729, 1010.<br />

hulâsat-ül-kelâm (Ahmed Dahlân) 450, 453, 454,<br />

461, 462, 595, 871, 1071.<br />

hulâsat-ül-vefâ (Semhûdî) 458, 1168.<br />

hulâsat-üt-tahkîk (Abdülganî) 409, 1061.<br />

hurûfî kitâblar› (hurûfîler) 503, 504.<br />

hüsniyye flî’î kitâb› (mürteda) 61, 732.<br />

hüsn-üt-tenebbüh (Necmüddîn M.Gazzî) 72.<br />

hüsn-üt-tekadî (Zâhid-ül-Kevserî) 1194.<br />

hüvelganî (Abdülganî Fârûkî) 957, 1095.<br />

hüvallah (Behâullah) 1082.<br />

– ‹ –<br />

Ifl›k kasîdesi 89, 114.<br />

l’ânet-üt-tâlibîn (Ebû Bekr fiatâ) 223.<br />

ibni Haldun Târîhi (ibni Haldun) 541.<br />

ibrâz-ül-hak (Ömer Fehmi) 372, 1160.<br />

ibrîz (‹bnulmubârek Fâsî (te’lîf 1129).<br />

ibtâl-ül-menhec (Fadl bin Ruzbehân) 1098.<br />

ibtigâül-vüsûl (Viltorî)<br />

i’câz (Mahmûd Konevî) (777).<br />

ifâdet-ül-ahyâr (Muhammed Arabî) 461, 1141.<br />

ifsâh-ül-metîn (M.Tâhir Sünbül Mekkî) 101.<br />

igâset-ül-lehfân (‹bni Kayy›m) 469, 1083.<br />

ihtiyâr-i cüz’î (Akkermânî) 698, 701.<br />

ihtiyâr (Abdüllah-i Mûsul) 444, 617, 838, 1065.<br />

ihvân-us-safâ [51 risâle] (Ebû Süleymân Muhammed<br />

ve arkadafllar›) 497.<br />

ihyâ-ül-ulûm (Muhammed Gazâlî) 365, 409, 420,<br />

468, 607, 610, 679, 680, 698, 1008, 1045, 1102,<br />

1180.<br />

ikdül-cevherî (Hâlid-i Ba¤dâdî) 701, 1105.<br />

ikdül ceyyid (fiâh Veliyyullah) 300, 302, 467.<br />

ikfâr-ül-mülhidîn (Enver fiâh Keflmirî) 485, 486.<br />

iknâ’ (Alî bin Abdüllah) 1173.<br />

ilcâm-ül-avâm anil kelâm (Gazâlî) 490, 491.<br />

ilm ile dînin çat›flmas› (William Draper) 537.<br />

ilm-i hey’et (Ahmed Ziyâ) 178, 191, 379.<br />

ilm-i nokta (Mahmûd) 500.<br />

ilmiyye sâlnâmesi 188.<br />

ilm-ün nefs (Ahmed Na’îm) 1072.<br />

imâd-ül-islâm (Abdürrahmân) 304, 320, 1059.<br />

îmân ile ibâdet (Demir Hâf›z) 1007.<br />

îmân vel-islâm 1105.<br />

imdâd [Merâk›l-felâh] (fiernblâlî) 219, 255, 260, 277,<br />

279, 308, 356, 1178.<br />

imdâd hâfliyesi [Tahtâvî] 134, 135, 142, 154, 182,<br />

219, 221, 238, 278, 283, 287, 330, 628, 729, 999.<br />

inâye [vikâye flerh›] (Alî bin Ömer) 127, 1084.<br />

inâye [hidâye flerh›] (Muhammed bin Mahmûd<br />

Bâbertî) 1084, 1142.<br />

inâye hâfliyesi (Sa’dî Çelebî) 1084, 1125, 1142,<br />

1164.<br />

incîl (Îsâ aleyhisselâma nâzil olan kitâb) 33, 42, 43,<br />

104, 368, 369, 372, 382, 388, 498, 570, 704,<br />

706, 718, 724, 773, 1043, 1044, 1078, 1122,<br />

1133, 1161, 1168, 1190.<br />

ingiliz câsûsunun i’tirâflar› 372, 447, 1142.<br />

inkazülhâlikin (Birgivî) 1033.<br />

insân-› kâmil (fleyh Sâd›k efendi) 1075.<br />

insan ve kâinat (Türkiye Gazetesi) 639.<br />

intikâl kanûnu flerh› (Alî Haydar) 1076.<br />

irâde-i cüz’iyye (Akkermânî) 698, 701.<br />

irâde-i cüz’iyye (Hâlid-i Ba¤dâdî) 701, 1075.<br />

irân edebiyyât târîhi (Edvard Braun) 1175.<br />

irgâm-ül-merîd (Muhammed Zâhid Kevserî), 1074,<br />

1076, 1194.<br />

irflâd (Muhammed Bâbertî) 1142.<br />

irflâd (‹smâ’îl bin Hibetullah) 620.<br />

irflâd-ül-avâm (Ahmed fiemseddîn) 1114.<br />

irflâd-ül-hiyâra (Yûsüf Nebhânî) 372, 595.<br />

irflâd-ül-mürîd (Hasen Advî) 1107.<br />

irflâd-üt-tâlibîn (Senâ-ullahi Dehlevî) 1052, 1057,<br />

1168.<br />

irtifâ-› flems risâlesi (Kedûsî) 187.<br />

is’âf 1171.<br />

îsâgûcî (Esîrüddîn-i Ebherî) 538, 1098.<br />

isbâtü-kerâmâtil-Evliyâ (Abdüllah Kayrevânî) 739.<br />

isbât-ün nübüvvet (imâm-› Rabbânî) 1121.<br />

islâm ahlâk› (Hakîkat Kitâbevi) 110, 121, 207, 355,<br />

430, 434, 450, 587, 645, 1047.<br />

islâma girifl (Hamîdullah) 307, 310, 571, 1106.<br />

islâm dîni ve di¤er dinler (Hakîkat Kitâbevi) 368.<br />

islâm kültürü (‹brâhîm Neflet) 272.<br />

islâm Peygamberi (Hamîdullah) 1106.<br />

islâm yolu (‹skilipli Ât›f efendi) 110.<br />

istibsâr (Muhammed bin Hasen Tûsî) 1085.<br />

istinâd (Alî Arflî) 765.<br />

i’tikâdnâme (Hâlid-i Ba¤dâdî) 579, 1105.<br />

îzâh [Kudûrî flerhi] (Kermânî) 292, 309.<br />

îzâh-ul-hak (Nüzhet efendi) 372, 1157.<br />

îzâh-ul-menâsik (‹bni Hacer-i Mekkî) 452.<br />

îzâh-ul-merâm fî keflf-izzulâm fî-esâs-› dîn-i Nasârâ<br />

(Abdüllah Abdî bin Destân) 372.<br />

izâlet-ül-hafâ (fiâh Veliyyullah) 193, 1176, 1184.<br />

izhâr-ul-esrâr finnahv (Birgivî) 1083.<br />

izhâr-ül-hak (Hindli rahmetullah) 372, 1157, 1160,<br />

1161.<br />

izziyye (Zerkânî) 633.<br />

– K –<br />

Kâdîhân (Hasen bin Mensûr) 133, 158, 163, 226,<br />

245, 282, 315, 316, 435, 583, 611, 727, 827,<br />

838, 900, 1011, 1028, 1032.<br />

kâfî (Hâkim flehîd) 268, 1104.<br />

kâfî (Kuleynî) 1084.<br />

kâfî (Nesefî Abdüllah) 229, 1093, 1155.<br />

kahramanlar ve kahramanlara sayg› (Karlayl) 1125.<br />

kalâid-ül-ukbân (ibni Hacer Mekkî) 443, 1114.<br />

kâmil târîhi (ibni Esîr) 992, 1113.<br />

kâmûs-i kavânîn (T.Andonyadi) 1034.<br />

kâmûs-ul a’lâm (fiemseddîn Sâmî) 52, 145, 381,<br />

388, 390, 431, 441, 490, 514, 532, 714, 742,<br />

1011, 1079, 1084, 1086, 1099, 1109, 1155, 1173,<br />

1175, 1177, 1192.<br />

kâmûs (Fîrûzâbâdî) 323, 390, 698, 699, 1070, 1101,<br />

1164.<br />

kanûn (ibni Sînâ) 737.<br />

karabafl tecvîdi (Abdürrahmân) 1125, 1156.<br />

kara dâvüd (Delâil tercemesi) 1143.<br />

kasîde-i bürde (Busayrî) 993, 1084, 1180.<br />

kasîde-i emâlî (Alî Ûflî) 4, 89, 479, 699, 758, 1070,<br />

1076.<br />

kasîde-i hamriyye (Ömer bin Fâr›d) 1160.<br />

kasîde-i hemziyye (Busayrî) 386, 1084.<br />

kasîde-i tâiyye (Ömer bin Fâr›d) 1160.<br />

kâflif-ül-esrâr (‹shak Tokatl›) 499, 501, 502, 503,<br />

1122.<br />

kavâid-ül-islâm (‹smâ’îl ‹bâdî) 489.<br />

– 1213 –


kavâid-üt-tarîkatil cem’-i beyneflflerî’at-i vel hakîka<br />

(Ahmed Zerrûk) 1073.<br />

kavâid-üt tesavvuf (Ahmed Zerrûk) 1073.<br />

kavlüssedîd (Muhammed bin Abdül’Azîm)<br />

kazâ ve kader (Ebüssü’ûd) 698, 714.<br />

kebâir (ibni Nüceym) 284, 1053, 1115.<br />

kebîr “hadîs” (Taberânî) 1180.<br />

kedûsî (Süleymân Murâd) 187, 199.<br />

keffür-reâ’an muharremât-il lehvi vessimâ’ (‹bni<br />

Hacer) 247.<br />

kelimât-i tayy›bât (Muhammed Murâd-âbâdî) 1134.<br />

kenz (Abdüllah bin Ahmed Nesefî) 444, 1116.<br />

kenz-i mahfî (‹smâ’îl Hakk›) 90, 420, 1123.<br />

kenz-üd-dekâ›k (Nesefî Abdüllah) 504, 1155.<br />

kenz-ül-hidâyât (Muhammed Bâk›r) 1141.<br />

kerâmât-ül Evliyâ (Lâlkâi) 458.<br />

kerhî muhtasar› [kudûrî flerhi] (Ubeydullah) 206.<br />

keflf-i rümûz-i gurer (fiâm kâdîs› Abdülhalîm) 297,<br />

796.<br />

keflf-ü gavâm›z (Ebû Ca’fer Hindüvânî) (693).<br />

keflf-ü hücubil-mahcûb (Dâtâ Genc bahfl Alî)<br />

keflf-ül-esrâr (Pezdevî)<br />

keflf-ül-k›nâ’ân ma’rifet-il-vakt minel-irtifâ’<br />

(Muhammed Hânî) 188.<br />

keflf-ül-lisân (Aynî) 1079.<br />

keflf-ül-mahcûb (Dâtâ-Genc bahfl Alî Hecvîrî Gaznevî<br />

lâhorî) (465).<br />

keflf-ün-nûr (Nablüsî) 419, 452, 458, 463, 1061.<br />

keflf-üfl-flübühât (‹bni Abdülvehhâb) 106, 468.<br />

keflf-üz-zünûn (Kâtib Çelebi) 22, 1114, 1116, 1124,<br />

1126.<br />

keflkül (Abdülhakîm Efendi) 454, 656, 735.<br />

keflflâf (Zemâhflerî) 416, 513, 1125, 1194.<br />

k›nyetülfetâvâ (Zâhidî) 852. 1020, 1193.<br />

k›rk hadîs (Ahmed ibni Kemâl) 727, 1014.<br />

k›rk hadîs (imâm-› Birgivî) 923.<br />

k›rk hadîs (imâm-› Rabbânî) 1121.<br />

k›sas-› enbiyâ (Kisâî) 418.<br />

k›sas-› enbiyâ (Cevdet Pâfla) 387, 514, 1063, 1065,<br />

1084, 1086, 1087, 1103.<br />

k›yâmet ve âh›ret (imâm-› Gazâlî) 108, 113, 401,<br />

448, 452, 461, 478, 717, 742, 784, 923, 993,<br />

1016, 1089, 1102.<br />

kibrît-i ahmer (fia’rânî) 388.<br />

kifâye (Âmir fia’bî) 1175.<br />

kifâye (Alî Mardînî) (750).<br />

kifâye (Mahmûd hafîd-i Tâcüflflerî’a) 120.<br />

kimyâ-i se’âdet (Muhammed Gazâlî) 22, 34, 38, 64,<br />

65, 108, 127, 297, 323, 383, 430, 570, 600, 605,<br />

607, 622, 677, 679, 700, 719, 720, 725, 728,<br />

732, 766, 788, 789, 840, 845, 847, 1102.<br />

kimyâ-i se’âdet mukaddimesi (Muhammed Zihnî)<br />

1148.<br />

kîsâniyyât (Muhammed fieybânî) 268.<br />

kitâb-› mukaddes 327, 1130.<br />

kitâbül’amel-i bil-üstürlâb (Muhammed bin Ömer)<br />

1245.<br />

kitâb-ü fil’amel-i bil-üstürlâb (‹brâhîm Fezârî) 1246.<br />

kitâb-üd-derc-il-münîfe (Süyûtî) 390.<br />

kitâb-ül-celve (ibâhîler) 489.<br />

kitâb-ül-envâr (Ruzbehân) 1163.<br />

kitâb-ül-eymân (ibni Âbidîn) 454.<br />

kitâb-ül-ferâid (Ahmed ibni Kemâl) 365.<br />

kitâb-ül-f›kh alel-mezâhibil-erbe’a (Abdürrahmân<br />

Cezîrî) (1391), 130, 155, 158, 163, 212, 221, 229,<br />

250, 271, 568, 604, 807.<br />

kitâb-ül-harâc (Ebû Yûsüf) 300, 1096.<br />

kitâb-ül-hâvî (Ebû Bekr-i Râzî) 538.<br />

kitâb-ül-irflâd (‹smâ’îl bin Hibetullah) 620.<br />

kitâb-ül-izâ’a (S›dd›k Hasen Hân) 484.<br />

kitâb-ül-kefâle (Alî Haydar be¤) 1076.<br />

kitâb-ül-k›râe (Kâdî Yahyâ) 727, 1190.<br />

– 1214 –<br />

kitâb-ül-mikyâs-iz-zevâl (‹brâhîm Fezârî) 1246.<br />

kitâb-ül-müncelî (Süyûtî) 1016.<br />

kitâb-ül’ulûm (Efl’arî) 1093.<br />

kitâb-ül-ümm (fiâfi’î) 1175.<br />

kitâb-ün-nil (Abdül’azîz ‹bâdî) 489.<br />

kitâb-ür-rahme (Süyûtî) 128, 662, 673, 741.<br />

kitâb-ür-remâh (Ömer Ticânî) 1183.<br />

kitâb-ür-rûh (ibni Kayyîm) 1015.<br />

kitâb-üs-sünnet (Zâhid-i Saffâr) 366.<br />

kitâb-üs-sünnî (Muhammed Kutty) 460.<br />

kitâb-üs-sünnet-i vel cemâ’at (‹brâhîm) 366.<br />

kitâb-üt-tevhîd (Abdülvehhâb o¤lu) 447, 1176.<br />

kitâb-üt-t›byân (Nevevî) 394, 1009.<br />

kitâb-üz-zühd (Ahmed bin Hanbel) 458.<br />

knaurs lexikon (T.H.Knaur Nacht) 1109.<br />

kozmografya (Hasîb be¤) 183, 358, 761, 1177.<br />

kudûrî muhtasar› (Ahmed bin Muhammed Ba¤dâdî)<br />

(428), 69, 444, 826, 858, 1090, 1194.<br />

kudûrî muhtasar› tercemesi (M.Emîn Fehîm pâfla)<br />

kudûrî flerh› (Ebû Nasr-› Aktâ’) 161.<br />

kudûrî flerh› (Zâhidî) 1193.<br />

kudûrî flerh› (Yûsüf bin Ömer) 1192.<br />

kuhistânî nikâyesi (Kuhistânî) 1024, 1128.<br />

külliyât (Bakîbillah) 1141.<br />

kur’ân-› kerîm ve incîller (Hakîkat Kitâbevi) 368.<br />

kurret-ül-ayneyn (fiâh Veliyyullah) 516, 1176.<br />

kurret-ül-uyûn (Ebülleys) 213, 718.<br />

kût-ül-kulûb (Ebû Tâlib-i Mekkî) 420, 515, 1096.<br />

kübrâ (Hüsâmeddîn-i Ömer) 269.<br />

küfr ve kebâir risâlesi (Abdülhakîm Arvâsî) 1053.<br />

künüz-üd-dekâ›k (Münâvî) 114, 194, 212, 340, 398,<br />

419, 452, 465, 616, 627, 723, 949, 1004, 1009,<br />

1010, 1054, 1149.<br />

küriyet-ül-Erd (Ebû Bekr Râzî) 82.<br />

kütüb-i sitte (Buhârî, Müslîm) 407, 423, 486.<br />

– L –<br />

Lâmiyye (ibni Verdî) 1118, 1136.<br />

larousse (Claude Aaugé) 725.<br />

larousse medical (Frans›z akademisi) 142.<br />

lem’u berk-il makâmât (Mustafâ Bekrî) 458.<br />

les franco-macons (Serge Hutin) 1086.<br />

letâif-ül iflârât fittefsîr (Kufleyrî) 142.<br />

letâif-ül-minen (Tâc-üd-dîn) 419, 1068, 1181.<br />

letâif-ül-minen (Abdülvehhâb-i fia’rânî) 1068.<br />

levâih-ul-envâr (Remlî) 1109.<br />

levh-il-mahfûz (Ahmed ibni Kemâl) 698.<br />

lüzûm-ü ittibâ’› mezâhib (Muhammed Hâmid) 460.<br />

lübâb-üt-te’vîl (Alâüddîn) 418, 699.<br />

lügat-› Nâcî (muallim Nâcî [1893]) 604.<br />

lü’lu’iyyât (Ebû Mutî Belhî) 598.<br />

– M –<br />

maddet-ül-hayât (Akflemseddîn) 1074.<br />

madde ve hâf›za (Bergson) 27, 1082.<br />

ma’den-ül cevâhir (Sefer Ahmed) [(Umdet-ül makâmât)<br />

sahîfe 251, 387, 526.]<br />

ma’füvât (Molla Halîl) 135, 154, 155.<br />

ma’füvât flerh› (Süleymân bin Abdüllah) 135, 155.<br />

mahbûbül-muhibbîn (Sa’düddîn-i Muhammed<br />

Hamevî) 1163.<br />

mahflernâme (Emîr Alî) 503<br />

mahzen-ül-esrâr (M.Safiyyullah müceddidî) (1212).<br />

mahzen-ül-ulûm (Muhammed Tâhir) 422,<br />

makâlât (Zâhid-ül Kevserî) 454, 1194.<br />

makâlâtüssüneniyye fî-keflfi dalâlâti Ahmed ‹bni<br />

Teymiyye (Câsûs S.98).<br />

makâmât (Ebû Bekr-i Belhî) 1090.<br />

makâmât-› Ahmediyye (Muhammed Hâflim) 1121,<br />

1144.<br />

makâmât-› Ahyâr (Zeyd-i Fârûkî) 1072.<br />

makâmât-› Dehleviyye (Abdülganî) 1095.<br />

makâmât-› Mazheriyye (Abdüllah-› Dehlevî) 21, 351,


395, 459, 462, 466, 616, 623, 721, 903, 957,<br />

1018, 1057, 1133, 1134, 1142.<br />

makâmât-üs-sa’îdiyye (Muhammed Mazher) 1072.<br />

mâ-lâ-büdde (Senâullah Dehlevî) 266, 365, 1028.<br />

ma’lûmât-i nâfi’a (Cevdet Pâfla) 1087.<br />

ma’nevî (Gülflenî) 1103.<br />

mant›k (Ahmed Na’îm) 1072.<br />

mant›k-ut-tayr (Ferîdüddîn) 1101.<br />

manzûme-i Nesefî (Ömer Nesefî) 1131, 1155.<br />

ma’rifetnâme (‹brâhîm Hakk›) 24, 33, 42, 77, 78,<br />

82, 94, 170, 217, 236, 241, 284, 360, 419, 541,<br />

599, 775, 1044, 1048, 1119.<br />

me’âlim-üt-tenzîl (Begâvî) 389, 507, 1081.<br />

me’âric-ül-hidâye (Alî bin Ebî Bekr Alevî) (Misbâh)›n<br />

90, 96, 111.ci sahîfeleri.<br />

me’âric-ün-nübüvve (Molla Miskîn Muhammed<br />

Mü’în) (954 h.) 1182.<br />

me’ârif-i ledünniyye (imâm-› Rabbânî) 909, 918,<br />

962, 1122.<br />

me’ârif-üs-sünen (Enver flâh) 1102, 1183, 1184.<br />

mebde ve me’âd (imâm-› Rabbânî) 1073, 1121,<br />

1147.<br />

mebsût (Hulvânî) 1178.<br />

mebsût (Serahsî) 268, 1169.<br />

mecâlis-i sâminiyye (Osmân Bedreddîn) 1158.<br />

mecd-i tâlid (‹brâhîm Hayderî) 1105.<br />

mecelle (Cevdet Pâfla) 28, 57, 67, 120, 221, 226,<br />

288, 535, 571, 594, 597, 605, 623, 806, 812,<br />

817, 821, 822, 827, 828, 830, 833, 843, 865,<br />

872, 883, 884, 890, 898, 899, 1034, 1076, 1086.<br />

mecelle-i menâr (Reflîd R›zâ) 1162.<br />

mecelle flerh› (Alî Haydar be¤) 616, 798,<br />

mecellet-üfl-flübhân (Ahmed ‹brâhîm) 876.<br />

mecistî (Batlemyus) 538, 1080.<br />

mecma’ul âdâb (Hasen Hulûsî) 392, 393, 395, 1107.<br />

mecma’ul bahreyn (‹bnissâ’ati) 279, 444, 1093,<br />

1116.<br />

mecma’ul beyân (Fadl bin Hasen) 1181.<br />

mecma’ul enhür (Abdürrahmân fieyhîzâde) 70, 164,<br />

182, 260, 274, 287, 316, 436, 452, 579, 593,<br />

603, 634, 722, 823, 858, 899, 1006, 1020, 1023,<br />

1068.<br />

mecma’ul-fetâvâ (Ahmed bin Muhammed) 392,<br />

mecmû’at-ül fevâid (Kefevî) 741,<br />

mecmû’a-i cedîde (H.Hayrullah) 244, 304, 816, 827,<br />

870.<br />

mecmû’a-i zühdiyye (Ahmed Zühdü) 110, 133, 147,<br />

316, 325, 344, 437, 444, 445, 573, 582, 1198.<br />

mecrel-enhür (Bâkânî) 1079.<br />

medâric-ün-nübüvve (Abdülhak-› Dehlevî) 204, 219,<br />

284, 374, 478, 783, 784, 1061, 1078.<br />

medâric-üs-seniyye firreddi alel-vehhâbiyyeyi<br />

Hindiyye (Âmirül-Kâdirî) 351, 455.<br />

medhal (Ubeydullah Kerhî)<br />

medhal (‹bnülhac Muhammed Mâlikî) (737).<br />

mefâtîh-ul-cinân (Ya’kûb bin Seyyid Alî) 1190.<br />

mefâtîh-ul gayb (Fahreddîn Râzî) 417,<br />

mekârim-i ahlâk (ibni Ebiddünyâ) 418,<br />

mekâs›d (Teftâzânî) 1164.<br />

mekâs›d-ül-hasene (fiemseddîn Muhammed Sehâvî)<br />

(902), 415, 465.<br />

mekâtîb-i flerîfe (Abdüllah Dehlevî) 120, 238, 486,<br />

718, 765, 766, 771, 783, 992, 1016, 1018, 1053,<br />

1056, 1081, 1085.<br />

mektûbât (Muhammed Kandihârî) 1146.<br />

mektûbât (Rükneddîn Çefltî) 1163.<br />

mektûbât-i Ahmediyye (Ahmed Sa’îd) 459, 1073,<br />

1077.<br />

mektûbât kasîdesi 131, 617, 920, 1002.<br />

mektûbât-i Ma’sûmiyye (Muhammed Ma’sûm) 11,<br />

115, 230, 472, 512, 596, 616, 696, 898, 903,<br />

923, 957, 997, 1001, 1053, 1067, 1145.<br />

mektûbât-i flerîfe (imâm-› Rabbânî) 9, 10, 11, 19, 33,<br />

– 1215 –<br />

43, 48, 78, 135, 148, 314, 408, 419, 420, 438, 462,<br />

510, 530, 617, 754, 761, 772, 776, 784, 908,<br />

910, 920, 924, 926, 951, 1009, 1048, 1050, 1063,<br />

1086, 1120, 1121, 1129, 1141, 1144, 1146, 1148,<br />

1193, 1198.<br />

mektûbât-i sa’îdiyye (Muhammed Sa’îd) 1147.<br />

mektûbât-i seyfiyye (Seyfüddîn Fârûkî) 1169.<br />

mektûbât tercemesi (Hüseyn <strong>Hilmi</strong> Ifl›k) 10, 16, 78,<br />

351, 512, 710, 722, 1120, 1174, 1179.<br />

menâfi’ (Muhammed Semerkandî) (656).<br />

menâfi’un-nâs t›b kitâb› (Dervifl Nidâî) 128, 676,<br />

menâhic-ül-ibâd (Sa’îdeddîn) 126, 150, 155, 283,<br />

323, 324, 564, 1018, 1165, 1174.<br />

menâhic-üs-seyr (Zeyd-i Fârûkî) 1072.<br />

menâk›b-› Abdülkâdir (Yâfi’î) 1189.<br />

menâk›b-› ç›hâr yâr-› güzîn (Eyyüb bin S›ddîk) 61.<br />

menâk›b-› imâm-› a’zam (Ebûlbekâ) 1093.<br />

menâk›b-› imâm-› ebî hanîfe (Kerderî) 1127.<br />

menâr (Nesefî Abdüllah) 413, 1142, 1155.<br />

menâr flerh› (ibni Melek) 279, 473, 474, 1115.<br />

menâr flerh› (ibni Nüceym) 1116.<br />

menâzil-üs-sâlikîn (Yûsüf Hemedânî) 1193.<br />

menâzil-üs-sâyirîn (Abdüllah-i Ensârî) 749, 1067.<br />

menâzil-üs-sâyirîn (Yûsüf Hemedânî) 1193.<br />

menhel (ibni Âbidîn) 139, 1083.<br />

men’i müskirât (‹skilibli Ât›f Efendi) 625.<br />

men-lâ-yahdur (Muhammed bin Ahmed Alî) 1084.<br />

mensek (Halîl Mâlikî) 458,<br />

merâk›l-felâh (fiernblâlî) 141, 154, 206, 224, 237,<br />

274, 279, 281, 298, 314, 349, 450, 623, 1001,<br />

1003, 1020, 1178.<br />

merâk›l-felâh hâfliyesi (Tahtâvî) 134, 135, 142, 154,<br />

181, 186, 200, 207, 218, 275, 283, 316, 318,<br />

344, 349, 364, 450, 623, 638, 767, 1182.<br />

merâk-›s-se’âde (fiernblâlî) 1179.<br />

merâs›d (‹smâ’îl Gelenbevî) 185,<br />

merec-ül-bahreyn (Rükneddîn-i Çefltî) 1163.<br />

merec-ül-bahreyn (Abdülhak-› Dehlevî) 50, 515,<br />

627, 1052, 1061, 1187.<br />

mesâbîh (Begâvî Hüseyn) 241, 383, 787, 1081, 1141.<br />

mesâil-i erba’în (Muhammed ‹shak) 1073, 1176.<br />

mesâil-i vikâye (Abdülhak Sücâdil) 137, 181, 1061,<br />

mesalik-ül hünefâ (Kastalânî) 458,<br />

mesânîd (Çeflidli) 424.<br />

meslek-i müceddid (Cemîl Ahmed fiarkpûrî) 1121.<br />

mesmû’ât (Mîr Abdülevvel) 66, 112, 1074, 1148,<br />

1163.<br />

mesnevî (Celâleddîn-i Rûmî) 93, 388, 402, 420, 732,<br />

953, 1085, 1156.<br />

mesnevî flerh› (Âbidîn Pâfla) 732, 1069.<br />

mesnevî flerh› (Sar› Abdüllah Efendi) 1155.<br />

meflâr›k-ul-envâr (Kâdî ‹yâd) 1125, 1179.<br />

meflâr›k-ul-envâr (Rad›yuddîn Hasen Sagânî) 1179.<br />

metâli’ul-envâr [fil-mant›k] (Mahmûd Ermevî) 1052.<br />

metâli’un-nûr (Abdüllah-i Rûmî) 390,<br />

metâlib-i âliyye (Fahreddîn-i Râzî) 458, 1014.<br />

metâlib-ül-mü’minîn (F›kh-› hanefî) 365,<br />

mevâhib-i aliyye (Hüseyn Vâ’›z) 355, 392, 475, 479,<br />

731, 1112.<br />

mevâhib-i ledünniyye (Kastalânî) 33, 110, 166, 204,<br />

329, 374, 381, 387, 391, 422, 439, 450, 458,<br />

465, 511, 553, 620, 621, 648, 693, 695, 701,<br />

718, 719, 734, 761, 782, 783, 785, 992, 1045,<br />

1100, 1126, 1195.<br />

mevâk›f (Kâdî Adûd) 1048, 1124.<br />

mevdû’ât-ül-ulûm (Kemâleddîn Muhammed) 22, 48,<br />

183, 424, 440, 441, 442, 443, 1045, 1082, 1127,<br />

1182.<br />

mevk›f-ül-akl vel-ilm vel-âlem (Mustafâ Sabri) 461,<br />

485, 1154.<br />

mevkûfât (Muhammed Mevkûfâtî) 110, 228, 255,<br />

302, 306, 583, 811.<br />

mevlid kitâb› (ibni Hâcer Mekkî) 1114.


