Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Osmanlı Kaftanlarının<br />
Çinideki İhtişamı<br />
Ayasofya’da Hüsn-i Hat Şöleni<br />
Dört Başı Mamur Müzehhibe;<br />
Mamure Öz<br />
Tel Süpürgenin Sarısı Soluyor<br />
Fuat Başar; Teknesinde Bin Çiçek<br />
Açıyor Kaleminde Bin Harf<br />
Rembrandt ve Çağdaşları<br />
Mabeyn Köşkü’nde<br />
Savaş Rüzgârları<br />
Gümüşün Kara Sevdası: Savat<br />
Kebûterhâneler<br />
Beykoz Cam Ocağı Vakfı’nda<br />
Camın Serencâmı<br />
Kavalalı Mehmet Ali Paşa Külliyesi<br />
İslam Bilim ve Teknoloji<br />
Tarihi Müzesi<br />
Ürkütücü Maskelerin Festivali<br />
Malatya’nın ‘Aşhan Bacı’sı<br />
Müttekâ ve Gubâri Hat<br />
SAYI : 14 / 2012<br />
Peygamber Aşkı,<br />
‘Bir Gül’ün Eşkali’nde Yankılanıyor<br />
Mozaik ve Çini<br />
Antika Saat Ustası; Ali Rıza Balcı<br />
Edirne’de Osmanlı Mezar Taşları<br />
Padişah Tuğra ve Kaftanları<br />
Makro Ufuklar Açan Mikro Çizimler<br />
Sihirli İğne 4. Kuşağa Emanet<br />
Balmumu Heykel Müzesi<br />
Tokat Mevlevîhânesi<br />
Ciltçilik<br />
Sanat, İnsanı<br />
En Güzele Götürür
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ SANAT VE MESLEK<br />
EĞİTİMİ KURSLARI (İSMEK) EL SANATLARI DERGİSİ / 14<br />
SAHİBİ<br />
Ferrah ŞARMAN<br />
İ.B.B. İnsan Kaynakları ve Eğitim Daire Başkanı<br />
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ<br />
Mehmet DOĞAN<br />
İ.B.B. Eğitim Müdürü<br />
GENEL KOORDİNATÖR<br />
Güven ÇALIŞKAN<br />
İSMEK Genel Koordinatörü<br />
GENEL YAYIN YÖNETMENİ<br />
Muhammet ALTINTAŞ<br />
İSMEK Genel Koordinatör Yrd.<br />
YAYIN EDİTÖRÜ<br />
Ali Burhan EREN<br />
YAYIN DANIŞMA KURULU<br />
Metin YÜKSEL, H. Salih ZENGİN,<br />
Emine UÇAK ERDOĞAN<br />
YAZI İŞLERİ<br />
Semra ÜNLÜ, Uğur SEZEN,<br />
Hafize ERGENE, Ayşegül YILMAZ<br />
FOTOĞRAFLAR<br />
Mücahit PAMUKOĞLU<br />
TEKNİK YAPIM<br />
İSMEK YAYIN EDİTÖRLÜĞÜ<br />
SANAT YÖNETMENİ<br />
Ömer VEFA<br />
GRAFİK TASARIM - UYGULAMA<br />
Murat Gökhan GÜREL<br />
BASKI HAZIRLIK<br />
Melih SERGEK<br />
TASHİH<br />
Gülseren KARADENİZ, İrem GÜVEN<br />
BASKI TAKİP<br />
Abdurrahman TAŞKALE<br />
BASKI<br />
Numune Matbaacılık ve Cilt San. Ltd. Şti.<br />
ORGANİZASYON<br />
Lapis Eğitim - Çizgi Eğitim Ortaklığı<br />
İSMEK EL SANATLARI DERGİSİ<br />
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ’NİN<br />
BİR KÜLTÜR HİZMETİ OLUP, ÜCRETSİZDİR.<br />
PARA İLE SATILAMAZ.<br />
ADRES: Vatan Cad. No: 6 (Historia AVM yanı)<br />
Fatih - İstanbul<br />
Tel: 0212 531 01 41<br />
e-mail: ismek@ismek.org www.ismek.org<br />
Editör'den...<br />
Sanat, insanı “en güzel”e götürür!<br />
Varlığının farkında olan insan arayıştadır. İnsan, kimi zaman<br />
dünya zevklerinde, kimi zaman ayaz gecelerde arar kendini.<br />
Kendini aramak, dipsiz kuyularda merdiven peşine düşmekten<br />
beterdir.<br />
Var olanla yetinmeyen idrak, anlamın peşinde paramparça olur<br />
çoğu zaman. Geçici avuntularla yetinmeyenler, sonu hüsran da<br />
olsa, aramaktan yorulmazlar.<br />
Aramak ancak fıtrata varmakla son bulur. Varlık sebebi güzeli<br />
tanımak olan insan, yalnızca en güzele varınca durulur.<br />
En güzele varan yollar sanatla aydınlanır.<br />
Dünya gözündeki perdeler en büyük sanatkârla tanışınca kaldırılır.<br />
Sanat insanı fıtratına götürür, sanat insanı “en güzel”e götürür.<br />
***<br />
En güzelin parıltılarının peşindeki yolculuğumuz devam<br />
ediyor. El Sanatları dergimizin 14. sayısı yine birbirinden<br />
değerli yazılarla dopdolu. Güzelliklerin peşinde ömürlerini<br />
sanatla zenginleştirmeye çalışanlar, bu sayımızda da çok şey<br />
bulacaklar. Geçen sayımızdan beri İngilizce de yayınlanmaya<br />
başlayan dergimize dünyanın dört bir yanından büyük ilgi var.<br />
Sanatseverler eski sayılarımıza ve dergimizin İngilizce versiyonuna<br />
web sitemizden ulaşabilirler.<br />
Sanatla güzelleşen bir hayat temennilerimizle en büyük sanatkâra<br />
emanet olunuz.<br />
Muhammet ALTINTAŞ
BU<br />
SAYIDA<br />
36<br />
58<br />
14 06<br />
Fuat Başar;<br />
Teknesinde Bin Çiçek Açıyor<br />
Kaleminde Bin Harf<br />
Uğur SEZEN<br />
Zamanı Donduran<br />
İki Işıltı; Mozaik ve Çini<br />
Semra ÜNLÜ<br />
Osmanlı<br />
Kaftanlarının<br />
Çinideki<br />
İhtişamı<br />
İrem GÜVEN Hamza ASLAN<br />
44<br />
12<br />
Sanatla<br />
Mabedin<br />
Buluştuğu<br />
Ayasofya'da<br />
Hüsn-i Hat<br />
Şöleni<br />
Rembrandt ve<br />
Çağdaşları,<br />
Altın Çağı<br />
İstanbul’a<br />
Taşıdı<br />
Hafize ERGENE<br />
El Üstünde<br />
Tutulan<br />
Saatlerin Ustası;<br />
Ali Rıza Balcı<br />
Uğur SEZEN<br />
52<br />
22<br />
Dört Başı<br />
Mamur<br />
Müzehhibe;<br />
Mamure Öz<br />
Peygamber Aşkı,<br />
"Bir Gül’ün Eşkali"nde<br />
Yankılanıyor<br />
Sevde YILMAZ<br />
Semra ÜNLÜ<br />
66 72 78<br />
Edirne’de<br />
Taş ile Yazıyı<br />
Buluşturan<br />
Medeniyet;<br />
Osmanlı Mezar<br />
Taşları<br />
Mehmet KÖKREK<br />
30<br />
Tel<br />
Süpürgenin<br />
Sarısı<br />
Soluyor<br />
Hatice ÜRÜN<br />
Padişah Tuğra ve<br />
Kaftanlarının, 36<br />
Tabloluk Geçit<br />
Töreni<br />
Emine MERAL
84<br />
108<br />
132<br />
Makro Ufuklar Açan<br />
Mikro Çizimler<br />
Duru ÖZÇELİK<br />
Süleymaniye<br />
Cilt Evi'nde...<br />
Kitaptan Önce<br />
Kapaktan Ziyade<br />
Muzaffer S. İNANÇ<br />
Beykoz<br />
Cam Ocağı<br />
Vakfı’nda<br />
Camın<br />
Serencâmı<br />
Nermin SULTAN<br />
138<br />
Kavalalı<br />
Mehmet<br />
Ali Paşa’nın<br />
Kavala’daki<br />
Külliyesi<br />
Süleyman KIZILTOPRAK<br />
144<br />
90<br />
114<br />
Levon<br />
Usta’nın<br />
Sihirli İğnesi<br />
4. Kuşağa<br />
Emanet<br />
Semiramis DOĞAN<br />
Mabeyn<br />
Köşkü’nde<br />
Esen<br />
Savaş<br />
Rüzgârları<br />
Sudenaz BENGİ<br />
İstanbul<br />
İslam Bilim ve<br />
Teknoloji<br />
Tarihi Müzesi<br />
Dr. Detlev QUINTERN<br />
96<br />
122<br />
Balmumu<br />
Heykel<br />
Müzesi’nin<br />
Sessiz<br />
Sakinleri<br />
Semra ÇELİK<br />
Gümüşün<br />
Kara Sevdası:<br />
Savat<br />
Ayşegül YILMAZ<br />
Fasnacht;<br />
Ürkütücü Maskelerin<br />
ve Rengarenk<br />
Kostümlerin Festivali<br />
Ayşegül KALENDER<br />
Malatya’nın<br />
Folklorunu Geleceğe,<br />
‘Aşhan Bacı’<br />
Bebekleri Taşıyacak<br />
Emine Uçak ERDOĞAN<br />
Tekke Sanatlarının<br />
İki Bakiyesi:<br />
Müttekâ<br />
ve Gubârî Hat<br />
Kadir SEZEN<br />
148<br />
154<br />
158<br />
102<br />
128<br />
Gönül<br />
Hangâhından<br />
Muhlis Neş’eler;<br />
Tokat<br />
Mevlevîhânesi<br />
Aydın ÇAKIRTAŞ<br />
İran'ın<br />
Devasa<br />
Güvercin<br />
Evleri;<br />
Kebûterhâneler<br />
Yrd. Doç. Dr.<br />
Kemal ÖZKURT
Sevgili İstanbullular,<br />
Sayısız tanımı yapılmıştır sanatın. Medeniyet seviyesinin en<br />
önemli göstergesi olarak kabul edilen sanat, en yalın haliyle<br />
ifade etmek gerekirse, sanatçının, kendisine verilen ilhamla<br />
eşya üzerinde tasarruf ederek ortaya çıkardığı güzellikleri<br />
topluma armağan etmesidir. Bir başka ifade ile sanat, insan<br />
aklının eşya üzerindeki pırıltısıdır. Bilimde doğruyu arayan<br />
insan ruhu, sanatta ise güzeli aramaktadır.<br />
Sanatçı, üretirken beslendiği topraklardan ve bir parçası<br />
olduğu sosyal hayattan aldıklarını, kendi algısı yönünde<br />
ince ince işleyerek yeniden inşa eder ve yaşama sunar. Kimi<br />
düşünürler, “Sanatın kendi dışında hiçbir amacı yoktur;<br />
onun tek amacı kendisidir.” dese de sanatçı, ilerlediği yolda<br />
daima güzel olanı arar. Bu arayış içinde ürettiği her eserle,<br />
imzasını kendinden sonraki zamanlara taşır. Ortaya koyduğu<br />
güçlü eserlerle toplumları değiştiren ve dönüştüren kimi<br />
sanatçılar ise isimlerini adeta ölümsüzleştirirler.<br />
Toplumun içinden çıkan ve toplumu dönüştüren her türlü<br />
sanat alanında üretilen eserler, o toplumun medeniyetinin<br />
birer yansıtıcısı olurlar. Hele geleneksel el sanatları,<br />
toplumların adetâ birer boy aynasıdır.<br />
Başkan'dan...<br />
İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak, geleneksel<br />
sanatlarımızı yaşatıp geleceğe taşımak, kültür mirasımızı<br />
koruyarak, sonraki nesillere aktarabilmek için üzerimize<br />
düşen sorumluluğu yerine getirme çabasındayız. Kültürel<br />
mirasımızın ayrılmaz bir parçası olan geleneksel sanatlarımızı,<br />
dünyanın en büyük “halk üniversitesi” unvanına sahip<br />
İSMEK’le yaşatmaktayız. İSMEK bünyesinden yayınlanan El<br />
Sanatları Dergisi, geleneksel sanatlarımızı gelecek nesillere<br />
aktarma, geçmişte üretilenleri bugüne taşıma çabamızın<br />
önemli bir göstergesidir.<br />
Sanat çevrelerinde büyük ilgi gören, siz sanatseverlerin ilgi<br />
ve desteği ile 14. sayıya ulaşan El Sanatları Dergisi’nin bu<br />
yeni sayısında da birbirinden ilginç konular işlenmekte,<br />
değerli sanatkârlarla yapılan söyleşiler yer almaktadır.<br />
Sanatın hep itibar gördüğü, sanatla güzelleşen mutlu<br />
yarınlar dileklerimle...
Osmanlı Kaftanlarının<br />
Çinideki İhtişamı<br />
İrem GÜVEN<br />
İSMEK “Çini” branşı zümre başkanı<br />
Levent Kum ve sekiz kursiyerinin 1,5<br />
yıl süren özverili ve yoğun çalışması<br />
sonucu ortaya çıkan ve sultan<br />
kaftanlarının öne çıktığı 40 parça çini<br />
eser, “Sırlı Kaftanlar” adlı sergide<br />
sanatseverlerin beğenisine sunuldu.<br />
7
İSMEK Bağlarbaşı Türk İslam Sanatları İhtisas Merkezi’nin “Çini” branşı öğrencileri,<br />
bu yıl dikkat çekici bir çalışmaya imza attı. “Çini” branşı zümre başkanı<br />
Levent Kum ve sekiz öğrencisi, sultan kaftanları formundaki<br />
çini eserlerini sanatseverlerin beğenisine sundu. Aynı zamanda<br />
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Geleneksel Türk Sanatları<br />
Bölümü’nde araştırma görevlisi olan Levent Kum<br />
ve ile öğrencilerinin bir yılı aşkın bir süredir üzerinde çalıştıkları,<br />
göz nuru döktükleri “Sırlı Kaftanlar” çini sergisi<br />
sanatseverlerden de tam not aldı. Levent Kum ile<br />
Taksim Atatürk Kitaplığı’nda düzenlenen serginin çıkış<br />
noktasını ve hazırlık aşamalarını konuştuk.<br />
Mimar Sinan Üniversitesi’nde ziyaret ettiğimiz Levent<br />
Kum’a, ilk olarak “sırlı kaftanlar” fikrinin nasıl ortaya<br />
çıktığını soruyoruz. “Kaftan formu, son zamanlarda<br />
çok sevilen ve çok kullanılan bir form. O nedenle<br />
biz de bu formda bir çalışma yapalım dedik. Bir kısmı<br />
özgün, bir kısmı da eski kaftanlardaki kompozisyonlardan<br />
uyarlama olsun istedik. Yani sergilediklerimiz<br />
arasında hem eski eserlerden esinlenerek yapılanlar<br />
var, hem özgün olanlar.” diye konuşan Kum, ayrıca<br />
ürünleri hazırlarken altın kullandıklarını da belirtiyor.<br />
Bir kısmında gerçek altın, bir kısmında da yaldız<br />
kullandıklarını öğreniyoruz.<br />
Sırlı Kaftanlar Üç Kez Fırınlanmış<br />
Sırlı kaftanlar denilince, akla ilk, Osmanlı sultanlarının<br />
savaşlarda içten giydikleri tılsımlı kaftanlar<br />
geliyor. Sergiledikleri çini kaftanların tılsımlı kaftan<br />
formunda olup olmadığını merak ediyoruz biz<br />
de. Levent Kum, merakımızı şu sözlerle gideriyor,<br />
“Sergiye ‘Sırlı Kaftanlar’ dedik çünkü hazırlanan<br />
ürünler sır altı çini tekniği ile yapıldı. Esasen biraz<br />
kelime oyunu da yok değil.”<br />
Yaklaşık iki hafta boyunca sanatseverlerin beğenisine<br />
sunulan sergideki “sırlı kaftanlar”,<br />
hayli titiz ve uzun bir çalışmanın göz alıcı meyveleri.<br />
Bakın sırlı mini kaftanlar, hangi aşamalardan<br />
geçip de sergideki yerlerini almış: 40<br />
ila 50 santim yüksekliğindeki seramikten mini<br />
kaftanlara form verildikten sonra fırında ilk<br />
pişirme gerçekleşiyor. Buna, bisküvi pişirimi<br />
de deniyor. Birinci pişirimden sonra maharetli<br />
eller giriyor devreye ve fırından çıkıp soğuyan<br />
kaftanların üstüne dekor yapılıyor. Ardından<br />
dekorun üzeri sırla kaplanıyor ve yeniden fırına<br />
giriyor ürün. İkinci pişirmeden sonra,<br />
yani sırlı pişirimin ardından altın veya yaldız<br />
uygulanıyor ve daha düşük bir derecede son kez<br />
fırınlanıyor ürün. Yani toplam üç kez fırına girip çıkmış<br />
oluyor her bir parça.<br />
Her aşamada fırın derecesi farklı oluyor. Bisküvi pişiriminde<br />
1100 derece civarında olması gerekiyor fırının ısısı. İkinci pişirim<br />
biraz daha düşük, 900-950 derece arasında oluyor. Üçüncü<br />
ve son pişirim ise 620-640 derece arasında yapılıyor. Levent<br />
Kum, “Sırlı Kaftanlar” sergisindeki eserlerin fırınlanma<br />
işlemlerinin Kütahya’da yapıldığını anlatıyor. Özel formlar ol-<br />
8
dukları için sırlamaların da Kütahya’da yapıldığını söyleyen<br />
Kum, altınlama işlemi için ise İSMEK bünyesindeki fırını kullandıklarını<br />
ifade ediyor.<br />
Altınlamanın çinide çok kullanılan bir yöntem olup olmadığını<br />
soruyoruz çini ustası Levent Kum’a. Esasında altının çinide<br />
çok sık kullanılan bir malzeme olmadığını söyleyen Kum,<br />
“Osmanlı’da özellikle 16. yüzyılda, çini sanatında altının kullanıldığını<br />
biliyoruz. Beylikler döneminde de vardı. Yazılarda,<br />
bir takım küçük alanlarda altın kullanılıyordu. Maddi olarak<br />
pahalı bir yöntem ancak, kalıcılığı çok uzun değil. Seramik<br />
kadar uzun dayanamayabiliyor. Çok iyi korunması lazım.”<br />
diyor.<br />
Çinide altının üzerine ayrı bir sır geçilmesinin gerekmediğini<br />
de ifade eden Kum, “Bir medyumla altın inceltilip sürülüyor,<br />
sonra fırınlama yapılıyor. O zaman sabitlenmiş oluyor<br />
altın. Yıpranmaması için el temasından mümkün olduğunca<br />
kaçınmak lazım. Yıpratıcı şeylerle silinmemesi gerekiyor.”<br />
diye konuşuyor.<br />
Kaftanlar 1,5 Senenin Ürünü<br />
Sıraltı tekniği kullanılarak üretilen Sırlı Kaftanlar Çini<br />
Sergisi’nde toplam 40 parça eser var. Bunlardan 24’ü tabak<br />
ve çini pano, 16’sı da üç boyutlu kaftandı. İSMEK "Çini"<br />
branşı zümre başkanı Levent Kum, panolardan kiminin natüralist<br />
üslupta, kiminin hatayi üslupta, kiminin de Selçuklu<br />
kompozisyonlarından esinlenerek yapıldığını belirtiyor. Kum,<br />
sergide sırlı kaftanların ön plana çıktığını vurguluyor. Levent<br />
Kum’a, sergiye ne kadar sürede hazırlandıklarını soruyoruz.<br />
Fikir ortaya çıktıktan, sergi açılıncaya kadar geçen sürenin 1,5<br />
yıl olduğunu söylüyor Kum.<br />
10<br />
Özverili ve titiz bir çalışmanın sonunda ortaya çıkan 40 parça<br />
eserin sanatseverlerin beğenisine sunulduğu sergiyle ilgili güzel<br />
tepkiler aldıklarını belirten Kum, hatta birkaç parça eserin<br />
satıldığını da sözlerine ekliyor.<br />
Kaftanlardaki göz alıcı motifler çekiyor ilgimizi. Motif seçimi<br />
özenle yapılmış. Levent Kum, farklı üsluplarda çalıştıklarını<br />
belirterek kaftanları bir bir gösteriyor ve kullandıkları üslupları<br />
anlatıyor. Fatih Sultan Mehmet’in tören kaftanından alınan<br />
motif de var aralarında, II. Beyazıt’ın tören kaftanından,<br />
I. Ahmet’in çocukluk kaftanından uyarlanan da... Sergilenen<br />
kaftanlardan birinde Süleymaniye motifi dikkat çekiyor. Kaftanda,<br />
Süleymaniye Camii ve hemen yanı başındaki Mimar<br />
Sinan türbesi kompoze edilmiş. Osmanlı döneminde çok kullanılan<br />
‘bahar dalı’ kompozisyonu, haliç işi bir kompozisyon<br />
ve Selçuklu motiflerinden uyarlanan bir başka kompozisyon<br />
da kaftanlardaki ilgi çekici çalışmalardı.<br />
Çiniye Gönül Vermiş Yüreklerin Ortak Sesi<br />
Taksim Atatürk Kitaplığı’nda açılan çini sergisi, Levent Kum ve<br />
İSMEK Bağlarbaşı Türk İslam Sanatları İhtisas Merkezi’ndeki<br />
sekiz öğrencisi ile birlikte gerçekleştirdikleri ilk çalışmaydı.<br />
Kum’un, sergi için el ele verdiği bu sekiz öğrenci arasında lise<br />
mezunu da var, üniversite mezunu da. Hekim de var, dışarıda<br />
çini hocalığı yapan da… Hepsinin tek bir ortak özelliği var, o<br />
da çini sanatına gönül vermiş olmaları…<br />
İSMEK Bağlarbaşı Türk İslam Sanatları İhtisas Merkezi’nde<br />
haftada bir gün ders görüyorlar ancak, çiniye olan tutkuları<br />
öylesine yoğun ki, bu sanatta daima ileri gitmek için haftada<br />
bir gün yetmeyeceğinin farkında hepsi. Sergide ön plana çıkan<br />
kaftanlardan her birinin çok sıkı bir çalışma sonucu iyim-
ser bir tahminle ancak 10 günde tamamlanabildiği göz önüne<br />
alındığında çinin sanatının öyle pek ihmale gelen bir uğraş<br />
olmadığı açıkça görülüyor. Yolu İSMEK’le dört yıl önce kesişen<br />
Levent Kum, sergiye emek veren Hümeyra Demiral, Nuray<br />
Keklik, Nuran Turan, Sema Aras, Zeynep Ertürk, Eda Eksilmez,<br />
Zehra Mine Uğur ve Asuman Zengin için, “Bu güzel<br />
ekiple, iki senedir birlikteyiz.” diyor. Birlikte bir proje üzerinde<br />
çalışırken ortak bir frekans oluşturmanın önemine de vurgu<br />
yapıyor Kum.<br />
Yeri gelmişken İSMEK’teki eğitimleri, özellikle İhtisas<br />
Merkezi’ndeki eğitimleri nasıl değerlendirdiğini soruyoruz.<br />
İhtisas Merkezi’nin geleneksel sanatlarımız için hayli önemli<br />
ve verimli bir merkez olduğunu söyleyen Kum, “Buraya daha<br />
önceden çini ile uğraşan, en azından iki üç yıl bu sanatla ilgili<br />
temel eğitim bilgileri almış kişiler arasından sınavla öğrenci<br />
alıyoruz. Dolayısıyla temel eğitim aldıkları için çok çabuk yol<br />
alıyorlar. Bu nedenle, bu gibi projeler üretmek zor olmuyor.”<br />
diye konuşuyor.<br />
Söyleşimiz sürerken, Levent Kum ve ihtisas merkezi öğrencilerinin<br />
“Sırlı Kaftanlar Çini Sergisi”nden sonra Feshane’deki<br />
İSMEK Genel Sergisi için de ürün hazırladıklarını öğreniyoruz.<br />
Feshane’deki sergi için de hilyeler yaptıklarını ifade ediyor<br />
Kum. Çinide hilye formu deyince geçen yıl kaybettiğimiz<br />
ünlü çini sanatçısı Faik Kırımlı’yı rahmetle yâd eden Levent<br />
Kum, bu formu çini üzerinde ilk kez Kırımlı’nın kullandığını<br />
hatırlatıyor.<br />
Çinideki Renkler Gönlünü Çelmiş<br />
Öğrencileriyle sanat adına bir şeyler üretmenin mutluluğu<br />
gözlerinden okunun İSMEK “Çini” branşı zümre başkanı Le-<br />
vent Kum’a, çininin kendisi için ne ifade ettiğini soruyoruz<br />
son olarak. “Çini zahmetli, fakat bir o kadar da önemli bir sanat<br />
benim için. Çünkü yapılan işin sonunda kalıcı bir eser çıkıyor<br />
ortaya. Araştırmalarda yüzyıllar öncesinden kalan eserler<br />
ortaya çıkarılabiliyor. Bozulması zor olan bir malzeme seramik;<br />
kumaş gibi, deri gibi, kâğıt gibi değil.” diyen Kum’un<br />
hayatında çini, 1989 yılından bu yana var. Çiniden önce kalemişi,<br />
tezhip, minyatür gibi geleneksel sanatlarımızla uğraşan<br />
Kum, en son çinide karar kılmış. “Çiniye beni yönlendiren o<br />
capcanlı renklerin parlaklığı, laleler, güller, karanfiller… Çinin<br />
çok zengin bir süsleme programı var. Kalıcı olma özelliği bir<br />
de beni çeken. Tarihi çinilerde, geçmişe ait izleri yakalamak<br />
kolay... Sözgelimi ahşap için böyle bir şey söz konusu değil.”<br />
sözleriyle de neden çinide karar kıldığını anlatıyor.<br />
Çini sanatında geçmişle günümüzü de karşılaştırmadan geçemiyor<br />
Kum. “Eskiden hammaddenin elde edilmesi zordu,<br />
şimdi daha kolay. Ama bu kez de o zamanki kaliteyi yakalamak<br />
güçleşti. Bugün hâlâ bir Selçuklu, bir Osmanlı dönemindeki<br />
kalitede çini yapamıyoruz.” diyen Kum, “Eski sanatçılar<br />
kadar gönülden çalışmıyoruz herhalde. Gönlümüzü vererek<br />
çalışmıyoruz.” sözleriyle de bir anlamda öz eleştiride bulunuyor.<br />
“Üretim daha çok kazanca yönelik olduğu için mi?” diye<br />
soruyoruz Levent Kum’a, o da, “Genel olarak modern çağın<br />
insana getirdiği bir şey var herhalde. Hızlı tüketime hizmet<br />
etmek telaşı varken o zamanki iklimi yakalamak zor. Biz, bugün<br />
gelişmeye dönük değil, daha çok eskilerin yaptığını yakalamaya<br />
çalışıyoruz. Hâlbuki daima bir adım ileriye gitmek<br />
gerekiyor.” diye cevaplıyor sorumuzu. Biz de, Levent Kum ve<br />
onun gibi düşünenlerin çini sanatını daha ileriye götürmesi<br />
dileğimizi ifade ederek, ayrılıyoruz ustanın yanından.<br />
11
212
Sanatla Mabedin Buluştuğu<br />
Ayasofya’da<br />
“Hüsn-i Hat” Şöleni<br />
Hamza ASLAN<br />
Kadim medeniyetlerin mabetleriyle sanatları çoğu zaman tamamlar birbirini.<br />
Bazen mabet sanatı taşır ardı sıra, bazen sanat takar mabedi peşine. Ayasofya’da,<br />
nam-ı diğer Hagia Sophia’da ise sanat ve mabet asırlardır omuz omuza devam<br />
ederler yolculuklarına. Harikulade mozaikleri, çinileri, fetihten sonra devasa hüsn-i<br />
hat levhalarıyla sanat ve mabet birlikteliğinin en güzel örneklerindendir Ayasofya.<br />
13<br />
3
Osmanlı’dan günümüze, çeşitli sebeplerden dolayı “Ayasofya”<br />
adıyla anılan birçok cami var. Örneğin Mora yarımadasında<br />
Benefşe Ayasofya Camii, Edirne Enez’de<br />
bir nâmı da Ayasofya olan Fatih Camii, Orhan Gazi’nin<br />
İznik’i fethetmesiyle kiliseden çevrilen Ayasofya Camii,<br />
Trabzon’da eski bir manastır kilisesi olan Ayasofya<br />
Camii, Edirne Kaleiçi’nde yakın zamana kadar Ayasofya<br />
adıyla tanınan cami… Bunlarla birlikte Selanik, Sofya<br />
ve Ohri’deki diğer Ayasofyalar… Fakat bu Ayasofyalar<br />
arasında en meşhuru tabii ki herkesin aklına ilk gelen,<br />
İstanbul’un fethiyle ilk Cuma namazı kılınan, etrafındaki<br />
külliyesiyle büyük bir önemi haiz Cami-i Kebir Ayasofya.<br />
Küllerinden Doğan Ayasofya<br />
Ayasofya’nın temeli ilk kez 4. yy’da atılmış. Ahşap çatılı<br />
bu ilk yapı, I. Constantin (324-337)’in bir eseri olarak<br />
kabul edilse de, oğlu Constantinus (337-361) döneminde<br />
tamamlanmış ve 360 yılında açılmış. Yaklaşık 40<br />
yıl sonra, 404 yılına gelindiğinde şehirde bir ayaklanma<br />
çıkmış. Patrik İoannes Khyrasostomos’un sürgün edilme<br />
hadisesiyle çıkan ayaklanma, şehirde büyük bir yangını<br />
da beraberinde getirmiş ve Ayasofya yanmış. 10 yıl kadar<br />
sonra İkinci Ayasofya yeniden yükselmiş şehirde. II.<br />
Thedosius’un yaptırdığı bu ikinci mabet, yine bir ayaklanma<br />
sonucunda yeniden yanmış. 532 yılında İustinianos<br />
(527-565) ve karısı aleyhine çıkan Nika ayaklanmasındaki<br />
yangın yıkmış ikinci Ayasofya’nın bir kısmını.<br />
Yandıkça küllerinden doğmuş Ayasofya. Üçüncü kez yapımına<br />
başlanmış. İş, Trallesli (Aydın) Anthemios ile Miletoslu<br />
(Milet-Balat) İsidoros isimli mimarlara verilmiş.<br />
10 bin civarında işçi çalışmış bu iki mimarla birlikte. İustinianos,<br />
bu inşaat için imparatorluğunun dört bir yanından<br />
malzemeler getirtmiş. Anadolu’dan, Mısır’dan,<br />
Suriye’den sütunlar, muhtelif renkte ve cinste mermerler<br />
alınmış. İustinianos, bu mabedin, Hz. Süleyman’ın<br />
Kudüs’te yaptığı Süleyman Mabedi’nden daha büyük olmasını<br />
istiyormuş. Altı yıl sonra, 537 yılında büyük bir törenle<br />
açılmış III. Ayasofya. Ve tabii yüksekliği 55.6 metre,<br />
çapı ise yaklaşık 32 metre olan kubbenin altında şükrettikten<br />
sonra şöyle demiş İustinianos; “Ey Süleyman,<br />
Tanrı’nın yardımıyla şimdi seni geçtim işte!”<br />
Ayasofya’nın Müslümanlar ve Hıristiyanlar İçin Önemi<br />
Ayasofya, inşa edildiği tarihten itibaren hem Hıristiyanlar<br />
hem de ilerleyen dönemde Müslümanlar için çok kıymetli<br />
bir konumdadır. Doğu Roma İmparatorluğu’nun en büyük<br />
kilisesi olan Ayasofya, o zamanki adıyla Hagia Sophia,<br />
Ortodoks Hıristiyanların adeta göz bebeğidir. İmparatorlar,<br />
taçlarını Ayasofya’da giyerdi. Savaşa çıkmadan<br />
önce, zafer dilemek için burada dua edilirdi. Savaş dönüşü,<br />
eğer ki galibiyet kazanılmışsa muzaffer olmanın mutluluğuyla<br />
burada şükredilirdi. Ayasofya, Hıristiyanların<br />
nazarında aşılamayan bir eser konumundaydı.<br />
Tarihi süreç içinde, Müslümanlar için de Ayasofya’nın<br />
ciddi bir itibarı ve önemi oluştu. Sadece Anadolu’da yaşayan<br />
Müslümanlar için değil, Hicaz bölgesinde mukim<br />
olan Müslümanlar için de Ayasofya’nın namı yürüdü.<br />
14
Ahali arasında bu itibar o derece yaygınlaşmıştı ki,<br />
Ayasofya’ya dair söylentiler dilden dile aktarılır olmuştu.<br />
Hz. Peygamber Efendimiz dünyayı teşrif ettiklerinde,<br />
İustinianos’un heybetiyle övündüğü, Ayasofya’nın<br />
kubbesinin çatladığı rivayet edilmiştir.<br />
Sanatla Mabedin Hagia Sophia’da Buluşması<br />
Binasının dışı kadar içi de heybetlidir Ayasofya’nın. Gerek<br />
Hagia Sophia iken, gerek Ayasofya olduktan sonra<br />
sanatından taviz vermemiştir. Narteksten naosa<br />
geçerken ziyaretçilerini karşılayan İmparator Kapısı<br />
üzerinde, altın renkte zeminin üzerine, tahtta oturan<br />
İsa’nın ayaklarına secde eden İmparator VI. Leon<br />
figürü Ayasofya’nın kıymetli mozaiklerindendir. Güney<br />
galeride, Meryem ve Vaftizci İoannes’in ortasında<br />
bulunan İsa’nın oluşturduğu “Deisis” sahnesi de,<br />
Ayasofya’daki en estetik mozaiklerdendir. Kucağında<br />
çocuk İsa ile tahtında oturan Meryem’e, imparatorlardan<br />
Büyük Konstantin Konstantinopolis şehrini, İustinianos<br />
ise Ayasofya’nın maketini takdim eder halde mozaiklenmiştir.<br />
Yıllarca çok kitap yazıldı Ayasofya’nın tarihi ile ilgili. Çini<br />
ve mozaiklerinin neleri temsil ettiği, üzerlerinin kapatılması,<br />
tekrar açılması, Fossati’nin onarımları, efsaneleri,<br />
gizemli dehlizleri dilden dile aktarıldı. Fakat en az bu<br />
çini ve mozaikler kadar önemi haiz ve trajik sanat eserleri<br />
daha var Ayasofya’nın. Fethin sembolu olup minberin<br />
iki yanına asılan, fakat günümüzde yerinde olmayan<br />
(!) Sancak-ı Şerifler ile Fetih Kılıcı gibi… Günümüzde<br />
yerinde asılı olan fakat yıllar evvel Kazasker Mustafa<br />
İzzet Efendi’nin çürümeye terk edilen celi sülüs devasa<br />
levhaları gibi…<br />
Ayasofya “Hüsn-i Hat”la Tanışınca...<br />
İstanbul’un fethini müteakip, fethin usulü gereği şehrin<br />
en büyük kilisesi camiye çevrilir. Ki bu da usulen Ayasofya<br />
olunca ilk Cuma namazı orada kılınır. Ortodoks Hıristiyanlığının<br />
en görkemli yapısı, cami olur. Birçok ilave<br />
yapılır daha sonra Ayasofya’ya. Dört farklı minaresi<br />
eklenir. Mihrabın iki yanına Budin’den getirilen tunç<br />
şamdanlar konur. III. Murad zamanında, Bergama’dan<br />
yekpare mermerden oyulmuş iki büyük küp getirilir. Padişah<br />
türbeleri, sıbyan mektebi, şadırvan, muvakkithane,<br />
sebiller, imarethane ve Fatih medresesi yapılır. Fakat<br />
Ayasofya’ya asıl heybetini katan, Kazasker Mustafa İzzet<br />
Efendi’nin celi sülüs levhaları ve kubbesine yazdığı<br />
Nur Suresi’nin 35. âyetidir belki de.<br />
Sanat tarihçisi, İstanbul ve Bizans tarihi uzmanı Prof.<br />
Dr. Semavi Eyice’nin TDV İslam Ansiklopedisi Ayasofya<br />
maddesinden öğrendiğimize göre, şu an Kazasker’in<br />
levhalarının asılı olduğu yerde İbrahim Efendi’nin levhaları<br />
varmış: “1651’de Teknecizade İbrahim Efendi’nin<br />
hattı ile yazılmış caminin içini süsleyen büyük levhalar<br />
konulmuş ise de bunlar 1847-1849 tamirinde kaldırılarak<br />
yerlerine bugün görülen Mustafa İzzet Efendi’nin<br />
7,5 metre çapındaki yuvarlak levhaları asılmıştır.”<br />
16
VI. Leon Mozaiği<br />
17
Camiyle hat sanatı, birbirini tamamlayan, muhteşem<br />
bir uyumla insanları zevkyâb eden ikiz kardeş gibidir.<br />
Kazasker’in levhalarıyla Ayasofya’da böyle bir bütünlük<br />
oluşturmuştur âdeta. Bursa Ulu Camii ile levhaları<br />
gibi, Fatih Camii Haziresi ile Râkım’ın celi<br />
sülüs kitabeleri gibi… Lafza-i Celal ve<br />
İsm-i Nebi ile Hulefa-i Raşidin ve Hasaneyn<br />
Efendilerimizin ism-i şeriflerinin<br />
yazılı olduğu 7,5 metre çapındaki<br />
levhalar da, Ayasofya’nın<br />
heybetine heybet katmıştır. Tabii<br />
bir de İustinianos’un, Süleyman<br />
Mabedi’ni geçmesiyle övündüğü<br />
o azametli kubbeye yazılan Nur<br />
Suresi’nin 35. âyeti…<br />
Kazasker'in levhalarının hikâyesi,<br />
TDV İslam Ansiklopedisi'nde şu cümlelerle<br />
anlatıyor: “Ayasofya’nn 1849’daki tamiri<br />
sırasında ilk olarak küçük boyda yazdığı Nur<br />
ayeti (en-Nur 24/35) caminin kubbesine göre satranç<br />
usulüyle büyütülüp varak altınla işlenmiştir. Lafza-i celal,<br />
ism-i nebi, ilk dört halife ve Hasan-Hüseyin isimle-<br />
18<br />
Sultan Abdülmecid'in<br />
Mozaik Tuğrası<br />
II. Ahmet'in Celî Sülüs Levhası<br />
ri önce küçük boyda yazılmış (bunlar mihrabın duvarında<br />
hala asılıdır) ve caminin azametine uygun olması<br />
için 7,5 m. çapında daire şeklinde büyütülünce kalem<br />
ağzı da 35 santimetreye çıkmıştır. Kazasker bu celilerini<br />
daha sonra uzaktan seyrettiğinde, ‘Ah, kabil<br />
olsa da şu levhaları tekrar yazsam.’ dediği<br />
bilinmektedir.”<br />
Kazasker'in Levhalarına<br />
Hürmetsizlik<br />
Ayasofya-i Kebir Camii 1934’te<br />
müzeye dönüştürülürken, Kazasker<br />
Mustafa İzzet Efendi’nin her<br />
biri 7,5 metre çapındaki levhaları<br />
da dışarı çıkarılmak istenir. Fakat<br />
dünyanın en büyük levhaları, muşamba<br />
üzerine varak altınla işlendikten<br />
sonra caminin içinde çatıldığı için,<br />
kapılardan çıkarılamaz. On beş yıl, caminin<br />
içinde, yerde duvara dayalı bir halde tutulur. İbnülemin<br />
Mahmud Kemal İnal merhumun gayretiyle, 1949<br />
yılında yerlerine asılır levhalar. İbnülemin bu elim hadiseyi<br />
“Son Hattatlar” kitabında şöyle aktarıyor:<br />
II. Mustafa'nın Besmele-i Şerifi ile Ayasofya Camii hatibi Hatip Mehmet Efendi'nin "hatip ebrusu"
“İsmi Celâlî, ismi Nebeviyi, esamii çar yar ve Haseneyni ihtiva<br />
eden bu elvahı celile, bir takım kıymet bilmez eşhas tarafından<br />
indirilüb bir kenare konulmuş ve bazılarının bazı yerleri<br />
zedelenmişdi. Bu hal bizimle beraber diğer erbabı imanı<br />
dağdar etdiğinden tekrar asılması içün oğraşdıksa da müveffak<br />
olamamışdık. Nihayet Ayasofya Müzesi Müdiri Muzaffer<br />
Remazan Beyi teşvik ve teci' etdiğimde ‘Para yok, olsa asarım.’<br />
demişdi. Öteden beri benimle beraber bu işe sarfı zihn<br />
eden yüksek mühendis Ekrem Hakkı ve tüccardan Nazif Beyler,<br />
icab eden parayı hasbeten lillâh vererek Ekrem Beyin nezareti<br />
altında levhalar ta'mir edildi. Yine o zati ekremin himmetile<br />
levhalar, bikeremihilkerim 28 kanuni sani 1949 (22 rebiulevvel<br />
1368) de elvahı şerife yerlerine asıldı. Ekrem gelüb<br />
beni götürdü. Levhaları mahalli kadiminde görünce ağlamağa<br />
başladım. Cenabı ekremülekremine hamdü sena ve Ekrem<br />
ve Nazif ile Muzaffere teşekkür ve dua etdim.”<br />
II. Mahmut'un Celî Sülüs Levhası<br />
II. Mahmut'un Celî Sülüs Levhası<br />
Ayasofya’da Hattat Padişahların da Levhaları Var<br />
Ayasofya’da Kazasker’in levhalarının yanı sıra dönemin ünlü<br />
hattatlarının ve padişahların da levhaları var. Mihrabın sol duvarında,<br />
Hattat Mehmed Esad Yesari’nin ve Şeyhülislam Hattat<br />
Veliyyüddün Efendi’nin enfes celi ta’lik levhaları bulunuyor.<br />
Mihrabın sağ duvarına ise II. Mahmud, II. Ahmed ve II.<br />
Mustafa’nın hatları asılı. Ayrıca Ayasofya’da ebru sanatımızın<br />
bir örneğini görmek de mümkün. Ayasofya Camii’nin hatiplerinden<br />
Hatip Mehmed Efendi tarafından yapılan ve türüne<br />
kendi isminin verildiği “hatip ebrusu”, II. Mustafa’nın levhasının<br />
zeminini oluşturuyor. Bu levhalar birer şaheser olsalar da,<br />
II. Mahmud imzalı bir levha yakasını söylentilerden kurtaramamış.<br />
İbnülemin’in “Son Hattatlar” kitabından öğrendiğimize<br />
göre Evranoszade Sami Bey, “Büyük Hattatlarımızın Tarihlerinden<br />
Bir Hulasa” başlığıyla yazdığı uzun bir makalenin -Trabzon<br />
Milletvekili Salih Bey tarafından verilen- suretinde şöyle diyor:<br />
19
“...Ayasofya’da Sultan Mahmud imzalı büyük levha, doğrudan<br />
doğruya Râkım’ın kaleminden çıkan ve en büyük hattatlarımızı<br />
hayretlere düşüren bir nümune-i hârikadır.”<br />
Merhum İbnülemin bu duruma temkinle yaklaşıyor ve bu<br />
konu hakkında “Son Hattatlar” kitabında şunları yazıyor:“<br />
Ayasofya’daki levhanın ‘Sultan Mahmud’un değil, Râkım’ın<br />
kaleminden çıkdığı’ isbate muhtacdır. Evranoszadenin tabiriyle<br />
‘bir nümune-i harika’ olan o levhaya imzasını koymasına<br />
üstadı, padişaha müsaade etmiş ise hakikate mugayir<br />
hareketde bulunduğu ve şakirdinin de bulundurduğu içün<br />
ma'nen mes'uldür. Padişah da kendi eseri olmıyan bir levha-<br />
20<br />
ya bi mühaba ketebe yazmak suretile hakikate riayet ve tarihe<br />
sadakat etmediğçün mes'uliyetden kurtulamaz. Fekat bu<br />
mühim maddeyi kavli müceredle değil, muteber vesika ile isbat<br />
etmelidir. Zira kavli mücerred, her vakt kabili reddir.”<br />
Kazasker’in Levhalarının Gölgesinde<br />
Lisan-ı Hat ile Aşk-ı Nebi Sergisi<br />
Asırlardır muhtelif sanat dallarında şaheserlere ev sahipliği yapan<br />
Ayasofya, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin levhalarının<br />
gölgesinde anlamlı bir sergiye ev sahipliği yaptı. Hat koleksiyoneri<br />
Mehmet Çebi’nin sanat yönetmenliğinde 114 Hilye-i<br />
Şeriften oluşan Lisan-ı Hat ile Aşk-ı Nebi Sergisi, yerli ve ya-
ancı binlerce ziyaretçinin ilgisini çekti. 2012 yılı Kutlu Doğum<br />
Haftası İstanbul Etkinlikleri kapsamında, Diyanet İşleri<br />
Başkanlığı’nın düzenlediği dünyanın en büyük Hilye-i Şerif<br />
serginin açılışında sanat ve siyaset dünyasından birçok<br />
isim hazır bulundu. Birbirinden güzel 114 Hilye-i Şerif, tezhip<br />
ve minyatür sanatlarının da inceliğiyle sergiyi gezenlere<br />
duygulu anlar yaşattı.<br />
Büyük hattat Hafız Osman Efendi’nin klasik hilye formu kullanılarak<br />
yazılan levhalarla birlikte, modern tasarıma sahip hilyeler<br />
de Lisan-ı Hat ile Aşk-ı Nebi Sergisi’nde sanatseverlerle<br />
buluştu. Hasan Çelebi, Hüseyin Kutlu, Turan Sevgili, Sa-<br />
vaş Çevik, Hüseyin Gündüz gibi usta hattatların hilyelerinin<br />
yanı sıra yurt dışından birçok hattatın hilyeleri de Lisan-ı Hat<br />
ile Aşk-ı Nebi’de sergilendi.<br />
Muhtelif medeniyetlerin ve dönemlerin sanat eserlerine ev<br />
sahipliği yapan Ayasofya, 15 yıl boyunca Kazasker Mustafa<br />
İzzet Efendi’nin levhalarına hürmette kusur edenleri, belki de<br />
Lisan-ı Hat ile Aşk-ı Nebi Sergisi ile affettirmiştir. Fethin sembolü<br />
olan Sancak-ı Şeriflerin ve Fetih Kılıcı’nın yerlerine iadesi(!)<br />
temennisini de ekleyerek nice “Hilye”li Ayasofya sergileri<br />
gezmek dileğiyle…<br />
21
Dört Başı Mamur Müzehhibe;<br />
Mamure Öz<br />
Semra ÜNLÜ<br />
İnsanın iştigal ettiği iş, karakterine de yansır derler. Mamure Öz de; sakin, duru, insanı başka diyarlara sürükleyen bir<br />
mizaca sahip olduğunu her haliyle gösteriyor. Hiç aklında yokken tanışıp gönül verdiği tezhip sanatını anlatırken farkına<br />
varabiliyorsunuz bunun. Çalışırken, zaman mefhumunu yitirecek kadar tezhip sanatına âşık olan usta müzehhibeyi,<br />
Üsküdar Valide-i Atik Külliyesi’ndeki Nakkaş Tezyini Sanatlar Atölyesi’nde ziyaret ettik. Sanatçı, tezhip sanatına<br />
başlamasından bu sanattaki önceliklerine ve gündemindeki projelerine kadar pek çok konuya değindi.<br />
22
“Bir gün bir kitap okudum ve hayatım değişti.” der, “Yeni<br />
Hayat” adlı kitabında Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk.<br />
Gerçekten de bazen bir adım atarız ve bütün hayatımız<br />
değişir. Bu adım, yaşamımızın tüm gidişatını etkiler,<br />
bizi bambaşka mecralara sürükler. Tezhip sanatçısı<br />
Mamure Öz’ün hayatı bu duruma en güzel örneklerden<br />
biri. Yirmi bir yaşında bir genç kızken, ablasının tavsiyesi<br />
üzerine Cerrahpaşa Tıp Tarihi Enstitüsü’ne adımını atması,<br />
sanatçının hayatında önemli viraj olmuş desek yeridir.<br />
Zira adımını attığı bu enstitüde, bir daha kopamayacağı<br />
tezhip sanatıyla tanışmış ve hayatını geleneksel Türk süsleme<br />
sanatlarının yaşatılmasına adayan, ardında büyük<br />
ve çok kıymetli bir sanat arşivi bırakan Ord. Prof. Dr. Süheyl<br />
Ünver’i tanıma ve ondan ders alma şerefine nail olmuş<br />
usta müzehhibe.<br />
Üsküdar Valide-i Atik Külliyesi’ndeki Nakkaş Tezyini Sanatlar<br />
Atölyesi’nde bizi misafir eden Mamure Öz’le, tezhip<br />
sanatına başlamasından bu sanattaki önceliklerine,<br />
gündemindeki projelerden, geleneksel sanatlarımıza günümüzde<br />
hak ettiği değerin verilip verilmediğine kadar<br />
pek çok konuda konuştuk.<br />
Mamure Öz, tezhip sanatıyla ilk tanışmasını, “O güne<br />
kadar sadece Kur’an-ı Kerim’in etrafındaki süslemeler<br />
olarak biliyordum tezhibi. İlk başladığım zaman rahmetli<br />
hocam Süheyl Ünver’den, ayrıca Melek Anter, Azade<br />
Akar, Cahide Keskiner’den dersler aldım. Bana ilk fırçayı<br />
tutturan Sevgi Yılmaz Hanımefendidir. O zaman 21 yaşındaydım.<br />
Çok çekingen, mahcup bir kişiydim. Yaptık-<br />
larımın biraz farklı olduğunu kısa zamanda anladı hocalarım.<br />
Tabii ben bunun farkında değildim. Bir de daha<br />
önce boş zamanlarımı değerlendirmek için gittiğim resim<br />
kurslarında seçtiğim motiflerin, hep rumi motifler olduğunu,<br />
tezhiple tanıştıktan sonra fark ettim.” sözleriyle<br />
anlatıyor. Aynı yılın sonunda Topkapı Sarayı’nda Kültür<br />
Bakanlığı’nın açtığı bir kursa müracaat etmiş ve yine<br />
aynı hocaların ders verdiği bu kursa kaydolmuş sanatçı.<br />
Tezhip Her Daim Göz Bebeği Olmuş<br />
Süheyl Hoca’nın atölyesinde kursa devam eden herkesin<br />
hem tezhip, hem minyatür, hem de şukufe denilen natürel<br />
üsluptaki çiçekleri çizdiğini söyleyen Mamure Öz,<br />
“Geleneksel sanatların içinde yer alan, boya ve fırçayla<br />
yapılabilecek her şey yapılıyordu orada. Ben, minyatüre<br />
devam ettim bir yıl kadar.” diyor. O bir yıl süresince fırçanın<br />
izi parmaklarında iyiden iyiye yer etmiş Mamure<br />
Öz’ün. Tıpkı tiyatro sanatçılarının sahnenin tozunu yuttuktan<br />
sonra bir daha iflah olmayışı gibi Öz de, fırça tutan<br />
parmaklarına rengârenk boyalar derinden derine nüfuz<br />
edince bir daha kopamamış geleneksel sanatlarımızdan,<br />
ille de tezhipten.<br />
Topkapı Sarayı’ndaki kurs kapandıktan sonra, derslere<br />
tekrar Cerrahpaşa’da devam edilmiş. 1982 yılında Topkapı<br />
Sarayı’nda aynı kurs yeniden faaliyete geçtiğinde yeniden<br />
başvurmuş Mamure Öz. “Ancak bu kez beni öğrenci<br />
olarak almadılar. ‘Senin bilgin öğrenci olacak düzeyde<br />
değil, ileride.’ dediler. Fakat ben de o güzel ortamdan<br />
ayrı kalmak istemedim, kaydolmadan öylesine<br />
23
gittim geldim. Sürekli bir şeyler yapıp hocalara gösteriyordum.”<br />
diyerek tezhip sanatıyla kurduğu gönül bağının ne<br />
denli sağlam olduğunu anlatıyor.<br />
Sanatını sürekli geliştirmek için bitip tükenmek bilmez bir<br />
azimle gece gündüz çalışan Mamure Öz, kendisindeki artıları<br />
ve eksileri de analiz edebilmiş. Kompozisyon bilgisinin<br />
daha tam olarak oturmadığının farkına varmış sanatçı. “O<br />
sırada Mimar Sinan Üniversitesi iki yıllık sertifika programları<br />
açmıştı. Kompozisyon bilgimi geliştirmek için, bugün<br />
bu müessesede birlikte çalıştığım arkadaşım Semih İrteş’in<br />
branşı olan kalemişleri sınavına girdim. Orada iki yıl kalem işi<br />
bölümüne devam ettim.” diyen Mamure Öz ile İrteş’in yolu,<br />
mesleki anlamda bir daha ayrılmamış.<br />
Mamure Öz, sanat yaşamında kat ettiği yolda diğer hocalarının<br />
yanı sıra Cahide Keskiner’in de kendisine büyük destek<br />
olduğunu şu sözlerle dile getiriyor; “Cahide Keskiner<br />
hocamız Kültür Bakanlığı’na, Topkapı Sarayı’ndaki eğitmen<br />
kadrosuna beni de dahil etmek için müracaat etmiş. Müra-<br />
24<br />
caat üzerine kadro geldi ve ben, 1982’den 2012’ye kadar<br />
Topkapı Sarayı’nda ders verdim. Bu sene kursumuz kapandı.<br />
Bir senelik bir ara verildi restorasyon nedeniyle, seneye<br />
inşallah devam eder.”<br />
Her Bir Motife Ruhunu Katıyor<br />
Mamure Öz’ün usta ellerinden nadide inciler gibi dökülen<br />
hangi motife, hangi çiçeğe, hangi yaprağa baksanız, ona<br />
ruhunu kattığını görürsünüz. Kafanızı bir çalışmasından diğerine<br />
çevirdiğinizde anlarsınız ki, onun ruhu her bir çizgide<br />
azalmamış, daha da çoğalmıştır âdeta. Allah vergisi yetenek<br />
böyle bir şey olsa gerek, diye aklımızdan geçiriyoruz.<br />
Fakat elbette yalnızca Allah vergisi yetenekle gelmemiş Mamure<br />
Öz, bugün bulunduğu noktaya. Kendisinin deyimiyle<br />
“deliler gibi” çalışmış. Çalıştıkça yeni şeyler öğrenmiş, öğrendikçe<br />
bilgiye olan açlığı daha da büyümüş. “Tezhipte her<br />
yüzyılda farklı sistemler olduğunu fark ettim. Yüzyıllara göre<br />
çalışma planı yapıp, incelemelere başladım. Bu bilgiye olan<br />
açlığımda gerçekten beni doyuran iki kişi var; biri canım hocam<br />
Cahide Keskiner Hanımefendi. Bütün arşivini açtı fay-
dalanmam için. Diğeri de<br />
sevgili arkadaşım, can yoldaşım<br />
Semih İrteş Bey. Kompozisyon<br />
konusunda çok şey<br />
öğrendim ondan. Onlar benden<br />
bir ödev beklerken, ben<br />
onlara on ödev verdim. Yaptığım<br />
bir çalışmaya bakıldığında<br />
‘Bu Mamure Öz’ün yaptığı bir<br />
eser’ denilecek duruma gelmek için çok<br />
çalıştım. Şimdi de öğrenci yetiştiriyorum, hatta<br />
öğrencilerim de kendi öğrencilerini yetiştiriyor.”<br />
diyor Öz. Sanatçı, bu sözleriyle, geleneksel sanatların<br />
en iyi “utsa-çırak” ilişkisi yoluyla aktarıldığının altını<br />
çiziyor bir anlamda.<br />
Söz yine Süheyl Ünver’e geliyor. Bugün artık sanat camiasında<br />
kabul görmüş, isim yapmış pek çok ustanın<br />
üzerinde emeği bulunan Ünver’in, en çok talebe<br />
yetiştirmesiyle bilindiğini söylüyor Mamure Öz. Usta<br />
müzehhibe, rahmetli hocasını minnetle anarak, “Bugün<br />
geleneksel sanatlarımız bu duruma geldiyse, Süheyl<br />
Hocamızın çalışmaları sayesindedir. Onun en önemli<br />
özelliği öğrenci yetiştirmesidir. Onun çağdaşı başka tezhip<br />
sanatçıları da var, ama onlar fazla öğrenci yetiştirmemişler;<br />
saysanız iki veya üçtür. Ama Süheyl Hoca yüzlerce<br />
öğrenci yetiştirdi. Süheyl Hoca’nın atölyesine gelenler,<br />
tezhip yapmasalar bile geleneksel el sanatlarıyla ilgili bilgi<br />
edindiler. Onun bilgisinin enginliği karşısında hayretler<br />
içinde kalırdım.” diye konuşuyor.<br />
Osmanlı Nakkaşhane Geleneği<br />
Üsküdar’da Yaşatılıyor<br />
Biz söyleşimizi sürdürürken kulağımızın pası, bahçedeki<br />
gül ağaçlarında yeni yeni açmaya başlayan güle<br />
aşkını ilan eden bülbülün şakımasıyla siliniyor. Mamure<br />
Öz’ün anlattığına göre, Üsküdar’ın kuytusundaki<br />
bu gizli cennet bahçesine yolu, geçen yıl<br />
düşmüş bülbülün. Halsiz, perişan bir haldeymiş<br />
geldiğinde. Bakmışlar, beslemişler, şimdi güllere<br />
aşk şarkıları söyler hale gelmiş. Bülbülün de hakkı<br />
var hani. Bakmaya kıyamıyor, büyülenip kalıyorsunuz<br />
gördüğünüz güzellik karşısında. Mamure<br />
Öz, “Siz bakmayın buranın bu haline. Yıkık dökük,<br />
harabe bir haldeydi biz buraya geldiğimizde.”<br />
diyor. Epey emek harcanmış, bahçeyi şimdiki<br />
haline getirmek için.<br />
Mamure Öz ve Semih İrteş, Osmanlı dönemi<br />
nakkaşhanelerini günümüzde Valide-i Atik<br />
Külliyesi’ndeki Nakkaş Tezyini Sanatlar Atölyesi’nde<br />
yaşatıyor âdeta. Burada tezyini sanatlarımızın en<br />
güzel örneklerini hayata geçiriyorlar. Atölyede aynı<br />
zamanda, usta-çırak ilişkisiyle öğrenciler de yetiştiriyorlar.<br />
Mamure Öz, buradaki atölye modelini ilk<br />
olarak Fatih’teki Sema Nakışhanesi’nde uyguladıklarını<br />
şu sözlerle dile getiyor; “Fatih’te 1991 yılında<br />
açtığımız Sema Nakışhanesi bu konuda ilk örnekti.<br />
Orayı kurmaktaki amacımız, eski nakışhane siste-<br />
mini yeniden hayata geçirmek, o bağlamda eserler üretmek.<br />
Yani bir baş nakkaş ve onun tasarımlarını yapan bir<br />
ekip… O ekipte kimi altın ezecek, kimi kontur çekecek, kimi<br />
zemin dolduracak. Ama baş nakkaş, yapılan çalışma üzerinde<br />
sürekli denetim sahibi olacak. Yapılan şeyin tasarımı mutlaka<br />
baş nakkaşa ait olacak. Biz böyle bir sistemin küçük bir<br />
modelini Fatih’te hayata geçirmiştik. 19 yıl orada kaldık. Buraya<br />
geldikten sonra ekibimiz daha kalabalıklaştı. Burada hepimiz<br />
bir aradayız, herkes birbirine yardım ediyor. Çok da iyi<br />
neticeler alıyoruz.”<br />
Fatih’teki Sema Nakışhanesi döneminde bir ara ebru<br />
sanatıyla da uğraştığını öğreniyoruz Mamure<br />
Öz’ün. Nakışhane’nin alt katının, ebru yapımına<br />
çok uygun olduğunu belirten Öz, “Zira ebru<br />
biraz nem ister. Orasının rutubet ortamı ebru<br />
için çok uygundu. Ebruzen Nur Taviloğlu<br />
ile birlikte aşağı kata ebru teknesi kurduk.<br />
Öğrenmeye başladım ebruyu<br />
ve çok zevk aldım. Yaklaşık<br />
iki yıl ebruyla uğraştım. Ayrıca<br />
iki yıl hat da çalıştım. Bunlar<br />
benim üvey çocuklarım, diyorum.<br />
Minyatür de öyle…<br />
Ama ille de tezhip. Tezhip<br />
benim gözbebeğim, öz evladım.”<br />
sözleriyle uğraştığı diğer<br />
tezyini sanatlar bir yana<br />
tezhibe ne denli kıymet verdiğini<br />
anlatıyor.<br />
Teknoloji Hem Avantajlı<br />
Hem de Dezavantajlı<br />
Mamure Öz, sanatçı dostu Semih İrteş<br />
ile birlikte Üsküdar’daki saklı bu<br />
cennet bahçesinde kurulu atölyede saray<br />
nakkaşhane geleneğini sürdürmeye<br />
çalıştıklarını söylerken, zihnimiz, o dönemle<br />
şimdiki dönem arasında bir karşılaştırmaya<br />
girişiyor. “Sizce o dönemin nakkaşları<br />
mı daha şanslıydı, bu dönemin nakkaşları<br />
mı? Kendinizi avantajlı görüyor musunuz?”<br />
diye soruyoruz. Pek çok açıdan avantajlı<br />
olduklarını bakın nasıl ifade ediyor usta müzehhibe;<br />
“Ben gerçekten şanslı yaratıldığıma inanıyorum.<br />
Bir kere bugünün teknolojisi büyük kolaylıklar sağlıyor<br />
bize. Örneğin elektrik 16. yüzyılda yoktu, şimdi ise istersek<br />
gece de geç saatlere kadar çalışabiliyoruz. Evlerimiz<br />
kaloriferli, sıcacık. Üşümeden çalışabiliyoruz. O açıdan günümüz<br />
koşullarında yaşayıp eser üretmek güzel.”<br />
Bir tek malzeme konusunda eski nakkaşlara imrendiğini<br />
söyleyen Mamure Öz, “O yüzyıllarda kullanılan malzemeler<br />
ne yazık ki yok artık. Teknolojinin dezavantajları da var<br />
yani. Mesela kâğıttaki ve boyadaki asit sebebiyle, yaptıklarımızın<br />
ne kadar süreyle hayatta kalabileceğini bilemiyoruz.<br />
Dayanıklılık problemi var yani. Boyanın ve kâğıdın içeriğindeki<br />
asit zamanla o eserin üzerinde birtakım tahribatlara sebep<br />
olacak. Keşke, o günkü malzemelere bugünkü koşullarda<br />
sahip olabilsek.” diyor.<br />
25
Mamure Öz’e, geleneksel sanatlarımıza günümüzde hak<br />
ettiği değerin verilip verilmediğini de soruyoruz. Geleneksel<br />
Türk el sanatlarının altın çağını yaşadığı 16. yüzyılda, tezyini<br />
sanatların devlet himayesinde yapıldığına dikkat çeken Öz,<br />
“Günümüzde daha o düzeyde değil ne yazık ki. Ama iyiye<br />
gidiyor çok şükür. İsterdim ki, devletin himayesinde bir merkez<br />
olsun ve sırf sanatı korumak adına orada bir kurul oluşturulsun.<br />
Ve tezhip öğretecek kişileri bu kurul seçsin. Süheyl<br />
Hoca’ya üç kez giden biri bugün kalkıp ders veriyor. Çok<br />
fazla bilgi eksiği var, tasarım bilgisi hiç yok bir kere. Bu şekilde<br />
cahil cesaretiyle ders verenler, kendi eksik bilgileriyle insanları<br />
yanlış yönlendirebiliyorlar. Bütün üniversitelerde, bu<br />
konuda birikimli, bilgisine güvenen kişiler ders verse keşke.”<br />
sözleriyle, sanatın ehil olmayan kişilere emanet edilmemesi<br />
gerektiğini vurguluyor.<br />
“Eski Bir Yazma Esere Bakınca İçim Titrer”<br />
İnsanın ölümsüzlük iddiasıyla kendisini ifade etme biçimi<br />
olan sanat, insanlık tarihi gibi sürekli bir değişim ve gelişim<br />
halindedir. Sanattaki bu dönüşüm, “geleneksel” (klasik) ve<br />
“modern” kavramlarıyla ifade edilir. Kimi sanatçı, sanatını<br />
icra ederken geleneğe sıkı sıkıya bağlıdır, kimisi de modern<br />
10 26<br />
akımlara kapılır ve geleneği kökten reddeder. Bazı sanatçılar<br />
ise modernizme ayak uydurarak geleneğe sahip çıkar<br />
ve böylelikle eskiyle yeninin harmanlandığı farklı bir sentez<br />
ürünü çıkar ortaya.<br />
Tezhip sanatına gönül vermiş olan ve 36 yıldan bu yana kalemini,<br />
fırçasını elinden bırakmayan sanatçı, kendi deyimiyle<br />
“klasikçi”. Geleneksel olanla arasında kurduğu duygusal<br />
bağı bakın nasıl dile getiriyor; “Klasiği benimsiyorum daha<br />
çok. Klasik bir esere baktığım zaman içim titrer. Eski bir yazmadaki<br />
bir tezhibi gördüğüm zaman içim titrer. O kâğıda<br />
emek veren, o kâğıdın üzerine elini süren benim için çok değerlidir.”<br />
Mamure Öz, geleneksel sanatlarımızdan olan hat<br />
sanatında da klasik olanı, siyah mürekkep ile terkip edilmiş<br />
olanı daha fazla beğendiğini belirterek, “Renkli hat çalışan<br />
ustalar da var ama benim için siyahın yeri bir başka. Hat<br />
sanatında yeniliklere açık değilim. Klasikten asla ödün vermem.<br />
Yeşiller, kırmızılar pek açmıyor beni.”<br />
Hazır söz hat sanatına gelmişken, bir ara hat ile de uğraştığını<br />
belirtiyor Mamure Öz. Tezhip, hat, ebru, minyatür…<br />
Bu sanatların hepsinin bir arada sürdürülmesinin çok müm-
kün olmayacağını, daha doğrusu verimli olmayacağını düşünmüş<br />
sanatçı. Öz, “Bu nedenle sadece birine yoğunlaşarak<br />
yola devam ettim, bu tercihimi de tezhipten yana kullandım.”<br />
diyor.<br />
Tezhipte Maneviyat Duygusu Önemli<br />
Geleneksel sanatlarla uğraşmak maneviyat gerektirir. Öyle<br />
ki, manevi değerlerden bihaber bir sanatçının kaleminden,<br />
fırçasından dökülen bir sanat eseri öksüzdür, eksiktir. Usta<br />
müzehhibe Mamure Öz de, şu sözleriyle doğruluyor bu<br />
düşünceyi; “Bu sanatla uğraşırken öncelikle çok sabırlı olmak<br />
gerekiyor. Bu sanatın ikinci olmazsa olmazı ise yapılan<br />
işin maneviyatla ilgili bir iş olduğunun idrakine sahip<br />
olmaktır. Tezhip yapan, ‘Bunu bitirip para kazanacağım’ı<br />
değil, Allah’ın ayetlerine, Hazreti Peygamber (SAV)'in hadislerine<br />
hizmet etmekle yükümlü olduğunu düşünmeli.<br />
Büyük bir manevi hizmet veriyoruz çünkü. Tezhip sanatçısı<br />
bunun idrakinde olmalı muhakkak.”<br />
Maneviyat elbette önemli, fakat sanatla uğraşırken ilham<br />
perilerini de memnun etmek şart olsa gerek. Öyle ya, bir<br />
kaçtılar mı geri getirebilene aşk olsun. Mamure Öz’e, tez-<br />
hiple uğraşırken nelerden ilham aldığını soruyoruz. Haftanın<br />
beş günü, hatta bazen hafta sonu bile geldiği atölyenin<br />
bulunduğu saklı cennet bahçesinin, sanatçının başlıca<br />
ilham kaynağı olduğu aşikâr. Kendisi de onaylıyor bunu.<br />
Rengârenk çiçeklerle bezeli, kuş cıvıltılarının eksik olmadığı<br />
bahçe, ilham perilerinin en güzelini davet ediyor olmalı çalışırken.<br />
Öz’e ilham veren bir başka şey de müzik. “Müzik<br />
dinlerim çalışırken. O günkü ruh halime göre müzik seçerim.<br />
Türk sanat müziği’ni çok seviyorum. Zeki Müren’i, Müzeyyen<br />
Senar’ı severek dinlerim. İranlı keman sanatçısı Farid<br />
Farjad’ı çok severim bir de.” diyor sanatçı.<br />
Mamure Öz’e, “İhtiyacınız olan ilham geldi ve siz de sabırla,<br />
şevkle çalışmaya başladınız. Bir eseri ne kadar sürede tamamlıyorsunuz?”<br />
diye soruyoruz bu kez de. Duvara asılı<br />
olan büyükçe bir panoyu gösteriyor. Bu çalışmanın neredeyse<br />
bir yıl sürdüğünü, eserin en az beş haftada tamamlanabildiğini<br />
ifade ediyor.<br />
O kadar emek verip, titizlikle çalıştığı bir eserin üzerine, tam<br />
bitimine yakın, sözgelimi bir damla mürekkep damlasa ne<br />
olur acaba, diye düşünmeden edemiyoruz. Mamure Öz,<br />
27
12 28
“Hata tezhipli alanın içinde olduğu sürece bir problem<br />
yok, onu tamir edebilirsiniz. Ama kâğıt kalması gereken<br />
yerdeyse, o çok zor gerçekten. Kâğıdın üzerindekini<br />
hiçbir şekilde telafi edemiyorsunuz. Üzerine serpme,<br />
zerefşan yapabiliyorsunuz gerçi, ama eğer çok kötü<br />
bir hataysa emek zayi oluyor.” diyerek gideriyor merakımızı.<br />
Tezhipte Altın Yaldız Emeğe Değer Katıyor<br />
Tezhip; evvela Allah vergisi yetenek, sonrasında sabır<br />
ve illâ ki ince ruh isteyen bir sanat. Bir gönül işi... Eğer<br />
tüm bu özellikler var ise kişide, altın kullanılması hasebiyle,<br />
bu sanatın biraz pahalı bir uğraş olması o kadar<br />
da önemli değil. Mamure Öz, “Tezhip gerçekten bir gönül<br />
işi. Allah vergisi bir yetenek ve bu sevda olursa hiçbir<br />
engel çıkmaz. Ne malzemesinin pahalı olması engeldir,<br />
ne hat yazısının parası. Hiçbir şey engel değildir.<br />
Biri bu işi öğrenmek için aşkla başlarsa zaten, daha başladığı<br />
ilk zamanlarda hocası onun yeteneğini fark ediyor.<br />
O zaman ona farklı muamele ediyor. O kişinin maddi<br />
durumu hiç önemli olmuyor, hoca ona o imkânı sağlıyor.<br />
Başka türlü olması mümkün değil çünkü.” sözleriyle<br />
doğruluyor bizi.<br />
Usta müzehhibe, kullanılan malzemenin pahalı olmasının,<br />
işin değerini daha da artırdığını söylüyor. Sanatçının<br />
söylediğine göre, tezhipte altın yaldız kullanılmasının<br />
biricik sebebi, altının zamana karşı direnme gücünün,<br />
imitasyon yaldızla karşılaştırılamayacak kadar büyük<br />
olması. “Eğer biz bu iş için altın kullanmayıp yaldız-<br />
la yapsaydık, verdiğimiz emek ziyan olurdu. Çünkü bazen<br />
bir yılda bile karardığı oluyor. Ama altın öyle değil,<br />
emeğimize değer katıyor.” şeklinde konuşuyor sanatçı.<br />
Yıllardır tezhiple uğraşan bir sanatçı olarak, illa ki bu<br />
alanda gelmek istediği bir yer vardır, diye düşünüyor<br />
ve “Tezhipte gelmek istediğiniz nokta nedir?” diye soruyoruz<br />
Mamure Öz’e. Sanatçının tek derdinin, kendisi<br />
gibi birini yetiştirmek olduğunu öğreniyoruz anlattıklarından;<br />
“Kendim gibi birini yetiştirmek istiyorum. Kafamdakileri<br />
tümüyle ona aktarabilirsem ne mutlu bana.<br />
Benden aldıklarının üzerine kendisi de bir şeyler katacak<br />
tabii ki. Nasıl ki ben hocalarımdan aldıklarımla kalmadım,<br />
üzerine bir şeyler kattım, onlardan da aynı şeyi<br />
bekliyorum. Bazen bakıyorum günümüzde hocayla öğrencinin<br />
eserini ayırt edemiyorsun. İyi bir şey değil bu.<br />
Öğrenci hocasından etkilensin ama kendinden de bir<br />
şeyler koysun. Başka türlü ilerleme olmaz zaten.”<br />
Mamure Öz’e son olarak, sipariş çalışmalarının dışında<br />
özel bir projesi olup olmadığını soruyoruz. Havasını<br />
teneffüs etmekten keyif aldığı o güzel bahçede yetişen<br />
çiçeklerden etkilendiğini belirterek, “Bahçede ne<br />
çıkıyorsa onları resimlemeye başladım. Bahçemizde yetişen<br />
bütün her şeyi, en küçük bir çiçeği bile. Bir çiçek<br />
sergisi açmayı düşünüyorum, ‘Bizim Çiçeklerimiz’ adıyla”<br />
diyor. Tezhip sanatına gönül veren sanatseverlere<br />
küçük bir hatırlatma: Mamure Öz’ün 50 kadar çalışmasının<br />
yer alacağı sergi, gelecek sene baharda açılacak.<br />
29
30<br />
Tel Süpürgenin<br />
Sarısı Soluyor<br />
Hatice ÜRÜN<br />
Yüzyıllardır Edirne’nin önemli bir geçim kaynağı olan süpürgecilik<br />
mesleği, modern hayatın getirdiği kolaylıklar sebebiyle, günümüzde<br />
yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Meslek atölyelerinin sayıları<br />
gün geçtikçe azalırken, süpürgecilik zanaatı, küçük dükkânlardan<br />
oluşan “Süpürgeciler Hanı”nda sürdürülmeye çalışılıyor. Süpürgecilik<br />
zanaatını ayakta tutmaya çalışan birkaç kişiden biri olan Fuat Arda<br />
süpürgecilik mesleğini anlattı.
