12.01.2015 Views

buradan - Mithat Alam Film Merkezi - Boğaziçi Üniversitesi

buradan - Mithat Alam Film Merkezi - Boğaziçi Üniversitesi

buradan - Mithat Alam Film Merkezi - Boğaziçi Üniversitesi

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ<br />

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ<br />

MİTHAT ALAM FİLM MERKEZİ<br />

MİTHAT ALAM FİLM MERKEZİ<br />

26 Eylül 26 Eylül / 3 Kasım / 3 Kasım 2011 2011<br />

Paneller<br />

• Yılmaz Güney<br />

• Paneller Yeni Türkiye Sineması<br />

- Yılmaz Güney<br />

• Altyazı Dergisi<br />

- Yeni Türkiye Sineması<br />

- Altyazı<br />

Söyleşiler<br />

• Söyleşiler<br />

Nuri Bilge Ceylan<br />

•- Kadir Nuri Bilge İnanır Ceylan<br />

•- Yavuz<br />

Kadir İnanır<br />

Özkan<br />

- Yavuz Özkan


Atölye<br />

sonbahar dönemi 2011<br />

DÖNEM BOYUNCA<br />

HER SALI 17.30’DA<br />

İLK ATÖLYE<br />

4 EKİM SALI 17.30’DA<br />

ATÖLYELERE SON<br />

BAŞVURU TARİHİ:<br />

27 EYLÜL ÇARŞAMBA<br />

AYRINTILI BİLGİ KATILIM<br />

FORMUNDA,KATILIM<br />

FORMU MİTHAT ALAM<br />

FİLM MERKEZİ’NDE!<br />

Çalışmaları *<br />

Yapımcılık Atölyesi “Bir <strong>Film</strong> Nasıl Yapılır”<br />

Ayrıntılı bilgi için<br />

Senaryo Atölyesi “Herşeyin Başı: Senaryo”<br />

Yönetmenlik Atölyesi “Yönetmenliğe Giden Yol”<br />

Görüntü Yönetmenliği Atölyesi “Yönetmenin Sağ<br />

Kolu: Görüntü Yönetmeni”<br />

Işık Atölyesi “Işığı Kaydetme Sanatı”<br />

Oyunculuk Atölyesi “Oyuncu Role Nasıl Hazırlanır“<br />

Sanat Yönetimi Atölyesi “Bir <strong>Film</strong> Nasıl Tasarlanır”<br />

Ses Kaydetme Atölyesi “Sesi Yerinde Kaydetmek”<br />

Ses Tasarımı Atölyesi “Sinemanın Yarısı: Ses”<br />

<strong>Film</strong> Müziği Atölyesi “Sinemada Müzik Kullanımı”<br />

* Atölyeler sadece öğrencilere<br />

açıktır ve ücretsizdir.<br />

www.mafm.boun.edu.tr<br />

mafm@boun.edu.tr<br />

(212) 359 73 81


Editörden<br />

Boğaziçi Üniversitesi<br />

<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong><br />

26 Eylül - 3 Kasım 2011<br />

Gösterim Programı ve<br />

<strong>Film</strong> Tanıtım Kitapçığı, 2011 / IV<br />

B u d e r g i B o ğ a z i ç i Ü n i v e r s i t e s i<br />

ö ğ r e n c i l e r i n c e h a z ı r l a n m ı ş t ı r .<br />

B o ğ a z i ç i Ü n i v e r s i t e s i<br />

M i t h a t A l a m F i lm M e r k e z i<br />

G ü n e y K a m p ü s 3 4 3 4 2 B e b e k -İ s t a n b u l<br />

Tel: (2 1 2 ) 3 5 9 7 3 8 1 Dahili: 7 3 8 1<br />

Faks: (2 1 2 ) 2 8 7 7 0 6 8<br />

E-posta: m a f m @ b o u n .e d u .t r<br />

internet: w w w .m a f m .b o u n .e d u .t r<br />

İmtiyaz Sahibi<br />

Y a m a ç O k u r<br />

Editör (Sorumlu)<br />

V e d a t E n g i n<br />

Yayın Kurulu<br />

N e r m i n T a ş k a l e<br />

Tasarım<br />

K a z ı m C a n s e v e r<br />

Düzelti<br />

N e r m i n T a ş k a l e<br />

H a m i t Ö z o n u r<br />

Künye<br />

H a m i t Ö z o n u r<br />

Yayın Danışmanları<br />

M i t h a t A la m<br />

Y a m a ç O k u r<br />

Katkıda Bulunanlar<br />

Ercan A kkaya, R aye A skın , B u rçak B aş, K aan C an se ve r,<br />

K a z ım C a n s e v e r, E v re n E rd e m , M e r v e E rd e m ,<br />

İre m G ü n h an , D e n iz İşce n , Ö zg e K ıcalı, Se rkan Kü p e li,<br />

C a n Ö n a la n , H a m it Ö zo n u r, U ra l M e m iş, C a n S e v e r,<br />

D a m la T a ş d e m i r, M e r v e Y ı l d ı z<br />

Teşekkürler<br />

İ r e m A k m a n , S a d u n B a ş e r , U t k u G ü n e ş ,<br />

A h m e t B ü le n t K ırk o ç , E re n O d a b a şı, Z e k i K ü p e li<br />

Arka kapak görseli:<br />

D i a m o n d s o f t h e N i g h t (1 9 6 4 )<br />

S i n e f i l , i k i a y l ı k s ü r e l i y a y ı n d ı r . Ü c r e t s i z d i r .<br />

D e rg id e y a y ım la n a n tü m y a z ıla rın s o ru m lu lu ğ u<br />

y a z a r l a r ı n a a i t t i r .<br />

Boğaziçi Üniversitesi Matbaası<br />

Eylül 2011<br />

Öncelikle Sinefil’in bu sayısında yapğımız bir değişiklikten bahsetmek isyorum.<br />

Eskiden bir kaç örneğin dışında, gösterimlerimizi tek gün tek film kuralımıza göre<br />

yapardık, bu sayıyla birlikte ark programımız dahilindeki günlerin çoğunda iki<br />

gösterim yapıyor olacağız. Bu sayede bir günde izlemek için iki film seçeneği<br />

olacak.<br />

Yılmaz Güney Paneli çerçevesinde, usta yönetmenin göstereceğimiz beş<br />

filminin ardından hayana ve sinemasına dair konuşacağız. Gösterimi yapılacak<br />

filmleri seçkten sonra dönüp bakğımda tüm filmlerin yönetmen koltuğunda<br />

Yılmaz Güney’in oturduğunu farkem. (Umut (1970)’te Şerif Gören ile<br />

paylaşıyor). Kasıtlı olarak değil de filmlerinin aralarından seçerek ilerlemişken<br />

böyle bir şey olması hoş bir sürpriz oldu kendi adıma. Birçok takipçisi gibi benim<br />

de aklımın bir köşesinde olan, acaba senaryosunu yazdığı Yol (1982) ve Sürü<br />

(1979) gibi güzel filmleri kendisi yönetseydi ne gibi farklılıklar olurdu merakını<br />

doyuracak bir seçki olduğunu düşünüyorum.<br />

Uzun zamandır konuk etmek istediğimiz Nuri Bilge Ceylan sonunda bu<br />

Sinefil’de Boğaziçi’li hayranlarının karşısına çıkacak. Yeni filmi Bir Zamanlar<br />

Anadolu’da (2011)’nın gösterime giriş tarihi olan 23 Eylül’den iki haa sonra<br />

6 Ekim Perşembe günü <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong>’ın moderatörlüğünde merak eklerimizi<br />

cevaplayacak. Yönetmenin filmlerine yazdığımız eleşrileri dergimizin içerisinde<br />

bulabilirsiniz.<br />

Bir çok Türk izleyici için keşfedilmeye hazır bir sineması olan Yavuz Özkan’ın,<br />

13 Ekim Perşembe Günü gerçekleşecek söyleşisine gelmeden önceki günlerde<br />

sinema salonumuzda göstereceğimiz beş filmini izleyebilirsiniz.<br />

Türk Sinemasının önde gelen erkek oyuncularından Kadir İnanır, 20 Ekim<br />

Perşembe günü söyleşimizin konuğu olacak. Birbirinden güzel beş filminden<br />

sonra Merkez’de sevenlerinin karşısına çıkacak olan Kadir İnanır Söyleşisinin çok<br />

keyifli geçeceğine hiç süphe yok.<br />

Gösterimlerimize Yeni Türkiye <strong>Film</strong>leri’yle devam edeceğimiz günlerin<br />

ardından, filmlerin yönetmenlerinin kalacağı Yeni Türkiye Sineması Paneli<br />

yapılacak. Yönetmenlerin bu ilk uzun metrajlarını izledikten sonra filmleri<br />

hakkında söyleyeceklerini dinlemek ilginizi çekebilir. Daha önce farklı<br />

yönetmenlerin kalımıyla da gerçekleşen panel, hem konuk yönetmenlerin<br />

filmlerini tarşmak hem de Türk Sineması’nın son dönemde izlediği yolu masaya<br />

yarmak adına keyifli ve öğreci olacakr.<br />

Altyazı Dergisi ekibinin seçği“KurmacadanBelgeselePedroCosta”seçkisinin<br />

arkasından Altyazı Yayın Kurulu üyelerinin kalımıyla gerçekleşecek olan panel,<br />

paneller serimizin son halkası oluyor. Portekiz’li ünlü yönetmenin filmlerini<br />

izledikten sonra filmler üzerine sinema yazarlarıyla konuşmak sinemaseverler ve<br />

özellikle Sinefil’ciler için eğlenceli olacak.<br />

Programa şöyle bir bakğımızda Türk Sineması’na ayırdığımız yerin ne<br />

kadar geniş olduğunu farkediyoruz. Bunu biraz da olsa dengeleyebilmek için<br />

Altyazı’nın filmlerine ek olarak öne çıkardığımız sekiz filmden oluşan Çek Yeni<br />

Dalgası seçkimiz oldukça ilginç filmlerden oluşuyor. Genelde Amerika’da çekği<br />

filmleriyle tanınan Çek yönetmen Milos Forman’ın ilk dönemlerine ait olan iki<br />

filmini izleme rsa bulabileceğiniz seçkimiz, son zamanlarda yapğımız ülke<br />

sineması gösterimleri arasında kendine özgü bir yer edinecek düzeyde. Kesinlikle<br />

izlenmesini tavsiye eğim bu sekiz film Merkez’in müdavimlerinin kaçırırlarsa<br />

üzüleceklerini düşündüğüm filmler.<br />

Bu yıl 10. Senesini dolduran <strong>Film</strong> Ekimi, 8-15 Ekim tarihleri arasında<br />

gerçekleşecek. İki haa boyunca dünyanın çeşitli fesvallerinden ödüllerle dönen<br />

40’a yakın filmin gösterileceği fesvalde sevdiğiniz yönetmenlerin Türkiye’de<br />

gösterime girip girmeyeceği belli olmayan son filmlerini izlemenizi öneririm.<br />

Vedat Engin<br />

1


İçindekiler<br />

1 Editörden<br />

3 Haberler<br />

4 Yılmaz Güney Paneli<br />

5 Seyyit Han<br />

6 Umut<br />

7 Duvar<br />

8 Ağıt<br />

9 Arkadaş<br />

10 Dosya : Çek <strong>Film</strong>leri<br />

11 Çek Yeni Dalgası<br />

15 Closely Observed Trains<br />

16 Diamonds of the Night<br />

17 The Party and the Guests<br />

18 Firemen’s Ball<br />

19 Cremator<br />

20 Loves of a Blonde<br />

22 Lemonade Joe<br />

23 Intimate Lighting<br />

24 Kısa <strong>Film</strong><br />

27 Söyleşi : Nuri Bilge Ceylan<br />

28 Kasaba<br />

29 Mayıs Sıkıntısı<br />

30 Uzak<br />

31 İklimler<br />

32 Üç Maymun<br />

33 Söyleşi : Yavuz Özkan<br />

34 Maden<br />

35 Bir Kadının Anatomisi<br />

36 Bir Erkeğin Anatomisi<br />

37 Yağmur Kaçakları<br />

38 Yengeç Sepeti<br />

39 Dosya: Kadir İnanır<br />

40 Üç Arkadaş<br />

41 Dila Hanım<br />

42 Ah Güzel İstanbul<br />

43 72. Koğuş<br />

44 Katırcılar<br />

45 Sinefil Seminerleri<br />

46 Dosya: Yeni Türkiye Sineması<br />

47 Çoğunluk<br />

48 Zefir<br />

49 Press<br />

50 Gişe Memuru<br />

51 Kurmacadan Belgesele Pedro Costa<br />

52 O Sangue<br />

53 In Vanda’s Room<br />

54 Change Nothing<br />

55 Where Does Your Hidden Smile Lie<br />

56 Colossal Youth<br />

2


Haberler<br />

• Bu yıl 10. Kez izleyicisiyle buluşacak olan <strong>Film</strong>ekimi, 8-15 Ekim tarihleri arasında<br />

gerçekleşecek. Festival bu sene ilk kez İstanbul dışına da açılacak. İzmir, Bursa, Konya, Trabzon<br />

ve Diyarbakır’da da hafta sonu gösterimleri düzenleyecek. İstanbul dışı şehirlerde gösterim<br />

tarih ve ücretlerinde farklılık gözetilecek. Festival programında öne çıkan filmler arasında ise A<br />

Dangerous Method (2011), Bisikletli Çocuk (2011), Bu Bir <strong>Film</strong> Değil (2011), Melankolia (2011)<br />

sayılabilir.<br />

• 14. İstanbul Uluslar arası 1001 Belgesel 29 Eylül-3 Ekim tarihleri arasında gerçekleşecek.<br />

Festival programı için www.1001belgesel.net‘e başvurulabilir.<br />

• 17. Saraybosna <strong>Film</strong> Festivali’nde cezaevinde bulunan İran Sineması’nın önemli<br />

yönetmenlerinden Cafer Panahi’ye ‘Saraybosna’nın Fahri Kalbi’ ödülü verildi.<br />

• Belma Baş’ın ilk uzun metraj filmi Zefir (2010), Tataristan’ın başkenti Kazan’da yapılan<br />

7. Kazan Uluslararası Müslüman <strong>Film</strong> Festivali’nden En İyi Görüntü Yönetmeni ve TÜRKSOY<br />

Özel Ödülü ile döndü.<br />

• Goethe’nin önemli eserlerinden Faust (1806), Alexander Sokurov tarafından yönetmenin<br />

İktidarın Ayartıcı Etkileri serisinin dördüncü filmi olarak sinemaya uyarlandı.perdeye uyarlandı.<br />

un gözünden beyazperdeye uyarlandı. Yönetmen, Moloch (1999)’da Adolf Hitler, Taurus<br />

(2001)’ta Vladimir Lenin, Solnste (2005)’de Japon İmparator Hirohito’yu işlemişti.<br />

• <strong>Merkezi</strong>n bu sayıdaki gösterim programında yer alan Yılmaz Güney’in bir dönem<br />

yasaklı olan filmleri Yılmaz Güney Vakfı ve Kültür ve Turizm bakanlığı işbirliğiyle DVD olarak<br />

basılıyor. DVD’ler Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve TBMM’yi ziyaret eden yabancı konuklara<br />

verilecek. Yönetmenin filmlerinden oluşan bir seçki de Asi <strong>Film</strong>’in katkılarıyla ABD ve Kanada’da<br />

farklı şehirlerde gösterilecek.<br />

3


Yılmaz Güney Paneli<br />

29 Eylül Perşembe 18 00


Yılmaz Güney <strong>Film</strong>leri<br />

Seyyit Han<br />

Yönetmen: Yılmaz Güney<br />

Senaryo: Yılmaz Güney<br />

Oyuncular: Yılmaz Güney (Seyyit), Nebahat Çehre (Keje)<br />

1968 / Türkiye / Türkçe / 80’<br />

Seyyit Han, Yılmaz Güney’in toplumsal gerçekçi özellikler taşıyan ilk filmlerinden biridir. O dönemde, Yeşilçam’da<br />

cari kaygılar güden filmlerde yer alan Güney; bu filmiyle yıllardır gelişrdiği sosyal duyarlılığını da yansıtma rsa<br />

bulmuştur. Yine de; film, kahramanın birçok kişiyi aynı anda dövdüğü kavga sahnelerinde olduğu gibi yönetmenin<br />

cari filmlerinden birçok öğeyi de içerir. Feodal düzenin sert, acımasız, baskıcı yönüne eğilen film; oldukça karamsar<br />

ama bir o kadar da şiirsel bir üsluba sahip.<br />

<strong>Film</strong>in öyküsü kısaca şöyle: Köylüler tarandan öldü zannedilen Seyyit, yıllar sonra köyüne geri döner. Orada,<br />

önceden evlenmek üzere anlaşkları Keje’nin bölgenin nüfuzlu beylerinden Haydar’la evlendirilmek üzere<br />

olduğunu görür. Gönlünden Seyyit’le evlenmek geçen Keje, ağabeyinin ve Haydar’ın baskısı yüzünden bunu<br />

gerçekleşremeyeceğini bildiği için durumu kabullenmek zorunda kalır. Gerdek gecesi Haydar’a yüz vermemesi ise bol<br />

kanlı olayların tekleyicisi olur.<br />

Gücü elinde bulunduran kimselerin acımasızca şiddet uyguladığı, zulmeği bir toplumsal sistemi gözler önüne<br />

seriyor Güney. Haydar o denli gaddardır ki; küçük bir kuşu bile nedensiz yere öldürebilir. Bu vahşi dünyadaki ka<br />

kurallar ve yasaklar, insanların mutlu ve özgür yaşamalarına izin vermeyecekr. Haydar’a itaat etmeyen, Seyyit’i<br />

arzulayan Keje’yi şaşırcı ölçüde şeytani bir son beklemektedir. Kadının kendi yaşamı üzerinde söz sahibi olmasının<br />

mümkün olmadığı ve iradesinin yok sayıldığı bir düzendir bu. Güney’in özellikle ataerkil toplumlardaki kadınların<br />

ezilmesi, basrılması, ve ikinci sınıf konumuna düşürülmesine yönelik duyarlılığı film için dikkat çekicidir. Yol (1982)’da<br />

zina eden kadın ölüme terkedilir. Sürü (1979)’de feodal, ataerkil ve baskıcı bir toplumda kadın dilsiz kalmışr. Seyyit<br />

Han’da da buna benzer bir şekilde kadın yok sayılmakta, düzene uymamakta direnince de yok edilmektedir.<br />

Güney’in bu polik filmi, elbee devlen hoşuna gitmeyecekr. “Türkçe’de Keje diye bir ismin olmaması, filmdeki<br />

köyün, kıyafetlerin resmediliş şekillerinin uygun olmadığı” gibi gerekçeler öne sürerek film sansüre uğralmışr.<br />

Barındırdığı sosyal eleşrinin yanında, Seyyit Han bir western, kahramanca bir inkam öyküsü aynı zamanda.<br />

Kovboy şapkalı haydutlar, atlar, silahlar, bar kavgaları bu filmde de var. <strong>Film</strong>, özellikle Seyyit’in inkamını anlatan final<br />

bölümünde ilginç bir biçimde, toplumsal gerçekçilikten uzaklaşıp destansı ve epik bir havaya bürünüyor. <strong>Film</strong>de, birçok<br />

kurşun yediği halde vuruşmaya devam eden başkahraman gibi inkam filmi kalıplarından da yararlanılır. Bu sahnelerde<br />

de Seyyit’in gözlerinde sisteme başkaldıran, isyan duygularıyla dolu bir bakış hakimdir.<br />

Bütün bu sertliğin, vahşen içinde Güney şiirsel anlar da yakalar. Uçsuz bucaksız bozkırların, engin gökyüzünün<br />

ekranı kapladığı harika kompozisyonlar yarar. Kamera zaman zaman karakterlerden ayrılıp doğayı keşfe çıkar. Yakın<br />

çekimdeki bir kurbağa ya da bir çiçek, yapraklarını dökmüş ağaçlar, sazlıklar da karakterler kadar filmin odağındadır.<br />

Seyyit Han, özetle, çok yenilikçi ve cesur bir film; özellikle zamanına göre değerlendirildiğinde. Güney, anlasını<br />

türler arası bir kompozisyon üzerine kurmuş ve bu kompozisyonu etkin bir biçimde perdeye aktarmışr. Hollywood’a<br />

özgü bir tür olan inkam temalı western’e yerel unsurları güzelce yerleşrmiş ve bunu Türkiye’de egemen güçlerin<br />

uyguladığı baskıyı toplumsal gerçekçi, polik bir sinemayla birleşrmeyi başarmışr.<br />

Can Önalan<br />

26 Eylül Pazartesi 16:00<br />

5


Umut<br />

Yılmaz Güney <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Yılmaz Güney, Şerif Gören<br />

Senaryo:Yılmaz Güney, Şerif Gören<br />

Oyuncular: Yılmaz Güney (Cabbar), Gülsen Alniaçik (Fatma), Tuncel Kurtiz (Hasan)<br />

1958/1970 / Türkiye / Türkçe / 100’<br />

Dingin bir Adana sabahında yine dingin bir melodiyle seyirciyle tanışan Umut, Cabbar karakterinin aldığı<br />

piyango bilene bel bağlaması ve onu tekrar tekrar kontrol etmesi ile hikayesine başlıyor. Umut’la tanışktan<br />

sonra ise filmin bütününe yayılan umutsuzlukla tanışmaya başlıyoruz izleyici olarak. Çünkü Cabbar; karısı,<br />

yaşlı annesi ve beş çocuğuna bakmakla yükümlü ve bunu herkese borçlanarak aldığı eski, kimsenin binmek<br />

bile istemediği faytonu ile yapmak zorunda olan zavallı bir arabacı. Hayatları, gecekonduda sefillik içerisinde<br />

sürüp gitmektedir. Durum böyleyken faytonların belediye tarandan kaldırılmak istenmesi ve nihayende<br />

Cabbar’ın Hamal Hasan’ın görece saçmalıklarına kulak vermesi ile işler daha da kötüye gidiyor. Bunlarla<br />

beraber; bıçağın kemiğe dayanmasına neden olan kaza ve sonrasında geriye kalan diğer a ile arabasının<br />

alacaklılar tarandan salması, Cabbar’ın trajedisine ortak olmamızı sağlıyor filmde. Yani umut giderek<br />

yerini büyük bir umutsuzluğa bırakıyor.<br />

Yılmaz Güney’in filmografisinde önemli bir yeri olan Umut, gerçekçi kurgusu ve muhteşem öyküsüyle<br />

yönetmenin sinemadaki gücüne güç kayor. <strong>Film</strong> biçim olarak İtalyan Yeni Gerçekçileri’nden Rossellini,<br />

Viscon ve De Sica gibi yönetmenlerin filmlerini andırsa da Güney’in usta diyalogları ve çizdiği panoramasıyla<br />

yeni bir boyut kazanıyor. <strong>Film</strong>in bir İtalyan Yeni Gerçekçilik akımı filmi olan ve De Sica’nın yönetmiş olduğu<br />

1948 yapımı Ladri di Biciclee (Bisiklet Hırsızları) ile olan benzerliği iki filmin uzun zaman birbirleriyle<br />

kıyaslanmasına sebep olmuştur. İki film de kendisini kanıtlamış ve modern sinemanın önde gelen realisk<br />

örneklerinden olmuştur.<br />

<strong>Film</strong>, usta ve karakterleriyle son derece iyi uyuşan oyunculuklarıyla da seyircinin gözünde bir kademe<br />

ileri gidiyor. Özellikle başrollerdeki Cabbar ve Hamal Hasan karakterlerini canlandıran Yılmaz Güney ve Tuncel<br />

Kurz’in oyunculukları kusursuz akıyor filmde. Cabbar’a önce umut aşılayan fakat Cabbar umutlandıkça<br />

umutları yıkılan hayalperest Hasan’ın çöküşü ve karakterler arasındaki rol değişimi de filmin değerine değer<br />

kayor. Umut’u adeta bir psikolojik buhran havasına bürüyen bu durum, filmin sonrasında karakterler için<br />

umudun ne olduğunun pek de bir önemi kalmadığını anlayor. Bu andan sonra önemli olanın umudunu<br />

kaybetmemek değil; amaçlarına ulaşmak için her zaman bir umut olduğuna kendilerini inandırmak oluyor.<br />

Karakterlerin bu farkındalığı, onları büyük bir çıkmazın içine sürüklüyor.<br />

<strong>Film</strong>de, sosyal ve ekonomik eşitsizlik ile çaresiz insanların boş inançlara bile verdikleri taviz de çok<br />

etkileyici bir üslupla hicvedilir. Olayların çıkış noktası olan otomobil kazasında Cabbar haklıyken haksız<br />

duruma düşmüş; adeta suçlanmışr üstelik. Öyle ki; karakoldan çıkarken kendi arabasına çarpıp anın<br />

ölmesine neden olan adamdan özür dilemek zorunda kalmışr.<br />

Özetle film, Yılmaz Güney’in çizdiği eşitsizlik panoramasında, hayallerinden başka sığınacak dalı olmayan<br />

insanların gözündeki Umut’un tanımıdır. Bununla birlikte, Yılmaz Güney’in henüz otuzlu yaşlarının başında<br />

geldiği noktanın görülebilmesi açısından önemli bir yeri olan filmin değeri asla bununla sınırlandırılmamalıdır.<br />

<strong>Film</strong> gerek senaryosuyla gerek yönemiyle gerekse oyunculuklarıyla Türk Sineması’nın en önde gelen<br />

realisk filmlerinden biri ve Güney filmografisinin yapıtaşlarındandır.<br />

Serkan Küpeli<br />

6<br />

27 Eylül Salı 16:00


Yılmaz Güney <strong>Film</strong>leri<br />

Duvar<br />

Yönetmen: Yılmaz Güney<br />

Senaryo:Yılmaz Güney<br />

Oyuncular: Tuncel Kurtiz (Tonton Ali), Ayşe Emel Mesçi (La ‘politique’)<br />

1983 / Türkiye, Fransa / Türkçe / 117’<br />

Yılmaz Güney’in senaryosunu Marie-Helene Quinton ile<br />

beraber yazdığı ve yöneği son filmi olan Duvar, 1983 yılında<br />

Paris’te tamamlandı. Oldukça düşük bir bütçeyle çekilen<br />

film, Ankara Merkez Cezaevi’nde tutsak olan bir grup genç<br />

mahkumun yaşadıkları üzerine yoğunlaşıyor. Güney’in bizzat<br />

yakından tanıdığı hapishane ortamı filmde olabildiğince<br />

gerçekçi anlalıyor.<br />

<strong>Film</strong>in başında kamera, kaçmanın mümkün gözükmediği<br />

duvarların üzerinden geçerek hapishanenin avlusunu<br />

gösteriyor. Mahkum olmuş olmaktan dolayı oluşan klostrofobik<br />

yalnızlığı vurgulamak istercesine de uzunca bir süre avluda<br />

gezen mahkumları izleriyor yönetmen. Hapishane kadınların,<br />

erkeklerin, çocukların ve siyasi tutukluların bulunduğu dört<br />

farklı koğuştan oluşuyor. Kelimenin her anlamıyla insanlık dışı olan koğuş ortamı, bu minvalde Gece Yarısı Ekspresi<br />

filminin atmosferiyle paralellikler taşıyor. Düzgün ısınmanın ve temiz suyun bulunmadığı; ama bunun yanında<br />

her türlü tacizin ve şidden olduğu hapishanede en temel gereksinimlere dahi ulaşmanın yolu rüşveen geçiyor.<br />

Bu durumdan mütevellit çoğunluğunu öksüz ve yemlerin oluşturduğu çocukların kaldığı 4.koğuş en berbat yer<br />

haline geliyor. Yılmaz Güney de filminin merkezine hapishanedeki en güçsüz topluluk olan bu çocukları koyuyor.<br />

Çocuklar üzerinden anlalan bu umutsuz sefalet hikayesinde bir çok çarpıcı nokta var. Bunlardan en ilgi çekici<br />

olanı, çocuk mahkumların hayallerinin dahi korku ve baskıyla inanılmaz derecede darallmış olması. Örnekse,<br />

çocuklar dua ederken özgür olmak için değil, daha iyi bi hapishaneye transfer edilmek için yalvarıyorlar Allah’a.<br />

Hapishane müdürünün odasında yaşananlar ile Passolini’nin Salo’sunu harlatan filmde, gardiyanların çocukları<br />

taciz eği gerçeği sürekli gözler önüne seriliyor. Maruz kaldığı tacizi hapishane doktoruna iraf edemeyen<br />

Şaban’ın arkadaşları tarandan dışlanması ve ardından gelişen olaylar ile de filmin rahatsızlık katsayısı artmaya<br />

devam ediyor.<br />

Yılmaz Güney’in gördüklerini böylesine çıplak bir şekilde ortaya koyma çabası, yaşadığı dünyadaki gerçeklerle<br />

yüzleşen seyircinin filmi izlemesini zorlaşrıyor. Olabildiğince realist bir ortam hazırlamak isteyen yönetmen,<br />

filmde gerçek bir doğum sahnesini sansürsüz göstermekten geri kalmıyor. Hemen ardından da içinde gündelik<br />

hayaa karşılaşılmayacak cinsten bir hüzün barındıran başka bir öyküyü, iki idam mahkumu sevgilinin son<br />

günlerini anlayor. Doğum, düğün ve cenazenin bu kadar içiçe olması son derece etkileyici. Gerçek duygusallığı<br />

yakalayabilmek adına, Güney’in oyunculara zaman zaman sert davranmış olması da neorealist idolü Viorio de<br />

Sica’nın çalışma yöntemini anımsayor.<br />

Tüm bunların yanında Güney’in kamerayı kullanma tekniği, doğası gereği dramak olan bu filmin aşırı<br />

duygusal olmasına engel oluyor. Zaman zaman nesnel bir gözlem aracı olarak kullanılan kamera, bir anda yakın<br />

çekimlerle insanların yüzlerine odaklanıyor ve ardından tekrar gözlemci konumuna dönüyor.<br />

Çoğu amatör olan Türk ve Fransız oyuncuların sergiledikleri performanslar gayet başarılı. Fakat filmin çekimleri<br />

esnasında oyuncular repliklerini kendi dillerinde söylemelerine rağmen, sonradan yapılan Türkçe dublaj iyi değil<br />

malesef. Bu amatör oyuncular arasında Tuncel Kurz gibi ustaların olması da izleyici için güzel bir sürpriz oluyor.<br />

Kısacası Duvar anlağı sıkınlar ve içindeki hikayelerle beraber güçlü, çarpıcı ve rahatsız edici bir film.<br />