mevlid-ün-Nebî (Ahmed fiemseddîn) 1114.<br />

mevlid manzûmesi (Süleymân Çelebi) 386, 1173.<br />

mevlid-i flerîf (Abdülhakîm Efendi) 378.<br />

meyer Lexikon (Meyer) 1175.<br />

miftâh-ul-Cennet (Muhammed bin Kutbiddîn) 110,<br />

207, 1129.<br />

miftâh-ul felâh (Tâcüddîn) 1068, 1116.<br />

miftâh-ul felâh (Tarîkat-i Muhammediyye özeti) 1083.<br />

miftâh hâfliyesi (Kâdîzâde) 1125.<br />

miftâh-ul-hayât (Aliyyül-a’lâ) 500,<br />

miftâh-ul-kenz (Hayyât Vehbî)<br />

miftâh-un-necat (Ahmed Câmî) 18, 19, 419, 1037,<br />

1070.<br />

miftâh-us-se’âde (Kemâleddîn-i fiirvânî) 299.<br />

miftâh-us-se’âde (Taflköprü-zâde) 22, 1182.<br />

milel-nihâl (fiihristânî) 19, 63, 211, 408, 416, 419,<br />

476, 487, 489, 491, 736, 1114, 1116, 1180.<br />

minâh-ul-gaffâr (Timürtâflî) 1109, 1178.<br />

minhâc (Nevevî) 1064, 1156, 1162.<br />

minhâc (flî’î) 50.<br />

minhâc (Alî bin ‹smâ’îl) 1076.<br />

minhâc-ül-âbidîn (Gazâlî) 766.<br />

minhâcüddîn (Halîmî) 242, 1105.<br />

minhâc-üs-sünne (ibni Teymiyye) 1179.<br />

minhâc flerh› (Rafi’î) 1064.<br />

minhâc flerh› (Ziyâdî) 1197.<br />

minhat-ül-ilâhiyye (Mahmûd fiükrî) 1077.<br />

minhat-ül-vehbiyye (Dâvüd bin Süleymân) 453, 463,<br />

512, 741, 1016, 1089.<br />

mir’ât-› kâinât (Niflanc› Zâde) 382, 388, 440, 441,<br />

443, 504, 1156, 1159, 1175, 1182.<br />

mir’ât-i medîne (Eyyûb Sabrî) 222, 348, 1070.<br />

mir’ât-i mekke (Eyyûb Sabrî) 737, 1096.<br />

mir’ât-ül cenân (Muhammed Abdüllah Yâfi’î) 1117.<br />

mir’ât-ül haremeyn (Eyyûb Sabrî) 204, 377, 447,<br />

461, 525, 802, 1092, 1098.<br />

mir’ât-ül mekâs›d (Ahmed Rif’at) 19, 500.<br />

mirsâd-ül ibâd fârisî (Necmüddîn Ebû Bekr Râzî)<br />

(654).<br />

misbâh-un-necât (Muhammed Mazher) 157, 250, 296.<br />

misbâh-ul-enâm (Habîb Alevî) 460, 1144.<br />

misbâh-uz-zulâm (Ebû Abdüllah) 458, 1090.<br />

misbâh-uz-zulâm (Kilâ’î Süleymân) 458, 1127.<br />

misbâh-uz-zulâm (Muhammed Merâk›flî 683)<br />

miflkât-ül-envâr (Gazâlî) 497, 766.<br />

miflkât-ül-mesâbîh (Muhammed bin Abdüllah<br />

Tebrîzî) 20, 212, 261, 458, 1141, 1147, 1182.<br />

miflkât flerh› (Abdülhak-› Dehlevî) 365, 455, 1061,<br />

mi’yâr-ül-evkat (‹smâ’îl Fehîm) 185, 188,<br />

mi’yâr-ül-hak (Nezîr Hüseyn Dehlevî) (1320)<br />

mîzân-ül hak (papas yazm›fld›r)<br />

mîzân-ül i’tidâl (Zehebî) 1194.<br />

mîzân-ül-kübrâ (Abdülvehhâb) 135, 166, 192, 300,<br />

303, 324, 439, 440, 443, 444, 445, 465, 468,<br />

471, 566, 567, 575, 725, 744, 825, 1005, 1068.<br />

mîzân-ül-mevâzin (Alî bin Hasen) 372, 1131, 1152.<br />

mîzân-üfl-flerî’a (Muhammed <strong>Hilmi</strong>) 460.<br />

m›zrakl› ilmihâl (Muhammed bin Kutbüddin) 1129.<br />

mu’ad (ibni Sînâ) 758, 1116.<br />

mudmerât (Yûsüf bin Ömer) 269, 1192.<br />

muhammediyye (Gelibolulu Muhammed) 1187.<br />

muharrer “flâfi’î” (Râfi’î) 1064, 1156, 1197.<br />

muharrer (Hasen bin Ziyâd) 268.<br />

muhâverât (Reflîd R›zâ) 1105, 1162.<br />

muhît (Serahsî) 787, 1169.<br />

muhît (Mahmûd Buhârî) 268, 269, 365, 622, 1131.<br />

muhtâr (Abdüllah bin Mahmûd) 444, 1065, 1113.<br />

muhtar-ul-fetâvâ (Alî Merg›nânî) (593).<br />

muhtasar (Kudûrî) 1128.<br />

muhtasar (Tahâvî) 1169.<br />

muhtasar (ibni Hâcib) 465,<br />

muhtasar (Halîl Efendi) 1016, 1105.<br />

muhtasar (Kerhî) 1127.<br />

muhtasar-› kurtûbî (Abdülvehhâb-› fia’rânî) 80, 718,<br />

726, 1129.<br />

muhtasar-› mevâkid (Muhammed bin Abdürresûl)<br />

muhtasar-› tuhfe (Âlûsî) 1060.<br />

muhtasar-› tuhfe (Süveydî) 1160.<br />

mukaddimet-ül-edeb (Zemahflerî) 1194.<br />

mukaddimet-ül-hadremiyye (Abdüllah bin Abdürrahmân)<br />

221, 250, 296,<br />

mukaddimet-ül-hakây›k (hurûfî babas›) 503.<br />

mukaddimet-ül-izziyye (Ebül Hasen bin Nâs›r) 146,<br />

192,<br />

mukaddimet-üs-salât (Kutbiddîn ‹znikî) 175, 1129.<br />

mukaddime (Ebülleys) 1094.<br />

mukaddimet-üs-seniyye (fiâh Veliyyullah) 1073.<br />

mutavvel (Teftâzânî) 1062, 1163.<br />

mutavvel hâfliyesi (Abdülhakîm Siyalkûtî) 1062.<br />

muvâfaka-tül-ukûl-fittevessüli lirresûl (Muhammed<br />

bin Sa’îd mâlikî)<br />

muvattâ (Mâlik bin Enes) 423, 424, 467, 1133, 1195.<br />

mücteba (Zâhidî) 242, 1193.<br />

müdevvene (‹bnül-Kâs›m Abdürrahmân Mâlikî) (191),<br />

159.<br />

müdevvene flerhi (Ebül Hasen) 632.<br />

müdevvene flerhi (Züvâvî Îsâ) 1198.<br />

mükâflefât (imâm-› Rabbânî) 1122.<br />

mültekâ (Halebî) 39, 137, 281, 314, 318, 335, 634,<br />

725, 858, 1019, 1104.<br />

mültek›t (Debbûsî) 308, 1094.<br />

mültek›t (Ebûl-Kâs›m Ahmed Saffâr) 448,<br />

müncid (Louis Ma’lûf) 45, 61, 70, 247, 473, 487, 490,<br />

502, 538, 604, 1109, 1155, 1162.<br />

münîre (Ahmed ibni Kemâl) 740, 909, 1071.<br />

münfleât-üs-salâtîn (Ahmed Ferîdûn) (991 Eyyûbde)<br />

müntehabât-i Ma’sûmiyye (imâm-› Ma’sûm) 1145,<br />

1198.<br />

müntehabât (H.<strong>Hilmi</strong> Ifl›k) 1121, 1146, 1198.<br />

müntekâ (Hâkim) 1104.<br />

münye-tül-müftî (Yûsüf Sicstânî) 242, 243, 1192.<br />

münye-tül-musallî (Sedîdeddîn) 134, 1113, 1166.<br />

mürflid-ül-müteehhilîn (Muhammed ‹znîkî) 570, 585,<br />

599, 1129.<br />

mürflid-ün-nisâ (Mustafâ Fehîm bin Osmân Akflehrî)<br />

34, 139, 585,<br />

musaffâ muhtasar-› flerh-i manzûme (Abdüllah Nesefî)<br />

müsâmere (Muhyiddîn-i Arabî) 727, 1136.<br />

müslim merks mecmû’as› (Pâkistân) 1079.<br />

müslim sahîhi (Müslim) 193, 262, 312, 386, 388,<br />

407, 423, 434, 442, 467, 476, 478, 633, 641,<br />

642, 644, 646, 728, 765, 790, 880, 1104, 1152.<br />

müslim flerhi (Nevevî) 248, 513,<br />

müslimânlar›n iki gözbebe¤i (Veliyyullah-› Dehlevî)<br />

348, 516, 1176.<br />

müslimâna nasîhat (Hakîkat Kitâbevi) 452, 454, 461,<br />

478, 717, 1016, 1089.<br />

müslimânl›k ve h›ristiyanl›k (Hakîkat Kitâbevi) 368.<br />

müsned (Ahmed, Dârimî, Deylemî, Ebû Ya’lâ) 392,<br />

424, 476, 1070, 1088, 1089, 1096.<br />

müsned-i kebîr Ebû Hanîfe (Câmî Muhammed bin<br />

Mahmûd Hârezmî) (665).<br />

müsned (ibni Ebî fieybe) 1113.<br />

müsned (fiâfi’î) 1175.<br />

müsned (Yahyâ bin Muhammed) 1190.<br />

müstasfâ (Abdüllah Nesefî) 1020, 1155.<br />

müstatraf (Muhammed bin Ahmed) 418, 1142.<br />

müstedrek (Hâkim) 1104.<br />

müstevfâ (Abdüllah Nesefî)<br />

müstezad (ibni Sînâ) 962, 1116.<br />

müyessir (Tür-püfltî) 1184.<br />

müzekkin-nüfûs (Eflrefzâde Abdüllah) 1055, 1098.<br />

Müzekkiratü Sultân Abdülhamîd (...) 1159.<br />

müzîlüflflübehât fî-isbâtilkerâmât (‹smâ’îl 635)<br />

– 1216 –


– N –<br />

Nâhiye (Abdül’azîz Ferhârevî) 511.<br />

na’îmâ târîhi (Na’îmâ) 1133.<br />

nasaratüz-zâkirîn (Ganal› Ahmed Bâbe) 1183.<br />

nât›fî (Ahmed bin Muhammed) 133,<br />

nebrâs (Muhammed Abdül’azîz Ferhârevî Hindî)<br />

758, 917, 1117.<br />

nebrâs hâfliyesi (Berhurdâr) 758, 917, 1116.<br />

necât-ül-müsallî (Ahmed fievk›) 115, 1007, 1249.<br />

nefehât-ül kudsiyye (Âlûsî) 1077.<br />

nefehât-ül kurb vel-ittisâl (Ahmed Hamevî) 460,<br />

1071.<br />

nefehât-i flâziliyye (Hasen Advî) 458, 1107.<br />

nefehât-ül üns (Molla Câmî) 91, 486, 1085, 1093,<br />

1172, 1179, 1197.<br />

nef’ul-enâm (Süleymân bin Abdüllah Hâlidî Es’irdî)<br />

1020, 1022.<br />

nehc-ül-belâga (Radî Râf›zî) 765.<br />

nehc-ül-enâm fil’akâid (Halîl Si’ridî flâfi’î) (1259).<br />

nehc-us-selâme (Âlûsî) 1077.<br />

nehr-ül-fâik (ibni Nüceym Ömer) 135, 308, 1115.<br />

nemâz risâlesi (Abdülhakîm Efendi) 146.<br />

nemâz risâlesi (ibni Sînâ) 962.<br />

neflr-ül-mehâsin (Yâfi’î) 419, 458, 938, 1189.<br />

nevâdir (Hulvânî) 1178.<br />

nevâdir-i f›khiyye (Muhammed Sâd›k) 282, 1147.<br />

nevâdir-ül-üsûl (Hakîm Muhammed bin Alî Tirmüzî)<br />

(320), 1104.<br />

nevâk›d (Mirzâ Mahdûm) 1142.<br />

nevâzil (Ebülleys-i Semerkandî) 268, 465.<br />

nevhatül’uflflak (Muhammed Beykozlu) 1013, 1040.<br />

nev’lerin menfle’i (Darwin) 540.<br />

nihâye (Hüseyn bin Alî) 224, 250, 1084.<br />

nihâye (Tâc-üfl-flerî’a) 809, 1181.<br />

nihâye (Molla Arab) 504.<br />

nikâye (Ubeydüllah bin Mes’ud) 224, 250, 269, 586,<br />

588, 1084, 1164.<br />

ni’met-i islâm (Muhammed Zihnî) 135, 154, 167,<br />

220, 236, 266, 281, 314, 339, 450, 462, 566,<br />

568, 571, 574, 580, 583, 599, 901, 1003, 1148.<br />

ni’met-ül-kübrâ (ibni Hacer-i Mekkî) 390, 459, 1096,<br />

1116.<br />

nisâb-ül-ahbâr (Muhammed Ûflî) 239.<br />

nisâb-ül-f›kh (Tâhir Buhârî)<br />

niyâz-i m›srî dîvân› (Niyâzi M›srî) 1156.<br />

nuhab-ül mültek›ta (Süleymân bin Hasen) 489.<br />

nuhbet-ül-le’âlî (Muhammed bin Süleymân) 89, 479.<br />

nükûl-üfl-fler’›yye (Mustafâ fiattî) 458.<br />

nûr-ul-ebsâr (Mü’min bin Hasen bin Mü’min fieblencî)<br />

1171.<br />

nûr-ül-islâm (Abdülkerîm Muhammed) 450.<br />

nûr-ül-îzâh (fiernblâlî) 229, 249, 269, 316, 1019, 1178.<br />

nûr-ül-îzâh Tahtâvî flerh› (Tahtâvî) 243, 249, 259,<br />

282, 285.<br />

nûr-ül-yakîn (Mustafâ bin ‹brâhîm Siyâmî) 459, 1006.<br />

nusret efendi risâlesi (Harputlu Nusret) 652.<br />

nüzhet-ül-ebdân (Mustafâ Ebülfeyz) 626, 664, 666,<br />

675.<br />

– O –<br />

osmânl› târîhî (‹smâ’îl Hâmî) 1187.<br />

– P –<br />

peygamberler ve mu’cîzeler (imâm-› Rabbânî) 1121.<br />

pezdevî flerhi (Ekmelüddîn) 636.<br />

plantes medicinales (Dr. A.Heraud) 637.<br />

– R –<br />

râb›ta-i flerîfe (Abdülhakîm Efendi) 421, 528, 1015,<br />

1057.<br />

râb›ta-i flerîfe (Hâlid-i Ba¤dâdî) 1075.<br />

râhat-ül-kulûb (Genc-i fleker) 1177.<br />

râhat-ül-kulûb (Kutbuddîn ‹znîkî) 1129.<br />

râhat-ül-muhibbîn (Nizâmüddîn Evliyâ) 1156.<br />

râmûz-ül-ehâdîs (Ziyâ-üd-dîn) 789, 1198.<br />

ravda-tül-ulemâ (Hüseyn Buhârî) 466.<br />

ravda-tüt-tâlibîn (Nevevî) 1156.<br />

ravd-ul-enf (Süheylî) 1114.<br />

ravd-ur-r›yâhîn (Yâfi’î) 1189.<br />

redd-i alel-imâmiyye (Süveydî Alî) 1174.<br />

redd-i revâf›d (imâm-› Rabbânî) 509, 1121.<br />

redd-i vehhâbî (Müfti Mahmûd) 51, 120, 459, 465,<br />

467, 1055.<br />

redd-ü alâ-men-enkeret tesavvuf (Ahmed Cezâirî)<br />

(1034).<br />

redd-ül-cemîl (Gazâlî) 372, 1102.<br />

redd-ül-muhtâr (ibni Âbidîn) 9, 19, 20, 21, 34, 35, 43,<br />

50, 51, 52, 54, 72, 80, 96, 112, 115, 123, 124, 130,<br />

132, 134, 135, 142, 143, 148, 156, 157, 158,<br />

159, 160, 163, 165, 177, 181, 182, 184, 200,<br />

204, 205, 207, 210, 211, 215, 216, 217, 218,<br />

221, 230, 231, 236, 237, 238, 243, 244, 249,<br />

253, 257, 263, 275, 277, 278, 280, 281, 282,<br />

283, 285, 287, 288, 294, 296, 300, 301, 302,<br />

304, 309, 314, 317, 320, 321, 323, 330, 335,<br />

336, 338, 352, 356, 357, 363, 364, 382, 388,<br />

407, 408, 409, 410, 422, 432, 434, 435, 437,<br />

440, 441, 443, 444, 445, 448, 450, 453, 462,<br />

463, 468, 487, 546, 568, 572, 575, 577, 579,<br />

583, 588, 592, 593, 594, 598, 599, 601, 602,<br />

613, 614, 615, 616, 617, 618, 620, 622, 624,<br />

626, 634, 635, 646, 692, 695, 696, 722, 726,<br />

734, 740, 760, 779, 780, 781, 783, 784, 796,<br />

809, 812, 816, 817, 838, 863, 865, 869, 872,<br />

873, 874, 876, 880, 886, 889, 892, 897, 899,<br />

923, 994, 1006, 1025, 1029, 1044, 1112.<br />

redd-ül-muhtar tercemesi (Ahmed Dâvüdo¤lu) 9.<br />

reflehât (Alî bin Hüseyn) 458, 501, 720, 745, 751, 943,<br />

1075, 1079, 1093, 1126, 1137, 1143, 1146, 1179.<br />

revâ’iulbeyân (Muhammed Alî) 887.<br />

risâle-i bedreddîn (Hurûfi babas›) 503.<br />

risâle-i gavsiyye (Abdülkâdir Geylânî) 929.<br />

risâle-i hurûf (Hurûfî babas›) 503.<br />

risâle-i kudsiyye (Muhammed Pârisâ) 1146.<br />

risâle-i kufleyriyye (Kufleyrî) 448, 788, 1129.<br />

risâle-i mevkûd (Alî Haydar) 1076.<br />

risâle-i nokta (Hurûfî babas›) 503.<br />

risâle-i samsâmiyye fî reddin-nasârâ (Abdüllah bin<br />

Destân Mustafâ)<br />

risâle-i ünsiyye (Ya’kûb-i Çerhî) 132, 1174, 1190.<br />

risâletü fiflflürût-is salât il cum’a (Bâkânî) 1079.<br />

risâle-tül-efl-ariyye (Beyhekî) 465.<br />

risâle-tül-k›râe (Yahyâ) 727, 1190.<br />

risâle-tün-nûriyye (Akflemseddîn) 1074.<br />

risâle-tüs-sünniyyîn fî redd-i alel-mübtedi’în (Mustafâ<br />

K›rimî) 453.<br />

riyâd-ün-nâs›hîn (Muhammed Rebhâmî) 47, 64, 164,<br />

182, 210, 212, 231, 265, 286, 312, 313, 316,<br />

352, 364, 375, 383, 420, 569, 598, 627, 628,<br />

641, 728, 786, 856, 1046, 1058, 1146.<br />

riyâdüssâdât fî-isbât-il-kerâmât lil-Evliyâ-i hâlelhayât<br />

ve ba’del memât (Abdülhalîm bin Muhammed<br />

Siyâlkütî) 85, 454, 1192.<br />

riyâdussâlihîn (Nevevî) 364, 1156.<br />

rubâ’›yyât (Muhammed Bâkî) 970, 1121.<br />

rub-› dâirenin sûret-i isti’mâli (Ahmed Ziyâ Be¤)<br />

187, 189, 198.<br />

rubu’› mukantarât (Abdüllah bin Alî Mardînî) 1245.<br />

rûh-ul-beyân (‹smâ’îl Hakk›) 281, 355, 390, 418,<br />

531, 782, 783, 1124, 1155.<br />

rûh-ul-meânî [Âlûsî tefsîri] (Âlûsî) 451, 1077.<br />

rûh-ul-mecelle (hâc› Reflîd Pâfla) 816, 884, 1162.<br />

– S –<br />

Sabbül’azâb (Mahmûd fiükrî Âlûsî) 1077.<br />

sadrüflflerî’a flerh› (Sadrüflflerî’a) 1084.<br />

– 1217 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:77


safahat (Muhammed Âkif) 1140.<br />

safve-tüs-safve (ibni Cevzî) 458.<br />

safve-tüs-safve (ibni Merzûk)<br />

sagîr (Taberânî) 1180.<br />

sahîhayn 212, 993, 1153.<br />

sahîh-i meslek (Redd-i vehhâbiyyet fiems-ül-hak<br />

Efgânî)<br />

sakal b›y›k risâlesi (Muhammed Hakk›) 1143.<br />

salât-› Mes’ûdî (Mes’ûd bin Muhammed Semerkandî)<br />

419.<br />

sârim-ül-Hindî fî-unuk-in-Necdî (Atâi Mekkî) Misbâh<br />

4.<br />

savâ’ik verru’ûd redden aleflflakiyyî Abdül’azîz Su’ûd<br />

(Afîfuddîn) Misbâh 6.<br />

savâ’ik-ul-ilâhiyye (Süleymân bin Abdülvehhâb) 454,<br />

1172.<br />

savâ’ik-ul-muhrika (ibni Hacer-i Mekkî) 465, 472,<br />

495, 1114, 1184.<br />

se’âdet-i ebediyye 3, 8, 9, 10, 11, 16, 17, 131, 208,<br />

280, 401, 713, 1052, 1112.<br />

se’âdet-üd dâreyn (Âlûsî) 1077.<br />

se’âdet-üd-dâreyn (Yûsüf Nebhânî) 458, 1132.<br />

sebe’ul-esrâr (......) 1132.<br />

sebîl-ün-necât (Abdürrahmân Kuttî) 455, 1114.<br />

sebîl-ür-reflâd (Mecmû’a) 197.<br />

sedâd-üd-dîn (Muhammed bin Abdürresûl) 1077.<br />

sefer-i âh›ret (Abdülhakîm Efendi) 988.<br />

sefer-üs-se’âdet flerhi (Abdülhak-› Dehlevî)<br />

sefînet-ül-Evliyâ (Dârâ fiekve) (1070) 1075.<br />

segâir ve kebâir (ibni Nüceym) 365, 1053, 1115.<br />

sell-ül-hisâm-il-hindî (ibni Âbidîn) 448.<br />

semerât-ül-füâd (Sar› Abdüllah) 1054, 1155.<br />

serhend-i flerîf (Ahmed Tuncer)<br />

seyâhatnâme-i Kâs›m Ba¤dâdî (‹brâhîm Arvas) 1061.<br />

seyf-ül-bât›r (Alî bin Ahmed Hîtî) 1075.<br />

seyf-ül-cebbâr (Fadl-› Resûl Bedâyûnî) 458, 1117.<br />

seyf-ül-cihâd reddü alel-müddeî-fil ictihâd (Abdüllah<br />

bin Abdüllatîf) Misbâh 5.<br />

seyf-ül-ebrâr (M.Abdürrahmân) 459, 468, 889.<br />

seyf-ül-Hak (Ahmed Bâbe) 460.<br />

seyf-ül-hindî (San’ânî) 1166.<br />

seyf-ullah (Sun’ûllah-› Halebî) 455.<br />

seyfüssârim (Birgivî) 1033.<br />

s›rât-ül-müstekîm (‹brâhîm Fasîh Hayderî) (1299),<br />

372.<br />

s›rât-› müstekîm (‹smâ’îl Dehlevî) 1176.<br />

s›rr-› fürkan (S›rr› Pâfla) 367, 1171.<br />

sîrac-ül-vehhâc (Ebû Bekr) 1007, 1090.<br />

silsile-i aliyye (Hâlid-i Ba¤dâdî) 966, 993, 1075.<br />

silsile-tül-ârifîn (Kâdî Muhammed) 1148.<br />

simtul’abkarî (Abdülhamîd Harpûtî) 701.<br />

siret-i ibni Hiflâm (ibni Hiflâm) 374, 1114.<br />

siret-i resûlullah (ibni ‹shak) 374, 1114, 1189.<br />

siret-i flâmî (Muhammed bin Yûsüf) (942), 443.<br />

siret-ün-nebeviyye (Ahmed Dahlân)<br />

siyerül-aktâb (Hediyye bin Abdürrahîm Çefltî) 722,<br />

1064.<br />

siyer-ül evliyâ (Muhammed bin Mahmûd) 733, 767,<br />

1177.<br />

siyer-ül-kebîr (Muhammed fieybânî) 268, 786, 1149,<br />

1178.<br />

siyer-üs-sagîr (Muhammed fieybânî) 268.<br />

siyâlkûtî hâfliyesi (Abdülhakîm Siyâlkûtî) 1062.<br />

siyânet-ül insan (Muhammed Beflîr) 1071.<br />

surre-tül-fetâvâ (Muhammed Sâd›k) 1003, 1147.<br />

süâl-cevâb (Niyâzî M›srî) 1075.<br />

sübül-üs-selâm (Emîr Muhammed bin ‹smâ’îl<br />

San’ânî) 1114.<br />

süddî tefsîri (‹smâ’îl Kûfî) 391.<br />

sükertah (Muhammed Bahît) 876.<br />

sülûk risâlesi (Tokatl› Muhammed Emîn) 419.<br />

sünen (Dâre Kutnî) 424, 1088.<br />

– 1218 –<br />

sünen (Sicstânî) 424, 1171.<br />

sünen (fiâfi’î) 1175.<br />

sünen (Yahyâ bin Muhammed) 1190.<br />

sünen “hadîs kitâblar›” (Ebû Dâvüd, Tirmüzî, Nesâî,<br />

ibni Mâce, Beyhekî) 63, 313, 424, 534, 1057,<br />

1082, 1115, 1155, 1183.<br />

sünen (ibni Cüreyc) 1113.<br />

süyûf-i müflrika (Âlûsî) 1077.<br />

süyûf-ullahil-ecille (Muhammed Âfl›k-ur-rahmân) 250.<br />

– fi –<br />

fiâfî (Abdülbekâ) 1093.<br />

flahnâme (Firdevsî) 1131, 1175.<br />

flakâ’›k-i nu’mâniyye (Taflköprü-zâde) 22, 504, 1182.<br />

flâm târîhî (ibni Asâkir) 1113.<br />

flemâil-i flerîfe (Tirmüzî) 620, 1183.<br />

flemâil-i flerîfe tercemesi (Hüsâmeddîn) 202.<br />

flems-ül-hakîka (‹shak Harputlu) 1123.<br />

flems-üfl-flümûs (Hasen fiükri) 1105.<br />

flerh-› akâid (Teftâzânî) 782, 1062.<br />

flerh-› akâid hâfliyesi (Hayâlî) 1062, 1109.<br />

flerh-› akâid tercemesi (S›rr› Pâfla) 1171.<br />

flerh-›l ihyâ (Seyyid Mürtedâ Hanefî) 458,<br />

flerh-› hadîs-i erba’în (ibni Kemâl) 286, 1071.<br />

flerh-› hizb-il bahr (Ahmed Zerrûk) 458, 1073.<br />

flerh-› mekâs›d (Teftâzânî) 472, 479.<br />

flerh-› menâr (ibni Melek) 279, 473, 474, 1115.<br />

flerh-› mevâk›f (Seyyid fierîf) 20, 82, 232, 411, 419,<br />

431, 1043, 1048, 1052, 1081, 1124, 1125.<br />

flerh-› mevâk›f hâfliyesi (Abdülhakîm Siyalkûtî) 1124.<br />

flerh-› muhtasar-il Vikâye (Bâkânî) 1079.<br />

flerh-› mühezzeb (Nevevî) 632.<br />

flerh-› rubâ’›yyât-› Abd-il Bâkî (imâm-› Rabbânî) 968,<br />

1122.<br />

flerh-› sirâcî (Seyyid flerîf Cürcânî) 996.<br />

flerh-› flifâ (fiihâbeddîn Haffâcî) 458.<br />

flerh-ul ma’fûvât (Süleymân Es’›rdî) 397.<br />

flerh-ul metâli’il envâr hâfliyesi (Seyyid fierîf) 1052.<br />

flerh-ul menâzil (ibn-ül Kayy›m) 1172.<br />

flerh-ül mevâhib (Muhammed Zerkânî) 43, 281, 378,<br />

387, 458, 783.<br />

flerh-ul flath›yyât (Ruzbehân-› Baklî) 1163.<br />

flerh-ul-vasâya (Fadl) 1098.<br />

fierh-ün-nikâye-muhtasar-il-vikâye (Bâkânî) 1079.<br />

flerh-ur-risâlet-ir-reddiyye alâ târifet-il vehhâbiyye<br />

(fieyh-ul-islâm Muhammed Atâullah) 454, 1206.<br />

flerh-ufl-flemâil (Münâvî) 458.<br />

flerh-us-südûr (Süyûtî) 1005.<br />

flerh-us-sünne (Begavî ve Lalkâî)<br />

flevâhid-ül hak (Yûsüf Nebhânî) 443, 449, 451, 454,<br />

458, 469, 471, 1077, 1116, 1193.<br />

flevâhid-ün-nübüvve fârisî (Câmî) 387, 1137.<br />

flevâhid-ün-nübüvve tercemesi 1137, 1169.<br />

flifâ-i flerîf (Kâdî ‹yâd) 458, 1125.<br />

flifâ-üs-sikâm (Alî Sübkî) 348, 450, 454, 492, 499,<br />

1092.<br />

flir’at-ül-islâm (Muhammed bin Ebû Bekr) 19, 286,<br />

329, 365, 366, 401, 439, 440, 601, 615, 634,<br />

1005, 1008, 1009, 1142.<br />

flir’at-ül-islâm flerh› (Ya’kûb bin Seyyid Alî) 127, 209,<br />

219, 271, 392, 476, 595, 596, 598, 605, 648, 728,<br />

730, 888, 1003, 1009, 1036, 1142, 1190.<br />

flu’âbül-îmân (Beyhekî) 1082.<br />

flürût (Ebû Hanîfe) 441.<br />

flu’ûrun vergileri (Bergson) 27, 1082.<br />

– T –<br />

Tabakât-i sôfiyye (Abdürrahmân Sülemî) 1172.<br />

tabakât-ül kübrâ (Abdülvehhâb-› fia’rânî) 1068,<br />

1171.<br />

taberî târîhi (Alî bin Muhammed fiimflâtî) 1181.<br />

tâciyye fî isbât-i râb›ta (Tâcüddin-i Hindî) 1181.