Her dönemde, sağlıklı yaşamın devamı için zamanın koşullarına<br />
uygun olarak temizlik malzemeleri üretilip geliştirilmiştir.<br />
Eski zamanlarda arap sabunu, bez ve tel süpürge<br />
kullanılırken, şimdi ise her lekeyi ayrı ayrı temizleyen<br />
kimyasal içerikli deterjanlar, çeşitli temizlik bezleri,<br />
süpürme, yıkama ve kurutma özelliğine sahip çok fonksiyonlu<br />
elektrikli süpürgeler ile temizliyoruz evlerimizi.<br />
Vaktiyle evin bir bireyi gibi kapının arkasında göreve<br />
hazır bekleyen süpürgelerin, birer temizlik aracı olarak<br />
önemi, 70’li yıllarda Avrupa’dan gelenlerin yanlarında<br />
getirdikleri “gırgır” denen minik ve modern aletler sonrası<br />
azaldı. Daha sonra elektrikli süpürgelerin de hayatımıza<br />
yavaş yavaş dahil olmasıyla geleneksel süpürgeler,<br />
artık yazlıklarda bahçe ve balkon yıkamada kullanılır<br />
hale geldi. Gelişen yaşam koşulları hayata kolaylıklar<br />
sağlarken, süpürgecilik zanaatı ve zanaatkârları da yok<br />
olmaya yüz tuttu. Kendilerine ait dolapları olan temizlik<br />
malzemelerine nispet, çuvaldız tutan elleriyle süpürge<br />
diken ustalar, zanaatlarını yaşatmaya çalışıyor. Bu gayret<br />
içinde, ustalarının mesleklerini sürdürmeye çalıştığı<br />
iki önemli merkez var; biri Adapazarı diğeri de Edirne.<br />
Edirne’nin Son Süpürgecileri<br />
Edirne’de Yahudi ustalar tarafından yapılan geleneksel<br />
süpürgecilik mesleği, ustaların şehirden ayrılmaları üzerine,<br />
yanlarında çırak olarak çalışan Türkler tarafından<br />
devam ettirilmiş. El yapımı geleneksel süpürge, tarlaya<br />
tohumun ekiminden, son şeklini alana kadar bir sürü<br />
aşamadan geçiyor. İşte, tarladan kimisi sarı, kimisi yeşil,<br />
kimisi de kızıl renkte gelen kucak kucak süpürge otlarının<br />
sarı süpürgelere dönüşen uzun hikâyesinin kısa<br />
özeti…<br />
Meriç ve Tunca havzasının sulak arazisinde Adesa adı<br />
verilen en kaliteli süpürge otunun yetişmesi dolayısıyla<br />
süpürgeciliğin merkezi Edirne olmuş. Tatarköy, Menekşesofular<br />
ve Bosnaköy köylüleri için süpürge otu<br />
ekme ve toplama işi, yörenin en önemli geçim kaynağı.<br />
Tohumları ve yaprakları aynı zamanda yem sanayiinde<br />
kullanılan süpürge otları, mevsiminde toplanıyor<br />
ve süpürge yapımına uygun uzunlukta kesilip Süpürge<br />
Borsası’na getiriliyor. Borsadaki memur tarafından<br />
üreticinin belirlediği fiyat üzerinden alıcıya açık arttırma<br />
ile satılan süpürge otları, imal edilmek üzere sahibinin<br />
dükkânına doğru yol alıyor. Kırmızımsı mat renkte<br />
olan otlar, sertleşmesi ve kükürdü kolay emmesi için<br />
önce küçük havuzlarda 15 dakika kadar ıslatılıp penceresiz<br />
bir odada kükürt tütsüsüne tabi tutularak renkleri<br />
sarı hale getiriliyor.<br />
Süpürge üzerindeki otlar, “ayıklayıcı” denen kişi tarafından<br />
özel bir bıçakla ayıklanıyor. Süpürge tepeliği için<br />
otların kalın ve sert kısmı tepelik için, ince ve zayıf kısımları<br />
ise işlik için kullanılıyor. Ayıklayıcıdan gelen otlar,<br />
“sarıcı” denen kişi tarafından küçük demetler haline<br />
getiriliyor. Yapılan demetlerden sağlam olan iki demet<br />
pamuk ipliği ile bağlanıp “bağlayıcı” tarafından<br />
süpürgenin taslağı oluşturuluyor. “Ayacak” (ayak mengenesi)<br />
adı verilen bir alet yardımı ile 4-5 bağ süpürge<br />
otu sağlam bir şekilde birbirine birleştiriliyor. El mengenesini<br />
(falaka) andıran ve süpürge yapımında kullanılan<br />
bir alet ile süpürgenin yassı kısmı oluşturuluyor.<br />
Bir çeşit tokmak sayesinde şekil verilerek sıkıştırılan demetler<br />
böylece süpürgenin genel hatlarını oluşturmaya<br />
başlıyor. “Dikici” tarafından çuvaldız iğne ile üç veya<br />
daha çok yerinden dikilip son şekli verilen süpürgeler,<br />
“paketçiler” tarafından Anadolu şehirlerine gönderilmek<br />
üzere satışa hazır hale getiriliyor. Süpürge yapımının<br />
her aşamasında ustasına yardım eden ve “meydancı”<br />
adı verilen çırak, zamanla işi öğreniyor.<br />
Artık Eskisi Kadar Revaçta Değil<br />
Süpürgenin ömrü, süpürge otunun kalitesi ve yapan ustanın<br />
işçiliği ile doğru orantılı... İşin ustasından öğrendiğimize<br />
göre, ortalama 6 ay kadar süren süpürgenin<br />
ömrü, özen gösterilip mahir bir elden çıkmış ise bir seneye<br />
kadar uzayabiliyor. Satın alınan süpürgenin kalitesi<br />
ise, saplarının yumuşak olması, yarım kiloyu ancak aşan<br />
ağırlığı ve renginin sarılığı ile doğru orantılı…<br />
Yüzyıllardır Edirne’nin önemli geçim kaynağı olan süpürgecilik,<br />
modern hayatın getirdiği kolaylıklara karşı direnememiş.<br />
Meslek atölyelerinin sayıları gün geçtikçe azalmış<br />
ve sonunda bu zanaat, ‘Süpürgeciler Hanı’ denen<br />
ve küçük dükkânlardan oluşan merkezde, birkaç ustanın<br />
vefalı eline, birkaç küçük dükkânın içine sığınmış.<br />
Edirne Ticaret ve Sanayi Odası’nın kayıtlarına göre Süpürgeciler<br />
Hanı’nda 1985 yılında 118 işletme bulunurken,<br />
1996 tarihinde atölye sayısı 60'a, 2003 senesinde<br />
ise 19'a düşmüş. İlde şimdi ise 10-15 civarında dükkân<br />
varlığını sürdürme çabası içinde… Süpürge dikiminde<br />
zamanında kök boyalarıyla renklendirilmiş pamuk iplikler<br />
kullanılırken, günümüzde ise süpürge tellerini sentetik<br />
veya plastik içerikli iplikler birbirine bağlıyor.<br />
33
Mesleğin uzak geçmişinde ise şaşaalı günleri var. Öyle<br />
ki vaktiyle süpürge atölyelerinde devlet memurları çalışırmış.<br />
Çünkü devletten bir ayda aldıkları maaşı, süpürge<br />
atölyelerinde bir haftada kazanabilirlermiş. Bu yüzden<br />
de süpürgecilik şehirde dönemin en gözde mesleklerinden<br />
biri sayılırmış. Anlatılanlara göre, vaktiyle kız<br />
istemeye giden damat adaylarının ellerinde zor çıkan<br />
kök boyası lekelerini gören gelinlik çağdaki kız anneleri,<br />
‘damadın eli iş tutuyor’ kanısına varıp izdivaca rıza<br />
gösterirmiş. Yine anlatılana göre, bu mesleğin içinde<br />
olmayan gençler de kız istemeye gidecekleri zaman,<br />
bir atölyeye uğrar, elden hemen çıkmayan kök boyaları<br />
ellerine bular, böylece kendine süpürgeci süsü verdiği<br />
için muradına kavuşurmuş.<br />
Edirne Süpürge Borsası’nda atölyesi bulunan ve yarım<br />
asırdan fazla bir süredir bu işle meşgul olan Fuat<br />
Arda’dan süpürgecilik mesleği hakkında bilgi aldık, çayını<br />
içip onunla bu meslek ile ilgili sohbet ettik. 1944 yılında<br />
Edirne’nin bir köyünde dünyaya gelen Fuat Bey, 1960<br />
senesinde Edirne merkezde yaşayan eniştesinin yanına<br />
gelmiş. Süpürge ustası olan eniştesinin yanında 8 sene<br />
çalıştıktan sonra 24 yaşında küçük bir sermaye ve 6 çalışanıyla<br />
Bostan Pazarı’nda kendine bir iş yeri açmış. O za-<br />
34<br />
manlarda Adapazarı, Kırklareli ve Edirne’deki süpürgeci<br />
dükkânlarının 247’si bu pazara kayıtlıymış. Fuat Bey’in<br />
işleri çok iyi gitmiş uzun süre. Zaman içinde 25-30 kişiye<br />
mesleği öğretip onların da usta olup iş yeri açmalarına<br />
vesile olmuş. Süpürge imalatına bir süre devam ettikten<br />
sonra 15 sene kadar da süpürge otunun toptan satım<br />
işini yürütmüş.<br />
Atölyeler Bir Bir Kapanıyor<br />
Süpürge otlarını peşin para ile aldıklarını söyleyen Fuat<br />
Bey, bitmiş ürünleri tüccara bazen peşin, bazen vadeli bazen<br />
de çekle sattıklarını ifade ediyor. Bir günde ortalama<br />
150 civarında süpürge ürettiklerini belirten Fuat Bey, bu<br />
sayının haftada bin ilâ bin 200’e çıktığını, 900’ün altına<br />
hiç düşmediğini belirtiyor. Fuat ustanın söylediğine göre<br />
Süpürge Borsa’sında gün erken başlıyormuş. Dükkânlar<br />
sabah namazından sonra açılıyor, mesai de öğleden sonra<br />
saat 3’te bitiyormuş. Yöresel söyleyişiyle ‘Zareci’ denen<br />
seçici dışında bu işte çalışan herkes parasını yaptığı<br />
işin sayısına göre günlük alıyormuş. Süpürgeci Fuat Usta,<br />
süpürge yapımının bugününü ve yakın geçmişi ile kıyaslamasını<br />
şu sözlerle yapıyor: “Bundan 50 sene önce 300<br />
araba mal gelirdi, 90 yılından sonra süpürge otu getiren<br />
araba sayısı azaldı. 1990 senesinden önce Edirne’de 227
çalışan varken sayı gün geçtikçe düştü. Buradaki Süpürge<br />
Borsası'nda şu an 42 dükkân var. Onların hepsi de<br />
atölye değil, bir kısmı depo olarak kullanılıyor. Ben ilk<br />
başladığım zaman bütün ev geçimimi buradan sağlıyordum,<br />
bu meslekten kazandığım para ile mal mülk sahibi<br />
oldum, çocuklarımı okuttum, onları askere gönderdim,<br />
evlendirdim. Ama artık Anadolu’da dahi eskisi kadar<br />
süpürge kullanılmıyor. Biz İstanbul’a süpürge yetiştiremezken<br />
son 5-6 senedir geçimimizi sağlayacak kadar<br />
ancak kazanıyoruz.”<br />
1983 yılında Ticaret Borsası’nda meclis üyeliği, sonrasında<br />
15 sene yönetim kurulu başkan yardımcılığı, 2009 senesinde<br />
de Edirne Ticaret ve Sanayi Odası’nda reis üyeliği<br />
yapmış olan Fuat Arda, mesleğini 5 çalışanıyla birlikte<br />
sürdürüyor. Gençlerin çok tercih etmediği geleneksel<br />
el sanatlarımızdan süpürgecilik mesleğini, ağırlıklı olarak<br />
orta yaşlı ve emekli olmuş kişiler yaşatma gayreti içinde.<br />
Çeyizlerin Olmazsa Olmazı; Aynalı Süpürge<br />
Edirne’de Zındanaltı’nda küçük ara sokaklarında bugün<br />
artık sadece birkaç kişinin imal ettiği aynalı süpürgeler,<br />
Edirne’ye has bir el sanatı... Eskiden Edirne’nin düğün<br />
adetlerine göre gelin kızların çeyizleri için yapılırmış. Şim-<br />
dilerde ise turistlik hediye olarak ilin çarşılarını süsleyen<br />
aynalı süpürgelerin, Edirne kültüründe önemli bir yeri<br />
var. Kimi zaman hicivlere şahit olan aynalı süpürgeler,<br />
kimi zaman da mesaj verici özelliğe sahip. Aynalı süpürgeyi<br />
geleneksel süpürgeden ayıran özellik ise yöresel kök<br />
boyalarla renklendirilmesi, ip ve kurdeleyle süslenip ortasında<br />
veya iki kenarında ayna olmasıdır. Aynalı süpürgede,<br />
evlenecek kız için saflık ve temizliğini ifade eden<br />
“kabara” denilen iri başlı bir çivi bulunurmuş.<br />
Aynalı süpürge yöresel kültürde o kadar yer etmiş ki<br />
onun üzerinden bir dil bile gelişmiş tarih içinde. Geleneklere<br />
göre Edirne’de aynalı süpürge dış kapıya asılmışsa<br />
“o evde evlilik çağında bekâr kız olduğu” anlamına<br />
gelirmiş. Söylencelere göre, ev işlerini aksatan gelin,<br />
kapının arkasında veya eşikte duran aynalı süpürgenin<br />
aynasından kayınvalidesinin geldiğini görünce kendini<br />
toparlarmış. Gelin-kaynana arasındaki çekişmeler ve<br />
çekişmelerde üretilen dolaylı dil de yine aynalı süpürgeler<br />
üzerinden gerçekleştirilirmiş. Gelin kız kayınvalidesinin<br />
sözünden incinmiş, küsmüş ise aynalı süpürgenin aynasını,<br />
kaynanasına doğru abartılı bir şekilde çevirerek<br />
“Dön de kendine bak” demek istermiş.<br />
35
Fuat Başar;<br />
Teknesinde Bin Çiçek Açıyor,<br />
Kaleminde Bin Harf...<br />
Uğur SEZEN<br />
Fuat Başar, evvela hat sanatına<br />
meftûn olur, sonra bir ebru sevdasıdır<br />
alır başını gider. Erzurum’da bir<br />
başına yazılar karalar marangoz<br />
kalemliyle. Evinin bir odasında tekne<br />
açar, kitaplardan takliden ebrular<br />
yapmaya çalışır. Tekneden çok halıya<br />
yayılır boyalar. Başar, bu işin ustasız<br />
olmayacağını anlar ve meftûn olduğu<br />
sanatlar için tıp eğitimini yarıda<br />
bırakıp İstanbul’a gelir. Neticede,<br />
bir elinden Hamid Aytaç tutar, bir<br />
elinden Mustafa Düzgünman. Yıllar<br />
sonra birçok öğrencisinin elinden<br />
tutan usta bir hattat ve ebru sanatçısı<br />
olur Fuat Başar.<br />
36
Fuat Başar, 1953 yılında Erzurum’da dünyaya<br />
gelir. Sekiz çocuklu bir ailenin en büyüğü olarak<br />
tahsilinin her aşamasını memleketinde tamamlar.<br />
Kafasında atom fizikçisi olmak vardır.<br />
Üniversite sınavında yeterli puanı alsa da devrin<br />
şartları istediği bölümü okumasına imkân vermez.<br />
Erzurum’da tıp fakültesine kaydolur. Birkaç<br />
sene sonra eğitimini tamamlayıp gencecik<br />
bir doktor olacakken hayatın bir cilvesiyle, birçok<br />
insanın hayatını “altüst” eden hat ve ebru<br />
sanatlarıyla 1976 senesinde karşılaşıverir.<br />
“Kalem Güzeli”nden Güzellerin Kalemine<br />
Fuat Başar, tıp fakültesinde genç bir doktor adayıyken<br />
eline bir kitap geçer. Mahmud Bedrettin<br />
Yazır tarafından kaleme alınan, hat sanatının başucu<br />
eserlerinden “Kalem Güzeli”dir bu kitap.<br />
Başar, Emirgan Çay Bahçesi’nde bir solukta hatmeder<br />
bu kitabı, sayfaların arasında kaybolur,<br />
gördüğü yazıların cezbesine uğrar. “Şunları ben<br />
de bir yazsam.” düşüncesi sarar kendini ve o çay<br />
bahçesinde hat sanatına başlamaya karar verir.<br />
Ama nasıl ve neyle yazacağı konusunda, hülasa<br />
hat sanatına dair hiçbir bilgisi yoktur.<br />
Aklına evvela marangoz kalemi gelir günümüzün usta<br />
hattatının. Fuat Başar, “Yazmak istiyorum ama neyle<br />
yazılacağını bilmiyorum. Ucu kesik marangoz kalemiyle<br />
yazmaya çalıştım bir müddet.” diyerek macerasını<br />
anlatmaya başlıyor. Marangoz kaleminden<br />
sonra bir seçenek daha bulmuş o günlerin hevesli<br />
hattatı: “Çalı benzeri ağaçların düzgün dallarını<br />
seçerdim. Uçlarını kamış gibi açarak yazmaya çalışırdım.<br />
Ayrıca eski Erzurum evlerinin çatılarında yalıtım<br />
maddesi olarak saz kamışı kullanılırdı. O kamışlardan<br />
birkaç tane bulursam çok sevinirdim.”<br />
Bir gün iki tane saz kamışı bulur Başar. Erzurum’da<br />
hat sanatıyla ilgilenen ender insanlarından Berber<br />
Naim’in yanında alır soluğu, kamışlarıyla birlikte.<br />
“Berber Naim bu işleri az buçuk bilirdi. Ona iki tane<br />
saz kamışı götürdüm. Rahmetli, kara saplı bir bıçakla<br />
kamışın birini, bir enine bir boyuna… Haşat etti. İkincisine<br />
fırsat vermeden, ‘Hocam bu da bana kalsın.’ dedim<br />
ve kurtardım saz kamışını.”<br />
İkinci kamışı kurtarma hikâyesini bu cümlelerle anlatıyor<br />
Fuat Başar. Ve bu saz kamışıyla Erzurum’da yazılar<br />
karalamaya bir yıl devam eder. Bir yıl sonra ise gerçek bir<br />
37
38<br />
kamış kalemi olur genç hattatın. Kitaplardan okuyarak,<br />
tarifini alarak ucunu açar, iki yakaya ayırır. Hat sanatına<br />
özgü kelâm-ı kibar ile, o tarihten bu yana da iki yakası<br />
bir araya gelmez.<br />
Bir Cilve de Uğur Derman’dan<br />
Mahmud Bedrettin Yazır’ın kitabı sayesinde yakasını<br />
hat sanatına kaptıran Fuat Başar’a bir cilve de Uğur<br />
Derman’dan gelir. 1977 yılında Uğur Derman’ın meşhur<br />
“Türk Sanatında Ebru” isimli kitabını bulur. Senaryo<br />
aynı, başrol aynı, kitaplar farklı sadece. Eve gidene kadar<br />
bitirilir kitap, ebrular tek tek incelenir. Ve yeni bir sevda<br />
filizlenir Başar’ın gönlünde: Ebru! Hat ve ebru, yan yana<br />
bir yolculuğa çıkarırlar Başar’ı.<br />
Uğur Derman'ın kitabını defalarca okur, ansiklopedilerin<br />
“ebru” maddelerini tarar, ebru resimlerini hafızasına kazır.<br />
Sonuç en baştan bellidir zaten: Kitaptaki tarifler öncülüğünde<br />
iptidai bir tekne hazırlamak! Başar’ın o zamanlar<br />
fırça bağlaması ne mümkün! Atkuyruğu bulabilmek<br />
için at arabacılarıyla cebelleşmeyi bile göze alır. Fakat<br />
en zoru ebru için lazım olan boyaları temin edebilmesidir.<br />
Kitre bulabilmek için Erzurum’u dere tepe dolaşır.<br />
Mezbahaları kapı kapı aşındırır öd alabilmek için. Ve<br />
ilk ebru denemelerine başlar.<br />
O günleri yâd ederken biraz duygulanıyor, fakat tebessümü<br />
de eksik olmuyor usta ebrucunun: “Evdeki ilk çalışmalarımda<br />
tekne yerine meğer halıyı boyuyormuşum.<br />
Rahmetli annem üçümüzü de defalarca kapı dışarı etti:<br />
Tekne, fırçalar ve ben!”<br />
Başar, 1977’den 1980’e kadar kelin başı, körün tacı misali<br />
açmış teknesini. Bir yandan halıları boyamış, kapı dışarı<br />
edilmiş annesi tarafından, bir yandan at arabacılarıyla<br />
yoğun bir mesai harcamış, atların kuyruğundan kıl<br />
toplarken. Nihayetinde hat ve ebru sevdası, işin ustalarıyla<br />
yolunu kesiştirmeye başlamış.<br />
"Mürşitsiz Yola Çıkınca,<br />
Yüzüne Gözüne Bulaşıyor İnsanın"<br />
Usta sanatçı, “Uğur Derman Bey’in üzerimizde çok hakkı<br />
var.” diyor. Çünkü Başar Erzurum’da iken, Derman’la<br />
sürekli mektuplaşmışlar. Derman, kelimenin tam anlamıyla<br />
dermânı olmuş hevesli gencin. İstanbul’dan çeşitli<br />
yazı örnekleri, kitaplar, makaleler göndermiş genç hattat<br />
için. Ebru teknesi nasıl açılır, fırça nasıl bağlanır hepsinin<br />
sohbetini mektuplaşarak yapmışlar. Derman bir mektubunda<br />
merhum ebru üstadı Mustafa Düzgünman’ın adresini<br />
de yazmış. Cümlesini ise şöyle bitirmiş: “Düzgünman<br />
kimseye mektup falan yazmaz, ama sen yine de<br />
şansını bir dene.”<br />
Fuat Başar tabii ki şansını denemiş. “Mürşitsiz yola çıkınca,<br />
yüzüne gözüne bulaşıyor insanın.” demiş ve Mustafa<br />
Düzgünman’ın Üsküdar’daki attar dükkânına bir mektup<br />
yazmış. İçinde bulunduğu halden tafsilatıyla bahsetmiş.<br />
Ve meraklı bir bekleyiş sarmış kendini, cevap gelecek<br />
mi gelmeyecek mi diye.
Derman’ın ifadesiyle “mektup falan yazmaz” denen<br />
ebru üstadı Düzgünman, Başar’ın mektubuna cevap vermiş.<br />
Tekne açmasından fırça bağlamasına kadar anlatmış<br />
işin püf noktalarını. Aynı yıllarda Hattat Hamid Aytaç’la<br />
da hat sanatı üzerine mektuplaşmaya başlamışlar. Fakat<br />
Başar, mektuplar çoğaldıkça, el ele değmeden, ustanın<br />
nazarının ve hatta “fırça”sının muhatabı olmadan hat ve<br />
ebru sanatlarını öğrenemeyeceğini idrak etmiş.<br />
Ustanın Dizinin Dibi Başkadır<br />
Üç yıl kadar Hamid Aytaç ve Mustafa Düzgünman ile<br />
mektuplaşan Başar, “Tarifle olacak gibi değildi. İlle de<br />
ustanın yanında olmak lazım. Ebru sanatında Mustafa<br />
Düzgünman var, tek başına devam ettiriyor bu sanatı.<br />
Merhum Necmeddin Okyay’dan nasıl gördüyse öyle<br />
sürdürüyor. Hat sanatında da Hamid Bey ve birkaç hattat<br />
biliniyor. Başka da kimse yok. Olanların hepsi de<br />
İstanbul’da. Kararımı verdim, doktorluğu Erzurum’da bırakıp<br />
İstanbul’a doğru yola çıktım.” sözleriyle anlatıyor<br />
tıp eğitimi ile hat ve ebru arasındaki tercihini.<br />
“Tıp fakültesini bu işlere feda ettik. Biraz deli cesaretiymiş<br />
yaptığımız.” diyen Başar, hemen ilave ediyor, “Ama<br />
isabetli bir tercihte bulunduğumu şimdi anlıyorum. Çünkü<br />
iki sanatımız da yok olmak üzereydi. Memlekette binlerce<br />
doktor varken, hat ve ebru sanatında birkaç isimden<br />
başkası yoktu o zamanlarda.”<br />
İstanbul’a hat ve ebru öğrenmek için gelen Başar, nihayet<br />
Hamid Aytaç ve Mustafa Düzgünman’ın kapısını<br />
çalar. Hamid Bey o sıralarda Cağaloğlu’nda izbe bir<br />
han odasında yazmaktadır yazılarını. Düzgünman ise<br />
Üsküdar’daki attar dükkânında ebru sanatını devam ettirme<br />
gayretindedir. Düzgünman ilk başta kabul etmez<br />
Başar’ı. Fakat Erzurum’dan mektuplar yollayan sanat heveslisi<br />
genç olduğunu anlayınca, hocaların hocası merhum<br />
Süheyl Ünver ile Uğur Derman da aracı olunca ders<br />
vermeyi kabul eder. Hamid Bey’den de hat meşkine başlayan<br />
Fuat Başar’ın omuzlarında, artık apayrı bir sorumluluk<br />
vardır. İnsan sağlığını ellerine emanet alan bir doktor<br />
olacakken, insan ruhunu ellerine emanet alan ve bu<br />
emaneti yüzlerce kişiye teslim etmeye ant içen usta bir<br />
hattat ve ebrucu olmak için ilk adımını atar.<br />
"En Büyük Sanat, Adam Olma Sanatıdır"<br />
1980 yılında İstanbul’a gelen Fuat Başar, Hattat Hamid<br />
Aytaç’tan hat meşkine, Mustafa Düzgünman’dan da<br />
ebru meşkine başlar. Kamışın kâğıda bıraktığı bir noktayla,<br />
fırçadan tekneye düşen bir damla boyayla aslında<br />
edeb tahsil eder. Başar, hocası Düzgünman’ın şu sözünü<br />
naklederken esasında sanatın ve bunca uğraşın da şerhini<br />
yapmış oluyor: “Evladım, sanatların çoğu zor. En zor<br />
sanat ise adam olmak sanatıdır. Onu başarmak lâzım,<br />
sonra gerisi gelir.”<br />
Başar’a göre bu sanatlarımızın özünde bu edeb var zaten.<br />
Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Türkiye’nin 1940'lı<br />
yıllarında yaşanan buhranlar, doğal olarak geleneksel sanatlarımızı<br />
da etkilemiş. Bir ustanın savaş dönemlerinde<br />
41
Hiç, Celî Sülüs<br />
tek başına bu sanatları muhafaza edip gelecek nesillere taşımasını<br />
işin “edeb”iyle bağdaştırıyor Başar. Aytaç’tan da<br />
Düzgünman’dan da sanatla birlikte işin edebini meşk ediyor.<br />
Başar’a göre bu sanatlarımızın badireli günleri atlatabilmesi<br />
de o edebin bir tezahürü. Bu sanatlarının edep hamuruyla<br />
yoğrulan öz sayesinde devam ettiğini düşünen Başar, “Özü<br />
olan şey kendini devam ettiriyor. Özü olmayan sanatlar tarih<br />
sahnesinden çekilip gidiyorlar. Mesela hat sanatında 1960 yılında<br />
sadece Hamid Bey vardı. Tek başına yazdı, ama hat sanatı<br />
muhafaza edildi. Ebruda Necmeddin Efendi’den sonra<br />
Düzgünman Hoca tek başına sanatı devam ettirdi.” diyerek<br />
önemli yerlere işaret ediyor.<br />
Fedâkarlık Yâ Hû, Celî Sülüs<br />
42<br />
Hadis-i Şerif, Celî Sülüs<br />
Besmele-i Şerif, Celî Tâlik<br />
Hattat Hamit Aytaç tarafından hat icazeti, ebrucu Mustafa<br />
Düzgünman tarafından da ebru icazeti verilen Başar’ın yetiştirdiği<br />
500’den fazla öğrencisi, dünyanın dört bir yanında<br />
hocalık yapıyor. Başar, “Ben bu sanatı hocamdan gördüğüm<br />
gibi, ondan aldığım gibi sürdüreceğim. Düzgünman’a sözüm<br />
var.” sözüyle hem hocasıyla arasındaki ilişkiyi hem de eğitimde<br />
geleneksel metotlara sadık kaldığını ifade ediyor.<br />
“Bizim sanatlarımızda usta ile çırağın arasını hiçbir şey ayıramaz.<br />
Dedikodu, kıskançlık, öfke gibi hasletlerin hocayla talebenin<br />
arasına girmesine imkân yoktur.” diyerek kadim usta<br />
çırak ilişkisinin altını çizen Başar, “Sadece ölüm ayırır hocay-
la talebeyi. Hatta örnekleri çoktur, bazılarını ölüm bile ayıramıyor.<br />
Rüyasında talebesine ders göstermeye gelen hocalar<br />
var.” diyor. Hocası vefat ettikten sonra rüyasında hocasından<br />
ders almaya devam edenlerin isimlerini de verdi Fuat Hoca,<br />
daha doğrusu bir an kaçırdı ağzından: “Falanca kişi mana<br />
âleminde bu isimden ders almıştır, falanca hattat da şurada-<br />
Hilye-i Şerif, Sülüs-Nesih<br />
ki levhaları yazarken sıkışınca şu hoca himmet etmiştir.” deyiverdi.<br />
Âcizane bu yazıyı o isimleri zikrederek noktalamayı düşündük,<br />
fakat sonra başka bir güzellik geldi aklımıza. Bir hafta<br />
sonu Küçük Ayasofya Camii’nin serin bahçesine, yahut caminin<br />
hemen karşısındaki mütevazı atölyelere bir nazar ediverin;<br />
ehlinden, Fuat Başar’ın dilinden dinleyin bu güzellikleri…<br />
43
Rembrandt ve Çağdaşları,<br />
"Altın Çağ"ı İstanbul’a Taşıdı<br />
Hafize ERGENE<br />
17. yüzyılların Hollanda’sına yapılacak bir zaman yolculuğuna var mısınız? O yılları resim sanatı ile anlamaya,<br />
öğrenmeye ve var olan yeteneklere hayran olmaya hazır mısınız? Hazırsanız eğer, resim sanatının en önemli<br />
isimlerinden “Işıkların Efendisi” olarak bilinen Rembrandt ve çağdaşlarına ait bir sergiye gidiyoruz. Hollanda’nın<br />
ulusal müzesi Rijksmuseum’dan İstanbul’a Sakıp Sabancı Müzesi’ne, tabir yerindeyse ayağımıza kadar gelen bu sergiyi<br />
kaçırdıysanız şayet, buyurun birlikte gezelim…<br />
Eşsiz Boğaz manzarası eşliğindeki bir yolculuğun ardından<br />
“Rembrandt ve Çağdaşları: Hollanda’nın Altın Çağı” sergisi<br />
için Emirgan Korusu’yla Boğaz’ın buluştuğu yere, daha<br />
önceleri merhum Sakıp Sabancı’nın yaşadığı Atlı Köşk’e<br />
varıyoruz. 10 yıl önce müze olarak hizmet vermeye başlayan<br />
Sakıp Sabancı Müzesi, bahçeye adım attığınız anda<br />
içinize huzur veriyor. Müze, eşsiz yeşillikteki bahçesi ile sizi<br />
âdeta az sonra 21 yüzyıldan 17. yüzyıla yapılacağınız zaman<br />
yolculuğu için hazırlıyor. Buraya Atlı Köşk de deniyor.<br />
Vaktiyle Hacı Ömer Sabancı, köşkü satın aldıktan sonra,<br />
Muhtar Paşa’nın Moda’daki Mermer Köşk’ü süsleyen ama<br />
daha sonraları bir müzayedede satışa çıkan bronz at heykelini<br />
almış ve bu muhteşem köşkün bahçesine getirtmiş.<br />
Daha sonraları Milano’da beğendiği bir başka at heykelini<br />
de Emirgan’daki köşke getirten Ömer Sabancı böylece,<br />
Rembrandt Harmensz van Rjin“Rotterdamlı Bira Üreticisi Dirck Jansz Pesser’in Eşi Haesje<br />
Jacobsdr van Cleyburg” Portresi 1634/ Oval pano üzerine yağlıboya / 68,5x53,5 cm<br />
köşke “Atlı Köşk” denmesine de vesile olmuş. İşte Boğaz'ı<br />
selamlayan bu asil hayvanın bronzdan yansımaları, çıkacağınız<br />
bu önemli sanat yolculuğuna daha önce adım atmanızı<br />
sağlıyor.<br />
Sabancı Müzesi’nin alt bahçesinden üst bahçesine doğru<br />
yola çıktığınızda artık çoktan İstanbul’dan soyutlanmış buluyorsunuz<br />
kendinizi. Az sonra gezeceğiniz serginin dünyasına<br />
adım adım giriyorsunuz. Sanal şelale ve içine döküldüğü<br />
havuzdaki nilüfer çiçekleri, çılgınca öten kuşlar, tarihi<br />
çeşmeler, büyülü çiçek ve çimen kokusu, doğayla zıtlaşmayan<br />
video art gösterilerin arasından eşsiz bir Boğaz manzarasına<br />
sahip üst bahçeye ulaşıyorsunuz. O manzarayı geride<br />
bırakıp müzeye girmek gerçekten zor. Ama söz konusu,<br />
ayağımıza kadar gelen bu önemli sergi olunca, Boğaz'a<br />
veda etmek zor da olsa mümkün oluyor.<br />
Ve işte “Rembrandt ve Çağdaşları - Hollanda Sanatının Altın<br />
Çağı” sergisindeyiz. Ama serginin derinliklerine dalmadan<br />
önce biraz sanat tarihi dedektifliği yapmak gerek. Buyurun<br />
biraz derinlere dalalım…<br />
Hollanda’nın “Altın Çağı”<br />
Bu sergide yer alan 17 yy. Hollanda’sına ait bu eşsiz eserlerin,<br />
resmin “Altın Çağı” olarak adlandırılması, şüphesiz<br />
17 yy. Hollanda’sının kültür, ekonomik ve halka verilen özgürlüklerle<br />
yani Cumhuriyetle paralel. Hollanda’nın 16. ve<br />
17. yüzyıllarda Avrupa’nın başta gelen güçlerinden biri olması,<br />
bu yüzyıllarda sanatının altın çağını yaşamasını sağlamış.<br />
Denizci kimliğiyle, yeni keşfedilen kıtaların halklarıyla<br />
iyi ilişkiler kuran Hollanda, böylece maddi ve kültürel kazanımlar<br />
sağlamış.<br />
Hollanda’nın “Altın Çağı”nda en değer gören ve ilerleyen<br />
sanatların başında, resim sanatı gelmiş. O dönemde resim<br />
sanatı, halkın tarihe not düşmesini ve en gerçekçi halleriyle<br />
kendilerine dışardan bakmalarını sağlayarak her kesimin<br />
ilgisini çekmiş. Şimdilerde doktorluk, avukatlık, mühendislik<br />
meslekleri ne kadar önemliyse, ressamlık da o zamanların<br />
en prestijli mesleği olmuş.
Bu olumlu ortam, 17. yüzyıl Hollanda’sında yapılan resimlerin,<br />
tarihte eşine az rastlanır eserler olmasını sağlamış.<br />
Hollanda sanat açısından en verimli çağlarını<br />
yaşarken, birçok ressam, tıpkı İspanyol ve Flaman resim<br />
tarzlarında olduğu gibi büyük İtalyan resim okulları<br />
geleneğini başkalaştırarak, özgünleştirerek yorumlamış.<br />
Büyük İtalyan Ressam Caravaggio’nun yarattığı<br />
akım, “Işıkların Efendisi” Rembrandt ve ondan bir dönem<br />
sonra yaşamış bir başka ışık şairi Jan Vermeer’i ve<br />
pek çok önemli ressamı da etkilemiş. 17. yüzyıl Hollanda<br />
resim sanatı mitolojik, dinsel konulardan çok natürmort,<br />
portre, ev yaşamı, manzara, şehir görünümleri,<br />
grup portreleri, ev içi, kilise içi resimleri gibi daha çok<br />
günlük hayat temalarından oluşuyormuş. Ve o dönem<br />
yapılan tablolar, o güne kadar eşine az rastlanır bir ger-<br />
Johannes Vermeer “Aşk Mektubu” Tablosu 1667-1669 / Tuval üzerine yağlıboya / 44x38,5 cm<br />
çeklikte resmetmişler. Küçük yaşlarda önemli ressamların<br />
yanına çırak olarak verilen pek çok çocuk, geleceğin<br />
önemli ressamları oluyordu; Rembrandt da bu ressamlardan<br />
biriydi. Hayatı hakkında çok detaylı bilgilere<br />
ulaşılamasa da sanat tarihçilerinin özveri ve inadı sayesinde<br />
Rembrandt’ın hayatı hakkında bazı bilgiler elde<br />
edilebilmiş.<br />
Işık ve Gölgenin Efendisi Rembrandt van Rijin<br />
Az sonra ziyaret edeceğimiz serginin baş konuğu olan<br />
Rembrandt van Rijin, Hollanda’nın Avrupa’da önemli<br />
bir güç olmaya başladığı bir dönemde 1606 yılında<br />
Leiden’de dünyaya gelmiş. 14 yaşında üniversiteye giden,<br />
ancak kariyerine ressam olarak devam etmeye karar<br />
veren Rembrandt, üniversiteden ayrılarak Jacop van<br />
45
Swannenburgh’un resim stüdyosuna çırak olarak girmiş. 20<br />
yaşına geldiğinde ise çoktan ressamlıkta fark edilir bir yeteneğe<br />
sahip olduğunu ispatlayan Rembrandt’ın, sanat şehri<br />
Amsterdam’a gitme vakti de gelmiş.<br />
Fransız Filozof Descartes’ın söylemiyle “İstediğiniz her şeyi<br />
satın alabilirsiniz, özgürsünüz ve güvendesiniz.” dediği<br />
Amsterdam, kültür seviyesi oldukça yüksek bir şehirdi. Zengin<br />
Amsterdam tacirleri, üniversite eğitimi görmüş, farklı diller<br />
bilen ve her şeyden önemlisi sanata önem veren insanlardı.<br />
Şehir kozmopolit bir yapıya sahipti. Katolik Kalvinistler,<br />
Lutherciler, Yahudiler ibadet etmekte özgürdüler. İşte bu<br />
özellikleriyle zengin Hollanda’nın büyülü şehri Amsterdam,<br />
sanatçıların gözbebeği olmuştu.<br />
Amsterdam’da Pieter Lanstman’dan 6 ay eğitim alan Rembrandt,<br />
Lanstman sayesinde İtalyan sanatını ve ünlü İtalyan<br />
ressama ait Caravaggio tekniğini tanıma fırsatı yakalamış.<br />
Amsterdam’da aldığı eğitim sonrasında Caravaggio’nun<br />
teknikleri ile özgün eserler resmetmeye başlayan Rembrandt,<br />
açık- koyu renklerle oluşturduğu kontrast tekniği,<br />
koyu zemin üzerine uyguladığı beyaz kurşun kullanımı ve<br />
henüz boya tam kurumadan alttaki tuvali ortaya çıkaran kazıma<br />
tekniği ile muhteşem tabloların altına imzasını atıyordu.<br />
Rembrandt, gravür ve iğne ile bakır levhalara resim kazıyarak<br />
uyguladığı baskı tekniğinde ise tartışılmayacak kadar<br />
ustaydı. 20’li yaşları süren Rembrandt, daha o yaşlarda ustalık<br />
eserlerini yapmaya başlamıştır bile.<br />
Rembrandt Harmensz van Rjin “Ölü Tavuskuşu<br />
Natürmort” 1638-1640 / Tuval üzerine yağlıboya<br />
145x135,5 cm<br />
46<br />
1669’da hayatını kaybedene kadar 650 kadar eser yaptığı<br />
tahmin edilen Rembrandt’ı, diğer ressamlardan ayıran<br />
bir başka özelliği ise 50’yi aşkın kendi portresini yapmasıdır.<br />
Kendini çeşitli yıllarda resmeden Rembrandt, bazı<br />
sanat tarihçilerine göre kendini arıyordu. Gençliğinden<br />
yaşlığına kadar, dönem dönem yaptığı kendi portreleriyle,<br />
kendinin bir günlüğünü tutuyordu sanki. Amacı belki<br />
de kendini, sanatı sayesinde dışarıdan gözlemleyebilmek,<br />
anlayabilmekti.<br />
Rembrandt, 17. yüzyılda resimde hâkim olan günlük konuları,<br />
kendi estetik süzgecinden geçirerek, kırmızı, sarı<br />
ve kahverengi tonlarından başka çok fazla renk kullanmadan,<br />
muhteşem ışık-gölge oyunlarıyla insanların o<br />
anda bulundukları ruh hallerini, büyük bir ustalıkla resmetmiştir.<br />
Rembrandt’ın gerçek insan ölçülerinde ve boyutlarında<br />
yaptığı tablolardaki modellerin, ruh hallerini<br />
hissetmemeniz ise neredeyse imkânsızdır. Bir yazarın belki<br />
de sayfalarca yazarak tasvir ettiği sevinç, keder, umutsuzluk,<br />
bekleyiş gibi ruh hallerini Rembrandt, fırçasının<br />
muhteşem dokunuşlarıyla, tek bir karede anlatmış.<br />
Rembrandt’ın tablolarındaki ışık, onu çoğu ressamdan<br />
ayırarak “Işıkların Efendisi” yapan bir resmetme kabiliyetiyle<br />
tuale yansımıştır. Tablolarında ışık, sanki ilahi bir<br />
kaynaktan, tüm duyguları açığa çıkarmak için yeryüzüne<br />
inmiştir. Bu ışık gölge oyunları aynı zamanda tabloların<br />
üç boyut kazanmasını sağlar. Bu üç boyutluluk, yüzdeki<br />
bir yaşlılık çizgisi veya kıyafetteki bir kıvrım olsun,
elinizi uzatma, dokunma hissiyatı yaratır; o kadar gerçektir<br />
tüm detaylar. Onun resimlerinde beyaz ve siyahın<br />
zıtlığıysa, eşsiz bir beraberlik yaşar. Yaptığı gravür,<br />
oyma ve taş baskılardaki ışık ve gölge oluşturma başarısı<br />
ise Rembrand’ın sanat dehasından geliyor olsa gerek.<br />
İşte tüm bu özellikleriyle sanat tarihçileri tarafından resim<br />
sanatının önemli bir yerine oturtulan Rembrandt’ın<br />
eserlerini, az sonra görecek olmak, gerçekten heyecan<br />
verici.<br />
Rembrandt ve Çağdaşlarıyla Tanışma Vakti<br />
Sergiye girmeden önce bilmemiz gereken birkaç şeyi<br />
hatırladıktan sonra, Emirgan Koru’suyla Boğaz'ın buluştuğu<br />
yerde, “Karanlıkla Işığın Buluştuğu” sergiye, 17.<br />
yüzyıla adım atıyoruz…<br />
“Rembrandt ve Çağdaşları: Hollanda’nın Altın Çağı” sergisine<br />
girer girmez etkilenmemeniz neredeyse imkânsız.<br />
Hollanda’nın en büyük ulusal müzesi Rijksmuseum’dan<br />
gelen bu eşsiz ve paha biçilemez eserler, izleyicisine gerçek<br />
resim sanatının nasıl olması gerektiğini gösteriyor.<br />
Uzun süren aydınlatma çalışmaları ile özellikle “Işığın<br />
Efendisi” olarak bilinen Rembrandt’ın tabloları, sanatseverleri<br />
kendine hayran bırakır nitelikte.<br />
Resim sanatının en başarılı dönemlerinden biri olan<br />
17.yüzyılın Hollanda’sında yaşayan ressamların eserleri<br />
geçirdiği yüzlerce yılı yalanlarcasına, “Şu an yaşıyorum.<br />
Gözlerime, tenimin dokusuna bak.” dercesine selamlı-<br />
yor sizi. Rembrandt’ın yanı sıra 59 sanatçıya ait 73 tablo,<br />
19 desen çalışması ve 18 objeden oluşan bu sergi,<br />
buram buram sanat ve tarih kokuyor.<br />
Sergiye adım attığınızda sizi karşılayan ilk tablo, Abraham<br />
van den Tempel’in 1671 yılında tamamladığı<br />
“Amsterdamlı Tüccar David Leeuw Ailesiyle Birlikte”<br />
tablosu oluyor. O dönem zengin aileler, eşleriyle ya da<br />
çocuklarıyla beraber portreler yaptırırlarmış. Bu tablo<br />
için poz veren Leeuw ailesinin 5 çocuğu da müzikle ilgilenirken<br />
resmedilmişler. 17. yüzyılda tablolarda yer alan<br />
müzik teması ailenin birbiriyle uyumunu temsil edermiş.<br />
Tabloda sizi en çok etkileyen şey ise gözler. Aile 300 yıl<br />
öncesinden size capcanlı bakıyor. Her bir tablonun başında<br />
uzun bir zaman geçireceğinizi daha ilk eserden<br />
anlıyorsunuz.<br />
Fotoğraftan Daha Gerçek Tablolar<br />
Tempel’in tablosunun başından hayranlık ile ayrıldıktan<br />
sonra, Nicoles Eliasz Pickenoy’nin “Johanna Le Maire”<br />
isimli tablosu sizi karşılıyor. Amsterdamlı bir tüccarın<br />
kızı olan Johanna Le Maire’nin resmedildiği tabloda,<br />
Johanna dantel işlemeli gösterişli başlık, eldivenler, altın<br />
kemer ve kırmalı boyunluğu ile tam karşınızda duruyor<br />
sanki. Tabloda yer alan düğün eldivenlerinin kendisini,<br />
geçen 3 yüzyıldan sonra görmek oldukça heyecan verici.<br />
Eldivenleri cam fanustan çıkarmak ve elinize geçirivermek<br />
arzusuyla yanıp tutuşuyorsunuz âdeta.<br />
Jan de Bray’ın “Aziz Luca Locası Yöneticileri”<br />
Tablosu 1675 / Tuval üzerine yağlı boya / 130x184 cm<br />
47
Nihayet Pickenoy’un tablosundan sonra ilk Rembrandt tablosu<br />
ile tanışıyorum. Rembrandt’ın “Rotterdamlı Bira Üreticisi Dirck<br />
Jansz Pesser’in Eşi Haesje Jacobsdr van Cleyburg” isimli tablosu,<br />
yani sergi afişlerini süsleyen o tablo, işte karşımda. Afişi ilk<br />
gördüğümde “Neden Rembrandt’ın başka tablosu afişte yer<br />
almadı?” diye düşünmüştüm. Ama tabloyu görünce tüm fikrim<br />
değişti. Sanki bir vesikalığa bakar gibiyim. Tabloya dokunma<br />
iznim olsa, kadının gözaltı torbalarındaki o kabartıyı, tenini<br />
hissedecek gibiyim. Tablodan âdeta dışarı çıkan kırmalı yakalık,<br />
yüze ve yakaya vuran gölgeler ve ışık dağılımı çok çarpıcı.<br />
Vermeer’in ”Aşk Mektubu” tablosuna mı, Gabriel Metsu’nun<br />
“Yemek Yiyen Kadın” tablosuna mı Gerard Houckgeest’in<br />
“Delft’de Oude Kerk Kilisesi’nin İçi” tablosuna mı, nereye bakacağınızı<br />
şaşırırken çoktan 17. yüzyıla dalmış buluyorsunuz<br />
kendinizi. Fotoğraf kadar gerçekler. Sadece olanı yansıtmıyor<br />
bu resimler, içlerinde saklı kalan gerçekleri de fısıldıyorlar size.<br />
Tabii eğer böyle bir çabanız varsa.<br />
Vermeer’i İstanbul’da Görmek Bir Ayrıcalık<br />
Sakıp Sabancı Müzesi’nin 10. yılı şerefine, Türk ve Hollanda<br />
hükümetlerinin diplomatik sponsorluğunu üstlendiği sergide,<br />
ölümünden sonra 1866 yılında bir sanat tarihçisi tarafından<br />
tekrar keşfedilene kadar, sanat tarihi sayfalarından talihsiz<br />
bir şekilde silinen Johannes Vermeer’in de bir tablosu yer<br />
alıyordu. Resimlerinde ışığı kullanmadaki ustalığıyla öne çı-<br />
48<br />
Gerard Houckgeest “Delft’de Oude Kerk Kilisesi’nin İçi” Tablosu 1654<br />
/Pano Üzerine Yağlı Boya / 49x41 cm<br />
kan Vermeer’in tabloları, uzun yıllar başka ressamlar tarafından<br />
yapıldığı düşünülmüş ve başkalarının isimleriyle anılmış.<br />
Vermeer’in bilinen 35 yapıtından birini İstanbul’da görme şansı<br />
elbette ki çok önemliydi.<br />
17. yüzyılda adım adım ilerledikçe gözüm sabırsızlıkla<br />
muhteşem ressam Vermeer’i arıyor. Ve ilk koridoru döndükten<br />
sonra, solda tam da resmin ruhunu açığa çıkaran<br />
bir köşede, harika bir ışıklandırmayla karşımda duruyor<br />
“Aşk Mektubu”. Ufak, karanlık bir odadan gözetliyor<br />
gibi bakıyorum tablodaki iki kadına. Çekinerek, birkaç<br />
adım sonra yakından bakabileceğim gerçeğiyle, başım<br />
döne döne yanına yaklaşıyorum. Tablo bir iki adım<br />
ötemde ve gerçekten çok güzel.<br />
Tabloda genç bir kadın, şöminenin yanında elinde lavtasıyla<br />
otururken (İlkçağa Sümerliler, Mısırlılar, Romalılar ve<br />
Yunanlılar tarafından kullanılan, daha sonraları Araplar<br />
tarafından geliştirilen, 16 ve 17. yüzyıllarda ise Avrupa’da<br />
yaygınlaşan bir müzik aleti) az önce mektubu verdiği anlaşılan<br />
bir başka kadınsa ayakta, yüzünde çok belirgin bir<br />
merak ifadesiyle beklemekte. Vermeer, tabloyu, bu iki<br />
kadının o anda yaşadıklarına tesadüfen tanık olmuşçasına<br />
resmetmiş. Siz de bu iki kadını gizlice izliyormuş gibi<br />
hissediyorsunuz kendinizi.<br />
“Aşk Mektubu” isimli tabloda Vermeer’in diğer tablolarında<br />
da kullandığı bazı şifreler var. Tabloda mektubu<br />
elinde tutan kadının tam arkasındaki duvarda iki tablo<br />
asılı. Bu tabloların birinde denize açılmış bir gemi, diğerinde<br />
ise bir dünya haritası resmedilmiş. Deniz teması<br />
ve lavta isimli enstrüman, 17. yüzyılda yapılan resimlerde<br />
aşkı anlatan şifrelermiş. Vermeer’in de zaman zaman<br />
kullanmayı tercih ettiği bu şifreler sayesinde kadının<br />
elinde tuttuğu bu kâğıt parçasının, bir aşk mektubu<br />
olduğunu anlıyoruz.<br />
Vermeer Tablolarındaki Şifreler<br />
Resimlerinde gündelik konuları, ev içinde geçen hayatı<br />
konu alan Vermeer, tablolarında çizdiği objelerin arasında<br />
dünya haritasına veya yerküreye de sıklıkla yer verirdi.<br />
Bu durum, bazı sanat tarihçilere göre, hayatı hakkında<br />
pek bilgiye ulaşılamayan Vermeer’in gidilmemiş diğer<br />
ülkelere olan özlemini anlatmaktadır. Az önce “Aşk<br />
Mektubu” isimli eserinde de bir dünya haritası tablosuna<br />
yer verdiğini söylemiştik. Bu tabloya da yine aynı özlemi,<br />
dış dünyaya özlemi mi, şifrelemiştir Vermeer, bilinmez.<br />
Tablolarında çoğunlukla kadın figürüne yer veren ve onları<br />
devamlı bir camın önünde resmeden Vermeer, dış<br />
dünyaya duyulan özleme mi yoksa tam tersi, dış dünyadan<br />
kaçarak insan için sığınak olan eve mi vurgu yapmak<br />
istemiş? Bu sorunun cevabı da Vermeer’in sanatına<br />
ait çoğu şey gibi bilinmez. Ama o camdan süzülen ışık<br />
ve ışığın odada dağılımı, Vermeer’in fırçasında, bir şiire<br />
dönüşür. “Aşk Mektubu” tablosunda buna resmen tanık<br />
oluyorum. Karanlık bir odadan, tek camla aydınlatılan<br />
bir odaya gizlice konuk oluyorum. Az sonra mektupta<br />
okunacakları dinlemek arzusundayım.
Vermeer’in yaşarken yaptığı tablolarla kasabası dışında<br />
tanınmamış, ancak öldükten 2 yüzyıl sonra yeteneği<br />
keşfedilmiştir. Genellikle saf renkleri, soğuk tonları<br />
kullanan Vermeer; sarı, toprak kırmızısı, ultramer<br />
mavi renklerini resimlerinde kullanmayı çok sever. Yaşadığı<br />
yüzyılda lacivert taşı ya da doğal lacivert gibi pahalı<br />
boya maddelerini yoğunlukla kullanan bir başka ressam<br />
yoktur. Tablolarına imzasını atmasa da bu tonlar<br />
âdeta birer Vermeer imzasıdır. “Aşk Mektubu” tablosunda<br />
tüm bu simgeleri, renkleri görmek özellikle kullandığı<br />
mavi tonuna şahit olmaksa heyecan verici.<br />
Vermeer’in “Aşk Mektubu”nun başından ayrılmadan<br />
önce küçük bir bilgi verelim. Genelde ufak boyutlarda<br />
tablolar yapan Vermeer’in tablolarında ön çalışmalar<br />
yaptığına dair bir iz bulunmaz. Resimlerinde harikulade<br />
bir perspektif yeteneğiyle objeleri yerleştiren Vermeer’in,<br />
böyle resmedebilmesi, bazı sanat tarihçilerine göre, resim<br />
yaparken ‘camera obscura’yı kullanmasından ileri gelir.<br />
Ancak “Camera obscurayı kullanmış mıdır, kullanmışsa<br />
ne ölçüde kullanmıştır?”, bu tartışma hâlâ sürmektedir.<br />
Kesin olan ise Vermeer’in dahi bir ressam olduğudur.<br />
Gabriel Metsu “ Yemek Yiyen Kadın” ya da “Kedinin Kahvaltısı” Tablosu 1662-1665 / Pano üzerine yağlıboya / 33,5x27 cm<br />
Tabloların Arasında Gulliver Olmak<br />
Vermeer’in 35 tablosundan birini görme şansını yakalayan,<br />
mutlu bir insan olarak sergi salonunda ilerliyorum.<br />
Ve daha önce hakkında bilgiye sahip olmadığım,<br />
genellikle mimari yapıların içlerini resmeden Gerard<br />
Houckgeest’in “Delft’de Oude Kerk Kilisesi’nin İçi”<br />
isimli tablosunu görüyorum. Minyatür insanların oynadığı<br />
canlı bir tiyatro sahnesine bakıyorum sanki. Ya da<br />
Gulliver oldum ve her şeyin boyutu ufalıverdi bir anda.<br />
Resimdeki her ayrıntı, camdan dev sütuna vuran ışık,<br />
tablodaki eşsiz boyut kendine hayran bırakıyor. Tablonun<br />
en önünde sağ tarafında boydan boya asılı duran<br />
yeşil perdeyi biraz daha kenara çekip arkasında neler<br />
olup bittiğine bakmak arzusuyla yanıp tutuşuyorum; o<br />
kadar gerçek. Tabloda konu edilen bu anı fotoğraflama<br />
imkânım olsaydı şayet, çektiğim fotoğraf bu tablo<br />
kadar gerçek olamazdı. İstemeyerek yanından ayrılıyorum,<br />
bakmam gereken başka şaheserler var çünkü.<br />
Rembrandt’ın daha fazla eseriyle karşılaşma ümidinde<br />
olsam da, bu maalesef mümkün olamıyor.<br />
Rijkmuseum’da sergilenen “Gece Devriyesi”, “ Kumaşçılar<br />
Locası” gibi önemli Rembrandt eserleri sergi-<br />
49
de yer almasa da “Dr. Ebhraim Bueno Portresi”, “Ölü<br />
Tavuskuşlu Natürmort” ve “Müzik Dersi” tabloları,<br />
gravür ve oyma basma tekniği ile yaptığı çalışmaları<br />
gerçekten görülmeye değer.<br />
Rembrandt’ın yaptığı tek yağlıboya natürmort olan<br />
“Ölü Tavuskuşlu Natürmort” tablosu bazı sanat tarihçilerine<br />
göre arkada pencereden bakan çocuk figürü<br />
nedeniyle tam bir natürmort sayılmaz. Ama<br />
Rembrandt’ın bu tek natürmortunda da ışığı kullanma<br />
ustalığı tartışılmaz. Gerçek boyutta resmedilen<br />
bu iki tavuskuşunun tüylerinin rengi, kabarıklığı,<br />
parlaklığı çok gerçektir.<br />
Rembrandt’ın 20’li yaşlarda ustalık eserlerini vermeye<br />
başladığını söyleşmiştik. İşte bu eserlerden biri,<br />
Sabancı Müzesi’ndeki bu önemli sergide yerini aldı.<br />
Rembrandt’ın “Müzik Dersi” isimli bu tabloyu, 20’li<br />
yaşlarının başında yapmış olduğuna inanmak gerçekten<br />
zor. Tabloda doğulu giyim ve başlıklar giymiş, müzik<br />
yapan dört figür yer alıyor.<br />
“Müzik Dersi” tablosunun<br />
tam olarak ne anlattığıysa<br />
maalesef bilinmiyor; sadece<br />
bazı tahminler öne sürülüyor.<br />
Egzotik giyimli, dört kişi-<br />
50<br />
Abraham van den Tempel “David Leeuw,<br />
Amstersamlı Tüccar ve Ailesi” Portresi 1671<br />
Tuval üzerine yağlıboya / 190x200 cm<br />
lik müzik grubunun oluşturduğu sahnenin simgelerle<br />
dolu olduğu ve müzik veya işitme üzerine bir alegori<br />
olduğu ya da Rembrandt’ın Kitab-ı Mukaddes<br />
zamanından figürleri resmetmek istediği ihtimalleri<br />
üzerinde durulur.<br />
Sergiye İstemeden Veda<br />
17 yüzyıl Hollanda’sına ait tablolarda resmedilen modeller,<br />
3 asırdır hayatta kalmayı, bu tablolar sayesinde<br />
başarmış. Resmedilen dönem giysileri, doğa, kültür,<br />
sosyal yaşam, mimari, ev içi yaşam gibi pek çok<br />
konuda bilgi sahibi olmak da bu önemli tablolara, bir<br />
sanat eseri olmalarının yanı sıra tarihi birer belge olma<br />
misyonu da yüklemiş. Resimlerin gerçekliğine mi, anlatmak<br />
istekleri sırlarına mı, tarih tanıklığına mı, hangisine<br />
bakayım derken, bir tablonun önünde saatlerinizi<br />
harcayabilirsiniz.<br />
Yazıda yer veremediğimiz ama aklımızda kalan daha<br />
birçok ressam ve eserine de değinmek isteriz. Mesela<br />
Rembrandt’ın öğrencilerinden Aert de Gelder’in “Kral<br />
Davut”, Nicolaes Maes’in “Hayalci” tabloları ustalarının<br />
eserlerini aratmayan eserlerdi. Gabriel Metsu’nun<br />
“Yemek Yiyen Kadın” ya da bir başka bilinen ismi ile<br />
“Kedinin Kahvaltısı” tablosu<br />
çok yalın bir güzelliğe sahipti.