Kazım Cansever<br />

27 Eylül Salı 18:00<br />

7


Ağıt<br />

Yılmaz Güney <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Yılmaz Güney<br />

Senaryo: Yılmaz Güney<br />

Oyuncular: Yılmaz Güney (Çobanoğlu), Hayati Hamzaoğlu (Mehmet Emin), Bilal İnci<br />

(Ramazan)<br />

1972 / Türkiye / Türkçe / 82’<br />

Cumhuriyet sonrası dönemde, sol görüşlü yönetmenlerin filmlerinde yer verdiği konular köylü ve ağa<br />

arasındaki çaşma, feodal yapının halk üzerindeki olumsuz etkileri, köylerdeki yoksulluktan oluşuyordu.<br />

Genellikle yüzünü köylüye çevirmiş olan toplumsal gerçekçi yönetmenler halkın dramını, yoksulluğu<br />

romanzme kaçacak kadar dramaze ediyorlardı. Yılmaz Güney, tüm filmlerini aynı çerçevede<br />

değerlendirmek mümkün olmasa da, Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve kültürel dönüşümlerini perdeye<br />

yansıtmada farklı bir yön izledi. Ağıt, bu dönüşümleri eşkıya-köylü, iyilik-kötülük arasındaki ilişki üzerinden<br />

çok yönlü bir biçimde inceliyor.<br />

Hikaye üstüne kayalar yuvarlanan, modernleşmeden nasibini alamamış, yoksul bir köyde geçiyor.<br />

Bölgedeki en esaslı eşkıya olan Çobanoğlu ve çetesi, köylüler tarandan çok iyi tanınmaktadır. Kaçakçılıktan<br />

ve haydutluktan ekmeğini kazanan bu eşkıyalar yoksul köylülerden oluşmaktadır. Çete üyeleri, karınlarını<br />

doyurmak için silah kullanmaktan şiddete başvurmaktan çekinmemektedirler. Saç kesimi, beyaz kıyafetleri<br />

ve şemsiyeleriyle dikkat çeken çete, köylülerin korkulu rüyası olmayı başarmışr.<br />

Dönemin diğer gerçekçi filmlerinin aksine Ağıt eşkıyaların perspekfinden sunuyor bize köy yaşamını.<br />

Ağa ile köylü arasındaki çaşmadan ziyade eşkıya ve köylü arasındaki ilişkiye yönelyor. Güney, yasadışı<br />

bu kahramanları toplumun sosyal ve ekonomik çarpıklığın kurbanları olarak resmediyor. Çobanoğlu’nun<br />

eşkıyalığı, toplumsal sıkınlara ve haksızlıklara başkaldırı niteliği taşıyor. Ezilen bir köylü olarak şiddete<br />

başvurmaktan çekinmiyor ve silahıyla tek başına çoğunluğa karşı kendisini kahramanca savunuyor. Bu<br />

kahramanlığın bazı sahnelerde destansı bir havaya büründüğünü söylemek mümkün. Bu yüzden film bazı<br />

eleşrmenlerce köy epiği olarak adlandırılıyor. Çobanoğlu’nun bireysel ve efsanevi kahramanlığının filmin<br />

sosyal ve toplumsal yönünün önüne geçmesi bazı devrimci sinemacılar tarandan eleşri alıyor.<br />

Ağıt, Güney’in diğer filmlerine paralel olarak birçok türü içinde barındırıyor. Avantür ve dramanın etkisi<br />

yer almakta birlikte, Western’in filmin en önemli esin kaynağı olduğunu söylemek zor değil. Geniş plan<br />

doğa çekimleri, yakın plan portreleri ve kamera pozisyonlarıyla film, Güney’in kamerasını eşsiz kılan ve<br />

karakterize eden bir çalışmaya dönüşüyor. Görüntü seçimleri, filmin temasına destek oluşturuyor. Geniş<br />

plan bozkır manzaraları, sert kayalıkların her daim tehdit oluşturduğu köyün doğası, halkın neden şiddete<br />

yöneldiğini açıklamaya çalışıyor gibi. Doğa ve insan arasındaki ilişkinin öne çıkğı, silahların ve uzun çaşma<br />

sahnelerinin boy gösterdiği filmi bir Western olarak görmek mümkün.<br />

Ağıt’ı diğer dönem filmlerinden ayıran bir başka özelliği de toplumsal dönüşümün insan ilişkileri<br />

üzerindeki etkisini farklı bir açıdan yansıtması. Köy filmlerinde genellikle ağalık düzeninin esiri, emekçi,<br />

birbirine bağlı, yoksulluğun kurbanı iyi insanlar olarak gösterilen köy halkı; Ağıt’ta para, güç ve ikdar<br />

mücadelesi çerçevesinde birbirine sırt çevirmekten çekinmiyor. Çobanoğlu’nun köylüler tarandan<br />

vurulması, halkın acıma duygusundan yoksunluğu, eşkıya çetesinin bile kendi içinde çaşmalar yaşaması,<br />

ekonomik zorlukların insanları nasıl yabancılaşrdığını ve düşmanlaşrdığını anlatmak için kullanılıyor.<br />

Dayanışmadan ziyade bireysel kurtuluşun ön plana çıkması, Çobanoğlu’nun bireysel kahramanlığının ön<br />

plana çıkarılmasıyla da destekleniyor.<br />

Ağıt, bir devrimci olarak ve bir sosyal gerçekçi olarak farklı yüzler taşıyan Yılmaz Güney’in sinemasını<br />

anlamak isteyenler için başarılı bir örnek.<br />

Raye Askın<br />

8<br />

28 Eylül Çarşamba 16:00


Yılmaz Güney <strong>Film</strong>leri<br />

Arkadaş<br />

Yönetmen: Yılmaz Güney<br />

Senaryo: Yılmaz Güney<br />

Oyuncular: Kerim Afşar (Cemil), Azra Balkan (Necibe), Civan Canova (Halil)<br />

1975 / Türkiye / Türkçe / 105’<br />

Arkadaş, bir sosyalist propaganda filmi. <strong>Film</strong>, her ne kadar Yılmaz Güney’in Umut’la (1970) başlağı ve<br />

Duvar’la (1983) son bulan, Türkiye Polik Sineması’nı şekillendiren 13 yıllık dönemine denk gelse de, genel<br />

ibariyle bu dönemi etkileyen “İtalyan Yeni Gerçekçilik’in sinemasal zerafenden daha fazla Vertov’un Sinegöz<br />

Manifestosu’nun propagandacı tavrına yakın durur.<br />

<strong>Film</strong>in bir ilginç özelliği de adını, Melike Demirağ’ın aynı adlı şarkısından alması ve şarkıcının da filmde<br />

önemli bir role sahip olmasıdır.<br />

Arkadaş, yolları 10 yıl önce ayrılan Cemil ve Âzem’in hayatları üzerinden ilerleyen didakk bir hikâye. Cemil<br />

evlenmiş, para kazanmış, kendine kapitalist dünyada harı sayılır bir statü elde etmişr, Âzem ise karayollarındaki<br />

işine devam etmiş, sosyalist mücadeleyi kendine erek olarak benimsemiş bekar bir mühendisr. Âzem’in,<br />

Cemil’in yazlığına misafir olarak gelmesiyle bu iki arkadaşın anlayışları arasındaki fark belirginleşir. Âzem ilk<br />

geldiği günden beri kendi içinde kapitalist-yalılmış bir bölge olan bu yazlık sitede, yalnızca Cemil’in baldızı<br />

Melike ve zengin ailelerin mallarına zarar veren bahçıvan Halil ile yakınlık kurabilmişr. Âzem’in arkadaşı Cemil’i<br />

ve Melike’yi sosyalist çevrenin içine çekmek istediği başından beri bellidir. Melike’ye dönemin yasaklı kitabı,<br />

Ahmed Arif’in Hasrenden Prangalar Eskim’i, hediye eden Âzem, Cemil’den de umudunu kesmez, bu sırada<br />

yazlıktaki işçiler de Âzem tarandan küçük toplanlarla eğilmektedir.<br />

<strong>Film</strong>, iki arkadaşın dünyaya bakışları arasındaki farkı kaba bir karşıtlık yaratarak kurar. Kapitalist düzene<br />

ait her şey görünürde albeni sahibiyken pis ve ahlaktan yoksundur, halktan gelen ve halka ait her şey ise<br />

temiz ve ahlaklıdır. Aynı zamanda senarist de olan Yılmaz Güney görüntüyle yenmeyecek, defalarca sosyalist<br />

propagandayı canlandırdığı Âzem karakteri üzerinden yüksek sesle yineleyecekr. Güney’in sosyalist görüşü<br />

elbee diğer filmlerinde de baskındır ama Sürü (1979), Yol (1982), Duvar (1983) gibi sinemasının son dönem<br />

örneklerinde yerini daha yalın bir anlama ve daha ustaca kurulmuş bir olay örgüsüne bırakacakr. Yine de film,<br />

Türk Sineması için yeni sayılacak bir kurgusal yapıya sahipr; İstanbul’da bir sayfiye yeri olan Kumburgaz’daki<br />

çocuklar mayolarıyla denizde güneşlenip oynarken, Eisenstein’ın Entelektüel Montaj Metodu’ndan yararlanılarak<br />

paralel kurguyla ekrana gerilen aynı yaştaki Harranlı çocuklar köylerinde su olmadığı için yarı çıplak dolaşmak<br />

zorundadır.<br />

Arkadaş, Yılmaz Güney sinemasını yeni seyretmeye başlayacaklar için zor bir film. Yönetmen ya da senarist<br />

olarak Yılmaz Güney’in toplumcu bakışı tam olarak Arkadaş filminin sınırları içine girmiyor. Güney bu filminde<br />

kapitalist topluma tabi kesimi tamamen reddeden ve aşağılayan bir kimliğe bürünse de aslında o, en azından bu<br />

yazının yazarının gözünde, sınıflar arasındaki farklılığa saldıran eşitlikçi ve bütünleşrici bir sinema yapıyor.<br />

Evren Erdem<br />

1<br />

Dziga Vertov. Kinoglaz, 1924.<br />

2<br />

Sergei Eisenstein. Methods of Montage, 5. Intellectual; yazarın çevirisi.<br />

28 Eylül Çarşamba 18:00<br />

9


Çek Yeni Dalgası


Çek Yeni Dalgası<br />

Çek Yeni Dalga akımı, Fransız Yeni Dalga ve İtalyan Post Neo-realizmi ile birlikte, 1960’ların en zengin kurmaca<br />

sinema hareketlerinden biri sayılabilir. Yine de; o yıllarda kapana kısılmış küçük bir Doğu Avrupa ülkesinde<br />

yeşğinden midir yoksa kuramsal altyapıdan yoksun olduğundan mıdır bilinmez; bugünkü sinema yazınında<br />

diğerleri kadar ilgi görmüyor. Bugün, özellikle, sonraki sansür yıllarında yurtdışına gitmek zorunda kalan,<br />

orada üretmeye devam eden yönetmenleri (Milos Forman, Ivan Passer, Jan Nemec) harlanmaya devam<br />

etmektedir. “Polik ve estek kimliğiyle dünya sineması üzerinde İtalyan neo-realizmi kadar etkili olduğu” (1)<br />

söylenen akım; farklı olarak teorisiz, manifestosuz, salt üreterek varolmuştur. Bu üremin önceden sıralanan<br />

maddelere uyularak yapılmaması, Yeni Dalga filmlerinin net ortaklıklara indirgenmesini ve analizini zorlaşrsa<br />

da; ekranda, kendinden önceki dönemin klişelerini, Stalinist anlayışını yıkan bu filmler; dönemin sosyopolik<br />

koşulları sebebiyle kaçınılmaz olarak ortak yaklaşımlar barındırmaktadır. Çek yönetmenler müzik ve<br />

edebiyan kadrajdaki yerini arrırken; Fransız Yeni Dalga, erken dönem Amerikan kara komedileri, İtalyan<br />

neo-realizmi, Fransa’da neredeyse eş zamanlı büyüyen belgesel akımı cinema-verite’nin tekniklerinden ve<br />

anlayışlarından da etkilenmişlerdir. Tüm bunlarla, Çek Yeni Dalga’nın karakterisklerininveçıkışdinamiklerinin;<br />

Çekoslovakya’nın o yıllardaki kaok ve büyük güçlerin baskısı/işgali/etkisi alndaki dönemleriyle mecburi ve<br />

organik bağlarını da incelemek gerekir. Nazi işgalinden, Dubçek’in yeni yönem tarzına; sosyalist anlayışla<br />

sinemanın merkezileşrilmesinden, 68’de Prag’da yürüyen Varşova Pak askerlerine kadar her gelişme<br />

dönemin filmleri üzerinde bire bir etkili oluyor.<br />

1920’lerde, ülkede, çoğunluğunu melodramların oluşturduğu yıllık ortalama 20 film çekiliyordu. 1931’de<br />

Prag yakınlarına kurulan Barrandov stüdyolarıyla (2) Prag, “Avrupa’nın sinema başken” olarak adlandırılmaya<br />

başlamış; Prag’da, yılda, çoğunluğu Barrandov stüdyolarında çekilen 80 film ürelmeye başlandı (3) . O yıllar<br />

“Çek modernizmi” olarak adlandırılıyordu. II. Dünya Savaşı’yla birlikte Slovakya, Çekoslovakya’dan ayrıldı<br />

ve Çek toprakları Nazi işgaline uğradı. İşgal döneminde yarım milyona yakın (100 bine yakın Yahudi’yle) Çek<br />

vatandaşı öldürüldü. İşgalle birlikte, Naziler Barrandov stüdyolarına da el koydu. Propaganda bakanı Joseph<br />

Goebbels Prag’ı, Berlin ya da Münih gibi bir Alman sinema merkezi yapmaya çalıs; Prag’a Alman filmleri<br />

hakim oldu (4) . 1939’dan 45’e ürelen yıllık film sayısı 40’tan 9’a kadar düştü. 1945’e gelindiğinde ülkeye giren<br />

Sovyet askerleri Alman işgaline son verdi. İşgalin biminden 3 yıl sonra ise, 1948’de, Çekoslovakya Komünist<br />

Parsi yönemi ele aldı. 1989’daki demokrak Kadife Devrim’e kadar süren komünist düzen başlamış oldu.<br />

Barrandov stüdyoları dahil ülke sineması ulusallaşrıldı; böylece Çekoslovakya, Sovyetlerden sonra ulusal<br />

sinema anlayışını geren 2. Doğu Avrupa ülkesi oluyordu. Moskova film okulunun da etkisiyle Avrupa’nın 5.<br />

film okulu (5) Prag’da kuruldu (6) . Otokar Vavra’nın öncülük eği okuldan, Çek Yeni Dalga’nın Jan Nemec, Jiri<br />

Menzel, Vera Chylova, Milos Forman, Ivan Passer gibi önemli isimleri mezun olacak. Aynı zamanda, Yeni<br />

Dalga’nın edebiyat ayağını oluşturan önemli isimlerden Milan Kundera da okulda yazım dersi vermekteydi.<br />

O yıllarda Sovyet sinemasının sosyal gerçekçiliğiyle yapılan (7) ya da an-Amerikan temeldeki filmler değer<br />

gördü (8) .<br />

60’lara gelindiğinde ekranın sosyal gerçekçiliğiyle, günlük hayanın gerçekliği arasında derinleşen<br />

uçurum, sinemada bir patlamaya yol açacak. 1961’de Berlin duvarının da inşaasıyla iyice içine dönmek<br />

zorunda kalan sosyalist ülkelerde sinema başkalaşıyordu. Çekoslovakya özelinde bu başlangıcın altyapısı<br />

zaten oluşmuştu: “1945’te ulusallaşrılan film endüstrisi (filmlere devlet desteği); 1947’de kurulan Prag film<br />

okulunun yönetmenlere sağladığı teknik gelişim; 1960’ların başlarında Çek hükümenin sanata uyguladığı<br />

Stalinist sansürden vazgeçmeye başlamasıyla (9) ” da ilk iki dinamik anlam kazandı. Forman, Menzel, Chylová,<br />

Nemec, Passer, Herz gibi genç yönetmenler ilk filmleriyle başkalaşım sürecini belli eler. Sinema ülkedeki<br />

kısmî özgürlükçü ortamda aln çağını yaşarken; Ocak 68’de yöneme gelen Alexander Dubçek’in (1921-1992)<br />

“insan yüzlü sosyalizm” (10) anlayışıyla başlağı liberalleşme, ya da daha ileri götürdüğü an-Stalinizasyonsüreci,<br />

Prag Baharı olarak adlandırıldı. Ancak Sovyetlerce “sosyalizmden kopuş” olarak algılanan süreç, aynı<br />

yılın Ağustos ayında Varşova Pak ülkelerinin Çekoslovakya’yı işgaliyle son buldu (11) . Sonrasında, Sovyetler<br />

Birliği’yle ilişkiler yeniden güçlendirildi, ülkenin sananda Stalinist sansür anlayışıyla “normalleşme” süreci<br />

başlaldı. Dolayısıyla Prag Baharı, Yeni Dalga akımının doğmasına/büyümesine değil, sonuna sebep oldu (12) .<br />

<strong>Film</strong>ler yasaklandı (13) ; filmleri sansüre uğrayan seçki yönetmenlerinden Forman, Passer ve Nemec ülkeyi<br />

terk etmek zorunda kaldı. Ülke,1989’de kansız ilerleyen Kadife Devrim’le demokrasiye dönüş yap (14) ; ancak<br />

sinemada 60’larda yakalanan hava bir daha yakalanamadı. O baskı alndaki yıllarda, yılda 25 film üreten<br />

Çekoslavakya, ülkedeki demokrak devrimden sonra bile; 1992’de; yılda sadece 8 film üretiyordu. O süreçte<br />

iki yılda iki Oscar alan ülke (15) , bir dahaki Oscar ödülünü 1996 alabildi(16).<br />

11


Çek Yeni Dalgası<br />

12<br />

60’larda film çekmeye başlayan Çek yönetmenler, o yıllarda eş zamanlı büyüyen ya da daha eski dünya<br />

sinema akımlarının -Fransız yeni dalga, İtalyan neo-realizmi, Fransa’da belgeselde Jean Rocuh öncülüğünde<br />

cinema-verite- dışında Franz Kaa, Jaroslav Haşek, Milan Kundera, Bohumil Hrabal gibi Çek edebiyanın<br />

önemli yazarlarından yararlandılar. Edebiyatla birlikte, sinema tekniğinde ve müzik kullanımında da<br />

yenilikçi davrandılar. 1962’den başlayarak Zbynek Brnych nin Transport z Raje (Transport From Paradise,<br />

1963) Stefan Uher’in Slinko v Sie (Sunshine in a Net, 1962), Vera Chylova’nın Pytel Blech (A Bag of<br />

Fleas, 1962) filmleriyle kalıplar kırılırken, Çek sineması eskiden ilk kopuşlarını yaşıyordu. 1968’deki işgale<br />

kadar yaşanan süreçte, genç yönetmenlerin amacı “Çek vatandaşlarında, içinde yaşadıkları baskıcı ve<br />

kendilerine zulmeden sisteme karşı farkındalık yaratmak (17) .” Çek Yeni Dalga dönem için bir ‘şemsiye<br />

terim’ sayılabilir; zira yazmadan, sadece çekerek varolan akımda en görünür ortak payda, ‘insana dair<br />

duyarlılıklarla sosyal hayata bakış’r. Bu yönüyle akım, bahsedilen Prag Baharı’nın sosyalizm anlayışına<br />

af olarak, “insan yüzlü polik sinema (18) ” olarak nitelendirilir. Bunun dışında, sıkı kurmaca anlam yerine<br />

toplum hayanı gözlemlemek, ön plana çıkan görsel-şiirsel sller, sürrealist öğeler, hümanist bakış, insanı<br />

çok boyutlu olarak –zaaflarıyla, komik halleriyle ve trajedileriyle- ele almak, sosyal haya parodileşren<br />

absürd tutum, uzun doğaçlama diyaloglar, amatör oyuncular, ironi/kara mizah, erozmin farklı sunumu,<br />

formalizme kaçan sinematografik denemeler dönemin genel özellikleri arasında sayılabilir. Küçük ve<br />

trajik olayların komedisi üzerinden verilen sosyal yaşam/bürokrasi eleşrisi de apolik olmakla suçlanan<br />

yönetmenlerin ortak tavrı.<br />

Geniş açıdan bir bakışla, yöneme gerdikleri eleşriler sebebiyle sosyalist sansüre maruz kalan<br />

filmler; eleşri dozunu hiçbir zaman sosyalizmin reddine vardırmıyor. Forman, bu apolizm suçlamasına<br />

“Bizim filmlerimizin, hayatları boyu sadece ideallerini gerçekleşrmek için savaşanlarca eleşrilmesini<br />

anlıyorum. Biz babalarımızı hiçbir şey için savaşırken görmedik. Biz, bizim için hazırlanmış bir dünyaya<br />

doğduk (19) ” diye karşılık veriyor. Akım; Fransız Yeni Dalga’yla, derin konularla absürdü birleşren sarik<br />

yaklaşımının dışında, filmi stüdyodan sokağa çıkarma ve gerçek/sıradan insanların hayatlarını konu<br />

edinme çabasıyla ortaklaşıyor. Öte yandan dönemin Çek sineması, ulusallaşrılmış bir sinemanın ürünleri<br />

olarak stüdyo ve kaynaklara erişim konusunda Fransa’daki dönemdaşından daha şanslı; belki de bu<br />

yüzden Godard, Çek Yeni Dalga için “burjuva” sineması demişr. Ek olarak Çek Yeni Dalga, bahsedildiği<br />

gibi, ülke edebiyandan uyarlamalarıyla da göze çarpıyor; öyle ki Kundera bu dönemi; Çekoslovak<br />

edebiyanın, sinema sayesinde gelişği dönem olarak görmektedir. Akımın önemli filmleri; Franz Kaa,<br />

Milan Kundera (20) , Bohumil Hrabal (21) , Jaroslav Haşek (22) gibi Çek yazarlarla direkt ya da dolaylı ilişki içinde.<br />

Kaa’dan ve dadaizmden etkilenen Hrabal’ın yazınındaki gibi, günlük hayan ritmini trajikle/absürdün,<br />

iyilikle/acımasızlığın, polikle/kişiselin böylesine iç içe geçmişliğiyle veren bu filmlerin, ülkenin yıkıma<br />

açık yıllarında doğması tesadüf olmasa gerek (23) . Akımın cinema-verite’yle ilişkisi ise iki yönlü: Birincisi;<br />

neredeyse her filmde karşılaşğımız karakterin kameraya bakması sliyle kameranın varlığını belli etme<br />

ve sıradan denebilecek sosyal grupların hayatlarına eğilerek, etnografik belgeselciliğe öykünen gözlemci<br />

anlayış. Bunun dışında, stüdyo filmlerinde bile doğal ışık/doğal mekan kullanılması, amatör oyuncular,<br />

filmlerin belgeselle kurmacanın sınırlarını üzerindeki deneyleri olarak görülebilir. Diğer yandan; filmlerin<br />

çoğunda müzik, ekranda üreliyor; diyaloglar anlamı kuvvetlendirici/yürütücü unsur olarak değil,<br />

karakterlerin varoluşlarını derinleşrecek şekilde uzun ve günlük konuşmalar şeklinde ilerliyor. Komedi<br />

unsurlarındaysa, Chaplin ve Keaton havası sezinlenebilir. Çek yönetmenler günlük hayaan seçkleri<br />

düzayak karakterlerin öznel deneyimlerinden yola çıkarak bürokrak kıskaçlara, geleneksel baskılara,<br />

otoriter anlayışa, polik/cinsel darkafalılığa, Çek taşra hayana, sosyal konformizme göndermeler<br />

yapma yolunu seçmişler. Jiri Menzel, Closely Observed Trains (1966) ile ilk seks deneyimini yaşamaya<br />

çalışan gencin trajedik öyküsünü absürd komedi unsurlarıyla verirken, cinsellikle vatanseverliğin<br />

öncelik sırasıyla oynuyordu. Jan Nemec, Kaaesk mizah anlayışıyla öznel durumlardan çıkarak; (Arnost<br />

Lusg’den uyarladığı) Diamonds of the Night (1964)’ta Nazilerden kaçan iki genç üzerinden ikdarı, The<br />

Party and the Guests (1966)’te ise göl kenarındaki bir ziyafet üzerinden o ikdarın yarağı “mutluluğa”<br />

boyun eğmeyenlerin başına gelebilecekleri irdeliyordu. Milos Forman Black Peter (1963) (24) ile kuşaklar<br />

arası anlayış farklarını, Loves of a Blonde (1965) ile genç bir kadının ilişkileri üzerinden Çekoslovakya’nın<br />

toplumsal kodlarını, Firemen’s Ball (1968) ile bürokrak/baskıcı saçmalıkları Chaplin ve Keaton’ınkilere<br />

benzer güldürü öğeleriyle; ancak kötümser bakışla işledi. Vera Chylova, A Bag of Fleas (1962) ve<br />

Diaesies (1966) filmleriyle kadınların toplumda varolma yollarını, sinema tekniklerini zorlayarak irdeledi.<br />

Belgeselci anlayışla başlayan filmlerine gerçeküstücü öğelerle devam e ve Yeni Dalga’nın erkek bakışına,


Çek Yeni Dalgası<br />

feminist alternaf olarak gösterildi(26). Godard, Chylova’nın filmlerini sevmediğini, “çizgifilm gibi ve apolik”<br />

bulduğunu söylemişr. Ivan Passer Inmate Lighng (1966) ile taşrada yaşayan yerel müzisyenlerin “sıradan”<br />

hayana, insanî zaaflarla dolu, espirili bir bakış ayordu. Oldrich Lipsky, ilginç bir western parodisiyle, Lemonade<br />

Joe (1964), ile klasik iyi-kötü algısıyla bir an-karakter üzerinden dalga geçerken kurgunun tüm imkanlarıyla<br />

oynuyordu. Juraj Herz, Morgiana (1972)’da fantask öğeler ve sinema tekniğiyle yapğı deneyler ile aile/<br />

toplum kavramını ve grotesk denebilecek Cremator (1968) ile Nazi soykırımını bir ‘yavru Hitler’ alegorisiyle<br />

yine Kaesk absürdlükte ele alıyordu.<br />

Bugün İran Sineması nasıl İslamî-otoriter baskılardan dolayı, mecburen “imgeler sineması” olarak varoluş<br />

mücadelesi veriyorsa; 60’larda da Çekoslovak sineması Stalinist-otoriter rejimle baskılanırken bir “alegoriler<br />

sineması” olmuştur. İşgalle biten aln çağ için yıllar sonra Ivan Passer, “Güzel şeyler harlıyorum. İlginç filmler<br />

yapıyorduk; ve hepimizin sinema anlayışı farklıydı. Aynı yerlerden gelmişk, birbirlerimizin işleri hakkında<br />

bilgi sahibi oluyorduk, senaryolarımızı birbirimize verirdik, birbirimize yardım ederdik ve yarışırdık. Harika<br />

zamanlardı. (27) ” demişr. Küçük bir Avrupa başkennde, büyük (büyüdükçe de çirkinleşen) ikdarların baskısı<br />

alnda gelişen ve uluslararası alanda kendine yer bulan Çek Yeni Dalga sineması, sert zamanlarda filmler üreten<br />

Çekoslovak yönetmenlerin tepkisel/insanî duyarlılıklarıyla bugünün izleyicisi için alternaf ve çok boyutlu bir<br />

deneyim niteliğinde.<br />

(1)<br />

David Cook. A History of Narrave <strong>Film</strong>. New York: Emory University. 4.Baskı, 1996. Sayfa 705.<br />

Can Sever<br />

(2)<br />

Seçkideki Lemonade Joe (1964), Loves of a Blonde (1965), Closely Watched Trains (1966), The Firemen’s Ball<br />

(1967) filmleri Barrandov Stüdyoları’nde çekilmişr. Stüdyo hala akir. 2010’da Burnt by the Sun2, 2011’de<br />

Faust filmleri burada çekilmişr. www.barrandov.cz<br />

(3)<br />

Griffith ve Von Stroheim’in asistanı Gustav Machaty’nin Erokon (1929) ve Extasy (1933) filmleri, ilk Çek sesli<br />

filmi Tonka of the Gallows (1930) dönemin önemli filmlerindendir.<br />

(4)<br />

Leni Riefenstahl, Tiefland (1940-44)’i Barrandov stüdyolarında çekmişr.<br />

(5)<br />

İlk dördü: Moskova(1919), Berlin(1936), Roma(1935), Paris(1939).<br />

(6)<br />

FAMU(<strong>Film</strong>ova Akademie Muzickych Umeni). Okul hala akf ve uluslararası öğrenci kabul ediyor. www.<br />

famu.cz<br />

(7)<br />

Mudi Bez Knedel (1946), Srena (1947).<br />

(8)<br />

The Kidnapping (1952).<br />

(9)<br />

Robin Bates. “The Ideological Foundaons of Czech New Wave”. Journal of the University <strong>Film</strong> Associaon<br />

XXIX, 3, 1977. Sayfa 37.<br />

(10)<br />

Sistemin Türkiye’ye uyarlanışı da o yılların Türkiye İşçi Parsi genel başkanı M.Ali Aybar’ın “güleryüzlü<br />

sosyalizm”idir. Nitekim, Aybar Sovyetler’in Çekoslovakya’yı işgaline de karşı çıkınca sosyalist dünyadan<br />

dışlanmış ve par keskin devrimcilerin etkisine girmişr.<br />

(11)<br />

İşgale Çek halkının tepkisi büyüktü. Gösteriler düzenlendi; Jan Pallach adlı öğrenci kendini yak. Kundera’nın<br />

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği (1986) bu dönemde geçmektedir.<br />

(12)<br />

Yıllar sonra, Kundera: “Prag Sonbaharı’nın etkisi Prag Baharı’ndan büyük oldu.”.<br />

(13)<br />

Seçkideki Firemen’s Ball (1967) ve The Party and The Guests (1966) “banned forever” olarak eketlendi.<br />

13


Çek Yeni Dalgası<br />

(14)<br />

Sovyetlerin dağılmasından sonra, Ocak 1993’te ülke barışçı yollarla Çek Cumhuriye ve Slovakya olmak<br />

üzere ayrıldı. Çek Cumhuriye bugün NATO ve Avrupa Birliği üyesi.<br />

(15)<br />

The Shop on Main Street (1965), Closely Watched Trains (1967).<br />

(16)<br />

Kolya (1996).<br />

(17)<br />

David Cook. A History of Narrave <strong>Film</strong>. New York: Emory University. 4.Baskı, 1996. Sayfa 705.<br />