tâc-ül-asfiyâ (....) 1132.<br />

tahkîk ve îzâh (Abdül’azîz Bâz vehhâbî) 471.<br />

tahkîkât (Muhammed Pârîsâ) 1146.<br />

tahkîkiyye (Sünbül Sinân) 1174.<br />

tahkîk-ul-burhân (Mer’î) 633, 1135.<br />

tahkîk-ul hakk-›l mübîn (Ahmed Sa’îd) 455, 457,<br />

1004, 1073.<br />

tahrîr (ibni Hümâm) 629, 636, 1113, 1114.<br />

tahrîr flerh› (ibni Emîr Hâc) 134, 148.<br />

tahtâvî ‹mdâd hâfliyesi (Tahtâvî) 126, 204, 218, 219,<br />

221, 226, 250, 251, 259, 262, 279, 360, 445,<br />

465, 1003, 1019.<br />

tahzîr-ül-müslimîn (Ezherî Muhammed Beflîr) 419.<br />

tâ’iyye kasîdesi (Ömer bin Fâr›d) 1160.<br />

takrîb-ül-üsûl (Ahmed Dahlân) 458,<br />

takrîr (ibni Emîr Hâc) 120, 1113.<br />

takrîr (Muhammed Bâbertî) 1142.<br />

takvîm-i Ebüzziyâ (Ebüzziyâ Tevfîk) 358, 361, 761.<br />

takvîm-i Ziyâ 197.<br />

takviyet-ül-beyân (Gulâm Resûl Dervâzî) 1176.<br />

takviyet-ül îmân (‹smâ’îl Dehlevî) 1176.<br />

ta’lîkât-ül-avârif (imâm-› Rabbânî) 1122.<br />

talmud (Yehûdîler) 1152.<br />

ta’lîm-üs-sübyân (M.Yûsüf Horasân) 1117.<br />

tanr› buyru¤u tefsîri (Ömer R›zâ) 1161.<br />

ta’rifât (Seyyid fierîf) 489.<br />

târîh-i celâlî (Melikflâh) 1134.<br />

târîh-i evliyâ (Ebül-esfâr Alî) 1081.<br />

târîh-i devlet-i Osmâniyye (Abdürrahmân fieref) 297.<br />

târîh-i hanbelî (Ahmed ibni Hanbel) 390,<br />

târîh-i isbehân (ibni Mende) 1115.<br />

târîh-i vehhâbiyyân (Eyyüb Sabri pâfla) 458, 1098.<br />

târîh-ul-islâm (Zehebî) 1194.<br />

târîh-ul-ümem (Taberî) 1180.<br />

târîh-ul-mezâhib-il-islâmiyye (Ebû Zühre) 453, 494,<br />

tarîkat-i bektâfliyye (Münci baba) 504.<br />

tarîkat-i Muhammediyye (Birgivî) 337, 640, 646,<br />

736, 1061, 1083.<br />

tarîk-un-necât (Hasen Cân) 455,<br />

tâtârhâniyye (Âlim bin Alâ) 242, 264, 269, 287, 299,<br />

448, 465, 477, 567, 695, 718, 1076.<br />

tathîr-ul-cenân (ibni Hacer-i Mekkî)<br />

tathîr-ul-füâd (Muhammed Bahît) 492, 495, 1116.<br />

tavâli’ul envâr (Beydâvî) 457, 1082.<br />

te’arrüf (Ebû ‹shâk Gülâbâdî) 927, 928, 962, 1067,<br />

1082, 1093.<br />

te’arrüf flerhi (Alî bin ‹smâ’îl) 1075.<br />

tebsîr-ür-rahmân (Zeyn-üddîn Alî bin Ahmed) 68,<br />

tebyîn (Zeylâ’î) 204, 262, 996, 1196.<br />

tebyîn hâfliyesi (fielbî) 218, 262, 314, 1196.<br />

tecnîs (Burhâneddîn-i Alî Merg›nânî) 264, 269, 285,<br />

392, 393, 395, 1084.<br />

tecribî kimyâ (F.Arnd) 41.<br />

tecrîd (Zehebî) 1194.<br />

tecrîd (Mahmûd Nasîrüddîn Tûsî)<br />

tecrîd “f›kh” (Mahmûd Buhârî) 1125, 1131.<br />

tecrîd hâfliyesi (Kâdîzâde) 1125.<br />

tecrîd-i sarîh (Zübeydî) 66, 1083, 1194.<br />

tecvîd (Abdürrahmân) 1125.<br />

tefhîmât (fiâh Veliyyullah) 165, 263,<br />

tefsîr Ahmedî fârisî (Ahmed ciyû Hindî) (1130).<br />

tefsîr-i Alî Cürcânî (Alî Cürcânî) 375,<br />

tefsîr-i Âlûsî (Âlûsî fiihâbüddîn) 451, 1077.<br />

tefsîr-i arâyis (Ruzbehân) 1163.<br />

tefsîr-i Attâbî (Ahmed Hanefî) (586).<br />

tefsîr-i azîzî (Abdül’azîz-i Dehlevî) 82, 530, 903, 993,<br />

1060.<br />

tefsîr-i basît (Vâhidî) 311, 1187.<br />

tefsîr-i begavî (Begavî) 389, 507, 1081.<br />

tefsîr-i beydâvî [envâr-üt-tenzîl] (Kâdî Beydâvî) 45,<br />

82, 379, 389, 390, 463, 475, 825, 992, 1082,<br />

1125, 1180.<br />

tefsîr-i celâleyn (Süyûtî) 390, 1175.<br />

tefsîr-i çerhî (Ya’kûb-i Çerhî) 992<br />

tefsîr-i ebülleys (Semerkandî) 45, 1094.<br />

tefsîr-i ebüssü’ûd (Ebüssü’ûd) 417, 604, 1165.<br />

tefsîr-i hakâik (Sülemî) 415, 1172.<br />

tefsîr-i hâzin (Alâüddîn-i Ba¤dâdî) 418, 699, 1074.<br />

tefsîr-i hüseynî (Hüseyn Vâ’›z) 9, 70, 355, 475, 479,<br />

1165.<br />

tefsîr-i ibni cüreyc (Abdülmelik) 1113.<br />

tefsîr-i ibni kesîr (ibni Kesîr) 887.<br />

tefsîr-i ibni Merdeveyh (ibni Merdeveyh) 1165.<br />

tefsîr-i kebîr (Fahreddîn Râzî) 417, 480, 1013, 1165.<br />

tefsîr-i kelbî (Kelbî) 415,<br />

tefsîr-i kurtubî (Kurtubî) 264, 1110, 1129.<br />

tefsîr-i mazherî (Senâüllah) 9, 175, 252, 261, 262,<br />

390, 391, 427, 448, 461, 476, 479, 553, 604,<br />

770, 784, 992, 993, 1044, 1165, 1168.<br />

tefsîr-i me’âlim-üt-tenzîl (Begavî) 389, 507, 1081.<br />

tefsîr-i medârik (Nesefî Abdüllah) 731, 1155.<br />

tefsîr-i mevâk›b (‹smâ’îl Ferrûh) 45, 392, 475, 604,<br />

731, 1112.<br />

tefsîr-i mugnî (ibni Cevzî) 210, 211, 311, 1068.<br />

tefsîr-i mukâtil (Mukâtil) 415,<br />

tefsîr-i nahc›vânî (Ni’metullah) (920), 1205.<br />

tefsîr-i nesûhî (Muhammed bin nesûh) 1156.<br />

tefsîr-i niflâpûrî [Garâib] (Hasen bin Muhammed)<br />

tefsîr-i rûh-ul beyân (‹smâ’îl Hakk›) 281, 355, 390,<br />

418, 530, 782, 783, 1124, 1155.<br />

tefsîr-i Rüstagfenî (Abdürrezzak Hanbelî) (661).<br />

tefsîr-i sa’lebî (Sa’lebî) 416,<br />

tefsîr-i sâvî (Ahmed bin Sâvî) 82, 209, 1117.<br />

tefsîr-i sülemî [Hakâik] (Sülemî) 415, 1172.<br />

tefsîr-i süddî (‹smâ’îl Kûfî) (127), 391.<br />

tefsîr-i fleyhzâde (fieyhzâde) 82, 491, 825, 1180.<br />

tefsîr-i taberî (ibni Cerîr) 1180, 1181.<br />

tefsîr-i tabersî (Fadl fiî’î) 1181.<br />

tefsîr-i teysir (Nesefî Ömer) 1182.<br />

tefsîr-i tibyân (Muhammed bin Hamza) 45, 604,<br />

784, 1165.<br />

tefsîr-i Vâhidî [Vesît] (Vâhidî) 311, 416, 629, 1187.<br />

tefsîr-i vecîz (Vâhidî) 1187.<br />

tefsîr-i zâhidî (Muhammed bin Abdürrahmân Buhârî)<br />

(546), 375.<br />

tehâfü-tül-felâsife (Gazâlî) 82, 1103.<br />

tehlîliyye (imâm-› Rabbânî) 1122.<br />

tehzîb (Hüseyn Begavî) 809, 1081.<br />

tehzîb (tehzîb flerh-i câmi’ussagîr fieybânî) (Mutahhar<br />

Yezdî) (591).<br />

tehzîb (Molla Arab) 504.<br />

tehzîb (Ebû Ca’fer) 808, 1085.<br />

tehzîb-i siyer (ibni ‹shak) 1115.<br />

telhîs (Muhammed Kazvînî) 1164.<br />

telvîh flerh-› tenkîh (Sa’deddîn Teftâzânî) 630, 1163.<br />

temhîd (Ebû fiekür Muhammed Sülemî) 1155, 1172.<br />

temhîd (Meymûn bin Muhammed Nesefî) 1155.<br />

temrînât (Ahmed Na’îm) 1072.<br />

tenbîh-ül-gabî (Süyûtî) 463.<br />

tenbîh-ül-gâfilîn (Ebülleys) 442, 598, 644, 1009,<br />

1094.<br />

tenkîh (Sadrüflflerî’a-i sânî) 1164.<br />

tenkîh-ül-kelâm (Abdüllatîf) 543, 1067.<br />

Tenvîh (Sadrüfl-flerî’a) 1164.<br />

tenvîr-ül-ebsâr (fiemsüddîn Tîmûrtaflî) 452, 462,<br />

1178.<br />

tenvîr-ül-ezhân (Mustafâ) 204,<br />

tenvîr-ül-halek (Süyûtî) 463,<br />

terceme-tül-muhtasar (Celâleddîn) 884, 1084.<br />

tergîb (Abdül’azîm Münzirî) 1144.<br />

tergibüssalât (Muhammed bin Ahmed Zâhid) 98,<br />

110, 154, 164, 175, 236, 238, 239, 242, 244,<br />

250, 263, 265, 269, 283, 427, 723, 725, 727,<br />

742, 1142.<br />

te’sîs (Debbûsî) 1089.<br />

– 1219 –


teshîl-ül-menâfî (‹brâhîm Ezrak) 626, 649, 652, 656,<br />

661, 665, 666, 670, 673, 734, 741, 783, 784,<br />

1194.<br />

tetimme-tül-mazher (......) 384.<br />

tetimmet-ül-fetâvâ (Mahmûd Buhârî) (616).<br />

tevdîh flerh-› tenkîh (Sadrüflflerî’a) 1164.<br />

tevrât (Mûsâ aleyhisselâma nâzil olan kitâb) 33, 43,<br />

104, 368, 382, 388, 389, 498, 704, 714, 715,<br />

724, 773, 1043, 1044, 1126, 1151, 1182, 1189,<br />

1194.<br />

tezekkürü âsâril-vâride (ibni Hacer) 741.<br />

tezkire-tül Evliyâ (Ferîdeddîn-i Attâr) 312, 395, 787,<br />

1093, 1101.<br />

tezkire-i kurtubî (Ebû Abdüllah Kurtubî) 80, 442,<br />

477, 738, 740, 775, 1025, 1044, 1129, 1197.<br />

tezkire-i flu’arâ (Lutfullah) 1131, 1155.<br />

tezkiretü-ülil-elbâb (Dâvüd Antâkî) 652,<br />

tezkiye-i Ehl-i beyt (Mevlevî Osmân efendi) 61, 732,<br />

the gaspel in many tangues (‹ngiliz ‹ncîl Cem’iyyeti)<br />

376.<br />

the Proof of Prophethood (Hakîkat Kitâbevi) 1121,<br />

1181.<br />

t›bbî nebâtlar (Dr. Heraud) 674,<br />

t›bb›nnebevî (Zehebî) 652, 693, 719, 734, 1194.<br />

toprak (fiemseddîn Sâmî) 514.<br />

tuhfe (Behâeddîn-i Buhârî) 1081.<br />

tuhfe (ibni Hacer-i Mekkî) 269, 1064.<br />

tuhfe hâfliyesi (‹smâ’îl Nablüsî) 1123.<br />

tuhfe-i isnâ afleriyye (fiâh Abdül’azîz Dehlevî) 61,<br />

765, 992, 1059, 1181.<br />

tuhfe-i Vehbî (Muhammed Mer’aflî) 1145.<br />

tuhfe-tül-ebrâr (Muhammed Bâberti) 1142.<br />

tuhfe-tül-erîb (Abdüllah-i Tercümân) 372, 1067,<br />

1131.<br />

tuhfe-tül-fükahâ (Muhammed Semerkandî) 269,<br />

811, 892, 1126.<br />

tuhfe-tül-ihvân (Halîl bin Osmân) 418,<br />

tuhfe-tül-ihvân (Mustafâ Rüfldü) 638.<br />

tuhfe-tül-muhtâc (ibni Hacer-i Mekkî) 462, 1114.<br />

tuhfe-tül-uflflak (Hayder-i zâde ‹brâhîm) 1055.<br />

tuhfetürrâg›b (Ahmed bin Selâme efl-flâfi’î) 1197.<br />

tuhfe-tüs-sâlikîn (Muhammed Pârisâ) 470, 1146.<br />

tuhfe-tüs-sâlikîn (Tür-püfltî) 1184.<br />

tuhfe-tûz-züvvar (ibni Hacer-i Mekkî) 458.<br />

turâbnâme (hûrûfî babas›) 503.<br />

türkiye gazetesi (Enver Ören) 162, 187, 471, 628,<br />

654, 802.<br />

türkiye târîhi (T.Y›lmaz Öztuna) 1063.<br />

türpüfltî risâlesi (Fadlullah) 89,<br />

turub-ül-emâsil (Abdülhay Lüknevî) 1077.<br />

tüzük bâbürî (Bâbür fiâh) 1079.<br />

– U –<br />

Ukûd-üd-dürriyye (ibni Âbidîn) 205, 334, 341, 471,<br />

575, 591, 638, 731, 734, 825, 1005,<br />

ukûd-ül cem’ân fî vefiyyât-il a’yân (Zerkeflî) 1195.<br />

ulemâ-ül müslimîn vel muhâlifîn (Hakîkat Kitâbevi)<br />

458, 492, 512, 1143.<br />

umdet-ül-akâid (Abdüllah Nesefî) 1155.<br />

umdet-ül-islâm (Abdül’azîz) 163, 255, 256, 275,<br />

283, 401, 742, 1059.<br />

umdet-ül-kitâb (Ebülkâs›m Yûsüf) (415).<br />

umdet-ül-makâmât (M.Fadlullah) 1121, 1145, 1146,<br />

1193.<br />

umdet-ül-müftî (Sadr-üfl-flehîd Ömer) 269, 1111.<br />

urvet-ül-vüskâ (Muhammed Bâk›r) 1141.<br />

uyûn-ül-besâir (Hamevî) 157, 232, 248, 254, 279,<br />

285, 287, 338, 391, 594, 629, 802, 900, 1071.<br />

– Ü –<br />

Ünsiyye (Ya’kûb Çerhî) 132, 1174, 1190.<br />

üns-üt-tâibîn (Ahmed Câmî) 60, 419, 1070.<br />

üss-i zafer (Muhammed Es’ad) 1143.<br />

üstüvânî risâlesi (Üstüvânî) 207, 1186.<br />

üsüd-ül-gâbe (ibni Esîr) 1014, 1113.<br />

üsûl (Serahsî) 1169.<br />

üsûl-i f›kh (ibni Melek) 1115.<br />

üsûl-ül-erbe’a fî-terdîd-il vehhâbiyye (Muhammed<br />

Hasen Cân) 442, 447, 448, 466, 468,<br />

üsûl-üt-tevhîd (Ebül-Kâs›m Ahmed Saffâr) (336).<br />

– V –<br />

Vâfî (Abdüllah Nesefî) 1093, 1155.<br />

vakfunniyyât (Ahmed ibni Kemâl) 444.<br />

vâk›’at (Hulvânî) 1178.<br />

vâk›’at (Muhammed Buhârî) 1131.<br />

vâk›dî târîhi (Muhammed bin Ömer) 1014.<br />

vankuli (Lügat) 1119.<br />

vâs›ta (ibni Teymiyye) 491, 496, 499,<br />

vas›yyetnâme (Abdülhâl›k) 1062.<br />

vas›yyetnâme (Birgivî) 52, 110, 140, 164, 434, 1023,<br />

1044, 1083.<br />

vecîz (Vâhidî) 1187.<br />

vehbâniyye flerh› (fiernblâli) 629,<br />

vehhâbi mezhebinin iç yüzü (Ebül-Hâmid<br />

Muhammed Ziyâ) 1179.<br />

vehhâbîlere reddiyye (Atâullah) 454,<br />

velvâliciyye (Zahîrüddîn-i ‹shak) 257, 260, 269, 1194.<br />

vesîlet-ül-kabûl (Nakflibend-i sânî’nin Mektûbât›)<br />

vesîlet-ün-necât (Süleymân Çelebî) 1173.<br />

vesit (Vâhidî) 1187.<br />

vikâye (Burhân-üfl-flerî’a Mahmûd) 444, 858, 1019,<br />

1084, 1125, 1164.<br />

vikâye flerh› (Abdülhak-› Sücâdil) 269, 1061.<br />

vikâye flerh› (Sadr-üfl-flerî’a) 1084, 1164.<br />

vikâye flerh› (fieyhzâde Muhammed) 1180.<br />

vikâye flerh› (Timurtâflî) 1178.<br />

vilâyetnâme (hurûfî babas›) 503.<br />

virân abdal risâlesi (hurûfî) 503.<br />

– Y –<br />

Yahyâ efendi fetvâs› (Yahyâ Efendi) 339, 631,<br />

yenâbî’ (Muhammed ‹sferânî) (747).<br />

yeni dünyâ nizâm› (Beflîr Kâd›yânî) 485.<br />

yeni türkçe lügat (M.Behâüddîn)<br />

yevâkît-ül-Haremeyn (Muhammed Ma’sûm) 1145.<br />

yüz karas› (<strong>Hilmi</strong> Ifl›k) 8.<br />

– Z –<br />

Zâd-i me’âd (Fahr-üd-dîn-i Râzî) 1014.<br />

zâd-ül-ebrâr (Celâleddîn-i Hindî) 1085.<br />

zâd-ül-lebib (Abdülhakîm Siyalkütî) 456.<br />

zâd-ül-me’âd (ibni Kayy›m-› Cevziyye) 1115.<br />

zâd-ül-mukvîn (...) 211, 384, 1058.<br />

zahîret-ül fetâvâ (Mahmûd Buhârî) 834, 1131.<br />

zahîre (Nesefî) 292, 1155.<br />

zahîretül-f›kh-il-kübrâ (Tâhir Muhammed Mâlikî)<br />

296, 453, 1117.<br />

zahîret-ül-ukbâ (Ehî Çelebî) 1084, 1192.<br />

zebûr (Dâvüd aleyhisselâma nâzil olan kitâb) 104,<br />

368, 773, 1043, 1089.<br />

zehîre lil-Kurâfî (fiihâbüddîn Ahmed Mâlikî) 159.<br />

zemahflerî tefsîri (Zemahflerî) 416, 513, 1125, 1194.<br />

zend (Zerdüflt) 1195.<br />

zentrall Blatt (Alman Kimyâ Merkezi) 1078.<br />

zevâcir (ibni Hacer-i Mekkî) 132, 238, 453, 603,<br />

627, 1114, 1144.<br />

zeyniyye (ibni Nüceym) 1115.<br />

zikrullah (Allâme Habîb-ül-Hak) 1116.<br />

zînet-ül hayât (Yûsüf Hemedânî) 1193.<br />

ziyâdât (Muhammed fieybânî) 268, 292.<br />

ziyâ pâfla (Kaya Bilgegil) 1086.<br />

ziyâret-ül kubûr (Birgivî) 1083.<br />

zuhrul-müteehhilîn (Birgivî) 1083.<br />

zübdet-ül-ahbâr (Rükneddîn Ba¤dâdî) 1045.<br />

zübdet-ül-makâmât (Muhammed Hâflim Keflmî)<br />

1002, 1121, 1144, 1145.<br />

– 1220 –


SE’ÂDET-İ EBEDİYYE FİHRİSTİ<br />

Rakamlar sahîfe numaralarıdır<br />

Parantez içindeki sahîfe numarası, madde başı olduğunu göstermekdedir.<br />

– A –<br />

Abbâsîler 52, 119, 350, 489, 515, 535, (1059), 1135.<br />

abdest almak (122), 123, 124, 149, 150, 151, 161,<br />

643.<br />

abdestin edebleri (123).<br />

abdestin farzlar› (122).<br />

abdestin sünnetleri 86, (122).<br />

abdest suyu nas›l olmal› 155, (160), 161, 162.<br />

abdesti bozan fleyler (125), (126), 127, 129, 130.<br />

abdestsiz nemâz (122), 127.<br />

abdest bozmak âdâb› 122, 123, 124, (125), 242.<br />

Abdülhakîm efendinin bir mektûbu 10.<br />

Abdülhâl›k Goncdüvânînin o¤luna nasîhati 1062.<br />

abes (236), 399, 518, 594, 601, 637, 721, 750, 853.<br />

aç›k gezenler 35, (163), 164, 165, 166, 167.<br />

açl›k kerâmeti artd›r›r (749), 1169.<br />

âd kavmi 1110, 1166.<br />

adak sadaka (330), 448.<br />

adak kurban› 325, (332), 479, 778.<br />

adak orucu 314, (330), 336.<br />

adâlet 28, 39, 315, (403), 523, 527, 532, 533, 840,<br />

1046.<br />

adam öldürmek 54, 728, 874, 881, 882, (892), (893),<br />

894, 895, 1005.<br />

adem 73, 521, (754), 755, 911, 912, 930, 932, 963,<br />

964.<br />

âdet ve ibâdet (51), 52, 67, 96, 113, 164, 165, 286,<br />

(302), 336, 337, 723, 862, 1000.<br />

âdetler delîl-i fler’î olamaz 67, (302).<br />

âdet-i ilâhiyye 433, (434), 478, 479, 518, (683), 684,<br />

685, (747), 788, 963, (1015).<br />

âdet-i islâm 28, (52), 165, 302.<br />

âdetde bid’at 52, 70, (630), 631.<br />

âdet zemân› (136), 137, 138, 139, 602, 889.<br />

adevîler 489.<br />

âdil kime denir 133, 315, (403), 884.<br />

adliyye câmi’i 1131.<br />

âfâk 372, 522, 764, 924, (933), 934, 936, 937, 938,<br />

939.<br />

âfiyet nedir (695).<br />

afv-› ilâhî 17, 59, (98), 99, 132, 357, (519), 846,<br />

910, 989, 991.<br />

afyon otu 618, 626, 627, (632).<br />

a¤›rl›¤›n sak›m› kanûnu 539.<br />

a¤›r su 556, 557.<br />

a¤›z ile niyyet etmemelidir 123, 214, (215).<br />

ahdnâme yazmak 1012, (1034).<br />

âh›ret senesi (68), 1044.<br />

âh›r zemân 118, (775), 970, 1145.<br />

âh›r zuhûr nemâz› (258).<br />

âh›ret hayât› 32, 68, (88), 89, 283, 682, 707, 988.<br />

âh›ret kardefli 570.<br />

âh›rete inanmak 27, 40, 58, 107, 700, (707).<br />

âh›rete inanm›yanlar 31, 107, (758).<br />

ahkâm-› islâmiyye 9, (18), 20, 23, 25, 30, 34, 42, 48,<br />

50, 57, 63, 68, 95, 100, 103, 230, 401, (437),<br />

469, 959, 1048.<br />

ahkâm zemânla de¤iflir (28), 57, (67), 148, 470, 493.<br />

ahlâk 24, 28, 42, 430, 532, 601, 760, 788, 842,<br />

1045, 1046, 1047.<br />

ahmakl›k 32, 37, 41, 66, 67, 104, 470, 520, 601,<br />

(650), 758, 762, 771, 842, 907, 912, 1045, 1170.<br />

ahmediyye câmi’i 1124.<br />

ahmediyye f›rkas› (484), 1072.<br />

ahmed pâfla câmi’i 1100.<br />

– 1221 –<br />

aids hastal›¤› 140.<br />

akâid bilgisi (103).<br />

akar sular (161).<br />

akça denilen para 297.<br />

akîka kesmek (329).<br />

âk›l ve bâlig olmak 175, 226, (1021).<br />

akl nedir 32, 40, 78, 102, 106, (404), 405, 482, 491,<br />

(529), 530, 736, 762, 973, 988, 1057, 1248.<br />

akla uymak 26, 27, 32, 104, 252, 404, (405), 492,<br />

646, 679, 680, 729, (762), 771, 782, 928, 1044,<br />

1117.<br />

akl göz gibidir (762).<br />

akl hastas› için ilâç (992), 993.<br />

akl›n alâmeti 27, 41, 66, 307, (762), (899).<br />

akl›n hudûdu (41), 404, (405), 406, 467, 482, 492,<br />

753, 756, 761, 962, 1117.<br />

akl-› sakîm (405).<br />

akl-› selîm 32, (405), 530, 1248.<br />

akll› [âk›l] çocuk 226, 307, (797), (898), 1001.<br />

akrabây› ziyâret 118, 266, 356, 365, 590, 595, (699).<br />

aks›rmak 231, 363, (365).<br />

aks-i sadâ (724), 725.<br />

akflam nemâz› 121, (178), 182.<br />

alay etmemeli 39, (99), 1020.<br />

albüminüri (652).<br />

âlem 101, (116), 371, 756, (759), 926, 928, 930,<br />

947, 967, 968, 1041.<br />

âlem-i ecsâd (87), 88.<br />

âlem-i emr 719, 914, (915), 916, 917.<br />

âlem-i ervâh (87), 88, 719, 915.<br />

âlem-i halk 914, (915), 916, 917.<br />

âlem-i kebîr 86, (914), 915, 916, 917, 929.<br />

âlem-i misâl 79, 80, 84, 85, 86, (87), 88, 764, 928,<br />

929, 933.<br />

âlem yokdan var edilmifldir 1043.<br />

âlem-i mülk ve melekût (756), 758, 915.<br />

âlem-i sagîr (86), 914, 916.<br />

âlem-i flehâdet 80, 84, 87, (915).<br />

alev (548), 735.<br />

alevîler 61.<br />

alfa ›fl›nlar› 549.<br />

al›n yaz›s› 682.<br />

al›fl verifl 337, 607, 610, 786, (792).<br />

al›fl veriflde aldanmak 642, (807), (808), 841, 845, 846.<br />

al›fl veriflde kâfire inan›l›r (622), 817, 835.<br />

al›fl veriflde muhayyer olmak (806), 810, 821, 870.<br />

alkol pisdir 153, (154), 155, 624, 626.<br />

alkollü içkiler 39, 98, 154, 274, 357, 487, 618, (624),<br />

625, 673, 718, 721, 782, 880, 888.<br />

Allah baba diyenler 36, 104.<br />

Allahdan ümmîdi kesmek küfrdür 401.<br />

Allahü teâlân›n kulundan râz› olmas› 60, 785, (950).<br />

Allahdan baflka ism ile yemîn edilmez 335, (338).<br />

Allahdan baflkas› için hayvan kesilmez 333, 334,<br />

(778).<br />

Allahü teâlâ çal›flana verir 698, 760, 788, (789),<br />

(805), 891.<br />

Allahü teâlâ hulûl etmez 55, (104), 372, 755, 943,<br />

965, 969.<br />

Allahü teâlâ vard›r 56, (103), 116, 372, 541, 902,<br />

(906), 931, 962, 963, 1043.<br />

Allahü teâlâ zulm etmez (30), 75, (403), 404, 481,<br />

519, 701, 715, 955, 956.<br />

Allahü teâlân›n fi’lleri 86, (101).<br />

Allahü teâlân›n ismleri 47, 56, 86, 95, 327, 335,<br />

338, (431), 432, 434, 521, 935, 943, 954, 955, 956.


