01.11.2012 Views

dergi14

dergi14

dergi14

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Osmanlı Kaftanlarının<br />

Çinideki İhtişamı<br />

Ayasofya’da Hüsn-i Hat Şöleni<br />

Dört Başı Mamur Müzehhibe;<br />

Mamure Öz<br />

Tel Süpürgenin Sarısı Soluyor<br />

Fuat Başar; Teknesinde Bin Çiçek<br />

Açıyor Kaleminde Bin Harf<br />

Rembrandt ve Çağdaşları<br />

Mabeyn Köşkü’nde<br />

Savaş Rüzgârları<br />

Gümüşün Kara Sevdası: Savat<br />

Kebûterhâneler<br />

Beykoz Cam Ocağı Vakfı’nda<br />

Camın Serencâmı<br />

Kavalalı Mehmet Ali Paşa Külliyesi<br />

İslam Bilim ve Teknoloji<br />

Tarihi Müzesi<br />

Ürkütücü Maskelerin Festivali<br />

Malatya’nın ‘Aşhan Bacı’sı<br />

Müttekâ ve Gubâri Hat<br />

SAYI : 14 / 2012<br />

Peygamber Aşkı,<br />

‘Bir Gül’ün Eşkali’nde Yankılanıyor<br />

Mozaik ve Çini<br />

Antika Saat Ustası; Ali Rıza Balcı<br />

Edirne’de Osmanlı Mezar Taşları<br />

Padişah Tuğra ve Kaftanları<br />

Makro Ufuklar Açan Mikro Çizimler<br />

Sihirli İğne 4. Kuşağa Emanet<br />

Balmumu Heykel Müzesi<br />

Tokat Mevlevîhânesi<br />

Ciltçilik<br />

Sanat, İnsanı<br />

En Güzele Götürür


İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ SANAT VE MESLEK<br />

EĞİTİMİ KURSLARI (İSMEK) EL SANATLARI DERGİSİ / 14<br />

SAHİBİ<br />

Ferrah ŞARMAN<br />

İ.B.B. İnsan Kaynakları ve Eğitim Daire Başkanı<br />

YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ<br />

Mehmet DOĞAN<br />

İ.B.B. Eğitim Müdürü<br />

GENEL KOORDİNATÖR<br />

Güven ÇALIŞKAN<br />

İSMEK Genel Koordinatörü<br />

GENEL YAYIN YÖNETMENİ<br />

Muhammet ALTINTAŞ<br />

İSMEK Genel Koordinatör Yrd.<br />

YAYIN EDİTÖRÜ<br />

Ali Burhan EREN<br />

YAYIN DANIŞMA KURULU<br />

Metin YÜKSEL, H. Salih ZENGİN,<br />

Emine UÇAK ERDOĞAN<br />

YAZI İŞLERİ<br />

Semra ÜNLÜ, Uğur SEZEN,<br />

Hafize ERGENE, Ayşegül YILMAZ<br />

FOTOĞRAFLAR<br />

Mücahit PAMUKOĞLU<br />

TEKNİK YAPIM<br />

İSMEK YAYIN EDİTÖRLÜĞÜ<br />

SANAT YÖNETMENİ<br />

Ömer VEFA<br />

GRAFİK TASARIM - UYGULAMA<br />

Murat Gökhan GÜREL<br />

BASKI HAZIRLIK<br />

Melih SERGEK<br />

TASHİH<br />

Gülseren KARADENİZ, İrem GÜVEN<br />

BASKI TAKİP<br />

Abdurrahman TAŞKALE<br />

BASKI<br />

Numune Matbaacılık ve Cilt San. Ltd. Şti.<br />

ORGANİZASYON<br />

Lapis Eğitim - Çizgi Eğitim Ortaklığı<br />

İSMEK EL SANATLARI DERGİSİ<br />

İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ’NİN<br />

BİR KÜLTÜR HİZMETİ OLUP, ÜCRETSİZDİR.<br />

PARA İLE SATILAMAZ.<br />

ADRES: Vatan Cad. No: 6 (Historia AVM yanı)<br />

Fatih - İstanbul<br />

Tel: 0212 531 01 41<br />

e-mail: ismek@ismek.org www.ismek.org<br />

Editör'den...<br />

Sanat, insanı “en güzel”e götürür!<br />

Varlığının farkında olan insan arayıştadır. İnsan, kimi zaman<br />

dünya zevklerinde, kimi zaman ayaz gecelerde arar kendini.<br />

Kendini aramak, dipsiz kuyularda merdiven peşine düşmekten<br />

beterdir.<br />

Var olanla yetinmeyen idrak, anlamın peşinde paramparça olur<br />

çoğu zaman. Geçici avuntularla yetinmeyenler, sonu hüsran da<br />

olsa, aramaktan yorulmazlar.<br />

Aramak ancak fıtrata varmakla son bulur. Varlık sebebi güzeli<br />

tanımak olan insan, yalnızca en güzele varınca durulur.<br />

En güzele varan yollar sanatla aydınlanır.<br />

Dünya gözündeki perdeler en büyük sanatkârla tanışınca kaldırılır.<br />

Sanat insanı fıtratına götürür, sanat insanı “en güzel”e götürür.<br />

***<br />

En güzelin parıltılarının peşindeki yolculuğumuz devam<br />

ediyor. El Sanatları dergimizin 14. sayısı yine birbirinden<br />

değerli yazılarla dopdolu. Güzelliklerin peşinde ömürlerini<br />

sanatla zenginleştirmeye çalışanlar, bu sayımızda da çok şey<br />

bulacaklar. Geçen sayımızdan beri İngilizce de yayınlanmaya<br />

başlayan dergimize dünyanın dört bir yanından büyük ilgi var.<br />

Sanatseverler eski sayılarımıza ve dergimizin İngilizce versiyonuna<br />

web sitemizden ulaşabilirler.<br />

Sanatla güzelleşen bir hayat temennilerimizle en büyük sanatkâra<br />

emanet olunuz.<br />

Muhammet ALTINTAŞ


BU<br />

SAYIDA<br />

36<br />

58<br />

14 06<br />

Fuat Başar;<br />

Teknesinde Bin Çiçek Açıyor<br />

Kaleminde Bin Harf<br />

Uğur SEZEN<br />

Zamanı Donduran<br />

İki Işıltı; Mozaik ve Çini<br />

Semra ÜNLÜ<br />

Osmanlı<br />

Kaftanlarının<br />

Çinideki<br />

İhtişamı<br />

İrem GÜVEN Hamza ASLAN<br />

44<br />

12<br />

Sanatla<br />

Mabedin<br />

Buluştuğu<br />

Ayasofya'da<br />

Hüsn-i Hat<br />

Şöleni<br />

Rembrandt ve<br />

Çağdaşları,<br />

Altın Çağı<br />

İstanbul’a<br />

Taşıdı<br />

Hafize ERGENE<br />

El Üstünde<br />

Tutulan<br />

Saatlerin Ustası;<br />

Ali Rıza Balcı<br />

Uğur SEZEN<br />

52<br />

22<br />

Dört Başı<br />

Mamur<br />

Müzehhibe;<br />

Mamure Öz<br />

Peygamber Aşkı,<br />

"Bir Gül’ün Eşkali"nde<br />

Yankılanıyor<br />

Sevde YILMAZ<br />

Semra ÜNLÜ<br />

66 72 78<br />

Edirne’de<br />

Taş ile Yazıyı<br />

Buluşturan<br />

Medeniyet;<br />

Osmanlı Mezar<br />

Taşları<br />

Mehmet KÖKREK<br />

30<br />

Tel<br />

Süpürgenin<br />

Sarısı<br />

Soluyor<br />

Hatice ÜRÜN<br />

Padişah Tuğra ve<br />

Kaftanlarının, 36<br />

Tabloluk Geçit<br />

Töreni<br />

Emine MERAL


84<br />

108<br />

132<br />

Makro Ufuklar Açan<br />

Mikro Çizimler<br />

Duru ÖZÇELİK<br />

Süleymaniye<br />

Cilt Evi'nde...<br />

Kitaptan Önce<br />

Kapaktan Ziyade<br />

Muzaffer S. İNANÇ<br />

Beykoz<br />

Cam Ocağı<br />

Vakfı’nda<br />

Camın<br />

Serencâmı<br />

Nermin SULTAN<br />

138<br />

Kavalalı<br />

Mehmet<br />

Ali Paşa’nın<br />

Kavala’daki<br />

Külliyesi<br />

Süleyman KIZILTOPRAK<br />

144<br />

90<br />

114<br />

Levon<br />

Usta’nın<br />

Sihirli İğnesi<br />

4. Kuşağa<br />

Emanet<br />

Semiramis DOĞAN<br />

Mabeyn<br />

Köşkü’nde<br />

Esen<br />

Savaş<br />

Rüzgârları<br />

Sudenaz BENGİ<br />

İstanbul<br />

İslam Bilim ve<br />

Teknoloji<br />

Tarihi Müzesi<br />

Dr. Detlev QUINTERN<br />

96<br />

122<br />

Balmumu<br />

Heykel<br />

Müzesi’nin<br />

Sessiz<br />

Sakinleri<br />

Semra ÇELİK<br />

Gümüşün<br />

Kara Sevdası:<br />

Savat<br />

Ayşegül YILMAZ<br />

Fasnacht;<br />

Ürkütücü Maskelerin<br />

ve Rengarenk<br />

Kostümlerin Festivali<br />

Ayşegül KALENDER<br />

Malatya’nın<br />

Folklorunu Geleceğe,<br />

‘Aşhan Bacı’<br />

Bebekleri Taşıyacak<br />

Emine Uçak ERDOĞAN<br />

Tekke Sanatlarının<br />

İki Bakiyesi:<br />

Müttekâ<br />

ve Gubârî Hat<br />

Kadir SEZEN<br />

148<br />

154<br />

158<br />

102<br />

128<br />

Gönül<br />

Hangâhından<br />

Muhlis Neş’eler;<br />

Tokat<br />

Mevlevîhânesi<br />

Aydın ÇAKIRTAŞ<br />

İran'ın<br />

Devasa<br />

Güvercin<br />

Evleri;<br />

Kebûterhâneler<br />

Yrd. Doç. Dr.<br />

Kemal ÖZKURT


Sevgili İstanbullular,<br />

Sayısız tanımı yapılmıştır sanatın. Medeniyet seviyesinin en<br />

önemli göstergesi olarak kabul edilen sanat, en yalın haliyle<br />

ifade etmek gerekirse, sanatçının, kendisine verilen ilhamla<br />

eşya üzerinde tasarruf ederek ortaya çıkardığı güzellikleri<br />

topluma armağan etmesidir. Bir başka ifade ile sanat, insan<br />

aklının eşya üzerindeki pırıltısıdır. Bilimde doğruyu arayan<br />

insan ruhu, sanatta ise güzeli aramaktadır.<br />

Sanatçı, üretirken beslendiği topraklardan ve bir parçası<br />

olduğu sosyal hayattan aldıklarını, kendi algısı yönünde<br />

ince ince işleyerek yeniden inşa eder ve yaşama sunar. Kimi<br />

düşünürler, “Sanatın kendi dışında hiçbir amacı yoktur;<br />

onun tek amacı kendisidir.” dese de sanatçı, ilerlediği yolda<br />

daima güzel olanı arar. Bu arayış içinde ürettiği her eserle,<br />

imzasını kendinden sonraki zamanlara taşır. Ortaya koyduğu<br />

güçlü eserlerle toplumları değiştiren ve dönüştüren kimi<br />

sanatçılar ise isimlerini adeta ölümsüzleştirirler.<br />

Toplumun içinden çıkan ve toplumu dönüştüren her türlü<br />

sanat alanında üretilen eserler, o toplumun medeniyetinin<br />

birer yansıtıcısı olurlar. Hele geleneksel el sanatları,<br />

toplumların adetâ birer boy aynasıdır.<br />

Başkan'dan...<br />

İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak, geleneksel<br />

sanatlarımızı yaşatıp geleceğe taşımak, kültür mirasımızı<br />

koruyarak, sonraki nesillere aktarabilmek için üzerimize<br />

düşen sorumluluğu yerine getirme çabasındayız. Kültürel<br />

mirasımızın ayrılmaz bir parçası olan geleneksel sanatlarımızı,<br />

dünyanın en büyük “halk üniversitesi” unvanına sahip<br />

İSMEK’le yaşatmaktayız. İSMEK bünyesinden yayınlanan El<br />

Sanatları Dergisi, geleneksel sanatlarımızı gelecek nesillere<br />

aktarma, geçmişte üretilenleri bugüne taşıma çabamızın<br />

önemli bir göstergesidir.<br />

Sanat çevrelerinde büyük ilgi gören, siz sanatseverlerin ilgi<br />

ve desteği ile 14. sayıya ulaşan El Sanatları Dergisi’nin bu<br />

yeni sayısında da birbirinden ilginç konular işlenmekte,<br />

değerli sanatkârlarla yapılan söyleşiler yer almaktadır.<br />

Sanatın hep itibar gördüğü, sanatla güzelleşen mutlu<br />

yarınlar dileklerimle...


Osmanlı Kaftanlarının<br />

Çinideki İhtişamı<br />

İrem GÜVEN<br />

İSMEK “Çini” branşı zümre başkanı<br />

Levent Kum ve sekiz kursiyerinin 1,5<br />

yıl süren özverili ve yoğun çalışması<br />

sonucu ortaya çıkan ve sultan<br />

kaftanlarının öne çıktığı 40 parça çini<br />

eser, “Sırlı Kaftanlar” adlı sergide<br />

sanatseverlerin beğenisine sunuldu.<br />

7


İSMEK Bağlarbaşı Türk İslam Sanatları İhtisas Merkezi’nin “Çini” branşı öğrencileri,<br />

bu yıl dikkat çekici bir çalışmaya imza attı. “Çini” branşı zümre başkanı<br />

Levent Kum ve sekiz öğrencisi, sultan kaftanları formundaki<br />

çini eserlerini sanatseverlerin beğenisine sundu. Aynı zamanda<br />

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Geleneksel Türk Sanatları<br />

Bölümü’nde araştırma görevlisi olan Levent Kum<br />

ve ile öğrencilerinin bir yılı aşkın bir süredir üzerinde çalıştıkları,<br />

göz nuru döktükleri “Sırlı Kaftanlar” çini sergisi<br />

sanatseverlerden de tam not aldı. Levent Kum ile<br />

Taksim Atatürk Kitaplığı’nda düzenlenen serginin çıkış<br />

noktasını ve hazırlık aşamalarını konuştuk.<br />

Mimar Sinan Üniversitesi’nde ziyaret ettiğimiz Levent<br />

Kum’a, ilk olarak “sırlı kaftanlar” fikrinin nasıl ortaya<br />

çıktığını soruyoruz. “Kaftan formu, son zamanlarda<br />

çok sevilen ve çok kullanılan bir form. O nedenle<br />

biz de bu formda bir çalışma yapalım dedik. Bir kısmı<br />

özgün, bir kısmı da eski kaftanlardaki kompozisyonlardan<br />

uyarlama olsun istedik. Yani sergilediklerimiz<br />

arasında hem eski eserlerden esinlenerek yapılanlar<br />

var, hem özgün olanlar.” diye konuşan Kum, ayrıca<br />

ürünleri hazırlarken altın kullandıklarını da belirtiyor.<br />

Bir kısmında gerçek altın, bir kısmında da yaldız<br />

kullandıklarını öğreniyoruz.<br />

Sırlı Kaftanlar Üç Kez Fırınlanmış<br />

Sırlı kaftanlar denilince, akla ilk, Osmanlı sultanlarının<br />

savaşlarda içten giydikleri tılsımlı kaftanlar<br />

geliyor. Sergiledikleri çini kaftanların tılsımlı kaftan<br />

formunda olup olmadığını merak ediyoruz biz<br />

de. Levent Kum, merakımızı şu sözlerle gideriyor,<br />

“Sergiye ‘Sırlı Kaftanlar’ dedik çünkü hazırlanan<br />

ürünler sır altı çini tekniği ile yapıldı. Esasen biraz<br />

kelime oyunu da yok değil.”<br />

Yaklaşık iki hafta boyunca sanatseverlerin beğenisine<br />

sunulan sergideki “sırlı kaftanlar”,<br />

hayli titiz ve uzun bir çalışmanın göz alıcı meyveleri.<br />

Bakın sırlı mini kaftanlar, hangi aşamalardan<br />

geçip de sergideki yerlerini almış: 40<br />

ila 50 santim yüksekliğindeki seramikten mini<br />

kaftanlara form verildikten sonra fırında ilk<br />

pişirme gerçekleşiyor. Buna, bisküvi pişirimi<br />

de deniyor. Birinci pişirimden sonra maharetli<br />

eller giriyor devreye ve fırından çıkıp soğuyan<br />

kaftanların üstüne dekor yapılıyor. Ardından<br />

dekorun üzeri sırla kaplanıyor ve yeniden fırına<br />

giriyor ürün. İkinci pişirmeden sonra,<br />

yani sırlı pişirimin ardından altın veya yaldız<br />

uygulanıyor ve daha düşük bir derecede son kez<br />

fırınlanıyor ürün. Yani toplam üç kez fırına girip çıkmış<br />

oluyor her bir parça.<br />

Her aşamada fırın derecesi farklı oluyor. Bisküvi pişiriminde<br />

1100 derece civarında olması gerekiyor fırının ısısı. İkinci pişirim<br />

biraz daha düşük, 900-950 derece arasında oluyor. Üçüncü<br />

ve son pişirim ise 620-640 derece arasında yapılıyor. Levent<br />

Kum, “Sırlı Kaftanlar” sergisindeki eserlerin fırınlanma<br />

işlemlerinin Kütahya’da yapıldığını anlatıyor. Özel formlar ol-<br />

8


dukları için sırlamaların da Kütahya’da yapıldığını söyleyen<br />

Kum, altınlama işlemi için ise İSMEK bünyesindeki fırını kullandıklarını<br />

ifade ediyor.<br />

Altınlamanın çinide çok kullanılan bir yöntem olup olmadığını<br />

soruyoruz çini ustası Levent Kum’a. Esasında altının çinide<br />

çok sık kullanılan bir malzeme olmadığını söyleyen Kum,<br />

“Osmanlı’da özellikle 16. yüzyılda, çini sanatında altının kullanıldığını<br />

biliyoruz. Beylikler döneminde de vardı. Yazılarda,<br />

bir takım küçük alanlarda altın kullanılıyordu. Maddi olarak<br />

pahalı bir yöntem ancak, kalıcılığı çok uzun değil. Seramik<br />

kadar uzun dayanamayabiliyor. Çok iyi korunması lazım.”<br />

diyor.<br />

Çinide altının üzerine ayrı bir sır geçilmesinin gerekmediğini<br />

de ifade eden Kum, “Bir medyumla altın inceltilip sürülüyor,<br />

sonra fırınlama yapılıyor. O zaman sabitlenmiş oluyor<br />

altın. Yıpranmaması için el temasından mümkün olduğunca<br />

kaçınmak lazım. Yıpratıcı şeylerle silinmemesi gerekiyor.”<br />

diye konuşuyor.<br />

Kaftanlar 1,5 Senenin Ürünü<br />

Sıraltı tekniği kullanılarak üretilen Sırlı Kaftanlar Çini<br />

Sergisi’nde toplam 40 parça eser var. Bunlardan 24’ü tabak<br />

ve çini pano, 16’sı da üç boyutlu kaftandı. İSMEK "Çini"<br />

branşı zümre başkanı Levent Kum, panolardan kiminin natüralist<br />

üslupta, kiminin hatayi üslupta, kiminin de Selçuklu<br />

kompozisyonlarından esinlenerek yapıldığını belirtiyor. Kum,<br />

sergide sırlı kaftanların ön plana çıktığını vurguluyor. Levent<br />

Kum’a, sergiye ne kadar sürede hazırlandıklarını soruyoruz.<br />

Fikir ortaya çıktıktan, sergi açılıncaya kadar geçen sürenin 1,5<br />

yıl olduğunu söylüyor Kum.<br />

10<br />

Özverili ve titiz bir çalışmanın sonunda ortaya çıkan 40 parça<br />

eserin sanatseverlerin beğenisine sunulduğu sergiyle ilgili güzel<br />

tepkiler aldıklarını belirten Kum, hatta birkaç parça eserin<br />

satıldığını da sözlerine ekliyor.<br />

Kaftanlardaki göz alıcı motifler çekiyor ilgimizi. Motif seçimi<br />

özenle yapılmış. Levent Kum, farklı üsluplarda çalıştıklarını<br />

belirterek kaftanları bir bir gösteriyor ve kullandıkları üslupları<br />

anlatıyor. Fatih Sultan Mehmet’in tören kaftanından alınan<br />

motif de var aralarında, II. Beyazıt’ın tören kaftanından,<br />

I. Ahmet’in çocukluk kaftanından uyarlanan da... Sergilenen<br />

kaftanlardan birinde Süleymaniye motifi dikkat çekiyor. Kaftanda,<br />

Süleymaniye Camii ve hemen yanı başındaki Mimar<br />

Sinan türbesi kompoze edilmiş. Osmanlı döneminde çok kullanılan<br />

‘bahar dalı’ kompozisyonu, haliç işi bir kompozisyon<br />

ve Selçuklu motiflerinden uyarlanan bir başka kompozisyon<br />

da kaftanlardaki ilgi çekici çalışmalardı.<br />

Çiniye Gönül Vermiş Yüreklerin Ortak Sesi<br />

Taksim Atatürk Kitaplığı’nda açılan çini sergisi, Levent Kum ve<br />

İSMEK Bağlarbaşı Türk İslam Sanatları İhtisas Merkezi’ndeki<br />

sekiz öğrencisi ile birlikte gerçekleştirdikleri ilk çalışmaydı.<br />

Kum’un, sergi için el ele verdiği bu sekiz öğrenci arasında lise<br />

mezunu da var, üniversite mezunu da. Hekim de var, dışarıda<br />

çini hocalığı yapan da… Hepsinin tek bir ortak özelliği var, o<br />

da çini sanatına gönül vermiş olmaları…<br />

İSMEK Bağlarbaşı Türk İslam Sanatları İhtisas Merkezi’nde<br />

haftada bir gün ders görüyorlar ancak, çiniye olan tutkuları<br />

öylesine yoğun ki, bu sanatta daima ileri gitmek için haftada<br />

bir gün yetmeyeceğinin farkında hepsi. Sergide ön plana çıkan<br />

kaftanlardan her birinin çok sıkı bir çalışma sonucu iyim-


ser bir tahminle ancak 10 günde tamamlanabildiği göz önüne<br />

alındığında çinin sanatının öyle pek ihmale gelen bir uğraş<br />

olmadığı açıkça görülüyor. Yolu İSMEK’le dört yıl önce kesişen<br />

Levent Kum, sergiye emek veren Hümeyra Demiral, Nuray<br />

Keklik, Nuran Turan, Sema Aras, Zeynep Ertürk, Eda Eksilmez,<br />

Zehra Mine Uğur ve Asuman Zengin için, “Bu güzel<br />

ekiple, iki senedir birlikteyiz.” diyor. Birlikte bir proje üzerinde<br />

çalışırken ortak bir frekans oluşturmanın önemine de vurgu<br />

yapıyor Kum.<br />

Yeri gelmişken İSMEK’teki eğitimleri, özellikle İhtisas<br />

Merkezi’ndeki eğitimleri nasıl değerlendirdiğini soruyoruz.<br />

İhtisas Merkezi’nin geleneksel sanatlarımız için hayli önemli<br />

ve verimli bir merkez olduğunu söyleyen Kum, “Buraya daha<br />

önceden çini ile uğraşan, en azından iki üç yıl bu sanatla ilgili<br />

temel eğitim bilgileri almış kişiler arasından sınavla öğrenci<br />

alıyoruz. Dolayısıyla temel eğitim aldıkları için çok çabuk yol<br />

alıyorlar. Bu nedenle, bu gibi projeler üretmek zor olmuyor.”<br />

diye konuşuyor.<br />

Söyleşimiz sürerken, Levent Kum ve ihtisas merkezi öğrencilerinin<br />

“Sırlı Kaftanlar Çini Sergisi”nden sonra Feshane’deki<br />

İSMEK Genel Sergisi için de ürün hazırladıklarını öğreniyoruz.<br />

Feshane’deki sergi için de hilyeler yaptıklarını ifade ediyor<br />

Kum. Çinide hilye formu deyince geçen yıl kaybettiğimiz<br />

ünlü çini sanatçısı Faik Kırımlı’yı rahmetle yâd eden Levent<br />

Kum, bu formu çini üzerinde ilk kez Kırımlı’nın kullandığını<br />

hatırlatıyor.<br />

Çinideki Renkler Gönlünü Çelmiş<br />

Öğrencileriyle sanat adına bir şeyler üretmenin mutluluğu<br />

gözlerinden okunun İSMEK “Çini” branşı zümre başkanı Le-<br />

vent Kum’a, çininin kendisi için ne ifade ettiğini soruyoruz<br />

son olarak. “Çini zahmetli, fakat bir o kadar da önemli bir sanat<br />

benim için. Çünkü yapılan işin sonunda kalıcı bir eser çıkıyor<br />

ortaya. Araştırmalarda yüzyıllar öncesinden kalan eserler<br />

ortaya çıkarılabiliyor. Bozulması zor olan bir malzeme seramik;<br />

kumaş gibi, deri gibi, kâğıt gibi değil.” diyen Kum’un<br />

hayatında çini, 1989 yılından bu yana var. Çiniden önce kalemişi,<br />

tezhip, minyatür gibi geleneksel sanatlarımızla uğraşan<br />

Kum, en son çinide karar kılmış. “Çiniye beni yönlendiren o<br />

capcanlı renklerin parlaklığı, laleler, güller, karanfiller… Çinin<br />

çok zengin bir süsleme programı var. Kalıcı olma özelliği bir<br />

de beni çeken. Tarihi çinilerde, geçmişe ait izleri yakalamak<br />

kolay... Sözgelimi ahşap için böyle bir şey söz konusu değil.”<br />

sözleriyle de neden çinide karar kıldığını anlatıyor.<br />

Çini sanatında geçmişle günümüzü de karşılaştırmadan geçemiyor<br />

Kum. “Eskiden hammaddenin elde edilmesi zordu,<br />

şimdi daha kolay. Ama bu kez de o zamanki kaliteyi yakalamak<br />

güçleşti. Bugün hâlâ bir Selçuklu, bir Osmanlı dönemindeki<br />

kalitede çini yapamıyoruz.” diyen Kum, “Eski sanatçılar<br />

kadar gönülden çalışmıyoruz herhalde. Gönlümüzü vererek<br />

çalışmıyoruz.” sözleriyle de bir anlamda öz eleştiride bulunuyor.<br />

“Üretim daha çok kazanca yönelik olduğu için mi?” diye<br />

soruyoruz Levent Kum’a, o da, “Genel olarak modern çağın<br />

insana getirdiği bir şey var herhalde. Hızlı tüketime hizmet<br />

etmek telaşı varken o zamanki iklimi yakalamak zor. Biz, bugün<br />

gelişmeye dönük değil, daha çok eskilerin yaptığını yakalamaya<br />

çalışıyoruz. Hâlbuki daima bir adım ileriye gitmek<br />

gerekiyor.” diye cevaplıyor sorumuzu. Biz de, Levent Kum ve<br />

onun gibi düşünenlerin çini sanatını daha ileriye götürmesi<br />

dileğimizi ifade ederek, ayrılıyoruz ustanın yanından.<br />

11


212


Sanatla Mabedin Buluştuğu<br />

Ayasofya’da<br />

“Hüsn-i Hat” Şöleni<br />

Hamza ASLAN<br />

Kadim medeniyetlerin mabetleriyle sanatları çoğu zaman tamamlar birbirini.<br />

Bazen mabet sanatı taşır ardı sıra, bazen sanat takar mabedi peşine. Ayasofya’da,<br />

nam-ı diğer Hagia Sophia’da ise sanat ve mabet asırlardır omuz omuza devam<br />

ederler yolculuklarına. Harikulade mozaikleri, çinileri, fetihten sonra devasa hüsn-i<br />

hat levhalarıyla sanat ve mabet birlikteliğinin en güzel örneklerindendir Ayasofya.<br />

13<br />

3


Osmanlı’dan günümüze, çeşitli sebeplerden dolayı “Ayasofya”<br />

adıyla anılan birçok cami var. Örneğin Mora yarımadasında<br />

Benefşe Ayasofya Camii, Edirne Enez’de<br />

bir nâmı da Ayasofya olan Fatih Camii, Orhan Gazi’nin<br />

İznik’i fethetmesiyle kiliseden çevrilen Ayasofya Camii,<br />

Trabzon’da eski bir manastır kilisesi olan Ayasofya<br />

Camii, Edirne Kaleiçi’nde yakın zamana kadar Ayasofya<br />

adıyla tanınan cami… Bunlarla birlikte Selanik, Sofya<br />

ve Ohri’deki diğer Ayasofyalar… Fakat bu Ayasofyalar<br />

arasında en meşhuru tabii ki herkesin aklına ilk gelen,<br />

İstanbul’un fethiyle ilk Cuma namazı kılınan, etrafındaki<br />

külliyesiyle büyük bir önemi haiz Cami-i Kebir Ayasofya.<br />

Küllerinden Doğan Ayasofya<br />

Ayasofya’nın temeli ilk kez 4. yy’da atılmış. Ahşap çatılı<br />

bu ilk yapı, I. Constantin (324-337)’in bir eseri olarak<br />

kabul edilse de, oğlu Constantinus (337-361) döneminde<br />

tamamlanmış ve 360 yılında açılmış. Yaklaşık 40<br />

yıl sonra, 404 yılına gelindiğinde şehirde bir ayaklanma<br />

çıkmış. Patrik İoannes Khyrasostomos’un sürgün edilme<br />

hadisesiyle çıkan ayaklanma, şehirde büyük bir yangını<br />

da beraberinde getirmiş ve Ayasofya yanmış. 10 yıl kadar<br />

sonra İkinci Ayasofya yeniden yükselmiş şehirde. II.<br />

Thedosius’un yaptırdığı bu ikinci mabet, yine bir ayaklanma<br />

sonucunda yeniden yanmış. 532 yılında İustinianos<br />

(527-565) ve karısı aleyhine çıkan Nika ayaklanmasındaki<br />

yangın yıkmış ikinci Ayasofya’nın bir kısmını.<br />

Yandıkça küllerinden doğmuş Ayasofya. Üçüncü kez yapımına<br />

başlanmış. İş, Trallesli (Aydın) Anthemios ile Miletoslu<br />

(Milet-Balat) İsidoros isimli mimarlara verilmiş.<br />

10 bin civarında işçi çalışmış bu iki mimarla birlikte. İustinianos,<br />

bu inşaat için imparatorluğunun dört bir yanından<br />

malzemeler getirtmiş. Anadolu’dan, Mısır’dan,<br />

Suriye’den sütunlar, muhtelif renkte ve cinste mermerler<br />

alınmış. İustinianos, bu mabedin, Hz. Süleyman’ın<br />

Kudüs’te yaptığı Süleyman Mabedi’nden daha büyük olmasını<br />

istiyormuş. Altı yıl sonra, 537 yılında büyük bir törenle<br />

açılmış III. Ayasofya. Ve tabii yüksekliği 55.6 metre,<br />

çapı ise yaklaşık 32 metre olan kubbenin altında şükrettikten<br />

sonra şöyle demiş İustinianos; “Ey Süleyman,<br />

Tanrı’nın yardımıyla şimdi seni geçtim işte!”<br />

Ayasofya’nın Müslümanlar ve Hıristiyanlar İçin Önemi<br />

Ayasofya, inşa edildiği tarihten itibaren hem Hıristiyanlar<br />

hem de ilerleyen dönemde Müslümanlar için çok kıymetli<br />

bir konumdadır. Doğu Roma İmparatorluğu’nun en büyük<br />

kilisesi olan Ayasofya, o zamanki adıyla Hagia Sophia,<br />

Ortodoks Hıristiyanların adeta göz bebeğidir. İmparatorlar,<br />

taçlarını Ayasofya’da giyerdi. Savaşa çıkmadan<br />

önce, zafer dilemek için burada dua edilirdi. Savaş dönüşü,<br />

eğer ki galibiyet kazanılmışsa muzaffer olmanın mutluluğuyla<br />

burada şükredilirdi. Ayasofya, Hıristiyanların<br />

nazarında aşılamayan bir eser konumundaydı.<br />

Tarihi süreç içinde, Müslümanlar için de Ayasofya’nın<br />

ciddi bir itibarı ve önemi oluştu. Sadece Anadolu’da yaşayan<br />

Müslümanlar için değil, Hicaz bölgesinde mukim<br />

olan Müslümanlar için de Ayasofya’nın namı yürüdü.<br />

14


Ahali arasında bu itibar o derece yaygınlaşmıştı ki,<br />

Ayasofya’ya dair söylentiler dilden dile aktarılır olmuştu.<br />

Hz. Peygamber Efendimiz dünyayı teşrif ettiklerinde,<br />

İustinianos’un heybetiyle övündüğü, Ayasofya’nın<br />

kubbesinin çatladığı rivayet edilmiştir.<br />

Sanatla Mabedin Hagia Sophia’da Buluşması<br />

Binasının dışı kadar içi de heybetlidir Ayasofya’nın. Gerek<br />

Hagia Sophia iken, gerek Ayasofya olduktan sonra<br />

sanatından taviz vermemiştir. Narteksten naosa<br />

geçerken ziyaretçilerini karşılayan İmparator Kapısı<br />

üzerinde, altın renkte zeminin üzerine, tahtta oturan<br />

İsa’nın ayaklarına secde eden İmparator VI. Leon<br />

figürü Ayasofya’nın kıymetli mozaiklerindendir. Güney<br />

galeride, Meryem ve Vaftizci İoannes’in ortasında<br />

bulunan İsa’nın oluşturduğu “Deisis” sahnesi de,<br />

Ayasofya’daki en estetik mozaiklerdendir. Kucağında<br />

çocuk İsa ile tahtında oturan Meryem’e, imparatorlardan<br />

Büyük Konstantin Konstantinopolis şehrini, İustinianos<br />

ise Ayasofya’nın maketini takdim eder halde mozaiklenmiştir.<br />

Yıllarca çok kitap yazıldı Ayasofya’nın tarihi ile ilgili. Çini<br />

ve mozaiklerinin neleri temsil ettiği, üzerlerinin kapatılması,<br />

tekrar açılması, Fossati’nin onarımları, efsaneleri,<br />

gizemli dehlizleri dilden dile aktarıldı. Fakat en az bu<br />

çini ve mozaikler kadar önemi haiz ve trajik sanat eserleri<br />

daha var Ayasofya’nın. Fethin sembolu olup minberin<br />

iki yanına asılan, fakat günümüzde yerinde olmayan<br />

(!) Sancak-ı Şerifler ile Fetih Kılıcı gibi… Günümüzde<br />

yerinde asılı olan fakat yıllar evvel Kazasker Mustafa<br />

İzzet Efendi’nin çürümeye terk edilen celi sülüs devasa<br />

levhaları gibi…<br />

Ayasofya “Hüsn-i Hat”la Tanışınca...<br />

İstanbul’un fethini müteakip, fethin usulü gereği şehrin<br />

en büyük kilisesi camiye çevrilir. Ki bu da usulen Ayasofya<br />

olunca ilk Cuma namazı orada kılınır. Ortodoks Hıristiyanlığının<br />

en görkemli yapısı, cami olur. Birçok ilave<br />

yapılır daha sonra Ayasofya’ya. Dört farklı minaresi<br />

eklenir. Mihrabın iki yanına Budin’den getirilen tunç<br />

şamdanlar konur. III. Murad zamanında, Bergama’dan<br />

yekpare mermerden oyulmuş iki büyük küp getirilir. Padişah<br />

türbeleri, sıbyan mektebi, şadırvan, muvakkithane,<br />

sebiller, imarethane ve Fatih medresesi yapılır. Fakat<br />

Ayasofya’ya asıl heybetini katan, Kazasker Mustafa İzzet<br />

Efendi’nin celi sülüs levhaları ve kubbesine yazdığı<br />

Nur Suresi’nin 35. âyetidir belki de.<br />

Sanat tarihçisi, İstanbul ve Bizans tarihi uzmanı Prof.<br />

Dr. Semavi Eyice’nin TDV İslam Ansiklopedisi Ayasofya<br />

maddesinden öğrendiğimize göre, şu an Kazasker’in<br />

levhalarının asılı olduğu yerde İbrahim Efendi’nin levhaları<br />

varmış: “1651’de Teknecizade İbrahim Efendi’nin<br />

hattı ile yazılmış caminin içini süsleyen büyük levhalar<br />

konulmuş ise de bunlar 1847-1849 tamirinde kaldırılarak<br />

yerlerine bugün görülen Mustafa İzzet Efendi’nin<br />

7,5 metre çapındaki yuvarlak levhaları asılmıştır.”<br />

16


VI. Leon Mozaiği<br />

17


Camiyle hat sanatı, birbirini tamamlayan, muhteşem<br />

bir uyumla insanları zevkyâb eden ikiz kardeş gibidir.<br />

Kazasker’in levhalarıyla Ayasofya’da böyle bir bütünlük<br />

oluşturmuştur âdeta. Bursa Ulu Camii ile levhaları<br />

gibi, Fatih Camii Haziresi ile Râkım’ın celi<br />

sülüs kitabeleri gibi… Lafza-i Celal ve<br />

İsm-i Nebi ile Hulefa-i Raşidin ve Hasaneyn<br />

Efendilerimizin ism-i şeriflerinin<br />

yazılı olduğu 7,5 metre çapındaki<br />

levhalar da, Ayasofya’nın<br />

heybetine heybet katmıştır. Tabii<br />

bir de İustinianos’un, Süleyman<br />

Mabedi’ni geçmesiyle övündüğü<br />

o azametli kubbeye yazılan Nur<br />

Suresi’nin 35. âyeti…<br />

Kazasker'in levhalarının hikâyesi,<br />

TDV İslam Ansiklopedisi'nde şu cümlelerle<br />

anlatıyor: “Ayasofya’nn 1849’daki tamiri<br />

sırasında ilk olarak küçük boyda yazdığı Nur<br />

ayeti (en-Nur 24/35) caminin kubbesine göre satranç<br />

usulüyle büyütülüp varak altınla işlenmiştir. Lafza-i celal,<br />

ism-i nebi, ilk dört halife ve Hasan-Hüseyin isimle-<br />

18<br />

Sultan Abdülmecid'in<br />

Mozaik Tuğrası<br />

II. Ahmet'in Celî Sülüs Levhası<br />

ri önce küçük boyda yazılmış (bunlar mihrabın duvarında<br />

hala asılıdır) ve caminin azametine uygun olması<br />

için 7,5 m. çapında daire şeklinde büyütülünce kalem<br />

ağzı da 35 santimetreye çıkmıştır. Kazasker bu celilerini<br />

daha sonra uzaktan seyrettiğinde, ‘Ah, kabil<br />

olsa da şu levhaları tekrar yazsam.’ dediği<br />

bilinmektedir.”<br />

Kazasker'in Levhalarına<br />

Hürmetsizlik<br />

Ayasofya-i Kebir Camii 1934’te<br />

müzeye dönüştürülürken, Kazasker<br />

Mustafa İzzet Efendi’nin her<br />

biri 7,5 metre çapındaki levhaları<br />

da dışarı çıkarılmak istenir. Fakat<br />

dünyanın en büyük levhaları, muşamba<br />

üzerine varak altınla işlendikten<br />

sonra caminin içinde çatıldığı için,<br />

kapılardan çıkarılamaz. On beş yıl, caminin<br />

içinde, yerde duvara dayalı bir halde tutulur. İbnülemin<br />

Mahmud Kemal İnal merhumun gayretiyle, 1949<br />

yılında yerlerine asılır levhalar. İbnülemin bu elim hadiseyi<br />

“Son Hattatlar” kitabında şöyle aktarıyor:<br />

II. Mustafa'nın Besmele-i Şerifi ile Ayasofya Camii hatibi Hatip Mehmet Efendi'nin "hatip ebrusu"


“İsmi Celâlî, ismi Nebeviyi, esamii çar yar ve Haseneyni ihtiva<br />

eden bu elvahı celile, bir takım kıymet bilmez eşhas tarafından<br />

indirilüb bir kenare konulmuş ve bazılarının bazı yerleri<br />

zedelenmişdi. Bu hal bizimle beraber diğer erbabı imanı<br />

dağdar etdiğinden tekrar asılması içün oğraşdıksa da müveffak<br />

olamamışdık. Nihayet Ayasofya Müzesi Müdiri Muzaffer<br />

Remazan Beyi teşvik ve teci' etdiğimde ‘Para yok, olsa asarım.’<br />

demişdi. Öteden beri benimle beraber bu işe sarfı zihn<br />

eden yüksek mühendis Ekrem Hakkı ve tüccardan Nazif Beyler,<br />

icab eden parayı hasbeten lillâh vererek Ekrem Beyin nezareti<br />

altında levhalar ta'mir edildi. Yine o zati ekremin himmetile<br />

levhalar, bikeremihilkerim 28 kanuni sani 1949 (22 rebiulevvel<br />

1368) de elvahı şerife yerlerine asıldı. Ekrem gelüb<br />

beni götürdü. Levhaları mahalli kadiminde görünce ağlamağa<br />

başladım. Cenabı ekremülekremine hamdü sena ve Ekrem<br />

ve Nazif ile Muzaffere teşekkür ve dua etdim.”<br />

II. Mahmut'un Celî Sülüs Levhası<br />

II. Mahmut'un Celî Sülüs Levhası<br />

Ayasofya’da Hattat Padişahların da Levhaları Var<br />

Ayasofya’da Kazasker’in levhalarının yanı sıra dönemin ünlü<br />

hattatlarının ve padişahların da levhaları var. Mihrabın sol duvarında,<br />

Hattat Mehmed Esad Yesari’nin ve Şeyhülislam Hattat<br />

Veliyyüddün Efendi’nin enfes celi ta’lik levhaları bulunuyor.<br />

Mihrabın sağ duvarına ise II. Mahmud, II. Ahmed ve II.<br />

Mustafa’nın hatları asılı. Ayrıca Ayasofya’da ebru sanatımızın<br />

bir örneğini görmek de mümkün. Ayasofya Camii’nin hatiplerinden<br />

Hatip Mehmed Efendi tarafından yapılan ve türüne<br />

kendi isminin verildiği “hatip ebrusu”, II. Mustafa’nın levhasının<br />

zeminini oluşturuyor. Bu levhalar birer şaheser olsalar da,<br />

II. Mahmud imzalı bir levha yakasını söylentilerden kurtaramamış.<br />

İbnülemin’in “Son Hattatlar” kitabından öğrendiğimize<br />

göre Evranoszade Sami Bey, “Büyük Hattatlarımızın Tarihlerinden<br />

Bir Hulasa” başlığıyla yazdığı uzun bir makalenin -Trabzon<br />

Milletvekili Salih Bey tarafından verilen- suretinde şöyle diyor:<br />

19


“...Ayasofya’da Sultan Mahmud imzalı büyük levha, doğrudan<br />

doğruya Râkım’ın kaleminden çıkan ve en büyük hattatlarımızı<br />

hayretlere düşüren bir nümune-i hârikadır.”<br />

Merhum İbnülemin bu duruma temkinle yaklaşıyor ve bu<br />

konu hakkında “Son Hattatlar” kitabında şunları yazıyor:“<br />

Ayasofya’daki levhanın ‘Sultan Mahmud’un değil, Râkım’ın<br />

kaleminden çıkdığı’ isbate muhtacdır. Evranoszadenin tabiriyle<br />

‘bir nümune-i harika’ olan o levhaya imzasını koymasına<br />

üstadı, padişaha müsaade etmiş ise hakikate mugayir<br />

hareketde bulunduğu ve şakirdinin de bulundurduğu içün<br />

ma'nen mes'uldür. Padişah da kendi eseri olmıyan bir levha-<br />

20<br />

ya bi mühaba ketebe yazmak suretile hakikate riayet ve tarihe<br />

sadakat etmediğçün mes'uliyetden kurtulamaz. Fekat bu<br />

mühim maddeyi kavli müceredle değil, muteber vesika ile isbat<br />

etmelidir. Zira kavli mücerred, her vakt kabili reddir.”<br />

Kazasker’in Levhalarının Gölgesinde<br />

Lisan-ı Hat ile Aşk-ı Nebi Sergisi<br />

Asırlardır muhtelif sanat dallarında şaheserlere ev sahipliği yapan<br />

Ayasofya, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin levhalarının<br />

gölgesinde anlamlı bir sergiye ev sahipliği yaptı. Hat koleksiyoneri<br />

Mehmet Çebi’nin sanat yönetmenliğinde 114 Hilye-i<br />

Şeriften oluşan Lisan-ı Hat ile Aşk-ı Nebi Sergisi, yerli ve ya-


ancı binlerce ziyaretçinin ilgisini çekti. 2012 yılı Kutlu Doğum<br />

Haftası İstanbul Etkinlikleri kapsamında, Diyanet İşleri<br />

Başkanlığı’nın düzenlediği dünyanın en büyük Hilye-i Şerif<br />

serginin açılışında sanat ve siyaset dünyasından birçok<br />

isim hazır bulundu. Birbirinden güzel 114 Hilye-i Şerif, tezhip<br />

ve minyatür sanatlarının da inceliğiyle sergiyi gezenlere<br />

duygulu anlar yaşattı.<br />

Büyük hattat Hafız Osman Efendi’nin klasik hilye formu kullanılarak<br />

yazılan levhalarla birlikte, modern tasarıma sahip hilyeler<br />

de Lisan-ı Hat ile Aşk-ı Nebi Sergisi’nde sanatseverlerle<br />

buluştu. Hasan Çelebi, Hüseyin Kutlu, Turan Sevgili, Sa-<br />

vaş Çevik, Hüseyin Gündüz gibi usta hattatların hilyelerinin<br />

yanı sıra yurt dışından birçok hattatın hilyeleri de Lisan-ı Hat<br />

ile Aşk-ı Nebi’de sergilendi.<br />

Muhtelif medeniyetlerin ve dönemlerin sanat eserlerine ev<br />

sahipliği yapan Ayasofya, 15 yıl boyunca Kazasker Mustafa<br />

İzzet Efendi’nin levhalarına hürmette kusur edenleri, belki de<br />

Lisan-ı Hat ile Aşk-ı Nebi Sergisi ile affettirmiştir. Fethin sembolü<br />

olan Sancak-ı Şeriflerin ve Fetih Kılıcı’nın yerlerine iadesi(!)<br />

temennisini de ekleyerek nice “Hilye”li Ayasofya sergileri<br />

gezmek dileğiyle…<br />

21


Dört Başı Mamur Müzehhibe;<br />

Mamure Öz<br />

Semra ÜNLÜ<br />

İnsanın iştigal ettiği iş, karakterine de yansır derler. Mamure Öz de; sakin, duru, insanı başka diyarlara sürükleyen bir<br />

mizaca sahip olduğunu her haliyle gösteriyor. Hiç aklında yokken tanışıp gönül verdiği tezhip sanatını anlatırken farkına<br />

varabiliyorsunuz bunun. Çalışırken, zaman mefhumunu yitirecek kadar tezhip sanatına âşık olan usta müzehhibeyi,<br />

Üsküdar Valide-i Atik Külliyesi’ndeki Nakkaş Tezyini Sanatlar Atölyesi’nde ziyaret ettik. Sanatçı, tezhip sanatına<br />

başlamasından bu sanattaki önceliklerine ve gündemindeki projelerine kadar pek çok konuya değindi.<br />

22


“Bir gün bir kitap okudum ve hayatım değişti.” der, “Yeni<br />

Hayat” adlı kitabında Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk.<br />

Gerçekten de bazen bir adım atarız ve bütün hayatımız<br />

değişir. Bu adım, yaşamımızın tüm gidişatını etkiler,<br />

bizi bambaşka mecralara sürükler. Tezhip sanatçısı<br />

Mamure Öz’ün hayatı bu duruma en güzel örneklerden<br />

biri. Yirmi bir yaşında bir genç kızken, ablasının tavsiyesi<br />

üzerine Cerrahpaşa Tıp Tarihi Enstitüsü’ne adımını atması,<br />

sanatçının hayatında önemli viraj olmuş desek yeridir.<br />

Zira adımını attığı bu enstitüde, bir daha kopamayacağı<br />

tezhip sanatıyla tanışmış ve hayatını geleneksel Türk süsleme<br />

sanatlarının yaşatılmasına adayan, ardında büyük<br />

ve çok kıymetli bir sanat arşivi bırakan Ord. Prof. Dr. Süheyl<br />

Ünver’i tanıma ve ondan ders alma şerefine nail olmuş<br />

usta müzehhibe.<br />

Üsküdar Valide-i Atik Külliyesi’ndeki Nakkaş Tezyini Sanatlar<br />

Atölyesi’nde bizi misafir eden Mamure Öz’le, tezhip<br />

sanatına başlamasından bu sanattaki önceliklerine,<br />

gündemindeki projelerden, geleneksel sanatlarımıza günümüzde<br />

hak ettiği değerin verilip verilmediğine kadar<br />

pek çok konuda konuştuk.<br />

Mamure Öz, tezhip sanatıyla ilk tanışmasını, “O güne<br />

kadar sadece Kur’an-ı Kerim’in etrafındaki süslemeler<br />

olarak biliyordum tezhibi. İlk başladığım zaman rahmetli<br />

hocam Süheyl Ünver’den, ayrıca Melek Anter, Azade<br />

Akar, Cahide Keskiner’den dersler aldım. Bana ilk fırçayı<br />

tutturan Sevgi Yılmaz Hanımefendidir. O zaman 21 yaşındaydım.<br />

Çok çekingen, mahcup bir kişiydim. Yaptık-<br />

larımın biraz farklı olduğunu kısa zamanda anladı hocalarım.<br />

Tabii ben bunun farkında değildim. Bir de daha<br />

önce boş zamanlarımı değerlendirmek için gittiğim resim<br />

kurslarında seçtiğim motiflerin, hep rumi motifler olduğunu,<br />

tezhiple tanıştıktan sonra fark ettim.” sözleriyle<br />

anlatıyor. Aynı yılın sonunda Topkapı Sarayı’nda Kültür<br />

Bakanlığı’nın açtığı bir kursa müracaat etmiş ve yine<br />

aynı hocaların ders verdiği bu kursa kaydolmuş sanatçı.<br />

Tezhip Her Daim Göz Bebeği Olmuş<br />

Süheyl Hoca’nın atölyesinde kursa devam eden herkesin<br />

hem tezhip, hem minyatür, hem de şukufe denilen natürel<br />

üsluptaki çiçekleri çizdiğini söyleyen Mamure Öz,<br />

“Geleneksel sanatların içinde yer alan, boya ve fırçayla<br />

yapılabilecek her şey yapılıyordu orada. Ben, minyatüre<br />

devam ettim bir yıl kadar.” diyor. O bir yıl süresince fırçanın<br />

izi parmaklarında iyiden iyiye yer etmiş Mamure<br />

Öz’ün. Tıpkı tiyatro sanatçılarının sahnenin tozunu yuttuktan<br />

sonra bir daha iflah olmayışı gibi Öz de, fırça tutan<br />

parmaklarına rengârenk boyalar derinden derine nüfuz<br />

edince bir daha kopamamış geleneksel sanatlarımızdan,<br />

ille de tezhipten.<br />

Topkapı Sarayı’ndaki kurs kapandıktan sonra, derslere<br />

tekrar Cerrahpaşa’da devam edilmiş. 1982 yılında Topkapı<br />

Sarayı’nda aynı kurs yeniden faaliyete geçtiğinde yeniden<br />

başvurmuş Mamure Öz. “Ancak bu kez beni öğrenci<br />

olarak almadılar. ‘Senin bilgin öğrenci olacak düzeyde<br />

değil, ileride.’ dediler. Fakat ben de o güzel ortamdan<br />

ayrı kalmak istemedim, kaydolmadan öylesine<br />

23


gittim geldim. Sürekli bir şeyler yapıp hocalara gösteriyordum.”<br />

diyerek tezhip sanatıyla kurduğu gönül bağının ne<br />

denli sağlam olduğunu anlatıyor.<br />

Sanatını sürekli geliştirmek için bitip tükenmek bilmez bir<br />

azimle gece gündüz çalışan Mamure Öz, kendisindeki artıları<br />

ve eksileri de analiz edebilmiş. Kompozisyon bilgisinin<br />

daha tam olarak oturmadığının farkına varmış sanatçı. “O<br />

sırada Mimar Sinan Üniversitesi iki yıllık sertifika programları<br />

açmıştı. Kompozisyon bilgimi geliştirmek için, bugün<br />

bu müessesede birlikte çalıştığım arkadaşım Semih İrteş’in<br />

branşı olan kalemişleri sınavına girdim. Orada iki yıl kalem işi<br />

bölümüne devam ettim.” diyen Mamure Öz ile İrteş’in yolu,<br />

mesleki anlamda bir daha ayrılmamış.<br />

Mamure Öz, sanat yaşamında kat ettiği yolda diğer hocalarının<br />

yanı sıra Cahide Keskiner’in de kendisine büyük destek<br />

olduğunu şu sözlerle dile getiriyor; “Cahide Keskiner<br />

hocamız Kültür Bakanlığı’na, Topkapı Sarayı’ndaki eğitmen<br />

kadrosuna beni de dahil etmek için müracaat etmiş. Müra-<br />

24<br />

caat üzerine kadro geldi ve ben, 1982’den 2012’ye kadar<br />

Topkapı Sarayı’nda ders verdim. Bu sene kursumuz kapandı.<br />

Bir senelik bir ara verildi restorasyon nedeniyle, seneye<br />

inşallah devam eder.”<br />

Her Bir Motife Ruhunu Katıyor<br />

Mamure Öz’ün usta ellerinden nadide inciler gibi dökülen<br />

hangi motife, hangi çiçeğe, hangi yaprağa baksanız, ona<br />

ruhunu kattığını görürsünüz. Kafanızı bir çalışmasından diğerine<br />

çevirdiğinizde anlarsınız ki, onun ruhu her bir çizgide<br />

azalmamış, daha da çoğalmıştır âdeta. Allah vergisi yetenek<br />

böyle bir şey olsa gerek, diye aklımızdan geçiriyoruz.<br />

Fakat elbette yalnızca Allah vergisi yetenekle gelmemiş Mamure<br />

Öz, bugün bulunduğu noktaya. Kendisinin deyimiyle<br />

“deliler gibi” çalışmış. Çalıştıkça yeni şeyler öğrenmiş, öğrendikçe<br />

bilgiye olan açlığı daha da büyümüş. “Tezhipte her<br />

yüzyılda farklı sistemler olduğunu fark ettim. Yüzyıllara göre<br />

çalışma planı yapıp, incelemelere başladım. Bu bilgiye olan<br />

açlığımda gerçekten beni doyuran iki kişi var; biri canım hocam<br />

Cahide Keskiner Hanımefendi. Bütün arşivini açtı fay-


dalanmam için. Diğeri de<br />

sevgili arkadaşım, can yoldaşım<br />

Semih İrteş Bey. Kompozisyon<br />

konusunda çok şey<br />

öğrendim ondan. Onlar benden<br />

bir ödev beklerken, ben<br />

onlara on ödev verdim. Yaptığım<br />

bir çalışmaya bakıldığında<br />

‘Bu Mamure Öz’ün yaptığı bir<br />

eser’ denilecek duruma gelmek için çok<br />

çalıştım. Şimdi de öğrenci yetiştiriyorum, hatta<br />

öğrencilerim de kendi öğrencilerini yetiştiriyor.”<br />

diyor Öz. Sanatçı, bu sözleriyle, geleneksel sanatların<br />

en iyi “utsa-çırak” ilişkisi yoluyla aktarıldığının altını<br />

çiziyor bir anlamda.<br />

Söz yine Süheyl Ünver’e geliyor. Bugün artık sanat camiasında<br />

kabul görmüş, isim yapmış pek çok ustanın<br />

üzerinde emeği bulunan Ünver’in, en çok talebe<br />

yetiştirmesiyle bilindiğini söylüyor Mamure Öz. Usta<br />

müzehhibe, rahmetli hocasını minnetle anarak, “Bugün<br />

geleneksel sanatlarımız bu duruma geldiyse, Süheyl<br />

Hocamızın çalışmaları sayesindedir. Onun en önemli<br />

özelliği öğrenci yetiştirmesidir. Onun çağdaşı başka tezhip<br />

sanatçıları da var, ama onlar fazla öğrenci yetiştirmemişler;<br />

saysanız iki veya üçtür. Ama Süheyl Hoca yüzlerce<br />

öğrenci yetiştirdi. Süheyl Hoca’nın atölyesine gelenler,<br />

tezhip yapmasalar bile geleneksel el sanatlarıyla ilgili bilgi<br />

edindiler. Onun bilgisinin enginliği karşısında hayretler<br />

içinde kalırdım.” diye konuşuyor.<br />

Osmanlı Nakkaşhane Geleneği<br />

Üsküdar’da Yaşatılıyor<br />

Biz söyleşimizi sürdürürken kulağımızın pası, bahçedeki<br />

gül ağaçlarında yeni yeni açmaya başlayan güle<br />

aşkını ilan eden bülbülün şakımasıyla siliniyor. Mamure<br />

Öz’ün anlattığına göre, Üsküdar’ın kuytusundaki<br />

bu gizli cennet bahçesine yolu, geçen yıl<br />

düşmüş bülbülün. Halsiz, perişan bir haldeymiş<br />

geldiğinde. Bakmışlar, beslemişler, şimdi güllere<br />

aşk şarkıları söyler hale gelmiş. Bülbülün de hakkı<br />

var hani. Bakmaya kıyamıyor, büyülenip kalıyorsunuz<br />

gördüğünüz güzellik karşısında. Mamure<br />

Öz, “Siz bakmayın buranın bu haline. Yıkık dökük,<br />

harabe bir haldeydi biz buraya geldiğimizde.”<br />

diyor. Epey emek harcanmış, bahçeyi şimdiki<br />

haline getirmek için.<br />

Mamure Öz ve Semih İrteş, Osmanlı dönemi<br />

nakkaşhanelerini günümüzde Valide-i Atik<br />

Külliyesi’ndeki Nakkaş Tezyini Sanatlar Atölyesi’nde<br />

yaşatıyor âdeta. Burada tezyini sanatlarımızın en<br />

güzel örneklerini hayata geçiriyorlar. Atölyede aynı<br />

zamanda, usta-çırak ilişkisiyle öğrenciler de yetiştiriyorlar.<br />

Mamure Öz, buradaki atölye modelini ilk<br />

olarak Fatih’teki Sema Nakışhanesi’nde uyguladıklarını<br />

şu sözlerle dile getiyor; “Fatih’te 1991 yılında<br />

açtığımız Sema Nakışhanesi bu konuda ilk örnekti.<br />

Orayı kurmaktaki amacımız, eski nakışhane siste-<br />

mini yeniden hayata geçirmek, o bağlamda eserler üretmek.<br />

Yani bir baş nakkaş ve onun tasarımlarını yapan bir<br />

ekip… O ekipte kimi altın ezecek, kimi kontur çekecek, kimi<br />

zemin dolduracak. Ama baş nakkaş, yapılan çalışma üzerinde<br />

sürekli denetim sahibi olacak. Yapılan şeyin tasarımı mutlaka<br />

baş nakkaşa ait olacak. Biz böyle bir sistemin küçük bir<br />

modelini Fatih’te hayata geçirmiştik. 19 yıl orada kaldık. Buraya<br />

geldikten sonra ekibimiz daha kalabalıklaştı. Burada hepimiz<br />

bir aradayız, herkes birbirine yardım ediyor. Çok da iyi<br />

neticeler alıyoruz.”<br />

Fatih’teki Sema Nakışhanesi döneminde bir ara ebru<br />

sanatıyla da uğraştığını öğreniyoruz Mamure<br />

Öz’ün. Nakışhane’nin alt katının, ebru yapımına<br />

çok uygun olduğunu belirten Öz, “Zira ebru<br />

biraz nem ister. Orasının rutubet ortamı ebru<br />

için çok uygundu. Ebruzen Nur Taviloğlu<br />

ile birlikte aşağı kata ebru teknesi kurduk.<br />

Öğrenmeye başladım ebruyu<br />

ve çok zevk aldım. Yaklaşık<br />

iki yıl ebruyla uğraştım. Ayrıca<br />

iki yıl hat da çalıştım. Bunlar<br />

benim üvey çocuklarım, diyorum.<br />

Minyatür de öyle…<br />

Ama ille de tezhip. Tezhip<br />

benim gözbebeğim, öz evladım.”<br />

sözleriyle uğraştığı diğer<br />

tezyini sanatlar bir yana<br />

tezhibe ne denli kıymet verdiğini<br />

anlatıyor.<br />

Teknoloji Hem Avantajlı<br />

Hem de Dezavantajlı<br />

Mamure Öz, sanatçı dostu Semih İrteş<br />

ile birlikte Üsküdar’daki saklı bu<br />

cennet bahçesinde kurulu atölyede saray<br />

nakkaşhane geleneğini sürdürmeye<br />

çalıştıklarını söylerken, zihnimiz, o dönemle<br />

şimdiki dönem arasında bir karşılaştırmaya<br />

girişiyor. “Sizce o dönemin nakkaşları<br />

mı daha şanslıydı, bu dönemin nakkaşları<br />

mı? Kendinizi avantajlı görüyor musunuz?”<br />

diye soruyoruz. Pek çok açıdan avantajlı<br />

olduklarını bakın nasıl ifade ediyor usta müzehhibe;<br />

“Ben gerçekten şanslı yaratıldığıma inanıyorum.<br />

Bir kere bugünün teknolojisi büyük kolaylıklar sağlıyor<br />

bize. Örneğin elektrik 16. yüzyılda yoktu, şimdi ise istersek<br />

gece de geç saatlere kadar çalışabiliyoruz. Evlerimiz<br />

kaloriferli, sıcacık. Üşümeden çalışabiliyoruz. O açıdan günümüz<br />

koşullarında yaşayıp eser üretmek güzel.”<br />

Bir tek malzeme konusunda eski nakkaşlara imrendiğini<br />

söyleyen Mamure Öz, “O yüzyıllarda kullanılan malzemeler<br />

ne yazık ki yok artık. Teknolojinin dezavantajları da var<br />

yani. Mesela kâğıttaki ve boyadaki asit sebebiyle, yaptıklarımızın<br />

ne kadar süreyle hayatta kalabileceğini bilemiyoruz.<br />

Dayanıklılık problemi var yani. Boyanın ve kâğıdın içeriğindeki<br />

asit zamanla o eserin üzerinde birtakım tahribatlara sebep<br />

olacak. Keşke, o günkü malzemelere bugünkü koşullarda<br />

sahip olabilsek.” diyor.<br />

25


Mamure Öz’e, geleneksel sanatlarımıza günümüzde hak<br />

ettiği değerin verilip verilmediğini de soruyoruz. Geleneksel<br />

Türk el sanatlarının altın çağını yaşadığı 16. yüzyılda, tezyini<br />

sanatların devlet himayesinde yapıldığına dikkat çeken Öz,<br />

“Günümüzde daha o düzeyde değil ne yazık ki. Ama iyiye<br />

gidiyor çok şükür. İsterdim ki, devletin himayesinde bir merkez<br />

olsun ve sırf sanatı korumak adına orada bir kurul oluşturulsun.<br />

Ve tezhip öğretecek kişileri bu kurul seçsin. Süheyl<br />

Hoca’ya üç kez giden biri bugün kalkıp ders veriyor. Çok<br />

fazla bilgi eksiği var, tasarım bilgisi hiç yok bir kere. Bu şekilde<br />

cahil cesaretiyle ders verenler, kendi eksik bilgileriyle insanları<br />

yanlış yönlendirebiliyorlar. Bütün üniversitelerde, bu<br />

konuda birikimli, bilgisine güvenen kişiler ders verse keşke.”<br />

sözleriyle, sanatın ehil olmayan kişilere emanet edilmemesi<br />

gerektiğini vurguluyor.<br />

“Eski Bir Yazma Esere Bakınca İçim Titrer”<br />

İnsanın ölümsüzlük iddiasıyla kendisini ifade etme biçimi<br />

olan sanat, insanlık tarihi gibi sürekli bir değişim ve gelişim<br />

halindedir. Sanattaki bu dönüşüm, “geleneksel” (klasik) ve<br />

“modern” kavramlarıyla ifade edilir. Kimi sanatçı, sanatını<br />

icra ederken geleneğe sıkı sıkıya bağlıdır, kimisi de modern<br />

10 26<br />

akımlara kapılır ve geleneği kökten reddeder. Bazı sanatçılar<br />

ise modernizme ayak uydurarak geleneğe sahip çıkar<br />

ve böylelikle eskiyle yeninin harmanlandığı farklı bir sentez<br />

ürünü çıkar ortaya.<br />

Tezhip sanatına gönül vermiş olan ve 36 yıldan bu yana kalemini,<br />

fırçasını elinden bırakmayan sanatçı, kendi deyimiyle<br />

“klasikçi”. Geleneksel olanla arasında kurduğu duygusal<br />

bağı bakın nasıl dile getiriyor; “Klasiği benimsiyorum daha<br />

çok. Klasik bir esere baktığım zaman içim titrer. Eski bir yazmadaki<br />

bir tezhibi gördüğüm zaman içim titrer. O kâğıda<br />

emek veren, o kâğıdın üzerine elini süren benim için çok değerlidir.”<br />

Mamure Öz, geleneksel sanatlarımızdan olan hat<br />

sanatında da klasik olanı, siyah mürekkep ile terkip edilmiş<br />

olanı daha fazla beğendiğini belirterek, “Renkli hat çalışan<br />

ustalar da var ama benim için siyahın yeri bir başka. Hat<br />

sanatında yeniliklere açık değilim. Klasikten asla ödün vermem.<br />

Yeşiller, kırmızılar pek açmıyor beni.”<br />

Hazır söz hat sanatına gelmişken, bir ara hat ile de uğraştığını<br />

belirtiyor Mamure Öz. Tezhip, hat, ebru, minyatür…<br />

Bu sanatların hepsinin bir arada sürdürülmesinin çok müm-


kün olmayacağını, daha doğrusu verimli olmayacağını düşünmüş<br />

sanatçı. Öz, “Bu nedenle sadece birine yoğunlaşarak<br />

yola devam ettim, bu tercihimi de tezhipten yana kullandım.”<br />

diyor.<br />

Tezhipte Maneviyat Duygusu Önemli<br />

Geleneksel sanatlarla uğraşmak maneviyat gerektirir. Öyle<br />

ki, manevi değerlerden bihaber bir sanatçının kaleminden,<br />

fırçasından dökülen bir sanat eseri öksüzdür, eksiktir. Usta<br />

müzehhibe Mamure Öz de, şu sözleriyle doğruluyor bu<br />

düşünceyi; “Bu sanatla uğraşırken öncelikle çok sabırlı olmak<br />

gerekiyor. Bu sanatın ikinci olmazsa olmazı ise yapılan<br />

işin maneviyatla ilgili bir iş olduğunun idrakine sahip<br />

olmaktır. Tezhip yapan, ‘Bunu bitirip para kazanacağım’ı<br />

değil, Allah’ın ayetlerine, Hazreti Peygamber (SAV)'in hadislerine<br />

hizmet etmekle yükümlü olduğunu düşünmeli.<br />

Büyük bir manevi hizmet veriyoruz çünkü. Tezhip sanatçısı<br />

bunun idrakinde olmalı muhakkak.”<br />

Maneviyat elbette önemli, fakat sanatla uğraşırken ilham<br />

perilerini de memnun etmek şart olsa gerek. Öyle ya, bir<br />

kaçtılar mı geri getirebilene aşk olsun. Mamure Öz’e, tez-<br />

hiple uğraşırken nelerden ilham aldığını soruyoruz. Haftanın<br />

beş günü, hatta bazen hafta sonu bile geldiği atölyenin<br />

bulunduğu saklı cennet bahçesinin, sanatçının başlıca<br />

ilham kaynağı olduğu aşikâr. Kendisi de onaylıyor bunu.<br />

Rengârenk çiçeklerle bezeli, kuş cıvıltılarının eksik olmadığı<br />

bahçe, ilham perilerinin en güzelini davet ediyor olmalı çalışırken.<br />

Öz’e ilham veren bir başka şey de müzik. “Müzik<br />

dinlerim çalışırken. O günkü ruh halime göre müzik seçerim.<br />

Türk sanat müziği’ni çok seviyorum. Zeki Müren’i, Müzeyyen<br />

Senar’ı severek dinlerim. İranlı keman sanatçısı Farid<br />

Farjad’ı çok severim bir de.” diyor sanatçı.<br />

Mamure Öz’e, “İhtiyacınız olan ilham geldi ve siz de sabırla,<br />

şevkle çalışmaya başladınız. Bir eseri ne kadar sürede tamamlıyorsunuz?”<br />

diye soruyoruz bu kez de. Duvara asılı<br />

olan büyükçe bir panoyu gösteriyor. Bu çalışmanın neredeyse<br />

bir yıl sürdüğünü, eserin en az beş haftada tamamlanabildiğini<br />

ifade ediyor.<br />

O kadar emek verip, titizlikle çalıştığı bir eserin üzerine, tam<br />

bitimine yakın, sözgelimi bir damla mürekkep damlasa ne<br />

olur acaba, diye düşünmeden edemiyoruz. Mamure Öz,<br />

27


12 28


“Hata tezhipli alanın içinde olduğu sürece bir problem<br />

yok, onu tamir edebilirsiniz. Ama kâğıt kalması gereken<br />

yerdeyse, o çok zor gerçekten. Kâğıdın üzerindekini<br />

hiçbir şekilde telafi edemiyorsunuz. Üzerine serpme,<br />

zerefşan yapabiliyorsunuz gerçi, ama eğer çok kötü<br />

bir hataysa emek zayi oluyor.” diyerek gideriyor merakımızı.<br />

Tezhipte Altın Yaldız Emeğe Değer Katıyor<br />

Tezhip; evvela Allah vergisi yetenek, sonrasında sabır<br />

ve illâ ki ince ruh isteyen bir sanat. Bir gönül işi... Eğer<br />

tüm bu özellikler var ise kişide, altın kullanılması hasebiyle,<br />

bu sanatın biraz pahalı bir uğraş olması o kadar<br />

da önemli değil. Mamure Öz, “Tezhip gerçekten bir gönül<br />

işi. Allah vergisi bir yetenek ve bu sevda olursa hiçbir<br />

engel çıkmaz. Ne malzemesinin pahalı olması engeldir,<br />

ne hat yazısının parası. Hiçbir şey engel değildir.<br />

Biri bu işi öğrenmek için aşkla başlarsa zaten, daha başladığı<br />

ilk zamanlarda hocası onun yeteneğini fark ediyor.<br />

O zaman ona farklı muamele ediyor. O kişinin maddi<br />

durumu hiç önemli olmuyor, hoca ona o imkânı sağlıyor.<br />

Başka türlü olması mümkün değil çünkü.” sözleriyle<br />

doğruluyor bizi.<br />

Usta müzehhibe, kullanılan malzemenin pahalı olmasının,<br />

işin değerini daha da artırdığını söylüyor. Sanatçının<br />

söylediğine göre, tezhipte altın yaldız kullanılmasının<br />

biricik sebebi, altının zamana karşı direnme gücünün,<br />

imitasyon yaldızla karşılaştırılamayacak kadar büyük<br />

olması. “Eğer biz bu iş için altın kullanmayıp yaldız-<br />

la yapsaydık, verdiğimiz emek ziyan olurdu. Çünkü bazen<br />

bir yılda bile karardığı oluyor. Ama altın öyle değil,<br />

emeğimize değer katıyor.” şeklinde konuşuyor sanatçı.<br />

Yıllardır tezhiple uğraşan bir sanatçı olarak, illa ki bu<br />

alanda gelmek istediği bir yer vardır, diye düşünüyor<br />

ve “Tezhipte gelmek istediğiniz nokta nedir?” diye soruyoruz<br />

Mamure Öz’e. Sanatçının tek derdinin, kendisi<br />

gibi birini yetiştirmek olduğunu öğreniyoruz anlattıklarından;<br />

“Kendim gibi birini yetiştirmek istiyorum. Kafamdakileri<br />

tümüyle ona aktarabilirsem ne mutlu bana.<br />

Benden aldıklarının üzerine kendisi de bir şeyler katacak<br />

tabii ki. Nasıl ki ben hocalarımdan aldıklarımla kalmadım,<br />

üzerine bir şeyler kattım, onlardan da aynı şeyi<br />

bekliyorum. Bazen bakıyorum günümüzde hocayla öğrencinin<br />

eserini ayırt edemiyorsun. İyi bir şey değil bu.<br />

Öğrenci hocasından etkilensin ama kendinden de bir<br />

şeyler koysun. Başka türlü ilerleme olmaz zaten.”<br />

Mamure Öz’e son olarak, sipariş çalışmalarının dışında<br />

özel bir projesi olup olmadığını soruyoruz. Havasını<br />

teneffüs etmekten keyif aldığı o güzel bahçede yetişen<br />

çiçeklerden etkilendiğini belirterek, “Bahçede ne<br />

çıkıyorsa onları resimlemeye başladım. Bahçemizde yetişen<br />

bütün her şeyi, en küçük bir çiçeği bile. Bir çiçek<br />

sergisi açmayı düşünüyorum, ‘Bizim Çiçeklerimiz’ adıyla”<br />

diyor. Tezhip sanatına gönül veren sanatseverlere<br />

küçük bir hatırlatma: Mamure Öz’ün 50 kadar çalışmasının<br />

yer alacağı sergi, gelecek sene baharda açılacak.<br />

29


30<br />

Tel Süpürgenin<br />

Sarısı Soluyor<br />

Hatice ÜRÜN<br />

Yüzyıllardır Edirne’nin önemli bir geçim kaynağı olan süpürgecilik<br />

mesleği, modern hayatın getirdiği kolaylıklar sebebiyle, günümüzde<br />

yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Meslek atölyelerinin sayıları<br />

gün geçtikçe azalırken, süpürgecilik zanaatı, küçük dükkânlardan<br />

oluşan “Süpürgeciler Hanı”nda sürdürülmeye çalışılıyor. Süpürgecilik<br />

zanaatını ayakta tutmaya çalışan birkaç kişiden biri olan Fuat Arda<br />

süpürgecilik mesleğini anlattı.