(18)<br />

Jennifer Baldwin. “A Polical Cinema with Human Face”. libertasfilmmagazine.com.<br />

(19)<br />

“Chill Wind on a New Wave”. Saturday Review. 23 Aralık 1967. Sayfa 11.<br />

(20)<br />

Kundera (1929-.) uyarlaması: The Joke (1968).<br />

(21)<br />

Hrabal (1914-1997) uyarlamaları: Jiri Menzel’in Closely Observed Trains (1966), Skylarks on a String (1969),<br />

Cung It Short (1981), Snowdrop Celebraons (1984), I Served the King of England (2006) filmleri; Chylova/<br />

Menzel/Nemec/Schorm/Jires’in beraber çekkleri Perlicy Na Dne (1965) filmi.<br />

(22)<br />

Haşek (Çek taşlama/mizah yazarı, 1883-1923) uyarlamaları: Dobri Vojak Svejk, Jiri Trnka tarandan 1955’de,<br />

Karel Stekly tarandan 1957’de filme uyarlanmış.<br />

(23)<br />

Nasıl ki Dada’nın I.Dünya Savaşı yıllarında doğması, ya da Kaa’nın Dönüşüm’ü 1915 yazması tesadüf<br />

değilse.<br />

(24)<br />

1964 Locarno <strong>Film</strong> Fesvali’nde, Godard ve Antonioni’yi geride bırakmışr.<br />

(25)<br />

1989’da çekği A Hoof Here, A Hoof There, Avrupa’da AIDS ile ilgili ilk filmlerdendir.<br />

(26)<br />

“Ivan Passer: Czech New Wave filmmaker at helm of Karlovy Vary Jury”. 2008, Rosie Johnston.<br />

14


Çek Yeni Dalgası<br />

Closely Observed Trains<br />

Yönetmen: Jiri Menzel<br />

Senaryo: Bohumil Hrabal<br />

Oyuncular: Václav Neckár (Milos Hrma), Josef Somr (Hubicka), Vlastimil Brodský(Zednicek)<br />

1968 / Çekoslovakya / Çekçe, Almanca / 93’<br />

Closely Observed Trains, tren istasyonunda çalışan genç Milos Hrma’nın kendisinin ve ailesinin hikayesini<br />

anlatmasıyla başlıyor. Seyirciye konuşan Milos, ailesinin komik geçmişini anlarken bir yandan da işe<br />

hazırlanıyor. Geçmişin hikayesi, sunulan fotografik görsellerle belgesel kıyılarında dolanırken, film<br />

rotasını görece uzun bu açılış sekansından sonra kara mizaha çeviriyor. Milos’un işi için hazırlandığı<br />

giriş sekansında biz de karakteri olaylarla tanımayıp direkt kendisinden dinleme rsa buluyoruz. Bu<br />

sekansta Milos, tren istasyonunda hareket memuru olmasının nedenini açıkça söyleyebilecek ölçüde<br />

dürüst bir karakter olarak sunuluyor. Bunun da onun masumiyene yapılan vurgulardan ilki olduğunu<br />

film ilerledikçe anlıyoruz. Üniformasının ayrılmaz ve en önemli parçası olan şapkası annesi tarandan bir<br />

taç gibi giydirilse ve bu durum görevine verilen değeri gösterse de, Milos aslında babası ve büyükbabası<br />

gibi rahat olmak isteyen bir çocuk.<br />

Kamera tren istasyonundaki yerini aldıktan sonra gözümüze çarpan türlü makine görüntüleri, raylar<br />

bize Kameralı Adam (A Man with the Movie Camera, 1929)‘ı çağrışrıyor. Dziga Vertov’un Kameralı<br />

Adam ile yapmak istediği gerçekliğe vurgu filmin amacıyla örtüştüğünden olsa gerek, iki film arasındaki<br />

benzerlikler fark ediliyor. Kameralı Adam’da izlediğimiz gündelik yaşamdan alınan kesitler, bu filmin<br />

içinde birer öyküye dönüşüp anlam ve ağırlık kazanıyorlar sanki.<br />

Milos’un hoşlandığı Masa’yla bir türlü cinsel ilişkiye girmeyi becerememesinin etranda şekillenen<br />

hikaye, Milos kadar naif yönleri olan karakterleri barındırıyor. İstasyon şefi Max, görevine ve kuşlarına<br />

fazlasıyla bağlı; ahlakçı söylemlerinin alnda ne kadar başka biri olsa da karısının isteklerini yerine<br />

germekten kaçınmayan bir karakter. <strong>Film</strong>in başında vurgulanan “görev insanı” maskesinin alnda aslında<br />

zamanla acıma hissedeceğimiz biri olduğunu fark ediyoruz. Masa’nın dayısı, “damgalanan” kız ile annesi,<br />

mahkeme salonundaki yargıçlar, istasyondaki diğer insanlar bir şekilde sizde insani bir nı bırakıp, olaylara<br />

yaklaşımlarıyla sizi gülümseyor; onlara kızıp onlardan nefret etmeniz mümkün olmuyor film boyunca.<br />

Bu da filmin geneline yayılan naiflik duygusunu besliyor. Bu arada, karakterlerden bahsederken filmin bir<br />

bölümünde yer alan doktorun, yönetmen Jiri Menzel tarandan canlandırıldığını eklemek gerek.<br />

<strong>Film</strong>de erok sahnelerin, çıplaklığa boğulmadan, küçük ayrınların içine saklanılarak seyirciye<br />

sunulması, gerisinin seyircinin hayal dünyasına bırakılması bu anlamı daha da çekici kılıyor. Bu nedenle<br />

aan inen bir kadın ya da bir damgaya nefes vermek izleyicide bambaşka hisler uyandırabiliyor. Kapalı<br />

kapılar ardından gelen seslerin, koltuktaki bir yırğının, bacaktaki damganın hikayesini yazmak ya da<br />

süslemek bize kalıyor.<br />

II. Dünya Savaşı sırasında tren istasyonunda çalışmış olan Çek yazar Bohumil Hrabar’ın aynı adlı<br />

romanından uyarlama olan film, oyunculuklarının doğal olmamasıyla dikkat çekebilir. Ancak bu Çek Yeni<br />

Dalgası’nın kendi kendine doğurduğu bir durum. Haa diğer Çek Yeni Dalgası örneklerinde hissedileceği<br />

türden bir absürdlük bile bulunabilir. 1968 yılında En İyi Yabancı <strong>Film</strong> dalında Akademi Ödülü’nü alan film,<br />

bir kara komediden beklenileceği gibi de ironik bir şekilde sona eriyor.<br />

Gülnihal Kavaklıoğlu<br />

26 Eylül Pazartesi 18:00<br />

15


Diamonds of the Night<br />

Çek Yeni Dalgası<br />

Yönetmen: Jan Nemec<br />

Senaryo: Jan Nemec, Arnost Lustig (hikaye)<br />

Oyuncular: Ladislav Jánsky, Antonín Kumbera, Irma Bischofova<br />

1972 / Çekoslovakya / Çekçe, Almanca / 63’<br />

Demanty Noci (Gecenin Elmasları), Çek Yeni Dalgası’nın yaracılarından olan Jan Nemec’in ilk uzun<br />

metrajlı filmi. Arnost Lusg’in Darkness Cast No Shadow (1985)kitabı temel alınarak yaralmış, anmilitarist<br />

tutumun sergilendiği filmde; Nazi kampına götürülmek istenen iki Yahudi çocuğun trenden<br />

kaçışıyla başlayan yaşam mücadelesi anlalmaktadır.<br />

<strong>Film</strong> silah sesleri arasında iki çocuğun ormanın içine doğru kaçmasıyla başlıyor. Başta neden<br />

kaçklarını göremediğimiz çocukların bitkin halleri daha önce ne yaşadıklarının göstergesi gibi. Çocukların<br />

yorgun düşmelerinin etkisiyle çok geçmeden halüsinasyon görmeye başlaması, izleyicinin gerçeği ayırt<br />

etmesini zorlaşrıyor bu bölümde.<br />

<strong>Film</strong>de, ana karakter olan Ladislav Jánsky‘nin haralarıyla bir çok kez karşılaşırız. Ladislav Jánsky<br />

kaçışında; kız arkadaşını, Nazi korkusunu, şehrin sokaklarında kalmış cinselliğin msali kadınlarını<br />

beraberinde götürmektedir.<br />

Açlığın giderilmesi gereken en önemli ihyaç olmasıyla birlikte idsel davranışlar da kendisini<br />

göstermeye başlar. Ladislav Jánsky‘nin bir Alman köyünde, girdiği evdeki kadını öldürdüğünü görmesi<br />

veya yatakta kendisine kur yapğını düşlemesi bu durumun sonucudur. Dönemin şartları içerisinde bir<br />

Alman kadınının, Yahudi bir adama yiyecek herhangi bir şey vermesi beklenemez. <strong>Film</strong>, izleyicinin sahip<br />

olduğu bu öngörüyü, kadının verdiği ekmeği yiyen çocukların ağzından kan gelmesi ile görselleşriyor.<br />

Yüzündeki ifadeyle de desteklendiği üzere kadın, ekmeği vermeye o kadar da istekli değil aslında.<br />

Kadının bu isteksiz yardımından sonra tekrar duyacağımız kurşun sesleri yaşlı Nazilerin silahlarından<br />

gelmektedir. Kadın, çocukları açlıklarından yararlanarak Nazilere yakalatmaya çalışmaktadır. Genç<br />

çocukların karşısında yaşlı ve yavaş Nazilerin olması, kurşunların hızı sayesinde önemsenmeyecek bir<br />

eşitsizlikr. Sürrealizmin etkilerini gördüğümüz filmde; yaşlı adamların gerçek değil çocukların paranoyası<br />

sonucu oluşmuş sanrılar olabileceği de düşünülmelidir.<br />

İkinci çocuğun rolünü üstlenen Antonín Kumbera’yı filmde sürekli ayağındaki sorunla beraber<br />

görürüz. Bu sorun iki çocuğun kaçışlarında büyük engeldir.<br />

Savaşın insan psikolojisi üzerindeki etkisini en açık dille anlatan yönetmen, diyalogları oldukça az<br />

kullanıyor. Buna gerekçe olarak gösterilebilecek geri dönüşlerle ise filmdeki hareketliliği canlandırıyor.<br />

Ses konusunda kısmi sıkınlar yaşanması ise film dönemin şartları içerisinde değerlendirildiğinde göz<br />

yumulabilir bir sorun oluyor.<br />

Nemec ve Çek Yeni Dalgası’nın pek çok sanatçısı hakkında değinilmesi gereken önemli bir nokta<br />

da polik tavırdır ki bu tavrı bu filmde de görmek mümkün. Jan Nemec, O Slavnos A Hostech (Par<br />

ve Konuklar, 1966) filminde “Ben bir demokram.” diyerek çıkış yapan karakter üzerinden tanımladığı<br />

sananı bu filmde an-militarist bir tutumla hümanizm temelleri üzerine kuruyor.<br />

<strong>Film</strong>de doğanın, koruyuculuğuna vurgu yapmak istercesine cömertçe kullanılması filmin siyah beyaz<br />

formana farklı bir derinlik kayor.<br />

Gecenin Elmasları, 1964 yılında Uluslararası Mannheim-Hiedelberg <strong>Film</strong> Fesvali Büyük Ödülü’nün<br />

sahibidir.<br />

Kaan Cansever<br />

16<br />

30 Eylül Cuma 16:00


Çek Yeni Dalgası<br />

The Party and the Guests<br />

Yönetmen: Jan Nemec<br />

Senaryo: Ester Krumbachová<br />

Oyuncular:Vyskocil (Treater), Jan Klusák (Rudolf), Jiri Nemec (Josef), Pavel Bosek (Frantisek)<br />

1966 / Çekoslovakya / Çekçe / 71’<br />

Kısıtlanmak nerede biter ve zorbalığa dönüşür, şiddet içermediği sürece bu zorbalık kabul edilebilir mi The<br />

Party and the Guests bu sorudan yola çıkan ve film boyunca bu sorunun cevabını arayan 1966 yapımı bir Çek<br />

Yeni Dalga Sineması örneği. Çek Yeni Dalga filmleri 1960’larda, Sovyet Rusya’nın Çekoslovakya’yı komünist<br />

bir eyalete dönüştürmesine tepki olarak doğan bir akımın ürünü ve Çek halkına baskıcı ve beceriksizce<br />

oluşturulmuş bir sistemin parçası haline gerildiğini ve bu sistemin acımasızlığına bırakıldığını fark ermeye<br />

çalışır. Senaryolar absürd mizah içerir ve amatör oyuncular kullanılır.<br />

The Party and the Guests’in başında piknik yapmaya çıkmış bir arkadaş grubu ormanda dolaşmaya<br />

çıkar ve kimliği belirsiz bir grup adam tarandan rehin alınır. Şehre ait bu arkadaş grubu zaten ormanda<br />

doğal ortamından uzaktadır: Kadınların topuklu ayakkabıları ve abiye kıyafetleriyle dolaşmakta zorluk<br />

çekğini görürüz. Erkekler güneşte terledikçe parfüm şişeleri çıkar ortaya ve tekrar medeni ortamlarına<br />

dönmeye çalışırlar. Rehin alınmalarıyla savunmasızlıkları iyice ortaya çıkar. Grubu yöneten akli dengesi<br />

yerinde olmayan biridir ve rehinelerden absürd isteklerde bulunur. Rehineler bir taraan zor kullanmaktan<br />

çekinmeyen yabancılardan tedirgin olurken diğer yandan kendilerini bir zarar görmeyeceklerine ikna etmeye<br />

çalışırlar. Birden ortaya çıkan bir adam sayesinde olaylar tatlıya bağlanır ve herkes bir anda bir kır ziyafene<br />

çağırılır. Acaba tüm gösterişine rağmen konuklar ziyafet sahibinin garip arzularını yerine gerecekler midir<br />

Emrinde tuhaf adamlar olan ziyafet sahibinin, “konuklarını mutlu etmek için” verdiği uğraşın, o konuklara<br />

ödelen bir bedeli var mıdır Onların; kendileri için hazırlanan “mutluluğa” hayır deme hakları saklı mıdır<br />

Jan Nemec; ziyafet ve konuklar alegorisi üzerinden, devlet-halk ilişkisinin konformist yollarını/yöntemlerini<br />

irdeliyor, baskıyla kabul erilen o suskun “mutlulukları” sorguluyor. Sonunda; ‘kadife eldiven içinde demir<br />

yumruk’ olmayı iyi bilen, güler yüzlü otoritelerin sürüleşrici mutluluk kurumlarına hayır diyor biri. Fakat<br />

hayır deme özgürlüğünün bedeli vardır: Ziyafen sahibi ve “mutlu” topluluk, tepkisini belli ediyor; vahşi ve<br />

meşru köpeklerle retçi avına çıkılıyor… Tüm bunlarla film; zamanını ve mekanını kaybediyor; devlen olduğu<br />

her yerde ve her çağda varolan sorunlara bakıyor.<br />

Nemec’in filmini sadece bu yönüyle ele almak, filmin Çek Yeni Dalgacı çekim sllerine, anlamın<br />

özgünlüğüne ve keyifli diline haksızlık olur. <strong>Film</strong>de, zamanın Çek sinemasının karakteriskleri görülüyor;<br />

piknik ve ziyafet sahnelerinde uzun uzadıya verilen günlük konuşmalar, büyük aksiyonlar içermeyen tek<br />

sahnenin -ziyafet- filmin neredeyse bütününü oluşturması, konuşurken bazı karakterlerin kameraya<br />

bakması dönem filmleriyle ortaklaşan özellikler. Ziyafet sahibinin emrindeki gençler tarandan sıkışrılan<br />

ciddi adamların düştükleri durum, tek konuğun başka sandalyeye geçmesiyle başlayan büyük yer değişrme<br />

telaşı gibi öğeler filmin absürd/taşlamacı kısımlarını oluşturuyor; fakat ziyafee, genç adamın, anlamsız bir<br />

hitap konuşmasına başlaması ve konuştukça Hitlerleşmesi de, Çek Yeni Dalga’nın en yerinde “yavru Hitler”<br />

alegorisi örneklerinden (1) ...<br />

1968’deki Sovyet işgalinden sonra, komünizm için tehlike olarak görülen ve “Sonsuza kadar yasaklılar”<br />

listesine alınan filmde, tüm saçmalığıyla baskıcı bir yönem ve bu yönem alndaki insanların tepkileri<br />

absürd bir şekilde gözler önüne serilir.<br />

(1)<br />

Ayrıca seçkide, Juraj Herz’in Cremator filmi “yavru Hitler” alegorisi üzerine kurulmuştur.<br />

Deniz İşcen<br />

3 Ekim Pazartesi 16:00<br />

17


Firemen’s Ball<br />

Çek Yeni Dalgası<br />

Yönetmen: Milos Forman<br />

Senaryo: Milos Forman (senaryo), Jaroslav Papousek (senaryo), Ivan Passer (senaryo), Václav<br />

Sasek (hikaye)<br />

Oyuncular: Jan Vostrcil (Komite Başkanı), Josef Sebánek, Josef Valnoha, Frantisek Debelka<br />

1967 / Çekoslovakya / Çekçe / 71’<br />

Çek yönetmen Milos Forman’ı One Flew Over the Cuckoo’s Nest (1975), Amadeus (1984) ve Man on the<br />

Moon (1999) gibi, klasikler arasındaki yerlerini çoktan almış filmlerinden tanıyoruz. Bu filmleri bizleri<br />

yönetmenin o içten humanistliği ve iğneleyici güldürüsüyle tanışrıyor belki ama Forman’ın neden<br />

gelmiş geçmiş en büyük yönetmenlerden biri sayıldığını anlamak için Çekoslovakya’da çekği son film<br />

olan Firemen’s Ball’u izlemiş olmak gerekiyor sanırım.<br />

Forman’ın da, Çekoslovakya’da yaşarken inkar etmiş olsa da sonradan kabul eği gibi; küçük bir<br />

kasabanın iaiye birliğinin düzenlediği baloyu anlatan Firemen’s Ball’un hikayesi aslında bir komünist<br />

rejim alegorisi. Faaliyetlerinde sürekli aksaklıklarla karşılaşan bir grup iaiye eri üzerinden ülkesinin<br />

çalışmayan bürokrasisini hicveden Forman’ın filmi öyle güçlü bir toplumsal taşlama ki; yapımından<br />

yalnızca 1 yıl sonra, Sovyetlerin 68 askeri müdahalesinin yarağı baskı ortamanın da sonucu olarak<br />

Çekoslovakya’da süresiz yasaklanmış (en azından Sovyetlerin düşüşüne kadar). Ancak Truffaut’nun<br />

uluslararası dağımcılığı üstlenmesi sonucu yurtdışında izlenme rsa bulmuş ve filmin Amerika’da<br />

topladığı takdir Forman’ın Hollywood vizesini hazırlamış.<br />

Forman’ın ilk renkli uzun metrajı olan Firemen’s Ball’un daha ilk karelerinde filmin samimi ve naif<br />

atmosferi kucaklıyor izleyicisini. Bu atmosferin yaramında Forman’ın oyuncuların çoğunu filmin<br />

çekildiği kasabanın sakinlerinden seçmiş olması önemli bir etken elbee. Ayrıca neredeyse gerçek<br />

zamanlı çekilen filmde Forman, yakaladığı doğal oyunculuklarla yarağı; Çek Yeni Dalgası’nın alamet-i<br />

farikası sosyal gerçekçi havaya absürd olanı yedirmesini iyi biliyor. Öyle bir karışım ki bu; dönemin baskıcı<br />

rejimine göndermelerle dolu trajikomik anları izlerken, sistem içinde soluk almaya çabalayan insanların<br />

birey olma mücadelesine şahit olurken gülümseme eksik olmuyor yüzümüzden. Böylelikle ironinin baskı<br />

alnda tutulan ama derdini anlatmak isteyen insanların bir numaralı silahı olduğu aklımızdan çıkmıyor.<br />

Balodaki her olay ironi malzemesi oluyor Forman için. Henüz ikinci sahnede balo için hazırlanan pankart<br />

yanarken çaresiz kalan iaiyeciler olup bitecekler hakkında fikir edinmemizi sağlıyor aslında. Her şey<br />

bip balonun esas nedeni olan ama oluşan kakofonide unutulan “eski şefe hediye verme” merasimine<br />

geldiğinde sıra, dudaklardaki gülümsemeye ağızdaki kekremsi tat eşlik ediyor. Buna rağmen Firemen’s<br />

Ball’un hiçbir sahnesi polik sarlerde görmeye alışğımız karamsarlığa sahip değil. Boğucu sosyalizmin<br />

boyunduruğu alnda, etkisiz polikaların ürünü işlevsiz bir bürokrasi ile yaşamaya mahkum edilmiş<br />

de olsalar, insanlardan umudunu hiçbir zamana yirmeyen ve değişime inanan bir Forman’ın elinden<br />

çıkmış bir film bu çünkü.<br />

<strong>Film</strong>, çekildiği tarihten nerdeyse yarım asır sonra bile mizahi yönünü koruyup, izleyicisini güldürmeyi<br />

başarıyor. Eleşrilerinin yöneldiği rejimler yıkılalı on yıllar geçmiş olsa da hicveği sorunlar günümüzde<br />

de insanların boğuştuğu problemlerden olduğu için, sosyal tespitleri hala geçerli olan Firemen’s Ball;<br />

değerinden hiçbir şey kaybetmeden duruyor karşımızda. <strong>Merkezi</strong>n Çek Yeni Dalgası’nı yeniden keşfe<br />

daldığı şu günlerde Milos Forman’ın kara komedisini beyaz perdede izleme rsanı kaçırmayın!<br />

Hamit Özonur<br />

18<br />

4 Ekim Salı 15:00


Çek Yeni Dalgası<br />

Cremator<br />

Yönetmen: Juraj Herz<br />

Senaryo: Ladislav Fuks<br />

Oyuncular:Rudolf Hrusínský (Kopfrkingl), Vlasta Chramostová (Lakmé / Dagmar), Jana<br />

Stehnová (Zina)<br />

1968 / Çekoslovakya / Çekçe / 95’<br />

Cremator, totaliterizm, faşizm ve soykırımın insanlar tarandan neden ve nasıl kabul edildiğini muhafazakar<br />

bir ailenin tuhaf reisi üzerinden karanlık, rahatsız edici bir üslupla irdeliyor. <strong>Film</strong>, Çek Yeni Dalga’sından tuhaf<br />

ama başlıbaşına orjinal bir yapım. Nazi Almanya’sının tüm Avrupa üzerinde nüfuzunu arrdığı dönemde,<br />

Nazi sempazanlığı 1938 Çekoslovakyası’nda kendini ciddi biçimde göstermektedir. Bu dönemde Prag’da<br />

krematoryumunu işleten Karl Kopfrkingl’ in işleri hayli iyidir. Ailesine, karısına ve işine hayli düşkün<br />

görünen Karl, bir yandan karısının güzelliğine ilfatlar ederken diğer yandan genelev ziyaretlerinden de<br />

geri kalmamasıyla, Tibet ve reenkarnasyon konusunda takınklı konuşmaları, sanat eserleri ve müziğe<br />

düşkünlüğüyle izleyicide tekinsiz bir duyarlılık izlenimi yarayor. Geniş açı çekimler, abarlı derecede kısa<br />

tutulan shotlar karakterin doğasındaki çarpıklığı destekliyor. Yine de pek çok açıdan toleranslı ve açık fikirli<br />

bir portre çizen Karl’ ın, Nazi nüfuzunun artması ve yakın dostlarından birinin Naziler konusunda yapğı<br />

tutkulu konuşmaların etkisiyle zamanla kendisinin ve ailesinin kanı konusunda takınlı hale geliyor. Bunun<br />

yanı sıra, o zamana değin iyi geçindiği Yahudilere yaklaşımı da şüpheci bir hal alıyor. Avrupa’ yı bekleyen bu<br />

köklü polik değişimin bir parçası olmayı istemek, fikirlerine veya kendisine yaklaşımını beğenmediği kişiler<br />

hakkında iraa bulunmak, bunu tüm insanlığa faydalı olmak adına kutsal bir vazife gibi görmek Karl’ ı ve<br />

onun çarpıklığını 1930’lar Avrupa’ sına maledilebilecek abarlı ve mizahi bir sembol yapıyor.<br />

Juraj Herz’ in, deneysel ve sürrealist öğeler içeren The Cremator’u her bakımdan bir acayiplik hissi<br />

yarayor. <strong>Film</strong>in lunaparka yapılan ziyaret sahnesinde, Juraj Herz’in dünyaca ünlü animasyoncu ve<br />

yönetmen Jan Svankmajer ile arkadaşlığının izlerini buluyoruz bir nebze . <strong>Film</strong>in jeneriğinde de böyle bir<br />

benzerliğin izleri var. Bilhassa Terry Gilliam’ ın jeneriklerini andıran cut-out tekniği buna örnek gösterilebilir.<br />

Juraj Herz’ in öğrencilik döneminden beri aktörlüğe ve daha sonra yönetmenliğe olan ilgisine rağmen kukla<br />

eğimi sürdürmesi tüm bu arkadaşlık veya benzerliklere temel oluşturuyor. Yolu yönetmenliğe çıkktan<br />

sonra, Juraj Herz’ in “bağımsız, kendi istediğim gibi çekebileceğim bir filmdi ve bu açıdan kaçırmamam<br />

gereken bir rsa” dediği The Cremator kendi tanımıyla ekspresyonist bir psikolojik-gerilim. Dünya’ nın<br />

pek çok ülkesinde gösterilen filmin Herz’ e yaşağı en büyük tecrübe de bu kısım. Yönetmenin edindiği<br />

izlenime göre; “Prag’da insanlar depresifleş. Slovakya’ da güldüler. Hollanda’da ise film baştan sona bir<br />

komediydi. İtalyanlar filmden sonra doğruca bara giler çünkü ölü yakma onlara göre kabul edilebilir<br />

birşey bile değildi.”<br />

Çekoslovakya’ da komünist sistemin çöküşüne kadar yasaklı kalan The Cremator, totaliterizm<br />

ve faşizmin muhafazakarların içine nasıl sızıp kendini kabul erebildiğini 1930’lar Avrupası ve Nasyonalist<br />

Sosyalizm örneği üzerinden anlayor. Direnmek yerine soykırıma uzanan süreci meşru kılan her türlü<br />

iradeye gerdiği özeleşri filmi, acayiplik derecesinde bir orjinalliğe büründüyor.<br />

Ural Memis<br />

5 Ekim Çarşamba 18:00<br />

19


Loves of a Blonde<br />

Çek Yeni Dalgası<br />

Yönetmen: Milos Forman<br />

Senaryo: Milos Forman<br />

Oyuncular: Hana Brejchová (Andula), Vladimír Pucholt (Milda)<br />

1965 / Çekoslovakya / Çekçe / 90’<br />

“Kızlık onuru sadece sözde değildir. Her gün başka erkekle birlikte olursanız, onların size kötü davranması<br />

beklenen bir durum olur. Mutlu olmak isyorsanız ömür boyu seveceğiniz biriyle evlenmelisiniz; ama önce<br />

bunu hak etmelisiniz.”<br />

Sadece genç kadınların çalışğı, şehirden uzak fabrikanın toplan salonunda yaşlı bir kadının, “yoldaş<br />

öğretmenin”, işçilere verdiği bu telkine uymayan isimsiz sarışının ‘hafif’ maceralarını, trajikle komik<br />

arasında gidip gelerek anlayorForman.Anlamyüzeyselaşkhikayeleriylevegünlükhayankomedileriyle<br />

seyrederken; Çek Yeni Dalga’nın yenilikçi, alaycı, formalist, polik karakteriskleri filmin senaryosunda,<br />

mizanseninde, müziğinde, sinematografik tercihlerinde kendini gösteriyor.<br />

Gitarıyla bir süre kameraya bakktan sonra eğlenceli bir aşk şarkısı söyleyen genç kadın; yatakhanede<br />

herkes uyurken parmağındaki hediye yüzüğü anlatan sarışın; ormanda, ağaca asılı krava görüp bunun<br />

yasak olduğunu söyleyen polis memuru; gece vak yatakta, hayvanlar alemi sohbe; Çekoslovak siyasi<br />

haritası üzerinde rütbeli bürokratlarca yapılan asker kaydırma pazarlıkları; “2000 genç kızın çalışğı<br />

fabrikanın civarlarına asker yığmanın tehlikeleri”; bir taşra istasyonunda heyecanla beklenen, orkestrayla<br />

karşılanan tren; askerlerin mekanik adımlarla ve topyekûn söylenen büyük sözlü marşlarla orduya<br />

kalmaları; askeri baloda “çirkin” subayların genç kadınlara kur yapma telaşı… Böyle dağınık başlayan bir<br />

anlamla, klasik sinemanın kişileri/mekanları izleyicinin algısında ilk dakikalardan ibaren anlaşılır şekilde<br />

kurma kuralına aldırmıyor yönetmen.<br />

Anlam, film boyunca ana akımdan daha da uzaklaşıyor. Kadınların masasına yollanacak bir şişe<br />

şampanya için uzun tarşmalar, garsonun yanlış masaya götürdüğü şampanyanın iki masa arasında kıskanç<br />

bakışmalara yol açması, erkeklerle gidip gitmeme kararını vermek için tuvalete giden kadınlar, erkeklerle<br />

birlikte sıkılarak onları beklediğimiz dakikalar, başka bir kene tanımadığı iki yaşlı insanla aynı masada<br />

kısır bir sohbete maruz kalan sarışın, otuz yıldır çalışan babasından çok kazanan genç piyanist, oğlunu eve<br />

gelen sarışından ‘koruma’ telaşıyla yatak odasına kapatan anne, o sarışın yüzünden aynı yatakta yatan<br />

üç kişilik ailenin şikayetleri… Olaylarla ilgili yararlı bilgiler verme işlevi olan diyaloglar, burada anlamı<br />

desteklemiyor; toplumun farklı yerlerinden hayatların günlük ritmini veriyor ve çok düzayak ve çok günlük<br />

kaldıkları için karakterlerin varoluşlarını derinleşriyor: Çok şikayet eden, oğlunu sarışından korumaya<br />