Allahü teâlân›n kudreti 4, 42, (73), 74, 75, 80, 117,<br />

442, 456, (478), 479, 519, 520, 541, (685), 756,<br />

930, 945, 963.<br />

Allahü teâlân›n ni’metleri 5, 6, 30, (31), (102), 113,<br />

478, 683.<br />

Allahü teâlân›n sevdikleri 21, 29, 43, 85, 118, 338,<br />

426, (448), 456, 695, (904), 922, 946, 1057.<br />

Allahü teâlân›n s›fatlar› 43, (55), 86, 101, (103), 335,<br />

433, 743, 744, 905, 929, 935, 936, 943, 955,<br />

963.<br />

Allahü teâlân›n flerîki olmaz 55, 66, 76, 86, (103),<br />

209, 372,403, 432, 475, 478, 744, 756, 757, 778.<br />

Allahü teâlâya yaklaflmak 92, 99, (113), 278, (449),<br />

1057.<br />

Allahü teâlân›n yak›n olmas› 55, 95, 99, (113), 373,<br />

743, 749, 752, 904, 925, (930), 943, 1057.<br />

Allahü teâlây› görmek 56, (104), 252, 265, 354, 379,<br />

(756), 757, 769, 926, 927, 928, 947, 956.<br />

Allahü teâlây› sevmek 21, 118, (426), (428), 610, 719,<br />

733, 767, 768, (917), 923, 938, 950, 965.<br />

alt› günde yarat›lanlar 915.<br />

alt›n difl 133, 142, 143, (144).<br />

alt›n eflyâ kullanmak 133, 134, 143, 146, (620), 621.<br />

alt›n oluk 348.<br />

alt›n para bas›lmas› 622, (802).<br />

alt›n yüzük 292, 378, (620), 621.<br />

alt›n zekât› 115, 292, (294).<br />

a’mâl-i fler’›yye (109).<br />

amel (19), 102, 480, 1249.<br />

amel defteri (58), 913.<br />

amel üçe ayr›l›r (19), 139, 143.<br />

ameliyat olmak 39, 895.<br />

âmentü (579), 1001.<br />

amonyak gaz› 155, 688.<br />

ampul 433, 548.<br />

ana baba hakk› 164, 312, 351, 357, 591, (595), 596,<br />

601, 710, 790, 888, 892, 900, 1008.<br />

anaya, babaya ve hükûmete karfl› gelmek büyük<br />

günâhd›r 601, (842).<br />

ana baban›n vazîfeleri 13, 34, 35, (595), 888, 895.<br />

anadolu hisâr› 1080.<br />

anadolu kava¤› câmi’i 1133.<br />

anâs›r-› erbe’a (917), 924.<br />

and vermek 335, 336, 337, (338).<br />

anemi hastal›¤› (653).<br />

angstrom uzunluk birimi 548.<br />

anlamamak ve anl›yamamak 941.<br />

anti-biotik ilâclar 666, 667, 671, 673, 690, 692.<br />

anti-septik ilâclar 690.<br />

anti-toksinler 977, (983).<br />

antropoloji 541.<br />

anyon 547.<br />

apartman hayât› (604), 810, 819, 822.<br />

apollo fezâ gemisi 552.<br />

arab edebiyyât› 45, 46, 47, 376.<br />

arab ne demekdir (375), 376, 1128.<br />

arab câmi’i 1136, 1153.<br />

arab kabîleleri 1070, (1128), 1166.<br />

arabada nemâz k›lmak (223).<br />

arabî ay›n birinci günü (359).<br />

arabî ilmler 45, 47.<br />

arabî ö¤renmek çok sevâbd›r 47.<br />

arafât meydân› 140, 203, 258, 266, 343, 344, 345, 346.<br />

arefe gecesi 346, (352), 356, 357.<br />

arefe günü 140, 266, 326, 339, 343, 346, 352, (357),<br />

360.<br />

ar› sokmas› (674).<br />

ârif kime denir 430, 679, 717, 927, 929, 940, 942,<br />

950, 965, 1037, (1051), 1055, (1057).<br />

âriyet vermek (606), 800, 827, 837, 853, 869.<br />

arkadafll›k 35, 38, 118, 365, 378, 627, (645), (646),<br />

1062.<br />

arnavutköy câmi’i 1132.<br />

arraf (falc›) (890).<br />

arfl-› ilâhî 55, 354, (915), 916, 917.<br />

art›klar (162).<br />

asâ-› mûsâ 372, 1151.<br />

ashâr (882).<br />

asr-› sânî (178).<br />

asr-› sânî [ikindi] vakti 178.<br />

astronomi ilmi 20, (42), 239.<br />

âsûrîler 431, 1083, (1166).<br />

aflere-i mübeflflere (510), 752, 1066, 1068, 1091,<br />

1095, 1098, 1158, 1160, 1165, 1182, 1198.<br />

afl› (24), 318, 692.<br />

âflir (307), 308, 309, 310.<br />

aflk ne demekdir 32, (520), 721.<br />

aflûre gecesi (356).<br />

aflûre günü (356).<br />

at zekât› (306).<br />

ateistler (tanr›s›zlar) 525, 1044, 1130.<br />

atefle tapanlar 240, 325, (488), 577, 578, 736, 770,<br />

1044, 1084, 1195.<br />

atf-i beyân 389.<br />

atîk vâlide câmi’i 1150.<br />

atlet, fanilâ ile nemâz 236,<br />

atmosfer (979).<br />

atom bombas› 25, 556, (560), 561.<br />

atom dinamosu 973.<br />

atom generatörü 558.<br />

atom nedir 432, (546), 759, 971, 972, (973).<br />

atom pili 558.<br />

atom reaktörü 558, 559.<br />

atomun yap›s› (550), 560, 561, 973, 1083, 1138,<br />

1162.<br />

atomun yar›lmas› 554, 560, 561.<br />

av etleri 328, 536, (619), 650.<br />

avret yeri 141, (163), 165, 166, 593, 598, 603, 880.<br />

avret yerini açmak harâmd›r 35, 125, 132, 141,<br />

(163), 166, 593, (603), 891.<br />

avrupa taklîdcili¤i 7, 24, 26, 36, 404, 529, (542),<br />

589, (891), 1045, 1057.<br />

avukat tutmak 683, 836.<br />

ay tutulmas› 63, 82.<br />

ay yolculu¤u 315, (551), 987.<br />

aya tapanlar 483.<br />

ayak bast› paras› 340, (875).<br />

ayak aç›k nemâz k›lmak 237.<br />

a’yân-› sâbite (947), 964.<br />

ayasofya câmi’i (1099), 1128, 1144, 1172, 1194.<br />

âyât-i h›rz (741), 742, 782.<br />

ayazma câmi’i 1153.<br />

âyet-el kürsî 70, 111, (218), 258, 476, (741), 783,<br />

784, 970, 993, 1002.<br />

âyeti, hadîsi inkâr edenler 107.<br />

âyet-i kerîmeler iki dürlüdür (389).<br />

âyise kad›n (137).<br />

ayn denilen mal 300, 301, (793), 794, 800, 851, 855.<br />

ay›n ilk gününü bulmak (359).<br />

ayn-› sâbite 95.<br />

ayn-ül-yakîn 87, (765).<br />

aynada görülen kendisi de¤ildir, benzeridir 88, 101,<br />

905, (925), 944.<br />

ayvan›n fâidesi (650), 693.<br />

ayvanserây sultân câmi’i 1103.<br />

azâbkap› câmi’i 1171.<br />

azâbkap› çeflmesi 1153.<br />

azâb niçin yap›l›r 20, 32, 40, 43, 404, 519, (680),<br />

955.<br />

âzâd etmek 19, 385, (820), 1164.<br />

a’zân›n flehâdet etmesi (58).<br />

azîmet ile hareket etmeli 72, (426).<br />

azot gaz› 688, 980.<br />

azrâîl “aleyhisselâm” 312, 695, 699, 743, 988.<br />

– 1222 –


– B –<br />

Baba haydar câmi’i 1173.<br />

ba¤dâd katl-iâm› 377, 388, 1110, 1150.<br />

bâgî (âsî) (473), 512, 813, 999.<br />

bahriye (deniz) mektebi 1168.<br />

bakmas› câiz olmayanlar (163), 167.<br />

bâlig olmak 121, 164, (226), 227, 292, 339, (797), (899).<br />

bal›¤›n her cinsi avlan›p yinir 619.<br />

ban otu (bak benç otu) 627, (632), 637, 881.<br />

bankalar 833, (851), 859, 864.<br />

bâsur hastal›¤› 126, 158, (665), 666, 977.<br />

bafl aç›k nemâz k›lmak 217, (236), 240.<br />

bafl a¤r›s› 668, 695.<br />

baflkas› için ibâdet yapmak 341, 477, (1010).<br />

bât›l sat›fllar 795, (808), 809, 855.<br />

bât›n 416, 745, (904).<br />

bât›n›yye f›rkas› 416, (462), 487, 736.<br />

batman denilen ölçek 323.<br />

bâyezîd câmi’i 4.<br />

bâyezîd kulesi 1100, 1131.<br />

bay›lmak 127, 141, 274, 344.<br />

bayra¤›n flekli ve rengi (52), 379, 506, 1059.<br />

bayram gecesi (352), 356.<br />

bayram ne demekdir 52, (266).<br />

bayram nemâz› 199, (266), 322, 326.<br />

bayram tekbîrleri 255, (266).<br />

bayramlaflmak (364).<br />

beden fenâs› (918).<br />

bedevî tarîkat› 1070. 1087.<br />

bedr gazâs› 313, 478, 506, 510, 519, 621, 1059,<br />

1068, 1081, 1091, 1095, 1162, 1165, 1185, 1196.<br />

behâîler (483).<br />

bekâ-billâh 428, (521), (912), 934, 949, 952.<br />

belâ ve derdler 75, 110, 229, 291, 425, 426, 427,<br />

(518), 694, 695, 960, 1034.<br />

benc (jüskiyam) otu 627, 632, (637), 881.<br />

benî-asfer 1190.<br />

benî-isrâîl 63, 419, (1151), 1190.<br />

berât gecesi 253, (352), 356, 357, 420, 699.<br />

berehmenler 94, 410, (411), 483, 1011, 1044.<br />

bereket 242, 265, 477, 642, 649, 805, (841), 842,<br />

1009.<br />

besmele düâs› 54, 427, (742).<br />

besmele ne zemân okumal› (3), 54, 121, 260, 357,<br />

619, 648.<br />

besmelenin fâidesi (3), 54, 742, 1009.<br />

besmelenin ma’nâs› (3), 54, 98, 1009.<br />

befl cevher (917).<br />

befliktafl ismi 1137.<br />

befl vakt nemâz (121), 122, 175, 210, 279, 379.<br />

beta ›fl›nlar› 550, 556.<br />

beykoz dere-seki mescidi 1101.<br />

beylerbeyi câmi’i 347, 1062.<br />

beylerbeyi serây› 1063, 1131.<br />

beyt-ül-mâl 290, 305, 306, (309), 310, 311, 435,<br />

438, 527, 536, 591, 790, 811, 817, 871, 877, 997.<br />

bey’ ve flirâ 159, 337, 608, 609, 611, 622, (792).<br />

bey’ ve flirâda fâiz (854).<br />

b›y›k kesmek 262, (264), 502.<br />

bî’at (766).<br />

bî’at-› r›dvân (507).<br />

bid’at ne demekdir 51, 69, (70), 91, 204, 205, 207,<br />

215, 247, 250, (252), 254, 261, 286, 334, 356,<br />

364, 408, 448, 470, 472, 473, 630, 631, 726,<br />

776, 887, 1003, 1006, 1009.<br />

bid’at ifllememek için sünnet terk edilir 123, 262,<br />

264, (286).<br />

bid’at sâhibleri 8, 16, 19, 23, 37, 38, 51, (66), 91,<br />

107, 250, 252, 260, 262, 280, 286, 315, 345,<br />

365, 408, 448, 470, 472, 473, 496, 726, 776,<br />

887, 1043.<br />

bid’at üç dürlüdür (70), 630.<br />

bilgisayar 10, 563.<br />

bilmece çözmek 614.<br />

bilmemek özr de¤ildir 19, (52), 408, 615.<br />

bioloji ilmi 20, 432.<br />

bira içmek harâmd›r 623, 625.<br />

bira kanser hastal›¤› yapmakdad›r 626.<br />

bira mayas› (625), 626, 655.<br />

bi’ri me’ûne flehîdleri (1106).<br />

birleflelim-seviflelim 8, 364, 465.<br />

bir fleye kavuflmak için (291).<br />

bono senedi 292, 801, 805, 824, (829), (832), 856,<br />

859.<br />

borç ödemek 97, 98, 294, 295, 339, 801, 804, 824,<br />

832, 836, (846), 853.<br />

boflamak 330, 335, 336, 436, 568, 572, 574, 575,<br />

(580), 581, 582, 583, 605, 837, 890, 897.<br />

boza içmek câizdir 625.<br />

bozuk dinler (483).<br />

bölünmiyelim 364, 464.<br />

breeders atom reaktörü 557.<br />

buda dîni 410, 483, 1044.<br />

Budin flehri (Cevâb Veremedi) s.363.<br />

bu¤d-› fillah (38), 90, 91, (92), 94, 276, 1051.<br />

buhârî-i flerîf (423), 892.<br />

bulama denilen tatl› 625.<br />

bulafl›c› hastal›klar 667, 982, 1007, 1035.<br />

bulunan çocuk [Lakît] (591).<br />

bulunan fley [Lukata] 310, 780, (817).<br />

burak denilen hayvan 354.<br />

bükrefl mu’âhedesi 460.<br />

bursa ulu câmi’i 1081.<br />

büyü (sihr) yapmak 483, 739, (748), (782), 783, 784,<br />

890, (993), 1151.<br />

büyük âlimler 457, 783, (969), 993.<br />

büyük günâhlar 64, 276, 277, 283, 884, (892).<br />

– C –<br />

Ca’ferî f›rkas› 62, 408, 416, (1084).<br />

ca’ferî flerîfler 1100.<br />

câhil din adamlar› 20, (23), 103, 112, 145, (147), 244,<br />

249, 259, 269, 277, 309, (410), 442, 472, 491,<br />

638, 726, 727, 744, 777, 1019, 1062, 1170.<br />

câhillere îmân› sormamal› 1001.<br />

câiz ne demekdir 38, 146, 249, 885.<br />

cam 547, 1062.<br />

câmi’ yapmak 19, 40, 100, (244), 330, 350, 613.<br />

câmi’de ayakkab›lar› arkaya b›rakmamal› (241).<br />

câmi’de ho-parlör 205, 206, (207), 231, 253, 255,<br />

722.<br />

câmi’ ile mescid aras›ndaki fark (235), 251.<br />

câmi’de yasak fleyler 142, 237, 243, (244), 245,<br />

246, 364, 637.<br />

câmi’lere hurmet 20, 140, 142, 243, (244), 245,<br />

637, 726, 1001.<br />

câmi’lerin efdali (246).<br />

câmi’ulezher medresesi 272, 469, 1072, 1107, 1160,<br />

(1178), 1193.<br />

canl› resmi 163, 168, (239), 240, 365, 411.<br />

canl›larda tekâmül teorisi 80, 81, (540), 1129.<br />

câriye 13, 166, 490, 577, 593, 813, (875), 885, 890.<br />

cebel-i nûr 379.<br />

cebîre sarg› üzerine mesh (130).<br />

cebrâîl aleyhisselâm 24, 43, 45, 58, 95, (353), 354,<br />

355, 357, 376, 379, 528, 612, 706.<br />

cebriyye f›rkas› 420.<br />

cehâletin zarar› 8, 10, 196, 316, 595, (988).<br />

cehennem 26, 32, 34, 40, (58), 66, 68, 354, 406, 408,<br />

529, 681.<br />

cehennem azâb› 32, 34, 40, (58), 66, 67, 68, 87, 107,<br />

(108), 265, 311, 520, 714, 728, 842, 990, (1044).<br />

cehennemden kurtulmak için 22, 31, 34, 37, (40), 43,<br />

54, 59, 89, 92, 94, 103, (110), (112), 164, 276,<br />

– 1223 –


282, 481, 776, 785.<br />

cehennemin yedi tabakas› (1044).<br />

cehl özr de¤ildir 19, 37, 52, 272, 275, 408, (436),<br />

615, 760.<br />

cehmiyye f›rkas› 66.<br />

celâlî takvîmi 1134.<br />

celâlî vak’alar› 1071, 1144, 1150, 1167.<br />

celvetî tarîkati 1087.<br />

cemâ’ati islâmiyye f›rkas› (499).<br />

cemâ’at-üt-teblîg›yye (499).<br />

cemâ’at ile nemâz 21, 63, 118, 136, 147, 204, 205,<br />

212, 218, 243, (248), 261, 276, 289, 290, 768.<br />

cenâze görülünce aya¤a kalk›lmaz 1003.<br />

cenâze nemâz› 91, 204, 252, 266, 330, 477, (999).<br />

cenâze tafl›mak 91, 330, (1003).<br />

cenâze y›kamak 140, 151, (994), 1001.<br />

cennet 26, 38, (58), 59, 265, 353, 354, 404, 529, 681,<br />

(1044).<br />

cennet ni’metleri (58), 66, 98, 107, 353, 518, (949),<br />

990, 1007.<br />

cennete gidecek on kifli (510), 1066.<br />

cennetde günefl yokdur 68.<br />

cennetde hayât sonsuzdur (58), 407.<br />

cennetde konuflma dili 374.<br />

cevher 759.<br />

cevflen-i kebîr (flî’î düâs›)<br />

cezbe ve sülûk 919, 933, 937, (954), 955.<br />

cezrî kâs›m pâfla câmi’i 1185.<br />

cihâd 23, (38), 89, 90, 91, 95, 290, 377, 400, 437,<br />

516, 546, 596, 618, 786, 788, 841, 865, 879,<br />

885, 901, 951, 1159, 1170.<br />

cihâd-› ekber 32, 92, 748, (950).<br />

cihâd sevâb› (35), 38, 92, 107, 138, 139, 290, 311,<br />

437, 546, 641.<br />

cihângir câmi’i 1173.<br />

cilbâb uzun gömlek (ya’nî manto)dur 604.<br />

cimâ’ 140, 141, 244, 345, (602), 603, 628.<br />

cimrilik 384, (640).<br />

cinâyetler (892).<br />

cin çarpmas›na karfl› 427, 740, (741), 742.<br />

cin görünmesi 84, 85, 240, (739), 740, 741.<br />

cine tapanlar 483, 778.<br />

cinni öldürmek 240, 893.<br />

cinnîler 26, 84, 141, 240, 251, 543, (735), 785.<br />

cins 793, 854, 856, 857.<br />

cism nedir 433, (546), 971, 1041.<br />

cizye 29, 39, (310), 437, 577.<br />

computer (elekt. beyin) 987.<br />

cömertlik 377, 383, (644), 1108, 1159.<br />

cum’a günü 257, (265), 477, 1008.<br />

cum’a hutbeleri (259), 265, 752, 900.<br />

cum’a nemâz› 204, 254, (257), 261, 265, 1018.<br />

curie ölçü birimi 559.<br />

cünüb olmak 122, 132, (140), 149, 206, 244.<br />

cüz’i lâ yete-cezzâ 973.<br />

– Ç –<br />

Çalg› çalarak kur’ân-› kerîm okumak 36, (725).<br />

çalg› harâmd›r 39, 98, 115, 239, 241, 357, 365, 596,<br />

602, (721), 727, 731, 732, 769, 885.<br />

çal›flmak lâz›md›r 8, 24, 25, 30, 37, (42), (50), 546,<br />

607, 618, 641, 646, (682), 772, 786, 790, 805,<br />

(848), 850, 852, 891, 1018, 1057.<br />

çarflaf giymek 165, 166, 590, (604).<br />

çek ile ödeme 796, (810), 859.<br />

çemen (buy) tohmu 665, (673).<br />

çengelköy kuleli câmi’i 1119.<br />

çeflidli bilgiler (817).<br />

çefltiyye tarîkati 733, 767, (1087), 1118, 1129, 1156,<br />

1177.<br />

çihâr yâr›güzîn 66.<br />

ç›k›k (675).<br />

ç›ra¤an serây› 1063, 1131.<br />

çiçek afl›s› (668).<br />

çiçekci câmi’i 1168.<br />

çi¤ dâneleri 85.<br />

çinili câmi’i 1133.<br />

çin seddi 1123.<br />

çocuk ald›rmak (781), 896.<br />

çocuk hakk› 34, 110, 434, 578, (579), 591, 595,<br />

616, 781, 789, 839, 898, 901, 1023.<br />

çocuk kaç›rmak 900.<br />

çocuk oyunca¤› 240, 790.<br />

çocuk terbiyesi 34, 35, 103, 110, 115, 210, (365),<br />

398, (579), 595, 596, 600, 730, 805, 888, 900.<br />

çocu¤a inan›l›r m›? (159), 172, 206, 229, 307, 790,<br />

797, 900.<br />

çocu¤a ism koymak (434), 1001.<br />

çocu¤u dövmek 115, (210), 888, 895, 900.<br />

çocu¤un dîni (404), 579, 612, 900.<br />

çocuklar›n sünnet edilmesi 21, (167), 263.<br />

çok yemîn etmek 337, 338.<br />

çokluk gösteren sözler 284, (848).<br />

– D –<br />

dabaglar mescidi 1150.<br />

dabbe-tül-erd 62.<br />

da¤ bafl›nda yetiflenler 404.<br />

da¤lama 677, (686), 690, 693, 694.<br />

dahve-i kübrâ vakti (179), 314, 318.<br />

dâire-i hindiyye (181).<br />

dâmâd seçmek 605.<br />

damarlar 653, (976).<br />

dank südüs dirhemdir<br />

dans etmek 90, 602, (732), 769.<br />

darg›nlar› bar›fld›rmak 337.<br />

dâr-ül-harb 13, 45, 70, 224, 257, 274, 435, 438,<br />

490, 577, 578, 579, 594, 612, 615, 616, 837,<br />

856, 858, 859, 864, 876, 877, 880, 896, 897.<br />

dâr-ül-islâm 257, 292, 435, 439, 577, 578, 615,<br />

837, 876, 877, 880, 882, 893.<br />

dâr-ün-nedve 1128.<br />

dâr-üfl-flifâ mescidi 1150.<br />

darwin teorisi 540.<br />

da’va etmek (883), 884, 900.<br />

da’vete gitmek 365, 574, (730).<br />

davul çalmak 574, (734), 872.<br />

deccâl (62), 63.<br />

dedeler mescidi 1168.<br />

dedi-kodu [söz tafl›mak] 39, 107, (115), 782, (1014).<br />

defn 478, (1003).<br />

defn ruhsatiyyesi 1024.<br />

dehrîler 81, (410), 758, 1043.<br />

deli olmak 125, (127), 229, 322.<br />

delîllerin te’vîlleri 9, 23, (83), (389), 390, 403, (414),<br />

435, 472, 492, 754, 771.<br />

dellâl ile sat›fl 799, 836, (874).<br />

derdlerden ve belâlardan korunmak için düâ 65,<br />

427, (741), 742, 783, 784, 970, 992.<br />

derd ve elemler 111, 229, 265, 291, 385, 427, 479,<br />

517, (518), 519, 696, 961, 992, 1035, 1037, 1046.<br />

derezîler (dürzîler) 327, (487), 1090, 1106.<br />

dervifl 746.<br />

deve zekât› (306).<br />

devlet topraklar› (305).<br />

devr hatmi 1010.<br />

devr, iskât (1019).<br />

devrî sistem (549).<br />

deyn olan mal 294, 295, 300, 301, (793), 804, 805, 855.<br />

deyr-i za’ferân kilisesi 368.<br />

deyyûs 887.<br />

dezenfeksiyon 626.<br />

d›râriyye f›rkas› 66.<br />

dilencilik 245, 309, 320, 527, (613), 788.<br />

– 1224 –


din âlimleri (23), 46, 82, 244, 269, 281, 311, (410),<br />

414, 439, 461, 467, 470, 754, 886, 1046.<br />

din bilgileri 25, (45), 65, 281, (413), 414, 480, 887,<br />

(1043), 1053, 1056.<br />

din bilgisi lâz›md›r 18, 20, 21, (23), 25, 35, 45, 52,<br />

102, (409), 439, 444, 529, 530, 543, 593, 595,<br />

608, (886), 887.<br />

din câhilleri 7, (23), 28, 36, 41, 59, 81, 94, 103, 144,<br />

243, 249, 257, 259, 270, 277, 309, 316, 319,<br />

388, 402, 414, 421, 430, 437, 470, 475, 529,<br />

542, (604), 637, 684, 725, (865), 1029, 1048,<br />

1052, 1054, 1056.<br />

din düflmanlar› iki k›smd›r 6, 27, (39).<br />

dîne karfl› olanlar›n siyâseti 7, (24), 25, 26, 35, 36,<br />

49, 81, 82, 210, 239, 380, 388, 418, 430, 438,<br />

(485), 492, 533, (539), 727, 1047, 1048, 1086,<br />

1106, 1117, 1125, 1130, 1160, 1179.<br />

din ifllerinde kâfire inan›lmaz 120, (172), 316, 399,<br />

410, 621, (623), 626.<br />

din kardeflini sevmek 36, (38), 118, 845.<br />

din kitâblar› 7, 22, 45, 82, (110), 112, 119, 316,<br />

410, (413), 444, 461.<br />

din ne demekdir (18), 102, 528, 1048, 1207.<br />

din ö¤retmek sevâb› 34, 35, (288), 397, 595.<br />

din ve akl 25, 27, 41, 42, (402), 406, 414, 481, 757.<br />

din ve dünyâ 30, 425, 463, (528).<br />

din ve fen 7, 24, 25, 42, 81, 82, 402, 532, (537), 538,<br />

761, 1045.<br />

din zemânla de¤iflmez 25, 28, 42, (57), 67, 468, 776.<br />

dinde kolayl›k 28, 30, (57), 147, 465.<br />

dinde reform 7, 25, (37), 70, 309, 464, 473, 722,<br />

(776), 864, 887, 1043, 1117, 1170.<br />

dinde reformcular 7, (37), 410, 413, (491).<br />

dîni dünyâya âlet edenler 7, 23, 244, 464, 473,<br />

(493), 617.<br />

dîn-i islâm 17, 18, (528).<br />

dîni nereden ö¤renmeli 9, 21, 23, 46, 52, 54, 82, 100,<br />

103, 110, 112, 118, 120, 244, (408), 410, 413,<br />

461, 494, 770, 849, (1047), 1048.<br />

dînini dünyâya satanlar 7, 23, 35, 67, 244, (493), 859,<br />

(1056), 1117, 1176, 1191.<br />

dinlerin hepsinin temeli birdir (18), 102, 106.<br />

dinsiz milletler 5, 762, (1086), 1126, 1130.<br />

dinsizlere aldanmamal› 4, 7, 8, 23, 24, 26, 29, 36, 61,<br />

117, 119, 147, 166, 168, 210, 316, 319, 398,<br />

(410), 413, 477, 541, (542), 761, 808, 891, 962,<br />

(1045), 1149.<br />

dinsizli¤in sebebi 24, 28, 35, 47, 66, 410, (541),<br />

758, 778, (886), 1044.<br />

dînâr denilen para (802).<br />

dirhemin çeflidleri 123, 153, 154, (296), 802.<br />

dirhem-i fler’î 153, (296), 516, 802, 881.<br />

difl doldurtmak (133), 134, 135, 142, 146, 147.<br />

difl kaplatmak 71, 72, (133), 135, 142, 146, 147, 251.<br />

difllerin ba¤lanmas› 133, 134, (142), 143, 145.<br />

difl temizli¤i 133, (142), 145, 649.<br />

divânhâne mescidi 1100.<br />

diyânât (159), 172.<br />

diyânet iflleri baflkanl›¤›n›n ta’mimi 723.<br />

diyet cezâs› (874), 883, 893, 894, 895, (896), 900.<br />

do¤ru yol 37, 43, 66, 89, (95), 264, 288, 481, 770, 864.<br />

doktor sözü 145, (149), 162, 215, 618, 630, 985.<br />

dolmaba¤çe serây› 1067.<br />

domuz 39, 155, 162, 435, 593, 613, 615, (619),<br />

655, 695, 856, 898.<br />

dört evlilik 571, (599).<br />

dört halîfe 37, 59, 60, 66, 109, 259, (480), 505.<br />

dört mezheb imâmlar› (50).<br />

dört mezheb rahmetdir (136), 302, (464), 467, 492.<br />

dört ana madde (646), 758, 917, 924, 951.<br />

döteryum gaz› 556, 557.<br />

duhâ nemâz› (111), 179, (200), 201.<br />

düâ belây› önler, giderir 400, 427, (698), 1036, 1170.<br />

düâ etmek ibâdetdir 100, (1036).<br />

düâ nas›l yap›l›r 73, 142, 212, 218, 219, 259, 338,<br />

(395), 449, 450, 451, 456, 457, 477, 607, 784,<br />

993, 1000, 1002, 1010, 1018, (1036).<br />

düân›n en k›ymetlisi 211, 218, 219, 262, 265, 356,<br />

357, 400, 427, 450, 607, 784, 1018, (1036).<br />

düân›n kabûl olmas› için (73), 100, (111), 401, 1036.<br />

dünyâ âh›retin tarlas›d›r 32, 40, (77), (78), 287, 425,<br />

988.<br />

dünyâ hayât› (77), 1057.<br />

dünyâ âh›retin z›dd›d›r 30, (32), 77, 89, 517, 731.<br />

dünyâ imtihân yeridir (517), 518.<br />

dünyâ lezzetleri 20, 30, 32, 40, 77, 96, 100, 118, 425,<br />

(517), 719, 1056, 1094.<br />

dünyâ ne demekdir (30), 77, 118, 607, 988.<br />

dünyâ sevgisi (77), 607, 609, 641, (720), 748, 790,<br />

1057.<br />

dünyâ s›k›nt›lar› 32, 77, 89, 425, (426), 427,516, 748.<br />

dünyân›n dönmesi (82), 188, 972, 1048, 1102, 1127.<br />

dünyân›n hakîkati 37, (77), 116, 925, 930, (944),<br />

945, 947, 988.<br />

dünyây› terk etmek 30, (77), 100, 609, (848), 1094.<br />

düflman karfl›s›nda okunacak düâ (291).<br />

düflmana yalan câizdir (337).<br />

düflmandan al›nan ganîmet (310).<br />

– E –<br />

Ebced hesâb› 359.<br />

ebrâr 420, (921).<br />

ecdâd›m›z 5, 6, 7, 8, 36.<br />

ecel-i kazâ (699), 1036.<br />

ecel-i müsemmâ (699).<br />

ecnâdeyn zaferi 1066, 1091.<br />

ecr 19, (681).<br />

edâ 52, 214, 257, (272).<br />

edeb (20), 90, 123, 237, (355), 383, 388, 394, 434,<br />

440, 751, 767, (1062), 1134, 1140, 1158, 1160.<br />

edille-i fler’›yye 25, 50, 136, (230), 271, (437), 472,<br />

493, 1054.<br />

edirnekap› câmi’i 1137, 1167.<br />

ef’âl-i mükellefîn (18), 413.<br />

efes konferans› 43.<br />

efsûn okumak 677, (686), 690, 692, 784.<br />

e¤ilmek 366.<br />

egoist kimdir (430), 903.<br />

ehîler 1149.<br />

ehl-i beyt 4, 476, 513, 769, (989), 1064, (1075),<br />

1100, 1111, 1168.<br />

ehl-i k›ble 68, 252, 315, (408), 411, 472, 473, 1007.<br />

ehl-i kitâb 27, 72, (327), 372, 411, 570, 858, 1043.<br />

ehl-i sünnet âlimleri (22), 23, 31, 54, 58, 59, 81, 89,<br />

115, 118, 309, 408, 420, 461, 462, (464), 469,<br />

470, 476, 491, 494, 759, 762, 864, 1007, 1054.<br />

ehl-i sünnet i’tikâd› lâz›md›r (22), 54, 58, 89, 95,<br />

110, 115, (286), 408, 445, (468), (470), 471, 510,<br />

513, 640, 784, 864, 886.<br />

ehl-i sünnet kasîdesi “k›sa” 114.<br />

ehl-i sünnet kasîdesi “uzun” 89.<br />

ehl-i sünnet kitâblar› (110), 115.<br />

ehl-i sünnet nedir (54), 56, 57, 63, 94, 286, (408),<br />

415, 420, (464), 466, 468, 491, 492, 493, 964,<br />

1044, 1055.<br />

ehl-i sünnetin dört mezhebi 49, 50, 408, 415, (437),<br />

444, 466, 468, 471, 473.<br />

ehl-i sünnetin k›ymeti 22, 61, (89), 94, 95, 356,<br />

(408), 453, 462, 470, 491, 532, 865, 1053.<br />

einstein hesâb› 554, 968.<br />

ekber-i kebâir 276, 283, (892).<br />

ekmek öpülür 365.<br />

ekviproduktif molekül 81.<br />

ekzema (668).<br />

el ile selâm vermek (365), 366.<br />

– 1225 –


elbise nas›l olmal› 112, 153, 164, 166, 217, (593),<br />

604.<br />

eldiven ile abdest ve nemâz (149), 240.<br />

elektrik nedir 432, 971, 1050.<br />

elektromanyetik dalgalar 548, 550,<br />

elektron 432, 550, (551), 554, 560, 971.<br />

elektronik âletler 558, (986).<br />

eleman (element) 432, (546), 547, 549, 557, 759,<br />

971, 973, 1138.<br />

elem çekmek 426, (517), 716, 960, 1006, 1035.<br />

ellidört farz 121.<br />

elliüçüncü gece 1001, 1006.<br />

el öpmek 365.<br />

emânet vermek 97, 309, 363, 536, (605), 611, 794,<br />

800, 803, 832, 835, 875.<br />

emekli sand›¤› 877.<br />

emevî ve abbâsî halîfeleri 1138<br />

emevîler 513, 532, 535, 1135, (1138).<br />

emîr buhârî tekkesi mescidi 1191.<br />

emîrgân ba¤çesi 1062.<br />

emîrgân câmi’i 1062.<br />

emperyalist devletler (525), 526.<br />

emr-i ma’rûf farzd›r 20, 35, (89), (90), 91, 94, 95, 259,<br />

290, 397, 437, 529, 714, 847, (885), 888, 959,<br />

1170.<br />

emri yapmak edebi gözetmekden öncedir (765).<br />

emvâl-i bât›na (309), 310.<br />

emvâl-i zâhire (309), 310.<br />

endülüs devleti 532, 1048, 1177.<br />

enerji 548, 551, 554, 560, 759, 968, 971, 976, 1083.<br />

enfüs 372, 521, 522, (764), 924, (933), 934, 936, 937.<br />

ensâr-› kirâm (507), 621, 1066.<br />

erâzî kanûnu 305.<br />

erd ile günefl aras›ndaki mesâfe 202.<br />

erd küresinin dönmesi (82), 189, 537.<br />

erd küresinin ömrü (79), 116.<br />

erkeklerin kad›nlar gibi olmas› 165, 263, (593).<br />

erken kalkmak için (110).<br />

eserden müessiri anlamak (763), 965.<br />

eshâb-› ferâiz (1025), 1030.<br />

eshâb-› kehf 63, 398, (783), 1134.<br />

eshâb-› kirâm âlim idi 45, 47, 50, (60), 61, 109, 467,<br />

470.<br />

eshâb-› kirâm birbirini sever idi (60), 61, 67, 93,<br />

(109), 464, 507, 509, (512).<br />

eshâb-› kirâm fakîr de¤ildi (621).<br />

eshâb-› kirâm›n hepsini sevmeliyiz 60, (61), 93,<br />

(109), 252, 467, 507, 508, 767, 1187.<br />

eshâb-› kirâm›n büyüklü¤ü 48, 60, (61), 63, 377,<br />

442, 445, 466, 468, 473, 476, 505, (506), (508),<br />

509, 510, (516), 517, 564, 717, 913, 1045, 1046,<br />

1051, 1054, 1090, 1197.<br />

eshâb-› soffa (621).<br />

eshâb-› flimâl (solcular) 633, (913).<br />

eshâb-› yemîn (sa¤c›lar) (913).<br />

esîr 506, (820), 875.<br />

eski serây 1100, 1131.<br />

eski vâlide câmi’i 1137, 1167.<br />

esmâ-ül-hüsnâ (431).<br />

esmâ-i ilâhiyye 431.<br />

esnemek 238.<br />

esrâr içmek 618, 626, 627, (632).<br />

estagfirullâhel’azîm çok okumal› 65, (110), 785, 970.<br />

efl’arî mezhebi 409, 490, 491, 492, 679, (701), 1090.<br />

etabekler devleti 1164.<br />

e’ûzünün fâidesi (3), 1009.<br />

e’ûzünün ma’nâs› (3).<br />

e’ûzü okumak (3), 260, (1009).<br />

evâmir-i teklifiyye, evâmir-i tekvîniyye (680).<br />

evde cemâ’at ile nemâz 194, (205).<br />

evlâd edinmek (899), 1195.<br />

evlâd› terbiye etmek 34, 35, 94, 110, 164, 210, 242,<br />

365, 398, 413, 578, 579, (595), 600, 605, (644),<br />

731, 805, 900, 1147.<br />

evlilik hayât› (564), 585, 599.<br />

evliyây› sevmenin fâidesi 398, 458, 459, 479, 717,<br />

739, 887, 938, 952, 990, 1010, (1050), (1051),<br />

1145, 1187.<br />

evliyâ islâmiyyetden ayr›lmaz 50, 94, 449, (750),<br />

946, 949.<br />

evliyâl›k nedir 53, 78, 95, (113), 486, 748, (749),<br />

750, 902, 934, 938, 952, 1055, 1145.<br />

evliyân›n kerâmeti hakd›r (85), 398, 449, 456, 457,<br />

479, (747), 1013, 1145.<br />

evs kabîlesi 1128.<br />

evsâf-› peygamberî 706.<br />

evvâbîn nemâz› (183).<br />

eyyûb câmi’i 1092, 1096, 1145.<br />

eyyûb yaz›l› medresesi 1096, 1171.<br />

ezân-› cavk (205).<br />

ezân okumak 70, (204), 205, 206, 207, 247, 254,<br />

261, 382, 432, 722, 726, 769.<br />

ezân›n ma’nâs› 204, (209).<br />

ezândan sonra düâ (207).<br />

ezânî sâat makinesinin ayâr›n› tashîh 188.<br />

ezânî sâati vasatîye çevirmek 194.<br />

ezik (675).<br />

– F –<br />

fadl-› dâir zemân› (187), 195, 202.<br />

fâidesiz fleylerden vazgeçmelidir 30, 282, 384, (480),<br />

(481), 614, 637, 720, 748, 764, 769, 782, 841,<br />

1094.<br />

fâiz harâmd›r 39, 118, 302, 336, 357, 607, 608, 611,<br />

(640), 641, 787, 844, 851, 859.<br />

fâiz ne demekdir 333, 794, 801, 810, 814, 824, 827,<br />

(851), 852, 853, 854, 855, 856, 857, 858, 859.<br />

fakîh (437), 439.<br />

fakîr kimdir (307), 324, 592.<br />

fakîrli¤in k›ymeti 68, 400, 687, (695), 787.<br />

falaka, islâmiyyetde yokdur (210).<br />

falc›ya inanmamal› 357, 677, 686, 693, (782).<br />

faraziyye 79, (81), 83, 402.<br />

farz ile sünnetin fark› 99, 111, 223, 275, (276), 277,<br />

280, 282, 357, 449.<br />

farz ne demekdir (17), 52, 94, 98, 100, (230).<br />

farz olan ilmler 25, (413), 414, 546, (886), 1043.<br />

farz-› kifâye 25, 410, (413), 437, 438, 729, 847,<br />

887, 994, 997, 999, 1001, 1004.<br />

farz› yapmamak büyük günâhd›r 94, 132, 210, (272),<br />

274, 275, 276, 278, 339, 357.<br />

farz› yapm›yan›n sünneti kabûl olmaz 19, 213, (277),<br />

278, 279, 357.<br />

farzlar›n ehemmiyyeti 99, 100, 110, 132, (210), 272,<br />

273, (276), 278, 279, 280, 282, 283, 351, 357.<br />

fâsid sat›fllar harâmd›r 608, 611, 613, 801, 803,<br />

804, 806, (810), 811, 812, 844, 846.<br />

fâs›k 30, 38, 98, 108, 157, 159, 206, 211, 249, 259,<br />

284, 340, 470, (608), 609, 789, (886), 896, 899.<br />

fâs›klardan kaç›nmak (38), 39, 120, (1170).<br />

fâtih câmi’i 1069, 1099, 1153.<br />

fâtiha sûresi flifâd›r 400, 427, (992).<br />

fât›ma sultân mescidi 1100, 1198.<br />

fât›mîler 119, 487, 532, 729, 740, 1089, 1104, 1106.<br />

fayans kanûnu 550.<br />

fecr-i sâd›k (176), 319.<br />

fels denilen para (796), 797, 854.<br />

felsefeciler 41, 42, 55, 56, 68, 93, 117, (409), 410,<br />

479, 490, 491, 492, 532, 541, 736, 758, (761), 763,<br />

928, 931, 962, 1043, 1072, 1078, 1097, 1120.<br />

fen adamlar› (27), 1044.<br />

fen taklîdcileri 8, 402, 492, (541), 563.<br />

fen ve islâmiyyet 7, 24, 25, 41, 42, 80, 81, 82, 238,<br />

315, 402, 409, 413, 433, 531, 533, (537), 542,<br />

543, 783, 891, (971), 1015, 1045.<br />

– 1226 –


fen ve medeniyyet 413, 534, (537), 563, 891.<br />

fen yobazlar› 8, 81, 473, (541), 758, 1043.<br />

fenâ arkadafl›n zararlar› 35, 94, (645), 720.<br />

fenâ fillâh 78, 428, (521), 749, 755, 764, 772, 902,<br />

(911), 912, (918), 933, 940, 949, 961, 1056, 1057.<br />

fenârî câmi’i 1101.<br />

fenâyî câmi’i 1167.<br />

ferâg etmek (813).<br />

ferâhl›k ilâc› 229, 427, (741).<br />

ferâiz hesâblar› (1025), (1030).<br />

fer’iyye serây› 1059, 1063.<br />

fes giymek 52.<br />

fetvâ (120), 133, 145, 147, 148, 268, 271, 324, 393,<br />

394, 395, 397, (444), 462, 586, 611, 632, 872, 894.<br />

fey-i zevâl (182).<br />

fey denilen mal 435, (577), 578.<br />

feyz almak (113), 927, 1049, (1053), 1055, 1057.<br />

fezâ gemisi 972, 987.<br />

f›kh âlimleri (444).<br />

f›kh ilmi 103, 268, 413, (437), 438, 439, 467, 480,<br />

770, 879, (886), 1092.<br />

f›kh kitâblar› 46, 110, 118, 257, (268), 269, 439,<br />

(462), 480, 1112, 1175.<br />

f›kh ö¤renmek lâz›md›r 49, 50, 100, 110, 145, 268,<br />

413, (437), 438, 439, 444, 462, 468, 480, 608,<br />

612, 615, 640, 851, 864, (886), 1062.<br />

f›rka-i dâlle 401.<br />

f›rsat ganîmetdir (747).<br />

f›sk (169), 602, 727, 728, 730, 734, 767, (886), 887,<br />

1004.<br />

f›tra vermek 266, 307, (322), 323, 324.<br />

fidye 272, 321, (1019), 1020, 1023.<br />

fil hastal›¤› (670).<br />

film seyr etmek 36, (168).<br />

firâset 747, (748), 749, 939.<br />

fir’avn 105, 452, (1101), 1151.<br />

fitne ç›karmamal› 8, 28, 96, 164, 167, 263, 276,<br />

326, 397, 398, (399), 437, 495, 590, 595, 599,<br />

(602), 604, 751, 842, 888, 959, 1170.<br />

fizik ilmi 20, 27, 239, 402, 432, (971), 1120.<br />

flüoressan lâmbas› 548.<br />

fransan›n osmânl›lara s›¤›nmas› 1173.<br />

frekans 548, 986.<br />

fudûl ile u¤raflmak 18, (428), (480), 594, 748.<br />

fuhfl söylemek 641, (891).<br />

fükahâ-i seb’a (66), 1106.<br />

fülûs denilen para 299, 300, 302, 321, 337, 793,<br />

(796), 815, 821, 855.<br />

füze 551, 562.<br />

– G –<br />

Gaben-i fâhifl 151, (807), 811, 845, 846, 877.<br />

gaben-i yesîr (az aldanmak) (808).<br />

gadab s›fat› 267, (530).<br />

gadab› ilâhiyye 4, (64), 337, 628.<br />

gaflet uykusu (112), 290, 472, 609, 747, 788.<br />

gâib, flâhide k›yâs edilmez (404), 757, 930.<br />

galata serây lisesi 1059, 1072, 1132.<br />

galata yeni câmi’i 1071.<br />

ganj nehri 1011.<br />

gamma ›fl›nlar› 550, 554, 561, 974.<br />

ganîmet 292, 307, 310, (577), 796, 882.<br />

garba [bat›ya] uymak 7, 533, (534).<br />

gasb etmek 96, 97, 276, 292, 326, 339, (536), 608,<br />