Her dönemde, sağlıklı yaşamın devamı için zamanın koşullarına<br />

uygun olarak temizlik malzemeleri üretilip geliştirilmiştir.<br />

Eski zamanlarda arap sabunu, bez ve tel süpürge<br />

kullanılırken, şimdi ise her lekeyi ayrı ayrı temizleyen<br />

kimyasal içerikli deterjanlar, çeşitli temizlik bezleri,<br />

süpürme, yıkama ve kurutma özelliğine sahip çok fonksiyonlu<br />

elektrikli süpürgeler ile temizliyoruz evlerimizi.<br />

Vaktiyle evin bir bireyi gibi kapının arkasında göreve<br />

hazır bekleyen süpürgelerin, birer temizlik aracı olarak<br />

önemi, 70’li yıllarda Avrupa’dan gelenlerin yanlarında<br />

getirdikleri “gırgır” denen minik ve modern aletler sonrası<br />

azaldı. Daha sonra elektrikli süpürgelerin de hayatımıza<br />

yavaş yavaş dahil olmasıyla geleneksel süpürgeler,<br />

artık yazlıklarda bahçe ve balkon yıkamada kullanılır<br />

hale geldi. Gelişen yaşam koşulları hayata kolaylıklar<br />

sağlarken, süpürgecilik zanaatı ve zanaatkârları da yok<br />

olmaya yüz tuttu. Kendilerine ait dolapları olan temizlik<br />

malzemelerine nispet, çuvaldız tutan elleriyle süpürge<br />

diken ustalar, zanaatlarını yaşatmaya çalışıyor. Bu gayret<br />

içinde, ustalarının mesleklerini sürdürmeye çalıştığı<br />

iki önemli merkez var; biri Adapazarı diğeri de Edirne.<br />

Edirne’nin Son Süpürgecileri<br />

Edirne’de Yahudi ustalar tarafından yapılan geleneksel<br />

süpürgecilik mesleği, ustaların şehirden ayrılmaları üzerine,<br />

yanlarında çırak olarak çalışan Türkler tarafından<br />

devam ettirilmiş. El yapımı geleneksel süpürge, tarlaya<br />

tohumun ekiminden, son şeklini alana kadar bir sürü<br />

aşamadan geçiyor. İşte, tarladan kimisi sarı, kimisi yeşil,<br />

kimisi de kızıl renkte gelen kucak kucak süpürge otlarının<br />

sarı süpürgelere dönüşen uzun hikâyesinin kısa<br />

özeti…<br />

Meriç ve Tunca havzasının sulak arazisinde Adesa adı<br />

verilen en kaliteli süpürge otunun yetişmesi dolayısıyla<br />

süpürgeciliğin merkezi Edirne olmuş. Tatarköy, Menekşesofular<br />

ve Bosnaköy köylüleri için süpürge otu<br />

ekme ve toplama işi, yörenin en önemli geçim kaynağı.<br />

Tohumları ve yaprakları aynı zamanda yem sanayiinde<br />

kullanılan süpürge otları, mevsiminde toplanıyor<br />

ve süpürge yapımına uygun uzunlukta kesilip Süpürge<br />

Borsası’na getiriliyor. Borsadaki memur tarafından<br />

üreticinin belirlediği fiyat üzerinden alıcıya açık arttırma<br />

ile satılan süpürge otları, imal edilmek üzere sahibinin<br />

dükkânına doğru yol alıyor. Kırmızımsı mat renkte<br />

olan otlar, sertleşmesi ve kükürdü kolay emmesi için<br />

önce küçük havuzlarda 15 dakika kadar ıslatılıp penceresiz<br />

bir odada kükürt tütsüsüne tabi tutularak renkleri<br />

sarı hale getiriliyor.<br />

Süpürge üzerindeki otlar, “ayıklayıcı” denen kişi tarafından<br />

özel bir bıçakla ayıklanıyor. Süpürge tepeliği için<br />

otların kalın ve sert kısmı tepelik için, ince ve zayıf kısımları<br />

ise işlik için kullanılıyor. Ayıklayıcıdan gelen otlar,<br />

“sarıcı” denen kişi tarafından küçük demetler haline<br />

getiriliyor. Yapılan demetlerden sağlam olan iki demet<br />

pamuk ipliği ile bağlanıp “bağlayıcı” tarafından<br />

süpürgenin taslağı oluşturuluyor. “Ayacak” (ayak mengenesi)<br />

adı verilen bir alet yardımı ile 4-5 bağ süpürge<br />

otu sağlam bir şekilde birbirine birleştiriliyor. El mengenesini<br />

(falaka) andıran ve süpürge yapımında kullanılan<br />

bir alet ile süpürgenin yassı kısmı oluşturuluyor.<br />

Bir çeşit tokmak sayesinde şekil verilerek sıkıştırılan demetler<br />

böylece süpürgenin genel hatlarını oluşturmaya<br />

başlıyor. “Dikici” tarafından çuvaldız iğne ile üç veya<br />

daha çok yerinden dikilip son şekli verilen süpürgeler,<br />

“paketçiler” tarafından Anadolu şehirlerine gönderilmek<br />

üzere satışa hazır hale getiriliyor. Süpürge yapımının<br />

her aşamasında ustasına yardım eden ve “meydancı”<br />

adı verilen çırak, zamanla işi öğreniyor.<br />

Artık Eskisi Kadar Revaçta Değil<br />

Süpürgenin ömrü, süpürge otunun kalitesi ve yapan ustanın<br />

işçiliği ile doğru orantılı... İşin ustasından öğrendiğimize<br />

göre, ortalama 6 ay kadar süren süpürgenin<br />

ömrü, özen gösterilip mahir bir elden çıkmış ise bir seneye<br />

kadar uzayabiliyor. Satın alınan süpürgenin kalitesi<br />

ise, saplarının yumuşak olması, yarım kiloyu ancak aşan<br />

ağırlığı ve renginin sarılığı ile doğru orantılı…<br />

Yüzyıllardır Edirne’nin önemli geçim kaynağı olan süpürgecilik,<br />

modern hayatın getirdiği kolaylıklara karşı direnememiş.<br />

Meslek atölyelerinin sayıları gün geçtikçe azalmış<br />

ve sonunda bu zanaat, ‘Süpürgeciler Hanı’ denen<br />

ve küçük dükkânlardan oluşan merkezde, birkaç ustanın<br />

vefalı eline, birkaç küçük dükkânın içine sığınmış.<br />

Edirne Ticaret ve Sanayi Odası’nın kayıtlarına göre Süpürgeciler<br />

Hanı’nda 1985 yılında 118 işletme bulunurken,<br />

1996 tarihinde atölye sayısı 60'a, 2003 senesinde<br />

ise 19'a düşmüş. İlde şimdi ise 10-15 civarında dükkân<br />

varlığını sürdürme çabası içinde… Süpürge dikiminde<br />

zamanında kök boyalarıyla renklendirilmiş pamuk iplikler<br />

kullanılırken, günümüzde ise süpürge tellerini sentetik<br />

veya plastik içerikli iplikler birbirine bağlıyor.<br />

33


Mesleğin uzak geçmişinde ise şaşaalı günleri var. Öyle<br />

ki vaktiyle süpürge atölyelerinde devlet memurları çalışırmış.<br />

Çünkü devletten bir ayda aldıkları maaşı, süpürge<br />

atölyelerinde bir haftada kazanabilirlermiş. Bu yüzden<br />

de süpürgecilik şehirde dönemin en gözde mesleklerinden<br />

biri sayılırmış. Anlatılanlara göre, vaktiyle kız<br />

istemeye giden damat adaylarının ellerinde zor çıkan<br />

kök boyası lekelerini gören gelinlik çağdaki kız anneleri,<br />

‘damadın eli iş tutuyor’ kanısına varıp izdivaca rıza<br />

gösterirmiş. Yine anlatılana göre, bu mesleğin içinde<br />

olmayan gençler de kız istemeye gidecekleri zaman,<br />

bir atölyeye uğrar, elden hemen çıkmayan kök boyaları<br />

ellerine bular, böylece kendine süpürgeci süsü verdiği<br />

için muradına kavuşurmuş.<br />

Edirne Süpürge Borsası’nda atölyesi bulunan ve yarım<br />

asırdan fazla bir süredir bu işle meşgul olan Fuat<br />

Arda’dan süpürgecilik mesleği hakkında bilgi aldık, çayını<br />

içip onunla bu meslek ile ilgili sohbet ettik. 1944 yılında<br />

Edirne’nin bir köyünde dünyaya gelen Fuat Bey, 1960<br />

senesinde Edirne merkezde yaşayan eniştesinin yanına<br />

gelmiş. Süpürge ustası olan eniştesinin yanında 8 sene<br />

çalıştıktan sonra 24 yaşında küçük bir sermaye ve 6 çalışanıyla<br />

Bostan Pazarı’nda kendine bir iş yeri açmış. O za-<br />

34<br />

manlarda Adapazarı, Kırklareli ve Edirne’deki süpürgeci<br />

dükkânlarının 247’si bu pazara kayıtlıymış. Fuat Bey’in<br />

işleri çok iyi gitmiş uzun süre. Zaman içinde 25-30 kişiye<br />

mesleği öğretip onların da usta olup iş yeri açmalarına<br />

vesile olmuş. Süpürge imalatına bir süre devam ettikten<br />

sonra 15 sene kadar da süpürge otunun toptan satım<br />

işini yürütmüş.<br />

Atölyeler Bir Bir Kapanıyor<br />

Süpürge otlarını peşin para ile aldıklarını söyleyen Fuat<br />

Bey, bitmiş ürünleri tüccara bazen peşin, bazen vadeli bazen<br />

de çekle sattıklarını ifade ediyor. Bir günde ortalama<br />

150 civarında süpürge ürettiklerini belirten Fuat Bey, bu<br />

sayının haftada bin ilâ bin 200’e çıktığını, 900’ün altına<br />

hiç düşmediğini belirtiyor. Fuat ustanın söylediğine göre<br />

Süpürge Borsa’sında gün erken başlıyormuş. Dükkânlar<br />

sabah namazından sonra açılıyor, mesai de öğleden sonra<br />

saat 3’te bitiyormuş. Yöresel söyleyişiyle ‘Zareci’ denen<br />

seçici dışında bu işte çalışan herkes parasını yaptığı<br />

işin sayısına göre günlük alıyormuş. Süpürgeci Fuat Usta,<br />

süpürge yapımının bugününü ve yakın geçmişi ile kıyaslamasını<br />

şu sözlerle yapıyor: “Bundan 50 sene önce 300<br />

araba mal gelirdi, 90 yılından sonra süpürge otu getiren<br />

araba sayısı azaldı. 1990 senesinden önce Edirne’de 227


çalışan varken sayı gün geçtikçe düştü. Buradaki Süpürge<br />

Borsası'nda şu an 42 dükkân var. Onların hepsi de<br />

atölye değil, bir kısmı depo olarak kullanılıyor. Ben ilk<br />

başladığım zaman bütün ev geçimimi buradan sağlıyordum,<br />

bu meslekten kazandığım para ile mal mülk sahibi<br />

oldum, çocuklarımı okuttum, onları askere gönderdim,<br />

evlendirdim. Ama artık Anadolu’da dahi eskisi kadar<br />

süpürge kullanılmıyor. Biz İstanbul’a süpürge yetiştiremezken<br />

son 5-6 senedir geçimimizi sağlayacak kadar<br />

ancak kazanıyoruz.”<br />

1983 yılında Ticaret Borsası’nda meclis üyeliği, sonrasında<br />

15 sene yönetim kurulu başkan yardımcılığı, 2009 senesinde<br />

de Edirne Ticaret ve Sanayi Odası’nda reis üyeliği<br />

yapmış olan Fuat Arda, mesleğini 5 çalışanıyla birlikte<br />

sürdürüyor. Gençlerin çok tercih etmediği geleneksel<br />

el sanatlarımızdan süpürgecilik mesleğini, ağırlıklı olarak<br />

orta yaşlı ve emekli olmuş kişiler yaşatma gayreti içinde.<br />

Çeyizlerin Olmazsa Olmazı; Aynalı Süpürge<br />

Edirne’de Zındanaltı’nda küçük ara sokaklarında bugün<br />

artık sadece birkaç kişinin imal ettiği aynalı süpürgeler,<br />

Edirne’ye has bir el sanatı... Eskiden Edirne’nin düğün<br />

adetlerine göre gelin kızların çeyizleri için yapılırmış. Şim-<br />

dilerde ise turistlik hediye olarak ilin çarşılarını süsleyen<br />

aynalı süpürgelerin, Edirne kültüründe önemli bir yeri<br />

var. Kimi zaman hicivlere şahit olan aynalı süpürgeler,<br />

kimi zaman da mesaj verici özelliğe sahip. Aynalı süpürgeyi<br />

geleneksel süpürgeden ayıran özellik ise yöresel kök<br />

boyalarla renklendirilmesi, ip ve kurdeleyle süslenip ortasında<br />

veya iki kenarında ayna olmasıdır. Aynalı süpürgede,<br />

evlenecek kız için saflık ve temizliğini ifade eden<br />

“kabara” denilen iri başlı bir çivi bulunurmuş.<br />

Aynalı süpürge yöresel kültürde o kadar yer etmiş ki<br />

onun üzerinden bir dil bile gelişmiş tarih içinde. Geleneklere<br />

göre Edirne’de aynalı süpürge dış kapıya asılmışsa<br />

“o evde evlilik çağında bekâr kız olduğu” anlamına<br />

gelirmiş. Söylencelere göre, ev işlerini aksatan gelin,<br />

kapının arkasında veya eşikte duran aynalı süpürgenin<br />

aynasından kayınvalidesinin geldiğini görünce kendini<br />

toparlarmış. Gelin-kaynana arasındaki çekişmeler ve<br />

çekişmelerde üretilen dolaylı dil de yine aynalı süpürgeler<br />

üzerinden gerçekleştirilirmiş. Gelin kız kayınvalidesinin<br />

sözünden incinmiş, küsmüş ise aynalı süpürgenin aynasını,<br />

kaynanasına doğru abartılı bir şekilde çevirerek<br />

“Dön de kendine bak” demek istermiş.<br />

35


Fuat Başar;<br />

Teknesinde Bin Çiçek Açıyor,<br />

Kaleminde Bin Harf...<br />

Uğur SEZEN<br />

Fuat Başar, evvela hat sanatına<br />

meftûn olur, sonra bir ebru sevdasıdır<br />

alır başını gider. Erzurum’da bir<br />

başına yazılar karalar marangoz<br />

kalemliyle. Evinin bir odasında tekne<br />

açar, kitaplardan takliden ebrular<br />

yapmaya çalışır. Tekneden çok halıya<br />

yayılır boyalar. Başar, bu işin ustasız<br />

olmayacağını anlar ve meftûn olduğu<br />

sanatlar için tıp eğitimini yarıda<br />

bırakıp İstanbul’a gelir. Neticede,<br />

bir elinden Hamid Aytaç tutar, bir<br />

elinden Mustafa Düzgünman. Yıllar<br />

sonra birçok öğrencisinin elinden<br />

tutan usta bir hattat ve ebru sanatçısı<br />

olur Fuat Başar.<br />

36


Fuat Başar, 1953 yılında Erzurum’da dünyaya<br />

gelir. Sekiz çocuklu bir ailenin en büyüğü olarak<br />

tahsilinin her aşamasını memleketinde tamamlar.<br />

Kafasında atom fizikçisi olmak vardır.<br />

Üniversite sınavında yeterli puanı alsa da devrin<br />

şartları istediği bölümü okumasına imkân vermez.<br />

Erzurum’da tıp fakültesine kaydolur. Birkaç<br />

sene sonra eğitimini tamamlayıp gencecik<br />

bir doktor olacakken hayatın bir cilvesiyle, birçok<br />

insanın hayatını “altüst” eden hat ve ebru<br />

sanatlarıyla 1976 senesinde karşılaşıverir.<br />

“Kalem Güzeli”nden Güzellerin Kalemine<br />

Fuat Başar, tıp fakültesinde genç bir doktor adayıyken<br />

eline bir kitap geçer. Mahmud Bedrettin<br />

Yazır tarafından kaleme alınan, hat sanatının başucu<br />

eserlerinden “Kalem Güzeli”dir bu kitap.<br />

Başar, Emirgan Çay Bahçesi’nde bir solukta hatmeder<br />

bu kitabı, sayfaların arasında kaybolur,<br />

gördüğü yazıların cezbesine uğrar. “Şunları ben<br />

de bir yazsam.” düşüncesi sarar kendini ve o çay<br />

bahçesinde hat sanatına başlamaya karar verir.<br />

Ama nasıl ve neyle yazacağı konusunda, hülasa<br />

hat sanatına dair hiçbir bilgisi yoktur.<br />

Aklına evvela marangoz kalemi gelir günümüzün usta<br />

hattatının. Fuat Başar, “Yazmak istiyorum ama neyle<br />

yazılacağını bilmiyorum. Ucu kesik marangoz kalemiyle<br />

yazmaya çalıştım bir müddet.” diyerek macerasını<br />

anlatmaya başlıyor. Marangoz kaleminden<br />

sonra bir seçenek daha bulmuş o günlerin hevesli<br />

hattatı: “Çalı benzeri ağaçların düzgün dallarını<br />

seçerdim. Uçlarını kamış gibi açarak yazmaya çalışırdım.<br />

Ayrıca eski Erzurum evlerinin çatılarında yalıtım<br />

maddesi olarak saz kamışı kullanılırdı. O kamışlardan<br />

birkaç tane bulursam çok sevinirdim.”<br />

Bir gün iki tane saz kamışı bulur Başar. Erzurum’da<br />

hat sanatıyla ilgilenen ender insanlarından Berber<br />

Naim’in yanında alır soluğu, kamışlarıyla birlikte.<br />

“Berber Naim bu işleri az buçuk bilirdi. Ona iki tane<br />

saz kamışı götürdüm. Rahmetli, kara saplı bir bıçakla<br />

kamışın birini, bir enine bir boyuna… Haşat etti. İkincisine<br />

fırsat vermeden, ‘Hocam bu da bana kalsın.’ dedim<br />

ve kurtardım saz kamışını.”<br />

İkinci kamışı kurtarma hikâyesini bu cümlelerle anlatıyor<br />

Fuat Başar. Ve bu saz kamışıyla Erzurum’da yazılar<br />

karalamaya bir yıl devam eder. Bir yıl sonra ise gerçek bir<br />

37


38<br />

kamış kalemi olur genç hattatın. Kitaplardan okuyarak,<br />

tarifini alarak ucunu açar, iki yakaya ayırır. Hat sanatına<br />

özgü kelâm-ı kibar ile, o tarihten bu yana da iki yakası<br />

bir araya gelmez.<br />

Bir Cilve de Uğur Derman’dan<br />

Mahmud Bedrettin Yazır’ın kitabı sayesinde yakasını<br />

hat sanatına kaptıran Fuat Başar’a bir cilve de Uğur<br />

Derman’dan gelir. 1977 yılında Uğur Derman’ın meşhur<br />

“Türk Sanatında Ebru” isimli kitabını bulur. Senaryo<br />

aynı, başrol aynı, kitaplar farklı sadece. Eve gidene kadar<br />

bitirilir kitap, ebrular tek tek incelenir. Ve yeni bir sevda<br />

filizlenir Başar’ın gönlünde: Ebru! Hat ve ebru, yan yana<br />

bir yolculuğa çıkarırlar Başar’ı.<br />

Uğur Derman'ın kitabını defalarca okur, ansiklopedilerin<br />

“ebru” maddelerini tarar, ebru resimlerini hafızasına kazır.<br />

Sonuç en baştan bellidir zaten: Kitaptaki tarifler öncülüğünde<br />

iptidai bir tekne hazırlamak! Başar’ın o zamanlar<br />

fırça bağlaması ne mümkün! Atkuyruğu bulabilmek<br />

için at arabacılarıyla cebelleşmeyi bile göze alır. Fakat<br />

en zoru ebru için lazım olan boyaları temin edebilmesidir.<br />

Kitre bulabilmek için Erzurum’u dere tepe dolaşır.<br />

Mezbahaları kapı kapı aşındırır öd alabilmek için. Ve<br />

ilk ebru denemelerine başlar.<br />

O günleri yâd ederken biraz duygulanıyor, fakat tebessümü<br />

de eksik olmuyor usta ebrucunun: “Evdeki ilk çalışmalarımda<br />

tekne yerine meğer halıyı boyuyormuşum.<br />

Rahmetli annem üçümüzü de defalarca kapı dışarı etti:<br />

Tekne, fırçalar ve ben!”<br />

Başar, 1977’den 1980’e kadar kelin başı, körün tacı misali<br />

açmış teknesini. Bir yandan halıları boyamış, kapı dışarı<br />

edilmiş annesi tarafından, bir yandan at arabacılarıyla<br />

yoğun bir mesai harcamış, atların kuyruğundan kıl<br />

toplarken. Nihayetinde hat ve ebru sevdası, işin ustalarıyla<br />

yolunu kesiştirmeye başlamış.<br />

"Mürşitsiz Yola Çıkınca,<br />

Yüzüne Gözüne Bulaşıyor İnsanın"<br />

Usta sanatçı, “Uğur Derman Bey’in üzerimizde çok hakkı<br />

var.” diyor. Çünkü Başar Erzurum’da iken, Derman’la<br />

sürekli mektuplaşmışlar. Derman, kelimenin tam anlamıyla<br />

dermânı olmuş hevesli gencin. İstanbul’dan çeşitli<br />

yazı örnekleri, kitaplar, makaleler göndermiş genç hattat<br />

için. Ebru teknesi nasıl açılır, fırça nasıl bağlanır hepsinin<br />

sohbetini mektuplaşarak yapmışlar. Derman bir mektubunda<br />

merhum ebru üstadı Mustafa Düzgünman’ın adresini<br />

de yazmış. Cümlesini ise şöyle bitirmiş: “Düzgünman<br />

kimseye mektup falan yazmaz, ama sen yine de<br />

şansını bir dene.”<br />

Fuat Başar tabii ki şansını denemiş. “Mürşitsiz yola çıkınca,<br />

yüzüne gözüne bulaşıyor insanın.” demiş ve Mustafa<br />

Düzgünman’ın Üsküdar’daki attar dükkânına bir mektup<br />

yazmış. İçinde bulunduğu halden tafsilatıyla bahsetmiş.<br />

Ve meraklı bir bekleyiş sarmış kendini, cevap gelecek<br />

mi gelmeyecek mi diye.


Derman’ın ifadesiyle “mektup falan yazmaz” denen<br />

ebru üstadı Düzgünman, Başar’ın mektubuna cevap vermiş.<br />

Tekne açmasından fırça bağlamasına kadar anlatmış<br />

işin püf noktalarını. Aynı yıllarda Hattat Hamid Aytaç’la<br />

da hat sanatı üzerine mektuplaşmaya başlamışlar. Fakat<br />

Başar, mektuplar çoğaldıkça, el ele değmeden, ustanın<br />

nazarının ve hatta “fırça”sının muhatabı olmadan hat ve<br />

ebru sanatlarını öğrenemeyeceğini idrak etmiş.<br />

Ustanın Dizinin Dibi Başkadır<br />

Üç yıl kadar Hamid Aytaç ve Mustafa Düzgünman ile<br />

mektuplaşan Başar, “Tarifle olacak gibi değildi. İlle de<br />

ustanın yanında olmak lazım. Ebru sanatında Mustafa<br />

Düzgünman var, tek başına devam ettiriyor bu sanatı.<br />

Merhum Necmeddin Okyay’dan nasıl gördüyse öyle<br />

sürdürüyor. Hat sanatında da Hamid Bey ve birkaç hattat<br />

biliniyor. Başka da kimse yok. Olanların hepsi de<br />

İstanbul’da. Kararımı verdim, doktorluğu Erzurum’da bırakıp<br />

İstanbul’a doğru yola çıktım.” sözleriyle anlatıyor<br />

tıp eğitimi ile hat ve ebru arasındaki tercihini.<br />

“Tıp fakültesini bu işlere feda ettik. Biraz deli cesaretiymiş<br />

yaptığımız.” diyen Başar, hemen ilave ediyor, “Ama<br />

isabetli bir tercihte bulunduğumu şimdi anlıyorum. Çünkü<br />

iki sanatımız da yok olmak üzereydi. Memlekette binlerce<br />

doktor varken, hat ve ebru sanatında birkaç isimden<br />

başkası yoktu o zamanlarda.”<br />

İstanbul’a hat ve ebru öğrenmek için gelen Başar, nihayet<br />

Hamid Aytaç ve Mustafa Düzgünman’ın kapısını<br />

çalar. Hamid Bey o sıralarda Cağaloğlu’nda izbe bir<br />

han odasında yazmaktadır yazılarını. Düzgünman ise<br />

Üsküdar’daki attar dükkânında ebru sanatını devam ettirme<br />

gayretindedir. Düzgünman ilk başta kabul etmez<br />

Başar’ı. Fakat Erzurum’dan mektuplar yollayan sanat heveslisi<br />

genç olduğunu anlayınca, hocaların hocası merhum<br />

Süheyl Ünver ile Uğur Derman da aracı olunca ders<br />

vermeyi kabul eder. Hamid Bey’den de hat meşkine başlayan<br />

Fuat Başar’ın omuzlarında, artık apayrı bir sorumluluk<br />

vardır. İnsan sağlığını ellerine emanet alan bir doktor<br />

olacakken, insan ruhunu ellerine emanet alan ve bu<br />

emaneti yüzlerce kişiye teslim etmeye ant içen usta bir<br />

hattat ve ebrucu olmak için ilk adımını atar.<br />

"En Büyük Sanat, Adam Olma Sanatıdır"<br />

1980 yılında İstanbul’a gelen Fuat Başar, Hattat Hamid<br />

Aytaç’tan hat meşkine, Mustafa Düzgünman’dan da<br />

ebru meşkine başlar. Kamışın kâğıda bıraktığı bir noktayla,<br />

fırçadan tekneye düşen bir damla boyayla aslında<br />

edeb tahsil eder. Başar, hocası Düzgünman’ın şu sözünü<br />

naklederken esasında sanatın ve bunca uğraşın da şerhini<br />

yapmış oluyor: “Evladım, sanatların çoğu zor. En zor<br />

sanat ise adam olmak sanatıdır. Onu başarmak lâzım,<br />

sonra gerisi gelir.”<br />

Başar’a göre bu sanatlarımızın özünde bu edeb var zaten.<br />

Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Türkiye’nin 1940'lı<br />

yıllarında yaşanan buhranlar, doğal olarak geleneksel sanatlarımızı<br />

da etkilemiş. Bir ustanın savaş dönemlerinde<br />

41


Hiç, Celî Sülüs<br />

tek başına bu sanatları muhafaza edip gelecek nesillere taşımasını<br />

işin “edeb”iyle bağdaştırıyor Başar. Aytaç’tan da<br />

Düzgünman’dan da sanatla birlikte işin edebini meşk ediyor.<br />

Başar’a göre bu sanatlarımızın badireli günleri atlatabilmesi<br />

de o edebin bir tezahürü. Bu sanatlarının edep hamuruyla<br />

yoğrulan öz sayesinde devam ettiğini düşünen Başar, “Özü<br />

olan şey kendini devam ettiriyor. Özü olmayan sanatlar tarih<br />

sahnesinden çekilip gidiyorlar. Mesela hat sanatında 1960 yılında<br />

sadece Hamid Bey vardı. Tek başına yazdı, ama hat sanatı<br />

muhafaza edildi. Ebruda Necmeddin Efendi’den sonra<br />

Düzgünman Hoca tek başına sanatı devam ettirdi.” diyerek<br />

önemli yerlere işaret ediyor.<br />

Fedâkarlık Yâ Hû, Celî Sülüs<br />

42<br />

Hadis-i Şerif, Celî Sülüs<br />

Besmele-i Şerif, Celî Tâlik<br />

Hattat Hamit Aytaç tarafından hat icazeti, ebrucu Mustafa<br />

Düzgünman tarafından da ebru icazeti verilen Başar’ın yetiştirdiği<br />

500’den fazla öğrencisi, dünyanın dört bir yanında<br />

hocalık yapıyor. Başar, “Ben bu sanatı hocamdan gördüğüm<br />

gibi, ondan aldığım gibi sürdüreceğim. Düzgünman’a sözüm<br />

var.” sözüyle hem hocasıyla arasındaki ilişkiyi hem de eğitimde<br />

geleneksel metotlara sadık kaldığını ifade ediyor.<br />

“Bizim sanatlarımızda usta ile çırağın arasını hiçbir şey ayıramaz.<br />

Dedikodu, kıskançlık, öfke gibi hasletlerin hocayla talebenin<br />

arasına girmesine imkân yoktur.” diyerek kadim usta<br />

çırak ilişkisinin altını çizen Başar, “Sadece ölüm ayırır hocay-


la talebeyi. Hatta örnekleri çoktur, bazılarını ölüm bile ayıramıyor.<br />

Rüyasında talebesine ders göstermeye gelen hocalar<br />

var.” diyor. Hocası vefat ettikten sonra rüyasında hocasından<br />

ders almaya devam edenlerin isimlerini de verdi Fuat Hoca,<br />

daha doğrusu bir an kaçırdı ağzından: “Falanca kişi mana<br />

âleminde bu isimden ders almıştır, falanca hattat da şurada-<br />

Hilye-i Şerif, Sülüs-Nesih<br />

ki levhaları yazarken sıkışınca şu hoca himmet etmiştir.” deyiverdi.<br />

Âcizane bu yazıyı o isimleri zikrederek noktalamayı düşündük,<br />

fakat sonra başka bir güzellik geldi aklımıza. Bir hafta<br />

sonu Küçük Ayasofya Camii’nin serin bahçesine, yahut caminin<br />

hemen karşısındaki mütevazı atölyelere bir nazar ediverin;<br />

ehlinden, Fuat Başar’ın dilinden dinleyin bu güzellikleri…<br />

43


Rembrandt ve Çağdaşları,<br />

"Altın Çağ"ı İstanbul’a Taşıdı<br />

Hafize ERGENE<br />

17. yüzyılların Hollanda’sına yapılacak bir zaman yolculuğuna var mısınız? O yılları resim sanatı ile anlamaya,<br />

öğrenmeye ve var olan yeteneklere hayran olmaya hazır mısınız? Hazırsanız eğer, resim sanatının en önemli<br />

isimlerinden “Işıkların Efendisi” olarak bilinen Rembrandt ve çağdaşlarına ait bir sergiye gidiyoruz. Hollanda’nın<br />

ulusal müzesi Rijksmuseum’dan İstanbul’a Sakıp Sabancı Müzesi’ne, tabir yerindeyse ayağımıza kadar gelen bu sergiyi<br />

kaçırdıysanız şayet, buyurun birlikte gezelim…<br />

Eşsiz Boğaz manzarası eşliğindeki bir yolculuğun ardından<br />

“Rembrandt ve Çağdaşları: Hollanda’nın Altın Çağı” sergisi<br />

için Emirgan Korusu’yla Boğaz’ın buluştuğu yere, daha<br />

önceleri merhum Sakıp Sabancı’nın yaşadığı Atlı Köşk’e<br />

varıyoruz. 10 yıl önce müze olarak hizmet vermeye başlayan<br />

Sakıp Sabancı Müzesi, bahçeye adım attığınız anda<br />

içinize huzur veriyor. Müze, eşsiz yeşillikteki bahçesi ile sizi<br />

âdeta az sonra 21 yüzyıldan 17. yüzyıla yapılacağınız zaman<br />

yolculuğu için hazırlıyor. Buraya Atlı Köşk de deniyor.<br />

Vaktiyle Hacı Ömer Sabancı, köşkü satın aldıktan sonra,<br />

Muhtar Paşa’nın Moda’daki Mermer Köşk’ü süsleyen ama<br />

daha sonraları bir müzayedede satışa çıkan bronz at heykelini<br />

almış ve bu muhteşem köşkün bahçesine getirtmiş.<br />

Daha sonraları Milano’da beğendiği bir başka at heykelini<br />

de Emirgan’daki köşke getirten Ömer Sabancı böylece,<br />

Rembrandt Harmensz van Rjin“Rotterdamlı Bira Üreticisi Dirck Jansz Pesser’in Eşi Haesje<br />

Jacobsdr van Cleyburg” Portresi 1634/ Oval pano üzerine yağlıboya / 68,5x53,5 cm<br />

köşke “Atlı Köşk” denmesine de vesile olmuş. İşte Boğaz'ı<br />

selamlayan bu asil hayvanın bronzdan yansımaları, çıkacağınız<br />

bu önemli sanat yolculuğuna daha önce adım atmanızı<br />

sağlıyor.<br />

Sabancı Müzesi’nin alt bahçesinden üst bahçesine doğru<br />

yola çıktığınızda artık çoktan İstanbul’dan soyutlanmış buluyorsunuz<br />

kendinizi. Az sonra gezeceğiniz serginin dünyasına<br />

adım adım giriyorsunuz. Sanal şelale ve içine döküldüğü<br />

havuzdaki nilüfer çiçekleri, çılgınca öten kuşlar, tarihi<br />

çeşmeler, büyülü çiçek ve çimen kokusu, doğayla zıtlaşmayan<br />

video art gösterilerin arasından eşsiz bir Boğaz manzarasına<br />

sahip üst bahçeye ulaşıyorsunuz. O manzarayı geride<br />

bırakıp müzeye girmek gerçekten zor. Ama söz konusu,<br />

ayağımıza kadar gelen bu önemli sergi olunca, Boğaz'a<br />

veda etmek zor da olsa mümkün oluyor.<br />

Ve işte “Rembrandt ve Çağdaşları - Hollanda Sanatının Altın<br />

Çağı” sergisindeyiz. Ama serginin derinliklerine dalmadan<br />

önce biraz sanat tarihi dedektifliği yapmak gerek. Buyurun<br />

biraz derinlere dalalım…<br />

Hollanda’nın “Altın Çağı”<br />

Bu sergide yer alan 17 yy. Hollanda’sına ait bu eşsiz eserlerin,<br />

resmin “Altın Çağı” olarak adlandırılması, şüphesiz<br />

17 yy. Hollanda’sının kültür, ekonomik ve halka verilen özgürlüklerle<br />

yani Cumhuriyetle paralel. Hollanda’nın 16. ve<br />

17. yüzyıllarda Avrupa’nın başta gelen güçlerinden biri olması,<br />

bu yüzyıllarda sanatının altın çağını yaşamasını sağlamış.<br />

Denizci kimliğiyle, yeni keşfedilen kıtaların halklarıyla<br />

iyi ilişkiler kuran Hollanda, böylece maddi ve kültürel kazanımlar<br />

sağlamış.<br />

Hollanda’nın “Altın Çağı”nda en değer gören ve ilerleyen<br />

sanatların başında, resim sanatı gelmiş. O dönemde resim<br />

sanatı, halkın tarihe not düşmesini ve en gerçekçi halleriyle<br />

kendilerine dışardan bakmalarını sağlayarak her kesimin<br />

ilgisini çekmiş. Şimdilerde doktorluk, avukatlık, mühendislik<br />

meslekleri ne kadar önemliyse, ressamlık da o zamanların<br />

en prestijli mesleği olmuş.


Bu olumlu ortam, 17. yüzyıl Hollanda’sında yapılan resimlerin,<br />

tarihte eşine az rastlanır eserler olmasını sağlamış.<br />

Hollanda sanat açısından en verimli çağlarını<br />

yaşarken, birçok ressam, tıpkı İspanyol ve Flaman resim<br />

tarzlarında olduğu gibi büyük İtalyan resim okulları<br />

geleneğini başkalaştırarak, özgünleştirerek yorumlamış.<br />

Büyük İtalyan Ressam Caravaggio’nun yarattığı<br />

akım, “Işıkların Efendisi” Rembrandt ve ondan bir dönem<br />

sonra yaşamış bir başka ışık şairi Jan Vermeer’i ve<br />

pek çok önemli ressamı da etkilemiş. 17. yüzyıl Hollanda<br />

resim sanatı mitolojik, dinsel konulardan çok natürmort,<br />

portre, ev yaşamı, manzara, şehir görünümleri,<br />

grup portreleri, ev içi, kilise içi resimleri gibi daha çok<br />

günlük hayat temalarından oluşuyormuş. Ve o dönem<br />

yapılan tablolar, o güne kadar eşine az rastlanır bir ger-<br />

Johannes Vermeer “Aşk Mektubu” Tablosu 1667-1669 / Tuval üzerine yağlıboya / 44x38,5 cm<br />

çeklikte resmetmişler. Küçük yaşlarda önemli ressamların<br />

yanına çırak olarak verilen pek çok çocuk, geleceğin<br />

önemli ressamları oluyordu; Rembrandt da bu ressamlardan<br />

biriydi. Hayatı hakkında çok detaylı bilgilere<br />

ulaşılamasa da sanat tarihçilerinin özveri ve inadı sayesinde<br />

Rembrandt’ın hayatı hakkında bazı bilgiler elde<br />

edilebilmiş.<br />

Işık ve Gölgenin Efendisi Rembrandt van Rijin<br />

Az sonra ziyaret edeceğimiz serginin baş konuğu olan<br />

Rembrandt van Rijin, Hollanda’nın Avrupa’da önemli<br />

bir güç olmaya başladığı bir dönemde 1606 yılında<br />

Leiden’de dünyaya gelmiş. 14 yaşında üniversiteye giden,<br />

ancak kariyerine ressam olarak devam etmeye karar<br />

veren Rembrandt, üniversiteden ayrılarak Jacop van<br />

45


Swannenburgh’un resim stüdyosuna çırak olarak girmiş. 20<br />

yaşına geldiğinde ise çoktan ressamlıkta fark edilir bir yeteneğe<br />

sahip olduğunu ispatlayan Rembrandt’ın, sanat şehri<br />

Amsterdam’a gitme vakti de gelmiş.<br />

Fransız Filozof Descartes’ın söylemiyle “İstediğiniz her şeyi<br />

satın alabilirsiniz, özgürsünüz ve güvendesiniz.” dediği<br />

Amsterdam, kültür seviyesi oldukça yüksek bir şehirdi. Zengin<br />

Amsterdam tacirleri, üniversite eğitimi görmüş, farklı diller<br />

bilen ve her şeyden önemlisi sanata önem veren insanlardı.<br />

Şehir kozmopolit bir yapıya sahipti. Katolik Kalvinistler,<br />

Lutherciler, Yahudiler ibadet etmekte özgürdüler. İşte bu<br />

özellikleriyle zengin Hollanda’nın büyülü şehri Amsterdam,<br />

sanatçıların gözbebeği olmuştu.<br />

Amsterdam’da Pieter Lanstman’dan 6 ay eğitim alan Rembrandt,<br />

Lanstman sayesinde İtalyan sanatını ve ünlü İtalyan<br />

ressama ait Caravaggio tekniğini tanıma fırsatı yakalamış.<br />

Amsterdam’da aldığı eğitim sonrasında Caravaggio’nun<br />

teknikleri ile özgün eserler resmetmeye başlayan Rembrandt,<br />

açık- koyu renklerle oluşturduğu kontrast tekniği,<br />

koyu zemin üzerine uyguladığı beyaz kurşun kullanımı ve<br />

henüz boya tam kurumadan alttaki tuvali ortaya çıkaran kazıma<br />

tekniği ile muhteşem tabloların altına imzasını atıyordu.<br />

Rembrandt, gravür ve iğne ile bakır levhalara resim kazıyarak<br />

uyguladığı baskı tekniğinde ise tartışılmayacak kadar<br />

ustaydı. 20’li yaşları süren Rembrandt, daha o yaşlarda ustalık<br />

eserlerini yapmaya başlamıştır bile.<br />

Rembrandt Harmensz van Rjin “Ölü Tavuskuşu<br />

Natürmort” 1638-1640 / Tuval üzerine yağlıboya<br />

145x135,5 cm<br />

46<br />

1669’da hayatını kaybedene kadar 650 kadar eser yaptığı<br />

tahmin edilen Rembrandt’ı, diğer ressamlardan ayıran<br />

bir başka özelliği ise 50’yi aşkın kendi portresini yapmasıdır.<br />

Kendini çeşitli yıllarda resmeden Rembrandt, bazı<br />

sanat tarihçilerine göre kendini arıyordu. Gençliğinden<br />

yaşlığına kadar, dönem dönem yaptığı kendi portreleriyle,<br />

kendinin bir günlüğünü tutuyordu sanki. Amacı belki<br />

de kendini, sanatı sayesinde dışarıdan gözlemleyebilmek,<br />

anlayabilmekti.<br />

Rembrandt, 17. yüzyılda resimde hâkim olan günlük konuları,<br />

kendi estetik süzgecinden geçirerek, kırmızı, sarı<br />

ve kahverengi tonlarından başka çok fazla renk kullanmadan,<br />

muhteşem ışık-gölge oyunlarıyla insanların o<br />

anda bulundukları ruh hallerini, büyük bir ustalıkla resmetmiştir.<br />

Rembrandt’ın gerçek insan ölçülerinde ve boyutlarında<br />

yaptığı tablolardaki modellerin, ruh hallerini<br />

hissetmemeniz ise neredeyse imkânsızdır. Bir yazarın belki<br />

de sayfalarca yazarak tasvir ettiği sevinç, keder, umutsuzluk,<br />

bekleyiş gibi ruh hallerini Rembrandt, fırçasının<br />

muhteşem dokunuşlarıyla, tek bir karede anlatmış.<br />

Rembrandt’ın tablolarındaki ışık, onu çoğu ressamdan<br />

ayırarak “Işıkların Efendisi” yapan bir resmetme kabiliyetiyle<br />

tuale yansımıştır. Tablolarında ışık, sanki ilahi bir<br />

kaynaktan, tüm duyguları açığa çıkarmak için yeryüzüne<br />

inmiştir. Bu ışık gölge oyunları aynı zamanda tabloların<br />

üç boyut kazanmasını sağlar. Bu üç boyutluluk, yüzdeki<br />

bir yaşlılık çizgisi veya kıyafetteki bir kıvrım olsun,


elinizi uzatma, dokunma hissiyatı yaratır; o kadar gerçektir<br />

tüm detaylar. Onun resimlerinde beyaz ve siyahın<br />

zıtlığıysa, eşsiz bir beraberlik yaşar. Yaptığı gravür,<br />

oyma ve taş baskılardaki ışık ve gölge oluşturma başarısı<br />

ise Rembrand’ın sanat dehasından geliyor olsa gerek.<br />

İşte tüm bu özellikleriyle sanat tarihçileri tarafından resim<br />

sanatının önemli bir yerine oturtulan Rembrandt’ın<br />

eserlerini, az sonra görecek olmak, gerçekten heyecan<br />

verici.<br />

Rembrandt ve Çağdaşlarıyla Tanışma Vakti<br />

Sergiye girmeden önce bilmemiz gereken birkaç şeyi<br />

hatırladıktan sonra, Emirgan Koru’suyla Boğaz'ın buluştuğu<br />

yerde, “Karanlıkla Işığın Buluştuğu” sergiye, 17.<br />

yüzyıla adım atıyoruz…<br />

“Rembrandt ve Çağdaşları: Hollanda’nın Altın Çağı” sergisine<br />

girer girmez etkilenmemeniz neredeyse imkânsız.<br />

Hollanda’nın en büyük ulusal müzesi Rijksmuseum’dan<br />

gelen bu eşsiz ve paha biçilemez eserler, izleyicisine gerçek<br />

resim sanatının nasıl olması gerektiğini gösteriyor.<br />

Uzun süren aydınlatma çalışmaları ile özellikle “Işığın<br />

Efendisi” olarak bilinen Rembrandt’ın tabloları, sanatseverleri<br />

kendine hayran bırakır nitelikte.<br />

Resim sanatının en başarılı dönemlerinden biri olan<br />

17.yüzyılın Hollanda’sında yaşayan ressamların eserleri<br />

geçirdiği yüzlerce yılı yalanlarcasına, “Şu an yaşıyorum.<br />

Gözlerime, tenimin dokusuna bak.” dercesine selamlı-<br />

yor sizi. Rembrandt’ın yanı sıra 59 sanatçıya ait 73 tablo,<br />

19 desen çalışması ve 18 objeden oluşan bu sergi,<br />

buram buram sanat ve tarih kokuyor.<br />

Sergiye adım attığınızda sizi karşılayan ilk tablo, Abraham<br />

van den Tempel’in 1671 yılında tamamladığı<br />

“Amsterdamlı Tüccar David Leeuw Ailesiyle Birlikte”<br />

tablosu oluyor. O dönem zengin aileler, eşleriyle ya da<br />

çocuklarıyla beraber portreler yaptırırlarmış. Bu tablo<br />

için poz veren Leeuw ailesinin 5 çocuğu da müzikle ilgilenirken<br />

resmedilmişler. 17. yüzyılda tablolarda yer alan<br />

müzik teması ailenin birbiriyle uyumunu temsil edermiş.<br />

Tabloda sizi en çok etkileyen şey ise gözler. Aile 300 yıl<br />

öncesinden size capcanlı bakıyor. Her bir tablonun başında<br />

uzun bir zaman geçireceğinizi daha ilk eserden<br />

anlıyorsunuz.<br />

Fotoğraftan Daha Gerçek Tablolar<br />

Tempel’in tablosunun başından hayranlık ile ayrıldıktan<br />

sonra, Nicoles Eliasz Pickenoy’nin “Johanna Le Maire”<br />

isimli tablosu sizi karşılıyor. Amsterdamlı bir tüccarın<br />

kızı olan Johanna Le Maire’nin resmedildiği tabloda,<br />

Johanna dantel işlemeli gösterişli başlık, eldivenler, altın<br />

kemer ve kırmalı boyunluğu ile tam karşınızda duruyor<br />

sanki. Tabloda yer alan düğün eldivenlerinin kendisini,<br />

geçen 3 yüzyıldan sonra görmek oldukça heyecan verici.<br />

Eldivenleri cam fanustan çıkarmak ve elinize geçirivermek<br />

arzusuyla yanıp tutuşuyorsunuz âdeta.<br />

Jan de Bray’ın “Aziz Luca Locası Yöneticileri”<br />

Tablosu 1675 / Tuval üzerine yağlı boya / 130x184 cm<br />

47


Nihayet Pickenoy’un tablosundan sonra ilk Rembrandt tablosu<br />

ile tanışıyorum. Rembrandt’ın “Rotterdamlı Bira Üreticisi Dirck<br />

Jansz Pesser’in Eşi Haesje Jacobsdr van Cleyburg” isimli tablosu,<br />

yani sergi afişlerini süsleyen o tablo, işte karşımda. Afişi ilk<br />

gördüğümde “Neden Rembrandt’ın başka tablosu afişte yer<br />

almadı?” diye düşünmüştüm. Ama tabloyu görünce tüm fikrim<br />

değişti. Sanki bir vesikalığa bakar gibiyim. Tabloya dokunma<br />

iznim olsa, kadının gözaltı torbalarındaki o kabartıyı, tenini<br />

hissedecek gibiyim. Tablodan âdeta dışarı çıkan kırmalı yakalık,<br />

yüze ve yakaya vuran gölgeler ve ışık dağılımı çok çarpıcı.<br />

Vermeer’in ”Aşk Mektubu” tablosuna mı, Gabriel Metsu’nun<br />

“Yemek Yiyen Kadın” tablosuna mı Gerard Houckgeest’in<br />

“Delft’de Oude Kerk Kilisesi’nin İçi” tablosuna mı, nereye bakacağınızı<br />

şaşırırken çoktan 17. yüzyıla dalmış buluyorsunuz<br />

kendinizi. Fotoğraf kadar gerçekler. Sadece olanı yansıtmıyor<br />

bu resimler, içlerinde saklı kalan gerçekleri de fısıldıyorlar size.<br />

Tabii eğer böyle bir çabanız varsa.<br />

Vermeer’i İstanbul’da Görmek Bir Ayrıcalık<br />

Sakıp Sabancı Müzesi’nin 10. yılı şerefine, Türk ve Hollanda<br />

hükümetlerinin diplomatik sponsorluğunu üstlendiği sergide,<br />

ölümünden sonra 1866 yılında bir sanat tarihçisi tarafından<br />

tekrar keşfedilene kadar, sanat tarihi sayfalarından talihsiz<br />

bir şekilde silinen Johannes Vermeer’in de bir tablosu yer<br />

alıyordu. Resimlerinde ışığı kullanmadaki ustalığıyla öne çı-<br />

48<br />

Gerard Houckgeest “Delft’de Oude Kerk Kilisesi’nin İçi” Tablosu 1654<br />

/Pano Üzerine Yağlı Boya / 49x41 cm<br />

kan Vermeer’in tabloları, uzun yıllar başka ressamlar tarafından<br />

yapıldığı düşünülmüş ve başkalarının isimleriyle anılmış.<br />

Vermeer’in bilinen 35 yapıtından birini İstanbul’da görme şansı<br />

elbette ki çok önemliydi.<br />

17. yüzyılda adım adım ilerledikçe gözüm sabırsızlıkla<br />

muhteşem ressam Vermeer’i arıyor. Ve ilk koridoru döndükten<br />

sonra, solda tam da resmin ruhunu açığa çıkaran<br />

bir köşede, harika bir ışıklandırmayla karşımda duruyor<br />

“Aşk Mektubu”. Ufak, karanlık bir odadan gözetliyor<br />

gibi bakıyorum tablodaki iki kadına. Çekinerek, birkaç<br />

adım sonra yakından bakabileceğim gerçeğiyle, başım<br />

döne döne yanına yaklaşıyorum. Tablo bir iki adım<br />

ötemde ve gerçekten çok güzel.<br />

Tabloda genç bir kadın, şöminenin yanında elinde lavtasıyla<br />

otururken (İlkçağa Sümerliler, Mısırlılar, Romalılar ve<br />

Yunanlılar tarafından kullanılan, daha sonraları Araplar<br />

tarafından geliştirilen, 16 ve 17. yüzyıllarda ise Avrupa’da<br />

yaygınlaşan bir müzik aleti) az önce mektubu verdiği anlaşılan<br />

bir başka kadınsa ayakta, yüzünde çok belirgin bir<br />

merak ifadesiyle beklemekte. Vermeer, tabloyu, bu iki<br />

kadının o anda yaşadıklarına tesadüfen tanık olmuşçasına<br />

resmetmiş. Siz de bu iki kadını gizlice izliyormuş gibi<br />

hissediyorsunuz kendinizi.<br />

“Aşk Mektubu” isimli tabloda Vermeer’in diğer tablolarında<br />

da kullandığı bazı şifreler var. Tabloda mektubu<br />

elinde tutan kadının tam arkasındaki duvarda iki tablo<br />

asılı. Bu tabloların birinde denize açılmış bir gemi, diğerinde<br />

ise bir dünya haritası resmedilmiş. Deniz teması<br />

ve lavta isimli enstrüman, 17. yüzyılda yapılan resimlerde<br />

aşkı anlatan şifrelermiş. Vermeer’in de zaman zaman<br />

kullanmayı tercih ettiği bu şifreler sayesinde kadının<br />

elinde tuttuğu bu kâğıt parçasının, bir aşk mektubu<br />

olduğunu anlıyoruz.<br />

Vermeer Tablolarındaki Şifreler<br />

Resimlerinde gündelik konuları, ev içinde geçen hayatı<br />

konu alan Vermeer, tablolarında çizdiği objelerin arasında<br />

dünya haritasına veya yerküreye de sıklıkla yer verirdi.<br />

Bu durum, bazı sanat tarihçilere göre, hayatı hakkında<br />

pek bilgiye ulaşılamayan Vermeer’in gidilmemiş diğer<br />

ülkelere olan özlemini anlatmaktadır. Az önce “Aşk<br />

Mektubu” isimli eserinde de bir dünya haritası tablosuna<br />

yer verdiğini söylemiştik. Bu tabloya da yine aynı özlemi,<br />

dış dünyaya özlemi mi, şifrelemiştir Vermeer, bilinmez.<br />

Tablolarında çoğunlukla kadın figürüne yer veren ve onları<br />

devamlı bir camın önünde resmeden Vermeer, dış<br />

dünyaya duyulan özleme mi yoksa tam tersi, dış dünyadan<br />

kaçarak insan için sığınak olan eve mi vurgu yapmak<br />

istemiş? Bu sorunun cevabı da Vermeer’in sanatına<br />

ait çoğu şey gibi bilinmez. Ama o camdan süzülen ışık<br />

ve ışığın odada dağılımı, Vermeer’in fırçasında, bir şiire<br />

dönüşür. “Aşk Mektubu” tablosunda buna resmen tanık<br />

oluyorum. Karanlık bir odadan, tek camla aydınlatılan<br />

bir odaya gizlice konuk oluyorum. Az sonra mektupta<br />

okunacakları dinlemek arzusundayım.


Vermeer’in yaşarken yaptığı tablolarla kasabası dışında<br />

tanınmamış, ancak öldükten 2 yüzyıl sonra yeteneği<br />

keşfedilmiştir. Genellikle saf renkleri, soğuk tonları<br />

kullanan Vermeer; sarı, toprak kırmızısı, ultramer<br />

mavi renklerini resimlerinde kullanmayı çok sever. Yaşadığı<br />

yüzyılda lacivert taşı ya da doğal lacivert gibi pahalı<br />

boya maddelerini yoğunlukla kullanan bir başka ressam<br />

yoktur. Tablolarına imzasını atmasa da bu tonlar<br />

âdeta birer Vermeer imzasıdır. “Aşk Mektubu” tablosunda<br />

tüm bu simgeleri, renkleri görmek özellikle kullandığı<br />

mavi tonuna şahit olmaksa heyecan verici.<br />

Vermeer’in “Aşk Mektubu”nun başından ayrılmadan<br />

önce küçük bir bilgi verelim. Genelde ufak boyutlarda<br />

tablolar yapan Vermeer’in tablolarında ön çalışmalar<br />

yaptığına dair bir iz bulunmaz. Resimlerinde harikulade<br />

bir perspektif yeteneğiyle objeleri yerleştiren Vermeer’in,<br />

böyle resmedebilmesi, bazı sanat tarihçilerine göre, resim<br />

yaparken ‘camera obscura’yı kullanmasından ileri gelir.<br />

Ancak “Camera obscurayı kullanmış mıdır, kullanmışsa<br />

ne ölçüde kullanmıştır?”, bu tartışma hâlâ sürmektedir.<br />

Kesin olan ise Vermeer’in dahi bir ressam olduğudur.<br />

Gabriel Metsu “ Yemek Yiyen Kadın” ya da “Kedinin Kahvaltısı” Tablosu 1662-1665 / Pano üzerine yağlıboya / 33,5x27 cm<br />

Tabloların Arasında Gulliver Olmak<br />

Vermeer’in 35 tablosundan birini görme şansını yakalayan,<br />

mutlu bir insan olarak sergi salonunda ilerliyorum.<br />

Ve daha önce hakkında bilgiye sahip olmadığım,<br />

genellikle mimari yapıların içlerini resmeden Gerard<br />

Houckgeest’in “Delft’de Oude Kerk Kilisesi’nin İçi”<br />

isimli tablosunu görüyorum. Minyatür insanların oynadığı<br />

canlı bir tiyatro sahnesine bakıyorum sanki. Ya da<br />

Gulliver oldum ve her şeyin boyutu ufalıverdi bir anda.<br />

Resimdeki her ayrıntı, camdan dev sütuna vuran ışık,<br />

tablodaki eşsiz boyut kendine hayran bırakıyor. Tablonun<br />

en önünde sağ tarafında boydan boya asılı duran<br />

yeşil perdeyi biraz daha kenara çekip arkasında neler<br />

olup bittiğine bakmak arzusuyla yanıp tutuşuyorum; o<br />

kadar gerçek. Tabloda konu edilen bu anı fotoğraflama<br />

imkânım olsaydı şayet, çektiğim fotoğraf bu tablo<br />

kadar gerçek olamazdı. İstemeyerek yanından ayrılıyorum,<br />

bakmam gereken başka şaheserler var çünkü.<br />

Rembrandt’ın daha fazla eseriyle karşılaşma ümidinde<br />

olsam da, bu maalesef mümkün olamıyor.<br />

Rijkmuseum’da sergilenen “Gece Devriyesi”, “ Kumaşçılar<br />

Locası” gibi önemli Rembrandt eserleri sergi-<br />

49


de yer almasa da “Dr. Ebhraim Bueno Portresi”, “Ölü<br />

Tavuskuşlu Natürmort” ve “Müzik Dersi” tabloları,<br />

gravür ve oyma basma tekniği ile yaptığı çalışmaları<br />

gerçekten görülmeye değer.<br />

Rembrandt’ın yaptığı tek yağlıboya natürmort olan<br />

“Ölü Tavuskuşlu Natürmort” tablosu bazı sanat tarihçilerine<br />

göre arkada pencereden bakan çocuk figürü<br />

nedeniyle tam bir natürmort sayılmaz. Ama<br />

Rembrandt’ın bu tek natürmortunda da ışığı kullanma<br />

ustalığı tartışılmaz. Gerçek boyutta resmedilen<br />

bu iki tavuskuşunun tüylerinin rengi, kabarıklığı,<br />

parlaklığı çok gerçektir.<br />

Rembrandt’ın 20’li yaşlarda ustalık eserlerini vermeye<br />

başladığını söyleşmiştik. İşte bu eserlerden biri,<br />

Sabancı Müzesi’ndeki bu önemli sergide yerini aldı.<br />

Rembrandt’ın “Müzik Dersi” isimli bu tabloyu, 20’li<br />

yaşlarının başında yapmış olduğuna inanmak gerçekten<br />

zor. Tabloda doğulu giyim ve başlıklar giymiş, müzik<br />

yapan dört figür yer alıyor.<br />

“Müzik Dersi” tablosunun<br />

tam olarak ne anlattığıysa<br />

maalesef bilinmiyor; sadece<br />

bazı tahminler öne sürülüyor.<br />

Egzotik giyimli, dört kişi-<br />

50<br />

Abraham van den Tempel “David Leeuw,<br />

Amstersamlı Tüccar ve Ailesi” Portresi 1671<br />

Tuval üzerine yağlıboya / 190x200 cm<br />

lik müzik grubunun oluşturduğu sahnenin simgelerle<br />

dolu olduğu ve müzik veya işitme üzerine bir alegori<br />

olduğu ya da Rembrandt’ın Kitab-ı Mukaddes<br />

zamanından figürleri resmetmek istediği ihtimalleri<br />

üzerinde durulur.<br />

Sergiye İstemeden Veda<br />

17 yüzyıl Hollanda’sına ait tablolarda resmedilen modeller,<br />

3 asırdır hayatta kalmayı, bu tablolar sayesinde<br />

başarmış. Resmedilen dönem giysileri, doğa, kültür,<br />

sosyal yaşam, mimari, ev içi yaşam gibi pek çok<br />

konuda bilgi sahibi olmak da bu önemli tablolara, bir<br />

sanat eseri olmalarının yanı sıra tarihi birer belge olma<br />

misyonu da yüklemiş. Resimlerin gerçekliğine mi, anlatmak<br />

istekleri sırlarına mı, tarih tanıklığına mı, hangisine<br />

bakayım derken, bir tablonun önünde saatlerinizi<br />

harcayabilirsiniz.<br />

Yazıda yer veremediğimiz ama aklımızda kalan daha<br />

birçok ressam ve eserine de değinmek isteriz. Mesela<br />

Rembrandt’ın öğrencilerinden Aert de Gelder’in “Kral<br />

Davut”, Nicolaes Maes’in “Hayalci” tabloları ustalarının<br />

eserlerini aratmayan eserlerdi. Gabriel Metsu’nun<br />

“Yemek Yiyen Kadın” ya da bir başka bilinen ismi ile<br />

“Kedinin Kahvaltısı” tablosu<br />

çok yalın bir güzelliğe sahipti.