çalışan yaşlı bir ev kadını; pırlanta yüzüğüyle dakikalarca övünen genç kadın işçi; kadınlara yaklaşmak<br />

için arkadaşlarına baskı yapan, kadınların karşısında yeniyetme tavırlarıyla orta yaşlı subay… Ayrıca<br />

film, içinde gelişği akımın alaycı tavrını da -yer yer sinema tarihine gönderme niteliğinde- taşıyor: İlk<br />

sevişmenin, erkeğin kadına “Taciz edilirsen kendini nasıl korursun” diye gösterirken başlaması, yatakta<br />

erkeğin “Picasso kim” diye soran kadına Picasso resimlerinin “saçmalığını” uzun uzadıya anlatması (1) ,<br />

sevişkten sonra bir türlü kapanamayan perdeyle yaralan komedi (2) ; klasik sinemada yatak odasından/<br />

yataktan beklenenin tam aksini veriyor.<br />

Çok da derin olmayan bir aşkın peşinden giden sarışının asıl istediği, o yılların Doğu Avrupa’sında<br />

kadına biçilen rol sonucunda tek pleşrilen yaşansından, fabrika/yatakhane komününden kurtulma<br />

çabası olarak göze çarpıyor. Kitlelerin kısır hayanı tek bir kadın üzerinden gösterip, onun bunu kırma<br />

çabasını anlayor Forman. Bu bakışla film, kadının öğretmen/aile/erkeklerle ilişkilerinin dinamikleriyle<br />

Çek taşrasının günlük hayanın bürokrak, gelenekçi, ideolojik, otoriter sistemine bir eleşri olarak<br />

okunabilir. Bir taşra fabrikasında çalışan, hayalleriyle içinde bulunduğu koşulları çakışan kadının hikayesi<br />

başladığı yerde biyor; iyi hissetmek için söylediğimiz, söylerken inandığımız, kendimizi kandırmak<br />

20<br />

7 Ekim Cuma 18:00


Çek Yeni Dalgası<br />

Loves of a Blonde<br />

istediğimiz o tanıdık yalanlarla.<br />

<strong>Film</strong>in çekimleri ve ses/dekor/ışık gibi mizansen elementleri de Çek Yeni Dalga’nın bazen gerçekçi, bazen sli<br />

öne çıkaran bakışını örnekliyor. Kamera karakterlerin kameraya bakkları kısımlarda kendini belli ederken; uzun,<br />

kesmesiz diyaloglarların bulunduğu kısımlarda kendini unuurarak izleyiciyi gözlemci konumuna koyuyor. Gözlemci<br />

kameranın dışında; basit kıyafetler, (stüdyo çekimlerine rağmen) günlük mekanlar, doğal ışık ve profesyonel<br />

oyuncularla birlikte amatör oyuncuların kullanımı (3) da filmde belgesel havası esriyor. Forman’ın anlamı da<br />

doğrusal dramak gelişimi ya da karakterin gelişimini gözetmiyor; daha çok tümevarım metoduyla, etnografik<br />

belgeselciliğe vardırılabilecek ölçüde, sosyal hayan haritasını çıkarıyor. <strong>Film</strong>in Avrupa’da pop kültür, gençlik,<br />

sosyal tepki, cinsel özgürleşme gibi kavramların taze olduğu yıllarda çekilmesi de bu konularla olan ilişkisini daha<br />

ilginç hale geriyor. <strong>Film</strong>, tüm bu algıların Çekoslovakya versiyonunu sunuyor bir bakıma. Ayrıca Forman genele<br />

varmak için seçği karakteri de çok yönlü işliyor: “ailesiyle sorunlu bir çocuk, cinsel önyargılara ve zorlamalara<br />

maruz kalan genç bir kadın, yönetsel ve polik baskılara boyun eğmeye zorlanan bir işçi (4) ”… Kamera tercihleri,<br />

vücut kısımlarının/ objelerin yakın çekimleri ise filmi, realizmin tam tersi formalist (sli öne çıkaran) bir düzleme<br />

çekiyor. Kravat, gitar, yüzük gibi objelerin film boyunca farklı anlamlarda karşımıza çıkan ‘tuhaf’ kullanımları da bu<br />

anlamda dikkat çekici. Özellikle ev dekorları ise İtalyan yeni-gerçekçiliğiyle benzerlikler gösteriyor.<br />

Yönetmenin ses tercihleri de ilginç. <strong>Film</strong>, kendi müziklerinin çoğunu izleyicinin gözünün önünde üreyor:<br />

Sarışının aşklarından biri olan piyanist, yatakhanedeki gitarlı kadın, askerî orkestra, açık unutulan bir televizyon,<br />

ekranda eş zamanlı film müziği yapıyor.<br />

Tüm bunlarla, Çek Yeni Dalga akımının kült filmlerinden kabul edilen Loves Of A Blonde, sansür yıllarında<br />

filmleri yasaklılar listesine (5) alındıktan sonra 1968’de ABD’ye giden ve orada üretmeye devam eden Forman’ın<br />

dünya sinemasına açıldığı film olarak gösteriliyor. Loves Of A Blonde ile yönetmenin uluslararası fesvallerdeki<br />

yerini sağlamlaşıyor (6) . Dolayısıyla film, Forman’ın ilk işlerinden olması, Çek sinema akımının karakterisklerini<br />

yönetmeninin bakışıyla sentezlemesi, dünyanın farklı anlayışlarından/yerlerinden filmlerle olan ilişkisi ve 60’ların<br />

Doğu Avrupa’sında Çek toplumunun günlük yaşayışının kodlarını sunmasıyla çok boyutlu bir nitelik taşıyor.<br />

Can Sever<br />

(1)<br />

Jean Luc Godard’ın Breathles s(1960)’ındaki yatak diyaloğunu anımsatabilir: “William Faulkner’ı biliyor musun”,<br />

“Faulkner kim, onunla da mı yan”.<br />

(2)<br />

Absürd kısımlar, tekrarlanarak komedi unsuru olan küçük sorunlar Buster Keaton ve Charlie Chaplin filmlerini<br />

anımsatabilir.<br />

(3)<br />

“Sarışın” ve son sekanstaki “anne” profesyonel oyuncular değil.<br />

(4)<br />

Constann Parvulescu. “Milos Forman’s Loves of a Blonde: Pop Culture, Rebellion and Sexual Liberaon in the<br />

Eastern European Bloc”. www.sensesofcinema.com.<br />

(5)<br />

Seçkideki Firemen’s Ball (1967) o yıllarda “Banned Forever” olarak eketlenmişr.<br />

(6)<br />

Oscar ve Aln Küre ödüllerine aday. Ayrıca 2010’da Empire dergisinin “Tüm Zamanların En İyi 100 <strong>Film</strong>i”<br />

listesinde yer buluyor.<br />

21


Lemonade Joe<br />

Çek Yeni Dalgası<br />

Yönetmen: Oldrich Lipský<br />

Senaryo: Lipský (senaryo), Jirí Brdecka (roman/oyun/senaryo)<br />

Oyuncular: Karel Fiala (Lemonade Joe), Milos Kopecký (Horác Badman)<br />

1964 / Çekoslovakya / Çekçe / 99’<br />

“What’s good for Kolaloka is good for the law!”<br />

Jiri Brdecka tarandan roman ve yatro oyunu olarak yazılan Lemonade Joe, 1964 yılında Çek Yeni<br />

Dalga’sının kült örneklerinden biri sayılacak harika bir müzikal komedi olarak beyaz perdeye aktarılıyor.<br />

Amerikan vahşi ba filmlerini alaya alan filmin hikayesi 1885 yılında geçiyor.<br />

Vahşi banın onu vahşi ba yapan tüm özellikleri filmde mevcut: haada birkaç kez soyulan<br />

bankalar, tabelaları üzerinde kargalar tünemiş olan sinsi bakışlı mezarcılar, iflah olmaz kovboylar ve tabii<br />

ki kapılarının önlerinde atlar bağlı olan içkili ve danslı salonlar. Bu salonlardan birindeki, kavgadan çok bir<br />

cümbüşü andıran bir karmaşa ile başlıyor film. Şarkıcı Lou’nun sahneye çıkmasıyla tüm salon sevinçten<br />

çıldırıyor. Tüm bu gürültüyü durduran ise kapıdan içeri girdiğinde herkesi susturan Lemonade Joe oluyor.<br />

Baştan aşağı sapsarı kıyafeyle adeta bir süper kahraman, iyilik meleği bir kovboy ve onu gören tüm<br />

kadınları kendine aşık etmeyi başarıyor. Ahlak kuralları ile ilgili broşürler dağıtan baba kızı kötü niyetli<br />

kovboylardan kurtarıyor, banka soyan hırsızları öldürüyor, içkiden nefret ediyor sadece, ismi belli ki<br />

Cola’dan esinlenilmiş, Kolaloka Lemonade içiyor ve Amerikan Vahşi Ba filmlerindeki sessiz kovboyların<br />

aksine şarkı söylüyor.<br />

Joe’ nun içki salonu sahibi Dough Badman ve onun kardeşi sihirbaz Hogofogo’nun nefreni kazanması<br />

uzun sürmüyor. Dahası, kasabalının ark sadece Kolaloka içip ahlakçı baba ve kızı Winnifred Goodman’nin<br />

açğı içkisiz salonda eğlenmeye başlamasıyla rekabet iyice kızışıyor. Kötülerin ve iyilerin savaşı başlıyor.<br />

Lemonade Joe nun bir sürelik yokluğundan yararlanan düşmanları ona hain bir plan hazırlamaya girişiyor.<br />

İnanılması güç derecede saf olan Winnifred’i kaçırıp ona aşık olan Joe’yu yakalıyorlar. Çek Yeni Dalgası<br />

filmlerinin önemli özelliklerinden biri olan toplumsal eleşri bu noktada devreye giriyor; zira Lemonade<br />

Joe’ nun Kolaloka & Sons şirkenin ortağı olduğu ortaya çıkıyor. Böylelikle; amacının içkiyi ortadan<br />

kaldırıp ahlaklı bir ortam yaratmak değil kendi şirkenin çıkarları için viskiyi piyasadan silmek olduğu<br />

anlaşılıyor. Sonrasında Amerikan vahşi ba filmlerindeki gibi akıl almaz gülünç tesadüfler birbiri ardına<br />

yaşanmaya başlıyor; iyiler ve kötüler şirken geleceği için birleşiyor ve yeni bir içki üretmeye karar<br />

veriyorlar: Whiskola!<br />

Edebiyaan sahne sanatlarına ve sinemaya pek çok türde ele alınan hikaye; Amerikan filmlerini, büyük<br />

şirketlerini, bu şirketlerin reklam polikalarını ve toplumunun yaşayış tarzını eleşren müzikal komedi<br />

türünde keyifli bir seyirlik sunuyor. <strong>Film</strong> aynı zamanda sürekli değişen renk ve tonları, hızlandırılmış<br />

dövüş sahneleriyle de dikkat çekiyor.<br />

Merkez’de Çek Sineması başlıklı seçki kapsamında gösterilecek olan Lemonade Joe güldürüsü ve<br />

eleşrisi bol bir film. Çek Yeni Dalga’sına giriş yapmak içinse tatmin edici bir başlangıç niteliğinde.<br />

Damla Taşdemir<br />

22<br />

10 Ekim Pazartesi 18:00


Çek Yeni Dalgası<br />

Intimate Lightning<br />

Yönetmen: Ivan Passer<br />

Senaryo: Ivan Passer, Jaroslav Papousek<br />

Oyuncular: Zdenek Bezusek (Peter), Karel Blazek (Bambas)<br />

1965 / Çekoslovakya / Çekçe / 71’<br />

Milos Forman’ın erken dönem filmlerinin daimi senaris olarak tanıdığımız ve Forman filmlerindeki sinsi<br />

mizahın yaracısı addedilen Ivan Passer’nin çekği ilk film olan Inmate Lightning gömülü hazinelerle<br />

dolu Çek Yeni Dalga’sının başyapıtlardan biri kesinlikle. Kieslowski’nin de kendisini en çok etkileyen 10 film<br />

arasında gösterdiği film, ciddi bir olay örgüsü takip etmeden karakterlerinin gündelik hayatlarına davet ediyor<br />

izleyicisini. Passer, uzun yıllar sonra tekrar biraraya gelen eski arkadaşlar Petr ve Bambas’ın yaşadıklarına<br />

odaklandığı filminde konvansiyonel hikaye anlamına yüz vermiyor. Görüntü yöneminde de minimal<br />

bir üslup tuuran yönetmenin tüm tercihleri amacına hizmet ediyor ve bize, runin yok eği hayalleri,<br />

yaşanılmaktan ziyade katlanılan hayatları ironik bir anlayla sunuyor.<br />

<strong>Film</strong> hiçbir karakterin hikayesinin izleğinde ilerlemiyor. Ivan Passer kamerasını ilgisi çabuk dağılan<br />

bir çocuk gibi kullanıyor; karakterler arasında dolaşıp duruyor. Bambas evlenip çocuk sahibi olmuş bir<br />

müzik hocası, aynı zamanda bir orkestrada keman çalıyor, zaman zaman da babasıyla cenazelerde müzik<br />

yapıyorlar. Petr da hayallerinin peşinden şehre gitmiş ama hala hayana belli bir yol çizememiş bir çellist.<br />

İlk karşılaşmalarından ibaren ortak hazalarından kaybolan izleri aradıklarını anlıyoruz. Araya giren yıllar<br />

kadar şeçkleri hayatlar da aşılması güç mesafeler koymuş iki müzisyen dostun arasına. Neredeyse tuğla<br />

tuğla yapğı evden başka gayesi kalmamış gözüküyor Bambas’ın; Petr’sa çocuk kalmış ruhuyla hayan<br />

sırna yükleyeceği sorumluluklardan kaçabileceğini umuyor. Eski samimiyetlerini tek bulabildikleri anlar<br />

enstrümanlarını ellerine aldıkları anlar oluyor. Her şeyi unutup yeniden o haşarı gençler oluyorlar; önlerinde<br />

kocaman bir ihmaller denizi olan, gelecekten umutlu gençler. Bambas’ın babası bile çalgısı elindeyken<br />

başka bir insana dönüşüyor veya annesi eski akrobatlık günlerinden bahsederken. Ancak hiçbiri dilediği,<br />

özlemini duyduğu haya yaşayamıyor. Hepsi boğucu hayatlarında kısılı kalmışlar. Geçmişlerinin buğusunda<br />

gelecek kaygısıyla geçiriyorlar günlerini. Sabretmek, tahammül etmek zorundalar, ama ne için sabrediyorlar<br />

bilmiyorlar, ya da hiçbir şey olmayacağını bildikleri için sabretmek zorundalar. Bu bağlamda filmin absürd<br />

finali de anlam bütünlüğünü çok iyi sağlıyor. <strong>Film</strong> hikayeden ziyade küçük anekdotlar üzerinden ilerlediğinden<br />

bir climax’ten bahsetmek güç. Yine de; Petr ve Bambas’ın gece boyu içip içlerini döktükleri ve sonunda<br />

sadece enstrümanlarını alıp (pijamalarını bile değişrmeden) hayatlarından kaçmak isteyerek yolda otostop<br />

çekmeye çalışkları sahne climax olarak nitelendirilebilir. Passer’in oradan, kapısını kitleyen Bambas’a yapğı<br />

kesme de karakterlerin kapana kısılmışlığını perçinler cinsten.<br />

Forman gibi Çekoslovakya’dan kaçktan sonra Hollywood’da film çekmeye başlayan Ivan Passer daha<br />

sonra çekği hiçbir filmde Inmate Lightning’teki başarısını tekrar edemedi. Ancak sinema tarihindeki en<br />

etkileyici finallerden birine sahip bu cevheri bizlere kazandırmış olması bile onu en iyiler arasında saymamıza<br />

yeter de artar sanırım. Tekrar tekrar bahsedip tadını kaçırıyor olmak pahasına sadece finali için dahi izlenmesi<br />

gereken bir film olduğunu söylemeliyim Inmate Lightning’in.<br />

Hamit Özonur<br />

14 Ekim Cuma 18:00<br />

23


Kısa <strong>Film</strong><br />

MAFM FİLM YAPIM ATÖLYELERİ<br />

Bu atölyelerden ilki, Kısa <strong>Film</strong> Salgını, biğinde tam 44 film ürelmiş. Süre olarak en uzun film<br />

4 dakikayı geçmiyordu ama daha önce sinema eğimi almamış 30 kadar kalımcı kendi yazdıkları<br />

hikayelerin filme dönüşme sürecini tecrübelemiş.<br />

İkinci atölye Spontaneous <strong>Film</strong> Reacon, ikinci yarıyıl başladı. 30 kalımcıyla başlayan atölye sonunda<br />

on alsı Yorum <strong>Film</strong>leri uygulamasına ait 27 film üreldi.<br />

İki dönem boyunca süren atölyeler sonunda bazı kalımcılar sinemayla olan ilişkilerini sürdürdüler.<br />

Ahmet Onur Yıldız, Suat Gündoğdu, Evren Erdem ve Yaşar Arif Karagülle atölyeler süresince veya<br />

sonrasında atölye filmlerinden bağımsız projelerini hayata geçirdiler. Ayrıca Atölyeler “34 milimetre”<br />

adında 6 kişilik bir sinema topluluğunun da oluşmasına ön ayak oldu. Topluluk Haziran-Eylül ayları<br />

arasında 3 kısa metraj ve 1 uzun metraj film üre.<br />

30 Eylül 2011 Sinefil gösteriminde yer alan 4 film bu grubun dolayısıyla atölyelerin sonucunda çekilmiş<br />

filmlerdir.<br />

SENDROM<br />

Yönetmen: Suat Gündoğdu<br />

Senaryo: Suat Gündoğdu<br />

Oyuncular: Merve Yıldız, Raye Askın 2011/ Türkiye /Türkçe/ 12 dk<br />

Tamamı siyah-beyaz çekilen 12 dakikalık bu gerçeküstü hikaye, ablasını kaybeden genç bir kızın<br />

yapabileceklerinin sınırlarını araşrıyor.<br />

Evine gelen anketör kızı öldürüp diğer öldürdüğü cesetlerin arasına koyan genç kız, hemen ertesinde<br />

içği esrarın etkisiyle hayali arkadaşlarına evsahipliği yapıyor, yakın zamanda kaybeği ablasıyla<br />

konuşuyor. Gerçeklik-hayal denkleminin kolayca değişrilebileceği film, Bergman’ın Det Sjunde<br />

Inseglet’ini (1957) harlatan ilginç bir pazarlık sahnesine de sahip.<br />

KÖKLER<br />

Yönetmen: Ahmet Onur Yıldız<br />

Senaryo: Ahmet Onur Yıldız<br />

Oyuncular: Yavuzhan Doğan, Murathan Muslu, Gülçin Çakır 2011/ Türkiye/ Türkçe/ 21 dk<br />

<strong>Film</strong>in rastlanlarla dolu hikayesi, içiçe geçmiş ve birbirlerini etkileyen insanlar ve onların hikayelerine<br />

odaklanıyor. Ahmet Onur Yıldız’ın yazdığı senaryo, on-dokuz yıllık bir lanen sırrını araşran bir<br />

adamın hikayesi.<br />

KALAN<br />

Yönetmen: Evren Erdem<br />

Senaryo: Evren Erdem<br />

Oyuncular: Merve Özgüle, Umut Özbağcı, Orhan Aydoğdu, Çağrı Aydoğdu 2011/ Türkiye/ Türkçe/ 8’<br />

Sabah tek başına uyanan adam, bilmediğimiz bir yere gitmek için hazırlanmaya başlar. Aklına gelen<br />

her olay adam ve yapkları hakkında bir gerçeği açıklar.<br />

24<br />

ÜSTÜMÜZDEN GEÇTİ BULUT<br />

Yönetmen: Yaşar Arif Karagülle<br />

Senaryo: Yaşar Arif Karagülle<br />

Oyuncular: Ahmet Emir Korur, Murathan Muslu 2011/ Türkiye/ Türkçe/ 15 dk<br />

Doğduğu topraklara geri dönen Cengiz, babasının harası, geçmişi ve olası geleceği ile yüzleşmek<br />

zorundadır ama herşeyden önce hesap vermesi gereken bir amcası vardır. Bir insanın kendi ölümünü<br />

dahi kabul edip kucaklayabileceğini gösteren etkileyici bir hikaye.<br />

Karadeniz’in eşsiz doğasında gerçek mekanlarda çekilen film, Çernobil faciası nedeniyle ölen,<br />

hastalanan, masum Karadeniz insanlarının hikayelerini anlatıyor.<br />

30 Eylül Cuma 18:00


Kısa <strong>Film</strong><br />

2010-2011 Öğrem Yılında <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong>’nde Kısa <strong>Film</strong> Salgını ve Spontaneous <strong>Film</strong> Reacon<br />

atölyelerinde çekilmiş filmlerden oluşan on iki filmlik seçkide, farklı alanlarda öğrenim gören öğrencilerin<br />

ilk çekkleri filmler gösteriliyor. Daha önceki atölye kalımcılarının da misafirliğiyle, çekilen filmler masaya<br />

yarılıyor.<br />

Gösterim 3 Ekim’deki yeni film atölyesinin tanışma toplansının ardından başlayacak. Yeni atölye<br />

hakkında detaylı bilgi için alicaglarozkan@gmail.com ve ercn.akkaya@gmail.com adreslerine mail<br />

atabilirsiniz.<br />

PAZAR GÜNÜ/ ŞEBNEM ERİNÇ<br />

2’49’’ KURMACA 2011 HD<br />

Hayanı muakta geçiren bir kadının bütün bir pazar günü neler yapklarını anlatan, diyalogun olmadığı<br />

naif bir film.<br />

TEMAS/ GÖKÇE UYAR, CEM BÜYÜK<br />

4’40’’ BİYOGRAFİK 2011 HD<br />

Gerçek bir hikayeye dayanan, geri dönüşler üzerinden ilerleyen, özgün müzik kullanımının çok başarılı<br />

olduğu güzel bir film.<br />

EY EDİP ADANA’DA PİDE YE/ CANER ÖZTÜRK<br />

3’06’’ KURMACA 2011 DV<br />

Tüm atölye filmlerinin en gevezesi olan film, iki arkadaşının sinema yapma çabasının varoluşsal bir<br />

sorgulamaya dönüştüğü eğlenceli bir film.<br />

LEKE / TUĞBA ÇELİK<br />

2’03’’ DENEYSEL 2010 DV<br />

Tuğba Çelik’in deneysel filmi atölye kalımcıları tarandan çok sevilip, çok övülmüştü. Her yere işlemiş ve<br />

bir türlü söküp alamayan Leke’nin ne anlatmak istediğini sanırım her seyreden kendi haya üzerinden<br />

yorumluyor.<br />

SOKAK / SUAT GÜNDOĞDU<br />

1’35’’ KURMACA 2010 DV<br />

Sinema macerasına kendi yazdığı filmlerle devam eden Suat Gündoğdu’nun ilginç jeneriği filmin önüne<br />

geçen hikayesi… Plan-sekans çekilen Sokak, tabir-i caizse avını bekleyen bir avcıya odaklanıyor, bir sokak<br />

lambasının alnda bekleyen “Tekinsiz” karakter yalnız yürüyen bir kadının peşinden ilerliyor, film kadının<br />

çığlığıyla son buluyor.<br />

BİPOLAR / AHMET ONUR YILDIZ<br />

2’50’’ KURMACA 2010 DV<br />

İlk atölyenin kapsamında çekilen filmlerde verilen sürenin kısa olması nedeniyle genelde plan ve sahne<br />

sayısının makul derecelerde tutulduğu görülüyor, Ahmet Onur Yıldız’ın Bipolar’ı ise birçok farklı sahneden<br />

ve plandan oluşuyor. Uygulamanın bu açıdan en kapsamlı yapımı olan Bipolar, film içinde film diye<br />

özetlenebilir. Bir grup öğrencinin film çekme uğraşını değişik bir mizah anlayışla sunan Bipolar, ilginç ve<br />

yönetmenin anlamamıza izin vermediği bir finalle son buluyor.<br />

KAYIT / ÇAĞLAR KÖSEOĞLU<br />

1’55’’ KURMACA 2010 DV<br />

<strong>Film</strong> alışılmadık bir tarzla, kahramanları tarandan çok önemli addedilmiş bir olayın izlenimlerini seyirciye<br />

başkişiyle yapılan bir röportajla sunuyor. Sorulan basit sorular olay hakkında hiç bilgi vermezken seyircinin<br />

3 Ekim Pazartesi 18:00<br />

25


Kısa <strong>Film</strong><br />

KARŞILAŞMA / RAYE AŞKIN<br />

1’13’’ KURMACA 2010 DV<br />

Yalnız başına yürüyen bir kadın, takip edildiğini hisseder, dönüp arkasına bakar, kimse yoktur,<br />

karşılaşacağı kişi ondan önce davranmışr, yolun diğer tarandan kadının önüne çıkar.<br />

Karşılaşma sinemada sıkça kullanılan bir tema üzerinden yalın kısa bir film çıkarıyor, aynı zamanda<br />

filmin yönetmeni olan oyuncunun başarılı bir performans sergilediğini ve kameraya çok yakışğını not<br />

düşmek gerekir.<br />

BACK IN BLACK / DUYGU ÖZBAĞCI<br />

2’30’’ KURMACA 2010 DV<br />

Adını AC/DC’nin bir şarkısından alan film detaylar üzerinden ilerleyen naif ve ilginç bir mizah sunuyor.<br />

<strong>Film</strong>in müzik kullanımı ve bu kullanımın başarıyla hikâyeye yedirilmiş olması ilk anda göze çarpanlar,<br />

buna tabii ki filmin tek oyuncusunun bu garip hikâye içinde sırıtmayan doğal oyunculuğunu da eklemek<br />

gerekir. Duygu Özbağcı’nın filmi sanırım seyircinin en çok eğleneceği filmlerin başında geliyor.<br />

KİMLİK / GÜLCE ŞAFAK ÖZDEMİR<br />

0’33’’ KURMACA 2010 DV<br />

Kimlik insanlara ve onların toplumsal ilişkilerine dair bir hikâyeyi 33 saniye gibi akıl almaz bir kısalıkta<br />

perdeye yansıtan çok başarılı bir film. Yönetmen sadece iki plan ve üç oyuncuyla çok başarılı bir şekilde<br />

toplumsal önyargıları, bireyler arasındaki ileşimsizliği anlayor. <strong>Film</strong>in fikir olarak başarısı oyuncuların<br />

performanslarıyla da çokça zenginleşmiş. Kimlik bu özellikleriyle seçkide yer almayı en çok hak eden<br />

filmlerin başında geliyor.<br />

İKİLEM / DEFNE MUDUN<br />

2’04’’ KURMACA 2010 DV<br />

Bankamakte hesabına para yağını gören genç bir oyuncu adayı, telefonunu açar. Arayan güvendiği,<br />

tanıdığı bir yakınıdır. Parayı o yarmışr, ama bir beklensi vardır.<br />

Esprili bir dille toplumsal ilişkilere yönelen İkilem kendisini seyrermeyi ve merak uyandırmayı<br />

başaran bir film olmuş.<br />

SPONTANEOUS FILM REACTION YORUM FİLMLERİ<br />

8’07’’ KURMACA 2011 DV<br />

Spontaneous <strong>Film</strong> Reacon <strong>Film</strong> Yapım Atölyesi’nin temel çasını oluşturan bu uygulama için, her<br />

kalımcıya aynı konsepte dair bir men verildi. Bir kadın ve bir erkek, bir ilişki yaşıyorlar ve kalımcılar<br />

bu ilişkinin ayrılma sahnesini çekecekler. 7 farklı replik üstünden istediklerini seçen kalımcılar, kendi<br />

bakış açılarıyla bu sahneyi yorumladılar. Bazısı kadının ayrılmasını, bazısı erkeğin ayrılmasını doğru<br />

buldular ve seçkleri replikleri söyleler. Kalımcılar hikayede çok sınırlı değişkenlere müdahele<br />

edebilmelerine rağmen birbirinden çok farklı filmler ortaya çıkardılar. Bazı filmler tek plandan ve birkaç<br />

saniyeden oluşuyor, bazılarında sadece tek bir kelime diyalog kullanılıyor.<br />

Bu ilginç uygulama yönetmenin bir filmin sahibi olduğunu bize tekrar harlayor. 8 dakikalık bir<br />

süreçte 16 farklı kişinin aynı olaya bakışını görüyoruz ve onlara dair ilginç bilgiler ediniyoruz.<br />

Evren ERDEM<br />

26


Moderatör : <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong><br />

6 Ekim Perşembe 18 00<br />

Nuri Bilge Ceylan Söyleşisi


Kasaba<br />

Nuri Bilge Ceylan <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan<br />

Senaryo: Nuri Bilge Ceylan, Cemil Kavukçu<br />

Oyuncular: Muzaffer Özdemir (Mahmut), Emin Toprak (Yusuf)<br />

2002 / Türkiye / Türkçe / 110’<br />

Nuri Bilge’nin Çehovesk bir anlamla bezeli ilk uzun metraj filmi Kasaba, Nuri Bilge Ceylan’ın doğum<br />

yeri olan Çanakkale’deki küçük bir ailenin bireylerini işliyor. Eski bir fotoğrafçı olan Nuri Bilge ilk kısa<br />

filmi Koza (1995) ile Cannes’a gitmesinin ardından; aynı kasabada, yine kendi aile bireylerini kullanarak<br />

çekği filminde bu kez daha geniş ve daha parçalanmış bir aileyi taşıyor ekrana. Taşra Üçlemesi’nin ilk<br />

filmİ olan Kasaba’da, üçlemenin diğer filmlerinde de benzer bir karakterle ve Saffet ismiyle oynayacak<br />

olan Mehmet Emin Toprak başrolde oynuyor.<br />

<strong>Film</strong>, esas olarak dört bölümden oluşuyor. Birinci bölümde; ailenin kızı Asiye bir yandan zor<br />

koşullarda okula giderken diğer yandan sosyalleşme sıkınlarıyla haya tanımaya başlar. Mevsimlerden<br />

kışr ve kar her şeyin üzerini örtmüştür. İkinci bölümde ise Asiye, kardeşi ile birlikte etraflarındaki doğayı<br />

tanımaya çalışır; bir anlamda can sıkınsından kurtulmanın bir yoludur bu. Mevsimlerden bahardır ve<br />

etraflarını çevreleyen yeşil doğa onlara hapishane gibi gözükmeye başlamışr. Asiye’nin küçük kardeşinin<br />

bir kaplumbağayı yok yere öldürmesinin sebebi de yine bu hisr. Bir sonraki sahnede Saffet de buna<br />

değinecekr; “Sağa baksan ağaç, sola baksan ağaç. İnsan burada nasıl sıkılmasın…”<br />