Jan Steen’in 18. yy’a kadar tabloyu yaptıran ailenin çocuk<br />
ve torunlarına kalmış ve sonrasında Rijksmuseum’a<br />
verilmiş “Leidenli Fırıncı Arent Oostwaard ve Eşi Catharina<br />
Keizerswaard” isimli tablosu ise görülmeye değerdi.<br />
Gülen yüzleriyle resmedilen bu çiftin yüzyıllardır bu<br />
tablo sayesinde hatırlanmaları tam da amaçladıkları şey<br />
olsa gerek. Jan de Bray’ın “Aziz Luca Locası Yöneticileri”<br />
isimli tablosu sergideki en iyi tablolar arasında yer<br />
alıyordu. Tabloda, Haarlem Aziz Luka Loncası’nın yöneticileri<br />
resmedilmiştir. Ressamların mesleki örgütü olan<br />
Rembrandt Harmensz van Rjin “Dr. Ephraim Bueno” Portresi 1646 civarı / Pano üzerine yağlıboya / 19x15 cm<br />
bu locadaki kişiler arasında, elinde çizim tahtasıyla Bray,<br />
kendini de resmetmiştir. Yani bu muhteşem tabloya bakarken<br />
Jan de Bray’i görmek güzel bir detaydı.<br />
Sergide son bir tur atıp, gözlerimizi kocaman açarak<br />
tablolara ahir ömrünüzde son bir kez baktıktan sonra<br />
Sabancı Müzesi’nin muhteşem bahçesine çıkıyoruz. İçimize<br />
çektiğimiz serin Boğaz havası, yüzyıllar öncesinden<br />
günümüze, 17. yüzyıl Hollanda’sından İstanbul’a<br />
geri dönmemizi sağlıyor.<br />
51
Peygamber Aşkı, "Bir Gül’ün<br />
Eşkali"nde Yankılanıyor<br />
İSMEK Bağlarbaşı Türk İslam Sanatları İhtisas Merkezi<br />
kursiyerlerinin her birinin kendi branşlarında yaptıkları<br />
eserler, “Bir Gül’ün Eşkali Meşk Hali” adlı sergiyle<br />
sanatseverlerin beğenisine sunuldu. Gül ile sembolize<br />
edilen Peygamber aşkının anlatıldığı sergide; hat,<br />
tezhip, minyatür, ebru gibi branşlarda üretilen, hilye<br />
formunda ve gül konulu yaklaşık 300 eser sergilendi.<br />
52<br />
Sevde YILMAZ
İslam dininde insan tasvirinin yasak olması, geleneksel İslam<br />
sanatlarında bir takım sembollerin ön plana çıkmasına<br />
neden olmuştur. Bu sembollerden biri olan gül, dün olduğu<br />
gibi bugün de İslam sanatlarıyla meşgul olan her sanatçının,<br />
Hz. Peygamberi tasvir ederken kullandığı bir motif olarak<br />
karşımıza çıkıyor. Farklı kültür ve dinlerde de aşkı ve sonsuzluğu<br />
sembolize eden gül, İslam sufi geleneğinde önemli<br />
bir yere sahip. Tasavvufta gül denince doğrudan kast edilen<br />
Hz. Peygamber’dir. Peygamberin gözyaşı, teri ve teni de gülle<br />
Özverili<br />
Ama Keyifli Bir<br />
Hazırlık Süreci<br />
İhtisas Merkezi kurs<br />
idarecisi ve usta öğreticilerinin<br />
her sene hazırladıkları sergi,<br />
bu yıl daha kapsamlı ve Hz. Peygamberi<br />
konu etmesi hasebiyle farklılık gösteriyor.<br />
Sergi hakkında görüştüğümüz kurs idarecisi Bahriye<br />
Nur Yürük, “Serginin hazırlık aşamasında, kursta çalışan<br />
bütün arkadaşlarımızın emeği geçti. Usta öğreticilerimizin,<br />
temizlik ve danışma görevlisi arkadaşlarımın<br />
da sergiye önemli katkıları oldu. Biz burada büyük<br />
bir aile gibiyiz; bu sergiyi hazırlarken öğrencilerimizin<br />
motivasyonunu en üst düzeyde tutmaya çalıştık.<br />
Aldığımız olumlu tepkilerden iyi bir iş çıkarttığımızı<br />
düşünüyoruz” diyor.<br />
özdeşleştirilmiş; gül kokusu ona atfedilerek diğer kokulardan<br />
daha üstün tutulmuştur. Gül motifinden yola çıkarak İSMEK<br />
Bağlarbaşı Türk İslam Sanatları İhtisas Merkezi’nde hazırlanan<br />
sergide gülün farklı sanat alanlarındaki örnekleri bulunuyor.<br />
İSMEK Türk İslam Sanatları İhtisas Merkezi’nde açılan “Bir<br />
Gül’ün Eşkali, Meşk Hali” isimli sergide, geleneksel ve modern<br />
gül motifleriyle hazırlanan eserlerde Peygamber aşkı<br />
vurgulandı.<br />
Adından da anlaşılacağı üzere Bağlarbaşı<br />
İhtisas Merkezi’nde, ileri seviyedeki<br />
öğrenciler ders görüyorlar. Bu sergide,<br />
2 ila 4 yıldır kursa devam eden öğrencilerin<br />
eserleri yer alıyor. Bu serginin ilk olmadığını<br />
daha önce de üç sergi açtıklarını usta öğreticilerden<br />
öğreniyoruz. Mezun ve hâlâ kursa<br />
devam eden öğrencilerin bazılarının kişisel<br />
sergi açtıklarına dair bilgi de alıyoruz<br />
kendilerinden. Usta öğreticilere, aynı tema<br />
ile farklı branşlarda sergi hazırlamanın zor<br />
53
olup olmadığını sorduğumuzda, bunun kendi içinde hem<br />
bazı kolaylıklar, hem de bazı zorluklar içerdiğini söylüyor:<br />
“Birbirinden çok ayrı olan branşlarda, aynı konu çerçevesinde<br />
çalışmak ve materyallerin farklı olması, eserlerin tasarlanma<br />
aşamasını da etkiliyor. Daha çarpıcı veya daha<br />
yumuşak vurguların oluşmasını sağlıyor. Eserlerin hepsinin<br />
birbirine uyumlu olmasına özen gösterdik, sürekli<br />
koordine halinde çalıştık. Aslında farklı branşlarda aynı<br />
konu çerçevesinde sergi açmak bir risktir, ama uyumlu bir<br />
ekip oluşumuz sanırım bunu bertaraf etmemizi sağladı.<br />
Farklı branşlarda oluşumuz çok çarpıcı fikirlerin oluşmasını<br />
sağladı ve altı ay süren ön hazırlığımız sürecinde sürekli<br />
birbirimizden esinlendik birbirimize ilhamlar verdik<br />
54<br />
diyebilirim, çok zevkli bir çalışma süreci geçirdik” diyen<br />
usta öğreticiler, böyle bir çalışmayı yine yapmak istediklerini<br />
de vurguluyorlar.<br />
Kursiyerler ise çini, ebru, ahşap oyma, tezhip, minyatür,<br />
kalem işi, kaligrafi, cam süsleme, katı’, sedef kakma<br />
gibi branşlarda birbirinden güzel eserlerin yer aldığı<br />
sergiye, ön yargılı gelip sonrasında sergiyi çok beğenen<br />
kişilerin olduğunu, sergi defterine yazılan yorumlardan<br />
fark ettiklerini dile getirerek bunun kendilerini çok mutlu<br />
ettiğini belirtiyorlar: “Bizim burada aldığımız eğitim<br />
çok nitelikli, sınavla girdiğimiz bu merkezde hocalarımızın<br />
üzerimizdeki emeği yadsınamaz. Birkaç yıldır buraya<br />
devam eden ve buranın ortamından kopamayan ar-
kadaşlarımız var, aslında biz burada eskilerin rahle-i tedris<br />
dedikleri eğitimden geçiyoruz. Geleneksel sanatların<br />
kendine has felsefesi ve hocayla öğrencisi arasında duygu<br />
alışverişi sağlayan farklı bir yapısı vardır. Bu alış-veriş<br />
sayesinde özgün ve nitelikli eserlerin doğması mümkün<br />
oluyor.”<br />
Türk-İslam Sanatları Duayenlerinden Sergiye Övgü<br />
Bu sergide hocalarının eserlerinin yer almamasının nedenini<br />
sorduğumuz Bağlarbaşı Türk-İslam Sanatları İhtisas Merkezi<br />
öğrencileri, “Aslında özel bir nedeni yoktu, onlar yaptığımız<br />
çalışmaların her aşamasında yanımızda yer aldılar, gece<br />
gündüz bizimle beraber çalıştılar desek abartmış olmayız,<br />
Sanırım bizlerin bir şeyler üretip sergilememiz onlar içinde<br />
önemliydi.” diye cevap veriyor.<br />
Yıllarını bu işe vermiş usta sanatçıların sergiyi gezmeleri,<br />
hem öğrencileri hem de usta öğreticileri çok heyecanlandırmış.<br />
Bu sanatların pirlerinden olan Uğur Derman, Çiçek<br />
Derman, Zeki Kuşoğlu, Alparslan Babaoğlu, Kaya Üçer, Münevver<br />
Üçer, Ali Toy, Zeki Kuşoğlu, İslam Seçen, Fuat Başar<br />
gibi sanatçıların sergiyi beğenmelerinin, Bağlarbaşı Türk İslam<br />
Sanatları İhtisas Merkezi için çok önemli olduğunu, gerek<br />
hocaların gerekse öğrencilerin cümlelerinden anlıyoruz.<br />
Bunun yanı sıra İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir<br />
Topbaş, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ve Üsküdar Belediye<br />
Başkanı Mustafa Kara’nın da sergiyi gezdiklerini öğreniyoruz.<br />
“Sergimize değer verip gelmeleri bizi çok onurlandırdı.”<br />
diyen kursiyerler ve usta öğreticiler, takdir edilmenin<br />
kendilerini şevklendirdiğini ve daha iyi eserler ortaya çıkarmak<br />
konusunda heveslendirdiğini belirtiyor.<br />
55
56<br />
Tasavvufta Gülün Tezahürü<br />
İslam tasavvufunda gül denince ilk akla gelenin Hz. Peygamber olduğunu<br />
dile getirmiştik. Bununla ilgili olarak Dede Ömer Ruşeni; “Tasavvuf<br />
yar olup bar olmamaktır / Gül-i gülzar olup har olmamaktır” diyerek<br />
gül ile tasavvuf ilişkisini belirtiyor. Geleneksel Türk-İslam Sanatları<br />
da bu geleneğin edebi içerisinde oluştuğundan, bu sanatlarla ilgilenen<br />
sanatçılar Peygamber aşkını anlatırken onun latif bedenini, bu çizgi içerisinde<br />
en mükemmel tarzda tasvir etmeye çalışmışlardır. Hilyelerde tasvir<br />
edilen ve Hz. Peygambere duyulan aşkı, kaleme dökülen her harfte<br />
görmek mümkün. Hz. Peygamber’e sevgi duymayan birinin eser çıkarmasının<br />
mümkün olmayacağını, çıkarsa bile bu eserin bir ruhu olamayacağını<br />
dile getiren usta öğreticiler, “Öğrencilerimiz aşk içindeki dokunuşlarla<br />
meydana getirdiler eserlerini.” diyorlar. Yunus Emre’nin dediği<br />
gibi... “Sordum sarı çiçeğe / Gül sizin neniz olur / Çiçek eydür derviş<br />
baba / Gül Muhammed teridir.” Gül hem Hz. Peygamber’i, hem<br />
de onun latif bedeninden çıkan teri, kokusunu temsil ediyor. Meşk haliyle<br />
çizilen gülle Peygamber'in kendisi kast ediliyor. Peygamberin ken-
di portesinin çizilememesi, İslam sanatlarıyla meşgul olan<br />
sanatçıların sembol kullanmasına neden oluyor. Kullanılan<br />
sembollerle birlikte birçok sanat dalının meydana çıkması<br />
İslam sanatının gelişmesini de sağlıyor. İslam dininde<br />
insan tasvirinin yapılması hoş görülmediği için birebir<br />
portreden kaçınan sanatçılar, buna rağmen birçok ince<br />
iş gerektiren ve ürün ortaya çıkarılması uzun zaman alan<br />
ve oldukça yoğun emek gerektiren sanat dalları geliştirip<br />
paha biçilmez eserler ortaya koymuşlar. Tezhip, ebru,<br />
minyatür, kalem işi gibi İslam coğrafyasında gelişim gösteren<br />
sanat dalları, bugün de sanatseverler tarafından<br />
yoğun ilgi görüyor.<br />
Sergilenen her gülün farklı bir aşkla farklı sanatçıların<br />
elinden tezahürü sizi büyülüyor. "Gül"ün aşkla birleşip<br />
maşuku çağrıştırması, güle mana âleminde de farklı bir<br />
anlam yüklemiş. "Gül"ün asil duruşunun yanı sıra ma-<br />
sumiyetin de temsilcisi olması, onun Peygamberle özdeşleşmesini<br />
sağlıyor. Peygamber'in masumluğu, manevi ve<br />
fiziki güzelliği gülden başka hangi çiçekle ifade edilebilirdi<br />
ki. Türk-İslam sanatları motiflerinde Peygamber aşkının<br />
gül metoforu kullanılarak ifade edilişi, tasavvufi nezaketin<br />
yansıması olarak ortaya çıkıyor. Tasavvufi edep,<br />
Türk İslam El Sanatlarında önemli bir rol alıyor, bugün<br />
de bu çizgiden ayrılmayan sanatçılar meydana getirdikleri<br />
güzel eserleriyle Peygamber'in manevi şahsının letafetini<br />
bize sunuyor.<br />
İSMEK Bağlarbaşı Türk İslam Sanatları İhtisas Merkezinin<br />
hazırladığı “Bir Gül'ün Eşkali Meşk Hali” sergisi göze hitap<br />
ettiği kadar içimize de dokunuyor. “Bir Gül’ün Eşkali<br />
ve Meşk Hali” sergisinden hem görsel hem de manevi<br />
doyum alarak ayrılırken emeği geçen sanatçıların yüreklerine<br />
ve ellerine sağlık diyoruz.<br />
57
Zamanı Donduran İki Işıltı;<br />
Mozaik ve Çini<br />
Mutia SOYLU
Her gün yeniden keşfedilmeyi bekleyen, Allah vergisi güzelliğiyle göreni tekrar tekrar büyüleyen şehr-i<br />
İstanbul, koynunda nice zamanların gizli kalmış sırlarını saklı tutar. Hz. Peygamberin fetih müjdesiyle<br />
şereflendirdiği şehir, yalnızca meraklısına açar sır kapılarını. Kültür dünyasına ışık tutan eserlere imza atan<br />
İstanbul Ticaret Odası (İTO), yayımladığı “İstanbul’un Renkli Hazineleri” adlı eserle, sanatseverlere, şehrin<br />
tarihine tanıklık eden iki hazinesine, mozaik ve çinilere kapı aralıyor.
Adına aşkla onca şiirin yazıldığı, en güzel şarkıların bestelendiği,<br />
romanlara, filmlere konu olan şehr-i İstanbul; fethedilmesi<br />
güç, güzelliği dillere destan bir kadın gibidir. Bir kez görenin,<br />
havasını soluyanın, suyunu içenin bir daha vazgeçemediği,<br />
iflah olmadığı büyülü bir şehirdir.<br />
Kalabalığı, karmaşası bir yana, İstanbul sevdası bir yanadır.<br />
Nasıl olmasın ki… Allah vergisi büyüleyici güzelliğinin yanı<br />
sıra, iki kıtayı bağlayan, tarih boyunca medeniyetlerin buluşma<br />
noktası olmuş, gerçek bir kültür başkentidir söz konusu<br />
olan. Görkemli siluetini oluşturan kadim unsurlarında geçmiş<br />
medeniyetlerin izlerini saklı tutar İstanbul, yalnızca meraklısına<br />
açar gizli kapılarını. Her gün yeniden keşfedilmeyi bekleyen<br />
bir şehirdir İstanbul ve keşif için yola çıktığınız her seferde<br />
farklı bir gizini serer gözlerinizin önüne.<br />
Hisarları bir başka cezbeder insanı, inci birer gerdanlık gibi<br />
Boğaz’ın üzerine yayılan asma köprüleri bir başka... Sabahın<br />
en erken saatlerinde yeni güne coşkuyla merhaba dercesine<br />
çığlık çığlığa uçuşan martıların ta Eminönü’ne kadar ta-<br />
460<br />
kip ettikleri güzelim vapurlarda, Boğaz’ın o taze serinliğini içinize<br />
çekmenin keyfini ise tarif etmek neredeyse imkânsızdır.<br />
Vapurdan inip de tarihi yarımadaya ayak bastığınızda çok<br />
daha başka güzellikleri serer ayaklarınızın altına şehr-i İstanbul.<br />
Karşı kıyıdaki Kadıköy’ü keskin gözleriyle süzen bir kartal<br />
gibi Sarayburnu’na kurulmuş Topkapı Sarayı, tüm ihtişamıyla,<br />
geçmişten günümüze gelen güzelliklerini paylaşmaya can<br />
atar. Yanı başındaki Ayasofya Camii’nin de meraklısına açacak<br />
çok sırrı vardır, ecnebilerin Blue Mosque dedikleri Sultan<br />
Ahmet Camii’nin de, Süleymaniye’nin de, Bizans döneminde<br />
Khora Manastırı diye bilinen şimdiki adıyla Kariye Camii’nin<br />
de... İstanbul’un saymadığımız daha nice tarihi güzelliği, yüzyıllardır<br />
açılmayı bekleyen sihirli bir sandık gibidir.<br />
Büyüleyici mavi renkleri ile çiniler, birbirinden güzel mozaikler,<br />
İstanbul’un saklı zenginliklerinden sadece ikisi. Pek çok tarihi<br />
yapının içinde gizlenen, ışıltılarıyla göz kamaştıran, renk<br />
ve desenleriyle âdeta bakana görsel bir şölen sunan çiniler ve<br />
mozaikler, insanlık tarihi kadar eski iki kadim sanatın günümüze<br />
emanetleridir.
Mozaik ve Çini Zamana Kılıç Çekiyor<br />
Binlerce yıldan beri saraylara, mabetlere ve daha birçok<br />
önemli yapıya görkem, sıcaklık, özgün bir üslup kazandıran<br />
iki kadim sanattır mozaik ve çini. Tarihi birazcık deşeleyecek<br />
olursak, iç ve dış mekânlarda âdeta gökkuşağını<br />
çağrıştıran en eski kaplama malzemelerinin mozaik ve<br />
çini olduğunu görürüz.<br />
Ay ile güneş gibi birbirlerinden çok farklı yanları bulunsa<br />
da önemli benzerlikler de taşırlar. Zira mozaiğin de çininin<br />
de, ana malzemeleri doğanın koynunda saklıdır; taş,<br />
toprak ve cam. Topraktan gelen ve belli bir ahenk içinde<br />
yan yana dizilerek yahut hünerli ellerde ateşle dans ederek<br />
yeni formlar kazanan mozaik ve çiniler, ilk günkü kadar<br />
canlı ve kalıcı bir malzeme olması nedeniyle her daim<br />
büyük ilgi görür.<br />
Mozaik de, çini de, bir imgeyi iki boyutlu olarak betimlemesi<br />
bakımından resim sanatıyla benzerlikler gösterir.<br />
Her iki sanat da büyük boyutlu yüzeyleri bezemeye uygundur.<br />
Fakat mozaik ve çiniyi resimden farklı kılan, sanatçıları<br />
da, sanatseverleri de büyüleyen başka bir üstünlük<br />
söz konusu, o da bu iki sanatın, zamanı donduran<br />
ışıltısı. Çiniler ve mozaikler, resmin aksine, zamanın yıpratıcı,<br />
yok edici etkisine yenik düşmez, solmaz, bozulmaz.<br />
İsa’dan Önce (İ.Ö.) 3000’li yıllarda Sümerler döneminde<br />
ortaya çıkan ve sonradan çok geniş bir coğrafyaya yayılan<br />
mozaik de, İslam mimarisinin tipik süslemesi çini de<br />
zamana kılıç çeker âdeta.<br />
İstanbul Tüm Zamanların Kültür Başkenti<br />
İnsanlık tarihi kadar eski iki kadim sanat olan çini ve mozaiğin<br />
tarihsel serüveni, kültür dünyasına ışık tutan eser-<br />
61
lere imza atan İstanbul Ticaret Odası’nın (İTO) yayınladığı<br />
bir eserde derinlemesine anlatılıyor. “İstanbul’un Renkli<br />
Hazineleri- Bizans Mozaiklerinden Osmanlı Çinilerine”<br />
adlı kitabın önsözünde İTO Yönetim Kurulu Başkanı Murat<br />
Yalçıntaş, bu eserle, İstanbul’un, ayrıntılarda kalan iki<br />
önemli zenginliğine, mozaik ve çiniye dikkat çekmek istediklerini<br />
belirtiyor. Yalçıntaş, “İstanbul’un Renkli Hazineleri,<br />
İstanbul’un sadece günümüzün değil,<br />
tüm zamanların kültür başkenti olduğunu<br />
gözler önüne seriyor.” diyor.<br />
Kitapta, çininin süsleme sanatı<br />
olarak yaygın bir şekilde kullanılmadığı<br />
yıllarda mozaiğin<br />
ön plana çıktığına değiniliyor.<br />
Kitapta anlatıldığına<br />
göre, Roma döneminde<br />
mozaikle süsleme<br />
sanatı oldukça yaygınlaşmış<br />
ve evler, sokaklar, hatta<br />
kaldırımlar bile mozaikle<br />
süslenmiş. Yine o dönemde<br />
mozaik ustalarının vergiden<br />
muaf tutulması da kitapta<br />
değinilen ilginç bilgiler arasında<br />
yer alıyor. Vira bismillah diyip, kendimizi<br />
kitabın renk renk çini ve mozaik<br />
görselleriyle bezenmiş olan, mozaik ve çiniye<br />
dair -dönemlerine göre eserler örnek gösterilerek- detaylı<br />
bilgilerin verildiği sayfalarına bırakıyoruz.<br />
Mozaik Roma Döneminde Üç Kıtaya Yayıldı<br />
İlk olarak mozaik ve çininin tarihine yolculuk yapıyoruz.<br />
İlk kez, İsa’dan Önce (İ.Ö.) 3000’li yıllarda Sümerler’in,<br />
Uruk kentindeki bir tapınağın duvarlarını bezemeleriyle<br />
ortaya çıkan mozaik, daha sonra Mezopotamya’dan<br />
Yunan’a, Girit’ten Roma İmparatorluğu’na çok geniş bir<br />
coğrafyaya yayılmış. Zamanla seramik parçaları yerine<br />
küçük çakıl taşları kullanılmaya, duvarların yanı sıra yapıların<br />
zeminleri ve çömleklerin üzerleri de mozaiklerle<br />
kaplanmaya başlamış.<br />
İsa’dan Önce (İ.Ö.) 800’lü yıllarda Yunanlılar, çakıl taşlarından<br />
renkli geometrik desenler oluşturmuş ve bu<br />
desenleri özellikle yer döşemelerinde kullanmışlar. İ.Ö.<br />
400’lerde ise renkli doğal taşların küçük küp parçalar halinde<br />
kesilmeye başlanması ile teknik hızlanıp gelişmiş.<br />
Bugün bizim “mozaik” olarak adlandırdığımız sanat dalının<br />
en zengin uygulamalarına yine bu dönemde rastlanıyor.<br />
İ.Ö. 2. yüzyılda İskenderiyeli sanatçılar tarafından<br />
Roma’ya getirilen mozaik sanatı İ.S. 5. ve 6. yüzyıllarda<br />
en önemli sanat dalı olarak kabul görmüş.<br />
Roma İmparatorluğu döneminde şehir kaldırımları, meydanlar,<br />
binalar sırlı seramikten yapılma mozaiklerle kaplanmış.<br />
Çok tanrılı dönemden Hıristiyanlığa geçişle birlikte<br />
antik döneme ait pek çok desen ve sembol yeni<br />
anlamlar yüklenerek kiliselerde kullanılmaya başlanmış.<br />
Mozaik sanatı, Roma İmparatorluğu döneminde dikkat<br />
62<br />
çekici bir gelişme göstermiş. Bu dönemde üç kıtaya yayılan<br />
bu sanat, Hıristiyanlıkla birlikte özellikle Bizans İmparatorluğu<br />
döneminde dini motiflerin ağırlıklı olarak kullanıldığı<br />
bir tarzı ortaya çıkarmış. Bu yeni tarza göre renkler<br />
daha uyumlu kullanılmış, üslup daha da keskinleşmiş.<br />
Kimi sanat tarihçileri, en zengin ve gösterişli mozaiklerin,<br />
bu tarzın sonucu olduğunu düşünür.<br />
Bu yeni tarzla birlikte mozaik sanatı,<br />
İsa’dan Sonra (İ.S.) 10-12. yüzyıllar<br />
arasında altın çağını yaşamış. Bu<br />
dönemde duvar mozaikleri konusunda<br />
uzmanlaşan Bizanslı<br />
sanatçılar, malzeme olarak<br />
taş dışında çok küçük<br />
cam parçacıklarını kullanma<br />
tekniğini geliştirmiş<br />
ve duvar mozaiğini, mermer<br />
kaplamayı tamamlayan<br />
doğal bir öğe durumuna<br />
getirmişler. Kültür<br />
beşiği Anadolu’da mozaik<br />
sanatının en güzel örneklerinin<br />
İstanbul haricinde Ege<br />
Bölgesi, Antakya, Şanlıurfa ve<br />
Gaziantep’te bulunduğunu da hatırlatalım.<br />
İslam Kültüründe Mozaik<br />
Eldeki veriler mozaiğin, İslam topraklarında ilk kez<br />
Mısır’daki yapılarda kullanıldığını gösteriyor. Memluklara<br />
ait Şeceretüddür Türbesi’nin (1257) mihrabında, Kalavun<br />
Külliyesi’nde (1285) caminin mihrabında, türbe duvarlarında<br />
ve havuzda mermer, taş ve altın mozaik kullanılmış.<br />
Ayrıca Mısır’daki Tolunoğulları’na ait Ahmet Bin<br />
Tolun Camii’nde (876-879) Memluklar döneminde yapılan<br />
altın mozaikli mihrap, döneminin en güzel örneklerinden<br />
biri olarak kabul ediliyor.<br />
İslam kültüründe, mozaik yapımında malzeme olarak taş<br />
veya cam yerine sırlı tuğla ve seramik parçaları kullanılmış.<br />
Desenlerde ise dini gerekçelerle bir resmi betimleyen<br />
figüratif dizilim yerine geometrik dizilim tercih edilmiş.<br />
Bu tercih, bir bakıma mozaikten çiniye geçişin ilk<br />
adımı ve aynı zamanda mozaiğin İslam kültürüne göre<br />
ilk dönüşümü olarak kabul ediliyor. Genellikle firuze, gri<br />
ve turkuaz renkli olan sırlı tuğla tekniğinin yerini zamanla<br />
nakışlı, dört veya altı köşeli “mozaik çini tekniği” almış.<br />
Fatih Sultan Mehmet döneminde yapılan İstanbul-Çinili<br />
Köşk’teki (1472) mozaik çiniler, 15. yüzyıl başlarına kadar<br />
büyük ilgi gören bu tekniğin en önemli son şaheserlerinden<br />
biri olarak gösteriliyor.<br />
Çininin Yıldızı Selçuklular Döneminde Parlamış<br />
Çinilerin gerçek manada mimaride kullanılması ve geliştirilmesi<br />
Büyük Selçuklular dönemine rastlıyor. Çininin mimarideki<br />
yıldızı Büyük Selçuklular ile birlikte parlamış desek<br />
yanlış olmaz. Mozaik çinilerin ardından “sır altı” ve<br />
“sır üstü” tekniklerinin birlikte kullanıldığı “minai tekniği”<br />
geliştirilmiş. Fakat 12. yüzyılın sonunda yıldızı parla-
yan bu tekniğin ömrü uzun olmamış. 13. yüzyıla gelindiğinde<br />
“perdahlı” ve “sır altı” tekniği kullanılan çini sanatında<br />
bir durgunluk yaşanmış. 14. yüzyılda ise Selçuklu<br />
mozaik çini tekniği ile renkli sır tekniğinin birleşmesi, Osmanlı<br />
çinilerine bir başlangıç olmuş. İlk olarak Bursa Yeşil<br />
Cami ve Türbesi’nde (1421-24) kullanılan Osmanlı üslubu,<br />
aynı yapıda farklı çini tekniklerinin kullanımının yanı<br />
sıra renklerin ve desenlerin gelişmesine yol açmış.<br />
Önce İznik, daha sonra da Kütahya, çinicilik merkezleri<br />
haline gelmiş. Osmanlılarda ilk kez İranlı ustalar tarafından<br />
uygulanan “çok renkli sır tekniği” ile, ince detaylı ve<br />
tümüyle naturalist motiflerden oluşan örnekler çini sanatını<br />
bir adım daha ileriye taşımış. Ayrıca sır altı tekniği ile<br />
yapılan mavi beyaz çiniler Osmanlı topraklarında ortaya<br />
çıkmış. 16. yüzyıl ortalarından sonra da renkli sır tekniği<br />
tümüyle terk edilmiş ve Osmanlı çinilerine, sır altı tekniği<br />
hâkim olmuş. 17. yüzyıl Osmanlı çini sanatı için hiç<br />
de parlak olmayan bir dönem olmuş. Çini sanatında kullanılan<br />
hammadde sıkıntısı giderek artmış. Saray çinilerinin<br />
üretildiği İznik’te, çini yapımında kullanılan kurşunlu<br />
sırçalı hamur yerine, kireç alkali hamur kullanılır olmuş.<br />
III. Ahmet zamanında İznikli çini ustalarının bazıları<br />
İstanbul’a getirilmiş ancak, devletin ekonomik ve siyasi<br />
gücünü yavaş yavaş yitirmesi sonucu yüzyıl sonuna doğru<br />
çini atölyeleri bir bir kapanmaya başlamış. O güne dek<br />
sarayda, cami, türbe ve çeşitli sivil yapılarda mimarinin<br />
ayrılmaz unsuru sayılan Osmanlı çinileri de böylece eski<br />
ışıltısını, ihtişamını kaybetmiş. Bu durum, o güne kadar<br />
halk için üretim yapan Kütahya’daki çinicilerin<br />
önünü açmış. Fakat çininin yaşatılması<br />
için bu kıvılcım da yetmemiş<br />
ve 18. yüzyılın ikinci yarısından<br />
itibaren Kütahya’daki<br />
atölyeler de bir bir kapanmış,<br />
işçilik kalitesi giderek<br />
düşmüş.<br />
19. yüzyılda Sultan II.<br />
Abdülhamit Han’ın ecdat<br />
yadigârı bu sanata<br />
sahip çıkmasıyla önce<br />
Kütahya çiniciliği canlanmış,<br />
ardından İstanbul’da<br />
Yıldız’da ve Haliç’te çini<br />
atölyeleri kurulmuş fakat<br />
bir süre sonra yabancı malların<br />
rekabeti yüzünden atölyeler<br />
imalatı durdurmak zorunda kalmış.<br />
Takip eden dönemde bilgi ve becerilerini<br />
kendilerine saklayan ustaların bir<br />
bir kaybedilmesiyle, tarih boyunca geliştirilen pek<br />
çok yapım tekniğinin yitirilmesi, işletmeci azınlıkların ülkeyi<br />
terk etmeleriyle atölyelerin kapanması ve yeni ustaların<br />
yetiştirilmemiş olması, Avrupa’dan çok ucuza ve kaliteli<br />
çini ve seramik ithal edilmesi gibi pek çok sebepten<br />
ötürü Türk çini ve seramik sanatı ağır bir duraksama dönemine<br />
geçmiş.<br />
2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla seramik mamullerin ithalatının<br />
durdurulması, Kütahya’da yerli üretimi âdeta<br />
şahlandırmış. Yeni atölyelerin kurulması, 1947 yılında<br />
tarihteki ilk çini ve seramik okulunun açılması, üniversitelerde<br />
seramik ve çini bölümlerinin kurulması çini sanatının<br />
üzerindeki kara bulutların dağılmasını sağlamış.<br />
Günümüzde ise eski ihtişamını yakalama yolunda<br />
çini sanatı.<br />
Kariye Camii’nin Muhteşem Mozaikleri<br />
İstanbul Ticaret Odası’nın yayımladığı “İstanbul’un Renkli<br />
Hazineleri” adlı kitapta çini ve mozaik sanatlarının en<br />
güzel örneklerine yer verilmiş. Kitapta mozaik sanatı;<br />
“Bizans’ta Mozaik ve Çini” başlığı altında “Bizans Dönemi<br />
Duvar Mozaikleri” ve “Bizans’ta Yer Mozaikleri” alt<br />
başlıklarıyla ele alınmış. “Bizans Dönemi Duvar Mozaikleri”<br />
alt başlığında Kariye Camii (Khora Kilisesi), Ayasofya,<br />
Pammakaristos Kilisesi, Studios Manastırı, Aziz Theodoros<br />
Kilisesi, Akataleptos Kilisesi, Aya İrini, Lips Manastırı<br />
ve Pentepoptes Manastırı’na ait mozaikler anlatılmış.<br />
“Bizans’ta Yer Mozaikleri” alt başlığında ise Büyüksaray<br />
Mozaik Müzesi’ne yer verilmiş.<br />
Kariye Camii ve Ayasofya, mozaik sanatının en güzel örneklerinin<br />
verildiği iki tarihi yapı. Kitapta ilk olarak Kariye<br />
Camii’ndeki mozaikler, birbirinden göz alıcı fotoğraflar<br />
eşliğinde anlatılmış. İstanbul’un Renkli Hazineleri’nde<br />
anlatıldığına göre, şehr-i İstanbul’un yedi tepesinden biri<br />
olan Edirnekapı’nın Kariye semtine adını veren Kariye Camii<br />
(Yunanca adıyla Khora Kilisesi), şehrin, Bizans<br />
yapıları içinde mozaik süsleme yönünden<br />
en önemli yapısı. Bizans Kralı Justinianus<br />
tarafından yaptırılan Khora<br />
Kilisesi’nin mozaikleri, sanatsal<br />
açıdan “muhteşem” olarak<br />
kabul ediliyor. Khora<br />
Kilisesi’nin mozaik süsleme<br />
zenginliğini, yapının<br />
iç ve dış narteksinde<br />
(giriş bölümünde)<br />
bulunan resimler oluşturuyor.<br />
İlkçağın resim<br />
prensiplerine büyük<br />
ölçüde uyularak,<br />
natürelliğe büyük ölçüde<br />
bağlı kalınarak hazırlanmış,<br />
estetik açıdan son<br />
derece değerli olan bu panolar,<br />
çok yetkin sanatçıların<br />
ellerinden çıkmış. Mozaiklerde<br />
İsa ve Meryem’in yaşamlarını yansıtan<br />
sahneler görülüyor.<br />
En Görkemli Hazine Ayasofya<br />
İstanbul’un Renkli Hazineleri’nde ikinci olarak Ayasofya<br />
mozaiklerine yer verilmiş. Bizans İmparatorluğu’ndan kalan<br />
en önemli kültür hazinesi olarak kabul edilen Ayasofya,<br />
İstanbul fethedilene kadar 916 yıl boyunca Patriklik<br />
Kilisesi olarak kullanılan tarihi bir yapı. 324 yılın-<br />
63
dan kalan ilk yapı üzerine devrin şöhretli mimarları Anthemius<br />
ve İsidorus tarafından 532- 537 yıllarında yapılan bina,<br />
Efes’teki Artemis Tapınağı da dahil olmak üzere çok sayıda<br />
eski yapıdan getirilen 108 sütunun üzerine oturtulmuş.<br />
Ayasofya’nın mozaiklerinin, Orta Bizans çağına ait olduğu<br />
biliniyor. 15 asırlık bu yapıdaki mozaikler, IX.-XII. yüzyıllar<br />
arasında Bizans mozaik sanatının geçirdiği gelişmeler hakkında<br />
fikir veriyor.<br />
Bizans İmparatorluğu’nun İstanbul’da inşa edilen en muhteşem<br />
yapıtı olan Ayasofya’daki mevcut panolara kısaca<br />
değinelim. Narteksten 1 naosa 2 geçilen anıtsal kapının üzerinde,<br />
altın renkli zemin üzerine, ortada tahtta oturan İsa,<br />
ayaklarına secde etmiş durumda İmparator VI. Leon olduğu<br />
öngörülen figür bulunuyor. Tahtın iki yanındaki madalyonların<br />
içinde Meryem ve baş meleklerden Gabriel resmedilmiş.<br />
Güney dehlizinin yan kapısı üzerinde ise kucağında çocuk<br />
İsa ile Meryem tahtında otururken, iki yanında yer alan<br />
imparatorlardan Büyük Konstanti Konstantinopolis şehrini,<br />
Justinianus ise Ayasofya’nın maketini kendisine sunuyor.<br />
İkonoklazma (Put kırıcı) Devri sonrasında apsise yapılan<br />
mozaikte, tahtında oturan Meryem’in kucağında çocuk<br />
İsa, bema 3 tonozunun başlangıcında ise baş melek-<br />
64<br />
ler tasvir edilmiş. Kuzey nefinin üzerinde tympanon duvarı<br />
kemerleri içindeki panolarda bazı ünlü piskoposların<br />
ayakta durur pozisyonda, cepheden tasvirleri yer alıyor.<br />
Yapının güney galerisinde ise ortada İsa, iki yanında<br />
Meryem ve Vaftizci Yahya’nın oluşturduğu deisis sahnesi<br />
Ayasofya’nın estetik yönden en üstün kalitedeki mozaik<br />
panosu olarak kabul ediliyor.<br />
Kitapta yer verilen ve çok gösterişli mozaiklerle süslendiği<br />
tahmin edilen bir diğer yapı ise Aya İrini Kilisesi. Bir zamanlar<br />
her köşesi mozaiklerle bezeli olan Aya İrini Kilisesi, adını Hıristiyanlığın<br />
yayılmasında emeği bulunan Penelope adlı azizeden<br />
almış. Bugün bu kilisenin sadece apsis yarım kubbesi<br />
ve bema bölümünde mozaik bezemeler mevcut. İkonoklazma<br />
döneminin yasaklarına uygun olarak, 740 yılından sonra<br />
apsis yarım kubbesinin içine, altın renginde bir fon üzerine<br />
Latin haçı işlendiği tahmin ediliyor. 1909 yılında yapının<br />
narteks kısmında tonoz, kemer ve pandantiflerinde yapılan<br />
temizleme sonucunda, bu bölümün de mozaik süslemesi<br />
olduğu anlaşılmış. Ortaya çıkartılan bitkisel desenli mozaik<br />
bezemelerin 564 yılına ait olduğu sanılıyor.<br />
Bizans eserlerinden bir kısmının son derece zengin mozaik<br />
panolarla bezendiği bilinse de günümüzde bunlardan hiç-
ir iz bulunmuyor. Günümüze ulaşmayan mozaiklerin<br />
çoğunun ortak temasının, Hıristiyanlık<br />
sonrası döneme ait diğer mozaiklerde olduğu<br />
gibi Meryem ve İsa olduğu belirtiliyor.<br />
Renklerin Şiirsel Dilidir Çini<br />
Çiniler; özgün bir duruş, seziş ve kavrayışın<br />
sanatsal formlara dönüşmüş halidir. Mavinin,<br />
rengin, turkuazın, lacivertin ve beyazın<br />
şiirsel dilidir âdeta. İstanbul’un Renkli<br />
Hazineleri’nde çini sanatının en güzel örneklerine<br />
yer verilen sayfalara yolculuğa<br />
başlar başlamaz bambaşka bir büyünün etkisi<br />
altına girdiğimizi hissediyoruz. Gözümüzün<br />
gördüğü renkler, motifler arasından görünmeyene<br />
ulaşmak gayesiyle göz nuru, alın<br />
teri dökülen çiniler, güzellikle gerçekliğin ustaca<br />
harmanlanmasını yansıtıyor. Mana ve suretin<br />
muhteşem uyumunu gözlerinizin önüne seriyor çevirdiğimiz<br />
her bir sayfada yüzümüze gülen çini örnekleri.<br />
Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan Yavuz<br />
Sultan Selim Camii’nin Tebrizli Habib Usta’nın sanatını konuşturduğu<br />
renkli çiniler başka büyüler, Sadrazam Kara Ahmed<br />
Paşa için Topkapı’da Mimar Sinan tarafından inşa edilen<br />
Kara Ahmed Paşa Camii’nin çinileri bir başka, ihtişamın diğer<br />
adı Süleymaniye Camii’nin çinileri ise bir başka…<br />
Koca Sinan’ın “çıraklık eseri” olan Süleymaniye’nin İznik’te<br />
üretilen çinileri, sır altı tekniği kullanılarak yapılmış. Minarelerdeki<br />
firuze renkli çiniler, İstanbul’daki atölyelere ısmarlanmış.<br />
Kanuni’nin tüm camiyi çiniyle kaplayacak ekonomik<br />
güce sahip olmasına rağmen, böylesine görkemli bir mimarinin<br />
yoğun bir çini kompozisyonu ile gölgelenmesine mahal<br />
vermek istenmediğinden çiniler kararında tutulmuş.<br />
Kitapta yer alan görsellerde ait oldukları dönemin çinicilik<br />
anlayışına dair ipuçları da veriliyor. Camilerde kullanılan çinilerde<br />
ağaç, yaprak, gül, lale ve sümbül ilk sırada yer alırken,<br />
Kâbe, Medine, Arafat gibi tasvirlere de rastlamak mümkün.<br />
Çiçek desenlerinin ağırlıklı olarak yer aldığı ve Türk çini sanatının<br />
güzel bir örneği olan Sultan Ahmet Camii’nde ellinin<br />
üzerinde değişik figür ve 21 bin adet çininin kullanıldığı da<br />
kitaptan edindiğimiz bilgiler arasında yer alıyor.<br />
Çini Deryası Topkapı Sarayı<br />
Topkapı Sarayı için, İstanbul’un çini sanatının belki de en<br />
güzel örneklerini koynunda saklayan yeri diyebiliriz. Burada<br />
Türk çini sanatının en nadide, renkli ve bakımlı hazinelerini<br />
bir arada görmek mümkün. Sarayın birinci avlusunda<br />
yer alan ve Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Çinili<br />
Köşk, ilk göze çarpan yapı. Yapıda bugün Selçuklu ve Osmanlı<br />
devri çini ve seramikleri sergileniyor. Sarayda yine Fatih<br />
tarafından inşa ettirilen Has Oda (Mukaddes Emanetler<br />
Dairesi) çini sanatının en güzel örneklerini barındırıyor. Yapının<br />
iç mekânları çiniyle kaplanmış, dış duvarlar da belli bir<br />
yüksekliğe kadar çiniyle bezenmiş.<br />
Sarayın Revan Köşkü, Bağdat Köşkü, Harem Dairesi, Sünnet<br />
Odası, III. Ahmed (Enderun) Kütüphanesi ve daha nice ya-<br />
pısı birer çini hazinesi âdeta. Eyüp Çinili Çeşme, Ayasofya<br />
Camii içindeki I. Mahmud Kütüphanesi, Üsküdar’daki Abdülmecid<br />
Efendi Köşkü, Laleli Camii’nin karşısındaki Koca<br />
Ragıp Paşa Kütüphanesi, Sultanahmet’teki Alman Çeşmesi,<br />
Sirkeci’deki Büyük Postane, Çapa Öğretmen Okulu,<br />
Bostancı, Beşiktaş, Haydarpaşa, Kadıköy ve Büyükada<br />
iskeleleri, ecdat yadigârı sanatımızın nadide ürünlerini günümüze<br />
taşıyan mimari yapılardan bazıları. Çini bezemeler,<br />
bu yapıların kimisinde olanca haşmetiyle günümüze<br />
kadar gelebilmiş, kimisinde ise küçük birer pano şeklinde<br />
kalabilmiş bugünlere. Mozaik sanatının ardından çini sanatının<br />
en güzel örneklerinin detaylı görselleriyle anlatıldığı<br />
İstanbul’un Renkli Hazineleri adlı kitabın son bölümünde<br />
günümüz çinilerine de yer verilmiş.<br />
Hepimizin gündelik hayatta karşısına çıkan çini dekorasyonlar<br />
arasında en önemlileri İstanbul Metrosu’nun Ataköy,<br />
Osmanbey, Taksim duraklarında, Yapı Kredi Bankası<br />
Genel Müdürlük Binası’nda, İstanbul Menkul Kıymetler<br />
Borsası Binası’nda, Konyalı Lokantası’nda, İGDAŞ Genel<br />
Müdürlük Binası’nda kullanılan çini panolardır. Çok renkli<br />
uygulamaların görüldüğü bu panolarda geleneksel çinilerde<br />
rastladığımız kompozisyonların tekrarı olan vazodan<br />
çıkan laleler, sümbüller, bahar dalları, karanfiller ve hançer<br />
yaprakları ile servi ağacının etrafını saran asma dallarının<br />
yanı sıra Çin bulutları ile dekorlanmış büyük yelkenlilerin<br />
görüldüğü çağdaş örnekler öne çıkıyor.<br />
DİPNOTLAR 1) Narteks: Bizans kiliselerinde sahndan sütunlarla<br />
veya duvarla ayrılan bölüm. 2) Naos: Yunan tapınaklarında, içinde<br />
tanrı heykelinin yer aldığı kutsal bölüme verilen isimdir. Naos,<br />
Yunanca’da tanrının evi demektir. 3) Bema: Kiliselere apsisin önünde<br />
tören yapılan kısma denir.<br />
65
El Üstünde Tutulan<br />
Saatlerin Ustası<br />
Uğur SEZEN<br />
Makineleşmeyle birlikte pabucu dama atılan zevklerden biri de mekanik saatler. Çeşit<br />
çeşit modelle, kapaklarındaki zarif desenlerle bir zamanların “el üstünde tutulan”ıymış<br />
bu saatler. Günümüzdeyse bu saatlerin bir kısmı antika mesabesinde bir kısmı teneke.<br />
Fakat hepsi kendilerine has bir ruh taşıyor. Kapalıçarşı’da, bir insan boyu dükkânında<br />
mekanik saatlerin bu ruhunu muhafaza etme gayretinde bir saat ustası var; Ali Rıza Balcı.
Tik tak, tik tak, tik tak…<br />
Saat ustası Ali Rıza Balcı<br />
otuz yıldır bu armoni<br />
eşliğinde çalışıyor. Kapalıçarşı<br />
Bedesten’de, büyüklüğü<br />
ancak bir insan boyu olan<br />
dükkânında yıllardır saat tamir<br />
ediyor Ali Rıza Usta. Hem de<br />
ne saatler…<br />
Balcı, hem okullu hem de<br />
alaylı bir isim. 1951’de<br />
Trabzon’da doğmuş ve<br />
üniversiteye kadar tahsiline<br />
orada devam etmiş.<br />
Üniversite eğitimi için<br />
İstanbul’a gelmiş ve İstanbul<br />
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi<br />
Tarih Bölümü’ne kaydolmuş.<br />
Saatçi çıraklığına da o<br />
zaman başlamış. Bir üniversite öğrencisi<br />
iken neden aynı zamanda çıraklığa<br />
da başladığına şaşırıp meraklı gözlerle<br />
ona bakınca, “Babam öğretmendi, aldığı<br />
maaşla çocuk okutmak zor tabii. Ona yardımcı olmak<br />
için okulla birlikte çalışmak istedim. Kapalıçarşı’da uzaktan<br />
akrabamız olan saat ustası Mevlüt Güç’ün yanında<br />
haftalık 50 liraya çıraklığa başladım.” sözleriyle cevap veriyor<br />
ve bizi hikayesine dâhil ediyor.<br />
O günlerde Kapalıçarşı’nın hayatında nasıl bir konum kazanacağından<br />
habersiz olan genç tarih öğrencisi, nasıl bir<br />
işin, nasıl bir hayatın içine girdiğinin de farkında değildir.<br />
Onun tek bir maksadı vardır, o da babasına yük olmadan<br />
eğitimini sürdürmek… Fakat Kapalıçarşı onu bambaşka<br />
yerlere çeker.<br />
Tik Tak Sesleri Geliyor Şişhane’den<br />
Balcı, Mevlüt Usta’nın yanında çalışmaya başlayalı 2 sene<br />
olmuştur. Saat açıp kapamayı öğrenmiştir. Bir çırağın<br />
elinden gelen ufak tamiratlar yapar sadece.<br />
Bir yandan da Edebiyat Fakültesi’ne<br />
devam etmektedir. Bu günlerde<br />
mesleki hayatının dönüm noktasına<br />
gelmiştir. Bu dönüm noktasında<br />
bir nefes alıp anlatmaya<br />
başlıyor Balcı:<br />
“O zaman İstanbul<br />
Umum Saatçiler Derneği<br />
vardı. Tabii belli aralıklarla<br />
derneğin genel<br />
kurul toplantıları yapılıyordu.<br />
Ben de derneğin<br />
yönetim kuruluna girdim.<br />
Kurula girince toplantılara katılıyordum,<br />
dolayısıyla ‘hakk-ı<br />
huzur’ alıyordum. Bir müddet<br />
sonra verilen parayı hak et-<br />
68<br />
mediğimi düşünerek<br />
bir şeyler yapmak istedim.<br />
O zamanki<br />
dernek başkanımız<br />
Mehmet Ali Şeker’e<br />
dedim ki, ‘ağabey neler<br />
yapabiliriz?” Bu hassasiyet<br />
ve soru bir fikre, o fikir de<br />
hem onun hayatında hem<br />
bu meslekte pek çok güzel<br />
gelişmeye kapı aralar.<br />
Kısa bir süre sonra<br />
hem Balcı için hem<br />
de İstanbul’daki diğer<br />
saatçiler için güzel bir<br />
karar alınır: Şişhane’de<br />
saatçilik kursu açılacaktır.<br />
“Şişhane’de açtığımız kurs<br />
İstanbul’da, belki de Türkiye’de<br />
saatçilik adına bir ilktir.” diyen Balcı,<br />
o günleri şöyle anlatıyor: “Kursta<br />
eski hocaları, saat ustalarını bir araya getirdik.<br />
Tahsin Eser, Sait Gülger, Cemal Atal gibi hocalar ders verdi.<br />
Bu isimlerin o zamanki yaşları 70 - 80 civarındaydı ve<br />
hepsi usta saatçiydi. Kurslara İstanbul’un dört bir yanından<br />
saatçiler geldi. Ben onlardan saatin teoriğini öğrendim.<br />
Mesela Pendik’ten gelen bir ustadan saat açmasını,<br />
Eminönü’nden gelen başka bir ustadan saat kapamasını<br />
öğrendim. Kurslar sayesinde saatler hakkında temel bilgim<br />
oldu.” Bu kurslarda saatler hakkında teorik ve pratik<br />
bilgileri ikmal eden Balcı, bu süre zarfında önce İstanbul<br />
Umum Saatçiler Derneği Başkan Vekili, 1980 yılında<br />
ise dernek başkanı olmuş.<br />
"Ayar, Saniyenin Peşinden Koşmaktır"<br />
Balcı, Şişhane’deki saatçilik kursları devam ederken Edebiyat<br />
Fakültesi’nden mezun olur. Öğretmenlik mesleğinin<br />
gençlik ideali olduğunu söyleyen Balcı, belki biraz da<br />
babasını örnek alarak tarih öğretmenliğine başlar. Görev<br />
yeri Şişli Lisesi’dir, kısa süreliğine de olsa… “Öğretmenlik<br />
yapmasına yaptım ama 3 ay sonunda bu<br />
mesleğin bana göre olmadığını anladım.” diyen Balcı<br />
öğretmenliği bırakıp tekrar Kapalıçarşı’ya gelir.<br />
Bu esnada İstanbul Umum Saatçiler Derneği, İstanbul<br />
Saatçiler Esnaf Odası’na evrilir. Balcı da bu odanın<br />
başkanlığı yapar. Daha sonra odanın bağlı olduğu<br />
İstanbul Bilumum Madeni Eşya Esnaf ve<br />
Sanatkârları Odaları Birliği’nin başkan<br />
vekilliğini ve başkanlığını yapar.<br />
Ali Rıza Usta ve arkadaşları gerek<br />
Kapalıçarşı’da gerek İstanbul’da<br />
sanatçılığın ve saatçiliğin gelişmesi<br />
için olağanüstü gayret<br />
sarf ederler. Saat sektörünün<br />
en büyük yayın
organı olan Saat Dünyası Dergisi’ni<br />
hazırlarlar. 1980’den sonra<br />
ise elektroniğin saat teknolojisinde<br />
yaygın bir<br />
biçimde kullanılması,<br />
Türk saat ustalarının<br />
ise bu konu<br />
hakkında pek bilgi<br />
sahibi olmamaları,<br />
Balcı ve arkadaşlarına<br />
kolları sıvatır.<br />
Türkiye’deki saatçilere<br />
elektronik dersleri<br />
vermeye başlarlar. Almanya,<br />
İsviçre gibi<br />
ülkelerden hocaları<br />
davet ederler.<br />
Kısacası yelpaze<br />
saatçiler için artık<br />
genişlemiştir.<br />
Dernek ve oda başkanlığı görevleriyle Şişhane’deki kursların<br />
tertibi, Ali Rıza Balcı’nın isminin Türk saatçileri arasında<br />
efsane olmasını sağlar. Fakat Balcı’nın siması değil<br />
de imzası meşhurdur. Bu da güzel anıların yaşanmasına<br />
neden olur. Bir hatırasını şöyle naklediyor Ali Rıza Usta:<br />
“Fırsat buldukça Anadolu’daki saatçilere giderim.<br />
Dükkânının bir köşesinde ‘İstanbul Saatçiler Odası Başkanı<br />
Ali Rıza Balcı’ diye imzam olur. ‘Sen bunu tanıyor<br />
musun?’ diye sorardım. Cevap genelde ‘tanımıyorum.’<br />
olurdu. ‘Ali Rıza Balcı benim’ deyince sarılırdık<br />
birbirimize.”<br />
"Saatin Kendisi Mekân,<br />
Yürüyüşü Zaman, Ayarı İnsandır”<br />
Saatçilikte yelpazenin genişlemesi bir yandan<br />
iyi olmuş bir yandan da kötü. Saat deyip geçiyoruz<br />
ama kardeş kardeşe benzemez demişler.<br />
Çeşit çeşit saat var insanların kolunda, cebinde,<br />
masasında, duvarında… Kimi saatler makinenin<br />
bir tuşuna basılarak binlerce defa üretilirken,<br />
kimi saatler bir avucun içinde günlerce işleniyor.<br />
Bu da hem niteliğini ve kıymetini belirliyor<br />
saatin, hem de ustanın şevkini.<br />
Ali Rıza Usta’nın tercihi mekanik saatlerden yana.<br />
“Elektronik saatlerde sanat yok, ruh yok. Çıkar makineyi<br />
tak makineyi, çalışsın! Asıl iş bu değil.” diyor yılların<br />
ustası ve ekliyor: “Mekanik saati tamir ederken<br />
uğraşıyorsun, uğraşıyorsun, uğraşıyorsun… Ve başlıyor<br />
çalışmaya: tik tak tik tak! Sanatçılığın en güzel yanı<br />
da bu. Problemi alıyorsunuz, teşhis ediyorsunuz<br />
ve anında netice alıyorsunuz. Netice alamayınca<br />
yaptığınız iş boş kalıyor. Bence saatçiler kendi<br />
dallarında da en başarılı insanlardır. Çünkü<br />
netice mutlaktır. Ya olur ya olmaz. Ya çalışır<br />
ya çalışmaz. O neticeyi alınca mutlu oluyoruz<br />
ve geçiniyoruz.”<br />
Ali Rıza Usta “geçiniyoruz” diyince biz<br />
de merak ediyoruz saat ustaları gerçekten<br />
geçinebiliyorlar mı diye.<br />
Çünkü makineleşme saat<br />
sektörüne de son sürat girince<br />
ustaların pabucu<br />
dama atılmış olabilir, diğer<br />
sanat ve zanaatlarımızda<br />
olduğu gibi. “Bir<br />
sanatçı aç kalmaz. Çok<br />
da zengin olmaz.” diyor<br />
Balcı; “Onurlu yaşar.<br />
Düzgün insandır. Kimseye<br />
muhtaç olmaz, hayatını<br />
kazanır.” sözleriyle devam<br />
ediyor konuşmasına. Bu noktada<br />
saatçiliğin başka bir yönüne de dikkatimizi<br />
çekiyor: “Yakın zamana kadar saatçiler<br />
toplumun en muteber insanları arasındaydı. Saatçi<br />
bir meclise girdiği zaman herkes ayağa kalkar, önünü iliklerdi.<br />
Çünkü herkesin ihtiyacı olan bir şeyi yapıyor saatçi.<br />
Sahura kalkacaksın, namaz kılacaksın, işe gideceksin; saat,<br />
saat, saat! Geçmiş dönemde saate ihtiyacı olmayan kimse<br />
yoktu. İnsana hayatın her anında saat lazım olduğu için, o<br />
zaman bunu yapan kişi de muteber kişiydi. Benim bir evim,<br />
bir arabam var o kadar. Pişman da değilim. Dünyaya tekrar<br />
gelsem yine üniversite okur, ama yine saatçi olurdum.”<br />
69
Saat Tüccarı ile Saatçiyi<br />
Birbirinden Ayırmak Lazım!<br />
Hep duyar, okuruz; Kapalıçarşı’nın<br />
bir geleneği, kadim bir anlayışı<br />
vardır diye. Eski ustaların hem<br />
tezgâhlarında hem hayatlarında<br />
şahit olunur bu geleneğe. Ali<br />
Rıza Usta’nın tezgâhının farklı bir<br />
havası var. Onun tezgahını, sâir<br />
esnaf tezgahından ayıran sırrın<br />
ne olduğunu tam anlayamasak da<br />
bu farklılık gözümüzden kaçmıyor.<br />
Ustanın dediğine göre birçok değer<br />
gibi çarşının da kendine has kültürü yok<br />
olma noktasına gelmiş. Ekonomik kaygılar ve<br />
hazımsızlık bu yok olmada başrolü paylaşmışlar aralarında.<br />
Çarşının son 40 yılına şahitlik eden Balcı, “Ahi<br />
geleneği ve esnaflık Kapalıçarşı’da yok oldu. Üzülerek<br />
söylüyorum ki insanların ve hatta esnafların birbirlerine<br />
olan saygısı azaldı, asgariye indi. Her şey paraya dayandı.<br />
Varsa bir menfaatin iyisin, yoksa kötüsün. Namuslular<br />
da namussuzlar kadar cesur olmadıkça bu iş böyle<br />
devam eder.” diyor.<br />
70<br />
Ali Rıza Usta ile saatçilik özelinde başlayan<br />
sohbetimiz, dönüp dolaşıp<br />
Kapalıçarşı’ya dayanıyor. Her<br />
usta Ali Rıza Bey gibi olsa çarşının<br />
silueti böyle olmazdı, acaba<br />
sorun nereden kaynaklandı<br />
diye düşünürken cevap<br />
işin ehlinden geliyor:<br />
“Çarşıda 40 sene önce çalışanların<br />
yüzde 70’i usta ve<br />
sanatkârdı. Bugün yüzde 5 desem<br />
mübalağa olur maalesef. O<br />
zaman burası el sanatları deryasıydı.<br />
Karyolacısından yorgancısına, gümüşçüsünden<br />
antikacısına kadar her sanat ve zanaatın<br />
ustası vardı burada. Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu!<br />
Mesela kuyumculukta Kapalıçarşı merkezdi. Makineleşme<br />
oldu, sanat bitti. Şimdi çırak geliyor, ‘kaç para alacağım’<br />
diyor. Eskiden eti de kemiği de ustanındı ve sanat<br />
yürüyor, çırak da sanatkâr olarak yetişiyordu.”<br />
Ali Rıza Usta’nın dertli olduğu her halinden belli oluyor.<br />
Çıraklıktan itibaren çarşıda olması, çeşitli görevlerde bulunması<br />
ona birçok hadise yaşatmış. Doğal olarak sitem<br />
ediyor Balcı: “Kapalıçarşı’da sahte mal satılıyor, dükkân<br />
genişletmek için duvarlar yıkılıyor. İçim sızlıyor, 500 senelik<br />
duvar kırılır mı? Laf söyleyince biz kötü oluyoruz.”<br />
Ali Rıza Usta’yla sohbetimize devam ederken, küçük<br />
dükkânın içinde bir insan gölgesi belirdi. Biz<br />
gölgeyi tanıyamasak da usta hemen tanıdı,<br />
ayağa kalktı ve “Hocam hoş geldin.”<br />
dedi. Tezgâhının yanındaki sandalyeye<br />
buyur etti misafirini. Her şey azalır<br />
belki, fakat muhabbet paylaştıkça çoğalır<br />
demişler. Misafirimizle (hâlbuki onun<br />
da ev sahibi sayıldığını birazdan öğreneceğiz)<br />
Ali Rıza Usta koyu bir sohbete daldılar.<br />
Biz de payımıza düşeni aldık.<br />
Ustayı ziyarete gelen, İstanbul Ticaret Üniversitesi<br />
Ticari Bilimler Fakültesi İşletme Bölüm<br />
Başkanı Prof. Dr. Mustafa Oğuz Uras. Ali<br />
Rıza Usta’nın kadim dostu. İkisini buluşturan<br />
şey ise müşterek saat zevkleri…<br />
Oğuz Uras öyle bir yerden başlıyor ki söze;<br />
“Müzayededen dahi korkarak saat alıyorum.<br />
Hemen Ali Bey’e getirip gösteriyorum<br />
saati.” deyince anlıyoruz Ali Rıza Usta’nın ısrarla<br />
vurguladığı esnaflıkla bitiriyor sözlerini.<br />
Oğuz Bey’in de hem işi gereği hem de özel<br />
ilgisinden dolayı esnaflık ve zanaatkârlık<br />
hakkında söyleyeceği çok şey var: “Bilgi<br />
uzun zamanı gerektirir, bugünden<br />
yarına olacak işler değil.” diyen Uras,<br />
“Teknoloji el sanatını yok etti, artık<br />
sanatkâr yetişmiyor. Ahi bitince usta-
çırak ilişkisi de yok oldu.<br />
Ayrıca bugün toplumumuzda<br />
baba mesleğine<br />
itibar edilmiyor.” sözleriyle<br />
döküyor içini.<br />
Bu iç döküşten Ali Rıza<br />
Usta da nasibini aldı. Uras<br />
Hoca biraz da sitem ederek,<br />
“Ali Bey’in hatası<br />
kendinden sonra<br />
nesil yetiştirmemesi.”<br />
deyince işin<br />
aslı ortaya çıktı.<br />
Esasında 40 yılda<br />
tam 30 usta yetiştirmiş<br />
Balcı. Şu<br />
an içlerinde kuyumculuk<br />
yapan da varmış<br />
saatçilik yapan da. Fakat<br />
sanatkâr diyebileceği sadece<br />
üç kişi yetişmiş.<br />
“Etmezseniz Saatlerinizi Ayar,<br />
Sizin de Hayatınız Kayar..."<br />
Ali Rıza Usta da Uras Hoca da<br />
aynı dertten muzdaripler. El sanatlarının<br />
ve zanaatkârlığın zor durumda<br />
olmasını yeni nesille aralarındaki<br />
bağın kopma noktasına<br />
gelmesine bağlıyorlar.<br />
Uras Hoca, “Eski yapımızdan<br />
gençlere pek bir<br />
şey aktaramıyoruz.” dedikten<br />
sonra hoş olmayan<br />
bir tecrübesini paylaşıyor:<br />
“Ben bir üniversitede<br />
iken senato üyesiydim. Eğitim<br />
Fakültesi’nin programından<br />
Osmanlı Türkçesi eğitimlerini<br />
kaldırmayı düşünüyorlarmış.<br />
Sebebi de<br />
ders verecek hoca yokmuş.<br />
‘Kaldırmayın, kaldırırsanız<br />
bir daha koyamazsınız.<br />
Hoca<br />
bulunur bir müddet<br />
sonra.’ dedim<br />
ben de. Bunların<br />
ne kadar önemli<br />
olduğu benim<br />
yaşıma gelindiğindeanlaşılıyor<br />
galiba.”<br />
İşin okul boyutunu<br />
Uras Hoca<br />
anlatırken tezgâh<br />
boyutuna Ali Rıza Usta<br />
devam ediyor. Birçoğu-<br />
muzun dedelerimizden, birçoğumuzun<br />
Türk filmlerinden aşina<br />
olduğumuz mekanik cep saatlerinin<br />
artık çok az üretildiğini söylüyor<br />
Ali Rıza Usta. Üretilenler<br />
de eski saatlerin zevkinden çok<br />
uzakmış. “Biz bugün bunun sadece<br />
tamirini yapıyoruz. Bunu imal<br />
etmek kolay iş değil.” dedikten sonra<br />
şöyle sürdürüyor konuşmasını: “Ustalar<br />
bu saatleri elleriyle inceltmiş, bir sanat<br />
yapmışlar. Bugün bunu imal edemiyoruz.<br />
Neden? Teknik olarak mümkün<br />
ama ekonomik olarak mümkün değil.<br />
Çünkü bir saatin yapabilmek için yüzlerce<br />
saat ayırmak lazım. O da günümüzde<br />
mümkün değil. Bu saatlerin<br />
yenileri yapılıyor artık, onlar da çok güzel,<br />
ama benim için değil, eskileri görmeyenler<br />
için. Yani kopan bağın diğer<br />
ucunda kalanlar için.”<br />
"... Bozulmuş Bir Saat<br />
Hastalanmış Bir İnsana<br />
Benzer”<br />
Uras Hoca da Ali Rıza<br />
Usta ile aynı fikirleri taşıyor.<br />
“Önemli olan saat<br />
bana bir şey verebiliyor<br />
mu? Göz iletişimi<br />
olur, hissi bağlar<br />
olur, ama bir<br />
şey veriyor mu bu<br />
çok önemli.” diyor.<br />
Köstekli saatlere<br />
karşı ayrı bir zaafının<br />
olduğunu ifade<br />
eden Uras Hoca’nın bu merakı<br />
İznik’te başlamış. O zamandan<br />
bu zamana pek çok koleksiyoner<br />
ile tanışmış. “Ben ne adamlar tanıdım;<br />
yemiyor içmiyor, koleksiyonuna parça alıyor.<br />
Maddi-manevi ömrünü vakfetmiş sevdiği<br />
işe.” diyen Uras Hoca’nın da 30’dan fazla saati<br />
varmış. İlk saatini ise 1992’de almış. En kıdemli saati<br />
1840’larda üretilen nadir bir saatmiş.<br />
Ali Rıza Usta’nın saatlerini anlatmaya zaten kelimeler<br />
kâfi gelmez. Kendi de pek anlatmıyor<br />
işin o kısmını. “Ben yârimi tenhada severim”<br />
düşüncesinde olmalı diyerek çok<br />
da üstelemiyoruz. Ama saatleriyle arasında<br />
çok farklı bir bağ olduğunu<br />
inkâr etmiyor Ali Rıza Usta.<br />
“Bazı saatlerim var ki nazlanıyorum<br />
onlar için. Müşteri<br />
gelince onları göstermem.”<br />
diyerek noktalıyor<br />
bu güzel sohbeti.<br />
71
Edirne'de Taş ile Yazıyı Buluşturan Medeniyet;<br />
Osmanlı Mezar Taşları<br />
Mehmet KÖKREK<br />
72<br />
“Üstü deli dolu, altı ölü dolu” demişler dünya için. Her hali estetik<br />
ve muntazam olan Osmanlı medeniyeti, ölüsüyle de delisiyle de<br />
sanatından taviz vermemiş. Hazret-i Yunus’un deyişiyle, mevtânın<br />
başucuna dikilen ‘hece taşları’, hem estetik hem de sosyolojik<br />
olarak büyük önem arz ediyor. Yerin altıyla üstü arasında<br />
adeta bir perde olan mezar taşları, bazen güldürüyor<br />
bazen hüzünlendiriyor. Amma ki günümüzde çok az insanı<br />
düşündürüyor!<br />
Yunus der ki gör takdirin işleri<br />
Dökülmüştür kirpikleri kaşları<br />
Başları ucunda hece taşları<br />
Ne söylerler ne bir haber verirler<br />
Rivayet odur ki Yahya Kemal Beyatlı’ya yakın bir dostu,<br />
“Üstadım İstanbul’un nüfusu ne kadardır?” diye sorar. Yahya<br />
Kemal oldukça yüksek bir sayı söyledikten sonra sualin<br />
sahibi, “Üstadım şu anki nüfusunu sordum, yanlış anladınız<br />
herhalde.” deyince Yahya Kemal o ünlü cevabını verir: “Biz<br />
ölülerimizle birlikte yaşarız.” Bu ünlü hadiseden de anlaşılacağı<br />
gibi İslam medeniyetinde, Yunan ve Roma medeniyetlerinde<br />
görülen nekopolis ve akropolis 1 inançları kesinlikle yoktur. Hatta<br />
dikkat edilirse kabristanların ve türbelerin şehrin merkezinde, Latinlerin<br />
deyimiyle “in vivo”, yani hayatın tam içinde olduğu görülür.<br />
İşte bu yazı, bir zamanlar Edirnelilerin hayatının tam içinde yer<br />
alan tarihi mezarlıkları oluşturan mezar taşları hakkında bilgi vermek,<br />
bir nebze de olsa bir zamanlar Edirne’de yaşamış bu şehre<br />
ve Devlet-i Ali Osman’a hizmet etmiş kişilerin mezar taşlarını anlatmak<br />
için kaleme alınmıştır.<br />
Mezar taşlarına ömrünü vakfeden Fazıl İsmail Ayanoğlu mezar taşlarının<br />
önemini şu cümlelerle dile getirir: “Ortada mevcud yüksek<br />
san’at abidelerimiz olmasaydı bile, mezarlıklarımızda bulunan nihayetsiz<br />
eserler, bu milleti medeniyet göklerine çıkarmaya kafi gelirdi.”<br />
Ayanoğlu hocaya hak vermemek elde değildir fakat günümüz<br />
mezarlıkları bu büyük amaç için uygun durumda mıdır? Bu sorunun<br />
üzerine uzun uzun düşünmek gerekmektedir. Yazımızın konusunu<br />
teşkil eden Edirne mezar taşları için bu soruya verilecek konunun ilgililerini<br />
oldukça üzecektir.<br />
Gönlü de Kırıldı Mezar Taşlarının!<br />
19. yy. sonlarında Rusların işgaline uğrayan Edirne bu dönemde çok<br />
önemli mezarlıklarını kaybetmiştir. Tatarhaniler, Dar’üs Eyade ve Hacılar<br />
Ezanı gibi büyük ölçekli ve tarihi açıdan son derece önemli bir konuma<br />
sahip olan bu mezarlıkların yok olması ile başlayan süreç bu dö-<br />
Şehid ressam ve tabib Cevad Seyyid Bey'in mezar taşı
nemden sonra da devam etmiştir. Özellikle Cumhuriyet devrinde başlayan modernizasyon<br />
faaliyetleri sonucu yeni açılan veya genişletilen yollar âdeta bir mezarlık katliamına<br />
dönüşmüştür. 1942 senesinde, Kirişhane Caddesi ve Tunca Nehri arasında inşa edilen<br />
Vilayet Aygır Deposu’nda, Yüksek Kaldırım Kabristanı’ndan getirilen mezar taşlarının<br />
kullanılması ise oldukça üzücü ve düşündürücü bir olaydır. Bu olaydan sekiz<br />
sene sonra tamamen yok edilen Yüksek Kaldırım Kabristanı’na ait bazı mezar<br />
taşları Edirne Arkeloji ve Etnografya Müzesi’nin bahçesinde sergilenmektedir.<br />
Yine aynı dönemde Süleymaniye Camii, Defterdar Mustafa Paşa Camii, Zincirlikuyu<br />
Mescidi, Mezzit Bey Camii, Ayşe Kadın Camii Hazireleri çeşitli sebeplerden<br />
dolayı tamamıyla ortadan kaldırılmıştır. Edirne-İstanbul yolu açılırken<br />
bir kısmı yok edilen Nazır Çeşme Mezarlığı’nın geriye kalan bir bölümü<br />
otopark yaptırılarak yok edilmiştir. Geriye kalan diğer kısım ise Hikmet<br />
Turhan Dağlıoğlu’nun büyük çabaları sonucunda yok olmaktan kurtulmuş<br />
ve koskoca mezarlıktan günümüze sadece 32 adet mezar taşı<br />
kalmıştır. 2 Bu mezat taşları bugün Hacılar Ezanı olarak anılan farklı bir<br />
yere nakl edilmiştir.<br />
Günümüzde Hacılar Ezanı olarak anılan bu mezarlık tarihi açıdan<br />
oldukça önemli mezar taşlarını barındırmaktadır. Özellikle<br />
Mimar Sinan’ın torunu Fatma Hatun’un ‘Baldaken’ 3 türbe<br />
içerisindeki lahdi, Şeyh’ül İslam Ali ve Abdürrahim Efendilerin<br />
mezar taşlarının yanı sıra günümüzde oldukça az<br />
rastlanan üç adet yeniçeri mezar taşı son derece önemlidir.<br />
Buçuktepe Mezarlığı ise yeni mezarların yapımı sırasında<br />
neredeyse yok edilmiş ve günümüze sadece on<br />
dört adet Osmanlı dönemi mezar taşı kalmıştır.<br />
Yok edilen bu mezarlıklarda bulunan mezar taşlarının<br />
önemini daha iyi anlayabilmek için şu anektot<br />
oldukça önemlidir. Doğu Anadolu’da Ermeni devleti<br />
kurma girişimlerinin bulunduğu o sancılı dönemde<br />
Erzurum’a gelen Amerikan General Harbord’a Erzurum<br />
Belediye Reisi pencereden mezarlıkları işaret<br />
ederek, “İşte Türk mezarlığı, işte Ermeni mezarlığı,<br />
bu Ermeniler ölülerini yemedi ya!” der.<br />
Ne Cevherler Var Yerin Altında<br />
1980’li yılların sonlarına kadar birçok mezar taşının<br />
sağlam bir şekilde bulunduğu Selimiye Camii<br />
Haziresi’nden günümüze sadece beş adet mezar<br />
taşı kalmıştır. Bu mezar taşlarından en önemlisi<br />
Akka Muhafızı Cezzar Ahmed Paşa’nın torunu Dilaver<br />
Bey ve Sultan II.Ahmed’in oğlu Küçük Selim’e<br />
aittir. Ressam ve tabip Cevad Seyyid Bey’in mezar<br />
taşı ise tarihi değerinden ziyade mezar taşının üzerine<br />
işlenmiş fırça ve palet simgeleri ile oldukça ilgi<br />
çekicidir.<br />
Sahn-ı Seman Medreseleri kuruluncaya kadar Osmanlı<br />
ilim hayatının merkezlerinden birisi olan Dar’ül<br />
Hadis Camii Haziresi 4 ise deyim yerindeyse “Hanedan<br />
Mezarlığı”dır. Zaman içerisinde uğradığı tahribatlar sonucu<br />
büyük bir bölümü yok olan bu hazirede; II. Murad’ın<br />
mahdum-u mükerremleri Çelebi Hüseyin ve Çelebi Orhan,<br />
II.Murad’ın kerimesi Hafsa Sultan, II. Mustafa’nın kerimeleri;<br />
Rukiye ve Hadice, II. Mustafa’nın mahdum-u mükerremi<br />
Ahmed, III. Ahmed’in mahdum-u mükerremleri Mehmed ve Selim,<br />
III. Ahmed’in kerimesi Zeynep ve II. Mustafa’nın kerimesi<br />
Ümmü Külsüm medfundur. Hanedana ait mezar taşla-<br />
Atıf Paşa'nın Şahide Taşı<br />
73
ının istisnasız hepsinin serpuşları kırılmıştır. Lahidlerinin üzerine<br />
işlenmiş olan kitabeler dönemin hat üslubu ve zevki<br />
hakkında bilgi verir. Osmanlı hanedanı dışında eski<br />
Edirne valisi Karaman Bey’in mezar taşı oldukça<br />
önemlidir.<br />
Saray-ı Atik bahçesinde medfun bulunan<br />
II. Beyazid’in kerimesi Hadice<br />
Sultan’ın mezar taşının yerinde<br />
bugün yeller esmektedir.<br />
Üsküdarlı Şeyh Mahmud<br />
Efendi’nin Edirne’ye<br />
gönderdiği halifelerinden<br />
Şeyh Hasan<br />
Efendi’nin mezar taşı<br />
kaynaklarda Mezzit Bey<br />
Camii Haziresi’nde gözükse<br />
dahi uzun süren<br />
araştırmalarımıza rağmen<br />
bulunamamıştır. Evliya Kasım<br />
Paşa’nın mezar taşı ise kendi adını<br />
taşıyan caminin haziresinden alınıp<br />
daha önce sözü edilen Hacılar<br />
Ezanı’na koyulmuştur. Aynı hazirede<br />
bulunan Haseki Sancaktarı İskender<br />
Çavuş’a ait mezar taşı ise Edirne Arkeoloji<br />
ve Etnografya Müzesi’nin<br />
bahçesinde sergilenmektedir. Bu<br />
mezar taşının bir başka örneği ise<br />
Gazi Mihal Camii Haziresi’nde oldukça<br />
harap bir şekilde bulunmaktadır.<br />
Aynı cami haziresinde<br />
bulunan on adet yeniçeri mezar<br />
taşının yanı sıra Bektaşi tarikatına<br />
mahsus Fehmi tâc-ı şerifli bir<br />
adet mezar taşı oldukça önemlidir.<br />
Bütün bunların yanında Gazi<br />
Mihal ve aile efradına ait olan erken<br />
döneme ait mezar taşları sadece<br />
Edirne için değil Osmanlı<br />
tarihi açısından da son derece<br />
büyük önem taşır.<br />
Mezar Taşlarının<br />
Cenaze Namazı Kılınmaz!<br />
Dulkadiroğulları beylerinden Süleyman<br />
Bey’in kerimesi ve Fatih<br />
Sultan Mehmed’in zevce-i muhteremleri<br />
Sitti Şah Sultan kendi adını<br />
taşıyan caminin haziresinde medfundur.<br />
Birkaç sene önceye kadar<br />
mezar taşı Edirne Arkeoloji ve Etnografya<br />
Müzesi’nde muhafaza<br />
edilirken caminin 2006 senesinde<br />
tamamlanan restorasyonu sonunda<br />
gerçek mekânına tevdi edilen<br />
mezar taşı aynı tarihte yapılan mermer<br />
bir lahdin üzerine oturtulmuştur.<br />
Şahidesi erken dönem Osman-<br />
74 Şehzade Selim'in mezar taşı Sitti Şah Sultan'ın Mezar Taşı
lı mezar taşı üslubunu yansıtır. Sağır niş içinde istif hat ile<br />
yazılmış kitabesi oldukça sade bir bordür ile sınırlandırılmıştır.<br />
Mezar taşı rumi bezemeli 5 bir tepelik ile nihayetlenir.<br />
Kitabesi yüksek kabartmalı ve istiftir. Bu hazirede<br />
bulunması gereken birçok mezar taşının<br />
beden duvarlarında kullanılmış olması, 2006<br />
senesinde son bulan restorasyon çalışmaları<br />
sonucunda dahi bu taşların kurtarılmaması,<br />
üzerine uzun uzun düşünülmesi gereken<br />
bir konudur. II. Murad ve Çelebi Mehmed<br />
döneminin önemli devlet adamlarından<br />
olan Şah Melek Paşa’nın kendi<br />
ismini taşıyan caminin haziresinde,<br />
baldaken türbe içerisindeki lahdi<br />
ne yazık ki okunmayacak kadar tahrip<br />
olmuştur. Bu hazirede bir zamanlar<br />
mevcut bulunan bir adet yeniçeri<br />
mezar taşı günümüzde Edirne Arkeoloji<br />
ve Etnografya Müzesi’nde sergilenmektedir.<br />
Caminin kıble duvarının<br />
hemen karşısında gelişi güzel olarak<br />
istiflenen mezar taşlarının arasında<br />
destarlı sikkesinden Mevlevi şeyhi<br />
olduğu anlaşılan Ömer Efendi’nin<br />
mezar taşı başta olmak üzere birçok<br />
önemli mezar taşı bulunmakta ve ne<br />
yazık ki bütün bu mezar taşları kendi<br />
kaderlerine terk edilmektedir.<br />
II. Viyana Muhasarası’ndan yenilgiyle<br />
ayrılan Osmanlı ordusunun başında bulunan<br />
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa,<br />
dönemin padişahı IV. Mehmed tarafından<br />
idam ettirildikten sonra, seri bugün<br />
Sarıca Paşa Haziresi’nin ihata ettiği alana<br />
defnedilmiştir. Aynı hazirede Kara Mustafa<br />
Paşa tarafından Viyana Kuşatması sırasında<br />
idam ettirilen Budin Valisi Melek<br />
İbrahim Paşa’nın da ser’i bulunmaktadır.<br />
Her ikisinin de şahideleri silindir gövdeli<br />
olarak başlar, çokgen olarak nihayetlenir,<br />
mezar taşlarında serpuş bulunmaz. Ayrıca<br />
aynı hazirede bulunan Saray-ı Atik Kapıcı<br />
Başısı Mehmed Ağa’nın ve efradının mezar<br />
taşları tarihi değere sahiptir.<br />
El-Hâc Muhammed Nuri Bey<br />
Hüve’l-bâkî / Fî 23 Muharrem sene 93 / Edirne<br />
eşrâfından ve meclis-i idâre a‘zâsından / Sa‘adetlü<br />
El-hâc Mustafa Bey Efendi / Hazretlerinin nûr-dîde-i<br />
ittihâc ve yegâne / Mahdûm-ı âlîleri olub henüz yirmi<br />
altı / Yaşlarında bâkir-i fıtrat tenhâ umûr-ı sitte<br />
/ Bağ-ı irfân ve ru’yet iken ber-muktezâ-yı / Takdîr<br />
mümteni‘ü’l-tağyîr-i Rabbânî bağteten / Eşkıyâ eline<br />
esir düşerek ve vukû‘ / Bulan vak’ada leysude<br />
mecrûhen irtihâlen / Dâr-ı karâr eyleye cümleyi<br />
dağdân-ı te’essüf / Ekşirîn-i te’ellüf eden Şehîd<br />
Sa‘îd / El-hâc Muhammed Nuri Bey’in merkadidir /<br />
Mevlâ iki cihanda azîz eylesin.<br />
Âişe Sıddıka Hanım'ın mezar taşı<br />
75
Sitti Şah Sultan Cami-i Şerifi ihata duvarlarında bulunan mezartaşları<br />
Gazi Mihal Cami-i Şerifi haziresinde bulunan börklü yeniçeri mezar taşları<br />
76<br />
Edirne’de bulunan tarihi mezar taşlarının en yoğun olarak<br />
bulunduğu iki hazireden birisi olan Muradiye Camii Haziresi<br />
özellikle Mevlevi sikkeli birçok mezar taşını barındırması<br />
hasebiyle büyük önem taşır. Abdurrahman Hibri’nin<br />
Enisü’l-Müsamir'in adlı eserinde belirttiğine göre, II. Murad’ın<br />
Hz. Muhammed’i caminin yapıldığı arazide görmesi üzerine<br />
inşa ettirilen ve bir de Mevlevihanesi bulunan Muradiye Camii<br />
Haziresi’ndeki mezar taşları, Edirne Mevlevilik tarihi açısından<br />
son derece önemli tarihi kaynaklardır. Aynı hazire de bulunan<br />
Sultan VI. Mehmed dönemi Şeyh’ül-İslamı Musa Kazım<br />
Efendi’nin mezar taşı her ne kadar mezar taşı sanatı açısından<br />
önemli olmasa dahi tarihi açıdan oldukça önemlidir.<br />
Ne yazık ki Edirne ve Osmanlı tarihi araştırmaları için oldukça<br />
önemli olan bu hazire bulunduğu muhitin ahalisi tarafından<br />
her gün tahrip edilmekte, mezar taşları kırılmakta, çalınmakta,<br />
hatta çocuklar tarafından futbol maçlarında kale kurmak<br />
için kullanılmaktadır.<br />
Beylerbeyi’nde Yaşayan Beyler!<br />
Edirne tarihi mezar taşlarının yoğun olarak bulunduğu Beylerbeyi<br />
Mezarlığı ise binin üzerinde mezar taşına sahiptir. Burada<br />
bulunan mezar taşları sayesinde Edirne şehrinin demografik<br />
yapısı başta olmak üzere farklı konularda çok önemli bilgilere<br />
ulaşılabilmektedir. Özellikle Kürdistan Beylerbeyi Diyarbakırlı<br />
Muhammed Süleyman Bey’in ve zevce-i muhteremlerinin<br />
mezar taşı oldukça önemlidir. Bunun dışında çok sayıda<br />
erken dönem mezar taşlarının bulunduğu bu kabristanda<br />
da tıpkı diğer tarihi Edirne kabristanlarında olduğu gibi mezar<br />
taşı tahribatı son sürat devam etmektedir. Özellikle iki tanesi<br />
dışında oldukça harap vaziyette olan erken dönem mezar<br />
taşlarının bir an önce korumaya alınması gerekmektedir.<br />
Pirizmatik gövdeli ve oldukça iyi durumda olan ve ikisinin de<br />
üzerinde Şehid Said ibaresi bulunan tarihsiz mezar taşları gerekirse<br />
müzeye kaldırılarak muhafaza edilmelidir. Edirne ta-
savvuf tarihi açısından oldukça önemli olan Halveti tarikatının<br />
bir kolu olan Şabani tarikatına has tâc-ı şerifli Şeyh Süleyman<br />
Efendi’nin mezar taşı da Beylerbeyi kabristanında yer<br />
alan önemli mezar taşlarındandır.<br />
Saraçhane Kabristanı ise son derece harap vaziyettedir. Saha<br />
çalışmaları sırasında toprak altında kalmış iki adet yeniçeri<br />
mezar taşını tespit ettiğimiz kabristanda bulunan bir Nakşibendi<br />
tarikatı şeyhine ait olan mezar taşı oldukça önemlidir.<br />
Ne yazık ki serpuşu kırılmış ve bütün araştırmalarımıza<br />
rağmen bulunamamıştır. Kitabesinden anlaşıldığı üzere<br />
Nakşibendi-Halidi şeyhi olan Şeyh Süleyman Efendi’nin mezar<br />
taşının yanı sıra aynı kabristanda bulunan Rufai tarikatına<br />
mahsus tâc-ı şerifli mezar taşının ise kime ait olduğu ne yazık<br />
ki tespit edilememiştir. Saraçhane Kabristanı etrafında mevcut<br />
bulunan tarlalarda birçok mezar taşı parçası tespit edilmiştir.<br />
Bu kabristanın yakınlarında medfun bulunan Maksud<br />
Baba’nın mezar taşı ise kayıptır. Etrafında oldukça harap vaziyette<br />
bulunan mezar taşları arasında tespit edebildiğimiz Bektaşi<br />
tarikatına mahsus Fehmi tâc-ı şerifli mezar taşının kime<br />
ait olduğu ne yazık ki tespit edilememiştir. Saraçhane Kabristanı<br />
ve Maksud Baba Türbesi etrafında bulunan mezar taşları<br />
arasında erken döneme ait olduğu anlaşılan bir çok mezar<br />
taşı bulunmaktadır.<br />
Giden Gitti, Kalana Hürmet Edile<br />
Üç Şerefeli Camii Haziresi ise Edirne tarihi açısından son derece<br />
önemli mezar taşlarını bulundurmasına rağmen ne yazık<br />
ki harap vaziyettedir. Bu hazirede bulunan Üsküdari Ahmed<br />
Ağa ve Mehmed Emin’e ait olan lahit mezar taşı oldukça<br />
önemlidir. Bunların yanında Atıf Paşa’ya ait yüksek bir lahit<br />
üzerine oturtulmuş yelken motifli mezar taşı ve Edirne’de<br />
emsali bulunmayan Mehmed Efendi’nin lahit mezar taşı<br />
özenle korunması gereken mezar taşlarındandır.<br />
Bademlik Kabristanı<br />
Bu kabristanların dışında Edirne Arkeoloji ve Etnografya<br />
Müzesi’nde bulunan Kadiri tarikatına mahsus “Kadiri Gül”<br />
motifli mezar taşı ve müzenin hemen önünde yer alan Osmanlı<br />
Mezar Taşları Açık Hava Müzesi’nde bulunan yeniçeri<br />
mezar taşları oldukça önemlidir. Enisü’l Müsamirin nam ile<br />
meşhur eserin müellifi Abdurahman Hibri’nin Edirne Yıldırım<br />
Mezarlığı’nda bulunan silindir gövdeli mezar taşı, Edirne<br />
tarihi açısından muhakkak korunmaya alınması gereken<br />
çok önemli bir eserdir. 2009 senesinde Edirne Arkeloji ve Etnografya<br />
Müzesi tarafından binin üzerinde mezar taşının getirildiği<br />
Bademlik Kabristanı’nın hali ise içler acısıdır. Bir kısmının<br />
gelişi güzel bir şekilde dikildiği mezar taşlarının geri kalanı<br />
adeta bir mezar taşı kabristanını andıracak şekilde bir alana<br />
yığılmış ve oldukça önemli olan bu mezar taşları yok olmaya<br />
mahkum edilmiştir.<br />
Bütün bunların yanı sıra Edirne Türk-İslam Eserleri Müzesi,<br />
Selçuk Camii, Yahya Bey Camii, Gülşeniler Tekkesi Haziresi,<br />
Tütünsüz Ahmed Paşa Türbe Haziresi ve Yıldırım Kabristanı,<br />
Edirne’de bulunan tarihi mezar taşlarını barındıran önemli<br />
kabristanlardandır.<br />
DİPNOTLAR 1.Antik Yunanca'da νεκρός"ölü" ve πόλις"şehir" anlamındaki kelimelerden<br />
meydana gelen Nekropol νεκρός πόλις ile yine aynı dile mensup ακρός"akros"<br />
ve πόλις"polis" kelimelerinin birleşiminden ortaya çıkan ακρόπολις"yukarı kent" kelimeleri<br />
ölülerin ve dirilerin yaşam alanlarını belirten bir terim olarak günümüzde dahi<br />
kullanılmaktadır. 2. Farsça "baş" ve "örtü" anlamındaki kelimelerinin birleştirilmesi<br />
ile ortaya çıkan "Serpuş" kelimesi, erkek mezar taşlarının nihayetlendiği<br />
bölümde bulunan başlıklar için kullanılan bir terimdir. 15.y.y.'dan sonra ki tarihlerde<br />
Osmanlı mezar taşlarında sıkça kullanır hale gelen serpuşlar, mezar taşı sahibinin<br />
sosyal statüsü, mesleği gibi konularda önemli bilgiler verir. Son yıllarda yapılan çalışmalar<br />
sonucu bir çok mezar taşında, orada medfun bulunan kişinin mesleği, tarikatı ile<br />
ilişkisi bulunmayan serpuşların kullanıldığı ispatlanmıştır. 3. Hacılar Ezan'ında medfun<br />
diğer önemli kişiler; Hafız Hattat Kirişhaneli Hacı Ali, Edirneli meşhur araştırmacı Dr.Rıfat<br />
Osman Tosyavizade, Bostancıbaşı Aşık Halebi Ağa, Kınalızade Ali ibn Emrullah Efendi,<br />
Yeniçeri Ağası Yegen Mahmud Paşa, Dahiliye Nazırı Pertev Paşa, Mimar Sinan'ın torunu<br />
Fatıma Hanım, Yeniçeri Mehmed, Kazasker İslam Efendi, Yeniçeri Ağası Edirneli<br />
Mehmed Ağa, Yahya Efendi, Evliya Kasım Paşa, Yeniçeri Emin ibn-i Hasan 4. Kabri vurgulamak<br />
için kabrin üzerine inşaa edilen dört tarafı açık kubbeli yapıların mimari terminolojideki<br />
karşılığıdır. 5. Stilize edilmiş bitkisel motiflerin oluşturduğu kompozisyon tarzı.<br />
Dilimli, dendanlı, işlemeli, hurde, kanatlı gibi farklı çeşitleri bulunmaktadır.<br />
77
Padişah Tuğra ve Kaftanlarının,<br />
36 Tabloluk Geçit Töreni<br />
Emine MERAL<br />
Osmanlı padişah kaftanları, geleneksel süsleme sanatlarımızda son yıllarda sıkça kullanılan bir tema… Ancak<br />
geçtiğimiz ay gerçekleştirilen ve yurt dışına da çıkmaya hazırlanan bir kursiyer sergisi, geleneksel form ve<br />
temalarla özgün eserler ortaya konacağının bir kanıtı oldu. İSMEK Osmaniye Kurs Merkezi ‘Tezhip’ branşı<br />
kursiyerlerinin, her bir Osmanlı padişahı için hazırlanan hilye formundaki eserleri, henüz ilk sergileri olmasına<br />
rağmen büyük beğeni topladı. 14 ay süren bir çabanın sonucunda ortaya çıkan sergide, 36 padişahın kaftan ve<br />
tuğraları, tezhip sanatının zarif dokunuşlarıyla yeniden hayat buldu.<br />
Saray erkanının yaşamları, dün olduğu gibi bugün de<br />
insanların hep merakını çekmiş, giydikleri kıyafetler ve<br />
gündelik yaşantılarıyla hep ön planda olmuşlardır. Son<br />
yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nda hüküm sürmüş padişahların<br />