Jan Steen’in 18. yy’a kadar tabloyu yaptıran ailenin çocuk<br />

ve torunlarına kalmış ve sonrasında Rijksmuseum’a<br />

verilmiş “Leidenli Fırıncı Arent Oostwaard ve Eşi Catharina<br />

Keizerswaard” isimli tablosu ise görülmeye değerdi.<br />

Gülen yüzleriyle resmedilen bu çiftin yüzyıllardır bu<br />

tablo sayesinde hatırlanmaları tam da amaçladıkları şey<br />

olsa gerek. Jan de Bray’ın “Aziz Luca Locası Yöneticileri”<br />

isimli tablosu sergideki en iyi tablolar arasında yer<br />

alıyordu. Tabloda, Haarlem Aziz Luka Loncası’nın yöneticileri<br />

resmedilmiştir. Ressamların mesleki örgütü olan<br />

Rembrandt Harmensz van Rjin “Dr. Ephraim Bueno” Portresi 1646 civarı / Pano üzerine yağlıboya / 19x15 cm<br />

bu locadaki kişiler arasında, elinde çizim tahtasıyla Bray,<br />

kendini de resmetmiştir. Yani bu muhteşem tabloya bakarken<br />

Jan de Bray’i görmek güzel bir detaydı.<br />

Sergide son bir tur atıp, gözlerimizi kocaman açarak<br />

tablolara ahir ömrünüzde son bir kez baktıktan sonra<br />

Sabancı Müzesi’nin muhteşem bahçesine çıkıyoruz. İçimize<br />

çektiğimiz serin Boğaz havası, yüzyıllar öncesinden<br />

günümüze, 17. yüzyıl Hollanda’sından İstanbul’a<br />

geri dönmemizi sağlıyor.<br />

51


Peygamber Aşkı, "Bir Gül’ün<br />

Eşkali"nde Yankılanıyor<br />

İSMEK Bağlarbaşı Türk İslam Sanatları İhtisas Merkezi<br />

kursiyerlerinin her birinin kendi branşlarında yaptıkları<br />

eserler, “Bir Gül’ün Eşkali Meşk Hali” adlı sergiyle<br />

sanatseverlerin beğenisine sunuldu. Gül ile sembolize<br />

edilen Peygamber aşkının anlatıldığı sergide; hat,<br />

tezhip, minyatür, ebru gibi branşlarda üretilen, hilye<br />

formunda ve gül konulu yaklaşık 300 eser sergilendi.<br />

52<br />

Sevde YILMAZ


İslam dininde insan tasvirinin yasak olması, geleneksel İslam<br />

sanatlarında bir takım sembollerin ön plana çıkmasına<br />

neden olmuştur. Bu sembollerden biri olan gül, dün olduğu<br />

gibi bugün de İslam sanatlarıyla meşgul olan her sanatçının,<br />

Hz. Peygamberi tasvir ederken kullandığı bir motif olarak<br />

karşımıza çıkıyor. Farklı kültür ve dinlerde de aşkı ve sonsuzluğu<br />

sembolize eden gül, İslam sufi geleneğinde önemli<br />

bir yere sahip. Tasavvufta gül denince doğrudan kast edilen<br />

Hz. Peygamber’dir. Peygamberin gözyaşı, teri ve teni de gülle<br />

Özverili<br />

Ama Keyifli Bir<br />

Hazırlık Süreci<br />

İhtisas Merkezi kurs<br />

idarecisi ve usta öğreticilerinin<br />

her sene hazırladıkları sergi,<br />

bu yıl daha kapsamlı ve Hz. Peygamberi<br />

konu etmesi hasebiyle farklılık gösteriyor.<br />

Sergi hakkında görüştüğümüz kurs idarecisi Bahriye<br />

Nur Yürük, “Serginin hazırlık aşamasında, kursta çalışan<br />

bütün arkadaşlarımızın emeği geçti. Usta öğreticilerimizin,<br />

temizlik ve danışma görevlisi arkadaşlarımın<br />

da sergiye önemli katkıları oldu. Biz burada büyük<br />

bir aile gibiyiz; bu sergiyi hazırlarken öğrencilerimizin<br />

motivasyonunu en üst düzeyde tutmaya çalıştık.<br />

Aldığımız olumlu tepkilerden iyi bir iş çıkarttığımızı<br />

düşünüyoruz” diyor.<br />

özdeşleştirilmiş; gül kokusu ona atfedilerek diğer kokulardan<br />

daha üstün tutulmuştur. Gül motifinden yola çıkarak İSMEK<br />

Bağlarbaşı Türk İslam Sanatları İhtisas Merkezi’nde hazırlanan<br />

sergide gülün farklı sanat alanlarındaki örnekleri bulunuyor.<br />

İSMEK Türk İslam Sanatları İhtisas Merkezi’nde açılan “Bir<br />

Gül’ün Eşkali, Meşk Hali” isimli sergide, geleneksel ve modern<br />

gül motifleriyle hazırlanan eserlerde Peygamber aşkı<br />

vurgulandı.<br />

Adından da anlaşılacağı üzere Bağlarbaşı<br />

İhtisas Merkezi’nde, ileri seviyedeki<br />

öğrenciler ders görüyorlar. Bu sergide,<br />

2 ila 4 yıldır kursa devam eden öğrencilerin<br />

eserleri yer alıyor. Bu serginin ilk olmadığını<br />

daha önce de üç sergi açtıklarını usta öğreticilerden<br />

öğreniyoruz. Mezun ve hâlâ kursa<br />

devam eden öğrencilerin bazılarının kişisel<br />

sergi açtıklarına dair bilgi de alıyoruz<br />

kendilerinden. Usta öğreticilere, aynı tema<br />

ile farklı branşlarda sergi hazırlamanın zor<br />

53


olup olmadığını sorduğumuzda, bunun kendi içinde hem<br />

bazı kolaylıklar, hem de bazı zorluklar içerdiğini söylüyor:<br />

“Birbirinden çok ayrı olan branşlarda, aynı konu çerçevesinde<br />

çalışmak ve materyallerin farklı olması, eserlerin tasarlanma<br />

aşamasını da etkiliyor. Daha çarpıcı veya daha<br />

yumuşak vurguların oluşmasını sağlıyor. Eserlerin hepsinin<br />

birbirine uyumlu olmasına özen gösterdik, sürekli<br />

koordine halinde çalıştık. Aslında farklı branşlarda aynı<br />

konu çerçevesinde sergi açmak bir risktir, ama uyumlu bir<br />

ekip oluşumuz sanırım bunu bertaraf etmemizi sağladı.<br />

Farklı branşlarda oluşumuz çok çarpıcı fikirlerin oluşmasını<br />

sağladı ve altı ay süren ön hazırlığımız sürecinde sürekli<br />

birbirimizden esinlendik birbirimize ilhamlar verdik<br />

54<br />

diyebilirim, çok zevkli bir çalışma süreci geçirdik” diyen<br />

usta öğreticiler, böyle bir çalışmayı yine yapmak istediklerini<br />

de vurguluyorlar.<br />

Kursiyerler ise çini, ebru, ahşap oyma, tezhip, minyatür,<br />

kalem işi, kaligrafi, cam süsleme, katı’, sedef kakma<br />

gibi branşlarda birbirinden güzel eserlerin yer aldığı<br />

sergiye, ön yargılı gelip sonrasında sergiyi çok beğenen<br />

kişilerin olduğunu, sergi defterine yazılan yorumlardan<br />

fark ettiklerini dile getirerek bunun kendilerini çok mutlu<br />

ettiğini belirtiyorlar: “Bizim burada aldığımız eğitim<br />

çok nitelikli, sınavla girdiğimiz bu merkezde hocalarımızın<br />

üzerimizdeki emeği yadsınamaz. Birkaç yıldır buraya<br />

devam eden ve buranın ortamından kopamayan ar-


kadaşlarımız var, aslında biz burada eskilerin rahle-i tedris<br />

dedikleri eğitimden geçiyoruz. Geleneksel sanatların<br />

kendine has felsefesi ve hocayla öğrencisi arasında duygu<br />

alışverişi sağlayan farklı bir yapısı vardır. Bu alış-veriş<br />

sayesinde özgün ve nitelikli eserlerin doğması mümkün<br />

oluyor.”<br />

Türk-İslam Sanatları Duayenlerinden Sergiye Övgü<br />

Bu sergide hocalarının eserlerinin yer almamasının nedenini<br />

sorduğumuz Bağlarbaşı Türk-İslam Sanatları İhtisas Merkezi<br />

öğrencileri, “Aslında özel bir nedeni yoktu, onlar yaptığımız<br />

çalışmaların her aşamasında yanımızda yer aldılar, gece<br />

gündüz bizimle beraber çalıştılar desek abartmış olmayız,<br />

Sanırım bizlerin bir şeyler üretip sergilememiz onlar içinde<br />

önemliydi.” diye cevap veriyor.<br />

Yıllarını bu işe vermiş usta sanatçıların sergiyi gezmeleri,<br />

hem öğrencileri hem de usta öğreticileri çok heyecanlandırmış.<br />

Bu sanatların pirlerinden olan Uğur Derman, Çiçek<br />

Derman, Zeki Kuşoğlu, Alparslan Babaoğlu, Kaya Üçer, Münevver<br />

Üçer, Ali Toy, Zeki Kuşoğlu, İslam Seçen, Fuat Başar<br />

gibi sanatçıların sergiyi beğenmelerinin, Bağlarbaşı Türk İslam<br />

Sanatları İhtisas Merkezi için çok önemli olduğunu, gerek<br />

hocaların gerekse öğrencilerin cümlelerinden anlıyoruz.<br />

Bunun yanı sıra İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir<br />

Topbaş, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ve Üsküdar Belediye<br />

Başkanı Mustafa Kara’nın da sergiyi gezdiklerini öğreniyoruz.<br />

“Sergimize değer verip gelmeleri bizi çok onurlandırdı.”<br />

diyen kursiyerler ve usta öğreticiler, takdir edilmenin<br />

kendilerini şevklendirdiğini ve daha iyi eserler ortaya çıkarmak<br />

konusunda heveslendirdiğini belirtiyor.<br />

55


56<br />

Tasavvufta Gülün Tezahürü<br />

İslam tasavvufunda gül denince ilk akla gelenin Hz. Peygamber olduğunu<br />

dile getirmiştik. Bununla ilgili olarak Dede Ömer Ruşeni; “Tasavvuf<br />

yar olup bar olmamaktır / Gül-i gülzar olup har olmamaktır” diyerek<br />

gül ile tasavvuf ilişkisini belirtiyor. Geleneksel Türk-İslam Sanatları<br />

da bu geleneğin edebi içerisinde oluştuğundan, bu sanatlarla ilgilenen<br />

sanatçılar Peygamber aşkını anlatırken onun latif bedenini, bu çizgi içerisinde<br />

en mükemmel tarzda tasvir etmeye çalışmışlardır. Hilyelerde tasvir<br />

edilen ve Hz. Peygambere duyulan aşkı, kaleme dökülen her harfte<br />

görmek mümkün. Hz. Peygamber’e sevgi duymayan birinin eser çıkarmasının<br />

mümkün olmayacağını, çıkarsa bile bu eserin bir ruhu olamayacağını<br />

dile getiren usta öğreticiler, “Öğrencilerimiz aşk içindeki dokunuşlarla<br />

meydana getirdiler eserlerini.” diyorlar. Yunus Emre’nin dediği<br />

gibi... “Sordum sarı çiçeğe / Gül sizin neniz olur / Çiçek eydür derviş<br />

baba / Gül Muhammed teridir.” Gül hem Hz. Peygamber’i, hem<br />

de onun latif bedeninden çıkan teri, kokusunu temsil ediyor. Meşk haliyle<br />

çizilen gülle Peygamber'in kendisi kast ediliyor. Peygamberin ken-


di portesinin çizilememesi, İslam sanatlarıyla meşgul olan<br />

sanatçıların sembol kullanmasına neden oluyor. Kullanılan<br />

sembollerle birlikte birçok sanat dalının meydana çıkması<br />

İslam sanatının gelişmesini de sağlıyor. İslam dininde<br />

insan tasvirinin yapılması hoş görülmediği için birebir<br />

portreden kaçınan sanatçılar, buna rağmen birçok ince<br />

iş gerektiren ve ürün ortaya çıkarılması uzun zaman alan<br />

ve oldukça yoğun emek gerektiren sanat dalları geliştirip<br />

paha biçilmez eserler ortaya koymuşlar. Tezhip, ebru,<br />

minyatür, kalem işi gibi İslam coğrafyasında gelişim gösteren<br />

sanat dalları, bugün de sanatseverler tarafından<br />

yoğun ilgi görüyor.<br />

Sergilenen her gülün farklı bir aşkla farklı sanatçıların<br />

elinden tezahürü sizi büyülüyor. "Gül"ün aşkla birleşip<br />

maşuku çağrıştırması, güle mana âleminde de farklı bir<br />

anlam yüklemiş. "Gül"ün asil duruşunun yanı sıra ma-<br />

sumiyetin de temsilcisi olması, onun Peygamberle özdeşleşmesini<br />

sağlıyor. Peygamber'in masumluğu, manevi ve<br />

fiziki güzelliği gülden başka hangi çiçekle ifade edilebilirdi<br />

ki. Türk-İslam sanatları motiflerinde Peygamber aşkının<br />

gül metoforu kullanılarak ifade edilişi, tasavvufi nezaketin<br />

yansıması olarak ortaya çıkıyor. Tasavvufi edep,<br />

Türk İslam El Sanatlarında önemli bir rol alıyor, bugün<br />

de bu çizgiden ayrılmayan sanatçılar meydana getirdikleri<br />

güzel eserleriyle Peygamber'in manevi şahsının letafetini<br />

bize sunuyor.<br />

İSMEK Bağlarbaşı Türk İslam Sanatları İhtisas Merkezinin<br />

hazırladığı “Bir Gül'ün Eşkali Meşk Hali” sergisi göze hitap<br />

ettiği kadar içimize de dokunuyor. “Bir Gül’ün Eşkali<br />

ve Meşk Hali” sergisinden hem görsel hem de manevi<br />

doyum alarak ayrılırken emeği geçen sanatçıların yüreklerine<br />

ve ellerine sağlık diyoruz.<br />

57


Zamanı Donduran İki Işıltı;<br />

Mozaik ve Çini<br />

Mutia SOYLU


Her gün yeniden keşfedilmeyi bekleyen, Allah vergisi güzelliğiyle göreni tekrar tekrar büyüleyen şehr-i<br />

İstanbul, koynunda nice zamanların gizli kalmış sırlarını saklı tutar. Hz. Peygamberin fetih müjdesiyle<br />

şereflendirdiği şehir, yalnızca meraklısına açar sır kapılarını. Kültür dünyasına ışık tutan eserlere imza atan<br />

İstanbul Ticaret Odası (İTO), yayımladığı “İstanbul’un Renkli Hazineleri” adlı eserle, sanatseverlere, şehrin<br />

tarihine tanıklık eden iki hazinesine, mozaik ve çinilere kapı aralıyor.


Adına aşkla onca şiirin yazıldığı, en güzel şarkıların bestelendiği,<br />

romanlara, filmlere konu olan şehr-i İstanbul; fethedilmesi<br />

güç, güzelliği dillere destan bir kadın gibidir. Bir kez görenin,<br />

havasını soluyanın, suyunu içenin bir daha vazgeçemediği,<br />

iflah olmadığı büyülü bir şehirdir.<br />

Kalabalığı, karmaşası bir yana, İstanbul sevdası bir yanadır.<br />

Nasıl olmasın ki… Allah vergisi büyüleyici güzelliğinin yanı<br />

sıra, iki kıtayı bağlayan, tarih boyunca medeniyetlerin buluşma<br />

noktası olmuş, gerçek bir kültür başkentidir söz konusu<br />

olan. Görkemli siluetini oluşturan kadim unsurlarında geçmiş<br />

medeniyetlerin izlerini saklı tutar İstanbul, yalnızca meraklısına<br />

açar gizli kapılarını. Her gün yeniden keşfedilmeyi bekleyen<br />

bir şehirdir İstanbul ve keşif için yola çıktığınız her seferde<br />

farklı bir gizini serer gözlerinizin önüne.<br />

Hisarları bir başka cezbeder insanı, inci birer gerdanlık gibi<br />

Boğaz’ın üzerine yayılan asma köprüleri bir başka... Sabahın<br />

en erken saatlerinde yeni güne coşkuyla merhaba dercesine<br />

çığlık çığlığa uçuşan martıların ta Eminönü’ne kadar ta-<br />

460<br />

kip ettikleri güzelim vapurlarda, Boğaz’ın o taze serinliğini içinize<br />

çekmenin keyfini ise tarif etmek neredeyse imkânsızdır.<br />

Vapurdan inip de tarihi yarımadaya ayak bastığınızda çok<br />

daha başka güzellikleri serer ayaklarınızın altına şehr-i İstanbul.<br />

Karşı kıyıdaki Kadıköy’ü keskin gözleriyle süzen bir kartal<br />

gibi Sarayburnu’na kurulmuş Topkapı Sarayı, tüm ihtişamıyla,<br />

geçmişten günümüze gelen güzelliklerini paylaşmaya can<br />

atar. Yanı başındaki Ayasofya Camii’nin de meraklısına açacak<br />

çok sırrı vardır, ecnebilerin Blue Mosque dedikleri Sultan<br />

Ahmet Camii’nin de, Süleymaniye’nin de, Bizans döneminde<br />

Khora Manastırı diye bilinen şimdiki adıyla Kariye Camii’nin<br />

de... İstanbul’un saymadığımız daha nice tarihi güzelliği, yüzyıllardır<br />

açılmayı bekleyen sihirli bir sandık gibidir.<br />

Büyüleyici mavi renkleri ile çiniler, birbirinden güzel mozaikler,<br />

İstanbul’un saklı zenginliklerinden sadece ikisi. Pek çok tarihi<br />

yapının içinde gizlenen, ışıltılarıyla göz kamaştıran, renk<br />

ve desenleriyle âdeta bakana görsel bir şölen sunan çiniler ve<br />

mozaikler, insanlık tarihi kadar eski iki kadim sanatın günümüze<br />

emanetleridir.


Mozaik ve Çini Zamana Kılıç Çekiyor<br />

Binlerce yıldan beri saraylara, mabetlere ve daha birçok<br />

önemli yapıya görkem, sıcaklık, özgün bir üslup kazandıran<br />

iki kadim sanattır mozaik ve çini. Tarihi birazcık deşeleyecek<br />

olursak, iç ve dış mekânlarda âdeta gökkuşağını<br />

çağrıştıran en eski kaplama malzemelerinin mozaik ve<br />

çini olduğunu görürüz.<br />

Ay ile güneş gibi birbirlerinden çok farklı yanları bulunsa<br />

da önemli benzerlikler de taşırlar. Zira mozaiğin de çininin<br />

de, ana malzemeleri doğanın koynunda saklıdır; taş,<br />

toprak ve cam. Topraktan gelen ve belli bir ahenk içinde<br />

yan yana dizilerek yahut hünerli ellerde ateşle dans ederek<br />

yeni formlar kazanan mozaik ve çiniler, ilk günkü kadar<br />

canlı ve kalıcı bir malzeme olması nedeniyle her daim<br />

büyük ilgi görür.<br />

Mozaik de, çini de, bir imgeyi iki boyutlu olarak betimlemesi<br />

bakımından resim sanatıyla benzerlikler gösterir.<br />

Her iki sanat da büyük boyutlu yüzeyleri bezemeye uygundur.<br />

Fakat mozaik ve çiniyi resimden farklı kılan, sanatçıları<br />

da, sanatseverleri de büyüleyen başka bir üstünlük<br />

söz konusu, o da bu iki sanatın, zamanı donduran<br />

ışıltısı. Çiniler ve mozaikler, resmin aksine, zamanın yıpratıcı,<br />

yok edici etkisine yenik düşmez, solmaz, bozulmaz.<br />

İsa’dan Önce (İ.Ö.) 3000’li yıllarda Sümerler döneminde<br />

ortaya çıkan ve sonradan çok geniş bir coğrafyaya yayılan<br />

mozaik de, İslam mimarisinin tipik süslemesi çini de<br />

zamana kılıç çeker âdeta.<br />

İstanbul Tüm Zamanların Kültür Başkenti<br />

İnsanlık tarihi kadar eski iki kadim sanat olan çini ve mozaiğin<br />

tarihsel serüveni, kültür dünyasına ışık tutan eser-<br />

61


lere imza atan İstanbul Ticaret Odası’nın (İTO) yayınladığı<br />

bir eserde derinlemesine anlatılıyor. “İstanbul’un Renkli<br />

Hazineleri- Bizans Mozaiklerinden Osmanlı Çinilerine”<br />

adlı kitabın önsözünde İTO Yönetim Kurulu Başkanı Murat<br />

Yalçıntaş, bu eserle, İstanbul’un, ayrıntılarda kalan iki<br />

önemli zenginliğine, mozaik ve çiniye dikkat çekmek istediklerini<br />

belirtiyor. Yalçıntaş, “İstanbul’un Renkli Hazineleri,<br />

İstanbul’un sadece günümüzün değil,<br />

tüm zamanların kültür başkenti olduğunu<br />

gözler önüne seriyor.” diyor.<br />

Kitapta, çininin süsleme sanatı<br />

olarak yaygın bir şekilde kullanılmadığı<br />

yıllarda mozaiğin<br />

ön plana çıktığına değiniliyor.<br />

Kitapta anlatıldığına<br />

göre, Roma döneminde<br />

mozaikle süsleme<br />

sanatı oldukça yaygınlaşmış<br />

ve evler, sokaklar, hatta<br />

kaldırımlar bile mozaikle<br />

süslenmiş. Yine o dönemde<br />

mozaik ustalarının vergiden<br />

muaf tutulması da kitapta<br />

değinilen ilginç bilgiler arasında<br />

yer alıyor. Vira bismillah diyip, kendimizi<br />

kitabın renk renk çini ve mozaik<br />

görselleriyle bezenmiş olan, mozaik ve çiniye<br />

dair -dönemlerine göre eserler örnek gösterilerek- detaylı<br />

bilgilerin verildiği sayfalarına bırakıyoruz.<br />

Mozaik Roma Döneminde Üç Kıtaya Yayıldı<br />

İlk olarak mozaik ve çininin tarihine yolculuk yapıyoruz.<br />

İlk kez, İsa’dan Önce (İ.Ö.) 3000’li yıllarda Sümerler’in,<br />

Uruk kentindeki bir tapınağın duvarlarını bezemeleriyle<br />

ortaya çıkan mozaik, daha sonra Mezopotamya’dan<br />

Yunan’a, Girit’ten Roma İmparatorluğu’na çok geniş bir<br />

coğrafyaya yayılmış. Zamanla seramik parçaları yerine<br />

küçük çakıl taşları kullanılmaya, duvarların yanı sıra yapıların<br />

zeminleri ve çömleklerin üzerleri de mozaiklerle<br />

kaplanmaya başlamış.<br />

İsa’dan Önce (İ.Ö.) 800’lü yıllarda Yunanlılar, çakıl taşlarından<br />

renkli geometrik desenler oluşturmuş ve bu<br />

desenleri özellikle yer döşemelerinde kullanmışlar. İ.Ö.<br />

400’lerde ise renkli doğal taşların küçük küp parçalar halinde<br />

kesilmeye başlanması ile teknik hızlanıp gelişmiş.<br />

Bugün bizim “mozaik” olarak adlandırdığımız sanat dalının<br />

en zengin uygulamalarına yine bu dönemde rastlanıyor.<br />

İ.Ö. 2. yüzyılda İskenderiyeli sanatçılar tarafından<br />

Roma’ya getirilen mozaik sanatı İ.S. 5. ve 6. yüzyıllarda<br />

en önemli sanat dalı olarak kabul görmüş.<br />

Roma İmparatorluğu döneminde şehir kaldırımları, meydanlar,<br />

binalar sırlı seramikten yapılma mozaiklerle kaplanmış.<br />

Çok tanrılı dönemden Hıristiyanlığa geçişle birlikte<br />

antik döneme ait pek çok desen ve sembol yeni<br />

anlamlar yüklenerek kiliselerde kullanılmaya başlanmış.<br />

Mozaik sanatı, Roma İmparatorluğu döneminde dikkat<br />

62<br />

çekici bir gelişme göstermiş. Bu dönemde üç kıtaya yayılan<br />

bu sanat, Hıristiyanlıkla birlikte özellikle Bizans İmparatorluğu<br />

döneminde dini motiflerin ağırlıklı olarak kullanıldığı<br />

bir tarzı ortaya çıkarmış. Bu yeni tarza göre renkler<br />

daha uyumlu kullanılmış, üslup daha da keskinleşmiş.<br />

Kimi sanat tarihçileri, en zengin ve gösterişli mozaiklerin,<br />

bu tarzın sonucu olduğunu düşünür.<br />

Bu yeni tarzla birlikte mozaik sanatı,<br />

İsa’dan Sonra (İ.S.) 10-12. yüzyıllar<br />

arasında altın çağını yaşamış. Bu<br />

dönemde duvar mozaikleri konusunda<br />

uzmanlaşan Bizanslı<br />

sanatçılar, malzeme olarak<br />

taş dışında çok küçük<br />

cam parçacıklarını kullanma<br />

tekniğini geliştirmiş<br />

ve duvar mozaiğini, mermer<br />

kaplamayı tamamlayan<br />

doğal bir öğe durumuna<br />

getirmişler. Kültür<br />

beşiği Anadolu’da mozaik<br />

sanatının en güzel örneklerinin<br />

İstanbul haricinde Ege<br />

Bölgesi, Antakya, Şanlıurfa ve<br />

Gaziantep’te bulunduğunu da hatırlatalım.<br />

İslam Kültüründe Mozaik<br />

Eldeki veriler mozaiğin, İslam topraklarında ilk kez<br />

Mısır’daki yapılarda kullanıldığını gösteriyor. Memluklara<br />

ait Şeceretüddür Türbesi’nin (1257) mihrabında, Kalavun<br />

Külliyesi’nde (1285) caminin mihrabında, türbe duvarlarında<br />

ve havuzda mermer, taş ve altın mozaik kullanılmış.<br />

Ayrıca Mısır’daki Tolunoğulları’na ait Ahmet Bin<br />

Tolun Camii’nde (876-879) Memluklar döneminde yapılan<br />

altın mozaikli mihrap, döneminin en güzel örneklerinden<br />

biri olarak kabul ediliyor.<br />

İslam kültüründe, mozaik yapımında malzeme olarak taş<br />

veya cam yerine sırlı tuğla ve seramik parçaları kullanılmış.<br />

Desenlerde ise dini gerekçelerle bir resmi betimleyen<br />

figüratif dizilim yerine geometrik dizilim tercih edilmiş.<br />

Bu tercih, bir bakıma mozaikten çiniye geçişin ilk<br />

adımı ve aynı zamanda mozaiğin İslam kültürüne göre<br />

ilk dönüşümü olarak kabul ediliyor. Genellikle firuze, gri<br />

ve turkuaz renkli olan sırlı tuğla tekniğinin yerini zamanla<br />

nakışlı, dört veya altı köşeli “mozaik çini tekniği” almış.<br />

Fatih Sultan Mehmet döneminde yapılan İstanbul-Çinili<br />

Köşk’teki (1472) mozaik çiniler, 15. yüzyıl başlarına kadar<br />

büyük ilgi gören bu tekniğin en önemli son şaheserlerinden<br />

biri olarak gösteriliyor.<br />

Çininin Yıldızı Selçuklular Döneminde Parlamış<br />

Çinilerin gerçek manada mimaride kullanılması ve geliştirilmesi<br />

Büyük Selçuklular dönemine rastlıyor. Çininin mimarideki<br />

yıldızı Büyük Selçuklular ile birlikte parlamış desek<br />

yanlış olmaz. Mozaik çinilerin ardından “sır altı” ve<br />

“sır üstü” tekniklerinin birlikte kullanıldığı “minai tekniği”<br />

geliştirilmiş. Fakat 12. yüzyılın sonunda yıldızı parla-


yan bu tekniğin ömrü uzun olmamış. 13. yüzyıla gelindiğinde<br />

“perdahlı” ve “sır altı” tekniği kullanılan çini sanatında<br />

bir durgunluk yaşanmış. 14. yüzyılda ise Selçuklu<br />

mozaik çini tekniği ile renkli sır tekniğinin birleşmesi, Osmanlı<br />

çinilerine bir başlangıç olmuş. İlk olarak Bursa Yeşil<br />

Cami ve Türbesi’nde (1421-24) kullanılan Osmanlı üslubu,<br />

aynı yapıda farklı çini tekniklerinin kullanımının yanı<br />

sıra renklerin ve desenlerin gelişmesine yol açmış.<br />

Önce İznik, daha sonra da Kütahya, çinicilik merkezleri<br />

haline gelmiş. Osmanlılarda ilk kez İranlı ustalar tarafından<br />

uygulanan “çok renkli sır tekniği” ile, ince detaylı ve<br />

tümüyle naturalist motiflerden oluşan örnekler çini sanatını<br />

bir adım daha ileriye taşımış. Ayrıca sır altı tekniği ile<br />

yapılan mavi beyaz çiniler Osmanlı topraklarında ortaya<br />

çıkmış. 16. yüzyıl ortalarından sonra da renkli sır tekniği<br />

tümüyle terk edilmiş ve Osmanlı çinilerine, sır altı tekniği<br />

hâkim olmuş. 17. yüzyıl Osmanlı çini sanatı için hiç<br />

de parlak olmayan bir dönem olmuş. Çini sanatında kullanılan<br />

hammadde sıkıntısı giderek artmış. Saray çinilerinin<br />

üretildiği İznik’te, çini yapımında kullanılan kurşunlu<br />

sırçalı hamur yerine, kireç alkali hamur kullanılır olmuş.<br />

III. Ahmet zamanında İznikli çini ustalarının bazıları<br />

İstanbul’a getirilmiş ancak, devletin ekonomik ve siyasi<br />

gücünü yavaş yavaş yitirmesi sonucu yüzyıl sonuna doğru<br />

çini atölyeleri bir bir kapanmaya başlamış. O güne dek<br />

sarayda, cami, türbe ve çeşitli sivil yapılarda mimarinin<br />

ayrılmaz unsuru sayılan Osmanlı çinileri de böylece eski<br />

ışıltısını, ihtişamını kaybetmiş. Bu durum, o güne kadar<br />

halk için üretim yapan Kütahya’daki çinicilerin<br />

önünü açmış. Fakat çininin yaşatılması<br />

için bu kıvılcım da yetmemiş<br />

ve 18. yüzyılın ikinci yarısından<br />

itibaren Kütahya’daki<br />

atölyeler de bir bir kapanmış,<br />

işçilik kalitesi giderek<br />

düşmüş.<br />

19. yüzyılda Sultan II.<br />

Abdülhamit Han’ın ecdat<br />

yadigârı bu sanata<br />

sahip çıkmasıyla önce<br />

Kütahya çiniciliği canlanmış,<br />

ardından İstanbul’da<br />

Yıldız’da ve Haliç’te çini<br />

atölyeleri kurulmuş fakat<br />

bir süre sonra yabancı malların<br />

rekabeti yüzünden atölyeler<br />

imalatı durdurmak zorunda kalmış.<br />

Takip eden dönemde bilgi ve becerilerini<br />

kendilerine saklayan ustaların bir<br />

bir kaybedilmesiyle, tarih boyunca geliştirilen pek<br />

çok yapım tekniğinin yitirilmesi, işletmeci azınlıkların ülkeyi<br />

terk etmeleriyle atölyelerin kapanması ve yeni ustaların<br />

yetiştirilmemiş olması, Avrupa’dan çok ucuza ve kaliteli<br />

çini ve seramik ithal edilmesi gibi pek çok sebepten<br />

ötürü Türk çini ve seramik sanatı ağır bir duraksama dönemine<br />

geçmiş.<br />

2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla seramik mamullerin ithalatının<br />

durdurulması, Kütahya’da yerli üretimi âdeta<br />

şahlandırmış. Yeni atölyelerin kurulması, 1947 yılında<br />

tarihteki ilk çini ve seramik okulunun açılması, üniversitelerde<br />

seramik ve çini bölümlerinin kurulması çini sanatının<br />

üzerindeki kara bulutların dağılmasını sağlamış.<br />

Günümüzde ise eski ihtişamını yakalama yolunda<br />

çini sanatı.<br />

Kariye Camii’nin Muhteşem Mozaikleri<br />

İstanbul Ticaret Odası’nın yayımladığı “İstanbul’un Renkli<br />

Hazineleri” adlı kitapta çini ve mozaik sanatlarının en<br />

güzel örneklerine yer verilmiş. Kitapta mozaik sanatı;<br />

“Bizans’ta Mozaik ve Çini” başlığı altında “Bizans Dönemi<br />

Duvar Mozaikleri” ve “Bizans’ta Yer Mozaikleri” alt<br />

başlıklarıyla ele alınmış. “Bizans Dönemi Duvar Mozaikleri”<br />

alt başlığında Kariye Camii (Khora Kilisesi), Ayasofya,<br />

Pammakaristos Kilisesi, Studios Manastırı, Aziz Theodoros<br />

Kilisesi, Akataleptos Kilisesi, Aya İrini, Lips Manastırı<br />

ve Pentepoptes Manastırı’na ait mozaikler anlatılmış.<br />

“Bizans’ta Yer Mozaikleri” alt başlığında ise Büyüksaray<br />

Mozaik Müzesi’ne yer verilmiş.<br />

Kariye Camii ve Ayasofya, mozaik sanatının en güzel örneklerinin<br />

verildiği iki tarihi yapı. Kitapta ilk olarak Kariye<br />

Camii’ndeki mozaikler, birbirinden göz alıcı fotoğraflar<br />

eşliğinde anlatılmış. İstanbul’un Renkli Hazineleri’nde<br />

anlatıldığına göre, şehr-i İstanbul’un yedi tepesinden biri<br />

olan Edirnekapı’nın Kariye semtine adını veren Kariye Camii<br />

(Yunanca adıyla Khora Kilisesi), şehrin, Bizans<br />

yapıları içinde mozaik süsleme yönünden<br />

en önemli yapısı. Bizans Kralı Justinianus<br />

tarafından yaptırılan Khora<br />

Kilisesi’nin mozaikleri, sanatsal<br />

açıdan “muhteşem” olarak<br />

kabul ediliyor. Khora<br />

Kilisesi’nin mozaik süsleme<br />

zenginliğini, yapının<br />

iç ve dış narteksinde<br />

(giriş bölümünde)<br />

bulunan resimler oluşturuyor.<br />

İlkçağın resim<br />

prensiplerine büyük<br />

ölçüde uyularak,<br />

natürelliğe büyük ölçüde<br />

bağlı kalınarak hazırlanmış,<br />

estetik açıdan son<br />

derece değerli olan bu panolar,<br />

çok yetkin sanatçıların<br />

ellerinden çıkmış. Mozaiklerde<br />

İsa ve Meryem’in yaşamlarını yansıtan<br />

sahneler görülüyor.<br />

En Görkemli Hazine Ayasofya<br />

İstanbul’un Renkli Hazineleri’nde ikinci olarak Ayasofya<br />

mozaiklerine yer verilmiş. Bizans İmparatorluğu’ndan kalan<br />

en önemli kültür hazinesi olarak kabul edilen Ayasofya,<br />

İstanbul fethedilene kadar 916 yıl boyunca Patriklik<br />

Kilisesi olarak kullanılan tarihi bir yapı. 324 yılın-<br />

63


dan kalan ilk yapı üzerine devrin şöhretli mimarları Anthemius<br />

ve İsidorus tarafından 532- 537 yıllarında yapılan bina,<br />

Efes’teki Artemis Tapınağı da dahil olmak üzere çok sayıda<br />

eski yapıdan getirilen 108 sütunun üzerine oturtulmuş.<br />

Ayasofya’nın mozaiklerinin, Orta Bizans çağına ait olduğu<br />

biliniyor. 15 asırlık bu yapıdaki mozaikler, IX.-XII. yüzyıllar<br />

arasında Bizans mozaik sanatının geçirdiği gelişmeler hakkında<br />

fikir veriyor.<br />

Bizans İmparatorluğu’nun İstanbul’da inşa edilen en muhteşem<br />

yapıtı olan Ayasofya’daki mevcut panolara kısaca<br />

değinelim. Narteksten 1 naosa 2 geçilen anıtsal kapının üzerinde,<br />

altın renkli zemin üzerine, ortada tahtta oturan İsa,<br />

ayaklarına secde etmiş durumda İmparator VI. Leon olduğu<br />

öngörülen figür bulunuyor. Tahtın iki yanındaki madalyonların<br />

içinde Meryem ve baş meleklerden Gabriel resmedilmiş.<br />

Güney dehlizinin yan kapısı üzerinde ise kucağında çocuk<br />

İsa ile Meryem tahtında otururken, iki yanında yer alan<br />

imparatorlardan Büyük Konstanti Konstantinopolis şehrini,<br />

Justinianus ise Ayasofya’nın maketini kendisine sunuyor.<br />

İkonoklazma (Put kırıcı) Devri sonrasında apsise yapılan<br />

mozaikte, tahtında oturan Meryem’in kucağında çocuk<br />

İsa, bema 3 tonozunun başlangıcında ise baş melek-<br />

64<br />

ler tasvir edilmiş. Kuzey nefinin üzerinde tympanon duvarı<br />

kemerleri içindeki panolarda bazı ünlü piskoposların<br />

ayakta durur pozisyonda, cepheden tasvirleri yer alıyor.<br />

Yapının güney galerisinde ise ortada İsa, iki yanında<br />

Meryem ve Vaftizci Yahya’nın oluşturduğu deisis sahnesi<br />

Ayasofya’nın estetik yönden en üstün kalitedeki mozaik<br />

panosu olarak kabul ediliyor.<br />

Kitapta yer verilen ve çok gösterişli mozaiklerle süslendiği<br />

tahmin edilen bir diğer yapı ise Aya İrini Kilisesi. Bir zamanlar<br />

her köşesi mozaiklerle bezeli olan Aya İrini Kilisesi, adını Hıristiyanlığın<br />

yayılmasında emeği bulunan Penelope adlı azizeden<br />

almış. Bugün bu kilisenin sadece apsis yarım kubbesi<br />

ve bema bölümünde mozaik bezemeler mevcut. İkonoklazma<br />

döneminin yasaklarına uygun olarak, 740 yılından sonra<br />

apsis yarım kubbesinin içine, altın renginde bir fon üzerine<br />

Latin haçı işlendiği tahmin ediliyor. 1909 yılında yapının<br />

narteks kısmında tonoz, kemer ve pandantiflerinde yapılan<br />

temizleme sonucunda, bu bölümün de mozaik süslemesi<br />

olduğu anlaşılmış. Ortaya çıkartılan bitkisel desenli mozaik<br />

bezemelerin 564 yılına ait olduğu sanılıyor.<br />

Bizans eserlerinden bir kısmının son derece zengin mozaik<br />

panolarla bezendiği bilinse de günümüzde bunlardan hiç-


ir iz bulunmuyor. Günümüze ulaşmayan mozaiklerin<br />

çoğunun ortak temasının, Hıristiyanlık<br />

sonrası döneme ait diğer mozaiklerde olduğu<br />

gibi Meryem ve İsa olduğu belirtiliyor.<br />

Renklerin Şiirsel Dilidir Çini<br />

Çiniler; özgün bir duruş, seziş ve kavrayışın<br />

sanatsal formlara dönüşmüş halidir. Mavinin,<br />

rengin, turkuazın, lacivertin ve beyazın<br />

şiirsel dilidir âdeta. İstanbul’un Renkli<br />

Hazineleri’nde çini sanatının en güzel örneklerine<br />

yer verilen sayfalara yolculuğa<br />

başlar başlamaz bambaşka bir büyünün etkisi<br />

altına girdiğimizi hissediyoruz. Gözümüzün<br />

gördüğü renkler, motifler arasından görünmeyene<br />

ulaşmak gayesiyle göz nuru, alın<br />

teri dökülen çiniler, güzellikle gerçekliğin ustaca<br />

harmanlanmasını yansıtıyor. Mana ve suretin<br />

muhteşem uyumunu gözlerinizin önüne seriyor çevirdiğimiz<br />

her bir sayfada yüzümüze gülen çini örnekleri.<br />

Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan Yavuz<br />

Sultan Selim Camii’nin Tebrizli Habib Usta’nın sanatını konuşturduğu<br />

renkli çiniler başka büyüler, Sadrazam Kara Ahmed<br />

Paşa için Topkapı’da Mimar Sinan tarafından inşa edilen<br />

Kara Ahmed Paşa Camii’nin çinileri bir başka, ihtişamın diğer<br />

adı Süleymaniye Camii’nin çinileri ise bir başka…<br />

Koca Sinan’ın “çıraklık eseri” olan Süleymaniye’nin İznik’te<br />

üretilen çinileri, sır altı tekniği kullanılarak yapılmış. Minarelerdeki<br />

firuze renkli çiniler, İstanbul’daki atölyelere ısmarlanmış.<br />

Kanuni’nin tüm camiyi çiniyle kaplayacak ekonomik<br />

güce sahip olmasına rağmen, böylesine görkemli bir mimarinin<br />

yoğun bir çini kompozisyonu ile gölgelenmesine mahal<br />

vermek istenmediğinden çiniler kararında tutulmuş.<br />

Kitapta yer alan görsellerde ait oldukları dönemin çinicilik<br />

anlayışına dair ipuçları da veriliyor. Camilerde kullanılan çinilerde<br />

ağaç, yaprak, gül, lale ve sümbül ilk sırada yer alırken,<br />

Kâbe, Medine, Arafat gibi tasvirlere de rastlamak mümkün.<br />

Çiçek desenlerinin ağırlıklı olarak yer aldığı ve Türk çini sanatının<br />

güzel bir örneği olan Sultan Ahmet Camii’nde ellinin<br />

üzerinde değişik figür ve 21 bin adet çininin kullanıldığı da<br />

kitaptan edindiğimiz bilgiler arasında yer alıyor.<br />

Çini Deryası Topkapı Sarayı<br />

Topkapı Sarayı için, İstanbul’un çini sanatının belki de en<br />

güzel örneklerini koynunda saklayan yeri diyebiliriz. Burada<br />

Türk çini sanatının en nadide, renkli ve bakımlı hazinelerini<br />

bir arada görmek mümkün. Sarayın birinci avlusunda<br />

yer alan ve Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Çinili<br />

Köşk, ilk göze çarpan yapı. Yapıda bugün Selçuklu ve Osmanlı<br />

devri çini ve seramikleri sergileniyor. Sarayda yine Fatih<br />

tarafından inşa ettirilen Has Oda (Mukaddes Emanetler<br />

Dairesi) çini sanatının en güzel örneklerini barındırıyor. Yapının<br />

iç mekânları çiniyle kaplanmış, dış duvarlar da belli bir<br />

yüksekliğe kadar çiniyle bezenmiş.<br />

Sarayın Revan Köşkü, Bağdat Köşkü, Harem Dairesi, Sünnet<br />

Odası, III. Ahmed (Enderun) Kütüphanesi ve daha nice ya-<br />

pısı birer çini hazinesi âdeta. Eyüp Çinili Çeşme, Ayasofya<br />

Camii içindeki I. Mahmud Kütüphanesi, Üsküdar’daki Abdülmecid<br />

Efendi Köşkü, Laleli Camii’nin karşısındaki Koca<br />

Ragıp Paşa Kütüphanesi, Sultanahmet’teki Alman Çeşmesi,<br />

Sirkeci’deki Büyük Postane, Çapa Öğretmen Okulu,<br />

Bostancı, Beşiktaş, Haydarpaşa, Kadıköy ve Büyükada<br />

iskeleleri, ecdat yadigârı sanatımızın nadide ürünlerini günümüze<br />

taşıyan mimari yapılardan bazıları. Çini bezemeler,<br />

bu yapıların kimisinde olanca haşmetiyle günümüze<br />

kadar gelebilmiş, kimisinde ise küçük birer pano şeklinde<br />

kalabilmiş bugünlere. Mozaik sanatının ardından çini sanatının<br />

en güzel örneklerinin detaylı görselleriyle anlatıldığı<br />

İstanbul’un Renkli Hazineleri adlı kitabın son bölümünde<br />

günümüz çinilerine de yer verilmiş.<br />

Hepimizin gündelik hayatta karşısına çıkan çini dekorasyonlar<br />

arasında en önemlileri İstanbul Metrosu’nun Ataköy,<br />

Osmanbey, Taksim duraklarında, Yapı Kredi Bankası<br />

Genel Müdürlük Binası’nda, İstanbul Menkul Kıymetler<br />

Borsası Binası’nda, Konyalı Lokantası’nda, İGDAŞ Genel<br />

Müdürlük Binası’nda kullanılan çini panolardır. Çok renkli<br />

uygulamaların görüldüğü bu panolarda geleneksel çinilerde<br />

rastladığımız kompozisyonların tekrarı olan vazodan<br />

çıkan laleler, sümbüller, bahar dalları, karanfiller ve hançer<br />

yaprakları ile servi ağacının etrafını saran asma dallarının<br />

yanı sıra Çin bulutları ile dekorlanmış büyük yelkenlilerin<br />

görüldüğü çağdaş örnekler öne çıkıyor.<br />

DİPNOTLAR 1) Narteks: Bizans kiliselerinde sahndan sütunlarla<br />

veya duvarla ayrılan bölüm. 2) Naos: Yunan tapınaklarında, içinde<br />

tanrı heykelinin yer aldığı kutsal bölüme verilen isimdir. Naos,<br />

Yunanca’da tanrının evi demektir. 3) Bema: Kiliselere apsisin önünde<br />

tören yapılan kısma denir.<br />

65


El Üstünde Tutulan<br />

Saatlerin Ustası<br />

Uğur SEZEN<br />

Makineleşmeyle birlikte pabucu dama atılan zevklerden biri de mekanik saatler. Çeşit<br />

çeşit modelle, kapaklarındaki zarif desenlerle bir zamanların “el üstünde tutulan”ıymış<br />

bu saatler. Günümüzdeyse bu saatlerin bir kısmı antika mesabesinde bir kısmı teneke.<br />

Fakat hepsi kendilerine has bir ruh taşıyor. Kapalıçarşı’da, bir insan boyu dükkânında<br />

mekanik saatlerin bu ruhunu muhafaza etme gayretinde bir saat ustası var; Ali Rıza Balcı.


Tik tak, tik tak, tik tak…<br />

Saat ustası Ali Rıza Balcı<br />

otuz yıldır bu armoni<br />

eşliğinde çalışıyor. Kapalıçarşı<br />

Bedesten’de, büyüklüğü<br />

ancak bir insan boyu olan<br />

dükkânında yıllardır saat tamir<br />

ediyor Ali Rıza Usta. Hem de<br />

ne saatler…<br />

Balcı, hem okullu hem de<br />

alaylı bir isim. 1951’de<br />

Trabzon’da doğmuş ve<br />

üniversiteye kadar tahsiline<br />

orada devam etmiş.<br />

Üniversite eğitimi için<br />

İstanbul’a gelmiş ve İstanbul<br />

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi<br />

Tarih Bölümü’ne kaydolmuş.<br />

Saatçi çıraklığına da o<br />

zaman başlamış. Bir üniversite öğrencisi<br />

iken neden aynı zamanda çıraklığa<br />

da başladığına şaşırıp meraklı gözlerle<br />

ona bakınca, “Babam öğretmendi, aldığı<br />

maaşla çocuk okutmak zor tabii. Ona yardımcı olmak<br />

için okulla birlikte çalışmak istedim. Kapalıçarşı’da uzaktan<br />

akrabamız olan saat ustası Mevlüt Güç’ün yanında<br />

haftalık 50 liraya çıraklığa başladım.” sözleriyle cevap veriyor<br />

ve bizi hikayesine dâhil ediyor.<br />

O günlerde Kapalıçarşı’nın hayatında nasıl bir konum kazanacağından<br />

habersiz olan genç tarih öğrencisi, nasıl bir<br />

işin, nasıl bir hayatın içine girdiğinin de farkında değildir.<br />

Onun tek bir maksadı vardır, o da babasına yük olmadan<br />

eğitimini sürdürmek… Fakat Kapalıçarşı onu bambaşka<br />

yerlere çeker.<br />

Tik Tak Sesleri Geliyor Şişhane’den<br />

Balcı, Mevlüt Usta’nın yanında çalışmaya başlayalı 2 sene<br />

olmuştur. Saat açıp kapamayı öğrenmiştir. Bir çırağın<br />

elinden gelen ufak tamiratlar yapar sadece.<br />

Bir yandan da Edebiyat Fakültesi’ne<br />

devam etmektedir. Bu günlerde<br />

mesleki hayatının dönüm noktasına<br />

gelmiştir. Bu dönüm noktasında<br />

bir nefes alıp anlatmaya<br />

başlıyor Balcı:<br />

“O zaman İstanbul<br />

Umum Saatçiler Derneği<br />

vardı. Tabii belli aralıklarla<br />

derneğin genel<br />

kurul toplantıları yapılıyordu.<br />

Ben de derneğin<br />

yönetim kuruluna girdim.<br />

Kurula girince toplantılara katılıyordum,<br />

dolayısıyla ‘hakk-ı<br />

huzur’ alıyordum. Bir müddet<br />

sonra verilen parayı hak et-<br />

68<br />

mediğimi düşünerek<br />

bir şeyler yapmak istedim.<br />

O zamanki<br />

dernek başkanımız<br />

Mehmet Ali Şeker’e<br />

dedim ki, ‘ağabey neler<br />

yapabiliriz?” Bu hassasiyet<br />

ve soru bir fikre, o fikir de<br />

hem onun hayatında hem<br />

bu meslekte pek çok güzel<br />

gelişmeye kapı aralar.<br />

Kısa bir süre sonra<br />

hem Balcı için hem<br />

de İstanbul’daki diğer<br />

saatçiler için güzel bir<br />

karar alınır: Şişhane’de<br />

saatçilik kursu açılacaktır.<br />

“Şişhane’de açtığımız kurs<br />

İstanbul’da, belki de Türkiye’de<br />

saatçilik adına bir ilktir.” diyen Balcı,<br />

o günleri şöyle anlatıyor: “Kursta<br />

eski hocaları, saat ustalarını bir araya getirdik.<br />

Tahsin Eser, Sait Gülger, Cemal Atal gibi hocalar ders verdi.<br />

Bu isimlerin o zamanki yaşları 70 - 80 civarındaydı ve<br />

hepsi usta saatçiydi. Kurslara İstanbul’un dört bir yanından<br />

saatçiler geldi. Ben onlardan saatin teoriğini öğrendim.<br />

Mesela Pendik’ten gelen bir ustadan saat açmasını,<br />

Eminönü’nden gelen başka bir ustadan saat kapamasını<br />

öğrendim. Kurslar sayesinde saatler hakkında temel bilgim<br />

oldu.” Bu kurslarda saatler hakkında teorik ve pratik<br />

bilgileri ikmal eden Balcı, bu süre zarfında önce İstanbul<br />

Umum Saatçiler Derneği Başkan Vekili, 1980 yılında<br />

ise dernek başkanı olmuş.<br />

"Ayar, Saniyenin Peşinden Koşmaktır"<br />

Balcı, Şişhane’deki saatçilik kursları devam ederken Edebiyat<br />

Fakültesi’nden mezun olur. Öğretmenlik mesleğinin<br />

gençlik ideali olduğunu söyleyen Balcı, belki biraz da<br />

babasını örnek alarak tarih öğretmenliğine başlar. Görev<br />

yeri Şişli Lisesi’dir, kısa süreliğine de olsa… “Öğretmenlik<br />

yapmasına yaptım ama 3 ay sonunda bu<br />

mesleğin bana göre olmadığını anladım.” diyen Balcı<br />

öğretmenliği bırakıp tekrar Kapalıçarşı’ya gelir.<br />

Bu esnada İstanbul Umum Saatçiler Derneği, İstanbul<br />

Saatçiler Esnaf Odası’na evrilir. Balcı da bu odanın<br />

başkanlığı yapar. Daha sonra odanın bağlı olduğu<br />

İstanbul Bilumum Madeni Eşya Esnaf ve<br />

Sanatkârları Odaları Birliği’nin başkan<br />

vekilliğini ve başkanlığını yapar.<br />

Ali Rıza Usta ve arkadaşları gerek<br />

Kapalıçarşı’da gerek İstanbul’da<br />

sanatçılığın ve saatçiliğin gelişmesi<br />

için olağanüstü gayret<br />

sarf ederler. Saat sektörünün<br />

en büyük yayın


organı olan Saat Dünyası Dergisi’ni<br />

hazırlarlar. 1980’den sonra<br />

ise elektroniğin saat teknolojisinde<br />

yaygın bir<br />

biçimde kullanılması,<br />

Türk saat ustalarının<br />

ise bu konu<br />

hakkında pek bilgi<br />

sahibi olmamaları,<br />

Balcı ve arkadaşlarına<br />

kolları sıvatır.<br />

Türkiye’deki saatçilere<br />

elektronik dersleri<br />

vermeye başlarlar. Almanya,<br />

İsviçre gibi<br />

ülkelerden hocaları<br />

davet ederler.<br />

Kısacası yelpaze<br />

saatçiler için artık<br />

genişlemiştir.<br />

Dernek ve oda başkanlığı görevleriyle Şişhane’deki kursların<br />

tertibi, Ali Rıza Balcı’nın isminin Türk saatçileri arasında<br />

efsane olmasını sağlar. Fakat Balcı’nın siması değil<br />

de imzası meşhurdur. Bu da güzel anıların yaşanmasına<br />

neden olur. Bir hatırasını şöyle naklediyor Ali Rıza Usta:<br />

“Fırsat buldukça Anadolu’daki saatçilere giderim.<br />

Dükkânının bir köşesinde ‘İstanbul Saatçiler Odası Başkanı<br />

Ali Rıza Balcı’ diye imzam olur. ‘Sen bunu tanıyor<br />

musun?’ diye sorardım. Cevap genelde ‘tanımıyorum.’<br />

olurdu. ‘Ali Rıza Balcı benim’ deyince sarılırdık<br />

birbirimize.”<br />

"Saatin Kendisi Mekân,<br />

Yürüyüşü Zaman, Ayarı İnsandır”<br />

Saatçilikte yelpazenin genişlemesi bir yandan<br />

iyi olmuş bir yandan da kötü. Saat deyip geçiyoruz<br />

ama kardeş kardeşe benzemez demişler.<br />

Çeşit çeşit saat var insanların kolunda, cebinde,<br />

masasında, duvarında… Kimi saatler makinenin<br />

bir tuşuna basılarak binlerce defa üretilirken,<br />

kimi saatler bir avucun içinde günlerce işleniyor.<br />

Bu da hem niteliğini ve kıymetini belirliyor<br />

saatin, hem de ustanın şevkini.<br />

Ali Rıza Usta’nın tercihi mekanik saatlerden yana.<br />

“Elektronik saatlerde sanat yok, ruh yok. Çıkar makineyi<br />

tak makineyi, çalışsın! Asıl iş bu değil.” diyor yılların<br />

ustası ve ekliyor: “Mekanik saati tamir ederken<br />

uğraşıyorsun, uğraşıyorsun, uğraşıyorsun… Ve başlıyor<br />

çalışmaya: tik tak tik tak! Sanatçılığın en güzel yanı<br />

da bu. Problemi alıyorsunuz, teşhis ediyorsunuz<br />

ve anında netice alıyorsunuz. Netice alamayınca<br />

yaptığınız iş boş kalıyor. Bence saatçiler kendi<br />

dallarında da en başarılı insanlardır. Çünkü<br />

netice mutlaktır. Ya olur ya olmaz. Ya çalışır<br />

ya çalışmaz. O neticeyi alınca mutlu oluyoruz<br />

ve geçiniyoruz.”<br />

Ali Rıza Usta “geçiniyoruz” diyince biz<br />

de merak ediyoruz saat ustaları gerçekten<br />

geçinebiliyorlar mı diye.<br />

Çünkü makineleşme saat<br />

sektörüne de son sürat girince<br />

ustaların pabucu<br />

dama atılmış olabilir, diğer<br />

sanat ve zanaatlarımızda<br />

olduğu gibi. “Bir<br />

sanatçı aç kalmaz. Çok<br />

da zengin olmaz.” diyor<br />

Balcı; “Onurlu yaşar.<br />

Düzgün insandır. Kimseye<br />

muhtaç olmaz, hayatını<br />

kazanır.” sözleriyle devam<br />

ediyor konuşmasına. Bu noktada<br />

saatçiliğin başka bir yönüne de dikkatimizi<br />

çekiyor: “Yakın zamana kadar saatçiler<br />

toplumun en muteber insanları arasındaydı. Saatçi<br />

bir meclise girdiği zaman herkes ayağa kalkar, önünü iliklerdi.<br />

Çünkü herkesin ihtiyacı olan bir şeyi yapıyor saatçi.<br />

Sahura kalkacaksın, namaz kılacaksın, işe gideceksin; saat,<br />

saat, saat! Geçmiş dönemde saate ihtiyacı olmayan kimse<br />

yoktu. İnsana hayatın her anında saat lazım olduğu için, o<br />

zaman bunu yapan kişi de muteber kişiydi. Benim bir evim,<br />

bir arabam var o kadar. Pişman da değilim. Dünyaya tekrar<br />

gelsem yine üniversite okur, ama yine saatçi olurdum.”<br />

69


Saat Tüccarı ile Saatçiyi<br />

Birbirinden Ayırmak Lazım!<br />

Hep duyar, okuruz; Kapalıçarşı’nın<br />

bir geleneği, kadim bir anlayışı<br />

vardır diye. Eski ustaların hem<br />

tezgâhlarında hem hayatlarında<br />

şahit olunur bu geleneğe. Ali<br />

Rıza Usta’nın tezgâhının farklı bir<br />

havası var. Onun tezgahını, sâir<br />

esnaf tezgahından ayıran sırrın<br />

ne olduğunu tam anlayamasak da<br />

bu farklılık gözümüzden kaçmıyor.<br />

Ustanın dediğine göre birçok değer<br />

gibi çarşının da kendine has kültürü yok<br />

olma noktasına gelmiş. Ekonomik kaygılar ve<br />

hazımsızlık bu yok olmada başrolü paylaşmışlar aralarında.<br />

Çarşının son 40 yılına şahitlik eden Balcı, “Ahi<br />

geleneği ve esnaflık Kapalıçarşı’da yok oldu. Üzülerek<br />

söylüyorum ki insanların ve hatta esnafların birbirlerine<br />

olan saygısı azaldı, asgariye indi. Her şey paraya dayandı.<br />

Varsa bir menfaatin iyisin, yoksa kötüsün. Namuslular<br />

da namussuzlar kadar cesur olmadıkça bu iş böyle<br />

devam eder.” diyor.<br />

70<br />

Ali Rıza Usta ile saatçilik özelinde başlayan<br />

sohbetimiz, dönüp dolaşıp<br />

Kapalıçarşı’ya dayanıyor. Her<br />

usta Ali Rıza Bey gibi olsa çarşının<br />

silueti böyle olmazdı, acaba<br />

sorun nereden kaynaklandı<br />

diye düşünürken cevap<br />

işin ehlinden geliyor:<br />

“Çarşıda 40 sene önce çalışanların<br />

yüzde 70’i usta ve<br />

sanatkârdı. Bugün yüzde 5 desem<br />

mübalağa olur maalesef. O<br />

zaman burası el sanatları deryasıydı.<br />

Karyolacısından yorgancısına, gümüşçüsünden<br />

antikacısına kadar her sanat ve zanaatın<br />

ustası vardı burada. Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu!<br />

Mesela kuyumculukta Kapalıçarşı merkezdi. Makineleşme<br />

oldu, sanat bitti. Şimdi çırak geliyor, ‘kaç para alacağım’<br />

diyor. Eskiden eti de kemiği de ustanındı ve sanat<br />

yürüyor, çırak da sanatkâr olarak yetişiyordu.”<br />

Ali Rıza Usta’nın dertli olduğu her halinden belli oluyor.<br />

Çıraklıktan itibaren çarşıda olması, çeşitli görevlerde bulunması<br />

ona birçok hadise yaşatmış. Doğal olarak sitem<br />

ediyor Balcı: “Kapalıçarşı’da sahte mal satılıyor, dükkân<br />

genişletmek için duvarlar yıkılıyor. İçim sızlıyor, 500 senelik<br />

duvar kırılır mı? Laf söyleyince biz kötü oluyoruz.”<br />

Ali Rıza Usta’yla sohbetimize devam ederken, küçük<br />

dükkânın içinde bir insan gölgesi belirdi. Biz<br />

gölgeyi tanıyamasak da usta hemen tanıdı,<br />

ayağa kalktı ve “Hocam hoş geldin.”<br />

dedi. Tezgâhının yanındaki sandalyeye<br />

buyur etti misafirini. Her şey azalır<br />

belki, fakat muhabbet paylaştıkça çoğalır<br />

demişler. Misafirimizle (hâlbuki onun<br />

da ev sahibi sayıldığını birazdan öğreneceğiz)<br />

Ali Rıza Usta koyu bir sohbete daldılar.<br />

Biz de payımıza düşeni aldık.<br />

Ustayı ziyarete gelen, İstanbul Ticaret Üniversitesi<br />

Ticari Bilimler Fakültesi İşletme Bölüm<br />

Başkanı Prof. Dr. Mustafa Oğuz Uras. Ali<br />

Rıza Usta’nın kadim dostu. İkisini buluşturan<br />

şey ise müşterek saat zevkleri…<br />

Oğuz Uras öyle bir yerden başlıyor ki söze;<br />

“Müzayededen dahi korkarak saat alıyorum.<br />

Hemen Ali Bey’e getirip gösteriyorum<br />

saati.” deyince anlıyoruz Ali Rıza Usta’nın ısrarla<br />

vurguladığı esnaflıkla bitiriyor sözlerini.<br />

Oğuz Bey’in de hem işi gereği hem de özel<br />

ilgisinden dolayı esnaflık ve zanaatkârlık<br />

hakkında söyleyeceği çok şey var: “Bilgi<br />

uzun zamanı gerektirir, bugünden<br />

yarına olacak işler değil.” diyen Uras,<br />

“Teknoloji el sanatını yok etti, artık<br />

sanatkâr yetişmiyor. Ahi bitince usta-


çırak ilişkisi de yok oldu.<br />

Ayrıca bugün toplumumuzda<br />

baba mesleğine<br />

itibar edilmiyor.” sözleriyle<br />

döküyor içini.<br />

Bu iç döküşten Ali Rıza<br />

Usta da nasibini aldı. Uras<br />

Hoca biraz da sitem ederek,<br />

“Ali Bey’in hatası<br />

kendinden sonra<br />

nesil yetiştirmemesi.”<br />

deyince işin<br />

aslı ortaya çıktı.<br />

Esasında 40 yılda<br />

tam 30 usta yetiştirmiş<br />

Balcı. Şu<br />

an içlerinde kuyumculuk<br />

yapan da varmış<br />

saatçilik yapan da. Fakat<br />

sanatkâr diyebileceği sadece<br />

üç kişi yetişmiş.<br />

“Etmezseniz Saatlerinizi Ayar,<br />

Sizin de Hayatınız Kayar..."<br />

Ali Rıza Usta da Uras Hoca da<br />

aynı dertten muzdaripler. El sanatlarının<br />

ve zanaatkârlığın zor durumda<br />

olmasını yeni nesille aralarındaki<br />

bağın kopma noktasına<br />

gelmesine bağlıyorlar.<br />

Uras Hoca, “Eski yapımızdan<br />

gençlere pek bir<br />

şey aktaramıyoruz.” dedikten<br />

sonra hoş olmayan<br />

bir tecrübesini paylaşıyor:<br />

“Ben bir üniversitede<br />

iken senato üyesiydim. Eğitim<br />

Fakültesi’nin programından<br />

Osmanlı Türkçesi eğitimlerini<br />

kaldırmayı düşünüyorlarmış.<br />

Sebebi de<br />

ders verecek hoca yokmuş.<br />

‘Kaldırmayın, kaldırırsanız<br />

bir daha koyamazsınız.<br />

Hoca<br />

bulunur bir müddet<br />

sonra.’ dedim<br />

ben de. Bunların<br />

ne kadar önemli<br />

olduğu benim<br />

yaşıma gelindiğindeanlaşılıyor<br />

galiba.”<br />

İşin okul boyutunu<br />

Uras Hoca<br />

anlatırken tezgâh<br />

boyutuna Ali Rıza Usta<br />

devam ediyor. Birçoğu-<br />

muzun dedelerimizden, birçoğumuzun<br />

Türk filmlerinden aşina<br />

olduğumuz mekanik cep saatlerinin<br />

artık çok az üretildiğini söylüyor<br />

Ali Rıza Usta. Üretilenler<br />

de eski saatlerin zevkinden çok<br />

uzakmış. “Biz bugün bunun sadece<br />

tamirini yapıyoruz. Bunu imal<br />

etmek kolay iş değil.” dedikten sonra<br />

şöyle sürdürüyor konuşmasını: “Ustalar<br />

bu saatleri elleriyle inceltmiş, bir sanat<br />

yapmışlar. Bugün bunu imal edemiyoruz.<br />

Neden? Teknik olarak mümkün<br />

ama ekonomik olarak mümkün değil.<br />

Çünkü bir saatin yapabilmek için yüzlerce<br />

saat ayırmak lazım. O da günümüzde<br />

mümkün değil. Bu saatlerin<br />

yenileri yapılıyor artık, onlar da çok güzel,<br />

ama benim için değil, eskileri görmeyenler<br />

için. Yani kopan bağın diğer<br />

ucunda kalanlar için.”<br />

"... Bozulmuş Bir Saat<br />

Hastalanmış Bir İnsana<br />

Benzer”<br />

Uras Hoca da Ali Rıza<br />

Usta ile aynı fikirleri taşıyor.<br />

“Önemli olan saat<br />

bana bir şey verebiliyor<br />

mu? Göz iletişimi<br />

olur, hissi bağlar<br />

olur, ama bir<br />

şey veriyor mu bu<br />

çok önemli.” diyor.<br />

Köstekli saatlere<br />

karşı ayrı bir zaafının<br />

olduğunu ifade<br />

eden Uras Hoca’nın bu merakı<br />

İznik’te başlamış. O zamandan<br />

bu zamana pek çok koleksiyoner<br />

ile tanışmış. “Ben ne adamlar tanıdım;<br />

yemiyor içmiyor, koleksiyonuna parça alıyor.<br />

Maddi-manevi ömrünü vakfetmiş sevdiği<br />

işe.” diyen Uras Hoca’nın da 30’dan fazla saati<br />

varmış. İlk saatini ise 1992’de almış. En kıdemli saati<br />

1840’larda üretilen nadir bir saatmiş.<br />

Ali Rıza Usta’nın saatlerini anlatmaya zaten kelimeler<br />

kâfi gelmez. Kendi de pek anlatmıyor<br />

işin o kısmını. “Ben yârimi tenhada severim”<br />

düşüncesinde olmalı diyerek çok<br />

da üstelemiyoruz. Ama saatleriyle arasında<br />

çok farklı bir bağ olduğunu<br />

inkâr etmiyor Ali Rıza Usta.<br />

“Bazı saatlerim var ki nazlanıyorum<br />

onlar için. Müşteri<br />

gelince onları göstermem.”<br />

diyerek noktalıyor<br />

bu güzel sohbeti.<br />

71


Edirne'de Taş ile Yazıyı Buluşturan Medeniyet;<br />

Osmanlı Mezar Taşları<br />

Mehmet KÖKREK<br />

72<br />

“Üstü deli dolu, altı ölü dolu” demişler dünya için. Her hali estetik<br />

ve muntazam olan Osmanlı medeniyeti, ölüsüyle de delisiyle de<br />

sanatından taviz vermemiş. Hazret-i Yunus’un deyişiyle, mevtânın<br />

başucuna dikilen ‘hece taşları’, hem estetik hem de sosyolojik<br />

olarak büyük önem arz ediyor. Yerin altıyla üstü arasında<br />

adeta bir perde olan mezar taşları, bazen güldürüyor<br />

bazen hüzünlendiriyor. Amma ki günümüzde çok az insanı<br />

düşündürüyor!<br />

Yunus der ki gör takdirin işleri<br />

Dökülmüştür kirpikleri kaşları<br />

Başları ucunda hece taşları<br />

Ne söylerler ne bir haber verirler<br />

Rivayet odur ki Yahya Kemal Beyatlı’ya yakın bir dostu,<br />

“Üstadım İstanbul’un nüfusu ne kadardır?” diye sorar. Yahya<br />

Kemal oldukça yüksek bir sayı söyledikten sonra sualin<br />

sahibi, “Üstadım şu anki nüfusunu sordum, yanlış anladınız<br />

herhalde.” deyince Yahya Kemal o ünlü cevabını verir: “Biz<br />

ölülerimizle birlikte yaşarız.” Bu ünlü hadiseden de anlaşılacağı<br />

gibi İslam medeniyetinde, Yunan ve Roma medeniyetlerinde<br />

görülen nekopolis ve akropolis 1 inançları kesinlikle yoktur. Hatta<br />

dikkat edilirse kabristanların ve türbelerin şehrin merkezinde, Latinlerin<br />

deyimiyle “in vivo”, yani hayatın tam içinde olduğu görülür.<br />

İşte bu yazı, bir zamanlar Edirnelilerin hayatının tam içinde yer<br />

alan tarihi mezarlıkları oluşturan mezar taşları hakkında bilgi vermek,<br />

bir nebze de olsa bir zamanlar Edirne’de yaşamış bu şehre<br />

ve Devlet-i Ali Osman’a hizmet etmiş kişilerin mezar taşlarını anlatmak<br />

için kaleme alınmıştır.<br />

Mezar taşlarına ömrünü vakfeden Fazıl İsmail Ayanoğlu mezar taşlarının<br />

önemini şu cümlelerle dile getirir: “Ortada mevcud yüksek<br />

san’at abidelerimiz olmasaydı bile, mezarlıklarımızda bulunan nihayetsiz<br />

eserler, bu milleti medeniyet göklerine çıkarmaya kafi gelirdi.”<br />

Ayanoğlu hocaya hak vermemek elde değildir fakat günümüz<br />

mezarlıkları bu büyük amaç için uygun durumda mıdır? Bu sorunun<br />

üzerine uzun uzun düşünmek gerekmektedir. Yazımızın konusunu<br />

teşkil eden Edirne mezar taşları için bu soruya verilecek konunun ilgililerini<br />

oldukça üzecektir.<br />

Gönlü de Kırıldı Mezar Taşlarının!<br />

19. yy. sonlarında Rusların işgaline uğrayan Edirne bu dönemde çok<br />

önemli mezarlıklarını kaybetmiştir. Tatarhaniler, Dar’üs Eyade ve Hacılar<br />

Ezanı gibi büyük ölçekli ve tarihi açıdan son derece önemli bir konuma<br />

sahip olan bu mezarlıkların yok olması ile başlayan süreç bu dö-<br />

Şehid ressam ve tabib Cevad Seyyid Bey'in mezar taşı


nemden sonra da devam etmiştir. Özellikle Cumhuriyet devrinde başlayan modernizasyon<br />

faaliyetleri sonucu yeni açılan veya genişletilen yollar âdeta bir mezarlık katliamına<br />

dönüşmüştür. 1942 senesinde, Kirişhane Caddesi ve Tunca Nehri arasında inşa edilen<br />

Vilayet Aygır Deposu’nda, Yüksek Kaldırım Kabristanı’ndan getirilen mezar taşlarının<br />

kullanılması ise oldukça üzücü ve düşündürücü bir olaydır. Bu olaydan sekiz<br />

sene sonra tamamen yok edilen Yüksek Kaldırım Kabristanı’na ait bazı mezar<br />

taşları Edirne Arkeloji ve Etnografya Müzesi’nin bahçesinde sergilenmektedir.<br />

Yine aynı dönemde Süleymaniye Camii, Defterdar Mustafa Paşa Camii, Zincirlikuyu<br />