Üçüncü bölümde tüm aile bireyleri ateşin başına geçğinde, ailenin tüm sırları konuşulmaya<br />

başlanıyor. Bu bölümde uzun ve sürekli konuşmalar olsa da bunların bir diyalog oluşturduğundan<br />

bahsetmek güç. Konuşmalar daha ziyade birbiriyle ilişkisiz monologlar halinde. Dede bir köşede I. Dünya<br />

Savaşı anılarını anlar, hayat pahalılığından dem vurur ve en sonunda her şeyi inanca bağlar. Ailenin<br />

tek okumuş kişisi olan ‘baba’ ise Büyük İskender’i anlar; komutanlardan, giği Amerika’dan bahseder<br />

durur. Konuşmaları ve tavrı oldukça rasyoneldir. Mehmet Emin Toprak’ın canlandırdığı Saffet karakteri<br />

ise askerden uzun zaman önce dönmüş, fakat hayanda bir düzen kuramamışr. Haya boş ve anlamsız<br />

olarak algılar. Kasaba onun için bir hapishaneden farksızdır. Saffet, nihilizmi temsil eder.<br />

Dördüncü bölümde ise herkes evdedir. Çocuklar büyüklerin bu duygularını anlamaya, bir özdeşim<br />

kurmaya çalışırlar. Sakin bir bölümdür. <strong>Film</strong> Asiye’nin elini bir ırmağa sokmasıyla son bulur. Irmak neyi<br />

temsil ediyordur, akıp giden zamanı mı berraklığı mı yoksa kaderi mi<br />

Saffet karakteri ile okumuş baba karakterinin çaşması, yönetmenin öteki filmlerinde de var olan<br />

bir unsur. Rasyonellikle nihilizmi çaşran Nuri Bilge, filmde bir olay anlatma amacı gütmez. Çehov gibi<br />

bir durum öyküsü anlar bize. Birbiriyle sağlam bir diyalog kuramayan, ancak birbiriyle çaşamayacak<br />

kadar da yorgun ve bıkkın bir ailenin tasviridir bu. Yönetmen karakterlerin ruh halini kelimelerle değil,<br />

etraflarındaki dünyanın öğelerini kullanarak vermeyi seçer. Saffet’in lunaparka gitmesi, Asiye’nin<br />

kardeşinin kaplumbağayı ters çevirmesi, annenin kiraz ağacında gördüğü yılan, sının ortasında uçan<br />

tüy, sınıa okunan ‘aile’ konulu okuma parçası, mevsimlerin değişmesi, meyve vb. küçük detaylar<br />

seyirciye karakterlerin ruh hallerini farklı bir üslupla sunar. <strong>Film</strong>deki konuşmaların çoğu üçüncü kısımda<br />

olsa da karakter tasvirleri film boyunca devam eder.<br />

Burag Peksezer<br />

28


Nuri Bilge Ceylan <strong>Film</strong>leri<br />

Mayıs Sıkıntısı<br />

Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan<br />

Senaryo: Nuri Bilge Ceylan<br />

Oyuncular: Muzaffer Özdemir(Muzaffer), Emin Toprak<br />

1999 / Türkiye / Türkçe / 130’<br />

Anton Çehov’a göre: “Her şey basit olmalıdır... Tümüyle basit... Teatral olmamakr esas olan.”. Nuri<br />

Bilge Ceylan; Antalya <strong>Film</strong> Fesvali’nden en iyi yönetmen, en iyi ikinci film, en iyi laboratuvar ve jüri<br />

özel ödülleriyle dönen Mayıs Sıkınsı’nı Çehov’a adıyor. Mayıs Sıkınsı’nda da her şey pkı Çehov’un<br />

anlamındaki gibi oldukça basit, saf, gösterişsiz ve yalın.<br />

Nuri Bilge Ceylan Mayıs Sıkınsı’nda ilk filmi Kasaba (1997)’nın çekim hikayesini ve ailesini<br />

kamera karşısına geçirirken yaşadığı süreci tasvir ediyor. <strong>Film</strong> içinde film çekilirken, Mayıs Sıkınsı’nın<br />

kahramanlarının gerçekten de yaşamın kendisinden bir kesit sunduğu hissediliyor. Bunda Nuri Bilge<br />

Ceylan’ın anne ve babası da dahil olmak üzere yerliyi filmine taşıması etkili.<br />

Mayıs Sıkınsı, oldukça ‘gerçek’ bir film. Varolanı farklılaşrmak için özel bir çaba harcamıyor,<br />

olanı sadece olduğu gibi gösteriyor. Her şeyin az ve öz olarak anlalmasına karşın; film izleyici üzerinde<br />

oldukça yoğun bir etki bırakıyor. İzleyici; filmden bir karaktermişçesine monotonluğun, yılgınlığın ve<br />

bıkkınlığın; ‘mayıs sıkınsı’nın alnda kalıyor.<br />

<strong>Film</strong>, kır insanlarının kenen uzak yaşamlarının portresini çizerken, doğa ve doğalın yalınlığı<br />

ön plana çıkarlıyor. Çanakkale dolaylarındaki bir kasabada şekillenen öykü, gerçek Türkiye’nin kır<br />

insanının günlük yaşamından, hayallerinden ve hayal kırıklıklarından bir kesit sunuyor.<br />

<strong>Film</strong>in öyküsü, sınırlı sayıdaki karakter üzerinden döndürülüyor. Bir yanda Muzaffer, çocukluğunun<br />

geçği kasabada film çekmeye çalışırken; diğer yanda Muzaffer’in babası Emin, arazideki ağaçların<br />

kesilmesini önlemeyi kendisine hayat amacı seçip, kadastroculara karşı savaşını kazanmayı hedefliyor.<br />

Üniversite sınavını bir türlü kazanamayan Saffet ise İstanbul’a gidip iş bulduğunda kendi ayakları<br />

üzerinde durabileceği yanılgısını taşıyor. <strong>Film</strong>in küçük karakteri Ali de müzikli saat alma hayali için<br />

‘yumurta’sına güveniyor. Mayıs Sıkınsı’nda adeta kişilik kazanan ‘yumurta’, izleyicinin odak noktası<br />

haline geliyor. Ali, müzikli saat hayalini gerçekleşrmek için kırk gün boyunca kırmadan cebinde<br />

yumurta taşıma sorumluluğunu alıyor. Böylece yumurta; sorumluluğun, sabrın, emeğin ve dürüstlüğün<br />

sembolü haline geliyor.<br />

Mayıs Sıkınsı, karakterlerin hayat amaçlarını gerçekleşrmeye çalışırken; etrandakilere<br />

karşı kayıtsız ve duyarsız kalmasını, birbirleriyle empa kuramamasını anlayor. Nitekim Muzaffer,<br />

babasının hayat amacına değer vermeyip hep devlen ‘taranı tutarken’; babası da Muzaffer’in ‘para<br />

eden bir film’ çekemeyeceğini düşünüyor.<br />

Mayıs Sıkınsı, Nuri Bilge Ceylan’ın önemli filmlerinden. Hem Nuri Bilge Ceylan sinemasından bir<br />

örnek izlemek hem de yönetmenin kurduğu atmosferi deneyimlemek için iyi bir seyir.<br />

Burçak Baş<br />

29


Uzak<br />

Nuri Bilge Ceylan <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan<br />

Senaryo: Nuri Bilge Ceylan, Cemil Kavukçu<br />

Oyuncular: Muzaffer Özdemir (Mahmut), Emin Toprak (Yusuf)<br />

2002 / Türkiye / Türkçe / 110’<br />

Nuri Bilge Ceylan’ın Kasaba (1997) ve Mayıs Sıkınsı (1999)<br />

filmlerinin ardından Taşra Üçlemesi’nin son filmi olan<br />

Uzak (2002) ile var olmanın sadeliği içinde kent-kasaba<br />

çaşmasının kişiler üzerindeki yansımasını anlayor.<br />

<strong>Film</strong> İstanbul’a giden karlı yollarda Yusuf’un<br />

görülmesiyle başlıyor. Herhangi bir vasfa sahip olamamış<br />

ve filmin pek çok kez değineceği 2001 krizi sebebiyle işten<br />

çıkarılmış Yusuf’un uzaklara gitme isteğinin ilk karesidir bu<br />

görüntü.<br />

Yusuf, İstanbul’u kendisine liman olarak belirlerken<br />

koca şehirde kalacak yer olarak da uzak akrabası<br />

Mahmut’un evine gider. Mahmut ise geçmişine dair tüm bağlarından uzaklaşmış bir şekilde reklam<br />

fotoğrafçılığı yaparak İstanbul’da yaşamaktadır.<br />

Yusuf’un Mahmut’un evine yerleşmesiyle birlikte kent-kasaba çaşması da daha belirgin hale<br />

gelmeye başlar. Bunun en gözle görünür durumu, aynı kasabadan gelmiş olan Mahmut’un büyük<br />

şehirde tutunabilmek adına verdiği savaş karşısında Yusuf’un vasıfsız ve rahat halidir.<br />

Yusuf, liman olarak belirlediği İstanbul’dan uluslararası gemilerde çalışma düşüncesiyle ayrılıp<br />

dünyayı gezmek istemektedir. Ama kriz, koskoca bir geminin karaya vurması imgesi alnda bu alanda<br />

da kendisini hissermişr.<br />

Mahmut’un flu özel yaşamının sonucu olan yalnızlığı, oturduğu koltuktan kullandığı arabasına<br />

kadar yansımışr. Bu yalnızlığın içinde kendisine yer bulmaya çalışan Yusuf’un her davranışı olumsuz<br />

bir tepkiyle karşılanır.<br />

<strong>Film</strong>de uzak kavramı pek çok farklı noktadan ele alınabilir durumda. Yusuf’un uzaklara gitme<br />

isteği bunlar arasında en göze çarpanı. Uzak kavramının bir başka ele alınış şekli ise Tarkovsky gibi bir<br />

yönetmen olmak isteyen entelektüel fotoğrafçı Mahmut’un hayallerinden uzaklaşıp para için reklam<br />

fotoğrafçılığı yapması. İki akrabanın aynı evde yaşamalarına rağmen aralarına kapılar koymaları bize<br />

ilişkisel uzaklığı da göstermektedir.<br />

Uzak, bir çok açıdan Michelangelo Antonion’nin Blow-Up (1966) filmini anımsatmakla beraber; alt<br />

men olarak Nuri Bilge Ceylan’ın otobiyografik hikayesini anlatmaktadır.<br />

<strong>Film</strong>de uzun tek plan çekimler ve kameranın gözlemci pozisyonunda olması, karakterler üzerinde<br />

objekf yargılarda bulunmamıza yardımcı oluyor. Ve bu tek plan çekimler Ceylan’ın fotoğrafçı kişiliği ile<br />

birleşince takdire şayan görüntüler ortaya çıkıyor.<br />

Görüntüler üzerindeki hassasiyeni ses konusunda da gösteren yönetmen; rüzgar, dalga ve vapur<br />

sesleriyle melankolik anlamına kasve de ekliyor. Hiç kullanılmayan müziğin ve minimum seviyede<br />

tutulan diyaloğun eksikliği ise hissedilmiyor.<br />

Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes <strong>Film</strong> Fesvali Büyük Jüri Ödülü (2003) ile taçlandırılmış, Aln Portakal<br />

<strong>Film</strong> Fesvali En İyi <strong>Film</strong> (2002), İstanbul <strong>Film</strong> Fesvali En İyi <strong>Film</strong> (2003) gibi yurçi ve yurtdışında pek<br />

çok ödül almış olan filmi Uzak (2002), Türk sinema tarihinde Yılmaz Güney’in Yol (1981) filminden sonra<br />

Cannes <strong>Film</strong> Fesvalinden ödülle dönen ilk film.<br />

Uzak filmi hakkında söylenebilecek en üzücü durum ise filmdeki performansıyla Cannes <strong>Film</strong><br />

Fesvali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülüne layık görülen Mehmet Emin Toprak’ın ödülünü alamadan<br />

hayata veda etmesi olmuştur.<br />

Kaan Cansever<br />

30


Nuri Bilge Ceylan <strong>Film</strong>leri<br />

İklimler<br />

Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan<br />

Senaryo: Nuri Bilge Ceylan<br />

Oyuncular: Ebru Ceylan, Nuri Bilge Ceylan<br />

2006 / Türkiye,Fransa / Türkçe / 97<br />

Dengesini kaybetmiş bir ilişkinin sorunlu yolculuğu<br />

üzerinden ilerleyen İklimler, bu ilişkinin kopmaya yüz tutmuş<br />

gidişanı, başka bir deyişle ikliminin değişimini anlatan bir<br />

film. Havaların serinlemeye başladığı yaz sonu güz başı bir<br />

zamanda Kaş’ta başlayan filmde, İsa ve Bahar’ın yolunda<br />

gitmeyen birlikteliklerinin hikayesi, kara bir kışın yaşandığı<br />

karlarla kaplı Ağrı’ya kadar uzanıyor.<br />

İklimler, Bahar’ın İsa’ya zoraki bir gülümseyişiyle,<br />

sonrasında onu uzaktan izlerken gözyaşlarını tutamayışıyla<br />

başlayıp, aralarındaki problemli ilişkiyi odağına alarak<br />

ilerliyor. Yazın sonlarında, mevsim dönerken başlayan<br />

film, İsa ve Bahar’ın birlikteliklerinin atmosferinin de<br />

değişeceğinin işareni seyirciye hisseriyor. Kaş’ta geçen ilk bölümde, İsa’nın Bahar’a söyleyemediklerini<br />

kendi kendine iraf eği prova sahnesinde ve Bahar’ın sahilde gördüğü kabus sahnesinde, film bu ilişkinin<br />

değişen dinamiğini çarpıcı bir biçimde, daha baştan gözler önüne seriyor. Yine bu bölümün sonunda, Bahar’ın<br />

motorsiklet kullanan İsa’nın gözlerini kapap kontrolünü kaybedişine sebep oluşunu, ikisinin de aralarındaki<br />

ilişkinin hakimiyeni kaybedişinin bir metaforu olarak yorumlamak çok da zor değil. Haa ilişkilerinin çoktan<br />

kendilerinin olmaktan çıkğını, peşine takıldıkça onları daha da yalnızlaşrdığını söyleyebiliriz.<br />

<strong>Film</strong>in İstanbul’da devam eden bölümünde, İsa yoluna Bahar olmadan devam ediyor. İsa’nın muğlak<br />

hislerine tanık olduğumuz bu kısımda, onun huzursuzluğunu yer yer gökgürültüsünün eşliği ile görmek, pkı<br />

yağmurlu ve rüzgarlı havaların mevsimi iyiden iyiye kışa çevirişi gibi İsa’nın kendi iç dünyasının; ruhunun<br />

ikliminin de değişği anlamına geliyor. İsa’nın karlarla kaplı Ağrı’ya gidişi ise kışın ardından baharın gelmesi<br />

için alan belirsiz bir adım, meçhul bir yolculuk olarak yorumlanabilir.<br />

İklimler’i Nuri Bilge Ceylan filmografisinde biraz farklı bir konuma oturtmak mümkün. Taşra<br />

Üçlemesi’ndeki karakterlerin mutsuzlukları, sıkışmışlıkları ve yalnızlıkları üzerinden ortaya çıkan kentsel<br />

ve kırsalın yarağı çaşma ve ikilem, İklimler’de karşımıza çıkmıyor. Çevrenin sosyal ve kültürel yapısının<br />

karakterler üzerindeki etkisi bu kez geri planda. Bu bağlamda, üçleme filmlerine nazaran İklimler’in –Nuri<br />

Bilge Ceylan’ın da belirği gibi- herhangi bir ülkede geçebilecek, mekana bağlı olmayan bir film olduğu<br />

söylenebilir. Üç Maymun (2008)’daki olay örgüsünü ve daha yüksek tempoyu düşünürsek de İklimler’in daha<br />

içe dönük, daha sakin bir film olduğu sonucuna varmak mümkün. Fakat en nihayende minimal yapısıyla,<br />

fotoğraf esteğine sahip sahneleriyle, Nuri Bilge Ceylan’a has anlam diliyle İklimler’in, yönetmenin<br />

yarağı ve tüm sinema çevrelerince takdir edilen auteur sinemanın bir parçası olduğunu belirtmek gerek.<br />

Mehmet Taner Demir<br />

31


Üç Maymun<br />

Nuri Bilge Ceylan <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan<br />

Senaryo: Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan, Ercan Kesal<br />

Oyuncular: Yavuz Bingöl (Eyüp), Hatice Aslan (Hacer), Ahmet Rifat Sungar (İsmail)<br />

2008 / Türkiye, Fransa, İtalya / Türkçe / 109’<br />

Zaman zaman melodrama göz kırpan yapısı, Antonioni-vari dokunuşlar barındıran senaryosu ve kara film<br />

mofleri taşıyan görselliğiyle tam bir tür kırması Üç Maymun. Hemem hemen her filminde büyüleyici<br />

bir görsel dünya yaratmayı başaran yönetmen ark biçimsel olgunluğun sınırlarında dolaşıyor. Her biri<br />

tablo niteliğindeki kadrajlar, close-up ve plan sekansların ustalıklı kullanımları, küçücük bir evde dahi<br />

bulunan inanılmaz kamera açıları ve filmin atmosferine en büyük katkıyı sağlayan gri, kırmızı ve yeşilin<br />

baskın olarak kullanıldığı renk pale; hepsi Ceylan’ın yönetmenlik başarısına işaret ediyor. Tüm bunların<br />

yanında olağanüstü ses işçiliğini de göz önünde bulundurduğumuzda Cannes jürisinin, verdiği En İyi<br />

Yönetmen Ödülü’nde ne kadar haklı bir karar aldığını anlamak güç değil.<br />

Üç Maymun, mensel boyua da en derin filmi Ceylan’ın. İsmini şahit oldukları kötülükler karşısında<br />

körü, sağırı ve dilsizi oynayan Konfüçyüs’ün “üç maymun”undan alan filmde ihanet, şüphe ve inkam<br />

hikayenin odağında duruyor. Arabasıyla bir yayaya çarpıp kaçan polikacı Servet, para karşılığı şöförü<br />

Eyüp’ün suçu üstlenmesini sağlar. Eyüp hapse girmeyi eline geçecek toplu parayla ailesinin ve özellikle<br />

oğlu İsmail’in geleceğini garan alna alabileceğini düşündüğünden kabul eder. Eyüp’ün, oğlu için böyle<br />

büyük bir fedakarlık yapışının ardında İsmail’in küçük yaşta ölen bir kardeşinin olması yayor aslında.<br />

Eyüp’ün kendini fedası ve mahkum olması her karakterde, daha çok Antonioni filmlerinde rastlamaya<br />

alışğımız bir içe dönüşe neden oluyor. Yanlız bu, Antonioni filmlerinde karakterlerin çaresizce baş<br />

etmeye çalışkları bir durumken Ceylan’ın karakterleri duyarsız olmayı, gözlerini kapamayı kendileri<br />

seçiyorlar. Gördüklerini ve yapklarını kendilerine saklayıp teker teker filmin adındaki maymunlara<br />

dönüşüyorlar. Nuri Bilge de birçok şeyi görmezden geliyor. Kamerasını olaylardan çok insanlara<br />

çeviriyor. Onu olaylar değil olayların karakterler üzerindeki etkileri ilgilendiriyor. Yönetmen izleyicisini<br />

karakterlerinin suskunluklarına şahit ediyor. Ve sessizlikler uzadıkça gerçekleri; suçluluk duygusunu,<br />

garezi ve şüpheyi görüyoruz karakterlerin gözlerinde.<br />

Diyalogların yokluğunda oyuncuların bakışları ve yönetmenin kadraj tercihleri kadar etraf sesleri de<br />

büyük önem kazanıyor. Arka planda sürekli tekrar eden tren sesleri filmin tekinsiz atmosferine büyük<br />

katkı sağlıyor.<br />

Ceylan’ın filminde sınıf ayrımı da büyük yer teşkil ediyor. Servet’in -güçlü ve zengin polikacının- işçi<br />

sınından bir aileyi kendi çıkarları uğruna kullanması ve onları “maymun etmesi” Ken Loach filmlerinde<br />

karşımıza çıkabilecek, emperyalizm eleşrisine açık bir konu. Ancak Ceylan’ın amacı sistem eleşrisi<br />

yapmak değil. O, insanların her zaman sömürebilecekleri birilerini buldukları gerçeğinin ardındaki<br />

sosyoekonomik nedenlere takılmıyor. En başa dönüyor ve insan doğasını incelemeye koyuluyor;<br />

Darwin’in açğı yoldan ilerliyor ve daha “ilkel” bir çıkarım yapıyor. Her şeyin aslında hayaa kalma<br />

mücadelesi olduğu sonucuna varıyor. Bunu yaparken de suç ya da suçlu kavramındansa nedensellik<br />

ilişkisine odaklanıyor.<br />

Oyuncu kadrosunun tamamının ama özellikle Hace Arslan’ın ışıllı oyunculuğundan gücünü alan<br />

Nuri Bilge Ceylan’ın melankolik neo-noir’ı basit ama iyi anlalmış hikayesini sağlam bir sinematografiye<br />

yaslıyor ve Merkez takipçilerine sinema dolu iki saat vaat ediyor. Kara film hiç bu kadar güzel<br />

gözükmemiş!<br />

Hamit Özonur<br />

32


13 Ekim Perşembe 18 00<br />

Yavuz Özkan ile Söyleşi


Maden<br />

Yavuz Özkan <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Yavuz Özkan<br />

Senaryo: Yavuz Özkan<br />

Oyuncular: Cüneyt Arkın (İlyas), Tarık Akan (Nurettin)<br />

1978 / Türkiye / Türkçe / 90’<br />

İşçiler, elleriyle kurarlar yaşadığımız dünyayı. Metali eriten, madeni çıkaran, yeryüzünü dönüştüren<br />

işçiler...<br />

Sendikası manen yanlarında olmayan maden işçileri... Durumun farkındalığıyla örgütlenmeye çalışan,<br />

umutlu bir işçi. Kendisine yakın, kendisi kadar olmasa da davasına destek olmak isteyen üç dört arkadaşı<br />

var. Arkadaşlarının ve kendisinin hayatlarından kareler sunarak gelişen, kötü sonla biten bir hikaye..<br />

İlyas, diğer işçi arkadaşlarına göre farkındalığı olan, hem kendi hem kardeşlerinin haklarını savunmaya<br />

kendini adamış bir işçidir. <strong>Film</strong> madende hayanı kaybetmiş işçilerden birinin cenazesiyle başlar. “Ölüm<br />

bu, Allah’ın emridir.” denir, ne yakınları ne de arkadaşları olayı araşrmazlar, sorgulamazlar. Çoğu kişi<br />

kader kısmet olarak görse de; İlyas işin iç yüzünü sezmektedir. Önlemleri kısan, insan hayanı hiçe sayan<br />

işverenleri durumdan sorumlu tutmaktadır. Harekete geçmek hevesiyle işçi arkadaşlarını durumdan<br />

haberdar etmeye ve örgütlenmeye koyulur. Bu durumu fark eden sendika başkanları İlyas’ın yoluna taş<br />

koyarlar. İlyas’ın örgütlenme çabasında karşısına çıkan bir başka güçlük de işçilerin hepsini aynı tepki çası<br />

alnda toplamanın zorluğudur. Önüne sunulandan fazlasını aramayan, onu sorgulamayan, eğlenceye<br />

ve kadına meraklı işçileri de davasına, aslında kendi davalarına, dahil etmenin yollarını düşünür. <strong>Film</strong>in<br />

devam sürecinde Yavuz Özkan bize kadın işçileri gösterir. Madende çalışmasalar bile onlar da zalim bir<br />

işverenin buyruğu alnda birer işçidirler.<br />

Sadece erkek vurgusuyla akmayan filmin bu gidişi şahsen dikkami çeken ve filmi daha canlı ve<br />

gerçekçi kılan bir geçiş olmuş. Diyaloglara serpişrilen didakk söylemlerle filmdeki vurgu siyasi olgulara<br />

kaymakta. <strong>Film</strong>, odağı siyasal eleşri yönünde olmasına rağmen, içerisindeki karakterlerin hayatlarına ve<br />

duygularına değinerek siyasi yönü dışında özellikler barındırıyor içerisinde. Bu anlamda hikayesinin güçlü<br />

olduğunu söyleyeyim. Şaşırcı olmayan ama gerçekçiliğin dozunu arran biş sahnesi, verilen mesaja<br />

dikkat çekmek isyor. Tarık Akan, Cüneyt Arkın ve Hale Soygazi filmografilerindeki popüler ve bilinen<br />

filmlerinden farklı bir filmle, siyasi bir filmle karşımıza çıkıyorlar.<br />

Türk Sineması’nın önemli, tanınmış oyuncularını bir araya geren film; 1978 Antalya Aln Portakal<br />

<strong>Film</strong> Fesvali’nde dört ödül kazanmış. Tarık Akan en iyi erkek oyuncu, Hale Soygazi en iyi kadın oyuncu,<br />

Meral Orhonsay en iyi yardımcı kadın oyuncu ve Yavuz Özkan bu filmiyle en iyi film ödülüne uzanmış.<br />

Maden 1942 Yozgat doğumlu Yavuz Özkan’ın ikinci filmi. <strong>Film</strong>ografisi içinde siyasi duruşuyla ayrılan<br />

bir film. Muhtemeldir ki siyasi söylemleri içermesi gerekçesiyle diyalogları bilinen kalıpları, söylemleri<br />

barındırıyor. Söylenenler açık ve net. Türk Sineması’na, siyasi filmlere ilgi duyanlara şiddetle tavsiye<br />

edilir. İyi seyirler.<br />

İrem Günhan<br />

34<br />

10 Ekim Pazartesi 16:00


Yavuz Özkan <strong>Film</strong>leri<br />

Bir Kadının Anatomisi<br />

Yönetmen: Yavuz Özkan<br />

Senaryo: Yavuz Özkan<br />

Oyuncular: Hülya Avşar, Mehmet Aslantuğ, Uğur Polat<br />

1995 / Türkiye / Türkçe / 98’<br />

Bir kadının evliliği, erkeklerle ilişkilerinde beklenleri, onlarla yaşadıkları; evlilikleri ve kurduğu aşk ilişkileri<br />

ekseninde değişen ve değişmeyen haya. Bir Kadının Anatomisi’nde işlenen konu bu cümleden ibaret. <strong>Film</strong>i<br />

bu cümleden çıkarıp derinleşren ve özelleşren ise bir kadının çözülmeyen karmaşıklığı. <strong>Film</strong> boyunca bu<br />

karmaşıklık ve bir nev-i şahsına münhasır çaresizlik kendini hisseriyor izleyiciye.<br />

Hülya Avşar’ın başrolde canlandırdığı karakter, işte bu karmaşık kadın. Hikayenin ilk kısmında uyumlu,<br />

mutlu ve sakin biri olarak gösterilir bu isimsiz karakter. Jenerik akarken, farkeğinizi anımsarsınız; filmdeki<br />

karakterlerin adları yoktur. Eksiklik duygusu yaşatan nedendir belki bu isimsizlik, yani isim duymayışınız.<br />

Yaşadığı talihsiz bir olay, bu kadını devamlı geçmişiyle diyalog halinde tutmakta ve onun erkeklere uzak bir<br />

tavır takınmasına sebep olmaktadır. <strong>Film</strong> bu karakterin aşk ve erkeklerle olan ilişkilerini yansıtmaktadır.<br />

Böyle karmaşık bir karakterin ilişkilerini kesrmekse ilk anlarda zor oluyor. <strong>Film</strong> akkça şekillendiği haliyle<br />

gördüklerimiz, talihsiz olaylar ve devamında yaşanılan gelişmeler oluyor. <strong>Film</strong>in ilk kısımları ilk elden havada<br />

asılı bir izlenim verse de anlam kronolojik açıdan ilerledikçe gelen sahnelerin anlamlandırılmasına katkıda<br />

bulunuyor. Elbee ki bu nedenselliği çözmek izleyenlerin ya da Yavuz Özkan’ın derdi değil. <strong>Film</strong>in hisserdikleri,<br />

bir kadının karmaşasının ve yaşadıklarının ne olduğunu gözlemlemek ve empa kurmak nedensellik ilişkisinin<br />

önüne geçiyor. O karmaşanın gerçekliği ve güçlülüğü bir çok sahnede izleyenin karşısına çıkıyor. Bir anda<br />

alevlenen, şiddetlenen ve izleyicinin dikkat kesilmesini sağlayan sahneler ardında bu kadının karmaşasının<br />

gerçekliğini bırakıyor.<br />

Ana kahramanın, talihsiz biten ilk evliliğin ardından yapğı ikinci evlilikte de mutlu olamadığını görüyoruz<br />

film ilerledikçe. Dahası, bu evliliğinde ark uyumlu bir eş de olamıyor. Bu ikinci aşk ilişkisinde, sakin yapısının<br />

ne kadar hırçınlaşğını izliyoruz. Kadının ikinci ilişkisinde de hüsrana uğraması izleyicinin kafasında sorular<br />

uyandırıyor: Kadın niye böyle davranıyor Geçmişi atlatamıyor mu İstediği halde bir başkasına her şeyiyle<br />

yakınlaşamıyor mu Beklenlerini şekillendiren neydi Bu sorular verilecek cevapların ucu açık; durumu<br />

sadece olduğu gibi gösteren bir film Bir Kadının Anatomisi.<br />

1942 Yozgat doğumlu Yavuz Özkan, 1974’de çekği 2.2=5 filmiyle yönetmenlik koltuğuna geçmiş ve 2000’li<br />

yıllara kadar on filmde yönetmenlik yapmış. Bir Kadının Anatomisi filmi, gösterim yılı ve ardındaki yıl toplam üç<br />

ödül almış. İlki 1995 yılında Ertunç Şenkay’ın en iyi sinematografi dalında aldığı Aln Portakal olmuş. Ardından<br />

1996 Ankara Uluslararası <strong>Film</strong> Fesvali’nde en iyi yardımcı kadın oyuncu rolünde Hümeyra ve yine en iyi<br />

sinematografi dalında Ertunç Şenkay ödüle layık bulunmuşlar. Her biri, filmden yaklaşık yirmi sene sonra hala<br />

konuşulan ve çoğunluğu beğenilen oyunculardan oluşan filmin kadrosu oldukça dikkat çekici. 1990’lı yılların<br />

Türk <strong>Film</strong>leri’ne ilgi duyanlara tavsiye edilir.<br />

İrem Günhan<br />

11 Ekim Salı 15:00<br />

35


Bir Erkeğin Anatomisi<br />

Yavuz Özkan <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Yavuz Özkan<br />