611, 613, 881.<br />

gassân devleti 1128.<br />

gayb olan fleyi bulmak için 452, 739, 749, (780), 991.<br />

gayb› kimse bilemez 25, 26, 48, 739, 782, (961).<br />

(gâye irtifâ’›-gölge boyu) cedveli (197).<br />

gayr-› müslim vatandafl (39), 817, 888.<br />

gazete okumak 4, 36, 1131.<br />

gaznevîler 535.<br />

gece gündüz 915.<br />

gece ibâdetleri 628.<br />

geiger sâati 558.<br />

geldânîler 1118.<br />

gelincik hastal›¤› 670.<br />

gemide nemâz (172), 215, (223), 224.<br />

gençleri yetifldirmek 26, (35), 36, 82, 210, 398, 410,<br />

539, (595), (891), 892, 1134, 1170.<br />

gençlikde ibâdet 115, 747.<br />

genç osmân 1150.<br />

gericilik (891), 1056.<br />

gîbet 39, 99, (115), 317, 318, 363, 365, 398, 449,<br />

612, 630, 720, 766, 769, 782, 1020, 1188.<br />

gitmesi câiz olm›yan yerler (365), 596.<br />

göbek kaçmas› ilâc› 662.<br />

gökde hilâli aramak 314, (315).<br />

görülmiyen fleye yok denemez 26, (736), 1041.<br />

gösterifl yapmak 20, 339, 365, (594), 620, 1005.<br />

göz a¤r›s› ilâc› 650, (693).<br />

gözlü¤ün keflfi 547.<br />

göze mi, akla m› uymal› (26), 736, 1041.<br />

gramofonda Kur’ân-› kerîm 229, (726), 728.<br />

gusl abdesti 71, (132), (133), 134, 140, 141, 146,<br />

149, 150, 158, 160, 162, 262, 265, 349.<br />

gusl abdesti alm›yanlar (132), 888.<br />

gusle sebeb olan fleyler 127, (140).<br />

guslün farzlar› 72, (132), 140.<br />

guslün sünnetleri (133).<br />

gübre satmak (612).<br />

gül câmi’i 1168.<br />

gülflenî tarîkati (1087).<br />

gümüfl eflyâ kullanmak 143, 144, 146, (620), 621.<br />

gümüfl zekât› (294).<br />

günâh ne demekdir 18, 19, 64, 65, 249, (519), 608.<br />

günâha devâm edenler 19, 59, (98), 260, 428, 470,<br />

840, 1188.<br />

günâha sebeb olanlar (276), 609, 1005.<br />

günâh› gizlemelidir 64, (274), 398, 958.<br />

günâhlar›n tad› zehrdir 30, 63, (96), 115.<br />

günefl tutulmas› 63, (82), 1048, 1118.<br />

günefle tapanlar 239, 431, (483), 1044, 1189, 1195.<br />

güneflin s›cakl›¤› 549, (560).<br />

gürgâniyye devleti (1079).<br />

güzel huylar 8, 29, 96, 430, 532, 767, 842, (1047).<br />

güzellik nedir 754, 780, (1050), 1139.<br />

– H –<br />

Habbe 803, (854).<br />

haberci 159, 623, 695, 798, (828), 834, 835, (837),<br />

888.<br />

habefller 376.<br />

habîs nelerdir 97, 292, 303, (611), 613, 629, (630).<br />

habs cezâs› 584, 590, (828), 853, 870, 871, 872, 874,<br />

880, 884, 885, 886, 888, 891, 894, (896), 899, 900.<br />

hacâmat olmak 319, 637, (693), 871, 895.<br />

hac için vasiyyet 293, 340, (341), 342, 1028.<br />

hac nedir 63, 111, 172, (339), 340, 341.<br />

hac paras› 295, (339).<br />

hacc-› ekber (339), 346.<br />

hacer-i esved denilen tafl (345), 347.<br />

had cezâlar› 280, 438, 624, 626, 632, 640, (879),<br />

989, 998, 999, 1187.<br />

hadesden tahâret 19, (122).<br />

hadîs âlimleri 418, (423), 466, 478, 1083, 1152.<br />

hadîs ilmi (413), 417, 422, 423.<br />

hadîs-i kudsî 43, (422), 915, 955.<br />

hadîs-i flerîfler (413), 418, 419, (422), 423, 465,<br />

470, 472, 476, 477, 603, 607, 727, 1043.<br />

hafaza melekleri 239, (240), 364.<br />

hâf›z ahmed pâfla câmi’i 1150.<br />

hâf›z ne demekdir 313, (423), 872, 873, 886, 1009,<br />

1113.<br />

– 1227 –


hakîkat kitâbevi (531).<br />

hakîkat kitâbevindeki 10 kitâb, eshâb-› kirâm kitâb›nda<br />

yaz›l›d›r 1210.<br />

hakîkî müslimân nas›l olur? 20, 21, 36, 112, (115).<br />

hak sat›lmaz (810), 832.<br />

hakay›k›l eflyâ 101, 944, (967).<br />

hâkimlik 884.<br />

hakk› bât›ldan ay›rmak (891).<br />

hakk›n büyük ni’meti (531).<br />

hakkulyakîn (87), 765.<br />

halâl kazanmak 97, 112, 565, 600, (607), 643, 786,<br />

(788), 789, 805, 851, 864.<br />

halâl ne demekdir 18, 97, (406), 613.<br />

halâya girmek âdâb› 20, 122, 123, (125), 240, 242.<br />

halef-i sâd›kîn ne demekdir 492, 768, (1051).<br />

halîfe ne demekdir (1138).<br />

halîfeler 59, 60, 108, 109, 305, (480), 505, 509, 511,<br />

1059, 1072, 1075, 1090, 1158, 1160.<br />

halîl-ür rahmân ziyâreti (1010), 1118.<br />

halvet 167, 252, 568, (570), 603, 885, 900.<br />

halvetî tarîkat› (1087).<br />

hamâma gitmek (141), 241, 343, 603.<br />

hamd etmek (3), 54, 96, 102, 716.<br />

hammall›k 87, (874).<br />

hanbeli mezhebi 50, 101, 127, 132, 136, 141, 154,<br />

166, 167, 168, 203, 211, 215, 221, (271), 272,<br />

296, 299, 300, 336, 341, 570, 582, 584, 588,<br />

604, 869, 872, 881, 1008.<br />

hanefî mezhebi (49), 50, 71, 101, 122, 123, 125, 127,<br />

128, 132, 133, 136, 140, 141, 146, 151, 154,<br />

166, 167, 170, 172, 178, 202, 211, (258), 267,<br />

269, 270, 271, 280, 296, 299, 302, 336, 341,<br />

393, (441), 466, 570, 575, 581, 582, 584, 588,<br />

604, 858, 872, 881, 1008.<br />

harac (güçlük) ne demekdir? 57, 72, 134, (135),<br />

144, 397.<br />

harâc vermek 257, 293, 296, (310), 575, (611).<br />

harâm iflleyenler 19, 30, 64, 65, 95, (286), 406, 472,<br />

594, (604), 605, 608, 617, 784, 786, 885.<br />

harâm mal ile ibâdet 19, 292, 339, (613).<br />

harâm mal› geri vermeli (97), 99, 288, 292, 339,<br />

609, 613, (615), 1029.<br />

harâm mal› satmak (97), 611, 613.<br />

harâm ne demekdir (18), 98, 100, 230, (406), (607),<br />

610, 627, 718, 782, 787, 885.<br />

harâma ald›r›fl etmiyenler 30, 66, (111), 164, 252,<br />

290, 570, 578, 598, 612, 613, 781, 787, 805,<br />

852, (885), 887.<br />

harâmda flifâ yokdur (695), 782, 790.<br />

harâmdan kaçmak önce gelir 30, (98), 99, 118, 133,<br />

157, 159, 167, 262, 277, 282, (286), 342, 365,<br />

608, 621, 730, 785, 790.<br />

harâmlar zehrdir 30, (64), 99, 607, 784, (787).<br />

harâmlar›n tad›na aldanmamal› 30, 96, (100), 164,<br />

730.<br />

harâret (›s›) 759.<br />

harbîler 93, 571, 595, (880).<br />

harbiyye mektebi 1131.<br />

hareket enerjisi 555.<br />

hâricîler 66, (472), 489.<br />

hârika (748), 749.<br />

hasenât 19, 101, 339, (681).<br />

hasîslik 357, 384, (640).<br />

hasta yemekleri (652).<br />

hasta ziyâreti 39, 330, 365, 377, 384, (990).<br />

hastal›k ni’metleri 427, (695).<br />

hastal›k sirâyeti 696, (782), 982.<br />

hasta tedâvîsi lâz›md›r 111, 427, 741, (784), 970,<br />

993.<br />

hastal›kda nemâz 125, 149, (215), 217, 223, 261,<br />

273, 274, 1023.<br />

hastan›n sat›fl yapmas› (816).<br />

haflevîler (420), 486.<br />

hâflimîler 1108, 1128.<br />

haflr ve neflr 23, 58, (107), 481, 700.<br />

hatîm denilen yer (241), 344, 348, 1123.<br />

hatm okumak 216, 314, 440, 443, 478, 1005, (1009),<br />

1010, 1023.<br />

hatm okumak paras› (872), 873, 1009.<br />

hatm-i tehlîl 341, 1005, (1018), 1023.<br />

hava (atmosfer) (979).<br />

hava paras› ile sat›fl câiz de¤ildir 813.<br />

havâle 813, 820, 824, 828, (830), 831, 832, 833,<br />

991.<br />

havârîler 42, 389, 448, 534, (1108), 1122, 1161, 1190.<br />

havf ve recâ 26, 31, (97), 165, 178.<br />

havl (lâhavle) 207, 684, (741), 977, 993.<br />

havz-› kebir (161).<br />

hayâ (29), 355, 377, 383, 528, (891), 1096, 1134,<br />

1158, 1159.<br />

hayâllere aldanmamal› (89), 93.<br />

hayâlin ehemmiyyeti (86), 89, 373, 521, 738, 905,<br />

922, 925, 930, 944.<br />

hayât müflterekdir (589), 591, 790.<br />

hayât nedir? 433, 540, (975).<br />

hayber gazâs› 166, 1065, 1095, 1164.<br />

haydar baba mescidi 1185.<br />

hayr ve fler 642, (707).<br />

hayrât, hasenât 20, 100, 101, 292, 339, 607, (681),<br />

839, 877.<br />

hayvan etleri 162, (327), 328, 618, 619, 623.<br />

hayvan hakk› (39).<br />

hayvan› ve insan› k›s›rlafld›rmak (166), 781.<br />

hayvan kesmek 54, (327), 778, 779.<br />

hayvanda nefs yokdur (950).<br />

hayvan üstünde nemâz 172, (222), 223.<br />

hayvan zekât› 292, (306).<br />

hayz hâli 132, (136), 137, 138, 139, (140), 320, 337,<br />

345, 602, 889.<br />

hazrec kabîlesi 1091, 1128.<br />

hediyye almak 151, 378, 611, 612, (616), 817, 826,<br />

838, 839, 872.<br />

hediyye vermek 151, 155, 267, 325, 333, 378, 449,<br />

568, 613, 616, 699, 810, 813, 816, 819, (838),<br />

839, (851), 852, 872, 878.<br />

helium madeni 560.<br />

hendek gazâs› 375, 1164, 1168, 1196.<br />

herkese mubâh fleyler 809, (818), 867.<br />

heroik maddeler 626, (632).<br />

herfley yokdan yarat›ld› (116), 432, 539.<br />

hesâb günü (58), 640, 748, 780, 841, 849.<br />

heykellere tap›nmak 66, 232, 238, (411), 431, (462),<br />

483, 906, (1154), 1157, 1166, 1189, 1192.<br />

heyûlâ (911), 964.<br />

h›çk›r›k (661).<br />

h›ristiyanlar 22, 27, 35, 36, (42), 365, 366, (372), 411,<br />

490, 532, 535, 537, 564, 578, 1001, 1005, 1044,<br />

1108, 1155.<br />

h›ristiyanl›k bozuldu (42), 1248.<br />

h›rka-i se’âdet 1189.<br />

h›rka-i flerîf câmi’i 1074, (1189).<br />

h›rs›zl›k 610, (611), 691, 692, 779, 780, (881), 882,<br />

888, 999.<br />

h›yânet 337, 342, 605, (611), 780, 841, 842, 843,<br />

(848), 863, 874, 887, 1086, 1196.<br />

hîle-i bât›la 28, 36, 93, 301, 302, (844), 899.<br />

hîle-i fler’›yye 301, (844), 859.<br />

hicr 645, (898), 899.<br />

hicret 91, 379, 842, (1139), 1169.<br />

hicrî, kamerî ve flemsî seneler 355, (358), 379, 1139.<br />

hicrî y›l› mîlâdîye çevirmek (358), 362.<br />

hidâne (585).<br />

hidâyet 30, 59, (961), 1036.<br />

hidâyet câmi’i 1131.<br />

hidivler (1062), 1119.<br />

– 1228 –


hidrogen bombas› 562.<br />

hidrogen gaz› 556, (557), 562.<br />

hil denilen yer (343), 348.<br />

hilâfet 59, 108, 508, 509, (768).<br />

hilâf-› evlâ (241).<br />

hilye-i se’âdet (374).<br />

himmet etmek (751).<br />

himyer devleti 1082, 1128.<br />

hindiler tekkesi câmi’i 1100.<br />

hind sultânlar› 1073, 1074, (1079), 1097, 1101,<br />

1111, 1121, 1129, 1131, 1137, 1167.<br />

hipnotik (uyutucu) maddeler (632).<br />

hipotez (81).<br />

hirâ da¤› 379.<br />

hîre devleti 1128.<br />

his organlar› ve akl 26, 31, 41, 646, 753, (782), 962.<br />

his ve vehm mertebesi 521, 905, 925, (926), 930,<br />

944.<br />

hisse senedi (aksiyon) 292, (859).<br />

hisse-i fecr, hisse-i flefak (198), 315.<br />

hisse-i flâyi’a 804, (818), 822, 865.<br />

hiflâmiyye f›rkas› (61).<br />

homoseksüel olmak harâmd›r (781).<br />

ho-parlör 70, (168), (204), 205, 206, 207, 208, 218,<br />

231, 243, 247, 250, 253, 260, 337, 722, (723),<br />

724, 776.<br />

ho-parlör ile ezân ve nemâz 70, (168), 204, (205),<br />

218, 247, 250, 302, (727).<br />

horoz dö¤üfldürmek (769), 813.<br />

hubb-i fillah 29, (38), (92), 94, 276, 1051.<br />

huccet’ül islâm (423).<br />

huceyre (selûl) 80, (975).<br />

huddâm 486.<br />

hudeybiye gazâs› 1068.<br />

hukbe denilen zemân 98, (283).<br />

hukemâ (1043).<br />

hul’ (584), 837.<br />

hulefâ-i râflidîn “rad›yallahü anhüm” 66, (480), 510.<br />

hulle 436, 568, (581), 584.<br />

huluk-i azîm 23, (383).<br />

hulul etmek (85).<br />

huneyn gazâs› 1059, 1066, 1096.<br />

hunlar (431), 532, 1079.<br />

hûriler (381), 989.<br />

hurmet-i musâhere (167), 568.<br />

hurûfîler 61, (499), 500, 501, 502, 503, 504, 1099,<br />

1101, 1155, 1188.<br />

hurumiyye f›rkas› (488).<br />

huflû 208, (241), 966, 1064.<br />

hutbe okumak 244, (259), 260, 261, 345, 752.<br />

huzâ’a hükûmeti 1078, 1129.<br />

hücre-i se’âdet 261, (348), 349, 1071, 1122.<br />

hükûmete isyân edilmez 8, 9, 29, 257, (399), 437,<br />

599, 631, (842), 897.<br />

hükûmet reîsleri 257, 397, (751).<br />

hükûmete karfl› gelmek câiz de¤ildir (397), 438,<br />

595, 599, 616, 751, 1170.<br />

hükûmetin câmi’ yapd›rmas› farzd›r (244), 331.<br />

hüsn-i zan etmek (29), 65, 68, 251.<br />

– I –<br />

›smarlama sat›fl 810, (822).<br />

›fl›¤›n dalga boyu (548).<br />

›fl›k nedir (548), 759.<br />

›fl›k usûlü ile ay›n ilk gününü bulmak 326, (359).<br />

›fl›ma (548), 973.<br />

›yâl 308, (789), 850.<br />

– Î –<br />

Îmâ ile nemâz k›lmak 130, (215), 222, 224, 274,<br />

275, 1024.<br />

îmân artar m›? (59), 407.<br />

îmân düâs› (436), 698.<br />

îmân ile küfr birbirinin z›dd›d›r (29).<br />

îmân nas›l olmal› 18, 23, 30, 41, 52, 54, 58, 91, 98,<br />

113, 372, (407), 435, 436, 445, 461, 464, 467,<br />

481, 613, 678, 682, (753), 758, 778, 842, 907,<br />

931, 947, 952.<br />

îmân nedir? (17), 18, 20, 21, (58), 63, 100, (108),<br />

(407), 408, 409, 435, 579, 678, 770, 948, 950,<br />

1043, 1048, 1056.<br />

îmân etmek çok kolayd›r (100).<br />

îmân son nefesde belli olur 59, (108), 627, 628,<br />

698, 988.<br />

îmân›n alâmeti 24, 29, 30, (38), 58, 63, 92, 113,<br />

210, (373), 842.<br />

îmân›n alt› flart› (103), 108, 117, (703), 704.<br />

îmâns›z gitme¤e sebeb 18, 45, (64), 91, 147, 168,<br />

211, 435, 445, 627, (640), 715.<br />

îsâ “aleyhisselâm” tanr› de¤ildir (369), (370), 371,<br />

529.<br />

îsâr (845).<br />

– ‹ –<br />

‹bâdât befle ayr›l›r (437).<br />

ibâdet baflka, âdet baflkad›r (51), 52, 67, (70), 432,<br />

723, 1003.<br />

ibâdet de¤ifldirilemez 28, (67), 102, 205, 237, 249,<br />

259, 432, (723), 727, 1000.<br />

ibâdetin sebebi dörtdür (52).<br />

ibâdet etmemek sebebi (113), 787.<br />

ibâdet için kime inan›l›r 110, (120), 134, 143, 145,<br />

158, 159, 205, 228, (315), 316, 317, 466, 623,<br />

962, 1001.<br />

ibâdet için ücret al›nmaz 252, 341, 728, (784), 872,<br />

1023, (1033).<br />

ibâdet on derecedir (607), 786.<br />

ibâdet sevâb› hediyye edilir 341, (477), 479, 922,<br />

1006, 1010, 1023.<br />

ibâdet üç k›smd›r (340), 1008.<br />

ibâdet yapana kolayl›k gösteren 72, 262, (313), 314,<br />

430.<br />

ibâdet zemân› takvîmle anlafl›l›r m›? (172), 183, 198,<br />

315, 360.<br />

ibâdete vekîl tutmak 337, (340), 341, 1000, 1010.<br />

ibâdetin k›ymetlisi 64, 92, 95, 99, (101), 111, 115,<br />

210, 284, 356, 357, 429, (439), 607, 779, 786.<br />

ibâdetin ma’nâs› 19, 20, 98, 162, 260, (289), 316,<br />

339, 357, 373, 430, (452), 789, 840, 902, 906,<br />

943, 948, 961.<br />

ibâdetin sahîh olmas› için 20, 215, 432, (889).<br />

ibâdetleri sonraya b›rakanlar (98), 99, 166.<br />

ibâdîler (489).<br />

ibâha etmek (839).<br />

ibâhî f›rkas› 420, 462, (500).<br />

iblîs 64, 489, (739), 932, 1069, 1109.<br />

ibrâhîm aleyhisselâm›n babas› 375, 387, (389), 390,<br />

391, 1118, 1182.<br />

ibrâhîm a¤a câmi’i 1118.<br />

icâre 819, (869).<br />

icmâ’-i ümmet 46, 50, 243, 407, 408, (437), 470,<br />

(473), 474, 634, 1019.<br />

ictibâ yolu (748), 953.<br />

ictihâd 28, 48, 49, (50), 60, 120, 393, 408, 444, 464,<br />

466, 468, 470, 493, 506, 512, 634, 635, 862.<br />

ictimâ’-› neyyireyn (314), 360.<br />

içki harâmd›r 64, 154, 357, 365, 618, (624), 637, 695,<br />

734, 782, 809, 880, 888, 898.<br />

iddet zemân› 340, 436, (584), 591, 890, 995.<br />

idrâr içmek harâmd›r 618, (626), 640.<br />

idrâr kaç›ranlar (126), (128), 130, 148, 672.<br />

idrâr s›çratanlar 107, (1014).<br />

idrârda fleker aramak 659.<br />

– 1229 –


idrîsîler 532.<br />

iftâr zemân› 186, (314), 316, 317.<br />

iftitâh tekbîri (215), 255.<br />

iftirâ 15, 39, 60, 143, 147, (398), 491, 493, 495,<br />

508, 509, 511, 512, 516, 523, 529, 603, 633,<br />

760, 769, (781), 903, 1020, 1045, 1047, 1149.<br />

ihlâs 10, 16, 20, (113), 212, 486, 788, 887, 904,<br />

971, 1048, (1057), 1064, 1075, 1249.<br />

ihlâs sûresini okumak 218, 219, 357, (892).<br />

ihrâm 339, (343), 348.<br />

ihsân 377, 404, 595, 765, 768, (845), 952, 1159.<br />

ihsâniyye câmi’i 1159.<br />

ihtikan 318, (319), 586, 624.<br />

ihtikâr 813, (840), 843, 899.<br />

ihtilâm olmak 140.<br />

ihtiyâç eflyâs› (295), 322, 323, 324, 339, 593, 851,<br />

876, 899.<br />

ihtiyârî hareket 57, 433, 679, (701), 714, 715.<br />

ikâle (846).<br />

ikâmet okumak (204), 254.<br />

iki nemâz› cem’ etmek 147, (172), 173, 203, 223,<br />

271.<br />

iki rûhlu insan olmaz (737).<br />

iki yüzlü insan 531.<br />

ikindi nemâz› 121, (178), 182.<br />

ikrâh (tehdîd) 618, 814, 889, (897).<br />

ikrâmiyeli sat›fllar 614, 813, 858.<br />

ilâ (584).<br />

ilâc kullanmak lâz›md›r 131, 162, 318, 586, (618),<br />

(652), 692, 693, 694, 699, 840, 992.<br />

ilâhiyyât (409), 413, 414, (491), 492, 563.<br />

ilericilik 529, (891), 1056.<br />

ilhâd (93), 416, 488, 955, 1144.<br />

ilhâm 49, (93), 909, 955, 1052.<br />

ilk insanlar (80), 83, 541, 1069, 1157.<br />

ilk üniversite (532).<br />

illet ne demekdir (122).<br />

illizyon (736), 739.<br />

ilm ma’lûma tâbi’dir (715).<br />

ilm s›fat› 55, (104), 411, 715, 756, 757.<br />

ilm iki k›smd›r (25), 924, (1043), 1054.<br />

ilm-i hâl kitâblar› 103, 414, (462).<br />

ilm-i kelâm (103), (409), 413, 414, 439, 480, 490,<br />

491.<br />

ilmin k›ymeti 16, 20, 25, 28, 257, 260, 401, (410),<br />

467, 476, 533, 535, 546, 596, 598, (641), 848,<br />

909, 1045, 1046, 1047, 1054, 1249.<br />

ilm ö¤renmek lâz›md›r 18, 19, 20, 25, 35, 46, 52, 402,<br />

(409), 413, 438, 439, 461, 468, 469, 541, 545,<br />

(595), 602, 608, 611, 615, 740, 849, 864, 886,<br />

952, 1064.<br />

ilm-ül-yakîn (87), 681, 763, 764, 765.<br />

ilm ve akl 40.<br />

ilm ve amel 33.<br />

imâm olmak 69, 131, 205, 213, 248, (249), 250,<br />

251, 252, 253, 259, 848.<br />

imâma uymak 213, 215, (249), 257, 276, 726.<br />

imâma geç yetiflmek 136, 214, 233, 254, (255).<br />

imâmeyn kimlerdir (803), 861.<br />

imâm-› a’zam›n büyüklü¤ü 22, 23, 49, (439), (440),<br />

441, 442, 443.<br />

imâm-› Rabbânînin düâs› (742).<br />

imâm›n yüksek sesle okumas› 207, (216).<br />

imâmiyye f›rkas› 62, (416), 467.<br />

imsâk vakti 176, 198, (316).<br />

inâbet (748).<br />

inân flirketi (866).<br />

incirin fâideleri 656.<br />

îne (iyne) denilen sat›fl (826), 827, 844, 859.<br />

ingilizlerin islâm düflmanl›¤› 8, 27, (51), 316, 401,<br />

447, 460, 471, 472, 473, 484, 492, 529, 952,<br />

1047, 1060, 1142, (1159), 1213.<br />

ingilizlerin hindistân› iflgâli 484, 1073, 1079, 1213.<br />

insan dö¤ülmez 39, 210, (288), 377, 886.<br />

insan k›ymetlidir (74), 115, 433, 534, 589, 618, 736.<br />

insan sevdi¤i ile olur 54, 764, 913, 946, (957).<br />

insan ve maymun 75, (540), 541.<br />

insan birfley yaratamaz 57, 66, 74, 105, 116, 373,<br />

(433), 434, 456, 540, 542, 962, 963, 1130.<br />

insan›n kudreti 41, 57, 74, 106, (433), 456, 479,<br />

745.<br />

insan›n yap›s› 41, 74, 433, 697, 738, 754, (917).<br />

insan›n siyâh olmas› kusûr de¤ildir (376), 377.<br />

insan ile hayvan aras›ndaki fark 26, (541), 950.<br />

insanlar›n birbirine bakmalar› 163, (165), 167.<br />

insanl›k vazîfesi 38, 64, 103, 586, (595), 746.<br />

internet 563.<br />

intihar büyük günâhd›r 897, (999).<br />

intikâm 64.<br />

ipek giymek 34, 163, 406, (594), 622.<br />

irâde-i cüz’iyye 4, 57, 75, 106, 429, 679, (701), 714.<br />

irâde-i ilâhiyye 4, 429, (679).<br />

irisân be¤leri (377), 1189.<br />

irflâd 30.<br />

(irtifâ-gölge uzunlu¤u cedveli) (197).<br />

isfirâr-› flems 200, (201).<br />

ishâl hastal›¤› 656, (659).<br />

iskât 333, (1019).<br />

islâm ahlâk› 36, 96, (365), (383), 430, 533, 842,<br />

891, 1046, 1098, 1102.<br />

islâm âlimleri 23, 45, 49, 50, 52, (54), 81, 91, 120,<br />

260, 265, 278, 279, 399, 410, 413, (414), 437,<br />

463, 464, 469, 470, 475, 537, 543, 754, 759,<br />

766, 887, 949, (956), 1148, 1193.<br />

islâm bankas› 860, (864).<br />

islâm bilgileri 24, (25), 28, 44, 110, 119, 120, 260,<br />

309, 315, 409, (413), 414, 891, (1043), 1045,<br />

1053.<br />

islâm düflman›na aldanmamal› (100), 316, 529,<br />

1248.<br />

islâm iyiliklerin kayna¤›d›r 5, 6, (28), 399, (528),<br />

533, 864, 892, 1134, 1181.<br />

islâm dîni herkes içindir (22), 28, 30, 39, 528, 532,<br />

(589), 1140.<br />

islâm câhiline cevâb 24, (25), 26, 41, 108, 380, 414,<br />

438, 535, 685, (788), 808, 891.<br />

islâm hukûku (28), 589, 791.<br />

islâm kad›n›n›n hürriyyeti 572, 583, (589), (598),<br />

790.<br />

islâm, önceki günâhlar› yok eder 946.<br />

islâm üniversiteleri 376, (532), 1048.<br />

islâmda âile 28, 564, 585, (598), 790.<br />

islâmda adâlet 28, 39, 41, (403), 528, 529, 533,<br />

535, 842, 1046, 1096, 1160.<br />

islâmda ilk kitâb yazan (1113), 1196.<br />

islâmda mülkiyyet hakk› 159, 292, 303, (523), 528,<br />

535, 611, 613, 798, 799, 808, (818), 870, 1028,<br />

1046.<br />

islâmda sosyal hükmler 28.<br />

islâm›n befl flart› 18, 63, 109, (703), 782.<br />

islâmiyyet dünyâ zevklerini yasak etmedi (100),<br />

1056.<br />

islâmiyyet fazîletdir 6, 29, 40, 41, 96, (528), 529, 530,<br />

531, 532, 1046.<br />

islâmiyyet garîb olacakd›r 7, 470, 472, (775).<br />

islâmiyyet nedir? (18), 25, 41, 57, 102, 411, (528),<br />

529, 579, 909, 1140, 1248.<br />

islâmiyyet hayâllere inanmak imifl (24).<br />

islâmiyyetin temeli 16, (38), 1249.<br />

islâmiyyet s›hhati korur 28, 528, 586, (1046).<br />

islâmiyyet ve fen 5, 7, 24, 25, 28, 41, 42, 81, 82, 239,<br />

332, 402, 433, 532, (537), 541, 542, 563, 847,<br />

891, 1045.<br />

islâmiyyet ve kad›n 572, 589, (598), 601, 790, 791,<br />

1029.<br />

islâmiyyetde felsefe yokdur 41, 407, 532, (762),<br />

– 1230 –


1102.<br />

islâmiyyetde kâr haddi yokdur 616, (808), 811.<br />

islâmiyyetde mûsikî 596, 626, (718), 731, 908.<br />

islâmiyyeti iflitmiyenler 403, (404).<br />

ismâ’îl a¤a câmi’i 1123.<br />

ismâ’îlî f›rkas› 416, 420, (487), 503, 736, 1084, 1106,<br />

1107, 1110, 1152.<br />

ism-i a’zam 64.<br />

ispirto necsdir 153, 154, 156, (624), 626, 632, 880.<br />

isrâf etmemeli 69, 118, 133, 308, 383, 384, 636,<br />

(640), 641, 644, 645, 899.<br />

isrâf›n ilâc› (645), 646.<br />

isrâîl o¤ullar› 42, 63, 419, (1151), 1190.<br />

istanbul surlar› 1128.<br />

istanbulun fethi (1099), 1138, 1185.<br />

istekli hareketler 105, (701).<br />

istibrâ 146, (158), 670.<br />

istidlâl 404, (763).<br />

istidrâc nedir? 16, 31, 40, 95, 288, 517, (748), 749.<br />

istifâ câiz midir? (787).<br />

istigâse (449), 451, 453, 454, 457, (479), 1016,<br />

1061, 1172.<br />

istigfâr 64, (65), 96, 98, (110), 118, 218, 219, 265,<br />

401, 427, 519, 531, 669, 780, 921, 969, 992.<br />

istigfâr düâs› 15, (65), (110), 265, 401, 652, 785, 969,<br />

970.<br />

istihâre nemâz› (923).<br />

istihâza (137), 139, 140.<br />

istikbâli kazanmak 110, (805).<br />

istikbâl-i k›ble (170).<br />

istimnâ (el ile) 64, (880).<br />

istincâ (157), 158, 242, 282.<br />

istinye câmi’i 1167.<br />

istisnâ’ 809, (822).<br />

ifl elbisesi ile câmi’e girmemeli (236).<br />

ifl görenler aras›nda Kur’ân okunmaz 246, 728,<br />

(729).<br />

iflçilik 788, (873), 874.<br />

iflçi sigortalar› (877).<br />

ifli sonraya b›rakmamal› (99).<br />

iflrâk nemâz› vakti 199, (200), 201, 266.<br />

ifltibâk-ün-nücûm vakti (178).<br />

ifltirâkiyye mezhebi (523), 1195.<br />

itâ’at kime edilir? 357, (397), 595, 938.<br />

i’tikâd nedir? 54, 102, (103), 112, 445, 480.<br />

i’tikâf 20, (246), 819.<br />

ittihâdc›lar 147, (399), 1063, 1138.<br />

ittikâ (96), 440.<br />

iyi insan olmak 970.<br />

iyiyi kötüden ay›rmak 32.<br />

iyon flebekesi 432, 547, 974.<br />

izn alarak okumal›d›r (784).<br />

izn almadan içeri girilmez 159, (365).<br />

izotop atomlar 550, 554, 556, 557.<br />

izzet-i nefs (113), 118.<br />

– J –<br />

Jüpiter füzesi 562.<br />

jüskiyam (ban-benç) otu (627), 632, 637, 881.<br />

– K –<br />

Kabatafl molla çelebi câmi’i 1191.<br />

kâ’be içinde nemâz (345),440.<br />

kâ’be-i mu’azzama 170, 172, 245, 267, 339, 344,<br />

345, 346, (347), 348, 354, 440, 1069, 1120, 1123,<br />

1128, 1150, 1180.<br />

kâ’be perdesi 346, (347), 1071.<br />

kâ’be resmi bulunan hal›lar (239).<br />

kâ’be tafl› (1153), 1172.<br />

kabr azâb› 23, 57, 86, 88, (107), 119, 204, 213,<br />

265, 449, (762), 984.<br />

kabrden feyz almak (459), 1052.<br />

kabr hayât› (88), 265, 449, 452, 476, 481, (1034).<br />

kabr-i se’âdet 349, (350), 458, 1008.<br />

kabr kaz›lmas› (1004).<br />

kabr sü’âli 107, (1007).<br />

kabr yan›nda nemâz k›lmak (241), 443.<br />

kabr ziyâreti 447, 448, 455, 456, 457, 475, 476,<br />

477, 478, 479, (1008), 1010, 1011, (1013), 1016,<br />

1134, 1147, 1149.<br />

kabrde çürümek 623, (998), 1004.<br />

kabz olma¤a karfl› ilâc 656.<br />

ka’de-i ahîre (218).<br />

kadere îmân 75, 402, (411), 698, (707).<br />

kaderiyye f›rkas› (735), 736.<br />

kad›köy iskele câmi’i 1153.<br />

kad›köy ismi 1158.<br />

kad›köy toplant›s› (43), 490, 1089.<br />

kâdî [hâkim]lik 883, (884).<br />

kadîm olmak (55), 84, 103, 963, (1043), 1117.<br />

kad›n cennetde kocas› yan›ndad›r (380), 949.<br />

kad›n›n çal›fl›p kazanmas› 589, 592, (598), 1029.<br />

kad›n›n kendini erke¤e benzetmesi 164, 263, (593).<br />

kad›nlara âid bilgiler (136), 137, 138, 139, 158, 163,<br />

164, (166), 220, 252, 264, 340, 585, (778).<br />

kad›nlara bakmamal› 64, 98, 99, 146, 163, (164),<br />

165, (166), 167, 363, 437, 438, 603, 781, 899.<br />

kad›n›n nemâz k›lmas› (220).<br />

kad›nlar›n câmi’e gitmesi 129, 130, 140, (249), 252,<br />

259, 260, 602.<br />

kad›nlar›n uzun yola gitmesi 167, (226), 340, 342,<br />

437, 575, 602, 901.<br />

kad›n›n hacca gitmesi (340), 901.<br />

kad›nlar›n haklar› 588, (598), 600, 790, 888, 1029.<br />

kad›nlar›n örtünmesi 35, (163), 164, 165, 166, 249,<br />

263, 437, 570, 578, 589, 593, (598), 603, 604,<br />

781, 880, 888, 901.<br />

kad›nlar›n saç kesmesi 144, 164, 263, (593).<br />

kad›nlar›n seslerini erkeklere duyurmalar› harâmd›r<br />

(164), 720, 781.<br />

kad›nlar›n süslenmesi 164, 168, (593), 603, 781,<br />

869, 888.<br />

kâdirî tarîkat› 767, 1063, (1087).<br />

kâd›yânî f›rkas› (484), 1072.<br />

kadr gecesi 4, 43, 253, 313, (352), 356.<br />

kadsiye zaferi 1126.<br />

kâfirler aldanmakdad›r 7, 21, (23), 24, 26, 27, 36, 40,<br />

(66), 103, 105, 244, 475, (520), 604, 621, 906.<br />

kâfirlere aldanmamal› (100), 316,529.<br />

kâfirler cehennemde sonsuz kalacak 27, 30, 31,<br />

58, 59, (68), 103, 107, 476, 478, 517, 520, 531,<br />

(1044).<br />

kâfir çocuklar› (404), 1001.<br />

kâfir hakk› (39), 874.<br />

kâfir kime denir? (17), 24, 30, 65, 98, 252, 408,<br />

411, (464), 484, 598, (1043), 1140.<br />

kâfir sevilmez 23, 24, 30, (32), 39, 65, (92), 259, 363,<br />

778.<br />

kâfir ile evlenilmez 565, (570), 577, 605.<br />

kâfirin evlenmesi (577).<br />

kâfirler pisdir 29, (71), 72, 387, 610.<br />

kâfirlere gelen ni’metler (31), 520.<br />

kâfirlere ibâdetler emr edilmedi (101), 211, 338,<br />

519.<br />

kâfire inan›l›r m›? 24, 26, 27, 36, 39, (159), 172,<br />

316, 542, (622), 835, 1047.<br />

kâfirlere uymak 7, 24, 51, (52), 165, 232, 237, 238,<br />

241, 257, 265, 364, 626, (770), 778, 869, 891,<br />

1003, 1005.<br />

kâfirlerin çeflidleri 7, (27), 39, 553, 579, (758).<br />

kâfirlerin iftirâlar› 5, 6, 7, (24), 26, 36, 61, 166, 316,<br />

413, 520, (525), 542, 603, 761, 765, 903, 1043,<br />

(1045), 1080, 1148.<br />

kâfirlerin yapd›klar› iyilikler 40, (101).<br />

k⤛d paralar 298, 299, 300, 302, 796, (802), 813,<br />

821.<br />

– 1231 –


k⤛d para zekât› (299), 300, 301, 302, 839.<br />

kahbe 887.<br />

kâhinler 553, (739), 782.<br />

kahve içmek (631), 1173, 1184, 1191.<br />

kalb bilgileri (914), 951.<br />

kalb (yürek) çal›flmas› (976).<br />

kalb, his organlar›na tâbi’dir 721, 781, 923, (1050).<br />

kalb nakli 593, 618, (699), (1049).<br />

kalb (gönül) nedir? (31), 78, 646, 719, 720, 923,<br />

(1049).<br />

kalb istigfâr ile temizlenir 64, 65, (67), (110), 401.<br />

kalb k›rmak harâmd›r 167, (612), 767, 782, 824,<br />

(914).<br />

kalbin fenâs› 904, 918, (924), 949, 1057.<br />

kalbin hasta olmas› 31, 78, 95, (110), 111, 426,<br />

607, 623, 645, 719, (720), 722, 731, 750, 767,<br />

788, 903, 1057.<br />

kalbin temiz olmas› (19), 70, 95, 119, (288), 401, 476,<br />

(720), 730, 767, 921, 923, 933, 1050, 1056, 1058.<br />

kalbin üstünlü¤ü (914), 915, 927.<br />

kalenderler (486).<br />

kan 126, 153, 154, (977).<br />

kanâ’at 99, (787), 1165.<br />

kandil geceleri (352), 356.<br />

kandilli câmi’i 171, 1150.<br />

kandilli serây› 1150.<br />

kan grublar› (978).<br />

kan kanseri 977.<br />

kanl›ca câmi’i 1067, 1174.<br />

kanser [seretan] hastal›¤› 626.<br />

kan tansiyonu 693, (977).<br />

kan vermek (586), 593, 618, 809, 869.<br />

kanûnlara karfl› gelmemelidir 8, 9, (29), 37, 96, 574,<br />

599, (842), 897.<br />

kap› çalmak âdâb› (365).<br />

kapitalizm (523), 527, 1126.<br />

karabafl mescidi 1125.<br />

kara borsac›l›k (840), 843.<br />

kara kediye arab demek çok fenâd›r (376).<br />

karaköy ismi 1136.<br />

karâmitalar 488, (500), 1099, 1105.<br />

kâr haddi yokdur 616, (808), 811.<br />

kar›n a¤r›s› (661).<br />

ka’riyye câmi’i 1095.<br />

karz-› hasen (824), 825, 826, 860, 864.<br />

kasabdan et almak (327).<br />

kâs›mpâfla câmi’i 1126.<br />

kaflgarî tekkesi 1190, 1191.<br />

kafllar› yolmak (264).<br />

katalizör madde 80, 433.<br />

katl 727, 874, 879, 882, 885, (892), 894, 1033,<br />

1107, 1111, 1130, 1154, 1173.<br />

katot ›fl›nlar› 549, 551.<br />

katyon 547.<br />

kaved (893), 894.<br />

kavme (289), 768, 780.<br />

kaylûle uykusu (20), 439, 648.<br />

kazâ ve kader (402), (411), 425, (698), 702, (707),<br />

(714).<br />

kazâ ve kader iki k›smd›r (698), 699, 1154.<br />

kazâya r›zâ lâz›md›r 38, 425, (426), 427, 696, (1035),<br />

1154.<br />

kazâ nemâz› nas›l k›l›n›r? 98, 205, 254, (272), 275,<br />

276, 285.<br />

kazâ nemâz› k›lmak 98, 111, 205, (272), 273, 275,<br />

278, 280, 281, 531, 1019.<br />

kazf haddi 398, 584, (881), 888.<br />

kefâlet 824, (830), 875, 900.<br />

kefen 643, (996), 1034, 1149.<br />

keffâretler 274, 318, 319, 320, 333, (334), 337, 584,<br />

643, (896), 900.<br />

keffâret orucu 314, (318), 336.<br />

kefil olmak 812, 824, (830), 900.<br />

kefîr denilen içki (625).<br />

kehânet (890).<br />

kehkeflân y›ld›zlar› (972).<br />

kelâm kitâblar› 46, 103, 409, (413), 414, 418, 480.<br />

kelâm s›fat› 43, (55), 56, 103, 104, 929.<br />

kelime-i flehâdet (109), 124, 313, 994, 1001.<br />

kelime-i tehlîl (218).<br />

kelime-i temcîd (427), 434, 741, 785, 977, (993).<br />

kelime-i tenzîh (111), 434.<br />

kelime-i tevhîdin fâidesi 119, 373, 401, 842, (902),<br />

910, 943, 994, 1018.<br />

kelime-i tevhîdin ma’nâs› 372, 373, 450, 678, 902,<br />

(906), 943.<br />

kemâlât-› nübüvvet 522, (902), 904, 938, 951, 952.<br />

kemâlât-› vilâyet (902), 951, 1145.<br />

kemik hastal›¤› (671).<br />

kerâhet zemân› 178, (201), 202.<br />

kerâmetin çok olmas› (748), 1169.<br />

kerâmet 73, 85, 398, 449, 456, 717, 739, (747), 748,<br />

749, 1014, (1057), 1061, 1066, 1070, 1144, 1193.<br />

kerbelâ: Ba¤dâd civâr›nda bir flehr 1111.<br />

kerbelâ vak’as› (356), 769, 1111, 1191.<br />

kesb 32, 56, (57), 105, 479, 680, 697, 702, (786),<br />

789.<br />

kesret-i vücûd (93), 94, 946, 962.<br />

keflfde hatâ 50, 88, 93, (373), 770, 928, 1185.<br />

k›ble sâati (171).<br />

k›bleye dönmek 124, (170), 171, 172, 223, 242,<br />

270, 769, 921.<br />

k›br›s adas› 1138.<br />

kîl-ü kal 213, 396.<br />

k›llar› yolmak (264).<br />

k›na sürmek (693).<br />

k›râet 47, 109, (216), 227, 233, 236, 241, 248, 252,<br />

255.<br />

k›râ’et-i flâzze (47).<br />

k›rat (a¤›rl›k birimi) 154, 295, (296), 802, 854.<br />

k›rk›nc› gece (1000), 1006.<br />

k›sa kollu gömlek ile nemâz 217, (236).<br />

kîsâniyye f›rkas› (61).<br />

k›sas (48).<br />

k›sâs 874, (880), 893, 998, 999.<br />

k›s›kl› câmi’i 1064.<br />

k›yâm (ayakda durmak) 159, (215).<br />

k›yâmet alâmetleri 23, 58, (62), 63, 107, 158, 190,<br />

398, 611, (727), 775.<br />

k›yâmetde dirilmek 27, 40, 58, (80), 86, 476, (700).<br />

k›yâs-› fükahâ 48, (437), 464, 468, 471, 473, 474,<br />

506, 634.<br />

k›ymetli geceler (352).<br />

k›ymetli yerler 245, (267).<br />

k›z›lbafl (408), 1062, 1150.<br />

kibr 64, 99, 286, 357, (429), 494, 622, 638, 739, 789,<br />

885, (932), 951, 1126, 1187.<br />

kilâbiyye f›rkas› (66).<br />

kilisede nemâz (241), 334.<br />

kimyâ ilmi 20, 64, 239, 432, 539, (549), 550, 560,<br />

1068, 1120.<br />

kimyâ olay› 432, 433, 551, 560, (971), 1130.<br />

kinin ilâc› 692.<br />

kirâc›l›k 805, (869), 870, 871, 872, 873.<br />