Mescidi, Mezzit Bey Camii, Ayşe Kadın Camii Hazireleri çeşitli sebeplerden<br />

dolayı tamamıyla ortadan kaldırılmıştır. Edirne-İstanbul yolu açılırken<br />

bir kısmı yok edilen Nazır Çeşme Mezarlığı’nın geriye kalan bir bölümü<br />

otopark yaptırılarak yok edilmiştir. Geriye kalan diğer kısım ise Hikmet<br />

Turhan Dağlıoğlu’nun büyük çabaları sonucunda yok olmaktan kurtulmuş<br />

ve koskoca mezarlıktan günümüze sadece 32 adet mezar taşı<br />

kalmıştır. 2 Bu mezat taşları bugün Hacılar Ezanı olarak anılan farklı bir<br />

yere nakl edilmiştir.<br />

Günümüzde Hacılar Ezanı olarak anılan bu mezarlık tarihi açıdan<br />

oldukça önemli mezar taşlarını barındırmaktadır. Özellikle<br />

Mimar Sinan’ın torunu Fatma Hatun’un ‘Baldaken’ 3 türbe<br />

içerisindeki lahdi, Şeyh’ül İslam Ali ve Abdürrahim Efendilerin<br />

mezar taşlarının yanı sıra günümüzde oldukça az<br />

rastlanan üç adet yeniçeri mezar taşı son derece önemlidir.<br />

Buçuktepe Mezarlığı ise yeni mezarların yapımı sırasında<br />

neredeyse yok edilmiş ve günümüze sadece on<br />

dört adet Osmanlı dönemi mezar taşı kalmıştır.<br />

Yok edilen bu mezarlıklarda bulunan mezar taşlarının<br />

önemini daha iyi anlayabilmek için şu anektot<br />

oldukça önemlidir. Doğu Anadolu’da Ermeni devleti<br />

kurma girişimlerinin bulunduğu o sancılı dönemde<br />

Erzurum’a gelen Amerikan General Harbord’a Erzurum<br />

Belediye Reisi pencereden mezarlıkları işaret<br />

ederek, “İşte Türk mezarlığı, işte Ermeni mezarlığı,<br />

bu Ermeniler ölülerini yemedi ya!” der.<br />

Ne Cevherler Var Yerin Altında<br />

1980’li yılların sonlarına kadar birçok mezar taşının<br />

sağlam bir şekilde bulunduğu Selimiye Camii<br />

Haziresi’nden günümüze sadece beş adet mezar<br />

taşı kalmıştır. Bu mezar taşlarından en önemlisi<br />

Akka Muhafızı Cezzar Ahmed Paşa’nın torunu Dilaver<br />

Bey ve Sultan II.Ahmed’in oğlu Küçük Selim’e<br />

aittir. Ressam ve tabip Cevad Seyyid Bey’in mezar<br />

taşı ise tarihi değerinden ziyade mezar taşının üzerine<br />

işlenmiş fırça ve palet simgeleri ile oldukça ilgi<br />

çekicidir.<br />

Sahn-ı Seman Medreseleri kuruluncaya kadar Osmanlı<br />

ilim hayatının merkezlerinden birisi olan Dar’ül<br />

Hadis Camii Haziresi 4 ise deyim yerindeyse “Hanedan<br />

Mezarlığı”dır. Zaman içerisinde uğradığı tahribatlar sonucu<br />

büyük bir bölümü yok olan bu hazirede; II. Murad’ın<br />

mahdum-u mükerremleri Çelebi Hüseyin ve Çelebi Orhan,<br />

II.Murad’ın kerimesi Hafsa Sultan, II. Mustafa’nın kerimeleri;<br />

Rukiye ve Hadice, II. Mustafa’nın mahdum-u mükerremi<br />

Ahmed, III. Ahmed’in mahdum-u mükerremleri Mehmed ve Selim,<br />

III. Ahmed’in kerimesi Zeynep ve II. Mustafa’nın kerimesi<br />

Ümmü Külsüm medfundur. Hanedana ait mezar taşla-<br />

Atıf Paşa'nın Şahide Taşı<br />

73


ının istisnasız hepsinin serpuşları kırılmıştır. Lahidlerinin üzerine<br />

işlenmiş olan kitabeler dönemin hat üslubu ve zevki<br />

hakkında bilgi verir. Osmanlı hanedanı dışında eski<br />

Edirne valisi Karaman Bey’in mezar taşı oldukça<br />

önemlidir.<br />

Saray-ı Atik bahçesinde medfun bulunan<br />

II. Beyazid’in kerimesi Hadice<br />

Sultan’ın mezar taşının yerinde<br />

bugün yeller esmektedir.<br />

Üsküdarlı Şeyh Mahmud<br />

Efendi’nin Edirne’ye<br />

gönderdiği halifelerinden<br />

Şeyh Hasan<br />

Efendi’nin mezar taşı<br />

kaynaklarda Mezzit Bey<br />

Camii Haziresi’nde gözükse<br />

dahi uzun süren<br />

araştırmalarımıza rağmen<br />

bulunamamıştır. Evliya Kasım<br />

Paşa’nın mezar taşı ise kendi adını<br />

taşıyan caminin haziresinden alınıp<br />

daha önce sözü edilen Hacılar<br />

Ezanı’na koyulmuştur. Aynı hazirede<br />

bulunan Haseki Sancaktarı İskender<br />

Çavuş’a ait mezar taşı ise Edirne Arkeoloji<br />

ve Etnografya Müzesi’nin<br />

bahçesinde sergilenmektedir. Bu<br />

mezar taşının bir başka örneği ise<br />

Gazi Mihal Camii Haziresi’nde oldukça<br />

harap bir şekilde bulunmaktadır.<br />

Aynı cami haziresinde<br />

bulunan on adet yeniçeri mezar<br />

taşının yanı sıra Bektaşi tarikatına<br />

mahsus Fehmi tâc-ı şerifli bir<br />

adet mezar taşı oldukça önemlidir.<br />

Bütün bunların yanında Gazi<br />

Mihal ve aile efradına ait olan erken<br />

döneme ait mezar taşları sadece<br />

Edirne için değil Osmanlı<br />

tarihi açısından da son derece<br />

büyük önem taşır.<br />

Mezar Taşlarının<br />

Cenaze Namazı Kılınmaz!<br />

Dulkadiroğulları beylerinden Süleyman<br />

Bey’in kerimesi ve Fatih<br />

Sultan Mehmed’in zevce-i muhteremleri<br />

Sitti Şah Sultan kendi adını<br />

taşıyan caminin haziresinde medfundur.<br />

Birkaç sene önceye kadar<br />

mezar taşı Edirne Arkeoloji ve Etnografya<br />

Müzesi’nde muhafaza<br />

edilirken caminin 2006 senesinde<br />

tamamlanan restorasyonu sonunda<br />

gerçek mekânına tevdi edilen<br />

mezar taşı aynı tarihte yapılan mermer<br />

bir lahdin üzerine oturtulmuştur.<br />

Şahidesi erken dönem Osman-<br />

74 Şehzade Selim'in mezar taşı Sitti Şah Sultan'ın Mezar Taşı


lı mezar taşı üslubunu yansıtır. Sağır niş içinde istif hat ile<br />

yazılmış kitabesi oldukça sade bir bordür ile sınırlandırılmıştır.<br />

Mezar taşı rumi bezemeli 5 bir tepelik ile nihayetlenir.<br />

Kitabesi yüksek kabartmalı ve istiftir. Bu hazirede<br />

bulunması gereken birçok mezar taşının<br />

beden duvarlarında kullanılmış olması, 2006<br />

senesinde son bulan restorasyon çalışmaları<br />

sonucunda dahi bu taşların kurtarılmaması,<br />

üzerine uzun uzun düşünülmesi gereken<br />

bir konudur. II. Murad ve Çelebi Mehmed<br />

döneminin önemli devlet adamlarından<br />

olan Şah Melek Paşa’nın kendi<br />

ismini taşıyan caminin haziresinde,<br />

baldaken türbe içerisindeki lahdi<br />

ne yazık ki okunmayacak kadar tahrip<br />

olmuştur. Bu hazirede bir zamanlar<br />

mevcut bulunan bir adet yeniçeri<br />

mezar taşı günümüzde Edirne Arkeoloji<br />

ve Etnografya Müzesi’nde sergilenmektedir.<br />

Caminin kıble duvarının<br />

hemen karşısında gelişi güzel olarak<br />

istiflenen mezar taşlarının arasında<br />

destarlı sikkesinden Mevlevi şeyhi<br />

olduğu anlaşılan Ömer Efendi’nin<br />

mezar taşı başta olmak üzere birçok<br />

önemli mezar taşı bulunmakta ve ne<br />

yazık ki bütün bu mezar taşları kendi<br />

kaderlerine terk edilmektedir.<br />

II. Viyana Muhasarası’ndan yenilgiyle<br />

ayrılan Osmanlı ordusunun başında bulunan<br />

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa,<br />

dönemin padişahı IV. Mehmed tarafından<br />

idam ettirildikten sonra, seri bugün<br />

Sarıca Paşa Haziresi’nin ihata ettiği alana<br />

defnedilmiştir. Aynı hazirede Kara Mustafa<br />

Paşa tarafından Viyana Kuşatması sırasında<br />

idam ettirilen Budin Valisi Melek<br />

İbrahim Paşa’nın da ser’i bulunmaktadır.<br />

Her ikisinin de şahideleri silindir gövdeli<br />

olarak başlar, çokgen olarak nihayetlenir,<br />

mezar taşlarında serpuş bulunmaz. Ayrıca<br />

aynı hazirede bulunan Saray-ı Atik Kapıcı<br />

Başısı Mehmed Ağa’nın ve efradının mezar<br />

taşları tarihi değere sahiptir.<br />

El-Hâc Muhammed Nuri Bey<br />

Hüve’l-bâkî / Fî 23 Muharrem sene 93 / Edirne<br />

eşrâfından ve meclis-i idâre a‘zâsından / Sa‘adetlü<br />

El-hâc Mustafa Bey Efendi / Hazretlerinin nûr-dîde-i<br />

ittihâc ve yegâne / Mahdûm-ı âlîleri olub henüz yirmi<br />

altı / Yaşlarında bâkir-i fıtrat tenhâ umûr-ı sitte<br />

/ Bağ-ı irfân ve ru’yet iken ber-muktezâ-yı / Takdîr<br />

mümteni‘ü’l-tağyîr-i Rabbânî bağteten / Eşkıyâ eline<br />

esir düşerek ve vukû‘ / Bulan vak’ada leysude<br />

mecrûhen irtihâlen / Dâr-ı karâr eyleye cümleyi<br />

dağdân-ı te’essüf / Ekşirîn-i te’ellüf eden Şehîd<br />

Sa‘îd / El-hâc Muhammed Nuri Bey’in merkadidir /<br />

Mevlâ iki cihanda azîz eylesin.<br />

Âişe Sıddıka Hanım'ın mezar taşı<br />

75


Sitti Şah Sultan Cami-i Şerifi ihata duvarlarında bulunan mezartaşları<br />

Gazi Mihal Cami-i Şerifi haziresinde bulunan börklü yeniçeri mezar taşları<br />

76<br />

Edirne’de bulunan tarihi mezar taşlarının en yoğun olarak<br />

bulunduğu iki hazireden birisi olan Muradiye Camii Haziresi<br />

özellikle Mevlevi sikkeli birçok mezar taşını barındırması<br />

hasebiyle büyük önem taşır. Abdurrahman Hibri’nin<br />

Enisü’l-Müsamir'in adlı eserinde belirttiğine göre, II. Murad’ın<br />

Hz. Muhammed’i caminin yapıldığı arazide görmesi üzerine<br />

inşa ettirilen ve bir de Mevlevihanesi bulunan Muradiye Camii<br />

Haziresi’ndeki mezar taşları, Edirne Mevlevilik tarihi açısından<br />

son derece önemli tarihi kaynaklardır. Aynı hazire de bulunan<br />

Sultan VI. Mehmed dönemi Şeyh’ül-İslamı Musa Kazım<br />

Efendi’nin mezar taşı her ne kadar mezar taşı sanatı açısından<br />

önemli olmasa dahi tarihi açıdan oldukça önemlidir.<br />

Ne yazık ki Edirne ve Osmanlı tarihi araştırmaları için oldukça<br />

önemli olan bu hazire bulunduğu muhitin ahalisi tarafından<br />

her gün tahrip edilmekte, mezar taşları kırılmakta, çalınmakta,<br />

hatta çocuklar tarafından futbol maçlarında kale kurmak<br />

için kullanılmaktadır.<br />

Beylerbeyi’nde Yaşayan Beyler!<br />

Edirne tarihi mezar taşlarının yoğun olarak bulunduğu Beylerbeyi<br />

Mezarlığı ise binin üzerinde mezar taşına sahiptir. Burada<br />

bulunan mezar taşları sayesinde Edirne şehrinin demografik<br />

yapısı başta olmak üzere farklı konularda çok önemli bilgilere<br />

ulaşılabilmektedir. Özellikle Kürdistan Beylerbeyi Diyarbakırlı<br />

Muhammed Süleyman Bey’in ve zevce-i muhteremlerinin<br />

mezar taşı oldukça önemlidir. Bunun dışında çok sayıda<br />

erken dönem mezar taşlarının bulunduğu bu kabristanda<br />

da tıpkı diğer tarihi Edirne kabristanlarında olduğu gibi mezar<br />

taşı tahribatı son sürat devam etmektedir. Özellikle iki tanesi<br />

dışında oldukça harap vaziyette olan erken dönem mezar<br />

taşlarının bir an önce korumaya alınması gerekmektedir.<br />

Pirizmatik gövdeli ve oldukça iyi durumda olan ve ikisinin de<br />

üzerinde Şehid Said ibaresi bulunan tarihsiz mezar taşları gerekirse<br />

müzeye kaldırılarak muhafaza edilmelidir. Edirne ta-


savvuf tarihi açısından oldukça önemli olan Halveti tarikatının<br />

bir kolu olan Şabani tarikatına has tâc-ı şerifli Şeyh Süleyman<br />

Efendi’nin mezar taşı da Beylerbeyi kabristanında yer<br />

alan önemli mezar taşlarındandır.<br />

Saraçhane Kabristanı ise son derece harap vaziyettedir. Saha<br />

çalışmaları sırasında toprak altında kalmış iki adet yeniçeri<br />

mezar taşını tespit ettiğimiz kabristanda bulunan bir Nakşibendi<br />

tarikatı şeyhine ait olan mezar taşı oldukça önemlidir.<br />

Ne yazık ki serpuşu kırılmış ve bütün araştırmalarımıza<br />

rağmen bulunamamıştır. Kitabesinden anlaşıldığı üzere<br />

Nakşibendi-Halidi şeyhi olan Şeyh Süleyman Efendi’nin mezar<br />

taşının yanı sıra aynı kabristanda bulunan Rufai tarikatına<br />

mahsus tâc-ı şerifli mezar taşının ise kime ait olduğu ne yazık<br />

ki tespit edilememiştir. Saraçhane Kabristanı etrafında mevcut<br />

bulunan tarlalarda birçok mezar taşı parçası tespit edilmiştir.<br />

Bu kabristanın yakınlarında medfun bulunan Maksud<br />

Baba’nın mezar taşı ise kayıptır. Etrafında oldukça harap vaziyette<br />

bulunan mezar taşları arasında tespit edebildiğimiz Bektaşi<br />

tarikatına mahsus Fehmi tâc-ı şerifli mezar taşının kime<br />

ait olduğu ne yazık ki tespit edilememiştir. Saraçhane Kabristanı<br />

ve Maksud Baba Türbesi etrafında bulunan mezar taşları<br />

arasında erken döneme ait olduğu anlaşılan bir çok mezar<br />

taşı bulunmaktadır.<br />

Giden Gitti, Kalana Hürmet Edile<br />

Üç Şerefeli Camii Haziresi ise Edirne tarihi açısından son derece<br />

önemli mezar taşlarını bulundurmasına rağmen ne yazık<br />

ki harap vaziyettedir. Bu hazirede bulunan Üsküdari Ahmed<br />

Ağa ve Mehmed Emin’e ait olan lahit mezar taşı oldukça<br />

önemlidir. Bunların yanında Atıf Paşa’ya ait yüksek bir lahit<br />

üzerine oturtulmuş yelken motifli mezar taşı ve Edirne’de<br />

emsali bulunmayan Mehmed Efendi’nin lahit mezar taşı<br />

özenle korunması gereken mezar taşlarındandır.<br />

Bademlik Kabristanı<br />

Bu kabristanların dışında Edirne Arkeoloji ve Etnografya<br />

Müzesi’nde bulunan Kadiri tarikatına mahsus “Kadiri Gül”<br />

motifli mezar taşı ve müzenin hemen önünde yer alan Osmanlı<br />

Mezar Taşları Açık Hava Müzesi’nde bulunan yeniçeri<br />

mezar taşları oldukça önemlidir. Enisü’l Müsamirin nam ile<br />

meşhur eserin müellifi Abdurahman Hibri’nin Edirne Yıldırım<br />

Mezarlığı’nda bulunan silindir gövdeli mezar taşı, Edirne<br />

tarihi açısından muhakkak korunmaya alınması gereken<br />

çok önemli bir eserdir. 2009 senesinde Edirne Arkeloji ve Etnografya<br />

Müzesi tarafından binin üzerinde mezar taşının getirildiği<br />

Bademlik Kabristanı’nın hali ise içler acısıdır. Bir kısmının<br />

gelişi güzel bir şekilde dikildiği mezar taşlarının geri kalanı<br />

adeta bir mezar taşı kabristanını andıracak şekilde bir alana<br />

yığılmış ve oldukça önemli olan bu mezar taşları yok olmaya<br />

mahkum edilmiştir.<br />

Bütün bunların yanı sıra Edirne Türk-İslam Eserleri Müzesi,<br />

Selçuk Camii, Yahya Bey Camii, Gülşeniler Tekkesi Haziresi,<br />

Tütünsüz Ahmed Paşa Türbe Haziresi ve Yıldırım Kabristanı,<br />

Edirne’de bulunan tarihi mezar taşlarını barındıran önemli<br />

kabristanlardandır.<br />

DİPNOTLAR 1.Antik Yunanca'da νεκρός"ölü" ve πόλις"şehir" anlamındaki kelimelerden<br />

meydana gelen Nekropol νεκρός πόλις ile yine aynı dile mensup ακρός"akros"<br />

ve πόλις"polis" kelimelerinin birleşiminden ortaya çıkan ακρόπολις"yukarı kent" kelimeleri<br />

ölülerin ve dirilerin yaşam alanlarını belirten bir terim olarak günümüzde dahi<br />

kullanılmaktadır. 2. Farsça "baş" ve "örtü" anlamındaki kelimelerinin birleştirilmesi<br />

ile ortaya çıkan "Serpuş" kelimesi, erkek mezar taşlarının nihayetlendiği<br />

bölümde bulunan başlıklar için kullanılan bir terimdir. 15.y.y.'dan sonra ki tarihlerde<br />

Osmanlı mezar taşlarında sıkça kullanır hale gelen serpuşlar, mezar taşı sahibinin<br />

sosyal statüsü, mesleği gibi konularda önemli bilgiler verir. Son yıllarda yapılan çalışmalar<br />

sonucu bir çok mezar taşında, orada medfun bulunan kişinin mesleği, tarikatı ile<br />

ilişkisi bulunmayan serpuşların kullanıldığı ispatlanmıştır. 3. Hacılar Ezan'ında medfun<br />

diğer önemli kişiler; Hafız Hattat Kirişhaneli Hacı Ali, Edirneli meşhur araştırmacı Dr.Rıfat<br />

Osman Tosyavizade, Bostancıbaşı Aşık Halebi Ağa, Kınalızade Ali ibn Emrullah Efendi,<br />

Yeniçeri Ağası Yegen Mahmud Paşa, Dahiliye Nazırı Pertev Paşa, Mimar Sinan'ın torunu<br />

Fatıma Hanım, Yeniçeri Mehmed, Kazasker İslam Efendi, Yeniçeri Ağası Edirneli<br />

Mehmed Ağa, Yahya Efendi, Evliya Kasım Paşa, Yeniçeri Emin ibn-i Hasan 4. Kabri vurgulamak<br />

için kabrin üzerine inşaa edilen dört tarafı açık kubbeli yapıların mimari terminolojideki<br />

karşılığıdır. 5. Stilize edilmiş bitkisel motiflerin oluşturduğu kompozisyon tarzı.<br />

Dilimli, dendanlı, işlemeli, hurde, kanatlı gibi farklı çeşitleri bulunmaktadır.<br />

77


Padişah Tuğra ve Kaftanlarının,<br />

36 Tabloluk Geçit Töreni<br />

Emine MERAL<br />

Osmanlı padişah kaftanları, geleneksel süsleme sanatlarımızda son yıllarda sıkça kullanılan bir tema… Ancak<br />

geçtiğimiz ay gerçekleştirilen ve yurt dışına da çıkmaya hazırlanan bir kursiyer sergisi, geleneksel form ve<br />

temalarla özgün eserler ortaya konacağının bir kanıtı oldu. İSMEK Osmaniye Kurs Merkezi ‘Tezhip’ branşı<br />

kursiyerlerinin, her bir Osmanlı padişahı için hazırlanan hilye formundaki eserleri, henüz ilk sergileri olmasına<br />

rağmen büyük beğeni topladı. 14 ay süren bir çabanın sonucunda ortaya çıkan sergide, 36 padişahın kaftan ve<br />

tuğraları, tezhip sanatının zarif dokunuşlarıyla yeniden hayat buldu.<br />

Saray erkanının yaşamları, dün olduğu gibi bugün de<br />

insanların hep merakını çekmiş, giydikleri kıyafetler ve<br />

gündelik yaşantılarıyla hep ön planda olmuşlardır. Son<br />

yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nda hüküm sürmüş padişahların<br />

kaftanları ve iç kıyafetlerine ilgi daha da arttı.<br />

Yeni yeni keşfedilmeye başlanan Osmanlı yöneticilerinin<br />

giyim tarzı, modacılara da ilham kaynağı oldu. Dekorasyon<br />

ve süs amaçlı kullanılan Osmanlı motiflerini<br />

taşıyan eşyalar da bir hayli ilgi görüyor. Zarif ve ince<br />

bir zevkin ürünü olan Osmanlı motifleri, hayatımıza<br />

girmeye başladığından bu yana, bu eşyaların kullanıldığı<br />

dönemlere ait bilgilere de ulaşma arzumuzu<br />

artırıyor. Özellikle padişah ve sultanların hayatları,<br />

şehzadelerin yaşamları en çok ilgi gören konular…<br />

Osmanlı dönemine ait giyim tarzı, kullanılan tuğralar<br />

ve süsleme sanatları bize o dönemin beğenileri<br />

ve kültürel dokusu ile ilgili ipuçları veriyor.<br />

İSMEK Bakırköy Osmaniye Kurs Merkezi kursiyerleri<br />

tarafından hazırlanan “Bâd-ı Selâtin” adlı<br />

sergi de Osmanlı dönemine sanatsal bir bakışla<br />

ışık tuttu. Sergide yer alan eserlerdeki 36 padişah<br />

tuğra ve kaftanı ile o dönem sanatçılarının<br />

çizdikleri tezhiplerden etkilenerek ortaya konan<br />

tezhipler, saray protokolü ile ilgili önemli<br />

ipuçları veriyor; padişahın kişiliğine ve ihtişamına<br />

göre değişen tuğralar ve kaftanlar,<br />

padişahlar hakkında bir fikir sahibi olmamızı<br />

sağlıyor.<br />

Sergide aslına sadık kalınarak çizilen kaftanlar,<br />

birebir küçültülerek Bâd-ı Selâtin<br />

sergisinde yeniden hayat buluyor. Sergi<br />

için hazırlanan minik kaftanlar için gerçek<br />

altın, çizim için kullanılan boyaların birinci<br />

kalite seçilmesi ve renklerin orijinaline<br />

yakın tutulmaya çalışılması serginin ciddi<br />

bir emekle hazırlandığını gösteriyor.<br />

78 Serginin serlevhası, Gül MULTU tarafından yapıldı.


Bir Özlü Sözle Oluşan Sergi<br />

Bu serginin mimarı olan İSMEK Bakırköy<br />

Osmaniye Kurs Merkezi usta öğreticisi<br />

Hacer Sönmez ve kursiyerleri ile sergi<br />

bittikten sonra görüştüğümüzde, sergiyle<br />

ilgili heyecanları hâlâ ilk günkü gibiydi.<br />

Usta öğretici Hacer Sönmez ile Serginin<br />

Hikayesini ve İçeriğini Konuştuk.<br />

Sönmez, sergi fikrinin nasıl çıktığı yönündeki<br />

sorumuzu, “Bir akşam televizyonda<br />

bir programda konuk olan birinin söylediği<br />

bir söze takıldım,” sözleriyle başlıyor cevaplamaya<br />

ve devam ediyor: “O kişi ‘Herkesin<br />

bir limanda gemisi bulunur ama herkesin<br />

direği olmaz.’ diyordu. Herkesin bir<br />

hedefi olması gerektiğini vurgulayan bu<br />

söz üzerine, kursiyerlerle birlikte sergi açma<br />

fikri oluştu bende. Genelde orta yaş grubunda<br />

olan kursiyerler, kimi zaman kabul<br />

günleri, kimi zaman ailevi sorumlulukları sebebiyle<br />

derse düzenli gelmiyor, dersleri ikinci<br />

plana atıyordu. Son derece başarılı olan bu<br />

arkadaşların dersleri ikinci planda tutmaları<br />

beni üzüyordu. Sergi fikrini ortaya attığımda<br />

herkes çok heyecanlandı ve böylece işe koyulduk.<br />

Açıkçası ben arkadaşların bu kadar özverili<br />

çalışabileceklerini tahmin etmiyordum;<br />

umduğumdan fazla çalıştılar ve sergiyi benden<br />

daha fazla benimsediler diyebilirim.”<br />

Sergi Düzenli Bir Ekip Çalışmasının Ürünü<br />

Usta öğretici ve kursiyerler, sergi açmaya karar<br />

verdiklerinde akıllarına ilk gelen tema padişah<br />

kaftanları olmuş. Fakat bu temanın çok fazla<br />

işlenmiş olması, nerdeyse tüm hediyelik eşya<br />

dükkanlarında kumaştan, camdan veya başka<br />

materyallerden minik kaftanların satılması salt<br />

bu tema üzerinde çalışmaktan onları alı koymuş<br />

önce. Sonrasında herkesin hem fikir olmasıyla<br />

tuğra ve kaftanı tezhiple birleştirmeye karar<br />

vermişler. 24 kursiyerin yer aldığı bu projede,<br />

her birinin payına, çalışmak için bir veya iki padişah<br />

düşmüş. Çalışacakları padişahlar ve dönemleriyle<br />

ilgili ciddi bir araştırma yapan kursiyerler,<br />

sonrasında sınıfta sunumlar yapmışlar. Araştırma evresinde<br />

alan çalışması yapan kursiyerler, Topkapı Sarayı’nı<br />

ve camileri gezmişler, hatta rölöve çalışması bile yapmışlar.<br />

Kaftan ve tuğralarla ilgili görseller temin etmişler,<br />

bunun yanı sıra gezdikleri tarihi binaların fotoğraflarını<br />

çekmişler. Kursiyerler, bu hummalı çalışma sürecini,<br />

“Bütün bu geziler esnasında çok eğlendik. Hayatımızda<br />

ilk defa bir ekip çalışması yaptık ve işimiz olarak gördüğümüz<br />

bu sergi ilk önceliğimiz oldu. Daha önceleri kursa<br />

gelmemek için bahaneler uydururken, bu sergi fikri<br />

ortaya çıktığından beri çocuklarımızla ilgili bazı işleri<br />

eşlerimize yükledik. Komşu, eş, dost gezmelerini bıraktık<br />

ve tüm ilgimizi sergiye verdik. Eşlerimiz biraz zorlandılar<br />

ama alıştılar meşguliyetimize.” sözleriyle anlatı-<br />

yor. İlk defa kendilerine ait bir işle uğraştıklarını dile getiren<br />

kursiyerler, “Severek yaptığımız, bizi dinlendiren<br />

ve mutlu eden bir uğraş sayesinde hayatımızın bu kadar<br />

değişeceğini hiç ummamıştık.” diyor.<br />

Tuğra ve Kaftanların Hazırlık Aşaması<br />

Sergideki tabloların birkaç kişi tarafından hazırlanmasına<br />

rağmen tek elden çıkmış gibi uyumlu olması bizi çok<br />

şaşırttı. Tuğraları, hattat Arda Çakmak yazmış. Usta öğretici<br />

Hatice Sönmez’in hocası olan Çakmak’ın, amatör<br />

bir ekibe destek vermesi ve güvenmesi kursiyerlerin motivasyonunu<br />

artırmış. Padişahlarla ilgili sözleri de; Hüseyin<br />

Hüsnü Türkmen, Ahmet Kutluhan, Hamit Soyyiğit<br />

gibi hattatlar yazmış. Tasarımları Hacer Sönmez ve kursiyerleri<br />

hazırlamış.<br />

79


80<br />

Hazırladıkları eserlerin bir tanesinin maliyetinin 900 ila<br />

1000 TL arası olduğunu söyleyen Hacer Sönmez, her<br />

kursiyerin kendi masrafını karşıladığını belirtiyor. Diğer<br />

branşlara göre daha masraflı olmasına rağmen, bu işe<br />

gönül vermeleri sayesinde, işin maliyet boyutunu geri<br />

plana atabilmiş. Eserlerin hazırlık aşamasında ve sonrasında<br />

gecelerini gündüzlerine katarak çalışan Osmaniye<br />

ve Tuzla kursiyerleri, Osmaniye kurs idarecisinin onlara<br />

sağladıkları kolaylık ve yardımlardan sitayişle bahsediyor.<br />

Kaftanların, orijinallerinin birebir aynısı olarak yapıldığını<br />

anlatan kursiyerler, tezhiplerde, dönemin orijinal tezhiplerini<br />

baz alarak yeniden yorumladıklarını belirtiyor ve<br />

eserlerin oluşum sürecini, “Renklerin seçiminde de aslına<br />

sadık kalmaya çalıştık. Altın varağı Arap zamkıyla ezilir<br />

hale getirdik, sonrasında bunu boyamada kullandık. Hazırlanan<br />

kaftanı, yazıları ve tezyinatı biten tezhip sayfasına<br />

yerleştirdik” diye ifade ediyorlar.<br />

Kaftan, tuğra ve tezhibin arasında kurulan bağı soruyoruz.<br />

Tuğranın, politik yaşamı temsil ettiğini, padişahın<br />

imzası diyebileceğimiz tuğraların padişahın da yönlendirmesi<br />

ile devrin hattatlarına yazdırıldığını, birçok örnek<br />

arasından seçilen tuğraların padişah tarafından ölene<br />

dek kullanıldığını öğreniyoruz. Sönmez’den, hat sanatının<br />

gelişmesinde tuğranın etkisinin önemli olduğunu,<br />

tuğranın Türklere özgü bir yazım formu olduğunu,<br />

tuğranın başka yazım tarzından etkilenmediği için benzersiz<br />

olduğunu da öğreniyoruz.


Ortaya konan eserlerde, tuğranın alışılmış şeklini koruyup<br />

sultanın künyesini aslına sadık kalarak farklı bir<br />

kompozisyonun içine taşıyıp özgün bir tasarıma ulaşılması,<br />

konu üzerinde detaylıca bir çalışma yapıldığının<br />

göstergesi aslında. Öte yandan sergi, Osman Gazi’den<br />

Sultan Vahdettin’e kadar tuğraların ve kaftanlarla birlikte<br />

tezhip sanatının 600 yıllık estetik evrimini de göstermesi<br />

bakımından da kayda değer…<br />

“İlk Sergimizde Bu Kadar İlgi Beklemiyorduk”<br />

“Bâd-ı Selatin”, Osmanlı’da yaşamış sanatçıların eserlerini,<br />

günümüz sanatçılarının yorumuyla farklı bir lezzetle<br />

sundu sanatseverlere. Usta öğretici Hacer Sönmez ile<br />

birlikte, 26 kişinin eseri yer aldı sergide. İlk günden itibaren<br />

çok ilgi gören sergi, birinci gününde iki bin ziyaretçi<br />

tarafından gezildi. Sergiye gösterilen ilgiden duydukları<br />

memnuniyeti dile getiren kursiyerler, serginin açılmasına<br />

yakın duydukları heyecandan dolayı, yemeden içmeden<br />

kesildiklerini, uykusuz geçen gecelerin ardından, sergiye<br />

ilgi gösterilmemesi endişesi duyduklarını söylüyorlar.<br />

İlk günkü ziyaretçi sayısının kendilerini şaşırttığını anlatan<br />

kursiyerler, “İlk sergide bu denli ilgi görmek beklediğimiz<br />

bir şey değildi. Sonraki günlerde sergiyi gezen kişi sayısının<br />

günlük ortalama 200 civarında olması heyecanımızı<br />

daha da artırdı. İşte o zaman hiç bir şeyin tesadüf olmadığını,<br />

ortaya iyi bir iş çıkardığımızı anladık.” diyorlar.<br />

“Bâd-ı Selâtin”in karşılaştığı sürprizler ziyaretçi ilgisi ile<br />

sınırlı kalmamış. Sergideki eserlerin yurt dışında faaliyet<br />

gösteren bir Türk firması tarafından koleksiyonuna kat-<br />

81


mak üzere satın alınmak istenmesi<br />

sergi sahiplerini şaşırtan<br />

bir başka sürpriz olmuş.<br />

Usta öğreticileri Sönmez,<br />

profesyonel bir eksper<br />

tarafından tablolara fiyat biçilmesini<br />

sağlamış ve eserler,<br />

2 bin 500 ilâ 5 bin TL arasında<br />

değer biçilerek satılmış.<br />

Kaftanlar Gelecek<br />

Nesillere Miras<br />

Kaftanların günümüze kadar<br />

gelmesi, itina ile Topkapı<br />

Sarayı’nda cam muhafazalar<br />

içerisinde teşhir edilmesi, 600<br />

yıllık geleneğin ve kültürel yapının<br />

gelecekteki nesillere miras<br />

kalması bakımından önemli. Osmanlı<br />

padişahlarının kıyafetleri için<br />

gereken kumaşlar, saraydaki dokuma<br />

tezgahlarında dokunuyor, nakkaşlara<br />

hazırlatılan desenler kumaşlara<br />

işleniyor ve sonunda saray içerisinde<br />

bulunan atölyelerde dikiliyordu.<br />

Bu atölyelerin yeterli gelmemeleri<br />

durumunda Bursa’daki diğer atölyelere<br />

sipariş veriliyordu. Saf ipek,<br />

brokar, kadife, seraser altın ve gümüş<br />

alaşımlı telli dokunmuş kumaş ve diğer<br />

kıymetli kumaşların çözgü tellerinin sayısından<br />

boyasına kadar her detaya dikkat<br />

ediliyordu. Dikilen kaftanlar gerçek<br />

altınla işleniyordu. Kaftanların dikimi ve<br />

altınla işlenme süreci ustalık isteyen bir<br />

evre olduğundan işlemeleri yapan ve kaftanları<br />

diken ustalar özenle seçiliyordu.<br />

Padişahın kıyafetlerini dikmek ve işlemek<br />

bir ustanın kariyerinde gelebileceği en son<br />

noktaydı ve bu geldiği nokta ona farklı bir<br />

ayrıcalık kazandırıyordu.<br />

Osmanlı’dan günümüze kadar ulaşan sanat<br />

eserlerinde göze çarpan, çok ince bir<br />

zevk ve dokunuşla hazırlanmış olan bu süsleme<br />

sanatları, başka medeniyetlerde olmayan<br />

örnekleri ve ustalıklarıyla bugün hâlâ<br />

göreni hayran bırakıyor. Topkapı Sarayı’nda<br />

Fatih Sultan Mehmet tarafından kurulan nakkaşhanede<br />

çizilen desenlerin tezhipten çiniye, seramiğe, kumaşa,<br />

halıya kadar birçok esere uygulanması, dönemi açısından<br />

üslup ve desen birliğinin oluşmasını sağlamış. Sanata<br />

ve sanatçıya önem veren Osmanlı padişahları saray<br />

bünyesinde sanat atölyeleri kurmuş, sanatçıları sarayda<br />

ikamet ettirip maaşa bağlamışlar. Osmanlı sanatının<br />

devlet himayesinde oluşu birçok sanat dalının gelişmesini<br />

sağlamış. “Bâd-ı Selâtin”de sergilenen eserlerin<br />

günümüze kadar gelebilme sebebi de Osmanlı’nın<br />

sanata önem vermesinden kaynaklanıyor. Sergi, Topka-<br />

pı Sarayı’nı gezme imkânı bulamamış veya gezmiş olsa<br />

bile süslemelerdeki ayrıntıları kaçırmış olanlar için de<br />

Osmanlı’daki süsleme sanatlarının tarih içindeki seyrini<br />

temaşa etme imkânı sunuyor.<br />

Padişahların kaftan ve tuğralarından hareketle 6OO senelik<br />

geçmişte kısa bir yolculuk sunan ve deyim yerinde<br />

ise kapıyı aralayıp bakma imkânı sunan sergi, ziyaretçilerinin<br />

daha fazlasını görmek ve öğrenmek için bu kapıdan<br />

içeri girmesini hedefliyordu. Aralanan bu kapıdan<br />

girmeyi başaran kişiler ise hiç kuşkusuz uzun süre oradan<br />

ayrılmak istemeyecekler.<br />

83


Makro Ufuklar Açan<br />

Mikro Çizimler<br />

Duru ÖZÇELİK<br />

84<br />

Hasan Kale, dünyaca ünlü minyatür sanatçılarımızdan. Onu diğer<br />

minyatür sanatçılarından ayıran çok önemli bir özelliği var. Kale,<br />

sıra dışı objelerin üzerine, çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük<br />

minyatürler çiziyor. Bu sıra dışı obje bazen kırık bir pirinç veya ince<br />

bir kum tanesi, bazen bir kelebek veya sinek kanadı, bazen de bir<br />

kibrit çöpü olabiliyor. Sanatçı, 200’ün üzerinde objeye yaptığı mikro<br />

çizimlerinde mikroskop veya büyüteç kullanmıyor. Sanatseverlere<br />

büyüteçsiz bakmasını tavsiye etmiyor ama tüm çizimlerini, 1-2 numaralı<br />

normal minyatür fırçalarıyla ve çıplak gözle vücuda getiriyor.<br />

İnsanlığın ta en başından bu yana var olan sanat, kimilerine<br />

göre “güzel” olanı ortaya çıkarma gayesiyle, insanın kendini<br />

ifade etme biçimi olmuştur. Kimilerine göre ise “ilahi<br />

aşka” ulaşma vasıtasıdır sanat. Hangi gaye ile olursa olsun, işi<br />

“güzel"e varabilmektir sanatçının. Hasan Kale, “güzel” arayışı<br />

ile düştüğü yolda kendini ifade etmek için düştüğü yolda<br />

çok farklı bir anlatım biçimi bulmuş.


Hasan Kale, bir minyatür sanatçısı. Ama öyle bildiğimiz<br />

türden minyatürler değil sanatçının fırçasından dökülenler.<br />

Onun minyatürleri çok küçük. Öyle ki, çıplak gözle seçebilmek<br />

pek de mümkün değil. Büyüteçle bakmanız gerekiyor<br />

onun eserlerine. Zira o, bir mikro minyatür sanatçısı.<br />

Kâh bir kırık pirince aktarmış içinde çağlayan sanat<br />

aşkından yansıyan çizgileri, kâh da bir fasulye tanesine.<br />

İğnenin deliğini de tuval olarak kullanmış, kelebeğin kanadını<br />

da… Bugüne kadar 200’ün üzerinde farklı objeye<br />

mikro minyatürler resmeden sanatçı ile gönül verdiği<br />

mikro minyatür sanatı hakkında konuştuk.<br />

Asıl İlham Kaynağı İstanbul<br />

Hasan Kale, ilk olarak resimle nasıl tanıştığını anlatıyor.<br />

Söylediğine göre, fırçayla 5 yaşındayken tanışmış. O gün<br />

bugündür de bir daha elinden<br />

bırakmamış fırçayı. İlk ve ortaokul<br />

döneminde, lisede hep çizgiyle meşgul<br />

olmuş. Fırçadan kopamayışını, “Zamanla öyle<br />

bir hale geldik ki, o aşkı bir daha bırakamadım.”<br />

sözleriyle ifade ediyor. Çizimlerinden anladığımız<br />

kadarıyla bir resim aşkından kopamamış Hasan<br />

Kale, bir de üniversite okumak için geldiği İstanbul’dan.<br />

Her ikisi de hayatında derin yer etmiş sanatçının.<br />

Çocukluğunun geçtiği Bursa İnegöl için, “O küçük kasabada<br />

yetişmiş olmaktan, oradan beslenmiş olmaktan keyif<br />

alıyorum.” dese de, asıl ilham kaynağı hep İstanbul<br />

olmuş. Masmavi deniziyle, denize müptela martılarıyla,<br />

Galata Kulesi ve onun karşısında gelinlik kız gibi süzülen<br />

Kızkulesi’yle ille de İstanbul…<br />

Kısacası Hasan Kale, İstanbul’un suyunu bir kez içip de, bir<br />

daha iflah olmayanlardan. “İstanbul’la belli<br />

bir yaştan sonra tanışsanız da öyle bir cazibesi<br />

var ki, sizi bir daha geri göndermiyor.<br />

19-20 yaşlarında geldim bu şehre,<br />

bir daha da gitmedim.” sözleriyle bizi<br />

doğruluyor sanatçı.<br />

İstanbul’a asıl geliş amacı olan üniversite<br />

tahsilini, bazı sebeplerden<br />

ötürü yapamamış Hasan Kale. Güzel<br />

sanatlarda okumak, istemiş ama<br />

olmamış. İnsanı büyüleyen güzelliğe sa-<br />

hip, ama bir o kadar da acımasız olan bu şehirde yaşamak,<br />

kendi ayaklarının üzerinde durmak için, deyim yerindeyse<br />

ne iş olsa yapmış Kale. “Ama kalemle, fırçayla<br />

ilişkim hep devam etti.” diyor resimden hiç kopmadığını<br />

anlatırken. Yaklaşık 25 yıldan bu yana resimle uğraştığını<br />

ifade eden Hasan Kale, son 15 yılını minyatür sanatına<br />

adamış. Minyatür sanatını öğrenmek için epey çaba göstermiş.<br />

“Minyatürü öğrenmek için bu sanatın hocalarına<br />

gittim, ama bana ders vermek istemediler. Sebebini bilemem.<br />

Fakat içinize bir kor düşünce, ister istemez onun<br />

peşinden gidiyorsunuz. O dönemde yaşayan hocalar size<br />

kucak açmıyorsa, siz de hocalarınızı çok eskilerden seçersiniz.<br />

Ben de öyle yaptım, eski dönemlerden seçtim hocalarımı.”<br />

diyen Kale, Ahmet Siyahkalem’den fırçanın kıvraklığını,<br />

Levni’den renk ve ahengi, nakkaş Osman’dan<br />

da sultan portrelerinin inceliklerini öğrenmiş.<br />

21. YY’da Kanuni’nin Av<br />

Sahnesini Çizmek Abesle İştigal<br />

Hasan Kale, minyatürde ustalaşıp en ince çizgileri<br />

çizebildiğini gördükten sonra, “Daha ne kadar<br />

küçük yapabilirim?” sorusunu sormuş kendine ve<br />

bu yolda ilerlemeyi seçmiş. Sanatçı, “Eserlerimi gelecek<br />

yüzyıllara bırakacak isem, bunu, yüzlerce yıl<br />

öncesinde yapılan eserleri taklit ederek değil, kendimden,<br />

günümüze ait bir şeyler katarak yapabilirim”<br />

düşüncesiyle, klasiğin dışında eserler üretmeyi tercih<br />

etmiş. Klasik minyatürle arasına koyduğu mesafeyi<br />

şu sözlerle açıklıyor Hasan Kale; “Özgün olmak<br />

zorundasınız. Çünkü biz 21. yüzyılda yaşıyoruz.<br />

Sözgelimi Kanuni’nin av sahnesini, o dönem<br />

tüm zor koşullara rağmen birileri en güzel<br />

şekilde yapmış. Bugün bunca teknoloji,<br />

bu kadar rahat koşullar varken Kanuni’nin<br />

av sahnesini yapmak, bana göre abesle iştigaldir.<br />

Onun için klasik minyatür yapmıyorum<br />

artık.”<br />

85


Kale bu sözleri söylerken, biz de, iyi ki kendisini klasiğe<br />

hapsetmemiş diyoruz içten içe. Öyle ya, klasik minyatürde<br />

ısrar etseydi, vaktiyle kendisine ders vermeyi kabul etmeyen<br />

hocaları bugün mahcup edecek kadar başarılı,<br />

eserleri dünyanın ilgisini çeken sıra dışı bir sanatçı olmayacaktı<br />

belki de.<br />

Yaptığı mikro minyatür eserlerle vermek<br />

istediği asıl mesajın, ‘bir şeye yüzeysel<br />

olarak bakmak ile yakından bakmanın<br />

yaratacağı farkı ortaya koymak’<br />

olduğunu söylüyor Hasan<br />

Kale. Gerçekten de Kale’nin,<br />

gördüğümüzde irrite olduğumuz,<br />

etrafımızdan uzaklaştırmak<br />

ve belki de hemen<br />

oracıkta öldürmek istediğimiz<br />

bir sineğin kanadına<br />

nakşettiği bir İstanbul<br />

siluetine bakınca ona<br />

hak vermeden edemiyoruz.<br />

Hayatı anlamlandırmaya<br />

çalışanlar için<br />

önemli bir anahtar<br />

sunuyor Hasan Kale<br />

mikro eserleriyle. Verdiği<br />

şu kelebek örneğinde<br />

bunu çok<br />

net görebiliyorsunuz;<br />

“Kelebeğin kanatlarına<br />

resim yaparken<br />

fırça darbeleriyle,<br />

orda kelebeği güzelleştirmeye<br />

filan çalışmıyorum<br />

ben, böyle bir derdim<br />

de yok. Kelebeğin bir<br />

gün yaşadığını söyler ya herkes.<br />

Peki kime göre bir gün yaşı-<br />

86<br />

yor? Bize göre. Halbuki onlara<br />

göre bu koskoca bir ömür demek.<br />

İşte bunu anlatmaya çalışıyorum<br />

eserlerimde.”<br />

Büyüteçle Görebildiklerimizi<br />

Çıplak Gözle Çiziyor<br />

Sinek, kelebek ve arı kanatlarından<br />

tutun da çivi, toplu iğne, kibrit<br />

çöpüne, makarnanın neredeyse tüm<br />

çeşitlerine ve her türünden bakliyat<br />

ürünlerine, balık pulundan patlamış mısır<br />

tanesine kadar pek çok farklı obje üzerinde<br />

mikro çizimler yapmış Hasan Kale. İlk bakışta<br />

farklı duygular hissettiren objelere çizdiği<br />

mikro minyatürlere büyüteçle baktığınızda,<br />

başka bir boyuta ulaşıyorsunuz âdeta. İstanbul<br />

siluetlerinin ağırlıkta olduğu görülüyor Kale’nin<br />

çizimlerinde. İflah olmaz İstanbul aşkına tutulduğu her<br />

çizgisinden belli.<br />

Hasan Kale’nin mikro çizimlerine bakarken, doğal olarak<br />

büyüteç kullanmak zorundasınız. Zira çıplak gözle,<br />

objenin üzerinde birtakım çizgiler olduğunu fark ediyorsunuz,<br />

fakat resmedilenin ne olduğunu hakkıyla<br />

anlayamıyorsunuz. Ancak büyüteci<br />

elinize aldığınızda bambaşka<br />

bir pencere açılıyor gözlerinizin<br />

önüne. Kale’nin minyatürlerine<br />

büyüteçle bakmak, şaşırtıcı<br />

değil elbette. Asıl ilginç olanı,<br />

bizim büyüteç yardımıyla<br />

ancak seçebildiğimiz minyatürleri,<br />

sanatçının çıplak<br />

gözle çiziyor olması. Mikroskop<br />

veya büyüteç kullanmadığını<br />

anlatıyor sanatçı.<br />

Çizimleri de klasik<br />

minyatür sanatçılarının<br />

kullandığı 1 ve 2 numaralı<br />

fırçalarla yapıyor. Normal<br />

minyatür fırçalarıyla bu<br />

kadar mikro düzeyde çalışmak<br />

bir hayli zor olmalı,<br />

diye düşünüyoruz.<br />

Hasan Kale, yaptığı bir<br />

söyleşide balık gözüne<br />

İstanbul silueti çizerken<br />

nasıl bir cerrah gibi titiz<br />

çalıştığını şu sözlerle<br />

anlatmış: “Ben bir<br />

savaş pilotuyum. Bombam<br />

var, hedefe isabet<br />

ettiremezsem gittim. Nefesimi<br />

tutamazsam gözü<br />

çizemem. O bir nefes payıdır<br />

artık. Bir cerrah gibi ellerimi<br />

ustaca kullanırım.”Hasan


Kale’nin, kendini ifade etme biçimi olarak tercih ettiği<br />

mikro çizimleri yapmanın pek akıl kârı olmadığını düşünenler<br />

olmamış değil. Böceğin bir kanadına Galata<br />

Kulesi’ni, öteki kanadına Süleymaniye Camii’ni sığdırmak<br />

akıllara ziyan gibi görünmüş bazılarına.<br />

“Belki bizi deli, psikopat olarak görenler olabilir. Herkesin<br />

mükemmel olmasına gerek yok.” diyor Kale gülerek.<br />

Biz de, “Keşke herkes sizin gibi deli olabilse.” diyoruz<br />

tebessümle. Zaten mükemmellik kavramını kabul<br />

etmediğini ifade eden sanatçı, “Mükemmelim dediğiniz<br />

an kendinizi en sonda bulursunuz.” diyor.<br />

Başkalarına karşı, en küçük ben yapıyorum,<br />

gibi bir derdinin olmadığını da vurgulayan<br />

Hasan Kale, sadece kendisiyle yarış halinde<br />

olduğunu, “Beni alkışladıkları zaman başım<br />

göğe ermediği gibi, yerdikleri zaman da<br />

kötü olmuyorum. Sadece Tanrı vergisi yeteneğimi<br />

kullanarak üretmek istiyorum. Çünkü<br />

eğer üretmezsem, alkış da yetersiz kalıyor.”<br />

sözleriyle ifade ediyor.<br />

İlk Mikro Çizimini<br />

Fasulye Üzerine Yapmış<br />

Klasik minyatürde kendisini ispat ettikten<br />

sonra mikro çizimleri ilk hangi obje üzerinde<br />

çalıştığını merak ediyoruz Hasan Kale’nin. “Fasulyeydi<br />

sanırım. Çünkü ilk kez yapıyordum, pirinç tanesi gözümü<br />

korkuttu ilk anda. Çok net hatırlamıyorum ne çizdiğimi,<br />

ama büyük ihtimalle İstanbul’dur yine.” diye anlatıyor<br />

sanatçı ilk mikro çalışmasını.<br />

“19 yaşında geldiğiniz İstanbul’a çarpılmışsınız belli ki.”<br />

diyoruz. “Eğer kabul edebiliyorsanız, bulunduğunuz her<br />

yer de sizi kabul eder. Değilse, asla sizi kabul etmez. Trafiğini,<br />

kalabalığını, gürültüsünü her şeyini benimsedim,<br />

İstanbul da bana kapılarını açtı. Başkaları sakinlik ister<br />

üretmek için, ama ben üretemem öyle sakin bir yerde.<br />

Hareket halinde olmam lazım. O yüzden daha dinamik<br />

bakıyorum hayata.” sözleriyle anlatıyor İstanbul’la kurduğu<br />

bağı.<br />

Kale, kendi özel çabasıyla geliştirdiği ve hiçbir okulda<br />

ders olarak öğretilmeyen bu sanatla 15 yıldır uğraşıyor.<br />

Bu 15 yıl içinde şimdiye dek 200’e yakın obje üzerinde<br />

çalışmış sanatçı. Fırça gezdirdiği bu mikro objeler üzerine<br />

resmettiği şeylerin bir kültürü anlattığını söylüyor sanatçı.<br />

“Dünyanın neresinden olursa olsun çizimlerimi gö-<br />

87


en biri, ‘Bu İstanbul’dur veya Galata<br />

Kulesi, Kızkulesi, Topkapı Sarayı’dır’<br />

der. Küçücük çizim yaparken, o değeri<br />

küçültmeye çalışmıyoruz biz.<br />

Aksine büyütmeye çalışıyoruz.<br />

Yani işin başka bir boyutu var.”<br />

diye konuşuyor.<br />

Üzerinde çalıştığı bu 200 farklı<br />

obje içinde en zorunun hangisi<br />

olduğunu merak ederken, bir<br />

yandan da alan genişliğini hesaba<br />

katarak kelebek kanadının,<br />

iğneye, kibrit çöpüne yahut<br />

kırık pirinç tanesine göre<br />

daha kolay olduğunu tahmin<br />

ediyoruz. Fakat Hasan Kale’nin<br />

anlattığına bakınca pek de<br />

öyle isabetli bir tahminde bulunmadığımızı<br />

anlıyoruz.<br />

“Kelebek, çok hassas bir<br />

malzemedir. Elinize aldığınızda<br />

bütün dokusuna zarar verebilirsiniz.<br />

En büyük problem<br />

bu. Detay elde etmenin<br />

ne kadar zor olduğunu bilemezsiniz.<br />

Dışarıdan göründüğü<br />

kadar kolay değil yani.” diyor<br />

Hasan Kale.<br />

Minyatür sanatçıları, tezhip sanatçıları,<br />

yapmak istedikleri çizimi boyamadan<br />

önce, kurşun kalemle taslağını<br />

oluşturur. Mikro minyatür için<br />

böyle bir şeyin mümkün olmadığına değinen<br />

Kale, “Yapmak istediğim çizimi direkt<br />

uygulamak zorundayım. Bir kırık pirinç<br />

tanesine çalışacaksam eğer, önce taslağını çizme<br />

lüksüm yok, zaten kurşun kalemin ucu pirinç<br />

88<br />

kadar. Bu nedenle hata yapma lüksüm<br />

de yok. Yani iğneyle kuyu kazmak<br />

gibi bir şey” sözleriyle yaptığı işin<br />

ne denli meşakkatli bir iş olduğunu<br />

anlamamızı sağlıyor.<br />

Saç Teline İstanbul<br />

Panaroması Çizecek<br />

Mikro çizim sürecinin aşamalarını öğrenmek<br />

için “Sinek veya kelebeğin<br />

kanadına çalışmak istediğinizde süreç<br />

nasıl işliyor?” diye soruyoruz sanatçıya.<br />

“Metallerle, bakliyatla ilgili<br />

problemler yok, ama hayvanlarla ilgili<br />

farklı bir evre var. Hayvanlar, en az<br />

bir sene bekliyor bende. Kuruması, çürümesi<br />

gerek. Çünkü ben onlara vernik<br />

kaplıyorum. Yeni ölen bir hayvan üzerinde<br />

çalışmıyorum. Hayvanın bir kurtlanma,<br />

boşalma süresi var ise o süreç geçmeli,<br />

doğal olanı da bu zaten. Farklı işlemler<br />

yapmaya gerek yok, doğallıktan uzaklaşmıyorum.”<br />

diyor.<br />

Latife olsun diye, hayvan hakları savunucularının,<br />

hayvanlar üzerine çizim yapmasını nasıl karşıladığını<br />

soruyoruz Hasan Kale’ye. Biz latife ettik<br />

bu soruyu sorarak ancak, gerçekliği de yok değilmiş.<br />

Sorumuza bakın nasıl cevap veriyor sanatçı,<br />

“Hayvan hakları savunucuları, sineğin kanadına<br />

neden resim yapıyorsunuz, diye çattılar bana.<br />

Ankara’da bir sergide geldi başıma. Gerekli açıklamayı<br />

yaptım onlara. İnsanları olduğu gibi kabul ediyorum<br />

ben, onlara da bir şey demiyorum. Bir şeylere<br />

muhalefet etmek onların işi. Ne diyebilirsiniz<br />

ki, bunlar hayatın içinde varlar. Belki de renktir.”<br />

Hasan Kale, profesyonel uğraşından da anlaşıldığı<br />

üzere uçlarda geçen bir sanatçı…<br />

Hep ‘daha küçük neyin üzerine çalışabi-


lirim’ diye kafa yorarken, saç teli üzerinde karar kılmış.<br />

Okurken, ‘Yok artık bu kadarı olmaz’ dediğinizi duyar gibiyiz.<br />

Ancak bizler düşüncesini bile kolay kolay<br />

kabul edemezken, Kale, projeyi kafasında tasarlamış<br />

bile. Diğer objeler üzerinde çıplak<br />

gözle çalışan sanatçı, bu kez mikroskop<br />

altında sergileyecek sanatsal dehasını.<br />

Deha demekte bir beis görmüyoruz,<br />

zira incecik saç teline İstanbul<br />

panoraması çizmek dahiliğe<br />

dayalı bir cesaret ister. Hasan<br />

Kale, saç teline yapacağı<br />

bu çalışma ile hem kendisine,<br />

hem de sanatseverlere başka<br />

başka ufuklar açacağa benziyor.<br />

Daha kim bilir ne kadar<br />

uçlarda gezecek diye düşünürken,<br />

Hasan Kale, daha<br />

yapacak çok işi olduğunu,<br />

bunun için de 120 yaşına<br />

kadar yaşamak istediğini<br />

söylüyor gülerek ve ekliyor;<br />

“Herkes bana, ‘Sultan<br />

Süleyman bile kazık çakamadı<br />

dünyaya' sen mi kalacaksın?’<br />

diyor. Benim kazak çakmak gibi<br />

bir derdim yok. Belki birazdan ölebilirim,<br />

ama yapmak istediğim projelerim<br />

var o yüzden bu zaman dilimini<br />

koyuyorum kendim için.”<br />

Sanat yaşamı boyunca eserlerini gerek yurt içinde, gerekse<br />

yurt dışında çok sayıda sergide sanatseverlerin beğeni-<br />

sine sunan Hasan Kale’ye sanatını kimin için yaptığını da<br />

soruyoruz. Malum, cevabı her zaman tartışılan bir sorudur;<br />

sanat sanat için midir, toplum için mi?..<br />

İçtenlikle yanıtlıyor sorumuzu Kale; “Ne kendim<br />

için, ne başkası için yapıyorum. Sanat<br />

olsun diye üretmiyorum. Ben, sadece<br />

Tanrı’nın bana verdiği yetiyi en<br />

iyi şekilde ortaya koymakla mükellefim.<br />

Para kazanmak için de yapmıyorum<br />

bütün bu eserleri. Para<br />

kaygım olsaydı, bambaşka işler<br />

yapardım. Bu, bir gönül işi. Ben<br />

ürettiklerimle bugüne yatırım<br />

yapmıyorum, gelecek yüzyıllara<br />

yatırım yapmak için mücadele<br />

veriyorum. Kabul görür<br />

veya görmez ama ben bu<br />

mücadeleyi vereceğim.” Sanatçı,<br />

popüler sanatçılar grubunda<br />

olmak istemediğini<br />

de sözlerine ekliyor.<br />

Bugüne dek 10’un üzerinde<br />

sergi açan sanatçı, eserlerine<br />

gösterilen ilgiden memnun.<br />

Ancak ‘alaylı’ bir sanatçı<br />

olmasıyla ilgili yurt dışında açtığı<br />

sergilerdeki şu izlenimini de<br />

dile getirmeden edemiyor, “Burada<br />

heykel, müzik, resim yapanlara,<br />

‘Hangi okuldan mezunsunuz?’ diye sorarlar,<br />

ama yurt dışında hiç kimse sizin mezun olduğunuz<br />

okulla ilgilenmez.”<br />

89


Levon Usta’nın Sihirli İğnesi<br />

90<br />

4. Kuşağa Emanet<br />

Semiramis DOĞAN<br />

Smokin eğitimi için Atatürk tarafından Paris’e gönderilen Levon Kordonciyan’ın<br />

dördüncü kuşak torunu, hâlâ büyük dedesinin teknikleriyle smokin ve frak<br />

dikiyor. Devlet erkânından iş adamlarına, bürokratlardan sanatçılara kadar<br />

herkes Nişantaşı’ndaki “İskender Smokin”in kapısını çalıyor. Kordonciyan’ın<br />

diktiği smokinlerin ünü, Türkiye ile sınırlı değil. Ta Hollywood’a kadar<br />

yayılmış diktiği kıyafetlerin nâmı. Oscar törenlerinde “kırmızı halı” üzerinde<br />

yürüyen nice ünlü Hollywood aktörü, şıklığını Levon Kordonciyan’a borçlu.<br />

Cumhuriyetin ilk yıllarında tarımdan ticarete, sanayiden eğitime<br />

pek çok alanda yapılan köklü değişiklik ve atılımın arasında,<br />

Sümerbank önemli bir yer tutuyordu. Türkiye'nin<br />

ilk kamu yatırımı ve modern tekstil fabrikası sayılan<br />

Sümerbank'ın kuruluşu, Atatürk tarafından smokin,<br />

frak gibi Batı tarzı kıyafetlerin dikimini öğrenmek üzere<br />

Paris’e gönderilen altı kişilik terzi grubundaki beş terzi<br />

tarafından gerçekleştirildi.<br />

Paris’e gönderilen bu gruptaki altıncı terzi ise<br />

Türkiye’ye dönüşünde meslek yaşamı için çok farklı<br />

bir yön belirledi. Bu terzi, Türkiye’nin ilk smokin terzisi<br />

Levon Kordonciyan’dan başkası değildi. Atatürk’ün<br />

smokincisinin bayrağı, şimdilerde dördüncü kuşak torunu<br />

Levon Kordonciyan’a emanet. O, büyük dedesinin<br />

genlerinden gelen yeteneği sayesinde bugün adını<br />

ta Hollywood’a kadar duyurmayı başarmış bir terzi. Ailenin;<br />

Rize’den İstanbul’a, Paris’e ve tekrar İstanbul’a<br />

uzayan serüvenini, Kordonciyanlar’ın Nişantaşı’ndaki<br />

mağazasında Levon Kordonciyan’dan dinledik.<br />

Atatürk, Smokin Eğitimi İçin Paris’e Göndermiş<br />

Mütevazı görünen ama aslında çok büyük işlere<br />

imza atan dükkândan içeri girer girmez Levon<br />

Kordonciyan’ın gülümseyen yüzüyle karşılaşıyoruz.<br />

Konuksever bir edayla söyleşimizi yapacağımız bölüme<br />

geçiyoruz hemen. Ütülü, şık smokinler içerisinde<br />

sessiz, cansız mankenlerin tanıklığında anlatmaya başlıyor<br />

ailenin hikâyesini Levon Kordonciyan. Aile, Rize<br />

Hemşin’den gelmiş İstanbul’a. Rize’de kuyumculuk<br />

işiyle uğraşan büyük dede İskender Bey’in, gelinlere<br />

evlenirken takılan metre metre altın kordonları yapmaktaki<br />

ustalığı dillere destandır. Tam da bu nedenle<br />

“Kordonciyan” soyadını alır. Zanaatındaki ustalığı dolayısıyla<br />

İstanbul’a çağırılan İskender Bey, çocuklarını<br />

ve eşini alıp İstanbul’a göçer.


Çuhacı Han’da çalışmaya başlayan İskender Bey, işine yakın olsun diye<br />

evini de Kınalıada’dan alır. İskender Bey’in 10 çocuğundan 9’u, babaları<br />

gibi kuyumculuk işiyle uğraşır. Bir tek, sonradan Türkiye’nin<br />

ilk smokincisi olacak olan Levon, mesleki anlamında kardeşlerinden<br />

ayrı düşer. İskender Bey, Levon’u, iyi bir<br />

terzi olsun diye Sultanhamam’da bir Rum<br />

ustanın yanına “Eti senin, kemiği benim”<br />

diyerek yerleştirir.<br />

Yirmi yaşına geldiğinde artık iyi bir<br />

terzi olan Levon, kılık kıyafet devrimi<br />

yapılınca bizzat Atatürk’ün<br />

isteği ile smokin eğitimi almak<br />

üzere Paris’e gönderilir. Paris’te<br />

sadece eğitim almaz Levon<br />

Kordonciyan, hayat yoldaşını<br />

da romantizm denilince akla<br />

ilk gelen bu şehirde bulur. Bir<br />

tanıdıkları vasıtasıyla tanıştığı<br />

Areksi Hanım’a daha ilk görüşte<br />

âşık olan Levon Kordonciyan,<br />

iki ay içinde hayatını bu<br />

genç hanımla birleştirir. Çiftin<br />

ilk çocukları Leons da Paris’te<br />

dünyaya gelir.<br />

Paris’te kaldığı 6 yılda smokin,<br />

caketatay, redingot, bonjour<br />

dikimini öğrenir Levon Kordonciyan.<br />

Eğitimini tamamlayarak<br />

eşi ve oğlu ile birlikte<br />

Türkiye’ye dönen I. Levon, o<br />

dönemin moda merkezi sayılabilecek<br />

Sultanhamam’da ilk<br />

atölyesini kurar. Torun Levon<br />

Kodonciyan (II. Levon), büyük<br />

dedesinin, başta Atatürk olmak<br />

üzere o dönemin devlet<br />

adamları ve paşaları, yabancı<br />

büyükelçiler için fraklar, caketataylar,<br />

redingotlar diktiğini<br />

anlatıyor. Söylediğine göre<br />

büyük dedesi Levon’un kurduğu<br />

ilk atölye bugün hâlâ ayakta.<br />

İlk sahibinin elinde şıkırdayan<br />

makası, omuz terazisi ve kömürlü<br />

ütüsü mahzun, bir o kadar da<br />

yorgun ama işinin başında. Kolay<br />

değil elbette; üç kuşağı yolcu<br />

etmiş, dördüncü kuşağı memnun<br />

etmeye çalışıyor her biri.<br />

Atatürk’ün Tercihi Hep<br />

Fit Kesimden Yana Olmuş<br />

Atatürk’ün smokincisi olarak nam<br />

saldıktan sonra Türkiye’nin en ünlü<br />

terzilerinin başında gösterilen büyük<br />

dede Levon Kordonciyan, Paris’te dünyaya<br />

gelen oğlu Leons’un, kendisi gibi terzi<br />

91


olmasını hiç istemez. Ne var ki, tüm ısrarlarına rağmen<br />

ikinci kuşak Kordonciyan, babasının iğnesine ve makasına<br />

talip olur. O da Filori Hanım’la evlenip, aileye üçüncü<br />

kuşak terziyi, yani torun Levon’un babası İskender<br />

Kordonciyan’ı kazandırır. Sultanhamam’daki atölyenin<br />

yanı sıra yeni kuşak Kordonciyanlar, Beyoğlu’nda butik<br />

çalışır. İskender Bey de tıpkı dedesi ve babası gibi aile geleneğine<br />

sahip çıkar ve çok genç yaşta evlenir. Bu evlilikten,<br />

bugün bu söyleşiyi yaptığımız dördüncü kuşak Kordonciyan<br />

dünyaya gelir; II. Levon Kordonciyan.<br />

Şu anda 33 yaşında olan II. Levon, üç yaşındaki kızını<br />

da beşinci kuşak olarak mesleğe hazırladığını söylüyor<br />

gülümseyerek. Halen babası İskender Bey ile birlikte<br />

Nişantaşı’ndaki atölyede birbirinden şık kıyafetlere<br />

imza atan Levon Kordonciyan’dan, büyük dedesinin<br />

Atatürk’le ilgili anılarından bahsetmesini istiyoruz, o da<br />

bizi kırmıyor ve anlatıyor; “Bir kere kıyafetlerinin fit olması<br />

gerekirmiş. En ufak detaya bile çok önem verirmiş<br />

Atatürk. Çok şık ve zevk sahibi bir insanmış. Özellikle<br />

fraklarını dikmiş dedem. Kendisi bizzat provalara gelirmiş<br />

ve çok kalmadan geri gidermiş. (Malum, devlet işleri…<br />

Yoğunmuş Ata, diye araya giriyoruz.) Böbrek ağrıları<br />

yüzünden, biraz da fit gösterdiği için, bizim bugün<br />

tekrar hayata geçirdiğimiz sırtı triko yelekleri tercih<br />

edermiş. Açık renk kıyafetlerden çok hoşlanırmış. Kumaş<br />

ayakkabılar da yaptırırmış.”<br />

Terzilik ve El İşçiliği Maalesef Bitti<br />

Büyük dedesiyle olmasa da dedesiyle çalışma fırsatı olabilmiş<br />

torun Levon Kordonciyan’ın. “Dedemle çalışma<br />

fırsatım oldu. Babamın dedesi Levon<br />

Usta, babam doğduğu gün rahmetli<br />

olmuş. O nedenle babam dedesiyle<br />

çalışma fırsatı bulamamış<br />

ama ben kendi dedemle çalışma<br />

fırsatı bulabildim. Ben hâlâ<br />

babamla da çalışıyorum. Hem<br />

dedemden eğitim aldım, hem<br />

de babamdan. İki kuşağı birden<br />

yaşadım. Bugün onların<br />

sayesinde gömlek, yelek,<br />

pantolon, ceket her türlü kıyafeti<br />

dikebiliyorum. Klasiği<br />

de, moderni de gördüm<br />

yani. Çalışmalarımda eski<br />

ile yeniyi harmanladığım<br />

zaman gelen müşterilerimiz<br />

daha memnun kalıyor.”<br />

diye anlatıyor II. Levon<br />

Kordonciyan.<br />

Sözü Türkiye’de terzilik<br />

zanaatının yavaş yavaş<br />

bittiğine getiriyor genç<br />

Levon. “Türkiye’de şu<br />

anda en genç terziyim<br />

ben. Terzilik, el işçiliği<br />

maalesef bitti. Tasa-<br />

92<br />

rım okulları açıldı, daha modern kulvarlara dönüldü.” diyen<br />

II. Levon, bu yok olmaya gidişin, kendisini yıldırmadığını,<br />

tersine ‘Ne yaparım da işi daha ileriye götürürüm’<br />

düşüncesiyle dededen-babadan aldığı bayrağı daha nice<br />

yıllar taşımak istediğini vurguluyor.<br />

“Terzilik zanaatına ilginin bundan 20-30 yıl önceki kadar<br />

yoğun olmayışının sebebi, özel tasarımların pahalıya<br />

mâl olacağı düşüncesi olabilir mi?” diye soruyoruz Levon<br />

Kordonciyan’a. Şöyle yanıtlıyor sorumuzu o da; “Hayır,<br />

bence erkeklerin bu işe vakit ayırmayışından kaynaklanı-


yor. Terziye, provaya gitmek bir zevk işidir oysa. Bayanlar<br />

nasıl ki kuaföre gider, orada stres atarlar, eskiden erkekler<br />

de öğle tatillerinde terziye prova yaptırmak için gider-<br />

di. Terziye gelen öteki müşterilerle iş bağlantıları bile kurulurmuş.<br />

Güzel bir muhabbet ortamı oluşur, çok güzel<br />

samimiyetler tesis edilirmiş. Ama artık günümüzde bunlar<br />

önemini kaybetti ne yazık ki.”<br />

Satın Almak İstemeyene Kiralama Hizmeti<br />

Türkiye’de smokin denilince akla ilk “Kordonciyan” ismi<br />

geliyor doğal olarak. Zira unutulmaya yüz tutmuş<br />

smokin ve fraklar, Kordonciyan markası sayesinde<br />

son yıllarda eski itibarını yeniden kazanmaya başladı.<br />

Artık damatlar, düğünlerinde sıradan takım<br />

elbise giymek yerine, şık bir smokinle gelinin yanında<br />

boy göstermeyi tercih ediyor. Özel davetlerde,<br />

toplantılarda da frak ve smokinlerin kendini<br />

gösterdiğini anlatan Levon Kordonciyan,<br />

her erkeğin dolabında bir frak olması gerektiğini<br />

vurguluyor. Fiyatların, öyle korkulacak<br />

denli abartılı olmadığını da ifade eden genç<br />

Levon, 1999 yılından bu yana kiralama hizmeti<br />

de verdiklerini belirtiyor. “Bir anlamda erkeklere<br />

ekonomi yaptırıyoruz. Bir iki kez giyecekleri bir<br />

smokini ve frağı satın almak yerine kiralayabiliyor müşteri.<br />

300 TL’den kiralanabiliyor bir takım. Bu da oldukça<br />

ekonomik bir tercih oluyor. 1 yaşında bir müşteri için de<br />

smokinimiz var, 300 kiloda bir müşteri için de.” sözleriyle,<br />

terzi elinden çıkma smokin veya frağa, cep yakan cinsten<br />

yüklü bedeller ödenmesi gerekmediğini ifade ediyor.<br />

Satın almak isteyenler için maliyet biraz değişiyor.<br />

Set olarak, 3 bin TL’ye mal oluyor meraklısına<br />

bir takım smokin. Satın almayacaksınız<br />

ama yine de ilk giyen siz olmak<br />

istiyorsunuz. O zamandan bin TL<br />

gibi bir rakam ödeyip, üzerinize<br />

göre şık bir smokin diktirip kiralayabiliyorsunuz.<br />

Levon Kordonciyan,<br />

birlikte çalıştığı ekibiyle<br />

birlikte bir takım smokini<br />

1 hafta kadar bir sürede dikip<br />

teslim ettiklerini, ama çok acilse<br />

1 günde de yetiştirebildiklerini<br />

söylüyor gururla.<br />

Smokin ve Frakın<br />

Kültürü Var<br />

“Smokin giymenin bir kuralı<br />

var mıdır? In’ler, out’lar nelerdir?”<br />

diye soruyoruz işin ustasına.<br />

O da smokin, frak giymenin<br />

kültürü hakkında bize şu<br />

çok önemli bilgileri veriyor; “Bir<br />

kere pantolonun pilisiz ve arkada<br />

cepsiz olması lazım. Pantolonun<br />

yanında muhakkak şerit<br />

olmalı. Bazı kişiler şeritten<br />

hoşlanmaz, garson gibi oldum<br />

der, oysa garsonun size<br />

saygısından dolayı şerit vardır<br />

zaten pantolonunda. Şe-<br />

93


94<br />

rit siyah olur bu arada. Ben yarı yarıya biye yapıyorum, o zaman çok ince görünüyor<br />

ve daha çok beğeniliyor. Ayakkabı rugan, çorap ise saten olacak. Kemer<br />

takamazsınız smokinle veya kravat bağlayamazsınız. Ya ne yapacaksınız,<br />

kuşak ve papyon kullanacaksınız.”<br />

Bu açıklamadan sonra “Smokin ile frak arasında ne fark var?” diye soruyoruz<br />

Levon Kordonciyan’a. Bakın ne farklar varmış bu ikisi arasında.<br />

Bir defa en belirgin fark şu; frakta ceketin arkasında uzayan yırtmaçlı<br />

bir kuyruk var. Frakta yakaların ve pantolon kenarlarının saten<br />

şeritli olması şart. Ve bu saten mutlaka mat olmalı. Parlak olmamasına<br />

özen gösterilmeli. Frak, ata yakalı, duble manşetli gömlekle giyilir.<br />

Düğmeler görünmez, gömlekte asla cep olmaz.<br />

Frakın kuyruk dışında smokinden en bariz farklı ise frak da eldiven kullanılması.<br />

Eldiveni giymek şart değilse de elinizde tutmalısınız. Yelek ise<br />

smokinde istenirse kullanılan bir aksesuar ancak frakta zorunludur.<br />

Bir de şapka var frakla birlikte kullanılan. Giderek daha az<br />

kullanılsa bile onun da bir kuralı var; saten bantlı olması<br />

şart. Frak ev sahibinin giysisi, smokin ise davetlilerin…<br />

Hollywood Starlarının Smokinlerinde<br />

Kordonciyan İmzası<br />

Smokinde “Kordonciyan” markasının ünü,<br />

Türkiye sınırlarını çok aşmış, yurt dışına kadar<br />

ulaşmış. Ta Hollywood’a kadar yayılmış<br />

diktiği kıyafetlerin nâmı. Oscar törenlerinde<br />

“kırmızı halı” üzerinde yürüyen<br />

nice ünlü Hollywood starı, şıklığını Levon<br />

Kordonciyan’a borçlu. Geçen yılki Oscar<br />

ödül töreninde Russell Crow, Samuel<br />

Jackson, Hugh Jackman’ın smokinlerinde<br />

Kordonciyan imzası vardı. “Bu<br />

sene de yine Oscar töreninde bizim<br />

kıyafetlerimiz giyildi. Tom Hanks’te<br />

vardı, Jake Hackman’da vardı. Törene<br />

katılan daha birçok kişinin smokinlerini<br />

biz diktik.” diyor Levon<br />

Kordonciyan.<br />

James Bond filmi “Casino<br />

Royale”in smokinleri de Kordonciyan<br />

imzalı. Bu film için 5 günde 28<br />

parça smokin hazırlayıp gönderdiklerini<br />

anlatıyor II. Levon. Dövüş sahnelerinde<br />

doğallığı yakalamak adına<br />

bu smokinlerden 8’inin kollarını kolay<br />

yırtılabilsinler diye dikişsiz, sadece teyelle<br />

bıraktıklarını da belirtiyor. Levon Kordonciyan,<br />

ABD Başkanı Barack Obama’ya da başkan<br />

seçileceği dönem smokin dikip gönderdiğini<br />

belirtiyor, yüzünde gururla memnuniyet<br />

karışımı kendinden emin bir gülümsemeyle.<br />

Kordonciyanlar’ın yurt dışı serüveni esasında dedesinin<br />

“The Godfather” filmi için diktiği smokinlerle<br />

başlamış. II. Levon, Hollywood’un ünlü starı Brad<br />

Pitt’in, “Soysuzlar Çetesi” adlı filminde Kordonciyan smokini<br />

giydiğini de hatırlatıyor.