Senaryo: Yavuz Özkan<br />

Oyuncular: Uğur Polat, Ayda Aksel, Tilbe Saran, Taner Birsel<br />

1996 / Türkiye / Türkçe / 99’<br />

<strong>Film</strong>in başında gördüğümüz karakter iyi mi kötü mü tam emin olamayız. Yolda yürüyüşünden bile<br />

işkilleniriz, bu adamda birşeyler ters deriz kendi kendimize. Sahnenin devamında ofise girdiğinde bile<br />

anlamayız ofisin kendisine ait olduğunu. Bunu anladığımız an, kendisinden daha koyu renkli takım<br />

elbiseler içinde olan daha kötü karakterlerden rahatsız olduğu andır. Her şey bir referans noktasına<br />

göre belirlenir hayaa. Az önce gözümüze kötü görünen adam, ortamda daha kötülerin belirmesiyle<br />

bir anda iyi biriymiş gibi gelir bizlere.<br />

Yukarıdaki paragran son cümlelerini filmin baş karakteri olan Taner’in ağzından da duyabilirdiniz.<br />

Karakterin felsefi derinliğini kaldığı radyo programında anlaklarından çıkarabiliriz. Taner, başarılı<br />

bir avukat ama o kadar da başarılı olmayan bir kocadır. Bir gün yeral dünyasındaki bir müşterisinden<br />

emanet aldığı belgeler hayanı değişrir. Peşine hiç tanımadığı adamlar takılır, hayanı araşrır,<br />

sevdiklerini kullanarak onu tehdit etmeye başlarlar. Bu tür şeylere pabuç bırakmayacak bir yapısı olan<br />

Taner savaşabildiği son noktaya kadar savaşmaya niyetlidir.<br />

Baştan engelli kardeşini eğlendirmek için aradığı radyo programı daha sonra onda bir tür meraka<br />

dönüşür ve kafasını kurcalayan şeyleri atmak için kullanmaya başlar. Radyo programını hazırlayan Selma<br />

ile aralarında değişik bir uyum yakalar yönetmen film boyunca. Adam umutsuzluğu, boşvermişliği<br />

temsil ederken, kadın ise umudun olduğuna yüzde yüz inanan birisi olarak umudu temsil eder. Haa<br />

filmin bir kısmında, radyo binasının civarında şiirler yazan yaşlı adamın aslında güzel şeyler yazdığını<br />

söyler. Bunun üzerine arkadaşı madem beğeniyorsun, al da programında kullan dediğinde, güzel şeyler<br />

yazıyor ama daima umutsuz hayat hakkında, benim programıma uygun değil bu içerik diyerek kendini<br />

ve programını umut dağıtmaya ayırmış birisi olduğunu salık verir.<br />

Avukat Taner’in araba kullanırken radyo ile telefonda konuşması filmin en akılda kalıcı sekanslarından<br />

biriydi. Görece uzun sayılabilecek sahnede baş karakter kötüler tarandan takip edilir ama onlara teslim<br />

olmak aklından bile geçmemektedir. Bir eliyle telefonda radyo programında diğeriyle arabayı kontrol<br />

etmeye çalışarak, filmin temposunu ayakta tutmayı becerebilen bir oyunculuk ile sahneyi dolduruyor.<br />

Uğur Polat’ın oyunculuğu gerçekten izlenmeye değer. Yazılan diyaloglar tamamiyle sokağa ait olmayan<br />

yer yer steril cümleler olsa da, başarılı aktör rolün gereğini yerine germeyi becerir. DJ Selma rolünde<br />

izlediğimiz Ayda Aksel’in oyunculuğu da yönetmenin yarağı karakterin hayat bulmasında oldukça etkili<br />

olmuş. Engelli kardeşi canlandıran Deniz Uğur ise filmde masumiye simgeliyor. Kardeşi ve yengesinin<br />

kavga eği sahnelerde küçük bir çocuk gibi konuyu değişrme çabası görülmeye değerdir. Deniz Uğur<br />

hakkında Ankara Uluslararası <strong>Film</strong> Fesvali jürisi de benim gibi düşünmüş olacak ki oyuncuya, gelecek<br />

vaat eden oyuncu ödülünü layık görmüş.<br />

Bir Erkeğin Anatomisi yönetmen Yavuz Özkan’ın 1997 yılında yapğı, sinema anlayışını taviz<br />

vermeksizin devam erdiği bir filmdir. Yönetmenin diğer filmleri de kesinlikle izlenmelidir.<br />

Tansu Salih<br />

36<br />

12 Ekim Çarşamba 16:00


Yavuz Özkan <strong>Film</strong>leri<br />

Yağmur Kaçakları<br />

Yönetmen: Yavuz Özkan<br />

Senaryo: Yavuz Özkan<br />

Oyuncular: Tarık Akan, Ayşegül Aldinç<br />

1987 / Türkiye, Fransa / Türkçe / 125’<br />

Düşünceleri yüzünden ölüme mahkum edilmiş bir adamın ve yalnızlığıyla barışamayan bir kadının<br />

hikayesi Yağmur Kaçakları. Biri Türk diğeri Fransız iki yabancı insanın bilindik aşklarını anlatan film,<br />

anlaşmak için her zaman aynı dili mi konuşmak gerekir sorusunu da akıllara geriyor.<br />

<strong>Film</strong>in konusuna gelince; düşünce mahkumu olan genç adam, yağmurlu bir günde hapisten<br />

kaçarak bir kadın arkadaşının yanına sığınır. Ancak hayana özgürce devam edebilmesi için tek yol<br />

yurtdışına çıkmasıdır. Yanında kaldığı arkadaşının da yardımıyla kendini Fransa’da bulan adam bir<br />

gece karşı komşusu Michelle’i inhar ederken görür ve yardımına koşar. O geceden sonra aralarında<br />

tatlı bir arkadaşlık başlayan genç kadın ve adam kısa süre sonra birbirlerine aşık olurlar. Aşklarının<br />

en büyük engeli ise birbirlerinin dillerini konuşamamalarıdır; ama onlar bu engelin üstesinden<br />

dokunuşlarla, resimlerle, işaretlerle gelmeye çalışırlar. Hızlı başlayan aşkları genç adamın Fransa’dan<br />

sınır dışı edilme şokuyla bitme noktasına gelir ve adam yine yağmurlu bir günde kaçmak zorunda kalır.<br />

Michelle bu ayrılığı kabullenemez, ülkesine dönmek zorunda kalan sevgilisinin peşinden gider. Bir<br />

süre sevgilisinin izini bulamayan kadın ortak bir arkadaşlarının da yardımıyla adamın saklandığı köye<br />

ulaşır ve gösterişli bir köy düğünüyle genç adamla evlenir. Ancak düğünün ertesi günü genç adam<br />

tekrar kaçmak zorunda kalır ve akabinde Michelle sınır dışı edilir.<br />

Yağmur Kaçakları 80’ler Türkiye’sinin apolik havasından sıyrılan filmlerden biri olsa da; Özkan’ın<br />

bürokrasinin işleyişi, düşünce suçu kavramı, kaçaklık hali, birine ya da bir yere ait olma ihyacı, aşkın<br />

evrenselliği gibi pek çok önemli ve geniş konuya aynı anda yer verme çabası; filmin polik yanını<br />

gölgede bırakıyor. Yine bu çaba, filmde değinilen birçok noktanın tam olarak açıklığa kavuşmamasına<br />

ve seyircinin filmin dışında kalmasına sebep oluyor. Bunların dışında film, deneyimli yönetmeninin<br />

ustalıkla kullandığı yaracı imgeler ile dikkat çekiciyor. <strong>Film</strong>in ilk sahnelerinden biri olan hapishane<br />

sahnesinde karşımıza çıkan tek sıra halinde durmuş, siyah takım elbiseli adamların hem düşünce<br />

özgürlüğüne, hem tek pleşrmeye, hem de hiyerarşik düzene aynı anda bir gönderme yapabiliyor<br />

olması Özkan’ın imgelerindeki anlam gücünü bize ilk dakikalardan gösteriyor.<br />

Yağmur Kaçakları, film boyunca vazgeçmediği cesur bir tavra, güçlü imgelere ve farklı bir hikayeye<br />

sahip olmasına rağmen, sonunda oluşturduğu soru işaretleri ve kafa karışıklığı sebebiyle yönetmenin<br />

diğer filmlerinin gölgesinde kalmış.<br />

Merve Yıldız<br />

12 Ekim Çarşamba 18:00<br />

37


Yengeç Sepeti<br />

Yavuz Özkan <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Yavuz Özkan<br />

Senaryo: Yavuz Özkan<br />

Oyuncular: Derya Alabora, Sadri Alışık, Mehmet Aslantuğ, Ege Aydan<br />

1995 / Türkiye / Türkçe / 96’<br />

Şiddet, savaş, çaşma, kıyım, kavga ve dövüş görüntüleri yayınlayan bir TV programının görüntüleriyle<br />

başlayan film, Yavuz Özkan filmlerinin polik/toplumsal vurgularına uygun bir biçimde, bize şidden<br />

rahatsız ediciliğini harlatarak başlıyor. TV programını filmin odağındaki ailenin çocuklarından biri<br />

sunmakta ve diğer aile üyeleri de programı evlerinde izlemektedir. <strong>Film</strong>in ilerleyen dakikalarında, yaşlı<br />

ana-babanın daveyle göl kenarındaki yaşlı evinde hem ebeveynlerini ziyaret eden hem de kardeşler<br />

ve onların aileleri olarak bir araya gelen çocukların haasonu başından geçen olaylar da, psikolojik<br />

ve fiziksel şidden çeşitli gündelik boyutlarının ne derece rahatsızlık ve huzursuzluk verici olduğunu<br />

gösterir nitelikte gelişiyor.<br />

Sadri Alışık’ı bu son sinema filminde baba rolüyle izlediğimiz hikayede; büyük oğlu ve sadakat<br />

sorunları çeken evliliğine, büyük kızı ve boşandığı kocasıyla sorunlu ilişkisine, küçük kızının ‘tehlikeli<br />

davalar’ alan avukatlık kariyerine ve küçük oğullarının ailesinin neşe kaynağı olmaya çalışma çabalarına<br />

eşlik ediyoruz. Kardeşlerin birbirleriyle ve eşleriyle (ya da eski eşleriyle) çözemedikleri sorunlarıyla<br />

geldikleri haasonu ziyare, bu kadar sorunlu dinamiklere sahip ilişki dengesini kaldıramıyor. Ayfer’in<br />

eski kocasının beklenmeyen ziyareyle daha önce çizilen mutlu tablonun alndaki geçimsizlik ile<br />

kardeşlerin birbirlerine olan bağlılığı ve sevecenliklerinin yapmacıklığının çöküşünü izliyoruz.<br />

Yengeç Sepe, 2004 Antalya Aln Portakal <strong>Film</strong> Fesvali’nde En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yönetmen,<br />

En İyi Kurgu, En İyi <strong>Film</strong>, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülleri, 2005<br />

Uluslararası Ankara <strong>Film</strong> Fesvali’nden de En iyi Kurgu ve En iyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülleri ile<br />

dönüyor. <strong>Film</strong>, oyunculukları kadar başarılı mise-en-scène ile de dikkat çekiyor.<br />

Yönetmen bazı diyaloglarda ise polik tavrını sergilemekten geri durmuyor. <strong>Film</strong>de yer yer,<br />

yönetmenin kendisinin konuştuğu izlenimi ediniyor;, bir anda hikayeye yabancılaşarak mesaja<br />

odaklanmış bulabiliyorsunuz kendinizi. Buna rağmen ‘serbest piyasa ekonomisi’ tamlamasını<br />

karakterlerinin diyaloğuna yerleşrecek nadir yönetmenlerden olması, Yavuz Özkan’ın sinemamızdaki<br />

yerini ve saygınlığını aldığı kaynağın ufak bir göstergesi olarak bu filmde de karşımıza çıkıyor.<br />

Usta oyuncu Sadri Alışık’ı oynadığı son sinema filminde, aynı sepete konan yengeçler gibi<br />

birbirlerini yiyen kardeşlerin babası rolündeki başarılı performansını izlemeyi arzuluyorsanız; bunun<br />

yanısıra Yavuz Özkan’dan kalabalık bir ailenin yüz rmalayan saldırganlıktaki bireylerinin hikayesini<br />

izlemek niyendeyseniz Yengeç Sepe dikkanize değer. <strong>Film</strong> yönetmenin sinemasını tanımak için iyi<br />

bir başlangıçken başka Yavuz Özkan filmleri için de teşvik edici.<br />

Ercan Akkaya<br />

38<br />

13 Ekim Perşembe 16:00


20 Ekim Perşembe 18 00<br />

Kadir İnanır ile Söyleşi


Üç Arkadaş<br />

Kadir İnanır <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Memduh Ün<br />

Senaryo: Memduh Ün (senaryo), Turgut Ören (roman)<br />

Oyuncular: Hülya Koçyiğit (Gül), Kadir İnanır (Murat), Halit Akçatepe (Mustafa), Müşfik<br />

Kenter (Artin)<br />

1971 / Türkiye / Türkçe / 88’<br />

Düşündüğüm zaman aklıma sadece Alfred Hitchcock (The Man Who Knew Too Much,1934 ve 1956)<br />

ve Michael Haneke (Funny Games, 1997 ve 2007) örneklerinden başkası gelmeyen, sinema tarihinde<br />

örneklerine pek az yönetmende rastlanan, kendi filmini alıp tekrardan çekme fikrini bizim sinemamızda<br />

da Memduh Ün yapmışr. Üç Arkadaş’ı ilk kez 1958 yılında Fikret Hakan ve Muhterem Nur ile, ikinci<br />

kez de 1971’de Kadir İnanır ve Hülya Koçyiğit ile çeken yönetmen; oldukça başarılı bir iş çıkarmış.<br />

<strong>Film</strong>e adını veren bu üç arkadaş, eğer çok zengin olsalardı her gün şehriye çorbası içecekleriyle<br />

ilgili hayaller kurarak evlerine dönerken parkta uyuyakalmış bir kadına rastlarlar. Gece vak parkta<br />

uyumanın güvenli olmadığını düşünerek kadını evine gitmesini söylemek üzere uyandırırlar ve<br />

akabinde kızın aslında kör olduğunu öğrenirler. Kıza acıyıp onu evlerine şehriye çorbalarını paylaşmak<br />

üzere davet ederler. Kızın, bizim üç arkadaşın da kendisi gibi fakir olduklarını düşünmeye başladığı ve<br />

çorbayı içip oradan gitmeyi önerdiği anda, annelerimizin izlerken ağlamaklı olduğu bizim neslin ise<br />

hem filmlerde geçen olaylara hem de bu olaylara ağlayabilen annelerimize gülmeyi seçğimiz sözüm<br />

ona klişelerin en iyilerinden biri gelir. Üç arkadaş yaşadıkları viranenin aslında bir köşk, muhtemelen<br />

çoktan ölmüş olan babalarınınsa Adana’da pamuk tüccarlığı yapan biri olduğu gibi beyaz yalanlarla<br />

kızı onlarla birlikte kalmaya ikna ederler.<br />

Kimseyi bu tür oyunlara niye gülüyor diye eleşrmeye niyem yok elbee, ama benim bu konuya<br />

dair düşüncelerim biraz farklı. Yeşilçam’ın klişeleri diye bahseğimiz bu olaylar filmlerin çekildiği<br />

dönemin insanı için normal hayaa yaşanan değil belki ama yaşanması normal karşılanabilecek<br />

olaylarken, 2000’lerin insanlarına göre yaşanması söz konusu bile olmayan naifliklerdir. Kadir İnanır<br />

başta olmak üzere oyuncuların başarılı performansları da şimdilerde inanması güç bulunan hikayeye<br />

ve karakterlerin samimiyene inanmamıza yardımcı oluyor.<br />

Gel zaman git zaman, balkabağından evlerinde mutlu mesut yaşarlarken birden kız dünyanın,<br />

çevresindeki insanların neye benzediğini görme isteği doğar. Bizim üç arkadaş da kızın her istediğini<br />

yerine germeye yeminli gibi Yeşilçam’ın o meşhur pahalı ameliyatları için gereken parayı bulurlar.<br />

Tam da bu noktada kahramanlarımızı bir ikilem beklemektedir: Şimdi onları çok zengin sanan Gül,<br />

ya gözleri açıldığında onların fakir olduğunu görüp onları sevmezse Ama yine de Gül’ün isteği<br />

ağır basğından onlardan beklendiği gibi kendilerini düşünmeyerek ameliya mümkün kılarlar ve<br />

tahminleri doğrultusunda Gül hastaneden çıkar çıkmaz dönemin lüks arabalarından birinden inen<br />

zengin bir adama doğru koşar. Parayı bulabilmek için hırsızlık yapan Murat ve Mısk hapise giderken<br />

Gül yine sokaklardadır.<br />

Hapisten çıkklarında Gül’ü bir assolist olarak bulurlar, bir kaç kez yaklaşmayı deneseler de<br />

önlerine çıkan engeller onları geri püskürtür ve üç arkadaş Gül’ün onları harlamamasını normal<br />

olarak algılarlar. Burada yine bir başka Yeşilçam klişesi olan sevilen kadının şarkıcı/assolist/ünlü<br />

olduğunu afişlerden öğrenme durumu ortaya çıkar. Elinde afişle koşarak gazinoya giden Murat yine<br />

istediğini elde edemez.<br />

Bu esnada Gül de aradaki yanlış anlaşılmayı halletmişr, arkadaşlarını bulabilmek için halk konseri<br />

vermeyi akıl eder. Konser çıkışında Mısk’ı sesinden tanır ve herkesin pek sevdiği, bazılarının da<br />

uzaktan sempa duyduğu mutlu sona ulaşılır. İzleyenleri, kesinlikle iyi vakit geçirecekleri bir buçuk<br />

saat bekliyor. İyi seyirler.<br />

İdil Tahir<br />

40<br />

14 Ekim Cuma 16:00


Kadir İnanır <strong>Film</strong>leri<br />

Dila Hanım<br />

Yönetmen: Orhan Aksoy<br />

Senaryo: Safa Önal<br />

Oyuncular: Şoray (Dila Hanım), Kadir İnanır (Karadağlı Rıza)<br />

1977 / Türkiye / Türkçe / 86’<br />

-Gönül diye bir şey yok mu Ya severse, sevilirse, içinde bir çiçek büyürse<br />

-Tutup koparacak o çiçeği, ap çiğneyecek.<br />

Devlerin Aşkı (1976) ve Selvi Boylum Al Yazmalım (1978) filmlerinin sevgiye, aşka, ihanete dair uyandırdığı<br />

soruları ağalık sistemi ve töreler üzerinden farklı bir bakışla perdeye aktarıyor Orhan Aksoy. Toprak ağası<br />

Barazoğlu İbrahim Bey’in bir arazi kavgası üzerine başka bir toprak ağası olan Karadağlı Rıza Bey tarandan<br />

öldürülmesinin ardından sistemin başına geçen güçlü karısı Dila Hanım’ın, inkam arzusunun bilmeden<br />

tanışğı Rıza Bey’e aşık olmasıyla yerini bir gurur savaşına bırakmasını anlayor film. Bu gurur savaşı<br />

içerisinde gitgide güçlerini kaybeden, töre sistemi içinde kımıldayamaz hale gelen aşıkların çaresizliği<br />

filmin çekildiği coğrafyanın çenliği ile tasvir edilemez bir uyum sergiliyor. Neca Cumalı’nın öyküsünden<br />

uyarlanan, müziklerini Cahit Berkay’ın hazırladığı film aşkı, nefre, cesaret ve gururun gerdiği acıyı Türk<br />

sinemasının en efsane çii olan Türkan Şoray ve Kadir İnanır ile canlandırıyor.<br />

Kırsalın, ağalığın, törelerin olduğu filmde, kadınlık-erkeklik konularına toplumsal cinsiyet anlayışı<br />

üzerinden değinilmeden edilmemiş. Kocasının ölümünden sonra “kadın başına” kalan Dila Hanım’ın<br />

cenazede tek damla yaş dökmemesi, köylüsüne yapğı her şeyin eskisi gibi devam etmesi gerekğine<br />

dair konuşmasındaki dik duruşu, güçlü ses tonu, sonrasında inkam için kiraladığı cani Kara Haydar’ın bile<br />

beceremediği Rıza Bey’i öldürme işini tek başına üstlenmesi ve hiçbir yardımı kabul etmemesi ile film<br />

boyunca kadınlık ve erkeklikle üzerine bizzat yapğı yorumlar dönemin ve coğrafyanın toplumsal cinsiyet<br />

konusundaki güçlü tutumlarının berrak bir yansımasını oluşturuyor. Dila Hanım’ın bir diğer karşılaşrması<br />

ise köy kadını ve şehir kadını imajı üzerinden yürüyor. Orhan Aksoy yozlaşmış şehir kadınının samimiyetsizliği<br />

ve kendi toprağı dışında yer görmemiş olan köy kadının gerçekliği arasında bir çizgi çekiyor.<br />

Asalen ve sadakan simgesi olarak an önemli bir duruşu var Dila Hanım’da. Öldürülen kocası<br />

İbrahim Bey’e ve törelere olan bağlılığı ile inkam yolculuğuna çıkan Dila Hanım’ın ana olan hakimiyea<br />

kullanırkenki becerisi, Rıza Bey’i öldürme niyeyle giği İstanbul’dan bunu yapacak gücü kendinde<br />

bulamayıp; dönmesinden önce aldığı Rıza Bey’in anı köye döndüğünde serbest bırakışı ve an dört<br />

nala sahibi Rıza Bey’e dönmesi ile Rıza Bey’in gözlerinden okunan mutluluk, umut… Kır at filmde yer yer<br />

bağlayıcı bir nitelik kazanıyor.<br />

Gerek olay örgüsü gerekse görsel olarak hüzün dolu gerçekliği ve başarılı müzik kullanımıyla baştan<br />

sona izleyiciyi içine alan film, bikten sonra da uzunca bir süre izleyicinin kafasını meşgul etmeyi başaran<br />

sorular sorduruyor. Türk sinemasının kültlerinden sayılabilecek olan Dila Hanım kesinlikle görülmeye<br />

değer bir film.<br />

Özge Kıcalı<br />

17 Ekim Pazartesi 16:00<br />

41


Ah Güzel İstanbul<br />

Kadir İnanır <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Ömer Kavur<br />

Senaryo: Ömer Kavur, Füruzan<br />

Oyuncular: Kadir İnanır (Kamil), Müjde Ar (Cevahir)<br />

1981 / Türkiye / Türkçe / 96’<br />

Türkiye sinema tarihi ile amatör olarak ilgilenenlerin aklına Ah Güzel İstanbul dendiğinde akla gelen<br />

ilk film yüksek ihmal, Af Yılmaz’ın 1966 tarihli filmidir. Sadri Alışık’ın performansı ile evrenselliği<br />

yakalamış bu film bir yana, amatörlükten biraz ileri giğimizde 1981 yapımı ikinci bir Ah Güzel İstanbul<br />

ile karşılaşırız. Af Yılmaz’ın filmiyle bir ilgisi olmayan ve Ömer Kavur’un üçüncü uzun metraj çalışması<br />

olan bu ikinci Ah Güzel İstanbul, her ne kadar yıllarca arka planda kalmış olsa da, değindiği konular ve<br />

Yeşilçam’da sarsğı tabulardan dolayı sinema tarihimizin önemli filmlerinden olma özelliğini koruyan,<br />

sinefiller için önemi olması gereken bir yapım.<br />

Füruzan’ın 1971 tarihli öyküsünden uyarlama Ah Güzel İstanbul, kamyoncu Kamil ve hayat kadını<br />

Cevahir’in buruk aşklarını anlatmakta. Kamil şehirlerarası mal taşıyarak hayanı kazanan genç bir<br />

uzun yol şoförüdür. Arkadaşları ile giği genelevde birlikte olduğu Cehavir’e aşık olan Kamil, onu<br />

içinde bulunduğu hayaan çıkarmaya karar verir. Birlikte çıkkları evde yaşamaya başlayan çi<br />

evlilik hayalleri kurmaktadır, ancak hayat pahalılığı önlerinde büyük bir engeldir. Kamil’in hayallerini<br />

gerçekleşrmek için elindeki tek seçenek ise arkadaşlarının uzun süredir ısrar eği kaçakçılık işine<br />

girmesidir.<br />

Ah Güzel İstanbul, dönemin sosyolojisini başarıyla okuyan bir yapım. Uzun yol şoförlüğünü bir<br />

arkaplan yapmanın ötesinde hikayenin temeline oturtan film, şoförlerin olası tüm çaşmalarını<br />

(geçim derdi, uzun yolun verdiği yalnızlık, bir hayat kadınıyla birlikte yaşamanın gereceği toplum<br />

baskısına karşı duyulan gerilim) abardan uzak bir dille Kamil’in hayana sokmayı başarıyor. <strong>Film</strong>,<br />

hikayeyi içinden çıkardığı toplumu bemlerkenki başarısının yanında, Müjde Ar’ın oynadığı Cevahir’e<br />

bir “fahişe plemesi”nden ötesini veriyor. Cevahir, filmde beklenleri ve üzüntüleri olan, gerçek bir<br />

karakter olarak var oluyor ki bu da (her ne kadar bu konudaki başarısı biraz tarşmalı da olsa) dönem<br />

koşullarına bakıldığında çarpıcı ve radikal bir hamle.<br />

Ah Güzel İstanbul’u Ömer Kavur filmografisini öğrenmek kaygısıyla seyretmek isteyenler çok<br />

verim alamayacaklardır. Kavur’un bu filmde her ne kadar Müjde Ar’ın karakteri ile yapmaya çalışğı<br />

bazı yeşilçamdışı hamleleri olsa da, pek çok sahnede dönemin sinema sektörünün zorluklarının<br />

yönetmende yarağı kısıtlamaları hissetmek olası. Bu yüzden Ah Güzel İstanbul, özellikle 80’ler<br />

başında düşük gelir grubunu ve kadının konumunu araşrmak isteyen izleyicilere hitap etmekte.<br />

Buna rağmen, iflah olmaz Yeşilçam tutkunları için film, hem Müjde Ar’ın ilk rollerinden birini hem de<br />

Kadir İnanır’ın Selvi Boylum Al Yazmalım’dan (1971) sonraki bir diğer kamyoncu rolünü nasıl başarıyla<br />

oynadığını görmek için büyük bir rsat oluşturuyor. Ah Güzel İstanbul, oyunculuğu ve sosyolojik<br />

incelemelere yol veren öyküsü ile seyrinin keyifli ve öğreci olan bir film.<br />

Yiğit Kocagöz<br />

42<br />

18 Ekim Salı 15:00


Kadir İnanır <strong>Film</strong>leri<br />

72. Koğuş<br />

Yönetmen: Erdoğan Tokatlı<br />

Senaryo: Erdoğan Tokatlı (senaryo), Orhan Kemal (roman)<br />

Oyuncular: Kadir İnanır (Ahmet Kaptan), Tülay Arda (Fatma)<br />

1987 / Türkiye / Türkçe / 98’<br />

Orhan Kemal’in 1967 yılında yazdığı eseri 72. Koğuş’un aynı adlı sinema uyarlaması olan film, davranış<br />

üzerinde çevresel ve biyolojik etkenlerin rolünü işliyor. <strong>Film</strong>i sosyal çevrenin belirleyici rolünden dem<br />

vuran, II. Dünya Savaşı döneminin bilimsel çalışmalardan ayıran nokta ise çevreyi daha geniş bir planda<br />

alması. <strong>Film</strong> için çevre, sadece içinde bulunulan sitümülatörlerden mürekkep bir ortam değil; bir yaşam<br />

alanı. <strong>Film</strong>e göre insan, kendi davranış kalıplarından oluşan ranj çerçevesinde çevresine uyum sağlıyor.<br />

Bu önerme sebebiyle de türlü suçlardan mahkumların bulunduğu cezaevinde geçen filmde olağan olaylar<br />

izleyiciye daha filmin başından sunuyor. Cezaevinde de insanın sorunları aynı: yemek, para sıkınsı, soğuk<br />

hava. 72. Koğuş mahkumlarının yaşadığı bu sorunlar, hikayenin geçği II. Dünya Savaşı’nın olağanüstü<br />

koşulları sebebiyle katmerleniyor. Bir lokma ekmek bulmak sadece geçim sıkınsıyla alakalı değil ark;<br />

onu elinde tutmak için kavga etmek bile gerekiyor. Böylelikle film, çevreci ve evrimci ekollerin sentezini<br />

başarıyla sunabiliyor.<br />

Yönetmen, ilerleyen dakikalarda hikayesinin geçği dönemin karakterlerinin gündelik hayana<br />

etkisini daha keskin detaylarla da sunmaya başlıyor. Mahkumlar cezaevindeyken duyulan hoparlör<br />

sesleri dönemin sosyo-polik yapısını gözler önüne seriyor. Resmi olarak savaşa girmemiş bir ülkede<br />

cezaevi müdürünün Almanya’nın savaştaki durumunu “Bizim Almanlar” diye anlatması dönemin baskıcı<br />

sistemini ve yanlılığını dolaylı ama keskin bir dille anlayor. Cezaevinde müdürün uyguladığı bu otoriter<br />

yapı gardiyan başının “başefendi” olarak tanımlanmasıyla da bemleniyor.<br />

72. Koğuş’taki otoriter hiyerarşi sadece statü ile belirlenmiyor. <strong>Film</strong>in ana kahramanı Ahmet,<br />

arkadaşlarınca “Kaptan” diye çağırılırken para sahibi olunca “Ağa” oluyor ve haya görselliğini<br />

değişriyor. Önce ona mintan, pon alınıyor. Ranzası geriliyor. Koğuş arkadaşları ise onun yandaşları<br />

olduğu için giydiriliyor; ele güne karşı. Ranza sahibi olmaksa vitrinlik bir amaca sahip olamayacağı için<br />

koğuştaki kimselere nasip olmuyor. Cezaevi de kendi statü sistemini oluşturuyor. Tüm “çevre”ler gibi<br />

onun da uygun ya da uygunsuz davranış sistemleri var.<br />

<strong>Film</strong>in koşulların olağanüstülüğüne rağmen davranışın olağanlığına dair söylemleri Kaptan ile<br />