kaftanları ve iç kıyafetlerine ilgi daha da arttı.<br />
Yeni yeni keşfedilmeye başlanan Osmanlı yöneticilerinin<br />
giyim tarzı, modacılara da ilham kaynağı oldu. Dekorasyon<br />
ve süs amaçlı kullanılan Osmanlı motiflerini<br />
taşıyan eşyalar da bir hayli ilgi görüyor. Zarif ve ince<br />
bir zevkin ürünü olan Osmanlı motifleri, hayatımıza<br />
girmeye başladığından bu yana, bu eşyaların kullanıldığı<br />
dönemlere ait bilgilere de ulaşma arzumuzu<br />
artırıyor. Özellikle padişah ve sultanların hayatları,<br />
şehzadelerin yaşamları en çok ilgi gören konular…<br />
Osmanlı dönemine ait giyim tarzı, kullanılan tuğralar<br />
ve süsleme sanatları bize o dönemin beğenileri<br />
ve kültürel dokusu ile ilgili ipuçları veriyor.<br />
İSMEK Bakırköy Osmaniye Kurs Merkezi kursiyerleri<br />
tarafından hazırlanan “Bâd-ı Selâtin” adlı<br />
sergi de Osmanlı dönemine sanatsal bir bakışla<br />
ışık tuttu. Sergide yer alan eserlerdeki 36 padişah<br />
tuğra ve kaftanı ile o dönem sanatçılarının<br />
çizdikleri tezhiplerden etkilenerek ortaya konan<br />
tezhipler, saray protokolü ile ilgili önemli<br />
ipuçları veriyor; padişahın kişiliğine ve ihtişamına<br />
göre değişen tuğralar ve kaftanlar,<br />
padişahlar hakkında bir fikir sahibi olmamızı<br />
sağlıyor.<br />
Sergide aslına sadık kalınarak çizilen kaftanlar,<br />
birebir küçültülerek Bâd-ı Selâtin<br />
sergisinde yeniden hayat buluyor. Sergi<br />
için hazırlanan minik kaftanlar için gerçek<br />
altın, çizim için kullanılan boyaların birinci<br />
kalite seçilmesi ve renklerin orijinaline<br />
yakın tutulmaya çalışılması serginin ciddi<br />
bir emekle hazırlandığını gösteriyor.<br />
78 Serginin serlevhası, Gül MULTU tarafından yapıldı.
Bir Özlü Sözle Oluşan Sergi<br />
Bu serginin mimarı olan İSMEK Bakırköy<br />
Osmaniye Kurs Merkezi usta öğreticisi<br />
Hacer Sönmez ve kursiyerleri ile sergi<br />
bittikten sonra görüştüğümüzde, sergiyle<br />
ilgili heyecanları hâlâ ilk günkü gibiydi.<br />
Usta öğretici Hacer Sönmez ile Serginin<br />
Hikayesini ve İçeriğini Konuştuk.<br />
Sönmez, sergi fikrinin nasıl çıktığı yönündeki<br />
sorumuzu, “Bir akşam televizyonda<br />
bir programda konuk olan birinin söylediği<br />
bir söze takıldım,” sözleriyle başlıyor cevaplamaya<br />
ve devam ediyor: “O kişi ‘Herkesin<br />
bir limanda gemisi bulunur ama herkesin<br />
direği olmaz.’ diyordu. Herkesin bir<br />
hedefi olması gerektiğini vurgulayan bu<br />
söz üzerine, kursiyerlerle birlikte sergi açma<br />
fikri oluştu bende. Genelde orta yaş grubunda<br />
olan kursiyerler, kimi zaman kabul<br />
günleri, kimi zaman ailevi sorumlulukları sebebiyle<br />
derse düzenli gelmiyor, dersleri ikinci<br />
plana atıyordu. Son derece başarılı olan bu<br />
arkadaşların dersleri ikinci planda tutmaları<br />
beni üzüyordu. Sergi fikrini ortaya attığımda<br />
herkes çok heyecanlandı ve böylece işe koyulduk.<br />
Açıkçası ben arkadaşların bu kadar özverili<br />
çalışabileceklerini tahmin etmiyordum;<br />
umduğumdan fazla çalıştılar ve sergiyi benden<br />
daha fazla benimsediler diyebilirim.”<br />
Sergi Düzenli Bir Ekip Çalışmasının Ürünü<br />
Usta öğretici ve kursiyerler, sergi açmaya karar<br />
verdiklerinde akıllarına ilk gelen tema padişah<br />
kaftanları olmuş. Fakat bu temanın çok fazla<br />
işlenmiş olması, nerdeyse tüm hediyelik eşya<br />
dükkanlarında kumaştan, camdan veya başka<br />
materyallerden minik kaftanların satılması salt<br />
bu tema üzerinde çalışmaktan onları alı koymuş<br />
önce. Sonrasında herkesin hem fikir olmasıyla<br />
tuğra ve kaftanı tezhiple birleştirmeye karar<br />
vermişler. 24 kursiyerin yer aldığı bu projede,<br />
her birinin payına, çalışmak için bir veya iki padişah<br />
düşmüş. Çalışacakları padişahlar ve dönemleriyle<br />
ilgili ciddi bir araştırma yapan kursiyerler,<br />
sonrasında sınıfta sunumlar yapmışlar. Araştırma evresinde<br />
alan çalışması yapan kursiyerler, Topkapı Sarayı’nı<br />
ve camileri gezmişler, hatta rölöve çalışması bile yapmışlar.<br />
Kaftan ve tuğralarla ilgili görseller temin etmişler,<br />
bunun yanı sıra gezdikleri tarihi binaların fotoğraflarını<br />
çekmişler. Kursiyerler, bu hummalı çalışma sürecini,<br />
“Bütün bu geziler esnasında çok eğlendik. Hayatımızda<br />
ilk defa bir ekip çalışması yaptık ve işimiz olarak gördüğümüz<br />
bu sergi ilk önceliğimiz oldu. Daha önceleri kursa<br />
gelmemek için bahaneler uydururken, bu sergi fikri<br />
ortaya çıktığından beri çocuklarımızla ilgili bazı işleri<br />
eşlerimize yükledik. Komşu, eş, dost gezmelerini bıraktık<br />
ve tüm ilgimizi sergiye verdik. Eşlerimiz biraz zorlandılar<br />
ama alıştılar meşguliyetimize.” sözleriyle anlatı-<br />
yor. İlk defa kendilerine ait bir işle uğraştıklarını dile getiren<br />
kursiyerler, “Severek yaptığımız, bizi dinlendiren<br />
ve mutlu eden bir uğraş sayesinde hayatımızın bu kadar<br />
değişeceğini hiç ummamıştık.” diyor.<br />
Tuğra ve Kaftanların Hazırlık Aşaması<br />
Sergideki tabloların birkaç kişi tarafından hazırlanmasına<br />
rağmen tek elden çıkmış gibi uyumlu olması bizi çok<br />
şaşırttı. Tuğraları, hattat Arda Çakmak yazmış. Usta öğretici<br />
Hatice Sönmez’in hocası olan Çakmak’ın, amatör<br />
bir ekibe destek vermesi ve güvenmesi kursiyerlerin motivasyonunu<br />
artırmış. Padişahlarla ilgili sözleri de; Hüseyin<br />
Hüsnü Türkmen, Ahmet Kutluhan, Hamit Soyyiğit<br />
gibi hattatlar yazmış. Tasarımları Hacer Sönmez ve kursiyerleri<br />
hazırlamış.<br />
79
80<br />
Hazırladıkları eserlerin bir tanesinin maliyetinin 900 ila<br />
1000 TL arası olduğunu söyleyen Hacer Sönmez, her<br />
kursiyerin kendi masrafını karşıladığını belirtiyor. Diğer<br />
branşlara göre daha masraflı olmasına rağmen, bu işe<br />
gönül vermeleri sayesinde, işin maliyet boyutunu geri<br />
plana atabilmiş. Eserlerin hazırlık aşamasında ve sonrasında<br />
gecelerini gündüzlerine katarak çalışan Osmaniye<br />
ve Tuzla kursiyerleri, Osmaniye kurs idarecisinin onlara<br />
sağladıkları kolaylık ve yardımlardan sitayişle bahsediyor.<br />
Kaftanların, orijinallerinin birebir aynısı olarak yapıldığını<br />
anlatan kursiyerler, tezhiplerde, dönemin orijinal tezhiplerini<br />
baz alarak yeniden yorumladıklarını belirtiyor ve<br />
eserlerin oluşum sürecini, “Renklerin seçiminde de aslına<br />
sadık kalmaya çalıştık. Altın varağı Arap zamkıyla ezilir<br />
hale getirdik, sonrasında bunu boyamada kullandık. Hazırlanan<br />
kaftanı, yazıları ve tezyinatı biten tezhip sayfasına<br />
yerleştirdik” diye ifade ediyorlar.<br />
Kaftan, tuğra ve tezhibin arasında kurulan bağı soruyoruz.<br />
Tuğranın, politik yaşamı temsil ettiğini, padişahın<br />
imzası diyebileceğimiz tuğraların padişahın da yönlendirmesi<br />
ile devrin hattatlarına yazdırıldığını, birçok örnek<br />
arasından seçilen tuğraların padişah tarafından ölene<br />
dek kullanıldığını öğreniyoruz. Sönmez’den, hat sanatının<br />
gelişmesinde tuğranın etkisinin önemli olduğunu,<br />
tuğranın Türklere özgü bir yazım formu olduğunu,<br />
tuğranın başka yazım tarzından etkilenmediği için benzersiz<br />
olduğunu da öğreniyoruz.
Ortaya konan eserlerde, tuğranın alışılmış şeklini koruyup<br />
sultanın künyesini aslına sadık kalarak farklı bir<br />
kompozisyonun içine taşıyıp özgün bir tasarıma ulaşılması,<br />
konu üzerinde detaylıca bir çalışma yapıldığının<br />
göstergesi aslında. Öte yandan sergi, Osman Gazi’den<br />
Sultan Vahdettin’e kadar tuğraların ve kaftanlarla birlikte<br />
tezhip sanatının 600 yıllık estetik evrimini de göstermesi<br />
bakımından da kayda değer…<br />
“İlk Sergimizde Bu Kadar İlgi Beklemiyorduk”<br />
“Bâd-ı Selatin”, Osmanlı’da yaşamış sanatçıların eserlerini,<br />
günümüz sanatçılarının yorumuyla farklı bir lezzetle<br />
sundu sanatseverlere. Usta öğretici Hacer Sönmez ile<br />
birlikte, 26 kişinin eseri yer aldı sergide. İlk günden itibaren<br />
çok ilgi gören sergi, birinci gününde iki bin ziyaretçi<br />
tarafından gezildi. Sergiye gösterilen ilgiden duydukları<br />
memnuniyeti dile getiren kursiyerler, serginin açılmasına<br />
yakın duydukları heyecandan dolayı, yemeden içmeden<br />
kesildiklerini, uykusuz geçen gecelerin ardından, sergiye<br />
ilgi gösterilmemesi endişesi duyduklarını söylüyorlar.<br />
İlk günkü ziyaretçi sayısının kendilerini şaşırttığını anlatan<br />
kursiyerler, “İlk sergide bu denli ilgi görmek beklediğimiz<br />
bir şey değildi. Sonraki günlerde sergiyi gezen kişi sayısının<br />
günlük ortalama 200 civarında olması heyecanımızı<br />
daha da artırdı. İşte o zaman hiç bir şeyin tesadüf olmadığını,<br />
ortaya iyi bir iş çıkardığımızı anladık.” diyorlar.<br />
“Bâd-ı Selâtin”in karşılaştığı sürprizler ziyaretçi ilgisi ile<br />
sınırlı kalmamış. Sergideki eserlerin yurt dışında faaliyet<br />
gösteren bir Türk firması tarafından koleksiyonuna kat-<br />
81
mak üzere satın alınmak istenmesi<br />
sergi sahiplerini şaşırtan<br />
bir başka sürpriz olmuş.<br />
Usta öğreticileri Sönmez,<br />
profesyonel bir eksper<br />
tarafından tablolara fiyat biçilmesini<br />
sağlamış ve eserler,<br />
2 bin 500 ilâ 5 bin TL arasında<br />
değer biçilerek satılmış.<br />
Kaftanlar Gelecek<br />
Nesillere Miras<br />
Kaftanların günümüze kadar<br />
gelmesi, itina ile Topkapı<br />
Sarayı’nda cam muhafazalar<br />
içerisinde teşhir edilmesi, 600<br />
yıllık geleneğin ve kültürel yapının<br />
gelecekteki nesillere miras<br />
kalması bakımından önemli. Osmanlı<br />
padişahlarının kıyafetleri için<br />
gereken kumaşlar, saraydaki dokuma<br />
tezgahlarında dokunuyor, nakkaşlara<br />
hazırlatılan desenler kumaşlara<br />
işleniyor ve sonunda saray içerisinde<br />
bulunan atölyelerde dikiliyordu.<br />
Bu atölyelerin yeterli gelmemeleri<br />
durumunda Bursa’daki diğer atölyelere<br />
sipariş veriliyordu. Saf ipek,<br />
brokar, kadife, seraser altın ve gümüş<br />
alaşımlı telli dokunmuş kumaş ve diğer<br />
kıymetli kumaşların çözgü tellerinin sayısından<br />
boyasına kadar her detaya dikkat<br />
ediliyordu. Dikilen kaftanlar gerçek<br />
altınla işleniyordu. Kaftanların dikimi ve<br />
altınla işlenme süreci ustalık isteyen bir<br />
evre olduğundan işlemeleri yapan ve kaftanları<br />
diken ustalar özenle seçiliyordu.<br />
Padişahın kıyafetlerini dikmek ve işlemek<br />
bir ustanın kariyerinde gelebileceği en son<br />
noktaydı ve bu geldiği nokta ona farklı bir<br />
ayrıcalık kazandırıyordu.<br />
Osmanlı’dan günümüze kadar ulaşan sanat<br />
eserlerinde göze çarpan, çok ince bir<br />
zevk ve dokunuşla hazırlanmış olan bu süsleme<br />
sanatları, başka medeniyetlerde olmayan<br />
örnekleri ve ustalıklarıyla bugün hâlâ<br />
göreni hayran bırakıyor. Topkapı Sarayı’nda<br />
Fatih Sultan Mehmet tarafından kurulan nakkaşhanede<br />
çizilen desenlerin tezhipten çiniye, seramiğe, kumaşa,<br />
halıya kadar birçok esere uygulanması, dönemi açısından<br />
üslup ve desen birliğinin oluşmasını sağlamış. Sanata<br />
ve sanatçıya önem veren Osmanlı padişahları saray<br />
bünyesinde sanat atölyeleri kurmuş, sanatçıları sarayda<br />
ikamet ettirip maaşa bağlamışlar. Osmanlı sanatının<br />
devlet himayesinde oluşu birçok sanat dalının gelişmesini<br />
sağlamış. “Bâd-ı Selâtin”de sergilenen eserlerin<br />
günümüze kadar gelebilme sebebi de Osmanlı’nın<br />
sanata önem vermesinden kaynaklanıyor. Sergi, Topka-<br />
pı Sarayı’nı gezme imkânı bulamamış veya gezmiş olsa<br />
bile süslemelerdeki ayrıntıları kaçırmış olanlar için de<br />
Osmanlı’daki süsleme sanatlarının tarih içindeki seyrini<br />
temaşa etme imkânı sunuyor.<br />
Padişahların kaftan ve tuğralarından hareketle 6OO senelik<br />
geçmişte kısa bir yolculuk sunan ve deyim yerinde<br />
ise kapıyı aralayıp bakma imkânı sunan sergi, ziyaretçilerinin<br />
daha fazlasını görmek ve öğrenmek için bu kapıdan<br />
içeri girmesini hedefliyordu. Aralanan bu kapıdan<br />
girmeyi başaran kişiler ise hiç kuşkusuz uzun süre oradan<br />
ayrılmak istemeyecekler.<br />
83
Makro Ufuklar Açan<br />
Mikro Çizimler<br />
Duru ÖZÇELİK<br />
84<br />
Hasan Kale, dünyaca ünlü minyatür sanatçılarımızdan. Onu diğer<br />
minyatür sanatçılarından ayıran çok önemli bir özelliği var. Kale,<br />
sıra dışı objelerin üzerine, çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük<br />
minyatürler çiziyor. Bu sıra dışı obje bazen kırık bir pirinç veya ince<br />
bir kum tanesi, bazen bir kelebek veya sinek kanadı, bazen de bir<br />
kibrit çöpü olabiliyor. Sanatçı, 200’ün üzerinde objeye yaptığı mikro<br />
çizimlerinde mikroskop veya büyüteç kullanmıyor. Sanatseverlere<br />
büyüteçsiz bakmasını tavsiye etmiyor ama tüm çizimlerini, 1-2 numaralı<br />
normal minyatür fırçalarıyla ve çıplak gözle vücuda getiriyor.<br />
İnsanlığın ta en başından bu yana var olan sanat, kimilerine<br />
göre “güzel” olanı ortaya çıkarma gayesiyle, insanın kendini<br />
ifade etme biçimi olmuştur. Kimilerine göre ise “ilahi<br />
aşka” ulaşma vasıtasıdır sanat. Hangi gaye ile olursa olsun, işi<br />
“güzel"e varabilmektir sanatçının. Hasan Kale, “güzel” arayışı<br />
ile düştüğü yolda kendini ifade etmek için düştüğü yolda<br />
çok farklı bir anlatım biçimi bulmuş.
Hasan Kale, bir minyatür sanatçısı. Ama öyle bildiğimiz<br />
türden minyatürler değil sanatçının fırçasından dökülenler.<br />
Onun minyatürleri çok küçük. Öyle ki, çıplak gözle seçebilmek<br />
pek de mümkün değil. Büyüteçle bakmanız gerekiyor<br />
onun eserlerine. Zira o, bir mikro minyatür sanatçısı.<br />
Kâh bir kırık pirince aktarmış içinde çağlayan sanat<br />
aşkından yansıyan çizgileri, kâh da bir fasulye tanesine.<br />
İğnenin deliğini de tuval olarak kullanmış, kelebeğin kanadını<br />
da… Bugüne kadar 200’ün üzerinde farklı objeye<br />
mikro minyatürler resmeden sanatçı ile gönül verdiği<br />
mikro minyatür sanatı hakkında konuştuk.<br />
Asıl İlham Kaynağı İstanbul<br />
Hasan Kale, ilk olarak resimle nasıl tanıştığını anlatıyor.<br />
Söylediğine göre, fırçayla 5 yaşındayken tanışmış. O gün<br />
bugündür de bir daha elinden<br />
bırakmamış fırçayı. İlk ve ortaokul<br />
döneminde, lisede hep çizgiyle meşgul<br />
olmuş. Fırçadan kopamayışını, “Zamanla öyle<br />
bir hale geldik ki, o aşkı bir daha bırakamadım.”<br />
sözleriyle ifade ediyor. Çizimlerinden anladığımız<br />
kadarıyla bir resim aşkından kopamamış Hasan<br />
Kale, bir de üniversite okumak için geldiği İstanbul’dan.<br />
Her ikisi de hayatında derin yer etmiş sanatçının.<br />
Çocukluğunun geçtiği Bursa İnegöl için, “O küçük kasabada<br />
yetişmiş olmaktan, oradan beslenmiş olmaktan keyif<br />
alıyorum.” dese de, asıl ilham kaynağı hep İstanbul<br />
olmuş. Masmavi deniziyle, denize müptela martılarıyla,<br />
Galata Kulesi ve onun karşısında gelinlik kız gibi süzülen<br />
Kızkulesi’yle ille de İstanbul…<br />
Kısacası Hasan Kale, İstanbul’un suyunu bir kez içip de, bir<br />
daha iflah olmayanlardan. “İstanbul’la belli<br />
bir yaştan sonra tanışsanız da öyle bir cazibesi<br />
var ki, sizi bir daha geri göndermiyor.<br />
19-20 yaşlarında geldim bu şehre,<br />
bir daha da gitmedim.” sözleriyle bizi<br />
doğruluyor sanatçı.<br />
İstanbul’a asıl geliş amacı olan üniversite<br />
tahsilini, bazı sebeplerden<br />
ötürü yapamamış Hasan Kale. Güzel<br />
sanatlarda okumak, istemiş ama<br />
olmamış. İnsanı büyüleyen güzelliğe sa-<br />
hip, ama bir o kadar da acımasız olan bu şehirde yaşamak,<br />
kendi ayaklarının üzerinde durmak için, deyim yerindeyse<br />
ne iş olsa yapmış Kale. “Ama kalemle, fırçayla<br />
ilişkim hep devam etti.” diyor resimden hiç kopmadığını<br />
anlatırken. Yaklaşık 25 yıldan bu yana resimle uğraştığını<br />
ifade eden Hasan Kale, son 15 yılını minyatür sanatına<br />
adamış. Minyatür sanatını öğrenmek için epey çaba göstermiş.<br />
“Minyatürü öğrenmek için bu sanatın hocalarına<br />
gittim, ama bana ders vermek istemediler. Sebebini bilemem.<br />
Fakat içinize bir kor düşünce, ister istemez onun<br />
peşinden gidiyorsunuz. O dönemde yaşayan hocalar size<br />
kucak açmıyorsa, siz de hocalarınızı çok eskilerden seçersiniz.<br />
Ben de öyle yaptım, eski dönemlerden seçtim hocalarımı.”<br />
diyen Kale, Ahmet Siyahkalem’den fırçanın kıvraklığını,<br />
Levni’den renk ve ahengi, nakkaş Osman’dan<br />
da sultan portrelerinin inceliklerini öğrenmiş.<br />
21. YY’da Kanuni’nin Av<br />
Sahnesini Çizmek Abesle İştigal<br />
Hasan Kale, minyatürde ustalaşıp en ince çizgileri<br />
çizebildiğini gördükten sonra, “Daha ne kadar<br />
küçük yapabilirim?” sorusunu sormuş kendine ve<br />
bu yolda ilerlemeyi seçmiş. Sanatçı, “Eserlerimi gelecek<br />
yüzyıllara bırakacak isem, bunu, yüzlerce yıl<br />
öncesinde yapılan eserleri taklit ederek değil, kendimden,<br />
günümüze ait bir şeyler katarak yapabilirim”<br />
düşüncesiyle, klasiğin dışında eserler üretmeyi tercih<br />
etmiş. Klasik minyatürle arasına koyduğu mesafeyi<br />
şu sözlerle açıklıyor Hasan Kale; “Özgün olmak<br />
zorundasınız. Çünkü biz 21. yüzyılda yaşıyoruz.<br />
Sözgelimi Kanuni’nin av sahnesini, o dönem<br />
tüm zor koşullara rağmen birileri en güzel<br />
şekilde yapmış. Bugün bunca teknoloji,<br />
bu kadar rahat koşullar varken Kanuni’nin<br />
av sahnesini yapmak, bana göre abesle iştigaldir.<br />
Onun için klasik minyatür yapmıyorum<br />
artık.”<br />
85
Kale bu sözleri söylerken, biz de, iyi ki kendisini klasiğe<br />
hapsetmemiş diyoruz içten içe. Öyle ya, klasik minyatürde<br />
ısrar etseydi, vaktiyle kendisine ders vermeyi kabul etmeyen<br />
hocaları bugün mahcup edecek kadar başarılı,<br />
eserleri dünyanın ilgisini çeken sıra dışı bir sanatçı olmayacaktı<br />
belki de.<br />
Yaptığı mikro minyatür eserlerle vermek<br />
istediği asıl mesajın, ‘bir şeye yüzeysel<br />
olarak bakmak ile yakından bakmanın<br />
yaratacağı farkı ortaya koymak’<br />
olduğunu söylüyor Hasan<br />
Kale. Gerçekten de Kale’nin,<br />
gördüğümüzde irrite olduğumuz,<br />
etrafımızdan uzaklaştırmak<br />
ve belki de hemen<br />
oracıkta öldürmek istediğimiz<br />
bir sineğin kanadına<br />
nakşettiği bir İstanbul<br />
siluetine bakınca ona<br />
hak vermeden edemiyoruz.<br />
Hayatı anlamlandırmaya<br />
çalışanlar için<br />
önemli bir anahtar<br />
sunuyor Hasan Kale<br />
mikro eserleriyle. Verdiği<br />
şu kelebek örneğinde<br />
bunu çok<br />
net görebiliyorsunuz;<br />
“Kelebeğin kanatlarına<br />
resim yaparken<br />
fırça darbeleriyle,<br />
orda kelebeği güzelleştirmeye<br />
filan çalışmıyorum<br />
ben, böyle bir derdim<br />
de yok. Kelebeğin bir<br />
gün yaşadığını söyler ya herkes.<br />
Peki kime göre bir gün yaşı-<br />
86<br />
yor? Bize göre. Halbuki onlara<br />
göre bu koskoca bir ömür demek.<br />
İşte bunu anlatmaya çalışıyorum<br />
eserlerimde.”<br />
Büyüteçle Görebildiklerimizi<br />
Çıplak Gözle Çiziyor<br />
Sinek, kelebek ve arı kanatlarından<br />
tutun da çivi, toplu iğne, kibrit<br />
çöpüne, makarnanın neredeyse tüm<br />
çeşitlerine ve her türünden bakliyat<br />
ürünlerine, balık pulundan patlamış mısır<br />
tanesine kadar pek çok farklı obje üzerinde<br />
mikro çizimler yapmış Hasan Kale. İlk bakışta<br />
farklı duygular hissettiren objelere çizdiği<br />
mikro minyatürlere büyüteçle baktığınızda,<br />
başka bir boyuta ulaşıyorsunuz âdeta. İstanbul<br />
siluetlerinin ağırlıkta olduğu görülüyor Kale’nin<br />
çizimlerinde. İflah olmaz İstanbul aşkına tutulduğu her<br />
çizgisinden belli.<br />
Hasan Kale’nin mikro çizimlerine bakarken, doğal olarak<br />
büyüteç kullanmak zorundasınız. Zira çıplak gözle,<br />
objenin üzerinde birtakım çizgiler olduğunu fark ediyorsunuz,<br />
fakat resmedilenin ne olduğunu hakkıyla<br />
anlayamıyorsunuz. Ancak büyüteci<br />
elinize aldığınızda bambaşka<br />
bir pencere açılıyor gözlerinizin<br />
önüne. Kale’nin minyatürlerine<br />
büyüteçle bakmak, şaşırtıcı<br />
değil elbette. Asıl ilginç olanı,<br />
bizim büyüteç yardımıyla<br />
ancak seçebildiğimiz minyatürleri,<br />
sanatçının çıplak<br />
gözle çiziyor olması. Mikroskop<br />
veya büyüteç kullanmadığını<br />
anlatıyor sanatçı.<br />
Çizimleri de klasik<br />
minyatür sanatçılarının<br />
kullandığı 1 ve 2 numaralı<br />
fırçalarla yapıyor. Normal<br />
minyatür fırçalarıyla bu<br />
kadar mikro düzeyde çalışmak<br />
bir hayli zor olmalı,<br />
diye düşünüyoruz.<br />
Hasan Kale, yaptığı bir<br />
söyleşide balık gözüne<br />
İstanbul silueti çizerken<br />
nasıl bir cerrah gibi titiz<br />
çalıştığını şu sözlerle<br />
anlatmış: “Ben bir<br />
savaş pilotuyum. Bombam<br />
var, hedefe isabet<br />
ettiremezsem gittim. Nefesimi<br />
tutamazsam gözü<br />
çizemem. O bir nefes payıdır<br />
artık. Bir cerrah gibi ellerimi<br />
ustaca kullanırım.”Hasan
Kale’nin, kendini ifade etme biçimi olarak tercih ettiği<br />
mikro çizimleri yapmanın pek akıl kârı olmadığını düşünenler<br />
olmamış değil. Böceğin bir kanadına Galata<br />
Kulesi’ni, öteki kanadına Süleymaniye Camii’ni sığdırmak<br />
akıllara ziyan gibi görünmüş bazılarına.<br />
“Belki bizi deli, psikopat olarak görenler olabilir. Herkesin<br />
mükemmel olmasına gerek yok.” diyor Kale gülerek.<br />
Biz de, “Keşke herkes sizin gibi deli olabilse.” diyoruz<br />
tebessümle. Zaten mükemmellik kavramını kabul<br />
etmediğini ifade eden sanatçı, “Mükemmelim dediğiniz<br />
an kendinizi en sonda bulursunuz.” diyor.<br />
Başkalarına karşı, en küçük ben yapıyorum,<br />
gibi bir derdinin olmadığını da vurgulayan<br />
Hasan Kale, sadece kendisiyle yarış halinde<br />
olduğunu, “Beni alkışladıkları zaman başım<br />
göğe ermediği gibi, yerdikleri zaman da<br />
kötü olmuyorum. Sadece Tanrı vergisi yeteneğimi<br />
kullanarak üretmek istiyorum. Çünkü<br />
eğer üretmezsem, alkış da yetersiz kalıyor.”<br />
sözleriyle ifade ediyor.<br />
İlk Mikro Çizimini<br />
Fasulye Üzerine Yapmış<br />
Klasik minyatürde kendisini ispat ettikten<br />
sonra mikro çizimleri ilk hangi obje üzerinde<br />
çalıştığını merak ediyoruz Hasan Kale’nin. “Fasulyeydi<br />
sanırım. Çünkü ilk kez yapıyordum, pirinç tanesi gözümü<br />
korkuttu ilk anda. Çok net hatırlamıyorum ne çizdiğimi,<br />
ama büyük ihtimalle İstanbul’dur yine.” diye anlatıyor<br />
sanatçı ilk mikro çalışmasını.<br />
“19 yaşında geldiğiniz İstanbul’a çarpılmışsınız belli ki.”<br />
diyoruz. “Eğer kabul edebiliyorsanız, bulunduğunuz her<br />
yer de sizi kabul eder. Değilse, asla sizi kabul etmez. Trafiğini,<br />
kalabalığını, gürültüsünü her şeyini benimsedim,<br />
İstanbul da bana kapılarını açtı. Başkaları sakinlik ister<br />
üretmek için, ama ben üretemem öyle sakin bir yerde.<br />
Hareket halinde olmam lazım. O yüzden daha dinamik<br />
bakıyorum hayata.” sözleriyle anlatıyor İstanbul’la kurduğu<br />
bağı.<br />
Kale, kendi özel çabasıyla geliştirdiği ve hiçbir okulda<br />
ders olarak öğretilmeyen bu sanatla 15 yıldır uğraşıyor.<br />
Bu 15 yıl içinde şimdiye dek 200’e yakın obje üzerinde<br />
çalışmış sanatçı. Fırça gezdirdiği bu mikro objeler üzerine<br />
resmettiği şeylerin bir kültürü anlattığını söylüyor sanatçı.<br />
“Dünyanın neresinden olursa olsun çizimlerimi gö-<br />
87
en biri, ‘Bu İstanbul’dur veya Galata<br />
Kulesi, Kızkulesi, Topkapı Sarayı’dır’<br />
der. Küçücük çizim yaparken, o değeri<br />
küçültmeye çalışmıyoruz biz.<br />
Aksine büyütmeye çalışıyoruz.<br />
Yani işin başka bir boyutu var.”<br />
diye konuşuyor.<br />
Üzerinde çalıştığı bu 200 farklı<br />
obje içinde en zorunun hangisi<br />
olduğunu merak ederken, bir<br />
yandan da alan genişliğini hesaba<br />
katarak kelebek kanadının,<br />
iğneye, kibrit çöpüne yahut<br />
kırık pirinç tanesine göre<br />
daha kolay olduğunu tahmin<br />
ediyoruz. Fakat Hasan Kale’nin<br />
anlattığına bakınca pek de<br />
öyle isabetli bir tahminde bulunmadığımızı<br />
anlıyoruz.<br />
“Kelebek, çok hassas bir<br />
malzemedir. Elinize aldığınızda<br />
bütün dokusuna zarar verebilirsiniz.<br />
En büyük problem<br />
bu. Detay elde etmenin<br />
ne kadar zor olduğunu bilemezsiniz.<br />
Dışarıdan göründüğü<br />
kadar kolay değil yani.” diyor<br />
Hasan Kale.<br />
Minyatür sanatçıları, tezhip sanatçıları,<br />
yapmak istedikleri çizimi boyamadan<br />
önce, kurşun kalemle taslağını<br />
oluşturur. Mikro minyatür için<br />
böyle bir şeyin mümkün olmadığına değinen<br />
Kale, “Yapmak istediğim çizimi direkt<br />
uygulamak zorundayım. Bir kırık pirinç<br />
tanesine çalışacaksam eğer, önce taslağını çizme<br />
lüksüm yok, zaten kurşun kalemin ucu pirinç<br />
88<br />
kadar. Bu nedenle hata yapma lüksüm<br />
de yok. Yani iğneyle kuyu kazmak<br />
gibi bir şey” sözleriyle yaptığı işin<br />
ne denli meşakkatli bir iş olduğunu<br />
anlamamızı sağlıyor.<br />
Saç Teline İstanbul<br />
Panaroması Çizecek<br />
Mikro çizim sürecinin aşamalarını öğrenmek<br />
için “Sinek veya kelebeğin<br />
kanadına çalışmak istediğinizde süreç<br />
nasıl işliyor?” diye soruyoruz sanatçıya.<br />
“Metallerle, bakliyatla ilgili<br />
problemler yok, ama hayvanlarla ilgili<br />
farklı bir evre var. Hayvanlar, en az<br />
bir sene bekliyor bende. Kuruması, çürümesi<br />
gerek. Çünkü ben onlara vernik<br />
kaplıyorum. Yeni ölen bir hayvan üzerinde<br />
çalışmıyorum. Hayvanın bir kurtlanma,<br />
boşalma süresi var ise o süreç geçmeli,<br />
doğal olanı da bu zaten. Farklı işlemler<br />
yapmaya gerek yok, doğallıktan uzaklaşmıyorum.”<br />
diyor.<br />
Latife olsun diye, hayvan hakları savunucularının,<br />
hayvanlar üzerine çizim yapmasını nasıl karşıladığını<br />
soruyoruz Hasan Kale’ye. Biz latife ettik<br />
bu soruyu sorarak ancak, gerçekliği de yok değilmiş.<br />
Sorumuza bakın nasıl cevap veriyor sanatçı,<br />
“Hayvan hakları savunucuları, sineğin kanadına<br />
neden resim yapıyorsunuz, diye çattılar bana.<br />
Ankara’da bir sergide geldi başıma. Gerekli açıklamayı<br />
yaptım onlara. İnsanları olduğu gibi kabul ediyorum<br />
ben, onlara da bir şey demiyorum. Bir şeylere<br />
muhalefet etmek onların işi. Ne diyebilirsiniz<br />
ki, bunlar hayatın içinde varlar. Belki de renktir.”<br />
Hasan Kale, profesyonel uğraşından da anlaşıldığı<br />
üzere uçlarda geçen bir sanatçı…<br />
Hep ‘daha küçük neyin üzerine çalışabi-
lirim’ diye kafa yorarken, saç teli üzerinde karar kılmış.<br />
Okurken, ‘Yok artık bu kadarı olmaz’ dediğinizi duyar gibiyiz.<br />
Ancak bizler düşüncesini bile kolay kolay<br />
kabul edemezken, Kale, projeyi kafasında tasarlamış<br />
bile. Diğer objeler üzerinde çıplak<br />
gözle çalışan sanatçı, bu kez mikroskop<br />
altında sergileyecek sanatsal dehasını.<br />
Deha demekte bir beis görmüyoruz,<br />
zira incecik saç teline İstanbul<br />
panoraması çizmek dahiliğe<br />
dayalı bir cesaret ister. Hasan<br />
Kale, saç teline yapacağı<br />
bu çalışma ile hem kendisine,<br />
hem de sanatseverlere başka<br />
başka ufuklar açacağa benziyor.<br />
Daha kim bilir ne kadar<br />
uçlarda gezecek diye düşünürken,<br />
Hasan Kale, daha<br />
yapacak çok işi olduğunu,<br />
bunun için de 120 yaşına<br />
kadar yaşamak istediğini<br />
söylüyor gülerek ve ekliyor;<br />
“Herkes bana, ‘Sultan<br />
Süleyman bile kazık çakamadı<br />
dünyaya' sen mi kalacaksın?’<br />
diyor. Benim kazak çakmak gibi<br />
bir derdim yok. Belki birazdan ölebilirim,<br />
ama yapmak istediğim projelerim<br />
var o yüzden bu zaman dilimini<br />
koyuyorum kendim için.”<br />
Sanat yaşamı boyunca eserlerini gerek yurt içinde, gerekse<br />
yurt dışında çok sayıda sergide sanatseverlerin beğeni-<br />
sine sunan Hasan Kale’ye sanatını kimin için yaptığını da<br />
soruyoruz. Malum, cevabı her zaman tartışılan bir sorudur;<br />
sanat sanat için midir, toplum için mi?..<br />
İçtenlikle yanıtlıyor sorumuzu Kale; “Ne kendim<br />
için, ne başkası için yapıyorum. Sanat<br />
olsun diye üretmiyorum. Ben, sadece<br />
Tanrı’nın bana verdiği yetiyi en<br />
iyi şekilde ortaya koymakla mükellefim.<br />
Para kazanmak için de yapmıyorum<br />
bütün bu eserleri. Para<br />
kaygım olsaydı, bambaşka işler<br />
yapardım. Bu, bir gönül işi. Ben<br />
ürettiklerimle bugüne yatırım<br />
yapmıyorum, gelecek yüzyıllara<br />
yatırım yapmak için mücadele<br />
veriyorum. Kabul görür<br />
veya görmez ama ben bu<br />
mücadeleyi vereceğim.” Sanatçı,<br />
popüler sanatçılar grubunda<br />
olmak istemediğini<br />
de sözlerine ekliyor.<br />
Bugüne dek 10’un üzerinde<br />
sergi açan sanatçı, eserlerine<br />
gösterilen ilgiden memnun.<br />
Ancak ‘alaylı’ bir sanatçı<br />
olmasıyla ilgili yurt dışında açtığı<br />
sergilerdeki şu izlenimini de<br />
dile getirmeden edemiyor, “Burada<br />
heykel, müzik, resim yapanlara,<br />
‘Hangi okuldan mezunsunuz?’ diye sorarlar,<br />
ama yurt dışında hiç kimse sizin mezun olduğunuz<br />
okulla ilgilenmez.”<br />
89
Levon Usta’nın Sihirli İğnesi<br />
90<br />
4. Kuşağa Emanet<br />
Semiramis DOĞAN<br />
Smokin eğitimi için Atatürk tarafından Paris’e gönderilen Levon Kordonciyan’ın<br />
dördüncü kuşak torunu, hâlâ büyük dedesinin teknikleriyle smokin ve frak<br />
dikiyor. Devlet erkânından iş adamlarına, bürokratlardan sanatçılara kadar<br />
herkes Nişantaşı’ndaki “İskender Smokin”in kapısını çalıyor. Kordonciyan’ın<br />
diktiği smokinlerin ünü, Türkiye ile sınırlı değil. Ta Hollywood’a kadar<br />
yayılmış diktiği kıyafetlerin nâmı. Oscar törenlerinde “kırmızı halı” üzerinde<br />
yürüyen nice ünlü Hollywood aktörü, şıklığını Levon Kordonciyan’a borçlu.<br />
Cumhuriyetin ilk yıllarında tarımdan ticarete, sanayiden eğitime<br />
pek çok alanda yapılan köklü değişiklik ve atılımın arasında,<br />
Sümerbank önemli bir yer tutuyordu. Türkiye'nin<br />
ilk kamu yatırımı ve modern tekstil fabrikası sayılan<br />
Sümerbank'ın kuruluşu, Atatürk tarafından smokin,<br />
frak gibi Batı tarzı kıyafetlerin dikimini öğrenmek üzere<br />
Paris’e gönderilen altı kişilik terzi grubundaki beş terzi<br />
tarafından gerçekleştirildi.<br />
Paris’e gönderilen bu gruptaki altıncı terzi ise<br />
Türkiye’ye dönüşünde meslek yaşamı için çok farklı<br />
bir yön belirledi. Bu terzi, Türkiye’nin ilk smokin terzisi<br />
Levon Kordonciyan’dan başkası değildi. Atatürk’ün<br />
smokincisinin bayrağı, şimdilerde dördüncü kuşak torunu<br />
Levon Kordonciyan’a emanet. O, büyük dedesinin<br />
genlerinden gelen yeteneği sayesinde bugün adını<br />
ta Hollywood’a kadar duyurmayı başarmış bir terzi. Ailenin;<br />
Rize’den İstanbul’a, Paris’e ve tekrar İstanbul’a<br />
uzayan serüvenini, Kordonciyanlar’ın Nişantaşı’ndaki<br />
mağazasında Levon Kordonciyan’dan dinledik.<br />
Atatürk, Smokin Eğitimi İçin Paris’e Göndermiş<br />
Mütevazı görünen ama aslında çok büyük işlere<br />
imza atan dükkândan içeri girer girmez Levon<br />
Kordonciyan’ın gülümseyen yüzüyle karşılaşıyoruz.<br />
Konuksever bir edayla söyleşimizi yapacağımız bölüme<br />
geçiyoruz hemen. Ütülü, şık smokinler içerisinde<br />
sessiz, cansız mankenlerin tanıklığında anlatmaya başlıyor<br />
ailenin hikâyesini Levon Kordonciyan. Aile, Rize<br />
Hemşin’den gelmiş İstanbul’a. Rize’de kuyumculuk<br />
işiyle uğraşan büyük dede İskender Bey’in, gelinlere<br />
evlenirken takılan metre metre altın kordonları yapmaktaki<br />
ustalığı dillere destandır. Tam da bu nedenle<br />
“Kordonciyan” soyadını alır. Zanaatındaki ustalığı dolayısıyla<br />
İstanbul’a çağırılan İskender Bey, çocuklarını<br />
ve eşini alıp İstanbul’a göçer.
Çuhacı Han’da çalışmaya başlayan İskender Bey, işine yakın olsun diye<br />
evini de Kınalıada’dan alır. İskender Bey’in 10 çocuğundan 9’u, babaları<br />
gibi kuyumculuk işiyle uğraşır. Bir tek, sonradan Türkiye’nin<br />
ilk smokincisi olacak olan Levon, mesleki anlamında kardeşlerinden<br />
ayrı düşer. İskender Bey, Levon’u, iyi bir<br />
terzi olsun diye Sultanhamam’da bir Rum<br />
ustanın yanına “Eti senin, kemiği benim”<br />
diyerek yerleştirir.<br />
Yirmi yaşına geldiğinde artık iyi bir<br />
terzi olan Levon, kılık kıyafet devrimi<br />
yapılınca bizzat Atatürk’ün<br />
isteği ile smokin eğitimi almak<br />
üzere Paris’e gönderilir. Paris’te<br />
sadece eğitim almaz Levon<br />
Kordonciyan, hayat yoldaşını<br />
da romantizm denilince akla<br />
ilk gelen bu şehirde bulur. Bir<br />
tanıdıkları vasıtasıyla tanıştığı<br />
Areksi Hanım’a daha ilk görüşte<br />
âşık olan Levon Kordonciyan,<br />
iki ay içinde hayatını bu<br />
genç hanımla birleştirir. Çiftin<br />
ilk çocukları Leons da Paris’te<br />
dünyaya gelir.<br />
Paris’te kaldığı 6 yılda smokin,<br />
caketatay, redingot, bonjour<br />
dikimini öğrenir Levon Kordonciyan.<br />
Eğitimini tamamlayarak<br />
eşi ve oğlu ile birlikte<br />
Türkiye’ye dönen I. Levon, o<br />
dönemin moda merkezi sayılabilecek<br />
Sultanhamam’da ilk<br />
atölyesini kurar. Torun Levon<br />
Kodonciyan (II. Levon), büyük<br />
dedesinin, başta Atatürk olmak<br />
üzere o dönemin devlet<br />
adamları ve paşaları, yabancı<br />
büyükelçiler için fraklar, caketataylar,<br />
redingotlar diktiğini<br />
anlatıyor. Söylediğine göre<br />
büyük dedesi Levon’un kurduğu<br />
ilk atölye bugün hâlâ ayakta.<br />
İlk sahibinin elinde şıkırdayan<br />
makası, omuz terazisi ve kömürlü<br />
ütüsü mahzun, bir o kadar da<br />
yorgun ama işinin başında. Kolay<br />
değil elbette; üç kuşağı yolcu<br />
etmiş, dördüncü kuşağı memnun<br />
etmeye çalışıyor her biri.<br />
Atatürk’ün Tercihi Hep<br />
Fit Kesimden Yana Olmuş<br />
Atatürk’ün smokincisi olarak nam<br />
saldıktan sonra Türkiye’nin en ünlü<br />
terzilerinin başında gösterilen büyük<br />
dede Levon Kordonciyan, Paris’te dünyaya<br />
gelen oğlu Leons’un, kendisi gibi terzi<br />
91
olmasını hiç istemez. Ne var ki, tüm ısrarlarına rağmen<br />
ikinci kuşak Kordonciyan, babasının iğnesine ve makasına<br />
talip olur. O da Filori Hanım’la evlenip, aileye üçüncü<br />
kuşak terziyi, yani torun Levon’un babası İskender<br />
Kordonciyan’ı kazandırır. Sultanhamam’daki atölyenin<br />
yanı sıra yeni kuşak Kordonciyanlar, Beyoğlu’nda butik<br />
çalışır. İskender Bey de tıpkı dedesi ve babası gibi aile geleneğine<br />
sahip çıkar ve çok genç yaşta evlenir. Bu evlilikten,<br />
bugün bu söyleşiyi yaptığımız dördüncü kuşak Kordonciyan<br />
dünyaya gelir; II. Levon Kordonciyan.<br />
Şu anda 33 yaşında olan II. Levon, üç yaşındaki kızını<br />
da beşinci kuşak olarak mesleğe hazırladığını söylüyor<br />
gülümseyerek. Halen babası İskender Bey ile birlikte<br />
Nişantaşı’ndaki atölyede birbirinden şık kıyafetlere<br />
imza atan Levon Kordonciyan’dan, büyük dedesinin<br />
Atatürk’le ilgili anılarından bahsetmesini istiyoruz, o da<br />
bizi kırmıyor ve anlatıyor; “Bir kere kıyafetlerinin fit olması<br />
gerekirmiş. En ufak detaya bile çok önem verirmiş<br />
Atatürk. Çok şık ve zevk sahibi bir insanmış. Özellikle<br />
fraklarını dikmiş dedem. Kendisi bizzat provalara gelirmiş<br />
ve çok kalmadan geri gidermiş. (Malum, devlet işleri…<br />
Yoğunmuş Ata, diye araya giriyoruz.) Böbrek ağrıları<br />
yüzünden, biraz da fit gösterdiği için, bizim bugün<br />
tekrar hayata geçirdiğimiz sırtı triko yelekleri tercih<br />
edermiş. Açık renk kıyafetlerden çok hoşlanırmış. Kumaş<br />
ayakkabılar da yaptırırmış.”<br />
Terzilik ve El İşçiliği Maalesef Bitti<br />
Büyük dedesiyle olmasa da dedesiyle çalışma fırsatı olabilmiş<br />
torun Levon Kordonciyan’ın. “Dedemle çalışma<br />
fırsatım oldu. Babamın dedesi Levon<br />
Usta, babam doğduğu gün rahmetli<br />
olmuş. O nedenle babam dedesiyle<br />
çalışma fırsatı bulamamış<br />
ama ben kendi dedemle çalışma<br />
fırsatı bulabildim. Ben hâlâ<br />
babamla da çalışıyorum. Hem<br />
dedemden eğitim aldım, hem<br />
de babamdan. İki kuşağı birden<br />
yaşadım. Bugün onların<br />
sayesinde gömlek, yelek,<br />
pantolon, ceket her türlü kıyafeti<br />
dikebiliyorum. Klasiği<br />
de, moderni de gördüm<br />
yani. Çalışmalarımda eski<br />
ile yeniyi harmanladığım<br />
zaman gelen müşterilerimiz<br />
daha memnun kalıyor.”<br />
diye anlatıyor II. Levon<br />
Kordonciyan.<br />
Sözü Türkiye’de terzilik<br />
zanaatının yavaş yavaş<br />
bittiğine getiriyor genç<br />
Levon. “Türkiye’de şu<br />
anda en genç terziyim<br />
ben. Terzilik, el işçiliği<br />
maalesef bitti. Tasa-<br />
92<br />
rım okulları açıldı, daha modern kulvarlara dönüldü.” diyen<br />
II. Levon, bu yok olmaya gidişin, kendisini yıldırmadığını,<br />
tersine ‘Ne yaparım da işi daha ileriye götürürüm’<br />
düşüncesiyle dededen-babadan aldığı bayrağı daha nice<br />
yıllar taşımak istediğini vurguluyor.<br />
“Terzilik zanaatına ilginin bundan 20-30 yıl önceki kadar<br />
yoğun olmayışının sebebi, özel tasarımların pahalıya<br />
mâl olacağı düşüncesi olabilir mi?” diye soruyoruz Levon<br />
Kordonciyan’a. Şöyle yanıtlıyor sorumuzu o da; “Hayır,<br />
bence erkeklerin bu işe vakit ayırmayışından kaynaklanı-
yor. Terziye, provaya gitmek bir zevk işidir oysa. Bayanlar<br />
nasıl ki kuaföre gider, orada stres atarlar, eskiden erkekler<br />
de öğle tatillerinde terziye prova yaptırmak için gider-<br />
di. Terziye gelen öteki müşterilerle iş bağlantıları bile kurulurmuş.<br />
Güzel bir muhabbet ortamı oluşur, çok güzel<br />
samimiyetler tesis edilirmiş. Ama artık günümüzde bunlar<br />
önemini kaybetti ne yazık ki.”<br />
Satın Almak İstemeyene Kiralama Hizmeti<br />
Türkiye’de smokin denilince akla ilk “Kordonciyan” ismi<br />
geliyor doğal olarak. Zira unutulmaya yüz tutmuş<br />
smokin ve fraklar, Kordonciyan markası sayesinde<br />
son yıllarda eski itibarını yeniden kazanmaya başladı.<br />
Artık damatlar, düğünlerinde sıradan takım<br />
elbise giymek yerine, şık bir smokinle gelinin yanında<br />
boy göstermeyi tercih ediyor. Özel davetlerde,<br />
toplantılarda da frak ve smokinlerin kendini<br />
gösterdiğini anlatan Levon Kordonciyan,<br />
her erkeğin dolabında bir frak olması gerektiğini<br />
vurguluyor. Fiyatların, öyle korkulacak<br />
denli abartılı olmadığını da ifade eden genç<br />
Levon, 1999 yılından bu yana kiralama hizmeti<br />
de verdiklerini belirtiyor. “Bir anlamda erkeklere<br />
ekonomi yaptırıyoruz. Bir iki kez giyecekleri bir<br />
smokini ve frağı satın almak yerine kiralayabiliyor müşteri.<br />
300 TL’den kiralanabiliyor bir takım. Bu da oldukça<br />
ekonomik bir tercih oluyor. 1 yaşında bir müşteri için de<br />
smokinimiz var, 300 kiloda bir müşteri için de.” sözleriyle,<br />
terzi elinden çıkma smokin veya frağa, cep yakan cinsten<br />
yüklü bedeller ödenmesi gerekmediğini ifade ediyor.<br />
Satın almak isteyenler için maliyet biraz değişiyor.<br />
Set olarak, 3 bin TL’ye mal oluyor meraklısına<br />
bir takım smokin. Satın almayacaksınız<br />
ama yine de ilk giyen siz olmak<br />
istiyorsunuz. O zamandan bin TL<br />
gibi bir rakam ödeyip, üzerinize<br />
göre şık bir smokin diktirip kiralayabiliyorsunuz.<br />
Levon Kordonciyan,<br />
birlikte çalıştığı ekibiyle<br />
birlikte bir takım smokini<br />
1 hafta kadar bir sürede dikip<br />
teslim ettiklerini, ama çok acilse<br />
1 günde de yetiştirebildiklerini<br />
söylüyor gururla.<br />
Smokin ve Frakın<br />
Kültürü Var<br />
“Smokin giymenin bir kuralı<br />
var mıdır? In’ler, out’lar nelerdir?”<br />
diye soruyoruz işin ustasına.<br />
O da smokin, frak giymenin<br />
kültürü hakkında bize şu<br />
çok önemli bilgileri veriyor; “Bir<br />
kere pantolonun pilisiz ve arkada<br />
cepsiz olması lazım. Pantolonun<br />
yanında muhakkak şerit<br />
olmalı. Bazı kişiler şeritten<br />
hoşlanmaz, garson gibi oldum<br />
der, oysa garsonun size<br />
saygısından dolayı şerit vardır<br />
zaten pantolonunda. Şe-<br />
93
94<br />
rit siyah olur bu arada. Ben yarı yarıya biye yapıyorum, o zaman çok ince görünüyor<br />
ve daha çok beğeniliyor. Ayakkabı rugan, çorap ise saten olacak. Kemer<br />
takamazsınız smokinle veya kravat bağlayamazsınız. Ya ne yapacaksınız,<br />
kuşak ve papyon kullanacaksınız.”<br />
Bu açıklamadan sonra “Smokin ile frak arasında ne fark var?” diye soruyoruz<br />
Levon Kordonciyan’a. Bakın ne farklar varmış bu ikisi arasında.<br />
Bir defa en belirgin fark şu; frakta ceketin arkasında uzayan yırtmaçlı<br />
bir kuyruk var. Frakta yakaların ve pantolon kenarlarının saten<br />
şeritli olması şart. Ve bu saten mutlaka mat olmalı. Parlak olmamasına<br />
özen gösterilmeli. Frak, ata yakalı, duble manşetli gömlekle giyilir.<br />
Düğmeler görünmez, gömlekte asla cep olmaz.<br />
Frakın kuyruk dışında smokinden en bariz farklı ise frak da eldiven kullanılması.<br />
Eldiveni giymek şart değilse de elinizde tutmalısınız. Yelek ise<br />
smokinde istenirse kullanılan bir aksesuar ancak frakta zorunludur.<br />
Bir de şapka var frakla birlikte kullanılan. Giderek daha az<br />
kullanılsa bile onun da bir kuralı var; saten bantlı olması<br />
şart. Frak ev sahibinin giysisi, smokin ise davetlilerin…<br />
Hollywood Starlarının Smokinlerinde<br />
Kordonciyan İmzası<br />
Smokinde “Kordonciyan” markasının ünü,<br />
Türkiye sınırlarını çok aşmış, yurt dışına kadar<br />
ulaşmış. Ta Hollywood’a kadar yayılmış<br />
diktiği kıyafetlerin nâmı. Oscar törenlerinde<br />
“kırmızı halı” üzerinde yürüyen<br />
nice ünlü Hollywood starı, şıklığını Levon<br />
Kordonciyan’a borçlu. Geçen yılki Oscar<br />
ödül töreninde Russell Crow, Samuel<br />
Jackson, Hugh Jackman’ın smokinlerinde<br />
Kordonciyan imzası vardı. “Bu<br />
sene de yine Oscar töreninde bizim<br />
kıyafetlerimiz giyildi. Tom Hanks’te<br />
vardı, Jake Hackman’da vardı. Törene<br />
katılan daha birçok kişinin smokinlerini<br />
biz diktik.” diyor Levon<br />
Kordonciyan.<br />
James Bond filmi “Casino<br />
Royale”in smokinleri de Kordonciyan<br />
imzalı. Bu film için 5 günde 28<br />
parça smokin hazırlayıp gönderdiklerini<br />
anlatıyor II. Levon. Dövüş sahnelerinde<br />
doğallığı yakalamak adına<br />
bu smokinlerden 8’inin kollarını kolay<br />
yırtılabilsinler diye dikişsiz, sadece teyelle<br />
bıraktıklarını da belirtiyor. Levon Kordonciyan,<br />
ABD Başkanı Barack Obama’ya da başkan<br />
seçileceği dönem smokin dikip gönderdiğini<br />
belirtiyor, yüzünde gururla memnuniyet<br />
karışımı kendinden emin bir gülümsemeyle.<br />
Kordonciyanlar’ın yurt dışı serüveni esasında dedesinin<br />
“The Godfather” filmi için diktiği smokinlerle<br />
başlamış. II. Levon, Hollywood’un ünlü starı Brad<br />
Pitt’in, “Soysuzlar Çetesi” adlı filminde Kordonciyan smokini<br />
giydiğini de hatırlatıyor.