Siyasilerin, devlet adamlarının smokinlerini çoğunlukla<br />

kendilerinin diktiğini söyleyen Levon Kordonciyan, Cumhurbaşkanı<br />

Abdullah Gül’ün, Kraliçe Elizabeth’in Buckingham<br />

Sarayı’ndaki davetine Kordonciyan imzalı smokinle<br />

katıldığını ifade ediyor.<br />

Sigara Kokusu Tutmayan Yıllanmış Kumaşlar<br />

Levon Kordonciyan, yalnızca smokin ve frak dikimiyle sınırlı<br />

tutmuyor marifetini. Mesleği bir adım ileri<br />

nasıl götürürüm düşüncesinden hareketle,<br />

kumaş konusuna da el atmış<br />

genç usta. Kendi geliştirdiği<br />

tekniklerle sigara kokusu<br />

tutmayan kumaşlar<br />

üretiyor. Sır gibi sakladığı<br />

bu teknikle işlenmiş<br />

kumaş, ne kadar sigara<br />

içerseniz için, duman<br />

altı ortamlarda ne<br />

kadar süre kalırsanız kalın,<br />

kesinlikle kötü kokuyu<br />

hapsetmiyor dokusuna.<br />

Yıllandırılmış,<br />

koku tutmayan kumaştan<br />

dikilmiş smokinlere<br />

özellikle üst düzey<br />

müşterilerin ilgi gösterdiğini<br />

belirten Levon<br />

Kordonciyan, Çankaya<br />

Köşkü için dikim yaptığı<br />

gibi, yurt dışından<br />

da bu konuda önem-<br />

Levon KORDONCİYAN<br />

li siparişler aldığını vurguluyor. Türkiye’nin en genç terzisine<br />

atölyede kaç kişilik bir ekiple çalıştıklarını ve yılda<br />

kaç smokin ürettiklerini soruyoruz. Söyleşiyi yaptığımız<br />

dükkânın alt katında bulunan atölyede toplam dört kişilik<br />

bir ekiple çalıştıklarını anlatıyor Levon Kordonciyan,<br />

ancak sayı veremeyeceğini belirtiyor.<br />

İşine deyim yerindeyse bu kadar âşık bir zanaatkârın,<br />

elde ettiği başarıların ödülleri de olmalı diye düşünüyoruz.<br />

Geçtiğimiz yıl Avrupa Gazetecileri<br />

Derneği tarafından “Yılın En İyi Modacısı”<br />

ödülüne layık görülen Levon<br />

Kordonciyan, ayrıca 2011<br />

yılının sonunda İzmir’de şehit<br />

aileleri için düzenlediği defilenin<br />

ardından Şehit Aileleri<br />

Derneği’nden de bir ödül almış.<br />

Türkiye’nin tanıtımına<br />

katkıları dolayısıyla bir ödül<br />

de DHL-Akbank ve Dünya<br />

Gazetesi’nin ortak organizasyonu<br />

olan bir yarışmadan<br />

gelmiş Kordonciyan’a.<br />

Genç usta, “Bu ödülleri aldıkça<br />

şevkim daha da artıyor.”<br />

diyor.<br />

Biz de kızını beşinci kuşak olarak<br />

yetiştiren dördüncü kuşak<br />

smokinci Levon Kordonciyan’a,<br />

başarılar dileyerek, yanından<br />

ayrılıyoruz.<br />

95


Balmumu<br />

Heykel Müzesi’nin<br />

Sessiz Sakinleri<br />

Semra ÇELİK<br />

Artık Türkiye’nin de bir balmumu heykel<br />

müzesi var. Jale Kuşhan’ın girişimiyle<br />

2011’in sonunda açılan müzede bulunan<br />

ve gerçeğinin birebir ölçüsünde olan<br />

tüm heykeller, âdeta seslenseniz karşılık<br />

verecekmiş gibi canlı görünüyor. Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal<br />

Atatürk de var bu müzede, cihan padişahı<br />

Kanuni Sultan Süleyman da, Napolyon da,<br />

Mevlânâ da, Moğol İmparatoru Cengiz<br />

Han da… Hâsılı dünya tarihine adını<br />

yazdırmış birçok ismin balmumundan<br />

heykelini görebiliyorsunuz bu müzede.<br />

Jale KUŞHAN<br />

14 96<br />

Saatin gongu gece yarısını vuralı epey olmuş. Şehir kabalalık,<br />

gürültü ve keşmekeşle bezeli elbisesini çıkarıp çoktan<br />

asmış askıya. Civarındaki tüm gökdelenlere kafa tutarcasına<br />

olanca heybetiyle dimdik duran çarşı, üzerine<br />

bereketli yağmurlar gibi yağmış yıldızları andıran ışıklarıyla<br />

göz kamaştırıyor. Adını kıymetli bir taştan alan,<br />

Avrupa’nın bu en yüksek binasının giriş katından fısıltılar<br />

duyuluyor belli belirsiz. Biraz yaklaşınca, fısıltılar daha<br />

bir netleşiyor. Birilerinin, farklı dillerde bir şeyler konuştuğunu<br />

anlıyorum. Birkaç tanıdık söz çalınıyor kulağımıza.<br />

“Hâkimiyet kayıtsız, şartsız milletindir.”, “Gel! Ne olursan<br />

ol yine gel!”, “Bugün pazar... Bugün, beni ilk defa<br />

güneşe çıkardılar.”, “Aşkın aldı benden beni, bana seni<br />

gerek seni.”, “Can dostum, en yakınım, güzellerin şahı<br />

sultanım. Hayatımın, yaşamımın sebebi…”<br />

Aralık bırakılmış ahşap kapının aralığından içeri doğru başımızı<br />

uzattığımızda loş ışığın altında sıra sıra dizilmiş tarihi<br />

simaları görünce dehşete kapılıyoruz. Birbirlerinden yüzlerce<br />

yıl arayla tarih sahnesinde yer almış bunca isim, nasıl<br />

olup da bir araya gelmiş anlayamıyoruz ilkin. Biraz önceki<br />

fısıltılar bıçak gibi kesiliyor içeri girince.<br />

Asıl mesleği jeofizik mühendisliği olan Jale Kuşhan, dil öğrenmek için gittiği Rusya’da gezdiği<br />

balmumu heykel müzesinden etkilenerek, 3 bankadan kullandığı krediyle Türkiye’de<br />

sonradan müzeye dönüşecek bir balmumu sergisi oluşturdu.


Yeni bir ulus yaratmak için yola çıkan Mustafa Kemal, kürsüde Meclis-i Mebusan<br />

üyelerine seslenirken, 6 milyon Yahudi’nin işkenceyle katledilmesinden<br />

sorumlu tutulan Alman diktatör Hitler çalışma masasında, şair<br />

Nazım Hikmet demir parmaklıklar ardında, Rauf Denktaş Kıbrıs haritasının<br />

önünde, Elvis Presley elinde gitarıyla sus pus oluyor aniden. Loş<br />

ışıkla aydınlatılmış salondaki diğerleri de öyle…<br />

Müze Dört Ayrı Salondan Oluşuyor<br />

Ansızın başlayan müzik, bizi kendimize getiriyor. Gördüğümüz bu anlık<br />

rüyadan uyandırıyor üflenen neyin içli sesi. Burası bir müze, Balmumu<br />

Heykel Müzesi… 2011 yılının sonunda Sapphire Çarşı’da açılan<br />

müzede bulunan ve gerçeğinin birebir ölçüsünde olan tüm heykeller,<br />

âdeta seslenseniz karşılık verecekmiş gibi canlı görünüyor. Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de var bu müzede,<br />

cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman da, Napolyon da, Mevlânâ da,<br />

Karl Marks da, Moğol İmparatoru Cengiz Han da… Hâsılı dünya tarihine<br />

adını yazdırmış birçok ismin balmumundan heykelini görebiliyorsunuz<br />

bu müzede.<br />

Türkiye’nin ilk yerleşik balmumu müzesi, farklı konseptlerde,<br />

4 ayrı salon şeklinde hazırlanmış. Salonlardan<br />

birinde, ağırlıkla Osmanlı ve Selçuklu dönemlerinden<br />

Türk büyüklerinin balmumu heykelleri<br />

sergileniyor. Bir başka salonda Cumhuriyet<br />

tarihinin unutulmayan simalarının heykelleri<br />

sergilenirken, diğer iki salonda da<br />

Avrupalı ve Rus büyükler ile Mevlânâ ve<br />

semâzenlerini görmek mümkün.<br />

Biz ilk olarak, ruhumuzu fetheden müziğin<br />

etkisine kapılıp Osmanlı ve Selçuklu<br />

dönemine doğru bir gezintiye<br />

çıkmak istiyoruz. Kapıdan girişte<br />

Cengiz Han karşılıyor bizi. Yeryüzünde<br />

16 milyon torunu olduğu söylenen<br />

Moğol hükümdarının, dünyada<br />

biyolojik silahı kullanan ilk<br />

devlet lideri olduğunu öğreniyoruz,<br />

müzeyi gezerken bize eşlik<br />

eden rehber bayandan. Her bir<br />

heykelin yanında küçük bilgi notlarının<br />

yazılı olduğu tabelalar var<br />

gerçi, ama rehberin sunumu sırasında<br />

bu notlardan daha fazlasını<br />

öğrenebiliyorsunuz. Yeri gelmişken<br />

hatırlatalım; dünyanın<br />

hiçbir balmumu heykel müzesinde<br />

ziyaret sırasında size sunumuyla<br />

eşlik eden<br />

bir rehber yoktur.<br />

Türkiye’nin ilk<br />

yerleşik Balmumu<br />

Heykel Müzesi,<br />

MEVLÂNÂ<br />

bu yönüyle bir ilk.<br />

97


56 Ünlü Sima Aynı Çatı Altında<br />

Salonun en kuytu köşesi Hürrem Sultan’a ayrılmış. Salonun<br />

bütününe hâkim, stratejik bir konumu haiz. Âdeta,<br />

“Arkamdan çevrilen tüm entrikaların farkındayım” der<br />

gibi kendinden emin bir hali var Hürrem’in. Kıymetli<br />

taşlarla bezeli tâcı, kim bilir kaç gün, kaç gece el emeğiyle<br />

hazırlanmış olan kıyafeti ve cihan padişahı Sultan<br />

Süleyman’ın aklını başından alan dillere destan güzelliğiyle<br />

göz kamaştırıyor Hürrem Sultan. Bir iki adım ötesinde<br />

Hürrem’in, uğruna tüm sarayı karşısına aldığı Sultan Süleyman,<br />

tahtına kurulmuş oturuyor.<br />

İstanbul’un fethini anlatan bir resmin önünde Fatih Sultan<br />

Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Osmanlı’nın kurucusu<br />

Osman Gazi, Ankara Savaşı’nda Yıldırım Bayezid’i esir<br />

alan Timurlenk de bu salonda. Ayrıca İslam bilginleri İbn-i<br />

Sina, Farabi ve büyük Türk şairi Fuzuli ile 50 yıl boyunca<br />

Osmanlı’nın baş mimarı olan Mimar Sinan’ı da aynı salonda<br />

görmek mümkün.<br />

Diğer salona geçiyoruz… Burada da Mustafa Kemal, Latife<br />

Hanım, Rauf Denktaş, Nazım Hikmet, Kemal Sunal, Haldun<br />

Dormen, Zeki Müren, Levent Kırca gibi isimlerin balmumundan<br />

heykellerini görüyoruz. Şair Nazım Hikmet’in balmumu<br />

heykelinden yana baktığımızda içimiz burkuluyor. Ne hazin!<br />

Yaşamının büyük bir bölümünü hapiste geçiren ‘Mavi Gözlü<br />

Dev’, burada da demir parmaklıklar ardında kalmış.<br />

1698<br />

II. ALEXANDRE<br />

Nazım’ı parmaklıklar ardında bırakıp Stalin, Brejnev, Çar<br />

II. Aleksander, Napolyon, Hitler gibi Rus ve Avrupalı devlet<br />

adamları ile sanatçıların balmumu heykellerinin bulunduğu<br />

salonu, ardından da Mevlânâ’ya ayrılmış bölümü<br />

geziyoruz.<br />

Rusya’ya Fuara Gitti Heykellerle Döndü<br />

Müzenin tüm salonlarını, insanı strese sokan bir yere yetişme<br />

telaşından uzak, vakit sınırı olmaksızın içimize sindire<br />

sindire gezip tüm o balmumu şaheserlere birer ‘merhaba’<br />

dedikten sonra, mühendisliği bir kenara itip kendisini<br />

balmumu heykel sanatına adayan Jale Kuşhan’dan müze<br />

hakkında bilgi almak üzere gezdiğimiz ilk salona geçiyoruz<br />

yeniden.<br />

Evvela böyle bir müze kurma fikrinin nasıl oluştuğunu soruyoruz.<br />

Kuşhan’ın, balmumu heykelleri Türkiye’ye getirme<br />

öyküsü bir hayli ilginç. Asıl mesleği jeofizik mühendisliği<br />

olan Jale Kuşhan, bir makine fuarına katılmak için gittiği<br />

Rusya’nın St. Petersburg kentinde fuardan artan zamanlarda<br />

şehirdeki balmumu heykel müzesini ziyaret etmiş. İlk<br />

kez gördüğü balmumu heykellerinden çok etkilenen Kuşhan,<br />

bu heykelleri Türkiye’ye nasıl getirebileceğine ilişkin<br />

araştırmalara koyulmuş hemen. Yurda döndüğünde Kültür<br />

Bakanlığı yetkilileriyle yaptığı görüşmelerde Türkiye’de<br />

daha önce bu tür bir sergi düzenlenmediğini öğrenen Jale<br />

Kuşhan, vakit kaybetmeden çalışmalara koyulmuş.<br />

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK<br />

II. KATERİNA


“Heykelleri üç aylığına Türkiye’ye getirmek için Rusya’daki<br />

müze yetkilileriyle görüştüm. Burada da üç ayrı bankadan<br />

kredi aldım ve sonunda ilk balmumu heykel sergisini açmayı<br />

başardım.” diyen Jale Kuşhan, ilk etapta 33 heykeli<br />

kiralayarak Türkiye’ye getirdiğini anlatıyor.<br />

Heykelden Kazandığını, Heykele Harcadı<br />

O günden sonra yaklaşık 9 yıldır Türkiye’yi şehir şehir dolaşarak<br />

balmumu heykelleri sergilediğini söyleyen Kuşhan,<br />

“Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de balmumu heykeller<br />

oldukça sıcak karşılandı. Sergiye gösterilen büyük ilgi nedeniyle<br />

kira süresini üç kez uzatmak zorunda kaldık.” şeklinde<br />

konuşuyor. Ancak kira süresi maksimum üç kez uzatılabildiğinden,<br />

Türkiye’deki sergilerden elde ettiği gelirle heykelleri<br />

bu kez satın aldığını belirten Lale Kuşhan, balmumu<br />

heykelden kazandığı parayı yine heykele yatırmış. “Serginin<br />

ziyaretçi gelirinden elde ettiğim parayı yine bu sanat için<br />

harcadım. Kira öder gibi uzun yıllar ödemelerini yaptık. Gelir<br />

elde ettikçe, sergiye, Türkiye’de tanınmış ünlülerin balmumu<br />

heykellerini de ekledim.” diyen Kuşhan, Türk halkının<br />

bu sanata olan ilgisinden oldukça memnun. İlk etapta<br />

kiralanan heykeller için, “O zamanlar St. Petersburg’da Rus<br />

büyüklerini ve Avrupalıları çalışmışlar. Farabi, Cengiz Han ve<br />

Timurlenk vardı bir de. Mevcut olan heykeller içersinde bizim<br />

tarihimizde olumlu ya da olumsuz rol oynayanları seçerek<br />

getirmiştik ilk etapta. Sonradan Türk büyüklerinin balmumu<br />

heykellerini ekledik sergiye.” diyor.<br />

NAPOLYON BONAPART<br />

Balmumu Heykel Müzesi’nde şu anda 56 balmumu heykel<br />

sergileniyor. Toplam sayı esasında 60 imiş, ancak yerleşik<br />

müze dönemi öncesi sergiler için o şehir senin, bu<br />

şehir benim gezerken taşınmalarda heykellerden dördü<br />

-Lady Diana, Barış Manço, Uluğ Bey ve Rasputin- zarar<br />

gördüğünden şu anda sergilenmiyor. Müzede sergilenen<br />

heykellerin kaç yaşında olduklarını soruyoruz Jale<br />

Kuşhan’a. “Burada çok eski tarihli heykeller var. Timurlenk,<br />

Korkunç İvan, Da Vinci, Dostoyevski… Bunlar 70-<br />

75 yıllık heykeller. Hatta bu heykelleri yapanlar şu anda<br />

yaşamıyor bile. Bu kadar eski tarihli olmalarına rağmen<br />

halen sergileniyor olmaları, çok iyi korunduklarını gösteriyor.”<br />

diyen Kuşhan, heykellerden en yenisinin Zeki<br />

Müren’in balmumundan heykeli olduğunu da sözlerine<br />

ekliyor.<br />

Zeki Müren heykeli, müzenin açılışı öncesinde yapılmış.<br />

Yani henüz birkaç aylık bir heykel. Jale Kuşhan, “Şimdi<br />

sırada Mehmet Akif Ersoy, Ajda Pekkan, Tarkan ve Türkan<br />

Şoray’ın heykelleri var.” diyor. Kuşhan, müzeyi gezen<br />

ziyaretçilerin ilgisini en çok Hürrem Sultan ve Sultan<br />

Süleyman’ın yanı sıra Atatürk ve Michael Jackson heykellerinin<br />

çektiğini de ifade ediyor.<br />

Balmumu heykel sanatının, topluma kültür-sanat yoluyla<br />

tarih bilinci, tarih sevgisi aşılamanın yanında,<br />

öğrencilerin gelişiminde görsel ve uygulamalı eğitime<br />

CENGİZ HAN<br />

99<br />

ADOLF HİTLER


100<br />

katkısı açısından da son derece yararlı olduğunu düşünüyor Jale Kuşhan ve “Öğrenciler<br />

için önemli bir müze burası. Kültür-sanat bilinci, tarih bilgisi ve bilinci aşılamak<br />

bakımından son derece yararlı. Onların muhakeme gücünü geliştiriyor, motivasyonlarına<br />

katkıda bulunuyor. Kitaplardan okurken sıkılabiliyorlar, ama görerek<br />

öğrenmek zihinde daha kalıcı oluyor onlar için.” diyor.<br />

Bir Heykel Üzerinde<br />

8-15 Sanatçı Çalışıyor<br />

Balmumu Heykel Müzesi’ni dünyadaki emsallerinden ayıran<br />

en önemli özelliğin, müzeyi gezerken ziyaretçilere verilen rehberlik<br />

hizmeti olduğunu belirtmiştik. Burayı dünyadaki diğer<br />

balmumu heykel müzelerinden ayıran bir başka özellik ise müzede<br />

hareketli heykellerin sergileniyor olması. Mesela Katerina<br />

elindeki çay fincanını ağzına doğru götürüyor, Boris<br />

Yeltsin elinde tuttuğu içki kadehini kaldırıyor. Jale<br />

Kuşhan, “İsteyen ziyaretçilerin balmumundan<br />

elini yapabiliyoruz. Dünyada bu tür<br />

bir çalışma yok. Mumdan yani parafinden<br />

yapılıyor, ama biz balmumundan<br />

bizzat kişinin el heykelini yapıyoruz. Bu<br />

çalışma, bir-iki gün sürebiliyor. Diğer müzelerde<br />

yapılan parafinden, kişiye özel el kalıbının<br />

alınması sadece 5 dakikalık bir şey. Bizim<br />

çalışmamız biraz daha fazla özen istiyor<br />

ve biraz daha maliyetli.” diye konuşuyor.<br />

Balmumu heykellerin yapım sürecini<br />

merak ediyoruz. Jale Kuşhan, bir<br />

heykel üzerinde 8-15 sanatçının<br />

çalıştığını ve bir heykelin 1,5 ilâ<br />

3 ayda tamamlanabildiğini söylüyor<br />

ilk olarak. Kuşhan’ın anlattığına<br />

göre eğer heykeli yapılacak kişi yaşıyorsa,<br />

o kişinin el ve yüzünden mask<br />

alınıyor ve pek çok açıdan ayrıntılı<br />

fotoğraf çekimi yapılıyor. Buna<br />

göre heykel yapımına geçiliyor. Fakat<br />

kişi yaşamıyorsa, farklı bir süreç<br />

bekliyor heykeli yapacak olan<br />

sanatçıyı. Bürokratik herhangi<br />

bir engel yoksa, heykeli yapılacak<br />

ZEKİ MÜREN<br />

olacak kişinin mezarı açılarak kemik<br />

yapısı inceleniyor.<br />

Burada Antropoloji ve Etnoloji Enstitüsü devreye giriyor. Böylece kişinin<br />

yüz hatları bilimsel çalışma ile tespit edilebiliyor. Balmumu Heykel<br />

Müzesi’nde sergilenen Korkunç İvan ve Timurlenk’te bu yöntemin uygulandığını<br />

belirten Jale Kuşhan, “Stalin döneminde, onun özel emri ile bu<br />

kişilerin mezarları açtırılarak kemik yapıları inceletilmiş, yüz hatları bilimsel<br />

çalışmayla tespit edilmiş. O nedenle 1300’lü yıllarda yaşamış olmasına<br />

rağmen ‘Timurlenk budur’ diyebiliyoruz.” diyor. Kişi yaşamıyorsa ve<br />

mezarının açılmasında bürokratik engeller söz konusuysa, o zaman da<br />

fotoğraflar, resimler veya tasvirlerden yararlanılıyor. Jale Kuşhan, müzedeki<br />

Atilla ve Alparslan heykellerinin de bu şekilde tasvirlerden, temsili çizimlerden<br />

yararlanılarak çalışıldığını ifade ediyor.<br />

FATİH SULTAN MEHMET HAN


Heykellerde gerçek insan saçı ve sakalı kullanıldığını söyleyen Kuşhan, gözlerin<br />

ve dişlerin de gerçek insanda kullanılan protezler olduğuna dikkat çekerek,<br />

“Her aşama için ayrı bir sanatçıya iş düşüyor, “Mask alan sanatçı<br />

ayrı, fotoğrafçı ayrı, balmumu döken ayrı, büst çalışan, makyaj yapan,<br />

saç eken, protez göz takan, vücut çalışan ayrı… Terziler var bir de tabii ki.<br />

Gördüğünüz bir heykelin ortaya çıkması için en iyimser deyişle 8 sanatçı<br />

çalışıyor.” diye konuşuyor.<br />

Elbiseleri Yıkanıp Ütüleniyor, Saçları Fönleniyor<br />

Türkiye’yi balmumu heykelle tanıştıran Jale Kuşhan, yerleşik müzenin kurulduğu<br />

güne dek, 12 yıl içerisinde, 26 şehir dolaştıklarını ifade ediyor. Yerleşik düzene geçmenin,<br />

heykellerin muhafazası açısından avantajlı olduğunu belirten Kuşhan, sürekli<br />

farklı şehirlerde sergi açmanın zorluğunu şu sözlerle dile getiriyor: “Şehir şehir dolaştık,<br />

50 kadar sergi açtık. Bazen bir şehre iki kez gittiğimiz oldu. Dünyanın hiçbir balmumu<br />

heykel müzesinde iki-üç ayda bir heykel taşınmaz. Heykeller çok hassas, çok<br />

kırılgan olduklarından onları her seferinde bir başka yere taşımak büyük risk.<br />

Ama biz, zor olanı başardık. Ayrıca Türk halkında bu sanata karşı bir<br />

farkındalık yarattık. Dolayısıyla hedefimize ulaştık.”<br />

Jale Kuşhan, heykellerin yapıldığı atölyenin şu anda Ukrayna’da olduğunu<br />

söylüyor. Heykellerin büyük bir kısmının Rusya’nın St. Petersburg<br />

kentinden getirildiğini hatırlatan Kuşhan, “Bir süre oradaki<br />

sanatçılarla çalıştık. Fakat maliyet yükselince, Ukrayna’da<br />

kendi atölyemizi kurduk.” diye konuşuyor. Atölyeyi İstanbul’a taşımayı<br />

düşündüklerini belirten Kuşhan, uzun bir süre Sapphire’de<br />

olacaklarını da eklemeden geçemiyor.<br />

Bu kadar hassas ve kırılgan olan heykellerin, uzun süre muhafaza<br />

edilebilmesi için ciddi bir bakım gerektirdiğini düşünüyoruz. Kuşhan,<br />

bu konudaki merakımızı şu sözlerle gideriyor: “Heykellerin<br />

yılda bir kere bakımdan geçirilmeleri, makyajlarının yenilenmesi<br />

gerekiyor. Makyözler tarafından yenileniyor heykellerin makyajları.<br />

Jeofizik mühendisiyim demiştim ama bu 12 yıllık süre zarfından<br />

pek çok şey öğrendim. Makyaj öğrendim mesela. Kırılan bir elin yerine<br />

yeni el yapabiliyorum aynı şekilde. Parmak kırılmalarını onarabiliyorum.<br />

Ufak tefek makyaj bozulmalarını düzeltebiliyorum. Profesyonellik<br />

gerektiren makyajlarda yurt dışından sanatçı getiriyoruz.<br />

Heykellerin makyajı konusunda uzmanlaşmış kişiler bunlar. İnsanlarda<br />

kullanılan makyaj malzemeleri kullanılıyor heykellerde. Saçlarını<br />

yıkıyoruz, fönle düzeltiyoruz. Saçlar gerçek insan saçı.<br />

Tek tek büyük bir özenle dikiliyor, yapıştırma değil.<br />

Heykellerin elbiselerini de yıkayıp ütülüyoruz.<br />

Yani heykeller yaşıyorlar âdeta.”<br />

Müzenin, 7’den 70’e herkese hitap<br />

eden bir yer olduğunu dile getiren<br />

Kuşhan’a, son olarak müzeyle<br />

ilgili hedeflerini soruyoruz.<br />

Kuşhan, müzedeki heykel<br />

sayısını 100’e çıkarmayı<br />

hedeflediğini belirterek,<br />

100 Türk ve dünya büyüğünün<br />

yer aldığı bir müze<br />

kurup dünyaya açılmak<br />

istediğini anlatıyor.<br />

TİMURLENK<br />

YAVUZ SULTAN SELİM<br />

101


Gönül Hangâhından Muhlis Neş’eler;<br />

Tokat Mevlevîhânesi<br />

Yazı: Aydın ÇAKIRTAŞ* Fotoğraflar: Murat Oruç, Aydın Çakırtaş<br />

"Asırların imbiğinden süzülerek gelen varoluş sırrının, çile çeken bir gönül hangâhındaki raksıyla, bir<br />

eli varlığa bir eli yokluğa açılan kapısıdır Mevlevîhâneler. Fânî oluşun yanı başında duran bu mekânlar<br />

mânâ yolculuğuna çıkmış gönüllere muhlis neş’eler saçarlar.”<br />

Hacı Bektaş-ı Velî tarafından, “âlimler konağı, fazıllar yurdu<br />

ve şairler yatağı” övgüsüne mazhar olan şehr-i Tokat<br />

için Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Fî Hi Mâ Fîh isimli meşhûr<br />

eserinde, “Tokat’a gitmek gerek, çünkü Tokat’ta iklim ve<br />

insanlar mutedîl” der. Selçuklu ve Osmanlı izlerinin belirgin<br />

olduğu, buram buram tarih kokan bu şirin Anadolu<br />

şehri, bağrında pek müstesnâ şahsiyetler yetiştirmiştir. Fatih<br />

Sultan Mehmed’in hocalarından Molla Hüsrev, hâfız-ı<br />

kütübü Molla Lütfî, büyük düşünür ve şeyhülislâm İbn-i<br />

102<br />

Kemâl, Şeyh Mehmed Emin Tokâdî ve Plevne müdâfî Gazi<br />

Osman Paşa gibi şahsiyetler, Mevlâna’nın asırlar evvel işaret<br />

buyurduğu mutedîl iklimde yetişmiş âriflerdir. Bir de,<br />

yetişen şahsiyetler kadar şehirlerin ruhunu sarıp sarmalayan<br />

mekânlar vardır. İnsan ile mekânın buluşması; madde<br />

ile mânânın, varlık ile yokluğun buluştuğu yerdir adeta.<br />

Zira, “Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn”dir. Tıpkı ârifler şeyhi<br />

Mevlânâ ile onu yoklukla eritip mana denizine salan<br />

Şems’in buluşması gibi.


Asırların imbiğinden süzülerek gelen varoluş sırrının, çile çeken<br />

bir gönül hangâhındaki raksı ile, bir eli varlığa bir eli yokluğa<br />

açılan kapısıdır Mevlevîhâneler. Fanî oluşun yanı başında<br />

duran bu mekânlar mana yolculuğuna çıkmış gönüllere<br />

muhlis neş’eler saçarlar. Camileri, hanları, hamamları, kervansarayları<br />

ve konaklarının arasında arz-ı endâm eyleyen Tokat<br />

Mevlevîhânesi de bambaşka bir güzellik bahşediyor insanoğluna.<br />

İçimizde yaşayan bu güzelliklerle ilgili farkındalık oluşturmak,<br />

kültürel muhayyilemizi zenginleştirmek ve taşınmaz<br />

kültür varlıklarını ihya etmek bakımından fevkalâde önemlidir.<br />

Mevlevîlik ve Tokat Mevlevîhânesi:<br />

Mevlevîlik veya Mevlevîyye kültürü, Mevlâna Celâleddîn-i<br />

Rûmî’den Şems-i Tebrîzî’ye, ondan Sultan Veled, Ulu Ârif<br />

Çelebi ve Hüsameddin Velid’e doğru müteselsilen devam<br />

eden köklü bir kültürdür. 13. asırda Mesnevî bahçesinde<br />

yakılan ateş, o günden bugüne Anadolu sufî geleneğinde<br />

önemli bir çığır açmış, hem tarikat hem de felsefî bir doktrin<br />

olarak tüm Anadolu ve Balkanlar’ı kuşatmıştır. Bu süreç<br />

içerisinde Mevlevîlik, kendine münhasır bir üslûb ve estetik<br />

ile tasavvufî yaşamın adeta sistematik kurallarını dercetmiştir.<br />

Bu kuralların oluşumunda ise Mevlânâ Celâleddîn-i<br />

Rûmî’nin eserlerinde verdiği öğretiler kadar; bu öğretiler<br />

ışığında neş vü nemâ bulan Mevlevîhâne geleneğinin<br />

payı büyüktür.<br />

Mevlevîlik ve mevlevîhânelerin tarihi seyrini sağlıklı bir şekilde<br />

tasnif edebilmek için; Feridun b. Ahmed Sipahsalar’ın<br />

Risâle-i Sipahsalar’ı, Ahmed Eflâki’nin Menâkıbü’l-Ârifîn’i,<br />

Sâkıb Dede’nin Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyye’si, Esrar Dede’nin<br />

Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye’si, Ali Nutkî Dede ve Abdülbâki<br />

Nâsır Dede’nin Defter-i Dervişân’ı gibi önemli kaynakla-<br />

ra müracaat etmek zaruridir. Kaynaklara göre Mevlevîlik,<br />

Mevlâna sonrası dönemde ilk olarak Hüsâmeddin Çelebi<br />

(ö.683/1284) ile başlamıştır. Sonrasında ise, 1292’de<br />

irşâd makamına geçen Sultan Veled’in Selçuklu hânedânı<br />

ve Türkmen beyleriyle iyi ilişkiler kurması neticesinde, yetiştirilen<br />

halifeler Amasya, Erzincan ve Kırşehir’e gönderilerek<br />

Mevlevîlik yaygınlaştırılmaya başlanmıştır.<br />

Sultan Veled’den sonra posta geçen oğlu Ulu Ârif Çelebi<br />

döneminde, Mevlevî tarîkatına dair usullerin yerleşmesi<br />

ve yaygınlaşması sağlanmış, 14.asır başlarında da tarikatın<br />

teşkilâtlanması tamamlanmıştır. Mevlâna sonrası, Hüsameddin<br />

Çelebi ile başlayan süreçte Anadolu’da Mevlevî halifeler<br />

tarafından Mevlevî tekkeleri ve zâviyeleri kurulmuştur.<br />

Eflâkî’nin verdiği malûmata göre bu zâviyeler; Amasya’da Çelebi<br />

Hüsameddin'in halîfesi Alaaddin Amasyavî, Kırşehir’de<br />

Veled Çelebi’nin halifelerinden Süleyman, Erzincan’da Hüseyin<br />

Hüsameddîn, Karaman’da Ulu Ârif Çelebi halifelerinden<br />

Mehmed Bey, Niğde’de Nasûhiddîn Sebbağ, Tokat’da<br />

Fahreddîn-i Irâkî tarafından açılmıştır.<br />

Tokat Mevlevîhânesi hakkında bugüne kadar yapılan araştırmaların<br />

sayısı oldukça azdır. Hasan Yüksel’in “Tokat<br />

Mevlevîhânesi” adlı makalesi ile Mehmet Beşirli’nin “XIX.<br />

Yüzyılın İlk Yarısında Tokat Mevlevîhânesi ve Gelirleri İle İlgili<br />

Sorunlar” adlı makalesi yapılan iki özgün çalışmadır.<br />

Tokat’ın Mevlevîlikle münasebeti Mevlânâ’nın henüz hayatta<br />

olduğu döneme rastlamaktadır. Ahmed Eflakî’nin naklettiği<br />

bilgilerden öğrendiğimize göre; Selçuklu Veziri Muineddin<br />

Pervâne’nin daveti ve Mevlânâ’nın müsadesiyle<br />

şeyh Fahreddin-i Irâkî Tokat’a gitmiştir. Adına bina etti-<br />

103


104<br />

rilen hangâhda şeyhlik yapan Fahreddin, bu bölgede<br />

Mevlevîliğin halk arasında yaygınlaşmasına hizmet<br />

etmiştir. Eflâki, onun her daim medresedeki semâ<br />

âyinlerinde hazır bulunduğunu ve Mevlânâ’nın büyüklüğünü<br />

bahisle; “Hiç kimse Mevlânâ’yı gerektiği<br />

gibi anlayamadı. O bu dünyaya garip olarak geldi, garip<br />

olarak gitti” dediğini nakleder.<br />

Mevlevîliğin Tokat’a nüfûz etmeye başladığı dönemlerde<br />

şehrin dînî otoritelerinin de hatırı sayılır bir mevkide<br />

olduğunu anlıyoruz. Zira Eflâkî, Menâkıbü’l-<br />

Ârifîn’de Tokat’ın ileri gelen müderrislerinden, kendisinin<br />

de öğrencisi olduğu ‘Zeyneddin’ mahlaslı<br />

Abdülmümin-i Tokâdî’nin vasıflarını şu sözlerle tarif<br />

eder: “Müderrislerin sultanı, son gelen bilginlerin<br />

özü, akıl ve nakil ilimlerinin denizi, furû ve usulü kendinde<br />

toplayan, şeriat ve dinin süsü, bilgi ulularının<br />

üstadı ve Rum ülkelerinin ender yetiştirdiği bir bilgindi.<br />

Ona, ‘zamanın Numan’ı, mânâların engin denizi’<br />

derlerdi. Takvada, amelde ve fetva bilgisinde ikinci bir<br />

Ebû Yusuf’tu.”<br />

Yine aynı kaynakta rivâyet edilen bilgilere göre; Veled<br />

Çelebi döneminde de Ulu Ârif Çelebi ve annesi<br />

Garâke Hatun da Tokat’a gitmiştir. Ulu Ârif Çelebi’nin<br />

Tokat’ta, Ârife-i Hoşlikâ adında bir mürîdesi vardır.<br />

Eflâki’nin aktardığı bir hikâyede de Ulu Ârif Çelebi’ye<br />

tazim ve hürmetin ne boyutta olduğunu anlıyoruz: “Bir<br />

gün Garâke Hatun Tokat şehrinde Çelebi hazretlerine<br />

hadden aşırı saygıda bulunuyor ve baş koyuyordu. Sultanın<br />

karısı Gumac Hatun, Muineddin Pervâne’nin kızı<br />

Havendzâde, Şarabsâlâr’ın, Mustevfi’nin ve daha başkalarının<br />

kızları gibi ileri gelen hanımlar itirazda bulundular<br />

ve: “Anneye oğlunun önünde baş koymak ve<br />

ona bu derece değer vermek düşmez, çünkü eğer talihli<br />

bir oğul annesini değerli tutsa, onun önünde baş<br />

koysa ve onun elini öpse, bu yerinde bir hareket olur<br />

ve bunu caiz görmüşlerdir” diye Garâke Hatun’u ayıpladılar.<br />

Bunun üzerine Garâke Hatun: “Tanrı daha iyi<br />

bilicidir. O, hidayete ulaşanları daha iyi bilir. Ben Ârif’i<br />

gördüğüm vakit onu Mevlânâ sanıyorum, o halin ışığı<br />

benim canıma yansıyor ve o ışığın parlaklığına dayanamıyorum.<br />

Bu yüzden onun önünde baş koyuyor<br />

ve ben onu oğlum yerinde değil, belki şeyhim yerinde<br />

görüyorum” dedi. Cuma günü semâ toplantısında<br />

bütün hatunlar toplanmışlardı. Çelebi hazretleri de<br />

vecdler ve heyecanlar gösterip şu rubaiyi söyler: “Biz,<br />

göze görünmez latîf bir canız / Yerde gözükürüz fakat<br />

yersiziz / Biz yüzümüzden örtüyü kaldırırsak, herkesin<br />

aklını gönlünü kaparız.”<br />

Yine dönerek, raksederek şu rubaiyi söyler: “Aşkın<br />

mayası ruhlar âlemindeydi, aşkın sütannesi ezelde latîf<br />

bir rüzgardı / Başına aşk gölgesi düşen kimse, güneş<br />

gibi tamamiyle ruh olur.”<br />

Ulu Ârif Çelebi döneminden itibaren Fatih Sultan<br />

Mehmed dönemine kadar Tokat’ta Mevlevîliğe dair<br />

başka bir kayıt bulunmamaktadır. Hasan Yüksel’in<br />

Tapu Kadastro arşivlerinden ve Vakıflar Genel Müdürlüğü<br />

arşivlerinden istifade ederek yazdığı makalesinde<br />

belirttiği üzere, 1455 tarihli bir tahrir defterinde,<br />

Tokat mahalleleri arasında 32 hanelik<br />

Mevlevîhâne mahallesi ve aynı tarihte mevcut bulunan<br />

34 hangâhdan birisinin de Mevlevîhâne olduğu<br />

kaydı, Tokat’ta müstakil bir Mevlevîhâne’nin varlığını<br />

kanıtlayan en eski kayıttır.<br />

Uzun yıllar Tokat Müze Müdürü olarak görev yapmış<br />

olan ve şu anda Tokat Mevlevîhâne Müzesi Müdürü<br />

olan Ekrem Anaç’ın araştırmalarından edindiğimiz<br />

bilgilere göre ise, ilk Mevlevîhâne olarak kullanıldığı<br />

tahmin edilen Pervâne Zaviyesi adında bir<br />

zâviyenin adının kayıtlarda geçtiğini, 13. yüzyıldan<br />

bugüne ulaşan yedi adet zaviyenin arasında bu isimle<br />

bir zâviyenin bulunmadığını öğrenmekteyiz.<br />

Fatih döneminde, 1471 tarihinde Tokat’ı ele geçiren<br />

Uzun Hasan’ın şehri baştan sona tahrip etmesi neticesinde,<br />

Hasan Yüksel’in arşiv belgelerine dayandırdığı<br />

32 hanelik Mevlevî mahallesinin 8 haneye düştüğü<br />

ve tahribattan Mevlevîhâne’nin de nasibini aldığı<br />

ifade edilmektedir. Zira, 1576 tarihli Defter-i Evkâf-ı<br />

Rum içinde Tokat merkez kazasına ait vakıf kayıtları<br />

arasında Mevlevîhâne’ye rastlanılmamaktadır. 1485<br />

tarihinde ise, Mevlevîhâne Mahallesi, Hoca İbrahim<br />

adı ile teşmil edilmeye başlanmıştır.<br />

Tokat Mevlevîhânesi ile ilgili müracaat edilen<br />

kaynak, 1656 yılında Tokat’a gelen Evliyâ<br />

Çelebi’nin seyahatnâmesidir. Seyahatnâme’de Tokat<br />

Mevlevîhânesi şöyle tarif edilmektedir: “Evvelâ,<br />

cümleden ma‘mûr u âbâdân derûn-ı şehrde tekye-i<br />

Mevlevîhâne-i Hazret-i Mevlânâ’dır. Bânîsi merhûm<br />

ve mağfûrunleh Süğlün Musli Paşa’dır kim Sultân<br />

Ahmed Hân vüzerâlarındandır, lâkin Sadrıa‘zam olmamışdır,<br />

ammâ bir sahiyyü’l-vücûd ve sâhib-i kerem<br />

ve sâhib-i cûd olmak ile rûh-ı Mevlânâ’yı şâd<br />

ve tarîk-i Hâcegân fukarâların dilşâd etmek içün bir<br />

mevlevîhâne bünyâd etmişdir kim misli bir diyârda<br />

yokdur. Meğer İslâmbol’da Beşiktaş Mevlevîhânesi<br />

ola, ammâ bunun andan ziyâde evkâfı olmağile<br />

gâyet ma‘mûrdur ve semâ‘hâne etrâfında<br />

semâ‘zen fukarâlarının hücrelerinin cümle revzenleri,<br />

cânib-i erba‘asındaki şükûfe ve murgzârlı bâğ-ı<br />

İreme nâzırdır. Ve haftada iki gün mukâbele olup<br />

âyîn-i Mevlânâ iderler kim gûyâ fasl-ı Hüseyin Baykara<br />

fasılları olur. Husûsan sızıltızâdeler nâm neyzenleri<br />

var kim her biri san‘atının ferîdidir. Ve şeb<br />

ü rûz-merreteyn cümle fukarâya ve ba‘zı ehibbâya<br />

ni‘met-i Mevlânâsı mebzûldür”


Evliyâ Çelebi’nin anlattıkları göre, Sultan Ahmet’in vezirlerinden<br />

Sülün Muslu Paşa tarafından inşa ettirilen<br />

Tokat Mevlevîhânesi, derviş hücrelerinden oluşan,<br />

tezyinâtı ile göz kamaştıran ve haftada iki gün ayîn<br />

yapılan bir merkez konumundadır. Sezai Küçük’ün<br />

“Mevlevîliğin Son Yüzyılı” isimli eserinden edindiğimiz<br />

bilgiye göre, asıl vakfiyesi bulunmayan Tokat<br />

Mevlevîhânesi, Aralık 1703 tarihli bir hüccet ve Nisan<br />

1819 tarihli bir ilmühaberde Muslu Ağa Vakfı olarak<br />

kayıtlıdır ve 1638 tarihinde inşa edildiği anlaşılmaktadır<br />

ve bunu 1911 tarihli Tokat Mevlevîhânesi şeyhi<br />

Mehmed Hâdî Efendi’nin Konya’daki dergâha gönderdiği<br />

belgeler de destekler mahiyettedir.<br />

Yine Mehmed Hâdî Efendi’nin Konya’ya gönderdiği belgede<br />

Muslu Ağa’nın inşa ettirdiği Mevlevîhânenin ilk şeyhinin<br />

Ramazan Dede olduğu anlaşılmaktadır. “Ashâb-ı<br />

hayratdan müteveffâ yeniçeri ağası Muslu Ağa nâm<br />

sahibü’l-hayrâtın binâ ve ihyâ eylediği Mevlevîhânesi<br />

evkâfından” ibaresinden anlaşıldığına göre, Yeniçeri ağası<br />

Muslu Ağa Mevlevîhâne’yi bina ettikten sonra, şeyh ve<br />

fukârâlarının maişetlerinin karşılanması için bir de vakıf<br />

teşkil etmiştir.” Tokat Mevlevîhânesi şeyhi olanlar aynı<br />

zamanda vakfın da mütevellisi olmuşlardır. Meselâ kayıtlarda,<br />

1814’de Şeyh Mehmed Emîn Efendi’nin vakfın<br />

mütevellisi olduğu “Mevlevîhâne-i şerîf şeyhi ve mütevellisi”<br />

ifadesinden de anlaşılmaktadır.<br />

1703 tarihli hüccet kayıtlarından anlaşıldığına göre, Muslu<br />

Ağa tarafından inşa edilen ve pek çok gelir kaynakla-<br />

rı bulunan Mevlevîhâne zamanla yıkılmış, vakıfları yok olmuş<br />

ve geriye sadece arsası ve kapan hanı kalmıştır. Bu<br />

han da bir yangında yok olduktan sonra 1703’te postnişin<br />

olan Müderris Şeyh Mehmed Efendi tarafından bugünki<br />

Tokat Soğuk Pınar Mahallesi Behzat Bey Sokağı’ndaki<br />

Mevlevîhâne’yi inşa etmiştir. Bu inşa edilen yapının kimi<br />

kaynaklarda yıkılmadan günümüze kadar tamiratlarla varlığını<br />

koruduğu söylense de Sanat Tarihi uzmanı Ekrem<br />

Anaç’ın araştırmalarına göre binanın varlığını koruyamadığı<br />

ve 1845-1875 yılları arasında Sultan Abdülmecid tarafından<br />

aynı arsa üzerine yeniden bina ettirilerek şeyhlik<br />

makamındaki Ali Rıza Dede’ye atiyye olarak verildiği görüşü<br />

ağır basmaktadır.<br />

Tokat Mevlevîhânesi’nin postnişinliğine sırasıyla kimlerin<br />

geçtiğine dair düzenli bilgiler olmamakla beraber, II. Meşrutiyet<br />

döneminde Tokat Mevlevîhânesi şeyhliği vazifesinde<br />

bulunan Mehmed Hadî Efendi’nin Konya’ya gönderdiği<br />

mektubunda verdiği listeler bu konuda aydınlatıcı<br />

bilgiler içerir. 1638’den itibaren sırasıyla, Şeyh Ramazan<br />

Dede (1638), Tâlib Şeyh Mehmed Dede (ö.1688), Şeyh<br />

Müderris Mehmed Efendi (1703), Şeyh Hafız Emin (Mehmed)<br />

Efendi (1790), Şeyh Osman Dede (1819), Şeyh Hasan<br />

Efendi (1821), Şeyh Ali Rıza Efendi (1845), Şeyh Mehmed<br />

Hadî Efendi (1875), Şeyh Abdulhadî (Ergin) Efendi<br />

Tokat Mevlevîhânesi’nin postnişinliğini yapmışlardır.<br />

Bahse değer bir ayrıntı da şudur: I. Dünya Savaşı’nın ilânı<br />

zamanlarında yapılan asker sevkiyatı sırasında, savaşa gönüllü<br />

olarak katılmaları, önlerinde sancak ve bayrakları,<br />

105


aşlarında şeyhleri bulunan 40-50 Mevlevînin özel elbiseleriyle<br />

Tokat Askerlik Şubesi önüne gelerek askere uğurlanışları<br />

Tokat’ta büyük bir coşku yaratmıştır. Bu yönüyle Tokat<br />

Mevlevîhânesi’nin millî mücadeledeye madden ve manen<br />

destek sağlaması dikkate şayandır.<br />

Yeniden inşasından sonra, tekke ve zâviyelerin kapatılmasına<br />

kadar Mevlevî Dergâhı olarak varlığını sürdüren yapı,<br />

daha sonra kadınlar hapishanesi ve Kur’ân kursu yapılmış<br />

ve bütün bu süre içerisinde hiçbir bakım ve onarım görmemiştir.<br />

Yapı yıllar sonra nihayet Vakıflar Genel Müdürlüğünce<br />

2000-2004 yılları arasında gerçekleştirilen başarılı<br />

bir restorasyonla kurtarılmıştır. Tokat Mevlevîhânesi<br />

106<br />

şimdilerde Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı vakıf<br />

müzesi olarak hizmet vermekte ve büyüleyici iklimini<br />

yerinde temaşa etmek isteyen misafirleri bir hamûşan<br />

ruhuyla ağırlamaktadır.<br />

Tokat Mevlevîhânesi’nin Mimari ve Tezyînî Özellikleri:<br />

İki katlı olarak binâ edilmiş olan Ahşap Mevlevîhâne mimari<br />

konum ve tezyînî unsurlar bakımından Türkiyede’ki<br />

Mevlevîhâneler içinde en dikkat çekenlerin başında gelir. 19.<br />

yüzyıl barok sanatının Anadolu’daki en güzel örneklerinden<br />

biridir. Binanın en görkemli cephesi, ahşap barok motiflerle<br />

bezenmiş sütun dizisine sahip ve bütün cephe boyunca uzanan<br />

balkonu sebebiyle Bey Sokak'a bakan cephesidir. Diğer<br />

cephelerde ise sade bir ihtişam gözlenmektedir.<br />

Mevlevîhanenin alt katı günlük kullanım için genişçe bir sofadan<br />

geçilen dört odadan müteşekkildir. Sofanın hemen<br />

sağında görkemli tavan göbeği ve kitaplığı ile diğer odalardan<br />

farklı, şeyhin misafirlerini kabul ettiği baş oda bulunmaktadır.<br />

Bu odaların içerisinde döneme ait el yazmaları, taş<br />

baskı kitaplar, Kur’ân-ı Kerim, kırmızı ipekten el dokuması<br />

kâbe iç örtüsü ve şecereler sergilenmektedir.<br />

Sofanın sol tarafında kalan odada, en eskisi 14. yüzyıla ait<br />

pirinç ve bakır şamdanlar bulunmaktadır. Bunlar arasında,<br />

üzerinde figürler bulunan 14. yüzyıla ait şamdan nadir bulunan<br />

bir eserdir. Yine, Sultan Beyazıt’ın Annesi Gülbahar<br />

Hatun’un yaptırdığı ve Gülbahar Hatun Camii’ne hediye<br />

ettiği şamdanlar da bu odada sergilenmektedir. Alt kattaki<br />

en geniş odada, bölge camilerinden gelen ve 16. yüzyıl<br />

ile 20. yüzyıl arasına tarihlenen, Sivas, Kırşehir, Doğu Anadolu,<br />

Konya, Niğde, Orta Anadolu ve Güneydoğu Anadolu<br />

yörelerine ait halı, kilim ve seccadeler hareketli paneller<br />

üzerinde teşhir edilmektedir.<br />

Sofanın sonunun sağ yanından, güney cepheye kadar sofa<br />

ile aynı doğrultuda uzanan koridorda, 17. yüzyıla ait, Tokat<br />

Ulu Camii ahşap tavan göbeği ile Musluağa Konağı'na ait,<br />

kalem işi boyamalı ahşap parçalar görülmektedir. Bu dar koridordan<br />

geçilen güneybatıdaki küçük odada ise çoğunlukla<br />

13. yüzyıldan kalma çiniler ile 16. yüzyıla ait, Sakal-ı Şerif kutuları<br />

ve 19. yüzyıla ait saatler sergilenmektedir.


Sofanın sol tarafında bulunan küçük<br />

alanda, 18 ve 19. yüzyıllarda dokunmuş,<br />

Tokat, Malatya yörelerine ait kilimlerin<br />

sergilendiği küçük bir mekân<br />

bulunmaktadır. Binanın her bir detayında<br />

müthiş estetik unsurlar göze çarpmaktadır.<br />

Bunlardan bir tanesi de kısmen kesme<br />

taş ve üzeri örtülü ahşap bir merdivenle<br />

ikinci kata çıkarken ahşap merdivenin<br />

başında, korkuluğu duvara sabitlemek<br />

için yapılmış ve geçit şeklinde<br />

düzenlenmiş ahşapların birleştiği yerdeki<br />

barok ahşap oymaların arasında beliren<br />

Mevlâna sikkesidir.<br />

Gösterişli balkonun diğer ucuna, Behzat Deresi<br />

manzarasını görecek şekilde yarım metre yükseltilmiş<br />

bir seyir köşkü konulmuştur. Balkonun orta hizasına<br />

yerleştirilmiş, barok ahşap oyma göbekli ve üst taraflarında<br />

Arapça sülüs bir yazı ile “Ya müfettiha’lebvâb”<br />

(Ey kapıları açan Allah’ım!), “İftahlena<br />

hayre’l-bab” (Bize hayır kapılarını aç) yazan<br />

iki kanatlı bir kapı ile semâhâneye girilmektedir.<br />

Semâhâne, doğu yönündeki ahşap kafes<br />

ile ayrılan kadınlar mahfili hariç tek bir mekân<br />

olarak düzenlenmiştir.<br />

Semâhânenin ortasında on altı adet ahşap sütunun<br />

taşıdığı bağdadî bir kubbe bulunmaktadır. Eşsiz<br />

bir işçiliği olan, ahşap tavan göbeğine sahip bu<br />

kubbenin altında onaltıgen semâ alanı oluşturulmuştur.<br />

Her ahşap sütunun üst kısmında, Allah,<br />

Muhammed, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan,<br />

Hüseyin, Talha, Zübeyr bin Avvam, Ebu Vakkas,<br />

Said bin Zeyd, Abdurrahman bin Avf, Ebu<br />

Ubeyd bin Cerrah ve Mevlânâ isimleri yazılı levhalar<br />

bulunmaktadır. Ahşap parmaklıklarla ayrılan<br />

bu alana, çift kanatlı kapı önündeki açıklıktan<br />

geçilmektedir. Bu bölümde semâ töreni<br />

canlandırılmaktadır.<br />

Ayrıca tekke ve zaviyelerin kapatılması ile<br />

birlikte Tokat Mevlevîhânesi’nden Müze<br />

Müdürlüğü'ne giden eserler tekrar<br />

Mevlevîhâne Müzesi’ne kazandırılmış<br />

olup, bu mekânda sergilenmektedir.<br />

Bu eserlerden biri olan semâ<br />

talim tahtası nadir bir örnektir. Aynı<br />

mekânda sergilenen Osmanlı dönemine<br />

ait Arakiyyeler, Mevlevî Külahları,<br />

999’luk kuka tesbihler,<br />

kudümler, bendirler ve neyler<br />

insanın ruhunu o iklime sabitleyen<br />

bir evsafa sahip.<br />

Diğer köşede, üst kısmında,<br />

ahşap oyma süslemelerle çevrili,<br />

eliptik panel içerisinde, Kur’an-ı<br />

Kerim’in Beyyine Suresi’nin 3.<br />

âyetinden alınmış, “Fiha Kütübün<br />

Kayyime” (Doğru hükümler ondadır)<br />

yazan küçük, güzel bir kitaplık<br />

vardır.<br />

Giriş kapısının her iki yanında, saz<br />

ve söz icracısı Mevlevî dervişleri için,<br />

diğer alanlardan ayrılmış alanlar vardır.<br />

Bu alanların üzerine kadınlar<br />

bölümünün önündeki merdivenle<br />

çıkılan yüksek mahfil yerleştirilmiştir.<br />

Mahfili taşıyan ahşap direklerin<br />

mahfille birleştiği yerlerdeki<br />

ahşap oymalar çok gelişmiş<br />

bir zevkin ürünüdür. Bu merdivenlerin<br />

başlangıcında da, barok ahşap motiflere<br />

sahip oyma üzerinde Mevlevî sikkesinden<br />

oluşan süsleme tekrar edilmiştir.<br />

Balkonun doğu tarafında yan yana bulunan<br />

iki sade kapı ile kadınlar mahfiline ve bütün<br />

doğu cephesi boyunca uzanan dar bir koridora<br />

ve yanındaki odaya geçilmektedir.<br />

Bu alanda 16. ve 20. yüzyıllar arasına tarihlenen<br />

Kazak etkili Anadolu ve Malatya,<br />

Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu,<br />

Sivas ve yörelerine ait halı ve seccadeler<br />

teşhir edilmektedir.<br />

Ruhu mânâ ile eriten bu mekânın Şems-i Tebrîzî<br />

ve Mevlânâ’nın tutuşturduğu aşk ateşini hissettirdiğine<br />

bir kez daha şahit oldu gözlerimiz. Fırsat<br />

bulan her gönül Tokat Mevlevîhânesi’nin bu<br />

yokluk bahşeden kapısından girip ruhlarını varlıkla<br />

tezyîn etmelidir. Gaybî’nin ifade-i merâmı gibi:<br />

Aşk odu evvel düşer aşıka andan maşuka<br />

Şem’i gör kim yanmadan yandırmadı pervâneyi<br />

*Araştırmacı-Yazar KAYNAKÇA: 1) A. Süheyl Ünver, “Osmanlı<br />

İmparatorluğu Mevlevîhâneleri ve Son Şeyhleri”, Mevlânâ<br />

Güldestesi, Konya 1964, s. 30-39. 2) Abdülbâkî Gölpınarlı,<br />

Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983. 3) Abdülbâkî<br />

Gölpınarlı, Mevlevî Adab ve Erkânı, İstanbul 1963. 4) Abdülbâkî<br />

Nâsır Dede, Defter-i Dervişân II, İSAM, nr. 18112. 5) Ahmed Eflâkî,<br />

Menâkıbü’l-Ârifîn, MEB Yayınları, İstanbul 1989, I-II. 6) Ahmed<br />

Yaşar Ocak, “Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, sy. XII, Ankara<br />

1978, s.247-269. 7) Ali Nutkî Dede, Defter-i Dervişân I,<br />

Süleymaniye Kütüphanesi Nafiz Paşa nr. 1194. 8) Bahâ<br />

Tanman, “Âsitâne”, DİA, III. 9) Barihuda Tanrıkorur,<br />

“Türk Kültür ve Mimarlık Tarihinde Mevlevîhânelerin<br />

Yeri ve Önemi”, III. Millî Mevlânâ Kongresi, 12-14<br />

Aralık 1988, Konya 1989, s. 61-72. 10)Barihuda Tanrıkorur,<br />

Türkiye Mevlevîhânelerinin Mimârî Özellikleri,<br />

(Basılmamış Doktora Tezi), Konya 2000. 11) Barihuda<br />

Tanrıkorur, “Mevleviyye”, DİA. 12) Cinuçen Tanrıkorur,<br />

“Mevlevîlikte Mûsıki”, III. Milletlerarası Mevlânâ Kongresi,<br />

12-24 Aralık 1988, Tebliğler, Konya 1989, s.111-<br />

116. 13) Esrar Dede, Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye,<br />

Millet Kütüphanesi, Ali Emiri, nr. 756. 14) Evliyâ<br />

Çelebi, Seyâhatnâme, Üçdal Neşriyat, İstanbul<br />

1985, I-X. 15) Halis Turgut Cinlioğlu, Osmanlılar<br />

Zamanında Tokat, Tokat 1951. 16)<br />

Hasan Yüksel, “Tokat Mevlevîhânesi”,<br />

SÜ Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sy.2,<br />

Konya 1996. 17) Hür Mahmud Yücer,<br />

Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19. Yüzyıl),<br />

İstanbul 2004, s.456-457. 18) Mehmet<br />

Beşirli, “XIX. Yüzyılın İlk Yarısında<br />

Tokat Mevlevîhânesi ve Gelirleri ile İlgili<br />

Sorunlar”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler<br />

Dergisi, sy.2, Elazığ 2003, s. 337-373. 19)<br />

Mevlânâ Celâleddîn Rûmi, Mesnevî, İstanbul<br />

1990, I-V. 20) Sezai Küçük, Mevlevîliğin Son Yüzyılı,<br />

İstanbul 2003.<br />

107


Süleymaniye Cilt Evi'nde<br />

Kitaptan Önce,<br />

Kapaktan Ziyade<br />

Muzaffer S. İNANÇ


Bugün illüstratör, grafiker ve fotoğrafçıların marifeti ile<br />

şekillenen kitap kapakları, çok değil, yarım asır öncesine<br />

kadar mücellitlerin hünerli ellerinden çıkıyordu. Üstelik sadece<br />

kitabın dışından sorumlu değillerdi onlar. Eserin muhtevasından<br />

sayfaları tutan ipliğe, şirazesinden kitap tamirine kadar her<br />

şeyi bilmek durumundaydılar. Kitaplara kol kanat geren zarif<br />

ciltlerin ustalarının sayısı, bugün iki elin parmaklarını geçmiyor.<br />

Bu ustalardan biri olan mücellit Rafet Güngör, Süleymaniye Cilt<br />

Evi’nde, bize kitapların hem içini hem dışını anlattı.


“Kitapların içinde apayrı bir dünya vardır, kapağı açtığınız an<br />

o dünya sizi içine çekiverir.” cümlesini birçoğumuz duymuşuzdur.<br />

Yerinde söylenmiş, nüktedan bir cümledir aynı zamanda.<br />

Fakat Rafet Güngör’e göre eksik bir cümledir. Ona<br />

göre, kitap kapaklarının dışında da apayrı, engin bir dünya<br />

var. Bir mücellidin gözüyle bakıldığında, kitabın dışı kadar içi<br />

de önemlidir.<br />

Rafet Güngör ciltçilikte 40 yılı devirmiş usta bir mücellit.<br />

Kitapla ilgili hemen her türlü faaliyette bulunuyor. Derisinden<br />

mukavvasına, ibrişiminden sahifesine kadar kitapla<br />

alakası olan her mefhuma vakıf. Tezgâhından nadide<br />

yazma eserler de geçmiş Güngör’ün, dünyanın en büyük<br />

Kur’an-ı Kerim’i de…<br />

110<br />

Rafet Güngör liseden mezun olduğunda Osmanlı Türkçesi’ne<br />

ve Arapça’ya vakıf, genç bir “kültür adamı” adayıdır. 1969<br />

yılında Süleymaniye Kütüphanesi’nde memurluk imtihanı<br />

açılır. Güngör sınava girer ve yeterli puanı alır, Süleymaniye<br />

Kütüphanesi’nde çalışma hayatına başlar.<br />

“Süleymaniye Kütüphanesi’ne memur olarak girdim. Dönemin<br />

meşhur hâfız-ı kütüpleri orada çalışıyordu.” diyen<br />

Güngör’ü, Osmanlı Türkçesi’ne ve Arapça’ya vakıf olduğu<br />

için tasnif işine verirler. Güngör tasnif işinde çalışsa da karşılaştığı<br />

bir isim onu başka bir mecraya çeker.<br />

Ustam İslam Hoca’dır!<br />

Rafet Güngör, Süleymaniye Kütüphanesi’nde tasnif işleriyle<br />

uğraşırken, usta mücellit İslam Seçen de kütüphanenin cilt<br />

işleriyle meşguldür. Güngör, “Ben sık sık İslam ağabeyin yanına<br />

giderdim, içimden gelirdi.” diyor demesine, ama bu iş<br />

kütüphane müdürünün de gözünden kaçmamış. Sormuş<br />

Güngör’e sık sık (!) tekrarlanan ziyaretlerin sebebini.<br />

Kütüphane müdürüne, “Dayanamadım ve İslam ağabeyin<br />

çalışmalarını çok sevdiğimi söyledim.” diye cevap vermiş<br />

Güngör. Bu söz üzerine de müdür bey tarafından İslam<br />

Seçen’in yanına verilmiş. “O gün, ciltçiliğe başladığım gündür.”<br />

diyen Güngör, Seçen’le birlikte tam 20 sene çalışmış. Ve<br />

tebessüm ederek ekliyor, “Ustam İslam Seçen’dir!”<br />

Rafet Güngör’ün, İslam Seçen’le birlikte Süleymaniye<br />

Kütüphanesi’nde mücellitliğe başlamasının üzerinden 5 yıl<br />

kadar geçer ki bir vazife dolayısıyla İslam Hoca Portekiz’e gider.<br />

Cilt işlerinin tüm ağırlığı Güngör’ün omuzlarına kalır.<br />

“1974’te İslam ağabey Portekiz’e gidince kütüphanedeki bütün<br />

yük bana kaldı. Kaçış şansım da yok.” diyen Güngör’ün<br />

karşısına başka bir alternatif daha çıkar.<br />

Güngör’ün, girdiği sınavlar neticesinde Adalar Müftülüğü’ne<br />

tayini çıkar. Daktilo kullanmasını bildiği, Osmanlı Türkçesi’ne ve<br />

Arapça’ya da hâkim olduğu için müftülükte göreve başlaması<br />

yönünde ısrarlarla karşılaşır. Süleymaniye Kütüphanesi’nin<br />

o zamanki müdürü Muammer Ülker Bey ise, “Hayır efendim!<br />

Biz bu çocuğa 5 yılımızı verdik. Onu bırakamayız” der ve<br />

Güngör’ün kütüphanede kalması için farklı ısrarlar da bu taraftan<br />

gelir. Türk ve İslam Eserleri Müzesi Müdürü Can Kerametli<br />

Bey de o meclistedir. “Evladım.” der, “Senin derdin ne?”