Fatma’nın aşklarıyla sağlamlaşıyor. Kaptan’ın çamaşırlarını yıkayan Fatma ve ona para gönderen Kaptan,<br />

sıradan; orta sınıf bir çii çağrışrıyor izleyicide. Cezaevinde yaşamaları birbirlerine aşık olmalarını<br />

engellemiyor. İlk defa revir kapısında buluştuklarında ikisinin de dili mahcup aşıklıkla lal oluyor. Yalnız,<br />

yaşanlar ne kadar gerçekliğe uydurulmaya çalışılsa da düşler hep bir tutsak. Kaptan’ın rüyasında<br />

Fatma’yı görünce düş kabusa çeviriyor ve asılacağını zannederek uyanıyor. Böylelikle cezaevinin<br />

mahkumlar üzerindeki asıl etkisi gün ışığına çıkıyor: Ne kadar olağanlaşrılmaya çalışılırsa çalışılsın bu<br />

baskıcı rejim temel hedefi olan sindirme görevini yerine geriyor.<br />

Yazı süresince davranışlar üzerinde çevreci-evrimci yaklaşımlar üzerine incelenilen 72. Koğuş;<br />

cinsiyet rolleri, tarih ve polika gibi çok farklı bakış açılarından okunulabilecek bir yapım. Bu sebeple<br />

edebiyaan sinemaya uyarlanan eser, bu yıl içerisinde yeni bir kadro ile ikinci kez perdeye yansıdı. Farklı<br />

film okumalarından olduğu kadar yapımların farklı dönemlerdeki versiyonlarını izlemekten hoşlanan<br />

Sinefil’ciler için de cezp edici olan filmi Türk Sineması’ndan bir edebiyat uyarlaması olarak ele almak da<br />

son derece keyifli.<br />

Nermin Taşkale<br />

19 Ekim Çarşamba 16:00<br />

43


Katırcılar<br />

Kadir İnanır <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Şerif Gören<br />

Senaryo: Hüseyin Kuzu, Eyüp Halit Türkyazıcı<br />

Oyuncular: Kadir İnanır (Rüstem), Halit Ergün (Abdurrahman), Aysegül Aldinç (Gazeteci Kız)<br />

1987 / Türkiye / Türkçe / 85’<br />

Toplumsal gerçekçilik akımının ikinci dalga yönetmenlerinden olan Şerif Gören, sinema haya<br />

boyunca önemli pek çok filmde farklı görevlerde yer alması sebebiyle adına aşina olduğumuz bir<br />

yönetmen. Bu filmler arasında senaristliğini yapğı Umut (1970), editörlüğünü yapğı Derman (1983),<br />

yönetmenliğini yapğı Yol (1981), Endişe (1974), Yılanların Öcü (1985) ve On Kadın (1987) gibi filmler<br />

sayılabilir. Karcılar, bu filmlerin yanında adını daha az duyduğumuz bir film olmakla beraber; güçlü<br />

öyküsü ve karakterlerinin çeşitliliğiyle izleyicisini vurucu bir gerçekliğin içine çekiyor.<br />

<strong>Film</strong>in ana karakterlerini karcılık işiyle uğraşan, karın kışın ortasında Bingöl dağlarında yük<br />

taşırken kaçakçılık yüzünden yakalanan Ramazan, Rüstem ve Abdurrahman ile onları yargılanmaya<br />

götüren dört asker oluşturuyor. <strong>Film</strong>in başından sonuna kadar gerçek anlamda izleyebildiğimiz tek<br />

kadın karakter ise İstanbul’dan gelen gazeteci Ayşegül. Diğer kadınlar belli rollerde kısa zamanlarda,<br />

repliksiz bir şekilde belirip kayboluyorlar. Köydeki kadınların varlığı bu denli pasif ve derinliksiz<br />

verilmişken Ayşegül, kendi kararlarını alan; meslek sahibi; modern bir kadın olarak karşımıza çıkıyor.<br />

Fakat onun varlığı da çevresindeki erkekler için bir cazibe unsuru olmaktan öteye geçemiyor. Çevre<br />

ve kişiler değişkçe Ayşegül’e yakınlaşma çabaları da değişiyor fakat Ayşegül’ün bu ileşim ağında<br />

konumu nerdeyse hep aynı kalıyor.<br />

<strong>Film</strong>in erkek karakterleriniyse birçok sosyal ve ekonomik alanda, farklı vazife ve duruşlarla görmek<br />

mümkün. Bunun yanında karcılara eşlik eden askerlerin farklı farklı arka planlardan gelmesi ve<br />

karcıların ortak yaşamlarına rağmen birbirine benzemeyen huyları filmde birçok etkileyici detayın<br />

doğmasına sebep oluyor. Metrelerce karla kaplı yollarda hem kendi dertleriyle hem de güçlü soğukla<br />

baş etmeye çalışan karakterlerin bir yerden sonra birbirlerine mesleki ünvanlarının gerekrdiği<br />

profesyonel davranış kalıplarının ötesinde davranabilir hale gelmeleri filmi daha insani ve derinlikli bir<br />

noktaya taşıyor. Böylelikle de film, karakterlerin barındırdıkları farklı katmanları görmemizi sağlıyor.<br />

Şerif Gören’in 1987’de çekği Karcılar filmi, öyküsünü Doğu’da farklı görev ve kimliklerle<br />

yaşamlarını sürdüren insanlara ve onlar arasındaki ilişki üzerine temellendirirken radikal ya da<br />

basmakalıp bir anlanın ötesine geçebilmesi sebebiyle anlamlı bir film. Devlen içinde ya da karşısında<br />

olarak konumlandırılabilecek birçok kurum ve eylemin gündelik yaşamda birbirlerinden o kadar da<br />

kolay ve net bir biçimde ayrılamadığını görebildiğimiz filmde; karakterlerin hiçbiri salt suçlu, mazlum<br />

ya da kahraman olarak karşımıza çıkmıyor. Her karakterin kendi hayat hikayesi, kendi sonu, kendi<br />

duygusal gerilimleri var ve bu zenginlik film kahramanlarını durumlarının birer soyut imgesi olarak<br />

okumamızın önüne geçiyor.<br />

Dönemin malum şartları sebebiyle yaşananların etnisiteye dayalı boyutu eksik. Yine de; Türkiye<br />

polik tarihine az buçuk aşina olan herhangi bir seyirci izlediği yaşam koşullarının ve mevcut<br />

gerilimlerin nasıl bir etnik ve ekonomik yapı üzerinden şekillendiğini okuyabilir. Bununla birlikte,<br />

yukarda da değindiğim gibi, karakterler ve dolayısıyla etnik kimlikler arasındaki ilişkiler film boyunca<br />

aynı kalmıyor. <strong>Film</strong>in başarılı kurgusu; yolculuk ilerledikçe, pi ve soğuk güçlendikçe karakterlerin<br />

konumlarının soyut temsilcileri olmaktan öteye geçmelerini; hem birbirleri hem de seyirci için daha<br />

gerçek, ete kemiğe bürünmüş varlıklar haline gelmelerini sağlıyor.<br />

Merve Erdem<br />

44<br />

20 Ekim Perşembe 16:00


Sinefil Seminerleri Güz 2011<br />

2008’den bu yana pek çok yönetmeni, sinemasal akımı ve ülke sinemasını ineceleyen Sinefil<br />

Seminerleri geri dönüyor!<br />

Sinefil Seminerleri’nin yeni serisinde günümüzün en ünlü yönetmenlerinin filmlerini onlara esin<br />

kaynağı olan ustalarının eserleriyle karşılaştırarak tartışacağız. Yönetmenler arasında kuracağımız<br />

usta-çırak ilişkileri sayesinde çok farklı dönemlerden, birbirinden çok uzak coğrafyalardan gelen<br />

filmler arasında şaşırtıcı benzerlikler bulacağız.<br />

Her yaştan sinemasevere hitap eden ve ücretsiz olan Sinefil Seminerleri her Pazar 11:00 – 14:00<br />

arası <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong>’nde!<br />

2 EKİM PAZAR 11:00<br />

ROSETTA Jean Pierre&Luc Dardenne, 1999, Belçika, 95’<br />

9 EKİM PAZAR 11:00<br />

MOUCHETTE Robert Bresson, 1967, Fransa, 78’<br />

16 EKİM PAZAR 11:00<br />

WOMAN IS THE FUTURE OF MAN Hong Sang Soo, 2004, Güney Kore, 88’<br />

23 EKİM PAZAR 11:00<br />

LOVE IN THE AFTERNOON Eric Rohmer, 1972, Fransa, 97’<br />

13 KASIM PAZAR 11:00<br />

DEAR DIARY Nanni Moretti, 1993, İtalya, 100’<br />

20 KASIM PAZAR 11:00<br />

MANHATTAN Woody Allen, 1979, ABD, 96’<br />

27 KASIM PAZAR 11:00<br />

WATER DROPS ON BURNING ROCKS Francois Ozon, 2000, Fransa, 81’<br />

4 ARALIK PAZAR 11:00<br />

FOX AND HIS FRIENDS R.W. Fassbinder, 1975, Almanya, 123’<br />

Seminer hakkında ayrıntılı bilgi için:<br />

Seminer Koordinatörü Eren Odabaşı<br />

odabasi.eren@gmail.com<br />

EREN ODABAŞI HAKKINDA<br />

1989’da İstanbul’da doğan Eren Odabaşı, Ekim 2008’den bu yana Sinefil Seminerleri’ni vermektedir.<br />

2009 ve 2010 yıllarında MAFM Sinefil Dergisi’nin editörlüğünü üstlenen Odabaşı, Altyazı Aylık<br />

Sinema Dergisi’nde de yazmaktadır. 2009 ve 2010 yıllarında Hisar Kısa <strong>Film</strong> Seçkisi ön jürisinde yer<br />

almış, 2011 Berlin <strong>Film</strong> Festivali Talent Press programına katılmıştır. Boğaziçi Üniversitesi Kimya<br />

Bölümü mezunu olan Odabaşı, BÜ Ekonomi Bölümü’nde yüksek lisans öğrencisidir.<br />

45


26 Ekim Çarşamba 18 00<br />

Belma Baş<br />

Sedat Yılmaz<br />

Seren Yüce<br />

Tolga Karaçelik<br />

Yeni Türkiye Sineması Paneli


Yeni Türkiye Sineması<br />

Çoğunluk<br />

Yönetmen: Seren Yüce<br />

Senaryo: Seren Yüce<br />

Oyuncular: Settar Tanrıöğen (Kemal), Nihal G. Koldaş (Nazan), Bartu Küçükçaglayan (Mertkan),<br />

Esme Madra (Gül)<br />

2010 / Türkiye / Türkçe / 103’<br />

<strong>Film</strong>in daha ilk sahnesi: Çam ağaçlarının arasında, ormanda yürüyüş yapan babasının adımlarına ayak<br />

uyduramayan, nefes nefese onu arkadan takip eden kilolu çocuk, izleyiciye tanıdık geliyor. Babası “Hadi<br />

oğlum!” diyor. O, zorlansa da devam ediyor; durup dinlenemiyor. “Hayır!” diyemiyor, sesini çıkaramıyor.<br />

Bu çocuğun kendisine biçilmişin dışına çıkamayacağı, sesini yükseltemeyeceği daha ilk dakikalardan belli<br />

oluyor.<br />

Mark Twain: “Ne zaman kendinizi çoğunlukla aynı taraa bulursanız; durup düşünmenin zamanıdır”<br />

diyor. Venedik <strong>Film</strong> Fesvali’nden “Geleceğin Aslanı”; 47. Uluslararası Antalya Aln Portakal <strong>Film</strong><br />

Fesvali’nden ‘En İyi <strong>Film</strong>’, ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ve ‘En İyi Yönetmen’ ödülleriyle dönen Çoğunluk da<br />

durup düşünmenin zamanı olduğunu harlatan bir film. Nitekim Bartu Küçükçağlayan, Sear Tanrıöğen<br />

ve Esme Madra’yı başrollerine taşıyan Çoğunluk, yönetmeni Seren Yüce’nin ilk filmi olmasına karşın<br />

büyük ses germeyi başardı.<br />

Çoğunluk basit bir hikaye üzerine oturuyor gibi görünse de izleyicide bırakğı etki çok daha yoğun.<br />

Sınıf farklılıkları, ideolojiler, ayrımcılık, duyarsızlık ve daha bir çokları üzerine inşa edilen film; kentli orta<br />

sınıf bir ailenin portresini çiziyor. Milliyetçi, otoriter ve baskıcı, kaska müteahhit bir baba. Duygularını<br />

ifade etmekten, varlığını göstermekten aciz; babasının ve sistemin boyunduruğu içinde bocalayan, adeta<br />

kimliksiz bir genç: Mertkan. Haya anlamını kaybetmiş, mutsuz evliliğini devam ermek dışında bir<br />

“çaresi” olmayan bir anne.<br />

Mertkan’ın bu hayaaki rolü ailesi tarandan çoktan biçilmiş. Askere gidip vatanına yararlı olması,<br />

sonrasındaysa babasından müteahhitlik görevini alması bekleniyor. “Mert” değil, “Mertkan” olduğunu<br />

vurgulayan babası tarandan hor görülüyor, beklenler arasında bocalıyor. Mertkan’ın Van’dan kaçarak<br />

okumaya İstanbul’a gelmiş Kürt kızı Gül’e gönlünü kaprması, onun için bir umut doğabileceği ihmalini<br />

veriyor. Mertkan böylece ilk defa duygularını ifade etme ve ‘var olma’ rsanı yakalıyor. Gül Mertkan’a<br />

birey olarak değerli olduğunu hisseriyor. Buna karşın Mertkan’ın arkadaşları Gül için “Kuştepe’de<br />

oturuyorsa çingenedir” değerlendirmesini yaparken; ailesi de “Vanlı mı” veya “Bırak o kızı!” gibi<br />

yorumlar yaparak, Gül’ün aileye ‘layık’ olmadığına vurgu yapıyor.<br />

Mertkan filmin afişine taşınan sahnede kafasındaki seslere kulaklarını kapıyor. Ne yazık ki yalnızken<br />

kulaklarını kapamak, çoğunluğun içinde sesini yükseltebilmekle bir olmuyor. Yıldırım Türker Çoğunluk<br />

için: “Seren Yüce’nin ilk filmi Çoğunluk, Türk Sinema tarihinin en dolaysız konuşan, en karanlık filmi.<br />

Yüce’nin sinemasını farklı kılan, seyirciyi bildiğiyle ürkütmesi.” diyerek Çoğunluk’un izlenmesi gerekğine<br />

vurgu yapıyor. Çoğunluk’a uymak, dahası çoğunluk olup sistemin içinde kaybolmak kolay; çarkların<br />

dışında kalmak, birey olmak zor. Toplum hangi yöne gidiyor, hangi yöne gitmeli sorularının yanıtları<br />

izleyiciyi düşündürecek, onlara her şeye rağmen birey olmaları gerekğini harlatacak türden.<br />

Burçak Baş<br />

17 Ekim Pazartesi 18:00<br />

47


Zefir<br />

Yeni Türkiye Sineması<br />

Yönetmen: Belma Baş<br />

Senaryo: Belma Baş<br />

Oyuncular: Şeyma Uzunlar (Zefir), Vahide Gördüm (Ay)<br />

2010 / Türkiye / Türkçe / 93’<br />

2006 yılında çekği ilk kısa filmi Poyraz’dan dört yıl sonra, Belma Baş yine mitolojiden beslenen bir ça<br />

üzerine ilk uzun metrajını kuruyor. Zefir, ergenliğe adım atmak üzere olan küçük bir kız… Onu bulduğumuz<br />

yayla evinde anneannesi ve dedesinin yanında yaz talini geçiriyor. Küçük kız nerede olduğunu<br />

bilmediğimiz ve karakterlerin tavrından yakında geleceğini varsaydığımız annesini çok özlüyor. <strong>Film</strong>in<br />

adından anlaşılabileceği üzere ana çayı bu küçük kız oluşturuyor. Karakter, biraz yaşından ötürü biraz<br />

da anneannesinin de dediği gibi yalnız büyümesinin etkisiyle başına buyruk ve bencil. Zefir’in annesi Ay<br />

yaylaya döndüğünde Zefir’i bir sürpriz bekliyor, annesi onu almak için değil, onu buraya kalıcı olarak<br />

yerleşrmek için dönmüştür. Zefir ise annesinin kararını yerine germeye pek istekli değildir.<br />

Zefir, Yunan Mitoloji’sinde Ba’dan esen ve baharı geren rüzgârın adı, aynı zamanda dünyayla<br />

yeral yani ölüler diyarı arasındaki arabulucu. Mitolojiye meraklı olan yönetmen Zefir’in ismine dair<br />

bu anlamları filmdeki küçük kızın karakterinde de arıyor. Örneğin Zefir’in doğayla ve çevresiyle olan<br />

danışıksız ilişkisi filmde hayvanlar üzerinden anlalıyor. Bir hayvan cesedini dedesiyle birlikte bulan<br />

ve çalı çırpıyla üstünü kapatarak ona bir mezar yapan Zefir, sonrasında bulduğu her hayvan ölüsü için<br />

benzer bir ritüeli tekrarlıyor, bir şekilde onları bu dünyadan öbürüne taşımış oluyor. Zefir’i yönetmenin<br />

ilk kısa filmi Poyraz’la birlikte değerlendirdiğimizde, filmde bir çocuğu ilk defa ölümle tanışran Belma<br />

Baş, Zefir’de benzer standartlarda yaşayan bir çocuğun ölüme karşı tepkisini ölçüyor, bir anlamda Zefir<br />

ilk filmin biği yerden başlıyor.<br />

<strong>Film</strong>de mitolojiye dair öğeler küçük kızın adıyla sınırlı kalmıyor, örneğin sahibesinin çok sevdiği<br />

ve köydeki en lezzetli sütün sahibi ineğin adı Nergis. Mieki Nergis kendi güzelliğine vurulup suya<br />

düşüyordu, inek Nergis ise uçurumdan düşerek parçalanıyor.<br />

<strong>Film</strong>in sonunda Zefir’in karşılaşğı inek, Zeus’un Hera’dan korumak için ineğe çevirdiği karısı İO’yu<br />

simgeliyor, bu ineği de Hera’nın İO’ya gönderdiği at sineği gibi bir sinek rahatsız ediyor. Yönetmen<br />

muhtemelen Zefir’in yapğı şeyin aynı İO’yu rahatsız eden at sineği gibi ömrü boyunca Zefir’in peşinden<br />

geleceğini anlatmak isyor.<br />

Zefir minimalist sinemanın manifestosu denilebilecek kadar türün özelliklerini içinde barındıran bir<br />

film. Sinemasal anlamın en yalın sınırlarında dolaşan filmde, neredeyse her kadraj bir sahneye tekabül<br />

ediyor. Oyuncular perspekf yaratacak şekilde tabloya yerleşrilip yine perspekf yaratacak şekilde<br />

hareket eriliyor. Belma Baş belli ki sinemasal anlamını, salt görünen üstünden değil, çağrışımlar<br />

üzerinden ilerleyen bir yapıya büründürmek isyor ama Zefir’in bu konuda yönetmenin kısa filmi<br />

Poyraz kadar başarılı olmadığını söylemek gerekiyor. Poyraz’da düşsel bir gerçeklik yaratan yönetmen,<br />

seyircisini daha fazla kafasındaki dünyaya davet edebilmiş. Zefir ise bunu yapmak konusunda bir parça<br />

eksik kalıyor.<br />

Zefir 30. İstanbul <strong>Film</strong> Fesvali’nden en iyi senaryo ödülüyle döndü. Söylenmelidir ki Zefir sadece<br />

sinemada sağlam bir kadın hikâyesi seyretmek için bile görülmeye değer. Bunların yanında seyirci<br />

başarılı bir sinematografi bulacak, önümüzdeki yıllarda adının çok sık duyulacağını düşündüğüm başarılı<br />

bir kadın yönetmenin ilk uzun metrajını seyredecek.<br />

Evren Erdem<br />

48<br />

19 Ekim Çarşamba 18:00


Yeni Türkiye Sineması<br />

Press<br />

Yönetmen: Sedat Yılmaz<br />

Senaryo: Sedat Yılmaz<br />

Oyuncular: Aram Dildar (Fırat), Engin Emre Değer (Alişan), Sezgin Cengiz (Kadir), Fırat Altay<br />

(Kerim)<br />

2010 / Türkiye / Türkçe, Kürtçe / 100’<br />

Geçğimiz yıl gösterime giren Press filmi Yeni Türk Sineması’ndaki önemli yerini aldığını, gerek sinema<br />

salonlarında gördüğü ilgiyle, gerekse yurçinde ve yurtdışındaki fesvallerde aldığı mühim ödüllerle<br />

ispatladı. 90’lı yılların başında Özgür Gündem gazetesinin Diyarbakır bürosundaki muhabirlerinin, o<br />

dönemde bölgenin içinde bulunduğu gergin vaziyet dolayısıyla yaşadıklarını anlatan film kısaca polik bir<br />

dram olarak tanımlanabilir. Fakat Press’in izleyenden keşfetmesini beklediği birçok hikaye bulunuyor. Özgür<br />

basın ve katledilen gazetecilerin, bölgede yaşanan karmaşaya rağmen insanlar arasındaki dayanışmanın<br />

ve en nihayende tüm bunların ortasında gazeteci olmak isteyen Fırat’ın öyküsü.<br />

<strong>Film</strong> 17 yaşındaki Fırat’ın gazete bürosunda Ciwan Haco’nun Diyarbekir türküsüyle uyanışıyla<br />

açılıyor. Sade ve günlük olan bu runin devamında gazetenin diğer çalışanlarının gelmesiyle büro olağan<br />

bir gününe başlıyor. Fakat bu gazetenin çalışanlarının yaşadıkları normal bir gün “merkez medya”<br />

çalışanlarının yaşadıklarıyla pek benzeşmiyor. Yapkları cesur haberler dolayısıyla bir korku çemberi<br />

içine çekilmeye çalışılan muhabirler her şeye rağmen okuyucularına bölgede ne olup biğini ulaşrmak<br />

isyorlar. Bu süreçte Özgür Gündem muhabirleri sürekli izleniyor, yapkları haberler kontrol alnda<br />

tutulmaya çalışılıyor. Muhabirlerden Faysal Yüksekova’da bir çete tarandan kaçırılan bir gencin haberini<br />

yapmak için harekete geçğinde olayın arka planının çok daha farklı olduğunu anlar. Bu çetenin orduyla<br />

ilişkisi vardır ve bu durumu fotoğraflarla belgeleyen Faysal’ın tehdit telefonları almaya başlaması uzun<br />

sürmez. Halihazırda kısıtlı imkanlar içinde yayınını sürdürmeye çalışan gazete için şartlar daha da zorlaşır.<br />

Fotoğrafları basan fotoğrafçı ark onlarla çalışmak istemez örneğin, ya da gazetenin İstanbul bürosuna<br />

gönderilen haberlerin kimilerince “zararlı” olanları yolda ayıklanır. Ve gerçekte de 90’lı yıllarda maalesef<br />

Türkiye’nin günlük yaşamının bir parçası olan gazeteci suikastları gerçekleşir. Faysal sokak ortasında<br />

ensesinde bir an için hisseği soğuk tabancanın ateşlenmesiyle orada ölür. İzleyici için filmin belki de en<br />

vurucu sahnelerinden biri budur, zira arkadaşı Alişan yaşadığı bir anlık şoku atlaktan sonra önce yerde<br />

yatan Faysal’ın fotoğraflarını çeker, amacı katledilen gazetecileri gündeme taşımakr. Bundan sonra<br />

gazetenin çalışma şartları iyice zorlaşır, çalışanlar gerekçe gösterilmeden gözalna alınır, büroları izinsiz<br />

aranır, talan edilir. En nihayende bir süre çalışmalarına ara vermek zorunda kalan muhabirler hep birlikte<br />

gazetede yaşamaya başlarlar, yalnız kaldıklarında başlarına gelecek olan aşikardır.<br />

<strong>Film</strong>in diğer bir okumasının parçası olan Fırat, bölge dışına göç etmek zorunda kalan bir ailenin<br />

oğludur. Gazetede yaşar, gazeteciliği öğrenmek için yaşar. Röportaj deşifreleri yapar, daklo öğrenmeye<br />

çalışır, fotoğraf yıkamayı öğrenir. Yaşadığı çevre ona yabancı değildir elbee, ancak bir gazeteci olarak bu<br />

ortamı gözlemlemek onun için bambaşka bir tecrübe olur.<br />

30. İstanbul <strong>Film</strong> Fesvali, 47. Antalya Aln Portakal <strong>Film</strong> Fesvali ve Aln Lale Ulusal <strong>Film</strong> Yarışması’nda<br />

Jüri Özel Ödülü’ne layık görülen film özgün senaryosuyla dikkat çekiyor. Aram Dildar’ın canlandırdığı Fırat<br />

karakteriyle akıllarda yer edeceği muhakkak; fakat tüm oyuncular için aynı şeyi söylemek biraz zor, zira yer<br />

yer yapay diyaloglar göze bayor. Press filmi tüm bunlara rağmen anlaklarıyla ve cesareyle şimdiden<br />

farklı bir yerde duruyor ve arşivlerde yer bulmayı hakediyor. İyi seyirler.<br />

Damla Taşdemir<br />

21 Ekim Cuma 18:00<br />

49


Gişe Memuru<br />

Yeni Türkiye Sineması<br />

Yönetmen: Tolga Karaçelik<br />

Senaryo: Tolga Karaçelik<br />

Oyuncular: Serkan Ercan (Kenan), Zafer Diper (Hakkı Baba), Nur Aysan (Kadın)<br />

2010 / Türkiye / Türkçe / 98’<br />

“Şövalyeler ark yok, yüzyıllar önce öldüler.”<br />

Şövalye olmak isteyen bir çocuğa; ancak annesi bu gerçeği söyleyebilir belki de; hayallerinin peşinden<br />

koşamayan ya da hayal edinemeyenlerin tepkisiz karşılanan sıkışıklığı, günün birinde çözülmeye<br />

başlarsa ne olur <strong>Film</strong> babasıyla yaşayan, işi/evi dışında dünyası olmayan bir gişe memurunun çok<br />

sıradan görünebilecek hayanın hiç de sıradan olmayan gelgitlerini anlayor Tolga Karaçelik filmini<br />

“fantask psikolojik kara komedi (1) ” olarak niteliyor; Yusuf Algan ve Edip Cansever’den etkilendiğini<br />

söylüyor. Hikaye sürerken karakterin çevresiyle ve günlük runleriyle çelişkileri keskinleşiyor, gerçekle<br />

hayal belirsizleşiyor. Sonuçta, Kaaesk bir ele alışla; gişe memuru Kenan özelinde; eylemsizliğin, içine<br />

kapanmışlığın ve çıkışsızlığın kaçınılmaz infilak anlarına eğiliyor film.<br />

Babayla oğul arasında geçmişe dair, kapanamayan ve kapanmadıkça derinleşen hesaplar, o tanıdık<br />

hesaplaşma isteği, derin nefes alıp vermelerin gölgelediği boğucu suskunluklar, yanmayan bir ampulün<br />

çocukluk travmalarını aydınlatması, geçmişin kabus olarak bugünde var olması, eski güzel günler için<br />

zaman makinesi olması beklenen hurda araba; Kenan’ın babasıyla ‘ilişkisinin’ öze gibi. Babasına bakan<br />

genç kadın, “mezar” olarak tanımlanan gişe, “Sen makinesin. Alacaksın, vereceksin. Öyle kızmak,<br />

öelenmek yok.” prensibiyle çalışan mesai arkadaşları, bitmek bilmeyen “İyi misin” soruları, her akşam<br />

çay içği mahalle berberi; onun etkisiz/tepkisiz olduğu ev dışı dünyası…<br />

Sürekli tekrarladığı kendi kendine konuşmalarının bürokrasiye takılması ve uçsuz bucaksız sarı<br />

tarlaların arasında, günde üç arabanın geçği bir gişeye atanmasıyla Kenan’ın eski işlek gişesindeki<br />

makineleşmiş haya sekteye uğruyor; geçmeyen saatlerde patlama anları aryor. Anlamda çokça<br />

yararlanılan geridönüşler, senaryoda sıkı bir neden-sonuç bağlansı yaratmasa da; bu, bir tür hayat<br />

alegorisi olarak ele alınabilir: yaşarken değip geçğimiz, sadece belli kısımlarını yakalayabildiğimiz<br />

hayatlar, bazen gişe memuru olarak gidenlerin arasında kalan olmak, yaşanılanların yarağı sonuçları<br />

her zaman tam olarak bilemememiz…<br />

Kenan’ın yaşansının monotonluğunu tekrarlanan hareketlerin hızlı kesmeleriyle, her gün kullandığı<br />

objelerin yakın çekimleriyle ve babasıyla hep aynı koltuklara oturarak televizyon izlediği sessiz akşamları<br />

sürekli aynı açıdan çekerek veriyor yönetmen. Görüntüde alan derinliğiyle çok fazla oynanıyor; yakın<br />

çekimlerde de sl ön plana çıkıyor. Bu yönüyle film, görüntü yönetmeninin varlığını hisseriyor. Fantask<br />

sahnelerle gerçekle hayalin sınırları hem Kenan için hem de izleyen için belirsizleşiyor; ama bunlar bazen<br />

absürd derecesine varıyor ve gösterişli kamera hareketleriyle, nevrok müziklerle destekleniyor. <strong>Film</strong>in en<br />

sert sahneleri babayla oğlun ilişkisinin, süregelen sakinliklerine inat patladığı sahneler: Babanın Kenan’ın<br />

mesleğini küçümsemesi, genç adamın kendini “Ben buyum, ben gişe memuruyum!” diye tanımlaması,<br />

vuruculuğu sadeliğinden gelen ‘büyük’ kavga ve “Ark babam gi, seninle gelebilirim!” diyen adamın ruh<br />

hali… Serkan Ercan’ın oyunculuğu ve filme hakim olan çello da bu basık atmosferi kuvvetlendiriyor.<br />

Tüm bu sebeplerle Karaçelik; son yıllarda Türkiye sinemasında çokça irdelenen varoluşsal sorunlara<br />

ilk filmiyle özgün bir bakış geriyor. <strong>Film</strong>, aynı zamanda Aln Portakal’da En İyi İlk <strong>Film</strong>, En İyi Görüntü<br />

Yönetmeni ve En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini almış.<br />

(1)<br />

gisememurufilm.com<br />

Can Sever<br />

50<br />

24 Ekim Pazartesi 18:00


Altyazı Dergisi Paneli<br />

3 Kasım Perşembe 18 00<br />

Kurmacadan Belgesele Pedro Costa <strong>Film</strong>leri


O Sangue<br />

Kurmacadan Belgesel Pedro Costa <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Pedro Costa<br />