kirâmen kâtibîn 132, (240), 364, 476, 848.<br />

kireç iskelesi câmi’i 1099.<br />

kitâblara îmân 56, 108, (705).<br />

kitâbl› kâfirler 27, (72), 372, 619, 622, 736, 1043.<br />

koca mustafâ pâfla câmi’i 1108.<br />

kocas›n›n mal›n› çalan kad›n (780).<br />

kohezion kuvvetleri 975.<br />

kokmufl et yinmez (811).<br />

koku sürünmek 20, (262), 343.<br />

kolesterin 652, 654, 667, 672.<br />

– 1232 –


kollar› aç›k nemâz k›lmak 217, 232, (236).<br />

kolonya ile nemâz (154).<br />

komisyoncu 799, 836.<br />

kompütür 10, 987, 1207.<br />

komflu hakk› 118, 535, (596), 602, 818.<br />

komünistler 26, 411, 489, (523), 524, 525, 526, 598,<br />

604, 792, 1043, 1098, 1125, 1130, 1172.<br />

konuflmak âdâb› (384), 886.<br />

konyak 624.<br />

korkulu yerlerde okunacak düâ (291), 427, 457,<br />

784, 991.<br />

koyun zekât› 298, (306).<br />

kozmik fluâ’lar 974.<br />

kölelik 71, 593, 790, (820), 1027.<br />

köle azâd etmek 19, 320, 337, (820).<br />

köpek bulunan ev (132), 162, 240.<br />

kötü huylar (640).<br />

kromanyon iskeleti (541).<br />

kubâ mescidi (246), 349.<br />

kucaklaflmak 364, (365).<br />

kudret-i ilâhiyye 55, 103, (432), 433, 553, 560, 561,<br />

563, 968, 970, 1043.<br />

kudret nâr› k›ymetli ilâcd›r (661).<br />

kudüs 170, (246), 354, 379, 769, 1083, 1089, 1108,<br />

1122, 1161, 1166.<br />

kullanmas› harâm olanlar 365, 586, 594, 613, 614,<br />

(618), 620.<br />

kulleteyn denilen ölçü (72), 161, 271.<br />

kul hakk› 16, 65, (98), 99, 276, 288, 289, 294, 295,<br />

337, 438, 441, 531, 536, (597), 610, 612, 790,<br />

874, 888, 903, 952, 989, 1020.<br />

kumandanlar 531.<br />

kumâr harâmd›r 39, 54, 239, 292, (614), 637, 813,<br />

858, 874.<br />

kumis denilen içki (625).<br />

kunût düâs› 227, (228), 255, 393.<br />

kur’a çekmek (614), 1192.<br />

kur’ân-› kerîm Allah kelâm›d›r 33, 43, 46, 56, (367),<br />

368.<br />

kur’ân-› kerîm dinlemek 245, 246, 724, (726), 731,<br />

1009, 1010.<br />

kur’ân-› kerîmdeki âyetler iki k›smd›r (389).<br />

kur’ân-› kerîmdeki bilgiler üç k›smd›r (48).<br />

kur’ân-› kerîm mahlûk de¤ildir 43, (367), 368.<br />

kur’ân-› kerîm mu’cizedir 33, (43), 44, 475, 493.<br />

kur’ân-› kerîm nedir? (43), 367, 368, 1158.<br />

kur’ân-› kerîm okunmas› 33, 36, 47, 130, 142, 206,<br />

216, 229, 231, 253, 260, 277, 340, 429, 440,<br />

477, 722, 726, 727, 728, (731), 784, 872, 873,<br />

(1008), 1009.<br />

kur’ân-› kerîm ö¤renmeli 33, 34, 248, 253, 311, 477,<br />

(728), 1010.<br />

kur’ân-› kerîm satmak (873).<br />

kur’ân-› kerîm tefsîrleri 23, (44), 45, 68, 309, 390,<br />

391, (413), 461, 471, 475.<br />

kur’ân-› kerîm tercemeleri 23, 44, (45), (46), 82,<br />

461, 543, 1160.<br />

kur’ân-› kerîme sayg› 3, 36, 125, 127, 140, 142,<br />

242, (243), 246, 368, 434, (726), 727, 728, 729,<br />

886, 1009, 1010.<br />

kur’ân-› kerîm flifâd›r 6, 886, 991, (992), 1049, 1051.<br />

kur’ân-› kerîmi de¤ifldirmek 23, (46), (393), 394,<br />

395, 462, 475, 1099.<br />

kur’ân-› kerîm kurslar› 311, 351, (595).<br />

kur’ân-› kerîmin ma’nâs› 23, 43, (45), 260, 389, 390,<br />

449, 462, 464, 469, 471, 475, 487, 544.<br />

kur’ân-› kerîmi yazmak 44, 47, 723, 726, (1158),<br />

1161, 1173, 1196.<br />

kurban adamak 325, 326, (332).<br />

kurban hayvan› (326), 327.<br />

kurban kesmek 54, 222, 323, (324), 325, 326, 332,<br />

339, 343, 345, 346, 829, 1123.<br />

kurbet (19), 161, 449, (702), 722, 861, 1010.<br />

kureviyyin üniversitesi [ilk üniversite] 532.<br />

kureyfl dili (43), 47.<br />

kureyfl kabîlesi 420, 1067, 1101, 1124, (1128).<br />

kurtulufl yolu 22, 60, 95, (100), 482.<br />

kufl yuvas› bozmak (247).<br />

kuflluk nemâz› (111), 179, 201, 1186.<br />

kutb-i aktâb (909), 1064.<br />

kutb-i irflâd (909), 1064, 1145.<br />

kutb-i medâr 486, (909).<br />

kutub (909), 1064.<br />

kutublarda ibâdet vakti (315).<br />

kübrevî tarîkat› 1074, (1087), 1154, 1163.<br />

küfr alâmeti (52), 66, 70, 94, 212, 241, 370.<br />

küfr îmân›n z›dd›d›r 23, (776), 1172.<br />

küfr nedir? (17), 54, 67, 78, 252, (408), 467, 483,<br />

537, 578, 907, 955, 957, 1000.<br />

küfr-i hükmî (53), 232, 770, 897.<br />

küfre sebeb olan fleyler 18, 23, 24, 30, 36, 47, 52, 54,<br />

58, (59), 64, 65, (67), 81, 94, 119, 120, 211, 212,<br />

232, 233, 239, 252, 290, 334, 335, 336, 348,<br />

355, 363, 365, (408), 411, 413, 429, 432, 434,<br />

435, 436, 472, 484, 485, 486, 507, 516, 543,<br />

578, 579, 598, 603, 611, (612), 623, 626, 723,<br />

731, 735, 739, 743, 769, 770, 778, 782, 852,<br />

877, 887, 943, 1000, 1004, 1019, 1053.<br />

küfrün cezâs› 40, 54, 58, (67), 103, 107, 519, (520).<br />

küfv 211, 567, (573), 899.<br />

kümûn ve bürûz (85).<br />

kürdler 489.<br />

kürk giymek 164, (593).<br />

kürsiyyi ilâhi (915).<br />

kütüb-i sitte 407, (423), 486.<br />

kvant parçac›klar› 548, 976.<br />

– L –<br />

Lâ havle okumak 207, 684, (741), 785, 993.<br />

lâ’b [oyun] 546, (601), 637, 721, 725, 782.<br />

lâf tafl›mak 107, 115, 782, (1014).<br />

lahd kazmak 1004, (1005).<br />

lâhor flehri 852, 1067, 1167.<br />

lakît (sokakda bulunan bebek) (591).<br />

lâleli câmi’i 1153, 1168.<br />

la’net etmek 383, 512, (513).<br />

latîfe (84), 918, 924.<br />

lazer flu’âlar› (559).<br />

lavazye teorisi (539), 968.<br />

lehv 546, (602), 637, 721, 782.<br />

lefl 80, (153), 154, 155, 156, 159, 327, 610, 613, 618,<br />

619, 630, 636, (809), 898.<br />

levh-il mahfûz 3, 23, 43, 352, (698), 699, 964.<br />

levlâke-levlâk (33), 450, 955.<br />

li’ân (584).<br />

liberal iktisâd sistemi (792), 1069, 1126.<br />

li-îlâfi sûresi (291).<br />

limmî yolu ile anlama (103).<br />

lipoid maddeler 654, 673.<br />

lise ne demekdir? 1078.<br />

livâta (140), 141, 357, 880, 885, 887.<br />

livâ (bayrak) (52), 379.<br />

logaritma hesâblar› 170, 1150.<br />

lohusal›k (139), 781, 998.<br />

lokman hakîmin nasîhati (99), 1130.<br />

Lozan sulhunun gizli maddeleri 484.<br />

lökositler 561, 977.<br />

lösemi hastal›¤› 977.<br />

lukata (yerde bulunan) (310), 780, 817, 877, 1011.<br />

lüzûmsuz fleyleri sormamal› (740).<br />

– M –<br />

Madde nedir? (546), 735, 755, 759, 968, (971),<br />

1041, 1130.<br />

maddenin asl› 101, 412, 944, (945), 946, 968, 1042.<br />

maddenin enerjiye dönüflmesi (539), 554, 968, 1042.<br />

– 1233 – Se’âdet-i <strong>Ebediyye</strong> 3-F:78


maddîciler 22, 27, 540, (758), 760, 962.<br />

mahalle câmi’i (251).<br />

mahkemede da’vâ nas›l aç›l›r? (883).<br />

mahlûklar›n hakîkat› 24, 101, 755, 925, 943, 944,<br />

(947).<br />

mahrem olan kad›nlar 167, 307, (569), 590, 602.<br />

mâ-› cârî (160).<br />

mâide sûresi 969.<br />

makâm sâhibi olmak 99.<br />

makâmât-i aflere (938), 939, 1189.<br />

mal kötü de¤ildir 30, 77, (641), 1057, 1094.<br />

mâlâya’nî 282, (384), 480.<br />

malazgirt muharebesi 533.<br />

mâl-› habîs (96), 292, 303, (611), 613, 629.<br />

mâlikî mezhebi 50, 101, 122, 123, 124, 126, 128,<br />

130, 132, 135, 136, 140, (146), 151, 153, 154,<br />

(158), 159, 166, 170, 172, 178, 211, 221, 223,<br />

228, 253, 271, 288, 296, 299, 303, 322, 323,<br />

336, 341, 570, 581, 582, 583, 584, 604, 619,<br />

825, 844, 872, 881, (889), 1001, 1133.<br />

mâlikî mezhebini taklîd 125, 130, 135, 136, 145,<br />

(146), 147, (158), 233, 825.<br />

mâliye bakanl›¤› 1131.<br />

mant›k ilmi 637, (759).<br />

maraz-› mevt 693, (816), 988, 989, 1028.<br />

margarin ya¤› 657.<br />

marko pâfla 1133.<br />

ma’rifet 94, (749), 761, 766, 767, (909), 936, 956,<br />

1052, 1054, 1056, 1169.<br />

maronî denilen h›ristiyanlar 490.<br />

ma’rûf nedir (90).<br />

ma’siyyet (19), 702.<br />

mâ-sivâ 78, 764, (924), 949.<br />

masonlar (25), 35, 94, 147, 411, 461, 503, 533, 604,<br />

887, 967, (1043), 1059, 1140, 1143, 1159, 1197.<br />

masonlar›n islâm düflmanl›¤› (25), 531, 969.<br />

matba’a aç›lmas› (542), 1119.<br />

mâtem tutmak 356, 1004, (1005), 1111.<br />

mâ-türîdî mezhebi 439, 490, 491, (701), 702.<br />

mâverâ-ünnehr (431), 1034.<br />

mâverâ-ünnehr âlimleri (921), 1034.<br />

maymun ve insan 75, (540), 541.<br />

mazmaza ve istinflak (122), 132, 262.<br />

meâl, Kur’âna âlimlerin verdi¤i ma’nâlar (1208).<br />

mebde-i te’ayyün (95), 522.<br />

mebî’ (794).<br />

mecnûn için ilâc (992).<br />

mecûsîler 240, 325, 366, 411, (488), 528, 577, 578,<br />

736, 770, 901, 1043, 1084, (1195).<br />

medeniyyet nedir? (532), 792, 881, 882, 1248.<br />

medînenin bombalanmas› (1060).<br />

medyum (rûhlara vâs›ta olan) (84).<br />

mehdî 62, 63, (1134).<br />

mehr paras› 288, 295, (568), 571, 585, 839, 991, 1028.<br />

Mekkenin fethi 507.<br />

mekke flehri 267, 345, 346, 347, (348), 378, 379, 612.<br />

mekr-i ilâhî (31), 698.<br />

mekrûh ifllememek için sünnet terk edilir (157), 244,<br />

(254), 275, 277, 730.<br />

mekrûh nedir? (18), 157, 216, 230, (236), 259, 261,<br />

596, 635, 1002.<br />

mekrûh sat›fllar (813).<br />

mektûbla sözleflme (573), 798.<br />

melâmîler (486), 499.<br />

melekler 26, 27, (58), 85, (106), 210, 335, 543, 633,<br />

735, 738, 743, 848, 989, 991, 1069.<br />

meleklere inanmak 58, 85, (106), 704, 735.<br />

mendûb 123, (240).<br />

menn denilen ölçek (323).<br />

merhale denilen ölçü (221), 222.<br />

merhamet-i ilâhiyye 4, 31, (98), 102, 212, 338, 387,<br />

479, 531, 846, (910), 917, 949, 991.<br />

meryem ana ayazmas› (875).<br />

mesbûkun nemâz› 233, (255).<br />

mescid-i aksâ (246), 1082, 1172, 1194.<br />

mescid-i nebî (246), 348, 349, 369, 1004, 1010.<br />

mescid-il-harâm 241, (246), 252, 345, (347).<br />

mescidin yeri de¤ifldirilemez 862.<br />

mest üzerine mesh (128), 129, 130, 253.<br />

meflakkat ne demekdir? 144, (147).<br />

meflveret sünnetdir 94, (506).<br />

metafizik (402), 563.<br />

metres hayât› 387, (599).<br />

mevdû’ hadîs 82, (417), 418, 419 423, 442, 1015.<br />

mevk›’ sâhibi olmak 99.<br />

mevkûf sat›fl (814).<br />

mevlevîler (732), 1087, 1188.<br />

mevlid kandili (352), 378, 1095.<br />

mevlid okumak 100, 164, 246, 334, 378, 386, 398,<br />

432, (459), 602, 609, 720, 721, 728, 731, 776,<br />

813, 873, 1006, 1070, 1173.<br />

mevlid okutmak çok sevâbd›r (459).<br />

meyyitden yard›m istemek 338, (449), 450, 455,<br />

(456), (457), 459, 460, 475, 477, 479, 480, 1008,<br />

1014, 1052, 1134.<br />

meyyit için düâ 427, 1005, (1008), 1009, 1018.<br />

meyyit için iskât (1019).<br />

meyyit için ibâdet 293, 477, 872, 1000, 1008, (1023).<br />

meyyit için mâtem 356, 1004, 1005, 1111.<br />

meyyit için sadaka (452), 477, 613, 1001, 1005,<br />

1006, 1008, 1018.<br />

meyyite hizmet 307, 427, 455, (475), 477, 873,<br />

(990), 994, 1000, 1009, 1010, 1011.<br />

meyyitin borçlar› 901, 989, (991), 1020, 1029.<br />

meyyitin çürümesi 998, (1003).<br />

meyyitin iflitmesi (456), 478, 1008, 1010, 1014, 1015.<br />

mezâr tafl›na yaz› (1005).<br />

mezârlara adak 333, 398, (449), 479, 778.<br />

mezâr topra¤›n› öpmek<br />

mezheb de¤ifldirmek (148), 889.<br />

mezheb taklîdi 71, 72, 125, 130, (134), 136, 145,<br />

(147), 148, 159, 172, 223, 397, 445, 464, (468),<br />

469, 470, 581, 582, 602, 604, 825, 843, 882,<br />

889, 901.<br />

mezhebler 49, 50, 136, 145, 147, 272, 323, 324, 408,<br />

(437), 463, (464), 465, 466, 471, 492.<br />

mezhebleri telfîk câiz de¤ildir 72, 135, 136, 468,<br />

(470), 602, 604, (843), 889, 1061.<br />

mezhebsizler 143, 244, 252, 302, 310, 315, 466, 470,<br />

472, 490, (491), 492, 494, 496, (499), 621, 887,<br />

1013, 1054, 1115, 1179.<br />

mi’de hastal›¤› (660), 661, 662.<br />

midye yimek harâmd›r (619).<br />

mihrâb nedir? (238).<br />

mihrican günü 314, (770).<br />

mîkât denilen yerler 341, 342, (343), 344.<br />

mikrop 433, 626, 693, (981).<br />

mil ölçüsü 149, 151, (221), 222.<br />

mîlâdî y›l› hicrîye çevirmek (358).<br />

milletleri idâre edenler 27, (67), 952.<br />

minâ denilen yer (345), 346.<br />

minâre (204).<br />

minârelerde kandil yak›lmas› (204), 334, 1135.<br />

minârelerde mahya kurulmas› (1092).<br />

minârelerde salât okunmas› (204).<br />

minber-i nebevî (267).<br />

mini etek modas› (1097).<br />

mi’râc mu’cizesi 105, (353), 379, 420, 1139.<br />

mi’râc gecesi 210, 224, (352), 364, 381, 420, 1106,<br />

1187.<br />

mîrâs taksîmi 97, 591, 611, 613, 816, 839, 901,<br />

1023, (1025), (1030).<br />

mîrî topraklar 304, (305), 536, 1028.<br />

m›ska kullanmak 125, 740, (741), (783), 873.<br />

– 1234 –


miskal denilen a¤›rl›k 123, 154, 295, (569), 686,<br />

796, 881.<br />

miskin kime denir (307).<br />

misvâk kullanmak (124), (142), 262, 266, 375, 630.<br />

misyoner teflkilât› 460, (490), 492, 527, 535.<br />

mîzân hakd›r 23, (58), 762.<br />

mizmâr 70, (168), 247.<br />

mizyâ’=radyo dinlemek 206, 722, (730).<br />

modaya uymak 67, 113, 364, (533), 534, 805.<br />

molekül 432, 547, (974).<br />

molla çelebî câmi’i 1191.<br />

monazit minerali 559.<br />

monofîsiye inanc› (490), 1089.<br />

mu’âmelât (159), 172, 438.<br />

mu’âmelâtda bir kifliye inan›l›r (159), 172, 619, 622.<br />

mu’âmele ile sat›fl (827), 844.<br />

mubâh nedir? (18), 19, 20, 30, 51, 67, 96, 409, 428,<br />

594, 609, 615, 618, 626, 631, 634, 636, 647,<br />

727, 818.<br />

mubârek geceler (352).<br />

mubârek yaz›lar› ve resmleri yere sermemeli (239).<br />

mu’cize 43, 371, 383, 478, 717, (747), 752, 1151,<br />

1166, 1186, 1192.<br />

mufâvada (müsâvât) ortakl›¤› (866).<br />

muhabbet 32, 53, 78, 92, 95, 119, 364, (716), 764,<br />

765, 767, 890, 936, 938, 952, 960, 961, 1050.<br />

muhâcirîn-i kirâm 400, (506), 621.<br />

muhammed aleyhisselâm beyâz idi 33, (375), (1139).<br />

muhammed aleyhisselâm habîbullahd›r (33), 354,<br />

378, 450, 956, (1139).<br />

muhammed aleyhisselâm misk kokard› (374), 384.<br />

muhammed aleyhisselâm resûlullahd›r 41, 57, 353,<br />

(370), 379, 531, 1043, (1139).<br />

muhammed aleyhisselâma salevât okumak (382).<br />

muhammed aleyhisselâma uymak 17, 21, 23, 24, 32,<br />

33, 39, 43, (53), 69, 90, 92, 94, 287, 382, 747, 754,<br />

909, 957, 1051.<br />

muhammed aleyhisselâm›n ahlâk› 33, (383), 384,<br />

1139, 1140.<br />

muhammed aleyhisselâm›n ana ve babalar› 375,<br />

(386), 387, 388, 389, 390, 391, 1069, 1077, 1123.<br />

muhammed aleyhisselâm hâtem-ül enbiyâd›r 45,<br />

(106), 352.<br />

muhammed aleyhisselâm›n hayât› 32, 33, (374),<br />

375, 376, 377, 383, 1114, 1139.<br />

muhammed aleyhisselâm›n nûru 375, 376, (386),<br />

387, 1069, 1140, 1157.<br />

muhammed aleyhisselâm›n ta’ziye mektûbu. (1017).<br />

muhammed aleyhisselâm ümmî idi 33, 382, (1140).<br />

muhammed aleyhisselâm›n çocuklar› 380, 1118,<br />

(1139).<br />

muhammed aleyhisselâm›n zevceleri 349, (380),<br />

381, 952, 1103, 1139, 1169, 1186, 1196.<br />

muhammed pâfla câmi’i 1172.<br />

muharrem ay› 314, (355), 375.<br />

muhasebe (94).<br />

muhtâriyye f›rkas› (61).<br />

mukaddes kitâblar 81, (327), 724, 1130.<br />

mukallidin bilgisi delîl-i fler’î olamaz 148, 268, (269),<br />

279, 470, (471), 586.<br />

mukarrebler 420, 610, (913), 921.<br />

mukâyada sat›fl› (795), 798, 802, 855.<br />

mukîm olmak 128, (222), 255.<br />

mum adamak (333), 334.<br />

murâbitîn devleti (532).<br />

murâd hâs›l olmak için (780), 784.<br />

murâd pâfla câmi’i 1100.<br />

murâkabe 765, 912, (966), 1016, 1034, 1147.<br />

mushaf [m›shaf] (44), 125, 127, 142, 242, 243, 336,<br />

365, 726, 728.<br />

mushafa [m›shafa] sayg› 3, 36, 98, 125, 127, 140,<br />

142, 217, 242, 243, 246, 365, (726), 728, 729,<br />

996, 1009, 1012.<br />

mûsikî 90, 233, 357, 432, (718), 732, 782, 872, 908.<br />

muska [m›ska] tafl›mak 125, 740, (783), 873.<br />

muska [m›ska] yazmak 740, 770, (784), 873.<br />

mûte gazâs› 1085, 1104, (1195).<br />

mu’tezile sap›k f›rkas› 55, 56, 66, 161, (409), 420,<br />

433, 448, 477, 497, 701, 729, 735, 747, 928,<br />

969, 1194.<br />

muvahhidîn devleti (532).<br />

muzâre’a ortakl›¤› 819, 860, (868).<br />

mübâhele âyet-i kerîmesi (369).<br />

mücâhede 636, 748, (933), 938, 955, 961, 1169.<br />

müceddidler 51, (120), 1051.<br />

mücessime f›rkas› (409), 486, 494, 753, 1102.<br />

müctehid 16, 23, 48, 49, (50), 120, 145, 169, 302,<br />

415, 423, (444), 464, 470, 471, 492, 493, 586,<br />

631, 633, 634, 1051, 1102, 1147, 1175.<br />

müctehide uymak lâz›md›r 49, (50), 72, 120, 145,<br />

269, 279, 586.<br />

müd denilen ölçek (133), 323, 516.<br />

müdâhene harâmd›r (398).<br />

müdârâ câizdir 398, 998.<br />

müdârebe ortakl›¤› 860, (867).<br />

müekked sünnetler (52), 263, 357.<br />

müezzinlerin ba¤›rmas› (204), 219.<br />

müftî kime denir? (119), 120, 394, 444.<br />

mühendis mektebi 1168.<br />

mühr-i süleymân 783.<br />

mükellef olmak 163, 210, 292, 322, 881, 988, (1021).<br />

müleff›k (135), 602, 843.<br />

mülessimîn devleti (532).<br />

mülhid 94, 288, 408, (463), 473, 487, 1116.<br />

mülk-i habîs (96), 292, (303), 611, 613, 629.<br />

mülkiyyet hakk› 159, 292, 303, 523, 534, (535), 611,<br />

612, 792, 799, 809, 817, 818, 870, 1028.<br />

mü’min kime denir? (17), 435, (1043), 1140.<br />

mü’minin alâmeti (18), 111, 210, 382, (408), 410,<br />

603, 695, 1121, 1140.<br />

mü’minin art›¤› 161, (420).<br />

mü’minin kalbini k›rmak 970.<br />

münâcât (713), 1038.<br />

münâf›klar (92), 210, 265, 290, 596, 678, 728, 883,<br />

(1044), 1073, 1121, 1165.<br />

münâkafla etmemelidir 91, 167, (267), 343, 398,<br />

590, 596, 740, (1062), 1170.<br />

münker (90).<br />

münker ve nekîr 57, 73, (107), 762, 1007.<br />

mürâh›k çocuk (226), 227, 340.<br />

mürcie f›rkas› (66).<br />

müreysî’ gazvesi 1088.<br />

mürflid (78), 96, 743, (952), 1051.<br />

mürted kime denir? (24), 141, 435, 436, 445, 612,<br />

1004, (1051).<br />

mürtedler 24, 67, 94, 211, 274, 404, (436), 438,<br />

570, 577, 612, 619, 622, 837, 856, 861, 890,<br />

1027, 1033, 1044, (1051).<br />

mürûr-i zemâna kalan da’vâlar (884).<br />

mürüvvet (640), 891.<br />

müsâfeha 167, (363), 364, 383.<br />

müsâfir nemâz› 206, (221), 222, 224, 256, 261.<br />

müsâfir olmak 128, (221), 319, 321, 322, 365, 779.<br />

müsâfirin su aramas› (151).<br />

müskirât 627, (632).<br />

müslimân çal›fl›r 10, 24, 25, 29, 36, 37, (39), 40, 42,<br />

47, 445, 607, 618, 641, (645), 646, 682, 696,<br />

772, 788, (790), 805, 849, 851, 1018.<br />

müslimân çocuklar› 26, (35).<br />

müslimân yaflad›¤› memleketde hükûmete isyân etmez<br />

28, (397), 438, 574, 595, (842), 890, 1170.<br />

müslimân kad›n› (163), 165, 166, 202, 249, 565,<br />

570, 578, 585, 593, (598), 599.<br />

müslimân kime denir? 17, (18), 21, 63, 103, (408),<br />

430, 486, 579, 612, 691, 766, 768, 769, 778,<br />

1043, 1048, 1086, 1140.<br />

– 1235 –


müslimân olmak için 21, 36, 37, 38, 39, 63, 78, 99,<br />

109, 111, 115, 290, 292, 311, 373, 385, 414,<br />

433, 434, (445), 530, 572, 577, 579, 604, 691,<br />

769, 778, 785, 994, 1001, 1048, 1056.<br />

müslimân temiz olur 20, 71, (989).<br />

müslimâna hüsn-i zan olunur 29, (68), 98, 250, 610,<br />

779, 959.<br />

müslimân›n befl hakk› (365).<br />

müslimân›n birinci vazîfesi 20, 22, (28), 35, 37, 69,<br />

98, (103), 109, (288), 382, 430, 480, (531), 538,<br />

546, 579, 615, 754, 805.<br />

müslimân›n k›ymeti 43, (99), 251, 534, 612, 618,<br />

(787).<br />

müslimâna eziyyet edenler 19, 26, 27, 35, (36), 38,<br />

65, 94, 212, 245, 252, 262, 357, 430, (525), 535,<br />

612, 641, 751, 782, 841, (885), 886, 887, 890,<br />

1088, 1107, 1144, 1174.<br />

müslimânlar›n parçalanmas› 401.<br />

müsta’mel su 141, (155), 160, 161, 162, 996.<br />

müstehab 18, 121, (123), 133, 149, 241, 248, 262,<br />

308, 326, 329, 363, 398, 594, 887, 1002.<br />

müste’min 439, (874), 875.<br />

müflebbihe f›rkas› (66), 486.<br />

müflrik kimdir 71, 76, (327), 372, 410, (411), 452,<br />

475, 529, 570, 628, 907, 967, 1043, 1044, 1171.<br />

müflrik pisdir 29, (71), 72, 529, 610.<br />

müvakkit efendiler (193).<br />

müt’a nikâh› (575), 880.<br />

müteflâbihât 48, 389, (754), 913, 925, 940, 962.<br />

müzdelife denilen yer 344, (346).<br />

müzik 90, 233, 432, (718), 731, 732, 782, 908.<br />

– N –<br />

Nabz atmas› 976.<br />

nafaka 295, 300, (588), 589, 590, 591, 592, 593, 618,<br />

647, 789, 850, 899, 901, 997, 1023.<br />

nâfile hac ve ömre 111, (348), 351.<br />

nâfile ibâdet (52), 64, 111, 278, 279, 280, 281,<br />

(282), 283, 314, 324, 341, 348, 351, 356, 357,<br />

887.<br />

nâfile nemâz 111, (202), 222, 224, 227, 252, 254,<br />

258, 273, 278, 279, 280, (282), 449, 477.<br />

naklî ilmler 25, 41, (413), 543, 1043.<br />

nakl-i sadâ (724).<br />

nakfli kadem-i nebî (769), 1062, 1092.<br />

na’leyn ile nemâz k›lmak 236, (237), 245, 265.<br />

nasârâ (42), 63, 262, 265, 411.<br />

nasîhat kime verilir? 90, (398), 437, 699, 885, 888,<br />

959.<br />

nasîhat nas›l olmal› 14, 96, (398), 959.<br />

nasîhatlar›n birincisi (115), (288), 430, 480, 754,<br />

775.<br />

nas olunca ictihâd yap›lmaz 48, 67, 93, (252), 393,<br />

492, 757.<br />

nautilus deniz alt›s› 558.<br />

nazar de¤mesi (783), 784, 785, 993.<br />

nazariyye (81).<br />

nebî ne demekdir (18).<br />

necâset iki dürlüdür (154).<br />

necâsetden tahâret 122, (153), 154, 155, 156, 232.<br />

neccâriyye f›rkas› (66).<br />

necdî f›rkas› (401).<br />

nefse uymak (31), 32, 77, 99, 168, 210, 279, 428,<br />

470, (530), 565, 731, 747, 938, 1050, 1057.<br />

nefs-i emmâre (31), 32, 109, 113, (428), 429, (529),<br />

530, 647, 730, 755, 949, 1057.<br />

nefsi nât›ka (754), 917, 950.<br />

nefsin itmi’nân› 53, 521, 908, (918), 924, 949, 950.<br />

nefsin tasfiyesi 40, 748, 765, 939, (1056), 1166.<br />

nefsin tezkiyesi 401, 918, 924, (939), 1050, 1166.<br />

nehavend zaferi 1126.<br />

nehy-i anil münker 28, 35, (89), (90), 94, 95, 96, 165,<br />

259, 398, 437.<br />

nemâz dînin dire¤idir (109), 118, 212, 283, (287),<br />

848.<br />

nemâz farz-› aynd›r 63, 98, (118), 121, 210, 212, 272,<br />

768.<br />

nemâz için iskât 274, (1019).<br />

nemâz içindeki sünnetler dahâ k›ymetlidir (277).<br />

nemâz k›lmamak büyük günâhd›r 64, 98, 111, 118,<br />

210, (276), 284, 357, 430, 989.<br />

nemâz mü’minin mi’râc›d›r 119, 287, (768), 902,<br />

956.<br />

nemâz nas›l k›l›n›r 121, (214), 251, 252, 289, 780.<br />

nemâz rek’atlar› (121), 254, 255, 471.<br />

nemâzdan sonra düâ 70, 111, 218, (219), 892.<br />

nemâzdan sonra secde etmek (230).<br />

nemâzdan sonra tesbîh okumak 70, (218), 219.<br />

nemâza ehemmiyyet vermiyenler 63, 98, 119, (211),<br />

212, 217, 280, 284, 289, 357, 430.<br />

nemâzda abdestin bozulmas› (127), (232), 253.<br />

nemâzda gülmek (127).<br />

nemâzda otururken parmak kald›rmak 218, (267),<br />

268, 269, 270, 271, 1147.<br />

nemâzda flafl›rmak (227).<br />

nemâz› bozan fleyler 108, 153, 207, (231), 232, 233,<br />

234, 235, 238, 253.<br />

nemâz› bozma¤a özr 110, 237, (242), 253, 254.<br />

nemâz› en iyi elbise ile k›lmal› 112, (217).<br />

nemâz› gecikdirme¤e özr 138, 172, 272.<br />

nemâz›n farzlar› (122), 214, 260.<br />

nemâz›n hakîkati 119, (768), 942, 943, 950, 965,<br />

(966).<br />

nemâz›n ehemmiyyeti 98, (210), 713, 768.<br />

nemâz›n mekrûhlar› 163, 216, (236), 237, 238, 239,<br />

240, 241, 260.<br />

nemâz›n sünnetleri 163, 214, (240), 277.<br />

nemâz›n vâcibleri (227), 288.<br />

nemâz k›lan›n önünden geçmek (235), 252.<br />

nemâz vaktleri (175), 176, 177, 180, 186, 190, 202.<br />

nemâzlar› cem’ etmek 147, (172), (203), 223, 271.<br />

Nemçe, Macaristan›n eski ismidir.<br />

nemîme [lâf tafl›mak] harâmd›r (115), 1014.<br />

neptünün ma’deni 555.<br />

nesh ne demekdir 18, (57), 72, 389, 471, 770.<br />

nesli flâh câmi’i 1167.<br />

nestûrî f›rkas› 1155.<br />

nesûhî tekkesi mescidi 1103.<br />

nevâdir haberleri (268), 269, 578.<br />

nevruz günü 53, 314, 503, 769, (770), 778, 1086.<br />

newton prensibi 539.<br />

ney çalmak 602, 721, (732), 733, 767, 1085.<br />

nezr 282, 322, 325, (330), 332, 449, 479, 778, 819,<br />

898.<br />

n›sf fadla zemân› (191).<br />

n›sfünnehâr 172, (177), 182, 199.<br />

nifâs 132, 136, (139), 140, 320, 345.<br />

nikâh 122, 246, (564), 565, 566, 567, 568, 570, 572,<br />

574, 575, 820, 900.<br />

nikâh için vekîl (566), 567, 573, 574.<br />

nikâh› câiz olm›yanlar 167, 364, 462, (569), 586.<br />

nikâh›n bozulmas› 159, 167, 435, 436, (567), 570,<br />

572, 578, 579, 587.<br />

nikâhlanmada küfv olmak 211, 573.<br />

nikâr ne demekdir 91.<br />

nikotin 635, 978, 985.<br />

ni’met-i ilâhiyye 5, 6, 30, 289, 641, 1048.<br />

nisâb mikdâr› 292, 298, 303, 306, 322, 324.<br />

niflân yüzü¤ü 622.<br />

niflanc› câmi’i 1156.<br />

nitrik asid (kezzab) 688.<br />

niyyet kalb ile olur 52, 123, (214), (215), 253, 293.<br />

niyyetin ehemmiyyeti 19, 20, 111, 123, 135, 149,<br />

150, 214, 215, 250, 258, 263, 282, 284, 290,<br />

– 1236 –


292, 325, 339, 357, 477, 594, 610, 617, 638,<br />

842, 847.<br />

niyyet kuyusu 1190.<br />

niyyet etmekle mülk gitmez 691.<br />

noel gecesi 42, 53, 355, 761, 769, 778, 1128.<br />

nokta-i cevvâle (926), 945.<br />

nötron 554, 555, 556, 560, 561, 973.<br />

nûh “aleyhisselâm” tufân› 26, 81, 83, 356, 1157.<br />

nûr 939, 941, 1009, 1049, 1051, 1052, 1053, 1054,<br />

1140, 1145.<br />

nûr-› osmâniyye câmi’i 1159, 1161.<br />

nusayrîler 98, 327, 1116.<br />

nusratiyye câmi’i 1131.<br />

nükleer enerji 556, 558, 561.<br />

nükleon 560.<br />

– O –<br />

O¤lanlara bakmak 163, (164).<br />

o¤uz türkleri (533), 1157.<br />

ok meydan› câmi’i 1100.<br />

oksidlenme 432, 548, 981.<br />

oniki imâm (62), 919, 1084, 1087, 1111, 1143, 1162.<br />

on latîfe (917), 924.<br />

organ nakli 593, 618, (699), 1050.<br />

ortakl›k 536, 818, (865).<br />

ortodoks kilisesi 1137.<br />

oruc bozmak için özr 140, 222, 319, 320, (594),<br />

1023.<br />

oruc kazâs› 319, (320).<br />

oruc keffâreti 272, 314, (320), 332, 1022.<br />

oruc nas›l tutulur 198, (314), 429.<br />

oruc tutanlara kolayl›k gösterenler 313, (314), 751.<br />

oruc tutmak farzd›r 63, (313), 314.<br />

orucu bozanlar 39, (317), 318.<br />

orucu bozmayan fleyler (318).<br />

orucun çeflidleri (314).<br />

orucun ehemmiyyeti 92, 99, 111, (313), 320, 779.<br />

osmân a¤a câmi’i 1158.<br />

osmânl›lar 22, 28, 302, 305, 460, 461, 492, (533),<br />

534, 574, 595, 604, 621, 622, 1060, (1159).<br />

osmânl›larda ilk takvîm 316.<br />

osmânl› türkleri 460, 463, 532, 1059, 1143, 1144,<br />

1149, (1159).<br />

otobüsde nemâz (223).<br />

otobüsde yer ay›rmak (246).<br />

oturarak nemâz (215).<br />

otuzüç farz 18, (121).<br />

oyunla vakt geçirmemeli (118), 365, 438, 546, (601),<br />

(602), 614, 637, 769.<br />

– Ö –<br />

Ödem [su toplanmas›] 652, 657, (670).<br />

ödeme senedi (134), 300, 796, 805, (824), 832.<br />

ödünç vermek 134, 294, 572, 645, 801, (824), 825,<br />

827, (828), 837, 844, 846, 852, 857, 858.<br />

ö¤le nemâz› 121, (177), 182.<br />

ö¤renmesi lâz›m olan bilgiler 25, 51, 339, 365, (413),<br />

616, 886.<br />

ö¤renmesi lâz›m olm›yan fleyler 414, (740).<br />

ö¤ünmek 20, (594), 614, 620, 1005.<br />

ölçü birimleri 222, 296, (323), 881.<br />

ölmek ne demekdir 80, 88, 89, 455, 479, 480, (988),<br />

1014, 1018.<br />

ölüden yard›m istemek 85, 338, (448), (450), 451,<br />

456, 457, 459, 460, 476, 477, 478, 1014, 1015,<br />

1052, 1134.<br />

ölü için adak 332, 398, (449), 778.<br />

ölü için a¤lamak 479, (1012).<br />

ölüleri yakmak harâmd›r 455, (1001), 1004, 1011,<br />

1131.<br />

ölülere yard›m 308, 427, 455, (475), 478, 852, 872,<br />

991, 994, 1000, 1008, 1009, 1010, 1011, 1018.<br />

ölüm hastal›¤› 693, 816, 989, (990).<br />

ölüm ›fl›nlar› 974.<br />

ölüme hâz›rl›k 98, 477, 695, (988), 989.<br />

ömr 98, 312, (699), 784.<br />

ömre sünnetdir 111, (339), 351.<br />

örf ve âdet 28.<br />

özr ne demekdir? (130), 172, 264, 274, 276.<br />

özr sâhibi olmak 126, (130), 137, 148, 233, 249.<br />

– P –<br />

Paleontoloji (541).<br />

panteizm=vahdet-i vücûd 92, 93, 94, 768, 935,<br />

(943), 944, 947, 959.<br />

papa 534, 1108, 1189.<br />

papaslar 27, 45, 238, 532, 564, 1019.<br />

para bozdurmak (815), 827, 854, 855.<br />

para çeflidleri 296, (802), 824.<br />

para karfl›l›¤› ibâdet 340, 783, (872), 873, 1023.<br />

parada resm, yaz› 142, (729), 802.<br />

paray› halâl yere harcetmeli 99, (118), 787.<br />

parmak izi (700).<br />

parmakla selâmlaflmak (365), 366.<br />

paflaba¤çe incirliköy câmi’i 1153.<br />

patrona halil vak’as› 1119.<br />

pazarl›k etmek 341, 843, (846).<br />

pazar tekkesi mescidi 1087, 1100.<br />

pekmez 625.<br />

penicilin ilâc› 667, 690.<br />

perhîz etmek (652), 660, 661, 992.<br />

peruk (takma saç) (593).<br />

peygamber gelmesi ni’metdir 23, 31, 34, 41, 92,<br />

(102), 106, 290, 480, 481, (681), 729, 762, 907,<br />

955, 956.<br />

peygamber yan›labilir 48, (505), 506.<br />

peygamberimizin “aleyhisselâm” flefâ’ati 38, 58,<br />

(476), 479, 910.<br />

peygamberimizin yolu 49, (50).<br />

peygamberler harâm olacak birfleyi yapmaz (71),<br />

946, 1188.<br />

peygamberlere inanmak 40, 57, 58, 63, 95, 106,<br />

481, (482).<br />

peygamberlik 18, 41, (481), 486, 748, 750, 760.<br />

pil nedir 556.<br />

piramidon ilâc› kanser yapmakdad›r 626.<br />

piyango çekmek (614), 813, 858.<br />

plâk ile ezân (206).<br />

plutonium bombas› 561.<br />

plutonium ma’deni 556, 557, 561.<br />

polaris denizalt›s› 558, 562.<br />

polaris füzesi 562.<br />

poliçe 833, 860.<br />

pragmatizm (27), 1189.<br />

prezervatif kullanmak 141, 781.<br />

prostat hastal›¤› 126, (670).<br />

proteinler 688, 980.<br />

proton 554, 560, 973, 1138.<br />

protoplazma 975.<br />

pusula ile k›ble ta’yîni 25, (171), 172, 183.<br />

puta tapanlar 66, 238, 411, 431, 452, (462), 476,<br />

479, 483, (529), 570, 628, 728, 736, 737, 769,<br />

907, 1044, 1151, 1157, 1166.<br />

– R –<br />

Râb›ta 113, 457, (904), (922), 1050, (1053), 1055,<br />

1057, 1184.<br />

(râb›tat-ül-âlem-il-islâmiyye) merkezi (471), 1176.<br />

rad ölçü birimi 559.<br />

radar (551), 562.<br />

radium ma’deni 559.<br />

radyoaktiflik sâati 80.<br />

radyo aktivite (549), 550, 556, 559, 560, 1042, 1162.<br />

– 1237 –


adyo izotoplar 557.<br />

radyo dinlemek 100, 605, 724, (725).<br />

radyoda kur’ân-› kerîm, ezân 168, 204, 206, 246,<br />

247, 337, 726, (728), 776.<br />

râhib 564.<br />

rahmet melekleri 240, (989).<br />

rahmet-i ilâhiyye 32, (107), 212, 324, 357, (465), 682,<br />

1035, 1062.<br />

rak› içmek harâmd›r 154, (624), 626.<br />

raks etmek 90, 627, (732), 733, 769, 904, 1085.<br />

ramezân nas›l bafllar 172, (314), 315, 360.<br />

ramezân›n k›ymeti (313), 315, 321.<br />

rasadhâne 1150.<br />

rasyonel ilmler (413).<br />

râflid târîhi 1191.<br />

ravda-i mutahhera 267, (348), 1016.<br />

reaktör 555, 556, 557.<br />

receb ay› (355), 357, 359, 375, 376, 420.<br />

receb ay›n›n ilk cum’as› (355), 357, 375.<br />

reformcular 25, 37, (66), 70, 142, 252, 310, 414, 463,<br />

466, 491, (776), 861, 864, 887, 1043, 1105, 1116,<br />

1136, 1140, 1160, 1170.<br />

regâib kandili 253, (355), 357, 375.<br />

rehn 825, 834, (853), 857.<br />

rek’at (nemâz rek’ati) (121), 253, 254.<br />

renkli elbise giymek (594).<br />

resm bulunan ev 132, 238, 239, (240), 990.<br />

resm yapmak 168, (239), 769.<br />

resmli elbise giymek 238, 239.<br />

resûl ne demekdir (18).<br />

resûle tâbi’ olmak 21, 34, 40, 43, (52), 53, 92, 95,<br />

407, 470, 471, 481, 603, 747, 754, 762, 788,<br />

955, 1111.<br />

resûlîler 119, (532), 729.<br />

resûlullah›n bayra¤› 379.<br />

resûlullah› ziyâret (348), 380, 457, 458, 476.<br />

resûlullah›n dedeleri 375, (386), 388, 390, 740,<br />

1067, 1068, 1069, 1101, 1118, 1123, 1124, 1127,<br />

1128, 1133, 1139, 1151, 1157.<br />

resûlullah›n çocuklar› 380, (1064), 1118, 1126.<br />

resûlullah›n k⤛d istemeleri 505, (506), 507.<br />

resûlullah›n papaslara cevâb› (370).<br />

reflîd olmak (899).<br />

revâtib sünnetler (263), 284.<br />

rezonans enerjisi 555.<br />

r›dâ (586).<br />