Rafet Güngör’ün derdi çoktur. Yeni evlenmiştir, evi kiradır, ay<br />

sonunu getirmek imkân dâhilinde değildir. Bu nitelikteki bir<br />

gencin içinde bulunduğu durumu öğrenen Kerametli, “Ben<br />

sana lojman ayarlarım. Hatta çalışman için fazladan iş de bulurum.”<br />

der ve Laleli’de 3. Mustafa ve 3. Selim Türbesi’nin<br />

lojmanını Güngör’e tahsis eder. 10 yıl kadar lojmanda kalan<br />

Güngör, bir yandan da Süleymaniye Kütüphanesi’nin cilt ve<br />

kâğıt işlerine devam eder.<br />

Süleymaniye’den Suriye’ye<br />

Rafet Güngör, 1989 senesinde UNESCO’nun daveti üzerine<br />

Suriye’ye gönderilir. İbn-i Asakir’in “Tarihu’l Medinet-i Dımaşk”<br />

kitabının restorasyonu için görevlendirilir. Usta mücellit,<br />

20 bayan ve 20 erkekten oluşan bir ekiple hem çeşitli<br />

eserlerin tamiratını yapar hem de bu gençleri yetiştirir, İslam<br />

Usta’sından gördüğü üzere. Güngör, “Bu gençlerin birçoğu<br />

şimdi Bahreyn’de Dubai’de çalışıyorlar. Çok da vefalılar, bayramlarda<br />

kart gönderirler, ararlar, görüşürüz.” sözleriyle mutluluğunu<br />

ifade ediyor.<br />

Rafet Güngör Suriye’de onarım işleriyle meşgulken, dönemin<br />

bakanlarından Hasan Celal Güzel Suriye’ye gider. Güngör’ün<br />

çalıştığı kütüphaneyle konsolosluk karşı karşıya olduğu için<br />

ekibin de yanına uğrar ve Güngör’e güzel bir haber verir:<br />

“İstanbul’a döndüğünde seni Başbakanlık Osmanlı Devlet<br />

Arşivleri’ne alacağız. Senin haberin yok ama arşivleri yeniden<br />

canlandırıyoruz.”<br />

Güngör’ün dediğine göre o zamanlar arşivde 30 civarında kişi<br />

çalışıyormuş. İsmet Miroğlu merhum Başbakanlık Osmanlı<br />

Devlet Arşivleri’ne müdür olunca personel sayısı 800’lere kadar<br />

çıkmış. İşi bilenler arşivde istihdam edilmeye başlanmış.<br />

Rafet Güngör de, Hasan Celal Bey’den öğrendiğine göre arşivin<br />

teknik hizmetler bölümüne yazmalarının patolojik restorasyonu<br />

ve bakımını yapacak ciddi bir atölye kurması için usta<br />

olarak alınacakmış.<br />

Rafet Güngör, İstanbul’a dönünce resmi işlemler halledilir ve<br />

arşivde çalışmaya başlar. İyi bir atölye kurulması için ne lazım<br />

geliyorsa temin edilir. Güngör kendi ekibini kurar ve ölmeye<br />

yüz tutan eserlerin restorasyonuna başlarlar. “Atölyesinin<br />

şimdiki haline gelmesi için el birliği ile tam 10 yıl çalıştık. Talebelerim<br />

olan gençler şimdi orada görevdeler. 10 yılın sonunda<br />

ise arşivden emekli oldum.” diyor usta mücellit.<br />

Vefa’da Bir Kitap Doktoru<br />

Rafet Güngör, Süleymaniye Kütüphanesi’nden emekli olduktan<br />

sonra, Vefa’da kendi atölyesini açar. Yine kitap ve kâğıt<br />

restoratörlüğüne devam eder. Aynı zamanda burada öğrenci<br />

de yetiştirir. “Her yaz Ege Üniversitesi’nden öğrenciler geliyor.<br />

Zaman zaman da bu işin<br />

özel meraklıları geliyor.” diyen<br />

Güngör, gelenlerin birçoğunu<br />

İslam Seçen’e gönderiyormuş.<br />

Nedenini sorduğumuzda<br />

ise, “Nihayetinde burası bir esnaf<br />

dükkânı. Zamanında teslim etmem<br />

gereken işler oluyor. Bu işleri yetiştirmeye<br />

çalışırken ciltçiliğe dair her şeyi<br />

çocuklara gösteremiyorum. Ama İslam ağabey bu sanatı öğretmeye<br />

sıfırdan başlıyor. Kâğıdın suyundan derinin tıraşlanmasına<br />

kadar gösteriyor çocuklara.” sözleriyle izah ediyor.<br />

Dünyanın En Büyük Kur’an-ı Kerim’ini<br />

Rafet Güngör Ciltledi<br />

Rafet Usta her zaman yaptığı gibi Vefa’daki atölyesinde cilt<br />

işleriyle meşgulken bir telefon gelir. Telefonda, dünyanın en<br />

büyük Kur’an-ı Kerim’inin ciltlenmesi gerektiği, bunu yapıp<br />

yapmayacağı kendisine sorulur. Güngör’e göre bu iş “40 yıllık<br />

meslek hayatının zekatı”dır ve kabul etmemek edebe mugayir<br />

olacaktır.<br />

Kur’an-ı Kerim’i Muhammed Sabur isminde bir hattatın<br />

öncülüğünde 10 kişi, 5 yılda yazmış. Yazılmasını talep<br />

eden ise Afganistan'ın Nadirhan sülalesinden Hacı Seyyid<br />

Mansur El Nadiri’dir.<br />

Afgan heyet bu Kur’an’ın ciltlenmesi için bizzat Cumhurbaşkanımız<br />

Abdullah Gül ile görüşür. Gül, bu ekibi Kültür<br />

ve Turizm Bakanı Ertuğrul<br />

Günay’a yönlendirir. Günay<br />

ise Mimar Sinan<br />

Üniversitesi’nde bu<br />

işle ilgilenen akademisyenlerleiletişime<br />

geçer ve İslam<br />

Seçen görevlendirilir.<br />

20 bayan ve<br />

20 erkekten oluşan<br />

bir ekiple Afganistan’a<br />

giden Seçen, çeşitli çalışmalar<br />

yapar fakat bazı<br />

sebeplerden dolayı iş olmaz.<br />

Afganlar da Rafet<br />

Güngör’den talep ederler cilt<br />

yapım işini.<br />

“Önce İslam abiye<br />

danıştım. Mevzuyu<br />

anlattı bana. Sonra<br />

Afganistan’a gittim.”<br />

diyen Güngör, cilt<br />

için uygun olan projeleri<br />

çizer, Afganlara<br />

sunar.<br />

111


Çizimler çok beğenilince Güngör İstanbul’a gelir ve kapakları<br />

yapar. Daha sonrası ise biraz zor olmuş Güngör için: “Kapakları<br />

yaptıktan sonra görsellerini Afganistan’a faks çektim. ‘Tamam,<br />

çok beğendik, gelip takabilirsiniz.’ dediler ama kapağın<br />

bir tanesi 45 kilo. İki kapak eder 90 kilo. Uzunluğu da 2,5<br />

metre. Götürmesi kolay değil yani, ama zor şartlar altında da<br />

olsa sağ salim yerine ulaştırdık. Afganistan’a gidince gördüm<br />

ki mushafın tamamı 457 kilo ağırlığına ulaşmış. 30 kişi ancak<br />

kaldırıp yerleştirdik vitrine.”<br />

Bu işe meslek hayatının zekâtını ödeme vesilesi gözüyle bakıyor<br />

Güngör, “Benim için bir gurur kaynağı, fevkalade bahtiyarlık.<br />

Dönerken bir de teşekkür belgesi verdiler. Meclis’ten<br />

de bir nişan lütfedildi.” diyor.<br />

Ülkelerinde Rafet Güngör gibi büyük bir cilt ustasını misafir<br />

eden Afganlar, onu hemen bırakmazlar. Kütüphane ve arşivlerini<br />

incelemesini rica ederler. Güngör de memnuniyetle<br />

kabul eder ve eserleri inceler. Eserlerde büyük tahribatlar<br />

olduğunu gören Güngör, “Afganistan’a Allah nasip ederse<br />

bir kitap hastanesinin kurulmasını istiyorlar. Çünkü Kâbil,<br />

İpek Yolu’nun tam ortası. Bu nedenle arşivlerinde çok eser<br />

var. Ama restorasyon yapacak ustaları hiç yok. İş devletlerarası<br />

olduğu için bildiğim kadarıyla yazışmalar devam ediyor.<br />

Eğer imkân olursa tekrar Afganistan’a gider, seve seve çalışırız.”<br />

diye konuşuyor.<br />

Güngör ciltle birlikte kitapların sahifelerinin kadim dostu olan<br />

ebru sanatını da öğrenmiş. Aynı zamanda da bir hat sanatı<br />

meraklısı. Gençliğinde, hocaların hocası merhum hattat Hamid<br />

Aytaç’tan hat meşk etmiş. Ama tamamlamak nasip olmamış.<br />

Fakat atölyesinin duvarlarını başta Hamid Bey olmak<br />

üzere Hasan Çelebi gibi, Hüseyin Kutlu gibi usta hattatların<br />

levhaları süslüyor. Evinde de bir o kadar levhasının olduğunu<br />

söylüyor Güngör.<br />

112<br />

Hat sanatına olan merakı, Güngör’ün başına komik işler de açmış.<br />

30 yıl önce bir hat sergisi düzenleyen Güngör, tehlikeli bir iş<br />

yaptığı, harf inkılâbına muhalif fiilde bulunduğu için mahkemeye<br />

çıkarılmış. Ceza almaktan güçlükle kurtulmuş, ama bugün anlatırken<br />

hâlâ kendini gülmekten alıkoyamıyor.<br />

Kitabın Muhtevası Cilt Seçiminde Çok Önemlidir<br />

Rafet Usta’nın elinden binlerce kitap geçince, artık yüz metreden<br />

tanır olmuş eserleri. Eserleri tanıyınca da geriye, doğru cilt ile kaplaması<br />

kalıyormuş. Doğru cilt diyoruz, çünkü her esere her cilt yapılmazmış.<br />

“Osmanlı’da yazılan bir esere İran usulü bir cilt yaparsanız<br />

hem rezil olursunuz, hem de kendinize güldürürsünüz.”<br />

diyor Rafet Usta.<br />

Usta bir mücellidin hat sanatına da vakıf olması gerektiğinin altını<br />

çizen Güngör, “Aklâm-ı sitteyi bilmek gerekir. Çünkü her devrin<br />

kendine has bir cilt üslubu var. Bazen harflerin kemâline bakarak<br />

eserin hangi dönemde yazıldığını tespit ederiz ve ona göre bir cilt<br />

yaparız.” diye konuşuyor.<br />

Rafet Usta bizimle sohbet ederken aynı zamanda tezgâhında<br />

çalışıyor. Elinde Erivan’da yazılmış bir Kur’an var. Ciltlenmesi için<br />

kendisine emanet edilmiş. Bize “Erivan” yazısını göstererek,<br />

“Mesela bu Kur’an Erivan’da yazılmış. Burada İstanbul, Diyarbakır<br />

ya da Konya da yazabilirdi. Ama Erivan demiş. Demek ki ben<br />

buna o coğrafyada kullanılan bir cilt tertip etmek zorundayım.<br />

Kalkıp da Avrupa usulü bir cilt yapamam.” diyor. Usta mücellit,<br />

“Şu an elimde bir Avrupa eseri olsaydı ona öyle bir cilt yapmam<br />

gerekirdi ki kitaptan anlamayan bir insana bile ‘Bu sanki biraz<br />

farklı’ dedirtmeli.” sözüyle sanatının inceliklerini anlatıyor.<br />

Rafet Usta’nın elinden 10 binden fazla eser geçmiş ama bazı çalışmaları<br />

zihninden hiç çıkmamış. Mesela Hz. Peygamber Efendimizin<br />

dünyayı teşrif ettiği yerde bulunan evin ikinci katı yazma<br />

eserler kütüphanesiymiş. Orada çeşitli çalışmalar yapmış Rafet<br />

Usta. Süleymaniye Kütüphanesi’nde çalıştığı dönemlerde Muhammed<br />

Şemseddin Sivasi Efendi'nin, kâğıt yerine gümüş plakalara<br />

oyularak yazılmış Delail-i Hayrat’ını onarmış.“


Delail-i Hayrat’ı nasıl onaracağımı bir türlü bilemedim. Kumaş<br />

olsa, deri olsa dikeceğim ama bildiğin gümüş plaka. Düşünürken<br />

uyuklamışım. Rüyamda hocamı gördüm. Karnı yarılmıştı<br />

ve ben hocamın karnını dikiyordum. Uyanınca levhanın küflerinin<br />

arasında delikler gördüm. O deliklerden itinayla diktim.<br />

Eser şimdi Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde sergileniyor.” diyor.<br />

Güngör’ü heyecanlandıran diğer çalışması da Topkapı<br />

Sarayı’nda bulunan Hz. Ali’ye ait yazma Kur’anı Kerim’in resto-<br />

Osmanlı Türkçesi’ni Bilmeden<br />

Tarihine Sahip Çıkamazsın!<br />

Rafet Güngör kitaplara hizmet ettiği için kendini mutlu<br />

sayan isimlerden. 40 yıldan beri kelimenin tam anlamıyla<br />

“kitap kurdu”. Bu zamana kadar elinden 10 binden<br />

fazla yazma eser geçmiş. Ve kitapların sadece dışıyla<br />

değil içiyle de hemhal oluyor Rafet Usta. Kâğıt tamirciliğinin<br />

yanı sıra iyi de bir kitap okuyucusu. “Gençliğimizde<br />

çok okurduk ama yaş kemale erince biraz zayıfladı.”<br />

diyen Güngör, zamanında Osmanlı Türkçesi’ni<br />

ve Arapça’yı öğrendiği içinse Allah’a şükrediyor. Gençlerin<br />

de mutlaka Osmanlı Türkçesi’ni öğrenmesini tavsiye<br />

ediyor: “Selçuklular zamanında ağır bir dil vardır. Fakat<br />

en azından 18.-19. yüzyıl Türkçesi’ni okuyabilsinler.<br />

Süleymaniye Kütüphanesi’nde binlerce eserimiz var fakat<br />

hepsinden yabancılar istifade ediyor. Bizde de nitelikli<br />

insanlar var ama yeterli değil. Benim atölyenin az ilerisinde<br />

tarihi bir çeşme var. Çeşmeyi tamir ettiren Alman<br />

bir bayan… Bizse daha çeşmenin kitabesini okumaktan<br />

aciziz. Bu benim zoruma gidiyor. Demek ki dilini bilmeden<br />

tarihine sahip çıkamazsın.”<br />

rasyonu ve cildini yapmasıymış. Rafet Güngör, usta bir mücellit.<br />

Kelimenin tam manasıyla bir mücellit. İşinin hakkını veren, kitaba<br />

ve yazıya hürmet eden bir mücellit. “Umarım ki Fatih Sultan<br />

Mehmed Han zamanındaki gibi ‘Ehl-i Hiref’ teşekkül eder de<br />

hem kitaplarımız hem de insanlarımız refaha erer” diyor. “Ehl-i<br />

Hiref de nedir?” diye merak edenler en güzel cevabı Vefa’da,<br />

Süleymaniye Cilt Evi’nde bulabilirler.<br />

113


Mabeyn Köşkü’nde Esen<br />

Savaş Rüzgârları<br />

Sudenaz BENGİ<br />

Yıldız Sarayı Büyük Mabeyn Köşkü, sıra dışı bir sergiye ev<br />

sahipliği yaptı. “Yaşayan, Savaşan Osmanlı ve Dioramaları” adlı<br />

sergide, iş adamı Nejat Çuhadaroğlu’na ait olan ve İstanbul’un<br />

kurtuluşundan Cumhuriyet’in ilanına kadarki dönemi kapsayan<br />

çok sayıda savaş objesi ve dioramaları koleksiyonu,<br />

meraklısıyla buluştu. Çuhadaroğlu’nun çeyrek asırdan<br />

bu yana biriktirdiği kişisel koleksiyonunda asker<br />

giysilerinden silahlara, madalyonlardan bayraklara,<br />

mataralardan askeri araçlara ve fotoğraflara kadar<br />

dönemlerini yansıtan pek çok objeyi görmek<br />

mümkün. Bu konseptteki ilk sergiye ev sahipliği<br />

yapan Çuhadaroğlu’nun en büyük hedefi,<br />

binlerce parçadan oluşan koleksiyonu<br />

sergileyeceği yerleşik bir müze kurmak…<br />

114<br />

Nejat ÇUHADAROĞLU


115


116<br />

Koleksiyon denilince akla ilk olarak dünyanın<br />

çeşitli ülkelerine ait eski pullar gelse de,<br />

koleksiyon tutkusunun sınırları alabildiğince<br />

geniştir. Kimi zaman rengârenk düğmeler,<br />

minik arabalar, kibrit kutuları, parfüm veya<br />

kolonya şişeleri, kimi zaman farklı şehirlere,<br />

ülkelere ait magnetler, film afişleri, bazen de<br />

eski paralardır biriktirilen.<br />

Koleksiyoner, koleksiyonunu yapacağı nesneyi<br />

seçer önce ve başlar biriktirmeye. Bu<br />

biriktirme işi, sürekli olur, zira biriktirilenlerin<br />

yanına yenileri eklenmese adı koleksiyon<br />

olmaz. Bu sebeple koleksiyoncu, sabırla devam<br />

ettirir biriktirmeye. Bir şeyler biriktirme<br />

tutkusu, yalnızca insanoğluna has bir tutku<br />

mudur bilinmez ama bu meşguliyetin insan<br />

ruhuna iyi geldiği kesin.<br />

Koleksiyonu yapılan şeyin, koleksiyoncunun<br />

mesleği ile bir alâkası yoktur çoğu zaman.<br />

Tıpkı Çuhadaroğlu Holding’in CEO’su<br />

Nejat Çuhadaroğlu’nun savaş objeleri ve dioramaları<br />

koleksiyonu örneğinde olduğu<br />

gibi. Ekonomi eğitiminden sonra iş dünyasına<br />

adım atan ve bugün koskoca bir holdingin<br />

başında olan Çuhadaroğlu, çeyrek<br />

asırdan bu yana askeri savaş objesi biriktiriyor.<br />

Çuhadaroğlu’nun kişisel koleksiyonunda<br />

asker giysilerinden silahlara, madalyonlardan<br />

bayraklara, mataralardan askeri araçlara<br />

ve fotoğraflara kadar dönemlerini yansıtan<br />

pek çok objeyi görmek mümkün. Binlerce<br />

parçadan oluşan koleksiyonda yalnızca,<br />

dünyanın dört bir yanından topladığı orijinal<br />

savaş aletleri bulunmuyor. Bizzat kendisinin<br />

yaptığı maketler de önemli bir yer tutuyor<br />

Çuhadaroğlu’nun koleksiyonunda.


Nejat Çuhadaroğlu, 25 yıllık koleksiyonun bir bölümünü,<br />

Yıldız Sarayı Büyük Mabeyn Köşkü’nde<br />

düzenlenen bir sergi ile sanatseverlerle paylaştı.<br />

Çuhadaroğlu; koleksiyon merakının ne zaman<br />

başladığını, koleksiyonda ne tür parçalar bulunduğunu,<br />

maket yapımına olan ilgisini ve daha<br />

pek çok konuyu dergimize anlattı.<br />

Şaha Kalkmış Atın Üzerinde<br />

Kartal Kanatlı Deli Süvari<br />

Serginin mimarı Nejat Çuhadaroğlu ile söyleşimize<br />

başlamadan evvel sergiyi gezmek iyi olur<br />

diye düşünüyoruz. Köşkün kapısından içeri adımımızı<br />

attığımızda, şahlanmış heybetli iki aygırın<br />

üzerinde Osmanlı süvarileri karşılıyor bizi. Biri<br />

topçu süvari, diğeri ise deli süvari.<br />

Aygırlardan gri olanının üzerinde, elinde sancağı,<br />

kırmızı giysili bir deli süvari var. İlgimizi de en<br />

çok bu deli süvari çekiyor.<br />

Tarihi kaynaklara göre deli süvariler, Osmanlı döneminde<br />

düşman bölgelerine akınlar düzenleyen<br />

Türk kökenli düzensiz süvari gönüllüleri olan<br />

akıncıların en ilginciydi. Deli süvarisi olmak, deyim<br />

yerindeyse, her babayiğidin harcı değildi.<br />

16. yüzyılda kurt, sırtlan, pars gibi vahşi hayvan<br />

derilerinden yapılmış elbiseler giyen delilerin,<br />

atları da akıncılarınki gibi çevik ve dayanık-<br />

lıydı. Delilerin silâhları ise akıncılarınki gibi kılıç,<br />

kalkan, mızrak, balta ve bozdoğandı. Tıpkı Mabeyn<br />

Köşkü’nde gördüğümüz deli süvaride olduğu<br />

gibi.<br />

Kıran kırana geçen bir savaşın tam ortasında, süvarisiyle<br />

birlikte âdeta aniden günümüze ışınlanıp<br />

gelmiş gibi duran gri aygırın gözleri, savaşın<br />

dehşetinden fal taşı gibi açılmış. Kırçıllı, gür<br />

kuyruğu yeri süpüren, damarları parmak kalındığında<br />

kabarmış aygırın üzerinde olanca heybetiyle<br />

duruyor deli süvari. Deli süvarinin sırtındaki<br />

dev kartal kanatları daha ilk bakışta dikkat çekiyor.<br />

Başındaki kaplan derisinden yapılma başlığın<br />

da etrafı kartal tüyleriyle çevrilmiş. Giysilerindeki<br />

bu detaylar, düşmanına korku salmak için<br />

zahir, diye düşünüyoruz.<br />

Osmanlı süvarisine o an itibariyle veda edip, hemen<br />

sağımızda kalan salona geçiyoruz. Burada<br />

I. Dünya Savaşı’nı yeniden yaşıyorsunuz âdeta.<br />

Çanakkale cephesini anlatan diaromaların bulunduğu<br />

salonda ayrıca Türk, İngiliz, Fransız ve<br />

Alman askeri üniformaları mankenler üzerinde<br />

sergilenmiş. Askerlerin hepsi tam teçhizatlı.<br />

Birbirlerine öyle benziyorlar ki salonu gezerken,<br />

sergilenenlerin hangisi maket, hangisi gerçek<br />

obje anlamakta güçlük çekiyoruz.<br />

117


Birinci salondan sonra koleksiyonun devamını<br />

görmek üzere diğer salonlara geçiyoruz. Girişteki<br />

şaha kalkmış beygirlerin solunda kalan salonda<br />

Mustafa Kemal’in, binbaşı rütbesiyle katıldığı<br />

Trablusgarp Savaşı’na dair maketler ve savaş objeleri<br />

sergilenmiş. Trablusgarp Cephesi Derne Komutanı<br />

Mustafa Kemal, pek de askeri bir üniforma<br />

gibi görünmeyen siyah bir kıyafetle mankenli<br />

olarak anlatılmış. Kıyafet elbette orijinal değil.<br />

Ama o günkü kumaşı bile bulup ortaya çıkarmak<br />

da kolay olmasa gerek…<br />

Tek tek gezdiğimiz salonlarda gördüklerimiz, sanatsal<br />

zevkimizi tatmin etmenin ötesinde, bilgi<br />

dağarcığımıza da yeni yeni bilgiler ekliyor. 19.<br />

yüzyılda bir Osmanlı saray muhafız alayı ne giyermiş,<br />

yine aynı dönemde bir Osmanlı denizci subayının<br />

kıyafeti nasılmış yahut I. Dünya Savaşı’nda<br />

bir Türk askerî pilotunun üniforması neye benziyormuş,<br />

hepsini görerek öğreniyoruz. Elbette sadece<br />

Osmanlı ve Türk askerî kıyafetleri ve savaş<br />

gereçleri yok sergide. I.Dünya Savaşı’nda Çanakkale<br />

cephesinde savaşmış Fransız ve Anzak askerlerine<br />

de yer verilmiş, İngiliz askerlerine de. Kıyafetlerde<br />

en küçük bir detay bile atlanmamış. Madalyonlar,<br />

silahlarlar, dönemine göre barut kutuları,<br />

kılıçlar, kamalar, daha niceleri…<br />

Koleksiyon 25 Yılın Emeğini Yansıtıyor<br />

En küçük bir objeyi bile atlamadan tek solukta tamamlıyoruz<br />

sergiyi gezmeyi. Merak ettiklerimizi<br />

de ev sahibi konumundaki Nejat Çuhadaroğlu anlatsın<br />

istiyoruz. İlk olarak savaş malzemelerine ve<br />

maket yapımına olan ilgisinin ne zaman başladığını<br />

soruyoruz Çuhadaroğlu’na. Annesi güzel sanatlar<br />

akademisi resim-heykel bölümü mezunu,<br />

babası ise mimar olan Nejat Çuhadaroğlu, annesinden<br />

aldığı yetenekle küçük yaştan itibaren<br />

resim yaptığını söylüyor.<br />

Resmin yanı sıra heykele de ilgisi olduğunu<br />

belirten Çuhadaroğlu, “İlkokul son<br />

sınıfta, babamın yurt dışından getirdiği bir<br />

uçak maketiyle maket macerasına başladık.<br />

Makete olan ilgim zaman içinde arttı.” diyor. Lise<br />

son sınıf ve üniversite döneminde maket yapımına<br />

bir süre ara veren Çuhadaroğlu, bu tutkusunu<br />

her daim diri tutmuş.<br />

118


Hatta zaman içinde maket merakını bir<br />

adım ileri götürdüğünü şu sözlerle anlatıyor<br />

Çuhadaroğlu: “Maketlerim bir kompozisyon<br />

oluştursun, bir teması, üç boyutlu<br />

tablo gibi olsun diyerek konulu maket yapmaya<br />

başladım. Buna dünya literatüründe<br />

diorama deniyor. Senelerce bunu yaptım.”<br />

Yaklaşık 25 seneden bu yana maket yaptığını<br />

ifade eden Çuhadaroğlu, “Bu maketlerin<br />

yanına gerçeklerini de koysam çok daha<br />

etkileyici olur.” demiş ve bir asker miğferi<br />

ile filizlenen koleksiyon merakı neredeyse<br />

maket tutkusunun önüne geçmiş. “Koleksiyonun<br />

ilk parçası bir Alman askeri miğferiydi<br />

aslında.<br />

Yani bir şapkayla başladık biriktirtmeye ve sonra<br />

şapkalar, ceketler, pantolonlar, her türlü aksesuar<br />

geldi.” diyor Çuhadaroğlu Holding’in Ceo’su.<br />

Maket yapmaya II.Dünya Savaşı dönemiyle başladığını<br />

anlatan Nejat Çuhadaroğlu, bu sebeple maketlerinin<br />

büyük bir çoğunluğunun bu döneme ait olduğunu<br />

belirtiyor. Koleksiyona, Osmanlı dönemine<br />

ait parçalar eklemesinin kolay olmadığına değinen<br />

Çuhadaroğlu, “Çünkü Osmanlı dönemine ait orijinal<br />

aksesuarları, malzemeleri bulmak çok güç. Bunu<br />

söylemekten hicap duyuyorum ama maalesef Türk<br />

milleti olarak, hiç sahip çıkmamışız, koruyamamışız<br />

kalanları. Şu anda, onları yurt dışından toplayıp getiriyorum.”<br />

diye konuşuyor.<br />

Koleksiyonunu Müzeye Taşımayı Hedefliyor<br />

Binlerce parçadan oluşan bu koleksiyona sahip olmanın<br />

hiç de kolay olmadığını vurgulayan Çuhadaroğlu,<br />

koleksiyonculuğun, maddi ve manevi anlamda<br />

hayli emek isteyen bir uğraş olduğunu anlatıyor.<br />

Koleksiyona kattığı parçaları, gerek yurt içindeki,<br />

gerekse yurt dışındaki müzayedelerden, antika<br />

dükkânlarından aldığını kaydeden Nejat Çuhadaroğlu,<br />

“Amerika’dan Avrupa’ya, Orta Doğu’dan<br />

Rusya’ya ve Türki Cumhuriyetlere kadar, Balkanlar<br />

da dahil olmak üzere Türk dönemiyle ilgili, Osmanlı<br />

dönemiyle ilgili, kendi konumla alâkalı olan tüm<br />

aksesuarları, malzemeleri topluyorum. Bunlara resimler,<br />

fotoğraf albümleri, posterler, gravürler, yağlı<br />

119


oya tablolar dahil. Ayrıca benim<br />

için güçlü birer kaynak olan eski gazeteler,<br />

dergiler ve kitaplar önemli<br />

bir yer tutuyor koleksiyonda. Çünkü<br />

yaptığım işler çok ciddi araştırmalar<br />

gerektiriyor. Doğru malzemeyi,<br />

doğru yerde ve doğru<br />

şekilde kullanmak lazım.<br />

Binlerce parça var ve hepsini<br />

tek tek derlemek, öğrenmek<br />

gerekiyor.” diye konuşuyor.<br />

Koleksiyonu bugünkü<br />

haline getirmenin epey<br />

vakit aldığını dile getiren<br />

Çuhadaroğlu, koleksiyonu<br />

zenginleştireceğini,<br />

daha geniş kapsamlı<br />

hale bir getireceğini<br />

söylüyor.<br />

Koleksiyoner Nejat<br />

Çuhadaroğlu, Mabeyn<br />

Köşkü’ndeki serginin ilk sergisi<br />

olduğunu belirterek, bunun<br />

aynı zamanda dünyada<br />

da bir ilk olduğunu vurguluyor.<br />

“Hem işlediğim konulara<br />

uygun maketler, hem gerçek<br />

materyaller sergide bir<br />

arada.” diyen Çuhadaroğlu,<br />

bundan sonraki hedefinin<br />

uluslararası bir müze kurmak<br />

olduğunu anlatıyor. Çuhadaroğlu,<br />

bunun için gerekli<br />

tüm yetkili mecralarla<br />

temas halinde olduğunu<br />

söylüyor ve ekliyor:<br />

“Dünyada bu konseptte,<br />

bu kadar geniş ve detaylı sunum hiçbir devlet müzesinde<br />

yok. İnsanlar o müzeleri gezerken gerçek objeleri<br />

görüyor ama aksesuarsız ve yalın halde görüyorlar. O objelerin<br />

gerçek hayatta ya da tarihte nasıl ve nerede yer aldığı<br />

hakkında bilgileri yok. Tarihi olayların çizimleri ve fotoğrafların<br />

yardımıyla sergilenen maketlerle gerçek objelerin<br />

de duygusunu, anlatımını sunmuş oluyorsunuz.”<br />

Sergiyi İstanbul’un dışında Türkiye’nin başka illerine de<br />

taşımak istediğini, ancak binlerce parça söz konusu olduğu<br />

için bunun çok zor olduğunu söyleyen Nejat Çuhadaroğlu,<br />

“Binlerce parça var. Sadece 300 tane kılıç,<br />

500 tane madalya olduğunu söylesem bu bir fikir verir<br />

sanırım. Öncelikli planım, 2015’te, Çanakkale Savaşı’nın<br />

100. yılında, orada ciddi bir sergi açmak."diyor.<br />

Sahibinin Gözdesi Enveriye Kabalak Şapkası<br />

Koleksiyondaki tüm parçaların sergide yer alıp almadığını<br />

soruyoruz Nejat Çuhadaroğlu’na. “Serginin iki katı kadar<br />

daha malzeme var koleksiyonda. Bu sergiyi ‘Yaşayan,<br />

Savaşan Osmanlı’ diyerek 1453-1923 arasındaki döne-<br />

120<br />

mikapsayacak şekilde sınırlandırdım.<br />

Diğer yüzyılları<br />

ve dönemleri<br />

de dahil etseydim<br />

zaten buraya<br />

sığmazdı. Bir<br />

de konsepti karıştırmak<br />

da istemedim<br />

açıkçası.” diyen Çuhadaroğlu,<br />

meraklılarına,<br />

koleksiyonun tamamını müzede<br />

sunabileceğini ekliyor.<br />

“Bu kadar malzeme içerisinde sizin<br />

için en kıymetlisi hangisi?” diye sormadan<br />

edemiyoruz Nejat Çuhadaroğlu’na. Köşke<br />

girişte solumuzda kalan salonun köşesine<br />

doğru yöneliyor, camekândaki bir<br />

asker şapkasını gösteriyor. Çanakkale<br />

Savaşı’nı anlatan fotoğraflardan<br />

aşina olduğumuz soluk sarı bir<br />

er şapkası Çuhadaroğlu’nun gösterdiği.<br />

Anlattığına göre, bu bir er enveriye<br />

kabalak şapkası. “Belki maddi<br />

olarak 1 TL bile etmeyebilir,<br />

ama bir koleksiyoner için bulması<br />

en zor şeylerden biri. O<br />

dönemde tüm Osmanlı Türk<br />

askerlerinin kafasında enveriye<br />

kabalak tipi bu şapkalar<br />

var. Ve çok albenisi olmayan<br />

bu şapkalar zaten<br />

savaş içinde çabuk yıprandığı<br />

için saklanmamış, hepsi<br />

heba olmuş. Türkiye’de<br />

askeri müzede bile bir tane<br />

vardır belki. Belki de sadece<br />

benim koleksiyonumda<br />

var, bilemiyorum.” diyen<br />

koleksiyon tutkunu, bu er<br />

enveriye kabalak şapkasına<br />

sahip olmak için iki sene uğraştığını<br />

söylüyor. Nejat Çuhadaroğlu,<br />

bunun, Mısır’a<br />

giden esir düşmüş bir Türk<br />

erinden alınıp saklandığını<br />

ve bir subay enveriye şapkası<br />

ve aksesuarlarıyla birlikte<br />

bir koleksiyonerden<br />

satın aldığını ifade ediyor.<br />

Çuhadaroğlu, biraz<br />

da sitemle, “Bizim<br />

eşyalarımıza bizden<br />

fazla değer verip<br />

onları daha iyi<br />

saklıyorlar.” diyor.<br />

Çuhadaroğlu’nun,


u kadar büyük<br />

bir koleksiyonu<br />

serginin<br />

dışında nasıl<br />

muhafaza ettiğini<br />

merak etmemek<br />

güç. Koleksiyonmalzemelerini<br />

yerleştirmek için<br />

holding merkez binasının<br />

birkaç katına yayıldığını<br />

anlatan Çuhadaroğlu,<br />

serginin ardından, yapılacak<br />

düzenlemeyle bu binayı geçici<br />

müze olarak kullanacağını belirterek,<br />

“Üç dört katlık<br />

geçici bir müze olacak. Geçici<br />

olacak diyorum, çünkü bir koleksiyonu<br />

hak edecek tarzda bir yer tahsis<br />

edilip taşınıncaya kadar orada duracaklar.”<br />

sözleriyle merakımızı gideriyor.<br />

Koleksiyonculuk Özveri İster<br />

Bu kadar geniş bir koleksiyonu muhafaza<br />

etmenin güçlüğü bir yana, binlerce<br />

parçayı toparlamanın da hayli zahmetli<br />

ve maliyetli bir iş olduğuna değinmeden<br />

geçmiyor Çuhadaroğlu.<br />

“Tüm bu eşyaları takip etmek, listelemek,<br />

araştırmak, öğrenmek, taşımak<br />

cidden zahmetli bir iş. Ağır malzemeler<br />

var aralarında. Bir keresinde,<br />

yurt dışında omzumu bile sakatladım<br />

bir parçayı taşımak isterken.” diyen<br />

Çuhadaroğlu’nun bu sözleri, koleksiyonculuğun<br />

ne denli özveri isteyen bir<br />

uğraş olduğunu anlamamız yetiyor.<br />

Elbette işin bir de maddi boyutu var. Bu<br />

yönüyle öyle herkesin soyunacağı, merak<br />

salsa bile hayata geçirebileceği bir<br />

uğraş değil Çuhadaroğlu’nunki. Özellikle<br />

Osmanlı dönemine ait parçaların, az<br />

bulundukları için çok pahalı olduklarını<br />

öğreniyoruz. Bu sebeple olmalı ki, Nejat<br />

Çuhadaroğlu, aileden gelen resim yeteneğini<br />

işin okulunda geliştirmek için güzel<br />

sanatlarda okumak yerine ekonomi<br />

alanında eğitim görmüş. “Ben zaten sanatla<br />

hep iç içeydim. Sanat eğitimi almamam<br />

için biraz aile baskısı da olmadı<br />

değil. Ressam veya heykeltıraş olacağımdan<br />

korktular. (Gülüyor bunu söylerken.)<br />

Ki annem resim heykel mezunu,<br />

babam da yüksek mimardır. Buna rağmen biz sanayici bir<br />

aileyiz. Alüminyum sanayisi ile uğraşıyoruz 60 senedir.”<br />

diyen Nejat Çuhadaroğlu, “Bir şekilde para kazanmak<br />

zorundasınız. Neticede bu tür kültürel faaliyetler de para<br />

kazandırmıyor, hatta üstüne ciddi para harcıyorsunuz.<br />

Onun için bir şekilde para kazanmanız<br />

gerekiyor.” sözleriyle böyle<br />

bir koleksiyona sahip olmasını, iş<br />

adamı kimliğine borçlu olduğunu<br />

anlatıyor.<br />

Nejat Çuhadaroğlu’nun, savaş aletleri<br />

koleksiyonunu, kendi yaptığı maketlerle<br />

desteklediğini biliyoruz. “Peki<br />

yalnızca savaş temalı maketler mi yapıyorsunuz?”<br />

diye soruyoruz koleksiyonere.<br />

Savaş dışında farklı temalarda<br />

da maketler yaptığını anlatan Çuhadaroğlu,<br />

“Savaş objelerinin dışında bilim<br />

kurgu, ‘western’, Roma tarihi<br />

de yapıyorum. Kıbrıs Barış<br />

Harekâtı da konu<br />

oluyor maketlerime,<br />

Vietnam Savaşı<br />

da. Bu kadar geniş<br />

dönem maket<br />

yapan da dünyada<br />

hiç yok. Çünkü<br />

maket meraklıları sadece<br />

belli bir döneme<br />

veya belli bir alana yoğunlaşır, ben bütün<br />

dönemlere, bir sürü konuya yoğunlaşıyorum.<br />

Koleksiyonerlerin hiçbiri maketçi değildir.<br />

Sözgelimi biri, sadece II. Dünya Savaşı<br />

Alman askerleri kostümleri topluyor<br />

ama onun dışında başka bir şey yapmıyor.<br />

Ama ben, Alman, İngiliz, Amerikan, Fransız,<br />

Çin, Osmanlı derken ciddi bir perspektife<br />

yayılıyorum. Bu da ileride açacağım<br />

müzenin ciddi boyutta farklılığını<br />

belirleyecek ve dünyada ilk ve tek olma<br />

özelliğini taşıyacak.” diye konuşuyor.<br />

Başlıca hedefinin, sahip olduğu koleksiyonu<br />

sergileyeceği bir müze kurmak olduğunu<br />

belirten Çuhadaroğlu, müzenin, İstanbul’un<br />

gurur duyacağı bir mekân olmasını arzu<br />

ediyor. Nejat Çuhadaroğlu ile söyleşimizi<br />

tamamlayıp müzeden çıkacağımız sırada<br />

girişte bulunan şaha kalkmış iki ata takılıyor<br />

yeniden gözlerimiz. Dikkatli bakınca,<br />

atların üzerindeki akıncıların gözlerinde düşmana<br />

karşı beslediği hıncı görebiliyorsunuz<br />

neredeyse. Akıncılara “Kılıcınız keskin olsun.”<br />

diyor ve sergiden ayrılıyoruz.<br />

121


Gümüşün Kara Sevdası; Savat<br />

Ayşegül YILMAZ<br />

Kullanımı Milattan Önce (M.Ö.) 2500 tarihlerine kadar dayandığı bilinen gümüş, günümüzde olduğu gibi<br />

geçmişte de insanların yaşamlarında geniş yer aldı. Birçok alanda kullanılan gümüş, süsleme sanatı olarak da<br />

keşfedildikten sonra farklı işlemlerden geçirildi. Bu işlemlerin belki de bilinen en eski örneği ‘savat’tı. İlk olarak<br />

Urartular tarafından ortaya konan ve gümüşün üzeri karartılarak gerçekleştirilen bu zanaat, yüz yıllarca ayakta<br />

kalmayı başardı. Osmanlı döneminde zirveye ulaşan “gümüşün kara sevdası” savat şimdilerde birbirinden güzel<br />

takılarla yeniden canlanma çabasında.<br />

122<br />

Kullanımı tarih öncesi çağlarda başlayan “savat”, gümüşü daha cazip hale getirmenin,<br />

ham olanı şekillendirmenin belki de en ilkel yöntemiydi. Yüz yıllarca kadınların süs eşyası<br />

olarak tercih ettikleri bu işçilik, bir dönem Osmanlı’da en gözde takı çeşitlerinden<br />

biriydi. Savatı sadece takıya uygulanan bir işçilik olarak sınırlandırmak haksızlık olur;<br />

savat enfiyelik, tütün tabakaları yağdanlıklar, vazolar ve daha birçok şeyde kullanıldı.<br />

Ancak tartışmasız en çok bilinen ve karşımıza çıkan şekli tabii ki takıdır.<br />

Tarihi kaynaklar bize savatı ilk üreten uygarlığın Urartular olduğunu söylüyor . Doğu<br />

Anadolu’da yaşamış olan bu uygarlığa, şimdiki Van sınırlarımızda bulunan o dönemde<br />

“Tuşba” olarak adlandırılan kent, başkentlik yapmış. Yüksek bir medeniyete sahip<br />

olan Urartuların, sulama kanalları ve taş oymacılığı gibi birçok alanda daha önce<br />

yapılmamış işlere imza attıkları biliniyor. Mimaride çok ince bir çizgi yakalamalarının<br />

sebebi, zengin maden yataklarına sahip olmaları olabilir. Çünkü Urartularda<br />

maden yataklarının içerisinde gümüş önemli bir yere sahipmiş. Gümüşün<br />

bir süsleme sanatı olarak keşfedilmesinden sonra, zaman içinde<br />

bu madeni işleme biçimleri artmış, ham madenin üzerine çeşitli el<br />

işçilikleri uygulanmaya başlamış.<br />

Gümüş üzerine farklı işleme tekniklerinin geliştiği Van havzasında<br />

doğan savat, Urartu medeniyetin son bulmasına<br />

rağmen, daha sonraki medeniyetlerde de yaşam bulmuş,<br />

günümüze kadar gelebilmiş bir gümüş işleme tekniği.<br />

Tuşba’da başlayıp ve Van’a kadar süren yolculuğunda,<br />

tanıştığı her medeniyet bir iz bırakmış<br />

üzerinde ve biriktiren tüm bu izler tüm canlılığıyla<br />

ulaşmış insanlığa. Savat, kültürlerin izleriyle beraber<br />

bugün de zanaat yoluyla söyleyecek bir şeyi<br />

olan ustaların elinde, aynı topraklarda yaşamaya<br />

devam ediyor.<br />

Savat, Osmanlı’da da Vanlı Ermeni ustaların<br />

emeğiyle hayat bulmuş. Yüz yılların izini yeniden<br />

gümüşe aktaran ustalar, aşklarını ve ümitlerini,<br />

usta dokunuşlarla gümüşe işlemişler. Her<br />

bir parçada emeğin ve zarafetin şıklığını taşıyan<br />

ve neredeyse yedi-sekiz ay süren kışın, gölgesinde<br />

işlenen bu takılar, soğuğun inadına sıcak bir<br />

etki bırakıyor insanın üzerinde.


Osmanlı Saraylarından Avrupa Saraylarına<br />

Savatın duruşundaki asalet, onu Van’dan Osmanlı saraylarına,<br />

oradan da Avrupa’ya taşımış. Avrupa saraylarına<br />

hediye olarak gönderilen savat, bir dönem o kadar revaçtaymış<br />

ki, Osmanlı’da sadece İstanbul’a verilen 900<br />

ayar gümüşe tuğra vurma yetkisi, savat işçiliğinden ötürü<br />

Van’a da verilmiş. O dönemlerde birçok konuda öncü<br />

olan Osmanlı, takıda da takip edilen bir ülkeymiş. Osmanlı<br />

saraylarında çok rağbet gören savat işçiliği ile bezeli<br />

takılar ve tütün tabakaları, tüm Avrupa’da, özellikle<br />

de Paris’in seçkin kuyumcularında kendine yer edinmiş.<br />

Bu el sanatının gördüğü haklı ilginin içinde, gümüş üzerinde<br />

savatlı enfiye ve tütün kutuları en gözde ürünlermiş.<br />

Savatın bu derece gelişimi ve üretilen ürünlerin geniş<br />

bir coğrafyada bu kadar ilgi görmesinde devlet desteği<br />

de söz konusu… Çünkü bu ürünler, Avrupa’ya, Osmanlı<br />

Devleti’nin girişimleriyle gönderilmiş ve Vanlı Ermeni us-<br />

talar zanaatlarını devletin himayesinde devam ettirmişler.<br />

Osmanlı’da birçok zanaatın gelişmesi devletin teşviki ve<br />

kontrolüyle sağlandığı tarihi bir gerçek… Bu gerçek, savatın<br />

o dönemde yurtdışında çok tutulmasının önemli sebeplerinden<br />

biri olarak ortaya çıkıyor.<br />

Savatın Yapımı ve Mucize Formülü<br />

Savatı gümüşe uygularken, ilk etapta savat çamurun hazırlanması<br />

gerekiyor. Bu çamur karışımı için 500 gr. bakır,<br />

500 gr. kurşun, 150 gr. gümüş 1 kg. da kükürt kullanılır.<br />

Ustalar bu karışımı; “4 ölçü bakır, 4 ölçü kurşun, 1 ölçü<br />

gümüş, yeterince kükürt” diye tarif eder.<br />

Sonrasında bu ölçülere uygun olarak bakır ve gümüş bir<br />

potada eritilir, eriyen karışıma kurşun ilave edilir ve onun<br />

üzerine de kükürt eklenir. Kükürt diğer maddelere iyice<br />

karışana kadar uzun süre karıştırılmaya devam edilir. Si-<br />

123


yah bir renk alan bu alışım, madeni bir kaba boşaltılarak<br />

soğumaya bırakılır. Karışım soğuduktan sonra kaptan<br />

kırılarak çıkarılır, parçalar havanda toz haline gelinceye<br />

dek dövülür ve sonrasında elekten geçirilip ince un kıvamına<br />

getirilir. Savat yapılacağı zaman un haline getirilen<br />

bu karışıma tenakar (boraks) karıştırılarak çamur elde<br />

edilir ve bu çamur savat yapılacak yerlere sürülür. Buna<br />

“sürme savat” denir. Oyuk yerlere, toz haline<br />

getirilen savat maddesi ekilirse buna<br />

da “ekme savat” denilir. Ekme<br />

veya sürme savat ile doldurulmuş<br />

gümüş, ateşe tutulup,<br />

savat çamuru iyice oyu-<br />

ğa yayılır ve oyuklar savat<br />

ile kaplandıktan sonra ateşten<br />

alınarak ve soğumaya bırakılır. Eğe ile<br />

tesviye edildikten sonra cilalanarak hazır hale getirilir.<br />

Bu işlemden sonra ise takı üzerine figür ya da figürler<br />

çizilir. Van’da bu işi kalıplarla yapan atölyelerin yanı sıra<br />

hâlâ el emeğiyle yapan ustalarda var.<br />

Savatın Serencamı<br />

Osmanlı’da savatın merkezi olan Van, 20. yüzyılın başlarında<br />

bünyesinde 120 dükkân ve 400 dolayında savat<br />

ustası barındırıyordu. Ayrıca yoğun talep nedeniyle Sivas,<br />

Samsun, Erzincan ve Trabzon’da da Vanlı ustaların<br />

yetiştirdiği zanaatkârlar savat işçiliğini sürdürüyordu.<br />

Savat, Osmanlı’da 150 yıl boyunca çok şaşaalı dönemler<br />

yaşadı. Osmanlı’nın yıkılması ve aralarında savat ustalarının<br />

da bulunduğu birçok Ermeni’nin ülkeyi terk<br />

etmesiyle, bu zanaat günümüzde neredeyse unutulmaya<br />

yüz tutar hale geldi. Tüm Türkiye’de bu işi yapabilen<br />

usta sayısının bir elin parmaklarını geçmeyecek<br />

kadar az olduğu biliniyor. Yeni nesil savat ustalarını yetiştirmek<br />

hiç de kolay olmayacak gibi…<br />

Yeniden eski ihtişamına kavuşur mu bilinmez, ama en<br />

azından ninelerin bir yerlere sakladıkları savatların ortaya<br />

çıkarılıp, orijinaline sadık kalınarak motifler çizilmeye<br />

başlanması umut verici. Eski motifler ile günümüzün<br />

çizgilerin harmanlanarak yeni motiflerin üretilmesi<br />

de bambaşka güzellikleri ortaya çıkarıyor.<br />

Arapça kökenli bir kelime olan “savat”ın Türkçe karşılığı<br />

124<br />

“siyah” demek... Gümüşün üzerine sürülen bakır ve kükürdün<br />

siyah rengi vermesinden dolayı bu isim kullanılmış<br />

olsa gerek. Gümüşün üzerinde oyuklar açılarak sürülen<br />

savatta, geleneksel motiflerinden ters lale çokça kullanılmış.<br />

Şimdilerdeyse Van gölü ve kedisi de motif olarak<br />

kullanılıyor. Kullanım koşullarına dikkat edildiğinde<br />

evladiyelik olan savat, dayanıklı olması hasebiyle çok tercih<br />

ediliyor. Kazılarda hasar görmeden çıkarılan<br />

yüz yıllar öncesinden kalma savat eserleri<br />

ise bu işlemlerle üretilen eserlerin<br />

ne kadar dayanıklı olduklarının<br />

bir göstergesi…<br />

Van’ın, simgesi olan gölü ve kedisinden<br />

sonra savatla da anılması için çalışmalar<br />

yapılıyor. Van Valiliği’nin girişimleri sayesi ile bu zanaatın<br />

yeniden canlandırılmasına çalışılıyor. Savatın usta eller<br />

tarafından yeniden hayat bulması hem bölge ekonomisine<br />

katkı sağlayacak, hem de tarihi bir sanatın canlandırılması<br />

bakımından ülkemize prestij sağlayacak<br />

gibi görünüyor.<br />

Depremle Başlayan Zorluklar<br />

Van’da Ekim 2011’de yaşanan deprem, şehrin sosyoekonomik<br />

hareketliğini olumsuz yönde etkilemiş durumda.<br />

Birçok işyeri kapanmış, kötü hava koşulları ve sürekli<br />

devam eden artçı sarsıntılar nedeniyle tedirgin olan halkın<br />

bir kısmı sürekli kalmak için, bir kısmı ise geçici olarak<br />

başka illere göç etmiş. Çevresindeki illere göre kış şartlarının<br />

daha çetin olduğu Van’da, depremle birlikte hayat<br />

âdeta durma noktasına gelmiş. Otantik çarşılarıyla meşhur<br />

olan ve Türkiye’nin hemen her yerinden alış veriş için<br />

tercih edilen bu şehrin caddeleri depremin etkisiyle boşalmış<br />

durumda.<br />

Devletin depremzedeleri farklı illerde misafir etmesi, memurların<br />

ailelerinin yanına taşınması, nüfusun geçici de<br />

olsa azalmasına neden olmuş. İnsanların ayrılması, ticareti<br />

de doğal olarak olumsuz yönde etkilemiş. Şehirdeki<br />

ticaretin temel ihtiyaç maddeleri ile sınırlı olması sonucu,<br />

depremden en çok kuyumcular ve süs eşyası satan<br />

dükkânlar ticari anlamda zarar görmüş. Yaz ayların-


da iç ve dış turizm de hareketlilik yaşayan Van, görünen o<br />

ki bundan da mahrum kalacak. Tüm bu olumsuzluklar, yeniden<br />

canlandırılmaya çalışılan savat zanaatını durma noktasına<br />

getirmiş. Valiliğin ve Avrupa Birliği’nin savatı tanıtma<br />

yönünde gerçekleştirdikleri onca çaba da depremle beraber<br />

boşa gitmiş gibi görünüyor. Ama bütün bu olumsuzluklar,<br />

savatın ‘kara’ yazgısına yabancı değil ve bizce paniklemeye<br />

gerek yok… Çünkü dönem dönem unutulmaya yüz tuttuğu<br />

dönemlerde bu zanaat, her defasında, Zümrüt- ü Anka<br />

kuşu gibi kendi küllerinden yeniden doğmayı başarmış.<br />

125


Tüm bu olumsuzluklara rağmen savat satışı yapan<br />

dükkân sahipleri, depremden sonra kendi çabalarıyla girişimlerde<br />

bulunmuşlar. Otantik eşyaların satıldığı “Büyük<br />

Rus Pazarı”nda dükkânları olan Turan ve Yıldırım Türkoğlu<br />

kardeşler de bu girişimcilerden. “Sahra Gümüş” adlı<br />

dükkânlarında safir ve zümrüdün yanı sıra kendi tasarladıkları<br />

savatları da satıyorlar. Zümrüt ve farklı doğal taşlarla<br />

savatı kombine edip ortaya orijinal takılar çıkarmışlar.<br />

“Eskiden bizim buralarda evlenecek kızlara erkek tarafı<br />

muhakkak savatlı kemer veya gerdanlık almak zorundaydı.<br />

Hatta altın üzerine yapılan savatlar da satılırdı.<br />

Bunları durumu iyi olanlar satın alırdı ve altın üzerine yapılan<br />

savat çok prestijli bir şeydi. Kişilerin varlıklı olduğunun<br />

bir göstergesiydi.” sözleriyle ‘kara’ savatın aydınlık<br />

günlerini anlatan Türkoğlu kardeşler sözlerini şöyle sürdürüyor:<br />

“Genç kızların çeyizinde savat olmazsa olmaz<br />

süs eşyalarından biriydi. Hem savatlı bilezikler,<br />

kolyeler hem de mutfak eşyası olarak kullanılan<br />

kahve fincanı sürahiler bulunurdu. Hamaillerin<br />

de özel bir yeri vardı savat işçiliğinde. Nazardan<br />

ve diğer kötülüklerden<br />

koruduğuna inanılan<br />

hamaillerde savatla<br />

estetik hale getirilmişti.”<br />

Savatı Yaşatmaya<br />

Çalışıyorlar<br />

Türkoğlu kardeşler, bu işe<br />

nasıl başladıklarını, ninelerinin<br />

başından geçen bir<br />

olayı aktararak anlatıyorlar:<br />

“Ninemiz bizim buralarda<br />

aşiret dediğimiz<br />

önde gelen bir ailenin kızıymış.<br />

Evlilik çağına geldiğinde<br />

başka aşiretten birinin<br />

oğluna gelin gidecekmiş.<br />

Ailenin tek kızı olması<br />

hasebiyle babası yüklü miktarda<br />

başlık parası istemiş erkek tarafından.<br />

Sadece başlık parası değil<br />

daha önce hiç kimsede bulunmayan savat<br />

işçiliğiyle yapılmış altın kemer de talep etmiş.<br />

Başlık parası bulmakta zorluk çekilmemiş ama yeni bir<br />

savat deseni oluşturacak, iyi bir usta bulmakta çok zorlanılmış.<br />

Ustalar yaptıkları savatın beğenilmeme endişesiyle<br />

kendilerine gelen teklifleri geri çevirmişler. Sonunda<br />

yaşlı bir Ermeni savat ustası bu işi üstlenip herkesin hayran<br />

kaldığı bir savat işini gerçekleştirmiş.” İki kardeş gülüşerek,<br />

“ Eğer o usta olmasaydı belki bu gün biz de olmazdık”<br />

diye tamamlıyor sözlerini.<br />

Bu işe başlama fikrinin akıllarına nereden geldiğini sorduğumuzda<br />

ise Turan ve Yıldırım kardeşler, ticari serüvenlerini<br />

şu cümlelerle dile getiriyorlar: “Ailemizin içinde<br />

bu işi daha önce yapan birileri yoktu. Aslında bu alanla<br />

ilgili bir tecrübemiz de yoktu. Nenemizin bize çocukken<br />

anlattığı bu hikâyeden sonra savatla ilgili hayaller kurmaya<br />

başladık. Dedemin ölümünden sonra aşiretimizin<br />

126<br />

eski zenginliği kalmadı. Başlarda kendi imkânlarımızla<br />

kurduğumuz dükkânımızı işletirken de çok zorluk çektik.<br />

İlk başladığımızda sadece gümüş ve doğal taşlarla<br />

çalışıyorduk. Bir vesile ile Sadullah Usta ile tanıştık<br />

ve bizi savat üzerinde çalışmamız konusunda yüreklendirdi.<br />

Aile büyüklerinin elindeki savatları biliyorduk ama<br />

böyle bir şeyi yapmak hem bilgi hem de ustalık isteyen<br />

bir iş olduğu için bunun altından kalkabileceğimiz<br />

aklımıza hiç gelmemişti. Sağ olsun ustamız bize destek<br />

verdi bu işe girdik.”<br />

Bizim gördüğümüz kadarıyla Turan ve Yıldırım kardeşlerde,<br />

gönül verdikleri bu savat, zamanla bir tutku haline<br />

gelmiş. O tutku pek çok çabayı da beraberinde getirmiş:<br />

“Eğer kendi kültürümüzün bir parçasını yaşatmak<br />

için çabalamazsak işimizin hakkını vermiş<br />

olmayız. Biz kendi imkânlarımız çerçevesinde<br />

uluslararası ve ulusal fuarlara katılmaya çalışıyoruz.<br />

Bir iki sene önce Hong Kong’ da<br />

bir takı fuarına katılmıştık.<br />

Orada beklediğimizden<br />

çok daha fazla ilgi gördük.<br />

Bu da güvenimizi<br />

artırdı.”<br />

Yıldırım Türkoğlu, Van’a gelen<br />

yabancı turistlerin de savata<br />

büyük ilgi gösterdiğini<br />

belirterek, “Yabancı müşterilerimden<br />

birine savatı bu<br />

kadar beğenmesinin nedenini<br />

sordum, cevap olarak<br />

‘çok eski çağlara aitmiş<br />

gibi durduğu için’ kendisini<br />

etkilediğini ve tabii ki el<br />

emeği olduğu için çok değerli<br />

bulduğunu söyledi. O<br />

zaman doğru yolda olduğumuzu<br />

anladık. Az, ama aslına<br />

sadık kalarak savat işçiliğini sürdürmeye<br />

karar verdik.” diyor.<br />

Sanatın aslına sadık kalarak üretme ısrarlarında en çok<br />

zorlandıkları konu, desenlerin oluşum aşaması olmuş.<br />

Yıldırım ve Turan kardeşler, bu konuda da, “Çizim işi<br />

hayal gücü ve birikim gerektiren bir iş. Burada zanaat ile<br />

sanat arasındaki küçük, ama önemli fark da ortaya çıkıyor.<br />

Hadi ustayı zar zor buldunuz, ama çizimi de beraberinde<br />

yapacak kadar ehil olan kişiyi bulmak biraz da<br />

şans işi galiba. Fabrikasyon üretimi de, çizim işi de dışarıda<br />

tasarımcılara yaptırılıyor ve aynı desenler sürekli<br />

kullanılıyor.” diyor.<br />

Bu konuda kendilerinin çok şanslı olduğunu söyleyen<br />

kardeşler, birlikte çalıştıkları ustanın çizimi de kendisinin<br />

yaptığını vurguluyor. Savatın her aşamasını kendilerinin<br />

yapabiliyor olmalarından dolayı gurur duydukları<br />

her hallerinden belli olan kardeşler, bu işin anlatıldığı<br />

kadar kolay olmadığını da sözlerine ekliyorlar.


Savat zanaatkârı kardeşlere göre, bu işi yapan ustalar<br />

10-15 seneden fazla çalışmak istemiyor. Nedeni ise,<br />

savat yapımında kullanılan alışımı hazırlamanın, ustaların<br />

sağlığını olumsuz yönde etkilemesi. Zaten çok<br />

zor yetişen bu zanaatkârların bir de uzun süreli çalışmama<br />

istekleri hesaba katılırsa bu zanaatı, aslına sadık<br />

kalınarak yaşatmaya çalışılmasının idealist bir çaba<br />

olduğunu fark ediyoruz. Makinelerin kısa süre içerisinde<br />

çok şey üretebildikleri göz önünde bulundurulursa,<br />

bu işe sevdalanmış olmak gerek ayakta kalabilmek<br />

için. Yıldırım ve Turan kardeşler zora talip olduklarının<br />

farkındalar, ama yine de hayallerini gerçekleştirmek<br />

için çabalıyorlar.<br />

Savat zanaatkârı kardeşler, “Bu işte asıl olan seri üretim<br />

değil güzeli üretebilmek. 'Van’ın adını güzel işlerle<br />

nasıl duyurabiliriz' diye hep düşünmüştük. Savat bu<br />

anlamda güzel bir fırsat oldu. Yaşanan bu son felaket<br />

ve bölgenin malum şartları, ilimizin hep üzücü olaylarla<br />

anılmasına neden oldu. Van’ın eskiden olduğu<br />

gibi yeniden zanaatıyla, yapılan güzel işlerle anılmaya<br />

başlanması en büyük hayalimiz.” diyerek sözlerini tamamlıyorlar.<br />

El Emeğinin Yeniden Keşfi<br />

Neredeyse hayatın her alanında yaşadığımız değişim<br />

ve gelişim insanoğlunun tembelleşmesine, daha kaba<br />

zevkleri benimsemesine yol açtı. Bulunduğumuz elektronik<br />

çağda insanlar bütün işlerini bilgisayar aracılığıy-<br />

la yapıyorlar. Eskiden ince işçilik gerektiren şeyler, bugün<br />

bilgisayar tuşuna dokunmayla meydana gelebiliyor.<br />

Birbirinin aynısı fabrikasyon eşyaların hüküm sürdüğü<br />

bu zamanlarda ‘el emeği göz nuru’ eşyalar yeniden<br />

değer kazanmaya başladı. Her alanda eskiye duyulan<br />

özlem, el emeğinin paha biçilemez bir şey olduğunu<br />

insanlara hatırlattı. Günümüz insanı seri üretimle<br />

hayatı kolaylaştıran veya güzelleştiren tek tip fabrikasyon<br />

eşyalardan artık sıkılmışa benziyor. Kişiye özel ya<br />

da çok az sayıda üretilen el yapımı eserlere ilgi gittikçe<br />

artıyor. Bu eserler bazen bir koleksiyonun bir parçası,<br />

bazen de tanınmamış ama usta bir elden çıkmış bir<br />

parça olarak karşımıza çıkıyor. Teknolojiyle üretilen eşyalardaki<br />

eğreti duran mükemmelliğin aksine, el yapımı<br />

ürünlerdeki çok küçük hatalar, insana özgü bir şey<br />

olan yanlış yapabilme eğilimini hatırlatıyor.<br />

İnsanlar çağlar boyunca yaptığı eserlerle, duygularını<br />

ve sevinçlerini kendinden sonra gelen toplumlara aktarmış.<br />

Bu aktarımın sebebi bekli de bir çeşit ölümsüzlük<br />

arzusu. Önceki nesillerden mesaj ulaştıran eserlerin<br />

değerli olmasının nedeni sadece emeğin kutsal<br />

olması değil, eserin ustasıyla ona sonradan sahip<br />

olan kişi arasında kurulan sonsuz bağ. Savat ve başka<br />

sanatsal yapıtlar aracılığıyla nice nesiller mesajlarını<br />

bizlere aktardı. Görünen o ki, el emeğine ilgi bitmedikçe,<br />

bizden sonra gelecek nesiller ile bizim aramızda<br />

da, el sanatları üzerinden gerçekleşen iletişim<br />

devam edecek...<br />

127


Kemal ÖZKURT*<br />

Osmanlı dönemi camiler başta olmak üzere, eski yapıların duvarlarından aşina<br />

olduğumuz, zarif görünümleriyle dikkatimizi çeken güvercin evlerinin İran’daki<br />

versiyonlarına, ‘kebûterhâne’lere çeviriyoruz gözlerimizi… Karşımıza sadece güvercinler<br />

için yapılmış, kendilerine mahsus mimarileri ile yükselen devasa yapılar çıkıyor. ‘Güvercinlik’<br />

ya da ‘güvercinhane’ anlamına gelen, Isfahan başta olmak üzere, belli bölgelerde bulunan<br />

‘kebûterhâne’lerin bu kadar büyük ve özel bir mimariye kavuşmasının sebebi ise, güvercin<br />

Birçok din ve kültürde güvercin, gerek bir canlı, gerek<br />

sembol olarak önemli bir hayvan 1 konumundadır. Eski<br />

Suriye verimlilik tanrıçası Atargatis, Tanrı Adad'ın eşi olarak<br />

kabul edilir, balık ve güvercinin onun kutsal hayvanları<br />

olduğuna inanılırdı. “Ba”, Sabiilikte kurban edilen<br />

güvercindir. 2<br />

Eski Ahit’te güvercin, Nuh Peygamber’in, fırtınanın dinip<br />

dinmediğini öğrenmek üzere gemiden dışarı gönderdiği<br />

hayvan olarak karşımıza çıkar. 3 Güvercin,<br />

Mezmurlar’da sembolik anlam yüküyle yerini<br />

alır. 4 Yeni Ahit’te Tanrı’nın, vaftiz olan<br />

İsa’ya gelirken girdiği şekil, saflığın sembolü<br />

gibi anlamlarda kullanılmış ve kurbanlıklar<br />

arasında sayılmıştır. 5<br />

Hadis-i Şeriflerde, güvercinle<br />

eğlenmeyi mübah<br />

gören ifadelere de,<br />

onunla eğlenmeyi<br />

şeytanla vakit ge-<br />

128<br />

İran'ın Devâsâ Güvercin Evleri;<br />

Kebûterhâneler<br />

gübresinin barut yapımında hammadde ve ziraatta verimli bir gübre olarak kullanılması…<br />

çirmeye benzeten ifadelere de rastlamaktayız. 6 İslam Tasavvufunda<br />

güvercinin, “Gönül ve sır ulağı”, 7 (Verkâ: Boz<br />

güvercin), “Nefs-i küllî” gibi sembolik anlamları vardır.<br />

Nihayet, Hz. Peygamber'in Mekke’den Medine’ye hicretinde,<br />

intikal ettiği mağaranın girişine yuva yaparak, yumurta<br />

bırakarak, 8 buraya uzun zamandır kimse uğramadı<br />

imajı uyandırması güvercini, Müslümanlar nezdinde<br />

farklı bir konuma yükseltmiştir.<br />

Güvercin-insan ilişkisinde ilk akla gelenleri;<br />

bazı din ve kültürlerde kurban<br />

edilmesi, etinden, yumurtasından ve<br />

gübresinden yararlanılması, posta<br />

işlerinde kullanılması, 9 hobi olarak<br />

beslenmesi, sembol anlamda kullanılması<br />

şeklinde sıralamakmümkündür.