Senaryo: Pedro Costa<br />

Oyuncular: Pedro Hestnes (Vicente), Nuno Ferreira (Nino)<br />

1989 / Portekiz / Portekizce / 95’<br />

Blood, eleşrmen çevrelerinde büyük ilgiyle karşılanan Pedro Costa’nın filmografisinde ilk uzun<br />

metrajı. <strong>Film</strong>i, auteur teoriyi takip ederek yönetmenin filmografisine bağlı olarak incelemek, yönetmen<br />

retrospekfi olan seçkiyi izleyenler için yararlı olacağı gibi kendi başına ele almak da mümkün.<br />

Daha henüz film başlamadan siyah ekrandan kapının kapanma ve bir yere yeşme gayesi olduğu belli<br />

olan bir kişinin yürüme sesi geliyor. Böylelikle yönetmenin, John Ford’un siyah beyaz kontras yüksek<br />

eşsiz sinematografisini filmine yedireceğini daha ilk sahneden anlıyoruz. Tüm kadrajı dolduran genç,<br />

kameranın ardında kalan sonradan sahibinin babası olduğunu anlayacağımız birinden tokat yiyor. Bu<br />

sahne Bresson’un Mouchee (1967) filmini ve bu filmin yönetmenin esin kaynaklarından biri olabileceği<br />

ihmalini akla geriyor.<br />

Her kadraj ve her plan kendi başına keyif veriyor; esteğe çok dikkat ediyor Costa bu filmde.<br />

Haa o kadar önemsiyor ki estek meselesini içeriği göz ardı ediyor giderek. Costa’nın gerilimi salık<br />

veren sahnelerde müziği etkin bir şekilde kullandığını söyleyebiliriz ki bu müzik kullanımı konudan ne<br />

kadar uzaklaşmış olursak olalım bizi tekrar ona bağlıyor. Costa eksik aile (filmde hiç olmayan anne,<br />

çoğunda olmayan baba figürü) ve bu ailenin yerini tutmaya çalışanları ele alırken Hollywood kara film<br />

esteğini kullanmak için hikayesine silahlı iki adam ve eskiye bağlı kalmış ark yaşlı bir kadını ekliyor.<br />

Bu tutum filmin kendisinden önceki filmleri oldukça sık çağrışrmasını sağlıyor. Ancak bu durum, filmin<br />

orijinalliğinin kıymene zarar vermezken bir yönetmenin kendi sinemasını kurmada kendinden önceki<br />

kaynaklardan ne kadar etkin bir biçimde yararlandığını da gözler önüne seriyor.<br />

Baba figürünün filmden ayrılmasının ardından abisi kardeşine ark her şeyi istediği gibi yapabileceğini<br />

söylüyor. Fakat bu sadece birkaç gün sürüyor. Amcası abisinin evde olmadığı bir gün çocuğu şimdi abikardeşin<br />

yaşadığı fakir evlerinden alıp şehirdeki kendi modern evine götürüyor. Oradaki koşulların<br />

ne kadar iyi olduğunu görüyoruz (amcasının çocuğa yeni giysiler alması, restoranda yemek yemeleri,<br />

hayvanat bahçesine gitmeleri); fakat çocuk sonunda bir yolunu bulup evine dönmek üzere kaçıyor.<br />

Aynı şekilde babasının borçları nedeniyle kaçırılan abisi yaşlı kadını ikna ederek iki adamdan kurtulmayı<br />

başarıyor. <strong>Film</strong>in sonunda ufak çocuğu nehirde motorla evine ulaşmaya çalışırken, abisini de nehir<br />

kıyısında ailedeki anne figürünün yerini tutacak kız arkadaşına sarılırken görüyoruz. Eleşrmenler bu<br />

sahneyi Salazar sonrası dönemdeki Portekiz polik yapısıyla ilişkilendirebiliyor. Polikadan bağımsız bir<br />

bakış açısıyla ise bu sahne; kendisini sınırladığını düşündüğü geçmiş bağlarından tamamen kurtulmak<br />

isteyen bir bireyin, ardında hiçbir şey bırakmayınca farkında olmadan büyük bir belirsizliğe doğru yol<br />

almaya başlaması olarak okunulabilir.<br />

Bilge Demir<br />

52<br />

31 Ekim Pazartesi 16:00


Kurmacadan Belgesele Pedro Costa <strong>Film</strong>leri<br />

In Vanda’s Room<br />

Yönetmen: Pedro Costa<br />

Senaryo: Pedro Costa<br />

Oyuncular: Jeanne Balibar, Rodolphe Burger, Hervé Loos<br />

2000 / Portekiz, Almanya, İsviçre, İtalya / Portekizce, İngilizce / 171’<br />

Pedro Costa’nın, Lizbon’da göçmen azınlıkların yaşadığı Fontainhas bölgesinin hikayesini anlatan<br />

üçlemesinin ikinci filmi, In Vanda’s Room (1) . Bölgeyle tanışmasını, “Fontainhas’a ilk giğimde; renklerini,<br />

yoğun baharat kokusunu, müziğini sevmişm. Evler iç içe geçmiş. Her şey ya çok abarlı ya da çok<br />

sadeydi. İnsanlar ya bağırarak konuşuyorlar ya da hiç konuşmuyorlardı (2) .” diye anlayor yönetmen. Tek<br />

odada kardeşiyle yaşayan, -kadrajdaki herkes gibi- sağlıksız görünen, eroin bağımlısı genç kadının; Vanda<br />

Duarte’nin; günlük hayanı bir buçuk yıla yakın süre kaydediyor. Sonuçta, deneysel ve gözlemci bir anla<br />

kuruyor.<br />

Loş ışıklı bir oda, lekeli duvarlar, yıkınlar, dar sokaklar… Yıkılan bir inşaan köşesinde yıkanmaya<br />

çalışan adam; satmaya çalışğı sebzelerle kapı kapı gezen genç kadın; yıkık bir köşeyi kendine oda<br />

yapmak için, özenerek temizleyen genç adam… Şehrin ya da toplumun çeperlerinde yaşayan insanların<br />

kıyasıya yaşama telaşını tüm gerçekliğiyle, salt gözleyerek aktarıyor yönetmen. Hüzünlü hikayelerin<br />

peşine düşmüyor, kolaya kaçmıyor; geodaki haya, kendi iç ritminde ve sakinliğinde anlayor; ‘öteki’ni,<br />

öz yaşam alanında sessizce izliyor. Sonuçta, ‘fakirlikten acı çeken, ezildikleri için hayatları mahvolmuş<br />

insanlar’ değil; ritüelleri, eğlenceleri, günlük dertleri olan ve yaşamak için uğraşan insanlar şekilleniyor<br />

kadrajda.<br />

Costa’nın tercihleri, filmin gerçekliğini çok boyutlu olarak besliyor. Öncelikle; film, belgeselle<br />

kurmacanın sınırları üzerine deney niteliğinde. “Ona göre film ekibinin işgalci varlığı, sokağın ritmini<br />

bozar, kamerayla özne arasında kurulan mahremiyen yoğunluğundan çalar (3) ”. Bu nedenle filmi 3 kişilik<br />

bir ekiple, uzun süre özneleriyle kalarak, onlarla birlikte oluşturuyor. <strong>Film</strong>in yapısı/hikayesi kamera<br />

kayıayken kuruluyor; çekim süreci, her şeyi olduğu gibi kaydetmek üzerine işliyor. Yönetmen gözlemci<br />

konumuna yaklaşıyor ve “duvardaki sinek (4) ” olarak özneleri daha az rahatsız ediyor; gerçekliği, filme<br />

çekerken değişrmek istemiyor. Uzun planlar, sabit kamera kullanımı, Vanda’nın odasındaki ritüellerinin<br />

hep aynı yerden çekimleri, sürekli duyulan ve mahallenin iç müziğini oluşturan bağrışmalarla da günlük<br />

hayan ritmini ekranda taklit ediyor. Tüm bunlarla, “Costa sadece fakirliği aktarmakla yenmiyor;<br />

fakirliğin sıkıcılığını ve sertliğini de izleyene hisseriyor.”. <strong>Film</strong>in “Fontainhas’dan insan manzaraları”<br />

olarak da adlandırılabilecek gözlemci-minimalist anlamı, kurguda da kendini gösteriyor ve klasik sebepsonuç<br />

ya da kronoloji ilişkileri önemsizleşiyor. Planlar, aksiyonu tamamlamak için değil; bölgedeki sosyal<br />

hayan resmini çizmek için birleşiyor. <strong>Film</strong>, başka bir sinemanın yolunu açıyor: “Teknik olarak seyrellmiş,<br />

öznesini dinleyen, paylaşımcı bir sinema”.<br />

Vanda’nın bitmek bilmeyen, kendi ciğerinizde hissedebileceğiniz öksürmeleri; karanlık odalarda tek<br />

kibrit ışığında çevreyi görme telaşı; kirli, üzerine kusulan bir yorgan; kollara sakince vurulan şırıngalar;<br />

çöpten toplanan çakmaklar arasından dolu olanları aramak; karşılıklı susmalar; çok zaman önce alışılan<br />

günlük yaşam tarzı… Costa, yalın ve gerçek anlamıyla çarpıyor. İzleyiciyi, bölgenin sıkıcılığına maruz<br />

bırakıyor; ekranı zevk alma aracı olmaktan çıkarıyor. Böylece zor bir deneyim sunuyor: Çıkışsız ama çıkış<br />

aramayan, basık ama nefes alabilen yaşamları ‘röntgenliyor’. Globalleşmenin konuşulduğu dünyada, belki<br />

de en global olguya, “alakilerin hayatlarına” geniş açıdan bakıyor.<br />

Can Sever<br />

(1)<br />

Diğerleri: Bones (1997), Colossal Youth (2006).<br />

(2)<br />

hp://www.criterion.com/current/posts/1427-pedro-costa-and-jean-pierre-gorin.<br />

(3)<br />

Deniz Buga. “Öznesiyle Omuz Omuza Pedro Costa”. Altyazı Aylık Sinema Dergisi, 100. Sayı. Sayfa: 62.<br />

(4)<br />

Bill Nichols’un “gözlemci tür” olarak nitelendirdiği, 1950’lerin sonunda Amerika ve Kanada’da “direct<br />

cinema” adıyla akımlaşan belgesellerde; filmcinin iddiası, özneyi etkilememek için “duvardaki sinek” gibi<br />

31 Ekim Pazartesi 18:00<br />

53


Change Nothing<br />

Kurmacadan Belgesele Pedro Costa <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Pedro Costa<br />

Senaryo: Pedro Costa<br />

Oyuncular: Jeanne Balibar, Rodolphe Burger, Hervé Loos<br />

2009 / Portekiz, Fransa / Fransızca, İngilizce / 100’<br />

Fransız sinemasının en zarif ve yetenekli oyuncularından olan Jeanne Balibar’ın ikinci albümünün<br />

kayıtları ve sanatçının daha sonra verdiği konserler sırasında çekilen Ne Change Rien, müzisyen kimliği<br />

ikinci planda kalan bir isme odaklanarak izleyiciyi şaşıryor. Pedro Costa, Balibar’ı Assayas ve Rivee<br />

gibi ustaların filmlerinden tanıyanları da şaşırtmak için izleyiciye Balibar’ın oyunculuğunu unuuruyor.<br />

Neredeyse yarım saat süren ve tek bir şarkının yinelenmesinden oluşan provalarda sanatçının<br />

kırılganlığını, hatalarını ve bu hataları giderme çabasını izliyoruz. Balibar’ın sahne aldığı bölümler ise<br />

filmin en sonuna saklanıyor. Böylelikle perdedeki halini iyi bildiğimiz bir “persona”ya yeniden hayranlık<br />

beslemek yerine onun yaşadığı zorlu bir sürece tanıklık ediyor; Balibar’ın bambaşka bir yönü ile<br />

tanışıyoruz.<br />

Son yıllarda Jonathan Demme’den Marn Scorsese’ye pek çok usta yönetmen, müzisyenler ve<br />

konser turneleri ile ilgili belgeseller çek. Fakat bu filmlerin hemen hepsi sahne arkasında yaşanan<br />

çalkanları hatasız sahne performanslarıyla birlikte sunarak izleyiciyi heyecenlandırmaya çalışan ve<br />

tanıdık dramak yapıları izleyen çalışmalardı. Çoğu “sahne belgeseli” adeta bir macera filmini andıran<br />

bu “zorlukların ardından gelen başarı” izleğine uygun şekilde hareketli kameralarla çekilmiş ve dinamik<br />

biçimde kurgulanmış. Costa ise uzun stak planlardan oluşan, dingin bir filme imza ayor. Böylelikle<br />

filmin görsel dünyası sonuçtan ziyade süreçle ilgilenen yapısına uygun hale geliyor. Costa hem planları<br />

uzun tutarak Balibar’ın performanslarını kesinsiz izlememize olanak sağlıyor hem de özenle kurduğu<br />

kompozisyonlar sayesinde görsel açıdan büyüleyici bir seyirliğe ulaşıyor.<br />

Işığın ve gölgelerin neredeyse Balibar kadar önemli bir rol üstlendği Ne Change Rien, sıradan<br />

bir kayıt stüdyosunu göz kamaşrıcı bir sahneye çeviren benzersiz bir atmosfere sahip. Hipnoze<br />

edici bu atmosfer sayesinde provalarla örülü zorlayıcı yapısına rağmen akıp giden, izleyiciyi müziğin<br />

ritmine ortak eden bir film bu. Costa kağıt üstünde son derece cılız görünen, tekrarla kurulan bir filmi;<br />

izleyicinin zihnine kazınan görsel ve işitsel bir deneyime çevirirken siyah ve beyaz arasındaki her bir<br />

tondan faydalanıyor. <strong>Film</strong>in görsel dokusunda, yönetmenin Balibar’ın güzelliğini perdeye yansıtmaktan<br />

çekinmemesinin ve bütün filmin adeta Balibar’a yazılmış bir aşk mektubu işlevi görmesinin de payı<br />

var. Costa bu noktada incelikli bir denge tuuruyor ve birbirinden çarpıcı yakın planlarda, döre üçü<br />

karanlıkta kalan kadrajın merkezinde yer alan Balibar’ın tüm etkileyiciliğine rağmen tek boyutlu bir<br />

hayranlık nesnesine dönüşmesini engelliyor.<br />

Ne Change Rien Costa filmografisinin iki ayrı kutbunu bir araya geren bir köprü, yönetmenin<br />

sinemasında önemli ve ayrıcalıklı bir durak. Costa hem O Sangue (1989) gibi türler arasında gezinen<br />

slize filmlere imza atmış hem de Fontainhas Üçlemesi’nde olduğu gibi belgesele yakın bir üslupla işçi ve<br />

göçmen öyküleri anlatmış bir yönetmen. Ne Change Rien bir sanat eserinin yaram sürecini belgeleyen<br />

bir “emek filmi”, ancak Costa bu süreci esteze eği ve atmosfer ya da rim gibi kavramlar üzerine<br />

giği için filmin alışıldık anlamda bir sanatçı portresi olduğu söylenemez. Costa’nın amacı filmine<br />

konu olan çalışmaların eksiksiz bir dökümünü sunmaktan ziyade kendi filmografisinde gözlemlediği<br />

bir kırılmaya çözüm üretmek. Bu çabanın sonucu yönetmenin kendine özgü sinemasıyla tanışmak<br />

isteyenleri benzersiz atmosferi ve birinci sınıf müzikleri ile, Costa’yı tanıyanları ise belgeselin sınırlarını<br />

aşan cesur yapısı ile cezbedecek nadide bir mücevher.<br />

Engin Karayel<br />

54<br />

1 Kasım Salı 15:00


Kurmacadan Belgesele Pedro Costa <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Pedro Costa, Thierry Lounas<br />

Oyuncular: Danièle Huillet, Jean-Marie Straub<br />

2001 / Portekiz, Fransa / İtalyanca, Fransızca / 104’<br />

Where Does Your Hidden Smile Lie<br />

Where Does Your Hidden Smile Lie Pedro Costa’nın, Danièle Huillet ve Jean-Marie Straub tarandan çekilen<br />

Sicilia! (1999) filminin montaj aşamasını filme aldığı görüntülerden oluşuyor. Çekim süreci tamamlanmış<br />

filmin film halini almasını konu edinen belgesel boyunca iki yönetmenin karar alma süreçlerini izliyoruz.<br />

Bu süreçler kimi zaman açıklayıcı bir ton alırken kimi zaman da yönetmenlerin birbirlerini ikna süreçlerinin<br />

çekişmeli, gergin bir yansıması oluyor.<br />

<strong>Film</strong> yapım sürecinin anlaldığı film, eldeki kayıtların çekim hızı ve açısıyla oynanan görüntülerle<br />

başlıyor. Costa’nın aynı sahneyi pek çok kez ve farklı şekillerde sunması, Huillet ve Straub’un harcadığı<br />

emeğin önemine işaret ediyor. Ayrıca, bu gösterimler sırasında açığa çıkan her bir hamlenin eldeki<br />

materyali farklı yerlere sürüklemesi de ekranda gördüğümüz dünyanın yapaylığını vurguluyor. Bu sebeple<br />

kimi sahnelerde çerçevesini gördüğümüz kadrajı işaret eden yönetmenin elini görebiliyoruz. Özellikle<br />

yakın çekim olan örneklerde film karesinin editörün ellerine olan görece küçüklüğü filmlerin yara olduğu<br />

gerçeğini pekişriyor. Kayıt odasında film şeritlerinin dönmesinden gelen ses de bize tam olarak bunu<br />

anlayor. <strong>Film</strong> yapma sürecinin yapaylığına ilişkin söylemleri destekleyen film, türünün belgesel olmasıyla<br />

perdeye yansıyanların gerçekliğini izleyiciye de sorgulayor. Sinemanın yapaylığını sinemanın en gerçekçi<br />

türlerinden biriyle anlatmak yönetmenin cesur tavrını sergiliyor. Kurmaca filmlerinde de sosyo-polik<br />

konuları minimalist bir bakış açısıyla inceleyen Costa, çok katmanlı olay ve durumları gerçekliğe odaklanarak<br />

işliyor.<br />

Costa, film yapımına dair belgesel filminde kendi sinemasına dair ipuçları vermekle birlikte yine filmin<br />

içinde bulunan seminer sahnesinde yapım sürecini işlediği Sicilia! (1999)’nın yönetmenlerinin de sinemasal<br />

tavırlarını tanıtmalarını sağlıyor. Yine yönetmenlerin montaj sürecindeki diyalogları ile Buñuel ve Bresson<br />

gibi yönetmenlerin sinemasal duruşlarına da değiniyor.<br />

Sinefil’in bu sayısında Altyazı tarandan hazırlanan Where Does Your Hidden Smile Lie’ın da içinde<br />

bulunduğu seçki, hem Pedro Costa sineması hem de Portekiz Sineması’nı tanıtmak amacı güdüyor. Costa’nın<br />

Portekizli iki yönetmenin film yapım sürecini anlağı filmi de bu sebeple seçkinin görülmesi gereken<br />

örneklerinden biri oluyor. <strong>Film</strong>lere farklı bakış açılarından yaklaşmak isteyen sinemaseverler, Where Does<br />

Your Hidden Smile Lie’ı filmi 9 Kasım- 25 Aralık 2009 tarihli Sinefil’de gerçekleşrilen “<strong>Film</strong>lerde <strong>Film</strong> Yapımı”<br />

seçkisi ile de bütünleşrebilir. Le Mépris (1963), Camera Buff (1979), The Player (1992), Sunset Boulevard<br />

(1950),Close-up (1990) ve Oo e Mezzo (1963) filmlerinden oluşan seçki, Sinefilci’leri yönetmenlerin<br />

düşünsel ve teknik dünyalarına taşıyordu. Seçkiye alternaf filmleri ise 2010 yılının ilk Sinefil’inde bir dosya<br />

ile sunmuştuk. Bu seçki ve dosya ile izleyiciler, Costa’nın Where Does Your Hidden Smile Lie’ının da yapğı<br />

gibi farklı yönetmenlere ve onların sinemasal tutumlarına dair örnekler izleyebilirler.<br />

Costa, yönetmenleri Danièle Huillet ve Jean-Marie Straub’un “Sinemaya güvenemezsin!” moosunu<br />

benimsediği Sicilia! (1999) filmini merkeze alark kendi sinemasal duruşunu da açığa vuruyor. Sicilia! (1999)<br />

filminin karakterlerinin “Seni unutmayacağım.” repliğini, kendi filminde bir donmuş kare ile takip eren<br />

yönetmen, yaşansal gerçeklik ile sinema görselliği arasında son derece doğru ve güçlü bir köprü kuruyor.<br />

Nermin Taşkale<br />

2 Kasım Çarşamba 16:00<br />

55


Colossal Youth<br />

Kurmacadan Belgesele Pedro Costa <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Pedro Costa<br />

Senaryo: Pedro Costa<br />

Oyuncular: Ventura (Ventura), Vanda Duarte (Vanda), Beatriz Duarte<br />

2006 / Portekiz, Fransa, İsviçre / Portekizce / 155’<br />

Pedro Costa’nın başka filmlerinde de üzerine eğildiği gheo teması Colossol Youth’un merkezinde<br />

duruyor. <strong>Film</strong>in daha ilk karesiyle birlikte yoksul, yaşlı ve köhne bir ev bizi karşılıyor. Ana karakterimiz<br />

Ventura’nın yaşadığı yer olan bu yapıya ev demek de zor aslında; bir yapıyı ev diye nitelememizi<br />

sağlayan pek çok ögeden uzak: duvarları yıkılmak haa erimek üzere, düzenden yoksun ve al.<br />

Karakterlerimiz eve girip çıkarken yerinden sökülmüş kapıyı kenara çekebiliyorlar. Yönetmen,<br />

karakterlerinin yaşadığı zor durumu onları kapısı yerinden çıkmış bir evde yaşatarak anlayor. Bir<br />

evin kapısı onu sokaktan ayıran en temel unsurdur. Yönetmen bu ana unsuru işlevsiz göstererek<br />

küçük bir detayla gheoda yaşanılan yoksulluğun ağırlığını izleyicisine başarıyla aktarıyor. <strong>Film</strong>de<br />

karşılaşğımız tek yaşam alanı bu gheo değil elbee. Ventura’nın kızı Vanda modern görünümlü bir<br />

apartmanda yaşıyor. Eli yüzü düzgün görünen bu ev bodrum kaa. Costa karakterleri gheodan ne<br />

denli uzaklaşmaya çalışırsa çalışsın şartları yine iyileşemiyor. Böylelikle de karakterlerin üzerine<br />

sinmiş çaresizlik ve umutsuzluk hissi izleyiciye somut görüntülerle sunulmuş oluyor.<br />

Çok az sayıda dış mekan çekimine sahip olan film, kadrajını kapalı mekanlarda kurarak<br />

karakterlerinin kasveni izleyiciye naklediyor. Nasıl ki Ventura ve onun ilişkide bulunduğu diğer<br />

kahramanlarımız yoksulluk içinde eli kolu bağlı duruyorlar; kamera da öyle hareketsiz kaydediyor<br />

onları. Yönetmen, kamerasını geniş planlı olarak sabitliyor ki sakinlerinin hayata karşı pasifize olduğu<br />

bu evlerde süren yaşamlar müdehalesizce izleyiciye aktarılsın. Kameranın teatral kullanımına uymayan<br />

nadir sahneler de yok değil. Bunlardan belki de en önemlisi, Ventura’nın yüzüne 180° yakın çekimde<br />

kameraya “mektup” okuduğu sahne. Ancak bu denli formalizmci bir sahne bile filmin genel anlasına<br />

zarar vermiyor. Zira bu sahnede Ventura’nın kameraya bakarak konuşması ile seyirciye izlediğinin bir<br />

film olduğundan çok karakterin yaşansının gerçek hayata ne kadar benzediği geçiyor.<br />

Yönetmenin kurguyla oynamaktan kaçınan yaklaşımı ışık ve mise-en-scène kullanımı ile minimal<br />

tavrını bütünlüyor. Yapay ışıktan kaçınılan filmde, doğal ışık ve onun oluşturduğu gölgelemeler<br />

kullanılmış. Bu gölgeler en çok karanlık koridorlu gheoda büyüyor; Vanda’nın evindeyse yemek<br />

masasında göze çarpıyor. Eşya bolluğundan kaçınılan ev düzenlemesinde eşyaya dekoraf amaç çok<br />

fazla yüklenmemiş. Vanda’nın eviyle aynı yerde olan Ventura’nın yeni evi de açık renk boyalı. Bir<br />

farkla; Ventura’nın evi öylesine sade ki eşyası yok.<br />

Yoksulluğun ağırlığının bir evin boşluğuyla verildiği filmde benzeri başka zıtlıklar da göze çarpıyor.<br />

Ventura, kızlarının yanına giğinde nispi bir ferahlık yaşıyor ve bu durum ışık kullanımı, renk<br />

seçimi gibi yöntemlerle yönetmenin sinema diline yansıyor. Ancak bu durum Ventura’nın kızlarının<br />

yardımıyla kendisini toparlayacağı anlamına gelmiyor. Kızıyla duvardaki lekeleri benzekleri hayali<br />

nesneler üzerine konuşurken biri diğerinin gördüğünün aynısını göremiyor; polis figürü hariç. Bu<br />

söylem, filmin naif yapısına uygun olarak böylelikle geçilmiş oluyor ve fazlaca irdelenmiyor; adeta<br />

izleyiciye harlalıyor ve gerisi ona bırakılıyor. Aynı şekilde gheodaki köhne evin camının tahta ile<br />

örülmesi de üzerinde birkaç saniye durulan bir konu olarak ele alınıyor. Yine de bu birkaç saniye,<br />

dönemin polik kargaşasının günlük yaşam üzerindeki sarsıcı etkisini anlatmaya yeyor: İhlal<br />

yüzünden Ventura’nın “mektup”u hep söylencede kalacak ve sahibine ulaşamayacak.<br />

<strong>Film</strong> aile içi meselelerden, yoksulluk gibi sosyo-ekonomik problemlere ve Portekiz yakın tarihine<br />

uzanan geniş sorunsal skalasını sıradan bir adamın hayana ”kaydederek” izleyicisine naklediyor.<br />

Bunu yaparken yorumdan kaçınmayı ve olayları filtrelemeden aktarmayı yeğliyor. Bu özellikler de<br />

filmi hem yönetmeni tanımak hem de dolaysız anlanın iyi bir örneğini görmek isteyen seyirciler için<br />

önemli kılıyor.<br />

Nermin Taşkale<br />

56<br />

2 Kasım Çarşamba 18:00


BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ<br />

MİTHAT ALAM FİLM MERKEZİ<br />

TÜRK SİNEMASI<br />

GÖRSEL HAFIZA PROJESİ<br />

Emektar sinemacılarımızla yapılan sözlü tarih çalısmasıdır. ,<br />

-<br />

Gönüllü ögrencilerimizi bekliyoruz...<br />

Tanısma , Toplantısı<br />

28 Eylül 2011<br />

saat 17:00<br />

MAFM Sinema Salonu<br />

+ sözlü tarih çalısmaları ,<br />

+ röportaj teknikleri<br />

+ kamera ve kurgu atölyeleri<br />

Sene boyunca katılımlarınızı bekliyoruz.<br />

Iletisim için


BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ<br />

MİTHAT ALAM FİLM MERKEZİ<br />

26 Eylül - 3 Kasım 2011 Etkinlik Programı<br />

TARİH SAAT FİLM/ETKİNLİK SAAT FİLM / ETKİNLİK<br />

26 Eylül Pts 16.00 Seyyit Han 18.00 Closely Observed Trains<br />

27 Eylül Salı 16.00 Umut 18.00 Duvar<br />

28 Eylül Çrş 16.00 Ağıt 18.00 Arkadaş<br />

29 Eylül Prş 18.00 YILMAZ GÜNEY PANELİ<br />

30 Eylül Cuma 16.00 Diamonds of the Night 18.00 Kısa <strong>Film</strong> Grubu<br />

3 Ekim Pts 16.00 The Party and The Guests 18.00 Kısa <strong>Film</strong> Grubu<br />

4 Ekim Salı 15.00 Firemen’s Ball<br />

5 Ekim Çrş 18.00 Cremator<br />

6 Ekim Prş 18.00 NURİ BİLGE CEYLAN İLE SÖYLEŞİ<br />

7 Ekim Cuma 18.00 Loves of a Blonde<br />

10 Ekim Pts 16.00 Maden 18.00 Lemonade Joe<br />

11 Ekim Sal 15.00 Bir Kadının Anatomisi<br />

12 Ekim Çrş 16.00 Bir Erkeğin Anotomisi 18.00 Yağmur Kaçakları<br />

13 Ekim Prş 16.00 Yengeç Sepeti 18.00 YAVUZ ÖZKAN İLE SÖYLEŞİ<br />

14 Ekim Cma 16.00 Üç Arkadaş 18.00 Intimate Lighting<br />

17 Ekim Pts 16.00 Dila Hanım 18.00 Çoğunluk<br />

18 Ekim Salı 15.00 Ah Güzel İstanbul<br />

19 Ekim Çrş 16.00 72. Koğuş 18.00 Zefir<br />

20 Ekim Prş 16.00 Katırcılar 18.00 KADİR İNANIR İLE SÖYLEŞİ<br />

21 Ekim Cuma 18.00 Press<br />

24 Ekim Pts 18.00 Gişe Memuru<br />

26 Ekim Çrş 18.00 YENİ TÜRKİYE SİNEMASI PANELİ<br />

31 Ekim Pts 16.00 O Sangue 18.00 In Vanda’s Room<br />

1 Kasım Salı 15.00 Ne Change Rien<br />

2 Kasım Çrş 16.00 Where Does Your Hidden Smile Lie 18.00 Colossol Youth<br />

3 Kasım Prş 18.00 PEDRO COSTA ÜZERİNE PANEL (ALTYAZI)<br />

Yılmaz Güney <strong>Film</strong>leri<br />

Çek Yeni Dalgası<br />

Yavuz Özkan <strong>Film</strong>leri<br />

Yeni Türkiye Sineması<br />

Kadir İnanır <strong>Film</strong>leri<br />

Kurmacadan Belgesele Pedro Costa<br />

Etkinlikler ücretsizdir.<br />

Programda olabilecek değişiklikler afişlerle ve internet sitemizden duyurulacaktır.<br />

Adres: Boğaziçi Üniversitesi <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong><br />

Güney Kampüs, Bebek, İstanbul<br />

Tel: (212) 287 70 86-76 E-Posta: mafm@boun.edu.tr<br />

www.mafm.boun.edu.tr

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!