Siyasilerin, devlet adamlarının smokinlerini çoğunlukla<br />
kendilerinin diktiğini söyleyen Levon Kordonciyan, Cumhurbaşkanı<br />
Abdullah Gül’ün, Kraliçe Elizabeth’in Buckingham<br />
Sarayı’ndaki davetine Kordonciyan imzalı smokinle<br />
katıldığını ifade ediyor.<br />
Sigara Kokusu Tutmayan Yıllanmış Kumaşlar<br />
Levon Kordonciyan, yalnızca smokin ve frak dikimiyle sınırlı<br />
tutmuyor marifetini. Mesleği bir adım ileri<br />
nasıl götürürüm düşüncesinden hareketle,<br />
kumaş konusuna da el atmış<br />
genç usta. Kendi geliştirdiği<br />
tekniklerle sigara kokusu<br />
tutmayan kumaşlar<br />
üretiyor. Sır gibi sakladığı<br />
bu teknikle işlenmiş<br />
kumaş, ne kadar sigara<br />
içerseniz için, duman<br />
altı ortamlarda ne<br />
kadar süre kalırsanız kalın,<br />
kesinlikle kötü kokuyu<br />
hapsetmiyor dokusuna.<br />
Yıllandırılmış,<br />
koku tutmayan kumaştan<br />
dikilmiş smokinlere<br />
özellikle üst düzey<br />
müşterilerin ilgi gösterdiğini<br />
belirten Levon<br />
Kordonciyan, Çankaya<br />
Köşkü için dikim yaptığı<br />
gibi, yurt dışından<br />
da bu konuda önem-<br />
Levon KORDONCİYAN<br />
li siparişler aldığını vurguluyor. Türkiye’nin en genç terzisine<br />
atölyede kaç kişilik bir ekiple çalıştıklarını ve yılda<br />
kaç smokin ürettiklerini soruyoruz. Söyleşiyi yaptığımız<br />
dükkânın alt katında bulunan atölyede toplam dört kişilik<br />
bir ekiple çalıştıklarını anlatıyor Levon Kordonciyan,<br />
ancak sayı veremeyeceğini belirtiyor.<br />
İşine deyim yerindeyse bu kadar âşık bir zanaatkârın,<br />
elde ettiği başarıların ödülleri de olmalı diye düşünüyoruz.<br />
Geçtiğimiz yıl Avrupa Gazetecileri<br />
Derneği tarafından “Yılın En İyi Modacısı”<br />
ödülüne layık görülen Levon<br />
Kordonciyan, ayrıca 2011<br />
yılının sonunda İzmir’de şehit<br />
aileleri için düzenlediği defilenin<br />
ardından Şehit Aileleri<br />
Derneği’nden de bir ödül almış.<br />
Türkiye’nin tanıtımına<br />
katkıları dolayısıyla bir ödül<br />
de DHL-Akbank ve Dünya<br />
Gazetesi’nin ortak organizasyonu<br />
olan bir yarışmadan<br />
gelmiş Kordonciyan’a.<br />
Genç usta, “Bu ödülleri aldıkça<br />
şevkim daha da artıyor.”<br />
diyor.<br />
Biz de kızını beşinci kuşak olarak<br />
yetiştiren dördüncü kuşak<br />
smokinci Levon Kordonciyan’a,<br />
başarılar dileyerek, yanından<br />
ayrılıyoruz.<br />
95
Balmumu<br />
Heykel Müzesi’nin<br />
Sessiz Sakinleri<br />
Semra ÇELİK<br />
Artık Türkiye’nin de bir balmumu heykel<br />
müzesi var. Jale Kuşhan’ın girişimiyle<br />
2011’in sonunda açılan müzede bulunan<br />
ve gerçeğinin birebir ölçüsünde olan<br />
tüm heykeller, âdeta seslenseniz karşılık<br />
verecekmiş gibi canlı görünüyor. Türkiye<br />
Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal<br />
Atatürk de var bu müzede, cihan padişahı<br />
Kanuni Sultan Süleyman da, Napolyon da,<br />
Mevlânâ da, Moğol İmparatoru Cengiz<br />
Han da… Hâsılı dünya tarihine adını<br />
yazdırmış birçok ismin balmumundan<br />
heykelini görebiliyorsunuz bu müzede.<br />
Jale KUŞHAN<br />
14 96<br />
Saatin gongu gece yarısını vuralı epey olmuş. Şehir kabalalık,<br />
gürültü ve keşmekeşle bezeli elbisesini çıkarıp çoktan<br />
asmış askıya. Civarındaki tüm gökdelenlere kafa tutarcasına<br />
olanca heybetiyle dimdik duran çarşı, üzerine<br />
bereketli yağmurlar gibi yağmış yıldızları andıran ışıklarıyla<br />
göz kamaştırıyor. Adını kıymetli bir taştan alan,<br />
Avrupa’nın bu en yüksek binasının giriş katından fısıltılar<br />
duyuluyor belli belirsiz. Biraz yaklaşınca, fısıltılar daha<br />
bir netleşiyor. Birilerinin, farklı dillerde bir şeyler konuştuğunu<br />
anlıyorum. Birkaç tanıdık söz çalınıyor kulağımıza.<br />
“Hâkimiyet kayıtsız, şartsız milletindir.”, “Gel! Ne olursan<br />
ol yine gel!”, “Bugün pazar... Bugün, beni ilk defa<br />
güneşe çıkardılar.”, “Aşkın aldı benden beni, bana seni<br />
gerek seni.”, “Can dostum, en yakınım, güzellerin şahı<br />
sultanım. Hayatımın, yaşamımın sebebi…”<br />
Aralık bırakılmış ahşap kapının aralığından içeri doğru başımızı<br />
uzattığımızda loş ışığın altında sıra sıra dizilmiş tarihi<br />
simaları görünce dehşete kapılıyoruz. Birbirlerinden yüzlerce<br />
yıl arayla tarih sahnesinde yer almış bunca isim, nasıl<br />
olup da bir araya gelmiş anlayamıyoruz ilkin. Biraz önceki<br />
fısıltılar bıçak gibi kesiliyor içeri girince.<br />
Asıl mesleği jeofizik mühendisliği olan Jale Kuşhan, dil öğrenmek için gittiği Rusya’da gezdiği<br />
balmumu heykel müzesinden etkilenerek, 3 bankadan kullandığı krediyle Türkiye’de<br />
sonradan müzeye dönüşecek bir balmumu sergisi oluşturdu.
Yeni bir ulus yaratmak için yola çıkan Mustafa Kemal, kürsüde Meclis-i Mebusan<br />
üyelerine seslenirken, 6 milyon Yahudi’nin işkenceyle katledilmesinden<br />
sorumlu tutulan Alman diktatör Hitler çalışma masasında, şair<br />
Nazım Hikmet demir parmaklıklar ardında, Rauf Denktaş Kıbrıs haritasının<br />
önünde, Elvis Presley elinde gitarıyla sus pus oluyor aniden. Loş<br />
ışıkla aydınlatılmış salondaki diğerleri de öyle…<br />
Müze Dört Ayrı Salondan Oluşuyor<br />
Ansızın başlayan müzik, bizi kendimize getiriyor. Gördüğümüz bu anlık<br />
rüyadan uyandırıyor üflenen neyin içli sesi. Burası bir müze, Balmumu<br />
Heykel Müzesi… 2011 yılının sonunda Sapphire Çarşı’da açılan<br />
müzede bulunan ve gerçeğinin birebir ölçüsünde olan tüm heykeller,<br />
âdeta seslenseniz karşılık verecekmiş gibi canlı görünüyor. Türkiye<br />
Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de var bu müzede,<br />
cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman da, Napolyon da, Mevlânâ da,<br />
Karl Marks da, Moğol İmparatoru Cengiz Han da… Hâsılı dünya tarihine<br />
adını yazdırmış birçok ismin balmumundan heykelini görebiliyorsunuz<br />
bu müzede.<br />
Türkiye’nin ilk yerleşik balmumu müzesi, farklı konseptlerde,<br />
4 ayrı salon şeklinde hazırlanmış. Salonlardan<br />
birinde, ağırlıkla Osmanlı ve Selçuklu dönemlerinden<br />
Türk büyüklerinin balmumu heykelleri<br />
sergileniyor. Bir başka salonda Cumhuriyet<br />
tarihinin unutulmayan simalarının heykelleri<br />
sergilenirken, diğer iki salonda da<br />
Avrupalı ve Rus büyükler ile Mevlânâ ve<br />
semâzenlerini görmek mümkün.<br />
Biz ilk olarak, ruhumuzu fetheden müziğin<br />
etkisine kapılıp Osmanlı ve Selçuklu<br />
dönemine doğru bir gezintiye<br />
çıkmak istiyoruz. Kapıdan girişte<br />
Cengiz Han karşılıyor bizi. Yeryüzünde<br />
16 milyon torunu olduğu söylenen<br />
Moğol hükümdarının, dünyada<br />
biyolojik silahı kullanan ilk<br />
devlet lideri olduğunu öğreniyoruz,<br />
müzeyi gezerken bize eşlik<br />
eden rehber bayandan. Her bir<br />
heykelin yanında küçük bilgi notlarının<br />
yazılı olduğu tabelalar var<br />
gerçi, ama rehberin sunumu sırasında<br />
bu notlardan daha fazlasını<br />
öğrenebiliyorsunuz. Yeri gelmişken<br />
hatırlatalım; dünyanın<br />
hiçbir balmumu heykel müzesinde<br />
ziyaret sırasında size sunumuyla<br />
eşlik eden<br />
bir rehber yoktur.<br />
Türkiye’nin ilk<br />
yerleşik Balmumu<br />
Heykel Müzesi,<br />
MEVLÂNÂ<br />
bu yönüyle bir ilk.<br />
97
56 Ünlü Sima Aynı Çatı Altında<br />
Salonun en kuytu köşesi Hürrem Sultan’a ayrılmış. Salonun<br />
bütününe hâkim, stratejik bir konumu haiz. Âdeta,<br />
“Arkamdan çevrilen tüm entrikaların farkındayım” der<br />
gibi kendinden emin bir hali var Hürrem’in. Kıymetli<br />
taşlarla bezeli tâcı, kim bilir kaç gün, kaç gece el emeğiyle<br />
hazırlanmış olan kıyafeti ve cihan padişahı Sultan<br />
Süleyman’ın aklını başından alan dillere destan güzelliğiyle<br />
göz kamaştırıyor Hürrem Sultan. Bir iki adım ötesinde<br />
Hürrem’in, uğruna tüm sarayı karşısına aldığı Sultan Süleyman,<br />
tahtına kurulmuş oturuyor.<br />
İstanbul’un fethini anlatan bir resmin önünde Fatih Sultan<br />
Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Osmanlı’nın kurucusu<br />
Osman Gazi, Ankara Savaşı’nda Yıldırım Bayezid’i esir<br />
alan Timurlenk de bu salonda. Ayrıca İslam bilginleri İbn-i<br />
Sina, Farabi ve büyük Türk şairi Fuzuli ile 50 yıl boyunca<br />
Osmanlı’nın baş mimarı olan Mimar Sinan’ı da aynı salonda<br />
görmek mümkün.<br />
Diğer salona geçiyoruz… Burada da Mustafa Kemal, Latife<br />
Hanım, Rauf Denktaş, Nazım Hikmet, Kemal Sunal, Haldun<br />
Dormen, Zeki Müren, Levent Kırca gibi isimlerin balmumundan<br />
heykellerini görüyoruz. Şair Nazım Hikmet’in balmumu<br />
heykelinden yana baktığımızda içimiz burkuluyor. Ne hazin!<br />
Yaşamının büyük bir bölümünü hapiste geçiren ‘Mavi Gözlü<br />
Dev’, burada da demir parmaklıklar ardında kalmış.<br />
1698<br />
II. ALEXANDRE<br />
Nazım’ı parmaklıklar ardında bırakıp Stalin, Brejnev, Çar<br />
II. Aleksander, Napolyon, Hitler gibi Rus ve Avrupalı devlet<br />
adamları ile sanatçıların balmumu heykellerinin bulunduğu<br />
salonu, ardından da Mevlânâ’ya ayrılmış bölümü<br />
geziyoruz.<br />
Rusya’ya Fuara Gitti Heykellerle Döndü<br />
Müzenin tüm salonlarını, insanı strese sokan bir yere yetişme<br />
telaşından uzak, vakit sınırı olmaksızın içimize sindire<br />
sindire gezip tüm o balmumu şaheserlere birer ‘merhaba’<br />
dedikten sonra, mühendisliği bir kenara itip kendisini<br />
balmumu heykel sanatına adayan Jale Kuşhan’dan müze<br />
hakkında bilgi almak üzere gezdiğimiz ilk salona geçiyoruz<br />
yeniden.<br />
Evvela böyle bir müze kurma fikrinin nasıl oluştuğunu soruyoruz.<br />
Kuşhan’ın, balmumu heykelleri Türkiye’ye getirme<br />
öyküsü bir hayli ilginç. Asıl mesleği jeofizik mühendisliği<br />
olan Jale Kuşhan, bir makine fuarına katılmak için gittiği<br />
Rusya’nın St. Petersburg kentinde fuardan artan zamanlarda<br />
şehirdeki balmumu heykel müzesini ziyaret etmiş. İlk<br />
kez gördüğü balmumu heykellerinden çok etkilenen Kuşhan,<br />
bu heykelleri Türkiye’ye nasıl getirebileceğine ilişkin<br />
araştırmalara koyulmuş hemen. Yurda döndüğünde Kültür<br />
Bakanlığı yetkilileriyle yaptığı görüşmelerde Türkiye’de<br />
daha önce bu tür bir sergi düzenlenmediğini öğrenen Jale<br />
Kuşhan, vakit kaybetmeden çalışmalara koyulmuş.<br />
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK<br />
II. KATERİNA
“Heykelleri üç aylığına Türkiye’ye getirmek için Rusya’daki<br />
müze yetkilileriyle görüştüm. Burada da üç ayrı bankadan<br />
kredi aldım ve sonunda ilk balmumu heykel sergisini açmayı<br />
başardım.” diyen Jale Kuşhan, ilk etapta 33 heykeli<br />
kiralayarak Türkiye’ye getirdiğini anlatıyor.<br />
Heykelden Kazandığını, Heykele Harcadı<br />
O günden sonra yaklaşık 9 yıldır Türkiye’yi şehir şehir dolaşarak<br />
balmumu heykelleri sergilediğini söyleyen Kuşhan,<br />
“Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de balmumu heykeller<br />
oldukça sıcak karşılandı. Sergiye gösterilen büyük ilgi nedeniyle<br />
kira süresini üç kez uzatmak zorunda kaldık.” şeklinde<br />
konuşuyor. Ancak kira süresi maksimum üç kez uzatılabildiğinden,<br />
Türkiye’deki sergilerden elde ettiği gelirle heykelleri<br />
bu kez satın aldığını belirten Lale Kuşhan, balmumu<br />
heykelden kazandığı parayı yine heykele yatırmış. “Serginin<br />
ziyaretçi gelirinden elde ettiğim parayı yine bu sanat için<br />
harcadım. Kira öder gibi uzun yıllar ödemelerini yaptık. Gelir<br />
elde ettikçe, sergiye, Türkiye’de tanınmış ünlülerin balmumu<br />
heykellerini de ekledim.” diyen Kuşhan, Türk halkının<br />
bu sanata olan ilgisinden oldukça memnun. İlk etapta<br />
kiralanan heykeller için, “O zamanlar St. Petersburg’da Rus<br />
büyüklerini ve Avrupalıları çalışmışlar. Farabi, Cengiz Han ve<br />
Timurlenk vardı bir de. Mevcut olan heykeller içersinde bizim<br />
tarihimizde olumlu ya da olumsuz rol oynayanları seçerek<br />
getirmiştik ilk etapta. Sonradan Türk büyüklerinin balmumu<br />
heykellerini ekledik sergiye.” diyor.<br />
NAPOLYON BONAPART<br />
Balmumu Heykel Müzesi’nde şu anda 56 balmumu heykel<br />
sergileniyor. Toplam sayı esasında 60 imiş, ancak yerleşik<br />
müze dönemi öncesi sergiler için o şehir senin, bu<br />
şehir benim gezerken taşınmalarda heykellerden dördü<br />
-Lady Diana, Barış Manço, Uluğ Bey ve Rasputin- zarar<br />
gördüğünden şu anda sergilenmiyor. Müzede sergilenen<br />
heykellerin kaç yaşında olduklarını soruyoruz Jale<br />
Kuşhan’a. “Burada çok eski tarihli heykeller var. Timurlenk,<br />
Korkunç İvan, Da Vinci, Dostoyevski… Bunlar 70-<br />
75 yıllık heykeller. Hatta bu heykelleri yapanlar şu anda<br />
yaşamıyor bile. Bu kadar eski tarihli olmalarına rağmen<br />
halen sergileniyor olmaları, çok iyi korunduklarını gösteriyor.”<br />
diyen Kuşhan, heykellerden en yenisinin Zeki<br />
Müren’in balmumundan heykeli olduğunu da sözlerine<br />
ekliyor.<br />
Zeki Müren heykeli, müzenin açılışı öncesinde yapılmış.<br />
Yani henüz birkaç aylık bir heykel. Jale Kuşhan, “Şimdi<br />
sırada Mehmet Akif Ersoy, Ajda Pekkan, Tarkan ve Türkan<br />
Şoray’ın heykelleri var.” diyor. Kuşhan, müzeyi gezen<br />
ziyaretçilerin ilgisini en çok Hürrem Sultan ve Sultan<br />
Süleyman’ın yanı sıra Atatürk ve Michael Jackson heykellerinin<br />
çektiğini de ifade ediyor.<br />
Balmumu heykel sanatının, topluma kültür-sanat yoluyla<br />
tarih bilinci, tarih sevgisi aşılamanın yanında,<br />
öğrencilerin gelişiminde görsel ve uygulamalı eğitime<br />
CENGİZ HAN<br />
99<br />
ADOLF HİTLER
100<br />
katkısı açısından da son derece yararlı olduğunu düşünüyor Jale Kuşhan ve “Öğrenciler<br />
için önemli bir müze burası. Kültür-sanat bilinci, tarih bilgisi ve bilinci aşılamak<br />
bakımından son derece yararlı. Onların muhakeme gücünü geliştiriyor, motivasyonlarına<br />
katkıda bulunuyor. Kitaplardan okurken sıkılabiliyorlar, ama görerek<br />
öğrenmek zihinde daha kalıcı oluyor onlar için.” diyor.<br />
Bir Heykel Üzerinde<br />
8-15 Sanatçı Çalışıyor<br />
Balmumu Heykel Müzesi’ni dünyadaki emsallerinden ayıran<br />
en önemli özelliğin, müzeyi gezerken ziyaretçilere verilen rehberlik<br />
hizmeti olduğunu belirtmiştik. Burayı dünyadaki diğer<br />
balmumu heykel müzelerinden ayıran bir başka özellik ise müzede<br />
hareketli heykellerin sergileniyor olması. Mesela Katerina<br />
elindeki çay fincanını ağzına doğru götürüyor, Boris<br />
Yeltsin elinde tuttuğu içki kadehini kaldırıyor. Jale<br />
Kuşhan, “İsteyen ziyaretçilerin balmumundan<br />
elini yapabiliyoruz. Dünyada bu tür<br />
bir çalışma yok. Mumdan yani parafinden<br />
yapılıyor, ama biz balmumundan<br />
bizzat kişinin el heykelini yapıyoruz. Bu<br />
çalışma, bir-iki gün sürebiliyor. Diğer müzelerde<br />
yapılan parafinden, kişiye özel el kalıbının<br />
alınması sadece 5 dakikalık bir şey. Bizim<br />
çalışmamız biraz daha fazla özen istiyor<br />
ve biraz daha maliyetli.” diye konuşuyor.<br />
Balmumu heykellerin yapım sürecini<br />
merak ediyoruz. Jale Kuşhan, bir<br />
heykel üzerinde 8-15 sanatçının<br />
çalıştığını ve bir heykelin 1,5 ilâ<br />
3 ayda tamamlanabildiğini söylüyor<br />
ilk olarak. Kuşhan’ın anlattığına<br />
göre eğer heykeli yapılacak kişi yaşıyorsa,<br />
o kişinin el ve yüzünden mask<br />
alınıyor ve pek çok açıdan ayrıntılı<br />
fotoğraf çekimi yapılıyor. Buna<br />
göre heykel yapımına geçiliyor. Fakat<br />
kişi yaşamıyorsa, farklı bir süreç<br />
bekliyor heykeli yapacak olan<br />
sanatçıyı. Bürokratik herhangi<br />
bir engel yoksa, heykeli yapılacak<br />
ZEKİ MÜREN<br />
olacak kişinin mezarı açılarak kemik<br />
yapısı inceleniyor.<br />
Burada Antropoloji ve Etnoloji Enstitüsü devreye giriyor. Böylece kişinin<br />
yüz hatları bilimsel çalışma ile tespit edilebiliyor. Balmumu Heykel<br />
Müzesi’nde sergilenen Korkunç İvan ve Timurlenk’te bu yöntemin uygulandığını<br />
belirten Jale Kuşhan, “Stalin döneminde, onun özel emri ile bu<br />
kişilerin mezarları açtırılarak kemik yapıları inceletilmiş, yüz hatları bilimsel<br />
çalışmayla tespit edilmiş. O nedenle 1300’lü yıllarda yaşamış olmasına<br />
rağmen ‘Timurlenk budur’ diyebiliyoruz.” diyor. Kişi yaşamıyorsa ve<br />
mezarının açılmasında bürokratik engeller söz konusuysa, o zaman da<br />
fotoğraflar, resimler veya tasvirlerden yararlanılıyor. Jale Kuşhan, müzedeki<br />
Atilla ve Alparslan heykellerinin de bu şekilde tasvirlerden, temsili çizimlerden<br />
yararlanılarak çalışıldığını ifade ediyor.<br />
FATİH SULTAN MEHMET HAN
Heykellerde gerçek insan saçı ve sakalı kullanıldığını söyleyen Kuşhan, gözlerin<br />
ve dişlerin de gerçek insanda kullanılan protezler olduğuna dikkat çekerek,<br />
“Her aşama için ayrı bir sanatçıya iş düşüyor, “Mask alan sanatçı<br />
ayrı, fotoğrafçı ayrı, balmumu döken ayrı, büst çalışan, makyaj yapan,<br />
saç eken, protez göz takan, vücut çalışan ayrı… Terziler var bir de tabii ki.<br />
Gördüğünüz bir heykelin ortaya çıkması için en iyimser deyişle 8 sanatçı<br />
çalışıyor.” diye konuşuyor.<br />
Elbiseleri Yıkanıp Ütüleniyor, Saçları Fönleniyor<br />
Türkiye’yi balmumu heykelle tanıştıran Jale Kuşhan, yerleşik müzenin kurulduğu<br />
güne dek, 12 yıl içerisinde, 26 şehir dolaştıklarını ifade ediyor. Yerleşik düzene geçmenin,<br />
heykellerin muhafazası açısından avantajlı olduğunu belirten Kuşhan, sürekli<br />
farklı şehirlerde sergi açmanın zorluğunu şu sözlerle dile getiriyor: “Şehir şehir dolaştık,<br />
50 kadar sergi açtık. Bazen bir şehre iki kez gittiğimiz oldu. Dünyanın hiçbir balmumu<br />
heykel müzesinde iki-üç ayda bir heykel taşınmaz. Heykeller çok hassas, çok<br />
kırılgan olduklarından onları her seferinde bir başka yere taşımak büyük risk.<br />
Ama biz, zor olanı başardık. Ayrıca Türk halkında bu sanata karşı bir<br />
farkındalık yarattık. Dolayısıyla hedefimize ulaştık.”<br />
Jale Kuşhan, heykellerin yapıldığı atölyenin şu anda Ukrayna’da olduğunu<br />
söylüyor. Heykellerin büyük bir kısmının Rusya’nın St. Petersburg<br />
kentinden getirildiğini hatırlatan Kuşhan, “Bir süre oradaki<br />
sanatçılarla çalıştık. Fakat maliyet yükselince, Ukrayna’da<br />
kendi atölyemizi kurduk.” diye konuşuyor. Atölyeyi İstanbul’a taşımayı<br />
düşündüklerini belirten Kuşhan, uzun bir süre Sapphire’de<br />
olacaklarını da eklemeden geçemiyor.<br />
Bu kadar hassas ve kırılgan olan heykellerin, uzun süre muhafaza<br />
edilebilmesi için ciddi bir bakım gerektirdiğini düşünüyoruz. Kuşhan,<br />
bu konudaki merakımızı şu sözlerle gideriyor: “Heykellerin<br />
yılda bir kere bakımdan geçirilmeleri, makyajlarının yenilenmesi<br />
gerekiyor. Makyözler tarafından yenileniyor heykellerin makyajları.<br />
Jeofizik mühendisiyim demiştim ama bu 12 yıllık süre zarfından<br />
pek çok şey öğrendim. Makyaj öğrendim mesela. Kırılan bir elin yerine<br />
yeni el yapabiliyorum aynı şekilde. Parmak kırılmalarını onarabiliyorum.<br />
Ufak tefek makyaj bozulmalarını düzeltebiliyorum. Profesyonellik<br />
gerektiren makyajlarda yurt dışından sanatçı getiriyoruz.<br />
Heykellerin makyajı konusunda uzmanlaşmış kişiler bunlar. İnsanlarda<br />
kullanılan makyaj malzemeleri kullanılıyor heykellerde. Saçlarını<br />
yıkıyoruz, fönle düzeltiyoruz. Saçlar gerçek insan saçı.<br />
Tek tek büyük bir özenle dikiliyor, yapıştırma değil.<br />
Heykellerin elbiselerini de yıkayıp ütülüyoruz.<br />
Yani heykeller yaşıyorlar âdeta.”<br />
Müzenin, 7’den 70’e herkese hitap<br />
eden bir yer olduğunu dile getiren<br />
Kuşhan’a, son olarak müzeyle<br />
ilgili hedeflerini soruyoruz.<br />
Kuşhan, müzedeki heykel<br />
sayısını 100’e çıkarmayı<br />
hedeflediğini belirterek,<br />
100 Türk ve dünya büyüğünün<br />
yer aldığı bir müze<br />
kurup dünyaya açılmak<br />
istediğini anlatıyor.<br />
TİMURLENK<br />
YAVUZ SULTAN SELİM<br />
101
Gönül Hangâhından Muhlis Neş’eler;<br />
Tokat Mevlevîhânesi<br />
Yazı: Aydın ÇAKIRTAŞ* Fotoğraflar: Murat Oruç, Aydın Çakırtaş<br />
"Asırların imbiğinden süzülerek gelen varoluş sırrının, çile çeken bir gönül hangâhındaki raksıyla, bir<br />
eli varlığa bir eli yokluğa açılan kapısıdır Mevlevîhâneler. Fânî oluşun yanı başında duran bu mekânlar<br />
mânâ yolculuğuna çıkmış gönüllere muhlis neş’eler saçarlar.”<br />
Hacı Bektaş-ı Velî tarafından, “âlimler konağı, fazıllar yurdu<br />
ve şairler yatağı” övgüsüne mazhar olan şehr-i Tokat<br />
için Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Fî Hi Mâ Fîh isimli meşhûr<br />
eserinde, “Tokat’a gitmek gerek, çünkü Tokat’ta iklim ve<br />
insanlar mutedîl” der. Selçuklu ve Osmanlı izlerinin belirgin<br />
olduğu, buram buram tarih kokan bu şirin Anadolu<br />
şehri, bağrında pek müstesnâ şahsiyetler yetiştirmiştir. Fatih<br />
Sultan Mehmed’in hocalarından Molla Hüsrev, hâfız-ı<br />
kütübü Molla Lütfî, büyük düşünür ve şeyhülislâm İbn-i<br />
102<br />
Kemâl, Şeyh Mehmed Emin Tokâdî ve Plevne müdâfî Gazi<br />
Osman Paşa gibi şahsiyetler, Mevlâna’nın asırlar evvel işaret<br />
buyurduğu mutedîl iklimde yetişmiş âriflerdir. Bir de,<br />
yetişen şahsiyetler kadar şehirlerin ruhunu sarıp sarmalayan<br />
mekânlar vardır. İnsan ile mekânın buluşması; madde<br />
ile mânânın, varlık ile yokluğun buluştuğu yerdir adeta.<br />
Zira, “Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn”dir. Tıpkı ârifler şeyhi<br />
Mevlânâ ile onu yoklukla eritip mana denizine salan<br />
Şems’in buluşması gibi.
Asırların imbiğinden süzülerek gelen varoluş sırrının, çile çeken<br />
bir gönül hangâhındaki raksı ile, bir eli varlığa bir eli yokluğa<br />
açılan kapısıdır Mevlevîhâneler. Fanî oluşun yanı başında<br />
duran bu mekânlar mana yolculuğuna çıkmış gönüllere<br />
muhlis neş’eler saçarlar. Camileri, hanları, hamamları, kervansarayları<br />
ve konaklarının arasında arz-ı endâm eyleyen Tokat<br />
Mevlevîhânesi de bambaşka bir güzellik bahşediyor insanoğluna.<br />
İçimizde yaşayan bu güzelliklerle ilgili farkındalık oluşturmak,<br />
kültürel muhayyilemizi zenginleştirmek ve taşınmaz<br />
kültür varlıklarını ihya etmek bakımından fevkalâde önemlidir.<br />
Mevlevîlik ve Tokat Mevlevîhânesi:<br />
Mevlevîlik veya Mevlevîyye kültürü, Mevlâna Celâleddîn-i<br />
Rûmî’den Şems-i Tebrîzî’ye, ondan Sultan Veled, Ulu Ârif<br />
Çelebi ve Hüsameddin Velid’e doğru müteselsilen devam<br />
eden köklü bir kültürdür. 13. asırda Mesnevî bahçesinde<br />
yakılan ateş, o günden bugüne Anadolu sufî geleneğinde<br />
önemli bir çığır açmış, hem tarikat hem de felsefî bir doktrin<br />
olarak tüm Anadolu ve Balkanlar’ı kuşatmıştır. Bu süreç<br />
içerisinde Mevlevîlik, kendine münhasır bir üslûb ve estetik<br />
ile tasavvufî yaşamın adeta sistematik kurallarını dercetmiştir.<br />
Bu kuralların oluşumunda ise Mevlânâ Celâleddîn-i<br />
Rûmî’nin eserlerinde verdiği öğretiler kadar; bu öğretiler<br />
ışığında neş vü nemâ bulan Mevlevîhâne geleneğinin<br />
payı büyüktür.<br />
Mevlevîlik ve mevlevîhânelerin tarihi seyrini sağlıklı bir şekilde<br />
tasnif edebilmek için; Feridun b. Ahmed Sipahsalar’ın<br />
Risâle-i Sipahsalar’ı, Ahmed Eflâki’nin Menâkıbü’l-Ârifîn’i,<br />
Sâkıb Dede’nin Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyye’si, Esrar Dede’nin<br />
Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye’si, Ali Nutkî Dede ve Abdülbâki<br />
Nâsır Dede’nin Defter-i Dervişân’ı gibi önemli kaynakla-<br />
ra müracaat etmek zaruridir. Kaynaklara göre Mevlevîlik,<br />
Mevlâna sonrası dönemde ilk olarak Hüsâmeddin Çelebi<br />
(ö.683/1284) ile başlamıştır. Sonrasında ise, 1292’de<br />
irşâd makamına geçen Sultan Veled’in Selçuklu hânedânı<br />
ve Türkmen beyleriyle iyi ilişkiler kurması neticesinde, yetiştirilen<br />
halifeler Amasya, Erzincan ve Kırşehir’e gönderilerek<br />
Mevlevîlik yaygınlaştırılmaya başlanmıştır.<br />
Sultan Veled’den sonra posta geçen oğlu Ulu Ârif Çelebi<br />
döneminde, Mevlevî tarîkatına dair usullerin yerleşmesi<br />
ve yaygınlaşması sağlanmış, 14.asır başlarında da tarikatın<br />
teşkilâtlanması tamamlanmıştır. Mevlâna sonrası, Hüsameddin<br />
Çelebi ile başlayan süreçte Anadolu’da Mevlevî halifeler<br />
tarafından Mevlevî tekkeleri ve zâviyeleri kurulmuştur.<br />
Eflâkî’nin verdiği malûmata göre bu zâviyeler; Amasya’da Çelebi<br />
Hüsameddin'in halîfesi Alaaddin Amasyavî, Kırşehir’de<br />
Veled Çelebi’nin halifelerinden Süleyman, Erzincan’da Hüseyin<br />
Hüsameddîn, Karaman’da Ulu Ârif Çelebi halifelerinden<br />
Mehmed Bey, Niğde’de Nasûhiddîn Sebbağ, Tokat’da<br />
Fahreddîn-i Irâkî tarafından açılmıştır.<br />
Tokat Mevlevîhânesi hakkında bugüne kadar yapılan araştırmaların<br />
sayısı oldukça azdır. Hasan Yüksel’in “Tokat<br />
Mevlevîhânesi” adlı makalesi ile Mehmet Beşirli’nin “XIX.<br />
Yüzyılın İlk Yarısında Tokat Mevlevîhânesi ve Gelirleri İle İlgili<br />
Sorunlar” adlı makalesi yapılan iki özgün çalışmadır.<br />
Tokat’ın Mevlevîlikle münasebeti Mevlânâ’nın henüz hayatta<br />
olduğu döneme rastlamaktadır. Ahmed Eflakî’nin naklettiği<br />
bilgilerden öğrendiğimize göre; Selçuklu Veziri Muineddin<br />
Pervâne’nin daveti ve Mevlânâ’nın müsadesiyle<br />
şeyh Fahreddin-i Irâkî Tokat’a gitmiştir. Adına bina etti-<br />
103
104<br />
rilen hangâhda şeyhlik yapan Fahreddin, bu bölgede<br />
Mevlevîliğin halk arasında yaygınlaşmasına hizmet<br />
etmiştir. Eflâki, onun her daim medresedeki semâ<br />
âyinlerinde hazır bulunduğunu ve Mevlânâ’nın büyüklüğünü<br />
bahisle; “Hiç kimse Mevlânâ’yı gerektiği<br />
gibi anlayamadı. O bu dünyaya garip olarak geldi, garip<br />
olarak gitti” dediğini nakleder.<br />
Mevlevîliğin Tokat’a nüfûz etmeye başladığı dönemlerde<br />
şehrin dînî otoritelerinin de hatırı sayılır bir mevkide<br />
olduğunu anlıyoruz. Zira Eflâkî, Menâkıbü’l-<br />
Ârifîn’de Tokat’ın ileri gelen müderrislerinden, kendisinin<br />
de öğrencisi olduğu ‘Zeyneddin’ mahlaslı<br />
Abdülmümin-i Tokâdî’nin vasıflarını şu sözlerle tarif<br />
eder: “Müderrislerin sultanı, son gelen bilginlerin<br />
özü, akıl ve nakil ilimlerinin denizi, furû ve usulü kendinde<br />
toplayan, şeriat ve dinin süsü, bilgi ulularının<br />
üstadı ve Rum ülkelerinin ender yetiştirdiği bir bilgindi.<br />
Ona, ‘zamanın Numan’ı, mânâların engin denizi’<br />
derlerdi. Takvada, amelde ve fetva bilgisinde ikinci bir<br />
Ebû Yusuf’tu.”<br />
Yine aynı kaynakta rivâyet edilen bilgilere göre; Veled<br />
Çelebi döneminde de Ulu Ârif Çelebi ve annesi<br />
Garâke Hatun da Tokat’a gitmiştir. Ulu Ârif Çelebi’nin<br />
Tokat’ta, Ârife-i Hoşlikâ adında bir mürîdesi vardır.<br />
Eflâki’nin aktardığı bir hikâyede de Ulu Ârif Çelebi’ye<br />
tazim ve hürmetin ne boyutta olduğunu anlıyoruz: “Bir<br />
gün Garâke Hatun Tokat şehrinde Çelebi hazretlerine<br />
hadden aşırı saygıda bulunuyor ve baş koyuyordu. Sultanın<br />
karısı Gumac Hatun, Muineddin Pervâne’nin kızı<br />
Havendzâde, Şarabsâlâr’ın, Mustevfi’nin ve daha başkalarının<br />
kızları gibi ileri gelen hanımlar itirazda bulundular<br />
ve: “Anneye oğlunun önünde baş koymak ve<br />
ona bu derece değer vermek düşmez, çünkü eğer talihli<br />
bir oğul annesini değerli tutsa, onun önünde baş<br />
koysa ve onun elini öpse, bu yerinde bir hareket olur<br />
ve bunu caiz görmüşlerdir” diye Garâke Hatun’u ayıpladılar.<br />
Bunun üzerine Garâke Hatun: “Tanrı daha iyi<br />
bilicidir. O, hidayete ulaşanları daha iyi bilir. Ben Ârif’i<br />
gördüğüm vakit onu Mevlânâ sanıyorum, o halin ışığı<br />
benim canıma yansıyor ve o ışığın parlaklığına dayanamıyorum.<br />
Bu yüzden onun önünde baş koyuyor<br />
ve ben onu oğlum yerinde değil, belki şeyhim yerinde<br />
görüyorum” dedi. Cuma günü semâ toplantısında<br />
bütün hatunlar toplanmışlardı. Çelebi hazretleri de<br />
vecdler ve heyecanlar gösterip şu rubaiyi söyler: “Biz,<br />
göze görünmez latîf bir canız / Yerde gözükürüz fakat<br />
yersiziz / Biz yüzümüzden örtüyü kaldırırsak, herkesin<br />
aklını gönlünü kaparız.”<br />
Yine dönerek, raksederek şu rubaiyi söyler: “Aşkın<br />
mayası ruhlar âlemindeydi, aşkın sütannesi ezelde latîf<br />
bir rüzgardı / Başına aşk gölgesi düşen kimse, güneş<br />
gibi tamamiyle ruh olur.”<br />
Ulu Ârif Çelebi döneminden itibaren Fatih Sultan<br />
Mehmed dönemine kadar Tokat’ta Mevlevîliğe dair<br />
başka bir kayıt bulunmamaktadır. Hasan Yüksel’in<br />
Tapu Kadastro arşivlerinden ve Vakıflar Genel Müdürlüğü<br />
arşivlerinden istifade ederek yazdığı makalesinde<br />
belirttiği üzere, 1455 tarihli bir tahrir defterinde,<br />
Tokat mahalleleri arasında 32 hanelik<br />
Mevlevîhâne mahallesi ve aynı tarihte mevcut bulunan<br />
34 hangâhdan birisinin de Mevlevîhâne olduğu<br />
kaydı, Tokat’ta müstakil bir Mevlevîhâne’nin varlığını<br />
kanıtlayan en eski kayıttır.<br />
Uzun yıllar Tokat Müze Müdürü olarak görev yapmış<br />
olan ve şu anda Tokat Mevlevîhâne Müzesi Müdürü<br />
olan Ekrem Anaç’ın araştırmalarından edindiğimiz<br />
bilgilere göre ise, ilk Mevlevîhâne olarak kullanıldığı<br />
tahmin edilen Pervâne Zaviyesi adında bir<br />
zâviyenin adının kayıtlarda geçtiğini, 13. yüzyıldan<br />
bugüne ulaşan yedi adet zaviyenin arasında bu isimle<br />
bir zâviyenin bulunmadığını öğrenmekteyiz.<br />
Fatih döneminde, 1471 tarihinde Tokat’ı ele geçiren<br />
Uzun Hasan’ın şehri baştan sona tahrip etmesi neticesinde,<br />
Hasan Yüksel’in arşiv belgelerine dayandırdığı<br />
32 hanelik Mevlevî mahallesinin 8 haneye düştüğü<br />
ve tahribattan Mevlevîhâne’nin de nasibini aldığı<br />
ifade edilmektedir. Zira, 1576 tarihli Defter-i Evkâf-ı<br />
Rum içinde Tokat merkez kazasına ait vakıf kayıtları<br />
arasında Mevlevîhâne’ye rastlanılmamaktadır. 1485<br />
tarihinde ise, Mevlevîhâne Mahallesi, Hoca İbrahim<br />
adı ile teşmil edilmeye başlanmıştır.<br />
Tokat Mevlevîhânesi ile ilgili müracaat edilen<br />
kaynak, 1656 yılında Tokat’a gelen Evliyâ<br />
Çelebi’nin seyahatnâmesidir. Seyahatnâme’de Tokat<br />
Mevlevîhânesi şöyle tarif edilmektedir: “Evvelâ,<br />
cümleden ma‘mûr u âbâdân derûn-ı şehrde tekye-i<br />
Mevlevîhâne-i Hazret-i Mevlânâ’dır. Bânîsi merhûm<br />
ve mağfûrunleh Süğlün Musli Paşa’dır kim Sultân<br />
Ahmed Hân vüzerâlarındandır, lâkin Sadrıa‘zam olmamışdır,<br />
ammâ bir sahiyyü’l-vücûd ve sâhib-i kerem<br />
ve sâhib-i cûd olmak ile rûh-ı Mevlânâ’yı şâd<br />
ve tarîk-i Hâcegân fukarâların dilşâd etmek içün bir<br />
mevlevîhâne bünyâd etmişdir kim misli bir diyârda<br />
yokdur. Meğer İslâmbol’da Beşiktaş Mevlevîhânesi<br />
ola, ammâ bunun andan ziyâde evkâfı olmağile<br />
gâyet ma‘mûrdur ve semâ‘hâne etrâfında<br />
semâ‘zen fukarâlarının hücrelerinin cümle revzenleri,<br />
cânib-i erba‘asındaki şükûfe ve murgzârlı bâğ-ı<br />
İreme nâzırdır. Ve haftada iki gün mukâbele olup<br />
âyîn-i Mevlânâ iderler kim gûyâ fasl-ı Hüseyin Baykara<br />
fasılları olur. Husûsan sızıltızâdeler nâm neyzenleri<br />
var kim her biri san‘atının ferîdidir. Ve şeb<br />
ü rûz-merreteyn cümle fukarâya ve ba‘zı ehibbâya<br />
ni‘met-i Mevlânâsı mebzûldür”
Evliyâ Çelebi’nin anlattıkları göre, Sultan Ahmet’in vezirlerinden<br />
Sülün Muslu Paşa tarafından inşa ettirilen<br />
Tokat Mevlevîhânesi, derviş hücrelerinden oluşan,<br />
tezyinâtı ile göz kamaştıran ve haftada iki gün ayîn<br />
yapılan bir merkez konumundadır. Sezai Küçük’ün<br />
“Mevlevîliğin Son Yüzyılı” isimli eserinden edindiğimiz<br />
bilgiye göre, asıl vakfiyesi bulunmayan Tokat<br />
Mevlevîhânesi, Aralık 1703 tarihli bir hüccet ve Nisan<br />
1819 tarihli bir ilmühaberde Muslu Ağa Vakfı olarak<br />
kayıtlıdır ve 1638 tarihinde inşa edildiği anlaşılmaktadır<br />
ve bunu 1911 tarihli Tokat Mevlevîhânesi şeyhi<br />
Mehmed Hâdî Efendi’nin Konya’daki dergâha gönderdiği<br />
belgeler de destekler mahiyettedir.<br />
Yine Mehmed Hâdî Efendi’nin Konya’ya gönderdiği belgede<br />
Muslu Ağa’nın inşa ettirdiği Mevlevîhânenin ilk şeyhinin<br />
Ramazan Dede olduğu anlaşılmaktadır. “Ashâb-ı<br />
hayratdan müteveffâ yeniçeri ağası Muslu Ağa nâm<br />
sahibü’l-hayrâtın binâ ve ihyâ eylediği Mevlevîhânesi<br />
evkâfından” ibaresinden anlaşıldığına göre, Yeniçeri ağası<br />
Muslu Ağa Mevlevîhâne’yi bina ettikten sonra, şeyh ve<br />
fukârâlarının maişetlerinin karşılanması için bir de vakıf<br />
teşkil etmiştir.” Tokat Mevlevîhânesi şeyhi olanlar aynı<br />
zamanda vakfın da mütevellisi olmuşlardır. Meselâ kayıtlarda,<br />
1814’de Şeyh Mehmed Emîn Efendi’nin vakfın<br />
mütevellisi olduğu “Mevlevîhâne-i şerîf şeyhi ve mütevellisi”<br />
ifadesinden de anlaşılmaktadır.<br />
1703 tarihli hüccet kayıtlarından anlaşıldığına göre, Muslu<br />
Ağa tarafından inşa edilen ve pek çok gelir kaynakla-<br />
rı bulunan Mevlevîhâne zamanla yıkılmış, vakıfları yok olmuş<br />
ve geriye sadece arsası ve kapan hanı kalmıştır. Bu<br />
han da bir yangında yok olduktan sonra 1703’te postnişin<br />
olan Müderris Şeyh Mehmed Efendi tarafından bugünki<br />
Tokat Soğuk Pınar Mahallesi Behzat Bey Sokağı’ndaki<br />
Mevlevîhâne’yi inşa etmiştir. Bu inşa edilen yapının kimi<br />
kaynaklarda yıkılmadan günümüze kadar tamiratlarla varlığını<br />
koruduğu söylense de Sanat Tarihi uzmanı Ekrem<br />
Anaç’ın araştırmalarına göre binanın varlığını koruyamadığı<br />
ve 1845-1875 yılları arasında Sultan Abdülmecid tarafından<br />
aynı arsa üzerine yeniden bina ettirilerek şeyhlik<br />
makamındaki Ali Rıza Dede’ye atiyye olarak verildiği görüşü<br />
ağır basmaktadır.<br />
Tokat Mevlevîhânesi’nin postnişinliğine sırasıyla kimlerin<br />
geçtiğine dair düzenli bilgiler olmamakla beraber, II. Meşrutiyet<br />
döneminde Tokat Mevlevîhânesi şeyhliği vazifesinde<br />
bulunan Mehmed Hadî Efendi’nin Konya’ya gönderdiği<br />
mektubunda verdiği listeler bu konuda aydınlatıcı<br />
bilgiler içerir. 1638’den itibaren sırasıyla, Şeyh Ramazan<br />
Dede (1638), Tâlib Şeyh Mehmed Dede (ö.1688), Şeyh<br />
Müderris Mehmed Efendi (1703), Şeyh Hafız Emin (Mehmed)<br />
Efendi (1790), Şeyh Osman Dede (1819), Şeyh Hasan<br />
Efendi (1821), Şeyh Ali Rıza Efendi (1845), Şeyh Mehmed<br />
Hadî Efendi (1875), Şeyh Abdulhadî (Ergin) Efendi<br />
Tokat Mevlevîhânesi’nin postnişinliğini yapmışlardır.<br />
Bahse değer bir ayrıntı da şudur: I. Dünya Savaşı’nın ilânı<br />
zamanlarında yapılan asker sevkiyatı sırasında, savaşa gönüllü<br />
olarak katılmaları, önlerinde sancak ve bayrakları,<br />
105
aşlarında şeyhleri bulunan 40-50 Mevlevînin özel elbiseleriyle<br />
Tokat Askerlik Şubesi önüne gelerek askere uğurlanışları<br />
Tokat’ta büyük bir coşku yaratmıştır. Bu yönüyle Tokat<br />
Mevlevîhânesi’nin millî mücadeledeye madden ve manen<br />
destek sağlaması dikkate şayandır.<br />
Yeniden inşasından sonra, tekke ve zâviyelerin kapatılmasına<br />
kadar Mevlevî Dergâhı olarak varlığını sürdüren yapı,<br />
daha sonra kadınlar hapishanesi ve Kur’ân kursu yapılmış<br />
ve bütün bu süre içerisinde hiçbir bakım ve onarım görmemiştir.<br />
Yapı yıllar sonra nihayet Vakıflar Genel Müdürlüğünce<br />
2000-2004 yılları arasında gerçekleştirilen başarılı<br />
bir restorasyonla kurtarılmıştır. Tokat Mevlevîhânesi<br />
106<br />
şimdilerde Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı vakıf<br />
müzesi olarak hizmet vermekte ve büyüleyici iklimini<br />
yerinde temaşa etmek isteyen misafirleri bir hamûşan<br />
ruhuyla ağırlamaktadır.<br />
Tokat Mevlevîhânesi’nin Mimari ve Tezyînî Özellikleri:<br />
İki katlı olarak binâ edilmiş olan Ahşap Mevlevîhâne mimari<br />
konum ve tezyînî unsurlar bakımından Türkiyede’ki<br />
Mevlevîhâneler içinde en dikkat çekenlerin başında gelir. 19.<br />
yüzyıl barok sanatının Anadolu’daki en güzel örneklerinden<br />
biridir. Binanın en görkemli cephesi, ahşap barok motiflerle<br />
bezenmiş sütun dizisine sahip ve bütün cephe boyunca uzanan<br />
balkonu sebebiyle Bey Sokak'a bakan cephesidir. Diğer<br />
cephelerde ise sade bir ihtişam gözlenmektedir.<br />
Mevlevîhanenin alt katı günlük kullanım için genişçe bir sofadan<br />
geçilen dört odadan müteşekkildir. Sofanın hemen<br />
sağında görkemli tavan göbeği ve kitaplığı ile diğer odalardan<br />
farklı, şeyhin misafirlerini kabul ettiği baş oda bulunmaktadır.<br />
Bu odaların içerisinde döneme ait el yazmaları, taş<br />
baskı kitaplar, Kur’ân-ı Kerim, kırmızı ipekten el dokuması<br />
kâbe iç örtüsü ve şecereler sergilenmektedir.<br />
Sofanın sol tarafında kalan odada, en eskisi 14. yüzyıla ait<br />
pirinç ve bakır şamdanlar bulunmaktadır. Bunlar arasında,<br />
üzerinde figürler bulunan 14. yüzyıla ait şamdan nadir bulunan<br />
bir eserdir. Yine, Sultan Beyazıt’ın Annesi Gülbahar<br />
Hatun’un yaptırdığı ve Gülbahar Hatun Camii’ne hediye<br />
ettiği şamdanlar da bu odada sergilenmektedir. Alt kattaki<br />
en geniş odada, bölge camilerinden gelen ve 16. yüzyıl<br />
ile 20. yüzyıl arasına tarihlenen, Sivas, Kırşehir, Doğu Anadolu,<br />
Konya, Niğde, Orta Anadolu ve Güneydoğu Anadolu<br />
yörelerine ait halı, kilim ve seccadeler hareketli paneller<br />
üzerinde teşhir edilmektedir.<br />
Sofanın sonunun sağ yanından, güney cepheye kadar sofa<br />
ile aynı doğrultuda uzanan koridorda, 17. yüzyıla ait, Tokat<br />
Ulu Camii ahşap tavan göbeği ile Musluağa Konağı'na ait,<br />
kalem işi boyamalı ahşap parçalar görülmektedir. Bu dar koridordan<br />
geçilen güneybatıdaki küçük odada ise çoğunlukla<br />
13. yüzyıldan kalma çiniler ile 16. yüzyıla ait, Sakal-ı Şerif kutuları<br />
ve 19. yüzyıla ait saatler sergilenmektedir.
Sofanın sol tarafında bulunan küçük<br />
alanda, 18 ve 19. yüzyıllarda dokunmuş,<br />
Tokat, Malatya yörelerine ait kilimlerin<br />
sergilendiği küçük bir mekân<br />
bulunmaktadır. Binanın her bir detayında<br />
müthiş estetik unsurlar göze çarpmaktadır.<br />
Bunlardan bir tanesi de kısmen kesme<br />
taş ve üzeri örtülü ahşap bir merdivenle<br />
ikinci kata çıkarken ahşap merdivenin<br />
başında, korkuluğu duvara sabitlemek<br />
için yapılmış ve geçit şeklinde<br />
düzenlenmiş ahşapların birleştiği yerdeki<br />
barok ahşap oymaların arasında beliren<br />
Mevlâna sikkesidir.<br />
Gösterişli balkonun diğer ucuna, Behzat Deresi<br />
manzarasını görecek şekilde yarım metre yükseltilmiş<br />
bir seyir köşkü konulmuştur. Balkonun orta hizasına<br />
yerleştirilmiş, barok ahşap oyma göbekli ve üst taraflarında<br />
Arapça sülüs bir yazı ile “Ya müfettiha’lebvâb”<br />
(Ey kapıları açan Allah’ım!), “İftahlena<br />
hayre’l-bab” (Bize hayır kapılarını aç) yazan<br />
iki kanatlı bir kapı ile semâhâneye girilmektedir.<br />
Semâhâne, doğu yönündeki ahşap kafes<br />
ile ayrılan kadınlar mahfili hariç tek bir mekân<br />
olarak düzenlenmiştir.<br />
Semâhânenin ortasında on altı adet ahşap sütunun<br />
taşıdığı bağdadî bir kubbe bulunmaktadır. Eşsiz<br />
bir işçiliği olan, ahşap tavan göbeğine sahip bu<br />
kubbenin altında onaltıgen semâ alanı oluşturulmuştur.<br />
Her ahşap sütunun üst kısmında, Allah,<br />
Muhammed, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan,<br />
Hüseyin, Talha, Zübeyr bin Avvam, Ebu Vakkas,<br />
Said bin Zeyd, Abdurrahman bin Avf, Ebu<br />
Ubeyd bin Cerrah ve Mevlânâ isimleri yazılı levhalar<br />
bulunmaktadır. Ahşap parmaklıklarla ayrılan<br />
bu alana, çift kanatlı kapı önündeki açıklıktan<br />
geçilmektedir. Bu bölümde semâ töreni<br />
canlandırılmaktadır.<br />
Ayrıca tekke ve zaviyelerin kapatılması ile<br />
birlikte Tokat Mevlevîhânesi’nden Müze<br />
Müdürlüğü'ne giden eserler tekrar<br />
Mevlevîhâne Müzesi’ne kazandırılmış<br />
olup, bu mekânda sergilenmektedir.<br />
Bu eserlerden biri olan semâ<br />
talim tahtası nadir bir örnektir. Aynı<br />
mekânda sergilenen Osmanlı dönemine<br />
ait Arakiyyeler, Mevlevî Külahları,<br />
999’luk kuka tesbihler,<br />
kudümler, bendirler ve neyler<br />
insanın ruhunu o iklime sabitleyen<br />
bir evsafa sahip.<br />
Diğer köşede, üst kısmında,<br />
ahşap oyma süslemelerle çevrili,<br />
eliptik panel içerisinde, Kur’an-ı<br />
Kerim’in Beyyine Suresi’nin 3.<br />
âyetinden alınmış, “Fiha Kütübün<br />
Kayyime” (Doğru hükümler ondadır)<br />
yazan küçük, güzel bir kitaplık<br />
vardır.<br />
Giriş kapısının her iki yanında, saz<br />
ve söz icracısı Mevlevî dervişleri için,<br />
diğer alanlardan ayrılmış alanlar vardır.<br />
Bu alanların üzerine kadınlar<br />
bölümünün önündeki merdivenle<br />
çıkılan yüksek mahfil yerleştirilmiştir.<br />
Mahfili taşıyan ahşap direklerin<br />
mahfille birleştiği yerlerdeki<br />
ahşap oymalar çok gelişmiş<br />
bir zevkin ürünüdür. Bu merdivenlerin<br />
başlangıcında da, barok ahşap motiflere<br />
sahip oyma üzerinde Mevlevî sikkesinden<br />
oluşan süsleme tekrar edilmiştir.<br />
Balkonun doğu tarafında yan yana bulunan<br />
iki sade kapı ile kadınlar mahfiline ve bütün<br />
doğu cephesi boyunca uzanan dar bir koridora<br />
ve yanındaki odaya geçilmektedir.<br />
Bu alanda 16. ve 20. yüzyıllar arasına tarihlenen<br />
Kazak etkili Anadolu ve Malatya,<br />
Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu,<br />
Sivas ve yörelerine ait halı ve seccadeler<br />
teşhir edilmektedir.<br />
Ruhu mânâ ile eriten bu mekânın Şems-i Tebrîzî<br />
ve Mevlânâ’nın tutuşturduğu aşk ateşini hissettirdiğine<br />
bir kez daha şahit oldu gözlerimiz. Fırsat<br />
bulan her gönül Tokat Mevlevîhânesi’nin bu<br />
yokluk bahşeden kapısından girip ruhlarını varlıkla<br />
tezyîn etmelidir. Gaybî’nin ifade-i merâmı gibi:<br />
Aşk odu evvel düşer aşıka andan maşuka<br />
Şem’i gör kim yanmadan yandırmadı pervâneyi<br />
*Araştırmacı-Yazar KAYNAKÇA: 1) A. Süheyl Ünver, “Osmanlı<br />
İmparatorluğu Mevlevîhâneleri ve Son Şeyhleri”, Mevlânâ<br />
Güldestesi, Konya 1964, s. 30-39. 2) Abdülbâkî Gölpınarlı,<br />
Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983. 3) Abdülbâkî<br />
Gölpınarlı, Mevlevî Adab ve Erkânı, İstanbul 1963. 4) Abdülbâkî<br />
Nâsır Dede, Defter-i Dervişân II, İSAM, nr. 18112. 5) Ahmed Eflâkî,<br />
Menâkıbü’l-Ârifîn, MEB Yayınları, İstanbul 1989, I-II. 6) Ahmed<br />
Yaşar Ocak, “Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, sy. XII, Ankara<br />
1978, s.247-269. 7) Ali Nutkî Dede, Defter-i Dervişân I,<br />
Süleymaniye Kütüphanesi Nafiz Paşa nr. 1194. 8) Bahâ<br />
Tanman, “Âsitâne”, DİA, III. 9) Barihuda Tanrıkorur,<br />
“Türk Kültür ve Mimarlık Tarihinde Mevlevîhânelerin<br />
Yeri ve Önemi”, III. Millî Mevlânâ Kongresi, 12-14<br />
Aralık 1988, Konya 1989, s. 61-72. 10)Barihuda Tanrıkorur,<br />
Türkiye Mevlevîhânelerinin Mimârî Özellikleri,<br />
(Basılmamış Doktora Tezi), Konya 2000. 11) Barihuda<br />
Tanrıkorur, “Mevleviyye”, DİA. 12) Cinuçen Tanrıkorur,<br />
“Mevlevîlikte Mûsıki”, III. Milletlerarası Mevlânâ Kongresi,<br />
12-24 Aralık 1988, Tebliğler, Konya 1989, s.111-<br />
116. 13) Esrar Dede, Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye,<br />
Millet Kütüphanesi, Ali Emiri, nr. 756. 14) Evliyâ<br />
Çelebi, Seyâhatnâme, Üçdal Neşriyat, İstanbul<br />
1985, I-X. 15) Halis Turgut Cinlioğlu, Osmanlılar<br />
Zamanında Tokat, Tokat 1951. 16)<br />
Hasan Yüksel, “Tokat Mevlevîhânesi”,<br />
SÜ Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sy.2,<br />
Konya 1996. 17) Hür Mahmud Yücer,<br />
Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19. Yüzyıl),<br />
İstanbul 2004, s.456-457. 18) Mehmet<br />
Beşirli, “XIX. Yüzyılın İlk Yarısında<br />
Tokat Mevlevîhânesi ve Gelirleri ile İlgili<br />
Sorunlar”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler<br />
Dergisi, sy.2, Elazığ 2003, s. 337-373. 19)<br />
Mevlânâ Celâleddîn Rûmi, Mesnevî, İstanbul<br />
1990, I-V. 20) Sezai Küçük, Mevlevîliğin Son Yüzyılı,<br />
İstanbul 2003.<br />
107
Süleymaniye Cilt Evi'nde<br />
Kitaptan Önce,<br />
Kapaktan Ziyade<br />
Muzaffer S. İNANÇ
Bugün illüstratör, grafiker ve fotoğrafçıların marifeti ile<br />
şekillenen kitap kapakları, çok değil, yarım asır öncesine<br />
kadar mücellitlerin hünerli ellerinden çıkıyordu. Üstelik sadece<br />
kitabın dışından sorumlu değillerdi onlar. Eserin muhtevasından<br />
sayfaları tutan ipliğe, şirazesinden kitap tamirine kadar her<br />
şeyi bilmek durumundaydılar. Kitaplara kol kanat geren zarif<br />
ciltlerin ustalarının sayısı, bugün iki elin parmaklarını geçmiyor.<br />
Bu ustalardan biri olan mücellit Rafet Güngör, Süleymaniye Cilt<br />
Evi’nde, bize kitapların hem içini hem dışını anlattı.
“Kitapların içinde apayrı bir dünya vardır, kapağı açtığınız an<br />
o dünya sizi içine çekiverir.” cümlesini birçoğumuz duymuşuzdur.<br />
Yerinde söylenmiş, nüktedan bir cümledir aynı zamanda.<br />
Fakat Rafet Güngör’e göre eksik bir cümledir. Ona<br />
göre, kitap kapaklarının dışında da apayrı, engin bir dünya<br />
var. Bir mücellidin gözüyle bakıldığında, kitabın dışı kadar içi<br />
de önemlidir.<br />
Rafet Güngör ciltçilikte 40 yılı devirmiş usta bir mücellit.<br />
Kitapla ilgili hemen her türlü faaliyette bulunuyor. Derisinden<br />
mukavvasına, ibrişiminden sahifesine kadar kitapla<br />
alakası olan her mefhuma vakıf. Tezgâhından nadide<br />
yazma eserler de geçmiş Güngör’ün, dünyanın en büyük<br />
Kur’an-ı Kerim’i de…<br />
110<br />
Rafet Güngör liseden mezun olduğunda Osmanlı Türkçesi’ne<br />
ve Arapça’ya vakıf, genç bir “kültür adamı” adayıdır. 1969<br />
yılında Süleymaniye Kütüphanesi’nde memurluk imtihanı<br />
açılır. Güngör sınava girer ve yeterli puanı alır, Süleymaniye<br />
Kütüphanesi’nde çalışma hayatına başlar.<br />
“Süleymaniye Kütüphanesi’ne memur olarak girdim. Dönemin<br />
meşhur hâfız-ı kütüpleri orada çalışıyordu.” diyen<br />
Güngör’ü, Osmanlı Türkçesi’ne ve Arapça’ya vakıf olduğu<br />
için tasnif işine verirler. Güngör tasnif işinde çalışsa da karşılaştığı<br />
bir isim onu başka bir mecraya çeker.<br />
Ustam İslam Hoca’dır!<br />
Rafet Güngör, Süleymaniye Kütüphanesi’nde tasnif işleriyle<br />
uğraşırken, usta mücellit İslam Seçen de kütüphanenin cilt<br />
işleriyle meşguldür. Güngör, “Ben sık sık İslam ağabeyin yanına<br />
giderdim, içimden gelirdi.” diyor demesine, ama bu iş<br />
kütüphane müdürünün de gözünden kaçmamış. Sormuş<br />
Güngör’e sık sık (!) tekrarlanan ziyaretlerin sebebini.<br />
Kütüphane müdürüne, “Dayanamadım ve İslam ağabeyin<br />
çalışmalarını çok sevdiğimi söyledim.” diye cevap vermiş<br />
Güngör. Bu söz üzerine de müdür bey tarafından İslam<br />
Seçen’in yanına verilmiş. “O gün, ciltçiliğe başladığım gündür.”<br />
diyen Güngör, Seçen’le birlikte tam 20 sene çalışmış. Ve<br />
tebessüm ederek ekliyor, “Ustam İslam Seçen’dir!”<br />
Rafet Güngör’ün, İslam Seçen’le birlikte Süleymaniye<br />
Kütüphanesi’nde mücellitliğe başlamasının üzerinden 5 yıl<br />
kadar geçer ki bir vazife dolayısıyla İslam Hoca Portekiz’e gider.<br />
Cilt işlerinin tüm ağırlığı Güngör’ün omuzlarına kalır.<br />
“1974’te İslam ağabey Portekiz’e gidince kütüphanedeki bütün<br />
yük bana kaldı. Kaçış şansım da yok.” diyen Güngör’ün<br />
karşısına başka bir alternatif daha çıkar.<br />
Güngör’ün, girdiği sınavlar neticesinde Adalar Müftülüğü’ne<br />
tayini çıkar. Daktilo kullanmasını bildiği, Osmanlı Türkçesi’ne ve<br />
Arapça’ya da hâkim olduğu için müftülükte göreve başlaması<br />
yönünde ısrarlarla karşılaşır. Süleymaniye Kütüphanesi’nin<br />
o zamanki müdürü Muammer Ülker Bey ise, “Hayır efendim!<br />
Biz bu çocuğa 5 yılımızı verdik. Onu bırakamayız” der ve<br />
Güngör’ün kütüphanede kalması için farklı ısrarlar da bu taraftan<br />
gelir. Türk ve İslam Eserleri Müzesi Müdürü Can Kerametli<br />
Bey de o meclistedir. “Evladım.” der, “Senin derdin ne?”