Farklı mimari geleneklerde güvercinlerin yaşaması için<br />

inşa edilen yapı türleri bulunmaktadır. Bu yazıda, İran’da<br />

“kebûterhâne” olarak adlandırılan güvercin evleri konu<br />

edinilecektir. 10<br />

Arseven, güvercinlikleri, “Güvercinlere mahsus olarak<br />

üstvanî şekilde yapılan ve duvarlarında delikler bulunan<br />

küçük kulecikler veya köşkler ki, içinde güvercinlere mahsus<br />

yuvalar bulunur.” şeklinde tanımlamaktadır. 11<br />

Kuşların barınması için başta camiler olmak üzere çok sayıdaki<br />

yapı türünde, özellikle insanların ve kuşlara zarar<br />

verebilecek kedi benzeri hayvanların kolay ulaşamayacakları<br />

yükseklikte kuş evlerinin örneklerine Anadolu’da<br />

birçok şehirde rastlanmaktadır. Ancak doğrudan güvercinlerin<br />

gübrelerinden istifade etmek üzere inşa edilen<br />

yapılar ise belli bölgelerde bulunmaktadır.<br />

İran’da “Kebûterhâne” olarak isimlendirilen bu mimari türe<br />

Anadolu’da, bölgelere göre “Güvercinlik”, “Burç” 12 ve<br />

“Boranhane” 13 gibi adlar verildiği görülmektedir. Bu yapılarla<br />

olan ilgisi hakkında kesin bir şey söyleyememekle<br />

birlikte, Türkiye’de “Güvercinlik” adlı yerleşimler olduğu<br />

gibi, İran’da da bu adı taşıyan (Kebûterhâne) yerleşimler<br />

bulunmaktadır. İsferain’e 3 km. mesafedeki köy bu duruma<br />

örnek gösterilebilir.<br />

İran’da, kebûterhânelerin en çok yaygın olduğu yerlerin<br />

İsfahan, Merkezi, Azerbaycan ve Yezd eyaletleri olduğu<br />

görülmektedir. Bunlar arasında İsfahan’ın hem sayısal<br />

hem de sanatsal olarak farklı bir yeri vardır. 14<br />

Bu yapıların İsfahan’daki yoğunluğu genelde ikliminin<br />

güvercinlerin yaşamasına elverişli oluşu ile izah edilir. Bu-<br />

nunla birlikte, İsfahan’da Zayendehrud nehrinin suladığı<br />

zirai alanlar ve çok sayıda büyük boyutlu park ve bahçeler,<br />

güvercinler için doğal yaşama alanı oluşturmuştur.<br />

İran’da bu mimari geleneğin güçlü olduğu dönem olarak<br />

Safevi devri görülmektedir. Safevilerin başkentinin İsfahan<br />

olması, Şah I. Büyük Abbas’ın bu konuya özel önem<br />

vermesi bu durumu açıklayıcı sebepler olsa gerek.<br />

Safeviler sonrasında, Kaçarlar döneminde başkentin Tahran<br />

oluşu, kavun karpuz pazarının Tahran’a taşınması<br />

dolayısıyla İsfahan çevresinde kebûterhânelerde ciddi bir<br />

azalma meydana getirmiştir.<br />

19. yüzyılda yaşanan kuraklık ve kıtlıklarda insanların yemek<br />

için güvercin avlamaları, 15 güvercinlerin kuraklık<br />

ve yiyecek bulamama dolayısıyla başka yerlere göçmeleri<br />

veya ölmeleri azalan güvercinlikler için ilk akla gelen<br />

izahlar olmaktadır.<br />

XVII. yüzyıl Fransız seyyahı John Chardin, İsfahan çevresindeki<br />

3000 kadar kebûterhâneden söz eder. Chardin’in<br />

bahsettiği bu yapılardan 1990’lara gelindiğinde, 600 kadarı<br />

varlığını sürdürmektedir. 16<br />

Geniş anlamda dünyanın farklı bölgelerinde bilinen güvercinlikler,<br />

ekonomik değer öncelikli yapılardır. Geçen<br />

yüzyıllarda, barut yapımında kullanılan güvercin gübresi<br />

dönemin stratejik önemde bir malzemesi durumundadır.<br />

Tarımsal alanda diğer doğal gübre çeşitlerine göre üstünlüğü<br />

bulunan güvercin gübresinin İran’da özellikle Safeviler<br />

döneminde önem kazandığı görülmektedir. 17<br />

Yapımında kerpiç, tuğla ve ahşap malzemenin kullanıldığı<br />

kebûterhâneler genellikle dıştan adeta bir sur<br />

gibi sağlam bir duvar ve içten, üzerilerinde binlerce<br />

güvercin yuvasının yer aldığı farklı formdaki<br />

bölümlerden oluşur. Güvercin dışarıdan geldiğinde<br />

farklı yönlerdeki açıklıklardan birinden içeri girer<br />

ve orada kendisine ait yuvaya yerleşir. 18<br />

Kebûterhânelerin büyük boyutlu<br />

olanları genellikler bağımsız,<br />

tek başına inşa edilmiş<br />

yapılar oldukları görülmektedir.<br />

Küçük ölçekli<br />

güvercinlikler ise,<br />

bahçe duvarları vb. diğer<br />

ögelerin içine yerleştirilmiş<br />

durumda karşımıza<br />

çıkarlar. 19<br />

129


Kebûterhânelerin genellikle güvercinlerin rahatsız olmamaları<br />

için sessiz ortamlarda, yerleşimlerin uzağında inşa<br />

edildikleri görülmektedir. Ayrıca elde edilen gübrelerin<br />

kullanılacağı tarım alanlarına yakın olmaları da bir diğer<br />

belirleyici olarak durmaktadır.<br />

Yön bulma vb. konularda hassas donanıma sahip olan<br />

güvercinlerin yetersiz ışık ortamında iyi göremedikleri bilinmektedir.<br />

Bu yüzden kebûterhânelerin iç mekânına<br />

gerekli ışığı sağlayacak bir düzenleme gözetilmiştir.<br />

İç mekânda, zeminden yarım metre yüksekliğe kadar<br />

olan yüzeyde güvercin yuvaları bulunmaz, güvercin gübreleri<br />

burada toplanır ve yapıya iki yönde açılan kapılardan<br />

yılın belirli zamanında dışarı çıkarılır.<br />

130<br />

Aynı anda binlerce güvercinin kanat çırpmasıyla oluşan<br />

rezonans, zeminde güçlü bir etki meydana getirir.<br />

Kebûterhâneler bu etkiye karşı son derece dirençli bir yapıyla<br />

inşa edilmişlerdir. Bu yönüyle kebûterhâneler, depreme<br />

dayanıklı yapı inşasının en güzel örnekleri olarak<br />

görülmektedir. 20<br />

Kebûterhâne yapılarında kullanılan ahşap hatıllar, duvarlara<br />

farklı yönlerden gelen kuvvetlere karşı mukavemeti<br />

arttırıcı unsurlardır.<br />

Kebûterhânelerin bir başka özellikleri de, ustaların mahalli<br />

veya sıradan insanlar oluşlarıdır. Bu geleneğin babadan,<br />

dededen görme usullerle sürdürüldüğü anlaşılmaktadır.<br />

Genelde sade yapılar olmakla birlikte bazılarında yazının<br />

da içinde yer aldığı farklı süsleme türlerine sahip oldukları<br />

görülmektedir. Bazı örneklerin adeta bir türbe ihtişamına<br />

sahip oldukları göze çarpmaktadır. 21 İran’daki<br />

kebûterhânelerin genel bir form yapısından söz etmek<br />

gerekirse üç bölümde ele almak mümkündür:<br />

1- Dairesel formda olanlar<br />

2- Kare planlı kebûterhâneler<br />

3- İki bölümlü kebûterhâneler 22<br />

Kebûterhâneler, güvercinlere dıştan gelecek her türlü<br />

saldırıya karşı mukâvim yapıdadırlar. Bunların en önemli<br />

özelliklerinden biri, sadece güvercinlerin girebileceği ve<br />

yırtıcı diğer büyük kuşların giremeyeceği açıklıklara sahip<br />

olmalarıdır. Bu açıklıklar en küçük ve en büyük boyutta<br />

güvercinin ölçüleri esas alınarak açılmaktaydı. Bir<br />

kebûterhâneye girecek bir yırtıcı kuş, tüm güvercinlerin<br />

huzurunu bozmaya yeterlidir.<br />

Kulelerin dış yüzeylerinde, özellikle yılanların tırmanmalarını<br />

önlemek için İsfahan yöresinde “Şâl-i Geçî” denen<br />

alçı kuşaklar bulunmaktadır. Tırmanmaya çalışan yılan bu<br />

pürüzsüz silmeye geldiği zaman aşağıya düşmekte veya<br />

geri dönmektedir. 23 Her şeye rağmen eğer bir yılan tepeye<br />

tırmanmayı başarır, iç mekâna girerse, alçı tozu, süt<br />

vb. maddelerle elde edilen karışım ile yılanın sersemleme<br />

ve ölmesiyle sonuçlanacak süreç başlamaktadır.<br />

Özellikle kış şartlarında sıcak iklimlere göçme şansı bulamayan,<br />

hasta, yaralı kuşları korumaya alan, onlar için yapıların<br />

bir taraflarında yaşayabilecekleri mekanlar tasarlayan<br />

bir medeniyetin temsilcisi olmakla övünebiliriz.<br />

İstisnai bir durum olarak güvercinlikler, güvercinleri korumak<br />

değil, onların gübrelerinden istifade etmeye yönelik<br />

ticari boyutu ön planda bir yapı olarak karşımızdadır. Bu<br />

yapıların, Orta Asya-Anadolu yolculuğumuzda, Anadolu<br />

öncesi son durak olan İran topraklarında Safevi Türkleri<br />

tarafından en güzel örnekleri verilmiştir. Anadolu örnekleri<br />

ile mukayese edilemeyecek kadar muhteşem yapıda<br />

mimari harika diyebileceğimiz bu yapılar günümüzde kısmen<br />

varlıklarını sürdürmektedirler.


Barut yapımında güvercin gübresinin terk edilmesi, kimyasal<br />

gübrelerin yaygınlaşması ve güvercin gübresinin<br />

ekonomik değerini yitirmesi sonucu, kebûterhânelerin<br />

önce yapımı durmuş, zamanla zarar gören ve yıkılan eski<br />

kebûterhânelerin tamiri yapılmamış nihayet büyük bölümü<br />

yok olmaya terk edilmiştir.<br />

Sayıları azalan kebûterhânelerin değeri son zamanlarda<br />

organik tarımla birlikte yeniden keşfedilmiştir. Ayrıca<br />

dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi, turistik değer<br />

DİPNOTLAR * Yrd. Doç. Dr. Kemal ÖZKURT Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi<br />

Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Samsun. kozkurt@gmail.com 1) Mehmet Kaplan vd.<br />

(ilmi danışma), Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul, 1979, s. 427-428. 2) Şinasi Gündüz,<br />

Din ve İnanç Sözlüğü, Ankara, 1998, s. 46, 53, 191. 3) Kitab-ı Mukaddes, Yaratılış, 8/8-12.<br />

4) Mezmurlar, 55/6; Mezmurlar, 68/13. 5) İsa vaftiz olur olmaz sudan çıktı. O anda gökler açıldı<br />

ve İsa, Tanrı'nın Ruhu'nun güvercin gibi inip üzerine konduğunu gördü. Matta, 3/16. "İşte,<br />

sizi koyunlar gibi kurtların arasına gönderiyorum. Yılan gibi zeki, güvercin gibi saf olun”. Matta,10:<br />

16; “Ayrıca Rab'bin Yasası'nda buyrulduğu gibi, kurban olarak "bir çift kumru ya da iki<br />

güvercin yavrusu" sunacaklardı”. Luka, 2: 24. 6) Hz. Ebû Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre)<br />

Rasûlullah (s.a.) güvercin peşinde dolaşan bir adam görmüş de: "(Bu adam) şeytan kova layan bir<br />

şeytandır" buyurmuştur. İmam Nevevî'nin açıklamasına göre, yumurtasını alarak kuluçkaya yatırmak,<br />

kendilerini seyrederek, üzüntüyü dağıtmak, postacılıkta kullan mak gibi maksatlarla, güvercin<br />

beslemekte bir sakınca yoksa da uçurmak için güvercin beslemek mekruhtur. Kumar için<br />

beslemekse kesinlikle ha ramdır. Bu maksatla güvercin taşıyan kimsenin şahitliği de reddedilir.<br />

Ebû Davud / Edeb, 57. 7) Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul,<br />

2010. 8) Hüseyin Algül, İslam Tarihi, C. 1, İstanbul, 1986, s. 289. 9) Örneğin, Memlûklular döneminde<br />

posta güvercinleri kullanıldığı, mektupların, güver¬cinlerin kanadının altına yerleştirildiği<br />

bilinmektedir. “Memluklular”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c. 7, İstanbul, 1988,<br />

s. 25. 10) Kebuterhan (Kebûterhanehu) şeklinde de ifade edilmektedir. Said Fellahfer, Ferheng-i<br />

Vâjehâyi Mimâriyi Sunnetîyi İrân, Tahran, 1378, s. 172. 11) Celal Esad arseven, Sanat Ansiklopedisi,<br />

II, İstanbul, 1983, s. 667; Güvercinliği Hasol, “ Eski binaların yüzlerinde, kuşların konması<br />

ve barınması için yapı¬lan süslü çıkıntı veya oyuk; kuş evi, kuş köşkü.” Olarak ifade etmektedir,<br />

Doğan Hasol, Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü, İstanbul, 1998. 12) İmamoğlu, V. vd., “A Fantasy<br />

in Central Anatolian Architectural Heritage: Dove Cotes and Towers in Kayseri”, M.E.T.U.<br />

Journal of the Faculty of Architecture. 22(2): 79-90, 2005, s. 85. 13) Yabani güvercinin yerel ismi<br />

Diyarbakır’da “boran”dır. Bu nedenle güvercin evine boranhane ismi verilmiştir. Ayhan BEK-<br />

LEYEN, “Diyarbakır Kırsalındaki Güvercin Evleri: Boranhaneler, Karaçalı (Tilalo) Köyü”, Trakya<br />

Univ J Sci, 8(2), 99-107, 2007, s. 99. 14) İsfahan Çevresindeki kebûterhânelerden bahseden en<br />

eski kaynak olarak 14. yüzyıl seyyahı İbn Battuta görülmektedir. Ebu Abdullah Muhammed İbn<br />

Battûta Tancî, İbn Battuta Seyahatnasmesi, (Çev. A. Said Aykut), İstanbul, 2000, s. 280. 15) Etinin<br />

yenmesinin dini hükmü için bkz., Ali Bardakoğlu “Haramlar Helaller”, İlmihal II İslam ve Toplum,<br />

red. Hayrettin Karaman vd., İstanbul, 2000, S. 38. 16) Sayina Mecîdî, (Notlarla Yeniden Yazım,<br />

Mustafa Mesudî), Kebûterhânehâyi İrânî Râzhâyi Nâşinâhte, trh, yer yok, s. 5-6. 17) Aynı<br />

durumun Osmanlı Devleti için de geçerli olduğu görülmektedir. Bkz. Gonca Büyükmıhçı,“19.<br />

olan her şey yeniden ele alınmakta ve gösterime sunulmaktadır.<br />

Bu anlamda özellikle sanat değeri taşıyan çok<br />

sayıda kebûterhânenin restorasyonunun başarıyla yapıldığı<br />

görülmektedir. 24<br />

Kebûterhânelerin içinde yaşayanlarla, güvercinlik, burç<br />

ve boranhânelerin içinde yaşayanların kuzen veya dedetorun<br />

bağıyla bağlı olduklarını anlamak, daha yaşanılır<br />

yarınlarımıza katkıda bulunacaktır.<br />

Yüzyıl Anadolu’sundan Günümüze Yansıyan Özgün Bir Tarımsal Ticaret Yapısı Güvercinlikler”,<br />

Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı : 21 Yıl : 2006/2 (97-119), dipnot 2. 18)<br />

Fotoğraf ve tercümedeki katkılarından dolayı, Abbas Jahanbaksh, Masoud Saki, Cevat Nisbet’e<br />

teşekkürler. 19) Elisabeth Beazley, The Pigeon Towers Of Isfahan, Iran, Vol. 4 (1966), pp. 105-<br />

109, s. 105. 20) Mecîdî, a.g.m., s. 5. 21) Elisabeth Beazley, “Some Vernacular Buildings of the<br />

Iranian Plateau”, Iran, Vol. 15 (1977), pp. 89-102, s.101-102. 22) İsfahan kebûterhânelerinin<br />

plan yapıları için bkz., Elisabeth Beazley, The Pigeon Towers of Isfahan, Iran, Vol. 4 (1966), pp.<br />

105-109, s. 106. 23) Aynı önlemin Anadolu örneği için bkz., Büyükmıhçı, a.g.m., s. 110. 24)<br />

Hâlâ geleneksel inşa teknik ve materyalinin (başta tuğla olmak üzere) bilindiği ve yer yer uygulandığı<br />

İran’da, bu yapıların aslına uygun restorasyonlarının yapıldığı görülmektedir.<br />

KAYNAKÇA 1) “Memluklular”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c. 7, İstanbul, 1988.<br />

2) ALGÜL, Hüseyin, İslam Tarihi, İstanbul, 1986. 3) ARSEVEN, Celal Esad, Sanat Ansiklopedisi, II,<br />

İstanbul, 1983. 4) BARDAKOĞLU, Ali “Haramlar Helaller”, İlmihal II İslam ve Toplum, red. Hayrettin<br />

Karaman vd., İstanbul, 2000. 5) BARIŞTA, Hatice Örcün, Osmanlı İmparatorluğu Dönemi<br />

İstanbul’undan Kuş Evleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2000. 6) BEAZLEY Elisabeth,<br />

“Some Vernacular Buildings of the Iranian Plateau”, Iran, Vol. 15 (1977), pp. 89-102. 7) BE-<br />

AZLEY Elisabeth, “The Pigeon Towers Of Isfahan”, Iran, Vol. 4 (1966), pp. 105-109. 8) BEKLE-<br />

YEN, Ayhan, “Diyarbakır Kırsalındaki Güvercin Evleri: Boranhaneler, Karaçalı (Tilalo) Köyü”, Trakya<br />

Univ J Sci, 8(2), 99-107, 2007. 9) BÜYÜKMIHÇI, Gonca, “19. Yüzyıl Anadolu’sundan Günümüze<br />

Yansıyan Özgün Bir Tarımsal Ticaret Yapısı Güvercinlikler”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler<br />

Enstitüsü Dergisi, Sayı : 21 Yıl : 2006/2 (97-119 s.) 10) CEBECİOĞLU, Ethem, Tasavvuf Terimleri<br />

ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul, 2010. 11) FELLAHFER, Said, Ferheng-i Vâjehâyi Mimâriyi<br />

Sunnetîyi İrân, Tahran, 1378. 12) GÜNDÜZ, Şinasi, Din ve İnanç Sözlüğü, Ankara, 1998. 13)<br />

HASOL, Doğan, Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü, İstanbul, 1998. 14) İbn Battûta Tancî, Ebu Abdullah<br />

Muhammed, İbn Battuta Seyahatnasmesi, (Çev. A. Said Aykut), İstanbul, 2000. 15) İMA-<br />

MOĞLU, V. vd., “A Fantasy in Central Anatolian Architectural Heritage: Dove Cotes and Towers<br />

in Kayseri”, M.E.T.U. Journal of the Faculty of Architecture. 22(2): 79-90, 2005. 16) KAPLAN,<br />

Mehmet vd. (ilmi dnş), Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul, 1979. 17) Kitab-ı Mukaddes<br />

18) KORUMAZ, M., “Korunması Gereken Bir Yapı Türü Güvercinlikler”, VI. Ortaçağ ve Türk Dönemi<br />

Kazı Sonuçları ve Sanat Tarihi Sempozyumu Bildiri¬leri, Kayseri, 2002, s:505 19) MECÎDÎ,<br />

Sayina, (Notlarla Yeniden Yazım, Mustafa Mesudî), Kebûterhânehâyi İrânî Râzhâyi Nâşinâhte,<br />

trh, yer yok. 20) TÜRKMEN, K., “Kayseri’ye Özgü Bir Yapı Türü Güvercinlik”, Sanatsal Mozaik,<br />

İstanbul, 2002, s:102-105.<br />

131


Beykoz Cam Ocağı Vakfı’nda<br />

132<br />

Camın Serencâmı<br />

Nermin SULTAN<br />

Ustasının elinde bin bir şekle girerek estetik<br />

hâl alan birçok madde var yeryüzünde.<br />

Bazen dövülerek, bazen kesilerek, kimi<br />

zaman da onlarca işlemden sonra bir köşeye<br />

terk edilerek “insan”a yakışır estetiğe<br />

bürünen birçok madde… Bunlardan biri<br />

de cam... Varlığı asırlar öncesine dayanan<br />

cam, insan eli değdiğinden beri şekilden<br />

şekle giriyor. Nar gibi fırında, bal kıvamında<br />

ahenkle dans eden cam, bir de ehlinin<br />

nefesiyle buluşunca, değmeyin keyfimize. ..<br />

"Beykoz" adını taşıyan o müstesnâ cam işleri, bugünün sanat seviyesinin<br />

kat kat üstündeki târihî zirvesinden bize acı acı gülümseyerek<br />

bakıyor. Acabâ yüzümüze sitemle, üzüntüyle<br />

bakmakta olan o çeşm-i bülbülleri, o öpülecek kadar zarîf<br />

kâseleri, o dudak değdirmeğe kıyamadığımız bardakları, tabakları,<br />

vazoları, ibrikleri, lâledanları, gülâbdanları, hokkaları,<br />

şişeleri, hangi ustalar yapıp meydana çıkarmıştı? Şekilde,<br />

renkte, işçilikte vâsıl oldukları o üstün zevk, o ince terkip, o asîl<br />

âhenk, asla bir ustanın, bir kalfanın şahsına mâl edilemez. Bu,<br />

ancak dünyâ muvâcehesinde imtihan vermiş bir medeniyetin, fikirde,<br />

îmanda, cemiyette ve sanatta ifâde bulmuş müşterek kıvâmı,<br />

üslûbu ve âhengi olabilir.”<br />

Sâmiha Ayverdi bu cümlelerle anlatıyor cam sanatının ahvalini, “Boğaziçi’nde Tarih”<br />

isimli kitabının Paşabahçe bahsinde. Ve devam ediyor Ayverdi; “Artık müzelerde,<br />

câmekânlarda ve antikacıların ellerinde bulunan o müstesnâ cam işleri ölçüsünde eserler<br />

şimdi neden yapılamıyor?”<br />

Bu soruyu soran isimlerden biri de Yılmaz Yalçınkaya. Çocukluğundan beri cama ve<br />

cam sanatına meftun olan Yalçınkaya, sevdası olan “cam” için yurtdışına gider, dünyaca<br />

ünlü ustaların eğitimlerine katılır ve cam sanatı hakkında kendisini geliştirir. 2002


yılında, şu an Beykoz Cam Ocağı Vakfı tesisinin bulunduğu<br />

arazi satışa çıkarılır. Paşabahçe’nin eski tesislerinin<br />

bulunduğu bu arazi, Yalçınkaya’nın çocukluk hayalini<br />

gerçekleştirmesine çok uygun bir mekândır; hemen<br />

satın alınır ve Beykoz Cam Ocağı Vakfı bir çınar<br />

gibi büyür bu arazide.<br />

Bayrak Yarışında Sıra<br />

Beykoz Cam Ocağı Vakfı’nda<br />

Beykoz Cam Ocağı Vakfı bugün, asırlardır süregelen camın<br />

macerasında, ustalarının nefesiyle yepyeni heyecanlara<br />

yelken açıyor. Riva Deresi’nin yanı başına konuşlanan<br />

Beykoz Cam Ocağı Vakfı, muhteşem tesisi, ustaları ve<br />

harikulade sanat eserleriyle, Beykoz’un “cam damarı”nı<br />

canlı tutuyor. 2002 yılında faaliyetlerine başlayan Cam<br />

Ocağı Vakfı, şu günlerde, kuruluşunun 10. yılını kutlamaya<br />

hazırlanıyor.<br />

“Bir vakitler, dünyâ cam sanayi ile boy ölçüşen Paşabahçe<br />

cam kârhâneleri acabâ köyün neresindeydi? Bir izine<br />

bir nişânesine rast gelmek mümkün mü?” diyerek iç geçiren<br />

Sâmiha Ayverdi’ye Beykoz Cam Ocağı Vakfı cevap<br />

veriyor: “Riva Deresi’nin kıyısında, Ömerli Köyü’ndeyiz.”<br />

Cam Ocağı’nın Fırını Daima Harlı<br />

O muhteşem cam ürünlerini bal kıvamında dans ettiren fırın,<br />

Cam Ocağı Vakfı’nda hiç sönmüyor. Ateş bir kere harlandığında,<br />

fırının vadesi dolana kadar uyanık kalıyor. Bazen iki yıl oluyor<br />

bir fırının ömrü, bazen daha fazla dayanabiliyor 1200 derece<br />

sıcaklığa. Ama fırın var olduğu müddetçe, gece gündüz<br />

hep yanıyor Cam Ocağı Vakfı’nda. Fırının etrafında envai renk<br />

cam tozları, çeşm-i bülbül çubuklarında devran eden kıpkızıl<br />

bir renk cümbüşü ve gagasının ucundan tutulup da son şekline<br />

bürünen kırılgan kuşlar…<br />

Cam Ocağı Vakfı’nda cam namına yok yok. Boncuk diziliyor,<br />

cam üfleniyor, geleneksel nazar boncuğumuz yaşatılıyor, mine<br />

kaplanıyor, camlar geri dönüşümle değerlendiriliyor ve bir de<br />

enfes çeşm-i bülbüller yapılıyor. Dengeli bir iş bölümü var, herkes<br />

camın bir ucundan tutuyor Cam Ocağı’nda. Bir usta çeşm-i<br />

bülbül kuşunun gövdesini üflerken, diğer usta kulp yapıyor,<br />

bir diğeri öğrencilerin yanlarında getirdiği boş şişeleri topluyor<br />

mutlulukla. Fırsat bu fırsat diyerek öğrencilerin arasında biz de<br />

giriyoruz cam yapımını izlemeye. Bu şöleni baştan sona anlatmaya<br />

takat getirmek ne mümkün! Biz, sizi temsilen keyfedelim,<br />

size de tadımlık bir çeşm-i bülbül tarifi verelim. Aman evinizde<br />

denemeyin; adres belli: Beykoz Cam Ocağı Vakfı.<br />

133


Mehmed Dede’nin Torunlarına Emaneti;<br />

Çeşm-i Bülbül<br />

Cam Ocağı Vakfı’nın girişinde bir levha asılı. Yazılana<br />

göre 3. Selim döneminde, Mehmet Dede nâmında bir<br />

Mevlevi dervişi İtalya’ya gider. Venedik’te cam sanatına<br />

dair çalışmalarda bulunan Mehmet Dede, İstanbul’a<br />

döndüğünde Beykoz’da bir atölye açar. Mevlevi cam<br />

ustasının atölyesinde yaptığı çalışmalar arasında en<br />

popülerleri, tekniği Venedik’ten ithal edilen “çeşm-i<br />

bülbül”ler olur. Bu çeşit çalışmalara “çeşm-i bülbül”<br />

yani “bülbül gözü” denmesinin sebebi, camın üzerindeki<br />

çizgilerin, bülbüllerin gözündeki tahrirleri anımsatmasından<br />

dolayıdır.<br />

Çeşm-i bülbül denince akla somut bir ürün gelir. Esasında<br />

bir biçimin değil bir üretim tekniğinin adı çeşm-i bülbül.<br />

Bu teknik sayesinde gülabdan, laledan, ibrik, sürahi,<br />

bardak, kâse gibi çeşit çeşit eser yapılır.<br />

“Bu işe başlarken, her şeyi kafanızda bitirmeniz gerekir.<br />

Yoksa camı elinize aldığınızda ne yapacağınızı şaşırırsınız.”<br />

diyerek ilk püf noktasını bizlerle paylaşıyor<br />

Cam Ocağı Vakfı’nın ustası İzzet Özdemir. Çeşm-i bülbüle<br />

başlarken normal bir cam eserinin yapımında izlenen<br />

yol takip ediliyor cam ustaları tarafından. Bir potada<br />

eriyen bal kıvamındaki sıcak cama, “çeşm-i bülbül<br />

borusu” denilen özel bir çubuk daldırılıyor. Erimiş cam,<br />

borunun ucuna sarılarak potadan dışarıya alınıyor. Borunun<br />

üzerindeki cam, henüz sıcak olduğundan akıcı<br />

bir halde. Dolayısıyla borunun üzerinden sıyrılıp düşmesine<br />

mani olmak için; elma veya ayva ağaçlarından ya-<br />

134


pılan, camı küre şeklinde tutmaya ve şekillendirmeye yarayan<br />

bir kepçe üzerinde sürekli üflenerek ve çevrilerek<br />

kontrol altına alınıyor. Bu işlem sayesinde iptidai, küçük<br />

bir cam balon elde ediliyor.<br />

Çeşm-i bülbül tekniğinin en belirgin özelliği,<br />

az önce potadan çıkarılan bal kıvamındaki<br />

camın, renkli cam<br />

çubuklarla birleştirilmesi. Bu<br />

cam çubuklar, tercihe göre<br />

değişik renklerde olabilir,<br />

sayısı da yapılacak<br />

objenin büyüklüğüne<br />

göre değişiklik<br />

gösteriyor.<br />

Bu işlem için Cam Ocağı’nın başka bir ustası, silindir bir<br />

kalıbın içine çeşitli renklerde soğuk cam çubuklar yerleştiriyor.<br />

Daha sonra üfleme borusundaki cam, usta tarafından<br />

bu kalıbın içine daldırılıyor ve üflenmeye devam ediliyor.<br />

Böylelikle sıcak ve bal kıvamındaki cam gövde şiştikçe,<br />

kalıbın içindeki renkli çubuklarla birleşiyor.<br />

Bir yandan sıcak cama üflüyor İzzet Usta, bir<br />

yandan da gösteriyi pürdikkat izleyen<br />

ilkokul öğrencilerine yaptıklarını<br />

anlatıyor. Üfledikçe çeviriyor sıcak<br />

camı, çevirdikçe tarihin tozlu<br />

sayfalarında raks eden gülabdanlara,<br />

laledanlara, güzelim<br />

kâselere hazırlıyor bizleri.<br />

135


Soğuk Camın Sıcak Cama Yapışması<br />

Kalıbın içindeki renkli cam çubukları üzerinde eriten sıcak<br />

gövde, cam ustasının elinde dönmeye devam ediyor.<br />

Dönmeye devam ederken, ısısı sayesinde renkli çubuklarla<br />

bir bütün oluyor âdeta. Silindir halinde döndürülmeye<br />

devam eden camın üzerine yeni bir cam tabakası sarılıyor<br />

ki bu sayede ince cam çubuklar, iki cam tabakasının arasında<br />

kalarak inceliyor, inceldikçe narinleşiyor.<br />

Bu aşamada çeşm-i bülbül ustaları hünerlerini konuşturmaya<br />

başlıyor. Sıcak camın üzerinde eriyerek çizgiler<br />

oluşturan renkli camlar, özel bir maşa ve makas yardımıyla<br />

çekilerek uç kısımlarda birleştiriliyor. Bizim için izlemesi<br />

keyifli, yazması kolay, fakat yapması gerçekten<br />

hüner istiyor. Çünkü camın gövdesi hâlâ sıcak olduğundan,<br />

ustanın bir anlık dalgınlığında akıp şeklini kaybedebilir.<br />

Bu nedenle usta, hem camın üzerinde ebru yapar<br />

gibi çizgilere şekil veriyor, hem de sıcak cam gövdesinin<br />

formunu koruyor. Böylece cam kütlesini döndürerek<br />

çubukların estetik bir şekilde burkulmasını sağlıyor.<br />

Çubuklara arzu edilen şekil verildikten sonra sıcak cam<br />

gövdesi, son biçimine ulaşması için bir kalıba yerleştiriliyor.<br />

Daha sonra kulbu takılırsa, sürahi oluyor; ibiği kondurulursa,<br />

kuş oluyor yahut o haliyle hediye edilebiliyor<br />

sevgiliye, içine gül koysun diye.<br />

136<br />

Cam Ocağı Vakfı’nda “Camın Hatırı” Var<br />

Güzel bir çeşm-i bülbül şöleninin en sade hikâyesi böyle…<br />

Tabii ki sadece çeşm-i bülbüller yapılmıyor Cam Ocağı<br />

Vakfı’nda. En az onun kadar kıymeti haiz bir obje daha<br />

var; nazar boncuğu. Her bebeğin hırkasına mutlaka bir<br />

nazar boncuğu takılır. Mavisiyle sarısıyla zırhı olur bebeklerin.<br />

Cam Ocağı Vakfı’nda geleneksel nazar boncuğu<br />

yapımına da devam ediliyor. Riva Deresi’nin kıyısında, on<br />

iki sıra ateş tuğlası ve kil kullanılarak nal biçiminde örülü<br />

bir nazar boncuğu fırını var. Tamamı kil ile sıvalı fırın her<br />

gün bin derecelik ısı ile çalışıyor ve ateş sadece çam odunuyla<br />

yakılıyor. Bu klasik fırından binlerce nazar boncuğu<br />

çıkıyor, bebe hırkalarının yakalarına asılsın diye.<br />

Füzyon atölyesi de Cam Ocağı Vakfı’nda ilgi çeken<br />

mekânlarından. İki veya daha fazla camın sıcaklık yardımıyla<br />

birbirine yapışması demek olan füzyon sayesinde,<br />

birbirinden güzel cam eserleri ortaya çıkıyor. Füzyonla yapılan<br />

saatler, tabaklar, aynalıklar Cam Ocağı Vakfı’nın galerisinde<br />

sergileniyor.<br />

Çeşm-i bülbül yapımını birlikte izlediğimiz ilkokul öğrencileri,<br />

ziyaret programları kapsamında füzyon atölyesine<br />

de uğradı. Her biri için daha önceden hazırlanmış küçük,<br />

rengârenk cam parçacıklarını, kendi zevkleriyle yerleştirdiler<br />

20x20 cm’lik kare şeklinde renksiz düz camla-


ın üzerine. Bu kompozisyonlar, füzyon atölyesi şefi tarafından,<br />

öğrencinin isteğine göre pano ya da tabak şeklinde<br />

fırınlanıyor ve kargo ile öğrencilerin okuluna gönderiliyor.<br />

“Bunu ben yaptım.” diyor her öğrenci, panosu<br />

yahut tabağı okuluna gönderildiğinde.<br />

“Kalıpla Şekillendirme”, “Mine”, “Telkari” ve “Trabzon<br />

İşi Kazaziye” gibi branşların da atölyeleri var Cam Ocağı<br />

Vakfı’nda. Her branşa, en ince ayrıntısına kadar hürmet<br />

gösteriliyor “camın hatırı”na.<br />

Tam Teşekküllü Bir Cam Okulu<br />

Cama dair her türlü sanatı bünyesinde barındıran<br />

Cam Ocağı Vakfı, aynı zamanda tam teşekküllü bir<br />

cam okulu. Beykoz’daki kampüste (kelimenin tam<br />

anlamıyla kampüs) periyodik olarak cam eğitimleri<br />

veriliyor. Okulların ziyaretleri ve günübirlik eğitimler<br />

de var programda, iki günlük, iki haftalık ve daha<br />

uzun süreli eğitimler de.<br />

Uzun süreli eğitimlere katılan sanatseverler için her şey<br />

düşünülmüş kampüste. 20 bin metrekarelik alana yayılı<br />

Cam Ocağı’nda 48 kişilik misafirhane, 40 kişilik konferans<br />

salonu ve sıcak cam gösteri izleme tribünü, üstü<br />

açık yarı olimpik yüzme havuzu, hatta Riva Deresi’nin<br />

kıyısında mangal eşliğinde piknik alanı bulunuyor. Hal<br />

böyle olunca gerek ziyaretçileri, gerekse öğrencileri hiç<br />

eksik olmuyor Cam Ocağı Vakfı’nın. Sadece Türkiye’den<br />

değil, dünyanın birçok ülkesinden cam eğitimi için gelen<br />

öğrencilerini ağırlıyor Beykoz Cam Ocağı Vakfı. Günde<br />

ortalama 200 çocuk camla tanışıyor. Her öğrenci yanında<br />

etiketi çıkarılmış yeşil soda şişesi getiriyor. Bu şişeler,<br />

daha önceki öğrencilerin getirdiği, fırınlanarak vazo halini<br />

alan şişelerle takas ediliyor. Böylece öğrenciler, geri<br />

dönüşümün güzelliğini bizzat yaşamış oluyorlar.<br />

Dünyanın Ustaları Cam Ocağı Vakfı’nda Buluşuyor<br />

Kuruluşunun 10. yılını kutlamaya hazırlanan Cam Ocağı<br />

Vakfı’nda, dünyada cam sanatını temsil eden ustalar<br />

da eğitimler veriyor. Cam sanatının yaşayan en büyük<br />

üstadı kabul edilen Lino Tagliapietra, çağdaş sanatın<br />

öncülerinden Mona Hatoum, Amerikalı sanatçı<br />

James Thurman ve İtalyan kakma ve kabartma sanatçısı<br />

Fabrizio Acquafresca gibi ustalar, Cam Ocağı<br />

Vakfı’nda eğitimler veriyor. Çeşitli dönemlerde kampüste<br />

eğitim veren sanatçıların ürünlerinin yer aldığı bir<br />

cam koleksiyonuna da sahip olan Cam Ocağı Vakfı, Riva<br />

Deresi’nin kıyısında, doğayla iç içe Öğümce Köyü’nde<br />

cam sevdalılarını bekliyor.<br />

137


Kavalalı Mehmet Ali Paşa Külliyesi<br />

Süleyman KIZILTOPRAK*<br />

Osmanlı zamanında paşalarının, isimlerini yaşatmak için vakıf kurmaları neredeyse bir gelenekti. Kavalalı<br />

Mehmed Ali Paşa da, birçok Osmanlı Paşası gibi adını yaşatacak bir vakıf kurmayı amaçlamış, söz konusu vakfın<br />

tesis edileceği yer olarak Kavala kazasını ve Taşöz adasını tercih etmiştir.<br />

Osmanlılarda vakıflar çok farklı alanlarda hizmet<br />

vermiştir. Kamu yararı gözetilerek kurulan vakıflar,<br />

Osmanlı toplumunda sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın<br />

en güzel örneklerini vererek önemlerini<br />

her zaman korumuşlardır.<br />

Osmanlı teşkilat yapısında vakıfların idari ve mali<br />

açıdan özel konumları vardır. Devlet, vakıfları ancak<br />

kadılar vasıtasıyla kontrol edebiliyordu. Kadılar,<br />

vakıfların gelir ve giderlerinde usulsüzlükler var mı,<br />

vakfiye hükümlerine aykırı bir durum var mı onu<br />

tespit etmeye çalışırdı. Ayrıca, asayiş ve inzibata yönelik<br />

bir durum olduğunda vakfa müdahale ederdi.<br />

Bunun dışında, vakıflar geniş bir serbestliğe sahipti.<br />

Bu bakımdan vakıflar, Türk tarihindeki en istikrarlı<br />

kurumlar arasında sayılmaktadır.<br />

Vakıflar, Osmanlı Devleti’nde devlet ve toprak sisteminin<br />

en önemli unsurlarındandır. Bu sistemde vakıflar,<br />

arazi hukuku dışında da birçok sosyal, ekonomik,<br />

kültürel, eğitimsel ve dinsel işlevlere sahiptir.<br />

Ö. Lütfi Barkan’ın tespitlerine göre, XVI. yüzyıl başlarında,<br />

Osmanlı topraklarının beşte biri vakıf arazisi<br />

idi . Bu oran sonraki yüzyıllarda giderek artmıştır.<br />

XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Osmanlı topraklarının çok<br />

büyük bir kısmı vakıf topraklardan meydana geliyordu.<br />

Vakıfların sosyal ve kültürel alandaki faaliyetleri,<br />

Osmanlılar tarafından bir devlet politikası<br />

olarak sürdürülüyordu. Fethedilen toprakların Türkleşmesi<br />

ve İslamlaşması yanında şenlendirip geliştirilmesi,<br />

yani bayındır hale getirilmesi konusunda<br />

izlenen iskân siyasetinin en önemli aracı vakıflardı.<br />

Vakıflar sayesinde kurulan, cami, medrese, imaret,<br />

kütüphane, çeşme, hamam gibi sosyal ve dinî kurumlar,<br />

o beldenin cazibe merkezi haline gelmesini<br />

sağlıyordu.<br />

Osmanlılarda vakıfları birçok açıdan tasnif etmek<br />

mümkündür. Amaçları bakımından bir tasnif yapacak<br />

olursak “hayrî vakıflar” ve “aile vakıfları” ola-<br />

138<br />

rak ikiye ayırırız. Mülkiyet hakkının vakfedilip vakfedilmemesi<br />

bakımından yapılan tasnifte de, vakıflar<br />

yine ikiye ayrılır: Sahih vakıflar ve gayri sahih vakıflar.<br />

Hayrî vakıflar, tamamen kamu yararı gözetilerek<br />

kurulan vakıflardır. Ehlî vakıflar da denilen aile vakıfları,<br />

kişinin sadece kendi soyundan gelenlerin istifade<br />

etmesi için kurduğu bir kurumdur. Buradaki<br />

kamu yararı oldukça sınırlıdır. Bu tür bir vakıf ihtiyacı<br />

özel mülkiyetin korunması sebebinden doğmuştur.<br />

Özel mülkiyetin çok kısıtlı olduğu ve var olan<br />

mülkiyetin de müsadere tehlikesi içinde bulunduğu<br />

Osmanlı Devleti’nde, aile vakıfları, bir tür güvenlik<br />

sübabı işlevi görmüştür.<br />

Vakıf kurmak için sadece arazi tahsis etmek, cami,<br />

medrese veya imaret binası yapmak, yeterli değildir.<br />

Yapılan binaların ebedi olarak yaşaması için, tedbir<br />

almak ve gelir bırakmak lazımdır. Örneğin bir medrese<br />

vakfeden kişinin orada ders verecek müderrislerin<br />

maaşlarını alacakları, talebelerin barınma,<br />

yiyecek-giyecek ve ders malzemelerini kapsayan<br />

her türlü ihtiyaçlarını karşılayacakları, kesintiye uğramayacak<br />

bir veya daha fazla gelir kaynağı da bırakması<br />

gereklidir.<br />

Vakıf kurumunun hangi maksatlı tesis edildiği, nasıl<br />

yönetileceği, hangi görevlilerin bulunacağı, kimlere<br />

ne kadar ücret ve maaş verileceği gibi konular,<br />

doğrudan doğruya vâkıf tarafından tespit edilir ve<br />

vakfiye denilen yazılı bir metin halinde kayıt altına<br />

alınır. Vakfın bir çeşit tüzüğü olan bu metnin kadı<br />

tarafından tasdik edilmesi gereklidir. Vakfın yönetim<br />

ve malî sorumluluğu vâkıf tarafından atanan ve<br />

vakfiyede açıkça tayin edilen vakfın idarecisi demek<br />

olan vakıf mütevellisine aittir.<br />

Paşadan Doğduğu Topraklara Vakıf<br />

Osmanlı zamanında paşalarının, isimlerini yaşatmak<br />

için vakıf kurmaları neredeyse bir gelenekti.


Kavalalı Mehmed Ali Paşa da, birçok Osmanlı Paşası<br />

gibi adını yaşatacak bir vakıf kurmayı amaçlamış, söz<br />

konusu vakfın tesis edileceği yer olarak Kavala kazasını<br />

ve Taşöz adasını tercih etmiştir. Paşa, vakfı neden<br />

Kavala’ya kurmak istemiştir? Bu soruya birden fazla<br />

cevap bulmak mümkündür: Öncelikle, vali olduğu<br />

1805 yılından itibaren askeri, ekonomik, sosyal ve<br />

siyasal açıdan Mısır’da önemli başarılara imza atan<br />

Paşa’nın kuracağı vakıf yeri için doğum yeri olan Kavala<br />

kazasını seçmesi, çok doğaldır.<br />

Osmanlı tarihinde bunun birçok örneği vardır. Dolayısıyla,<br />

Kavala’da adını yaşatacak bir vakıf ile büyüklük<br />

ve ihtişam açışından şanına yakışır bir külliye kurma<br />

amacı Paşa’nın doğduğu topraklara bir vefa borcu<br />

ödeme gayesinden kaynaklanmıştır. Bu şekildeki çok<br />

samimi ve halisane amaç, her ne kadar bu tür belgelerin<br />

genel bir şablon ifadesi de olsa Paşa’nın vakfiyesine<br />

de yansımıştır. Ayrıca, Paşa’nın küçüklüğünden<br />

gelen yöreye ilişkin söylenti olarak dilden dile dolaşan<br />

anıları da bu maksadı desteklemektedir:<br />

Bakaloupolos’un, adada anlatılan sözlü rivayetlere<br />

dayanarak verdiği bilgilere göre Mehmed Ali Paşa,<br />

gençliğinde bir suçtan dolayı cezaya çarptırıldığında<br />

Taşöz adasına kaçmış, sütannesinin bulunduğu Karapanaghiotis<br />

ailesinin yanına sığınmıştı. Ünlü olduğunda<br />

ise Karapanaghiotis ailesini buldurabilmek<br />

için bir görevli yollamıştı. Fakat bu araştırmanın sonucunda,<br />

sütannesinin eşinin, bir suçtan dolayı asıldığını<br />

öğrenmişti . Bu bilginin gerçek olup olmadığı oldukça<br />

şüphelidir. Kanaatimizce gerçek dışı olma ihtimali<br />

çok daha fazladır. Çünkü hangi suçtan dolayı<br />

ne zaman idam edildiği bilinmemekte ve bu konuda<br />

duyumlardan öte başka bir kanıt sunulmamıştır.<br />

Ayrıca idam gibi bir olay ve ona neden olan bir suç<br />

hakkında mutlaka arşivlerde bir kayıt yer almalıdır. Bu<br />

konuda şimdiye kadar bir bilgiye ulaşılamamıştır. Ancak,<br />

Mehmet Ali’nin araştırmaları göstermektedir ki,<br />

Paşa, Kavala ve Taşöz adası ile bir gönül bağı kurmuş<br />

ve geçmişte kalan dostları, komşuları ve yakınlarını<br />

memnun etmek niyetindedir.<br />

Paşa’nın çok kurnaz bir siyaset adamı ve vizyon sahibi<br />

bir idareci olduğu göz önüne alınırsa, bu saf duyguların<br />

ötesinde daha büyük hedefleri olduğu kolayca<br />

görülebilir. Temel sorumuzu açıklamak için ikinci<br />

şık olarak Paşa’nın siyasi amaçlarına uygun olmasını<br />

ileri sürebiliriz. Paşa, önceden Mısır’da kendi adına<br />

inşa ettirdiği cami ve ona ilişkin olarak kurduğu vakıf<br />

adına Taşöz’ün gelirlerini istemişti. Ancak, daha sonra<br />

Paşa’nın talebi, Kavala’daki külliye’yi de içine alacak<br />

şekilde değişti.<br />

Paşa’nın ilk önce niçin Mısır’daki vakfı için bir talepte<br />

bulundu? Bu talep herhangi bir gerekçe ile geri çevrildi<br />

mi? Bu konuda Osmanlı arşiv kaynaklarında henüz<br />

açık bir bilgiye ulaşamadık. Fakat Paşa’nın talep<br />

değişikliği yaparak Kavala’da bir külliye kurmak ama-<br />

139


cıyla Taşöz adasını istemesi belgelerde yer almaktadır. Burada<br />

Babıâli’nin Kavala’daki külliyeyi Mısır’daki cami vakfına tercih<br />

etmesinin sebebi, vakfı ve Taşöz adasını kendi kontrolünde<br />

tutmak istemesi olarak yorumlanabilir. Bu yeni gelişme üzerine<br />

talebi kabul edildi .<br />

Tercihini değiştiren Paşa’nın maksadı da yukarıdaki değerlendirmeler<br />

paralelinde doğduğu topraklara vefa borcu ve siyasal<br />

hedeflerine uygunluğu olabilir. Bu bağlamda, Kavala<br />

ve Taşöz’ün İstanbul’a yakın olması yanında, Rumeli ve Selanik<br />

vilayetleri içinde stratejik konumu açısından Paşa’nın<br />

prestijine yakışır bir yer idi. Paşa bu vakfı dolayısıyla Osmanlı<br />

Devleti’nin kalbi mesabesinde olan Rumeli ile irtibatını sürdürmüş<br />

olacaktı. Aynı şekilde, Taşöz adası da yukarıda sayılan<br />

avantajlara uygun bir konumda, Ege Denizi’nin en tepe noktasında,<br />

bir yandan Çanakkale Boğazı’na çok yakın bir yandan<br />

da Kavala’nın karşısında yer alıyordu. Ayrıca, ada Enez’e<br />

de çok yakın olması sebebiyle Trakya ve İstanbul bağlantısına<br />

sahipti. Bu adanın stratejik önemi yanında, ziraat açısından<br />

elverişli arazi yapısı sebebiyle gelirleri Paşa’nın kendi adına<br />

kurmayı düşündüğü külliye için yeterli kaynağı sağlayacaktı.<br />

Ancak Paşa hayalindeki külliyeyi kurduktan sonra buradaki<br />

giderler Taşöz adasından elde edilen gelirlerin üzerine<br />

çıktığı zamanlar da oluyordu. Savaş ve doğal şartlar nedeniyle<br />

ürün azalmasıyla karşılaşıldığında vergi gelirlerinde de bir<br />

kayıp söz konusu oluyordu. İşte bu ve buna benzer finans sorunlarıyla<br />

karşılaşıldığında Mısır hazinesi ve evkaf idaresi devreye<br />

giriyordu. Paşa bunun dışında doğduğu köyde yaşayan<br />

hemen her bireye yıllık sadaka namı altında bir yardım gönderiyordu.<br />

Bu uygulama kendi vefatından sonra hatta Kavala<br />

ve ada Yunan işgaline uğradığı yıllarda bile devam etmiştir.<br />

Bu örnekler Paşa’nın Kavala ve Taşöz adasıyla ilgisinin nedeninin<br />

siyasal mı yoksa vefa ve diğerkamlık mı olduğunu anlayabilmemize<br />

yardımcı olacaktır. Burada her iki amacın iç içe<br />

geçtiğini öne sürmek mümkündür. Özellikle 1840 yılındaki<br />

Londra Konvansiyonuna kadar Paşa’nın İstanbul’u hedef<br />

140<br />

alan askeri faaliyetleri sırasında görüldüğü gibi söz konusu<br />

vakıf mekânlarının seçiminde siyasal amaçların olduğunu ifade<br />

etmek mümkündür.<br />

Nitekim Paşa’nın vakıf kurduktan sonra izlediği siyasal çizgi,<br />

büyük hedefleri olduğunu ve gözünün İstanbul olduğunu<br />

kanıtlar niteliktedir. Bu bağlamda, 1821 yılında Mora İsyanı<br />

çıktığı zaman Mehmet Ali Paşa, Sudan yönünde güneye<br />

doğru Mısır’ı genişletme siyasetini sürdürüyordu. Paşa aynı<br />

zamanda, Hicaz’da Vahhabilere karşı zafer kazanıp prestijini<br />

artırmışken yönünü Kızıldeniz’in doğu kıyılarından ötesine<br />

çevirmişti. Sudan’daki genişleme siyasetinin askeri alandaki<br />

uygulayıcısı ise birçok askeri zaferde payı olan oğlu İbrahim<br />

Paşa idi. Rum İsyanı dolayısıyla İstanbul’dan yeni bir askeri<br />

yardım talebi geldi. Paşa önceki başarılarını daha da perçinleyecek<br />

ve kuzeye doğru genişleme fırsatı doğuracak bu talebi<br />

yeni bir fırsat gibi gördü. Böylece Paşa doğu-batı yönünde<br />

İran Körfezi’nden Libya Çölü’ne, kuzey-güney yönünde Taşöz<br />

adasından Sudan’a kadar olan alanda bir güç olacaktı. Nitekim<br />

Mora İsyanı ve sonrasındaki gelişmeler Navarin’de donanmasının<br />

Osmanlı donanması ile birlikte yok olmasına rağmen<br />

Paşa’nın bu hedefi doğrultusundaki siyasetinin bir göstergesidir.<br />

Mehmet Ali Paşa, Mora İsyanı sırasında isyancıların<br />

tehdidi altında olduğunu öne sürerek Anadolu’nun güvenliğini<br />

sağlamak amacıyla Meis adasının da idaresini istemiştir .<br />

Taşöz’den sonra gelen bu talep Mehmet Ali Paşa’nın Ege<br />

Denizi’nde ve Doğu Akdeniz’de daha güçlü bir aktör haline<br />

gelmesi demektir. Bu bakımdan olumsuz cevap verilerek olası<br />

bir tehdit önlenmeye çalışılmıştır. Fakat bu ret cevabı Paşa’nın<br />

gücenmesine neden olan noktalardan birisi olmuştur.<br />

Kısacası, Paşa’nın İstanbul’a karşı hareketi değerlendirildiğinde<br />

farklı hedeflere saptığı görülmektedir. Bunlar merkezi otoriteye<br />

karşı isyan, bağımsızlık ve Osmanlı hanedanını yıkma<br />

girişimi olarak adlandırılabilir. Ancak burada önemli ve gözden<br />

kaçırılmaması gereken nokta şudur: Paşa’nın Kavala kazasını<br />

ve Taşöz adasını seçmesi Mısır ile Rumeli’nin Osmanlı<br />

devlet adamları zihninde hala bir bütün teşkil ettiğini göstermektedir.<br />

Paşa ilk olarak külliyenin medrese kısmını 1813 yılında<br />

hayata geçirdikten sonra imaret kısmını daha kapsamlı<br />

olarak 1843 yılında ihtiyaç sahiplerinin hizmetine sunmuştur.<br />

İstanbul ile önce uyumsuz sonra da çatışmacı politikaları<br />

1840 yılında Londra Konvansiyonu ile bitince, 1843 yılında,<br />

vakfiyeye zeyl yaparak imareti daha geniş bir şekilde faal hale<br />

getirmesi, bu görüşü destekler niteliktedir.<br />

Kavala’da Maktul İbrahim Paşa’nın Eserleri<br />

Selanik vilayetinin Ege Denizi’ne bakan yönünde yer alan Kavala<br />

kazası, Osmanlılar ile yıldızı parlayan bir kenttir. Zira Osmanlılardan<br />

önceki dönemde kent sosyal ve ekonomik bakımdan<br />

pek gelişmemiştir.<br />

Kavala’da Bizans döneminde bir kale vardı ancak, kent Osmanlı<br />

egemenliğine geçene kadar dikkate değer bir gelişme<br />

gösteremedi. Yavuz Sultan Selim, kentin denizden gelen korsan<br />

kayıklarının saldırısına karşı güvenli olması için sahile bir<br />

kale yaptırdı. Bundan sonra, özellikle Kanunî devrinde kentin<br />

dokusunda önemli değişiklikler oldu. Osmanlı Devleti’nde bir<br />

iskân ve imar metodu olarak vakıflar şehirleşme ve şehir hayatının<br />

gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Nitekim Kavala’nın<br />

gelişmesinde ve bölgesel olarak etkin bir liman kenti olmasında<br />

bu kurumun çok önemli katkıları olmuştur.


Kanunî Sultan Süleyman’ın ünlü veziri Makbul/Maktul İbrahim<br />

Paşa (ö. 942/1536), Kavala’da çok ciddi imar faaliyetlerine<br />

girişmiştir. Kendi adını taşıyan cami, aşevi, medrese, sıbyan<br />

mektebi, tekke, han, hamam ve bedesten gibi binalar yaptırmıştır<br />

. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde İbrahim Paşa’nın<br />

Kavala’daki imar faaliyetlerinden ve yaptırdığı hayır eserlerinden<br />

bahsetmektedir. Bu binalardan bir kısmı kentin surlarının<br />

içinde bir kısmı ise surların dışında inşa edilmiştir .<br />

Aşevi, medrese, cami ve sıbyan mektebi surun üzerine inşa<br />

edilmiştir. Halen külliye içinde bulunan medrese ve imaret<br />

üzerinde İbrahim Paşa devrine ait herhangi bir kitabeye rastlanmamıştır.<br />

Ancak, külliyenin bazı kısımlarının İbrahim Paşa<br />

tarafından yapıldığı konusunda kaynaklarda yer alan bir şüphe<br />

yoktur.<br />

Taşöz’ün Kavalalı Mehmet Ali Paşa Vakfı’na Tahsisi<br />

Taşöz Adası, Kaptan Paşa hassından olarak öteden beri, Selanik<br />

vilayeti Kavala kazasına bağlı idi. Mehmed Ali Paşa Vahhabi<br />

hareketini bastırdıktan sonra, Kavala’da kurduğu cami<br />

ve medreselere vakfedilmek üzere, malikâne statüsündeki<br />

bu adanın kendisine ihsanı hakkında Osmanlı Padişahı II.<br />

Mahmud’tan talepte bulundu. Paşa, önceden Mısır’da kendi<br />

adına inşa ettirdiği cami ve orada kurduğu vakıf için Taşöz’ün<br />

gelirlerini istemişti. Ancak, daha sonra söz konusu talebini<br />

Kavala’da kurmayı amaçladığı külliye için değiştirdi. Paşa’nın<br />

ikinci talebi dikkate alınarak Taşöz adası, H.1228/ M.1813 tarihinde<br />

Sultan II. Mahmud’un iradesiyle Kavala’da tesis olunan<br />

hayrata vakıf ve tahsis edildi.<br />

Taşöz Paşa’ya hediye mi edildi? Yoksa kurduğa vakfa tahsis<br />

mi edildi? Mülkî idare, adlî işler ve maden işletme hakkı gibi<br />

konularda yoğunlaşan bu tartışmalar, vakfın kurulmasından<br />

yaklaşık üç çeyrek asır sonra, Mısır’ın 1882 yılında İngiliz işgaline<br />

uğramasıyla gündeme getirildi . Tahsis edildiği hakkındaki<br />

görüş, Babıâli’nin resmî görüşü gibidir. Vakıfla ilgili meydana<br />

gelen tartışmalı konularda, vakfın bu şekilde tanımlanması<br />

gereği, Babıâli’deki hukuki konularda uzman memurlar tarafından<br />

sürekli iddia edilmiştir .<br />

Buna göre, Mehmed Ali Paşa’nın Kavala’da kurduğu vakıf<br />

gayr-ı sahih vakıf statüsündedir. Fakat Mehmed Ali Paşa’nın<br />

vakfiyesi ise sahih vakıf tanımı yapılarak düzenlenmiştir . Bu<br />

maddi delile rağmen, Babıâli’nin görüşünü şekillendirirken iddialarına<br />

dayandırdığı temel nokta, Paşa’nın vakfından önce<br />

Kavala’da Makbul/Maktul İbrahim Paşa tarafından kurulan<br />

bir külliyenin varlığıdır. Kavalalı onun üzerine kendi külliyesini<br />

yaptırmıştır.<br />

Dolayısıyla, hem Kavala’daki vakıf binaları hem de Taşöz adası<br />

tahsisata konu olmuştur. Öte yandan, H.1274/M.1858 Arazi<br />

Kanunnâmesine göre, gayri sahih vakfa ait arazinin rakabesi<br />

devlete tasarruf hakkı vakfa aittir. Padişahın veya onun<br />

fermanıyla başkalarının vakfetmiş oldukları bu tür toprakların<br />

vakfiyeti, yalnız şer’î ve örfî vergilerin padişah tarafından<br />

belli bir alana tahsisi demektir. Bu vakıflar tahsisat kabilinden<br />

olduğu için “vakf-ı irsâdî” de denilir. Çünkü söz konusu vakfetme<br />

işlemi, sadece devlete ait olan vergilerden ibarettir. Bu<br />

durum toprakların hukukî mahiyetini değiştirmez ve mülkiyet<br />

eskisi gibi devlete ait kalır. Devlet sahih vakıf türünden vakıfların<br />

menkul ve gayrimenkullerine dokunamaz. Fakat gayri<br />

sahih türünden olanlar için aynı şey söz konusu değildir. Bunların<br />

devletin kararı ile tadil ve iptal edilmesi hukuken müm-<br />

kündür . Bu bakımdan konuyu çok etraflı bir şekilde değerlendiren<br />

Babıâli’nin çabası, Taşöz’le ilgili hukukî, adlî ve idarî<br />

başlıklarda toplanan tüm sorunları kökten çözmek amacını<br />

taşımaktaydı.<br />

Bu konuya açıklık getirecek bir başka nokta ise adanın tahsis<br />

edildiği sırada geçmiştir. Şöyle ki, Taşöz adası Mehmed<br />

Ali Paşa’ya devredildiği zaman, adanın mülteziminin devlete<br />

ödediği meblağın kimin tarafından ve nasıl karşılanacağı<br />

söz konusu oldu. Mehmed Ali Paşa bütün ödemeleri yapmaya<br />

hazırdı. Ancak Sultan II. Mahmud, Paşa’nın Vehhabi<br />

hareketini bastırmakla devlete çok büyük bir hizmette bulunduğunu<br />

belirttikten sonra, adanın cizye gelirleri dışındaki<br />

yükümlülüklerine dair tüm ödemelerin hazine tarafından<br />

karşılanmasını emretmiştir. Bu sırada Padişah II. Mahmud,<br />

Paşa için bunun bin misli hediyeyi hak etti, ifadesini kullanarak<br />

şöyle demiştir:<br />

“Bu adamın din ve devletime hizmeti, malen ve bedenen<br />

gayret ve çalışkanlığı birkaç Taşöz versek bile yine yeterli değildir.<br />

Hicaz’daki vahhabi sorununun çözülmesi için harcanan<br />

akçe buna bin kere bedel olabilir. Mehmed Ali Paşa<br />

malikâne sahibinin verdiği peşin ödemeyi veremem demiş<br />

ise de ben almaya hicab ederim... Cizyeden başka tüm vergileri<br />

afv ediyorum. Bu paşanın yaptığı hizmeti kimse yapmadı.<br />

Hepiniz bu emirlere uyun... ” Böylece, ada Kavalalı<br />

Mehmet Ali Paşa’nın Kavala’da kendi adına kurmayı tasarladığı<br />

külliye için tahsis edilmiş oldu.<br />

Vakfın Yönetimi: Mütevellilik<br />

Mehmed Ali Paşa kendi adına kurduğu vakfın yönetimine<br />

idareci tayin etmek konusunda sağ olduğu müddetçe<br />

tek yetkili olarak kendisini göstermektedir. Kendisinden<br />

sonra ise açık bir şekilde soyundan gelenleri yetkili kılmıştır:<br />

“Benden sonra evlâdımın zükûr u inâsından ekber u erşedi<br />

tasarrufât-ı mezkûreden hâlî olarak mütevellî olalar ve<br />

141


a‘dehû evlâd-ı evlâd-ı evlâd-ı evlâdımın zükûr u inâsından<br />

ekber u erşedi batnen ba‘de batnin ve neslen ba‘de neslin<br />

mütevellî olalar.”<br />

Paşa sağlığında tayin ettiği mütevelli vekilleri ile vakfın yönetimini<br />

sürdürmüştür. Kendisinden sonra, mütevellilik görevini<br />

soyundan gelen ekber ve erşed olan yani en büyük ve kanunen<br />

reşid olan erkek veya kız evladına bırakmıştır. Eğer kendi<br />

neslinden gelen olmazsa, nazır-ı vakf olan Şeyhülislâm görüşleri<br />

doğrultusunda dindar ve ehliyetli bir kimseye bu görevin<br />

verilmesini vasiyet etmiştir.<br />

Kavala’daki Külliyenin Mimari Özellikleri<br />

Mısır’da yaptığı reformlarla Yakındoğu’da yeni bir cazibe merkezi<br />

oluşturan Mehmed Ali Paşa, valiliğinin ilk yıllarında, doğduğu<br />

yer olan Kavala kentinde kendi adını yaşatacak hayır kurumları<br />

yapma hedefini hayata geçirdi. Nitekim mimari açıdan<br />

Kavala’yı küçük bir kent olmaktan çıkartacak kadar iddialı yapılar<br />

yaptırarak bu amacına muvaffak oldu. Bu yapılar yukarıda<br />

da değinildiği gibi Makbul İbrahim Paşa’nın yaptırdığı eserlerin<br />

bulunduğu mekânda yer almaktadır. Bunların en azından<br />

bir kısmı Kavalalı zamanında varlığını yıkıntı şeklinde de olsa<br />

koruyordu. Paşa, bunları yeniden kente kazandırmış aynı zamanda<br />

onlara ilaveler de yaptırmıştır. Burada Kavalalı’nın son<br />

şeklini verdiği muazzam bir kompleks ortaya çıkmıştır. Bunlar;<br />

Cami, medrese, mektep, imaret, mühendishane ve kütüphaneden<br />

oluşan büyük bir külliyenin parçalarıdır. Kavala kentinin<br />

eski yerleşim yeri olan yarımadada tüm kenti gören bir alanda<br />

yapılan bu eserler, görsel açıdan da zengin bir manzaraya sahiptir.<br />

Deniz tarafından bakıldığında, külliyenin azameti bütün<br />

ihtişamiyle gözler önüne serilmektedir.<br />

Külliyenin İmarethanesi<br />

Mehmed Ali Paşa, Kavala’daki külliyenin daha geniş bir çapta<br />

hizmet etmesini istiyordu. Özellikle İmaret’in kapasitesini büyütmek<br />

amacındaydı. Fakat bu yeni projelerini hayata geçirmesi<br />

için Taşöz’den sağlanan gelirler yetersiz kalıyordu. Bunun<br />

üzerine Paşa, projesinin kaynak sorunlarını çözmek için<br />

Mısır’daki bir çiftliğin gelirlerini ilave etmek üzere harekete geçti.<br />

Nitekim Paşa tarafından Mısır’da Garbiye Müdüriyeti’nde<br />

bulunan Kefru’ş Şeyh Çiftliği Kavala’daki imaretin giderleri için<br />

tahsis edildi. 5 Safer 1259/5 Nisan 1843 tarihiyle kayıt altına<br />

alınan ve asıl vakfiyeye ek niteliğinde olan belgeye göre imaretin<br />

1843 yılı bahar aylarında faaliyete geçtiği anlaşılıyor .<br />

Bu imaretten medresedeki talebeler, eğitim kadrosundaki<br />

hocalar, hizmetliler imam, müezzin ve hattat gibi görevli-<br />

142<br />

ler ile şehirdeki dervişler ve fakirlerin istifade etmesi hedefleniyordu.<br />

Kavala’daki külliyede açılması kararlaştırılan imaretin<br />

hizmet vereceği medrese talebeleri, hocaları ve diğer hizmetliler<br />

ve şehirdeki fakirler de imaretten faydalanacaktır. Yapılacak<br />

harcamaların neler olduğu, ne zaman yapılacağı ve hangi<br />

malzemeleri ihtiva ettiği açıkça vakfiyede yer almıştır.<br />

Medrese’de 1840’lı yıllarda 120 talebe vardır. Dışarıdan gelen<br />

toplam 60 adet mülazım, müderris, kurra, hafız, mektep<br />

hocası, halifeler, meşk hocası, imam, müezzin ve hademe<br />

vardı. Ayrıca, Mülazımlarla birlikte 70 adet mektep<br />

çocukları bulunuyordu. Kavala kazasındaki cami ve Hüseyin<br />

Bey Medresesi’nde bulunan 12 adet odada bulunan 24<br />

adet talebe, 1 müderris, 1 imam, 1 müezzin ve 2 adet kapıcı<br />

görev yapıyordu .<br />

Kavala’daki ihtiyaç sahiplerinin de imaretten faydalanması<br />

düşünülmüştür. Vakfiyeden anlaşıldığına göre vakfiye kaleme<br />

alındığı sırada ihtiyaç sahipleri konusunda bir araştırma<br />

yapılmıştır. Bu yüzden gelecekteki ihtiyaç sahiplerinin miktarının<br />

artabileceği anlamına gelen “ihtiyaten” kaydı düşülmüştür.<br />

Böylece toplam 50 adet fakir, kimsesiz ve dervişlere<br />

de bir takım erzak ve yemek yardımı kayıt altına alınmıştır.<br />

Böylece toplam 329 görevli, talebe ve fakir kimsenin imaretten<br />

faydalanması sağlanmıştır.<br />

İmareti konu alan vakfiyedeki kayıtlara göre, her sene Muharerrem<br />

ayında aşure pişirilmesi ve yine her sene Rebiulevvel<br />

ayının 12. günü şerbet hazırlanması esası vardır. Hazırlanan<br />

aşure ve şerbetlerin başta Kavala’daki ihtiyaç sahipleri<br />

olmak üzere tüm medrese öğrencilerine ve halka dağıtılması<br />

şart koşulmuştur. Muharram ayında aşure pişirilmesi<br />

ve rebiülevvel ayının 12. Günü Hz. Peygamberin doğumunu<br />

kutlamak amacıyla bir toplantı düzenleyip Mevlid okutulması,<br />

Paşa’nın geleneksel kültürü devam ettirmek amacını<br />

gösterir. Nitekim bu gelenek, 1952 yılına kadar devam<br />

etmiştir. Aşure ve şerbetin nasıl hazırlanacağı ve dağıtılacağı<br />

konusunda vakfiyede ayrıntılı hükümler yer almaktadır.<br />

Külliye Kaderine Terk Edilmiş<br />

Külliyenin son yüzyılı hakkında bazı aralıklarla da olsa önemli<br />

kayıtlara sahibiz. Kâmûs el-‘Alâm’da, Kavala’daki külliyenin<br />

1890’lı yıllardaki durumuna ilişkin bilgiler bulunmaktadır.<br />

Şemsettin Sami eserinde, Mehmed Ali Paşa tarafından<br />

yaptırılan mühendishane-i hayriye ismiyle bir mektep,<br />

medrese-i hayriye ismiyle diğer bir mektep, bir cami, bir kütüphane<br />

ve bir de imaretten bahsetmektedir. 1896 yılında<br />

basılan eserdeki bilgilere göre mühendishane-i hayriyede,<br />

ibtidaiye ve rüşdiye mekteblerinin dersleri veriliyordu. 108<br />

şakird 6 muallim, vardı. Medrese-i hayriyede ise, 500’den<br />

fazla talebe ve 4 müderris bulunuyordu .<br />

Selanik işgal edildikten sonra, Kavala’daki külliye konusunda<br />

Osmanlı makamları gereken hassasiyeti göstererek Yunan<br />

muhataplarından vakıf hukukuna saygı göstermeleri istenmiştir.<br />

Kurtuluş Savaşı sırasında külliyenin Kavalalı ailesine<br />

ait olduğu vurgulanarak Mısır’la irtibatı gündeme gelmiştir.1918<br />

yılına ait II. Abbas Hilmi Paşa’nın özel arşivinde<br />

bulunan bir belgeye göre, Kavalalı ailesi vakıfla ilgisini devam<br />

ettirmektedir .<br />

Buna göre külliyede eğitim ve hizmetliler kadrosunda bulunan<br />

toplam 28 kişiye maaş ödenmektedir. Kavala’daki külli-


yeyi korumak amacıyla Batı Trakya Türk Cemaati 1930 yılında,<br />

bir girişim başlatmıştır. Ancak iddiaların aksine Külliye’nin<br />

Türk Cemaati tarafından kontrolü hakkında her hangi bir sonuç<br />

alınamamıştır .<br />

Külliyenin varlığını koruması Yunan makamlarının Mısır’da iktidarda<br />

bulunan Mehmed Ali Paşa ailesinin üyeleri ile dostluk<br />

ilişkilerini sürdürme politikası nedeniyledir. Mehmed Ali<br />

Paşa’nın Kavala’daki muhteşem külliyesi Osmanlı idaresinden<br />

çıktıktan sonra, eğitim ve imaret işlevini kaybetmiştir. Ancak,<br />

Yunan makamları tarafından Mısır’la sürdürülen dostluk nedeniyle<br />

bir müddet ilgi görmeyi başarmıştır. 1950’li yıllardan<br />

sonra, korunması konusunda gerekenin yapılması bir yana,<br />

kendi kaderine terk edilmiştir.<br />

Öte yandan, Mehmed Ali Paşa’nın Kavala’daki külliyesinin<br />

bu kadarıyla bile korunmuş olması, çok büyük bir şanstır. Zira<br />

sayıları Yunanistan’da 1200 civarında olan Osmanlı eserinin<br />

çok azı bugün ayakta kalmış, diğerleri yok edilmiştir. Bu eserin<br />

ayakta kalmasının muhtemelen bir diğer nedeni de Mehmed<br />

Ali Paşa’nın Tepedenli Ali Paşa gibi üzerinde Osmanlı<br />

Devleti’ne başkaldıran bir sıfat taşıması dolayısıyladır. Yunan<br />

makamları bunu yaparken, Mısır’dan bazı konularda siyasal<br />

destek almışladır.<br />

II. Abbas Hilmi Paşa (1874-1944), 1892-1914 yılları arasında<br />

Mısır Hıdivi olduğu dönemde vakfiye hükümleri gereğince<br />

mütevelli vekili olarak görev yapmıştır. Abbas Hilmi daha<br />

önce de değinildiği gibi vakfiye hükümleri uyarıca, Mısır’da<br />

Hıdiv olarak görevde kaldığı dönem içinde ve sonrasında külliye<br />

ile ilgilenmiştir.<br />

Bunun yanında, külliyenin ayakta kalmasında yetki sahibi olarak<br />

Mısır’daki Kavalalı sülalesinden gelen kişilerin vakfiye hükümleri<br />

gereğince mütevelli olması veya mütevelli vekili olarak<br />

bulunmasının da katkısı vardır. Ahmed Fuad 1917-1936<br />

arası önce Mısır Sultanı sonradan “Kral” ünvanıyla külliyenin<br />

korunmasına destek vermiştir. Onun yerine geçen Kral Faruk<br />

1936’dan 26 Haziran 1952’de tahttan feragat edene kadar<br />

Mısır Kralı olarak aile geleneğini sürdürmüştür. Ailenin bu bireyleri<br />

vakfiye hükümlerinden sadece Aşure ve şerbet dağıtılması<br />

ile Mevlid okutulnası hükümlerini bir müddet yerine getirmeye<br />

muvaffak olmuşlardır.<br />

Nasır’ın yaptığı ihtilalden sonra, geçmişle ilişkiyi tamamen<br />

kopartma politikalarının bir parçası olarak Kavala’daki Külliye<br />

ile irtibatı kesmiştir. Ayrıca, Mehmed Ali Paşa’nın doğduğu<br />

ev bugün müze olarak kullanılmaktadır. Bu ev XIX. yüzyılın<br />

tipik Türk evlerinden biri gibidir. Evin önündeki meydanda<br />

Paşa’nın at üzerinde duran bir heykeli Mısır Kralı Fuat zamanında<br />

dikilmiştir. Buna karşılık İskenderiye’deki Yunan cemaati<br />

de şehrin Menşiye Meydanı’na benzer şekilde bir heykel<br />

dikmiştir.<br />

1971 yılında Kavala’daki külliyeye giderek orada yaptığı inceleme<br />

hakkında bir makale yazan Mimar Haluk Sezgin, o tarihte<br />

cami ve medresenin mesken olarak kullanıldığını kaydetmektedir.<br />

Diğer bölümlerin ise bir kısmı Yunan resmî makamlarınca<br />

depo olarak kullanılmakta, bir kısmının ise bakımsızlıktan<br />

yok olmasına zemin hazırlandığını yazmaktadır. H.<br />

Sezgin makalesinde külliyenin rölevesini çıkarmış ve bu terk<br />

edilmiş halini fotoğraflayarak yayınlamıştır .<br />

1970’li yılların sonunda Kavala’yı ziyaret ederek Mehmed Ali<br />

Paşa Külliyesi’nin yeni durumunu yazan ve fotoğraflarını çeken<br />

Ekrem Hakkı Ayverdi, imaretin bakımsız olduğunu ve<br />

içine giremediğini yazmaktadır. Bu bağlamda, külliyede yer<br />

alan mühendishane, henüz bilinmeyen bir nedenden dolayı<br />

günümüze kadar ulaşamamıştır. Bu yazara göre Kütüphanenin<br />

durumu da içler acısıdır . Fakat kitapların en azından bir<br />

kısmını halen varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Nitekim 2005<br />

yılında, bir İtalyan araştırmacı Kütüphanedeki eserlerin katalogunu<br />

yayınlamıştır .<br />

Son yıllarda çok sevindirici bir şekilde, Kavalalı’nın Külliyesi<br />

hak ettiği ilgiyi görmeye başlamıştır. 2004 yılında, Mısır ve Yunan<br />

Hükümetleri anlaşarak külliyenin kalan kısımlarında restorasyon<br />

çalışması yapıldıktan sonra otel olarak kullanılmasını<br />

sağlamışlardır. Restorasyon çalışmaları başarıyla sonuçlanmış<br />

ve Ağa Han Mimarlık ödülünü almaya hak kazanmıştır.<br />

Bugün bu külliye Imaret adında lüks bir otel olarak kullanılmaktadır.<br />

Külliye Osmanlı ve Balkan Tarihi Bakımından Önemli<br />

Sonuç olarak, Mehmet Ali Paşa’nın Kavala kazasında bir külliye<br />

kurması ve Taşöz adasını da buraya ilişkin kurduğu vakfa<br />

gelir temin etmek maksadıyla bağlaması, siyasal beklentilerine<br />

ne ölçüde yararı dokunduğu hala tartışmaya açıktır.<br />

Ancak Paşa kentin mimarisine, kültürüne ve sosyal hayatına<br />

önemli katkılar sağlamıştır. Mısır’da bulunduğu makama<br />

kendi ağırlığını koyan Paşa, doğduğu toprakları unutmamış<br />

bugün en azından muhteşem mimarisiyle ayakta kalmayı başarmış<br />

bir eser bırakmıştır. Bu eser sadece Yunanistan, Mısır<br />

ve Türkiye’yi ilgilendiren bir binalar manzumesi değildir. Burada,<br />

Osmanlı ve Balkan tarihi açısından son derece önemli bir<br />

eser bulunmaktadır.<br />

Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan bu<br />

muhteşem eserin bugün lüks bir otel olarak işletilmesi her ne<br />

kadar vakfiyedeki maksatlara aykırı da olsa, gelecek nesillere<br />

miras bırakılabilmesi açısından sevindirici bir durumdur. İnsanlığın<br />

ortak mirası olarak görülüp yaşatılması için ilgili ülkelerin<br />

ve vakfiyede yer alan şartlara göre yaşayan mütevellilerin<br />

bu yöndeki çabalarının ve işbirliğini sürdürmelerinde sonsuz<br />

faydalar vardır. Bu bağlamda, içinde çok önemli eserler bulunan<br />

kütüphane ilgili uzmanlara ve araştırmacılara hizmet verir<br />

hale getirilmelidir. Ayrıca, vakfiye hükümleri uyarınca, külliyede<br />

en azından yılda bir kez aşure ve şerbet dağıtımı geleneğinin<br />

sürdürülmesi bölge ülkeleri arasında dostluk ve kardeşlik<br />

duygularının gelişip yaşatılmasına katkı sağlayacaktır.<br />

*Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tarih Bölümü<br />

143


İstanbul İslam Bilim ve<br />

Teknoloji Tarihi Müzesi<br />

Dr. Detlev Quintern<br />

2008 yılı ilkbaharında açılan İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi; Has Ahırlar isimli, Osmanlı padişahlarının<br />

o zamanki, şimdi restore edilmiş olan ahır binalarında, Gülhane’de bulunmaktadır. Müzenin eski iç duvarında görünen,<br />

eskiden padişahların atlarının bağlandığı demir halka ve çubuklar günümüzde müze binasının daha önceki kullanımının<br />