r›tl denilen ölçü birimi (133), 323, 516.<br />

r›zk ezelde ayr›lm›fld›r 30, 433, (687), 787, 791, 805.<br />

r›zk gökden iner 74, (688), 1042, 1151.<br />

r›fâi tarîkati (1087).<br />

riyâ 101, 240, 339, 365, (645), 735, (778), 885, 890,<br />

1001, 1049.<br />

riyâzet çekmek 647, (748), 749, 765, 770, 933, 938,<br />

955, 961, 1169, 1185.<br />

robot 558, 987.<br />

roket 552, 558, 562.<br />

roma felsefesi 758, (761).<br />

röntgen ›fl›nlar› (550), 974, 1138.<br />

rub’› dâire (187), 188, 190, 198, 199, 203, 1245.<br />

rûh nakli (84), 85.<br />

rûh nedir? 85, 87, 455, 480, 917, (929), 1183.<br />

rûhânîler 27, (740).<br />

rûhlar tecessüm eder 84, 354, 459, 480, 739, (745),<br />

957, (1016), 1182.<br />

rûhlardan yard›m 84, 85, 395, 421, 454, (459), (480),<br />

739, 745, (922), 957, 993, 1016, (1052), 1081, 1134.<br />

ruhsatla hareket (72), 426, 843.<br />

rûhun fenâs› (918).<br />

rûhun g›dâs› 718, 731, (732).<br />

rûhun hastal›¤› 96, (720).<br />

rukye (783), 873.<br />

rumlar 1190.<br />

rumatizma hastal›¤› (663), 692.<br />

rumeli hisâr› ve câmi’i 1099.<br />

rumeli kava¤› câmi’i 1103.<br />

ruslar›n türkistân› iflgâli 388.<br />

rükn (122), (228), 233, 347.<br />

rükü’ (216), 235, 241, 255, 287, 288, 289, 365, 780.<br />

rüflvet 340, 611, (615), 616, 630, 727.<br />

rü’yâ nedir 87, (88), 989.<br />

rü’yâya güvenmemeli (87), 88, 89, 93, 467, 1000,<br />

1052.<br />

rü’yet (757), 927, 928.<br />

– S –<br />

Sâat ayârlamas› 189.<br />

sâat farklar› 188.<br />

sâat makinalar› 184, (188), 1107.<br />

sâ’ denilen ölçek 133, 303, (323), 337, 1022.<br />

sabâh-akflam düâs› (111), 436.<br />

sabâh nemâz› (176), 194, 202, 273, 275, 276, 281, 284.<br />

sâbikûn [sâb›klar] 530, (913).<br />

sabr 36, 313, 426, 645, 690, 1007, (1017), 1034.<br />

saç boyamak 375, 594.<br />

saç dökülmesi (674).<br />

sadaka vermek 19, 96, 245, 303, 307, (309), 345,<br />

356, 384, 449, 589, 600, 607, (641), 644, 652,<br />

794, 837, 838, 845, 878, 1197.<br />

sadaka istemek 245, (309), 613.<br />

sadaka sevâb› 97, 98, 101, 308, 325, 607, 613,<br />

(641), 644, 840.<br />

sadaka vermiyenler (211).<br />

sadaka-i f›tr 298, 307, (322).<br />

sa’dî tarîkati (1087).<br />

sa¤dan bafllamal›d›r 248, 648, (738).<br />

sahûr vakti 198, (316), 319.<br />

sahv hâli (958).<br />

sa’îd olanlar (680).<br />

sâime zekât hayvan› 299, (306), 307.<br />

saint pierre kilisesi 1108.<br />

sakal boyamak (263), 375, 594.<br />

sakal trafl› 249, (262), (263), 264, 286, 326, 375, 454.<br />

sak›z çi¤nemek (142), 319.<br />

sâlihler (78), 118, 476, 608, 610, 636, 743, 1008,<br />

(1051).<br />

sâlik (87), 515, 517, 911, 912, 929, (933), 949, 955,<br />

1134.<br />

sallanan diflleri ba¤lamak 133, (143), 144.<br />

san’at edinmeli 534, 595, (786), 788, 847, 848.<br />

sandalyada oturarak nemâz k›lmak câiz de¤ildir<br />

(274).<br />

sanem (put) 411, (452), 529, 628.<br />

sap›klar 66, 327, 445, (1043).<br />

sapma aç›s› (171).<br />

sar’a hastal›¤› 127, 620, 737, 740, (741), 998.<br />

sarf sat›fl› (sarrafl›k) 299, 794, (814), 837, 855.<br />

sarg› üzerine mesh 129, 135, (151), 253.<br />

sar›k sarmak 129, (217), 378.<br />

sar›l›k hastal›¤› (656), 666.<br />

sâsânî devleti 1126.<br />

satmas› câiz olm›yan fleyler 612, (808), 809, 810,<br />

811.<br />

sa’y yapmak 339, (344), 345.<br />

se’âdete kavuflmak için 21, 23, 28, 29, 30, 32, 34,<br />

37, 39, 43, 93, 95, 102, 107, (118), 287, 383,<br />

401, 528, (531), 762, 777, 792, 805, 849, 891,<br />

921, (1051), 1052.<br />

sebbiyye f›rkas› 61, (488).<br />

sebebe yap›flmak lâz›md›r 73, 398, (432), 433, (451),<br />

456, 479, 519, 680, 683, 693, (696), 746, 784,<br />

(787), 993, 1015, 1042, 1054.<br />

secâvend (234).<br />

secde (217), 218, 237, 239, 241, 254, 289, 364,<br />

768, 780.<br />

secde yerine yüksek fley koymamal› 217, (218),<br />

– 1238 –


237, 274.<br />

secde-i sehv 147, 202, 216, 224, (227), 255, 261.<br />

secde-i flükr (230).<br />

secde-i tilâvet 100, 103, 201, 207, (229), 255, 724,<br />

1010, 1020.<br />

sedd-i zülkarneyn 1123.<br />

sedef otu 634.<br />

sefâhet (645), 762.<br />

sefer-der-vatan (937).<br />

seferî olmak 147, 172, (221), 225, 226, 293, 325,<br />

471, 901.<br />

sefîh kime denir? (645), 762, 813, 887, 899.<br />

seher vakti 118, 219, (316).<br />

sekr hâli (957), 958.<br />

seks bilgileri 731, (891), 892.<br />

selâmlaflmak 39, 91, 219, (363), 364, 571.<br />

selçûkî devletleri 1074.<br />

selef-i sâlihîn 47, 286, 309, (407), 408, 437, 490, 491,<br />

492, 493, 495, 498, 766, 768, 1013, (1051).<br />

selefiyye (silfiyye) (408), (490), 491, 494, 1117.<br />

selem sat›fl› 794, 795, 800, 807, 814, (821), 856.<br />

selîmiyye k›fllas› ve câmi’i 1168.<br />

semen (fiyât) 97, (794), 797, 798, 800, 801, 802, 810,<br />

855.<br />

semûd kavmi 1128, 1166.<br />

sene bafl›n›n hangi gün oldu¤u (358), 379.<br />

sene bafl›nda tebrîkleflmek (355), 356.<br />

sened yazmak 572, 801, (824), 829.<br />

serhend flehri Hindistândad›r 1120.<br />

serhofl olmak 125, 127, 141, 154, 249, 624, 626,<br />

(627), 879, 880, 881, 998.<br />

serum 977.<br />

setr-i avret 35, 39, 122, 124, 125, 132, 157, (163),<br />

164, 263, 589, (593), 598, 604.<br />

sevâb kazanmak 18, (20), 101, 325, 357, 617, 1048,<br />

(1049).<br />

sevâb neye denir (18), 19, (702).<br />

sev’eteyn 127, 136, (165), 166, 604.<br />

sevk-i tabî’î (405), 646.<br />

sevmenin alâmeti 17, 30, 92, 427, 518, 519, 716,<br />

720, 764, 767, 949, 965, (1036), 1050, 1051.<br />

seyr-i âfâkî ve enfüsî 87, 522, (933), 934, 935, 936,<br />

938, 939.<br />

seyr-i fillah 522, (949).<br />

seyr-i ilallah 934, 939, (949).<br />

seyyidler 376, (377), 1061, 1111, 1169, 1171, 1181.<br />

s›dd›klar 355, (609), 942, 1007.<br />

s›fât-› selbiyye 55, (104).<br />

s›fât-› sübûtiyye 55, (103), 905.<br />

s›¤›r zekât› (306).<br />

s›hhatli olmak 20.<br />

s›k›nt›dan kurtulmak için 229, 427, (742), (784), 993.<br />

s›la-i rahm 167, 302.<br />

s›rât köprüsü 3, 23, (58), 98, 107, 158, 211, 762.<br />

s›tma hastal›¤› 692, (695).<br />

sidre-tül müntehâ 354, (420).<br />

sigara içmek 54, 124, 125, 246, 598, (629), 646, 647,<br />

985, 986, 1093, 1097, 1102, 1106, 1123, 1127,<br />

1136, 1184.<br />

sigortac›l›k 309, (874).<br />

sîh kâfirleri 411.<br />

sihr (büyü) 483, 739, 741, (747), (748), (782), 783,<br />

784, (890), 908, (993), 1151.<br />

silâh yapmak farzd›r 546.<br />

silis-ül-bevl hastal›¤› (128), 672.<br />

silsile-i aliyye 783, (969), 970, 993.<br />

simâ’ 90, 627, 721, (767), 904, 1062, 1174.<br />

sinan pâfla câmi’i 1137.<br />

sinemaya gitmek 605, 730.<br />

sinir hastal›¤› 601, (669), (784), 993.<br />

sirkatin cezâs› 276, (881).<br />

sis 85.<br />

siyâh bafll›k ve elbise 378, (593).<br />

siyâh derili olmak kusûr de¤ildir (376).<br />

siyer kitâblar› (374).<br />

skolastik ilmler (413).<br />

snap atom pili 558.<br />

sôfîler 90, (486).<br />

sôfiyye-i aliyye (91), 103, 390, 395, (749), 751, 761,<br />

943, 944, 1119, 1144.<br />

sohbetin fâideleri 4, 93, 118, 402, (515), 517, 755,<br />

(1053), 1112, 1126, 1140, 1147, 1158, 1168.<br />

son nefes 108, 715, (988).<br />

sormas› câiz olm›yan fleyler (740).<br />

sosyal adâlet 309, (523), 535.<br />

sosyalizm (523), 528, 792, 1125, 1130.<br />

sömürücülük 523, (527), 860, 864.<br />

söz tafl›mak [dedi-kodu] harâmd›r 39, 107, (115),<br />

168, 782, (1014).<br />

spektroskopi 548, 551, 559.<br />

spor-toto (615).<br />

sputnik 972.<br />

stronsium ma’deni 558.<br />

su buhâr› 85, 971.<br />

suç ne demekdir 253, (519), 537.<br />

sular›n çeflidleri 156, (160), 161.<br />

sultân ahmed câmi’i 347, 1071.<br />

sultân selîm câmi’i 1067, 1167, 1173.<br />

sun’î ilkah (605).<br />

sun’î kat› ya¤lar (656), 657.<br />

sun’î peyk 25.<br />

sûret (86).<br />

surre alaylar› 1144.<br />

süâl hakd›r (58), 762, 780, 841.<br />

süâl melekleri 58, 73, (107), 762.<br />

sübhâ nemâz› (124).<br />

sübhâne rabbike âyeti 219, (392).<br />

süftece havâlesi (834).<br />

sühreverdî tarîkati (1087).<br />

sû’i zan (29), 99, 453, 517, 610, 612, 958.<br />

süleymâniyye câmi’i 1173, 1197.<br />

sülfamid ilâclar› 666, 671, 692.<br />

sülûk 902, 919, (933), 936, 937, 954, 955, 956, 961,<br />

1064.<br />

sünbül efendi câmi’i 1174.<br />

sünen-i hüdâ (52), 240, 263, 264.<br />

sünen-i zevâid (52), 240, 263, 264, (357).<br />

sünnet neye denir? 18, 49, (52), 69, 230, 240, 263,<br />

286, 357, 465, 471, 476.<br />

sünnet olmak (21), (167), 263, 378, 420, 890.<br />

sünnet nemâzlar› ne demekdir 276, (279), 280, 281,<br />

282, 285, 287.<br />

sünnet yerine kazâ k›lmal›d›r 276, 278, (280), 281,<br />

282, 283, 285.<br />

sünnete yap›flmak 18, 52, 215, (286), (401), 473,<br />

766, 1170.<br />

sünneti be¤enmiyenler 18, 52, 249, 280, (287),<br />

(768).<br />

sünnet kazâ edilmez (273), 275.<br />

sünneti terk edenler 52, 123, 251, (275), 287, 316,<br />

(768).<br />

sünneti terk etmek için özr 157, 262, (277), 316.<br />

sünnî olan müslimânlar 22, 23, 89, 270, 439, 492,<br />

(1043).<br />

sürme çekmek 164, 356, 375, (693).<br />

süryânîler (490), 1166.<br />

süslenmek 593, (594), 603, 620, 781, 869.<br />

süt kardefllik 134, 159, 167, 569, 570, (586), 869.<br />

sü’ûdi arabistân 1143, 1174.<br />

– fi –<br />

fia’bân ay› (357), 359.<br />

flafak 178.<br />

flâfi’î imâma uymak 228, (250).<br />

– 1239 –


flâfi’î mezhebi 50, 71, 101, 122, 123, 126, 135, 136,<br />

140, 141, (146), 153, 154, 157, 166, 178, 211,<br />

214, 215, 221, 222, 223, 253, 271, 280, (288),<br />

296, 303, 322, 323, 324, 336, 341, 477, 570,<br />

581, 582, 584, 586, 590, 598, 602, 604, 619,<br />

637, 738, 770, 825, 844, 853, 854, 872, 882,<br />

889, 998, 1003, 1175.<br />

flâfi’î mezhebini taklîd 71, 72, 133, (134), (135),<br />

136, 140, 145, (146), 172, 250, 296, 341, 581,<br />

590, 602, 882, 901.<br />

flâhid olmak 159, 194, 284, 315, 566, 567, 573,<br />

587, 805, 828, (884), 886.<br />

flâh sultân câmi’i 1167.<br />

flâhzâde bafl› câmi’i 1137, 1173, 1176.<br />

flakî olanlar (680), 1073, 1121.<br />

flakk-› sadr hâdisesi (354).<br />

flâm rumlar›n›n müslimân olmas› 532, 1096.<br />

flâmânîler (483).<br />

flâmda ümeyye câmi’i 1110, 1122, 1190.<br />

flapka kânûnu [m. 1925].<br />

flark› söylemek 357, 728, (731), 733, 769.<br />

flart ile söylenen fleyler 282, 330, 568, 573, 583, 811,<br />

815, (819).<br />

flâzilî tarîkati (1087), 1093, 1143.<br />

flefâ’at 58, 107, 286, 385, 438, 451, 457, (475),<br />

476, 477, 478, 785, (910).<br />

flehîd kime denir? 290, 438, (998), 1034.<br />

flehîd sevâb› kazananlar 219, 286, 290, (397), 695.<br />

flehremini câmi’i 1099.<br />

flehvet (164), 166, 167, 168, 530, (628), 681, 721,<br />

781, 950.<br />

fleker hastal›¤› (657), 658.<br />

flemsi pâfla câmi’i 1131, 1178.<br />

flerâb içmek ve kullanmak harâmd›r 487, 613, 618,<br />

(624), 626, 627, 808, 809, (880), 888, 890, 898,<br />

998.<br />

flerâb necsdir 154, 155, (624), 626, 627.<br />

flerîfler (377), 1107.<br />

fley ne demekdir? (964).<br />

fleyhayn kimlerdir? (60), (324), 516, 821.<br />

fleyh-ul hadîs (423).<br />

fleytân nedir? 64, 95, (738), 739, 932.<br />

fleytân tersi reçinesi (742).<br />

fleytân›n aldatmas› 32, 72, (89), 95, 111, 164, 211,<br />

279, (280), 428, 470, 513, 701, 739, (741), 776,<br />

787, 848, 990, 1052, 1054, 1109.<br />

fl›k giyinmek (20).<br />

flifâ âyetleri ve düâlar 65, 783, 784, (992), 1113.<br />

flî’î f›rkas› (61), 122, 217, 220, 269, 364, 416, 434,<br />

(701), 1043, 1060, 1098, 1111, 1116, 1174, 1175,<br />

1183.<br />

flî’î kitâblar› 50, (61), (765), 1085, 1180.<br />

flî’îlere nasîhat kitâblar› 61, 509, (512), 1077.<br />

fli’r okumak 33, 44, 246, 378, 718, (730), 731, 733,<br />

1188.<br />

flira içmek 155, (624).<br />

flirk 54, 76, 373, 436, (452), 529, 628, 769, (778),<br />

784, 907.<br />

flirketler (865).<br />

fliflmanl›k perhîzi 669.<br />

flöhretde âfet vard›r 101, 165, 594, (1062).<br />

fluâ’ (›fl›n) nedir? 548, 549, 550, 559, 560, 759.<br />

flübheli fleyler 30, 96, 99, 118, 127, 158, 228, 365,<br />

(607), 608, 610, 611, (623), 633, 849.<br />

flüf’a hakk› (536), 818.<br />

flühûd-i hak 373, (763), 764, 931, 956.<br />

flükr (4), 98, 100, 111, 118, 429, 640, 642, 716,<br />

752, 785, (938), 940, 1017, 1035.<br />

flükr düâs› (111).<br />

flükr kurban› 339.<br />

flükr nemâz› 349.<br />

flükr secdesi (230), 331.<br />

flükr islâma uymakd›r 4, (102), 785.<br />

– T –<br />

Tâ’at (19), 20, 1159.<br />

tabî’at kuvvetleri 25, 82, (117), (432), 433, 747,<br />

1041.<br />

tabîb-i hâz›k 130, 149, 320, (618), 632, 809.<br />

tâbi’în 66, 441, 464, 490, (492), (495), 511, 516,<br />

564, (768), 1046.<br />

tabî’iyyeciler 22, 81, 117, 409, 433, (758).<br />

tabut 997, 998, (1003), 1004, 1005.<br />

tâc mahal 1167.<br />

ta’dîl-i erkân 63, 77, 227, 287, (289), 1064.<br />

ta’dîl-i zemân (184), 193.<br />

tafdîliyye f›rkas› (61).<br />

ta¤rîr [aldanmak] (807).<br />

tahâretlenmek 123, 133, (157).<br />

tahkîm yolu ile da’va açmak 884.<br />

tahrîme [iftitâh tekbîri] (215), 255, 282.<br />

tahta minâre câmi’i 1100, 1180.<br />

tahvîl senedi [obligasyon] 292, (859).<br />

takdîm ve tehîr ile nemâz (172), 223.<br />

takvâ (96), 99, 100, 113, 136, 300, 443, 611, 630,<br />

782, 949, 998, 1049, (1053), 1062.<br />

takvîm kullanmak 172, (194), 198, 316, 317, 360,<br />

379.<br />

takvîmi Celâlî 1134.<br />

talâk 331, 335, 336, 435, 574, (580), 581, 582, 583,<br />

584, 588, 605, 898.<br />

Tanr› ismini söylemek (431).<br />

tanr› ne demekdir 56, 371, (431).<br />

tansiyon yükselmesi 654, 693, (978).<br />

tanzîmat 1047, 1048, 1063.<br />

tarafeyn kimlere denir (234), 801, (830), 831, 861.<br />

târîh kitâblar› 5, 512, 513, (515), 1114.<br />

tarîkatc›lar 7, 9, (112), 766, 768, 1053, (1058), 1062.<br />

tarîkat, tesavvuf demekdir 53, 766, 771, 933, (949),<br />

953.<br />

tâ’ûn (vebâ) 696, 998, (1034), 1035, 1147.<br />

tavâf yapmak 140, 142, (344), 345, 346.<br />

ta’vîz ile tedâvî (783).<br />

tavflan yimek günâh de¤ildir (620), 650.<br />

tavuk hastal›¤› 651.<br />

tayf (spektr) 548, 549, 551, 1130.<br />

ta’yîn edilen mal 569, (793), 795, 802, 814, 836,<br />

851.<br />

tayyârede nemâz, otobüsdeki gibidir (172).<br />

ta’zîr cezâs› 39, 244, 319, 879, (884), 885, 886,<br />

887, 888, 894, 989, 998.<br />

ta’ziye (1006), 1017.<br />

tazmîn etmek (97), 292, 303.<br />

te’ayyün eden mal 569, (794), 803, 814, 836, 855.<br />

te’ayyün-i evvel 960.<br />

tebe-i tâbi’în 464, 490, (495), 511, 564.<br />

teberrî etmedikce tevellî olmaz (92).<br />

teberru’ 876, (877).<br />

teblîgutcemâ’a f›rkas› (499).<br />

tebzîr nedir (640).<br />

tecdîd-i îmân ve nikâh (436), 566, 731.<br />

tecellî 50, (373), 753, 763, 917, 933, 934, 938, (959),<br />

1166, 1171.<br />

tecessüs harâmd›r (612).<br />

tecribî ilmler 24, 25, 42, 533, (1043).<br />

tecvîd ilmi 248, 253, 397, (729), 731, 1010.<br />

tedâvî sünnetdir 618, (652), 693, 782, (992).<br />

tefekkür 99, 100, (903).<br />

tefsîr kitâblar› 23, 45, 47, (413), 414, 415, 416, 417,<br />

418, 461, 471, 475, 887, 1082, 1170.<br />

tefsîr nedir 44, (45), 461, 471, (475), 886, 887, 1054,<br />

1208.<br />

tefvîd yolu ile, kad›n boflanma¤a hak kazan›r 568,<br />

(582), 583.<br />

tegannî harâmd›r 204, 245, (718), 721.<br />

tegannî ile Kur’ân okumak 204, 206, 233, 245, 248,<br />

– 1240 –


432, 722, (728), 1009.<br />

tegannî ve müzik 115, 233, 432, (718), 731, 1009.<br />

teharrî [anlamak için arafld›rmak] (622).<br />

teheccüd nemâz› 77, (110), 111, 265, 284, 290.<br />

teh›yyet-ül-mescid nemâz› 219, (245), 283, 349.<br />

tehlükeden kaç›nmal› 631, (782).<br />

tekbîr okumak 115, (209), 215, (266), 356, 733,<br />

1124.<br />

tekkeler (112), 731, 744, 908.<br />

tekrar dirilme¤e inanm›yanlar 27, (84), 487.<br />

telefon etmek âdâb› (365).<br />

tele idâreli âletler 558.<br />

televizyon 100, 168, 355, 730.<br />

telfîk-i mezâhib 44, 72, 445, 464, 468, 470, 602, 843,<br />

(889), 1061.<br />

telkîn (1006), 1007.<br />

temîme (nazarl›k) 784.<br />

te’mînât mektûbu (830), 831.<br />

temizleme fleklleri 153.<br />

temizlik îmândand›r 20, 262, 649, 989, (1046).<br />

temkin zemân› 186, 188, 192.<br />

temlîk etmek 574, 582, (583).<br />

tenâsuh yokdur 84, (85), 700, 737, 745.<br />

tenbellik 30, 283, 528, 610, 645, (646).<br />

teneffüs organ› 979.<br />

tenvîr dâiresi 183.<br />

teori (81).<br />

ter, art›k gibidir (162).<br />

terâvîh düâs› (243).<br />

terâvîh nas›l k›l›n›r 214, (243), 284.<br />

terâvîh nemâz› sünnetdir (243), 313, 314.<br />

terâvîh nemâz›na kazâ niyyet ederek k›lmal› (277).<br />

terâzi (58), 107.<br />

termik nötronlar 555, 556, 557.<br />

tersâne 1100, 1167.<br />

tersâne câmi’i 1153.<br />

tertîb sâhibi (272).<br />

terviye günü 339, 345, (356).<br />

tesarruf sâhibleri (751).<br />

tesavvuf büyükleri 50, 90, 91, 420, 517, 744, 746,<br />

749, 750, (754), 909, 949, 1052, 1053, 1062.<br />

tesavvuf dereceleri 86, 87, 95, (748).<br />

tesavvuf nedir 10, 50, 53, 90, 96, 112, 413, 486, 640,<br />

(768), 771, 919, 935, 1063.<br />

tesavvuf serhofllu¤u 517, 627, (957), 958, 1105.<br />

tesavvuf yolu ikidir 95, 486, 919, 948, (953), 1063.<br />

tesbîh kullanmak (240).<br />

tesbîh okumak (111), 356.<br />

teslîs (trinite) (43), 372, 1080, (1097), 1128.<br />

teflrîk tekbîrleri 115, 255, (266).<br />

tevâtür (782), 883.<br />

tevâzû’ (tevâdu’) 178, (752), 932, 1134.<br />

tevbe etmek farzd›r (64), 65, 67, 68, 96, 97, 276, 356,<br />

363, (531), 732, 989.<br />

tevbe nas›l olmal›? 59, 65, (67), 97, 272, 276, (277),<br />

284, 770, 923, 991.<br />

teveccüh 85, (459), 746, 751, 935, 1015, (1016),<br />

1018, 1067, 1147, 1154, 1166, 1171.<br />

tevekkül 524, (677), 682, 687, 690, 696, 933.<br />

tevessül etmek 395, (448), 450, 479, 495, (1016),<br />

1055.<br />

tevfîk›yye câmi’i 1132.<br />

tevhîd (678), 768.<br />

tevhîd düâs› (1248).<br />

tevhîd-i flühûdî (961).<br />

te’vîl 9, 23, 83, 389, 390, 403, 414, 435, (472), 492,<br />

754, 771.<br />

teyemmüm câiz olan fleyler (150).<br />

teyemmüm ne zemân yap›l›r 125, 130, 141, 146,<br />

(149), 150, 159, 162, 165, 223, 275.<br />

teyemmümün bozulmas› 128, (149), 150.<br />

teyemmümün farzlar› (149).<br />

teyemmümün sünnetleri (150).<br />

teypde kur’ân-› kerîm 99, 100, 247, (726).<br />

tezek 155, 245, (612), 619.<br />

tezekkür-i mevt 922, (988).<br />

tezkiye (933), 936, 939.<br />

thorium ma’deni 556, 559.<br />

t›b fakültesi 532, 1131.<br />

t›marhâne 1150.<br />

t›rnak kesmek 127, 132, (262), 264, 326, 343, 995.<br />

ticânî tarîkati (1088), 1183.<br />

ticâretde adâlet 611, 787, 788, (840), 845.<br />

ticâret eflyâs›n›n zekât› 293, (294).<br />

tîmûr devleti 532, 1080, (1183).<br />

tiryak (619).<br />

tivele nedir? (784).<br />

tokmak dede 1103.<br />

tophâne çeflmesi 1127.<br />

topkap› câmi’i 1100.<br />

topkap› serây› 1059.<br />

toprak sâhibi olmak 304, (305).<br />

transistör 558, 987.<br />

trafl olmak 127, 132, (262), 263, 344, 346.<br />

trende nemâz 172, 215, (223).<br />

triton denizalt›s› 558.<br />

tritium denilen madde 557.<br />

triyod lâmbalar› 987.<br />

tu¤ra (621).<br />

tumânînet 110, 287, 288, (289), 768, 780.<br />

tüb bebek harâmd›r (605).<br />

tüccâr olmak (789), 790.<br />

türbelere mum, bez adamak 333, 334.<br />

türbe yapmak 241, (452), 453, 1004.<br />

türk bayra¤› (52).<br />

türkçe kur’ân olur mu? (46), 723.<br />

türkiye gazetesi 162, 187, 203, 529, 654.<br />

türk kabîleleri 431, (533), 1157.<br />

türklerin islâmiyyete hizmeti 431, (533).<br />

tütün içmek 54, 124, 125, 246, 598, (629), 646,<br />

647, 985, 986, 1093, 1097, 1102, 1106, 1123,<br />

1127, 1136, 1184.<br />

– U –<br />

Ubûdiyyet (943).<br />

ucb, ibâdetini be¤enmekdir (429), 739.<br />

ufk-› fler’î (181), 186, 187.<br />

u¤ursuzluk yokdur 687, 739, (782).<br />

uhud gazâs› 356, 519, 1065, 1068, 1095, (1106),<br />

1110, 1165, 1182, 1187.<br />

uknum 501, 1155, (1161).<br />

ukûbât (cezâlar) 438, 831, (879).<br />

ulemâ-i râsihîn 53, (754), 763.<br />

ultraviyole ›fl›nlar 549, 1049.<br />

ulul’azm peygamberler 426, (482), 904, 952.<br />

ulûm-i islâmiyye 25, 402, (413), 1043.<br />

umûm-› belvâ (302).<br />

unkapan› köprüsü 1131.<br />

unutmak özrdür 151, (273), 275, 318.<br />

uran bombas› 561.<br />

uran pili 561, 563.<br />

uranium ma’deni 549, 554, 555, 556, 557, 560, 561.<br />

urûc (764), 905.<br />

urûz denilen eflyâ 293, 298, 323, (793), 808, 821,<br />

856, 865.<br />

uflâkî tarîkati (1088).<br />

uflur (uflr) vermek 118, 293, (303), 304, 310, 869,<br />

900.<br />

uflur vermiyenler 100, 211, 311.<br />

uykuda görünen fleyler 87, 89.<br />

uykunun ibâdet olmas› 20, 113.<br />

uyuflturucu maddeler 274, 618, 626, (632), 637.<br />

uzunluk ölçü birimleri 221.<br />

– 1241 –


– Ü –<br />

Ücret 292, 611, 791, (869), 873.<br />

ücret karfl›l›¤› ibâdet 252, (341), 783, 784, 871,<br />

1022, 1023.<br />

ülûhiyyet s›fat› 27, 103, 327, (452), 487, 529, (906),<br />

948.<br />

ülül’emre itâ’at 533, 629, (631).<br />

ülül-emr kimlerdir? (397), 398, 631.<br />

ümeyye câmi’i (1110), 1122, 1190.<br />

ümmet 43, (408), 476, 910.<br />

ümm-i veled câriye 577, (809).<br />

ümm-ül-kitâb (698), 964.<br />

ünesco teflkilât› 1102.<br />

üniversiteliye cevâb (73).<br />

üsküdar iskele câmi’i 1137.<br />

üsküdar kaptanpâfla câmi’i 1119.<br />

üstâd hakk› 90, 92, (401).<br />

üstün kime denir? 108, (516), 1140.<br />

üstürlâb [Rub’-› dâire] (187), 1245.<br />

üsûl haberleri (268), 269, 480.<br />

üsûl-i hadîs ilmi (413), 417, 418.<br />

üveysî olmak 455, (957), 1052, 1055, 1189, 1197.<br />

üzücü haber iflitince 231, (427), 1006.<br />

– V –<br />

Vâcib ne demekdir (52), (230), 275, 279, 322, 324,<br />

382, 471, 616.<br />

vâcib-ül-vücûd 55, (103), 116, 906, 907, 943.<br />

vahdet-i vücûd (panteizm) 92, 93, 94, 768, 936,<br />

(943), 944, 959, 961.<br />

vahy 43, 58, 355, (505), 506, 507, 693, 1196.<br />

vakf 19, 241, 304, 612, 808, 811, (861), 877, 1033.<br />

vâk›ât haberleri (268), 271.<br />

vakt, nemâz›n flart› de¤il, sebebidir 122, (179).<br />

vaniköyü câmi’i 1188.<br />

vârisden mal kaç›rmak (816).<br />

vasatî sâati ezânîye çevirmek 195.<br />

vasî ta’yîni 308, 341, 797, 839, (899), 1019, (1029).<br />

vas›yyet 274, 320, 322, 326, 340, 387, 477, 839,<br />

(899), 989, 1019, 1020, (1028), 1029, 1033, 1159.<br />

vasl-› uryâni (87), 936, 940.<br />

vatan nedir? 89, (224).<br />

vatan sevgisi 420.<br />

va’z dinlemek 20, (246), 249, 885.<br />

vazîfe ne demekdir? 102, (430).<br />

vazîfenin birincisi 20, 22, 25, 37, 63, (69), 99, 103,<br />

109, (288), 382, 430, 481, 537, 546, 579, 615,<br />

759.<br />

vazîfeden isti’fâ etmemeli 271, (787).<br />

vebâ hastal›¤› 696, (1034), 1096, 1147.<br />

vecde gelmek 627, 721, (731), 754.<br />

vedâ hacc› 388.<br />

vedî’a 97, 363, 536, (605), 794, 831, 837, 863.<br />

vefâ ile bey’ (814).<br />

vehhâbî 106, 220, 347, (447), 453, 454, 455, 459,<br />

460, 461, 471, 484, 717, 747, 777, 1043, 1071,<br />

1117, 1119, 1131, 1143, 1168, 1173, 1176, 1184.<br />

vehhâbîlerin Tâif katl-i âm› 1060.<br />

vehm mertebesi 521, 905, 925, (926), 930, 944,<br />

948, 969.<br />

vekâhet [hayân›n az olmas›] (891).<br />

vekâlet 159, 799, 829, (834), 866, 900.<br />

vekîl tutmak 259, 293, 308, 325, 338, 340, 341,<br />

566, 572, 611, (835), 837, 853, 866.<br />

veled-i zinâ 249, 578, 591, (605).<br />

velî (evliyâ) 49, 78, 85, (113), 338, 445, 448, 455, 456,<br />

486, 747, 949, 1050, (1051), 1053, (1057), 1140,<br />

1148, 1187, 1188.<br />

velîlik 292, 322, (797), 893, 1000, 1019.<br />

velînin nikâh yapmas› (565), 572.<br />

velî öldükden sonra da iflitir 1015, (1057).<br />

vera’ (96), 98, 99, 251, 607, 608, 609, 630, 631, 782,<br />

(1053).<br />

verâset i’lâm› ç›karmak 1024.<br />

verem hastal›¤› (672), 1049.<br />

veresiyye sat›fl 799, (800), 835, 847, 849, 856.<br />

vergileri ödemelidir 28, 29, 37, 96, 438, 790, (872).<br />

versay serây› 1046.<br />

veseniyye (410), 578, 628.<br />

vesîle aramak 401, 453, (457), 479, 922, 949, 992,<br />

993, 1055, 1134.<br />

vesk denilen ölçü (304).<br />

vesvese fenâd›r 126, 127, 155, 228, 428, (608),<br />

609, 610, 619, 738, 890, 965, 1064.<br />

vicdânî fleyler 93, 94, 939, (965).<br />

vilâyet nedir? 50, 53, 428, 764, 902, 934, (949),<br />

950, 952, 1064.<br />

virüs (983).<br />

vitaminler (676).<br />

vitr nemâz› 121, (228), 255, 273.<br />

viyana (hofbibliyothek) kütübhânesi 1080.<br />

vücûd s›fat› 755, (963).<br />

vücûd-i vehmî 412, 926, 931, (944), 945.<br />

– Y –<br />

Yabanc› dil ö¤renmeli (534), 1048.<br />

yabanc› kad›na bakmamal› 64, 98, 99, 163, (164),<br />

165, 166, 167, 570, 578, 600, (780), 901.<br />

yabanc› kad›nla konuflmak (164), 165, 166, 167,<br />

720, (721).<br />

ya¤mur düâs› (‹slâm ahlâk› kitâb›nda uzun yaz›l›d›r)<br />

450, (451), 457.<br />

yahova (yehve) flâhidleri 36, (490).<br />

ya’kûbiyye, h›ristiyanlar (490), 1089.<br />

yalan harâmd›r 18, 39, 99, (115), 140, 334, 338,<br />

(781), 841, 892.<br />

yalan yere yemîn (334), 337, (338), 841.<br />

yan›k (674).<br />

yara üzerine mesh 127, 129, (130).<br />

yaratmak Allaha mahsûsdur 3, 4, 56, 66, 80, 82, 105,<br />

116, 373, 403, 411, (432), 433, 434, 435, 451,<br />

(456), 478, 479, 680, 683, 963.<br />

yard›m cem’iyyetleri 308, (877).<br />

yar›fl etmek (614).<br />

yasaklamak [hicr] 645, 790, 827, (897), 898.<br />

yasîn sûresi 477, 479, 714, 723, (990), 991, 998,<br />

1008.<br />

yatmak âdâb› (65), 127, 365, 378, 649.<br />

yats› nemâz› 121, (178), 194.<br />

yâ-vedûd câmi’i 1103.<br />

yaz›n›n târîhcesi 450, (1069).<br />

ye’cûc me’cûc (62), 1123.<br />

yedikule câmi’i 1099.<br />

yedikule zindanlar› 1128.<br />

yehûdîler 22, 27, 35, 42, 94, 241, 262, 265, 365, 366,<br />

382, 411, 529, 537, 578, 770, 888, 969, 1005,<br />

1018, 1122, (1190), 1194.<br />

yehûdîlerin islâm düflmanl›¤› 61.<br />

yemâme cengi 1013, 1068, 1090, 1091, 1105,<br />

(1152), 1163, 1187.<br />

yemîn 330, (334), 337, 338, 841.<br />

yemîn keffâreti 320, 330, 331, (334), 335, 853.<br />

yemîn nas›l yap›l›r? (334), 335, 336, 337, 338.<br />

yeni câmi’ 1133, 1153, 1184.<br />

yeniçeri askerleri 1103, 1131, (1143), 1168.<br />

yeni vâlide câmi’i 1071.<br />

yeralt› câmi’i 1136.<br />

yer çekimi kuvveti 58.<br />

yer küresinin dönmesi 82, (189), 537, 538, 972,<br />

1048, 1102, 1127.<br />

yer küresinin ömrü (79), 80, 116.<br />

yermük gazâs› 1065, (1090), 1096, 1110, 1165,<br />

(1187).<br />

yeryüzünde en k›ymetli yer 245, (267).<br />

– 1242 –


yeryüzündeki diller 376.<br />

yetîmler 688, 699, (888), 899, 901, 1029.<br />

yetmifliki f›rka 63, 66, (68), 103, 433, 1161.<br />

yetmiflüç f›rka 54, 63, (68), 408, (419), 1180.<br />

yezîdîler (489), 887.<br />

y›lan öldürmek (240), 684.<br />

y›lbafl› 355, 358, 379, (761), 1086, 1139, 1177.<br />

y›ld›zlar birinci semâdad›r (82), 553, 972.<br />

y›ld›zlara tapanlar 239, 431, 462, (483), 489, 1044,<br />

1189, 1195.<br />

yime¤i, içme¤i harâm eden sebebler (630), 1029.<br />

yimek, içmek âdâb› 110, 112, 141, 290, 378, 619,<br />

620, 643, (648), 649, 650, 651.<br />

yimekden sonra düâ 218, (651).<br />

yimesi harâm etler 155, 162, 325, (619), (623), 635,<br />

779, 813.<br />

yimesi ve kullanmas› günâh olanlar 156, (618), 626,<br />

629, 635.<br />

yobaz 8, 81, (244), 473, 542, 758, 1056.<br />

yol kesmek 610, (882), 885, 999, 1107.<br />

yolcular birini emîr seçmelidir (226).<br />

yolculukda abdest almak 149.<br />

yolculukda iki nemâz› birlikde k›lmak 134, 135, (172).<br />

yolculukda nemâz 172, (221), 222, 223, 224, 225,<br />

226, 256, 271.<br />

yolda sat›c›l›k (pazarda sat›c›l›k) 818.<br />

yorgunluk (984).<br />

yunan felesoflar› 84, 117, 488, 926, 931, 944, 1048,<br />

(1078), 1097, 1171.<br />

yürürken nemâz k›l›nmaz (222).<br />

yûfla’ mescidi 1152.<br />

yüzük takmak 124, 143, 146, 378, (620), 621.<br />

yüzün güzel olmas› (628), 1140.<br />

– Z –<br />

Zâhid 53, (486), 1094.<br />

zâhiriyye mezhebi 1114.<br />

zâlime beddüâ etmemelidir 90, (692).<br />

zâlime karfl› yalan câizdir (337), 398.<br />

zâlimler 38, 310, 353, 365, 444, 519, (524), 525,<br />

(609), 610, 611, 846, (849), 1086, 1130, 1154,<br />

1190.<br />

zal mahmûd pâfla câmi’i 1167, 1173.<br />

zann-› gâlib 151, 155, 156, (159).<br />

zann›n ibâdetde yeri 151, 156, 159, (162), 172.<br />

zarar-› fâhifl 151, (818).<br />

zararl› hayvan öldürülür (39).<br />

zararl› fleylerden sak›nmal› 93, 232, 240, 247, (635).<br />

zarûret ne demekdir 71, 134, (135), 143, 144, 145,<br />

222, 302, 428, 593, (594), 618, 647, 852, 859.<br />

zât-i ilâhî 86, 101, (103), 373, 914, 917, 927, 935,<br />

938, 959, (963), 968, 970.<br />

zehr 618, 620, (984).<br />

zehrli gazlardan korunma (986).<br />

zekâ (405), 406, 1189.<br />

zekât kime verilir? 71, (307), 308, 309.<br />

zekât mal› artd›r›r 309, (641).<br />

zekât nas›l verilir? 97, 100, 293, 301, 302, 303,<br />

(308), 333, 342, 611, 835, 838, 870.<br />

zekât vermiyenler 64, (111), 211, 276, 279, 310,<br />

(311), 312, 322, 1126.<br />

zekât›n ehemmiyyeti 21, 64, 92, 100, 111, 211, 302,<br />

310, (311), 312, 527.<br />

zellet-ül-kâri’ (233).<br />

zekeriyya sofras› (334).<br />

zelzele (696).<br />

zemâna uymak (67), 113, 533, 604, 611, (805), 862.<br />

zemherîr so¤uk azâb› (108), 739.<br />

zemzem kuyusu 246, 344, (347), 1123.<br />

zemzem suyu 151, 160, (354), 649, 996, (1128).<br />

zencîler 376.<br />

zengin olmak 323, (324), 593, 641, 875.<br />

zerre îmân› olanlar 58, 59, (910).<br />

zevâl mahalli dâireleri (181), 182.<br />

zevâl vakti 178, (182), 191.<br />

zevâid sünnetler (52), 357.<br />

zevcenin hakk› 34, 136, 322, 337, 340, 342, 346,<br />

588, 598, (600), 628, 791, 901, 997, 1029.<br />

zevce dö¤ülmez 115, 592, (600), 889, 895.<br />

zevcin hakk› 115, 140, 340, 342, 357, (590), 598,<br />

888.<br />

zeydiyye f›rkas› (61), 467.<br />

zeyneb sultân câmi’i 1071.<br />

zeyniyye tarîkati (1087), 1197.<br />

zeyrek kilise câmi’i 1185.<br />

z›hâr (584).<br />

z›l tecellîleri 86, 101, 373, 764, (931), 935, 938,<br />

(939), 948.<br />

z›nd›k kimdir? 8, 29, (50), 51, 81, 93, 94, 119, 166,<br />

(414), 445, 462, 463, 473, 487, 541, 543, (758),<br />

862, 887, 955, 1043.<br />

zikr ne demekdir 78, 112, 115, (747), 765, 777,<br />

(903), 904, 910, 921.<br />

zikr-i hafî, zikr-i cehrî 90, 401, 767, (903), 921, 1174.<br />

zilhicce ay› 326, 339, (356), 357, 375.<br />

zimmî 29, (39), 293, 304, 307, 364, (437), 439, 592,<br />

595, 602, 613, 782, 810, 812, 817, 856, 874,<br />

880, 888, 891, 893, 897, 1011, 1027.<br />

zinâ 39, 64, 98, 164, 357, 387, 487, 570, 578, 607,<br />

627, 637, (780), 875, (879), 891, 893, 914.<br />

zînet eflyâs› 297, 593, (594), 603, 620, 622, 869.<br />

zirâ’at [çiftçilik] 24, 526, 528, 783, 786, 826, 860,<br />

(868), 877.<br />

ziyâfet vermek (365), 574, (643), 720.<br />

ziyâret 91, 339, 348, 356, (365), 597, (699).<br />

ziyân›n sür’ati (202).<br />

zooco¤rafî (83).<br />

zrâ’ ölçüsü 149, (221), 222, 845.<br />

zulm 5, 30, 37, 39, 76, 91, 403, 430, 438, 519,<br />

(535), (611), 613, 640, 642, 817, 841, 881, 896,<br />

914, 988, 998, 1154.<br />

zühd 60, (96), 99, (686), 770, 792.<br />

zülkarneyn seddi 1123.<br />

zünnâr denilen kufla¤› ba¤lamak (232), 869.<br />

züyûf para (302), 793, 824.<br />

Kıl nemâzı, elin harâma salma,<br />

çok yaşarım, dünyâ hep kalır sanma!<br />

Beş nemâza sarıl, gençlik çağında!<br />

Ekdiğini biçersin, Cennet bağında.<br />

İki kişi ölümü hâtırlamaz,<br />

harâm işler, biri de nemâz kılmaz!<br />

Birgün gelir, tutmaz olur bu eller,<br />

söyliyemez, Allah demeyen diller!<br />

– 1243 –


Temkin Cedveli<br />

Sıfır dereceden altmış derece arzına kadar ve yirmibeş metre fark ile, beşyüz metre<br />