Rafet Güngör’ün derdi çoktur. Yeni evlenmiştir, evi kiradır, ay<br />
sonunu getirmek imkân dâhilinde değildir. Bu nitelikteki bir<br />
gencin içinde bulunduğu durumu öğrenen Kerametli, “Ben<br />
sana lojman ayarlarım. Hatta çalışman için fazladan iş de bulurum.”<br />
der ve Laleli’de 3. Mustafa ve 3. Selim Türbesi’nin<br />
lojmanını Güngör’e tahsis eder. 10 yıl kadar lojmanda kalan<br />
Güngör, bir yandan da Süleymaniye Kütüphanesi’nin cilt ve<br />
kâğıt işlerine devam eder.<br />
Süleymaniye’den Suriye’ye<br />
Rafet Güngör, 1989 senesinde UNESCO’nun daveti üzerine<br />
Suriye’ye gönderilir. İbn-i Asakir’in “Tarihu’l Medinet-i Dımaşk”<br />
kitabının restorasyonu için görevlendirilir. Usta mücellit,<br />
20 bayan ve 20 erkekten oluşan bir ekiple hem çeşitli<br />
eserlerin tamiratını yapar hem de bu gençleri yetiştirir, İslam<br />
Usta’sından gördüğü üzere. Güngör, “Bu gençlerin birçoğu<br />
şimdi Bahreyn’de Dubai’de çalışıyorlar. Çok da vefalılar, bayramlarda<br />
kart gönderirler, ararlar, görüşürüz.” sözleriyle mutluluğunu<br />
ifade ediyor.<br />
Rafet Güngör Suriye’de onarım işleriyle meşgulken, dönemin<br />
bakanlarından Hasan Celal Güzel Suriye’ye gider. Güngör’ün<br />
çalıştığı kütüphaneyle konsolosluk karşı karşıya olduğu için<br />
ekibin de yanına uğrar ve Güngör’e güzel bir haber verir:<br />
“İstanbul’a döndüğünde seni Başbakanlık Osmanlı Devlet<br />
Arşivleri’ne alacağız. Senin haberin yok ama arşivleri yeniden<br />
canlandırıyoruz.”<br />
Güngör’ün dediğine göre o zamanlar arşivde 30 civarında kişi<br />
çalışıyormuş. İsmet Miroğlu merhum Başbakanlık Osmanlı<br />
Devlet Arşivleri’ne müdür olunca personel sayısı 800’lere kadar<br />
çıkmış. İşi bilenler arşivde istihdam edilmeye başlanmış.<br />
Rafet Güngör de, Hasan Celal Bey’den öğrendiğine göre arşivin<br />
teknik hizmetler bölümüne yazmalarının patolojik restorasyonu<br />
ve bakımını yapacak ciddi bir atölye kurması için usta<br />
olarak alınacakmış.<br />
Rafet Güngör, İstanbul’a dönünce resmi işlemler halledilir ve<br />
arşivde çalışmaya başlar. İyi bir atölye kurulması için ne lazım<br />
geliyorsa temin edilir. Güngör kendi ekibini kurar ve ölmeye<br />
yüz tutan eserlerin restorasyonuna başlarlar. “Atölyesinin<br />
şimdiki haline gelmesi için el birliği ile tam 10 yıl çalıştık. Talebelerim<br />
olan gençler şimdi orada görevdeler. 10 yılın sonunda<br />
ise arşivden emekli oldum.” diyor usta mücellit.<br />
Vefa’da Bir Kitap Doktoru<br />
Rafet Güngör, Süleymaniye Kütüphanesi’nden emekli olduktan<br />
sonra, Vefa’da kendi atölyesini açar. Yine kitap ve kâğıt<br />
restoratörlüğüne devam eder. Aynı zamanda burada öğrenci<br />
de yetiştirir. “Her yaz Ege Üniversitesi’nden öğrenciler geliyor.<br />
Zaman zaman da bu işin<br />
özel meraklıları geliyor.” diyen<br />
Güngör, gelenlerin birçoğunu<br />
İslam Seçen’e gönderiyormuş.<br />
Nedenini sorduğumuzda<br />
ise, “Nihayetinde burası bir esnaf<br />
dükkânı. Zamanında teslim etmem<br />
gereken işler oluyor. Bu işleri yetiştirmeye<br />
çalışırken ciltçiliğe dair her şeyi<br />
çocuklara gösteremiyorum. Ama İslam ağabey bu sanatı öğretmeye<br />
sıfırdan başlıyor. Kâğıdın suyundan derinin tıraşlanmasına<br />
kadar gösteriyor çocuklara.” sözleriyle izah ediyor.<br />
Dünyanın En Büyük Kur’an-ı Kerim’ini<br />
Rafet Güngör Ciltledi<br />
Rafet Usta her zaman yaptığı gibi Vefa’daki atölyesinde cilt<br />
işleriyle meşgulken bir telefon gelir. Telefonda, dünyanın en<br />
büyük Kur’an-ı Kerim’inin ciltlenmesi gerektiği, bunu yapıp<br />
yapmayacağı kendisine sorulur. Güngör’e göre bu iş “40 yıllık<br />
meslek hayatının zekatı”dır ve kabul etmemek edebe mugayir<br />
olacaktır.<br />
Kur’an-ı Kerim’i Muhammed Sabur isminde bir hattatın<br />
öncülüğünde 10 kişi, 5 yılda yazmış. Yazılmasını talep<br />
eden ise Afganistan'ın Nadirhan sülalesinden Hacı Seyyid<br />
Mansur El Nadiri’dir.<br />
Afgan heyet bu Kur’an’ın ciltlenmesi için bizzat Cumhurbaşkanımız<br />
Abdullah Gül ile görüşür. Gül, bu ekibi Kültür<br />
ve Turizm Bakanı Ertuğrul<br />
Günay’a yönlendirir. Günay<br />
ise Mimar Sinan<br />
Üniversitesi’nde bu<br />
işle ilgilenen akademisyenlerleiletişime<br />
geçer ve İslam<br />
Seçen görevlendirilir.<br />
20 bayan ve<br />
20 erkekten oluşan<br />
bir ekiple Afganistan’a<br />
giden Seçen, çeşitli çalışmalar<br />
yapar fakat bazı<br />
sebeplerden dolayı iş olmaz.<br />
Afganlar da Rafet<br />
Güngör’den talep ederler cilt<br />
yapım işini.<br />
“Önce İslam abiye<br />
danıştım. Mevzuyu<br />
anlattı bana. Sonra<br />
Afganistan’a gittim.”<br />
diyen Güngör, cilt<br />
için uygun olan projeleri<br />
çizer, Afganlara<br />
sunar.<br />
111
Çizimler çok beğenilince Güngör İstanbul’a gelir ve kapakları<br />
yapar. Daha sonrası ise biraz zor olmuş Güngör için: “Kapakları<br />
yaptıktan sonra görsellerini Afganistan’a faks çektim. ‘Tamam,<br />
çok beğendik, gelip takabilirsiniz.’ dediler ama kapağın<br />
bir tanesi 45 kilo. İki kapak eder 90 kilo. Uzunluğu da 2,5<br />
metre. Götürmesi kolay değil yani, ama zor şartlar altında da<br />
olsa sağ salim yerine ulaştırdık. Afganistan’a gidince gördüm<br />
ki mushafın tamamı 457 kilo ağırlığına ulaşmış. 30 kişi ancak<br />
kaldırıp yerleştirdik vitrine.”<br />
Bu işe meslek hayatının zekâtını ödeme vesilesi gözüyle bakıyor<br />
Güngör, “Benim için bir gurur kaynağı, fevkalade bahtiyarlık.<br />
Dönerken bir de teşekkür belgesi verdiler. Meclis’ten<br />
de bir nişan lütfedildi.” diyor.<br />
Ülkelerinde Rafet Güngör gibi büyük bir cilt ustasını misafir<br />
eden Afganlar, onu hemen bırakmazlar. Kütüphane ve arşivlerini<br />
incelemesini rica ederler. Güngör de memnuniyetle<br />
kabul eder ve eserleri inceler. Eserlerde büyük tahribatlar<br />
olduğunu gören Güngör, “Afganistan’a Allah nasip ederse<br />
bir kitap hastanesinin kurulmasını istiyorlar. Çünkü Kâbil,<br />
İpek Yolu’nun tam ortası. Bu nedenle arşivlerinde çok eser<br />
var. Ama restorasyon yapacak ustaları hiç yok. İş devletlerarası<br />
olduğu için bildiğim kadarıyla yazışmalar devam ediyor.<br />
Eğer imkân olursa tekrar Afganistan’a gider, seve seve çalışırız.”<br />
diye konuşuyor.<br />
Güngör ciltle birlikte kitapların sahifelerinin kadim dostu olan<br />
ebru sanatını da öğrenmiş. Aynı zamanda da bir hat sanatı<br />
meraklısı. Gençliğinde, hocaların hocası merhum hattat Hamid<br />
Aytaç’tan hat meşk etmiş. Ama tamamlamak nasip olmamış.<br />
Fakat atölyesinin duvarlarını başta Hamid Bey olmak<br />
üzere Hasan Çelebi gibi, Hüseyin Kutlu gibi usta hattatların<br />
levhaları süslüyor. Evinde de bir o kadar levhasının olduğunu<br />
söylüyor Güngör.<br />
112<br />
Hat sanatına olan merakı, Güngör’ün başına komik işler de açmış.<br />
30 yıl önce bir hat sergisi düzenleyen Güngör, tehlikeli bir iş<br />
yaptığı, harf inkılâbına muhalif fiilde bulunduğu için mahkemeye<br />
çıkarılmış. Ceza almaktan güçlükle kurtulmuş, ama bugün anlatırken<br />
hâlâ kendini gülmekten alıkoyamıyor.<br />
Kitabın Muhtevası Cilt Seçiminde Çok Önemlidir<br />
Rafet Usta’nın elinden binlerce kitap geçince, artık yüz metreden<br />
tanır olmuş eserleri. Eserleri tanıyınca da geriye, doğru cilt ile kaplaması<br />
kalıyormuş. Doğru cilt diyoruz, çünkü her esere her cilt yapılmazmış.<br />
“Osmanlı’da yazılan bir esere İran usulü bir cilt yaparsanız<br />
hem rezil olursunuz, hem de kendinize güldürürsünüz.”<br />
diyor Rafet Usta.<br />
Usta bir mücellidin hat sanatına da vakıf olması gerektiğinin altını<br />
çizen Güngör, “Aklâm-ı sitteyi bilmek gerekir. Çünkü her devrin<br />
kendine has bir cilt üslubu var. Bazen harflerin kemâline bakarak<br />
eserin hangi dönemde yazıldığını tespit ederiz ve ona göre bir cilt<br />
yaparız.” diye konuşuyor.<br />
Rafet Usta bizimle sohbet ederken aynı zamanda tezgâhında<br />
çalışıyor. Elinde Erivan’da yazılmış bir Kur’an var. Ciltlenmesi için<br />
kendisine emanet edilmiş. Bize “Erivan” yazısını göstererek,<br />
“Mesela bu Kur’an Erivan’da yazılmış. Burada İstanbul, Diyarbakır<br />
ya da Konya da yazabilirdi. Ama Erivan demiş. Demek ki ben<br />
buna o coğrafyada kullanılan bir cilt tertip etmek zorundayım.<br />
Kalkıp da Avrupa usulü bir cilt yapamam.” diyor. Usta mücellit,<br />
“Şu an elimde bir Avrupa eseri olsaydı ona öyle bir cilt yapmam<br />
gerekirdi ki kitaptan anlamayan bir insana bile ‘Bu sanki biraz<br />
farklı’ dedirtmeli.” sözüyle sanatının inceliklerini anlatıyor.<br />
Rafet Usta’nın elinden 10 binden fazla eser geçmiş ama bazı çalışmaları<br />
zihninden hiç çıkmamış. Mesela Hz. Peygamber Efendimizin<br />
dünyayı teşrif ettiği yerde bulunan evin ikinci katı yazma<br />
eserler kütüphanesiymiş. Orada çeşitli çalışmalar yapmış Rafet<br />
Usta. Süleymaniye Kütüphanesi’nde çalıştığı dönemlerde Muhammed<br />
Şemseddin Sivasi Efendi'nin, kâğıt yerine gümüş plakalara<br />
oyularak yazılmış Delail-i Hayrat’ını onarmış.“
Delail-i Hayrat’ı nasıl onaracağımı bir türlü bilemedim. Kumaş<br />
olsa, deri olsa dikeceğim ama bildiğin gümüş plaka. Düşünürken<br />
uyuklamışım. Rüyamda hocamı gördüm. Karnı yarılmıştı<br />
ve ben hocamın karnını dikiyordum. Uyanınca levhanın küflerinin<br />
arasında delikler gördüm. O deliklerden itinayla diktim.<br />
Eser şimdi Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde sergileniyor.” diyor.<br />
Güngör’ü heyecanlandıran diğer çalışması da Topkapı<br />
Sarayı’nda bulunan Hz. Ali’ye ait yazma Kur’anı Kerim’in resto-<br />
Osmanlı Türkçesi’ni Bilmeden<br />
Tarihine Sahip Çıkamazsın!<br />
Rafet Güngör kitaplara hizmet ettiği için kendini mutlu<br />
sayan isimlerden. 40 yıldan beri kelimenin tam anlamıyla<br />
“kitap kurdu”. Bu zamana kadar elinden 10 binden<br />
fazla yazma eser geçmiş. Ve kitapların sadece dışıyla<br />
değil içiyle de hemhal oluyor Rafet Usta. Kâğıt tamirciliğinin<br />
yanı sıra iyi de bir kitap okuyucusu. “Gençliğimizde<br />
çok okurduk ama yaş kemale erince biraz zayıfladı.”<br />
diyen Güngör, zamanında Osmanlı Türkçesi’ni<br />
ve Arapça’yı öğrendiği içinse Allah’a şükrediyor. Gençlerin<br />
de mutlaka Osmanlı Türkçesi’ni öğrenmesini tavsiye<br />
ediyor: “Selçuklular zamanında ağır bir dil vardır. Fakat<br />
en azından 18.-19. yüzyıl Türkçesi’ni okuyabilsinler.<br />
Süleymaniye Kütüphanesi’nde binlerce eserimiz var fakat<br />
hepsinden yabancılar istifade ediyor. Bizde de nitelikli<br />
insanlar var ama yeterli değil. Benim atölyenin az ilerisinde<br />
tarihi bir çeşme var. Çeşmeyi tamir ettiren Alman<br />
bir bayan… Bizse daha çeşmenin kitabesini okumaktan<br />
aciziz. Bu benim zoruma gidiyor. Demek ki dilini bilmeden<br />
tarihine sahip çıkamazsın.”<br />
rasyonu ve cildini yapmasıymış. Rafet Güngör, usta bir mücellit.<br />
Kelimenin tam manasıyla bir mücellit. İşinin hakkını veren, kitaba<br />
ve yazıya hürmet eden bir mücellit. “Umarım ki Fatih Sultan<br />
Mehmed Han zamanındaki gibi ‘Ehl-i Hiref’ teşekkül eder de<br />
hem kitaplarımız hem de insanlarımız refaha erer” diyor. “Ehl-i<br />
Hiref de nedir?” diye merak edenler en güzel cevabı Vefa’da,<br />
Süleymaniye Cilt Evi’nde bulabilirler.<br />
113
Mabeyn Köşkü’nde Esen<br />
Savaş Rüzgârları<br />
Sudenaz BENGİ<br />
Yıldız Sarayı Büyük Mabeyn Köşkü, sıra dışı bir sergiye ev<br />
sahipliği yaptı. “Yaşayan, Savaşan Osmanlı ve Dioramaları” adlı<br />
sergide, iş adamı Nejat Çuhadaroğlu’na ait olan ve İstanbul’un<br />
kurtuluşundan Cumhuriyet’in ilanına kadarki dönemi kapsayan<br />
çok sayıda savaş objesi ve dioramaları koleksiyonu,<br />
meraklısıyla buluştu. Çuhadaroğlu’nun çeyrek asırdan<br />
bu yana biriktirdiği kişisel koleksiyonunda asker<br />
giysilerinden silahlara, madalyonlardan bayraklara,<br />
mataralardan askeri araçlara ve fotoğraflara kadar<br />
dönemlerini yansıtan pek çok objeyi görmek<br />
mümkün. Bu konseptteki ilk sergiye ev sahipliği<br />
yapan Çuhadaroğlu’nun en büyük hedefi,<br />
binlerce parçadan oluşan koleksiyonu<br />
sergileyeceği yerleşik bir müze kurmak…<br />
114<br />
Nejat ÇUHADAROĞLU
115
116<br />
Koleksiyon denilince akla ilk olarak dünyanın<br />
çeşitli ülkelerine ait eski pullar gelse de,<br />
koleksiyon tutkusunun sınırları alabildiğince<br />
geniştir. Kimi zaman rengârenk düğmeler,<br />
minik arabalar, kibrit kutuları, parfüm veya<br />
kolonya şişeleri, kimi zaman farklı şehirlere,<br />
ülkelere ait magnetler, film afişleri, bazen de<br />
eski paralardır biriktirilen.<br />
Koleksiyoner, koleksiyonunu yapacağı nesneyi<br />
seçer önce ve başlar biriktirmeye. Bu<br />
biriktirme işi, sürekli olur, zira biriktirilenlerin<br />
yanına yenileri eklenmese adı koleksiyon<br />
olmaz. Bu sebeple koleksiyoncu, sabırla devam<br />
ettirir biriktirmeye. Bir şeyler biriktirme<br />
tutkusu, yalnızca insanoğluna has bir tutku<br />
mudur bilinmez ama bu meşguliyetin insan<br />
ruhuna iyi geldiği kesin.<br />
Koleksiyonu yapılan şeyin, koleksiyoncunun<br />
mesleği ile bir alâkası yoktur çoğu zaman.<br />
Tıpkı Çuhadaroğlu Holding’in CEO’su<br />
Nejat Çuhadaroğlu’nun savaş objeleri ve dioramaları<br />
koleksiyonu örneğinde olduğu<br />
gibi. Ekonomi eğitiminden sonra iş dünyasına<br />
adım atan ve bugün koskoca bir holdingin<br />
başında olan Çuhadaroğlu, çeyrek<br />
asırdan bu yana askeri savaş objesi biriktiriyor.<br />
Çuhadaroğlu’nun kişisel koleksiyonunda<br />
asker giysilerinden silahlara, madalyonlardan<br />
bayraklara, mataralardan askeri araçlara<br />
ve fotoğraflara kadar dönemlerini yansıtan<br />
pek çok objeyi görmek mümkün. Binlerce<br />
parçadan oluşan koleksiyonda yalnızca,<br />
dünyanın dört bir yanından topladığı orijinal<br />
savaş aletleri bulunmuyor. Bizzat kendisinin<br />
yaptığı maketler de önemli bir yer tutuyor<br />
Çuhadaroğlu’nun koleksiyonunda.
Nejat Çuhadaroğlu, 25 yıllık koleksiyonun bir bölümünü,<br />
Yıldız Sarayı Büyük Mabeyn Köşkü’nde<br />
düzenlenen bir sergi ile sanatseverlerle paylaştı.<br />
Çuhadaroğlu; koleksiyon merakının ne zaman<br />
başladığını, koleksiyonda ne tür parçalar bulunduğunu,<br />
maket yapımına olan ilgisini ve daha<br />
pek çok konuyu dergimize anlattı.<br />
Şaha Kalkmış Atın Üzerinde<br />
Kartal Kanatlı Deli Süvari<br />
Serginin mimarı Nejat Çuhadaroğlu ile söyleşimize<br />
başlamadan evvel sergiyi gezmek iyi olur<br />
diye düşünüyoruz. Köşkün kapısından içeri adımımızı<br />
attığımızda, şahlanmış heybetli iki aygırın<br />
üzerinde Osmanlı süvarileri karşılıyor bizi. Biri<br />
topçu süvari, diğeri ise deli süvari.<br />
Aygırlardan gri olanının üzerinde, elinde sancağı,<br />
kırmızı giysili bir deli süvari var. İlgimizi de en<br />
çok bu deli süvari çekiyor.<br />
Tarihi kaynaklara göre deli süvariler, Osmanlı döneminde<br />
düşman bölgelerine akınlar düzenleyen<br />
Türk kökenli düzensiz süvari gönüllüleri olan<br />
akıncıların en ilginciydi. Deli süvarisi olmak, deyim<br />
yerindeyse, her babayiğidin harcı değildi.<br />
16. yüzyılda kurt, sırtlan, pars gibi vahşi hayvan<br />
derilerinden yapılmış elbiseler giyen delilerin,<br />
atları da akıncılarınki gibi çevik ve dayanık-<br />
lıydı. Delilerin silâhları ise akıncılarınki gibi kılıç,<br />
kalkan, mızrak, balta ve bozdoğandı. Tıpkı Mabeyn<br />
Köşkü’nde gördüğümüz deli süvaride olduğu<br />
gibi.<br />
Kıran kırana geçen bir savaşın tam ortasında, süvarisiyle<br />
birlikte âdeta aniden günümüze ışınlanıp<br />
gelmiş gibi duran gri aygırın gözleri, savaşın<br />
dehşetinden fal taşı gibi açılmış. Kırçıllı, gür<br />
kuyruğu yeri süpüren, damarları parmak kalındığında<br />
kabarmış aygırın üzerinde olanca heybetiyle<br />
duruyor deli süvari. Deli süvarinin sırtındaki<br />
dev kartal kanatları daha ilk bakışta dikkat çekiyor.<br />
Başındaki kaplan derisinden yapılma başlığın<br />
da etrafı kartal tüyleriyle çevrilmiş. Giysilerindeki<br />
bu detaylar, düşmanına korku salmak için<br />
zahir, diye düşünüyoruz.<br />
Osmanlı süvarisine o an itibariyle veda edip, hemen<br />
sağımızda kalan salona geçiyoruz. Burada<br />
I. Dünya Savaşı’nı yeniden yaşıyorsunuz âdeta.<br />
Çanakkale cephesini anlatan diaromaların bulunduğu<br />
salonda ayrıca Türk, İngiliz, Fransız ve<br />
Alman askeri üniformaları mankenler üzerinde<br />
sergilenmiş. Askerlerin hepsi tam teçhizatlı.<br />
Birbirlerine öyle benziyorlar ki salonu gezerken,<br />
sergilenenlerin hangisi maket, hangisi gerçek<br />
obje anlamakta güçlük çekiyoruz.<br />
117
Birinci salondan sonra koleksiyonun devamını<br />
görmek üzere diğer salonlara geçiyoruz. Girişteki<br />
şaha kalkmış beygirlerin solunda kalan salonda<br />
Mustafa Kemal’in, binbaşı rütbesiyle katıldığı<br />
Trablusgarp Savaşı’na dair maketler ve savaş objeleri<br />
sergilenmiş. Trablusgarp Cephesi Derne Komutanı<br />
Mustafa Kemal, pek de askeri bir üniforma<br />
gibi görünmeyen siyah bir kıyafetle mankenli<br />
olarak anlatılmış. Kıyafet elbette orijinal değil.<br />
Ama o günkü kumaşı bile bulup ortaya çıkarmak<br />
da kolay olmasa gerek…<br />
Tek tek gezdiğimiz salonlarda gördüklerimiz, sanatsal<br />
zevkimizi tatmin etmenin ötesinde, bilgi<br />
dağarcığımıza da yeni yeni bilgiler ekliyor. 19.<br />
yüzyılda bir Osmanlı saray muhafız alayı ne giyermiş,<br />
yine aynı dönemde bir Osmanlı denizci subayının<br />
kıyafeti nasılmış yahut I. Dünya Savaşı’nda<br />
bir Türk askerî pilotunun üniforması neye benziyormuş,<br />
hepsini görerek öğreniyoruz. Elbette sadece<br />
Osmanlı ve Türk askerî kıyafetleri ve savaş<br />
gereçleri yok sergide. I.Dünya Savaşı’nda Çanakkale<br />
cephesinde savaşmış Fransız ve Anzak askerlerine<br />
de yer verilmiş, İngiliz askerlerine de. Kıyafetlerde<br />
en küçük bir detay bile atlanmamış. Madalyonlar,<br />
silahlarlar, dönemine göre barut kutuları,<br />
kılıçlar, kamalar, daha niceleri…<br />
Koleksiyon 25 Yılın Emeğini Yansıtıyor<br />
En küçük bir objeyi bile atlamadan tek solukta tamamlıyoruz<br />
sergiyi gezmeyi. Merak ettiklerimizi<br />
de ev sahibi konumundaki Nejat Çuhadaroğlu anlatsın<br />
istiyoruz. İlk olarak savaş malzemelerine ve<br />
maket yapımına olan ilgisinin ne zaman başladığını<br />
soruyoruz Çuhadaroğlu’na. Annesi güzel sanatlar<br />
akademisi resim-heykel bölümü mezunu,<br />
babası ise mimar olan Nejat Çuhadaroğlu, annesinden<br />
aldığı yetenekle küçük yaştan itibaren<br />
resim yaptığını söylüyor.<br />
Resmin yanı sıra heykele de ilgisi olduğunu<br />
belirten Çuhadaroğlu, “İlkokul son<br />
sınıfta, babamın yurt dışından getirdiği bir<br />
uçak maketiyle maket macerasına başladık.<br />
Makete olan ilgim zaman içinde arttı.” diyor. Lise<br />
son sınıf ve üniversite döneminde maket yapımına<br />
bir süre ara veren Çuhadaroğlu, bu tutkusunu<br />
her daim diri tutmuş.<br />
118
Hatta zaman içinde maket merakını bir<br />
adım ileri götürdüğünü şu sözlerle anlatıyor<br />
Çuhadaroğlu: “Maketlerim bir kompozisyon<br />
oluştursun, bir teması, üç boyutlu<br />
tablo gibi olsun diyerek konulu maket yapmaya<br />
başladım. Buna dünya literatüründe<br />
diorama deniyor. Senelerce bunu yaptım.”<br />
Yaklaşık 25 seneden bu yana maket yaptığını<br />
ifade eden Çuhadaroğlu, “Bu maketlerin<br />
yanına gerçeklerini de koysam çok daha<br />
etkileyici olur.” demiş ve bir asker miğferi<br />
ile filizlenen koleksiyon merakı neredeyse<br />
maket tutkusunun önüne geçmiş. “Koleksiyonun<br />
ilk parçası bir Alman askeri miğferiydi<br />
aslında.<br />
Yani bir şapkayla başladık biriktirtmeye ve sonra<br />
şapkalar, ceketler, pantolonlar, her türlü aksesuar<br />
geldi.” diyor Çuhadaroğlu Holding’in Ceo’su.<br />
Maket yapmaya II.Dünya Savaşı dönemiyle başladığını<br />
anlatan Nejat Çuhadaroğlu, bu sebeple maketlerinin<br />
büyük bir çoğunluğunun bu döneme ait olduğunu<br />
belirtiyor. Koleksiyona, Osmanlı dönemine<br />
ait parçalar eklemesinin kolay olmadığına değinen<br />
Çuhadaroğlu, “Çünkü Osmanlı dönemine ait orijinal<br />
aksesuarları, malzemeleri bulmak çok güç. Bunu<br />
söylemekten hicap duyuyorum ama maalesef Türk<br />
milleti olarak, hiç sahip çıkmamışız, koruyamamışız<br />
kalanları. Şu anda, onları yurt dışından toplayıp getiriyorum.”<br />
diye konuşuyor.<br />
Koleksiyonunu Müzeye Taşımayı Hedefliyor<br />
Binlerce parçadan oluşan bu koleksiyona sahip olmanın<br />
hiç de kolay olmadığını vurgulayan Çuhadaroğlu,<br />
koleksiyonculuğun, maddi ve manevi anlamda<br />
hayli emek isteyen bir uğraş olduğunu anlatıyor.<br />
Koleksiyona kattığı parçaları, gerek yurt içindeki,<br />
gerekse yurt dışındaki müzayedelerden, antika<br />
dükkânlarından aldığını kaydeden Nejat Çuhadaroğlu,<br />
“Amerika’dan Avrupa’ya, Orta Doğu’dan<br />
Rusya’ya ve Türki Cumhuriyetlere kadar, Balkanlar<br />
da dahil olmak üzere Türk dönemiyle ilgili, Osmanlı<br />
dönemiyle ilgili, kendi konumla alâkalı olan tüm<br />
aksesuarları, malzemeleri topluyorum. Bunlara resimler,<br />
fotoğraf albümleri, posterler, gravürler, yağlı<br />
119
oya tablolar dahil. Ayrıca benim<br />
için güçlü birer kaynak olan eski gazeteler,<br />
dergiler ve kitaplar önemli<br />
bir yer tutuyor koleksiyonda. Çünkü<br />
yaptığım işler çok ciddi araştırmalar<br />
gerektiriyor. Doğru malzemeyi,<br />
doğru yerde ve doğru<br />
şekilde kullanmak lazım.<br />
Binlerce parça var ve hepsini<br />
tek tek derlemek, öğrenmek<br />
gerekiyor.” diye konuşuyor.<br />
Koleksiyonu bugünkü<br />
haline getirmenin epey<br />
vakit aldığını dile getiren<br />
Çuhadaroğlu, koleksiyonu<br />
zenginleştireceğini,<br />
daha geniş kapsamlı<br />
hale bir getireceğini<br />
söylüyor.<br />
Koleksiyoner Nejat<br />
Çuhadaroğlu, Mabeyn<br />
Köşkü’ndeki serginin ilk sergisi<br />
olduğunu belirterek, bunun<br />
aynı zamanda dünyada<br />
da bir ilk olduğunu vurguluyor.<br />
“Hem işlediğim konulara<br />
uygun maketler, hem gerçek<br />
materyaller sergide bir<br />
arada.” diyen Çuhadaroğlu,<br />
bundan sonraki hedefinin<br />
uluslararası bir müze kurmak<br />
olduğunu anlatıyor. Çuhadaroğlu,<br />
bunun için gerekli<br />
tüm yetkili mecralarla<br />
temas halinde olduğunu<br />
söylüyor ve ekliyor:<br />
“Dünyada bu konseptte,<br />
bu kadar geniş ve detaylı sunum hiçbir devlet müzesinde<br />
yok. İnsanlar o müzeleri gezerken gerçek objeleri<br />
görüyor ama aksesuarsız ve yalın halde görüyorlar. O objelerin<br />
gerçek hayatta ya da tarihte nasıl ve nerede yer aldığı<br />
hakkında bilgileri yok. Tarihi olayların çizimleri ve fotoğrafların<br />
yardımıyla sergilenen maketlerle gerçek objelerin<br />
de duygusunu, anlatımını sunmuş oluyorsunuz.”<br />
Sergiyi İstanbul’un dışında Türkiye’nin başka illerine de<br />
taşımak istediğini, ancak binlerce parça söz konusu olduğu<br />
için bunun çok zor olduğunu söyleyen Nejat Çuhadaroğlu,<br />
“Binlerce parça var. Sadece 300 tane kılıç,<br />
500 tane madalya olduğunu söylesem bu bir fikir verir<br />
sanırım. Öncelikli planım, 2015’te, Çanakkale Savaşı’nın<br />
100. yılında, orada ciddi bir sergi açmak."diyor.<br />
Sahibinin Gözdesi Enveriye Kabalak Şapkası<br />
Koleksiyondaki tüm parçaların sergide yer alıp almadığını<br />
soruyoruz Nejat Çuhadaroğlu’na. “Serginin iki katı kadar<br />
daha malzeme var koleksiyonda. Bu sergiyi ‘Yaşayan,<br />
Savaşan Osmanlı’ diyerek 1453-1923 arasındaki döne-<br />
120<br />
mikapsayacak şekilde sınırlandırdım.<br />
Diğer yüzyılları<br />
ve dönemleri<br />
de dahil etseydim<br />
zaten buraya<br />
sığmazdı. Bir<br />
de konsepti karıştırmak<br />
da istemedim<br />
açıkçası.” diyen Çuhadaroğlu,<br />
meraklılarına,<br />
koleksiyonun tamamını müzede<br />
sunabileceğini ekliyor.<br />
“Bu kadar malzeme içerisinde sizin<br />
için en kıymetlisi hangisi?” diye sormadan<br />
edemiyoruz Nejat Çuhadaroğlu’na. Köşke<br />
girişte solumuzda kalan salonun köşesine<br />
doğru yöneliyor, camekândaki bir<br />
asker şapkasını gösteriyor. Çanakkale<br />
Savaşı’nı anlatan fotoğraflardan<br />
aşina olduğumuz soluk sarı bir<br />
er şapkası Çuhadaroğlu’nun gösterdiği.<br />
Anlattığına göre, bu bir er enveriye<br />
kabalak şapkası. “Belki maddi<br />
olarak 1 TL bile etmeyebilir,<br />
ama bir koleksiyoner için bulması<br />
en zor şeylerden biri. O<br />
dönemde tüm Osmanlı Türk<br />
askerlerinin kafasında enveriye<br />
kabalak tipi bu şapkalar<br />
var. Ve çok albenisi olmayan<br />
bu şapkalar zaten<br />
savaş içinde çabuk yıprandığı<br />
için saklanmamış, hepsi<br />
heba olmuş. Türkiye’de<br />
askeri müzede bile bir tane<br />
vardır belki. Belki de sadece<br />
benim koleksiyonumda<br />
var, bilemiyorum.” diyen<br />
koleksiyon tutkunu, bu er<br />
enveriye kabalak şapkasına<br />
sahip olmak için iki sene uğraştığını<br />
söylüyor. Nejat Çuhadaroğlu,<br />
bunun, Mısır’a<br />
giden esir düşmüş bir Türk<br />
erinden alınıp saklandığını<br />
ve bir subay enveriye şapkası<br />
ve aksesuarlarıyla birlikte<br />
bir koleksiyonerden<br />
satın aldığını ifade ediyor.<br />
Çuhadaroğlu, biraz<br />
da sitemle, “Bizim<br />
eşyalarımıza bizden<br />
fazla değer verip<br />
onları daha iyi<br />
saklıyorlar.” diyor.<br />
Çuhadaroğlu’nun,
u kadar büyük<br />
bir koleksiyonu<br />
serginin<br />
dışında nasıl<br />
muhafaza ettiğini<br />
merak etmemek<br />
güç. Koleksiyonmalzemelerini<br />
yerleştirmek için<br />
holding merkez binasının<br />
birkaç katına yayıldığını<br />
anlatan Çuhadaroğlu,<br />
serginin ardından, yapılacak<br />
düzenlemeyle bu binayı geçici<br />
müze olarak kullanacağını belirterek,<br />
“Üç dört katlık<br />
geçici bir müze olacak. Geçici<br />
olacak diyorum, çünkü bir koleksiyonu<br />
hak edecek tarzda bir yer tahsis<br />
edilip taşınıncaya kadar orada duracaklar.”<br />
sözleriyle merakımızı gideriyor.<br />
Koleksiyonculuk Özveri İster<br />
Bu kadar geniş bir koleksiyonu muhafaza<br />
etmenin güçlüğü bir yana, binlerce<br />
parçayı toparlamanın da hayli zahmetli<br />
ve maliyetli bir iş olduğuna değinmeden<br />
geçmiyor Çuhadaroğlu.<br />
“Tüm bu eşyaları takip etmek, listelemek,<br />
araştırmak, öğrenmek, taşımak<br />
cidden zahmetli bir iş. Ağır malzemeler<br />
var aralarında. Bir keresinde,<br />
yurt dışında omzumu bile sakatladım<br />
bir parçayı taşımak isterken.” diyen<br />
Çuhadaroğlu’nun bu sözleri, koleksiyonculuğun<br />
ne denli özveri isteyen bir<br />
uğraş olduğunu anlamamız yetiyor.<br />
Elbette işin bir de maddi boyutu var. Bu<br />
yönüyle öyle herkesin soyunacağı, merak<br />
salsa bile hayata geçirebileceği bir<br />
uğraş değil Çuhadaroğlu’nunki. Özellikle<br />
Osmanlı dönemine ait parçaların, az<br />
bulundukları için çok pahalı olduklarını<br />
öğreniyoruz. Bu sebeple olmalı ki, Nejat<br />
Çuhadaroğlu, aileden gelen resim yeteneğini<br />
işin okulunda geliştirmek için güzel<br />
sanatlarda okumak yerine ekonomi<br />
alanında eğitim görmüş. “Ben zaten sanatla<br />
hep iç içeydim. Sanat eğitimi almamam<br />
için biraz aile baskısı da olmadı<br />
değil. Ressam veya heykeltıraş olacağımdan<br />
korktular. (Gülüyor bunu söylerken.)<br />
Ki annem resim heykel mezunu,<br />
babam da yüksek mimardır. Buna rağmen biz sanayici bir<br />
aileyiz. Alüminyum sanayisi ile uğraşıyoruz 60 senedir.”<br />
diyen Nejat Çuhadaroğlu, “Bir şekilde para kazanmak<br />
zorundasınız. Neticede bu tür kültürel faaliyetler de para<br />
kazandırmıyor, hatta üstüne ciddi para harcıyorsunuz.<br />
Onun için bir şekilde para kazanmanız<br />
gerekiyor.” sözleriyle böyle<br />
bir koleksiyona sahip olmasını, iş<br />
adamı kimliğine borçlu olduğunu<br />
anlatıyor.<br />
Nejat Çuhadaroğlu’nun, savaş aletleri<br />
koleksiyonunu, kendi yaptığı maketlerle<br />
desteklediğini biliyoruz. “Peki<br />
yalnızca savaş temalı maketler mi yapıyorsunuz?”<br />
diye soruyoruz koleksiyonere.<br />
Savaş dışında farklı temalarda<br />
da maketler yaptığını anlatan Çuhadaroğlu,<br />
“Savaş objelerinin dışında bilim<br />
kurgu, ‘western’, Roma tarihi<br />
de yapıyorum. Kıbrıs Barış<br />
Harekâtı da konu<br />
oluyor maketlerime,<br />
Vietnam Savaşı<br />
da. Bu kadar geniş<br />
dönem maket<br />
yapan da dünyada<br />
hiç yok. Çünkü<br />
maket meraklıları sadece<br />
belli bir döneme<br />
veya belli bir alana yoğunlaşır, ben bütün<br />
dönemlere, bir sürü konuya yoğunlaşıyorum.<br />
Koleksiyonerlerin hiçbiri maketçi değildir.<br />
Sözgelimi biri, sadece II. Dünya Savaşı<br />
Alman askerleri kostümleri topluyor<br />
ama onun dışında başka bir şey yapmıyor.<br />
Ama ben, Alman, İngiliz, Amerikan, Fransız,<br />
Çin, Osmanlı derken ciddi bir perspektife<br />
yayılıyorum. Bu da ileride açacağım<br />
müzenin ciddi boyutta farklılığını<br />
belirleyecek ve dünyada ilk ve tek olma<br />
özelliğini taşıyacak.” diye konuşuyor.<br />
Başlıca hedefinin, sahip olduğu koleksiyonu<br />
sergileyeceği bir müze kurmak olduğunu<br />
belirten Çuhadaroğlu, müzenin, İstanbul’un<br />
gurur duyacağı bir mekân olmasını arzu<br />
ediyor. Nejat Çuhadaroğlu ile söyleşimizi<br />
tamamlayıp müzeden çıkacağımız sırada<br />
girişte bulunan şaha kalkmış iki ata takılıyor<br />
yeniden gözlerimiz. Dikkatli bakınca,<br />
atların üzerindeki akıncıların gözlerinde düşmana<br />
karşı beslediği hıncı görebiliyorsunuz<br />
neredeyse. Akıncılara “Kılıcınız keskin olsun.”<br />
diyor ve sergiden ayrılıyoruz.<br />
121
Gümüşün Kara Sevdası; Savat<br />
Ayşegül YILMAZ<br />
Kullanımı Milattan Önce (M.Ö.) 2500 tarihlerine kadar dayandığı bilinen gümüş, günümüzde olduğu gibi<br />
geçmişte de insanların yaşamlarında geniş yer aldı. Birçok alanda kullanılan gümüş, süsleme sanatı olarak da<br />
keşfedildikten sonra farklı işlemlerden geçirildi. Bu işlemlerin belki de bilinen en eski örneği ‘savat’tı. İlk olarak<br />
Urartular tarafından ortaya konan ve gümüşün üzeri karartılarak gerçekleştirilen bu zanaat, yüz yıllarca ayakta<br />
kalmayı başardı. Osmanlı döneminde zirveye ulaşan “gümüşün kara sevdası” savat şimdilerde birbirinden güzel<br />
takılarla yeniden canlanma çabasında.<br />
122<br />
Kullanımı tarih öncesi çağlarda başlayan “savat”, gümüşü daha cazip hale getirmenin,<br />
ham olanı şekillendirmenin belki de en ilkel yöntemiydi. Yüz yıllarca kadınların süs eşyası<br />
olarak tercih ettikleri bu işçilik, bir dönem Osmanlı’da en gözde takı çeşitlerinden<br />
biriydi. Savatı sadece takıya uygulanan bir işçilik olarak sınırlandırmak haksızlık olur;<br />
savat enfiyelik, tütün tabakaları yağdanlıklar, vazolar ve daha birçok şeyde kullanıldı.<br />
Ancak tartışmasız en çok bilinen ve karşımıza çıkan şekli tabii ki takıdır.<br />
Tarihi kaynaklar bize savatı ilk üreten uygarlığın Urartular olduğunu söylüyor . Doğu<br />
Anadolu’da yaşamış olan bu uygarlığa, şimdiki Van sınırlarımızda bulunan o dönemde<br />
“Tuşba” olarak adlandırılan kent, başkentlik yapmış. Yüksek bir medeniyete sahip<br />
olan Urartuların, sulama kanalları ve taş oymacılığı gibi birçok alanda daha önce<br />
yapılmamış işlere imza attıkları biliniyor. Mimaride çok ince bir çizgi yakalamalarının<br />
sebebi, zengin maden yataklarına sahip olmaları olabilir. Çünkü Urartularda<br />
maden yataklarının içerisinde gümüş önemli bir yere sahipmiş. Gümüşün<br />
bir süsleme sanatı olarak keşfedilmesinden sonra, zaman içinde<br />
bu madeni işleme biçimleri artmış, ham madenin üzerine çeşitli el<br />
işçilikleri uygulanmaya başlamış.<br />
Gümüş üzerine farklı işleme tekniklerinin geliştiği Van havzasında<br />
doğan savat, Urartu medeniyetin son bulmasına<br />
rağmen, daha sonraki medeniyetlerde de yaşam bulmuş,<br />
günümüze kadar gelebilmiş bir gümüş işleme tekniği.<br />
Tuşba’da başlayıp ve Van’a kadar süren yolculuğunda,<br />
tanıştığı her medeniyet bir iz bırakmış<br />
üzerinde ve biriktiren tüm bu izler tüm canlılığıyla<br />
ulaşmış insanlığa. Savat, kültürlerin izleriyle beraber<br />
bugün de zanaat yoluyla söyleyecek bir şeyi<br />
olan ustaların elinde, aynı topraklarda yaşamaya<br />
devam ediyor.<br />
Savat, Osmanlı’da da Vanlı Ermeni ustaların<br />
emeğiyle hayat bulmuş. Yüz yılların izini yeniden<br />
gümüşe aktaran ustalar, aşklarını ve ümitlerini,<br />
usta dokunuşlarla gümüşe işlemişler. Her<br />
bir parçada emeğin ve zarafetin şıklığını taşıyan<br />
ve neredeyse yedi-sekiz ay süren kışın, gölgesinde<br />
işlenen bu takılar, soğuğun inadına sıcak bir<br />
etki bırakıyor insanın üzerinde.
Osmanlı Saraylarından Avrupa Saraylarına<br />
Savatın duruşundaki asalet, onu Van’dan Osmanlı saraylarına,<br />
oradan da Avrupa’ya taşımış. Avrupa saraylarına<br />
hediye olarak gönderilen savat, bir dönem o kadar revaçtaymış<br />
ki, Osmanlı’da sadece İstanbul’a verilen 900<br />
ayar gümüşe tuğra vurma yetkisi, savat işçiliğinden ötürü<br />
Van’a da verilmiş. O dönemlerde birçok konuda öncü<br />
olan Osmanlı, takıda da takip edilen bir ülkeymiş. Osmanlı<br />
saraylarında çok rağbet gören savat işçiliği ile bezeli<br />
takılar ve tütün tabakaları, tüm Avrupa’da, özellikle<br />
de Paris’in seçkin kuyumcularında kendine yer edinmiş.<br />
Bu el sanatının gördüğü haklı ilginin içinde, gümüş üzerinde<br />
savatlı enfiye ve tütün kutuları en gözde ürünlermiş.<br />
Savatın bu derece gelişimi ve üretilen ürünlerin geniş<br />
bir coğrafyada bu kadar ilgi görmesinde devlet desteği<br />
de söz konusu… Çünkü bu ürünler, Avrupa’ya, Osmanlı<br />
Devleti’nin girişimleriyle gönderilmiş ve Vanlı Ermeni us-<br />
talar zanaatlarını devletin himayesinde devam ettirmişler.<br />
Osmanlı’da birçok zanaatın gelişmesi devletin teşviki ve<br />
kontrolüyle sağlandığı tarihi bir gerçek… Bu gerçek, savatın<br />
o dönemde yurtdışında çok tutulmasının önemli sebeplerinden<br />
biri olarak ortaya çıkıyor.<br />
Savatın Yapımı ve Mucize Formülü<br />
Savatı gümüşe uygularken, ilk etapta savat çamurun hazırlanması<br />
gerekiyor. Bu çamur karışımı için 500 gr. bakır,<br />
500 gr. kurşun, 150 gr. gümüş 1 kg. da kükürt kullanılır.<br />
Ustalar bu karışımı; “4 ölçü bakır, 4 ölçü kurşun, 1 ölçü<br />
gümüş, yeterince kükürt” diye tarif eder.<br />
Sonrasında bu ölçülere uygun olarak bakır ve gümüş bir<br />
potada eritilir, eriyen karışıma kurşun ilave edilir ve onun<br />
üzerine de kükürt eklenir. Kükürt diğer maddelere iyice<br />
karışana kadar uzun süre karıştırılmaya devam edilir. Si-<br />
123
yah bir renk alan bu alışım, madeni bir kaba boşaltılarak<br />
soğumaya bırakılır. Karışım soğuduktan sonra kaptan<br />
kırılarak çıkarılır, parçalar havanda toz haline gelinceye<br />
dek dövülür ve sonrasında elekten geçirilip ince un kıvamına<br />
getirilir. Savat yapılacağı zaman un haline getirilen<br />
bu karışıma tenakar (boraks) karıştırılarak çamur elde<br />
edilir ve bu çamur savat yapılacak yerlere sürülür. Buna<br />
“sürme savat” denir. Oyuk yerlere, toz haline<br />
getirilen savat maddesi ekilirse buna<br />
da “ekme savat” denilir. Ekme<br />
veya sürme savat ile doldurulmuş<br />
gümüş, ateşe tutulup,<br />
savat çamuru iyice oyu-<br />
ğa yayılır ve oyuklar savat<br />
ile kaplandıktan sonra ateşten<br />
alınarak ve soğumaya bırakılır. Eğe ile<br />
tesviye edildikten sonra cilalanarak hazır hale getirilir.<br />
Bu işlemden sonra ise takı üzerine figür ya da figürler<br />
çizilir. Van’da bu işi kalıplarla yapan atölyelerin yanı sıra<br />
hâlâ el emeğiyle yapan ustalarda var.<br />
Savatın Serencamı<br />
Osmanlı’da savatın merkezi olan Van, 20. yüzyılın başlarında<br />
bünyesinde 120 dükkân ve 400 dolayında savat<br />
ustası barındırıyordu. Ayrıca yoğun talep nedeniyle Sivas,<br />
Samsun, Erzincan ve Trabzon’da da Vanlı ustaların<br />
yetiştirdiği zanaatkârlar savat işçiliğini sürdürüyordu.<br />
Savat, Osmanlı’da 150 yıl boyunca çok şaşaalı dönemler<br />
yaşadı. Osmanlı’nın yıkılması ve aralarında savat ustalarının<br />
da bulunduğu birçok Ermeni’nin ülkeyi terk<br />
etmesiyle, bu zanaat günümüzde neredeyse unutulmaya<br />
yüz tutar hale geldi. Tüm Türkiye’de bu işi yapabilen<br />
usta sayısının bir elin parmaklarını geçmeyecek<br />
kadar az olduğu biliniyor. Yeni nesil savat ustalarını yetiştirmek<br />
hiç de kolay olmayacak gibi…<br />
Yeniden eski ihtişamına kavuşur mu bilinmez, ama en<br />
azından ninelerin bir yerlere sakladıkları savatların ortaya<br />
çıkarılıp, orijinaline sadık kalınarak motifler çizilmeye<br />
başlanması umut verici. Eski motifler ile günümüzün<br />
çizgilerin harmanlanarak yeni motiflerin üretilmesi<br />
de bambaşka güzellikleri ortaya çıkarıyor.<br />
Arapça kökenli bir kelime olan “savat”ın Türkçe karşılığı<br />
124<br />
“siyah” demek... Gümüşün üzerine sürülen bakır ve kükürdün<br />
siyah rengi vermesinden dolayı bu isim kullanılmış<br />
olsa gerek. Gümüşün üzerinde oyuklar açılarak sürülen<br />
savatta, geleneksel motiflerinden ters lale çokça kullanılmış.<br />
Şimdilerdeyse Van gölü ve kedisi de motif olarak<br />
kullanılıyor. Kullanım koşullarına dikkat edildiğinde<br />
evladiyelik olan savat, dayanıklı olması hasebiyle çok tercih<br />
ediliyor. Kazılarda hasar görmeden çıkarılan<br />
yüz yıllar öncesinden kalma savat eserleri<br />
ise bu işlemlerle üretilen eserlerin<br />
ne kadar dayanıklı olduklarının<br />
bir göstergesi…<br />
Van’ın, simgesi olan gölü ve kedisinden<br />
sonra savatla da anılması için çalışmalar<br />
yapılıyor. Van Valiliği’nin girişimleri sayesi ile bu zanaatın<br />
yeniden canlandırılmasına çalışılıyor. Savatın usta eller<br />
tarafından yeniden hayat bulması hem bölge ekonomisine<br />
katkı sağlayacak, hem de tarihi bir sanatın canlandırılması<br />
bakımından ülkemize prestij sağlayacak<br />
gibi görünüyor.<br />
Depremle Başlayan Zorluklar<br />
Van’da Ekim 2011’de yaşanan deprem, şehrin sosyoekonomik<br />
hareketliğini olumsuz yönde etkilemiş durumda.<br />
Birçok işyeri kapanmış, kötü hava koşulları ve sürekli<br />
devam eden artçı sarsıntılar nedeniyle tedirgin olan halkın<br />
bir kısmı sürekli kalmak için, bir kısmı ise geçici olarak<br />
başka illere göç etmiş. Çevresindeki illere göre kış şartlarının<br />
daha çetin olduğu Van’da, depremle birlikte hayat<br />
âdeta durma noktasına gelmiş. Otantik çarşılarıyla meşhur<br />
olan ve Türkiye’nin hemen her yerinden alış veriş için<br />
tercih edilen bu şehrin caddeleri depremin etkisiyle boşalmış<br />
durumda.<br />
Devletin depremzedeleri farklı illerde misafir etmesi, memurların<br />
ailelerinin yanına taşınması, nüfusun geçici de<br />
olsa azalmasına neden olmuş. İnsanların ayrılması, ticareti<br />
de doğal olarak olumsuz yönde etkilemiş. Şehirdeki<br />
ticaretin temel ihtiyaç maddeleri ile sınırlı olması sonucu,<br />
depremden en çok kuyumcular ve süs eşyası satan<br />
dükkânlar ticari anlamda zarar görmüş. Yaz ayların-
da iç ve dış turizm de hareketlilik yaşayan Van, görünen o<br />
ki bundan da mahrum kalacak. Tüm bu olumsuzluklar, yeniden<br />
canlandırılmaya çalışılan savat zanaatını durma noktasına<br />
getirmiş. Valiliğin ve Avrupa Birliği’nin savatı tanıtma<br />
yönünde gerçekleştirdikleri onca çaba da depremle beraber<br />
boşa gitmiş gibi görünüyor. Ama bütün bu olumsuzluklar,<br />
savatın ‘kara’ yazgısına yabancı değil ve bizce paniklemeye<br />
gerek yok… Çünkü dönem dönem unutulmaya yüz tuttuğu<br />
dönemlerde bu zanaat, her defasında, Zümrüt- ü Anka<br />
kuşu gibi kendi küllerinden yeniden doğmayı başarmış.<br />
125
Tüm bu olumsuzluklara rağmen savat satışı yapan<br />
dükkân sahipleri, depremden sonra kendi çabalarıyla girişimlerde<br />
bulunmuşlar. Otantik eşyaların satıldığı “Büyük<br />
Rus Pazarı”nda dükkânları olan Turan ve Yıldırım Türkoğlu<br />
kardeşler de bu girişimcilerden. “Sahra Gümüş” adlı<br />
dükkânlarında safir ve zümrüdün yanı sıra kendi tasarladıkları<br />
savatları da satıyorlar. Zümrüt ve farklı doğal taşlarla<br />
savatı kombine edip ortaya orijinal takılar çıkarmışlar.<br />
“Eskiden bizim buralarda evlenecek kızlara erkek tarafı<br />
muhakkak savatlı kemer veya gerdanlık almak zorundaydı.<br />
Hatta altın üzerine yapılan savatlar da satılırdı.<br />
Bunları durumu iyi olanlar satın alırdı ve altın üzerine yapılan<br />
savat çok prestijli bir şeydi. Kişilerin varlıklı olduğunun<br />
bir göstergesiydi.” sözleriyle ‘kara’ savatın aydınlık<br />
günlerini anlatan Türkoğlu kardeşler sözlerini şöyle sürdürüyor:<br />
“Genç kızların çeyizinde savat olmazsa olmaz<br />
süs eşyalarından biriydi. Hem savatlı bilezikler,<br />
kolyeler hem de mutfak eşyası olarak kullanılan<br />
kahve fincanı sürahiler bulunurdu. Hamaillerin<br />
de özel bir yeri vardı savat işçiliğinde. Nazardan<br />
ve diğer kötülüklerden<br />
koruduğuna inanılan<br />
hamaillerde savatla<br />
estetik hale getirilmişti.”<br />
Savatı Yaşatmaya<br />
Çalışıyorlar<br />
Türkoğlu kardeşler, bu işe<br />
nasıl başladıklarını, ninelerinin<br />
başından geçen bir<br />
olayı aktararak anlatıyorlar:<br />
“Ninemiz bizim buralarda<br />
aşiret dediğimiz<br />
önde gelen bir ailenin kızıymış.<br />
Evlilik çağına geldiğinde<br />
başka aşiretten birinin<br />
oğluna gelin gidecekmiş.<br />
Ailenin tek kızı olması<br />
hasebiyle babası yüklü miktarda<br />
başlık parası istemiş erkek tarafından.<br />
Sadece başlık parası değil<br />
daha önce hiç kimsede bulunmayan savat<br />
işçiliğiyle yapılmış altın kemer de talep etmiş.<br />
Başlık parası bulmakta zorluk çekilmemiş ama yeni bir<br />
savat deseni oluşturacak, iyi bir usta bulmakta çok zorlanılmış.<br />
Ustalar yaptıkları savatın beğenilmeme endişesiyle<br />
kendilerine gelen teklifleri geri çevirmişler. Sonunda<br />
yaşlı bir Ermeni savat ustası bu işi üstlenip herkesin hayran<br />
kaldığı bir savat işini gerçekleştirmiş.” İki kardeş gülüşerek,<br />
“ Eğer o usta olmasaydı belki bu gün biz de olmazdık”<br />
diye tamamlıyor sözlerini.<br />
Bu işe başlama fikrinin akıllarına nereden geldiğini sorduğumuzda<br />
ise Turan ve Yıldırım kardeşler, ticari serüvenlerini<br />
şu cümlelerle dile getiriyorlar: “Ailemizin içinde<br />
bu işi daha önce yapan birileri yoktu. Aslında bu alanla<br />
ilgili bir tecrübemiz de yoktu. Nenemizin bize çocukken<br />
anlattığı bu hikâyeden sonra savatla ilgili hayaller kurmaya<br />
başladık. Dedemin ölümünden sonra aşiretimizin<br />
126<br />
eski zenginliği kalmadı. Başlarda kendi imkânlarımızla<br />
kurduğumuz dükkânımızı işletirken de çok zorluk çektik.<br />
İlk başladığımızda sadece gümüş ve doğal taşlarla<br />
çalışıyorduk. Bir vesile ile Sadullah Usta ile tanıştık<br />
ve bizi savat üzerinde çalışmamız konusunda yüreklendirdi.<br />
Aile büyüklerinin elindeki savatları biliyorduk ama<br />
böyle bir şeyi yapmak hem bilgi hem de ustalık isteyen<br />
bir iş olduğu için bunun altından kalkabileceğimiz<br />
aklımıza hiç gelmemişti. Sağ olsun ustamız bize destek<br />
verdi bu işe girdik.”<br />
Bizim gördüğümüz kadarıyla Turan ve Yıldırım kardeşlerde,<br />
gönül verdikleri bu savat, zamanla bir tutku haline<br />
gelmiş. O tutku pek çok çabayı da beraberinde getirmiş:<br />
“Eğer kendi kültürümüzün bir parçasını yaşatmak<br />
için çabalamazsak işimizin hakkını vermiş<br />
olmayız. Biz kendi imkânlarımız çerçevesinde<br />
uluslararası ve ulusal fuarlara katılmaya çalışıyoruz.<br />
Bir iki sene önce Hong Kong’ da<br />
bir takı fuarına katılmıştık.<br />
Orada beklediğimizden<br />
çok daha fazla ilgi gördük.<br />
Bu da güvenimizi<br />
artırdı.”<br />
Yıldırım Türkoğlu, Van’a gelen<br />
yabancı turistlerin de savata<br />
büyük ilgi gösterdiğini<br />
belirterek, “Yabancı müşterilerimden<br />
birine savatı bu<br />
kadar beğenmesinin nedenini<br />
sordum, cevap olarak<br />
‘çok eski çağlara aitmiş<br />
gibi durduğu için’ kendisini<br />
etkilediğini ve tabii ki el<br />
emeği olduğu için çok değerli<br />
bulduğunu söyledi. O<br />
zaman doğru yolda olduğumuzu<br />
anladık. Az, ama aslına<br />
sadık kalarak savat işçiliğini sürdürmeye<br />
karar verdik.” diyor.<br />
Sanatın aslına sadık kalarak üretme ısrarlarında en çok<br />
zorlandıkları konu, desenlerin oluşum aşaması olmuş.<br />
Yıldırım ve Turan kardeşler, bu konuda da, “Çizim işi<br />
hayal gücü ve birikim gerektiren bir iş. Burada zanaat ile<br />
sanat arasındaki küçük, ama önemli fark da ortaya çıkıyor.<br />
Hadi ustayı zar zor buldunuz, ama çizimi de beraberinde<br />
yapacak kadar ehil olan kişiyi bulmak biraz da<br />
şans işi galiba. Fabrikasyon üretimi de, çizim işi de dışarıda<br />
tasarımcılara yaptırılıyor ve aynı desenler sürekli<br />
kullanılıyor.” diyor.<br />
Bu konuda kendilerinin çok şanslı olduğunu söyleyen<br />
kardeşler, birlikte çalıştıkları ustanın çizimi de kendisinin<br />
yaptığını vurguluyor. Savatın her aşamasını kendilerinin<br />
yapabiliyor olmalarından dolayı gurur duydukları<br />
her hallerinden belli olan kardeşler, bu işin anlatıldığı<br />
kadar kolay olmadığını da sözlerine ekliyorlar.
Savat zanaatkârı kardeşlere göre, bu işi yapan ustalar<br />
10-15 seneden fazla çalışmak istemiyor. Nedeni ise,<br />
savat yapımında kullanılan alışımı hazırlamanın, ustaların<br />
sağlığını olumsuz yönde etkilemesi. Zaten çok<br />
zor yetişen bu zanaatkârların bir de uzun süreli çalışmama<br />
istekleri hesaba katılırsa bu zanaatı, aslına sadık<br />
kalınarak yaşatmaya çalışılmasının idealist bir çaba<br />
olduğunu fark ediyoruz. Makinelerin kısa süre içerisinde<br />
çok şey üretebildikleri göz önünde bulundurulursa,<br />
bu işe sevdalanmış olmak gerek ayakta kalabilmek<br />
için. Yıldırım ve Turan kardeşler zora talip olduklarının<br />
farkındalar, ama yine de hayallerini gerçekleştirmek<br />
için çabalıyorlar.<br />
Savat zanaatkârı kardeşler, “Bu işte asıl olan seri üretim<br />
değil güzeli üretebilmek. 'Van’ın adını güzel işlerle<br />
nasıl duyurabiliriz' diye hep düşünmüştük. Savat bu<br />
anlamda güzel bir fırsat oldu. Yaşanan bu son felaket<br />
ve bölgenin malum şartları, ilimizin hep üzücü olaylarla<br />
anılmasına neden oldu. Van’ın eskiden olduğu<br />
gibi yeniden zanaatıyla, yapılan güzel işlerle anılmaya<br />
başlanması en büyük hayalimiz.” diyerek sözlerini tamamlıyorlar.<br />
El Emeğinin Yeniden Keşfi<br />
Neredeyse hayatın her alanında yaşadığımız değişim<br />
ve gelişim insanoğlunun tembelleşmesine, daha kaba<br />
zevkleri benimsemesine yol açtı. Bulunduğumuz elektronik<br />
çağda insanlar bütün işlerini bilgisayar aracılığıy-<br />
la yapıyorlar. Eskiden ince işçilik gerektiren şeyler, bugün<br />
bilgisayar tuşuna dokunmayla meydana gelebiliyor.<br />
Birbirinin aynısı fabrikasyon eşyaların hüküm sürdüğü<br />
bu zamanlarda ‘el emeği göz nuru’ eşyalar yeniden<br />
değer kazanmaya başladı. Her alanda eskiye duyulan<br />
özlem, el emeğinin paha biçilemez bir şey olduğunu<br />
insanlara hatırlattı. Günümüz insanı seri üretimle<br />
hayatı kolaylaştıran veya güzelleştiren tek tip fabrikasyon<br />
eşyalardan artık sıkılmışa benziyor. Kişiye özel ya<br />
da çok az sayıda üretilen el yapımı eserlere ilgi gittikçe<br />
artıyor. Bu eserler bazen bir koleksiyonun bir parçası,<br />
bazen de tanınmamış ama usta bir elden çıkmış bir<br />
parça olarak karşımıza çıkıyor. Teknolojiyle üretilen eşyalardaki<br />
eğreti duran mükemmelliğin aksine, el yapımı<br />
ürünlerdeki çok küçük hatalar, insana özgü bir şey<br />
olan yanlış yapabilme eğilimini hatırlatıyor.<br />
İnsanlar çağlar boyunca yaptığı eserlerle, duygularını<br />
ve sevinçlerini kendinden sonra gelen toplumlara aktarmış.<br />
Bu aktarımın sebebi bekli de bir çeşit ölümsüzlük<br />
arzusu. Önceki nesillerden mesaj ulaştıran eserlerin<br />
değerli olmasının nedeni sadece emeğin kutsal<br />
olması değil, eserin ustasıyla ona sonradan sahip<br />
olan kişi arasında kurulan sonsuz bağ. Savat ve başka<br />
sanatsal yapıtlar aracılığıyla nice nesiller mesajlarını<br />
bizlere aktardı. Görünen o ki, el emeğine ilgi bitmedikçe,<br />
bizden sonra gelecek nesiller ile bizim aramızda<br />
da, el sanatları üzerinden gerçekleşen iletişim<br />
devam edecek...<br />
127
Kemal ÖZKURT*<br />
Osmanlı dönemi camiler başta olmak üzere, eski yapıların duvarlarından aşina<br />
olduğumuz, zarif görünümleriyle dikkatimizi çeken güvercin evlerinin İran’daki<br />
versiyonlarına, ‘kebûterhâne’lere çeviriyoruz gözlerimizi… Karşımıza sadece güvercinler<br />
için yapılmış, kendilerine mahsus mimarileri ile yükselen devasa yapılar çıkıyor. ‘Güvercinlik’<br />
ya da ‘güvercinhane’ anlamına gelen, Isfahan başta olmak üzere, belli bölgelerde bulunan<br />
‘kebûterhâne’lerin bu kadar büyük ve özel bir mimariye kavuşmasının sebebi ise, güvercin<br />
Birçok din ve kültürde güvercin, gerek bir canlı, gerek<br />
sembol olarak önemli bir hayvan 1 konumundadır. Eski<br />
Suriye verimlilik tanrıçası Atargatis, Tanrı Adad'ın eşi olarak<br />
kabul edilir, balık ve güvercinin onun kutsal hayvanları<br />
olduğuna inanılırdı. “Ba”, Sabiilikte kurban edilen<br />
güvercindir. 2<br />
Eski Ahit’te güvercin, Nuh Peygamber’in, fırtınanın dinip<br />
dinmediğini öğrenmek üzere gemiden dışarı gönderdiği<br />
hayvan olarak karşımıza çıkar. 3 Güvercin,<br />
Mezmurlar’da sembolik anlam yüküyle yerini<br />
alır. 4 Yeni Ahit’te Tanrı’nın, vaftiz olan<br />
İsa’ya gelirken girdiği şekil, saflığın sembolü<br />
gibi anlamlarda kullanılmış ve kurbanlıklar<br />
arasında sayılmıştır. 5<br />
Hadis-i Şeriflerde, güvercinle<br />
eğlenmeyi mübah<br />
gören ifadelere de,<br />
onunla eğlenmeyi<br />
şeytanla vakit ge-<br />
128<br />
İran'ın Devâsâ Güvercin Evleri;<br />
Kebûterhâneler<br />
gübresinin barut yapımında hammadde ve ziraatta verimli bir gübre olarak kullanılması…<br />
çirmeye benzeten ifadelere de rastlamaktayız. 6 İslam Tasavvufunda<br />
güvercinin, “Gönül ve sır ulağı”, 7 (Verkâ: Boz<br />
güvercin), “Nefs-i küllî” gibi sembolik anlamları vardır.<br />
Nihayet, Hz. Peygamber'in Mekke’den Medine’ye hicretinde,<br />
intikal ettiği mağaranın girişine yuva yaparak, yumurta<br />
bırakarak, 8 buraya uzun zamandır kimse uğramadı<br />
imajı uyandırması güvercini, Müslümanlar nezdinde<br />
farklı bir konuma yükseltmiştir.<br />
Güvercin-insan ilişkisinde ilk akla gelenleri;<br />
bazı din ve kültürlerde kurban<br />
edilmesi, etinden, yumurtasından ve<br />
gübresinden yararlanılması, posta<br />
işlerinde kullanılması, 9 hobi olarak<br />
beslenmesi, sembol anlamda kullanılması<br />
şeklinde sıralamakmümkündür.