şahitliğini yapmaktadırlar. Müzenin tarihi duvarlarının güzelliği, geçmişi ve çağdaşı birbiriyle en modern gösterim<br />

teknolojisi yoluyla kaynaştırmaktadır.<br />

144


Astronomi III. Salonu<br />

2008 yılı ilkbaharında açılan İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji<br />

Tarihi Müzesi; Has Ahırlar isimli, Osmanlı padişahlarının o<br />

zamanki, şimdi restore edilmiş olan ahır binalarında, Gülhane’de<br />

bulunmaktadır. Müzenin eski iç duvarında görünen, eskiden<br />

padişahların atlarının bağlandığı demir halka ve çubuklar<br />

günümüzde müze binasının daha önceki kullanımının<br />

şahitliğini yapmaktadırlar. Müzenin tarihi duvarlarının güzelliği,<br />

geçmişi ve çağdaşı birbiriyle en modern gösterim teknolojisi<br />

yoluyla kaynaştırmaktadır.<br />

İslam dininin (İ.S.) 8. ve 16. yüzyıllar arasındaki bilim ve<br />

teknikteki inkişaf devrinin tamamının kapsayıcı şekilde<br />

görülmesini sağlayan eserler, müzede 3 bin 500 metrekarelik<br />

alanda gösterilmektedirler. Coğrafya, astronomi, denizcilik,<br />

tıp, mineraloji, kimya, fizik, optik ve saatler, savaş teknolojisi,<br />

değirmenler ve mimarlık alanlarında sunumlar müzede<br />

bulunmaktadır. Ayrıca yeniden yapımı gerçekleştirilmiş alet,<br />

düzenek ve modeller ile İslam kültürü coğrafyasından Avrupa’ya<br />

gerçekleştirilen bilim ve teknoloji akımı canlandırılmaktadır.<br />

“Rönesans” Avrupa merkezci bilimler tarihi kayıtlarında, antik<br />

çağın doğrudan doğruya yeniden hayata geçirilmesi olarak<br />

kabul görmektedir. Antik Çağ sonları ve Rönesans arasında<br />

kalan bin yıl ise “karanlık zaman” olarak nitelendirilmektedir.<br />

Bilimler tarihinin devamlılığını bozucu bir tarih tablosu, Arap-<br />

İslam bilimlerinin 9. yüzyılın başı ile 16. yüzyılın sonu arasındaki<br />

yaratıcı çağı karartmayı başarmıştı. Bu dar ve kendini öne<br />

çıkaran tarih anlayışı, en iyi anlamda İslam Bilimleri’ne sadece<br />

bir taşıyıcı rol biçerek, sanki o dönemde birçok bilim alanında<br />

gelişmeler sağlanmamış, yalnızca Yunanca’dan Arapça’ya<br />

tercümeler yapılmış sonucunu çıkartmıştı.<br />

Tabiidir ki, Arap-İslam bilimleri, felsefe veya tıp bilimi de<br />

Yunanca ve diğer dillerden (Arâmice, Sanskritçe ve diğerleri)<br />

alınan bilgilerle bağlantılı bulunmaktadırlar. 9. yüzyılın ilk<br />

yarısında Bağdat’taki Abbasi Halifesi Al-Ma’mûn tarafından<br />

desteklenen kısa bir Arapça’ya tercüme aşaması ve ona paralel<br />

yürümüş olan mevcut bilgi ile yapılan tartışmalar, Arap-İslam<br />

bilimlerine 9. yüzyılın başından itibaren, birçok bilim dalında<br />

sarsıcı keşiflerle kendi yaratıcılığını başlatma imkânını vermiştir.<br />

Böylece, teori ve deneyleme ile edinilen bilimsel sonuçların<br />

kullanılması, topluma değişik şekillerde kazanımlar olarak<br />

sunulmuştur. Bilimlerin etik yerleşimine devamlı dikkat<br />

edilmiştir. Ayrıca bilimlerin her alanında gözetilen, teori ve<br />

pratiğin yakın birleşimi, deneysel ve uygulamalı bağlantılar,<br />

bilim tarihçilerini ve onlar arasından George Sarton’u, modern<br />

bilimlerin Abbasi Halifeleri çağında -9. yüzyılın başındaki İslam<br />

dünyasında- kurulduğu inancına vardırmıştır. Müzede bu tarihi<br />

bağlantılar görselleştirilmektedir. Avrupa “Rönesans”ı veya<br />

sonraki “Aydınlanma” gibi fenomenler kendilerinin Arap-İslam<br />

temelleri olmaksızın düşünülemez.<br />

Prof. Dr. Fuat Sezgin’in yorulmak bilmeyen çabaları sayesinde,<br />

bilimler tarihinde uzun zamandır mevcut olan, İslami katkıları<br />

dışlayarak, antik çağdan doğrudan Rönesans’a geçildiği<br />

şeklindeki yanlış kanaat günümüzde artık görülür halde<br />

devre dışı kalmaktadır.<br />

145


Her ne kadar 19. yüzyılın sonuna doğru ve 20. yüzyılın<br />

ilk yarısında Yunan ve Latin dillerine yönelik, J.W.<br />

Goethe’den başlayıp Sedillot’dan Julius Ruska’ya -İslam<br />

kimya tarihinde kanıtlanmış bir tarihçi- kadar şarkiyatçılar<br />

müzede bir galeride takdirle anılıyorlarsa da, Arap-İslam<br />

bilimlerinin insanlığın gelişmesine olağanüstü katkısının<br />

günümüz bilimler tarihinde tanınması, Prof. Dr. Fuat Sezgin<br />

ve onun tarafından 1982’de Almanya, Frankfurt am<br />

Main’da kurulan enstitü, oradaki bilimler tarihi koleksiyonu<br />

ve yıllarca çalışmanın sonucunda oluşmuş kütüphane<br />

sayesindedir.<br />

Bu bağlamda Prof. Dr. Fuat Sezgin’in 15 cildi kapsayan<br />

“İslam Bilimler Tarihi” isimli eseri yanında araştırmacıların<br />

Galen (solda), İbni Sina (ortada), Hippokrates (Sağda) Savaş Teknolojileri Salonu<br />

146<br />

Eğlence Otomatı El Muradi ( 11. yy 2. yarısı)<br />

İslam bilimleri tarihinin değişik alanlarındaki çalışmalarını<br />

ihtiva eden bin 300 ciltten fazla yayından da söz edilmesi<br />

gerekmektedir. Sadece tıp alanında yüzden fazla cilt<br />

mevcuttur. Beş ciltlik müze kataloğu, bir ciltlik özeti ile<br />

Türkçe’ye de çevrilmiştir.<br />

Artık İstanbul'da, bu amaca hizmet için özellikle kurulmuş<br />

müzede sergilenen, alet ve düzeneklerin modellerinin<br />

büyük bölümü yazılı ve resimli kaynaklara dayanarak<br />

tasarlanmış ve yeniden yapılmıştır. İslam bilimler tarihi<br />

alanında dünyanın en büyük koleksiyonu böylece oluşmuştur.<br />

Aşağıda sadece müzede canlandırılan bazı bilim<br />

alanlarından ve bunların doğudan batıya özümseme yollarından<br />

bahsedilecektir.


Yerkürenin özellikleri ve hareketindeki<br />

bilgilerin gelişmesi ile uyum içindeki<br />

coğrafya ve dünya resmindeki değişimler<br />

müze ziyaretçisini, girişteki<br />

Al-Ma’mun’un dünya küresi ile müzeye<br />

ısındırmaktadır. Evrensel âlim<br />

İbn al-Haitam (ölümü 432<br />

H./1041 İ.S.) mikro ve<br />

makrokosmosun, dünya<br />

ve kâinatın ahenkli bütünlüğünü<br />

şöyle kelimelere<br />

dökmektedir: “Evren<br />

bütün değişmelerine<br />

rağmen bir düzen ve bütün<br />

ayrıntılarına rağmen<br />

bir ahenk içindedir.”<br />

Bu uyumlu düzenin en<br />

hassas doğrulukla bilimsel<br />

sistematik keşfi İslam Bilimlerinin<br />

kaydettiği ilerleme<br />

sayesinde olmuştur.<br />

Arap-İslam bilimleri Yunanların,<br />

Farsların ve Hintlilerin<br />

bilgilerinden istifade ettilerse<br />

de, birçok alanda bilimlerin<br />

düzeyini sınamışlar,<br />

düzeltmişler ve yeniden düzenlemişlerdir.<br />

Bilgiye olan sevgi ve özlem,<br />

tabiat ve kozmosun sayılarla<br />

kavranamayan düzenine<br />

mümkün olduğu kadar<br />

yaklaşabilmenin gerekliliğini<br />

kabul etmekle bağlanarak,<br />

genç İslam âlimlerini<br />

7. yüzyıldan (İ.S.) beri devamlı<br />

daha iyi izleme ve<br />

ölçme metotları ve bunlara<br />

göre alet, cihaz ve<br />

teraziler geliştirmeye yöneltmiştir.<br />

9. yüzyıl ile olgunlaşmaya<br />

başlayan ve<br />

sadece yeni bir bilim anlayışı<br />

başlatan değil de,<br />

bunu devamlı olarak insanlığın<br />

mutluluğu için<br />

kullanmaya çalışan bir<br />

mükemmeliyyet...<br />

Bugünkü konuya yaklaşan kavram<br />

“hassaslık gerektiren bilimler” olabilir.<br />

Müzede sergilenen tüm aletler hassas ölçümün<br />

en yüksek derecelerini göstermektedirler.<br />

Hassasiyete olan sevgi, estetik el ele yol almaktadırlar.<br />

Bir enstrüman sadece işlevini yerine getirmekle kalmamalı,<br />

ayrıca güzellik ve oluşumundaki uyum taleplerini de<br />

karşılamalıdır. Örnek olarak, trigonometrik uygulamalarla<br />

yer üstündeki pozisyonları mümkün olduğunca<br />

gerçeğe yakın tespite yarayan<br />

astrolaplar; aralarında ilk defa yapılmış,<br />

tam zamana bölümlü, 13. yüzyılda<br />

Fas’taki Qarawiyûn Camii’nde<br />

bulunan saatin çok başarılı bir rekonstrüksiyonu<br />

olan saat; al-Hâzinî<br />

tarafından geliştirilen 1: 60.000 hata<br />

oranlı hassas terazi veya Ar-Râzî tarafından<br />

10. yüzyılda geliştirilen ve bugünkü<br />

kimya labarotuvarlarında eksikliği<br />

düşünülemeyen damıtma aygıtları<br />

verilebilir. Bütün bu aletler ve<br />

araçlar işlevlik, hassaslık ve estetiklerindeki<br />

uyumla göz alıcıdırlar.<br />

Fil Su Saati El Cezeri<br />

H. 600 / M.1200<br />

Biz gene de daha önce bahsedilen,<br />

ziyaretçileri müze gezisinden sonra<br />

uğurlayan Ma'mûn yerküresine dönelim.<br />

Mermer taban üzerinde süslemeli<br />

bir çıtalarla bezenmiş olarak, Afrika’nın<br />

çepeçevre denizden seyrinin mümkün<br />

olduğunu gösteren Ma’mûn yerküresi<br />

durmaktadır. Prof. Dr. Fuat Sezgin 9.<br />

yüzyılın ilk yarısındaki bir dünya haritasının<br />

bilgilerinden hareket ederek enlem<br />

ve boylam derecelendirilmesine dayanan<br />

haritanın rekonstrüksiyonunu<br />

yapmıştır. Kürevi projeksiyon<br />

metoduna göre yapılmış<br />

en eski haritadır.<br />

Al-Ma’mûn haritasında<br />

yerleşim yerlerinin ve coğrafi<br />

noktalardan yaklaşık 3<br />

bin kadarının koordinatlarının<br />

bulunması, kürenin<br />

rekonstrüksiyonunu<br />

mümkün kılmıştır. Coğrafi<br />

noktaların yerkürede<br />

tam olarak belirleme<br />

becerisi, 7 yüzyıl<br />

sonra meşhur<br />

1513 tarihli Piri<br />

Reis haritasındabaşka<br />

bir bilimselzirveyeulaşarak,<br />

Güney Amerika Kıtası'ndaki<br />

kıyı şeridini tam<br />

bir kesinlikle vermeyi başarmıştır.<br />

Bugünkü teknik<br />

imkânlar, dünyadaki bir yerin<br />

tespitini ve bulunmasını<br />

basitleştirmişlerdir. İslam Bilimleri ve Tekniği’nin yeni yollar<br />

açan çabaları olmasaydı bunlar mümkün olamazdı.<br />

Böylece “MÜZE” ziyaret edilmeye ve bilimler tarihine bir<br />

keşif seyahati yapmaya davet ediyor.<br />

147


148<br />

Fasnacht;<br />

Ürkütücü<br />

Maskelerin<br />

ve Rengarenk<br />

Kostümlerin<br />

Festivali<br />

Ayşegül KALENDER<br />

İsviçrelilerin “en güzel üç gün” olarak adlandırdıkları Fasnacht,<br />

yüzyıllardan beri kutlanan bir bahar bayramı… Her biri farklı<br />

ellerin dokunuşuyla şekillenen devasa maskeler ve rengârenk<br />

kostümler, her yıl farklı bir temayı anlatıyor. Festivalin bu yılki<br />

teması, ekonomik krizdi. El emeğinin Fasnacht vesilesiyle<br />

Basel’de görücüye çıktığı bu günlerde caddeler, salına salına<br />

yürüyen kocaman maskeleri ve kabarık elbiseleriyle prenses<br />

ve kraliçelerin yürüdüğü kocaman bir podyuma dönüşüyor<br />

âdeta. Şairlerin, ressamların, müzisyenlerin hünerlerini<br />

gösterdikleri Fasnacht’ta sanatla ironinin, eğlenceyle sosyal<br />

mesajın harmanlandığı üç güzel gün yaşatılıyor halka.


Ren Nehri’nin büyük ve küçük Basel olarak ikiye böldüğü<br />

Basel şehri; İsviçre, Almanya ve Fransa’nın birleştiği,<br />

Almanca “Drei Laendereck” (Üç ülkenin köşesi) olarak<br />

adlandırılan noktada bulunuyor. Üç ülkenin bu kadar<br />

yakın olmasından faydalanarak Fransa’nın sınır kenti<br />

olan Mulhouse şehrinde Almanya, İsviçre ve Fransa’nın<br />

ortak kullandıkları bir havalimanı inşa edilmiş. İlaç sanayisinin<br />

merkezi sayılan Basel sadece sanayisiyle değil,<br />

tarihi ve kültürel dokusuyla da dikkat çekiyor. Şehri bir<br />

gerdanlık gibi süsleyen Ren Nehri üzerindeki köprüler<br />

ve kıyısındaki binalar, asırlar öncesine uzanan klasik mimarisinden<br />

hiçbir şey kaybetmemiş.<br />

Şehirde dolaşırken insan geçmişe yolculuk yaptığı hissine<br />

kapılıyor. Çünkü şehrin bugünkü ve yakın dönem mimarisi,<br />

tarihi mimari ile uyumlu bir şekilde gelişmiş. Tarihi<br />

yapılar öyle çoklar ve öyle iyi korunmuşlar ki, şehirde<br />

yaşamın hemen her alanında onlarla karşılaşıyorsunuz.<br />

Buna en iyi örnek ise Markt Platz’da bulunan Basel’in<br />

belediye binası... Yapı 1356 yılında depremde yıkılmasına<br />

rağmen, 1541 yılında eski kalıntılarından da yararlanılarak<br />

aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Bu tarihi<br />

dekoru koruyan ve geçmişiyle arasında sıkı bir bağ<br />

oluşturan halk, yeniye açık olmakla beraber, geleneklerine<br />

sımsıkı bağlı. Bu bağlılığın en güzel örneği de “Fasnacht”.<br />

Tam zamanı bilinmemekle beraber bölge halkının<br />

ilk çağlardan beri kutladıkları bir bayram olan Fasnacht,<br />

yüzyıllar içerisinde kutlama şekli ve içeriği değişmekle<br />

birlikte günümüze kadar ulaşabilmiş bir etkinlik…<br />

Doğanın Yeniden Canlanması<br />

Bilindiği üzere Pagan ve Şaman inançlarında bahar, yeniden<br />

doğuşu simgeler. Kış ile uykuya yatan ya da bir<br />

çeşit ölümü yaşayan doğa, baharın gelmesiyle yeniden<br />

canlanır, hayat bulur. Doğuda bahar karşılama ritüelleri<br />

ister “Nevruz” diye adlandırılsın, ister “Hıdırellez” veya<br />

başka bir isim altında kutlansın, hepsi de zor geçen kışın<br />

ardından tabiatın uyanışının ve doğaya duyulan şükranın<br />

eğlence ile kutlanma şekli.<br />

Doğu coğrafyasının İslam’ı seçmesinden sonra dini<br />

referansları değişen ve çeşitlenen bu gelenek, Batı<br />

Avrupa’da kışı kovma, kötü ruhlardan arınma ritüeli<br />

olarak karşımıza çıkıyor. İtalya’nın Venedik Karnavalı,<br />

Almanya’nın Faschinig’i, İsviçre’nin Fasnacht’ı gibi…<br />

Kıştan kurtulup bahara ulaşma sevincine her ülkenin<br />

taktığı farklı maskeler, onları birbirinden ayıran en belirgin<br />

özellikleri... Almanların Fasching’de kullandıkları aksesuarlar<br />

ile Venedik Karnavalı’nda boy gösteren, daha<br />

çok estetik ve asil görünümüyle dikkat çeken kostümler<br />

çok büyük farklılık sergiliyor.<br />

İsviçre ise bu konuda bir adım daha ileride. Çünkü Fasnacht<br />

kutlamalarında, kantonlar arasında bile birçok<br />

farklılık bulunuyor. İsviçre’nin en büyük ve kapsamlı<br />

Fasnacht’ı, Basel’de kutlananı… Basel’de hâlâ en eski<br />

haliyle Pagan inançlarına göre kötü ruhları şaşırtmak,<br />

onları ürkütmek için grotesk maskeler kullanılıyor. Hristiyanlığa<br />

geçtikten sonra bile bu adetten kopulmamış,<br />

sembolik de olsa muhafaza edilmiş.<br />

“Oruç gecesi” anlamına gelen Fasnacht, Hristiyanlığa<br />

geçilmesiyle beraber başlarda kilise tarafından yasaklanmış.<br />

Halkın gizli bir şekilde evlerinin avlularında<br />

Fasnacht’ı kutlamaları ve bu geleneği yaşatma konusundaki<br />

dirençlerine dayanamayan kilise, Fasnacht’ı<br />

Hristiyan inancına uygun bir şekle sokmuş. Böylece Fasnacht,<br />

Paskalya bayramından yaklaşık 40 gün önce,<br />

oruç günleri başlamadan, 72 saat süren bir eğlenceye<br />

dönüşmüş. Resmi olarak “Kirli Perşembe”de başlayıp,<br />

“Küllü Çarşamba”da son bulur. “Kirli Perşembe”,<br />

insanların istedikleri gibi eğlenmelerine verilen ad.<br />

149


“Küllü Çarşamba” ise topraktan gelinip yine toprağa<br />

gidileceği anlamını taşıyor. Dindar insanlar o günün<br />

sonunda alınlarına, öleceklerinin bir kanıtı olarak kül<br />

çalıyor. Fasnacht sonrası hâlâ oruç tutan var mı bilinmez,<br />

ama çeşitli nedenlerle yüzyıllar içerisinde birkaç<br />

kez yasaklanan Fasnacht tüm ihtişamıyla kutlanmaya<br />

devam ediliyor.<br />

Hazırlıklardan Fasnacht Komitesi Sorumlu<br />

1911’den beri Fasnacht Komitesi tarafından düzenlenen<br />

Basel Fasnacht’ı, çok ciddi bir hazırlık süreci içeriyor<br />

.“Klik” olarak tanımlanan faklı grupların oluşturulduğu<br />

komitede, her klik, kortejde giyeceği kostümleri<br />

kendi belirliyor. Hangi enstrümanların çalınacağı, kortejlerde<br />

halka atılan şekerlemeler, konfetiler, okunacak<br />

olan şiirler, kullanılacak pankartlar bu komite tarafından<br />

kararlaştırılıyor. Her sene komitenin çıkarttığı rozetler<br />

var. Fasnacht müdavimlerinin koleksiyonlarının<br />

olmazsa olmazı olan bu rozetler gümüş, altın, bronz<br />

gibi madenlerden yapılıyor. 8 ilâ 100 fr arasında değişen<br />

fiyatlar, kullanılan madene göre belirleniyor. Fasnacht<br />

Komitesi’nin devamı bu rozetlerden elde edilen<br />

kazançla sağlanıyor.<br />

Bu eğlenceye katılan tüm İsviçreliler, geleneklerinin yaşayabilmesi<br />

için görev bilinciyle, mecbur tutulmadıkları<br />

halde bu rozetleri satın alıyor. Fasnacht’ın her sene değişen<br />

temasına göre hazırlanan rozet ve kostümler ciddi<br />

bir bütçe gerektirdiği için Fasnacht Komitesi’nin bu geleneğin<br />

yaşatılmasında çok önemli bir yeri bulunuyor. Bütün<br />

bir sene boyunca çalışan komite, Basel şehrinin en<br />

önemli sivil kuruluşlarından biri. Fasnacht Komitesi’nin<br />

bir üyesi olmak da prestij sağlayan bir durum.<br />

Fener Alayı Sabah Erkenden Yola Çıkıyor<br />

Paskalya bayramının 40 gün öncesinde başlayan Fas-<br />

150<br />

nacht kutlamaları, ayın ilk Pazartesi sabahı 04:00’te<br />

başlıyor. Şehrin tüm ışıklarının söndüğü o sabah yollarda,<br />

caddelerde sadece fener alayının ışıkları etrafı aydınlatıyor.<br />

Halkın sabahın erken saatlerinde selamladığı<br />

bu kortej, otantik bir hava içerisinde gerçekleşiyor. 4<br />

metre yüksekliğinde devasa bir fener, kortejin içinde yer<br />

aldığı bu kortejdeki bütün klikler o sabah geleneksel kıyafetleri<br />

“Charivari” giyiyor.<br />

Bütün klikleri harekete geçiren ise, trampetçi majorun<br />

“Sabah alayı, marş ileri” komutu... Kortej ıslık eşliğinde<br />

trampetle marş çalmaya başlar. Günün diğer saatlerindeki<br />

yürüyülerden farklı olarak “Guggenmusiker”<br />

diye adlandırılan flütçüler sabah yürüyüşünde enstrüman<br />

çalmıyor.<br />

Basel’de Fasnacht’la beraber sabahın erken saatlerinde<br />

açılan lokantalar geleneksel Fasnacht menüsü olan un<br />

çorbası, soğanlı ve peynirli tartı müşterilerine sunuyor.<br />

Birçok lokanta da Fasnacht’ın devam ettiği 72 saat boyunca<br />

açık kalıyor.<br />

Ürkütücü Maskelerde Çirkinliğin Güzelliği Var<br />

Fasnacht’ın en önemli unsurlarından biri olan maskelere<br />

“Larve” deniyor. Eski çağlarda kötü ruhları korkutmak<br />

için kullanılan maskelerin devasa boyutlarda olanlarının<br />

yanı sıra, sadece başa geçirilecek büyüklükte<br />

olanları da mevcut. Pagan inancına göre kötü ruhların<br />

bu maskeleri gördüklerinde ürküp gideceklerine, giderken<br />

de kışı beraberinde götüreceklerine inanılıyormuş.<br />

O dönemde de kullanılan ahşap maskeler, bize, Pagan<br />

kültüründe korkunun insan hayatındaki yerinin ne kadar<br />

büyük olduğuna işaret ediyor.<br />

Orta Çağ’da da devam eden bu korku kültürünün günümüzde<br />

Fasnacht ya da benzeri festivallerle salt eğ-


lenceye dönüşmüş olması, insanın korkularının da değişme<br />

uğradığının bir kanıtı olsa gerek. Bugünün grotesk<br />

sanatına ışık tuttuğu söylenebilecek olan Fasnacht<br />

maskelerinin korkutmak gibi bir işlevi olmamakla beraber,<br />

hâlâ sanat atölyelerinde yapımına devam ediliyor.<br />

Sanatseverlerin yoğun ilgi gösterdikleri bu eserler, Fasnacht<br />

dışında sanat galerinde de sergileniyor.<br />

Fasnacht maskelerinin farklı boyutlarda ve farklı malzemelerle<br />

yapılmış olanlarını görmek mümkün, sanatçıların<br />

ellerinde şekillenen bu maskelerin yapımı kullanılan<br />

malzemeye göre değişiyor. Ahşap maskelerin yapımı<br />

yaklaşık 2-3 hafta sürebiliyorken, alçı ve zamkla yapılan<br />

maskeler 1 ilâ 3 gün arasında tamamlanabiliyor. Alçı<br />

ile yapılan maskelerde daha modern çizgiler bulunuyor;<br />

ünlü sanatçıların oyuncuların ve politikacıların karikatürize<br />

edilmiş maskelerini de görebiliyorsunuz.<br />

Bir sanatçı için güzel olanı şekillendirmek daha kolay<br />

olsa gerek, ancak çirkinliğin güzelliği olarak adlandırılan<br />

grotesk tarzında bir eser meydana getirmek cesaret<br />

isteyen bir ustalık… Meydana getirilen her eserde korkunçluk<br />

ve ironinin canlı bir şekilde maskelere aktarılması<br />

gerekiyor. Fasnacht’ta yüzyıllardan beri çirkinliğin<br />

estetiği insanları önceleri korkutmak, şimdilerde eğlendirmek<br />

için kullanılıyor.<br />

Fasnacht’ta görsel bir şölene dönüşen kostümler,<br />

rengârenk kumaşlardan dikiliyor ve her sene defile ciddiyetinde<br />

yapılıyor. Belirlenen konu çerçevesinde maskelerle<br />

kostümlerin bir bütünlük içerisinde tasarlanması<br />

gerekiyor. Maskelerin büyüklüğüne göre değişen<br />

kostümlerde kalın, kabarık ve gösterişli kumaşlar tercih<br />

ediliyor. Önce tasarımı yapılan sonra da Fasnacht<br />

Komitesi’ne sunulan çalışmalar kabul edildikten sonra<br />

dikime başlanıyor. Grotesk maskelerin kostümleri de<br />

kendisi gibi ürkütücü oluyor. Ünlülerin karikatürize edilmiş<br />

maskelerinin altında, bu kişilerin giydiği kıyafetlerin<br />

birebir benzerlerini görmeniz mümkün. Ustalıkla hazırlanan<br />

bu kostümler Fasnacht süresince podyuma dönüşen<br />

cadde ve sokaklarda görücüye çıkıyor. Birbirinden<br />

ilginç bu kostümleri giyenlerin oluşturduğu tören alayı,<br />

Pazartesi ve Çarşamba günleri şehrin bütün sokaklarından<br />

geçiyor. Her kliğin farklı bir başlangıç ve bitiş noktası<br />

var. Yapılan geçit töreninde klikler zaman zaman birbiriyle<br />

kesişiyor ve herkes kendi mıntıkasına doğru yoluna<br />

devam ediyor.<br />

Fasnacht’ta Ekonomik Kriz Gölgesi<br />

Klikler, giydikleri farklı kostümlerle, o senenin temasına<br />

uygun olarak birbirinden ayırt edilir. Bu sene de gelenek<br />

bozulmadı ve 2012 teması olan “ekonomik kriz”, gerek<br />

kostümlerle gerekse hicivlerle ağır bir şekilde eleştirildi.<br />

Ekonomik dar boğazı anlatan canlandırmalar, renkli<br />

kostümlerin altında yapıldı. Basel Fasnachtı’nı diğer karnavallardan<br />

ayıran bu temalı kortej, her sene sanatçıların,<br />

edebiyatçıların yıl boyu yaptıkları eserleriyle yine aynı<br />

tema bütünlüğü içerisinde eleştirilerini sundukları bir alana<br />

dönüşüyor. Salt eğlence maksatlı olmayan bu karnaval,<br />

belki de bu yüzden her kesim tarafından ilgi görüyor.<br />

Fasnacht için hazırlanan arabalar, yine aynı tema bütünlüğü<br />

içerisinde süslenmiş olarak geçit töreninde yer<br />

alıyor. Benzeri gösterilerden farklı olarak “Larve” diye<br />

adlandırılan büyük maskelerinin altında tanınmamaları<br />

gereklidir. Bütün klikler, süsleme konusunda birbirleriyle<br />

yarışırlar. Fasnacht arabalarının ve giyilen kostümlerin<br />

sunumlarında da en çok hangisinin beğenileceği de bir<br />

merak konusu ve her bir klik için bu bir prestij meselesi.<br />

Rengârenk kostümleri, abartılı, korkunç maskeleriyle<br />

etrafa neşe saçan kortejin bazen gazabına da uğrayabi-<br />

151


liyorsunuz. Çünkü beklemediğiniz bir anda başınıza bol<br />

miktarda konfeti dökülebiliyor. O senenin rozetini kıyafetinize<br />

iliştirdiyseniz şanslısınız demektir, zira her an şeker<br />

yağmuruna tutulabiliyorsunuz.<br />

Ortaçağ soytarısı da önemli bir figür Fasnacht’ta.<br />

Almanca’da “Narr” olarak adlandırılan Fasnacht soytarısı<br />

herhangi bir yerde aniden önünüze çıkıp beklenmedik<br />

sürprizler yapabilir. Resmi tatil olmasından dolayı<br />

Fasnacht’ta halk sabahlara kadar eğlenip kışı geride bırakmanın<br />

sevincini yaşar. İsviçre diyalektinde “Die Dreei<br />

Schenschte Daegg” (En güzel üç gün) olarak adlandırılan<br />

bu günlerde yapılan her türlü çılgınlık mübah görülür.<br />

Gugge Konserleri Fasnacht Boyunca Sürüyor<br />

Fasnacht eğlencesinin önemli bir parçası olan ve “Gugge”<br />

olarak adlandırılan flüt, Orta Çağ döneminde de<br />

farklı dinsel ritüellerde; özellikle ölüm dansında (totentanz)<br />

kullanılırmış. Büyük besteci FrankLisz’in “Dies<br />

Irae” (Ölüm Dansı) adlı, çeşitli ilahilerden oluşan bestesi,<br />

günümüz Fasnacht etkinlikleri boyunca çalınıyor.<br />

Guggen müsizyenleri olarak adlandırılan kortej, salı akşamı<br />

şehirde konser veriyor. Gugge’yi çalan gruplar aralıklarla<br />

durup çalmaya devam ediyor. Sonrasında yine<br />

uygun adımlarla hem yürüyor, hem de çalıyorlar enstrümanlarını.<br />

Şehrin bütün sokaklarını bu şekilde dolaşan<br />

gruplar, bazen restoranlarda oturan müşterilerin önünde<br />

de durup onlara özel, küçük bir konser verip jest yapıyorlar.<br />

Fasnacht’ta Çocuklar da Unutulmuyor<br />

Salı günü gündüz yapılan çocuk Fasnacht geçidinde, taşınması<br />

ağır olan maske ve kostümlere rastlanmaz. Çocukların<br />

aileleriyle birlikte oluşturdukları kortejde genellikle<br />

kovboy, prenses kostümleri, son zamanlarda<br />

hayvan kostümleri, özellikle de dinazor görünümlüle-<br />

152<br />

ri çok revaçta. Çocukların da unutulmadığı, eğlencenin<br />

bir parçası haline getirildiği bu günde renkli kostümleriyle<br />

etrafta dolaşan minikler görülmeye değer<br />

bir manzara sergiliyorlar.<br />

Bütün karnavallarda bulunan konfeti atma geleneği,<br />

yerel tarihçilerin tespitine göre Basel Fasnachtı’na ait<br />

bir gelenek. Bu tez kanıtlanmamış olsa bile yaşanan bir<br />

gerçek var ki, o da en çok konfetinin “en güzel üç gün”<br />

olarak adlandırılan Basel Fasnachtı’nda tüketiliyor olması.<br />

Sokaklar adeta konfetiyle donanıyor. Fasnacht’ın<br />

sona ermesiyle beraber, şehir hemen ertesi sabah konfeti<br />

kirliliğinden arındırılıyor. Öyle ki ertesi gün şehir,<br />

sanki hiç o kadar kalabalık bir eğlenceyi yaşamamış hissi<br />

uyandırıyor.<br />

Fasnacht Seyircileri Festivale Kostümsüz Katılıyor<br />

Basel Fasnachtı’nın Almanya karnavalından önemli farkı,<br />

seyircilerin pasif bir rol üstlenmesi... Çünkü burada<br />

seyirciler festivale kostümsüz olarak katılırlar. Fasnacht<br />

grupları bu kurala uymayan seyircilerle, acımasızca alay<br />

eder. Böylece maskesiyle gelen seyirci eleştiriden nasibini<br />

alır. Çünkü gelen seyirciden yalnızca Basel Fasnachtı<br />

rozeti takması beklenir. Rozetsiz katılan izleyicilerin<br />

başından konfeti boca edilir. Kortejden çiçek, portakal<br />

ve şekerlemeler istenmesi hoş görülür. Ama bunlar<br />

için fazla ısrarcı olunduğunda konfeti yağmuruna<br />

tutulmak artık kaçınılmaz olur. Bu yılki kutlamalarda da<br />

tabii ki bu ritüellerin eksiksiz ve neşe içinde uygulanması<br />

ihmal edilmiyor.<br />

Fasnacht eğlencelerinin olmazsa olmaz parçalarından<br />

biri de hiciv… Hiciv sanatçılarının hedef tahtasındakiler<br />

de politikacılar ve popüler kişiler. Bu senenin konusu<br />

olan ekonomik kriz, özellikle de Yunanistan krizi.<br />

Fukushima ve nükleer enerji, Fasnacht komitelerinin


üzerinde durduğu konuların başında. Ekonomik krizi<br />

sembolize eden bu yılki Fasnacht rozetinin üzerinde yarı<br />

açık ve bozuk bir fermuar var. Bu senenin Fasnacht’ında<br />

kullanılan, kortejlerde açılan pankartlarda, ressamların<br />

sergiledikleri tablolarda yer alan hicivlerden birinde de<br />

şu eleştirel ve ironik cümle yer alıyor: “Adem ile Havva<br />

artık maymunların hepsinden daha zeki olduklarını biliyorlar,<br />

çünkü çalışmak zorundalar.”<br />

Yapılan eleştirilere seyirciler katılsalar da katılmasalar da<br />

dinlemeye ve izlemeye devam ediyor. Kortejlere şarkılarla<br />

eşlik edip, alkışlamanın hoş görülmediği bu şenlikte,<br />

alkol tüketimi sanılanın aksine çok düşük. Çünkü<br />

hiçbir taşkınlığa rastlamadığımız şenlikte fazla alkol<br />

tüketimi de hoş karşılanmıyor. Herkesin kurallara sıkı<br />

bir şekilde uyduğu bu şenlikte güvenlik görevlisi de pek<br />

göze çarpmıyor. Kimilerine göre aşırı disiplinize olan bu<br />

halkın eğlence anlayışı sıkıcı bulunabilir. Ama şu da bir<br />

gerçek ki, Fasnacht’ın izleyici sayısı her sene artmakta.<br />

Bu da, insanların kendilerini kaybetmeden de eğlenebileceklerini<br />

gösteriyor olsa gerek.<br />

Fasnacht Bitimi Caddeler Kararıyor<br />

Fener alayının geçit töreniyle başlayan Fasnacht, yine<br />

onun eşliğinde son buluyor. Caddeler, sokaklar karartılıyor;<br />

sadece, uzun bir uğraş sonrasında meydana gelmiş,<br />

sanatsal değeri olan bu rengarenk fenerler etrafı<br />

aydınlatıyor. Her grubun kendi kortejinin olduğu et-<br />

kinlikte, fenerlerin de ait oldukları gruba göre temaları<br />

değişiyor. Farklı şekil ve güzellikteki fenerler soğuk<br />

mart sabahında insanın içini ısıtıyor. Fasnacht’ın bitimine<br />

kadar süren planlı hareket, bir sene boyunca disiplinle<br />

ve hiçbir kuraldan ödün vermeden hazırlanan komitenin<br />

başarısıyla son buluyor. Başlangıcı kadar sonu da<br />

gizemli biten Fasnacht’ın kapanışı da görülmeye değer.<br />

Grotesk maskelerinin ardında yorgunlukları görünmeyen<br />

Fasnacht katılımcıları bu muhteşem üç günü, Basel<br />

halkına her sene hediye ediyorlar.<br />

Fener alayının Perşembe sabahı saat 4.00’da başlayan<br />

veda programı, kliklerin fener alayının etrafında bir daire<br />

oluşturmasıyla son buluyor. Daire etrafında söylenen<br />

geleneksel Basel Marşı sonrasında her klik fenerini sırasıyla<br />

söndürüyor. Sonunda şehir gün ağarana dek tek<br />

bir ışık yanmadan karanlığa gömülüyor. O karanlıkta,<br />

içinde bulunduğumuz andan öyle uzaklaşıyoruz ki, karanlıkta<br />

bir gümüş gibi parlayan Ren nehrinin kenarında,<br />

yüzyıllar önce yapılmış tarihi binaların arasında bir<br />

an hangi yüzyılda olduğumuzu karıştırıyoruz. Sesiz bir<br />

şekilde dağılan maskeli insanların hangi zaman diliminden<br />

geldiğini ve nereye gittiğini düşünüyor, sessizleşen<br />

şehrin ortasında kalakalıyoruz. Şenliğin bitiminden yaklaşık<br />

15-20 dakika sonra ortaya çıkan temizlik görevlilerinin<br />

şehri temizlemeye başlamasıyla rahat bir nefes alıyor,<br />

doğru zaman diliminde olduğumuzu anlıyoruz.<br />

153


Malatya’nın Folklorunu Geleceğe,<br />

‘Aşhan Bacı’ Bebekleri Taşıyacak<br />

Emine UÇAK ERDOĞAN<br />

Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde farklı<br />

malzemelerden oyuncak bebekler yapılmış<br />

tarih boyunca. Yakın zamana kadar ulaşan<br />

bu yöresel el sanatlarının pek çoğu,<br />

bugünkü küresel oyuncak sektörünün<br />

elektronik bebeklerine yenilmiş durumda.<br />

Malatya yöresine ait giyim ve yaşayışı<br />

ifade eden ‘Aşhan Bacı’ oyuncak bebekler,<br />

bu yenilgiyi kabul etmeyip yenilenerek var<br />

olma savaşı veriyor. Bu çabasında hatırı<br />

sayılır bir mesafe de kat etmiş durumda…<br />

154


Yaşamın acemice bir taklididir evcilik oyunu. Evcilik oynayarak, anne-babasında<br />

gördüğü ev düzeni içindeki rol paylaşımını taklit eder çocuklar. Erkek çocuklar<br />

evin reisi olur bu paylaşımda, kız çocukları da anne. Gölge misafirler<br />

ağırlanır, adı var kendi yok birbirinden nefis yemekler pişirilir, hasta olunca<br />

doktora gidilir, alışverişe çıkılır, küsülür, barışılır, komşuluk ilişkileri sağlanır,<br />

kısacası hayatın akışında ne var ise birkaç çocuk bir araya geldiğinde<br />

oynanan evcilik oyununda o olur. Evcilik oyununda her kız çocuğu<br />

anne, her erkek çocuk baba olur. Hal böyle olunca oyuncak bebek,<br />

oyunun başat unsuru haline gelir.<br />

Oyuncak bebeğin ilk olarak ne zaman yapıldığını kimse bilmiyor.<br />

Mısır mezarlarında da İsa’dan Önce (İ.Ö.) 3 bin ile<br />

2 bin yılları arasında yapılmış bebekler bulunmuştur. Düz<br />

tahta parçalarından oyulmuş, geometrik desenlerle süslü<br />

bu bebeklere tahta boncuklar ya da kil şeritlerden<br />

saçlar takılmıştı. Eski Yunan ve Roma’da da çocukların<br />

gerçeğe uygun ve ustaca yapılmış bebekleri vardı.<br />

Eski dönemlerde bebekler kil, taş, kemik, tahta, meyve,<br />

fındık, mısır başağı yaprakları, mısır koçanı ya da<br />

sukabağı gibi doğal maddelerden yapılırdı. Bebek yapımında<br />

kullanılan en eski maddelerden biri, insan ya<br />

da hayvan vücudunun biçimini en doğal biçimde verebilen<br />

ağaç kökü ya da dalıdır. 19. yüzyıl başlarında,<br />

bebeklerin başları ya porselenden ya da sırsız<br />

seramikten yapılıyordu. Gövdeler ise kösele kaplı<br />

tahtadan ya da talaş doldurulmuş köseledendi.<br />

19. yüzyılda kolları ve bacakları hareketli, başları<br />

dönen, gözleri oynayan, sesli ve yürüyen bebekler<br />

piyasaya çıktı. Kâğıt, bez ve sünger bebekler<br />

de hızla yayıldı.<br />

Aşhan Bacı Yün Eğiriyor, Yorgan Dikiyor<br />

Bugün bütün dünyada çocukların özellikle de<br />

kız çocuklarının en büyük eğlencesi bebeklerle<br />

oynamaktır. Bazı ülkelerde evde yapılan ve<br />

o bölgenin kültürünü yansıtan bebekler yeğlenmektedir.<br />

Örneğin Kore’de çocuklar bebeklerini<br />

bambu sopalarından, saçlarını da otlardan<br />

yaparlar.<br />

Anadolu’da da durum böyleydi eskiden. Hemen<br />

her yörede folklorik özellikleri yansıtan bez bebekler<br />

yapılmaktaydı. Bir başka deyişle Anadolu’daki<br />

yaşam ve giyim kültürü bez bebeklerde yaşatılıyordu.<br />

Polyester bebeklerin endüstri haline gelmesiyle<br />

bez bebekler biraz unutuldu ancak<br />

halen bu kültürü yaşatmak için çabalayan<br />

zanaatkârlar var.<br />

“Aşhan Bacı” böyle bir arayışın ürünü.<br />

Malatya’nın folklorik özellikleri ve özellikle<br />

kırsal kesimdeki gündelik hayatı<br />

Aşhan Bacı bebekleriyle geniş kesimlere<br />

ulaştırılıyor. Bir oyuncak bebek<br />

bu kadar önemli bir misyonu<br />

üstlenmiş olabilir mi diye tereddüt<br />

edenler için Aşhan Bacı bebeklerinin,<br />

bir oyuncaktan öte olduğunu<br />

belirtmemiz gerekiyor.<br />

155


156<br />

Bez bebek ustası Cevdet Bozdağ’ın 1998 yılından beri<br />

üretimini yaptığı Aşhan Bacı bebeklerinde kıyafet olarak<br />

çoğunlukla Malatya’nın yöresel giysileri kullanılıyor.<br />

Ancak aynı zamanda Urfa, Ege gibi başka yörelerin<br />

otantik kıyafetlerine de yer verildiği oluyor. Aşhan<br />

Bacı bebeklerini benzerlerinden ayıran asıl özellik<br />

ise; yaptıkları… Diğer bez bebekler genelde sadece<br />

görsel vitrin süsü gibi kullanılırken; Aşhan Bacı<br />

bebeklerinin her birinin farklı bir misyonu var; ekmek<br />

açan, tandır yakan, yorgan diken, saban süren, yün<br />

eğiren bebekler… Malatya’nın olmazsa olmaz gündelik<br />

hayatından işleri yapan Aşhan Bacılar da unutulmamış:<br />

Analı-kızlı, köfte, pestil, en önemlisi kayısı patiği<br />

yapan… Bebeklerin yapımında kalvanizli tel kullanan<br />

Cevdet Bozdağ böylelikle istedikleri pozisyonu<br />

verebildiklerini anlatıyor.<br />

Ayşehan’dan Aşhan Bacı’ya<br />

Bozdağ’a bebeklere niye Aşhan Bacı isminin verildiğini<br />

sorduğumuzda şu cevabı veriyor: “Genellikle bez bebekler<br />

yapıldıkları yörelerin isimleriyle anılır ya da en çok kullanılan<br />

isimler verilir. Biz de Malatya ve çevresinde sıkça<br />

kullanılan Aşhan Bacı isminin uygun olacağını düşündük.<br />

Aşhan aslında Ayşehan isminin zaman içinde yöresel<br />

ağızlarda değişim geçirmesiyle oluşmuş bir isim.”<br />

Cevdet Beyin hikâyesi de en az Aşhan bebekler kadar<br />

ilginç. Asıl mesleği mobilya üreticiliği olan Cev-


det Bozdağ, çocukluğundan itibaren el sanatlarına büyük<br />

ilgi duymuş. Bu ilgisini bilen bir arkadaşının kendisine<br />

hediye ettiği ekmek açan oyuncak bebeği görünce,<br />

yöresinin kültürünü yansıtan bir bebek üretmek için<br />

harekete geçmiş ve böylece Aşhan Bacı bebekleri ortaya<br />

çıkmış.<br />

Bebeklerin ham maddesinden kıyafetlerine kadar bütün<br />

detaylarıyla ilgilenen ve estetik bir kaygı güden<br />

Cevdet Bozdağ, kullandığı kumaşlara makine nakışıyla<br />

Osmanlı desenleri uygulayacak kadar titiz. Aşhan Bacı<br />

bebeklerinin kıyafetleri üç ana bölümden oluşuyor: Şalvar,<br />

boydan denilen uzun elbise ve oyalı başörtüsü.<br />

Sınırları Aşan İlgi<br />

Aşhan Bacı bebeklerinin bütün aşamalarının atölyede<br />

bizzat el işçiliği olarak hazırlandığını belirten Cevdet<br />

Bozdağ, aynı zamanda bebek üretiminin Malatya’da<br />

bir sektör haline getirilmesine ve üretiminin genç nesillere<br />

öğretilmesine de öncelik etmiş.<br />

Bozdağ’ın kendi küçük atölyesinde yaptığı bebeklere<br />

sahip çıkan Malatya Belediyesi yetkilileri, belediye bünyesindeki<br />

sanat ve eğitim merkezlerinde Aşhan Bacı bebeklerinin<br />

üretimi için yetiştirme kursları düzenlemişler.<br />

Belediyenin bu girişimi Türkiye çapında belediyelerin katılımıyla<br />

düzenlenen sanat ve eğitim projeleri yarışmasında<br />

geçtiğimiz yıl birincilik ödülü almış.<br />

Yaklaşık dört yıldan beri belediye<br />

bünyesindeki kursta bebek yapımı<br />

konusunda usta öğreticilik<br />

yapan Cevdet Bozdağ’ın bu<br />

süre içinde 60 kişiyi yetiştirmiş.<br />

Hâlihazırda 20 kadar bayan öğrenci<br />

bu kurslarda bebek yapımını<br />

öğreniyor.<br />

Aşhan Bacı bebeklerini<br />

internete de taşıyan<br />

Cevdet Bozdağ, sadece<br />

Malatyalılardan değil,<br />

dünyanın dört<br />

bir yanından bebeklerine<br />

büyük<br />

ilgi gösterildiğini<br />

ve site aracılığıyla<br />

ABD ve Almanya’dan da<br />

sipariş aldıklarını ifade<br />

ediyor.<br />

Her geçen gün<br />

Aşhan Bacı bebeklerineyenilikler<br />

ekleyen<br />

Cevdet Bozdağ’ın yeni<br />

projelerinde Aşhan<br />

Bacı’nın gurbette olan<br />

anne ve babası Hacce Ana ve<br />

Hasan Dayı bebekleri var.<br />

157


Tekke Sanatlarının İki Bakiyesi;<br />

Müttekâ ve Gubâri Hat<br />

Kadir SEZEN<br />

İnsanlık tarihine baktığımızda, yüzyıllık süreç, devede kulak mesabesinde kalır. Fakat ne yazık ki, bizim toplumumuzda<br />

kulak deveyi çoktan geçti. Yüzyıl önceye ait bir mektubu, evimizin tapusunu okumaktan aciz olduğumuz gibi, kadim<br />

sanatlarımızla da aramız bozuldu. Bu bozukluğa itiraz eden ender isimlerden biri de sûfi sanatları ustası Necati<br />

Korkmaz. Bilhassa tekke sanatlarımız üzerine yoğunlaşan Korkmaz, birçoğumuzun adını bile bilmediği müttekâ gibi,<br />

pazarcı maşası gibi, gayret kemeri gibi objelerin yapımını üstlenmiş.<br />

Necati Korkmaz, 30 yılını Türk-İslam sanatlarına adamış<br />

bir isim. Özellikle tekkelerde ortaya çıkan ve sanatın<br />

muhtelif dallarıyla bezenen objeler ilgi alanına giriyor<br />

Korkmaz’ın. Usta sanatçı, birçoğumuzun adını bile<br />

ilk kez duyacağı objelere ömrünü<br />

vakfetmiş.<br />

1963 yılında Ankara’da dünyaya<br />

gelen Necati Korkmaz,<br />

eğitiminin her aşamasını<br />

memleketinde tamamlar.<br />

Ankara Üniversitesi<br />

Dil ve Tarih Coğrafya<br />

Fakültesi’nde antropoloji<br />

eğitimi alması, şu an<br />

uğraştığı sanatlara yönelmesine<br />

vesile olur. Millet olarak<br />

çok zengin bir birikime sahip<br />

olduğumuzu ifade eden<br />

Korkmaz, “Medeniyetimizin her<br />

yerinden sınırsız kaynak ve konu çıkması, sanatı<br />

başka yerlerde aramama gerek bırakmadı.”<br />

sözüyle ait olduğu medeniyetle sanat<br />

algısı arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor.<br />

Müttekâ ve gubâri hat, Korkmaz’ın uğraştığı<br />

sanatların ilk iki sırasında... Korkmaz, tekke<br />

ve zâviyenin setrolunmasıyla bir nevi “hatıra”<br />

mesabesinde kalan bu sanatları yeniden<br />

canlandırmak ister. “Sûfi sanat objelerinin<br />

birçoğunu tekrar hayata geçirmek için,<br />

o zamanın üretim teknolojilerini günümüz<br />

şartlarında oluşturup yeniden üretiyorum.”<br />

diyen Korkmaz, birçok objeyi ilgi alanına almış.<br />

Tasavvuf kültürüne ait objelere yoğunlaşan<br />

Korkmaz, bu objelerin üretimi ile uğraşma<br />

nedenini şu sözlerle açıklıyor: “Özellikle tekkelerde<br />

kullanılmış muin, pazarcı maşası, nefir,<br />

gayret kemerleri, Rufâi şişleri, fukara keşkülleri,<br />

sebbure tahtaları gibi birçok tekke<br />

ürününü üretmeye çalışıyorum. Tabii bu<br />

158<br />

isimler çoğu insana yabancı gelebilir. Ama her biri estetik<br />

ve içerik olarak birbirinden güzel ve medeniyetimizin<br />

ayrı ayrı izlerini taşıyor. Bunların mutlaka insanlar tarafından<br />

bilinmesi gerekiyor bence.”<br />

Dedem Sağ Olsun<br />

Kuvvetle muhtemel ki<br />

ismi geçen objelerden<br />

birçoğuna günümüz insanı<br />

aşina değil. Bundan<br />

birkaç yüzyıl öncesine<br />

kadar gündelik hayatın<br />

bir parçası olan bu objelere,<br />

günümüz sanatkârları<br />

da çok uzak. Bunun farkında<br />

olan Korkmaz,<br />

“Keşke bu sanatların yapımını<br />

ustalarından öğrenebilseydim.”<br />

diyor.<br />

“O kadar çok isterdim ki Abdurrahman<br />

Gubârî’den ya da Mehmet Nuri<br />

Sivâsî’den hat dersi almayı… Ya da<br />

isimlerini dahi bilemediğimiz Afyonlu<br />

müttekâ ustalarından müttekâ yapımının<br />

inceliklerini öğrenmeyi. Ama yine de<br />

kendimi şanslı hissediyorum.” diyerek<br />

içindeki ukdeyi dile getiren Korkmaz’ın<br />

ikinci bir isteği ise, kendisi dışında başkalarının<br />

da bu konularla ilgilenmesi…<br />

Necati Korkmaz’ı şanslı kılan, dedesinin<br />

marifetiymiş. Rahmetli dedesi<br />

usta bir sanatkâr olmasa da kendisi<br />

için müttekâlar yapabilen bir kişiymiş.<br />

Korkmaz da çocuk yaşlarda bu<br />

müttekâlardan etkilenip bu alana korkusuzca<br />

yönelmiş. Yönelmesine yönelmiş<br />

ama önüne çıkan ilk engel ustasızlık<br />

olmuş. Bu engeli kendi gayretleriyle aşmaya<br />

çalışan Korkmaz, “Bu sanatların<br />

günümüzde yaşayan hiçbir


ustası olmadığından, uzun<br />

yıllar süren araştırmalarım<br />

sonucunda birçoğunun<br />

üretim teknolojilerini kendim<br />

oluşturdum. Yapımlarını<br />

kendi uğraşlarımla öğrendim.”<br />

diyor.<br />

Bir Sanatçı Düşünün ki<br />

Müttekâya Dayanmış<br />

Arapça’da “dayanak,<br />

destek” anlamına gelen<br />

müttekâ, sûfi kültürünün<br />

en önemli<br />

objelerinden biridir.<br />

Müttekâ, bilhassa<br />

dervişler tarafından<br />

kullanılırmış. Örneğin Mevlevi<br />

dervişleri bin bir günlük çile döneminde<br />

yahut sâir turuk dervişânı<br />

halvet döneminde ayak uzatıp uyumazmış.<br />

Nefsin terbiyesinin esas<br />

alındığı bu dönemde çilehânede<br />

tefekkür halinde olan derviş, uzanıp<br />

yatamadığı için müttekânın hilal<br />

kısmına alnını dayayıp uyku halini<br />

geçiştirirmiş.<br />

Dervişlerin yanlarından ayırmadıkları<br />

müttekâ, çile dönemleri<br />

dışında da kullanılırmış. Diğer<br />

bir adı da ‘tefekkür’ bastonu<br />

olan müttekâ, Kur’an-ı Kerim yahut ilahi dinleyen,<br />

yalnız kaldıklarında ya da sohbet esnasında<br />

diz üstünde veya bağdaş kurup oturan dervişler<br />

tarafından, hilâl biçimindeki baş kısmına alın dayamak<br />

ve tefekkür ederek dünyevi meselelerden<br />

uzaklaşmak için de kullanılırmış.<br />

Korkmaz, çeşitli tarz ve biçimlerde yapılan<br />

müttekânın estetik görünümüne de çok dikkat<br />

edildiğini şu şekilde ifade ediyor: “Müttekâların<br />

üzeri çeşitli nakışlar, ayetler ve güzel sözlerle süslenirdi.<br />

Bu süslemeler ve yazılar müttekânın yapıldığı<br />

malzemenin özelliğine göre değişirdi. Eğer<br />

müttekâ ağaçtan yapılmış ise üzeri gümüş kakmalarla<br />

süslenir, yakmak suretiyle de yazılar ve ayetler<br />

yazılırdı. Müttekâ metalden yapılmış ise bu nakışlar<br />

ve yazılar kazıma ve dövme yöntemiyle yapılırdı.<br />

Ayrıca tombaklama yöntemiyle süslenmiş metal<br />

müttekâlara da rastlanmaktadır.”<br />

Hilâldir Müttekânın Baş Tâcı<br />

Usta sanatçıdan öğrendiğimize göre müttekânın<br />

baş kısmı genellikle İslamiyet’in simgesi olan hilâl<br />

biçiminde yapılıyormuş. Bu hilâl kısım oval oluşundan<br />

dolayı, alet çene altına dayanak yapıldığında<br />

ya da alın kısmına yerleştirildiğinde rahatlık sağlarmış.<br />

“Derviş, uykusunu gidermek için de hilâl kıs-<br />

ma rahatlıkla alnını dayayabilirdi.<br />

Koltuk altında<br />

da kullanılabilen<br />

müttekâ dervişin derin<br />

düşünceye daldığı zaman<br />

yana devrilmesini<br />

engellerdi.”<br />

diyen Korkmaz,<br />

m ü t t e k â n ı n<br />

uzun gövde<br />

kısmının altına<br />

yerleştirilen<br />

sivri uçlu metal<br />

sayesinde dış<br />

mekânda<br />

da kullanılabild<br />

i ğ i n i<br />

söylüyor.<br />

Yalnız müttekânın değil, onu taşıyan<br />

kılıfın da estetik yönünün<br />

çok kuvvetli olduğunu, Necati<br />

Usta’nın, “Müttekâlar genellikle<br />

kılıf içinde taşınırdı ve bu kılıflar<br />

özenle hazırlanırdı. Deri keçe veya<br />

kalın kumaştan yapılan kılıfların üzerleri<br />

nakışlarla süslenir, ayetler, hatlar yazılırdı.” sözünden<br />

öğreniyoruz.<br />

Tekke kültür ve terbiyesinin ürettiği sanat objelerinin<br />

hepsi bir ihtiyaçtan hâsıl olmuştur. Hiçbir<br />

objenin ve tavrın bir fazlalığı olmaz, her şey kararında<br />

ve olması gerektiği gibidir. Kullanılan objelerin<br />

üzerindeki bir çentik, objenin boy uzunluğunun<br />

rakamsal değeri, parçalarının sayısı, motifler…<br />

Her biri bir sır taşır ve her biri ayrı ayrı kültür<br />

aktarıcılarıdır. Onlara bakarak ait oldukları döneme<br />

dair birçok hususunun yorumlanabileceğini<br />

ifade eden Korkmaz, en büyük zorluğun ise bu<br />

noktada başladığını belirtiyor:<br />

“Dönemlerine ait o konuda fazla yazılı kaynak<br />

bulunmadığından ya da çok kısıtlı olduğundan<br />

kullanımları hakkında çok detaylı bilgilere ulaşamıyoruz.<br />

Bu objelerin her biri çok değerli kültür<br />

öğeleridir. Bunlardan biri kaybolursa bununla<br />

birlikte medeniyetimizin o bölümü de silinmiş<br />

olur. Bunu kesinlikle unutmamamız<br />

gerekir.”<br />

İki Farklı Müttekâ,<br />

İki Farklı Misyon<br />

Necati Korkmaz iki çeşit müttekâ<br />

üretiyor. İlki günümüz insanının tanıması<br />

ve bu kültürden haberdar olması<br />

için yaptığı standart müttekâlar. Bunlar<br />

3,5 karış yüksekliğinde, hilâl biçi-<br />

159


160<br />

minde dayanağı<br />

olan ve üzerinde<br />

Mevlevilik, Bektâşilik<br />

gibi tarikatlarla ilgili<br />

semboller bulunduran<br />

müttekâlar.<br />

İkinci tür müttekâların ise son derece<br />

nâdide sanat ürünlerinden yapıldığını<br />

belirten Korkmaz, “Hilâl kısımlarını<br />

bazen kemikten, bazen boynuzdan, bazen<br />

de gümüşten yapıyorum. Üzerinde de<br />

çok nâdide gubâri hat yazmaları oluyor.”<br />

diyor. Ayrıca bu müttekâlar çeşitli simgeler<br />

ve değerli taşlarla da tezyin ediliyor.<br />

Bir müttekânın yapımı birkaç günle iki<br />

ay arasında zaman alıyormuş. Standart<br />

müttekâlar diğerlerine nispeten daha kısa<br />

sürede tamamlanırken, sanat değeri taşıyan<br />

müttekâların yapımıysa çalışmanın<br />

zorluğuna ve yazılacak gubârilerin inceliğine<br />

göre iki hafta ile iki ay arasında değişiyormuş.<br />

Müttekâ ile Gubâri Hat Buluşuyor<br />

Korkmaz sadece müttekâ ustası değil. Tekke<br />

yaşantısında kullanılan birçok objenin de<br />

meftunu olunca, Necati Usta’nın hünerli ellerine<br />

bir sanat daha, gubâri hat da ekleniyor.<br />

Fakat burada bir hususun altını önemle çiziyor<br />

Korkmaz: “Şunu özellikle söylemek isterim<br />

ki hattat değilim. Ben hattatım, demek<br />

büyük bir sorumluluk gerektirir. Hat sanatı<br />

son derece hassas ve yılların deneyimini, eğitimini<br />

gerektiren bir sanat. Ben ise bu sanatı<br />

diğer tekke sanatları gibi unutulmasın diyerek<br />

kendi çabalarımla öğrendim.”<br />

Gubâri hat, hat sanatının çok küçük boyutlarda<br />

yazılması demek. Korkmaz da<br />

müttekâların üzerini çoğunlukla gubâri<br />

hatla yazılmış dualar, ayetler ya da<br />

güzel sözlerle süslüyor. Genellikle<br />

mercimek tanesi üzerine tilki bıyığının<br />

tek bir kılı ile yazılan bu yazıları<br />

müttekânın çeşitli yerlerine yerleştirdiğini<br />

söyleyen Korkmaz, gubâri hattı<br />

başka objelere de yazıyor.<br />

Bu iş için çok büyük sabır ve deneyim<br />

gerektiğini ifade eden sanatçı,<br />

“Gubâri hattı özellikle çok küçük<br />

objelerin, mercimeklerin, sedeflerin<br />

üzerine yazıyorum. Bunları<br />

mikroskoplar altında yazdığım<br />

için genellikle çıplak gözle<br />

okumak mümkün olmuyor.<br />

Yazdığım gubârileri<br />

gümüş zarfların içine<br />

yerleştiriyorum. İnsanlar bunları<br />

ya kolye yapmak ya da sandıklarında<br />

saklamak için alıyor.” diyerek<br />

gubâri hattın kullanım alanı<br />

hakkında bilgi veriyor.<br />

Korkmaz’a göre gubâri hat, klasik<br />

hat yazısından çok farklı. Hattın bütün<br />

kurallarına uygun yazmakla beraber<br />

gubâri hatta standart hat malzemeleri<br />

kullanılmıyormuş. Gubâri hat yazarken klasik<br />

kamış kalem kullanmadığını söyleyen Korkmaz,<br />

“Benim kullandığım kalem kendi üretimim.<br />

Tilki bıyığının tek bir kılından oluşuyor.<br />

Mürekkebim de klasik hat yazısında<br />

kullanılan mürekkeplerden farklıdır.” diyor.<br />

Gubâri yazarken Korkmaz’ın en büyük yardımcısı<br />

şüphesiz ki büyüteç. Büyüteç sayesinde<br />

milimetrik yazılar yazabiliyor. Tabii işinin<br />

zorlukları da epey fazla. Eline, nefesine, nabzına<br />

son derece hâkim olmazsa, en ufak bir<br />

hatasında, hızlı aldığı bir nefeste günler süren<br />

çalışmanın sonu olabiliyormuş.<br />

Eserlerini Her Sene Konya’da Sergiliyor<br />

Necati Korkmaz bugüne kadar sanat değeri<br />

taşıyan 30 kadar müttekâ yapmış. Standart<br />

olarak nitelendirdiği müttekâlar ise sayılamayacak<br />

kadar fazla. Yaptığı müttekâları<br />

ve diğer objeleri Kültür Bakanlığı’nın görevlendirmesi<br />

ile her yıl “Şeb-i Arus” zamanı<br />

Konya’da sergiliyor.<br />

Bu kadar güzel uğraşın arasında Korkmaz’ı<br />

üzen bir durum var, o da sanatını tam anlamıyla<br />

öğretebileceği gençlerle henüz karşılaşamamış<br />

olması... “Genelleme yapmak istemiyorum<br />

ama günümüz insanının ve gençlerinin<br />

maddi kaygıları çok fazla olduğundan<br />

beklentileri de farklı oluyor. Aşkla yapılan<br />

her iş güzel olur, iyi olur. Bir işi gönül için<br />

yapan bir insanla maddi karşılık için yapan<br />

insanın ortaya çıkardığı sonuç aynı<br />

olur mu?” diyen usta sanatçıya göre günümüzde<br />

maddi hazlar, manevi hazlardan<br />

daha çok önem taşıyor.<br />

“Gelecek kaygısı ve hemen zengin olma<br />

isteği, gönül verilmesi, sebat edilmesi<br />

gereken sanatımızın geleceği için en büyük<br />

sıkıntı. Bazen benim zamanım yetmiyor.<br />

Bir şeyleri atlarım, bir şeyler tarihte kalır<br />

diye açıkçası çok korkuyorum. Yine de bazı<br />

öğrencilerimizin gösterdiği çaba ve samimiyet<br />

bizi umutlandırıyor.” diyerek konuşmasını tamamlayan<br />

Necati Korkmaz’a çalışmalarında başarılar<br />

diliyor, sanatını öğretebileceği nice sabırlı<br />

gençle tanışmasını gönülden arzuluyoruz.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!