irtifâ’a kadar hesâb olunmuş temkin cedveli.<br />

Birinci satırdaki rakamlar arz derecelerini göstermekdedir.<br />

İrtifâ’<br />

(m)<br />

0 3 6 9 12 15 18 21 24 27 30 33 36 39 42 45 48 51 54 57 60<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

dak<br />

sn<br />

0<br />

3 49<br />

3 49<br />

3 51<br />

3 53<br />

3 55<br />

3 58<br />

4 02<br />

4 06<br />

4 12<br />

4 20<br />

4 29<br />

4 42<br />

4 57<br />

5 13<br />

5 33<br />

5 57<br />

6 28<br />

7 09<br />

8 06<br />

9 25<br />

11 44<br />

25<br />

4 38<br />

4 38<br />

4 39<br />

4 41<br />

4 45<br />

4 49<br />

4 54<br />

5 01<br />

5 08<br />

5 19<br />

5 31<br />

5 41<br />

5 59<br />

6 20<br />

6 42<br />

7 13<br />

7 52<br />

8 40<br />

9 54<br />

11 20<br />

14 20<br />

50<br />

4 58<br />

4 58<br />

5 00<br />

5 02<br />

5 06<br />

5 10<br />

5 16<br />

5 23<br />

5 31<br />

5 42<br />

5 54<br />

6 08<br />

6 27<br />

6 48<br />

7 14<br />

7 46<br />

8 28<br />

9 19<br />

10 38<br />

12 19<br />

15 27<br />

75<br />

5 16<br />

5 16<br />

5 18<br />

5 21<br />

5 24<br />

5 29<br />

5 36<br />

5 43<br />

5 52<br />

6 03<br />

6 12<br />

6 27<br />

6 50<br />

7 10<br />

7 38<br />

8 12<br />

8 59<br />

9 54<br />

11 11<br />

13 05<br />

16 26<br />

100<br />

5 27<br />

5 27<br />

5 29<br />

5 30<br />

5 35<br />

5 40<br />

5 47<br />

5 55<br />

6 05<br />

6 15<br />

6 27<br />

6 44<br />

7 04<br />

7 28<br />

7 56<br />

8 33<br />

9 19<br />

10 16<br />

11 39<br />

13 39<br />

17 06<br />

125<br />

5 38<br />

5 39<br />

5 40<br />

5 42<br />

5 46<br />

5 53<br />

6 00<br />

6 07<br />

6 17<br />

6 27<br />

6 41<br />

6 58<br />

7 19<br />

7 44<br />

8 14<br />

8 51<br />

9 38<br />

10 39<br />

12 05<br />

14 08<br />

17 42<br />

150<br />

5 49<br />

5 50<br />

5 52<br />

5 54<br />

5 58<br />

6 03<br />

6 11<br />

6 19<br />

6 29<br />

6 40<br />

6 54<br />

7 12<br />

7 34<br />

7 59<br />

8 30<br />

9 08<br />

9 57<br />

11 00<br />

12 28<br />

14 35<br />

18 17<br />

175<br />

5 58<br />

5 59<br />

6 01<br />

6 03<br />

6 08<br />

6 14<br />

6 21<br />

6 29<br />

6 40<br />

6 52<br />

7 06<br />

7 24<br />

7 47<br />

8 13<br />

8 45<br />

9 24<br />

10 14<br />

11 18<br />

12 51<br />

15 00<br />

18 49<br />

200<br />

6 08<br />

6 09<br />

6 10<br />

6 13<br />

6 17<br />

6 23<br />

6 31<br />

6 39<br />

6 50<br />

7 03<br />

7 18<br />

7 36<br />

7 59<br />

8 26<br />

8 59<br />

9 39<br />

10 30<br />

11 36<br />

13 11<br />

15 23<br />

19 21<br />

225<br />

6 17<br />

6 17<br />

6 18<br />

6 22<br />

6 26<br />

6 32<br />

6 40<br />

6 48<br />

7 00<br />

7 13<br />

7 28<br />

7 46<br />

8 10<br />

8 38<br />

9 12<br />

9 53<br />

10 45<br />

11 53<br />

13 31<br />

15 45<br />

19 51<br />

250<br />

6 25<br />

6 25<br />

6 26<br />

6 30<br />

6 35<br />

6 41<br />

6 49<br />

6 57<br />

7 09<br />

7 22<br />

7 38<br />

7 57<br />

8 21<br />

8 49<br />

9 24<br />

10 06<br />

10 59<br />

12 09<br />

13 49<br />

16 06<br />

20 20<br />

275<br />

6 31<br />

6 33<br />

6 34<br />

6 38<br />

6 41<br />

6 47<br />

6 57<br />

7 06<br />

7 18<br />

7 32<br />

7 48<br />

8 06<br />

8 31<br />

9 00<br />

9 35<br />

10 18<br />

11 13<br />

12 25<br />

14 06<br />

16 26<br />

20 48<br />

300<br />

6 40<br />

6 41<br />

6 42<br />

6 46<br />

6 51<br />

6 57<br />

7 05<br />

7 14<br />

7 26<br />

7 40<br />

7 57<br />

8 16<br />

8 41<br />

9 12<br />

9 46<br />

10 30<br />

11 26<br />

12 40<br />

14 23<br />

16 46<br />

21 15<br />

325<br />

6 47<br />

6 48<br />

6 49<br />

6 53<br />

6 58<br />

7 05<br />

7 12<br />

7 22<br />

7 34<br />

7 49<br />

8 05<br />

8 25<br />

8 52<br />

9 21<br />

9 57<br />

10 41<br />

11 39<br />

12 54<br />

14 38<br />

17 05<br />

21 41<br />

350<br />

6 54<br />

6 55<br />

6 56<br />

7 00<br />

7 05<br />

7 13<br />

7 20<br />

7 30<br />

7 42<br />

7 57<br />

8 13<br />

8 32<br />

9 01<br />

9 31<br />

10 07<br />

10 52<br />

11 51<br />

13 07<br />

14 53<br />

17 25<br />

22 05<br />

375<br />

7 01<br />

7 02<br />

7 04<br />

7 07<br />

7 12<br />

7 19<br />

7 27<br />

7 37<br />

7 49<br />

8 05<br />

8 22<br />

8 42<br />

9 10<br />

9 40<br />

10 17<br />

11 03<br />

12 03<br />

13 20<br />

15 08<br />

17 44<br />

22 31<br />

400<br />

7 08<br />

7 09<br />

7 11<br />

7 14<br />

7 19<br />

7 25<br />

7 34<br />

7 45<br />

7 57<br />

8 12<br />

8 30<br />

8 51<br />

9 18<br />

9 49<br />

10 27<br />

11 14<br />

12 15<br />

13 32<br />

15 23<br />

18 03<br />

22 55<br />

425<br />

7 14<br />

7 15<br />

7 17<br />

7 20<br />

7 25<br />

7 32<br />

7 41<br />

7 51<br />

8 04<br />

8 20<br />

8 37<br />

8 58<br />

9 26<br />

9 58<br />

10 34<br />

11 24<br />

12 26<br />

13 44<br />

15 38<br />

18 22<br />

23 17<br />

450<br />

7 20<br />

7 21<br />

7 23<br />

7 26<br />

7 32<br />

7 38<br />

7 47<br />

7 58<br />

8 11<br />

8 26<br />

8 44<br />

9 06<br />

9 34<br />

10 07<br />

10 42<br />

11 34<br />

12 37<br />

13 56<br />

15 53<br />

18 40<br />

23 38<br />

475<br />

7 26<br />

7 27<br />

7 29<br />

7 32<br />

7 38<br />

7 44<br />

7 54<br />

8 04<br />

8 18<br />

8 34<br />

8 52<br />

9 13<br />

9 42<br />

10 15<br />

10 50<br />

11 44<br />

12 48<br />

14 08<br />

16 08<br />

18 58<br />

23 59<br />

500<br />

7 32<br />

7 33<br />

7 35<br />

7 39<br />

7 44<br />

7 51<br />

8 00<br />

8 11<br />

8 25<br />

8 41<br />

8 59<br />

9 21<br />

9 50<br />

10 23<br />

10 58<br />

11 53<br />

12 58<br />

14 20<br />

16 18<br />

19 15<br />

24 20<br />

İrtifâ’: Bir mahallin en yüksek yerinin en aşağı yerinden i’tibâren yüksekliğidir. Kitâbımızın<br />

birinci kısmında (Nemâz Vaktleri) maddesinde temkin hakkında<br />

bilgi verilmişdir. Muhammed bin Mûsâ Bağdâdî ve Ebû Bekr Muhammed<br />

bin Ömer Müneccim Bağdâdî, Rub’-i dâire [üstürlab] ile vakt ta’yînini<br />

(El’amelü bil-üstürlâb) kitâblarında bildirmekdedirler. Birincisi 205 de,<br />

ikincisi 320 [m. 932] de vefât etmişdir. Abdüllah bin Alî Mardînînin (Rubu’ı<br />

mukantarât) kitâbı da çok kıymetlidir. 779 [m. 1377] de vefât etmişdir.<br />

(Mekteb-i bahriye-i şâhâne), fenn-i hey’et muallimi yüzbaşı Mustafâ <strong>Hilmi</strong><br />

efendi, 1306 [m. 1888] baskılı (Heyet-i felekiyye) kitâbında, nemâz<br />

vaktlerini ve arabî ay ibtidâlarını çok güzel hesâb etmekdedir.<br />

– 1244 –


Her arz derecesi için ikindi nemâzı vaktinin irtifâ’ları<br />

Gâye<br />

irtifâ’›<br />

° '<br />

Fey-i<br />

Zevâl<br />

m.<br />

229.182<br />

114.589<br />

76.390<br />

57.290<br />

45.829<br />

38.188<br />

32.730<br />

28.636<br />

25.452<br />

22.904<br />

20.819<br />

19.081<br />

17.611<br />

16.350<br />

15.257<br />

14.301<br />

13.457<br />

12.706<br />

12.035<br />

11.430<br />

10.385<br />

9.514<br />

8.777<br />

8.144<br />

7.596<br />

7.115<br />

6.691<br />

6.394<br />

5.976<br />

5.671<br />

Gâye<br />

irtifâ’›<br />

° '<br />

Fey-i<br />

Zevâl<br />

m.<br />

5.395<br />

5.145<br />

4.915<br />

4.705<br />

4.511<br />

4.331<br />

4.165<br />

4.011<br />

3.867<br />

3.732<br />

3.606<br />

3.487<br />

3.376<br />

3.271<br />

3.172<br />

3.078<br />

2.989<br />

2.904<br />

2.824<br />

2.747<br />

2.675<br />

2.605<br />

2.539<br />

2.475<br />

2.414<br />

2.356<br />

2.300<br />

2.246<br />

2.194<br />

2.145<br />

Gâye<br />

irtifâ’›<br />

° '<br />

Fey-i<br />

Zevâl<br />

m.<br />

2.097<br />

2.050<br />

2.006<br />

1.963<br />

1.921<br />

1.881<br />

1.842<br />

1.804<br />

1.767<br />

1.732<br />

1.698<br />

1.664<br />

1.632<br />

1.600<br />

1.570<br />

1.540<br />

1.511<br />

1.483<br />

1.455<br />

1.428<br />

1.402<br />

1.376<br />

1.351<br />

1.327<br />

1.303<br />

1.280<br />

1.257<br />

1.235<br />

1.213<br />

1.192<br />

Gâye<br />

irtifâ’›<br />

° '<br />

Fey-i<br />

Zevâl<br />

m.<br />

1.171<br />

1.150<br />

1.130<br />

1.111<br />

1.091<br />

1.072<br />

1.054<br />

1.036<br />

1.018<br />

1.000<br />

0.983<br />

0.966<br />

0.949<br />

0.933<br />

0.916<br />

0.900<br />

0.885<br />

0.869<br />

0.854<br />

0.839<br />

0.810<br />

0.781<br />

0.754<br />

0.727<br />

0.700<br />

0.675<br />

0.649<br />

0.625<br />

0.601<br />

0.577<br />

Gâye<br />

irtifâ’›<br />

° '<br />

Fey-i<br />

Zevâl<br />

m.<br />

0.554<br />

0.532<br />

0.510<br />

0.488<br />

0.466<br />

0.445<br />

0.424<br />

0.404<br />

0.384<br />

0.364<br />

0.344<br />

0.325<br />

0.306<br />

0.287<br />

0.268<br />

0.249<br />

0.230<br />

0.213<br />

0.194<br />

0.179<br />

0.158<br />

0.141<br />

0.123<br />

0.105<br />

0.087<br />

0.070<br />

0.052<br />

0.035<br />

0.017<br />

0.000<br />

0 15<br />

0 30<br />

0 45<br />

1 00<br />

1 15<br />

1 30<br />

1 45<br />

2 00<br />

2 15<br />

2 30<br />

2 45<br />

3 00<br />

3 15<br />

3 30<br />

3 45<br />

4 00<br />

4 15<br />

4 30<br />

4 45<br />

5 00<br />

5 30<br />

6 00<br />

6 30<br />

7 00<br />

7 30<br />

8 00<br />

8 30<br />

9 00<br />

9 30<br />

10 00<br />

10 30<br />

11 00<br />

11 30<br />

12 00<br />

12 30<br />

13 00<br />

13 30<br />

14 00<br />

14 30<br />

15 00<br />

15 30<br />

16 00<br />

16 30<br />

17 00<br />

17 30<br />

18 00<br />

18 30<br />

19 00<br />

19 30<br />

20 00<br />

20 30<br />

21 00<br />

21 30<br />

22 00<br />

22 30<br />

23 00<br />

23 30<br />

24 00<br />

24 30<br />

25 00<br />

25 30<br />

26 00<br />

26 30<br />

27 00<br />

27 30<br />

28 00<br />

28 30<br />

29 00<br />

29 30<br />

30 00<br />

30 30<br />

31 00<br />

31 30<br />

32 00<br />

32 30<br />

33 00<br />

33 30<br />

34 00<br />

34 30<br />

35 00<br />

35 30<br />

36 00<br />

36 30<br />

37 00<br />

37 30<br />

38 00<br />

38 30<br />

39 00<br />

39 30<br />

40 00<br />

40 30<br />

41 00<br />

41 30<br />

42 00<br />

42 30<br />

43 00<br />

43 30<br />

44 00<br />

44 30<br />

45 00<br />

45 30<br />

46 00<br />

46 30<br />

47 00<br />

47 30<br />

48 00<br />

48 30<br />

49 00<br />

49 30<br />

50 00<br />

51 00<br />

52 00<br />

53 00<br />

54 00<br />

55 00<br />

56 00<br />

57 00<br />

58 00<br />

59 00<br />

60 00<br />

61<br />

62<br />

63<br />

64<br />

65<br />

66<br />

67<br />

68<br />

69<br />

70<br />

71<br />

72<br />

73<br />

74<br />

75<br />

76<br />

77<br />

78<br />

79<br />

80<br />

81<br />

82<br />

83<br />

84<br />

85<br />

86<br />

87<br />

88<br />

89<br />

90<br />

Meselâ, İstanbul’da 2 Şubâtda, Meyl-i şems -16 derece 48 dakîka olduğundan, gâye irtifâ’ı<br />

-16 derece 48 dakîka + 49 derece = 32 derece 12 dakîka, bir metre, dik çubuğun en kısa gölgesi<br />

1.58 m. ve ikindi gölgesi 2.58 m. ve ikindi irtifâ’ı 21 derece 20 dakîka olur. Hesâb makinesi<br />

ile fadl-ı dâir 2 sâat 41 dakîka bulunur. İkindi vakti, ezânî 9 sâat 42 dakîka ve müşterek<br />

3 sâat 9 dakîka olur. Çünki, Ta’dîl-i zemân -13 dakîka 39 sâniyedir. Yukarıdaki cedveli<br />

kullanmadan da, privileg hesâb âletinin 90-32.12 µ = tan + 1 = arc tan MS 90 - MR<br />

= ¥ işâretlerine parmak ile basınca, güneşin asr-ı evveldeki irtifâ’ı 21 derece 8 dakîka<br />

olur. Yâhud rub-ı dâirede, hayt, kavs-i irtifâ’ üzerinde gâye-i irtifâ’ rakamına getirilince, haytın<br />

(zıll-i mebsût) kavsinde rastladığı rakam, fey-i zevâl gölge uzunluğu olur.<br />

– 1245 –


Tâdil-i Meyl-i<br />

Târih zemân şems<br />

dak. s ° ’<br />

Ocak 0–02 48 –23 07<br />

1 03 16 23 03<br />

2 03 44 22 58<br />

3 04 12 22 52<br />

4 04 40 22 47<br />

5–05 07 –22 40<br />

6 05 34 22 33<br />

7 06 01 22 26<br />

8 06 27 22 19<br />

9 06 52 22 11<br />

10–07 17 –22 02<br />

11 07 41 21 53<br />

12 08 05 21 44<br />

13 08 28 21 34<br />

14 08 51 21 24<br />

15–09 13 –21 13<br />

16 09 34 21 02<br />

17 09 55 20 51<br />

18 10 15 20 39<br />

19 10 34 20 27<br />

20–10 52 –20 14<br />

21 11 10 20 01<br />

22 11 26 19 48<br />

23 11 42 19 34<br />

24 11 58 19 20<br />

25–12 12 –19 05<br />

26 12 26 18 51<br />

27 12 39 18 35<br />

28 12 51 18 20<br />

29 13 02 18 04<br />

30–13 13 –17 48<br />

31 13 22 17 32<br />

Şubat 1 13 31 17 15<br />

2 13 39 16 58<br />

3 13 46 16 40<br />

4 13 53 –16 23<br />

5 13 59 16 05<br />

6 14 04 15 46<br />

7 14 08 15 28<br />

8 14 11 15 09<br />

9–14 13 –14 50<br />

10 14 15 14 31<br />

11 14 16 14 11<br />

12 14 16 13 52<br />

13 14 16 13 32<br />

14 14 14 –13 12<br />

15 14 12 –12 51<br />

TA’DÎL-İ ZEMÂN VE MEYL-İ ŞEMS CEDVELİ<br />

GÜNEŞ 1986<br />

O h UNIVERSAL (GREENWICH) ZEMÂNI<br />

Tâdil-i Meyl-i<br />

Târih zemân şems<br />

dak. s ° ’<br />

Şubat 15–14 12 –12 51<br />

16 14 09 12 31<br />

17 14 06 12 10<br />

18 14 01 11 49<br />

19 13 56 11 28<br />

20–13 51 –11 06<br />

21 13 44 10 45<br />

22 13 37 10 23<br />

23 13 29 10 01<br />

24 13 21 09 39<br />

25–13 12 –09 17<br />

26 13 02 08 55<br />

27 12 52 08 32<br />

28 12 42 08 10<br />

Mart 1 12 31 07 47<br />

2–12 19 –07 24<br />

3 12 07 07 01<br />

4 11 54 06 38<br />

5 11 41 06 15<br />

6 11 28 05 52<br />

7–11 14 –05 29<br />

8–10 59 05 05<br />

9 10 45 04 42<br />

10 10 30 04 18<br />

11 10 14 03 55<br />

12–09 59 –03 31<br />

13 09 43 03 08<br />

14 09 26 02 44<br />

15 09 10 02 20<br />

16 08 53 01 57<br />

17–08 36 –01 33<br />

18 08 19 01 09<br />

19 08 01 00 46<br />

20 07 44 –00 22<br />

21 07 26 +00 02<br />

22–07 08 +00 26<br />

23 06 50 00 49<br />

24 06 32 01 13<br />

25 06 13 01 37<br />

26 05 55 02 00<br />

27–05 37 +02 24<br />

28 05 19 02 47<br />

29 05 00 03 11<br />

30 04 42 03 34<br />

31 04 24 03 57<br />

Nisan 1–04 16 +04 20<br />

2–03 48 +04 44<br />

Tâdil-i Meyl-i<br />

Târih zemân şems<br />

dak. s ° ’<br />

Nisan 1–04 06 +04 20<br />

2 03 48 04 44<br />

3 03 30 05 07<br />

4 03 13 05 30<br />

5 02 55 05 53<br />

6–02 38 +06 15<br />

7 02 21 06 38<br />

8 02 04 07 01<br />

9 01 47 07 23<br />

10 01 31 07 45<br />

11–01 15 +08 08<br />

12 00 59 08 30<br />

13 00 44 08 52<br />

14 00 28 09 13<br />

15–00 13 09 35<br />

– 1246 –<br />

16+00 01 +09 56<br />

17 00 15 10 18<br />

18 00 29 10 39<br />

19 00 43 11 00<br />

20 00 56 11 21<br />

21+01 09 +11 41<br />

22 01 21 12 01<br />

23 01 33 12 22<br />

24 01 44 12 42<br />

25 01 55 13 01<br />

26+02 06 +13 21<br />

27 02 16 13 40<br />

28 02 25 13 59<br />

29 02 34 14 18<br />

30 02 43 14 37<br />

Mayıs 1+02 51 +14 55<br />

2 02 58 15 13<br />

3 03 05 15 31<br />

4 03 11 15 49<br />

5 03 17 16 06<br />

6+03 22 +16 24<br />

7 03 26 16 40<br />

8 03 30 16 57<br />

9 03 34 17 13<br />

10 03 36 17 29<br />

11+03 39 +17 45<br />

12 03 40 18 00<br />

13 03 41 18 15<br />

14 03 42 18 30<br />

15 03 42 18 45<br />

16+03 41 +18 59<br />

17+03 40 +19 13<br />

Tâdil-i Meyl-i<br />

Târih zemân şems<br />

dak. s ° ’<br />

17+03 40 +19 13<br />

18 03 38 19 26<br />

19 03 36 19 40<br />

20 03 33 19 52<br />

21 03 30 20 05<br />

22+03 26 +20 17<br />

23 03 22 20 29<br />

24 03 17 20 40<br />

25 03 12 20 51<br />

26 03 06 21 02<br />

27+03 00 +21 13<br />

28 02 53 21 23<br />

29 02 46 21 32<br />

30 02 38 21 42<br />

31 02 30 21 51<br />

Haziran 1+02 21 +21 59<br />

2 02 12 22 07<br />

3 02 02 22 15<br />

4 01 52 22 22<br />

5 01 42 22 29<br />

6+01 31 +22 36<br />

7 01 20 22 42<br />

8 01 09 22 48<br />

9 00 58 22 53<br />

10 00 46 22 58<br />

11+00 34 +23 02<br />

12 00 22 23 07<br />

13+00 09 23 11<br />

14 -00 03 23 14<br />

15 00 16 23 17<br />

16–00 29 +23 20<br />

17 00 42 23 22<br />

18 00 54 23 24<br />

19 01 07 23 25<br />

20 01 20 23 26<br />

21–01 33 +23 26<br />

22 01 46 23 27<br />

23 01 59 23 26<br />

24 02 12 23 25<br />

25 02 25 23 24<br />

26–02 38 +23 23<br />

27 02 50 23 21<br />

28 03 03 23 18<br />

29 03 15 23 16<br />

30 03 27 23 12<br />

Temmuz 1–03 39 +23 09<br />

2–03 50 +23 05<br />

NOT: Bu değerler 1986 + 4N (N=0, 1, 2, 3...) yılları içindir. 1987+ 4N için 6 sâat önceki, 1988 + 4N için Marta<br />

kadar 12 sâat önceki Martdan itibaren 12 sâat sonraki, 1989 + 4N için 6 sâat sonraki değerler kullanılır.<br />

Meselâ 0 Ocak 1989 (31 Aralık 1988) için:<br />

Meyl = – 23° 07' – (–23° 07 – (–23° 03)) æ 6 ÷ 24 = – 23° 06' olur.<br />

Rub’ı dâire, ya’nî Üstürlâb âletini yaparak, güneşin irtifâ’ını ilk ölçen müslümân, İbrâhîm Fezârî<br />

Bağdâdîdir. (Zeyc-i Fezârî) ve (Amel-i bil-üsturlâb) ve (Kitâb-ül-mikyâs-iz-zevâl) ve diğer kitâbları çok<br />

kıymetlidir. 188 [m. 803] de vefât etmişdir. 426’da vefât eden Üsbu’ Gırnâtînin (Kitâb-ül-üstürlâb) ı ve<br />

801 [m. 1398] de Mısrda vefât eden Alî bin Osmân Bağdâdînin (Hidâyetül mübtedî) si çok kıymetlidir.


Tâdil-i Meyl-i<br />

Târih zemân şems<br />

dak. s ° ’<br />

Temmuz 1–03 39 +23 09<br />

2 03 50 23 05<br />

3 04 02 23 00<br />

4 04 13 22 55<br />

5 04 24 22 50<br />

6 04 34 +22 45<br />

7 04 45 22 39<br />

8 04 54 22 32<br />

9 05 04 22 25<br />

10 05 13 22 18<br />

11–05 21 +22 11<br />

12 05 29 22 03<br />

13 05 37 21 54<br />

14 05 44 21 46<br />

15 05 51 21 37<br />

16–05 57 +21 27<br />

17 06 03 21 17<br />

18 06 08 21 07<br />

19 06 12 20 57<br />

20 06 16 20 46<br />

21–06 20 +20 34<br />

22 06 23 20 23<br />

23 06 25 20 11<br />

24 06 27 19 59<br />

25 06 28 19 46<br />

26–06 28 +19 33<br />

27 06 28 19 20<br />

28 06 28 19 06<br />

29 06 26 18 53<br />

30 06 25 18 38<br />

31–06 22 +18 24<br />

Ağustos 1 06 19 18 09<br />

2 06 16 17 54<br />

3 06 12 17 39<br />

4 06 07 17 23<br />

5–06 02 +17 07<br />

6 05 56 16 51<br />

7 05 49 16 34<br />

8 05 42 16 17<br />

9 05 34 16 00<br />

10–05 26 +15 43<br />

11 05 17 15 25<br />

12 05 08 15 08<br />

13 04 58 14 50<br />

14 04 47 14 31<br />

15–04 36 +14 13<br />

16–04 24 +13 54<br />

TA’DÎL-İ ZEMÂN VE MEYL-İ ŞEMS CEDVELİ<br />

GÜNEŞ 1986<br />

O h UNIVERSAL (UT)<br />

Tâdil-i Meyl-i<br />

Târih zemân şems<br />

dak. s ° ’<br />

16–04 24 +13 54<br />

17 04 12 13 35<br />

18 03 59 13 16<br />

19 03 46 12 57<br />

20 03 32 12 37<br />

21–03 17 +12 17<br />

22 03 03 11 57<br />

23 02 47 11 37<br />

24 02 32 11 17<br />

25 02 16 10 56<br />

26–01 59 +10 36<br />

27 01 42 10 15<br />

28 01 25 09 54<br />

29 01 07 09 33<br />

30 00 49 09 11<br />

Eylül 31–00 31 +08 50<br />

1–00 13 08 28<br />

2+00 06 08 06<br />

3 00 25 07 45<br />

4 00 45 07 23<br />

5+01 05 +07 00<br />

6 01 24 06 38<br />

7 01 45 06 16<br />

8 02 05 05 53<br />

9 02 26 05 31<br />

10+02 46 +05 08<br />

11 03 07 04 45<br />

12 03 28 04 23<br />

13 03 49 04 00<br />

14 04 11 03 37<br />

15+04 32 +03 14<br />

16 04 53 02 51<br />

17 05 15 02 27<br />

18 05 36 02 04<br />

19 05 58 01 41<br />

20+06 19 +01 18<br />

21 06 41 00 54<br />

22 07 02 00 31<br />

23 07 23 +00 08<br />

24 07 44 –00 16<br />

25+08 05 –00 39<br />

26 08 26 01 02<br />

27 08 46 01 26<br />

28 09 07 01 49<br />

29 09 27 02 12<br />

30+09 47 –02 36<br />

Ekim 1+10 06 –02 59<br />

Tâdil-i Meyl-i<br />

Târih zemân şems<br />

dak. s ° ’<br />

Ekim 1+10 06 –02 59<br />

2 10 25 03 22<br />

3 10 44 03 46<br />

4 11 03 04 09<br />

5 11 21 04 32<br />

– 1247 –<br />

6+11 39 –04 55<br />

7 11 57 05 18<br />

8 12 14 05 41<br />

9 12 31 06 04<br />

10 12 47 06 27<br />

11+13 03 –06 50<br />

12 13 19 07 12<br />

13 13 34 07 35<br />

14 13 48 07 57<br />

15 14 02 08 20<br />

16+14 16 –08 42<br />

17 14 29 09 04<br />

18 14 41 09 26<br />

19 14 53 09 48<br />

20 15 04 10 09<br />

21+15 15 –10 31<br />

22 15 24 10 52<br />

23 15 33 11 13<br />

24 15 42 11 34<br />

25 15 50 11 55<br />

26+15 57 –12 16<br />

27 16 03 12 36<br />

28 16 08 12 57<br />

29 16 13 13 17<br />

30 16 17 13 37<br />

31+16 20 –13 56<br />

Kasım 1 16 23 14 16<br />

2 16 24 14 35<br />

3 16 25 14 54<br />

4 16 25 15 13<br />

5+16 24 –15 31<br />

6 16 22 15 50<br />

7 16 20 16 08<br />

8 16 17 16 25<br />

9 16 13 16 43<br />

10+16 08 –17 00<br />

11 16 02 17 17<br />

12 15 55 17 33<br />

13 15 48 17 50<br />

14 15 40 18 06<br />

15+15 30 –18 21<br />

16+15 21 –18 36<br />

Tâdil-i Meyl-i<br />

Târih zemân şems<br />

dak. s ° ’<br />

Kasım 16+15 21 –18 36<br />

17 15 10 18 51<br />

18 14 58 19 06<br />

19 14 46 19 20<br />

20 14 32 19 34<br />

21+14 18 –19 48<br />

22 14 03 20 01<br />

23 13 48 20 14<br />

24 13 31 20 27<br />

25 13 14 20 39<br />

26+12 55 –20 51<br />

27 12 37 21 02<br />

28 12 17 21 13<br />

29 11 57 21 23<br />

30 11 35 21 34<br />

Aralık 1+11 14 –21 43<br />

2 10 51 21 53<br />

3 10 28 22 02<br />

4 10 04 22 10<br />

5 09 40 22 18<br />

6+09 15 –22 26<br />

7 08 50 22 33<br />

8 08 24 22 40<br />

9 07 58 22 46<br />

10 07 31 22 52<br />

11+07 04 –22 57<br />

12 06 36 23 02<br />

13 06 09 23 07<br />

14 05 40 23 11<br />

15 05 12 23 15<br />

16+04 43 –23 18<br />

17 04 14 23 20<br />

18 03 45 23 22<br />

19 03 15 23 24<br />

20 02 46 23 25<br />

21+02 16 –23 26<br />

22 01 46 23 27<br />

23 01 16 23 26<br />

24 00 47 23 26<br />

25+00 17 23 25<br />

26–00 13 –23 23<br />

27 00 43 23 21<br />

28 01 12 23 19<br />

29 01 42 23 16<br />

30 02 11 23 12<br />

31–02 40 –23 08<br />

32–03 09 –23 04<br />

Zevâl Vakti (UT=Greenwich zemânı olarak) = 12 h – doğu<br />

+ batı tûl derecesi kadar zemân - tâ’dîl zemân<br />

Ta’dîl-i zemân = Hakîkî zemân - Vasatî zemân<br />

Yukarıdaki değerler Londrada o gün sâat sıfır, ya’nî bir evvelki gün sâat 24 (gece yarısı) iken tesbît<br />

edilmişdir. İlgili tûl derecesi ve zemâna göre doğru orantı kabûl edilerek tashîh edilip kullanılır.<br />

Meselâ müşterek (standard) bir vakt (V) için meyl (∞) ∞ = ∞ 1 + (∞ 2 - ∞ 1 ) æ (V – S / 15) / 24formülü ile<br />

hesâb edilir. Burada, ∞ 1 ve ∞ 2 sırasıyla o günkü ve ertesi günkü meyl, S = Standard (memleket sâatbaşı)<br />

tûl derecesidir. İşaretleri ile kullanılırlar.


Allahü teâlâ, rahmân sıfatı ile, iyi şeyleri, kahhâr sıfatı ile kötü şeyleri yaratmakdadır.<br />

Dünyâda iyi, fâideli şeylerle, kötü, zararlı şeyler karışıkdır. Allahü teâlâ,<br />

çok merhametli olduğu için, insanda, iyi işleri kötülerinden ayıran bir kuvvet<br />

yaratdı. Bu kuvvete (Akl) denir. Akl da bu ayırma işini tam yapamıyacağı için, Allahü<br />

teâlâ, kullarına çok acıyarak, bu ayırma işini kendisi yapdı. İyi ve kötü işleri<br />

ayırarak bunları Peygamberleri vâsıtası ile kullarına bildirdi ve iyi işlerin yapılmasını<br />

emr ve kötülerin yapılmasını yasak etdi. Allahü teâlânın bu emr ve yasaklarına<br />

(Din) denildi.<br />

Eflâtun gibi eski yunan felesoflarının ve benzerlerinin bozuk yazıları Îsevîliğe<br />

ve Mûsevîliğe karışdı. Bu iki din, ilâhî olmakdan çıkıp, müşriklerin dinleri hâlini<br />

alarak zararlı oldu. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği dîne (İslâmiyyet) denir.<br />

Dinleri, Allahın gönderdiğine inanmıyan (Kâfir) olur. Abdüllah bin Sebe’ ve<br />

benzerlerinin bozuk fikrleri de islâmiyyete karışdırılmak istendi ise de, Ehl-i sünnet<br />

âlimleri buna mâni’ oldular. Eshâb-ı kirâm ve Ehl-i sünnet âlimlerinin bulunduğu<br />

yerlerde yaşıyanların aklları, iyiyi-kötüden ayırma işini çok iyi yaparak râhat<br />

etdiler. Ortaçağda islâm medeniyyetini kurdular. Bu akllara (Akl-ı selîm)<br />

denir. Îmânları aynı olan Ehl-i sünnet müslimânlar, ibâdetlerinde başka mezheblere<br />

ayrıldılar. Ehl-i sünnetin dört mezhebi böyledir. Bozuk mezheb uyduranların<br />

îmânları da bozukdur. Şî’îler ve Vehhâbîler böyledir.<br />

Muhammed aleyhisselâma inanıp da, başka bir Peygambere inanmıyan kimse,<br />

buna da inanmamış olur. Çünki, Muhammed aleyhisselâma inanmak için, Peygamberlerin<br />

hepsine inanmak lâzımdır. Müslimânlık, medeniyyete sebeb olmakdadır.<br />

Medeniyyet, jet ve elektronik âletler yapmak değil, bunları zulm yapmak için<br />

kullanmayıp, insanlara hizmet için kullanmakdır. Avrupada, Amerikada ba’zı<br />

fen adamları, dinlerinden uzaklaşınca, başarılı oldu. Müslimân ismini taşıyan<br />

ba’zı ahmaklar, islâmiyyetden uzaklaşınca başarısız oluyor. Bunun sebebini iyi anlamalıdır.<br />

_________________________<br />

Bismillâhirrahmânirrahîm.<br />

Yâ Allah, yâ Allah, yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm. İlâhî! Bi hakkı<br />

Muhammedin “aleyhisselâm” igfir lî ve liebî Sa’îd efendi Lofcavî ve liümmî<br />

Âişe hanım ve liebnâî ve benâtî ve liceddî ve liesâtizetî seyyid Abdülhakîm-i<br />

Arvâsî elmerhûm senete 1943 fî karyeti Bağlûm min kurâ Ankara ve seyyid<br />

Fehîm-i Arvâsî ve seyyid Tâhâ-i Hakkârî ve Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî<br />

“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve lil-mü’minîne vel mü’minât vel<br />

müslimîne vel müslimât elahyâi minhüm vel emvât birahmetike yâ<br />

erhamerrâhimîn. Velhamdülillahi Rabbil âlemîn. Âmîn! Hüseyn <strong>Hilmi</strong> bin<br />

Sa’îd İstanbûlî gafarallahü teâlâ lehü ve li âlihi ve ümmehâtihi ecma’în.<br />

TEVHÎD DÜÂSI<br />

Yâ Allah, yâ Allah. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Yâ<br />

Rahmân, yâ Rahîm, yâ afüvvü yâ Kerîm, fa’fü annî verhamnî yâ<br />

erhamerrâhimîn! Teveffenî müslimen ve elhıknî bissâlihîn. Allahümmagfirlî<br />

ve li-âbâî ve ümmehâtî ve li âbâ-i ve ümmehât-i zevcetî ve li-ecdâdî ve<br />

ceddâtî ve li-ebnâî ve benâtî ve li-ihvetî ve ehavâtî ve li-a’mâmî ve ammâtî<br />

ve li-ahvâlî ve hâlâtî ve li-üstâzî Abdülhakîm-i Arvâsî ve li kâffetil<br />

mü’minîne vel-mü’minât. “Rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în.”<br />

– 1248 –

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!