Farklı mimari geleneklerde güvercinlerin yaşaması için<br />
inşa edilen yapı türleri bulunmaktadır. Bu yazıda, İran’da<br />
“kebûterhâne” olarak adlandırılan güvercin evleri konu<br />
edinilecektir. 10<br />
Arseven, güvercinlikleri, “Güvercinlere mahsus olarak<br />
üstvanî şekilde yapılan ve duvarlarında delikler bulunan<br />
küçük kulecikler veya köşkler ki, içinde güvercinlere mahsus<br />
yuvalar bulunur.” şeklinde tanımlamaktadır. 11<br />
Kuşların barınması için başta camiler olmak üzere çok sayıdaki<br />
yapı türünde, özellikle insanların ve kuşlara zarar<br />
verebilecek kedi benzeri hayvanların kolay ulaşamayacakları<br />
yükseklikte kuş evlerinin örneklerine Anadolu’da<br />
birçok şehirde rastlanmaktadır. Ancak doğrudan güvercinlerin<br />
gübrelerinden istifade etmek üzere inşa edilen<br />
yapılar ise belli bölgelerde bulunmaktadır.<br />
İran’da “Kebûterhâne” olarak isimlendirilen bu mimari türe<br />
Anadolu’da, bölgelere göre “Güvercinlik”, “Burç” 12 ve<br />
“Boranhane” 13 gibi adlar verildiği görülmektedir. Bu yapılarla<br />
olan ilgisi hakkında kesin bir şey söyleyememekle<br />
birlikte, Türkiye’de “Güvercinlik” adlı yerleşimler olduğu<br />
gibi, İran’da da bu adı taşıyan (Kebûterhâne) yerleşimler<br />
bulunmaktadır. İsferain’e 3 km. mesafedeki köy bu duruma<br />
örnek gösterilebilir.<br />
İran’da, kebûterhânelerin en çok yaygın olduğu yerlerin<br />
İsfahan, Merkezi, Azerbaycan ve Yezd eyaletleri olduğu<br />
görülmektedir. Bunlar arasında İsfahan’ın hem sayısal<br />
hem de sanatsal olarak farklı bir yeri vardır. 14<br />
Bu yapıların İsfahan’daki yoğunluğu genelde ikliminin<br />
güvercinlerin yaşamasına elverişli oluşu ile izah edilir. Bu-<br />
nunla birlikte, İsfahan’da Zayendehrud nehrinin suladığı<br />
zirai alanlar ve çok sayıda büyük boyutlu park ve bahçeler,<br />
güvercinler için doğal yaşama alanı oluşturmuştur.<br />
İran’da bu mimari geleneğin güçlü olduğu dönem olarak<br />
Safevi devri görülmektedir. Safevilerin başkentinin İsfahan<br />
olması, Şah I. Büyük Abbas’ın bu konuya özel önem<br />
vermesi bu durumu açıklayıcı sebepler olsa gerek.<br />
Safeviler sonrasında, Kaçarlar döneminde başkentin Tahran<br />
oluşu, kavun karpuz pazarının Tahran’a taşınması<br />
dolayısıyla İsfahan çevresinde kebûterhânelerde ciddi bir<br />
azalma meydana getirmiştir.<br />
19. yüzyılda yaşanan kuraklık ve kıtlıklarda insanların yemek<br />
için güvercin avlamaları, 15 güvercinlerin kuraklık<br />
ve yiyecek bulamama dolayısıyla başka yerlere göçmeleri<br />
veya ölmeleri azalan güvercinlikler için ilk akla gelen<br />
izahlar olmaktadır.<br />
XVII. yüzyıl Fransız seyyahı John Chardin, İsfahan çevresindeki<br />
3000 kadar kebûterhâneden söz eder. Chardin’in<br />
bahsettiği bu yapılardan 1990’lara gelindiğinde, 600 kadarı<br />
varlığını sürdürmektedir. 16<br />
Geniş anlamda dünyanın farklı bölgelerinde bilinen güvercinlikler,<br />
ekonomik değer öncelikli yapılardır. Geçen<br />
yüzyıllarda, barut yapımında kullanılan güvercin gübresi<br />
dönemin stratejik önemde bir malzemesi durumundadır.<br />
Tarımsal alanda diğer doğal gübre çeşitlerine göre üstünlüğü<br />
bulunan güvercin gübresinin İran’da özellikle Safeviler<br />
döneminde önem kazandığı görülmektedir. 17<br />
Yapımında kerpiç, tuğla ve ahşap malzemenin kullanıldığı<br />
kebûterhâneler genellikle dıştan adeta bir sur<br />
gibi sağlam bir duvar ve içten, üzerilerinde binlerce<br />
güvercin yuvasının yer aldığı farklı formdaki<br />
bölümlerden oluşur. Güvercin dışarıdan geldiğinde<br />
farklı yönlerdeki açıklıklardan birinden içeri girer<br />
ve orada kendisine ait yuvaya yerleşir. 18<br />
Kebûterhânelerin büyük boyutlu<br />
olanları genellikler bağımsız,<br />
tek başına inşa edilmiş<br />
yapılar oldukları görülmektedir.<br />
Küçük ölçekli<br />
güvercinlikler ise,<br />
bahçe duvarları vb. diğer<br />
ögelerin içine yerleştirilmiş<br />
durumda karşımıza<br />
çıkarlar. 19<br />
129
Kebûterhânelerin genellikle güvercinlerin rahatsız olmamaları<br />
için sessiz ortamlarda, yerleşimlerin uzağında inşa<br />
edildikleri görülmektedir. Ayrıca elde edilen gübrelerin<br />
kullanılacağı tarım alanlarına yakın olmaları da bir diğer<br />
belirleyici olarak durmaktadır.<br />
Yön bulma vb. konularda hassas donanıma sahip olan<br />
güvercinlerin yetersiz ışık ortamında iyi göremedikleri bilinmektedir.<br />
Bu yüzden kebûterhânelerin iç mekânına<br />
gerekli ışığı sağlayacak bir düzenleme gözetilmiştir.<br />
İç mekânda, zeminden yarım metre yüksekliğe kadar<br />
olan yüzeyde güvercin yuvaları bulunmaz, güvercin gübreleri<br />
burada toplanır ve yapıya iki yönde açılan kapılardan<br />
yılın belirli zamanında dışarı çıkarılır.<br />
130<br />
Aynı anda binlerce güvercinin kanat çırpmasıyla oluşan<br />
rezonans, zeminde güçlü bir etki meydana getirir.<br />
Kebûterhâneler bu etkiye karşı son derece dirençli bir yapıyla<br />
inşa edilmişlerdir. Bu yönüyle kebûterhâneler, depreme<br />
dayanıklı yapı inşasının en güzel örnekleri olarak<br />
görülmektedir. 20<br />
Kebûterhâne yapılarında kullanılan ahşap hatıllar, duvarlara<br />
farklı yönlerden gelen kuvvetlere karşı mukavemeti<br />
arttırıcı unsurlardır.<br />
Kebûterhânelerin bir başka özellikleri de, ustaların mahalli<br />
veya sıradan insanlar oluşlarıdır. Bu geleneğin babadan,<br />
dededen görme usullerle sürdürüldüğü anlaşılmaktadır.<br />
Genelde sade yapılar olmakla birlikte bazılarında yazının<br />
da içinde yer aldığı farklı süsleme türlerine sahip oldukları<br />
görülmektedir. Bazı örneklerin adeta bir türbe ihtişamına<br />
sahip oldukları göze çarpmaktadır. 21 İran’daki<br />
kebûterhânelerin genel bir form yapısından söz etmek<br />
gerekirse üç bölümde ele almak mümkündür:<br />
1- Dairesel formda olanlar<br />
2- Kare planlı kebûterhâneler<br />
3- İki bölümlü kebûterhâneler 22<br />
Kebûterhâneler, güvercinlere dıştan gelecek her türlü<br />
saldırıya karşı mukâvim yapıdadırlar. Bunların en önemli<br />
özelliklerinden biri, sadece güvercinlerin girebileceği ve<br />
yırtıcı diğer büyük kuşların giremeyeceği açıklıklara sahip<br />
olmalarıdır. Bu açıklıklar en küçük ve en büyük boyutta<br />
güvercinin ölçüleri esas alınarak açılmaktaydı. Bir<br />
kebûterhâneye girecek bir yırtıcı kuş, tüm güvercinlerin<br />
huzurunu bozmaya yeterlidir.<br />
Kulelerin dış yüzeylerinde, özellikle yılanların tırmanmalarını<br />
önlemek için İsfahan yöresinde “Şâl-i Geçî” denen<br />
alçı kuşaklar bulunmaktadır. Tırmanmaya çalışan yılan bu<br />
pürüzsüz silmeye geldiği zaman aşağıya düşmekte veya<br />
geri dönmektedir. 23 Her şeye rağmen eğer bir yılan tepeye<br />
tırmanmayı başarır, iç mekâna girerse, alçı tozu, süt<br />
vb. maddelerle elde edilen karışım ile yılanın sersemleme<br />
ve ölmesiyle sonuçlanacak süreç başlamaktadır.<br />
Özellikle kış şartlarında sıcak iklimlere göçme şansı bulamayan,<br />
hasta, yaralı kuşları korumaya alan, onlar için yapıların<br />
bir taraflarında yaşayabilecekleri mekanlar tasarlayan<br />
bir medeniyetin temsilcisi olmakla övünebiliriz.<br />
İstisnai bir durum olarak güvercinlikler, güvercinleri korumak<br />
değil, onların gübrelerinden istifade etmeye yönelik<br />
ticari boyutu ön planda bir yapı olarak karşımızdadır. Bu<br />
yapıların, Orta Asya-Anadolu yolculuğumuzda, Anadolu<br />
öncesi son durak olan İran topraklarında Safevi Türkleri<br />
tarafından en güzel örnekleri verilmiştir. Anadolu örnekleri<br />
ile mukayese edilemeyecek kadar muhteşem yapıda<br />
mimari harika diyebileceğimiz bu yapılar günümüzde kısmen<br />
varlıklarını sürdürmektedirler.
Barut yapımında güvercin gübresinin terk edilmesi, kimyasal<br />
gübrelerin yaygınlaşması ve güvercin gübresinin<br />
ekonomik değerini yitirmesi sonucu, kebûterhânelerin<br />
önce yapımı durmuş, zamanla zarar gören ve yıkılan eski<br />
kebûterhânelerin tamiri yapılmamış nihayet büyük bölümü<br />
yok olmaya terk edilmiştir.<br />
Sayıları azalan kebûterhânelerin değeri son zamanlarda<br />
organik tarımla birlikte yeniden keşfedilmiştir. Ayrıca<br />
dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi, turistik değer<br />
DİPNOTLAR * Yrd. Doç. Dr. Kemal ÖZKURT Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi<br />
Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Samsun. kozkurt@gmail.com 1) Mehmet Kaplan vd.<br />
(ilmi danışma), Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul, 1979, s. 427-428. 2) Şinasi Gündüz,<br />
Din ve İnanç Sözlüğü, Ankara, 1998, s. 46, 53, 191. 3) Kitab-ı Mukaddes, Yaratılış, 8/8-12.<br />
4) Mezmurlar, 55/6; Mezmurlar, 68/13. 5) İsa vaftiz olur olmaz sudan çıktı. O anda gökler açıldı<br />
ve İsa, Tanrı'nın Ruhu'nun güvercin gibi inip üzerine konduğunu gördü. Matta, 3/16. "İşte,<br />
sizi koyunlar gibi kurtların arasına gönderiyorum. Yılan gibi zeki, güvercin gibi saf olun”. Matta,10:<br />
16; “Ayrıca Rab'bin Yasası'nda buyrulduğu gibi, kurban olarak "bir çift kumru ya da iki<br />
güvercin yavrusu" sunacaklardı”. Luka, 2: 24. 6) Hz. Ebû Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre)<br />
Rasûlullah (s.a.) güvercin peşinde dolaşan bir adam görmüş de: "(Bu adam) şeytan kova layan bir<br />
şeytandır" buyurmuştur. İmam Nevevî'nin açıklamasına göre, yumurtasını alarak kuluçkaya yatırmak,<br />
kendilerini seyrederek, üzüntüyü dağıtmak, postacılıkta kullan mak gibi maksatlarla, güvercin<br />
beslemekte bir sakınca yoksa da uçurmak için güvercin beslemek mekruhtur. Kumar için<br />
beslemekse kesinlikle ha ramdır. Bu maksatla güvercin taşıyan kimsenin şahitliği de reddedilir.<br />
Ebû Davud / Edeb, 57. 7) Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul,<br />
2010. 8) Hüseyin Algül, İslam Tarihi, C. 1, İstanbul, 1986, s. 289. 9) Örneğin, Memlûklular döneminde<br />
posta güvercinleri kullanıldığı, mektupların, güver¬cinlerin kanadının altına yerleştirildiği<br />
bilinmektedir. “Memluklular”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c. 7, İstanbul, 1988,<br />
s. 25. 10) Kebuterhan (Kebûterhanehu) şeklinde de ifade edilmektedir. Said Fellahfer, Ferheng-i<br />
Vâjehâyi Mimâriyi Sunnetîyi İrân, Tahran, 1378, s. 172. 11) Celal Esad arseven, Sanat Ansiklopedisi,<br />
II, İstanbul, 1983, s. 667; Güvercinliği Hasol, “ Eski binaların yüzlerinde, kuşların konması<br />
ve barınması için yapı¬lan süslü çıkıntı veya oyuk; kuş evi, kuş köşkü.” Olarak ifade etmektedir,<br />
Doğan Hasol, Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü, İstanbul, 1998. 12) İmamoğlu, V. vd., “A Fantasy<br />
in Central Anatolian Architectural Heritage: Dove Cotes and Towers in Kayseri”, M.E.T.U.<br />
Journal of the Faculty of Architecture. 22(2): 79-90, 2005, s. 85. 13) Yabani güvercinin yerel ismi<br />
Diyarbakır’da “boran”dır. Bu nedenle güvercin evine boranhane ismi verilmiştir. Ayhan BEK-<br />
LEYEN, “Diyarbakır Kırsalındaki Güvercin Evleri: Boranhaneler, Karaçalı (Tilalo) Köyü”, Trakya<br />
Univ J Sci, 8(2), 99-107, 2007, s. 99. 14) İsfahan Çevresindeki kebûterhânelerden bahseden en<br />
eski kaynak olarak 14. yüzyıl seyyahı İbn Battuta görülmektedir. Ebu Abdullah Muhammed İbn<br />
Battûta Tancî, İbn Battuta Seyahatnasmesi, (Çev. A. Said Aykut), İstanbul, 2000, s. 280. 15) Etinin<br />
yenmesinin dini hükmü için bkz., Ali Bardakoğlu “Haramlar Helaller”, İlmihal II İslam ve Toplum,<br />
red. Hayrettin Karaman vd., İstanbul, 2000, S. 38. 16) Sayina Mecîdî, (Notlarla Yeniden Yazım,<br />
Mustafa Mesudî), Kebûterhânehâyi İrânî Râzhâyi Nâşinâhte, trh, yer yok, s. 5-6. 17) Aynı<br />
durumun Osmanlı Devleti için de geçerli olduğu görülmektedir. Bkz. Gonca Büyükmıhçı,“19.<br />
olan her şey yeniden ele alınmakta ve gösterime sunulmaktadır.<br />
Bu anlamda özellikle sanat değeri taşıyan çok<br />
sayıda kebûterhânenin restorasyonunun başarıyla yapıldığı<br />
görülmektedir. 24<br />
Kebûterhânelerin içinde yaşayanlarla, güvercinlik, burç<br />
ve boranhânelerin içinde yaşayanların kuzen veya dedetorun<br />
bağıyla bağlı olduklarını anlamak, daha yaşanılır<br />
yarınlarımıza katkıda bulunacaktır.<br />
Yüzyıl Anadolu’sundan Günümüze Yansıyan Özgün Bir Tarımsal Ticaret Yapısı Güvercinlikler”,<br />
Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı : 21 Yıl : 2006/2 (97-119), dipnot 2. 18)<br />
Fotoğraf ve tercümedeki katkılarından dolayı, Abbas Jahanbaksh, Masoud Saki, Cevat Nisbet’e<br />
teşekkürler. 19) Elisabeth Beazley, The Pigeon Towers Of Isfahan, Iran, Vol. 4 (1966), pp. 105-<br />
109, s. 105. 20) Mecîdî, a.g.m., s. 5. 21) Elisabeth Beazley, “Some Vernacular Buildings of the<br />
Iranian Plateau”, Iran, Vol. 15 (1977), pp. 89-102, s.101-102. 22) İsfahan kebûterhânelerinin<br />
plan yapıları için bkz., Elisabeth Beazley, The Pigeon Towers of Isfahan, Iran, Vol. 4 (1966), pp.<br />
105-109, s. 106. 23) Aynı önlemin Anadolu örneği için bkz., Büyükmıhçı, a.g.m., s. 110. 24)<br />
Hâlâ geleneksel inşa teknik ve materyalinin (başta tuğla olmak üzere) bilindiği ve yer yer uygulandığı<br />
İran’da, bu yapıların aslına uygun restorasyonlarının yapıldığı görülmektedir.<br />
KAYNAKÇA 1) “Memluklular”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c. 7, İstanbul, 1988.<br />
2) ALGÜL, Hüseyin, İslam Tarihi, İstanbul, 1986. 3) ARSEVEN, Celal Esad, Sanat Ansiklopedisi, II,<br />
İstanbul, 1983. 4) BARDAKOĞLU, Ali “Haramlar Helaller”, İlmihal II İslam ve Toplum, red. Hayrettin<br />
Karaman vd., İstanbul, 2000. 5) BARIŞTA, Hatice Örcün, Osmanlı İmparatorluğu Dönemi<br />
İstanbul’undan Kuş Evleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2000. 6) BEAZLEY Elisabeth,<br />
“Some Vernacular Buildings of the Iranian Plateau”, Iran, Vol. 15 (1977), pp. 89-102. 7) BE-<br />
AZLEY Elisabeth, “The Pigeon Towers Of Isfahan”, Iran, Vol. 4 (1966), pp. 105-109. 8) BEKLE-<br />
YEN, Ayhan, “Diyarbakır Kırsalındaki Güvercin Evleri: Boranhaneler, Karaçalı (Tilalo) Köyü”, Trakya<br />
Univ J Sci, 8(2), 99-107, 2007. 9) BÜYÜKMIHÇI, Gonca, “19. Yüzyıl Anadolu’sundan Günümüze<br />
Yansıyan Özgün Bir Tarımsal Ticaret Yapısı Güvercinlikler”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler<br />
Enstitüsü Dergisi, Sayı : 21 Yıl : 2006/2 (97-119 s.) 10) CEBECİOĞLU, Ethem, Tasavvuf Terimleri<br />
ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul, 2010. 11) FELLAHFER, Said, Ferheng-i Vâjehâyi Mimâriyi<br />
Sunnetîyi İrân, Tahran, 1378. 12) GÜNDÜZ, Şinasi, Din ve İnanç Sözlüğü, Ankara, 1998. 13)<br />
HASOL, Doğan, Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü, İstanbul, 1998. 14) İbn Battûta Tancî, Ebu Abdullah<br />
Muhammed, İbn Battuta Seyahatnasmesi, (Çev. A. Said Aykut), İstanbul, 2000. 15) İMA-<br />
MOĞLU, V. vd., “A Fantasy in Central Anatolian Architectural Heritage: Dove Cotes and Towers<br />
in Kayseri”, M.E.T.U. Journal of the Faculty of Architecture. 22(2): 79-90, 2005. 16) KAPLAN,<br />
Mehmet vd. (ilmi dnş), Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul, 1979. 17) Kitab-ı Mukaddes<br />
18) KORUMAZ, M., “Korunması Gereken Bir Yapı Türü Güvercinlikler”, VI. Ortaçağ ve Türk Dönemi<br />
Kazı Sonuçları ve Sanat Tarihi Sempozyumu Bildiri¬leri, Kayseri, 2002, s:505 19) MECÎDÎ,<br />
Sayina, (Notlarla Yeniden Yazım, Mustafa Mesudî), Kebûterhânehâyi İrânî Râzhâyi Nâşinâhte,<br />
trh, yer yok. 20) TÜRKMEN, K., “Kayseri’ye Özgü Bir Yapı Türü Güvercinlik”, Sanatsal Mozaik,<br />
İstanbul, 2002, s:102-105.<br />
131
Beykoz Cam Ocağı Vakfı’nda<br />
132<br />
Camın Serencâmı<br />
Nermin SULTAN<br />
Ustasının elinde bin bir şekle girerek estetik<br />
hâl alan birçok madde var yeryüzünde.<br />
Bazen dövülerek, bazen kesilerek, kimi<br />
zaman da onlarca işlemden sonra bir köşeye<br />
terk edilerek “insan”a yakışır estetiğe<br />
bürünen birçok madde… Bunlardan biri<br />
de cam... Varlığı asırlar öncesine dayanan<br />
cam, insan eli değdiğinden beri şekilden<br />
şekle giriyor. Nar gibi fırında, bal kıvamında<br />
ahenkle dans eden cam, bir de ehlinin<br />
nefesiyle buluşunca, değmeyin keyfimize. ..<br />
"Beykoz" adını taşıyan o müstesnâ cam işleri, bugünün sanat seviyesinin<br />
kat kat üstündeki târihî zirvesinden bize acı acı gülümseyerek<br />
bakıyor. Acabâ yüzümüze sitemle, üzüntüyle<br />
bakmakta olan o çeşm-i bülbülleri, o öpülecek kadar zarîf<br />
kâseleri, o dudak değdirmeğe kıyamadığımız bardakları, tabakları,<br />
vazoları, ibrikleri, lâledanları, gülâbdanları, hokkaları,<br />
şişeleri, hangi ustalar yapıp meydana çıkarmıştı? Şekilde,<br />
renkte, işçilikte vâsıl oldukları o üstün zevk, o ince terkip, o asîl<br />
âhenk, asla bir ustanın, bir kalfanın şahsına mâl edilemez. Bu,<br />
ancak dünyâ muvâcehesinde imtihan vermiş bir medeniyetin, fikirde,<br />
îmanda, cemiyette ve sanatta ifâde bulmuş müşterek kıvâmı,<br />
üslûbu ve âhengi olabilir.”<br />
Sâmiha Ayverdi bu cümlelerle anlatıyor cam sanatının ahvalini, “Boğaziçi’nde Tarih”<br />
isimli kitabının Paşabahçe bahsinde. Ve devam ediyor Ayverdi; “Artık müzelerde,<br />
câmekânlarda ve antikacıların ellerinde bulunan o müstesnâ cam işleri ölçüsünde eserler<br />
şimdi neden yapılamıyor?”<br />
Bu soruyu soran isimlerden biri de Yılmaz Yalçınkaya. Çocukluğundan beri cama ve<br />
cam sanatına meftun olan Yalçınkaya, sevdası olan “cam” için yurtdışına gider, dünyaca<br />
ünlü ustaların eğitimlerine katılır ve cam sanatı hakkında kendisini geliştirir. 2002
yılında, şu an Beykoz Cam Ocağı Vakfı tesisinin bulunduğu<br />
arazi satışa çıkarılır. Paşabahçe’nin eski tesislerinin<br />
bulunduğu bu arazi, Yalçınkaya’nın çocukluk hayalini<br />
gerçekleştirmesine çok uygun bir mekândır; hemen<br />
satın alınır ve Beykoz Cam Ocağı Vakfı bir çınar<br />
gibi büyür bu arazide.<br />
Bayrak Yarışında Sıra<br />
Beykoz Cam Ocağı Vakfı’nda<br />
Beykoz Cam Ocağı Vakfı bugün, asırlardır süregelen camın<br />
macerasında, ustalarının nefesiyle yepyeni heyecanlara<br />
yelken açıyor. Riva Deresi’nin yanı başına konuşlanan<br />
Beykoz Cam Ocağı Vakfı, muhteşem tesisi, ustaları ve<br />
harikulade sanat eserleriyle, Beykoz’un “cam damarı”nı<br />
canlı tutuyor. 2002 yılında faaliyetlerine başlayan Cam<br />
Ocağı Vakfı, şu günlerde, kuruluşunun 10. yılını kutlamaya<br />
hazırlanıyor.<br />
“Bir vakitler, dünyâ cam sanayi ile boy ölçüşen Paşabahçe<br />
cam kârhâneleri acabâ köyün neresindeydi? Bir izine<br />
bir nişânesine rast gelmek mümkün mü?” diyerek iç geçiren<br />
Sâmiha Ayverdi’ye Beykoz Cam Ocağı Vakfı cevap<br />
veriyor: “Riva Deresi’nin kıyısında, Ömerli Köyü’ndeyiz.”<br />
Cam Ocağı’nın Fırını Daima Harlı<br />
O muhteşem cam ürünlerini bal kıvamında dans ettiren fırın,<br />
Cam Ocağı Vakfı’nda hiç sönmüyor. Ateş bir kere harlandığında,<br />
fırının vadesi dolana kadar uyanık kalıyor. Bazen iki yıl oluyor<br />
bir fırının ömrü, bazen daha fazla dayanabiliyor 1200 derece<br />
sıcaklığa. Ama fırın var olduğu müddetçe, gece gündüz<br />
hep yanıyor Cam Ocağı Vakfı’nda. Fırının etrafında envai renk<br />
cam tozları, çeşm-i bülbül çubuklarında devran eden kıpkızıl<br />
bir renk cümbüşü ve gagasının ucundan tutulup da son şekline<br />
bürünen kırılgan kuşlar…<br />
Cam Ocağı Vakfı’nda cam namına yok yok. Boncuk diziliyor,<br />
cam üfleniyor, geleneksel nazar boncuğumuz yaşatılıyor, mine<br />
kaplanıyor, camlar geri dönüşümle değerlendiriliyor ve bir de<br />
enfes çeşm-i bülbüller yapılıyor. Dengeli bir iş bölümü var, herkes<br />
camın bir ucundan tutuyor Cam Ocağı’nda. Bir usta çeşm-i<br />
bülbül kuşunun gövdesini üflerken, diğer usta kulp yapıyor,<br />
bir diğeri öğrencilerin yanlarında getirdiği boş şişeleri topluyor<br />
mutlulukla. Fırsat bu fırsat diyerek öğrencilerin arasında biz de<br />
giriyoruz cam yapımını izlemeye. Bu şöleni baştan sona anlatmaya<br />
takat getirmek ne mümkün! Biz, sizi temsilen keyfedelim,<br />
size de tadımlık bir çeşm-i bülbül tarifi verelim. Aman evinizde<br />
denemeyin; adres belli: Beykoz Cam Ocağı Vakfı.<br />
133
Mehmed Dede’nin Torunlarına Emaneti;<br />
Çeşm-i Bülbül<br />
Cam Ocağı Vakfı’nın girişinde bir levha asılı. Yazılana<br />
göre 3. Selim döneminde, Mehmet Dede nâmında bir<br />
Mevlevi dervişi İtalya’ya gider. Venedik’te cam sanatına<br />
dair çalışmalarda bulunan Mehmet Dede, İstanbul’a<br />
döndüğünde Beykoz’da bir atölye açar. Mevlevi cam<br />
ustasının atölyesinde yaptığı çalışmalar arasında en<br />
popülerleri, tekniği Venedik’ten ithal edilen “çeşm-i<br />
bülbül”ler olur. Bu çeşit çalışmalara “çeşm-i bülbül”<br />
yani “bülbül gözü” denmesinin sebebi, camın üzerindeki<br />
çizgilerin, bülbüllerin gözündeki tahrirleri anımsatmasından<br />
dolayıdır.<br />
Çeşm-i bülbül denince akla somut bir ürün gelir. Esasında<br />
bir biçimin değil bir üretim tekniğinin adı çeşm-i bülbül.<br />
Bu teknik sayesinde gülabdan, laledan, ibrik, sürahi,<br />
bardak, kâse gibi çeşit çeşit eser yapılır.<br />
“Bu işe başlarken, her şeyi kafanızda bitirmeniz gerekir.<br />
Yoksa camı elinize aldığınızda ne yapacağınızı şaşırırsınız.”<br />
diyerek ilk püf noktasını bizlerle paylaşıyor<br />
Cam Ocağı Vakfı’nın ustası İzzet Özdemir. Çeşm-i bülbüle<br />
başlarken normal bir cam eserinin yapımında izlenen<br />
yol takip ediliyor cam ustaları tarafından. Bir potada<br />
eriyen bal kıvamındaki sıcak cama, “çeşm-i bülbül<br />
borusu” denilen özel bir çubuk daldırılıyor. Erimiş cam,<br />
borunun ucuna sarılarak potadan dışarıya alınıyor. Borunun<br />
üzerindeki cam, henüz sıcak olduğundan akıcı<br />
bir halde. Dolayısıyla borunun üzerinden sıyrılıp düşmesine<br />
mani olmak için; elma veya ayva ağaçlarından ya-<br />
134
pılan, camı küre şeklinde tutmaya ve şekillendirmeye yarayan<br />
bir kepçe üzerinde sürekli üflenerek ve çevrilerek<br />
kontrol altına alınıyor. Bu işlem sayesinde iptidai, küçük<br />
bir cam balon elde ediliyor.<br />
Çeşm-i bülbül tekniğinin en belirgin özelliği,<br />
az önce potadan çıkarılan bal kıvamındaki<br />
camın, renkli cam<br />
çubuklarla birleştirilmesi. Bu<br />
cam çubuklar, tercihe göre<br />
değişik renklerde olabilir,<br />
sayısı da yapılacak<br />
objenin büyüklüğüne<br />
göre değişiklik<br />
gösteriyor.<br />
Bu işlem için Cam Ocağı’nın başka bir ustası, silindir bir<br />
kalıbın içine çeşitli renklerde soğuk cam çubuklar yerleştiriyor.<br />
Daha sonra üfleme borusundaki cam, usta tarafından<br />
bu kalıbın içine daldırılıyor ve üflenmeye devam ediliyor.<br />
Böylelikle sıcak ve bal kıvamındaki cam gövde şiştikçe,<br />
kalıbın içindeki renkli çubuklarla birleşiyor.<br />
Bir yandan sıcak cama üflüyor İzzet Usta, bir<br />
yandan da gösteriyi pürdikkat izleyen<br />
ilkokul öğrencilerine yaptıklarını<br />
anlatıyor. Üfledikçe çeviriyor sıcak<br />
camı, çevirdikçe tarihin tozlu<br />
sayfalarında raks eden gülabdanlara,<br />
laledanlara, güzelim<br />
kâselere hazırlıyor bizleri.<br />
135
Soğuk Camın Sıcak Cama Yapışması<br />
Kalıbın içindeki renkli cam çubukları üzerinde eriten sıcak<br />
gövde, cam ustasının elinde dönmeye devam ediyor.<br />
Dönmeye devam ederken, ısısı sayesinde renkli çubuklarla<br />
bir bütün oluyor âdeta. Silindir halinde döndürülmeye<br />
devam eden camın üzerine yeni bir cam tabakası sarılıyor<br />
ki bu sayede ince cam çubuklar, iki cam tabakasının arasında<br />
kalarak inceliyor, inceldikçe narinleşiyor.<br />
Bu aşamada çeşm-i bülbül ustaları hünerlerini konuşturmaya<br />
başlıyor. Sıcak camın üzerinde eriyerek çizgiler<br />
oluşturan renkli camlar, özel bir maşa ve makas yardımıyla<br />
çekilerek uç kısımlarda birleştiriliyor. Bizim için izlemesi<br />
keyifli, yazması kolay, fakat yapması gerçekten<br />
hüner istiyor. Çünkü camın gövdesi hâlâ sıcak olduğundan,<br />
ustanın bir anlık dalgınlığında akıp şeklini kaybedebilir.<br />
Bu nedenle usta, hem camın üzerinde ebru yapar<br />
gibi çizgilere şekil veriyor, hem de sıcak cam gövdesinin<br />
formunu koruyor. Böylece cam kütlesini döndürerek<br />
çubukların estetik bir şekilde burkulmasını sağlıyor.<br />
Çubuklara arzu edilen şekil verildikten sonra sıcak cam<br />
gövdesi, son biçimine ulaşması için bir kalıba yerleştiriliyor.<br />
Daha sonra kulbu takılırsa, sürahi oluyor; ibiği kondurulursa,<br />
kuş oluyor yahut o haliyle hediye edilebiliyor<br />
sevgiliye, içine gül koysun diye.<br />
136<br />
Cam Ocağı Vakfı’nda “Camın Hatırı” Var<br />
Güzel bir çeşm-i bülbül şöleninin en sade hikâyesi böyle…<br />
Tabii ki sadece çeşm-i bülbüller yapılmıyor Cam Ocağı<br />
Vakfı’nda. En az onun kadar kıymeti haiz bir obje daha<br />
var; nazar boncuğu. Her bebeğin hırkasına mutlaka bir<br />
nazar boncuğu takılır. Mavisiyle sarısıyla zırhı olur bebeklerin.<br />
Cam Ocağı Vakfı’nda geleneksel nazar boncuğu<br />
yapımına da devam ediliyor. Riva Deresi’nin kıyısında, on<br />
iki sıra ateş tuğlası ve kil kullanılarak nal biçiminde örülü<br />
bir nazar boncuğu fırını var. Tamamı kil ile sıvalı fırın her<br />
gün bin derecelik ısı ile çalışıyor ve ateş sadece çam odunuyla<br />
yakılıyor. Bu klasik fırından binlerce nazar boncuğu<br />
çıkıyor, bebe hırkalarının yakalarına asılsın diye.<br />
Füzyon atölyesi de Cam Ocağı Vakfı’nda ilgi çeken<br />
mekânlarından. İki veya daha fazla camın sıcaklık yardımıyla<br />
birbirine yapışması demek olan füzyon sayesinde,<br />
birbirinden güzel cam eserleri ortaya çıkıyor. Füzyonla yapılan<br />
saatler, tabaklar, aynalıklar Cam Ocağı Vakfı’nın galerisinde<br />
sergileniyor.<br />
Çeşm-i bülbül yapımını birlikte izlediğimiz ilkokul öğrencileri,<br />
ziyaret programları kapsamında füzyon atölyesine<br />
de uğradı. Her biri için daha önceden hazırlanmış küçük,<br />
rengârenk cam parçacıklarını, kendi zevkleriyle yerleştirdiler<br />
20x20 cm’lik kare şeklinde renksiz düz camla-
ın üzerine. Bu kompozisyonlar, füzyon atölyesi şefi tarafından,<br />
öğrencinin isteğine göre pano ya da tabak şeklinde<br />
fırınlanıyor ve kargo ile öğrencilerin okuluna gönderiliyor.<br />
“Bunu ben yaptım.” diyor her öğrenci, panosu<br />
yahut tabağı okuluna gönderildiğinde.<br />
“Kalıpla Şekillendirme”, “Mine”, “Telkari” ve “Trabzon<br />
İşi Kazaziye” gibi branşların da atölyeleri var Cam Ocağı<br />
Vakfı’nda. Her branşa, en ince ayrıntısına kadar hürmet<br />
gösteriliyor “camın hatırı”na.<br />
Tam Teşekküllü Bir Cam Okulu<br />
Cama dair her türlü sanatı bünyesinde barındıran<br />
Cam Ocağı Vakfı, aynı zamanda tam teşekküllü bir<br />
cam okulu. Beykoz’daki kampüste (kelimenin tam<br />
anlamıyla kampüs) periyodik olarak cam eğitimleri<br />
veriliyor. Okulların ziyaretleri ve günübirlik eğitimler<br />
de var programda, iki günlük, iki haftalık ve daha<br />
uzun süreli eğitimler de.<br />
Uzun süreli eğitimlere katılan sanatseverler için her şey<br />
düşünülmüş kampüste. 20 bin metrekarelik alana yayılı<br />
Cam Ocağı’nda 48 kişilik misafirhane, 40 kişilik konferans<br />
salonu ve sıcak cam gösteri izleme tribünü, üstü<br />
açık yarı olimpik yüzme havuzu, hatta Riva Deresi’nin<br />
kıyısında mangal eşliğinde piknik alanı bulunuyor. Hal<br />
böyle olunca gerek ziyaretçileri, gerekse öğrencileri hiç<br />
eksik olmuyor Cam Ocağı Vakfı’nın. Sadece Türkiye’den<br />
değil, dünyanın birçok ülkesinden cam eğitimi için gelen<br />
öğrencilerini ağırlıyor Beykoz Cam Ocağı Vakfı. Günde<br />
ortalama 200 çocuk camla tanışıyor. Her öğrenci yanında<br />
etiketi çıkarılmış yeşil soda şişesi getiriyor. Bu şişeler,<br />
daha önceki öğrencilerin getirdiği, fırınlanarak vazo halini<br />
alan şişelerle takas ediliyor. Böylece öğrenciler, geri<br />
dönüşümün güzelliğini bizzat yaşamış oluyorlar.<br />
Dünyanın Ustaları Cam Ocağı Vakfı’nda Buluşuyor<br />
Kuruluşunun 10. yılını kutlamaya hazırlanan Cam Ocağı<br />
Vakfı’nda, dünyada cam sanatını temsil eden ustalar<br />
da eğitimler veriyor. Cam sanatının yaşayan en büyük<br />
üstadı kabul edilen Lino Tagliapietra, çağdaş sanatın<br />
öncülerinden Mona Hatoum, Amerikalı sanatçı<br />
James Thurman ve İtalyan kakma ve kabartma sanatçısı<br />
Fabrizio Acquafresca gibi ustalar, Cam Ocağı<br />
Vakfı’nda eğitimler veriyor. Çeşitli dönemlerde kampüste<br />
eğitim veren sanatçıların ürünlerinin yer aldığı bir<br />
cam koleksiyonuna da sahip olan Cam Ocağı Vakfı, Riva<br />
Deresi’nin kıyısında, doğayla iç içe Öğümce Köyü’nde<br />
cam sevdalılarını bekliyor.<br />
137
Kavalalı Mehmet Ali Paşa Külliyesi<br />
Süleyman KIZILTOPRAK*<br />
Osmanlı zamanında paşalarının, isimlerini yaşatmak için vakıf kurmaları neredeyse bir gelenekti. Kavalalı<br />
Mehmed Ali Paşa da, birçok Osmanlı Paşası gibi adını yaşatacak bir vakıf kurmayı amaçlamış, söz konusu vakfın<br />
tesis edileceği yer olarak Kavala kazasını ve Taşöz adasını tercih etmiştir.<br />
Osmanlılarda vakıflar çok farklı alanlarda hizmet<br />
vermiştir. Kamu yararı gözetilerek kurulan vakıflar,<br />
Osmanlı toplumunda sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın<br />
en güzel örneklerini vererek önemlerini<br />
her zaman korumuşlardır.<br />
Osmanlı teşkilat yapısında vakıfların idari ve mali<br />
açıdan özel konumları vardır. Devlet, vakıfları ancak<br />
kadılar vasıtasıyla kontrol edebiliyordu. Kadılar,<br />
vakıfların gelir ve giderlerinde usulsüzlükler var mı,<br />
vakfiye hükümlerine aykırı bir durum var mı onu<br />
tespit etmeye çalışırdı. Ayrıca, asayiş ve inzibata yönelik<br />
bir durum olduğunda vakfa müdahale ederdi.<br />
Bunun dışında, vakıflar geniş bir serbestliğe sahipti.<br />
Bu bakımdan vakıflar, Türk tarihindeki en istikrarlı<br />
kurumlar arasında sayılmaktadır.<br />
Vakıflar, Osmanlı Devleti’nde devlet ve toprak sisteminin<br />
en önemli unsurlarındandır. Bu sistemde vakıflar,<br />
arazi hukuku dışında da birçok sosyal, ekonomik,<br />
kültürel, eğitimsel ve dinsel işlevlere sahiptir.<br />
Ö. Lütfi Barkan’ın tespitlerine göre, XVI. yüzyıl başlarında,<br />
Osmanlı topraklarının beşte biri vakıf arazisi<br />
idi . Bu oran sonraki yüzyıllarda giderek artmıştır.<br />
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Osmanlı topraklarının çok<br />
büyük bir kısmı vakıf topraklardan meydana geliyordu.<br />
Vakıfların sosyal ve kültürel alandaki faaliyetleri,<br />
Osmanlılar tarafından bir devlet politikası<br />
olarak sürdürülüyordu. Fethedilen toprakların Türkleşmesi<br />
ve İslamlaşması yanında şenlendirip geliştirilmesi,<br />
yani bayındır hale getirilmesi konusunda<br />
izlenen iskân siyasetinin en önemli aracı vakıflardı.<br />
Vakıflar sayesinde kurulan, cami, medrese, imaret,<br />
kütüphane, çeşme, hamam gibi sosyal ve dinî kurumlar,<br />
o beldenin cazibe merkezi haline gelmesini<br />
sağlıyordu.<br />
Osmanlılarda vakıfları birçok açıdan tasnif etmek<br />
mümkündür. Amaçları bakımından bir tasnif yapacak<br />
olursak “hayrî vakıflar” ve “aile vakıfları” ola-<br />
138<br />
rak ikiye ayırırız. Mülkiyet hakkının vakfedilip vakfedilmemesi<br />
bakımından yapılan tasnifte de, vakıflar<br />
yine ikiye ayrılır: Sahih vakıflar ve gayri sahih vakıflar.<br />
Hayrî vakıflar, tamamen kamu yararı gözetilerek<br />
kurulan vakıflardır. Ehlî vakıflar da denilen aile vakıfları,<br />
kişinin sadece kendi soyundan gelenlerin istifade<br />
etmesi için kurduğu bir kurumdur. Buradaki<br />
kamu yararı oldukça sınırlıdır. Bu tür bir vakıf ihtiyacı<br />
özel mülkiyetin korunması sebebinden doğmuştur.<br />
Özel mülkiyetin çok kısıtlı olduğu ve var olan<br />
mülkiyetin de müsadere tehlikesi içinde bulunduğu<br />
Osmanlı Devleti’nde, aile vakıfları, bir tür güvenlik<br />
sübabı işlevi görmüştür.<br />
Vakıf kurmak için sadece arazi tahsis etmek, cami,<br />
medrese veya imaret binası yapmak, yeterli değildir.<br />
Yapılan binaların ebedi olarak yaşaması için, tedbir<br />
almak ve gelir bırakmak lazımdır. Örneğin bir medrese<br />
vakfeden kişinin orada ders verecek müderrislerin<br />
maaşlarını alacakları, talebelerin barınma,<br />
yiyecek-giyecek ve ders malzemelerini kapsayan<br />
her türlü ihtiyaçlarını karşılayacakları, kesintiye uğramayacak<br />
bir veya daha fazla gelir kaynağı da bırakması<br />
gereklidir.<br />
Vakıf kurumunun hangi maksatlı tesis edildiği, nasıl<br />
yönetileceği, hangi görevlilerin bulunacağı, kimlere<br />
ne kadar ücret ve maaş verileceği gibi konular,<br />
doğrudan doğruya vâkıf tarafından tespit edilir ve<br />
vakfiye denilen yazılı bir metin halinde kayıt altına<br />
alınır. Vakfın bir çeşit tüzüğü olan bu metnin kadı<br />
tarafından tasdik edilmesi gereklidir. Vakfın yönetim<br />
ve malî sorumluluğu vâkıf tarafından atanan ve<br />
vakfiyede açıkça tayin edilen vakfın idarecisi demek<br />
olan vakıf mütevellisine aittir.<br />
Paşadan Doğduğu Topraklara Vakıf<br />
Osmanlı zamanında paşalarının, isimlerini yaşatmak<br />
için vakıf kurmaları neredeyse bir gelenekti.
Kavalalı Mehmed Ali Paşa da, birçok Osmanlı Paşası<br />
gibi adını yaşatacak bir vakıf kurmayı amaçlamış, söz<br />
konusu vakfın tesis edileceği yer olarak Kavala kazasını<br />
ve Taşöz adasını tercih etmiştir. Paşa, vakfı neden<br />
Kavala’ya kurmak istemiştir? Bu soruya birden fazla<br />
cevap bulmak mümkündür: Öncelikle, vali olduğu<br />
1805 yılından itibaren askeri, ekonomik, sosyal ve<br />
siyasal açıdan Mısır’da önemli başarılara imza atan<br />
Paşa’nın kuracağı vakıf yeri için doğum yeri olan Kavala<br />
kazasını seçmesi, çok doğaldır.<br />
Osmanlı tarihinde bunun birçok örneği vardır. Dolayısıyla,<br />
Kavala’da adını yaşatacak bir vakıf ile büyüklük<br />
ve ihtişam açışından şanına yakışır bir külliye kurma<br />
amacı Paşa’nın doğduğu topraklara bir vefa borcu<br />
ödeme gayesinden kaynaklanmıştır. Bu şekildeki çok<br />
samimi ve halisane amaç, her ne kadar bu tür belgelerin<br />
genel bir şablon ifadesi de olsa Paşa’nın vakfiyesine<br />
de yansımıştır. Ayrıca, Paşa’nın küçüklüğünden<br />
gelen yöreye ilişkin söylenti olarak dilden dile dolaşan<br />
anıları da bu maksadı desteklemektedir:<br />
Bakaloupolos’un, adada anlatılan sözlü rivayetlere<br />
dayanarak verdiği bilgilere göre Mehmed Ali Paşa,<br />
gençliğinde bir suçtan dolayı cezaya çarptırıldığında<br />
Taşöz adasına kaçmış, sütannesinin bulunduğu Karapanaghiotis<br />
ailesinin yanına sığınmıştı. Ünlü olduğunda<br />
ise Karapanaghiotis ailesini buldurabilmek<br />
için bir görevli yollamıştı. Fakat bu araştırmanın sonucunda,<br />
sütannesinin eşinin, bir suçtan dolayı asıldığını<br />
öğrenmişti . Bu bilginin gerçek olup olmadığı oldukça<br />
şüphelidir. Kanaatimizce gerçek dışı olma ihtimali<br />
çok daha fazladır. Çünkü hangi suçtan dolayı<br />
ne zaman idam edildiği bilinmemekte ve bu konuda<br />
duyumlardan öte başka bir kanıt sunulmamıştır.<br />
Ayrıca idam gibi bir olay ve ona neden olan bir suç<br />
hakkında mutlaka arşivlerde bir kayıt yer almalıdır. Bu<br />
konuda şimdiye kadar bir bilgiye ulaşılamamıştır. Ancak,<br />
Mehmet Ali’nin araştırmaları göstermektedir ki,<br />
Paşa, Kavala ve Taşöz adası ile bir gönül bağı kurmuş<br />
ve geçmişte kalan dostları, komşuları ve yakınlarını<br />
memnun etmek niyetindedir.<br />
Paşa’nın çok kurnaz bir siyaset adamı ve vizyon sahibi<br />
bir idareci olduğu göz önüne alınırsa, bu saf duyguların<br />
ötesinde daha büyük hedefleri olduğu kolayca<br />
görülebilir. Temel sorumuzu açıklamak için ikinci<br />
şık olarak Paşa’nın siyasi amaçlarına uygun olmasını<br />
ileri sürebiliriz. Paşa, önceden Mısır’da kendi adına<br />
inşa ettirdiği cami ve ona ilişkin olarak kurduğu vakıf<br />
adına Taşöz’ün gelirlerini istemişti. Ancak, daha sonra<br />
Paşa’nın talebi, Kavala’daki külliye’yi de içine alacak<br />
şekilde değişti.<br />
Paşa’nın ilk önce niçin Mısır’daki vakfı için bir talepte<br />
bulundu? Bu talep herhangi bir gerekçe ile geri çevrildi<br />
mi? Bu konuda Osmanlı arşiv kaynaklarında henüz<br />
açık bir bilgiye ulaşamadık. Fakat Paşa’nın talep<br />
değişikliği yaparak Kavala’da bir külliye kurmak ama-<br />
139
cıyla Taşöz adasını istemesi belgelerde yer almaktadır. Burada<br />
Babıâli’nin Kavala’daki külliyeyi Mısır’daki cami vakfına tercih<br />
etmesinin sebebi, vakfı ve Taşöz adasını kendi kontrolünde<br />
tutmak istemesi olarak yorumlanabilir. Bu yeni gelişme üzerine<br />
talebi kabul edildi .<br />
Tercihini değiştiren Paşa’nın maksadı da yukarıdaki değerlendirmeler<br />
paralelinde doğduğu topraklara vefa borcu ve siyasal<br />
hedeflerine uygunluğu olabilir. Bu bağlamda, Kavala<br />
ve Taşöz’ün İstanbul’a yakın olması yanında, Rumeli ve Selanik<br />
vilayetleri içinde stratejik konumu açısından Paşa’nın<br />
prestijine yakışır bir yer idi. Paşa bu vakfı dolayısıyla Osmanlı<br />
Devleti’nin kalbi mesabesinde olan Rumeli ile irtibatını sürdürmüş<br />
olacaktı. Aynı şekilde, Taşöz adası da yukarıda sayılan<br />
avantajlara uygun bir konumda, Ege Denizi’nin en tepe noktasında,<br />
bir yandan Çanakkale Boğazı’na çok yakın bir yandan<br />
da Kavala’nın karşısında yer alıyordu. Ayrıca, ada Enez’e<br />
de çok yakın olması sebebiyle Trakya ve İstanbul bağlantısına<br />
sahipti. Bu adanın stratejik önemi yanında, ziraat açısından<br />
elverişli arazi yapısı sebebiyle gelirleri Paşa’nın kendi adına<br />
kurmayı düşündüğü külliye için yeterli kaynağı sağlayacaktı.<br />
Ancak Paşa hayalindeki külliyeyi kurduktan sonra buradaki<br />
giderler Taşöz adasından elde edilen gelirlerin üzerine<br />
çıktığı zamanlar da oluyordu. Savaş ve doğal şartlar nedeniyle<br />
ürün azalmasıyla karşılaşıldığında vergi gelirlerinde de bir<br />
kayıp söz konusu oluyordu. İşte bu ve buna benzer finans sorunlarıyla<br />
karşılaşıldığında Mısır hazinesi ve evkaf idaresi devreye<br />
giriyordu. Paşa bunun dışında doğduğu köyde yaşayan<br />
hemen her bireye yıllık sadaka namı altında bir yardım gönderiyordu.<br />
Bu uygulama kendi vefatından sonra hatta Kavala<br />
ve ada Yunan işgaline uğradığı yıllarda bile devam etmiştir.<br />
Bu örnekler Paşa’nın Kavala ve Taşöz adasıyla ilgisinin nedeninin<br />
siyasal mı yoksa vefa ve diğerkamlık mı olduğunu anlayabilmemize<br />
yardımcı olacaktır. Burada her iki amacın iç içe<br />
geçtiğini öne sürmek mümkündür. Özellikle 1840 yılındaki<br />
Londra Konvansiyonuna kadar Paşa’nın İstanbul’u hedef<br />
140<br />
alan askeri faaliyetleri sırasında görüldüğü gibi söz konusu<br />
vakıf mekânlarının seçiminde siyasal amaçların olduğunu ifade<br />
etmek mümkündür.<br />
Nitekim Paşa’nın vakıf kurduktan sonra izlediği siyasal çizgi,<br />
büyük hedefleri olduğunu ve gözünün İstanbul olduğunu<br />
kanıtlar niteliktedir. Bu bağlamda, 1821 yılında Mora İsyanı<br />
çıktığı zaman Mehmet Ali Paşa, Sudan yönünde güneye<br />
doğru Mısır’ı genişletme siyasetini sürdürüyordu. Paşa aynı<br />
zamanda, Hicaz’da Vahhabilere karşı zafer kazanıp prestijini<br />
artırmışken yönünü Kızıldeniz’in doğu kıyılarından ötesine<br />
çevirmişti. Sudan’daki genişleme siyasetinin askeri alandaki<br />
uygulayıcısı ise birçok askeri zaferde payı olan oğlu İbrahim<br />
Paşa idi. Rum İsyanı dolayısıyla İstanbul’dan yeni bir askeri<br />
yardım talebi geldi. Paşa önceki başarılarını daha da perçinleyecek<br />
ve kuzeye doğru genişleme fırsatı doğuracak bu talebi<br />
yeni bir fırsat gibi gördü. Böylece Paşa doğu-batı yönünde<br />
İran Körfezi’nden Libya Çölü’ne, kuzey-güney yönünde Taşöz<br />
adasından Sudan’a kadar olan alanda bir güç olacaktı. Nitekim<br />
Mora İsyanı ve sonrasındaki gelişmeler Navarin’de donanmasının<br />
Osmanlı donanması ile birlikte yok olmasına rağmen<br />
Paşa’nın bu hedefi doğrultusundaki siyasetinin bir göstergesidir.<br />
Mehmet Ali Paşa, Mora İsyanı sırasında isyancıların<br />
tehdidi altında olduğunu öne sürerek Anadolu’nun güvenliğini<br />
sağlamak amacıyla Meis adasının da idaresini istemiştir .<br />
Taşöz’den sonra gelen bu talep Mehmet Ali Paşa’nın Ege<br />
Denizi’nde ve Doğu Akdeniz’de daha güçlü bir aktör haline<br />
gelmesi demektir. Bu bakımdan olumsuz cevap verilerek olası<br />
bir tehdit önlenmeye çalışılmıştır. Fakat bu ret cevabı Paşa’nın<br />
gücenmesine neden olan noktalardan birisi olmuştur.<br />
Kısacası, Paşa’nın İstanbul’a karşı hareketi değerlendirildiğinde<br />
farklı hedeflere saptığı görülmektedir. Bunlar merkezi otoriteye<br />
karşı isyan, bağımsızlık ve Osmanlı hanedanını yıkma<br />
girişimi olarak adlandırılabilir. Ancak burada önemli ve gözden<br />
kaçırılmaması gereken nokta şudur: Paşa’nın Kavala kazasını<br />
ve Taşöz adasını seçmesi Mısır ile Rumeli’nin Osmanlı<br />
devlet adamları zihninde hala bir bütün teşkil ettiğini göstermektedir.<br />
Paşa ilk olarak külliyenin medrese kısmını 1813 yılında<br />
hayata geçirdikten sonra imaret kısmını daha kapsamlı<br />
olarak 1843 yılında ihtiyaç sahiplerinin hizmetine sunmuştur.<br />
İstanbul ile önce uyumsuz sonra da çatışmacı politikaları<br />
1840 yılında Londra Konvansiyonu ile bitince, 1843 yılında,<br />
vakfiyeye zeyl yaparak imareti daha geniş bir şekilde faal hale<br />
getirmesi, bu görüşü destekler niteliktedir.<br />
Kavala’da Maktul İbrahim Paşa’nın Eserleri<br />
Selanik vilayetinin Ege Denizi’ne bakan yönünde yer alan Kavala<br />
kazası, Osmanlılar ile yıldızı parlayan bir kenttir. Zira Osmanlılardan<br />
önceki dönemde kent sosyal ve ekonomik bakımdan<br />
pek gelişmemiştir.<br />
Kavala’da Bizans döneminde bir kale vardı ancak, kent Osmanlı<br />
egemenliğine geçene kadar dikkate değer bir gelişme<br />
gösteremedi. Yavuz Sultan Selim, kentin denizden gelen korsan<br />
kayıklarının saldırısına karşı güvenli olması için sahile bir<br />
kale yaptırdı. Bundan sonra, özellikle Kanunî devrinde kentin<br />
dokusunda önemli değişiklikler oldu. Osmanlı Devleti’nde bir<br />
iskân ve imar metodu olarak vakıflar şehirleşme ve şehir hayatının<br />
gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Nitekim Kavala’nın<br />
gelişmesinde ve bölgesel olarak etkin bir liman kenti olmasında<br />
bu kurumun çok önemli katkıları olmuştur.
Kanunî Sultan Süleyman’ın ünlü veziri Makbul/Maktul İbrahim<br />
Paşa (ö. 942/1536), Kavala’da çok ciddi imar faaliyetlerine<br />
girişmiştir. Kendi adını taşıyan cami, aşevi, medrese, sıbyan<br />
mektebi, tekke, han, hamam ve bedesten gibi binalar yaptırmıştır<br />
. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde İbrahim Paşa’nın<br />
Kavala’daki imar faaliyetlerinden ve yaptırdığı hayır eserlerinden<br />
bahsetmektedir. Bu binalardan bir kısmı kentin surlarının<br />
içinde bir kısmı ise surların dışında inşa edilmiştir .<br />
Aşevi, medrese, cami ve sıbyan mektebi surun üzerine inşa<br />
edilmiştir. Halen külliye içinde bulunan medrese ve imaret<br />
üzerinde İbrahim Paşa devrine ait herhangi bir kitabeye rastlanmamıştır.<br />
Ancak, külliyenin bazı kısımlarının İbrahim Paşa<br />
tarafından yapıldığı konusunda kaynaklarda yer alan bir şüphe<br />
yoktur.<br />
Taşöz’ün Kavalalı Mehmet Ali Paşa Vakfı’na Tahsisi<br />
Taşöz Adası, Kaptan Paşa hassından olarak öteden beri, Selanik<br />
vilayeti Kavala kazasına bağlı idi. Mehmed Ali Paşa Vahhabi<br />
hareketini bastırdıktan sonra, Kavala’da kurduğu cami<br />
ve medreselere vakfedilmek üzere, malikâne statüsündeki<br />
bu adanın kendisine ihsanı hakkında Osmanlı Padişahı II.<br />
Mahmud’tan talepte bulundu. Paşa, önceden Mısır’da kendi<br />
adına inşa ettirdiği cami ve orada kurduğu vakıf için Taşöz’ün<br />
gelirlerini istemişti. Ancak, daha sonra söz konusu talebini<br />
Kavala’da kurmayı amaçladığı külliye için değiştirdi. Paşa’nın<br />
ikinci talebi dikkate alınarak Taşöz adası, H.1228/ M.1813 tarihinde<br />
Sultan II. Mahmud’un iradesiyle Kavala’da tesis olunan<br />
hayrata vakıf ve tahsis edildi.<br />
Taşöz Paşa’ya hediye mi edildi? Yoksa kurduğa vakfa tahsis<br />
mi edildi? Mülkî idare, adlî işler ve maden işletme hakkı gibi<br />
konularda yoğunlaşan bu tartışmalar, vakfın kurulmasından<br />
yaklaşık üç çeyrek asır sonra, Mısır’ın 1882 yılında İngiliz işgaline<br />
uğramasıyla gündeme getirildi . Tahsis edildiği hakkındaki<br />
görüş, Babıâli’nin resmî görüşü gibidir. Vakıfla ilgili meydana<br />
gelen tartışmalı konularda, vakfın bu şekilde tanımlanması<br />
gereği, Babıâli’deki hukuki konularda uzman memurlar tarafından<br />
sürekli iddia edilmiştir .<br />
Buna göre, Mehmed Ali Paşa’nın Kavala’da kurduğu vakıf<br />
gayr-ı sahih vakıf statüsündedir. Fakat Mehmed Ali Paşa’nın<br />
vakfiyesi ise sahih vakıf tanımı yapılarak düzenlenmiştir . Bu<br />
maddi delile rağmen, Babıâli’nin görüşünü şekillendirirken iddialarına<br />
dayandırdığı temel nokta, Paşa’nın vakfından önce<br />
Kavala’da Makbul/Maktul İbrahim Paşa tarafından kurulan<br />
bir külliyenin varlığıdır. Kavalalı onun üzerine kendi külliyesini<br />
yaptırmıştır.<br />
Dolayısıyla, hem Kavala’daki vakıf binaları hem de Taşöz adası<br />
tahsisata konu olmuştur. Öte yandan, H.1274/M.1858 Arazi<br />
Kanunnâmesine göre, gayri sahih vakfa ait arazinin rakabesi<br />
devlete tasarruf hakkı vakfa aittir. Padişahın veya onun<br />
fermanıyla başkalarının vakfetmiş oldukları bu tür toprakların<br />
vakfiyeti, yalnız şer’î ve örfî vergilerin padişah tarafından<br />
belli bir alana tahsisi demektir. Bu vakıflar tahsisat kabilinden<br />
olduğu için “vakf-ı irsâdî” de denilir. Çünkü söz konusu vakfetme<br />
işlemi, sadece devlete ait olan vergilerden ibarettir. Bu<br />
durum toprakların hukukî mahiyetini değiştirmez ve mülkiyet<br />
eskisi gibi devlete ait kalır. Devlet sahih vakıf türünden vakıfların<br />
menkul ve gayrimenkullerine dokunamaz. Fakat gayri<br />
sahih türünden olanlar için aynı şey söz konusu değildir. Bunların<br />
devletin kararı ile tadil ve iptal edilmesi hukuken müm-<br />
kündür . Bu bakımdan konuyu çok etraflı bir şekilde değerlendiren<br />
Babıâli’nin çabası, Taşöz’le ilgili hukukî, adlî ve idarî<br />
başlıklarda toplanan tüm sorunları kökten çözmek amacını<br />
taşımaktaydı.<br />
Bu konuya açıklık getirecek bir başka nokta ise adanın tahsis<br />
edildiği sırada geçmiştir. Şöyle ki, Taşöz adası Mehmed<br />
Ali Paşa’ya devredildiği zaman, adanın mülteziminin devlete<br />
ödediği meblağın kimin tarafından ve nasıl karşılanacağı<br />
söz konusu oldu. Mehmed Ali Paşa bütün ödemeleri yapmaya<br />
hazırdı. Ancak Sultan II. Mahmud, Paşa’nın Vehhabi<br />
hareketini bastırmakla devlete çok büyük bir hizmette bulunduğunu<br />
belirttikten sonra, adanın cizye gelirleri dışındaki<br />
yükümlülüklerine dair tüm ödemelerin hazine tarafından<br />
karşılanmasını emretmiştir. Bu sırada Padişah II. Mahmud,<br />
Paşa için bunun bin misli hediyeyi hak etti, ifadesini kullanarak<br />
şöyle demiştir:<br />
“Bu adamın din ve devletime hizmeti, malen ve bedenen<br />
gayret ve çalışkanlığı birkaç Taşöz versek bile yine yeterli değildir.<br />
Hicaz’daki vahhabi sorununun çözülmesi için harcanan<br />
akçe buna bin kere bedel olabilir. Mehmed Ali Paşa<br />
malikâne sahibinin verdiği peşin ödemeyi veremem demiş<br />
ise de ben almaya hicab ederim... Cizyeden başka tüm vergileri<br />
afv ediyorum. Bu paşanın yaptığı hizmeti kimse yapmadı.<br />
Hepiniz bu emirlere uyun... ” Böylece, ada Kavalalı<br />
Mehmet Ali Paşa’nın Kavala’da kendi adına kurmayı tasarladığı<br />
külliye için tahsis edilmiş oldu.<br />
Vakfın Yönetimi: Mütevellilik<br />
Mehmed Ali Paşa kendi adına kurduğu vakfın yönetimine<br />
idareci tayin etmek konusunda sağ olduğu müddetçe<br />
tek yetkili olarak kendisini göstermektedir. Kendisinden<br />
sonra ise açık bir şekilde soyundan gelenleri yetkili kılmıştır:<br />
“Benden sonra evlâdımın zükûr u inâsından ekber u erşedi<br />
tasarrufât-ı mezkûreden hâlî olarak mütevellî olalar ve<br />
141
a‘dehû evlâd-ı evlâd-ı evlâd-ı evlâdımın zükûr u inâsından<br />
ekber u erşedi batnen ba‘de batnin ve neslen ba‘de neslin<br />
mütevellî olalar.”<br />
Paşa sağlığında tayin ettiği mütevelli vekilleri ile vakfın yönetimini<br />
sürdürmüştür. Kendisinden sonra, mütevellilik görevini<br />
soyundan gelen ekber ve erşed olan yani en büyük ve kanunen<br />
reşid olan erkek veya kız evladına bırakmıştır. Eğer kendi<br />
neslinden gelen olmazsa, nazır-ı vakf olan Şeyhülislâm görüşleri<br />
doğrultusunda dindar ve ehliyetli bir kimseye bu görevin<br />
verilmesini vasiyet etmiştir.<br />
Kavala’daki Külliyenin Mimari Özellikleri<br />
Mısır’da yaptığı reformlarla Yakındoğu’da yeni bir cazibe merkezi<br />
oluşturan Mehmed Ali Paşa, valiliğinin ilk yıllarında, doğduğu<br />
yer olan Kavala kentinde kendi adını yaşatacak hayır kurumları<br />
yapma hedefini hayata geçirdi. Nitekim mimari açıdan<br />
Kavala’yı küçük bir kent olmaktan çıkartacak kadar iddialı yapılar<br />
yaptırarak bu amacına muvaffak oldu. Bu yapılar yukarıda<br />
da değinildiği gibi Makbul İbrahim Paşa’nın yaptırdığı eserlerin<br />
bulunduğu mekânda yer almaktadır. Bunların en azından<br />
bir kısmı Kavalalı zamanında varlığını yıkıntı şeklinde de olsa<br />
koruyordu. Paşa, bunları yeniden kente kazandırmış aynı zamanda<br />
onlara ilaveler de yaptırmıştır. Burada Kavalalı’nın son<br />
şeklini verdiği muazzam bir kompleks ortaya çıkmıştır. Bunlar;<br />
Cami, medrese, mektep, imaret, mühendishane ve kütüphaneden<br />
oluşan büyük bir külliyenin parçalarıdır. Kavala kentinin<br />
eski yerleşim yeri olan yarımadada tüm kenti gören bir alanda<br />
yapılan bu eserler, görsel açıdan da zengin bir manzaraya sahiptir.<br />
Deniz tarafından bakıldığında, külliyenin azameti bütün<br />
ihtişamiyle gözler önüne serilmektedir.<br />
Külliyenin İmarethanesi<br />
Mehmed Ali Paşa, Kavala’daki külliyenin daha geniş bir çapta<br />
hizmet etmesini istiyordu. Özellikle İmaret’in kapasitesini büyütmek<br />
amacındaydı. Fakat bu yeni projelerini hayata geçirmesi<br />
için Taşöz’den sağlanan gelirler yetersiz kalıyordu. Bunun<br />
üzerine Paşa, projesinin kaynak sorunlarını çözmek için<br />
Mısır’daki bir çiftliğin gelirlerini ilave etmek üzere harekete geçti.<br />
Nitekim Paşa tarafından Mısır’da Garbiye Müdüriyeti’nde<br />
bulunan Kefru’ş Şeyh Çiftliği Kavala’daki imaretin giderleri için<br />
tahsis edildi. 5 Safer 1259/5 Nisan 1843 tarihiyle kayıt altına<br />
alınan ve asıl vakfiyeye ek niteliğinde olan belgeye göre imaretin<br />
1843 yılı bahar aylarında faaliyete geçtiği anlaşılıyor .<br />
Bu imaretten medresedeki talebeler, eğitim kadrosundaki<br />
hocalar, hizmetliler imam, müezzin ve hattat gibi görevli-<br />
142<br />
ler ile şehirdeki dervişler ve fakirlerin istifade etmesi hedefleniyordu.<br />
Kavala’daki külliyede açılması kararlaştırılan imaretin<br />
hizmet vereceği medrese talebeleri, hocaları ve diğer hizmetliler<br />
ve şehirdeki fakirler de imaretten faydalanacaktır. Yapılacak<br />
harcamaların neler olduğu, ne zaman yapılacağı ve hangi<br />
malzemeleri ihtiva ettiği açıkça vakfiyede yer almıştır.<br />
Medrese’de 1840’lı yıllarda 120 talebe vardır. Dışarıdan gelen<br />
toplam 60 adet mülazım, müderris, kurra, hafız, mektep<br />
hocası, halifeler, meşk hocası, imam, müezzin ve hademe<br />
vardı. Ayrıca, Mülazımlarla birlikte 70 adet mektep<br />
çocukları bulunuyordu. Kavala kazasındaki cami ve Hüseyin<br />
Bey Medresesi’nde bulunan 12 adet odada bulunan 24<br />
adet talebe, 1 müderris, 1 imam, 1 müezzin ve 2 adet kapıcı<br />
görev yapıyordu .<br />
Kavala’daki ihtiyaç sahiplerinin de imaretten faydalanması<br />
düşünülmüştür. Vakfiyeden anlaşıldığına göre vakfiye kaleme<br />
alındığı sırada ihtiyaç sahipleri konusunda bir araştırma<br />
yapılmıştır. Bu yüzden gelecekteki ihtiyaç sahiplerinin miktarının<br />
artabileceği anlamına gelen “ihtiyaten” kaydı düşülmüştür.<br />
Böylece toplam 50 adet fakir, kimsesiz ve dervişlere<br />
de bir takım erzak ve yemek yardımı kayıt altına alınmıştır.<br />
Böylece toplam 329 görevli, talebe ve fakir kimsenin imaretten<br />
faydalanması sağlanmıştır.<br />
İmareti konu alan vakfiyedeki kayıtlara göre, her sene Muharerrem<br />
ayında aşure pişirilmesi ve yine her sene Rebiulevvel<br />
ayının 12. günü şerbet hazırlanması esası vardır. Hazırlanan<br />
aşure ve şerbetlerin başta Kavala’daki ihtiyaç sahipleri<br />
olmak üzere tüm medrese öğrencilerine ve halka dağıtılması<br />
şart koşulmuştur. Muharram ayında aşure pişirilmesi<br />
ve rebiülevvel ayının 12. Günü Hz. Peygamberin doğumunu<br />
kutlamak amacıyla bir toplantı düzenleyip Mevlid okutulması,<br />
Paşa’nın geleneksel kültürü devam ettirmek amacını<br />
gösterir. Nitekim bu gelenek, 1952 yılına kadar devam<br />
etmiştir. Aşure ve şerbetin nasıl hazırlanacağı ve dağıtılacağı<br />
konusunda vakfiyede ayrıntılı hükümler yer almaktadır.<br />
Külliye Kaderine Terk Edilmiş<br />
Külliyenin son yüzyılı hakkında bazı aralıklarla da olsa önemli<br />
kayıtlara sahibiz. Kâmûs el-‘Alâm’da, Kavala’daki külliyenin<br />
1890’lı yıllardaki durumuna ilişkin bilgiler bulunmaktadır.<br />
Şemsettin Sami eserinde, Mehmed Ali Paşa tarafından<br />
yaptırılan mühendishane-i hayriye ismiyle bir mektep,<br />
medrese-i hayriye ismiyle diğer bir mektep, bir cami, bir kütüphane<br />
ve bir de imaretten bahsetmektedir. 1896 yılında<br />
basılan eserdeki bilgilere göre mühendishane-i hayriyede,<br />
ibtidaiye ve rüşdiye mekteblerinin dersleri veriliyordu. 108<br />
şakird 6 muallim, vardı. Medrese-i hayriyede ise, 500’den<br />
fazla talebe ve 4 müderris bulunuyordu .<br />
Selanik işgal edildikten sonra, Kavala’daki külliye konusunda<br />
Osmanlı makamları gereken hassasiyeti göstererek Yunan<br />
muhataplarından vakıf hukukuna saygı göstermeleri istenmiştir.<br />
Kurtuluş Savaşı sırasında külliyenin Kavalalı ailesine<br />
ait olduğu vurgulanarak Mısır’la irtibatı gündeme gelmiştir.1918<br />
yılına ait II. Abbas Hilmi Paşa’nın özel arşivinde<br />
bulunan bir belgeye göre, Kavalalı ailesi vakıfla ilgisini devam<br />
ettirmektedir .<br />
Buna göre külliyede eğitim ve hizmetliler kadrosunda bulunan<br />
toplam 28 kişiye maaş ödenmektedir. Kavala’daki külli-
yeyi korumak amacıyla Batı Trakya Türk Cemaati 1930 yılında,<br />
bir girişim başlatmıştır. Ancak iddiaların aksine Külliye’nin<br />
Türk Cemaati tarafından kontrolü hakkında her hangi bir sonuç<br />
alınamamıştır .<br />
Külliyenin varlığını koruması Yunan makamlarının Mısır’da iktidarda<br />
bulunan Mehmed Ali Paşa ailesinin üyeleri ile dostluk<br />
ilişkilerini sürdürme politikası nedeniyledir. Mehmed Ali<br />
Paşa’nın Kavala’daki muhteşem külliyesi Osmanlı idaresinden<br />
çıktıktan sonra, eğitim ve imaret işlevini kaybetmiştir. Ancak,<br />
Yunan makamları tarafından Mısır’la sürdürülen dostluk nedeniyle<br />
bir müddet ilgi görmeyi başarmıştır. 1950’li yıllardan<br />
sonra, korunması konusunda gerekenin yapılması bir yana,<br />
kendi kaderine terk edilmiştir.<br />
Öte yandan, Mehmed Ali Paşa’nın Kavala’daki külliyesinin<br />
bu kadarıyla bile korunmuş olması, çok büyük bir şanstır. Zira<br />
sayıları Yunanistan’da 1200 civarında olan Osmanlı eserinin<br />
çok azı bugün ayakta kalmış, diğerleri yok edilmiştir. Bu eserin<br />
ayakta kalmasının muhtemelen bir diğer nedeni de Mehmed<br />
Ali Paşa’nın Tepedenli Ali Paşa gibi üzerinde Osmanlı<br />
Devleti’ne başkaldıran bir sıfat taşıması dolayısıyladır. Yunan<br />
makamları bunu yaparken, Mısır’dan bazı konularda siyasal<br />
destek almışladır.<br />
II. Abbas Hilmi Paşa (1874-1944), 1892-1914 yılları arasında<br />
Mısır Hıdivi olduğu dönemde vakfiye hükümleri gereğince<br />
mütevelli vekili olarak görev yapmıştır. Abbas Hilmi daha<br />
önce de değinildiği gibi vakfiye hükümleri uyarıca, Mısır’da<br />
Hıdiv olarak görevde kaldığı dönem içinde ve sonrasında külliye<br />
ile ilgilenmiştir.<br />
Bunun yanında, külliyenin ayakta kalmasında yetki sahibi olarak<br />
Mısır’daki Kavalalı sülalesinden gelen kişilerin vakfiye hükümleri<br />
gereğince mütevelli olması veya mütevelli vekili olarak<br />
bulunmasının da katkısı vardır. Ahmed Fuad 1917-1936<br />
arası önce Mısır Sultanı sonradan “Kral” ünvanıyla külliyenin<br />
korunmasına destek vermiştir. Onun yerine geçen Kral Faruk<br />
1936’dan 26 Haziran 1952’de tahttan feragat edene kadar<br />
Mısır Kralı olarak aile geleneğini sürdürmüştür. Ailenin bu bireyleri<br />
vakfiye hükümlerinden sadece Aşure ve şerbet dağıtılması<br />
ile Mevlid okutulnası hükümlerini bir müddet yerine getirmeye<br />
muvaffak olmuşlardır.<br />
Nasır’ın yaptığı ihtilalden sonra, geçmişle ilişkiyi tamamen<br />
kopartma politikalarının bir parçası olarak Kavala’daki Külliye<br />
ile irtibatı kesmiştir. Ayrıca, Mehmed Ali Paşa’nın doğduğu<br />
ev bugün müze olarak kullanılmaktadır. Bu ev XIX. yüzyılın<br />
tipik Türk evlerinden biri gibidir. Evin önündeki meydanda<br />
Paşa’nın at üzerinde duran bir heykeli Mısır Kralı Fuat zamanında<br />
dikilmiştir. Buna karşılık İskenderiye’deki Yunan cemaati<br />
de şehrin Menşiye Meydanı’na benzer şekilde bir heykel<br />
dikmiştir.<br />
1971 yılında Kavala’daki külliyeye giderek orada yaptığı inceleme<br />
hakkında bir makale yazan Mimar Haluk Sezgin, o tarihte<br />
cami ve medresenin mesken olarak kullanıldığını kaydetmektedir.<br />
Diğer bölümlerin ise bir kısmı Yunan resmî makamlarınca<br />
depo olarak kullanılmakta, bir kısmının ise bakımsızlıktan<br />
yok olmasına zemin hazırlandığını yazmaktadır. H.<br />
Sezgin makalesinde külliyenin rölevesini çıkarmış ve bu terk<br />
edilmiş halini fotoğraflayarak yayınlamıştır .<br />
1970’li yılların sonunda Kavala’yı ziyaret ederek Mehmed Ali<br />
Paşa Külliyesi’nin yeni durumunu yazan ve fotoğraflarını çeken<br />
Ekrem Hakkı Ayverdi, imaretin bakımsız olduğunu ve<br />
içine giremediğini yazmaktadır. Bu bağlamda, külliyede yer<br />
alan mühendishane, henüz bilinmeyen bir nedenden dolayı<br />
günümüze kadar ulaşamamıştır. Bu yazara göre Kütüphanenin<br />
durumu da içler acısıdır . Fakat kitapların en azından bir<br />
kısmını halen varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Nitekim 2005<br />
yılında, bir İtalyan araştırmacı Kütüphanedeki eserlerin katalogunu<br />
yayınlamıştır .<br />
Son yıllarda çok sevindirici bir şekilde, Kavalalı’nın Külliyesi<br />
hak ettiği ilgiyi görmeye başlamıştır. 2004 yılında, Mısır ve Yunan<br />
Hükümetleri anlaşarak külliyenin kalan kısımlarında restorasyon<br />
çalışması yapıldıktan sonra otel olarak kullanılmasını<br />
sağlamışlardır. Restorasyon çalışmaları başarıyla sonuçlanmış<br />
ve Ağa Han Mimarlık ödülünü almaya hak kazanmıştır.<br />
Bugün bu külliye Imaret adında lüks bir otel olarak kullanılmaktadır.<br />
Külliye Osmanlı ve Balkan Tarihi Bakımından Önemli<br />
Sonuç olarak, Mehmet Ali Paşa’nın Kavala kazasında bir külliye<br />
kurması ve Taşöz adasını da buraya ilişkin kurduğu vakfa<br />
gelir temin etmek maksadıyla bağlaması, siyasal beklentilerine<br />
ne ölçüde yararı dokunduğu hala tartışmaya açıktır.<br />
Ancak Paşa kentin mimarisine, kültürüne ve sosyal hayatına<br />
önemli katkılar sağlamıştır. Mısır’da bulunduğu makama<br />
kendi ağırlığını koyan Paşa, doğduğu toprakları unutmamış<br />
bugün en azından muhteşem mimarisiyle ayakta kalmayı başarmış<br />
bir eser bırakmıştır. Bu eser sadece Yunanistan, Mısır<br />
ve Türkiye’yi ilgilendiren bir binalar manzumesi değildir. Burada,<br />
Osmanlı ve Balkan tarihi açısından son derece önemli bir<br />
eser bulunmaktadır.<br />
Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan bu<br />
muhteşem eserin bugün lüks bir otel olarak işletilmesi her ne<br />
kadar vakfiyedeki maksatlara aykırı da olsa, gelecek nesillere<br />
miras bırakılabilmesi açısından sevindirici bir durumdur. İnsanlığın<br />
ortak mirası olarak görülüp yaşatılması için ilgili ülkelerin<br />
ve vakfiyede yer alan şartlara göre yaşayan mütevellilerin<br />
bu yöndeki çabalarının ve işbirliğini sürdürmelerinde sonsuz<br />
faydalar vardır. Bu bağlamda, içinde çok önemli eserler bulunan<br />
kütüphane ilgili uzmanlara ve araştırmacılara hizmet verir<br />
hale getirilmelidir. Ayrıca, vakfiye hükümleri uyarınca, külliyede<br />
en azından yılda bir kez aşure ve şerbet dağıtımı geleneğinin<br />
sürdürülmesi bölge ülkeleri arasında dostluk ve kardeşlik<br />
duygularının gelişip yaşatılmasına katkı sağlayacaktır.<br />
*Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tarih Bölümü<br />
143
İstanbul İslam Bilim ve<br />
Teknoloji Tarihi Müzesi<br />
Dr. Detlev Quintern<br />
2008 yılı ilkbaharında açılan İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi; Has Ahırlar isimli, Osmanlı padişahlarının<br />
o zamanki, şimdi restore edilmiş olan ahır binalarında, Gülhane’de bulunmaktadır. Müzenin eski iç duvarında görünen,<br />
eskiden padişahların atlarının bağlandığı demir halka ve çubuklar günümüzde müze binasının daha önceki kullanımının<br />
şahitliğini yapmaktadırlar. Müzenin tarihi duvarlarının güzelliği, geçmişi ve çağdaşı birbiriyle en modern gösterim<br />
teknolojisi yoluyla kaynaştırmaktadır.<br />
144
Astronomi III. Salonu<br />
2008 yılı ilkbaharında açılan İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji<br />
Tarihi Müzesi; Has Ahırlar isimli, Osmanlı padişahlarının o<br />
zamanki, şimdi restore edilmiş olan ahır binalarında, Gülhane’de<br />
bulunmaktadır. Müzenin eski iç duvarında görünen, eskiden<br />
padişahların atlarının bağlandığı demir halka ve çubuklar<br />
günümüzde müze binasının daha önceki kullanımının<br />
şahitliğini yapmaktadırlar. Müzenin tarihi duvarlarının güzelliği,<br />
geçmişi ve çağdaşı birbiriyle en modern gösterim teknolojisi<br />
yoluyla kaynaştırmaktadır.<br />
İslam dininin (İ.S.) 8. ve 16. yüzyıllar arasındaki bilim ve<br />
teknikteki inkişaf devrinin tamamının kapsayıcı şekilde<br />
görülmesini sağlayan eserler, müzede 3 bin 500 metrekarelik<br />
alanda gösterilmektedirler. Coğrafya, astronomi, denizcilik,<br />
tıp, mineraloji, kimya, fizik, optik ve saatler, savaş teknolojisi,<br />
değirmenler ve mimarlık alanlarında sunumlar müzede<br />
bulunmaktadır. Ayrıca yeniden yapımı gerçekleştirilmiş alet,<br />
düzenek ve modeller ile İslam kültürü coğrafyasından Avrupa’ya<br />
gerçekleştirilen bilim ve teknoloji akımı canlandırılmaktadır.<br />
“Rönesans” Avrupa merkezci bilimler tarihi kayıtlarında, antik<br />
çağın doğrudan doğruya yeniden hayata geçirilmesi olarak<br />
kabul görmektedir. Antik Çağ sonları ve Rönesans arasında<br />
kalan bin yıl ise “karanlık zaman” olarak nitelendirilmektedir.<br />
Bilimler tarihinin devamlılığını bozucu bir tarih tablosu, Arap-<br />
İslam bilimlerinin 9. yüzyılın başı ile 16. yüzyılın sonu arasındaki<br />
yaratıcı çağı karartmayı başarmıştı. Bu dar ve kendini öne<br />
çıkaran tarih anlayışı, en iyi anlamda İslam Bilimleri’ne sadece<br />
bir taşıyıcı rol biçerek, sanki o dönemde birçok bilim alanında<br />
gelişmeler sağlanmamış, yalnızca Yunanca’dan Arapça’ya<br />
tercümeler yapılmış sonucunu çıkartmıştı.<br />
Tabiidir ki, Arap-İslam bilimleri, felsefe veya tıp bilimi de<br />
Yunanca ve diğer dillerden (Arâmice, Sanskritçe ve diğerleri)<br />
alınan bilgilerle bağlantılı bulunmaktadırlar. 9. yüzyılın ilk<br />
yarısında Bağdat’taki Abbasi Halifesi Al-Ma’mûn tarafından<br />
desteklenen kısa bir Arapça’ya tercüme aşaması ve ona paralel<br />
yürümüş olan mevcut bilgi ile yapılan tartışmalar, Arap-İslam<br />
bilimlerine 9. yüzyılın başından itibaren, birçok bilim dalında<br />
sarsıcı keşiflerle kendi yaratıcılığını başlatma imkânını vermiştir.<br />
Böylece, teori ve deneyleme ile edinilen bilimsel sonuçların<br />
kullanılması, topluma değişik şekillerde kazanımlar olarak<br />
sunulmuştur. Bilimlerin etik yerleşimine devamlı dikkat<br />
edilmiştir. Ayrıca bilimlerin her alanında gözetilen, teori ve<br />
pratiğin yakın birleşimi, deneysel ve uygulamalı bağlantılar,<br />
bilim tarihçilerini ve onlar arasından George Sarton’u, modern<br />
bilimlerin Abbasi Halifeleri çağında -9. yüzyılın başındaki İslam<br />
dünyasında- kurulduğu inancına vardırmıştır. Müzede bu tarihi<br />
bağlantılar görselleştirilmektedir. Avrupa “Rönesans”ı veya<br />
sonraki “Aydınlanma” gibi fenomenler kendilerinin Arap-İslam<br />
temelleri olmaksızın düşünülemez.<br />
Prof. Dr. Fuat Sezgin’in yorulmak bilmeyen çabaları sayesinde,<br />
bilimler tarihinde uzun zamandır mevcut olan, İslami katkıları<br />
dışlayarak, antik çağdan doğrudan Rönesans’a geçildiği<br />
şeklindeki yanlış kanaat günümüzde artık görülür halde<br />
devre dışı kalmaktadır.<br />
145
Her ne kadar 19. yüzyılın sonuna doğru ve 20. yüzyılın<br />
ilk yarısında Yunan ve Latin dillerine yönelik, J.W.<br />
Goethe’den başlayıp Sedillot’dan Julius Ruska’ya -İslam<br />
kimya tarihinde kanıtlanmış bir tarihçi- kadar şarkiyatçılar<br />
müzede bir galeride takdirle anılıyorlarsa da, Arap-İslam<br />
bilimlerinin insanlığın gelişmesine olağanüstü katkısının<br />
günümüz bilimler tarihinde tanınması, Prof. Dr. Fuat Sezgin<br />
ve onun tarafından 1982’de Almanya, Frankfurt am<br />
Main’da kurulan enstitü, oradaki bilimler tarihi koleksiyonu<br />
ve yıllarca çalışmanın sonucunda oluşmuş kütüphane<br />
sayesindedir.<br />
Bu bağlamda Prof. Dr. Fuat Sezgin’in 15 cildi kapsayan<br />
“İslam Bilimler Tarihi” isimli eseri yanında araştırmacıların<br />
Galen (solda), İbni Sina (ortada), Hippokrates (Sağda) Savaş Teknolojileri Salonu<br />
146<br />
Eğlence Otomatı El Muradi ( 11. yy 2. yarısı)<br />
İslam bilimleri tarihinin değişik alanlarındaki çalışmalarını<br />
ihtiva eden bin 300 ciltten fazla yayından da söz edilmesi<br />
gerekmektedir. Sadece tıp alanında yüzden fazla cilt<br />
mevcuttur. Beş ciltlik müze kataloğu, bir ciltlik özeti ile<br />
Türkçe’ye de çevrilmiştir.<br />
Artık İstanbul'da, bu amaca hizmet için özellikle kurulmuş<br />
müzede sergilenen, alet ve düzeneklerin modellerinin<br />
büyük bölümü yazılı ve resimli kaynaklara dayanarak<br />
tasarlanmış ve yeniden yapılmıştır. İslam bilimler tarihi<br />
alanında dünyanın en büyük koleksiyonu böylece oluşmuştur.<br />
Aşağıda sadece müzede canlandırılan bazı bilim<br />
alanlarından ve bunların doğudan batıya özümseme yollarından<br />
bahsedilecektir.
Yerkürenin özellikleri ve hareketindeki<br />
bilgilerin gelişmesi ile uyum içindeki<br />
coğrafya ve dünya resmindeki değişimler<br />
müze ziyaretçisini, girişteki<br />
Al-Ma’mun’un dünya küresi ile müzeye<br />
ısındırmaktadır. Evrensel âlim<br />
İbn al-Haitam (ölümü 432<br />
H./1041 İ.S.) mikro ve<br />
makrokosmosun, dünya<br />
ve kâinatın ahenkli bütünlüğünü<br />
şöyle kelimelere<br />
dökmektedir: “Evren<br />
bütün değişmelerine<br />
rağmen bir düzen ve bütün<br />
ayrıntılarına rağmen<br />
bir ahenk içindedir.”<br />
Bu uyumlu düzenin en<br />
hassas doğrulukla bilimsel<br />
sistematik keşfi İslam Bilimlerinin<br />
kaydettiği ilerleme<br />
sayesinde olmuştur.<br />
Arap-İslam bilimleri Yunanların,<br />
Farsların ve Hintlilerin<br />
bilgilerinden istifade ettilerse<br />
de, birçok alanda bilimlerin<br />
düzeyini sınamışlar,<br />
düzeltmişler ve yeniden düzenlemişlerdir.<br />
Bilgiye olan sevgi ve özlem,<br />
tabiat ve kozmosun sayılarla<br />
kavranamayan düzenine<br />
mümkün olduğu kadar<br />
yaklaşabilmenin gerekliliğini<br />
kabul etmekle bağlanarak,<br />
genç İslam âlimlerini<br />
7. yüzyıldan (İ.S.) beri devamlı<br />
daha iyi izleme ve<br />
ölçme metotları ve bunlara<br />
göre alet, cihaz ve<br />
teraziler geliştirmeye yöneltmiştir.<br />
9. yüzyıl ile olgunlaşmaya<br />
başlayan ve<br />
sadece yeni bir bilim anlayışı<br />
başlatan değil de,<br />
bunu devamlı olarak insanlığın<br />
mutluluğu için<br />
kullanmaya çalışan bir<br />
mükemmeliyyet...<br />
Bugünkü konuya yaklaşan kavram<br />
“hassaslık gerektiren bilimler” olabilir.<br />
Müzede sergilenen tüm aletler hassas ölçümün<br />
en yüksek derecelerini göstermektedirler.<br />
Hassasiyete olan sevgi, estetik el ele yol almaktadırlar.<br />
Bir enstrüman sadece işlevini yerine getirmekle kalmamalı,<br />
ayrıca güzellik ve oluşumundaki uyum taleplerini de<br />
karşılamalıdır. Örnek olarak, trigonometrik uygulamalarla<br />
yer üstündeki pozisyonları mümkün olduğunca<br />
gerçeğe yakın tespite yarayan<br />
astrolaplar; aralarında ilk defa yapılmış,<br />
tam zamana bölümlü, 13. yüzyılda<br />
Fas’taki Qarawiyûn Camii’nde<br />
bulunan saatin çok başarılı bir rekonstrüksiyonu<br />
olan saat; al-Hâzinî<br />
tarafından geliştirilen 1: 60.000 hata<br />
oranlı hassas terazi veya Ar-Râzî tarafından<br />
10. yüzyılda geliştirilen ve bugünkü<br />
kimya labarotuvarlarında eksikliği<br />
düşünülemeyen damıtma aygıtları<br />
verilebilir. Bütün bu aletler ve<br />
araçlar işlevlik, hassaslık ve estetiklerindeki<br />
uyumla göz alıcıdırlar.<br />
Fil Su Saati El Cezeri<br />
H. 600 / M.1200<br />
Biz gene de daha önce bahsedilen,<br />
ziyaretçileri müze gezisinden sonra<br />
uğurlayan Ma'mûn yerküresine dönelim.<br />
Mermer taban üzerinde süslemeli<br />
bir çıtalarla bezenmiş olarak, Afrika’nın<br />
çepeçevre denizden seyrinin mümkün<br />
olduğunu gösteren Ma’mûn yerküresi<br />
durmaktadır. Prof. Dr. Fuat Sezgin 9.<br />
yüzyılın ilk yarısındaki bir dünya haritasının<br />
bilgilerinden hareket ederek enlem<br />
ve boylam derecelendirilmesine dayanan<br />
haritanın rekonstrüksiyonunu<br />
yapmıştır. Kürevi projeksiyon<br />
metoduna göre yapılmış<br />
en eski haritadır.<br />
Al-Ma’mûn haritasında<br />
yerleşim yerlerinin ve coğrafi<br />
noktalardan yaklaşık 3<br />
bin kadarının koordinatlarının<br />
bulunması, kürenin<br />
rekonstrüksiyonunu<br />
mümkün kılmıştır. Coğrafi<br />
noktaların yerkürede<br />
tam olarak belirleme<br />
becerisi, 7 yüzyıl<br />
sonra meşhur<br />
1513 tarihli Piri<br />
Reis haritasındabaşka<br />
bir bilimselzirveyeulaşarak,<br />
Güney Amerika Kıtası'ndaki<br />
kıyı şeridini tam<br />
bir kesinlikle vermeyi başarmıştır.<br />
Bugünkü teknik<br />
imkânlar, dünyadaki bir yerin<br />
tespitini ve bulunmasını<br />
basitleştirmişlerdir. İslam Bilimleri ve Tekniği’nin yeni yollar<br />
açan çabaları olmasaydı bunlar mümkün olamazdı.<br />
Böylece “MÜZE” ziyaret edilmeye ve bilimler tarihine bir<br />
keşif seyahati yapmaya davet ediyor.<br />
147
148<br />
Fasnacht;<br />
Ürkütücü<br />
Maskelerin<br />
ve Rengarenk<br />
Kostümlerin<br />
Festivali<br />
Ayşegül KALENDER<br />
İsviçrelilerin “en güzel üç gün” olarak adlandırdıkları Fasnacht,<br />
yüzyıllardan beri kutlanan bir bahar bayramı… Her biri farklı<br />
ellerin dokunuşuyla şekillenen devasa maskeler ve rengârenk<br />
kostümler, her yıl farklı bir temayı anlatıyor. Festivalin bu yılki<br />
teması, ekonomik krizdi. El emeğinin Fasnacht vesilesiyle<br />
Basel’de görücüye çıktığı bu günlerde caddeler, salına salına<br />
yürüyen kocaman maskeleri ve kabarık elbiseleriyle prenses<br />
ve kraliçelerin yürüdüğü kocaman bir podyuma dönüşüyor<br />
âdeta. Şairlerin, ressamların, müzisyenlerin hünerlerini<br />
gösterdikleri Fasnacht’ta sanatla ironinin, eğlenceyle sosyal<br />
mesajın harmanlandığı üç güzel gün yaşatılıyor halka.
Ren Nehri’nin büyük ve küçük Basel olarak ikiye böldüğü<br />
Basel şehri; İsviçre, Almanya ve Fransa’nın birleştiği,<br />
Almanca “Drei Laendereck” (Üç ülkenin köşesi) olarak<br />
adlandırılan noktada bulunuyor. Üç ülkenin bu kadar<br />
yakın olmasından faydalanarak Fransa’nın sınır kenti<br />
olan Mulhouse şehrinde Almanya, İsviçre ve Fransa’nın<br />
ortak kullandıkları bir havalimanı inşa edilmiş. İlaç sanayisinin<br />
merkezi sayılan Basel sadece sanayisiyle değil,<br />
tarihi ve kültürel dokusuyla da dikkat çekiyor. Şehri bir<br />
gerdanlık gibi süsleyen Ren Nehri üzerindeki köprüler<br />
ve kıyısındaki binalar, asırlar öncesine uzanan klasik mimarisinden<br />
hiçbir şey kaybetmemiş.<br />
Şehirde dolaşırken insan geçmişe yolculuk yaptığı hissine<br />
kapılıyor. Çünkü şehrin bugünkü ve yakın dönem mimarisi,<br />
tarihi mimari ile uyumlu bir şekilde gelişmiş. Tarihi<br />
yapılar öyle çoklar ve öyle iyi korunmuşlar ki, şehirde<br />
yaşamın hemen her alanında onlarla karşılaşıyorsunuz.<br />
Buna en iyi örnek ise Markt Platz’da bulunan Basel’in<br />
belediye binası... Yapı 1356 yılında depremde yıkılmasına<br />
rağmen, 1541 yılında eski kalıntılarından da yararlanılarak<br />
aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Bu tarihi<br />
dekoru koruyan ve geçmişiyle arasında sıkı bir bağ<br />
oluşturan halk, yeniye açık olmakla beraber, geleneklerine<br />
sımsıkı bağlı. Bu bağlılığın en güzel örneği de “Fasnacht”.<br />
Tam zamanı bilinmemekle beraber bölge halkının<br />
ilk çağlardan beri kutladıkları bir bayram olan Fasnacht,<br />
yüzyıllar içerisinde kutlama şekli ve içeriği değişmekle<br />
birlikte günümüze kadar ulaşabilmiş bir etkinlik…<br />
Doğanın Yeniden Canlanması<br />
Bilindiği üzere Pagan ve Şaman inançlarında bahar, yeniden<br />
doğuşu simgeler. Kış ile uykuya yatan ya da bir<br />
çeşit ölümü yaşayan doğa, baharın gelmesiyle yeniden<br />
canlanır, hayat bulur. Doğuda bahar karşılama ritüelleri<br />
ister “Nevruz” diye adlandırılsın, ister “Hıdırellez” veya<br />
başka bir isim altında kutlansın, hepsi de zor geçen kışın<br />
ardından tabiatın uyanışının ve doğaya duyulan şükranın<br />
eğlence ile kutlanma şekli.<br />
Doğu coğrafyasının İslam’ı seçmesinden sonra dini<br />
referansları değişen ve çeşitlenen bu gelenek, Batı<br />
Avrupa’da kışı kovma, kötü ruhlardan arınma ritüeli<br />
olarak karşımıza çıkıyor. İtalya’nın Venedik Karnavalı,<br />
Almanya’nın Faschinig’i, İsviçre’nin Fasnacht’ı gibi…<br />
Kıştan kurtulup bahara ulaşma sevincine her ülkenin<br />
taktığı farklı maskeler, onları birbirinden ayıran en belirgin<br />
özellikleri... Almanların Fasching’de kullandıkları aksesuarlar<br />
ile Venedik Karnavalı’nda boy gösteren, daha<br />
çok estetik ve asil görünümüyle dikkat çeken kostümler<br />
çok büyük farklılık sergiliyor.<br />
İsviçre ise bu konuda bir adım daha ileride. Çünkü Fasnacht<br />
kutlamalarında, kantonlar arasında bile birçok<br />
farklılık bulunuyor. İsviçre’nin en büyük ve kapsamlı<br />
Fasnacht’ı, Basel’de kutlananı… Basel’de hâlâ en eski<br />
haliyle Pagan inançlarına göre kötü ruhları şaşırtmak,<br />
onları ürkütmek için grotesk maskeler kullanılıyor. Hristiyanlığa<br />
geçtikten sonra bile bu adetten kopulmamış,<br />
sembolik de olsa muhafaza edilmiş.<br />
“Oruç gecesi” anlamına gelen Fasnacht, Hristiyanlığa<br />
geçilmesiyle beraber başlarda kilise tarafından yasaklanmış.<br />
Halkın gizli bir şekilde evlerinin avlularında<br />
Fasnacht’ı kutlamaları ve bu geleneği yaşatma konusundaki<br />
dirençlerine dayanamayan kilise, Fasnacht’ı<br />
Hristiyan inancına uygun bir şekle sokmuş. Böylece Fasnacht,<br />
Paskalya bayramından yaklaşık 40 gün önce,<br />
oruç günleri başlamadan, 72 saat süren bir eğlenceye<br />
dönüşmüş. Resmi olarak “Kirli Perşembe”de başlayıp,<br />
“Küllü Çarşamba”da son bulur. “Kirli Perşembe”,<br />
insanların istedikleri gibi eğlenmelerine verilen ad.<br />
149
“Küllü Çarşamba” ise topraktan gelinip yine toprağa<br />
gidileceği anlamını taşıyor. Dindar insanlar o günün<br />
sonunda alınlarına, öleceklerinin bir kanıtı olarak kül<br />
çalıyor. Fasnacht sonrası hâlâ oruç tutan var mı bilinmez,<br />
ama çeşitli nedenlerle yüzyıllar içerisinde birkaç<br />
kez yasaklanan Fasnacht tüm ihtişamıyla kutlanmaya<br />
devam ediliyor.<br />
Hazırlıklardan Fasnacht Komitesi Sorumlu<br />
1911’den beri Fasnacht Komitesi tarafından düzenlenen<br />
Basel Fasnacht’ı, çok ciddi bir hazırlık süreci içeriyor<br />
.“Klik” olarak tanımlanan faklı grupların oluşturulduğu<br />
komitede, her klik, kortejde giyeceği kostümleri<br />
kendi belirliyor. Hangi enstrümanların çalınacağı, kortejlerde<br />
halka atılan şekerlemeler, konfetiler, okunacak<br />
olan şiirler, kullanılacak pankartlar bu komite tarafından<br />
kararlaştırılıyor. Her sene komitenin çıkarttığı rozetler<br />
var. Fasnacht müdavimlerinin koleksiyonlarının<br />
olmazsa olmazı olan bu rozetler gümüş, altın, bronz<br />
gibi madenlerden yapılıyor. 8 ilâ 100 fr arasında değişen<br />
fiyatlar, kullanılan madene göre belirleniyor. Fasnacht<br />
Komitesi’nin devamı bu rozetlerden elde edilen<br />
kazançla sağlanıyor.<br />
Bu eğlenceye katılan tüm İsviçreliler, geleneklerinin yaşayabilmesi<br />
için görev bilinciyle, mecbur tutulmadıkları<br />
halde bu rozetleri satın alıyor. Fasnacht’ın her sene değişen<br />
temasına göre hazırlanan rozet ve kostümler ciddi<br />
bir bütçe gerektirdiği için Fasnacht Komitesi’nin bu geleneğin<br />
yaşatılmasında çok önemli bir yeri bulunuyor. Bütün<br />
bir sene boyunca çalışan komite, Basel şehrinin en<br />
önemli sivil kuruluşlarından biri. Fasnacht Komitesi’nin<br />
bir üyesi olmak da prestij sağlayan bir durum.<br />
Fener Alayı Sabah Erkenden Yola Çıkıyor<br />
Paskalya bayramının 40 gün öncesinde başlayan Fas-<br />
150<br />
nacht kutlamaları, ayın ilk Pazartesi sabahı 04:00’te<br />
başlıyor. Şehrin tüm ışıklarının söndüğü o sabah yollarda,<br />
caddelerde sadece fener alayının ışıkları etrafı aydınlatıyor.<br />
Halkın sabahın erken saatlerinde selamladığı<br />
bu kortej, otantik bir hava içerisinde gerçekleşiyor. 4<br />
metre yüksekliğinde devasa bir fener, kortejin içinde yer<br />
aldığı bu kortejdeki bütün klikler o sabah geleneksel kıyafetleri<br />
“Charivari” giyiyor.<br />
Bütün klikleri harekete geçiren ise, trampetçi majorun<br />
“Sabah alayı, marş ileri” komutu... Kortej ıslık eşliğinde<br />
trampetle marş çalmaya başlar. Günün diğer saatlerindeki<br />
yürüyülerden farklı olarak “Guggenmusiker”<br />
diye adlandırılan flütçüler sabah yürüyüşünde enstrüman<br />
çalmıyor.<br />
Basel’de Fasnacht’la beraber sabahın erken saatlerinde<br />
açılan lokantalar geleneksel Fasnacht menüsü olan un<br />
çorbası, soğanlı ve peynirli tartı müşterilerine sunuyor.<br />
Birçok lokanta da Fasnacht’ın devam ettiği 72 saat boyunca<br />
açık kalıyor.<br />
Ürkütücü Maskelerde Çirkinliğin Güzelliği Var<br />
Fasnacht’ın en önemli unsurlarından biri olan maskelere<br />
“Larve” deniyor. Eski çağlarda kötü ruhları korkutmak<br />
için kullanılan maskelerin devasa boyutlarda olanlarının<br />
yanı sıra, sadece başa geçirilecek büyüklükte<br />
olanları da mevcut. Pagan inancına göre kötü ruhların<br />
bu maskeleri gördüklerinde ürküp gideceklerine, giderken<br />
de kışı beraberinde götüreceklerine inanılıyormuş.<br />
O dönemde de kullanılan ahşap maskeler, bize, Pagan<br />
kültüründe korkunun insan hayatındaki yerinin ne kadar<br />
büyük olduğuna işaret ediyor.<br />
Orta Çağ’da da devam eden bu korku kültürünün günümüzde<br />
Fasnacht ya da benzeri festivallerle salt eğ-
lenceye dönüşmüş olması, insanın korkularının da değişme<br />
uğradığının bir kanıtı olsa gerek. Bugünün grotesk<br />
sanatına ışık tuttuğu söylenebilecek olan Fasnacht<br />
maskelerinin korkutmak gibi bir işlevi olmamakla beraber,<br />
hâlâ sanat atölyelerinde yapımına devam ediliyor.<br />
Sanatseverlerin yoğun ilgi gösterdikleri bu eserler, Fasnacht<br />
dışında sanat galerinde de sergileniyor.<br />
Fasnacht maskelerinin farklı boyutlarda ve farklı malzemelerle<br />
yapılmış olanlarını görmek mümkün, sanatçıların<br />
ellerinde şekillenen bu maskelerin yapımı kullanılan<br />
malzemeye göre değişiyor. Ahşap maskelerin yapımı<br />
yaklaşık 2-3 hafta sürebiliyorken, alçı ve zamkla yapılan<br />
maskeler 1 ilâ 3 gün arasında tamamlanabiliyor. Alçı<br />
ile yapılan maskelerde daha modern çizgiler bulunuyor;<br />
ünlü sanatçıların oyuncuların ve politikacıların karikatürize<br />
edilmiş maskelerini de görebiliyorsunuz.<br />
Bir sanatçı için güzel olanı şekillendirmek daha kolay<br />
olsa gerek, ancak çirkinliğin güzelliği olarak adlandırılan<br />
grotesk tarzında bir eser meydana getirmek cesaret<br />
isteyen bir ustalık… Meydana getirilen her eserde korkunçluk<br />
ve ironinin canlı bir şekilde maskelere aktarılması<br />
gerekiyor. Fasnacht’ta yüzyıllardan beri çirkinliğin<br />
estetiği insanları önceleri korkutmak, şimdilerde eğlendirmek<br />
için kullanılıyor.<br />
Fasnacht’ta görsel bir şölene dönüşen kostümler,<br />
rengârenk kumaşlardan dikiliyor ve her sene defile ciddiyetinde<br />
yapılıyor. Belirlenen konu çerçevesinde maskelerle<br />
kostümlerin bir bütünlük içerisinde tasarlanması<br />
gerekiyor. Maskelerin büyüklüğüne göre değişen<br />
kostümlerde kalın, kabarık ve gösterişli kumaşlar tercih<br />
ediliyor. Önce tasarımı yapılan sonra da Fasnacht<br />
Komitesi’ne sunulan çalışmalar kabul edildikten sonra<br />
dikime başlanıyor. Grotesk maskelerin kostümleri de<br />
kendisi gibi ürkütücü oluyor. Ünlülerin karikatürize edilmiş<br />
maskelerinin altında, bu kişilerin giydiği kıyafetlerin<br />
birebir benzerlerini görmeniz mümkün. Ustalıkla hazırlanan<br />
bu kostümler Fasnacht süresince podyuma dönüşen<br />
cadde ve sokaklarda görücüye çıkıyor. Birbirinden<br />
ilginç bu kostümleri giyenlerin oluşturduğu tören alayı,<br />
Pazartesi ve Çarşamba günleri şehrin bütün sokaklarından<br />
geçiyor. Her kliğin farklı bir başlangıç ve bitiş noktası<br />
var. Yapılan geçit töreninde klikler zaman zaman birbiriyle<br />
kesişiyor ve herkes kendi mıntıkasına doğru yoluna<br />
devam ediyor.<br />
Fasnacht’ta Ekonomik Kriz Gölgesi<br />
Klikler, giydikleri farklı kostümlerle, o senenin temasına<br />
uygun olarak birbirinden ayırt edilir. Bu sene de gelenek<br />
bozulmadı ve 2012 teması olan “ekonomik kriz”, gerek<br />
kostümlerle gerekse hicivlerle ağır bir şekilde eleştirildi.<br />
Ekonomik dar boğazı anlatan canlandırmalar, renkli<br />
kostümlerin altında yapıldı. Basel Fasnachtı’nı diğer karnavallardan<br />
ayıran bu temalı kortej, her sene sanatçıların,<br />
edebiyatçıların yıl boyu yaptıkları eserleriyle yine aynı<br />
tema bütünlüğü içerisinde eleştirilerini sundukları bir alana<br />
dönüşüyor. Salt eğlence maksatlı olmayan bu karnaval,<br />
belki de bu yüzden her kesim tarafından ilgi görüyor.<br />
Fasnacht için hazırlanan arabalar, yine aynı tema bütünlüğü<br />
içerisinde süslenmiş olarak geçit töreninde yer<br />
alıyor. Benzeri gösterilerden farklı olarak “Larve” diye<br />
adlandırılan büyük maskelerinin altında tanınmamaları<br />
gereklidir. Bütün klikler, süsleme konusunda birbirleriyle<br />
yarışırlar. Fasnacht arabalarının ve giyilen kostümlerin<br />
sunumlarında da en çok hangisinin beğenileceği de bir<br />
merak konusu ve her bir klik için bu bir prestij meselesi.<br />
Rengârenk kostümleri, abartılı, korkunç maskeleriyle<br />
etrafa neşe saçan kortejin bazen gazabına da uğrayabi-<br />
151
liyorsunuz. Çünkü beklemediğiniz bir anda başınıza bol<br />
miktarda konfeti dökülebiliyor. O senenin rozetini kıyafetinize<br />
iliştirdiyseniz şanslısınız demektir, zira her an şeker<br />
yağmuruna tutulabiliyorsunuz.<br />
Ortaçağ soytarısı da önemli bir figür Fasnacht’ta.<br />
Almanca’da “Narr” olarak adlandırılan Fasnacht soytarısı<br />
herhangi bir yerde aniden önünüze çıkıp beklenmedik<br />
sürprizler yapabilir. Resmi tatil olmasından dolayı<br />
Fasnacht’ta halk sabahlara kadar eğlenip kışı geride bırakmanın<br />
sevincini yaşar. İsviçre diyalektinde “Die Dreei<br />
Schenschte Daegg” (En güzel üç gün) olarak adlandırılan<br />
bu günlerde yapılan her türlü çılgınlık mübah görülür.<br />
Gugge Konserleri Fasnacht Boyunca Sürüyor<br />
Fasnacht eğlencesinin önemli bir parçası olan ve “Gugge”<br />
olarak adlandırılan flüt, Orta Çağ döneminde de<br />
farklı dinsel ritüellerde; özellikle ölüm dansında (totentanz)<br />
kullanılırmış. Büyük besteci FrankLisz’in “Dies<br />
Irae” (Ölüm Dansı) adlı, çeşitli ilahilerden oluşan bestesi,<br />
günümüz Fasnacht etkinlikleri boyunca çalınıyor.<br />
Guggen müsizyenleri olarak adlandırılan kortej, salı akşamı<br />
şehirde konser veriyor. Gugge’yi çalan gruplar aralıklarla<br />
durup çalmaya devam ediyor. Sonrasında yine<br />
uygun adımlarla hem yürüyor, hem de çalıyorlar enstrümanlarını.<br />
Şehrin bütün sokaklarını bu şekilde dolaşan<br />
gruplar, bazen restoranlarda oturan müşterilerin önünde<br />
de durup onlara özel, küçük bir konser verip jest yapıyorlar.<br />
Fasnacht’ta Çocuklar da Unutulmuyor<br />
Salı günü gündüz yapılan çocuk Fasnacht geçidinde, taşınması<br />
ağır olan maske ve kostümlere rastlanmaz. Çocukların<br />
aileleriyle birlikte oluşturdukları kortejde genellikle<br />
kovboy, prenses kostümleri, son zamanlarda<br />
hayvan kostümleri, özellikle de dinazor görünümlüle-<br />
152<br />
ri çok revaçta. Çocukların da unutulmadığı, eğlencenin<br />
bir parçası haline getirildiği bu günde renkli kostümleriyle<br />
etrafta dolaşan minikler görülmeye değer<br />
bir manzara sergiliyorlar.<br />
Bütün karnavallarda bulunan konfeti atma geleneği,<br />
yerel tarihçilerin tespitine göre Basel Fasnachtı’na ait<br />
bir gelenek. Bu tez kanıtlanmamış olsa bile yaşanan bir<br />
gerçek var ki, o da en çok konfetinin “en güzel üç gün”<br />
olarak adlandırılan Basel Fasnachtı’nda tüketiliyor olması.<br />
Sokaklar adeta konfetiyle donanıyor. Fasnacht’ın<br />
sona ermesiyle beraber, şehir hemen ertesi sabah konfeti<br />
kirliliğinden arındırılıyor. Öyle ki ertesi gün şehir,<br />
sanki hiç o kadar kalabalık bir eğlenceyi yaşamamış hissi<br />
uyandırıyor.<br />
Fasnacht Seyircileri Festivale Kostümsüz Katılıyor<br />
Basel Fasnachtı’nın Almanya karnavalından önemli farkı,<br />
seyircilerin pasif bir rol üstlenmesi... Çünkü burada<br />
seyirciler festivale kostümsüz olarak katılırlar. Fasnacht<br />
grupları bu kurala uymayan seyircilerle, acımasızca alay<br />
eder. Böylece maskesiyle gelen seyirci eleştiriden nasibini<br />
alır. Çünkü gelen seyirciden yalnızca Basel Fasnachtı<br />
rozeti takması beklenir. Rozetsiz katılan izleyicilerin<br />
başından konfeti boca edilir. Kortejden çiçek, portakal<br />
ve şekerlemeler istenmesi hoş görülür. Ama bunlar<br />
için fazla ısrarcı olunduğunda konfeti yağmuruna<br />
tutulmak artık kaçınılmaz olur. Bu yılki kutlamalarda da<br />
tabii ki bu ritüellerin eksiksiz ve neşe içinde uygulanması<br />
ihmal edilmiyor.<br />
Fasnacht eğlencelerinin olmazsa olmaz parçalarından<br />
biri de hiciv… Hiciv sanatçılarının hedef tahtasındakiler<br />
de politikacılar ve popüler kişiler. Bu senenin konusu<br />
olan ekonomik kriz, özellikle de Yunanistan krizi.<br />
Fukushima ve nükleer enerji, Fasnacht komitelerinin
üzerinde durduğu konuların başında. Ekonomik krizi<br />
sembolize eden bu yılki Fasnacht rozetinin üzerinde yarı<br />
açık ve bozuk bir fermuar var. Bu senenin Fasnacht’ında<br />
kullanılan, kortejlerde açılan pankartlarda, ressamların<br />
sergiledikleri tablolarda yer alan hicivlerden birinde de<br />
şu eleştirel ve ironik cümle yer alıyor: “Adem ile Havva<br />
artık maymunların hepsinden daha zeki olduklarını biliyorlar,<br />
çünkü çalışmak zorundalar.”<br />
Yapılan eleştirilere seyirciler katılsalar da katılmasalar da<br />
dinlemeye ve izlemeye devam ediyor. Kortejlere şarkılarla<br />
eşlik edip, alkışlamanın hoş görülmediği bu şenlikte,<br />
alkol tüketimi sanılanın aksine çok düşük. Çünkü<br />
hiçbir taşkınlığa rastlamadığımız şenlikte fazla alkol<br />
tüketimi de hoş karşılanmıyor. Herkesin kurallara sıkı<br />
bir şekilde uyduğu bu şenlikte güvenlik görevlisi de pek<br />
göze çarpmıyor. Kimilerine göre aşırı disiplinize olan bu<br />
halkın eğlence anlayışı sıkıcı bulunabilir. Ama şu da bir<br />
gerçek ki, Fasnacht’ın izleyici sayısı her sene artmakta.<br />
Bu da, insanların kendilerini kaybetmeden de eğlenebileceklerini<br />
gösteriyor olsa gerek.<br />
Fasnacht Bitimi Caddeler Kararıyor<br />
Fener alayının geçit töreniyle başlayan Fasnacht, yine<br />
onun eşliğinde son buluyor. Caddeler, sokaklar karartılıyor;<br />
sadece, uzun bir uğraş sonrasında meydana gelmiş,<br />
sanatsal değeri olan bu rengarenk fenerler etrafı<br />
aydınlatıyor. Her grubun kendi kortejinin olduğu et-<br />
kinlikte, fenerlerin de ait oldukları gruba göre temaları<br />
değişiyor. Farklı şekil ve güzellikteki fenerler soğuk<br />
mart sabahında insanın içini ısıtıyor. Fasnacht’ın bitimine<br />
kadar süren planlı hareket, bir sene boyunca disiplinle<br />
ve hiçbir kuraldan ödün vermeden hazırlanan komitenin<br />
başarısıyla son buluyor. Başlangıcı kadar sonu da<br />
gizemli biten Fasnacht’ın kapanışı da görülmeye değer.<br />
Grotesk maskelerinin ardında yorgunlukları görünmeyen<br />
Fasnacht katılımcıları bu muhteşem üç günü, Basel<br />
halkına her sene hediye ediyorlar.<br />
Fener alayının Perşembe sabahı saat 4.00’da başlayan<br />
veda programı, kliklerin fener alayının etrafında bir daire<br />
oluşturmasıyla son buluyor. Daire etrafında söylenen<br />
geleneksel Basel Marşı sonrasında her klik fenerini sırasıyla<br />
söndürüyor. Sonunda şehir gün ağarana dek tek<br />
bir ışık yanmadan karanlığa gömülüyor. O karanlıkta,<br />
içinde bulunduğumuz andan öyle uzaklaşıyoruz ki, karanlıkta<br />
bir gümüş gibi parlayan Ren nehrinin kenarında,<br />
yüzyıllar önce yapılmış tarihi binaların arasında bir<br />
an hangi yüzyılda olduğumuzu karıştırıyoruz. Sesiz bir<br />
şekilde dağılan maskeli insanların hangi zaman diliminden<br />
geldiğini ve nereye gittiğini düşünüyor, sessizleşen<br />
şehrin ortasında kalakalıyoruz. Şenliğin bitiminden yaklaşık<br />
15-20 dakika sonra ortaya çıkan temizlik görevlilerinin<br />
şehri temizlemeye başlamasıyla rahat bir nefes alıyor,<br />
doğru zaman diliminde olduğumuzu anlıyoruz.<br />
153
Malatya’nın Folklorunu Geleceğe,<br />
‘Aşhan Bacı’ Bebekleri Taşıyacak<br />
Emine UÇAK ERDOĞAN<br />
Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde farklı<br />
malzemelerden oyuncak bebekler yapılmış<br />
tarih boyunca. Yakın zamana kadar ulaşan<br />
bu yöresel el sanatlarının pek çoğu,<br />
bugünkü küresel oyuncak sektörünün<br />
elektronik bebeklerine yenilmiş durumda.<br />
Malatya yöresine ait giyim ve yaşayışı<br />
ifade eden ‘Aşhan Bacı’ oyuncak bebekler,<br />
bu yenilgiyi kabul etmeyip yenilenerek var<br />
olma savaşı veriyor. Bu çabasında hatırı<br />
sayılır bir mesafe de kat etmiş durumda…<br />
154
Yaşamın acemice bir taklididir evcilik oyunu. Evcilik oynayarak, anne-babasında<br />
gördüğü ev düzeni içindeki rol paylaşımını taklit eder çocuklar. Erkek çocuklar<br />
evin reisi olur bu paylaşımda, kız çocukları da anne. Gölge misafirler<br />
ağırlanır, adı var kendi yok birbirinden nefis yemekler pişirilir, hasta olunca<br />
doktora gidilir, alışverişe çıkılır, küsülür, barışılır, komşuluk ilişkileri sağlanır,<br />
kısacası hayatın akışında ne var ise birkaç çocuk bir araya geldiğinde<br />
oynanan evcilik oyununda o olur. Evcilik oyununda her kız çocuğu<br />
anne, her erkek çocuk baba olur. Hal böyle olunca oyuncak bebek,<br />
oyunun başat unsuru haline gelir.<br />
Oyuncak bebeğin ilk olarak ne zaman yapıldığını kimse bilmiyor.<br />
Mısır mezarlarında da İsa’dan Önce (İ.Ö.) 3 bin ile<br />
2 bin yılları arasında yapılmış bebekler bulunmuştur. Düz<br />
tahta parçalarından oyulmuş, geometrik desenlerle süslü<br />
bu bebeklere tahta boncuklar ya da kil şeritlerden<br />
saçlar takılmıştı. Eski Yunan ve Roma’da da çocukların<br />
gerçeğe uygun ve ustaca yapılmış bebekleri vardı.<br />
Eski dönemlerde bebekler kil, taş, kemik, tahta, meyve,<br />
fındık, mısır başağı yaprakları, mısır koçanı ya da<br />
sukabağı gibi doğal maddelerden yapılırdı. Bebek yapımında<br />
kullanılan en eski maddelerden biri, insan ya<br />
da hayvan vücudunun biçimini en doğal biçimde verebilen<br />
ağaç kökü ya da dalıdır. 19. yüzyıl başlarında,<br />
bebeklerin başları ya porselenden ya da sırsız<br />
seramikten yapılıyordu. Gövdeler ise kösele kaplı<br />
tahtadan ya da talaş doldurulmuş köseledendi.<br />
19. yüzyılda kolları ve bacakları hareketli, başları<br />
dönen, gözleri oynayan, sesli ve yürüyen bebekler<br />
piyasaya çıktı. Kâğıt, bez ve sünger bebekler<br />
de hızla yayıldı.<br />
Aşhan Bacı Yün Eğiriyor, Yorgan Dikiyor<br />
Bugün bütün dünyada çocukların özellikle de<br />
kız çocuklarının en büyük eğlencesi bebeklerle<br />
oynamaktır. Bazı ülkelerde evde yapılan ve<br />
o bölgenin kültürünü yansıtan bebekler yeğlenmektedir.<br />
Örneğin Kore’de çocuklar bebeklerini<br />
bambu sopalarından, saçlarını da otlardan<br />
yaparlar.<br />
Anadolu’da da durum böyleydi eskiden. Hemen<br />
her yörede folklorik özellikleri yansıtan bez bebekler<br />
yapılmaktaydı. Bir başka deyişle Anadolu’daki<br />
yaşam ve giyim kültürü bez bebeklerde yaşatılıyordu.<br />
Polyester bebeklerin endüstri haline gelmesiyle<br />
bez bebekler biraz unutuldu ancak<br />
halen bu kültürü yaşatmak için çabalayan<br />
zanaatkârlar var.<br />
“Aşhan Bacı” böyle bir arayışın ürünü.<br />
Malatya’nın folklorik özellikleri ve özellikle<br />
kırsal kesimdeki gündelik hayatı<br />
Aşhan Bacı bebekleriyle geniş kesimlere<br />
ulaştırılıyor. Bir oyuncak bebek<br />
bu kadar önemli bir misyonu<br />
üstlenmiş olabilir mi diye tereddüt<br />
edenler için Aşhan Bacı bebeklerinin,<br />
bir oyuncaktan öte olduğunu<br />
belirtmemiz gerekiyor.<br />
155
156<br />
Bez bebek ustası Cevdet Bozdağ’ın 1998 yılından beri<br />
üretimini yaptığı Aşhan Bacı bebeklerinde kıyafet olarak<br />
çoğunlukla Malatya’nın yöresel giysileri kullanılıyor.<br />
Ancak aynı zamanda Urfa, Ege gibi başka yörelerin<br />
otantik kıyafetlerine de yer verildiği oluyor. Aşhan<br />
Bacı bebeklerini benzerlerinden ayıran asıl özellik<br />
ise; yaptıkları… Diğer bez bebekler genelde sadece<br />
görsel vitrin süsü gibi kullanılırken; Aşhan Bacı<br />
bebeklerinin her birinin farklı bir misyonu var; ekmek<br />
açan, tandır yakan, yorgan diken, saban süren, yün<br />
eğiren bebekler… Malatya’nın olmazsa olmaz gündelik<br />
hayatından işleri yapan Aşhan Bacılar da unutulmamış:<br />
Analı-kızlı, köfte, pestil, en önemlisi kayısı patiği<br />
yapan… Bebeklerin yapımında kalvanizli tel kullanan<br />
Cevdet Bozdağ böylelikle istedikleri pozisyonu<br />
verebildiklerini anlatıyor.<br />
Ayşehan’dan Aşhan Bacı’ya<br />
Bozdağ’a bebeklere niye Aşhan Bacı isminin verildiğini<br />
sorduğumuzda şu cevabı veriyor: “Genellikle bez bebekler<br />
yapıldıkları yörelerin isimleriyle anılır ya da en çok kullanılan<br />
isimler verilir. Biz de Malatya ve çevresinde sıkça<br />
kullanılan Aşhan Bacı isminin uygun olacağını düşündük.<br />
Aşhan aslında Ayşehan isminin zaman içinde yöresel<br />
ağızlarda değişim geçirmesiyle oluşmuş bir isim.”<br />
Cevdet Beyin hikâyesi de en az Aşhan bebekler kadar<br />
ilginç. Asıl mesleği mobilya üreticiliği olan Cev-
det Bozdağ, çocukluğundan itibaren el sanatlarına büyük<br />
ilgi duymuş. Bu ilgisini bilen bir arkadaşının kendisine<br />
hediye ettiği ekmek açan oyuncak bebeği görünce,<br />
yöresinin kültürünü yansıtan bir bebek üretmek için<br />
harekete geçmiş ve böylece Aşhan Bacı bebekleri ortaya<br />
çıkmış.<br />
Bebeklerin ham maddesinden kıyafetlerine kadar bütün<br />
detaylarıyla ilgilenen ve estetik bir kaygı güden<br />
Cevdet Bozdağ, kullandığı kumaşlara makine nakışıyla<br />
Osmanlı desenleri uygulayacak kadar titiz. Aşhan Bacı<br />
bebeklerinin kıyafetleri üç ana bölümden oluşuyor: Şalvar,<br />
boydan denilen uzun elbise ve oyalı başörtüsü.<br />
Sınırları Aşan İlgi<br />
Aşhan Bacı bebeklerinin bütün aşamalarının atölyede<br />
bizzat el işçiliği olarak hazırlandığını belirten Cevdet<br />
Bozdağ, aynı zamanda bebek üretiminin Malatya’da<br />
bir sektör haline getirilmesine ve üretiminin genç nesillere<br />
öğretilmesine de öncelik etmiş.<br />
Bozdağ’ın kendi küçük atölyesinde yaptığı bebeklere<br />
sahip çıkan Malatya Belediyesi yetkilileri, belediye bünyesindeki<br />
sanat ve eğitim merkezlerinde Aşhan Bacı bebeklerinin<br />
üretimi için yetiştirme kursları düzenlemişler.<br />
Belediyenin bu girişimi Türkiye çapında belediyelerin katılımıyla<br />
düzenlenen sanat ve eğitim projeleri yarışmasında<br />
geçtiğimiz yıl birincilik ödülü almış.<br />
Yaklaşık dört yıldan beri belediye<br />
bünyesindeki kursta bebek yapımı<br />
konusunda usta öğreticilik<br />
yapan Cevdet Bozdağ’ın bu<br />
süre içinde 60 kişiyi yetiştirmiş.<br />
Hâlihazırda 20 kadar bayan öğrenci<br />
bu kurslarda bebek yapımını<br />
öğreniyor.<br />
Aşhan Bacı bebeklerini<br />
internete de taşıyan<br />
Cevdet Bozdağ, sadece<br />
Malatyalılardan değil,<br />
dünyanın dört<br />
bir yanından bebeklerine<br />
büyük<br />
ilgi gösterildiğini<br />
ve site aracılığıyla<br />
ABD ve Almanya’dan da<br />
sipariş aldıklarını ifade<br />
ediyor.<br />
Her geçen gün<br />
Aşhan Bacı bebeklerineyenilikler<br />
ekleyen<br />
Cevdet Bozdağ’ın yeni<br />
projelerinde Aşhan<br />
Bacı’nın gurbette olan<br />
anne ve babası Hacce Ana ve<br />
Hasan Dayı bebekleri var.<br />
157
Tekke Sanatlarının İki Bakiyesi;<br />
Müttekâ ve Gubâri Hat<br />
Kadir SEZEN<br />
İnsanlık tarihine baktığımızda, yüzyıllık süreç, devede kulak mesabesinde kalır. Fakat ne yazık ki, bizim toplumumuzda<br />
kulak deveyi çoktan geçti. Yüzyıl önceye ait bir mektubu, evimizin tapusunu okumaktan aciz olduğumuz gibi, kadim<br />
sanatlarımızla da aramız bozuldu. Bu bozukluğa itiraz eden ender isimlerden biri de sûfi sanatları ustası Necati<br />
Korkmaz. Bilhassa tekke sanatlarımız üzerine yoğunlaşan Korkmaz, birçoğumuzun adını bile bilmediği müttekâ gibi,<br />
pazarcı maşası gibi, gayret kemeri gibi objelerin yapımını üstlenmiş.<br />
Necati Korkmaz, 30 yılını Türk-İslam sanatlarına adamış<br />
bir isim. Özellikle tekkelerde ortaya çıkan ve sanatın<br />
muhtelif dallarıyla bezenen objeler ilgi alanına giriyor<br />
Korkmaz’ın. Usta sanatçı, birçoğumuzun adını bile<br />
ilk kez duyacağı objelere ömrünü<br />
vakfetmiş.<br />
1963 yılında Ankara’da dünyaya<br />
gelen Necati Korkmaz,<br />
eğitiminin her aşamasını<br />
memleketinde tamamlar.<br />
Ankara Üniversitesi<br />
Dil ve Tarih Coğrafya<br />
Fakültesi’nde antropoloji<br />
eğitimi alması, şu an<br />
uğraştığı sanatlara yönelmesine<br />
vesile olur. Millet olarak<br />
çok zengin bir birikime sahip<br />
olduğumuzu ifade eden<br />
Korkmaz, “Medeniyetimizin her<br />
yerinden sınırsız kaynak ve konu çıkması, sanatı<br />
başka yerlerde aramama gerek bırakmadı.”<br />
sözüyle ait olduğu medeniyetle sanat<br />
algısı arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor.<br />
Müttekâ ve gubâri hat, Korkmaz’ın uğraştığı<br />
sanatların ilk iki sırasında... Korkmaz, tekke<br />
ve zâviyenin setrolunmasıyla bir nevi “hatıra”<br />
mesabesinde kalan bu sanatları yeniden<br />
canlandırmak ister. “Sûfi sanat objelerinin<br />
birçoğunu tekrar hayata geçirmek için,<br />
o zamanın üretim teknolojilerini günümüz<br />
şartlarında oluşturup yeniden üretiyorum.”<br />
diyen Korkmaz, birçok objeyi ilgi alanına almış.<br />
Tasavvuf kültürüne ait objelere yoğunlaşan<br />
Korkmaz, bu objelerin üretimi ile uğraşma<br />
nedenini şu sözlerle açıklıyor: “Özellikle tekkelerde<br />
kullanılmış muin, pazarcı maşası, nefir,<br />
gayret kemerleri, Rufâi şişleri, fukara keşkülleri,<br />
sebbure tahtaları gibi birçok tekke<br />
ürününü üretmeye çalışıyorum. Tabii bu<br />
158<br />
isimler çoğu insana yabancı gelebilir. Ama her biri estetik<br />
ve içerik olarak birbirinden güzel ve medeniyetimizin<br />
ayrı ayrı izlerini taşıyor. Bunların mutlaka insanlar tarafından<br />
bilinmesi gerekiyor bence.”<br />
Dedem Sağ Olsun<br />
Kuvvetle muhtemel ki<br />
ismi geçen objelerden<br />
birçoğuna günümüz insanı<br />
aşina değil. Bundan<br />
birkaç yüzyıl öncesine<br />
kadar gündelik hayatın<br />
bir parçası olan bu objelere,<br />
günümüz sanatkârları<br />
da çok uzak. Bunun farkında<br />
olan Korkmaz,<br />
“Keşke bu sanatların yapımını<br />
ustalarından öğrenebilseydim.”<br />
diyor.<br />
“O kadar çok isterdim ki Abdurrahman<br />
Gubârî’den ya da Mehmet Nuri<br />
Sivâsî’den hat dersi almayı… Ya da<br />
isimlerini dahi bilemediğimiz Afyonlu<br />
müttekâ ustalarından müttekâ yapımının<br />
inceliklerini öğrenmeyi. Ama yine de<br />
kendimi şanslı hissediyorum.” diyerek<br />
içindeki ukdeyi dile getiren Korkmaz’ın<br />
ikinci bir isteği ise, kendisi dışında başkalarının<br />
da bu konularla ilgilenmesi…<br />
Necati Korkmaz’ı şanslı kılan, dedesinin<br />
marifetiymiş. Rahmetli dedesi<br />
usta bir sanatkâr olmasa da kendisi<br />
için müttekâlar yapabilen bir kişiymiş.<br />
Korkmaz da çocuk yaşlarda bu<br />
müttekâlardan etkilenip bu alana korkusuzca<br />
yönelmiş. Yönelmesine yönelmiş<br />
ama önüne çıkan ilk engel ustasızlık<br />
olmuş. Bu engeli kendi gayretleriyle aşmaya<br />
çalışan Korkmaz, “Bu sanatların<br />
günümüzde yaşayan hiçbir
ustası olmadığından, uzun<br />
yıllar süren araştırmalarım<br />
sonucunda birçoğunun<br />
üretim teknolojilerini kendim<br />
oluşturdum. Yapımlarını<br />
kendi uğraşlarımla öğrendim.”<br />
diyor.<br />
Bir Sanatçı Düşünün ki<br />
Müttekâya Dayanmış<br />
Arapça’da “dayanak,<br />
destek” anlamına gelen<br />
müttekâ, sûfi kültürünün<br />
en önemli<br />
objelerinden biridir.<br />
Müttekâ, bilhassa<br />
dervişler tarafından<br />
kullanılırmış. Örneğin Mevlevi<br />
dervişleri bin bir günlük çile döneminde<br />
yahut sâir turuk dervişânı<br />
halvet döneminde ayak uzatıp uyumazmış.<br />
Nefsin terbiyesinin esas<br />
alındığı bu dönemde çilehânede<br />
tefekkür halinde olan derviş, uzanıp<br />
yatamadığı için müttekânın hilal<br />
kısmına alnını dayayıp uyku halini<br />
geçiştirirmiş.<br />
Dervişlerin yanlarından ayırmadıkları<br />
müttekâ, çile dönemleri<br />
dışında da kullanılırmış. Diğer<br />
bir adı da ‘tefekkür’ bastonu<br />
olan müttekâ, Kur’an-ı Kerim yahut ilahi dinleyen,<br />
yalnız kaldıklarında ya da sohbet esnasında<br />
diz üstünde veya bağdaş kurup oturan dervişler<br />
tarafından, hilâl biçimindeki baş kısmına alın dayamak<br />
ve tefekkür ederek dünyevi meselelerden<br />
uzaklaşmak için de kullanılırmış.<br />
Korkmaz, çeşitli tarz ve biçimlerde yapılan<br />
müttekânın estetik görünümüne de çok dikkat<br />
edildiğini şu şekilde ifade ediyor: “Müttekâların<br />
üzeri çeşitli nakışlar, ayetler ve güzel sözlerle süslenirdi.<br />
Bu süslemeler ve yazılar müttekânın yapıldığı<br />
malzemenin özelliğine göre değişirdi. Eğer<br />
müttekâ ağaçtan yapılmış ise üzeri gümüş kakmalarla<br />
süslenir, yakmak suretiyle de yazılar ve ayetler<br />
yazılırdı. Müttekâ metalden yapılmış ise bu nakışlar<br />
ve yazılar kazıma ve dövme yöntemiyle yapılırdı.<br />
Ayrıca tombaklama yöntemiyle süslenmiş metal<br />
müttekâlara da rastlanmaktadır.”<br />
Hilâldir Müttekânın Baş Tâcı<br />
Usta sanatçıdan öğrendiğimize göre müttekânın<br />
baş kısmı genellikle İslamiyet’in simgesi olan hilâl<br />
biçiminde yapılıyormuş. Bu hilâl kısım oval oluşundan<br />
dolayı, alet çene altına dayanak yapıldığında<br />
ya da alın kısmına yerleştirildiğinde rahatlık sağlarmış.<br />
“Derviş, uykusunu gidermek için de hilâl kıs-<br />
ma rahatlıkla alnını dayayabilirdi.<br />
Koltuk altında<br />
da kullanılabilen<br />
müttekâ dervişin derin<br />
düşünceye daldığı zaman<br />
yana devrilmesini<br />
engellerdi.”<br />
diyen Korkmaz,<br />
m ü t t e k â n ı n<br />
uzun gövde<br />
kısmının altına<br />
yerleştirilen<br />
sivri uçlu metal<br />
sayesinde dış<br />
mekânda<br />
da kullanılabild<br />
i ğ i n i<br />
söylüyor.<br />
Yalnız müttekânın değil, onu taşıyan<br />
kılıfın da estetik yönünün<br />
çok kuvvetli olduğunu, Necati<br />
Usta’nın, “Müttekâlar genellikle<br />
kılıf içinde taşınırdı ve bu kılıflar<br />
özenle hazırlanırdı. Deri keçe veya<br />
kalın kumaştan yapılan kılıfların üzerleri<br />
nakışlarla süslenir, ayetler, hatlar yazılırdı.” sözünden<br />
öğreniyoruz.<br />
Tekke kültür ve terbiyesinin ürettiği sanat objelerinin<br />
hepsi bir ihtiyaçtan hâsıl olmuştur. Hiçbir<br />
objenin ve tavrın bir fazlalığı olmaz, her şey kararında<br />
ve olması gerektiği gibidir. Kullanılan objelerin<br />
üzerindeki bir çentik, objenin boy uzunluğunun<br />
rakamsal değeri, parçalarının sayısı, motifler…<br />
Her biri bir sır taşır ve her biri ayrı ayrı kültür<br />
aktarıcılarıdır. Onlara bakarak ait oldukları döneme<br />
dair birçok hususunun yorumlanabileceğini<br />
ifade eden Korkmaz, en büyük zorluğun ise bu<br />
noktada başladığını belirtiyor:<br />
“Dönemlerine ait o konuda fazla yazılı kaynak<br />
bulunmadığından ya da çok kısıtlı olduğundan<br />
kullanımları hakkında çok detaylı bilgilere ulaşamıyoruz.<br />
Bu objelerin her biri çok değerli kültür<br />
öğeleridir. Bunlardan biri kaybolursa bununla<br />
birlikte medeniyetimizin o bölümü de silinmiş<br />
olur. Bunu kesinlikle unutmamamız<br />
gerekir.”<br />
İki Farklı Müttekâ,<br />
İki Farklı Misyon<br />
Necati Korkmaz iki çeşit müttekâ<br />
üretiyor. İlki günümüz insanının tanıması<br />
ve bu kültürden haberdar olması<br />
için yaptığı standart müttekâlar. Bunlar<br />
3,5 karış yüksekliğinde, hilâl biçi-<br />
159
160<br />
minde dayanağı<br />
olan ve üzerinde<br />
Mevlevilik, Bektâşilik<br />
gibi tarikatlarla ilgili<br />
semboller bulunduran<br />
müttekâlar.<br />
İkinci tür müttekâların ise son derece<br />
nâdide sanat ürünlerinden yapıldığını<br />
belirten Korkmaz, “Hilâl kısımlarını<br />
bazen kemikten, bazen boynuzdan, bazen<br />
de gümüşten yapıyorum. Üzerinde de<br />
çok nâdide gubâri hat yazmaları oluyor.”<br />
diyor. Ayrıca bu müttekâlar çeşitli simgeler<br />
ve değerli taşlarla da tezyin ediliyor.<br />
Bir müttekânın yapımı birkaç günle iki<br />
ay arasında zaman alıyormuş. Standart<br />
müttekâlar diğerlerine nispeten daha kısa<br />
sürede tamamlanırken, sanat değeri taşıyan<br />
müttekâların yapımıysa çalışmanın<br />
zorluğuna ve yazılacak gubârilerin inceliğine<br />
göre iki hafta ile iki ay arasında değişiyormuş.<br />
Müttekâ ile Gubâri Hat Buluşuyor<br />
Korkmaz sadece müttekâ ustası değil. Tekke<br />
yaşantısında kullanılan birçok objenin de<br />
meftunu olunca, Necati Usta’nın hünerli ellerine<br />
bir sanat daha, gubâri hat da ekleniyor.<br />
Fakat burada bir hususun altını önemle çiziyor<br />
Korkmaz: “Şunu özellikle söylemek isterim<br />
ki hattat değilim. Ben hattatım, demek<br />
büyük bir sorumluluk gerektirir. Hat sanatı<br />
son derece hassas ve yılların deneyimini, eğitimini<br />
gerektiren bir sanat. Ben ise bu sanatı<br />
diğer tekke sanatları gibi unutulmasın diyerek<br />
kendi çabalarımla öğrendim.”<br />
Gubâri hat, hat sanatının çok küçük boyutlarda<br />
yazılması demek. Korkmaz da<br />
müttekâların üzerini çoğunlukla gubâri<br />
hatla yazılmış dualar, ayetler ya da<br />
güzel sözlerle süslüyor. Genellikle<br />
mercimek tanesi üzerine tilki bıyığının<br />
tek bir kılı ile yazılan bu yazıları<br />
müttekânın çeşitli yerlerine yerleştirdiğini<br />
söyleyen Korkmaz, gubâri hattı<br />
başka objelere de yazıyor.<br />
Bu iş için çok büyük sabır ve deneyim<br />
gerektiğini ifade eden sanatçı,<br />
“Gubâri hattı özellikle çok küçük<br />
objelerin, mercimeklerin, sedeflerin<br />
üzerine yazıyorum. Bunları<br />
mikroskoplar altında yazdığım<br />
için genellikle çıplak gözle<br />
okumak mümkün olmuyor.<br />
Yazdığım gubârileri<br />
gümüş zarfların içine<br />
yerleştiriyorum. İnsanlar bunları<br />
ya kolye yapmak ya da sandıklarında<br />
saklamak için alıyor.” diyerek<br />
gubâri hattın kullanım alanı<br />
hakkında bilgi veriyor.<br />
Korkmaz’a göre gubâri hat, klasik<br />
hat yazısından çok farklı. Hattın bütün<br />
kurallarına uygun yazmakla beraber<br />
gubâri hatta standart hat malzemeleri<br />
kullanılmıyormuş. Gubâri hat yazarken klasik<br />
kamış kalem kullanmadığını söyleyen Korkmaz,<br />
“Benim kullandığım kalem kendi üretimim.<br />
Tilki bıyığının tek bir kılından oluşuyor.<br />
Mürekkebim de klasik hat yazısında<br />
kullanılan mürekkeplerden farklıdır.” diyor.<br />
Gubâri yazarken Korkmaz’ın en büyük yardımcısı<br />
şüphesiz ki büyüteç. Büyüteç sayesinde<br />
milimetrik yazılar yazabiliyor. Tabii işinin<br />
zorlukları da epey fazla. Eline, nefesine, nabzına<br />
son derece hâkim olmazsa, en ufak bir<br />
hatasında, hızlı aldığı bir nefeste günler süren<br />
çalışmanın sonu olabiliyormuş.<br />
Eserlerini Her Sene Konya’da Sergiliyor<br />
Necati Korkmaz bugüne kadar sanat değeri<br />
taşıyan 30 kadar müttekâ yapmış. Standart<br />
olarak nitelendirdiği müttekâlar ise sayılamayacak<br />
kadar fazla. Yaptığı müttekâları<br />
ve diğer objeleri Kültür Bakanlığı’nın görevlendirmesi<br />
ile her yıl “Şeb-i Arus” zamanı<br />
Konya’da sergiliyor.<br />
Bu kadar güzel uğraşın arasında Korkmaz’ı<br />
üzen bir durum var, o da sanatını tam anlamıyla<br />
öğretebileceği gençlerle henüz karşılaşamamış<br />
olması... “Genelleme yapmak istemiyorum<br />
ama günümüz insanının ve gençlerinin<br />
maddi kaygıları çok fazla olduğundan<br />
beklentileri de farklı oluyor. Aşkla yapılan<br />
her iş güzel olur, iyi olur. Bir işi gönül için<br />
yapan bir insanla maddi karşılık için yapan<br />
insanın ortaya çıkardığı sonuç aynı<br />
olur mu?” diyen usta sanatçıya göre günümüzde<br />
maddi hazlar, manevi hazlardan<br />
daha çok önem taşıyor.<br />
“Gelecek kaygısı ve hemen zengin olma<br />
isteği, gönül verilmesi, sebat edilmesi<br />
gereken sanatımızın geleceği için en büyük<br />
sıkıntı. Bazen benim zamanım yetmiyor.<br />
Bir şeyleri atlarım, bir şeyler tarihte kalır<br />
diye açıkçası çok korkuyorum. Yine de bazı<br />
öğrencilerimizin gösterdiği çaba ve samimiyet<br />
bizi umutlandırıyor.” diyerek konuşmasını tamamlayan<br />
Necati Korkmaz’a çalışmalarında başarılar<br />
diliyor, sanatını öğretebileceği nice sabırlı<br />
gençle tanışmasını gönülden arzuluyoruz.